ALTIkişi ALTIkadraj
Transkript
ALTIkişi ALTIkadraj
ALTIkişi ALTIkadraj AYŞEcoşkun CEYDAZEYNEPkoyuncu İLKERcabi KADRİYEsoysal MELİSMİNEşener ŞENERsoysal ALTI KİŞİ ALTI KADRAJ YAZANLAR.. AYŞEcoşkun CEYDAZEYNEPkoyuncu İLKERcabi KADRİYEsoysal MELİSMİNEşener ŞENERsoysal PROJE CEYDAZEYNEPkoyuncu ŞENERsoysal FOTOĞRAFLAR CEYDAZEYNEPkoyuncu GÜLSUşimşek KADRİYEsoysal ŞENERsoysal DÜZELTİ BAŞAKFULYAkumkumoğlu SAYFA TASARIM ŞENERsoysal ALTIkişi ALTIkadraj DENEYSEL / ÖYKÜ ŞUBAT2008 İLETİŞİM http://kurraa.blogspot.com 2 ÖNSÖZ YEDİKİŞİYEDİKADRAJ’I YAPARKEN İMKANSIZ BİR ZAR ATMAMIZ GEREKİYORDU. OYUNU KAZANMAK İÇİN GEREKEN TEK ZAR 7-7 İDİ. BU SEFER İSE OYUNU NORMAL BİR ZARLA DA KAZANABİLECEK DURUMDAYIZ. MESELA BİR 6-6… AMA BU SEFER DE KARŞIMIZA BİR OLASILIK ÇIKIYOR. İMKAN DAHİLİNDE OLAN BİR ÇİFT TAVLA ZARININ ALTI ALTI GELME İHTİMALİ OLAN ‘OTUZALTIDA BİR’İ TUTTURMAK ZORUNDAYIZ. BUNUN İÇİN YİNE FARKLI İŞ KOLLARINDAN, FARKLI YAŞLARDA ALTI KİŞİ BİR ARAYA GELDİK. BİRBİRİMİZIN YAZDIKLARINI PROJE SONUÇLANANA KADAR GÖRMEDİK. BÖYLECE BİRBİRİMİZDEN, YAZDIKLARIMIZDAN ETKİLENMEDİK. HER FOTOĞRAFA YAZI İÇİN KENDİMİZİ DÖRT GÜNLÜK SÜRE İLE KISITLADIK. ÜSTELİK TÜM FOTOĞRAFLARIN METİNLERİNİ KENDİ İÇLERİNDE BAĞIMSIZ AMA GENEL OLARAK BİR BÜTÜNLÜK İÇİNDE YAZMA ÇABASINA GİREREK OLASILIĞI TUTTURMA ŞANSIMIZI ARTIRMAYA ÇALIŞTIK. BÖYLECE ALTIkişiALTIkadraj ORTAYA ÇIKTI. İŞTE BU KİTAP, ZAR ATIP ALTI ALTI GETİRME OLASILIĞININ OTUZ ALTIDA BİR OLDUĞUNUN FARKINDA OLAN VE BU CİDDİYETLE ÜRETENLERİN OLUŞTURDUĞU BİR ÜRÜNDÜR. ALTIkişi ALTIkadraj AYŞEcoşkun CEYDAZEYNEPkoyuncu İLKERcabi KADRİYEsoysal MELİSMİNEşener ŞENERsoysal 3 AÇIKLAMA TÜM YAZARLAR FOTOĞRAFLARI KENDİLERİNCE YORUMLADIKLARI GİBİ BU FOTOĞRAFLARI KURGULAYIP TÜM YAZDIKLARININ BÜTÜNLÜK OLUŞTURMASINI DA KENDİLERİNCE BİR ÜSLUPLA YAPTILAR. BAZI YAZARLARIMIZ BAŞTAN AŞAĞI BİR ÖYKÜ YAPARKEN, BAZILARIMIZ HER BİR FOTOĞRAFA DEĞİŞİK METİNLER YAZDILAR VE BU METİNLERİN TÜM FOTOĞRAFLAR BİTİNCE ASLINDA BİR BÜTÜNÜ SİMGELEDİĞİNİ GÖSTERDİLER. BU NEDENLE TÜM METİNLERİN KENDİ İSİMLERİ OLDUĞU GİBİ ALTI METİNİN OLUŞTURDUĞU ÖYKÜNÜN TÜMÜNÜN DE BİR BAŞLIĞI VAR. YANİ ALTI ALTI, BAŞLIK VE ALT BAŞLIKLAR ÇERÇEVESİNDE OLUŞMUŞ, YAZARLARIN METİNLERİNİN KENDİ İÇİNDE BİRBİRİYLE İLİNTİLİ OLDUĞU BİR KİTAPTIR. AYŞE COŞKUN yarım milatlık adam CEYDA ZEYNEP KOYUNCU o gün İLKER CABİ akamayan sözlerim KADRİYE SOYSAL bizim evimiz MELİS MİNE ŞENER okumayı bilene satır arası dostluk öyküleri ŞENER SOYSAL oyun ile gerçek arası bir benlik savaşı 4 kişi ALTI kadraj ALTI AYŞE COŞKUN esat’ın FOTOĞRAFbir ailesi | CEYDA ZEYNEP KOYUNCU o gün, sekiz ocak | İLKER CABİ bir kuş havalandı | KADRİYE SOYSAL pişti | MELİS MİNE ŞENER saat kaç | ŞENER SOYSAL ben ile yorgunluğum… ve ölüm 5 FOTOĞRAFbir | ALTIkişi ALTIkadraj esat’ın ailesi AYŞE COŞKUN Burada buluşacaktık, bundan eminim. Yüzlerce kez kontrol ettim; dördüncü peron, bahçeye bakan pencerenin önündeki bank. Burada buluşacaktık ve onun çoktan gelmiş olması lazımdı. Bu sefer de aldatacak mı beni? Geleceğine söz verdi ama… Hem çağıran da kendisi… Ama sanki daha önceleri böyle olmadı mı? Kaçıncı peron beklemesi bu, kaçıncı uçağı kaçırma, kaçıncı öylece kalakalma hali. Bunları düşünmemeliyim; gelecek, elbette gelecek. Hem kendisi çağırmadı mı? Elbette oradaydım da, aklım neredeydi? Neden hepsi sanki başka birinin hayatı gibi geliyor bana? Ve Sema, birlikte oyunlar oynadığımız, üniversite mezuniyetinde diplomasını aldıktan sonra ilk benim kollarıma atılıp “ Bitirdim işte, ben de doktor oldum ağabeyciğim” diyen Sema’ya ne oldu da bunca zamandır o peron senin bu havaalanı benim buluşup, bir miktar nakit ve bir miktar giysi aktarması yapmak için görüşür hale geldik. Başak saçlı, nazlı kardeşime ne oldu da uzaklaşıverdi bizden. Onu bekleme, özleme ve merak etme yaşımın geçmiş olmasını diliyorum her sene doğum günümde mumları üflerken. Aslında çok umurumda değil doğum günleri ama ya işyerinden arkadaşlar ya da ne bileyim, eşim dostum gene bir yolunu bulup sürpriz parti hazırlıyorlar bana. Her seferinde şaşırmış gibi davranmak zorunda hissediyorum kendimi. Yarım asrı aştım, herhalde hayatımda bunca sıkıldığım başka bir şey olmamıştır. Ama diyorum ya, gene de engel olamıyor insan. Söylensen de, binlerce kere tembih etsen de engel olamıyorsun, olduğunda da huysuz ihtiyar sınıfına giriyorsun ki en fenası bu. Hangi arada bunca yaşlandım ben, hangi arada yaşandı onca şey. Bana daha dün gibi gelirken Nurten’le tanışmamız, hangi arada evlendik? Ezgi, kollarımda uyuyan biricik kızım, hangi ara büyüdü de evleniverdi? Tüm bunlar olurken ben neredeydim? Sorsan; her şeyin suçlusu annem, ama o da öleli altı sene oldu. Tutup kadına mezarında hesap soracak değiliz ya! Ki ben her şeyin suçlusunun o olduğuna da inanmıyorum zaten; evet biraz dağınık ve pasaklı bir kadındı belki, hayatı günü gününe yaşayan, eğlencesi bol, dostları hiç eksik olmayan, ama biraz beceriksiz, biraz sakar… Evet, anneme benzedim, biliyorum. Bunca yıl anne ve babam gibi olmayacağım dedim, benim çocuklarım ben ve kardeşimin yaşadıklarını yaşamasın dedim ve aynı onlar gibi hiçbir hırsı olmayan, hayatın içinde, oğlum Erdem’in dediği gibi dersek, “öğütülmeye mahkûm” olan biri oldum. Ama bu risksiz hayat hep mutluluk verdi bana ve Nurten ve çocuklarıma da, sanıyorum. Ne bileyim, doğum günlerinde birlikteydik işte, yılbaşlarında “Hanım ben mesaiye kalıyorum” diye aramadım, bir kez bile. Ne bir 6 mezuniyet törenini ne de bir veli toplantısını kaçırdım, Nurten’le birlikte gittik hepsine. İstemedim, çocuklarım babaları için daha öncelikli gibi görünebilecek bir şeyler altında ezilmesin. İstemedim, Nurten çocuklarını tek başına yetiştirmek zorunda kalmasın. Ezgi’nin yüzme kursuna hep ikimiz gittik mesela. Ki hiç de pişman değilim, balık ruhlu kızımı, deniz kızı kızımı o mavi suları yara yara kulaç atarken görmek; hiçbir tahvilin, bononun, hiçbir ek gelirin ya da hiçbir briç oyununun keyfiyle kıyaslanmayacak bir mutluluk verdi bana. Şiir yazdıysam da ona yazdım, gözlerimi o mavi sularda biraz olsun dinlendirebildiysem de bu onun sayesinde oldu. Ya da Erdem’in basketbol maçları ya da kolej sınavları öncesi gidilen ve hep nefret edilen o matematik, fizik dersleri... Dershane kapılarında onları beklerken, adam olmaya niyetleri var gibi ama hiçbir yeri kazanamasalar da dert değil, onlar benim çocuklarım ve onları her halleriyle seviyorum, diye düşünür ve kendimi büyük beklentilere sokmamaya çalışırdım. İkisi de iyi çocuklar oldu neyse ki, kızım sanki biraz halasına benzedi diye düşünürüm ben. Haylaz, uçarı ama sevgi dolu ve candan. Öyle çok büyük başarıların ve iddialı sözlerin adamı olmayıp, tanıyana kadar belki biraz uzak ama tanıdıktan sonra derinden kendini sevdiren ve vazgeçilmeyen biri haline gelen... Erdem daha disiplinli bir çocuk oldu her zaman. Hep kendinden beklenenleri eksiksiz yerine getirdi ve tam da kendisinden beklendiği gibi okuldan sonra önce askere gitti, sonra iş buldu ve hemen ardından evlendi. Ona sorsan en mutlumuz o, en başarılımız, her şeyin en çok keyfini sürenimiz. Ama bir şeyler eksik kaldı onda, biliyorum. Neşe eksik kaldı mesela, heyecan, biraz olsun tutku. Tamam, çok başarılı bir iş adamı oldu ve pek çok riskli karar vererek, bir önceki işinden ayrılıp bir süre işsiz kalmayı göze alarak almakta olduğu maaşı hak etmediğini gösterdi, ama bu kadar. Kısa bir süre sonra bir başka firmadan gelen bir teklifi kabul ettiğinde tüm o risk kelimeleri uçup gitti. Ya aşk, dedim ona, karımı seviyorum ben baba, dedi. Evlenirken de sormuştum, aşık mısın bu kıza oğlum, diye; seviyoruz birbirimizi, demişti ve ben ona sevmek ile onsuz hayatını yaşayamayacakmış, nefes alamayacakmış gibi hissetmenin aynı şey olmadığını söylemiştim. Hoş şimdi hakkını da yemeyelim; gül gibi bir kızla evlendi, üniversitenin birinci sınıfında tanışıp okul bitene kadar bir günü bile ayrı geçirmeden yaşayıp evlendiler. Gelinimin adı Seher, ne güzel ismin var demiştim de getirdiğinde Erdem, “Babam koymuş efendim.” demişti. “Pek zevkli bir adam olmalı baban.” dedim, gerçekten de hoş insanlar çıktılar, bir kez bile husumet olmadı aramızda. Kaç senedir de evlilerdir, Erdem ve Seher, ne bir sesin yükseldiğini duydum aralarında ne bir kırgınlıklarına tanık oldum. Nurten’le ben böyle değildik. Ona sorsan benim huysuzluklarım, bana sorsan onun alınganlıkları, ama ne çok didiştik bunca yıl. Yakın arkadaşlar, bu sefer kesin bitti dediğimizde bile gülerlerdi halimize. Ne o evi terk etti ne ben, bir kez bile. Küstüğümüzde, en ateşli kavgalarımızı bile yaptığımızda, birbirimize sırtımızı dönüp aynı yatakta uyuduk, kimseler inanmıyordu ya ayrılabileceğimize, herhalde evvela biz inanmıyorduk. Ben onu çok sevdim ve o da beni sevdi, biliyorum bunu. Ve bizim birbirimizi 7 seviyor oluşumuz benciklerimizin önünde durdu her zaman. Bu sabah bile “Belki alır eve getiririm onu.” dedim Sema için, onu görmenin Nurten’i de çok rahatsız ettiğini biliyorum oysa, ağzını açıp tek kelime etmedi. Benim patavatsız kardeşim, kaç kez neler demiş kadıncağıza da, söylediklerinin pek çoğunu ben ne kadar sonra öğrendim. Nurten bir kere ağzını açıp bir şey demedi. Biliyordu, benim Sema’nın yokluğuna da küslüğüne de dayanamayacağımı, adı gibi biliyordu. Ama ben Sema’yı tutamadım işte, oradan oraya yaprak gibi savrulurken canım kardeşim, dur burada, gel birlikte halledelim nerede, ne ise sorun diyemedim. Böyle garlarda bekleyen orta yaşlı, endişeli bir adama dönüştüysem, bu musibetin en baş suçlusu işte bu yüzden benim… 8 FOTOĞRAFbir | ALTIkişi ALTIkadraj o gün, sekiz ocak CEYDA ZEYNEP KOYUNCU “Alihsan Efendi Alihsan Efendiii…”; işte 6 numaradaki Hatice Hanım. Sakın haberi olmasın “Hatice” diyebildiğimden. Çünkü o ne zaman beni böyle çağırsa ben de inadına “Buyurun Hatçe Hanım, ne vardı?” diye çıkıyorum yukarı. Kara kuru bir kadın bu Hatice Hanım. Öyle az yediğinden, kendine baktığından falan değil ha! Bizim oralarda çok söylenir, dünyaları yemesine rağmen sıskaysa kişi, asabiyet vardır kanında! Mikrop gibi emer adamı, kurutur alimallah! İşte buyurun Hatice Hanım! “Hatçe” lafını duyunca birbirine küsmüş gibi yüzünün iki ayrı ucunda duran gözleri daha da ayrılıyor birbirinden. Gülüyor da görünürde, seğirip ele veriyor sinirini üst dudağı, kocaman kocaman olan burun delikleri yerde duran bir topak havmışım gibi içine alıverecek sanki beni! “Hatçe denmez!” diyor, heceliyor vurgulayarak; “Haa-tiii-ceee -yetmez hadi bir dahahaaa-tiiii-ceee, bir öğrenemedin gitti şunu Alihsan Efendi.”. “Alihsan denmez” diyorum içimden, “Bir öğrenemediniz gitti şunu!”. “Ali” deyip bekliyorum önce, bekliyorum ki “Ali” arayı açsın sonra “İhsan” diyorum, “Halbuki sizin Hatice’nizdeki i de benim Ali İhsan’ımdaki i de aynı alfabenin harfi.”. ben çalıyorum kapısını “Bir ihtiyacın var mı?” diye sormak için. Eskiden beri hep aklımdan geçerdi de Nur Hayat Hanım Teyze’yle tanışınca şüphem kalmadı. İnsanın kaderi kendisine verilen isimde saklı! Bakın bana mesela, şu ekonomik adımla en başından belliymiş sanki ilerde bir gün hizmet sektörünün bir neferi olacağım; “Alihsan Efendi bir gazte, bir kg lık bir yoğurt, on ikilik yumurta …” ya da “Alihsan oğlum girişteki masaya iki ekmek arası iki ayran, birinin acısı bol olsun haaa!”, belki de “Alihsan bi koşu git sor gel bakalım, Mehmet Usta’da buna uygun anahtar var mıymış?”. O ise hem yaşamın ta kendisi, hem ışığın ta kendisi! Bir de demeden geçemem, torunları ziyaretine geldiği vakit bir aşure yapıyor ki sormayın. Fasulyesi karar, nohudu, üzümü, kayısısı... Her şeyi karar. “Ali İhsan Bey oğlum” diyor, “Aşurenin püf noktası, ekşiyle tatlıyı dengelemek. Yoksa yok başka numarası.”. “Yaşam gibi ha!” diyorum, “Yaşa be!” diyor, “Ne güzel dedin!”. Yalnız arada bir tutturduğu bir türkü var ki, ışıktan çok karanlıkta kalmış, yaşamdan ziyade ölüme değiyor sözleri… Bilemiyorum nasıl başarıyor böylesine içten söylemeyi. “Ali İhsan Bey oğlum, Ali İhsan Bey oğlum…”; bu 5 numaradaki Nur Hayat Hanım Teyze. İkişer üçer atlayarak çıkıyorum basamakları. Duymak bile iyi geliyor, o kadar ki, bazen o seslenmese bile “Ali’cim İhsan’cım koçum yav nerdesin?”, “Koş gel be aslanım, acele lazımsın”; 4 numara! Reklamcı Muhi Bey. Uzunca bir süre ismini anlamaya çalıştım. Eziyet oldu bana. Biraz kaba saba görünse de 9 dışarıdan, çok matrak adamdır, bakmayın. “Rahat ol be koçum!” dedi bir gün elini omzuma vurup, “İsmimi çözemedin sen di mi? Anlamaz mıyım? Anladım tabi! Ne büyük sıkıntıdır karşındakine ne diyeceğini bilememek. Hitap kısmı lokomotifidir bir konuşmanın, o yola çıkamayınca vagonlar birikir de birikir arkada. Bak lafa daldık yine. Arkadaş gelecek. Biraz çerez, bira, şarap, karışık bir şeyler kapıp gelsen aşağıdan da öyle devam etsek muhabbete...”. Muhabbet en sevdiği şey Muhi Bey’in, bir de evine gelip giden sayısız “arkadaş”ları. Kırlaşmaya başlamış sakalı ve bıyığının arasında bembeyaz duran sigarasının bittiğini fark etmeyecek kadar zamanı unutuyor bazen konuşurken. Belki de unutmak için konuşuyor, unutmak için sevmeye çalışıyor hiç tanımadığı kadınları… O gün beni çıkardılar ilk önce göçüğün altından. Sonra Hatice Hanım çıktı, ardından reklamcı Muhi Bey ve Nur Hayat Hanım Teyze. Onları kaldırımın kenarına yan yana yatırdılar. Anlatmak istemedim ben, kendilerine sorun dedim kim olduklarını ama zorla anlattırdılar. Sonra siyah poşetlerinin naylon ceplerine, yazdıkları kağıtları koydular. Belki de Hatice Hanım’ınkine “asabi” Nur Hayat Hanım Teyze’ninkine “hayat dolu” Muhi Bey’inkine ise “unutamamış” yazdılar. Alıp götürdüler onları, ben kaldım. “Artık anlatmana gerek yok” dediler ama ben anlatmaya devam ettim. Size anlattığım sırayla, durmadan. Defalarca anlattım 6 numarayı, 5 numarayı, 4 numarayı,… Sanırım buraya da ondan getirdiler beni. Beni ve iki gün sonra bulabildikleri Faik Amca’yı. Faik Amca’nın kim olduğunu onlara demedim. Size söylesem… Sır saklar mısınız? Saklayın lütfen. “ ” işte bu da 3 numaradaki Faik Amca. Tuhaf adamın biri. Nerdeyse şu son bir aydır hiç konuştuğunu görmedim. Beşe on boyutlarında kesilmiş küçük kağıtlara yazıyor isteklerini. Gözleri şaşı olan biriyle konuşurken nereye bakacağını bilememesi gibi insanın, Faik Amca elime uzatınca küçük istek kağıtlarını, başlarda ne diyeceğimi bilemedim. Sonraları ön yüzüne “bir kalıp beyaz peynir, bir cumhuriyet” yazdığı küçük kağıtların arka yüzüne “bu gün hava kul sevindiren cinsten, çıkıp dolaşmalı biraz akşam inmeden” gibi kafiyeli cümleler yazmaya başladı. Artık o yazıyor bana uzatıyordu, ben yazıp ona uzatıyordum. Tatlı bir yarış başladı aramızda. Günün koşullarına en uygun ve en fiyakalı kafiyeyi bulan kazanıyordu. Ödül, Faik Amca’nın köşe başını gören cam kenarındaki koltuklarında karşılıklı oturup içtiğimiz birer fincan türk kahvesiydi. Kaybeden pişiriyordu kahveyi. Onlar epey uğraştılar konuşturmak için Faik Amca’yı. Ne yalan söyleyeyim buraya yalnız gelmek istemedim. Kaşla göz arasında yazıştık Faik Amca’yla. O da çok parlak buldu bu fikrimi. Bana sorduklarında dedim ki “O günden önce çok konuşkandı, sürekli anlatır anlattırırdı, onu bir gün böylesine suskun göreceksin deseler inanmazdım.” Onlar inandı. Artık bu banklarda içiyoruz kahvemizi, yine başbaşa. Yazmayı seviyoruz ikimiz de. Yazmadığımız zamanlarda yazmak için beşe on boyutlarında kağıtlar kesiyoruz. 10 Arada kontrolden geçiriyorlar bizi. Gelişimimizi dosyalara işliyorlar. Sanırım benimkinde “Sürekli konuşuyor” Faik Amca’nınkinde “Hiç konuşmuyor” yazıyor. Bir de ortak dosyamız var, içinde muhtemelen “Durmadan yazıyorlar” yazan. “Ali Bey, Ali Bey” İşte Faik Amca’nın kontolü bitti şimdi beni çağırıyorlar. Son bir şey daha diyeyim gitmeden. Faik Amca konuşamayınca o gün bana sordular adını, Faik Amca’ya baktım, madem dedik bir delilik yapıyoruz tam olsun. “İhsan” dedim “amcanın adı. Benimki Ali, onunki İhsan” Artık siz de bu küçük oyunumuzun bir parçasısınız, rica ederim bir pot kırmayın. Biraz beşe onluk kağıt vereyim size, belki ben yokken biraz da İhsan Amca’yla laflarsınız. 11 FOTOĞRAFbir | ALTIkişi ALTIkadraj bir kuş havalandı İLKER CABİ Uçağın birazdan havalanacak. Seni ayakta yolcu eden, her şeye rağmen güçlü olan ‘ben’in şimdi tek başına bu banka çökmüş, olan bitenle hesaplaşıyor olduğunu görsen gitmezdin. Koşar adım gelirdin. Belki de anlamlandıramaz, geçer giderdin. Yüreğin korkusu dili kilitledi, bugün kal demek yerine cesaretlendirmek gerekti seni. Sana ihtiyacım olduğu gerçeği, seni bekleyen geleceğin parıltısı karşısında sönük kaldı, üstelik senin kendinle baş başa kalmak isteğin, yenik düştüğün aşk hikayende onarmak istediğin yaraların vardı. Yine geç kaldım, yetişemedim aşk’a… Gözlerimle anlatabilseydim gözlerinle beklediğin gerçeği. Sustum, korktum, sustum yine… Şu önümde sararmakta olan ağaçların oldukça uzağından havalanacak, seni benden uzaklara taşıyacak olan uçak, beraberinde yüreğimdeki kuş çırpınarak uzaklaşacak benden.. tek ümidim kuş benden yeterince uzaklaştığında her şeyin daha katlanılabilir olması.. henüz söylemediğin gerçeklere katlanmak ne garip.. Biliyorum ki geçecek olan yıllar aramızda bu ağaçlar gibi mesafeler, geçilmez engeller yaratacak… döndüğünde yeni biz’ler, yeni ailelerimizle karşılayacağız birbirimizi... söylenmemiş gerçek benim içimde büyüyecek, sense habersiz olduğun garip duygularımın gelgitleri ile savaşacaksın belki.. benim ne çok değiştiğimi, mutsuz bir evlilik yaptığımı sanacak, üzüleceksin belki. Lütfen geri dönme.. Seçtiğin bu yol ayrımının sonuna kadar yürü.. seçimler vazgeçişlerdir, vazgeçtiklerine acı yaşatmamak adına tekrar gelme… her ne kadar yaptığının bir seçim olduğunu bilmesen de.. ne olur geri dönme… Önümdeki büyük camlar gözlerime sunulan dünyayı karelere ayırıyor, bu karelerin bir kaçının içinden hızla geçip gideceksin, bense senin izlerin olmayan karelerde yeni bir hayat kurmalıyım.. bunu geleceğini kaçırmış, tekrar aynı şeyleri yaşamaktan korkan biri olarak oldukça hızlı yapmalıyım. Ve beklediğim an geldi, uçağın sağ üst köşedeki açıklıktan uzaklaştı… Sadece bir kare, hayatımdan çalınan... Kalan kareler sık orman, çetin bir yaşam… 12 Aklımdaki düşünceleri kovmaya çalışarak arabaya doğru ilerliyorum şimdi, uzun zamandır ağlayamıyorum, sen de biliyorsun. Hava sonbahar ılıklığında, ciğerlerime çekiyorum. İçindeki serinlik yüreğimi hafifletiyor. Güzel, işte bunu sevdim! Kontağı çeviriyorum. Amaçsızca yüklenmeli gaz pedalına yakıt bitene kadar gitmeli bir yerlere, ama yeni bir yer olmalı, eskilerden mümkünse kaçmalı. Biraz müzik dinlemeli belki. CD çalarımın düğmesine basıyorum, ama yapma İlhan Abi, şimdi hiç sırası değil! “Sensizliğin acısını sen nereden bileceksin, sen hiç sensiz kalmadın ki...” 13 FOTOĞRAFbir pişti | ALTIkişi ALTIkadraj KADRİYE SOYSAL Banyodayım; uyanmak için yüzümü soğuk suyla yıkıyorum. Yüzümdeki çizgilere dokunmadan yüzüme suyu bırakıp ellerimi yeniden suyla dolduruyorum, yeniden yüzüme çarpıyorum suyu. Kırışıklıklarımı her hissettiğimde huzursuzlanıyorum, korkuyorum. Aynada yüzüme bakıyorum, hafifçe sağa sola dönerek profilime bakmaya çalışıyorum. Merakımı giderecek kadar göremiyorum bile. Ne arkam ne sağım ne de solum var. Sadece önümü görebiliyorum. Acaba arkamdan biri baktığında ne düşünüyor merak ediyorum. Hafif kırlaşmış saçlar, kambur bir yürüyüş, giymekten dizi çıkmış bir pantolon... Herhalde artık kimse yüzümü görmek için meraklanmıyordur. Zaten yüzümde yıllardır biriktirdiğim acılar ve yorgunluklar görünüyordur. Saçlarımın arkasını yeniden tarıyorum; pantolonumun ütüsüne bakıyorum. Yıllarımı geçirdiğim kahvehaneye gidip kafamı dağıtayım diyorum. Sigara dumanını çekiyorum içime; başım dönüyor, düşüncelerim dağılıyor. Kendimi pişti masasında buluyorum. İlk el, elimde kağıtlar; kağıtlar oynamaktan eskimiş, kayganlığını yitirmiş, kenarları kopmuş. Bir papaz, vale ve önemsiz iki kağıt gelmiş bana. Papaza bakıyorum, aynada kendi yansımamı görüyor gibiyim. Arkası olmayan, değeri olmayan, yalnız ve ayakta zor duran bu koca adam bana bakıyor. Masaya bırakıyorum dik durabilsin diye umarak... Nafile; papaz önüme yıkılıyor. Yandaki arkadaş dürtünce kendime geliyorum. Sıra bendeymiş, papazı ortaya bırakıyorum. Sırası olan arkadaş “Pişti!” diye bağırıyor. Şu basit oyunda bile kaybeden oluyorum, hayatta da kaybedenim… 14 FOTOĞRAFbir saat kaç | ALTIkişi ALTIkadraj MELİS MİNE ŞENER Duvardaki büyük saat on biri vurdu. Güneş apaydınlık yapıyor her yeri. Dışarısı yemyeşil. Yosunlar gibi, denizler gibi… Ağaçlar, orman gibi. Aklımda bir soru yankılandı: “Saat kaç?” İlkokula başladığım günü unutamam. 7 yaşındaydım. Annem beni güzelce giydirmiş, sırtıma sarı – kırmızılı sırt çantamı takıp elimden tutarak benimle birlikte yola koyulmuştu. Benden 3 yaş büyük ve sürekli onun gibi olmak istediğim ağabeyim zaten benim gideceğim okula gidiyordu ama annem “Bu Levent’in ilk sabahı, ben götüreceğim, yarın, öbür gün, diğer günler zaten birlikte gidersiniz.” diyerek ağabeyimi yollamıştı bile çoktan. Dedim ya, ağabeyime çok özenirdim, hep onun gibi olmak isterdim diye; işte bu okula gitme işi de bu fikrin bir bölümü gibi olduğu için çok sevinçliydim. Annelerinden ayrılamayan çocukların aksine, ağlamıyordum ben. Neredeyse tüm çocuklar ağlıyordu sınıfta. Bir o, bir de ben sessizdik. Sarı saçları dikkatlice örülmüştü belli, ama yine de düzgün durmayan kurdelesi – ki beyazdı kurdele – bu işte bir tuhaflık olduğunu ele veriyordu. Ağlamıyordu. Gözleri misketler gibiydi. Ahmet’le, ağabeyimle yani, paylaşamadığımız tek şey olan misketler gibi. Yeşil. Deniz gibi. Yosun gibi. Ağaç gibi. Yeşil. O da beni fark etti çok geçmeden. Ben gülümsedim, kaçamak. O yüzüme baktı sadece. Hep öyle bakardı zaten, hep öyle baktı. Kocaman gözleriyle, dosdoğru... Korkusuz… Yeşil… Sonra öğretmen geldi yanıma. Elini uzattı. “Gel bakalım, seni de oturtalım. Ne güzel, ne uslu bir çocuksun sen. Hiç de ağlamazmışsın aferin, adın ne senin?” dedi. Ya da bunları demiş olmalı. Aradan çok yıllar geçti, bilemem belki tam olarak kelimeleri. Soldan dördüncü sıraya oturttu beni. Yanımdaki kıvırcık saçlı çocuk ağlayıp duruyordu. Kerem. Sonraki yıllarda da ağladı… Kerem hep sulu göz oldu zaten. “Kerem, bak Levent hiç ağlıyor mu? Ağlama artık sende… Bak, bir sürü arkadaşın olacak burada.” Bu da böyle söylenmemiş olabilir. Hatırlamıyorum tam. 20 yıl olmuş. Geçmiş gün. Ama o yeşil gözleri unutmamışsın derseniz; unutmadım, haklısınız. Birkaç öğrenciden sonra onu da benim önümdeki sıraya oturtuverdi öğretmen. O eğreti beyaz kurdele önümdeydi işte. Etrafıma bakacak vakti bile bulamadan öğretmen tekrar konuştu. “Şimdi herkes etrafındakilerle tanışsın” manasında bir şeyler söyledi. Ben Kerem’le tanışmıştım zaten. O sırada döndü beyaz kurdeleli o baş. “Aslı” dedi. “Benim adım Aslı” – Bakın bunu tam olarak da böyle dedi, eminim. Kaç sene geçse de unutmam bunu. “Levent” dedim gururla. Kerem 15 burnunu çekti. Ağlamaya devam edecekti belli ki. “Bu da Kerem” Aslı ile Kerem hikâyesi demesin kimse, o kadar çok duydum ki bunu, sırf bu yüzden Kerem’e sinirlendiğim çok oldu birlikte geçen yıllar boyunca. Oysa Kerem ile Aslı diye bir şey yoktu, hiç olmadı. O ilk gün, böylece tanıştık işte Aslı ile. Aradan geçen yıllarda üç tekerlekli bir bisiklet gibi dolaştık biz. Aslı nereye, Kerem’le ben de oraya. Kerem sulu gözlülüğe devam etti olur olmaz, bense “erkek adam ağlamaz” ya, o sebeple hep sakladım ağladığımı. Aslı mı? Aslı hiç ağlamaz. Çok az gördüm onun ağladığını ben. Bir şeye üzülürse susar sadece o. Ağlamaz. Durgunlaşır biraz. Sonra sanki içinden ona kadar saymış da, sonra iyileşmiş gibi, yüzü yavaş yavaş aydınlanır. Hiçbir şey olmamış gibi devam eder her ne yapıyorsa. Aradan zaman geçip biz büyüdükçe ve dostluğumuz yıllarla perçinlendikçe daha çok tanıdım onu ve sevdim. Siz söyleyin, ilk aşkını unutur mu insan? Hele ki ilkokuldan bu yana süren bir aşkı? İnsan ilk gördüğü an vurulduysa sevdiğine, ilk bakışından ilk söylediği söze, en sevdiği yiyecekten sıkılınca yüzünün aldığı ifadeye, her şeyini ezberine almaz mı? Nasıl unutabilirim ki ben o zaman? Ortaokula başladığımız zaman yan yana oturmak istiyordum aslında ama onun boyu benden uzundu henüz. Kızlar erken boy atıyordu maalesef ve zaten Kerem ayrı oturursak muhtemelen ağlardı. Yine önlü – arkalı, bu kez biz önde Aslı arkada, oturduk. Yine hep birlikteydik. Sonra bir gün sordum. Niye hiç ağlamadığını... “Hayatta her şeye ağlanmaz, gözyaşımız o kadar çok değil ki, biter” dedi. “Hatırlıyor musun?” dedim, “ilkokula başladığımız o gün de herkes ağlarken sen hiç ağlamamıştın.” “Sen de ağlamamıştın” dedi. O an içimdeki mutluluk nasıldı tarif edemem galiba, Aslı’yı ilk öptüğüm günkü gibi desem, değil. Ondan bile büyüktü… O da benim gibi, benim onu fark ettiğim gibi, o da beni ilk anda fark etmişti demek. “Abim gibi okula gittiğim için sevinçliydim çünkü ben” dedim, muzaffer bir edayla. - Sen nasıl oldu da hiç ağlamadın? - Boş ver, ağlamamışım işte… Hem biliyorsun, ağlamam ben. - Ama sen kızsın. - Eee? Kızlar ağlar mı ille? - Erkekler ağlamaz, ama kızlar ağlayabilir… - Peki ya Kerem n’olacak? Güldüm, denecek bir şey yoktu ki… - O başka. - Neyse ne işte... Boş ver, ağlamadıysam ağlamadım. İşin içine Aslı girince her şeyi hatırladığıma kızmayın, böyleyim ben. Sebebini söyledim size. Aradan geçen zaman bizi lise yıllarına getirdi. Neden ağlamadığını hala öğrenememiştim Aslı’nın. Ama onunla ilgili hemen her şeyi biliyor ve zaten her şeyi onunla yapıyordum. Ödevleri onunla hazırlıyorduk. Sınavlara onunla çalışıyorduk. Sinemaya birlikte gidiyorduk. En çok hangi yemeği sever, annemin yaptığı elmalı kurabiyelerden yerken gözlerinde nasıl bir ışıltı olur, en çok hangi renkleri sever, hangi filmlerde nelere güler… Kerem de hep bizimle 16 birlikteydi tabi. Ama mevzubahis Aslı şimdi. Kerem ayrı bir hikâyedir. Sulu göz Kerem… Hayat hep böyle güllük gülistanlık, okul – ev – sinema – elmalı kurabiye döngüsünde değil ya, bizim de kapımızı çaldı bulutları kara zamanlar. Babam hastalandı bir gün, aniden. Şiddetli baş ağrıları çekti bir on gün kadar sonra bir şeyleri unutmaya başlayınca derhal hastaneye gittiler annemle. Ameliyat dediler. Beyninde bir şey varmış. Sabah ameliyata gireceği zaman Kerem yanımızdaydı. Annem, Ahmet, ben, Kerem bekliyorduk. Babamı ameliyata aldılar. Biraz sonra Aslı geldi. Elmalı kurabiyeler yapmış. Kerem’e gidip çay almasını söyleyip kaşla göz arasında anneme elmalı kurabiyeleri vermiş birkaç teselli sözü ile onu rahatlatıp yanıma dönüvermişti bile. Üzgündüm. Korkuyordum. Gergindim. “Saat kaç?” diye sordu. “Arkada koskocaman bir saat var, ama bana soruyor” diye düşündüm. Yüzüne baktım. Gözlerime baktı. Her zamanki gibi… Dosdoğru. Yeşil. Ormanlar gibi. Denizler gibi. Yosunlar gibi. - Hani bana sormuştun ya bir keresinde, okulun o ilk gününde niye hiç ağlamadın diye, işte şimdi neden ağlamadığımı anlatmanın vakti. Yine yüzüne baktım, yorgundum, korkuyordum. Gözlerime baktı. Yosunlar gibi. Ormanlar gibi. Denizler gibi. Yeşil. Dosdoğru. - Annem öldüğünde altı yaşındaydım ben. Babamla bir başımıza kalıvermiştik. Annem gitmişti. Yoktu. Ağladım, ağladım, ağladım. Ne yemek yiyor, ne uyuyordum. Ne kendim huzur buluyor, ne de zavallı babama huzur veriyordum bir an olsun. Birkaç günün sonunda, artık yorgunluktan, açlıktan, uykusuzluktan ve ağlamaktan bitap düşüp kendimden geçmişim. Herhalde bayılmıştım. Gözlerimi hastanede açtım. Yanı başımda babam... Ağlıyor sessiz sessiz. 2 gün boyunca başımda beklemiş, hep ağlamış. Sonra hastaneden çıktık, ben hastane havasından ürktüğümden midir ne, sakinleşmiştim. Babam eve gidince beni karşısına oturttu. Dedi ki; “Aslı, annen artık yok. Bunu kabul etmeliyiz. Birbirimize yardımcı olmalıyız. Birbirimizi daha çok sevmeliyiz. Bundan böyle ağlamak yok. Sen son gözyaşlarını annen ölünce döktün, bense hastanede, senin başucunda. Ne zaman ağlayacak olsan annenin ölümünü düşün. Bununla kıyaslanacak bir üzüntü mü başına gelen diye… Anneni kaybettiğimizde ağladık, evet, çok ağladık, ama ölümden gayrı her şeye çözüm bulunur. Bu yüzden bir daha ağlamak yok. Değil mi ki hayatta en çok sevdiğimizi kaybettiğimizde ağladık? Zaten yapabileceğimiz bir şey yoktu ki ağlamaktan başka. Ama bunun dışında her şeye çare vardır ve bu çare ağlamak değildir. Anladın değil mi beni?” Anladım demiştim anlayıp anlamadığımı tam da bilemeden. Anlamadım desem, üzülecekti babam. Biliyordum. Sonra babamın dediklerini hep aklımda tuttum. Saçımı babam örüyordu, örgüleri yamuktu; yemekleri babam yapıyordu, tencerelerin dibi hep kara. Herkesin annesi vardı, benim 17 yoktu. Sonra okulun ilk günü geldiğimizde okula babam benimle vedalaştı. “Unutma, ağlamak yok” dedi. Annemi düşündüm, onun ölümünü. Ağlamadım. Bilirsin ben ağlamam. Sen de sakın ağlama. Ağlanacak bir şey yok. İyi olacak Hasan Amca. Anlamıştım. Her şeyi nasıl da anlıyordu. Gözlerimin dolduğunu nasıl da görmüştü? Aslı. Sevdiğim kadın… Şimdi bütün bunlar nereden aklına geldi diyecek misiniz? Bugün Kerem’le buluşacaktık. Aslı Amerika’da yaklaşık bir aydır. Bir proje için gitti, eğitimde. Özledim. İçim sıkıldı. Kerem’i aradım, buluşalım diye. Adam hala sulu göz... Burada oturmuş onu beklerken, onun ağlamaklı yüzü geldi aklıma, sonra ağaçların yeşilinden Aslı. Sonra da saatin vuruşundan o meşhur soru. Sonrası mı? Sonrasını biliyorsunuz zaten. Efendim, babam mı? Ona ne oldu diye merak mı ediyorsunuz? Ameliyatı 7 saat sürdü. Ameliyat sonrası 6 ay kemoterapi aldı. İyileşti. Şimdilerde denize açılıp balık tutarak eğleniyor. Ben mi? Ben de bir daha hiç ağlamadım. Ne zaman ağlayacak olsam aklıma o ameliyat günü geldi, o soru: “Saat kaç?” ve Aslı’nın anlattıkları… “Neden ağladığımı anlatmanın vakti…” 18 FOTOĞRAFbir | ALTIkişi ALTIkadraj ben ile yorgunluğum… ve ölüm ŞENER SOYSAL Hiç keyfim yok bu aralar. Tadım tuzum yok. Ara sıra dalıp gidiyor bir gözüm. Biri beni mi anıyor, diye düşünüyorum. “Sağ gözüm sağlığa, sol gözüm varlığa” derler hem, belki de öyle bir şeydir bu da. Durumu hayra yoruyorum. Manzaralı, kaliteli bir çift kanepe bulup ayrı ayrı oturup hayatımızın akışına üç nokta koymuşken yorgunluğumla, bir terazinin iki kefesiymiş gibi insanların gözünde görünürken ve ben görünürken yorgunluğum cismen görünmezken dalıp gidiyorum manzaraya. Yorgunlukla atıyorum kendimi sokağa, yorgunluğumu da alıp gidiyorum. Sokaklarda, meydanlarda, otobüs duraklarında, vapur iskelelerinde, İstanbul'un o büyük kalabalığı içinde hissedilen büyük yalnızlığı duymuyorum artık. Ben ve yorgunluğum kol kola girip geziyoruz her yerde. Gerçi buna da pek gezmek denemez ya. İlk gördüğümüz banka oturuveriyoruz. İlk otobüs durağında kaf dağına giden otobüsü bekliyoruz maksadımız oturmak olduğundan. Mobilyacı gezip koltuk dener gibi yapıyoruz. Malum can yoldaşım, yaverim "yorgunluk", ben ise bu aralar hiç keyfi olmayan, tek gözü ara sıra dalan, ismi lazım değil, ben ve bank dediğimiz ise virgül misali soluklanmalık şeyler. Onun için soluklanıp kalkıyoruz, sonra yine oturup soluklanıp kalkıyoruz, sonra yine... Böylece hayat akıp gidiyor. Şansımız yaver gider de güzel manzaralı kanepeler bulursak virgülün kuyruğunu kesip nokta yapıyoruz, doya doya oturuyoruz. Hatta üç nokta yapıyoruz bazı zamanlar uzun oturabilelim diye, hem vakit olarak uzun, hem de ayaklarımızı uzatmak manasında. İçinde bulunduğumuz yapının devasa camlarının ardından görünüyor amerikan kavakları, çınarlar, adını bilmediğim bitkiler, buradan bakınca Anadolu’mun ırmaklarını hatırlatan boğaz. İkindinin akşama bağlanacağını ilan edercesine birazdan kızıllaşacak sarımtırak bir aydınlık var etrafta. Ama cezbetmiyor hiçbiri beni. Çünkü sırça bir köşk misali bir camın ardından bakıyorum anlattığım şeylere. Uzatsam elimi tutamayacağım hiç birini. Dışarı çıksam, camların ardından baksam her şeye? Tek cam gözümün önündekiler değil ki. Çoktan beridir kalbimi de sırça kutuda saklıyorum. İnsanlar benim iyi yürekli olduğumu görebiliyor ama kimse zarar veremiyor kolay kolay. Zaten beni yoran kalbimi kıranlardı. Zaten beni yoran kalbimi sırça kutuya koyduranlardı. Zaten beni yoran sırçanın ardında kalmasıydı hislerimin, hissizleşmemdi. Zaten... Ben 'zaten' li cümlelerime devam ettikçe sırçaların tuz buz olacağını anlayan yorgunluğum biraz daha büyüyor yanımda. Ben yoruldukça içimdeki acılarla o 19 büyüyor. Taşıması gitgide zorlaşıyor bu inadı, duvarları, yorgunluğu, dünyayı. Sanki gökyüzünü omuzlarım taşıyor. Dayanamıyor sonunda Devriliveriyorum. terazinin kefeleri, devriliveriyor yere. 20 kişi ALTI kadraj ALTI AYŞE COŞKUN postalımın FOTOĞRAFiki yaşlı izi | CEYDA ZEYNEP KOYUNCU o gün, on dört ocak | İLKER CABİ kaçış | KADRİYE SOYSAL saklambaç | MELİS MİNE ŞENER kara basma iz olur, güzellerde naz olur | ŞENER SOYSAL ben ile hislerim… ve yegane eserim olan ayak izim 21 FOTOĞRAFiki | ALTIkişi ALTIkadraj postalımın yaşlı izi AYŞE COŞKUN Daha da gençliğinde “solculuk hastalığından” muzdaripken Sema, herkesin hayatında bir dönemini bu şekilde geçirdiğine olan sonsuz inancımla sadece geçmesini bekledim bunun. Tüm o sakallı, bereli, elinden Cumhuriyet eksik olmayan gençler, yağlı saçları ve kirli giysileriyle evimize doluştuğunda bunun sanki izlenmesi gereken heyecanlı bir belgesel olduğunu düşünüp hiç karışmadım. Kaç zaman sürdü böyle bu. Kendi aralarında kavga ettiler, birbirlerine küstüler, barıştılar, aralarından evlenenler oldu, kaybolup gidenler... Birinin adımının izi silinmeden ötekinin ayağı alışıyordu daracık sokaklı evimize. İsimler öğrenildi ve hemen sonra unutuldular. Annem onlara çay demlemekten, ben yatılı misafirliklerinden yoruldum ama babam ses etmedi hiç. Kızının tercihine boyun eğdi sessizce, söyleyeceği bir şeyin onu incitip kaçırmasından korktu. Aslında babam eski kafalı bir adamdı benim. Adalete inanır ve haksızlıklara asla tahammül edemezdi ama bunlardan dolayı sistemleri değil de insanları suçlardı genelde. Çalışmayan vergi memurlarını suçlardı mesela, vergilerin yüksek olmasının sebebi sanki orada yavaş çalışan bir iki memureymiş gibi. Sistemle bir derdi yoktu adamın, sistemi uygulayanların beceriksizliği deli ediyordu onu. Hayatında bir kere olsun sıkıntı da çekmedi, sağlık memuru olduğundan başına gelen bir iki istenmeyen tayin dışında hep hastalarıyla, ilaçlarıyla, kendine ördüğü bir dünya ve eline geçen üç kuruş maaşla mutlu mesut yaşadı. Gazetesini okudu, pencere önünde küpe çiçeklerinin her açışını hayatındaki en büyük mutluluk gibi karşıladı. Torunlarını, her dede ve babaanne gibi, çocuklarından çok daha fazla sevdi ve onlara karşı çok daha tahammüllü oldu. 68 yaşında beyin kanamasından öldüğünde herkes içtiği sigarayı suçladı. Bense daha çok görevini tamamladı gibi hissetmiştim. Ölümünün ardından oldukça bitap düşen annem de en fazla iki sene katlanabildi onun yokluğuna. Ayrılmaları, sanki babamın ölümünden daha çok zorlamış gibiydi onu, beni de... İkisi de öldükten kısa bir süre sonra yaşadıkları evi boşlatmak üzere Sema ile bir araya geldiğimizde, onun solculuk zamanlarının geçtiğini ve kardeşimin yaşlandığını fark etmiştim. Sadece saçındaki beyazlar ya da gözlerinin altındaki çizgiler değil, sanki konuşması daha bir yavaşlamış ve bir şey söylemek için çok daha derin düşünür hale gelmişti. O zaman onun, o solcu arkadaşlarıyla birlikte olduğu zamanlardaki halini özlediğimi düşündüm. Haylaz, uçarı, her seferinde bir başka sevgilinin özlemiyle yanan kardeşimin soluşunu izlemek zoruma gitmişti. Kendi kelli felli göbekli halim bile bunca hayal kırıklığına uğratmamıştı beni ya, kendi gençliğimden daha erken feragat edebilirdim eğer benim gençlik hakkımı o kullanabilecek olsaydı. Hoş ben ne anlamıştım ki zaten gençlik denen şeyden, bir kere bir arkadaşımla bir kafeye oturup edebiyat 22 sohbeti mi yapmıştım, arkadaşlarımla maç izlemeye mi gitmiştim? Sorumluluklar diyordum hep, öncelikli olan bunlar. Nurten’le birlikte gittiğimiz bir iki danslı davet dışında ikimiz de çocuklarımıza ve evimize adadık kendimizi. Oysa okuldan mezun olduktan hemen sonra yurtdışında bir iş teklifi de almıştım. Birlikte gider miyiz diye bir iki gün düşünüp Nurten’e de fikrini sorduğumda daha cümlenin sonunu duymadan itiraz etmişti. “Her şeyimiz burada, tüm tanıdıklarımız, dostlarımız, evimiz, yurdumuz… Gitsek de kalamayız oralarda biz; dilini anlıyor olsak da, evimiz de olsa, paramız da olsa burayı özleriz.” deyip ikna etmişti beni. Bütün suçu ona atmamalıyım, ben de korkmuştum aslında. Bugünden çok farklı bir yaşantım olabilirdi o zaman gitmiş olsaydık. Ama Ezgi ve Erdem olur muydu o zaman, olsalardı da böyle çocuklar mı olurlardı? Kendi kendilerine yetişen, kendi çabalarıyla büyüyen ve gelişimlerinin hiçbir aşamasının tanığı olamadığım iki yabacıya dönüşmezler miydi? Belki onlara sorsan onlar da yurtdışında yaşayan ve büyüyen çocuklar olmayı tercih edeceklerdi, kim bilir… Kendim için değil belki ama Sema için çok farklı olabilirdi bu topraklar dışında büyümüş olmak. İdeallerini yaşayabileceği bir coğrafyada, insanları mutlu ederek yaşantısını sürdürebilirdi. Kaçaklıktan, göçmenlikten, yersizlikten kurtulup kök salardı. Çocukları olurdu belki, gönlünce yerleştirdiği bir ev içinde kendi ahbap anneliğiyle büyüttüğü çocukları. Acaba aklımdan dayı olmak mı geçiyordu da böyle hayallere düştüm ben? Elbette isterdim böyle bir şeyi, neden istemeyeyim? İsimleri değişen sevgili ordusu sona erdiğinde en son bir akşam bize yemeğe geleceğini söylemişti. Bize zaten hep gelirdi, habersiz, çat kapı, olur olmaz saatlerde. Ama telefon edip haber vermesinden sanki bir şeyler anlamıştım. Yalnız gelmiyordu, biriyle gelecekti ve bu biri özel biriydi. Onu bize göstermek istiyordu, hata yapıyorsa onu durduralım istiyordu. Bu kez bize soruyordu. Ellerim terlemişti onunla telefonda konuşurken, omuzlarımda gittikçe ağırlaşan bir yük hissetmeye başlamıştım. İki çocuk evlendirmiştim arada ama bu hepsinden daha büyük bir heyecan dalgası yaratmıştı bende. O akşam geldiler Onur ve Sema. Sema’nın gözündeki ışıltı, neredeyse “Ne olur bu kez yanılıyor olmayayım.” endişesi… Onur’un elimi samimiyetle sıkışı, sözünün eri olup az konuşması, yüzünün ışığı, gözlerinin ılımlı ılımlı Sema’ya bakışı. “Evet!” demiştim kendi kendime, “Bu olsun, bu sefer tam olsun, güzel olsun.” Bizimle tanışmalarından kısacık bir zaman sonra birlikte yaşamaya başladılar. Sema bir hastanede çalışıyordu o zaman; Üsküdar’da, hastaneye yakın bir ev tutup hemen yerleştiler. Onur, bir mali müşavirin yanında çalışıyor diye biliyordum ben, hala orada mıdır, ne âlemdedir, hiç sormadım Sema’ya. Hiçbir şey soramadım aslında, o çağırdı, ben kendimi peronda beklerken buldum, istediklerini teslim ettim, onu uğurladım ve eve döndüm. Cevaplarından korktuğum soruları içime gömdüm ve sustum. 23 FOTOĞRAFiki | ALTIkişi ALTIkadraj o gün, on dört ocak CEYDA ZEYNEP KOYUNCU Postane çıkmazında evimiz. Sokağın sağ kolu üzerindeki en büyük binaya yaslı, mahallenin en miniği bizimki. Olur da kaybolursam bir gün böyle söyleyeceğim. Annem bunu bana ezberletti ezberletmesine de sokağın kollarının oluşu pek aklıma yatmadı. Sonra en büyük olan bina mı yoksa bizimki mi? Hangisi yaslı, hangisi mutlu? İşte bunu da çözemedim henüz. Yine de annemin ağzından çıkan her kelime rengarenk kuyruklu bir uçurtma. Babam hava karardı mı postane yokuşunun başında beliren adam. Uzun ve ince. Gökyüzü gibi kocaman mavi gözleri. İçinde yıldızları, bulutları, kuşları bile var. Bizim evden gökyüzü görünmüyor. Bu yüzden sevmiyorum evde oynamayı. Akşama kadar dışarıdayım. Eski kilim yaz kış hep kapının önünde serili. “Hasta olacaksın” diye sürekli söyleniyor annem. Ama evin içi de dışarısı kadar soğuk! Böyle dediğimde birden susuyor. İçerlere de yağar mı kar? Yağıyor o susunca. Sussun istemiyorum. Eve girer girmez cama dayayıp demir ayaklı sandalyeyi, babamı beklemeye başlıyorum. “Bizim ev gemiymiş mesela...” diyorum anneme, “Ben de kaptanıymışım...” İşaret parmağımla bir dümen çiziyorum cama. Cam üşümüş. “Cam üşümez!” diyor annem gülerek. Sanki ben bilmiyorum öyle olmayacağını. Sırf o gülsün diye söylüyorum. Annem uzunca bir süreden beri gülümsemiyor bile. Oysa yıldızlar geceyi bekliyor, yanaklarındaki çukurlar annemin küçücük bir tebessümünü. Ama içten. Öyle gündüzleri eve gelenlere ettiği gibi yalandan değil. Eskiden hiç çalınmayan kapımız pek sık çalınır oldu bu aralar. Tanımadığım bir sürü adam, bir sürü kadın evimize girip çıkıyorlar. Bazen yanlarında çocukları da oluyor. Her yere bakıyorlar. Çekinmeden... “Bize olmaz,” diyor biri, “iki gözmüş.”. Evinkiler nerde bilmem ama annemin gözleri yerde. Halil’in bir arabası var, plastik siyah tekerlekleri çıkıp çıkıp kayboluyor. Annemin gözleri Halil’in arabasının tekerlekleri, yuvarlanıp kayboluyor halının deseninde. Halil benim bir küçüğüm. Gözleri orman yeşili, kirpikleri aynı kökten çıkmış ağaçlar gibi, dizleri hep kırmızı yerde araba sürmekten. “Babam göründü!” diye bağırıyorum. “Hani hani?” diye tırmanıp yanıma çıkıyor Halil. Annem ayağında salladığı Sadri’yi divana bırakıp mutfağa geçiyor. Sadri üç numara. Üç daha büyük ikiden iki de birden, nüfus çoğaldıkça azalıyorum ben. Azaldıkça büyüyorum. “Göz kulak ol kardeşlerine!” diyor annem evi gezmeye gelen olduğunda. “Anne bak,” diyorum “Sadri yumuyor gözünü ben görüyorum onun yerine, Halil kapatıyor kulaklarını ben duyuyorum onun yerine.”. “Gülen yüzün solmasın.” diye seviyor annem beni. Babam yaklaşıyor, yaklaştıkça sağa doğru eğilmiş bedenini doğrultuyor yavaşça. Bir ben görüyorum. Annem sofra bezini seriyor. Üzerine ahşap eleği koyuyor, onun üstüne de büyük siniyi. 24 Babam yaklaşıyor. Elindeki poşette dört ekmek. Sadri annemin kucağında, Halil babama yaslanmış usul usul koparıp atıyoruz ekmekleri çorbaya. Babam gün boyu bir tezgahın başında. Babam yorgun. Az konuşuyor akşamları. Babam gün boyu ayakta. Annem çayı koymadan kapanıyor gözleri. Ampulün sarı ışığı ile uzayan soba borusunun gölgesi tüm sesleri altına alıp kalın bir hat gibi geçiyor evin ortasından. Bir şeyler değişti. Farkındayım. Böyle değildik eskiden. Bir aradayken konuşurduk, ama şimdi… Bu sessizlik dayanılır gibi değil. Bir şey düşse yere, sokaktan bir kedi geçse, çalınsa kapı… Biz yatınca başlıyor sesler, duyuyorum. Sürekli konuşuyorlar. Sabah eve gelenleri anlatıyor annem, “yine olmadı” diyor. Bir şeyler yazıp çiziyor babam bir kağıda. Bazı kelimeler sık tekrarlanan… Her gece, aynı saatte, değişmiyor. Sanki kaybedilmiş de bir şey bulunmuyor, bozulmuş da düzelmiyor. İki kumru gelip konuyor gözlerime. İki ağırlık gözlerimde. Kulaklarımda sesleri… “Çaresizim, başka yolu yok!”, “Evi satabilseydik hiç değilse, üç beş kuruş…”, “Düşündün mü?”, “Çok hem de...”, “Yapamam ben, yapamam!”, “Of!”, “Evi satabilseydik…”, “Ben olsam affetmezdim.”, “Neden ben diye sorarsa?”, “Anlayacak, anlamalı...”, “Onun iyiliği…”, “Bu kağıtlar mı imzalanacakmış?”, “Sen…?”, “Ben gelemem.”, “Peki para?”, “Sonrası?”, “Eşyaları?”, “Görmek istesek?”, “Biz istedik de ya o bir daha…”, “Başka birileri alabilir miymiş?”, “Ya geri almak istersek?”, “Geç kalırsak ya?”, “O gün mü konuşacaksın?”, “O gün…”, “O gün mü?”... O gün sabah çok erken kaldırdı annem. Sadri’yle Halil hala uyuyorlar. Üçümüz kahvaltı ediyoruz. Her günkünden farklı, birkaç dilim kaşar peyniri ve yumurta var sofrada. Ses yok. Annemin elleri çatalı öyle sıkı tutmuş ki kızarmış parmakları. Babamın gözlerinde akşamdan kalma bir yıldız, silik. “Hava çok soğuk ama güneş çıkacakmış öğlene doğru, ayakkabıların su geçiriyor ama bu gün yenisini alacak baban, pek bir şey yemedin yine ama…” Tedirgin annem, kararsız, üzgün, suçlu… Annem nasıl olduğunu bilmiyor. Öyle sıkı sarıldı ki, üstümde bir ağırlık... “Omzuna al beni baba, annem gözden kayboluncaya kadar” Yokuş uzun. Babamın adımları ürkek, babamın adımları aheste. Yokuşun sonundaki fırından bir simit aldı babam. Mis gibi kokuyormuş, tok da olsak yenirmiş, ikiye böldük. “Ayakkabı almaya mı çıktık biz baba?” “Ayakkabı da alacağız ama şöyle bir dolaşalım seninle. Kültürpark’a gidelim mesela, Kapalıçarşı’ya, Setbaşı’na… Akşama kadar baba kız… Ha?” Dolaştık, akşam oluyor. Daha önce hiç görmediğim yerlere götürdü babam. Setbaşı’ndaki köprüden geçtik, Heykel’de sahlep içtik. Boydan boya yürüdük caddeyi. Oyuncakçı vitrinlerinin önünde durduk. Ellerimizde poşetler… Kağıt helva, poğaça, çiklet, çikolata ve yeni ayakkabılar. Yorulduk, otobüse bindik Altıparmak’tan. Kar incecik. Birer ikişer yanıyor sokak lambaları. “Ayakkabı almaya çıkmamış mıydık biz baba? Uykum var.” Alıp göğsüne koydu babam başımı. Göğsünde bir gürültü bir kıyamet. O da farkında. Kocaman elleriyle gövdemi kendine bastırdı. Sakinledi. Sakinledi. Sakinledi. Yumdum gözümü. Yollar geçti içinden. Rengarenk şeker jelatinleri, topaçlar, ip atlayan çocuklar… Yavaşladı her şey… Gözlerime konacak gibi oldu yine kumrular, kaldırdım başımı. Yetişecekmiş gibi sanki gittiği yere hiçbir 25 durakta durmadı otobüs. Sağa kıvrıldı, sola kıvrıldı. Bir düzlüğe çıktı. Büyükçe bir binanın önünde “İnelim.” dedi babam. Upuzun bir kapıdan içeri girdik. Karların altında kalmış ağaçların yanından yürüdük sonra. Beni bir koltuğa oturttu, bir kadınla konuştu ayaküstü; “Eksik bir şey varsa…”, “Para…”, “Formlar…”, “Konuştuğumuz gibi…”, “Bir şey olursa…”, “Haber falan…”. Bana döndü. Sıkıca sarıldı. “Geleceğim.” dedi. Çıktı kapıdan. Kadın soğuk, kadın her şeyin farkında, kadın yabancı! Bir üst kata çıkardı beni. Odada bir sürü çocuk, “Hoş geldin deyin yeni arkadaşınıza.” dedi kadın. Bir şey demedim ben. Ellerimdeki poşetleri yere bıraktım. Kağıt helvaları, çikolataları, çikletleri, ayakkabıları bıraktım. Gördüğüm ilk sandalyeyi çektim cama doğru. Çıktım. Yolda ayak izleri. Gelenler, gidenler, gidenler, gidenler… Kadın yanıma geldi. “Nur Hayat...” dedi. Dedim, “Ben şimdi kayıp mı oldum? Eğer öyleyse, postane çıkmazında evimiz. Sokağın sağ kolu üzerindeki en büyük binaya yaslı, mahallenin en miniği bizimki.” Kadın sustu. Baktım, kar kapatacak izleri. 26 FOTOĞRAFiki kaçış | ALTIkişi ALTIkadraj İLKER CABİ Hava kararmak üzere ve benim hala bir kaçış planım yok.. Bir haftalık yokluğum neleri değiştirebilir ki? Birkaç bensizliğin önemi olmayan toplantı, geciktirilebilecek hatta yeterince incelendiği meçhul bir rapor.. bence tam zamanı, uzun zamandır bu kadar rahat olmamıştım belki.. tek ihtiyacım kredi kartlarım.. en son salondaki sehpanın üzerinde bırakmıştım, sanal alışveriş için.. hayır, yapma.. bunun için geri dönmemeliyim.. ama her şey bu kadar kötü gitmek zorunda değil ki.. Ferhan Şensoy’dan kalma bir alışkanlık ile telefona uzanıp, Kıvanç’ı ara komutunu veriyorum.. Süper, çalıyor.. “Abi ben kaçıyorum..”, bu çok panikletir.. daha düzgün bir giriş bulmalı.. “Abi acil para lazım, internetten cepbank olayı yapsak..”, bu kadar para da dikkat çekebilir.. neyse kısa bir özet ile kaçış planımı bilecek en doğru kişi Kıvanç, “deşifre olalım İlker”.. Detayları anlatmak için arayacağım sözünü vererek kapatıyorum telefonu ve 2 dakika sonra cep telefonumda uyarı mesajı, “hesabınıza yüklüce bir para aktarılmıştır, şifreniz..”, henüz şehir merkezi sayılan bir yerdeyken paranın tamamını çekmeliyim.. Saat gece yarısı haberlerini işaret ederken, acaba kışları nasıldır dediğim bir dağ köyündeyim, kış da mevsim olarak gerçekten karla beraber oturmuş tüm köyün üzerine.. Havaalanından ayrılırken yaşadığım ciğerlere serin hava terapisini bu sefer titremekli hissediyorum tüm vücudumda... Pansiyona giriş işlemlerini tamamladıktan sonra yaşlı bayanı takip ederek odama çıkıyorum.. Yolun ve düşüncelerin yorgunluğu ile, yastıkla buluşmamın ertesinde rüyada günün özetini geçeceğim derin bir uykuya dalıyorum.. Kahvaltı ertesinde çok az yerleşim birimi olan köyde gezinmeye, karda bıraktığım ayak izlerimde çocukluğumu hatırlamaya çalışıyorum, kar taneleri ezildikçe, sıkıştıkça hışırtı benzeri sesler çıkarıyor ve hipnoz gibi beni geçmiş imgelere taşımaya başlıyor.. Dünyayı çok az gören gözlerle algılamaya çalışan bebek heyecanıyla, karla ilk tanışmamda bu yeni şahit olduğum doğa olayını öncelikle üzerinde bıraktığım izlerle anlamaya çalışmıştım.. Attığım her adımdan sonra ardımda kendini unutturmamaya niyetli bir iz bırakıyordum, büyüdüğümde çilingirlerde de şahit olacağım detaylı anahtar kesikleri gibiydi kar üzerindeki ayakkabı izleri.. Kar taneleri üzerinde, boşluğun tam ortasında “dün” hemen ardımda, “gelecek” henüz üzerinden geçilmemiş, bembeyaz bir sadelikle önümde.. Hayatın akışından farklı olarak, kar üzerinde geri 27 dönebilme ve o izleri silebilme ihtimalim olduğu aklıma geliyor, en yakın izlerden başlayarak kar taneleri tekmeliyor, unutmak istediğim her şeyi yok ettiğimi sanarak ve sevinerek daha da hızlanmaya başlıyorum.. bu durumun tadını çıkarmak istiyorum.. ama.. her tekmemde ardımda bir iz daha bıraktığımı görmek fazla uzun sürmüyor, dünü silmek imkansız.. burada silinmeye çalışılmış bi' şeyler olduğunu daha da net işaretliyorum sadece.. Senden kaçmak için senli günlerle değil ileride beni bekleyen sensiz olanlarıyla ilgilenmeliyim.. bunu biliyorum.. Aklım bir taraftan da sende, acaba yeni dünyanda nasıl karşılandın, bir problemin var mı… …işte o anda arıyorsun ve ben telefonu açmak zorundayım. 28 FOTOĞRAFiki | ALTIkişi ALTIkadraj saklambaç KADRİYE SOYSAL Beyaz badanalı evler ve kar dolu zemin içinde renkli kabanlarımızla kardelenler gibiyiz. Kimimizin çizmesi kimimizin kabanı yok. Ama olsun; çocuğuz ve mutluyuz. Karda oynaması en zor oyunu oynayalım diyoruz, saklambaç oynamaya başlıyoruz. Ebe, bizim iki katlı evin duvarına dayanıp yumuyor gözlerini ve saymaya başlıyor. Misketlerin dağılması gibi biz de oradan oraya dağılmaya çalışıyoruz. Öyle bir yer bulmalıyım ki bulunamamalıyım. Basılmamış karın üzerinde bir adım atıyorum, arkadan 3-4..9-10 sesleri gelirken dönüp bakıyorum, eyvah, ayak izlerim? Arkamda ekmek kırıntısı bırakır gibi iz bırakıyorum. Aman olsun, ilerde çok güzel bir ağaç var, onun arkasına saklanabilirim. Ağacın önünde rüzgarın yığdığı kar yığınının arkasına uzanıyorum. “Önüm arkam sağım solum sobe!” diye şimdi bağırdı ebe. Yukardan kar taneleri geliyor, dilimi çıkarıyorum. Ne de tatlı bi' şeymiş. Gökyüzü beni sarmalıyor, ana kucağı gibi yumuşacık kar ve şefkatli rüzgar. Uyuyakalıyorum, üzerime kar yağıyor.. ... Dilimi yeniden çıkardım, kar leş gibi! Basılmamış yer kalmamış karda. Boşluk bulup basmak istiyorum, işaretlemeliyim, ben buradaydım diye... Korkuyorum kardan, erisin tüm karlar! 29 FOTOĞRAFiki | ALTIkişi ALTIkadraj kara basma iz olur, güzellerde naz olur* - - MELİS MİNE ŞENER Alo, Levo? Nerdesin? Geldin mi? Geldim, oturuyorum girişte. Sen nerdesin? Yoldayım daha, trafik kötü. Biraz geç kalacağım da, dışarılarda bekleme diyecektim. Hava çok soğuk, kar mı yağacak nedir? Merak etme içerdeyim zaten. Çabuk ol, karla birlikte gelme, kardan önce gel! Tamam tamam, hadi geliyorum işte… Kar yağacak mı cidden? Keşke Aslı da burada olsaydı. Kartopu oynardık… Aslı çok sever karda oynamayı, yürümeyi… Hele hele kimsenin ayak basmadığı karlara yatıp karlarda yuvarlanmayı… Eskisi gibi çok yağmıyor artık kar. En çok ben üzülüyorum galiba karın eskisi gibi yağmadığına; hem Aslı için, hem kendim için… Kar bizim miladımızdır çünkü. Tam olarak “biz” olmamızın miladı. Çocukluğumuzun ilk anılarından beri, en azından benim hatırladığım ilk anılarımdan beri, Aslı’yla birlikteydik biz. İlk gördüğüm gün bağlanmıştım ona ben. O da bana karşı benzer hisler besliyor olmalıydı, ama öyle miydi gerçekten? Emin olamıyordum işte… sene… Erkenden kalkıp okul yoluna koyuldum, tabi ki okul tatil olmuştu. Ama olsun, Aslı da gelmişti. Küçük kasabaların en çok sevdiğim taraflarından biridir okula yürüyerek gidip gelebilme, mahalle bakkalından veresiye sakız – şeker alabilme, sokak aralarında doyasıya top oynayabilme gibi bir dolu eğlenceye sahip olabilme şansı. Hele hele anne – baba memur değil de yerlisinden ise kasabanın; çocuklar senelerce aynı okullarda aynı sınıflarda okur, etle tırnak kıvamına gelir, eğlencenin dibine vururdu. Bizim kasabamız da böyleydi tabi, okula yürüyerek gidip gelirdik. Bakkaldan veresiye sakız alırdık. Tüm çıkmaz sokakları bilir, o sokaklarda tek kale maç yapardık. Her neyse, okula gitmiştim. Aslı da gelmişti. Ama okul yoktu, tatildi. Kerem yoktu. Dönüş yolu bizimdi. İkimizin. Her yer bembeyazdı, ağzımızdan çıkan buhara bakıp havanın ne kadar soğuk olduğunu anlamak hoşumuza gidiyordu. Yerden bir parça kar aldım, avucumda sıkıştırıp Aslı’ya fırlattım. Hiç beklemiyordu. Hazırlıksız yakalandı, şaşırdı önce. Sonra güldü. Işıl ışıl. Ta ki o karlı kışa kadar. Liseye yeni başlamıştık o çok kar yağdığı 30 Hızla eğildi, yerden biraz kar alıp bana doğru savurdu. Tam isabet! Yüzümün ortasında bir soğukluk… Derken koşturmaca başladı. Her yer bembeyaz. Sadece bizim ayak izlerimiz vardı yerde, bir sağa bir sola, ileri… geri… Sanki bir çemberin içinde kalmıştık, çıkamıyorduk dışına, boyuna koşuyorduk. En sonunda duraladı Aslı, yorulmuştu. Tam sırasıydı, fırlattım sımsıkı kartopunu. Bingo! İşte, bu sefer de ben isabet ettirmiştim, tam da yüzüne… Ama biraz sert mi olmuştu ne? Durdu, suratını astı. Arkasını döndü, yürümeye başladı. Küstü. Gidiyor. Yüreğim sıkışır gibi oldu. Gitmesin! Bir şey yapmalıydım, beynimde bir sürü şey uçuşuyordu sanki. Birden söylemeye başladım o türküyü: “Kara basma iz olur, Güzellerde naz olur Gündüz gelme gece gel Eller duyar söz olur Hop ninnayı ninnayı Gel oynayı oynayı Kara basma kayarsın Sen benimle ayarsın Asker olduğum zaman Günlerimi sayarsın” Durdu. Gülmeye başladı. Kazanmıştım. Gitmiyordu. Birden bire topuklarının üstünde döndü, elindeki kartopunu fırlattı. Nasıl da her attığını vurur? Ne ara yaptı o kartopunu? Bunları şimdi düşünüyorum tabi, o anda kendimi yerde buldum çünkü. Boş bulununca bir anda yerle yeksan oluverdim. Farkında olmadan bağırmışım düşerken, ama iyi ki de bağırmışım aslında… Koşuverdi iki adımda yanıma, gözlerime baktı dosdoğru. Yemyeşil. Endişelenmiş belli. - İyi misin? Canın yanıyor mu? - Belim kırılmış olabilir, kalkamayacağım galiba… - Hadi hadi kalk, abartma, iyisin di mi? Beni korkutmak için yapıyorsun? O sırada elini uzattı, elimi uzattım. Elimi tuttu, elini tuttum. Bana bakıyordu, yemyeşil. O beni çekmeden, ben onu çektim kendime. Düştü. Uzandım ona doğru. Kendime çektim. Bana bakıyordu yine. Yemyeşil gözleriyle. Gülümsedi. Kalbim küt küt atıyordu, duyacak sandım. Nasıl da güzel gülümsüyordu? Dudaklarına baktım, sonra gözlerine. Yine gözlerimin içine dosdoğru baktı. Sonra indirdi gözlerini bir an, kısacık. Sonra yine baktı gözlerime. Dudaklarımı yaklaştırdım dudaklarına, birbirlerine değdiler. Sıcacık… Ürkek bir kuş gibi sanki. Alev alev oldum. Çektim dudaklarımı. Gözlerine baktım. Gülümsedi. Yemyeşil. Ben de ona gülümsedim. Bir parça kar alıp yüzüne attım hafifçe. O da bana attı. Güldük. Doğruldum, oturdum yardım ettim onun da oturmasına. Tekrar başladım türküye bu kez ortasından: 31 “Kara basma kayarsın Sen benimle ayarsın Asker olduğum zaman Günlerimi sayarsın” *Bayburt Yöresi - Mustafa Ahıskalı 32 FOTOĞRAFiki | ALTIkişi ALTIkadraj ben ile hislerim… ve yegane eserim olan ayak izim ŞENER SOYSAL Bu... Bu tarif edilmesi zor bir şey. Fazlasıyla karışık, kafam kadar karışık bir şey. Nasıl başlanmalı, önce neresi anlatılmalı? Nereden, hangi yoldan çözmeli problemi? "Bir havuzu iki musluk üç saatte doldururken tabanında bir musluk altı saatte boşaltıyorsa, havuzu dolduran ve boşaltan musluklardan birer tane açılırsa havuz kaç saatte dolar?" gibi bir havuz problemi değil ki cevabı hemen bulunabilsin. Bu bir dans koreografisi, farz-ı misal çaça, rumba, vals, lambada ya da bilmem ne olamaz bile. Bu kadar karışık bir yapı ancak hayatın tangosudur olsa olsa. Tabi ya, bu hayatın ritmi, karmaşası içinde kaybolduğum ritim. Herkes bir yerlere kendi izini bırakmış. Takip edebiliyorum bu ayak izlerini, sevdiklerimin izlerinden yürüyemiyorum bir türlü. Kaybediyorum onları, delicesine üzülüyorum. Nerede o benim aşık olduğum kadın, üstadım dediğim adam, dost bildiğim insan? Hayat oradan oraya savururken, bencillik olmasın diye "Bana ne kalıyor?" diye soramazken en azından "Benden dünyaya ne kalıyor şu hangisinin kime ait olduğu belli olmayan ayak izlerinden başka?" diye sormak istiyorum. Daha pek çok soru sorasım var ama... Cevapsız sorular bunlar! Cevapları yok ki bu soruların öyle anlamlı, karışık olmayan… Eğer sadeyse zaten, benim havuz problemimin cevabı gibiyse istemem. Hele cevapları birebir aynıysa duymak bile istemem, cevapsız kalsın daha iyi. Çünkü cevaba göre o havuz asla dolmayacak! Dolmayan havuz... Tam bir felaket! Çünkü batmak istiyorum ben de. İyice batıp, dibe vurmak… Dipten hızlıca su yüzüne ulaşabilme umudu istiyorum. Oysa havuz dolmuyor. Sürekli ayaklarım yere sağlam basıyor ama kahretsin ki çıkamıyorum! Benden kala kala bu ayak izi kalıyor işte, su değmediği için her daim o havuzun dibinde kalan ayak izim! 33 kişi ALTI kadraj ALTI AYŞE COŞKUN güneş FOTOĞRAFüç çocuk onur | CEYDA ZEYNEP KOYUNCU o gün, on sekiz ocak | İLKER CABİ kendimle | KADRİYE SOYSAL gülümsedik | MELİS MİNE ŞENER …aslı suretinde gizlidir | ŞENER SOYSAL çıra ile pervane… ve şehr-i daim 34 FOTOĞRAFüç | ALTIkişi ALTIkadraj güneş çocuk onur AYŞE COŞKUN O güzel adama ne oldu diye düşünüyorum çoğu zaman. O elceğizleriyle kurdukları evi, annemin dantellerini kaçırıp kaçırıp perde yapıp pencerelerine asarken gülüştüğümüz evi bırakıp öylece gidebildiler mi? Ben, Onur hala o evdedir belki diye düşünmek istedim hep. O perdeler yalnız kalmasınlar istedim, annemin hatırası o evde bir şekilde birilerine yadigar kalsın istedim. Sema’nın hayatı, benimkinin Nurten’le değişmesi gibi, değişsin; o kırılgan kuşa bir yuva olsun Onur’un kanatları istedim. Annem gibi istedim bütün bunları, biliyorum, bir kadının bir diğeri için istemesi gibi istedim ama Sema benim içimdeki tüm kırılganlıktı, bütün zırhlarımın, korkularımın, kâbuslarımın sakinlediği, yumuşacık bir yastıktı. Ben de onun için hayatın öyle olmasını diledim. Olmamış olmasından dolayı kedimi suçlayabiliyorum ancak. Sanki ben zorlasaydım; onu bir şekilde tehditle korkutarak o eve, o benim hayalime bağlasaydım böyle olmayacakmış gibi geliyor. Kaçmayacakmış, bizi hiç korkutmayacakmış, gecenin bir körü çalan telefonlara ellerim titreyerek bakmayacakmışım gibi geliyor. Hem karımı hem çocuklarımı ona karşı sabırlı olmaları konusunda onlarca kez uyarmak zorunda kalmak öyle zordu ki; kendimi, aman ağzından yanlış bir şey çıkmasın Esat, bak ondan sonra mumla ararsın da bulamazsın bu kızı diye diye tembihlemelerim kaç oldu. Herkes akıl veriyordu zaten, ben akıl veren olmak istemedim. Nasihat dediğin harcadıkça çoğalan bir şeydi, Nurten bile inceden inceden bir şeyler söyleme ihtiyacı duyuyor ve her seferinde buna ben mani oluyordum. Baş başa kaldıklarında yaptığı bir iki girişim ise Sema’nın yüksek itiraz ve isyankârlığıyla sonlanmıştı. Benim kardeşim öyle durup da el kızı dinleyecek tiplerden değildi işte, anası babası laf geçirememişken, benim dilimde tüy bitmişken Nurten’in bu anlamsız çabalarını kızgınlık ve incinmişlikle karşılıyor ve bir yandan da iyi niyetine duyduğum sonsuz güven yüzünden üzülüyordum onun için. Nurten herkesin benzer şeylere dönüşmesi gerektiğine inanıyordu. Kadınlar şöyle olmalıydılar ve erkekler böyle. Genç kızlar şöyle davranmalıydılar, ağaçlar büyümeli, duvarlar sağlam olmalı, menekşeler açmalı, güneşin doğudan doğup batıdan batası gibi olmalıydı her şey ona göre. Ama öyle olmuyordu, bazıları aksine gidiyorlardı, yolları ters yürüyor ve bir takım cehennem azaplarını güllü begonyalı akşamsefalı bahçelere tercih ediyorlardı. Ben öyle biri olmamıştım, babam da değildi ve annem de. Hani belki annem biraz ama o da hiçbir zaman Sema’nın yaşadıklarını anlayabilecek kadar ters kutbunda durmamıştı hayatın. Manikür salonlarından ve kağıt oynadıkları arkadaş toplantılarından yaratmaya çalıştığı bir sahte lüks yaşam içinde hissettirdiği farklılık ise sadece yüzeyseldi, sahteydi ve Sema’nın insanın gözlerinin içine baka baka bağırır gibi susmasının yanında sadece bir hayat taklidi gibiydi. Sema bizden 35 uzaklaştıkça çevremdeki herkesi onunla kıyaslayıp kardeşimi yüceltirken, içten içe çok sevdiğim ve masumiyetine gönülden inandığım annemin hatırasını bile yaralayabiliyordum işte. Sema bambaşka bir şeydi, ben hayatta olduğum sürece kimseler onun eline su dökemezdi. Kimseler onu üzemez, kimseler ona söz söyleyemezdi. Annesi, babası, kardeşi bile olsa… En çok benim söylenme hakkım vardı belki. Onu günlerce endişe içinde beklemiş, aylarca ondan gelecek bir haber için ümitlenmiş ve saatlerdir şu garda bir başına oturup onun adı altında hayat muhasebesi yapan benim kızma hakkım vardı ve eğer ben kızmıyorsam gerisi sadece boş kalabalıktı… 36 FOTOĞRAFüç | ALTIkişi ALTIkadraj o gün, on sekiz ocak CEYDA ZEYNEP KOYUNCU Bazı zamanlar vardır. Lavlarını uzun uzun akıtmadan ansızın patlar yanardağ. Size kaçacak zaman bırakmaz. Siz bir düzen içinde muntazam sıralı olduklarını sanırsınız ama, bazen hayat size haber vermeden günlerin yerlerini değiştirme hakkını kullanır. Güneşli bir Cumartesi beklerken aydınlık bir Cuma’nın ardından, bir bakarsınız yağışlı bir Pazartesi çıkagelir. Ve bazen tanıklık etmek öyle çok yakar ki canınızı kafiyelerden medet umar işte böyle uzattıkça uzatırsınız lafı. Saygıdeğer beyler hanımlar; Yerleştiyseniz yerinize, kapansın ışıklar, başlasın oyunumuz. Girişteki afişlerde tek perde yazsa da olacak iş mi! Siz hiç kadın erkek arasındaki bu eski bahsin öyle tek perdede kapandığını gördünüz mü? Muhi Bey eve gelmeden, açmadan kapıyı, yakmadan lambaları, öğrenmeden başına gelenleri ben size biraz göreceklerinizden, görmediklerinizden bahsedeyim. Tam bir sene on ay yirmi üç günden beri burada yaşıyor Muhi Bey ile Sevim Hanım. Yo yo yaklaşık iki sene deyip geçmek olmaz. Konumuz aşksa detaylar önemlidir, atlanmamalıdır. Hele ki kadınlar bayılır bunlara. Hangi gün tanışıldı? İlk kim baktı? Üzerinde ne vardı? Muhi Bey ile Sevim Hanım bir üniversitenin kantininde… Belki de sahil kenarındaki bir çay bahçesinde… Ya da kim bilebilir farklı şehirlere giderken bir şehirlerarası dinlenme tesisinde… Önce Muhi Bey fark etti Sevim Hanım’ı; Saçını, yürüyüşünü, konuşmasını ya da -olamaz mı kendisine bakışını. Yeri geldi mi ilk karşılaşma olarak hep o günü anlattılar eşlerine dostlarına ama belki de güzelliği bozulmasın diye hiçbir zaman söylemedi Sevim Hanım, o günden çok önce gördüğünü ve unutamadığını Muhi Bey’in hınzır gülüşünü. Sıcak günlerin başlangıcıydı mesela, o sene ilk kez pembe çiçekli mini eteğini giymişti Sevim Hanım, beyaz zarif bacakları göze takılmayacak gibi değildi hani… Kışın ortasıydı ya da, uzun saçları belinde, başındaki mavi beresi örtmüştü yüzünü, kaşları gözleri dudakları nasıldı acaba? Sadece bir meraktı belki de Muhi Bey’i Sevim Hanım’ın peşine düşüren… Yani bu sahneyi bir günlüğüne bana verseler ben anlatsam sabahtan akşama kadar, siz dinleseniz. Ne tatlı şu aşk denilen şeyin başlangıcı! İşte hep oyunun tam burasında kahredesim geliyor tavandan sallanan bir ampul oluşuma! Vallahi bilmesem, en tatlı yeri olan başının bir çırpıda geçtiğini ve sonunun ansızın gelişini ve bir türlü gitmeyişini bilmesem diyeceğim kaş göz ağız çizdiğiniz gibi yüzüme bir de kelepir kol bacak buluverseniz de salsanız beni de insan içine. Ama yoook istemem. İnsanın insana ettiğini, gönülün gönülden çektiğini gördüm ya bir kere... Sevim Hanım? Sevim Hanııım? Sevim Hanım’cım? Sezonun 37 başından beri bakıyorum seyircilerin arasına, bir katilin cinayet mahalline dönüşü gibi belki çıkar gelir, gelir de bundan sonrasını kendi ağzından dinleriz diye… Ama yok! ne gelen var ne giden. Geçen de ben böyle söyleyince ön sıralarda oturan bir hanımefendi “Utanmıyor musunuz!” dedi “Kadının hakkında atıp tutmaya! Öldüren öldürdü de ölenin hiç mi suçu yoktu yani?” Aslına bakarsanız haksız da değil. Düşünüyorum da Muhi Bey belki engel olamazdı Sevim Hanım’ın yaptıklarına ama bir uğruna verme abidesi gibi yaşamayarak, her şey olup bittiğinde tüm bunları daha az acıyla atlatabilirdi pekala. Mesela Muhi Bey et yemeği hiç sevmezdi ki, sırf Sevim Hanım’a ekstra iş çıkmasın diye söylemedi. Muhi Bey bisiklete binmeyi de bilmezdi sonra, sırf Sevim Hanım yalnız kalmasın diye öğrendi. Ve bunlara benzer bir çok şey yaptı Muhi Bey. Kısacası çalıştı; ayak uydurmaya, anlamaya, bir olmaya… İşte tam da burada kafam karışıyor. Kendi kendime soruyorum. Sevim Hanım Muhi Bey için ne yaptı? Peki yanlış olan Muhi Bey’in sevdiği kadın için bunca şey yapmış olması mıydı? Ya da doğru olan Sevim Hanım’ın sevdiği adam için nerdeyse hiçbir şey yapmamış olması mıydı? Sevdiği adam… Sevdiği adam… Sevdiği adam? Vee birden farkına varıyorum. Tarifsiz yanıyor canım! Kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde, kendi halinde yaşayan bir ağacı ikiye bölüyor gecenin karanlığında düşen bir yıldırım. Bir anda! Farkına varıyorum. Sevmedi ki! Se vim Ha nım Mu hi Be yi hiiiiiiiiiiiiiiiiç sev me di ki!!! Biraz dikkatle baksa, her şey başından belliydi! En acı yeri işte burası! Hiç lav akıtmadan patlar mı yanardağlar hı? Peki nerde görülmüş Cuma’dan sonra Pazartesi’nin geldiği!? Sevim Hanım görmesine rağmen deli gibi sevildiğini ve –insan bilmez mi yüreğini?- sevildiği gibi sevmediğini bilmesine rağmen… Ooof of! Niye en zor yerini hep ben açıklamak zorundayım! Vallahi gelecek sene dilekçe vereceğim; Politik, komik hatta –hiç de sevmem amadidaktik bir oyunda rol versinler bana, içinde aşk meşk olmasın da! Yani sonuçta bu kadar kurcaladıktan sonra efendim, gördük ki ne kadar karışık desek de aslında pek basit bir sağlaması varmış bu aşk denen illetin! Bundan sonra ne mi olacak? Birazdan Muhi Bey eve gelecek, kapıyı çalacak. Açan olmayacak. Birkaç kere daha deneyecek. Sonra olağan şeyler haricinde en ufak bir şey getirmeden aklına, ceplerini karıştırıp anahtarlarını bulacak. Kapı açılınca belki de bu oyun boyunca ilk ve son kez Muhi Bey’in gülen yüzünü göreceğiz. Bir elinde çantası diğer elinde -yazık haberi yok, tüm gece kendisine arkadaş olacak- bir şişe kırmızı şarap. Seslenecek “Sevim” diye. Ses gelmeyecek. Ve hala olağan şeyler haricinde en ufak bir şey getirmeden aklına, atacak paltosunu, çantasını. Bir bardak su almak için ve bırakmak için şarap şişesini, mutfağa geçecek. Geçerken gözüne ilişecek portmantodaki boşluk, sonra bakacak bir boşluk da ayakkabılıkta. Bunlarla kalsa iyi - keşke giden sadece kendini götürmüş olsa yanında - “Seviiim” diye seslenmeyecek, bu defa ciddi ciddi bağıracak. Dikkat ederseniz duyacaksınız; biraz korku, biraz öfke, biraz şüphe olacak sesinde. Ses gelmeyince, hiç bilmediği bir yere giderken yol sormak için insan arayan biçareler gibi eşyalara bakacak bir şey demelerini umarak. O umarken hepten 38 akşam olacak. Açık perdelerden gelen türlü ışıkla evin içindeki gölgeler şekilden şekle girecek. Uzayacak kısalacak sehpalar, dolaplar, yataklar, koltuklar… Bir mektup bulunur ya böyle durumlarda filmlerde, içinde bolca arabesk fiil geçen. Ah gözünü sevdiğimin eski, vicdanlı aşkları… Biriniz çıksın da söylesin, bari bu sefer aramasın boşuna Muhi Bey. Yok öyle bir mektup bu oyunda! Oyunun bundan sonrasında Muhi Bey, Sevim Hanım olacak kısa bir süreliğine. Mantıklı nedenler arayacak gidişine. Aslında şöyle olduğu için böyle olduğunu, öyle olmasaydı hayatta böyle olmayacağını ispatlamaya çalışacak kendisine. Sonra gece ilerleyecek, bahaneler tükenecek, yorulacak Muhi Bey. Hata kendinde sanacak, şarabını açacak, olmayan bir şeyi evin içinde döne döne arayacak… Yatak odasına gelince ağırlaşacak zaman, yelkovan bir türlü dünden güne geçemeyecek. Durmadan konuşacak Muhi Bey. Hem sorup hem cevaplayacak. Sonra birden göz göze geleceğiz, gülen dudaklarıma uzun uzun bakacak, o günü hatırlayacak. Düşünecek yalan mıydı gerçek miydi? Bir yalan bileyecek Muhi Bey’in aklını, bir gerçek! Bir yalan, bir gerçek! Kanayacak Muhi Bey’in aklı, parçalanacak! Gözünden yaşlar akarken uzun bir ipe bağlanıp denize atılan koca bir taş gibi yol alacak içinde sevdası, yararak her yanını. Taş dibi bulduğunda bitecek oyunumuz. Taş dibi bulduğunda Muhi Bey de görecek, kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde kendi halinde yaşayan bir ağacı ikiye böldüğünü gecenin karanlığında ansızın düşen bir yıldırımın. Farkına varacak. O farkına vardığında, söz çaresiz kalıp susacak*. Bu işler böyle, er ya da geç Muhi Bey de yanıldığını anlayacak.* Saygıdeğer beyler hanımlar! Yandı ışıklar, yerinizden kalktınız, sandınız ki bitti oyunumuz. Keşke öyle kolay olsaydı. Biten oyun değil bize verilen süre. Hiç birimiz bilemiyoruz daha kaç sezon var Muhi Bey’in önünde unutmak için ve dindirmek için acısını . * söz sustu, yürekte kaldı yazı. aşk, rahat uyusunlar diye büyüklere anlatılan masal sanırdım. öğrendim yanılmayı. (Ceyda Z. Koyuncu ’99) 39 FOTOĞRAFüç kendimle | ALTIkişi ALTIkadraj İLKER CABİ “Ben de özledim seni.. Senin oralara alışman gibi, biz de burada kalanlar sensizliğe alışmaya çalışıyoruz.. Kendine iyi bak, canın sıkıldıkça ara..” ve telefonlarımız karşılıklı kapanıyor.. Sesini duymak, işte bundan sonra saatlerce neler yaptığımı hatırlayamayacağım bir yürüyüşe başlıyorum.. Vücudumu elimden geldiğince yormalıyım, ne seni ne başka bir şeyi düşünmeden şu karşımdaki tepelere ulaşmalıyım. Yedi tepeli İstanbul’umda bir tepeye ulaşmak zor da olsa, dönüş için emek vermeyeceğim taksi gibi bir çözümüm hep olur, umarım dönüşüm için kendimden başka ikamemin olmadığı bu yerde hem vakit hem enerji problemi yaşamam.. * “Beyim bu saatte buralarda donarsın.. ne işin var bu tepede?”.. İrkilerek kalkmaya çabalıyor ama kardan sendeliyorum.. kaç saattir burada oturuyorum, saat şu an kaç hiçbir şey bilmiyorum. Yalnız ışıklarından seçilebilen ve nokta kadar olmuş haneleriyle benim kendime karşı sığındığım köy gözlerime ne kadar uzaklaştığımı söylemeye yetiyor aslında. Bir eşeğin üzerinde, onun ufak adımlarıyla, yol boyu konuşmamak üzere sözleşmiş, adı başka hayalleri başka iki insan ilerliyoruz. Pansiyona ulaştığımızda köylünün cebine biraz para sıkıştırıyor, teşekkür ediyor ve odama çıkıyorum.. İçim üşüyor, kendime bir kadeh şarap koyuyorum, camdan karşımdaki o geri dönmekte zorlandığım tepeye bakarak yudumluyorum Hayyam’ın yıllar yılı dostunu.. Az önce karanlık tepeden baktığım aydınlık köyden, şimdi tepeye bakıyorum.. Her iki yerde de çok yalnızım, etrafın aydınlık oluşu benim içimdeki hissi değiştirmiyor.. İlk aşkı tattığım günlerde tanıştığım bir melodi takılıyor dilime.. “Işıklar arasında ben kararmış lambayım, Aydınlatacak yer yok sönmeyip ne yapayım..” Acaba bu şarkıyı buralarda bulabilme ihtimalim var mı? Kendim bile gülüyorum.. İnsan bazı şeyleri kendi kaybetmek istediği için kaybediyor.. Kaybetme korkusu aslında bir şekilde kaybetmek tercihi.. Tüm bu olan biten için benim tercih ettiğim de bu.. Yanında senin aşklarına şahit olmamak, seni kendi ruhumdaki, hayallerimdeki gibi görememek ihtimaline karşı sana susmamdan, senden kaçmamdan başka bir şey değil seni kaybetmiş olmam gerçeği… Aslında kaybetmek değil hayatımdan uzaklaştırmam, kendi küçük dünyamın 40 dışına itmem… Keşke, keşke konuşabilseydim, kal diyebilseydim… Yarın sabah eşyalarımı toparlayıp buradan ayrılmalıyım. Kendimleyken bazı şeyleri daha çok büyütüyorum galiba, işin ve hayatın ritmine kapılmak şu an için daha az acı verici olabilir… Resepsiyonu arayıp kahvaltıdan sonra ayrılacağımı söylüyor, lambayı kapatıp başımı yastığa teslim ediyor.. Derin bir uykuya dalıyorum.. . İyi geceler canım sana da. 41 FOTOĞRAFüç gülümsedik | ALTIkişi ALTIkadraj KADRİYE SOYSAL Bugüne kadar gördüğüm en güzel ilişkilerden biri annemle babamın ilişkisiydi. Babam anneme çok değer veriyordu, biri olmadan diğeri yaşayamaz gibi gelirdi. Nitekim annemin vefatıyla babam zor zamanlar geçirmeye başladı. Öğleye kadar uyuyup, sonra kıraathaneye giderek gününü geçiriyordu. Çok konuşmaz ve hatta hiç gülmez olmuştu. Babamın bu durumunu başta anlayışla karşılamıştım ama daha sonra üzülmeye başlamıştım. Onunla daha fazla ilgilenebilmek için bir süreliğine babamı benim yanımda kalmaya ikna edebilmiştim. Amacım babama mutlu olması gerektiğini hatırlatmaktı. duvar lambasının açık olduğunu gördüm, üzerindeki gülümseyen yüzü fark eder etmez koltukta oturan babamla göz göze gelip gülümsedik. Hayata yeniden gülen gözlerle bakabilmeyi hatırlamıştık. Bir sabah işe gitmek için uyandığımda aklıma bir fikir gelmişti. Babam da ben de gülümsememiz gerektiğini unutmuştuk, hayatta mutlu olmak için vardık. İlk önce aynaya ‘post-it’le not yazmayı düşündüm, ama elime kalemi alınca aynada ağzımın geldiği yere yarım daire, gözlerimin olduğu yere de iki küçük çember konduruverdim. Bu taslağa göre yüzümü değiştirdim,yanaklarım hafif toplandı, dudaklarım çekildi ve evet gülümsedim. Eminim babam da görünce gülümseyecekti. Akşam eve geldiğimde, salondan hafif şiddetli bir ışık geliyordu. Merak ettim, babam neden açmamıştı ki lambaları? İçeri girdiğimde 42 FOTOĞRAFüç | ALTIkişi ALTIkadraj her ışıkta suretin gülümser / bilen bilir / aslı suretinde gizlidir* MELİS MİNE ŞENER Guu – guk, guu – guk, guu - guk. Saat sabahın üçü. Bu küçücük guguklu saati her gittiği yere götürürdü Aslı, neresi olursa olsun. Bütün yolculuklarda valize ilk konan iki eşyadan biri... Annesinin son hediyesi. Kuşları çok severdi çocukken, kanaryaları, kumruları, güvercinleri, guguk kuşlarını, serçeleri… Duvara asılı o büyük saat bir gün bozulup, içinden çıkan guguk kuşu yerinden çıkıp saati söylemez olunca, kuşun öldüğünü sanmış ve ağlamıştı. Beş yaşlarında olmalıydı. Annesi o kuşun gerçekte yaşamadığını anlatmış, zorlukla susturmuştu Aslı’yı. Ne çok ağlardı çocukken… Ertesi gün annesi elinde o küçücük saatle gelmişti, her saat başı guguk kuşu saati söylerdi, küçük kırmızı saatin içinden bir kuş çıkmıyordu elbet ama üstünde çok şirin bir kuş vardı. Öyle her saat başı “guguk” demesine bakıp kızamazdınız, sesini kısınca sadece duymak isteyenlerin duyduğu bir kuş cıvıltısı gibi gelirdi kulağa… Aslı da her gittiği yolculukta saatini alır onunla birlikte giderdi tüm seyahatlerine, bu hediyeyi alışından çok yıllar sonra bile. Yavaşça doğruldu Aslı yatağın içinde. Küçük masa lambasına uzandı. El yordamıyla düğmeyi buldu… Çıt. Lambanın ışığı hafifçe aydınlandı. Giderek artacaktı ışık, “Tasarruflu ampullerin bu özelliğini anlamıyorum...” diye düşünürdü yeterince uyanık olsaydı, ama henüz değildi. Belki sonra… Sigara paketini aradı yine el yordamıyla komodinin üzerinde. Bulamadı. Örtüyü çekti üzerinden, bedenini sola döndürdü, ayak ucuyla terliklerini aradı, buldu, giydi. Kalktı. Tuvalet masasına yürüdü. Masanın üzerinde duran sigara paketini ve çakmağı aldı. Bir sigara çekip içinden, dudaklarına götürdü. Tam yakacakken durdu. Bir elinde sigara, bir elinde çakmak kalakaldı. Levent görseydi bu saatte sigara içtiğini kızardı. Kendisi de kendisine kızıyordu zaten. Onun için paketi yatağın başucundaki komodinin üstüne değil de, bu tuvalet masasına benzeyen şeyin üstünde bırakıyordu. Elinin altında olmasın, gecenin bir vakti uyanıp sigara yakabilme lüksü olmasın (uykusunu bölüp yataktan çıkmazdı ki Aslı normal şartlar altında, böylece o saliselik sigara isteğini bastırıp uykusuna devam ediyordu çoğunlukla, tabi böyle zamanlar hariç…) diye. 27 gün. 9 çarpı 3. 7 çarpı 4 eksi 1. Neredeyse 1 ay. Nasıl da uzun sürmüştü bu kez bu iş? Tik, tak. Tik, tak. Tik, tak. Sonra? Sonrası sessizlik. - Levanten’imi özledim ben… Tik, tak. Tik, tak. - İstanbul’u özledim. 43 Tik, tak. Tik, tak. - Keros’u özledim… Tik, tak. Tik, tak, tik… - Yaşlanıyor muyum acaba? Kendi kendime konuşmaya başladım. Yoksa Amerikan filmlerine mi özeniyorum, nedir? Tikk, tak. Geri döndü, yatağın üstüne oturdu. Sigarayı yerleştirdi bu kez dudaklarının arasına, çakmakla yaktı. Derin bir nefes çekti. Öksürdü. Dumanı üfledi öksürüklerin arasında. Neredeyse bir aydır buradaydı, lojmana benzeyen bu misafirhanede geçiyordu geceleri. İlk başlarda tatil gibiydi, kitap okuyor, çevrede geziyordu. Ama sonra sonra sıkmaya başlamıştı bu eğitim de, Amerika seyahati de… Levent’i, İstanbul’u, babasını, Kerem’i, evini... Hepsini özlemeye başlamıştı artık. - Son 1 hafta, dayanabilirim, dedi, yine yüksek sesle. — İstanbul’da saat 11 olmalı. Arasam mı Levent’i? Cep telefonunu aldı komodinin üzerinden. 5**’e bastı. Sonra da üzerinde yeşil ahize resmi olan tuşa… Dııııt, dııt, dıııt. - Aslı? İçine mi doğdu Kerem’le buluşacağımız? Seni özlediğimizi mi anladın? - Kerem’le mi buluştunuz, ne güzel? Hava nasıl? - - - Aslı? Söyle bakayım bana, orada saat kaç?*** Gecenin bir vakti niye uyumuyorsun sen? Hem sesin de kötü? Ne oldu, kötü bir şey mi var? Yok canım, uykum kaçtı sadece. Gugi de ötmeye başlayınca, bir arayıp sesini duyayım dedim. Özledim. Biz de seni çok özledik canım, en çok da ben… Kerem yolda gelemedi daha. Burada hava kara bakıyor, ben de seni düşünüyordum, “Aslı gelmeden kar yağıp geçmese” diye… Levent? Canım? Levent, ben seni çok özledim. Bi’tanem, ben de seni özledim. Ama bak zaten şurada 7 gün kaldı. Bitti sayılır. Çok sıkıldım ben burada… Çok aptalca her şey… Bi’tanem, bak şimdi, saat kaç?*** Üçü biraz geçiyor. Peki, odanın içinde neler var? Hiçbir şey yok, bi’ yatak, bi’ masa, bi’ sandalye, bi’ lamba, bi’ de benim eşyalarım… Tamam, peki, kalem kâğıt var mı? Vardır herhalde? Var. Çok güzel. O zaman kâğıdı kalemi al önüne, otur odanın resmini çiz. Ama odada ne varsa, hepsini çiz, olur mu? Eee, no’lcak çizince? Çiz sen her şeyi, sonra da odada en çok elinin altında olan ne varsa, onun üstüne beni çiz. 44 - - - Nasıl yani? Düşün işte, odada en çok neyi kullanıyorsan, onun üstüne de bir surat çiz, benim suratım olsun mesela. Sonra da (bir resmim vardır yanında nasılsa, onu da) o eşyanın üstüne yapıştır cidden. Böylece her kullanacağın zaman, bana bakıyor olursun… Zaten kaç gün kaldı bak, gelene kadar benim yüzüme baka baka sıkılır, özlemekten vazgeçersin belki? Ya da yok, öyle olacaksa, resmimi yapıştırma, o kadar da iyi bir fikir değilmiş düşününce… Levent ya, ben ne diyorum, sen ne diyorsun? Canım, işte seni oyalamaya çalışıyorum, ben de çok özledim seni ama bi’kaç gün daha kaldı, merak etme burada bir sorun yok, Hikmet Amca’da iyi, yokluyoruz Keros’la biz onu sık sık. Tamam canım ya, n’apiyim işte, sıkıldım. Öyle sesini duyayım dedim, dalga geçiyorsun gibi geldi bir an. Olur mu öyle şey Aslı? Ben sen neşelen diye saçmalıyorum sadece… Tamam, neyse, kapatıyorum ben. Gelince ödenmek üzere üç öpücük… Kerem’i de, babamı da sen öpersin benim için. Tamam canım. Uyu, dinlen güzelce tamam mı? Bak, az kaldı zaten. Uyku. Birkaç saatçik olsa yeter. Sigara küllükte yanmış, bitmiş. Zaten bu saatte içmese daha iyiydi. Yatağa uzandı. Elini lambaya uzattı. Odada en çok kullandığı eşya bu lambaydı galiba. Çıt. Sabah, günün ışımasından epey sonra Gugi’nin sesi ile uyandı Aslı. Yavaşça elini komodinin üzerinde gezdirdi, Gugi’yi buldu. Alarmı kapadı. Doğruldu, bedenini sola döndürüp ayak uçlarıyla terliklerini aradı buldu yine, sonra, lambaya uzandı. Çıt. Gülümsedi, evet, en çok lambayı kullanıyordu odada. “Ah, Levent, ah… Deli sevgilim benim…” Yataktan kalktı, banyoya doğru yürüdü. Çıt. Banyonun ışığını yaktı. Duşun musluğunu çevirdi, sıcak su akmaya başladı. Bir çırpıda üstündekileri çıkarıp duşa girdi. Önce sıcak, sonra buz gibi soğuk… Çıktı, kurulandı, banyodan çıkıp girişteki dolabın kapağını açtı, içinden iç çamaşırı, çorap, kot pantolon ve bir kazağını aldı, giyindi, saçlarını kuruttu, dişlerini fırçaladı. Tuvalet masasının üzerinden çantasını, yatağın yanından cep telefonunu aldı. Kapıyı açtı, dışarı çıktı. Yürümeye başladı. Sağına soluna bakarak epey bir yürüdü, bir tabela gördü sonra solda, yüksekçe, yukarda “Salvation Army”, pis görünüyor biraz, salaş bir yer, ne satıyor diye merak etti. Sağda ve solda kanatlı iki kapı var camdan… O tarafa yöneldi, böyle yerlere bayılırdı Aslı. Kaç gündür nasıl görmemiş? Kapılardan biri açılmıyor. Öbürüne yürüdü, oradan girdi. Soldakinden… İki kapının arasında kasa, her taraf eşya dolu. Televizyondan piyanoya, koltuktan şilteye, eski elbiselere, oyuncaklara, kasetlere, plaklara kadar her şey var. Kasada garip bir tip. Dolaşmaya başladı içerde, ne komik fiyatlar… Bir nevi bitpazarı. Küçük bir masa lambası çarptı gözüne, 45 sekizgen turuncu bir abajurun altında, üstüne gülen yüz çizilmiş (muhtemelen cam boyası ile sonradan – hatta biraz beceriksizce – çizilmiş) eski bir masa lambası. Düğmesini aradı gözleri, kablosunun ortasında bir yerlerde sallanıyor, elini uzattı. Çıt, çıt. Baktı, üzerinde etiketi yok, lambayı eline aldı, kasadaki tipe yöneldi. — How much? — 10 cent. (Nasıl bir yer burası, çalışmıyor mu acaba bu lamba?) — Is it working properly? — Yes madam, yes. Yansımamdır sanki gördüğüm… Gözlerinde gördüğüm sevgin. Sevgindir, içimde büyüttüğüm benim… Sende ben kendimi, Senin beni sevdiğin gibi severim. Bilirim sen bende beni Benim beni sevdiğim gibi seversin. Hem zaten, Bilenler bilir, Aslı Suretinde Gizlidir.* Hemen duvar dibindeki prize taktı fişi adam; çıt, çıt. Ve ışık… Şu Hintliler, ne komik adamlar, “İngilizceleri bizden beter.” diye düşündü. Ödemeyi yaptı lambayı alıp otele geri döndü. Güzel bir kutu almalı bir de bunu içine koymak için. Bir kâğıt aldı. Üstüne tarih attı önce. Levent bunu görünce anlayacak mıydı acaba, gülen yüzün kendisinin yüzü olduğunu? Anlardı. Sonra şu satırları yazdı. Her ışıkta suretin gülümser. Her gün doğumunda, Her gün batımında, Sabahlarda, Akşamlarda… Her ışıkta, suretin. Baktığımda gözlerine, * Aslı suretinde gizli, Şiir, Melis Mine Şener ** Cep telefonlarının tam ortasındaki tuş. Üzerindeki kabartma tırnaklar sayesinde el yordamıyla, karanlıkta ya da göz gözü görmezken (yahut gözler hiç görmezken bile) basılabilme kolaylığına ve diğer tuşların yerini bulmaya yardımcı olma özelliğine sahiptir. Bir nevi klavyelerdeki “f” ve “j” tuşları gibi. Mevcut konunun tam da ortası. Klavyenin, telefonun, hayatın… Merkezî noktası. *** 6 – 6, Birinci Öykü. 46 FOTOĞRAFüç | ALTIkişi ALTIkadraj çıra ile pervane… ve şehr-i daim ŞENER SOYSAL Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde olmaktan ziyade güne ve düne yakın zamanlarda yaşamış, güne bakan çiçekleri gibi açmış, “evvelim sen oldun ahirim sensin” diyerek türküler çağıran, “iki büyük nimetim var biri anam biri yarim” diyerek gerçekten kadını savunmuş, “neyleyim denizi ırmak istiyom” deyip hasretliğinden dem vurmuş ozanların yaşadığı bir yer varmış. Türkülerle anlatılası bir yer ki böyle koca koca dağların arasına sıkışmış boz topraklara sahipmiş. Yıkılıverecekmiş gibi evleri, evlerinin bahçelerinde her rüzgar esişinde hışır hışır edip insana huzur veren kavakları, kavaklarında sabahları kümesinin yolunu şaşırıp dışarıya yumurtlayan tavukların yumurtalarını çalan hırsız kargaları, kargaları sapanla avlamaya çalışan şirin çocukları, çocukların oynadığı, kız kaçırtan patlattıkları avlular, avluları kuru dallardan yaptıkları süpürgelerle süpüren genç kızlar, gelinler, gelinlerine kızan baş köşeye oturmuş kaynanalar, kaynanaların akşama hesap vereceği kahvede domino, altmışaltı, pişti oynayan beyleri, beylerin rakıları devirmekten küfelik olup yolunu zor bulacakları yıkılıverecekmiş gibi evleri varmış buranın. Betimlenemeyen bir yermiş burası, her anlatılışında insanın başını döndürür, başa döndürürmüş. Tek baş döndüren anlatış değilmiş tabi. Burada öyle bir aşk varmış ki, insanlarda öyle bir sevgi... öylesi görülmemiştir herhalde yedi cihanın herhangi bir yerinde, Mars üzerindeki kraterlerde, fal tutulan yıldızlarda, yıldız yağmuruna tutulan Hollywood'da ya da renkli kardeşi Bollywood’da, uçan kuşta, esen yelde... Velhasıl aklıma gelen, gelmeyen, gelip de söylemediğim hiç bir yerde bu aşk yokmuş. Öyle severmiş yarini insanlar burada, ayaklarına turab* gönüllerine hizmetçi olmak için varmışçasına. Delicesine bir aşk bu, aşkın da ötesinde bir aşk imiş. “Aşk imiş her ne varsa alemde, ilim bir kil-u-kal imiş.” buralılar için. Sevgilerini türlü mısralara dökmüşler, anlatmışlar. Pervane olup şem ile yanmışlar defalarca. İşte bu anlaşılması güç şehrin, geniş yürekli insanlarının arasında bir çıra varmış. Gündüz evin holünde asılı dururmuş. Gün boyu defalarca bahçeyi süpüren evin evlenme çağına gelmiş kızlarından biri arada bir islenen camını silermiş. Başka da yüzüne bakan olmazmış gündüzleri, insanlar güneşe dönermiş yüzünü. Ama o hiç kıskanmazmış güneşi, insanlara kızmazmış onunla ilgilenmedikleri için. Akşam oldu mu, hemen odanın baş köşesine getirilirmiş. Işıl ışıl yaparmış her yeri, karanlıkta kalan yüzleri aydınlatırmış, yüreklerindeki ışıltı ortaya çıkarmış çıranın sayesinde. Çocuklar yanına yanaşırmış iyicene, derslerini çalışırlarmış. Anne, baba, büyükbaba hep bu mecliste konuşurmuş. Çıra insanlara güneşin olmadığı zamanlar konuşma, ders çalışma imkanı verdiği için mutluymuş. Çünkü çıra olmasa insanlar karanlık çökmeye 47 başlayınca uyumak zorunda kalacaklarmış. Çıra insanların gecelerinin güneşiymiş, güneşin bir eşiymiş kendi çapında. Ve bunun için hep mutluymuş. Bir mutluluk ki camı kırılsa da kimseye kızmazmış. Öyle çok kırılmış ki üstelik. Kah çocuklardan biri deviriyormuş, kah kızlardan biri yıkarken elinden düşürüyormuş. Kırılgan bir yapısı olsa da içinde hiç kırgınlık taşımamış, cam kırıkları biriktirmemiş, bilememiş hiç birini, batırmamış insanlara keskin uçlarını. O yardım etmeyi severmiş ve hep yardım etmiş. Bir gün bir pervane gelivermiş yamacına çıranın. Bir akşam vaktiymiş, sıcak bir yaz akşamı. Bahçede erik ağacının altına oturmuş karpuz yiyormuş tüm aile fertleri. Çırayı da tekir devirmesin diye asmışlar ağacın sağlam dallarından birine. Yolunu kaybeden, üşüyen pervane daldaki bu aydınlığı görünce koşup gelmiş, dönmeye başlamış çıranın etrafında. Çıranın başına ilk kez geliyormuş bu, baş tacı etmiş pervaneyi. Sürekli etrafında dolanan bir doğa harikası üstelik, hangi nefis kendine dur diyebilir, aşık olmadan bu güzelliği bertaraf edebilir ki! Çıranın da gönlüne düşmüş aşk, pervanenin yüreği de zaten yangın yeri gibi. Ama pervane biraz çekingenmiş, hemen gelemiyormuş çıranın yanına. Her dönüşünde biraz daha yaklaşıyormuş. Yaklaştıkça biraz daha yanıyormuş ama bunu kalbindeki yangın sanmış, aşkı sanmış. Meğer resmen yanacakmış. O herkese yardım eden çıra bir şey diyememiş bu yaklaşmaya, sonucunu görememiş, pervanenin yanabileceği aklına gelememiş. Çünkü pervanenin her dönüşüyle başı öyle bir dönmüş ki... Pervane yanıvermiş, çıranın başı dönerken. Çıra pervanenin kanatlarının yanıp da yere düştüğünü görünce bir kez daha başı dönmüş. Bu sefer öyle bir başı dönmüş ki üzüntüden, acıdan bir anda kendini yerde buluvermiş. Ne aşağıda sakin sakin karpuzlarını yiyenler bir şey anlamış, ne de bu duruma şahitlik eden çiçekler, ağaçlar, bilimum böcekler, gökyüzü... Anlamış ki çıra, eskisi gibi olamayacak, bu kırık öncekilere benzemeyecek. Her zaman merak ettiği şeyi de öğrenmiş. Bu şehrin hep aynı döngüde kalan insanları nasıl bu kadar huzurlu olabiliyor diye düşünmesine gerek kalmamış. Dönüp dönüp de aynı yere varmayıp yaklaştıkça nasıl acı çekildiğini görmüş. Çırayı kaldırmışlar yerden. Hemen yeni bir cam getirmişler evden. Yine aynı güzel, gösterişli, yine güneşin minik eşi imiş ama... O gülümsercesine aydınlığı gitmiş, solgunlaşmış. Artık rüzgar esip de kavaklar hışırdarken titriyormuş ışığı istemsizce. Cam yetmiyormuş titremesini engellemeye. Kahretmiş kendine çıra. Mum gibi eriyip gitmek, yok olmak istemiş ama nafile. Dibi karanlık yaşamaya alıştığı gibi acıyla yaşamayı da öğrenmek zorundaymış. * (Türap) 1. Toz, toprak. 2. Toroslar’da ayağa giyilen bir tür çarık. 48 kişi ALTI kadraj ALTI AYŞE COŞKUN nurten’in FOTOĞRAFdört dantelleri | CEYDA ZEYNEP KOYUNCU o gün, yirmi üç ocak | İLKER CABİ korkularımın evi | KADRİYE SOYSAL ritim | MELİS MİNE ŞENER yıkık bir çocuk bahçesi gibiydi yüzü | ŞENER SOYSAL ben ile haydar… ve sizi bizi mi var? 49 FOTOĞRAFdört | ALTIkişi ALTIkadraj nurten’in dantelleri AYŞE COŞKUN Saat kaç oldu yok bak. Kaç kere dedim; beni habersiz bırakma, merak ediyorum, İstanbul o eski bizim bildiğimiz İstanbul değil diye, dinleyen kim. Gene çıkarken bir yığın laf kalabalığına daldırıp kaçtı elimden. Eh Esat, alacağın olsun e mi? Tamam, ablanla buluşuyorsun, ben buluşma mı diyorum? Ama bir telefon eder insan. Ne bileyim şuradayız, şu saatte geleceğim der, ben de merak etmem. Tam annesi oldu bu adam yaşlandıkça. O da pek bir düşkündü gezmesine tozmasına. Kaç yaşındaydı ne saçının bakımını geciktirirdi, ne manikürü eksik kalırdı. Her seferinde beni de çağırır, birlikte gidelim diye tuttururdu. Hoş ben de birkaç kez gittiğimde ne iyi geldiydi. Yüzüm krem yüzü görmüştü, doğruya doğru. Bir de sonrasında gidilen o ev oturmasında bir an kendimi, Esat’ı, çocukları her şeyi unutup sanki hayat orada oturmaktan ibaret bir şeymiş gibi hissetmeye başlamıştım. Hani Alice Harikalar Diyarında’da sürekli çay içip kurabiye yiyen bir tavşan var ya, bir de fare vardı galiba, işte aynen onlar gibi bir rehavet çökmüştü üzerime. Elbette öyle uzun uzun oturmadan sonra öyle zor gelmişti ki eve git, ütü yap, ne bileyim çocukların beslenmesi falan... Tabii o zamanlar çocuklar daha küçük, üç yaş var aralarında, birlikte gidip geliyorlar okula. Sokağın hemen sonundaydı okulları, hiç endişe etmeden yollardım el ele ikisini. Bir de öğretmenleri vardı ki, Hayriye Hanım, o ne zarafetli, o ne kibar kadındı öyle. Veli toplantısına giderdik Esat’la, hayran olur geri dönerdik. Bizimle konuşurken sanki kendi çocuklarından bahsediyormuş gibi onları bize karşı över, kızdığımız zamanlarda bize savunurdu. Ezgi’nin yüzmeye merakını da, Erdem’in satranç yeteneğini de o keşfetmiş ve ille de bu çocukları kursa gönderin, devam etsinler diye başımızın etini yemişti. Onun sınıfından hep öyle becerilerine göre yönlendirilmiş çocuklar çıktı. Ve hatta sonradan öğrendik ki Erdem’in sınıf arkadaşlarından biri İstanbul Filarmoni Orkestrası’nda çalmaya başlamış. Flüt ya da obua galiba, ya da nefesli sazlardan biri işte... Yani diyeceğim, tesadüfî değildir çocuklarımızın böyle kendine güvenli, böyle ayakları yere sağlam basan çocuklar olarak yetişmesi. Ve Esat da bir gün olsun ihmal etmedi onları ne yalan söyleyeyim. Onun da sıkıntılı günleri olmadı mı, elbette oldu, özellikle de Sema’nın halleri yüzünden. Ama bir gün de kesmedi çocuklarının sözlerini, ne kadar anlamsız gelse de sonuna dek dinledi söylediklerini. Hem sadece onlar mı? Bazen ben de kendimden büyük hayaller kurduğumda, ne bileyim olmayacak işlere yeltendiğimde hiç de “Sen ne anlarsın bu işlerden!” demedi. Hatta “Ben yapayım, sen bana yardım edersin.” diyeceği işlerde bile sen yaparsın ben sana yardım ederim dedi. İşte bu yanını babasından 50 almış olmalı, babası da çok efendi, görmüş geçirmiş bir adamdı. Ne büyük sevgiyle bakardı, çocuklarına ama en çok da torunlarına. Bir kez bile sürtüşmedik, bir kez bile bir kötü laf çıkmadı ağzımızdan birbirimize karşı. Huzurlu bir aileydik biz, evet. Bu huzurlu aileden Sema neden böyle kaçarcasına uzaklaştı hiç anlamadım. Konuşmaya çalıştığımda kızardı bana. Hem sadece kendisi değil, o kızardı, sonra gelip Esat da kızardı. Öyle çok bir şey söylemezdi ama bozulurdu ve bunu belli ederdi. Ama gene de dayanamıyordum işte, Hem kendisinin hem ailesinin hem de Esat’ın bunca üzülmesine ne gerek vardı ki? Okulunu okumuş bitirmişsin işte, ne bileyim iş desen, niyetlensen hemen alıyorlar, koca doktor olmuşsun o kadar sene okul okuyup. Ben de üniversite bitirdim ama benim okulum hem keyifli hem kolaydı. Biz geleneksel el sanatları okuyup halı düğümlerinin adını öğrenirken o laboratuarlara giriyor hasta tedavi ediyordu sonuçta. Bizim işimiz daha kolaydı elbete ama onun işinden aldığı doyum hep çok daha fazla olmalı diye düşünüp gizliden gizliye de imrenirdim ona. İnsanlara umut vermek, insanları iyi etmek iyi gelmeli gibi geliyordu bana ama Sema’nın yüzünde hep bir endişe olurdu. Mükemmel olsun istediğinden midir oradaki arkadaşlarıyla anlaşamadığından mıdır bilmiyorum ama hep üzüntülü gelirdi ifadesi. Sonrasında oradan oraya kaçar oldu. Bir aradığında İzmir’de bir aradığında Van’da bir aradığında Şanlıurfa’da çıkıyordu. Bir zaman sonra temelli döndü, ne sevinmişti Esat. Bir erkek arkadaşı da olmuştu o zaman, güzel yüzlü, uzunca boylu, yakışıklı mı yakışıklı bir adam. Bir sesi vardı, sanki o filmlerdeki artistler konuşuyor sanırdın. Bize geldiler ya yemeğe, baktı ağabeyinin gözü tuttu çocuğu, o yüzündeki endişe ilk defa gider gibi olmuştu. Yani ben onu tanıdığımdan beri ilk defa, belki eskiden de mutlu bir çocuktu, bak onu bilemeyeceğim. Hemen haftasına bir ev tutup yerleştiler. Öyle harabe gibi, kırık dökük bir şey, ben evi gördüğümde eyvah demiştim, ne var ne yok ellerinde avuçlarında bu eve gidecek. Hem sadece onların mı baktım Esat’ın yüzünde muzır mı muzır bir ifade. Bırakmayacaktı o çocukları o harabeyle baş başa. Zaten onun maaşıyla zor geçinen iki boğazdık, ama Sema’nın gözündeki ışıltı büyülemişti Esat’ı ve Esat’ın yüzündeki ifade de beni. Yeniden heyecanlandığını görmek, keyifli kahkahasını duymak iyi gelmişti bana da. Hiç sesimi çıkarmadım, ne parasına ne puluna. Esat ve Onur, Onur’du galiba çocuğun adı, bak onu bile zor hatırlıyorum, haftalarca ellerinde matkap merdiven o evi adam etmeye uğraştılar. Üsküdar’da küçücük bir evdi, hani anca ikisinin sığabileceği kadar. Ama güneşliydi, balkonu vardı küçücük. Hemen benim balkondaki sardunyalardan kırıp köklendirmesi için Sema’ya vermiştim, köklendirdi mi dikti mi onları bilmiyorum ama evin işi bittiğinde gerçekten de çiçek gibi olmuştu ev. Hatta kayınvalidemin bana verdiği dantellerden aşırıp aşırıp Esat’la perde yapmışlardı. İlk 51 gördüğümde biraz bozulmuştum ama sonuçta kızıydı o, bana söz düşer miydi. Hem sonrasında öyle yakışmıştı ki o perdeler o eve, ben de ağzımı açıp tek kelime edememiştim. Sonuçta bizim sandıkta yıllar içinde eskiyip gideceğine bir işe yaramışlardı. Ne kadar kaldılar acaba o evde, onca zaman uğraştılar da ne kadar keyfini sürebildiler ki. Sonra gene bir şeyler oldu Sema’ya, aramaz oldu, sesi soluğu kesildi. Ben hep iyiye yormak istedim, iyi gidiyor, keyfi yerinde demek dedim içimden. Hatta bir ara içimden içimden sitem etmeye başladım, evlerini kurdular bizi unuttular diye ama gene on birde çalan bir telefonla yerimizden zıpladığımızda, daha telefonun çalışından bunun hayra işaret olmadığını anlamıştım. Konuşurken Esat’ın sesi, değişen yüzünün ifadesi. Ne oldu, kimmiş, ne olmuş dememe gerek kalmamıştı. Sema… Gidiyordu gene. Bir yere, kendisinin de ne kadar bildiğinden emin olmadığım. Bir tek o güzel adama ne oldu onu merak ettim hep. O adam sanki bulur getirir diye düşündüm, ne bileyim bir tek ona izini belli eder. diyemiyordum. Öylece susuyorduk karşılıklı. Çay koyuyordum, televizyonda bir film kendi kendine oynuyordu ve film bittiğinde gidip birbirimize sarılıp yatıyorduk. Sanki ağlayacakmış gibi gelirdi öyle zamanlarda ve belki ağlasa açılır diye ben de ağlasın sızlansın isterdim ama öyle sessizce yatardık. Perdeyi aralardım, pencerenin önünde ucu görünen ay ışığıyla aydınlanan odada o Sema’ya ben ona üzülürdüm. Benim ağlayasım gelirdi ama tutardım kendimi. Korkardım benim ağlamamdan Sema’yı suçlu bulacak ve daha çok üzülecek diye. Suskun gündüzlerimize suskun geceler eklenirdi öyle öyle. O yüzden, bir yandan kızarken ve endişelenirken her Sema aradığında bir yandan da içten içe sevinirdim, bir ümit olurdu, bu sefer son sanırdık ikimiz de. O suskunluğun yerini hepimizin oturduğu keyifli bir sofradan yükselen kahkahalar bozacak diye ümitlenirdim hep… Sema bir aradığında otobüs garındaydı, sonrakinde Edirne’den aradı. Soğuklardan şikâyet ediyor demişti Esat ama keyfi yerinde gibi konuşmuştu. Orada bir özel klinikte çalışıyormuş. Üç dört ay gene ses seda kesildi. Evden de aramıyordu, bana kızgın olduğunu tahmin ediyorum. Yahu ben de çok bayılmıyordum doğrusu kırk yaşına gelmiş kadına nasihat vermeye çalışırken ama telefon kapandıktan sonra ahizenin bu tarafında kalan enkazı yüklenmek bana kalıyordu. Kardeşine laf söyletmiyordu Esat, ben de bir şey 52 FOTOĞRAFdört | ALTIkişi ALTIkadraj o gün, yirmi üç ocak CEYDA ZEYNEP KOYUNCU - Ooo hoş geldin Abla. Aynından mı yine? Birçok alıcısı var bu derginin. Ama hiç biri senin gibi değil. Şöyle bir ayna koysam dükkanın önüne, gelirken bir kendine baksan. Derginin parasını veren kadın başka, paranın üstünü verdiğim kadın başka biri sanki. Bilemiyorum neyse artık sihri, şu 45 sayfa sayesinde o nemrut… Ah be! Kaçtı ağzımdan! Kusura bakma, aslında öyle demek… Abla kızdın mı? - İlahi çocuk, insan bildiği şeyi başkasının ağzından duyunca niye kızsın ki! Dışardan ne nemrut gözüktüğümün, ani çıkışlarımın, saklamak için gülümsemeye çalışınca üst dudağımın seğirip de sinirimi ele verdiğinin ben de farkındayım. Ama keşke olmasaydım diyorum. Farkında olmak fena şey. Dışarıdaki güneşli günün güzelliğini bilip de senin şu üç metrekarelik büfeden çıkıp istediğin yere gidememen gibi. Ben de biliyorum, üzerinden bunca zaman geçmesine rağmen hala hatırlıyorum bir zamanların delidolu, dur durak bilmez, gülmeden güldürmeden edemeyen Hatice’si ile aynı kişi olduğumu. Değiştik n'aparsın! Benim üç metrekarelik büfem de kocam olacak adam. Yetmiş ikinin bir nisanıydı evlendik. Bazen diyorum ki keşke bir şaka olsaymış da iki nisan’da bitseymiş. Huyunu bırak Fevzi’nin boyu bile boyuma uygun değildi. Ben bir evin dört numaralı kızı, üç de erkek kardeş. Senin anlayacağın hiçbir zaman bizim ne düşündüğümüzü, ne istediğimizi, ne hissettiğimizi soran olmadı. Genç kızlığımda da öyle ahım şahım güzel değildim ben ama sevimliydim, cana yakındım, güler yüzlüydüm. Fevzi desen bir karamsar adam! Üstelik benden dokuz yaş da büyük. Bir kış günüydü beni istemeye geldiler. Dışarıda kar diz boyu. Fevzi’yle babasında aynı model İspanyol paça pantolonlar. Sırılsıklam olup bacaklarına yapışmış. Öyle komiktiler ki. Bunlar kaçıncıydı ben hatırlamıyorum. Gelenimiz gidenimiz pek eksik olmazdı. Biz dört kız, hepsinde de gırgır geçecek bir yan bulurduk. Kıyafetleri, konuşmaları, konuşamamaları, oturmaları, kalkmaları hepsi bizim için malzemeydi. Ama o gün hiç gülmedim ben. Paltolarını asarken, iç ceplerinin astarına işlenmiş A.M.H. harflerini gördüm ya hiç gülmedim. Altın Makas Hidayet. Şehrin en ünlü terzisi. Öyle herkes kapısından içeri giremez. Hidayet Bey Fransa’da moda tahsili görmüş, kendi deyimiyle “yüksek zevk sahibi” Çarşının en işlek yerinde dükkanı. Bir yanı sokağın sağına bir yanı soluna bakan yere kadar camlı bir vitrini var ki, döpiyesler, mantolar, paltolar, takım elbiseler... Ayda bir yeniliyor, bakmadan geçmek mümkün değil. Herkes “kendini beğenmiş çaput prensi” diye dalga da geçse bence zarif adam, herkesten farklı. Anlaşılamamasının nedeni de bu. Akif, Hidayet Bey’in yamağı benim sevdiğim. Ustası gibi o da. Belki de bundan seviyorum onu böyle. Hiç düşünmedim. Bazen öğlenleri 53 genelde akşamları buluşuyoruz. Yarım saat bilemedin kırk beş dakika öyle hızlı geçiyor ki. Uzun ince parmakları dolaşıyor ellerimde, yumuşacık. Saçlarımın arsız dalgası bile duruluyor sanki omzuna yaslandığımda. Zaman dursun. Bir bunu diliyorum. Öyle çok büyük, ulaşılmaz isteklerim yok. Ama zaman kimi kaale almış ki, beni de almıyor. Günlerden Salı. Yine böyle bir akşamüstü, sokağa sarkmış asmaların altındaki köşe başında oturuyoruz. Bazı anlar var bir korku düşüyor da insanın içine konuşturmuyor, neden niçin cevaplanmıyor. Sımsıkı tutuyorum ellerini bu defa. Öyle ki kızarıyor. Omuzlarımdan tutup gözlerime bakıyor. “N’oldu?” diye soruyor gülümseyerek. “Anlat” Bir his bu nasıl anlatayım? Hem en iyisi anlatmayayım ki unutabileyim, öyle bir şeydi, geldi geçti diyeyim. Bir şey demiyorum. Omuzlarımı kurtarıp tekrar sokuluyorum sıcaklığına. Ertesi gün vuruyorlar Akif’i. Oysa onun hiçbir ilgisi yok bu olaylarla. Siparişleri götürmeye giderken, pisi pisine vuruyorlar Akif’i. Fevzi Devlet Demir Yolları’nda memur. Ne olduğu çok da ilgilendirmiyor beni. Babam olur diyor ya, iş bitiyor. Ben de karşı çıkmıyorum bu defa. Bu güne kadar canla başla verdiğim savaşta yenilmeyi seçiyorum, teslim oluyorum. Fevzi’yle ben, gece oldu mu birbirlerinin ışıklarını gören karşı kıyılar gibiyiz. O kadar. Başka birine varsaydı, sözünde durmasaydı, terk edip gitseydi unuturdum da böyle olunca Akif’i bir türlü aklımdan çıkaramıyorum. Başlarda istasyonun yanında tek katlı ahşap bir binada oturuyoruz. Camdan bakıyorum da trenden inenler Akif, trene binenler Akif, gelenler Akif, gidenler Akif. Peronlarda Akif’i bekleyen, gelecek diye sevinen gelmedi diye üzülen bir sürü insan… Fevzi hırslı adamın biri. Hedefi istasyon şefi olmak, sonra Ankara’ya gitmek, sonra… Sonraları hiç bitmiyor. Fevzi sinirli adamın biri. Her şey muntazam olsun istiyor; kravatları, pantolonları, ceketleri, yatma kalkma, yemek yeme saatleri… Her şey istediği gibi olsun istiyor. Olmayınca… Fevzi hoşgörüsüz adamın biri! Seneler geçer mi böyle? Bir ömür geçti bak! Aykut yirmi altı yaşına geldi. Oğlum... O kadar seneyi birden atladın bugüne geldin diyorsun ama ben çözümü bunda buldum. Canımı yakan şeylerden çok konuşmamakta. Unutmanın en kolay yolu anmamakmış bunu gördüm. Hem benim anlatmam neye yarar. Evliliği çocuğa soracaksın. “Huzur, huzursuzluk, mutluluk, mutsuzluk nedir sence bi' de bakalım” diyeceksin. Verdiği cevaplara göre sen de evliliğin notunu vereceksin. Bizimki vasat bile değil, onun da altı çıkardı eminim, Aykut burada olsaydı da sorsaydın. Aykut’a gitmesini ben söyledim. Öyle kolay oldu sanma. “Git” demenin kolay olduğu bir zaman var mı ki? Rayları çok önceden döşenmiş trenlerdik biz Fevzi’ye kalırsa. Makasları o değiştirecek, yönümüzü o belirleyecekti. Kimlerle arkadaşlık edeceğiz, nereye, ne zaman gideceğiz... Kendimi geçtim de, Aykut bir tren gibi yaşasın istemedim ben, hep istediği yere gidebilecek kadar özgür olsun istedim. O yüzden sesimi çıkarmadım o giderken. Fevzi büyük bir kavga kopardı. “Gazetecilik de neymiş!” dedi. “Olmaz öyle şey!” dedi. Dediğiyle kaldı bu defa. O kaldı, Aykut gitti, olan yine bana oldu. “Aykut falan yok bundan sonra, gelmeyecek!” diye kestirip attı. Fevzi inatçı, Aykut gururlu, olan yine bana oldu. Aykut’u görsen… Hatta gör bak, işte şu fotoğraftaki! Dikkatlice bak! Bilmem nerde olay olmuş, evi kundaklamışlar, bak bizimki orda! “Başına iş 54 açılacak oğlum!” diyorum ama dinleyen kim, annesinin gençliğine çekmiş. “Sürprizli fotoğraf var bu sayıda.” diye bir telefon ediyor ben de koşup geliyorum işte sana. Yani uzun lafın kısası sen ne nemrutluğumu ne sevincimi çok gör çocuk. Akif’in bir zamanlar hep dediği gibi ne olacağını hiçbir zaman bilemezsin. Yaşadıkça, her şey bizim için. 55 FOTOĞRAFdört | ALTIkişi ALTIkadraj korkularımın evi İLKER CABİ Korkularımın evinde tüm odaları geziyorum.. İçimde büyüttüğüm, sakladığım, söylediğim – söylemediğim bir sürü korku var ve bu evde bir aradalar, kimi oda çok büyük ama boş, kimi aradığını bulamayacağın kadar karışık, kiminin duvarı bej, kimi çiçek desenleri ile kaplanmış.. Korkularım sanki hayatımın en değerli şeyleriymiş gibi, zihnimin en önemli yerinde kendilerine bu evi inşa etmişler.. Aşklarımda, acılarımda, başarısızlıklarımda, fırsatlarımda o düşüncelerimin en ince ayrıntısına hakim tepeden henüz doğmamış fikirlerimi sönümlendiriveriyorlar.. Her yaptığım hata onların tercihi, her hata yeni bir korkuyu daha bu evin sakini yapıyor.. Bu sefer kızgınım fazlasıyla.. Sadece konuşmak isteyişime bile karıştılar, kendi inandıklarından, sandıklarından başka bir şeyi yapmama izin vermediler.. Her odada ayrı bir anı, ayrı bir hata... odaların sayısı saymakla bitmiyor.. Bu boyutta bir eve nasıl da bu kadar oda sığdırmışım.. oysa aynı hataları yapmışım, peki neden her biri için yeni bir oda açmışım.. Neden sonuç onlar, yeni korkular, olsa da, yine onların dediğini yapmış, onların istediğini düşünmüşüm.. Neden susmuşum, konuşmaktan kim kaybetmiş ki.. Alt kata iniyorum, korkularımın ortak kullandığı mekanlar genelde bu kattadır diye düşünüyorum, onların birbirinin aynı olduğunu görmek için de mükemmel bir fırsat.. Merdivenden inip sola yöneliyorum ki, üst katta tahta zemin üzerinde bir gıcırtı ile irkiliyorum.. Korkularım hiç bir şeyi benim gibi yapmazlar, bunun içerisinde yürümek de olmalı, konuşmak da.. çok garip bu ses.. aslında tekrar yukarı çıkmaya da korkuyorum.. merdivenin hemen altından az sonra başlayacak yıkımı bilmeden, kafam yukarı dönük, kendimi sakladığımdan emin bir şekilde bekliyorum.. Sesin geldiği yönde az önce ihtişamlı renkleriyle gücünü sergileyen duvarların boyaları akıyor, camlar bir bir parçalanıyor.. maske düşüyor, çirkin ve güçsüz olanı görmek çok ürkütücü.. Ses merdivene iyice yaklaştığında şaşkınlığımı artık gizleyemiyorum.. karşımda duran sensin.. o biçimli burnun, her bir zerresinde simetriyi sergileyen çehren, kalem gibi çizilmiş kaşların ve aklının büyüklüğünü içerisinde hissedebildiğim gözlerinle sen.. gülüyorsun yine, sanki ardında paramparça olan korkularımı yıkmak için sen çaba harcamamışsın, onlar sadece varlığın önünde eğilmişler gibi.. “Selam...” diyorum, sesini özledim.. 56 * “Tak, tak, tak...” “Beyefendi kahvaltı öncesi odanızı boşaltmanız gerekli...” “Peki, 15 dakikaya inmiş olurum…” ve gidiyor yaşlı kadın.. Rüya, sadece bir rüyaymış tüm gördüklerim… korkularımın en büyük korkusu, gördüğüm en güzel rüya… sen… acaba gerçekten böyle bir konak var mı, sen bu kadar güçlü müsün? Freud’a kalsa bilinçaltım konuştu, bu bir fırsat gerçekleri anlamak için… bana kalsa şarabın öfkesi, hem sustuğum için hem korktuğum için… 57 FOTOĞRAFdört ritim | ALTIkişi ALTIkadraj KADRİYE SOYSAL Bu tahta basamaklar hem tüm yaşadıklarımıza tanıklık ettiler hem de hayatımızın ritmini oluşturdular. Dışarıdan bizim evi dinleyen için evimizin içini gösterdiler. Evlendiğimiz gün eşimin gelinlikle, benim damatlıkla heyecan içinde çıktığımız merdivenlerden, gecesinde “Yangın var!” sesleri içinde pijamalarla koşarak indik. Yangın bizim eve sıçramadan söndürüldü, ama keder içinde yanık kokusuyla yukarı çıktık. Sabahları işe yetişebilmek için merdivenlerden koşarak iner, akşamları yorgunluktan yavaş adımlarla merdivenlerden çıkardım. Merdivenlerde içim huzurla dolardı, saadet dolu yuvama saadet basamaklarından çıkarken.. uyandırmamaya çalışanla eve geç gelip de sessiz adım atıp kimseyi uyandırmamaya çalışanı karıştırdık. Unutanlar oldu: “Anne bana şemsiyemi atar mısın?”, “Anahtarımı sallasana!”...Merdivenlerde şeyleri unuttuğumuzu hatırladık ama birbirimizi hiç unutmadık, unutmayı da hatırlamadık. Zamanla da yaşlandığımızı gördük: “Aşağıya indiremeyeceğim atıyorum, tutt...” ,”Çıkamayacağım yoruldum, şu merdiven başında biraz dinleneyim, öyle çıkarım..” Bu evde yaşanan her anın hepsinin başlangıç noktası bu basamaklardır. Gün içinde hanımın ayak sesleri merdivenlerden duyulurdu, bir aşağı bir yukarı.. Yorulmaksızın, ahşap evle uğraşıp dururdu. Topuklu ayakkabı giyen biri gelince basamaklar haber verirdi, plastik ayakkabı giyenlerin ise geldikleri gittikleri belli olmazdı. Duvarların içinde sır olarak kalırdı. Derken çocuklar oldu, inenler çıkanlar, dolaşanlar, bizim hayatın rengine renk, ritmine ritim kattı. Gece su içmeye kalkıp kimseyi 58 FOTOĞRAFdört | ALTIkişi ALTIkadraj yıkık bir çocuk bahçesi gibiydi yüzü* MELİS MİNE ŞENER — Karadeniz’de gemilerin mi battı? Nedir kardeşim? Farkında olmaksızın gülümsedim tabi. — Neredesin Keros? Saat kaç?** Ağaç oldum seni beklerken oğlum… — Trafik var dedim ya Levo, kızmasana kardeşim haber ettim geç kal’cam diye... Bak ne güzel manzarayı bulmuşsun oturuyorsun işte, daha ne istiyorsun ben trafikle boğuştum bir dünya. Ne oldu, de bakalım? Nedir derdin? — Aman be, insan özleyemez mi arkadaşını? — Hadi hadi, bir şey olmuştur yine... — Bak sen, sanki sen başın sıkışınca beni aramazmışsın gibi, hesap mı soruyorsun benden? — Ayıpsın Levo, öyle mi dedim? Gözleri dolacak yine, uzatmayayım bari... — Kara bakıyor bu hava… — Dışarısı da pek soğuk zaten, şuradan şuraya yürüyene kadar buza kestim. Ama ne güzel olur şöyle bir yağsa… Doya doya karlarda oynamadık ne zamandır, işe filan da gitmeyiz bir kaçamak yaparız şöyle. — Yine karda macera diyorsun yani, yapalım be Keros, yağsın vallahi. Ama bir daha öyle oyunlarına girmeyelim… Sonra biliyorsun benzetiyorlar bizi… — Senin su koyuvermenden olmasın benzetilmemiz… Aslı’na kıyamazsın kabak bize patlar, Aslı’nı özlersin gene bize… Gülümsedi Kerem, hatırlamıştı tabi bizim macerayı… Evden kaçışımızı. O karlı havada… Kaçışımızın esas sebebi Kerem’di aslında. Kerem’in bitmek tükenmek bilmeyen sulu gözlülüğü bile fayda etmeyince isteklerini yerine getirtmeye, gençliğin verdiği o delilikle planı kuruvermiştik hemen. Bir motosiklet istiyordu Kerem ve henüz 16’mızı doldurmamıştık bile… Ben Ahmet’in üniversiteyi kazanmasıyla evde ona karşı artan ihtimama bozuluyordum içten içe. Bunalımdaydım yani biraz, o ilk gençliğin buhranlarının tam da içinde. Kimse beni sevmiyordu galiba. Hatta Aslı bile. Aslı, yeşil, yemyeşil gözleriyle bana bakmıyordu sanki artık doğrudan. Hatta Kaan denen o zibidi ile konuşurken nasıl da gülüyordu? Benim varlığımı tamamen unutmuş gibiydi… Kerem geldi yanıma sonra, ben tam da Aslı’yla ilgili düşüncelerime boğulmuşken işte. Şükran Teyze’nin motosiklet fikrine nasıl karşı çıktığını, nasıl tartıştıklarını, Muzaffer Amca’nın bile tartışmaya katılmaya cesaret edemeden sessizce oturduğunu filan 59 anlattı. N’apacaktık ki? Kimse bizi anlamıyordu. Sevmiyorlardı artık bizi. Yine gözleri dolmuştu bile işte… Sulu göz adam... Yıllar geçtikçe irileşen cüssesine inat o gözleri hep öyle ağlamaklı çocuksu kaldı. Ne zaman içim daralsa o çocuksu yüzünü hatırlamam o gözlerindeki ağlamaklı ifadeden mi, birlikte büyümüşlüğün getirdiği o derin huzurdan mı bilmem… Neyse, o mutsuz, ben mutsuz bizimkilerden – yani ailelerimizden ve tabi bir de Aslı’dan ki, benim esas derdim oydu – kaçmaya, belki de onların gözünü korkutup değerimizi bildirmeye karar verdik. Ama nasıl yapacaktık, ne zaman yapacaktık? Tabi ki en kısa zamanda, mesela hemen ertesi günü kaçabilirdik. Ama nasıl olacaktı bu iş? Yani kaçışımızın ustaca; başlangıçta hissettirmeden ama sonrasında ciddi bir olay yaratacak şekilde olması gerekiyordu. Düşündük, konuştuk, tartıştık, neticede bir plan oluşturduk. Ama nereye kaçacaktık? En sonunda eski mahalle komşumuz Ali Abi’nin yanına gitmeye karar verdik. Elektrik işleri yapardı Ali Abi. Çocukluğumuz onun dükkânında geçtiği için çok severdik Ali Abi’yi, o da bizi severdi. Geçen sene Şile’ye taşınmıştı. Hem çok uzak değildi, hem de güvenli, üstelik de Ali Abi’yle olmak çok eğlenceliydi zaten… Bir taşla birkaç kuş hesabı. Ertesi gün cumartesiydi. Ki biçilmiş kaftan bir gündü bu iş için. Önce Ali Abi’yi aradık, hafta sonu için kendisini ziyarete gideceğimizi söyledik. Çok sevindi. Sonra Aslı’yı aradım. Sinemaya gitmek için, 11 matinesine. “Indiana Jones: Son Macera”ya… On buçukta sinemanın önünde buluşmak üzere sözleştik. Gece Kerem de ben de uyuyamamışız heyecandan. Birkaç parça eşyayı sırt çantamıza atarak hazır hale getirmişiz kendimizi ve de birer küçük not, çalışma masalarımızın üzerine… “Anne, baba; Evden ayrılıyorum. Beni sevecek insanları bulmak üzere… Beni aramayın. Kerem” (aynısının Levent versiyonu da benim masamdaydı tabi) Ama ya Aslı? İşte orada bir hataya düşmüş ve ona ayrı bir not hazırlamamıştım. Bu da zaten bizim kaçış planımızı madara eden şey oldu. (Gerçi o acemice plan muhtemelen Aslı olmasa da madara olurdu ya…) Lafı uzatmayalım, evden çıkar çıkmaz soluğu Şile yolunda aldık. Harem’den kalkan otobüslerden birine atlayıp, virajlı yolları geleceğe dair hayaller kurarak geçirdik. Sonunda vardığımızda Şile’ye, Ali Abi bizi meydanda bekliyordu zaten. Kucaklaştık, sarıldık. Hava soğuk, ayaz… Küçük dükkânına götürdü bizi Ali Abi. Biraz hoş beş, sonra üst kata çıkardı, yemek yedik. (Yemek dediğim menemen. Menemen deyip geçmemeli ama bu güne kadar Ali Abi gibi güzel menemen yapan görmedim. Parmaklarını da yerdi insan…) Yemekten sonra Ali Abi işlerine dönünce, biz keşfe çıktık etrafı. İşte ne olduysa o keşifte oldu zaten. Hafif hafif kar yağmaya devam 60 ediyordu. Dükkânlara girip çıktık, başıboş ayaklarımız bizi yıkık dökük bir sokağa götürdü sonra. Küçük bir kedi yavrusu gördüm. Aslı çok sever kedileri. Ben de severim… Kucağıma alıp sevmek istedim. Bir yıkıklığa kaçtı, ben de peşinden içeri daldım tabi. Sağ tarafta bir merdiven, tırabzanı kırık dökük… Bizimki hemen bir köşeye kaçıp, tahtaların arasına girdi, oracığa büzüldü. Ben eğilip “gel pisi pisi” tavlamalarına çalışırken, bir tıkırtı geldi aşağıdan… Sonra bir ses “Kim var orada?”, kedi ile ilgilenmeyi bırakıp merdiven başına yöneldim. Aşağıda bir pencere, camı kırık, yarı açık ve aydınlık (kot farkından olacak, arka tarafında bir bahçe vardı galiba evin.)… Bu kez ben seslendim. “Kim var orada?” Sonra bir çocuk yüzü göründü, masum, meraklı, umutlu ama öylesine de ürkek ki… Neden bilmem aklıma ilk gelen “Yıkık Bir çocuk Bahçesi Gibiydi Yüzü”* oldu. Aslı’nın en son aldığı kitap. Daha Aslı bitirmediği için ben başlamamıştım bile okumaya… Sonra Aslı geldi aklıma. Sonra gözleri. Sonra gülümsemesi… Tıpkı o çocuğunki gibi, aydınlık, masum, umutlu… Sonra sinemanın önünde bizi en az yarım saat bekleyişi… (Emindim, beklerdi bir yarım saat, sonra evi arardı, beni sorardı evdekilere.) İçim buruldu. Gittiğimizden haberi yok, ona bir not bile bırakmadım. Üşümüştür soğukta beklerken… Yalnız. Evi aradıysa, annemler notu bulduysa, ona da dedilerse… Ne üzülmüştür ona haber bile vermeden çekip gittiğime, onu bu kadarcık bile düşünmediğime… Birkaç saniye sürdü mü bu düşünce silsilesi geçerken içimden bilmiyorum. “Yok, tamam” dedim, “kedi, kedinin peşinden girmiştim, boş zannetmiştim burayı, kusura bakma” Sonra; döndüm geri, hızlıca çıktım oradan. Kerem dışarıda bir köpek yavrusuyla oynuyordu. “Yürü” dedim, “Gidiyoruz.” “Nereye?” bile demedi, yürüdü sessizce. Ali Abi’nin yanına döndük. “Abi biz gidiyoruz” dedim. “Daha yeni geldiniz, kalsaydınız çocuklar” dedi. “Yok, Ali Abi, annemlerin haberi yok, merak ederler. Hem hava da kötü. Çok geçe kalmayalım biz” Vedalaştık. Kerem hiç ses çıkarmıyordu. Otobüse bindik. Neden sonra “Ne oldu?” diye sordu Kerem. “Aslı. Aslı’ya haber vermedim.” Sustu. Ne de olsa kaç senelik arkadaşım Kerem, beni bilir. Aslı’nın benim için ne demek olduğunu da… Bizim evin önüne vardığımızda hava kararmıştı. Abim kapıdan fırladı. — Nerdesiniz eşek herifler? — Ya, tamam abi. Geldik işte. Aslı aradı mı? — Bak bak, hele sıpaya bak. Annem içerde fenalık geçirsin, sen Aslı’yı sor. Kerem? Sen niye uyuyorsun bu delinin aklına? Yürüyün ikiniz de içeri, Şükran Teyzeyle Muzaffer Amca da bizde zaten. Deliye döndü insancıklar… Aslı’ymış. Serseri. — Abi… — Sus. Sus bak fena olacak, kime tavır yapıyorsunuz oğlum siz? Aklını aldınız insanların… Dudağının sol tarafı hafif yukarı kıvrık. Çok kızmamış belli, gülüyor içinden halimize. 61 — Bu arada Aslı da aradı iki saat bekletmişisiniz kızı sinemanın önünde. Evden kaçtığınızı söyledik. Sinirlendi galiba. “Madem evden kaçacaklar beni niye bekletiyorlar sinemanın önünde” dedi. Neyse, yürüyün hadi. Efendi gibi vakitlice geldiniz çok bi’şey demezler ben onları yatıştırdım zaten, gelirler birazdan dedim. Ne o, malımı biliyorum çünkü… Eve doğru merdivenlerden çıkarken aklımdan şunlar geçti: Aslan Abi’m, hemen de kurtarmış durumu. Ama madara olduk, iyi mi? Artık epey bi’ dalga geçerler bizle. Aslı aramış bak. Çok kızmış mıdır acaba? Sonra bizimkilere anlattık olanları, Şile’yi, Ali Abi’yi… O çocuğu. Tabi çocuğu görünce aklıma Aslı geldi demedim. Kötü oldum, dönelim diye karar verdik, döndük dedim. Babam da, Kerem’in babası da kahkahaları koyuverdiler. Anneler küstü biraz, sonra kıyamadılar. Aslı mı? Üç gün konuşmadı bizle. Ancak o çocuğu anlatınca affeder gibi oldu. Kerem’in üzgün ifadesinin etkisini de yabana atmamalı ama… Ve Abi’m, her aklına geldikçe dalga geçti. “Evden ayrılıyoruz. Bizi sevecek insanları bulmak üzere… Bizi aramayın. Ama yok, düşündüm de, geri dönelim biz… Kerem, yürü, gidiyoruz.” * Akgün Akova, Çınar Yayınları, Mart 1997 (1998 Dil Derneği Ömer Asım Aksoy Ödülü) ** 6 – 6 Birinci Öykü. 62 FOTOĞRAFdört | ALTIkişi ALTIkadraj ben ile haydar… ve sizi bizi mi var? - - - ŞENER SOYSAL Anlat be abi. Ne var ne yok oralarda? İyi de Haydarım, sen bizim oralı değilsin ki. Abi be Anadolu’nun hepsi bizim değil mi? Sizi bizi mi var? Her karışı aynı kokuyor; mis gibi… Rakı gibi değil mi? Rakı gibi vallahi. O zaman aç şişeyi, doldur be Haydar, kuru gırtlakla nasıl anlatayım! Ahh ah, Haydarım! Görmeyeli o kadar çok değişmiş ki. Her yer, her şey! Nerede o üzüm bağları, hepsinin yeri evlerle dolu. Balçıktan çamurdan geçilmeyen yerlerden tut da ot bitmeyen kayalıklara kadar koca koca binalar sarmış şehri. Ağaçları özenle kurutmuşlar sanki, kurumayanları direnenleri de kesivermişler gibi türlü bahanelerle. Burası neresi, dedim içimden biliyor musun? Benim şehrim böyle miydi? Dert etme abicim, zaman her şeyin dışını değiştiriyor. Bak şu şişe de değişmedi mi? Nerede o dimdik duran şişemiz? Olmuş esnek, kavisli bir şey. Ama olsun böyle de güzel, kimisine göre belki daha güzeldir. İçi aynı hem, onu biliyorum ya, isterlerse türlü zamazingonun içinde versinler, ne olacak ki? - - - Haklısın da tek değişen dışı değil ki! O sevgi dolu insanları göremedim. Sevgi dolu bakanları bırak tanıdık kimseyi görmedim. Ben küçükken yolda yürüyen herkes birbirini tanırdı. Ben de tanırdım herkesi babamdan dolayı. Babam esnaftı çarşıda, vilayetin yanındaydı dükkanı. Şimdi vilayet de yıkılmış gerçi ya. Yanlış bir şey yapmaya korkardım, hep hareketlerime özen gösterirdim. Hep temiz, pir-u pak gezerdim. Çünkü kesin bir tanıdık görürdü beni, hakkımda yanlış düşünmelerini istemezdim. Babam için de yanlış düşünmelerini istemezdim. “Şehir eşrafından Nalbur Muhsin Efendi’nin çocuğu pis pis geziyordu sokaklarda.” dedirtir miyim hiç babam için. Ahh ah, babam… İçelim be abi. İçelim Haydar içelim. Değişmeyen rakının kokusuna içelim. Babama laf söyletmemek için küçükken nasıl bir ciddiyetle yetişen ben yıllarca uğramadım şehrime. Niye mi? Boş ver, uzun hikaye. Belki sonra anlatırım. İşte asıl beni yakan da bu oldu ya. Yıllarca gitmemişim doğduğum, büyüdüğüm eve. İçindeki kiracı içine etmiş resmen evin. A-abi... 63 - - - Tövbe tövbe. Ağzını bozduruyorlar adamın. Harabe olmuş iyice. Camları kırılmış, merdivenleri yıkık dökük… Ah anacım oraları arap sabunlarıyla nasıl da silerdi özene bezene. Pırıl pırıl parlardı yer döşemesi. Duvarlar hep kireçle boyanırdı, bembeyaz olurdu. O merdivenleri üçer beşer çıktığımı da hatırlıyorum, hızımla ineyim derken aşağıdaki pencereye kadar yuvarlandığımı da. Avluda az mı oyun oynamıştık, sapanla kuş avlamıştık. Dut ağacımız vardı bir tane. Sürekli serçeler gelirdi üzerine. Dutları dökerlerdi yere, annem de aşağıda bir yandan kızardı kuşlara, bir yandan da elinde süpürgeyle temizle allah temizle! O merdivenlerin başına çıktım, üst kat da alttan farksız. Yıkık dökük. O ara aşağıdan bir tıkırtı gelir gibi oldu. Allah seni inandırsın çocukluğumu görür gibi oldum, merdivenin parmaklıkları yanından muzır muzır bana bakıyor, gülümsüyordu sanki. Sanki… Göz aldanmasıdır abi, takma kafana. Göz aldanması ha! Görüp görebileceğim geçmişim hakkındaki tek şey de buysa kafaya takmamak olur mu? Doldur be Haydar, bir kadeh daha! - Abi be Anadolu’nun hepsi bizim, hepsi aynı değil mi? Sizi bizi mi var? Her karışı değişiyor, kötüye gidiyor, eksiliyor bizden bir şeyler, yok oluyor değerler… Sizi bizi mi var? Günün birinde memleketine dönersen inşallah senin halin bana göre daha iyi olur be dostum. Hiç sanmıyorum abi, bu anlattıklarından sonra hiç! Niye ki, senin memleket ayrı benimki ayrı. Sen bizim oralı değilsin ki. 64 kişi ALTI kadraj ALTI AYŞE COŞKUN sema’nın FOTOĞRAFbeş üç kadını | CEYDA ZEYNEP KOYUNCU o gün, yirmi sekiz ocak | İLKER CABİ senden izler | KADRİYE SOYSAL radyo karınca | MELİS MİNE ŞENER seksen nokta yirmi yedi | ŞENER SOYSAL bir ana-baba ile bir karı-koca… ve ben 65 FOTOĞRAFbeş | ALTIkişi ALTIkadraj sema’nın üç kadını AYŞE COŞKUN Geç kaldım, bu saatten sonra gitsem ne fayda? Yine gelip de beklemiş midir beni acaba, hep geldi, bir kere de yeter artık arama beni demeden. Yine gelmiştir, üzerinde o eski pardösü, bir gazete koltuk altında, öyle oturmuştur saatlerce otogarda. Biliyorum, bu sefer çok ileri gittim. Biliyorum, artık affedilecek sınırı geçtim ben. Neden bunca kayboldum, bunca zaman nerede geçti? Verdiğim sözlerin arkasında duracaktım oysa gene kaçtım. Hep kaçarken önce bir yol haritası çiziyordum ya kendime, bu sefer o haritayı da yitirdim. İnsan aklının haritasını yitirir mi diyeceksin, yitiriyormuş. Hayal kırıklıklarının arasında, dağınık bir odadaki küçücük bir kağıda yazılmış bir telefon numarasını aramak gibi aklımın içinde gideceğim yeri bulmaya çalışmak. O bir garda beklerken ben bambaşka bir garda, çağırmış olduğum ondan kaçıyorum. Buraya gelmesini istiyor ama bir yandan korkuyorum. Kurtulmak düşüncesi korkutuyor beni, her kurtulan ve kurtarılan bir süre sonra otomatik makineye dönüşmedi mi? Ben, çocukluğumdan beri reddettim bunu. Annem bir çamaşır makinesi gibiydi, babam hayatımızı sürekli düzenlemeye çalışan bir ütü gibi. Esat bir cetvel oldu, ölçüsü hesaplanıp içine programlanmış bir elektronik cihaz gibi. Saatinde kalktı, saatinde yedi, saatinde güldü. Yazın dondurma yedi, kışın salep içti. Oysa ben yazın salep içebileceğim bir şehir aradım hep. Tişörtle dolaşıyorum diye bana deli muamelesi yapmayan arkadaşlar aradım, karların içine onlarla birlikte yuvarlanmak, istediğimiz kadar güldükten sonra eğer istiyorsak ağlamak istedim. Çocukları sevdim bu yüzden en çok; yapmak istedikleri hiçbir şekilde engellenemeyen çocukları… Bulutlardan aileler yaratıp onlara sığınabilen, gözlerinin içinden gülüp gülmediğini, ağlayıp ağlamadığını anlayabildiğim çocukları… Makineleri sevemedim, robotlaşmış kadın ve erkeklerin içinde hissettiğim bu yabancılığı / yabaniliği anlatamadım kimseye. Şimdi bir dönüm noktasında; olmak istediğim, olmak zorunda olduğum ve olmam beklenen üç kadının ortasında oturuyor ve gürültülerine kulaklarımı tıkamak istiyorum. Bir kez daha kaçmak istiyor ama kaçacak mecali kendimde bulamıyorum. İşte bu yüzden Esat’ı aradım bir kez daha. Bu sefer bitsin dedim, bu sefer bitsin ve beni alıp şefkatle bana beni unutturabilecek birilerine emanet etsin ve kendisi de artık kendi hayatını yaşasın. Hepimiz kurtulalım şu Sema belasından… Tüm içtenliğimle belki bir not yazar da kaçarım demiştim ya, sonra bir şekilde ona ulaştıracaktım yazdıklarımı. Evin anahtarının da olduğu bir zarf içinde gidecekti Esat’a tüm pişmanlıklarım, yalnızlıklarım, korkularım. Raflarını defterlerle doldurup Onur’a bile yaşam alanı bırakamadığım o evi sırtımdan atacaktım bu sefer ya, ah bir adım atmaya gücüm olsa… 66 “Sema Sadık, Sema Sadık, danışmadan bekleniyorsunuz. Sema Sadık, danışmadan bekleniyorsunuz.” 67 FOTOĞRAFbeş | ALTIkişi ALTIkadraj o gün, yirmi sekiz ocak Bir bağ evi… Anadolu’da bir yerde. Hemen şu tepenin ardında. “Burada bu yeşillik, hayret!” dediğiniz anda. Kiraz ağacı mı o bahçedekiler? Bir hanede dokuz kişi… İki erkek yedi kadın. Sesli film oynuyorlar. CEYDA ZEYNEP KOYUNCU Biri… Üçünün annesi üçünün kayınvalidesi Sesli film oynuyorlar. Üç kelime. Biri.. Üçünün babası, üçünün kayınbabası Yerli. Biri… Evin bir oğlu. Numaracının teki! O benim. Onlar benim annem, teyzelerim halalarım anneannem ve dedem. 68 “Görülmüş şey mi bu a gadın!” “Babam doğru dir ana, bizde görüldü böylesi.” “Anah! Ana şöyle, gadın böyle! Ben de şaştım galdım nöörcemi” “Bi gurşun mu döktürivirsek acaba gı?” “Göz mü bassak yoğsa?” “Ah bilemedim napsak guzuma, napsak da konuşayazsa” Taşlıkta… Bir ahşap masa. Üzerinde bir naylon örtü. Yaz günü. Örtüde.. On altı el. Endişeli. Kimi çiçek desenlerinin kimi yaprak desenlerinin kontorlerinin üzerinden gidiyor parmaklarıyla… Ortada… Bir havuz. Akmayan fıskiyesinde bir kuş. Kuşa bakan bir çocuk. Çocukla konuşan möbleli bir radyo. “Sessizliğin Altın Anları” -3. bölüm“… “Söz gümüşse sükut altındır” der bir başka atasözümüz. Doğrudur elbet. Hatta bazı haller vardır yirmi dört ayar bir altın kadar parlaktır sessizlik. Huzurdur. Bazen en etkili söz. Bazen kendinize saygıdır. Kaçıştır bazen de…” Radyoda… Bir kadın. Her gün yeni bir şey anlatıyor. “Gel,” diyor sonra, “bir oyun oynayalım seninle.” 69 Valla… Yalanım yok. Arada bir yapıyor bunu. -Bak etrafına. Ne var? Diğerlerinin sesleri başına mı üşüştü? Yoksa sesin pes mi etti? Kopar bir yaprak ona yaz derdini. Bak kirazları gizlemiş yapraklar, sessizlik sözleri… Temmuz… Bilemedin Ağustos’un başı gibi biter kiraz mevsimi. Sessizlik mevsimi biter, ben tekrar konuşmaya başlarım. -Kiraz ağaçları Ben… -Aylardan? -Haziran -Tut ki kirazlar ses, yapraklar sessizlik… Canın mı sıkılıyor? Kimse anlamıyor mu seni? Anlatamamaktan yoruldun mu? İşte… Büyük bir ailede küçük bir çocuk. Bir başına bir çocuk. Akransız, arkadaşsız. Hem yalnız, hem yalnızlığa hasret. Bu nasıl çelişki? Ama oyunlarım var. Tek kişilik. O vakte kadar evdekilerde bir telaş. Oynadıkları oyun sesli film. Yerli , üç kelime. “Faik neden konuşmuyor?” 70 Kiraz… Yaprak… Belki… Mevsimi biter de başka bir oyun başlar ve yeni bir sesli film. Büyüklüğündeki kağıtlara yazan, radyoyla konuşan, göç eden kuşlara belli koyan, gittiği yerlerden kendine kartpostal atan bir garip adam… Bir gün sizin de yanınızdan geçerim. Belki arkanızda dururum usulca. Belki de şu önünüzde giden… Bir “Dalgacı Mahmut”* şu Faik. Benim… aklım bir saat, durmadan çalışan. Her iki yöne de dönüyor akrebimle yelkovanım. Zor… Hayat… Ona ne oyunlar oynayacak bilinmez. Onun oyunları bitmez tükenmez. Bir çocuk şu Faik. Zor bir insan şu Faik. * Orhan Veli Kanık 71 FOTOĞRAFbeş senden izler | ALTIkişi ALTIkadraj İLKER CABİ Aklımda bir sürü düşünce evin yoluna koyuluyorum, kulağım müzikte.. düşüncelerimin etrafında dolandığı tek bir konu var.. o da, dün geceki rüya... Biraz daha vakite ihtiyacım var galiba, en azından senin tüm valizlerdeki eşyalarını dolaba yerleştirmiş olmanı beklemeliyim.. senin “gittim” diyebilmenin mihenk taşı bu.. tadını çıkarmalısın.. .. Şehr-i İstanbul’un, trafiğiyle kirli yüzünü henüz göstermemiş olması ne güzel.. gördüklerine seviniyor.. lahana bebek Tontiş, her zamankinden farklı bir gülümsemeyle bakıyor gözlerimin içine. Barbie’nin henüz dünyayı işgal altına almadığı yıllarda, boyu senden biraz kısa, senin kadar tombiş, en yakın arkadaşın Tontiş.. bu evin içindeki her şey, herkes seni çok özlemiş.. aramızdan biri bir adım atmalı artık ve seni geri getirmeli, anane çok yaşlı, Tontiş konuşamıyor bile, bendeniz ise korkak.. Şuan ki durumunu öğrenmenin, sen haricinde de bir yolu var.. o da yol üstünde ‘anane’ye uğramak.. hem sıcak bir çay içerim, hem de olanı biteni ona özgü kelimelerle dinlerim.. Haber vermek istemiyorum, en kötü ihtimal markette bulurum diyerek kapıyı çalıyorum.. İşte çaylar geldi.. tepsiye uzanırken bir çift el, bir çift göz hayal ediyorum sana ait olan.. anane çayı yudumlarken ben de radyoya uzanıyorum, sesini kısıyorum, sonra bir bir dinliyorum seninle ilgili olan her şeyi.. her şey yolunda olmakla beraber tahmin ettiğim gibi, amaçsız gidişin seni mutlu etmemiş.. Elbet insan yeni olana alışır, elbet eski olan yeni ile unutulur ama önce nedenler bulunmalı, kuracak yeni hayat kalmayana kadar çırpınmak çözüm olamaz ki.. Saat akşam üstü 5 olmuş.. üzeri dantelli radyoda ajanslar başlıyor, soğuk kış bugün itibariyle yurdu terk ediyor, türban konusu alabildiğine büyüyor, mankenler soyunmaya devam ediyor.. ülkem bu zıtlıkları erdeminden değil de, farkındalığını yitirdiği için sessizce izliyor.. Çayımı beklerken odadaki senden kalma izlerle ve hatıralarla selamlaşıyorum, benim onları tanımış olmam gibi onlar da beni Sesini duymak istiyoruz, arıyoruz seni.. iki alışveriş arasına bir anane bir ben sığdırıyor, başlıyoruz sohbet etmeye.. ananenle konuşurken kafamda kurmaya çalışıyorum kendi sıramı en iyi nasıl değerlendireceğimi.. aslında alışveriş demek kafandaki çöpleri boşaltmaya başladın demektir senin tepki yasalarında, sevinmek lazım.. bu çöplerden kurtulman geri dönüşün demek değil, ama 72 kapıcının çöp var mı sorusu için imkan yaratıveriyor işte.. içeride birinin yaşadığını ve az sonra kapıya bir şeyler koyacağını biliyor olmak kapıyı çalabilirsin demektir benim etki yasalarımda... Telefonu elime alıyor ve bilinçsizce mutfağa yöneliyorum, çok eğlenceli bir biçimde orada yaptıklarını anlatıyorsun, küçücük ellerinde içleri bir sürü kıyafet dolu alışveriş çantalarıyla nasıl da mutlusun.. keşkelerime bir yenisini ekleyerek kapıyorum telefonu, öpüyorum ben de seni… Tontiş ve anane ile vedalaşıyor, eve doğru yola koyuluyorum... 73 FOTOĞRAFbeş | radyo karınca ALTIkişi ALTIkadraj KADRİYE SOYSAL İki katlı babadan kalma bir evde babadan kalma eşyalarla yaşıyorduk. Hanımın yoğun ısrarlarına dayanamayıp o zaman yeni çıkan radyolardan almıştık. Evdeki tek yeni eşyamız o oldu. Eee hal böyle olunca da hanım radyonun üzerine çeyizinin en güzel örtülerinden birini örtmüştü. Nasıl da mutlu olmuştu radyoyu baş köşeye koyunca.. Bahar aylarında dışarıda börtü böcek arttığı gibi, eve de akın ediyorlardı. En ufak bir kırıntının yere düşmesiyle; evi karınca sürüsü işgal ediyordu. Evde hanım ve ben azınlık kalıyorduk, çoklardı, inanılmaz çoklardı. Yerde upuzun, kahverengi, hareket edebilen ip şeklini alacak kadar çoklardı. oraya hareket eder görünce... Akşam işten döndüğümde ilk işim karıncayı kontrol etmek oldu. Arsız hayvan; fm çizgisinde sakin sakin dolaşıyordu. Nasıl olsa çıkacaktı, karınca bu, nasıl yalnız yaşayabilirdi ki... Radyonun dışındaki karınca sürüsünden kendini niye uzaklaştırsın ki? Ya arkadaşlarını çağıracaktı ya da onların yanına gidecekti. Kim dayanabilirdi ki yalnız kalmaya. Yıllar geçti, tek başıma kaldım, evin dışında bin bir tür insan var, hiç biri benim umurumda değil..karıncanın radyo içinde tek başına yaşamasına hayret etmiştim, çıkar demiştim, çıkmasını boşuna beklemişim meğerse... Bir sabah, sabahımıza renk katmak için, radyoyu açtım ve ayarlamaya çalışırken bir de ne göreyim; radyo içinde gezinen bir karınca var. Radyo içindeki, düz çizgi boyunca kımıl kımıl hareket ediyordu. Radyoyu kaldırıp hafifçe salladım. Ne yazık ki karıncanın düşebileceği bir yer de yoktu. Radyonun sesini açsam gürültüden sağır olur muydu acaba? Ya sağır olup da yolunu bulamazsa... Oradan çıkamamasını hiç istemezdim. Nasıl olsa çıkar diye işe gittim, radyoyu hanıma emanet ettim. Gündüz kah görünmemiş hanım sevinmiş, radyodan çıktı diye. Kah üzülmüş, karıncayı oradan 74 FOTOĞRAFbeş | ALTIkişi ALTIkadraj seksen nokta yirmi yedi, gevezenin içindeki radyo MELİS MİNE ŞENER — Kara bakıyor bu hava… — Dışarısı da pek soğuk zaten, şuradan şuraya yürüyene kadar buza kestim. Ama ne güzel olur şöyle bir yağsa… Doya doya karlarda oynamadık ne zamandır, işe filan da gitmeyiz bir kaçamak yaparız şöyle. — Yine karda macera diyorsun yani, yapalım be Keros, yağsın vallahi. Ama bir daha öyle oyunlarına girmeyelim… Sonra biliyorsun benzetiyorlar bizi… — Senin su koyuvermenden olmasın benzetilmemiz? Aslı’na kıyamazsın kabak bize patlar, Aslı’nı özlersin gene bize… Sustu bak, gene Aslı’yı düşünüyor, besbelli… Bir müddet bıraksam mı kendi haline? Bu arada, Merhabalar olsun ahali! Bu sayfanın kahramanı benim, hiç boşuna Levent’i beklemeyin bu kez, Levent “Pas” dedi, sıra bende. Ben mi? Ben, Keros. Nam – ı diğer sulu göz. 1980 yılının ılık bir sonbahar akşamında doğmuş olan Kerem Aydın. Sizin de kendi hayallerinize dalıp, monologlar – diyaloglar yazdığınız olur mu kafanızın içinde? Benim çok olur, hem de öyle çok olur ki, yolda yürürken gördüğüm bir çocuk, yerdeki bir sigara izmariti, yol kenarına düşmüş yarısı yırtık bir gazete parçası, hepsi beni yeni yeni maceralara sürükler. Kendi monologlarımı – yeri gelince konuya uyan birileriyle diyaloglarımı – hem yazarım, hem de oynarım böyle zamanlarda. Surat ifadem, oturuşum, kalkışım, duruşum dâhil hepsini ayrıntılı bir senaryoyla gözümde canlandırırım. İşte bu yüzden de kendi kendime konuşurum sık sık sokakta yürürken. Sonra da gülümserim halime ve ister istemez şu dizeler düşer aklıma her seferinde: Sokakta giderken, kendi kendime Gülümsediğimin farkına vardığım zaman Beni deli zannedeceklerini düşünüp Gülümsüyorum.* Hal böyle olunca kendime bir isim de ben koydum, pek kimse bilmez. “Seksen Nokta Yirmi Yedi, Gevezenin İçindeki Radyo.” Neyse efenim, Levent hep Aslı’dan bahseder ya, ona kalsa, ben sadece sulu göz bir karakter olarak yaşlanıp giderim tüm öykülerde, bir kenar süsü olarak. Bu kara dönük yüzlü havalarda Levo ile buluşunca ve işin ucu her zamanki gibi yine Aslı’ya çıkınca, baktım bu adamın beni hayır ile anıp böyle ballı börekli anlatacağı yok, aldım sazı elime, başladım yayına. 75 Evet, Levent hep “Aslı” der ilk önce ve daima. Yok, değil, beni sevmediğinden – önemsemediğinden değil, sadece dünyası Aslı üstüne kurulduğundandır böyle oluşu. Yoksa en az benim sevdiğim kadar, sever Levo da beni. Hatta isim babam o’dur. Hem Keros’u icat edip yapıştırmıştır bana; hem de sulu gözlüğüme inceden takılıp, altını çizmiştir göz yaşlarımı döktüğüm yerlerin, fosforlu pembe ile... Erkek adamın pembe ile ne işi olur demeyin. Kadın – erkek değil insan olmanın önemine inananlardanım ben. Kadın işi, erkek işi, “Çin işi – Japon işi, hadi gelin şıpın işi” diye abuk sabuk sınırlara takılmam, bununla da gurur duyarım. Hem ne demek ki erkekler ağlamaz? İnsan yavrusu değil miyim kuzum ben? Kadınlar ağlayabiliyorsa, erkekler de ağlayabilir pekala… Öyle erkek güçlüdür, kadın şudur, budur hikâyelerine inanmadım hiç ben. İnanmam da… Neyse işte. Duygularımı saklamam, içimden öyle geliyorsa ağlarım, öbür türlüyse gülerim. Ne hissediyorsam o. Sulu gözlüğümün sebebini ve bu sıfatın üstüme yapışma hikâyesini az – çok anlatmış oldum böylece. Ama Keros oluşum ayrı bir hikâyedir. Biraz komik bir hikaye. Yine Levo’nun başının altından çıkan bir hikaye. Uzatmak istemiyorum mevzuyu, ama Yunan büstü gibi adamım. (Arkadaşın biri derdi bunu, biz lisedeyken. Bizden iki – üç yaş büyüktü galiba, üniversiteye yeni başlamıştı. Vücut geliştirmek için spor yapıyordu o sıralar. Güzeldi de hani adam… Her neyse, ondan duymuştum bu lafı. Pek hoşuma gitmişti, bir kere bizimkilerin yanında şakayla karışık diyecek oldum, sonrasında Levo işe karıştı tabi. Durur mu? Duramaz…). Benim Yunan büstü gibi olma fikrime bir ilave yapıverdi. “Eros gibi adamsın mübarek… Keros beee, Keros!” diyerek, beni ortamların Keros’u yapıverdi. Böyle ortamlar filan deyince de kendimi konsomatris gibi hissettim ya, neyse. Ben de sevdim Keros’u, Levo da, Aslı da… Böylece Keros oldum ben işte. Ne diyordum mirim? İşte bu Levo hem benim çocukluktan beri can ciğer arkadaşımdır, hem de iki satırda sulu göz diye harcayıp geçer beni. Ama kızamam ona, kıyamam. Dedim ya hep Aslı’ya olan aşkındandır gözünün görmezliği. Onu böylesine çok sevip, dünyasını onun üstüne kurmasına bi’ şeycikler demem hiç, az evvel de dediğim gibi “ne hissediyorsam o” olmanın mühim mesele olduğunu düşündüğümden. Adam seviyorsa, “her şey bir yana, Aslı bir yana” kadar seviyorsa hem de; helal olsun denmez de ne denir o adama! Bakın mesela benim sulu gözlüğümün aksine, Levo hiç ağlamaz neredeyse, ama o da ayrı bir takdire şayan adamdır. Aşkını göstermekten utanmadığı, erkek adamın güçlü görünmesi gerektiği teranelerini elinin tersiyle ittiği, “ben erkeğim” diye ilişkiyi çıkmaza sürüklemediği, yani “ne hissediyorsa onu” yaşadığı için… Aslında başka biri olsa bu ilişkinin “öteki” tarafı ben de bu kadar müsamahakar olmazdım belki, ama işin öbür ucu da Aslı olunca, “yakışır” diyorum, “Yakışır, Aslı’ma da Levent’ime de…”. Neyse, yine dağıldım değil mi? Nerde kalmıştım? İşte böyle ben, Keros, baktım bu Levo’nun beni kenar süsünden öte bir yerlere koyacağı yok bu anlattığı hikâyelerde, duruma el koymaya karar verdim. Bizim bu Levo ile tanışmamız taa ilkokula dayanır, okulun ilk gününe… Ben o zamanlardan “sulu göz” bir adam olacağı belli biriydim. Levo hiç ağlamamıştı o gün. Aslı da… Levo’yu öğretmen 76 getirip yanıma oturtmuştu ve “Ağlama artık Kerem, bak bu senin sıra arkadaşın Levent. O hiç ağlıyor mu?” demişti. Levent’e sorsanız bunu hatırlamaz bakın, Aslı’yla tanışmasını anlatabilir kelime kelimesine, ama benimle tanışmasını Aslı’ya bağlı bir minvalde anlatabilir ancak. Ah koca âşık, adamım, Levo… O gün, Levent’le tanıştığımız gün yani, Aslı’yla da tanışmıştık. Aslı da hiç ağlamaz misal, ama çok ince, çok duygulu bir insandır Aslı da, hem bir ekibe bir sulu göz yeter de artar, değil mi ama? konuşmayı severim ben, dedim ya, evvelden ezelden. Böyleyken böyleydi işte, yılların bizi birbirimize ördüğü yetmezmiş gibi, bir de kaynar sularla yıkaması yüzünden keçe** olduk biz bir nevi. Bu yüzden de ne zaman “Gel” dese biri giderim, iki elim kanda olsa. Ne zaman sesi titrese birinin, gözü dalsa, içi geçse, kaybolsa aklı bir an uzaklara, bilirim hangisi nereye gitti. Onlar da beni bilir. Kalkar gider geri getiririz birbirimizi gittiğimiz yerlerden. Şimdi yine öyle bir yere gitti bu adam, gidip geri getirmeli. Velhasıl o gün bugündür de üçümüz hep birlikteyizdir zaten. Ne evden kaçmışlığımız kalmıştır, ne sokak köpeklerini evlere toplamamız, ne merdiven altında gazoz kapağı biriktirmelerimiz, ne seksek oynamamız, ne de misket… Ne sinemalar, ne Moda Sahili’nde sabahlamalar, ne kaçak sigaralar, ne sınav telaşları… Ne de sonrasındaki cukka cukka alem geceleri, rakı sofraları… Gözümüze bakıp içimizi okuruz biz birbirimizde. Bunca senenin getirdiği yaşanmışlık ve tanımışlığın yarattığı bir güvenle, konuşmadan anlaşılacağımızı biliriz. O yüzden radyoyu kapatmanın vaktidir bir süreliğine. O eski günlerdeki lambalı radyolar gibi; içimde bir yerde, annemin dantelleriyle süslü köşesinde bekleme zamanıdır “Gevezenin İçindeki Radyo”nun. Bir sonraki yayına kadar, hoşça kalınız efenim. - Hop, Levo, kardeşim? Bir kahve içelim mi şurada az şekerli? Levo? - Kahve? Olur, içelim Keros. Biliyor musun? Aslı aradı az evvel… Bir de yetmez gibi, bu deliler sevgili oldular bizim milattan bir on yıl kadar sonra, kaymaklı ekmek kadayıfı oldu. Hayır, zaten Aslı başkasını sevseydi çok yanardım. İster istemez uzaklaşırdı çünkü bizden. Bir dördüncülük yer yoktu zaten üçümüzün arasında. Ya da hadi, daha doğrusu, Aslı’dan gelecek bir dördüncüye yer yoktu. Hem bildiğiniz sebepten ötürü Levent için; hem de ikisine birden kıyamadığımdan, benim için. Yine dolandırıyorum lafı, ne yapayım, * Sokakta Giderken, Orhan Veli Kanık. ** Keçe, koyun, tavşan, deve, lama gibi hayvanların yünleri ile tiftik keçisinin kıllarının su, sabun ve ısı yardımıyla oluşturulan alkali bir ortamda liflerinin birbiri arasına girmesi ile elde edilen atkısız-çözgüsüz sıkıştırılmış tekstil örneğidir. Türkçede “Keçe” sözüne ilk kez XI. Yüzyılda Kaşgarlı Mahmud’un Divan-ı Lügati Türk adlı eserinde tesadüf edilmektedir. Yaygın kanaate göre keçe kelimesi, “geçme – geçmek” (kaynaşıp birleşmek anlamında) kelimeleri arasındaki bir ilişkiden dolayı “keçe” anlamında kullanılmaya başlamıştır. Keçe ile ilgili Şanlıurfalı keçe ustalarının dilinde bir 77 öykü dolaşır... Keçenin mucidi Ebu Said Libabid'dir. Libabid, keçe imal ederken uzun süre teptiği keçeyi açar ve yünlerin bir türlü kaynaşmadığını görür. "Az teptim herhalde" der ve işleme devam eder. Kırk gün sürer uğraşısı, yine de başaramaz. Başlar ağlamaya... Hem ağlar, hem teper keçeyi. Sonunda keçeyi açar; gözyaşları işe yaramış, yünler kaynaşmıştır. Keçede emek ve gözyaşı iç içedir. 78 FOTOĞRAFbeş | ALTIkişi ALTIkadraj bir ana-baba ile bir karı-koca… ve ben ŞENER SOYSAL Anamla hanım yavaş yavaş hazırlıyorlardı sofrayı. Ekmeklik ile sini altı gelmişti. Üstünde tabaklarla siniyi de getirdi anam. Arkadan tencereyi getiriyordu karım. Zorlukla taşıyordu koca tencereyi. Kendini bir koyuverse anında yere yıkılacak gibiydi. Gözlerinde bezmişliğin işaretleri okunuyordu. Karnı burnundaydı kadıncağızın, çocuğumuzu taşıyordu. Sekiz ayı geçmişti üstelik. Hem onu hem şu koca tencereyi taşımak kolay değildi. Biliyordum ama ah şu adına gelenek dedikleri kurallar! İlla ki gelin kaynanasına yardım etmeliymiş. Sesimi çıkaramıyorum yine aynı gelenek yüzünden. Babam ne derse o. “Sofrayı kurun.” dedi ve işte beş dakika içinde her şey tastamam istediği şekillerde hazır. Yazık karıma, yazık anama da yazık. Oturduk sofranın başına. Artık anamın hizmeti bitti. Karım çorbaları doldurdu tabaklara. Onlar bittiğinde de yufka ekmeğin üzerine dökülmüş bulgur pilavını getirdi. Pek bir şey yediğini görmedim bu arada onun. Oysa yemeliydi, iki can taşıyordu üstelik. Halen hizmet ediyordu, babamın isteği üzerine turşu ve kuru soğan getirdi bir ara. Onun dışında da birkaç kaşık aldı almadı. Onun lokmalarını sayıyordum içimden, yemediği için üzülüyordum ama gık diyemiyordum. Babam yanımdayken yakışık almazmış. Ancak içerdeki kendi odamızda konuşabilirmişiz adap gereği. Zaten kış, ev buz gibi. Kendi odamıza çekildiğimiz mi var? Hepimiz aynı odada, sobanın yanında koyun koyuna yatıyoruz. Hem bugün daha bir solgun gibi görünüyor ya, haydi hayırlısı. Babam “Elhamdülillah” deyip kalktı sofradan, divandaki köşesine oturdu. Hemen bir sigara sarmaya başladı. Aynı hızla masayı toparlamaya başladı karım. Ardından anam da yardım etti biraz. Hiç kaynanadan çekmemiş gibi davranıyordu. Oysa ki annem de çok anlatırdı. Kaynanasından çok çekmiş. Ama şimdi de o kaynanalık yapıyor, o da kendi gelinine çektiriyor. Hem de hamileyken bile… Sini altı da götürülmüş, dışarıya çırpılmıştı. Ekmek kırıntılarını gün ışırken serçeler büyük bir aceleyle toplayacaktı büyük ihtimalle. Anam sobanın yanına ilişmiş, yeni örmeye başladığı patiğe ilmekler atmaya devam ediyordu. Karım elinde ıhlamur çaydanlığıyla içeri girmiş, çaydanlığa sobanın üzerindeki güğümden sıcak su boşaltmıştı. O da benim az öteme oturdu. Artık herkes babamın sözüne bakıyordu. Sigarasının yarısı bitip iyice keyfe geldiği anda “Haydi radyoyu açın da ajans dinleyelim hele.” dedi. Hemen açtım radyoyu. Billur bir ses “Yanıyor mu yeşil köşkün lambası yar, hiç 79 bitmiyor şu gönlümün kavgası yar.” diyordu. Biraz sonra da şarkı bitti, spiker ciddi ses tonu ve düzgün Türkçesi ile haberleri okumaya başladı. Haberler bittiğinde eve radyosu olmayan yan komşumuz Eşref Amcalar geldi. Babamın yakın dostuydu. Parası vardı, hatta bizden çok vardı. Ancak bir inat uğruna radyo almıyordu. Sanırım eşine kızıyordu. Yoksa dinen sakıncalı gören, radyoyu günah sayan yobazlardan değildi. Onlar geldikten hemen sonra Müzeyyen Senar’ın radyo konseri başladı. “Sarı kordelem sarı” diyerek konseri açtı. Nakarat kısmında “ben esmeri badem ile, fındık ile, fıstık ile beslerim.” dedikçe Eşref Amca’nın kızları hafifçe kendi aralarında kıkırdaşsalar da babamlar halk partisini konuştukları için pek farkına varmadılar. Ardından gelen şarkıda “Benzemez kimse sana.” derken o kadar içtendi ki, benim de hislerime tercümandı sanki. İçimden de onlar geçiyordu karım için. Duymuş muydu ki, anlamış mıydı bakışlarımdan? Hafif bir gülümseme vardı dudaklarında. Gözlerinde ise büyük bir yorgunluk… Babamlar durumun farkına varmasa da bu gelinlik kızlardan korkulurdu. Onlar yine kıkırdamaya başladılar. Ama sesleri fazla çıkmış olacak gibi hemen babaları “Hişt! Sessiz olun bakiym, duyamıyoruz.” diye kızıverdi. O an fark ettim ki aslında babamlar da hayran hayran Müzeyyen Senar’ı dinliyorlardı. Halk partisi, kırat, memleket meseleleri şimdi çok da umurlarında değildi. Birkaç şarkı sonra “Bu akşam gün batarken gel, sakın geç kalma erken gel.” deyiverdi radyo. O sırada ıhlamurları misafirlere ikram ediyordu karım. “Tahammül kalmadı artık”... Son bardağı verirken hafif sendeler gibi oldu. “Aman geç kalma erken gel”... Yığılıverdi yere. “Sakın geç kalma erken gel”... Şaşkındım. Elim ayağım boşandı birden. “Bir şeyi yoktur, bir kolonya getirin yeter.” dedi babam. Dayanamadım bu sefer, sonunda açıldı ağzım “Baba, hastaneye götürelim. Hem hamile, önemli bir şey olabilir!” Anam da babam gibi düşünüyordu. “Aman yavrum, bizim Kocabağ’dan Hanife dört çocuğunu da kendi doğurdu. Hem de ev batmasın diye ahırda doğurdu.” Hiç birini dinlemedim. Bu hal, hal değildi. Hemen bir arabayla hastaneye yetiştirdim. Hastanede nöbetçi doktor vardı, iki de hemşire. Yarı uykulu ve umursamazdılar. Karım baygın yatıyordu, çocuğum karnında. Önce seslendim doktora. Gelmeyince odasından bağırdım. Ağır ağır çıktığını görünce yapıştım yakasına. “Ne biçim adamsın sen be! Uyumak için mi para alıyorsun ha! Hani yemin ediyordunuz insanlık için, bak yemin ederim karıma bir şey olsun vururum seni!” Adam kızarmaya başlamıştı, ne kadar boğazını sıktığımın farkında değildim. Doktoru bıraktığımda yalvarmaya başladım ağlayarak. Tutamayıp kendimi ağlıyordum. Sinirlerim altüst olmuştu iyice. Sonra ne oldu bilmiyorum. Bayılmışım. Gözümü açtığımda yanı başımda yatıyordu karım. Koluna bir serum bağlanmıştı. Dışarısı alacalanmıştı, gurup vaktiydi. Sandalyede oturan hemşireden öğrendiğim kadarıyla bana sakinleştirici yapmışlardı. Karımın ise hastalığı yoktu. Yorgunluk… Bünyesi 80 dayanamamıştı, yorgun düşmüştü. Serum vermişlerdi ama gebe olduğu için belli bir süre hastanede tutmaları gerekiyordu. İçim rahatlamıştı bu sözlerle, karım da sabahleyin gözlerini açıp gülümsediğinde dünyanın en mutlu insanı olmuştum. Bir hafta hastanede kaldı bu bayılmanın ardından. Normalde üç dört gün yatacaktı ama dördüncü günün akşamında sancısı iyice arttı. Doğumun olacağı kesindi, çocuk dokuz aylık dünyaya gelecekti. Beşinci günün ilk saatlerinde dünyaya geliverdi bir yeni can. Bir erkek çocuğu! “Adı Can olsun.” dedi karım. Hemen kabul ettim. Çok güzel bir isimdi. İkisine de canım kurban olsun. Can’ım benim, canım karım benim… Nüfusa kaydetmeden önce babama söyledim ismi. “Benim adım yerde mi kalsın?” dedi. Oğluma Can’ım diyemedim bu nedenle, babamın sözünü tuttum. Babamın adını koydum. 81 kişi ALTI kadraj ALTI AYŞE COŞKUN la FOTOĞRAFaltı porta bianca | CEYDA ZEYNEP KOYUNCU yedi-on dört nisan | İLKER CABİ anahtarın sahibi | KADRİYE SOYSAL soba | MELİS MİNE ŞENER bazen ipek şal, bazen demirden kelepçe | ŞENER SOYSAL ben ile hayatım… ve yalan dolan 82 FOTOĞRAFaltı | ALTIkişi ALTIkadraj la porta bianca* AYŞE COŞKUN Bazen öylece, saatlerce denize bakıyorum. Deniz hep bir adım ötemde, elimin altında bir sığınak gibi. Bazen anlamsızca gülümsüyorum tüm olup bitene; kendimin burada, başkalarının başka yerde oluşlarına. Saatleri geldiğinde doktorumun, onun odasına çıkıyoruz birlikte. Ben hep odamı derli toplu bırakıyorum ve sıkı sıkı tembihliyorum Melahat Hanım’a, ziyaretçim gelirse sakın bana haber etmeyi unutmasını. Odam derli toplu, duvarda ta lise yıllarında yapmış olduğum bir yağlıboya tablo var. Ben istedim diye getirttiler. Hatta Aykut Bey ısrarla, “Evet getirin.” demiş. Kendi evinden, kendisine ait bir şeyler olması kendini iyi hissettirebilir. Bunları bana söylemedi elbet, bana hiç hastaymışım gibi davranmıyor. Sanki ben buraya tatile gelmişim gibi, her şeyden şikayetçi olan huysuz ve yaşlı bir kadınmışım da o da beni memnun etmekle mükellef otel sahibiymiş gibi... Ama gerçekten de gönlümü hoş ediyorlar. İlk geldiğimde bir anlaşma yaptık, onlar bana nazik davrandığı sürece ben de sorun çıkarmayacaktım, başlarda çok zor oldu bu çünkü hep o geçmişin hayaletleri gelip huzurumu bozuyor, beni delice şeyler söylemeye ve yapmaya mecbur bırakıyorlardı. “Ee yapmasaydın sen de.” diyeceksin ama öyle değil işte. Aklımın içinde fısır fısır hiç durmadan konuşuyorlardı. Beni birbirlerine şikayet ediyorlar, bazen mahkemeler kurup beni idama mahkum ediyor bazen yaptığım hiçbir şeyi beğenmeyip beni küçümsüyorlardı. Dışarıdaki insanlardan da fenaydılar. Dışarıda daha kocaman bir gün var. Bir yandan kendi kendime bütün bunların neden benim başıma geldiğini soruyor ve bir yandan da kocaman ve ısıtan güneşe ve masmavi denize bakıyorum. Odamın büyük, beyaz bir kapısı var. “La porta bianca” diyorum ona ben, kendisine böyle seslenildiğinde hoşuna gittiğini düşünüyorum. Melahat Hanım çiçek koyuyor bir küçük vazo içinde bazı sabahlar, kahvaltı tepsisine. Bazı sabahlar öyle yorgun hissediyorum ki kendimi yataktan bile kalkamayacakmışım gibi geliyor. Böyle zamanlarda çok korkuyorum Melahat Hanım ve Aykut Bey benim burada olduğumu unutacaklar ve burada yalnızlıktan, sessizlikten öleceğim diye. Oysa çok seviyorum “la porta bianca”mı geride bırakıp kocaman sarı top ve arkadaşı mavi hınzır kızla buluşmayı. İyi ki gündüzler var diyorum böyle zamanlarda. Ah bir de şu kapının kocaman kilidi olmasa…. *beyaz kapı 83 FOTOĞRAFaltı | ALTIkişi ALTIkadraj yedi – on dört nisan CEYDA ZEYNEP KOYUNCU Yedi Nisan… Sekiz Nisan… Yine sekiz buçuk vapurunu yakalayamadım. “Ülen,” dedim içimden “bilsem az daha geç gelirdim, gidişine tanık olmazdım hiç değilse...”. “Oğlum nasıl bi adamsın sen böyle?” diyeceksin biliyorum okuyunca ama napayım, kaçan vapur da olsa biliyorsun hüzünleniyorum işte. Şu yaşımda, hala. Diğerinin kalkmasına iki saat varmış, ben de gidip sahildeki şezlonglardan birine oturdum. Kumlar ıslak, bastıkça batıyormuşum gibi, nasıl hoşuma gitti. Bir ay çekirdeği kabuğu buldum. Günün tarihini yazdım, bozdum. Yandaki şezlonglara bir aile geldi. Beş çay söylediler büfeden. Torbalarında sigara böreği, patates kızartması, bir de karanfil kokusu. Meraklı adamım, huyum kurusun, bir o kadar da çekingen... Mutfaktan da anlamam. Neye konur oğlum karanfil? Böreğe, keke, pastaya, çöreğe? Nazan’ı arayacaktım nerdeyse, baktım daha saat dokuz olmamış, vazgeçtim. Haberi yok adaya geçeceğimden. Merak etme varınca arayacağım. Buraya neden Geyikli demişler, neden Yükyeri demişler derken saat on buçuk oldu. Çınlattım kulaklarını, şuradan milyonuncu geçişinde şu isim geyiğini zirvede tutmayı başaran kaç kişi vardır senden benden başka! “Geyikte bir numarayız, bi taneyiz.” dedim keyifle İstanbul’a doğru, duydun mu? “Hava çarpmaz” deme, vallahi çarptı. Salak gibi uyandım bu sabah. Dün biraz da evle ilgilendim, galiba ondan da yoruldum. Koca bir kışın ardından, elden geçirilecek şeyler işte... Bahçe demirleri paslanmış. Denize bakan kısımda rutubetten sıvalar kalkmış. Sonra bi' de kapı zili… Oğlum kızma bak! Kadın gibisin inan ki, sana dedik di’ mi! Bizim neyimize o kadar süslü kapı zili! Yürütmüşler işte! Yerinde yeller esiyor. Artık gelenler yellerle çalar kapıyı. Bozulma hemen be! Yenisini aldım. Gösterişsiz ama kalıcı. Dokuz Nisan… Ver elini Sulu Bahçe! Sezonu açtık. Buuzzz buz! On Nisan… Oğlum çıldırdın mı? Yok, normal değilsin biliyorum ama… Ne işin vardı Ocak’ta adada? “Sen söyle, senin ne işin var?” diye geçiştirebileceğini sanıyorsan aldanırsın. Antrenmanlıyım bu defa, 84 öyle ilkinde ağzımdan laf alamazsın. Dört konuşmam. Ya söylesene n'oldu da geldin? kadehten aşağı bilmeyeydik erkekliği bilmeyeydik ne kolay olurdu işimiz, gönlümüz de bir o kadar boş ve yavan! On Bir Nisan… On Üç Nisan… Şerefine dostların biriciği! Hadi hadi hooop! Dört? Oldu galiba, saymadım ki… Dur çağırıp bi' Şükrü Abi’ye sorayım iyisi mi… Şükrü Abiiiii…. Haa unutmadan senin Muhi Bey de burada! Bir o Sevim’i çekiştiriyor bir ben Nazan’ı! Güya sen demeden ben de demeyecektim ama bak işte yine döküldüm Nazan’ın inci kolyesi gibi. Evet evet neden Nazan! Kavga ettik, çektim geldim. Ne bileyim neden ettik, bok püsur şeyler işte! Biz unutmaya geldik senin sorduğun şeye bak! Geç şimdi Nazan’ı geç de Muhi’ye gel… Oğlum aslansın be! Ellerine sağlık! Ne güzel yazmışın herifi böyle! Tam keyif adamı, sofra arkadaşı! Yalnız Şükrü Abi kıllandı! İki de bir bu yana bakıyor. “Kalk Muhi kalk az da evde içelim, kimsenin seni göremeyeceği bir yerde” Ülen iyi mi biz de kaptırdık! “Anla işte görünmemenin sorun olmayacağı bir yerde…” On İki Nisan… “Uğursuz gün, yola çıkma!” Ne adamsın yav! Yine o gün aklıma geldi. Senin şu saçma sapan batıl inançların yüzünden bir gün geç gitmiştik yaz kampına, yerler dolmuştu da açıkta kalmıştık. Bahçedeki çadırda oramızı buramızı sakına sakına geçen yirmi gün! Sana inat bu gün, yani ayın on üçü olan bu gün altımda bisiklet, yola çıkıp rüzgar güllerine geldim. O gün dedim de… Ali İhsan, Hatice, Faik, Nur Hayat, Muhi hepsinin “o gün”lerini anlatmışsın da Ya seninki? Ne oldu da “o gün” çıktın geldin adaya? Dostum, bilirim zordur ağzından laf almak. Meçhul adam olarak geldin, görünen o ki öyle gideceksin. Bari bir ufacık ipucu olsun sıkıştırsaydın yazdıklarının arasına… Ama neye seviniyorum biliyor musun? İyi ki almışız şu baraka kılıklı yeri, belki de yaptığımız en güzel yatırım. Sadece senin ve benim bildiğimiz bir yalnızlık devre mülkü! Umarım sen de benim gibi rüzgar güllerinin ucuna kadar yürümüş, tepede durup şöyle bir bakmışsındır etrafına ve sulara bırakmışsındır her neyse canını sıkan… Of Allah’ım! Kafam Nur Hayat Hanım Teyze’nin aşure kazanı gibi! Bu kadar çok şey bir kazanda kaynar mı? Ah be oğlum, kadınlığı On Dört Nisan… 85 Nazan aradı, “Erikler çiçek açmış” Parola tamam! Dönüyorum. Fotoğraflara yazdıklarımı senin yazdıklarının yanına bıraktım, bakalım beğenecek misin? Ve yeni fotoğraflar çektim. Gelecek sefer için. Bir sonraki gelişimde kimlerin hikayesi ile karşılaşacağım inan şimdiden meraktayım. Sağın solun belli olmaz, tutar da yine karda kışta gelmeye kalkarsın diye yeni bir elektrikli ısıtıcı aldım, salonda. Bir de çok acil durumlar için mutfak dolabının ikinci rafına bir şişe kırmızı şarap koyuyorum. Haydi bakalım yola çıkma vakti. Biraz daha oyalanırsam yine kaçacak vapur. 86 FOTOĞRAFaltı | ALTIkişi ALTIkadraj anahtarın sahibi İLKER CABİ Kilitleri her zaman onu bulunduğu yere takan kişiler açmaz, özellikle duygularına kilit vuranların anahtarları her zaman bir başka kişidedir.. Onlar titrek elleriyle açamayacaklarını bildikleri için dil söylemeden, gözler görmeden ellerdeki sevgi dokunuşuyla verirler buldum dediği sevdiklerine kapılarının büyülü anahtarlarını.. almalı… anahtar da iliştirilmeli zarfa, kilidin yerinden de bahsedilmeli.. üzerine sevgi tozları dökülmeli, sonra gerçek sahibine gönderilmeli.. tüm bunlar bu gece bitmeli, direnen olursa bir şişe daha yakut açmalı, Sabbah’ın fedaileri gibi cesaretlendirilmeli saklı kalan duygular.. Kapıların demirleri denizin neminden paslanır, kilitler asla bozulmaz, ne de olsa varoluş nedenleri budur.. arada bir adımlık mesafeyi ayıran kapılar, bastırılmış duygular ve gerçek yaşamı da ayırıverir tek bir bedende.. iş anahtara sahip olanın önce elinde tuttuğu şeyi fark etmesinden geçer.. yazık ki sen şuan bunu bilmiyorsun.. Geçen süreyi ölçemiyorum bile.. e-posta’nın gönder komutuyla, dijital dünyanın kablolarında kim bilir ne kadar hızlı hareket ediyor benim o kadar süre sakladıklarım şu an.. durdurmaya gönderenin bile gücü yetmiyor, suyun şebeke borularında hızla akışı gibi süzülüyor, senin önündeki ekrana düşüveriyor.. tam da Tom Hanks ve Meg Ryan’ın “Mesajınız var” filmindeki gibi bir kutucuk açılıyor, daha hızlı ulaşması için sıkıştırılmış duygular havai fişekler gibi patlayarak açılıyor.. bu sana ne hissettiriyor.. cevabı öğrenmek için ikimiz de bekleyeceğiz.. * Eve uğramayalı 1 hafta geçti, yiyecek içecek bir şeyler almalı bir sokak arkadaki marketten.. hatta bir şişe yakut’un üzerine bir şeyler karalamalı bu gece, kalem son bir haftayı anlatmalı kağıda.. dudaklardan yudumlanan kırmızı, geçici bir boşluk yaratmalı bilincin iki yarısı arasında.. kapıların ardındaki valizlerin içinden, aceleyle tıkıştırılmış duygular çıkarılmalı, eski görkemleri ile hediye paketi yapılmalı belki de.. her şey anlatılmalı duru bir dille, kalem gidebildiği kadar devam etmeli, kağıt bu dokunuşlardan zevk Kadehimden son bir yudum daha alıyor, bir haftadır bana ait olmayan yataklardaki uykusuzluğumu gidermek için odanın yolunu tutuyorum.. yarın işe gitmek de var bu ne talihsizlik.. gözlerim kapanmadan o rüya ile son kez yüzleşiyorum, korkularımın evi artık darmadağın.. bunu sen yaptın.. henüz senin hayatında bir adım dahi ilerlemesem de, ev yıkık, kilidin anahtarı artık bende değil... 87 hiçbir şey söylenmemiş olandan daha çok acı vermez, hatalar yapan içindir, kararlar doğru ve yanlış bile olsa veren kişiye aittir, her kararımda bir ben, bir sen inşa edeceğim, Özdemir Asaf’ın dediği gibi “kendimi sileceksem bilirim sende varım”… Çok huzurlu bir uykunun ardından, arabanın direksiyonunda işin yolundayım yine, bir hafta önce olduğu gibi.. ....havaalanı, uçaklar, karla kaplı bir köy, korkularımın evi, tontiş, anane ve diğerleri.. tek bir gerçek kaldı elimde, o da anahtar şu an gerçek sahibinin elinde.. 88 FOTOĞRAFaltı soba | ALTIkişi ALTIkadraj KADRİYE SOYSAL “Bu soba da ne ağırmış, sanki içi kömür dolu. Baba gücüm kalmadı, biraz dinlensek?”, “Az kaldı oğlum, merdivenin ortasında dinlenilir mi? Of, bu merdivenler de ne yüksekmiş, şu sobayı yukarda bir yere koysak, her bahar sobayı sökmek sonra aşağıya indirmek, sonbaharda da yeniden yukarı çıkarmak, sobayı kurmaktan kurtulsak…”. Merdivenler bu kadar dik ve dar mıydı? Yoksa ben mi büyüdüm ya da soba mı genişledi? Duvara dikkat edin, çizmeyin haa..şu döküntü eve bile hala annem kıyamıyor. Salondaki köşesine koyuyoruz, soba artık bi' fazlalık olmadığını hissettiği için mutludur eminim, salonun en güzel köşesine geldi kuruldu. Sıra geldi boruları takmaya, her sonbaharda yapmamıza rağmen her sene sanki unutuyoruz. Ev daha çok ısınabilsin diye babam sobayı bu sefer, salonda bacaya en uzak noktaya koydurmuştu. Köşe borularını, düz boruları birleştirip sonunda bacaya ulaştırabildik. Ve annem finali yapıyor; küçük çamaşır askılığını da asıyor. Biz de bu soba boruları gibiyiz, annem babam ve ben, onlardan ayrı durunca eksik, anlamsız, işlevsiz hissediyorum kendimi, babam aşağıdan kömür getiriyor, sobayı yakıyoruz. Annem radyoyu açıyor, sedirlere uzanmışız hepimiz. Ne de güzel radyo dinliyoruz. Gözlerimi kapattığımda, ders kitaplarında gördüğüm deniz resmi geliyor. Bazen buradaki gölete gidiyoruz, dağların arasında, uçsuz bucaksız kocaman gölümüz var. Denizi düşünüyorum, kaç göl büyüklüğündedir acaba? Bizim gölü düşünüyorum, çevresindeki dağları silip hayal etmeye çalışıyorum, siliyorum siliyorum, “ ”… gerçekten de böyle mi görünüyor acaba deniz? Annem, babam ve ben deniz gören bir evde oturuyoruz. Merdivensiz, kar kış olmayan bir yerde… Annem sesleniyor. Yeniden hayallerime dalmaya çalışıyorum, ama nafile. Deniz kenarında demirden bir ağ örülmüş sanki, geçemiyorum diğer tarafa… Zaten ben böyle de mutluyum. Ne gerek var o hayallere? Yıllar geçiyor, benim deniz manzaralı evimde babamla beraber oturuyoruz, artık iki kişiyiz. Birbirimizi mutlu görünce mutlu oluyoruz. Babamın nadide radyosunu açıyoruz, bazen muhabbet ediyoruz, bazen gözlerimizi kapatıp hayallere dalıyoruz, ben sobalı evimizi düşünüyorum. Annemi, merdivenleri, dışı kireç kaplı beyaz, iki katlı evimizi... 89 FOTOĞRAFaltı | ALTIkişi ALTIkadraj bazen ipek şal, bazen demirden kelepçe MELİS MİNE ŞENER Hop, Levo, kardeşim? Bir kahve içelim mi şurada az şekerli? Levo? - Kahve? Olur, içelim Keros. Biliyor musun? Aslı aradı az evvel… - Hadi ya, orada gecenin bi yarısı, n’olmuş ki? Ters bi’ şey yok ya? - Sıkılmış artık, dönmek istiyormuş. Sesi çok tatsızdı. Konuştuk biraz, sakinleşti gibi. - Uzun oldu bu sefer ya, özledim vallahi ben de. Kahve içelim biz. Biri sade, biri az şekerli lütfen. - Ne ara geldi oğlum bu garson, hiç fark etmedim. - Kaç dakikadır zebella gibi tepemizde dikiliyor ama sen Aslı’yı anlatırken dünyayı fark etmediğinden… - Sen de bana takılmasan olmaz. Kızın canı sıkkın diyorum. - Tamam da hocam, uçup Amerika’ya konamayız ya; biz de özledik, o da bizi özlemiş, normal şeyler bunlar bak bi’kaç gün kaldı dönecek işte. Koyuverme kendini hemen. Utanmasan ağlayacaksın… Gülümsedi Levent, Kerem’le aralarındaki demirbaşlardan biriydi bu. Ağlamak. Sulu göz Kerem. Hiç ağlamayan Aslı. Kontrollü adam Levent. - Bir süre kendi içine çekildi herkes. Dostluğun getirdiği en güzel şeylerden biri de budur belki. Onun yanında yalnız kalma lüksün vardır. Kendi başına... İşte bu lüksün tadını çıkarıyordu ikisi de birbirlerinde. Bazen ipekli bir şal gibi yumuşacık sarar, bazen demirden bir kelepçe gibi sımsıkı kavrar çünkü insanı dostluk. Bir kere güneşli, güzel bahçelerinizin kapısını açmışsınızdır. Kapıdaki kilidi açmak için çok uğraşılmıştır, türlü anahtar denenmiştir, ama her birinin ya kenarı – ya köşesi, bir yeri fazla ya da bir yeri eksik gelmiştir. En zor zamanınızda olduğunuzu anlamamıştır örneğin biri. Öbürü siz aşıkken deli divane, yeni elbiselerden bahsetmeye kalkmıştır. Öbürü üç kuruşluk keyfinize limon sıkmıştır misal. Velhasıl, bir türlü anahtarı uydurup o bahçelere girememiştir pek çoğu. Öyle olunca o bahçelerin güllerini dermek size kalmıştır. Ama dostlar girerler o bahçelere usulca, bazen kanırtarak parçalarlar o asma kilidi. Bazen usulcacık bir dokunuşları ile açıverirler. Sonra da sizin bahçelerinizde sessizce seyre dalarlar yetiştirdiğiniz onca çiçeği. Ve bazen sizin sulamayı unuttuğunuz çiçeklere onlar su verirler bahçenizde… - Bana bak Levo, sen iyice gemi azıya aldın oğlum. Ne o öyle, batık mı çıkaracaksın? 90 - - Ya Aslı’ya kafam takıldı be Keros. Hocam, ille dert edeceksen bir şeyleri şu Fener’in halini dert edin sen. Bak Aslı cumartesiye burada. Bir hafta kaldı yahu. Allah dermansız dert vermesin. Sen gelince ne yapalım Aslı’ya, ne sürpriz hazırlayalım diye düşüneceğine, bununla mı vakit geçireceksin? Yaşlanıyor musun, duygusallık mı artıyor nedir? Bir de bana sulu göz dersin ya, utanmasan sen de ağlayacaksın şurada. Doğru diyorsun, gelince nasıl bir hoş geldin kutlaması yapacağız Aslı’ya? Ha şöyle, mevzuya gel oğlum. Neymiş o özledim, bık, bık… İcraat hani demezler mi adama? Ne yapsak acaba? Bir şey de oğlum, laf sokacağına, bir hafta kalmış şurada… Nasıl bir umut duygusudur o sevdiğini görmenin hayali, öyle ki tüm dertleri unutturan. İşte sevgili de girmiştir o güneşli bahçeye, hem de öyle bir giriş girmiştir ki, kendi gitse bile elleri kalır çiçeklerin dibini çapalarken, gölgesi kalır kuytu köşelerde, ne kadar süpürseniz de ille karşınıza çıkan saçının telleri kalır orta yerlerde. - Tamam, Levo’cum, dur bir düşünelim. Şimdi, bu kız en çok neyi özlemiştir? - Hikmet Amca’yı, bizi, Boğaz’ı… Güneşin doğuşunu, Pazar kahvaltılarını… - E tamam işte cumartesi önce Boğaz’a gideriz rakı - balığa, Hikmet Amca’yı da alırız. Akşam hep beraber bizde kalırız. - - - Pazar sabahı da güzel bir kahvaltı… Sonra sen al sevgilini götür, nereye istiyorsa. Onca yoldan gelecek sersem etmeyelim kızı, az olsun öz olsun, güzel olsun. Doğru diyorsun Keros, zaten kaç saat uçakta yorulacak. Hafif bir şeyler yapalım. Hem Hikmet Amca’dan ayırmak olmaz gelir gelmez. Süpersin oğlum sen ya. Nereye gitsek peki? E, onu da sen bul artık. Hadi şimdi gel bir bowling yapalım. Ne zamandır oynamıyoruz, Aslı gelene kadar bir pasımızı silelim. Hem de benimle onsuz yaptığın bir şey olsun onu konuşmak dışında… Haydaa, Keros ya sen de laf etmeden duramaz oldun kardeşim, nedir? Sonradan sonraya kıskanır oldun bizi sen… E, ne yapayım kardeş, baktım ağlamayan çocuğa meme yok, ikinizi de ayrı ayrı taciz etmezsem beni hepten unutacaksınız, çamura yatıyorum artık ben de. Öyle bir bahçedir ki orası, artık içeri girenlerin hangisi besler büyütür, hangisi kurutur bilirsiniz. Her sözün söylendiği gibi, söylendiği kadar olmadığını da… — Tamam, Keros’um, tamam. Gel hadi bowlinge gidelim sonra da Aslı’sız bir rakı – balık yapalım. Havanı atarsın böylece. — Aslansın be Levo. Budur işte arkadaş dediğin. Aslı’ya bir de şöyle güzel bir hediye mi alsak dersin? Ya da hep birlikte olduğumuz fotoğraflarla filan bir şeyler hazırlasak, sever öyle cici bici şeyleri… 91 — Hiç de kıyamaz Aslı’sına, benim de aklımdan geçti, ama kızacaksın, hep Aslı’yı düşünüyorsun diye, diyememiştim. Bak şimdi, onun beğendiği bir fotoğraf albümü vardı bir arkadaşında. Mine, hatırlarsın, hani şu okuldaki sarışın. Her fotoğrafın altına bir şeyler yazmışlar, süslemişler falan. — Yok, hocam, çok klişe o iş. — Yok yok, zaten öyle değil. Bak şimdi ben sana anlatıcam, önce gidelim bir ezeyim seni, gör bakalım bowling nasıl oynanır, o arada projeyi anlatıcam detaylı… — Vay vayyy, meydan okuyorsun demek? Hadi, gidelim bakalım. Kim oynuyormuş bowling? Kim kime öğretiyormuş? — Hadi bakalım… — Kaybeden rakı – balığı ısmarlar ama… — E, ben işin ucunda rakı – balık olunca seni yenmez miyim? … Böyle bitmez bu hikâye, ama zaten bu hikâyeler bitmez ki! Bowling mi? Sonuç ne mi oldu? Rakı – balığı kim ısmarladı dersiniz? Bir düşünün, tadınız yokken hiç, yanınızda bir dostunuz olunca, kimin kazanıp kimin kaybettiği önemli oldu mu ki hiç? 92 FOTOĞRAFaltı | ALTIkişi ALTIkadraj ben ile hayatım… ve yalan dolan ŞENER SOYSAL Her şey zamanı gelince biter değil mi? Güneş doğduğu gibi batar, bitkiler her bahar tomurcuklanır, insan her bahar aşık olur. Yine aynı insanoğlunun, yazgısı hangi tarihi gösterirse o zaman yaşamı sona erer. Yazdıklarım da öyle. Ayrılıkların da bir sonu olduğu gibi hikayelerin de bir sonu vardır ve bu son bir ayrılığın başlangıcıdır. Bir anda çok genel şeyler yazmaya başladım nedense. Belki de üzerimdeki koruyucu tenteyi delercesine kuvvetli güneş ışınları beynimi sulandırmıştır. Çok düşük bir ihtimal gerçi ama düşünüyorum işte. Her şeyi düşünüyor insan, o kadar çok şeyi kafasında kurgulayabiliyor ki… Daha sonra neye inanacağını, hangisinin doğru olduğunu unutacak kadar çok şey kurabiliyor. (Hatta böyle bir de hastalık var ama kendi ruhumla o kadar içli dışlıyım ki başkalarının ruhunun sağlığı hakkında bilgi edinmek önemsiz geldiğinden adını aklımda tutmuyorum.) İşte ben de size hayatımdan bir şeyler anlattım. Düşüncelerimi, doğumumu, aşkı, şehrimi ve hatta ölümümü! Ne kadarını kurgu, ne kadarı gerçek? Ne kadarı saf, ne kadarı kurnaz? Bu bir oyun! İçinde benden bir şeyler olduğu kesin olan ama neyin ne kadar gerçek olduğunun kesinliğini vermediğim bir oyun. Hayat gibi... Haliyle oyun benim olunca kuralları da ben koyuyorum, basamakları da ben belirliyorum. Oyunumuz üç basamaklı. İlk basamakta sıralamayı belirlemek gerekiyor, ters yüz etmelisiniz. (Ayaklarımdan yukarı assam kendimi her şey düzelir benim gözümde. Ama bu sefer de herkes deliymişim gibi bakar bana, çünkü herkese göre bir tek ben ters olurum şu cihanda. Ben de ters anlatıyorum ki düz olarak görülebileyim.) İkinci basamakta “ben kimim” sorusunu cevaplamalısınız. (Ben… Tüm hikayelerde “ben” varım ama benim adım ne? Can değil, bundan eminim de… O zaman ne? İnsanlar adlarıyla yaşadığına göre beni “ben” yapan isim ne? Benan da olamaz, malumunuz bayan değilim. Acaba B.E.N. diye bir kısaltma olabilir mi? Hmm… E onu da siz bulacaksınız.) Üçüncü basamakta –ki en zor basamaktır- yalanlarımı gerçeklerden, fasulyeyi kılçıklarından ayıracaksınız. Oldukça zor biliyorum ama oyunu değiştirmem için artık çok geç. Üstelik son basamak için bir parantez bile açamıyorum, benim de söyleyecek hiçbir sözüm yok çünkü. Bilir misiniz, Nasreddin Hoca’nın mezarının üç yanı açıktır, bir yanında ise kocaman demir parmaklıklardan bir kapı ve kocaman bir asma kilit vardır. Bunun anlamı nedir, hiç kimse tam bilemez. Hoca’nın bir oyunudur bu. Şu an benim de karşımda böyle bir kapı var, güya beni denizden ayırıyor. Birazdan yanından geçip gideceğim ve denizin tuzlu sularına bırakacağım kendimi. Her ne kadar ben Hoca’nın modern zaman hali olmasam da benim oyunumun da bir hikmeti olduğuna inanın siz. 93 Beni “ben” olarak bilen ve çözmeye çalışan ey okur! Sana bir ipucu: Hayat göle maya çalmaya benziyor. Ya tutarsa, diye çabalıyor insanoğlu. Tutturulmaya çalışılan şey ise ölümsüzlük. Bir şekilde ölümsüz kalmak. Bazen gerçeklerle, bazen yalan dolanla! Gülümseyerek denize doğru koşuyorum, kilitli kapıyı geçiyorum, tuzlu suya atlıyorum. İçimdeki tuzlu suların denizle birleştiğini görmek umuduyla uzaklara bakıyorum. 94 DİZİN | ALTIkişi ALTIkadraj FOTOĞRAFbir (ŞENER SOYSAL) AYŞE COŞKUN esat’ın ailesi o gün, sekiz ocak İLKER CABİ bir kuş havalandı KADRİYE SOYSAL pişti MELİS MİNE ŞENER saat kaç ŞENER SOYSAL ben ile yorgunluğum… ve ölüm CEYDA ZEYNEP KOYUNCU FOTOĞRAFiki (KADRİYE SOYSAL) FOTOĞRAFdört (KADRİYE SOYSAL) nurten’in dantelleri CEYDA ZEYNEP KOYUNCU o gün, yirmi üç ocak İLKER CABİ korkularımın evi KADRİYE SOYSAL ritim MELİS MİNE ŞENER yıkık bir çocuk bahçesi gibiydi… ŞENER SOYSAL ben ile haydar… ve sizi bizi mi var? AYŞE COŞKUN FOTOĞRAFbeş (ŞENER SOYSAL) postalımın yaşlı izi CEYDA ZEYNEP KOYUNCU o gün, on dört ocak İLKER CABİ kaçış KADRİYE SOYSAL saklambaç MELİS MİNE ŞENER kara basma iz olur, güzellerde naz olur ŞENER SOYSAL ben ile hislerim… ve yegane eserim olan… sema’nın üç kadını o gün, yirmi sekiz ocak İLKER CABİ senden izler KADRİYE SOYSAL radyo karınca MELİS MİNE ŞENER seksen nokta yirmi yedi ŞENER SOYSAL bir ana-baba ile karı-koca… ve ben FOTOĞRAFüç FOTOĞRAFaltı AYŞE COŞKUN (GÜLSU ŞİMŞEK) güneş çocuk onur o gün, on sekiz ocak İLKER CABİ kendimle KADRİYE SOYSAL gülümsedik MELİS MİNE ŞENER …aslı suretinde gizlidir ŞENER SOYSAL çıra ile pervane… ve şehr-i daim AYŞE COŞKUN CEYDA ZEYNEP KOYUNCU AYŞE COŞKUN CEYDA ZEYNEP KOYUNCU (CEYDA ZEYNEP KOYUNCU) la porta bianca CEYDA ZEYNEP KOYUNCU yedi-on dört nisan İLKER CABİ anahtarın sahibi KADRİYE SOYSAL soba MELİS MİNE ŞENER bazen ipek şal, bazen demirden… ŞENER SOYSAL ben ile hayatım… ve yalan dolan AYŞE COŞKUN 95