Martı Aralık 2009
Transkript
Martı Aralık 2009
b osphoru s c h r o n i c l e The quarterly Robert College Newspaper A supplement of the Bosphorus Chronicle December 2009 issue. / Bosphorus Chronicle’ın Aralık 2009 ekidir. FOTOĞRAF: Ahmet Utku Akbıyık MARTI Yüksekten uçmanın tehlikesine rağmen kulağımıza bir şeyler fısıldamak uğruna bir kez daha yükseldi MARTI... Yayın Adı: Bosphorus Chronicle’ın Martı Ekidir. İmtiyaz Sahibi ve Uyruğu: Özel Amerikan Robert Lisesi Güler ERDUR - T.C. Sorumlu Öğretmenler: Yıldız DÜZKÖYLÜ Özgül AKGÜL Yönetim Yeri: Özel Amerikan Robert Lisesi Kuruçeşme Caddesi No:87 Arnavutköy / İSTANBUL Tel: (0212) 359 22 22 Editör: Doruk KARPAT Yayının Türü: Yerel, Süreli Tasarım ve Sayfa Düzeni: Ahmet Utku AKBIYIK Yayının Dili: Türkçe Yazarlar: Aysın KADİRBEYOĞLU Ege SELÇUK Ege BIÇAKER Zeynep Elçin METİN Fikret Ali CEYHAN Tahsin Mert SAYGIN Pelinsu HÜNKAR Bengisu GÜÇKAN Begüm ÇİTAL Onur ALTEN Ofset Hazırlık ve Basım Yeri Birmat Matbaacılık San. Tic. Ltd. Şti. 100. Yıl Mah. Matbaacılar Sitesi 4. Cad. No:122 Bağcılar/İSTANBUL Tel: (212) 629 05 59 - 60 Basım Yılı: Aralık 2009 martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı editörden İÇİNDEKİLER Bu gece nefes nefese bir yağmur dolduruyor sokakları. Penceremden baktığımda, gecenin koynunda onları görüyorum; yağmur kaçakları… Yüzleri dalgalı biraz, nemli gözlerinden çok şey okunuyor. Rutubete doymuş kalplerinden sızanları sert kesik damlalara saklama telaşı var her birinde. Dillerinde dizeler dolaşıyor kontrolsüz, geceye anlatamadıkları hayalleri, yorgun bir ses gibi uğulduyor kulaklarında. Yağmurun dinmesinden korkuyorlar belli ki; her güzel kayboluşun, eninde sonunda akan suya kapılıp mazgallara süzüleceğini çaresiz bilseler de, bozmak istemiyorlar anın güzelliğini. Gerçeği zamanla kabullenecekler. O zaman en güzel veda sözlerini söylemek için çok az vakitleri kalacak. Yine de son ana kadar gecenin gözlerinin içine bakmaya devam edecekler. Vedanın izleri kısa ve buruk cümlelerde yaşamaya edecek ve onlar, bu geceyi hatırlayacaklar her yeni yağmurda. Özlemin huzurunda sıcak gözyaşları bırakacaklar pencerenin ardında. Her yudumunu yaşayarak içtiğim çayımın son demlerine geliyoruz artık. Gökyüzü yorgun bir günün ardından uykuya hazırlanan yaşlı bir adama benziyor. Sanki anlatacaklarını bitirmiş, kalbinde yağmur sonrası duyulan toprak kokusunun tazeliği var. Sokaktaki kaçaklar adımlarını hızlandırmış, bildikleri dünyaya dönüyorlar. Bu kaçışı anılarının en güzel köşesine saklayacaklar, her yalnızlık baharında hatırlamak için; ta ki bir gün tanıyamadıkları eski bir rüzgâr onları mavi yalnızlığa çağırana kadar. Mavi deyince Attila İlhan’ı bilecekler bir satırda; Sisler Bulvarı’nı arayacaklar en başa dönüp. Tüm ilklerin ve sonların yaşadığı Sisler Bulvarı’na vardıklarında, soğuktan çatlamış dudaklarında eski masallar tekrar nefes bulacak, sıcacık taze kan yavaşça süzülecek yalnızlığın üzerine. Kendilerini martıların yerine koyup uçmak kaçınılmaz olacak o vakit. Dizelerinin ilk masumiyetini martılara emanet edecekler. Hepimiz kanatlarımızda eski rüyalar taşıdık bir zaman. Yaşadıklarımız içimize sığmadı, taştı bazen denizlere. Tüm var olanlar gibi zamana kapıldık esen rüzgârla, anılarımızı hatırlayan bir martılar kaldı geride. Başıboş bırakmalı onları, özgürlüğü de anılarımız gibi sadece onlar bilmeli, denizin üzerinde süzülürken o eski rüzgârı hatırlatmalılar bize. Ve bir gün, başka bir gecede yağmur indiğinde aklımız martılarda kalmalı özgürlük hayaliyle... Jonathan kalmak dileğiyle… Doruk Karpat martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı gezi İKBAL KAHVESİNDE BİR SOHBET Aysın Kadirbeyoğlu ‘‘Orhan Kemal’in ölümsüz eseri ‘Hanımın Çiftliği’. Dizilerin romanların orijinal konusunu, temalarını ne denli doğru yansıttığı tartışılır, ancak insanlarda merak uyandırarak eserin aslına yönlendirdikleri de yadsınamaz bir gerçek.’’ Gün geçtikçe çevremizi saran ve hayatımızda vazgeçilmez bir gerçeklikle yer edinen televizyon dünyası yeni bir akım başalattı son zamanlarda: Edebi eserleri dizileştirmek! Televizyonculuğun ilk yıllarında TRT’nin Çalıkuşu ve Aşk-ı Memnu eserlerini dizileştirmesiyle başlayan bu akım, günümüz televizyoncularınca da denendi ve tutuldu. Yaprak Dökümü, Dudaktan Kalbe, Aşk-ı Memnu derken bir yenisi daha eklendi: “Orhan Kemal’in ölümsüz eseri Hanımın Çiftliği”. Dizilerin romanların orijinal konusunu, temalarını ne denli doğru yansıttığı tartışılır, ancak insanlarda merak uyandırarak eserin aslına yönlendirdikleri de yadsınamaz bir gerçek. Hal böyle olunca, romanlardan baz alınarak çekilen dizilerin eserin aslına zarar mı verdiği yoksa yarar mı sağladığı hâlâ bir soru işareti. Biz de bu sorunun cevabını Orhan Kemal’in oğlu Işık Bey’den bizzat öğrenmek istedik. Kendisi bizi Cihangir’deki (hemen yanındaki dairenin Orhan Kemal müzesi haline getirildiği) İkbal Kahvesinde ağırladı. Işık Bey, romanın dizi haline gelip başarılı olabilmesi için senaristin serbest bırakılması gerektiğini; ancak romanın seyrine ters düşecek durumlar olduğunda kendisinin müdahale etme yetkisi olduğunu ve bu yetkiyi kullanmaktan çekinmeyeceğini söyledi bizlere - eğer hiç karışılmazsa her sayfasından yirmi bölüm bile çıkarılabilirmiş!-. Hem romanın kendisini okumuş hem de diziyi izlemiş olanlar aradaki farkları kolayca yakalayabilirler. Işık Bey, bu değişikliklere babasını düşünerek izin verdiğini belirtti: “Babamın vurgulamaya çalıştığı temaları ve konuyu verdikten sonra bazı karakterlerin eklenmesi çok da önemli değil.” Ancak dizi izlemenin hiçbir zaman romanın aslını okumanın verdiği tadı vermeyeceğini, televizyon izlemekle kitap okumanın bir olmadığını vurguladı bir kez daha. Işık Bey’le görüşmemizin İkbal Kahvesinde olması bize Orhan Kemal Müzesini de gezme olanağı sunmuş oldu. Cihangir’de açılan müzenin çok büyük olduğu söylenemez ancak her santimetrekaresi Orhan Kemal ile dolu. Girişten itibaren tüm duvarlarda Orhan Kemal’in çocukluğundan yetişkinlik dönemine kadar çektirdiği fotoğraflar asılı. Bu fotoğraflardan bazılarında göze çarpan bazı ünlü isimlere de rastlamak mümkün: İsmet İnönü, Sait Faik Abasıyanık, Nazım Hikmet, Mehmet Barlas... Orhan Kemal’in imzalı ve ilk basım kitaplarının yanında el yazısını görebildiğimiz mektupları, yazıları da resimlerin altındaki camlı bölmelerde sergileniyordu. Kitapların Almanca, Fransızca ve Rusça basımlarını da müzede görebilmek mümkündü. Bu yabancı basımların tam karşısında Orhan Kemal’in özel eşyaları sergileniyordu. Bir kırık tarak, bir diş fırçası, bir gözlük, bir çift ayakkabı ve birkaç parça küçük eşya daha... O kadar az ki eşyalar, geziye gelen bir ilkokul öğrencisi: “Orhan Kemal’den bu kadarcık şey mi kalmış?” yorumunu yapmış. “Ne diyebilirdim ki ben o kıza, diyor Işık Bey, “Zaten başka bir şeyimiz yoktu ki..” Hanımın Çiftliği dizisinden esin aldığımız Orhan Kemal yolculuğumuz sona erdiğinde kafamızdaki “diziler romanı yıpratır mı?” sorusuna da kendimizce cevaplar bulmuştuk. Bana sorarsanız, ben dizilerde roman isimlerinin aslının kullanılıp öykü akışında bu kadar değişiklik yapılmasının romandan bir şeyler eksilttiği kanısındayım. Ama bu eksilen şeylerin arasında popülerliğin olmadığı kesin... martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı deneme BİR SONBAHAR KAÇAMAĞI Ahmet Utku Akbıyık Korna sesleriyle huzursuz başlar insan güne. Yağan yağmur içini rahatlatmaz; çünkü betona düşen damlalardan sonra toprak kokusu yayılmaz etrafa. İnsan böyle günlerini umudun kıyısından uzaklarda yaşar. İnsan yola çıkarken, birazdan hayallerini durduracak onlarca kırmızı ışığın tedirginliğindedir. Böyle güneşin parlaklığını gri bulutların kapattığı bir günde, Mecidiyeköy sapağını geçip, arabalarını Bolu’ya sürenlerin hikayesidir bu. Bir sonbahar kaçamağıdır bizimkisi. Doğa farklı renklerin aynı kökten beslendiğinin en büyük kanıtıdır. Bir şehir 3 farklı ırkı, rengi barındıramazken bünyesinde; bir ağacın üstünde kahverengi, sarı ve yeşil renkleri bir arada görürsünüz. Hepsi dayanışma içindedir, dökülmek üzere olanlara diğerleri omuz verirler. ‘Bunun rengi sarı düşerse düşsün’ diyen yoktur aralarında. Kendilerinin koca bir ağaç olmalarında her küçük ayrıntının, parçanın bir payı olduğunu çok iyi bilirler. Yere süzülen bitkin kahverengi yapraklar ise, ağaçlardaki şen şakrak yaprak birliklerini beğenmeyenlerin sonunun göstergesidir. Hayatının baharında olan yaprak kendisini hayata bağlayan özünü beğenmez, onlardan tiksinmeye başlar ve dostları ile olan bağına ihanet ederse, nereye kopacağından habersiz olarak süzülmeye başlar. Kendisini hayata bağlayan değerlerden sıyırmakla belki çok uzaklara uçabileceğini düşünmektedir, belki de hiç düşmeyeceğini... Fakat tüm dünyada özünden ayrılan, değerlerini önemsemeyen tüm yaprakların sonu aynıdır. Yaprak gelir ve kendisi gibi özünü ayıplayan, çetin yaşam koşullarına karşı birlik beraberliğin önemini kavrayamamış yerdeki binlercesine katılır. Artık ağacın üzerindeki arkadaşlarıyla beraber oluşturduğu o güzellik abidesinden eser kalmamış ve yerdeki sıradan yapraktan biri olmuştur. Yaprak ben tek başıma da çok albenili olabilirim, bu toplulukta çürüyorum edasıyla, doğduğu yeri terk etmek istemiş; ama kendini yüzüstü yerde bulmuştur. Zaten bizde yerdeki yaprakları önemsemezken; göğe yükselmiş olanların güzelliklerine hayran kalırız. Buralarda su şırıltısı musluktan lavaboya aktığında çıkan sesten farklı bir ahenk oluşturur. Bu ses önlerine çıkan kayalara karşı pes etmeyen akıntıların azimlerinin sonucudur. Önümüze ne büyük kayalar çıksa da pes etmemiz gerektiğini öğütlemektedir. Umudumuzu kaybetmeden defalarca da olsa engelleri geçmeye çalışmamız gerektiğini haykırmaktadır. Belki o engelleri biz geçemesek bile, gün olurda arkamızdan gelen su damları için o kayayı zayıflatmakta kayda değer bir iş değil mi? Gölün bilgin duruluğuna uzanır, daha sonra adımlarımız. Ne kadar da sessiz. Tabi yıllardır ırmaklarda akıp gelmekten, olduğu yerde sayan, kimsenin ilerlemesine de izin vermeyen kayalarla çarpışmaktan çok şey tecrübe etmişti. Sabırla ilerleyip, engellerde pes etmeyen su damlacıkların ulaştığı huzur havuzuydu burası. Bizde bu huzurdan payımızı almak için, oltanı derinliklere sallarız, kimsenin ulaşamadığı umutlara ulaşabilmek için. Yüzeylerde hep tatmin etmeyen küçük balıklar vardır. Eğer bu küçük balıklara aldanıpta vazgeçersek, suyun en derinliklerde en büyük balıkları hiçbir zaman yakalamayız. Hiçbir başarı, en derin duyguları hissetmeden, en derinliklere olta sallamadan, sabırla beklemeden elde edilemez. Biz iyiliğin varlığıyla ilgili ümidini hiç kaybetmeyip derinlerde ararsak mutluluğu elbet bir iki tanesi takılır oltamıza. Yeterki biz buralarda bizim aradıklarımız yok deyip, mutluluğu aramaktan vazgeçmeyelim. Ayrıca göl çarşaf gibidir, herşeyi apaçık göstermek için. İlerisindeki dağın zirvesini görmen için gözünü yükseklere dikmen gerekmez, önündeki berrak suda da aynısını görebilirsin zaten. Bazen hedefimiz çok uzakta gibi gözükse de ayağımızın dibindedir de farkında değilizdir. Hırsımızla, kazanma isteğimizle yükseklerdeki hedefimize o kadar bağlanmaşızdır ki etrafımızdaki birçok fırsatı, kolaylığı kaçırabiliriz. Yağmur yağınca toprak kokusu yayılır etrafa. Betondan, asfaltan, demirden, metalden ıraktır buralar. Korna seslerinin yerini su şırıltıları, yaprak hışırtıları almıştır. Bir sonbahar kaçamağıdır bizimkisi. Islak, mavi, yeşil, kahverengi, sarı, huzurlu... martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı şiir CAMDAN KÜRE İpek Betül Özçivit Düşün bir an, Doğup büyüdüğünü o zamanlarda Her sabah uyanıp yazlık köşkünde Güneşin parıldadığını düşün altın çerçevende. Sonra düşün bir an daha Doğup büyüdüğünü o zamanlarda Her sabah uyanıp mayıs kokulu evinde, Kulağına çalındığını düşün, bir iki yabancı kelime. Ve ardından çok karanlık bir günde Hayal et, bir küçük kız ve elinde camdan bir küre. Silip oynarken camdan küresiyle Kızın üstünde basmadan bir elbise. Bir patlama sesi duy kulaklarında bu kez. Sonra korkudan titreyen küçük eller Ve ardından o bilindik sahne Binbir parçaya bölünmüş camdan bir küre. Yaşlar damlarken bir bir üzerine Islak küçük parmaklar düşün bu kez Acemice toplamaya çalışan camları Yapıştırmaya çalışan bir çift gözyaşı. Her defasında tekrar dağılan parçaların Kızın elini kestiğini hisset sonra, Ve ardından bağırarak acıyla Elinden bırak o camdan küreyi İzle bir kez daha binbir parçaya bölünmesini. Biraz zaman geçince üstünden Kocaman bir el düşün bu kez, çocuğun elini tutan, Sımsıkı yapışıp elini saran Ve kırık camları onun elinden alan. Sonra bu elin camdan kürenin parçalarını Teker teker aramasını, Sonra birer birer bulmasını, Ya da yerine yenisini koymasını iste. Sonunda deneyimli parmaklarıyla bu elin, Ve o acemi ama istekli parmaklarıyla bu kızın; Biraz tutkal ve biraz sevgi ile Parçalarını yapıştırdıklarını düşün camdan kürenin. Camdan küresini eski halinde gören kızın Gözlerini gör gözlerinde bu kez Ve hevesle bakarken ona Kürenin üstündeki kırık çizgileri düşün. Buna onu bir motif haline getirmeyi öğreten O eli aklına getir şimdi Biten umutların içinde Şimdi eskisinden daha güzel olan camdan küreyi düşün. Sonra kız son parçalarını takarken O canından çok sevdiği camdan küresinin, O küreyi uzanıp almayı iste bu kez Ki… Şimdi bir kez de sen tut onu elinde, O zamandan bu zaman üstüne titrenen o küreyi Al istersen parçala, at yerlere; Ama vicdanın buna el verebilirse… martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı şiir RESSAM Fikret Ali Ceyhan Sıfırlanmıştın ya da sıfırdan başlamıştın her şeye. Gözlerini açtığında tuvallerin, tabloların bomboş uyandın. Sana olup biteni anlatacak ne bir görgü tanığı, Ne de sana ilham kaynağı olacak biri vardı önünde. Yalnızdın. Zaman da tıpkı senin gibi unutulmuştu, yokluk içerisindeydi. Ta ki sen onu buldun, sımsıkı tuttun avuçlarında. Yoğurdun onu ve bıraktığında akmaya başladı boya gibi. Ve işte o sırada bulmuştun ilham kaynağını, Zamansızlığın tükenmez acısından sıyrılarak. Sonunda eline fırçayı almış, boyamaya başlamıştın. Hiçbir çizim yapmadan veya taslak oluşturmadan, Tez zamanda doldurdun bütün tabloları. Eşi benzeri olmayan bir uyumu yakalayarak Farklı renkler kullandın her resim için, Ve her birine zamanın canlılığını kattın. Tablolarının vazgeçilmez bir parçasıydı insan. Teker teker kafanda kurguladın, her insanın hayatını. Yol göstermek amacıyla itici güç: hırs, Ve hırsın fireni olan akılla boyadın onu. Tarlasını eken çiftçi gibi bekledin resimlerinin ürün vermesini, Kimi tabloyu yırtıp atarken kimisini yeniden şekillendirdin. Sevgi, aşk ve başarıyı eklerken eserlerine, Kibrin ve nefretin güçlendiğini gördün. Öyle zamanlar oldu ki resimlerine hükmedebildin; Yön veremedin, seyirci kaldın yapıtlarına. Ağlayan bebeğin gözyaşlarını çizdin; Yemeği çizmeyi ihmal ettin oysa. Türlü medeniyetler kurdun insanları örgütleyerek, Savaş sahnelerine yerleştirdin onları Kimilerini yücelttin, kimilerini yok ettin; Fakat akan suyun yönünü hiçbir zaman değiştirmedin. Hırsın tohumlarını gördün insanlar arasında. Yapıtların yaratıcısından uzaklaştığını, İnsanların birbirlerine yabancılaştığını gördün. Kendi külleriydi insanları yakacak olan. Her ressam gibi eserlerini duvara asıp Zaman içinde tozlanmalarını, unutulmalarını bekledin. martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı deneme İNSAN NE İLE YAŞAR? Esma Cansu Çevik Cevabı kesin olarak bilinemeyen binlerce, milyonlarca sorudan sadece biri: “İnsan Neyle Yaşar?” Kişiden kişiye değişen yanıtlar, insanların öncelikleriyle değişen yaklaşımlar, farklı çevrelerden gelen farklı görüşler ve tek bir sonuca varamamış olmanın anlamlılığı… Jaspers’in, “Felsefe, hep yolda olmak demektir.” sözünü destekler nitelikte, kesin bir sonuca varılamamasına rağmen, sürecin insana öğrettikleri… Bir gazetenin sanat ekinde okuduklarımla beraber bu konu üzerinde düşünmeye başladım. Tabii ki, Bienal’in İstanbul’un sokaklarını, meydanlarını süsleyen afişlerini de unutmamalı… İnsanoğlu düşünebildiğini fark edebildiği andan beri geçerli bir yanıt arıyor bu soruya. Yapılan her hareket belki de bizi sorunun yanıtına götürecek olan bilinçsizce atılmış adımlardan birisi… Bienal’deki bir sanatçının ekmek figürünü kullanması; diğer yanda Brecht’in, “Üç Kuruşluk Opera”sının ikinci perdesindeki kapanış bölümünde bahsedilen eşitlik kavramı ve insanların ahlaki değerlere önem vermesiyle karşılıklı etkileşimin en üst düzeye çıktığı bir toplum hayali… Öte yanda Tolstoy’un aynı isimli öykü kitabında geçen diyalog: —İnsan neyle yaşar? – Tanrı sevgisi ile. Veya sınıfta yapılan münazarada verilmiş bir cevap: “İnsan, insanla yaşar!” İnsan, hayatının devamlılığı ve verimliliği için insana ihtiyaç duysa da sanmıyorum ki dünya üzerinde tür içindeki bireylerin sürekli olarak çekiştiği, anlaşmazlıklar yaşadığı, çıkar çatışmalarıyla kendilerini kaybettiği başka bir topluluk daha olsun. Sanki ben de daha tam karar veremedim bu soruya neyin daha uygun bir cevap olacağına… Önceleri aklımdan, “İnançlara dayalı hayaller” geçiyordu. “Hayaller!” Altın sarısı papatyalarla kaplı, göz alabildiğine uzanan kırlar… Hiç kimseyi, hiçbir şeyi, derdi, tasayı umursamadan kat edilen yollar… Hep yaşanması arzulanan hayat… Böyle düşündükçe fark ettim ki bu hayallerin hepsi özgürlüğe çıkıyor. Ve aklıma geldi, İranlı yönetmen Hana Makhmalbaf ’ın “Utanç” filmindeki şu sözler: “Baktay, ancak ölürsen özgür olursun.” Savaş oyunu oynayan çocuklar arasında okula gitmek için yapabileceği her şeyi yapmaya çalışan bir kız… Oyunlarına katılmayıp direniyor. Her şeye rağmen mücadele ediyor. Önceleri yaşadıklarını ufak bir oyunun parçası sansa da sonraları onu kimsenin umursamamasıyla hayatın gerçeğiyle karşılaşıyor belki de: Ölmek özgürlük demek Afganistan’da. Kafasına kese kâğıdı geçirilen her kadının temennisi bu herhalde: bir an önce ölelim ve hiçbir zaman yaşayamadığımız, bize yaşatılmayan, sadece yaşa diye diretilen hayatın öteki parçasına gidelim. Orada erkekler yok! Orada Taliban yok! Orada her gördüğü insanı Amerikan casusu sanan, duyduğu her uçak sesine Amerikan füzesi diyerek ayağa fırlayan, silah kuşanan; uçsuz bucaksız, insana normal hayatta özgürlük hissi veren çayırlıklarda onların hayatlarını birkaç taş atışıyla sonlandıran ve acılarına(!) son veren geri kafalı bir zihniyet yok! İşte, ölüm bu yüzden onlara özgürlüğü çağrıştırıyor ve işte onlar bu yüzden, kafalarını kuma gömüp ölü taklidi yapıyorlar ve bu şekilde, bir parça da olsa özgürlüğün ne olduğunu hissedebilecekleri hayaliyle kendilerine yapılan her şeye dayanabiliyorlar… Filmi düşündükçe “İnsan neyle yaşar?”ın önemini daha da fark ettim aslında. Başka coğrafyalarda yaşanan, “öteki” hayatları düşündükçe çok karmaşık gözüken bu sorunun yanıtının bir o kadar basit olduğu gerçeği: İnsan özgürlük hayaliyle yaşar. İnsan barış dolu bir dünya özlemiyle yaşar. İnsan, umutla yaşar – bu umut kapısının arkasında koyu karanlıklar olsa bile – martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı deneme BİR EV KADINININ GÖZLERİNDEN HAYAT Sena Bensu Çomak Günümüzde pek çok ev kadını hayatlarını dört duvar arasında sürdürmeye mahkûm olmuştur adeta. Önce sabah erkenden kalkılır ve işe gidecek olan koca için mükellef bir kahvaltı sofrası hazırlanır. Kadınların sıcacık yataklarında uyku keyfi yapmak için zamandan biraz daha çalmalarının olanağı yoktur. Çünkü bilirler masada kendilerini bekleyen bir kahvaltı bulamayan kocalarının kesintisiz homurdanacaklarını. Duymaya katlanamazlar onların söylenişlerini, bitmez şikâyetlerini. Kocasını işe gönderirken “Haydi güle güle, hayırlı işler.” der kadın. Dudaklarından dökülen bu samimiyetten oldukça uzak sözcükleri söylediğinin farkında bile değildir aslında. Alışkanlıktan yapmaktadır her gün bunu, nedenini niçini sorgulamadan. Kendini kocası için bir şeyler yapmak zorunda hissetmektedir. Çünkü yıllardan beri evli iki insanın yaşama şekli böyle öğretilmiştir ona. O kocasını memnun etmek için canını dişine takacak, gerekirse kendi önceliklerini bir tarafa bırakıp kocasının mutluluğu için yaşayacak, evi çekip çevirecek, yemek yapacak, çamaşır ve bulaşık yıkayacak, kocası da işe giderek onu kazandığı parayla rahat yaşatacaktır. Bir evlilik sadece böyle yürür, çevremdeki kadınlar ne yapıyorlarsa, kocalarına nasıl davranıyorlarsa ben de aynını yapmalıyım diye düşünür. Koca işe gittikten sonra, ev kadını rutin işlerine koyulur hemen. Canı sıkılmasın diye açar televizyonu, bir kadın programına takılır gözleri ya da bir dizi bulur. İzleyeceğinden değil; o ev işlerini yaparken fonda bir ses olsundur asıl niyeti. Yalnızlığını, kimsesizliğini anca böyle çekip çıkarır içinden. Çıkardığını sanır. Hemen yemek yapmaya girişir. Bulup buluşturduğu malzemelerle mutfakta harikalar yaratır bazen, bazen de isteksizce kocasının aldığı sebzeleri pişirir. Sonra yıkanacak çamaşırlara, ütülenecek gömlek ve pantalonlara gelir sıra. Akşam yarın yıkarım nasıl olsa diye üşengeçlikle tezgâhın üstüne diziverdiği kirli tabak ve bardakları da unutmaması gerekmektedir. Evi süpürüp, tozları almak da günlük rutinin bir parçasıdır. Bir günde vitrinde duran fincanların tozlanmayacağını, ya da evin süpürmeye değecek kadar kirlenmeyeceğini bilir bilmesine de, başka türlü nasıl akıp gidecektir zaman? Ayrıca bir işe yaradığını bütün bu ev işlerinin zamanında üstesinden gelirse hissedecektir. Arada bir nefes almaya fırsat bulursa ev işlerinden komşuya geçer, ya da komşusunu eve davet eder değişiklik olsun diye. Bütün hayatı bundan ibarettir. Kendine ait zevklerinin farkında bile değildir ki, sevdiği etkinlikler için zaman yaratsın. Hayattan pek bir beklentisi de kalmamıştır artık. Kocasının maaşının düşmemesi, kocasıyla ölene dek sağlıklı ve kavgasız gürültüsüz bir yaşam sürmeleri, çocuklarının iyi insanlarla evlilik yapmaları, kariyerlerinde parlak başarılar elde etmeleri hayattaki en büyük mutlulukları olacaktır. Peki, geçen yıllar boyunca bir an olsun kendisi için yaşamış olacak mıdır? Bir parça olsun bencil olmak, aklına estiği gibi davranmak, sadece kendi mutluluğunu düşünerek insanlar ne der diye hesap kitap yapmadan yaşamak yazmaz onun kaderinde. Bazen öyle bir an gelir ki, ev kadının yüreği eziliverir çaresizliği altında. Kocasıyla aslında birbirlerine ne kadar yabancı oldukları, akşamları yemek masasında ve salonda geçirdikleri saatler boyunca bazen tek kelime etmeden televizyon karşısında pinekledikleri gerçeğiyle yüzleşir halde bulur kendini. Ne kadar az şey paylaştıklarını, varlıklarının birbirlerinin hayatlarında ne denli az anlam ifade ettiğini düşünür. Yaşamak için sadece tek bir şans verilmiştir ona diğer herkes gibi. Bu şansı, son dakikasına dek değerlendirmek, ya da gerçek duygular beslemediği bir adamla yıllarını boş yere feda etmek onun elindedir. Ve henüz geç kalmamıştır hiçbir şey için. Açar penceresini, alabildiğine engin gökyüzüne bakar, tertemiz havayı çeker içine. Tutar hayatın bir ucundan. “Keşke”lerini ardına alır, kurtuluş mücadelesini başlatır. Hayatını nasıl yaşamak istediğine karar verecek kadar güçlüdür artık. Kaybedecek ne kalmıştır elinde avucunda? Yolun sonunda onu bekleyen güzellikleri hayal ettikçe umutla parıldar gözleri. 1 martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı deneme SAAT SABAHA KARŞI DÖRT Belitsu Salgın Daha ne kadarına dayanabilirim dediğinde, bil ki her şeyin çok başındasın daha. Evet, güneşin doğmaya en yakın olduğu zamandır belki de gecenin en karanlık vakti, ama unutma, sen hâlâ karanlıktasın. Dünya dönüyor olabilir belki, güneş çok yakınında olabilir... Ama önce karanlığı atlatmak zorundasın. Gözlerini kapamış veya her şeyi görmek için sonuna kadar açmış olman hiçbir şey değiştirmez o sırada sen de biliyorsun. Karanlıkta görmez artık gözlerin. Havanın sıcaklığı, etrafındaki insanlar, üstündekiler, yediklerin, içtiklerin… Fark etmez ki artık bunların hiçbiri. Karanlıktasın sen, karanlık. Saatler önce dalmış olman gereken uykundansa, uyanık kalmayı seçtin sen; belki de gecenin en sevdiğin vaktini yaşayabilmen için. Ama saatler birbirini takip etti işte her zamanki gibi, şimdi ne dolunay var ne de yıldızlar. Bilmiyorsun hepsi nereye gitti, bir anda, bir anda yok oldu her şey. Gökyüzüne bakıyorsun şimdi. Bilmiyorsun, emin değilsin gözlerin açık mı kapalı mı? Görmüyorsun ki… Karanlıkta görmez senin gözlerin. Kapamak istiyorsun gözlerini, kapayabilmek. Kapamak, sımsıkı kapamak, canını yakacak derecede sıkmak ve doğacak olan güneşin o kuvvetli ışıkları gözlerini yakmaya başlayana kadar da açmamak. Yağmur yağıyor şimdi de, bu olmazsa olmazdı biliyorsun. Yağmur yağmasaydı her gece böyle şiddetli, olmazdı bu kadar acı verici bu saatler. Anlatılacak bir hikâyen, acıyacak bir tarafın, belki de acınacak acıların olmazdı o zaman. Ayaz var şimdi etrafında, buz gibi; buz. Yağmurla birlikte katlanamayacağın kadar soğuk bu hayat, ama üşüyemiyorsun bile sen. Yasak sanki sana üşümek. İliklerinin en derininde hissediyorsun soğuğu; için titriyor sanki, şimdi hemen buracıkta donacak gibi vücudun… Ama olmayacak bunların hiçbiri biliyorsun, sen üşüyemezsin ki… Etrafında ne var bilmiyorsun; nerdesin, kiminlesin… Vahşi hayvanlar var belki de etrafında, senin başına üşüşmüşler, leş yiyiciler gibi. Belki de kaçmış herkes, malum yağmur yağıyor deli gibi... Bir tek sen kaçamıyorsun, bir tek sen mahkûmsun sanki bu karanlıkta burada olmaya. Acılar, acılar, acılar… Daha ne kadar acıyabilirsin bilmiyorsun, daha ne kadar acıtabilirler seni. Ne kadar ağlayabilirsin daha, ne kadar saklayabilirsin ağladığını herkesten... Gün içinde içinden ışık saçan gözlerin, şimdi sırılsıklam. Güneş unutturuyordu sana her şeyi, gülebiliyordun, konuşabiliyordun her gün yeniden. Ama akşam… Hele de bu dolunayın gittiği saatler.. Katlanamıyorsun artık buna, katlanmak istemiyorsun artık. Sıkıldın belki de çok, biliyorum. Katlanacak gücün kalmadı artık, bir ışık istiyorsun etrafta, belki de sırf halinin ne kadar acınası olduğunu görebilmek için bir ışık. Ne haldesin görmek istiyorsun, ne kadar ağladın, ne kadar acıdın görebilmek. Bir ışık huzmesi yeter sana, belki de dağların ardından çıkacak olan güneşten. Ama yok, yok işte. Görmüyorsun, görmeyeceksin de ne kadar kötü olduğunu. Sadece ıslaklığını hissedeceksin gözlerinin, her şeyi kaybediyor olmanın acısı yakacak kalbini; ama asla göremeyeceksin ne kaybettiğini. Bir zamanlar sahip miydin ona, onu bile bilmeyeceksin. Konuşamayacak, koklayamayacak, tat alamayacak; göremeyeceksin. Acı olacak hissettiğin tek şey; ve de yorulmuş olmanın vereceği bıkkınlık. Sıkıntı olacak aklına gelen ilk kelime, yaşadıklarından, her gece; her gece aynı saatleri aynı şekilde yaşamaktan duyacağın sıkılmışlık. Yalvarmak isteyeceksin birine, lütfen demek isteyeceksin; lütfen alın beni buradan. Konuşamayacaksın... Zamanında öğrendiğin umut dolu cümleler gelecek aklına: güneşin doğmaya en yakın oluğu an, en karanlık zamanıdır gecenin diyeceksin sürekli kendine. Buna inanmayı başardığındaysa gözlerini açacaksın; yine karanlıktasın... Kutup noktaları gibi olacak yüreğin, altı ay gece, altı ay gündüz. Gündüzlerin gelmesini bekleyerek geçireceksin gecelerini, her taraf soğuk, her taraf buz. Bir kişi bile gelmeyecek yanına, istemeyeceksin de zaten kimseyi. Buzun üstüne yatıp, her tarafında hissederek o yakıcı soğuğunu buzulların, simsiyah gökyüzüne bakacaksın sürekli. Gün sayacaksın gündüzlere, saydıkça gözünde büyüyecek günler. Acılar, acılar, acılar… Hepsinin geçeceğini biliyorsun aslında. Ama artık katlanmak, bu acıya daha fazla katlanmak istemiyorsun. Güneş istiyorsun sadece, sana etrafı gösterecek, yüreğini ısıtıp o gülücüğü tekrardan yüzüne yerleştirecek bir güneş. Biliyorsun, biliyorsun değil mi sen de; en karanlık vaktidir gecenin, güneşin doğmasına en yakın vakti? martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı şiir GEÇ Cemre Necefbaş Seninle tanışmadık. Sen beni hiç tanımadın. Birbirinin farkında iki yabancı gibiydik sen ve ben. Anlam veremediğim bir hevesi bastırmak zorunda bulurdum kendimi. Senin suratında da aynı tereddüdü görürdüm… Açılamadığın bir çocukluk aşkı değildim ben; geçmişimden gelen, yüzleşmeye korktuğum bir hatıra değildin sen. Ama ikimiz de hiç cesaret edip konuşamazdık. Gözlerimiz buluşurdu arada sırada ama ben sana bakmazdım, sen bana bakmazdın. Belki bu yüzden hiç fark etmemiştim seni. Gözlerinin arkasında hapsolmuş denizlerindendi belki korkum; yüzündeki tebessüm ne kadar sakindiyse o kadar hırçındı dalgalar. Uzun uzun bakabilseydim belki, dalgaları aşıp kalbinin kıyısına varabilirdim… Ama ben çocuk cesaretimi toplayana dek sen gözlerini kaçırırdın benden. Geç kalırdım… Bana bir sonraki bakışmamızı beklemek kalırdı.. Bir kez daha… Sonunda satırlarınla tanıştım, satırlarında seninle tanıştım… Kaleminden büyülü bir şekilde dökülmüş taşların üzerine dikkatle basarak kalbine giden yolu takip ettim sessizce. Sen varlığımı fark etmedin… Ben gizli sığınağını bulmuş küçük bir çocuk gibi usulca dolaştım kalbinde. Sıvalarının döküldüğü duvarlarında ellerimi gezdirdim. Birkaç eski anı asılıydı paslı çivilerle; rengi solmuş, çerçevesi kırılmış. Kuytu bir köşede tuzlu gözyaşlarından yosun tutmuş eski bir aşk buldum. Üzerinde hafifçe buharı tütüyordu, bu yorgun kalbi ısıtmaya çalışıyor gibi… Yanılmıştım, ona dokunduğumda ellerimin soğuktan yandığını hissettim. Anlamakta gecikmiştim. Arkasında umudun saklıydı, bu eski aşka inat sıcacıktı. Sanki çaresizce onu ısıtmaya çalışıyordu, imkânsız oluşunu bile bile. Umudunun yanına oturdum yavaşça, cılız ve zayıf ışıklarının duvarların derin çatlaklarını dolduruşunu izledim. Gözlerimi kapadım ve başımı duvara yasladım. Umudunun ışıklarını yüzümde hissedebiliyordum, yavaş ve yorulmuş atışlarını dinledim kalbinin. Hafifçe hızlanışını hissettim, umutlarının bir anda güçlenen ışıklarının göz kapaklarımın arasından sızışını… Gözlerimi araladım odaya hayallerinin doluşunu izlemek için. Umudun şimdi tam yanımda hayallerine bir dans teklif edermişçesine ışıl ışıl parlıyordu. Ama teklifin cevabını vermeden hayaller birer birer terk ediyordu kalbini. Getirdikleri heyecanı yanlarında götürerek… Çok geçmemişti ki, kalbin yine o yorgun odaya dönüştü, umutların birer birer söndü… Şimdi duvarlardaki çatlakları zar zor dolduruyorlardı… Sonsuza dek burada kalmak istedim. Eski bir anıya sokulup kalbinin atışlarının ninnisiyle uyurdum… Seninle olurdum… Ama sen fark etmeden gitmek zorundaydım. Kalbinde davetsiz bulunuyordum. Yavaşça kalktım, anılarına son bir kez daha baktım, çatlaklarına son bir kez daha dokundum, sana kendi umutlarımdan bir tane bıraktım. Işığının seninkilerle karışmasını izledim… Kalbine girdiğim sözcükleri takip ederek senden uzak olan dünyama geri döndüm… Gözlerim bulamayacağını bildiği halde seni aradı. Çölde kaybolmuş birinin denizleri araması gibi… Ama sen yoktun… Ben zaten hep, Geç kalırdım… martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı şiir BEN ÖLECEK ADAM DEĞİLİM Cahit Sıtkı TARANCI Kapımı çalıp durma ölüm, Açmam; Ben ölecek adam değilim. Alıştım bir kere gökyüzüne; Bunca yıllık yoldaşımdır bulutlar. Sıkılırım, Kuşlar cıvıldamasa dallarında, Yemişlerine doymadığım ağaçların, Yağmur mu yağıyor, Güneş mi var, Farketmeliyim Baktığım pencereden. Deniz görünmeli çıksam balkona. Tamamlamalı manzarayı Karlı dağlarla sürülmüş tarlalar. Ekmekten olamam doğrusu, Nimet bildiğim; Sudan geçemem, Tuzludur teneffüs ettiğim hava. Ya nasıl dururum olduğum yerde, Öyle upuzun yatmış, İki elim yanıma getirilmiş, Hareketsiz, Sükûta râmolmuş; Sanki devrilmiş bir heykel? Ellerim ne der sonra bana? Soğumuş kalbime ne cevap veririm? Utanmaz mıyım ayaklarımdan? Kalkmalıyım, Dolaşmalıyım, Sokaklarda, parklarda. El sallamalıyım Giden trenlere, Kalkan vapurlara. Bilmeliyim, Gölgelerin boyundan, Saatin kaç olduğunu... Islık çalmalıyım. Türkü söylemeliyim Yol boyunca, Keyfimden ya hüznümden. Geçmiş günleri hatırlamalıyım, Dalıp dalıp akarsuya, Hayaller kurmalıyım, Güzel geleceğe dair. Yanımdan geçenler olmalı, Selâm almalıyım; Robenson'u düşünmeliyim, Garipliğini: Şükretmeliyim İnsanlar arasında olduğuma. Nedir ki eninde sonunda ölüm? Ayrı düşmek değil mi aşinalardan? Kapımı çalıp durma ölüm, Açmam; Ben ölecek adam değilim. (Otuz Beş Yaş. İstanbul: Can Yayınları, 2008. Baskı.) martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı şiir BEN ÖRÜMCEK ADAM DEĞİLİM Berke Can GÜRER Kapımı çalıp durma Mary Jane, Açmam; Ben Örümcek Adam değilim. Alıştım normal vatandaşlığa; Bunca yıllık yoldaşımdır SSK. Sıkılmam hiç, Günleri tekrarlansa da sıradanlıkla Masabaşında çalıştığım haftaların. Cinayet mi işlenmiş, Fuhuş mu var, Seyretmeliyim Evdeki televizyondan. Düzgün görünmeli üstüm başım, Tamamlamalı manzarayı Beyaz gömleğe takılmış kravat. Huzurlu olamam doğrusu Kostüm giydiğimde. Ağ da atamam, Normaldir bileğimi saran deri. Ya nasıl dururum gökdelen tepesinde, Öyle ağımı atmış, İki elim duvara yapışmış, Hareketsiz, Sükuta râmolmuş, Sanki devrilmiş bir heykel? Komşular ne der sonra bana? Mesleğimi soranlara ne cevap veririm? Utanmaz mıyım ikili hayatımdan? Geceleyin, Dolaşmamalıyım Sokaklarda, damlarda. Ağ atmamalıyım Giden trenlere, Düşen varillere. Bilmemeliyim, Örümcek duyumdan, Suçlunun kim olduğunu... Çığlık atmalıyım, Polise söylemeliyim Yolum kesilince. Katile ve hırsıza Süper güçlerimi kullanmamalıyım. Dalacağıma kavgalara, Kanunlara uymalıyım Güzel devletimizin koyduğu. Bıçak çekenler olursa, Dava açmalıyım. Hep en sonunu düşünmeliyim, Hareketlerimin. Şükretmeliyim Sistemin bir parçası olduğuma. Nedir ki sonuçta büyük güç? Büyük değil mi getirdiği sorumluluk? Kapımı çalıp durma Mary Jane, Açmam; Ben Örümcek Adam değilim. martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı deneme İSTANBUL’UM Pelinsu Hünkar ‘‘Faytonlar yerlerini tramvaylara bıraktıklarında atlar da benim ka Bir rüyadayım, evet bir rüya olmalı bu… Bu güzellikler onca karabasandan sonra cennet misali… Ve kuşlar uçuyor gökyüzünde, denizde balıklar halay çekiyor. Rüyamdayken bile yalnız bırakmıyor beni horoz şekerleri. Üzmüyorum kendimi artık elimde olmayanlardan ve elimde olan hiçbir şey için keşke demiyorum; çünkü biliyorum ki burası İstanbul. Yaşanmamışların, yaşansa da unutulanların, kayıpların ve kendini yeni bulanların, benim gibilerin memleketi… İstanbul’um taşı gümüş, toprağı altın suyu İstanbul’um… İlkim değilsin belki; ama sonum olacağın kesin İstanbul’um… Ateş topuna dönmüş gözlerimden solgun yanaklarıma sicim gibi dökülen yaşlardan hepsi olmasan da yarısısın İstanbul’um… Bir masaldı ve belki de bir rüya İstanbul’la aşkımız. O sultan kızıydı, ben sinek valesi ve altındı değirmen kokan bereket dağıtan saçları. Benimse tek dağıttığım şarap şişeleri ve bitmeyen efkârlarımdı. Ben ona ne zaman papatyalar getirsem çimeninden yeni ayrılmış, hüzünlü; o hep suratını asardı. Güldü tek istediği ve en pahalısı… Doğal değildi çoğu zaman, yapmacıktı. Avucundaki kader çizgilerine bakardı bir falcı kadın, sonsuzdan önce vardı, sonsuza kadar burada olacaktı ve ben onun avucunda silinmiş bir yazmadan daha değersizdim, ben imkânsızlığını bile bile o olmaya karar vermiştim. Bizim Kaf Dağı’mız Kanlıca’ydı, şekerli yoğurt tadındaydı her nefes ve balık kokuluydu hava. Balığı tutuyorsun ve Kanlıca’yı sana veriyordu Zeus. Bir Bizans alışkanlığıydı; bu yüzdendi genç Fatih Sultan’ın İstanbul’u fethedişi ve aslında denizlerin fatihiydi o, yalnız kıtaların değil. Köprü demirlerinden onlarca olta sarkıyor ve balıklar her kayan olta için bir dilek tutuyordu. Bu hayaller fırtınaya dönüştüğünde karayel denirdi ve eğer az hayal varsa lodos… Belki de bu yüzdendi lodoslu havalarda insanların başlarının ağrıması. Bazen bir hediyeydi gerçekler ve güzeldi kör karanlık olmadan bir sevgiyi söylemek. Ve ben hediye almak için Tahtakale’yi seçerdim. İnsanın ihtiyaç duyabileceği her şey vardı burada belki de hiç görmediği. Yeni bir ülkeydi tarihin içinde ve karaborsaydı para birimi. Tavalar tencereler, çeyizler, henüz piyasaya çıkmamış markalardan silahlar, fildişi taraklar, yirmi liraya Ray-Ban gözlükler, kaynağı belirsiz telefonlar, Gucci çantalar… On iki ay taksitle elli lira ödeyerek havaya vereceğiniz karbondioksiti ayarlama gücünü çantanıza atabilirdiniz. Bu genellikle hurdalıktaki bir arabaydı motoru bozulmuş bu yüzdendi öksürürmüş gibi çıkardığı sesler, sigara buharlı dumanları. Yağmurlu bir gün, bulutlar ağladıkça deniz susuzluğunu hissediyor. Arkasında boylu boyunca Sarıyer; Sarıyer’de börekler ve börekçiler. Her börekçinin önünde pusu kurmuş süzgün bakışlarıyla kediler ve martılar. Martılar ve güvercinler, İstanbul’umdan sonra tek can yoldaşlarım benim. Martıların çığlıkları doldururken kulaklarımı bir kez daha geliyor aklıma anılarımla yalnızlıklarım. Asfalt kokulu güvercinler daha çok anlatıyor beni, daha çok ben gibi yorgun, bu yüzden uçmayışları, biraz asfalt kokusu istiyor ki canları, yürüyorlar çoğu zaman… Vapurlar geçiyor gözlerimin önünden, usulca giderlerken eller sallanıyor umarsızca. Belki hüzün belki burukluk; ama acıtmıyor canlarını; kimse ağlamıyor gidenlerin peşinden, mendiller gözükmüyor eskisi gibi… Kimse duygularını göstermek istemiyor, bazen unutuyorlar bazense saklıyorlar onları gizlice yüzyıllarca açılmamış çeyiz sandıklarının içlerine. Çoğu zaman bu duygulardan ağırlaşıyor o sandıklar, her ne kadar cevizden yapılmış olsa da dışları, bazıları insanlardan daha duygusallar; kabarmışlar üstlerine dökülmüş bardaklar dolusu hüzünlerden… Karşımda Kız Kulesi ve üzerimde parkam, yanımdan geçen bir İstanbul beyefendisi gözlerini deviriyor. Pek memnun değil; çünkü bir insanın parkasıyla Kız Kulesi’ni izlemesini bir saygısızlık olarak görüyor. Uğruna onca ter dökülmüş; padişahların, tarihin koruduğu bir prensese nasıl çıplak gözlerimle baktığıma hayret ediyor. Ne bir sanat çerçevesi benimkisi altın varaklı ne de bir bilim penceresi. Belki de martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı deneme dar mahzun muydu acaba? Tramvaya bakıp acı acı gülmüşler miydi?’’ bu yüzden kürk giyiyor sözde İstanbul beyefendileri, bu pencereler yüzünden doğayla küsmüş belki de bu yüzden ki ben parkamla sımsıcak İstanbul’umlayken o belli etmemeye çalışarak penceresinin içinde titriyor. Ve üzülüyor belki de halime, acıyor; bilmiyor ki asıl acınması gereken kendisi ve o gözlükler gibi çerçeveli fikirleri… O hâlâ mumların ateşin sayesinde yandığını düşünüyordur; oysa onlar sadece eriyor, bazense yeni bir muma can vermek için yok ediyorlar kendilerini, size de tanıdık geldi mi, aynı bizler gibiler değil mi? İçimde bir duygu var çözemediğim, tarif edemediğim, anlatamadığım ama bildiğim, yaşadığım, sevdiğim… Bu duygular ki beni buraya getiren, İstanbul’umla tanıştıran ve şimdilerde anımsıyorum bu duyguyu. Adı sanırım “mutluluk”. Unutmuşum adını öyle ki elini öpmeye gitmemişim bayramda, ellerim bir sıcak ekmek tutmamış, gözlerim sevdiğine bakamamış, bir güzel söz söyleyememiş dilim ve Ortaköy görmemiş gözüm. Sahiline düştü bir anda gözlerimdeki buğu, ağlarına sıkışmış umarsızken denizine el salladım, düşlerimde ağladım yosun tutmuş kayalarına. Denize komşu, ruhlara seda Ortaköy Cami, ezanlarıyla uyuturken yorgun düşmüş geceyi, ben yakamoz mimozalarını kokluyorum. Kumpirler senden bir tapınak yapıyor; bir iz bırakıyor yeryüzünde, tuz biber oluyor gecemize seğirten ayak sesleri. Seni anıyorum, bakmıyorsun yüzüme, kumpirlerin kadar sıcak ve tereyağı kadar lezzetli, masal misali ellerinde bir yudum su belki denize, belki suya susamış gökyüzüne… Faytonlar yerlerini tramvaylara bıraktıklarında atlar da benim kadar mahzun muydu acaba? Tramvaya bakıp acı acı gülmüşler miydi? Belki de sadece şaklayan bir kırbaçtı onlar için yolculuk ve bitmek bilmez emirler, durmadan yürümenin toynaklara verdiği acıyı saymıyorum bile. Peki ya Kadıköy memnun muydu halinden? Alışmış mıydı kömür kokusuna, sirenlere ve üzerine binen yeni, kaldırılması güç basınca? Bir tarafındaki yel değirmeninden denize nazır Moda’sına bayramlık kıyafetlerini giymiş bir çocuk misali bizi bekliyordu, Kapalıçarşı’da eski kitapları satarken duyduğu o hafif buruk küf kokusu mutlu olmasına yetiyordu belki de. Ve tramvaylar kişneyen at sesleri eşliğinde, elinde dumanı tüten bir kahve o; yalnız oturuyor, oturuyor sadece… Dedemin aldığı seramik kaplumbağada gizliydi anılarım, çıtır kalamar yediğimiz, pencereden baktığımızda; yansımamızı, çimenleri değil; masmavi denizin fenerleriyle aşkını görürdük. Her bir fener bir sevdadır derdi dedem ve hepsinin bir bekleyeni vardı, elleri kavuşmazdı belki, sevdalısı denizle gemilerle. Ki deniz çisil çisil yağan yağmurda, saçlarını okşayan her bir tane için feneri hatırlıyordu… İstanbul’da sokaklar var, geniş, puslu ve bir o kadar sessiz. İstanbul’da duvarlar var ki onlar insanların sesleri çıkamazken bile konuştular. Bir yazı görürdüm, okurdum içimden kimseye belli etmemeye çalışarak gözlerimi kısardım. Gözlük takmıyordum; çünkü uzun zamandır hiçbir şey ilgimi çekmiyordu; İstanbul’umlaysam eğer tek ve yalnızsam, çaresizsem bir o kadar hiçbir şey umurumda olmuyordu. Bir yazı şöyle diyordu bile bile:”Beynim İstanbul kadar karışık, Karadeniz kadar hırçın, zaman tik-tak sesleri eşliğinde ninnilerini okurken kulaklarıma, sorgusuz gidişlerin sualsiz kahramanlar yaratıyor…” İstanbul’um… O gidemedi benden ve ben de gidemedim elbet, bir rüyaydı İstanbul’la aşkımız belki de bir müzikal. O hep kaçtı ve ben hep kovaladım; ama gocunmadan, sevgiyle… O hep farklı yerlerde çıktı karşıma, hep farklı yerlerde buluştuk ve hep farklıydı türkülerimiz. Ellerimizi ayıramadı hiçbir güç. Ve gözlerimiz birbirine değmeden bir dakika bile duramadık. Avucumun içinde bir kar tanesiydi o, Kartaltepe’de çocuklarla oynayan. Mehtaptı onu bekleyen deniz için, dalgaydı sahillerine, yağmurdu yüzüne hasret kurak topraklara ve candı bana, hayattı… martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı DERGİ TANITIMI Ege Selçuk Her hafta perşembe günü, hayranların çoğunluğunu öğrencilerin oluşturduğu ama her yaşa hitap eden ‘UYKUSUZ’ dergisi, sabırsızlıkla kendisini bekleyen okurlarına ulaşır. Ağırlıklı olarak eski penguen çizerlerinden oluşan kadrosuyla ‘UYKUSUZ’, çıktığı ilk günden beri, yaklaşık iki yıldır, hitap ettiği hayran kitlesini genişletiyor. ‘UYKUSUZ’un bu başarısının altındaki en önemli etken ise bu alanda kendini kanıtlamış veya kanıtlama çabası içinde olan çizerleri bünyesinde barındırması heralde. Genç karikatüristlerin dinamik havası ile olgun yazar ve çizerlerin tecrübesi dergiyi kısa zamanda Türkiye’nin en çok satılan mizah dergilerinden biri yaptı. Peki bu bahsettiğimiz kadroda kimler var? Günümüzün en ‘popüler’ karikatüristi Yiğit Özgür, Uğur Gürsoy, Umut Sarıkaya, Vedat Özdemiroğlu, Ersin Karabulut, Cihan Ceylan, OKY, Memo Tembelçizer, Yılmaz Aslantürk ve yeni yeni büyüklerinin yanında adını duyurabilen Ender Yıldızhan. Çoğumuzun bir şekilde hakkında bir şeyler duğduğu tecrübeli karikatüristleri değil de hakkında pek bilgi sahibi olmadığımız yeni ‘UYKUSUZLAR’dan olan Ender Yıldızhan’ı tanıyalım biraz. NEDEN ENDER YILDIZHAN? Lise hayatının günlük olaylarını tıpkı Amerikan filmlerindeki gibi gerilime dönüştüren, bize yakın hikayeleriyle dikkatimi çekti Ender Yıldızhan. O basit olayları çok farklı bir dil ve kurguyla işleyebilmesi de genç yaşına rağmen bu kadar sivrilebilmesinin en önemli sebebi oldu. Her hafta okuduğumuz hikayelerde liseli öğrencilerin kopya çekme telaşından, ertesi güne teslim edilmesi gereken ödevlerin yarattığı gergin ve çaresiz anlatımdan bir parça buluyoruz kendi hayatımıza dair. İşte bu sebeplerden dolayı diğer ünlü karikatüristlerin arasından seçerek Ender Yıldızhan’ı tanıtma kararı aldım. Belki hakkında birkaç şey daha öğrenebilir, hikayelerinden daha çok tat alabiliriz. 11 Aralık 1989'da Samsun/Bafra'da doğdu. Özel Ahmet Kurmahmutoğlu İlköğretim Okulu'nu ve Haydarpaşa Lisesi'ni bitirdi, şu anda Beykent Üniversitesi'nde mimarlık okuyor. Kemik, Penguen, Lombak, Fermuar dergilerinde çizimleri yayınlandı. Şu anda Uykusuz'da çiziyor. Çoğu çizerin akıllarına gelen fikirleri ya da ufak esprileri karaladıkları eskiz defterleri vardır. Biz de Ender Yıldızhan’ın eskiz defterini bulduk. Eskiz defterinde somut bir çizim olmasa da Ender Yıldızhan’ın ufak karalamalarını görebiliyoruz. martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı DERGİ TANITIMI Diğer ‘UYKUSUZLAR’... YİĞİT ÖZGÜR (http://www.uykusuzdergi.com/uykusuzlar) UĞUR GÜRSOY martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı FRANZ GOLDBERG ÜZERİNE M. Kerem Türkcan “Bir entellektüelin, bir yabancının kendisini tanıtmasına izin vereceğini, eşitlikçi yapının gaddar ve ayrımcı niteliklerini görmezden gelebileceğini hiç düşünmemiştim Epimetheus’un Şarkısı’nı okuyana kadar.’’ Günümüz felsefesini etkileyen ve geliştiren düşünce ortamları arasında, Frankfurt Okulu’nun özel bir yeri vardır; temsilcileri, toplum ve kültürü, bilimsel dogmalardan ayırarak sorgulamış, parçalar yerine bütüne yoğunlaşmışlardır. Diyalektiği somutlaştırma girişimlerinde bulunmuş, gerçekliğe ve doğasına yönelerek maddeciliğe karşı çıkmışlardır. Bu akımın öncülerinden Theodor Adorno ve akımın kurucusu Max Horkheimer gibi isimler ün kazanabilmiş olsalar da; akımın son üyelerinden Franz Goldberg, belki geçmişe ait görüldüğünden, belki felsefeyi edebiyatla birleştirmedeki başarısızlığından, belki de hayatının çoğunu yatakta geçirmesine neden olan ve onu genç yaşta kör bırakan hastalığı nedeniyle, yakın zamana kadar tanınamamıştır. Kitabımın ilk bölümüne, Goldberg’in kitaplarını ve düşüncelerini tanıtarak başlamanın, okuru yazının geri kalanına hazırlamanın en iyi yolu olduğunu düşünüyorum; bu bölüme de, yazarın ikinci ve en ünlü eseri Epimetheus’un Şarkısı’nı okurken yaşadığım düşünceleri özetlediğim ve geçen sene yayınladığım bir makaleden bir alıntı yaparak başlamak istiyorum: “Bir entellektüelin, bir yabancının kendisini tanıtmasına izin vereceğini, eşitlikçi yapının gaddar ve ayrımcı niteliklerini görmezden gelebileceğini hiç düşünmemiştim Epimetheus’un Şarkısı’nı okuyana kadar. Şaşırmamak lazım aslında; efendileri kölelerden ayıran şey, ne Nietzsche’nin sorguladığı gibi güç kazanma istediğidir ne de Schopenhauer’in saflıkla inandığı gibi yaşama bağlanmayı sağlayan hayali bir irade. Goldberg, Hegel’in düşüncelerini yeniden canlandırararak, bireyin topluma bağımlı kalmasının, kölelerin köleliği kabul etmesiyle mümkün olduğunu söyler; ona göre korku diye tanımladığımız yanıt, burjuvanın, olasılıklara dayandırdığı gerçekliğinde kazananları ödüllendirerek kaybedenleri kazanan olmadıkları için cezalandırması yüzünden doğan “kaybedenlerin burjuva tarafından reddedilme endişesinin” işlevsel ve görkemli bir dışavurumudur sadece.” martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı ... Goldberg, akımının bazı üyelerinin aksine, kendisini eleştirel teoriye sınırlamaktansa, onların zihinlerinde varlığını kabul ettikleri, ancak asla kesin olarak sorgulamadıkları ve dolayısıyla ne kadar önemli olduğunu asla göremedikleri düşünceleri de sorguladı, nedenler ve sonuçların ilişkisinde, bir edebiyatçı gibi, kanıtlar ve temeller aradı: araştırmalarını ve denemelerini, Hedonist Anakronizm adı altında topladı, Veblen’in düşünceleriyle kendisininkiler arasında bir köprü kurdu. Bu eserde, Goldberg ilk kez toplum tarafından anlaşılacabilecek bir dil kullandı; ekonomiye yönelerek 1929 bunalımını değerlendirdi, teknokrasi sistemini destekleyerek, ancak bilişsel ilerlemenin toplumu mutluluğa yönlendirebileceğini savundu; bu düşüncesine, seneler sonra yayınlayacağı Aforizmalar’da karşı çıkarak, elitist bir sistemin hiçbir şekilde topluma yarar sağlayamayacağını dile getirecek; eski dostu Ernst Bloch tarafından eleştirilere maruz kalacaktı. Bu olaydan seneler sonra yazacağı bir makalede, Goldberg, Habermas’ın “gerçek” kavramını bir mazeret olarak kullanarak, “Benim, ben olmamın gereklerinden biri, bir zaman aralığı ve içindeki akılsızlarla sınırlanarak yabancılaştırılmam olduğundan, tüm tasvirleri başarısızlıkla kendi varlığını doğrulayan doğa gibi, haklı olup olmadığıma karar verebilecek tek yargıcın, metafiziksel bir yargıç, bir şeytan olduğu gerçeği, okurlarım ve eleştirmenlerim tarafından gözardı edilmektedir.” diyerek prensiplerini değiştirmediğini söyleyecekti. Bu saçma ve kaçamaklı yanıt, Goldberg’in hem dostları hem de okurları tarafından unutulmasına, yazılarının yıllarca kaybolmasına yol açacaktı. Yaşlılığında, kendi karanlığında boğularak topluma olan tüm güvenini kaybeden ve karısı hariç kimseyle görüşmeye yanaşmayan Goldberg, ölümünden iki sene önce, son eseri Sosyal Yabancılaşma’yı yayınladı. Bu oldukça garip ve çoğu zamanlarda James Joyce’un son kitaplarını anımsatan bir anlaşılmazlık seviyesine varan eser, Goldberg’in, körlüğünün onu nasıl zihinsel ve kültürel karanlığa sürüklediğini anlattığı bir bölümle başlar. Kitabın devamında, Goldberg, bu karanlıktan, Orpheus’un karısı Eurydice’yi yeniden canlandırmak için cehenneme girişini taklit ederek, sonsuz karanlıkla örtülü bir “gerçek”le kaçmaya çalıştığını, Ren kıyısındaki küçük bir kasabada yaşayan hayali yazar Friedrich Jasperloch’un düşünceleri üzerinden anlatır: Ovid, Orpheus’un hikayesinin sonucunu seneler öncesinden, Goldberg çocukluğunda efsaneyi okurken onun bilinçaltına damgaladığı için, Goldberg’in kaçınılmaz karşısında kazanması mümkün değildir artık; karanlıktan tek başına da olsa nasıl kurtulabildiğini, Jasperloch’un sürgüne gönderilmesine kadar varan bir dizi olayı inceleyerek okura gösterir; yeniden doğuş düşüncesinin, bir yeniden doğuş isteğinden değil, bir sevilen ile birlikte yaşama geri dönerek mutlu olma niyetinden geldiğini, dolayısıyla, sadece kaybettiklerini geri almayı deneyerek onları kurtaramayanların, gerçekten gerçeği aramış olduğunu söyler ve ekler: “Her kim var ettiyse beni, acırım ona ve lanetlerim kendisini.”. http://www.mlahanas.de/Greeks/Mythology/Epimetheus.html martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı ‘GELECEK’ ÖYKÜSÜ Bengisu Güçkan Erkenden aydınlanan bir cumartesi sabahına açtı gözlerini. Koyu perdelerin arasından güçlükle kendine bir yol bulan güneş, gözkapaklarının üzerinde binbir türlü oyunlar yapıyordu. Aldırdığı yoktu güneşe. Kalkmadı, kalkmak istemedi her sabah olduğu gibi. Bir sebep bulmak gerekiyordu. Genç adamı, gece boyunca bedeninin sıcaklığı sinen nevresimlerin arasından bir çırpıda çekip çıkarabilecek bir büyü, bu cumartesi gününü de tekdüze yaşantısında unutulmaz kılacak bir neden lazımdı. Asıl adı Ahmet Eren’di; ama kimse Ahmet’ini bilmez, herkes Eren diye çağırırdı onu. Hayatta en iyi yapabildiği iki şey vardı Eren’in. Biri bulaşık yıkamak, diğeri de çiçek yetiştirmekti. İnsanlara garip gelirdi bu durum. Eren hobileri arasında bulaşık yıkamayı sayınca çoğu zaman gülerlerdi. Çok da normal bir durum değildi ya bir erkeğin bulaşık yıkamayı sevmesi. Şehrin en lüks lokantalarından birinde yarı zamanlı bulaşıkçılık yapıyordu. Annesine söylememişti lokantada çalıştığını. Söylemeye de lüzum yoktu zaten. İşe başlamasının tek amacı para biriktirip Paris’ten yeni çiçek tohumları getirtmekti. Hâlâ pikenin altındaydı, kalkamamıştı. Bugünü bugün yapan sebebi hatırladı genç adam; gel gör ki itiraf etmek en zoruydu. Hani her başından geçeni günlüğüyle paylaşan tiplerden biri olsaydı; küçük adamken doldurduğu eski sayfalarda, bugüne dair bir sürü şey bulacağından emindi. Bir de sararmış sayfaların arasından kuru, yamyassı bir papatya düşerdi kucağına belki. Derin bir nefes alıp yatağında doğruldu. Öyle derin bir nefesti ki bu, bir an loş odadaki bütün havayı ciğerlerine doldurmuş gibi geldi genç adama. “Ağustos’un 27’si… Bugün onun doğum günü…” Göğsünde sıkışıp kalan havayı serbest bıraktı Eren. Biraz zor olmuştu; ama sonunda söyleyebilmişti işte. Şehrin ta diğer ucunda bir tane de Sude vardı. Cumartesi gününün neler getireceğinden habersiz, geceden, gizlice dolabına konmuş hediye paketlerini açıyordu. Çocukluk yıllarından beri, yaş gününden bir gece önce annesiyle babası, hediyelerini Sude’nin dolabına saklarlardı. Bir tanecik kızlarının, 27 Ağustos sabahında giysi dolabını açtığında yüzündeki şaşkın ve heyecan dolu ifadeyi görmek için de kapının önünde beklerlerdi her yıl. Kapıyı açtı Sude ve gülümsemeye çabalayarak: “Teşekkür ederim ama bu kadarına gerçekten gerek yoktu.” dedi. Kapıyı açtığı anda kollarına atlamasını beklerlerken kızlarının isteksiz bir teşekkür edip gerisin geri odasına dönmesi şaşırtmıştı yaşlı karı kocayı. En koyusundan bir kahve hazırlayıp bilgisayarının başına oturdu Eren. Gözü ekranda okumaya çalıştığı yazıda, satır başından sonuna kayıyor gibi görünse de, aklı 16 yıl öncesinin 27 Ağustosundaydı: Sekiz yaşındaydı henüz, ilk defa bir kız arkadaşının doğum gününe gidecekti. Sabah erkenden, annesinin ısrarlarına fırsat bırakmadan banyosunu yapmış, bebeksi lülelerinden vazgeçememiş saçlarını geriye doğru jölelemişti. Bir de gizlice babasının parfümünden sıkabilseydi tam olacaktı. Yeni sayılabilecek kadar az giyilmiş sandaletlerini de giyip arabanın ön koltuğuna paşalar gibi kuruldu. Küçük adam Eren’e kapıyı açan, Sude’nin annesi olmalıydı. Annesine çok benziyordu Sude, ama tabi ki kızı, annesinden yüz bin kat daha güzeldi. Kadının yüzü biraz şaşkındı, biraz da limon yemiş gibi buruşmuştu. “Sude’lerin evi burası mı? Şey, ben onun doğum günü için gelmiştim de.” “Doğum günü partisi bir saat önce bitti yavrum, arkadaşlarınız da evlerine gitti. Sen yine de geç içeri, Sude evde.” “Kim gelmiş anne?” Sude kapının aralığında beliriverdi. Sarı-pembe bahar çiçekli elbisesiyle, Eren’in masal okurken hayalinde canlandırdığı peri kızlarından bile daha güzeldi. Mini mini ayakların üzerinde zarafetle yükselen bu güzellik, kutlama bittikten sonra dahi, büyüsünü hâlâ koruyordu. “Gördün mü anne? Gelecek demiştim sana. Ben gelecek dediysem gelir!” martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı İçeri geçtiler. Sude, küçük misafirine yanına oturmasını işaret etti eliyle. Eren’se geç kalışından ötürü hâlâ küskün, hâlâ çekinikti. Bir süre ikisi de yere baktı hiç konuşmadan. Parti bitmişti; ama pastadan kalan bir parça, buzdolabında bekliyordu. Sude’nin annesi nemli, tek kullanımlık bir tabağa koyup son dilimi getirdi Eren’in önüne. “Geleceğini biliyordum. Anneme ‘Eren gelecek, birazcık daha bekleyelim.’ dedim; ama hemen getirdi pastayı.” “Çiçek gibi olmuşsun.” “Nasıl yani?” “Bilmem, annem yeni bir kıyafet giydiğinde babam hep böyle der.” “Bu elbise de yeni zaten, annem alıp dolabıma koymuş; ama ben beğenmiştim bunu vitrinde, çiçekli olduğu için.” “Dedim ya işte, çiçek gibi olmuşsun.” Anıların derinliğinden silkinip bugüne döndü genç adam. Ayrılmak, aradaki tüm bağları bir kerede koparmak değildi. Yavaş yavaş unutacaklardı birbirlerini. Şimdi nezaketen de olsa gidip hediyesini vermeliyim diye düşündü. Bir nefes çekimi kadar kalmış izmariti kül tablasına bastırıp hazırlanmaya gitti. Bulaşıkçılıktan biriktirdiği parayla iki ay önce Paris’ten ısmarladığı tohumların ekili olduğu saksıyı da aldı, evden çıktı. Sude’nin dairesinin önünde duraksadı biraz. Ne diyeceğini düşündü. Kapının önünde sadece bir çift spor ayakkabısı vardı, anlaşılan evde yalnızdı Sude. Kapıyı hafifçe tıklattı. İkinciye tıklatmasına gerek kalmadı. Sude’nin yuvarlak yüzü göründü kapının aralığından. Genç kız önce şaşırdı, sonra çocuksu ve muzip bir gülümseme dalgası yayıldı kan kırmızısı dudaklarına. Güldükçe gülesi geldi. “Geleceğini biliyordum,” dedi, “ama yine geç kaldın, içeri geçsene.” Eve girene kadar, göremedi Sude’nin elbisesini. Dudaklarının kırmızısında, bedenini saran bir elbise giymişti genç kız. Salondaki yuvarlak masada altı tane boş, bir tane de yarılanmış kadeh, birkaç tane de bulaşıklı pasta tabağı gözüne çarptı Eren’in. Geldiğinden beri tek kelime etmediğini fark etti. “Doğum günün kutlu olsun. Bunlar da Paris’ten sekiz farklı cins çiçek tohumu.” Sude sadece Eren’in gözlerine bakmakla yetindi. Büfeden yeni bir kadeh çıkardı, şarap şişesinin dibinde kalanı Eren için doldurdu. Gözleri hâlâ genç adamın gözlerinde, kendi yarım kadehini dudaklarına götürdü. “Gelecek dedim. Ne olursa olsun benim için gelecek!” Eren, mini mini ayakların üzerinde asaletle yükselen bu bedenin her ayrıntısını bir kere daha ezberliyordu. Parti bitmiş, kadehler boşalmış, büyü bozulmuştu; ama karşısında duran bu masalsı güzellik, büyüsünü hiçbir zaman kaybetmeyecekti. martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı YILBAŞI AĞACI Nâzım Hikmet …Finlandiya koyunun güneyinde geceleyin dumanlı denize yakın telli pullu bir yılbaşı ağacı karanlık Gotik kulelerle Töton şövalyelerinin armaları arasında ve fabrika bacalarıyla çevrili bir yılbaşı ağacı. Bir yılbaşı ağacı karlı bir meydanda Estonya türküleri söylüyor telli pullu upuzun bir yılbaşı ağacı sen kırmızı sırça topun içindesin saçların saman sarısı kirpiklerin mavi onu oraya ben astım seni içine koyup ak boynun uzundur yuvarlaktır kuşkularım kaygılarım sözlerim umutlarım ve okşayışlarımla koydum seni sırça topun içine bütün yılbaşı ağaçlarına bütün ağaçlara bütün balkonlara pencerelere çivilere hasretlere astım kırmızı sırça topu seni içine koyup bağışla beni öleceğim seni bırakıp orda Estonya en küçük sosyalist devleti adam başına en çok şiir okuyan en çok votka içen ve otomobile motosiklete motorollere en çok meraklı ve deri işleriyle mobilyasıyla ünlü bir de otuz binlik korosuyla …ölüm döşeğinde yatanın gözlerine bakamam utanırım yaşamak ayıp bir şeymiş gibi gelir biri yanımda can çekişirken Lüsya ölüyor Moskova’da Antuzyastlar Caddesinde bilmem kaç numrolu sağlıkevinde yüzü eski bir tahta kaşık eriyen kara karışıyor akşam karanlığı art arda kamyonlar geçiyor asfaltı sarsarak Lüsya’dan vuran keder mi alnımı kırıştıran kendi yakınlığım mı ölüme bir yılbaşı ağacı karlı bir meydanda Estonya türküleri söylüyor telli pullu upuzun bir yılbaşı ağacı bağışla beni öleceğim seni bırakıp içinde sırça topun bu dünyada bir şey yaşıyor eşi emsali görülmedik bir şey ve benden başka kimse farkında değil onun belki bir bitki bir hayvan bir söz bir maden bir ışın bir mutluluk belki belki bir yıldızdan düşmüş bu dünyada bir şey yaşıyor senin için yaşıyor ama sen farkında değilsin onun öleceğim bağışla beni öleceğim ve sen kırmızı sırça topu parçalayıp çıkacaksın içinden ineceksin karlı bir meydana artık Moskova’da mı olur Tallin’de mi Leningrad’da mı ineceksin karlı bir meydana yılbaşı ağacından ama ben bu dünyada senin için yaşayan şeyi götürmüş olacağım Lüsya ölüyor yüzü eski tahta bir kaşık …benden sonra ölmesi gerekenler benden önce ölüyor ne iştir büyük harpler yüzünden ölüm büsbütün şaşırdı sırayı kamyonlar geçiyor Antuzyastlar Caddesinin asfaltını sarsarak afişlerde 65 yılının dev sayıları kömür şu kadar ton petrol bu kadar kumaş şu kadar metre karlı bir meydanda bir yılbaşı ağacı Estonya türküleri söylüyor karanlık Gotik kulelerin arasında ve fabrika bacalarıyla çevrili bir yılbaşı ağacı. (Şiirler 7, Son Şiirleri. İst: YKY, 2002:108-110.) DOST Bir gece habersiz bize gel Merdivenler gıcırdamasın Öyle yorgunum ki hiç sorma Sen halimden anlarsın Sabahlara kadar oturup konuşalım Kimse duymasın Mavi bir gökyüzümüz olsun kanatlarımız Dokunarak uçalım. MARTI 2009-2010 - 1. Sayı insanlardan buz gibi soğudum, işte yalnız sen varsın Öyle halsizim ki hiç sorma Anlarsın. CAHİT KÜLEBİ