Hızlandırılmış tren kazası taammüden cinayettir!

Transkript

Hızlandırılmış tren kazası taammüden cinayettir!
www.kurtulusyolu.org
ISS 1305-8975
YIL: 7 • SAYI: 64 8 NİSAN 2013
15 GÜNLÜK SİYASİ GAZETE
FİYATI: 50 Kr
Hızlandırılmış tren kazası
taammüden cinayettir!
Kurtuluş Partili Hukukçular’dan Başbakan ve diğer sorumlular hakkında Suç Duyurusu:
T
ayyipgiller’in, uygulamaya geçtiği andaki haliyle ne kadar güvensiz olduğu ortaya çıkan, tümüyle
şov amaçlı “hızlandırılmış tren” pervasızlığı hatırlanacaktır. 22 Temmuz 2004
tarihinde Sakarya’nın Pamukova İlçesi
Mekece Köyü yakınlarında “kaza” yapan
TCDD’ye bağlı hızlı trenin bu kazası sonucunda 41 vatandaşımız hayatını kaybetmiş, 89 vatandaşımız ise çeşitli yerlerinden yaralanmıştı.
“Bağımsız Dergisi”nin 22-28 Mart
2013 tarihli sayısında ise, bu kazaya ilişkin yeni bir ihbar-ikrar ortaya çıktı. Burada Cüneyt Ülsever ile yapılan bir röportajda C. Ülsever, şüpheli Tayyip Erdoğan’la geçmişteki yakınlıklarını, şüphelinin başbakanlık görevine geldikten
sonraki ilişkilerini ve görüşmelerini, sonraki süreçte de nasıl koptuğunu anlattı.
Ve söz konusu olayda emri verenin Başbakan Tayyip olduğunu açıklıyordu.
Dolayısıyla bu emri veren Tayyip ile
emri uygulayan failler pişkin Ulaştırma
Bakanı Binali Yıldırım ve TCDD Genel
Müdürü Süleyman Karaman iştirak halinde cinayete ortak olmuşlardır. Bu nedenlere dayanan Partimiz, Hukukçularımız kanalıyla bir suç duyurusunda bulundu.
01.04.2013 tarihinde suç duyurusu
dilekçesini Ankara Savcılığına veren
Partili Hukukçularımız Av. Metin Bayyar, Av. Sait Kıran, Av. Doğan Erkan, ardından adliye önünde cübbeleriyle basın
açıklaması gerçekleştirdiler.
Konuyla ilgili suç duyurusu dilekçesini aşağıda yayınlıyoruz:
Hugo Chavez Frias Ölümsüzdür!..
D
Zaferin 98. Yılında, Çanakkale Halkıyla
buluştuk
Çanakkale Zaferi; inançlı,
fedakâr, kararlı, örgütlü halkların
mücadelesi karşısında
emperyalizmin kâğıttan kaplan
olduğunun kanıtıdır!
Haberi sayfa 2’de
<$û$6,
1
0$<,
6
$%
'
8üDù×
3DU
DEDEDO
DU
×
Q×
Q
6DW
×
O
P×
üO
DU
&HSKHVL
QH
.DU
ü×
ú
üoL
6×
Q×
I
×
P×
]
dDO
×
üDQ
(]L
O
HQ
7P
+DO
N×
P×
]
6L
YL
O
$VNHU
*HQoO
L
ùL
PL
]
%L
O
L
P
ú
QVDQO
DU
×
P×
]
.U
W
.DU
GHüO
HU
L
PL
]
+DO
N
.XU
W
XO
Xü
&HSKHVL
·
QH
Devamı sayfa 6’da
Hugo Chavez Frias
Yüreğindeki Kıvılcım Venezuela Halkının uyutulan onurunu tutuşturdu
O Kıvılcım ateş olup dünya halklarına ışık oldu, yol gösterdi
O Kıvılcımın yarattığı ateş yangın olup insan soyunun en büyük düşmanı
emperyalist haydutları yakacak, yok edecek
ünya Halkları yasta bugün.
İnsanlık bugün, kendini insanlığın kurtuluşuna adamış,
büyük devrimcilerinden birini bedence kaybetmenin hüznünü yaşıyor. Bu büyük devrimcinin
karanlıkları yakan yüreğindeki
kıvılcım, Dünya Halklarının
emperyalistlere ve yerli işbirlikçilere karşı mücadelesinde
ateş olup yakıyordu insanlık
düşmanlarını.
Dünya Halkları için Chavez Yoldaş heyecandı, umuttu, onurdu, direnmekti, mücadeleydi, yiğitlikti, cesa-
Haberi sayfa 19’da
retti. İnsanlığın bayır aşağı gidişini
durduran, Latin Amerika’dan Dünya
Halklarına sol rüzgarları estiren, bir
güneşti Chavez Yoldaş, ısıtan ve ışıtan. Emperyalistler tarafından yok
edilmeye, içi boşaltılmaya çalışılan devrimci değerlerin militan
savunucusuydu Latin Amerika
Halklarının Yiğit Evladı Chavez
Yoldaş. O, Dünya Halklarına, insanlığın tek bir sosyalist aile olma
mücadelesinin bitmediğini, bitmeyeceğini, o yüce ideal gerçekleşinceye kadar da süreceğini gösterdi.
Devamı sayfa 11’de
Gün Dehak’lara karşı
Kawa’nın başkaldırı bayrağını
yükseltme günüdür!
Haberi sayfa 2’de
+$/.,
1
.8578/8û
3$57ú
6ú
Başyazı
İmralı-Açılım Süreci,
BOP Sürecinin bir parçasıdır
S
ürecin ne olduğunu tam olarak önemli aktör olması lazım. BDP de
görmek için bunun özneleri bu süreçlerin kıymetini bilmedi.
“İmralı’ya Güven: Göreceğiz
kimlerdir, yani bu süreci yaşa“İmralı ile yaşanan süreçte güyanlar ve yaşatanlar kimlerdir, onlara
bakmak gerekir. Bu sürecin sahipleri- ven sorunun ne durumda olduğuna
ni ya da yönetenlerini Beşir Atalay ise Atalay, şimdiden bu anlamda
bir şey ifade etmek istemediğini,
geçen günlerde netçe itiraf etti:
“Ana hedef silahsızlaştırma. kurumların görüşmelerinin devam
ettiğini belirtti. Atalay, kendileriBunun içinde çok
nin kararlı olduenstrüman var. Bu
ğunu ve belli bir
enstrümanların
stratejilerinin olher birinin soruduğunu da vurgunun çözümünde
layarak, İmrarolü ve değeri var.
lı’ya güven noktaHedef terörü bitirsında ‘göreceğiz’
mek. Hükümet bu
ifadesini kullandı.
konuda son derece
“Kendisinin
kararlı. Alınabilebu işle uğraşmaya
cek risklerin hepbaşladığından bu
sini alıyoruz. BuTayyip’in akillerinden bir demet...
yana Türkiye’nin
rada elinizde uygun enstrüman var da kullanmı- bu sorunları hep çözebileceğini düyorsanız, bu da sorundur. Yani eli- şündüğünü fakat zor olduğunu da
nizde olan enstrümanları en iyi şe- bildiğini dile getirdi. Türkiye’nin
kilde değerlendirmek. Ondan son- eski Türkiye olmadığını artık daha
ra uluslararası enstrümanlar var. güçlü olduğunu vurgulayan Atalay,
Komşularınız var, başka ülkeler şu anda yürütülen çalışmalar için
var; Kuzey Irak’tan Amerika’sına erken ifadeler kullanmak istemediuzanan. İçeride siyasi boyutu var. ğini aktardı. Atalay, provokasyonDiyelim ki BDP. Biz ilişkimizi BDP lara da dikkat çekerek, bu sürece
ile hiç koparmadık ama onlar kat- herkesin olumlu katkıda bulunması
kı vermedi. Biz siyaset kurumuna noktasında özellikle ana muhalefet
çok önem veriyoruz, içeride en
Devamı sayfa 12’de
2
Yıl: 7 • Sayı: 64 / 8 isan 2013
Kurtuluş Partisi’nden
Gün Dehak’lara karşı Kawa’nın başkaldırı
bayrağını yükseltme günüdür!
N
ewroz, isyanın, başkaldırının günü… Kürt Halkının ulusal kurtuluş
mücadelesinin simgeleştiği gün…
21 Mart’ta Kurtuluş Partililer olarak
alanlardaydık. Günümüz Dehak’ları olan
ABD Emperyalizmi ve yerli işbirlikçilerinin şekil değiştiren sömürü politikalarına
karşı olduğumuzu haykırdık.
Taksim’de saat 20.00’da “ewroz Agire Serhildane”, “Kahrolsun Emperyalizm Yaşasın Sosyalizm”, “Bijî Biratiya
Gelan”, “Yaşasın Halkların Kardeşliği”
sloganlarıyla meşaleli eylemimiz başladı.
İstanbul İl Başkanı Av. Pınar Akbina
yaptığı basın açıklamasında, “Bugün Kürt
Meselesi’ni iki halkın çıkarlarına uygun
şekilde çözmek biz devrimcilerin görevidir. Ya AB-D Emperyalizminin dayattığı
Kürt, Türk, Arap, Fars Halklarının yıkımı ve acıları üzerine kurulu burjuva çözüme evet diyeceğiz ya da halkların özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ilkesi etrafın-
da kenetlenmesi ile oluşacak Demokratik Halk iktidarını kuracağız” diye konuştu.
BOP’un tıkır tıkır işlediğini düşünen
ABD Emperyalistleri ve yerli işbirlikçileri
erken bayram etmesinler. Dehak’lar ve Zeus’lara karşı Prometheus’lar ve Kawa’lar
var ve zafer onların olacaktır. Prometheus’tan Kawa’lara; Kawa’lardan Proletaryanın önderliğindeki halklara iletilen o ateş
yolumuzu aydınlatacaktır.
itolojiye göre; Ateşi elinde
tutan Tanrılar, gücü ve iktidarı da ellerinde tutuyordu.
Tanrıların ulusu Zeus da elinde tuttuğu ateşten aldığı güçle insanların kendisine koşulsuz biat etmesini sağlıyordu.
Zeus’a başkaldıran Titanların aksine Prometheus tarafsız kalmış (öyle
görünmüş) ve başkaldırmamıştır.
Böylece Zeus, onu Olympos’taki
ölümsüzlerin arasına almıştır. Prometheus dedelerinin intikamını almak
için gözyaşlarıyla yoğurduğu balçıktan ilk insanı yarattı. Sonra insanın
acizliğine acıyarak Hephahistos
(Ateş Tanrısı)’nın alev saçan ocağından ateşi (Bilgi’yi) çalarak insanlara
armağan etti.
Zeus, ateşi çalan Prometheus’tan
intikamını; onu Kafkas Dağı’nın zirvesine hapsederek alır ve bir kartalı
Prometheus’un her gün kendini yenileyen ciğerini yemekle görevlendirir.
Herakles’in yardımıyla kurtulan Prometheus kartalı öldürür ve Zeus’tan
intikamını alır.
mürülen halkların başkaldırışını;
Ateş: İnsanoğlunun zulmün zincirlerini kıran aklı ve inancını anlatan
bilgi-bilinçtir.
ewroz; Afganistan’dan Azerbaycan’a, Pakistan’dan Türkiye’ye
çok geniş bir coğrafyada yeni aydınlık
bir yılın başlangıcı, özelde Kürt Halkının ulusal kurtuluş mücadelelerinin
simgeleştiği günün adıdır.
Newroz; Bahara uyanan toprağın
bereketidir.
Newroz ateşi; ışıktır ve aydınlatır
yollarını halkların…
Bugün içinde bulunduğumuz emperyalizm çağı Zeus’ların, Dehak’ların çağıdır. Bu çağın Zeus’ları ve Dehak’ları olan AB-D Emperyalistleri ve
yerli uşakları halkları ezmekte, sömürmektedir. Kendi emperyalist çıkarları uğruna sınırlar çizmekte; haklara kan, gözyaşı, savaş, açlık ve yoksullukları reva görmektedirler. Bugün
onlar, gücü ve iktidarı ellerinde tutuyor olabilirler fakat Marks Usta’nın
dediği gibi; emperyalizm kendi mezar kazıcılarını yaratmaktadır. Onlar özelde Kürt ve
Türk Proletaryasının
ve halklarının, genelde Dünya Proletaryasının ve halklarının ayağa kalkmasından korkmaktadırlar. Onlar yeni
Prometheus’lardan,
yeni Kawa’lardan
korkmaktadırlar.
Onlar, dün Zeus’un Kafkas Dağı’nın
zirvesinde
Prometheus’a yaptığı işkenceleri, Dehak’ın Kürt gençlerine reva gördüğü
ölümleri, bugün mazlum halklara reva
görmektedirler. Onların sistemlerinin
çarklarının arasında dünya halkları
inim inim inlemektedir.
Kürt Halkı, muhakkak ki bu yüzyılda kapitalist sistemin çarkları arasında en çok sıkışan, sömürülen, katliamlara uğrayan halklardan biridir. Bugün ülkemizde de bin yıldır kardeşçe
bir arada yaşayan Kürt ve Türk Halk-
M
İzmir
İsyan Ateşi Yamanlar’da yakıldı
21 Mart günü başkaldırı ateşimizi, yine
mahallemizde, İşsizlik ve Pahalılıkla Savaş
Derneği (İPSD)’nin önünde yaktık. Zalim
Dehak’lara karşı öfkemizi, kinimizi bu
ateşle harmanladık ve coşkuyla özgürlük
ve kardeşlik halaylarımızı çektik.
Tüm Ortadoğu Halklarının Bayramı
olan Newroz’da, Partimizin Bayraklı İlçe
Başkanı Yusuf Gençer yaptığı konuşmasında; “Günümüzün Dehak’larının ABD, AB
Emperyalizmi ile yerli uşakları olduğunu,
Ortadoğu Haklarını birbirine boğazlatma
projesi olan Büyük Ortadoğu Projesi’ne
(BOP) karşı ezilen halkların, Demirci Kawa ruhunu kuşanarak isyan ateşini bir kez
daha yakacağını ve Halkların gerçek anlamda eşit, özgür, kardeşçe ve barış içinde
yaşamak için emperyalistlerle ve işbirlikçileriyle savaşacağını” belirtti.
Gençer; “Bu projenin hızlıca yaşama
geçmesi için Irak’ta, Afganistan’da Libya’da, şu anda da Suriye’de Halklara kan
kusturan, halklar ve mezhepler arası ayrılıklar yaratıp nifak tohumları eken, düşmanlaştıran emperyalistleri çok iyi tanıdığımızı” vurguladı.
“Ülkemizin en önemli sorunu olan Kürt
Sorunu’nun; Kürt ve Türk Halklarının acılarına ve gözyaşlarına son verecek, Türklerin ve Kürtlerin eşitlik ve özgürlüğüne dayanan gönüllü birliği temelinde çözümlenebileceğini, gerçek devrimci çözümün de
bu yoldan geçtiğini” belirtti.
AB-D Emperyalizmi ve yerli işbirlikçileri Zeus ve Dehak’ların,
Mazlum Halklar Prometheusların ve Kawa’ların devamcısıdır!
Zeus ve Prometheus’a dayandırılan bu mitoloji, Ortadoğu Halklarının
mitolojisine Kral Dehak ve Demirci
Kawa olarak geçer. Hikmet Kıvılcımlı’nın “Mitolojiler yalan söylemez” sözünün en güzel kanıtıdır Prometheus’tan başlayıp Kawa’yla yükselen ve bugün devrimcilerin omzunda olan başkaldırı destanı.
Zeus ve Dehak: Egemen sistem ve
sınıfları;
Prometheus ve Kawa: Ezilen, sö-
ları düşman iki halk durumuna getirilmeye çalışılmaktadır AB-D Emperyalistleri tarafından. İki halk, mazlum
halkların emperyalizme karşı ilk zaferi olan Çanakkale Savaşı’nda, dünyanın ilk muzaffer Ulusal Kurtuluş Savaşı olan Antiemperyalist Birinci
Kurtuluş Savaşı’nda omuz omuza savaşmıştır. Sonraki süreçte Türk burjuvazisinin sömürgeci, asimilasyoncu
politikaları nedeniyle Kürt Halkı ezilmiş, katliamlara uğratılmış, en doğal
haklarından mahrum bırakılmış, bunu
sonucu gelişen isyanlar da kanla bastırılmıştır.
Bugün Kürt Meselesi’ni iki halkın
çıkarlarına uygun şekilde çözmek biz
devrimcilerin görevidir. Ya AB-D
Emperyalizminin dayattığı Kürt,
Türk, Arap, Fars Halklarının yıkımı
ve acıları üzerine kurulu burjuva çözüme evet diyeceğiz ya da halkların
özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ilkesi etrafında kenetlenmesi ile oluşacak Demokratik Halk iktidarını kuracağız.
Türk-Kürt Halk Cumhuriyeti’ni inşa edeceğiz.
Zalimler erken bayram etmesinler:
Ne mazlum Kürt Halkının Ortadoğu’da ikinci bir İsrail durumuna düşürülmesine ne de yırtıp emperyalistlerin yüzlerine fırlattığımız Sevr Antlaşması ile Türkiye’yi üçe bölmek üzerine kurulmuş kirli anlaşmalarına boyun eğmeyeceğiz. Zira Kürt ve Türk
Halkları kendi proletaryalarının önderliğinde birleşecek ve Prometheus’tan Kawa’lara; Kawa’lardan Proletaryanın önderliğindeki halklara iletilen o ateş yolumuzu aydınlatacaktır.
Buna inancımız tamdır.
O ateş, Türklerin ve Kürtlerin eşitçe, özgürce ve kardeşçe yer aldığı Demokratik Halk İktidarının meşalesi
olacaktır. 21.03.2013
Biji ewroz!
Biji Biratîye Gelan!
Yaşasın ewroz!
Yaşasın Halkların Kardeşliği!
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
Mahalle halkının da yoğun katılım gösterdiği Newroz kutlamamızda, sık sık, “Bijî Bratiya Gelan”, “Bijî ewroz”, “ewroz Pîroz Be”, “Yaşasın Halkların Kardeşliği”, “Katil ABD Ortadoğu’dan Defol” sloganlarını haykırdık.
Kürtçe şarkılar eşliğinde çektiğimiz halaylarla ve Demirci Kawa’dan devraldığımız isyan ateşiyle, günümüzün Çağdaş Dehak’larına karşı yorulmadan, halkların
mutluluğu, barışı ve eşit haklar temelinde
oluşacak kardeşliği için mücadelede edeceğimize ve mutlaka zafere ulaşacağımıza
olan inancımızla eylemimizi sonlandırdık.
Ankara
Baharın gelişinin ve Halkların uyanışının müjdecisi Newroz’u, tarihsel özüne uygun bir biçimde kutladık. 21 Mart günü akşamı, Newroz ateşini simgeleyen meşalelerimizle aydınlattık Kızılay’ı.
Partimiz İl Binası önünden, dövizlerimiz, bayraklarımız ve meşalelerimizle başlattığımız yürüyüşümüzle Yüksel Caddesi’ne yürüdük. Yüksel Caddesi’ne ulaştığı-
mızda, partimiz Ankara İl Başkanı Av. Sait
Kıran basın açıklamasını yaptı.
Eylem sırasında attığımız “Emperyalistler, İşbirlikçiler, Geldikleri Gibi Gidecekler”, “Yaşasın ewroz-ewroz Pîroz Be”, “Yaşasın Halkların Kardeşliği”,
“Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız”, “ewroz Kawa’nın,
Dehak’ın Değil”, “AB-D Filistin’den, Afganistan’dan, Irak’dan, Libya’dan, Suriye’den, Türkiye’den, Ortadoğu’dan
Defol”, “Faşizme Karşı Ya Birleşmek Ya
Ölüm” sloganlarıyla çınlattık Kızılay’ı.
Basın açıklamamızın ardından, parti binamıza kadar tekrar yürüyüşle dönerek,
burada eylemimizi sonlandırdık.
Ankaralı Kurtuluş Partililer olarak bir
kez daha haykırıyoruz: Türk-Kürt-ArapFars Halkları olarak, Emperyalistleri ve her
türden işbirlikçilerini bu topraklardan sonsuza dek kovacağız. İşte o gün Prometheus’a kadar ulaşacak büyük bir ateş yakacak
çağdaş Kawa’lar, hiç sönmemecesine!..
Zaferin 98. Yılında, Çanakkale Halkıyla
buluştuk
B
u sene 98’inci yılına ulaşan Çanakkale Deniz Zaferi’ni, Çanakkale’de büyük bir coşku ve hüzünle kutladık. Günlerce yaptığımız afişler, açtığımız stantlar, sesli duyurular, dağıttığımız el ilanlarıyla, yerel radyo ve
gazete ilanlarıyla Çanakkale Halkına sesimizi duyurup, bugünün bizde yarattığı
heyecan ve coşkuyu aktardık. Çanakkale
Halkına Partimizi, Mustafa Kemal’i ve
Çanakkale Zaferi’ni anlatmaya çalıştık.
18 Mart sabahı diğer bölgelerden gelen yoldaşlarla birlikte İskele Meydanı’nda buluşarak, tören alanı olan Cumhuriyet Meydanı’na, basın açıklamamızı
yapmak üzere yürüyüşe geçtik. Görkemli
kortejimizle, pankartlarımızla, dövizlerimizle, bayraklarımızla ve coşkulu sloganlarımızla alana girerek, önce çelenk törenimizi gerçekleştirdik, ardından ülkemizin bağımsızlığı mücadelesinde şehit düşenler adına 1 dakikalık saygı duruşu ile
eylemimize başladık.
Basın metnini okuyan Partimiz İstanbul İl Başkanı ve MYK üyesi Av. Pınar
Akbina, Çanakkale Zaferi’nin sıradan bir
savaş ya da kolayca kazanılmış bir zafer
olmadığını, bu savaşta asıl öne çıkanın
ulusal onurlarını her şeyin üstünde tutan;
Türküyle, Kürdüyle, Arabıyla, Lazıyla,
Çerkeziyle, Alevisiyle, Sünnisiyle; yiğit,
inanmış, mazlum halklar ve Mustafa Kemal’in tüm imkânsızlıklara rağmen emperyalist güçlere karşı başarısı olduğunu
vurguladı.
Yapılan açıklama sonunda Macar Şair
Sandor Petofi’nin mazlum halkların zulme başkaldırarak (tıpkı Çanakkale’de olduğu gibi) özgür bir dünya kuracakları
günü dile getiren “Bir Düşünce Kurcalar Kafamı” adlı şiiri okundu:
Bir düşünce kafamı kurcalayıp duruyor;
Yatakta, baş yastıkta mı ölmek?
Gizli bir kurdun için için kemirdiği
Bir çiçek gibi sessizce mi solmak?
Bomboş bir odada bırakılmış mum örneği
Yavaş yavaş eriyerek mi tükenip sönmek?
Hayır, böyle hiçbir ölüm verme bana
Tanrım
Ölümüm birdenbire olsun benim, yalvarırım.
DEVRİMCİ MÜCADELEMİZDE YAŞIYORLAR
Yıldırımdan ya da azgın fırtınalardan
Devrilen bir ağaç gibi, kocaman.
Yeri göğü sarsarak, doruktan koyağa
Gök gürültüleriyle yuvarlanan bir kaya.
Boyunduruktan bıkmış tutsak uluslar
bir gün
Uyanıp savaş alanına koştuğunda
Gözleri alev alev, ellerinde bayraklar
Ve bu bayraklarda şu kutsal parola:
DÜYA ÖZGÜRLÜĞÜ, HERKESE ve
HER YERDE
Haykırınca bu sözü çınlayan sesleriyle
Haykırınca her yerde, doğudan batıya
Zalimlere karşı açılan son savaşta
Ölmek isterim ben, orada, en ön safta.
Sulasın genç yüreğim o zaman işte
Bu savaş alanının toprağını kanıyla!
Ardından da Çanakkale Destanı’nın
halkın dilinden söylenişi olan “Çanakkale” türküsü, Çanakkale Halkının da katılımıyla coşkulu bir şekilde söylendi.
Aynı coşkuyla tekrar sloganlar eşliğinde İskele Meydanı’na yürüdük. Feribotlarla Gelibolu Yarımadası’na geçerek,
burada 98 yıl önce yaşanan savaşın tanığı
olduk. Gezdiğimiz her yerde zaferin coşkusunu ve ölen yiğitlerin acısını yüreğimizde yaşadık. Gezimiz sona erdikten
sonra Çanakkale’yi zaferin 99’uncu yılını
kutlamak için bir kez daha görmek arzusuyla geri dönüş yoluna çıktık.
Biliyoruz ki emperyalizme boyun eğmeyen, örgütlü hareket eden ve inanan
halklar mutlaka kazanır. Bizler Çanakkale Zaferi ve Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızı nihai sonuca ulaştıracak 2. Kurtuluş Savaşı’mızı öreceğiz. Ülkemizde Sosyalizm bayrağını dalgalandıracağız. Ve bunu, başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere, 1000 yıldır birlikte yaşadığımız Kürt kardeşlerimizle, Devrimci gelenekli Ordu Gençliği’mizle, bilim insanlarımızla, köylümüzle, tüm ezilen-soyulan
halkımızla birlikte başaracağız.
Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın dediği gibi:
“Çanakkale Zaferi sadece bizim değil, tüm mazlum milletlerin Emperyalizme karşı ilk zaferidir. Onun için bu
zaferi ne kadar kutlasak yeridir.”
Kurtuluş Partililer
Onlar,
İçinden çıktıkları halkı ve sorunlarını çok iyi bildikle-
ri için; Usta Hikmet Kıvılcımlı’nın ödün vermez, sarsılmaz, bükülmez, yılmaz öğrencileri oldular.
Halk çocuklarıydılar, halkın öğretmeni oldular.
Bu inançlarından, koşullar ne kadar zor olursa olsun,
M. Ali KÖYLÜ
Saadet BAYYAR
hiçbir zaman, taviz vermediler.
Bu uğurda her türlü kahre, sürgüne, görevden al-
maya, işkenceye göğüs gerdiler...
Sıtkı ŞAPLAK
Bahri AKBULUT
ISSN 1305-8975 Yayın Türü: Yaygın Süreli
internet: www.kurtulusyolu.org
Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: Kubilay Akçay Yönetim Yeri: İnebey Mah. İnBasıldığı Yer: Gün Matbaacılık/Telsizler Mevkii Beşyol Mah.
kılap Cad. Otohan No: 43/129 Fatih-İSTANBUL Telefaks: (0212) 512 43 95 Akasya Sok. No: 23/A K. Çekmece/ İstanbul. Tel: (0212) 426 63 30 e-posta: kurtulusyolu@kurtulusyolu.org
3
Yıl: 7 • Sayı: 64 / 8 isan 2013
HKP Başkanlık Kurulu Üyesi Gürdal Çıngı Yoldaş:
Halkların gönlünde yer eden
Devrimci Önderler unutulmaz!
Değerli kardeşler,
1999 yılında bedence aramızdan ayrılmış bir devrimci insanı, bir insanlık davası
savunucusunu, Faruk Hoca’mızı, 1999’dan
bu yana her yıl anıyoruz. Ve uzun yıllarca
da Faruk Hoca’mızı anmaya devam edeceğiz. Sadece Faruk Hoca’yı değil Faruk Hoca’nın şahsında insanlık davasına gönül
vermiş; o davaya aşkla, sevgiyle bağlanmış
bütün halk insanlarını anıyoruz.
Marks, Bilimsel Sosyalizmin kurucusu,
bildiğimiz gibi. Aramızda bir hayli işçi kardeşimiz var. Onların da çok yakından bildikleri ve günlük pratiklerinde yaşadıkları
gibi, harcadıkları işgücünün, yarattıkları
emeğin çok azı patronlar tarafından kendilerine ücret olarak ödenir. Yarattıkları değerin büyük kısmı artıdeğer olarak patronların kasasına akar. İşte bu sömürü mekanizmasını açığa çıkaran, bir başka deyişle
kapitalizmin yüzündeki peçeyi kaldıran
Karl Marks’tır. Sınıflı toplum diye adlandırdığımız toplum biçimlerinin sonuncusu
olan kapitalist düzeni açığa çıkartan, bu sınıflı toplumun nereden gelip nereye gittiğini anlatan ve kapitalist toplumun kaçınılmazca sosyalizme doğru yol aldığını bilimsel olarak ispatlayan Marks da 130 yıl önce aramızdan ayrılmıştı.
Marks’ı da, Faruk Hoca’mızı kaybettiğimiz bir 14 Mart’ta kaybetmiştik. 14 Mart
1883’te. Bugün aradan 130 yıl geçmiş olmasına rağmen Marks’ı da anıyoruz.
Geçtiğimiz 5 Mart’ta, bildiğimiz gibi
son yıllarda Dünya Halklarının umudu olmuş, sınıflı toplum reziletlerine bulaşmamış ve halkının kurtuluşu için tüm ömrünü
bu davaya adamış Venezuela’nın Kumandanı, Başkanı; Yiğit Chavez Yoldaş’ı kaybettik. Chavez Venezuelalıydı. Biz Türkiyeli insanlar bugün, Chavez’i de anıyoruz.
Bildiğimiz gibi 16 Mart 1990 yılında
Sıtkı Şaplak Yoldaş’ımızı da kaybettik.
Halkımız, Mart ayı dert ayı, der. Biz
devrimciler açısından da Mart ayı gerçekten de bir dert ayı. Halkımız tabiî bunu yaşama koşulları bakımından söyler yani o
kışın soğuğundan, kışın getirdiği masraflar
bıkar; kömür, odun, doğalgaz masraflarından bunalır. Mart’ta artık geçim derdi iyice
yoğunlaşır. Artık içinden çıkılmaz bir hale
gelir. İnsanlar dara düşerler maddi olarak,
o yüzden de Mart ayı dert ayıdır. Biz devrimciler açısından da Mart ayı biraz üzüntülü bir ay oluyor.
Ama hayat, hep söylediğimiz gibi, diyalektik, yani hiçbir şey tek başına olumlu
ya da tek başına olumsuz bir durumda değil; hayatta her şey tersiyle birlikte vardır.
Sevinç varsa üzüntü vardır, üzüntü varsa
sevinç vardır.
İşte bu olumsuzluklar ışığında bir de ne
var; 18 Mart Çanakkale Savaşı ve Zaferi
var. Bu anlamda da seviniyoruz 18 Mart
geldiğinde. Türkiye’nin her yanında ne ya-
pıyoruz? Halklarımızın İşgalci Emperyalistlere, uluslararası Parabalarına karşı verdikleri savaşta kazandıkları zaferi kutluyoruz.
Hemen akabinde ne geliyor?
21 Mart. Ortadoğu ve Kafkas Halkalarının, Balkan Halklarının kutladığı baharın
başlangıç günü kabul edilen ewroz geliyor.
Ne yazık ki arkasından acılı, üzüntülü
bir günle karşılaşıyoruz: 30 Mart’ta Mahir
Çayan ve Yoldaşları, On’lar, bu zalim Parababaları düzenine (gene Mart ayı içerisinde gerçekleşen 12 Mart Faşizminin
halklarımıza uyguladığı zulümler karşısında) direnen ve mücadele eden, Mahir Çayan ve Yoldaşlarının katledildiği 30 Mart’ı,
Kızıldere Katliamı’nı hatırlıyoruz.
Yani hayat kendi olağan seyri içerisinde
sevinçler üzüntüler, üzüntüler sevinçler biçiminde akıp gidiyor…
Buradan çıkan sonuç benim açımdan
baktığımda; anamız ölüyor, babamız ölüyor, kardeşlerimiz ölüyor, Allah gecinden
versin çocuklarımız ölüyor biz yaşarken,
dedemiz nenemiz ölüyor ama iki yıl, üç yıl,
beş yıl mezarına gidiyoruz. Bilemediniz 10
yıl mezarına gidiyoruz ama bir müddet
sonra da ne yapıyoruz? İşin gerçeği yani
açık konuşursak, unutuyoruz. Doğru mu?
Bence doğru. Yani başlangıçta mezarına giderken, senede bir olsun acımızı tazelemek
için mezarına giderken, bir müddet sonra
hayat gailesi, diyoruz, iş güç, diyoruz sağlık, diyoruz ve gitmez oluyoruz. Ve bir
müddet sonra da ne oluyor? Unutuyoruz,
ne yazık ki… Ancak bir vesile olursa, bir
ortamda bir konu olursa hatırlıyoruz. İşin
gerçeği hayat böyle bir şey… Bunda da
ayıplanacak, hayıflanacak bir durum söz
konusu değil, hayat böyle akıyor.
Ama kendi anamıza, babamıza, eşimize
dostumuza, dediğim gibi icabında çocuklarımıza göstermediğimiz bir şey yapıyoruz
bakın burada. Dedim ki; Marks’ın ölümünden 130 yıl geçmiş. Marks, bir Alman devrimcisi. Chavez, evet beş on gün oldu, 5
Mart’ta kaybettik. Acısı, anısı henüz çok
taze. Ama Mahirler’i 1972’de kaybettik.
Aradan kaç yıl geçmiş... Faruk Hoca’mızı
1999’da kaybettik başta da söylediğim gibi. Aradan 15 yıl geçmiş. Ama bizim için
anıları ne oluyor? Hep capcanlı oluyor,
Hep taptaze yaşamaya devam ediyor.
Gene deminki örneğimden devam edecek olursak, anamızı babamızı bizim çocuklarımızın dışında kim tanır? Sülalesinden nihayet bir iki kuşak tanır. Aradan yıllar geçtikçe o kuşaklar da ne yapmazlar?
Tanımazlar. Hele de daha eski kuşaktansa,
fotoğrafı da yoksa tanımaları mümkün olmaz. Dedelerini, nenelerini tanımıyorlar
bile.
Ama bakın aradan onca yıl geçmiş olmasına rağmen, onları hiç görmemiş insanlar olarak (Marks’ı hiç birimiz görmedik,
Mahir Çayan’ı hiç birimiz görmedik. Chavez’i de görmedik. Sadece televizyonlarda,
gazetelerde gördük. Faruk Hoca’yı da sadece buradaki kimi yoldaşlarımız gördü
ama bakın ne yapıyoruz?
Aradan geçen onca yıla rağmen, o insanları anmaya, anılarını ve mücadelelerini
yaşatmaya devam ediyoruz. Bize önder
oluyorlar, bize yol gösteriyorlar bize ışık
oluyorlar, onların mücadelesi bizim mücadelemizdir, diyoruz.
Bu neyi kanıtlıyor?
İnsanlık davasına baş koyanların, insanlık onların ölmesine izin vermediği,
unutulmasına izin vermediği müddetçe
unutulmayacağını ve halkların kurtuluş
mücadelesinde yaşayacaklarını kanıtlıyor.
Ne mutlu onlara!
Değerli kardeşler,
Faruk Hoca’mız örnek aldığımız, yol
gösteren büyük bir insandı. Gerçekten, sözcüğün tam anlamıyla insandı. Küba Devrimi’nin önderlerinden Jose Marti: “Vatan
insanlıktır”, diyor. İşte o insanlar, vatandı
aynı zamanda.
Bu vatanın gerçek sahipleri, gerçek savunucuları olarak Batılı Emperyalist büyük
devletlere kin ve nefretle doluydular.
Bizi sömüren, zulme uğratan, sendikalaştığımızda (işte Yurtiçi Kargo’da olduğu
gibi, Anayasal haklarımıza, yasal haklarımıza sahip çıkıp sendikalı olduğumuzda),
toplusözleşme yapmak istediğimizde, insanca yaşayacak çalışma şartlarına kavuşmak ve insanca bir ücret almak için mücadeleye girdiğimizde anında bizi işimizden
atan, bizi sokağa bırakan karakış demeden,
yağmur çamur demeden, hiç arkasına bakmadan; sendikalı mı oldun, buyur kapının
önündesin, haydi, diyen işverenlere karşı
mücadele eden insanlar unutulmaz ve unutulmayacaklar!
Onları unutmak; kendimizi unutmak,
davamızı, mücadelemizi unutmak demektir. Eğer mücadeleden vazgeçmediysek,
mücadelemizden geri adım atmadıysak,
Faruk Hoca ve halk için savaşan bütün insanlar bizim mücadelemizde yaşamaya devam ediyor demektir.
Faruk Hoca’mızı ve diğer devrim şehitlerini, dünyanın neresinde olursa olsun, Parababaları zulmüne karşı kim mücadele etmişse ve o mücadele içinde, o mücadele esnasında bedence aramızdan ayrılmışsa o
insanları anmaya ve mücadelemizde yaşatmaya devam edeceğiz.
İşte onu hiç görmemiş şu anda da genç
yaşlarda olan insanlar, onları anıyorlarsa,
onları sahipleniyorlarsa ne mutlu onlara,
demek ki onlar kalıcı bir eser bırakmışlar.
Bizlere düşen görev,
bedence aramızdan ayrılmış
Devrimci Önderlere layık bir
biçimde mücadele etmektir
O zaman bize düşen görev nedir?
Ben kaçınılmazca bu durumdan kendimize de bir pay çıkarıyorum. Demek ki biz
de insanlığımızın hakkını vermek zorundayız. Vatana sahip çıkmak, vatanı korumak
ve vatanın zalim Parababaları düzeninin
zulmünden kurtarılmasını sağlamak. Bizden önce ebediyete göçmüş devrimci kardeşlerimizin, ağabeylerimizin bizlere bıraktıkları en önemli miras budur. İnsanlığımıza, vatanımıza; vatan demek olan insanlığımıza sahip çıkacağız. O zaman insanlığımızın hakkını vermiş ve o zaman gerçekten bu dünyadan göçüp gittiğimizde (ki bütün canlılar bir gün ölümü tadacak) geride
bir iz bırakmış; bizi hatırlayan, bizi saygıyla anan kuşaklar bırakmış oluruz. Lanet
adamdı, yaramaz adamdı, yalancıydı, üçkâğıtçıydı, zalimdi, vurguncuydu denmeyecekse bizim için; halk insanıydı namusluydu, yiğitti, asla yalan söylemezdi, kendi
çıkarını değil başkalarının çıkarını düşünüp
onun için yaşardı, iyi insandı denirse, insanlığımızdan geriye kalan buysa eğer, işte
biz de insanlığımızın hakkını vermişiz demektir. O bakımdan da mücadelemiz bu insanlık mücadelesidir.
Faruk Hoca (daha önceki anmalarımızda bulunan arkadaşlarımız da hatırlayacaktır, tekrar oluyor onlar bakımından ama)
benim gerçek anlamda Hoca’mdı. Ortaokul
sonda tanıdım, Mevlana Ortaokulunda
okudum burada. Fransızcadan kalmıştım,
bütünleme sınavlarında bir komisyon huzurunda sınav oluyorduk, ben Faruk Hoca’yı orada tanıdım. Sınav esnasında tanıdım. Ağabeyim (şu anda da Partimizin Genel Sekreteri) Gazi Lisesinde okuyordu,
O’nun öğrencisiydi. Soyadından dolayı olsa gerek, Serdar’ın nesisin? dedi. Kardeşiyim, dedim. Herhalde Serdar’ın kardeşi olmak dolayısıyla da bütünlemeden geçtim.
Ne kadar hakkımla geçtim ondan da emin
değilim şu anda. Ama Serdar’ın kardeşi olmak, herhalde Faruk Hoca bakımından bir
sempati doğurmuş oldu. Ne mutlu bana ki,
Gazi Lisesine geldim ve Gazi Lisesinde fiilen Fransızca hocam oldu. Ve 3 yıl boyunca benim ve aynı zamanda Ahmet Okur
Yoldaş’ımın da Fransızca öğretmeni oldu.
Dolayısıyla önce öğretmen-öğrenci ilişkisiyle başlayan bir süreçte (o zaten devrimciydi. 1963’lerden beri bir devrimci öğretmenmiş) bize derslerimizde, gerçekten
insan olmamız noktasında öğütler verdi,
kendi davranışlarıyla da bunu örnekledi.
Yani Fransızca öğretmeye çalıştı, çok çaba
sarf etti, mesleğinin hakkını vermeye çok
çalıştı ama mesleğinin hakkını vermeye çalışırken; mesleğinin hakkı olan insanlığı da
bize öğretmeye çalıştı.
Yani herhalde onun öğretmeye çalıştığı
şeylere bizler de bir karşılık vermiş olacağız ki, sonrasında da abi-kardeş olduk. İlerleyen süreçte de biz devrimciler arasında
söylenen ifadeyle; Yoldaş olduk. Yani yolumuzu, kaderimizi birleştirdik, Faruk Hoca’yla. Ve Faruk Hoca’yla son soluğuna
kadar kaderlerimiz birdi. Bundan sonraki
kaderlerimiz de bir olmaya devam edecek.
Biz de onun gibi son soluğumuzda devrimci olarak ölürsek eğer, ki inancımız budur,
şu ana kadar böyle yaşadık, bundan sonra
da hep böyle yaşayacağız, kaderlerimizi bir
kez daha birleştirmiş olacağız.
İnsan fani ama anılar baki, mücadele,
savaş, insanlık davası kalıcı. İşte biz Faruk
Hoca’yla kaderimizi birleştirdik. Biz
O’nunla bir olduk. Ama onu tanımadığı,
görmediği, duymadığı halde gazetelerden
okuyan, sadece bizim anlatımlarımızla duyan genç Yoldaşlarımız veya başka kesimlerden Yoldaşlarımız onunla birlikte aynı
davaya baş koymuşlarsa, hepimize ne mutlu demek düşüyor! Demek ki Faruk Hoca’nın emekleri boşa gitmemiş, onun sürdürdüğü insanlık davası bizlerin mücadelesinde yaşamaya devam ediyor demektir.
Biz yaşadığımız, mücadele ettiğimiz ve insanlık davası sürdüğü müddetçe de yaşamaya devam edecek. Bir insan için bundan
daha iyi mutluluk olur mu? Gerçekten ne
mutlu Faruk Hoca’ya!
Çanakkale Zaferi’miz
mazlum halklara umut
olmuştur
Değerli kardeşler,
18 Mart Çanakkale’den biraz önce söz
ettim. Tarihimiz, acılı bir tarih. Yani koca
Osmanlı İmparatorluğu’ndan geliyoruz. 3
kıtada hüküm sürmüş. 20 milyon km2ye
yakın toprağa hâkim olmuş; toplumların
gelişiminin kaçınılmaz sonucu olarak ve
emperyalist Batılıların yağması, talanı sonrasında işte Türkiye Cumhuriyeti dediğimiz topraklarda, 783 bin km2de yaşayan
halk durumuna geldik, halklar durumuna
geldik. Osmanlı İmparatorluğu’nun ömrü,
o zamanki toplumların hepsi için öyle, savaşlar içinde geçiyor. Ve 1912’de başlayan
Balkan Savaşlarıyla birlikte Osmanlı İmparatorluğu 10 yıl kesintisiz savaş içinde
kalıyor. Ve dünyada değişik cephelerde10
yıl savaş sürdüren; Balkanlar’dan, Kafkasya’ya, Anadolu’nun içinden Ortadoğu’ya,
Kuzey Afrika’ya, başka devlet yok.
1912’den 1914’e Balkan Savaşları,
1914’den 1918’e kadar Birinci Emperyalist
Evren Savaşı, 1919’dan 1923’e kadar Kurtuluş Savaşı. Kesintisiz bir biçimde Batılı
Emperyalist devletlere karşı en olumsuz
koşullarda verilen savaşlar ve o savaşların
sonunda kazanılan Kurtuluş Savaşı, Zafer.
İşte bugünkü Türkiye Cumhuriyeti bu süreçten geçerek kuruldu.
1914 yılında Birinci Emperyalist Evren
Savaşı’nın başlamasıyla birlikte Batılı Emperyalistlerin birincil amacı; Osmanlı İmparatorluğu’nu bölüp parçalamak ve o büyük pastadan en büyük payı kimin kapacağı savaşına girmek ve o parçayı kapmak
için Osmanlı topraklarını işgal etmek…
Hepsi Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarına üşüşüyorlar ve birincil hedef ne, arkadaşlar?
Çanakkale Boğazı’nı geçip İstanbul’a
girmek, Rus Çarlığı’yla bütünleşmek. Osmanlı’yı teslim almak ve o dönemde dünyanın jandarması olan İngiltere bakımında
da: Ortadoğu’nun ve zaten kendisinin işgalinde olan sömürgesi Hindistan’ın güvenliğini sağlamak. Bütün çaba, İngiliz Emperyalistleri bakımından bütün çaba bu, arkadaşlar.
Ama emperyalistlerin planını kim bozuyor?
En olumsuz şartlardayken bile Mustafa
Kemal önderliğindeki Osmanlı Ordusu bozuyor. Ve “Çanakkale geçilmez” şiarını
tarihe yazıyor. O zamana kadar Tarihin
gördüğü en büyük Haçlı donanması, Osmanlı’nın en güçsüz durumdaki savunması
karşısında çaresiz kalıyor. Önce deniz sa-
vaşlarında yeniliyor, sonra kara savaşlarında yeniliyor ve yaptıkları planların büyük
çoğunluğunu hayata geçiremiyorlar o an
için. Ve bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak Boğazlar’ın; Çanakkale ve İstanbul
Boğazlarının geçilemeyişi neye yol açıyor?
Kaçınılmaz bir sonuç olarak Rus Çarlığı’nın yıkılmasına ve Rus Halkının kendi
iktidarının sahibi haline gelmesini sağlıyor
Büyük Ekim Devrimi diye adlandırdığımız
ve Lenin’in, Bolşevik Partisi’nin önderliğinde gerçekleşen Demokratik Halk Devrimi, Rus Çarlığı’nı yıkıyor ve Dünyanın İlk
İşçi Sınıfı Devletini, İlk Halk Devletini hayata geçiriyor. İşte bizim Çanakkale Zaferi’miz bu devrime dolaylıca yol açıyor
Böylesine tarihsel rol oynuyor, kardeşler.
Ama ne yazık ki, Çanakkale Zaferi, Osmanlı’nın kurtuluşunu sağlamadığı gibi
sonraki süreçte savaşın yenilgiyle sonuçlanmasıyla birlikte Mondros’ta 30 Ekim
1918’de imzalanan ateşkes anlaşmasıyla
birlikte, Osmanlı İmparatorluğu, Batılı büyük Emperyalistlerin, halkımızın “yedi düvel” dediği, emperyalistlerin işgali altına
giriyor.
Yıl 1918- 1919 ve
Karayılan hikâyesi
Ateşi ve ihaneti gördük
ve yanan gözlerimizle durduk
bu dünyanın üzerinde.
İstanbul 918 Teşrinlerinde,
İzmir 919 Mayısında
ve Manisa, Menemen, Aydın, Akhisar:
Mayıs ortalarından
Haziran ortalarına kadar
Yani tütün kırma mevsimi,
Yani, arpalar biçilip
Buğdaya başlanırken
Yuvarlandılar...
Adana,
Antep,
Urfa,
Maraş:
Düşmüş
Dövüşüyordu...
Ateşi ve ihaneti gördük.
Ve kanlı bankerler pazarında
memleketi Alaman’a satanlar,
yan gelip ölülerin üzerinde yatanlar
düştüler can kaygusuna
ve kurtarmak için başlarını halkın gazabından
karanlığa karışarak basıp gittiler.
Yaralıydı, yorgundu, fakirdi millet,
en azılı düvellerle dövüşüyordu fakat,
dövüşüyordu, köle olmamak için iki kat,
iki kat soyulmamak için.
Ateşi ve ihaneti gördük.
Murat nehri, Canik dağları ve Fırat,
Yeşilırmak, Kızılırmak,
Gültepe, Tilbeşar Ovası,
gördü uzun dişli İngiliz’i.
Ve Aksu’yla Köpsu,
Karagöl’le Söğüt Gölü
ve gümüş basamaklı türbesinde yatan
büyük, âşık ölü,
şapkası horoz tüylü İtalyan’ı gördü.
Ve Çukurova,
kıyasıya düzlük,
uçurumlar, yamaçlar, dağlar kıyasıya
ve Seyhan ve Ceyhan
ve kara gözlü Yürük kızı,
gördü mavi üniformalı Fransız’ı.
Ve devam ettik ateşi ve ihaneti görmekte.
Eşraf ve âyân ve mütehayyizânın çoğu
ve ağalar:
Bağdasar Ağa’dan
Kellesi Büyük Mehmet Ağa’ya kadar,
düşmanla birlik oldular.
Ve inekleri, koyunları, keçileri sürüp, götürüp,
gelinlerin ırzına geçip,
çocukları öldürüp
ve istiklâli yakıp yıktıkça düşman,
4
dağa çıktı mavzerini, nacağını, çiftesini kapan
ve çığ gibi çoğaldı çeteler
ve köylülerden paşalar görüldü,
kara donlu köylülerden.
Ve bizim tarafa geçenler oldu
Tunuslu ve Hindli kölelerden.
Ve Türkistanlı Hacı Ahmet,
kısık gözleri,
seyrek sakalı,
hafif makinalı tüfeğiyle
dağlarda bir başına dolaştı.
Ve sabahleyin ve öğle sıcağında ve akşamüstü
ve ayışığında ve yıldız alacasında geceleyin,
ne zaman sıkışsa bizimkiler,
peyda oluverdi, yerden biter gibi o
ve ateş etti
ve düşmanı dağıttı
ve kayboldu dağlarda yine.
Ateşi ve ihaneti gördük.
Dayandık,
dayandık her yanda,
dayandık İzmir’de, Aydın’da,
Adana’da dayandık,
dayandık, Urfa’da, Maraş’ta, Antep’te.
Ateşi ve ihaneti gördük.
Düşman ordusu yine başladı yürümeğe.
Akhisar, Karacabey,
Bursa ve Bursa’nın doğusunda Aksu,
çarpışarak çekildik...
920’nin
29 Ağustos’u :
Uşak düştü.
Yaralı
ve dehşetli kızgın
fakat toprağımızdan emin,
Dumlupınar sırtlarındayız.
Nazilli düştü.
Ateşi ve ihaneti gördük.
Dayandık
dayanmaktayız.
1920 Şubat, Nisan, Mayıs,
Bolu, Düzce, Geyve, Adapazarı:
İçimizde Hilâfet Ordusu,
Anzavur isyanları.
Ve aynı sıradan,
3 Ekim Konya.
Sabah.
500 asker kaçağı ve yeşil bayrağıyla
Delibaş
girdi şehre.
Alaeddin tepesinde üç gün üç gece hüküm sürdüler.
Ve Manavgat istikametlerinde kaçıp
ölümlerine giderken
terkilerinde kesilmiş kafalar götürdüler.
Ve 29 Aralık Kütahya:
4 top
ve 1800 atlı bir ihanet
yani Çerkez Ethem,
bir gece vakti
kilim ve halı yüklü katırları,
koyun ve sığır sürülerini önüne katıp
düşmana geçti.
Yürekleri karanlık,
kemerleri ve kamçıları gümüşlüydü,
atları ve kendileri semizdiler...
Ateşi ve ihaneti gördük.
Ruhumuz fırtınalı, etimiz mütehammil.
Sevgisiz ve ihtirassız çıplak devler değil,
inanılmaz zaafları, korkunç kuvvetleriyle,
silâhları ve beygirleriyle insanlardı dayanan.
Beygirler çirkindiler,
bakımsızdılar,
hasta bir fundalıktan yüksek değillerdi.
Fakat bozkırda kişneyip köpürmeden
sabırlı ve doludizgin koşmasını biliyorlardı.
İnsanlar uzun asker kaputluydu,
yalnayaktı insanlar.
İnsanların başında kalpak,
yüreklerinde keder,
yüreklerinde müthiş bir ümit vardı.
İnsanlar devrilmişti, kedersiz ve ümitsizdiler.
İnsanlar, etlerinde kurşun yaralarıyla
köy odalarında unutulmuştular.
Ve orda sargı,
deri
ve asker postalları halinde
yan yana, sırtüstü yatıyorlardı.
Koparılmış gibiydi parmakları saplandığı yerden
eğrilip bükülmüştü
ve avuçlarında toprak ve kan vardı.
Ve asker kaçakları,
korkuları, mavzerleri, çıplak, ölü ayaklarıyla
karanlıkta köylerin içinden geçiyorlardı.
Acıkmıştılar,
merhametsizdiler,
bedbahttılar.
Şosenin ıssız beyazlığına inip
nal sesleri ve yıldızlarla gelen atlıyı çeviriyor
Yıl: 7 • Sayı: 64 / 8 isan 2013
ve Bolu dağında ekmek bulamadıkları
için
deviriyorlardı uçurumlara:
şayak, cıgara kâadı, tuz ve sabun yüklü
yaylıları.
Ve çok uzak,
çok uzaklardaki İstanbul limanında,
gecenin bu geç vakitlerinde,
kaçak silâh ve asker ceketi yükleyen laz
takaları:
hürriyet ve ümit,
su ve rüzgârdılar.
Onlar, suda ve rüzgârda ilk deniz yolculuğundan beri vardılar.
Tekneleri kestane ağacındandı,
üç tondan on tona kadardılar
ve lâkin yelkenlerinin altında
fındık ve tütün getirip
şeker ve zeytinyağı götürürlerdi.
Şimdi, büyük sırlarını götürüyorlardı.
Şimdi, denizde bir insan sesinin
ve demirli şileplerin kederlerini
ve Kabataş açıklarında sallanan
saman kayıklarının fenerlerini
peşlerinde bırakıp
ve karanlık suda Amerikan taretlerinin
önünden akıp
küçük,
kurnaz
ve mağrur
gidiyorlardı Karadeniz’e.
Dümende ve başaltlarında insanları
vardı ki
bunlar
uzun eğri burunlu
ve konuşmayı şehvetle seven insanlardı
ki
sırtı lâcivert hamsilerin ve mısır ekmeğinin zaferi için
hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin
bir şarkı söyler gibi ölebilirdiler...
İşte büyük Devrimci Ozan azım
Hikmet, 4 yıl süren Kurtuluş Savaşı’mızı
böyle anlatıyor “Kuvayimilliye Destanı”nda.
İşte Nazım’ın şiirinde anlattığı şartlarda
yaşadık, savaştık, dövüştük ve yendik. Emperyalistleri topraklarımızdan kovduk. Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı başardık.
Ve dünya halklarına, direnen hiçbir halkın
yenilmeyeceğini gösterdik. Emperyalistlere unutmayacakları bir ders verdik.
Ne mutlu atalarımıza ne mutlu Kuvayimilliye şehitlerine!
Kurtuluş Savaşı’yla
kurtardığımız vatanımızı
halk düşmanı iktidarlar
emperyalistlere peşkeş
çektiler, çekiyorlar
Ve ne yazık ki, Batılı Emperyalistlere
karşı kazandığımız Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı, bağımsızlığımızı, cumhuriyeti koruyamadık bir müddet sonra. 1923’ten itibaren ekonomiyi ellerinde tutan, 1950’de de
iktidarı kayıtsız şartsız ellerine geçiren Finans-Kapitalistler dediğimiz yerli Parababaları, yerli kapitalistler, bir avuç FinansOligarşisi, Nazım’ın anlattığı zor, kanlı savaşlardan sonra kazandığımız bağımsızlığımızı bir kez daha Batılı büyük devletlere,
ABD’ye, AB Emperyalistlerine sattılar ve
ulusal bağımsızlığımızı tekrar yitirdik.
Şeklen devlet vardı, şeklen cumhuriyettik, şeklen bağımsızdık ama artık Türkiye’yi Türkiye yönetmiyordu. Hangi bakanın atanacağını, hangi bürokratın atanacağını ABD Dışişleri Bakanlığına, ABD Başkanına soruyordu, onay alıyordu öyle atıyordu Parababalarının hükümetleri. Geçmiş yıllarda Kurtuluş Yolu Gazetesi’nde
aktardık, yazdık, Adnan Menderes şu kişiyi Dışişleri Bakanı atayacağım, ABD’nin
buna itirazı olur mu? diye soruyor; bir itirazımız yoktur dediği anda atıyordu. Çok
daha yakın zamanlara gelelim. Birçoğumuzun hatırlayacağı zamanlara gelelim, 7-8
yıl öncesine gelelim.
Hangi bürokratın atanacağına, hangi
bürokrata ne kadar maaş verileceğine, Türkiye’deki emekçilere verilecek maaşlara
yapılacak zamlara kim karar veriyordu?
Uluslararası Para Fonu (IMF) karar veriyordu. Onun onayıyla oluyordu bütün
bunlar.
Şimdi Tayyipgiller İktidarı diyor ki,
IMF’ye kuruş borcumuz kalmıyor. Son bir
dilim kaldı, onu da ödediğimizde IMF’den
kurtulacağız. Bunu da bizim iktidarımız
başardı.
Doğru, kâğıt üzerinde IMF’ye borcumuz kalmıyor.
Ama neyin pahasına?
Bizzat kendileri; “IMF’ye gerek yok.
IMF’nin istediklerini biz zaten kendimiz
yapıyoruz.”, dediler. Yani IMF’nin kendini
yorup emirlerini vermek için Türkiye’ye
gelmesine gerek yok. Biz o emirlerin tümünü peşinen aldık kabul ettik ve hiç aksatmadan yerine getiriyoruz, dediler. Demekle de kalmadılar. Bunun gereğini de
yerine getirdiler, getirmeye devam ediyorlar. Yani çok düşük ücretlerle işçilerimiz ve
kamu çalışanlarımız sömürülüyor. Haklarını arayamasınlar diye örgütlenmeyi imkânsız kılacak yasalar çıkarıyorlar. Hak-İş,
Memur-Sen gibi sarı sendikalarla emekçilerimizi sözde sendikalı, özde örgütsüz hale getiriyorlar. Diğer taraftan da halkımızı
böylesine örgütsüz bırakmış olmalarından
aldıkları cesaretle gün geçmiyor ki bir zam
kararı açıklamasınlar. Kısacası yandaşları
dolar milyarderi olurken halklarımız işsizlik ve pahalılık cehenneminde inim inim
inlemektedir.
2001 krizinde, 100 milyar dolar bir
avuç Parababasının kasasına aktı, geçti gitti. Büyük bir kriz oldu, hatırlayacağımız gibi. Dolar fırladı, kimi bankalar battı, sanayi çöktü, küçük esnafımız kan ağladı. Ne
yaptılar? Yazar kasalarını başbakanlığın
önüne attılar. İşçi Sınıfımız kazanılmış
haklarını kaybetti, ikramiyesini kaybetti,
sıfır zama imza attı. Hatırlıyoruz değil mi,
arkadaşlar?
Yani bütün bunların sonucunda, bizim
alın terimizden kesilmiş paramızdan Parababalarına verilen parayı, yağmaladıkları,
vurgun vurdukları parayı, Türkiye Halkları
olarak cebimizden ödedik. O borç, böyle
ödendi. Hangi zengin zenginliğinden feragat etti o vurgundan, o krizden sonra?
Adını duyduğumuz zenginlerden birkaç
tanesini size sayıvereyim, bir tanesi yurt
dışında yaşayan, Fransa’da yaşayan Cem
Uzan. Nerede kalıyor, ikamet ediyor?
Fransa’da en pahalı otelde kalıyor, villalarda kalıyor. Bilmem kaç milyon avroluk villalarda yaşıyor, her öğün lüks otellerin lüks lokantalarında binlerce avro tutan
yemekler yiyor.
Cavit Çağlar’ın tekeri dönmeye devam
ediyor. Fabrikaları çalışmaya, bacası tütmeye devam ediyor. Bir sürü aklınıza geliveren işverenler sayıveririm size… Krizi
yaratan, vurgunu vuran onlar olmasına rağmen, onların yaşantılarında bir değişiklik
oldu mu? Bizim gibi işçi olanını gördünüz
mü bir Parababasının? Gelip sizinle, bizimle aynı şartlarda çalışan birisini gördünüz
mü?
Hayır görmedik. Onlar şaşalı hayatlarını yaşamaya, vurgunlarını vurmaya devam
ettiler.
Krizin faturası kime çıktı?
Tayyipgiller halklarımızı
sefalete mahkûm ediyor
Biz işçi ve emekçilere çıktı. Kamu çalışanlarına yüzde 2, yüzde 2,5 zam, İşçi Sınıfına yüzde 3, yüzde 5 zam. Asgari ücret
rakamı ortada; IMF’ye borcumuz kalmadı
öyle mi?..
Hadi canım sen de!
Geçtiğimiz günlerde dünyada ve Türkiye de dolar milyarderleri açıklandı. Geçen
yıl da söyledim hatırlayacaksınız, en azından bir kısım arkadaş hatırlayacaktır, dolar
milyarderlerinin oran olarak en çok arttığı
ülke hangisi bu yıl da?
Türkiye.
İşverenlerin geçen yıldan buyana bilançoları açıklanıyor, yaptıkları kârlar açıklanıyor. Aşağı yukarı yüzde 15, yüzde
20’den aşağı kâr elde eden yok. Kâğıt üzerinde, gizli saklı yaptıkları hariç, bu sadece
yasal defterde gösterilen kâr. Uydurulmuş,
resmi deftere uydurulmuş rakamlar. Düşürülmüş, vergi vermemek için bile düşürülmüş rakamlarla yüzde 15, yüzde 20 kâr elde ediyorlar.
İşçi Sınıfımıza gelince yüzde kaç veriyorlar?
Yüzde 2, yüzde 3. Yüzde 5 taş çatlasa
vermiyorlar. En fazla yüzde 4. İşte bunun
sonucunda IMF’ye borcumuz bitti, deniyor.
Kaldı ki, IMF’ye borcumuzun bitmesinin de bir kıymeti harbiyesi yoktur. Çünkü
IMF borç vermekten ziyade aracılık eden
bir kurumdur. Yani şartlarını dayatır (bu
şartlar da biliyoruz nalklyar için hep acı reçetedir); eğer o şarlara uymuş isen dünyanın büyük bankalarına artık bu ülkeye borç
para verebilirsiniz diye vize verir IMF. Yani asıl bakmamız gereken dış borçtur. Dış
borcumuz azalmış mı, artmış mı? Ona bakmak gerekir, ona bakınca da manzara şu-
dur:
“İşte AKP iktidarının, o çok övündüğü ekonomi başarısının 10 yıllık bilânçosu.
“2002 yılında 130 milyar Dolar olan
dış borç 2012 Mart ayı sonunda 307 milyar Dolar olmuş.
“2002 yılı sonunda 92 milyar Dolar
olan iç borç stoku 2010 yılı sonunda 306
milyar Dolar’a yükselmiş.
“Yani iç ve dış borçlarda 2 katından
fazla artış var.
“% 10 un altına düşmeyen cari açık
nedeniyle sıcak paraya olan ihtiyaç yüzünden, faiz oranları da krizdeki Avrupa ülkelerinden bile daha yüksek. Yani
% 10 seviyesinde.
“Yüksek faizin bir diğer nedeni de %
10 un altına bir türlü düşmeyen enflasyon.”
(Ahmet
Elden,
http://blog.milliyet.com.tr/iste-ekonomimucizesi—10-yilda-307-milyar-dolar-disborc—batik-avrupa-dan-bile-daha-yuksekfaiz-/Blog/?BlogNo=359331)
Yani yabancı Parababalarına dolar bazında yüksek faiz vererek, yani halklarımızın alın terini peşkeş çekerek ve yüzde
10’un altına düşmeyen enflasyonla (ki, halkın enflasyonu bunun en az iki katıdır)
halklarımız pahalılık cehenneminde yakılarak sözüm ona Türkiye ekonomisi yönetilmiştir.
Yani biz; bu düzen zalimdir, bu düzen
acımasızdır, bu düzen alçaktır derken, süslü söz söylemek için söylemiyoruz. Bütün
bu söylediklerimizi etimizde ve kemiğimizde hepimiz yaşıyoruz.
Burada işçi kardeşlerimiz çoğunlukta,
onların eşleri çocukları çoğunlukta, öğrenci arkadaşlarımız var, hangi şartlarda yaşadıklarını hepimiz biliyoruz. Ambar İşçisi
kardeşlerimiz var, tonlarca yük geçiyor her
gün sırtlarından, can mı dayanır? Ve bütün
Ambar İşçisi, Kargo İşçisi arkadaşlarımız
hayatlarının bir noktasında bel-boyun fıtığı
oluyorlar, tüberküloz oluyorlar. Soğuk,
yağmur kar, buz demeden tonlarca yükü
sırtlarında taşıyorlar.
Öğrenci kardeşlerimiz ne yapıyor? Kamu çalışanlarımız ne yapıyor onlar iyi şartlarda mı yaşıyorlar?
Hayır, arkadaşlar, karnımızı doyurabiliyorsak, çocuklarımıza bir ekmek götürebilirsek, ana babaları olarak kendimizi mutlu
sayıyoruz. Fazla bir şey ister halde değiliz
artık. Ama hep böyle mi gidecek... Yani
böyle gelmiş böyle gider deniyor ya, bu sınıflı toplum da böyle gelmiş böyle mi gidecek?.. Üstelik de gelen gideni aratıyor,
arkadaşlar. Aratıyor gerçekten…
Ama bu bir kader mi?
Hayır bu kader değil! Bu kaderi biz
yazmadık. Tarihin bir aşamasında, Sınıflı
Toplum dediğimiz düzen ortaya çıktı, ama
İnsanlık Tarihi gösteriyor ki, bir aşamasında da insanlık bundan kurtulacak, Sınıfsız
Topluma geçecek ama mutlaka, mutlaka
geçecek. İnsanlığın genel gidişi bu, arkadaşlar. Zaman zaman geriye gidişler, yalpalamalar, tereddütler yapsa da insanlığın
genel gidişine baktığımızda, yani bir milyon yedi yüz bin yıllık tarihten bahsediyorum, genel olarak baktığımızda, insanlığın
gidişi hep ileriye. Teknoloji o kadar hızlı
ilerliyor, teknoloji bize o kadar büyük olanaklar getiriyor ki… Ama biz o olanaklardan yeterince yararlanamıyoruz.
Biz derken, kim yararlandırmıyor?
Gene Parababaları yararlandırmıyor,
arkadaşlar. Şimdi bize kanseri gösterip neye razı ediyor denir? Sıtmaya razı ediyor
denir hani. Bize öyle olumsuz şartları gösterdiler ki geçmişte…
Tayyipgiller’in halklarımızın
sorunlarını çözdüğü iddiası
kocaman bir yalandır
Örneğin sağlık alanında büyük başarılar elde ettik diye övünüyor Tayyipgiller.
Sigorta hastanesine gittiğimizde gecenin
bir yarısı sıraya girmek zorunda kalıyorduk, ilaç almak için saatlerce bekliyorduk.
Evet, gerçekten eziyet çekiyorduk. Evet
gerçekten muayene olamıyorduk. Evet,
doktorlar tıbbın gerektirdiği süre içerisinde
muayene edemiyorlardı. Ama o zaman bilgisayar yoktu. Şimdi bilgisayar çağındayız, onu Tayyipgiller icat etmedi. Dünyada
icat edildi ve herkes kullanıyor, kullanmamak ayıp bir şey artık. Onun getirdiği olanaklarla, internetten sıra alabiliyoruz, her
eczaneden gidip ilacımızı alabiliyoruz. Bunu yapmayacak bir iktidar var mı? Dünyanın en geri ülkesinde bile bilgisayar varsa
siz bunu çok kolaylıkla yapabilirsiniz. Bu
Tayyipgiller’in bir başarısı değil ki... Sağlıkta bir başarı söz konusu değil.
Ben geçtiğimiz yıl bel fıtığından 2. kez
ameliyat oldum, olmak zorunda kaldım.
Devlet hastanelerini, Tıp Fakültesi hastanelerini inanın araştırdım. Sadece İstanbul’da değil, yani İzmir’de de doktor arkadaşımız vardı onunla görüştüm, Ankara’da
doktor arkadaşımız vardı, burada, Konya’da var. Yani güvenilir bir doktor, hani
riskli bir ameliyat, benimki daha da riskli
bir ameliyat, sonuçça 8 saat sürdü ameliyat. Yani güvenilir bir doktor var mı diye
aradım, bütün doktor arkadaşların söylediği, bu son uygulamalardan sonra Devlet ve
Üniversite hastanelerindeki belli başlı doktorlar ayrıldılar, özel sektöre geçtiler. Ben
bir tanıdık vasıtasıyla, bir profesör vasıtasıyla bir özel hastanede ameliyat oldum. O
hastane için onda birini verdim, ameliyat
paramın. Sabah hastaneye gittim, muhasebeye gittim ne kadar yatıracağım dedim,
bana söylediği hiç aklımdan çıkmıyor: 810 bin lira avans bırakın, dedi. Ve o kadar
rahat söyledi ki… 8-10 bin lira bıraksanız
yeter avans olarak, dedi. Avans olarak 8-10
bin lira… Ben 8 bin liraya oldum ameliyatı tüm masrafları içinde, sağ olsun bir doktor arkadaş sayesinde. O görevlinin söyledikleri her zaman aklımda, beynimin içinden hiç çıkmıyor: 8-10 bin lira avans olarak bıraksanız yeter…
Yani şimdi sağlığın çözüldüğünü kim
söyleyebilir?
Yani o yüzden sağlık sorunu çözülmedi, arkadaşlar. Sadece teknolojinin getirdiği olanaklar bir rahatlık sağladı ama bu asla Tayyiggiller’in başarısı değil. Teknolojinin getirdiği bir başarıdır.
O bakımdan, Tayyiggiller halkımıza ne
getirdi? dersek.
Vallahi o kadar çok olumsuz şey getirdi
ki…
AB-D Emperyalistleri dünyayı
kana buluyor
İşbirlikçi Tayyipgiller onların
uşaklığını yapıyor
Yanı başımızdaki kardeş halklarla aramızı açtı, düşmanlaştırdı o halklarla. Bırakalım Arap Halkını, Irak Halkını, Suriye
Halkını, Libya Halkını, Afganistan Halkını; çünkü oralara askerlerimizi götürdük.
Sözde savaşa katılmadık ama savaşın bizzat içine askerler gönderdik. İzmir’deki
NATO komutanlığını, Libya liderinin alçakça katledilmesine, Müslüman Libya
Halkının katledilmesine, Libya’nın işgal
edilmesine ve bölünüp parçalanmasına neden olan operasyonun komuta merkezi olarak açtık. Açtık Adana’da İncirlik’i, Diyarbakır’da Pirinçlik’i ABD uçaklarına.
Irak’ta Müslüman kanı döküldü, 4 milyona yakın Müslüman katledildi. Ve onların tümünü AB-D Emperyalistleri katletti.
Biz de onlara yardımcı olduk, çanak tuttuk.
Topraklarımızı açtık, İskenderun Limanı’nı
açtık, İncirlik’i açtık demin dediğim gibi.
Şimdi Suriye’de kan gövdeyi götürüyor. Sınırlarımızı açtık her türlü araç gereci, her türlü silahı, ne gerekiyorsa artık, sınırlarımızdan istedikleri gibi götürüp gidiyorlar karşıdevrimciler.
Yani Arap Halklarıyla düşmanlaştık.
Sadece Arap Halkıyla mı düşmanlaştık?
Hayır. “İki devlet bir millet” dediğimiz
Azerbaycan Halkıyla da aramız bozuldu.
Artık kardeş değiliz, dediler Azerbaycan
temsilcileri ve halkı. Onları sattık.
Kim sattı?
Biz satmadık. Tayyipgiller sattı, arkadaşlar ve satmaya devam ediyorlar. Geçtiğimiz hafta Suriye’de 3’üncü yılına girdi iç
savaş denilen karşıdevrimci hareket. Suriye’de 2 yıl öncesine kadar herhangi bir
olay var mıydı, hatırlayın arkadaşlar?
Aksine neydi durum?
Beşşar Esad ülkemize geliyordu, ortak
bakanlar kurulu toplantısı yapıyorduk. Ve
Tayyip ne diyordu?
Kardeşten öteyiz, diyordu, değil mi?
5
Yıl: 7 • Sayı: 64 / 8 isan 2013
Ama ne oldu şimdi?
Düşman oldu, diktatör oldu?
Esad aynı Esad. Değişen kim?
Tayyip?
Niye?
ABD’nin “Büyük Ortadoğu Projesi”nin ya da “Genişletilmiş Ortadoğu
Projesi”nin hayata geçirilmesi için, arkadaşlar.
O proje neyi amaçlıyor, o projenin amacı ne?
AB-D Emperyalistleri, 1000 devletli
bir dünya istiyorlar, ana amaçları bu.
Küçük şehir devletçikleri kurmak istiyorlar
ve o 1000 devletli dünyanın da jandarması
olmak istiyorlar. Bunu da açıklıkla yazıyorlar. Ve bu amaçlarına ulaşmak için de
BOP ya da GOP dedikleri projeleri hayata
geçiriyorlar. Ve o projeleri gizlemiyorlar
haritalarını da yayımlıyorlar. NATO kolejlerinde bunu ders olarak okutuyorlar ve duvarlarına asıyorlar o haritaları. Ve o kolejde okutulan haritada da, Türkiye 3’e bölünüyor. Şimdilik… Irak 3’e bölünüyor,
Suriye 3’e bölünüyor, Libya 3’e bölünüyor.
Onlarca yeni devlet çıkarıyorlar.
Niye?
Bin devletli dünyaya varmak için.
Ne yapıyorlar?
Adım adım bu yolda mesafe katediyorlar. Önce Irak’ı devirdiler, direnç noktası
olduğu için. AB-D Emperyalistlerine teslim olmuyordu Saddam. Saddam’ın iyiliğini kötülüğünü tartışmak durumunda değiliz. Müslümanların söylediği gibi, insanların son soluğunda, son nefesinde imanlı
olup olmadıklarına bakarız. Kaddafi bakımından neye bakacağız biz?
Son soluğunda emperyalizme karşı
mıydı değil miydi? biz ona bakacağız.
Vatanının, halkının yanında mıydı?
Saddam, Kaddafi vatanlarını savunarak
öldüler. Vatanlarını savundukları için öldüler. Yeraltı, yerüstü zenginliklerinin sömürülmesine, siyah altın petrolün gelirinin
AB-D Parabalarının kasalarına akıp gitmesine izin vermedikleri için katledildiler. Ve
Beşşar Esad aynı nedenden devrilmek, aynı nedenden öldürülmek isteniyor, arkadaşlar.
Ve bizim bir “aydın”ımız, Nobel ödülü
almış aydınımız (tabiî tırnak içinde aydın
bunlar), açık mektup yayınlıyor başka ülkelerin aydınlarıyla birlikte ve “sonun
Kaddafi gibi olur, teslim ol, direnme”, diyor.
İnsanlığın yüz karası o aydın kim?
Hepimizin bildiği gibi; Orhan Pamuk!
Nobel ödülü bunun için verildi, bunu
söylemesi için verildi. Zaten bu ödülü alabilmek için önce “Ermenileri katlettik, soykırıma uğrattık” demişti. Bu uşaklığının
karşılığıdır Nobel Edebiyat ödülü. Şimdi
de sadık uşak rolüne devam etmektedir.
Emperyalistler durduk yerde kimseye ödül
ya da para vermezler. Projeler için para veriyorlarsa mutlak o projede çıkarları olduğu için veriyorlardır.
Avrupa Birliği bugün bize para veriyorsa, yardımda bulunuyorsa (diyelim ki, fasıllar açıldıkça) sadece daha fazlasını aldığı ve almak istediği için veriyor. Ve bizim
ünlü Nasrettin Hoca’mızın dediği gibi, parayı veren düdüğü çalıyor. Burada da ABD Emperyalistleri düdüğü çalıyorlar,
Ortadoğu’nun zengin petrolünü, zengin
yeraltı kaynaklarını, petrolünü götürüp gidiyorlar, kendi ekonomilerini büyütmeye,
kendi kârlarına kâr katmaya devam ediyorlar. İşte bugün Suriye’de de bunu yapmaya
çalışıyorlar.
Dediğimi gibi Irak, Afganistan, Libya
sonra Suriye, arkasından İran, arkasından
Türkiye, arkadaşlar. Burada da gizli saklı
bir şey yok. O NATO haritasında en az üçe
bölüneceği öngörülüyor Türkiye’nin; Kürt
bölgesi, Ermeni bölgesi, Anadolu da küçük
bir bölge (Türk bölgesi mi diyeceğiz bilemiyorum) bir bölgeyi bize bırakıyorlar, bu
topraklarda yaşayan halka.
Şimdi bu topraklarda farklı ırklardan
insanlar var. Biz, bildiğiniz gibi Türkler
olarak, 1071 yılında Anadolu’ya geldik.
Malazgirt Savaşı ile birlikte Orta Asya’dan
Anadolu’ya girdik. Ve 1071’den bu yana
yaşıyoruz bu topraklarda. Bizler için ata
yurdu oldu bu topraklar.
Bizden önce yaşayan ırklar, halklar var
mıydı bu topraklarda?
Vardı, arkadaşlar. Bomboş bir arazi değildi Anadolu. Başka ırklardan, başka halklardan yaşayan insanlar vardı.
Biz Anadolu’ya girerken kiminle kardeşleştik, Bizans İmparatorluğu’na karşı
yapılan Malazgirt Savaşı’nda, kiminle birlikte idik? Kiminle bir arada olduk?
Kürt Halkıyla bir arada olduk, arkadaşlar. Tarihen sabit. Türkler ve Kürtler,
Bizans’a karşı beraber savaştılar ve
Anadolu’nun kapıları Kürtlere ve Türklere
ne yapılmış oldu?
Açılmış oldu. Kürtler kendi bulunduk-
ları coğrafyada yaşamaya devam ettiler.
Ama o günkü tarih şartları içerisinde Türk
boyları, Orta Asya’dan gelen Türkler, ders
kitaplarında anlatılan, Kayı Boyu diye anlatılan Türkler; İstanbul’a, Edirne’ye,
Balkanlar’a kadar gittik. Giderken de fetihler yaparak gittik. Her savaşta kaçınılmazca acılar yaşanır, katliamlar olur. Bu süreçte de böyle oldu. Arzu edilir mi?
Edilmez. Ama hayat böyle bir şey,
Tarih böyle bir şey…
ABD Emperyalistlerinin Kürt
Sorunu’nda İkinci İsrail
çözümüne geçit
vermeyeceğiz
Ve biz 1071’den bu yana, daha önceden
de burada olan, bizden önce Anadolu’da
yaşayan Kürt Halkıyla, Kürt kardeşlerimizle birlikteyiz, arkadaşlar. Çanakkale’de birlikte savaştık Batılı Emperyalistlere karşı,
Malazgirt’te nasıl savaştıysak. Birinci
Kurtuluş Savaşı’nda yine birlikte savaştık
bu alçak, yağmacı, zalim emperyalistlere
karşı ve bugün de aynı emperyalistlere,
AB-D Emperyalistlerine karşı birlikte savaşmalıyız. AB-D Emperyalistleri, bildiğimiz gibi Ortadoğu’da Arap Halkının ortasına bir kama sapladılar.
Neydi bu?
İsrail kaması!
Getirdiler dünyanın değişik yerlerinde
yaşayan Yahudi ırkından insanları, topladılar ve bir devlet yarattılar. Doğal bir devlet
değil. O topraklarda yaşayan insanlardan
oluşan bir devlet değil. Dünyanın dört bir
yanından özellikle yoksul Yahudileri toplayıp getirdiler ve İsrail kamasını, İsrail devletini kurdular.
Ve İsrail habire ne yapıyor Arap
Halkını, Filistin Arap Halkını?
Kanatıyor. Katliamlara uğratıyor. Ve
bunu sık sık yapıyor… Yani çok eskilere
gitmeyelim 1950’lere, 1960’lara, 1970’lere
gitmeyelim, geçen ay gene katletti. Habire
füzeler atıyor. Müslümanların kanı akmaya, özellikle kadın ve çocuklar İsrailliler
karşısında canlarını yitirmeye devam ediyor.
ABD bunu kınıyor mu?
Aksine! İsrail’in meşru müdafaa hakkıdır, diyor.
Doğru mu?
Doğru, arkadaşlar.
Hiçbir
ABD
Başkanından, Avrupa
Birliği yetkilisinden,
bunun katliam olduğunu, lanetlediğini,
yaptırım uygulayacağım dediğini duydunuz mu?
Duymadık ve duymayız! Asla duymadık, asla duymayız!
Çünkü İsrail demek, ABD demektir.
Bildiğimiz gibi
aynı zalim İsrail,
Filistin Halkına yardım götüren Mavi
Marmara gemisini bastı, insanlarımızı katletti, gemiye el koydu, Filistin halkına insanî yardımın ulaşmasına izin vermedi. Bu
korsanlığı da Uluslararası sularda yaptı,
uluslararası hukuka rağmen yaptı 3 yıl önce.
Kimin onay vermesiyle yaptı?
AB-D Emperyalistlerinin onay vermesiyle yaptı.
Tamam, bitti, özür dilemezsen seninle
bir arada olamayız, dedi Tayyipgiller.
Ama bu sözü söyledikleri anda bile askeri anlaşmalar (Erbakan’ın iktidarda olduğu, Çiller’le birlikte yapmış oldukları askeri anlaşmalar) iptal edildi mi?
Tayyipgiller, askeri ve ekonomik bütün
anlaşmaları iptal ediyoruz, özür dileyene
kadar bu anlaşmalar asla olmayacak, dediler mi?
Demediler.
O askeri anlaşmalar yürürlükte mi, devam ediyor mu?
Ediyor, yürürlükte.
Dün yeni bir gelişme oldu: İsrailli yetkililer özür dilediler, tazminat ödeyeceklerini söylediler.
Niye?
Biz soruları seviyoruz. Şu ana kadar
özür
dilemeyen
İsrail,
Obama
İsrail’deyken bizzat Obama telefon açarak
özür diletti İsrail’e. Yani kim özür diletmiş
oldu?
Olay çok açık. ABD özür diletmiş oldu.
ABD bunu niye yapıyor?
Çünkü Ortadoğu’da yeni şekillenmeye
gidiyor, BOP işliyor yukarıda da söylediğimiz gibi. Irak düştü, Libya düştü,
Afganistan düştü. Şimdi amaç Suriye’yi
düşürmek. Aynı Irak’taki gibi, ABD’ye
bağlı kukla bir Kürt devleti oluşturmak.
Altını çizerek söylüyoruz ki, biz halkların
hepsiyle dostuz, halklarla hiçbir alıp vermediğimiz yok. Biz halkları yöneten zalim
burjuvalara, Parababalarına, toprak ağalarına düşmanız. Halklara düşman değiliz,
olamayız da. Dolayısıyla, biz Irak’taki federe Kürt devletini tanımıyoruz. O yöneticiler, Barzaniler, burjuva çözümü istiyor.
Hatırlayacağımız gibi, Burjuva Kürt önderler, AB-D Emperyalistlerinin o topraklardan, Irak ve Kürt bölgesinden gitmemesini
istediler. Biliyorsunuz, işgalci ABD yenildiği için aslında askerlerini çektiğinde,
medyada takip ettiniz, izlediniz, okudunuz;
ABD’ye gitmeyin, dedi. Askerleriniz bizim
topraklarımızda, Kürdistan bölgesinde kalsın, dedi.
Şimdi bu liderden, böyle bir liderden
Kürt Halkına bir yarar gelir mi?
Gelmez!
Kurulan devlet ne olur?
İkinci İsrail olur!
İşte o İsrail’in sınırlarını genişletmek,
büyütmek ve Arap Halkının bağrına ikinci
kamayı yerleştirmek istiyorlar. Binlerce
yıldır birlikte olan o halkları; Kürt, Türk,
Arap, Süryani vb. halkları, bir kez daha birbirine düşürmek istiyorlar.
Kürt Sorunu bakımından da biliyorsunuz Kürt Sorunu’nun iki çözümü var, kardeşler. Başka, üçüncü bir şık yok.
Yani ya Burjuva Çözüm, ABD
Emperyalizminin güdümünde, ABD
Emperyalizmine hizmet eden İkinci İsrail
çözümü,
Ya da Devrimci Çözüm. Yani Kürt ve
Türk Halkının, 1071’den bu yana birleştirdiği kaderini, sonsuza kadar sürdüreceği,
gerçek anlamda eşit ve kardeşçe kuracağı
Ortak Devrimci Halk Cumhuriyeti. TürkKürt Federe Cumhuriyeti…
Bu devrimci çözümü gerçekleştirebilirsek, AB-D Emperyalistlerinin oyunu bozabiliriz, kardeşler.
O bakımdan, işte ABD Emperyalistleri
İsrail’e o yüzden özür dilettiler. Yani planları o kadar büyük ki…
İsrail asla özür dilemez. İsrail zalim bir
devlet. Dininden kaynaklanan bir durum
bu. Dini çok kan dökücü. Zalim bir din.
Yani sadece insanları değil, düşmanlarının
hayvanlarını da öldüreceksiniz, izini tozunu bırakmayacaksınız, tarih sahnesinden
sileceksiniz. Tavuklarını, kedilerini, hepsin
öldüreceksiniz, diyor. Şu ana kadarki tarihi
de hep böyle biliyorsunuz. Ama tarihinde
belki ilk kez özür diliyor. İşte o büyük plana, o büyük projeye halel gelmesin, aksamasın, aksine hızlansın diye İsrail’e özür
diletiyor ABD. Bunu da hiç aklımızdan çıkarmayalım.
Tayyipgiller’in gerçek
Müslümanlıkla da
Hz. Muhammed’le de en ufak
bir ilgileri yoktur
Şimdi Kur’an’ı çok okuyoruz. Hz.
Muhammed’in hayatını, 4 Halife’nin hayatını, İslam dünyasını okuyoruz elimizden
geldiğince. Hepimizin çok iyi bildiği bir
söz Kur’an’dan, çok derin konulara girmemize gerek yok; “Komşusu açken tok yatan bizden değildir”.
Biz bu anlayışı içtenlikle benimsiyoruz.
Bu söz sonuna kadar doğru.
Peki, Türkiye’de açlıktan ölen çocukların mezarı var mı?
Var arkadaşlar.
Yokluktan, yoksulluktan ölen insanlarımız çok mu?
Çok.
Peki bu nasıl Müslümanlık?..
Tayyip’in Üsküdar’da bir sitede 3 tane
villası var. Bu nasıl Müslümanlık?
Her birinin değeri 3’er 5’er milyon dolar. Türk parası değil, 3-5 milyon dolar. 3
villa 10-15 milyon dolar, arkadaşlar. Şimdi
bu nasıl Müslümanlık?
Yezit Müslümanlığı. Ali Yoldaş’ın söylediği gibi.
Ve oradan bağlama yapalım bir çağrışım oldu, Ali Yoldaş iyi hatırlattı.
Şimdi biz burada Faruk Hoca’yı anıyoruz. Faruk Hoca’yı unutmuyoruz. Marks
dedim, Chavez, dedim, Sıtkı Şaplak, de-
dim. Çocuklara Faruk Hoca’nın ismi veriliyor, Marks’ın adı veriliyor, Chavez’in adı
verilecek. Hz. Ali’nin adı veriliyor, değil
mi?
Hiç Muaviye diye ad duydunuz mu? Ya
da Yezit duydunuz mu?
Duyamazsınız!
Niye?
Çünkü onlar insanlık düşmanı lanetlenmiş isimler.
İşte bugün halkımızdan çocuklarına
Tayyip ismi veren var. Var ne yazık ki…
Ama olur. Çünkü insanlar Allah’la aldatılıyor. Yani onlara, o insanlarımıza bir şey
söyleyemiyoruz. Çünkü insanları dinle,
Allah’la aldatmak çok kolay bir şey.
İnsanlarımız onlar gibi değil. Ezilen sömürülen, yoksul insanlar ve içtenlikle inanıyorlar İslam’a, Hz. Muhammed’e, Dört
Halife’ye. Biz de Hz. Muhammed’in ve
Dört Halife’nin eşitlikçi, insancıl uygulamalarını benimsiyoruz, onları savunuyoruz.
Biz Tayyipgilleri’in içyüzünü,
Müslümanlıkla bir ilgileri olmadığını biliyor, görüyoruz. Ama Allah’la aldatılan halkımız bazen, maalesef bunu göremiyor.
Çıkıyor, Müslümanız elhamdülillah, diyor
ama milyon dolarlık villalarda oturmaya
devam ediyor. Oğluna gemicikler almaya
devam ediyor.
Şimdi İslam’ın ana esası ne, arkadaşlar?
1- İnfak,
2- Güzel ahlâk.
Var mı infak bunlarda?
Yok arkadaşlar!
İnfakın özü, sözü nedir?
Kendine ve ailene yetenden fazlasını
dağıt. Kendine ve ailene yeteni kadarını
ayır, kalanını dağıt.
Tayyipgiller ne yapıyorlar, dağıtıyorlar
mı yoksa “Rabbena hep bana”, deyip topluyorlar mı?
Hiç yetinmiyorlar. Villalar, gemiler gemicikler, fabrikalar, KDV’den muaf tutulmuş pırlantacılık, bu arada devletten yedikleri, devletin olanaklarından kaynaklanan
şaşalı hayat… Hep küplüyorlar.
Biz ölmüş insanın arkasından konuşmayı sevmeyiz, doğru da bulmayız. Ancak
bir gerçeği de gizleyemeyiz: Necmettin
Erbakan TBMM’ne mal beyanında bulunmuştu, 1996 yılında. Neler vardı bu beyanda?
148 kilo altını
çıktı. 148 kilo…
1.230.000 Dolar tutarında
döviz…
Fabrikalar, tarlalar,
villalar
hariç.
Geçtiğimiz aylarda
çocukları miras kavgasına düştü. Bu kavga sonucu ortaya çıktı ki, TBMM’ye beyan edilmeyen ve
başkalarının adına
kaydedilmiş fabrikaları, Boğaz’da yalısı
varmış. Erbakan’ın
adına değilmiş ama
Erbakan’ınmış, bizzat çocukları söyledi,
medyaya da yansıdı, birbirlerine düştüler:
Babamın malıdır. Abim, kardeşim benden
mal saklıyor, diye mahkemelere düştüler.
Ne acı bu bir durum değil mi gerçek bir
Müslüman için?.. Ama bunlar gerçekten
Müslüman değil ki…
Önce mal küpleyeceksin, biriktireceksin sonra sen ölünce çocukların bunları
paylaşamayacak.
Ama bizim çocuklarımız nasıl yaşıyor?
Bir okula yerleştirebilirsek, asgari şartlarda bir yurda yerleştirebilirsek diyelim
şehir dışına gittiğinde, zorunlu olarak dershaneye gönderebilirsek, bir üniversiteyi
kazandırabilirsek ne mutlu bize diyoruz.
Bununla da gurur duyuyoruz. Ama onların
çocukları ne oluyorlar?
Bakın rezil oluyorlar. Allah insanı bu
duruma düşürmesin gerçekten. İşte biz
bunların
Müslümanlığına
Yezit
Müslümanlığı, CIA İslamı, diyoruz. ABD
İslamı, diyoruz. O bakımdan da bunların
insanları Allah’la aldattıklarını, gerçek
İslamla bir ilgilerinin olmadığını halkımıza
göstermeye gayret ediyoruz, arkadaşlar.
Biz Hz. Muhammed’in ve onun ideolojisinin sonuna kadar savunucusuyuz. Biz
Hz. Muhammed’i savunuyoruz. Biz Fatih’i
savunuyoruz. Biz Marks’ı savunuyoruz.
Che’yi savunuyoruz, Hikmet Kıvılcımlı’yı
savunuyoruz.
Niye?
Bu insanların hepsi insanlık için savaşmış insanlar, insanlığın kurtuluşu için savaşmış insanlar. Fatih dediğimiz insan;
Bizans derebeyliğini yıkmış, fetih yapmış,
çağ açmış. Geri bir düzenden ileri bir çağ
açmış insanlığa. Tarihsel bir kişilik. Bu
yüzden savunuyoruz.
Usta’mıza, Devrimci Önderlere ve
Faruk Hoca’mıza
layık biçimde mücadele edip
mutlaka zafer kazanacağız
Mustafa Kemal’i savunuyoruz, anlattım. Bütün olumsuz şartlara rağmen
Kurtuluş Savaşı’nı başarmış bir insan. Bir
deha, büyük bir komutan. Biz onu savunmayacağız da kimi savunacağız?
“Ya
İstiklal!
Ya
Ölüm!”,
“Bağımsızlık benim karakterimdir”, demiş.
Bu insan savunulmaz da, bu anlayış savunulmaz da hangi anlayış savunulur?
ABD önünde secde eden, “beni süpürme, kullan” diyen mi makbul insandır bizim için, “Bağımsızlık benim karakterimdir” diyen insan mı?
Elbette Mustafa Kemal’i savunmaya,
onun kurtuluş fikirlerini yaşatmaya, Birinci
Kurtuluş Savaşı’nı İkinci Kurtuluş
Savaşı’yla taçlandırmaya çaba sarf edeceğiz, değil mi kardeşler?
Bize düşen görev bu.
Usta’mızı az çok tanıyorsunuz.
Usta’mızın yaşamı da Türk Halkının kaderiyle atbaşı gidiyor. 1902 yılında
Priştine’de, o zamanki Osmanlı topraklarında doğuyor, babasının görevi dolayısıyla. 1971 Ekimi’nde Yugoslavya’da,
Belgrad’da gözlerini kapatıyor. Doğduğu
topraklarda bedence aramızdan ayrılıyor.
Çok çileli bir hayat sürüyor. 69 yıl yaşıyor.
Çok uzun bir yaşam değil, bildiğimiz gibi.
Ama daha 17 yaşındayken, az önce
Nazım’ın okuduğum Destanında söz edilen
Nazilli, Aydın, Çine cephesinde, Yörük Ali
Efe Çetesi’nde savaşıyor. İtalyan
Emperyalizmine, Yunanlılara karşı savaşıyor. Köyceğiz Kuvayimilliye Kumandanı
oluyor. 1919’da İstanbul’a geliyor, Askeri
Tıbbiye’ye giriyor. Yani Tıp öğrencisi oluyor. Askeriye adına Tıp fakültesinde okumaya başlıyor. Ve Tıp fakültesini bitiriyor.
İstanbul’a geldikten sonra da padişahın,
toprak ağalarının, din bezirgânlarının, bugün olduğu gibi o gün de var olan din bezirgânlarının, nasıl işgalcilerle işbirliği
içinde olduklarını görünce de onlara karşı
büyük kin ve nefretle doluyor. Ve gerçek
kurtuluşun Sosyalizmde olacağına inanıyor. Ve o inanış sonuna kadar, bir milim
sapmaksızın, sonuna kadar devam ediyor.
Dediğimiz gibi 69 yaşında kendinin deyişiyle, düz bir söyleyişle 70 yaşında bu dünyadan göçüp gidiyor…
Neyi bıraktı bize miras olarak?
İnsanlık davasını bıraktı!
Biz onun öğrencisi olmaktan büyük bir
gurur duyuyoruz. 22.5 yıl cezaevlerinde
yatıyor fiilen. İstese, düşünün 1920’li yıllarda Doktor ve başarılı bir doktor, Karun
olabilir miydi? Olabilirdi. Sınıf arkadaşlarının büyük çoğunluğu profesör oluyor ve
çok zengin oluyorlar. Oysa O, İşçi Sınıfı
davasından başka bir dava bilmediği için
ve kendisinin deyimiyle “başta İşçi
Sınıfımız gelmek üzere” dediği için, İşçi
Sınıfımızın mücadelesine baştan kara ve
gözü kara dalıyor, İşçi Sınıfı Davasına baş
koyuyor ve bütün ömrünü o davaya adıyor.
O dava; İşçi Sınıfı Davası, bizim için
insanlık davasıdır.
O dava; Vatan davasıdır.
O yüzden de biz İnsanlığımızı yani
Vatanımızı (ikisi bir çünkü) çok seviyoruz.
Ve bu vatanı sevdiğimiz için de
Parababalarının zulümlerine maruz kalıyoruz. Ama boş çaba. Parababaları bize istedikleri kadar zulüm etsinler, gözaltılar, işkenceler, idamlar… her ne yaparlarsa yapsınlar, boş.
Onlar lanetle anılacaklar; bizler, İşçi
Sınıfı Davasına gönül vermiş insanlar,
Halkın Kurtuluş Davasına gönül vermiş insanlar, bizden sonra geleceklerin gönlünde
ve bilincinde yaşamaya, onurluca yaşamaya devam edecekler.
Ne mutlu İşçi Sınıfı Davasına baş koyanlara!..
Ne mutlu insanca yaşayanlara!..
Biz Kurtuluş Partisi olarak atalarımızın
bize bıraktığı bu vatanı, bu insanlık davasını, İkinci bir Kurtuluş Savaşı’yla, Sosyal
Kurtuluş Savaşıyla taçlandıracağız.
Antiemperyalist,
Antifeodal,
Antişovenist bir mücadele vererek ve bu
topraklarda namusluca yaşayan, kader birliği etmiş halklarla bir arada Demokratik
Halk Cumhuriyetinde mutlak yaşayacağız.
Halkın Kurtuluş Partisi bunun için
var! Halkın Kurtuluş Partisi bunun için
savaşıyor!
Faruk Hoca var, Halkın Kurtuluş
Partisi var. Halkın Kurtuluş Partisi, var
Faruk Hoca var. Halkların kurtuluş davası var.
e mutlu Faruk Hoca’lara!
e
mutlu
Halkın
Kurtuluş
Partisi’ne!
e mutlu Kurtuluş Partililere!
6
Yıl: 7 • Sayı: 64 / 8 isan 2013
Halkın Kurtuluş Partisi’nden
Kurtuluş Partili Hukukçulardan Suç Duyurusu:
Hızlandırılmış tren kazası taammüden cinayettir!
Baştarafı sayfa 1’de
ANKARA CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞINA
SUÇ DUYURUSUDA
BULUA……………….: Halkın
Kurtuluş Partisi Genel Başkanlığı
Karanfil Sokak No: 24/15 Kızılay/ANKARA
V E K İ L L E R İ………..: Av.
Metin Bayar, Av. Sait Kıran, Av. Doğan
Erkan
Ş Ü P H E L İLER…...…..:
1- Recep Tayyip Erdoğan
2- Binali Yıldırım
3- Süleyman Karaman (TCDD Genel
Müdürü)
S U Ç…………………..…: Kamu
Görevini Kötüye Kullanarak 41 kişinin
ölümüne, 89 kişinin yaralanmasına sebebiyet verme (TCK 257, 83, 88)
S U Ç T A R İ H İ…..….: 22
Temmuz 2004
YEİ DELİLİ ORTAYA ÇIKTIĞI TARİH: 22 Mart 2013
ŞİKAYETLERİMİZ…....: Bilindiği
gibi, 22 Temmuz 2004 tarihinde
Sakarya’nın Pamukova İlçesi Mekece
Köyü yakınlarında bir hızlandırılmış tren
“kazası” meydana geldi. TCDD’ye bağlı
hızlı trenin yaptığı kaza sonucunda 41
vatandaşımız hayatını kaybetti, 89 vatandaşımız ise çeşitli yerlerinden yaralandılar.
O tarihlerdeki yazılı ve görsel basın
arşivleri incelendiğinde açıkça görüleceği gibi, başta Başbakan sıfatıyla şüpheli
Tayyip Erdoğan olmak üzere tüm bakanlar ve TCDD yetkilileri ağız birliği ederek “hızlandırılmış trenin faaliyete
geçmesiyle ne kadar büyük bir iş başardıklarını” övünerek anlatıyorlardı.
Ancak tüm bu sözlere rağmen bu projenin bilimsel olarak eksik olduğu ve can
güvenliği açısından tehlikelerle dolu olduğu itirazını yapan bilim insanları da
vardı. Bunların en başında Yıldız Teknik
Üniversitesi
İnşaat
Mühendisliği
Bölümü Ulaştırma Anabilim Dalı
Başkanı Prof. Dr. Aydın Erel geliyordu.
Sayın Erel, o dönemde sık sık yaptığı
açıklamalarda; “hızlı trenin güvenli olmadığını” her fırsatta dile getiriyor ve
“Ben o trene binmem. Kimse de binmesin. Hızlı Tren seferden kaldırılmalı” diyordu.
Tabiî bu bilim insanlarını dinleyen olmadı ve tamamen siyasi hesaplar ve toplumun gözünü boyamak adına hızlı tren
sefere kondu ve Pamukova’daki elim kaza meydana geldi.
Kazadan sonra olayın sorumluluğu
iki makiniste yıkıldı ve Sakarya 2’inci
Ağır Ceza Mahkemesi’nde kamu davası
açıldı. Bu dava dosyasına gelen Bilirkişi
Raporuna göre de “facianın eski raylarla yapılan hızlı tren denemesinden
kaynaklandığı” tespit edildi ve birinci
makinist 8’de 3, ikinci makinist 8’de 1 ve
demiryolu da 8’de 4 kusurlu bulundu.
Ancak demiryolunun kusurunun sorumlusunun kim olduğu belirlenmeyerek tüm
fatura makinistlere kesilirken, asıl suçlular ortaya çıkartılmadı.
Asıl sorumlu ile ilgili olarak geçtiğimiz günlerde yeni bir delil ortaya çıktı.
“Bağımsız Dergisi”nin 22-28 Mart 2013
tarihli 9. Sayısının 22. Sayfasından başlayan, Yurt Gazetesi yazarı Cüneyt
Ülsever ile yapılan bir röportaj yayımlandı. Bu röportajda C. Ülsever, şüpheli
Tayyip Erdoğan’la geçmişteki yakınlık-
larını, şüphelinin kendisine “abi” diye hitap ettiği dönemleri, kendisine milletvekilliği adaylığı teklif edilmesini, şüphelinin başbakanlık görevine geldikten sonraki ilişkilerini ve görüşmelerini, sonraki
süreçte de nasıl koptuğunu anlatmaktadır.
“Erdoğan’dan nasıl koptunuz?” sorusunu Ülsever şöyle yanıtlamaktadır;
“2004’ün sonlarına doğru, ilk olarak hızlı tren kazasıyla benim içime
kurt düşmeye başladı. Çok net öğrendim ki hızlı trenin emrini veren kendisidir. Kendisine teknik olarak o raylar
üzerinde belli bir hızın üzerinde gitmenin mümkün olmadığı raporlarla
söylendiği halde “ben emrediyorum”
diyen kişidir. 35 kişinin hayatına mal
oldu o kaza. Bunun liberallikle alakası
yok, insanlıkla alakası yok.”
Görüldüğü gibi C. Ülsever; (her ne
kadar ölü sayısında ve kaza tarihinde yanılıyor olsa da) hızlı tren kazasının, bizzat şüphelinin başbakanlık nüfuzunu kullanarak “ben emrediyorum” diye emir
vermesinden kaynaklandığını ve bu bilgiyi de “çok net öğrendiği”ni açıklamaktadır. Yani haber kaynağının güvenilir olduğunu belirtmektedir. Dolayısıyla ortaya yeni bir delil çıkmıştır.
Her ne kadar Sakarya 2. Ağır Ceza
Mahkemesindeki yargılama zamanaşımından ortadan kaldırılmış ise de zaten
bu dosyada gerçek failler yargılanmamıştır. C. Ülsever’in yukarıdaki beyanlarıyla gerçek fail hiçbir kuşkuya yer olamayacak şekilde ortaya çıkmıştır. Bu nedenle de şüpheli T. Erdoğan hakkında soruşturma yürütülüp, kamu davası açılmalıdır.
Ayrıca belirtmeliyiz ki, bu katliamda
yaşamını yitiren 41 kişiden biri olan İrem
Candan’ın bir yakını (davanın zamanaşımına uğratılarak düşürülmesinden sonra)
onun ağzından şunları yazmış ve bu yazılanlar gazetelerde yayımlanmıştı;
“Ben İrem; hani şu 22 Temmuz
2004’de saat 19. 43’de kitle cinayetine
kurban giden. eden? için? Ben
güzel bir yaz akşamı ölmek için mi
dünyaya geldim? Ben 21 yıl boyunca
yüreğimde yalnızca kocaman sevgiler
büyüttüm. Bu sevgiler ki bana
kardeşimi, annemi, babamı ve ailemi,
doğayı kısaca bütün evreni sevmemi
sağladı.
“Başbakan evimize geldi toprağa
ilk girdiğim gün. asıl sevinmiştim
suçlular cezasını bulacak diye, çünkü
anneme bir söz verdi “bilirkişi raporları açıklansın çaresine bakacağız.
Yargısız infaz yapamam, eğer yaparsam,
her kazada bakan istifa ederse, bakan
kalmaz” dedi. İnandım ve sevindim.
Çünkü o Allah’a yakın bir insandı.
Allah’a yakın insanlar verdikleri sözü
tutarlar, en yakın dava arkadaşları
bile olsa, suçu işleyen hakkında derhal
gereğini yaparlar diye düşündüm.
Aldandım. Aynı Başbakan gazetecilere
aynı olay için “böyle boş gündem yaratmayın” diye çıkıştı. Ben Genetik
Master’ı yapmak isteyen, Fakültede 3.
yılım olmasına rağmen, Çapa Tıp’ta 4
yıl staj yapan, ülkemin neresi olursa
olsun özellikle Doğu’da görev almak
isteyen, yüreği meslek aşkıyla çarpan
pırıl pırıl bir genç kızdım. Benim
yaşam hakkımı hızlandırılmış trenle
bitirdiler.”
Genç-yaşlı, çocuk (bir kısmı daha hayatının baharında olan) onlarca yurttaşımızın canına mal olan bu emrin insanlıkla alakasının olmadığı çok açıktır. Bir
başka anlatımla, içlerinde İrem
Candan’ın olduğu 41 kişinin yaşam hakkını bitiren en önemli fail şüpheli Recep
Tayyip ERDOĞAN’dır. C. Ülsever’in
güvenilir kaynaklardan edindiği ve kendi
ifadesiyle “çok net öğrendiği” ancak yıl-
lar sonra deşifre ettiği bilgi de hızlı tren
katliamının başlıca sorumlusunun şüpheli Tayyip Erdoğan olduğunu kesince göstermektedir.
Tayyip ERDOĞAN’ın bu suçuna diğer şüpheliler Binali YILDIRIM ile
Süleyman KARAMAN’ın iştirak ettikleri de ortadadır. Zira onun emriyle hareket
etmişlerdir. Dolayısıyla bu şüpheliler de,
en azından iştirak ettikleri suçun feri failleridir. Yine, “amirin emri yasa dışı ise
emri uygulayanın sorumluluğu ortadan
kalkmaz” kuralı gereğince de sorumludurlar.
Şüpheli T. Erdoğan, önüne gelen
bilimsel araştırmalara, yukarıda örneğini verdiğimiz dürüst/namuslu bilim
insanlarının ısrarlı uyarılarına karşın,
sırf siyasi rant elde etmek uğruna, hızlı tren seferini başlatmış ve sonuçta da
41 insanımızın göz göre göre katledilmesi, yüze yakın insanımızın yaralanması suçunu işlemiştir. Bu olayda masum iki makinistin yargılanması göstermeliktir, şüpheli T. Erdoğan gibi
asıl failleri gizlemeye yöneliktir.
Esasen bu makinistlerin yargılandığı
Sakarya 2. Ağır Ceza Mahkemesindeki
dosyaya gelen bilirkişi raporuna göre de
“demiryolunun 8’de 4 kusurlu bulunduğu” tespit edilmiştir. Yani kazadaki kusurun yarısı demiryoluna verilmiş olmasına
karşın, anılan mahkeme bu kusurun faillerini ortaya çıkartmak yerine dosyayı
zamanaşımından kapatmıştır. Daha doğrusu bu mahkemede de bağımsız ve adil
bir yargılama yapılmadığından gerçek
suçlular ortaya çıkartılıp yargılanmamıştır.
Oysa yıllar sonra da olsa C.
Ülsever’in beyanıyla kesince ortaya
çıktığı gibi, şüpheli bilerek-isteyerek
ve taammüden bu suçu işlemiştir. Zira
kendisine sunulan bütün bilimsel değerlendirmeleri yok sayarak “ben emrediyorum” diyerek trenin sefere çıkmasını sağlamasının hukuken başka
bir izahı mümkün değildir.
Yerleşik Yargıtay kararlarında taammüt şöyle değerlendirilmiştir:
“Doktrin ve kazai içtihatlara göre taammüdün oluşması için soğukkanlılıkla
verilmiş bir karar bulunması, kararla icra
arasında makul bir süre geçmesi ve sanığın bu kararda sebat ve ısrar ederek suçu
işlemesi gerekir.”
“Ceza Yasasında tarif edilmeyen ve
öğretide mahiyeti tartışmalı olan taammüdün varlığı için; failin, bir kimseye
karşı belli bir suçu işleme saikiyle bu konuda sebatla ve şartsız olarak kararı vermesi, ulaştığı ruhi sükunete rağmen kararından vazgeçmeyip bu akış içinde ısrarla icra hareketlerine başlaması ve bu hususların olaysal olarak değerlendirilerek
saptanması gerekir.” denilmektedir.
Gerçekten de şüpheli, kendisine sunulan tüm bilimsel etütlere ve can güvenliği bakımından yapılan uyarılara
rağmen “ben emrediyorum” diyerek
“soğukkanlılıkla verilmiş kararını”
uygulamaya
koydurmuştur.
Şüphelinin uyarıları hiçbir şekilde
dikkate almadan uygulamaya koyması, yukarıda belirtilen Yargıtay içtihatlarındaki; “suçu işleme saikiyle bu konuda sebatla ve şartsız olarak kararı
vermesi, ulaştığı ruhi sükunete rağmen kararından vazgeçmeyip bu akış
içinde ısrarla icra hareketlerine başlaması” olarak kabul edilmelidir. Diğer
şüpheliler de, aynı sebat içinde emri hayata geçirerek iştirak iradesine sahip olduklarından, aynı şekilde sorumludurlar.
Bu nedenle işbu suç duyurumuzu
yapma zorunluluğu doğmuştur.
SOUÇ ve İSTEM: Yukarıda açıklanan nedenlerle;
Gazeteci Cüneyt Ülsever’in tanık sıfatıyla ifadesine başvurularak şüphelilerin haklarında yukarıda belirtilen sevk
maddelerine göre gerekli soruşturmanın
yapılarak, cezalandırılmaları için KAMU
DAVASI açılmasına karar verilmesini
müvekkil parti adına arz ve talep ederiz.
01.04.2013
Suç Duyurusunda Bulunan Halkın
Kurtuluş Partisi Genel Başkanlığı
Vekilleri
Av. Metin BAYYAR
Av. Sait KIRAN
Av. Doğan ERKAN
emrut Mustafa Paşa Divanı buyurmuş:
“Ergenekon Terör Örgütünün Varlığının Sabit
Olduğu Anlaşılmıştır”
Cevap veriyoruz:
Asıl Ergenekon sizsiniz Nemrut Mustafa Paşa
Divanı!
B
ilindiği üzere “Ergenekon”
maskeli operasyon-dava saldırısında “özel görevli” savcı mütalaasını açıkladı. Bazı sanıkların ifade
ettikleri gibi, bir idam kaldı istenmedik.
Esas amaçlanan, topyekun Türkiye’nin,
Türkiye Halklarının idam fermanı ise
verilmiş oldu. Öyle ki, mütalaa aynen
hüküm olacaktır, göz boyama kabilinden bir-iki göstermelik şekli değişiklik
sayılmazsa…
İki gün önce, İstanbul Barosu’nun
maruz kaldığı hukuk maskeli saldırıya
karşı toplanan Genel Kurul’da bildiri
dağıtan Partili Hukukçu Yoldaşlarımız,
bu tür saldırılara karşı artık “hukuksal
değil, siyasal cevaplar” vermek gerektiğini ifade etmişlerdi.
“Ergenekon” saldırısının daha ilk
gözaltısında bu operasyonla hayata geçirilmek istenen hedefin ne olduğunu
açık ve net bir biçimde ifade etmiştik.
Nisan 2008 tarihli bildirimizde de olayı
şöyle analiz etmiştik:
“Bugün,
Türkiye
Adliyesi,
İstanbul Başsavcısı Aykut Cengiz
Engin’den “Ergenekon” maskeli saldırının mimarı Fethullahçı Zekeriya
Öz ve savcılar ekibine, oradan tâ
Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim
Kılıç’a
varıncaya
kadar
Ortaçağcılaştırılmıştır. AB-D’nin
Yeni Sevr planını uygulamakla görevlendirilmiş olan bu Ortaçağcı, vatan, halk, Mustafa Kemal, tam
Bağımsızlık ve Laiklik düşmanı güç-
gülüm” sürecini nasıl da gözler önüne
sermiştir. Dediklerimiz harfiyen çıkmıştır, ne yazık ki…
Bu “al gülüm ver gülüm” sürecinde
ne zaman yeni bir adım atılacaksa, öncesinde bir iki emekli-muvazzaf subay,
gazeteci, aydın vb. direnç unsuru içeri
alınmış, operasyona dahil edilmiştir
önce. Bu adımlarla, Kürt hareketi de
yedeklenmiş, Kürt Halkı da ikna edilmiştir tabiî “bakın biz sizin yıllarca savaştığınız milliyetçilerin, askerlerin işini bitiriyoruz” denilerek…
Tekrardan yorulmayalım, “Yeni
Sevr” biçiminde “çözülecek” Kürt
Sorunu, kardeş Kürt Halkına da hiçbir
özgürlük, hiçbir gelecek getirmeyecektir. Türk kardeşlerinden koparılmış, onlarla düşmanlaştırılmış, yalnızca AB-D
uyduluğu vazifesi verilmiş, Barzani
benzeri bir sözde otonomi kurulması,
Ortadoğu’yu da kapsayacak biçimde
bölge halklarının kan kaybetmesi, güç
kaybetmesinden başka bir anlama gelmeyecektir. Bu topraklarda daha rahat
cirit atacaktır emperyalistler böylece.
Hem, devrimcilere-yurtseverlere
idamları-müebbetleri-işkenceleri reva
gören, Kürt Halkına da yıllarca zulmetmiş emperyalistlerle yerli uşaklarından
kime ne iyilik gelmiş bugüne kadar?
Aksine, tüm dünya halklarını yıllardır
katliamlara-soykırımlara uğratan, yüz
milyonlarca insanın ölümünden sorumlu AB-D Emperyalistleri mi getirecek
Kürt Halkına özgürlüğü?
ler artık zamanın geldiğine inanarak
saldırıya geçmiştir. Daha doğrusu
AB-D Emperyalistleri tarafından
saldırıya geçirilmiştir. AB-D, bunlara İslam devleti kuruverecek, bunlar
da onun karşılığında AB-D’nin Yeni
Sevr projesinin uygulanmasında
efendilerine olanca güçleriyle yardımcı olacaklardır. “Ergenekon”
maskeli bu saldırı işte böyle bir planın-projenin ayaklarından biridir. O
projenin parçalarından birinin uygulamaya konuluşudur. Hedef, genelde ulusalcı, yurtsever ve laik güçlerin saf dışı edilmesidir. Özelde de
Ordu’nun, devrimci geleneğe sahip
vatansever, laik, Tam Bağımsızlıkçı
ve Mustafa Kemalci kesiminin korkutulması, sindirilmesi ve çökertilmesidir… Bu gücün ortadan kaldırılması, tehlike, engel olmaktan çıkarılması AB-D Emperyalistleri için
hayati öneme sahiptir. Çünkü
Ordu’daki bu güç, Ortaçağcı gidişin
ve Yeni Sevr’in önündeki en büyük
engeldir. Mustafa Kemal ilkelerini
savunduğu için en büyük engeldir…
İşte o sebepten bu hukuk maskeliAdliye maskeli-Ergenekon maskeli
saldırının özel hedefidir, Türk Silahlı
Kuvvetleri içindeki bu Mustafa
Kemal Geleneğine sahip güç…”
Dikkat edersek, davaya eş zamanlı
olarak iki siyasi proje de ilmek ilmek
örülmüştür. Anayasa değişikliği,
Üniversitelerde ve tüm Kamucul hizmet alanlarında türbanın fiilen serbest
kalması, 4+4+4 Kesintili Eğitim modeli, imam hatiplerin ortaokul, hatta ilkokul bölümlerinin hayata geçmesi; buna paralel olarak “Kürt” açılımı, MİT
(Hakan Fidan) açılımı, İmralı heyetleri
vb. adımlarla Yeni Sevr haritasına kerte kerte ulaşılması; CIA-MİT-AKPFethullah birlikteliğinin “al gülüm ver
Ortadoğu’ya ilişkin bu AB-D planını en bilinçli şekilde kavramış olan bizler, bunun bir parçası olan “Ergenekon
Davası” adlı saldırının bugün açıklanan
mütalaasına da şaşırmadık. Hiç şüphesiz ki mahkeme de bu mütalaa doğrultusunda bir karar verecektir. Ve tabiîdir
ki bizler bu karara da şaşırmayacağız.
Bundan sonra Yeni Sevr’e gidişteki
bir adım olarak “Genel Af” niteliğinde
bir “hukuki” düzenlemeyle, Ergenekon
sanıklarının da faydalandırılması, böylece başka bir “barış”a (Sevr’e) ikna aldatmacası yaşanırsa da şaşırmayacağız.
Geçenlerde AKP Yargısının önemli
isimlerinden Osman Can ağzından
teklif edildi bu öneri: “Ergenekon,
Balyoz, KCK davalarını bitirelim,
böylece barış sağlansın” diye açıklama yaptı, sonradan AKP MKYK üyesi
de olan Osman Can…
Gerçek devrimciler, bu oyunu yutmayacak, Türklerin de Kürtlerin de
boynuna bir sömürge halkası daha geçirilmesi demek olan Yeni Sevr’e kararlı bir şekilde karşı çıkacaktır. Tıpkı
Birinci Antiemperyalist Kurtuluş
Savaşı’mızda Kürt ve Türk atalarımızın
müştereken kurduğu aşılmaz kale gibi,
Çanakkale’de
olduğu
gibi,
Malazgirt’de olduğu gibi…
Bu kez kurulacak çelikten kale,
halkların gerçek kardeşliği ve Sosyal
Kurtuluşla da taçlandıracaktır Ulusal
Kurtuluşu. Ve bu defa geri gelmemecesine
inlerine
dönecek
AB-D
Emperyalistleri ile her türden Uşakları.
Nemrut Mustafa Paşa Divanı da,
Vahdettinler, Damat Feritler gibi, kendilerini kaçıracak İngiliz gemisi aranacaklardır, bulabilirlerse! 19.03.2013
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
7
Yıl: 7 • Sayı: 64 / 8 isan 2013
800 lirayı kaç saatte
harcar Tayyipgiller?
Ç
alışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk
Çelik, asgari ücrete yönelik geçtiğimiz
günlerde “800 lira büyük para. Geçinilmez diye bir şey yok. Geçinirsiniz” diye konuştu.
Çelik, “800 TL ile geçinilir” sözlerinin yarattığı tartışma üzerine, yeniden bir açıklama yaptı,
dalga geçer gibi bir açıklama daha…
Çelik, “O konuşmayı baştan sona dinleyin,
bakalım böyle bir şey var mı? Bana soruyorsunuz ‘Asgari ücretle geçinilir mi?’ Geçinilir.
asıl geçinilir? Peynir alırsınız, ekmek alırsınız, zeytin alırsınız, geçinirsiniz. Kim istemez
bin 500, 2 bin lira asgari ücret olsun, hepimiz
isteriz.”
İnsanlarımızın, halkımızın tek ihtiyacı ekmek
ve zeytin değil mi? İşçinin bir ay geçinmek zorunda olduğu bu ücreti siz kaç saatte harcıyorsunuz?
Milletvekillerinin maaşları ortada. Bugün, açlık sınırı bin liranın üzerinde. Türkiye’de dolar
milyarderlerinin sayısı bu yıl da arttı, en zenginlerin servetleri katlandı. Ama asgari ücret olduğu
yerde sayıyor. Bir de üzerine 800 lirayla geçinilir
demek vicdansızlık değil de nedir?
***
1
İnsan sevgisi
taşımadığını
saklayamayan bir
başbakan!
1 yıllık iktidarında defalarca tekrarlandı bu
sahne, işçiye, kamu emekçisine, köylüye,
öğrenciye... Artık yoruma da gerek kalma-
dı...
Ciner Grubu tarafından yapımına 2006 yılında
başlanan Şırnak Silopi Termik Santralı’nın ilk
ünitesinin resmi açılışı Başbakan Erdoğan tarafından yapıldı. Erdoğan’ın açılış konuşması sırasında bir Silopili gencin “Termik santraller zehir saçıyor” diyerek Ciner grubunun köylerinin
yollarını ve çevresini tahrip ettiğini haykırdı.
Erdoğan, “ankörlük yapma, sus nankörlük yapma. Ekmek bulamazsınız yemeğe, ekmek gelince de tepersiniz. Bu ülkede taş üstüne taş koyana teşekkür ederiz biz”.
***
Parababalarının zalim
çarkları arasında ezilen
gencecik bedenler#
A
hmet henüz, 13 yaşındaydı. Adana’da
okul harçlığını çıkarabilmek için bir plastik fabrikasında haftalık 100 lira karşılığında çalışıyordu. Çay servisi ve temizlik işlerine
yardımcı olmak için işe alınmıştı. Ama fabrikadaki ağır işlerde çalıştırılıyordu. Çocuk işçiydi…
15 Mart günü pres makinesine sıkıştı Ahmet.
Hastaneye kaldırılınca işveren “trafik kazası” de-
di, sorumluluklarından kurtulmak için. Küçücük
bedenine bakılmadan iki aydır pres makinesinin
başında mesaiye bırakılıyordu. “Zorunlu göç”le
Adana’ya yerleşen ailesine yardımcı olmak için
çocukluğunu yaşamaktan vazgeçerek (okul saatlerinin dışında) çalışan Ahmet, her gün ülkemizin
dört bir yanında işçi cinayetleriyle hayatını kaybeden işçi kardeşleriyle aynı kaderi paylaştı. Hayatın baharında bu gencecik can ortadan kalktı;
ailesi yaşadığı acıyla baş başa kaldı. Sadece işçi
ölümlerine eklenen bir sayı oldu Ahmet, bu düzende.
İşçi cinayetleriyle birlikte çocuk işçileri de bu
düzenin kirliliğini, acımasızlığını gösteriyor.
2006 yılından bu yana çocuk işçi sayımının
yapılmadığını biliyor muydunuz? Meclise verilen
soru önergesinde ortaya çıktı bu durum, bakanlık
bilmiyor şu anda kaç çocuk işçinin çalıştığını…
Hoş bilse ne oluyor?.. En son 2006’daki resmi rakama göre bir milyon çocuk işçi var. 5-14 yaş arasındaki her iki çocuktan birinin bugün çalıştığı
söyleniyor.
Parababaları her fırsatta haykırıyor ya, Türkiye’de işçilik maliyetleri yüksek diye… İşte onların hedefinde, Ahmet gibi çocuklar var. Ucuza, sigortasız emeğini sömürecek. Yüksek buldukları
800 TL’yi de vermekten kurtulacaklar. Hayalleri
bu. Gelişme çağındaki bedenler, pres makinelerinin başında, yok olup gitmiş ya da gidecek umurunda mı? Kaç işçi cinayetine neden olan patron,
işveren ceza aldı bugüne kadar? 4+4+4 Kesintisiz
Eğitim uygulamasının nedenlerinden biri de bu:
Çocuk işçiliğinin daha da önünü açmak.
***
Dolar milyarderleri nasıl
dolar milyarderi olur?
2
013 Forbes Dergisi’nin, “100 en zengin
Türk” anketine göre zenginlerimiz servetlerine servet katmaya devam ediyorlar. Forbes’ın araştırmasına göre en zengin 100 Türk’ün
toplam serveti yüzde 25.8 artarak 117.8 milyar
dolara ulaşmış. Milyar dolar eşiğini atlayanların
sayısı da tam 44’ü bulmuş. Dolar milyarderlerimiz Avrupa ve dünyada da büyük başarılara(!)
imza atmışlar.
“Forbes’ın dünyanın en zenginleri listesinde Türkiye 44 dolar milyarderiyle dünyada yedinciliğe, Avrupa’da Almanya’dan sonra ikinci sıraya oturdu.
“Finans dergisi Forbes’ın dünyanın en zenginleri listesinde Türkiye, dolar milyarderi sayısıyla adeta şov yaptı. Forbes’ın milyarderler
kulübünde yer alan 64 ülke arasında Amerika
442 milyarderle ilk sırada yer alırken, Türkiye
44 milyarderle 7’nci sıraya oturdu.
“Avrupa’da ise 58 milyarderli Almanya’nın
ardından Türkiye 2’nci sırada bulunuyor.
Forbes’ın ‘Dünya dolar milyarderleri’ listesinde Türkiye, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerini de geride bırakarak bölgenin lideri oldu.”
(http://ekonomi.haber7.com/isdunyasi/haber/998195-turkiye-dunyada-7avrupada-2-oldu)
Pek övünerek verilmiş haber. Hatta hızlarını
alamamışlar “Öte yandan geçen yıl olduğu gibi
bu yıl da dünyanın en zengini 73 milyar dolarlık servetiyle Osmanlı torunu olarak bilinen
Meksikalı telekominükasyon devi Carlos
Slim” diyerek birinci dolar milyarderi de bizden
diyerek halkımıza müjdeler veriyorlar.
Ahmet’lerin neden öldüğü, 800 liranın neden
fazla olduğu daha bir ortaya çıktı, değil mi? Eee,
işçiler bu kadar çalışmazlarsa dolar milyarderlerimiz nasıl dünya zenginleriyle yarışacak? Halk
olarak görevimiz çalışıp didinip onları zengin etmek, ses çıkarmamak yoksa Başbakan’ın deyimiyle “nankör” oluveririz.
OECD’in gelir dağılımıyla ilgili son raporuna
(“Bir Bakışta Toplum”) baktığımızda en yüksek
gelir eşitsizliğine sahip ülkeler; Şili, Meksika ve
Türkiye. Aynı zamanda Türkiye, OECD ülkeleri
arasında en düşük istihdam oranına sahip ülke konumunda. Dünyanın en zengini (ya da Osmanlı
torunu) gelir eşitsizliğinin en yoğun olduğu ülke
olan Meksika’dan çıkmış. Ve OECD bölgesinde,
ortalama yoksul nüfus oranı yüzde 11,1 iken, Türkiye’de bu oran ortalamanın üzerinde, yüzde 17.
Meksika’da ise yüzde 21.
Parababası daha zengin, işçimiz ise daha da
yoksullaşıyor. Gelir eşitsizliği uçurumu derinleşiyor.
Ve bu görülmüyor, duyurulmuyor özellikle de
üstü kapatılıyor. Siyasi gelişmelerin gölgesinde
kalıyor.
Medya ve hükümet tarafından yaratılan ekonominin iyiye gittiği, gelir eşitsizliğinin azaldığı
üfürmeleri herkesin verilerine güvendiği ve referans olarak kabul ettiği OECD ve Forbes tarafından net bir şekilde yalanlanmış oluyor.
O
Daha fazla ve güvencesiz
çalışıyoruz
2
Roboski’de katiller
aklandı
ECD’nin, çevre, ekonomi ve sosyal alanlara ilişkin istatistiklerin yer aldığı
“Factbook 2013” başlıklı çalışması yayımlandı.
2011 yılında OECD ülkeleri arasında yıllık ortalama çalışma süresinin en fazla olduğu ülke
Meksika. Meksika’da çalışanlar yılda ortalama
2.250 saat görev yaptı. Meksika’yı 2.047 saatle
Şili, 2032 saatle Yunanistan izledi.
OECD ortalamasının 1.844 saat olduğu 2000
yılında Türkiye’de bir çalışan, 1.937 saatini çalışarak geçirdi. Yani Türkiye’deki çalışanlar,
OECD ortalamasından 93 saat daha fazla çalıştı.
Bunlar OECD’nin verileri... DİSK-Ar’ın, “İşsizlik arttı, çalışma süreleri uzadı, gizli işsizlerin,
güvencesiz çalışanların ve umutsuz işsizlerin
sayısı arttı” başlıklı bülteninde İşçi Sınıfımızın
durumu özetleniyor:
“Güvencesiz çalışma da hızla yaygınlaşıyor.
2009 yılı Kasım dönemi ile karşılaştırıldığında
geçici çalışanların sayısı yüzde 38 artarak, 1
milyon 511 binden, 2 milyon 85 bine yükseldi.
Geçici çalışmanın yaygınlaştırılması hükümetin istihdam stratejisi açısından bir amaç olarak değerlendiriliyor. Geçici işçiler için işsizlik
oranı yüzde 26 olarak gerçekleşti. Geçtiğimiz
yılla karşılaştırıldığında kısmi süreli çalışanların sayısı 335 bin, geçici bir işte çalışanların sayısı 264 bin kişi arttı.
“Türkiye’de çalışma çağındaki her iki kişiden biri çalışmıyor.
8 Aralık 2011 günü, bu topraklar Parababalarının en acımasız katliamlarından birine
tanıklık etti. Şırnak’ın Uludere ilçesi Roboski köyünde, 16-20 yaşlarında 34 Kürt insanı
katledildi bombalarla. Bombalarla parçalandı 34
can. Nerden bilebilirdi anneleri ekmek parası için
giden çocuğunun parçalanmış cesedinin ertesi
gün geleceğini…
Yoksul Kürt çocukları, okul harçlıklarını çıkarmak, ailesine destek olmak için gitmişti kaçakçılığa. Sınırdaki Kürt köylülüğün geçim kaynaklarından biridir, hatta önemli geçim kaynağıdır, kaçakçılık…
O gece, AB-D Emperyalistlerinin tahsis ettiği
insansız hava araçları ve termal kameralar önce
tespit ediyorlar, Kuzey Irak’taki Zaho’dan kaçak
mazot ve sigarayı katırlara yükleyip, Türkiye sınırına doğru ilerleyen gençleri. Sonra jetlerle
bombalayarak, yakıyorlar, parçalıyorlar 34 insanı.
TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu
bünyesindeki Uludere Alt Komisyonu, yaklaşık
15 aydır sürdürdüğü çalışmalarını tamamladı. 84
sayfalık bir rapor hazırlandı. 84 sayfalık utanç raporu…
Raporun özeti: “Tüm Türkiye’yi derinden
üzen ve sarsan bu olayla ilgili yapılan araştırma ve incelemelerde olayın kasten yapıldığına
yönelik olarak herhangi bir delil elde edilemediği görüş ve kanaatine ulaşılmıştır.”
Rapora göre, grup 18.28’de tespit ediliyor.
“Çalışma süreleri geçtiğimiz yılın aynı dönemine göre ciddi artış gösterdi. Haftalık fiili
çalışma süresi 50 saatin üzerinde olanların işbaşında olanlara oranı yüzde 37’den yüzde
43’e çıkarken, 60 saat ve üzeri çalışanların sayısı 1 milyon 266 bin kişi artarak 5 milyon 388
binden 6 milyon 654 bine ulaştı.
“(...) sermaye çevreleri istihdam yapısının
niteliğini bozarak, yani yoğun çalışma koşulları altında, daha kuralsız ve güvencesiz çalışma
biçimlerini yaygınlaştırarak bu süreci kendi
lehlerine çevirmek istemektedir. Hükümet işveren çevrelerinin bu taleplerini Ulusal İstihdam Strateji belgesi ile programlaştırmıştır.
“Ucuz işgücü için, taşeron çalışmayı yaygınlaştırmayı, kıdem tazminatını fona devrederek orta vadede ortadan kaldırmayı, kölelik
bürolarını hayata geçirmeyi hedefleyen bu belge, işsizlik verilerindeki artışla birlikte daha
sık gündeme gelecektir.” (www.disk.org.tr)
Rakamlar, emekçilerimizin ne kadar çok çalıştığını, işsizlik sorununu ve güvencesiz çalışma
koşullarını ortaya koyuyor. İşsizlik korkusu nedeniyle emekçilerin en zor şartlarda dahi çalışmayı
kabul ettiği görülüyor. Aynı zamanda Parababalarının servetlerinin, her yıl hiç sektirmeden hızla
artan cirolarının, kârlarının kaynağını görüyoruz.
21.40’ta bombardıman başlıyor, 22.40’ta bitiyor. Bu kadar zaman aralığında grubun kaçakçı olup olmadığı tespit edilemiyor.
Bu kadar uzun süren bombardımanda kasıt
yokmuş. Kimin bu emri verdiği de yok. Daha önce Amerikalı yetkililerin gazetelerine “istihbaratı
biz verdik” demesi de yok…
Ve şaka gibi bir gerekçe daha, grup kaçakçı gibi davranmamış, o yüzden taramışlar.
Ve olayın faturası ise köylülere kesildi. Taramadan sağ kurtulan 4 kişiye ceza geldi. 4 köylü
pasaport kanununa muhalefetten toplam 8 bin lira para cezası ödeyecek. Bu katliamdan dolayı
başka hiç kimse ceza almadı. İnsanlarımızın
gençlerin böylesine vahşice katledilmesi cezasız
kaldı.
Bu rapor 22 Mart’ta açıklandı. Büyük “Barış”
açıklamalarının yapıldığı günlerde. Kapatıldı gitti dava… Yeni düzen için, Yeni Ortadoğu için 34
canın bir önemi mi var?
Bu katliamın faalinin ABD-Tayyipgiller olduğunu artık bilmeyen yok. Böylesine zalimane bir
katliamı gerçekleştirenler, halka “barış” getirir
mi? Bunlarla yola çıkılır mı? Çıkılırsa nereye götüreceklerini artık kendileri dahi saklamazken üstelik...
8
Yıl: 7 • Sayı: 64 / 8 !isan 2013
Emperyalistlerin şişesinden çıkan cin
1
9’uncu Yüzyılla birlikte insanlık,
Lenin Usta’nın “kapitalizmin en
yüksek aşaması” olarak tanımladığı
“tekelci kapitalizm” yani “emperyalizm”
çağına girdi, bildiğimiz gibi. Bu dönüşümle
birlikte dünyanın en güçlü ülkeleri, dünyanın değişik bölgelerinde sömürgelere sahip
olmak için birbirleriyle amansız bir yarışa
girdiler. Tabiî bu durumda en büyük acıyı
her zaman olduğu gibi mazlum halklar yaşadı. Emperyalizmin ilk temsilcileri, sömürgeciliğe karşı direnen halklara yönelik
büyük bir katliam uyguladılar.
Tarih sahnesine böylesine bir vahşetle
çıkan emperyalizmin ilk ve uzun soluklu
temsilcisi İngiliz Emperyalistleridir. İngiliz
Emperyalizminin dünya üzerinde gerçekleştirdiği yağmayı, çapulu anlatmaya kelimeler yetmemektedir:
“İngilizler sömürgeci kimlikleriyle bilinir. Yeni yayınlanan bir kitapta, İngilizlerin sömürgeci kimliğiyle ilgili ilginç
veriler ortaya koyuldu.
“İngilizlerin dünyanın yüzde 90’ını
işgal ettiği belirtildi. Britanya İmparatorluğu’nun dünyanın varoluşundan bu
yana hiç işgal edemediği ülke sayısı ise
sadece 22.
“İşgal Edilemeyenler
“İngiliz tarihçi Stuart Laycock’un
yeni yayınladığı ‘All the Countries We’ve
Ever Invaded: And the Few !ever Got
Round To’ (İşgal Ettiğimiz Tüm Ülkeler:
Ve Hiçbir Zaman Ayak Basamadıklarımız) adlı kitabında, tarihleri boyunca İngiliz sömürgeciliği altında yaşamamış 22
ülke şöyle sıralandı: Andora, Belarus,
Bolivya, Burundi, Orta Afrika Cumhuriyeti, Çad, Demokratik Kongo Cumhuriyeti,
Guatemala,
Fildişi
Sahili,
Kırgızistan, Liechtenstein, Lüksemburg,
Mali, Marshall Adaları, Monako, Moğolistan, Paraguay, İsveç, Tacikistan, Özbekistan, Vatikan ve Sao Tome Adaları.
“Ben Bile Şoke Oldum
“İki yıl süren bir araştırma sonrasında oğlu Frederick’in sorusuna cevap
verebildiğini belirten Stuart Laycock,
‘İngiliz sömürgeciliği konusunda iyi bir
bilgi birikimine sahip olduğumu sanıyordum ancak araştırdıkça, aklımın ucuna
dahi gelmeyecek bölgelerin bile bir şekilde İngilizler tarafından kısa süreli de
olsa işgal edildiğini gördüm. Bu durum
beni
şoke
etti’
dedi.”
(www.ntvmsnbc.com)
Düşünebiliyor musunuz; İngilizler bugüne kadar 22 ülke dışında kalan bütün ülkeleri şu ya da bu şekilde işgal etmişler…
Onların bu kadar çok bölgeyi işgal etmesi
bir İngiliz Tarihçiyi bile şaşırtıyor. Hepimizin çok iyi bildiği gibi yukarıdaki alıntıda
sözü geçen “işgal edilmiş” ülkeler arasında
Türkiye de vardır. Mondros Mütarekesi’nin
hemen ardından ülkemizi işgal eden İngiliz
Emperyalizmi, halklarımız Antiemperyalist
Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızı başarıya ulaştırana dek ülkemiz topraklarını da
kirletmişlerdir.
İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’yla
birlikte başhaydutluk görevini İngiliz Emperyalizminden ABD Emperyalizmi devraldı. Başhaydut değişti fakat halklara
uygulanan zulüm, katliam ve soykırımlarda
hiçbir değişiklik olmadı. Çünkü dünya halklarını kana ve gözyaşına boğan bu imparatorlukların ortak özellikleri emperyalist
karakterleridir.
ABD Emperyalizmi bugün de halklara
kan kusturmaya devam ediyor. Bugün dünyanın neresinden babasını kaybeden bir çocuğun, çocuğunu kaybeden bir annenin
feryadı yükselse, dünyanın neresinde uluslar birbirine düşman edilse, halklar dinî,
etnik temelde bölünse, altından hep ABD
Emperyalistleri çıkmaktadır.
Bu emperyalist canavar, mazlum halkları sömürerek öyle bir güce erişmiştir ki,
dünya tarihinin en yırtıcı, en kan dökücü, en
alçak imparatorluğu olma unvanını şimdiden elde etmiştir. Yayınlarımızda sık sık bu
kanlı zalimin iç yüzünü anlatıyoruz. Zaman
zaman namuslu Batılı bilim insanları da
ABD Emperyalizminin alçak yüzünü gösteriyorlar, dile getiriyorlar. Onlardan biri
olan Profesör Eric Waddle, 2003 yılında kaleme aldığı “ABD’nin Küresel Askerî
Haçlı Seferi” (The United States Global
Military Crusade) adlı makalesinde ABD
Emperyalistlerinin işgalci niteliğini şöyle
dile getiriyor:
“Amerika Birleşik Devletleri Ağustos
1945’ten bu yana dünya çapında 44 ülkeye doğrudan veya dolaylı saldırı düzenledi, bunlardan bazılarına birçok defa
saldırdı. Bu askeri müdahalelerin açıkça
ilan edilen hedefi, ‘rejim değişiklikleri’
gerçekleştirmekti. Her defasında tek
yanlı ve yasadışı eylemleri meşrulaştırmak için ‘insan hakları’ ve ‘demokrasi’
kisvesi kullanıldı.” (agy)
Vahşet İmparatorluğu ABD, Batılı profesörün de netçe tespit ettiği gibi dünyanın
bütün bölgelerindeki devletlere kendi çıkarları doğrultusunda müdahale etmektedir.
ABD Emperyalizminin işgalci, yayılmacı
yüzünü bir de aşağıdaki satırlardan okuyalım:
“Son olarak 2007 verilerine göre ABD
Savunma Bakanlığı tarafından hazırlanan “Base Structure Report” Amerikan
askeri varlığının tüm dünyada nerelere
kadar yayılıp yerleştiğini de gözler önüne
seriyor. Buna göre ABD 39 ülkede en az
bir askeri üsse, 140 ülkede ise askeri istasyonlara sahip. Antarktika hariç beş kıtaya yayılan ABD askeri üslerinin toplam
sayısı 823. Bu rakam bu yıl hazırlanan
Kongre raporlarına göre 850’ye ulaşıyor.
ABD’nin kendi topraklarındakilerle tüm
dünyadaki resmi askeri üs ve tesis sayısı
5300’ü aşıyor.
“Bu rakamın içinde Kosova’daki
Bondsteel üssü gibi dev olanlarla beraber
daha küçük birimler de bulunuyor. Bilinmeyen ya da stratejik sebeplerle varlığı gizli tutulan üsler bu rakamın
dışında. Afganistan, Irak, Kosova veya
Ürdün gibi ‘hassas’ bölgelerde konuşlanmış resmen tanınmayan özel birimler,
özel harekât kampları, mevcut ve potansiyel çatışma alanlarında konuşlanmış askeri danışmanlıklar bu rapora dâhil
değil. Bunların sayılarını bilmek şu an
için mümkün de değil. Chalmers Johnson
(ABD Emperyalizmi üzerine çeşitli araştırmalar yapmış olan dürüst ABD’li araştırmacı yazar - Kurtuluş Yolu) ‘kapsam dışı
bırakılan ya da gizli tutulan tesislerle beraber ABD’nin denizaşırı en az 1000 üssünün olduğunu, hatta bunların gerçek
sayısını Pentagon’un bile bilmediğini’
iddia
ediyor.”
(http://www.yeniaktuel.com.tr)
Dünyayı babalarından kalmış bir çiftlik
gibi gören ABD Emperyalistleri, yukarıda
anlatıldığı gibi bugün dünya üzerinde çok
geniş bir alana hükmetmektedir. ABD Emperyalistleri bu işi yaparken Para ve Ordu
gücünün yanı sıra çok gelişmiş bir İstihbarat (Casus) gücünü de kullanırlar. O istihbarat gücü sayesinde binlerce kilometre
uzakta da olsa ülkelerin iç işlerine karışırlar, onların politikalarını, ekonomilerini,
hatta sosyal yaşantılarını dahi kendi çıkarları yönünde manipüle ederler.
ABD Emperyalistlerinin hâlihazırda,
“İstihbarat Topluluğu” (Intelligence Community) adını verdikleri bir istihbarat ağı
bulunmaktadır. İstihbarat Topluluğu’nun
içinde tam 17 tane istihbarat örgütü yer almaktadır. Ulusal ve uluslararası düzeyde her
alanda faaliyet yürüten bu istihbarat örgütlerinin en bilineni ülkemizde de birçok kanlı
tezgâhın planlayıcısı olan “Merkezi Haber
Alma Teşkilatı” CIA’dır.
CIA dışındaki istihbarat örgütleri ise
şunlardır:
Hava Kuvvetleri İstihbaratı (AF ISR),
Ordu İstihbaratı (G-2), Sahil Güvenlik İstihbaratı (USCG), Savunma İstihbarat Örgütü (DIA), Enerji Dairesi (DOE), Anayurt
Güvenlik Dairesi (DHS), İstihbarat ve Araştırma Bürosu (INR), İstihbarat ve Analiz
Dairesi (OIA), Uyuşturucuyla Mücadele
Dairesi (DEA), Federal Araştırma Bürosu
(FBI), Deniz Piyade İstihbaratı (USMC),
Uzay İstihbaratı (NGO), Ulusal Bilgi Toplama Dairesi (NRO), Ulusal Güvenlik Dairesi (NSA), Donanma İstihbaratı (USN),
ODNI ismiyle anılan ve bünyesinde 21 tane
daire ve merkezin yer aldığı Ulusal İstihbarat Direktörlük Ofisi (Office of the Director
of National Intelligence).
Bu istihbarat örgütleri hem ABD Halkını hem de dünya halklarını bir ahtapotun
kolları gibi sarmış durumdadır. ABD Emperyalistlerinin bu istihbarat servisleri aracılığıyla 1950’li yıllardan beri kendi halkını
nasıl fişlediğini çarpıcı bir örnekle görelim:
“FBI, sadece Washington’da her biri,
birden fazla kişi veya grup hakkında bilgileri kapsayan 500 binin üzerinde iç istihbarat dosyasını elinde tutuyor.
“1953-75 yılları arasında postaya verilen mektupların dörtte biri CIA tarafından açıldı ve bu mektupların birer
fotokopisi çekilip 1.500.000 kişinin ismi
bilgisayara verildi. CIA’nın ‘kargaşa’ adı
altında altı yıl sürdürdüğü operasyon
300.000 isimlik bir liste vücuda getirdi.
Milyonlarca uluslararası telgraf ve telefon konuşması !SA tarafından kaydedildi ve yüz bin Amerikalının geçmişi
askeri istihbarat idaresinin dosyalarında
tutulmaktadır.” (Robert Borosage, Kanun-
suz Devlet/ABD İstihbarat Örgütleri, s. 1112)
Tüm bu istihbarat ağını koordine eden
merkez ise Ulusal İstihbarat Konseyi (!ational Intelligence Council)’dir. İşte bu
merkezin ismini basında sık sık duymaktayız. Bu merkez yukarıda uzunca listelediğimiz istihbarat örgütlerinin koordinasyonunu
sağlamaktadır. Bu istihbarat birimlerinden
aldığı bilgileri sentezleyerek ABD Emperyalizminin iç ve dış politikasına yön vermektedir.
Ulusal İstihbarat Konseyi periyodik olarak “Global Trends” (Küresel Eğilimler)
raporları yayımlamaktadır. 1997 yılından
beri ABD başkanlık seçimlerini takip eden
her dört yılda bir yayımlanan bu raporlarda,
emperyalistlerin gelecekte nasıl bir dünya
tasarladıklarına ilişkin çok önemli ipuçları
bulmaktayız. ABD Emperyalistleri uyguladıkları ve uygulayacakları politikalarla
dünya halklarını ve devletlerini nasıl yeniden dizayn edeceklerini ayrıntılarıyla anlatmaktadırlar bu raporlarında.
Global Trends raporlarında, on, yirmi yıl
sonraki gelişmeler “tahmin” edilmektedir.
Esasında burada “tahmin” sözcüğü yapılan
işin niteliğini tam olarak karşılamamaktadır. ABD Emperyalistleri ve onların yardakçısı AB Emperyalistleri dünyanın
geleceğini “tahmin” etmemekte, “dizayn”
etmektedirler.
Zaten raporları incelediğimizde ne hikmetse “tahmin” ettikleri her şeyin bir bir
gerçekleştiğini görüyoruz. Örneğin 2000 yılında yayımlanan ve 15 yıl sonraki dünya
düzeninin “tahmin” edildiği “Global Trends
2015” raporunda Türkiye hakkında şu “tahmin”leri görüyoruz:
“(…) Kimlik, etnik köken, ülkede
dinin durumu ve sivil toplumun daha da
gelişmesi üzerine yürütülen tartışmalar
Türkiye’nin iç politik gündeminin ön sıralarında yer alacak.
“(…) Birkaç istisna dışında bu ülkeler (Suriye, İran ve Irak - K. Y) rejim sorunlarıyla boğuşmaya devam edecekler.”
(Global Trends 2015 Raporu, s. 76)
Gördüğümüz gibi 2000 yılında yayımlanan bu raporda “tahmin” edilen şeyler fazlasıyla hayata geçirildi. Özellikle ABD
uşağı Tayyipgiller’in iktidara gelmesiyle
birlikte halklarımız hızla Ortaçağ karanlığına götürülmeye başlandı, yani “ülkede
dinin durumu” üzerine tartışmalar yoğunlaştı. AB-D Emperyalistlerinin kışkırtmaları, işbirlikçi Tayyipgiller’in çanak tutması
ve Amerikancı Burjuva Kürt Hareketinin de
etkisiyle Türk ve Kürt Halkı arasındaki bağlar daha da zayıflatılmaya çalışıldı. Tabiî ülkemiz aynı zamanda “sivil toplum” denilen
ve 2000 yılı öncesinde de var olan sivil
örümcek ağlarıyla daha da yoğun biçimde
donatıldı.
Global Trends 2015 Raporunda; dikkatimizi çeken bir diğer nokta da İran, Irak ve
özellikle de Suriye ile ilgili yapılan “tahminler”. Bu ülkelerde çeşitli rejim sorunlarının ortaya çıkacağı ifade ediliyordu. Irak,
2003 yılında başhaydut ABD’nin öncülük
ettiği çokuluslu koalisyon güçleri tarafından
işgal edildi, daha sonraki süreçte parçalandı
ve emperyalistler tarafından tüm zenginlikleri yağmalanarak cehenneme çevrildi. Yani
emperyalistler “rejim sorunu”nu “çözmüş”
oldular.
Gördüğümüz gibi emperyalist haydutlar
Suriye ve İran’a da bir şekilde müdahale
edeceklerinin sinyallerini daha 2000 yılında
vermişler. Bugün ise Beşşar Esad’ın Suriye’si, AB-D Emperyalistleri ve kukla Tayyipgiller iktidarı tarafından desteklenen,
silahlandırılan yarı sapık, cani “Özgür Suriye Ordusu” tarafından bölünmeye, emperyalistlerin emrine verilmeye çalışılıyor.
Tüm dünyanın çok iyi bildiği gibi sırada
İran ve ondan sonra da Türkiye var.
Ulusal İstihbarat Konseyi’nin Kasım
2008’de yayımladığı ve 2025 yılına ilişkin
“tahmin”lerin yer aldığı Global Trends 2025
Raporu’nda ise AB-D Emperyalistlerinin
Türkiye’ye biçtiği roller daha da net biçimde ifade edilmektedir:
“(…) Bugünün Türkiye’sinde olduğu
gibi gelecekte de İslamlaştırmaya ve ekonomik gelişmeye büyük bir önem verileceğini görebiliriz.” (Global Trends 2025
Raporu, s. 14)
“(…) Gelecek 15 yıl içerisinde Türkiye büyük bir olasılıkla İslami ve milliyetçi çabaların harmanlandığı bir rotaya
doğru sürüklenecektir ki bu durum Ortadoğu’da hızla modernleşmekte olan ülkelere bir model rolü oynayabilir.” (agy,
s. 36)
Rapor, Türkiye Halklarının CIA İslamıyla Ortaçağ karanlığına adım adım götürüldüğünü çok net biçimde anlatıyor,
gördüğümüz gibi. Bu “tahmin”lerinde de
son derece kesin bir dil kullanıyorlar; çünkü
biliyorlar ki Türkiye’de lağım deliğinden
henüz süpürmedikleri bir hainler ordusu, iktidarı elinde tutmaktadır.
Global Trends raporlarının en sonuncusu olan ve 2030’a dair muhtemel “tahmin”leri içeren rapor Aralık 2012’de
yayımlandı. AB-D Emperyalistlerinin yıllarca yaptığı şey sanki yeniymiş gibi medyada son dakika haberleriyle duyuruldu:
“ABD Hükümeti’nin çatı istihbarat
örgütü Ulusal İstihbarat Ofisi’nin pazartesi sabahı Washington’da açıkladığı
‘Küresel Trendler 2030’ raporuna göre
Türkiye’nin önümüzdeki yıllarda Kürdistan’ın yükselişi nedeniyle bölünme
riski var. Raporun hazırlayıcılarından
Mathew Burrows Hürriyet’in sorusu
üzerine, ‘Bu Ortadoğu için en kötü senaryo ve gerçekleşmeyeceğinden emin olmalıyız’.” (Hürriyet internet sitesi, 12
Aralık 2012)
Global Trends 2030 Raporunda öyle senaryolardan bahsediliyor ki Amerikancı
basın bile bunları yadırgayarak son dakika
haberi şeklinde veriyor. Bildiğimiz gibi Türkiye’nin bölünme senaryosu bugün ortaya
çıkan bir şey değildir. Tarihsel süreç içerisinde Batılı Emperyalistlerin Türkiye’yi
bölme amaçları yüzyıllar öncesine dayanmaktadır. Bu amacın en çok cisimleştiği tarihsel dönemeç ise Türkiye Halklarına
dayatılan ve Mustafa Kemal önderliğindeki
Kurtuluş Savaşı’mız sonrasında yırtılıp atılan Sevr Antlaşması’dır. Ancak bildiğimiz
gibi emperyalistler bugün Yeni Sevr’i dayatmaktadırlar. Yayınlarımızda sık sık dile
getirdiğimiz gibi NATO askerî kolejindeki
derslerde kullanılan haritada ülkemiz üç
parçaya bölünmüş biçimde gösterilmektedir.
ABD Emperyalistleri 2030 yılına yönelik “tahmin”lerinde baklayı ağızlarından
resmî olarak çıkarmaktadırlar. Bu raporda
2030 yılında dünyanın nasıl şekilleneceğine
dair dört senaryo ortaya koymaktadırlar.
ABD Emperyalistleri oturdukları yerden
böyle senaryolar, “savaş simülasyonları”
yapıp daha sonra onları hayata geçirmekte
çok yetkindirler, bildiğimiz gibi. Bahsettiğimiz dört senaryodan üçüncüsü “Şişeden
çıkan cin” başlığıyla anlatılmaktadır. ABD
Emperyalistlerinin Türkiye’yi getirmek istedikleri noktayı hiçbir tereddüde yer bırakmadan anlatan şu bölümler emperyalizmin
“şişe”sinden hangi “cin”in çıktığını netçe
göstermektedir:
“(…) Ortadoğu’da şimdi birçok ülkeden bölünerek ortaya çıkan bir Kürdistan yer almaktadır.” (agy, s. 124)
“(…) Ortadoğu sınırları yeni ortaya
çıkan Kürdistan’la birlikte yeniden çizilmektedir.” (agy, s. 126)
“(…) Kürdistan’ın yükselişi Türkiye’nin bütünlüğüne bir darbe olacak ve
Türkiye’nin komşularıyla büyük anlaşmazlıklar yaşama riskini arttıracaktır.”
(agy, s.127)
ABD Emperyalistlerinin şişesinden Ortadoğu’da ikinci İsrail görevi görecek bir
Kürdistan cini çıkıyor, gördüğümüz gibi.
Türkiye’nin bölüneceğini çok açık biçimde
ifade ediyorlar. Elbette onların şişesinden
çıkan Kürdistan, bizim anladığımız manada
kendi kaderini tayin etmiş olan bir Kürdistan değildir. Kaldı ki biz bugün Kürt Meselesi’nde bölünmenin her iki halkın da
yararına olmayacağı kanısındayız. Zaten
AB-D Emperyalistlerinin temel amacı da
tüm dünya ölçeğinde yaptıkları gibi ülkeleri
bölmek, parçalamak, eyalet devletleri yaratarak dünyamızı bin devletli bir dünya haline getirip daha kolay sömürmektir.
O bakımdan biz Türkiye’nin en önemli
siyasî meselesi olan Kürt Meselesinde her
iki halkın çıkarına olan çözümün, biricik
devrimci çözümün, Edirne’den Çin sınırına
kadar her iki halkın bütün parçalarının bir
araya gelerek yaratacağı “Türk-Kürt Halk
Cumhuriyeti”nden geçtiğine inanıyoruz.
Bu yapılanma emperyalizmin şişesinden
çıkan kukla Kürdistan cininin tam anlamıyla antitezini oluşturacak, dünya halklarının emperyalizme karşı mücadelesinde
tüm mazlum halklara ilham kaynağı olacaktır.
Adı geçen raporda sadece Türkiye’ye
değil aynı zamanda dünyanın diğer bölgelerindeki ülkelere yönelik küstahça “tahmin”ler
de
yer
alıyor.
Ottowa
Üniversitesi’nde profesörlük yapan ve ABD
Emperyalizmine muhalif çalışmalarıyla bilinen Prof. Michel Chossudovsky “Ülkeleri
Haritadan silmek: Çökmüş Devletleri
Kim Çökertiyor” başlıklı yazısında şunları
dile getiriyor:
Prof. Michel Chossudovsky
“‘Çökmüş Devletler’ kavramı
“Washington merkezli Ulusal İstihbarat Konseyi (!IC), Küresel Eğilimler raporunda (Aralık 2012) Afrika, Asya ve
Ortadoğu’da 15 ülkenin, ‘çatışma potansiyeli ve çevresel sorunlar’ nedeniyle 2030
yılı itibariyle ‘çökmüş devletler’ haline
geleceğini öngörüyor.
“2012 !IC raporundaki ülkeler, Afganistan, Pakistan, Bangladeş, Çad,
!ijer, !ijerya, Mali, Kenya, Burundi,
Etiyopya, Ruanda, Somali, Kongo Demokratik Cumhuriyeti, Malavi, Haiti,
Yemen. (sayfa 39)
“Temel soru şudur: Çökmüş devletleri çökerten kim? Kim onları yok ediyor?
“Egemen bir devlet olarak Suriye’nin
parçalanması, Lübnan, İran ve Pakistan’ı da içine alan birleşik bir bölgesel askeri ve istihbarat gündeminin parçasıdır.
Ulusal İstihbarat Konseyi’nin ‘öngörü’lerine göre, Pakistan’ın çöküşü büyük
ihtimalle önümüzdeki üç yıl içinde gerçekleşecektir.” (Prof. Michel Chossudovsky, agy, http://www.globalresearch.ca/,
çev: Selim Sezer)
Sonuç:
Bugün AB-D Emperyalizmi her türlü
yönteme başvurarak, bütün gücüyle ülkeleri
bölmeye, dünyayı bin devletli bir dünya haline getirerek sömürüsünü kolaylaştırmaya
çalışmaktadır. BOP, GOP gibi emperyalist
projelerin tamamı bu amaca hizmet etmektedir. Bu kapsamda Türkiye’ye biçilen rol
ise Yeni Sevr’in hayata geçirilmesidir. BOP
eşbaşkanlığı yapan satılmış hain Tayyipgiller de emperyalistlerin Türkiye’deki işbirlikçileridir. CIA İslamıyla halkımızı
kandırıp, emperyalistlere daha pervasız bir
sömürünün yolunu açma derdindedirler. Bu
durum onlar açısından eşyanın tabiatı gereğidir.
Ama unutmayalım ki bir de direnen, birleşen halkların örgütlü gücü vardır. Başta
Türk ve Kürt Halkı olmak üzere tüm halkların birleşik mücadelesi emperyalistleri ve
yerli işbirlikçilerini dize getirecek, onları
tarih sahnesinden sonsuza kadar silecektir.
Halkın Kurtuluş Partisi bu kutsal görev
için vardır.
Sendikamız, Sivas/Şarkışla’da Bulunan SS Gürçayır
Tarımsal Kalkınm Kooperatifi’nde 2. Dönem Toplu İş
Sözleşmesini İmzaladı
Basına ve Kamuoyuna
Sendikamız, Sivas ili Şarkışla ilçesine bağlı Gürçayır Kasabası’nda Kurulu bulunan
ve bölge köylerinden süt toplama ve değerlendirme işi yapan SS Gürçayır Tarımsal
Kalkınma Kooperatifi’nde 7 üyemiz adına 2. Dönem Toplu İş Sözleşmesi imzaladı.
Üyelerimizin tamamının oybirliği ile imzalanan toplu iş sözleşmesi ile işçilerin ücret
ve sosyal haklarında artışlar gerçekleştirilmiştir.
Toplu iş sözleşmesinin üyelerimize hayırlı olmasını dilerken, diğer bölgelerdeki
kooperatif çalışanları için bir örnek teşkil etmesini umuyor ve onları da bir an önce
toplu iş sözleşmeli olarak çalışmaları dileğimiz ile sendikamız çatısı altında örgütlenmeye ve mücadeleye çağırıyoruz. 18.03.2013
Nakliyat-İş Sendikası Yönetim Kurulu
9
Yıl: 7 • Sayı: 64 / 8 isan 2013
D
22 Mart Dünya Su Günü, suyumuzun
satılığa çıktığını hatırlattı
ünya Su Günü, 1993 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından ilan edilen bir gündür. İlk
defa 1992’de Birleşmiş Milletler Çevre ve
Kalkınma Konferansı’nda öneriliyor ve
böyle bir gün ilan edilmesinin gerekçesi de
giderek büyüyen temiz su sorununa dikkat
çekmek, içilebilir su kaynaklarını korumak
ve çoğaltmak olarak açıklanıyor.
Uluslararası özel ve kamu kurumlarının
temsilcilerinden oluşan 300 kişinin katılımıyla 1996 yılında Dünya Su Konseyi
oluşturuluyor. 1997’de de ilk Dünya Su
Forumu Marsilya’da toplanıyor. Amacı
da, Konsey bileşenlerinin bildirdiğine göre, dünyadaki su krizine yönelik çözümlerpolitikalar üretmek olarak açıklanıyor.
Su, yerine başka madde konulamayan
bir doğal kaynak. Ve tabiî ki, su hayattır.
Dünya üzerindeki ilk canlı hücre suda ortaya çıktı. Ama ne yazık ki, yüzde 70’i, yani
4’te 3’ü sularla (denizler, göller, ırmaklar gibi) kaplı olan dünyamızda; ezilen,
sömürülen halklar temiz suya ulaşma sıkıntısı çekiyor. Temiz suya, ya yüksek bedeller ödeyerek ulaşabiliyor ya da hiç ulaşamıyor.
Evet bir su sorunu var, bizim ülkemizde ve bizim gibi geri kalmış ülkelerde. Fakat burada trajikomik bir durum söz konusu. Yüzde 70’i sularla kaplı olan dünyamızda, dünya halklarına yetecek kadar su
yok mu? Su sorununun, yani dünya halklarının suya erişiminin engellenmesinin ya
da zorlaştırılmasının kaynağı ne?
İçinde yaşadığımız
Parababaları düzeni
Suyu insanlar için en doğal ihtiyaçlardan biri saymayarak, alınıp satılan bir meta haline getiren Parababaları düzeni, yoksul dünya halkları için suyu erişilemez düzeyde pahalandırır. Kontrolü altına alır. Bir
yandan da kapitalizmin azgın sömürüsü sonucu doğal su kaynaklarımızı, denizlerimizi, göllerimizi, ırmaklarımızı kirletir, dünyanın dengesini bozar. Çevreye, ciddi
oranda ve tehlikeli atık salan Parababaları,
maliyeti düşürmek için ya hiç arıtma yap-
tırmaz ya da var olan arıtma sistemleri göstermelik, denetçileri savmak için yapılır.
Ama çalıştırılmaz. Çevreyle ilgili var olan
anlaşmalara rağmen küresel ısınmaya kadar varan kirlilik yaratılır. Bu kirliliğin baş
mimarları da Birleşmiş Milletler’deki ve
Dünya Su Konseyi’ndeki emperyalist ülkeler, yerli-yabancı Finans-Kapitalistler ve
bunların temsilcileridir.
Bu temsilcilerin amacı, bir yandan dünya halklarına şirin görünmek, bir yandan
da su sorununu çözüyoruz maskesi altında
dünya halklarına ait olan su kaynaklarının
Parababalarına peşkeş çekilmesini sağlamaktır; böylece dünyadaki su kaynaklarını
yönetmek, kârlarına kâr katmaktır. Her üç
yılda bir toplanan Dünya Su Forumu’nun
5’incisi 2009’da İstanbul’da yapıldı. Forum sonunda yayımlanan sonuç bildirgesinde, elde edilecek gelirlerin, Konsey’in
çalışmaları için aktarılması öneriliyor. Suyun yönetimi ve ticarileştirilmesi konusunda üstü kapalı öneriler oluyor.
2012 yılı başında İstanbul’da toplanan
Forum’da katı atıkların dönüştürülerek yok
edilmesi amacıyla kurulan Katı Atık Bertaraf Tesislerinin yıllık maliyetinin su faturalarına yansıtılmasına karar verildi. Yine
2012 yılında farklı illerde suya yüzde 25’e
varan oranlarda zam yapıldı.
Bilim insanlarının tüm itirazlarına rağmen yapılan ve yapılmaya çalışılan termik
santraller yüzünden de deniz suyumuzun
yapısı değişmekte, kirlenmekte ve biyolojik çeşitliliği tehlike altına girmektedir. Biyolojik çeşitliliğin tehlike altına girmesi,
gıda güvenliğinin tehdidi, sağlıklı yaşamın
risk altına girmesi ve sonuçta kıtlık, açlık,
felaketler demektir. Yaşamın olmazsa olmazı olan su, iklim değişiklikleriyle kentler ya da kırsal yaşam alanlarında doğal
afetlerle insan yaşamını tehdit eden bir
kaynağa dönüşüverir.
Tayyipgiller’in son yıllarda enerji ve
madencilik alanında yaptıkları yasal değişikliklerle yeraltı ve yerüstü kaynaklarının
kirlenmesi de hızlanmıştır. Tayyipgiller,
2B yasasıyla ülkemizin her köşesini rant
alanına çevirmişlerdir. Yasa çıkmazdan
Tayyipgiller şimdi de TMMOB’u
“ehlileştirmek” istiyor
S
on günlerde TMMOB ve bağlı odaların “TMMOB yasası değişiyor”
başlığıyla gündeme taşıdıkları ve buna karşı çeşitli eylem ve etkinlikler düzenledikleri yasa tasarısı “Yapı Denetimi
Hakkında Kanun Tasarısı Taslağı” adını
taşıyor. İlginçtir, taslağın adıyla içeriği birbirine uymuyor. Taslak, adı itibarıyla Yapı
Denetimi Hakkındaki Kanun Tasarısı olması gerekirken, içeriğindeki 68 madde ile
11 adet kanunda değişiklik öngören Tayyipgiller’in yeni bir “torba yasa” taslağı
çıkarılarak yapılaşmaya açılmakta ve talan
edilmektedir. Tayyipgiller bunu yaparken
bilim, teknik, hukuk tanımamaktadır.
Yani bu torba taslak sayesinde Tayyipgiller’in yağmalayamayacağı tek bir karış
toprağımız, bir damla suyumuz kalmayacak. Bunun önünde engel olarak gördükleri kurumlardan biri olan TMMOB’yi
de taslaktaki değişikliklerle ehlileştirmek,
ilgili bakanlıkların güdümünde-kontrolünde bir büroya dönüştürmek istiyor Tayyipgiller.
niteliğinde.
Taslağın sadece 15 maddesi “Yapı Denetimi Hakkında Kanun” ile ilgili. Taslak incelendiğinde, 18 maddesinin 3194
Sayılı İmar Kanununda değişiklik, 6 maddesinin 634 Sayılı Kat Mülkiyeti Kanununda değişiklik içerdiği görülüyor. Ayrıca, 6
maddesi Kıyı Kanununda değişiklik, 3
maddesi Belediye Gelirleri Kanunu, İskan
Kanunu, Mera Kanununda değişiklik, 3
maddesi 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri
Kanununda değişikliği içeriyor. 9 maddesinin de 6235 Sayılı Türk Mühendis ve
Mimar Odaları Birliği Kanunu’nda değişiklik yaptığını görüyoruz. Taslağın 5
maddesi de 644 sayılı Çevre ve Şehircilik
Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamede değişiklik yapıyor.
Yasa tasarısı bu haliyle, yapılı ve doğal
çevreyi, kıyıları, sit alanlarını Tayyipgiller’in yağma ve talanına açıyor. Böylece,
kalan son doğal alanlar, kıyı alanları, meralar, tarım alanları da koruma kapsamından
12 Kasım 2012’de TBMM’de kabulünden sonra basının ve Odaların gündemine
giren bu taslağın, kendinden önce çıkarılan
Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerin devamı niteliğinde ve Tayyipgiller’in
ülkemizdeki vurgun sürecini tamamlayan
son nokta olduğu açıkça görülüyor.
03 Mayıs 2011 tarihinde, 27.923 sayılı
Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe
giren 6223 sayılı “Kamu Hizmetlerinin
Düzenli, Etkin ve Verimli Bir Şekilde Yürütülmesini Sağlamak Üzere Kamu Kurum
ve Kuruluşlarının Teşkilat, Görev ve Yetkileri ile Kamu Görevlilerine İlişkin Konularda Yetki Kanunu” ve bu yetki kanununa
dayanılarak çıkartılan 11 adet Kanun Hükmünde Kararname (KHK) yürürlüğe girdi.
Bunu takiben 08 Haziran 2011 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 11 adet Kanun
Hükmünde Kararname (KHK) ile bakanlıkların görev yetki ve teşkilatlanması tanımlandı. O tarihten bugüne, KHK’lerin
peşi sıra ardı ardına Meclisten geçirilerek
yasalaştırılan “Afet Riski Altındaki Alan-
önce, orman arazileri 2B kapsamına girsin
diye orman vasfından çıkarılmış, tarım arazilerinden ormanlara, tatlı su kaynaklarının
havzalarına kadar Tayyipgiller ve şürekâsının yağma ve talanına açılmıştır, ne yazık
ki. Su kaynakları azaldıkça ya da kirlendikçe halkımızın temiz suya ulaşma maliyeti yükselecektir.
2012’nin Ekim ayında Tayyipgiller tarafından hazırlanan Su Kanun Tasarısı
sözde suyun-su kaynaklarının nasıl korunacağının çerçevesini çizen bir kanun olacaktı. Fakat Kanun incelendiğinde, asıl
olarak suyun nasıl satılacağını anlatmaktadır.
Tasarının İzleme, Denetim, Bilgi Verme ve Bildirim başlıklı 10’uncu Maddesi
“(1) Su kaynaklarının ve doğal mineralli suların kullanım maksadına, çevre ve
insan sağlığına uygun olarak yönetimi
açısından deşarjlarda ve alıcı ortamda
izleme ve denetim faaliyetleri, bakanlık
tarafından yapılır veya yaptırılır” ifadesiyle yine özel şirketlere denetim yetkisi
veriliyor.
Yani sularımızın yönetimi ve denetimi özelleştiriliyor bu Tasarıyla.
Ücretlendirme başlığı altındaki Madde
22 “(7) Su kütlelerine, deşarj standartlarına uygun olarak arıtılmış atık su deşarj ederek kirlilik yükü ilave edenlerden kirlilik yükü oranında ilgili idarelerce ücret alınır. Kirletme ücretleri ile
ilgili usul ve esaslar bakanlıkça çıkarılacak yönetmelik ile düzenlenir” denerek,
Bu kanun tasarısıyla, tam da Dünya Su
Forumu’nun bakan düzeyinde temsilcilerle
gelen ülkelere önerdiği gibi, suyun ticarileştirilmesinin, alınır-satılır bir meta haline
getirilmesinin önü açılmaktadır. Halkın ortak malı olan-olması gereken suya halkın
erişimi engellenmek istenmektedir.
Tasarıda, Su Kaynaklarının Korunması
“Madde 9 “(13) (…) ve beklenmeyen
hallerde su kaynağının korunması için
gerekli olan her türlü müdahale gecikmeksizin yetkili idare tarafından yapılır
veya yaptırılır” denerek, su kaynaklarımızın yönetiminin özel şirketlere devrinin
önü açılıyor ve bu şirketlere müdahale yetkisi veriliyor.
su kaynaklarımızın kirletilmesinin önüne
geçmek yerine, herkes ne kadar kirletirse o
kadar para verir mantığıyla, parasını verenin kullanabileceği bir hakka dönüştürülüyor sularımızın kirletilmesi.
Su politikalarını yönetmek üzere tam
yetkiyle donatılmış “Su Yönetimi Yüksek
Kurulu” kuruluyor ve Madde 11’de Kurul’un görev ve sorumlulukları tanımlanıyor. Kurulun aldığı kararlara itiraz hakkı
vb. konusuna hiç yer verilmemiş. Bu bir
anlamda kurul kararlarına karşı hukuk
yolunun kapatılması demek oluyor.
Yine tasarının Genel Hükümler Madde
3 (2)’de geçen “Su kaynakları, arazinin
ların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun”, 2B kanunu olarak bilinen “Orman Köylülerinin Kalkındırılmalarının
Desteklenmesi ve Hazine Adına Orman
Sınırları Dışına Çıkarılan Yerlerin Değerlendirilmesi İle Hazineye Ait Tarım
Arazilerinin Satışı Hakkında Kanun”,
“Tapu Kanunu ve Kadastro Kanununda
Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun”,
“Büyükşehir Belediye Kanunu ve Bazı
Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun” vb. ile “Kentsel Dönüşüm” adı
altında tüm doğal, tarihi ve kültürel
alanlarımız rant aracına dönüştürülerek
yerli yabancı Parababalarının yağma-talan
ve vurgununa açıldı.
Bu yasa ve KHK’ler çıkarılırken, bunlara muhalefet eden kurumlar, kişiler, bilim
insanları da Tayyipgiller’in hedef tahtasına
oturdu. Doğal, tarihî ve kültürel miraslarımızın talan edilmesine karşı bilimsel görüşlerini sunan, karşı çıkan TMMOB’nin
kamu kurumu niteliğinde özerk meslek örgütleri olması Tayyipgiller’in kanına dokundu. TMMOB’nin bu özerk yapısını
bozmak amacıyla torbaya birkaç madde
atıvermişler.
Adı geçen torba yasa tasarısı gerçekten
geniş, yukarıda genel çerçevesinden bahsettiğimiz birçok madde içeriyor. Örneğin
yasa taslağında, yatırımcının önündeki engelleri kaldırmak bahanesiyle yapı denetiminin, kurulacak olan “Teknik Müşavirlik Kuruluşları”na devri öngörülmektedir.
Böylece 1999 depreminde onbinlerce insanımızın göz göre göre hayatını kaybetmesine sebep olan denetimsiz yapılar, özel şirketlerin, özel sermayenin insafına bırakılmaktadır. Yapı denetimi, sermayenin keyfiyetine ve parayı veren yapı denetiminden
geçer anlayışına göre yapılınca yeni bir
deprem felaketinde kayıplarımız ne yazık
ki hiç de az olmayacaktır. Bu maddeleri incelemek ayrı bir yazı konusu olduğu için
burada ağırlıklı olarak 6235 Sayılı Türk
Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Kanun değişikliğinden bahsetmek istiyoruz.
Yasa tasarısının 28’inci maddesinde yer
alan değişiklik ile “İl sınırı içinde etüt ve
projeleri düzenleyecek mimar veya mühendislerin olmaması halinde bu hizmetler görev, yetki ve sorumlulukları 38.
maddede belirtilen meslek mensuplarına yaptırılabilir.” Mimarlar ve mühendislerin işsiz kalmalarının önü açılmıştır. Çok
daha düşük ücretlerle aynı işlerin başka
meslek mensuplarına yaptırılması sağlanacaktır.
Taslağın 53-61’inci maddeleri, yani 9
maddesi 6335 sayılı TMMOB yasası değişikliğinden bahsediyor.
Taslak; mühendis ve mimar odaları
uluslararası meslek örgütlerine üye olurken
bakanlıktan izin alırlar, diyerek Odaların
özerk yapısını ortadan kaldırmayı hedefliyor.
Taslakta, İl Odalarının kurulması tanımlanmakta, nerede, kaç üyeyle İl Odası
kurulabileceği gibi durumlar Oda genel
merkezlerinin insiyatifinden çıkarılarak tanımlanmaktadır. İl Odalarına bağımsız
davranma yetkisi tanınarak (bakanlıklarla
doğrudan yazışmak, kurulduktan sonra,
kuruluşunu Oda ve Birlik merkezine bildirmek gibi) Odalardaki bütüncül ve demokratik merkeziyetçi yapı ortadan kaldırılmak istenmektedir. Aynı zamanda Tayyipgiller’in güdümüne girmiş İl Odaları
yaratılmaya çalışılmaktadır.
Taslakta, kendilerine yasal zorunluluk
getirilmeyen konularda odaların üyelerine
zorunluluk getiremeyeceği, getirmiş olsa
dâhi buna uymayan üyeler hakkında işlem
yapamayacağı, karar alınamayacağı belirtilmektedir. Özetle Odaların üyelerine yönelik kurallar koyması sınırlandırılmaktadır. Bu hüküm açıkça Anayasaya aykırıdır.
Meslekî davranış kuralları yönetmeliğine
aykırı olarak, bir meslektaşının fikrini çalarak kendine çıkar sağlayan başka bir meslektaşa yönelik düzenleme yapma yetkisi,
odanın elinden alınmaya çalışılmaktadır.
TMMOB Kanununun Oda gelirleri ile
ilgili 32. Maddesine getirilen eklemelerle;
kuracakları iktisadi işletmeler aracılığıyla
Odaların kamu kurumları, üniversiteler,
yerel yönetim, uluslararası kuruluşlar ve
özel hukuk tüzel kişileri ile ortak proje
yapmasının yolu açılmaktadır. Yani Tayyipgiller mimar ve mühendislerin hakkını arayan, buna yönelik çalışmalar yapan Odaları, kâr amacı güden ticari işletmelere çevirerek kendi vurgununa ortak etmek istemektedir.
Bir başka değişiklikle de kamuda çalışan üyelere aidat muafiyeti getirilmektedir.
Ancak bu üyeler de dâhil, aidat ödemeyenler oy kullanamayacak, seçimlere katılamayacak, delege, temsilci, aday olamayacaktır. Aidat ödemeyenlerin seçimlere katılmasını engelleyen bu madde seçme seçilme hakkının kısıtlanması, kamuda çalışan
üyelerin aidat ödeme zorunluluklarının kal-
bütünleyici parçası değildir. Bir taşınmaza malik ve/veya zilyed olmak, taşınmazın altında, üstünde veya civarındaki
su kaynakları üzerinde ayni bir hak tesis
etmez. Ancak, su kaynaklarının bulunduğu arazinin malik veya zilyedinin, su
kaynakları üzerinde; bu taşınmaz için
ihtiyacı kadar sudan öncelikle faydalanma hakkı vardır” ifadesi sadece arazi sahibine, ihtiyacı kadar su kullanım hakkı tanıyor. Fakat özellikle kırsal kesimde bir kişinin bahçesinden çıkan sudan komşuları,
eşi, dostu da yararlanır. Tasarı, suyun çıktığı arazinin sahibi olduğun için sen ihtiyacın kadar kullanacaksın, suya ihtiyacı olan
diğer kişilere suyu ben satarım, daha doğrusu tüm özelleştirmelerde olduğu gibi Parababalarına peşkeş çekerim, diyor.
Tayyipgiller, şimdilik Su Kanunu’nu
çıkaramadı. Ama emperyalist ağababalarının Dünya Su Forum’larında aldığı kararları hayata geçirmek için, suyu alınıp satılan bir metaya-mala dönüştürmek için, halkın suya erişimini engellemek, su kaynaklarımızı paraya dönüştürüp küplerini doldurmak için bir kanun değişikliği yapıverdi. Onlarda kanun çıkarma konusunda el
çabukluğu marifeti vardır.
İşte Dünya Su Günü’nün çağrıştırdıkları… Halkın olan su kaynaklarının yerli-yabancı Parababalarının yönetiminde-denetiminde ticarileştirilmesi.
Halkın sağlıklı, temiz ve ucuz bir şekilde içme ve kullanma suyuna sahip olması
en doğal insan hakkıdır. İçinde yaşadığımız Parababaları düzeninde, ne yazık ki bu
hak da tüm diğer insanî haklarımız gibi
çiğnenmektedir. Ve aynı Parababaları bir
yandan su kaynaklarımızı yağmalamak,
kâr aracına dönüştürmek isterken, diğer
yandan su kaynaklarını kirletmekte, tahrip
etmekte, yok etmekte hiçbir beis görmezler. Onlarda insan sevgisi olmadığı gibi,
doğa sevgisi de, yurt sevgisi de yoktur. Bugün onların hayallerini iktidarda olan ortakları Tayyipgiller layıkıyla gerçekleştiriyor.
Ama elbet devran dönecek, bizim doğaya saygı duyan, onu dinleyen, halkın suyunu-su kaynaklarını kirletmeyen ve halka
ihtiyacı kadar temiz ve ucuz suyu sağlayan
bir ülke-bir dünya hayalimiz-projemiz de
gerçek olacak.
dırılmış olması ise eşitlik ilkesine aykırı olduğundan anayasaya aykırılık teşkil etmektedir.
Yönetmeliklerin Bakanlık “uygun görüşü” alınarak yayımlanmasına yönelik düzenlemeler Odaların özerk-bağımsız yapısını ortadan kaldıracaktır. Halktan yana tavır alan, Tayyipgiller’in zulmüne karşı duran ve bu tavrı yönetmeliklerinde açıkça
ifade eden Odalar, Tayyipgiller engeline takılacaktır. Dünyanın tek halktan ve meslektaşından yana tavır alan meslek örgütü
olan TMMOB’den Tayyipgiller meslek
odaları yaratacaklardır.
Taslağın 59’uncu maddesi, 6235 sayılı
TMMOB kanunun 33’üncü maddesine
aşağıdaki madde eklenir, der. Eklenen
maddenin son bölümü şöyle:
“Odalar üyelerine dair her türlü kayıtlarını, üyelerinin mesleki faaliyetlerine ve
cezalarına dair bilgileri elektronik ortamda tutmak ve ilgili kamu kurum ve kuruluşlarının paylaşımına açmak zorundadır.” Bu da Tayyipgiller’in mimar ve mühendisleri fişlemek için kullanacağı bir
yöntem olacak gibi görünüyor.
6235 sayılı yasada yapılan değişikliklere baktığımızda görüyoruz ki, Tayyipgiller,
TMMOB’yi demokratik merkeziyetçi yapıdan uzaklaştırmak, küçük İl Odalarına
bölerek buralarda kendi hâkimiyetinde-güdümünde odalar yaratmak istiyor. Oda yönetmeliklerini belirleyerek, TMMOB’yi
bugünkü amacından, mesleğinin, meslektaşlarının sorunlarına sahip çıkma, ülkesinin ulusal değerlerini koruma ve halkın çıkarından yana olma amacından arındırmak
istiyor. TMMOB’u “ehlileştirmek” istiyor. Böylece ülkemizin her karış toprağını
yerli yabancı Parababalarının vurgununa
açan yasa ve kanun hükmünde kararnamelerin (KHK) uygulanmasının önünde bir
engel kalmasın istiyor.
TMMOB ve bağlı odaların kâr amacı
güden işletmeler kurabileceği maddesini
ekleyerek, TMMOB’yi de kendi vurgunyağma-talan düzenine ortak etmek istiyor
Tayyipgiller.
Tayyipgiller’in Anayasaya aykırı olduğu halde birbiri ardına çıkardığı halk düşmanı, ulusal değerlerimize düşman bu
yasa ve KHK’lerden ve bunların yaratıcısı, halkımızın sırtında bir kambur olan Tayyipgiller’den kurtulmanın tek yolu halkımızı ve İşçi Sınıfımızı örgütleyip Demokratik Halk Devrimi’ni gerçekleştirmekten
geçiyor.
10
Yıl: 7 • Sayı: 64 / 8 isan 2013
Her gün 8 Mart her gün mücadele!
Kurtuluş Partili Kadınlar, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınları Günü’nü Türkiye’nin dört bir yanında kutladı. 1857’de katledilen 129 kadın dokuma işçisini andı. İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de, Konya’da, Bursa’da, Gaziantep’te, yoğun katılımlı kitlesel eylemler ve konferanslar gerçekleştirdi. Tayyipgiller’in gerici politikalarının açık hedefi olan kadınlarımızın mücadele bayrağını dalgalandırdı.Kurtuluş Partili Kadınlar, emekçi kadınlarımızı hep beraber ABD-D Emperyalistleri ve Yerli İşbirlikçileri Cephesine karşı antiemperyalist, antifeodal ve antişovenist
mücadeleye çağırdı.
İstanbul’da yapılan salon toplantısında emekçi kadınların sesi yükseldi:Yurtiçi Kargo Direnişçisi Kadriye Abla ve LC Waikiki/Meha Direnişçi Songül’ün konuşmalarını sunuyoruz:
Yurtiçi Kargo Direnişçisi Kadriye Abla:
“Önce anneydim. Üç çocuk büyüttüm. Şu anda biz Kadıköy Şubesi önünde direnişteyiz.
Benden sonra gelen gençler sendikalı çalışacak, her haklarını alacaklar. Ben de manevi olarak gurur
duyacağım, huzurlu yaşayacağım.”
K
urtuluş Partili Kadınlara çok teşekkür ediyorum, bana bu fırsatı
tanıdıkları için.
Bu yaşıma kadar ne yaptım?
Önce anneydim. Üç çocuk büyüttüm.
Ev hanımıydım. Herkesin başında olduğu gibi benim de başımdaydı. Yoklukla
geçti hayatım. Ancak çocuklarımı doyurmak, üst baş almak (türlü türlü almak değil ama), okul harçlığını vermek… Bazen harçlık bile veremiyordum. Sadece
yol parası vermek, ekmek arası peynir
koymak… Çocuklarım eziliyordu. Ama
aile içinde mutluydum. Zengin okullarda
okudu. (Semt olarak zengin okuldu.)
Ama benim çocuklarım ekmek arası peynirle, zeytinle gitti. Sadece yol parasıyla
yollayabildim. Çok eziklik duyuyordum,
ama yapacak hiçbir şey yoktu. Eşimin işleri ancaydı, az kazanıyordu. Eşim süper,
çok iyi bir insan. Bu yaşıma kadar; kırk
yıllık evliyiz, kırk yıllık evliliğimizde ne
hakaret duydum, dayağı artık hiç saymıyorum, kesinlikle öyle bir şey yoktu. Ne
hakaret duydum, ne dayak yedim. Eşimle çok mutluyum, çok memnunum, çok
teşekkür ediyorum kendisine. Dayak yiyen, ezilen insanlara da çok üzülüyorum.
Nasıl böyle bir şey olur? diye. Aklım er-
miyor açıkçası böyle bir şeye.
Şimdi çalışma hayatına gelelim: Üç
tane çocukla çalışamıyordum tabiî. Küçük kızım ilkokulu bitirdikten sonra karar verdim: kendi ekmeğimi kendim kazanacağım. Çocuklarımı biraz daha iyi
şartlarda büyütmek istiyorum. Tek amacım o. Eşim karşı çıktı ama bir şekilde
onu yıktım. İşe başladım. On iki sene çalıştım. Tabiî bu arada ekonomik özgürlüğümü aldım. Eşimden şiddet görmedim,
kötü söz duymadım, ama maddi yönden
eziklik hissediyordum. Eşimden yardım
almak, para almak… Bunlar insanı ezik
duruma düşürüyor. Ne zaman işe başladım, kendi ekonomik özgürlüğüm oldu,
hem çocuklarım daha iyi şartlarda yaşadı, hem eşim çok memnun oldu. Çünkü
nedir?
Eşime muhtaç değiliz. İkimizin beraber kazandığı, çok güzel bir şekilde ailemizi geçindirmemize sebep oldu. Çocuklarım da mutlu oldu, eşim de.
Şimdi Direnişimize gelelim: On iki
senedir Yurtiçi Kargo’da çalışıyorum.
Çalışma şartları çok ağır.
Nedir?
Sabah sekiz buçuk, akşam on buçuk,
on bir, on iki… O günkü işin bitimine
bağlı. O günkü alınan kargolar, gelen
kargolar dağıtılmadan şubenizi kapatamıyorsunuz. O işin bitmesi gerekiyor.
Ama akşam yemeği yok, yol parası yok.
Sadece öğle yemeği, bir de sadece düz
maaş. Mesai de yok
bunun içinde. İnsanlar
14-15 saat çalışıyor,
eziliyor ertesi gün de
tam vaktinde işe gelmek zorunda. Gelmedikleri zaman mesela
yarım saat aksasın gelmeleri, ya tutanak tutuluyor, ya surat asılıyor.
Hiç anlayış yok. Sen
bu kadar saat çalışıyorsun, nasıl kalkıp geliyorsun, diye bir anlayış yok. Ben orada
sekiz saat çalışıyordum. Çaycıydım, temizlikçiydim. Sabah yedide gidiyorum,
dört buçukta çıkıyordum. Benim için
normal bir düzendi. Ama yanımda çalışan onca insan; onlar benim evladım, biraz büyük olanlar kardeşim. Onların bu
kadar yorulmasına, ezilmesine gerçekten
çok üzülüyordum. Elimden gelen her şeyi; çaylarını, yemeklerini, her hizmetlerini zamanında yapmaya çalışıyordum
ama iş onları çok eziyordu. On iki sene
böyle devam etti.
Benim bir senem var emeklime. Bu,
benden sonra nasıl olacak, yine aynı düzen sürecek, kafam hep burada olacak,
diye düşünüyordum.
Bir de duydum ki
DİSK Sendikası, Erdal Başkan’ım gelmiş.
Dediler ki; sendikalaşma var, DİSK bize
geliyor, o kadar mutlu
oldum, o kadar mutlu
oldum ki tarif edemem size…
Diyorum, kendim
için hiçbir şey yok burada benim. Ama bu
Yurtiçi Kargo devam ettiği sürece işçiler
ezilmeye devam edecek. Yemin ederim;
yanımdaki arkadaşların ne çocuğunun
hastalığından haberi var, ne çocuğu büyürken gülmesini, ağlamasını, oyun oynamasını, hiç bir şeyden haberleri yok. Eşi
hasta oluyor, doktora
götüremiyor. Anası babası hasta oluyor, doktora götüremiyor. İzin
alma şansı yok. Bunlar
çok ezici, gerçekten
insanları çok yıpratıcı
bir olaydı. Ben de üye
olacağım, dedim. Arkadaşlarım üye olmuştu. Bana bazıları dediler ki, senin bir senen
kalmış, ne gerek var ki sendikalı olmaya,
işini riske atmaya, dediler. Ama iş öyle
değil işte. Sadece benle olmuyor. Benden
sonraki insanların rahat etmesi, teşekkür
etmeleri gurur verici, onur verici benim
için.
(Alkışlar… Slogan… Yurtiçi Kargo’ya Sendika Girecek Başka Yolu
Yok…)
O gün gittim, Erdal Başkan’ım gelmişti üye yapmak için. O gün üye oldum.
Tabiî ki biz gurur duyuyoruz sendikaya
üye olduk, diye. Saklama gereği duymadık. Yemek yerken
konuşuyoruz.
Çok
mutluyuz sendika gelecek… Ama gizlememiz gerektiğini sonradan fark ettik. Biz
sendikaya üye olduk,
bir hafta sonra bölgemizden yetkililer geldi, şubeyi küçültüyoruz, şube iş yapmıyor,
dediler. Biz de zannediyoruz ki, bizleri
başka şubelere dağıtacaklar. Asıl amaçları bizleri işten çıkarmakmış. Ama o kadar
sinsice yaklaştılar ki, hiçbirimiz fark etmedik işten çıkarılacağımızı. O gün birer
birer, tek aktarmada, tek kişiyle Samandıra’da Bölge Müdürlüğü’ne götürüp hepimize imza attırdılar. İşten çıkarılan arkadaşlar da ömrünü Yurtiçi Kargo’ya
vermiş arkadaşlar. Yirmi bir senelik, on
dokuz senelik, on yedi, ben on iki seneliğim. Bu kadar emeği geçmiş, Yurtiçi
Kargo’yu Yurtiçi Kargo yapan insanları
gözünün yaşına bakmadan işten çıkardılar. Böyle bir sistem… Bu sistemin devam etmemesi gerektiğini düşünerek bu
eyleme katıldım. İmzamızı attık, çıktık.
Şimdi on iki sene şubenin içindeydim.
Şu anda 49 gündür şubenin dışındayım.
Bırakmıyorum. Eylemimiz devam edecek. Ali Başkanımız, Erdal Başkanımız,
Hakan Başkanımız hepsi yanımızdalar.
Onların desteğiyle. Onlar geri çekilse zaten olmaz. Ben DİSK’i duyduğum an, bu
işe meyillendim. Çünkü ailemden, kökenimden gelen bir olay var benim bu sendikayla ilgili. Başkanlarımız yanımızda
olduğu sürece biz bu yola devam edeceğiz. Ses getirmesi için Geo Post Fransız
şirketi postanesi, daha doğrusu %25’i
Yurtiçi Kargo’yla çalışıyor. İki tane de
üyeleri var Yurtiçi Kargo’nun bünyesinde. Biz o yüzden Fransız Başkonsolosluğu’na gittik, eylem yaptık. Dile getirmeye çalıştık. Ama hiçbir ses getirmedi.
İkinci seferde sağ olsun Erdal Başkanın
cesurca davranışıyla çatıya çıkıldı, sloganlar attık, bir şeyler yaptık. Bu bayağı
bir ses getirdi. Sağ olsun Ali Başkanımız,
Avukatımız, Erdal Başkan, Hakan Başkanımız hepsi oradaydı. Onlardan güç
alıyorduk. Yoksa tek başımıza yapabileceğimiz bir şey değildi bu. Bizim yanımızda Çayırova’dan arkadaşlar var, Haramidere’den var. Öbür şubelerimizden,
Suadiye Şubesi, Moda Şubesi. Biz öyle
zamanlarda hep beraber oluyoruz. Yoksa
herkes kendi şubesi önünde direnişi devam ettiriyor. Şu anda biz Kadıköy Şubesi önünde direnişteyiz. Yolunuz düşerse buyurun gelin misafir ederiz sizi. Bekleriz. Direnişimiz devam ediyor. Sendikacılarımıza teşekkür ederiz. Halkın
Kurtuluş Partisi’ne teşekkür ederiz. Bizim her zaman yanımızdalar. Çok teşekkür ediyoruz. Çok sağolun bize destek
verdiğiniz için. İnşallah kazanacağız.
Benden sonra gelen gençler sendikalı çalışacak, her haklarını alacaklar. Bende
manevi olarak gurur duyacağım, huzurlu
yaşayacağım. Çok teşekkür ediyorum.
LC Waikiki/Meha Direnişçisi Songül:
“Hiç utanmıyorum. Gurur duyuyorum.
Emekçi Kadınım ben!”
D
Herkese Merhaba;
ünya Emekçi
Kadınlar Gününüzü kutlarım. Ben Meha Direnişindenim. Çok da heyecanlıyım. İzledim
çok üzüldüm, çok ağladım.(Sinevizyon görüntüleri. KY) O duyguyu yaşamak çok
başka bir şey. İçinde
olan arkadaşlarımız
bunu daha iyi yansıtıp
hissedecek.
(Alkışlar… Slogan: İşçilerin Birliği
Sermayeyi Yenecek…)
4 Mart günüydü. Patronumuz tarafından emeklerimiz, her şeyimiz hiçe sayılarak sokağa atıldık. O gün aynı gün bizim
sesimizi duyan; Allah razı olsun diyorum,
teşekkür ediyorum kendilerine. Bizi duyan haberci arkadaşlarımız geliyor firmamızın önüne. Benim konuştuğum konuşmaları kaydediyor ve benden bu röportajı
yayınlamak için izin istiyor. Ben de kabul
ettim. Daha sonra boy boy resimlerimi koyup, gazeteye sayfa sayfa manşet yapıp,
ertesi günü getirdiğinde arkadaşlarım tarafından çok feci şekilde sözlü tacize uğradım. Eşin seni boşayacak, eşin seni eve almayacak.
Zaten patronum tarafından ezildik, kötü durum yaşıyordum. Kabul edemiyordum. Bir de yanımda bulunan arkadaşlarımdan böyle bir şey
duymak beni daha da
üzdü. O sayfa sayfa resimlerimi de, sözlerimi
de alarak eve gittim.
Eşime dedim ki; bak
ben böyle bir şey yaptım, Sesimi herkese
duyuracağım. O gün
karar kıldım. Herkese
anlatacağım, vazgeçmeyeceğim. Böyle bir
direnişe o gün kalkıştım. Arkadaşlarıma da
dedim ki eğer eşim beni bu yüzden boşayacaksa zaten beni
eşim hak etmemiştir.
(Alkışlar…)
Eve gittiğimde eşim sayfa sayfa sözlerimi okuduğunda; vay be benim eşim neler anlatmış böyle…
Hiçbir şekilde kötü bir şeyle karşılaşmadım. Sonra eşime farklı farklı etraftan
şeyler anlatıldığı için biraz tepki görmeye
başladım. Sonra kendi ailemden, sonra
kendini bilmeden, ne durumda olduğumuzu bilmeden yorumlar
duydum
etrafımda.
Evime gelip özellikle
sen ne yapıyorsun? Ne
ediyorsun? Bu şekilde
sözler duydum. Hepsine kapıyı açtım, çıkın
gidin evimden! dedim.
Ben çalışırken, ekmeğimin, emeğimin arkasında dururken sen ne
yapıyorsun demiyorsunuz da hakkımı ararken mi diyorsunuz?
Herkes çıksın, terk etsin evimi! dedim. Eşime dedim, benim yanımda olursan ol! Olmazsan sende gidersin!
(Alkışlar…)
Benim annem, çok çalışkan, çok yürekli, çok azimli bir kadın. Oradan gelen
bir şey olsa gerek; korkmuyordum. Bir
güç vardı içimde. Sağ olsun, Allah razı
olsun Halkın Kurtuluş Partisinden Pınar Hanım olsun, Ali Rıza Başkan olsun.
O bizim babamız oldu. Gerçekten baba gibi baba oldu. Başkan gibi başkan oldu. Bize çok güzel yol gösterdi. Çok şükür o güne. Bu sürecin ne kadar gideceğini bilmiyorduk. 60 gün içinde sonuç aldık. Ve
mutlu bir şekilde herkes istediği emele
ulaştı. Hukuken olsun, başka yoldan olsun. Yağmur mu yemedik, kar mı yemedik… Üç tane çadırımız vardı. Odunlarla
yemeklerimizi yaptık. İnanın buna. Bende
hala o cd’ler duruyor, resimler duruyor.
Hepsini izlerim, bakarım. Küçük kızımı
yanımda götürdüm. Yani unutamıyorsunuz, silemiyorsunuz. erede bir direniş
duyulduğunda hemen gitmek istiyorum, destek olmak istiyorum. O çok
farklı bir duygu. O güç çok farklı bir
güç. İnşallah diyorum Yurtiçi Kargo da
başaracak. Sakın umutlarınızı kesmeyin. Belki sizlere nasip olmayacak ama
sonraki nesiller Kadriye Ablamızın dediği
gibi inşallah başaracaklar. Kendilerini ziyaret etmek istiyorum. Emin olsunlar ben
gittiğim her yere bunu anlatacağım. Kendilerini duyuracağım. Çevremdeki kişilere
anlatacağım.
(Alkışlar… Slogan: Zafer Direnen
Emekçinin Olacak…)
Bence de zafer işçilerin olacak. Yurtiçi
Kargo direnişçilerine başarılar diliyorum.
Sonuna kadar devam etmelerini diliyorum. Bu mikrofonu benden almazsanız
benim anlatacaklarım bitmez. Gerçekten o
duygu çok farklı. İnsan bir başlayınca bitiremiyor. 60 gün kısa ama… Her beş da-
kikasında ben neler yaşadım. Bir an gözümün önünden gitmiyor. Kavganın içinde
oldum, konuşmaların içinde oldum, yürüyüşlerin içinde oldum. 1 Mayıs’a gittim
mücadele ettim. Çünkü bir şeye bir yerden
değil birçok yerden başlayabiliriz. Benim
günüm 4 Mart’ta başladı. Direniş günüm.
8 Mart günümü Emekçi Kadınlar Günümü
direniş yaparak, yollarda yürüyerek, eylem yaparak geçirdim. Hiç utanmıyorum. Gurur duyuyorum. Emekçi Kadınım ben. Ben emeği geçenlere, emeği,
yüreği için hepsine teşekkür ediyorum
arkadaşlarıma. Allah razı olsun diyorum.
Herkese nasip etsin böyle güzel dostlar.
Hepinize teşekkür ediyorum.
11
Yıl: 7 • Sayı: 64 / 8 isan 2013
Hugo Chavez Frias
Yüreğindeki Kıvılcım Venezuela Halkının uyutulan onurunu tutuşturdu
O Kıvılcım ateş olup dünya halklarına ışık oldu, yol gösterdi
O Kıvılcımın yarattığı ateş yangın olup insan soyunun en büyük
düşmanı emperyalist haydutları yakacak, yok edecek
D
ünya Halkları yasta bugün. İnsanlık bugün, kendini insanlığın kurtuluşuna adamış, büyük devrimcilerinden birini bedence kaybetmenin hüznünü yaşıyor. Bu büyük devrimcinin karanlıkları yakan yüreğindeki kıvılcım,
Dünya Halklarının emperyalistlere ve yerli işbirlikçilere karşı mücadelesinde ateş
olup yakıyordu insanlık düşmanlarını.
Dünya Halkları için Chavez Yoldaş heyecandı, umuttu, onurdu, direnmekti, mücadeleydi, yiğitlikti, cesaretti. İnsanlığın
bayır aşağı gidişini durduran, Latin Amerika’dan Dünya Halklarına sol rüzgarları
estiren, bir güneşti Chavez Yoldaş, ısıtan
ve ışıtan. Emperyalistler tarafından yok
edilmeye, içi boşaltılmaya çalışılan devrimci değerlerin militan savunucusuydu
Latin Amerika Halklarının Yiğit Evladı
Chavez Yoldaş. O, Dünya Halklarına, insanlığın tek bir sosyalist aile olma mücadelesinin bitmediğini, bitmeyeceğini, o
yüce ideal gerçekleşinceye kadar da süreceğini gösterdi.
Bugün bayram eden emperyalist lağım
fareleri için de Chavez Yoldaş, korkuydu,
onların Azrail’iydi. Yok edilmesi gereken
en büyük düşmandı, ABD ve AB Emperyalistlerinin bin ülkeli bir Dünya projelerinin önündeki en büyük engeldi Hugo Chavez.
“Halkın Şarkıcısı” olarak anılan Venezuelalı Sanatçı Ali Primera “yaşam için
ölenlere ölü denemez” diyor.
Kim Chavez Yoldaş için ölmüş diyebilir ki? İnsanlığın Kurtuluş davasına kendini adayan, onuru dışında her şeyini bu
yüce davaya adamış devrimcilere ölmüş
denebilir mi?
İnsanlık, üzerinden binlerce yıl geçmesine rağmen yaşatmıyor mu isyan ateşini
yakıp Halkların kullanımına sunan Spartaküs’ü?
Eşit, kardeşçe, sömürüsüz bir dünya
özlemiyle savaşan, “bütün insanlık için
sosyal devrim tarihinin en ilgi çekici büyük kahramanı” Şeyh Bedreddin yaşamıyor mu halkların devrimci mücadelesinde?
Bilimsel Sosyalizmin kurucusu ve geliştiricileri
Marks-Engels-LeninKıvılcımlı Ustalar, emperyalizme karşı
savaşta, Dünya Halklarıyla birlikte mücadele etmiyorlar mı? İnsanlığa ellerinde
kurtuluşun feneri yol göstermeye devam
eden ve devam edecek olan bu ustalara
kim ölmüş diyebilir?..
Latin Amerika Halklarının birliği ve
kurtuluşu davasına kendini adayan Simon
Bolivar, Miranda, Dünya Halklarının
Kahraman Gerillası Che, Küba Devriminin önderlerinden yiğit Camillo, bedence aramızda yoklar ama ezilen, sömürülen
milyonların mücadelesinde bu yüce devrimcilerin en ön safta savaşmadıklarını
kim söyleyebilir?
Emperyalist çakallar bayram etmesinler, Chavez Yoldaş ölmedi, O hep, insanlığın kurtuluş mücadelesinde en ön safta, el-
AB-D Emperyalistlerinin Kâbusu,
Dünya Emekçi Halklarının umudu
Chavez Yoldaş mücadelemizde
yaşayacak!
İstanbul
Venezuelalı Sanatçı Ali Primera“Yaşam
için ölenlerle ölü denemez”diyor. Bugün
de mücadelesiyle, yiğitliğiyle, onuruyla
davasına sahip çıkan yoldaş Hugo Chavez’e öldü denilebilir mi?
Halkların yüreğine umut serpen, en büyük düşmanı AB-D Emperyalistlerine karşı yiğitçe savaşan Hugo Chavez, 5 Mart
günü aramızdan ayrıldı. İstanbul İl Örgütü
olarak Venezuela Başkonsolosluğuna taziye ziyaretine gittik. Yoldaşımız Chavez
için Konsolosluk önünde basın açıklaması
yapıldıktan sonra Konsolosluk binasına girilerek saygı duruşunda bulunuldu. Burada
taziye defterine İstanbul İl Başkanı Pınar
Akbina tarafından Partimiz adına bir taziye
mesajı yazıldı. Başkan Chavez’in yaptıklarıyla, onurlu duruşuyla, cesaretiyle Halklar
tarafından unutulmayacağını belirtti.
Halkın Kurtuluş Partisi olarak diyoruz
ki; AB-D Emperyalistleri Chavez’in ölümüne boşuna sevinmesinler, Başkan Chavez’i halklar unutmayacak ve hep yaşatacak.
havasında uğurluyorlar önderlerini ölümsüzlüğe. Söz veriyorlar Chavez Yoldaş’a,
mücadelesini yaşatacaklarına, devrimlerinden geri dönülmeyeceğine, ideallerini gerçekleştireceklerine…
Halkın Kurtuluş Partisi olarak Chavez
de silah savaşmaya devam edecek. Tıpkı
diğer büyük devrimciler gibi…
İnsanlık unutmayacak ve hep yaşatacak; insan sayılmayan, ezilen, sömürülen,
aşağılanan, yerlerde sürünen, acılar içinde
kıvranan milyonlara, insan olduklarının
bilincini, onurunu ve mutluluğunu yaşatan
Chavez Yoldaş’ı.
sağlama”yı miras olarak bırakan Dünya
Halklarının gönlünde taht kuran bu büyük
insanı.
Dünya edebiyatının büyük yazarı Shakespeare, “Yüreğinize kök salarsam
meyvelerim sizindir” diyor.
Büyük düşünür Mevlana da;
Yere hangi tohum ekildi de bitmedi?
İnsan tohumuna gelince başka olacak değil ki, diyor.
Chavez Yoldaş’ımız da Dünya Halklarının yüreğine kök saldı. Bu kök, insanlık
düşmanlarına karşı mücadelede şimdiden
meyvelerini vermiş durumda. “İnsanlık tarihinin en kritik döneminde” bir tohum oldu Chavez Yoldaş’ımız. O tohumdan biten
meyveleri gerçek devrimciler daha da olgunlaştırıp insanlığın hizmetine sunacaklardır.
Yine Mevlana’nın dediği gibi;
Âşık ne söylerse aşk diyarında
Ağzından aşk kokuları yayılır.
Chavez Yoldaş’ımızın ağzından yayılan insanlığın en yüce davasının aşk kokularını insanlık hep taşıyacak.
Başta Venezuela Halkı olmak üzere
Dünya Halklarının başı sağ olsun.
Halkın Kurtuluş Partisi olarak, Chavez
Yoldaş’ı mücadelemizde yaşatacağız.
Chavez Yoldaş’ın yaydığı aşk kokularını
bu topraklarda halklarımıza ulaştıracağız.
06.03.2013
Venceremos! Hasta La Victoria Siempre!
İnsanlık unutmayacak ve hep yaşatacak; verdiği devrimci savaşla büyük devrimci fırtınalar, rüzgârlar yaratan, bahar
yağmurları kadar verimli olan bu fırtınalarla dünya halklarına da umut, moral ve
mücadele azmi aşılayan, dünyaya milyar-
Devrimi’ni. Elimizden gelen bütün desteği
önlerine serdik yoldaşlarımızın. İnsanlığın
bayır aşağıya gidişini durduran, Latin
Amerika’dan sol rüzgârlar estiren Devrimci Önder olarak bağrımıza bastık Yoldaş’ımızı. Kitaplaştırdık etkinliklerimizi,
tarihe kaydetmiş olduk, aynı davaya baş
koymaktan kaynağını alan dostluğumuzu.
İşte onun içindir; bedence aramızdan
ayrıldığını öğrendiğimiz an gözlerimiz
yaşlı Türkiye’deki temsilcilerini ziyaretimiz.
İşte onun içindir; Chavez Yoldaş’ın vasiyetine ve mücadelesine uygun olarak sa-
tarılacak olan, Başkan Chavez’i.
İnsanlık unutmayacak ve hep yaşatacak; bilimli, bilinçli, inançlı, kararlı, azimli militanı, “Çok yaşa memleketimiz!”
sloganıyla ölüme giden, Venezuela Halkına “Bolivarcı Devrim’in sürekliliğini
K
Zafere Kadar Daima!
Halkız! Haklıyız! Kazanacağız!
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
En iyi dostumuzu kaybettik
Fidel Castro Ruz
üba Halkı, tarihleri boyunca sahip olduğu en iyi dostunu 05
Mart günü akşamüstü kaybetti.
Acı haberi uydu bağlantılı bir telefon görüşmesiyle aldık.
Chavez’in sağlığının kritik durumunu
bilmemize rağmen acı haber bizi derinden sarstı. Haberi alınca bana yaptığı şakalar aklıma geldi, ikimizin de devrimci
görevleri bittiğinde beni nasıl Venezue-
özgürlük adına yeni yeni felaketler
açacak.”
23 Ocak 1959 günü yani Küba’da
devrimin zafere ulaşmasından 22 gün
sonra Venezuela’ya bizzat giderek halkına ve Perez Jimenez diktasını deviren hükümetine teşekkürlerimi ilettim. 1958 yılında bize gönderdikleri 150 tüfek için teşekkür ettiğim konuşmamda şunları söylemiştim:
la’daki Arauca Nehri kıyısında yürümeye
davet ettiğini hatırladım.
Bize kalan ise Bolivarcı lider ile aynı
sosyal adalet ve sömürülenlerle dayanışma duygularını paylaşmak oldu. Dünyadaki tüm yoksullar gibi…
Ulusal kahramanımız Jose Marti,
Venezuela topraklarına ulaştığında hemen Bolivar Anıtı’nın yerini sorarak
“Ben de Venezuela’nın bir evladıyım,
ona hizmet edebileceğim bir yol gösterin” demiştir.
Marti, emperyalizm canavarını yakından tanıyordu çünkü onun bağrında yaşamıştı. Arkadaşı Manuel Mercado’ya yazdığı ve muharebede hayatını kaybettiği
için tamamlayamadığı şu sözlerine katılmamak elde mi?
“(...) Ülkem ve görevim için sürekli
olarak hayatımı tehlike atmaktayım.
Görevimi onu yerine getirme bilincimle tamamlamak istiyorum. Görevim;
Birleşik Devletler’in Antiller’e yayılmasını engellemek ve Küba’nın bağımsızlığını kazanmasını sağlamak. Tüm
yaptıklarım ve yapacaklarım bu amaç
içindir. Bazı şeyleri gizliden gizliye
yapmak durumunda kaldım çünkü bazı şeyleri elde etmek için sessiz ve derinden ilerlemelisiniz...”
O dönem kıtamızın kurtarıcısı Simon
Bolivar’ın şu sözleri söylemesinden sadece 66 yıl sonra gelmiştir:
“(...)Öyle gözüküyor ki Birleşik
Devletler Amerika halklarının başına
“Venezuela, Kurtarıcımızın vatanıdır, Amerika Halklarının birliği fikri
burada doğmuştur. Bu yüzden Amerika Halklarının birliğini oluşturmak
için öncü ülke de Venezuela olmalıdır,
Kübalılar olarak bizler de Venezuelalı
kardeşlerimizi bu yolda destekleyeceğiz.
“Sizlere şu anda hitap ederken kişisel çıkar veya şan, şöhret edinmek için
konuşmuyorum. Marti’nin de söylediği gibi dünyadaki tüm görkem bir mısır tanesini bile doldurmaz.
“Venezuela Halkının huzuruna çıkıp bu şekilde konuşuyorum çünkü
tüm samimiyetimle inanıyorum ki,
Amerika Halklarını ve özgürlüklerini
korumak istiyorsak, Küba Devrimini
kollamak istiyorsak, Venezuela ve diğer ülkelerdeki devrimleri sürdürmek
istiyorsak, birbirimize yakınlaşmalı ve
omuz omuza dayanışma içinde olmalıyız, çünkü bölünürsek yeniliriz.”
54 yıl önce söylediklerimin altına bugün de imzamı atıyorum!
Sadece Latin Amerika değil diğer tüm
ülke halklarının da benzer bir sömürüye
maruz kaldığını eklemeliyim. Hugo Chavez’in kavgası bu kavgaydı işte.
Kendisi bile ne kadar büyük bir lider
olduğunun farkında değildi.
Unutulmaz kardeşim, hasta la victoria siempre!
11 Mart 2013
İstanbul
Hasta La Victoria Siempre!
Zafere Kadar Daima!
Halkız, Haklıyız Kazanacağız!
Ankara
Dünya Halklarının en hüzünlü günlerinden bir gündü 05 Mart 2013 tarihi. İnsanlığın bayır aşağıya gittiği bir dönemde,
Dünya Halklarının umutlarını yeniden yeşerten Chavez Yoldaş bedence aramızdan
ayrıldı çünkü. AB-D Emperyalistlerinin
yarattığı kanser düzenine karşı militan bir
mücadele yürüttü Chavez Yoldaş’ımız.
Halkların sevgisini kazandı cesaretiyle, yiğitliğiyle, onurlu mücadelesiyle. Ve başardı Yiğit Chavez. AB-D Emperyalistlerinin
bütün aşağılık çabalarını boşa çıkardı. Onların Dünya Halklarına yönelik aşağılık
planlarını gerçekleştirmesine dur, dedi.
AB-D Emperyalistlerinin en korkulu rüyası olan Sosyalizmi halkların gündemine yeniden soktu yoldaşımız. Küllenen umutları
yeniden alevlendirdi. Venezuela’da yanan
o ateşin sıcaklığı bütün Halklara ulaştı.
Şimdi, O ateşi yeniden külleyeceklerini
sanıyorlar AB-D Emperyalistleri ve yerli
işbirlikçiler. Ama yanılıyorlar. Chavez Yoldaş’ımız bedence aramızda yok. Ama Venezuela’da milyonlar “Chavez Yaşıyor.
Hepimiz Chavez’iz” sloganlarını haykırıyorlar. Chavez Yoldaş’ın Vasiyeti doğrultusunda milyonlar hüznünü yüreklerine gömüyorlar, matem havasında değil festival
da bir gelen bu büyük devrimciyi.
İnsanlık unutmayacak ve hep yaşatacak; insanlığın başbelası AB-D Emperyalist haydutlarını yükselttiği mücadele bayrağı ile tüm dünyada tökezleten, yılgınlığa
uğratan Komutan Chavez’i.
İnsanlık unutmayacak ve hep yaşatacak; emperyalist işgale karşı direnen Irak,
Libya, Suriye, Filistin Halklarının yanında
olan, mazlum halkların özgürlük mücadelesine her türlü desteği sunan, Simon Bolivar, Jose Marti, Che ve Camillo’nun
ruhunu taşıyan, Yiğit Önder Chavez’i.
İnsanlık unutmayacak ve hep yaşatacak; ruhu bundan böyle Gerçek Devrimcilerde yaşayacak ve gelecek kuşaklara ak-
Ankara
Yoldaş’ımızı 08 Mart’ta Ankara’da İl Başkanı’mız Sait Kıran Yoldaş tarafından okunan bir basın açıklamasıyla ölümsüzlüğe
uğurladık. Haykırdık “Chavez Yoldaş
Ölümsüzdür” diye. Hançeremizi yırtarcasına bağırdık, Chavez Yoldaş’ımızın Türkiye eski temsilcisi Büyükelçi Raul Betancourt Yoldaş’ımızın bize öğrettiği “Uh!
Ah! Chavez o Se Va!..”, sloganını. Latin
Amerikalı yoldaşların tüm dünya halklarına kazandırdıkları “El Peoplo Unido Jamas Sera Vensido” sloganıyla inlettik
alanları.
HKP olarak her zaman yanlarında olduk Chavez Yoldaş’ın ve Venezuela Halkının. Raul Betancourt Seeland Yoldaş’ımızla birlikte gerçekleştirdiğimiz onlarca konferansla, basın açıklamalarıyla, eylemlerle
destekledik Hugo Chavez’i ve Bolivarcı
dece bedence kaybı üzerine, alanlarda
Chavez Yoldaş’ımızın mücadelesinin süreceğini haykırmamız.
Chavez Yoldaş, AB-D Emperyalistleri
ve yerli işbirlikçileriyle olan kavgasında
güçsüz ama haklı olan milyonları birleştirerek güçlü kıldı. Onları devleştirdi. Ve ardında O’nun mücadelesini yaşatmaya kendini adayacak milyonlar bıraktı.
Chavez Yoldaş sana sözümüz olsun:
Bu topraklarda şu an için güçsüz ama haklı olan milyonları devleştirip mücadeleyi
zaferle taçlandıracağız. Bu nihai sona kadar olan mücadelemizde sen hep yanımızda olacaksın. Seni unutmayacağız, unutturmayacağız.
Kurtuluş Partililer
12
Yıl: 7 • Sayı: 64 / 8 isan 2013
Başyazı
İmralı-Açılım Süreci, BOP Sürecinin bir parçasıdır
Baştarafı sayfa 1’de
partisinin destek vermesinin önemine
işaret etti.” (www.haberler.com)
Görüldüğü gibi Beşir Atalay, çok açık
biçimde süreci yöneten güçleri itiraf ediyor.
Kimmiş bunlar?
“Kuzey Irak’tan Amerika’sına uzanan” güçlermiş…
Burada iki güç sayılıyor:
1) Amerika’ymış.
2) Kuzey Irak’mış.
Diğer güçler kimlermiş?
3) “BDP, İmralı”ymış.
4) Hükümet’miş, yani AKP İktidarıymış.
Tabiî Beşir Atalay yukarıdaki anlatımında bir demagojiye başvuruyor. Süreci yönetenin hükümet olduğunu, diğerlerinin ise sürece hizmet edecek “enstrümanlar” olduğunu iddia ediyor. Tabiî o
öyle söylemeye mecbur. Bu işi biz götü-
Beşir Ataclay
rüyoruz, demek zorunda. Oysa biz biliyoruz ki sürecin esas efendisi ya da öznesi ABD’dir. Diğer parçalarsa ABD’nin
kullandığı Beşir Atalay’ın deyişiyle
“enstrümanlar”dır.
“Barış” oyununun aktörleri
ve destekçileri(
Bu enstrümanların tümünün belirleyici özellikleri Amerikancı oluşlarıdır.
AKP’nin bir Amerikan projesi olduğunu artık bilmeyen, söylemeyen namuslu aydın kalmamıştır Türkiye’de. Tabiî bu partinin başkanı Tayyip’in de zamanın ABD Ankara Büyükelçisi Morton
Abromowitz tarafından keşfedildiğini ve
Türkiye’nin başına oturtulduğunu da yazıp çizmeyen namuslu aydın kalmamıştır. Gerçeğin bu son andığımız yönünü
biraz daha açalım:
“(…) ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz de (aslen
Yahudi olup Siyonizmin Türkiye ve
Ortadoğu stratejisti) Refah Partisi İstanbul Beyoğlu İlçe Başkanı Tayyip
Erdoğan’ı keşfetmesinden sonra Erdoğan malum medya marifetiyle toplum gündemine taşınmış, İlçe Başkanlığından İl Başkanlığına, oradan belediye başkanlığına ve derken Parti kurulup başbakanlık adaylığına varan
hızlı yükseliş trendi başlatılmıştır. Erdoğan’ın Abramowitz’le Kasımpaşa’daki özel bir vakıfta başlayan tanışıklıkları, belediye başkanı seçilme öncesi ve sonrası Belediyenin Florya tesislerindeki görüşmelerle devam etmiş,
Morton Abramowitz
ardından Tayyip Erdoğan’ın Amerika
ziyaretleri yoğunlaşmıştır. İlk defa 1721 isan 1995’te başlayan, daha sonra
17-22 Kasım 1996, 20-23 Aralık 1996,
Cezaevine girmeden hemen önceye
rastlayan 1 Mart 1998 ve yine 16 Temmuz 2000 tarihlerinde tekrarlanan
ABD gezileri bunların bazılarıdır.
“Tayyip Erdoğan’ı Belediye makamında 15 Ekim 1996 günü ziyaret
eden Abramowitz’in ‘Siz İstanbul’u
yönetip yıldızınızı parlatabildiğinize
göre, Türkiye için de çok şey yapabilirsiniz!...’ sözleri basında yer almış ve
‘Tayyip’in bazı şartları kabul etmesi
halinde, ABD’nin kendisini başbakanlığa hazırlayabileceği mesajı’ şeklinde
yorumlanmıştır. Hatta o günlerde bazı
gazeteler ‘Abramowitz Erbakan’ın yerine Tayyip’i hazırlıyor’ manşetlerini
atmıştır.
“Abramowitz ise zaten bu gerçeği
çok önceden ve Ertuğrul Özkök’ün
köşesinden şöyle açıklamıştır:
“Evet, kravatlı ve daha şehirli kılıklı görünen Erdoğan’ı Erbakan’a
tercih ederiz.” (Mustafa Erol,
www.68dayanisma.org)
Kuzey Irak’a gelirsek; burada iki yerel güç var: Barzani’nin Kürt Devleti ve
Kandil’deki PKK.
Herkes bilmektedir ki artık Barzani’nin Kürt Devleti’ni, Birinci ve İkinci
Körfez Savaşları ve Irak İşgaliyle var
eden ABD’dir, yardımcısı da AB’dir.
Kandil’deki PKK varlığını da koruyan, kollayan, hatta eğiten, belli ölçüde
silahlandıran yine ABD’dir. Nitekim geçen yıllarda Murat Karayılan, 7000 silahlı gerillamızı sizin emrinize verebiliriz,
ABD bizim için uzaklardan gelen dostumuzdur, biz Türkler gibi ABD’ye düşman gözüyle bakmıyoruz, diyerek
ABD’nin hizmetinde olduğunu, ona sadakatle bağlı olduğunu açık bir şekilde
dile getirmiştir.
Abdullah Öcalan da, 1991’de Sosyalist Kamp’ın çöküşünden sonra, dümeni
ABD’ye ve AB’ye kırmış, onlarla her
türlü işbirliğine gidebileceğini defalarca
açıklamıştır. ABD Ortadoğu’da bir dönüşüm yapmak istiyorsa bizimle işbirliği
yapmaya mecburdur, çünkü Ortadoğu’nun kilit gücü biziz, anlamına gelen
yazılar yazmıştır.
Demek ki tüm bu “enstrüman”ların
ortak paydası Amerikancılıktır. Başka
türlü ifade edersek; ABD sayesinde bugünkü konumlarını, durumlarını elde edişleridir, koruyuşlarıdır, sürdürüşleridir.
Dolayısıyla bunların tümü ABD’ye sadakatle bağlıdır ve onun bir dediğini iki
edemezler. Bu enstrümanların ABD’ye
ne kadar bağlı olduklarını Tayyip’in son
bir-iki yıllık süreçteki bir uçtan diğer uca
savruluşlarını örnekleyerek açıklarsak
sanırız daha anlaşılır olur…
Hatırlanacağı gibi Tayyip, Libya lideri Muammer Kaddafi’den “Kaddafi İnsan
Hakları
Ödülü”
almıştı
30.11.2010’da, Libya’da. Ödül töreninde
Kaddafi’yle kucaklaşan Tayyip, şu konuşmayı yapmıştı:
“Bugün burada, Libya’da teslim
aldığım Kaddafi İnsan Hakları Ödülü,
bizim bu mücadelemize manen destek
verecek, güç ve şevk kazandıracaktır.
Ülkem ve aziz milletim adına bu ödülü
teslim alırken ödül komitesine, sivil
toplum örgütlerine, değerli kardeşim
Muammer Kaddafi’ye bir kez daha
şükranlarımı sunuyor, hepinizi sevgiyle, saygıyla selamlıyorum. Esselamu
aleyküm ve rahmetullahi ve berekatüh.” (www.sabah.com.tr, 29.11.2010)
Bundan 15 ay sonra, AB-D, Kaddafi’yi hedefine koydu. Bir NATO saldırısıyla, Kaddafi’yi katledip ülkesini işgal
etmeyi ve yerine getireceği has uşaklarından oluşan bir kukla yönetimle Libya
petrollerini kendi kasasına akıtmayı
planlamış ve bunu uygulamaya geçirme
hazırlıklarına girişmişti. Tayyip, boş bulundu başlangıçta. “ATO’nun Libya’da ne işi var yahu”, diyerek ABD’nin bu emperyalist saldırısına karşı çıkar bir pozisyon aldı. Tayyip’in bu tutumuna Obama’nın yanıtı sert oldu. “Böyle lagaluga yapmaya devam edersen kanalizasyon ızgarasından aşağı süpürülürsün”, dedi. Tayyip, anında karşı tarafa
kendini atarak; “Bağışla sahip. Bir hatadır ettik, emrinizdeyim. Diktatör Kaddafi’yi bir an önce devirmeliyiz. Bu işi yapacak NATO askeri gücünün komuta
merkezi İzmir’de olsun.”, diyerek nedametini ve sadakatini ortaya koydu. Ve
Tayyip’in dediği gibi oldu. Komuta merkezini İzmir’de kuran NATO askeri gücü
Libya’yı aylarca havadan dövdü. Libya
Ordusu’nu eritti ve çökertti. Ve hep bildiğimiz gibi sonunda da Kaddafi’yi linç
ettirerek alçakça katletti, AB-D Emperyalistleri. Libya petrollerine de Libya’nın yönetimine de el koydu.
AB-D Emperyalistlerinin ikinci hedefi Suriye ve antiemperyalist lideri Beşşar Esad’dı. Daha doğrusu, Esad’ın başkanlığındaki BAAS İktidarıydı.
Yine hatırlanacağı gibi Tayyip, Suriye ve Esad yönetimiyle çok sıcak ilişkilere girmişti. Suriye’de ortak bakanlar
kurulu toplantısı yapmışlardı. Kendisi
Suriye’yi ziyaret etmiş; Beşşar Esad ve
eşi Esma Esad’ı da Türkiye’de ağırlamıştı. “Beşşar Esad’la biz kardeşten de
ileriyiz, dostluğumuz böylesine güçlüdür”, demişti.
AB-D’nin Suriye’ye namluyu çevirmesiyle birlikte Tayyip, Libya konusunda sergilediği tutumdan aldığı ders ile
burada hiç hata yapmadı, tabiî AB-D açısından. Anında Beşşar Esad düşmanı kesildi. Hatta bu düşmanlığı öylesine ileri
boyutlara taşıdı ki efendisi olan AB-D
Emperyalistleri bile, hoşlarına gitmekle
birlikte, buna şaşırdı. Öylesine bayağı tutumlara girdi ki, Esad’ın aslan anlamına
gelen adını bile kullanmayarak ona
“Esed”, yani zalim demeye başladı. Böylesine ilkel ve iğrenç boyutlardaki bir
saldırı ancak Tayyipgiller gibi Tefeci-Bezirgân Sermayenin ABD uşağı yandaşlarına yakışır. Suriye, bildiğimiz gibi iki
yıldan bu yana AB-D Emperyalistleri tarafından kanatılmaktadır ve bu zaman
sürecinde 100 bini aşkın masum insan
hayatını kaybetmiş, Suriye’nin onlarca
şehri-kasabası yerle bir edilmiştir.
Yani demek istediğimiz, ABD hizmetkârı tüm bu “enstrümanların” belirleyici özelliği, yukarıda da söylediğimiz
gibi ABD’nin her emrini, her planını har-
deniyet, demokrasi, özgürlük götürdüklerini iddia ederler bu ülkelere. Yani bu
insanî değerlere sahip kavramların ardına gizlenirler. Onları maske olarak kullanırlar.
Bu ülkelere girince de oradaki etnik,
dinsel, mezhepsel farklılıkları kullanırlar
ve ülkeleri ayrıştırarak çözmek, eritmek,
böylece de kolayca sömürüp kullanmak
isterler. İşte, Yugoslavya’da bunu yapmışlardır, Irak’ta bunu yapmışlardır, Suriye’de de aynısını yapmaya çalışmaktadırlar.
Tabiî Türkiye’ye gelince, ellerine alabilecekleri çok önemli bir koz bulmuşlardır; Kürt Meselesi. Ve bu meseleye el
koymuşlardır. Şu anki burjuva sistem
içinde Kürt Meselesi artık Türklerin ve
Kürtlerin meselesi olmaktan çıkmış, ABD Emperyalistlerinin ellerinde olan bir
mesele haline gelmiştir. Dolayısıyla da
bu meseleyi emperyalistler kendi çıkarlarına nasıl uygunsa elbette öyle çözeceklerdir. Bu çözümün nasıl olacağının
bir örneği Irak’ta açık olarak ortaya konmuştur, AB-D Emperyalistleri tarafından. Yani burada, Amerikancı Burjuva
bir Kürt Devleti oluşturulmuştur. Benzer
bir yapı da Suriye’de oluşturulmaktadır.
Bunların bir benzeri de Türkiye’de hayata geçirilecektir. Türkiye’dekinin başka
türlü olacağını iddia edenler ya yanılmaktadır; ya da adam kandırmaya çalışmaktadır.
AB-D, hep söylediğimiz gibi, Suriye’de de Irak’taki başarısını tekrarlarsa,
sonrasında duraksamadan İran’a yönelecektir. İran’da da benzer ayrışmayı, parçalanmayı var etmeye çalışacaktır.
En sonunda da dört parçayı birleştirip
İsrail benzeri, kendisiyle eklemlenmiş
Amerikancı, burjuva bir Büyük Kürdistan oluşturacaktır.
Türkiye’yi daha da parçalayacaktır.
Doğusunda bir de Ermenistan oluşturma
projesi vardır, ABD’nin. Ermeni yetkilileri zaten bunu açıkça defaten dile getirmişlerdir.
Tayyip, bir zamanlar Kaddafi’ye kardeşim derdi...
fiyen yerine getirmekte duraksamayacaklarıdır.
Yine hatırlayacağımız gibi, BDP heyeti de geçen yaz yaptığı ABD ziyaretinde ABD Emperyalizminin yetkililerinden “Suriye’de bize rol verin” diye taleplerde bulunmuşlardı. Dönüşlerinde de
bu yaptıklarını hiç utanıp sıkılmadan Suriye için “ABD’den rol istedik”, diyerek
açıklamışlardı.
AB-D neden Kürt
Meselesi’ne el attı?
Siyonizmin ve ABD Emperyalizminin en azgın ve etkin temsilcilerinden
olan Morton Abromowitz, “Kürt Sorunu
kendi haline bırakılmayacak kadar
önemlidir”, diyordu 1993’te, Foreign Policy Dergisi’nde yayımlanan bir makalesinde. AB-D Emperyalistleri zaten Kürt
Meselesi’ne hep bu anlayış çerçevesinde
bakmışlardır. Yani ellerine almışlardır bu
meseleyi ve kendi emperyalist amaçları
doğrultusunda kullanmaktadırlar on yıllardan bu yana.
AB-D Emperyalistleri bizim gibi kapitalizmce geri ülkelere sömürmek için,
sömürgeleştirmek için geldiklerinde kendi aşağılık amaçlarını hep gizlerler. Me-
Yani Türkiye’nin doğusunda Burjuva, Amerikancı Yeni İsrailler-İkinci ve
Üçüncü İsrailler oluşturulacaktır, ABD
Planının öngördüğüne göre.
Peki, Türkiye’nin geri kalanı ne olacaktır?
Orada da Amerikan İslamına-CIA İslamına uygun bir “Ilımlı İslam Devleti”
oluşturulacaktır. Tabiî bu da aynı ölçüde
burjuva ve Amerikancı olacaktır. Tıpkı
90 yıl önce Sevr’de öngörüldüğü gibi…
Hep diyoruz ya; AB-D Emperyalistleri
Sevr’den hiç vazgeçmemişlerdir.
ABD’nin bu planına iktidar partisi
AKP’yle birlikte BDP, CHP ve MHP de
olanca güçleriyle ve kendi yordamlarıyla
destek vermektedirler. AKP ve BDP zaten bu Sevr sürecini elbirliğiyle sürdürmektedirler. CHP dışarıdan açık desteğini sunmaktadır.
CHP ve MHP sürece
gerçekten muhalif mi?
Nedir CHP’nin lideri Kılıçdaroğlu’nun istediği?
Bu süreç bizden gizli yapılmaktadır,
bize de bilgi verilsin, sürece biz de ortak
olalım, Gül Abdullah da ortak olsun. Yani ihanetin sorumluluğunu hepimiz pay-
laşmış olalım…
Başka bir şey istiyor mu?
Hayır…
Eee ana muhalefet partisi, o kadarcık
eleştirisi olacak tabiî. Şimdi görelim
eleştirisini ve talebini:
“Süreçten rahatsızız, sürece müdahil olun
“Çankaya Köşkü’nde dün sürpriz
bir görüşme gerçekleşti. Köşk’e elinde
kırmızı bir dosya ile gelen Kılıçdaroğlu, edinilen bilgiye göre görüşmede,
İmralı sürecinin AKP ve BDP’nin ortak yürütülmesinden duyduğu rahatsızlığı iletti.
Kemal Kılıçdaroğlu
“Edinilen bilgiye göre kendilerine
ve Meclis’e bilgi verilmemesinden şikâyetçi olan Kılıçdaroğlu şunları söyledi: “Toplumun yüzde 50’si süreçten
dışlanıyor. Bu nedenle bugünden kötüye gidebiliriz. Sürecin başarısız olmasını kimse istemez. Böyle yürütülürse
başarısızlıkla sonuçlanabilir. Biz de
sürecin başarılı olması için önerilerimizi gündeme getiriyoruz.”
“(…)
“Heyet Meclis’ten olsun
“Görüşmede Kılıçdaroğlu’nun milletvekilleri ve devlet görevlilerinin dahil olduğu bir komisyonun Meclis çatısı altında oluşturulması gerektiğini
söylediği öğrenildi. Süreci MİT’in
kontrol etmesinden duyduğu rahatsızlığı da dile getiren CHP lideri Gül’e
‘Sürece müdahil olun’ çağrısı da yaptı.” (www.internethaber.com)
Biz daha önce ona hitaben, “Yılan
gibisin Kılıçdaroğlu”, demiştik. Gerçekten de öyle işte… Yani bu ihaneti
Amerikancı güçler olarak elbirliği ile götürelim, başarıya ulaştıralım. İhale birkaçımızın üzerinde kalmasın. İhanete hepimiz eşit şekilde ortaklık edelim, diyor
Kılıçdaroğlu.
Biz de şunu söylüyoruz; Kılıçdaroğlu’nun ruhiyatı, gerçek düşüncesi başka,
söylemi başkadır. O, gerçeklikte Hüseyin
Aygün’le birebir örtüşür. Söylemde ise
çalkalar, mızıldanır, laf geveler. Korkakça, pısırıkça bir şeyler söylemeye çalışır.
Gerçek düşüncesini mertçe, dürüstçe ortaya koyamadığı için kıvranır durur.
Özetçe o, kendisiyle baş başa kaldığında
Hüseyin Aygün’dür. Kitlelerin karşısındaysa oryantal Nesrin Topkapı ya da Tatlıses’in Asena’sı. Ne acıklı bir hayat
onunki…
Kontrgerilla’nın özel örgütü MHP
görünüşte-sözde sürece karşı çıkar görünmektedir. Fakat onun da rolünü öyle
oynaması mecburidir. Malum ya; Tayyip’in ve AKP’sinin, halkın din duygularını sömürerek siyaset yapması gibi o da
millî duyguları sömürerek siyaset yapmaktadır. Fakat dikkat edersek; MHP
böyle kurusıkı gevezelikler yaparak, hatta zaman zaman da “köyün delisi”ni oynayarak muhalefet rolünü sürdürmekle
birlikte, kritik durumlarda, önem arz
eden durumlarda AKP’ye tüm desteğini
vererek ABD’nin kendine verdiği görevi
başarıyla yerine getirmektedir.
Hep söylediğimiz gibi, Türkiye’de
gerçek demokrasi de hukuk da yoktur.
Sadece 27 Mayıs Politik Devrimi’nin getirdiği demokrasi kırıntıları vardır. Halkımızın şu anda demokratik anlamda nefes alıp vermesini sağlayan da bu kırıntılardır sadece. Fakat öbür yanda ABD
Emperyalistlerinin ve yerli işbirlikçi hainlerinin domuzuna diktatörlüğü altındadır Türkiye. CHP haricindeki partileri
projelendirip oluşturan da onların hangisinin iktidar, hangisinin muhalefet rolü
oynayacağını belirleyen de hep ABD
Emperyalistleridir. CHP de bildiğimiz
gibi Birinci Kuvayimilliye’yi, Birinci
Antiemperyalist Kurtuluş Savaş’ımızı
zafere ulaştıran kadrolar tarafından kurulmuştur. Fakat bu partinin de yönetim
kadroları, Kılıçdaroğlu ekibini iktidara
getiren “kaset operasyonu”nda açıkça
görüldüğü gibi, artık doğrudan ABD
Emperyalistleri tarafından belirlenmektedir. Dolayısıyla CHP de artık ABD’nin
dolaysız hükmü-emri altındadır.
13
Yıl: 7 • Sayı: 64 / 8 !isan 2013
PKK-Öcalan’ın kendi
söylemleriyle siyasi tavrı
Bu süreçte Kürt tarafını temsil eden
yerli örgüt PKK’dir. Ve onun denetimi
altındaki BDP’dir. Bunların Amerikancılıklarını yukarıda anmıştık.
PKK’nin devrimcilikle, ilericilikle,
demokratlıkla, laiklikle, antiemperyalistlikle zerre kadar ilgisi kalmamıştır. Sosyalist Kamp’ın varlığındaki küçükburjuva ilericiliğini, sosyalistliğini, Sosyalist
Kamp’ın yıkılışıyla birlikte anında terk
etmiştir. Artık rotayı ABD Emperyalistlerine kırmış ve 1991’den bu yana çözümü onlardan bekler olmuştur. Böyle
olunca, PKK’nin sürece ilişkin tüm projeleri ve tutumu, ABD Emperyalistlerinin BOP Projesiyle birebir uyumludur.
Bu gerçeği Abdullah Öcalan’la BDP Heyetinin İmralı’daki ikinci görüşmesinde
bir kez daha görüyoruz:
-Sırrı: Rojava (Suriye’nin Kürt
bölgesi) için bir aktarımınız olacak
mı?
-Öcalan: Suriye’de Kürtler iki tarafla da görüşsünler, kim haklarını verirse onunla çalışsınlar. Suriye Demokratik Kurtuluş Cephesi olsun. Kürt,
Arap, Türk, Türkmen hepsi. Suudi Selefiler çok tehlikeli, Esad ise küçükburjuva diktatörlüğüdür. Kürtler (Suriye’deki Kürtleri kastederek) Barzani’nin emrine giremez. Onun çizgisi
farklı. Kürtler mutlaka bir öz savunma gücü oluşturmalı.” ( milliyet.blog,
28 Şubat 2013)
Açıkça görüldüğü gibi, Öcalan Suriye’de Beşşar Esad karşıtı Amerikancı
güçler cephesinde bulunulmasının doğruluğunu ve devamını savunuyor. Bu
cephe içinde de sizin çıkarlarınıza en uygun düşen kimlerse onlarla yakın ilişkiler kurun, bu arada da kendinizin bir öz
savunma gücü mutlaka bulunsun, diyor.
Abdullah Öcalan
Zaten, PKK’nin Suriye kolu olan
PYD’nin Amerikancı güçler cephesinde
Beşşar Esad’ın antiemperyalist yönetimine karşı savaştığını defaten yazıp söylemiştik. Hatırlanacağı gibi geçen 19 Şubat’ta da PYD, “Özgür Suriye
Ordusu”yla Beşşar Esad’a karşı nasıl savaşılacağı ve zaferden sonra ganimetin
nasıl paylaşılacağı konularını kapsayan
11 maddelik bir anlaşma yapmıştı. Bu
anlaşma tüm medyada çıkmış, Gündem
Gazetesi de haberi manşetten vermişti.
Bizce, Tayyipgiller’in AKP’si ile işi
bağladıktan sonra, PKK, silahlı güçlerini
Suriye’ye kaydırarak PYD ile birlikte
Beşşar Esad yönetimine karşı savaştıracaktır. Eğer Suriye’yi ABD’nin istediği
doğrultuda halledebilirse bu Amerikancı
güçler, ondan sonra da İran’a karşı savaştırılacaktır.
Öcalan bu konuda önemli bir uyarıda
daha bulunuyor, BDP heyeti aracılığıyla
PYD’ye. Barzani’den uzak durun, diyor.
Daha önce de söylediğimiz gibi ABD
Emperyalistleri oluşturmayı planladıkları Kürt Devletinin liderliğine Barzani’yi
getirmeyi düşünmektedirler. Tabiî şu anda da Öcalan’ı, Tayyip’in deyişiyle bir
“enstrüman” olarak kullanmaktadırlar.
Öcalan, bunu görmektedir. Bu nedenle
uyarılarda bulunmaktadır.
Öcalan, İmralı görüşmecilerinin aslarından olan sinemacı Sırrı Süreyya aracılığıyla Fethullah Gülen’e şu şekilde selam ve saygılarıyla birlikte ittifak önerilerini iletiyor:
“Öcalan’la İmralı’da görüşen 2’nci
ve 3’üncü BDP heyetinde yer alan İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder, Diyarbakır’da katıldığı Hürriyet’in yazıişleri toplantısında Öcalan’ın Fethullah Gülen’e olan mesajını
açıkladı.
“Sırrı Süreyya Önder, “Öcalan,
Fethullah Gülen’e selamlarını gönderdi. Fethullah Gülen’in ‘Sulhta hayır
vardır’ yaklaşımı benim de yaklaşımımdır. ‘Bütün Ortadoğu’daki demokratik bir siyaset ve barış için birlikte
çalışabiliriz, Muhterem Fethullah Gülen’e selamlarımı söyleyin. Onu en iyi
anlayan benim’ dediğini belirtti.” (Vatan, 23.03.2013)
Hatırlanacağı gibi Öcalan, 90’lı yıllarda insanları bazen enselerinden tek
kurşunla vurarak bazen de domuz bağlarıyla bağlayıp işkencelerle diri diri toprak altına gömerek en caniyane şekilde
katleden Hizbullah’a da o yıllarda ittifak
önerilerinde bulunmuştu defalarca.
Bu görüşmede Öcalan, Altan Tan’a
dönerek şunları da söylüyordu:
“(…) (Altan Tan’a dönerek) Sayın
Altan bilirsin İslamcıların 40 yıllık rüyasıydı, rüyalarını gerçekleştirdik. Biz
AKP’ye iktidarı altın tepside sunduk.
Bize bir teşekkür etmedikleri gibi 2.
Atatürk rolüne soyunup daha çok üstümüze geldiler, ezmeye çalıştılar.”
Açıkça görüldüğü gibi Öcalan Tayyipgiller’in İslamcı İktidarını biz gerçekleştirdik, diyor. Ortaçağcıların kırk yıllık
rüyasının gerçek olmasını biz sağladık,
diyor. Öcalan, Ortaçağcılıktan rahatsız
olmadığı gibi tam tersine; Türkiye’nin
Ortaçağın karanlığına sürüklenmesi bizim sayemizde oldu, diyor. Böylece de
onun laiklik gibi bir sorununun asla olmadığını ortaya koymuş oluyor. Öcalan
için biricik değer vardır: iktidar olmak.
Oraya ulaşmak için de her yol mubahtır.
Öcalan’ın dünyası bu…
Hatırlanacağı gibi Öcalan Bekaa ve
Şam’da iken, Mustafa Kemal’e düşmandı. Yakalanmasından sonra ve yargılanma sürecinde, tabiî savunmasında da
keskin Atatürkçü oldu. Yukarıdaki konuşmasından anlıyoruz ki yeniden Bekaa’lı, Şam’lı günlerine dönmüş. Zamana ve şartlara göre görüş değiştiriyor.
Bu görüşmede Sırrı Süreyya, şöyle
diyor Öcalan’a:
“- Sırrı: Başkanım her şeyi konuştuk. Bir de başkanlık meselesi var. Kamuoyu bu konuda çok hassas. Osman
Kavala’nın size selamları var. Totaliter bir yapıya dönüşmesinden endişe
ediyorlar.”
Osman Kavala, CIA’ca devşirilmiş,
meşhur şahsiyetlerdendir. CIA yörüngesindeki NGO’lardan olan Güneydoğu
Avrupa Demokrasi ve Uzlaşma Merkezi (Center for Democracy and Reconciliation in Southeast Europe) Yönetim Kurulu Üyeliğinde bulunmuştur.
Ayrıca Soros’un TESEV’inin Yönetim
Kurulu Üyesidir. Ve de yine Soros’un
Açık Toplum Enstitüsü’nün Danışma
Kurulu Üyesidir. Ve yine, meşhur döneklerimizden olan “Belgeli Murat”la birlikte İletişim Yayınları’nın da kurucusudur.
Bu şahsın faaliyetleri saymakla bitecek
gibi görünmüyor; Osman Kavala, Tarih
Vakfı’nın sponsoru, Diyarbakır Kültürevi’nin sponsoru, Helsinki Yurttaşlar
Derneği üyesi imiş…
Sinemacı Sırrı Süreyya da yukarıdaki
sözlerinden de anlaşılacağı üzere bu vatandaşla sıkça düşüp kalkmaktadır. Tabiî
ne de olsa aynı yolun yolcusudurlar. Yine hatırlanacağı gibi Sırrı Süreyya görüşme sonrası medyaya yansıyan konuşmalarında “başkanlık sistemi tartışılabilir”,
sözünü sarf etmiştir. Aysel Tuğluk da aynı şeyi savunmuştur.
Öcalan siyasetinin özeti:
“Amaç aracı meşru kılar”,
her şey iktidar için!
Gelelim Öcalan’ın verdiği yanıta:
“- ÖCALA!: Başkanlık sistemi
düşünülebilir. Biz Tayyip Bey’in başkanlığını destekleriz. Biz AKP ile bu
temelde bir başkanlık ittifakına girebiliriz.”
Yine görüldüğü gibi Öcalan, Tayyip
gibi bir Ortaçağcı, Amerikan ve İsrail işbirlikçisi, halk düşmanı bir diktatörün bile başkanlığını olumlu bulmaktadır.
Onunla bu konuda da “ittifaka girebiliriz”, diyebilmektedir rahatça. Yukarıda
da belirttiğimiz gibi Öcalan’a göre,
“amaç için her yol mubahtır”. Orijinalini
söylersek bu anlayışın; “amaç, aracı
meşru kılar”.
Öcalan o görüşmede, “Ergenekon
Davası” adlı CIA Operasyonuna ilişkin
olarak da şunları söylüyor:
“Ergenekon’un bizden beklentisi
2002’den itibaren savaşı tırmandırmamızdı. Ben AKP’nin tam olarak oturması ve olgunlaşması için bilerek bekledim, sabrettim. AKP anlar dedik.
AKP darbe ile uğraşırken başını belaya/derde sokmayalım dedik. Onlar
darbelerle uğraştılar. 2007, 2009 hatta
2011’e kadar seçim hesapları, oy hesapları yaptılar. Ben geri çekildim.”
Öcalan, bu anlatımında CIA’nın, Cemaat’in ve Tayyipgiller’in ortaklaşa yü-
rüttüğü “Ergenekon Davası” adlı Operasyonun bütünüyle yanında, destekçisi
olduğunu ortaya koymaktadır. Öcalan,
2011 başına kadar da bu görüşteydi. Fakat 2011 yılının 09 Ocağında keskin bir
dönüş yaparak tam tersi bir görüşe sıçradı. O güne kadarki savunduğu görüşlerin
yanlışlığını öne sürdü ve özeleştiri yaptığını söyledi. Şöyle demişti o gün:
“İmralı Cezaevi’nden avukatları
aracılığıyla Fırat Haber Ajansı’na
açıklama yapan Abdullah Öcalan,
herkesi çok şaşırtacak açıklamalarda
bulundu. Ergenekon Davası konusunda özeleştiri yaptı. Öcalan Ergenekon
Davası’nı bugüne kadar yanlış değerlendirdiğini ve bugün nasıl düşündüğünü şöyle anlattı:
“Önemli bir değerlendirme daha
yapacağım. Bu değerlendirme tarihi
ve aslında biraz da özeleştirel bir değerlendirme olacak. Bugüne kadar Ergenekon yargılamalarıyla birlikte devletteki gladionun jitemvari yapıların
tasfiye edildiği söyleniyordu. Biz de biraz böyle düşünüyorduk. Aslında
olanlar tam da böyle değildir. Bu konu
üzerine sürekli düşünüyorum. Geçenlerde buradaki arkadaşlarla da tartıştım. !asıl fark etmemişiz bugüne kadar? Bu nedenle özeleştiri diyorum.
Sanırım Hanefi Avcı’nın kitabında da
geçiyormuş. O da çözüm konusunda
benimle görüşülmesi taraftarıymış,
bunu öneriyormuş ve şimdi içeride ve
Ergenekon’dan yargılanıyor. Yine geçmişte benimle burada çözüm amacıyla
görüşen bazı isimler de Ergenekoncu
diye yargılanıyor. Aslında Ergenekoncu diye tasfiye edildiği söylenenlerin
bir kısmı çözüm yanlısı isimlermiş.
Ama asıl Gladionun çözümü istemeyen kesimleri dışarıda bırakılmıştır,
onlar hâlâ dışarıdadır ve AKP bunlarla uzlaşmıştır. Deşifre olmuş Veli Küçük gibi, karanlık, cinayet işleyen,
darbeci isimlerin yanına çözüm isteyen, hatta geçmişte benimle burada
çözüm amacıyla görüşen isimleri de
bunlarla ilişkilendirerek bu şekilde
asıl çözüm yanlılarını tasfiye ediyorlar. Geçmişte biliniyor mesela Cem
Ersever -jitemin bizzat kurucusudur,
yüzlerce, binlerce faili meçhule neden
oldular- ama daha sonra yanlış yaptıklarını, sorunun bu yöntemlerle çözülemeyeceğini anlayıp dile getirince tasfiye edildiler.” (Odatv, 09.01.2011)
İmralı’daki bu görüşmede Öcalan’ın
yukarıda söylediklerini görünce anlıyoruz ki, Öcalan bu konuda da yeniden görüş değiştirerek eskiye dönmüş. Gördüğümüz gibi Öcalan için böyle görüş değişiklikleri hiç de zor bir şey değil…
“Barış Süreci” Ortadoğu
Halklarına neler getirecek?
“Açılım” ya da “Barış Süreci” denen
bu süreç, aslında BOP sürecidir. BOP sürecinin ne olduğunu bir kez daha netçe
ortaya koymaktan, tekrarı göze alma pahasına da olsa, sanırız gerek vardır. Bunu
da açıkça ve bilinçlice görüp kavrayan
ender namuslu yazarlardan olan Yurt Gazetesi yazarı Cevher Kantarcı’nın aşağıda aktaracağımız şu yazısında duruca
görebiliriz:
“Şimdi geçmişe bir yolculuğa çıkalım ve bakalım Türkiye Cumhuriyeti
Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan beyin bir zamanlar söylediklerini okuyalım:
“Ellerine bir kâğıt almış dolaşıyorlar… Amerika’nın bir projesidir, diye… Bunu ispat ederlerse, biz her şeye
varız… Ama ispat edemezlerse alçaktırlar, namussuzdurlar! Bu kadar açık
konuşuyorum, bu kadar ağır konuşuyorum!”
“Sonra ne demiş?
“4 Mart 2006’da yapılan AKP’nin
Bayrampaşa İlçe Kongresi’nde, yukarıda yazdıklarımızın tam tersine şunları demiş:
“Türkiye’nin Ortadoğu’da bir görevi var! !edir o görev? Biz Genişletilmiş Ortadoğu ve Afrika Projesi’nin eşbaşkanlarından bir tanesiyiz! Ve bu
görevi yapıyoruz biz!”
“Durun daha bitmedi!
“16 Şubat 2004’te, Kanal D’deki
Teketek Programı’nda ne demiş:
“Şu anda yani Amerika’nın da düşündüğü Büyük Ortadoğu Projesi var
ya, Genişletilmiş Ortadoğu… Yani bu
proje içerisinde, Diyarbakır bir yıldız
olabilir! Bir merkez olabilir!”
“Durun daha bitmedi!
“13 Ocak 2009 tarihindeki AKP
Grup toplantısında hem de 23 !isan
1920’de açılan Türkiye Büyük Millet
Meclisi çatısı altında demiş ki:
“Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı, Büyük Ortadoğu Projesi’nin
(BOP demek istiyor) Eşbaşkanıdır!
Değerli arkadaşlar, Büyük Ortadoğu
Projesi’nin (Yine bir daha BOP demek
istiyor) amaçları bellidir ve o amaçların içinde Türkiye’nin üstlendiği görev bellidir! Büyük Ortadoğu Projesi,
barışa yönelik olarak kurulmuştur!”
“Peki BOP Eşbaşkanı olarak ken-
Cevher Kantarcı
disine tevdi edilen görev nedir?
“Eh, o zaman da Çağdaş Haçlı Projesi’nin ve de elbette BOP’un esas mimarlarından Condoleezza Rice’in 7
Mart 2003’te Washington Post’a yazdığı makaleyi okuyalım:
“Fas’tan, Basra Körfezi’ne kadar,
TÜRKİYE DE DÂHİL, Ortadoğu’da
22 ülkenin rejimi, sınırları ve haritaları değişecek!”
“Eksik kalmasın… Bir de ABD Deniz Kuvvetleri Akademisi Öğretim
Üyesi !icolas Gvasdev’in bir askeri
dergiye yazdıklarına da göz atalım:
“Kısa bir süre içinde; Türkiye’de
PKK’ya, Kolombiya’da FARC’a, Filipinler’de komünist ve İslâmcı asilere
karşı kullanılan isyan bastırma yöntemlerinin sorgulanması, bu ülkelere
müdahaleyi beraberinde getirecektir!”
“Askeri ve sivil hapishanelerde yatanları ve de Deniz Kuvvetleri’nin savaş gemisi haydayacak komutan bulamamasını da gözünüzün önüne getirip, şu yukarıda yazdıklarımı bir daha
okuyun!
“Bence Başbakanımızın da İmam
Hatip’te
öğrendiğini
sandığım
Kur’an’daki Bakara ve Maide surelerini, yukarıda yazdıklarımızın ışığında bir daha okuyun!
“Başbakanımızın Irak’ı işgal eden
Çağdaş Haçlı Orduları’nın başarısı
için hayır duası ettiğini de düşünün!
“Yorumunuzu da kendiniz yapın!
“İsterseniz fakire paranoyak deyin!
“Paranoyak deyin ama rica ediyorum, salak demeyin lütfen!” (Cevher
Kantarcı, Yoruma lüzum var mı?, Yurt
Gazetesi, 23 Mart 2013)
Demek ki olayın ne olduğunu namuslu olmak kaydıyla, burjuva yazarları bile
görüp kavrayabiliyor. Bu süreçte Amerikancılığın dışında ve ABD Emperyalistlerinin projelerinin dışında bir şey aramak yani solculuk, ilericilik, demokratlık türünden şeyler aramak tümüyle saflık olur.
İsrail, Türkiye’den BOP
süreci için özür dilemiştir,
dilettirilmiştir
Tam da bu süreçte önemli bir değişiklik daha oldu, Ortadoğu’da: İsrail, üç yıldır defalarca çok net ve kararlı bir tutumla aksini savunmasına rağmen, bir anda
180 derecelik bir dönüş yaparak “Mavi
Marmara Baskını” ve 9 Müslüman’ın
öldürülmesi konusunda hem Türki-
ye’den “özür dile”di hem de AKP Hükümeti aracılığıyla “ölenlerin yakınlarına
tazminat ödeyeceğini” belirtti. Yani Türkiye’nin üç yıldan bu yana talep edip de
İsrail’in kararlılıkla reddettiği şeyleri bir
anda kabul etmiş oldu. Tabiî bu kabulün
hemen öncesinde Obama İsrail’i ziyaret
etmişti. Netenyahu da dahil olmak üzere
İsrail yetkilileriyle derin görüş alışverişlerinde bulunmuştu. İsrail’in bu kabulünün Obama’nın isteğiyle gerçekleşmiş
olduğu apaçıktır.
Obama bu görüşmesinin başlangıcında, “İsrail’le ebediyen müttefikiz” mesajını vermişti, İsrail’e ve dünyaya.
Tahmin ediyoruz ki Obama bu görüşmesinde Türkiye-İsrail ilişkilerine Suriye ve “açılım” meselesine ilişkin şunları
söyledi, şu öğütleri verdi, İsrail yetkililerine:
“Kuru inadı bırakın, bölgede İsrail lehine çok önemli gelişmeler oluyor. Bakın; Ortadoğu’da İsrail’e yeni bir kardeş
geliyor. Size benzeyecek bir Kürdistan
oluşuyor. Türkiye’deki işbirlikçilerimiz
bu işle meşguller. Tabiî bu güç bir iş,
AKP İktidarını haliyle zor duruma düşürüyor, yıpratıyor. Şimdiden yapılan kamuoyu araştırmaları oylarının yüzde on
oranında düşüş kaydettiğini gösteriyor.
Sürecin devamında daha da büyük oy
kaybına uğrayacağı görülüyor. Ona acilen destek atmamız gerekiyor. Sizin Mavi Marmara olayıyla ilgili Türkiye’nin
taleplerini kabul etmeniz, AKP için büyük bir moral oluşturur. Ve onun yıpranan kamuoyu desteğini, eski durumuna
getirmese bile en azından aşağıya gidişini şimdilik durdurur. AKP liderinin; “bakın bugüne kadar tarihinde hiç kimseden
özür dilemeyen İsrail’e bile özür dilettik
ve onu tazminat ödemeye mecbur bıraktık” şeklinde şişinmesi, seçmenlerini yeniden kendisine bağlayabilir. O bakımdan sizin bu adımı, karşılığında elde edeceğiniz şeylere bakarak, tereddüt etmeden atmanız gerekir. Bir anda hem Ortadoğu’daki en önde gelen ve güçlü düşmanınız BAAS liderliğindeki Suriye’den
kurtulacaksınız hem Türkiye’ye yeniden
sağlam müttefikler olacaksınız hem de
bunlardan daha önemli olmak üzere yeni
bir kardeş kazanacaksınız…”
Anlıyoruz ki İsrail yetkililerinin aklı
bu çok kârlı alışverişe hemen yatmış.
Onlar binlerce yılın Tefeci-Bezirgânı,
bildiğimiz gibi.
Bu barıştırmaya ilişkin dünyadaki
yankılar, değerlendirmeler de zaten olayın ne olduğunun herkesçe açık olarak
anlaşıldığını göstermektedir. İzleyelim:
“İsrail’in Mavi Marmara baskını
için Türkiye’den özür dilemesi dünya
medyasında şöyle yer aldı: Guardian
Gazetesi (İngiltere): Bölgedeki belirsizlik göze alındığında ABD; Türkiye
ve İsrail’in birlikte çalışabileceğine
güvenmek istiyor. Le Monde Gazetesi
(Fransa): Obama’nın son anda gelen
diplomatik başarısı. Amerikan C!!
televizyonunun internet sitesi: Obama
bir diplomasi devrimine imza attı. İsrail Haaretz Gazetesi: Çıkarlar, ego ve
siyasete üstün geldi.” (Posta Gazetesi,
24 Mart 2013)
İsrail’in en etkin gazetelerinden Haaretz’in diplomasi muhabiri de meseleyi
gördüğümüz gibi çok açık ve kesin bir
ifadeyle işte böyle, lafı hiç dolandırmadan ortaya koyuveriyor. Kazanacaklarının büyüklüğünü muhakkak ki netçe görmüş, İsrail tarafı…
Bu arada Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı, İblisin insan kılığına bürünmüş hali Melih Gökçek, belediyenin bilboardlarına şu afişi yerleştirmekte hiç
gecikmemiş:
14
Yıl: 7 • Sayı: 64 / 8 isan 2013
Dünya halklarının
başdüşmanları süreci net
bir şekilde
desteklemektedir
Tüm bu anlatımlarımızdan da iyi niyetli olan yani olayları tarafsızca, yalnızca oldukları gibi görmek ve kavramak
çabasında olan insanların kolayca anlayabileceği gibi, “açılım”, “barış süreci”
denen olay BOP sürecinin bir parçasıdır,
ikinci ya da yeni bir İsrail’in doğum sürecidir, oluşum sürecidir. Bu doğumun
ebesi de kuşkusuz ABD’dir.
Zaten, PKK-BDP’nin kendisi de destekçilerini açıklamaktan kaçınmıyor:
“ABD, AB ve AP yetkilileri, Öcalan’ın mesajını olumlu bulduklarını
açıkladı. AP Sosyalist Grup Başkanı
Hannes Swoboda ise ‘Kürt lider Öcalan’ın çağrısı hoş geldi’ dedi. Federe
Kürdistan Hükümeti de Öcalan’ın
mesajını desteklediğini duyurdu.”
(Özgür Gündem Gazetesi, 23 Mart 2013)
CIA’nın üç çekirdek örgütünden biri
olan (diğer ikisi ise Trilateral-Üçlü
Konsey ve Bilderberg’dir) CFR (Council on Foreign Relations-Dış İlişkiler Konseyi) internet sitesinde Diyarbakır Newroz kutlamalarının bir resmiyle
birlikte uzun bir yazıyla sürece verdiği
desteği belirtiyordu.
Örneklersek özetçe şöyle diyordu:
“Türkiye’nin Yeni Yıl Sürprizi
“(…) CFR muhabiri Steven Cook
bunun (Öcalan’ın mektubu kastediliyor
- Kurtuluş Yolu) yaklaşık otuz yıldır
akan kanı durdurmak için büyük bir
gelişme olduğunu söyledi. Cook, kalıcı
bir barışın PKK’nin silah bırakmasıyla ve Kürtlere daha büyük özerklik getirecek olan yeni anayasanın hayata
geçirilmesiyle mümkün olduğunu ifade etti.
“(…)
“Bu yüzden bu, Türklerin ‘Kürt
meselesinin çözümü’nden kastettiği
şeyin ilk adımıdır. Şimdiye kadar hiç
kimse tam anlamıyla çözümden ne
kastedildiğini bilmiyordu.” (CFR internet sitesi, www.cfr.org)
ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü
Victoria Nuland, desteklerini şöyle açıklıyordu:
“uland, PKK’nın açıklamasını,
‘Türkiye’de 30 yılı aşkın süredir devam eden trajik şiddeti sona erdirme
yolunda olumlu bir adım olarak nitelediklerini’ belirterek, şunları kaydetti:
“Bu şiddet çok sayıda yaşama ve
geleceğe mal oldu ve sona ermeli. Türk
hükümeti ve ilgili tüm tarafların, Türkiye’de demokrasiyi ilerletecek ve
Türkiye’nin tüm vatandaşlarının yaşamlarını geliştirecek bir barışçıl çözüme ulaşmaya yönelik cesur çabala-
Victoria uland
rını alkışlıyoruz. ABD, bu meseleyi nihayet çözüme kavuşturma ve daha
parlak bir geleceğe doğru yol almaya
yönelik çabalarında Türkiye halkını
desteklemeye devam edeceğiz.” (Sabah
Gazetesi, 22.03.2013)
Avrupa Birliği Emperyalistleri de
mevcut BOP ya da Yeni Sevr sürecine
tam desteklerini kesin ifadelerle açıklamışlardır:
“AB Genişleme Komiseri Stefan
Füle ve AB Dış İlişkiler ve Güvenlik
Politikası Yüksek Temsilcisi Catherine
Ashton’ın ortak açıklamasında,
“PKK’ya bugün yapılan silah bırakma ve Türkiye sınırlarının dışına çekilme çağrısını ve buna olumlu tepkileri memnuniyetle karşılıyoruz. Bu,
çok sayıda can kaybına neden olan sorunu bitirme hedefiyle devam eden süreçte yeni bir önemli ileri adımdır. Bunun somut takibini ve uygulanmasını
bekliyoruz” ifadesi kullanıldı.
“Açıklamada, “AB’nin barış sürecine tam destek verdiği ve katılım öncesi mali yardım enstrümanları dahil
katkı yapmaya hazır olduğu” vurgulandı.” (agy)
Demek ki uluslararası emperyalizm
tam kadro olarak “İmralı”, “Açılım”,
“Öcalan”, “Barış” süreci denen, ki işin
aslı hep söylediğimiz gibi “BOP” ya da
“İkinci İsrail’in doğuş” sürecidir, bu süreci hararetle desteklediklerini açıkça ortaya koymaktadırlar. Tabiî bu sürecin mimarı, projecisi ve uygulamaya koyucusu
zaten kendileridir…
Parababaları, süreçle önü
açılacak sömürü ve talan
için ellerini ovuşturuyor
Türkiye’ye gelirsek; başta TÜSİAD
ve Soros’un Açık Toplum Enstitüsü, TESEV’i gelmek üzere, tüm Parababaları
ve Parababaları örgütleri, tabiî Ortaçağcı
Parababaları ve onların örgütleri, medyası da dahil olmak üzere bu Amerikan
Projesine bütün güçleriyle destek vermektedirler.
TÜSİAD’ın açıklamaları şöyleydi:
“Çözüm ve barış süreci için başlatılan çabalar doğru yönetilirse bizi tarihi bir noktaya taşıyabilir” görüşünü
ifade eden Boyner, sürecin partilerüstü, günlük siyasi hesaplar ve hesaplaşmalar üstü yürütülebilmesinin sonuç
için kritik olduğunu aktardı.”
“İMRALI YORUMU: “İŞA TAKILDI, SIRADA DÜĞÜDE, TAKI
OLARAK YATIRIM YAPACAĞIZ”
“TÜSİAD Yönetim Kurulu Üyesi
Tarkan Kadoğlu, İmralı sürecini desteklediklerini açıkladı. Bu sürecin ülkenin yeniden huzura kavuşması, yeniden barış çiçeklerinin açılacağı bir
süreç olacağı görüşünü dile getiren
Kadoğlu, “Her kesimin bu sürece destek olması gerektiğine inanıyorum.
Geçen hafta Diyarbakır’daydım. Bölgenin STK’ları ile bir araya geldik.
Herkesin ortak yönü, bu barış sürecinin biran önce netleşmesi. Biz adını
şöyle koyduk: ‘Şu anda bu barış süreci, bir düğüne benzetiyoruz. Düğün,
nişanları takılmış, sıra düğünü yapmaya kaldı’ diyoruz. Düğünün olduğu
süreçte de biliyorsunuz takılar takılır.
Bizler de işadamları olarak, takımızı
takmaya, bu bölgeye yatırım yapmaya
bir seferberlik yoluyla gideceğimize
inanıyorum. Bu süreci önemsiyorum.
Bu ülkenin geleceğinin, bu barışın sağlanmasında olduğuna inanıyorum”
açıklamasında
bulundu.”
(http://www.patronlardunyasi.com/yhaber.asp?haberid=140759)
Ülkeleri bölüp parçalayan örgütleri
ve projeleriyle ünlü CIA ile işbirliği halinde çalışan dolar spekülatörü George
Soros’un Açık Toplum Enstitüsü ve onun
kardeşi TESEV’in açıklamaları ise şöyleydi:
“2005’ten itibaren yaptığımız çalışmalarla Kürt meselesinin çözümü için
destek verdik. TESEV olarak barış sürecini koşulsuz şekilde destekliyoruz”
diyen Paker TESEV deklarasyonunu
okudu:
“Bugün geldiğimiz noktada Kürt
meselesinin çözümü artık siyasetin
elindedir. Biz TESEV olarak barış sürecini koşulsuz bir şekilde destekliyoruz. Girişimleri vesilesiyle tarafların
Türkiye için çok olumlu bir süreci başlattıklarını ve yürütmekte olduklarını
düşünüyoruz. Bundan sonraki dönemde, Kürt toplumunun daha geniş kesimlerce de paylaşılan demokratik taleplerini karşılamaya yönelik atılacak
adımlar konusunda destek olmaya devam edeceğiz. Bu adımlar, sadece Kürt
vatandaşların değil, toplumun tüm kesimlerinin ihtiyaç duyduğu koşulları
gerçekleştirecek; demokratik kurumlar altında, tüm farklı kimliklerin özgürce yaşacağı bir Türkiye yaratacaktır.
“Siyasal düzlemde çözüme doğru
ilerleyen bu sürecin TESEV olarak tümüyle arkasında duruyor ve başarıya
ulaşmasını temenni ediyoruz. Bu vesileyle Türkiye sivil toplumunun tüm
unsurlarını barış sürecine ve bu sürecin siyasi sorumluluğunu taşıyanlara
tam destek vermeye davet ediyoruz.”
(http://www.bianet.org/bianet/diger/145410-baris-surecini-kosulsuzdestekliyoruz)
TESEV deklarasyonunu okuyan Can
Paker, aynı zamanda Soros’un Açık Toplum Enstitüsü’nün Türkiye şubesinin
Danışma Kurulu Başkanıdır da.
Emperyalist uşağı satılmışlar işte
böyle sureti haktan görünürler. En hainane işlerini bile çok hayırlı işlermiş gibi
maskeleyerek ifade ederler…
Türkiye’nin önde gelen vurguncu Parababaları (Finans-Kapitalistleri) ise şöyle dile getiriyorlar bu sürece desteklerini
(özetçe alacağız açıklamalarını):
“Koç Holding Yönetim Kurulu
Başkanı Mustafa Koç, Kürt sorunuyla
ilgili barış sürecine ilişkin, “Bu barış
sürecinin sekteye uğramamasını diliyorum. İnşallah bu görüşmeler bir şekilde devam eder. Çünkü silahla çözülemeyeceği görüldü. Dolayısı ile oturup bunun müzakere şeklinde çözülmesi lazım” dedi.” (Milliyet, 17 Ocak
2013)
“Sabancı Vakfı Mütevelli Heyeti
Başkanı Güler Sabancı, barış amaçlı
müzakerelerin başarıya ulaşması durumunda Türkiye’nin ekonomik anlamda ‘uçacağını’ söyledi. Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) ile Abdullah
Öcalan arasındaki görüşmeler ile barış çabalarının desteklenmesi gerektiğini belirten Güler Sabancı şunları
söyledi:
“Ülkemizin Sayın Başbakan’ın liderliğinde girdiği bu son dönemdeki
Kürt meselesine, barış ve kardeşlik sürecinden çok umut duyuyorum ve çok
desteklenmesi gerektiğine inanıyo-
rum. Barış ve kardeşlik sürecini gerçekleştirirse, Türkiye’nin ekonomik
olarak uçacağına inanıyorum.” (Agos,
12 Şubat 2013)
“ÇATIŞMAYA ELVEDA YATIRIMA
MERHABA
“İş dünyası, Güneydoğu sorununun barışla bitmesi yönünde atılan
adımların önemine vurgu yapıyor. Bu
gelişmelerin bölgeye yatırımın yolunu
açacağı belirtiliyor. İşadamları yeni
sayfaya umutla bakıyor
“Tuncay Özilhan / Anadolu Grubu:
‘Önemli yatırım potansiyeli ortaya çıkacak’
“Hüseyin Doğan / Birleşmiş Markalar Derneği (BMD) Başkanı: Türkiye’nin iklimi değişir...
“Ali Kibar / Kibar Holding: ‘Kalkınmanın önü açılıyor, bu önemli’
“Ali Ağaoğlu / Ağaoğlu Grubu:
‘Ağa sözü’ geldi: Yatırıma hazırız
“Şahismail Bedirhanoğlu /Güneydoğu Sanayici Ve İşadamları Derneği
(GÜSİAD) Başkanı: Yeni süreç kalıcı barışa dönüşürse yatırımlarda ciddi
patlama olacaktır. Barışla işsizlik Türkiye ortalamasına inecektir.
“Eyüp Sabri Ertekin Urfa Tic. ve
San. Odası Bşk: Yatırım olarak olsun,
turizm açısından olsun hem bu illerde,
hem de Urfa’da daha iyi bir ticari hayat başlayacaktır.
“Remzi Can Diyarbakır Tic. ve
San. Odası Başkanı: Bölgedeki silahlar susarsa yatırımcılar yatırım yapmak için bölgeye koşacak.
“asır Duyan Mardin Organize
San. Bölgesi Bşk: Barış döneminde
hem bölge insanı, hem de ülke kazanacak.” (Milliyet, 22 Mart 2013)
“Cemaat” de Amerikan
barışına tam destek veriyor
CIA dininin ya da Amerikan İslamının en önemli iki temsilcisinden biri olan
(öbürü Tayyip’tir) Pensilvanyalı İblisin
Türkiye’deki bir numaralı sözcüsü Hüseyin Gülerce, Fethullah’ın gazetesinde
bakın bu Amerikan Projesini nasıl hararetle destekliyor:
“(…) AK Parti ile BDP işbirliği yapıyor”, “Türkiye elden gidiyor”, “ne
günlere kaldık” gibisinden propaganda ile Balyoz ve Ergenekon davalarının da itibarsızlaştırılması için çaba
harcayacaklardır. Yani üç cephede yeni bir vesayet saldırısı ile karşı karşıya
kalacağız: Çözüm sürecinin, darbeye
teşebbüs davalarının ve yeni anayasa
çalışmalarının engellenmesi…
“Çözüm süreci deyip geçmeyelim.
Yeni ve zorlu döneme girildi. 12 Eylül
2010’daki referandumdaki gibi bu ülkede barış isteyen, demokratikleşmeden yana olan herkes ayağa kalkmalı-
dır. Çok geniş kesimlere hitap eden sivil toplum kuruluşlarının yöneticileri
elini taşın altına mutlaka koymalıdır.
Toplumun saygı duyduğu kanaat önderleri, toplumda karşılığı olan saygın
isimler, vicdan sahibi fikir ve düşünce
adamları öne çıkmalı ve yazmalı, konuşmalıdır. Gün bugündür…” ( Zaman, 27 Mart 2013)
Daha fazla örneklemede bulunmanın
sanırız artık pek önemi ve gereği yoktur.
Yukarıda anılanlar, konuyu anlatmaya
yeterlidir.
Çok açık bir şekilde görülmektedir ki
bu süreç, emperyalizm cephesinin ve
yerli işbirlikçilerinin planlayıp, projelendirip yürüttükleri bir süreçtir.
Süreçte halk güçlerinin
konumu
Halk Cephesinin bu süreçte hiçbir
dahli olmadığı gibi, Halk Cephesine yani
Halk güçlerine karşı bir süreçtir bu.
Bildiğimiz gibi, dünyada iki cephe
karşı karşıyadır. Bir yanda emperyalizm
cephesi, öbür yanda
Halklar Cephesi. Bu
iki cephe birbiriyle
savaş halindedir dünyanın her yerinde.
Konumuza gelirsek, “Açılım Süreci”
emperyalizmin ve
yerli hizmetkârlarının sürecidir. Kürt ve
Türk Halkına hiçbir
şey getirmeyeceği
gibi, sadece bu iki
halka değil, bütün
Ortadoğu Halklarına
daha fazla sömürü,
daha fazla zulüm,
daha fazla kan ve ölüm getirecektir. Bölge halklarının birbirini daha da şiddetli
biçimde boğazlamasına yol açacaktır.
ABD ve AB Emperyalistleri dünyanın neresine barış, özgürlük, adalet ve
demokrasi getirmiştir ki Ortadoğu’ya getirecektir?
Bunların gittikleri her yere ve el attıkları her işe kan, ölüm ve gözyaşı da
beraber gider.
Bunların derdi mazlum halklar değildir; barış, adalet, hakkaniyet, demokrasi,
özgürlük değildir. Bu değerli kavramların tam tersine olarak düşmanıdır bunlar.
Bunların derdi, daha fazla sömürü, daha
fazla talan, daha fazla işgal, daha fazla
tahakkümdür. Başkaca hiçbir şey bunların umurunda olmaz.
Türkiye’deki ABD Emperyalistlerinin hizmetindeki tüm güçler, bu barışın
uygulayıcısı ya da destekçisidir.
Ne yazık ki Sevrci Soytarı Sahte
Sol’un bileşenleri de ezici çoğunluklarıyla bu süreci alkışlamakta, desteklemektedirler.
Şunu da belirtelim ki HÖC-Yürüyüş
bu ABD çözümüne netçe karşı çıkmıştır.
Yeni Sahte TKP de bir hayli bocaladıktan sonra tavrını belirginleştirebilmiş
ve o da karşı bir tutum almıştır.
Yeni Sahte TKP de bir hayli bocaladıktan sonra tavrını belirginleştirebilmiş
ve o da karşı bir tutum almıştır. Aydemir
Güler’in 18 Haziran 2012 tarihli soL Gazetesi’nda yayımlanan ANF‘den Ruken
Adalı’ya verdiği röportajında Amerikancı hareket önünde utanç verici bir biçimde çöküşü ve teslimiyetinden sonra alabildiği bu karar, pısırıkça oda olsa, Amerikan barışına karşı aldığı bu tutum, her
şeye rağmen bizce alkışlanmaya değerdir.
Sevrci Sahte Sol’un diğer bileşenleri
ise yukarıda da belirttiğimiz gibi büyük
çoğunluğuyla evetçi, bir ikisi de “yetmez
ama evet” tutumunda ya da çizgisindedir.
Süreçle Kürt Solu tasfiye
edilmek isteniyor
İlginçtir, tamamına yakını Amerikancı ve Sevrci olan BDP’nin bir milletvekili, içinde herhalde eser miktarda da olsa
solculuk kalmış olmalı ki bu sürecin ne
olduğunu tam değil ama bir yönünü, az
çok kestirebiliyor, görebiliyor. Şöyle diyor konu hakkında:
“Uzun yıllar siyasetin içinde yer almış bir BDP milletvekili ile de sohbet
ettik.
“Süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?” diye sohbetin kapısını araladık.
“Zor bir süreç” dedi. “Bunu herkes biliyor, bilmediğimiz bir şey söyleyin”
diye yarı şaka, yarı ciddi BDP’li vekili
zorladık. “Peki o zaman…” dedi gülerek ve beklemediğimiz bir şekilde O,
bize sorular sormaya başladı!
“İlk sorusu damdan düşer gibi oldu. “Sessiz sedasız 1500 civarında
Melle ataması gerçekleştirildi. Bunlar
ne yapıyor acaba?” diye sordu. Yanıtını beklemeden ikinci sorusu geldi:
“Hizbullah Partisi kuruldu. iye ki?”
Biz bağlantı kurmaya çalışırken üçüncü soruyu yöneltti: “İmralı heyetinde
Altan Tan neyi temsil ediyor?” Dördüncü sorusu ise adeta zurnanın zırt
dediği türdendi: “Başkanın (Abdullah
Öcalan) gençliğinde ne kadar dindar
bir insan olduğu tam da bu dönemde
niye manşetlere taşınıyor?”
‘KÜRT SOLU TASFİYE EDİLİYOR’
“Sohbetin yönü belli olmuş biz de
bağlantıları kurmuştuk. Ancak sustuk
ve vekili dinlemeye başladık. O da devam etti:
“PKK görünen ve gösterilen bir hedeftir. Esas amaç BDP ile birlikte bölgedeki Kürt solunu tasfiye etmektir.
Başbakan PKK’nın sınır ötesine çekilmesini istiyor. Böylece silahlar bırakılmasa bile Türkiye içindeki gücü kırılacak. Bunun sonucu olarak BDP bölgede yalnızlaştırılarak zayıflatılacak.
Bunun yerine Melleler ve Hizbullah
Partisi üzerinden bölgede din ağırlıklı
radikal bir yapı oluşturulacak. Aynen
BDP’nin yaptığı gibi bunlar bağımsız
adaylarla Meclise girecek. AKP’nin
bunlarla bizden daha iyi anlaşacağından hiç şüphem yok. PKK biter mi?
Ben uluslararası güç odaklarının
PKK’nın bitirilmesini isteyeceklerini
hiç düşünmüyorum. Belki bölünebilir
ve gerektiğinde kullanılmak üzere
PKK’nın bir bölümünü şimdilik sınırların ötesinde tutabilirler. BDP’den şikâyet ediyorsunuz ama…”
“BDP’li vekil cümlesini bitiremedi.
Çünkü Genel Kurul’da ortalık fena
karıştı. “Daha sonra devam ederiz”
diyerek aceleyle yanımızdan ayrılırken, sohbetin son bölümüne tanık olan
CHP’li bir vekil noktayı koydu: “Yani
diyorsun ki, sizi mumla arayacağız!”
(Yurt Gazetesi, 11 Mart 2003)
BDP’li vekil sürecin uluslararası boyutunu ve bunun bir Amerikan süreci olduğunu göremiyor. Belki görüyor da
söylemiyor. Fakat kendi durumunu ilgilendirdiği için oradan hareketle bu sürecin ilerici bir gelişme olmadığını açıkça
görüyor.
Sevrci Sahte Sol, büyük çoğunluğuyla bu kadarını bile göremiyor. Hep söylediğimiz gibi onlar artık bir şey görebilecek, anlayabilecek, değerlendirebilecek
mantık ve metodu çoktan yitirmişlerdir.
Onlardaki kavrayış ve anlayış eksidedirsıfırın altındadır…
Kürt Sorununun Devrimci
Bir Çözümü de vardır
Yukarıda konu ettiğimiz, Kürt Sorunu’nun Amerikancı, AB’ci yani burjuva
çözümüdür. Her konunun olduğu gibi bu
konunun da bir de Devrimci Çözümü
vardır. Bu çözümü de başta İşçi Sınıfı
gelmek üzere, Kürt ve Türk Halkları ortak mücadeleleriyle gerçekleştireceklerdir.
Halkın Kurtuluş Partisi, geçmişteki
ve bugünkü önderliği, Kürt Sorunu’nun
hep Devrimci Çözümünü savunmuştur.
Hatırlanacağı gibi bu çözüm Hikmet Kıvılcımlı tarafından 1933’te Elazığ Zindanında ortaya konmuş, kaleme alınmıştır.
Bu çözüm, “İhtiyat Kuvvet MilliyetŞark” ya da “Yedek Güç Ulus-Doğu”
adlarıyla kitap olarak da şu anda konuya
ilgi duyanların hemen ulaşabileceği yakınlıktadır.
Burada ortaya konan çözüm, “Anadolu ve Kürdistan Halk Cumhuriyeti”
biçiminde formüle edilmiştir.
Bugünkü şartlarda Halkın Kurtuluş
Partisi bu çözümü, “Edirne’den Çin sınırına kadar uzanacak Avrupa ve Geniş Asya coğrafyasında yer alacak
Türk-Kürt Halk Cumhuriyeti” olarak
adlandırmaktadır.
Biraz zaman alacak da olsa bu Devrimci Çözüm eninde sonunda hayat bulacaktır. Ve söz konusu coğrafyadan AB-D
Emperyalistlerini ve onların işbirlikçilerini kesin biçimde kovacaktır.
Bugün bu Devrimci Çözümü savunanlar muhakkak ki, güçlü bir duruma sahip değiller. Emperyalistlerin çözümünü
savunanlar güçlü konumdadır. Fakat Tarihin akışı geneli itibariyle hep ileriye olmuştur. Bundan sonra da böyle olacaktır.
Biz Gerçek Devrimciler, evet bugün
zayıfız ama asla umutsuz değiliz. Güçleneceğiz, yeneceğiz ve kazanacağız!
15
Yıl: 7 • Sayı: 64 / 8 isan 2013
Bursa Kitap Fuarı’nda kızıl bir stand...
Baştarafo sayfa 24’te
Tayyipgiller iktidarı ile birlikte toplumun tüm dokusuna sinen Ortaçağcı Şeriatçılık fuarlarda da kendini gösteriyor. Tüm
bu gerici dalgaya karşı standımız halkımızın kızıl soluğu oldu. Partimiz ısrarla, Tayyipgiller’in İslamının; CIA İslamı,
Amerikan İslamı olduğunu vurguluyor, sürekli bu konuda halkımızı uyarıyor, Kuran,
Hz.Muhammed İslamı ile CIA İslamının
taban tabana zıt olduğunu açıklıyor. Bu
doğru ve yerinde öngörümüz bu fuarda da
hayat bulmaya başladı. Tayyipgiller’in İslamının gerçek İslam olmadığını fark eden insanlar bizim standımıza gelerek din
konusunda diğer soldan farklı yaklaştığımızı belirtiyorlardı. Son yıllarda özellikle
gençlerde sola, devrimciliğe bir yönelim olduğu dikkat çekmektedir. Görevimiz bu
genç insanlarla Partimizi ve yayınlarımızı
buluşturmaktır.
“AB-D Emperyalistlerinin BOP Planı Çerçevesinde
Suriye ve Türkiye” Konferansına yoğun ilgi
Her yıl olduğu gibi bu yıl da Fuar’da bir
konferans düzenledik. Konferans konusu
olarak; “AB-D Emperyalistlerinin BOP
Planı Çerçevesinde Suriye ve Türkiye”yi
belirlemiştik.
Konferansımızı HKP Başkanlık Kurulu Üyesi Gürdal Çıngı Yoldaş sundu.
Gürdal Çıngı Yoldaş, tüm katılımcıların
ilgi ile izlediği konferansta, emperyalizmin
bölgemizde ve dünyada gerçekleştirdiği
soygun, sömürü katliam ve soykırımları anlatarak; emperyalizmin nereye gitmişse yanında ölüm meleklerini de birlikte
götürdüğünü örneklerle ayrıntılı olarak
açıkladı.
AB-D Emperyalistlerinin yeni projesinin bin devletli bir dünya olduğunu belirten
Gürdal Yoldaş, bu projenin bölgemizdeki
uygulaması olan Büyük Ortadoğu Projesi
(BOP)’un ve Genişletilmiş Ortadoğu Projesi (GOP)’un neyi amaçladığını açıkladıktan sonra Suriye meselesine bu noktadan
bakılması gerektiğinin altını çizdi. Gürdal
Yoldaş, Beşşar Esad önderliğinde direnen
Suriye Halkının yanında olmamızın önemine vurgu yaptı.
Tayyipgiller’in düne kadar “kardeşim”
diyerek sahip çıktığı Beşar Esad’ı, AB-D
Emperyalistlerinin çıkarları için ve kendilerini lağım deliğinden aşağı süpürmeyip kullanmaları için bir anda satıverdiğini, ki
ağababaları ABD Emperyalistlerinin de
bunu hep yaptığını, tarihin bunun onlarca
örneğiyle dolu olduğunun altını çizdi.
AB-D Emperyalistlerinin BOP çerçevesinde uyguladıkları politikanın, Irak, Afganistan, Libya, şimdi Suriye, yarın İran ve
Türkiye’ye kan, gözyaşı ve ölümden başka
bir şey getirmediğini-getirmeyeceğini
somut örneklerle anlattı.
Bu yüzden BOP’a kararlılıkla karşı çıkmak, bu ülkelerden sonra sıranın ülkemize
geleceğini bilerek Suriye Halkını savunmak
görevinin kaçınılmaz olduğunu belirtti.
Çanakkale Savaşlarına da değinen Yoldaşımız, Çanakkale Zaferi’nin “Emperya-
G
lizme karşı mazlum
uluslarının ilk zaferi” olduğunu belirterek, ta
1071’den beri kader birliği yaptığımız Kürt kardeşlerimizle bu zaferde
de birlikte olduğumuzu
anlattı. Aynı kaderi Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda
bir kez daha paylaştığımız Kürt kardeşlerimizle, Kürt Halkıyla bir
kez daha AB-D Emperyalistlerine karşı savaşacağımızı ve Demokratik Halk İktidarını kuracağımıza olan
inancını dile getirdi. Eşit, özgür, kardeşçe
bir birlik kuracağımızı, bu birliğin emperyalistlere karşı yenilmez bir kale görevini
göreceğini vurguladı.
Bugün ise AB-D Emperyalistlerinin, Birinci Ulusal kurtuluş Savaşı’nın kazanımlarını olmamışa çevirmek, Sevr’i yeniden
hayata geçirmek için olağanüstü çaba sarf
ettiğini, İblis Fethullah ve Tayyipgiller aracılığıyla Mustafa Kemalci, Laik, Yurtsever
askerlere, bilim insanlarına, medya emekçilerine “Ergenekon, “Balyoz” vb. adlarla yürüttüğü
saldırıyı
anlatan
Gürdal
Yoldaş’ımız, bu davaların bir CIA Operasyonu olduğunu somut örneklerle anlattı ve
Partimizin başından itibaren olayı netçe, somutça bilimin gücüyle önceden gördüğünü
ve buna karşı çıktığını anlattı.
Partimizin, Türkiye Devrimi’nin önderi
Hikmet Kıvılcımlı’nın tezlerini savunduğunu anlatarak, kısaca Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı hakkında bilgi aktardı. Ve O’nun
tezlerini Denizler’in, Mahirler’in de savunduğunu vurguladı. Denizler’in ve Mahirler’in; O’nun Mustafa Kemal, Kurtuluş
Savaşı, Lenin ve Sovyetler Birliği’yle ilişkiler, Laiklik, 27 Mayıs’a bakış, İkinci Kurtuluş Savaşı tezlerini benimsediklerini
somutça gösterdi ve Partimizin mücadelesinin Onlar’ın ideallerini gerçekleştirmek
için de verildiğini söyledi.
Bütün bu konuları akıcı bir biçimde dile
getiren Gürdal Yoldaş’ımızın konuşması
zaman zaman alkışlarla kesildi. Konuşmasının bitiminde birçok dinleyici yanına gelerek kutladı ve mücadelemizde başarılar
diledi.
Salonun aşağı yukarı tamamen dolu olduğu
Konferansımız, bize yolumuzun doğru, davamızın haklı olduğunu bir kez daha gösterdi.
Bursa’dan Kurtuluş Partililer
K
“İnsan hakları” savunucusu(!)
Yurdatapan’ın işçi düşmanlığı
Kurtuluş Yolu/İstanbul
endisini “insan hakları”, “demokrasi”, “düşünce özgürlüğü” savunucusu, aktivisti olarak nitelendiren Şanar Yurdatapan, ofisinde çalışan işçilerinin sigorta talebine işten çıkararak cevap verdi.
Türkiye küçük Millet Meclisleri
Girişimi (TkMM) ve Düşünce Suçuna Karşı Girişim projelerinde çalışan
Selin Karakartal, Hüseyin Yıldırım,
Mert Tokur ve Gürşat Özdamar sigorta ve zam talep etmeleri üzerine işten çıkartıldı. TkMM Ankara çalışanı
Esin Alp ise kararı protesto ederek istifa etti.
İşten çıkarılan çalışanlar, Devrimci
İşçi Sendikaları Konfederasyonu Genel Merkezi’nde 24 Mart’ta bir basın
toplantısı yaptı. DİSK Genel Başkan
Yardımcısı Ali Rıza Küçükosmanoğlu,
çalışanların aileleri ve öğrenciler basın
açıklamasını destekledi.
“Bir kıvılcım düşer önce, büyür
yavaş yavaş, sonra bir bakmışsın
patron olmuş arkadaş”, “Önyargılar
girdi sigorta giremedi” pankartlarının
açıldığı basın toplantısında işçiler adına bir açıklama yapıldı:
“Senelerdir gönüllü çalışıyoruz.
Burası şirket gibi işlemiyor, proje baz-
Yurdatapan, türban yasağını protesto
için Abdurrahman Dilipak'ın yargılandığı askeri mahkemeye başına türban
takarak girmeye çalışmıştı.
lı işliyor bahanesiyle bir aldatmacanın
parçası haline geldik, emek sömürüsüne tabi tutulduk. Geçtiğimizi yılın
ekim ayında projenin genel koordinatörlüğünü yürüten arkadaşımız, Şanar
Yurdatapan tarafından işten çıkarıldı.
Nedenini sormamıza rağmen bize geri
dönüş yapmadı. “Burada demokrasi
yok benim kararlarım uygulanır” çıkışını yaptı. 814 bin 578 kilometrekarelik coğrafyaya demokrasi getirme iddiasında bulunan Şanar Yurdatapan,
100 metrekarelik ofiste krallığını ilan
ederek güvenimizi derinden sarstı.
“Bunun ardından zam ve güvence
talebinde bulunan bizleri fon ve bütçe
gibi gerekçelerle üç ay boyunca oyaladı. Bu süre içinde yeni çalışanların istihdam edilmesi, ofise yeni demirbaş-
Okullarımızda “öğretmenlere kılık kıyafet özgürlüğü” adı altındaki
Ortaçağcı çıkış Eğitim Bir-Sen kuklasının değil
Tayyipgiller’in bir hamlesidir
ün geçmiyor ki yeni bir haberle
sarsılmayalım. Yaklaşık bir senedir, esasında bir sendika olmayan,
kamu emekçilerinin mücadelesini baltalamak ve okullarımızdaki Ortaçağcı gidişte
Tayyipgiller’in emir erliğini yapmak üzere faaliyet gösteren Eğitim Bir-Sen Sendikası’nın yürüttüğü bir kampanya vardı:
“Özgürlük için 10 milyon imza!”
Bu Ortaçağcıların özgürlükten kast ettikleri şey Türbana özgürlüktür. Doğası
gereği onlar da AB-D Emperyalistleri,
yerli hainler ve tüm karşıdevrimciler gibi
“insan hakları, özgürlük, demokrasi” gibi
kavramların içini boşaltarak, daha doğrusu halkımıza bu şekilde yutturarak, ülkemizin Ortaçağ karanlığına gitmesinde
önemli bir rol oynuyorlar. Tıpkı ağababaları, sahipleri Tayyipgiller gibi bu işi yaparken de 12 Eylül’den hesap sormak gibi
alçakça bir yalana başvuruyorlar.
Biz bu topraklarda uzun bir süredir,
doğru devrimci teorimizden güç alarak,
Şeriatçılığın bir tehlike olduğunu, çünkü
Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının hâlâ
var olduğunu ve şu anda Finans-Kapital
zümresi ile kaynaşarak iktidarda hayat
bulduğunu, dosta düşmana söylemekteyiz! Laiklik savunusunda yine senelerdir
yalnız olduğumuzu üzülerek bilmekte,
kendisine devrimciyim diyenlerin türban
takıp üniversitelerde “türbana özgürlük
eylemleri” yaptığını, Ortaçağcı sivil
örümceklerle ortak eylemler ve işbirliği
yaptıklarını yine üzülerek seyretmekte ve
tarihe not düşmekteyiz. Ayrıca çok iyi biliyoruz ki
Tayyipgiller,
sabırla, bir
halı dokur
gibi,
hiç
vazgeçmeyerek işlediler bu süreci
ve bu noktaya getirdiler
halklarımızı.
Ortaçağcı
gidiş
tüm
azgınlığıyla
devam ediyor.
Tayyipgiller, eğitim alanında, 4+4+4
Kesintili Eğitim Sistemi ile özlemini duydukları sistemin tohumlarını attılar. KılıkKıyafet Yönetmeliği’ni öğrenciler için değiştirerek, çocukları “özgür” bıraktılar.
Yani türbanı ilkokullardan başlayarak serbest bıraktılar ve küçücük beyinleri-ruhları esarete saldılar. Kitaplara sansür koydular. “Evrim Teorisi”ni anlatan öğretmenlere soruşturma açtılar. Eğitimin gericileşti-
rilmesi, Tayyipgiller eliyle hızla devam
ederken, yeni bir atak yapmaları tepkiye
yol açabilirdi. Ama bunu, güya iktidara
muhalefetmiş gibi görünen (ki biz maaş
pazarlığında bile göremedik bu muhalefeti) bir “sendika” eliyle yapabilirlerdi.
Bu sendikanın adı ise
Eğitim BirSen’di.
Tayyipgillerin yalakası ve yanaşması olan
bu sendika,
hemen harekete geçti ve
tereyağından
kıl çeker gibi bu görevi halletti. Sendikanın Genel Başkan Yardımcısı Murat Bilgin, “Karanlığa küfrederek değil, karanlığa bir mum yakarak bu günlere geldiklerini” belirtiyor. “Tarihe not düşülecek günler yaşıyoruz.” diyerek, “Artık sivil bir ülkede sivil bir şekilde yaşamak istiyoruz.”,
diyor. Bu sivil örümcekler işte bu şekilde
darbeden hesap sordukları yalanını yediriyorlar üyelerine ve kamuoyuna. Okullara
mescit açılmasını da talep eden bu sendi-
ların alınması bizlere mali açıdan bir
sıkıntı olmadığını gösterdi. Aynı dönemde işyerinde üzerimizdeki baskı
iyice yoğunlaştırıldı. 18 Mart’ta yaptığı toplantıda mali bir kriz yaşandığını
bahane ederek bizi işten ayrılmaya
yönlendirdi ve Haziran ayı başına kadar süre verdi. Bunun üzerine zam ve
güvence talebimizi yeniledik, Yurdata-
şük ücretle, güvencesiz çalıştırma, sömürüyü artırmanın bir aracı olarak karşımıza çıkmaktadır. Burada ayrıca ahlâkî olmayan bir durum vardır. Arkadaşlarımız burada gönüllü olarak, inanarak çalışmışlar. Bu istismar edilmiştir. Çalışanların insanî duyguları istismar edilmiştir. Bu da son derece ahlâksız bir durumdur. Şanar Yurdatapan’ın
pan işveren tavrı göstererek bütün ofise bu kararın arkasında olup olmadığımızı sordu; evet cevabı alınca da herkesi işten kovdu. Bu durum insan hakları savunucusu olduğunu iddia eden
Şanar Yurdatapan’ın en temel insan
hakkı olan güvenceli çalışmaya karşı
olduğunun bir göstergesidir.
“Daha sonra, kişisel e-postalarda
arkadaşlarımızla yaptığımız özel konuşmaların ele geçirildiğini öğrendik.
Kendilerinin tesadüfen ele geçirdiğini
iddia ettikleri bu görüşmelere baktığımızda farklı tarihlerde olduğunu ve buna hakim olduklarını gördük. Devletin
haberleşme özgürlüğü hakkını ihlal etmesine karşı savaştığını iddia eden
Yurdatapan’ın bu tavrını kamuoyunun
takdirine bırakıyoruz. Şanar Yurdatapan’la sorunumuz kişisel değildir. Yurtapan’ın işçi düşmanı yüzünü her platformda teşhir ederek yasal haklarımızın sonuna kadar takipçisi olacağız.
“Amacımız STK’lerde “gönüllülük” adı altında yapılan emek sömürüsünü teşhir etmektir. Düşük ücretlerle
hiçbir sosyal güvencesi olmadan çalışanların geleceği patronun iki dudağının arasında. Devletin demokratikleştirilmesi iddiasındaki STK’leri kim demokratikleştirilecek? Bu ancak STK
çalışanlarının birlikte mücadele etmesi
ve haklarını savunmasıyla mümkündür.”
DİSK Genel Başkan Yardımcısı
Ali Rıza Küçükosmanoğlu yaptığı
açıklamada, kendisini insan hakları aktivisti ilan eden Şanar Yurdatapan’ın
gerçek kimliğini ortaya çıkaran arkadaşları kutladığını söyledi.
Küçükosmanoğlu, “Bir Türkiye
gerçeği. Yarıya yakını, yüzde 40’ın
üzerindeki insan kayıtdışı çalışmakta.
Güvencesiz, sigortasız çalışmakta; klasik işveren tavrı. Part time çalıştırma,
öğrenci çalıştırma tamamen daha dü-
nasıl bir “insan hakları savunucusu”
kimliğine sahip olduğu teşhir edilmiştir, ortaya çıkmıştır. Biz de DİSK olarak arkadaşlarımızı bu haklı mücadelelerinde sonuna kadar destekliyoruz”
diye konuştu.
Selin Karakartal’ın annesi ise kızını
küçük yaşta Yurdatapan’ın yanına bir
şeyler öğrenmesi için verdiğini, 2-3 sene sigortasız çalıştığını, sonra asgari
ücretten sigortasını yaptığını, maaşlarına zam isteyince de kapının önüne
koyduğunu söyledi. “Sivil toplum kurumu nasıl bir şey anlayamadım? Sizin
takdirinize bırakıyorum”, dedi.
Mert Tokur’un babası ise ücreti düşük olsa da oğlunun sosyal bir işte çalışmasından dolayı mutlu olduğunu fakat Yurdatapan’ın düşüncelerine uygun
davranmadığını, en son kendi baskıları
sonucu oğlunun sigortasını yaptığını
fakat sonradan hiç yatırmadığını fark
ettiklerini söyledi.
İşçilerin avukatı Cem Gök,
STK’lerde “gönüllülük” adıyla emek
sömürüsü yaşandığını belirterek geçmişe dönük sigorta ile ihbar ve kıdem
tazminatı talebiyle hukuki süreci işleteceklerini söyledi.
Arkadaşlarının işten çıkarılmasını
protesto ederek işten ayrılan TkMM
Ankara çalışanı Esin Alp, İstanbul’daki arkadaşlarıyla aynı koşullarda yani
düşük ücret ve sigortası olarak çalıştığını söyledi. Öğrenci olması gerekçe
gösterilerek asgari ücretin altında çalıştırıldığını, sigorta ve zam talebinin
ise yine aynı gerekçeyle kabul edilmediğini söyledi. Projeye olan inancını da
bu yüzden kaybettiğini belirtti. Şanar
Yurdatapan’ın, bundan sonra da ucuz
işgücü olarak görülen öğrencilerle çalışmaya devam edeceğini dile getirdiğini söyledi.
kanın militanları, 18 Mart gününden itibaren okullara kıyafet yönetmeliğine uymayarak serbestçe gireceğiz dediler ve girdiler. İsteyen türbanını taktı, derse girdi; isteyen de kravatını çıkardı.
Sarıklı, cübbeli derse girmenin önünde
engel var mı?
Hayır! Çünkü artık “özgürlük” geldi!
Ortaçağcı AKP İktidarının emriyle süresiz
olarak başlattıkları bu eylem sayesinde,
çocuklar öğretmenlerini öyle gördü, sosyal öğrenme yoluyla model aldı ve dediğimiz gibi süresiz olduğu için almaya da devam edecekler. Özellikle ilkokul çocukları için, öğretmen ne yaparsa, ne derse doğrudur; ne giyerse güzeldir. Peki, bütün bu
olanlar karşısında ses seda var mı? Ya da
duyan var mı? Maalesef yok… Ama oldu
da bitti maşallah! Bu yasa da resmi olmayarak böylece geçti. E, artık günümüzde
her şeyin resmiyet kazanmasına gerek
yok. Amaca hizmet ediyorsa resmidir!
İçerisinde bulunduğumuz ve çalışma
yürüttüğümüz sendikamız Eğitim-Sen’den
de ne yazık ki yeterli ve yerinde bir açıklama gelmedi. Zaten beklediğimiz gibi bu
süreci durdurmaya yönelik bir girişim ve
mücadele de maalesef yok. Çünkü ne yazık ki teorik olarak Türban meselesinin
özünü tam anlamıyla kavrayamadı Eğitim-Sen. Eğitim-Sen’in tepesini tutanların
“özgürlük” konusundaki bakışları son derece tutarsız ve hatalıdır. Son olayda da,
sadece “eğitimde bu kadar köklü sorunlar
varken, bu eylemlerinde maksat arıyoruz”,
denmiş Eğitim-Sen Genel Merkezinden.
Yumuşakça, olayı tam anlamıyla ortaya
koymayan birkaç eleştiri yani… Yazık…
Biz Kurtuluş Partili Eğitim ve Bilim
Emekçileri, sendikamızda sürekli olarak
Laikliği savunduk ve savunmaya devam
ediyoruz. En kör göze batıncaya kadar da
devam edeceğiz. Okullarımızda sayımızın
azlığına, düşmanın çokluğuna bakmadan
kararlı duruşumuzu sergilemeye, küçücük
yavrularımızın, gençlerimizin beyinlerini,
Ortaçağ kalıntılarıyla değil bilimle doldurmaya devam edeceğiz. Kurtuluş Partili
Eğitim ve Bilim Emekçileri olarak son
günlerde karşılaştığımız saldırılar da bizleri engelleyemeyecektir. Artık süreç daha
zor, daha çok yorulmamız gerekecek. Ama
vazgeçmeden devam edeceğiz. Çünkü biliyoruz ki laiklik yoksa bilim de yoktur,
demokrasi de yoktur, özgürlükler de yoktur. Ülkemizdeki tüm laik kurumları ve laikliği savunan unsurları, bir CIA Operasyonu olan “Ergenekon Davası” ile etkisiz
hale getirdiğini düşünen Tayyipgiller iktidarı, artık bu ülkenin kendileri için dikensiz bir gül bahçesi olduğunu zannediyor.
Ama erken seviniyorlar. Tarih ve biz yazıyoruz her şeyi ve biliyoruz ki, bazen geriye gidişler olsa da, Tarihin tekerleği geriye döndürülemez; hep ileriye gider. Ortaçağ karanlığına karşı laiklik mücadelemizi
sürdüreceğiz! 22.03.2013
Kurtuluş Partili
Eğitim ve Bilim Emekçileri
16
K
Yıl: 7 • Sayı: 64 / 8 isan 2013
DİSK Genel Başkan Yardımcısı ve Nakliyat-İş Sendikası Genel Başkanı
Ali Rıza Küçükosmanoğlu:
İşçi Sınıfı teslim alınamayacaktır!
urtuluş Yolu: Tarihi boyunca
Türkiye İşçi Sınıfına birçok İşgal,
Grev, Direniş armağan eden
DİSK/Nakliyat-İş Sendikası olarak yeni bir
Direniş süreci başlattınız Yurtiçi Kargo’da.
İlk olarak işçileri direnişe çıkmaya zorlayan sebepler neler oldu?
Ali Rıza Küçükosmanoğlu: Bizim eylül ayından itibaren kargo ve lojistik işletmelerinde başlatmış olduğumuz bir kampanyamız var; daha insanca yaşanabilecek
bir ücret ve insanlık onuruna yaraşır çalışma koşulları için bir örgütlenme kampanyası… Bu çerçevede Türkiye genelinde
binlerce bildiri dağıtıldı başta kargo işletmeleri olmak üzere bazı lojistik işletmelerinde. Özellikle kargo ve lojistik işletmeleri son 15-20 yıllık sürede Türkiye’de uluslararası sermayenin de kârlı olarak gördüğü için yatırım yaptığı ve gelişen bir sektör, alan. İşçi arkadaşlarımız da özellikle
düşük ücret, uzun çalışma süreleri, güvencesiz çalışma, alt işveren-taşeron, acente
ilişkisinin yaygın olduğu bir işletmede çalışıyorlar. Yani sömürünün alabildiğine yoğun olduğu, çalışma koşullarının da kapitalizmin ilk dönemlerine benzer koşullarda
olduğu, anayasanın da yasaklamış olduğu
angarya çalışma koşullarının olduğu bir
alan. 4857 Sayılı İş Kanununda çalışma süresi 45 saat olmasına rağmen, kargo işletmelerinin büyük çoğunluğunda işçi arkadaşlarımız haftada 75-80 saat, bazı yerlerde daha uzun süreler çalışıyorlar; fazla mesai de alınamıyor.
Doğal olarak Türkiye’de en örgütsüz
alandı aslında kargo ve lojistik işletmeleri.
Bu alanda sendikalı-örgütlü çalışan sayısı
gerçekten çok az. Geçtiğimiz yıllarda,
özellikle Sendikamızın 1995’te Aras Kargo’da çok önemli bir grevi, mücadelesi oldu. Sendikamızın üyesi işçiler tarafından
1994 yılında Ankara’daki Aktarma Merkezi’nde bir İşgal eylemi yapıldı. O dönemde önemli, militan bir mücadele gerçekleştirildi. Daha sonra 1995 yılında başlayan Aras Kargo Grevi oldu. Daha sonraki süreçlerde sendikamızın değişik tarihlerde ve dönemlerde mücadeleleri oldu.
Bundan dolayı biz sendika olarak eylül
ayından beri bir örgütlenme seferberliği
başlatmış durumdayız. Ve bunun da karşılığını öncelikli olarak Yurtiçi Kargo ve diğer kargo işletmelerinde aldık. Arkadaşlarımız 25’e yakın büyük ilde ulaştığımız işçi arkadaşlarla görüşmeler yaptı. Geniş bir
üye kampanyası başlattık.
Arkadaşlarımız belli ölçüde bu örgütlenmeyi sahiplendiler. Çünkü biraz önce
anlatmaya çalıştığım koşullardan dolayı
örgütlenme açısından objektif koşullar olmakla beraber, sendika olarak sübjektif anlamda örgütlenmeyi önümüze hedef olarak
koyduk. Bunda da başta Yurtiçi Kargo olmak üzere önemli ölçüde yol almış durumdayız. İstanbul, Ankara, Konya olmak üzere arkadaşlarımız, sendikamızda örgütlendiler, sendikamıza üye oldular. Her ilk örgütlenen, ilk sendikaya üye olunan yerde
olduğu gibi, burada da Yurtiçi Kargo işletmesi tahammül göstermedi ve şu ana kadar
sendikaya üye olduğu için işten çıkarılan
arkadaş sayısı 125 kişi. Ve bulunduğumuz
yerlerde arkadaşlarımız işlerine, ekmeklerine, anayasal örgütlenme haklarına sahip
çıkmak amacıyla Direniş başlattılar. Sendika olarak da bu Direnişi yürütüyoruz. Konya Aktarma Merkezi, Ankara’da Ataç,
Meşrutiyet ve Opera Şubesi, Kocaeli’nde
Çayırova Aktarma Merkezi, İstanbul’da
Kadıköy Şubesi’nde ve Haramidere Aktarma Merkezi’nde Direnişlerimiz şu an devam ediyor.
Biraz önce de söylediğim gibi Direnişin talebi örgütlenme hakkına, anayasal
hakka sahip çıkmak, işten atılan arkadaşlarımızın işe geri alınmasını sağlamak. Sendika olarak buradaki kanunsuzluğu, işçi kıyımını protesto etmek ve örgütlenmemize
sahip çıkıp geliştirmek amacıyla Direniş
başlatmış durumdayız. Bir taraftan da işe
iade davaları açmış durumdayız.
Bu Direniş amacına ulaşıncaya kadar
devam edecek. Hem örgütlenmeyi başarana kadar, hem atılan arkadaşlarımız işe geri alınana kadar devam ettirmek kararındayız ve bu amaçlarla Direnişimiz saymış olduğum bölgelerde devam ediyor.
Kurtuluş Yolu: Genel olarak Türkiye’deki İşçi Sınıfımızın durumu hakkında
ne düşünüyorsunuz?
Ali Rıza Küçükosmanoğlu: Şu anda
Türkiye’de, örgütlenmeden dolayı çok
yaygın bir şekilde işten çıkarmalar olmasına rağmen gerçekleşen Direniş sayısı ne
yazık ki az. Yaygınlığı bakımından devam
eden en önemli Direniş: Yurtiçi Kargo Direnişi. Geçtiğimiz günlerde MNG Kargo’da da yine örgütlenmemiz oldu. Oradan
çıkarılan üyelerimiz de var. Orada da bir
Direniş başlatma aşamasındayız. Yani orada da örgütlenmeye yönelik bir saldırı var.
Tüm kargo işletmelerinin patronları,
kargo-lojistik işletmelerinin patronları ve
diğer patronlar, kapitalistler, kâr hırslarından, daha fazla sömürü amaçlarından kaynaklı olarak işçiler kölelik koşullarında,
güvencesiz şekilde çalışmaya mahkûm
oluyorlar. Burada aslolan İşçi Sınıfının
Devrimci potansiyeline güvenerek mücadele etmek. Örgütlenmek ancak arkadaşlarımızın gerçekten fedakârca mücadele etmeleriyle sağlandı; başarıya ulaşması da
aynı fedakârca çalışmayı gerektirmektedir.
Ancak böyle bir mücadele, daha insanca
çalışma koşullarını, daha insanca yaşayabilecek bir ücret alma koşullarını beraberinde getirecek. Yoksa çok açık bir şekilde, işte Forbes Dergisi’nin açıklamış olduğu veriler de ortada, dünyada dolar milyarderi
sayısının en fazla arttığı ülkelerden bir tanesi Türkiye. Bir tarafta Türkiye’de dolar
milyarderi sayısı artıyor, bunların gelirleri
% 20 oranında artıyor, bir tarafta işçiler daha fazla yoksullaşıyor, daha çok kölelik
koşullarında çalışmak zorunda bırakılıyor.
Bunun karşısında ancak mücadele ederek,
örgütlenerek, direnerek daha insanca yaşanabilecek çalışma koşulları elde edilebilir.
Yurtiçi Kargo Direnişi ve Mücadelesi de
bunu ortaya koyuyor.
Burada Direnişimizin gelmiş olduğu
aşamayla ilgili de birkaç şey söylemek istiyorum. Yurtiçi Kargo ve diğer kargo işletmelerinde bir işletme bünyesinde olan şubeler var, bir de onların acentelere devredildiği yerler var. Sendika olarak biz yasal
olarak da önemli bir aşamaya gelmiş durumdayız. Bazı şubelerde, acentelerde sendika olarak yetkimiz kesinleşti. İşvereni
toplusözleşme görüşmesine çağırdık. İşveren toplusözleşmeden kurtulmak için, sendikalaşmayı önlemek için akla hayale gelmedik yollara, hilelere başvuruyor.
Çoğunluk sağladığımız acentelerde
acentelik sözleşmesini feshediyor, bir başka yerde kendi adına yeni bir şube açıyor,
yakın bir adreste. Bununla da yetinmiyor,
işçilere, gidin Nakliyat-İş Sendikası’na üye
olmadığınıza dair bakanlıktan yazı getirin,
öyle çalışmaya devam edin, diyor.
Şu anda yasal prosedür anlamında da
bizim muhatabımız zaten acentelik sözleşmesini feshettiği yerlerde sendikamızın
yetkileri kesinleştiği için yasal olarak 6356
sayılı Sendikalar ve Toplusözleşme Yasasının 37. ve 38. maddelerine göre Yurtiçi
Kargo İşvereni muhataptır. Ondan dolayı
da biz Yurtiçi Kargo’yu toplusözleşme görüşmesine çağırdık. Yurtiçi Kargo toplusözleşme görüşmesine gelmedi ama biz
prosedürü yürüteceğiz, önümüzdeki günlerde de yasal bir grev aşamasına geleceğiz.
Çünkü bir taraftan Grevle dayanışma
amacıyla “Yurtiçi Kargo’daki işçi ve sendika düşmanlığına ortak olma! Yurtiçi
Kargo’ya kargo vermeyin!”, diye tüm
halk örgütlerine, tüm kamuoyuna çağrı yapıyoruz. Buna uyan sendikalar var, siyasi
partiler var. Onlara da tabiî göstermiş oldukları dayanışmadan dolayı ayrıca teşekkür etmek istiyoruz. Mücadelemiz bir taraftan toplusözleşme görüşmelerini grev
noktasına getirmek için devam ediyorken
bir taraftan da Direnişimiz fiili olarak en
etkili biçimde devam ediyor.
İşte bu çerçevede geçtiğimiz günlerde
Fransız Konsolosluğuna karşı bir işgal eylemi gerçekleştirdik. Gerçekten Türkiye İşçi Sınıfı tarihinde bir ilk. Bir Konsolosluğun bir işçi eylemine, işgaline uğraması bir
ilk.
Kurtuluş Yolu: Aynı zamanda medyada da geniş yankı buldu bu eyleminiz.
Ali Rıza Küçükosmanoğlu: Evet, Direnişimiz bu vesileyle daha çok duyurulmuş oldu. Gözaltı alındık, bırakıldık. Muhtemelen davalar da açılabilir.
Bir taraftan dayanışmayı güçlendirmek, bir taraftan da örgütlülüğümüzü yaygınlaştırmayı amaçlıyoruz. Türkiye’nin değişik yerlerinden Yurtiçi Kargo ve diğer
yerlerde çalışan arkadaşlarımızla ilişkimiz
daha da yaygınlaşıyor. Yeni üyeler oluyor,
örgütlenen yeni bölgeler var.
Bu mücadele kendi özel koşullarından
kaynaklı olarak biraz zaman alacaktır.
Çünkü çok dağınık. Yurtiçi Kargo, Türkiye’nin en büyük kargo işletmesi. En son
verilere göre 800’ü aşkın şubesi ve 14 bin
çalışanı var. Türkiye’deki kargo piyasasındaki pastanın % 45’i Yurtiçi Kargo’ya ait.
Aynı zamanda Yurtiçi Kargo’nun % 25 hissesi Fransız Devlet Postası La Post’un işletmesi olan GeoPost’a ait. Uluslararası sınıf dayanışmasını güçlendirmek amacıyla
oradaki, Fransa’daki sendikayla ilişkilerimiz var. Yani bu mücadeleyi kazanmak
için her türlü meşru ve demokratik alanda
mücadelemizi geliştiriyoruz. Bu aslında diğer alanlardaki İşçi Sınıfı Mücadelesine de
örnek olan bir mücadele. Hem işgal eylemiyle, hem yürüttüğümüz, yürütmeye çalıştığımız boykot kampanyası ile… Arkadaşlarımız Konya’da, Ankara’da, İstanbul’da imza kampanyaları başlatacaklar,
Yurtiçi Kargo’nun sendika düşmanlığını
protesto etmek amacıyla. Ki Direnişin getirmiş olduğu etkiyle bazı önemli müşteriler Yurtiçi Kargo’yu bıraktılar. Dediğim gibi, bu mücadele bir bütün. Bir taraftan açık
havada, yağmurda karda yürütülen Direnişle, mahkemelerde açılan işe iade davalarıyla bir taraftan Grev aşamasına getirmeye çalıştığımız toplusözleşme prosedürüyle, uluslararası dayanışmasıyla… Giderek daha etkili kılmaya çalıştığımız kamuoyunun, siyasi partilerin ve halk örgütlerinin dayanışmasıyla bu mücadeleyi başarıya ulaştırmayı amaçlıyoruz.
Kurtuluş Yolu: Son olarak vermek istediğiniz bir mesaj var mı?
Ali Rıza Küçükosmanoğlu: Özellikle
son dönemde İşçi Sınıfımızın düşürülmeye
çalışıldığı kölelik koşullarında, güvencesiz, taşeron çalışmanın yaygınlaştığı bir
dönemde İşçi Sınıfımızın objektif anlamda
örgütlenme koşulları zaten AKP Hükümeti
tarafından yeterince ağırlaştırılmış durumdadır. Bununla da yetinmek istemiyorlar.
Bu olumsuz durumları daha da yaygınlaştırmak, Ulusal İstihdam Stratejisi dedikleri
projelerini hayata geçirmek ve çalışma hayatının daha esnek hale getirilmesi, kıdem
tazminatının ortadan kaldırılması, özel istihdam bürolarının hayata geçirilmesi gibi
İşçi Sınıfı düşmanı politikaları AKP Hükümeti tarafından gündemde tutuluyor.
AKP’nin, bu işçi ve sendika düşmanı programını hayata geçirme aşamasına ulaştığı
kanaatine vardığı bugünlerde aslında bu tür
işçi direnişleri daha da önemli bir yer tutuyor, halklarımızın çıkarları bakımından.
Bu mücadeleyi geliştirmek ve yaygınlaştırmak gerekiyor.
Aynı zamanda Türkiye’de egemen olan
sarı sendikacılığa karşı da bir mücadele
vermek zorunda İşçi Sınıfı. İşçi Sınıfımızı
örgütlenme konusunda tereddüde düşüren
şeylerden biri de Türkiye’de egemen olan,
sermayenin ve mevcut iktidarın önünü açmaya çalıştığı sarı sendikacılıktır. Biz sendika olarak buna karşı da yani 6356 sayılı
yasayla önümüze çıkarılmaya çalışılan mücadeleci sendikacılığın tasfiyesi girişimlerine ve egemen olan sarı sendikacılığa karşı da mücadele ediyoruz.
Bu tür Direnişlerin başarıya ulaşması
da ancak gerçek anlamda Sınıf Sendikacılığının, İşçi Sınıfı Sendikacılığının hayata
geçirilmesiyle mümkün olur. İşçi Sınıfının
kölelik koşullarına mahkûm olmaması, insanca yaşayabileceği bir ücret ve çalışma
koşullarının, ortamının sağlanabilmesinin
yolu da buradan geçiyor. Yani biz Fransız
Konsolosluğunu İşgal eylemini, Sendikamızın Merkez Yönetim Kurulu Üyeleri, şube yöneticisi arkadaşlarımız, işçi kardeşlerimiz, ben hatta avukatımızla beraber gerçekleştirdik. Birilerine havale etmedik
çünkü gerçekten işçilerin sendikalara karşı
yabancılaştırılmaya çalışıldığı bu dönemde
sendika yöneticilerinin her zamankinden
daha fazla mücadeleye öncülük etmesi gerekiyor. Nakliyat-İş Sendikası olarak bunun da örneğini göstermeye çalışıyoruz.
Sadece Yurtiçi Kargo Direnişi ve Mücadelesiyle değil, diğer alanlardaki mücadelemizle de bunu ortaya koymaya çalışıyoruz.
Önümüzdeki süreç İşçi Sınıfımızın örgütlenmesi ve mücadelesi açısından zorluklarıyla beraber, mücadelenin daha da
militanlaşacağı ve gelişeceği bir süreci de
getirecektir. Haklarımızı koruyup geliştirmenin yolu da bu tür mücadelelerden geçmektedir. Başarımız bu mücadelelerin tavizsiz, yılmadan, kararlı bir şekilde sürdürülmesine bağlıdır. İşçi Sınıfımızın 61
K
Anayasasının sağladığı hakları kullanarak
yürüttüğü Kavel Direnişi vb. direnişlerle
ve DİSK’in ortaya çıkışından sonraki süreçte ortaya koyduğu 15-16 Haziran Direnişleri, DGM’ye karşı direnişler gibi gerçekten Türkiye İşçi Sınıfının önemli deneyimleri, DİSK’in, Nakliyat-İş’in önemli
deneyimleri, mücadele deneyimleri var. Bu
deneyimlerle beraber önümüzdeki süreçlerde İşçi Sınıfımızın mücadelesinin daha
da bir gelişeceğini umuyorum. Biz de daima bu çaba içerisindeyiz.
Kurtuluş Yolu: Biz de her dönem Devrimci Sınıf Sendikacılığına örnek olan, yürüten DİSK Nakliyat-İş Sendikası’na başarılar diliyoruz. Teşekkür ederiz.
DİSK Nakliyat İş Sendikası Örgütlenme Uzmanı Mehrali Bozgun:
Zaferle çıkacağımıza eminiz
urtuluş Yolu: 62 gündür devam
eden Yurtiçi Kargo Direnişinin
Haramidere bölgesindeki Çadırında ilk günden beri işçilerle birlikte nöbet tutuyorsunuz. Süreç hakkında kısaca
bilgi verebilir misiniz?
Mehrali Bozgun: Türkiye genelinde
bir mücadele vardı, biliyorsunuz zaten.
Yurtiçi Kargoyla ilgili bildiriler hazırlandıktan sonra tüm şubeleri ve aktarma
merkezlerini dolaştık biz. Aktarma merkezlerinde bu işi götürebilecek nitelikte
birkaç kişinin dönüşü oldu. Onlarla toplantılar yapıldı. İlk başta bir-iki kişiyle
toplantılar yaptık. Arkasından Haramidere Aktarma Merkezinde bir bildiri dağıttık, servis saatlerinde, öğlen saatleriydi.
Aktarma Merkezi’nin farklı bir yapısı
var. Yolun kenarından ve alttan olmak
üzere iki girişi var. Normalde servisler işçileri yolun kenarındaki girişten bırakıyorlardı, biz de orada bildirilerimizi dağıttık. Beş tane servis geldi ve biz de beş
servisteki bütün işçilere bildirilerimizi
dağıttık. Bildirileri dağıttıktan sonra işverenin vekilleri, müdürleri, şefleri fark ettiler ve önlem almaya çalıştılar kendilerince. İşçilerin yüzlerindeki ifadelerden
gördük ki bildirilerimizi almak istiyorlardı, dönüp gelip bildiri alanlar olmuştu. İşte biz de istiyoruz, sendika geliyormuş,
diyenler vardı.
Bilenler de vardı, bilmeyenler de vardı, sendika nedir diye soranlar da vardı
ama sendikanın ne olduğunu bilenler ya
da geçmişte sendikalı çalıştığını söyleyenler de ya ben geçmişte sendikalı çalıştım, sendikanın ne olduğunu bilirim diyerek sendikanın olması gerektiğini anlatıyorlardı.
Bu arada bu aktarma merkezi bir mahalle içerisinde. Mahalle içerisinde de
evinden kendi istekleriyle gelenler de
vardı. O işçilere de bildirilerimizi dağıttık. Bunun üzerine işveren fark etti. Geldi kapıya, işçileri bir anlamda zorla; kimilerine bağırarak, kimilerine el işaretleri yaparak içeriye aldı. Öğlen saatlerindeki servis, vardiya değişikliği olduğu için
vardiya değiştiren işçileri de alması gerekiyordu. Müdür servisleri normal güzergâhının dışında aşağıya yönlendirdi.
Bu sırada ben bir müdürle görüştüm,
sen ne yapıyorsun, işçileri mi kaçırmaya
çalışıyorsun, dedim. Kaçırmıyorum, dedi
ama kafası önündeydi. Yaptığın resmen
işçileri kaçırmaktır, işçilerin bizimle buluşmasını engelleyemezsin, dedim. Müdür de arkasına bakmadan hızlı bir şekilde içeriye kaçtı.
İçeride bir heyecan yaratınca ertesi
gün bir daha gittik. Gittiğimizde bu sefer
kapıya güvenlikçileri dizmişler. İşçileri
ve bizi karşılaştırmamak için o çevrede
oturanlar da dahil, evleri 100-150 metre
ileride olan işçileri bile evlerinin önünden alarak işe getirdiler. İşçiler de şaşırıyor tabiî ne oluyor, neden bizi evimizin
önünden alıyorlar kamyonetlerle, diye.
Hatta bir keresinde tam biz işçiyle konuşmaya giderken servis önümüzden aldı,
götürdü. Üçüncü gün gittiğimizde de bu
sefer sivil görünümlü 8-9 şefi takmışlar
işçilerin peşine. Bizim peşimizden de
geldiler ama biz sonradan fark ettik, işverenin adamları olduğunu.
Bildirilerden sonra tabiî içerideki arkadaşlar daha rahat bir çalışma yürütmeye başladılar. Aktarma Merkezi’nden
üyelikler daha hızlı gelmeye başladı. Tabiî aynı zamanda olumsuzluklar da oldu;
ispiyoncular da çıktı. Toplantılara katılıp
üye olan, daha sonrasında işverenin vaatlerine kanmış, kendi arkadaşlarını satan
işçiler de çıktı, sendikadan istifa etti ve
işverene giderek şu şu şu sendikaya üye
oldu, dediler. Bunun üzerine 8 işçi işten
atıldı. Bu 8 işçi Direnişe başladı ve bu işçiler şu anda Direnişe devam ediyor. İki
kişi daha sonradan eklendi. Direniş Çadırımız bu şekilde devam ediyor.
Kurtuluş Yolu: Haramidere Aktarma
Merkezi önündeki Direniş Çadırında bir
gününüz nasıl geçiyor?
Mehrali Bozgun: Biz her gün sabah
saat sekiz gibi Aktarma Merkezi’nin önüne geliyoruz. İlk işimiz, sloganlarla “biz
buraya geldik” diyoruz. İşçilerin de tam
vardiya değişimi saati. O sırada bazı işçileri işe giderken, bazı işçiler eve gitmek
üzere ayrılıyor, bu sırada sloganlarla onları bir anlamda karşılıyoruz. Öğlen saat
2-2.30 gibi yeni bir vardiya değişimi var.
O saatte de sloganlarla Aktarma Merkezi’nin önüne geçiyoruz. Bir de akşam
18.00-18.30 gibi de vardiya değişimi var,
idari personel gidiyor, servisler kalkıyor.
Bu arada üyemiz olsun olmasın işçiler selam vererek geçiyor yanımızdan. Gün boyu oradayız, ziyaretçilerimiz oluyor, destek için geliyorlar. Mahalle Halkından
destek görüyoruz; börek yapıp getirenler
bile var. Esnaftan da destek görüyoruz.
İşveren yalakaları, esnafları da bize verdikleri destek sebebiyle tehdit ediyorlar.
Ayrıca üye sayımızı arttırmak için Direnişçi İşçilerle beraber çeşitli Yurtiçi Kargo şubelerine giderek çalışanlarla görüşmeler yapıyoruz. Kısacası bir günümüz
böyle geçiyor.
Biz bu Direnişten zaferle çıkacağımıza eminiz. Hem Direnişçi İşçilerin hem
de içerideki işçilerin inancı; buraya sendikanın gireceği yönünde. Direnişteki işçiler bugüne kadar içerideki şefleri ne demişse onu yapmışlar ama artık kendi güçlerinin farkına vardıkları için buradan sonuç alacağına, içeriye tekrar sendikalı
olarak gireceğine inanıyor. Mesela en son
işten atılan arkadaş içeriden sloganlarla
çıktı. Güvenlik müdahale etmek istedi.
Biz dışarıdaki 8 arkadaşla birlikte içeriye
girdik, bölge müdürlüğünün oraya kadar
gittik. Oradan sloganlarımızla dışarıya
kadar çıktık. Güvenlikçiler müdahale etmek istedi, işte bazı şefler laf attılar. Bizim tepkimiz üzerine sustular. İçerideki
birçok işçi arkadaş da bizden yana olduğunu gösterdi. Laf atmak isteyen müdürü, şefi susturdular. Kısacası hem içerideki, hem dışarıdaki işçilerin bize ve kendilerine olan inançları daha da artmış oldu.
Oradaki o eylemin sonunda da Aktarma Merkezi’ne demir bir sürgülü kapı yapıldı. Yaklaşık iki metre yüksekliğinde,
altı metre genişliğinde bir kapı. Giriş çıkışlar artık oradan yapılıyor. İçerideki işçiler, bu kapı işverenin sendika korkusundan dolayı yapıldı, diyorlar. Bu olaydan sonra bazı işçiler, biz de sendikaya
üye olacağız, şeklinde haberler gönderdiler.
Kurtuluş Yolu: Son olarak söylemek
istediğiniz bir şey var mı?
Mehrali Bozgun: Teşekkür ederiz
Kurtuluş Yolu Gazetesi’ne. Yurtiçi Kargo
Direnişinden zaferle çıkacağız. Yurtiçi
Kargo’ya sendika girecek. Bu konuda
Halkın Kurtuluş Partisi’nin de desteğini
alıyoruz. Ondan dolayı da ayrıca teşekkür
ederiz.
17
Yıl: 7 • Sayı: 64 / 8 isan 2013
DİSK Nakliyat-İş Sendikası Örgütlenme Daire Başkanı Erdal Kopal:
K
Yurtiçi Kargo Direnişçileri Nakliyat-İş’le
etle tırnak gibi kaynaşmıştır
urtuluş Yolu: Öncelikle mücadelenizde başarılar diliyoruz.
Soğuğa, yağmura rağmen mücadelenizi kararlılıkla sürdürüyorsunuz,
Yurtiçi Kargo İşçilerine ve İşçi Sınıfımıza umut oluyorsunuz, yüreğimizi ferahlatıyorsunuz.
Daha önce Direnişteki Yurtiçi Kargo
İşçileriyle, yine burada Çayırova Aktarma Merkezi önünde farklı tarihlerde röportajlar yaptık. İşçi arkadaşlardan Yurtiçi Kargo örgütlenme sürecini dinledik.
Bir Sendika yöneticisi olarak sizin gözünüzden sendikanız Nakliyat-İş’in Yurtiçi
Kargo’daki örgütlenme sürecini dinlemek isteriz.
Erdal Kopal: akliyat-İş Sendikası
olarak 2012 Eylül ayından itibaren tüm
kargolarda örgütlenme kampanyası başlattık. Bu örgütlenme kampanyası çerçevesinde yoğun bir şekilde başta İstanbul
olmak üzere, aşağı yukarı tüm büyük
bölgelerde, Ankara, İstanbul, İzmir, Bursa, Kocaeli, Adapazarı, Konya (Konya’ya yakın diğer iller), Antalya, Adana
ve Antep’e kadar birçok bölgede kargo
işçilerine yönelik anayasal hakkımız
olan sendikalaşma hakkımız, yasal haklarımız hakkında bilgilendirme amaçlı
bildirilerimizi-broşürlerimizi dağıttık.
Bu broşürlerimizle, işçi arkadaşlarımızı örgütlenmeye çağırdık. Bu kölelik
koşullarına artık son vermeye, insanca
yaşamak, insanca çalışma koşulları yaratmak için mücadeleye, örgütlenmeye,
sendikalaşmaya çağırdık.
Birkaç aylık yoğun bir çalışmadan
sonra Yurtiçi Kargo’dan ve diğer kargoların tümünden işçi arkadaşlarımız bize
ulaşmaya başladılar. Üyelikler yapılmaya başlandı. Başta Yurtiçi Kargo gelmek
üzere kargolarda çalışma koşulları ağırdır. Çalışma saatleri günde 15-16 saate
varıyor ve ücretleri ödenmiyor. Alınan
ücretler asgari ücretin de altında aslında.
Bugün kargolarda bir kuryenin aldığı
ücret yaklaşık 900-950 TL civarında.
Bir şoförün, ring şoförünün veya içeride
çalışan bir şoförün aldığı ücret de ortalama 1000 TL civarında. Buna asgari geçim indirimi dâhil. Yol parası verilmiyor.
Sadece öğle yemeği veriliyor. Gece 1011’lere kadar çalışılmasına rağmen akşam yemek verilmiyor. Tüm bunları hesapladığımızda, yol parasını ve asgari
geçim indirimini çıkarttığımızda, akşamları da yemek parasını kendi cebinden
verdiğini düşündüğümüzde, bu yoğun,
ağır çalışma koşulları karşısında, maaşları neredeyse 600-650 TL’ye düşmekte. Bu koşullar artık çalışanlar açısından
dayanılmaz bir hale geldi. Arkadaşlarımızla, Yurtiçi Kargo’da başta olmak üzere örgütlenme sürecini başlattık. Bugün
bu örgütlenme iyi bir noktaya gelmiş durumda.
Kurtuluş Yolu: Ve şu anda Yurtiçi
Kargo’da aynı anda farklı illerde birçok
yerde direnişiniz devam ediyor…
Erdal Kopal: Çayırova’da, Haramidere Aktarma’da, Kadıköy, Altunizade
ve Kavacık Şubelerinde işten atılan arkadaşlarımız direnişlerine devam ediyor.
Konya Aktarma’da işten atılan arkadaşlarımız devam ediyor. Yine aynı zamanda Ankara’da üç ayrı şube önünde direnişimiz devam ediyor.
Ülkemizde en ufak bir hak talebinde
bulunmak, kendi geleceğine, ekmeğine
sahip çıkmak için mücadele etmek, hakkına sahip çıkmak, Parababaları tarafından hemen işten atmayla, baskıyla, tehditle yok edilmeye çalışılıyor. Yurtiçi
Kargo’da da örgütlenme devam ederken
işverenin duyması üzerine yine benzer
edin, vazgeçin, bu kadar zam yapacağım
size diyor.
Böylesine sendikalaşma düşmanı, işçi düşmanı bir tavır içerisinde. Ama bu
tehditler hiçbir zaman arkadaşlarımızı bu haklı davalarından vazgeçiremeyecek. Bu mücadeleyi içerideki ve dışarıdaki arkadaşlarımızla birlikte kazanacağız.
Kurtuluş Yolu: İşgal, Grev, Direniş
geleneğinizi bu direnişte de bozmadınız.
Direnişteki Yurtiçi Kargo İşçileri, Yurtiçi
Kargo’nun yüzde 25 ortağı olan Geopost’un ülkesi Fransız Konsolosluğunu
işgal ettiler. Siz de oradaydınız…
Erdal Kopal: Nakliyat-İş Sendikası,
İşgal, Grev, Direniş geleneğiyle dosta
düşmana kendisini kanıtlamış, devrimci
sınıf sendikacılığı anlayışını ilke edin-
şeylerle karşılaştık. İşveren, üye olduğunu tespit ettiği arkadaşlarımıza gözdağı
vermek, vazgeçirmek, sendikalaşmayı
engelleyebilmek için arkadaşlarımızı işten attı. Bu direnişlerimiz sayesinde,
burada hiçbir şey değişmez, bu düzen
böyle devam eder anlayışı yıkıldı. İşverenler tarafından sanki kadermiş gibi dayatılan kölelik koşullarının artık çalışanlar tarafından kabul edilmediği, bundan
sonra böyle gitmeyeceği gösterilmiş oldu.
Dışarıda başlattığımız direniş hem
içerideki işçi arkadaşlarımıza moral
verdi, cesaret verdi; hem de işverene
buradaki mücadeleden vazgeçmediğimizi, sendikal haklarımız için direnmeye,
işe geri dönene kadar, sendikal haklarımıza saygı gösterilene kadar, kazanana
kadar bu mücadeleyi devam ettireceğimizi gösterdi.
İşveren ahlâksızca para teklifleriyle, seni şef yapacağım, amir yapacağım
kandırmacasıyla sendikadan istifa etmeye zorluyor. Mesela bir şubede 500
TL’ye yakın elden para teklif ederek, her
ay zam teklif ederek, sendikadan istifa
miş, sınıf içerisinde de pratik mücadele
içerisinde de bunu olabildiğince, gücü ve
olanakları ölçüsünde hayata geçirmeye
çalışmıştır.
Sizin de belirttiğiniz gibi, Fransa devlet postası olan Geopost, Yurtiçi Kargo’nun yüzde 25’ine sahip. Bu yüzden
daha önce Fransız Konsolosluğu önünde
bir basın açıklaması yaptık. Taksim’de
toplanıp bir yürüyüşle Konsolosluk önüne gittik. Yurtiçi Kargo’da yapılan haksızlığı, hukuksuzluğu, adaletsizliği anlatmaya, işçi ve sendika düşmanı tavırlarından vazgeçmeleri için çağrıda bulunmaya gittik. Görüşme talebimiz olmasına
rağmen Konsolosluk tarafından görüşme
talebimiz kabul edilmedi. Biz de Genel
Başkanımızın da doğru önerisiyle, Fransız Konsolosluğuna bütün işçi arkadaşlarımızla beraber girme kararı aldık. Bizler
Genel Başkanımız, avukatımız dahil bütün işçi arkadaşlarla beraber Konsolosluk binasına girdik ve orada önlüklerimizi, şapkalarımızı giydik.
Aynı zamanda iki arkadaşımızla beraber daha önce kararlaştırdığımız gibi
Fransız Konsolosluğunun çatısına çıktık.
DİSK Nakliyat-İş Sendikası Ankara Temsilcisi Bayram Karkın:
Zafer bizim olacak;buna inancımız tam!
Kurtuluş Yolu: Merhabalar. Nakliyat-İş Yurtiçi Kargo Direnişi ile yine destan yazmaya ve İşçi Sınıfına ilkleri yaşatmaya devam ediyor. Bu şanlı direnişin
Ankara ayağına ilişkin düşüncelerinizi
almak için buradayız. Bugün itibariyle
Ankara’daki Direnişin kaçıncı günü?
Bayram Karkın: Direnişimizde bugün 50’nci gün.
Kurtuluş Yolu: Peki, bugüne nasıl
gelindi?
Bayram Karkın: Genel Merkezimizin almış olduğu bir karar neticesinde süreç başlamış oldu. Bu karar; kargo ve lojistik şirketlerinde insanca çalışma koşuları yaratmak için örgütlenme seferberliğiydi. Seferberlik diyoruz çünkü; gerçekten kargolarda çalışma koşulları uzun
yıllardır çok ağır durumdaydı. Ve binlerce işçi bu koşullarda çalışmaktaydı. Bu
durum adına seferberlik denilebilecek
ciddi bir çalışmayla ortadan kaldırılabilirdi. Biz de seferberliğin bir parçası olarak Ankara’da hızla örgütlenme çalışmasına başladık. Geceli, gündüzlü yoğun
bir çalışma ile kısa sürede üyelik yapıp,
hatta birçok şubede çoğunluğu sağlayarak Çalışma Bakanlığına Çoğunluk Tespitinde bulunduk.
Kurtuluş Yolu: İşveren bu süreçte
nasıl bir tutum aldı?
Bayram Karkın: İşveren sendikal
örgütlenmenin farkındaydı fakat tam olarak boyutunu bilmiyordu. Ancak yukarıda da bahsettiğim gibi çoğunluk tespitinde bulunduğumuz şubelerde sonuçlar lehimize gelmeye başlayınca sendikal örgütlenmenin boyutunun önemli bir noktaya geldiğini fark etti.
Kurtuluş Yolu: Sendikal örgütlenmenin boyutunu öğrendiği zaman Yurtiçi
Kargo işvereni nasıl bir tepki verdi?
Bayram Karkın: İşveren öncelikle
üyelerimiz ikna etmeye ya da zorla sendikadan istifa ettirmeye çalışmıştı. Ancak her türlü ikna yöntemlerine karşın
(bu yöntemlerin içinde para teklif etmek
de dahildir) arkadaşlarımız sendikasına
sahip çıkmıştır. Bu kararlı duruşu gören
işveren tek kurtuluşunun üyelerimizi işten atmak olduğunu düşünerek Ankara’da işçi kıyımına yönelmiştir.
Kurtuluş Yolu: Bugüne kadar Ankara’da kaç işçi çıkartıldı?
Bayram Karkın: İşveren 53 arkadaşımızı, kargo cehenneminden başka bir
cehennem olan işsizlik cehennemiyle baş
başa bırakmıştır. Yurtiçi Kargo İşvereni
bu şekilde Nakliyat-İş Sendikası’ndan
kurtulacağını sanmıştır. Ama kurtulamayacağını elli gündür Ankara’nın her türlü
soğuğuna ve yağmuruna rağmen direnen
arkadaşlarımız göstermiştir. Arkadaşlarımızın bu kararlılığı ilk günkü gibi devam
etmektedir. Biz İşçi Sınıfı Sendikacılığı
yapan bir sendikayız. Yani devrimci
bir sendikayız. İnançlı ve kararlı üyelerimizin olması bu mücadeleyi zafere
ulaştırmamız için yeterli bir sebeptir.
Kurtuluş Yolu: Ankara’da kaç şubede direniş yürütüyorsunuz?
Bayram Karkın: Üç şubede. Bunlar
eski adları ile Ataç, Meşrutiyet yeni adları ile Sağlık, Kültür şubeleridir. Ve bir
Konsolosluk İşgali bu mücadelede kararlı olduğumuzun ve neler yapabileceğimizin bir göstergesidir. Bundan sonra da ne
gerekiyorsa, işçi arkadaşlarımızla beraber, bu mücadelenin zafere ulaşması
için, işgalse işgal, mücadeleyse mücadele, eylemse eylem, ne gerekiyorsa hep
birlikte yapacağız.
Kurtuluş Yolu: İşgalin yurtiçinde ve
yurtdışında özellikle Fransa’daki yankıları ve etkileri nasıl oldu?
Erdal Kopal: Fransa’da devlet postası Geopost’ta örgütlü sendika bize ulaştı, görüştük. Konsolosluğa yazılı olarak
protesto mektubu gönderdiler. Yine
aynı şekilde Yurtiçi Kargo’ya, Geopost’a protesto mektubu gönderdiler.
Önümüzdeki günlerde bir program dahilinde Fransa’da Geopost’ta örgütlü olan
sendika yöneticilerinin bir ziyareti olacak.
Yurtiçinde de bu işgalle beraber hiç
ummadığımız yerlerde Yurtiçi Kargo’da
çalışan işçi arkadaşlarımız bize ulaştılar.
Biz de sendikalı olmak istiyoruz. Biz de
bu koşullardan şikâyetçiyiz. Yıllardır çalışıyoruz, hepimiz bel fıtığı olduk, boyun
fıtığı olduk, sağlığımızdan oluyoruz.
Hiçbir sosyal yaşamımız yok, hiçbir geleceğimiz yok. Burada gece gündüz mesai almadan köle gibi çalıştırılıyoruz. Biz
de sendikalı olmak istiyoruz gibi çok
olumlu tepkiler aldık..
Kurtuluş Yolu: 12 Mart’ta Sendikanız Genel Başkanı ve DİSK Genel Başkan Yardımcısı Ali Rıza Küçükosmanoğlu bir basın açıklamasıyla yetkinizin
kesinleştiğini, Yurtiçi Kargo işverenini
toplu iş sözleşme görüşmelerine çağırdığını duyurdu. Bu konuda neler söyleyeceksiniz?
Erdal Kopal: Yurtiçi Kargo acentecilik ve yüklenicilik biçimiyle çalışıyor.
Yani Yurtiçi Kargo’nun hem kendi şubeleri ve kendi bünyesindeki aktarmaları
var hem de acenteye ve yükleniciye verdiği yerler var. Buralarda ayrı ayrı prosedürler yürütüyoruz. Örgütlenme sonucunda çoğunluğu sağladığımız bazı şubelerde yetkilerimiz kesinleşti. Yetki
prosedürünü başlattık.
Biz tüm işçi arkadaşlarımıza, dostlarımıza şunu söylüyoruz; örgütlenmenin
çok zor, olanaksız olarak ifade edildiği
kargolarda, yeter ki buradaki olumsuz
koşullara karşı çalışan arkadaşlarımıza
güven verelim. İşçi Sınıfına güven verildiğinde, cesaret verildiğinde arkadaşlarımız kendi davalarına mutlaka sahip çıkacaklardır.
Bugün Yurtiçi Kargo’da da, arkadaşlarımız tüm baskı ve tehditlere rağmen
davalarına sahip çıkıyorlar, direniyorlar.
İşte yetkilerimiz gelmeye başlıyor. Bundan sonra da çoğunluğu sağladığımız diğer yerlerde tek tek yetkilerimiz gelecek.
Yani er geç Yurtiçi Kargo’da DİSK’in,
akliyat-İş Sendikası’nın bayrağını,
İşçi Sınıfı mücadelesinin bayrağını zaferle dalgalandıracağız. Buna inanıyoruz.
Kurtuluş Yolu: Yurtiçi Kargo Dire-
nişi’nde bundan sonrası için neler söylemek istersiniz?
Erdal Kopal: Bundan sonrası için,
biraz önce de bahsettiğim gibi tüm bölgelerde örgütlenme çalışmalarımız devam ediyor. Örgütlenme çalışmamızın
bir parçası olarak, direnişteki arkadaşlarımızla işverenin baskılarını kırmaya yönelik şube ziyaretleri yapıyoruz. Şubeleri geziyoruz. Aktarma merkezlerinin
önünde eylemler yapıyoruz. Basın açıklamaları yapıyoruz. Kahve toplantıları,
ev toplantıları yapıyoruz.
Örgütlenmeyi, yoğun bir şekilde ulaşabileceğimiz her yere ulaşarak, daha da
büyüterek, daha da sağlamlaştırarak iyi
bir noktaya getireceğiz. Tüm çabamız
bu. Bu açıdan üyeliklerimiz, örgütlenmemiz, yoğun bir şekilde, olanca hızıyla devam ediyor.
Yurtiçi Kargo’da gecesini gündüzünü
buraya veren, çoluğunun çocuğunun büyüdüğünü göremeden, sabah çocuğu
uyurken evden çıkan, gece 11-12’de çocuğu yattığında eve giden, sağlığını, sosyal yaşamını, hayatını Yurtiçi Kargo’ya
neredeyse feda eder noktaya gelen arkadaşlarımız artık buna yeter demiştir, artık
bu böyle gitmez, demiştir. akliyat-İş
Sendikası’yla birlikte kader birliği yaparak bu mücadeleyi zaferle sonuçlandırmak için her şeyi göze almıştır.
Parababaları, TÜSİAD, TOBB gibi
örgütleriyle, polisiyle, devletiyle domuz
topu gibi örgütlü. Bir avuç olmalarına
rağmen milyonları, İşçi Sınıfımızı sömürebilmelerinin tek sebebi bu örgütlülükleri. İşçi Sınıfımız da bilinçlendikçe örgütleniyor. Direnişler ve Grevler İşçi Sınıfımız için birer okuldur. Bu yüzden her
direnişin işçiler açısından büyük kazanımları var. Aynı zamanda da İşçi Sınıfının bir sonraki mücadelesine ışık tutar.
Türkiye’de ve dünyada direnişler ve
grevler İşçi Sınıfı mücadelesi Tarihine
altın harflerle yazılmıştır. Yakın zamanda Borusan İşçileri İşgal Grev Direnişle
mücadeleyi zaferle taçlandırmışlardır.
Dünyanın en büyük Parababası olan
ABD Emperyalizminin simgesi Coca
Cola’nın Türkiye Genel Müdürlüğünü
işgal ettik. Coca Cola’da aylarca verilen
mücadele sonucunda zafer kazandık.
Yurtiçi Kargo Direnişimiz de kazanımla bitecektir. Zaferle sonuçlanacaktır.
Onların zalimlikleri, sömürüleri, haksızlıkları ve adaletsizlikleri hiçbir zaman onuruna, geleceğine, ekmeğine ve
sendika hakkına sahip çıkan, direnen
Yurtiçi Kargo İşçilerini vazgeçiremeyecektir, engelleyemeyecektir. Onlar
Nakliyat-İş Sendikası’yla beraber artık
etle tırnak gibi kaynaşmıştır. İşçi kardeşlerimiz, bu mücadelede her türlü bedeli
ödemeyi göze alacak, işverene de her
türlü bedeli ödetmeyi göze alarak mücadeleyi zaferle sonuçlandıracaktır.
Teşekkür ederim.
Kurtuluş Yolu: Mücadelenizde başarılar diliyoruz.
de Opera Şubesi. Niye eski adlarını da
söyledim diye sorabilirsiniz. Çünkü işveren bu şubelerde yasa dışı lokavt uygulamıştır. Güya hukuki anlamda sendikadan
kurtulacaktır. Ama nafile. İşgal, Grev ve
Direnişlerin sendikası olan Nakliyatİş’ten kurtulamazlar. Eni sonu Yurtiçi
Kargo işçilerini ve diğer kargolardaki çalışan kardeşlerimizi işverenlerin insafsızlığına bırakmayacağız. Zafer bizim olacak. Buna inancımız tam!
müşterilerine yönelik olarak yoğun bir
bildiri dağıtımı ve ziyaretler gerçekleştirdik. Ve bu şubelerde kargo dağıtımını neredeyse yüzde 40’lara düşürdük. Halkımıza ve Yurtiçi Kargo müşterilerine Yurtiçi Kargo işvereninin ve onun Fransız
Ortağının işçi ve sendika düşmanı yüzünü gösterdik. Ankara’da bulunan Yurtiçi
Kargo şubelerinin neredeyse bütün müşterilerine bildiri dağıtımını direnişçi işçi
arkadaşlarımızla birlikte gerçekleştirdik.
Ayrıca özellikle Kızılay bölgesi ve civarındaki bütün şubelerde basın açıklamaları ve bildiri dağıtımları gerçekleştirdik.
Her cumartesi bütün direnişçi işçi arkadaşlarla birlikte bir şubenin önünde toplanıyor, sloganlarımızı haykırıyor, müşterilere ve halkımıza, Yurtiçi Kargoyu
boykot çağrımızı yineliyoruz. Ayrıca örgütlenme çalışmalarımız da bir taraftan
devam ediyor. Diğer şubelerde işçi kardeşlerimize ulaşıyor, onları da örgütlemeye çalışıyoruz.
Kurtuluş Yolu: Bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.
Bayram Karkın: Asıl biz sizlere teşekkür ederiz. Çünkü direnişimiz sizlerin
sayesinde bir kez daha duyurulmuş olacak. Son kez şunu da belirtmek isterim:
Ankara’da örgütlenmenin en başından
beri bizimle olan Konya Ambarlarında
çalışan Temsilci, Üye ve Yönetici arkadaşlarımıza göstermiş oldukları fedakârlıklar ve özverileri için teşekkür ederim.
Kurtuluş Yolu: Ankara özelinde çalışmalarınızdan da bahsederseniz.
Bayram Karkın: Direnişe başladığımız ilk günden bugüne kadar öncelikli
olarak önünde beklediğimiz şubelerin
18
Yıl: 7 • Sayı: 64 / 8 isan 2013
DİSK Konya İl Temsilcisi ve Nakliyat-İş Sendikası Konya Bölge Temsilcisi Ali Özçelik:
Baskılar, yalanlar yıldıramadı, yıldıramayacak
K
urtuluş Yolu: İsterseniz kısaca
sizi biraz tanıyalım.
Ali Özçelik: İsmim Ali Özçelik.
DİSK Konya İl Temsilcisi aynı zamanda
Nakliyat-İş Sendikası Konya Bölge
Temsilcisi’yim. 2008-2009 yılından beri
bu görevi yürütüyorum.
Kurtuluş Yolu: “İnsanca yaşayabilecek bir ücret için Sendikalı Ol! Nakliyatİş’li Ol” kampanyası başlattınız…
Ali Özçelik: 15 no’lu taşıma işkolunda, ambarlar başta olmak üzere kargo ve
lojistik firmalarında örgütlü olduğumuz
yerler var, örgütlenme yapmaya çalıştığımız işyerleri var. 2012 Şubat ayında yaptığımız olağan kongremizle beraber,
özellikle örgütlenme alanında, Örgütlenme Daire Başkanı’mızın ve Sendika Yönetim Kurulu’muzun başlatmayı kararlaştırdığı bir örgütlenme seferberliğimiz
vardı zaten. Tabiî bu örgütlenme seferberliğine baktığımızda, işkolumuzdaki
birçok işyerini değerlendirip buna uygun
bir program çıkarttık. Bu program dâhilinde, kargo ve lojistik firmalarında örgütlenme seferberliği de yer alıyordu.
Bununla ilgili olarak sendikamız Nakliyat-İş’in çıkarttığı 10 binin üzerindeki
bildiri, işkolumuzda çalışan işçi kardeşlerimizi bilgilendirmeye ve sendikamızda örgütlenmeye yönelik bir davet niteliğindeydi. Türkiye’nin dört bir yanına bu
bildirilerimiz örgütlenme uzmanlarımız,
temsilcilerimiz, işçi arkadaşlarımız tarafından dağıtıldı.
Şimdi Yurtiçi Kargo örgütlenmesi de
böyle başlayan bir örgütlenme. Yurtiçi
Kargo, Türkiye’nin en büyük kargo ve
lojistik şirketlerinden bir tanesi. Diğer
kargolarda da örgütlenme faaliyetlerimiz
vardı. Bu bildiriler işkolumuzdaki birçok
firmaya dağıtıldı. Doğal olarak çelişkinin ve sömürünün en yoğun olduğu yerde sendikal örgütlenmenin yayılması, genişlemesi biraz daha farklı oluyor. Bunun içindir; dağıttığımız bildirilere Yurtiçi Kargo İşçilerinin ilgisinin, diğer kargo
işçilerine göre çok daha fazla olması…
Yurtiçi Kargo İşçilerinin kölece çalışma
koşulları, günlük 13-14 saatlere kadar
varan çalışma saatleri ve insanca yaşayabilecekleri bir ücretlerinin olmaması, işçi kardeşlerimizin sendikamıza diğer
kargo çalışanlarına göre daha sıcak bakması sonucunu doğurmuştur. İşte bütün bu nedenlerle, örgütlenme seferberliğimiz Yurtiçi Kargo’da yoğunlaşmıştır.
Şunu belirtmemiz gerekir ki; bu
örgütlenme Yurtiçi Kargo işvereninin
lanse ettiği gibi, yeni sendikalar yasasına bağlı bir örgütlenme değildir.
Dost ve düşman da çok iyi bilir ki,
Nakliyat-İş Sendikası gerçek Devrimci Sınıf Sendikacılığı yapan, İşçi
Sınıfının çıkarlarını her şeyin üstünde tutan devrimci bir sendikadır.
Böyle olmasaydı İşçi Sınıfı Tarihine
onlarca İşgal, Grev, Direniş, Örgütlenme hediye edemezdi. Taşeronlarda örgütlenme yapılamaz, sendikal
örgütlenme bitti denilen günlerde taşeronlarda örgütlenmeyi gerçekleştirip zaferle taçlandıramazdı. Yine herkes çok iyi bilir ki, Nakliyat-İş Sendikası yasalarla kendilerini sınırlayan
bir sendika değildir. Bizim için
önemli olan İşçi Sınıfı mücadelesinin
ivme kazanmasıdır. Ayrıca Yurtiçi
Kargo ile yarım kalmış bir hesabımız
vardı. Şimdi bu hesabı kapatacağız,
hedefimiz bu.
Kurtuluş Yolu: Yeni yürürlüğe
giren sendikalar yasasının hedefi nedir? Bu durum Yurtiçi Kargo örgütlenmesini nasıl etkiledi?
Ali Özçelik: Tayyipgiller yeni çıkarttığı sendikalar yasasıyla, sınıf ve kitle
sendikacılığını, devrimci mücadeleci
sendikal anlayışı tasfiye edip yandaş, yalaka sendikacılığı ön plana çıkartmayı
hedeflemekte. Tayyipgiller, yerli yabancı
Parababalarının çıkarları doğrultusunda
bir yasa çıkartarak kendilerine yakışanı
yaptılar.
MNG/FedEx Express Kargo’da Direniş
Bayrağı Dalgalanıyor
Baştarafı sayfa 24’te
tarma Merkezi önünde Nakliyat-İş üyesi
Topkapı Ambar İşçileri, Yurtiçi Kargo Direnişçi İşçileri ve sendika yöneticileri bir
araya geldi. Eyleme DİSK Limter İş Sendikası Genel Başkanı Kamber Saygılı da destek verdi.
Eylemde, “MG/FEDEKS EKSPRES Kargo’da İşçi Kıyımına Son”,
“Yaşasın MG Kargo Direnişimiz” pankartı açıldı. “MG’ye Sendika Girecek
Başka Yolu Yok”, “İşçi Düşmanı MG”,
“İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek”,
“İşçiyiz Haklıyız Kazanacağız” sloganları atıldı.
DİSK Genel Başkan Yardımcısı ve
akliyat-İş Sendikası Genel Başkanı Ali
Rıza Küçükosmanoğlu’nun MG Kargo Direnişi ile ilgili yaptığı basın açıklaması:
MNG/Fedex Express
Kargo’da işçi kıyımına son
Değerli Basın Emekçileri
MNG Kargo, MNG Holding’e bağlı
dünyanın en büyük kargo işletmelerinden
FedEx Express’in Türkiye’deki lisans ortağı olan en büyük Kargo işletmelerinden biridir. Ülke genelinde 700’ü aşkın şubesi
7000’den fazla çalışanın olduğu sektöre
önemli yenlikler getirme iddiasında olan
bir Kargo işletmesidir.
MNG’de çalışan binlerce işçi kardeşimizin çalışma koşulları, aldıkları aylık ücretler diğer kargolardan farklı değildir.
Haftalık çalışma süresi 4857 Sayılı İş Yasasın da 45 saat olmasına karşın 70-80 saatlere varmakta, karşılığında fazla mesai
ücreti ödenmemektedir. Yıllardan beri çalı-
şan işçilerin aldıkları ücret, asgari ücretin
biraz üzerindedir. İşçiler güvencesiz, Anayasanın yasakladığı angarya koşullarda çalışmaya mahkum edilmektedir.
Değerli Basın Emekçileri
MNG Kargo işçileri, dayatılan kölece
çalışma koşullarına sefalet ücretine artık
isyan etmektedir. MNG işçileri “İnsanca
yaşayabilecek bir ücret ve insan onuruna yaraşır çalışma koşulları için örgütlen sendikalı ol akliyat-İş’e üye ol”
kampanyamıza katılarak sendikamızda
örgütlenmeye, üye olmaya başlamışlardır.
İstanbul, Ankara başta olmak üzere diğer illerde ki kardeşlerimiz Anayasal haklarına
sahip çıkmaktadırlar.
MNG Kargo işvereni,
sendikamıza üye olan 10
işçiyi iş daralması, performans düşüklüğü bahanesi ile işten çıkarmıştır.
MNG Kargo işvereni
işçi ve sendika düşmanlığı yapmaktadır. TCK’nın
117 ve 118. Maddelerine
göre de suç işlemektedir.
Cumhuriyet Savcılarını,
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığını
göreve çağırıyoruz.
Değerli Basın Emekçileri
MNG Kargo işvereninin baskıları, tehditleri ve işçi kıyımı, sendikamızın mücadelesini engelleyemeyecektir. Sendikamız
bu günden itibaren burada MNG işvereninin işçi-sendika düşmanlığına karşı, keyfi
bir biçimde çıkarılan işçi kardeşlerimle birlikte meşru-demokratik direnme hakkını
kullanacak ve direnişe başlayacaktır.
İşvereni buradan işçi-sendika düşmanlığından vazgeçmeye, işten atılan işçi kardeşlerimizi işe geri almaya çağırıyoruz.
28.03.2013
Yaşasın MG/FedEx Express Kargo
İşçilerinin Örgütlü Mücadelesi!
MG Kargo’da İşçi Kıyımına Son!
Atılan İşçiler Geri Alınsın!
İşçiyiz Haklıyız Kazanacağız!
Yaşasın DİSK Yaşasın akliyat-İş!
Nakliyat-İş Sendikası
Genel Yönetim Kurulu
Yurtiçi Kargo; 12 bin civarında işçi
çalıştıran, yasada olmayan muvazaalı
acente işletmeleriyle bu işi yürütmeye
çalışan, Türkiye’deki kargo potansiyelinin kendi söylemleriyle yüzde 45’ini
karşılayan, elinde bulunduran bir kargo
şirketi. Yurtiçi Kargo’da bizim açımız-
dan örgütlenme zorluklarının da olduğunu gözardı edemeyeceğimiz, fakat sendika olarak üstesinden gelebileceğimiz bir
örgütlenme. Bu bilinçle, bu bilgi, birikim
ve iradeyle, Nakliyat-İş Sendikası olarak, DİSK’in mücadele tarihine yakışır
bir şekilde devrimci sınıf ve kitle sendikacılığı rehberliğinde örgütlenme çalışmalarına başladık. Hem de Nakliyat-İş
Sendikası Tarihine yakışır bir mücadeleyle, sendikalı, insanca yaşanabilecek
bir ücrete çalışanları sahip kılıp, burada
örgütlenmeyi zaferle taçlandırmayı hedefliyoruz.
Kurtuluş Yolu: Konya’daki örgütleme çalışmaları ne aşamada?
Ali Özçelik: Konya’da ve çevre illerde Yurtiçi Kargo örgütlenmesi Ekim
2012 ayı içerisinde başladı. Konya’da
çalışan Yurtiçi Kargo İşçilerinin yüzde
80’i sendikamız çatısı altında örgütlenmiş durumda. Örgütlenme çalışmalarımız devam etmektedir. Örgütlenme çalışmalarından haberdar olan işveren,
üyelerimizi tehdit ve baskıyla istifaya zorladı. Direnen ve istifa etmeyen
21 üyemizi işveren işten attı. Konya
Aktarma Merkezi önünde 30 Aralık
2012 tarihinden beri işçi arkadaşlarımızla birlikte Direnişimiz devam etmektedir. Konya’da Yurtiçi Kargo’nun 5 şubesinde çoğunluğu sağlamış durumdayız. Şu an için Çalışma Bakanlığından yetkinin gelmesini bekliyoruz. Bu süreçte Konya’da
müşterilere ve halkımıza yönelik
binlerce bildiri dağıttık. Bunun sonuçlarını da aldık. Şubat ayında 11
bin olan kargo sayısı 5-6 binlere kadar düştü. Siyasi Partiler ve sendikalar da bu süreçte desteklerini esirgemediler. HKP, CHP, TKP, Eğitim-İş
ve Eğitim-Sen Konya Şubeleri, kargo vermeyerek desteklerini sundular.
Kurtuluş Yolu: İşvereninin örgütlenmeye tepkisi ne oldu?
Ali Özçelik: Örgütlenme başlar
başlamaz işveren, çeşitli provokatif
davranışlara girdi. Konya’da işverenin, “Üye sayısını artırmak için buraya girdiler, yetkileri düşeceği için
burada örgütleniyorlar, bu sendikanın yetkisi yok, aidat gelirlerini artırmaktır amaçları, bunlar ambar işyerlerinde
örgütlü, ambar işverenlerinin provokasyonuyla Yurtiçi Kargo’ya girdiler, sendikayı onlar yönlendiriyor” şeklinde demagojileri oldu. Ayrıca işveren, işçi kardeşlerimizin hem dinî hem de millî duygularını suiistimal ederek örgütlenmeyi engellemeye çalıştı. Bunlar sizden aldıkları
aidatları farklı yerlere kullanacaklar, sizden topladıkları aidatlarla lüks içerisinde
yaşıyorlar, sizden aldıkları aidatları çeşitli örgütlere aktarıyorlar gibi birçok örnekle insanları kandırmaya çalıştı. Biz
Nakliyat-İş Sendikası olarak ne yapmaya
çalıştığını bilen, köklü bir sendikayız.
Dolayısıyla Yurtiçi Kargo’da da örgütleneceğiz. Yani baskılar, yalanlar, dolanlar
bizi şu ana kadar yıldıramadı, bundan
sonra da yıldıramaz.
Kurtuluş Yolu: Geçtiğimiz günlerde,
yayınlanan istatistiklerin Nakliyat-İş
Sendikası’nın açtığı dava sonucunda
Nakliyat-İş açısından iptal edildiği yönünde bir karar verdi mahkeme…
Ali Özçelik: Tayyipgiller, işverenlerin taleplerine uygun olarak devrimci sınıf ve kitle sendikacılığını tasfiye ederek
HAK-İş gibi yandaş sendikaları güçlendirmek istiyor. Yayımlanan istatistiklere
baktığımız zaman Parababalarının ve
Tayyipgiller’in bu aşağılık amaçlarını
açıkça görmekteyiz. Yandaş ve sarı
gangster sendikacılığın nasıl korunup
kollandığı çok açık bir şekilde görülmektedir bu istatistiklerde. Tabiî bunu iki türlü önlemek gerekir. Birincisi örgütlenme
yapmak, örgütlenmeleri artırmak, sendikalı işyerlerini artırmak. İkinci aşaması
da olayın hukuki boyutu. Biz Nakliyat-İş
Sendikası olarak, eşitlik ilkesine hem de
açıklanan istatistiklerin gerçekleri yansıtmadığı konusunda gerekli davaları açmıştık zaten. Nitekim şubat ayı içerisinde Ankara 4 No’lu İş Mahkemesi tarafından lehimize bir karar çıktı. Dolayısıyla
yetkili ve toplu sözleşme yapabilecek bir
sendikayız.
Kurtuluş Yolu: Son olarak Fransız
Başkonsolosluğunu işgal ettiniz. Bununla ilgili ne söylemek istersiniz?
Ali Özçelik: Zaten Nakliyat-İş olarak
geçmişimiz işgallere doludur. Burada şunu söylemeden geçmeyelim. Yaptığımız
bütün işgallere Genel Başkanı’mız başta
olmak üzere bütün yöneticilerimiz katılıyor. Başarılı örgütlenmelerimizin kaynağı buradan geliyor. Genel Başkanı’mız
ile işkolumuzdaki işçi arkadaşlarımız
arasındaki sevgi saygı ilişkisi çok yüksek, bunu da birkaç sendika dışında göremiyoruz. Son olarak yaptığımız eylemler, işgaller bu örgütlenmeyi başaracağımızın kanıtıdır.
Gözaltılar, baskılar, tehditler, işçi kıyımı MNG Kargo’daki
örgütlü mücadeleyi engelleyemeyecektir
M
Kurtuluş Yolu/Gebze
NG Kargo’nun, 10’uncu Kuruluş yılı dolayısıyla Gebze Organize Sanayi’de düzenlediği
kampanya etkinliğinde, Nakliyat-İş Sendikası’na üye oldukları için işten atılan işçiler, işverenin işçi ve sendika düşmanlığına karşı bir eylem gerçekleştirdi.
MG Genel Müdürü Aslan Kut ve
diğer üst düzey yöneticiler, yumurta atılarak sloganlarla protesto edildi. Bu protesto karşısında MNG Kargo bu etkinliğini
iptal etmek zorunda kaldı. Protesto eylemine MNG’den atılan işçiler, Yurtiçi Kargo Direnişçileri ve Birleşik Metal-İş Sendikası Gebze Şube Başkanı ve Yöneticileri de katıldı.
Eylem sırasında Gebze Organize Sanayi idare binasının özel güvenlik görevlileri işçilere saldırdı ve eylemi engelle-
mek istedi.
Ancak Nakliyat-İş Sendikası yönetici ve üyelerinin kararlı karşı
duruşu sayesinde bunu
başaramadı.
Binanın
özel güvenlik görevlileri polisi
çağırarak şikâyetçi oldu. Polis, bu şikâyeti dikkate alarak Sendika Genel Merkez Örgütlenme Daire
Başkanı Erdal Kopal’ı, yönetici ve üyelerden oluşan yaklaşık 40 kişiyi ifadeleri-
ni almak üzere Mutlukent Polis Merkezi’ne götürdü. Burada yaklaşık iki saat
alıkonulan yönetici ve üyeler daha sonra
serbest bırakıldı.
Nakliyat-İş artık Dünya Sendikalar Federasyonu üyesi
S
endikamızın 10. Olağan Genel Kurulu’nda alınan karar gereği dünya
genelinde 82 milyon üyesi bulunan
ve kapitalizme karşı mücadeleyi amaçla-
yan Dünya Sendikalar Federasyonu
(WFTU)’ya üyelik için başvuru yapmıştık.
Yapmış olduğumuz üyelik başvurusu, 0708 Mart 2013 tarihlerinde Peru’nun başkenti Lima’da düzenlenen 7. WFTU
Başkanlık Konseyi toplantısında onaylandı.
WFTU Genel Sekreteri George Mavrikos tarafından gönderilen mesajda “Dünya
İşçi Sendikaları Federasyonu’nun büyük
ailesine hoş geldiniz. WFTU Tüzüğü temelinde, üyelik isteğiniz resmen 07-08
KYC Araç Muayene AŞ’de işe iade davaları kazanıldı
2010 yılında örgütlenmeye başladığımız TÜVTÜRK KYC Araç Muayene İstasyonları AŞ’de toplam 230 işçi
çalışmaktaydı. Sendikamızın örgütlenme
süreci içerisinde gerekli üye çoğunluğu
sağlanarak Bakanlığa çoğunluk tespiti için
başvuru yapılmıştı. Bu süreçte işveren
KYC bünyesinde faaliyet gösteren illerden
sendikamız üyesi 14 işçiyi “performans
düşüklüğü”nü gerekçe gösterilerek işten
attı.
İşten atılan işçiler adına Konya 1. İş
Mahkemesinde işe iade davaları açıldı. Ya-
pılan yargılama sonucunda yerel mahkeme
işçilerin sendikal nedenlerle işten atıldıklarına ve işe iadelerine karar verdi. Bu karara işveren itiraz etti. Yargıtay 9. Hukuk
Dairesinde
görülen
itiraz
davası
28.01.2013 tarihinde karara bağlandı. Yargıtay’da 9. Hukuk Dairesi de işten atılan
üyelerimizin sendikal nedenle ve haksız
olarak işten atıldığını belirledi ve işe iade
edilmesine kararı verdi.
Ayrıca Yargıtay kakarında TÜVTÜRK
için de “2918 sayılı kanunun 35. Maddesi uyarınca sorumluluğu ortadan
Mart 2013 tarihinde Lima’da düzenlenen
toplantıda 7. WFTU Başkanlık Konseyi tarafından onaylandı, sizi bilgilendirmekten
mutluyuz.” denildi.
Sendikamızın mücadele tarihinde
önemli bir aşama olan WFTU üyeliğimiz
üyelerimize ve İşçi Sınıfımıza duyurulur.
29.03.2013
Nakliyat-İş Sendikası
Yönetim Kurulu
kalkmamaktadır. Asıl işveren olduğu ve
işe iade sonuçlarından diğer davalı
(KYC) şirket ile birlikte sorumlu olduğu
açıktır.” denilerek TÜVTÜRK Genel Müdürlüğü’nün de üst işveren olarak sorumlu
olduğunu belirtmiştir.
Böylelikle Sendikamız bir hukuk mücadelesini daha kazanmış oldu. Davayı kazanan üyelerimiz 01.04.2013 Pazartesi
günü işe iade kararlarının uygulanması için
KYC Araç Muayene AŞ işverenliğine müracaat edeceklerdir. 28.03.2013
Nakliyat-İş Sendikası
19
Yıl: 7 • Sayı: 64 / 8 isan 2013
DİSK Olağanüstü Genel Kurulu yapıldı
Baştarafı sayfa 20’de
çilir seçilmez Genel Sekreter Adnan Serdaroğlu önce “küs”müş, sonra istifa etmişti?
Basına yansıyanlardan ve genel kurul
konuşmalarından çıkardığımıza göre:
“İşçi Hareketi”, Birleşik Metal-İş Sendikası’nı ve Genel Başkanı Serdaroğlu’nu
eleştirmiş. Serdaroğlu, “DİSK buna cevap
vermeli” diye dayatmış.
DİSK Yönetiminin, DİSK olarak böyle
bir polemiğe girmenin doğru olmadığını
belirtmesi üzerine Serdaroğlu önce
“küs”üyor. Yönetim toplantılarına katılmıyor. Basına sızdırdığı açıklamalarla DİSK
yönetimi ve DİSK Genel Başkanı’yla polemiğe giriyor.
Tamamen kişisel olan bir sorunu sanki
ortada bir mücadele anlayışı farklılığı varmış gibi yutturmaya çalışıyor. Serdaroğlu,
yarattığı bu suni krizin ardından Sekreterlik’ten, Birleşik Metal-İş yöneticileri de
DİSK organlarında aldıkları görevlerden
çekilerek krizi iyice tırmandırıyor.
Şimdi bu sınıf sendikacılığı mı?
Böylesine zorlu bir dönemde, 6356 sayılı yeni “Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu” ve ardından yayınlanan İşkolları Yönetmeliği ve 2013 Ocak ayı istatistikleriyle ilk etapta mücadeleci sendikaların
yok edilmeye, giderek de DİSK’in tümden
yok edilmeye çalışıldığı bir dönemde; böylesine kişisel, saçma sapan kaprislerle
DİSK’i krize götürmek İşçi Sınıfının mı
sermaye sınıfının mı çıkarınadır?
Bunda tek suçlu Serdaroğlu mudur?
Başta Serdaroğlu sorumludur. Onun bu
hatalarına ortak oldukları, karşı çıkmadıkları için tüm Birleşik Metal-İş yönetimi ve
delegeleri de sorumludur.
Metal İşkolu gibi, Proletaryanın en modern, dinamik ve mücadeleci işkollarından
biri olan bu sendikanın yöneticilerinin,
böylesi kritik bir dönemde, böylesi vahim
hatalar yapması insanı sadece üzüyor. Ama
eminiz ki Metal İşçisi ve onların öncüleri
kısa sürede hem sendikalarında hem de
DİSK içindeki eski saygın yerlerini alacaklardır.
İşte sadece sonuçtan bakmayıp nedenlere indiğimizde böylesine baskıların yoğunlaştığı bir dönemde hiç de böyle bir
OLAĞANÜSTÜ Genel Kurul yaşanması
gerekmiyordu DİSK’te.
Serdaroğlu’nun bu kişisel kaprislerinin
hedefi olan Genel Başkan Erol Ekici, arkadaşlarıyla yaşadığı başka sorunlar nedeniyle ilişkilerinin kopma noktasına gelmesi
nedeniyle de Başkanlıktan istifa edince,
DİSK zorlama bir şekilde ama zorunlu olarak Olağanüstü Genel Kurul’a gitmiştir.
06.04.2013 tarihinde Beşiktaş Mustafa
Kemal Kültür Merkezi’nde yapılan Genel
Kurul’un açılışını DİSK Başkan Yardımcısı Ali Rıza Küçükosmanoğlu yapmıştır.
Bu ara delegelerle birlikte salona girmek isteyen Şişli Belediyesi Genel-İş Sendikası üyeleri ve “Devrimci İşçi Hareketi”nin salona girişi, BEKOCU Genel-İş
Delegelerince engellenmeye çalışılmış
ufak tefek sürtüşmeler neticesinde, diğer
delegelerin bu engellemeye ortak olmamaları sonucunda bu işçiler de salona girmişlerdir.
2 aydan beri direnişte olan Fransız
Konsolosluğu İşgalcileri,
akliyat-İş
Üyeleri, Yurtiçi Kargo İşçileri ile M G
Kargo İşçilerinin pankart, direniş önlükleri ve “İŞGAL! GREV! DİRE İŞ! YAŞASI
AKLİYAT-İŞ” sloganlarıyla salona
girişleri, son derece cansız, ruhsuz, zorlama bir Genel Kurul olduğu tüm davranışlarına yansıyan delegeleri ve salonu şöyle bir
heyecanlandırmıştır.
İki genel başkan adayının konuşmasından, iki genel sekreter adayının konuşmasından başka bir konuşmanın yapılmadığı,
oldubitti OLAĞANÜSTÜ Genel Kurul’da
hemen oylamaya geçilmiştir.
Yurtiçi Kargo ve MNG Kargo İşçilerinin “İşgal, Grev, Direniş, Yaşasın akliyat-İş” sloganları arasında kürsüye gelen
akliyat-İş Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu’nun coşkulu konuşması,
sarı-patron sendikacılara karşı yükselttiği
devrimci sendikacılık bayrağı, DİSK Genel
Kurulu’na damgasını vurdu.
Direnişteki Nakliyat-İş üyelerinin salona yaydıkları heyecan gibi, Nakliyat-İş Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu da
dostunu, düşmanını heyecanlandıran bir
konuşma yaptı.
Küçükosmanoğlu, salondaki şu veya bu
sendikadan tüm Devrimci, dürüst delegelerin ve izleyicilerin sözcüsü olmuş, konuşması sık sık ayakta alkışlar ve sloganlarla
coşkulu bir şekilde desteklenmiştir.
Konuşma sonrasında samimi-dürüst delegelerin, sol dergi muhabirlerinin ve izleyicilerin tek tek içten tebrikleri, geleceğin
DİSK’inin nasıl olması gerektiğinin haber-
cileri/işaretleri olmuştur.
Küçükosmanoğlu yaptığı konuşmada,
DİSK’te gelinen süreci ve sarı sendikacılığı teşhir etti. Küçükosmanoğlu, “DİSK,
birlik beraberlik içinde olmalı. Ortak
mutabakat olmalı. Ama neye, kime göre? Kimler, niye akliyat-İş’i dışarıda
bırakmak istiyor? Şişli Belediyesi İşçileri, Sarıgül’e karşı eylem yapıyor. Ben,
İşçi Sınıfı mücadelesi söz konusu olduğunda babamı bile tanımam. Eğer bir
belediye başkanı, bir sendikanın içişlerine bu kadar dahil oluyorsa orada bir sorun vardır, bunu söyledim. Sendikalar
işçinin ekonomik ve politik örgütleridir.
Sizin mücadeleniz bu çerçevedeyse ben
sizi destekleyeceğim. Buradan yola çıkarak işçileri ziyaret ettik, konuşma yaptım orada. iye akliyat-İş ziyarete gitti deniliyor? Ben inandım, inandığım davada hiçbir güç beni döndüremez. Şimdi
bunun faturası bana kesiliyor, akliyatİş dışarıda bırakılıyor. DİSK kimsenin
tekelinde olamaz, DİSK sınıfın örgütüdür. DİSK’i DİSK yapan değerleri, bizi
mahvetmek isteyen emperyalizme, Amerikan sendikacılığına, partilerüstü sendikacılık anlayışına karşı tabanın söz sahibi olduğu bir sendikacılık için adayım.
Bu durumu sizin vicdanlarınıza bırakıyorum” dedi.
Küçükosmanoğlu, DİSK’i Olağanüstü
Genel Kurul’a getiren süreçle ilgili olarak
da şunları söyledi:
“Bu yaşadıklarımızın özeleştirisinin
verilmesi gerekir. Sekreterlikten hangi
gerekçe ile istifa ediyorsun? Birleşik Metal-İş Sendikası gibi DİSK’in kurucu
sendikasını tüm organlardan çekeceksin. edeni ne? Bir devrimci yayında
Adnan Serdaroğlu ile ilgili yapılan bir
eleştiri... Kimse dokunulmaz değil. Herkes eleştirilmeli. Bu kadar saldırıların
olduğu bir dönemde, DİSK’i rolanti konumuna getirmenin hesabı verilmeli.
Mutabakat elbette önemli. Ama Serdaroğlu’nun yanlışlarına ortak olmayan,
hatta eleştiren akliyat-İş neden mutabakat dışında bırakılıyor?” dedi.
Türkiye ve dünyada, emperyalizmin ve
yerli işbirlikçilerinin saldırılarına da değinen Küçükosmanoğlu, emperyalizmin ve
kapitalizmin devamını sağlayacak politikaların izlendiğini ve AKP’nin de ABD Emperyalizminin takipçisi olduğunu söyledi.
İş yasalarının sınıf sendikacılığını tasfiye
etmek için çıkarıldığını belirten Küçükosmanoğlu, İşçi Sınıfına yönelik saldırıları
aktardı. “Dolar milyarderleri artarken,
sendikalı işçi sayısı azalıyor” diyen Küçükosmanoğlu 12 Eylül Faşizmi döneminde yaşanmayan baskıların bugün yaşandığını, sermaye sınıfının ve onların siyasi iktidarı olan AKP iktidarının ekonomik ve siyasi zulmünün artarak devam ettiğini söyledi.
Küçükosmanoğlu, taşeronlaştırma ve
güvencesizleştirme politikalarına karşı
farklı iş kollarında işçi direnişlerinin yükseldiğini belirtti.
Suriye emekçi halkına karşı iki yıldan
fazla süredir bir baskı politikası izlendiğini
belirten ve “Selam olsun emperyalizme
karşı direnen Suriye Halkına” diyen Küçükosmanoğlu’nun konuşması, salonun alkışları ve “Suriye Halkı Yalnız Değildir”
sloganlarıyla kesildi.
Kürt Meselesi’ne de değinen Küçükosmanoğlu, gerçek çözümün Türk ve
Kürt İşçilerinin emperyalizme karşı ortak
mücadelesiyle mümkün olduğunu söyledi.
Küçükosmanoğlu, Türkiye Halkının emperyalizme karşı bir mücadele geleneğine
sahip olduğunu belirterek, “Kürt meselesinde ABD Emperyalizmi, İsrail Siyonizmi
ve AKP’nin dayattığı çözüm ortada. Gerçek barışı Türk ve Kürt İşçileri ile yoksul
köylüleri getirecek. Türkiye Halklarının
emperyalizme karşı ortak mücadele geleneği vardır. Böyle bir tarihsel mirasımız
vardır. Denizler’in, Mahirler’in, Kıvılcımlı’ların bıraktığı miras da, bu mirastır” dedi.
Küçükosmanoğlu’nun bu konuşması da
salondan “Yaşasın Halkların Kardeşliği”, “Devrim Şehitleri Ölümsüzdür” sloganlarıyla coşkuyla desteklendi.
DİSK’in siyasetlerüstü olması gerektiği
anlayışını mahkûm eden Küçükosmanoğlu,
“DİSK’i sınıf mücadelesinden, siyasetten bağımsız kılamazsınız. Geçmiş dönemin hesabı görülürken, DİSK’in siyasetlerüstü, partilerüstü bir noktaya taşınması yönündeki anlayışa karşı sonuna
kadar mücadele edilmeli. DİSK başta İşçi Sınıfına karşı sorumlu, ondan sonra
emekçi halklara sorumluyuz. DİSK’in
adım adım siyasetlerüstü, partilerüstü
örgüt haline getirilmesine izin vermeyeceğiz” diye konuştu.
Küçükosmanoğlu’nun konuşmasını il-
giyle dinleyen Genel-İş ve Birleşik Metalİş’in üyelerinin bir kısmı, kendi genel başkanlarının konuşmalarına aynı ilgiyi göstermiyorlar, salondan birer ikişer çıkıyorlardı. Hele Serdaroğlu neredeyse boş sıralara konuşuyordu. Tavrını sandığa tam olarak yansıtamayan delegeler, hoşnutsuzluğunu böyle göstermiş oluyordu şimdilik.
Çerkezoğlu ise yaptığı konuşmada,
kendisini mutabakat dışında bırakmalarına
rağmen “esas olanın mutabakat olduğu, bu
sağlanırsa sekreterlikten çekilip yönetimde
de yer alabileceği” anlamına gelen pazarlıkçı mesajlar vermiştir.
Yemek arasından sonra oylamaya geçildi. İlk turda Genel Başkanlık için kullanılan 371 oydan 3’ü mükerrer, 94’ü boş olmak üzere 97 oy geçersiz sayılırken, Kani
Beko 206, Ali Rıza Küçükosmanoğlu 68
oy aldı. 160’ın üzerinde delegesi olan Kani
Beko, ittifak içinde olduğu 60’ın üzerinde
delegesi olan Birleşik Metal-İş, 20’nin üzerinde delegesi olan Sosyal-İş ve 2 delegelik
Gıda-İş’e rağmen sadece 206 oy alabilmiş,
ilk turda seçilememiş ikinci tura kalmıştı.
Kani Beko’nun müttefiki Genel Sekreter adayı Serdaroğlu da aynı akıbete uğrayarak ikinci tura kaldı.
İlk turda boş oy kullanan Lastik-İş ve
Tümka-İş’in, ikinci turda Başkanlıkta K.
Beko’ya, Sekreterlikte Devrimci Sağlık-İş
Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu’na oy vermesi üzerine K. Beko ve Çerkezoğlu seçilmiş oldular.
Serdaroğlu, DİSK’te yarattığı krizin bedelini ödemiş oldu böylece. Umarız modern, militan metal işçileri de Serdaroğlu’na hak ettiği bedeli ödetir.
Yönetim Kurulu Üyeliklerine ise başka
aday olmadığından Alaattin Sarı (Lastikİş), Ergün Tavşanoğlu (Tümka-İş), Metin
Ebetürk (Sosyal-İş), Celal Ovat (Gıda-İş),
Muzaffer Subaşı (TEKSTİL) seçilmiş oldular.
Demek ki Nakliyat-İş’in ve Genel Başkanı Ali Rıza Küçüosmanoğlu’nun devrimci, militan sendikacılığı DİSK’e bile çok
geliyordu.
Nakliyat-İş’in örgütlediği, Sarı Belediye-İş’in işkolu itirazı nedeniyle Yargıtay
kararıyla Genel Hizmetler İşkoluna sokması üzerine Genel-İş’e teslim ettiği 6.000 işçinin çalıştığı İzmir-İzelman işçisinin öncüsü Nakliyat-İş’lilerin tasfiyesinde başrolü oynayan ve bu nedenle İzelman işçisinin
her türlü tepkisine maruz kalan, Şişli Belediyesi Genel-İş üyelerinin, işçiyi satan beş
sendikacının başında resmini bastığı K.
Beko ile, Küçükosmanoğlu’nun kişisel
kaprislerine ve hatalarına karşı çıktığı Serdaroğlu ittifakı, devrimci, militan sendikacı Proletarya Sosyalisti Ali Rıza Küçükosmanoğlu’nu istememiş demek.
K. Beko ile Serdaroğlunun başını
çektiği bu ittifakta yer alan Sosyal-İş
Genel Başkanı ile hiçbir örgütlenme çabası olmayan 2 kişilik delegesiyle 10 yılı
aşkın bir süreden beri DİSK Genel Yönetim Kurulu Üyeliği koltuğunu işgal
eden Gıda-İş Genel Başkanı ve TEKSTİL sendikası da Ali Rıza’nın (Nakliyatİş’in) Militan, Devrimci Sendikacılığının
DİSK yönetiminde yer almasını istememiş
demek ki… Bu “mutabakat” partilerüstü ve
siyasetlerüstü sendikacılık anlayışı mutabakatıydı ve Küçükosmanoğlu partilerüstü,
siyasetlerüstü sendikacılık anlayışına karşı
çıktığı için mutabakat dışında bırakılmıştı.
Oysa Nakliyat-İş Sendikası Toplusözleşme
kapsamında 2000 üyesi olan ve üye sayısı
bakımından DİSK’in altıncı büyük sendikasıdır.
Ve şimdilik onların dediği oldu.
Ama yaşanan Genel Kurul sarıların bu
“zafer”inin “şimdilik” olduğunu, “Nakliyat-İş’siz DİSK olmaz”, diyen bizzat kendi
delegelerinin günden güne çoğaldığını göstermiştir.
DİSK, böylesine bir yönetime layık değildir. Bu yönetim uzun sürmeyecektir. İşçi Sınıfı ve henüz DİSK’in mücadeleci
geçmişinden kopmamış delege baskısı bu
mutabakatı çatlatacaktır. Bu mutabakat ilkesiz, DİSK’in Tarihine, Mücadeleci geçmişine uymayan ve geleceği olmayan bir
mutabakattır. Nitekim, Sosyal-İş Başkanı’nın DİSK yönetimden istifa ettiği şeklinde duyumlar alıyoruz daha birinci günde.
DİSK’in Tarihine, Mücadeleci geçmişine uymayan sendikacılık mutlaka yenilecektir. Ya kendileriyle birlikte DİSK’i de
yok edecekler, ya da Nakliyat-İş öncülüğündeki devrimci sendikacılık anlayışıyla
ve dürüst işçi önderleri tarafından
DİSK’ten süpürülüp atılacaklardır.
Tarihin tekerleği geriye çevrilemez. İşçi Sınıfının şu anki geriye savruluşu, ileriye sıçrayışın birikimini oluşturmaktadır.
Son tahlilde kazanan İşçi Sınıfı ve Emekçi
Halklar olacaktır kesinlikle. Bundan zerre
kadar kuşkumuz yoktur. 07.04.2013
Bir kez daha haykırıyoruz; ABD
Emperyalizminin temsilcisi John Kerry,
ülkemizden defol!
H
Kurtuluş Yolu/İstanbul
alkın Kurtuluş Partisi olarak 7
Nisan günü ABD Emperyalizminin temsilcisi John Kerry’nin ülkemize gelişini Taksim Meydanı’nda eylemle protesto ettik.
Basın açıklamasını okuyan Halkın
Kurtuluş Partisi İstanbul İl Sekreteri
Ramazan Kap konuşmasında; ABD’nin, Suriye’nin yurtsever ve halksever
lideri Beşar Esad’ı devirip Suriye’nin sahip olduğu tüm zenginlikleri bir an önce
sömürmek, Büyük Ortadoğu Projesi
(BOP) adı altında Ortadoğu’nun haritasını yeniden çizmek ve bu amaca ulaşmanın önünde engel oluşturan, ABD’ye karşı duran hangi ülke ya da iktidar varsa
bunların sesinin kesmeyi hedeflediğini
söyledi.
Kap, Kerry’in ABD’nin bu amacına
ulaşabilmesi için Tayyipgiller’in ABD’ye
nasıl hizmet edebileceğini konuşmak, daha doğrusu talimatlarını vermek üzere
Türkiye’ye geldiğini belirterek yağma ve
talan politikaları için Tayyipgiller’e de bu
amacı için kasap satırlığı görevinin verildiğini söyledi.
Sık sık; “Katil ABD Ortadoğu’dan
defol”, “Yankee Go Home”, “Katil
ABD işbirlikçi AKP”, “Katil ABD Suriye’den Defol”, “Yaşasın Halkların
Kardeşliği” sloganlarının atıldığı eylem
basının ve halkın yoğun ilgisiyle devam
etti.
Kap, “Dünyanın başhaydudu, sömürmek için girdiği ülkelerde milyonlarca insanı katleden ABD Emperyalizminin
temsilcisi, kanlı ayaklarıyla topraklarımızı kirletiyor. Bu halk düşmanı, insanlık
düşmanı Coniyi lanetliyoruz. 60 yıldır
uygulanan psikolojik bombardımana rağmen, hâlâ ABD’ye en fazla tepki duyan
halk bizim halkımız. Halkımız bugün örgütsüz. Ama Halkımız elbet örgütlenecek, bilinçlenecek ve işsizlik, pahalılık,
yoksulluk gibi tüm acılarımızın yaratıcısı
olan ABD Emperyalizmini ve onun yerli
işbirlikçilerini tarihin çöplüğüne süpürecektir” diyerek konuşmasını sonlandırdı.
Halkın Davası
Merhaba,
Marks Usta’nın duruca ortaya koyduğu gibi toplumların bir altyapısı bir de
üstyapısı vardır. Altyapı, mevcut üretim
şekli-yordamıdır ve siyaset, ahlâk, din ve
hukuk gibi birçok üstyapı kurumu bu altyapı üzerinde yükselir. Bir üstyapı kurumu olan hukuk; Kapitalist düzende altyapıya hâkim olan Finans-Kapitalist Parababalarının “emekçileri boyunduruk altında tutma aracı”dır.
Günümüzde ise bu sınıfın temsilcileri
AB-D Emperyalistleri ve yerli uşaklar
elinde, istedikleri gibi yorumladıkları,
oynadıkları bir oyuncaktır hukuk. Hemen
her gün çıkan yeni yasalarla İşçi Sınıfımızın ve emekçi halklarımızın geçmişte
verdiği mücadelelerle, kanı, canı pahasına kazandığı haklar bir bir elinden alınıyor. Az buçuk halk yararına olan yasalar
ise uygulanmıyor ne yazık ki… Hukuku
mumla arar olduk bugünlerde.
Ancak İşçi Sınıfımız ve emekçi halklarımız, Parababaları tarafından yıllardır
köle yerine konulduğu ve medyayla, totoloto kumarlarıyla, futbol ayıcılığıyla, holivutvari baldır-bacak sanat/edebiyatıyla,
vb. afyonlarla uyutulduğu için büyük çoğunluk bırakın hukuku, yaşamın birçok
alanından bi haberdir. Tam da bu nedenlerle; kırıntı kabilinde olsa da mevcut
haklarımız hakkında halkımızı bilgilendirmek ve hukuksuzluklarla mücadele etmek amacıyla, Halkımızın Davasının savunucusu olan biz Kurtuluş Partili Hukukçular, hukuk alanındaki mücadelede
halkımıza ışık tutmaya çalışacağız.
Bunun için hem bilgilerimizi paylaşacağız, hem de sizden gelen soruları cevaplandıracağız. Bu yolla İşçi Sınıfımızı
ve emekçi halklarımızı en azından temel
hakları konusunda bilinçlendirmeyi sağlamayı umuyoruz. Tabiî ki haklarımızı
bilmek yetmiyor, bu haklar mücadele ile
kazanılıyor.
Bilinmelidir ki hayatın hemen her alanında verdiğimiz mücadeleye hukuk alanında da devam edeceğiz ve eninde sonunda Halkın Adaletini gerçekleştireceğiz.
Davamız Halkın Davasıdır!
***
İlk konularımızı, hukuka aykırılıkları
en çok yaşayan; mevcut pozitif hukuk dü-
zenlemeleriyle kuralsız-esnek çalışma
koşullarında ücretli köleliğe tabi tutulan
İşçi Sınıfımızı doğrudan ilgilendiren meselelerden seçtik. Söze, “Başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere…” diye başlamayı
uygun gördük.
İş Kanunu okunduğunda birçok hak
düzenlenmiş gibi görünür. Ancak şu bilinmelidir ki, yazılı olanla uygulama birbirinden çok farklıdır. Uygulamada hakkınızı aramayı bırakın, bir konuda hakkınız olduğunu söylemek bile işveren tarafından “bu işçi çok uyanık” denilerek işten çıkartılmayı da beraberinde getirebilmektedir. Bu nedenle çalışma yaşamındaki sorunlardan kurtulmanın tek yolu bilinçli ve örgütlü bir şekilde mücadele etmekten geçiyor.
1- Yeni bir işe girerken Hizmet (İş)
Sözleşmesi imzalamak zorunlu
mudur?
4857 sayılı İş Kanununun 8’inci maddesine göre; “İş sözleşmesi, bir tarafın
(işçi) bağımlı olarak iş görmeyi, diğer
tarafın (işveren) da ücret ödemesinden
oluşan sözleşmedir.”
İş Sözleşmesinin yazılı olması zorunlu değildir. Sadece belirli (başlangıç ve
bitiş tarihi belirtilmiş olan) süreli iş sözleşmelerinin yazılı olarak yapılması zorunludur. Çalışma koşulları taraflar arasında sözlü olarak yapılan bir anlaşma ile
kararlaştırılmış olabileceği gibi, hiçbir
şey konuşulmadan işe başlanmış olsa da
sözleşme yapılmış kabul edilir. Yazılı olmayan sözleşmeler belirsiz süreli kabul
edilir.
Sözleşme yazılı yapılmışsa bir örneğinin işçiye verilmesi zorunludur.
Eğer işveren işçiye İş Sözleşmesi imzalatmak isterse sözleşmenin dikkatle
okunması ve incelenmesi gerekir. Zira
Sözleşme İş Yasasına aykırı düzenlenemez. Eğer bu tür düzenlemeler varsa sözleşme imzalanmamalıdır veya aykırı
maddelere şerh düşülerek imzalanmalıdır. Sözleşmenin imzalanmaması veya
şerh düşülerek imzalanması işverene işçiyi işten çıkartma hakkı vermez.
Her ne kadar yasal olarak işverene
böyle bir hak verilmese de ve gerçek yaşamda çokça karşılaşılan “işte kapı” acı
gerçeğidir. Bu durumda ise işçinin dava
açma hakkı vardır.
2- Ücreti zamanında ödenmeyen
işçinin hakları nelerdir?
4857 sayılı İş Kanununun 34’üncü
maddesine göre; ücreti ödeme gününden
itibaren 20 gün (iş günü değil) içinde zorlayıcı bir neden (deprem, yangın, sel felaketi, işyerinin kapatılması) dışında ödenmeyen işçi, çalışmaktan kaçınabilir.
Bu durumda, işçi iş bıraktığı süre
içinde de işyerine gelerek mesai saatleri
boyunca çalışmaksızın işyerinde bulunmalıdır.
Bu şekilde iş bırakmadan dolayı işveren işçiyi işten çıkartamaz ve işi başka bir
işçiye yaptıramaz.
Ayrıca işçi, İş Kanunu m. 24/e’ye göre; “işveren tarafından (...) ücreti kanun hükümleri veya sözleşme şartlarına uygun olarak hesap edilmez veya
ödenmezse” sözleşmeyi feshedebilir.
20
Yıl: 7 • Sayı: 64 / 8 isan 2013
Devrimcilik hayatın kendisidir!
F
aruk Sur Yoldaş’ın Anma
Toplantısında Kurtuluş Partisi Gençliği adına Ozan İlhan
Yoldaş ve Mehmet Kuşçu Yoldaş’ın
yaptığı konuşmayı sunuyoruz:
Değerli Yoldaşlar, kıymetli misafirler
öncelikle hepiniz tekrar hoş geldiniz.
Bildiğiniz üzere bugün burada toplanmamızın sebebi, gerçek bir devrimci
önderi, Faruk Hoca’mızı, bedence aramızdan ayrılışının 14’üncü yıldönümünde anmak. Gerçek bir devrimci önder diyorum, çünkü bugün gelinen noktada
Sevrci Soytarı Sahte Solcuların en devrimci biziz diye kestikleri pozları ve bunların sözüm ona önderlerini, koltuk sevdalılarını düşününce; devrimcilik de, önderlik de tüm gerçekliğiyle Faruk Hoca’da vücut buluyor.
Bugün Konya’da Partimizin İl Binası
çatısı altında toplanabilmişsek, şüphesiz
ki bu Faruk Hoca’mızın ve elbette Sıtkı
Şaplak Yoldaş’ın (başta Mehmet Taşdemir, Fethi Demir ve tabiî diğer Yoldaşlarımızın), tüm olumsuzluklara rağmen
kahramanca vermiş oldukları mücadeleleri ve sonrasında bayrağı devralan kıdemli Yoldaşlarımızın da aynı sorumlulukla mücadeleye devam edişleri sayesindedir.
Bugüne dair beni hüzünlendiren tek
şey, Faruk Hoca’mızla hiç tanışamamış
olmamdır. Bu nedenle de konuşma görevini ilk aldığımda, ciddi bir endişem
vardı aslında, insan hiç tanışmadığı birini nasıl anlatabilirdi ki?
Fakat bir şeyler yazmaya başlayınca
daha da ilginç bir durumla karşılaştım.
Meğer söylemek istediğim ne çok şey
varmış…
Ben hep Faruk Hoca’mızı onu tanıma
fırsatı bulmuş olan kıdemli Yoldaşlarımızdan dinledim, bugün de kendisine ve
mücadelesine dair ayrıntıları yine anlatacaklardır. Bu nedenle de ben daha çok
Faruk Hoca’mızın ve vermiş olduğu mücadele benim için, Konya gençliği için
ve elbette daha kıdemli Yoldaşlar için ne
ifade ediyor ondan bahsetmek istiyorum.
Partiyle nasıl tanıştığımı bilen arkadaşlar muhakkak ki vardır. Bilmeyen arkadaşlar için özetlemek gerekirse; üniversiteyi yeni kazanarak Konya’ya okumaya gelmiş ve içerisinde devrimci duygular barındıran bir genç olarak, bulun-
dünyamda bu sorunu nasıl aşacağımı düşünerek İstanbul’a doğru ilerlerken, imdadıma Usta’mızın o muhteşem teorik
mirası yetişti.
Daha öncesinde Ankara’da yaşayan
biri olarak, bilen arkadaşlarımız vardır,
keza İstanbul’da da durum aynı, elini sallasan devrimci olduğunu iddia eden bir
örgütle karşılaşıyorsun. Ancak hepsini
ziyaret etmeme rağmen ayakları yere
basmayan ve gerçek hayatta tutarlı bir
karşılığı olmayan sözüm ona teorilerini
aklım bir türlü almadı. İşin gerçeği artık
ümidimi kaybetmeye başladığım bir anda trende Usta’mızın ve Faruk Hoca’nın
öğrencisi bir Yoldaşımızla karşılaştım.
Bir anda teorik bir sohbetin içerisinde
buldum kendimi. Doğrusunu söylemek
gerekirse, nasıl olsa aynı şeylerdir diye
söylenenleri doğru dürüst dinlemiyordum bile, tâ ki tüm benliğimi uyaran o
iki kelimeye kadar. Aslında çok basitti,
fakat benim bir türlü ulaşamadığım o iki
kelime: Türkiye orijinalitesi. Hatırladıkça verdiğim ilk tepkiye hâlâ gülüyorum. Bir anda elimi kaldırdım, tamam,
tamam şimdi dinlerim seni işte…
Sonrasında Taksim’e kadar birlikte
gittik. Fakat trenin rötarı yüzünden ve
zalim polisin tazyikli suyu nedeniyle
Taksim’in içerisine girebilme hayali bir
yıl ertelendi. İstanbul’dan dönüşümüzün
ertesi günü attım kendimi Partiye. Arkadaşlar benle tanışma çabasında, bense
bugüne kadar bulamadığım cevapların
peşinde Usta’nın kitaplarına yöneldim.
Bana kalsa tüm kütüphaneyi götürür aynı gün içerisinde okurdum herhalde. O
gün anladım aslında bilgiye ne kadar aç
olduğumu. İlk aldığım ve okuduğum kitaplar hâlâ aklımda, “Üretim edir?”,
“Genel Olarak Sosyal Sınıflar ve Partiler”, “Türkiye’de Sınıflar ve Politika” ve arkadaşların sonra okursun uyarılarına kulak asmayarak el çabukluğuyla
aldığım: “İki Süper Oportünizm”.
İlk kez tanışmıştım Hikmet Kıvılcımlı ismiyle ve aynı günün sonundaydı ona
neden Usta dediklerini kavrayışım. Kitapları okudukça, sevgilisinden gelen
mesaja bakarken insanın yüzünde beliren
istem dışı gülümsemeler gibi, bende bir
yandan gülüyor, bir yandan da bu benim
de aklıma gelmişti, diye içimden geçiriyordum. Okuyan arkadaşlar ne demek is-
duğum aileden hür bu ortamda ilk icraatım, 2009 1 Mayısı’na katılmak için İstanbul treninde yerimi ayırtmak oldu.
Hedef belliydi benim için: Taksim. Fakat
ciddi bir sorunum vardı ki o da herhangi
bir örgüt ya da partiyle bağım yoktu. İç
tediğimi anlamışlardır, bu benim de çok
zeki ya da her şeyi zaten biliyor olmamdan kaynaklanmıyor. Usta’mızın konuları bilimsel olarak ele alışı ve gerçekliği
gün yüzüne çıkarmadaki başarısından
1
kaynaklanıyor. Bilimde bir şey kanunlaşmışsa gerçek olarak adlandırılır. Ve hayat gerçekliklerden meydana geldiğine göre, “aklın yolu birdir” değil mi?
Sonunda aradığım, özlemini duyduğum, benim için karmaşık olan pek çok
konuyu anlaşılır kılan o teorik zenginlik
şimdi elimin altındaydı. Fakat beraberinde bu kez daha büyük bir merak da doğmuştu; Teori ve söylem tamam ama…
Peki, bu Parti eylemlerinde de bu kadar
tutarlı mıydı?
Bu sorunun aklımda belirdiği andan
itibaren Partiyi ve elbette Partiyi ayakta
tutan Yoldaşları gözlemlemeye başladım.
İlk dikkatimi çeken, çevremdeki herkesin; oğlum sen önce oku, kendini kurtar,
sonra memleketi kurtarırsın, uyarılarına
cevaben, hayatın karşıma çıkardığı bir
sürpriz gibiydi, İşçi Sınıfı içinde sendikal alanda mücadele veren Yoldaşların
büyük çoğunluğu, üniversite mezunuydu. Kendilerini şahsen tanıma fırsatı bulunca daha da büyük hayrete düştüm. Var
olan bilgi birikimleri ve pratik zekâlarıyla, eğitim aldıkları alanlarda çalışsalar
belki birkaç milyar maaşla, oldukça rahat
bir hayat sürebilirler, fakat onlar İşçi Sınıfı mücadelesine adamışlar kendilerini.
Bu beni oldukça etkilemişti.
Beni bu Partide kalıcı olmaya teşvik
eden bir diğer unsur da, yaşça büyük,
hatta kimi zaman amca diye hitap ettiğimiz kıdemli Yoldaşlardı. Ben yaşlardaki
genç Yoldaşlarımız bilirler, biz hep Denizler’i, Mahirler’i okuyarak yeşerttik
yüreğimizdeki devrimci duyguları. Fakat
o dönemin ardından, tüm savunduklarına
ihanet ederek burjuvalaşan dönekler de
azımsanmayacak kadar çoktu. Ve işte bu
yaşça büyük kıdemli Yoldaşlarımız da,
bizlere dayatılan; devrimcilik geçici bir
gençlik hevesidir, iddialarına inat hâlâ
dimdik, yılgınlığa düşmeden hemen yanı
başımızda mücadele içerisindeydiler.
Tüm bu duyguları yoğun olarak yaşadığım dönemde ilk kez duymuştum Faruk Hoca’nın ismini. Katıldığım ilk mezarbaşı anmasıydı ve oldukça ilginç bir
duruma şahit olmuştum. Kıdemli bir Yoldaşımız, konuşmasının sonunda Faruk
Hoca’ya ithafen bir söz veriyordu; mücadeleyi daha ileriye taşıyacak hedefler
doğrultusunda.
Şimdi başka bir soru aklımdaydı; Usta’yı anladık ve tanıdık, iyi ama Faruk
Hoca kimdi?
Bu sorunun cevabını “Devrimci Önder edir?” adlı kitabı okuduğumda
kavradım. Faruk Hoca bir devrimciydi.
Devrimci dediğin “adam-insan” olmalıydı. Adam olmak, tüm insancıl duyguları içinde barındırmaktı, o zaman bu da
insanlığın kurtuluş mücadelesi olan Sosyalizmi benimsemekle eş değerdi. Kısacası; Faruk Hoca insandı! Şairin dediği
gibi; “İnsanım! İnsancıl olan hiç bir
şey bana yabancı kalamaz.”dı. Faruk
Hoca bu nedenle devrimciydi. Ancak burada püf nokta “Önderlik”.
Biz neden Faruk Hoca’ya önder diyorduk? Kendisi mi ilan etmişti? Yoksa
birileri öyle olduğunu mu iddia etmişlerdi?
Elbette ki hayır! Faruk Hoca, Usta’mızın en iyi öğrencilerinden biriydi
kuşkusuz. Ve olabildiğince insan, bu nedenle de insana dair, insanın olduğu her
yerde devrimci duruşunu sergiledi. Onun
için devrimcilik, boş zamanlarda yapılan
bir iş değil, hayatın kendisiydi. Bu nedenle de onu tanıyan ya da sonrasında
yaşayışını duyan herkes, hepimiz onun
devrimci kişiliğini kendimize örnek
edindik. Konuşmamın başında da belirt-
16 Mart Beyazıt ve Halepçe Katliamlarını
Unutmayacağız!
İstanbul
6 Mart, biz devrimciler için acı
ama aynı zamanda emperyalistlere karşı hıncımızın, öfkemizin bilendiği günlerdendir.
16 Mart, adını tarihe katliamlarla
yazdırdı. Bir yandan halkların kurtuluşu için sosyalizm mücadelesi yürüten
gencecik 7 Kızıl Karanfilimizin katledilmesi bir yandan da çoluk çocuk yaşlı demeden 5 bin insanın vahşice katledildiği Halepçe…
Kurtuluş Partisi Gençliği olarak,
bundan 35 yıl önce 16 Mart 1978’de eli
kanlı faşistler tarafından katledilen 7
Kızıl Karanfilimizi ve yine 16 Mart
1988’de Irak’ın Halepçe kentinde katledilen Kürt kardeşlerimizi anmak için
eylem yaptık, katliamları lanetledik.
Kurtuluş Partisi Gençliği’nden Elif
Yoldaş’ımızın okuduğu basın açıklamasından sonra 7 Kızıl Karanfilimizin
katledildiği İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi önüne karanfiller bıraktık.
Daha sonra “Beyazıt Marşı” ismiyle tarihe geçen azım Hikmet
Ran’ın “Hürriyet Kavgası” adlı şiirini okuduk. Sloganlarla eylemimizi sonlandırdık.
Biz devrimciler, bu katliamları asla
unutmayacağız, bilincimizde capcanlı
duruyor. Ve hesabını mutlaka soracağız!
İzmir
16 Mart Cumartesi günü saat
18.00’da Karşıyaka Çarşı girişinde
yaptığımız basın açıklamasıyla faşistlerin, emperyalistlerin katliamlarıyla
baskılarıyla yılmadığımızı, insanlığın
kurtuluş davasını zafere ulaştırıncaya
dek savaşacağımızı bir kez daha haykırdık.
Kurtuluş Partisi Gençliği adına
bir arkadaşımız basın açıklamasını
okudu. Devrimci-Yurtsever gençler
olarak ABD ve AB Emperyalistlerine
ve onların yerli satılmışlar cephesine karşı Antiemperyalist, Antifeodal, Antişovenist Halk Kurtuluş
Cephesi’ni örme mücadelemizi zafere
ulaştırarak Demokratik Halk İktidarını kuracağımıza olan inancımızın tam
tiğim gibi; Faruk Hoca bu nedenle “gerçek” bir devrimci önderdir. Ve tüm Yoldaşlarımız için önemlidir.
Şimdi asıl konuya gelelim. Peki, biz,
özellikle gençlik olarak, Faruk Hoca’mızın mücadelesine ne kadar sahip çıkıyoruz, bunu sorgulamalıyız.
Boş durmuyoruz, bu aşikâr. Hakkımızı da göz ardı etmeyelim. Geçmişte, gençliğin devrimci mücadelesine önderlik
edecek, gündemi belirleyecek pek çok
eylem gerçekleştirdik. YÖK, YURTKUR, ÖSYM’deki şifre skandalına
ilişkin yapmış olduğumuz eylemler bunun somut örnekleridir. Ancak geçmişe
saplanıp kalamayız. Çünkü hayat bize
yeni görevler dayatıyor. Farklı illerde de
durumun aynı olduğundan eminim, kendi çalışma alanımdan, Konya’dan örnek
vermek gerekirse; her gün ülkenin ve
dünyanın gidişatından rahatsız, duyarlı
ve aydın gençlerle tanışmaktayız. Ve tanıştığımız her insan, istisnasız, Usta’mızdan miras kalan ve Parti Önderlerimizin bu teori ışığında önümüze çizdiği yol haritasına hayran kalmakta. Çünkü
hayat insanları kaçınılmazca, gerçekliğin arayışına itmekte ve gerçek bizim
söylediklerimizden ve savunduklarımızdan başkası değildir. Yoldaşlarımız biliyorlar, bunun pek çok örneğini defalarca
yaşadık, kimilerinin inatla bilinçli ya da
bilinçsizce karşı çıktığı pek çok söylemimizin, öngörümüzün gerçek olduğunu
hayat bize gösterdi.
Üstlenmemiz gereken görev açık ve
nettir Yoldaşlar, teorimizin doğruluğunu
kabul eden herkes, aslında bizden tek bir
şey bekliyor: onlara mücadelede önderlik etmemizi!
Bunun yolu da belli arkadaşlar; örgütleneceğiz! Daha çok insan örgütleyeceğiz! Başka yolu yok!
Kendi adıma söyleyebilirim ki, bazen
yılgınlığa düştüğüm anlar oluyor, eminim pek çok arkadaşımız da zaman zaman yaşıyordur bu duyguları. Tüm uyarılara rağmen bazen denizin kuruduğu
yanılgısına kapılıyoruz. Fakat yılgınlığa
yer yok bu mücadelede, Yoldaşlar. Yapmamız gereken basit, yalnızca aynaya
bakmak. Ben eminim ki, pek çok Yoldaşımızın bugün bu Partide olmasının nedeni üç aşağı beş yukarı benle aynıdır.
Hissettiklerimiz aynıdır. O halde, dışarıda bizim gibi gerçeği arayanların olmadığına sanmak sadece kendimizi kandırmak olur, Yoldaşlar. Bazen yalnızca iki
kelime karşımızdaki insanın aradığı cevap olabilir.
Peki, önderliği nasıl yapacağız? İnsanlara derdimizi nasıl anlatacağız?
Bu soruların cevabı da oldukça basit
aslında, Yoldaşlar. Çünkü önümüzde tüm
bu sorulara cevaben vücut bulmuş bir insan var; Faruk Hoca’mız. Tek yapmamız gereken, birer Faruk Hoca olmak aslında, insan olmak tek gereken! Ve insanı ilgilendiren her konuda, insanların olduğu her yerde, devrimci duruşumuzdan
ödün vermeden, devrimciliğin başlı başına hayatın kendisi olduğunu anladığımızda, mücadelemizde de zafere ulaşacağımızdan hiç kuşkumuz olmasın Yoldaşlar.
Ben bugün kendi adıma, Konya
Gençliği adına, Kurtuluş Partisi Gençliği adına Faruk Hoca’mıza bir söz vererek konuşmamı sonlandırmak istiyorum:
Mücadele verdiğimiz her alanda, üniversitelerde, liselerde, hayatın içinde,
senden devraldığımız mücadele bayrağını elden ele daha da yukarılara taşıyacağımıza ve her ne pahasına olursa olsun
bu mücadeleyi zafere ulaştıracağımıza
söz veriyorum!
olduğunu dosta da düşmana da bir kez
daha gösterdik.
“Kahrolsun
MİT-CIAKontrgerilla”, “Yaşasın Halkların
Kardeşliği”, “Beyazıt ve Halepçe’nin
Hesabı Sorulacak” sloganlarının atıldığı eylemimizi “Davamız Halkın
Kurtuluş Davasıdır”, “Yeni Sevre
Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşı’mız” sloganlarıyla sonlandırdık.
Mehmet Kuşçu Yoldaş:
Hazırlığım olmadığı için, artık cebimden ne çıkarsa kabul edin.
Şimdi Faruk Hoca’yla benim ufak bir
anım var. 12-13 yaşlarında filanım. Amcam Danimarka’dan bana bir bisiklet getirmiş, 7 kilo 800 gram. Faruk Hoca da
bisikleti çok sever. Velesbit diyeyim, o
velesbit derdi, biz de velesbit derdik ama
Ankara’ya göçünce bisiklet oldu adı.
Şimdi ben Mevlana’nın oradan Sedirler’e (evimize) doğru yol alırken Faruk Abi’yi gördüm. Faruk Abi dedim, oo
Mehmet sen misin, dedi. Bisikleti inceliyor tabiî bir taraftan. Baktı baktı, velesbitin de pek kıyakmış, dedi. Amca dedim, 7 kilo 800 gram. Şu serçe parmağıma taktım kaldırdım. 12-13 yaşlarında
filanım. Yapma yahu, şunu bir ver bakayım, dedi. Tabiî bunu şunun için anlatıyorum. O öyle sevecen davranıyor ki, o
kadar insancıl davranıyor ki, benim aklımda o hâlâ fotoğraf gibidir, benim bisikletime binmesi.
Bisiklete bindi, şöyle bir dolandı geldi. Neyse… Bu greyfurtlar ne? dedi. İşte
almışım iki tane greyfurt. Birini soymuşum, tam o arada karşılaşmışız. Amca
dedim, bisiklet sürünce çok su kaybediyoruz ya o yüzden yiyorum, dedim. Bak,
dedi yahu, senin kafan da çalışıyormuş
bak, dedi. Yok amca, dedim seviyorum
greyfurtu ondan yiyorum filan… Birini
bana verir misin? dedi. Tabiî dedim ikisini de aldım verdim. Neyse, o birini aldı
ben birini aldım, oturduk orada, sohbet
ediyoruz. Yedik biz greyfurtları. Yarışa
var mısın? dedi. Faruk Amca, ama ben
seni geçerim, dedim. Faruk Hoca’nın bisikleti, Bisan’ın balon tekerlek dedikleri
cinsten. İşte yarıştık biz Üçler Mezarlığı’nın oradan. Benim bisikletim 7 kilo
800 gram, otomatik vitesli Avrupa bisikleti. Ben geçtim onu. Hadi, dedi, bisikletleri değişelim, bakalım, geçebilecek
misin beni? dedi. Bu sefer de o beni geçti gitti. Demek ki numara sende değilmiş,
dedi. Numara bisikletteymiş. Böyle bir
anım oldu.
Bir de sürekli, dayımların arkadaşları
olması vasıtasıyla bayramlarda falan görürdük Faruk Hoca’yı. Ve gerçekten de
çocukla çocuk olurdu. Yani şimdi bunu
belli olgunluğa erişince, kırkı devirince
anladım ben. Ama o zaman da biz en çok
Faruk Abi’yi severdik. Öyleydi yani, onu
öyle görüyorduk. Nurullah Abi de vardı,
Orhan Abi de vardı, Metin Abi de vardı,
dayımız da vardı. Ama Faruk Abi böyle
bir sıcaktı yani... İşte düşünün beni yolda
görüyor, greyfurtumu da yiyor, benim bisikletimle de beni geçiyor.
8-9 yaşlarında olduğun dönemde,
Konya’da faşistlerle sıcak çatışmanın yaşandığı günlerde, abilerimiz tişörtümü
kaldırıp silah bantlayıp gönderiyorlardı
beni Saman Pazarı’na. Onların bir kısmı
sonra dönekleşip gittiler, kaybolup gittiler de... Ben bunu şimdi Faruk Abi’ye
anlattım, böyle yapıyorum, Ali Rıza dayım gibi olacağım, polisten şöyle kaçacağım, diye anlatıyorum. O beni dinliyor
tabiî, bir taraftan ensemi okşuyor. Bir daha yapma, dedi. Bir daha sakın ha sakın
yapma, bu senin görevin değil, dedi.
Yani hazırlığım olmadığı için anlatacaklarım bundan ibaret, arkadaşlar. Faruk Hoca benim için bambaşka bir insandır, apayrı bir insandır. Yani, insanın aklında fotoğraf gibi kalan şeyler çok azdır.
Benim aklımda kalan fotoğraflardan biri
de Faruk Abi’nin benimle o Mevlana’nın
önünde yaptığı diyalogdur. Teşekkür
ederim.
Kurtuluş Partisi Gençliği
21
Yıl: 7 • Sayı: 64 / 8 isan 2013
Kızıldere Şehitleri Ölümsüzdür!
Baştarafı sayfa 24’te
mücadelelerinde yaşamaya devam eder.
On’lar ölmezler, On’lar ölümsüz olurlar toprağa karışınca. Toprağa kök salarlar,
yepyeni taze filizler vermeye devam ederler yıllarca. İşte bu yüzdendir Mahirler’in,
Denizler’in çoğalması…
Bugün On’ların gerçek devamcıları
Kurtuluş Partililer, Mahir’in mezarının başında On’ların sloganlarını haykırdılar:
“ e ABD e AB Tam Bağımsız Türkiye”, Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın İkinci
Kurtuluş Savaşımız”.
Mahir, Deniz Yoldaş’ın ve On’ların
nezdinde tüm devrim şehitleri için saygı
duruşuyla başladı eylem. Tüm yumruklar
havada haykırdı İkinci Kurtuluş Savaşçıları: “Selam Olsun Bizden Önce
Geçene, Selam Olsun Savaşırken Düşene”.
HKP Ankara İl Sekreteri Doğan Erkan Yoldaş okudu basın
açıklamasını. On’ların ideallerine,
mücadelelerine, bu ülkenin İkinci
Kurtuluş Savaşçıları olan Kurtuluş
Partililerin sahip çıktıklarını, Antiemperyalist, Antifeodal, Antişovenist mücadeleyi bugün Kıvılcımlı
Usta’nın öğrencilerinin dövüştür-
2
düğünü ve bu kavganın zaferle taçlandırılacağını haykırdı Yoldaş’ımız.
And olsun ki, İkinci Kurtuluş Savaşçıları Mahirler’in, Denizler’in, uğruna canlarını feda ettikleri ideallerini ete kemiğe büründürüp Sosyalizmle taçlandıracağız.
İstanbul
41 yıl önce Kızıldere’de Mahir Çayan,
Hüdai Arıkan, Cihan Alptekin, ihat
Yılmaz, Ertan Saruhan, Ahmet Atasoy,
Sinan Kazım Özüdoğru, Sabahattin
Kurt, Ömer Ayna ve Saffet Alp 12 Mart
Faşizminin
gorilleşmiş
generalleri
tarafından katledildiler.
Yoldaşları Deniz Gezmiş, Hüseyin
İnan, Yusuf Aslan’ın idamlarını
engellemek için korkamadan, onurluca
yaşamlarını feda ettiler.
Kurtuluş Partisi Gençliği, On’ların
sloganlarını
Taksim
Meydanı’ndan
haykırdı bir kez daha: “Yaşasın
Marksizm-Leninizm”, “Yaşasın İşçilerKöylüler”, “Yaşasın Tam Bağımsız
Türkiye” “Yaşasın Kürt ve Türk
Halkının Kardeşliği”, “Yaşasın İkinci
Kurtuluş Savaşı’mız”, “Kahrolsun
Faşizm”
Travmay Durağı’nda saat 13.00’da bir
eylem gerçekleştiren Kurtuluş Partililer,
son nefeslerine kadar Sosyalizmden,
Marksizm-Leninizmden vazgeçmeyen
yiğit devrimcileri, On’ları andı. On’ları
katledenler bugün lanetle anılırken On’lar
halkın bilincinde, yüreğinde yaşıyor.
Kurtuluş Partisi Gençliği adına Özgür
Gülsoy yaptığı açıklamada, “Sosyalizm
onlar için Dünya ve Türkiye Halklarının
mutluluğu,
eşitliği,
kardeşliği demekti ve ne
olursa olsun Sosyalizmden,
Marksizm-Leninizmden
vazgeçmediler.
“Biz Devrimciler için
ölüm sadece maddi hayata
veda etmektir. O ’ların
düşünceleri her zaman
yolumuzu aydınlatacak ve
halklar
yaşamlarını
yoldaşları için feda eden
1 Kadın+8 Çocuk+60 Yaş+56 bin lira= 1 emeklilik
6 Mart 2013 tarihli HaberTürk gazetesinde Ali Tezel’in yazdığına göre:
“8 çocuklu sigortasız bir kadın 56,700
TL öderse 60’ında emekli
“‘3 çocuğu teşvik’ yasasında doğum
borçlanmasında sigortalılık ve 2 doğum
sınırı kalkıyor.
“(…) Maliye Bakanlığı, Çalışma Bakanlığı ve Aile Sosyal Politikalar Bakanlığı çalışmalar yapmaya başladı.”
Ali Tezel yazısına şöyle devam ediyor:
“Mevcut doğum borçlanması uygulamasına göre, kadınlar SSK’lı olduktan sonra yaptıkları doğumlardan iki tanesi için
ve her biri için de en fazla 2 yıl olmak
kaydıyla doğum borçlanması yapabiliyorlar. Çalışma Bakanlığının hazırladığı,
çok çocuk teşviki tasarı taslağıyla bundan böyle doğum borçlanmasında, sigortalı olmadan evvel yapılan doğumlar da
borçlanılabilecek. Şu an iki olan çocuk
borçlanmasında çocuk sayısı sınırlaması
da kalkıyor. Kadının kaç çocuğu varsa
hepsi için 2’şer yıl doğum borçlanması
yapabilecek.”
Bir kadın emekli olabilmek için önce
sekiz çocuk doğuracak. Sonra bu sekiz çocuğa bakabilmek için evde oturacak. Bir de
altmış yaşına kadar yaşarsa ve 56 bin TL’yi
de bulursa emekli olacak. Artık değmeyin
keyfine. Yediği önünde, yemediği arkasında…
Evet AKP resmen insanlarımızla alay
ediyor, dalga geçiyor.
Elbette ki ülkemizin genç nüfusa ihtiyacı var. Çalışanlar emekli olunca onların yerine geçecek yeni genç, dinamik, enerji dolu çalışanlara ihtiyaç var. Ancak bu genç
nüfusu artırmak; 3 çocuk yapın, 3 de yetmez 5 çocuk yapın, demekle olmuyor.
Nüfus artışımız % 2’lere gerilemiş. Neden insanlar bir ya da iki çocuk yapıyor?
Çünkü her anne-baba dünyaya getirdiği
çocuğun geleceğini düşünüyor. Anne-baba
çalışıyorsa çocukların bakımı sorun. Ekonomik şartlar ve yaşam koşulları açlık sınırının/yoksulluk sınırının altında. Ülkede
genç nüfusun işsizlik oranı ile üniversite
mezunlarının işsizlik oranı oldukça yüksek.
İş bulanların da birçoğunun çalışma koşulları kötü, kuralsız çalışma şartları, düşük
ücretler insanları daha da bir umutsuzluğa
düşürmektedir. Bu ve daha birçok olumsuzluk bir duvar gibi karşımızda dururken kaç
aile üç çocuk-beş çocuk yapar?
AKP Hükümeti emeklilik yaşını yükseltti. 2006 yılında 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu
ile “mezarda emeklik” yaşını getirdiler. Yani kadın ise 58, erkek ise 60 yaşını doldurmuş olmaları ve en az 9000 gün pirim
ödemeleri gerekiyor emekli olabilmek için.
Sonrasında ise kademeli olarak artacak ve
kadın erkek emeklilik yaşı 2048 yılında 65
yaşta eşitlenecek.
Şimdi de kadınları nasıl erken emekli
edebiliriz diye düşünmeye başladılar. Ve
bula bula çözümü çok çocuk yapmakta buldular.
Oysaki bu tamamen bir aldatmaca. Çünkü AKP döneminde kreşler bir bir kapatıldı.
Devlete ait kreş her yerde yok. Olanlar da
ücretli. Özel sektörün açtığı kreşler ise oldukça pahalı. Okul öncesi eğitimi yaygınlaştıracağız dediler. Bu da 4+4+4 Kesintisiz
Eğitim Sistemine kurban gitti ve çok sınırlı
sayıda, sınırlı sınıflarda ve sınırlı öğrenci
sayısı ile göstermelik olarak devam ediyor.
Ülkemizde yapılan çocuk yardımları (ki sadece devlet memurlarına yapılıyor, işçilere
yok) çok komik rakamlardır: 0-6 yaş grubunda yer alan çocuklar için 36.9 lira, diğer
çocuklar için de aylık 18.46 liralık çocuk
yardımı yapılıyor. Bu rakamlar bir çocuğun
hangi ihtiyacını karşılayabilir?
02 Şubat 2013 tarihli Türkiye Gazetesi’nde bu konu ile ilgili olarak değişik ülkelerde devletin yapmış olduğu çocuk yardımlarından bahsediliyor. Gazetede yazılanlara göre durum şöyle:
“FRA SA
“Zengin-fakir ayırımı yok
“Fransızlar, ailelere çocuk yardımından eğitim ve konut yardımına kadar
uzanan teşviklerde bulunuyor. Fakir ve
zengin ayrımı yapılmadan herkese tek
çocuk için 320 euro, iki çocuk için 430
euro, 3 çocuk için de 540 euro yardım veriliyor. Bu yardımlar, üniversiteyi bitirene kadar sürüyor. Doğum yapan kadın
16 hafta maaşlı izine ayrılıyor.
“ALMA YA
“4 çocuğa 770 euro
“Almanya, vatandaşına bebeklikten
25 yaşına kadar bakıyor. İlk 2 çocuk için
kişi başına ayda 184 euro yardım yapılıyor. Üçüncü çocukta bu rakam 190 euroya çıkıyor. Üç çocuktan sonra ise her bir
çocuk için ailelere 215 euro veriliyor.
“Anneye 15 ay izin
“İsveç de her aileye çocuk başına ayda 106 euro veriyor. Dördüncü çocuk
için de 190 euro ödeniyor. Yani 4 çocuk
sahibi olan bir aileye ayda 500 euro destek sağlanıyor. Ayrıca doğum yapan anneye 15 ay ücretli izin veriliyor.
“DA İMARKA
“2.5 ay izin
“Danimarka, Hollanda ve Finlandiya’da doğumla birlikte erkekler bile 10
haftaya kadar izin yapabiliyor.
“RUSYA
“9 bin dolar teşvik
“Rusya’nın 143 milyon olan nüfusu,
her yıl 700 bin kişi azalıyor. Devlet Başkanı Vladimir Putin, kadınların çocuk
yapmasını teşvik amacıyla her doğum
için 9 bin dolar vermeyi kanunlaştırdı.
Ayrıca, çocukların bakımı için de para
yardımı yapılıyor.”
Bizde ise bu yeni teşvikle sadece 300
TL kreş yardımı yapılacak o kadar. Ama
bunun dışında kreş sayısının artırılması,
devlet kreşlerinin ücretsiz olması, doğum
izinlerinin artırılması, özellikle özel sektörde doğumdan sonra işe dönüş garantisinin
sağlanması, çalışma saatlerinin düzenlenmesi gibi iyileştirmelerin yapılmaması,
AKP Hükümetinin “saldım çayıra mevlam
kayıra” anlayışıyla davrandığını gösteriyor.
Çünkü bizim ülkemizde şu anki uygulamada, doğum izni; doğumdan önce 2 ay,
doğumdan sonra 2 ay olmak üzere toplam
dört ay. Ve 6 ay da ücretsiz izin hakkı var.
Ayrıca, ülkemizde eğer hamile iseniz işe
alınmazsınız. İşe alınırken kimi işyerleri,
evli kadınlar için hamile kalmama şartını
bile öne sürmektedirler. Doğumdan sonra
işe başlamak istersiniz ama bu sefer de işveren işe almaz; iş verimi düşer, sık sık izin
alır, diye.
Konuyla ilgili olarak Sosyalist Küba ile
ilgili de şu bilgiyi aktaralım.
“Küba’da doğum izni hamileliğin 7.
ayında başlıyor. Doğumdan sonra 6 ay
maaşının tamamı, sonraki 6 ay % 60’ı
ödenerek izinli sayılıyor. 1 yıl sonra eski
işine aynı pozisyonda geri alınıyor. Küba’da aktif nüfusun yüzde 98’i sendikalı.
Kadın hakları ve kadınların kamudaki
varlıkları Anayasanın garantisi altında.
Ülkedeki emek gücünün neredeyse yarısını kadınlar oluşturuyor. Milletvekillerinin yüzde 36’sı, bakanların yüzde 22.7’si,
Devlet Konseyi üyelerinin yüzde 16’sı,
eyalet meclisi üyelerinin yüzde 31’i, avukatların yüzde 61’i ve hâkimlerin yüzde
49’u kadın. Sağlık ve eğitim gibi sosyal
hizmetler devlet tarafından ücretsiz olarak sağlanıyor.”
Aradaki farka daha doğrusu uçuruma
bakar mısınız?..
AKP Hükümeti, biliyorsunuz kürtaj
meselesini de gündeme getirdi. Ellerinden
gelse kürtajı tamamen yasaklayacaklardı.
Ama olmadı, yapamadılar. Sanırım kürtaj
meselesinde çözemediklerini şimdi çok çocuk yapmaya teşvik paketi olarak adlandırarak çözmeye uğraşacaklar. Erken emeklilik, üç kuruş kreş yardım parası ile insanlarımızı kandırmaya çalışarak, o özlemini
duydukları; düşünmeyen, itaat eden, dindar
ve kindar nesli çoğaltmak için bütün yalanı
dolanı kullanacaklar.
Çünkü yukarıda belirttik, örnekler verdik. Gerçekten niyeti genç nüfusu artırmak
olan bir hükümetin, kadınların hem çalışmasını hem de çocuk sahibi olmalarını sağlayacak ne tür tedbir aldıklarını yukarıda
aktardık. Ülkemizdeki şartlar düşünüldüğünde, Başbakanın istediği gibi 5 çocuk
yapması, bu kadının iş güvencesinin olması, çalışması ve erken emekli olması olsa olsa bir hayal. Hiç çalışmayan bir kadının
SGK’ye borçlanması durumunda borcunu
nasıl ödeyeceği de ayrıca bir muamma.
Elbette ki erken emeklilik olmalı ancak bunu getirip de kadının doğurganlık
sayısına bağlamak ne vicdana ne de insanlığa sığar.
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin, bir soru önergesi üzerine; “aile
içi şiddet olaylarında 2012 yılı Ocak-Eylül ayları arasında 125 kadının öldürüldüğünü” ifade ediyor.
Yine 01.04.2013 tarihli bazı gazetelerde
çocuk ölümleri ile ilgili şu bilgiler vardı:
“Gündem Çocuk Derneği’nin hazırladığı rapora göre, 2012 yılında en az 609
namuslu, onurlu O
Devrim
Şehidini
unutmayacak.
“Mahirler’in,
Denizler’in
AntiemperyalistAntifeodal-Antişoven
mücadelelerini zafere
mutlaka ulaştıracağız”
diye haykırdı.
İskenderun
30 Mart Cumartesi günü saat 13.00’da
Parti binamızda yapılan anma etkinliğimize ilk olarak Kızıldere Şehitleri nezdinde
tüm Devrim Şehitleri için yaptığımız saygı
duruşuyla başladık. Ardından Kurtuluş
Partisi Gençliği adına söz alan Sabahattin
Tümkaya; Kızıldere Katliamı’nı anlatan
kısa bir konuşma yaparak ve ardından
gençlik bildirisini okuyarak konuşmasını
sonlandırdı.
Ardından söz alan HKP Mersin İl Başkanı ve aynı zamanda MYK Üyesi Arif
Çakır Yoldaş; Mahirler’in Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’dan birçok konuda etkilendiğini, gerek Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mız konusunda gerek Ordu
Gençliği’miz ve 27 Mayıs konusunda nasıl
hemfikir olduğumuzu somut bilgilerle ortaya koydu.
Bugün Mahirler’in ve Denizler’in ardılları olduğunu iddia eden grupların nasıl
çocuk, devletin elinde ya da devletin almadığı önlemler nedeniyle yaşamını yitirdi.
2005 yılında kurulan “Gündem Çocuk
Derneği”, hazırladığı “Çocuğun Yaşam
Hakkı 2012” raporunda çarpıcı veriler
paylaştı. İkinci kez hazırlanan raporda, bu
yıl devlet elinde ya da devletin almadığı önlemler nedeniyle 609 çocuğun yaşamını yitirdiği belirtildi. Derneğin verilerine göre
Türkiye’de yaşanan yoksulluk, yoksunluk
ayrımcılık, ırkçılık çocukların yaşam haklarının ihlallerine neden oluyor.
Dernek Yönetim Kurulu Başkanı Celal
Musaoğlu; “Çocukların yaşam, sağlık,
eğitim, güvenli bir çevre, dil ve kültür,
katılım, güvenlik içinde ve onurlu yaşama hakları ihlal ediliyor... Bu sorunlara
bağlı olarak çocuk işçilerin sayılarının
arttığını, çocuk gelin vakalarının çoğaldığını, daha fazla çocuğun silahlı ya da
silahsız şiddet ortamlarında kaldığını
söyleyebiliriz. Elbette sosyo-ekonomik
koşullar bakımından daha dezavantajlı
çocukların bu sorunlardan daha derin
etkilendiğini de unutmamalıyız. Zaten
bu raporda göreceğiniz vakalar da sosyo-ekonomik koşullar kötüleştikçe çocukların yaşam hakkı ihlalleri ile, ölümle daha sık yüz yüze geldiklerini gösteriyor” dedi.
Raporda yer alan verilere göre çocukların yaşam hakkı ihlalleri ileri boyutlarda.
Toplumsal olaylar sırasında yaşananlar, kara mayını ve askeri mühimmat, silahlı çatışmalar, yargısız infazlar ve sağlık, eğitim
ve bakım hizmeti veren kamu görevlilerinin ihmali nedeniyle yaşamını kaybeden
çocuk sayısı: 46
Yani bu çocuklar bizzat devlet eliyle ortaya çıkan yaşam hakkı ihlali nedeniyle yaşamlarını yitirmişler.
Raporun ikinci temel başlığında yer
alan bilgilere göre, “bireysel silahlanma,
intihar, ihmal, afetler” gibi durumlarda
1
Sevrci bir bataklığa sürüklendiğini, nasıl
emperyalist bir çizgide olduklarını örneklerle açıkladı. Bugün Mahirler’in de Denizler’in de gerçek devamcılarının bizler
olduğunun ve onların uğruna canlarını verdikleri mücadele olan Sosyalizm mücadelesinin bizler tarafından zafere ulaştırılacağının altını çizerek konuşmasını noktaladı.
Daha sonra etkinliğimiz soru-cevap
şeklinde karşılıklı sohbetlerle son buldu.
Bizler Kurtuluş Partisi Gençliği olarak;
İkinci Kurtuluş Savaşı yolunda şehit düşen
Mahirler’in de Denizler’in de her zaman
savunucusu olacağız ve onların mücadelelerini Sosyalizmle taçlandırmak için üzerimize düşen her görevi layıkıyla yerine getireceğiz.
Kurtuluş Partisi Gençliği
yaşanan ihlal sonucunda en az 563 çocuk
yaşamını yitirdi.
Raporda öne çıkan bir diğer konu olan
işyeri ölümlerinde ise 2012 yılında en az 38
çocuk yaşamını kaybetti. Eğitim ortamında
yaşamını yitiren çocuk sayısı ise en az 20
çocuk olarak belirtildi.
Evet ülkemizdeki acı tabloları çoğaltmak mümkün.
Bu olumsuzluklar giderilmeden, çok
çocuk yapın nüfusumuz gençleşsin, siz de
erken emekli olun denilerek kandırılmak istenmektedir kadınlarımız. Çünkü dünyaya
gelen çocuklardan bir kısmı; kız ise ya çocuk gelin olacak ya erkek cinayetlerine kurban gidecek ya tecavüze uğrayacak ya da
töre gereği öldürülecek. Erkek çocukların
bir kısmı ise; erkek egemen kültürümüzün
altında ezilecek, çocuk işçi olacak iş kazalarında yaşama veda edecek, işsizlikle, yoksullukla boğuşacak, ya bir kadın cinayetine
karışacak ya da herhangi bir suçtan demir
parmaklıklar ardında bulacak kendini.
Tâ ki yönetim sistemimiz değişinceye
kadar. Gerçek kurtuluşumuz, halkını seven,
saygı duyan insan olarak gören, ona göre
yaşam kalitesini, çalışma koşullarını düzenleyen, herkese eşit koşullarda yaşam sunan
Demokratik Halk iktidarıyla mümkündür.
Bu anlayışa ulaşmak için de bakabileceğimiz kadar çocuk yapacağız. Bu çocuklarımızı AKP’nin her türlü yobazlığına karşın
bilinçli ve bilimli yetiştireceğiz. Onlar ne
kadar “kindar ve dindar nesil” istiyorsa bizler de insancıl, kardeş ve özgür bir gençlik
yetiştireceğiz.
Haydi analar görev bizim. Dünyaya getirdiğimiz çocuklarımıza sahip çıkalım ve
onları devrimci, sosyalist bilimle donatılmış bir insan olarak topuma kazandıralım.
İstanbul’dan
Bir Kadın Yoldaş
Yaşasın Çanakkale Zaferi’miz!
8 Mart Çanakkale Zaferi’nin 98’inci yıldönümünde Halkın Kurtuluş
Partisi Antalya İl Örgütü olarak 17
Mart Pazar günü bir eylem gerçekleştir-
lepçe Katliamları’nı anlatan Yoldaş’ımız, bu katliamların unutulmadığını-unutulmayacağını vurguladı.
Ve basın açıklamasını yapmak üzere
dik.
Eylem öncesinde Antalya’daki halk
örgütlerine de giderek kutlamayı birlikte
yapmayı önerdik, en azından destek vermelerini istedik. Bu talebimize Eğitim-İş,
DİSK Temsilciliği ve Güvenlik-İş Sendikası (Özel Güvenlik Ve Savunma İşçileri
Sendikası) olumlu yanıt verdiler ve eylemimize katılarak destek verdiler.
Eylemimiz bir arkadaşımızın günün
önemini belirten konuşması ile başladı.
Daha sonra Kontrgerillaca gerçekleştirilen 16 Mart Beyazıt ve Irak’taki Ha-
sözü Antalya İl Başkanımız Hikmet Yılmaz’a bıraktı. Coşku dolu eylemimiz,
Başkanımızın okuduğu basın açıklamasıyla son buldu.
Eylemimizde sık sık “Yaşasın Çanakkale Zaferimiz”, “Çanakkale Geçilmedi Geçilmeyecek”, “Kahrolsun
ABD-AB Emperyalizmi”, “Yaşasın
İkinci Kurtuluş Savaşı’mız” gibi sloganlarımızı haykırdık.
Antalya’dan
Kurtuluş Partililer
22
Yıl: 7 • Sayı: 64 / 8 #isan 2013
Baştarafı sayfa 24’te
CIA bu kadarla da kalmadı. Bölgede uyuşturucu (afyon ve eroin) üretimini ve ticaretini hem finanse etti, hem de
koordine etti. Sözde mücahitleri uyuşturucu bağımlısı yaptı. Başlarındaki
Gülbettin Hikmetyar gibi çapulcu
şeflerini ise “Uyuşturucu Lordu”...
(Kaynak: Alfred McCoy ile Söyleşi
(Interview with Alfred McCoy), 09
Kasım
1991.
http://www.bearcave.com/bookrev/nugan_hand.html)
El Kaide o zamandan beridir tün
dünyada CIA tarafından kullanılmaktadır. Zaman zaman, suyun üstünde emperyalizme karşı eylemler yapıyormuş
görünse de, işin aslı böyledir. İpin ucu
emperyalizmin elindedir. Genel doğrultu emperyalizmin çizdiği yöndedir.
Emperyalizmin Büyük Ortadoğu
Projesi’nin tetikçisidir El Kaide. El
Kaide militanları dün Irak’ta 1. ve 2.
Körfez Savaşlarında, Sudan’da, Somali’de, Yemen’de ve tabiî ki Libya’da
kullanıldılar. Kaddafi, “Ülkemize El
Kaide militanlarını soktular, onlarla
savaşıyoruz” diye bas bas bağırsa da
“demokrat” ülkelerden “gık” çıkmadı.
Ve bugün de Suriye’de El Kaide Militanları. Amaç Suriye Halkını koyu din
terörü ile yıldırmak ve sonra da afyonlamak. Böylece emperyalizme köle hale getirmek.
Suriye’de dinci çapulcular
Emperyalizm sözde El Kaide’yi
tehlikeli örgüt ilan etti, El Kaide ile bir
işi yokmuş gibi göstermeye çalışıyor
kendini. Böylece hem dünya halklarını, hem bir türlü yanına çekemediği
Suriye Halkını kandırmak çabasında.
Sözde Radikal İslamcılara destek vermiyor emperyalizm. Tümüyle yalan!
CIA kökenli ABD Dışişleri Bakanı
Condoleezza Rice’ın geçen yılın Kasım ayındaki yazısını hatırlıyoruz.
ABD’yi daha doğrudan müdahaleye
zorlarken şöyle yazıyordu acımasız Rice:
“(...) Kuşkusuz riskler vardır. Bir
yılı aşkındır süren kanlı çatışmalardan sonra, muhalefetin en uç elemanları -El Kaide de içinde- güçlendi. İç savaş en kötüleri güçlendirme
eğilimindedir. Esad’ın düşürülmesi
gerçekte bu tehlikeli grupları iktidara getirebilir.
“Ancak, Ortadoğu devlet sisteminin çöküşü daha büyük bir risk oluşturur. İran kazanacak, müttefiklerimiz kaybedecek ve bugünkü karmaşa bölgede on yıllarca sürecek sefalet
ve şiddetin yanında masum kalacaktır.” (altını biz çizdik, Kurtuluş Yolu,
Washington Post, 24 Kasım 2012)
Görüldüğü gibi, bir yandan El Kaide gibi radikal dincileri tehlike gibi
gösterirken, diğer yandan Esad düşürülsün de nasıl düşürülürse düşürülsün
diyen cümleler bunlar. Ve 15 Mart
2013 tarihli gazetelerde yer alan habere göre Fransa ve İngiltere, diğer Avrupa Birliği ülkeleri karşı çıksa bile Suriye’deki çapulculara (onlar muhalefet
diyor) silah yardımı yapacaklarını be-
lirtiyorlar. Emperyalizm çapulculara
başta Türkiye üzerinden zaten silah,
mühimmat ve lojistik desteği sağlıyordu. Ama şimdi ağır, gelişmiş silahlar
vereceklerini belirtiyorlar. Haberin sonundaki şu ifade bunu ortaya koyuyor:
“Fransız haber ajansı AFP’ye konuşan Fransız yetkililer hükümetin
muhaliflere karadan havaya füze
desteğinde bulunmak istediğini söyledi.” (Hürriyet, 15 Mart 2013)
CIA’nın başına ise Mart başında
Ortadoğu’yu tanıyan, Arapça bilen
John Brennan adlı bir işkenceci CIA
Ajanı getirildi. Büyük Ortadoğu Projesi’nin bu en önemli bölgesinde hızla
akan süreç bu atamayı gerektirmiş olsa
kerlerin Bağdat’ta ilk eylemleri, petrol kuyusu haritalarına el koymak
ve ünlü müzeyi soymaktı. Irak ve
Hazar çevresi petrol dolu; Dicle - Fırat suları da var; üs olanakları hazır; gir ve iktidarını kur! Bağdat
Müzesi’nden çalınan parmak büyüklüğünde 5 bin antika mühürden
biri bile #ew York’ta yaklaşık
750.000 dolara satıldı. Küçük bir aslan heykeli de 57.2 milyon dolara. Ya
ötekiler? Yalnız bu talan üstüne kitaplar yazılır.
“Irak’ta olanlar
“O kadar mı? Asıl, eğitim düzenine yabancıların bilinçli zararını
özetleyelim. Amaç Irak’ın kişiliğini
"Göz kamaştıran" Erbil (Milliyet, 13 Mart 2013)
gerek. Bu atama emperyalist saldırının
daha da yoğunlaşacağının göstergesi.
Bu dinci çapulcuların önemli bir
kesimi de Türkiye sınırları içinde ne
yazık ki... Ve ne yazık ki, Türk Ordusu
Ergenekon’du, Balyoz’du, Casusluk’tu
denerek bu uyuşturucu bağımlısı, ipten
kazıktan kurtulma çapulculara ses çıkaramaz hale getirildi. Bu da emperyalizmin stratejik hedeflerinden birini
oluşturuyor. Esad düşerse mezhep çatışmaları had safhaya gelecek. Sünni El
Kaide ve diğer dinci çapulcu gruplar
Alevileri keseceklerini açıktan söylüyorlar. Bu durum emperyalizm tarafından neden Türkiye için de kullanılmasın? Türkiye’de son yıllarda Alevilere
karşı yapılan sinsi veya açık saldırı ve
baskıların nedeni budur. Mezhep çelişkilerini sıcak tutmak!
Irak: Suriye’ye Örnek
ABD Emperyalizmi Irak’a iki kez
saldırdı. Birincisinde Samaç Saddam
yönetimini sıkıştırmak, 36. paralelin
yukarısına çıkmasını önleyerek Kürt
hareketlerini örgütleyip birleştirmek ve
bugünkü fiili devlet durumunun alt yapısını hazırlamaktı. İkincisi çok daha
kanlı oldu. Milyonlarca sivil Irak vatandaşı katledildi. Irak petrollerine el
konuldu. Ama hemen göze görünmeyen, en az bunlar kadar önemli başka
bir imha hareketi var. Türkkaya Ataöv Hoca, Irak’taki durumu UNESCO
belgelerine de dayanarak uzun uzun
anlatıyor. Biz bu yazının önemli bir bölümünü aynen aktarıyoruz:
“ABD yönetiminin uydurmalarıyla Irak’a saldırıp işgal eden as-
TÜYAP 18. İzmir Kitap Fuarı
Konuşmacı:
HKP Başkanlık Kurulu Üyesi Gürdal Çıngı
Yönetici:
HKP İzmir İl Başkanı Tacettin Çolak
Tarih: 23 #isan 2013
Saat: 15:45-16:45
Konu:
19 Mayıs’tan 23 isan’a-23 isan’dan 9
Eylül’e Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mız
ve
9 Eylül’den Günümüze
İkinci Kurtuluş Savaşı’mız ve Görevlerimiz
DERLENİŞ YAYINLARI
KURTULUŞ YOLU
öldürmek. Üniversite gibi kurumlardaki yazanaklar, belgeler, çalışma
araçları yok edildi. Iraklı bilimciler,
üniversite ve ortaöğretim üyeleri ile
seçkinlerin adları, iş ve ev yerleri
saptanarak öldürüldüler; askerler
laboratuvarları makinelilerle taradılar, 30 bin bilgisayarın parçası kalmadı. Brüksel Mahkemesi’ndeki
belgeye göre 30 Ocak 2012’ye değin
öldürülmüş olan üniversite hocalarının sayısı 467. İlk ABD genel yöneticisi Paul Bremer 15 bin araştırmacı,
bilimci ve öğretmeni işten atmıştı. 20
bin öğretmen ve orta sınıfın yüzde
40’ı ülkeden kaçtı. Gidenlerin emeklilik hakları silindi. İşgalci daha başında Andrew Erdmann adlı hiç ders
vermemiş, okullarda yöneticilik yapmamış, Arapça da bilmeyen birini
eğitim bakanlığı başdanışmanı yaptı.
Önceki bakan tutuklandığından bu
Amerikalı fiilen bakandı. Bütçe, atamalar, programlar ve ders kitapları
onun elindeydi.
“UESCO’nun yazanağı
“U#ESCO’nun 28 Mart 2003 tarihli yazanağı diyor ki: “İlköğretimde yüzde 100 yazılma olan Irak’ta
eğitim çöktü.” Okuma yazma oranı
25 yıl öncesine geriledi. Özellikle
okullar, kültür kurumları bombalandı, yakıldı, soyuldu. Irak’ın eski
övünç kaynağı Bağdat Üniversitesi
şimdi üst sıradaki 12 bin dünya üniversitesinin arasına bile giremiyor.
Mustansıniyye Üniversitesi’ndeki kıyım Saddam’ın düştüğü 9 #isan
2003 gününde yaşandı. Binlerce öğrenci, hele kızların yüzde 75’i okulları bıraktı. Okulların yüzde 80’i
kullanılamaz durumda. Kuzeydeki
Kürt yönetiminde Arapça eğitimi
geçmişte kaldı. Ayrıca, 2 bin doktor,
yüzlerce hukukçu, 376 gazeteci ve
binlerce meslek sahibi planlı biçimde
öldürüldüler.
“BM istatistikleri
“Irak özellikle çocukların cehennemi. U#ICEF’e göre çoğu açlık çekiyor, kaçırılıyor, satılıyor, öldürülüyor, uyuşturucu satıcılığına zorlanıyor ve küçük kızlar kiralanıyor.
Anasız-babasız çocuklar beş milyon.
500 bini sokakta yaşıyor ve dileniyor.
Ülke içinde göçmüş ailelerin 93 bin
500 çocuğundan haber yok. Ruhsal
hastalıklar yaygın, ama hiçbir ruhsal bakım merkezi yok. Irak’ın geleceğini bu kuşaklar mı kuracak?
ABD’nin ambargodan bu yana hazırlığı buydu. Bu yazdıklarım Birleşmiş Milletler istatistiklerine ve yazanaklarına dayalıdır. Kimi bölümlerini hazırlayan uluslararası örgütün
1976’dan bu yana merkez yöneticilerindenim.
“Sahte diplomalılar
“Irak’taki sözde İslamcıların bir
bölümü işgalcilerle birlik oldu. İslamcı partiden sonraki yerli Eğitim
Bakanı Ali El-Edip ABD işgalinin
başında umutlarla Irak’a döndü. İlgili müdürden medrese çıktılarının
doktora diploması sayılmasını istedi.
Reddeden Davut Salman Rahim 31
Temmuz 2011’de öldürüldü. Bu cinayetten sonra medrese eğitimi doktora sayıldı. Boşalan yerleri birtakım sahte diplomalılar doldurdular.
Bakan Edip’in diplomasının da sahteliği üstüne BM belgesinde iddia
var. Paul Wolfowitz 2003’te ne demişti: “Irak’ta devlete son vereceğiz!” İşgalciler toplumsal yapıyı, birliği, eğitim ve sağlık düzenini bilerek
yıktılar. Bir ABD’li keskin nişancı
C##’de “Dün 146 kişiyi öldürdüm”
diye övünmüştü.” (27 Şubat 2013,
http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=40
1320)
Anlatılanlar dehşet verici. Sadece
acımasızca savaş sırasında sivilleri yok
etme değil, Irak’ın tüm zenginliklerini
yağmalama, kültürel birikimini, eğitimini, sağlık sistemini çökertme emperyalizmin yaptığı. Görüldüğü gibi biliminsanlarını bile imha ediyorlar Irak
kimliğini yok etmek için. Ve tabiî,
Irak’ın geleceğini de...
Emperyalizm şimdi de Suriye’de
benzer bir imha harekâtı peşinde. Bu
imha harekâtı şimdilik dinci çapulcular
eliyle yapılıyor. Böylece Suriye Halkını da can kaygısına sokup Türkiye ve
Ürdün’e doğru sürüyorlar. Esad’ın deyişine göre, bu şekilde Suriye’den ayrılanların sayısı 1 milyonu bulduğunda
emperyalizm doğrudan müdahaleyi
düşünüyor. (Bakınız: Esad’ın CHP heyetine anlattıkları, 8 Mart 2013 tarihli
gazeteler.)
Dinci terör o boyutta ki, bölgede bir
tür Muta #ikahı olan “Cihad #ikahı” almış yürümüş. Muta nikâhı, para
karşılığı yapılan kısa süreli nikâh. Yani
fuhuş. Cihad nikâhında para da yok.
Can korkusuyla yapılan zoraki nikâh
diyebiliriz. Bu ise artık tecavüze girer.
Esad’a göre “Yaşlılar ve yoksullar,
kızlarını bu teröristlerle evlendirerek hem canlarını onlardan kurtarıyor ve hem de geçimlerini sağlıyorlar. Tıpkı Ortaçağ gibi.”
Türk Ordusu bu çapulculara nasıl
destek oluyor, bu kadar mı emperyalist
uşağı duruma düştü, bu kadar mı içler
acısı durum, diye sormadan edemiyor
insan.
Kürt Sorunu’na emperyalist
çözüm ve imha süreci
paralel seyrediyor
Bir yanda böylesine vahşi bir yıkım
yürütülürken, Kürt Sorunu’na emperyalist çözüm süreci de hızla ilerliyor.
CHP heyetiyle yaptığı görüşmede aktarılanlar Esad’ın bu süreci de doğru yakaladığını gösteriyor. CHP Mersin Milletvekili Aytuğ Atıcı’nın ağzından basına yansıyan kadarıyla şöyle diyor
Esad:
“Dedi ki, ‘Çözüm Türkiye’nin silah ve para insan girişlerini kontrol
etmesinden geçiyor, Türkiye sınırdan terörist, para girmesin biz bu
sorunuzu çözeriz. Ancak bu tren
kaçtı. Suriye Halkı bu savaşı kazanırsa iki kişi kaybedecek, Erdoğan
ve Katar Emiri. Çünkü savaş üzerine ikballerini inşa etmişlerdir. Suriye Halkı kazanırsa Erdoğan’ın başkanlık hayalleri de karizması da boşa gidecek. Bu savaşı Erdoğan ve
Katar Emiri kişiselleştirmekte.
“Olayın başındaki silahlı muhalifler şu anda bize dönmeye başladı.
Biz de anayasa değişikliği yaptık. Siyasi partiler yasasını, basın yasasını
değiştirdik. Türkiye artık laik bir ülke değildir Erdoğan hükümetiyle.
“-KÜRT DEVLETİ KURULABİLİR”“Kuzey Suriye‘deki Kürtler, Kuzey Irak’taki Kürtler görüşme halinde. Türkiye’deki Kürtleri de alarak
bir devlet kurma çabası içerisinde.
Erdoğan bunu görüyor ve kullanıyor. Kürt devleti kurulabilir’.”
“#eden İsrail‘e cevap vermediniz?” sorusuna Esad, “Biz gereken
cevabı veriyoruz ama İsrail’e cephe
açacak gücümüz yok” yanıtını verdi.” (Milliyet, 08 Mart 2013)
Evet, süreç tam da böyle yürüyor.
Emperyalizmin vaktiyle Irak’ta Saddam yönetimine yaptığı gibi, Kuzey
Suriye’de uçuşa yasak bölge kurmasına bile gerek kalmamış bir bakıma.
Gene Esad’a göre yaklaşık 900 kilo-
metrelik Türkiye-Suriye sınırının %
75’i El Kaide’nin, % 25’i PYD’nin
kontrolünde! (Türk Ordusu’nun içler
acısı hali, ne diyelim?) Emperyalizm
PYD’yi de Suriye yönetimine karşı
cepheye çekme peşindeydi ve bunu da
başardı. PYD’nin Esad’a karşı cepheye çekilmesinde TayyipGül tarafından Apo’nun da devreye sokulduğunu Economist 12 Ocak 2013 tarihli sayısında verdi. Bu gelişmelerden
çıkan sonuç vaktiyle Selahattin Demirtaş’ın dediklerini doğrular gibi: “Iğdır’dan Hatay’a Türkiye’nin güney
sınırları resmen Kürdistan olacak”
demişti Demirtaş (Taraf, 04 Nisan
2012). Bu tablonun diğer adı Kürt-İslam Sentezi olabilir.
Şimdi, yıkımın biraz daha doğusunda Kuzey Irak Kürt Bölgesi’nde durum
nedir, diye soralım. Bu konuda, görünür hiçbir bağlantı yokken şöyle bir haber Milliyet’in manşetinde yer aldı:
“Erbil’de yaşanan değişim göz kamaştırıyor
“Irak’ta önemli petrol yataklarının
bulunduğu Kuzey Irak Bölgesel
Kürt Yönetimi’nin denetimindeki
kent ve ilçelerdeki değişim her geçen
yıl daha da artıyor.
“Refah düzeyinin hızla yükseldiği
bölgede modern yapılaşma ve kentteki sosyal
donatı alanlarındaki
gelişmeler bölgeye turistik amaçla
gelen Arapları da etkiliyor. Bu yıl
bütçesi 14 milyar dolar olarak belirlenen yaklaşık 6 milyon nüfuslu Kuzey Irak Bölgesel Kürt yönetiminin
merkezi Erbil başta olmak üzere,
Duhok ve Süleymaniye kentlerindeki
refah düzeyi hızla yükseliyor... Kentte daha önce sayılı düzeyde bulunan
otellerin sayısının ise 400’ün üzerine
çıktığı belirtildi.
“Bölgede özellikle tüketime yönelik iş merkezleri hızla çoğalırken,
milyonlarca dolarlık harcamalarla yapılan AVM’ler de göz kamaştırıyor. Erbil’de daha
önce çöplük
durumunda bulunan atıl durumdaki
araziler hızla park, bahçe ve mesire
yerlerine dönüştürülüyor. Park ve
bahçelerdeki milyonlarca dolarlık
rengârenk aydınlatma sistemleri
kenti görmeye gelenlerin ilgisini çekiyor.
“Daha önce yıkık durumda bulunan kentin en önemli turistik mekânı Erbil Kalesi’nin de büyük bölümü
restore edilerek turistlerin beğenisine sunuldu.
21 Mart’taki evruz nedeniyle
Erbil Kalesi’nin eteklerine kentin
büyük bölümünden
görülen
“Happy #ewroz” yazısı dikkati çekti.” (Milliyet, 13 Mart 2013)
Bu haber neden önemli?
Hep söyleyegeldiğimiz gibi Kürt
Sorunu’nun emperyalist çözümünde
merkez Barzani’dir. Belli ki, bölgeye
emperyalizm büyük özen gösteriyor.
Böylece Barzani’nin çekim gücünü artırmak istiyor.
Barzani deyince, bundan yaklaşık 2
yıl önce KDP Kurultayında Mesut Barzani’nin emperyalist çözüm doğrultusunda yaptığı konuşmanın bugünkü
gelişmelerle örtüştüğü görülüyor. Şöyle demişti Barzani: “Kürtler artık tek
yumruk. Birleşik Kürdistan istiyoruz!” (Yeniçağ, 11 Aralık 2010)
Sonuç
Emperyalizm, El Kaide’siyle, TayyipGül’üyle, diğer gerici dinci örgütleriyle Büyük Ortadoğu Projesi’nin bu
en önemli bölümünde kanlı programını
adım adım uyguluyor. Güneyde cirit
atan CIA ajanları, Füze Kalkanı oyunu,
CIA tetikçilerinin provokatif eylemleri
(bombalamalar), yabancı askerler, hep
bu kanlı programın altyapısını oluşturann unsurlar. Ancak, bugünkü kötü
görünüm, emperyalizmin her düşündüğü hayata geçecek anlamına gelmez.
İşte Suriye Halkı direniyor. Direndiği
ölçüde diğer Ortadoğu halkları da uyanacaktır. Nitekim CHP heyetiyle görüşmesinde Esad’ın bir doğru tespiti
daha var: Biz kazanırsak emperyalist
uşakları kaybedecektir, diyor. Türkiye’de ise halkımızın emperyalist çözüm arayışlarına, bununla bağıntılı Yeni Anayasa sürecine, Tayyip’in başkanlık sevdasına dur demesi gerekiyor.
Tabiî emperyalizmin kanlı provokasyonlarına da...
23
Yıl: 7 • Sayı: 64 / 8 isan 2013
İşçi Düşmanı Yurtiçi Kargo’yu boykot et!
HKP, işçi düşmanı Yurtiçi Kargo’yu protesto etmek ve
Direnişçi İşçilere destek olmak için boykot çağrısı yapıyor.
T
ürkiye’deki kargo işletmeleri sektörünün yaklaşık yarısını elinde bulunduran Yurtiçi Kargo işvereni, işçilerinin bir kısmı gerçek Sınıf sendikacılığının temsilcisi Nakliyat-İş Sendikası’nda
örgütlendikleri için işten çıkartmıştı, bildiğimiz gibi.
Yurtiçi Kargo’nun bu haksız, hukuksuz, işçi düşmanı tavrını protesto etmek ve
Yurtiçi Kargo’yu boykot çağrısı yapmak
için Kurtuluş Partisi olarak çeşitli illerde
eylemler gerçekleştirdik.
Ankara
30 Mart 2013 tarihinde Yurtiçi Kargo
Meşrutiyet Şubesi önüne doğru, pankartlıdövizli her zamanki eylem disiplinimizle
ve sloganlarımızı haykırarak yürüyüşe geçtik; “İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek”, “İşçi Düşmanı Yurtiçi Kargo”,
Yurtiçi’ne Mal Verme Ekmeğime Sahip
Çık”, “Sendika Hakkımız Engellenemez”. Meşrutiyet Caddesi sloganlarımızla
çınlıyordu…
İl Başkanımız Av. Sait Kıran basın
açıklamasını, eylemimizi engellemeye gelen polis barikatları
önünde okudu. Yurtiçi Kargo’yu Boykot
ettiğimizi açıkladı.
HKP’nin her zaman
İşçi Sınıfı mücadelesinin tam göbeğinde
olduğunu dosta düşmana karşı bir kez
daha haykırdı. Sait
Kıran Yoldaş, Yurtiçi
Kargo’nun yapmış
olduğu işçi kıyımına
dikkat çekerek, halkımıza da Yurtiçi Kargo’ya mal vermemeleri, boykot etmeleri
için çağrıda bulundu.
Direnişçi İşçilerin hepsi çelikten kale
gibi moralli ve dimdik bizi karşıladı. Yurtiçi Kargo İşçileri kendilerinin her zaman
yanlarında olan İşçi Sınıfının yiğit öncüsü
Kurtuluş Partililerle bir kez daha birlikte
olmanın coşkusunu yaşıyordu şimdi.
İşçilerin Partisi, Halkın Partisi HKP
eninde sonunda bu coşkuyu tüm İşçi Sınıfımıza yayıp nihai kurtuluşu gerçekleştire-
cek.
İstanbul
Her türlü zorluğa, baskıya rağmen işi,
ekmeği, onuru ve sendikası için aylardır
direnişte olan Yurtiçi Kargo direnişçilerinin başlatmış oldukları boykot kararını
desteklemek, boykot kararımızı kamuoyuna açıklamak için 2 Nisan günü Kadıköy’deki direniş yerinde bir basın açıklaması gerçekleştirdik.
Bayraklarımız, dövizlerimiz, sloganlarımızla vardığımız
direniş yerinde, işçiler bizi coşkuyla karşıladı. DİSK Nakliyat-İş Sendikası Yönetim Kurulu Üyesi
Hakan Arslan’ın direnişi anlatan konuşmasının
ardından
Partimizin diğer direnişlerde olduğu gibi
bu direnişte de verdiği destekten dolayı
teşekkür ederek sözü
Partimiz İl Başkanı
Av. Pınar Akbina’ya
verdi.
Pınar Başkan yaptığı açıklamada; partimizin İşçi Sınıfı Partisi olduğunu, İşçi Sınıfı iktidarını hedeflediğini vurgulayarak
direniş ve grevlere verdiğimiz önemi anlattı. Her türlü baskıya rağmen 73 gündür sürdürdükleri direnişlerinden dolayı işçileri
kutladı. Halkımıza seslenerek işçi düşmanı, sendika düşmanı Yurtiçi Kargo’ya kargo verilmemesini, direnişe destek olunmasını ve işçilere yapılan zulme ortak olunmaması gerektiğini söyledi.
Av. Pınar Akbina, Halkın Kurtuluş Partisi olarak bulunduğumuz illerde Yurtiçi
Kargo’ya kargo vermeyeceğimizi ve verdirtmeyeceğimizi söyleyerek direnişin başarıyla sonuçlanacağına olan inancımızı bir
kez daha vurguladı.
Daha sonra işçilerin başlatmış oldukları imza kampanyasına katılarak orada kaldığımız sürece Yurtiçi Kargo müşterilerine
direniş anlatarak boykot etmelerini istedik.
Kurtuluş Partililer
İPSD, İzmir 4. Kadın El Emeği Fuarı’nda büyük ilgi gördü
İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar
Günü nedeniyle, düzenlenen 4. Kadın El
Emeği Fuarı’nda İşsizlik ve Pahalılıkla
Savaş Derneği (İPSD) İzmir Şubesi Kadın
Komitesi olarak, bu yıl da stand açtık.
İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından
bu yıl 4. düzenlenen bu fuarda belediyelerin, derneklerin ve vakıfların kadın çalışmaları yer aldı. Stantlarda kadınların el
emeği ürünleri sergilendi.
Dört gün süren fuarda renkli görüntüler
yaşandı. Ayrıca fuarda, konserler, paneller,
sergiler, tiyatro ve film gösterileri ile defileler yer aldı. Kadın El Emeği Fuarı, Ege
Bölgesi ve diğer bölgelerden de büyük ilgi
gördü.
İPSD Kadın Komitesi olarak biz de
geçen yıl olduğu gibi bu yılda fuarda derneğimizi tanıttık ve el emeği ürünlerimizi
satarak da derneğimize gelir sağladık. Ayrıca “Kadının Kurtuluşu İşçi Sınıfının
Kurtuluşundan Bağımsız Değildir” kitabımızı ve Kurtuluş Yolu Gazetemizin satışını yaptık. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar
Günü ile ilgili özel sayımızın da yaygın bir
şekilde dağıtımını sağladık.
Fuarın tek kızıl standı olmamız bu yıl da
oldukça dikkat çekti. Özellikle “Kadının
Kurtuluşu İşçi Sınıfının Kurtuluşundan Bağımsız Değildir” pankartımız ziyaretçiler
tarafından çok beğenildi. Ziyaretçiler pankartın önüne gelerek resim çektirdiler, bunlardan biri de İzmirli
Tiyatro ve Sinema Sanatçısı
İlker Kurt idi. Yine Bayraklı Belediye Başkanı Hasan Karabağ
standımıza geldi, uzun bir süre
oturdu ve bizlerle sohbet etti.
Diğer ziyaretçiler ve stantlarda
da görev alan kadınların oldukça
sıcak ve yakın ilgileriyle karşılaştık. Standımızı ziyaret eden
kadınlarla bol bol sohbet ettik,
Derneğimizi ve mücadelemizi
anlattık.
Dört gün boyunca diğer stantlarda görevli olan arkadaşlarımızla oldukça güzel
zaman geçirdik ve güzel dostluklar geliştirdik.
İPSD İzmir Şubesi
Kadın Komitesi
Ortaçağ karanlığına doğru götürülmeye çalışılan yurdumuzda
Bursa Kitap ve Eğitim Fuarı’ndan izlenimler…
0
“Okumak Yaratmak” Olmalıdır!
9-17 Mart tarihleri arasında her yıl olduğu gibi bu yıl da Bursa’da bir kitap
ve eğitim fuarı etkinliği yaşadık.
11’incisi yapılan bu fuara bizler de 9’uncu
kez Derleniş Yayınları-Kurtuluş Yolu Gazetesi olarak katıldık. Bu yılki etkinlikle ilgili izlenimlerimi sizlerle paylaşmaya iten
iki haber oldu.
İlk haber Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın dediği gibi hâlâ “feleğe meydan”
okumaya devam eden Küba’dan:
“Okumak Yaratmaktır”
Bu söz Küba’nın ulusal önderi Jose
Marti’ye ait ve Küba’da Fidel’in önerisiyle
şehirden şehire gezen ve 2011 yılında da
20’ncisi düzenlenen Uluslararası Havana
Kitap Fuarı’nın sloganıdır. Bu fuarla ilgili
Küba Genç Komünistler Birliği’nin kültürel kanadı olan Asociación Hermanos
Saíz’in Başkanı, şair Alpidio Alonso
Grau’nun şu görüşlerini okuyalım:
“Fuar, okuyucuların kitaba ulaşmalarını sağlayan bir araç oluyor, neticede
kitap ticari bir nesne değil, kültür ve bilgi
sağlamak ve insanların yaratıcılığını geliştirmek için bir araçtır.
“Bu fuarın en büyük özelliği ticari
değil kültürel olması, yayıncılar kitaplarını değerlerinin çok altında satıyor.
Okuyucular da bu nedenle çok kitap alabiliyor. Bu da katılımı çok artırıyor. Fuar
alanı çok büyük ve orada burada anne
babalar çocuklarıyla birlikte yanlarında
çanta dolusu kitaplarla görülüyor.” (Sol
haber internet sitesi)
Gelelim ikinci habere:
“Brezilya’da işçilere ‘kültür maaşı’
“Ekonomik krizle boğuşan Brezilya
hükümeti geçtiğimiz perşembe günü yaptığı açıklamada, işçilere kültürel aktivitelerde bulunmaları için aylık 25 dolar
(44 TL) ödenek ayırmaya hazırlandıklarını duyurdu. Buna göre ülkede asgari
ücret alan işçilere hükümet ayda 25 dolarlık ‘kültür çeki’ verecek. Bu paranın
yüzde 90’ı işverenin yüzde 10’u ise işçinin cebinden çıkacak. İşçi, istemediği
takdirde programdan çıkma hakkına da
sahip olacak. İşveren tarafından elektronik kart şeklinde verilecek para, müzelerde ya da sinemalarda geçerli olacak.
İşçiler bu kartları müzik CD’si ya da
DVD almak için de kullanabilecek.
“Brezilya Kültür Bakanı Marta Suplicy “Dünyanın bütün gelişmiş ülkelerinde
kültür ekonomide kilit rol oynar” dedi.
“Fakir vatandaşların da kültürel etkinliklerde bulunmaya hakkı olduğunu
söyleyen Suplicy, işçilerin bu parayı
müze ya da sergi için kullanımına kendilerinin karar vereceğini açıkladı. Kültür
maaşı, bir elektronik kart yardımıyla asgari ücretin maksimum 5 katından az geliri olanlara ödenecek. İşverenin bu yolla
yaptığı harcamalar, gelir vergisinden düşülecek.
“Suplicy, konuyla ilgili “Kültürel
hayat, bütün gelişmiş ülkelerin ekonomisinde kilit rol oynar” dedi. Önceki cumhurbaşkanının
başlattığı,
ihtiyacı
olanlara şartlı para transferi gerçekleştirmeyi içeren “aile yardımı” uygulamasını da geliştirdiklerini hatırlatan
Suplicy, “Şimdi de ruhun gıdasını temin
etmek istiyoruz. eden dar gelirli insanların da kültür ve sanata ulaşma hakkı olmasın?” şeklinde konuştu.” (29 Ocak
2013 tarihli gazeteler)
Küba’dan verdiğimiz örnek tam da Parababaları düzenine karşı verdiğimiz mücadelenin kültür alanındaki bir cephesini
oluşturmaktadır. Kübalı Yoldaş, merkezinde
insanın olduğu, insanın bilinçlendirilip aydınlatıldığı ideal bir kitap fuarının özelliklerini dile getirmiştir. Bu konuyu bizim
açımızdan duruca sonuca bağlamıştır. Şimdi
anlayabiliyoruz neden Küba’da okuma
yazma oranının % 100 olduğunu.
Brezilya’da da solcu, halkçı bir yönetim
var. İşçilere kültür harcamaları için belirli
miktarda teşviklerin yapılması ilerici bir uygulamadır.
Şimdi gelelim Bursa’daki Fuar izlenimlerimize:
Şunu belirtelim ki, bazı illerin aksine
Bursa’da Fuar şimdilik ücretsiz. Önce ulaşımdan başlayalım. Asgari ücretle geçinmek
zorunda kalan insanlarımızın Fuar alanına
ulaşması için kişi başına 5 TL’den fazla harcaması gerekmektedir. Bu yaşanılan yere
göre de artış göstermektedir. Tüm şartları
zorlayarak fuar alanına bir şekilde geldiniz.
Orada en az iki-üç saat geçirmeniz gerekecek. Bir şeyler yemeniz ve içmeniz lazım.
Paranız varsa oradaki lokantadan ya da kafeden yiyebilirsiniz. Tabiî ki dışarıdan farklı
fiyata. Ne yazık ki çoğu insanımız dışarıdan
hijyenik olmayan simit, lahmacun vb. yiyeceklerden ve içeceklerden yemek zorunda
kalıyor. Neyse gelelim asıl konumuza.
Fuar alanındaki 4 salondan ikisi kitaplara ayrılmıştır. AB-D Emperyalistlerinin
yıllardır kültür alanında Ortaçağcı Tayyipgiller eliyle toplumumuzu getirdikleri noktayı bu salonlarda görebilirsiniz. Adım
attığınız salonda sizi anında Ortaçağcı yayınlar karşılar. Tüm gericilik ağlarıyla kuşatılırsınız. Türkiye’deki tüm tarikatların ve
cemaatlerin yayınevleri birbirleriyle gericilikte ve halkımızı afyonlamakta yarışır dururlar. Halkımız ne yazık ki bu stantlara
yoğun ilgi gösterir. Çünkü bu yayınevleri
Özellikle Türkiye ve Dünya olaylarına
Sevrci Soytarı Sahte Sol’dan farklı bakış
noktalarımız halkımız tarafından yakından
izleniyordu. Ortaçağcı gericiliğin hâkim olduğu bir ortamda, dine diğer sol gruplardan
farklı bakış açımız Bursa Halkının dikkatinden kaçmamıştı. Birçok insanın Usta’mızın dinle ilgili eserlerinden ve
görüşlerinden haberdar olduğunu fark ettik.
Bizler de standa gelen insanlara gerçek
İslam ile CIA İslamı/Yezid İslamı arasındaki farkları netçe örnekleriyle ortaya koyuyorduk. Özellikle Venezuela’nın yiğit
lideri Kumandan Chavez ve Küba Devrimi’nin önderi Fidel’in Ortadoğu’daki Suriye, Irak, Libya ve Filistin olaylarında
izledikleri politikaları örnek göstererek
bizim ülkemizdeki sözde Müslüman Tayyipgiller’in maskelerini halkımız nezdinde
indirmiş olduk. Standımıza gelen her insana
güya kâr amacı gütmeden ucuza kitaplarını
satar ve birçok kitabı da bedavaya verirler.
Ağababaları AB-D Emperyalistlerinin
uşaklığını yapan Ortaçağcı Tayyipgiller’in
aşağılık yöntemleriyle sadakaya alıştırılan
bilinçsiz halkımız için bedava verilen her
şey kıymet taşır. En küçük bir el ilanı ya da
broşür kimi insanlarımız için çok değerli
olur. Kim bilir belki de o aldıkları poşetlerde bir şeylerin olması onları ruhen rahatlatıyordur. Özellikle Eğitim Fuarı’nın
olduğu salon büyük bir borsa salonunu bizlere hatırlatır. Eğitimin ticarileştiği en zirve
nokta bu salonlardır. Çünkü dersaneler ve
özel okullar bu sayede kendilerine orada
müşteri kapmaktadır. Bu bölümde bedavaya
ya da çok düşük fiyata verilen/satılan kitap
ve kaynaklar gencecik beyinlerde yanlış algılamalar yaratır. Emek harcanmadan bir
şeyler edinmeyi bu şekilde öğreniyorlar.
Okullarda toplu şekilde Fuar’a öğrenci götürdüğümüzde çoğunun satın aldığı şey, test
kitaplarıdır. Bir şeyler yaratmak için okumak amaçlı kitap alanların sayısı oldukça
düşüktür. Sıklıkla gençlerin aldığı kitaplar
“bestseller” (çok satanlar) tarzında olup,
Harry Potter, Ejderha Dövmeli Kız gibi kitaplar ve Tayyipgiller’le birlikte okullarda
özellikle gerici öğretmenlerce edebiyat
derslerinde okutulan E. Şafak, İ. Pala gibi
sözde yazarların kitaplarıdır. Gözlemlediğimiz kadarıyla bir kısım insanımız dili fazla
ağır olmayan, içinde düşünceden ziyade
gündelik olaylardan yola çıkan sade kitapları takip ediyor.
Bunun yanı sıra gerçek okuyucular da
az değildir. Fuar boyunca her gün gelen,
elindeki listeden eksiklerini temin eden insanlar da vardır. İşte bu türden insanları görmek bizleri umutlandırır. Hele son yıllarda
özellikle gençlerimizde sola/devrimciliğe
karşı bir yönelim gözlemlemekteyiz. Bu
türden insanların uğrak yeri tabiî ki Fuar’ın
en kızıl standı Derleniş Yayınları’ydı.
Bizim standımız farklıydı. Gerici bir atmosferden sonra halkımızın ferah bir soluk
aldığı bir dünya cennetiydi. Fuar’da insanların uzun süre durup sorular sorduğu, fikir
alışverişinde bulunduğu tek stanttı. Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın kızıl kitapları, Genel Başkan’ımız urullah Ankut
Yoldaş’ımızın kitapları ve hareketimizin
kollektif çalışmaları, Türkiye ve Dünya tarihinin ölümsüz devrimcilerinin posterleriyle bir başkaydı standımız.
Dokuz günlük Fuar boyunca defalarca
şuna şahit olduk:
Parababalarının satılık medyasının,
sözde solcu, demokrat basınımızın tüm ablukasına rağmen halkımız Partimizi yakından takip ediyordu. Usta’mız Hikmet
Kıvılcımlı’dan devraldığımız mücadelemiz
halkımız tarafından biliniyor ve hakkımız
standa gelenler tarafından veriliyordu.
dinleri, inançları, hayata bakış açıları farklı
olsa da gerçek insanların Chavez ve Fidel
ve onlar gibi düşünen, bu uğurda mücadele
edenler olduğunu bir kez daha netçe ortaya
koyuyorduk.
Doğal olarak bu durum önümüze daha
ağır görev ve sorumluluklar koymaktadır.
Fuar’da tanıştığımız insanlara Hareketimizi-Partimizi hem teorik hem de pratik
olarak göstermeliyiz. Bunun için de işe kendimizden başlamalıyız. Parti Başkanımız
Nurullah Ankut Yoldaş’ın dediği gibi “devrimci heyecanımızı her gün bir bıçak
biler gibi bilemeliyiz”. Tıpkı samimi bir
Müslümanın her gün kendini Rabbi karşısında hesaba çekmesi gibi… Türkiye’de
devrimin bizim Hareketimizin-Partimizin
omuzlarında olduğu gerçeğinden hareketle,
mücadelemizi hayatın her alanında yükseltmeliyiz. İşte bu tür fuarlar da bizim için halkımızla buluşmanın bir vesilesidir. Biz
Bursalı Yoldaşlar da bu yıl Fuar’daki eksikliklerimizi bilince çıkartmış olup gelecek
yılki Fuarı da bu bilinç ve kararlılıkla beklemekteyiz.
Bursa’dan
Bir Yoldaş
Düzene karşı 1
Köşe başında aç çocuklar,
Sokak sonunda tiner çekiyorlar,
Sokak aralarında uyuşturucu
Ve türlü maddeler...
Bir Beyoğlu sokağında,
Bir çocuk yerde yatıyor,
Boylu boyunca,
Kanlar akıyor,
Kaldırım taşlarından logar kapağına...
Bir başka köşesinde şehrin,
Düşüyor simitçi yere,
Kırk beş-elli yaşlarında...
Tuzla’da bir işçi ölüyor,
Ankara’da bir işçi daha
Ve Zonguldak’ta,
Sekiz işçi daha...
Ölüyor!
İşçiler
Ve çocuklar,
Ölüyor...
Özkan Bakioğlu
El Kaide-ABD İlişkileri, Kürt
Sorunu ve Suriye
DİSK Olağanüstü Genel Kurulu yapıldı
DİSK’in Tarihine, mücadeleci geçmişine uymayan
sendikacılık mutlaka yenilecektir
İ
şçi Sınıfına yönelik sömürü ve zulmün
böylesine arttığı, sınıfın en ufak ekonomik hak alma mücadelesinin, sendikalaşma mücadelesinin AKP devletinin 12
Mart 12 Eylül Faşizmlerinden beter terörle
bastırıldığı, sendikaların kapılarının kırılarak talan edildiği, helikopterli saldırılara uğratıldığı, bin yıllardan bu yana kardeş olan
halklar arasında giderilmesi zor düşmanlık
tohumları ekecek olan ve gerçek bir barışla
zerre kadar ilişkisi olmayan CIA+MOSSAD+AKP ürünü BOP “barış”ının tezgâhlandığı; uzun lafın kısası dünya, bölge ve
Türkiye üzerinde AB-D (ABD+AB) Emperyalist haydutlarının saldırılarının iyice
arttığı, İşçi Sınıfının da bu saldırılardan payına düşeni fazlasıyla aldığı bir dönemde bu
OLAĞANÜSTÜ Genel Kurul çok mu gerekiyordu?
Sonuçtan bakıldığında son genel kuruldan sonraki bir yıl içinde önce Genel Sekreteri, ardından da Genel Başkanı istifa
Devamı sayfa 19’da
İkinci Kurtuluş Savaşçıları On’lar,
Mahir Yoldaş’ın Mezarbaşında Anıldılar
Kızıldere Şehitleri Ölümsüzdür!
Ankara
41 yıl önce bedence aramızdan aldılar. Toprağa karışınca yok olur sandılar.
Hunharca katledince On’ların yolundan gitmek isteyenlere ders olur sandılar. Bir
daha kimse adlarını ağzına
bile almaz, unutulur gider,
diye düşündüler. Ama, 12
Mart Faşizminin insanlıktan
çıkmış ABD beslemesi faşist
etmiş DİSK’in Olağanüstü Genel Kurul’a
gitmesi normal görünebilir.
Ama ne olmuştu da neredeyse daha se-
generalleri, CIA güdümündeki Kontrgerilla, yerli yabancı Parababaları, bir şeyi
hep unutuyorlar: İnsanlığın
kurtuluş
mücadelesinde
kendi bedenini feda eden
Devrimciler unutulmazlar!
Unutturulmazlar! Anıları,
mücadeleleri kendilerinden
sonra halkların, halklara önderlik eden devrimcilerin
Devamı sayfa 21’de
MNG/FedEx Express
Kargo’da Direniş Bayrağı
Dalgalanıyor
M
NG/FedEx Express
Kargo Marmara Aktarama Merkezi’nde
çalışan işçiler Anayasal Haklarını kullanarak DİSK Nakliyatİş Sendikası’na üye oldukları
için işten atıldı. İşten atılan işçi-
ler, Nakliyat-İş Sendikası tarafından yapılan basın açıklaması
ile birlikte işyerinin önünde Direnişe başladı.
Saat 11.00’da Marmara Ak-
Devamı sayfa 18’de
HKP, işçi düşmanı Yurtiçi Kargo’yu
protesto etmek ve Direnişçi İşçilere destek
olmak için boykot çağrısı yapıyor
16 Mart Beyazıt ve Halepçe
Katliamlarını Unutmayacağız!
0
Haberi sayfa 20’de
Bursa Kitap Fuarı’nda
Kızıl Bir Stand...
9-17 Mart 2013 tarihleri
arasında düzenlenen 11.
TÜYAP Bursa Kitap
Fuarı’nda Derleniş YayınlarıKurtuluş Yolu Gazetesi olarak
9’uncu defa katıldık. Fuar süresince başta Usta’mız Hikmet
Kıvılcımlı ve Genel Başkanımız Nurullah Ankut’un kitaplarını Bursa Halkı ile buluşturduk.
Standımız geçen yıllarda
olduğu gibi görsellik açısından
da Bursa Halkının ilgisini çekti. Fuar süresince 5 Mart’ta bedence aramızdan ayrılan büyük
devrimci önder Hugo Chavez
Yoldaş’ımızı da andık. Posterlerini ve sözlerini standımıza
asarak Bursa Halkına Chavez
Yoldaş’ın mücadelesinin HKP
saflarında devam ettiğini anlattık.
Devamı sayfa 15’te
İşçi Düşmanı Yurtiçi Kargo’yu
boykot et!
Haberi sayfa 23’te
P
Devrimci Sınıf Sendikacıları anlatıyor
arababalarının, AKP Hükümetinin saldırıları, politikaları
ve
sarı
sendikacılar nedeniyle İşçi Sınıfı tüm hak gasplarına karşın
etkili, yeterli bir mücadele yürütemiyor. Örgütsüzlüğün, eylemsizliğin etkin olduğu bu
dönemde devrimci sınıf sendikacılığı yapan DİSK Nakliyatİş Sendikası’nın mücadelesi,
direnişleri umut veriyor, yol
gösteriyor.
Nakliyat İş Sendikası, eylül
ayında kargo işçilerinin kölelik
koşulları ve örgütsüzlüğüne
M
karşı bir örgütlenme kampanyası başlattı. Yurtiçi Kargo işverenin, örgütlenen işçileri işten
atmasıyla Direniş başlatıldı. Her
yeri eylem alanına çeviren; Yurtiçi Kargo’nun Fransız ortağı
nedeniyle Fransız Konsolosluğu’nu işgal eden işçiler, İstanbul, Ankara ve Konya’da
direnişlerini sürdürüyor. Bu
mücadelenin önderleri, gazetemiz Kurtuluş Yolu’nun sorularını yanıtladı. Direniş sürecini,
işverenin ve işçilerin tavırlarını
anlattı.
Röportajlar sayfa 16’da
Üç Fidan’dan biri olan Yiğit Yusuf Aslan’ın Annesi
Mediha Aslan’ı
Sonsuzluğa uğurladık5
ediha
Ana
dünyaya yiğit
bir evlat getirdi. Bu yiğit
evlat can yoldaşları Deniz
Gezmiş
ve
Hüseyin İnan
ile
birlikte
emperyalizme
karşı en ön
safta mücadeleye
atıldı.
Emperyalistlere ve işbirlikçilerine
karşı kendilerini İkinci Kurtuluş Savaşçıları olarak nitelendirip ölüme göğüs gerdiler.
Bu yiğit devricilerin alnı
açık, başı dik, onurlu annelerinden biri olan Mediha Anamız
87 yaşında bedence aramızdan
ayrıldı. Mediha Ana, Antalya
Uncalı Şehir
Mezarlığında
ailesi ve sevdiklerinin yanı
sıra devrimciler tarafından
son yolculuğuna uğurlandı.
Bizler de
Halkın Kurtuluş Partisi olarak bu yiğit
anamıza son
görevimizi yerine getirdik.
Mediha Anamızın mezarını kızıl karanfillerimiz ve kızıl
bayraklarımızla donattık.
Yu s u f - H ü s e y i n - D e n i z
Yaşasın İkinci Kurtuluş
Mücadelemiz!
Antalya’dan
Kurtuluş Partililer
G
eçtiğimiz günlerde önemli bir önemli olan tekellerin çıkarlarıdır
haber olmasına rağmen ba- emperyalizm için.
sında fazla yer almayan bir
El Kaide:
olay ile karşılaştık. El Kaide’nin sözCIA
Tetikçisi
Bir Örgüt
cüsü, Usame Bin Ladin’in damadı
El Kaide, Afganistan’daki emperSüleyman Ebu Gait (veya Süleyyalist
saldırı sırasında, 1980’lerin
man M.), Şubat başında Ankara’da
ikinci
yarısında
CIA ve İngiliz İstihCIA ihbarı ile yakalandı, 33 gün sorgulandı, tutuklu kaldı ve Tayyipgül barat Örgütü M16 tarafından kurulan,
tarafından, doğrudan değil, dolaylı beslenen, yönlendirilen bir örgüt. Üsolarak Ürdün’de CIA’ya teslim edil- telik uluslararası nitelikte bir örgüt.
di. Şimdi ABD’de yargılanıyor Ebu Dünyanın pek çok İslam ülkesinden
Gait. Asıl önemlisi, El Kaide’nin en emperyalizm aracılığıyla Sünnî
yetkili adamlarından biri olan Ebu Müslüman militan devşiriliyor.
Gait’in sorguda söyledikleri... Ancak Dünya çapında sözde Şeriat kanunlabu haber basında bilinçli olarak atlan- rını uygulayacağını belirten bir “Cidı. İfadesinin küçük bir kısmı Abdül- had” örgütü. Aşağıdaki alıntıda emkadir Selvi’nin 18 Şubat 2013 tarihli peryalizm tarafından nasıl örgütlenip
yazısında yer aldı. Şöyle aktarıyordu palazlandırıldığı apaçık ortada:
“CIA ve Pakistan İstihbarat Örsorgudaki bir pasajı A. Selvi:
“Süleyman M.’nin işimize yara- gütü ISI, Sovyet Afgan Savaşında
yan tek yanı, sorgulamada verdiği daha fazla sayıda Arap kullanmayı
amaçladı, potansiyel militanların
bilgiler.
“Sıradan bilgiler değil bunlar. devşirilmesi belirgin şekilde arttı.
CIA yerli Afgan isyancıların savaEzberimizi bozaşından memnun
cak cinsten.
değildi
(1985“Soru- 11 Ey1986). Avustralyalı
lül’ü siz mi yaptıGazeteci John Pilnız?
ger’e göre bu sıra“Cevap- Evet
da “CIA Başkanı
biz yaptık. El KaiWilliam Casey Pade operasyonu.
kistan İstihbarat
“SoruPeki
Örgütü ISI ile uyAmerika’nın hagulayacağı
bir
beri olmadı mı?
plan geliştirdi; bu“Cevap- Amena göre ISI Afgan
rika 11 Eylül’ü biCihad’ı için tüm
liyordu.
11
Eylül
2001-İkiz
Kuleler-El
Kaide
dünyadan adam
“Soru- Ameridevşirecekti. Paka’nın tavrı ne
kistan’da 1986-1992 arasında, CIA
oldu?
“Cevap- Önümüzü açtı. Engel ve M16 tarafından 100. 000’den
olmadı.” (Yeni Şafak, 18 Şubat fazla İslamcı militan eğitildi; İngiliz Özel Kuvvetler Birimi SAS daha
2013)
Evet, 11 Eylül 2001’deki uçaklı sonraki El Kaide ve Taliban milisaldırıdan ABD’nin haberi vardı. Bu- tanlarını bomba yapımı ve diğer
nu açıktan El Kaide’nin en yetkili kara sanatlar alanında eğitti. Liağızlarından birisi söylüyor. Kaldı ki, derleri ise Virjinya’daki CIA kam04 Aralık 1998’de Merkezi Haberal- pında yetiştirildiler.” (Guardian, 20
ma Karşıterör Merkezi Direktörü’nün Eylül 2003)
Sonuçta 43 ülkeden yaklaşık 35.
“Bin Ladin ABD uçağı ile hava
korsanlığı ve başka saldırılara ha- 000 radikal Müslüman Afgan Mücazırlanıyor” başlığıyla ABD Başka- hitleri ile birlikte savaşacaktı. On binnı’na verdiği raporda, CIA’nın 11 Ey- lercesi ise Pakistan’da CIA ve ISI talül’ü bildiği anlaşılıyor. (Bin Laden rafından finanse edilen yüzlerce medPreparing to Hijack US Aircraft and resede eğitim görecekti. Ana lojistik
Other Attacks, 4 Aralık 1998. Bu ra- üs Pakistan’ın Peşaver kentiydi.
por herhangi bir açıklama yapılmak- (Washington Post, 19 Ağustos 1992)
sızın 18 Nisan 2010 tarihinde ortadan (Kaynak: 1986-1992: CIA and Brikaldırılır.) Bu saldırı sayesinde ABD tish Recruit and Train Militants
Emperyalizmi Afganistan’dan başla- Worldwide to Help Fight Afghan
yarak Büyük Ortadoğu Projesi’ni uy- War. (CIA ve İngiltere Afgan Savaşıgulamaya koydu. Bu saldırıda, anın- na Yardım Amacıyla Tüm Dünyadan
da 3000 civarında sivil ABD vatanda- Militan Devşiriyor ve Eğitiyor)
şı öldü. Tablo ABD Emperyalizminin http://www.historycommons.org/congaddarlığını açıkça ortaya koyuyor. text.jsp?item=a86operationcyclone&scal
Kendi masum vatandaşının katline de e=0#a86operationcyclone)
göz yumuyor emperyalizm. Tek
Devamı sayfa 22’de