Zeynep Direk, Refik Güremen
Transkript
Zeynep Direk, Refik Güremen
ÇAĞDAŞ FRANSIZ DÜŞÜNCESİ Derleyenler: Zeynep Direk, Refik Güremen EPOS YAYINLARI-22 Bilim-Felsefe-Politika ÇAĞDAŞ FRANSIZ DÜŞÜNCESİ Derleyenler: Zeynep Direk, Refik Güremen Yayıma Hazırlayan: M. Serdar Kayaoğlu, Refik Güremen © Zeynep Direk, Refik Güremen 2004 © Epos Yayınları Düzelti: Gültekin Koçuşağı Kapak Tasarımı: Memik Kayaoğlu Baskı Öncesi Hazırlık: Sevda Öztekin Baskı ve Cilt: Başak Matbaası (0.312) 384 27 61 Birinci Baskı, Ankara 2004 ISBN: 975-6790-25-3 EPOS YAYINLARI GMK Bulvarı 60/20 (06570) Maltepe-Ankara,Tel.Fax: (0.312) 232 14 70 - 229 98 21 21 ÇAĞDAŞ FRANSIZ DÜŞÜNCESİ Derleyenler: Zeynep Direk, Refik Güremen İÇİNDEKİLER Sunuş/ 7 Önsöz/ 9 Sartre’ın Ontolojisi ve Özgürlük Ahlâkı Fikrinin Gelişimi Serdar Rifat Kırkoğlu Deleuze Felsefesinin Özgüllüğü 17 Melih Başaran 49 Foucault ve Bio-politika Ali Akay 77 Psikoz Yorumcusu Olarak Lacan Nami Başer 89 Emmanuel Lévinas: Aynı-olan’daki Başkası Önay Sözer 115 Derrida’nın Düşüncesinin Fenomenolojideki Kaynakları Zeynep Direk 133 Sonlu Özgürlük, Sonlu Topluluk: Jean-Luc Nancy’nin Düşüncesine Bir Giriş Patrick Roney 157 Fenomenolojik Bir Teori ve Kültür Eleştirisi: Michel Henry’nin La Barbarie’sinin bir Okuması James G. Hart 179 Adlar Dizini Yazarlar Hakkında 201 204 Sunuş Bu kitap, 2000 sonbaharında Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Bilimler Kulübü’nün düzenlediği “Çağdaş Fransız Düşüncesi” başlıklı konferanslar dizisinde yapılan konuşmaların ve sunulan bildirilerin metinlerinden oluşmaktadır. Bu konferansların düzenlenmesinin başlıca iki amacı vardı: İlkin, üniversiteyi bağımsız ve eleştirel bir entelektüel üretimin merkezi olarak yaşatmakta inad eden çabalara, öğrenciler olarak, ‘sivil’ bir katkı sunmak; ikinci olarak da, henüz bitmiş bir yüzyılın düşünsel hatlarını büyük oranda belirlemiş bir birikimi, çağdaş Fransız düşüncesini tanımak. Bütün bir felsefe geleneğiyle, özellikle de Alman düşüncesiyle, kritik bir hesaplaşmanın ve yüzleşmenin sahnesi olan çağdaş Fransız düşüncesini tanımak, bizler için özel bir ‘tercih’ti, çünkü bu düşünce, yüz yıl boyunca sürekli altüst olmuş bir dünyayı anlamaya yönelik çabalara, yine, bu dünyaya yakışır bir ‘tarz’ sunuyordu: Felsefe geleneğinin kavramlarını ve yöntemlerini altüst etmek. Elinizdeki kitabın kaynağı olan bu konferanslarda her ne kadar Fransız düşüncesinin yirminci yüzyılda yaşamış tüm temsilcilerine yer verememiş de olsak, bu düşünceyi şekillendirmiş başlıca düşünürleri içermeye çalıştık. Bunun yanında, Türkiye’de, bugüne dek, hakkında pek fazla yazılıp-çizilmemiş ve bu yüzden yeterince tanınmayan düşünürlere de (Jean-Luc Nancy ve Michel Henry gibi) yer vermeye özen gösterdik. “Çağdaş Fransız Düşüncesi” konferanslarına konuşmacı olarak katılmış, ama üstesinden gelemediğimiz terslikler yüzünden yazıları bu kitapta yer almayan, “Merleau-Ponty için Tarihsel bir Çerçeve” başlıklı konuşması için Ömer Aygün’e, “Blanchot: Edebiyat ve Ölüm” başlıklı konuşması için Suna Ertuğrul’a ve “Michel Henry: Yaşam Fenomenolojisi” başlıklı konuşması için Ahmet Soysal’a teşekkür ederiz. 7 8 ÇAĞDAŞ FRANSIZ DÜŞÜNCESİ Ancak, Fransız düşüncesinin son temsilcilerinden biri olan Michel Henry’nin, Türkiye’de üzerine çok fazla çalışma yayımlanmamış bir düşünür olarak bu kitapta özellikle yer alması gerektiğini düşündük. Bu sebeple, Ahmet Soysal’ın yayımlanamayan yazısı yerine James G. Hart’ın, Henry’nin, yine, yaşam fenomenolojisi üzerine yazdığı bir metni kitaba aldık. Son olarak, konferansların başından itibaren sürekli destekleyen ve teşvik eden ilgisi için sayın Zeynep Direk’e, öğrencilerine tüm çalışmalarında destek olan ve ilgisini esirgemeyen sayın Önay Sözer’e, bu çalışmanın kitaplaşması yönündeki telkin ve önerileri için sayın Melih Başaran’a, asla tükenmeyen enerjisini ve heyecanını bizimle paylaşmış olması nedeniyle Sayın Zeynep Çağlayan Gambetti’ye, konferansları birlikte organize ettiğimiz ve yürüttüğümüz arkadaşlarım Eylem Akçay, Sema Binay, Gökhan İrfanoğlu ve Nalân Kural’a şahsî teşekkürü ödev biliyorum. Refik Güremen ÖNSÖZ Elinizdeki kitap II. Dünya Savaşı sonrasında Fransa’da ortaya çıkan ve bir kısmı 20. yüzyıl felsefe tarihinde önemli bir yer tutacağı kesinleşmiş olan, bir kısmı da dünyada alımlanma sürecine daha yeni girmiş sayılabilecek felsefeleri tanıtma amacını güden makaleleri bir araya getiriyor. Yaptığımız derleme, çağdaş Fransız felsefesinin sahnesini tüketici bir biçimde tarayıp katetmiyor. Seçkimiz, Jean Paul Sartre, Michel Foucault, Jacques Lacan, Jacques Derrida, Emmanuel Levinas, Gilles Deleuze, ve Jean Luc Nancy üzerine Türkiye’de yaşayan Serdar Rıfat Kırkoğlu, Ali Akay, Nami Başer, Zeynep Direk, Önay Sözer, Melih Başaran ve Patrick Roney gibi akademisyenlerin yazdıkları makaleleri ve James G. Hart’ın Michel Henry üzerine yazdığı bir makalenin çevirisini içeriyor. Fransız felsefesine tam bir bakış sunmuyor; bütünsel olma iddiasındaki bir bakış, örneğin Bataille, Blanchot, Merleau-Ponty, Althusser, Lyotard, Irigaray, Kristeva, Cixous gibi düşünürleri de kapsamalıydı. Kuşkusuz, çağdaş Fransız felsefesindeki farklı düşünce olaylarını ve gelişim çizgilerini görebilmek ve bazı problemlerin nasıl ortaya çıktığını ayrıntılı olarak anlayabilmek için bu düşünürler kadar, dünya çapında bir ün kazanmamış olan filozofları da tanımak gerekir. Örneğin, Canguilhem, Hyppolite, Mounier, Gabriel Marcel, Jankelevitch, Blondel. Fransa’da yapısalcılığın ne olduğunu ve nasıl geliştiğini kavramak için Saussure, Levi Strauss, Roland Barthes gibi düşünürleri de hesaba katmak gerekir ki yapısalcılık sonrası akımların yapısalcılığı nasıl eleştirdikleri açıklığa kavuşsun. Çağdaş Fransız Felsefesi tarihsel bir biçimde ele alındığında bir alımlamalar, olaylar, problemler, kopmalar, kesişmeler ağı olarak okunmalıdır. Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Bilimler Kulübü’nün 2000 güz döneminde düzenlediği seminerlerin büyük 9 10 ÇAĞDAŞ FRANSIZ DÜŞÜNCESİ bir kısmını içeren bu kitap, böyle bir açılımın zeminini hazırlıyor. Seminerlerin amacı, öğrencilerin Kıta Avrupası Felsefesi’nin Fransız kanadında yer alan çağdaş düşünceleri tanımasını sağlamak olduğundan, akademisyenlerin yaptığı sunumlar akademik bildiri niteliğini taşımıyorlar. Bunlar, konuyu bilmediği varsayılan bir öğrenci kitlesine hitap eden, çağımızın bu büyük düşünürlerini belli başlı kavramları, sorunsalları çerçevesinde tanıtmayı hedefleyen çalışmalardır. Konuşma üslubu korunarak metinleştirilen bu çalışmaların, felsefeyle ilgilenen daha geniş bir kitlenin ilgisini çekebileceğini sanıyoruz. Zaman zaman, Foucault, Lacan, Lyotard, Derrida, Deleuze, Nancy gibi düşünürlerin, sanki onların düşüncelerinden alınan öğelerle ve tavırlarla, klasik felsefeye, sosyal bilimlere, sanata, politikaya ya da genel olarak modernliğe karşı eleştirel bir konumu ya da konumları içeren yeni bir paradigma tutarlı bir biçimde oluşturulabilirmiş gibi okunduklarına şahit oluyoruz. Bu paradigma’ya “post-modernizm” adı veriliyor. Post-modernizmi sunan bir söylem var, ama acaba gerçekten post-modernizm diye bir şey var mıdır? Bu terim, tarihsel bir niteleme midir; toplum ve politika kuramına ve hatta bilim kuramlarına uygulanması mümkün olan bir tür kuramsal konum mudur; yoksa yeni bir sanat ontolojisine bağlı belli bir estetik pratik midir? Terimi icat eden Lyotard bir yana koyulursa, “post-modernizm” yukarda adlarını andığımız düşünürlerin şahsen taşımayı tercih edip üstlendikleri bir ad değildir. Bu ad, fenomenolojinin özne ve tecrübe anlayışının eleştirisini yapanları bir biçimde kapsıyor gibi görünüyor: Bu cepheye Foucault’yu, Lacan’ı ve Derrida’yı, yani yapısalcı düşünürleri ve yapısalcılığın belli bir eleştirisini koyabiliriz. Buna karşın, Foucault ile Derrida kolayca yan yana getirilebilecek düşünürler değillerdir. Derrida’nın düşüncesinin kaynakları fenomenolojidedir, halbuki Foucault, Fransız bilim felsefesi, epistemoloji geleneğinden gelir. İki düşünürün tarih anlayışlarına bakmak aradaki farkı ortaya çıkaracaktır. Derrida’nın düşüncesinde yapısalcılık eleştirisi çerçevesinde okunabilecek öğeler ve tavırlar vardır, buna karşın Lacan yapısalcılık sonrası akımlarla kendi düşüncesi arasına açıkça mesafe koyar. Ayrıca, bu üç düşünür “özne” kavramından vazgeçmiş de değil- lerdir yi “b düşün etmez lumsa yanla dikka topar Derri okun dirge ucaul la, tar tiyle nin b başka köken kuruc “tecrü ult’nu dikal esas için o ult’nu Yuna gören Heide sına d Buna ciliği hel H jiden de or yalek or. esi’nin ğlamak diri niöğrenci şlı kavalardır. lsefeyyoruz. eleuze, n öğeolitikada kolabilirst-moar, ama rim, taa bilim m mutik mirnizm” ih edip ecrübe ünüyor: ı düşükarşın, rler dejidedir, ğinden ortaya erçeven yapıafe kodeğil- ÖNSÖZ 11 lerdir, Foucault “öznenin hermeneutiğinden” söz eder. Derrida özneyi “bilincin kendine mevcudiyeti” formülünden uzak bir yaklaşımla düşünmenin yolunu arar; Lacan “özne” terimini kullanmayı hiç terk etmez. “Post-modernizm”, farklılıkları ve başkalığı göz ardı eden toplumsal, felsefî betimlemelerin bütünlüğünü ve iç tutarlığını sorgulayanlara yorumcuların yakıştırdığı bir ad gibi görünmektedir. Ancak dikkat edilmesi gereken nokta, burada da farklılıkları göz ardı eden toparlayıcı söylem, bir üst-söylem kurulmuş olduğudur. Foucault, Derrida, Levinas, Deleuze gerçekten de farkın düşünürleri olarak okunabilirler. Ama bu düşünürlerin düşüncelerine ait meseleler indirgenmemeli, bunların birbirlerinden farklılıkları eritilmemelidir. Foucault, Deliliğin Tarihi’nde bir sessizliğin arkeolojisini yapma yoluyla, tarihin farklı olanın dışlanması, susturulması, kapatılması hareketiyle inşa edilmiş olduğunu öne sürer. Levinas, Batı felsefesi tarihinin başkalığı indirgediğini vurgularken, Başka’nın âlâsının başkası, başka insan olduğunu vurgular. Başkası’nı sınıf, ırk, cinsiyet, etnik köken, kültür gibi bugün bizim kimliği düşünürken başvurduğumuz kurucu öğelerden soyutlayarak karşılaştığım “yüz”ün indirgenemez “tecrübesi” yoluyla düşünür. 1960’ların Derrida’sı için ne Foucault’nun düşüncesindeki başkalık ne de Levinas’ın düşüncesindeki radikal başkalık Batı felsefesini dönüştürmenin, metafiziği aşmanın esas kaynaklarını oluşturamazlar, zira bunlar, söylenmek, belirmek için ona muhtaçtırlar. Derrida’ya göre, yapılması gereken şey, Foucault’nun ve Levinas’ın yaptığı gibi dışarı çıkmaya çalışmak değil, Eski Yunan logos’unun kaynağındaki yarılmaya dönmektir. Bu yarılmayı gören, ontolojik farkın düşünürü Heidegger’dir. Dekonstrüksiyon Heidegger’in varlık tarihi anlayışına ve metafiziğin kapanışı saptamasına dayalı, içteki başkalığın kaynaklarını kullanan bir çifte okumadır. Buna karşın, örneğin Deleuze, Derrida’nın ve Nancy’nin Heideggerciliğine, Levinas’ın aşkınlık felsefesine karşı mesafe alır. O da Michel Henry gibi bir içkinlik düşünürüdür, ancak içkinliği fenomenolojiden yola çıkarak düşünmez. Peki o zaman bu farklılık düşüncelerinde ortak hiçbir şey yok mudur? Var, bunların hemen hemen hepsi diyalektiğin eleştirisidir. Vincent Descombes, “Modern Fransız Felse- 12 ÇAĞDAŞ FRANSIZ DÜŞÜNCESİ fesi” adlı kitabında, 1960’lardan önce varoluşçu bir kabilenin idaresi altındaki felsefede bir düşünüre yapılabilecek en ağır eleştirinin onun düşüncesinin yeterince diyalektik olmadığının söylenmesine karşılık, 1960’lardan sonra Aufhebung hareketiyle farklılıkları ve başkalığı Aynı olanda toparlayan ve birleştiren diyalektiğin bu sefer kötü bir ün kazandığını vurgular.1 Belki de bu diyalektiğe karşı dönüş içinde ihmal edilen, Sartre ve Merleau-Ponty’nin 1950’lerin sonundan itibaren diyalektiği yeni bir biçimde düşünme girişimleridir. Serdar Rifat Kırkoğlu “Sartre’ın Ontolojisi ve Özgürlük Ahlâkı Fikrinin Gelişimi” adlı çalışması, bu seçkide yer alan tekil düşünürlerin babaları sayılabilecek olan Sartre’dan kopuş izleğiyle okunabilecekleri iması bu bakımdan da yeniden düşünülebilir. 1930’larda fenomenolojinin Fransa’ya girmesiyle başlayan süreçte, başkasıyla ilişki merkezî temalardan birini oluşturur. Özellikle Levinas’ın düşüncesinde bu tema çok belirleyicidir, ama Sartre’ın ve Merleau-Ponty’nin düşüncesinde de bu tema oldukça önemli bir yer tutar. Diyalektiğin eleştirisinin arkasında Nietzsche’nin, Freud’un ve Heidegger’in yeniden okunması vardır kuşkusuz. Buna karşın, diyalektik eleştirisi Hegel’in belli bir biçimde, belki de fazlaca basit bir okunmasına dayanıyor olabilir ve bugün bu okumanın da sorgulanmakta olduğunu belirtmeliyiz. Çağdaş Fransız Felsefesi içinde belirgin bir biçimde ortaya çıkmış olan bir yenilik belki de genelleştirilerek şöyle ortaya koyulabilir: Platon’dan beri felsefenin en önemli sorunu hep birlik ve bütünlük sorunları olmuştur. Birlik temelinden yola çıkıldığında çoğulluk anlamlandırılabilir, anlaşılabilir olsa da, çoğulluk, farklılık, başkalık temelinden yola çıkıldığında birliği tesis etmek zor ve hattâ olanaksız görünür. Çağdaş düşüncenin olayı, birlikten ve bütünlükten yola çıkmanın, başkalığı bu çerçevede ele almanın reddidir. Kaynakta bir çakışmazlık, örtüşmezlik, fark, ayrılık, muğlaklık olduğu tespiti, Heidegger’den Merleau-Ponty’e, Derrida’dan Levinas’a kabul görür. Tabii, bunu bu düşünürlerin çok farklı bağlamlarda ifade ettiklerini burada teslim etmek gerekir. 1 Vincent Descombes, Modern French Philosophy, Çev.: L. Scott-Fox ve J.M. Harding, Cambridge University Press, 1980, s.75. Fe nan sö ya get tâyoru farklıl dolaşı da); “Ö le arzu tıların soyutl eleştir onun a na kar dir? Y rından lelerin rum b besini heli to oluştu yararın da bir layıcı meden “H göster Ona g ğildir; dir. Am gılanm nızca ondan şey de Ona g idaresi n onun arşılık, ığı Aybir ün nde ihn itibar Rifat lişimi” sayılabu ba- an süzellikle e’ın ve bir yer d’un ve n, diyaasit bir rgulane belirştirilemli soden yoda, çoesis etbirliklmanın , muğda’dan lı bağ- e J.M. ÖNSÖZ 13 Felsefe açısından değerlendirilecek olursa, post-modernizmi sunan söylem, felsefeyi kötü yapmanın bir örneğini teşkil eder. Bir araya getirilen öğeler genel olarak şunlardır: “Her şey yorumdur, hattâyorumun yorumudur; olgular yoktur” (kaynağı Nietzsche); “Dil bir farklılıklar sistemidir” (Saussure); “Gösterenlerin serbest salınımını, dolaşımını, oyununu durduracak bir aşkın gösterilen yoktur” (Derrida); “Özne, anlamın kaynağı değildir; gösterilene tâbi olmak suretiyle arzular” (Lacan); “Özne ölmüştür” (Foucault); “Büyük meta-anlatıların sonu gelmiştir” (Lyotard) vs. Bu cümlelerin bağlamlarından soyutlanıp biraraya getirilmeleriyle oluşan söylem “nihilist” olmakla eleştirilmiştir. Burada “nihilizm” sözcüğü, geleneksel felsefenin ve onun araştırmalarının bağlandığı değerlerin yıkılmasını ima eder. Buna karşın, nihilist olmakla suçlanan söylem gerçekten bir felsefe midir? Yaptığı iş, farklı felsefelerin öğelerini, problemlerini bağlamlarından kopararak bir çorba haline getirmek ve bu popüler çorbayı kitlelerin tüketim nesnesi olarak dolaşıma sokmaktır. Kuşkusuz bu durum bir kafa karışıklığına yolaçar. Post-modernizmi çağımızın tecrübesini açıklayan bir düşünce olarak sunma amacıyla yapılan bu şüpheli toparlama, felsefeye ilgi duyan kişiler için bir cazibe merkezi oluştursa da, felsefeye doğru bir çekime yolaçsa da, onun felsefeye yararından çok zararı dokunmaktadır. “Post-modernizm” başlığı altında bir araya getirilen bu düşünürlerin eleştirisi de maalesef bu toparlayıcı sunum üstünden hareket ettikleri için neyi eleştirdiklerini bilmeden, tarihsel bakış açısından yoksun bir biçimde yapılmaktadır. “Her şeyin metin”, “her şeyin söylem” olduğu saptaması belli bir gösterge fenomenolojisi bağlamında Derrida tarafından yapılmıştır. Ona göre konuşma da bir tür yazıdır, düşünme de dilden bağımsız değildir; tecrübe edilen de düşünülenden bağımsız olarak anlamlı değildir. Ama bakıldığında Kant için de çıplak olgular yoktur, olgunun algılanması da kavramların biçimlendirmesini gerektirir. Varolan yalnızca söylem ya da yazı vs. değildir, çünkü zaten söylem her şeyin ondan kaynaklanarak oluştuğu tek madde ya da ilke, kaynak gibi bir şey değildir. Derrida dilin dışında bir gerçeklik olduğunu reddetmez. Ona göre, bize tecrübemiz içinde verilen toplumsal gerçeklik de “dif- 14 ÇAĞDAŞ FRANSIZ DÜŞÜNCESİ férance” yapısı içinde bulunur. Derrida bir politik différance’tan da söz eder. “Her şey metin”dir ya da “her şey söylemdir” ifadesi, dilin gönderimsel olduğunun reddi de değildir. Gönderme yapmanın koşulu, anlamın bir farklılıklar oyunu içinde üremesidir. Dışardaki bir gösterilenin gösterenlerin oyununu durduramayacağı saptaması bu bağlama aittir: Özel bir ad, o adı taşıyana has olanı dile taşımaz, dilin tekrarlanabilirliğe, sınıflandırmaya dayalı yapısı içinde has olan kaybolur. Post-modernizme getirilen eleştirilerin başlıcalarından birisi de rölativizm suçlamasıdır. Bu suçlama özellikle postmodernizmi sunan toparlayıcı söylemi, bilim felsefesi mecrasına getirisi olan bir söylem gibi ele alan kanattan gelir. Yine burada, bağlamları ve problematikleri karıştırma hatası yapılıyor. Foucault bir bilim tarihçisi gibi okunabilir, buna karşın örneğin Derrida’nın ya da Deleuze’ün bu alanda bir şey söylemediğini görmek lâzımdır. “Her şey uyar” (anything goes); doğru ile yanlış birdir gibi bir tavrı ne Levinas, ne Derrida ne Merleau-Ponty, ne Foucault sergiler. Rölativizm suçlamasına karşı, Fransız fenomenolojisinin arkasındaki başlıca figürlerden birisi olan Heidegger’in hakikat tartışmasını ciddiye almak gerekir. Bu tartışma, teorik tavırdaki bilincin gözönüne alıp betimlediği nesne hakkındaki önermesinin tecrübeye uygunluğu anlamındaki doğruluğu yadsımaz; ama bunun hakikatin ilksel varlığı, ilk anlamı olduğuna karşı çıkar. Ayrıca rölativizm tam olarak nedir, onu da tanımlamak gerek. Heidegger doğruyu bilme ile ilişkili olarak, ancak Dasein varsa, bir örtüsünü açan varsa bir örtüsü açılan olabilir diyor. Bu rölativizm değildir, yönelimselliğin bir gereğidir. Merleau-Ponty de rölativist değildir, o da özne nesne ikiliğiyle çalışan bilimi yaşam dünyasına, algının dünyasına geri dönerek temellendirmeyi hedefler. Önce “post-modernizm” adı altından bir dizi konumu bir araya getiren, sonra da toptan reddetmeye çalışan söylemden şüphelenmek gerekir. Judith Butler’ın vurguladığı gibi, Lyotard’ı paradigmatik olarak ele almak, farklı kuramları bir gösterge altında bir araya getirmek, onları “sömürgeleştirmek ve evcilleştirmek, sentetik bir biçimde, ustalıkla aynı başlık altında toplamak, özgüllüklerini tanımayı reddet- mek, karşı sal efe bir tür lüğün Frans bana b Ze Te 2 Jud dizi mat gös Anl rin” silm ni t da b gerç düş lece min gem su” tan da , dilin koşur gösu bağin tekn kay- isi de sunan öylem matikkunada bir goes); Merleransız eidegteorik önerz; ama Ayrıca degger üsünü ir, yör, o da dünya- araya enmek k olarmek, de, useddet- ÖNSÖZ 15 mek, onları okumamak, dikkatlice okumamak”tır.2 Postmodernizme karşı yapılan eleştirilerde, Butler’ın da vurguladığı gibi, bir “kavramsal efendilik” havası, önce bir hile yapıp sonra kendisini tebrik eden bir tür iktidar var. Onunla mücadele etmenin yolu, bağlamların özgüllüğüne, farklılığa geri dönmektir. Ancak böyle bir yaklaşım, çağdaş Fransız düşüncesinin devrimciliğini doğru yargılayabilir. Bu seçki bana bu yolda atılmış bir adım gibi görünüyor. Zeynep Direk Temmuz 2004 2 Judith Butler şöyle yazıyor: “Eğer Lyotard bu terimi kullanıyorsa, Lyotard’ı bir dizi yazarla birlikte aynı gruba koymak zor değilse, ve onun eserlerinde problematik bir alıntı bulunmuşsa, bu alıntı post-modernizmin örneği, bütününün bir göstergesi olarak kullanılabilir mi? Anladığım kadarıyla post-modernizmin projesinin bir parçası, bu tür “örneklerin” ve “paradigmalar”ın anlatılmaya çalışılan şeyi tahakküm altına almaya ve silmeye yeltendiklerini göstermek, bunu sorgulamaktır. Zira burada “bütün”, yani tahmin edilen genişliğiyle post-modernizmin alanı, bütünün bir numunesi ya da belirtisi olarak ele alınan örnekle etkili bir biçimde üretilmiş bulunmaktadır; gerçekte, eğer Lyotard örneğinde post-modernizmin bir temsilini bulduğumuzu düşünüyorsak, örneği alanın tümünün yerine geçmeye zorlamış oluruz ve böylece tüm bir alanı, eleştirmenin okumayı seçtiği bir metnin “post-modern” terimini kendisine uyan bir biçimde kullanan bir parçasına şiddet kullanarak indirgemiş oluruz.” Bkz.: “Olumsal Temeller: Feminizm ve “Post-modernizm” Sorusu”, Çev.: Zeynep Direk, felsefelogos, no: 15 2001/3, s. 21.