Hızlandırılmış tren kazası taammüden cinayettir!
Transkript
Hızlandırılmış tren kazası taammüden cinayettir!
www.kurtulusyolu.org ISS 1305-8975 YIL: 7 • SAYI: 64 8 NİSAN 2013 15 GÜNLÜK SİYASİ GAZETE FİYATI: 50 Kr Hızlandırılmış tren kazası taammüden cinayettir! Kurtuluş Partili Hukukçular’dan Başbakan ve diğer sorumlular hakkında Suç Duyurusu: T ayyipgiller’in, uygulamaya geçtiği andaki haliyle ne kadar güvensiz olduğu ortaya çıkan, tümüyle şov amaçlı “hızlandırılmış tren” pervasızlığı hatırlanacaktır. 22 Temmuz 2004 tarihinde Sakarya’nın Pamukova İlçesi Mekece Köyü yakınlarında “kaza” yapan TCDD’ye bağlı hızlı trenin bu kazası sonucunda 41 vatandaşımız hayatını kaybetmiş, 89 vatandaşımız ise çeşitli yerlerinden yaralanmıştı. “Bağımsız Dergisi”nin 22-28 Mart 2013 tarihli sayısında ise, bu kazaya ilişkin yeni bir ihbar-ikrar ortaya çıktı. Burada Cüneyt Ülsever ile yapılan bir röportajda C. Ülsever, şüpheli Tayyip Erdoğan’la geçmişteki yakınlıklarını, şüphelinin başbakanlık görevine geldikten sonraki ilişkilerini ve görüşmelerini, sonraki süreçte de nasıl koptuğunu anlattı. Ve söz konusu olayda emri verenin Başbakan Tayyip olduğunu açıklıyordu. Dolayısıyla bu emri veren Tayyip ile emri uygulayan failler pişkin Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım ve TCDD Genel Müdürü Süleyman Karaman iştirak halinde cinayete ortak olmuşlardır. Bu nedenlere dayanan Partimiz, Hukukçularımız kanalıyla bir suç duyurusunda bulundu. 01.04.2013 tarihinde suç duyurusu dilekçesini Ankara Savcılığına veren Partili Hukukçularımız Av. Metin Bayyar, Av. Sait Kıran, Av. Doğan Erkan, ardından adliye önünde cübbeleriyle basın açıklaması gerçekleştirdiler. Konuyla ilgili suç duyurusu dilekçesini aşağıda yayınlıyoruz: Hugo Chavez Frias Ölümsüzdür!.. D Zaferin 98. Yılında, Çanakkale Halkıyla buluştuk Çanakkale Zaferi; inançlı, fedakâr, kararlı, örgütlü halkların mücadelesi karşısında emperyalizmin kâğıttan kaplan olduğunun kanıtıdır! Haberi sayfa 2’de <$û$6, 1 0$<, 6 $% ' 8üDù× 3DU DEDEDO DU × Q× Q 6DW × O P× üO DU &HSKHVL QH .DU ü× ú üoL 6× Q× I × P× ] dDO × üDQ (]L O HQ 7P +DO N× P× ] 6L YL O $VNHU *HQoO L ùL PL ] %L O L P ú QVDQO DU × P× ] .U W .DU GHüO HU L PL ] +DO N .XU W XO Xü &HSKHVL · QH Devamı sayfa 6’da Hugo Chavez Frias Yüreğindeki Kıvılcım Venezuela Halkının uyutulan onurunu tutuşturdu O Kıvılcım ateş olup dünya halklarına ışık oldu, yol gösterdi O Kıvılcımın yarattığı ateş yangın olup insan soyunun en büyük düşmanı emperyalist haydutları yakacak, yok edecek ünya Halkları yasta bugün. İnsanlık bugün, kendini insanlığın kurtuluşuna adamış, büyük devrimcilerinden birini bedence kaybetmenin hüznünü yaşıyor. Bu büyük devrimcinin karanlıkları yakan yüreğindeki kıvılcım, Dünya Halklarının emperyalistlere ve yerli işbirlikçilere karşı mücadelesinde ateş olup yakıyordu insanlık düşmanlarını. Dünya Halkları için Chavez Yoldaş heyecandı, umuttu, onurdu, direnmekti, mücadeleydi, yiğitlikti, cesa- Haberi sayfa 19’da retti. İnsanlığın bayır aşağı gidişini durduran, Latin Amerika’dan Dünya Halklarına sol rüzgarları estiren, bir güneşti Chavez Yoldaş, ısıtan ve ışıtan. Emperyalistler tarafından yok edilmeye, içi boşaltılmaya çalışılan devrimci değerlerin militan savunucusuydu Latin Amerika Halklarının Yiğit Evladı Chavez Yoldaş. O, Dünya Halklarına, insanlığın tek bir sosyalist aile olma mücadelesinin bitmediğini, bitmeyeceğini, o yüce ideal gerçekleşinceye kadar da süreceğini gösterdi. Devamı sayfa 11’de Gün Dehak’lara karşı Kawa’nın başkaldırı bayrağını yükseltme günüdür! Haberi sayfa 2’de +$/., 1 .8578/8û 3$57ú 6ú Başyazı İmralı-Açılım Süreci, BOP Sürecinin bir parçasıdır S ürecin ne olduğunu tam olarak önemli aktör olması lazım. BDP de görmek için bunun özneleri bu süreçlerin kıymetini bilmedi. “İmralı’ya Güven: Göreceğiz kimlerdir, yani bu süreci yaşa“İmralı ile yaşanan süreçte güyanlar ve yaşatanlar kimlerdir, onlara bakmak gerekir. Bu sürecin sahipleri- ven sorunun ne durumda olduğuna ni ya da yönetenlerini Beşir Atalay ise Atalay, şimdiden bu anlamda bir şey ifade etmek istemediğini, geçen günlerde netçe itiraf etti: “Ana hedef silahsızlaştırma. kurumların görüşmelerinin devam ettiğini belirtti. Atalay, kendileriBunun içinde çok nin kararlı olduenstrüman var. Bu ğunu ve belli bir enstrümanların stratejilerinin olher birinin soruduğunu da vurgunun çözümünde layarak, İmrarolü ve değeri var. lı’ya güven noktaHedef terörü bitirsında ‘göreceğiz’ mek. Hükümet bu ifadesini kullandı. konuda son derece “Kendisinin kararlı. Alınabilebu işle uğraşmaya cek risklerin hepbaşladığından bu sini alıyoruz. BuTayyip’in akillerinden bir demet... yana Türkiye’nin rada elinizde uygun enstrüman var da kullanmı- bu sorunları hep çözebileceğini düyorsanız, bu da sorundur. Yani eli- şündüğünü fakat zor olduğunu da nizde olan enstrümanları en iyi şe- bildiğini dile getirdi. Türkiye’nin kilde değerlendirmek. Ondan son- eski Türkiye olmadığını artık daha ra uluslararası enstrümanlar var. güçlü olduğunu vurgulayan Atalay, Komşularınız var, başka ülkeler şu anda yürütülen çalışmalar için var; Kuzey Irak’tan Amerika’sına erken ifadeler kullanmak istemediuzanan. İçeride siyasi boyutu var. ğini aktardı. Atalay, provokasyonDiyelim ki BDP. Biz ilişkimizi BDP lara da dikkat çekerek, bu sürece ile hiç koparmadık ama onlar kat- herkesin olumlu katkıda bulunması kı vermedi. Biz siyaset kurumuna noktasında özellikle ana muhalefet çok önem veriyoruz, içeride en Devamı sayfa 12’de 2 Yıl: 7 • Sayı: 64 / 8 isan 2013 Kurtuluş Partisi’nden Gün Dehak’lara karşı Kawa’nın başkaldırı bayrağını yükseltme günüdür! N ewroz, isyanın, başkaldırının günü… Kürt Halkının ulusal kurtuluş mücadelesinin simgeleştiği gün… 21 Mart’ta Kurtuluş Partililer olarak alanlardaydık. Günümüz Dehak’ları olan ABD Emperyalizmi ve yerli işbirlikçilerinin şekil değiştiren sömürü politikalarına karşı olduğumuzu haykırdık. Taksim’de saat 20.00’da “ewroz Agire Serhildane”, “Kahrolsun Emperyalizm Yaşasın Sosyalizm”, “Bijî Biratiya Gelan”, “Yaşasın Halkların Kardeşliği” sloganlarıyla meşaleli eylemimiz başladı. İstanbul İl Başkanı Av. Pınar Akbina yaptığı basın açıklamasında, “Bugün Kürt Meselesi’ni iki halkın çıkarlarına uygun şekilde çözmek biz devrimcilerin görevidir. Ya AB-D Emperyalizminin dayattığı Kürt, Türk, Arap, Fars Halklarının yıkımı ve acıları üzerine kurulu burjuva çözüme evet diyeceğiz ya da halkların özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ilkesi etrafın- da kenetlenmesi ile oluşacak Demokratik Halk iktidarını kuracağız” diye konuştu. BOP’un tıkır tıkır işlediğini düşünen ABD Emperyalistleri ve yerli işbirlikçileri erken bayram etmesinler. Dehak’lar ve Zeus’lara karşı Prometheus’lar ve Kawa’lar var ve zafer onların olacaktır. Prometheus’tan Kawa’lara; Kawa’lardan Proletaryanın önderliğindeki halklara iletilen o ateş yolumuzu aydınlatacaktır. itolojiye göre; Ateşi elinde tutan Tanrılar, gücü ve iktidarı da ellerinde tutuyordu. Tanrıların ulusu Zeus da elinde tuttuğu ateşten aldığı güçle insanların kendisine koşulsuz biat etmesini sağlıyordu. Zeus’a başkaldıran Titanların aksine Prometheus tarafsız kalmış (öyle görünmüş) ve başkaldırmamıştır. Böylece Zeus, onu Olympos’taki ölümsüzlerin arasına almıştır. Prometheus dedelerinin intikamını almak için gözyaşlarıyla yoğurduğu balçıktan ilk insanı yarattı. Sonra insanın acizliğine acıyarak Hephahistos (Ateş Tanrısı)’nın alev saçan ocağından ateşi (Bilgi’yi) çalarak insanlara armağan etti. Zeus, ateşi çalan Prometheus’tan intikamını; onu Kafkas Dağı’nın zirvesine hapsederek alır ve bir kartalı Prometheus’un her gün kendini yenileyen ciğerini yemekle görevlendirir. Herakles’in yardımıyla kurtulan Prometheus kartalı öldürür ve Zeus’tan intikamını alır. mürülen halkların başkaldırışını; Ateş: İnsanoğlunun zulmün zincirlerini kıran aklı ve inancını anlatan bilgi-bilinçtir. ewroz; Afganistan’dan Azerbaycan’a, Pakistan’dan Türkiye’ye çok geniş bir coğrafyada yeni aydınlık bir yılın başlangıcı, özelde Kürt Halkının ulusal kurtuluş mücadelelerinin simgeleştiği günün adıdır. Newroz; Bahara uyanan toprağın bereketidir. Newroz ateşi; ışıktır ve aydınlatır yollarını halkların… Bugün içinde bulunduğumuz emperyalizm çağı Zeus’ların, Dehak’ların çağıdır. Bu çağın Zeus’ları ve Dehak’ları olan AB-D Emperyalistleri ve yerli uşakları halkları ezmekte, sömürmektedir. Kendi emperyalist çıkarları uğruna sınırlar çizmekte; haklara kan, gözyaşı, savaş, açlık ve yoksullukları reva görmektedirler. Bugün onlar, gücü ve iktidarı ellerinde tutuyor olabilirler fakat Marks Usta’nın dediği gibi; emperyalizm kendi mezar kazıcılarını yaratmaktadır. Onlar özelde Kürt ve Türk Proletaryasının ve halklarının, genelde Dünya Proletaryasının ve halklarının ayağa kalkmasından korkmaktadırlar. Onlar yeni Prometheus’lardan, yeni Kawa’lardan korkmaktadırlar. Onlar, dün Zeus’un Kafkas Dağı’nın zirvesinde Prometheus’a yaptığı işkenceleri, Dehak’ın Kürt gençlerine reva gördüğü ölümleri, bugün mazlum halklara reva görmektedirler. Onların sistemlerinin çarklarının arasında dünya halkları inim inim inlemektedir. Kürt Halkı, muhakkak ki bu yüzyılda kapitalist sistemin çarkları arasında en çok sıkışan, sömürülen, katliamlara uğrayan halklardan biridir. Bugün ülkemizde de bin yıldır kardeşçe bir arada yaşayan Kürt ve Türk Halk- M İzmir İsyan Ateşi Yamanlar’da yakıldı 21 Mart günü başkaldırı ateşimizi, yine mahallemizde, İşsizlik ve Pahalılıkla Savaş Derneği (İPSD)’nin önünde yaktık. Zalim Dehak’lara karşı öfkemizi, kinimizi bu ateşle harmanladık ve coşkuyla özgürlük ve kardeşlik halaylarımızı çektik. Tüm Ortadoğu Halklarının Bayramı olan Newroz’da, Partimizin Bayraklı İlçe Başkanı Yusuf Gençer yaptığı konuşmasında; “Günümüzün Dehak’larının ABD, AB Emperyalizmi ile yerli uşakları olduğunu, Ortadoğu Haklarını birbirine boğazlatma projesi olan Büyük Ortadoğu Projesi’ne (BOP) karşı ezilen halkların, Demirci Kawa ruhunu kuşanarak isyan ateşini bir kez daha yakacağını ve Halkların gerçek anlamda eşit, özgür, kardeşçe ve barış içinde yaşamak için emperyalistlerle ve işbirlikçileriyle savaşacağını” belirtti. Gençer; “Bu projenin hızlıca yaşama geçmesi için Irak’ta, Afganistan’da Libya’da, şu anda da Suriye’de Halklara kan kusturan, halklar ve mezhepler arası ayrılıklar yaratıp nifak tohumları eken, düşmanlaştıran emperyalistleri çok iyi tanıdığımızı” vurguladı. “Ülkemizin en önemli sorunu olan Kürt Sorunu’nun; Kürt ve Türk Halklarının acılarına ve gözyaşlarına son verecek, Türklerin ve Kürtlerin eşitlik ve özgürlüğüne dayanan gönüllü birliği temelinde çözümlenebileceğini, gerçek devrimci çözümün de bu yoldan geçtiğini” belirtti. AB-D Emperyalizmi ve yerli işbirlikçileri Zeus ve Dehak’ların, Mazlum Halklar Prometheusların ve Kawa’ların devamcısıdır! Zeus ve Prometheus’a dayandırılan bu mitoloji, Ortadoğu Halklarının mitolojisine Kral Dehak ve Demirci Kawa olarak geçer. Hikmet Kıvılcımlı’nın “Mitolojiler yalan söylemez” sözünün en güzel kanıtıdır Prometheus’tan başlayıp Kawa’yla yükselen ve bugün devrimcilerin omzunda olan başkaldırı destanı. Zeus ve Dehak: Egemen sistem ve sınıfları; Prometheus ve Kawa: Ezilen, sö- ları düşman iki halk durumuna getirilmeye çalışılmaktadır AB-D Emperyalistleri tarafından. İki halk, mazlum halkların emperyalizme karşı ilk zaferi olan Çanakkale Savaşı’nda, dünyanın ilk muzaffer Ulusal Kurtuluş Savaşı olan Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı’nda omuz omuza savaşmıştır. Sonraki süreçte Türk burjuvazisinin sömürgeci, asimilasyoncu politikaları nedeniyle Kürt Halkı ezilmiş, katliamlara uğratılmış, en doğal haklarından mahrum bırakılmış, bunu sonucu gelişen isyanlar da kanla bastırılmıştır. Bugün Kürt Meselesi’ni iki halkın çıkarlarına uygun şekilde çözmek biz devrimcilerin görevidir. Ya AB-D Emperyalizminin dayattığı Kürt, Türk, Arap, Fars Halklarının yıkımı ve acıları üzerine kurulu burjuva çözüme evet diyeceğiz ya da halkların özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ilkesi etrafında kenetlenmesi ile oluşacak Demokratik Halk iktidarını kuracağız. Türk-Kürt Halk Cumhuriyeti’ni inşa edeceğiz. Zalimler erken bayram etmesinler: Ne mazlum Kürt Halkının Ortadoğu’da ikinci bir İsrail durumuna düşürülmesine ne de yırtıp emperyalistlerin yüzlerine fırlattığımız Sevr Antlaşması ile Türkiye’yi üçe bölmek üzerine kurulmuş kirli anlaşmalarına boyun eğmeyeceğiz. Zira Kürt ve Türk Halkları kendi proletaryalarının önderliğinde birleşecek ve Prometheus’tan Kawa’lara; Kawa’lardan Proletaryanın önderliğindeki halklara iletilen o ateş yolumuzu aydınlatacaktır. Buna inancımız tamdır. O ateş, Türklerin ve Kürtlerin eşitçe, özgürce ve kardeşçe yer aldığı Demokratik Halk İktidarının meşalesi olacaktır. 21.03.2013 Biji ewroz! Biji Biratîye Gelan! Yaşasın ewroz! Yaşasın Halkların Kardeşliği! Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi Mahalle halkının da yoğun katılım gösterdiği Newroz kutlamamızda, sık sık, “Bijî Bratiya Gelan”, “Bijî ewroz”, “ewroz Pîroz Be”, “Yaşasın Halkların Kardeşliği”, “Katil ABD Ortadoğu’dan Defol” sloganlarını haykırdık. Kürtçe şarkılar eşliğinde çektiğimiz halaylarla ve Demirci Kawa’dan devraldığımız isyan ateşiyle, günümüzün Çağdaş Dehak’larına karşı yorulmadan, halkların mutluluğu, barışı ve eşit haklar temelinde oluşacak kardeşliği için mücadelede edeceğimize ve mutlaka zafere ulaşacağımıza olan inancımızla eylemimizi sonlandırdık. Ankara Baharın gelişinin ve Halkların uyanışının müjdecisi Newroz’u, tarihsel özüne uygun bir biçimde kutladık. 21 Mart günü akşamı, Newroz ateşini simgeleyen meşalelerimizle aydınlattık Kızılay’ı. Partimiz İl Binası önünden, dövizlerimiz, bayraklarımız ve meşalelerimizle başlattığımız yürüyüşümüzle Yüksel Caddesi’ne yürüdük. Yüksel Caddesi’ne ulaştığı- mızda, partimiz Ankara İl Başkanı Av. Sait Kıran basın açıklamasını yaptı. Eylem sırasında attığımız “Emperyalistler, İşbirlikçiler, Geldikleri Gibi Gidecekler”, “Yaşasın ewroz-ewroz Pîroz Be”, “Yaşasın Halkların Kardeşliği”, “Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız”, “ewroz Kawa’nın, Dehak’ın Değil”, “AB-D Filistin’den, Afganistan’dan, Irak’dan, Libya’dan, Suriye’den, Türkiye’den, Ortadoğu’dan Defol”, “Faşizme Karşı Ya Birleşmek Ya Ölüm” sloganlarıyla çınlattık Kızılay’ı. Basın açıklamamızın ardından, parti binamıza kadar tekrar yürüyüşle dönerek, burada eylemimizi sonlandırdık. Ankaralı Kurtuluş Partililer olarak bir kez daha haykırıyoruz: Türk-Kürt-ArapFars Halkları olarak, Emperyalistleri ve her türden işbirlikçilerini bu topraklardan sonsuza dek kovacağız. İşte o gün Prometheus’a kadar ulaşacak büyük bir ateş yakacak çağdaş Kawa’lar, hiç sönmemecesine!.. Zaferin 98. Yılında, Çanakkale Halkıyla buluştuk B u sene 98’inci yılına ulaşan Çanakkale Deniz Zaferi’ni, Çanakkale’de büyük bir coşku ve hüzünle kutladık. Günlerce yaptığımız afişler, açtığımız stantlar, sesli duyurular, dağıttığımız el ilanlarıyla, yerel radyo ve gazete ilanlarıyla Çanakkale Halkına sesimizi duyurup, bugünün bizde yarattığı heyecan ve coşkuyu aktardık. Çanakkale Halkına Partimizi, Mustafa Kemal’i ve Çanakkale Zaferi’ni anlatmaya çalıştık. 18 Mart sabahı diğer bölgelerden gelen yoldaşlarla birlikte İskele Meydanı’nda buluşarak, tören alanı olan Cumhuriyet Meydanı’na, basın açıklamamızı yapmak üzere yürüyüşe geçtik. Görkemli kortejimizle, pankartlarımızla, dövizlerimizle, bayraklarımızla ve coşkulu sloganlarımızla alana girerek, önce çelenk törenimizi gerçekleştirdik, ardından ülkemizin bağımsızlığı mücadelesinde şehit düşenler adına 1 dakikalık saygı duruşu ile eylemimize başladık. Basın metnini okuyan Partimiz İstanbul İl Başkanı ve MYK üyesi Av. Pınar Akbina, Çanakkale Zaferi’nin sıradan bir savaş ya da kolayca kazanılmış bir zafer olmadığını, bu savaşta asıl öne çıkanın ulusal onurlarını her şeyin üstünde tutan; Türküyle, Kürdüyle, Arabıyla, Lazıyla, Çerkeziyle, Alevisiyle, Sünnisiyle; yiğit, inanmış, mazlum halklar ve Mustafa Kemal’in tüm imkânsızlıklara rağmen emperyalist güçlere karşı başarısı olduğunu vurguladı. Yapılan açıklama sonunda Macar Şair Sandor Petofi’nin mazlum halkların zulme başkaldırarak (tıpkı Çanakkale’de olduğu gibi) özgür bir dünya kuracakları günü dile getiren “Bir Düşünce Kurcalar Kafamı” adlı şiiri okundu: Bir düşünce kafamı kurcalayıp duruyor; Yatakta, baş yastıkta mı ölmek? Gizli bir kurdun için için kemirdiği Bir çiçek gibi sessizce mi solmak? Bomboş bir odada bırakılmış mum örneği Yavaş yavaş eriyerek mi tükenip sönmek? Hayır, böyle hiçbir ölüm verme bana Tanrım Ölümüm birdenbire olsun benim, yalvarırım. DEVRİMCİ MÜCADELEMİZDE YAŞIYORLAR Yıldırımdan ya da azgın fırtınalardan Devrilen bir ağaç gibi, kocaman. Yeri göğü sarsarak, doruktan koyağa Gök gürültüleriyle yuvarlanan bir kaya. Boyunduruktan bıkmış tutsak uluslar bir gün Uyanıp savaş alanına koştuğunda Gözleri alev alev, ellerinde bayraklar Ve bu bayraklarda şu kutsal parola: DÜYA ÖZGÜRLÜĞÜ, HERKESE ve HER YERDE Haykırınca bu sözü çınlayan sesleriyle Haykırınca her yerde, doğudan batıya Zalimlere karşı açılan son savaşta Ölmek isterim ben, orada, en ön safta. Sulasın genç yüreğim o zaman işte Bu savaş alanının toprağını kanıyla! Ardından da Çanakkale Destanı’nın halkın dilinden söylenişi olan “Çanakkale” türküsü, Çanakkale Halkının da katılımıyla coşkulu bir şekilde söylendi. Aynı coşkuyla tekrar sloganlar eşliğinde İskele Meydanı’na yürüdük. Feribotlarla Gelibolu Yarımadası’na geçerek, burada 98 yıl önce yaşanan savaşın tanığı olduk. Gezdiğimiz her yerde zaferin coşkusunu ve ölen yiğitlerin acısını yüreğimizde yaşadık. Gezimiz sona erdikten sonra Çanakkale’yi zaferin 99’uncu yılını kutlamak için bir kez daha görmek arzusuyla geri dönüş yoluna çıktık. Biliyoruz ki emperyalizme boyun eğmeyen, örgütlü hareket eden ve inanan halklar mutlaka kazanır. Bizler Çanakkale Zaferi ve Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızı nihai sonuca ulaştıracak 2. Kurtuluş Savaşı’mızı öreceğiz. Ülkemizde Sosyalizm bayrağını dalgalandıracağız. Ve bunu, başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere, 1000 yıldır birlikte yaşadığımız Kürt kardeşlerimizle, Devrimci gelenekli Ordu Gençliği’mizle, bilim insanlarımızla, köylümüzle, tüm ezilen-soyulan halkımızla birlikte başaracağız. Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın dediği gibi: “Çanakkale Zaferi sadece bizim değil, tüm mazlum milletlerin Emperyalizme karşı ilk zaferidir. Onun için bu zaferi ne kadar kutlasak yeridir.” Kurtuluş Partililer Onlar, İçinden çıktıkları halkı ve sorunlarını çok iyi bildikle- ri için; Usta Hikmet Kıvılcımlı’nın ödün vermez, sarsılmaz, bükülmez, yılmaz öğrencileri oldular. Halk çocuklarıydılar, halkın öğretmeni oldular. Bu inançlarından, koşullar ne kadar zor olursa olsun, M. Ali KÖYLÜ Saadet BAYYAR hiçbir zaman, taviz vermediler. Bu uğurda her türlü kahre, sürgüne, görevden al- maya, işkenceye göğüs gerdiler... Sıtkı ŞAPLAK Bahri AKBULUT ISSN 1305-8975 Yayın Türü: Yaygın Süreli internet: www.kurtulusyolu.org Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: Kubilay Akçay Yönetim Yeri: İnebey Mah. İnBasıldığı Yer: Gün Matbaacılık/Telsizler Mevkii Beşyol Mah. kılap Cad. Otohan No: 43/129 Fatih-İSTANBUL Telefaks: (0212) 512 43 95 Akasya Sok. No: 23/A K. Çekmece/ İstanbul. Tel: (0212) 426 63 30 e-posta: kurtulusyolu@kurtulusyolu.org 3 Yıl: 7 • Sayı: 64 / 8 isan 2013 HKP Başkanlık Kurulu Üyesi Gürdal Çıngı Yoldaş: Halkların gönlünde yer eden Devrimci Önderler unutulmaz! Değerli kardeşler, 1999 yılında bedence aramızdan ayrılmış bir devrimci insanı, bir insanlık davası savunucusunu, Faruk Hoca’mızı, 1999’dan bu yana her yıl anıyoruz. Ve uzun yıllarca da Faruk Hoca’mızı anmaya devam edeceğiz. Sadece Faruk Hoca’yı değil Faruk Hoca’nın şahsında insanlık davasına gönül vermiş; o davaya aşkla, sevgiyle bağlanmış bütün halk insanlarını anıyoruz. Marks, Bilimsel Sosyalizmin kurucusu, bildiğimiz gibi. Aramızda bir hayli işçi kardeşimiz var. Onların da çok yakından bildikleri ve günlük pratiklerinde yaşadıkları gibi, harcadıkları işgücünün, yarattıkları emeğin çok azı patronlar tarafından kendilerine ücret olarak ödenir. Yarattıkları değerin büyük kısmı artıdeğer olarak patronların kasasına akar. İşte bu sömürü mekanizmasını açığa çıkaran, bir başka deyişle kapitalizmin yüzündeki peçeyi kaldıran Karl Marks’tır. Sınıflı toplum diye adlandırdığımız toplum biçimlerinin sonuncusu olan kapitalist düzeni açığa çıkartan, bu sınıflı toplumun nereden gelip nereye gittiğini anlatan ve kapitalist toplumun kaçınılmazca sosyalizme doğru yol aldığını bilimsel olarak ispatlayan Marks da 130 yıl önce aramızdan ayrılmıştı. Marks’ı da, Faruk Hoca’mızı kaybettiğimiz bir 14 Mart’ta kaybetmiştik. 14 Mart 1883’te. Bugün aradan 130 yıl geçmiş olmasına rağmen Marks’ı da anıyoruz. Geçtiğimiz 5 Mart’ta, bildiğimiz gibi son yıllarda Dünya Halklarının umudu olmuş, sınıflı toplum reziletlerine bulaşmamış ve halkının kurtuluşu için tüm ömrünü bu davaya adamış Venezuela’nın Kumandanı, Başkanı; Yiğit Chavez Yoldaş’ı kaybettik. Chavez Venezuelalıydı. Biz Türkiyeli insanlar bugün, Chavez’i de anıyoruz. Bildiğimiz gibi 16 Mart 1990 yılında Sıtkı Şaplak Yoldaş’ımızı da kaybettik. Halkımız, Mart ayı dert ayı, der. Biz devrimciler açısından da Mart ayı gerçekten de bir dert ayı. Halkımız tabiî bunu yaşama koşulları bakımından söyler yani o kışın soğuğundan, kışın getirdiği masraflar bıkar; kömür, odun, doğalgaz masraflarından bunalır. Mart’ta artık geçim derdi iyice yoğunlaşır. Artık içinden çıkılmaz bir hale gelir. İnsanlar dara düşerler maddi olarak, o yüzden de Mart ayı dert ayıdır. Biz devrimciler açısından da Mart ayı biraz üzüntülü bir ay oluyor. Ama hayat, hep söylediğimiz gibi, diyalektik, yani hiçbir şey tek başına olumlu ya da tek başına olumsuz bir durumda değil; hayatta her şey tersiyle birlikte vardır. Sevinç varsa üzüntü vardır, üzüntü varsa sevinç vardır. İşte bu olumsuzluklar ışığında bir de ne var; 18 Mart Çanakkale Savaşı ve Zaferi var. Bu anlamda da seviniyoruz 18 Mart geldiğinde. Türkiye’nin her yanında ne ya- pıyoruz? Halklarımızın İşgalci Emperyalistlere, uluslararası Parabalarına karşı verdikleri savaşta kazandıkları zaferi kutluyoruz. Hemen akabinde ne geliyor? 21 Mart. Ortadoğu ve Kafkas Halkalarının, Balkan Halklarının kutladığı baharın başlangıç günü kabul edilen ewroz geliyor. Ne yazık ki arkasından acılı, üzüntülü bir günle karşılaşıyoruz: 30 Mart’ta Mahir Çayan ve Yoldaşları, On’lar, bu zalim Parababaları düzenine (gene Mart ayı içerisinde gerçekleşen 12 Mart Faşizminin halklarımıza uyguladığı zulümler karşısında) direnen ve mücadele eden, Mahir Çayan ve Yoldaşlarının katledildiği 30 Mart’ı, Kızıldere Katliamı’nı hatırlıyoruz. Yani hayat kendi olağan seyri içerisinde sevinçler üzüntüler, üzüntüler sevinçler biçiminde akıp gidiyor… Buradan çıkan sonuç benim açımdan baktığımda; anamız ölüyor, babamız ölüyor, kardeşlerimiz ölüyor, Allah gecinden versin çocuklarımız ölüyor biz yaşarken, dedemiz nenemiz ölüyor ama iki yıl, üç yıl, beş yıl mezarına gidiyoruz. Bilemediniz 10 yıl mezarına gidiyoruz ama bir müddet sonra da ne yapıyoruz? İşin gerçeği yani açık konuşursak, unutuyoruz. Doğru mu? Bence doğru. Yani başlangıçta mezarına giderken, senede bir olsun acımızı tazelemek için mezarına giderken, bir müddet sonra hayat gailesi, diyoruz, iş güç, diyoruz sağlık, diyoruz ve gitmez oluyoruz. Ve bir müddet sonra da ne oluyor? Unutuyoruz, ne yazık ki… Ancak bir vesile olursa, bir ortamda bir konu olursa hatırlıyoruz. İşin gerçeği hayat böyle bir şey… Bunda da ayıplanacak, hayıflanacak bir durum söz konusu değil, hayat böyle akıyor. Ama kendi anamıza, babamıza, eşimize dostumuza, dediğim gibi icabında çocuklarımıza göstermediğimiz bir şey yapıyoruz bakın burada. Dedim ki; Marks’ın ölümünden 130 yıl geçmiş. Marks, bir Alman devrimcisi. Chavez, evet beş on gün oldu, 5 Mart’ta kaybettik. Acısı, anısı henüz çok taze. Ama Mahirler’i 1972’de kaybettik. Aradan kaç yıl geçmiş... Faruk Hoca’mızı 1999’da kaybettik başta da söylediğim gibi. Aradan 15 yıl geçmiş. Ama bizim için anıları ne oluyor? Hep capcanlı oluyor, Hep taptaze yaşamaya devam ediyor. Gene deminki örneğimden devam edecek olursak, anamızı babamızı bizim çocuklarımızın dışında kim tanır? Sülalesinden nihayet bir iki kuşak tanır. Aradan yıllar geçtikçe o kuşaklar da ne yapmazlar? Tanımazlar. Hele de daha eski kuşaktansa, fotoğrafı da yoksa tanımaları mümkün olmaz. Dedelerini, nenelerini tanımıyorlar bile. Ama bakın aradan onca yıl geçmiş olmasına rağmen, onları hiç görmemiş insanlar olarak (Marks’ı hiç birimiz görmedik, Mahir Çayan’ı hiç birimiz görmedik. Chavez’i de görmedik. Sadece televizyonlarda, gazetelerde gördük. Faruk Hoca’yı da sadece buradaki kimi yoldaşlarımız gördü ama bakın ne yapıyoruz? Aradan geçen onca yıla rağmen, o insanları anmaya, anılarını ve mücadelelerini yaşatmaya devam ediyoruz. Bize önder oluyorlar, bize yol gösteriyorlar bize ışık oluyorlar, onların mücadelesi bizim mücadelemizdir, diyoruz. Bu neyi kanıtlıyor? İnsanlık davasına baş koyanların, insanlık onların ölmesine izin vermediği, unutulmasına izin vermediği müddetçe unutulmayacağını ve halkların kurtuluş mücadelesinde yaşayacaklarını kanıtlıyor. Ne mutlu onlara! Değerli kardeşler, Faruk Hoca’mız örnek aldığımız, yol gösteren büyük bir insandı. Gerçekten, sözcüğün tam anlamıyla insandı. Küba Devrimi’nin önderlerinden Jose Marti: “Vatan insanlıktır”, diyor. İşte o insanlar, vatandı aynı zamanda. Bu vatanın gerçek sahipleri, gerçek savunucuları olarak Batılı Emperyalist büyük devletlere kin ve nefretle doluydular. Bizi sömüren, zulme uğratan, sendikalaştığımızda (işte Yurtiçi Kargo’da olduğu gibi, Anayasal haklarımıza, yasal haklarımıza sahip çıkıp sendikalı olduğumuzda), toplusözleşme yapmak istediğimizde, insanca yaşayacak çalışma şartlarına kavuşmak ve insanca bir ücret almak için mücadeleye girdiğimizde anında bizi işimizden atan, bizi sokağa bırakan karakış demeden, yağmur çamur demeden, hiç arkasına bakmadan; sendikalı mı oldun, buyur kapının önündesin, haydi, diyen işverenlere karşı mücadele eden insanlar unutulmaz ve unutulmayacaklar! Onları unutmak; kendimizi unutmak, davamızı, mücadelemizi unutmak demektir. Eğer mücadeleden vazgeçmediysek, mücadelemizden geri adım atmadıysak, Faruk Hoca ve halk için savaşan bütün insanlar bizim mücadelemizde yaşamaya devam ediyor demektir. Faruk Hoca’mızı ve diğer devrim şehitlerini, dünyanın neresinde olursa olsun, Parababaları zulmüne karşı kim mücadele etmişse ve o mücadele içinde, o mücadele esnasında bedence aramızdan ayrılmışsa o insanları anmaya ve mücadelemizde yaşatmaya devam edeceğiz. İşte onu hiç görmemiş şu anda da genç yaşlarda olan insanlar, onları anıyorlarsa, onları sahipleniyorlarsa ne mutlu onlara, demek ki onlar kalıcı bir eser bırakmışlar. Bizlere düşen görev, bedence aramızdan ayrılmış Devrimci Önderlere layık bir biçimde mücadele etmektir O zaman bize düşen görev nedir? Ben kaçınılmazca bu durumdan kendimize de bir pay çıkarıyorum. Demek ki biz de insanlığımızın hakkını vermek zorundayız. Vatana sahip çıkmak, vatanı korumak ve vatanın zalim Parababaları düzeninin zulmünden kurtarılmasını sağlamak. Bizden önce ebediyete göçmüş devrimci kardeşlerimizin, ağabeylerimizin bizlere bıraktıkları en önemli miras budur. İnsanlığımıza, vatanımıza; vatan demek olan insanlığımıza sahip çıkacağız. O zaman insanlığımızın hakkını vermiş ve o zaman gerçekten bu dünyadan göçüp gittiğimizde (ki bütün canlılar bir gün ölümü tadacak) geride bir iz bırakmış; bizi hatırlayan, bizi saygıyla anan kuşaklar bırakmış oluruz. Lanet adamdı, yaramaz adamdı, yalancıydı, üçkâğıtçıydı, zalimdi, vurguncuydu denmeyecekse bizim için; halk insanıydı namusluydu, yiğitti, asla yalan söylemezdi, kendi çıkarını değil başkalarının çıkarını düşünüp onun için yaşardı, iyi insandı denirse, insanlığımızdan geriye kalan buysa eğer, işte biz de insanlığımızın hakkını vermişiz demektir. O bakımdan da mücadelemiz bu insanlık mücadelesidir. Faruk Hoca (daha önceki anmalarımızda bulunan arkadaşlarımız da hatırlayacaktır, tekrar oluyor onlar bakımından ama) benim gerçek anlamda Hoca’mdı. Ortaokul sonda tanıdım, Mevlana Ortaokulunda okudum burada. Fransızcadan kalmıştım, bütünleme sınavlarında bir komisyon huzurunda sınav oluyorduk, ben Faruk Hoca’yı orada tanıdım. Sınav esnasında tanıdım. Ağabeyim (şu anda da Partimizin Genel Sekreteri) Gazi Lisesinde okuyordu, O’nun öğrencisiydi. Soyadından dolayı olsa gerek, Serdar’ın nesisin? dedi. Kardeşiyim, dedim. Herhalde Serdar’ın kardeşi olmak dolayısıyla da bütünlemeden geçtim. Ne kadar hakkımla geçtim ondan da emin değilim şu anda. Ama Serdar’ın kardeşi olmak, herhalde Faruk Hoca bakımından bir sempati doğurmuş oldu. Ne mutlu bana ki, Gazi Lisesine geldim ve Gazi Lisesinde fiilen Fransızca hocam oldu. Ve 3 yıl boyunca benim ve aynı zamanda Ahmet Okur Yoldaş’ımın da Fransızca öğretmeni oldu. Dolayısıyla önce öğretmen-öğrenci ilişkisiyle başlayan bir süreçte (o zaten devrimciydi. 1963’lerden beri bir devrimci öğretmenmiş) bize derslerimizde, gerçekten insan olmamız noktasında öğütler verdi, kendi davranışlarıyla da bunu örnekledi. Yani Fransızca öğretmeye çalıştı, çok çaba sarf etti, mesleğinin hakkını vermeye çok çalıştı ama mesleğinin hakkını vermeye çalışırken; mesleğinin hakkı olan insanlığı da bize öğretmeye çalıştı. Yani herhalde onun öğretmeye çalıştığı şeylere bizler de bir karşılık vermiş olacağız ki, sonrasında da abi-kardeş olduk. İlerleyen süreçte de biz devrimciler arasında söylenen ifadeyle; Yoldaş olduk. Yani yolumuzu, kaderimizi birleştirdik, Faruk Hoca’yla. Ve Faruk Hoca’yla son soluğuna kadar kaderlerimiz birdi. Bundan sonraki kaderlerimiz de bir olmaya devam edecek. Biz de onun gibi son soluğumuzda devrimci olarak ölürsek eğer, ki inancımız budur, şu ana kadar böyle yaşadık, bundan sonra da hep böyle yaşayacağız, kaderlerimizi bir kez daha birleştirmiş olacağız. İnsan fani ama anılar baki, mücadele, savaş, insanlık davası kalıcı. İşte biz Faruk Hoca’yla kaderimizi birleştirdik. Biz O’nunla bir olduk. Ama onu tanımadığı, görmediği, duymadığı halde gazetelerden okuyan, sadece bizim anlatımlarımızla duyan genç Yoldaşlarımız veya başka kesimlerden Yoldaşlarımız onunla birlikte aynı davaya baş koymuşlarsa, hepimize ne mutlu demek düşüyor! Demek ki Faruk Hoca’nın emekleri boşa gitmemiş, onun sürdürdüğü insanlık davası bizlerin mücadelesinde yaşamaya devam ediyor demektir. Biz yaşadığımız, mücadele ettiğimiz ve insanlık davası sürdüğü müddetçe de yaşamaya devam edecek. Bir insan için bundan daha iyi mutluluk olur mu? Gerçekten ne mutlu Faruk Hoca’ya! Çanakkale Zaferi’miz mazlum halklara umut olmuştur Değerli kardeşler, 18 Mart Çanakkale’den biraz önce söz ettim. Tarihimiz, acılı bir tarih. Yani koca Osmanlı İmparatorluğu’ndan geliyoruz. 3 kıtada hüküm sürmüş. 20 milyon km2ye yakın toprağa hâkim olmuş; toplumların gelişiminin kaçınılmaz sonucu olarak ve emperyalist Batılıların yağması, talanı sonrasında işte Türkiye Cumhuriyeti dediğimiz topraklarda, 783 bin km2de yaşayan halk durumuna geldik, halklar durumuna geldik. Osmanlı İmparatorluğu’nun ömrü, o zamanki toplumların hepsi için öyle, savaşlar içinde geçiyor. Ve 1912’de başlayan Balkan Savaşlarıyla birlikte Osmanlı İmparatorluğu 10 yıl kesintisiz savaş içinde kalıyor. Ve dünyada değişik cephelerde10 yıl savaş sürdüren; Balkanlar’dan, Kafkasya’ya, Anadolu’nun içinden Ortadoğu’ya, Kuzey Afrika’ya, başka devlet yok. 1912’den 1914’e Balkan Savaşları, 1914’den 1918’e kadar Birinci Emperyalist Evren Savaşı, 1919’dan 1923’e kadar Kurtuluş Savaşı. Kesintisiz bir biçimde Batılı Emperyalist devletlere karşı en olumsuz koşullarda verilen savaşlar ve o savaşların sonunda kazanılan Kurtuluş Savaşı, Zafer. İşte bugünkü Türkiye Cumhuriyeti bu süreçten geçerek kuruldu. 1914 yılında Birinci Emperyalist Evren Savaşı’nın başlamasıyla birlikte Batılı Emperyalistlerin birincil amacı; Osmanlı İmparatorluğu’nu bölüp parçalamak ve o büyük pastadan en büyük payı kimin kapacağı savaşına girmek ve o parçayı kapmak için Osmanlı topraklarını işgal etmek… Hepsi Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarına üşüşüyorlar ve birincil hedef ne, arkadaşlar? Çanakkale Boğazı’nı geçip İstanbul’a girmek, Rus Çarlığı’yla bütünleşmek. Osmanlı’yı teslim almak ve o dönemde dünyanın jandarması olan İngiltere bakımında da: Ortadoğu’nun ve zaten kendisinin işgalinde olan sömürgesi Hindistan’ın güvenliğini sağlamak. Bütün çaba, İngiliz Emperyalistleri bakımından bütün çaba bu, arkadaşlar. Ama emperyalistlerin planını kim bozuyor? En olumsuz şartlardayken bile Mustafa Kemal önderliğindeki Osmanlı Ordusu bozuyor. Ve “Çanakkale geçilmez” şiarını tarihe yazıyor. O zamana kadar Tarihin gördüğü en büyük Haçlı donanması, Osmanlı’nın en güçsüz durumdaki savunması karşısında çaresiz kalıyor. Önce deniz sa- vaşlarında yeniliyor, sonra kara savaşlarında yeniliyor ve yaptıkları planların büyük çoğunluğunu hayata geçiremiyorlar o an için. Ve bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak Boğazlar’ın; Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının geçilemeyişi neye yol açıyor? Kaçınılmaz bir sonuç olarak Rus Çarlığı’nın yıkılmasına ve Rus Halkının kendi iktidarının sahibi haline gelmesini sağlıyor Büyük Ekim Devrimi diye adlandırdığımız ve Lenin’in, Bolşevik Partisi’nin önderliğinde gerçekleşen Demokratik Halk Devrimi, Rus Çarlığı’nı yıkıyor ve Dünyanın İlk İşçi Sınıfı Devletini, İlk Halk Devletini hayata geçiriyor. İşte bizim Çanakkale Zaferi’miz bu devrime dolaylıca yol açıyor Böylesine tarihsel rol oynuyor, kardeşler. Ama ne yazık ki, Çanakkale Zaferi, Osmanlı’nın kurtuluşunu sağlamadığı gibi sonraki süreçte savaşın yenilgiyle sonuçlanmasıyla birlikte Mondros’ta 30 Ekim 1918’de imzalanan ateşkes anlaşmasıyla birlikte, Osmanlı İmparatorluğu, Batılı büyük Emperyalistlerin, halkımızın “yedi düvel” dediği, emperyalistlerin işgali altına giriyor. Yıl 1918- 1919 ve Karayılan hikâyesi Ateşi ve ihaneti gördük ve yanan gözlerimizle durduk bu dünyanın üzerinde. İstanbul 918 Teşrinlerinde, İzmir 919 Mayısında ve Manisa, Menemen, Aydın, Akhisar: Mayıs ortalarından Haziran ortalarına kadar Yani tütün kırma mevsimi, Yani, arpalar biçilip Buğdaya başlanırken Yuvarlandılar... Adana, Antep, Urfa, Maraş: Düşmüş Dövüşüyordu... Ateşi ve ihaneti gördük. Ve kanlı bankerler pazarında memleketi Alaman’a satanlar, yan gelip ölülerin üzerinde yatanlar düştüler can kaygusuna ve kurtarmak için başlarını halkın gazabından karanlığa karışarak basıp gittiler. Yaralıydı, yorgundu, fakirdi millet, en azılı düvellerle dövüşüyordu fakat, dövüşüyordu, köle olmamak için iki kat, iki kat soyulmamak için. Ateşi ve ihaneti gördük. Murat nehri, Canik dağları ve Fırat, Yeşilırmak, Kızılırmak, Gültepe, Tilbeşar Ovası, gördü uzun dişli İngiliz’i. Ve Aksu’yla Köpsu, Karagöl’le Söğüt Gölü ve gümüş basamaklı türbesinde yatan büyük, âşık ölü, şapkası horoz tüylü İtalyan’ı gördü. Ve Çukurova, kıyasıya düzlük, uçurumlar, yamaçlar, dağlar kıyasıya ve Seyhan ve Ceyhan ve kara gözlü Yürük kızı, gördü mavi üniformalı Fransız’ı. Ve devam ettik ateşi ve ihaneti görmekte. Eşraf ve âyân ve mütehayyizânın çoğu ve ağalar: Bağdasar Ağa’dan Kellesi Büyük Mehmet Ağa’ya kadar, düşmanla birlik oldular. Ve inekleri, koyunları, keçileri sürüp, götürüp, gelinlerin ırzına geçip, çocukları öldürüp ve istiklâli yakıp yıktıkça düşman, 4 dağa çıktı mavzerini, nacağını, çiftesini kapan ve çığ gibi çoğaldı çeteler ve köylülerden paşalar görüldü, kara donlu köylülerden. Ve bizim tarafa geçenler oldu Tunuslu ve Hindli kölelerden. Ve Türkistanlı Hacı Ahmet, kısık gözleri, seyrek sakalı, hafif makinalı tüfeğiyle dağlarda bir başına dolaştı. Ve sabahleyin ve öğle sıcağında ve akşamüstü ve ayışığında ve yıldız alacasında geceleyin, ne zaman sıkışsa bizimkiler, peyda oluverdi, yerden biter gibi o ve ateş etti ve düşmanı dağıttı ve kayboldu dağlarda yine. Ateşi ve ihaneti gördük. Dayandık, dayandık her yanda, dayandık İzmir’de, Aydın’da, Adana’da dayandık, dayandık, Urfa’da, Maraş’ta, Antep’te. Ateşi ve ihaneti gördük. Düşman ordusu yine başladı yürümeğe. Akhisar, Karacabey, Bursa ve Bursa’nın doğusunda Aksu, çarpışarak çekildik... 920’nin 29 Ağustos’u : Uşak düştü. Yaralı ve dehşetli kızgın fakat toprağımızdan emin, Dumlupınar sırtlarındayız. Nazilli düştü. Ateşi ve ihaneti gördük. Dayandık dayanmaktayız. 1920 Şubat, Nisan, Mayıs, Bolu, Düzce, Geyve, Adapazarı: İçimizde Hilâfet Ordusu, Anzavur isyanları. Ve aynı sıradan, 3 Ekim Konya. Sabah. 500 asker kaçağı ve yeşil bayrağıyla Delibaş girdi şehre. Alaeddin tepesinde üç gün üç gece hüküm sürdüler. Ve Manavgat istikametlerinde kaçıp ölümlerine giderken terkilerinde kesilmiş kafalar götürdüler. Ve 29 Aralık Kütahya: 4 top ve 1800 atlı bir ihanet yani Çerkez Ethem, bir gece vakti kilim ve halı yüklü katırları, koyun ve sığır sürülerini önüne katıp düşmana geçti. Yürekleri karanlık, kemerleri ve kamçıları gümüşlüydü, atları ve kendileri semizdiler... Ateşi ve ihaneti gördük. Ruhumuz fırtınalı, etimiz mütehammil. Sevgisiz ve ihtirassız çıplak devler değil, inanılmaz zaafları, korkunç kuvvetleriyle, silâhları ve beygirleriyle insanlardı dayanan. Beygirler çirkindiler, bakımsızdılar, hasta bir fundalıktan yüksek değillerdi. Fakat bozkırda kişneyip köpürmeden sabırlı ve doludizgin koşmasını biliyorlardı. İnsanlar uzun asker kaputluydu, yalnayaktı insanlar. İnsanların başında kalpak, yüreklerinde keder, yüreklerinde müthiş bir ümit vardı. İnsanlar devrilmişti, kedersiz ve ümitsizdiler. İnsanlar, etlerinde kurşun yaralarıyla köy odalarında unutulmuştular. Ve orda sargı, deri ve asker postalları halinde yan yana, sırtüstü yatıyorlardı. Koparılmış gibiydi parmakları saplandığı yerden eğrilip bükülmüştü ve avuçlarında toprak ve kan vardı. Ve asker kaçakları, korkuları, mavzerleri, çıplak, ölü ayaklarıyla karanlıkta köylerin içinden geçiyorlardı. Acıkmıştılar, merhametsizdiler, bedbahttılar. Şosenin ıssız beyazlığına inip nal sesleri ve yıldızlarla gelen atlıyı çeviriyor Yıl: 7 • Sayı: 64 / 8 isan 2013 ve Bolu dağında ekmek bulamadıkları için deviriyorlardı uçurumlara: şayak, cıgara kâadı, tuz ve sabun yüklü yaylıları. Ve çok uzak, çok uzaklardaki İstanbul limanında, gecenin bu geç vakitlerinde, kaçak silâh ve asker ceketi yükleyen laz takaları: hürriyet ve ümit, su ve rüzgârdılar. Onlar, suda ve rüzgârda ilk deniz yolculuğundan beri vardılar. Tekneleri kestane ağacındandı, üç tondan on tona kadardılar ve lâkin yelkenlerinin altında fındık ve tütün getirip şeker ve zeytinyağı götürürlerdi. Şimdi, büyük sırlarını götürüyorlardı. Şimdi, denizde bir insan sesinin ve demirli şileplerin kederlerini ve Kabataş açıklarında sallanan saman kayıklarının fenerlerini peşlerinde bırakıp ve karanlık suda Amerikan taretlerinin önünden akıp küçük, kurnaz ve mağrur gidiyorlardı Karadeniz’e. Dümende ve başaltlarında insanları vardı ki bunlar uzun eğri burunlu ve konuşmayı şehvetle seven insanlardı ki sırtı lâcivert hamsilerin ve mısır ekmeğinin zaferi için hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin bir şarkı söyler gibi ölebilirdiler... İşte büyük Devrimci Ozan azım Hikmet, 4 yıl süren Kurtuluş Savaşı’mızı böyle anlatıyor “Kuvayimilliye Destanı”nda. İşte Nazım’ın şiirinde anlattığı şartlarda yaşadık, savaştık, dövüştük ve yendik. Emperyalistleri topraklarımızdan kovduk. Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı başardık. Ve dünya halklarına, direnen hiçbir halkın yenilmeyeceğini gösterdik. Emperyalistlere unutmayacakları bir ders verdik. Ne mutlu atalarımıza ne mutlu Kuvayimilliye şehitlerine! Kurtuluş Savaşı’yla kurtardığımız vatanımızı halk düşmanı iktidarlar emperyalistlere peşkeş çektiler, çekiyorlar Ve ne yazık ki, Batılı Emperyalistlere karşı kazandığımız Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı, bağımsızlığımızı, cumhuriyeti koruyamadık bir müddet sonra. 1923’ten itibaren ekonomiyi ellerinde tutan, 1950’de de iktidarı kayıtsız şartsız ellerine geçiren Finans-Kapitalistler dediğimiz yerli Parababaları, yerli kapitalistler, bir avuç FinansOligarşisi, Nazım’ın anlattığı zor, kanlı savaşlardan sonra kazandığımız bağımsızlığımızı bir kez daha Batılı büyük devletlere, ABD’ye, AB Emperyalistlerine sattılar ve ulusal bağımsızlığımızı tekrar yitirdik. Şeklen devlet vardı, şeklen cumhuriyettik, şeklen bağımsızdık ama artık Türkiye’yi Türkiye yönetmiyordu. Hangi bakanın atanacağını, hangi bürokratın atanacağını ABD Dışişleri Bakanlığına, ABD Başkanına soruyordu, onay alıyordu öyle atıyordu Parababalarının hükümetleri. Geçmiş yıllarda Kurtuluş Yolu Gazetesi’nde aktardık, yazdık, Adnan Menderes şu kişiyi Dışişleri Bakanı atayacağım, ABD’nin buna itirazı olur mu? diye soruyor; bir itirazımız yoktur dediği anda atıyordu. Çok daha yakın zamanlara gelelim. Birçoğumuzun hatırlayacağı zamanlara gelelim, 7-8 yıl öncesine gelelim. Hangi bürokratın atanacağına, hangi bürokrata ne kadar maaş verileceğine, Türkiye’deki emekçilere verilecek maaşlara yapılacak zamlara kim karar veriyordu? Uluslararası Para Fonu (IMF) karar veriyordu. Onun onayıyla oluyordu bütün bunlar. Şimdi Tayyipgiller İktidarı diyor ki, IMF’ye kuruş borcumuz kalmıyor. Son bir dilim kaldı, onu da ödediğimizde IMF’den kurtulacağız. Bunu da bizim iktidarımız başardı. Doğru, kâğıt üzerinde IMF’ye borcumuz kalmıyor. Ama neyin pahasına? Bizzat kendileri; “IMF’ye gerek yok. IMF’nin istediklerini biz zaten kendimiz yapıyoruz.”, dediler. Yani IMF’nin kendini yorup emirlerini vermek için Türkiye’ye gelmesine gerek yok. Biz o emirlerin tümünü peşinen aldık kabul ettik ve hiç aksatmadan yerine getiriyoruz, dediler. Demekle de kalmadılar. Bunun gereğini de yerine getirdiler, getirmeye devam ediyorlar. Yani çok düşük ücretlerle işçilerimiz ve kamu çalışanlarımız sömürülüyor. Haklarını arayamasınlar diye örgütlenmeyi imkânsız kılacak yasalar çıkarıyorlar. Hak-İş, Memur-Sen gibi sarı sendikalarla emekçilerimizi sözde sendikalı, özde örgütsüz hale getiriyorlar. Diğer taraftan da halkımızı böylesine örgütsüz bırakmış olmalarından aldıkları cesaretle gün geçmiyor ki bir zam kararı açıklamasınlar. Kısacası yandaşları dolar milyarderi olurken halklarımız işsizlik ve pahalılık cehenneminde inim inim inlemektedir. 2001 krizinde, 100 milyar dolar bir avuç Parababasının kasasına aktı, geçti gitti. Büyük bir kriz oldu, hatırlayacağımız gibi. Dolar fırladı, kimi bankalar battı, sanayi çöktü, küçük esnafımız kan ağladı. Ne yaptılar? Yazar kasalarını başbakanlığın önüne attılar. İşçi Sınıfımız kazanılmış haklarını kaybetti, ikramiyesini kaybetti, sıfır zama imza attı. Hatırlıyoruz değil mi, arkadaşlar? Yani bütün bunların sonucunda, bizim alın terimizden kesilmiş paramızdan Parababalarına verilen parayı, yağmaladıkları, vurgun vurdukları parayı, Türkiye Halkları olarak cebimizden ödedik. O borç, böyle ödendi. Hangi zengin zenginliğinden feragat etti o vurgundan, o krizden sonra? Adını duyduğumuz zenginlerden birkaç tanesini size sayıvereyim, bir tanesi yurt dışında yaşayan, Fransa’da yaşayan Cem Uzan. Nerede kalıyor, ikamet ediyor? Fransa’da en pahalı otelde kalıyor, villalarda kalıyor. Bilmem kaç milyon avroluk villalarda yaşıyor, her öğün lüks otellerin lüks lokantalarında binlerce avro tutan yemekler yiyor. Cavit Çağlar’ın tekeri dönmeye devam ediyor. Fabrikaları çalışmaya, bacası tütmeye devam ediyor. Bir sürü aklınıza geliveren işverenler sayıveririm size… Krizi yaratan, vurgunu vuran onlar olmasına rağmen, onların yaşantılarında bir değişiklik oldu mu? Bizim gibi işçi olanını gördünüz mü bir Parababasının? Gelip sizinle, bizimle aynı şartlarda çalışan birisini gördünüz mü? Hayır görmedik. Onlar şaşalı hayatlarını yaşamaya, vurgunlarını vurmaya devam ettiler. Krizin faturası kime çıktı? Tayyipgiller halklarımızı sefalete mahkûm ediyor Biz işçi ve emekçilere çıktı. Kamu çalışanlarına yüzde 2, yüzde 2,5 zam, İşçi Sınıfına yüzde 3, yüzde 5 zam. Asgari ücret rakamı ortada; IMF’ye borcumuz kalmadı öyle mi?.. Hadi canım sen de! Geçtiğimiz günlerde dünyada ve Türkiye de dolar milyarderleri açıklandı. Geçen yıl da söyledim hatırlayacaksınız, en azından bir kısım arkadaş hatırlayacaktır, dolar milyarderlerinin oran olarak en çok arttığı ülke hangisi bu yıl da? Türkiye. İşverenlerin geçen yıldan buyana bilançoları açıklanıyor, yaptıkları kârlar açıklanıyor. Aşağı yukarı yüzde 15, yüzde 20’den aşağı kâr elde eden yok. Kâğıt üzerinde, gizli saklı yaptıkları hariç, bu sadece yasal defterde gösterilen kâr. Uydurulmuş, resmi deftere uydurulmuş rakamlar. Düşürülmüş, vergi vermemek için bile düşürülmüş rakamlarla yüzde 15, yüzde 20 kâr elde ediyorlar. İşçi Sınıfımıza gelince yüzde kaç veriyorlar? Yüzde 2, yüzde 3. Yüzde 5 taş çatlasa vermiyorlar. En fazla yüzde 4. İşte bunun sonucunda IMF’ye borcumuz bitti, deniyor. Kaldı ki, IMF’ye borcumuzun bitmesinin de bir kıymeti harbiyesi yoktur. Çünkü IMF borç vermekten ziyade aracılık eden bir kurumdur. Yani şartlarını dayatır (bu şartlar da biliyoruz nalklyar için hep acı reçetedir); eğer o şarlara uymuş isen dünyanın büyük bankalarına artık bu ülkeye borç para verebilirsiniz diye vize verir IMF. Yani asıl bakmamız gereken dış borçtur. Dış borcumuz azalmış mı, artmış mı? Ona bakmak gerekir, ona bakınca da manzara şu- dur: “İşte AKP iktidarının, o çok övündüğü ekonomi başarısının 10 yıllık bilânçosu. “2002 yılında 130 milyar Dolar olan dış borç 2012 Mart ayı sonunda 307 milyar Dolar olmuş. “2002 yılı sonunda 92 milyar Dolar olan iç borç stoku 2010 yılı sonunda 306 milyar Dolar’a yükselmiş. “Yani iç ve dış borçlarda 2 katından fazla artış var. “% 10 un altına düşmeyen cari açık nedeniyle sıcak paraya olan ihtiyaç yüzünden, faiz oranları da krizdeki Avrupa ülkelerinden bile daha yüksek. Yani % 10 seviyesinde. “Yüksek faizin bir diğer nedeni de % 10 un altına bir türlü düşmeyen enflasyon.” (Ahmet Elden, http://blog.milliyet.com.tr/iste-ekonomimucizesi—10-yilda-307-milyar-dolar-disborc—batik-avrupa-dan-bile-daha-yuksekfaiz-/Blog/?BlogNo=359331) Yani yabancı Parababalarına dolar bazında yüksek faiz vererek, yani halklarımızın alın terini peşkeş çekerek ve yüzde 10’un altına düşmeyen enflasyonla (ki, halkın enflasyonu bunun en az iki katıdır) halklarımız pahalılık cehenneminde yakılarak sözüm ona Türkiye ekonomisi yönetilmiştir. Yani biz; bu düzen zalimdir, bu düzen acımasızdır, bu düzen alçaktır derken, süslü söz söylemek için söylemiyoruz. Bütün bu söylediklerimizi etimizde ve kemiğimizde hepimiz yaşıyoruz. Burada işçi kardeşlerimiz çoğunlukta, onların eşleri çocukları çoğunlukta, öğrenci arkadaşlarımız var, hangi şartlarda yaşadıklarını hepimiz biliyoruz. Ambar İşçisi kardeşlerimiz var, tonlarca yük geçiyor her gün sırtlarından, can mı dayanır? Ve bütün Ambar İşçisi, Kargo İşçisi arkadaşlarımız hayatlarının bir noktasında bel-boyun fıtığı oluyorlar, tüberküloz oluyorlar. Soğuk, yağmur kar, buz demeden tonlarca yükü sırtlarında taşıyorlar. Öğrenci kardeşlerimiz ne yapıyor? Kamu çalışanlarımız ne yapıyor onlar iyi şartlarda mı yaşıyorlar? Hayır, arkadaşlar, karnımızı doyurabiliyorsak, çocuklarımıza bir ekmek götürebilirsek, ana babaları olarak kendimizi mutlu sayıyoruz. Fazla bir şey ister halde değiliz artık. Ama hep böyle mi gidecek... Yani böyle gelmiş böyle gider deniyor ya, bu sınıflı toplum da böyle gelmiş böyle mi gidecek?.. Üstelik de gelen gideni aratıyor, arkadaşlar. Aratıyor gerçekten… Ama bu bir kader mi? Hayır bu kader değil! Bu kaderi biz yazmadık. Tarihin bir aşamasında, Sınıflı Toplum dediğimiz düzen ortaya çıktı, ama İnsanlık Tarihi gösteriyor ki, bir aşamasında da insanlık bundan kurtulacak, Sınıfsız Topluma geçecek ama mutlaka, mutlaka geçecek. İnsanlığın genel gidişi bu, arkadaşlar. Zaman zaman geriye gidişler, yalpalamalar, tereddütler yapsa da insanlığın genel gidişine baktığımızda, yani bir milyon yedi yüz bin yıllık tarihten bahsediyorum, genel olarak baktığımızda, insanlığın gidişi hep ileriye. Teknoloji o kadar hızlı ilerliyor, teknoloji bize o kadar büyük olanaklar getiriyor ki… Ama biz o olanaklardan yeterince yararlanamıyoruz. Biz derken, kim yararlandırmıyor? Gene Parababaları yararlandırmıyor, arkadaşlar. Şimdi bize kanseri gösterip neye razı ediyor denir? Sıtmaya razı ediyor denir hani. Bize öyle olumsuz şartları gösterdiler ki geçmişte… Tayyipgiller’in halklarımızın sorunlarını çözdüğü iddiası kocaman bir yalandır Örneğin sağlık alanında büyük başarılar elde ettik diye övünüyor Tayyipgiller. Sigorta hastanesine gittiğimizde gecenin bir yarısı sıraya girmek zorunda kalıyorduk, ilaç almak için saatlerce bekliyorduk. Evet, gerçekten eziyet çekiyorduk. Evet gerçekten muayene olamıyorduk. Evet, doktorlar tıbbın gerektirdiği süre içerisinde muayene edemiyorlardı. Ama o zaman bilgisayar yoktu. Şimdi bilgisayar çağındayız, onu Tayyipgiller icat etmedi. Dünyada icat edildi ve herkes kullanıyor, kullanmamak ayıp bir şey artık. Onun getirdiği olanaklarla, internetten sıra alabiliyoruz, her eczaneden gidip ilacımızı alabiliyoruz. Bunu yapmayacak bir iktidar var mı? Dünyanın en geri ülkesinde bile bilgisayar varsa siz bunu çok kolaylıkla yapabilirsiniz. Bu Tayyipgiller’in bir başarısı değil ki... Sağlıkta bir başarı söz konusu değil. Ben geçtiğimiz yıl bel fıtığından 2. kez ameliyat oldum, olmak zorunda kaldım. Devlet hastanelerini, Tıp Fakültesi hastanelerini inanın araştırdım. Sadece İstanbul’da değil, yani İzmir’de de doktor arkadaşımız vardı onunla görüştüm, Ankara’da doktor arkadaşımız vardı, burada, Konya’da var. Yani güvenilir bir doktor, hani riskli bir ameliyat, benimki daha da riskli bir ameliyat, sonuçça 8 saat sürdü ameliyat. Yani güvenilir bir doktor var mı diye aradım, bütün doktor arkadaşların söylediği, bu son uygulamalardan sonra Devlet ve Üniversite hastanelerindeki belli başlı doktorlar ayrıldılar, özel sektöre geçtiler. Ben bir tanıdık vasıtasıyla, bir profesör vasıtasıyla bir özel hastanede ameliyat oldum. O hastane için onda birini verdim, ameliyat paramın. Sabah hastaneye gittim, muhasebeye gittim ne kadar yatıracağım dedim, bana söylediği hiç aklımdan çıkmıyor: 810 bin lira avans bırakın, dedi. Ve o kadar rahat söyledi ki… 8-10 bin lira bıraksanız yeter avans olarak, dedi. Avans olarak 8-10 bin lira… Ben 8 bin liraya oldum ameliyatı tüm masrafları içinde, sağ olsun bir doktor arkadaş sayesinde. O görevlinin söyledikleri her zaman aklımda, beynimin içinden hiç çıkmıyor: 8-10 bin lira avans olarak bıraksanız yeter… Yani şimdi sağlığın çözüldüğünü kim söyleyebilir? Yani o yüzden sağlık sorunu çözülmedi, arkadaşlar. Sadece teknolojinin getirdiği olanaklar bir rahatlık sağladı ama bu asla Tayyiggiller’in başarısı değil. Teknolojinin getirdiği bir başarıdır. O bakımdan, Tayyiggiller halkımıza ne getirdi? dersek. Vallahi o kadar çok olumsuz şey getirdi ki… AB-D Emperyalistleri dünyayı kana buluyor İşbirlikçi Tayyipgiller onların uşaklığını yapıyor Yanı başımızdaki kardeş halklarla aramızı açtı, düşmanlaştırdı o halklarla. Bırakalım Arap Halkını, Irak Halkını, Suriye Halkını, Libya Halkını, Afganistan Halkını; çünkü oralara askerlerimizi götürdük. Sözde savaşa katılmadık ama savaşın bizzat içine askerler gönderdik. İzmir’deki NATO komutanlığını, Libya liderinin alçakça katledilmesine, Müslüman Libya Halkının katledilmesine, Libya’nın işgal edilmesine ve bölünüp parçalanmasına neden olan operasyonun komuta merkezi olarak açtık. Açtık Adana’da İncirlik’i, Diyarbakır’da Pirinçlik’i ABD uçaklarına. Irak’ta Müslüman kanı döküldü, 4 milyona yakın Müslüman katledildi. Ve onların tümünü AB-D Emperyalistleri katletti. Biz de onlara yardımcı olduk, çanak tuttuk. Topraklarımızı açtık, İskenderun Limanı’nı açtık, İncirlik’i açtık demin dediğim gibi. Şimdi Suriye’de kan gövdeyi götürüyor. Sınırlarımızı açtık her türlü araç gereci, her türlü silahı, ne gerekiyorsa artık, sınırlarımızdan istedikleri gibi götürüp gidiyorlar karşıdevrimciler. Yani Arap Halklarıyla düşmanlaştık. Sadece Arap Halkıyla mı düşmanlaştık? Hayır. “İki devlet bir millet” dediğimiz Azerbaycan Halkıyla da aramız bozuldu. Artık kardeş değiliz, dediler Azerbaycan temsilcileri ve halkı. Onları sattık. Kim sattı? Biz satmadık. Tayyipgiller sattı, arkadaşlar ve satmaya devam ediyorlar. Geçtiğimiz hafta Suriye’de 3’üncü yılına girdi iç savaş denilen karşıdevrimci hareket. Suriye’de 2 yıl öncesine kadar herhangi bir olay var mıydı, hatırlayın arkadaşlar? Aksine neydi durum? Beşşar Esad ülkemize geliyordu, ortak bakanlar kurulu toplantısı yapıyorduk. Ve Tayyip ne diyordu? Kardeşten öteyiz, diyordu, değil mi? 5 Yıl: 7 • Sayı: 64 / 8 isan 2013 Ama ne oldu şimdi? Düşman oldu, diktatör oldu? Esad aynı Esad. Değişen kim? Tayyip? Niye? ABD’nin “Büyük Ortadoğu Projesi”nin ya da “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi”nin hayata geçirilmesi için, arkadaşlar. O proje neyi amaçlıyor, o projenin amacı ne? AB-D Emperyalistleri, 1000 devletli bir dünya istiyorlar, ana amaçları bu. Küçük şehir devletçikleri kurmak istiyorlar ve o 1000 devletli dünyanın da jandarması olmak istiyorlar. Bunu da açıklıkla yazıyorlar. Ve bu amaçlarına ulaşmak için de BOP ya da GOP dedikleri projeleri hayata geçiriyorlar. Ve o projeleri gizlemiyorlar haritalarını da yayımlıyorlar. NATO kolejlerinde bunu ders olarak okutuyorlar ve duvarlarına asıyorlar o haritaları. Ve o kolejde okutulan haritada da, Türkiye 3’e bölünüyor. Şimdilik… Irak 3’e bölünüyor, Suriye 3’e bölünüyor, Libya 3’e bölünüyor. Onlarca yeni devlet çıkarıyorlar. Niye? Bin devletli dünyaya varmak için. Ne yapıyorlar? Adım adım bu yolda mesafe katediyorlar. Önce Irak’ı devirdiler, direnç noktası olduğu için. AB-D Emperyalistlerine teslim olmuyordu Saddam. Saddam’ın iyiliğini kötülüğünü tartışmak durumunda değiliz. Müslümanların söylediği gibi, insanların son soluğunda, son nefesinde imanlı olup olmadıklarına bakarız. Kaddafi bakımından neye bakacağız biz? Son soluğunda emperyalizme karşı mıydı değil miydi? biz ona bakacağız. Vatanının, halkının yanında mıydı? Saddam, Kaddafi vatanlarını savunarak öldüler. Vatanlarını savundukları için öldüler. Yeraltı, yerüstü zenginliklerinin sömürülmesine, siyah altın petrolün gelirinin AB-D Parabalarının kasalarına akıp gitmesine izin vermedikleri için katledildiler. Ve Beşşar Esad aynı nedenden devrilmek, aynı nedenden öldürülmek isteniyor, arkadaşlar. Ve bizim bir “aydın”ımız, Nobel ödülü almış aydınımız (tabiî tırnak içinde aydın bunlar), açık mektup yayınlıyor başka ülkelerin aydınlarıyla birlikte ve “sonun Kaddafi gibi olur, teslim ol, direnme”, diyor. İnsanlığın yüz karası o aydın kim? Hepimizin bildiği gibi; Orhan Pamuk! Nobel ödülü bunun için verildi, bunu söylemesi için verildi. Zaten bu ödülü alabilmek için önce “Ermenileri katlettik, soykırıma uğrattık” demişti. Bu uşaklığının karşılığıdır Nobel Edebiyat ödülü. Şimdi de sadık uşak rolüne devam etmektedir. Emperyalistler durduk yerde kimseye ödül ya da para vermezler. Projeler için para veriyorlarsa mutlak o projede çıkarları olduğu için veriyorlardır. Avrupa Birliği bugün bize para veriyorsa, yardımda bulunuyorsa (diyelim ki, fasıllar açıldıkça) sadece daha fazlasını aldığı ve almak istediği için veriyor. Ve bizim ünlü Nasrettin Hoca’mızın dediği gibi, parayı veren düdüğü çalıyor. Burada da ABD Emperyalistleri düdüğü çalıyorlar, Ortadoğu’nun zengin petrolünü, zengin yeraltı kaynaklarını, petrolünü götürüp gidiyorlar, kendi ekonomilerini büyütmeye, kendi kârlarına kâr katmaya devam ediyorlar. İşte bugün Suriye’de de bunu yapmaya çalışıyorlar. Dediğimi gibi Irak, Afganistan, Libya sonra Suriye, arkasından İran, arkasından Türkiye, arkadaşlar. Burada da gizli saklı bir şey yok. O NATO haritasında en az üçe bölüneceği öngörülüyor Türkiye’nin; Kürt bölgesi, Ermeni bölgesi, Anadolu da küçük bir bölge (Türk bölgesi mi diyeceğiz bilemiyorum) bir bölgeyi bize bırakıyorlar, bu topraklarda yaşayan halka. Şimdi bu topraklarda farklı ırklardan insanlar var. Biz, bildiğiniz gibi Türkler olarak, 1071 yılında Anadolu’ya geldik. Malazgirt Savaşı ile birlikte Orta Asya’dan Anadolu’ya girdik. Ve 1071’den bu yana yaşıyoruz bu topraklarda. Bizler için ata yurdu oldu bu topraklar. Bizden önce yaşayan ırklar, halklar var mıydı bu topraklarda? Vardı, arkadaşlar. Bomboş bir arazi değildi Anadolu. Başka ırklardan, başka halklardan yaşayan insanlar vardı. Biz Anadolu’ya girerken kiminle kardeşleştik, Bizans İmparatorluğu’na karşı yapılan Malazgirt Savaşı’nda, kiminle birlikte idik? Kiminle bir arada olduk? Kürt Halkıyla bir arada olduk, arkadaşlar. Tarihen sabit. Türkler ve Kürtler, Bizans’a karşı beraber savaştılar ve Anadolu’nun kapıları Kürtlere ve Türklere ne yapılmış oldu? Açılmış oldu. Kürtler kendi bulunduk- ları coğrafyada yaşamaya devam ettiler. Ama o günkü tarih şartları içerisinde Türk boyları, Orta Asya’dan gelen Türkler, ders kitaplarında anlatılan, Kayı Boyu diye anlatılan Türkler; İstanbul’a, Edirne’ye, Balkanlar’a kadar gittik. Giderken de fetihler yaparak gittik. Her savaşta kaçınılmazca acılar yaşanır, katliamlar olur. Bu süreçte de böyle oldu. Arzu edilir mi? Edilmez. Ama hayat böyle bir şey, Tarih böyle bir şey… ABD Emperyalistlerinin Kürt Sorunu’nda İkinci İsrail çözümüne geçit vermeyeceğiz Ve biz 1071’den bu yana, daha önceden de burada olan, bizden önce Anadolu’da yaşayan Kürt Halkıyla, Kürt kardeşlerimizle birlikteyiz, arkadaşlar. Çanakkale’de birlikte savaştık Batılı Emperyalistlere karşı, Malazgirt’te nasıl savaştıysak. Birinci Kurtuluş Savaşı’nda yine birlikte savaştık bu alçak, yağmacı, zalim emperyalistlere karşı ve bugün de aynı emperyalistlere, AB-D Emperyalistlerine karşı birlikte savaşmalıyız. AB-D Emperyalistleri, bildiğimiz gibi Ortadoğu’da Arap Halkının ortasına bir kama sapladılar. Neydi bu? İsrail kaması! Getirdiler dünyanın değişik yerlerinde yaşayan Yahudi ırkından insanları, topladılar ve bir devlet yarattılar. Doğal bir devlet değil. O topraklarda yaşayan insanlardan oluşan bir devlet değil. Dünyanın dört bir yanından özellikle yoksul Yahudileri toplayıp getirdiler ve İsrail kamasını, İsrail devletini kurdular. Ve İsrail habire ne yapıyor Arap Halkını, Filistin Arap Halkını? Kanatıyor. Katliamlara uğratıyor. Ve bunu sık sık yapıyor… Yani çok eskilere gitmeyelim 1950’lere, 1960’lara, 1970’lere gitmeyelim, geçen ay gene katletti. Habire füzeler atıyor. Müslümanların kanı akmaya, özellikle kadın ve çocuklar İsrailliler karşısında canlarını yitirmeye devam ediyor. ABD bunu kınıyor mu? Aksine! İsrail’in meşru müdafaa hakkıdır, diyor. Doğru mu? Doğru, arkadaşlar. Hiçbir ABD Başkanından, Avrupa Birliği yetkilisinden, bunun katliam olduğunu, lanetlediğini, yaptırım uygulayacağım dediğini duydunuz mu? Duymadık ve duymayız! Asla duymadık, asla duymayız! Çünkü İsrail demek, ABD demektir. Bildiğimiz gibi aynı zalim İsrail, Filistin Halkına yardım götüren Mavi Marmara gemisini bastı, insanlarımızı katletti, gemiye el koydu, Filistin halkına insanî yardımın ulaşmasına izin vermedi. Bu korsanlığı da Uluslararası sularda yaptı, uluslararası hukuka rağmen yaptı 3 yıl önce. Kimin onay vermesiyle yaptı? AB-D Emperyalistlerinin onay vermesiyle yaptı. Tamam, bitti, özür dilemezsen seninle bir arada olamayız, dedi Tayyipgiller. Ama bu sözü söyledikleri anda bile askeri anlaşmalar (Erbakan’ın iktidarda olduğu, Çiller’le birlikte yapmış oldukları askeri anlaşmalar) iptal edildi mi? Tayyipgiller, askeri ve ekonomik bütün anlaşmaları iptal ediyoruz, özür dileyene kadar bu anlaşmalar asla olmayacak, dediler mi? Demediler. O askeri anlaşmalar yürürlükte mi, devam ediyor mu? Ediyor, yürürlükte. Dün yeni bir gelişme oldu: İsrailli yetkililer özür dilediler, tazminat ödeyeceklerini söylediler. Niye? Biz soruları seviyoruz. Şu ana kadar özür dilemeyen İsrail, Obama İsrail’deyken bizzat Obama telefon açarak özür diletti İsrail’e. Yani kim özür diletmiş oldu? Olay çok açık. ABD özür diletmiş oldu. ABD bunu niye yapıyor? Çünkü Ortadoğu’da yeni şekillenmeye gidiyor, BOP işliyor yukarıda da söylediğimiz gibi. Irak düştü, Libya düştü, Afganistan düştü. Şimdi amaç Suriye’yi düşürmek. Aynı Irak’taki gibi, ABD’ye bağlı kukla bir Kürt devleti oluşturmak. Altını çizerek söylüyoruz ki, biz halkların hepsiyle dostuz, halklarla hiçbir alıp vermediğimiz yok. Biz halkları yöneten zalim burjuvalara, Parababalarına, toprak ağalarına düşmanız. Halklara düşman değiliz, olamayız da. Dolayısıyla, biz Irak’taki federe Kürt devletini tanımıyoruz. O yöneticiler, Barzaniler, burjuva çözümü istiyor. Hatırlayacağımız gibi, Burjuva Kürt önderler, AB-D Emperyalistlerinin o topraklardan, Irak ve Kürt bölgesinden gitmemesini istediler. Biliyorsunuz, işgalci ABD yenildiği için aslında askerlerini çektiğinde, medyada takip ettiniz, izlediniz, okudunuz; ABD’ye gitmeyin, dedi. Askerleriniz bizim topraklarımızda, Kürdistan bölgesinde kalsın, dedi. Şimdi bu liderden, böyle bir liderden Kürt Halkına bir yarar gelir mi? Gelmez! Kurulan devlet ne olur? İkinci İsrail olur! İşte o İsrail’in sınırlarını genişletmek, büyütmek ve Arap Halkının bağrına ikinci kamayı yerleştirmek istiyorlar. Binlerce yıldır birlikte olan o halkları; Kürt, Türk, Arap, Süryani vb. halkları, bir kez daha birbirine düşürmek istiyorlar. Kürt Sorunu bakımından da biliyorsunuz Kürt Sorunu’nun iki çözümü var, kardeşler. Başka, üçüncü bir şık yok. Yani ya Burjuva Çözüm, ABD Emperyalizminin güdümünde, ABD Emperyalizmine hizmet eden İkinci İsrail çözümü, Ya da Devrimci Çözüm. Yani Kürt ve Türk Halkının, 1071’den bu yana birleştirdiği kaderini, sonsuza kadar sürdüreceği, gerçek anlamda eşit ve kardeşçe kuracağı Ortak Devrimci Halk Cumhuriyeti. TürkKürt Federe Cumhuriyeti… Bu devrimci çözümü gerçekleştirebilirsek, AB-D Emperyalistlerinin oyunu bozabiliriz, kardeşler. O bakımdan, işte ABD Emperyalistleri İsrail’e o yüzden özür dilettiler. Yani planları o kadar büyük ki… İsrail asla özür dilemez. İsrail zalim bir devlet. Dininden kaynaklanan bir durum bu. Dini çok kan dökücü. Zalim bir din. Yani sadece insanları değil, düşmanlarının hayvanlarını da öldüreceksiniz, izini tozunu bırakmayacaksınız, tarih sahnesinden sileceksiniz. Tavuklarını, kedilerini, hepsin öldüreceksiniz, diyor. Şu ana kadarki tarihi de hep böyle biliyorsunuz. Ama tarihinde belki ilk kez özür diliyor. İşte o büyük plana, o büyük projeye halel gelmesin, aksamasın, aksine hızlansın diye İsrail’e özür diletiyor ABD. Bunu da hiç aklımızdan çıkarmayalım. Tayyipgiller’in gerçek Müslümanlıkla da Hz. Muhammed’le de en ufak bir ilgileri yoktur Şimdi Kur’an’ı çok okuyoruz. Hz. Muhammed’in hayatını, 4 Halife’nin hayatını, İslam dünyasını okuyoruz elimizden geldiğince. Hepimizin çok iyi bildiği bir söz Kur’an’dan, çok derin konulara girmemize gerek yok; “Komşusu açken tok yatan bizden değildir”. Biz bu anlayışı içtenlikle benimsiyoruz. Bu söz sonuna kadar doğru. Peki, Türkiye’de açlıktan ölen çocukların mezarı var mı? Var arkadaşlar. Yokluktan, yoksulluktan ölen insanlarımız çok mu? Çok. Peki bu nasıl Müslümanlık?.. Tayyip’in Üsküdar’da bir sitede 3 tane villası var. Bu nasıl Müslümanlık? Her birinin değeri 3’er 5’er milyon dolar. Türk parası değil, 3-5 milyon dolar. 3 villa 10-15 milyon dolar, arkadaşlar. Şimdi bu nasıl Müslümanlık? Yezit Müslümanlığı. Ali Yoldaş’ın söylediği gibi. Ve oradan bağlama yapalım bir çağrışım oldu, Ali Yoldaş iyi hatırlattı. Şimdi biz burada Faruk Hoca’yı anıyoruz. Faruk Hoca’yı unutmuyoruz. Marks dedim, Chavez, dedim, Sıtkı Şaplak, de- dim. Çocuklara Faruk Hoca’nın ismi veriliyor, Marks’ın adı veriliyor, Chavez’in adı verilecek. Hz. Ali’nin adı veriliyor, değil mi? Hiç Muaviye diye ad duydunuz mu? Ya da Yezit duydunuz mu? Duyamazsınız! Niye? Çünkü onlar insanlık düşmanı lanetlenmiş isimler. İşte bugün halkımızdan çocuklarına Tayyip ismi veren var. Var ne yazık ki… Ama olur. Çünkü insanlar Allah’la aldatılıyor. Yani onlara, o insanlarımıza bir şey söyleyemiyoruz. Çünkü insanları dinle, Allah’la aldatmak çok kolay bir şey. İnsanlarımız onlar gibi değil. Ezilen sömürülen, yoksul insanlar ve içtenlikle inanıyorlar İslam’a, Hz. Muhammed’e, Dört Halife’ye. Biz de Hz. Muhammed’in ve Dört Halife’nin eşitlikçi, insancıl uygulamalarını benimsiyoruz, onları savunuyoruz. Biz Tayyipgilleri’in içyüzünü, Müslümanlıkla bir ilgileri olmadığını biliyor, görüyoruz. Ama Allah’la aldatılan halkımız bazen, maalesef bunu göremiyor. Çıkıyor, Müslümanız elhamdülillah, diyor ama milyon dolarlık villalarda oturmaya devam ediyor. Oğluna gemicikler almaya devam ediyor. Şimdi İslam’ın ana esası ne, arkadaşlar? 1- İnfak, 2- Güzel ahlâk. Var mı infak bunlarda? Yok arkadaşlar! İnfakın özü, sözü nedir? Kendine ve ailene yetenden fazlasını dağıt. Kendine ve ailene yeteni kadarını ayır, kalanını dağıt. Tayyipgiller ne yapıyorlar, dağıtıyorlar mı yoksa “Rabbena hep bana”, deyip topluyorlar mı? Hiç yetinmiyorlar. Villalar, gemiler gemicikler, fabrikalar, KDV’den muaf tutulmuş pırlantacılık, bu arada devletten yedikleri, devletin olanaklarından kaynaklanan şaşalı hayat… Hep küplüyorlar. Biz ölmüş insanın arkasından konuşmayı sevmeyiz, doğru da bulmayız. Ancak bir gerçeği de gizleyemeyiz: Necmettin Erbakan TBMM’ne mal beyanında bulunmuştu, 1996 yılında. Neler vardı bu beyanda? 148 kilo altını çıktı. 148 kilo… 1.230.000 Dolar tutarında döviz… Fabrikalar, tarlalar, villalar hariç. Geçtiğimiz aylarda çocukları miras kavgasına düştü. Bu kavga sonucu ortaya çıktı ki, TBMM’ye beyan edilmeyen ve başkalarının adına kaydedilmiş fabrikaları, Boğaz’da yalısı varmış. Erbakan’ın adına değilmiş ama Erbakan’ınmış, bizzat çocukları söyledi, medyaya da yansıdı, birbirlerine düştüler: Babamın malıdır. Abim, kardeşim benden mal saklıyor, diye mahkemelere düştüler. Ne acı bu bir durum değil mi gerçek bir Müslüman için?.. Ama bunlar gerçekten Müslüman değil ki… Önce mal küpleyeceksin, biriktireceksin sonra sen ölünce çocukların bunları paylaşamayacak. Ama bizim çocuklarımız nasıl yaşıyor? Bir okula yerleştirebilirsek, asgari şartlarda bir yurda yerleştirebilirsek diyelim şehir dışına gittiğinde, zorunlu olarak dershaneye gönderebilirsek, bir üniversiteyi kazandırabilirsek ne mutlu bize diyoruz. Bununla da gurur duyuyoruz. Ama onların çocukları ne oluyorlar? Bakın rezil oluyorlar. Allah insanı bu duruma düşürmesin gerçekten. İşte biz bunların Müslümanlığına Yezit Müslümanlığı, CIA İslamı, diyoruz. ABD İslamı, diyoruz. O bakımdan da bunların insanları Allah’la aldattıklarını, gerçek İslamla bir ilgilerinin olmadığını halkımıza göstermeye gayret ediyoruz, arkadaşlar. Biz Hz. Muhammed’in ve onun ideolojisinin sonuna kadar savunucusuyuz. Biz Hz. Muhammed’i savunuyoruz. Biz Fatih’i savunuyoruz. Biz Marks’ı savunuyoruz. Che’yi savunuyoruz, Hikmet Kıvılcımlı’yı savunuyoruz. Niye? Bu insanların hepsi insanlık için savaşmış insanlar, insanlığın kurtuluşu için savaşmış insanlar. Fatih dediğimiz insan; Bizans derebeyliğini yıkmış, fetih yapmış, çağ açmış. Geri bir düzenden ileri bir çağ açmış insanlığa. Tarihsel bir kişilik. Bu yüzden savunuyoruz. Usta’mıza, Devrimci Önderlere ve Faruk Hoca’mıza layık biçimde mücadele edip mutlaka zafer kazanacağız Mustafa Kemal’i savunuyoruz, anlattım. Bütün olumsuz şartlara rağmen Kurtuluş Savaşı’nı başarmış bir insan. Bir deha, büyük bir komutan. Biz onu savunmayacağız da kimi savunacağız? “Ya İstiklal! Ya Ölüm!”, “Bağımsızlık benim karakterimdir”, demiş. Bu insan savunulmaz da, bu anlayış savunulmaz da hangi anlayış savunulur? ABD önünde secde eden, “beni süpürme, kullan” diyen mi makbul insandır bizim için, “Bağımsızlık benim karakterimdir” diyen insan mı? Elbette Mustafa Kemal’i savunmaya, onun kurtuluş fikirlerini yaşatmaya, Birinci Kurtuluş Savaşı’nı İkinci Kurtuluş Savaşı’yla taçlandırmaya çaba sarf edeceğiz, değil mi kardeşler? Bize düşen görev bu. Usta’mızı az çok tanıyorsunuz. Usta’mızın yaşamı da Türk Halkının kaderiyle atbaşı gidiyor. 1902 yılında Priştine’de, o zamanki Osmanlı topraklarında doğuyor, babasının görevi dolayısıyla. 1971 Ekimi’nde Yugoslavya’da, Belgrad’da gözlerini kapatıyor. Doğduğu topraklarda bedence aramızdan ayrılıyor. Çok çileli bir hayat sürüyor. 69 yıl yaşıyor. Çok uzun bir yaşam değil, bildiğimiz gibi. Ama daha 17 yaşındayken, az önce Nazım’ın okuduğum Destanında söz edilen Nazilli, Aydın, Çine cephesinde, Yörük Ali Efe Çetesi’nde savaşıyor. İtalyan Emperyalizmine, Yunanlılara karşı savaşıyor. Köyceğiz Kuvayimilliye Kumandanı oluyor. 1919’da İstanbul’a geliyor, Askeri Tıbbiye’ye giriyor. Yani Tıp öğrencisi oluyor. Askeriye adına Tıp fakültesinde okumaya başlıyor. Ve Tıp fakültesini bitiriyor. İstanbul’a geldikten sonra da padişahın, toprak ağalarının, din bezirgânlarının, bugün olduğu gibi o gün de var olan din bezirgânlarının, nasıl işgalcilerle işbirliği içinde olduklarını görünce de onlara karşı büyük kin ve nefretle doluyor. Ve gerçek kurtuluşun Sosyalizmde olacağına inanıyor. Ve o inanış sonuna kadar, bir milim sapmaksızın, sonuna kadar devam ediyor. Dediğimiz gibi 69 yaşında kendinin deyişiyle, düz bir söyleyişle 70 yaşında bu dünyadan göçüp gidiyor… Neyi bıraktı bize miras olarak? İnsanlık davasını bıraktı! Biz onun öğrencisi olmaktan büyük bir gurur duyuyoruz. 22.5 yıl cezaevlerinde yatıyor fiilen. İstese, düşünün 1920’li yıllarda Doktor ve başarılı bir doktor, Karun olabilir miydi? Olabilirdi. Sınıf arkadaşlarının büyük çoğunluğu profesör oluyor ve çok zengin oluyorlar. Oysa O, İşçi Sınıfı davasından başka bir dava bilmediği için ve kendisinin deyimiyle “başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere” dediği için, İşçi Sınıfımızın mücadelesine baştan kara ve gözü kara dalıyor, İşçi Sınıfı Davasına baş koyuyor ve bütün ömrünü o davaya adıyor. O dava; İşçi Sınıfı Davası, bizim için insanlık davasıdır. O dava; Vatan davasıdır. O yüzden de biz İnsanlığımızı yani Vatanımızı (ikisi bir çünkü) çok seviyoruz. Ve bu vatanı sevdiğimiz için de Parababalarının zulümlerine maruz kalıyoruz. Ama boş çaba. Parababaları bize istedikleri kadar zulüm etsinler, gözaltılar, işkenceler, idamlar… her ne yaparlarsa yapsınlar, boş. Onlar lanetle anılacaklar; bizler, İşçi Sınıfı Davasına gönül vermiş insanlar, Halkın Kurtuluş Davasına gönül vermiş insanlar, bizden sonra geleceklerin gönlünde ve bilincinde yaşamaya, onurluca yaşamaya devam edecekler. Ne mutlu İşçi Sınıfı Davasına baş koyanlara!.. Ne mutlu insanca yaşayanlara!.. Biz Kurtuluş Partisi olarak atalarımızın bize bıraktığı bu vatanı, bu insanlık davasını, İkinci bir Kurtuluş Savaşı’yla, Sosyal Kurtuluş Savaşıyla taçlandıracağız. Antiemperyalist, Antifeodal, Antişovenist bir mücadele vererek ve bu topraklarda namusluca yaşayan, kader birliği etmiş halklarla bir arada Demokratik Halk Cumhuriyetinde mutlak yaşayacağız. Halkın Kurtuluş Partisi bunun için var! Halkın Kurtuluş Partisi bunun için savaşıyor! Faruk Hoca var, Halkın Kurtuluş Partisi var. Halkın Kurtuluş Partisi, var Faruk Hoca var. Halkların kurtuluş davası var. e mutlu Faruk Hoca’lara! e mutlu Halkın Kurtuluş Partisi’ne! e mutlu Kurtuluş Partililere! 6 Yıl: 7 • Sayı: 64 / 8 isan 2013 Halkın Kurtuluş Partisi’nden Kurtuluş Partili Hukukçulardan Suç Duyurusu: Hızlandırılmış tren kazası taammüden cinayettir! Baştarafı sayfa 1’de ANKARA CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞINA SUÇ DUYURUSUDA BULUA……………….: Halkın Kurtuluş Partisi Genel Başkanlığı Karanfil Sokak No: 24/15 Kızılay/ANKARA V E K İ L L E R İ………..: Av. Metin Bayar, Av. Sait Kıran, Av. Doğan Erkan Ş Ü P H E L İLER…...…..: 1- Recep Tayyip Erdoğan 2- Binali Yıldırım 3- Süleyman Karaman (TCDD Genel Müdürü) S U Ç…………………..…: Kamu Görevini Kötüye Kullanarak 41 kişinin ölümüne, 89 kişinin yaralanmasına sebebiyet verme (TCK 257, 83, 88) S U Ç T A R İ H İ…..….: 22 Temmuz 2004 YEİ DELİLİ ORTAYA ÇIKTIĞI TARİH: 22 Mart 2013 ŞİKAYETLERİMİZ…....: Bilindiği gibi, 22 Temmuz 2004 tarihinde Sakarya’nın Pamukova İlçesi Mekece Köyü yakınlarında bir hızlandırılmış tren “kazası” meydana geldi. TCDD’ye bağlı hızlı trenin yaptığı kaza sonucunda 41 vatandaşımız hayatını kaybetti, 89 vatandaşımız ise çeşitli yerlerinden yaralandılar. O tarihlerdeki yazılı ve görsel basın arşivleri incelendiğinde açıkça görüleceği gibi, başta Başbakan sıfatıyla şüpheli Tayyip Erdoğan olmak üzere tüm bakanlar ve TCDD yetkilileri ağız birliği ederek “hızlandırılmış trenin faaliyete geçmesiyle ne kadar büyük bir iş başardıklarını” övünerek anlatıyorlardı. Ancak tüm bu sözlere rağmen bu projenin bilimsel olarak eksik olduğu ve can güvenliği açısından tehlikelerle dolu olduğu itirazını yapan bilim insanları da vardı. Bunların en başında Yıldız Teknik Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Bölümü Ulaştırma Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Aydın Erel geliyordu. Sayın Erel, o dönemde sık sık yaptığı açıklamalarda; “hızlı trenin güvenli olmadığını” her fırsatta dile getiriyor ve “Ben o trene binmem. Kimse de binmesin. Hızlı Tren seferden kaldırılmalı” diyordu. Tabiî bu bilim insanlarını dinleyen olmadı ve tamamen siyasi hesaplar ve toplumun gözünü boyamak adına hızlı tren sefere kondu ve Pamukova’daki elim kaza meydana geldi. Kazadan sonra olayın sorumluluğu iki makiniste yıkıldı ve Sakarya 2’inci Ağır Ceza Mahkemesi’nde kamu davası açıldı. Bu dava dosyasına gelen Bilirkişi Raporuna göre de “facianın eski raylarla yapılan hızlı tren denemesinden kaynaklandığı” tespit edildi ve birinci makinist 8’de 3, ikinci makinist 8’de 1 ve demiryolu da 8’de 4 kusurlu bulundu. Ancak demiryolunun kusurunun sorumlusunun kim olduğu belirlenmeyerek tüm fatura makinistlere kesilirken, asıl suçlular ortaya çıkartılmadı. Asıl sorumlu ile ilgili olarak geçtiğimiz günlerde yeni bir delil ortaya çıktı. “Bağımsız Dergisi”nin 22-28 Mart 2013 tarihli 9. Sayısının 22. Sayfasından başlayan, Yurt Gazetesi yazarı Cüneyt Ülsever ile yapılan bir röportaj yayımlandı. Bu röportajda C. Ülsever, şüpheli Tayyip Erdoğan’la geçmişteki yakınlık- larını, şüphelinin kendisine “abi” diye hitap ettiği dönemleri, kendisine milletvekilliği adaylığı teklif edilmesini, şüphelinin başbakanlık görevine geldikten sonraki ilişkilerini ve görüşmelerini, sonraki süreçte de nasıl koptuğunu anlatmaktadır. “Erdoğan’dan nasıl koptunuz?” sorusunu Ülsever şöyle yanıtlamaktadır; “2004’ün sonlarına doğru, ilk olarak hızlı tren kazasıyla benim içime kurt düşmeye başladı. Çok net öğrendim ki hızlı trenin emrini veren kendisidir. Kendisine teknik olarak o raylar üzerinde belli bir hızın üzerinde gitmenin mümkün olmadığı raporlarla söylendiği halde “ben emrediyorum” diyen kişidir. 35 kişinin hayatına mal oldu o kaza. Bunun liberallikle alakası yok, insanlıkla alakası yok.” Görüldüğü gibi C. Ülsever; (her ne kadar ölü sayısında ve kaza tarihinde yanılıyor olsa da) hızlı tren kazasının, bizzat şüphelinin başbakanlık nüfuzunu kullanarak “ben emrediyorum” diye emir vermesinden kaynaklandığını ve bu bilgiyi de “çok net öğrendiği”ni açıklamaktadır. Yani haber kaynağının güvenilir olduğunu belirtmektedir. Dolayısıyla ortaya yeni bir delil çıkmıştır. Her ne kadar Sakarya 2. Ağır Ceza Mahkemesindeki yargılama zamanaşımından ortadan kaldırılmış ise de zaten bu dosyada gerçek failler yargılanmamıştır. C. Ülsever’in yukarıdaki beyanlarıyla gerçek fail hiçbir kuşkuya yer olamayacak şekilde ortaya çıkmıştır. Bu nedenle de şüpheli T. Erdoğan hakkında soruşturma yürütülüp, kamu davası açılmalıdır. Ayrıca belirtmeliyiz ki, bu katliamda yaşamını yitiren 41 kişiden biri olan İrem Candan’ın bir yakını (davanın zamanaşımına uğratılarak düşürülmesinden sonra) onun ağzından şunları yazmış ve bu yazılanlar gazetelerde yayımlanmıştı; “Ben İrem; hani şu 22 Temmuz 2004’de saat 19. 43’de kitle cinayetine kurban giden. eden? için? Ben güzel bir yaz akşamı ölmek için mi dünyaya geldim? Ben 21 yıl boyunca yüreğimde yalnızca kocaman sevgiler büyüttüm. Bu sevgiler ki bana kardeşimi, annemi, babamı ve ailemi, doğayı kısaca bütün evreni sevmemi sağladı. “Başbakan evimize geldi toprağa ilk girdiğim gün. asıl sevinmiştim suçlular cezasını bulacak diye, çünkü anneme bir söz verdi “bilirkişi raporları açıklansın çaresine bakacağız. Yargısız infaz yapamam, eğer yaparsam, her kazada bakan istifa ederse, bakan kalmaz” dedi. İnandım ve sevindim. Çünkü o Allah’a yakın bir insandı. Allah’a yakın insanlar verdikleri sözü tutarlar, en yakın dava arkadaşları bile olsa, suçu işleyen hakkında derhal gereğini yaparlar diye düşündüm. Aldandım. Aynı Başbakan gazetecilere aynı olay için “böyle boş gündem yaratmayın” diye çıkıştı. Ben Genetik Master’ı yapmak isteyen, Fakültede 3. yılım olmasına rağmen, Çapa Tıp’ta 4 yıl staj yapan, ülkemin neresi olursa olsun özellikle Doğu’da görev almak isteyen, yüreği meslek aşkıyla çarpan pırıl pırıl bir genç kızdım. Benim yaşam hakkımı hızlandırılmış trenle bitirdiler.” Genç-yaşlı, çocuk (bir kısmı daha hayatının baharında olan) onlarca yurttaşımızın canına mal olan bu emrin insanlıkla alakasının olmadığı çok açıktır. Bir başka anlatımla, içlerinde İrem Candan’ın olduğu 41 kişinin yaşam hakkını bitiren en önemli fail şüpheli Recep Tayyip ERDOĞAN’dır. C. Ülsever’in güvenilir kaynaklardan edindiği ve kendi ifadesiyle “çok net öğrendiği” ancak yıl- lar sonra deşifre ettiği bilgi de hızlı tren katliamının başlıca sorumlusunun şüpheli Tayyip Erdoğan olduğunu kesince göstermektedir. Tayyip ERDOĞAN’ın bu suçuna diğer şüpheliler Binali YILDIRIM ile Süleyman KARAMAN’ın iştirak ettikleri de ortadadır. Zira onun emriyle hareket etmişlerdir. Dolayısıyla bu şüpheliler de, en azından iştirak ettikleri suçun feri failleridir. Yine, “amirin emri yasa dışı ise emri uygulayanın sorumluluğu ortadan kalkmaz” kuralı gereğince de sorumludurlar. Şüpheli T. Erdoğan, önüne gelen bilimsel araştırmalara, yukarıda örneğini verdiğimiz dürüst/namuslu bilim insanlarının ısrarlı uyarılarına karşın, sırf siyasi rant elde etmek uğruna, hızlı tren seferini başlatmış ve sonuçta da 41 insanımızın göz göre göre katledilmesi, yüze yakın insanımızın yaralanması suçunu işlemiştir. Bu olayda masum iki makinistin yargılanması göstermeliktir, şüpheli T. Erdoğan gibi asıl failleri gizlemeye yöneliktir. Esasen bu makinistlerin yargılandığı Sakarya 2. Ağır Ceza Mahkemesindeki dosyaya gelen bilirkişi raporuna göre de “demiryolunun 8’de 4 kusurlu bulunduğu” tespit edilmiştir. Yani kazadaki kusurun yarısı demiryoluna verilmiş olmasına karşın, anılan mahkeme bu kusurun faillerini ortaya çıkartmak yerine dosyayı zamanaşımından kapatmıştır. Daha doğrusu bu mahkemede de bağımsız ve adil bir yargılama yapılmadığından gerçek suçlular ortaya çıkartılıp yargılanmamıştır. Oysa yıllar sonra da olsa C. Ülsever’in beyanıyla kesince ortaya çıktığı gibi, şüpheli bilerek-isteyerek ve taammüden bu suçu işlemiştir. Zira kendisine sunulan bütün bilimsel değerlendirmeleri yok sayarak “ben emrediyorum” diyerek trenin sefere çıkmasını sağlamasının hukuken başka bir izahı mümkün değildir. Yerleşik Yargıtay kararlarında taammüt şöyle değerlendirilmiştir: “Doktrin ve kazai içtihatlara göre taammüdün oluşması için soğukkanlılıkla verilmiş bir karar bulunması, kararla icra arasında makul bir süre geçmesi ve sanığın bu kararda sebat ve ısrar ederek suçu işlemesi gerekir.” “Ceza Yasasında tarif edilmeyen ve öğretide mahiyeti tartışmalı olan taammüdün varlığı için; failin, bir kimseye karşı belli bir suçu işleme saikiyle bu konuda sebatla ve şartsız olarak kararı vermesi, ulaştığı ruhi sükunete rağmen kararından vazgeçmeyip bu akış içinde ısrarla icra hareketlerine başlaması ve bu hususların olaysal olarak değerlendirilerek saptanması gerekir.” denilmektedir. Gerçekten de şüpheli, kendisine sunulan tüm bilimsel etütlere ve can güvenliği bakımından yapılan uyarılara rağmen “ben emrediyorum” diyerek “soğukkanlılıkla verilmiş kararını” uygulamaya koydurmuştur. Şüphelinin uyarıları hiçbir şekilde dikkate almadan uygulamaya koyması, yukarıda belirtilen Yargıtay içtihatlarındaki; “suçu işleme saikiyle bu konuda sebatla ve şartsız olarak kararı vermesi, ulaştığı ruhi sükunete rağmen kararından vazgeçmeyip bu akış içinde ısrarla icra hareketlerine başlaması” olarak kabul edilmelidir. Diğer şüpheliler de, aynı sebat içinde emri hayata geçirerek iştirak iradesine sahip olduklarından, aynı şekilde sorumludurlar. Bu nedenle işbu suç duyurumuzu yapma zorunluluğu doğmuştur. SOUÇ ve İSTEM: Yukarıda açıklanan nedenlerle; Gazeteci Cüneyt Ülsever’in tanık sıfatıyla ifadesine başvurularak şüphelilerin haklarında yukarıda belirtilen sevk maddelerine göre gerekli soruşturmanın yapılarak, cezalandırılmaları için KAMU DAVASI açılmasına karar verilmesini müvekkil parti adına arz ve talep ederiz. 01.04.2013 Suç Duyurusunda Bulunan Halkın Kurtuluş Partisi Genel Başkanlığı Vekilleri Av. Metin BAYYAR Av. Sait KIRAN Av. Doğan ERKAN emrut Mustafa Paşa Divanı buyurmuş: “Ergenekon Terör Örgütünün Varlığının Sabit Olduğu Anlaşılmıştır” Cevap veriyoruz: Asıl Ergenekon sizsiniz Nemrut Mustafa Paşa Divanı! B ilindiği üzere “Ergenekon” maskeli operasyon-dava saldırısında “özel görevli” savcı mütalaasını açıkladı. Bazı sanıkların ifade ettikleri gibi, bir idam kaldı istenmedik. Esas amaçlanan, topyekun Türkiye’nin, Türkiye Halklarının idam fermanı ise verilmiş oldu. Öyle ki, mütalaa aynen hüküm olacaktır, göz boyama kabilinden bir-iki göstermelik şekli değişiklik sayılmazsa… İki gün önce, İstanbul Barosu’nun maruz kaldığı hukuk maskeli saldırıya karşı toplanan Genel Kurul’da bildiri dağıtan Partili Hukukçu Yoldaşlarımız, bu tür saldırılara karşı artık “hukuksal değil, siyasal cevaplar” vermek gerektiğini ifade etmişlerdi. “Ergenekon” saldırısının daha ilk gözaltısında bu operasyonla hayata geçirilmek istenen hedefin ne olduğunu açık ve net bir biçimde ifade etmiştik. Nisan 2008 tarihli bildirimizde de olayı şöyle analiz etmiştik: “Bugün, Türkiye Adliyesi, İstanbul Başsavcısı Aykut Cengiz Engin’den “Ergenekon” maskeli saldırının mimarı Fethullahçı Zekeriya Öz ve savcılar ekibine, oradan tâ Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’a varıncaya kadar Ortaçağcılaştırılmıştır. AB-D’nin Yeni Sevr planını uygulamakla görevlendirilmiş olan bu Ortaçağcı, vatan, halk, Mustafa Kemal, tam Bağımsızlık ve Laiklik düşmanı güç- gülüm” sürecini nasıl da gözler önüne sermiştir. Dediklerimiz harfiyen çıkmıştır, ne yazık ki… Bu “al gülüm ver gülüm” sürecinde ne zaman yeni bir adım atılacaksa, öncesinde bir iki emekli-muvazzaf subay, gazeteci, aydın vb. direnç unsuru içeri alınmış, operasyona dahil edilmiştir önce. Bu adımlarla, Kürt hareketi de yedeklenmiş, Kürt Halkı da ikna edilmiştir tabiî “bakın biz sizin yıllarca savaştığınız milliyetçilerin, askerlerin işini bitiriyoruz” denilerek… Tekrardan yorulmayalım, “Yeni Sevr” biçiminde “çözülecek” Kürt Sorunu, kardeş Kürt Halkına da hiçbir özgürlük, hiçbir gelecek getirmeyecektir. Türk kardeşlerinden koparılmış, onlarla düşmanlaştırılmış, yalnızca AB-D uyduluğu vazifesi verilmiş, Barzani benzeri bir sözde otonomi kurulması, Ortadoğu’yu da kapsayacak biçimde bölge halklarının kan kaybetmesi, güç kaybetmesinden başka bir anlama gelmeyecektir. Bu topraklarda daha rahat cirit atacaktır emperyalistler böylece. Hem, devrimcilere-yurtseverlere idamları-müebbetleri-işkenceleri reva gören, Kürt Halkına da yıllarca zulmetmiş emperyalistlerle yerli uşaklarından kime ne iyilik gelmiş bugüne kadar? Aksine, tüm dünya halklarını yıllardır katliamlara-soykırımlara uğratan, yüz milyonlarca insanın ölümünden sorumlu AB-D Emperyalistleri mi getirecek Kürt Halkına özgürlüğü? ler artık zamanın geldiğine inanarak saldırıya geçmiştir. Daha doğrusu AB-D Emperyalistleri tarafından saldırıya geçirilmiştir. AB-D, bunlara İslam devleti kuruverecek, bunlar da onun karşılığında AB-D’nin Yeni Sevr projesinin uygulanmasında efendilerine olanca güçleriyle yardımcı olacaklardır. “Ergenekon” maskeli bu saldırı işte böyle bir planın-projenin ayaklarından biridir. O projenin parçalarından birinin uygulamaya konuluşudur. Hedef, genelde ulusalcı, yurtsever ve laik güçlerin saf dışı edilmesidir. Özelde de Ordu’nun, devrimci geleneğe sahip vatansever, laik, Tam Bağımsızlıkçı ve Mustafa Kemalci kesiminin korkutulması, sindirilmesi ve çökertilmesidir… Bu gücün ortadan kaldırılması, tehlike, engel olmaktan çıkarılması AB-D Emperyalistleri için hayati öneme sahiptir. Çünkü Ordu’daki bu güç, Ortaçağcı gidişin ve Yeni Sevr’in önündeki en büyük engeldir. Mustafa Kemal ilkelerini savunduğu için en büyük engeldir… İşte o sebepten bu hukuk maskeliAdliye maskeli-Ergenekon maskeli saldırının özel hedefidir, Türk Silahlı Kuvvetleri içindeki bu Mustafa Kemal Geleneğine sahip güç…” Dikkat edersek, davaya eş zamanlı olarak iki siyasi proje de ilmek ilmek örülmüştür. Anayasa değişikliği, Üniversitelerde ve tüm Kamucul hizmet alanlarında türbanın fiilen serbest kalması, 4+4+4 Kesintili Eğitim modeli, imam hatiplerin ortaokul, hatta ilkokul bölümlerinin hayata geçmesi; buna paralel olarak “Kürt” açılımı, MİT (Hakan Fidan) açılımı, İmralı heyetleri vb. adımlarla Yeni Sevr haritasına kerte kerte ulaşılması; CIA-MİT-AKPFethullah birlikteliğinin “al gülüm ver Ortadoğu’ya ilişkin bu AB-D planını en bilinçli şekilde kavramış olan bizler, bunun bir parçası olan “Ergenekon Davası” adlı saldırının bugün açıklanan mütalaasına da şaşırmadık. Hiç şüphesiz ki mahkeme de bu mütalaa doğrultusunda bir karar verecektir. Ve tabiîdir ki bizler bu karara da şaşırmayacağız. Bundan sonra Yeni Sevr’e gidişteki bir adım olarak “Genel Af” niteliğinde bir “hukuki” düzenlemeyle, Ergenekon sanıklarının da faydalandırılması, böylece başka bir “barış”a (Sevr’e) ikna aldatmacası yaşanırsa da şaşırmayacağız. Geçenlerde AKP Yargısının önemli isimlerinden Osman Can ağzından teklif edildi bu öneri: “Ergenekon, Balyoz, KCK davalarını bitirelim, böylece barış sağlansın” diye açıklama yaptı, sonradan AKP MKYK üyesi de olan Osman Can… Gerçek devrimciler, bu oyunu yutmayacak, Türklerin de Kürtlerin de boynuna bir sömürge halkası daha geçirilmesi demek olan Yeni Sevr’e kararlı bir şekilde karşı çıkacaktır. Tıpkı Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızda Kürt ve Türk atalarımızın müştereken kurduğu aşılmaz kale gibi, Çanakkale’de olduğu gibi, Malazgirt’de olduğu gibi… Bu kez kurulacak çelikten kale, halkların gerçek kardeşliği ve Sosyal Kurtuluşla da taçlandıracaktır Ulusal Kurtuluşu. Ve bu defa geri gelmemecesine inlerine dönecek AB-D Emperyalistleri ile her türden Uşakları. Nemrut Mustafa Paşa Divanı da, Vahdettinler, Damat Feritler gibi, kendilerini kaçıracak İngiliz gemisi aranacaklardır, bulabilirlerse! 19.03.2013 Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi 7 Yıl: 7 • Sayı: 64 / 8 isan 2013 800 lirayı kaç saatte harcar Tayyipgiller? Ç alışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, asgari ücrete yönelik geçtiğimiz günlerde “800 lira büyük para. Geçinilmez diye bir şey yok. Geçinirsiniz” diye konuştu. Çelik, “800 TL ile geçinilir” sözlerinin yarattığı tartışma üzerine, yeniden bir açıklama yaptı, dalga geçer gibi bir açıklama daha… Çelik, “O konuşmayı baştan sona dinleyin, bakalım böyle bir şey var mı? Bana soruyorsunuz ‘Asgari ücretle geçinilir mi?’ Geçinilir. asıl geçinilir? Peynir alırsınız, ekmek alırsınız, zeytin alırsınız, geçinirsiniz. Kim istemez bin 500, 2 bin lira asgari ücret olsun, hepimiz isteriz.” İnsanlarımızın, halkımızın tek ihtiyacı ekmek ve zeytin değil mi? İşçinin bir ay geçinmek zorunda olduğu bu ücreti siz kaç saatte harcıyorsunuz? Milletvekillerinin maaşları ortada. Bugün, açlık sınırı bin liranın üzerinde. Türkiye’de dolar milyarderlerinin sayısı bu yıl da arttı, en zenginlerin servetleri katlandı. Ama asgari ücret olduğu yerde sayıyor. Bir de üzerine 800 lirayla geçinilir demek vicdansızlık değil de nedir? *** 1 İnsan sevgisi taşımadığını saklayamayan bir başbakan! 1 yıllık iktidarında defalarca tekrarlandı bu sahne, işçiye, kamu emekçisine, köylüye, öğrenciye... Artık yoruma da gerek kalma- dı... Ciner Grubu tarafından yapımına 2006 yılında başlanan Şırnak Silopi Termik Santralı’nın ilk ünitesinin resmi açılışı Başbakan Erdoğan tarafından yapıldı. Erdoğan’ın açılış konuşması sırasında bir Silopili gencin “Termik santraller zehir saçıyor” diyerek Ciner grubunun köylerinin yollarını ve çevresini tahrip ettiğini haykırdı. Erdoğan, “ankörlük yapma, sus nankörlük yapma. Ekmek bulamazsınız yemeğe, ekmek gelince de tepersiniz. Bu ülkede taş üstüne taş koyana teşekkür ederiz biz”. *** Parababalarının zalim çarkları arasında ezilen gencecik bedenler# A hmet henüz, 13 yaşındaydı. Adana’da okul harçlığını çıkarabilmek için bir plastik fabrikasında haftalık 100 lira karşılığında çalışıyordu. Çay servisi ve temizlik işlerine yardımcı olmak için işe alınmıştı. Ama fabrikadaki ağır işlerde çalıştırılıyordu. Çocuk işçiydi… 15 Mart günü pres makinesine sıkıştı Ahmet. Hastaneye kaldırılınca işveren “trafik kazası” de- di, sorumluluklarından kurtulmak için. Küçücük bedenine bakılmadan iki aydır pres makinesinin başında mesaiye bırakılıyordu. “Zorunlu göç”le Adana’ya yerleşen ailesine yardımcı olmak için çocukluğunu yaşamaktan vazgeçerek (okul saatlerinin dışında) çalışan Ahmet, her gün ülkemizin dört bir yanında işçi cinayetleriyle hayatını kaybeden işçi kardeşleriyle aynı kaderi paylaştı. Hayatın baharında bu gencecik can ortadan kalktı; ailesi yaşadığı acıyla baş başa kaldı. Sadece işçi ölümlerine eklenen bir sayı oldu Ahmet, bu düzende. İşçi cinayetleriyle birlikte çocuk işçileri de bu düzenin kirliliğini, acımasızlığını gösteriyor. 2006 yılından bu yana çocuk işçi sayımının yapılmadığını biliyor muydunuz? Meclise verilen soru önergesinde ortaya çıktı bu durum, bakanlık bilmiyor şu anda kaç çocuk işçinin çalıştığını… Hoş bilse ne oluyor?.. En son 2006’daki resmi rakama göre bir milyon çocuk işçi var. 5-14 yaş arasındaki her iki çocuktan birinin bugün çalıştığı söyleniyor. Parababaları her fırsatta haykırıyor ya, Türkiye’de işçilik maliyetleri yüksek diye… İşte onların hedefinde, Ahmet gibi çocuklar var. Ucuza, sigortasız emeğini sömürecek. Yüksek buldukları 800 TL’yi de vermekten kurtulacaklar. Hayalleri bu. Gelişme çağındaki bedenler, pres makinelerinin başında, yok olup gitmiş ya da gidecek umurunda mı? Kaç işçi cinayetine neden olan patron, işveren ceza aldı bugüne kadar? 4+4+4 Kesintisiz Eğitim uygulamasının nedenlerinden biri de bu: Çocuk işçiliğinin daha da önünü açmak. *** Dolar milyarderleri nasıl dolar milyarderi olur? 2 013 Forbes Dergisi’nin, “100 en zengin Türk” anketine göre zenginlerimiz servetlerine servet katmaya devam ediyorlar. Forbes’ın araştırmasına göre en zengin 100 Türk’ün toplam serveti yüzde 25.8 artarak 117.8 milyar dolara ulaşmış. Milyar dolar eşiğini atlayanların sayısı da tam 44’ü bulmuş. Dolar milyarderlerimiz Avrupa ve dünyada da büyük başarılara(!) imza atmışlar. “Forbes’ın dünyanın en zenginleri listesinde Türkiye 44 dolar milyarderiyle dünyada yedinciliğe, Avrupa’da Almanya’dan sonra ikinci sıraya oturdu. “Finans dergisi Forbes’ın dünyanın en zenginleri listesinde Türkiye, dolar milyarderi sayısıyla adeta şov yaptı. Forbes’ın milyarderler kulübünde yer alan 64 ülke arasında Amerika 442 milyarderle ilk sırada yer alırken, Türkiye 44 milyarderle 7’nci sıraya oturdu. “Avrupa’da ise 58 milyarderli Almanya’nın ardından Türkiye 2’nci sırada bulunuyor. Forbes’ın ‘Dünya dolar milyarderleri’ listesinde Türkiye, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerini de geride bırakarak bölgenin lideri oldu.” (http://ekonomi.haber7.com/isdunyasi/haber/998195-turkiye-dunyada-7avrupada-2-oldu) Pek övünerek verilmiş haber. Hatta hızlarını alamamışlar “Öte yandan geçen yıl olduğu gibi bu yıl da dünyanın en zengini 73 milyar dolarlık servetiyle Osmanlı torunu olarak bilinen Meksikalı telekominükasyon devi Carlos Slim” diyerek birinci dolar milyarderi de bizden diyerek halkımıza müjdeler veriyorlar. Ahmet’lerin neden öldüğü, 800 liranın neden fazla olduğu daha bir ortaya çıktı, değil mi? Eee, işçiler bu kadar çalışmazlarsa dolar milyarderlerimiz nasıl dünya zenginleriyle yarışacak? Halk olarak görevimiz çalışıp didinip onları zengin etmek, ses çıkarmamak yoksa Başbakan’ın deyimiyle “nankör” oluveririz. OECD’in gelir dağılımıyla ilgili son raporuna (“Bir Bakışta Toplum”) baktığımızda en yüksek gelir eşitsizliğine sahip ülkeler; Şili, Meksika ve Türkiye. Aynı zamanda Türkiye, OECD ülkeleri arasında en düşük istihdam oranına sahip ülke konumunda. Dünyanın en zengini (ya da Osmanlı torunu) gelir eşitsizliğinin en yoğun olduğu ülke olan Meksika’dan çıkmış. Ve OECD bölgesinde, ortalama yoksul nüfus oranı yüzde 11,1 iken, Türkiye’de bu oran ortalamanın üzerinde, yüzde 17. Meksika’da ise yüzde 21. Parababası daha zengin, işçimiz ise daha da yoksullaşıyor. Gelir eşitsizliği uçurumu derinleşiyor. Ve bu görülmüyor, duyurulmuyor özellikle de üstü kapatılıyor. Siyasi gelişmelerin gölgesinde kalıyor. Medya ve hükümet tarafından yaratılan ekonominin iyiye gittiği, gelir eşitsizliğinin azaldığı üfürmeleri herkesin verilerine güvendiği ve referans olarak kabul ettiği OECD ve Forbes tarafından net bir şekilde yalanlanmış oluyor. O Daha fazla ve güvencesiz çalışıyoruz 2 Roboski’de katiller aklandı ECD’nin, çevre, ekonomi ve sosyal alanlara ilişkin istatistiklerin yer aldığı “Factbook 2013” başlıklı çalışması yayımlandı. 2011 yılında OECD ülkeleri arasında yıllık ortalama çalışma süresinin en fazla olduğu ülke Meksika. Meksika’da çalışanlar yılda ortalama 2.250 saat görev yaptı. Meksika’yı 2.047 saatle Şili, 2032 saatle Yunanistan izledi. OECD ortalamasının 1.844 saat olduğu 2000 yılında Türkiye’de bir çalışan, 1.937 saatini çalışarak geçirdi. Yani Türkiye’deki çalışanlar, OECD ortalamasından 93 saat daha fazla çalıştı. Bunlar OECD’nin verileri... DİSK-Ar’ın, “İşsizlik arttı, çalışma süreleri uzadı, gizli işsizlerin, güvencesiz çalışanların ve umutsuz işsizlerin sayısı arttı” başlıklı bülteninde İşçi Sınıfımızın durumu özetleniyor: “Güvencesiz çalışma da hızla yaygınlaşıyor. 2009 yılı Kasım dönemi ile karşılaştırıldığında geçici çalışanların sayısı yüzde 38 artarak, 1 milyon 511 binden, 2 milyon 85 bine yükseldi. Geçici çalışmanın yaygınlaştırılması hükümetin istihdam stratejisi açısından bir amaç olarak değerlendiriliyor. Geçici işçiler için işsizlik oranı yüzde 26 olarak gerçekleşti. Geçtiğimiz yılla karşılaştırıldığında kısmi süreli çalışanların sayısı 335 bin, geçici bir işte çalışanların sayısı 264 bin kişi arttı. “Türkiye’de çalışma çağındaki her iki kişiden biri çalışmıyor. 8 Aralık 2011 günü, bu topraklar Parababalarının en acımasız katliamlarından birine tanıklık etti. Şırnak’ın Uludere ilçesi Roboski köyünde, 16-20 yaşlarında 34 Kürt insanı katledildi bombalarla. Bombalarla parçalandı 34 can. Nerden bilebilirdi anneleri ekmek parası için giden çocuğunun parçalanmış cesedinin ertesi gün geleceğini… Yoksul Kürt çocukları, okul harçlıklarını çıkarmak, ailesine destek olmak için gitmişti kaçakçılığa. Sınırdaki Kürt köylülüğün geçim kaynaklarından biridir, hatta önemli geçim kaynağıdır, kaçakçılık… O gece, AB-D Emperyalistlerinin tahsis ettiği insansız hava araçları ve termal kameralar önce tespit ediyorlar, Kuzey Irak’taki Zaho’dan kaçak mazot ve sigarayı katırlara yükleyip, Türkiye sınırına doğru ilerleyen gençleri. Sonra jetlerle bombalayarak, yakıyorlar, parçalıyorlar 34 insanı. TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu bünyesindeki Uludere Alt Komisyonu, yaklaşık 15 aydır sürdürdüğü çalışmalarını tamamladı. 84 sayfalık bir rapor hazırlandı. 84 sayfalık utanç raporu… Raporun özeti: “Tüm Türkiye’yi derinden üzen ve sarsan bu olayla ilgili yapılan araştırma ve incelemelerde olayın kasten yapıldığına yönelik olarak herhangi bir delil elde edilemediği görüş ve kanaatine ulaşılmıştır.” Rapora göre, grup 18.28’de tespit ediliyor. “Çalışma süreleri geçtiğimiz yılın aynı dönemine göre ciddi artış gösterdi. Haftalık fiili çalışma süresi 50 saatin üzerinde olanların işbaşında olanlara oranı yüzde 37’den yüzde 43’e çıkarken, 60 saat ve üzeri çalışanların sayısı 1 milyon 266 bin kişi artarak 5 milyon 388 binden 6 milyon 654 bine ulaştı. “(...) sermaye çevreleri istihdam yapısının niteliğini bozarak, yani yoğun çalışma koşulları altında, daha kuralsız ve güvencesiz çalışma biçimlerini yaygınlaştırarak bu süreci kendi lehlerine çevirmek istemektedir. Hükümet işveren çevrelerinin bu taleplerini Ulusal İstihdam Strateji belgesi ile programlaştırmıştır. “Ucuz işgücü için, taşeron çalışmayı yaygınlaştırmayı, kıdem tazminatını fona devrederek orta vadede ortadan kaldırmayı, kölelik bürolarını hayata geçirmeyi hedefleyen bu belge, işsizlik verilerindeki artışla birlikte daha sık gündeme gelecektir.” (www.disk.org.tr) Rakamlar, emekçilerimizin ne kadar çok çalıştığını, işsizlik sorununu ve güvencesiz çalışma koşullarını ortaya koyuyor. İşsizlik korkusu nedeniyle emekçilerin en zor şartlarda dahi çalışmayı kabul ettiği görülüyor. Aynı zamanda Parababalarının servetlerinin, her yıl hiç sektirmeden hızla artan cirolarının, kârlarının kaynağını görüyoruz. 21.40’ta bombardıman başlıyor, 22.40’ta bitiyor. Bu kadar zaman aralığında grubun kaçakçı olup olmadığı tespit edilemiyor. Bu kadar uzun süren bombardımanda kasıt yokmuş. Kimin bu emri verdiği de yok. Daha önce Amerikalı yetkililerin gazetelerine “istihbaratı biz verdik” demesi de yok… Ve şaka gibi bir gerekçe daha, grup kaçakçı gibi davranmamış, o yüzden taramışlar. Ve olayın faturası ise köylülere kesildi. Taramadan sağ kurtulan 4 kişiye ceza geldi. 4 köylü pasaport kanununa muhalefetten toplam 8 bin lira para cezası ödeyecek. Bu katliamdan dolayı başka hiç kimse ceza almadı. İnsanlarımızın gençlerin böylesine vahşice katledilmesi cezasız kaldı. Bu rapor 22 Mart’ta açıklandı. Büyük “Barış” açıklamalarının yapıldığı günlerde. Kapatıldı gitti dava… Yeni düzen için, Yeni Ortadoğu için 34 canın bir önemi mi var? Bu katliamın faalinin ABD-Tayyipgiller olduğunu artık bilmeyen yok. Böylesine zalimane bir katliamı gerçekleştirenler, halka “barış” getirir mi? Bunlarla yola çıkılır mı? Çıkılırsa nereye götüreceklerini artık kendileri dahi saklamazken üstelik... 8 Yıl: 7 • Sayı: 64 / 8 !isan 2013 Emperyalistlerin şişesinden çıkan cin 1 9’uncu Yüzyılla birlikte insanlık, Lenin Usta’nın “kapitalizmin en yüksek aşaması” olarak tanımladığı “tekelci kapitalizm” yani “emperyalizm” çağına girdi, bildiğimiz gibi. Bu dönüşümle birlikte dünyanın en güçlü ülkeleri, dünyanın değişik bölgelerinde sömürgelere sahip olmak için birbirleriyle amansız bir yarışa girdiler. Tabiî bu durumda en büyük acıyı her zaman olduğu gibi mazlum halklar yaşadı. Emperyalizmin ilk temsilcileri, sömürgeciliğe karşı direnen halklara yönelik büyük bir katliam uyguladılar. Tarih sahnesine böylesine bir vahşetle çıkan emperyalizmin ilk ve uzun soluklu temsilcisi İngiliz Emperyalistleridir. İngiliz Emperyalizminin dünya üzerinde gerçekleştirdiği yağmayı, çapulu anlatmaya kelimeler yetmemektedir: “İngilizler sömürgeci kimlikleriyle bilinir. Yeni yayınlanan bir kitapta, İngilizlerin sömürgeci kimliğiyle ilgili ilginç veriler ortaya koyuldu. “İngilizlerin dünyanın yüzde 90’ını işgal ettiği belirtildi. Britanya İmparatorluğu’nun dünyanın varoluşundan bu yana hiç işgal edemediği ülke sayısı ise sadece 22. “İşgal Edilemeyenler “İngiliz tarihçi Stuart Laycock’un yeni yayınladığı ‘All the Countries We’ve Ever Invaded: And the Few !ever Got Round To’ (İşgal Ettiğimiz Tüm Ülkeler: Ve Hiçbir Zaman Ayak Basamadıklarımız) adlı kitabında, tarihleri boyunca İngiliz sömürgeciliği altında yaşamamış 22 ülke şöyle sıralandı: Andora, Belarus, Bolivya, Burundi, Orta Afrika Cumhuriyeti, Çad, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Guatemala, Fildişi Sahili, Kırgızistan, Liechtenstein, Lüksemburg, Mali, Marshall Adaları, Monako, Moğolistan, Paraguay, İsveç, Tacikistan, Özbekistan, Vatikan ve Sao Tome Adaları. “Ben Bile Şoke Oldum “İki yıl süren bir araştırma sonrasında oğlu Frederick’in sorusuna cevap verebildiğini belirten Stuart Laycock, ‘İngiliz sömürgeciliği konusunda iyi bir bilgi birikimine sahip olduğumu sanıyordum ancak araştırdıkça, aklımın ucuna dahi gelmeyecek bölgelerin bile bir şekilde İngilizler tarafından kısa süreli de olsa işgal edildiğini gördüm. Bu durum beni şoke etti’ dedi.” (www.ntvmsnbc.com) Düşünebiliyor musunuz; İngilizler bugüne kadar 22 ülke dışında kalan bütün ülkeleri şu ya da bu şekilde işgal etmişler… Onların bu kadar çok bölgeyi işgal etmesi bir İngiliz Tarihçiyi bile şaşırtıyor. Hepimizin çok iyi bildiği gibi yukarıdaki alıntıda sözü geçen “işgal edilmiş” ülkeler arasında Türkiye de vardır. Mondros Mütarekesi’nin hemen ardından ülkemizi işgal eden İngiliz Emperyalizmi, halklarımız Antiemperyalist Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızı başarıya ulaştırana dek ülkemiz topraklarını da kirletmişlerdir. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’yla birlikte başhaydutluk görevini İngiliz Emperyalizminden ABD Emperyalizmi devraldı. Başhaydut değişti fakat halklara uygulanan zulüm, katliam ve soykırımlarda hiçbir değişiklik olmadı. Çünkü dünya halklarını kana ve gözyaşına boğan bu imparatorlukların ortak özellikleri emperyalist karakterleridir. ABD Emperyalizmi bugün de halklara kan kusturmaya devam ediyor. Bugün dünyanın neresinden babasını kaybeden bir çocuğun, çocuğunu kaybeden bir annenin feryadı yükselse, dünyanın neresinde uluslar birbirine düşman edilse, halklar dinî, etnik temelde bölünse, altından hep ABD Emperyalistleri çıkmaktadır. Bu emperyalist canavar, mazlum halkları sömürerek öyle bir güce erişmiştir ki, dünya tarihinin en yırtıcı, en kan dökücü, en alçak imparatorluğu olma unvanını şimdiden elde etmiştir. Yayınlarımızda sık sık bu kanlı zalimin iç yüzünü anlatıyoruz. Zaman zaman namuslu Batılı bilim insanları da ABD Emperyalizminin alçak yüzünü gösteriyorlar, dile getiriyorlar. Onlardan biri olan Profesör Eric Waddle, 2003 yılında kaleme aldığı “ABD’nin Küresel Askerî Haçlı Seferi” (The United States Global Military Crusade) adlı makalesinde ABD Emperyalistlerinin işgalci niteliğini şöyle dile getiriyor: “Amerika Birleşik Devletleri Ağustos 1945’ten bu yana dünya çapında 44 ülkeye doğrudan veya dolaylı saldırı düzenledi, bunlardan bazılarına birçok defa saldırdı. Bu askeri müdahalelerin açıkça ilan edilen hedefi, ‘rejim değişiklikleri’ gerçekleştirmekti. Her defasında tek yanlı ve yasadışı eylemleri meşrulaştırmak için ‘insan hakları’ ve ‘demokrasi’ kisvesi kullanıldı.” (agy) Vahşet İmparatorluğu ABD, Batılı profesörün de netçe tespit ettiği gibi dünyanın bütün bölgelerindeki devletlere kendi çıkarları doğrultusunda müdahale etmektedir. ABD Emperyalizminin işgalci, yayılmacı yüzünü bir de aşağıdaki satırlardan okuyalım: “Son olarak 2007 verilerine göre ABD Savunma Bakanlığı tarafından hazırlanan “Base Structure Report” Amerikan askeri varlığının tüm dünyada nerelere kadar yayılıp yerleştiğini de gözler önüne seriyor. Buna göre ABD 39 ülkede en az bir askeri üsse, 140 ülkede ise askeri istasyonlara sahip. Antarktika hariç beş kıtaya yayılan ABD askeri üslerinin toplam sayısı 823. Bu rakam bu yıl hazırlanan Kongre raporlarına göre 850’ye ulaşıyor. ABD’nin kendi topraklarındakilerle tüm dünyadaki resmi askeri üs ve tesis sayısı 5300’ü aşıyor. “Bu rakamın içinde Kosova’daki Bondsteel üssü gibi dev olanlarla beraber daha küçük birimler de bulunuyor. Bilinmeyen ya da stratejik sebeplerle varlığı gizli tutulan üsler bu rakamın dışında. Afganistan, Irak, Kosova veya Ürdün gibi ‘hassas’ bölgelerde konuşlanmış resmen tanınmayan özel birimler, özel harekât kampları, mevcut ve potansiyel çatışma alanlarında konuşlanmış askeri danışmanlıklar bu rapora dâhil değil. Bunların sayılarını bilmek şu an için mümkün de değil. Chalmers Johnson (ABD Emperyalizmi üzerine çeşitli araştırmalar yapmış olan dürüst ABD’li araştırmacı yazar - Kurtuluş Yolu) ‘kapsam dışı bırakılan ya da gizli tutulan tesislerle beraber ABD’nin denizaşırı en az 1000 üssünün olduğunu, hatta bunların gerçek sayısını Pentagon’un bile bilmediğini’ iddia ediyor.” (http://www.yeniaktuel.com.tr) Dünyayı babalarından kalmış bir çiftlik gibi gören ABD Emperyalistleri, yukarıda anlatıldığı gibi bugün dünya üzerinde çok geniş bir alana hükmetmektedir. ABD Emperyalistleri bu işi yaparken Para ve Ordu gücünün yanı sıra çok gelişmiş bir İstihbarat (Casus) gücünü de kullanırlar. O istihbarat gücü sayesinde binlerce kilometre uzakta da olsa ülkelerin iç işlerine karışırlar, onların politikalarını, ekonomilerini, hatta sosyal yaşantılarını dahi kendi çıkarları yönünde manipüle ederler. ABD Emperyalistlerinin hâlihazırda, “İstihbarat Topluluğu” (Intelligence Community) adını verdikleri bir istihbarat ağı bulunmaktadır. İstihbarat Topluluğu’nun içinde tam 17 tane istihbarat örgütü yer almaktadır. Ulusal ve uluslararası düzeyde her alanda faaliyet yürüten bu istihbarat örgütlerinin en bilineni ülkemizde de birçok kanlı tezgâhın planlayıcısı olan “Merkezi Haber Alma Teşkilatı” CIA’dır. CIA dışındaki istihbarat örgütleri ise şunlardır: Hava Kuvvetleri İstihbaratı (AF ISR), Ordu İstihbaratı (G-2), Sahil Güvenlik İstihbaratı (USCG), Savunma İstihbarat Örgütü (DIA), Enerji Dairesi (DOE), Anayurt Güvenlik Dairesi (DHS), İstihbarat ve Araştırma Bürosu (INR), İstihbarat ve Analiz Dairesi (OIA), Uyuşturucuyla Mücadele Dairesi (DEA), Federal Araştırma Bürosu (FBI), Deniz Piyade İstihbaratı (USMC), Uzay İstihbaratı (NGO), Ulusal Bilgi Toplama Dairesi (NRO), Ulusal Güvenlik Dairesi (NSA), Donanma İstihbaratı (USN), ODNI ismiyle anılan ve bünyesinde 21 tane daire ve merkezin yer aldığı Ulusal İstihbarat Direktörlük Ofisi (Office of the Director of National Intelligence). Bu istihbarat örgütleri hem ABD Halkını hem de dünya halklarını bir ahtapotun kolları gibi sarmış durumdadır. ABD Emperyalistlerinin bu istihbarat servisleri aracılığıyla 1950’li yıllardan beri kendi halkını nasıl fişlediğini çarpıcı bir örnekle görelim: “FBI, sadece Washington’da her biri, birden fazla kişi veya grup hakkında bilgileri kapsayan 500 binin üzerinde iç istihbarat dosyasını elinde tutuyor. “1953-75 yılları arasında postaya verilen mektupların dörtte biri CIA tarafından açıldı ve bu mektupların birer fotokopisi çekilip 1.500.000 kişinin ismi bilgisayara verildi. CIA’nın ‘kargaşa’ adı altında altı yıl sürdürdüğü operasyon 300.000 isimlik bir liste vücuda getirdi. Milyonlarca uluslararası telgraf ve telefon konuşması !SA tarafından kaydedildi ve yüz bin Amerikalının geçmişi askeri istihbarat idaresinin dosyalarında tutulmaktadır.” (Robert Borosage, Kanun- suz Devlet/ABD İstihbarat Örgütleri, s. 1112) Tüm bu istihbarat ağını koordine eden merkez ise Ulusal İstihbarat Konseyi (!ational Intelligence Council)’dir. İşte bu merkezin ismini basında sık sık duymaktayız. Bu merkez yukarıda uzunca listelediğimiz istihbarat örgütlerinin koordinasyonunu sağlamaktadır. Bu istihbarat birimlerinden aldığı bilgileri sentezleyerek ABD Emperyalizminin iç ve dış politikasına yön vermektedir. Ulusal İstihbarat Konseyi periyodik olarak “Global Trends” (Küresel Eğilimler) raporları yayımlamaktadır. 1997 yılından beri ABD başkanlık seçimlerini takip eden her dört yılda bir yayımlanan bu raporlarda, emperyalistlerin gelecekte nasıl bir dünya tasarladıklarına ilişkin çok önemli ipuçları bulmaktayız. ABD Emperyalistleri uyguladıkları ve uygulayacakları politikalarla dünya halklarını ve devletlerini nasıl yeniden dizayn edeceklerini ayrıntılarıyla anlatmaktadırlar bu raporlarında. Global Trends raporlarında, on, yirmi yıl sonraki gelişmeler “tahmin” edilmektedir. Esasında burada “tahmin” sözcüğü yapılan işin niteliğini tam olarak karşılamamaktadır. ABD Emperyalistleri ve onların yardakçısı AB Emperyalistleri dünyanın geleceğini “tahmin” etmemekte, “dizayn” etmektedirler. Zaten raporları incelediğimizde ne hikmetse “tahmin” ettikleri her şeyin bir bir gerçekleştiğini görüyoruz. Örneğin 2000 yılında yayımlanan ve 15 yıl sonraki dünya düzeninin “tahmin” edildiği “Global Trends 2015” raporunda Türkiye hakkında şu “tahmin”leri görüyoruz: “(…) Kimlik, etnik köken, ülkede dinin durumu ve sivil toplumun daha da gelişmesi üzerine yürütülen tartışmalar Türkiye’nin iç politik gündeminin ön sıralarında yer alacak. “(…) Birkaç istisna dışında bu ülkeler (Suriye, İran ve Irak - K. Y) rejim sorunlarıyla boğuşmaya devam edecekler.” (Global Trends 2015 Raporu, s. 76) Gördüğümüz gibi 2000 yılında yayımlanan bu raporda “tahmin” edilen şeyler fazlasıyla hayata geçirildi. Özellikle ABD uşağı Tayyipgiller’in iktidara gelmesiyle birlikte halklarımız hızla Ortaçağ karanlığına götürülmeye başlandı, yani “ülkede dinin durumu” üzerine tartışmalar yoğunlaştı. AB-D Emperyalistlerinin kışkırtmaları, işbirlikçi Tayyipgiller’in çanak tutması ve Amerikancı Burjuva Kürt Hareketinin de etkisiyle Türk ve Kürt Halkı arasındaki bağlar daha da zayıflatılmaya çalışıldı. Tabiî ülkemiz aynı zamanda “sivil toplum” denilen ve 2000 yılı öncesinde de var olan sivil örümcek ağlarıyla daha da yoğun biçimde donatıldı. Global Trends 2015 Raporunda; dikkatimizi çeken bir diğer nokta da İran, Irak ve özellikle de Suriye ile ilgili yapılan “tahminler”. Bu ülkelerde çeşitli rejim sorunlarının ortaya çıkacağı ifade ediliyordu. Irak, 2003 yılında başhaydut ABD’nin öncülük ettiği çokuluslu koalisyon güçleri tarafından işgal edildi, daha sonraki süreçte parçalandı ve emperyalistler tarafından tüm zenginlikleri yağmalanarak cehenneme çevrildi. Yani emperyalistler “rejim sorunu”nu “çözmüş” oldular. Gördüğümüz gibi emperyalist haydutlar Suriye ve İran’a da bir şekilde müdahale edeceklerinin sinyallerini daha 2000 yılında vermişler. Bugün ise Beşşar Esad’ın Suriye’si, AB-D Emperyalistleri ve kukla Tayyipgiller iktidarı tarafından desteklenen, silahlandırılan yarı sapık, cani “Özgür Suriye Ordusu” tarafından bölünmeye, emperyalistlerin emrine verilmeye çalışılıyor. Tüm dünyanın çok iyi bildiği gibi sırada İran ve ondan sonra da Türkiye var. Ulusal İstihbarat Konseyi’nin Kasım 2008’de yayımladığı ve 2025 yılına ilişkin “tahmin”lerin yer aldığı Global Trends 2025 Raporu’nda ise AB-D Emperyalistlerinin Türkiye’ye biçtiği roller daha da net biçimde ifade edilmektedir: “(…) Bugünün Türkiye’sinde olduğu gibi gelecekte de İslamlaştırmaya ve ekonomik gelişmeye büyük bir önem verileceğini görebiliriz.” (Global Trends 2025 Raporu, s. 14) “(…) Gelecek 15 yıl içerisinde Türkiye büyük bir olasılıkla İslami ve milliyetçi çabaların harmanlandığı bir rotaya doğru sürüklenecektir ki bu durum Ortadoğu’da hızla modernleşmekte olan ülkelere bir model rolü oynayabilir.” (agy, s. 36) Rapor, Türkiye Halklarının CIA İslamıyla Ortaçağ karanlığına adım adım götürüldüğünü çok net biçimde anlatıyor, gördüğümüz gibi. Bu “tahmin”lerinde de son derece kesin bir dil kullanıyorlar; çünkü biliyorlar ki Türkiye’de lağım deliğinden henüz süpürmedikleri bir hainler ordusu, iktidarı elinde tutmaktadır. Global Trends raporlarının en sonuncusu olan ve 2030’a dair muhtemel “tahmin”leri içeren rapor Aralık 2012’de yayımlandı. AB-D Emperyalistlerinin yıllarca yaptığı şey sanki yeniymiş gibi medyada son dakika haberleriyle duyuruldu: “ABD Hükümeti’nin çatı istihbarat örgütü Ulusal İstihbarat Ofisi’nin pazartesi sabahı Washington’da açıkladığı ‘Küresel Trendler 2030’ raporuna göre Türkiye’nin önümüzdeki yıllarda Kürdistan’ın yükselişi nedeniyle bölünme riski var. Raporun hazırlayıcılarından Mathew Burrows Hürriyet’in sorusu üzerine, ‘Bu Ortadoğu için en kötü senaryo ve gerçekleşmeyeceğinden emin olmalıyız’.” (Hürriyet internet sitesi, 12 Aralık 2012) Global Trends 2030 Raporunda öyle senaryolardan bahsediliyor ki Amerikancı basın bile bunları yadırgayarak son dakika haberi şeklinde veriyor. Bildiğimiz gibi Türkiye’nin bölünme senaryosu bugün ortaya çıkan bir şey değildir. Tarihsel süreç içerisinde Batılı Emperyalistlerin Türkiye’yi bölme amaçları yüzyıllar öncesine dayanmaktadır. Bu amacın en çok cisimleştiği tarihsel dönemeç ise Türkiye Halklarına dayatılan ve Mustafa Kemal önderliğindeki Kurtuluş Savaşı’mız sonrasında yırtılıp atılan Sevr Antlaşması’dır. Ancak bildiğimiz gibi emperyalistler bugün Yeni Sevr’i dayatmaktadırlar. Yayınlarımızda sık sık dile getirdiğimiz gibi NATO askerî kolejindeki derslerde kullanılan haritada ülkemiz üç parçaya bölünmüş biçimde gösterilmektedir. ABD Emperyalistleri 2030 yılına yönelik “tahmin”lerinde baklayı ağızlarından resmî olarak çıkarmaktadırlar. Bu raporda 2030 yılında dünyanın nasıl şekilleneceğine dair dört senaryo ortaya koymaktadırlar. ABD Emperyalistleri oturdukları yerden böyle senaryolar, “savaş simülasyonları” yapıp daha sonra onları hayata geçirmekte çok yetkindirler, bildiğimiz gibi. Bahsettiğimiz dört senaryodan üçüncüsü “Şişeden çıkan cin” başlığıyla anlatılmaktadır. ABD Emperyalistlerinin Türkiye’yi getirmek istedikleri noktayı hiçbir tereddüde yer bırakmadan anlatan şu bölümler emperyalizmin “şişe”sinden hangi “cin”in çıktığını netçe göstermektedir: “(…) Ortadoğu’da şimdi birçok ülkeden bölünerek ortaya çıkan bir Kürdistan yer almaktadır.” (agy, s. 124) “(…) Ortadoğu sınırları yeni ortaya çıkan Kürdistan’la birlikte yeniden çizilmektedir.” (agy, s. 126) “(…) Kürdistan’ın yükselişi Türkiye’nin bütünlüğüne bir darbe olacak ve Türkiye’nin komşularıyla büyük anlaşmazlıklar yaşama riskini arttıracaktır.” (agy, s.127) ABD Emperyalistlerinin şişesinden Ortadoğu’da ikinci İsrail görevi görecek bir Kürdistan cini çıkıyor, gördüğümüz gibi. Türkiye’nin bölüneceğini çok açık biçimde ifade ediyorlar. Elbette onların şişesinden çıkan Kürdistan, bizim anladığımız manada kendi kaderini tayin etmiş olan bir Kürdistan değildir. Kaldı ki biz bugün Kürt Meselesi’nde bölünmenin her iki halkın da yararına olmayacağı kanısındayız. Zaten AB-D Emperyalistlerinin temel amacı da tüm dünya ölçeğinde yaptıkları gibi ülkeleri bölmek, parçalamak, eyalet devletleri yaratarak dünyamızı bin devletli bir dünya haline getirip daha kolay sömürmektir. O bakımdan biz Türkiye’nin en önemli siyasî meselesi olan Kürt Meselesinde her iki halkın çıkarına olan çözümün, biricik devrimci çözümün, Edirne’den Çin sınırına kadar her iki halkın bütün parçalarının bir araya gelerek yaratacağı “Türk-Kürt Halk Cumhuriyeti”nden geçtiğine inanıyoruz. Bu yapılanma emperyalizmin şişesinden çıkan kukla Kürdistan cininin tam anlamıyla antitezini oluşturacak, dünya halklarının emperyalizme karşı mücadelesinde tüm mazlum halklara ilham kaynağı olacaktır. Adı geçen raporda sadece Türkiye’ye değil aynı zamanda dünyanın diğer bölgelerindeki ülkelere yönelik küstahça “tahmin”ler de yer alıyor. Ottowa Üniversitesi’nde profesörlük yapan ve ABD Emperyalizmine muhalif çalışmalarıyla bilinen Prof. Michel Chossudovsky “Ülkeleri Haritadan silmek: Çökmüş Devletleri Kim Çökertiyor” başlıklı yazısında şunları dile getiriyor: Prof. Michel Chossudovsky “‘Çökmüş Devletler’ kavramı “Washington merkezli Ulusal İstihbarat Konseyi (!IC), Küresel Eğilimler raporunda (Aralık 2012) Afrika, Asya ve Ortadoğu’da 15 ülkenin, ‘çatışma potansiyeli ve çevresel sorunlar’ nedeniyle 2030 yılı itibariyle ‘çökmüş devletler’ haline geleceğini öngörüyor. “2012 !IC raporundaki ülkeler, Afganistan, Pakistan, Bangladeş, Çad, !ijer, !ijerya, Mali, Kenya, Burundi, Etiyopya, Ruanda, Somali, Kongo Demokratik Cumhuriyeti, Malavi, Haiti, Yemen. (sayfa 39) “Temel soru şudur: Çökmüş devletleri çökerten kim? Kim onları yok ediyor? “Egemen bir devlet olarak Suriye’nin parçalanması, Lübnan, İran ve Pakistan’ı da içine alan birleşik bir bölgesel askeri ve istihbarat gündeminin parçasıdır. Ulusal İstihbarat Konseyi’nin ‘öngörü’lerine göre, Pakistan’ın çöküşü büyük ihtimalle önümüzdeki üç yıl içinde gerçekleşecektir.” (Prof. Michel Chossudovsky, agy, http://www.globalresearch.ca/, çev: Selim Sezer) Sonuç: Bugün AB-D Emperyalizmi her türlü yönteme başvurarak, bütün gücüyle ülkeleri bölmeye, dünyayı bin devletli bir dünya haline getirerek sömürüsünü kolaylaştırmaya çalışmaktadır. BOP, GOP gibi emperyalist projelerin tamamı bu amaca hizmet etmektedir. Bu kapsamda Türkiye’ye biçilen rol ise Yeni Sevr’in hayata geçirilmesidir. BOP eşbaşkanlığı yapan satılmış hain Tayyipgiller de emperyalistlerin Türkiye’deki işbirlikçileridir. CIA İslamıyla halkımızı kandırıp, emperyalistlere daha pervasız bir sömürünün yolunu açma derdindedirler. Bu durum onlar açısından eşyanın tabiatı gereğidir. Ama unutmayalım ki bir de direnen, birleşen halkların örgütlü gücü vardır. Başta Türk ve Kürt Halkı olmak üzere tüm halkların birleşik mücadelesi emperyalistleri ve yerli işbirlikçilerini dize getirecek, onları tarih sahnesinden sonsuza kadar silecektir. Halkın Kurtuluş Partisi bu kutsal görev için vardır. Sendikamız, Sivas/Şarkışla’da Bulunan SS Gürçayır Tarımsal Kalkınm Kooperatifi’nde 2. Dönem Toplu İş Sözleşmesini İmzaladı Basına ve Kamuoyuna Sendikamız, Sivas ili Şarkışla ilçesine bağlı Gürçayır Kasabası’nda Kurulu bulunan ve bölge köylerinden süt toplama ve değerlendirme işi yapan SS Gürçayır Tarımsal Kalkınma Kooperatifi’nde 7 üyemiz adına 2. Dönem Toplu İş Sözleşmesi imzaladı. Üyelerimizin tamamının oybirliği ile imzalanan toplu iş sözleşmesi ile işçilerin ücret ve sosyal haklarında artışlar gerçekleştirilmiştir. Toplu iş sözleşmesinin üyelerimize hayırlı olmasını dilerken, diğer bölgelerdeki kooperatif çalışanları için bir örnek teşkil etmesini umuyor ve onları da bir an önce toplu iş sözleşmeli olarak çalışmaları dileğimiz ile sendikamız çatısı altında örgütlenmeye ve mücadeleye çağırıyoruz. 18.03.2013 Nakliyat-İş Sendikası Yönetim Kurulu 9 Yıl: 7 • Sayı: 64 / 8 isan 2013 D 22 Mart Dünya Su Günü, suyumuzun satılığa çıktığını hatırlattı ünya Su Günü, 1993 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından ilan edilen bir gündür. İlk defa 1992’de Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı’nda öneriliyor ve böyle bir gün ilan edilmesinin gerekçesi de giderek büyüyen temiz su sorununa dikkat çekmek, içilebilir su kaynaklarını korumak ve çoğaltmak olarak açıklanıyor. Uluslararası özel ve kamu kurumlarının temsilcilerinden oluşan 300 kişinin katılımıyla 1996 yılında Dünya Su Konseyi oluşturuluyor. 1997’de de ilk Dünya Su Forumu Marsilya’da toplanıyor. Amacı da, Konsey bileşenlerinin bildirdiğine göre, dünyadaki su krizine yönelik çözümlerpolitikalar üretmek olarak açıklanıyor. Su, yerine başka madde konulamayan bir doğal kaynak. Ve tabiî ki, su hayattır. Dünya üzerindeki ilk canlı hücre suda ortaya çıktı. Ama ne yazık ki, yüzde 70’i, yani 4’te 3’ü sularla (denizler, göller, ırmaklar gibi) kaplı olan dünyamızda; ezilen, sömürülen halklar temiz suya ulaşma sıkıntısı çekiyor. Temiz suya, ya yüksek bedeller ödeyerek ulaşabiliyor ya da hiç ulaşamıyor. Evet bir su sorunu var, bizim ülkemizde ve bizim gibi geri kalmış ülkelerde. Fakat burada trajikomik bir durum söz konusu. Yüzde 70’i sularla kaplı olan dünyamızda, dünya halklarına yetecek kadar su yok mu? Su sorununun, yani dünya halklarının suya erişiminin engellenmesinin ya da zorlaştırılmasının kaynağı ne? İçinde yaşadığımız Parababaları düzeni Suyu insanlar için en doğal ihtiyaçlardan biri saymayarak, alınıp satılan bir meta haline getiren Parababaları düzeni, yoksul dünya halkları için suyu erişilemez düzeyde pahalandırır. Kontrolü altına alır. Bir yandan da kapitalizmin azgın sömürüsü sonucu doğal su kaynaklarımızı, denizlerimizi, göllerimizi, ırmaklarımızı kirletir, dünyanın dengesini bozar. Çevreye, ciddi oranda ve tehlikeli atık salan Parababaları, maliyeti düşürmek için ya hiç arıtma yap- tırmaz ya da var olan arıtma sistemleri göstermelik, denetçileri savmak için yapılır. Ama çalıştırılmaz. Çevreyle ilgili var olan anlaşmalara rağmen küresel ısınmaya kadar varan kirlilik yaratılır. Bu kirliliğin baş mimarları da Birleşmiş Milletler’deki ve Dünya Su Konseyi’ndeki emperyalist ülkeler, yerli-yabancı Finans-Kapitalistler ve bunların temsilcileridir. Bu temsilcilerin amacı, bir yandan dünya halklarına şirin görünmek, bir yandan da su sorununu çözüyoruz maskesi altında dünya halklarına ait olan su kaynaklarının Parababalarına peşkeş çekilmesini sağlamaktır; böylece dünyadaki su kaynaklarını yönetmek, kârlarına kâr katmaktır. Her üç yılda bir toplanan Dünya Su Forumu’nun 5’incisi 2009’da İstanbul’da yapıldı. Forum sonunda yayımlanan sonuç bildirgesinde, elde edilecek gelirlerin, Konsey’in çalışmaları için aktarılması öneriliyor. Suyun yönetimi ve ticarileştirilmesi konusunda üstü kapalı öneriler oluyor. 2012 yılı başında İstanbul’da toplanan Forum’da katı atıkların dönüştürülerek yok edilmesi amacıyla kurulan Katı Atık Bertaraf Tesislerinin yıllık maliyetinin su faturalarına yansıtılmasına karar verildi. Yine 2012 yılında farklı illerde suya yüzde 25’e varan oranlarda zam yapıldı. Bilim insanlarının tüm itirazlarına rağmen yapılan ve yapılmaya çalışılan termik santraller yüzünden de deniz suyumuzun yapısı değişmekte, kirlenmekte ve biyolojik çeşitliliği tehlike altına girmektedir. Biyolojik çeşitliliğin tehlike altına girmesi, gıda güvenliğinin tehdidi, sağlıklı yaşamın risk altına girmesi ve sonuçta kıtlık, açlık, felaketler demektir. Yaşamın olmazsa olmazı olan su, iklim değişiklikleriyle kentler ya da kırsal yaşam alanlarında doğal afetlerle insan yaşamını tehdit eden bir kaynağa dönüşüverir. Tayyipgiller’in son yıllarda enerji ve madencilik alanında yaptıkları yasal değişikliklerle yeraltı ve yerüstü kaynaklarının kirlenmesi de hızlanmıştır. Tayyipgiller, 2B yasasıyla ülkemizin her köşesini rant alanına çevirmişlerdir. Yasa çıkmazdan Tayyipgiller şimdi de TMMOB’u “ehlileştirmek” istiyor S on günlerde TMMOB ve bağlı odaların “TMMOB yasası değişiyor” başlığıyla gündeme taşıdıkları ve buna karşı çeşitli eylem ve etkinlikler düzenledikleri yasa tasarısı “Yapı Denetimi Hakkında Kanun Tasarısı Taslağı” adını taşıyor. İlginçtir, taslağın adıyla içeriği birbirine uymuyor. Taslak, adı itibarıyla Yapı Denetimi Hakkındaki Kanun Tasarısı olması gerekirken, içeriğindeki 68 madde ile 11 adet kanunda değişiklik öngören Tayyipgiller’in yeni bir “torba yasa” taslağı çıkarılarak yapılaşmaya açılmakta ve talan edilmektedir. Tayyipgiller bunu yaparken bilim, teknik, hukuk tanımamaktadır. Yani bu torba taslak sayesinde Tayyipgiller’in yağmalayamayacağı tek bir karış toprağımız, bir damla suyumuz kalmayacak. Bunun önünde engel olarak gördükleri kurumlardan biri olan TMMOB’yi de taslaktaki değişikliklerle ehlileştirmek, ilgili bakanlıkların güdümünde-kontrolünde bir büroya dönüştürmek istiyor Tayyipgiller. niteliğinde. Taslağın sadece 15 maddesi “Yapı Denetimi Hakkında Kanun” ile ilgili. Taslak incelendiğinde, 18 maddesinin 3194 Sayılı İmar Kanununda değişiklik, 6 maddesinin 634 Sayılı Kat Mülkiyeti Kanununda değişiklik içerdiği görülüyor. Ayrıca, 6 maddesi Kıyı Kanununda değişiklik, 3 maddesi Belediye Gelirleri Kanunu, İskan Kanunu, Mera Kanununda değişiklik, 3 maddesi 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanununda değişikliği içeriyor. 9 maddesinin de 6235 Sayılı Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Kanunu’nda değişiklik yaptığını görüyoruz. Taslağın 5 maddesi de 644 sayılı Çevre ve Şehircilik Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamede değişiklik yapıyor. Yasa tasarısı bu haliyle, yapılı ve doğal çevreyi, kıyıları, sit alanlarını Tayyipgiller’in yağma ve talanına açıyor. Böylece, kalan son doğal alanlar, kıyı alanları, meralar, tarım alanları da koruma kapsamından 12 Kasım 2012’de TBMM’de kabulünden sonra basının ve Odaların gündemine giren bu taslağın, kendinden önce çıkarılan Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerin devamı niteliğinde ve Tayyipgiller’in ülkemizdeki vurgun sürecini tamamlayan son nokta olduğu açıkça görülüyor. 03 Mayıs 2011 tarihinde, 27.923 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 6223 sayılı “Kamu Hizmetlerinin Düzenli, Etkin ve Verimli Bir Şekilde Yürütülmesini Sağlamak Üzere Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Teşkilat, Görev ve Yetkileri ile Kamu Görevlilerine İlişkin Konularda Yetki Kanunu” ve bu yetki kanununa dayanılarak çıkartılan 11 adet Kanun Hükmünde Kararname (KHK) yürürlüğe girdi. Bunu takiben 08 Haziran 2011 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 11 adet Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile bakanlıkların görev yetki ve teşkilatlanması tanımlandı. O tarihten bugüne, KHK’lerin peşi sıra ardı ardına Meclisten geçirilerek yasalaştırılan “Afet Riski Altındaki Alan- önce, orman arazileri 2B kapsamına girsin diye orman vasfından çıkarılmış, tarım arazilerinden ormanlara, tatlı su kaynaklarının havzalarına kadar Tayyipgiller ve şürekâsının yağma ve talanına açılmıştır, ne yazık ki. Su kaynakları azaldıkça ya da kirlendikçe halkımızın temiz suya ulaşma maliyeti yükselecektir. 2012’nin Ekim ayında Tayyipgiller tarafından hazırlanan Su Kanun Tasarısı sözde suyun-su kaynaklarının nasıl korunacağının çerçevesini çizen bir kanun olacaktı. Fakat Kanun incelendiğinde, asıl olarak suyun nasıl satılacağını anlatmaktadır. Tasarının İzleme, Denetim, Bilgi Verme ve Bildirim başlıklı 10’uncu Maddesi “(1) Su kaynaklarının ve doğal mineralli suların kullanım maksadına, çevre ve insan sağlığına uygun olarak yönetimi açısından deşarjlarda ve alıcı ortamda izleme ve denetim faaliyetleri, bakanlık tarafından yapılır veya yaptırılır” ifadesiyle yine özel şirketlere denetim yetkisi veriliyor. Yani sularımızın yönetimi ve denetimi özelleştiriliyor bu Tasarıyla. Ücretlendirme başlığı altındaki Madde 22 “(7) Su kütlelerine, deşarj standartlarına uygun olarak arıtılmış atık su deşarj ederek kirlilik yükü ilave edenlerden kirlilik yükü oranında ilgili idarelerce ücret alınır. Kirletme ücretleri ile ilgili usul ve esaslar bakanlıkça çıkarılacak yönetmelik ile düzenlenir” denerek, Bu kanun tasarısıyla, tam da Dünya Su Forumu’nun bakan düzeyinde temsilcilerle gelen ülkelere önerdiği gibi, suyun ticarileştirilmesinin, alınır-satılır bir meta haline getirilmesinin önü açılmaktadır. Halkın ortak malı olan-olması gereken suya halkın erişimi engellenmek istenmektedir. Tasarıda, Su Kaynaklarının Korunması “Madde 9 “(13) (…) ve beklenmeyen hallerde su kaynağının korunması için gerekli olan her türlü müdahale gecikmeksizin yetkili idare tarafından yapılır veya yaptırılır” denerek, su kaynaklarımızın yönetiminin özel şirketlere devrinin önü açılıyor ve bu şirketlere müdahale yetkisi veriliyor. su kaynaklarımızın kirletilmesinin önüne geçmek yerine, herkes ne kadar kirletirse o kadar para verir mantığıyla, parasını verenin kullanabileceği bir hakka dönüştürülüyor sularımızın kirletilmesi. Su politikalarını yönetmek üzere tam yetkiyle donatılmış “Su Yönetimi Yüksek Kurulu” kuruluyor ve Madde 11’de Kurul’un görev ve sorumlulukları tanımlanıyor. Kurulun aldığı kararlara itiraz hakkı vb. konusuna hiç yer verilmemiş. Bu bir anlamda kurul kararlarına karşı hukuk yolunun kapatılması demek oluyor. Yine tasarının Genel Hükümler Madde 3 (2)’de geçen “Su kaynakları, arazinin ların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun”, 2B kanunu olarak bilinen “Orman Köylülerinin Kalkındırılmalarının Desteklenmesi ve Hazine Adına Orman Sınırları Dışına Çıkarılan Yerlerin Değerlendirilmesi İle Hazineye Ait Tarım Arazilerinin Satışı Hakkında Kanun”, “Tapu Kanunu ve Kadastro Kanununda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun”, “Büyükşehir Belediye Kanunu ve Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” vb. ile “Kentsel Dönüşüm” adı altında tüm doğal, tarihi ve kültürel alanlarımız rant aracına dönüştürülerek yerli yabancı Parababalarının yağma-talan ve vurgununa açıldı. Bu yasa ve KHK’ler çıkarılırken, bunlara muhalefet eden kurumlar, kişiler, bilim insanları da Tayyipgiller’in hedef tahtasına oturdu. Doğal, tarihî ve kültürel miraslarımızın talan edilmesine karşı bilimsel görüşlerini sunan, karşı çıkan TMMOB’nin kamu kurumu niteliğinde özerk meslek örgütleri olması Tayyipgiller’in kanına dokundu. TMMOB’nin bu özerk yapısını bozmak amacıyla torbaya birkaç madde atıvermişler. Adı geçen torba yasa tasarısı gerçekten geniş, yukarıda genel çerçevesinden bahsettiğimiz birçok madde içeriyor. Örneğin yasa taslağında, yatırımcının önündeki engelleri kaldırmak bahanesiyle yapı denetiminin, kurulacak olan “Teknik Müşavirlik Kuruluşları”na devri öngörülmektedir. Böylece 1999 depreminde onbinlerce insanımızın göz göre göre hayatını kaybetmesine sebep olan denetimsiz yapılar, özel şirketlerin, özel sermayenin insafına bırakılmaktadır. Yapı denetimi, sermayenin keyfiyetine ve parayı veren yapı denetiminden geçer anlayışına göre yapılınca yeni bir deprem felaketinde kayıplarımız ne yazık ki hiç de az olmayacaktır. Bu maddeleri incelemek ayrı bir yazı konusu olduğu için burada ağırlıklı olarak 6235 Sayılı Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Kanun değişikliğinden bahsetmek istiyoruz. Yasa tasarısının 28’inci maddesinde yer alan değişiklik ile “İl sınırı içinde etüt ve projeleri düzenleyecek mimar veya mühendislerin olmaması halinde bu hizmetler görev, yetki ve sorumlulukları 38. maddede belirtilen meslek mensuplarına yaptırılabilir.” Mimarlar ve mühendislerin işsiz kalmalarının önü açılmıştır. Çok daha düşük ücretlerle aynı işlerin başka meslek mensuplarına yaptırılması sağlanacaktır. Taslağın 53-61’inci maddeleri, yani 9 maddesi 6335 sayılı TMMOB yasası değişikliğinden bahsediyor. Taslak; mühendis ve mimar odaları uluslararası meslek örgütlerine üye olurken bakanlıktan izin alırlar, diyerek Odaların özerk yapısını ortadan kaldırmayı hedefliyor. Taslakta, İl Odalarının kurulması tanımlanmakta, nerede, kaç üyeyle İl Odası kurulabileceği gibi durumlar Oda genel merkezlerinin insiyatifinden çıkarılarak tanımlanmaktadır. İl Odalarına bağımsız davranma yetkisi tanınarak (bakanlıklarla doğrudan yazışmak, kurulduktan sonra, kuruluşunu Oda ve Birlik merkezine bildirmek gibi) Odalardaki bütüncül ve demokratik merkeziyetçi yapı ortadan kaldırılmak istenmektedir. Aynı zamanda Tayyipgiller’in güdümüne girmiş İl Odaları yaratılmaya çalışılmaktadır. Taslakta, kendilerine yasal zorunluluk getirilmeyen konularda odaların üyelerine zorunluluk getiremeyeceği, getirmiş olsa dâhi buna uymayan üyeler hakkında işlem yapamayacağı, karar alınamayacağı belirtilmektedir. Özetle Odaların üyelerine yönelik kurallar koyması sınırlandırılmaktadır. Bu hüküm açıkça Anayasaya aykırıdır. Meslekî davranış kuralları yönetmeliğine aykırı olarak, bir meslektaşının fikrini çalarak kendine çıkar sağlayan başka bir meslektaşa yönelik düzenleme yapma yetkisi, odanın elinden alınmaya çalışılmaktadır. TMMOB Kanununun Oda gelirleri ile ilgili 32. Maddesine getirilen eklemelerle; kuracakları iktisadi işletmeler aracılığıyla Odaların kamu kurumları, üniversiteler, yerel yönetim, uluslararası kuruluşlar ve özel hukuk tüzel kişileri ile ortak proje yapmasının yolu açılmaktadır. Yani Tayyipgiller mimar ve mühendislerin hakkını arayan, buna yönelik çalışmalar yapan Odaları, kâr amacı güden ticari işletmelere çevirerek kendi vurgununa ortak etmek istemektedir. Bir başka değişiklikle de kamuda çalışan üyelere aidat muafiyeti getirilmektedir. Ancak bu üyeler de dâhil, aidat ödemeyenler oy kullanamayacak, seçimlere katılamayacak, delege, temsilci, aday olamayacaktır. Aidat ödemeyenlerin seçimlere katılmasını engelleyen bu madde seçme seçilme hakkının kısıtlanması, kamuda çalışan üyelerin aidat ödeme zorunluluklarının kal- bütünleyici parçası değildir. Bir taşınmaza malik ve/veya zilyed olmak, taşınmazın altında, üstünde veya civarındaki su kaynakları üzerinde ayni bir hak tesis etmez. Ancak, su kaynaklarının bulunduğu arazinin malik veya zilyedinin, su kaynakları üzerinde; bu taşınmaz için ihtiyacı kadar sudan öncelikle faydalanma hakkı vardır” ifadesi sadece arazi sahibine, ihtiyacı kadar su kullanım hakkı tanıyor. Fakat özellikle kırsal kesimde bir kişinin bahçesinden çıkan sudan komşuları, eşi, dostu da yararlanır. Tasarı, suyun çıktığı arazinin sahibi olduğun için sen ihtiyacın kadar kullanacaksın, suya ihtiyacı olan diğer kişilere suyu ben satarım, daha doğrusu tüm özelleştirmelerde olduğu gibi Parababalarına peşkeş çekerim, diyor. Tayyipgiller, şimdilik Su Kanunu’nu çıkaramadı. Ama emperyalist ağababalarının Dünya Su Forum’larında aldığı kararları hayata geçirmek için, suyu alınıp satılan bir metaya-mala dönüştürmek için, halkın suya erişimini engellemek, su kaynaklarımızı paraya dönüştürüp küplerini doldurmak için bir kanun değişikliği yapıverdi. Onlarda kanun çıkarma konusunda el çabukluğu marifeti vardır. İşte Dünya Su Günü’nün çağrıştırdıkları… Halkın olan su kaynaklarının yerli-yabancı Parababalarının yönetiminde-denetiminde ticarileştirilmesi. Halkın sağlıklı, temiz ve ucuz bir şekilde içme ve kullanma suyuna sahip olması en doğal insan hakkıdır. İçinde yaşadığımız Parababaları düzeninde, ne yazık ki bu hak da tüm diğer insanî haklarımız gibi çiğnenmektedir. Ve aynı Parababaları bir yandan su kaynaklarımızı yağmalamak, kâr aracına dönüştürmek isterken, diğer yandan su kaynaklarını kirletmekte, tahrip etmekte, yok etmekte hiçbir beis görmezler. Onlarda insan sevgisi olmadığı gibi, doğa sevgisi de, yurt sevgisi de yoktur. Bugün onların hayallerini iktidarda olan ortakları Tayyipgiller layıkıyla gerçekleştiriyor. Ama elbet devran dönecek, bizim doğaya saygı duyan, onu dinleyen, halkın suyunu-su kaynaklarını kirletmeyen ve halka ihtiyacı kadar temiz ve ucuz suyu sağlayan bir ülke-bir dünya hayalimiz-projemiz de gerçek olacak. dırılmış olması ise eşitlik ilkesine aykırı olduğundan anayasaya aykırılık teşkil etmektedir. Yönetmeliklerin Bakanlık “uygun görüşü” alınarak yayımlanmasına yönelik düzenlemeler Odaların özerk-bağımsız yapısını ortadan kaldıracaktır. Halktan yana tavır alan, Tayyipgiller’in zulmüne karşı duran ve bu tavrı yönetmeliklerinde açıkça ifade eden Odalar, Tayyipgiller engeline takılacaktır. Dünyanın tek halktan ve meslektaşından yana tavır alan meslek örgütü olan TMMOB’den Tayyipgiller meslek odaları yaratacaklardır. Taslağın 59’uncu maddesi, 6235 sayılı TMMOB kanunun 33’üncü maddesine aşağıdaki madde eklenir, der. Eklenen maddenin son bölümü şöyle: “Odalar üyelerine dair her türlü kayıtlarını, üyelerinin mesleki faaliyetlerine ve cezalarına dair bilgileri elektronik ortamda tutmak ve ilgili kamu kurum ve kuruluşlarının paylaşımına açmak zorundadır.” Bu da Tayyipgiller’in mimar ve mühendisleri fişlemek için kullanacağı bir yöntem olacak gibi görünüyor. 6235 sayılı yasada yapılan değişikliklere baktığımızda görüyoruz ki, Tayyipgiller, TMMOB’yi demokratik merkeziyetçi yapıdan uzaklaştırmak, küçük İl Odalarına bölerek buralarda kendi hâkimiyetinde-güdümünde odalar yaratmak istiyor. Oda yönetmeliklerini belirleyerek, TMMOB’yi bugünkü amacından, mesleğinin, meslektaşlarının sorunlarına sahip çıkma, ülkesinin ulusal değerlerini koruma ve halkın çıkarından yana olma amacından arındırmak istiyor. TMMOB’u “ehlileştirmek” istiyor. Böylece ülkemizin her karış toprağını yerli yabancı Parababalarının vurgununa açan yasa ve kanun hükmünde kararnamelerin (KHK) uygulanmasının önünde bir engel kalmasın istiyor. TMMOB ve bağlı odaların kâr amacı güden işletmeler kurabileceği maddesini ekleyerek, TMMOB’yi de kendi vurgunyağma-talan düzenine ortak etmek istiyor Tayyipgiller. Tayyipgiller’in Anayasaya aykırı olduğu halde birbiri ardına çıkardığı halk düşmanı, ulusal değerlerimize düşman bu yasa ve KHK’lerden ve bunların yaratıcısı, halkımızın sırtında bir kambur olan Tayyipgiller’den kurtulmanın tek yolu halkımızı ve İşçi Sınıfımızı örgütleyip Demokratik Halk Devrimi’ni gerçekleştirmekten geçiyor. 10 Yıl: 7 • Sayı: 64 / 8 isan 2013 Her gün 8 Mart her gün mücadele! Kurtuluş Partili Kadınlar, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınları Günü’nü Türkiye’nin dört bir yanında kutladı. 1857’de katledilen 129 kadın dokuma işçisini andı. İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de, Konya’da, Bursa’da, Gaziantep’te, yoğun katılımlı kitlesel eylemler ve konferanslar gerçekleştirdi. Tayyipgiller’in gerici politikalarının açık hedefi olan kadınlarımızın mücadele bayrağını dalgalandırdı.Kurtuluş Partili Kadınlar, emekçi kadınlarımızı hep beraber ABD-D Emperyalistleri ve Yerli İşbirlikçileri Cephesine karşı antiemperyalist, antifeodal ve antişovenist mücadeleye çağırdı. İstanbul’da yapılan salon toplantısında emekçi kadınların sesi yükseldi:Yurtiçi Kargo Direnişçisi Kadriye Abla ve LC Waikiki/Meha Direnişçi Songül’ün konuşmalarını sunuyoruz: Yurtiçi Kargo Direnişçisi Kadriye Abla: “Önce anneydim. Üç çocuk büyüttüm. Şu anda biz Kadıköy Şubesi önünde direnişteyiz. Benden sonra gelen gençler sendikalı çalışacak, her haklarını alacaklar. Ben de manevi olarak gurur duyacağım, huzurlu yaşayacağım.” K urtuluş Partili Kadınlara çok teşekkür ediyorum, bana bu fırsatı tanıdıkları için. Bu yaşıma kadar ne yaptım? Önce anneydim. Üç çocuk büyüttüm. Ev hanımıydım. Herkesin başında olduğu gibi benim de başımdaydı. Yoklukla geçti hayatım. Ancak çocuklarımı doyurmak, üst baş almak (türlü türlü almak değil ama), okul harçlığını vermek… Bazen harçlık bile veremiyordum. Sadece yol parası vermek, ekmek arası peynir koymak… Çocuklarım eziliyordu. Ama aile içinde mutluydum. Zengin okullarda okudu. (Semt olarak zengin okuldu.) Ama benim çocuklarım ekmek arası peynirle, zeytinle gitti. Sadece yol parasıyla yollayabildim. Çok eziklik duyuyordum, ama yapacak hiçbir şey yoktu. Eşimin işleri ancaydı, az kazanıyordu. Eşim süper, çok iyi bir insan. Bu yaşıma kadar; kırk yıllık evliyiz, kırk yıllık evliliğimizde ne hakaret duydum, dayağı artık hiç saymıyorum, kesinlikle öyle bir şey yoktu. Ne hakaret duydum, ne dayak yedim. Eşimle çok mutluyum, çok memnunum, çok teşekkür ediyorum kendisine. Dayak yiyen, ezilen insanlara da çok üzülüyorum. Nasıl böyle bir şey olur? diye. Aklım er- miyor açıkçası böyle bir şeye. Şimdi çalışma hayatına gelelim: Üç tane çocukla çalışamıyordum tabiî. Küçük kızım ilkokulu bitirdikten sonra karar verdim: kendi ekmeğimi kendim kazanacağım. Çocuklarımı biraz daha iyi şartlarda büyütmek istiyorum. Tek amacım o. Eşim karşı çıktı ama bir şekilde onu yıktım. İşe başladım. On iki sene çalıştım. Tabiî bu arada ekonomik özgürlüğümü aldım. Eşimden şiddet görmedim, kötü söz duymadım, ama maddi yönden eziklik hissediyordum. Eşimden yardım almak, para almak… Bunlar insanı ezik duruma düşürüyor. Ne zaman işe başladım, kendi ekonomik özgürlüğüm oldu, hem çocuklarım daha iyi şartlarda yaşadı, hem eşim çok memnun oldu. Çünkü nedir? Eşime muhtaç değiliz. İkimizin beraber kazandığı, çok güzel bir şekilde ailemizi geçindirmemize sebep oldu. Çocuklarım da mutlu oldu, eşim de. Şimdi Direnişimize gelelim: On iki senedir Yurtiçi Kargo’da çalışıyorum. Çalışma şartları çok ağır. Nedir? Sabah sekiz buçuk, akşam on buçuk, on bir, on iki… O günkü işin bitimine bağlı. O günkü alınan kargolar, gelen kargolar dağıtılmadan şubenizi kapatamıyorsunuz. O işin bitmesi gerekiyor. Ama akşam yemeği yok, yol parası yok. Sadece öğle yemeği, bir de sadece düz maaş. Mesai de yok bunun içinde. İnsanlar 14-15 saat çalışıyor, eziliyor ertesi gün de tam vaktinde işe gelmek zorunda. Gelmedikleri zaman mesela yarım saat aksasın gelmeleri, ya tutanak tutuluyor, ya surat asılıyor. Hiç anlayış yok. Sen bu kadar saat çalışıyorsun, nasıl kalkıp geliyorsun, diye bir anlayış yok. Ben orada sekiz saat çalışıyordum. Çaycıydım, temizlikçiydim. Sabah yedide gidiyorum, dört buçukta çıkıyordum. Benim için normal bir düzendi. Ama yanımda çalışan onca insan; onlar benim evladım, biraz büyük olanlar kardeşim. Onların bu kadar yorulmasına, ezilmesine gerçekten çok üzülüyordum. Elimden gelen her şeyi; çaylarını, yemeklerini, her hizmetlerini zamanında yapmaya çalışıyordum ama iş onları çok eziyordu. On iki sene böyle devam etti. Benim bir senem var emeklime. Bu, benden sonra nasıl olacak, yine aynı düzen sürecek, kafam hep burada olacak, diye düşünüyordum. Bir de duydum ki DİSK Sendikası, Erdal Başkan’ım gelmiş. Dediler ki; sendikalaşma var, DİSK bize geliyor, o kadar mutlu oldum, o kadar mutlu oldum ki tarif edemem size… Diyorum, kendim için hiçbir şey yok burada benim. Ama bu Yurtiçi Kargo devam ettiği sürece işçiler ezilmeye devam edecek. Yemin ederim; yanımdaki arkadaşların ne çocuğunun hastalığından haberi var, ne çocuğu büyürken gülmesini, ağlamasını, oyun oynamasını, hiç bir şeyden haberleri yok. Eşi hasta oluyor, doktora götüremiyor. Anası babası hasta oluyor, doktora götüremiyor. İzin alma şansı yok. Bunlar çok ezici, gerçekten insanları çok yıpratıcı bir olaydı. Ben de üye olacağım, dedim. Arkadaşlarım üye olmuştu. Bana bazıları dediler ki, senin bir senen kalmış, ne gerek var ki sendikalı olmaya, işini riske atmaya, dediler. Ama iş öyle değil işte. Sadece benle olmuyor. Benden sonraki insanların rahat etmesi, teşekkür etmeleri gurur verici, onur verici benim için. (Alkışlar… Slogan… Yurtiçi Kargo’ya Sendika Girecek Başka Yolu Yok…) O gün gittim, Erdal Başkan’ım gelmişti üye yapmak için. O gün üye oldum. Tabiî ki biz gurur duyuyoruz sendikaya üye olduk, diye. Saklama gereği duymadık. Yemek yerken konuşuyoruz. Çok mutluyuz sendika gelecek… Ama gizlememiz gerektiğini sonradan fark ettik. Biz sendikaya üye olduk, bir hafta sonra bölgemizden yetkililer geldi, şubeyi küçültüyoruz, şube iş yapmıyor, dediler. Biz de zannediyoruz ki, bizleri başka şubelere dağıtacaklar. Asıl amaçları bizleri işten çıkarmakmış. Ama o kadar sinsice yaklaştılar ki, hiçbirimiz fark etmedik işten çıkarılacağımızı. O gün birer birer, tek aktarmada, tek kişiyle Samandıra’da Bölge Müdürlüğü’ne götürüp hepimize imza attırdılar. İşten çıkarılan arkadaşlar da ömrünü Yurtiçi Kargo’ya vermiş arkadaşlar. Yirmi bir senelik, on dokuz senelik, on yedi, ben on iki seneliğim. Bu kadar emeği geçmiş, Yurtiçi Kargo’yu Yurtiçi Kargo yapan insanları gözünün yaşına bakmadan işten çıkardılar. Böyle bir sistem… Bu sistemin devam etmemesi gerektiğini düşünerek bu eyleme katıldım. İmzamızı attık, çıktık. Şimdi on iki sene şubenin içindeydim. Şu anda 49 gündür şubenin dışındayım. Bırakmıyorum. Eylemimiz devam edecek. Ali Başkanımız, Erdal Başkanımız, Hakan Başkanımız hepsi yanımızdalar. Onların desteğiyle. Onlar geri çekilse zaten olmaz. Ben DİSK’i duyduğum an, bu işe meyillendim. Çünkü ailemden, kökenimden gelen bir olay var benim bu sendikayla ilgili. Başkanlarımız yanımızda olduğu sürece biz bu yola devam edeceğiz. Ses getirmesi için Geo Post Fransız şirketi postanesi, daha doğrusu %25’i Yurtiçi Kargo’yla çalışıyor. İki tane de üyeleri var Yurtiçi Kargo’nun bünyesinde. Biz o yüzden Fransız Başkonsolosluğu’na gittik, eylem yaptık. Dile getirmeye çalıştık. Ama hiçbir ses getirmedi. İkinci seferde sağ olsun Erdal Başkanın cesurca davranışıyla çatıya çıkıldı, sloganlar attık, bir şeyler yaptık. Bu bayağı bir ses getirdi. Sağ olsun Ali Başkanımız, Avukatımız, Erdal Başkan, Hakan Başkanımız hepsi oradaydı. Onlardan güç alıyorduk. Yoksa tek başımıza yapabileceğimiz bir şey değildi bu. Bizim yanımızda Çayırova’dan arkadaşlar var, Haramidere’den var. Öbür şubelerimizden, Suadiye Şubesi, Moda Şubesi. Biz öyle zamanlarda hep beraber oluyoruz. Yoksa herkes kendi şubesi önünde direnişi devam ettiriyor. Şu anda biz Kadıköy Şubesi önünde direnişteyiz. Yolunuz düşerse buyurun gelin misafir ederiz sizi. Bekleriz. Direnişimiz devam ediyor. Sendikacılarımıza teşekkür ederiz. Halkın Kurtuluş Partisi’ne teşekkür ederiz. Bizim her zaman yanımızdalar. Çok teşekkür ediyoruz. Çok sağolun bize destek verdiğiniz için. İnşallah kazanacağız. Benden sonra gelen gençler sendikalı çalışacak, her haklarını alacaklar. Bende manevi olarak gurur duyacağım, huzurlu yaşayacağım. Çok teşekkür ediyorum. LC Waikiki/Meha Direnişçisi Songül: “Hiç utanmıyorum. Gurur duyuyorum. Emekçi Kadınım ben!” D Herkese Merhaba; ünya Emekçi Kadınlar Gününüzü kutlarım. Ben Meha Direnişindenim. Çok da heyecanlıyım. İzledim çok üzüldüm, çok ağladım.(Sinevizyon görüntüleri. KY) O duyguyu yaşamak çok başka bir şey. İçinde olan arkadaşlarımız bunu daha iyi yansıtıp hissedecek. (Alkışlar… Slogan: İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek…) 4 Mart günüydü. Patronumuz tarafından emeklerimiz, her şeyimiz hiçe sayılarak sokağa atıldık. O gün aynı gün bizim sesimizi duyan; Allah razı olsun diyorum, teşekkür ediyorum kendilerine. Bizi duyan haberci arkadaşlarımız geliyor firmamızın önüne. Benim konuştuğum konuşmaları kaydediyor ve benden bu röportajı yayınlamak için izin istiyor. Ben de kabul ettim. Daha sonra boy boy resimlerimi koyup, gazeteye sayfa sayfa manşet yapıp, ertesi günü getirdiğinde arkadaşlarım tarafından çok feci şekilde sözlü tacize uğradım. Eşin seni boşayacak, eşin seni eve almayacak. Zaten patronum tarafından ezildik, kötü durum yaşıyordum. Kabul edemiyordum. Bir de yanımda bulunan arkadaşlarımdan böyle bir şey duymak beni daha da üzdü. O sayfa sayfa resimlerimi de, sözlerimi de alarak eve gittim. Eşime dedim ki; bak ben böyle bir şey yaptım, Sesimi herkese duyuracağım. O gün karar kıldım. Herkese anlatacağım, vazgeçmeyeceğim. Böyle bir direnişe o gün kalkıştım. Arkadaşlarıma da dedim ki eğer eşim beni bu yüzden boşayacaksa zaten beni eşim hak etmemiştir. (Alkışlar…) Eve gittiğimde eşim sayfa sayfa sözlerimi okuduğunda; vay be benim eşim neler anlatmış böyle… Hiçbir şekilde kötü bir şeyle karşılaşmadım. Sonra eşime farklı farklı etraftan şeyler anlatıldığı için biraz tepki görmeye başladım. Sonra kendi ailemden, sonra kendini bilmeden, ne durumda olduğumuzu bilmeden yorumlar duydum etrafımda. Evime gelip özellikle sen ne yapıyorsun? Ne ediyorsun? Bu şekilde sözler duydum. Hepsine kapıyı açtım, çıkın gidin evimden! dedim. Ben çalışırken, ekmeğimin, emeğimin arkasında dururken sen ne yapıyorsun demiyorsunuz da hakkımı ararken mi diyorsunuz? Herkes çıksın, terk etsin evimi! dedim. Eşime dedim, benim yanımda olursan ol! Olmazsan sende gidersin! (Alkışlar…) Benim annem, çok çalışkan, çok yürekli, çok azimli bir kadın. Oradan gelen bir şey olsa gerek; korkmuyordum. Bir güç vardı içimde. Sağ olsun, Allah razı olsun Halkın Kurtuluş Partisinden Pınar Hanım olsun, Ali Rıza Başkan olsun. O bizim babamız oldu. Gerçekten baba gibi baba oldu. Başkan gibi başkan oldu. Bize çok güzel yol gösterdi. Çok şükür o güne. Bu sürecin ne kadar gideceğini bilmiyorduk. 60 gün içinde sonuç aldık. Ve mutlu bir şekilde herkes istediği emele ulaştı. Hukuken olsun, başka yoldan olsun. Yağmur mu yemedik, kar mı yemedik… Üç tane çadırımız vardı. Odunlarla yemeklerimizi yaptık. İnanın buna. Bende hala o cd’ler duruyor, resimler duruyor. Hepsini izlerim, bakarım. Küçük kızımı yanımda götürdüm. Yani unutamıyorsunuz, silemiyorsunuz. erede bir direniş duyulduğunda hemen gitmek istiyorum, destek olmak istiyorum. O çok farklı bir duygu. O güç çok farklı bir güç. İnşallah diyorum Yurtiçi Kargo da başaracak. Sakın umutlarınızı kesmeyin. Belki sizlere nasip olmayacak ama sonraki nesiller Kadriye Ablamızın dediği gibi inşallah başaracaklar. Kendilerini ziyaret etmek istiyorum. Emin olsunlar ben gittiğim her yere bunu anlatacağım. Kendilerini duyuracağım. Çevremdeki kişilere anlatacağım. (Alkışlar… Slogan: Zafer Direnen Emekçinin Olacak…) Bence de zafer işçilerin olacak. Yurtiçi Kargo direnişçilerine başarılar diliyorum. Sonuna kadar devam etmelerini diliyorum. Bu mikrofonu benden almazsanız benim anlatacaklarım bitmez. Gerçekten o duygu çok farklı. İnsan bir başlayınca bitiremiyor. 60 gün kısa ama… Her beş da- kikasında ben neler yaşadım. Bir an gözümün önünden gitmiyor. Kavganın içinde oldum, konuşmaların içinde oldum, yürüyüşlerin içinde oldum. 1 Mayıs’a gittim mücadele ettim. Çünkü bir şeye bir yerden değil birçok yerden başlayabiliriz. Benim günüm 4 Mart’ta başladı. Direniş günüm. 8 Mart günümü Emekçi Kadınlar Günümü direniş yaparak, yollarda yürüyerek, eylem yaparak geçirdim. Hiç utanmıyorum. Gurur duyuyorum. Emekçi Kadınım ben. Ben emeği geçenlere, emeği, yüreği için hepsine teşekkür ediyorum arkadaşlarıma. Allah razı olsun diyorum. Herkese nasip etsin böyle güzel dostlar. Hepinize teşekkür ediyorum. 11 Yıl: 7 • Sayı: 64 / 8 isan 2013 Hugo Chavez Frias Yüreğindeki Kıvılcım Venezuela Halkının uyutulan onurunu tutuşturdu O Kıvılcım ateş olup dünya halklarına ışık oldu, yol gösterdi O Kıvılcımın yarattığı ateş yangın olup insan soyunun en büyük düşmanı emperyalist haydutları yakacak, yok edecek D ünya Halkları yasta bugün. İnsanlık bugün, kendini insanlığın kurtuluşuna adamış, büyük devrimcilerinden birini bedence kaybetmenin hüznünü yaşıyor. Bu büyük devrimcinin karanlıkları yakan yüreğindeki kıvılcım, Dünya Halklarının emperyalistlere ve yerli işbirlikçilere karşı mücadelesinde ateş olup yakıyordu insanlık düşmanlarını. Dünya Halkları için Chavez Yoldaş heyecandı, umuttu, onurdu, direnmekti, mücadeleydi, yiğitlikti, cesaretti. İnsanlığın bayır aşağı gidişini durduran, Latin Amerika’dan Dünya Halklarına sol rüzgarları estiren, bir güneşti Chavez Yoldaş, ısıtan ve ışıtan. Emperyalistler tarafından yok edilmeye, içi boşaltılmaya çalışılan devrimci değerlerin militan savunucusuydu Latin Amerika Halklarının Yiğit Evladı Chavez Yoldaş. O, Dünya Halklarına, insanlığın tek bir sosyalist aile olma mücadelesinin bitmediğini, bitmeyeceğini, o yüce ideal gerçekleşinceye kadar da süreceğini gösterdi. Bugün bayram eden emperyalist lağım fareleri için de Chavez Yoldaş, korkuydu, onların Azrail’iydi. Yok edilmesi gereken en büyük düşmandı, ABD ve AB Emperyalistlerinin bin ülkeli bir Dünya projelerinin önündeki en büyük engeldi Hugo Chavez. “Halkın Şarkıcısı” olarak anılan Venezuelalı Sanatçı Ali Primera “yaşam için ölenlere ölü denemez” diyor. Kim Chavez Yoldaş için ölmüş diyebilir ki? İnsanlığın Kurtuluş davasına kendini adayan, onuru dışında her şeyini bu yüce davaya adamış devrimcilere ölmüş denebilir mi? İnsanlık, üzerinden binlerce yıl geçmesine rağmen yaşatmıyor mu isyan ateşini yakıp Halkların kullanımına sunan Spartaküs’ü? Eşit, kardeşçe, sömürüsüz bir dünya özlemiyle savaşan, “bütün insanlık için sosyal devrim tarihinin en ilgi çekici büyük kahramanı” Şeyh Bedreddin yaşamıyor mu halkların devrimci mücadelesinde? Bilimsel Sosyalizmin kurucusu ve geliştiricileri Marks-Engels-LeninKıvılcımlı Ustalar, emperyalizme karşı savaşta, Dünya Halklarıyla birlikte mücadele etmiyorlar mı? İnsanlığa ellerinde kurtuluşun feneri yol göstermeye devam eden ve devam edecek olan bu ustalara kim ölmüş diyebilir?.. Latin Amerika Halklarının birliği ve kurtuluşu davasına kendini adayan Simon Bolivar, Miranda, Dünya Halklarının Kahraman Gerillası Che, Küba Devriminin önderlerinden yiğit Camillo, bedence aramızda yoklar ama ezilen, sömürülen milyonların mücadelesinde bu yüce devrimcilerin en ön safta savaşmadıklarını kim söyleyebilir? Emperyalist çakallar bayram etmesinler, Chavez Yoldaş ölmedi, O hep, insanlığın kurtuluş mücadelesinde en ön safta, el- AB-D Emperyalistlerinin Kâbusu, Dünya Emekçi Halklarının umudu Chavez Yoldaş mücadelemizde yaşayacak! İstanbul Venezuelalı Sanatçı Ali Primera“Yaşam için ölenlerle ölü denemez”diyor. Bugün de mücadelesiyle, yiğitliğiyle, onuruyla davasına sahip çıkan yoldaş Hugo Chavez’e öldü denilebilir mi? Halkların yüreğine umut serpen, en büyük düşmanı AB-D Emperyalistlerine karşı yiğitçe savaşan Hugo Chavez, 5 Mart günü aramızdan ayrıldı. İstanbul İl Örgütü olarak Venezuela Başkonsolosluğuna taziye ziyaretine gittik. Yoldaşımız Chavez için Konsolosluk önünde basın açıklaması yapıldıktan sonra Konsolosluk binasına girilerek saygı duruşunda bulunuldu. Burada taziye defterine İstanbul İl Başkanı Pınar Akbina tarafından Partimiz adına bir taziye mesajı yazıldı. Başkan Chavez’in yaptıklarıyla, onurlu duruşuyla, cesaretiyle Halklar tarafından unutulmayacağını belirtti. Halkın Kurtuluş Partisi olarak diyoruz ki; AB-D Emperyalistleri Chavez’in ölümüne boşuna sevinmesinler, Başkan Chavez’i halklar unutmayacak ve hep yaşatacak. havasında uğurluyorlar önderlerini ölümsüzlüğe. Söz veriyorlar Chavez Yoldaş’a, mücadelesini yaşatacaklarına, devrimlerinden geri dönülmeyeceğine, ideallerini gerçekleştireceklerine… Halkın Kurtuluş Partisi olarak Chavez de silah savaşmaya devam edecek. Tıpkı diğer büyük devrimciler gibi… İnsanlık unutmayacak ve hep yaşatacak; insan sayılmayan, ezilen, sömürülen, aşağılanan, yerlerde sürünen, acılar içinde kıvranan milyonlara, insan olduklarının bilincini, onurunu ve mutluluğunu yaşatan Chavez Yoldaş’ı. sağlama”yı miras olarak bırakan Dünya Halklarının gönlünde taht kuran bu büyük insanı. Dünya edebiyatının büyük yazarı Shakespeare, “Yüreğinize kök salarsam meyvelerim sizindir” diyor. Büyük düşünür Mevlana da; Yere hangi tohum ekildi de bitmedi? İnsan tohumuna gelince başka olacak değil ki, diyor. Chavez Yoldaş’ımız da Dünya Halklarının yüreğine kök saldı. Bu kök, insanlık düşmanlarına karşı mücadelede şimdiden meyvelerini vermiş durumda. “İnsanlık tarihinin en kritik döneminde” bir tohum oldu Chavez Yoldaş’ımız. O tohumdan biten meyveleri gerçek devrimciler daha da olgunlaştırıp insanlığın hizmetine sunacaklardır. Yine Mevlana’nın dediği gibi; Âşık ne söylerse aşk diyarında Ağzından aşk kokuları yayılır. Chavez Yoldaş’ımızın ağzından yayılan insanlığın en yüce davasının aşk kokularını insanlık hep taşıyacak. Başta Venezuela Halkı olmak üzere Dünya Halklarının başı sağ olsun. Halkın Kurtuluş Partisi olarak, Chavez Yoldaş’ı mücadelemizde yaşatacağız. Chavez Yoldaş’ın yaydığı aşk kokularını bu topraklarda halklarımıza ulaştıracağız. 06.03.2013 Venceremos! Hasta La Victoria Siempre! İnsanlık unutmayacak ve hep yaşatacak; verdiği devrimci savaşla büyük devrimci fırtınalar, rüzgârlar yaratan, bahar yağmurları kadar verimli olan bu fırtınalarla dünya halklarına da umut, moral ve mücadele azmi aşılayan, dünyaya milyar- Devrimi’ni. Elimizden gelen bütün desteği önlerine serdik yoldaşlarımızın. İnsanlığın bayır aşağıya gidişini durduran, Latin Amerika’dan sol rüzgârlar estiren Devrimci Önder olarak bağrımıza bastık Yoldaş’ımızı. Kitaplaştırdık etkinliklerimizi, tarihe kaydetmiş olduk, aynı davaya baş koymaktan kaynağını alan dostluğumuzu. İşte onun içindir; bedence aramızdan ayrıldığını öğrendiğimiz an gözlerimiz yaşlı Türkiye’deki temsilcilerini ziyaretimiz. İşte onun içindir; Chavez Yoldaş’ın vasiyetine ve mücadelesine uygun olarak sa- tarılacak olan, Başkan Chavez’i. İnsanlık unutmayacak ve hep yaşatacak; bilimli, bilinçli, inançlı, kararlı, azimli militanı, “Çok yaşa memleketimiz!” sloganıyla ölüme giden, Venezuela Halkına “Bolivarcı Devrim’in sürekliliğini K Zafere Kadar Daima! Halkız! Haklıyız! Kazanacağız! Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi En iyi dostumuzu kaybettik Fidel Castro Ruz üba Halkı, tarihleri boyunca sahip olduğu en iyi dostunu 05 Mart günü akşamüstü kaybetti. Acı haberi uydu bağlantılı bir telefon görüşmesiyle aldık. Chavez’in sağlığının kritik durumunu bilmemize rağmen acı haber bizi derinden sarstı. Haberi alınca bana yaptığı şakalar aklıma geldi, ikimizin de devrimci görevleri bittiğinde beni nasıl Venezue- özgürlük adına yeni yeni felaketler açacak.” 23 Ocak 1959 günü yani Küba’da devrimin zafere ulaşmasından 22 gün sonra Venezuela’ya bizzat giderek halkına ve Perez Jimenez diktasını deviren hükümetine teşekkürlerimi ilettim. 1958 yılında bize gönderdikleri 150 tüfek için teşekkür ettiğim konuşmamda şunları söylemiştim: la’daki Arauca Nehri kıyısında yürümeye davet ettiğini hatırladım. Bize kalan ise Bolivarcı lider ile aynı sosyal adalet ve sömürülenlerle dayanışma duygularını paylaşmak oldu. Dünyadaki tüm yoksullar gibi… Ulusal kahramanımız Jose Marti, Venezuela topraklarına ulaştığında hemen Bolivar Anıtı’nın yerini sorarak “Ben de Venezuela’nın bir evladıyım, ona hizmet edebileceğim bir yol gösterin” demiştir. Marti, emperyalizm canavarını yakından tanıyordu çünkü onun bağrında yaşamıştı. Arkadaşı Manuel Mercado’ya yazdığı ve muharebede hayatını kaybettiği için tamamlayamadığı şu sözlerine katılmamak elde mi? “(...) Ülkem ve görevim için sürekli olarak hayatımı tehlike atmaktayım. Görevimi onu yerine getirme bilincimle tamamlamak istiyorum. Görevim; Birleşik Devletler’in Antiller’e yayılmasını engellemek ve Küba’nın bağımsızlığını kazanmasını sağlamak. Tüm yaptıklarım ve yapacaklarım bu amaç içindir. Bazı şeyleri gizliden gizliye yapmak durumunda kaldım çünkü bazı şeyleri elde etmek için sessiz ve derinden ilerlemelisiniz...” O dönem kıtamızın kurtarıcısı Simon Bolivar’ın şu sözleri söylemesinden sadece 66 yıl sonra gelmiştir: “(...)Öyle gözüküyor ki Birleşik Devletler Amerika halklarının başına “Venezuela, Kurtarıcımızın vatanıdır, Amerika Halklarının birliği fikri burada doğmuştur. Bu yüzden Amerika Halklarının birliğini oluşturmak için öncü ülke de Venezuela olmalıdır, Kübalılar olarak bizler de Venezuelalı kardeşlerimizi bu yolda destekleyeceğiz. “Sizlere şu anda hitap ederken kişisel çıkar veya şan, şöhret edinmek için konuşmuyorum. Marti’nin de söylediği gibi dünyadaki tüm görkem bir mısır tanesini bile doldurmaz. “Venezuela Halkının huzuruna çıkıp bu şekilde konuşuyorum çünkü tüm samimiyetimle inanıyorum ki, Amerika Halklarını ve özgürlüklerini korumak istiyorsak, Küba Devrimini kollamak istiyorsak, Venezuela ve diğer ülkelerdeki devrimleri sürdürmek istiyorsak, birbirimize yakınlaşmalı ve omuz omuza dayanışma içinde olmalıyız, çünkü bölünürsek yeniliriz.” 54 yıl önce söylediklerimin altına bugün de imzamı atıyorum! Sadece Latin Amerika değil diğer tüm ülke halklarının da benzer bir sömürüye maruz kaldığını eklemeliyim. Hugo Chavez’in kavgası bu kavgaydı işte. Kendisi bile ne kadar büyük bir lider olduğunun farkında değildi. Unutulmaz kardeşim, hasta la victoria siempre! 11 Mart 2013 İstanbul Hasta La Victoria Siempre! Zafere Kadar Daima! Halkız, Haklıyız Kazanacağız! Ankara Dünya Halklarının en hüzünlü günlerinden bir gündü 05 Mart 2013 tarihi. İnsanlığın bayır aşağıya gittiği bir dönemde, Dünya Halklarının umutlarını yeniden yeşerten Chavez Yoldaş bedence aramızdan ayrıldı çünkü. AB-D Emperyalistlerinin yarattığı kanser düzenine karşı militan bir mücadele yürüttü Chavez Yoldaş’ımız. Halkların sevgisini kazandı cesaretiyle, yiğitliğiyle, onurlu mücadelesiyle. Ve başardı Yiğit Chavez. AB-D Emperyalistlerinin bütün aşağılık çabalarını boşa çıkardı. Onların Dünya Halklarına yönelik aşağılık planlarını gerçekleştirmesine dur, dedi. AB-D Emperyalistlerinin en korkulu rüyası olan Sosyalizmi halkların gündemine yeniden soktu yoldaşımız. Küllenen umutları yeniden alevlendirdi. Venezuela’da yanan o ateşin sıcaklığı bütün Halklara ulaştı. Şimdi, O ateşi yeniden külleyeceklerini sanıyorlar AB-D Emperyalistleri ve yerli işbirlikçiler. Ama yanılıyorlar. Chavez Yoldaş’ımız bedence aramızda yok. Ama Venezuela’da milyonlar “Chavez Yaşıyor. Hepimiz Chavez’iz” sloganlarını haykırıyorlar. Chavez Yoldaş’ın Vasiyeti doğrultusunda milyonlar hüznünü yüreklerine gömüyorlar, matem havasında değil festival da bir gelen bu büyük devrimciyi. İnsanlık unutmayacak ve hep yaşatacak; insanlığın başbelası AB-D Emperyalist haydutlarını yükselttiği mücadele bayrağı ile tüm dünyada tökezleten, yılgınlığa uğratan Komutan Chavez’i. İnsanlık unutmayacak ve hep yaşatacak; emperyalist işgale karşı direnen Irak, Libya, Suriye, Filistin Halklarının yanında olan, mazlum halkların özgürlük mücadelesine her türlü desteği sunan, Simon Bolivar, Jose Marti, Che ve Camillo’nun ruhunu taşıyan, Yiğit Önder Chavez’i. İnsanlık unutmayacak ve hep yaşatacak; ruhu bundan böyle Gerçek Devrimcilerde yaşayacak ve gelecek kuşaklara ak- Ankara Yoldaş’ımızı 08 Mart’ta Ankara’da İl Başkanı’mız Sait Kıran Yoldaş tarafından okunan bir basın açıklamasıyla ölümsüzlüğe uğurladık. Haykırdık “Chavez Yoldaş Ölümsüzdür” diye. Hançeremizi yırtarcasına bağırdık, Chavez Yoldaş’ımızın Türkiye eski temsilcisi Büyükelçi Raul Betancourt Yoldaş’ımızın bize öğrettiği “Uh! Ah! Chavez o Se Va!..”, sloganını. Latin Amerikalı yoldaşların tüm dünya halklarına kazandırdıkları “El Peoplo Unido Jamas Sera Vensido” sloganıyla inlettik alanları. HKP olarak her zaman yanlarında olduk Chavez Yoldaş’ın ve Venezuela Halkının. Raul Betancourt Seeland Yoldaş’ımızla birlikte gerçekleştirdiğimiz onlarca konferansla, basın açıklamalarıyla, eylemlerle destekledik Hugo Chavez’i ve Bolivarcı dece bedence kaybı üzerine, alanlarda Chavez Yoldaş’ımızın mücadelesinin süreceğini haykırmamız. Chavez Yoldaş, AB-D Emperyalistleri ve yerli işbirlikçileriyle olan kavgasında güçsüz ama haklı olan milyonları birleştirerek güçlü kıldı. Onları devleştirdi. Ve ardında O’nun mücadelesini yaşatmaya kendini adayacak milyonlar bıraktı. Chavez Yoldaş sana sözümüz olsun: Bu topraklarda şu an için güçsüz ama haklı olan milyonları devleştirip mücadeleyi zaferle taçlandıracağız. Bu nihai sona kadar olan mücadelemizde sen hep yanımızda olacaksın. Seni unutmayacağız, unutturmayacağız. Kurtuluş Partililer 12 Yıl: 7 • Sayı: 64 / 8 isan 2013 Başyazı İmralı-Açılım Süreci, BOP Sürecinin bir parçasıdır Baştarafı sayfa 1’de partisinin destek vermesinin önemine işaret etti.” (www.haberler.com) Görüldüğü gibi Beşir Atalay, çok açık biçimde süreci yöneten güçleri itiraf ediyor. Kimmiş bunlar? “Kuzey Irak’tan Amerika’sına uzanan” güçlermiş… Burada iki güç sayılıyor: 1) Amerika’ymış. 2) Kuzey Irak’mış. Diğer güçler kimlermiş? 3) “BDP, İmralı”ymış. 4) Hükümet’miş, yani AKP İktidarıymış. Tabiî Beşir Atalay yukarıdaki anlatımında bir demagojiye başvuruyor. Süreci yönetenin hükümet olduğunu, diğerlerinin ise sürece hizmet edecek “enstrümanlar” olduğunu iddia ediyor. Tabiî o öyle söylemeye mecbur. Bu işi biz götü- Beşir Ataclay rüyoruz, demek zorunda. Oysa biz biliyoruz ki sürecin esas efendisi ya da öznesi ABD’dir. Diğer parçalarsa ABD’nin kullandığı Beşir Atalay’ın deyişiyle “enstrümanlar”dır. “Barış” oyununun aktörleri ve destekçileri( Bu enstrümanların tümünün belirleyici özellikleri Amerikancı oluşlarıdır. AKP’nin bir Amerikan projesi olduğunu artık bilmeyen, söylemeyen namuslu aydın kalmamıştır Türkiye’de. Tabiî bu partinin başkanı Tayyip’in de zamanın ABD Ankara Büyükelçisi Morton Abromowitz tarafından keşfedildiğini ve Türkiye’nin başına oturtulduğunu da yazıp çizmeyen namuslu aydın kalmamıştır. Gerçeğin bu son andığımız yönünü biraz daha açalım: “(…) ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz de (aslen Yahudi olup Siyonizmin Türkiye ve Ortadoğu stratejisti) Refah Partisi İstanbul Beyoğlu İlçe Başkanı Tayyip Erdoğan’ı keşfetmesinden sonra Erdoğan malum medya marifetiyle toplum gündemine taşınmış, İlçe Başkanlığından İl Başkanlığına, oradan belediye başkanlığına ve derken Parti kurulup başbakanlık adaylığına varan hızlı yükseliş trendi başlatılmıştır. Erdoğan’ın Abramowitz’le Kasımpaşa’daki özel bir vakıfta başlayan tanışıklıkları, belediye başkanı seçilme öncesi ve sonrası Belediyenin Florya tesislerindeki görüşmelerle devam etmiş, Morton Abramowitz ardından Tayyip Erdoğan’ın Amerika ziyaretleri yoğunlaşmıştır. İlk defa 1721 isan 1995’te başlayan, daha sonra 17-22 Kasım 1996, 20-23 Aralık 1996, Cezaevine girmeden hemen önceye rastlayan 1 Mart 1998 ve yine 16 Temmuz 2000 tarihlerinde tekrarlanan ABD gezileri bunların bazılarıdır. “Tayyip Erdoğan’ı Belediye makamında 15 Ekim 1996 günü ziyaret eden Abramowitz’in ‘Siz İstanbul’u yönetip yıldızınızı parlatabildiğinize göre, Türkiye için de çok şey yapabilirsiniz!...’ sözleri basında yer almış ve ‘Tayyip’in bazı şartları kabul etmesi halinde, ABD’nin kendisini başbakanlığa hazırlayabileceği mesajı’ şeklinde yorumlanmıştır. Hatta o günlerde bazı gazeteler ‘Abramowitz Erbakan’ın yerine Tayyip’i hazırlıyor’ manşetlerini atmıştır. “Abramowitz ise zaten bu gerçeği çok önceden ve Ertuğrul Özkök’ün köşesinden şöyle açıklamıştır: “Evet, kravatlı ve daha şehirli kılıklı görünen Erdoğan’ı Erbakan’a tercih ederiz.” (Mustafa Erol, www.68dayanisma.org) Kuzey Irak’a gelirsek; burada iki yerel güç var: Barzani’nin Kürt Devleti ve Kandil’deki PKK. Herkes bilmektedir ki artık Barzani’nin Kürt Devleti’ni, Birinci ve İkinci Körfez Savaşları ve Irak İşgaliyle var eden ABD’dir, yardımcısı da AB’dir. Kandil’deki PKK varlığını da koruyan, kollayan, hatta eğiten, belli ölçüde silahlandıran yine ABD’dir. Nitekim geçen yıllarda Murat Karayılan, 7000 silahlı gerillamızı sizin emrinize verebiliriz, ABD bizim için uzaklardan gelen dostumuzdur, biz Türkler gibi ABD’ye düşman gözüyle bakmıyoruz, diyerek ABD’nin hizmetinde olduğunu, ona sadakatle bağlı olduğunu açık bir şekilde dile getirmiştir. Abdullah Öcalan da, 1991’de Sosyalist Kamp’ın çöküşünden sonra, dümeni ABD’ye ve AB’ye kırmış, onlarla her türlü işbirliğine gidebileceğini defalarca açıklamıştır. ABD Ortadoğu’da bir dönüşüm yapmak istiyorsa bizimle işbirliği yapmaya mecburdur, çünkü Ortadoğu’nun kilit gücü biziz, anlamına gelen yazılar yazmıştır. Demek ki tüm bu “enstrüman”ların ortak paydası Amerikancılıktır. Başka türlü ifade edersek; ABD sayesinde bugünkü konumlarını, durumlarını elde edişleridir, koruyuşlarıdır, sürdürüşleridir. Dolayısıyla bunların tümü ABD’ye sadakatle bağlıdır ve onun bir dediğini iki edemezler. Bu enstrümanların ABD’ye ne kadar bağlı olduklarını Tayyip’in son bir-iki yıllık süreçteki bir uçtan diğer uca savruluşlarını örnekleyerek açıklarsak sanırız daha anlaşılır olur… Hatırlanacağı gibi Tayyip, Libya lideri Muammer Kaddafi’den “Kaddafi İnsan Hakları Ödülü” almıştı 30.11.2010’da, Libya’da. Ödül töreninde Kaddafi’yle kucaklaşan Tayyip, şu konuşmayı yapmıştı: “Bugün burada, Libya’da teslim aldığım Kaddafi İnsan Hakları Ödülü, bizim bu mücadelemize manen destek verecek, güç ve şevk kazandıracaktır. Ülkem ve aziz milletim adına bu ödülü teslim alırken ödül komitesine, sivil toplum örgütlerine, değerli kardeşim Muammer Kaddafi’ye bir kez daha şükranlarımı sunuyor, hepinizi sevgiyle, saygıyla selamlıyorum. Esselamu aleyküm ve rahmetullahi ve berekatüh.” (www.sabah.com.tr, 29.11.2010) Bundan 15 ay sonra, AB-D, Kaddafi’yi hedefine koydu. Bir NATO saldırısıyla, Kaddafi’yi katledip ülkesini işgal etmeyi ve yerine getireceği has uşaklarından oluşan bir kukla yönetimle Libya petrollerini kendi kasasına akıtmayı planlamış ve bunu uygulamaya geçirme hazırlıklarına girişmişti. Tayyip, boş bulundu başlangıçta. “ATO’nun Libya’da ne işi var yahu”, diyerek ABD’nin bu emperyalist saldırısına karşı çıkar bir pozisyon aldı. Tayyip’in bu tutumuna Obama’nın yanıtı sert oldu. “Böyle lagaluga yapmaya devam edersen kanalizasyon ızgarasından aşağı süpürülürsün”, dedi. Tayyip, anında karşı tarafa kendini atarak; “Bağışla sahip. Bir hatadır ettik, emrinizdeyim. Diktatör Kaddafi’yi bir an önce devirmeliyiz. Bu işi yapacak NATO askeri gücünün komuta merkezi İzmir’de olsun.”, diyerek nedametini ve sadakatini ortaya koydu. Ve Tayyip’in dediği gibi oldu. Komuta merkezini İzmir’de kuran NATO askeri gücü Libya’yı aylarca havadan dövdü. Libya Ordusu’nu eritti ve çökertti. Ve hep bildiğimiz gibi sonunda da Kaddafi’yi linç ettirerek alçakça katletti, AB-D Emperyalistleri. Libya petrollerine de Libya’nın yönetimine de el koydu. AB-D Emperyalistlerinin ikinci hedefi Suriye ve antiemperyalist lideri Beşşar Esad’dı. Daha doğrusu, Esad’ın başkanlığındaki BAAS İktidarıydı. Yine hatırlanacağı gibi Tayyip, Suriye ve Esad yönetimiyle çok sıcak ilişkilere girmişti. Suriye’de ortak bakanlar kurulu toplantısı yapmışlardı. Kendisi Suriye’yi ziyaret etmiş; Beşşar Esad ve eşi Esma Esad’ı da Türkiye’de ağırlamıştı. “Beşşar Esad’la biz kardeşten de ileriyiz, dostluğumuz böylesine güçlüdür”, demişti. AB-D’nin Suriye’ye namluyu çevirmesiyle birlikte Tayyip, Libya konusunda sergilediği tutumdan aldığı ders ile burada hiç hata yapmadı, tabiî AB-D açısından. Anında Beşşar Esad düşmanı kesildi. Hatta bu düşmanlığı öylesine ileri boyutlara taşıdı ki efendisi olan AB-D Emperyalistleri bile, hoşlarına gitmekle birlikte, buna şaşırdı. Öylesine bayağı tutumlara girdi ki, Esad’ın aslan anlamına gelen adını bile kullanmayarak ona “Esed”, yani zalim demeye başladı. Böylesine ilkel ve iğrenç boyutlardaki bir saldırı ancak Tayyipgiller gibi Tefeci-Bezirgân Sermayenin ABD uşağı yandaşlarına yakışır. Suriye, bildiğimiz gibi iki yıldan bu yana AB-D Emperyalistleri tarafından kanatılmaktadır ve bu zaman sürecinde 100 bini aşkın masum insan hayatını kaybetmiş, Suriye’nin onlarca şehri-kasabası yerle bir edilmiştir. Yani demek istediğimiz, ABD hizmetkârı tüm bu “enstrümanların” belirleyici özelliği, yukarıda da söylediğimiz gibi ABD’nin her emrini, her planını har- deniyet, demokrasi, özgürlük götürdüklerini iddia ederler bu ülkelere. Yani bu insanî değerlere sahip kavramların ardına gizlenirler. Onları maske olarak kullanırlar. Bu ülkelere girince de oradaki etnik, dinsel, mezhepsel farklılıkları kullanırlar ve ülkeleri ayrıştırarak çözmek, eritmek, böylece de kolayca sömürüp kullanmak isterler. İşte, Yugoslavya’da bunu yapmışlardır, Irak’ta bunu yapmışlardır, Suriye’de de aynısını yapmaya çalışmaktadırlar. Tabiî Türkiye’ye gelince, ellerine alabilecekleri çok önemli bir koz bulmuşlardır; Kürt Meselesi. Ve bu meseleye el koymuşlardır. Şu anki burjuva sistem içinde Kürt Meselesi artık Türklerin ve Kürtlerin meselesi olmaktan çıkmış, ABD Emperyalistlerinin ellerinde olan bir mesele haline gelmiştir. Dolayısıyla da bu meseleyi emperyalistler kendi çıkarlarına nasıl uygunsa elbette öyle çözeceklerdir. Bu çözümün nasıl olacağının bir örneği Irak’ta açık olarak ortaya konmuştur, AB-D Emperyalistleri tarafından. Yani burada, Amerikancı Burjuva bir Kürt Devleti oluşturulmuştur. Benzer bir yapı da Suriye’de oluşturulmaktadır. Bunların bir benzeri de Türkiye’de hayata geçirilecektir. Türkiye’dekinin başka türlü olacağını iddia edenler ya yanılmaktadır; ya da adam kandırmaya çalışmaktadır. AB-D, hep söylediğimiz gibi, Suriye’de de Irak’taki başarısını tekrarlarsa, sonrasında duraksamadan İran’a yönelecektir. İran’da da benzer ayrışmayı, parçalanmayı var etmeye çalışacaktır. En sonunda da dört parçayı birleştirip İsrail benzeri, kendisiyle eklemlenmiş Amerikancı, burjuva bir Büyük Kürdistan oluşturacaktır. Türkiye’yi daha da parçalayacaktır. Doğusunda bir de Ermenistan oluşturma projesi vardır, ABD’nin. Ermeni yetkilileri zaten bunu açıkça defaten dile getirmişlerdir. Tayyip, bir zamanlar Kaddafi’ye kardeşim derdi... fiyen yerine getirmekte duraksamayacaklarıdır. Yine hatırlayacağımız gibi, BDP heyeti de geçen yaz yaptığı ABD ziyaretinde ABD Emperyalizminin yetkililerinden “Suriye’de bize rol verin” diye taleplerde bulunmuşlardı. Dönüşlerinde de bu yaptıklarını hiç utanıp sıkılmadan Suriye için “ABD’den rol istedik”, diyerek açıklamışlardı. AB-D neden Kürt Meselesi’ne el attı? Siyonizmin ve ABD Emperyalizminin en azgın ve etkin temsilcilerinden olan Morton Abromowitz, “Kürt Sorunu kendi haline bırakılmayacak kadar önemlidir”, diyordu 1993’te, Foreign Policy Dergisi’nde yayımlanan bir makalesinde. AB-D Emperyalistleri zaten Kürt Meselesi’ne hep bu anlayış çerçevesinde bakmışlardır. Yani ellerine almışlardır bu meseleyi ve kendi emperyalist amaçları doğrultusunda kullanmaktadırlar on yıllardan bu yana. AB-D Emperyalistleri bizim gibi kapitalizmce geri ülkelere sömürmek için, sömürgeleştirmek için geldiklerinde kendi aşağılık amaçlarını hep gizlerler. Me- Yani Türkiye’nin doğusunda Burjuva, Amerikancı Yeni İsrailler-İkinci ve Üçüncü İsrailler oluşturulacaktır, ABD Planının öngördüğüne göre. Peki, Türkiye’nin geri kalanı ne olacaktır? Orada da Amerikan İslamına-CIA İslamına uygun bir “Ilımlı İslam Devleti” oluşturulacaktır. Tabiî bu da aynı ölçüde burjuva ve Amerikancı olacaktır. Tıpkı 90 yıl önce Sevr’de öngörüldüğü gibi… Hep diyoruz ya; AB-D Emperyalistleri Sevr’den hiç vazgeçmemişlerdir. ABD’nin bu planına iktidar partisi AKP’yle birlikte BDP, CHP ve MHP de olanca güçleriyle ve kendi yordamlarıyla destek vermektedirler. AKP ve BDP zaten bu Sevr sürecini elbirliğiyle sürdürmektedirler. CHP dışarıdan açık desteğini sunmaktadır. CHP ve MHP sürece gerçekten muhalif mi? Nedir CHP’nin lideri Kılıçdaroğlu’nun istediği? Bu süreç bizden gizli yapılmaktadır, bize de bilgi verilsin, sürece biz de ortak olalım, Gül Abdullah da ortak olsun. Yani ihanetin sorumluluğunu hepimiz pay- laşmış olalım… Başka bir şey istiyor mu? Hayır… Eee ana muhalefet partisi, o kadarcık eleştirisi olacak tabiî. Şimdi görelim eleştirisini ve talebini: “Süreçten rahatsızız, sürece müdahil olun “Çankaya Köşkü’nde dün sürpriz bir görüşme gerçekleşti. Köşk’e elinde kırmızı bir dosya ile gelen Kılıçdaroğlu, edinilen bilgiye göre görüşmede, İmralı sürecinin AKP ve BDP’nin ortak yürütülmesinden duyduğu rahatsızlığı iletti. Kemal Kılıçdaroğlu “Edinilen bilgiye göre kendilerine ve Meclis’e bilgi verilmemesinden şikâyetçi olan Kılıçdaroğlu şunları söyledi: “Toplumun yüzde 50’si süreçten dışlanıyor. Bu nedenle bugünden kötüye gidebiliriz. Sürecin başarısız olmasını kimse istemez. Böyle yürütülürse başarısızlıkla sonuçlanabilir. Biz de sürecin başarılı olması için önerilerimizi gündeme getiriyoruz.” “(…) “Heyet Meclis’ten olsun “Görüşmede Kılıçdaroğlu’nun milletvekilleri ve devlet görevlilerinin dahil olduğu bir komisyonun Meclis çatısı altında oluşturulması gerektiğini söylediği öğrenildi. Süreci MİT’in kontrol etmesinden duyduğu rahatsızlığı da dile getiren CHP lideri Gül’e ‘Sürece müdahil olun’ çağrısı da yaptı.” (www.internethaber.com) Biz daha önce ona hitaben, “Yılan gibisin Kılıçdaroğlu”, demiştik. Gerçekten de öyle işte… Yani bu ihaneti Amerikancı güçler olarak elbirliği ile götürelim, başarıya ulaştıralım. İhale birkaçımızın üzerinde kalmasın. İhanete hepimiz eşit şekilde ortaklık edelim, diyor Kılıçdaroğlu. Biz de şunu söylüyoruz; Kılıçdaroğlu’nun ruhiyatı, gerçek düşüncesi başka, söylemi başkadır. O, gerçeklikte Hüseyin Aygün’le birebir örtüşür. Söylemde ise çalkalar, mızıldanır, laf geveler. Korkakça, pısırıkça bir şeyler söylemeye çalışır. Gerçek düşüncesini mertçe, dürüstçe ortaya koyamadığı için kıvranır durur. Özetçe o, kendisiyle baş başa kaldığında Hüseyin Aygün’dür. Kitlelerin karşısındaysa oryantal Nesrin Topkapı ya da Tatlıses’in Asena’sı. Ne acıklı bir hayat onunki… Kontrgerilla’nın özel örgütü MHP görünüşte-sözde sürece karşı çıkar görünmektedir. Fakat onun da rolünü öyle oynaması mecburidir. Malum ya; Tayyip’in ve AKP’sinin, halkın din duygularını sömürerek siyaset yapması gibi o da millî duyguları sömürerek siyaset yapmaktadır. Fakat dikkat edersek; MHP böyle kurusıkı gevezelikler yaparak, hatta zaman zaman da “köyün delisi”ni oynayarak muhalefet rolünü sürdürmekle birlikte, kritik durumlarda, önem arz eden durumlarda AKP’ye tüm desteğini vererek ABD’nin kendine verdiği görevi başarıyla yerine getirmektedir. Hep söylediğimiz gibi, Türkiye’de gerçek demokrasi de hukuk da yoktur. Sadece 27 Mayıs Politik Devrimi’nin getirdiği demokrasi kırıntıları vardır. Halkımızın şu anda demokratik anlamda nefes alıp vermesini sağlayan da bu kırıntılardır sadece. Fakat öbür yanda ABD Emperyalistlerinin ve yerli işbirlikçi hainlerinin domuzuna diktatörlüğü altındadır Türkiye. CHP haricindeki partileri projelendirip oluşturan da onların hangisinin iktidar, hangisinin muhalefet rolü oynayacağını belirleyen de hep ABD Emperyalistleridir. CHP de bildiğimiz gibi Birinci Kuvayimilliye’yi, Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaş’ımızı zafere ulaştıran kadrolar tarafından kurulmuştur. Fakat bu partinin de yönetim kadroları, Kılıçdaroğlu ekibini iktidara getiren “kaset operasyonu”nda açıkça görüldüğü gibi, artık doğrudan ABD Emperyalistleri tarafından belirlenmektedir. Dolayısıyla CHP de artık ABD’nin dolaysız hükmü-emri altındadır. 13 Yıl: 7 • Sayı: 64 / 8 !isan 2013 PKK-Öcalan’ın kendi söylemleriyle siyasi tavrı Bu süreçte Kürt tarafını temsil eden yerli örgüt PKK’dir. Ve onun denetimi altındaki BDP’dir. Bunların Amerikancılıklarını yukarıda anmıştık. PKK’nin devrimcilikle, ilericilikle, demokratlıkla, laiklikle, antiemperyalistlikle zerre kadar ilgisi kalmamıştır. Sosyalist Kamp’ın varlığındaki küçükburjuva ilericiliğini, sosyalistliğini, Sosyalist Kamp’ın yıkılışıyla birlikte anında terk etmiştir. Artık rotayı ABD Emperyalistlerine kırmış ve 1991’den bu yana çözümü onlardan bekler olmuştur. Böyle olunca, PKK’nin sürece ilişkin tüm projeleri ve tutumu, ABD Emperyalistlerinin BOP Projesiyle birebir uyumludur. Bu gerçeği Abdullah Öcalan’la BDP Heyetinin İmralı’daki ikinci görüşmesinde bir kez daha görüyoruz: -Sırrı: Rojava (Suriye’nin Kürt bölgesi) için bir aktarımınız olacak mı? -Öcalan: Suriye’de Kürtler iki tarafla da görüşsünler, kim haklarını verirse onunla çalışsınlar. Suriye Demokratik Kurtuluş Cephesi olsun. Kürt, Arap, Türk, Türkmen hepsi. Suudi Selefiler çok tehlikeli, Esad ise küçükburjuva diktatörlüğüdür. Kürtler (Suriye’deki Kürtleri kastederek) Barzani’nin emrine giremez. Onun çizgisi farklı. Kürtler mutlaka bir öz savunma gücü oluşturmalı.” ( milliyet.blog, 28 Şubat 2013) Açıkça görüldüğü gibi, Öcalan Suriye’de Beşşar Esad karşıtı Amerikancı güçler cephesinde bulunulmasının doğruluğunu ve devamını savunuyor. Bu cephe içinde de sizin çıkarlarınıza en uygun düşen kimlerse onlarla yakın ilişkiler kurun, bu arada da kendinizin bir öz savunma gücü mutlaka bulunsun, diyor. Abdullah Öcalan Zaten, PKK’nin Suriye kolu olan PYD’nin Amerikancı güçler cephesinde Beşşar Esad’ın antiemperyalist yönetimine karşı savaştığını defaten yazıp söylemiştik. Hatırlanacağı gibi geçen 19 Şubat’ta da PYD, “Özgür Suriye Ordusu”yla Beşşar Esad’a karşı nasıl savaşılacağı ve zaferden sonra ganimetin nasıl paylaşılacağı konularını kapsayan 11 maddelik bir anlaşma yapmıştı. Bu anlaşma tüm medyada çıkmış, Gündem Gazetesi de haberi manşetten vermişti. Bizce, Tayyipgiller’in AKP’si ile işi bağladıktan sonra, PKK, silahlı güçlerini Suriye’ye kaydırarak PYD ile birlikte Beşşar Esad yönetimine karşı savaştıracaktır. Eğer Suriye’yi ABD’nin istediği doğrultuda halledebilirse bu Amerikancı güçler, ondan sonra da İran’a karşı savaştırılacaktır. Öcalan bu konuda önemli bir uyarıda daha bulunuyor, BDP heyeti aracılığıyla PYD’ye. Barzani’den uzak durun, diyor. Daha önce de söylediğimiz gibi ABD Emperyalistleri oluşturmayı planladıkları Kürt Devletinin liderliğine Barzani’yi getirmeyi düşünmektedirler. Tabiî şu anda da Öcalan’ı, Tayyip’in deyişiyle bir “enstrüman” olarak kullanmaktadırlar. Öcalan, bunu görmektedir. Bu nedenle uyarılarda bulunmaktadır. Öcalan, İmralı görüşmecilerinin aslarından olan sinemacı Sırrı Süreyya aracılığıyla Fethullah Gülen’e şu şekilde selam ve saygılarıyla birlikte ittifak önerilerini iletiyor: “Öcalan’la İmralı’da görüşen 2’nci ve 3’üncü BDP heyetinde yer alan İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder, Diyarbakır’da katıldığı Hürriyet’in yazıişleri toplantısında Öcalan’ın Fethullah Gülen’e olan mesajını açıkladı. “Sırrı Süreyya Önder, “Öcalan, Fethullah Gülen’e selamlarını gönderdi. Fethullah Gülen’in ‘Sulhta hayır vardır’ yaklaşımı benim de yaklaşımımdır. ‘Bütün Ortadoğu’daki demokratik bir siyaset ve barış için birlikte çalışabiliriz, Muhterem Fethullah Gülen’e selamlarımı söyleyin. Onu en iyi anlayan benim’ dediğini belirtti.” (Vatan, 23.03.2013) Hatırlanacağı gibi Öcalan, 90’lı yıllarda insanları bazen enselerinden tek kurşunla vurarak bazen de domuz bağlarıyla bağlayıp işkencelerle diri diri toprak altına gömerek en caniyane şekilde katleden Hizbullah’a da o yıllarda ittifak önerilerinde bulunmuştu defalarca. Bu görüşmede Öcalan, Altan Tan’a dönerek şunları da söylüyordu: “(…) (Altan Tan’a dönerek) Sayın Altan bilirsin İslamcıların 40 yıllık rüyasıydı, rüyalarını gerçekleştirdik. Biz AKP’ye iktidarı altın tepside sunduk. Bize bir teşekkür etmedikleri gibi 2. Atatürk rolüne soyunup daha çok üstümüze geldiler, ezmeye çalıştılar.” Açıkça görüldüğü gibi Öcalan Tayyipgiller’in İslamcı İktidarını biz gerçekleştirdik, diyor. Ortaçağcıların kırk yıllık rüyasının gerçek olmasını biz sağladık, diyor. Öcalan, Ortaçağcılıktan rahatsız olmadığı gibi tam tersine; Türkiye’nin Ortaçağın karanlığına sürüklenmesi bizim sayemizde oldu, diyor. Böylece de onun laiklik gibi bir sorununun asla olmadığını ortaya koymuş oluyor. Öcalan için biricik değer vardır: iktidar olmak. Oraya ulaşmak için de her yol mubahtır. Öcalan’ın dünyası bu… Hatırlanacağı gibi Öcalan Bekaa ve Şam’da iken, Mustafa Kemal’e düşmandı. Yakalanmasından sonra ve yargılanma sürecinde, tabiî savunmasında da keskin Atatürkçü oldu. Yukarıdaki konuşmasından anlıyoruz ki yeniden Bekaa’lı, Şam’lı günlerine dönmüş. Zamana ve şartlara göre görüş değiştiriyor. Bu görüşmede Sırrı Süreyya, şöyle diyor Öcalan’a: “- Sırrı: Başkanım her şeyi konuştuk. Bir de başkanlık meselesi var. Kamuoyu bu konuda çok hassas. Osman Kavala’nın size selamları var. Totaliter bir yapıya dönüşmesinden endişe ediyorlar.” Osman Kavala, CIA’ca devşirilmiş, meşhur şahsiyetlerdendir. CIA yörüngesindeki NGO’lardan olan Güneydoğu Avrupa Demokrasi ve Uzlaşma Merkezi (Center for Democracy and Reconciliation in Southeast Europe) Yönetim Kurulu Üyeliğinde bulunmuştur. Ayrıca Soros’un TESEV’inin Yönetim Kurulu Üyesidir. Ve de yine Soros’un Açık Toplum Enstitüsü’nün Danışma Kurulu Üyesidir. Ve yine, meşhur döneklerimizden olan “Belgeli Murat”la birlikte İletişim Yayınları’nın da kurucusudur. Bu şahsın faaliyetleri saymakla bitecek gibi görünmüyor; Osman Kavala, Tarih Vakfı’nın sponsoru, Diyarbakır Kültürevi’nin sponsoru, Helsinki Yurttaşlar Derneği üyesi imiş… Sinemacı Sırrı Süreyya da yukarıdaki sözlerinden de anlaşılacağı üzere bu vatandaşla sıkça düşüp kalkmaktadır. Tabiî ne de olsa aynı yolun yolcusudurlar. Yine hatırlanacağı gibi Sırrı Süreyya görüşme sonrası medyaya yansıyan konuşmalarında “başkanlık sistemi tartışılabilir”, sözünü sarf etmiştir. Aysel Tuğluk da aynı şeyi savunmuştur. Öcalan siyasetinin özeti: “Amaç aracı meşru kılar”, her şey iktidar için! Gelelim Öcalan’ın verdiği yanıta: “- ÖCALA!: Başkanlık sistemi düşünülebilir. Biz Tayyip Bey’in başkanlığını destekleriz. Biz AKP ile bu temelde bir başkanlık ittifakına girebiliriz.” Yine görüldüğü gibi Öcalan, Tayyip gibi bir Ortaçağcı, Amerikan ve İsrail işbirlikçisi, halk düşmanı bir diktatörün bile başkanlığını olumlu bulmaktadır. Onunla bu konuda da “ittifaka girebiliriz”, diyebilmektedir rahatça. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Öcalan’a göre, “amaç için her yol mubahtır”. Orijinalini söylersek bu anlayışın; “amaç, aracı meşru kılar”. Öcalan o görüşmede, “Ergenekon Davası” adlı CIA Operasyonuna ilişkin olarak da şunları söylüyor: “Ergenekon’un bizden beklentisi 2002’den itibaren savaşı tırmandırmamızdı. Ben AKP’nin tam olarak oturması ve olgunlaşması için bilerek bekledim, sabrettim. AKP anlar dedik. AKP darbe ile uğraşırken başını belaya/derde sokmayalım dedik. Onlar darbelerle uğraştılar. 2007, 2009 hatta 2011’e kadar seçim hesapları, oy hesapları yaptılar. Ben geri çekildim.” Öcalan, bu anlatımında CIA’nın, Cemaat’in ve Tayyipgiller’in ortaklaşa yü- rüttüğü “Ergenekon Davası” adlı Operasyonun bütünüyle yanında, destekçisi olduğunu ortaya koymaktadır. Öcalan, 2011 başına kadar da bu görüşteydi. Fakat 2011 yılının 09 Ocağında keskin bir dönüş yaparak tam tersi bir görüşe sıçradı. O güne kadarki savunduğu görüşlerin yanlışlığını öne sürdü ve özeleştiri yaptığını söyledi. Şöyle demişti o gün: “İmralı Cezaevi’nden avukatları aracılığıyla Fırat Haber Ajansı’na açıklama yapan Abdullah Öcalan, herkesi çok şaşırtacak açıklamalarda bulundu. Ergenekon Davası konusunda özeleştiri yaptı. Öcalan Ergenekon Davası’nı bugüne kadar yanlış değerlendirdiğini ve bugün nasıl düşündüğünü şöyle anlattı: “Önemli bir değerlendirme daha yapacağım. Bu değerlendirme tarihi ve aslında biraz da özeleştirel bir değerlendirme olacak. Bugüne kadar Ergenekon yargılamalarıyla birlikte devletteki gladionun jitemvari yapıların tasfiye edildiği söyleniyordu. Biz de biraz böyle düşünüyorduk. Aslında olanlar tam da böyle değildir. Bu konu üzerine sürekli düşünüyorum. Geçenlerde buradaki arkadaşlarla da tartıştım. !asıl fark etmemişiz bugüne kadar? Bu nedenle özeleştiri diyorum. Sanırım Hanefi Avcı’nın kitabında da geçiyormuş. O da çözüm konusunda benimle görüşülmesi taraftarıymış, bunu öneriyormuş ve şimdi içeride ve Ergenekon’dan yargılanıyor. Yine geçmişte benimle burada çözüm amacıyla görüşen bazı isimler de Ergenekoncu diye yargılanıyor. Aslında Ergenekoncu diye tasfiye edildiği söylenenlerin bir kısmı çözüm yanlısı isimlermiş. Ama asıl Gladionun çözümü istemeyen kesimleri dışarıda bırakılmıştır, onlar hâlâ dışarıdadır ve AKP bunlarla uzlaşmıştır. Deşifre olmuş Veli Küçük gibi, karanlık, cinayet işleyen, darbeci isimlerin yanına çözüm isteyen, hatta geçmişte benimle burada çözüm amacıyla görüşen isimleri de bunlarla ilişkilendirerek bu şekilde asıl çözüm yanlılarını tasfiye ediyorlar. Geçmişte biliniyor mesela Cem Ersever -jitemin bizzat kurucusudur, yüzlerce, binlerce faili meçhule neden oldular- ama daha sonra yanlış yaptıklarını, sorunun bu yöntemlerle çözülemeyeceğini anlayıp dile getirince tasfiye edildiler.” (Odatv, 09.01.2011) İmralı’daki bu görüşmede Öcalan’ın yukarıda söylediklerini görünce anlıyoruz ki, Öcalan bu konuda da yeniden görüş değiştirerek eskiye dönmüş. Gördüğümüz gibi Öcalan için böyle görüş değişiklikleri hiç de zor bir şey değil… “Barış Süreci” Ortadoğu Halklarına neler getirecek? “Açılım” ya da “Barış Süreci” denen bu süreç, aslında BOP sürecidir. BOP sürecinin ne olduğunu bir kez daha netçe ortaya koymaktan, tekrarı göze alma pahasına da olsa, sanırız gerek vardır. Bunu da açıkça ve bilinçlice görüp kavrayan ender namuslu yazarlardan olan Yurt Gazetesi yazarı Cevher Kantarcı’nın aşağıda aktaracağımız şu yazısında duruca görebiliriz: “Şimdi geçmişe bir yolculuğa çıkalım ve bakalım Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan beyin bir zamanlar söylediklerini okuyalım: “Ellerine bir kâğıt almış dolaşıyorlar… Amerika’nın bir projesidir, diye… Bunu ispat ederlerse, biz her şeye varız… Ama ispat edemezlerse alçaktırlar, namussuzdurlar! Bu kadar açık konuşuyorum, bu kadar ağır konuşuyorum!” “Sonra ne demiş? “4 Mart 2006’da yapılan AKP’nin Bayrampaşa İlçe Kongresi’nde, yukarıda yazdıklarımızın tam tersine şunları demiş: “Türkiye’nin Ortadoğu’da bir görevi var! !edir o görev? Biz Genişletilmiş Ortadoğu ve Afrika Projesi’nin eşbaşkanlarından bir tanesiyiz! Ve bu görevi yapıyoruz biz!” “Durun daha bitmedi! “16 Şubat 2004’te, Kanal D’deki Teketek Programı’nda ne demiş: “Şu anda yani Amerika’nın da düşündüğü Büyük Ortadoğu Projesi var ya, Genişletilmiş Ortadoğu… Yani bu proje içerisinde, Diyarbakır bir yıldız olabilir! Bir merkez olabilir!” “Durun daha bitmedi! “13 Ocak 2009 tarihindeki AKP Grup toplantısında hem de 23 !isan 1920’de açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altında demiş ki: “Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı, Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP demek istiyor) Eşbaşkanıdır! Değerli arkadaşlar, Büyük Ortadoğu Projesi’nin (Yine bir daha BOP demek istiyor) amaçları bellidir ve o amaçların içinde Türkiye’nin üstlendiği görev bellidir! Büyük Ortadoğu Projesi, barışa yönelik olarak kurulmuştur!” “Peki BOP Eşbaşkanı olarak ken- Cevher Kantarcı disine tevdi edilen görev nedir? “Eh, o zaman da Çağdaş Haçlı Projesi’nin ve de elbette BOP’un esas mimarlarından Condoleezza Rice’in 7 Mart 2003’te Washington Post’a yazdığı makaleyi okuyalım: “Fas’tan, Basra Körfezi’ne kadar, TÜRKİYE DE DÂHİL, Ortadoğu’da 22 ülkenin rejimi, sınırları ve haritaları değişecek!” “Eksik kalmasın… Bir de ABD Deniz Kuvvetleri Akademisi Öğretim Üyesi !icolas Gvasdev’in bir askeri dergiye yazdıklarına da göz atalım: “Kısa bir süre içinde; Türkiye’de PKK’ya, Kolombiya’da FARC’a, Filipinler’de komünist ve İslâmcı asilere karşı kullanılan isyan bastırma yöntemlerinin sorgulanması, bu ülkelere müdahaleyi beraberinde getirecektir!” “Askeri ve sivil hapishanelerde yatanları ve de Deniz Kuvvetleri’nin savaş gemisi haydayacak komutan bulamamasını da gözünüzün önüne getirip, şu yukarıda yazdıklarımı bir daha okuyun! “Bence Başbakanımızın da İmam Hatip’te öğrendiğini sandığım Kur’an’daki Bakara ve Maide surelerini, yukarıda yazdıklarımızın ışığında bir daha okuyun! “Başbakanımızın Irak’ı işgal eden Çağdaş Haçlı Orduları’nın başarısı için hayır duası ettiğini de düşünün! “Yorumunuzu da kendiniz yapın! “İsterseniz fakire paranoyak deyin! “Paranoyak deyin ama rica ediyorum, salak demeyin lütfen!” (Cevher Kantarcı, Yoruma lüzum var mı?, Yurt Gazetesi, 23 Mart 2013) Demek ki olayın ne olduğunu namuslu olmak kaydıyla, burjuva yazarları bile görüp kavrayabiliyor. Bu süreçte Amerikancılığın dışında ve ABD Emperyalistlerinin projelerinin dışında bir şey aramak yani solculuk, ilericilik, demokratlık türünden şeyler aramak tümüyle saflık olur. İsrail, Türkiye’den BOP süreci için özür dilemiştir, dilettirilmiştir Tam da bu süreçte önemli bir değişiklik daha oldu, Ortadoğu’da: İsrail, üç yıldır defalarca çok net ve kararlı bir tutumla aksini savunmasına rağmen, bir anda 180 derecelik bir dönüş yaparak “Mavi Marmara Baskını” ve 9 Müslüman’ın öldürülmesi konusunda hem Türki- ye’den “özür dile”di hem de AKP Hükümeti aracılığıyla “ölenlerin yakınlarına tazminat ödeyeceğini” belirtti. Yani Türkiye’nin üç yıldan bu yana talep edip de İsrail’in kararlılıkla reddettiği şeyleri bir anda kabul etmiş oldu. Tabiî bu kabulün hemen öncesinde Obama İsrail’i ziyaret etmişti. Netenyahu da dahil olmak üzere İsrail yetkilileriyle derin görüş alışverişlerinde bulunmuştu. İsrail’in bu kabulünün Obama’nın isteğiyle gerçekleşmiş olduğu apaçıktır. Obama bu görüşmesinin başlangıcında, “İsrail’le ebediyen müttefikiz” mesajını vermişti, İsrail’e ve dünyaya. Tahmin ediyoruz ki Obama bu görüşmesinde Türkiye-İsrail ilişkilerine Suriye ve “açılım” meselesine ilişkin şunları söyledi, şu öğütleri verdi, İsrail yetkililerine: “Kuru inadı bırakın, bölgede İsrail lehine çok önemli gelişmeler oluyor. Bakın; Ortadoğu’da İsrail’e yeni bir kardeş geliyor. Size benzeyecek bir Kürdistan oluşuyor. Türkiye’deki işbirlikçilerimiz bu işle meşguller. Tabiî bu güç bir iş, AKP İktidarını haliyle zor duruma düşürüyor, yıpratıyor. Şimdiden yapılan kamuoyu araştırmaları oylarının yüzde on oranında düşüş kaydettiğini gösteriyor. Sürecin devamında daha da büyük oy kaybına uğrayacağı görülüyor. Ona acilen destek atmamız gerekiyor. Sizin Mavi Marmara olayıyla ilgili Türkiye’nin taleplerini kabul etmeniz, AKP için büyük bir moral oluşturur. Ve onun yıpranan kamuoyu desteğini, eski durumuna getirmese bile en azından aşağıya gidişini şimdilik durdurur. AKP liderinin; “bakın bugüne kadar tarihinde hiç kimseden özür dilemeyen İsrail’e bile özür dilettik ve onu tazminat ödemeye mecbur bıraktık” şeklinde şişinmesi, seçmenlerini yeniden kendisine bağlayabilir. O bakımdan sizin bu adımı, karşılığında elde edeceğiniz şeylere bakarak, tereddüt etmeden atmanız gerekir. Bir anda hem Ortadoğu’daki en önde gelen ve güçlü düşmanınız BAAS liderliğindeki Suriye’den kurtulacaksınız hem Türkiye’ye yeniden sağlam müttefikler olacaksınız hem de bunlardan daha önemli olmak üzere yeni bir kardeş kazanacaksınız…” Anlıyoruz ki İsrail yetkililerinin aklı bu çok kârlı alışverişe hemen yatmış. Onlar binlerce yılın Tefeci-Bezirgânı, bildiğimiz gibi. Bu barıştırmaya ilişkin dünyadaki yankılar, değerlendirmeler de zaten olayın ne olduğunun herkesçe açık olarak anlaşıldığını göstermektedir. İzleyelim: “İsrail’in Mavi Marmara baskını için Türkiye’den özür dilemesi dünya medyasında şöyle yer aldı: Guardian Gazetesi (İngiltere): Bölgedeki belirsizlik göze alındığında ABD; Türkiye ve İsrail’in birlikte çalışabileceğine güvenmek istiyor. Le Monde Gazetesi (Fransa): Obama’nın son anda gelen diplomatik başarısı. Amerikan C!! televizyonunun internet sitesi: Obama bir diplomasi devrimine imza attı. İsrail Haaretz Gazetesi: Çıkarlar, ego ve siyasete üstün geldi.” (Posta Gazetesi, 24 Mart 2013) İsrail’in en etkin gazetelerinden Haaretz’in diplomasi muhabiri de meseleyi gördüğümüz gibi çok açık ve kesin bir ifadeyle işte böyle, lafı hiç dolandırmadan ortaya koyuveriyor. Kazanacaklarının büyüklüğünü muhakkak ki netçe görmüş, İsrail tarafı… Bu arada Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı, İblisin insan kılığına bürünmüş hali Melih Gökçek, belediyenin bilboardlarına şu afişi yerleştirmekte hiç gecikmemiş: 14 Yıl: 7 • Sayı: 64 / 8 isan 2013 Dünya halklarının başdüşmanları süreci net bir şekilde desteklemektedir Tüm bu anlatımlarımızdan da iyi niyetli olan yani olayları tarafsızca, yalnızca oldukları gibi görmek ve kavramak çabasında olan insanların kolayca anlayabileceği gibi, “açılım”, “barış süreci” denen olay BOP sürecinin bir parçasıdır, ikinci ya da yeni bir İsrail’in doğum sürecidir, oluşum sürecidir. Bu doğumun ebesi de kuşkusuz ABD’dir. Zaten, PKK-BDP’nin kendisi de destekçilerini açıklamaktan kaçınmıyor: “ABD, AB ve AP yetkilileri, Öcalan’ın mesajını olumlu bulduklarını açıkladı. AP Sosyalist Grup Başkanı Hannes Swoboda ise ‘Kürt lider Öcalan’ın çağrısı hoş geldi’ dedi. Federe Kürdistan Hükümeti de Öcalan’ın mesajını desteklediğini duyurdu.” (Özgür Gündem Gazetesi, 23 Mart 2013) CIA’nın üç çekirdek örgütünden biri olan (diğer ikisi ise Trilateral-Üçlü Konsey ve Bilderberg’dir) CFR (Council on Foreign Relations-Dış İlişkiler Konseyi) internet sitesinde Diyarbakır Newroz kutlamalarının bir resmiyle birlikte uzun bir yazıyla sürece verdiği desteği belirtiyordu. Örneklersek özetçe şöyle diyordu: “Türkiye’nin Yeni Yıl Sürprizi “(…) CFR muhabiri Steven Cook bunun (Öcalan’ın mektubu kastediliyor - Kurtuluş Yolu) yaklaşık otuz yıldır akan kanı durdurmak için büyük bir gelişme olduğunu söyledi. Cook, kalıcı bir barışın PKK’nin silah bırakmasıyla ve Kürtlere daha büyük özerklik getirecek olan yeni anayasanın hayata geçirilmesiyle mümkün olduğunu ifade etti. “(…) “Bu yüzden bu, Türklerin ‘Kürt meselesinin çözümü’nden kastettiği şeyin ilk adımıdır. Şimdiye kadar hiç kimse tam anlamıyla çözümden ne kastedildiğini bilmiyordu.” (CFR internet sitesi, www.cfr.org) ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Victoria Nuland, desteklerini şöyle açıklıyordu: “uland, PKK’nın açıklamasını, ‘Türkiye’de 30 yılı aşkın süredir devam eden trajik şiddeti sona erdirme yolunda olumlu bir adım olarak nitelediklerini’ belirterek, şunları kaydetti: “Bu şiddet çok sayıda yaşama ve geleceğe mal oldu ve sona ermeli. Türk hükümeti ve ilgili tüm tarafların, Türkiye’de demokrasiyi ilerletecek ve Türkiye’nin tüm vatandaşlarının yaşamlarını geliştirecek bir barışçıl çözüme ulaşmaya yönelik cesur çabala- Victoria uland rını alkışlıyoruz. ABD, bu meseleyi nihayet çözüme kavuşturma ve daha parlak bir geleceğe doğru yol almaya yönelik çabalarında Türkiye halkını desteklemeye devam edeceğiz.” (Sabah Gazetesi, 22.03.2013) Avrupa Birliği Emperyalistleri de mevcut BOP ya da Yeni Sevr sürecine tam desteklerini kesin ifadelerle açıklamışlardır: “AB Genişleme Komiseri Stefan Füle ve AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton’ın ortak açıklamasında, “PKK’ya bugün yapılan silah bırakma ve Türkiye sınırlarının dışına çekilme çağrısını ve buna olumlu tepkileri memnuniyetle karşılıyoruz. Bu, çok sayıda can kaybına neden olan sorunu bitirme hedefiyle devam eden süreçte yeni bir önemli ileri adımdır. Bunun somut takibini ve uygulanmasını bekliyoruz” ifadesi kullanıldı. “Açıklamada, “AB’nin barış sürecine tam destek verdiği ve katılım öncesi mali yardım enstrümanları dahil katkı yapmaya hazır olduğu” vurgulandı.” (agy) Demek ki uluslararası emperyalizm tam kadro olarak “İmralı”, “Açılım”, “Öcalan”, “Barış” süreci denen, ki işin aslı hep söylediğimiz gibi “BOP” ya da “İkinci İsrail’in doğuş” sürecidir, bu süreci hararetle desteklediklerini açıkça ortaya koymaktadırlar. Tabiî bu sürecin mimarı, projecisi ve uygulamaya koyucusu zaten kendileridir… Parababaları, süreçle önü açılacak sömürü ve talan için ellerini ovuşturuyor Türkiye’ye gelirsek; başta TÜSİAD ve Soros’un Açık Toplum Enstitüsü, TESEV’i gelmek üzere, tüm Parababaları ve Parababaları örgütleri, tabiî Ortaçağcı Parababaları ve onların örgütleri, medyası da dahil olmak üzere bu Amerikan Projesine bütün güçleriyle destek vermektedirler. TÜSİAD’ın açıklamaları şöyleydi: “Çözüm ve barış süreci için başlatılan çabalar doğru yönetilirse bizi tarihi bir noktaya taşıyabilir” görüşünü ifade eden Boyner, sürecin partilerüstü, günlük siyasi hesaplar ve hesaplaşmalar üstü yürütülebilmesinin sonuç için kritik olduğunu aktardı.” “İMRALI YORUMU: “İŞA TAKILDI, SIRADA DÜĞÜDE, TAKI OLARAK YATIRIM YAPACAĞIZ” “TÜSİAD Yönetim Kurulu Üyesi Tarkan Kadoğlu, İmralı sürecini desteklediklerini açıkladı. Bu sürecin ülkenin yeniden huzura kavuşması, yeniden barış çiçeklerinin açılacağı bir süreç olacağı görüşünü dile getiren Kadoğlu, “Her kesimin bu sürece destek olması gerektiğine inanıyorum. Geçen hafta Diyarbakır’daydım. Bölgenin STK’ları ile bir araya geldik. Herkesin ortak yönü, bu barış sürecinin biran önce netleşmesi. Biz adını şöyle koyduk: ‘Şu anda bu barış süreci, bir düğüne benzetiyoruz. Düğün, nişanları takılmış, sıra düğünü yapmaya kaldı’ diyoruz. Düğünün olduğu süreçte de biliyorsunuz takılar takılır. Bizler de işadamları olarak, takımızı takmaya, bu bölgeye yatırım yapmaya bir seferberlik yoluyla gideceğimize inanıyorum. Bu süreci önemsiyorum. Bu ülkenin geleceğinin, bu barışın sağlanmasında olduğuna inanıyorum” açıklamasında bulundu.” (http://www.patronlardunyasi.com/yhaber.asp?haberid=140759) Ülkeleri bölüp parçalayan örgütleri ve projeleriyle ünlü CIA ile işbirliği halinde çalışan dolar spekülatörü George Soros’un Açık Toplum Enstitüsü ve onun kardeşi TESEV’in açıklamaları ise şöyleydi: “2005’ten itibaren yaptığımız çalışmalarla Kürt meselesinin çözümü için destek verdik. TESEV olarak barış sürecini koşulsuz şekilde destekliyoruz” diyen Paker TESEV deklarasyonunu okudu: “Bugün geldiğimiz noktada Kürt meselesinin çözümü artık siyasetin elindedir. Biz TESEV olarak barış sürecini koşulsuz bir şekilde destekliyoruz. Girişimleri vesilesiyle tarafların Türkiye için çok olumlu bir süreci başlattıklarını ve yürütmekte olduklarını düşünüyoruz. Bundan sonraki dönemde, Kürt toplumunun daha geniş kesimlerce de paylaşılan demokratik taleplerini karşılamaya yönelik atılacak adımlar konusunda destek olmaya devam edeceğiz. Bu adımlar, sadece Kürt vatandaşların değil, toplumun tüm kesimlerinin ihtiyaç duyduğu koşulları gerçekleştirecek; demokratik kurumlar altında, tüm farklı kimliklerin özgürce yaşacağı bir Türkiye yaratacaktır. “Siyasal düzlemde çözüme doğru ilerleyen bu sürecin TESEV olarak tümüyle arkasında duruyor ve başarıya ulaşmasını temenni ediyoruz. Bu vesileyle Türkiye sivil toplumunun tüm unsurlarını barış sürecine ve bu sürecin siyasi sorumluluğunu taşıyanlara tam destek vermeye davet ediyoruz.” (http://www.bianet.org/bianet/diger/145410-baris-surecini-kosulsuzdestekliyoruz) TESEV deklarasyonunu okuyan Can Paker, aynı zamanda Soros’un Açık Toplum Enstitüsü’nün Türkiye şubesinin Danışma Kurulu Başkanıdır da. Emperyalist uşağı satılmışlar işte böyle sureti haktan görünürler. En hainane işlerini bile çok hayırlı işlermiş gibi maskeleyerek ifade ederler… Türkiye’nin önde gelen vurguncu Parababaları (Finans-Kapitalistleri) ise şöyle dile getiriyorlar bu sürece desteklerini (özetçe alacağız açıklamalarını): “Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Koç, Kürt sorunuyla ilgili barış sürecine ilişkin, “Bu barış sürecinin sekteye uğramamasını diliyorum. İnşallah bu görüşmeler bir şekilde devam eder. Çünkü silahla çözülemeyeceği görüldü. Dolayısı ile oturup bunun müzakere şeklinde çözülmesi lazım” dedi.” (Milliyet, 17 Ocak 2013) “Sabancı Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı Güler Sabancı, barış amaçlı müzakerelerin başarıya ulaşması durumunda Türkiye’nin ekonomik anlamda ‘uçacağını’ söyledi. Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) ile Abdullah Öcalan arasındaki görüşmeler ile barış çabalarının desteklenmesi gerektiğini belirten Güler Sabancı şunları söyledi: “Ülkemizin Sayın Başbakan’ın liderliğinde girdiği bu son dönemdeki Kürt meselesine, barış ve kardeşlik sürecinden çok umut duyuyorum ve çok desteklenmesi gerektiğine inanıyo- rum. Barış ve kardeşlik sürecini gerçekleştirirse, Türkiye’nin ekonomik olarak uçacağına inanıyorum.” (Agos, 12 Şubat 2013) “ÇATIŞMAYA ELVEDA YATIRIMA MERHABA “İş dünyası, Güneydoğu sorununun barışla bitmesi yönünde atılan adımların önemine vurgu yapıyor. Bu gelişmelerin bölgeye yatırımın yolunu açacağı belirtiliyor. İşadamları yeni sayfaya umutla bakıyor “Tuncay Özilhan / Anadolu Grubu: ‘Önemli yatırım potansiyeli ortaya çıkacak’ “Hüseyin Doğan / Birleşmiş Markalar Derneği (BMD) Başkanı: Türkiye’nin iklimi değişir... “Ali Kibar / Kibar Holding: ‘Kalkınmanın önü açılıyor, bu önemli’ “Ali Ağaoğlu / Ağaoğlu Grubu: ‘Ağa sözü’ geldi: Yatırıma hazırız “Şahismail Bedirhanoğlu /Güneydoğu Sanayici Ve İşadamları Derneği (GÜSİAD) Başkanı: Yeni süreç kalıcı barışa dönüşürse yatırımlarda ciddi patlama olacaktır. Barışla işsizlik Türkiye ortalamasına inecektir. “Eyüp Sabri Ertekin Urfa Tic. ve San. Odası Bşk: Yatırım olarak olsun, turizm açısından olsun hem bu illerde, hem de Urfa’da daha iyi bir ticari hayat başlayacaktır. “Remzi Can Diyarbakır Tic. ve San. Odası Başkanı: Bölgedeki silahlar susarsa yatırımcılar yatırım yapmak için bölgeye koşacak. “asır Duyan Mardin Organize San. Bölgesi Bşk: Barış döneminde hem bölge insanı, hem de ülke kazanacak.” (Milliyet, 22 Mart 2013) “Cemaat” de Amerikan barışına tam destek veriyor CIA dininin ya da Amerikan İslamının en önemli iki temsilcisinden biri olan (öbürü Tayyip’tir) Pensilvanyalı İblisin Türkiye’deki bir numaralı sözcüsü Hüseyin Gülerce, Fethullah’ın gazetesinde bakın bu Amerikan Projesini nasıl hararetle destekliyor: “(…) AK Parti ile BDP işbirliği yapıyor”, “Türkiye elden gidiyor”, “ne günlere kaldık” gibisinden propaganda ile Balyoz ve Ergenekon davalarının da itibarsızlaştırılması için çaba harcayacaklardır. Yani üç cephede yeni bir vesayet saldırısı ile karşı karşıya kalacağız: Çözüm sürecinin, darbeye teşebbüs davalarının ve yeni anayasa çalışmalarının engellenmesi… “Çözüm süreci deyip geçmeyelim. Yeni ve zorlu döneme girildi. 12 Eylül 2010’daki referandumdaki gibi bu ülkede barış isteyen, demokratikleşmeden yana olan herkes ayağa kalkmalı- dır. Çok geniş kesimlere hitap eden sivil toplum kuruluşlarının yöneticileri elini taşın altına mutlaka koymalıdır. Toplumun saygı duyduğu kanaat önderleri, toplumda karşılığı olan saygın isimler, vicdan sahibi fikir ve düşünce adamları öne çıkmalı ve yazmalı, konuşmalıdır. Gün bugündür…” ( Zaman, 27 Mart 2013) Daha fazla örneklemede bulunmanın sanırız artık pek önemi ve gereği yoktur. Yukarıda anılanlar, konuyu anlatmaya yeterlidir. Çok açık bir şekilde görülmektedir ki bu süreç, emperyalizm cephesinin ve yerli işbirlikçilerinin planlayıp, projelendirip yürüttükleri bir süreçtir. Süreçte halk güçlerinin konumu Halk Cephesinin bu süreçte hiçbir dahli olmadığı gibi, Halk Cephesine yani Halk güçlerine karşı bir süreçtir bu. Bildiğimiz gibi, dünyada iki cephe karşı karşıyadır. Bir yanda emperyalizm cephesi, öbür yanda Halklar Cephesi. Bu iki cephe birbiriyle savaş halindedir dünyanın her yerinde. Konumuza gelirsek, “Açılım Süreci” emperyalizmin ve yerli hizmetkârlarının sürecidir. Kürt ve Türk Halkına hiçbir şey getirmeyeceği gibi, sadece bu iki halka değil, bütün Ortadoğu Halklarına daha fazla sömürü, daha fazla zulüm, daha fazla kan ve ölüm getirecektir. Bölge halklarının birbirini daha da şiddetli biçimde boğazlamasına yol açacaktır. ABD ve AB Emperyalistleri dünyanın neresine barış, özgürlük, adalet ve demokrasi getirmiştir ki Ortadoğu’ya getirecektir? Bunların gittikleri her yere ve el attıkları her işe kan, ölüm ve gözyaşı da beraber gider. Bunların derdi mazlum halklar değildir; barış, adalet, hakkaniyet, demokrasi, özgürlük değildir. Bu değerli kavramların tam tersine olarak düşmanıdır bunlar. Bunların derdi, daha fazla sömürü, daha fazla talan, daha fazla işgal, daha fazla tahakkümdür. Başkaca hiçbir şey bunların umurunda olmaz. Türkiye’deki ABD Emperyalistlerinin hizmetindeki tüm güçler, bu barışın uygulayıcısı ya da destekçisidir. Ne yazık ki Sevrci Soytarı Sahte Sol’un bileşenleri de ezici çoğunluklarıyla bu süreci alkışlamakta, desteklemektedirler. Şunu da belirtelim ki HÖC-Yürüyüş bu ABD çözümüne netçe karşı çıkmıştır. Yeni Sahte TKP de bir hayli bocaladıktan sonra tavrını belirginleştirebilmiş ve o da karşı bir tutum almıştır. Yeni Sahte TKP de bir hayli bocaladıktan sonra tavrını belirginleştirebilmiş ve o da karşı bir tutum almıştır. Aydemir Güler’in 18 Haziran 2012 tarihli soL Gazetesi’nda yayımlanan ANF‘den Ruken Adalı’ya verdiği röportajında Amerikancı hareket önünde utanç verici bir biçimde çöküşü ve teslimiyetinden sonra alabildiği bu karar, pısırıkça oda olsa, Amerikan barışına karşı aldığı bu tutum, her şeye rağmen bizce alkışlanmaya değerdir. Sevrci Sahte Sol’un diğer bileşenleri ise yukarıda da belirttiğimiz gibi büyük çoğunluğuyla evetçi, bir ikisi de “yetmez ama evet” tutumunda ya da çizgisindedir. Süreçle Kürt Solu tasfiye edilmek isteniyor İlginçtir, tamamına yakını Amerikancı ve Sevrci olan BDP’nin bir milletvekili, içinde herhalde eser miktarda da olsa solculuk kalmış olmalı ki bu sürecin ne olduğunu tam değil ama bir yönünü, az çok kestirebiliyor, görebiliyor. Şöyle diyor konu hakkında: “Uzun yıllar siyasetin içinde yer almış bir BDP milletvekili ile de sohbet ettik. “Süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?” diye sohbetin kapısını araladık. “Zor bir süreç” dedi. “Bunu herkes biliyor, bilmediğimiz bir şey söyleyin” diye yarı şaka, yarı ciddi BDP’li vekili zorladık. “Peki o zaman…” dedi gülerek ve beklemediğimiz bir şekilde O, bize sorular sormaya başladı! “İlk sorusu damdan düşer gibi oldu. “Sessiz sedasız 1500 civarında Melle ataması gerçekleştirildi. Bunlar ne yapıyor acaba?” diye sordu. Yanıtını beklemeden ikinci sorusu geldi: “Hizbullah Partisi kuruldu. iye ki?” Biz bağlantı kurmaya çalışırken üçüncü soruyu yöneltti: “İmralı heyetinde Altan Tan neyi temsil ediyor?” Dördüncü sorusu ise adeta zurnanın zırt dediği türdendi: “Başkanın (Abdullah Öcalan) gençliğinde ne kadar dindar bir insan olduğu tam da bu dönemde niye manşetlere taşınıyor?” ‘KÜRT SOLU TASFİYE EDİLİYOR’ “Sohbetin yönü belli olmuş biz de bağlantıları kurmuştuk. Ancak sustuk ve vekili dinlemeye başladık. O da devam etti: “PKK görünen ve gösterilen bir hedeftir. Esas amaç BDP ile birlikte bölgedeki Kürt solunu tasfiye etmektir. Başbakan PKK’nın sınır ötesine çekilmesini istiyor. Böylece silahlar bırakılmasa bile Türkiye içindeki gücü kırılacak. Bunun sonucu olarak BDP bölgede yalnızlaştırılarak zayıflatılacak. Bunun yerine Melleler ve Hizbullah Partisi üzerinden bölgede din ağırlıklı radikal bir yapı oluşturulacak. Aynen BDP’nin yaptığı gibi bunlar bağımsız adaylarla Meclise girecek. AKP’nin bunlarla bizden daha iyi anlaşacağından hiç şüphem yok. PKK biter mi? Ben uluslararası güç odaklarının PKK’nın bitirilmesini isteyeceklerini hiç düşünmüyorum. Belki bölünebilir ve gerektiğinde kullanılmak üzere PKK’nın bir bölümünü şimdilik sınırların ötesinde tutabilirler. BDP’den şikâyet ediyorsunuz ama…” “BDP’li vekil cümlesini bitiremedi. Çünkü Genel Kurul’da ortalık fena karıştı. “Daha sonra devam ederiz” diyerek aceleyle yanımızdan ayrılırken, sohbetin son bölümüne tanık olan CHP’li bir vekil noktayı koydu: “Yani diyorsun ki, sizi mumla arayacağız!” (Yurt Gazetesi, 11 Mart 2003) BDP’li vekil sürecin uluslararası boyutunu ve bunun bir Amerikan süreci olduğunu göremiyor. Belki görüyor da söylemiyor. Fakat kendi durumunu ilgilendirdiği için oradan hareketle bu sürecin ilerici bir gelişme olmadığını açıkça görüyor. Sevrci Sahte Sol, büyük çoğunluğuyla bu kadarını bile göremiyor. Hep söylediğimiz gibi onlar artık bir şey görebilecek, anlayabilecek, değerlendirebilecek mantık ve metodu çoktan yitirmişlerdir. Onlardaki kavrayış ve anlayış eksidedirsıfırın altındadır… Kürt Sorununun Devrimci Bir Çözümü de vardır Yukarıda konu ettiğimiz, Kürt Sorunu’nun Amerikancı, AB’ci yani burjuva çözümüdür. Her konunun olduğu gibi bu konunun da bir de Devrimci Çözümü vardır. Bu çözümü de başta İşçi Sınıfı gelmek üzere, Kürt ve Türk Halkları ortak mücadeleleriyle gerçekleştireceklerdir. Halkın Kurtuluş Partisi, geçmişteki ve bugünkü önderliği, Kürt Sorunu’nun hep Devrimci Çözümünü savunmuştur. Hatırlanacağı gibi bu çözüm Hikmet Kıvılcımlı tarafından 1933’te Elazığ Zindanında ortaya konmuş, kaleme alınmıştır. Bu çözüm, “İhtiyat Kuvvet MilliyetŞark” ya da “Yedek Güç Ulus-Doğu” adlarıyla kitap olarak da şu anda konuya ilgi duyanların hemen ulaşabileceği yakınlıktadır. Burada ortaya konan çözüm, “Anadolu ve Kürdistan Halk Cumhuriyeti” biçiminde formüle edilmiştir. Bugünkü şartlarda Halkın Kurtuluş Partisi bu çözümü, “Edirne’den Çin sınırına kadar uzanacak Avrupa ve Geniş Asya coğrafyasında yer alacak Türk-Kürt Halk Cumhuriyeti” olarak adlandırmaktadır. Biraz zaman alacak da olsa bu Devrimci Çözüm eninde sonunda hayat bulacaktır. Ve söz konusu coğrafyadan AB-D Emperyalistlerini ve onların işbirlikçilerini kesin biçimde kovacaktır. Bugün bu Devrimci Çözümü savunanlar muhakkak ki, güçlü bir duruma sahip değiller. Emperyalistlerin çözümünü savunanlar güçlü konumdadır. Fakat Tarihin akışı geneli itibariyle hep ileriye olmuştur. Bundan sonra da böyle olacaktır. Biz Gerçek Devrimciler, evet bugün zayıfız ama asla umutsuz değiliz. Güçleneceğiz, yeneceğiz ve kazanacağız! 15 Yıl: 7 • Sayı: 64 / 8 isan 2013 Bursa Kitap Fuarı’nda kızıl bir stand... Baştarafo sayfa 24’te Tayyipgiller iktidarı ile birlikte toplumun tüm dokusuna sinen Ortaçağcı Şeriatçılık fuarlarda da kendini gösteriyor. Tüm bu gerici dalgaya karşı standımız halkımızın kızıl soluğu oldu. Partimiz ısrarla, Tayyipgiller’in İslamının; CIA İslamı, Amerikan İslamı olduğunu vurguluyor, sürekli bu konuda halkımızı uyarıyor, Kuran, Hz.Muhammed İslamı ile CIA İslamının taban tabana zıt olduğunu açıklıyor. Bu doğru ve yerinde öngörümüz bu fuarda da hayat bulmaya başladı. Tayyipgiller’in İslamının gerçek İslam olmadığını fark eden insanlar bizim standımıza gelerek din konusunda diğer soldan farklı yaklaştığımızı belirtiyorlardı. Son yıllarda özellikle gençlerde sola, devrimciliğe bir yönelim olduğu dikkat çekmektedir. Görevimiz bu genç insanlarla Partimizi ve yayınlarımızı buluşturmaktır. “AB-D Emperyalistlerinin BOP Planı Çerçevesinde Suriye ve Türkiye” Konferansına yoğun ilgi Her yıl olduğu gibi bu yıl da Fuar’da bir konferans düzenledik. Konferans konusu olarak; “AB-D Emperyalistlerinin BOP Planı Çerçevesinde Suriye ve Türkiye”yi belirlemiştik. Konferansımızı HKP Başkanlık Kurulu Üyesi Gürdal Çıngı Yoldaş sundu. Gürdal Çıngı Yoldaş, tüm katılımcıların ilgi ile izlediği konferansta, emperyalizmin bölgemizde ve dünyada gerçekleştirdiği soygun, sömürü katliam ve soykırımları anlatarak; emperyalizmin nereye gitmişse yanında ölüm meleklerini de birlikte götürdüğünü örneklerle ayrıntılı olarak açıkladı. AB-D Emperyalistlerinin yeni projesinin bin devletli bir dünya olduğunu belirten Gürdal Yoldaş, bu projenin bölgemizdeki uygulaması olan Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)’un ve Genişletilmiş Ortadoğu Projesi (GOP)’un neyi amaçladığını açıkladıktan sonra Suriye meselesine bu noktadan bakılması gerektiğinin altını çizdi. Gürdal Yoldaş, Beşşar Esad önderliğinde direnen Suriye Halkının yanında olmamızın önemine vurgu yaptı. Tayyipgiller’in düne kadar “kardeşim” diyerek sahip çıktığı Beşar Esad’ı, AB-D Emperyalistlerinin çıkarları için ve kendilerini lağım deliğinden aşağı süpürmeyip kullanmaları için bir anda satıverdiğini, ki ağababaları ABD Emperyalistlerinin de bunu hep yaptığını, tarihin bunun onlarca örneğiyle dolu olduğunun altını çizdi. AB-D Emperyalistlerinin BOP çerçevesinde uyguladıkları politikanın, Irak, Afganistan, Libya, şimdi Suriye, yarın İran ve Türkiye’ye kan, gözyaşı ve ölümden başka bir şey getirmediğini-getirmeyeceğini somut örneklerle anlattı. Bu yüzden BOP’a kararlılıkla karşı çıkmak, bu ülkelerden sonra sıranın ülkemize geleceğini bilerek Suriye Halkını savunmak görevinin kaçınılmaz olduğunu belirtti. Çanakkale Savaşlarına da değinen Yoldaşımız, Çanakkale Zaferi’nin “Emperya- G lizme karşı mazlum uluslarının ilk zaferi” olduğunu belirterek, ta 1071’den beri kader birliği yaptığımız Kürt kardeşlerimizle bu zaferde de birlikte olduğumuzu anlattı. Aynı kaderi Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda bir kez daha paylaştığımız Kürt kardeşlerimizle, Kürt Halkıyla bir kez daha AB-D Emperyalistlerine karşı savaşacağımızı ve Demokratik Halk İktidarını kuracağımıza olan inancını dile getirdi. Eşit, özgür, kardeşçe bir birlik kuracağımızı, bu birliğin emperyalistlere karşı yenilmez bir kale görevini göreceğini vurguladı. Bugün ise AB-D Emperyalistlerinin, Birinci Ulusal kurtuluş Savaşı’nın kazanımlarını olmamışa çevirmek, Sevr’i yeniden hayata geçirmek için olağanüstü çaba sarf ettiğini, İblis Fethullah ve Tayyipgiller aracılığıyla Mustafa Kemalci, Laik, Yurtsever askerlere, bilim insanlarına, medya emekçilerine “Ergenekon, “Balyoz” vb. adlarla yürüttüğü saldırıyı anlatan Gürdal Yoldaş’ımız, bu davaların bir CIA Operasyonu olduğunu somut örneklerle anlattı ve Partimizin başından itibaren olayı netçe, somutça bilimin gücüyle önceden gördüğünü ve buna karşı çıktığını anlattı. Partimizin, Türkiye Devrimi’nin önderi Hikmet Kıvılcımlı’nın tezlerini savunduğunu anlatarak, kısaca Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı hakkında bilgi aktardı. Ve O’nun tezlerini Denizler’in, Mahirler’in de savunduğunu vurguladı. Denizler’in ve Mahirler’in; O’nun Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı, Lenin ve Sovyetler Birliği’yle ilişkiler, Laiklik, 27 Mayıs’a bakış, İkinci Kurtuluş Savaşı tezlerini benimsediklerini somutça gösterdi ve Partimizin mücadelesinin Onlar’ın ideallerini gerçekleştirmek için de verildiğini söyledi. Bütün bu konuları akıcı bir biçimde dile getiren Gürdal Yoldaş’ımızın konuşması zaman zaman alkışlarla kesildi. Konuşmasının bitiminde birçok dinleyici yanına gelerek kutladı ve mücadelemizde başarılar diledi. Salonun aşağı yukarı tamamen dolu olduğu Konferansımız, bize yolumuzun doğru, davamızın haklı olduğunu bir kez daha gösterdi. Bursa’dan Kurtuluş Partililer K “İnsan hakları” savunucusu(!) Yurdatapan’ın işçi düşmanlığı Kurtuluş Yolu/İstanbul endisini “insan hakları”, “demokrasi”, “düşünce özgürlüğü” savunucusu, aktivisti olarak nitelendiren Şanar Yurdatapan, ofisinde çalışan işçilerinin sigorta talebine işten çıkararak cevap verdi. Türkiye küçük Millet Meclisleri Girişimi (TkMM) ve Düşünce Suçuna Karşı Girişim projelerinde çalışan Selin Karakartal, Hüseyin Yıldırım, Mert Tokur ve Gürşat Özdamar sigorta ve zam talep etmeleri üzerine işten çıkartıldı. TkMM Ankara çalışanı Esin Alp ise kararı protesto ederek istifa etti. İşten çıkarılan çalışanlar, Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Genel Merkezi’nde 24 Mart’ta bir basın toplantısı yaptı. DİSK Genel Başkan Yardımcısı Ali Rıza Küçükosmanoğlu, çalışanların aileleri ve öğrenciler basın açıklamasını destekledi. “Bir kıvılcım düşer önce, büyür yavaş yavaş, sonra bir bakmışsın patron olmuş arkadaş”, “Önyargılar girdi sigorta giremedi” pankartlarının açıldığı basın toplantısında işçiler adına bir açıklama yapıldı: “Senelerdir gönüllü çalışıyoruz. Burası şirket gibi işlemiyor, proje baz- Yurdatapan, türban yasağını protesto için Abdurrahman Dilipak'ın yargılandığı askeri mahkemeye başına türban takarak girmeye çalışmıştı. lı işliyor bahanesiyle bir aldatmacanın parçası haline geldik, emek sömürüsüne tabi tutulduk. Geçtiğimizi yılın ekim ayında projenin genel koordinatörlüğünü yürüten arkadaşımız, Şanar Yurdatapan tarafından işten çıkarıldı. Nedenini sormamıza rağmen bize geri dönüş yapmadı. “Burada demokrasi yok benim kararlarım uygulanır” çıkışını yaptı. 814 bin 578 kilometrekarelik coğrafyaya demokrasi getirme iddiasında bulunan Şanar Yurdatapan, 100 metrekarelik ofiste krallığını ilan ederek güvenimizi derinden sarstı. “Bunun ardından zam ve güvence talebinde bulunan bizleri fon ve bütçe gibi gerekçelerle üç ay boyunca oyaladı. Bu süre içinde yeni çalışanların istihdam edilmesi, ofise yeni demirbaş- Okullarımızda “öğretmenlere kılık kıyafet özgürlüğü” adı altındaki Ortaçağcı çıkış Eğitim Bir-Sen kuklasının değil Tayyipgiller’in bir hamlesidir ün geçmiyor ki yeni bir haberle sarsılmayalım. Yaklaşık bir senedir, esasında bir sendika olmayan, kamu emekçilerinin mücadelesini baltalamak ve okullarımızdaki Ortaçağcı gidişte Tayyipgiller’in emir erliğini yapmak üzere faaliyet gösteren Eğitim Bir-Sen Sendikası’nın yürüttüğü bir kampanya vardı: “Özgürlük için 10 milyon imza!” Bu Ortaçağcıların özgürlükten kast ettikleri şey Türbana özgürlüktür. Doğası gereği onlar da AB-D Emperyalistleri, yerli hainler ve tüm karşıdevrimciler gibi “insan hakları, özgürlük, demokrasi” gibi kavramların içini boşaltarak, daha doğrusu halkımıza bu şekilde yutturarak, ülkemizin Ortaçağ karanlığına gitmesinde önemli bir rol oynuyorlar. Tıpkı ağababaları, sahipleri Tayyipgiller gibi bu işi yaparken de 12 Eylül’den hesap sormak gibi alçakça bir yalana başvuruyorlar. Biz bu topraklarda uzun bir süredir, doğru devrimci teorimizden güç alarak, Şeriatçılığın bir tehlike olduğunu, çünkü Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının hâlâ var olduğunu ve şu anda Finans-Kapital zümresi ile kaynaşarak iktidarda hayat bulduğunu, dosta düşmana söylemekteyiz! Laiklik savunusunda yine senelerdir yalnız olduğumuzu üzülerek bilmekte, kendisine devrimciyim diyenlerin türban takıp üniversitelerde “türbana özgürlük eylemleri” yaptığını, Ortaçağcı sivil örümceklerle ortak eylemler ve işbirliği yaptıklarını yine üzülerek seyretmekte ve tarihe not düşmekteyiz. Ayrıca çok iyi biliyoruz ki Tayyipgiller, sabırla, bir halı dokur gibi, hiç vazgeçmeyerek işlediler bu süreci ve bu noktaya getirdiler halklarımızı. Ortaçağcı gidiş tüm azgınlığıyla devam ediyor. Tayyipgiller, eğitim alanında, 4+4+4 Kesintili Eğitim Sistemi ile özlemini duydukları sistemin tohumlarını attılar. KılıkKıyafet Yönetmeliği’ni öğrenciler için değiştirerek, çocukları “özgür” bıraktılar. Yani türbanı ilkokullardan başlayarak serbest bıraktılar ve küçücük beyinleri-ruhları esarete saldılar. Kitaplara sansür koydular. “Evrim Teorisi”ni anlatan öğretmenlere soruşturma açtılar. Eğitimin gericileşti- rilmesi, Tayyipgiller eliyle hızla devam ederken, yeni bir atak yapmaları tepkiye yol açabilirdi. Ama bunu, güya iktidara muhalefetmiş gibi görünen (ki biz maaş pazarlığında bile göremedik bu muhalefeti) bir “sendika” eliyle yapabilirlerdi. Bu sendikanın adı ise Eğitim BirSen’di. Tayyipgillerin yalakası ve yanaşması olan bu sendika, hemen harekete geçti ve tereyağından kıl çeker gibi bu görevi halletti. Sendikanın Genel Başkan Yardımcısı Murat Bilgin, “Karanlığa küfrederek değil, karanlığa bir mum yakarak bu günlere geldiklerini” belirtiyor. “Tarihe not düşülecek günler yaşıyoruz.” diyerek, “Artık sivil bir ülkede sivil bir şekilde yaşamak istiyoruz.”, diyor. Bu sivil örümcekler işte bu şekilde darbeden hesap sordukları yalanını yediriyorlar üyelerine ve kamuoyuna. Okullara mescit açılmasını da talep eden bu sendi- ların alınması bizlere mali açıdan bir sıkıntı olmadığını gösterdi. Aynı dönemde işyerinde üzerimizdeki baskı iyice yoğunlaştırıldı. 18 Mart’ta yaptığı toplantıda mali bir kriz yaşandığını bahane ederek bizi işten ayrılmaya yönlendirdi ve Haziran ayı başına kadar süre verdi. Bunun üzerine zam ve güvence talebimizi yeniledik, Yurdata- şük ücretle, güvencesiz çalıştırma, sömürüyü artırmanın bir aracı olarak karşımıza çıkmaktadır. Burada ayrıca ahlâkî olmayan bir durum vardır. Arkadaşlarımız burada gönüllü olarak, inanarak çalışmışlar. Bu istismar edilmiştir. Çalışanların insanî duyguları istismar edilmiştir. Bu da son derece ahlâksız bir durumdur. Şanar Yurdatapan’ın pan işveren tavrı göstererek bütün ofise bu kararın arkasında olup olmadığımızı sordu; evet cevabı alınca da herkesi işten kovdu. Bu durum insan hakları savunucusu olduğunu iddia eden Şanar Yurdatapan’ın en temel insan hakkı olan güvenceli çalışmaya karşı olduğunun bir göstergesidir. “Daha sonra, kişisel e-postalarda arkadaşlarımızla yaptığımız özel konuşmaların ele geçirildiğini öğrendik. Kendilerinin tesadüfen ele geçirdiğini iddia ettikleri bu görüşmelere baktığımızda farklı tarihlerde olduğunu ve buna hakim olduklarını gördük. Devletin haberleşme özgürlüğü hakkını ihlal etmesine karşı savaştığını iddia eden Yurdatapan’ın bu tavrını kamuoyunun takdirine bırakıyoruz. Şanar Yurdatapan’la sorunumuz kişisel değildir. Yurtapan’ın işçi düşmanı yüzünü her platformda teşhir ederek yasal haklarımızın sonuna kadar takipçisi olacağız. “Amacımız STK’lerde “gönüllülük” adı altında yapılan emek sömürüsünü teşhir etmektir. Düşük ücretlerle hiçbir sosyal güvencesi olmadan çalışanların geleceği patronun iki dudağının arasında. Devletin demokratikleştirilmesi iddiasındaki STK’leri kim demokratikleştirilecek? Bu ancak STK çalışanlarının birlikte mücadele etmesi ve haklarını savunmasıyla mümkündür.” DİSK Genel Başkan Yardımcısı Ali Rıza Küçükosmanoğlu yaptığı açıklamada, kendisini insan hakları aktivisti ilan eden Şanar Yurdatapan’ın gerçek kimliğini ortaya çıkaran arkadaşları kutladığını söyledi. Küçükosmanoğlu, “Bir Türkiye gerçeği. Yarıya yakını, yüzde 40’ın üzerindeki insan kayıtdışı çalışmakta. Güvencesiz, sigortasız çalışmakta; klasik işveren tavrı. Part time çalıştırma, öğrenci çalıştırma tamamen daha dü- nasıl bir “insan hakları savunucusu” kimliğine sahip olduğu teşhir edilmiştir, ortaya çıkmıştır. Biz de DİSK olarak arkadaşlarımızı bu haklı mücadelelerinde sonuna kadar destekliyoruz” diye konuştu. Selin Karakartal’ın annesi ise kızını küçük yaşta Yurdatapan’ın yanına bir şeyler öğrenmesi için verdiğini, 2-3 sene sigortasız çalıştığını, sonra asgari ücretten sigortasını yaptığını, maaşlarına zam isteyince de kapının önüne koyduğunu söyledi. “Sivil toplum kurumu nasıl bir şey anlayamadım? Sizin takdirinize bırakıyorum”, dedi. Mert Tokur’un babası ise ücreti düşük olsa da oğlunun sosyal bir işte çalışmasından dolayı mutlu olduğunu fakat Yurdatapan’ın düşüncelerine uygun davranmadığını, en son kendi baskıları sonucu oğlunun sigortasını yaptığını fakat sonradan hiç yatırmadığını fark ettiklerini söyledi. İşçilerin avukatı Cem Gök, STK’lerde “gönüllülük” adıyla emek sömürüsü yaşandığını belirterek geçmişe dönük sigorta ile ihbar ve kıdem tazminatı talebiyle hukuki süreci işleteceklerini söyledi. Arkadaşlarının işten çıkarılmasını protesto ederek işten ayrılan TkMM Ankara çalışanı Esin Alp, İstanbul’daki arkadaşlarıyla aynı koşullarda yani düşük ücret ve sigortası olarak çalıştığını söyledi. Öğrenci olması gerekçe gösterilerek asgari ücretin altında çalıştırıldığını, sigorta ve zam talebinin ise yine aynı gerekçeyle kabul edilmediğini söyledi. Projeye olan inancını da bu yüzden kaybettiğini belirtti. Şanar Yurdatapan’ın, bundan sonra da ucuz işgücü olarak görülen öğrencilerle çalışmaya devam edeceğini dile getirdiğini söyledi. kanın militanları, 18 Mart gününden itibaren okullara kıyafet yönetmeliğine uymayarak serbestçe gireceğiz dediler ve girdiler. İsteyen türbanını taktı, derse girdi; isteyen de kravatını çıkardı. Sarıklı, cübbeli derse girmenin önünde engel var mı? Hayır! Çünkü artık “özgürlük” geldi! Ortaçağcı AKP İktidarının emriyle süresiz olarak başlattıkları bu eylem sayesinde, çocuklar öğretmenlerini öyle gördü, sosyal öğrenme yoluyla model aldı ve dediğimiz gibi süresiz olduğu için almaya da devam edecekler. Özellikle ilkokul çocukları için, öğretmen ne yaparsa, ne derse doğrudur; ne giyerse güzeldir. Peki, bütün bu olanlar karşısında ses seda var mı? Ya da duyan var mı? Maalesef yok… Ama oldu da bitti maşallah! Bu yasa da resmi olmayarak böylece geçti. E, artık günümüzde her şeyin resmiyet kazanmasına gerek yok. Amaca hizmet ediyorsa resmidir! İçerisinde bulunduğumuz ve çalışma yürüttüğümüz sendikamız Eğitim-Sen’den de ne yazık ki yeterli ve yerinde bir açıklama gelmedi. Zaten beklediğimiz gibi bu süreci durdurmaya yönelik bir girişim ve mücadele de maalesef yok. Çünkü ne yazık ki teorik olarak Türban meselesinin özünü tam anlamıyla kavrayamadı Eğitim-Sen. Eğitim-Sen’in tepesini tutanların “özgürlük” konusundaki bakışları son derece tutarsız ve hatalıdır. Son olayda da, sadece “eğitimde bu kadar köklü sorunlar varken, bu eylemlerinde maksat arıyoruz”, denmiş Eğitim-Sen Genel Merkezinden. Yumuşakça, olayı tam anlamıyla ortaya koymayan birkaç eleştiri yani… Yazık… Biz Kurtuluş Partili Eğitim ve Bilim Emekçileri, sendikamızda sürekli olarak Laikliği savunduk ve savunmaya devam ediyoruz. En kör göze batıncaya kadar da devam edeceğiz. Okullarımızda sayımızın azlığına, düşmanın çokluğuna bakmadan kararlı duruşumuzu sergilemeye, küçücük yavrularımızın, gençlerimizin beyinlerini, Ortaçağ kalıntılarıyla değil bilimle doldurmaya devam edeceğiz. Kurtuluş Partili Eğitim ve Bilim Emekçileri olarak son günlerde karşılaştığımız saldırılar da bizleri engelleyemeyecektir. Artık süreç daha zor, daha çok yorulmamız gerekecek. Ama vazgeçmeden devam edeceğiz. Çünkü biliyoruz ki laiklik yoksa bilim de yoktur, demokrasi de yoktur, özgürlükler de yoktur. Ülkemizdeki tüm laik kurumları ve laikliği savunan unsurları, bir CIA Operasyonu olan “Ergenekon Davası” ile etkisiz hale getirdiğini düşünen Tayyipgiller iktidarı, artık bu ülkenin kendileri için dikensiz bir gül bahçesi olduğunu zannediyor. Ama erken seviniyorlar. Tarih ve biz yazıyoruz her şeyi ve biliyoruz ki, bazen geriye gidişler olsa da, Tarihin tekerleği geriye döndürülemez; hep ileriye gider. Ortaçağ karanlığına karşı laiklik mücadelemizi sürdüreceğiz! 22.03.2013 Kurtuluş Partili Eğitim ve Bilim Emekçileri 16 K Yıl: 7 • Sayı: 64 / 8 isan 2013 DİSK Genel Başkan Yardımcısı ve Nakliyat-İş Sendikası Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu: İşçi Sınıfı teslim alınamayacaktır! urtuluş Yolu: Tarihi boyunca Türkiye İşçi Sınıfına birçok İşgal, Grev, Direniş armağan eden DİSK/Nakliyat-İş Sendikası olarak yeni bir Direniş süreci başlattınız Yurtiçi Kargo’da. İlk olarak işçileri direnişe çıkmaya zorlayan sebepler neler oldu? Ali Rıza Küçükosmanoğlu: Bizim eylül ayından itibaren kargo ve lojistik işletmelerinde başlatmış olduğumuz bir kampanyamız var; daha insanca yaşanabilecek bir ücret ve insanlık onuruna yaraşır çalışma koşulları için bir örgütlenme kampanyası… Bu çerçevede Türkiye genelinde binlerce bildiri dağıtıldı başta kargo işletmeleri olmak üzere bazı lojistik işletmelerinde. Özellikle kargo ve lojistik işletmeleri son 15-20 yıllık sürede Türkiye’de uluslararası sermayenin de kârlı olarak gördüğü için yatırım yaptığı ve gelişen bir sektör, alan. İşçi arkadaşlarımız da özellikle düşük ücret, uzun çalışma süreleri, güvencesiz çalışma, alt işveren-taşeron, acente ilişkisinin yaygın olduğu bir işletmede çalışıyorlar. Yani sömürünün alabildiğine yoğun olduğu, çalışma koşullarının da kapitalizmin ilk dönemlerine benzer koşullarda olduğu, anayasanın da yasaklamış olduğu angarya çalışma koşullarının olduğu bir alan. 4857 Sayılı İş Kanununda çalışma süresi 45 saat olmasına rağmen, kargo işletmelerinin büyük çoğunluğunda işçi arkadaşlarımız haftada 75-80 saat, bazı yerlerde daha uzun süreler çalışıyorlar; fazla mesai de alınamıyor. Doğal olarak Türkiye’de en örgütsüz alandı aslında kargo ve lojistik işletmeleri. Bu alanda sendikalı-örgütlü çalışan sayısı gerçekten çok az. Geçtiğimiz yıllarda, özellikle Sendikamızın 1995’te Aras Kargo’da çok önemli bir grevi, mücadelesi oldu. Sendikamızın üyesi işçiler tarafından 1994 yılında Ankara’daki Aktarma Merkezi’nde bir İşgal eylemi yapıldı. O dönemde önemli, militan bir mücadele gerçekleştirildi. Daha sonra 1995 yılında başlayan Aras Kargo Grevi oldu. Daha sonraki süreçlerde sendikamızın değişik tarihlerde ve dönemlerde mücadeleleri oldu. Bundan dolayı biz sendika olarak eylül ayından beri bir örgütlenme seferberliği başlatmış durumdayız. Ve bunun da karşılığını öncelikli olarak Yurtiçi Kargo ve diğer kargo işletmelerinde aldık. Arkadaşlarımız 25’e yakın büyük ilde ulaştığımız işçi arkadaşlarla görüşmeler yaptı. Geniş bir üye kampanyası başlattık. Arkadaşlarımız belli ölçüde bu örgütlenmeyi sahiplendiler. Çünkü biraz önce anlatmaya çalıştığım koşullardan dolayı örgütlenme açısından objektif koşullar olmakla beraber, sendika olarak sübjektif anlamda örgütlenmeyi önümüze hedef olarak koyduk. Bunda da başta Yurtiçi Kargo olmak üzere önemli ölçüde yol almış durumdayız. İstanbul, Ankara, Konya olmak üzere arkadaşlarımız, sendikamızda örgütlendiler, sendikamıza üye oldular. Her ilk örgütlenen, ilk sendikaya üye olunan yerde olduğu gibi, burada da Yurtiçi Kargo işletmesi tahammül göstermedi ve şu ana kadar sendikaya üye olduğu için işten çıkarılan arkadaş sayısı 125 kişi. Ve bulunduğumuz yerlerde arkadaşlarımız işlerine, ekmeklerine, anayasal örgütlenme haklarına sahip çıkmak amacıyla Direniş başlattılar. Sendika olarak da bu Direnişi yürütüyoruz. Konya Aktarma Merkezi, Ankara’da Ataç, Meşrutiyet ve Opera Şubesi, Kocaeli’nde Çayırova Aktarma Merkezi, İstanbul’da Kadıköy Şubesi’nde ve Haramidere Aktarma Merkezi’nde Direnişlerimiz şu an devam ediyor. Biraz önce de söylediğim gibi Direnişin talebi örgütlenme hakkına, anayasal hakka sahip çıkmak, işten atılan arkadaşlarımızın işe geri alınmasını sağlamak. Sendika olarak buradaki kanunsuzluğu, işçi kıyımını protesto etmek ve örgütlenmemize sahip çıkıp geliştirmek amacıyla Direniş başlatmış durumdayız. Bir taraftan da işe iade davaları açmış durumdayız. Bu Direniş amacına ulaşıncaya kadar devam edecek. Hem örgütlenmeyi başarana kadar, hem atılan arkadaşlarımız işe geri alınana kadar devam ettirmek kararındayız ve bu amaçlarla Direnişimiz saymış olduğum bölgelerde devam ediyor. Kurtuluş Yolu: Genel olarak Türkiye’deki İşçi Sınıfımızın durumu hakkında ne düşünüyorsunuz? Ali Rıza Küçükosmanoğlu: Şu anda Türkiye’de, örgütlenmeden dolayı çok yaygın bir şekilde işten çıkarmalar olmasına rağmen gerçekleşen Direniş sayısı ne yazık ki az. Yaygınlığı bakımından devam eden en önemli Direniş: Yurtiçi Kargo Direnişi. Geçtiğimiz günlerde MNG Kargo’da da yine örgütlenmemiz oldu. Oradan çıkarılan üyelerimiz de var. Orada da bir Direniş başlatma aşamasındayız. Yani orada da örgütlenmeye yönelik bir saldırı var. Tüm kargo işletmelerinin patronları, kargo-lojistik işletmelerinin patronları ve diğer patronlar, kapitalistler, kâr hırslarından, daha fazla sömürü amaçlarından kaynaklı olarak işçiler kölelik koşullarında, güvencesiz şekilde çalışmaya mahkûm oluyorlar. Burada aslolan İşçi Sınıfının Devrimci potansiyeline güvenerek mücadele etmek. Örgütlenmek ancak arkadaşlarımızın gerçekten fedakârca mücadele etmeleriyle sağlandı; başarıya ulaşması da aynı fedakârca çalışmayı gerektirmektedir. Ancak böyle bir mücadele, daha insanca çalışma koşullarını, daha insanca yaşayabilecek bir ücret alma koşullarını beraberinde getirecek. Yoksa çok açık bir şekilde, işte Forbes Dergisi’nin açıklamış olduğu veriler de ortada, dünyada dolar milyarderi sayısının en fazla arttığı ülkelerden bir tanesi Türkiye. Bir tarafta Türkiye’de dolar milyarderi sayısı artıyor, bunların gelirleri % 20 oranında artıyor, bir tarafta işçiler daha fazla yoksullaşıyor, daha çok kölelik koşullarında çalışmak zorunda bırakılıyor. Bunun karşısında ancak mücadele ederek, örgütlenerek, direnerek daha insanca yaşanabilecek çalışma koşulları elde edilebilir. Yurtiçi Kargo Direnişi ve Mücadelesi de bunu ortaya koyuyor. Burada Direnişimizin gelmiş olduğu aşamayla ilgili de birkaç şey söylemek istiyorum. Yurtiçi Kargo ve diğer kargo işletmelerinde bir işletme bünyesinde olan şubeler var, bir de onların acentelere devredildiği yerler var. Sendika olarak biz yasal olarak da önemli bir aşamaya gelmiş durumdayız. Bazı şubelerde, acentelerde sendika olarak yetkimiz kesinleşti. İşvereni toplusözleşme görüşmesine çağırdık. İşveren toplusözleşmeden kurtulmak için, sendikalaşmayı önlemek için akla hayale gelmedik yollara, hilelere başvuruyor. Çoğunluk sağladığımız acentelerde acentelik sözleşmesini feshediyor, bir başka yerde kendi adına yeni bir şube açıyor, yakın bir adreste. Bununla da yetinmiyor, işçilere, gidin Nakliyat-İş Sendikası’na üye olmadığınıza dair bakanlıktan yazı getirin, öyle çalışmaya devam edin, diyor. Şu anda yasal prosedür anlamında da bizim muhatabımız zaten acentelik sözleşmesini feshettiği yerlerde sendikamızın yetkileri kesinleştiği için yasal olarak 6356 sayılı Sendikalar ve Toplusözleşme Yasasının 37. ve 38. maddelerine göre Yurtiçi Kargo İşvereni muhataptır. Ondan dolayı da biz Yurtiçi Kargo’yu toplusözleşme görüşmesine çağırdık. Yurtiçi Kargo toplusözleşme görüşmesine gelmedi ama biz prosedürü yürüteceğiz, önümüzdeki günlerde de yasal bir grev aşamasına geleceğiz. Çünkü bir taraftan Grevle dayanışma amacıyla “Yurtiçi Kargo’daki işçi ve sendika düşmanlığına ortak olma! Yurtiçi Kargo’ya kargo vermeyin!”, diye tüm halk örgütlerine, tüm kamuoyuna çağrı yapıyoruz. Buna uyan sendikalar var, siyasi partiler var. Onlara da tabiî göstermiş oldukları dayanışmadan dolayı ayrıca teşekkür etmek istiyoruz. Mücadelemiz bir taraftan toplusözleşme görüşmelerini grev noktasına getirmek için devam ediyorken bir taraftan da Direnişimiz fiili olarak en etkili biçimde devam ediyor. İşte bu çerçevede geçtiğimiz günlerde Fransız Konsolosluğuna karşı bir işgal eylemi gerçekleştirdik. Gerçekten Türkiye İşçi Sınıfı tarihinde bir ilk. Bir Konsolosluğun bir işçi eylemine, işgaline uğraması bir ilk. Kurtuluş Yolu: Aynı zamanda medyada da geniş yankı buldu bu eyleminiz. Ali Rıza Küçükosmanoğlu: Evet, Direnişimiz bu vesileyle daha çok duyurulmuş oldu. Gözaltı alındık, bırakıldık. Muhtemelen davalar da açılabilir. Bir taraftan dayanışmayı güçlendirmek, bir taraftan da örgütlülüğümüzü yaygınlaştırmayı amaçlıyoruz. Türkiye’nin değişik yerlerinden Yurtiçi Kargo ve diğer yerlerde çalışan arkadaşlarımızla ilişkimiz daha da yaygınlaşıyor. Yeni üyeler oluyor, örgütlenen yeni bölgeler var. Bu mücadele kendi özel koşullarından kaynaklı olarak biraz zaman alacaktır. Çünkü çok dağınık. Yurtiçi Kargo, Türkiye’nin en büyük kargo işletmesi. En son verilere göre 800’ü aşkın şubesi ve 14 bin çalışanı var. Türkiye’deki kargo piyasasındaki pastanın % 45’i Yurtiçi Kargo’ya ait. Aynı zamanda Yurtiçi Kargo’nun % 25 hissesi Fransız Devlet Postası La Post’un işletmesi olan GeoPost’a ait. Uluslararası sınıf dayanışmasını güçlendirmek amacıyla oradaki, Fransa’daki sendikayla ilişkilerimiz var. Yani bu mücadeleyi kazanmak için her türlü meşru ve demokratik alanda mücadelemizi geliştiriyoruz. Bu aslında diğer alanlardaki İşçi Sınıfı Mücadelesine de örnek olan bir mücadele. Hem işgal eylemiyle, hem yürüttüğümüz, yürütmeye çalıştığımız boykot kampanyası ile… Arkadaşlarımız Konya’da, Ankara’da, İstanbul’da imza kampanyaları başlatacaklar, Yurtiçi Kargo’nun sendika düşmanlığını protesto etmek amacıyla. Ki Direnişin getirmiş olduğu etkiyle bazı önemli müşteriler Yurtiçi Kargo’yu bıraktılar. Dediğim gibi, bu mücadele bir bütün. Bir taraftan açık havada, yağmurda karda yürütülen Direnişle, mahkemelerde açılan işe iade davalarıyla bir taraftan Grev aşamasına getirmeye çalıştığımız toplusözleşme prosedürüyle, uluslararası dayanışmasıyla… Giderek daha etkili kılmaya çalıştığımız kamuoyunun, siyasi partilerin ve halk örgütlerinin dayanışmasıyla bu mücadeleyi başarıya ulaştırmayı amaçlıyoruz. Kurtuluş Yolu: Son olarak vermek istediğiniz bir mesaj var mı? Ali Rıza Küçükosmanoğlu: Özellikle son dönemde İşçi Sınıfımızın düşürülmeye çalışıldığı kölelik koşullarında, güvencesiz, taşeron çalışmanın yaygınlaştığı bir dönemde İşçi Sınıfımızın objektif anlamda örgütlenme koşulları zaten AKP Hükümeti tarafından yeterince ağırlaştırılmış durumdadır. Bununla da yetinmek istemiyorlar. Bu olumsuz durumları daha da yaygınlaştırmak, Ulusal İstihdam Stratejisi dedikleri projelerini hayata geçirmek ve çalışma hayatının daha esnek hale getirilmesi, kıdem tazminatının ortadan kaldırılması, özel istihdam bürolarının hayata geçirilmesi gibi İşçi Sınıfı düşmanı politikaları AKP Hükümeti tarafından gündemde tutuluyor. AKP’nin, bu işçi ve sendika düşmanı programını hayata geçirme aşamasına ulaştığı kanaatine vardığı bugünlerde aslında bu tür işçi direnişleri daha da önemli bir yer tutuyor, halklarımızın çıkarları bakımından. Bu mücadeleyi geliştirmek ve yaygınlaştırmak gerekiyor. Aynı zamanda Türkiye’de egemen olan sarı sendikacılığa karşı da bir mücadele vermek zorunda İşçi Sınıfı. İşçi Sınıfımızı örgütlenme konusunda tereddüde düşüren şeylerden biri de Türkiye’de egemen olan, sermayenin ve mevcut iktidarın önünü açmaya çalıştığı sarı sendikacılıktır. Biz sendika olarak buna karşı da yani 6356 sayılı yasayla önümüze çıkarılmaya çalışılan mücadeleci sendikacılığın tasfiyesi girişimlerine ve egemen olan sarı sendikacılığa karşı da mücadele ediyoruz. Bu tür Direnişlerin başarıya ulaşması da ancak gerçek anlamda Sınıf Sendikacılığının, İşçi Sınıfı Sendikacılığının hayata geçirilmesiyle mümkün olur. İşçi Sınıfının kölelik koşullarına mahkûm olmaması, insanca yaşayabileceği bir ücret ve çalışma koşullarının, ortamının sağlanabilmesinin yolu da buradan geçiyor. Yani biz Fransız Konsolosluğunu İşgal eylemini, Sendikamızın Merkez Yönetim Kurulu Üyeleri, şube yöneticisi arkadaşlarımız, işçi kardeşlerimiz, ben hatta avukatımızla beraber gerçekleştirdik. Birilerine havale etmedik çünkü gerçekten işçilerin sendikalara karşı yabancılaştırılmaya çalışıldığı bu dönemde sendika yöneticilerinin her zamankinden daha fazla mücadeleye öncülük etmesi gerekiyor. Nakliyat-İş Sendikası olarak bunun da örneğini göstermeye çalışıyoruz. Sadece Yurtiçi Kargo Direnişi ve Mücadelesiyle değil, diğer alanlardaki mücadelemizle de bunu ortaya koymaya çalışıyoruz. Önümüzdeki süreç İşçi Sınıfımızın örgütlenmesi ve mücadelesi açısından zorluklarıyla beraber, mücadelenin daha da militanlaşacağı ve gelişeceği bir süreci de getirecektir. Haklarımızı koruyup geliştirmenin yolu da bu tür mücadelelerden geçmektedir. Başarımız bu mücadelelerin tavizsiz, yılmadan, kararlı bir şekilde sürdürülmesine bağlıdır. İşçi Sınıfımızın 61 K Anayasasının sağladığı hakları kullanarak yürüttüğü Kavel Direnişi vb. direnişlerle ve DİSK’in ortaya çıkışından sonraki süreçte ortaya koyduğu 15-16 Haziran Direnişleri, DGM’ye karşı direnişler gibi gerçekten Türkiye İşçi Sınıfının önemli deneyimleri, DİSK’in, Nakliyat-İş’in önemli deneyimleri, mücadele deneyimleri var. Bu deneyimlerle beraber önümüzdeki süreçlerde İşçi Sınıfımızın mücadelesinin daha da bir gelişeceğini umuyorum. Biz de daima bu çaba içerisindeyiz. Kurtuluş Yolu: Biz de her dönem Devrimci Sınıf Sendikacılığına örnek olan, yürüten DİSK Nakliyat-İş Sendikası’na başarılar diliyoruz. Teşekkür ederiz. DİSK Nakliyat İş Sendikası Örgütlenme Uzmanı Mehrali Bozgun: Zaferle çıkacağımıza eminiz urtuluş Yolu: 62 gündür devam eden Yurtiçi Kargo Direnişinin Haramidere bölgesindeki Çadırında ilk günden beri işçilerle birlikte nöbet tutuyorsunuz. Süreç hakkında kısaca bilgi verebilir misiniz? Mehrali Bozgun: Türkiye genelinde bir mücadele vardı, biliyorsunuz zaten. Yurtiçi Kargoyla ilgili bildiriler hazırlandıktan sonra tüm şubeleri ve aktarma merkezlerini dolaştık biz. Aktarma merkezlerinde bu işi götürebilecek nitelikte birkaç kişinin dönüşü oldu. Onlarla toplantılar yapıldı. İlk başta bir-iki kişiyle toplantılar yaptık. Arkasından Haramidere Aktarma Merkezinde bir bildiri dağıttık, servis saatlerinde, öğlen saatleriydi. Aktarma Merkezi’nin farklı bir yapısı var. Yolun kenarından ve alttan olmak üzere iki girişi var. Normalde servisler işçileri yolun kenarındaki girişten bırakıyorlardı, biz de orada bildirilerimizi dağıttık. Beş tane servis geldi ve biz de beş servisteki bütün işçilere bildirilerimizi dağıttık. Bildirileri dağıttıktan sonra işverenin vekilleri, müdürleri, şefleri fark ettiler ve önlem almaya çalıştılar kendilerince. İşçilerin yüzlerindeki ifadelerden gördük ki bildirilerimizi almak istiyorlardı, dönüp gelip bildiri alanlar olmuştu. İşte biz de istiyoruz, sendika geliyormuş, diyenler vardı. Bilenler de vardı, bilmeyenler de vardı, sendika nedir diye soranlar da vardı ama sendikanın ne olduğunu bilenler ya da geçmişte sendikalı çalıştığını söyleyenler de ya ben geçmişte sendikalı çalıştım, sendikanın ne olduğunu bilirim diyerek sendikanın olması gerektiğini anlatıyorlardı. Bu arada bu aktarma merkezi bir mahalle içerisinde. Mahalle içerisinde de evinden kendi istekleriyle gelenler de vardı. O işçilere de bildirilerimizi dağıttık. Bunun üzerine işveren fark etti. Geldi kapıya, işçileri bir anlamda zorla; kimilerine bağırarak, kimilerine el işaretleri yaparak içeriye aldı. Öğlen saatlerindeki servis, vardiya değişikliği olduğu için vardiya değiştiren işçileri de alması gerekiyordu. Müdür servisleri normal güzergâhının dışında aşağıya yönlendirdi. Bu sırada ben bir müdürle görüştüm, sen ne yapıyorsun, işçileri mi kaçırmaya çalışıyorsun, dedim. Kaçırmıyorum, dedi ama kafası önündeydi. Yaptığın resmen işçileri kaçırmaktır, işçilerin bizimle buluşmasını engelleyemezsin, dedim. Müdür de arkasına bakmadan hızlı bir şekilde içeriye kaçtı. İçeride bir heyecan yaratınca ertesi gün bir daha gittik. Gittiğimizde bu sefer kapıya güvenlikçileri dizmişler. İşçileri ve bizi karşılaştırmamak için o çevrede oturanlar da dahil, evleri 100-150 metre ileride olan işçileri bile evlerinin önünden alarak işe getirdiler. İşçiler de şaşırıyor tabiî ne oluyor, neden bizi evimizin önünden alıyorlar kamyonetlerle, diye. Hatta bir keresinde tam biz işçiyle konuşmaya giderken servis önümüzden aldı, götürdü. Üçüncü gün gittiğimizde de bu sefer sivil görünümlü 8-9 şefi takmışlar işçilerin peşine. Bizim peşimizden de geldiler ama biz sonradan fark ettik, işverenin adamları olduğunu. Bildirilerden sonra tabiî içerideki arkadaşlar daha rahat bir çalışma yürütmeye başladılar. Aktarma Merkezi’nden üyelikler daha hızlı gelmeye başladı. Tabiî aynı zamanda olumsuzluklar da oldu; ispiyoncular da çıktı. Toplantılara katılıp üye olan, daha sonrasında işverenin vaatlerine kanmış, kendi arkadaşlarını satan işçiler de çıktı, sendikadan istifa etti ve işverene giderek şu şu şu sendikaya üye oldu, dediler. Bunun üzerine 8 işçi işten atıldı. Bu 8 işçi Direnişe başladı ve bu işçiler şu anda Direnişe devam ediyor. İki kişi daha sonradan eklendi. Direniş Çadırımız bu şekilde devam ediyor. Kurtuluş Yolu: Haramidere Aktarma Merkezi önündeki Direniş Çadırında bir gününüz nasıl geçiyor? Mehrali Bozgun: Biz her gün sabah saat sekiz gibi Aktarma Merkezi’nin önüne geliyoruz. İlk işimiz, sloganlarla “biz buraya geldik” diyoruz. İşçilerin de tam vardiya değişimi saati. O sırada bazı işçileri işe giderken, bazı işçiler eve gitmek üzere ayrılıyor, bu sırada sloganlarla onları bir anlamda karşılıyoruz. Öğlen saat 2-2.30 gibi yeni bir vardiya değişimi var. O saatte de sloganlarla Aktarma Merkezi’nin önüne geçiyoruz. Bir de akşam 18.00-18.30 gibi de vardiya değişimi var, idari personel gidiyor, servisler kalkıyor. Bu arada üyemiz olsun olmasın işçiler selam vererek geçiyor yanımızdan. Gün boyu oradayız, ziyaretçilerimiz oluyor, destek için geliyorlar. Mahalle Halkından destek görüyoruz; börek yapıp getirenler bile var. Esnaftan da destek görüyoruz. İşveren yalakaları, esnafları da bize verdikleri destek sebebiyle tehdit ediyorlar. Ayrıca üye sayımızı arttırmak için Direnişçi İşçilerle beraber çeşitli Yurtiçi Kargo şubelerine giderek çalışanlarla görüşmeler yapıyoruz. Kısacası bir günümüz böyle geçiyor. Biz bu Direnişten zaferle çıkacağımıza eminiz. Hem Direnişçi İşçilerin hem de içerideki işçilerin inancı; buraya sendikanın gireceği yönünde. Direnişteki işçiler bugüne kadar içerideki şefleri ne demişse onu yapmışlar ama artık kendi güçlerinin farkına vardıkları için buradan sonuç alacağına, içeriye tekrar sendikalı olarak gireceğine inanıyor. Mesela en son işten atılan arkadaş içeriden sloganlarla çıktı. Güvenlik müdahale etmek istedi. Biz dışarıdaki 8 arkadaşla birlikte içeriye girdik, bölge müdürlüğünün oraya kadar gittik. Oradan sloganlarımızla dışarıya kadar çıktık. Güvenlikçiler müdahale etmek istedi, işte bazı şefler laf attılar. Bizim tepkimiz üzerine sustular. İçerideki birçok işçi arkadaş da bizden yana olduğunu gösterdi. Laf atmak isteyen müdürü, şefi susturdular. Kısacası hem içerideki, hem dışarıdaki işçilerin bize ve kendilerine olan inançları daha da artmış oldu. Oradaki o eylemin sonunda da Aktarma Merkezi’ne demir bir sürgülü kapı yapıldı. Yaklaşık iki metre yüksekliğinde, altı metre genişliğinde bir kapı. Giriş çıkışlar artık oradan yapılıyor. İçerideki işçiler, bu kapı işverenin sendika korkusundan dolayı yapıldı, diyorlar. Bu olaydan sonra bazı işçiler, biz de sendikaya üye olacağız, şeklinde haberler gönderdiler. Kurtuluş Yolu: Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı? Mehrali Bozgun: Teşekkür ederiz Kurtuluş Yolu Gazetesi’ne. Yurtiçi Kargo Direnişinden zaferle çıkacağız. Yurtiçi Kargo’ya sendika girecek. Bu konuda Halkın Kurtuluş Partisi’nin de desteğini alıyoruz. Ondan dolayı da ayrıca teşekkür ederiz. 17 Yıl: 7 • Sayı: 64 / 8 isan 2013 DİSK Nakliyat-İş Sendikası Örgütlenme Daire Başkanı Erdal Kopal: K Yurtiçi Kargo Direnişçileri Nakliyat-İş’le etle tırnak gibi kaynaşmıştır urtuluş Yolu: Öncelikle mücadelenizde başarılar diliyoruz. Soğuğa, yağmura rağmen mücadelenizi kararlılıkla sürdürüyorsunuz, Yurtiçi Kargo İşçilerine ve İşçi Sınıfımıza umut oluyorsunuz, yüreğimizi ferahlatıyorsunuz. Daha önce Direnişteki Yurtiçi Kargo İşçileriyle, yine burada Çayırova Aktarma Merkezi önünde farklı tarihlerde röportajlar yaptık. İşçi arkadaşlardan Yurtiçi Kargo örgütlenme sürecini dinledik. Bir Sendika yöneticisi olarak sizin gözünüzden sendikanız Nakliyat-İş’in Yurtiçi Kargo’daki örgütlenme sürecini dinlemek isteriz. Erdal Kopal: akliyat-İş Sendikası olarak 2012 Eylül ayından itibaren tüm kargolarda örgütlenme kampanyası başlattık. Bu örgütlenme kampanyası çerçevesinde yoğun bir şekilde başta İstanbul olmak üzere, aşağı yukarı tüm büyük bölgelerde, Ankara, İstanbul, İzmir, Bursa, Kocaeli, Adapazarı, Konya (Konya’ya yakın diğer iller), Antalya, Adana ve Antep’e kadar birçok bölgede kargo işçilerine yönelik anayasal hakkımız olan sendikalaşma hakkımız, yasal haklarımız hakkında bilgilendirme amaçlı bildirilerimizi-broşürlerimizi dağıttık. Bu broşürlerimizle, işçi arkadaşlarımızı örgütlenmeye çağırdık. Bu kölelik koşullarına artık son vermeye, insanca yaşamak, insanca çalışma koşulları yaratmak için mücadeleye, örgütlenmeye, sendikalaşmaya çağırdık. Birkaç aylık yoğun bir çalışmadan sonra Yurtiçi Kargo’dan ve diğer kargoların tümünden işçi arkadaşlarımız bize ulaşmaya başladılar. Üyelikler yapılmaya başlandı. Başta Yurtiçi Kargo gelmek üzere kargolarda çalışma koşulları ağırdır. Çalışma saatleri günde 15-16 saate varıyor ve ücretleri ödenmiyor. Alınan ücretler asgari ücretin de altında aslında. Bugün kargolarda bir kuryenin aldığı ücret yaklaşık 900-950 TL civarında. Bir şoförün, ring şoförünün veya içeride çalışan bir şoförün aldığı ücret de ortalama 1000 TL civarında. Buna asgari geçim indirimi dâhil. Yol parası verilmiyor. Sadece öğle yemeği veriliyor. Gece 1011’lere kadar çalışılmasına rağmen akşam yemek verilmiyor. Tüm bunları hesapladığımızda, yol parasını ve asgari geçim indirimini çıkarttığımızda, akşamları da yemek parasını kendi cebinden verdiğini düşündüğümüzde, bu yoğun, ağır çalışma koşulları karşısında, maaşları neredeyse 600-650 TL’ye düşmekte. Bu koşullar artık çalışanlar açısından dayanılmaz bir hale geldi. Arkadaşlarımızla, Yurtiçi Kargo’da başta olmak üzere örgütlenme sürecini başlattık. Bugün bu örgütlenme iyi bir noktaya gelmiş durumda. Kurtuluş Yolu: Ve şu anda Yurtiçi Kargo’da aynı anda farklı illerde birçok yerde direnişiniz devam ediyor… Erdal Kopal: Çayırova’da, Haramidere Aktarma’da, Kadıköy, Altunizade ve Kavacık Şubelerinde işten atılan arkadaşlarımız direnişlerine devam ediyor. Konya Aktarma’da işten atılan arkadaşlarımız devam ediyor. Yine aynı zamanda Ankara’da üç ayrı şube önünde direnişimiz devam ediyor. Ülkemizde en ufak bir hak talebinde bulunmak, kendi geleceğine, ekmeğine sahip çıkmak için mücadele etmek, hakkına sahip çıkmak, Parababaları tarafından hemen işten atmayla, baskıyla, tehditle yok edilmeye çalışılıyor. Yurtiçi Kargo’da da örgütlenme devam ederken işverenin duyması üzerine yine benzer edin, vazgeçin, bu kadar zam yapacağım size diyor. Böylesine sendikalaşma düşmanı, işçi düşmanı bir tavır içerisinde. Ama bu tehditler hiçbir zaman arkadaşlarımızı bu haklı davalarından vazgeçiremeyecek. Bu mücadeleyi içerideki ve dışarıdaki arkadaşlarımızla birlikte kazanacağız. Kurtuluş Yolu: İşgal, Grev, Direniş geleneğinizi bu direnişte de bozmadınız. Direnişteki Yurtiçi Kargo İşçileri, Yurtiçi Kargo’nun yüzde 25 ortağı olan Geopost’un ülkesi Fransız Konsolosluğunu işgal ettiler. Siz de oradaydınız… Erdal Kopal: Nakliyat-İş Sendikası, İşgal, Grev, Direniş geleneğiyle dosta düşmana kendisini kanıtlamış, devrimci sınıf sendikacılığı anlayışını ilke edin- şeylerle karşılaştık. İşveren, üye olduğunu tespit ettiği arkadaşlarımıza gözdağı vermek, vazgeçirmek, sendikalaşmayı engelleyebilmek için arkadaşlarımızı işten attı. Bu direnişlerimiz sayesinde, burada hiçbir şey değişmez, bu düzen böyle devam eder anlayışı yıkıldı. İşverenler tarafından sanki kadermiş gibi dayatılan kölelik koşullarının artık çalışanlar tarafından kabul edilmediği, bundan sonra böyle gitmeyeceği gösterilmiş oldu. Dışarıda başlattığımız direniş hem içerideki işçi arkadaşlarımıza moral verdi, cesaret verdi; hem de işverene buradaki mücadeleden vazgeçmediğimizi, sendikal haklarımız için direnmeye, işe geri dönene kadar, sendikal haklarımıza saygı gösterilene kadar, kazanana kadar bu mücadeleyi devam ettireceğimizi gösterdi. İşveren ahlâksızca para teklifleriyle, seni şef yapacağım, amir yapacağım kandırmacasıyla sendikadan istifa etmeye zorluyor. Mesela bir şubede 500 TL’ye yakın elden para teklif ederek, her ay zam teklif ederek, sendikadan istifa miş, sınıf içerisinde de pratik mücadele içerisinde de bunu olabildiğince, gücü ve olanakları ölçüsünde hayata geçirmeye çalışmıştır. Sizin de belirttiğiniz gibi, Fransa devlet postası olan Geopost, Yurtiçi Kargo’nun yüzde 25’ine sahip. Bu yüzden daha önce Fransız Konsolosluğu önünde bir basın açıklaması yaptık. Taksim’de toplanıp bir yürüyüşle Konsolosluk önüne gittik. Yurtiçi Kargo’da yapılan haksızlığı, hukuksuzluğu, adaletsizliği anlatmaya, işçi ve sendika düşmanı tavırlarından vazgeçmeleri için çağrıda bulunmaya gittik. Görüşme talebimiz olmasına rağmen Konsolosluk tarafından görüşme talebimiz kabul edilmedi. Biz de Genel Başkanımızın da doğru önerisiyle, Fransız Konsolosluğuna bütün işçi arkadaşlarımızla beraber girme kararı aldık. Bizler Genel Başkanımız, avukatımız dahil bütün işçi arkadaşlarla beraber Konsolosluk binasına girdik ve orada önlüklerimizi, şapkalarımızı giydik. Aynı zamanda iki arkadaşımızla beraber daha önce kararlaştırdığımız gibi Fransız Konsolosluğunun çatısına çıktık. DİSK Nakliyat-İş Sendikası Ankara Temsilcisi Bayram Karkın: Zafer bizim olacak;buna inancımız tam! Kurtuluş Yolu: Merhabalar. Nakliyat-İş Yurtiçi Kargo Direnişi ile yine destan yazmaya ve İşçi Sınıfına ilkleri yaşatmaya devam ediyor. Bu şanlı direnişin Ankara ayağına ilişkin düşüncelerinizi almak için buradayız. Bugün itibariyle Ankara’daki Direnişin kaçıncı günü? Bayram Karkın: Direnişimizde bugün 50’nci gün. Kurtuluş Yolu: Peki, bugüne nasıl gelindi? Bayram Karkın: Genel Merkezimizin almış olduğu bir karar neticesinde süreç başlamış oldu. Bu karar; kargo ve lojistik şirketlerinde insanca çalışma koşuları yaratmak için örgütlenme seferberliğiydi. Seferberlik diyoruz çünkü; gerçekten kargolarda çalışma koşulları uzun yıllardır çok ağır durumdaydı. Ve binlerce işçi bu koşullarda çalışmaktaydı. Bu durum adına seferberlik denilebilecek ciddi bir çalışmayla ortadan kaldırılabilirdi. Biz de seferberliğin bir parçası olarak Ankara’da hızla örgütlenme çalışmasına başladık. Geceli, gündüzlü yoğun bir çalışma ile kısa sürede üyelik yapıp, hatta birçok şubede çoğunluğu sağlayarak Çalışma Bakanlığına Çoğunluk Tespitinde bulunduk. Kurtuluş Yolu: İşveren bu süreçte nasıl bir tutum aldı? Bayram Karkın: İşveren sendikal örgütlenmenin farkındaydı fakat tam olarak boyutunu bilmiyordu. Ancak yukarıda da bahsettiğim gibi çoğunluk tespitinde bulunduğumuz şubelerde sonuçlar lehimize gelmeye başlayınca sendikal örgütlenmenin boyutunun önemli bir noktaya geldiğini fark etti. Kurtuluş Yolu: Sendikal örgütlenmenin boyutunu öğrendiği zaman Yurtiçi Kargo işvereni nasıl bir tepki verdi? Bayram Karkın: İşveren öncelikle üyelerimiz ikna etmeye ya da zorla sendikadan istifa ettirmeye çalışmıştı. Ancak her türlü ikna yöntemlerine karşın (bu yöntemlerin içinde para teklif etmek de dahildir) arkadaşlarımız sendikasına sahip çıkmıştır. Bu kararlı duruşu gören işveren tek kurtuluşunun üyelerimizi işten atmak olduğunu düşünerek Ankara’da işçi kıyımına yönelmiştir. Kurtuluş Yolu: Bugüne kadar Ankara’da kaç işçi çıkartıldı? Bayram Karkın: İşveren 53 arkadaşımızı, kargo cehenneminden başka bir cehennem olan işsizlik cehennemiyle baş başa bırakmıştır. Yurtiçi Kargo İşvereni bu şekilde Nakliyat-İş Sendikası’ndan kurtulacağını sanmıştır. Ama kurtulamayacağını elli gündür Ankara’nın her türlü soğuğuna ve yağmuruna rağmen direnen arkadaşlarımız göstermiştir. Arkadaşlarımızın bu kararlılığı ilk günkü gibi devam etmektedir. Biz İşçi Sınıfı Sendikacılığı yapan bir sendikayız. Yani devrimci bir sendikayız. İnançlı ve kararlı üyelerimizin olması bu mücadeleyi zafere ulaştırmamız için yeterli bir sebeptir. Kurtuluş Yolu: Ankara’da kaç şubede direniş yürütüyorsunuz? Bayram Karkın: Üç şubede. Bunlar eski adları ile Ataç, Meşrutiyet yeni adları ile Sağlık, Kültür şubeleridir. Ve bir Konsolosluk İşgali bu mücadelede kararlı olduğumuzun ve neler yapabileceğimizin bir göstergesidir. Bundan sonra da ne gerekiyorsa, işçi arkadaşlarımızla beraber, bu mücadelenin zafere ulaşması için, işgalse işgal, mücadeleyse mücadele, eylemse eylem, ne gerekiyorsa hep birlikte yapacağız. Kurtuluş Yolu: İşgalin yurtiçinde ve yurtdışında özellikle Fransa’daki yankıları ve etkileri nasıl oldu? Erdal Kopal: Fransa’da devlet postası Geopost’ta örgütlü sendika bize ulaştı, görüştük. Konsolosluğa yazılı olarak protesto mektubu gönderdiler. Yine aynı şekilde Yurtiçi Kargo’ya, Geopost’a protesto mektubu gönderdiler. Önümüzdeki günlerde bir program dahilinde Fransa’da Geopost’ta örgütlü olan sendika yöneticilerinin bir ziyareti olacak. Yurtiçinde de bu işgalle beraber hiç ummadığımız yerlerde Yurtiçi Kargo’da çalışan işçi arkadaşlarımız bize ulaştılar. Biz de sendikalı olmak istiyoruz. Biz de bu koşullardan şikâyetçiyiz. Yıllardır çalışıyoruz, hepimiz bel fıtığı olduk, boyun fıtığı olduk, sağlığımızdan oluyoruz. Hiçbir sosyal yaşamımız yok, hiçbir geleceğimiz yok. Burada gece gündüz mesai almadan köle gibi çalıştırılıyoruz. Biz de sendikalı olmak istiyoruz gibi çok olumlu tepkiler aldık.. Kurtuluş Yolu: 12 Mart’ta Sendikanız Genel Başkanı ve DİSK Genel Başkan Yardımcısı Ali Rıza Küçükosmanoğlu bir basın açıklamasıyla yetkinizin kesinleştiğini, Yurtiçi Kargo işverenini toplu iş sözleşme görüşmelerine çağırdığını duyurdu. Bu konuda neler söyleyeceksiniz? Erdal Kopal: Yurtiçi Kargo acentecilik ve yüklenicilik biçimiyle çalışıyor. Yani Yurtiçi Kargo’nun hem kendi şubeleri ve kendi bünyesindeki aktarmaları var hem de acenteye ve yükleniciye verdiği yerler var. Buralarda ayrı ayrı prosedürler yürütüyoruz. Örgütlenme sonucunda çoğunluğu sağladığımız bazı şubelerde yetkilerimiz kesinleşti. Yetki prosedürünü başlattık. Biz tüm işçi arkadaşlarımıza, dostlarımıza şunu söylüyoruz; örgütlenmenin çok zor, olanaksız olarak ifade edildiği kargolarda, yeter ki buradaki olumsuz koşullara karşı çalışan arkadaşlarımıza güven verelim. İşçi Sınıfına güven verildiğinde, cesaret verildiğinde arkadaşlarımız kendi davalarına mutlaka sahip çıkacaklardır. Bugün Yurtiçi Kargo’da da, arkadaşlarımız tüm baskı ve tehditlere rağmen davalarına sahip çıkıyorlar, direniyorlar. İşte yetkilerimiz gelmeye başlıyor. Bundan sonra da çoğunluğu sağladığımız diğer yerlerde tek tek yetkilerimiz gelecek. Yani er geç Yurtiçi Kargo’da DİSK’in, akliyat-İş Sendikası’nın bayrağını, İşçi Sınıfı mücadelesinin bayrağını zaferle dalgalandıracağız. Buna inanıyoruz. Kurtuluş Yolu: Yurtiçi Kargo Dire- nişi’nde bundan sonrası için neler söylemek istersiniz? Erdal Kopal: Bundan sonrası için, biraz önce de bahsettiğim gibi tüm bölgelerde örgütlenme çalışmalarımız devam ediyor. Örgütlenme çalışmamızın bir parçası olarak, direnişteki arkadaşlarımızla işverenin baskılarını kırmaya yönelik şube ziyaretleri yapıyoruz. Şubeleri geziyoruz. Aktarma merkezlerinin önünde eylemler yapıyoruz. Basın açıklamaları yapıyoruz. Kahve toplantıları, ev toplantıları yapıyoruz. Örgütlenmeyi, yoğun bir şekilde ulaşabileceğimiz her yere ulaşarak, daha da büyüterek, daha da sağlamlaştırarak iyi bir noktaya getireceğiz. Tüm çabamız bu. Bu açıdan üyeliklerimiz, örgütlenmemiz, yoğun bir şekilde, olanca hızıyla devam ediyor. Yurtiçi Kargo’da gecesini gündüzünü buraya veren, çoluğunun çocuğunun büyüdüğünü göremeden, sabah çocuğu uyurken evden çıkan, gece 11-12’de çocuğu yattığında eve giden, sağlığını, sosyal yaşamını, hayatını Yurtiçi Kargo’ya neredeyse feda eder noktaya gelen arkadaşlarımız artık buna yeter demiştir, artık bu böyle gitmez, demiştir. akliyat-İş Sendikası’yla birlikte kader birliği yaparak bu mücadeleyi zaferle sonuçlandırmak için her şeyi göze almıştır. Parababaları, TÜSİAD, TOBB gibi örgütleriyle, polisiyle, devletiyle domuz topu gibi örgütlü. Bir avuç olmalarına rağmen milyonları, İşçi Sınıfımızı sömürebilmelerinin tek sebebi bu örgütlülükleri. İşçi Sınıfımız da bilinçlendikçe örgütleniyor. Direnişler ve Grevler İşçi Sınıfımız için birer okuldur. Bu yüzden her direnişin işçiler açısından büyük kazanımları var. Aynı zamanda da İşçi Sınıfının bir sonraki mücadelesine ışık tutar. Türkiye’de ve dünyada direnişler ve grevler İşçi Sınıfı mücadelesi Tarihine altın harflerle yazılmıştır. Yakın zamanda Borusan İşçileri İşgal Grev Direnişle mücadeleyi zaferle taçlandırmışlardır. Dünyanın en büyük Parababası olan ABD Emperyalizminin simgesi Coca Cola’nın Türkiye Genel Müdürlüğünü işgal ettik. Coca Cola’da aylarca verilen mücadele sonucunda zafer kazandık. Yurtiçi Kargo Direnişimiz de kazanımla bitecektir. Zaferle sonuçlanacaktır. Onların zalimlikleri, sömürüleri, haksızlıkları ve adaletsizlikleri hiçbir zaman onuruna, geleceğine, ekmeğine ve sendika hakkına sahip çıkan, direnen Yurtiçi Kargo İşçilerini vazgeçiremeyecektir, engelleyemeyecektir. Onlar Nakliyat-İş Sendikası’yla beraber artık etle tırnak gibi kaynaşmıştır. İşçi kardeşlerimiz, bu mücadelede her türlü bedeli ödemeyi göze alacak, işverene de her türlü bedeli ödetmeyi göze alarak mücadeleyi zaferle sonuçlandıracaktır. Teşekkür ederim. Kurtuluş Yolu: Mücadelenizde başarılar diliyoruz. de Opera Şubesi. Niye eski adlarını da söyledim diye sorabilirsiniz. Çünkü işveren bu şubelerde yasa dışı lokavt uygulamıştır. Güya hukuki anlamda sendikadan kurtulacaktır. Ama nafile. İşgal, Grev ve Direnişlerin sendikası olan Nakliyatİş’ten kurtulamazlar. Eni sonu Yurtiçi Kargo işçilerini ve diğer kargolardaki çalışan kardeşlerimizi işverenlerin insafsızlığına bırakmayacağız. Zafer bizim olacak. Buna inancımız tam! müşterilerine yönelik olarak yoğun bir bildiri dağıtımı ve ziyaretler gerçekleştirdik. Ve bu şubelerde kargo dağıtımını neredeyse yüzde 40’lara düşürdük. Halkımıza ve Yurtiçi Kargo müşterilerine Yurtiçi Kargo işvereninin ve onun Fransız Ortağının işçi ve sendika düşmanı yüzünü gösterdik. Ankara’da bulunan Yurtiçi Kargo şubelerinin neredeyse bütün müşterilerine bildiri dağıtımını direnişçi işçi arkadaşlarımızla birlikte gerçekleştirdik. Ayrıca özellikle Kızılay bölgesi ve civarındaki bütün şubelerde basın açıklamaları ve bildiri dağıtımları gerçekleştirdik. Her cumartesi bütün direnişçi işçi arkadaşlarla birlikte bir şubenin önünde toplanıyor, sloganlarımızı haykırıyor, müşterilere ve halkımıza, Yurtiçi Kargoyu boykot çağrımızı yineliyoruz. Ayrıca örgütlenme çalışmalarımız da bir taraftan devam ediyor. Diğer şubelerde işçi kardeşlerimize ulaşıyor, onları da örgütlemeye çalışıyoruz. Kurtuluş Yolu: Bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. Bayram Karkın: Asıl biz sizlere teşekkür ederiz. Çünkü direnişimiz sizlerin sayesinde bir kez daha duyurulmuş olacak. Son kez şunu da belirtmek isterim: Ankara’da örgütlenmenin en başından beri bizimle olan Konya Ambarlarında çalışan Temsilci, Üye ve Yönetici arkadaşlarımıza göstermiş oldukları fedakârlıklar ve özverileri için teşekkür ederim. Kurtuluş Yolu: Ankara özelinde çalışmalarınızdan da bahsederseniz. Bayram Karkın: Direnişe başladığımız ilk günden bugüne kadar öncelikli olarak önünde beklediğimiz şubelerin 18 Yıl: 7 • Sayı: 64 / 8 isan 2013 DİSK Konya İl Temsilcisi ve Nakliyat-İş Sendikası Konya Bölge Temsilcisi Ali Özçelik: Baskılar, yalanlar yıldıramadı, yıldıramayacak K urtuluş Yolu: İsterseniz kısaca sizi biraz tanıyalım. Ali Özçelik: İsmim Ali Özçelik. DİSK Konya İl Temsilcisi aynı zamanda Nakliyat-İş Sendikası Konya Bölge Temsilcisi’yim. 2008-2009 yılından beri bu görevi yürütüyorum. Kurtuluş Yolu: “İnsanca yaşayabilecek bir ücret için Sendikalı Ol! Nakliyatİş’li Ol” kampanyası başlattınız… Ali Özçelik: 15 no’lu taşıma işkolunda, ambarlar başta olmak üzere kargo ve lojistik firmalarında örgütlü olduğumuz yerler var, örgütlenme yapmaya çalıştığımız işyerleri var. 2012 Şubat ayında yaptığımız olağan kongremizle beraber, özellikle örgütlenme alanında, Örgütlenme Daire Başkanı’mızın ve Sendika Yönetim Kurulu’muzun başlatmayı kararlaştırdığı bir örgütlenme seferberliğimiz vardı zaten. Tabiî bu örgütlenme seferberliğine baktığımızda, işkolumuzdaki birçok işyerini değerlendirip buna uygun bir program çıkarttık. Bu program dâhilinde, kargo ve lojistik firmalarında örgütlenme seferberliği de yer alıyordu. Bununla ilgili olarak sendikamız Nakliyat-İş’in çıkarttığı 10 binin üzerindeki bildiri, işkolumuzda çalışan işçi kardeşlerimizi bilgilendirmeye ve sendikamızda örgütlenmeye yönelik bir davet niteliğindeydi. Türkiye’nin dört bir yanına bu bildirilerimiz örgütlenme uzmanlarımız, temsilcilerimiz, işçi arkadaşlarımız tarafından dağıtıldı. Şimdi Yurtiçi Kargo örgütlenmesi de böyle başlayan bir örgütlenme. Yurtiçi Kargo, Türkiye’nin en büyük kargo ve lojistik şirketlerinden bir tanesi. Diğer kargolarda da örgütlenme faaliyetlerimiz vardı. Bu bildiriler işkolumuzdaki birçok firmaya dağıtıldı. Doğal olarak çelişkinin ve sömürünün en yoğun olduğu yerde sendikal örgütlenmenin yayılması, genişlemesi biraz daha farklı oluyor. Bunun içindir; dağıttığımız bildirilere Yurtiçi Kargo İşçilerinin ilgisinin, diğer kargo işçilerine göre çok daha fazla olması… Yurtiçi Kargo İşçilerinin kölece çalışma koşulları, günlük 13-14 saatlere kadar varan çalışma saatleri ve insanca yaşayabilecekleri bir ücretlerinin olmaması, işçi kardeşlerimizin sendikamıza diğer kargo çalışanlarına göre daha sıcak bakması sonucunu doğurmuştur. İşte bütün bu nedenlerle, örgütlenme seferberliğimiz Yurtiçi Kargo’da yoğunlaşmıştır. Şunu belirtmemiz gerekir ki; bu örgütlenme Yurtiçi Kargo işvereninin lanse ettiği gibi, yeni sendikalar yasasına bağlı bir örgütlenme değildir. Dost ve düşman da çok iyi bilir ki, Nakliyat-İş Sendikası gerçek Devrimci Sınıf Sendikacılığı yapan, İşçi Sınıfının çıkarlarını her şeyin üstünde tutan devrimci bir sendikadır. Böyle olmasaydı İşçi Sınıfı Tarihine onlarca İşgal, Grev, Direniş, Örgütlenme hediye edemezdi. Taşeronlarda örgütlenme yapılamaz, sendikal örgütlenme bitti denilen günlerde taşeronlarda örgütlenmeyi gerçekleştirip zaferle taçlandıramazdı. Yine herkes çok iyi bilir ki, Nakliyat-İş Sendikası yasalarla kendilerini sınırlayan bir sendika değildir. Bizim için önemli olan İşçi Sınıfı mücadelesinin ivme kazanmasıdır. Ayrıca Yurtiçi Kargo ile yarım kalmış bir hesabımız vardı. Şimdi bu hesabı kapatacağız, hedefimiz bu. Kurtuluş Yolu: Yeni yürürlüğe giren sendikalar yasasının hedefi nedir? Bu durum Yurtiçi Kargo örgütlenmesini nasıl etkiledi? Ali Özçelik: Tayyipgiller yeni çıkarttığı sendikalar yasasıyla, sınıf ve kitle sendikacılığını, devrimci mücadeleci sendikal anlayışı tasfiye edip yandaş, yalaka sendikacılığı ön plana çıkartmayı hedeflemekte. Tayyipgiller, yerli yabancı Parababalarının çıkarları doğrultusunda bir yasa çıkartarak kendilerine yakışanı yaptılar. MNG/FedEx Express Kargo’da Direniş Bayrağı Dalgalanıyor Baştarafı sayfa 24’te tarma Merkezi önünde Nakliyat-İş üyesi Topkapı Ambar İşçileri, Yurtiçi Kargo Direnişçi İşçileri ve sendika yöneticileri bir araya geldi. Eyleme DİSK Limter İş Sendikası Genel Başkanı Kamber Saygılı da destek verdi. Eylemde, “MG/FEDEKS EKSPRES Kargo’da İşçi Kıyımına Son”, “Yaşasın MG Kargo Direnişimiz” pankartı açıldı. “MG’ye Sendika Girecek Başka Yolu Yok”, “İşçi Düşmanı MG”, “İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek”, “İşçiyiz Haklıyız Kazanacağız” sloganları atıldı. DİSK Genel Başkan Yardımcısı ve akliyat-İş Sendikası Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu’nun MG Kargo Direnişi ile ilgili yaptığı basın açıklaması: MNG/Fedex Express Kargo’da işçi kıyımına son Değerli Basın Emekçileri MNG Kargo, MNG Holding’e bağlı dünyanın en büyük kargo işletmelerinden FedEx Express’in Türkiye’deki lisans ortağı olan en büyük Kargo işletmelerinden biridir. Ülke genelinde 700’ü aşkın şubesi 7000’den fazla çalışanın olduğu sektöre önemli yenlikler getirme iddiasında olan bir Kargo işletmesidir. MNG’de çalışan binlerce işçi kardeşimizin çalışma koşulları, aldıkları aylık ücretler diğer kargolardan farklı değildir. Haftalık çalışma süresi 4857 Sayılı İş Yasasın da 45 saat olmasına karşın 70-80 saatlere varmakta, karşılığında fazla mesai ücreti ödenmemektedir. Yıllardan beri çalı- şan işçilerin aldıkları ücret, asgari ücretin biraz üzerindedir. İşçiler güvencesiz, Anayasanın yasakladığı angarya koşullarda çalışmaya mahkum edilmektedir. Değerli Basın Emekçileri MNG Kargo işçileri, dayatılan kölece çalışma koşullarına sefalet ücretine artık isyan etmektedir. MNG işçileri “İnsanca yaşayabilecek bir ücret ve insan onuruna yaraşır çalışma koşulları için örgütlen sendikalı ol akliyat-İş’e üye ol” kampanyamıza katılarak sendikamızda örgütlenmeye, üye olmaya başlamışlardır. İstanbul, Ankara başta olmak üzere diğer illerde ki kardeşlerimiz Anayasal haklarına sahip çıkmaktadırlar. MNG Kargo işvereni, sendikamıza üye olan 10 işçiyi iş daralması, performans düşüklüğü bahanesi ile işten çıkarmıştır. MNG Kargo işvereni işçi ve sendika düşmanlığı yapmaktadır. TCK’nın 117 ve 118. Maddelerine göre de suç işlemektedir. Cumhuriyet Savcılarını, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığını göreve çağırıyoruz. Değerli Basın Emekçileri MNG Kargo işvereninin baskıları, tehditleri ve işçi kıyımı, sendikamızın mücadelesini engelleyemeyecektir. Sendikamız bu günden itibaren burada MNG işvereninin işçi-sendika düşmanlığına karşı, keyfi bir biçimde çıkarılan işçi kardeşlerimle birlikte meşru-demokratik direnme hakkını kullanacak ve direnişe başlayacaktır. İşvereni buradan işçi-sendika düşmanlığından vazgeçmeye, işten atılan işçi kardeşlerimizi işe geri almaya çağırıyoruz. 28.03.2013 Yaşasın MG/FedEx Express Kargo İşçilerinin Örgütlü Mücadelesi! MG Kargo’da İşçi Kıyımına Son! Atılan İşçiler Geri Alınsın! İşçiyiz Haklıyız Kazanacağız! Yaşasın DİSK Yaşasın akliyat-İş! Nakliyat-İş Sendikası Genel Yönetim Kurulu Yurtiçi Kargo; 12 bin civarında işçi çalıştıran, yasada olmayan muvazaalı acente işletmeleriyle bu işi yürütmeye çalışan, Türkiye’deki kargo potansiyelinin kendi söylemleriyle yüzde 45’ini karşılayan, elinde bulunduran bir kargo şirketi. Yurtiçi Kargo’da bizim açımız- dan örgütlenme zorluklarının da olduğunu gözardı edemeyeceğimiz, fakat sendika olarak üstesinden gelebileceğimiz bir örgütlenme. Bu bilinçle, bu bilgi, birikim ve iradeyle, Nakliyat-İş Sendikası olarak, DİSK’in mücadele tarihine yakışır bir şekilde devrimci sınıf ve kitle sendikacılığı rehberliğinde örgütlenme çalışmalarına başladık. Hem de Nakliyat-İş Sendikası Tarihine yakışır bir mücadeleyle, sendikalı, insanca yaşanabilecek bir ücrete çalışanları sahip kılıp, burada örgütlenmeyi zaferle taçlandırmayı hedefliyoruz. Kurtuluş Yolu: Konya’daki örgütleme çalışmaları ne aşamada? Ali Özçelik: Konya’da ve çevre illerde Yurtiçi Kargo örgütlenmesi Ekim 2012 ayı içerisinde başladı. Konya’da çalışan Yurtiçi Kargo İşçilerinin yüzde 80’i sendikamız çatısı altında örgütlenmiş durumda. Örgütlenme çalışmalarımız devam etmektedir. Örgütlenme çalışmalarından haberdar olan işveren, üyelerimizi tehdit ve baskıyla istifaya zorladı. Direnen ve istifa etmeyen 21 üyemizi işveren işten attı. Konya Aktarma Merkezi önünde 30 Aralık 2012 tarihinden beri işçi arkadaşlarımızla birlikte Direnişimiz devam etmektedir. Konya’da Yurtiçi Kargo’nun 5 şubesinde çoğunluğu sağlamış durumdayız. Şu an için Çalışma Bakanlığından yetkinin gelmesini bekliyoruz. Bu süreçte Konya’da müşterilere ve halkımıza yönelik binlerce bildiri dağıttık. Bunun sonuçlarını da aldık. Şubat ayında 11 bin olan kargo sayısı 5-6 binlere kadar düştü. Siyasi Partiler ve sendikalar da bu süreçte desteklerini esirgemediler. HKP, CHP, TKP, Eğitim-İş ve Eğitim-Sen Konya Şubeleri, kargo vermeyerek desteklerini sundular. Kurtuluş Yolu: İşvereninin örgütlenmeye tepkisi ne oldu? Ali Özçelik: Örgütlenme başlar başlamaz işveren, çeşitli provokatif davranışlara girdi. Konya’da işverenin, “Üye sayısını artırmak için buraya girdiler, yetkileri düşeceği için burada örgütleniyorlar, bu sendikanın yetkisi yok, aidat gelirlerini artırmaktır amaçları, bunlar ambar işyerlerinde örgütlü, ambar işverenlerinin provokasyonuyla Yurtiçi Kargo’ya girdiler, sendikayı onlar yönlendiriyor” şeklinde demagojileri oldu. Ayrıca işveren, işçi kardeşlerimizin hem dinî hem de millî duygularını suiistimal ederek örgütlenmeyi engellemeye çalıştı. Bunlar sizden aldıkları aidatları farklı yerlere kullanacaklar, sizden topladıkları aidatlarla lüks içerisinde yaşıyorlar, sizden aldıkları aidatları çeşitli örgütlere aktarıyorlar gibi birçok örnekle insanları kandırmaya çalıştı. Biz Nakliyat-İş Sendikası olarak ne yapmaya çalıştığını bilen, köklü bir sendikayız. Dolayısıyla Yurtiçi Kargo’da da örgütleneceğiz. Yani baskılar, yalanlar, dolanlar bizi şu ana kadar yıldıramadı, bundan sonra da yıldıramaz. Kurtuluş Yolu: Geçtiğimiz günlerde, yayınlanan istatistiklerin Nakliyat-İş Sendikası’nın açtığı dava sonucunda Nakliyat-İş açısından iptal edildiği yönünde bir karar verdi mahkeme… Ali Özçelik: Tayyipgiller, işverenlerin taleplerine uygun olarak devrimci sınıf ve kitle sendikacılığını tasfiye ederek HAK-İş gibi yandaş sendikaları güçlendirmek istiyor. Yayımlanan istatistiklere baktığımız zaman Parababalarının ve Tayyipgiller’in bu aşağılık amaçlarını açıkça görmekteyiz. Yandaş ve sarı gangster sendikacılığın nasıl korunup kollandığı çok açık bir şekilde görülmektedir bu istatistiklerde. Tabiî bunu iki türlü önlemek gerekir. Birincisi örgütlenme yapmak, örgütlenmeleri artırmak, sendikalı işyerlerini artırmak. İkinci aşaması da olayın hukuki boyutu. Biz Nakliyat-İş Sendikası olarak, eşitlik ilkesine hem de açıklanan istatistiklerin gerçekleri yansıtmadığı konusunda gerekli davaları açmıştık zaten. Nitekim şubat ayı içerisinde Ankara 4 No’lu İş Mahkemesi tarafından lehimize bir karar çıktı. Dolayısıyla yetkili ve toplu sözleşme yapabilecek bir sendikayız. Kurtuluş Yolu: Son olarak Fransız Başkonsolosluğunu işgal ettiniz. Bununla ilgili ne söylemek istersiniz? Ali Özçelik: Zaten Nakliyat-İş olarak geçmişimiz işgallere doludur. Burada şunu söylemeden geçmeyelim. Yaptığımız bütün işgallere Genel Başkanı’mız başta olmak üzere bütün yöneticilerimiz katılıyor. Başarılı örgütlenmelerimizin kaynağı buradan geliyor. Genel Başkanı’mız ile işkolumuzdaki işçi arkadaşlarımız arasındaki sevgi saygı ilişkisi çok yüksek, bunu da birkaç sendika dışında göremiyoruz. Son olarak yaptığımız eylemler, işgaller bu örgütlenmeyi başaracağımızın kanıtıdır. Gözaltılar, baskılar, tehditler, işçi kıyımı MNG Kargo’daki örgütlü mücadeleyi engelleyemeyecektir M Kurtuluş Yolu/Gebze NG Kargo’nun, 10’uncu Kuruluş yılı dolayısıyla Gebze Organize Sanayi’de düzenlediği kampanya etkinliğinde, Nakliyat-İş Sendikası’na üye oldukları için işten atılan işçiler, işverenin işçi ve sendika düşmanlığına karşı bir eylem gerçekleştirdi. MG Genel Müdürü Aslan Kut ve diğer üst düzey yöneticiler, yumurta atılarak sloganlarla protesto edildi. Bu protesto karşısında MNG Kargo bu etkinliğini iptal etmek zorunda kaldı. Protesto eylemine MNG’den atılan işçiler, Yurtiçi Kargo Direnişçileri ve Birleşik Metal-İş Sendikası Gebze Şube Başkanı ve Yöneticileri de katıldı. Eylem sırasında Gebze Organize Sanayi idare binasının özel güvenlik görevlileri işçilere saldırdı ve eylemi engelle- mek istedi. Ancak Nakliyat-İş Sendikası yönetici ve üyelerinin kararlı karşı duruşu sayesinde bunu başaramadı. Binanın özel güvenlik görevlileri polisi çağırarak şikâyetçi oldu. Polis, bu şikâyeti dikkate alarak Sendika Genel Merkez Örgütlenme Daire Başkanı Erdal Kopal’ı, yönetici ve üyelerden oluşan yaklaşık 40 kişiyi ifadeleri- ni almak üzere Mutlukent Polis Merkezi’ne götürdü. Burada yaklaşık iki saat alıkonulan yönetici ve üyeler daha sonra serbest bırakıldı. Nakliyat-İş artık Dünya Sendikalar Federasyonu üyesi S endikamızın 10. Olağan Genel Kurulu’nda alınan karar gereği dünya genelinde 82 milyon üyesi bulunan ve kapitalizme karşı mücadeleyi amaçla- yan Dünya Sendikalar Federasyonu (WFTU)’ya üyelik için başvuru yapmıştık. Yapmış olduğumuz üyelik başvurusu, 0708 Mart 2013 tarihlerinde Peru’nun başkenti Lima’da düzenlenen 7. WFTU Başkanlık Konseyi toplantısında onaylandı. WFTU Genel Sekreteri George Mavrikos tarafından gönderilen mesajda “Dünya İşçi Sendikaları Federasyonu’nun büyük ailesine hoş geldiniz. WFTU Tüzüğü temelinde, üyelik isteğiniz resmen 07-08 KYC Araç Muayene AŞ’de işe iade davaları kazanıldı 2010 yılında örgütlenmeye başladığımız TÜVTÜRK KYC Araç Muayene İstasyonları AŞ’de toplam 230 işçi çalışmaktaydı. Sendikamızın örgütlenme süreci içerisinde gerekli üye çoğunluğu sağlanarak Bakanlığa çoğunluk tespiti için başvuru yapılmıştı. Bu süreçte işveren KYC bünyesinde faaliyet gösteren illerden sendikamız üyesi 14 işçiyi “performans düşüklüğü”nü gerekçe gösterilerek işten attı. İşten atılan işçiler adına Konya 1. İş Mahkemesinde işe iade davaları açıldı. Ya- pılan yargılama sonucunda yerel mahkeme işçilerin sendikal nedenlerle işten atıldıklarına ve işe iadelerine karar verdi. Bu karara işveren itiraz etti. Yargıtay 9. Hukuk Dairesinde görülen itiraz davası 28.01.2013 tarihinde karara bağlandı. Yargıtay’da 9. Hukuk Dairesi de işten atılan üyelerimizin sendikal nedenle ve haksız olarak işten atıldığını belirledi ve işe iade edilmesine kararı verdi. Ayrıca Yargıtay kakarında TÜVTÜRK için de “2918 sayılı kanunun 35. Maddesi uyarınca sorumluluğu ortadan Mart 2013 tarihinde Lima’da düzenlenen toplantıda 7. WFTU Başkanlık Konseyi tarafından onaylandı, sizi bilgilendirmekten mutluyuz.” denildi. Sendikamızın mücadele tarihinde önemli bir aşama olan WFTU üyeliğimiz üyelerimize ve İşçi Sınıfımıza duyurulur. 29.03.2013 Nakliyat-İş Sendikası Yönetim Kurulu kalkmamaktadır. Asıl işveren olduğu ve işe iade sonuçlarından diğer davalı (KYC) şirket ile birlikte sorumlu olduğu açıktır.” denilerek TÜVTÜRK Genel Müdürlüğü’nün de üst işveren olarak sorumlu olduğunu belirtmiştir. Böylelikle Sendikamız bir hukuk mücadelesini daha kazanmış oldu. Davayı kazanan üyelerimiz 01.04.2013 Pazartesi günü işe iade kararlarının uygulanması için KYC Araç Muayene AŞ işverenliğine müracaat edeceklerdir. 28.03.2013 Nakliyat-İş Sendikası 19 Yıl: 7 • Sayı: 64 / 8 isan 2013 DİSK Olağanüstü Genel Kurulu yapıldı Baştarafı sayfa 20’de çilir seçilmez Genel Sekreter Adnan Serdaroğlu önce “küs”müş, sonra istifa etmişti? Basına yansıyanlardan ve genel kurul konuşmalarından çıkardığımıza göre: “İşçi Hareketi”, Birleşik Metal-İş Sendikası’nı ve Genel Başkanı Serdaroğlu’nu eleştirmiş. Serdaroğlu, “DİSK buna cevap vermeli” diye dayatmış. DİSK Yönetiminin, DİSK olarak böyle bir polemiğe girmenin doğru olmadığını belirtmesi üzerine Serdaroğlu önce “küs”üyor. Yönetim toplantılarına katılmıyor. Basına sızdırdığı açıklamalarla DİSK yönetimi ve DİSK Genel Başkanı’yla polemiğe giriyor. Tamamen kişisel olan bir sorunu sanki ortada bir mücadele anlayışı farklılığı varmış gibi yutturmaya çalışıyor. Serdaroğlu, yarattığı bu suni krizin ardından Sekreterlik’ten, Birleşik Metal-İş yöneticileri de DİSK organlarında aldıkları görevlerden çekilerek krizi iyice tırmandırıyor. Şimdi bu sınıf sendikacılığı mı? Böylesine zorlu bir dönemde, 6356 sayılı yeni “Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu” ve ardından yayınlanan İşkolları Yönetmeliği ve 2013 Ocak ayı istatistikleriyle ilk etapta mücadeleci sendikaların yok edilmeye, giderek de DİSK’in tümden yok edilmeye çalışıldığı bir dönemde; böylesine kişisel, saçma sapan kaprislerle DİSK’i krize götürmek İşçi Sınıfının mı sermaye sınıfının mı çıkarınadır? Bunda tek suçlu Serdaroğlu mudur? Başta Serdaroğlu sorumludur. Onun bu hatalarına ortak oldukları, karşı çıkmadıkları için tüm Birleşik Metal-İş yönetimi ve delegeleri de sorumludur. Metal İşkolu gibi, Proletaryanın en modern, dinamik ve mücadeleci işkollarından biri olan bu sendikanın yöneticilerinin, böylesi kritik bir dönemde, böylesi vahim hatalar yapması insanı sadece üzüyor. Ama eminiz ki Metal İşçisi ve onların öncüleri kısa sürede hem sendikalarında hem de DİSK içindeki eski saygın yerlerini alacaklardır. İşte sadece sonuçtan bakmayıp nedenlere indiğimizde böylesine baskıların yoğunlaştığı bir dönemde hiç de böyle bir OLAĞANÜSTÜ Genel Kurul yaşanması gerekmiyordu DİSK’te. Serdaroğlu’nun bu kişisel kaprislerinin hedefi olan Genel Başkan Erol Ekici, arkadaşlarıyla yaşadığı başka sorunlar nedeniyle ilişkilerinin kopma noktasına gelmesi nedeniyle de Başkanlıktan istifa edince, DİSK zorlama bir şekilde ama zorunlu olarak Olağanüstü Genel Kurul’a gitmiştir. 06.04.2013 tarihinde Beşiktaş Mustafa Kemal Kültür Merkezi’nde yapılan Genel Kurul’un açılışını DİSK Başkan Yardımcısı Ali Rıza Küçükosmanoğlu yapmıştır. Bu ara delegelerle birlikte salona girmek isteyen Şişli Belediyesi Genel-İş Sendikası üyeleri ve “Devrimci İşçi Hareketi”nin salona girişi, BEKOCU Genel-İş Delegelerince engellenmeye çalışılmış ufak tefek sürtüşmeler neticesinde, diğer delegelerin bu engellemeye ortak olmamaları sonucunda bu işçiler de salona girmişlerdir. 2 aydan beri direnişte olan Fransız Konsolosluğu İşgalcileri, akliyat-İş Üyeleri, Yurtiçi Kargo İşçileri ile M G Kargo İşçilerinin pankart, direniş önlükleri ve “İŞGAL! GREV! DİRE İŞ! YAŞASI AKLİYAT-İŞ” sloganlarıyla salona girişleri, son derece cansız, ruhsuz, zorlama bir Genel Kurul olduğu tüm davranışlarına yansıyan delegeleri ve salonu şöyle bir heyecanlandırmıştır. İki genel başkan adayının konuşmasından, iki genel sekreter adayının konuşmasından başka bir konuşmanın yapılmadığı, oldubitti OLAĞANÜSTÜ Genel Kurul’da hemen oylamaya geçilmiştir. Yurtiçi Kargo ve MNG Kargo İşçilerinin “İşgal, Grev, Direniş, Yaşasın akliyat-İş” sloganları arasında kürsüye gelen akliyat-İş Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu’nun coşkulu konuşması, sarı-patron sendikacılara karşı yükselttiği devrimci sendikacılık bayrağı, DİSK Genel Kurulu’na damgasını vurdu. Direnişteki Nakliyat-İş üyelerinin salona yaydıkları heyecan gibi, Nakliyat-İş Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu da dostunu, düşmanını heyecanlandıran bir konuşma yaptı. Küçükosmanoğlu, salondaki şu veya bu sendikadan tüm Devrimci, dürüst delegelerin ve izleyicilerin sözcüsü olmuş, konuşması sık sık ayakta alkışlar ve sloganlarla coşkulu bir şekilde desteklenmiştir. Konuşma sonrasında samimi-dürüst delegelerin, sol dergi muhabirlerinin ve izleyicilerin tek tek içten tebrikleri, geleceğin DİSK’inin nasıl olması gerektiğinin haber- cileri/işaretleri olmuştur. Küçükosmanoğlu yaptığı konuşmada, DİSK’te gelinen süreci ve sarı sendikacılığı teşhir etti. Küçükosmanoğlu, “DİSK, birlik beraberlik içinde olmalı. Ortak mutabakat olmalı. Ama neye, kime göre? Kimler, niye akliyat-İş’i dışarıda bırakmak istiyor? Şişli Belediyesi İşçileri, Sarıgül’e karşı eylem yapıyor. Ben, İşçi Sınıfı mücadelesi söz konusu olduğunda babamı bile tanımam. Eğer bir belediye başkanı, bir sendikanın içişlerine bu kadar dahil oluyorsa orada bir sorun vardır, bunu söyledim. Sendikalar işçinin ekonomik ve politik örgütleridir. Sizin mücadeleniz bu çerçevedeyse ben sizi destekleyeceğim. Buradan yola çıkarak işçileri ziyaret ettik, konuşma yaptım orada. iye akliyat-İş ziyarete gitti deniliyor? Ben inandım, inandığım davada hiçbir güç beni döndüremez. Şimdi bunun faturası bana kesiliyor, akliyatİş dışarıda bırakılıyor. DİSK kimsenin tekelinde olamaz, DİSK sınıfın örgütüdür. DİSK’i DİSK yapan değerleri, bizi mahvetmek isteyen emperyalizme, Amerikan sendikacılığına, partilerüstü sendikacılık anlayışına karşı tabanın söz sahibi olduğu bir sendikacılık için adayım. Bu durumu sizin vicdanlarınıza bırakıyorum” dedi. Küçükosmanoğlu, DİSK’i Olağanüstü Genel Kurul’a getiren süreçle ilgili olarak da şunları söyledi: “Bu yaşadıklarımızın özeleştirisinin verilmesi gerekir. Sekreterlikten hangi gerekçe ile istifa ediyorsun? Birleşik Metal-İş Sendikası gibi DİSK’in kurucu sendikasını tüm organlardan çekeceksin. edeni ne? Bir devrimci yayında Adnan Serdaroğlu ile ilgili yapılan bir eleştiri... Kimse dokunulmaz değil. Herkes eleştirilmeli. Bu kadar saldırıların olduğu bir dönemde, DİSK’i rolanti konumuna getirmenin hesabı verilmeli. Mutabakat elbette önemli. Ama Serdaroğlu’nun yanlışlarına ortak olmayan, hatta eleştiren akliyat-İş neden mutabakat dışında bırakılıyor?” dedi. Türkiye ve dünyada, emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin saldırılarına da değinen Küçükosmanoğlu, emperyalizmin ve kapitalizmin devamını sağlayacak politikaların izlendiğini ve AKP’nin de ABD Emperyalizminin takipçisi olduğunu söyledi. İş yasalarının sınıf sendikacılığını tasfiye etmek için çıkarıldığını belirten Küçükosmanoğlu, İşçi Sınıfına yönelik saldırıları aktardı. “Dolar milyarderleri artarken, sendikalı işçi sayısı azalıyor” diyen Küçükosmanoğlu 12 Eylül Faşizmi döneminde yaşanmayan baskıların bugün yaşandığını, sermaye sınıfının ve onların siyasi iktidarı olan AKP iktidarının ekonomik ve siyasi zulmünün artarak devam ettiğini söyledi. Küçükosmanoğlu, taşeronlaştırma ve güvencesizleştirme politikalarına karşı farklı iş kollarında işçi direnişlerinin yükseldiğini belirtti. Suriye emekçi halkına karşı iki yıldan fazla süredir bir baskı politikası izlendiğini belirten ve “Selam olsun emperyalizme karşı direnen Suriye Halkına” diyen Küçükosmanoğlu’nun konuşması, salonun alkışları ve “Suriye Halkı Yalnız Değildir” sloganlarıyla kesildi. Kürt Meselesi’ne de değinen Küçükosmanoğlu, gerçek çözümün Türk ve Kürt İşçilerinin emperyalizme karşı ortak mücadelesiyle mümkün olduğunu söyledi. Küçükosmanoğlu, Türkiye Halkının emperyalizme karşı bir mücadele geleneğine sahip olduğunu belirterek, “Kürt meselesinde ABD Emperyalizmi, İsrail Siyonizmi ve AKP’nin dayattığı çözüm ortada. Gerçek barışı Türk ve Kürt İşçileri ile yoksul köylüleri getirecek. Türkiye Halklarının emperyalizme karşı ortak mücadele geleneği vardır. Böyle bir tarihsel mirasımız vardır. Denizler’in, Mahirler’in, Kıvılcımlı’ların bıraktığı miras da, bu mirastır” dedi. Küçükosmanoğlu’nun bu konuşması da salondan “Yaşasın Halkların Kardeşliği”, “Devrim Şehitleri Ölümsüzdür” sloganlarıyla coşkuyla desteklendi. DİSK’in siyasetlerüstü olması gerektiği anlayışını mahkûm eden Küçükosmanoğlu, “DİSK’i sınıf mücadelesinden, siyasetten bağımsız kılamazsınız. Geçmiş dönemin hesabı görülürken, DİSK’in siyasetlerüstü, partilerüstü bir noktaya taşınması yönündeki anlayışa karşı sonuna kadar mücadele edilmeli. DİSK başta İşçi Sınıfına karşı sorumlu, ondan sonra emekçi halklara sorumluyuz. DİSK’in adım adım siyasetlerüstü, partilerüstü örgüt haline getirilmesine izin vermeyeceğiz” diye konuştu. Küçükosmanoğlu’nun konuşmasını il- giyle dinleyen Genel-İş ve Birleşik Metalİş’in üyelerinin bir kısmı, kendi genel başkanlarının konuşmalarına aynı ilgiyi göstermiyorlar, salondan birer ikişer çıkıyorlardı. Hele Serdaroğlu neredeyse boş sıralara konuşuyordu. Tavrını sandığa tam olarak yansıtamayan delegeler, hoşnutsuzluğunu böyle göstermiş oluyordu şimdilik. Çerkezoğlu ise yaptığı konuşmada, kendisini mutabakat dışında bırakmalarına rağmen “esas olanın mutabakat olduğu, bu sağlanırsa sekreterlikten çekilip yönetimde de yer alabileceği” anlamına gelen pazarlıkçı mesajlar vermiştir. Yemek arasından sonra oylamaya geçildi. İlk turda Genel Başkanlık için kullanılan 371 oydan 3’ü mükerrer, 94’ü boş olmak üzere 97 oy geçersiz sayılırken, Kani Beko 206, Ali Rıza Küçükosmanoğlu 68 oy aldı. 160’ın üzerinde delegesi olan Kani Beko, ittifak içinde olduğu 60’ın üzerinde delegesi olan Birleşik Metal-İş, 20’nin üzerinde delegesi olan Sosyal-İş ve 2 delegelik Gıda-İş’e rağmen sadece 206 oy alabilmiş, ilk turda seçilememiş ikinci tura kalmıştı. Kani Beko’nun müttefiki Genel Sekreter adayı Serdaroğlu da aynı akıbete uğrayarak ikinci tura kaldı. İlk turda boş oy kullanan Lastik-İş ve Tümka-İş’in, ikinci turda Başkanlıkta K. Beko’ya, Sekreterlikte Devrimci Sağlık-İş Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu’na oy vermesi üzerine K. Beko ve Çerkezoğlu seçilmiş oldular. Serdaroğlu, DİSK’te yarattığı krizin bedelini ödemiş oldu böylece. Umarız modern, militan metal işçileri de Serdaroğlu’na hak ettiği bedeli ödetir. Yönetim Kurulu Üyeliklerine ise başka aday olmadığından Alaattin Sarı (Lastikİş), Ergün Tavşanoğlu (Tümka-İş), Metin Ebetürk (Sosyal-İş), Celal Ovat (Gıda-İş), Muzaffer Subaşı (TEKSTİL) seçilmiş oldular. Demek ki Nakliyat-İş’in ve Genel Başkanı Ali Rıza Küçüosmanoğlu’nun devrimci, militan sendikacılığı DİSK’e bile çok geliyordu. Nakliyat-İş’in örgütlediği, Sarı Belediye-İş’in işkolu itirazı nedeniyle Yargıtay kararıyla Genel Hizmetler İşkoluna sokması üzerine Genel-İş’e teslim ettiği 6.000 işçinin çalıştığı İzmir-İzelman işçisinin öncüsü Nakliyat-İş’lilerin tasfiyesinde başrolü oynayan ve bu nedenle İzelman işçisinin her türlü tepkisine maruz kalan, Şişli Belediyesi Genel-İş üyelerinin, işçiyi satan beş sendikacının başında resmini bastığı K. Beko ile, Küçükosmanoğlu’nun kişisel kaprislerine ve hatalarına karşı çıktığı Serdaroğlu ittifakı, devrimci, militan sendikacı Proletarya Sosyalisti Ali Rıza Küçükosmanoğlu’nu istememiş demek. K. Beko ile Serdaroğlunun başını çektiği bu ittifakta yer alan Sosyal-İş Genel Başkanı ile hiçbir örgütlenme çabası olmayan 2 kişilik delegesiyle 10 yılı aşkın bir süreden beri DİSK Genel Yönetim Kurulu Üyeliği koltuğunu işgal eden Gıda-İş Genel Başkanı ve TEKSTİL sendikası da Ali Rıza’nın (Nakliyatİş’in) Militan, Devrimci Sendikacılığının DİSK yönetiminde yer almasını istememiş demek ki… Bu “mutabakat” partilerüstü ve siyasetlerüstü sendikacılık anlayışı mutabakatıydı ve Küçükosmanoğlu partilerüstü, siyasetlerüstü sendikacılık anlayışına karşı çıktığı için mutabakat dışında bırakılmıştı. Oysa Nakliyat-İş Sendikası Toplusözleşme kapsamında 2000 üyesi olan ve üye sayısı bakımından DİSK’in altıncı büyük sendikasıdır. Ve şimdilik onların dediği oldu. Ama yaşanan Genel Kurul sarıların bu “zafer”inin “şimdilik” olduğunu, “Nakliyat-İş’siz DİSK olmaz”, diyen bizzat kendi delegelerinin günden güne çoğaldığını göstermiştir. DİSK, böylesine bir yönetime layık değildir. Bu yönetim uzun sürmeyecektir. İşçi Sınıfı ve henüz DİSK’in mücadeleci geçmişinden kopmamış delege baskısı bu mutabakatı çatlatacaktır. Bu mutabakat ilkesiz, DİSK’in Tarihine, Mücadeleci geçmişine uymayan ve geleceği olmayan bir mutabakattır. Nitekim, Sosyal-İş Başkanı’nın DİSK yönetimden istifa ettiği şeklinde duyumlar alıyoruz daha birinci günde. DİSK’in Tarihine, Mücadeleci geçmişine uymayan sendikacılık mutlaka yenilecektir. Ya kendileriyle birlikte DİSK’i de yok edecekler, ya da Nakliyat-İş öncülüğündeki devrimci sendikacılık anlayışıyla ve dürüst işçi önderleri tarafından DİSK’ten süpürülüp atılacaklardır. Tarihin tekerleği geriye çevrilemez. İşçi Sınıfının şu anki geriye savruluşu, ileriye sıçrayışın birikimini oluşturmaktadır. Son tahlilde kazanan İşçi Sınıfı ve Emekçi Halklar olacaktır kesinlikle. Bundan zerre kadar kuşkumuz yoktur. 07.04.2013 Bir kez daha haykırıyoruz; ABD Emperyalizminin temsilcisi John Kerry, ülkemizden defol! H Kurtuluş Yolu/İstanbul alkın Kurtuluş Partisi olarak 7 Nisan günü ABD Emperyalizminin temsilcisi John Kerry’nin ülkemize gelişini Taksim Meydanı’nda eylemle protesto ettik. Basın açıklamasını okuyan Halkın Kurtuluş Partisi İstanbul İl Sekreteri Ramazan Kap konuşmasında; ABD’nin, Suriye’nin yurtsever ve halksever lideri Beşar Esad’ı devirip Suriye’nin sahip olduğu tüm zenginlikleri bir an önce sömürmek, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) adı altında Ortadoğu’nun haritasını yeniden çizmek ve bu amaca ulaşmanın önünde engel oluşturan, ABD’ye karşı duran hangi ülke ya da iktidar varsa bunların sesinin kesmeyi hedeflediğini söyledi. Kap, Kerry’in ABD’nin bu amacına ulaşabilmesi için Tayyipgiller’in ABD’ye nasıl hizmet edebileceğini konuşmak, daha doğrusu talimatlarını vermek üzere Türkiye’ye geldiğini belirterek yağma ve talan politikaları için Tayyipgiller’e de bu amacı için kasap satırlığı görevinin verildiğini söyledi. Sık sık; “Katil ABD Ortadoğu’dan defol”, “Yankee Go Home”, “Katil ABD işbirlikçi AKP”, “Katil ABD Suriye’den Defol”, “Yaşasın Halkların Kardeşliği” sloganlarının atıldığı eylem basının ve halkın yoğun ilgisiyle devam etti. Kap, “Dünyanın başhaydudu, sömürmek için girdiği ülkelerde milyonlarca insanı katleden ABD Emperyalizminin temsilcisi, kanlı ayaklarıyla topraklarımızı kirletiyor. Bu halk düşmanı, insanlık düşmanı Coniyi lanetliyoruz. 60 yıldır uygulanan psikolojik bombardımana rağmen, hâlâ ABD’ye en fazla tepki duyan halk bizim halkımız. Halkımız bugün örgütsüz. Ama Halkımız elbet örgütlenecek, bilinçlenecek ve işsizlik, pahalılık, yoksulluk gibi tüm acılarımızın yaratıcısı olan ABD Emperyalizmini ve onun yerli işbirlikçilerini tarihin çöplüğüne süpürecektir” diyerek konuşmasını sonlandırdı. Halkın Davası Merhaba, Marks Usta’nın duruca ortaya koyduğu gibi toplumların bir altyapısı bir de üstyapısı vardır. Altyapı, mevcut üretim şekli-yordamıdır ve siyaset, ahlâk, din ve hukuk gibi birçok üstyapı kurumu bu altyapı üzerinde yükselir. Bir üstyapı kurumu olan hukuk; Kapitalist düzende altyapıya hâkim olan Finans-Kapitalist Parababalarının “emekçileri boyunduruk altında tutma aracı”dır. Günümüzde ise bu sınıfın temsilcileri AB-D Emperyalistleri ve yerli uşaklar elinde, istedikleri gibi yorumladıkları, oynadıkları bir oyuncaktır hukuk. Hemen her gün çıkan yeni yasalarla İşçi Sınıfımızın ve emekçi halklarımızın geçmişte verdiği mücadelelerle, kanı, canı pahasına kazandığı haklar bir bir elinden alınıyor. Az buçuk halk yararına olan yasalar ise uygulanmıyor ne yazık ki… Hukuku mumla arar olduk bugünlerde. Ancak İşçi Sınıfımız ve emekçi halklarımız, Parababaları tarafından yıllardır köle yerine konulduğu ve medyayla, totoloto kumarlarıyla, futbol ayıcılığıyla, holivutvari baldır-bacak sanat/edebiyatıyla, vb. afyonlarla uyutulduğu için büyük çoğunluk bırakın hukuku, yaşamın birçok alanından bi haberdir. Tam da bu nedenlerle; kırıntı kabilinde olsa da mevcut haklarımız hakkında halkımızı bilgilendirmek ve hukuksuzluklarla mücadele etmek amacıyla, Halkımızın Davasının savunucusu olan biz Kurtuluş Partili Hukukçular, hukuk alanındaki mücadelede halkımıza ışık tutmaya çalışacağız. Bunun için hem bilgilerimizi paylaşacağız, hem de sizden gelen soruları cevaplandıracağız. Bu yolla İşçi Sınıfımızı ve emekçi halklarımızı en azından temel hakları konusunda bilinçlendirmeyi sağlamayı umuyoruz. Tabiî ki haklarımızı bilmek yetmiyor, bu haklar mücadele ile kazanılıyor. Bilinmelidir ki hayatın hemen her alanında verdiğimiz mücadeleye hukuk alanında da devam edeceğiz ve eninde sonunda Halkın Adaletini gerçekleştireceğiz. Davamız Halkın Davasıdır! *** İlk konularımızı, hukuka aykırılıkları en çok yaşayan; mevcut pozitif hukuk dü- zenlemeleriyle kuralsız-esnek çalışma koşullarında ücretli köleliğe tabi tutulan İşçi Sınıfımızı doğrudan ilgilendiren meselelerden seçtik. Söze, “Başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere…” diye başlamayı uygun gördük. İş Kanunu okunduğunda birçok hak düzenlenmiş gibi görünür. Ancak şu bilinmelidir ki, yazılı olanla uygulama birbirinden çok farklıdır. Uygulamada hakkınızı aramayı bırakın, bir konuda hakkınız olduğunu söylemek bile işveren tarafından “bu işçi çok uyanık” denilerek işten çıkartılmayı da beraberinde getirebilmektedir. Bu nedenle çalışma yaşamındaki sorunlardan kurtulmanın tek yolu bilinçli ve örgütlü bir şekilde mücadele etmekten geçiyor. 1- Yeni bir işe girerken Hizmet (İş) Sözleşmesi imzalamak zorunlu mudur? 4857 sayılı İş Kanununun 8’inci maddesine göre; “İş sözleşmesi, bir tarafın (işçi) bağımlı olarak iş görmeyi, diğer tarafın (işveren) da ücret ödemesinden oluşan sözleşmedir.” İş Sözleşmesinin yazılı olması zorunlu değildir. Sadece belirli (başlangıç ve bitiş tarihi belirtilmiş olan) süreli iş sözleşmelerinin yazılı olarak yapılması zorunludur. Çalışma koşulları taraflar arasında sözlü olarak yapılan bir anlaşma ile kararlaştırılmış olabileceği gibi, hiçbir şey konuşulmadan işe başlanmış olsa da sözleşme yapılmış kabul edilir. Yazılı olmayan sözleşmeler belirsiz süreli kabul edilir. Sözleşme yazılı yapılmışsa bir örneğinin işçiye verilmesi zorunludur. Eğer işveren işçiye İş Sözleşmesi imzalatmak isterse sözleşmenin dikkatle okunması ve incelenmesi gerekir. Zira Sözleşme İş Yasasına aykırı düzenlenemez. Eğer bu tür düzenlemeler varsa sözleşme imzalanmamalıdır veya aykırı maddelere şerh düşülerek imzalanmalıdır. Sözleşmenin imzalanmaması veya şerh düşülerek imzalanması işverene işçiyi işten çıkartma hakkı vermez. Her ne kadar yasal olarak işverene böyle bir hak verilmese de ve gerçek yaşamda çokça karşılaşılan “işte kapı” acı gerçeğidir. Bu durumda ise işçinin dava açma hakkı vardır. 2- Ücreti zamanında ödenmeyen işçinin hakları nelerdir? 4857 sayılı İş Kanununun 34’üncü maddesine göre; ücreti ödeme gününden itibaren 20 gün (iş günü değil) içinde zorlayıcı bir neden (deprem, yangın, sel felaketi, işyerinin kapatılması) dışında ödenmeyen işçi, çalışmaktan kaçınabilir. Bu durumda, işçi iş bıraktığı süre içinde de işyerine gelerek mesai saatleri boyunca çalışmaksızın işyerinde bulunmalıdır. Bu şekilde iş bırakmadan dolayı işveren işçiyi işten çıkartamaz ve işi başka bir işçiye yaptıramaz. Ayrıca işçi, İş Kanunu m. 24/e’ye göre; “işveren tarafından (...) ücreti kanun hükümleri veya sözleşme şartlarına uygun olarak hesap edilmez veya ödenmezse” sözleşmeyi feshedebilir. 20 Yıl: 7 • Sayı: 64 / 8 isan 2013 Devrimcilik hayatın kendisidir! F aruk Sur Yoldaş’ın Anma Toplantısında Kurtuluş Partisi Gençliği adına Ozan İlhan Yoldaş ve Mehmet Kuşçu Yoldaş’ın yaptığı konuşmayı sunuyoruz: Değerli Yoldaşlar, kıymetli misafirler öncelikle hepiniz tekrar hoş geldiniz. Bildiğiniz üzere bugün burada toplanmamızın sebebi, gerçek bir devrimci önderi, Faruk Hoca’mızı, bedence aramızdan ayrılışının 14’üncü yıldönümünde anmak. Gerçek bir devrimci önder diyorum, çünkü bugün gelinen noktada Sevrci Soytarı Sahte Solcuların en devrimci biziz diye kestikleri pozları ve bunların sözüm ona önderlerini, koltuk sevdalılarını düşününce; devrimcilik de, önderlik de tüm gerçekliğiyle Faruk Hoca’da vücut buluyor. Bugün Konya’da Partimizin İl Binası çatısı altında toplanabilmişsek, şüphesiz ki bu Faruk Hoca’mızın ve elbette Sıtkı Şaplak Yoldaş’ın (başta Mehmet Taşdemir, Fethi Demir ve tabiî diğer Yoldaşlarımızın), tüm olumsuzluklara rağmen kahramanca vermiş oldukları mücadeleleri ve sonrasında bayrağı devralan kıdemli Yoldaşlarımızın da aynı sorumlulukla mücadeleye devam edişleri sayesindedir. Bugüne dair beni hüzünlendiren tek şey, Faruk Hoca’mızla hiç tanışamamış olmamdır. Bu nedenle de konuşma görevini ilk aldığımda, ciddi bir endişem vardı aslında, insan hiç tanışmadığı birini nasıl anlatabilirdi ki? Fakat bir şeyler yazmaya başlayınca daha da ilginç bir durumla karşılaştım. Meğer söylemek istediğim ne çok şey varmış… Ben hep Faruk Hoca’mızı onu tanıma fırsatı bulmuş olan kıdemli Yoldaşlarımızdan dinledim, bugün de kendisine ve mücadelesine dair ayrıntıları yine anlatacaklardır. Bu nedenle de ben daha çok Faruk Hoca’mızın ve vermiş olduğu mücadele benim için, Konya gençliği için ve elbette daha kıdemli Yoldaşlar için ne ifade ediyor ondan bahsetmek istiyorum. Partiyle nasıl tanıştığımı bilen arkadaşlar muhakkak ki vardır. Bilmeyen arkadaşlar için özetlemek gerekirse; üniversiteyi yeni kazanarak Konya’ya okumaya gelmiş ve içerisinde devrimci duygular barındıran bir genç olarak, bulun- dünyamda bu sorunu nasıl aşacağımı düşünerek İstanbul’a doğru ilerlerken, imdadıma Usta’mızın o muhteşem teorik mirası yetişti. Daha öncesinde Ankara’da yaşayan biri olarak, bilen arkadaşlarımız vardır, keza İstanbul’da da durum aynı, elini sallasan devrimci olduğunu iddia eden bir örgütle karşılaşıyorsun. Ancak hepsini ziyaret etmeme rağmen ayakları yere basmayan ve gerçek hayatta tutarlı bir karşılığı olmayan sözüm ona teorilerini aklım bir türlü almadı. İşin gerçeği artık ümidimi kaybetmeye başladığım bir anda trende Usta’mızın ve Faruk Hoca’nın öğrencisi bir Yoldaşımızla karşılaştım. Bir anda teorik bir sohbetin içerisinde buldum kendimi. Doğrusunu söylemek gerekirse, nasıl olsa aynı şeylerdir diye söylenenleri doğru dürüst dinlemiyordum bile, tâ ki tüm benliğimi uyaran o iki kelimeye kadar. Aslında çok basitti, fakat benim bir türlü ulaşamadığım o iki kelime: Türkiye orijinalitesi. Hatırladıkça verdiğim ilk tepkiye hâlâ gülüyorum. Bir anda elimi kaldırdım, tamam, tamam şimdi dinlerim seni işte… Sonrasında Taksim’e kadar birlikte gittik. Fakat trenin rötarı yüzünden ve zalim polisin tazyikli suyu nedeniyle Taksim’in içerisine girebilme hayali bir yıl ertelendi. İstanbul’dan dönüşümüzün ertesi günü attım kendimi Partiye. Arkadaşlar benle tanışma çabasında, bense bugüne kadar bulamadığım cevapların peşinde Usta’nın kitaplarına yöneldim. Bana kalsa tüm kütüphaneyi götürür aynı gün içerisinde okurdum herhalde. O gün anladım aslında bilgiye ne kadar aç olduğumu. İlk aldığım ve okuduğum kitaplar hâlâ aklımda, “Üretim edir?”, “Genel Olarak Sosyal Sınıflar ve Partiler”, “Türkiye’de Sınıflar ve Politika” ve arkadaşların sonra okursun uyarılarına kulak asmayarak el çabukluğuyla aldığım: “İki Süper Oportünizm”. İlk kez tanışmıştım Hikmet Kıvılcımlı ismiyle ve aynı günün sonundaydı ona neden Usta dediklerini kavrayışım. Kitapları okudukça, sevgilisinden gelen mesaja bakarken insanın yüzünde beliren istem dışı gülümsemeler gibi, bende bir yandan gülüyor, bir yandan da bu benim de aklıma gelmişti, diye içimden geçiriyordum. Okuyan arkadaşlar ne demek is- duğum aileden hür bu ortamda ilk icraatım, 2009 1 Mayısı’na katılmak için İstanbul treninde yerimi ayırtmak oldu. Hedef belliydi benim için: Taksim. Fakat ciddi bir sorunum vardı ki o da herhangi bir örgüt ya da partiyle bağım yoktu. İç tediğimi anlamışlardır, bu benim de çok zeki ya da her şeyi zaten biliyor olmamdan kaynaklanmıyor. Usta’mızın konuları bilimsel olarak ele alışı ve gerçekliği gün yüzüne çıkarmadaki başarısından 1 kaynaklanıyor. Bilimde bir şey kanunlaşmışsa gerçek olarak adlandırılır. Ve hayat gerçekliklerden meydana geldiğine göre, “aklın yolu birdir” değil mi? Sonunda aradığım, özlemini duyduğum, benim için karmaşık olan pek çok konuyu anlaşılır kılan o teorik zenginlik şimdi elimin altındaydı. Fakat beraberinde bu kez daha büyük bir merak da doğmuştu; Teori ve söylem tamam ama… Peki, bu Parti eylemlerinde de bu kadar tutarlı mıydı? Bu sorunun aklımda belirdiği andan itibaren Partiyi ve elbette Partiyi ayakta tutan Yoldaşları gözlemlemeye başladım. İlk dikkatimi çeken, çevremdeki herkesin; oğlum sen önce oku, kendini kurtar, sonra memleketi kurtarırsın, uyarılarına cevaben, hayatın karşıma çıkardığı bir sürpriz gibiydi, İşçi Sınıfı içinde sendikal alanda mücadele veren Yoldaşların büyük çoğunluğu, üniversite mezunuydu. Kendilerini şahsen tanıma fırsatı bulunca daha da büyük hayrete düştüm. Var olan bilgi birikimleri ve pratik zekâlarıyla, eğitim aldıkları alanlarda çalışsalar belki birkaç milyar maaşla, oldukça rahat bir hayat sürebilirler, fakat onlar İşçi Sınıfı mücadelesine adamışlar kendilerini. Bu beni oldukça etkilemişti. Beni bu Partide kalıcı olmaya teşvik eden bir diğer unsur da, yaşça büyük, hatta kimi zaman amca diye hitap ettiğimiz kıdemli Yoldaşlardı. Ben yaşlardaki genç Yoldaşlarımız bilirler, biz hep Denizler’i, Mahirler’i okuyarak yeşerttik yüreğimizdeki devrimci duyguları. Fakat o dönemin ardından, tüm savunduklarına ihanet ederek burjuvalaşan dönekler de azımsanmayacak kadar çoktu. Ve işte bu yaşça büyük kıdemli Yoldaşlarımız da, bizlere dayatılan; devrimcilik geçici bir gençlik hevesidir, iddialarına inat hâlâ dimdik, yılgınlığa düşmeden hemen yanı başımızda mücadele içerisindeydiler. Tüm bu duyguları yoğun olarak yaşadığım dönemde ilk kez duymuştum Faruk Hoca’nın ismini. Katıldığım ilk mezarbaşı anmasıydı ve oldukça ilginç bir duruma şahit olmuştum. Kıdemli bir Yoldaşımız, konuşmasının sonunda Faruk Hoca’ya ithafen bir söz veriyordu; mücadeleyi daha ileriye taşıyacak hedefler doğrultusunda. Şimdi başka bir soru aklımdaydı; Usta’yı anladık ve tanıdık, iyi ama Faruk Hoca kimdi? Bu sorunun cevabını “Devrimci Önder edir?” adlı kitabı okuduğumda kavradım. Faruk Hoca bir devrimciydi. Devrimci dediğin “adam-insan” olmalıydı. Adam olmak, tüm insancıl duyguları içinde barındırmaktı, o zaman bu da insanlığın kurtuluş mücadelesi olan Sosyalizmi benimsemekle eş değerdi. Kısacası; Faruk Hoca insandı! Şairin dediği gibi; “İnsanım! İnsancıl olan hiç bir şey bana yabancı kalamaz.”dı. Faruk Hoca bu nedenle devrimciydi. Ancak burada püf nokta “Önderlik”. Biz neden Faruk Hoca’ya önder diyorduk? Kendisi mi ilan etmişti? Yoksa birileri öyle olduğunu mu iddia etmişlerdi? Elbette ki hayır! Faruk Hoca, Usta’mızın en iyi öğrencilerinden biriydi kuşkusuz. Ve olabildiğince insan, bu nedenle de insana dair, insanın olduğu her yerde devrimci duruşunu sergiledi. Onun için devrimcilik, boş zamanlarda yapılan bir iş değil, hayatın kendisiydi. Bu nedenle de onu tanıyan ya da sonrasında yaşayışını duyan herkes, hepimiz onun devrimci kişiliğini kendimize örnek edindik. Konuşmamın başında da belirt- 16 Mart Beyazıt ve Halepçe Katliamlarını Unutmayacağız! İstanbul 6 Mart, biz devrimciler için acı ama aynı zamanda emperyalistlere karşı hıncımızın, öfkemizin bilendiği günlerdendir. 16 Mart, adını tarihe katliamlarla yazdırdı. Bir yandan halkların kurtuluşu için sosyalizm mücadelesi yürüten gencecik 7 Kızıl Karanfilimizin katledilmesi bir yandan da çoluk çocuk yaşlı demeden 5 bin insanın vahşice katledildiği Halepçe… Kurtuluş Partisi Gençliği olarak, bundan 35 yıl önce 16 Mart 1978’de eli kanlı faşistler tarafından katledilen 7 Kızıl Karanfilimizi ve yine 16 Mart 1988’de Irak’ın Halepçe kentinde katledilen Kürt kardeşlerimizi anmak için eylem yaptık, katliamları lanetledik. Kurtuluş Partisi Gençliği’nden Elif Yoldaş’ımızın okuduğu basın açıklamasından sonra 7 Kızıl Karanfilimizin katledildiği İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi önüne karanfiller bıraktık. Daha sonra “Beyazıt Marşı” ismiyle tarihe geçen azım Hikmet Ran’ın “Hürriyet Kavgası” adlı şiirini okuduk. Sloganlarla eylemimizi sonlandırdık. Biz devrimciler, bu katliamları asla unutmayacağız, bilincimizde capcanlı duruyor. Ve hesabını mutlaka soracağız! İzmir 16 Mart Cumartesi günü saat 18.00’da Karşıyaka Çarşı girişinde yaptığımız basın açıklamasıyla faşistlerin, emperyalistlerin katliamlarıyla baskılarıyla yılmadığımızı, insanlığın kurtuluş davasını zafere ulaştırıncaya dek savaşacağımızı bir kez daha haykırdık. Kurtuluş Partisi Gençliği adına bir arkadaşımız basın açıklamasını okudu. Devrimci-Yurtsever gençler olarak ABD ve AB Emperyalistlerine ve onların yerli satılmışlar cephesine karşı Antiemperyalist, Antifeodal, Antişovenist Halk Kurtuluş Cephesi’ni örme mücadelemizi zafere ulaştırarak Demokratik Halk İktidarını kuracağımıza olan inancımızın tam tiğim gibi; Faruk Hoca bu nedenle “gerçek” bir devrimci önderdir. Ve tüm Yoldaşlarımız için önemlidir. Şimdi asıl konuya gelelim. Peki, biz, özellikle gençlik olarak, Faruk Hoca’mızın mücadelesine ne kadar sahip çıkıyoruz, bunu sorgulamalıyız. Boş durmuyoruz, bu aşikâr. Hakkımızı da göz ardı etmeyelim. Geçmişte, gençliğin devrimci mücadelesine önderlik edecek, gündemi belirleyecek pek çok eylem gerçekleştirdik. YÖK, YURTKUR, ÖSYM’deki şifre skandalına ilişkin yapmış olduğumuz eylemler bunun somut örnekleridir. Ancak geçmişe saplanıp kalamayız. Çünkü hayat bize yeni görevler dayatıyor. Farklı illerde de durumun aynı olduğundan eminim, kendi çalışma alanımdan, Konya’dan örnek vermek gerekirse; her gün ülkenin ve dünyanın gidişatından rahatsız, duyarlı ve aydın gençlerle tanışmaktayız. Ve tanıştığımız her insan, istisnasız, Usta’mızdan miras kalan ve Parti Önderlerimizin bu teori ışığında önümüze çizdiği yol haritasına hayran kalmakta. Çünkü hayat insanları kaçınılmazca, gerçekliğin arayışına itmekte ve gerçek bizim söylediklerimizden ve savunduklarımızdan başkası değildir. Yoldaşlarımız biliyorlar, bunun pek çok örneğini defalarca yaşadık, kimilerinin inatla bilinçli ya da bilinçsizce karşı çıktığı pek çok söylemimizin, öngörümüzün gerçek olduğunu hayat bize gösterdi. Üstlenmemiz gereken görev açık ve nettir Yoldaşlar, teorimizin doğruluğunu kabul eden herkes, aslında bizden tek bir şey bekliyor: onlara mücadelede önderlik etmemizi! Bunun yolu da belli arkadaşlar; örgütleneceğiz! Daha çok insan örgütleyeceğiz! Başka yolu yok! Kendi adıma söyleyebilirim ki, bazen yılgınlığa düştüğüm anlar oluyor, eminim pek çok arkadaşımız da zaman zaman yaşıyordur bu duyguları. Tüm uyarılara rağmen bazen denizin kuruduğu yanılgısına kapılıyoruz. Fakat yılgınlığa yer yok bu mücadelede, Yoldaşlar. Yapmamız gereken basit, yalnızca aynaya bakmak. Ben eminim ki, pek çok Yoldaşımızın bugün bu Partide olmasının nedeni üç aşağı beş yukarı benle aynıdır. Hissettiklerimiz aynıdır. O halde, dışarıda bizim gibi gerçeği arayanların olmadığına sanmak sadece kendimizi kandırmak olur, Yoldaşlar. Bazen yalnızca iki kelime karşımızdaki insanın aradığı cevap olabilir. Peki, önderliği nasıl yapacağız? İnsanlara derdimizi nasıl anlatacağız? Bu soruların cevabı da oldukça basit aslında, Yoldaşlar. Çünkü önümüzde tüm bu sorulara cevaben vücut bulmuş bir insan var; Faruk Hoca’mız. Tek yapmamız gereken, birer Faruk Hoca olmak aslında, insan olmak tek gereken! Ve insanı ilgilendiren her konuda, insanların olduğu her yerde, devrimci duruşumuzdan ödün vermeden, devrimciliğin başlı başına hayatın kendisi olduğunu anladığımızda, mücadelemizde de zafere ulaşacağımızdan hiç kuşkumuz olmasın Yoldaşlar. Ben bugün kendi adıma, Konya Gençliği adına, Kurtuluş Partisi Gençliği adına Faruk Hoca’mıza bir söz vererek konuşmamı sonlandırmak istiyorum: Mücadele verdiğimiz her alanda, üniversitelerde, liselerde, hayatın içinde, senden devraldığımız mücadele bayrağını elden ele daha da yukarılara taşıyacağımıza ve her ne pahasına olursa olsun bu mücadeleyi zafere ulaştıracağımıza söz veriyorum! olduğunu dosta da düşmana da bir kez daha gösterdik. “Kahrolsun MİT-CIAKontrgerilla”, “Yaşasın Halkların Kardeşliği”, “Beyazıt ve Halepçe’nin Hesabı Sorulacak” sloganlarının atıldığı eylemimizi “Davamız Halkın Kurtuluş Davasıdır”, “Yeni Sevre Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşı’mız” sloganlarıyla sonlandırdık. Mehmet Kuşçu Yoldaş: Hazırlığım olmadığı için, artık cebimden ne çıkarsa kabul edin. Şimdi Faruk Hoca’yla benim ufak bir anım var. 12-13 yaşlarında filanım. Amcam Danimarka’dan bana bir bisiklet getirmiş, 7 kilo 800 gram. Faruk Hoca da bisikleti çok sever. Velesbit diyeyim, o velesbit derdi, biz de velesbit derdik ama Ankara’ya göçünce bisiklet oldu adı. Şimdi ben Mevlana’nın oradan Sedirler’e (evimize) doğru yol alırken Faruk Abi’yi gördüm. Faruk Abi dedim, oo Mehmet sen misin, dedi. Bisikleti inceliyor tabiî bir taraftan. Baktı baktı, velesbitin de pek kıyakmış, dedi. Amca dedim, 7 kilo 800 gram. Şu serçe parmağıma taktım kaldırdım. 12-13 yaşlarında filanım. Yapma yahu, şunu bir ver bakayım, dedi. Tabiî bunu şunun için anlatıyorum. O öyle sevecen davranıyor ki, o kadar insancıl davranıyor ki, benim aklımda o hâlâ fotoğraf gibidir, benim bisikletime binmesi. Bisiklete bindi, şöyle bir dolandı geldi. Neyse… Bu greyfurtlar ne? dedi. İşte almışım iki tane greyfurt. Birini soymuşum, tam o arada karşılaşmışız. Amca dedim, bisiklet sürünce çok su kaybediyoruz ya o yüzden yiyorum, dedim. Bak, dedi yahu, senin kafan da çalışıyormuş bak, dedi. Yok amca, dedim seviyorum greyfurtu ondan yiyorum filan… Birini bana verir misin? dedi. Tabiî dedim ikisini de aldım verdim. Neyse, o birini aldı ben birini aldım, oturduk orada, sohbet ediyoruz. Yedik biz greyfurtları. Yarışa var mısın? dedi. Faruk Amca, ama ben seni geçerim, dedim. Faruk Hoca’nın bisikleti, Bisan’ın balon tekerlek dedikleri cinsten. İşte yarıştık biz Üçler Mezarlığı’nın oradan. Benim bisikletim 7 kilo 800 gram, otomatik vitesli Avrupa bisikleti. Ben geçtim onu. Hadi, dedi, bisikletleri değişelim, bakalım, geçebilecek misin beni? dedi. Bu sefer de o beni geçti gitti. Demek ki numara sende değilmiş, dedi. Numara bisikletteymiş. Böyle bir anım oldu. Bir de sürekli, dayımların arkadaşları olması vasıtasıyla bayramlarda falan görürdük Faruk Hoca’yı. Ve gerçekten de çocukla çocuk olurdu. Yani şimdi bunu belli olgunluğa erişince, kırkı devirince anladım ben. Ama o zaman da biz en çok Faruk Abi’yi severdik. Öyleydi yani, onu öyle görüyorduk. Nurullah Abi de vardı, Orhan Abi de vardı, Metin Abi de vardı, dayımız da vardı. Ama Faruk Abi böyle bir sıcaktı yani... İşte düşünün beni yolda görüyor, greyfurtumu da yiyor, benim bisikletimle de beni geçiyor. 8-9 yaşlarında olduğun dönemde, Konya’da faşistlerle sıcak çatışmanın yaşandığı günlerde, abilerimiz tişörtümü kaldırıp silah bantlayıp gönderiyorlardı beni Saman Pazarı’na. Onların bir kısmı sonra dönekleşip gittiler, kaybolup gittiler de... Ben bunu şimdi Faruk Abi’ye anlattım, böyle yapıyorum, Ali Rıza dayım gibi olacağım, polisten şöyle kaçacağım, diye anlatıyorum. O beni dinliyor tabiî, bir taraftan ensemi okşuyor. Bir daha yapma, dedi. Bir daha sakın ha sakın yapma, bu senin görevin değil, dedi. Yani hazırlığım olmadığı için anlatacaklarım bundan ibaret, arkadaşlar. Faruk Hoca benim için bambaşka bir insandır, apayrı bir insandır. Yani, insanın aklında fotoğraf gibi kalan şeyler çok azdır. Benim aklımda kalan fotoğraflardan biri de Faruk Abi’nin benimle o Mevlana’nın önünde yaptığı diyalogdur. Teşekkür ederim. Kurtuluş Partisi Gençliği 21 Yıl: 7 • Sayı: 64 / 8 isan 2013 Kızıldere Şehitleri Ölümsüzdür! Baştarafı sayfa 24’te mücadelelerinde yaşamaya devam eder. On’lar ölmezler, On’lar ölümsüz olurlar toprağa karışınca. Toprağa kök salarlar, yepyeni taze filizler vermeye devam ederler yıllarca. İşte bu yüzdendir Mahirler’in, Denizler’in çoğalması… Bugün On’ların gerçek devamcıları Kurtuluş Partililer, Mahir’in mezarının başında On’ların sloganlarını haykırdılar: “ e ABD e AB Tam Bağımsız Türkiye”, Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız”. Mahir, Deniz Yoldaş’ın ve On’ların nezdinde tüm devrim şehitleri için saygı duruşuyla başladı eylem. Tüm yumruklar havada haykırdı İkinci Kurtuluş Savaşçıları: “Selam Olsun Bizden Önce Geçene, Selam Olsun Savaşırken Düşene”. HKP Ankara İl Sekreteri Doğan Erkan Yoldaş okudu basın açıklamasını. On’ların ideallerine, mücadelelerine, bu ülkenin İkinci Kurtuluş Savaşçıları olan Kurtuluş Partililerin sahip çıktıklarını, Antiemperyalist, Antifeodal, Antişovenist mücadeleyi bugün Kıvılcımlı Usta’nın öğrencilerinin dövüştür- 2 düğünü ve bu kavganın zaferle taçlandırılacağını haykırdı Yoldaş’ımız. And olsun ki, İkinci Kurtuluş Savaşçıları Mahirler’in, Denizler’in, uğruna canlarını feda ettikleri ideallerini ete kemiğe büründürüp Sosyalizmle taçlandıracağız. İstanbul 41 yıl önce Kızıldere’de Mahir Çayan, Hüdai Arıkan, Cihan Alptekin, ihat Yılmaz, Ertan Saruhan, Ahmet Atasoy, Sinan Kazım Özüdoğru, Sabahattin Kurt, Ömer Ayna ve Saffet Alp 12 Mart Faşizminin gorilleşmiş generalleri tarafından katledildiler. Yoldaşları Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan’ın idamlarını engellemek için korkamadan, onurluca yaşamlarını feda ettiler. Kurtuluş Partisi Gençliği, On’ların sloganlarını Taksim Meydanı’ndan haykırdı bir kez daha: “Yaşasın Marksizm-Leninizm”, “Yaşasın İşçilerKöylüler”, “Yaşasın Tam Bağımsız Türkiye” “Yaşasın Kürt ve Türk Halkının Kardeşliği”, “Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşı’mız”, “Kahrolsun Faşizm” Travmay Durağı’nda saat 13.00’da bir eylem gerçekleştiren Kurtuluş Partililer, son nefeslerine kadar Sosyalizmden, Marksizm-Leninizmden vazgeçmeyen yiğit devrimcileri, On’ları andı. On’ları katledenler bugün lanetle anılırken On’lar halkın bilincinde, yüreğinde yaşıyor. Kurtuluş Partisi Gençliği adına Özgür Gülsoy yaptığı açıklamada, “Sosyalizm onlar için Dünya ve Türkiye Halklarının mutluluğu, eşitliği, kardeşliği demekti ve ne olursa olsun Sosyalizmden, Marksizm-Leninizmden vazgeçmediler. “Biz Devrimciler için ölüm sadece maddi hayata veda etmektir. O ’ların düşünceleri her zaman yolumuzu aydınlatacak ve halklar yaşamlarını yoldaşları için feda eden 1 Kadın+8 Çocuk+60 Yaş+56 bin lira= 1 emeklilik 6 Mart 2013 tarihli HaberTürk gazetesinde Ali Tezel’in yazdığına göre: “8 çocuklu sigortasız bir kadın 56,700 TL öderse 60’ında emekli “‘3 çocuğu teşvik’ yasasında doğum borçlanmasında sigortalılık ve 2 doğum sınırı kalkıyor. “(…) Maliye Bakanlığı, Çalışma Bakanlığı ve Aile Sosyal Politikalar Bakanlığı çalışmalar yapmaya başladı.” Ali Tezel yazısına şöyle devam ediyor: “Mevcut doğum borçlanması uygulamasına göre, kadınlar SSK’lı olduktan sonra yaptıkları doğumlardan iki tanesi için ve her biri için de en fazla 2 yıl olmak kaydıyla doğum borçlanması yapabiliyorlar. Çalışma Bakanlığının hazırladığı, çok çocuk teşviki tasarı taslağıyla bundan böyle doğum borçlanmasında, sigortalı olmadan evvel yapılan doğumlar da borçlanılabilecek. Şu an iki olan çocuk borçlanmasında çocuk sayısı sınırlaması da kalkıyor. Kadının kaç çocuğu varsa hepsi için 2’şer yıl doğum borçlanması yapabilecek.” Bir kadın emekli olabilmek için önce sekiz çocuk doğuracak. Sonra bu sekiz çocuğa bakabilmek için evde oturacak. Bir de altmış yaşına kadar yaşarsa ve 56 bin TL’yi de bulursa emekli olacak. Artık değmeyin keyfine. Yediği önünde, yemediği arkasında… Evet AKP resmen insanlarımızla alay ediyor, dalga geçiyor. Elbette ki ülkemizin genç nüfusa ihtiyacı var. Çalışanlar emekli olunca onların yerine geçecek yeni genç, dinamik, enerji dolu çalışanlara ihtiyaç var. Ancak bu genç nüfusu artırmak; 3 çocuk yapın, 3 de yetmez 5 çocuk yapın, demekle olmuyor. Nüfus artışımız % 2’lere gerilemiş. Neden insanlar bir ya da iki çocuk yapıyor? Çünkü her anne-baba dünyaya getirdiği çocuğun geleceğini düşünüyor. Anne-baba çalışıyorsa çocukların bakımı sorun. Ekonomik şartlar ve yaşam koşulları açlık sınırının/yoksulluk sınırının altında. Ülkede genç nüfusun işsizlik oranı ile üniversite mezunlarının işsizlik oranı oldukça yüksek. İş bulanların da birçoğunun çalışma koşulları kötü, kuralsız çalışma şartları, düşük ücretler insanları daha da bir umutsuzluğa düşürmektedir. Bu ve daha birçok olumsuzluk bir duvar gibi karşımızda dururken kaç aile üç çocuk-beş çocuk yapar? AKP Hükümeti emeklilik yaşını yükseltti. 2006 yılında 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ile “mezarda emeklik” yaşını getirdiler. Yani kadın ise 58, erkek ise 60 yaşını doldurmuş olmaları ve en az 9000 gün pirim ödemeleri gerekiyor emekli olabilmek için. Sonrasında ise kademeli olarak artacak ve kadın erkek emeklilik yaşı 2048 yılında 65 yaşta eşitlenecek. Şimdi de kadınları nasıl erken emekli edebiliriz diye düşünmeye başladılar. Ve bula bula çözümü çok çocuk yapmakta buldular. Oysaki bu tamamen bir aldatmaca. Çünkü AKP döneminde kreşler bir bir kapatıldı. Devlete ait kreş her yerde yok. Olanlar da ücretli. Özel sektörün açtığı kreşler ise oldukça pahalı. Okul öncesi eğitimi yaygınlaştıracağız dediler. Bu da 4+4+4 Kesintisiz Eğitim Sistemine kurban gitti ve çok sınırlı sayıda, sınırlı sınıflarda ve sınırlı öğrenci sayısı ile göstermelik olarak devam ediyor. Ülkemizde yapılan çocuk yardımları (ki sadece devlet memurlarına yapılıyor, işçilere yok) çok komik rakamlardır: 0-6 yaş grubunda yer alan çocuklar için 36.9 lira, diğer çocuklar için de aylık 18.46 liralık çocuk yardımı yapılıyor. Bu rakamlar bir çocuğun hangi ihtiyacını karşılayabilir? 02 Şubat 2013 tarihli Türkiye Gazetesi’nde bu konu ile ilgili olarak değişik ülkelerde devletin yapmış olduğu çocuk yardımlarından bahsediliyor. Gazetede yazılanlara göre durum şöyle: “FRA SA “Zengin-fakir ayırımı yok “Fransızlar, ailelere çocuk yardımından eğitim ve konut yardımına kadar uzanan teşviklerde bulunuyor. Fakir ve zengin ayrımı yapılmadan herkese tek çocuk için 320 euro, iki çocuk için 430 euro, 3 çocuk için de 540 euro yardım veriliyor. Bu yardımlar, üniversiteyi bitirene kadar sürüyor. Doğum yapan kadın 16 hafta maaşlı izine ayrılıyor. “ALMA YA “4 çocuğa 770 euro “Almanya, vatandaşına bebeklikten 25 yaşına kadar bakıyor. İlk 2 çocuk için kişi başına ayda 184 euro yardım yapılıyor. Üçüncü çocukta bu rakam 190 euroya çıkıyor. Üç çocuktan sonra ise her bir çocuk için ailelere 215 euro veriliyor. “Anneye 15 ay izin “İsveç de her aileye çocuk başına ayda 106 euro veriyor. Dördüncü çocuk için de 190 euro ödeniyor. Yani 4 çocuk sahibi olan bir aileye ayda 500 euro destek sağlanıyor. Ayrıca doğum yapan anneye 15 ay ücretli izin veriliyor. “DA İMARKA “2.5 ay izin “Danimarka, Hollanda ve Finlandiya’da doğumla birlikte erkekler bile 10 haftaya kadar izin yapabiliyor. “RUSYA “9 bin dolar teşvik “Rusya’nın 143 milyon olan nüfusu, her yıl 700 bin kişi azalıyor. Devlet Başkanı Vladimir Putin, kadınların çocuk yapmasını teşvik amacıyla her doğum için 9 bin dolar vermeyi kanunlaştırdı. Ayrıca, çocukların bakımı için de para yardımı yapılıyor.” Bizde ise bu yeni teşvikle sadece 300 TL kreş yardımı yapılacak o kadar. Ama bunun dışında kreş sayısının artırılması, devlet kreşlerinin ücretsiz olması, doğum izinlerinin artırılması, özellikle özel sektörde doğumdan sonra işe dönüş garantisinin sağlanması, çalışma saatlerinin düzenlenmesi gibi iyileştirmelerin yapılmaması, AKP Hükümetinin “saldım çayıra mevlam kayıra” anlayışıyla davrandığını gösteriyor. Çünkü bizim ülkemizde şu anki uygulamada, doğum izni; doğumdan önce 2 ay, doğumdan sonra 2 ay olmak üzere toplam dört ay. Ve 6 ay da ücretsiz izin hakkı var. Ayrıca, ülkemizde eğer hamile iseniz işe alınmazsınız. İşe alınırken kimi işyerleri, evli kadınlar için hamile kalmama şartını bile öne sürmektedirler. Doğumdan sonra işe başlamak istersiniz ama bu sefer de işveren işe almaz; iş verimi düşer, sık sık izin alır, diye. Konuyla ilgili olarak Sosyalist Küba ile ilgili de şu bilgiyi aktaralım. “Küba’da doğum izni hamileliğin 7. ayında başlıyor. Doğumdan sonra 6 ay maaşının tamamı, sonraki 6 ay % 60’ı ödenerek izinli sayılıyor. 1 yıl sonra eski işine aynı pozisyonda geri alınıyor. Küba’da aktif nüfusun yüzde 98’i sendikalı. Kadın hakları ve kadınların kamudaki varlıkları Anayasanın garantisi altında. Ülkedeki emek gücünün neredeyse yarısını kadınlar oluşturuyor. Milletvekillerinin yüzde 36’sı, bakanların yüzde 22.7’si, Devlet Konseyi üyelerinin yüzde 16’sı, eyalet meclisi üyelerinin yüzde 31’i, avukatların yüzde 61’i ve hâkimlerin yüzde 49’u kadın. Sağlık ve eğitim gibi sosyal hizmetler devlet tarafından ücretsiz olarak sağlanıyor.” Aradaki farka daha doğrusu uçuruma bakar mısınız?.. AKP Hükümeti, biliyorsunuz kürtaj meselesini de gündeme getirdi. Ellerinden gelse kürtajı tamamen yasaklayacaklardı. Ama olmadı, yapamadılar. Sanırım kürtaj meselesinde çözemediklerini şimdi çok çocuk yapmaya teşvik paketi olarak adlandırarak çözmeye uğraşacaklar. Erken emeklilik, üç kuruş kreş yardım parası ile insanlarımızı kandırmaya çalışarak, o özlemini duydukları; düşünmeyen, itaat eden, dindar ve kindar nesli çoğaltmak için bütün yalanı dolanı kullanacaklar. Çünkü yukarıda belirttik, örnekler verdik. Gerçekten niyeti genç nüfusu artırmak olan bir hükümetin, kadınların hem çalışmasını hem de çocuk sahibi olmalarını sağlayacak ne tür tedbir aldıklarını yukarıda aktardık. Ülkemizdeki şartlar düşünüldüğünde, Başbakanın istediği gibi 5 çocuk yapması, bu kadının iş güvencesinin olması, çalışması ve erken emekli olması olsa olsa bir hayal. Hiç çalışmayan bir kadının SGK’ye borçlanması durumunda borcunu nasıl ödeyeceği de ayrıca bir muamma. Elbette ki erken emeklilik olmalı ancak bunu getirip de kadının doğurganlık sayısına bağlamak ne vicdana ne de insanlığa sığar. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin, bir soru önergesi üzerine; “aile içi şiddet olaylarında 2012 yılı Ocak-Eylül ayları arasında 125 kadının öldürüldüğünü” ifade ediyor. Yine 01.04.2013 tarihli bazı gazetelerde çocuk ölümleri ile ilgili şu bilgiler vardı: “Gündem Çocuk Derneği’nin hazırladığı rapora göre, 2012 yılında en az 609 namuslu, onurlu O Devrim Şehidini unutmayacak. “Mahirler’in, Denizler’in AntiemperyalistAntifeodal-Antişoven mücadelelerini zafere mutlaka ulaştıracağız” diye haykırdı. İskenderun 30 Mart Cumartesi günü saat 13.00’da Parti binamızda yapılan anma etkinliğimize ilk olarak Kızıldere Şehitleri nezdinde tüm Devrim Şehitleri için yaptığımız saygı duruşuyla başladık. Ardından Kurtuluş Partisi Gençliği adına söz alan Sabahattin Tümkaya; Kızıldere Katliamı’nı anlatan kısa bir konuşma yaparak ve ardından gençlik bildirisini okuyarak konuşmasını sonlandırdı. Ardından söz alan HKP Mersin İl Başkanı ve aynı zamanda MYK Üyesi Arif Çakır Yoldaş; Mahirler’in Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’dan birçok konuda etkilendiğini, gerek Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mız konusunda gerek Ordu Gençliği’miz ve 27 Mayıs konusunda nasıl hemfikir olduğumuzu somut bilgilerle ortaya koydu. Bugün Mahirler’in ve Denizler’in ardılları olduğunu iddia eden grupların nasıl çocuk, devletin elinde ya da devletin almadığı önlemler nedeniyle yaşamını yitirdi. 2005 yılında kurulan “Gündem Çocuk Derneği”, hazırladığı “Çocuğun Yaşam Hakkı 2012” raporunda çarpıcı veriler paylaştı. İkinci kez hazırlanan raporda, bu yıl devlet elinde ya da devletin almadığı önlemler nedeniyle 609 çocuğun yaşamını yitirdiği belirtildi. Derneğin verilerine göre Türkiye’de yaşanan yoksulluk, yoksunluk ayrımcılık, ırkçılık çocukların yaşam haklarının ihlallerine neden oluyor. Dernek Yönetim Kurulu Başkanı Celal Musaoğlu; “Çocukların yaşam, sağlık, eğitim, güvenli bir çevre, dil ve kültür, katılım, güvenlik içinde ve onurlu yaşama hakları ihlal ediliyor... Bu sorunlara bağlı olarak çocuk işçilerin sayılarının arttığını, çocuk gelin vakalarının çoğaldığını, daha fazla çocuğun silahlı ya da silahsız şiddet ortamlarında kaldığını söyleyebiliriz. Elbette sosyo-ekonomik koşullar bakımından daha dezavantajlı çocukların bu sorunlardan daha derin etkilendiğini de unutmamalıyız. Zaten bu raporda göreceğiniz vakalar da sosyo-ekonomik koşullar kötüleştikçe çocukların yaşam hakkı ihlalleri ile, ölümle daha sık yüz yüze geldiklerini gösteriyor” dedi. Raporda yer alan verilere göre çocukların yaşam hakkı ihlalleri ileri boyutlarda. Toplumsal olaylar sırasında yaşananlar, kara mayını ve askeri mühimmat, silahlı çatışmalar, yargısız infazlar ve sağlık, eğitim ve bakım hizmeti veren kamu görevlilerinin ihmali nedeniyle yaşamını kaybeden çocuk sayısı: 46 Yani bu çocuklar bizzat devlet eliyle ortaya çıkan yaşam hakkı ihlali nedeniyle yaşamlarını yitirmişler. Raporun ikinci temel başlığında yer alan bilgilere göre, “bireysel silahlanma, intihar, ihmal, afetler” gibi durumlarda 1 Sevrci bir bataklığa sürüklendiğini, nasıl emperyalist bir çizgide olduklarını örneklerle açıkladı. Bugün Mahirler’in de Denizler’in de gerçek devamcılarının bizler olduğunun ve onların uğruna canlarını verdikleri mücadele olan Sosyalizm mücadelesinin bizler tarafından zafere ulaştırılacağının altını çizerek konuşmasını noktaladı. Daha sonra etkinliğimiz soru-cevap şeklinde karşılıklı sohbetlerle son buldu. Bizler Kurtuluş Partisi Gençliği olarak; İkinci Kurtuluş Savaşı yolunda şehit düşen Mahirler’in de Denizler’in de her zaman savunucusu olacağız ve onların mücadelelerini Sosyalizmle taçlandırmak için üzerimize düşen her görevi layıkıyla yerine getireceğiz. Kurtuluş Partisi Gençliği yaşanan ihlal sonucunda en az 563 çocuk yaşamını yitirdi. Raporda öne çıkan bir diğer konu olan işyeri ölümlerinde ise 2012 yılında en az 38 çocuk yaşamını kaybetti. Eğitim ortamında yaşamını yitiren çocuk sayısı ise en az 20 çocuk olarak belirtildi. Evet ülkemizdeki acı tabloları çoğaltmak mümkün. Bu olumsuzluklar giderilmeden, çok çocuk yapın nüfusumuz gençleşsin, siz de erken emekli olun denilerek kandırılmak istenmektedir kadınlarımız. Çünkü dünyaya gelen çocuklardan bir kısmı; kız ise ya çocuk gelin olacak ya erkek cinayetlerine kurban gidecek ya tecavüze uğrayacak ya da töre gereği öldürülecek. Erkek çocukların bir kısmı ise; erkek egemen kültürümüzün altında ezilecek, çocuk işçi olacak iş kazalarında yaşama veda edecek, işsizlikle, yoksullukla boğuşacak, ya bir kadın cinayetine karışacak ya da herhangi bir suçtan demir parmaklıklar ardında bulacak kendini. Tâ ki yönetim sistemimiz değişinceye kadar. Gerçek kurtuluşumuz, halkını seven, saygı duyan insan olarak gören, ona göre yaşam kalitesini, çalışma koşullarını düzenleyen, herkese eşit koşullarda yaşam sunan Demokratik Halk iktidarıyla mümkündür. Bu anlayışa ulaşmak için de bakabileceğimiz kadar çocuk yapacağız. Bu çocuklarımızı AKP’nin her türlü yobazlığına karşın bilinçli ve bilimli yetiştireceğiz. Onlar ne kadar “kindar ve dindar nesil” istiyorsa bizler de insancıl, kardeş ve özgür bir gençlik yetiştireceğiz. Haydi analar görev bizim. Dünyaya getirdiğimiz çocuklarımıza sahip çıkalım ve onları devrimci, sosyalist bilimle donatılmış bir insan olarak topuma kazandıralım. İstanbul’dan Bir Kadın Yoldaş Yaşasın Çanakkale Zaferi’miz! 8 Mart Çanakkale Zaferi’nin 98’inci yıldönümünde Halkın Kurtuluş Partisi Antalya İl Örgütü olarak 17 Mart Pazar günü bir eylem gerçekleştir- lepçe Katliamları’nı anlatan Yoldaş’ımız, bu katliamların unutulmadığını-unutulmayacağını vurguladı. Ve basın açıklamasını yapmak üzere dik. Eylem öncesinde Antalya’daki halk örgütlerine de giderek kutlamayı birlikte yapmayı önerdik, en azından destek vermelerini istedik. Bu talebimize Eğitim-İş, DİSK Temsilciliği ve Güvenlik-İş Sendikası (Özel Güvenlik Ve Savunma İşçileri Sendikası) olumlu yanıt verdiler ve eylemimize katılarak destek verdiler. Eylemimiz bir arkadaşımızın günün önemini belirten konuşması ile başladı. Daha sonra Kontrgerillaca gerçekleştirilen 16 Mart Beyazıt ve Irak’taki Ha- sözü Antalya İl Başkanımız Hikmet Yılmaz’a bıraktı. Coşku dolu eylemimiz, Başkanımızın okuduğu basın açıklamasıyla son buldu. Eylemimizde sık sık “Yaşasın Çanakkale Zaferimiz”, “Çanakkale Geçilmedi Geçilmeyecek”, “Kahrolsun ABD-AB Emperyalizmi”, “Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşı’mız” gibi sloganlarımızı haykırdık. Antalya’dan Kurtuluş Partililer 22 Yıl: 7 • Sayı: 64 / 8 #isan 2013 Baştarafı sayfa 24’te CIA bu kadarla da kalmadı. Bölgede uyuşturucu (afyon ve eroin) üretimini ve ticaretini hem finanse etti, hem de koordine etti. Sözde mücahitleri uyuşturucu bağımlısı yaptı. Başlarındaki Gülbettin Hikmetyar gibi çapulcu şeflerini ise “Uyuşturucu Lordu”... (Kaynak: Alfred McCoy ile Söyleşi (Interview with Alfred McCoy), 09 Kasım 1991. http://www.bearcave.com/bookrev/nugan_hand.html) El Kaide o zamandan beridir tün dünyada CIA tarafından kullanılmaktadır. Zaman zaman, suyun üstünde emperyalizme karşı eylemler yapıyormuş görünse de, işin aslı böyledir. İpin ucu emperyalizmin elindedir. Genel doğrultu emperyalizmin çizdiği yöndedir. Emperyalizmin Büyük Ortadoğu Projesi’nin tetikçisidir El Kaide. El Kaide militanları dün Irak’ta 1. ve 2. Körfez Savaşlarında, Sudan’da, Somali’de, Yemen’de ve tabiî ki Libya’da kullanıldılar. Kaddafi, “Ülkemize El Kaide militanlarını soktular, onlarla savaşıyoruz” diye bas bas bağırsa da “demokrat” ülkelerden “gık” çıkmadı. Ve bugün de Suriye’de El Kaide Militanları. Amaç Suriye Halkını koyu din terörü ile yıldırmak ve sonra da afyonlamak. Böylece emperyalizme köle hale getirmek. Suriye’de dinci çapulcular Emperyalizm sözde El Kaide’yi tehlikeli örgüt ilan etti, El Kaide ile bir işi yokmuş gibi göstermeye çalışıyor kendini. Böylece hem dünya halklarını, hem bir türlü yanına çekemediği Suriye Halkını kandırmak çabasında. Sözde Radikal İslamcılara destek vermiyor emperyalizm. Tümüyle yalan! CIA kökenli ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın geçen yılın Kasım ayındaki yazısını hatırlıyoruz. ABD’yi daha doğrudan müdahaleye zorlarken şöyle yazıyordu acımasız Rice: “(...) Kuşkusuz riskler vardır. Bir yılı aşkındır süren kanlı çatışmalardan sonra, muhalefetin en uç elemanları -El Kaide de içinde- güçlendi. İç savaş en kötüleri güçlendirme eğilimindedir. Esad’ın düşürülmesi gerçekte bu tehlikeli grupları iktidara getirebilir. “Ancak, Ortadoğu devlet sisteminin çöküşü daha büyük bir risk oluşturur. İran kazanacak, müttefiklerimiz kaybedecek ve bugünkü karmaşa bölgede on yıllarca sürecek sefalet ve şiddetin yanında masum kalacaktır.” (altını biz çizdik, Kurtuluş Yolu, Washington Post, 24 Kasım 2012) Görüldüğü gibi, bir yandan El Kaide gibi radikal dincileri tehlike gibi gösterirken, diğer yandan Esad düşürülsün de nasıl düşürülürse düşürülsün diyen cümleler bunlar. Ve 15 Mart 2013 tarihli gazetelerde yer alan habere göre Fransa ve İngiltere, diğer Avrupa Birliği ülkeleri karşı çıksa bile Suriye’deki çapulculara (onlar muhalefet diyor) silah yardımı yapacaklarını be- lirtiyorlar. Emperyalizm çapulculara başta Türkiye üzerinden zaten silah, mühimmat ve lojistik desteği sağlıyordu. Ama şimdi ağır, gelişmiş silahlar vereceklerini belirtiyorlar. Haberin sonundaki şu ifade bunu ortaya koyuyor: “Fransız haber ajansı AFP’ye konuşan Fransız yetkililer hükümetin muhaliflere karadan havaya füze desteğinde bulunmak istediğini söyledi.” (Hürriyet, 15 Mart 2013) CIA’nın başına ise Mart başında Ortadoğu’yu tanıyan, Arapça bilen John Brennan adlı bir işkenceci CIA Ajanı getirildi. Büyük Ortadoğu Projesi’nin bu en önemli bölgesinde hızla akan süreç bu atamayı gerektirmiş olsa kerlerin Bağdat’ta ilk eylemleri, petrol kuyusu haritalarına el koymak ve ünlü müzeyi soymaktı. Irak ve Hazar çevresi petrol dolu; Dicle - Fırat suları da var; üs olanakları hazır; gir ve iktidarını kur! Bağdat Müzesi’nden çalınan parmak büyüklüğünde 5 bin antika mühürden biri bile #ew York’ta yaklaşık 750.000 dolara satıldı. Küçük bir aslan heykeli de 57.2 milyon dolara. Ya ötekiler? Yalnız bu talan üstüne kitaplar yazılır. “Irak’ta olanlar “O kadar mı? Asıl, eğitim düzenine yabancıların bilinçli zararını özetleyelim. Amaç Irak’ın kişiliğini "Göz kamaştıran" Erbil (Milliyet, 13 Mart 2013) gerek. Bu atama emperyalist saldırının daha da yoğunlaşacağının göstergesi. Bu dinci çapulcuların önemli bir kesimi de Türkiye sınırları içinde ne yazık ki... Ve ne yazık ki, Türk Ordusu Ergenekon’du, Balyoz’du, Casusluk’tu denerek bu uyuşturucu bağımlısı, ipten kazıktan kurtulma çapulculara ses çıkaramaz hale getirildi. Bu da emperyalizmin stratejik hedeflerinden birini oluşturuyor. Esad düşerse mezhep çatışmaları had safhaya gelecek. Sünni El Kaide ve diğer dinci çapulcu gruplar Alevileri keseceklerini açıktan söylüyorlar. Bu durum emperyalizm tarafından neden Türkiye için de kullanılmasın? Türkiye’de son yıllarda Alevilere karşı yapılan sinsi veya açık saldırı ve baskıların nedeni budur. Mezhep çelişkilerini sıcak tutmak! Irak: Suriye’ye Örnek ABD Emperyalizmi Irak’a iki kez saldırdı. Birincisinde Samaç Saddam yönetimini sıkıştırmak, 36. paralelin yukarısına çıkmasını önleyerek Kürt hareketlerini örgütleyip birleştirmek ve bugünkü fiili devlet durumunun alt yapısını hazırlamaktı. İkincisi çok daha kanlı oldu. Milyonlarca sivil Irak vatandaşı katledildi. Irak petrollerine el konuldu. Ama hemen göze görünmeyen, en az bunlar kadar önemli başka bir imha hareketi var. Türkkaya Ataöv Hoca, Irak’taki durumu UNESCO belgelerine de dayanarak uzun uzun anlatıyor. Biz bu yazının önemli bir bölümünü aynen aktarıyoruz: “ABD yönetiminin uydurmalarıyla Irak’a saldırıp işgal eden as- TÜYAP 18. İzmir Kitap Fuarı Konuşmacı: HKP Başkanlık Kurulu Üyesi Gürdal Çıngı Yönetici: HKP İzmir İl Başkanı Tacettin Çolak Tarih: 23 #isan 2013 Saat: 15:45-16:45 Konu: 19 Mayıs’tan 23 isan’a-23 isan’dan 9 Eylül’e Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mız ve 9 Eylül’den Günümüze İkinci Kurtuluş Savaşı’mız ve Görevlerimiz DERLENİŞ YAYINLARI KURTULUŞ YOLU öldürmek. Üniversite gibi kurumlardaki yazanaklar, belgeler, çalışma araçları yok edildi. Iraklı bilimciler, üniversite ve ortaöğretim üyeleri ile seçkinlerin adları, iş ve ev yerleri saptanarak öldürüldüler; askerler laboratuvarları makinelilerle taradılar, 30 bin bilgisayarın parçası kalmadı. Brüksel Mahkemesi’ndeki belgeye göre 30 Ocak 2012’ye değin öldürülmüş olan üniversite hocalarının sayısı 467. İlk ABD genel yöneticisi Paul Bremer 15 bin araştırmacı, bilimci ve öğretmeni işten atmıştı. 20 bin öğretmen ve orta sınıfın yüzde 40’ı ülkeden kaçtı. Gidenlerin emeklilik hakları silindi. İşgalci daha başında Andrew Erdmann adlı hiç ders vermemiş, okullarda yöneticilik yapmamış, Arapça da bilmeyen birini eğitim bakanlığı başdanışmanı yaptı. Önceki bakan tutuklandığından bu Amerikalı fiilen bakandı. Bütçe, atamalar, programlar ve ders kitapları onun elindeydi. “UESCO’nun yazanağı “U#ESCO’nun 28 Mart 2003 tarihli yazanağı diyor ki: “İlköğretimde yüzde 100 yazılma olan Irak’ta eğitim çöktü.” Okuma yazma oranı 25 yıl öncesine geriledi. Özellikle okullar, kültür kurumları bombalandı, yakıldı, soyuldu. Irak’ın eski övünç kaynağı Bağdat Üniversitesi şimdi üst sıradaki 12 bin dünya üniversitesinin arasına bile giremiyor. Mustansıniyye Üniversitesi’ndeki kıyım Saddam’ın düştüğü 9 #isan 2003 gününde yaşandı. Binlerce öğrenci, hele kızların yüzde 75’i okulları bıraktı. Okulların yüzde 80’i kullanılamaz durumda. Kuzeydeki Kürt yönetiminde Arapça eğitimi geçmişte kaldı. Ayrıca, 2 bin doktor, yüzlerce hukukçu, 376 gazeteci ve binlerce meslek sahibi planlı biçimde öldürüldüler. “BM istatistikleri “Irak özellikle çocukların cehennemi. U#ICEF’e göre çoğu açlık çekiyor, kaçırılıyor, satılıyor, öldürülüyor, uyuşturucu satıcılığına zorlanıyor ve küçük kızlar kiralanıyor. Anasız-babasız çocuklar beş milyon. 500 bini sokakta yaşıyor ve dileniyor. Ülke içinde göçmüş ailelerin 93 bin 500 çocuğundan haber yok. Ruhsal hastalıklar yaygın, ama hiçbir ruhsal bakım merkezi yok. Irak’ın geleceğini bu kuşaklar mı kuracak? ABD’nin ambargodan bu yana hazırlığı buydu. Bu yazdıklarım Birleşmiş Milletler istatistiklerine ve yazanaklarına dayalıdır. Kimi bölümlerini hazırlayan uluslararası örgütün 1976’dan bu yana merkez yöneticilerindenim. “Sahte diplomalılar “Irak’taki sözde İslamcıların bir bölümü işgalcilerle birlik oldu. İslamcı partiden sonraki yerli Eğitim Bakanı Ali El-Edip ABD işgalinin başında umutlarla Irak’a döndü. İlgili müdürden medrese çıktılarının doktora diploması sayılmasını istedi. Reddeden Davut Salman Rahim 31 Temmuz 2011’de öldürüldü. Bu cinayetten sonra medrese eğitimi doktora sayıldı. Boşalan yerleri birtakım sahte diplomalılar doldurdular. Bakan Edip’in diplomasının da sahteliği üstüne BM belgesinde iddia var. Paul Wolfowitz 2003’te ne demişti: “Irak’ta devlete son vereceğiz!” İşgalciler toplumsal yapıyı, birliği, eğitim ve sağlık düzenini bilerek yıktılar. Bir ABD’li keskin nişancı C##’de “Dün 146 kişiyi öldürdüm” diye övünmüştü.” (27 Şubat 2013, http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=40 1320) Anlatılanlar dehşet verici. Sadece acımasızca savaş sırasında sivilleri yok etme değil, Irak’ın tüm zenginliklerini yağmalama, kültürel birikimini, eğitimini, sağlık sistemini çökertme emperyalizmin yaptığı. Görüldüğü gibi biliminsanlarını bile imha ediyorlar Irak kimliğini yok etmek için. Ve tabiî, Irak’ın geleceğini de... Emperyalizm şimdi de Suriye’de benzer bir imha harekâtı peşinde. Bu imha harekâtı şimdilik dinci çapulcular eliyle yapılıyor. Böylece Suriye Halkını da can kaygısına sokup Türkiye ve Ürdün’e doğru sürüyorlar. Esad’ın deyişine göre, bu şekilde Suriye’den ayrılanların sayısı 1 milyonu bulduğunda emperyalizm doğrudan müdahaleyi düşünüyor. (Bakınız: Esad’ın CHP heyetine anlattıkları, 8 Mart 2013 tarihli gazeteler.) Dinci terör o boyutta ki, bölgede bir tür Muta #ikahı olan “Cihad #ikahı” almış yürümüş. Muta nikâhı, para karşılığı yapılan kısa süreli nikâh. Yani fuhuş. Cihad nikâhında para da yok. Can korkusuyla yapılan zoraki nikâh diyebiliriz. Bu ise artık tecavüze girer. Esad’a göre “Yaşlılar ve yoksullar, kızlarını bu teröristlerle evlendirerek hem canlarını onlardan kurtarıyor ve hem de geçimlerini sağlıyorlar. Tıpkı Ortaçağ gibi.” Türk Ordusu bu çapulculara nasıl destek oluyor, bu kadar mı emperyalist uşağı duruma düştü, bu kadar mı içler acısı durum, diye sormadan edemiyor insan. Kürt Sorunu’na emperyalist çözüm ve imha süreci paralel seyrediyor Bir yanda böylesine vahşi bir yıkım yürütülürken, Kürt Sorunu’na emperyalist çözüm süreci de hızla ilerliyor. CHP heyetiyle yaptığı görüşmede aktarılanlar Esad’ın bu süreci de doğru yakaladığını gösteriyor. CHP Mersin Milletvekili Aytuğ Atıcı’nın ağzından basına yansıyan kadarıyla şöyle diyor Esad: “Dedi ki, ‘Çözüm Türkiye’nin silah ve para insan girişlerini kontrol etmesinden geçiyor, Türkiye sınırdan terörist, para girmesin biz bu sorunuzu çözeriz. Ancak bu tren kaçtı. Suriye Halkı bu savaşı kazanırsa iki kişi kaybedecek, Erdoğan ve Katar Emiri. Çünkü savaş üzerine ikballerini inşa etmişlerdir. Suriye Halkı kazanırsa Erdoğan’ın başkanlık hayalleri de karizması da boşa gidecek. Bu savaşı Erdoğan ve Katar Emiri kişiselleştirmekte. “Olayın başındaki silahlı muhalifler şu anda bize dönmeye başladı. Biz de anayasa değişikliği yaptık. Siyasi partiler yasasını, basın yasasını değiştirdik. Türkiye artık laik bir ülke değildir Erdoğan hükümetiyle. “-KÜRT DEVLETİ KURULABİLİR”“Kuzey Suriye‘deki Kürtler, Kuzey Irak’taki Kürtler görüşme halinde. Türkiye’deki Kürtleri de alarak bir devlet kurma çabası içerisinde. Erdoğan bunu görüyor ve kullanıyor. Kürt devleti kurulabilir’.” “#eden İsrail‘e cevap vermediniz?” sorusuna Esad, “Biz gereken cevabı veriyoruz ama İsrail’e cephe açacak gücümüz yok” yanıtını verdi.” (Milliyet, 08 Mart 2013) Evet, süreç tam da böyle yürüyor. Emperyalizmin vaktiyle Irak’ta Saddam yönetimine yaptığı gibi, Kuzey Suriye’de uçuşa yasak bölge kurmasına bile gerek kalmamış bir bakıma. Gene Esad’a göre yaklaşık 900 kilo- metrelik Türkiye-Suriye sınırının % 75’i El Kaide’nin, % 25’i PYD’nin kontrolünde! (Türk Ordusu’nun içler acısı hali, ne diyelim?) Emperyalizm PYD’yi de Suriye yönetimine karşı cepheye çekme peşindeydi ve bunu da başardı. PYD’nin Esad’a karşı cepheye çekilmesinde TayyipGül tarafından Apo’nun da devreye sokulduğunu Economist 12 Ocak 2013 tarihli sayısında verdi. Bu gelişmelerden çıkan sonuç vaktiyle Selahattin Demirtaş’ın dediklerini doğrular gibi: “Iğdır’dan Hatay’a Türkiye’nin güney sınırları resmen Kürdistan olacak” demişti Demirtaş (Taraf, 04 Nisan 2012). Bu tablonun diğer adı Kürt-İslam Sentezi olabilir. Şimdi, yıkımın biraz daha doğusunda Kuzey Irak Kürt Bölgesi’nde durum nedir, diye soralım. Bu konuda, görünür hiçbir bağlantı yokken şöyle bir haber Milliyet’in manşetinde yer aldı: “Erbil’de yaşanan değişim göz kamaştırıyor “Irak’ta önemli petrol yataklarının bulunduğu Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi’nin denetimindeki kent ve ilçelerdeki değişim her geçen yıl daha da artıyor. “Refah düzeyinin hızla yükseldiği bölgede modern yapılaşma ve kentteki sosyal donatı alanlarındaki gelişmeler bölgeye turistik amaçla gelen Arapları da etkiliyor. Bu yıl bütçesi 14 milyar dolar olarak belirlenen yaklaşık 6 milyon nüfuslu Kuzey Irak Bölgesel Kürt yönetiminin merkezi Erbil başta olmak üzere, Duhok ve Süleymaniye kentlerindeki refah düzeyi hızla yükseliyor... Kentte daha önce sayılı düzeyde bulunan otellerin sayısının ise 400’ün üzerine çıktığı belirtildi. “Bölgede özellikle tüketime yönelik iş merkezleri hızla çoğalırken, milyonlarca dolarlık harcamalarla yapılan AVM’ler de göz kamaştırıyor. Erbil’de daha önce çöplük durumunda bulunan atıl durumdaki araziler hızla park, bahçe ve mesire yerlerine dönüştürülüyor. Park ve bahçelerdeki milyonlarca dolarlık rengârenk aydınlatma sistemleri kenti görmeye gelenlerin ilgisini çekiyor. “Daha önce yıkık durumda bulunan kentin en önemli turistik mekânı Erbil Kalesi’nin de büyük bölümü restore edilerek turistlerin beğenisine sunuldu. 21 Mart’taki evruz nedeniyle Erbil Kalesi’nin eteklerine kentin büyük bölümünden görülen “Happy #ewroz” yazısı dikkati çekti.” (Milliyet, 13 Mart 2013) Bu haber neden önemli? Hep söyleyegeldiğimiz gibi Kürt Sorunu’nun emperyalist çözümünde merkez Barzani’dir. Belli ki, bölgeye emperyalizm büyük özen gösteriyor. Böylece Barzani’nin çekim gücünü artırmak istiyor. Barzani deyince, bundan yaklaşık 2 yıl önce KDP Kurultayında Mesut Barzani’nin emperyalist çözüm doğrultusunda yaptığı konuşmanın bugünkü gelişmelerle örtüştüğü görülüyor. Şöyle demişti Barzani: “Kürtler artık tek yumruk. Birleşik Kürdistan istiyoruz!” (Yeniçağ, 11 Aralık 2010) Sonuç Emperyalizm, El Kaide’siyle, TayyipGül’üyle, diğer gerici dinci örgütleriyle Büyük Ortadoğu Projesi’nin bu en önemli bölümünde kanlı programını adım adım uyguluyor. Güneyde cirit atan CIA ajanları, Füze Kalkanı oyunu, CIA tetikçilerinin provokatif eylemleri (bombalamalar), yabancı askerler, hep bu kanlı programın altyapısını oluşturann unsurlar. Ancak, bugünkü kötü görünüm, emperyalizmin her düşündüğü hayata geçecek anlamına gelmez. İşte Suriye Halkı direniyor. Direndiği ölçüde diğer Ortadoğu halkları da uyanacaktır. Nitekim CHP heyetiyle görüşmesinde Esad’ın bir doğru tespiti daha var: Biz kazanırsak emperyalist uşakları kaybedecektir, diyor. Türkiye’de ise halkımızın emperyalist çözüm arayışlarına, bununla bağıntılı Yeni Anayasa sürecine, Tayyip’in başkanlık sevdasına dur demesi gerekiyor. Tabiî emperyalizmin kanlı provokasyonlarına da... 23 Yıl: 7 • Sayı: 64 / 8 isan 2013 İşçi Düşmanı Yurtiçi Kargo’yu boykot et! HKP, işçi düşmanı Yurtiçi Kargo’yu protesto etmek ve Direnişçi İşçilere destek olmak için boykot çağrısı yapıyor. T ürkiye’deki kargo işletmeleri sektörünün yaklaşık yarısını elinde bulunduran Yurtiçi Kargo işvereni, işçilerinin bir kısmı gerçek Sınıf sendikacılığının temsilcisi Nakliyat-İş Sendikası’nda örgütlendikleri için işten çıkartmıştı, bildiğimiz gibi. Yurtiçi Kargo’nun bu haksız, hukuksuz, işçi düşmanı tavrını protesto etmek ve Yurtiçi Kargo’yu boykot çağrısı yapmak için Kurtuluş Partisi olarak çeşitli illerde eylemler gerçekleştirdik. Ankara 30 Mart 2013 tarihinde Yurtiçi Kargo Meşrutiyet Şubesi önüne doğru, pankartlıdövizli her zamanki eylem disiplinimizle ve sloganlarımızı haykırarak yürüyüşe geçtik; “İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek”, “İşçi Düşmanı Yurtiçi Kargo”, Yurtiçi’ne Mal Verme Ekmeğime Sahip Çık”, “Sendika Hakkımız Engellenemez”. Meşrutiyet Caddesi sloganlarımızla çınlıyordu… İl Başkanımız Av. Sait Kıran basın açıklamasını, eylemimizi engellemeye gelen polis barikatları önünde okudu. Yurtiçi Kargo’yu Boykot ettiğimizi açıkladı. HKP’nin her zaman İşçi Sınıfı mücadelesinin tam göbeğinde olduğunu dosta düşmana karşı bir kez daha haykırdı. Sait Kıran Yoldaş, Yurtiçi Kargo’nun yapmış olduğu işçi kıyımına dikkat çekerek, halkımıza da Yurtiçi Kargo’ya mal vermemeleri, boykot etmeleri için çağrıda bulundu. Direnişçi İşçilerin hepsi çelikten kale gibi moralli ve dimdik bizi karşıladı. Yurtiçi Kargo İşçileri kendilerinin her zaman yanlarında olan İşçi Sınıfının yiğit öncüsü Kurtuluş Partililerle bir kez daha birlikte olmanın coşkusunu yaşıyordu şimdi. İşçilerin Partisi, Halkın Partisi HKP eninde sonunda bu coşkuyu tüm İşçi Sınıfımıza yayıp nihai kurtuluşu gerçekleştire- cek. İstanbul Her türlü zorluğa, baskıya rağmen işi, ekmeği, onuru ve sendikası için aylardır direnişte olan Yurtiçi Kargo direnişçilerinin başlatmış oldukları boykot kararını desteklemek, boykot kararımızı kamuoyuna açıklamak için 2 Nisan günü Kadıköy’deki direniş yerinde bir basın açıklaması gerçekleştirdik. Bayraklarımız, dövizlerimiz, sloganlarımızla vardığımız direniş yerinde, işçiler bizi coşkuyla karşıladı. DİSK Nakliyat-İş Sendikası Yönetim Kurulu Üyesi Hakan Arslan’ın direnişi anlatan konuşmasının ardından Partimizin diğer direnişlerde olduğu gibi bu direnişte de verdiği destekten dolayı teşekkür ederek sözü Partimiz İl Başkanı Av. Pınar Akbina’ya verdi. Pınar Başkan yaptığı açıklamada; partimizin İşçi Sınıfı Partisi olduğunu, İşçi Sınıfı iktidarını hedeflediğini vurgulayarak direniş ve grevlere verdiğimiz önemi anlattı. Her türlü baskıya rağmen 73 gündür sürdürdükleri direnişlerinden dolayı işçileri kutladı. Halkımıza seslenerek işçi düşmanı, sendika düşmanı Yurtiçi Kargo’ya kargo verilmemesini, direnişe destek olunmasını ve işçilere yapılan zulme ortak olunmaması gerektiğini söyledi. Av. Pınar Akbina, Halkın Kurtuluş Partisi olarak bulunduğumuz illerde Yurtiçi Kargo’ya kargo vermeyeceğimizi ve verdirtmeyeceğimizi söyleyerek direnişin başarıyla sonuçlanacağına olan inancımızı bir kez daha vurguladı. Daha sonra işçilerin başlatmış oldukları imza kampanyasına katılarak orada kaldığımız sürece Yurtiçi Kargo müşterilerine direniş anlatarak boykot etmelerini istedik. Kurtuluş Partililer İPSD, İzmir 4. Kadın El Emeği Fuarı’nda büyük ilgi gördü İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü nedeniyle, düzenlenen 4. Kadın El Emeği Fuarı’nda İşsizlik ve Pahalılıkla Savaş Derneği (İPSD) İzmir Şubesi Kadın Komitesi olarak, bu yıl da stand açtık. İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından bu yıl 4. düzenlenen bu fuarda belediyelerin, derneklerin ve vakıfların kadın çalışmaları yer aldı. Stantlarda kadınların el emeği ürünleri sergilendi. Dört gün süren fuarda renkli görüntüler yaşandı. Ayrıca fuarda, konserler, paneller, sergiler, tiyatro ve film gösterileri ile defileler yer aldı. Kadın El Emeği Fuarı, Ege Bölgesi ve diğer bölgelerden de büyük ilgi gördü. İPSD Kadın Komitesi olarak biz de geçen yıl olduğu gibi bu yılda fuarda derneğimizi tanıttık ve el emeği ürünlerimizi satarak da derneğimize gelir sağladık. Ayrıca “Kadının Kurtuluşu İşçi Sınıfının Kurtuluşundan Bağımsız Değildir” kitabımızı ve Kurtuluş Yolu Gazetemizin satışını yaptık. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü ile ilgili özel sayımızın da yaygın bir şekilde dağıtımını sağladık. Fuarın tek kızıl standı olmamız bu yıl da oldukça dikkat çekti. Özellikle “Kadının Kurtuluşu İşçi Sınıfının Kurtuluşundan Bağımsız Değildir” pankartımız ziyaretçiler tarafından çok beğenildi. Ziyaretçiler pankartın önüne gelerek resim çektirdiler, bunlardan biri de İzmirli Tiyatro ve Sinema Sanatçısı İlker Kurt idi. Yine Bayraklı Belediye Başkanı Hasan Karabağ standımıza geldi, uzun bir süre oturdu ve bizlerle sohbet etti. Diğer ziyaretçiler ve stantlarda da görev alan kadınların oldukça sıcak ve yakın ilgileriyle karşılaştık. Standımızı ziyaret eden kadınlarla bol bol sohbet ettik, Derneğimizi ve mücadelemizi anlattık. Dört gün boyunca diğer stantlarda görevli olan arkadaşlarımızla oldukça güzel zaman geçirdik ve güzel dostluklar geliştirdik. İPSD İzmir Şubesi Kadın Komitesi Ortaçağ karanlığına doğru götürülmeye çalışılan yurdumuzda Bursa Kitap ve Eğitim Fuarı’ndan izlenimler… 0 “Okumak Yaratmak” Olmalıdır! 9-17 Mart tarihleri arasında her yıl olduğu gibi bu yıl da Bursa’da bir kitap ve eğitim fuarı etkinliği yaşadık. 11’incisi yapılan bu fuara bizler de 9’uncu kez Derleniş Yayınları-Kurtuluş Yolu Gazetesi olarak katıldık. Bu yılki etkinlikle ilgili izlenimlerimi sizlerle paylaşmaya iten iki haber oldu. İlk haber Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın dediği gibi hâlâ “feleğe meydan” okumaya devam eden Küba’dan: “Okumak Yaratmaktır” Bu söz Küba’nın ulusal önderi Jose Marti’ye ait ve Küba’da Fidel’in önerisiyle şehirden şehire gezen ve 2011 yılında da 20’ncisi düzenlenen Uluslararası Havana Kitap Fuarı’nın sloganıdır. Bu fuarla ilgili Küba Genç Komünistler Birliği’nin kültürel kanadı olan Asociación Hermanos Saíz’in Başkanı, şair Alpidio Alonso Grau’nun şu görüşlerini okuyalım: “Fuar, okuyucuların kitaba ulaşmalarını sağlayan bir araç oluyor, neticede kitap ticari bir nesne değil, kültür ve bilgi sağlamak ve insanların yaratıcılığını geliştirmek için bir araçtır. “Bu fuarın en büyük özelliği ticari değil kültürel olması, yayıncılar kitaplarını değerlerinin çok altında satıyor. Okuyucular da bu nedenle çok kitap alabiliyor. Bu da katılımı çok artırıyor. Fuar alanı çok büyük ve orada burada anne babalar çocuklarıyla birlikte yanlarında çanta dolusu kitaplarla görülüyor.” (Sol haber internet sitesi) Gelelim ikinci habere: “Brezilya’da işçilere ‘kültür maaşı’ “Ekonomik krizle boğuşan Brezilya hükümeti geçtiğimiz perşembe günü yaptığı açıklamada, işçilere kültürel aktivitelerde bulunmaları için aylık 25 dolar (44 TL) ödenek ayırmaya hazırlandıklarını duyurdu. Buna göre ülkede asgari ücret alan işçilere hükümet ayda 25 dolarlık ‘kültür çeki’ verecek. Bu paranın yüzde 90’ı işverenin yüzde 10’u ise işçinin cebinden çıkacak. İşçi, istemediği takdirde programdan çıkma hakkına da sahip olacak. İşveren tarafından elektronik kart şeklinde verilecek para, müzelerde ya da sinemalarda geçerli olacak. İşçiler bu kartları müzik CD’si ya da DVD almak için de kullanabilecek. “Brezilya Kültür Bakanı Marta Suplicy “Dünyanın bütün gelişmiş ülkelerinde kültür ekonomide kilit rol oynar” dedi. “Fakir vatandaşların da kültürel etkinliklerde bulunmaya hakkı olduğunu söyleyen Suplicy, işçilerin bu parayı müze ya da sergi için kullanımına kendilerinin karar vereceğini açıkladı. Kültür maaşı, bir elektronik kart yardımıyla asgari ücretin maksimum 5 katından az geliri olanlara ödenecek. İşverenin bu yolla yaptığı harcamalar, gelir vergisinden düşülecek. “Suplicy, konuyla ilgili “Kültürel hayat, bütün gelişmiş ülkelerin ekonomisinde kilit rol oynar” dedi. Önceki cumhurbaşkanının başlattığı, ihtiyacı olanlara şartlı para transferi gerçekleştirmeyi içeren “aile yardımı” uygulamasını da geliştirdiklerini hatırlatan Suplicy, “Şimdi de ruhun gıdasını temin etmek istiyoruz. eden dar gelirli insanların da kültür ve sanata ulaşma hakkı olmasın?” şeklinde konuştu.” (29 Ocak 2013 tarihli gazeteler) Küba’dan verdiğimiz örnek tam da Parababaları düzenine karşı verdiğimiz mücadelenin kültür alanındaki bir cephesini oluşturmaktadır. Kübalı Yoldaş, merkezinde insanın olduğu, insanın bilinçlendirilip aydınlatıldığı ideal bir kitap fuarının özelliklerini dile getirmiştir. Bu konuyu bizim açımızdan duruca sonuca bağlamıştır. Şimdi anlayabiliyoruz neden Küba’da okuma yazma oranının % 100 olduğunu. Brezilya’da da solcu, halkçı bir yönetim var. İşçilere kültür harcamaları için belirli miktarda teşviklerin yapılması ilerici bir uygulamadır. Şimdi gelelim Bursa’daki Fuar izlenimlerimize: Şunu belirtelim ki, bazı illerin aksine Bursa’da Fuar şimdilik ücretsiz. Önce ulaşımdan başlayalım. Asgari ücretle geçinmek zorunda kalan insanlarımızın Fuar alanına ulaşması için kişi başına 5 TL’den fazla harcaması gerekmektedir. Bu yaşanılan yere göre de artış göstermektedir. Tüm şartları zorlayarak fuar alanına bir şekilde geldiniz. Orada en az iki-üç saat geçirmeniz gerekecek. Bir şeyler yemeniz ve içmeniz lazım. Paranız varsa oradaki lokantadan ya da kafeden yiyebilirsiniz. Tabiî ki dışarıdan farklı fiyata. Ne yazık ki çoğu insanımız dışarıdan hijyenik olmayan simit, lahmacun vb. yiyeceklerden ve içeceklerden yemek zorunda kalıyor. Neyse gelelim asıl konumuza. Fuar alanındaki 4 salondan ikisi kitaplara ayrılmıştır. AB-D Emperyalistlerinin yıllardır kültür alanında Ortaçağcı Tayyipgiller eliyle toplumumuzu getirdikleri noktayı bu salonlarda görebilirsiniz. Adım attığınız salonda sizi anında Ortaçağcı yayınlar karşılar. Tüm gericilik ağlarıyla kuşatılırsınız. Türkiye’deki tüm tarikatların ve cemaatlerin yayınevleri birbirleriyle gericilikte ve halkımızı afyonlamakta yarışır dururlar. Halkımız ne yazık ki bu stantlara yoğun ilgi gösterir. Çünkü bu yayınevleri Özellikle Türkiye ve Dünya olaylarına Sevrci Soytarı Sahte Sol’dan farklı bakış noktalarımız halkımız tarafından yakından izleniyordu. Ortaçağcı gericiliğin hâkim olduğu bir ortamda, dine diğer sol gruplardan farklı bakış açımız Bursa Halkının dikkatinden kaçmamıştı. Birçok insanın Usta’mızın dinle ilgili eserlerinden ve görüşlerinden haberdar olduğunu fark ettik. Bizler de standa gelen insanlara gerçek İslam ile CIA İslamı/Yezid İslamı arasındaki farkları netçe örnekleriyle ortaya koyuyorduk. Özellikle Venezuela’nın yiğit lideri Kumandan Chavez ve Küba Devrimi’nin önderi Fidel’in Ortadoğu’daki Suriye, Irak, Libya ve Filistin olaylarında izledikleri politikaları örnek göstererek bizim ülkemizdeki sözde Müslüman Tayyipgiller’in maskelerini halkımız nezdinde indirmiş olduk. Standımıza gelen her insana güya kâr amacı gütmeden ucuza kitaplarını satar ve birçok kitabı da bedavaya verirler. Ağababaları AB-D Emperyalistlerinin uşaklığını yapan Ortaçağcı Tayyipgiller’in aşağılık yöntemleriyle sadakaya alıştırılan bilinçsiz halkımız için bedava verilen her şey kıymet taşır. En küçük bir el ilanı ya da broşür kimi insanlarımız için çok değerli olur. Kim bilir belki de o aldıkları poşetlerde bir şeylerin olması onları ruhen rahatlatıyordur. Özellikle Eğitim Fuarı’nın olduğu salon büyük bir borsa salonunu bizlere hatırlatır. Eğitimin ticarileştiği en zirve nokta bu salonlardır. Çünkü dersaneler ve özel okullar bu sayede kendilerine orada müşteri kapmaktadır. Bu bölümde bedavaya ya da çok düşük fiyata verilen/satılan kitap ve kaynaklar gencecik beyinlerde yanlış algılamalar yaratır. Emek harcanmadan bir şeyler edinmeyi bu şekilde öğreniyorlar. Okullarda toplu şekilde Fuar’a öğrenci götürdüğümüzde çoğunun satın aldığı şey, test kitaplarıdır. Bir şeyler yaratmak için okumak amaçlı kitap alanların sayısı oldukça düşüktür. Sıklıkla gençlerin aldığı kitaplar “bestseller” (çok satanlar) tarzında olup, Harry Potter, Ejderha Dövmeli Kız gibi kitaplar ve Tayyipgiller’le birlikte okullarda özellikle gerici öğretmenlerce edebiyat derslerinde okutulan E. Şafak, İ. Pala gibi sözde yazarların kitaplarıdır. Gözlemlediğimiz kadarıyla bir kısım insanımız dili fazla ağır olmayan, içinde düşünceden ziyade gündelik olaylardan yola çıkan sade kitapları takip ediyor. Bunun yanı sıra gerçek okuyucular da az değildir. Fuar boyunca her gün gelen, elindeki listeden eksiklerini temin eden insanlar da vardır. İşte bu türden insanları görmek bizleri umutlandırır. Hele son yıllarda özellikle gençlerimizde sola/devrimciliğe karşı bir yönelim gözlemlemekteyiz. Bu türden insanların uğrak yeri tabiî ki Fuar’ın en kızıl standı Derleniş Yayınları’ydı. Bizim standımız farklıydı. Gerici bir atmosferden sonra halkımızın ferah bir soluk aldığı bir dünya cennetiydi. Fuar’da insanların uzun süre durup sorular sorduğu, fikir alışverişinde bulunduğu tek stanttı. Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın kızıl kitapları, Genel Başkan’ımız urullah Ankut Yoldaş’ımızın kitapları ve hareketimizin kollektif çalışmaları, Türkiye ve Dünya tarihinin ölümsüz devrimcilerinin posterleriyle bir başkaydı standımız. Dokuz günlük Fuar boyunca defalarca şuna şahit olduk: Parababalarının satılık medyasının, sözde solcu, demokrat basınımızın tüm ablukasına rağmen halkımız Partimizi yakından takip ediyordu. Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’dan devraldığımız mücadelemiz halkımız tarafından biliniyor ve hakkımız standa gelenler tarafından veriliyordu. dinleri, inançları, hayata bakış açıları farklı olsa da gerçek insanların Chavez ve Fidel ve onlar gibi düşünen, bu uğurda mücadele edenler olduğunu bir kez daha netçe ortaya koyuyorduk. Doğal olarak bu durum önümüze daha ağır görev ve sorumluluklar koymaktadır. Fuar’da tanıştığımız insanlara Hareketimizi-Partimizi hem teorik hem de pratik olarak göstermeliyiz. Bunun için de işe kendimizden başlamalıyız. Parti Başkanımız Nurullah Ankut Yoldaş’ın dediği gibi “devrimci heyecanımızı her gün bir bıçak biler gibi bilemeliyiz”. Tıpkı samimi bir Müslümanın her gün kendini Rabbi karşısında hesaba çekmesi gibi… Türkiye’de devrimin bizim Hareketimizin-Partimizin omuzlarında olduğu gerçeğinden hareketle, mücadelemizi hayatın her alanında yükseltmeliyiz. İşte bu tür fuarlar da bizim için halkımızla buluşmanın bir vesilesidir. Biz Bursalı Yoldaşlar da bu yıl Fuar’daki eksikliklerimizi bilince çıkartmış olup gelecek yılki Fuarı da bu bilinç ve kararlılıkla beklemekteyiz. Bursa’dan Bir Yoldaş Düzene karşı 1 Köşe başında aç çocuklar, Sokak sonunda tiner çekiyorlar, Sokak aralarında uyuşturucu Ve türlü maddeler... Bir Beyoğlu sokağında, Bir çocuk yerde yatıyor, Boylu boyunca, Kanlar akıyor, Kaldırım taşlarından logar kapağına... Bir başka köşesinde şehrin, Düşüyor simitçi yere, Kırk beş-elli yaşlarında... Tuzla’da bir işçi ölüyor, Ankara’da bir işçi daha Ve Zonguldak’ta, Sekiz işçi daha... Ölüyor! İşçiler Ve çocuklar, Ölüyor... Özkan Bakioğlu El Kaide-ABD İlişkileri, Kürt Sorunu ve Suriye DİSK Olağanüstü Genel Kurulu yapıldı DİSK’in Tarihine, mücadeleci geçmişine uymayan sendikacılık mutlaka yenilecektir İ şçi Sınıfına yönelik sömürü ve zulmün böylesine arttığı, sınıfın en ufak ekonomik hak alma mücadelesinin, sendikalaşma mücadelesinin AKP devletinin 12 Mart 12 Eylül Faşizmlerinden beter terörle bastırıldığı, sendikaların kapılarının kırılarak talan edildiği, helikopterli saldırılara uğratıldığı, bin yıllardan bu yana kardeş olan halklar arasında giderilmesi zor düşmanlık tohumları ekecek olan ve gerçek bir barışla zerre kadar ilişkisi olmayan CIA+MOSSAD+AKP ürünü BOP “barış”ının tezgâhlandığı; uzun lafın kısası dünya, bölge ve Türkiye üzerinde AB-D (ABD+AB) Emperyalist haydutlarının saldırılarının iyice arttığı, İşçi Sınıfının da bu saldırılardan payına düşeni fazlasıyla aldığı bir dönemde bu OLAĞANÜSTÜ Genel Kurul çok mu gerekiyordu? Sonuçtan bakıldığında son genel kuruldan sonraki bir yıl içinde önce Genel Sekreteri, ardından da Genel Başkanı istifa Devamı sayfa 19’da İkinci Kurtuluş Savaşçıları On’lar, Mahir Yoldaş’ın Mezarbaşında Anıldılar Kızıldere Şehitleri Ölümsüzdür! Ankara 41 yıl önce bedence aramızdan aldılar. Toprağa karışınca yok olur sandılar. Hunharca katledince On’ların yolundan gitmek isteyenlere ders olur sandılar. Bir daha kimse adlarını ağzına bile almaz, unutulur gider, diye düşündüler. Ama, 12 Mart Faşizminin insanlıktan çıkmış ABD beslemesi faşist etmiş DİSK’in Olağanüstü Genel Kurul’a gitmesi normal görünebilir. Ama ne olmuştu da neredeyse daha se- generalleri, CIA güdümündeki Kontrgerilla, yerli yabancı Parababaları, bir şeyi hep unutuyorlar: İnsanlığın kurtuluş mücadelesinde kendi bedenini feda eden Devrimciler unutulmazlar! Unutturulmazlar! Anıları, mücadeleleri kendilerinden sonra halkların, halklara önderlik eden devrimcilerin Devamı sayfa 21’de MNG/FedEx Express Kargo’da Direniş Bayrağı Dalgalanıyor M NG/FedEx Express Kargo Marmara Aktarama Merkezi’nde çalışan işçiler Anayasal Haklarını kullanarak DİSK Nakliyatİş Sendikası’na üye oldukları için işten atıldı. İşten atılan işçi- ler, Nakliyat-İş Sendikası tarafından yapılan basın açıklaması ile birlikte işyerinin önünde Direnişe başladı. Saat 11.00’da Marmara Ak- Devamı sayfa 18’de HKP, işçi düşmanı Yurtiçi Kargo’yu protesto etmek ve Direnişçi İşçilere destek olmak için boykot çağrısı yapıyor 16 Mart Beyazıt ve Halepçe Katliamlarını Unutmayacağız! 0 Haberi sayfa 20’de Bursa Kitap Fuarı’nda Kızıl Bir Stand... 9-17 Mart 2013 tarihleri arasında düzenlenen 11. TÜYAP Bursa Kitap Fuarı’nda Derleniş YayınlarıKurtuluş Yolu Gazetesi olarak 9’uncu defa katıldık. Fuar süresince başta Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı ve Genel Başkanımız Nurullah Ankut’un kitaplarını Bursa Halkı ile buluşturduk. Standımız geçen yıllarda olduğu gibi görsellik açısından da Bursa Halkının ilgisini çekti. Fuar süresince 5 Mart’ta bedence aramızdan ayrılan büyük devrimci önder Hugo Chavez Yoldaş’ımızı da andık. Posterlerini ve sözlerini standımıza asarak Bursa Halkına Chavez Yoldaş’ın mücadelesinin HKP saflarında devam ettiğini anlattık. Devamı sayfa 15’te İşçi Düşmanı Yurtiçi Kargo’yu boykot et! Haberi sayfa 23’te P Devrimci Sınıf Sendikacıları anlatıyor arababalarının, AKP Hükümetinin saldırıları, politikaları ve sarı sendikacılar nedeniyle İşçi Sınıfı tüm hak gasplarına karşın etkili, yeterli bir mücadele yürütemiyor. Örgütsüzlüğün, eylemsizliğin etkin olduğu bu dönemde devrimci sınıf sendikacılığı yapan DİSK Nakliyatİş Sendikası’nın mücadelesi, direnişleri umut veriyor, yol gösteriyor. Nakliyat İş Sendikası, eylül ayında kargo işçilerinin kölelik koşulları ve örgütsüzlüğüne M karşı bir örgütlenme kampanyası başlattı. Yurtiçi Kargo işverenin, örgütlenen işçileri işten atmasıyla Direniş başlatıldı. Her yeri eylem alanına çeviren; Yurtiçi Kargo’nun Fransız ortağı nedeniyle Fransız Konsolosluğu’nu işgal eden işçiler, İstanbul, Ankara ve Konya’da direnişlerini sürdürüyor. Bu mücadelenin önderleri, gazetemiz Kurtuluş Yolu’nun sorularını yanıtladı. Direniş sürecini, işverenin ve işçilerin tavırlarını anlattı. Röportajlar sayfa 16’da Üç Fidan’dan biri olan Yiğit Yusuf Aslan’ın Annesi Mediha Aslan’ı Sonsuzluğa uğurladık5 ediha Ana dünyaya yiğit bir evlat getirdi. Bu yiğit evlat can yoldaşları Deniz Gezmiş ve Hüseyin İnan ile birlikte emperyalizme karşı en ön safta mücadeleye atıldı. Emperyalistlere ve işbirlikçilerine karşı kendilerini İkinci Kurtuluş Savaşçıları olarak nitelendirip ölüme göğüs gerdiler. Bu yiğit devricilerin alnı açık, başı dik, onurlu annelerinden biri olan Mediha Anamız 87 yaşında bedence aramızdan ayrıldı. Mediha Ana, Antalya Uncalı Şehir Mezarlığında ailesi ve sevdiklerinin yanı sıra devrimciler tarafından son yolculuğuna uğurlandı. Bizler de Halkın Kurtuluş Partisi olarak bu yiğit anamıza son görevimizi yerine getirdik. Mediha Anamızın mezarını kızıl karanfillerimiz ve kızıl bayraklarımızla donattık. Yu s u f - H ü s e y i n - D e n i z Yaşasın İkinci Kurtuluş Mücadelemiz! Antalya’dan Kurtuluş Partililer G eçtiğimiz günlerde önemli bir önemli olan tekellerin çıkarlarıdır haber olmasına rağmen ba- emperyalizm için. sında fazla yer almayan bir El Kaide: olay ile karşılaştık. El Kaide’nin sözCIA Tetikçisi Bir Örgüt cüsü, Usame Bin Ladin’in damadı El Kaide, Afganistan’daki emperSüleyman Ebu Gait (veya Süleyyalist saldırı sırasında, 1980’lerin man M.), Şubat başında Ankara’da ikinci yarısında CIA ve İngiliz İstihCIA ihbarı ile yakalandı, 33 gün sorgulandı, tutuklu kaldı ve Tayyipgül barat Örgütü M16 tarafından kurulan, tarafından, doğrudan değil, dolaylı beslenen, yönlendirilen bir örgüt. Üsolarak Ürdün’de CIA’ya teslim edil- telik uluslararası nitelikte bir örgüt. di. Şimdi ABD’de yargılanıyor Ebu Dünyanın pek çok İslam ülkesinden Gait. Asıl önemlisi, El Kaide’nin en emperyalizm aracılığıyla Sünnî yetkili adamlarından biri olan Ebu Müslüman militan devşiriliyor. Gait’in sorguda söyledikleri... Ancak Dünya çapında sözde Şeriat kanunlabu haber basında bilinçli olarak atlan- rını uygulayacağını belirten bir “Cidı. İfadesinin küçük bir kısmı Abdül- had” örgütü. Aşağıdaki alıntıda emkadir Selvi’nin 18 Şubat 2013 tarihli peryalizm tarafından nasıl örgütlenip yazısında yer aldı. Şöyle aktarıyordu palazlandırıldığı apaçık ortada: “CIA ve Pakistan İstihbarat Örsorgudaki bir pasajı A. Selvi: “Süleyman M.’nin işimize yara- gütü ISI, Sovyet Afgan Savaşında yan tek yanı, sorgulamada verdiği daha fazla sayıda Arap kullanmayı amaçladı, potansiyel militanların bilgiler. “Sıradan bilgiler değil bunlar. devşirilmesi belirgin şekilde arttı. CIA yerli Afgan isyancıların savaEzberimizi bozaşından memnun cak cinsten. değildi (1985“Soru- 11 Ey1986). Avustralyalı lül’ü siz mi yaptıGazeteci John Pilnız? ger’e göre bu sıra“Cevap- Evet da “CIA Başkanı biz yaptık. El KaiWilliam Casey Pade operasyonu. kistan İstihbarat “SoruPeki Örgütü ISI ile uyAmerika’nın hagulayacağı bir beri olmadı mı? plan geliştirdi; bu“Cevap- Amena göre ISI Afgan rika 11 Eylül’ü biCihad’ı için tüm liyordu. 11 Eylül 2001-İkiz Kuleler-El Kaide dünyadan adam “Soru- Ameridevşirecekti. Paka’nın tavrı ne kistan’da 1986-1992 arasında, CIA oldu? “Cevap- Önümüzü açtı. Engel ve M16 tarafından 100. 000’den olmadı.” (Yeni Şafak, 18 Şubat fazla İslamcı militan eğitildi; İngiliz Özel Kuvvetler Birimi SAS daha 2013) Evet, 11 Eylül 2001’deki uçaklı sonraki El Kaide ve Taliban milisaldırıdan ABD’nin haberi vardı. Bu- tanlarını bomba yapımı ve diğer nu açıktan El Kaide’nin en yetkili kara sanatlar alanında eğitti. Liağızlarından birisi söylüyor. Kaldı ki, derleri ise Virjinya’daki CIA kam04 Aralık 1998’de Merkezi Haberal- pında yetiştirildiler.” (Guardian, 20 ma Karşıterör Merkezi Direktörü’nün Eylül 2003) Sonuçta 43 ülkeden yaklaşık 35. “Bin Ladin ABD uçağı ile hava korsanlığı ve başka saldırılara ha- 000 radikal Müslüman Afgan Mücazırlanıyor” başlığıyla ABD Başka- hitleri ile birlikte savaşacaktı. On binnı’na verdiği raporda, CIA’nın 11 Ey- lercesi ise Pakistan’da CIA ve ISI talül’ü bildiği anlaşılıyor. (Bin Laden rafından finanse edilen yüzlerce medPreparing to Hijack US Aircraft and resede eğitim görecekti. Ana lojistik Other Attacks, 4 Aralık 1998. Bu ra- üs Pakistan’ın Peşaver kentiydi. por herhangi bir açıklama yapılmak- (Washington Post, 19 Ağustos 1992) sızın 18 Nisan 2010 tarihinde ortadan (Kaynak: 1986-1992: CIA and Brikaldırılır.) Bu saldırı sayesinde ABD tish Recruit and Train Militants Emperyalizmi Afganistan’dan başla- Worldwide to Help Fight Afghan yarak Büyük Ortadoğu Projesi’ni uy- War. (CIA ve İngiltere Afgan Savaşıgulamaya koydu. Bu saldırıda, anın- na Yardım Amacıyla Tüm Dünyadan da 3000 civarında sivil ABD vatanda- Militan Devşiriyor ve Eğitiyor) şı öldü. Tablo ABD Emperyalizminin http://www.historycommons.org/congaddarlığını açıkça ortaya koyuyor. text.jsp?item=a86operationcyclone&scal Kendi masum vatandaşının katline de e=0#a86operationcyclone) göz yumuyor emperyalizm. Tek Devamı sayfa 22’de