zülfikar dergisi mayıs 2015
Transkript
zülfikar dergisi mayıs 2015
Aslını inkar eden haramzadedir! Siyasi, kültürel ve sanat gazetesi Mayıs’15 - Haziran’15 * HDP Kimliği İle Seçime Girmenin Anlamı Ve Sonuçları * Avrupa Alevilerine ‘Kültürel Özerklik’ mi? * Aleviler HDP dedi Sayı: 09 2 Aslını inkar eden haramzadedir! Bir Olma / Birlik Olma Zamanı MEHMET YÜKSEL SİNEMİLLİ N e zaman bilgisayarın başına oturup Zülfikar için bir sunuş yazısı kaleme almaya çalışsam, sürekli birbirini kovalayan yüzlerce konu ve düşünce yüzünden kafamı toparlayıp başlamak kolay olmuyor. Bu hem yaşadığımız ülkenin baş döndürücü hızla devam eden ve on yıllardır bir türlü dinmeyen gündem hız ve çeşitliliği, hem de buna bağlı olarak biz Alevilerin de ülkenin gündemi yanı sıra, kendi aramızdaki sorunlarının yarattığı kaotik durumdan kaynaklanıyor. İşte yine (aslında son 20 yıldan fazla bir süredir bitmeyen) bir seçim atmosferinin içerisindeyiz. Ve ne yazık ki her seçim döneminde olduğu gibi yine kafalar karışık; eski hastalık ve alışkanlıklardan bir türlü vaz geçilemiyor veya futbol fanatizmine benzer partizanca tarafgirlik devam ettirilmeye çalışılıyor. Oysaki sadece Aleviler değil, toplumun tüm kesimlerinin düşünmesi gereken, ortak geleceğimiz ve demokratik haklarımız bakımından akılcı bir tercih geliştirebilmek arayışı olmalı. Mesele 3. dönemini (Tayyip Erdoğan’ın deyimiyle ustalık dönemi) sürdürmekte olan AKP iktidarının, özellikle bu son dönemde Türkiye’nin rotasını kırdığı gerici-faşizan ve diktatoryal eğilimli tek adam yönetimine karşı toplumsal olarak ne yapılacağıdır. Henüz ufukta gerçekten umut vadeden güçlü bir ana muhalefet oluşumu görünmezken, bu durumda önümüzdeki 7 Haziran seçiminden de zaferle çıkacak bir AKP, ülkenin dümenini belki de uzun zaman düzeltilemeyecek bir rotaya kırabilir. Hele de hemen yanı başımızda Ortadoğu’da yaşanan gelişmeleri de göz önüne alırsak… Aleviler uzun zamandır ezici çoğunluğuyla bir ana muhalefet partisi ve etkili politikalar üretebileceği beklentisiyle Cumhuriyet Halk Partisi’ni (CHP) destekliyor. Son yıllarda Kürt sorununa endeksli olarak Kürt Alevilerden, özellikle genç kuşaklarda Halkların Demokrasi Partisi’ne (HDP) bir yönelim gözlenmesine rağmen, orta yaş ve üstü kuşakta eski eğilimler devam etmekte. Bunda Cumhuriyet sonrası Kemalizmle kurulan ilişkiyle birlikte son 25-30 yılda sistemin ve resmi ideolojinin Kürt meselesi üzerinden, özellikle Türk Alevileri kışkırtan (ve uzun zaman Cem Vakfı benzeri kurumlar üzerinden ‘ Kürt Alevi yok- tur, Aleviler Türktür !’ şeklinde ifade edilen) politikalarının yanı sıra, Kürtlerin Sünnilik ve Şafiilik üzerinden değerlendirilerek, “Alevilere ve Aleviliğe yaklaşımlarının iyi niyeti olamayacağı” ön kabulü de önemli rol oynamaktadır. Ancak günümüzde gelinen nokta itibariyle, özellikle son dönem Ortadoğu’da Suriye üzerinden yaratılan durum ve yaşanan IŞİD barbarlığı ve vahşeti sonucu başta Ezidiler olmak üzere Arap Alevisi, Kürt ve Türkmenlere uygulanan İslam görünümlü zulüm, Alevilerdeki bu algılarda değişimlere neden oldu denebilir. Bunda bu zulme karşı destansı bir direniş veren Kürt gerillaların (özellikle hayatını vermekten çekinmeyen cesur kadın gerillaların) IŞİD’e karşı elde ettikleri başarının da payı oldukça büyük. Bu süreçte başta Rojava ve Kobani’de yaşananlar karşısında Alevi toplumu, Türkiye’de ve Avrupa’da örgütlülükleri ve kurumları eliyle büyük bir dayanışma ve destek içerisine girerek (Ezidiler ve Kobani’ye yapılan yardımların büyük bir bölümünün Aleviler tarafından organize edildiğini de hatırlarsak) tarafını da iyi kötü belli etti denilebilir. Önümüzdeki 7 Haziran seçimlerinde tüm muhalif kamuoyunun göz önünde bulundurmak zorunda olduğu önemli bir gerçeklikle karşı karşıyayız: Eski sabit alışkanlıklarımızda diretecek miyiz, yoksa AKP ve Recep Tayyip Erdoğan’ın önünü kesmeye yönelik akılcı bir toplumsal muhalefeti örgütleyebilecek miyiz? Bu seçimlerde Alevi toplumunun oyları seçim sonrası oluşacak Meclis tablosunu belirleyebilecek konumda. Bundan dolayı oldukça kritik bir öneme sahip. Son günlerde “Ulusalcı ve Kemalist” cenahtan yazar ve fikir adamlarının dahi dile getirdikleri “HDP’nin seçim barajını aşarak Meclis aritmetiğinde yer alması gerekliliği” vurgusu oldukça önemli. Ancak böylesi bir durumda AKP’nin politikalarına ve dayattığı “Türk tipi başkanlık modeline” dur deme şansı yakalanabilir. Bunlara ek olarak belki de en önemlisi, özellikle Aleviler ve sol-sosyal demokrat seçmenlerin oy verme noktasındaki tarihi duyarsızlıkları. Birçok seçimde özellikle bu kesimlerin oy vermek için sandığa gitme konusunda gerekli ve yeterli hassasiyeti göstermediği bir vakıa. Ama önümüzdeki seçimlerin çok önemli olduğunu tekrar hatırlatarak, seçmen kayıtları ve oy kullanma konusunda mutlaka ilgili olmak gerekliliğinin altını çizerek seçim bahsini noktalayalım. Son cümle olarak: Hangi partiye oy verirseniz verin, ancak mutlaka sandığa gidip oyunuzu kullanın. Birlik bahsinde bir diğer önemli konumuz özellikle son döneme damgasını vuran Alevi toplumunun ve inanç kurumlarının birliği meselesi. Bu konudaki tavrımızı birlik meselesinde görüş bildiren diğer tüm canlarımıza ve kesimlere karşı net olarak ortaya koyduk. Bizce Aleviler pirlerine ve ocaklarına verdikleri ikrarlarının gereği, kendi ocak yapıları içerisinde birlikteliklerini yeniden ihdas etmeli ve ocaklarını tekrar faal, yaşayan ve Aleviliği üreten ve yaşatan yerler haline getirmeli. Bu hem geçmişe vefa, hem de geleceğe miras borcudur. Ayrıca ocak kültürü üzerinden yürütülecek birlik çalışmaları hem Alevi düsturuna, hem demokrasi teamüllerine, hem de “Yol”a en uygun olandır. Bu anlamda çok değerli araştırmacı yazarlarımız Erdal Gezik ve Hamza Aksüt’ün bu sayıda da konuya dair çok önemli iki makalesini siz değerli okuyucularımızın dikkatine sunuyoruz. Yine bu sayımızda, “tüm Alevi topluluklarının ortak platformu olma” düsturumuz gereği, Arap Alevisi toplumundan çok değerli araştırmacı-yazar-akademisyen Tevfik Usluoğlu’nun Ortadoğu ve IŞİD gerçeğine dair görüşlerini içeren bir makalesini sizlerle paylaşmaktan mutluyuz. Uluslararası Suriye politikasından en çok etkilenen ve mağdur olan kesimlerin başında gelen Arap Alevisi dostlarımızın başta bu konu olmak üzere, ilerleyen sayılarımızda Aleviliği her türlü konusunda değerli katkılarını paylaşmaktan büyük bir keyif almaktayız… Bu sayıda Hasan Hayri Şanlı Dede’mizin Hızır inancını ele aldığı yazısını sizlerle paylaşıyoruz. Bu vesileyle tüm canlarımızın tuttukları Hızır oruçları ve bitiminde paylaştıkları Hızır lokmaları ve Hızır cemleri Hakk katında kabul olsun, kabul u makbul olsun, divan-ı dergâha kayıt olsun… Hızır cümlemizin yar ve yardımcısı olsun… Sevgi, muhabbet ve aşk ile… 3 zülfikar Hdp Kimliği İle Seçime Girmenin Anlamı Ve Sonuçları MUSTAFA KARASU Seçim yaklaştıkça HDP’nin tutumu merak ediliyor. HDP’nin bu seçimdeki tutumu Türkiye’nin siyasi geleceğini de Kürt sorununun çözümüyle ilgili gelişmeleri de ciddi bir biçimde etkileyecektir. HDP, Türkiye’nin demokratikleşmesini ve bu temelde Kürt sorunu başta olmak üzere Türkiye’nin tüm sorunlarını çözmeyi hedefleyen bir partidir. Kürtlerin bu partiyi desteklemeleri de devletin çözümü yerine, halkların kardeşliğine dayalı bir çözümü gerçekleştirecek bir proje olmasından dolayıdır. Kürt Özgürlük Hareketi’nin eskiden devletçi bir paradigmaya sahip olma gerçeği vardı. Paradigma değişimi ve sorunların demokrasi içinde demokratik özerklik temelinde çözümü gelişince siyasal araçların da buna göre şekillenmesi ihtiyacını ortaya çıkardı. Demokratik Özerklik tam ya da radikal demokrasi diyebileceğimiz bir demokratikleşme projesi içinde Kürt halkının kendi kimliği ve kültürü temelinde demokratik topluma dayalı olarak kendi kendini yönetmesini ifade etmektedir. Sadece siyasi bir özerkliği ifade etmeyen, demokratik topluma dayalı her alanda demokratikleşmeye dayanan bir çözüm projesidir. Bu anlamıyla tam demokrasi ve tam özgürlüğü ifade etmektedir. Bir devlet, federasyon ya da başka bir çözüm modelinden daha fazla özgürlükçü ve demokratik karaktere sahiptir. Bir siyasi özerklik gibi bir ulusal, etnik ya da dinsel topluluğun sadece egemen kesimlerini etkin kılan bir çözüm değildir. Tüm toplumun hem ulusal kimlik özgürlüğünü yaşadığı, hem de sosyal, ekonomik ve kültürel özgürlüğünü yaşadığı bir çözümdür. Hiçbir çözüm bu çözüm kadar Kürt halkını kendi kimliği ve kültürü içinde bu düzeyde özgür kılamaz. Bu çözüm devlet istemiyor; iktidar ya da bölünme istemiyor. Ama bu tür çözümlerin hiçbirinde olmadığı kadar özgür ve demokratik yaşama kavuşmayı içeriyor. Bu çözümün klasik çözümlerden farklı yanları iyi anlaşılırsa Kürt ulusunun tümü açısından tam özgürlüğü ve demokratik yaşama kavuşmayı ifade ettiği görülür. Bu çözüm, hem Kürt sorununu çözen, hem de o güne kadar içinde bulunduğu ülkeyi ve toplumu da demokratikleştirmeyi sağlayacak bir çözüm modelidir. Dolayısıyla tüm Ortadoğu’yu da demokratikleştirmeyi hedefliyor. Bu çerçevede Kürtlerin ulusal ve toplumsal özgürlüğünü gerçek anlamda güvenceye kavuşturmayı sağlayacaktır. Ancak bu paradigma ve çözüm şimdiye kadar devletçi ve milliyetçi paradigma ve çözümlerin yarattığı ideolojik hakimiyet ve algı nedeniyle anl a - ten, Kürtlerin haklarından vazgeçiliyormuş gibi bir algı yaratılıp HDP projesi baştan kadük bırakılmak istendi. Direniş ideolojik ve siyasi bir direnişti; liberal milliyetçiliğin direnişiydi. Aslında bu proje boşa çıkartılarak Kürtlere tek seçenek bırakılmak isteniyordu. Bu da işbirlikçi milliyetçilik seçeneğiydi. Kuşkusuz iyi niyetli yaklaşımlarla tereddütlü olanlar da vardı. Bunlar saf ve dürüst bir yaklaşımla, ama karşı çıkışın arkasındaki ideolojik ve siyasi yaklaşımı bilmeden, HDP projesinin Kürtlere en fazla kazandıracak, Kürtleri özgürleştirecek bir proje olduğunu anlamadan! Eğer halkların kardeşliği içinde Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun çözümü sağlanamıyorsa, o zaman işbirlikçilikle bir yere dayanarak çözüm aranmalıydı. Böylece Özgürlük Hareketi’nin siyasi olarak önü alınıp işbirlikçi milliyetçiliğin önü açılacaktı. Bu açıdan HDP projesine karşı çıkışın nedenlerini iyi anlamak gerekir. HDP 2015 seçimlerine nasıl girmeli? şılmıyor ya da anlaşılmak istenmiyor. Bu paradigmaya ait çözümler de devletçi milliyeti paradigma ve çözüm sınırlarında düşünülüyor. HDP projesi engellenmek isteniyor HDP, işte bu devletçi ve milliyetçi paradigmayı aşan bir ideolojik ve politik tutuma sahiptir. Aslında bu nedenle bu projeye karşı direnildi. Bu projeye hem Kürt cenahında milliyetçi, işbirlikçi, devletçi kesimler hem de Türkiye’de ulusalcı kesimler ve devlet karşı çıkarak engellemeye ve kadük bırakmaya çalıştı. BDP içinde HDP projesine direnç gösterildi. HDP’ye geçiş Kürt Halk Önderi’nin ve Özgürlük Hareketi’nin dayatmasıyla sağlandı. Eğer kendi haline bırakılsaydı HDP projesi daha baştan boşa çıkarılırdı. Hem de Kürtlük adına demagojik ve milliyetçi söylemlerle! Sanki Kürtlük- Şimdi BDP’den HDP’ye geçişte ayak diretenler, karşı çıkanlar bu defa da barajı aşamayız gerekçesiyle HDP’nin parti olarak seçime girmesine karşı çıkmaktadırlar. Bu defa da bu yolla HDP parti olarak anlamsızlaştırılıp boşa çıkartılacaktır. Niyeti ne olursa olsun bağımsızlarla girilsin demek, HDP projesini boşa çıkarmaktır. Zaten bağımsızlarla seçime girildiği an HDP projesinin ne siyasi ne de ideolojik anlamı kalacaktır. Sadece Mecliste 25-30 milletvekili olan bir parti durumuna düşecektir. Kürt halkının sırtından bunlar milletvekili olacak, ama hiçbir ideolojik ve siyasi doğrultusu olmayan parlamentoculuk oyunu oynayacaktır. Belki şimdiye kadar bağımsızlarla seçime girmenin bir anlamı vardı; ama mevcut siyasi ortamda bazılarını milletvekili yapma uğruna Türkiye’yi demokratikleştirme ve Kürt sorununun çözüm projesini boşa çıkarma anlamına gelecektir. Böyle görmeyenler ne HDP projesinden ne de bunun öngördüğü siyasi hedeflerden herhangi bir şey anlamış olur. Demokratik müzakere ve demokratik güç birliği 4 Kuşkusuz her ikisini birbirinden koparmak mümkün değildir. Kürt Halk Önderinin ortaya koyduğu paradigma temelinde Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun çözümü iki biçimde gerçekleşecektir. Ya demokratik müzakereyle devletin, siyasetin dönüşümü temelinde bir çözüm ya da demokrasi güçlerinin birliği, ittifakı ve mücadelesiyle çözüm. Bu iki çözümün her birinin yaratacağı çözümler yakın sonuçlar doğuracaktır. Kuşkusuz en etkili ve sonuç alıcı olan çözüm, her zaman demokrasi güçlerinin birliği, ittifakı ve mücadelesiyle gelecek çözümdür. Ancak demokrasi mücadelesi müzakerelerle devleti ve siyaseti dönüştürme temelindeki çözümlere de açıktır. Bu olabiliyorsa buna başvurulur. Çünkü diğer çözüm devletle mücadeleyi, zorlukları ve sıkıntıları da beraberinde getirecek bir çözümdür. Bu açıdan Kürt Halk Önderi ve Özgürlük Hareketi hep demokrasi güçleriyle birlikte mücadeleyi geliştirerek çözüm ararken mümkünse devletle ve mevcut siyasi iktidarla müzakere temelinde de Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun çözümünü gerçekleştirme çabası yürütmektedir. Zaten demokrasi güçleri ittifakı ve mücadelesi olmadan da bu yönlü çözümün sağlanması mümkün değildir. Aslını inkar eden haramzadedir! Kürt Özgürlük Hareketi uzun yıllardır böyle bir demokratik duruşu ve çözüm olanaklarını da devrede tutmaktadır. En son Kürt Halk Önderi Şubat ortasına kadar müzakerelerin sonuca gitmesini hedefleyen bir müzakere taslağı, yol haritası ve eylem planı sunmuştur. Mevcut iktidar böyle bir zamanlaması olan müzakereye yanaşırsa, bunun için de çalışılacak ve sonuç alınması için gereken her şey yapılacaktır. Ancak demokrasi güçleri demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümünü devletin ve Hükümetin insafına bırakamazlar. Kaldı ki Hükümet çözüm zihniyetine de, politikasına da sahip değildir. Kimi iyimser beklentiler yaratılmaya çalışılsa da AKP Hükümeti hala seçimlere kadar oyalamak, seçimi kazandıktan sonra da bildiğini okuyup özgürlük ve demokrasi güçlerini baskı altında tutup tasfiye etme politikaları izlemektedir. Hükümetin tutum, politika ve uygulamaları bunu ortaya koymaktadır. Zaten daha şimdiden zaman tüketmeyi hedefleyen ve seçim öncesi tamamlanamaz, yapılamaz deyip kendi siyasi amacını ve takvimini yürütmek istemektedir. AKP’nin seçim oyunu bozulacak Kuşkusuz Kürt Özgürlük Hareketi AKP’nin bu amaç ve takvim çerçevesinde rahatça seçime girmesine fırsat vermeyecektir. Oyun yapanların oyunu mutlaka bozulacaktır. Ancak Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun çözümü için başka hamleler de gerekmektedir. Yoksa seçimden sonra devletin bu zulüm ve tasfiye harekatı ve buna karşı da 2012’yi aşan ağır bir savaş durumu yaşanması büyük bir olasılıktır. Bunu engelleyecek hamle ise HDP’nin partiyle seçime girerek barajı aşıp yeni bir siyasi denklem ve dinamik ortaya çıkarması olacaktır. Bağımsızlarla seçime girmek devlet ve AKP’nin oyununun parçası olmaktan çıkamama durumu ortaya çıkaracakken, parti ile seçime girmek ise Türkiye tarihinde olmadığı düzeyde radikal demokrasi güçlerinin Türkiye siyasetini etkileme durumunu sağlayacaktır. Partiyle seçime girme AKP’nin her türlü hesaplarını da, seçim sonrası şiddetli savaş olasılığını da bertaraf edip Türkiye’de demokratikleşmenin kapılarını sonuna kadar açacaktır. HDP’nin barajı aşmasının kesinlikle bu düzeyde radikal sonuçları olacaktır. Bu durum dar yaklaşım ve birkaç milletvekili elde etme biçiminde bir ufuksuzluğa sahip olanlar tarafından görülemez. Amaçlarına bağlı olarak siyasi hedeflerine kilitlenenler bu gerçeği görürler. Mücadele gücü ve kazanma azminden kopmuş, günü kurtarmak isteyenler ise seçenekler arsındaki 5 zülfikar bu nitel farklılığı göremezler. Gelinen aşamada ya şiddetli bir mücadele ile ya da siyasi yöntemlerle bir hamle yapılacaktır. Yoksa devletin ve AKP’nin politikaları altında çürüme ve tasfiye kaçınılmazdır. Bu nedenle parti ile seçime girme konusu bir ayrıntı, hatta bir seçenek değildir; devrimci demokratik düşünmenin sonucudur. Bunun dışında seçenek düşünmek, devrimci demokratik karakterden uzaklaşmak ve sistem içi oyunların parçası olmaktır. HDP’nin sunduğu fırsat değerlendirilmeli Demokratik siyasetin, seçimin Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun çözümü için rol oynamasını isteyenlerin bugün önündeki tek seçenek HDP çatısı altında parti kimliğiyle seçime gitmektir. Türkiye halklarının on yıllardır ağır bedellerle verdiği mücadele ve bunun yarattığı birikim de böyle bir siyasi hamle ile anlamlı hale gelecektir. Demokratik siyaset belki de ender görülecek biçimde radikal demokratik dönüşüme vesile olacaktır. Böyle bir anlayış ve tutumla seçime girmemek bu birikime hakkıyla karşılık vermek olmayacağı gibi, HDP projesini de bitirmek olacaktır. Hiç kimse partiyle seçime girmekle bağımsızlarla girmek arasında bu kadar fark olmaz gibi demagojik bir yaklaşım içine girmesin. Barajı aşmayız lafları ise gelinen aşamada ve siyasi ortamda değeri olmayan ve dinlenmeyecek kadar banal, yüzeysel ve basit bir argümandır. HDP projesine ideolojik ve politik olarak inananlar, bağımsız adaylarla girelim diyemezler. Zaten bağımsızlarla girelim diyenlerin önemli bölümünün HDP’ye soğuk yaklaşanlar ve boşa çıkarmak isteyenler olması da bu çerçevede manidardır. Dolayısıyla herkes savunduğu tezin ne anlama geldiğini derinden bilmelidir; en başta da HDP projesinin ideolojik-siyasi anlamını bilenler! CHP ile yapılacak bir ittifakın da bağımsızlarla seçime girme gibi bir siyasi anlamı ve sonucu olmayan, sadece milletvekili kazanma gibi hedefi olan bir seçenektir. CHP’nin radikal dönüşüm karakterinin olmaması, bu seçeneği daha baştan siyasi içerikten koparmaktadır. Sadece AKP karşıtlığı üzerine kurulu bir seçim ittifakı Türkiye siyaseti açısından hiçbir sonuç doğurmayacaktır. Bu açıdan HDP etrafında bir demokrasi ittifakının ortaya çıkaracağı siyasi sonuçlar düşünüldüğünde tüm demokrasi güçlerinin bu seçenek üzerinde yoğunlaşması ve bunun pratikleşmesi için çabalarını ortaya koyması tarihi sorumlulukları gereğidir. HDP etrafında emekçiler, kadınlar, gençler, sosyalistler, ezilen inanç ve etnik topluluklar, demokratik Müslümanlar, Türkiye’de köklü değişim olması gerektiğine inanan liberaller, mevcut devletten ve AKP’den rahatsız olan kesimler buluşturulursa Türkiye’nin kesinlikle siyasi geleceği değişecektir. Türkiye sadece kendi siyasi geleceğini değil, Ortadoğu’nun da siyasi geleceğini değiştirecektir. Bu açıdan HDP etrafında bir ittifakla seçime girme üzerinde yoğunlaşılmalı, bu temelde çalışmalara hemen başlanmalıdır. Halklarımızın önüne böyle bir tarihi fırsat düşmüştür. Bunu değerlendirmeliyiz. AKP’nin mevcut hegemonik zihniyetine ve politikalarına son verecek, demokratik zihniyetle Türkiye’nin sorunlarının çözümünü sağlayacak yol budur. Herkes bunun bilinciyle hareket etmelidir. Ermenilerin acısını hep yaşadık ANF’ye Fetullahçılara yönelik operasyonlar konusunda yaptığımız söyleşide Robert Kopbaş ve Karin Karakaşlı Ermeni dostlarımız ve kardeşlerimizin bir konu vesilesiyle söylediklerimiz üzerinden aklımıza hiç getirmediğimiz, getiremeyeceğimiz yorumlar yapmaları bizleri üzmüştür. Hassasiyetlerini anlıyoruz; ancak çıkarsamaları gerçekten de bir zorlamayı ifade ediyor. Fetullahçılara karşıtlığımızı ortaya koymuşum; onların da Ermeniler ve lobilerle ilişkilerini de belirterek sanki Ermenileri ve lobileri de aynı kefeye koymuşum gibi bir değerlendirme kesinlikle benim zihniyetimin de maksadımın da dışındadır. Tüm samimiyetimle böyle görmelerini istiyorum. Taraf gazetesinin Fetullahçı çevrelerin Ermenilere karşı görünüşte olumsuz bir yaklaşım içinde olmamaları, hatta Ermenilerle iyi ilişki içinde görünür olma durumlarını hatırlatmışım. Ya da benim algım böyleydi. Burada sadece bir tespitimi ortaya koymuş oluyorum. Bu tespite katılınır ya da katılınmaz, buna bir şey diyemem. Bunu söylerken bir Ermeni karşıtlığı ifade etme kastım olmamıştır. Lobileri eleştirdiğimiz yanları olsa da o söyleşide buna da bir olumsuz anlam yüklemedim. Lobilerin tabii ki Ermeniler açısından olumlu işlevleri vardır. Lobi yapmak, lobiye sahip olmak kötülenecek, eleştirilecek bir durum değildir. Yanlış politika, yaklaşım ve uygulamalar varsa eleştirilir. Ben o söyleşide Fetullahçılarla ilişkide olan Alperenlerin Hıristiyanlara yönelik cinayetlerini gündemleştirdim. Fetullahçıların tehlikeli yanlarını, özel savaşçı kirli yanlarını ortaya koymak istedim. Böyle yapanların nasıl çirkin ve ikiyüzlü politika izlediğini vurgulamak istedim. Çünkü Türkiye tarihi bu tür ikiyüzlülüklerin sıkça yaşandığı bir özel savaş tarihidir. Bir daha vurgulayayım, Fetullahçılarla ilişkinin belirtilmesi, Fetullahçıların Ermeniler ve lobilere yaklaşımı; Fetullahçılar kötüdür, o nedenle bunlar da kötüdür biçiminde kullanılmamıştır. Hareket olarak Ermenilere olumsuz yaklaştığımızı söylemek gerçekten de haksızlık, vicdansızlık ve adaletsizliktir. Sadece Ermeniler için değil, tüm soykırıma uğrayan halkların acısını taşıyan, bu haksızlıkların giderilmesi mücadelesinde olan, her inancın farklılığını özgürce yaşamasını isteyen bir hareketiz. Bu konuda dünyada örnek bir hareket olduğumuzu iddia edebilirim. Pratiğimiz ortadadır. Kürdistan’da, Anadolu’da, Ortadoğu’da başta Ermeniler ve Asuriler olmak üzere Hıristiyan toplulukların soykırıma uğratılması en fazla acı duyduğumuz ve öfkeyle karşıladığımız bir durumdur. Başta Önderliğimiz olmak üzere, tüm hareketimiz bu halkların sempatizanı, sevgilisi ve sevenidir. Bu halklar Ortadoğu’nun en büyük hazinesi ve zenginlik kaynağıydı. Bunlar soykırıma uğratılarak Kürdistan da, Anadolu da, Ortadoğu da çoraklaştırıldı. Ermeni soykırımı için söylediklerimiz de on yıllardır ortadadır. PKK’yi bu konuda anlatmaya kalkmak bile bize acı veriyor. Herkes gelip PKK’yi görebilir, yaşayabilir. Ermeniler dahil, hiçbir halk için olumsuzluğun zerresini göremez. Bu, PKK’nin felsefesidir, zihniyetidir, ideolojisidir. Bu nedenle eleştirirken, değerlendirme yaparken eklektik değil, bütünlüklü olmalıyız. Bugün Kürtlere ve Ortadoğu’da en başta da Ermenilere, Asurilere, ya da başka halklara olumlu yaklaşım varsa, gelişiyorsa bunda PKK’nin önemli payı vardır. Bunu görmemek olmaz. Bunları mitolojideki zalim tanrılar bile inkar edemez. Kişi olarak ise kendimi anlatmak istemem. Tanıyanlar tanır, bilir. Eğer bu topraklarda Ermenilerin acısını hisseden, empati yapan, hatta unutmayan ve unutturmayan bir yaklaşıma sahip olduğumu söylesem, bu, kendimi şu ya da bu yapma olarak görülmemeli. Çocukluğumun hikayelerini anlatmışım, okuyanlar okumuştur. Sivas’ın Gökçebostan ve Bezirci mahallelerinde büyüdüm, Ermenilerle iç içe yaşadım. Ermeniler evlerini bizim akrabalara kiralarlardı. Burada da yaşadıklarım var. Halamların köyünde iki Ermeni çocuğun bir Kürt ve bir Sünni Afşar Türk aile tarafından alınıp birinin Alevi Kürt, birinin Sünni Türk haline gelmesi trajedisini her an içimde hissetmişim. Böyle bir ailenin sevgisini en fazla görmüş bir çocuk olarak büyümüşüm. Bunları niye anlatıyorum? Öyle zorlamalar yapılıyor ve töhmet altında bırakılıyoruz ki, yazmak zorunda kalıyoruz. Ben Kürdistan’ın Kürtlerin ve Ermenilerin ortak vatanı olduğunu; Kürtler ve Ermenilerin bu ortak vatanda kardeşçe yaşayabileceğini, Ermenilerin bu topraklara gelip yerleşeceğini açık kaynaklarda yazmış bir zihniyet ve yaklaşım içindeyim. Bundan daha fazlasını söylemeyi de gerekli bulmuyorum. Sadece Özgürlük Hareketi’ni doğru anlama ve yorumlama içinde olunmasını öneriyorum. 6 Aslını inkar eden haramzadedir! Kültürel-İnançsal Özerklik ve Aleviler MURAT IŞIK O rtadoğu’da yaşanan gelişmeler tüm ulusal-dinsel ve inançsal topluluklar açısından adeta bir kırılma noktasını ifade ediyor. Öyle ki örgütsüz ve savunmasız halklar ve inanç guruplarına yaşam şansının tanınmadığı, bir sürece girmiş bulunmaktayız. Uluslararası gericiliğin besleyip büyüttüğü, Ortadoğu halklarının başına bela ettiği DAİŞ, kadim inanç ve kültürlerin varlığına yönelmiş durumda. Ne var ki DAİŞ’in ilerleyişi, Şengal ve Kobani de Kürt gençlerinin irade savaşıyla ancak durdurulabildi. DAİŞ çetelerinin püskürtülmesi, Ortadoğu da yeni bir sürecin önünü açmış bulunuyor. Bu yeni süreç halklar ve inançlar açısından; öz yönetimlerini kurarak, Demokratik Özerk bir yaşama kavuşmayı ifade ediyor. Zira bu yeni durum karşısında, Irak ve Rojava da halklar, inançlar Kantonlar biçiminde, Demokratik öz yönetimlerini kurmak için seferber olmuş durumdalar. “Bir musibet bin nasihattan iyidir” derler. Ezidi toplumunun sürekli katliamlara maruz kalmasının nedeni, kendini doğru örgütleyememesi ve yaşadıkları ülke sınırları içerisinde hiçbir statü talepleri olmaksızın yaşamalarındandır. Kuşkusuz ki Rojava’da, Şengal de yaşanan musibetten coğrafyamızda ki Alevi toplumunun ders çıkarması lazımdır. Yaşanan trajedilerin Alevilerin başına gelmeyeceğinin, getirilmeyeceğinin bir garantisi yoktur. Kaldı ki 15-20 Milyon nüfusa sahip Alevi toplumu, Ezidiler gibi örgütsüz ve savunmasız durumdadır. Aslında Aleviler görece bir örgütlülüğe sahip olduğu söylense de, devletin katliam ve asimilasyon politikalarından kendilerini koruyamamaktadır. Zira olabilecek tehlikelere karşı, bir gelecek tahayyülleri de bulunmamaktadır. Son otuz yıldır Alevilere yönelik geliştirilen; Sivas, Malatya, Çorum, Maraş, Gazi katliamlarının, DAİŞ’in Irak ve Rojava’da gerçekleştirdiği katliamlarından hiçbir farkı yoktur. Fazlası vardır. Ve hepsinin ortak mantığı etnik ve inançsal temizliktir. Aslında Alevilerin katliamlara maruz kalmalarının nedeni, varlığını koruyacak iradeden yoksun oluşları ve Alevilerin devlete aşırı güven duymalarından kaynaklanmaktadır. ‘Devlet bize dokunmaz’… ‘Devlet bizi korur’ mantığı, Alevileri katliamlara açık bir toplum haline getirmiştir. Oysa Ape Musa’nın deyimiyle “etle tırnak“ gibi olsak ta; tırnak hep Aleviler ve Kürtler olduğundan, biraz uzadığında devlet hemen kesiyor. Öyleyse Alevi toplumu devleti, tarihsel gelişmeleri doğru algılamalı ve toplumsallığını doğru bir gerçekliğe dayandırmalıdır. Aleviler sistemi zorlamayan, genel geçer talepler yerine, yeni bir gelecek tahayyülü ortaya koymak süratiyle, kendileri için statü talep etmelidirler. Elbette bu talep, “İnançsal-Kültürel Özerklik” talebi olmalıdır. “Demokratik İnançsal-Kültürel Özerklik” talebi, Alevilerin bu topraklarda nasıl yaşayacaklarına dair hukuku ifade etmektedir. “İnançsal-Kültürel Özerklik” modeli Alevilerin ‘kırım ve asimilasyon’ politikalarından varlıklarını koruyabilecekleri, kendi kendilerini yönetebilecekleri bir ‘öz yönetim’ modelidir. Türkiye gibi Devletçi sistemlerde ‘özerklik’ “merkezi devletin kimi yetkilerini yerele devretmesinin siyasi hukuki biçimidir.” “Demokratik Özerklik, Devlet ve iktidar dışı kalmış tüm toplum kesimlerinin kendi meclislerine dayanan toplumun sivil demokratik örgütlülüğünü esas almaktadır.” Ve “Halkların, kültürlerin ve kimliklerin Kendi meclisleri ile kendilerini örgütlemeleri ve doğrudan yönetime katılmalarının siyasi hukuki ilişkisidir.” Öte yandan ‘Kültürel- İnançsal Özerklik olarak ifade edilen model, Alevilerin demokratik ulusa yada Demokratik Cumhuriyet’e katılım biçimini ifade etmektedir. Günümüzde çok sayıda örneği bulunan özerk yapılar, görece ulus ya da üniter devlet yapılarından daha katılımcı ve özerktirler. Aleviler gibi ötekileştirilen devletsiz halklar ve inançların, yaşadıkları toplumsal sorunlara yaklaşımda daha demokratik çözümler üretebilmektedir. Alevi toplumu yaşadığı baskılar, asimilasyon ve katliam kıskacından kurtulmak için, öz yönetimlere yönelmelidir. Zira ‘Din derslerinin kaldırılması’, ‘Diyanetin Lağvedilmesi’ yada ‘eşit yurttaşlık’ gibi talepler Aleviler tarafından güncel bir mücadele argümanı olarak kullanılıyor olsa da, bu talepler Devleti asimilasyoncu çizgisinden caydırmaya yetmeyecektir. Kalıcı bir çözüm olmayacaktır. Özcesi Coğrafyamızda yaşayan milyonlarca Alevi statüsüz, fiziksel- Kültürel- inançsal savunmadan yoksun yaşamaktadır. Devlet havuç sopa politikasıyla Alevileri kâh katlederek, kâh yanına, yedeğine alarak Alevi toplumunu özgürlüksüz ve geleceksiz bırakmıştır. 15-20 Milyon Alevinin, önümüzdeki süreçte değişen Ortadoğu koşullarını da dikkate alarak, varlıklarını koruyacak statü talebini öne sürmeleri elzemdir. Kaldı ki Alevilik sorunu tarihseldir, bu günden yarına çözülmeyecektir. Dolaysıyla Alevilerin bir gelecek tahayyülü olmalıdır ve bu topraklarda nasıl bir hukukla yaşayacaklarına dair bir projesi bu günden olmak zorundadır. Unutulmasın ki Ezidi toplumunun en büyük yanılgısı, tarihi doğru okumamalarındandır. Aşk ile… Hak yardımcımız olsun. zülfikar Ocak Kimliğini Bozma Çabalarına Bir Örnek: Şeyh Ahmed Tavil Ocağı’nı Hoca Ahmed Yesevi’ye Bağlamak 7 HAMZA AKSÜT B u yazıda, ocak/hanedan/taifelerin kimliğini bozma çabalarına bir örnek olarak Şeyh Ahmed Ocağı’nı ele alacağım. Bu çabalar, bir Alevi eren olan Şeyh Ahmed’i, Alevi olmayan Hoca Ahmed Yesevi1 olarak kabul ettirmeyi amaçlamaktadır. Şıhhhasan Aşiret Federasyonunun ocağı olan Şeyh Ahmed, Hacı Kureyş Ocağıyla birlikte Türkiye’deki Alevi Kırmançların (dış toplulukların Zaza dediği topluluk) iki ocağından biridir. Federasyonun Seyyidan ve Şıhhhasanlı olmak üzere iki kolu vardır. Seyyidan koluna bağlı aşiretler şunlardır: Bozukan (Keçel), Abbasan, Bal, Beyt, Maksut, Arslan, Demenan ve Biriman. Şıhhasan koluna bağlı aşiretler de şunlardır: Ferhadan, Kara-Bal, Kırgan, Gülabi, Laçin ve İksor. Şıhhasanlılardan derlenen bilgilere göre, federasyona bağlı aşiretlerin Dersim’den bir önceki yurdu, Malatya’nın Şeyhhasan köyüdür. Topluluk buradan Çemişkezek2 livasında Kalan Deresi kenarındaki Ahbonus köyü ve çevresine yerleşmiş, bir süre sonra bu yörenin batısına hareketlenmiş ve birçok köy kurmuştur. Sözlü gelenekte yer alan bu bilgiler, belgelerle doğrulanmaktadır. Gerçekten de, 1954’e kadar Malatya’ya bağlı olup bu tarihte Elazığ’ın Baskil ilçesine bağlanan Şeyhhasan adında bir köy vardır.3 Fırat’ın doğu sahilinde yer alan bu köy, elimizde bulunan 1519 tarihli ilk Osmanlı tahrir4 kaydında Şeyhhasanlu olarak yer almaktadır. Bu tarihte Şeyhhasanlu köyü, 18 hane,5 1 mücerredlik6 nüfusa sahiptir.7 Köy, 1 Ahmed Yesevi’nin Aleviliğe sokulması, hatta bu yapının en büyük velisi olduğuna varacak kadar aşırı iddialar ve manipülasyon, başlı başına bir makalenin, hatta bir kitabın konusu olacak boyuttadır. Takdir edilir ki, bu makalenin hacmi bu konunun ayrıntıları için uygun değildir. 2 O dönemde Dersim adı henüz yoktur. Dersim yöresine Çemişgezek denmektedir. Resmi kayıtlarda Dersim adı ilk kez 1848 yılında geçmektedir. 3 Şeyhhasan köyü, Malatya yöresinin en verimli topraklarına sahiptir. 4 Tahrir, bir devletin yeni işgal ettiği yerlerde tuttuğu kayıtlardır. Bu kayıtlarda vergiye tabi kişiler, hayvan sayısı, arazi durumu gibi kalemler yer almaktadır. Malatya’daki ilk tahrir 1519 yılındadır. Bundan sonra, 1530, 1548 ve 1560 yıllarında tahrir defterleri tutulmuştur. 5 Hane, evli olup arazi tasarruf eden erkektir. 6 Mücerred, bekar olup vergiye tabi olan erkektir. Genellikle 12- 18 yaş arasında olan mücerredler arazi tasarruf hakkına sahip değildir. 7 Göknur Göğebakan, XVI. Yüzyılda Malatya Kazası, s.269. Sonraki tahrirler dikkate alındığında, bu tarihte köy halkının bir kısmının tahrirden kaçarak yazılmadığını tahmin etmek gerekir. 1560 yılında8 105 hane ve 61 mücerred nüfusludur.9 Şeyhhasanlu’nun Üçbölük, Veledi ve Horik, Bırim-elik, Bal-Hasan olmak üzere beş mezrası vardır. Köy nüfusunun tümü 1530 yılında “cemaat-i dervişan” olarak kaydedilmiştir. Bu dervişler ve çocukları, “muafname-i sultani”10 gereğince vergi ve haraçların bir bölümünden muaf tutulmuştur.11 Tahrir kaydına göre, Malatya-Harput yolu üzerinde olan bu köyde Şeyh Ahmed Tavil12 adında bir azizin mezarı ve bir zaviye13 bulunmaktadır ve bu azizin soyundan olanlar, yoldan gelip geçenlere hizmet etmektedir. 1530 tarihinde tutulan kayıtta bu dervişlerin bir kısmına eşkıyalık suçlaması yöneltilerek muafiyetleri kaldırılmış, sadece otuz altı kişinin Şeyh Ahmed Tavil evladı olduğu belirtilerek yalnızca bunlara vergi muafiyeti tanınmıştır. 1560 yılında ise köy halkının tümünün “fesat içinde olduğu” iddia edilerek vergi muafiyeti tümüyle kaldırılmıştır.14 Tahrir kaydına göre Şeyhhasanlu köyünün bir başka adı Seyyid’dir.15 Bu kayıt, Şeyhhasan Aşiret Federasyonunun Seyyidan ve Şeyhhasan adlı iki koldan oluştuğuna dair halktan derlenen bilgiyi tümüyle doğrulamaktadır. Şeyhhasnalu köyünün öteki mezraları, Bal-Hasan ve Birim-Elik’tir. Bu mezra adları, Şeyhhasan federasyonundan 20. yüzyılda derlenen bilgilerle uyumludur. Bu bilgilerde federasyonun ana kolları olarak Bal ve Bırim adları geçmektedir. 8 Bundan önce 1519, 1530 ve 1548 yılında Malatya kazasında üç tahrir daha yapılmıştır. 1519 yılı yörenin Osmanlı egemenliğine girdiği tarihtir. Bundan önce bu yöre, başkenti Kahire olan Memluk devletinindir. 9 Göknur Göğebakan, aynı yapıt, s.269 10 Sultanın tanıdığı bazı vergi ve haraçlardan muaf tutulmayı temel alarak düzenlenmiş belge. 11 Bu muafiyet, avarız ve tüm harçları kapsamaktadır. Avarız, olağanüstü durumlarda (savaş vb.) alınan bir vergidir. 12 Tavil, Arapça bir kelime olup ‘uzun’ anlamındadır. Dolaysıyla, Şeyh Ahmed Tavil, Uzun Şeyh Ahmed anlamındadır. 13 Zaviye, dede ocaklarının temel mekanlarından biridir. Zaviyeler, önemli yollar üzerinde ve stratejik noktalarda kurulmuştur. Şeyhhasanlu zaviyesi bu özelliğin en tipik örneklerinden biridir. Malatya’dan Harput’a giden yolda Fırat ırmağı sefinelerle (gemi) geçilmektedir. Irmağın Malatya sahilinde Hasan Dede zaviyesi, bunun hemen karşısında Harput sahilinde ise Şeyhhasanlu köyü zaviyesi kurulmuştur. (Refet Yinanç-Mesut Elibüyük, Kanuni Devri Malatya Tahrir Defteri, s.102) 14 142 Numaralı Malatya Mufassal Tahrir Defteri, varak: 61-a 15 Göknur Göğebakan, aynı yapıt, s.158 Şeyh Ahmed Tavil, Ebu’l Vefa’nın soyundandır Miladi 1255 tarihinde tutulan vakıfname belgesi esas alınarak16 1530 yılında tutulan kayda göre Şeyh Ahmed Tavil, Ebu’l Vefa’nın soyundandır:17 “Zikr olan18 karye19 mezarin20 tamam malikaneleri ve canib-i divanileri merhum Seyyid Ebu’l Vefa Tacü’l Arifeyn kaddesallahu sırrahu’l-aziz evladından Şeyh Ahmed Tavil el mülakkab Tecemi nevverallahu merkadehunun vakf idügi Sultan Alaaddin’in iki yüz seksen dört yıl tarihle müverrah vakıfnamesi…”21 1560 yılında tutulan kayıtta da Şeyhhasanlu köyünde Şeyh Ahmed Tavil’in türbesinin olduğu belirtilmiştir: “Karye-i mezburda22 Şeyh Ahmed Tavil nam hazretleri medfun olup …”23 Şeyh Ahmed Tavil’in Atası Olan Ebu’l Vefa, Aleviliğin dördüncü imamı Zeynel Abidin’in Oğlu Zeyd’in soyundandır Şeyh Ahmed’in atası olan Ebu’l Vefa, dördüncü imam Zeynel Abidin’in oğlu Zeyd’in soyundandır ve asıl adı Muhammed’dir. Menakıbnamesini yazan Vasıti’ye göre onun şeceresi şöyledir: “Amma atasına nesebi (soyu) Seyyid Ebu’l Vefa Tacü’l Arifin, Seyyid Muhammed Kebir ki, ‘Arızi’ demekle meşhurdur, onun oğludur. Seyyid Muhammed Seyyid Zeyd oğludur. Seyyid Zeyd, Seyyid Hasan oğludur. Seyyid Hasan, Seyyid Murtaza oğludur, ona ‘Arıziyi Ekber’ derler. Ebu’l Vefa hazretlerinin babasına ‘Arızi’ derler. Dedikleri, 16 Şeyhhasan seyyidleri, 1530 yılında yapılan tahrirde, 1255 tarihli bir belgeyi tahrir katibine sunarak öteden beri (Eyyubi ve Memluk dönemlerinde) vergilerin bazılarından muaf tutulduklarını belirterek aynı durumun devamını talep etmiş ve bu talep kabul edilmiştir. 17 Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü, Kuyud-ı Kadime Arşivi, 142 Numaralı Malatya Mufassal Tahrir Defteri (1560 tarihli), varak:. 61-b-62-a 18 Köy 19 Mezra 20 ‘Cem yapan lakaplı’ 21 1530 Tarihli Malatya, Behisni, Gerger, Kahta, Hısn-ı Mansur, Divriği ve Darende Kazaları Vakıf ve Mülk Defteri, s.53, transkripsiyon: Ersin Gülsoy-Mehmet Taştemir 22 Adı geçen köyde 23 142 numaralı Malatya Mufassal Tahrir Defteri, s.61 8 bu Arıziyi Ekber’e mensup olduğu içindir. Arıziyi Ekber, Seyyid Zeyd oğludur. Seyyid Zeyd, Seyyid Ali oğludur ki, Zeynel Abidin demekle meşhurdur. Hazreti İmam Zeynel Abidin, Hazreti İmam Hüseyin oğludur. Hazreti İmam Hüseyin, Hazreti İmam-el Muttakin Esedullahi’l Galib Ali bin Ebu Talib oğludur.”24 Alevi ocaklarının en çok talibe sahip olanlarından Avuçan Ocağının kurucusu Seyyid Mençek de Ebu’l Vefa soyundandır. Bu durum, gerek Ebu’l Vefa menakıbnamesinde, gerekse ocağın elindeki şecerelerde açıkça belirtilmiştir.25 Talipleri Kurmanç lehçesiyle konuşan Avuçan, “Ser-çağlan” ve “Ocakların Başı” olarak nitelenmektedir. Aslını inkar eden haramzadedir! Seydi Bali oğlu Teslim Şeyh Hasan oğlu Pir Hasan Halife oğlu Şeyh Hüseyin Habib oğlu Seydi Ali26 Şeyh Ahmed Tavil’i Hoca Ahmed Yesevi’ye çevirme çabaları Buraya kadar sunduğumuz bilgilerden ve belgelerden açıkça anlaşıldığı gibi, Şeyhhasan Aşiret Federasyonunun ocağına ad veren kişi Şeyh Ahmed Tavil’dir. Durum bu kadar açıkken, yirminci yüzyılda Şeyh Ahmed Ta- Görüldüğü gibi, resmi tezlerin etkisiyle salt Ahmed adının ortaklığından hareketle bir Alevi ocak kurucusu olan Şeyh Ahmed Tavil, Alevi olmayan Hoca Ahmed Yesevi’ye dönüştürülmüştür. Bu duruma, Alevi soyundan olan yazarların da katkı sunmuş olması başlı başına incelenmesi gereken bir konudur. Örneğin, İsmail Onarlı, Arapkir’in Onar köyündeki Şeyh Hasan adlı kişi ile Baskil’in Şeyhhasan köyündeki aşiret federasyonunu aynı şeylermiş gibi ele alarak, Şeyh Hasan’ın 1224 yılında Orta Asya’dan Anadolu’ya gönderildiğini iddia edip Hoca Ahmed Yesevi tezine destek vermektedir.28 Oysa, Onar köyündeki Şeyh Hasan yalnızca bir kişi adı olup ocak kurucusu da değildir, üstelik Onar köyü Şeyh Ahmed Ocağının değil, Avuçan Ocağının talibidir. Şeyhhasanlu ise kişi değil, bir topluluk adıdır ve bu topluluğun ocağının kurucusu Şeyh Hasan değil, Şeyh Ahmed Tavil’dir. Yine belirtelim ki, 1224 yılı şöyle dursun, Arapkir’in Onar köyü 16. yüzyılda (15001600) tutulan tahrir defterlerinde dahi yer almamaktadır. Yani, Onar köyü on altıncı yüzyıldan sonra kurulmuştur.29 Şeyhhasanlu köyündeki kişi adları, Alevi ad vurma geleneğine uyumlu olduğu gibi Şeyh Ahmed ve Ebu’l Vefa ad vurma geleneğine de uygundur Malatya’nın Muşar nahiyesinde kayıtlı olan Şeyhhasanlu köyündeki neferan (vergi veren kişiler) adları, köy halkının Alevi olduğunu açıkça göstermektedir. Bundan daha önemlisi, köy halkının Ebu’l Vefa, Şeyh Ahmed ve Şeyh Hasan gibi ocak ve aşiret geleneğine uygun adlar taşımasıdır. Bir örnek olarak 1560 yılında kayıtlı kişilerden bazılarının adlarını verelim: Şeyh Hasan oğlu Şeyh Ahmed Mehmed oğlu Şeyh Ahmed Şeyh Ahmed oğlu Hacı Mehmed Şeyh Ahmed oğlu Mahmud Şeyh Hasan oğlu Müsafir Şeyh Hasan oğlu İbrahim Ali oğlu Vefa Gürek oğlu Vefa Şeyh Yusuf oğlu Vefa Popüler Alevi adlarına örnekler verecek olursak: Ali Dost oğlu Hıdır Ali Dost oğlu Pir Hüseyin Hüseyin oğlu Bölük Abdal Hüseyin Kulu oğlu Musa Hüseyin Kulu oğlu Şah Hüseyin Bahri oğlu Haydar Mehmed oğlu Şeyho Kalender oğlu Hüseyin 24 Seyyid Vilayet, Ebu’l Vefa Menakıbnamesi, s.34, latinize eden: Dursun Gümüşoğlu, 25 Bu konuda bkz. Ebu’l Vefa Menakıbnamesi, s.53-54 mış ve köyün adı Tabanbükü’ne çevrilmiştir. Bu süreçte Şeyh Ahmed Tavil’in mezar taşına Latin alfabesiyle “Hz. Ali oğlu Celal Abbas neslinden Horasanlı Hoca Ahmed Yesevi D.1103, Ö. 1166” yazılmıştır. Şeyh Ahmed Tavil’in oğlu olan Emir-el Mümin’in mezar taşına hicri 817 (miladi 1414), karısı olan Gevher Ana’nın mezar taşına hicri 740 (miladi 1340) ibareleri yazılmıştır. Verilen tarihleri kabul etmek mümkün değildir. Örneğin, oğlu, babasından üç yüz yıl sonra yaşamış; karısı, kocasından iki yüz yıl sonra yaşamıştır.27 vil’i Hoca Ahmed Yesevi olarak tanıtma ve sunma yönünde yoğun çabalar görülmüştür. Bu çabanın yarattığı söylemler günümüzde de devam etmektedir. İşin daha vahimi, ocak seyyidlerinden ve taliplerinden bazılarının da bu çabadan çok etkilenmiş olması ve Şeyh Ahmed Tavil’in türbesine Hoca Ahmed Yesevi yazdıracak kadar bilinç kaybına uğramış olmasıdır. Şeyhhasan köyü, Fırat ırmağı üzerindeki Karakaya baraj gölünün suları altına kaldığından köy ve köydeki türbeler yukarıya taşın26 142 Numaralı Malatya Mufassal Tahrir Defteri, varak: 60-b, 61-a Özet olarak; farklı kaynaklardan ve kollardan Şeyh Ahmed Tavil Ocağını Hoca Ahmed Yesevi’nin kurduğuna dair bir tez geliştirilmiştir ve ne yazık ki, Aleviler de bu kimlik bozma çabasına destek vermiştir. Aleviliğin en temel kurumu ve örgütü ocaklardır. Ocağına sahip çıkamayan Alevilerin Aleviliği yaşatma gibi bir iddiası olamaz. Not: Şeyh Ahmed Ocağının tarihi ve yukarıda birer bölümünü sunduğum belgelerin tamamı için “Aleviler: Türkiye-İran-Irak-Suriye-Bulgaristan” adlı kitabımın ilgili bölümüne bakılabilir. Belgeler çok uzun olduğu için tamamını bu yazıya almam mümkün olmadı. 27 Muhammed Beşir Aşan, Fırat Kenarında Bir Horasan Ereni: Şeyh Ahmed Dede, in, 1. Uluslararası Türk Dünyası Eren ve Evliyaları Kongresi Bildirisi; Hüseyin Şahin, Şeyhhasanlı Köyü ve Şeyh Ahmet Dede 28 Bu konuda bkz. İsmail Onarlı, Şeyh Hasan Aşireti:Anayurttan Anadolu’ya 29 16. yüzyılda Arapkir’e bağlı yerleşimlerin listesi için bkz. Hamza Aksüt, Malatya Alevileri Tarihi, s.211-212 9 zülfikar Direnişçi Aleviler 1. Bölüm Tanrı insandadır ENEL HAK! Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi Başlangıçta Tanrı vardır ve evrendeki tüm varlıkları Tanrı kendi gövdesinden yaratmıştır. Evrende görünen-görünmeyen her bir varlık/ canlı, Tanrı’dan bir parçadır. Tüm oluşumların toplamı olan insan ise Tanrı’nın tüm özellik, nitelik ve yeteneklerini bünyesinde taşır. A levilik, devletçi-iktidarcı uygarlık karşısında direnen toplum gerçeğidir. Dolayısıyla devletçi-iktidarcı sistemle bütünleşmeyen, uzağında kalan, sürekli çelişki ve çatışma halinde olan bir toplumsal gerçekliktir. Bu olguyla bağlantılı olarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: İslamiyet’in ortaya çıkışı ve iktidarlaşmasıyla birlikte direnen toplum yapısı Alevilik ismini alsa da öncesinde de bu direniş geleneği daha güçlü bir biçimde mevcuttur. Çeşitli inanç-kültür biçimlerinde bunu görmek mümkündür. Özellikle insanlık tarihinde ilk çıkışları itibariyle büyük bir ahlak devrimi anlamına gelen inanç biçimlerinde direniş geleneği çok güçlüdür. Tarihte tüm inanç biçimleri birbirinden çok büyük oranda etkilenmişlerdir. Toplum yeni yaratımlarla ve mevcut birikimin senteze uğratılmasıyla sürekli yol aldığı için zamanın her diliminde sayısız birikimi yaşadığı ana aktarıp oradan da aldıklarıyla yoluna devam etmeyi sürdürmüştür. Ne arar isen kendinde ara Alevi toplumu, henüz Alevilik ismini almadan önce de tarihin başlangıcından bugüne dek tarihi besleyerek ve kendisi de değişik kültür ve inançlardan beslenerek zamanımıza kadar gelmiştir. Alevilerin inanç ve kültürlerine baktığımızda toplumsallaşmadan bugüne yaşanan her tarihsel gelişmeden bir kalıntı, iz görmek mümkündür. Aleviliğe bu konuda en büyük etkiyi belki de Zerdüşt inancı ve felsefesi yapmıştır. Derinlikli bakıldığında Alevilik’le Zerdüştlük arasında birçok ortak noktaya rastlanır. Zerdüştlükte devletçi-iktidarcı uygarlığın insan iradesini eriterek köleleştirdiği toplum gerçeğine karşı büyük bir öfke vardır. Bu açıdan Zerdüşt, iradeli-özgür insan gerçeğini çok fazla önemsiyor. Zerdüşt iradeli insan ile toplumsal özgürleşmeyi ve kurtuluşu amaçlıyor. Zerdüşt’ün felsefesi, tanrı-kralların zulmü altında iradesizleştirilerek kullaştırılan, değersizleştirilen ve hayvanlık sınırlarında seyreden insana, insan onurunun düşüşüne bir başkaldırı ve müdahaledir. Bu anlamda Zerdüşt inancında insana değer, insan iradesine saygı çok temel bir yaşam anlayışıdır. Benzer bir insan yaklaşımı Alevilik’te de vardır. “Benim Kâbe’m insandır”, “Her ne arar isen kendinde ara”, “Tanrı insanda tecelli eder”, “Kendi özünü bilmek Tanrı’yı bilmektir”, “Yetmiş iki milleti bir gör” sözleriyle somutlaşan bu yaklaşım, insanı, tüm varoluşlar içindeki en değerli varlık olarak görür. “İbadet ederken yüzünü başka bir insanın yüzüne çevir, onda Tanrı’yı, Tanrı’da kendini göreceksin” denilir. Tanrı’nın insanda varlık bulması anlamına da gelen bu yaklaşım kaynağını, Tanrıça inanç kültünden aldığı kadar bu inancın yoğun etkisinde olan ancak dönemi itibariyle özgünleşen Zerdüştlük’teki Tanrı inancından da alır. Alevilik’te de hâkim olan bu inanca göre hiçbir şey yoktan var edilmemiştir. Başlangıçta Tanrı vardır ve evrendeki tüm varlıkları Tanrı kendi gövdesinden yaratmıştır. Evrende görünen-görünmeyen her bir varlık/canlı, Tanrı’dan bir parçadır. Tanrı önce güneşi, havayı, suyu ve toprağı kendinden bir parça olarak yaratmıştır. Sonra bütün hepsinin toplamı olarak da insanı yaratmıştır. İnsan yaratılan her şeyin bir toplamı olarak Tanrı’nın en değerli parçasıdır. Her varlık Tanrı’dan bir parça olmasından kaynaklı Tanrı’nın tüm özellik ve niteliklerini içinde taşır. İnsanda temsilini bulan Tanrı olduğu gibi Tanrı’da ifadesini bulan da insandır. Bu açıdan Tanrı, insanın dışında bir olgu değildir. Tanrı insanın içindedir; hatta insanın kendisidir. ‘Tanrı insandadır’ Aleviliğin yoğun etkisinde kaldığı Zerdüşt’ün Mazda inancında Tanrı, her şeyi kendisinden yaratandır. “Mazda” sözcüğünün etimolojik anlamı da bu gerçeğe daha iyi açıklık getiriyor. Kürtçe’nin Zazaca lehçesinde “Maz” ya da “Ma”, “biz”; da ise, “verdi” anlamına geliyor. Yani “Tanrı”, “bizi veren” anlamında- dır. Kürtçe’nin Kurmancî lehçesinde ise Mazda anlamında kullanılan Ezda’daki “ez” ben, “da” ise “verdi” anlamına gelmektedir. “Xada” kavramlaşmasında da aynı anlam kendisini tekrar etmektedir. “Xa” kendi, “da” ise “verdi”dir. Burada da yine Tanrı, “bizi veren” anlamına gelmektedir. Bu örneklerden anlaşılması gereken Tanrı’nın insanı başka bir şeyden yaratmayıp kendisinden bir parça olarak yarattığı inancıdır. Bu bakış açısına göre Tanrı, hiçbir şeyi yoktan var etmiyor; kendisi vardır ve her şeyi kendisinden bir parça olarak ve kendisinden vererek yaratıyor. Bu durumda parça, bütünün tüm niteliklerini içinde taşımış oluyor. İnsanda ise bu durum en üst düzeyde anlam buluyor. Çünkü insan, oluşumlar içinde en son oluşum olduğu için tüm oluşumların toplamı ve en gelişmiş/yetkin hali gibi bir durum ortaya çıkıyor. Doğadan çıkan ve doğanın en gelişmiş, üst hali de diyebileceğimiz bu insan, evrenin tüm oluşum potansiyelini içinde taşır haldedir. Evren bir makro-kozmos ise insan da evrenin tüm oluşum halini bünyesinde barındıran bir mikro-kozmostur. Yani evrenin bütün oluşum enerjilerini içinde barındıran cisimleşmiş bir Tanrı’dır. Bu noktada Alevi inancındaki “Tanrı insandadır” felsefesi, bu biçimde açıklık kazanmış oluyor. Doğanın en yüce hali: İnsan “Tanrı’dan geldin, Tanrı’ya döneceksin ve Tanrı’yla yeniden var olacaksın” anlamına da gelen bu yaklaşım, insan ile iyi tanrısı Ahura Mazda’nın birbirini var ediş hikayesini özetler niteliktedir. İnsan Tanrı’yla ve Tanrı da insanla kendisini var ettiği için insan en değerli varlık olup sınırsız bir yaratım gücüne sahiptir. İnsan evrendeki oluşum aşamasının son halkası olarak kabul edildiği için bütün yaratımların en yücesi ve en mükemmeli olarak görülmektedir. Doğa insanda en yüce haline ve bilincine varmıştır. İnsan varoluşun sınırsız bilgi ve birikimine sahiptir. İnsan adeta evrenin yoğunlaşmış bilinci gibidir. İnsan kendisindeki 10 bu gücün farkına vardığı an, içindeki Tanrı’ya da ulaşmış oluyor. Tüm oluşum evrelerinin bilgi ve tecrübelerine sahip olan insan, içindeki sınırsız enerji potansiyelini yani içindeki evreni keşfettiği an ‘Enel Hak’ yani ‘Ben Tanrı’yım’ demektedir. Tıpkı Hallac-ı Mansur’un, Nesimi’nin “Tanrı benim” dedikleri gibi. Zerdüşt inancında dile gelen ve Alevilerde de sıkça kullanılan “Kendini tanı” deyimi, bu gerçeklikte ifadesini buluyor. Bir nevi, “Her şey var oldu tek bir noktadan/Noktada gizlidir esrarı Yezdan” mısraları bu felsefeyi en iyi anlatan mısralar olmaktadır. Zerdüşt inancındaki Tanrı inancı ve insan yaklaşımı, Alevilik’teki Tanrı-insan inancıyla bire bir örtüşüyor. Zerdüşt inancında iyi Tanrı Ahura Mazda ışıkla, güneşle, ateşle özdeşleştirilmiştir. Kötü Tanrı Ehriman ise karanlık, kötülük ve zulümle bütünleştirilmiştir. Topluma zulmeden, Karanlık Tanrısı Ehriman’dır. Ona karşı savaşan ise Işık Tanrısı Ahura Mazda’dır. Bu inancı o dönemin somut gerçekliğine uyarlarsak Ehriman, topluma zulmeden Tanrı-kral devletidir. Ahura Mazda ise Tanrı-kral devletine başkaldıran toplum gerçeğidir. Zerdüşt bu inançla direnişçi toplum geleneğini yeniden diriltmiş ve toplumu Tanrı-krallar karşısında ayağa kaldırmıştır. Alevi toplumunun devletçi-iktidarcı sistem karşıtlığı ve muhalifliği bu inanç olgusunun sosyal olarak dile gelerek yaşamsal bir form kazanmasıdır. Kadına yaklaşımda da çok ciddi bir benzerlik söz konusudur. Zerdüşt felsefesinde kadın ile erkek arkadaştır. Her ikisi birbirine saygılı ve eşit yaklaşmalıdır. Kadın iradesine saygıyı ifade eden bu felsefe, Alevilerde de etkili bir yaklaşımdır. Alevilerde yaşam içerisinde kadının aktivitesi erkeğe yakın bir noktadadır. Birçok çalışmada ortak yer almaktalar ve ibadetleri de ortaktır. Yaşamı oluşturan kutsal anasırlar Zerdüştlük’te olduğu gibi Alevilerde de güneş, ateş, hava, su, toprak kutsaldır. Yaşamı oluşturan bu temel anasırlar inancın temel yapı taşlarını oluşturur. *Güneş yaşama hayat veren temel güçtür. Alevilerde güneş bir nevi Tanrı veya Tanrı’nın ruhu gibi görülür, kabul edilir. Güneş kendisinden bir parça olan oluşumlara ışınlarıyla etkide bulunur ve içlerine nüfuz ederek her Aslını inkar eden haramzadedir! varlıkta kendisini var eder. Böylelikle her varlık güneşi içinde taşır. Nüfusunun yaklaşık %98’i Kürt Alevilerden oluşan Dersim’de yaşlılar, güneş doğarken ve batarken yüzlerini güneşe dönüp dua ederler. Genellikle sabah duaları güneş ışınlarının dağların doruklarına ve ağaç dallarına vurduğu anlarda yapılır. Batarken de güneş ışıklarının silinmeye yüz tuttuğu zamanda duaya durulur. Benzer bir yaklaşım ateşe karşı da gösterilir. Ateş de kutsaldır. Güneş gibi aydınlığı, sıcaklığı, arınmayı, yüceliği temsil eden ateş, adeta güneşin yeryüzündeki tezahürüdür. Alevilerde ateşe çöp atılmaz, kirletilmez, suyla söndürülmez. Ateşin yakıldığı ocakta ateşin sürekli canlı tutulmasına büyük özen gösterilir. Gün boyu ocaktan ateş eksik olmaz. Yatma anı geldiğinde ise önceden ateşe konularak hazırlanan kalın meşe odunu bol külün içine gömülerek sönmesi engellenir ve sabaha bırakılır. Şafakla birlikte bu ateş parçasından yararlanılarak ateş ocakta gürleştirilir. Gün içi tüm ihtiyaçlar bu ateşle karşılanır. Yatma anı geldiğinde aynı eylem kendisini tekrar eder, durur. Bu ocaklar tıpkı Zerdüşt’ün ateş tapınakları gibidir. *Alevilerde ateş, suçlu ile suçsuzu birbirinden ayırt eden temel bir güç olarak görülür. İnsanlar çıplak ayakla ateşin üzerinden geçerek Tanrı nezdinde suçlu olup olmadıklarını anlamaya çalışırlar. Burada adeta ateş, suçsuzu bulup kutsayan, suçluyu bulup yargılayan bir yargıç durumundadır. Bir kişi suçsuzluğunu ispat etmek istediğinde şu sözü hep kullanır: Ben o kadar günahsızım ki ateşe atsalar yanmam. Alevilerin en ağır bedduaları yine ateşle ilgilidir. Birine çok fazla kızdıklarında ‘ocağın sönsün’derler. Yani ocakta ateşin yanmaması demek, her şeyin bitmesi demektir. Ocak yaşamın varlığına işarettir. Cemlerde veya her hangi bir kutsal yerin ziyaretinde ateşi temsilen mum yakılır. Alevi dedeleri Tanrı’yla bütünleştiklerinin, sırra erdiklerinin kanıtı olarak kendilerini ateşte sınarlar. Çıplak ayakla közün üzerinde yürür, ateşi eline alıp bekletirler. Dillerini ateşe sürerler. Yine güneşten ışığını alarak geceyi aydınlatan ay kutsanmış, Hz. Ali’nin eşi Hz. Fatma ile özdeş kılınmıştır. Tıpkı güneşe karşı olduğu gibi aya karşı da dua edilir. * Aynı biçimde hava da kutsaldır. İnsan evrendeki enerjiyi nefes yolu ile alır. İnsan ve diğer tüm canlılar nefes almadan yaşayamazlar. Nefes temel varoluş koşullarından biridir. Nefes olarak anlam yüklenen havanın temizliğine önem verilir, kirletilmez. Dini ritüellerde söylenen deyişlere nefes adı verilir. *Alevilerde birçok su kaynağı kutsaldır. Her yörenin Alevi insanları, yılın belli günlerinde bu su kaynaklarını ziyaret edip dini ritüeller düzenleyerek küsleri barıştırır, dostlukları pekiştirirler. Adaklar adar, dileklerde bulunurlar. Bu su kaynakları hiçbir biçimde kirletilmez, her zaman temiz tutulur, temiz tutarak kendilerinin de kutsandıklarına inanırlar. Bu açıdan her ziyaret öncesi ve sonrası mistik bir hava içerisinde su kaynaklarının çevresi baştan sona temizlenir. Bu inancın kökenini yazılı tarih öncesine ve mitolojik döneme kadar götürmek yanlış olmaz. Çünkü büyük su kaynakları, yaşam alanlarının açıldığı, toplumsallaşmanın geliştiği ilk yaşam yerleridir. Mezopotamya’da Dicle-Fırat, Mısır’da Nil, Hindistan’da Ganj böyle bir anlama sahiptir. Bu nehirler iklimi ılımanlaştırıp karları, buzları çabuk eritip coğrafyayı barınmaya, korunmaya, bol tahıla ve ürüne açtığı için kutsallaştırılmıştır. Ayrıca bu su kaynakları birçok yerden geçerek geldikleri için içinde taşıdıkları zengin minerallerle hem toprağı oldukça beslemiş ve hem de bazı hastalıklara ilaç gibi gelmişlerdir. Alevilerde de kutsanan su kaynaklarının benzer yararları vardır. * Yaşamın fışkırdığı kaynak olan toprak kutsanan dördüncü anasırdır. Yaşamın sürdürülmesinde toprağın sunduğu ürünlerin büyük bir önemi vardır. Bu anlamda buğday ve çeşitli ağaçlar başta olmak üzere birçok bitki kutsanmıştır. Aynı yaklaşım geyik gibi çeşitli hayvanlara karşı da geliştirilmiştir. Geyik, baykuş, tavşan kutsal/tabu kabul edilerek avlanmaları yasaklanmıştır. Gelecek sayıda: Alevilik ve Dağlar 11 zülfikar Weçînîtîşê Alawîyû DAÎMÎ DOGAN W ayîrê vîjdanû kam rê ke perskerê; “Alawî ke vake, çi yeno sima vîr?” Hen zoneme ke raver(aver) qirrim, dima asîmîlasyon name kenê. Alawîyû, serva îtîqatê xo yahudîyû ra kêm çîye nêonto. Çike tarîx qirrimê yahudîyû hîre rey name kerdo, hama(labele) qirrimê alawîyû hazar serre ra jêde dewam kerdo. Alawîyû verênî de belkîya zaf kîşîye, hama raa xo ra nêqirfîyê. Ewro asîmîlasyonê alawîyû guman çîn o ke talukeyê verênî ra jêdena giran o. Çike verênî de alawî kişîyene, ewro alawîyên kîşîna. Qirrimê Alawîyû Qirrimê alawîyû tarîx de jêde waxtê Selçukî û Osmanî de virajîyo. Waxtê Selçukî de xoverdayişê Baba Îshak(1240) ra dima zaf alawî qirr kerdê. Waxtê Osmanî de alawîyû raver duwele de ca gureto. Hama xoverdayîşê Şix Bedreddîn(1420) ra dima, duwele rê dismen sa bîyê. Waxtê II.Bayezîdî de xoverdayîşê Şah Kulu(1511) de û waxtê Yavuzî de 40 hazar ra jêde alawî qirr bîyê. Waxtê Qanunî de xoverdayîşê Baba Zunnun û xoverdayîşê Kalender Çelebî de, waxtê III.Muratî de, waxtê IV. Muratî de kî kîşîyê û serva meyîtê alawîyû çol kinitê. Na semed ra Serwezîro IV. Muratî, laqama ‘Kuyucu’ ra xo goyno. Waxtê II. Mahmudî de her çîyê alawîyû tomete sa bîyo. Belkîya qirrim ra jêde huskê ke kerdê ênû canê alawîyû jêdena dezno. Çike tayê huskî, hata na dem amê. Vajîme; Şeyhulîslamê Yavuzî, Îbn-î Kemalî jû pers ser na cav(cuwab) do; “…zewejê cênîyû û cuamerdûnê ênû(înan), sa nêbeno. Domanûnê ênû pînc ê. Heywano ke ênû birna, beno mundar…Mislimanû rê mal û milkê ênû, cênîyê ênû û domanûnê ênû helal ê.” Onca Şeyhulîslamê Qanunî Ebussuud, jû pers ser nîya cav do; “Sarêsûrû(qizilbaş) pêro pîya kîştene dînê ma de helal o. No, wertê herbû de zaf makbul ca der o. Na semed ra merdene kî şehîdên de zaf berz ca der a.” Xoverdayîşê Şahkulu(1511) ser, Hoca Sadettîn, kitavê xo Tacu’t-Tevarîh de alawîyû ser ; “…weşîya xo xiravin, gona xo xiravin, …xosas, şîmşêrê xo qefçil” ûêb. qesey vatê. Pêro na huskewû û milqîyû ser, tayîne xo ya eskera nêkerdo ya kî xo eve mislimanên ra name kerdo. Waxtê Komare de Alawîyî Komara Tirkîya ke nayîya ro, tayê alawîyû poşt vejîyê, hama sera jêde nêşîyo ke duwele rîyê xo kerdo eskera. Çike raver 1925îne de mabedê alawîyû qapan kerdê. Dima Dêrsim de deva-deve howtay hazar îson kîştê. Neyra kî(zî) nêmendê Mereş de Çorim de, Sewaz de, Gazî de qirrimî dewam bîyê. Yanê namê duwelû vurîyo, hama barê alawîyû rê her dem qirrim mendo. Tayîne nîyado ke nêbeno xo vurno, weşîya xo binê resmê Atatirk de vênita. Çike tayine îma kerdo ke, xezevtulawû Atatirk ke vênit, qarse keşî nêbenê. Hama oncîya kî hen nêbîyo, hata na dem hona çêverê alawîyû nîşan benê, alawîyû kar ra erzenê, kar ci nêdanê, mabedê alawîyû nasnêkenê, alawîyû rê milqî kenê. Huskewû rê dewam kenê. Ney ra kî nêmanîno, duwele alawîyû terorîst saye kena. Ewro bîla tayê nustoxî, rojnamadar u dêmdar girê alawîyû ser jêde çîye nêvanê. Çike alawî çime jêdine de hona(hîna) jêde maqbul nîyê. Hama her kes kî zaneno kî alawîyî her waxt şîayê(zencî) Tirkî ya bî. No hal ewro kî çimê duwele de dewam keno. Na serreyê peyênî tayê alawîyî haydarê xo û hometa xo yê. Hama hona tayê ters ver, tayê kî eve zerrê weşîye, çê xo de û dukanê xo de fotirafê Atatirk darde kenê. Îta qese ma, îyê ke zerrêweşîya xo ra kar kenê ênû ra wo. Hen zaneme ke çimê nînû bîyê kor, gosê nînû(nînan) bîyê kerr. Nînû ra ke pers kerd vanê; “Atatirk ke mebîyene Tirkîya de şerîat ameybî.” Guman(şik) çîn o ke duwele nînû rê nîya salix do. Çike kêmalîstû neway serre yo ke nîya propaganda viraşta. Her weçînîtîş de vanê; “Nîyade ma sima şerîat ra qorî keme, sima ke reyê xo ma nêda nîyadê şerîat yeno”, deyin alawîyû cênê binê hukmê xo. Tayê waxt nîyado ke tayê alawî jêde gos nêdanê, na geyîm kî raver qirrkerdê dima; “Nîyade ma sima xelesneme, ma ke nêbîme sima roze wes nêverdanê”, deyin vejîyê werte. Verên ra hata nika tayê alawiyû kî hetê çepgîr û kurdû de ca guretîbî, hona kî poşt danê. Leyê kurdû de ca guretena alawîyû jêde 1990îne ra dima wo. Duwele na geyîm kî alawîyû rê vato; “ Raştîye de tirk û misliman sima yê. Cayê sima leyê ênû de nîyo.” Tayîne na propaganda werde, hama jêde alawîyû no kay peyser çarnit. Jêde alawî onca hetê çepgîr û kurdû de yanê; hetê heqanîye de mendî. Hama tayîne kî hetê kêmalîstû de cayê xo kerd qayîm. Nînû cemxaneyû de bîla fotirafê Atatirk darde kerd. Yanê; nê qirrimê Qoçgîrî nê kî qirrimê Dêrsim xo vîr nêanê. Hama îbadetxane de kare Atatirk çik o, besenêkenê cav bidê. Nînû de ke qesey kerd vanê; “Tirkîya de laîkên wazeme”, ma o waxt no çik o? Fotirafê Atatirk cemxane de ma rê ça huyîno? Kamjî waxt de cemxane de feynd virajîyo ke sima nika nîya kenê? Derbeya 12 Êlule ra Hata Na Dem Sîyaset û Alawîyî Tirkîya de pêro weçînîtîşî derbeya 12(des û di) êlule ra hata na wext zaf muhîm bîyê. Çike o waxt ra hata na rozê, Tirkîya de her kes têduştîye, haştîye, heqanîye û xoserîye rê mo- tac mendo. Key ke weçînîtîşî virajîyê, tayîne îma kerdo ke weçînîtîşû ra dima(badê) tayê çîyî vurînê. No omid(hêvi) hata na roze kî amo. Qomê ke cavurnîye, qome ke serva îtîqatê xo û kamîya xo jênosîd rê maruz mendê, qomê ke destê azperestû ra kîşîyê, qomê ke xinc bîyê, qomê ke rizkê domanûnê xo ser emegê xo ra gurînê(xebetînê), ewro wazene ke duştê hukmatî de jûbînyayîş bikerê. Nê qomî na jûbînyayîş kerdene ra, na weçînîtîş de wazene ke êndi beso vazê. Çike 2002îne ra hata nika hukmatê AKP, canê xo çike waşto o kerdo. Canê xo waşto kurdû de do pêro, dima nîyado ke nêbeno muzekkere rê mejbur mendo. Rayî viraştê, bendî viraştê, bonî viraştê, hama her dem mordemê xo karin vetê. Qale xoserîye ke kerdo, ‘jû mi rê bo’ vato. Vesayetê leşkerîye do we, hurendî de vesayetê xo no ro. Bekerdoxî bîyê kêm, hama pêro dêmdar û sîyasetkarî bindestxaneyû de kerdê top, nêweşiyû ver kiştê. Wertê de kes serevde mekero deyin, tayê çî ra xezelîyê. Vajîme; heqa alawîyû ser amey pêser, hama waşt ke alawîyûnê xo bivezê. Serva haştîye muzekkere nêro, hama di serre ra jêde waxt vêrdo ra, wertê de jêde çî çîn o. Qale jênosîdê Dêrsimî kerd, dima qe çîyê nêkerd. Xoverdayişê Taqsîmî de heşt xortê delalî da kîştene. Êndî vejîya werte ke no hukmatî kî jê hukmatê verênû di game ver erzeno, jû game peyser erzeno. Çike nê demoqrasi serva îdeolojîyê xo vesayît vênenê. Ma heqa her kesî qorî keme vatîbî, hama jû heqa mordemûnê xo qorî kerde. 17 gaxan de bîeskera ke çê domanûnê xo û mordemûnê xo de pereyî qutîyê postalû de dardê we. Pereyê qomû rozû ra kirisnê berdê, oncîya kî besenêkerdo ke biqedenê. Dima nîyada ke wertaxê xo tenêna jêde weno, paskule dê piro eşt verê çêverî. Weçînîtîşê hezîrane de gereke(ganî) her kes êndî xo ver erzo, ya(yan) kî destê xo bine kemere kero. Xizir to carê ma de birese vajîme, hama hete ra kî ma destê bere çike yeno, gereke ey kî bivirajîme. Tarixê alawîyû de hata nika alawiyû, namê xo ra xo qe temsîl nêkerdîbî. Na weçînitiş de xeylê temsildarê alawîyu, namê Hdp ra kunê meclîs. Na weçînîtîş de gereke alawîyî kî jê cênîyû, kurdû, karkerû, demoqratû û sosyalîstû cayê xo rind mor kerê. Çike kam ke ‘dersa dîn ya mejburîye wedarîyo’ vano, kam ke ‘Serekerkaniya Dîyanet wedarîyo’ vano, kam ke ‘cemxane îbadetxaneyo alawîyûn o’ vano, kam ke ‘Madimak muza’ bo vano, kam ke verba tarîxi de ma ra ef waşto, gereke cayê ma leyê ênû de, îqrarê ma ênû ra pîya bo. 12 Aslını inkar eden haramzadedir! Avrupa Alevilerine ‘Kültürel Özerklik’ mi? ÇETİN GÜRER 1 3 Kasım 2012 tarihinde Almanya’nın Hamburg eyaleti, Hamburg’da yaşayan Alevilerin toplumsal ve kültürel varlığını anayasal düzeyde tanıyan bir antlaşmaya imza attı. Antlaşma, eyaleti temsilen eyalet başbakanı Olaf Scholz ile Hamburg’da Alevileri temsil ettiği kabul edilen ve tüzel bir kişiliği bulunan “Avrupa Alevi Birlikleri Federasyonu” (AABF) adına Hüseyin Mat tarafından imzalandı. Bu antlaşma adı o şekilde konmamış olsa da literatürde “kültürel özerklik” (non-territorial) olarak tanımlanan uygulamanın çok somut ve en güncel örneklerinden biri olması sebebiyle ele alınmayı hak ediyor. Bu somut örneğe biraz daha yakından bakmak aynı zamanda, Demokratik Özerklik nedeniyle özerklik (autonomy) konusunda kafası bir hayli karışık olan Türkiye için oldukça öğretici olacaktır, zira buradan Demokratik Özerklik talebinin bir “kültürel özerklik” talebi olmadığı (olamayacağı) daha net anlaşılacaktır. Bu somut ve güncel gelişme aynı zamanda, göç hikâyesi çevre ülke konumundaki Türkiye’nin Almanya’ya “yedek iş gücü ordusu” göndermeye başladığı 1960’larla başlayan Alevilerin, yaklaşık yirmibeş yıldır yürüttükleri tanınma mücadelesi ve demokratik örgütlenme mücadelesinin başarılı bir örneği olması bakımından da oldukça önemli. Bu mücadelenin getirdiği “statü”, Hamburglu Alevilere bir taraftan kültürel korunma (asimilasyona karşı) sağlarken diğer taraftan, toplumsal ve kültürel varlıklarının sürdürülmesinde “özerk” olma olanağı vermiş oldu. Kürt siyasal hareketinin, Kürt toplumsal ve siyasal varlığını “Demokratik Özerklik” talebiyle güvence altına almaya çalıştığı Türkiye konjonktüründe, Alevilerin “kültürel özerklik” talebini şimdiye kadar hiç dillendirmemiş olmasının önemli bir eksik olduğunu düşünüyorum. Zira, 1990 sonrası dünyada “siyasal özerklik” (territorial autonomy), etnik ve ulusal grupların istediği bir özyönetim talebiyken, “kültürel özerklik” (non-territorial) farklı dini, inanç ve kültürel grupların sahip çıktığı bir seçenek konumundadır. Ben beni, kendimi... Kültürel Özerklik Etnik, ulusal ve kültürel sorunların demokratik ve hukuki yollarla çözüldüğü, yaşanan çatışmalı sorunların barışçıl sonlandırıldığı ve de egemen toplum karşısında bir “dışsal koruma” olarak görülen özerkliğin, farklı uygulama biçimleri olmakla birlikte günümüzde sıkça üç tür özerklik biçiminden söz etmek mümkündür: “Siyasal özerklik” (territorial autonomy), “İdari özerklik” (administrativ autonomy) ve “Kültürel özerklik” (non-territorial autonomy). Akademik yazında “kültürel özerklik” aynı zamanda “tüzel özerklik” (personal autonomy) olarak da ifade edilmektedir. Kısaca tanımlamak gerekirse, kültürel özerklik, etnik, dilsel ya da dinsel bir grubun üyelerinin, bireysel dâhil olduğu bir dernek veya kurum ya da bu grubu temsil eden bir kişi üzerinden elde etmiş olduğu özerkliktir (1). Tanınan veya elde edilen bu hukuki özerklik statüsü sayesinde, kolektif grup “kendileriyle ilgili” konularla sınırlı kalmak ve anayasaya aykırı olmamak koşullarıyla bağımsız kararlar alabilme, bunları hayata geçirme, bu kararların uygulanmasında desteklenme gibi olanaklara kavuşur. Bugün “kültürel özerklik” talep ve tartışmalarının özellikle “göçmen ülkesi” olarak tanımlanan çok kültürlü toplumlarda artan bir şekilde yeniden tartışılmaya başladığını görmekteyiz. (2) Tarihsel örnekler Kültürel özerklik, azınlıklara ya da yerli halka kendileriyle ilgili işlerin kontrolü ve grubun kendini belirleme hususunda hareket etme olanağı sunan düşünceye dayanmaktadır. Bu modele örnek olarak sık sık Osmanlı döneminde uygulanan ve gayri-Müslimlerin kendi iç işlerinde bağımsız oldukları “Millet Sistemi” verilmektedir. Tarihsel olarak “kültürel özerklik”, 1910 yılında Polonyalılar ve Ukraynalıların batı kolu olarak bilinen Ruthenian’lar arasında Bukovina’da uygulanabilmiş başarılı örneklerden biridir. Yine iki dünya savaşı arası dönemde Litvanya’da yaşayan Yahudiler, 1920 yılında çıkarılan bir yasayla kültürel özerklik elde etmiş ve kendilerini yönetebilmişlerdir. Ayrıca günümüzde Kafkaslarda kültürel özerklik modeline yakın uygulamaların olduğundan söz edilebilmektedir. Gerçekten de ulusal, etnik ve kültürel toplulukların nasıl korunacağı sorusuna liberal demokrasilerin uzunca bir dönem bulmuş olduğu “insan hakları” reçetesinin günümüzde yeniden tartışılmaya başlanan özerklik arayışları nedeniyle yeterli olmadığı görülmektedir. Anadil, kimlik ve inanç gibi öğelerin de bir insan hakkı olup olmadığı sorusu bir yana, bu hakların kullanımın ancak kolektif olarak mümkün olabileceği yaklaşımı, günümüz çokkültürlü ve çokuluslu toplumların bugün içinde bulundukları “azınlık sorunlarına” aradıkları çözümlerin ana eksenini oluşturmaktadır. Antlaşmadaki ortak değerler 13 Kasım 2012’de imzalanan antlaşma, kısa bir girişten ve 15 maddeden oluşuyor. (3) Antlaşma Hamburg eyalet parlamentosunun onaylamasıyla birlikte yürürlüğe girecek ve on yılın sonunda ortaya çıkan sonuçlar değerlendirildikten sonra değişiklik ve eklemeler yapılacaktır. Antlaşmanın sağlayacağı nihai yasal statü ise, Hamburg anayasası ve Weimar anayasasının ilgili maddeleri çerçevesinde Avrupa Alevi Birlikleri Federasyonun (AABF) örgütsel gelişmesine bağlı olarak resmi kurum hakkı (Recht einer Körperschaft des öffentlichen Rechtes) elde edecek olmasıdır. Antlaşmaya imza koyan taraflar, uzun bir göç geçmişine sahip Alevilerin Hamburg toplumun vazgeçilmez parçası olduğu; Alevilerin Hamburg’un dini, kültürel ve toplumsal yaşamına katkı sunduğu; Hamburg Alevilerinin varlığını kabul edip destek vermek ve tarafların dostane ilişkilerini geliştirme amaçlarında uzlaşmışlardır. Ortaklaşa temel değerlerin belirlendiği 2. madde, anayasal düzeni, her tür ayrımcılıkla mücadeleyi, şiddet karşıtlığını, kadın-erkek eşitliğini ve kadınların toplumsal yaşama eşit katılımının desteklenmesi konularını ortak değerler olarak belirlemektedir. Kendine özgü bir inanç İnanç özgürlüğü ve Alevilerin yasal konumunu belirleyen antlaşmanın 1. maddesine baktığımızda Alevilik inancının, yasalar ve anayasa ile garanti altına alındığı ve anayasal ve geçerli yasalarla uyumlu olmak şartıyla Alevilerin kendi meselelerini kendi başına organize ve idare edeceği görülmektedir. Tanınması talep edilen bir inanç ve kimlik olarak Alevilik bu madde sayesinde bir taraftan anayasal ve yasal bir statü kazanmış oluyor ve diğer taraftan ise kendi başına bir inanç olarak İslamiyetin bir inanç grubu olmaktan kurtulmuş oluyor. Antlaşmanın bütününe baktığımızda da yine hiçbir yerinde Alevilik için İslamiyetin bir kolu anlamına gelecek bir cümleye rastlanmıyor. Yine bu madde sayesinde, Hamburg’da yaşayan Alevilere tanınmış olan kendi işlerini organize ve idare etme yetkisi, elde edilen kültürel özerkliğin en önemli ayırt edici unsurlarından bir tanesidir. Aleviliğin kendine özgü bir inanç olarak Hamburg eyalet anayasasına ve yasalarına girmiş olması bizlere aynı zamanda böyle bir uygulamanın laiklik ilkesi ile de çatışma yaratmadığını ifade 13 zülfikar etmektedir. Özel ve resmi günlerin belirlendiği 3. maddeye göre, Hamburg eyaleti Aleviler için özel ve kutsal sayılan günlere saygı göstereceğini ve ek olarak Aşure Günü, Hızır Lokması (15 Şubat) ve Newrozu (Hz. Ali’yi anma günü olarak) resmi gün olarak kabul etmektedir. Bu maddenin Alevilere sağladığı en önemli olanak ise, bugün ve tarihlerde Aleviler, işe gitmeyebilecek, okula gitmeyebilecek ve özel günlerini istedikleri gibi anacak ve kutlayabilecekler. Alevilik inancının gelişmesi ve korunması yönünde işlev görecek antlaşmanın 9. maddesi, cemevlerinin, toplantı salonlarının ve diğer Alevi kurumlarının oluşturulması, işletilmesi ve mülk edinilmesi hakkını tüzel bir kişilik olarak kabul edilen AABF’ye tanımaktadır. Bu madde sayesinde, Alevi derneklerinin büyük paralarla ve hiçbir fon ya da destek olmadan satın aldıkları dernek binaları artık, Hamburg eyaletinin gerekli maddi ve altyapı desteği sayesinde daha kolay hale gelecektir. Özel ve kutsal günlerin tanınması yanı sıra, cenaze ve defin işlemlerinde de Alevi inanç ve geleneklerine uygun düzenlemeleri yapma konusunda Hamburg Alevileri antlaşmanın 10. Maddesi ile özerk kılınmıştır. Seçmeli ders değil, Alevi okulu Antlaşmanın Hamburg Alevilerine sağladığı en önemli olanaklardan biri eğitim ve din alanındadır. Antlaşmanın 4. ve 5. Maddesi bu alanlara ilişkin olup, Alevilere geçerli yasalar çerçevesinde kendi eğitim ve kültür kurumlarını kurma yetkisini tanıyor ve de okullarda okutulan din derslerinden ayrı olarak AABF’ye okullarda Alevilik dersi müfredatını belirleme ve okutma imkanı sunuyor. Bu sayede Alevilerin elde etmiş olduğu hak, bir taraftan isteyen Alevi çocuklarının, sadece Aleviliği öğrenebilme fırsatını sunarken diğer taraftan Alevilik inancının akademik olarak gelişmesinin önünü açıyor. Öyle ki antlaşmanın 6. Maddesi, Alevi öğretisinin Hamburg Üniversitesi’nde devamlı olarak temsil edilmesini belirtiyor. Farklı inanç grubundan kişilerin kendi inançları doğrultusunda ve ayrımcılığa maruz kalmadan kamusal hizmetlerden, faydalanmaları baskı ve asimilasyon tehdidi altında bulunan grupların yaşadığı önemli sorunlardan biridir. Antlaşmanın 7. maddesi bu doğrultuda düzenlenmiş olup, AABF bu madde sayesinde istenirse hastanelerde, yurtlarda, hapishanelerde, polis eğitim merkezi gibi resmi kurumlarda dini hizmet verebilecektir. Bunun için AABF’nin daha önceden tespit ettiği iki temsilci bu görevi yerine getirecektir. Kamusal temsil Antlaşma Aleviliğin yeterli tanıtım desteğinin sağlanması bakımından AABF’ye devlet ve özel radyo ve televizyonlarda program yapımlarının destekleneceğini belirtiyor. Ve çok daha önemlisi, NDR, ZDF ve DLR gibi televizyon kanallarının denetleme kurullarında AABF’nin temsiline destek verileceği belirtiliyor. Bu hak, elbette Türkiye’den göç etmiş bütün insanların Müslüman ve Sünni olduğu önyargısının yaygın olduğu Almanya’da, her şeyden önce Türkiye’de sadece Sünnilerin yaşamadığını anlatma fırsatı sunacak ve diğer taraftan Alman toplumunda Aleviler hakkında oluşmuş bir takım önyargıların da kalkmasında işlevsel olacaktır. (4). Antlaşmanın diğer maddeleri uygulamaya ve kapsama ilişkin hükümler içermekte ve bu antlaşmayla AABF’ye bağlı Hamburg eyaletindeki Hamburg Alevi Kültür Merkezi, HAAK-BIR Alevi Toplumu, Bergedorf Alevi Kültür Merkezi ve Harburg Alevi Kültür Derneği antlaşmanın sağladığı hak ve yetkileri kullanabilecektir. Sonuç yerine Bugün Türkiye’de Aleviliğin İslamiyet’ten ayrı bir inanç olup olmadığı, Cemevlerinin ibadet yeri sayılıp sayılamayacağı gibi sorularla Alevilerin talepleri oyalanırken, bu antlaşma sıradan bir gelişme olarak görülmemeli ve tarihi önemi teslim edilmelidir. Almanya gibi insan hakları karinesi “temiz” olan bir ülkenin, kendi topraklarında yaşayan farklı inanç ve kültürden insanların varlığının korunmasında insan hakları ve demokratik hakların yetersiz olduğunu kabul ederek “kültürel özerklik” yolunu tercih etmesi, insan hakları alanında zaten yetersiz olan Türkiye için de önemli bir ders niteliğindedir. Hak eşitliği anlayışına kurulmuş olan bu antlaşma, özellikle dört temel kriter nedeniyle “kültürel özerklik” olarak tanımlanmayı hak ediyor: İlk olarak antlaşma, gerçek kişilerle ya da dar bir kesimi temsil eden tüzel kişiyle değil, geniş temsil gücüne ve demokratik bir yapıya sahip olduğu kabul edilen tüzel kişiyle yapılmıştır. Bu açıdan söz konusu olan tek tek bireyler değil, AABF çatısı altında yer alan kurumlar ve bu kurumların temsil ettiği geniş toplumsal kesimdir. İkinci olarak bu antlaşma, Hamburglu Alevilere, kendilerinin belirleyeceği kişilerce kimi kamu kurumlarında temsil hakkı tanımaktadır. Üçüncüsü bu antlaşma, Hamburglu Alevileri, kendileriyle ilgili konularda karar alma, bunları idare ve organize etme hakkı tanıyarak kendi hayatlarının öznesi olarak tanımlamış ve Alevilere özyönetim hakkı tanımıştır. Bunun anlamı ise çok açık olarak Aleviler, kendilerini de etkileyen genel karar, politika ve uygulamaya itiraz edip kendilerini bundan muaf tutabileceklerdir. Son olarak, Hamburglu Aleviler kendi adlarına eğitim kurumlarını açabilecek ve bunları idare edecektir. Bu ise çocuklarının Alevilik inanç ve felsefesine uygun yapılandırılmış eğitim sisteminde eğitim almasını isteyenlere olanak sunacaktır. Bu antlaşma ile Alevilerin elde etmiş oldukları özerkliğin sadece Hamburg ile sınırlı olması, Almanya’nın federal idari yapısıyla ilgili bir durumdur. Almanya, üniter bir devlet olsaydı, böyle bir antlaşma merkezi organlarla yapılır ve Almanya’da yaşayan tüm Aleviler için geçerli olurdu. Federal devletlerde, eyaletlerin (federe devletlerin) anayasa ve yasalara aykırı olmamak koşuluyla özerk yetkiler kullandığını belirtmek gerekir. Demokratik kabul edilen bir ülkede Aleviler peki bu antlaşma öncesi demokratik ve insan haklarından doğan haklarını kullanamıyorlar mıydı ki böyle bir düzenlemeye gerek duyuldu? Yani Hamburg’da Alevilerin dernek kurmaları, cem yapmaları, cem evi açmaları, kendileriyle ilgili karar almaları önünde yasal engeller mi vardı? Elbette yoktu ve Aleviler bu haklarını rahatlıkla kullanabiliyorlardı. Ancak bu antlaşma sayesinde artık Alevilerin toplumsal varlığı kabul edilmiş oldu ve bu sayede artık Aleviler Sünni olarak değil, Alevi olarak temsiliyet hakkı kazandı. Mevcut demokratik düzeni yıkma endişesini bırakalım bir yana, bu antlaşma Hamburg’daki demokratik düzeni ve birlikte yaşamı güçlendirecek ve Alevilerin Hamburg toplumuna katılımını daha da artıracak tarihi öneme sahip bir adımdır. SBF, Doktora 1- Thomas Benedikter, Moderne Autonomiesysteme. Eine Einführung in die Territorialautonomien der Welt, Bozen, 2012. 2- Buna, önemli iki kurumun düzenlediği konferanslar örnek verilebilir. ECMI’nın (European Centre for Minority Issues) bu yıl Kasım ayında Belfast’ta düzenlediği konferansın ana başlığını “non-territorial autonomy” belirledi. Diğeri ECPR de (European Concortium for political research) önümüzdeki yıl Mart ayında Almanyaínın Mainz kentinde düzenleyeceği konferansın konusunu aynı biçimde “non-territorial autonomy” olarak belirledi. 3-Antlaşmanın tam metnine şu linkten ulaşılabilir: http://alevi.com/TR/hamburg-eyaleti-fhh-ve-almanya-alevi-birlikleri-federasyonu-aabf-arasinda-anlasma/ 4- 2007 yılında NDR kanalının “Tatort” polisiye programı için hazırlanan “Namusuma Layık Olmak” adlı kurgu film, Sünnilere ilişkin önyargıyla Alevileri anlattığı ve “namus cinayetini” Alevilerin ahlaki bir değeri olarak sunduğu için Alevi toplumunca yoğun eleştirilmiş ve tepkilere yol açmıştı. Farklı kentlerden Aleviler NDR televizyon binası önünde gösteri yapmıştı. http://www.cnnturk.com/2007/dunya/12/23/alman.kanali.ndrnin.filmi.alevileri. kizdirdi/413875.0/index.html 14 Aslını inkar eden haramzadedir! Koçgiri’den Gazi’ye Yaşanan Alevi Katliamları MUSTAFA KARABUDAK A nadolu’nun, kadim halklarından biri olan Aleviler, kendi yaşam tarzları, doğa ve insan sevgisiyle dolu hümanist bakışları ve kurulu mevcut düzenlerden uzak durmalarıyla kendi dünyalarında yaşayan, bir halktır. Yaşam tarzımızdaki müsaiplik, ikrar, yol arkadaşlığı ve inançları doğrultusunda ki cemlerde, hem kendi inançlarını yayıp, zenginleştirmişler, hem de kurdukları mahkemelerle kendi adaletlerini sağlamışlardır. Bu bağımsız duruşları, Selçuklu’dan günümüze sistemi hep rahatsız etmiştir. Kendilerine benzetemediği Alevileri katletme yoluna gitmişlerdir. Osmanlı’da da, katliamlara, kıyımlara uğrayan Aleviler, Osmanlının çöküşüyle onarılma sürecinden sonra yeni kurulacak devletin cumhuriyet olması ve Anadolu’da yaşayan halkların, kendi inanç, dil ve dinleriyle yaşayacağını vaat edecek bu sisteme destek olmuş, bedel ödemiş, kurulması için çaba göstermişlerdir. Kurtuluş Savaşı öncesi Kürtler ve Alevilerle bağımsızlık sonrası için “siyasal” ve “kültürel” özerklik protokolleri imza altına alınıp güvence verilen halklara sonradan İttihat ve Terakki’nin “tek dil, tek din, tek millet” politikaları gereği verilen sözler tutulmamıştır. Kurtuluş Savaşı sonrasında yerine getirilmeyen vaatler ve yok sayma politikası Koçgiri bölgesinde Ankara’ya karşı bir isyan başlatmıştır. Tüm verilen sözleri, yazışmaları ve protokolleri görmezden gelen hükümet bu isyanı kanla bastırma yoluna gitmiştir. Cumhuriyetin ilk icraatı da Alevi katliamıyla başlamıştır. Koçgiri Bölgesindeki Kürt Alevilerin “bertaraf” edilmesi için, 9 Aralık 1920 de Nurettin Paşa komutasındaki Merkez Ordusuna, Koçgiri’yi, tenkil etme (bastırma, katliam) emri verilerek. 1915 yılında Ermenileri hunharca katlettikten sonra “Zo” diyenleri temizledik. Şimdi “Lo” diyenlerin köklerini de ben temizleyeceğim”. Diyen Nurettin Paşa’ya ve Topal Osman’a görev verilmiştir. Topal Osman’da 1914–1915 yıllarında Karadeniz’de Pontus Rumlarını ve Erzurum Kars yöresinde Ermenileri öldürme, tecavüz etme, yağma yapan, bu başarılarından ötürü ödüllendirilip Muhafız Alayı komutanı yapılan eşkıya katildir. 6 Mart 1921 başlayan isyan, bir devlet katliamına dönüşmüştür yaklaşık olarak 500 Koçgirili öldürülmüş, yüzlerce kişi yaralanmış, taciz, talan, tecavüzün çetelesi ise hiç kayıtlara geçmemiştir ve yaklaşık 2.000 kişi başka şehirlere sürgüne gönderilmiştir. 17 Haziran 1921’de kanla bastırılan Koçgiri isyanı, Devlet içinde Dersim’i kuşatmanın deneyim ve tecrübe kazanmaktı aslında. Asıl hedef Dersimdir ve 16 yıl sonra ön hazırlığını yıllarca kurgulayıp şartlarını olgunlaştıran devlet özenle seçtiği komutanlarını Dersim’de görevlendirmiştir. Mesela “Dersim Katliamında görev alan General Abdullah Alpdoğan- Nurettin Paşa’nın torunudur.” 4 Mayıs 1937’de Bakanlar Kurulunun bir kararı ile Dersim’i bitirmek, geride hiçbir varlık bırakmadan ele geçirmeyi amaçlayarak harekete geçer. Seyit Rıza ve diğer altı kişi Elazığ Buğday Meydanı’nda şafakla birlikte idam edilirler. 1937-1938’te Dersim’e yapılan askeri harekâtın bilânçosu Resmi belgelerde 13 bin civarında insanın öldüğü, 14 bin civarında insanın da iskân kararlarıyla batı illerine sürgüne gönderildiği yazılıdır ama gerçek rakamın ise açıklanan resmi rakamın üç- dört katıdır. 18 Nisan 1978’de Malatya katliamında devlet tarafından organize dilip sokağa salınan faşist güruh ortalığı savaş alanına çevirir, 8 Alevi öldürülmüş, 100’den fazla kişi yaralanmış, 680 işyeri talan edilmiştir. Olaylardan sonra 300 kadar Alevi esnaf ve 40 bin kadar Alevi insanı, Malatya’yı terk ederek metropollere göçerler. 1– 4 Eylül 1978. Sivas katliamında aynı senaryo konur ortaya, devlet eliyle örgütlenen faşist güruh, halkı da galeyana getirip günlerce şehirde korku salıp katliam yapmışlardır. Olayların sonucu 17 kişi öldürülmüştür. Yüzlerce yaralı ve 1000’e yakın işyerinin tahribi, talanı ve çok sayıda evin de yakılıp yıkılmasıyla sonuçlanır. 19–26 Aralık 1978 tarihe ’Maraş Katliamı’ diye geçen korkunç olaylarda ülkücülerin yönlendirdiği kitleler daha önceden tespit edilen evlere saldırıya geçmiş. Saldırganlar, resmi rakamlara göre çoğu Alevi 111, gayri resmi kaynaklara göre 150 kadar kişiyi korkunç şekilde öldürmüş, yüzlerce kişiyi ağır şekilde yaralamış, çok sayıda kadına tecavüz etmiş, yüzlerce ev ve işyerini tahrip etmişlerdir. Maraş’ta da katliam sonrası göç başlamıştır. 27 Mayıs -5 Temmuz 1980 Çorum katliamında ise 57 kişi hayatını kaybetmiş, 200’ün üstünde kişi yaralanmış; 300’e yakın ev ve işyerinin tahrip edilmiştir. 02 Temmuz 1993 Madımak Katliamında Pir Sultan Abdal şenlikleri için Sivas’a giden 33 canımız katledilmiş olup, 51 kişi yaralanmıştır. Bu çağda bir insanlık ayıbı yaşanmıştır. Devlet kendi organize ettiği dinci gerici güruhun şehrin ortasında katliam yapmasına göz yummuştur. 12 Mart 1995 günü, İstanbul’un Gazi Mahallesi’ndeki İsmet Paşa Caddesi üzerinde bulunan, çoğunlukla Alevilerin gittiği Doğu, Dostlar ve Yavuz Kardeşler isimli kahveler ile bir pastane devletin gayrı resmi güçlerince taranmıştır. Doğu Kahvesi’nde bulunan Halil Kaya adlı Alevi dedesi yaylım ateşinde hayatını kaybetmiştir. Bunun üzerine Gazi Mahallesi’nin emekçi halkı sokağa dökülüp, bütün bu olanlara eylemlerle karşılık vermişlerdir. Bir süre sonra, eylemler Ümraniye 1 Mayıs Mahallesi’ne de sıçramasıyla Halkın bu tepkisine polis silahla karşılık vererek doğrudan eylemcilerin üstüne ateş açarak, Gazi’de 17, Ümraniye’de 5 olmak üzere toplamda 22 kişi katlederken, yüzlerce insan yine polis kurşunlarıyla yaralanır. Ayrıca bu katliamın hemen akabinde Hasan Ocak, 21 Mart günü polis tarafından kaçırılıp, işkencede öldürülür. Cenazesi ise ancak yaratılan duyarlılık sonucu aylar sonra bulunabilmiştir. Yaşanan bunca katliamlara rağmen, Ale- zülfikar vi’lerin kafasındaki yüce devlet olgusu hala kırılmamıştır. Hiçbir zaman, devleti sorgulamamış, dönem dönem ya hükümetleri suçlamışlar ya da faşist-dinci gerici grupları hedef almışlardır. Mesela, Koçgiri’de, “Atatürk olmasaydı, Nurettin Paşa ve Topal Osman” kökümüzü getirirdi, düşüncesi katliamın gerçek sorumlularını görmeyip, bu iki askere yüklemişlerdir. Dersim katliamından sonra, kendilerince “başarılı” buldukları, katliam sonrasında, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak 3. Orduya Orgeneral Kazım Orbay aracılığıyla takdirlerini sunmuştur. Ayrıca Orbay, Cumhurbaşkanı Atatürk’e harekâtın başarıyla bittiğini bildiren bir telgraf gönderdikten sonra Mustafa Kemal Atatürk de Genelkurmay Başkanlığı’na takdir yazısı yazmıştır; “Ordumuzun yüksek ve her vakit olduğu gibi milletin emniyetine cidden layık kıymet ve kudretle dolu manevrasının çok istifadeli safhalar göstererek bittiğini bildiren telgraflarınızı aldım. Türk ordusunun yarattığı bu yıl dönümü günlerinde kalbim orduya karşı takdir ve şükran hisleriyle doludur…” Buna rağmen, Dersim katliamının tek suçlusu Celal Bayar’dır. Maraş katliamında, üç gün sonra giden devlet ise, sağ kalanları da göçe zorlamıştır. Günler öncesinden katliam bilgisi olan Ecevit’e bunun hesabı sorulmamıştır. Madımak yanarken herkes duymuş, bir tek Erdal İnönü’nün haberi olmamıştır. Koçgiri’den –Gazi’ye yaşanan katliamın gerçek suçluları sorgulanmamış, hesap sorulmamış, görülen davalar zaman aşımına uğratılmış, tespit edilip mahkeme karşısına çıkartılan katliam sanıkları da çok komik cezalarla adeta onurlandırılmışlardır. Alevi katliamı devlet politikasıdır, önce katledip, sindirmek- yaşadığı topraklarda can güvenliği olmayan Alevileri metropollere göçe zorlamak, burada hem ekonomik yönden zayıflatmak, köklerinden kopartılıp gelen Alevileri de kolayca asimile etmektir. Önce biz Aleviler kendi korkularımızla yüzleşmeli, kendi gerçekliğimizi sorgulamalıyız. Eğer doğruları tam tespit edip dostumuzu, düşmanımızı belirlersek süreci de daha iyi okur, yapılan yanlışları da doğru tespit etmiş oluruz. 15 16 Aslını inkar eden haramzadedir! Ana’sız, Kadınsız Bırakılmış Alevilik; Hakikatsiz Kalmış Aleviliktir ASİL BENLER D oğal toplumun komünal, eşitlikçi özellikleri derinliğine incelendiğinde, bu özellikleri açığa çıkaran, yaratan ve koruyan çok güçlü bir Ana kültü olduğu görülecektir. Toplumsallığın ruhu Ana eksenli bir harç ile örülmüş ve söz konusu ruh eşitlikçi, sömürüsüz, komünal bir toplumsal düzen inşa etmiştir. Bu hakikat; devletçi uygarlığın kalemini yalayan ‘sosyologların’ dışında kalmayı başarmış düşünürlerin hemfikir olduğu bir konudur. Bu çözümlemeleri güçlendiren birçok olgu olmasına rağmen asıl belirleyenleri, gerek arkeolojik araştırmalardan (birçok mekanda Ana Tanrıça heykeli ortaya çıkmıştır) ortaya çıkan gerçeklikler, gerekse de dönemin mitolojik anlatımlarından (Enki-İnanna, Kibele mitosu vb) çıkarılan sonuçlardır denilebilir. Doğal toplum sürecini devamında erkek aklının(analitik) çeşitli kurnazlıkları ve tuzakları ile iç içe gelişen; kadının düşürülmesi, artı-ürün gaspı, erkeğe(rahip-şef-bilge ya da kral uzlaşısı) dayalı hiyerarşinin ortaya çıkışı ve kent-sınıf-devlet üçlüsünün köleci yapısal oluşumları izlemektedir. Bu dönem doğal topluma, yani komünal-ahlaki, politik-eşitlikçi değerleri itibariyle demokratik uygarlığın kök hücresi sürecine karşı bir ur gibi türeyen, devletçi uygarlığın doğuş zamanına denk gelmektedir. Yüzyılları alan bir süreçtir ve dolayısıyla toplumsallıktan kopuş kolay olmamıştır. Eşitlikçi toplum normlarında direten kabilelerin, klanların vb toplumsallıkların, köleleşmeye karşı direnişi amansızca sürmüştür. Ana Tanrıçalar da, iktidarını erk-ini dayatan Tanrı’larla mücadele etmektedir. Dönemin mitolojilerine yansıyan gerçeklik budur.( Enki ve İnanna arasında geçen 104 ME mitosu öğreticidir). Devletçi uygarlık kendi temelini oluşturmak, iktidarını yaratmak ve sürekli kılmak için toplumsallığa darbe vurması gerektiğini kavramıştır. Ortakçı, sömürüsüz, eşitlikçi toplumda iktidarını hakim kılmak imkan dahilinde değildir. Bu nedenle bireyciliği beyinlere nakış etmek (gerek zorla, gerekse de rahiplerin kehanetleri ile) zorundadır. Yoksa toplum bireyciliği, artı-ürün biriktirmeyi, ik- tidarı kabul etmemektedir. Bu nedenle var olan toplumsallığın ruhu olan kadına-Ana’ya ilk elden yönelmiştir. Kadın eksenli toplumsallığı bitirmek için önce kadına saldırıp düşürmektedir. Kapitalist Modernitenin türlü versiyonlarının savaşlar öncesi kullandığı “Önce kadınları vurun” sloganı belki de dönemin erk zihniyetini açıklayabilecek en iyi kelimelerdendir. “Alevililer Demokratik Uygarlık Değerlerini, Tüm Bozulmalara Rağmen Koruyabilen Toplumlardandır “ Bu kadar kısa anlatımlarla açıklanamayacak olsa da, yüzeysel olarak değindiğimiz (konumuz itibariyle) bu dönemden, günümüze kadar devletçi uygarlık kendi zihniyetini gerek zor kullanarak, gerekse de ideolojik olarak dayatsa da, demokratik uygarlık değerleri zayıflamasına ve aşınmasına rağmen bugüne kadar kendini yaşatabilecek alanları bazen yaşamına müdahale sonucu geliştirdiği savunma temelli isyan ve direnişlerle, bazen ise içine kapanarak korumuştur. Esas konumuza giriş yapacak olursak Aleviler de bu korunmayı bir nevi sağlayabilen toplumlardandır. Devletçi uygarlığın iktidarlaşma saldırılarına karşı, kendi toplumsal yaşamında ısrar eden Alevilerin çok sayıda direnişi söz konusudur. Ayrıca yüksek dağ başlarına yerleşerek gerçekleştirilen kültürel, siyasal ve yaşamsal direnme, tarihsel sürecin gerçekliğidir. Dolayısıyla Alevilik devletçi uygarlığa karşı, demokratik uygarlığın (devletsiz, ahlaki-politik yanıyla) tüm zayıflamaların ve erimelerin yanında, yaşayan önemli bir toplumsal değeridir. (Bknz: Mazdekiler, Hürremiler, Karmatiler, Bedrettiniler, Baba İshak direnişi, Alamut-İsmailler ve biraz daha güncel olarak 1937-1938’den önce ki Dersim’in 108 vahşi saldırıya karşı direnen ve özerk kalabilen yapısı vb..) “Ana’sız, kadınsız bırakılmış Alevilik; Hakikatsiz kalmış Aleviliktir.” Başköylü Pir Hasan Efendi “Hakikat Ana yoludur, Yolun sahibi Ana’dır” der ve yolun sahiplerini maddi temele indirgeyip “Güruh-u Naciye yolu ve onun anlam itibariyle reenkarnasyonu (ruh göçü) diyebileceğimiz Ana Fatıma’dır” vurgusunu yapar. Alevilerin felsefesinde güçlü bir Ana kültü olduğunu dile getirir. Öyle ki biz Aleviler ibadetlerimiz olan Cem’lerde “burada kimlik, hiyerarşi, cinsiyet, sınıf ayrımı yoktur” der ve Cem’deki herkesi “Can” biliriz. Bu durumu Hace(Hacı değil) Bektaş Veli “Erkek dişi sorulmaz, muhabbetin dilinde..” diyerek açıklar. Yol önderlerimizin bu vurguları Alevi inancının özündeki doğal toplum değerlerinin yaşatıldığını görebilmek açısından önemlidir. Buna göre Ana’sız, kadınsız bırakılmış Alevilik; Hakikatsiz kalmış Aleviliktir. Tüm bu tarihsel süreç içerisinde Alevilerde kadın vurgusu ve konumunun güçlü olması, bugünde aynı özelliklerin yaşatıldığı anlamına gelmiyor. Bu durumun mağduru olan Alevi kadınları elbette ki tartışmayı ve mücadeleyi sürdürmekte, sorunu tarihsel, sosyal, ekonomik ve siyasi yanlarıyla ele almaktadırlar. Güncel sorunsallığın içerisinde “Alevilerde her şey güllük-gülistanlıktır, kadın-erkek eşittir” diyebilmek bir hayli zorlaşmıştır. Görece farklı toplumlara göre “iyi durumdan” söz edilse de, Aleviliğinde ciddi bir bozulmaya maruz kaldığı açıktır. Bu durumu Ankara’da gerçekleştirilen “Alevi Kadın Konferansı” sonucunda Alevi kadınlarının dile getirdiği “Aleviler de kadın-erkek eşitliği konusunda kendileriyle yüzleşmeli” sözleri açıklamaktadır. Ayrıca belirtilmesi gereken farklı bir noktada, bu bozulmaya dışarından gelen saldırıların ve eklemlenmelerinde büyük bir etken olduğu hususudur. Pir Anadır hak meydanın baş tacı İbrikçi, meydancı, süpürgeci bacı Gözcü, kapıcı, meydan Güruh-u Naci Naciye’den SIR geldim nurdayım erenler. / Pir Nizar Daylemî “Daka Post/Dayîka Post-Post Anası” Alevilikte ki bozulma ve aşınmaya örnek 17 zülfikar teşkil edecek önemli bir konu şudur: Pir Ali Bali yörelerinde(Malatya) yapılan Cem yönetimlerinde Pir, Mürşid ve Rehberin yanında “Daka Post/Dayîka Post-Post Anası”nın da divanda bulunduğunu ve Post Anasından destur alınıp, Cem ibadetine başlanıldığını dile getirir. Dersim ve Koçgiri bölgesinde tanınan-bilinen “Hüsniye Ana” bu Ana’lardan biridir. Yine değerli araştırmacı Haşim Kutlu’nun Pir Mahmut Yıldız’dan aktardığı “Pülümürden Baba Mansur’lu Ana Emiş (Emoş) Seyyide, Kureşan’lı Seyyide Ana İsme, Kureşan’lı Kereze Ana ve Sinemilli ocağından Pulyanlı Elif Ana” gibi bilinen pek çok isim vardır. Bu gerçeklikler ve örnekler, Cem’lerimizde ve Alevi yaşamında kadının önemli konumunu göstermek açısından değerlidir. Bozulma dediğimiz olay tamda bu aktarımlardan sonra başlıyor. Bugün pek görgü şahidini bulamadığımız, adeta kaybolan-unutulmuş ve güzel bir “efsaneymiş” gibi anılan “Post Ana’sı” gerçeği önümüzde durmaktadır. Çünkü artık Ana’lar Post’tan indirilmiş ve artık Cemler divanda “Bilge Ana-lar” olmadan yapılmaktadır. Bu açık ki hakikat olan “Ana yolundan” çıkmaktır. Eğer Alevilik özüyle yaşanmak isteniyorsa, inancımıza eklemlenen asimilasyonik özelliklere karşı ciddi bir temizlenme mücadelesi geliştirilmelidir. Genel olarak toplumsallığa karşı, tarihsel süreç içerisinde (doğal toplumdan insanlığın sapması ve devletçi uygarlığın doğuşundan günümüze-yaklaşık 5000 yıllık sürece tekabül etmekte) gelişen bozulmuşluk; vurgulandığı gibi ilk “kadının düşürülmesiyle” başlamışsa, Aleviliğin yaşadığı tahribatları da bu eksende görüp, inancımızın öz değerlerini yakalamak ve dolayısıyla ilk önce “Ana kültünü” tekrar canlandırmak gerekmektedir. Bu durum sorunlarını kendi toplumsal inanç sistemiyle gideren(ahlaki politik toplum), eşitlikçi, ekolojik (Alevilikte Tanrı-Kainat(Evren)-İnsan cümle varlık Bir’dir ve Hakk’tır) ve kadın özgürlükçü değerler taşıyan Aleviliği, tekrardan temel özellikleri ile buluşturabilir, öze dönüşünü Ana’ya dönüşle başlatabilir. “Amargi - Anaya Dönüş ve Özgürlük” Doğal toplumun komünal yanına vurgu yapmak adına söylenen ve Sümer dilinde “Ana’ya dönüş ve özgürlük” anlamlarını taşıyan “Amargi” sözcüğü bu gerçeği oldukça güzel açıklamaktadır. Biz Aleviler için öze dönüş yani “Aleviliğe” dönüş, Amargi (Anaya dönüş-özgürlük) kelimesinde saklıdır diyesi geliyor insanın. Amargi kelime anlamı itibariyle Pirimiz Başköylü Hasan Efendi’nin ifade ettiği “Hakikat Ana yoludur” cümle anlamına tekabül etmektedir. Bu anlamda Aleviliğe dönüş “Amargi”yle başlamalı ve yönümüzü Hakikat yolu olan Ana yoluna tekrar çevirmeliyiz. Bu eksende bir çaba söz konusudur. İzmir’de Demokratik Alevi Derneği’nin gerçekleştirdiği Xızır Cem’inde Ana’lar divana/posta oturmuştur. Cem yönetimine katılmışlardır. İbadete katılanlar Ana’lara niyaz ederek Cem’e dahil olmuşlardır. Ayrıca Cem’de kadın zakir bulunmuş ve hizmetiyle, deyişleriyle Cem’e aktif katılmıştır. “Ana’ya dönüş, Aleviliğe dönüş” bağlamında oldukça anlamlı bir başlangıçtır. Devamını getirip, yaygınlaştırmak tüm Alevilerin sorumluluğundadır... 18 Aslını inkar eden haramzadedir! Alevi Vicdanının Siyasi Rengi Nedir ? HALIL DALKILIÇ Y aşanan gelişmeler, Haziran ayı başlarında yapılacak genel seçimlerin Türkiye’nin geleceğine önemli etkilerde bulunacağını gösteriyor. 90 yıllık Cumhuriyet, yeni bir sürece evrilmek üzeredir. Ancak yeni rejimin niteliğini, şüphesiz örgütlü toplumsal güçlerin ve siyasi aktörlerin müdahalelerinin etkisi belirleyecektir... Recep Tayyip Erdoğan’ın sultanlık ihtirasları üzerinden yürüyen “ Başkanlık Sistemi ” tartışmaları, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarının, tüm toplumsal renkliliği Sünni-İslamcı ve Türkçü zihniyetle tektipleştirme ve monotonlaştırma gayretleri, her türlü hak talebinin devletin zor aygıtlarıyla bastırılması ve bu yönlü yasasalarla toplumun nefes alamaz hale getirilmesi, gidişatın hiç de iyi yönde olmadığını gösteriyor. AKP, Alevi inanç kimliğini reddeden tutumunu da sürdürmektedir. Alevilerin eşit yurttaşlık talebi reddedilmekte, cemevleri ibadethane olarak kabul edilmemekte ve tekçi zihniyetle sosyal yaşamın her alanı Sünni İslam’ın egemenlikçi eril kodlarına göre şekillendirilerek, Aleviler katmerleştirilmiş asimilasyonist bir siyasal ve sosyal baskıyla yüzyüze bırakılmaktadırlar. Türkiye ve Ortadoğu halklarının, popülist Türkçü-İslamcı zihniyetli AKP iktidarından kurtulması gerektiği açıktır. Bunun için de Türkiye’de inanç anlamında dışlanan Alevi, Hıristiyan ve Êzîdî topluluklar ile etnik olarak Kürtler, Çerkesler, Lazlar ve dışlanan diğer Haziran 2015 seçimi; toplum karşıtı klasik devletçi, iktidarcı, tekçi Türkçü-İslamcı siyasetle, her toplumsal farklılığın kendisini özgürce ifade edebileceği, laik, emekten yana, eşitlikçi, ekolojik toplumcu siyaset tercihleri arasında geçecek bir seçim olacaktır. Otoriter bir sultanlık rejiminin ayak seslerinin yükseldiği bu süreçte her etnik ve inançtan Türkiye halklarının, örgütlü demokrasi güçlerinin demokratik, eşitlikçi, özgürlükçü ve laik bir rejim için dayanışması ve ortak hareket etmesi bir zorunluluk olarak kendisini dayatıyor. Haziran 2015 seçimleri bu açıdan oldukça önemli. Zira AKP, tek başına yeni bir anayasa yapacak çoğunluğu elde edecek olursa, şimdiden taşları döşenen despotik otoriter rejimin şekillenişi kaçınılmaz olacaktır. Bu açıdan seçimler, AKP’nin despotizmi meşrulaştırma saldırılarına karşı bir “dur” demek için önemli bir fırsattır. Kürt, Türk, Çerkes, Ermeni, Alevi, Sünni ve her kimlikten diğer tüm halklar eşit, özgür, adil, laik ve demokratik bir geleceğin kapılarını aralamak amacıyla, Haziran 2015 seçimleri için güçlerini birleştirme göreviyle karşı karşıyadırlar... Tekçi zihniyeti nedeniyle Türkiye’de sosyal yaşamın her alanını iktidarcı Sünni İslam anlayışına göre şekillendiren, farklılıkları yok sayan, hak talebinde bulunanlara ise her türden şiddet ve baskıyı reva gören AKP iktidarı, ayrıca “ Yeni Osmancılık ” fantazisiyle yürüttüğü iktidarcı, tekçi, mezhepçi, eril cinsiyetçi, ırkçı ve totaliter politikalarıyla sadece Türkiye’de değil, bugün Ortadoğu genelinde yaşanan bölgesel boğazlaşmanın da en önde gelen gerici aktörlerinden biridir. rin temsilcisi gibi bir algı üzerinden sunmaya çalışan ancak, son seçimlerdeki aday profilleri, Türkiye’nin acil sorunları karşısındaki aciz tavırsız duruşu ve tamamen milliyetçi sağcı politikaya çakılıp kalmış olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP), artık halklar lehine gereken demokratik çıkışı yapamayacağı ve aşılmış bir siyasetin temsilcisi olduğu da demokrasi güçlerinin farkında olduğu bir durumdur. Bu duruşu ve siyasetiyle CHP artık Aleviler için bir seçenek olmaktan çıkmıştır. Ne siyaset anlayışı, ne de toplumsal bakışı ve duruşu Aleviliğin eşitlikçi ve her toplumsallığa eşit bakan felsefesiyle uyumludur. 90 yıllık pratiğinde Alevilere neler çektirdiği de zaten bilinen bir gerçektir... tüm toplulukların, güçlerini Haziran 2015 seçimleri için bir demokrasi cephesinde buluşturmaları elzemdir. Özellikle inançları yasaklanan, kendi öz toplumsal değerleriyle yaşamaları baskı ve katliamlarla engellenen, yaşadıkları topraklarda göçertilen ve hep asimilasyon politikalarına maruz bırakılan Alevi toplulukların tercihlerini böylesi bir demokrasi cephesinde buluşturması, demokratik laik bir gelecek için önemli bir adım olacaktır. Demokratik bir Türkiye’nin klasik devletçi partilerin siyasetleriyle gerçekleşmeyeceği de artık herkesin farkında olduğu bir gerçekliktir. Zira önemli oranda bir seçmen kitlesinin AKP’ye karşı güçlü bir alternatif göremedikleri için oylarını emaneten AKP’ye verdikleri herkesin fark edebildiği bir durum. Bu güne kadar kendisini sol, demokrat ve laik kesimle- Türkiye’deki genel siyasi tabloya bakıldığında; Halkların Demokrasi Partisi (HDP), çürümüş 90 yıllık tekçi rejime karşı, siyaseti toplumsal alanda, toplumsal iradenin ortaya çıkarılması üzerinden geliştiren ve halkların sahip olduğu her tür renkliliğin, farklılığın tartışmasız özgürlüğünü savunan duruşuyla tek demokratik alternatif seçenek olduğunu ortaya koymaktadır... HDP’yi demokratik tek seçenek haline getiren güç; Kürt Özgürlük Hareketi’nin kadın esaslı olarak yürüttüğü ve tüm Ortadoğu halklarını etkileyen toplumsal eşitlikçi, halkçı ve özgürlükçü pratiği, Kobanê ve Şengal’de IŞİD gibi barbar bir organizasyona karşı tüm insanlığa umut veren Kürt kadınının destansı direnişi, emekçilerin hak gaspına karşı yükselen sesi, Alevilerin asimilasyona karşı duruşu, köylülerin HES’lere karşı doğayı korumaya yönelik direnişleri ve Gezi’de başlayıp Türkiye genelinde yayılan toplumsal direnişin çığlığıdır. Ve bu güç, bugün Aleviler ve demokratik bir Türkiye isteyen herkes için büyük bir umut haline gelmiş durumdadır... 19 zülfikar HDP; Türkiye halklarının demokratik, laik, eşitlikçi ve özgürlükçü birikimidir. HDP’nin seçim ve seçme olayına yaklaşımdaki farklılığı da, onun tek alternatif seçenek olduğunu göstermektedir. Zira HDP programı, kimseyi yönetme üzerine değil, herkesin iradesini bizzat yönetme işine dahil etme üzerine şekillenmiştir. HDP’nin iktidarcılığa ve merkeziciliğe karşıt olan toplumcu mantığı, tüm kimlikleri ve farklılıklarıyla tüm toplulukları bizzat kendi kendisini yönetmeye davet etmektedir. Yani HDP halkı dokunamayacağı sözde bir “temsilci” için değil, bizzat kendisi için oy vermeye çağırmaktadır. HDP, devleti tüm kimliklere eşit mesafede tutarak, gerek inanç gerekse de etnik kimliğinden dolayı kimsenin mağdur edilmeyeceği bir demokratik sistemi hedeflemektedir. Bu açıdan, Alevilerin laik ve demokratik bir yaşam için Haziran 2015 seçimlerinde birlikte olacakları siyaset de demokratik, laik, kadın özgürlükçü, emekten yana ve ekolojist HDP siyaseti olacaktır. Alevilerin güçlerini HDP’de birleştirmelerini hem Türkiye ve Ortadoğu’da yaşanan siyasal süreç hem de kendi inanç felsefelerinin toplumsal eşitlikçi değerleri dayatmaktadır... Alevilik bir doğal toplum inancıdır. Tüm canlılar arasındaki ilişkiyi karşılıklı rızalığa dayandırır. Komünal, dayanışmacı, paylaşımcı, demokratik toplumsal ilişkiyi esas alır. Bu yüzden Aleviler eşitlikçi, adil ve özgürlükçü seçenek olan HDP’yi destekleyeceklerdir. Alevilikte inanç ve etnik fark gözetmeksizin tüm halklar eşit görüldüğünden her etnisiteden Aleviler, Kürtler başta olmak üzere Türkiye’de etnik ve inançsal hakları gaspedilen tüm mazlum halkların hak mücadelelerinin yanında yer almak için HDP’de buluşacaklardır... Aleviler, inançlarının sınıf, cinsiyet ve statüye bakmadan toplumsal kesimleri birbirine karşı sorumlu ve eşit gören anlayışı sebebiyle, kadını yücelten ve kadının toplumsal yaşamın her alanında kendi iradesiyle varolmasını esas alan HDP’yi birlik ve buluşma platformu haline getireceklerdir. HDP’nin ekolojinin korunmasına dayalı programı da, Aleviliğin doğadaki tüm canlıları; insanı, hayvanı, bitkiyi kutsal gören felsefesinin birebir karşılığıdır. Kısacası;Aleviler, Türkiye’nin yeni bir siyasi sürece girdiğinin farkında olarak, Haziran 2015 seçimlerinde bugüne kadar sergiledikleri siyasal tercihlerini yeniden gözden geçireceklerdir. Bunun işaretleri belirgin olarak görülmeye başlamıştır. Aleviler, kendilerini yalnızca katliam, baskı ve asimilasyon politikalarının kurbanı haline getiren klasik düzen partileriyle olan tüm köprüleri yıkıp, eşitlikçi, laik ve demokratik bir rejim için HDP’nin alternatif toplumcu siyasetine güç katacaklardır... Semah Ve Xızır Kültünün Antik Dönemde Ki Kökenleri HÜSEYİN OZAN G ünümüze taşınan, hala yaşamakta olan inanç sistemlerini incelerken; her birinin uzun bir tarihsel sürecin ürünü olduğu, birçok kültürel katmandan oluştuğu, farklı kültürel bölgelerin sürekli etkileşim halinde olduğu, çoğu mitsel ve dinsel motifin ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmeler bağlamında tekrar tekrar içerik değişikliğine uğratıldığı gerçeğini aklımızda tutmamız gerekir. Erken dönemlerde ortaya çıkan çoğu mitsel - dinsel motif artık tanınmaz haldedir. Bu anlamda, çoğu zaman incelemeye konu olan bir motifin izi geriye doğru kesin kanıtlarla sürülememektedir. Yazılı tarih öncesi arkeolojik buluntular mevcut olmakla beraber, (özellikle Paleolitik dönemde mağara duvarlarına işlenen resimler, Paleolitik dönem göç yollarında ki istasyonlar, ölü gömme biçimleri vs. gibi) otoritelerin yorumlarıyla yetinmekten başka yapacak bir şey yoktur. Neolitik kültürle beraber kentlere evrilen bir süreç yaşanmış, bu yeni durum ise bir dizi gelişmeyi tetiklemiş, uygarlığın en önemli yaratılarından yazıya, yazılı kayıtlara yol açmıştır. Neolitik kültürün Aşağı Mezopotamya’ya taşmasıyla ortaya çıkan Sumer kentleri arkeolojinin tesbit ettiği ilk kentler olduğu gibi, bize ilk yazılı kayıtları sunan merkezlerdir. Bu yazıların çözümlenmesiyle çok değerli kaynaklara ulaşılmış, günümüze ulaşan pek çok mitsel – dinsel motifin arkaik kaynağı tesbit edilmiş, tarihsel sürekliliğin bilince çıkarılması mümkün hale gelmiştir. Bu kayıtlar sadece birçok mitsel–dinsel motifi aydınlatmakla kalmamış, bölgede ki siyasal gelişmeleri ve paralelinde mitsel–dinsel akılda ki değişimleri izleyebilmemizi de mümkün kılmıştır. Sumer kentlerine yaptığımız bu vurgu diğer uygarlık merkezlerini, düşünsel ve teknik yaratılara katkılarını yadsımak anlamına gelmemekle beraber; Sumer kentlerinin diğer birçok uygarlığa zemin teşkil ettiğini, düşünsel ve teknik modeller, yaratılar sunduğunu da teslim etmek zorundayız. Unutulmaması, konumuzun sınırlarını zorlama ve tekrara düşme pahasına da olsa her defasında vurgulanması gereken bazı noktalar ise; Bu kentlerin binlerce yılı kapsayan (M.Ö 8000-5500) Neolitik köy birikimi üzerine inşa edildiği, kentlerin erken dönemlerinde yaşamın hala Ana–Kadın etrafında gerçekleşen bir toplumsallık olduğu, içte gelişen sınıflaşma ve erkeğin esas olduğu savaşçı erkek bir tanrı imgesine inanan göçebe/çoban toplulukların istilasıyla siyasal, düşünsel ve toplumsal boyutlarda dişil-komünal toplumsallığın aleyhine radikal değişimler yaşandığı gerçekleridir. Raa Haqi–Alevi toplumsallığı merkezi uygarlık alanları dışında varlığını sürdürebilmiştir. Tarihsel gelişim sürecinde gerek kendi içinde, gerekse etkileşimlerle evrilmiş, günümüzde ki formasyona kavuşmuştur. Var’dan Doğuşa dayanan Kozmogoni anlayışı, Ana’nın (Ana Naciye/Fatıma) Mürşid-i Kâmilullah bilinmesi, Döngüsel Yaşam ve Zaman algısı, Rızaya dayanan toplumsallık gibi olgular erken Neolitik kültür kaynaklı algılardır. Eril/sınıflı düşünsel toplumsal formasyonların hakim kılındığı merkezi uygarlık alanlarında eski mitsel motiflerinde ters yüz edildiği (Enuma Eliş Destanı örneğinde olduğu gibi) unutulmamalıdır. Bu anlamda, Raa Haqi–Alevilik ve benzeri arkaik miraslarla, merkezi uygarlık alanlarında ortaya çıkıp hala yaşamakta olan inançlarda ortak olan motifler değerlendirilirken söz konusu arkaik mirasların algısı esas alınmalıdır düşüncesindeyim. Şöyle bir karşılaştırma yararlı olabilir; bilindiği gibi Şamanizm göçebe, avcı ve çoban toplulukların düşün biçimi olup tarım toplumlarında binlerce yıl önce aşılmasına rağmen, Asya bozkırlarının göçebe halklarında, Eskimolarda hala yaşayan bir kültürdür. 20 Antik kültürlerle etkileşip birçok mitsel–dinsel motif almasına rağmen, söz konusu halkların yaşam biçimine bağlı olarak bu günlere taşınabilmiştir. Mezopotamya’yı söz konusu ettiğimizde ise merkezi uygarlık alanlarında gelişen, eril bir toplumsal formasyonu amaçlayan ortodoks mitoloji karşısında, Ana odaklı aklın kendini bu alanların ancak çevresinde yaşatabildiği sonucuna varabiliriz. Buradan hareketle bu arkaik mirasın Raa Haqi ve yaşam alanları her geçen gün daraltılan diğer arkaik kültürlerce temsil edildiğini yineleyebiliriz. Semahın Antik Dönemlerde ki Kökeni Ya da Zemini Üzerine Ritüeller, arkaik ve geleneksel her topluluğun yaşamında önemli bir yer tutar. Ritüel ve onu gerekçelendiren, açıklayan mitos bütünüklü bir algı olup toplumsal yaşamda belli amaçlara hizmet ederler. Erken dönemlerden beri bilebildiğimiz hemen her arkaik ve geleneksel toplulukta, kaynağını söz konusu topluluğun anlam dünyasından alan ritüel danslar gerçekleştirilmiştir. Konumuz olan Semah ritüelinin kökeni Kırklar Cemi mitosuyla açıklanmıştır. Muhammed meclise dahil olmuş, bir üzüm tanesi kırka bölünmüş ya da şerbet edilerek içilmiş, coşa gelen Kırklar hep beraber Semah yürümüşlerdir. Kökeni böylece açıklanan Semah, bundan sonra temel ritüellerden biri olmuştur şeklinde açıklanır. Bu anlatıda da, Raa Haqi–Alevi açıklamalarının belki de tamamında olduğu gibi Batıni bir içerik gizlidir. Birinci derecede süreklilik arz eden takibat ve tehdit, ikinci derece de ise inanç boyutuyla yaşanılması, öğrenilmesi, bir öğrenim sürecinin zorunlu görülmesi nedeni böyle bir sonuca yol açmış olmalıdır. Semah ritüelinin kaynağını da Raa Haqi– Alevi Kozmogonisinde aramamız gerekir. Söz konusu edilen öğreti, uzun bir tarihsel süreç içerisinde bütünlüklü bir algı ve formülasyona ulaşmıştır. Erken dönem neolitik kültürle başlayan sürece, insanın doğayla üretim temelinde girdiği yeni ilişkilenme biçimine bağlı olarak edindiği deneyim, gözlem ve bağlı olarak bilgi birikimine dikkat çekmiştik. Vurgulamak gerekir ki, Semah bir tarım toplumu ritüeli olarak belirmiştir. Raa Haqi–Alevi kozmogonisi, “döngüsel yaşam ve zaman” algısını içerir. Bu algı, tarım topluluklarının belirdiği alanlarda binlerce yıl mitsel–dinsel sistemlerin temel karakteristiklerinden olmuş, M.Ö. 1200–550 aralığına önerilen Zerdüşti çıkışa kadar tüm uygarlık alanlarında (dolayısıyla etki alanlarında da) kesintisiz biçimde devam etmiştir. Doğrusal Aslını inkar eden haramzadedir! zaman anlayışı Zerdüşti çıkışla beraber ortaya çıkmış, öte yandan İbranilerin, kendi kabile mitosları ve merkezi uygarlık alanlarında ortaya çıkan mitsel birikimi sentezleyip kendi halklarının kurtuluş tarihi biçiminde yorumlamalarıyla mümkün olabilmiştir. Burada özenle vurgulayalım ki; döngüsel yaşam ve zaman anlayışı hala tüm doğu uygarlıklarında (Hint, Çin, Japon) geçerli olan algıdır. Döngüsel yaşam ve zaman anlayışı doğanın/evrenin yapısında görülen sabit ritimlerin; güneşin günlük hareketi, ayın dolunay ve koğuşum halleri, gece ve gündüzün sürekliliği, mevsim ve yılların biri birini takibi, yaşam, ölüm, tekrar yaşam ve ölüm döngüsü, bitkilerin yeşerip tohum vererek ölmesi ve kendini tohumla tekrarı, yine gözle gözlemlenebilen beş göksel cismin/gezegenin güneş ve ayla beraber kendini tekrar eden döngüsü, insan aklına “kutsalın sırrına erilen” hakikatı olarak yansımıştır. Unutmayalım ki, söz konusu edilen tarih aralığında “aşkın kutsallık anlayışı” henüz yoktur. Bu gün hala Raa Haqi – Alevi öğretisinde esas olduğu gibi “kutsallık içkindir”, bu anlamıyla nesnel alemin kendisi kutsalın dışında olmayıp, onda işleyen süreçler kutsalın kendi hakikatı, hikmetidir. Sırrına erilen ve süreklilik arz eden “sabit ritimlere” yüklenen anlam budur. Erken neolitik kaynaklı olduğunu vurguladığımız Raa Haqi–Alevi süreği, bu zemin üzerinden gelişimini sürdürmüş, yani Kemalini geliştirmiştir. Kozmogoni anlayışında bugün ulaşılan algı, kainatın tüm bilgisini ve ona dönüşecek potansiyeli içeren “Var”ın, “Hu” (O, Kendisi, Xu, Xo, Hu, Xwe) olanın Çar Anasır halinde kendisinden doğuşu gerçekleştirip sonsuz bir döngüye girmesi; yani sonsuz “Semah” halinde olması biçimindedir. Varlık, on sekiz bin alem olarak ifade edilen sonsuz alemde bir çark/semah ile sürekli “Doğuş” halindedir. Varlığın her bir formda ki belirişi/ doğuşu bir “Cem” hali, çözülüp farklı alemlerde evrilmesi ise alemler arasında ki Semah halidir. Yani Cem ve Semah bir “Doğuşlar” döngüsüdür diyebiliriz. Bu döngü Hakk’kın kendini bildiği makam olan insan gerçeğine ulaşır. Pirin (Başköylü) dilinden aktarırsak; “Hakk doğuşla ispat olur” O halde Semah; “Var”ın, zahiri ve batınıyla “Hakk” olanın, mikrodan makroya sonsuz döngüsünün, sonsuz alemlerde ki doğuş halinin sırrına erilmesi/bilinmesi ve bu hakikatın Ritüel ifadesidir” sonucuna varabiliriz. Xızır Kültünün Antik Dönemlerde ki Kökeni Üzerine Xızır kültünü tartışırken konuyu iki farklı boyutuyla değerlendirmemiz gerekir. İlki, Xızır kültüyle ilişkili olabileceği düşünülen antik dönem kayıtları ve Tevrat geleneğinde ki yansısıdır. Diğer boyutu ise Xızır’ın inanç gurubumuzun anlam dünyasında ki yeri olmalıdır. Bilindiği gibi Xızır kültü oldukça geniş bir alana yayılmıştır. Özellikle İslami topluluklarda bilinmek, önem atfedilmekle beraber, kült, Alevi duygu ve anlam dünyasında daha güçlü bir karşılık bulmaktadır. Xızır’ın, bilindiği tüm topluluklarda ki ortak özelliği “ölümsüz” olması ve darda kalanların imdadına yetişmesidir. Bundan başka yerellerde yüklenilen daha farklı niteliklerde vardır. Ölümsüzlük motifinden yola çıkarak izlemeye çalışalım... Ölümsüzlük motifine rastlanan en eski kayıt, Sumer Tufan mitosunun işlendiği tabletdir (Hook, 1995). Tanrılar insanlığı yok etmeye karar vermiş fakat tanrılardan Enki insanlığı kurtamak istemiş, Sumer “Sippar” kentinin sofu kralı Ziusudra’ya tufandan kurtulmak için ne yapması gerektiğini anlatmış, Ziusudra bir gemi inşa etmiş, böylece tufan koptuğunda kurtulmuş; “Bitkiler dünyasının ve insanlığın soyunun adını sürdüren” Ziusudra’ya “bir tanrının ki gibi sonsuz soluk” indirilmiş, “karşı tarafta ki ülkede, Dilmun ülkesinde” oturması sağlanmıştır. Ziusudra’ya ölümsüzlük verilip Dilmun ülkesine yerleştirilmesi mitosu, Akadlarda yansısını Gılgamış mitosuyla bulmuştur. Hook, üçte ikisi tanrı, üçte biri insan olan Gılgamış kişiliğinin de Sumerlerden alındığını belirtmektedir. Akadca yazılan metinde Gılgamış, “diriler ülkesi” denen bir ülkeyi aramaya karar verir. Yani ölümsüzlük peşine düşer. Fakat tanrı Enlil, tanrıların insanlara ölümsüzlüğü bahşetmediğini, kendisine bağışlanan ün, zenginlik ve savaşlarda başarılarla yetinmesi gerektiğini belirtir. Akad metninde ki aktarı böylece özetlenebilinir. Ölümsüzlük motifi ve arayışı, Babil–Asur metinlerinde Sümer ve Akad metinlerinin sunduğu malzeme üzerinden tufan mitosuyla birleştirilerek bütünlüklü bir şekilde işlenir. Babil versiyonunda Gılgamış, dostu Enkidu’nun ölümü üzerine acı duyar, ölüm korkusu çeker ve ölümsüzlük arayışına girer. Ölümsüzlük bahşedilen tek ölümlü, Sümerli Ziusudra’nın Babilonyalı karşıtı “Utnapiştim”dir. Gılgamış tehlikeli bir yolculuğa çıkar, büyük tehlikeler atlatır, zorlukları yener ve atası Utnapiştim’i bulur. Fakat Utnapiştim tanrıların ölümsüzlüğü sadece kendileri için ayırdığını söyler. Gılgamış hayal kırıklığı ile ayrılırken Utnapiştim, kendisine yaşlıyı gençleştiren bir bitkiden söz eder. Bu bitkiyi elde etmek için denize dalması gerektiğini söyler. Gılgamış 21 zülfikar bitkiyi bulup çıkarmayı başarır fakat dönüş yolunda bir su birikintisinin yanında dinlenip üstünü değiştirirken, bitkinin kokusunu alan bir yılan bitkiyi kapıp kaçar. Xızır kültü değerlendirilirken erken dönem için bu aktarılara, Tevrat’da İlya ve Elişa peygamberlere, Kuran’da ise Musa peygamberin yardımcısı olduğu belirtilen gence göndermeler yapılmaktadır. Xızır’a dair farklı bölgelerde pek çok menkıbe anlatılmaktadır. Farklı halklarda, farklı inanç kimliklerinde benzer kutsal kişilikler, kültler görülebilmektedir. Xızır’ın Dersim’in Anlam Dünyasında ki Yerine Dair Xızır kültü, vurgulandığı üzere çok geniş bir alana yayılmıştır. Son kısımda ki alan daraltmamız, yerellerde ki olası farklılıkları yeterince ifade edememe kaygısından kaynaklanmaktadır. Dahası, kendi yerelimizde dahi konuyla ilgili hacimli bir çalışmadan bahsetmek mümkün değildir. Bireysel hafızamıza yansıdığı kadarıyla ifade etmeye çalışacağız. Vakıf olabildiğimiz kadarıyla yerelimizde ki Xızır algısı diğer Alevi topluluklarıyla büyük oranda örtüşmektedir. Öncelikle belirtelim ki Xızır bütün Alevi topluluklarda çok güçlü bir inanç ögesidir. Dersim’de, adeta tanrısal niteliklerle donatılmıştır. Genel kabul gördüğü üzere hep hazır ve nazırdır. Darda kalanların yardımcısıdır, dertlere dermandır. Bozatlı Suvaridir. Bir yoksul donunda görünür, insanların cömertliğini sınar. Haneleri dolaşır, bolluk ve bereket getirir. Doğruluk ve cömertliğiyle ziyaretine layık olan çok fazla haneyi onurlandırmış, temiz kalpli pek çok insana görünmüştür. Deryaların, dağların çetin geçitlerin piridir. Sularla çok fazla ilişkilendirilir, adıyla anılan çok sayıda akarsu, göl ve pınar mevcuttur. Çok sık anılır, sevilenler ve evlatlar ona emanet edilir. Yola çıkanlara yoldaş olması dilenir. Baharın gelişi, dünyanın yeşile bürünmesiyle de ilişkilendirilir. Dersim’in pek çok yerinde atının ayak izleri olduğuna inanılır. Adına Cem tutulur, niyaz ve kurbanlar sunulur. Sır olduğuna inanılan ulu kişilerle de özdeşleştirilip “Bir” oldukları belirtilir. Sonuç Yerine Binlerce yıl evel Mezopotamya’da ortaya çıkan Ana–Tanrıça kültü tüm uygarlık alanlarına tarım kültürüyle beraber yayıla- bildiyse; Yunan panteonu binlerce yıl sonra Mezopotamya merkezli uygarlıkların adeta izdüşümü olabildiyse; bu kültün farklı halk ve inanç guruplarında ki varlığını, paralelliklerini şaşırtıcı bulmamak gerekir. “Bitkiler dünyasının ve insanlığın soyunun adını sürdüren” (Hooke, 1995) Ziusudra, ölümsüzlüğe ulaşan ilk ölümlü olmaktan daha fazlasını ifade ediyor olabilir. Bilindiği gibi erken dönemlerde, doğanın çeşitli unsurları doğrudan tanrı kabul edilmektedir. Örneğin toprak, Ana–Tanrıçadır. Su, Hava, Güneş, Ay vb. birer tanrıdırlar. Yaşamın sürebilmesi için gereklidirler. Bu yaşamsal ögelerin bir kaçı Xızır kültünde buluşturulmuş olabilir. Bu kültün geniş bir alanda ki yaygınlığı, Raa Haqi–Alevilik gibi arkaik geleneklerde semavi dinlerin kitaplarında ki göndermeleri aşan önemi, oldukça güçlü ve Mezopotamya merkezli bir külte işaret etmektedir. Kentleşme öncesi Verimli Hilal’de ortaya çıkan daha eski bir yaratı olma olasılığını da göz ardı etmemek gerekir. Kentlerin belirmesi, yazının bulunmasıyla kayda alınan mitosların daha erken biçimleri neolitik köy kültüründe ortaya çıkmış olmalıdır. 22 Aslını inkar eden haramzadedir! Aleviler HDP dedi ŞÜKRÜ YILDIZ A levilerin parlamentoya kendi kimlikleri, temsilcileri ve talepleriyle girme arzusu, HDP şahsında gerçek oluyor. Halkların Demokratik Partisi 7 Haziran seçimlerine güçlü bir aday profiliyle giriyor. Birçok kesim gibi Aleviler de parlamentoda temsil imkanını yakalamış bulunuyor. HDP, Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu başkanı Turgut Öker’i, PSAKD Genel başkanı Müslüm Doğan’ı, Hubyar Sultan Alevi Kültür Derneği Başkanı Ali Kenanoğlu’nu, Maraş Katliamı tanığı, mağduru ve yazarı Aziz Tunç’u ve Gazeteci Cilem Öz’ü, seçilebilir yerlerden aday gösterdi. Yine onlarca Alevi kökenli siyasetçi listelerde yer aldı. Uzun zamandan beridir, Alevilerin talepleri de görünür bir şekilde HDP tarafından kamuoyuna yansıtılıyordu. En son 4-5 Nisan 2015 tarihinde düzenlenen “Alevilik: Tarih, Sorun, Tahayyül” başlıklı konferans; bileşenleri, çalışma atölyeleri ve sonuç bildirgesiyle dönemsel Alevilerin sorunlarını derli toplu ortaya koyduğu gibi çözümler konusunda da şimdiye kadar ortaya konmuş tüm çözüm önerilerinin ötesinde bir çıkışa vesile oldu. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez bir siyasi parti Alevilerin sorunlarını konferans düzeyinde ele aldı. Eşbaşkanlar düzeyinde katılım sağlanan konferansta, Alevilerin yıllardır dile getirdiği taleplerine sahip çıkıldı. Selahattin Demirtaş’ın ağzından bir kez daha Alevilerin beklentileri dile geldi. Geniş bir şekilde medyada bu talepler yer aldı. Bu durum Alevilerin kendilerine olan öz güvenini artırdı. Alevileri varlıklarını hisseder ve hissettirir bir pozisyona getirdi. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden bu yana Alevilerin kendisiyle buluşması sürecine katkı sunan HDP’nin bu dönüştürücü politikası karşısında, Ekmeleddin İhsanoğlu ekseninde pervane olanlar Alevi gerçekliği karşısında geri adım attılar. Yıllardır arkabahçe olarak gördükleri, önemsemedikleri, yer vermedikleri Alevileri hızla aday yaptılar. Bunu da HDP’nin Aleviler lehine bir kazanımı olarak notlamak gerekmektedir. Cumhurbaşkanlığı döneminde Alevi katillerine övgüler yağdıran Ekmeleddin İhsanoğ- lu, bugün MHP’den aday gösterildi. Aleviler başta olmak üzere halkımız cumhurbaşkanlığı döneminde kandırıldı. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu İhsanoğlu’nun dürüstlüğüne kefil olmuştu. Dürüst olduğu görüldü. O zaman söyledik, bugün de tekrarlıyoruz; bu zihniyet samimiyetten uzaktır. Çirkince bir siyasetin örgütlenmesinin resmidir. Alevi katillerine ‘halkımızın kahraman bir evladıdır’ diyerek övgüler dizenlere oy verdirmiştir. Düşkünlük kapısını açmıştır. Düşkünlük kapısından geçen bir CHP ve onun Alevileri hiçleştiren lideri sayın Kılıçtaroğlu, Alevilerin HDP’ye desteğini görmüştür. HDP’nin parti olarak seçime girmesi; 12 Eylül darbesinden beslenen sistemin sonun geldiğinin resmini ortaya koymuştur. Bu durum Kılıçdaroğlu’nu, Erdoğan kadar ürkütmüştür. Kendi adayını çıkarmayarak ilk turda cumhurbaşkanlığı seçimlerini AKP’ye kazandıran CHP olmuştur. İkinci tura şans tanımak istememiştir. Ekmeleddin’leşmiştir. Tercihini sistemin devamından yana koymuştur. Erdoğan’ı besleyen bir siyasete imza atarken, demokrasi güçlerinin tüm hasassiyetlerini yerle bir ederek Alevileri aşağılamıştır. CHP, bugün kendisini besleyen sistemin çatırdadığını iliklerine kadar hissetmektedir. HDP karşısında çıkmazını tekrar Alevi oylarını kendisinde toplayarak aşmayı hedeflemektedir. HDP’ye kayan Alevi oylarını tekrar sistemde toplama görevini AKP işbirliğiyle yürütmektedir. Geçmişin politikasından medet ummaktadır. AKP merkezli Alevilere saldırılardan besleneceğini bilmektedir. AKP’nin saldırılarının CHP’ye yaradığı bilinmektedir. HDP’nin zorlanması ve Alevi oylarının devşirilmesi konusunda CHP-AKP itifakı gözle görülür bir h a l almaktadır. AKP saldırmakta, hakaretler, sanal senaryolar üreterek Alevileri hedef haline getirmek suretiyle yeniden korku salmaya başlamıştır. CHP ise korku sisyaseti etrafında ağlarını örmektedir. Bilinmesi gereken bir durum vardır ki; o da Alevilerin yıllara varan örgütlülüğü, birikimi artık bu oyunlara gelmeyecek kadar sistemin nasıl çalıştığını bilmektedir. Onun için tercihlerini bu seçimlerde her zamankinden daha net dile getirmiş, tercihini de HDP’den yana yapmıştır. Hak ile hakikat meydanına inmiş canların ceminde buluşalım. Erenler, evliyalar, pirler, dervişlerin fikrindekini zikredelim; gerçeğe hü, mümine ya Ali… 23 zülfikar Aysel Doğan’a en yakın kadınlarla O’nu konuştuk... HATİCE ÇEVİK 6 0 yaşındayım, kadınım, Kürdüm, Aleviyim, yetmiyorsa Dêrsim’liyim. Çocukluğum ninemin, annemin yaşadığı, yaşamadığım katliamın acılarıyla, ağıtlarıyla geçti. Ben 7’sinde iken acıyı bedenimde değil ruhumda yaşayarak büyüdüm. Dêrsim katliamının ikinci kuşağıyım. Dahası benden sonraki Kürt, Kürt Alevi, Dêrsimli, Süryani, Êzîdî ve bir cümle ezilen inkar edilen tüm kimliklerin ben yaşındaki çocukları bu acıyı ruhlarında ve bedenlerinde yaşamasınlar diye Kürt halkının demokratik özgürlük mücadelesiyle tanıştım ve 1980’lerde zindanlarda yemin ettim. Dağlara çıktım, moda tanımıyla ovalarda kaldım. '' * 4 kasım 2012 Elbistan E Tipi Cezaevi Aysel Doğan Dersim Alevilik İnanç ve Kültür Akademisi Derneği'ni kurarak ve başkanı olarak kültürüne, ianncına ve anadiline yönelik yürüttüğü çalışmalarla Dersim halkının gönlünü kazanan, Barış mücadelesinden vazgeçmeyen ve devletin ısrarla cezaevinde tuttuğu Aysel Doğan'ın Kanserle mücadele ediyor. Başta ailesi, yoldaşları Doğan için mücadele ediyor. Ameliyat için Diyarbakır'dan Ankara'ya getirilen Aysel Doğan'ın enyakınında ki ablası Menşure Doğan, yanında büyüyen Pınar Mansuroğlu ve O'nun cezaevi sürecini takip eden yoldaşı Havva Özcan ile bazen gülümseyerek bazen hüzünle ve daha çok gözlerdeki hayranlıkla Aysel Doğan'ı, mücadelesini, isteklerini konuştuk.. Neden sadece kadınlar derseniz, O özgürlüğün kadınlarla geleceğine inanan ve her defasında dile getiren biriydi. Alevi Kadın mücadelesinde bir model olan Aysel can'ımız, bacımız, ablamız, yoldaşımızdı. Zülfikar ailesi olarak Aysel can'ın biran önce özgür olmasını ve sağlığına tekrar kavuşmasını diliyoruz, Xızır yardımcısı olsun... Menes Xatun ve Seyid Rıza'nın yeğeni Rayber'in torunları Aysel ve Ablası Menşure Ablası Menşure Aysel'le geçen zamanı sorduğumda ''O kaç cezaevi dolaştı ben de peşinde dolaştım, kardeşim cesur bir kadındır ! '' diyerek anlattı, özlem ve hüzün dolu yıllarını... Ömrü boyunca başkalarını düşündü kendini hiç düşünmedi kardeşim. Çocukluğunda da öyleydi yapı olarak da böyle o kendi arkadaşı çocukluk arkadaşı bile olsa kendine öncelik vermez. Biz bazen aile olarak sağlığını koru dediğimizde O bize bencil davranıyorsunuz diye eleştiriyor.. İlgiye ihtiyacı olan insanlar var diyor.. Hasta halinde de öyle normal zamanda da öyledir. Abla olarak onun çektiği kadar biz de onun peşindeyiz. Hesaplıyorum yattığı cezaevlerini, çocuklarımda öyle.. Kızım öğrenciydi 16 yaşında büyük oğlum yine öyle.. O da Aysel Doğan'ın yiğeniyse mutlaka böyle yapmıştır. Gördün mü ? Yok yapmışsındır çekirdekten yetişmişsindir gibi varsayım üzerine benim çocuklarım gibi çok çocuğu suçladılar.. Aysel bir dönem öğretmenlik yapıyordu. Cezaevine girdi çıktı. Uzun süre işsiz kaldı sonra yine başladı. Milletvekili adaylığı sırasında ben bu halkıma ne kadar kendimi anlatabildim ne kadar kendimi feda etmeye hazırım onları ne kadar sevdiğimi bilsinler hep birlikte yaşayalım isedi. Bu açlık grevlerine girdiğinde bana ''Abla biz ölmek için girmedik yaşamak için giriyoruz. Bu açlık grevi cezaevindeyken yapabileceğimiz tek şey'' derken düşünce olarak yani böyle bir yapı.. O kaç cezaevi dolaştı ben de peşinde dolaştım. özel olarak uğraşmışlar. Kaymakam acıyor annem hala ayakta duruyor, şaşırıyor adam nenem bunlar için yaşamaya değmez mi diyor Nenem kürtçe olarak, bunları yaşatacağım, dilimi yaşatracağım diyor ve onlara kızıyor. Kaymakam torpil yapıyor Çorum Sungurlu'ya gönderiyor. Ulusuylarla tanışıyor orada, soyunu kıranın dilini konuşmayı redediyor ya hiç konuşmayacağım ya da kendi dilimi konuşacağım diyor. Biz nene bu kadar zaman için de taşmıydın hiç mi bir kelime öğrenmedin dediğimiz de: ''niye beni taş olarak görüyorsunuz ben bu kadar duyarlı olayım eziliyim, milletimi seveyim kendi dilime, milletime yazıktır, günahtır size günahtır. Ben bilerek lanet okudum ki kullanmayayım onu'' diyordu. Onun da o dönem bir nevi kendine uyguladığı açlık grevi tarzı bir şeydi. Ömrünün sonuna kadar da başka dil konuşmadı. Hatta bizim önce okula gidişimize de tepki göstermişti. Kimseye yük olmak istemezdi. Son günlerinde Muzur'u çağırırdı, dağları çağırırdı beni yük etme bu yetimlere derdi. Öylede oldu. Kalp krizi geçirdi hakka yürüdü. Bize örnek olan Seyid Rızanın yeğeni nenemizdi... Aysel varolan birşeye nenesi gibi sahip çıkmak istiyor.. Barış gurubuyla geldiğinde 10 yıl yattı çıktı bu süre içerisinde boş kalmak istemedi. Baktı kültürümüzde yozlaşma çok var, halkımız kimi korkudan kimi sürülmüş dağıtılmış.. ister istemez kültürün de dağılıyor. Bu dışarıdan gelenin daha çok gözüne batıyor. 10 yıl boyunca memleketi görmedi ilk gün gördükleri karşısında ''ben ne yapabilirim''dedi kendi anadilinde, duasını yaptı. İnsanlar inancını yerine getiriken bildiği diliyle, kültürüyle, köküyle ilgili olsun istedi.. Aysel' inde genlerinde bu var zaten.. Nenem 120 yaşındaydı. O da seyid rızanın yiğeni nenemin inancından yola çıkarak yaptı herşeyi.. Nenem dua ettiği zaman yüreğimiz içimiz titrerdi. Çağırırdı.. yürekten allahını mı ziyaretini mi xızırı mı çağırır, yürekten ve kendi diliyle ederdi, işte bize örnek olan nenemizdi. 120 lik nenem öyle boş bir nene değil Ana Menes talipleri öyle söyler, köydede Menes Xatun derler.. Nenem kırımda Çorum Sungurlu'ya sürgün ediliyor, kalanlarla birlikte.. biliyorsunuz aile 38'de yok ediliyor. Tüm bir aileyi yokettiler bu aileyle Dersim'e gelince O da inanç, kültür, dilden yola çıkarak tam akademi değil de dernek şeklinde yola çıktı. Onun hayaliydi... Bir akademik çalışma için adım atabilirmiyim, bize yardımcı olacak akademisyenler olabilir mi? dedi.. zaman zaman paneller düzenledi, gerçekten de başarılı geçti uzun zaman unutulan şeyleri Aysel canlandırdı. Ha bunu sıradan insandan da duyabiliyorsun.. Yurtdışında, büyükşehirlerde olan insanlara da danışarak, ne katkı sunabilirsiniz bu kültürü yaşatmak için daha bilimsel bir kolaylık sağlamak halka hem bunu nasıl genişletebiliriz araştırdı.. Çünkü ziyarete gidiyoruz ziyaretler eskisi gibi değil.. adeta çete gibi bir gurup var seni yozlaştırmak istiyor, bunu her yerede söylüyorum.. Gola Çetu bizim için önemli bir inanç yeri, Ayselin yapmak istediği ayrımcılık değil ki.. Farklı göstermek değil ama farklı işte..örneğin doğayla çok bağdaşmış durumdayız, özdeş durumdayız, doğasız dua edemiyoruz. Taşımız, ağacımız, nehrimiz ve dağlarımız.. Yaşlılarımızdan duyduğumuz çağırmalar böyle.. Benim kültürümde bu varsa ben bunu yaşatmak 24 Aslını inkar eden haramzadedir! istiyorum, ben yeni bir şey katmıyorum olanı yaşatmak istiyorum dedi amacı da oydu.. Bunun için çoğu insanın da gönlüne hitab etti, 2 yl gibi bir sürede.. Dersim Aleviliği diye ad koymanın sebebi budur. Doğayla olan özdeşliği diğer inançlara ters geliyor ya da hiç te dikkate almayabilirler, biz onunla ilgilenmiyoruz. Kendi kültürümüzde geçmişte büyüklerimizden gördüğümüz çocukluğumuz da yaşadığımızı gücümüz yettiği kadar bu konuda araştırma yapanlarında desteğiyle yaşatma amacındaydı. Onun için Dersim Aleviliği Derneği ve akademiye doğru palnları vardı. Hatta abla bir yer alsak bu işi akademik düzeyde yapabilirmiyiz acaba diyordu. evleri, kendi Aleviliğiydi. Amaçları buydu onların, halka bunu anlatmak lazımdı çünkü onlar kendi kuralını koyuyorlar. Duaları bile kılıçla ordumuzun kılıcı keskin olsun falan, savaşa mı gidiyoruz? Aleviliğimizi sürdürdüğümüz eski günden günümüze kadar demedik ki: biz sizi kılıçtan geçireceğiz öcümüzü alacağız.. demedik hiç ! Kime kullanıyorlar o kılıcı ? Aysel de hepimiz de itiraz ettik bu duruma ancak biz cesaret edemiyoruz söylemeye.. Ayselin deli cesareti vardı ateşle oynadığını biliyor ama geri durmuyordu. Kesinlikle onun yaşam tarzı odur. İnandığını yaptı. '' 'KCK operasyonları' adı altında sürdürülen Kürt sürek avının kim bilir kaçıncı dalgasıyla birlikte bir yıldır Dêrsim’den beş kadın arkadaşımla birlikte, o bilinen yöntemle alındık, tutuklandık, cezaevine teslim edildik. Hızlandırılan savunmasız sorgulama da bir yıl sonra sonuçlandı. Dêrsim Alevi Akademisi Başkanı olarak bana ve siyasetçi kadın arkadaşlarıma ağır ceza hükmü verildi. Verilen hükmün hukuki, ahlaki ve vicdani bir anlamı yoktur. Karar hükümsüzdür. '' * 4 kasım 2012 Elbistan E Tipi Cezaevi Aysel Doğan Her gittiğim de beni eleştir, biz bir emek koyduk ortaya, sahip çıkmalıydınız! Ben tek başına ne yapabilirim, ablası olarak buyur sen DAKAD dan ençok rahatsız olan vali ve rektör olmuştu. Onların cemevinde kendilerine göre kurdukları bir düzenleri vardı. Birçok arkadaşlarla, yazarlarla, araştırmacılarla panel düzenledi, iyi de geçti. İlgi de vardı. Çevresi de böyle koruyalım, böyle devam etsin diye biraz çaba gösterseydi belki Aysel bu kadar hedef seçilmeyebilirdi.Gerçi ne yapsa da hedefteydi. Bundan ençok rahatsız olan vali ve rektör olmuştu. Onların cemevinde kendilerine göre kurdukları bir düzenleri vardı. Kendi başkanını kendi tayin ediyor, kendi cem ''Beni ne açlık öldürür ne hastalık öldürür beni ilgisizlik öldürür.'' de otur diyecekler yanına.. Ama üye olan arkadaşlar biraz cesaretle destekleselerdi, yerel yönetim biraz koruyabilirdi. Demek ki çok korktular, cesaret edipte hiç kimse ya da çok kavrayamadılar, Edibe hanım belediye başkanıydı o zaman.. Avukatlar dava açtı ama reddedildi. Sonra orası kadın danışma merkezi olmuş.. Oysa kadın da çocukta bunun içinde.. kültürümüz inancımız kadını reddetmiyor.. vicdanım rahatsız olmuştu görünce.. Birçok kişiye devam ettirin diye söyledi benim aracılığımla, mesajını ilettim ancak olmadı... Her ziyaretine gittiğimde ne yapıyorsunuz, yürütün diyordu.. Üyelerin selamını söylüyordum, selamları başımüstüne ama onlara kırgınım diyordu.. Açlık grevleri onları yıprattı, ama O ''Beni ne açlık öldürür ne hastalık öldürür beni ilgisizlik öldürür.'' derdi.. Sakine cansızla inancımız bir yana, komşuluk yaptık, gençlik yıllarından bağlarımız var.Aysel olayı duyunca çok üzüldü bu da onu mahvetti. Tedavi olmayı reddetmedi yapılan uygulamaya ahlaki olarak karşı çıktı.. Tek ben değilim ki böyle birçok var diyor… Bunları dile getirin ben tek değilim bu insanlar ilgisiz kalmasın.. O kendisi söz konusu olduğunda diğer arkadaşlarını vurguluyor.. , "İçeride bunca ağır tutsak varken ben kendimi nasıl gündeme getireyim" diyerek ahlaki olarak tedaviyi kabul etmemişti. Hasta olsa bile hastalığını söylemeyerek, kendisini öne çıkarmak istemiyor. Kardeşim bu kadar ağır hasta tutsağın olduğu bir yerde kendi durumunu gündeme getirmek istemiyordu. Hasta olduğunu söylemedi. Bu düzeyde hasta olduğunu bizde b i l m i y o rduk. Enson görüşe gittiğimde Diyarbakır'da bende böyle böyle bir rahatsızlık var. Bilimsel güvenebileceğim bir tedavi olacaksa kitleyi alsınlar dedi. k a rd e ş i m tedavi için hastaneye götürülürken hem askerlerin hem de doktorların tutumlarından dolayı hasta olduğu halde bir daha hastaneye gitmedi. Kelepçeli götürüyorlar doktora, çektirmemiş neden dedim. Benim kelepçemi söktürmeyen bir doktora güvenemem demiş, rest çekmiş. Jandarma içerde oluyor, kaçma ihtimaline karşı bu yaşlı kadın o halde nereye kaçsın.. Hasta tutsaklara bu şekilde yaklaşım zulümdür, işkencedir. Sonunda tedavi için Sincan cezaevine getirildi. Zulüm burda da devam ediyor. Birkaç hastane dolaştırmışlar onu.. O bunu dile getirdi bunların düzeltilmesi için mücadele ediyor siz de edin dedi. Bu halinde bile mücadeleden vazgeçmiyor. 25 zülfikar Biz bütün hasta tutsaklara sahip çıkmamız gerekiyor. Hasta olmasa bile içerde olanlara sahip çıkmak gerekiyor. Aysel hep gençler var diyor, onlara sahip çıkılsın istiyoruz. Alevi inancımıza göre haksızlık zulündür buna karşı çıkmamız gerekir. Aysel Doğan bireysel olarak kendisi için bir şey istememiştir. Bu insanların bazılarının hiç kimsesi yok. Yerel yönetiminden, partisinden, alevi kurumlarından tut insan hakları kurumlarının herkesin vicdanen bu kişilerle ilgilenmeleri gerek. Onlar özgür olmadıkça biz de özgür değiliz. Aysel onlar kurtulmadıkça ben kurtulamam biz de aynı durumdayız. Onlar özgür olmadıkça biz de özgür değiliz. Herkesi duyarlılığa davet ediyorum. Takdir ettiğimiz birşey de var. Alevi kurumları Kobane, Şengal konusunda üzerine düşeni yaptı biz Xızırı sürekli çağıracağız her zaman yardımcımız olsun. Yiğeni Pınar uzun süre Aysel Doğan'la yaşadı. Gazeteci ve teyzesi gibi hasta tutsakların haberini sıkça yapıyor. Şuan da hastanede de refakatçisi olarak yanında kalıyor. Pınar'a Aysel Doğan'la yaşamak nasıldı diye sordum. Çocukluğuma dair ilk hatıram Aysel teyzeme cezaevinde parmaklıklar ardında lif verdiğimdir. İçerisi karanlık olduğu için çok korktum ona sarılınca tabi korkum geçti.. Bu bilinç altıma yerleşti tabiki.. Aysel teyzemin yanında okula gittim. Sabahlara kadar teyzemin operasyonlar olduğu zaman nöbet tuttuğunu biliyorum. Beden eğitimi öğretmeniydi. Ben ortaokula gidiyordum o zaman onun kendi dilinde dualar ettiğini gördüm. Onu bir siyasi olarak değil gerçekten insani olarak, hümaniter yanının ne kadar kuvvetli olduğunu paylaştığını gördüm onunla yaşarken.. Önce darda olana sonra etrafında olana en son kendine kalırsa bana duamız hep bu oldu.. Hani 90 lı yıllar, benim yaşım küçüktü.. O sürekli izleniyor, gözlem altında.. Biz de Alevilik bir felsefe biz bunu yaşadık onunla.. Alevilik insan olmaktır. Benim teyzemden, ailemden gördüğüm insan olmanın gereği olarak önce darda olana sonra etrafında olana en son kendine kalırsa bana duamız hep bu oldu. Aysel Doğan'ın yeğeni olmak ağır bir durum. Benimde kişilik yapım ona benzer aynı aileden aynı gelenekten geliyorum. Ona göre yetiştirildim. İnsan sürekli layık olmak istiyor eminim ki teyzemin istediği de budur. Kendi benliğini kendi kişiliğini oluşturmalısın. İnsanın örnek alabileceği birinin bu kadar yakınında olmak benim için bir avantaj oldu. Akrabalıktan daha çok büyük ilişkiler vardır ! İnsanların teyzem hakkında ki olumlu duyguları beni de sevindiriyor. Teyzemin hep bahsettiği bir şey vardı bazen akrabalıktan daha çok büyük ilişkiler vardır. Ben ailemden de bunu gördüm. Nenemden bunu gördüm. Nenem anneannemin annesi.. Yiğeni olup olmamak çok önemli değil teyzemde bunu her zaman hissetirdi bize... Ben gözaltına alındım 15 gün gözaltında kaldım birçok işkence gördük. Beni korkutmak benim üzerimden başka gençlere mesaj vermekti. Teyzem yanında olmamdan dolayı karşılaşabileceğim bu duruma beni hazırlamıştı. Senin üzerinden bana ulaşmaya çalışabilerdi diyordu. Dediği şeyleri birebir yaşadım. Çığlıkları duymak hoş değil elbette istemem kimse bunu yaşasın. İlk birkaç dakikadan sonra teyzemin söyledikleri aklıma geldi ve sakinleştim ruhumu korumaya karar verdim. Hatta bir ara göz bandımı kaldırıp teyzemin fotoğrafını gösterdiler tanıyor musun diye.. Tabi bana dünyayı verdiklerinin farkında değiller.. Tekrar onun gülümseyen yüzünü görmek bana müthiş bir enerji verdi. O an oraya sığamadım yani bana moral verdi. Aysel doğan böyle güzel bir insan işte... Karekterimde illaki Aysel Doğan'ın etkisi vardır. Hasta tutsakların haberini yapıyorum onların sesi olmaya haberlerini yapmaya çaılıyorum evet halkta bir kanıksanma var. Onların açlık grevlerinde içerden bir halkı ayağa kaldırmaya güçleri var bizim neden gücümüz yok. Bu insani bir durumdur. Özellikle bütün hasta tutsaklar için.. siyasi tutsak ne demek biz buna karşı çıkmamız lazım.Yeter ki insanlar farkında olsun farkındalık yaratılsın. Teyzem hayatı sevmediği için değil yaşamı ve yaşatmayı seviyorlar. Biz de aynı sahiplenmeyi göstermemiz gerekiyor. Taşı delen suyun kendisi değil sürekliliğidir. Biz de bunu yapmalıyız. Bu kadar fedekarlık yapılıyorsa bunun karşılığını bulmasını istiyorum. Açlık grevlerinde sakine cansızın uykusuz kalarak nasıl mücadele ettiğini gördüm. Onların ellerinden alınan yaşam hakkı için mücadele etmeliyiz. Alevilik üzerine manulatif bir durum var. Benim DAKAD konusunda benimde eleştirim var. Bu bizim kişi olarak Aysel Doğan mücadelesi değil bir halkın sorunu, kültürümüzü sahiplenmemiz gerekir. Aysel Doğan bunun halka maledilmesini sahiplenilmesini istedi. Alevilik üzerine manulatif bir durum var. Biz bunu sahiplenmeliyiz biz bu değrleri farkedip sahiplenilmelidir. Kızılbaş Aleviliğimizden gelen değerler bizim yaşamımızı belirledi. Biz özgürlüğe inandık. Biz o inançla başaracağız dünyaya hayranlık uyandıran bir hareketimiz var. Başaracağız ! Xızır yardımcımız olsun. Bir cezaevinden diğer cezaevine giderek hasta tutsakların sorunlarını dinleyen onlara çare olmaya çalışan Aysel Doğan'la da cezaevi sürecinde tanışan yoldaşı Havva Ablayla Aysel Doğan'ın son durumu hakkında konuştuk. Aysel arkadaş daha önce de Sincan cezae- vinde kalmıştı biz oradan tanışıyoruz. Çıktığında biz almıştık oradan, kendi memeleketine uğurlarken artık özgürsünüz diye espirilerle falan uğurlamıştık. Ardından bu akademiyi açtığını duyduğumuzda bu kız yine rahat durmadı bu yine geri gelecek dedik, derken üzücü haber geldi. Tabiki Aysel arkadaş ilk değil sanırım son da olmayacak.. Aysel arkadaş gibi durumu kötü olan birçok arkadaş var. Cezaevlerinde can çekişen arkadaşlarımız var. Aysel arkadaş bildiği için bunu beni gündeme getirmeyin diyor bize sürekli... Bizim birçok hasta arkadaşımız bunu söylüyor. İstemiyoruz diyorlar ama biz bunu yapmak zorundayız. Bu arkadaşlarımızın bu kadar güçlü olması, bunların kendine olan güveni, kendilerine olan iradeleri, güçlü birliktelikleri, hareketine bağlı olmaları, bu onları daha çok ayakta tutuyor. Bizim bu sistemden acıyarak bizi bırakmalarını istemiyoruz. Aysel arkadaşın talebi de yok aynı şekilde... Bu arkadaşlar hastaneye girdiklerinde kelepçeli gelir. Bazen insan olan askerler kelepçeyi çözmeye çalışırken doktor müdahale eder. Aysel arkadaş için avukatlar devrede ameliyat sonucunu bekleyeceğiz. Raporunu alacağız Aysel arkadaş istemesede biz bunu yapmak zorundayız. İnfazın durdurulması için başvuruyu yapacağız. Dışarıdan haber almak onları çok rahatlatıyor moral veriyor. Biz hasta tutsakla için her cumartesi eylem yapıyoruz. Bizlerin suçu çok seçilmişlerimizin, yöneticilerimizin, halkımızın.. Onlar ölüyorlar ve biz hiç bir şey yapamıyoruz. Bu insanlar genç yaşta ölüyorlar... Bu insanlar neden içeri girdiler? Bu halkın onuru için elbette.. Bu halkın kimliğine sahip çıktıkları için burdalar.. Bunun için bu insanları sahiplenmeleri lazım. En azından bir kart yazabilirsiniz, dört duvar arasında bu çok önemli.. Dışarıdan haber almak onları çok rahatlatıyor moral veriyor. Vartolu bir arkadaş zazaca olarak inancı üzerine bir kitap yazdı içerde biz onu bile satamadık. Aysel çıktı inancı üzerine çalıştı. Bu emeğe neden sahip çıkılmıyor. Bizi rehavet sardı. Bu hasta arkadaşlar için yapılabilecek birçok şey var.. AKP hükümeti hasta tutsakları bırakacağız diyor ama kendisini oyalıyor. Aysel Doğan sürekli üreten ve mücadele etmekten çekinmeyen birisi.. Bu söyleşinin ardından geçen zamanda Aysel Doğan ameliyat oldu ve kanser tedavisi devam ediyor. O'nun özgürlüğü için Dersim başta olmak üzere birçok yerde kitlesel eylemler yapıldı. 17 yıl tutsaklıktan sonra özgür kalan Aysel Doğan’ın tedavisi devam ediyor. Tez zamanda iyileşmesi dileğimizdir. Tüm tutsakların serbest bırakılması dileğimizle Xızır yardımcıları olsun ! 26 Aslını inkar eden haramzadedir! Aleviler HDP’ ye Akarken! ENGIN DOĞRU H DP’nin büyümesine paralel olarak Türkiye’de bugüne kadar dışlanmış etnik ve inançsal kimlikler, emek güçleri, ötekileştirilenler HDP ile siyasette ben de varım diyerek ,“bizler meclise” diyor. Aleviler ile HDP buluşmasını efendilerinin ağzından iftiralarla karalamaya çalıştılar. Aleviler ile Demokratik Kürt Hareketinin, demokrasi güçleri ile buluşmasını ”teröre destek” gibi bir zırvalama ile önlemeye çalışıyorlar. Seçimlerin en önemli partisi olmayı sürdürüyor. Yeni yaşam projesi ile Türkiye’nin temel sorunlarına çözüm gücü olma iddiası giderek güçleniyor. HDP’nin büyümesine paralel olarak Türkiye’de bugüne kadar dışlanmış etnik ve inançsal kimlikler, emek güçleri, ötekileştirilenler HDP ile siyasette ben de varım diyerek ,“bizler meclise” diyor. Kemalist, milliyetçiler, ihbarcı Aydınlıkçılar Alevilerin kendi kimlikleri ile kimseye payanda olmadan, yıllardır sömürülmelerine dur diyerek kendi inançsal kimlikleri ve demokratik özgürlükçü anlayışları ile siyasette aktör olma girişimini sindiremiyorlar. Açıklamalarında dile getirdikleri “terör” kavramının yıllarca gerici faşist güçler tarafından Alevilere dönük bir iftira olarak kullanıldığını unutup, onların ağzı ile kendi canlarına saldırma gibi büyük bir ayıbın sahibi olmuşlardır. HDP’ nin halklarımıza moral veren büyümesi tüm kesimleri kapsadığı gibi; Alevilerin de giderek artan bir teveccühüne mazhar oluyor. Aleviler kendi kimlikleri ile siyaset yapabilecekleri, kendi felsefe ve inançsal kimliğinin gereği olan dayanışmacı, evrensel yönünü HDP’ de buluyor. Alevilerin HDP’ ye giderek artan ilgisi ve katılımı ise bugüne kadar Türkiye demokrasi güçlerini böl-yönet politikası ile yöneten kesimleri ürkütmüş bulunuyor. Aleviler HDP ile özgürleşme sürecine güçlü adımlar attıkça, bugüne kadar Alevileri çantada keklik olarak gören ulusalcılar, Kemalistler hemen karalama propagandalarına başladılar. Kemalist, milliyetçi, Aydınlık’çı kimi Aleviler bir basın açıklaması ile HDP’ye akan ve kendini HDP’ nin özgürlükçü, demokratik kimliği ile ifade eden Alevileri hedef alarak, Yılardır Alevileri sisteme yedekleyen, buradan nemalanarak kendini var eden bu Hızır paşa zihniyeti, ne tarihten ders almış, ne de yolun erdemini taşıma becerisini gösterebilmiştir. Hizmet ettikleri efendilerine sadakatini göstermek için yolun adabını ve edebini çiğnemekten başka bir uğraşıları da olmamıştır. Bu Hızır paşa zihniyetinin devamcılarını ürküten nedir? HDP içerisinde sorumluluk almış canlarımız yola hizmet etmekten mi vazgeçmişler? HDP’ ye destek veren, gönül veren Alevi canlar bu ülkenin geleceğine katkı sunmanın dışında ne yapmışlar ki, bu ağır hakaretlere maruz kalıyorlar? Sorular artırılabiliriz. Gerek de yok. Aslında basın açıklaması yapan bu Kemalistlerin rahatsızlığı ve korkularının nedeni bellidir. Aleviler tarihsel duruşlarına yakışır bir pratik içerisine girerek sistemde ve sisteme uşaklık ile kendini var eden Alevi baronlarına karşı; Pir Sultan, Seyit Rıza bayrağını yeniden dalgalandırmaya başlamışlardır. Karşılarında Alevilerin haklarını gasp eden, Aleviliği bitirmeye çalışan egemen zihniyet dururken, hedeflerine HDP’ ye akan Alevi canları oturtma korkuları bundandır. Tarih boyunca kendi olmaktan korkmuşların, bir yerlere yamanarak Aleviler üzerinden prim yapmalarına izin vermemek gerekir. Aleviliğe düşman bu kesimlere cevap vermenin yegâne yolu, kendi hak ve talepleri için Türkiyeli demokrasi güçleri ile ortak bir cephede örgütlenmek olmalıdır. HDP’ nin başardığı işte bu gerçektir, Alevileri n HDP’ ye akmalarının ve Hızır Paşacıların bu kadar korkmalarının bağırıp çağırmalarının temel nedeni bu birlikteliktir. Aleviler tarihsel özlerine ve felsefelerine bağlılığın gereği olarak ve bugüne kadar demokrasi mücadelesinde ödedikleri bedellerin karşılığına almak için doğru bir örgütleme içerisindedirler. Yol da böyle diyor erkan da. Yola hizmet için var olan, yol hizmetkârlarının çıktıkları bu meşakkatli ve çile dolu yolculukta Xızır yardımcıları olsun… zülfikar HALKLARIN DEMOKRATİK PARTİSİ ALEVİ-BEKTAŞİ SEÇİMBİLDİRGESİ: 27 HALKLARA EŞİTLİK-İNANÇLARA ÖZGÜRLÜK Alevi-Bektaşi inancının toplumsal tarihi, egemen devletler tarafından kendisine uygulanmış asimilasyon, baskı ve sürgün tarihidir. Alevi-Bektaşi toplumu uzun bir tarihsel süreç boyunca katliamlara, asimilasyonlara, sürgünlere, baskılara maruz kalmışlardır. Buna rağmen, öğretilerinden ödün vermemiş, direnişlerle tarihsel duruşlarını bozmamış, toplumsal vicdanın sesi olmuştur. Alevi-Bektaşi toplumu estetik değerlerin, sevginin, eşitliğin, kardeşliğin, adaletin ve barışın taşıyıcısı olmuş, iktidarların baskılarına boyun eğmemiş, toplumsal gelişmenin itici bir gücü olmaya devam etmiştir. İmam Hüseyin’den Baba İlyas’a, Kalender Çelebi’den Seyit Rıza’ya kadar Alevi-Bektaşi belleğinin oluşumunda tayin edici roller üstlenen inanç önderleri de egemenlik ilişkilerini sorgulayan bu adalet ve direnç kimliğiyle belirginleşmişlerdir. Alevi-Bektaşi toplumunun yaşadığı tarihsel ve güncel sorunların bilincinde olan Halkların Demokratik Partisi, ‘Halklara Eşitlik, İnançlara Özgürlük’ ilkesi ışığında sorunlara yaklaşmakta; din, mezhep, felsefi görüş ayrımı yapmaksızın tüm halkların ve inançların kendilerini özgürce ifade etmelerini ve istedikleri gibi yaşama haklarını savunmaktadır: Bu ilkesel yaklaşımın ışığında HDP: • Alevi kimliğini hiçbir koşul ileri sürmeksizin tanıyacak, Alevi kimliğinin devlet dahil, Alevi dışı kurumlarca tanımlanmasına karşı çıkacaktır. • Diyanet İşleri Başkanlığı kaldırılacak, devletin din ve inanç işlerinden elini çekmesi sağlanacak, din ve inanç işleri sivil alana bırakılacaktır. Böylece devletin dinden elini çektiği, dinin devletin içinden çekildiği özgürlükçü laiklik anlayışı hayata geçirilecektir. • Zorunlu din dersleri kaldırılacak, eğitimin dinselleştirilmesi anlayışından vazgeçilecek, herkesin anadilinde eğitim yapması sağlanacaktır. • Cem evlerinin ibadethane statüsü tanınacak, el konulmuş ve kapatılmış dergah ve bütün inanç merkezlerinin inanç sahiplerine iade edilmesinin önü açılacaktır. • Alevi köylerine cami yapılması önlenecek, mevcut camilere din görevlisi atamaları durdurulacak, atanmış olanlar geri çekilecektir. • Kültürel asimilasyonun bir parçası olarak uygulanan yer isimlerinin değiştirilmesine son verilecek, değiştirilen isimler iade edilecektir. • Alevilerin kutsal değerleri ve mekanlarını tehdit eden, kültürel yaşam alanlarını yok eden Hidro-Elektrik Santralleri (HES), nükleer santraller, barajlar ve kalekolların yapımı ile demografik ve kültürel yıkıma neden olan kentsel dönüşüm projelerine son verilecektir. • Kamusal ve özel istihdam alanlarında Alevilere kota tanınacak, istihdamda fırsat eşitliği sağlanacaktır. • Alevilere ve diğer din ve mezhep gruplarına karşı ayrımcı ve dışlayıcı yazılı ve sözlü söylem ve hakaretler nefret suçu olarak kabul edilecek, önleyici tedbirler alınacak ve yasal yaptırım yolu açılacaktır. • Cinsiyetçi uygulamaların yanı sıra, inanç kimlikleri nedeniyle de ezilen, ikili baskıya maruz kalan, sosyal, kültürel, siyasal ve iktisadi alanda da görmezden gelinen Alevi kadınlara gerekli pozitif destek sağlanacak, ayrımcı uygulamalara son verecek önlemler alınacaktır. • Ortadoğu’ya emperyalist müdahaleler, yanı başımızdaki IŞİD, El Kaide, El Nusra, Boko Haram vahşeti dikkate alındığında Ortadoğu ve Türkiye’de de hedef gösterilen Aleviler ile savunmasız bütün halklarla destek ve dayanışma içinde olacak, gerekli önlemleri alacaktır. Hükümetin izlediği mezhepçi, hegemonyacı ve militarist politikalar karşısında, halkların eşitliğine, inançların özgürlüğüne ve ortak çıkarlarına dayalı barışçıl bir dış politikayı ilke edinecektir. • Taraflarca Dolmabahçe’de sağlanan mutabakatla, Kürt sorununun yanı sıra, Alevi sorunu, kadın sorunu, ekolojik ve benzeri demokratik sorunların çözümünü de kapsayan 10 maddeyi müzakere ve çözüm sürecinin temel ilkesel çerçevesi olarak savunacaktır. Türkiye’nin demokratikleşmesi için gerekli barışçıl çabayı gösterecek, demokratik siyaseti savunmaya devam edecektir. Cumhurbaşkanı Erdoğan ile AKP hükümetinin olumsuz yaklaşımlarına rağmen demokratik çözüm ve kalıcı barış çabalarından asla vazgeçmeyecektir. Diğer yandan, demokratik, özgürlükçü ve laik bir ülkenin inşa için, müzakere sürecinin bir öznesi olmak isteyen Alevi toplumunun bu talebinin karşılanması için imkan yaratılacaktır. • Mevcut devleti daha da otoriterleştirecek ve tek kişi diktatörlüğüne dönüştürecek başkanlık sistemine her durumda karşı çıkacaktır. Buna karşın yerel demokrasi ve yerel yönetimleri güçlendirecek, halkların kendi kendini yönetmesinin yolunu açacaktır. Yargının siyasallaşmasına, hükümetin ‘yan örgütü’ gibi çalışmasına son verecek, bağımsız ve tarafsız bir demokratik yargı için gerekli reformları yapacaktır. Adı konmamış sıkıyönetim anlamına gelen ‘polis devleti’ uygulamalarına son verilecek, temel demokratik hak ve özgürlükleri ortadan kaldıran ‘iç güvenlik yasası’nı derhal kaldıracaktır. • Alevi toplumunun yıllardır dile getirdiği Türkiye’nin çok kimlikli, çok kültürlü, çok inançlı, çok dilli yapısını kapsayacak eşitlikçi, özgürlükçü, laik, ekolojik, sosyal ve demokratik bir anayasanın yapılmasına öncelik verecek, anayasanın doğrudan halkların katılımıyla yapılması için gerekli mekanizmaların kurulması doğrultusunda mücadele edecektir. • Sonuç olarak HDP, bütün ezilen, sömürülen, dışlanan sınıfların, cinslerin, halkların, inançların mücadelesini kendi mücadelesi gören Alevi toplumuyla, bütün egemenlik biçimlerine, bütün egemenlik ilişkilerine, baskı ve zulme son vermek, demokratik, laik ve özgürlükçü bir Türkiye’yi inşa etmek için omuz omuza, gönül gönüle olacaktır. 28 Aslını inkar eden haramzadedir! KÜRESEL VE BÖLGESEL GÜÇLERİN KAOS YARATMA HAREKETİ: IŞİD DR. MUSTAFA PEKÖZ Radikal İslami hareketin özellikle İslam coğrafyasında etkili olması, küresel kapitalist dünyanın Afganistan’da başlayarak Irak, Libya ve Suriye’de devam eden işgallerin özellikle Arap halklarında yarattığı sosyolojik ve politik tepkilerin çok önemli bir etkisi bulunuyor. İngiltere’nin ve ABD’nin İslam politikası, bütün tarih boyunca değişmedi. Bugün Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında çok daha geniş bir alanın kontrol altına alma politikası 300 yıllık bir geçmişe dayanıyor. Bu politikayı daha çok İslamcı güçler içerisinde çıkarttığı ve önemli oranda yönlendirdiği örgütlerle yaşama geçiriyor. Mevcut radikal İslamcı örgütlerinin çok önemli bir kısmının, geçmişten beri istihbarat örgütleriyle ve bölgesel İslamcı devletlerle yakın ilişkileri bulunuyor. Örneğin 1713 yılında , İngiliz Sömürgeler Bakanlığından görevli İngiliz istihbaratçısı Hempher, Vahhabiliğin Ortadoğu’da bir güç olması için Muhammed bin Abdülvahhab ve oğlunu yönlendirdi, destek verdi. Küresel işgalci güçler, nasıl ki El Kaide’yi Uzak Doğu’yu kontrol altına almak için Afganistan’a saldırı gerekçesi haline getirilmişse, aynı şekilde IŞİD de, Irak ve Suriye merkezli Ortadoğu’nun yeniden yapılandırılmasının bir aracı olarak işlev görüyor. El Kaide lideri Bin Ladin’in ABD’nin istihbarat ve askeri kurumlarıyla ilişkisi neyse, IŞİD lider El Bağdadi’nin ilişkisi aynıdır. Bu bakımdan Ortadoğu’da radikal İslamcı örgütlerin çok önemli bir kısmı, küresel güçlerin istihbarat örgütleriyle doğrudan ve dolaylı bir ilişki içerisinde olup, onların bölgesel stratejilerine uyumlu bir politika izliyorlar. Bölgenin ekonomik, sosyal, kültürel ve politik gerçeği, bu tür örgütler gelişmesine nesnel bir zemin hazırlıyor. IŞİD, Vehhabi geleneğinin en uçtaki temsilcisi olarak bir rol üstlenmiş durumda. İşgal ettiği her bölgede uygulamaya koyduğu vahşi uygulamalar, esasen Vahhabi akımının belirlediği ‘İslam’ anlayışına bütünüyle uygundur; “Vahhabiliğin en önemli özelliklerinden birisi de bid’adlar karşısındaki tutumudur. Muhammed bin Abdülvahhab’a göre Kur’an Günümüzde El Kaide gibi küresel bir dü- ve Sünnet’te olmayan her şey bidattir. Bir zeyde işlevli kılınan İslamcı örgütün, başından bidat çıkaran melundur ve çıkardığı şey redberi CİA ile yakın ilişkiler içerisinde olduğu, dedilmelidir. Bid’adlarin çoğu insanları şirke Sovyet Birliğine karşı savaştırılmak üzere gö- düşürmektedir. Bunların başında mezarlar, revlendirildiği artık bütün verileriyle ortaya türbeler ve bunların ziyaretleri gelir. Mezarçıkmış durumda. El Bağdadi’nin ABD’li Sena� - larda yapılan ibadetler şirktir. Sevap umarak tör Mc Cain ile aynı karede bulunan fotoğrafla- Peygamberin kabrini ziyaret bile şirke neden rının yayınlanması, IŞİD’in İCA ile olan bağları olabilir. Şirke neden olmamaları için, mezar hakkında önemli kuşkular doğurdu. Bunların ziyaretleri, türbe yapımı kesin olarak yasakhiç biri bir tesadüfü olmayıp, uluslararası güç- lanmalıdır. Ölülere niyaz, tevessül, falcılara, lerin izlediği bölgesel stratejinin bir parçası müneccimlere inanmak, Peygamber’in anısını olarak işlev görüyor. Vahhabi hareketlerinin yüceltmek, hırka-i şerif, sakal-i şerif ziyaretleri tarihsel gelişme eğilimlerine bakıldığında, yapmak, Allah’tan başkasına ibadet etmek, 1700’lı yıllardan bu yana, uluslararası güç- şirk koşmaktır. Mevlit toplantıları düzenlemek, lerle bir bağlantısı olduğu görülür. bu toplantılarda mevlit okumak, sünnet ya da nafile namazlar kılmak yasaklanmalıdır. Göz değmemesi için nazar boncuğu takmak, muska takınmak, ağaç, tas vb. şeyleri kutsal saymak, bir hastalık ya da beladan kurtulmak, güzel görünmek vb. için boncuk, ip gibi şeyler takınmak, sihir, büyü, yıldız falı gibi şeylere inanmaz, iyi kişilere, velilere tazimde bulunmak, onlara dua etmek, onlardan yardım dilemek gibi şeyler de tamamıyla şirke neden olan bid’adlardandır. Riya için namaz kılmak, sofuluk etmek, iyi insan gibi görünerek çıkar sağlamak da şirktir. Cami ve mescitlerin süslenmesi, minare yapılması da terk edilmesi gereken bid’adlardır.”1 IŞİD’in İslam’a yönelik pratik uygulamalarını içeren vahşet ve katliamlar Vahhabiliğin İslam’i yaşam tarzıyla birebir uyuşmaktadır. Bu bakımdan IŞİD tarafından gerçekleştirilen katliamlar, cinnet getiren, sapkın bir grubun yaptığı eylemler olmayıp tersine, Vahhabi anlayışının yaşama geçirilmesidir. IŞİD’in kadınları pazarlarda satması ve hatta İslamcı militanların seks köleleri haline getirmeleri Vahhabiliğin İslami yorumundan kaynaklanıyor. Vahhabi geleneğinin 21.yüzyıldaki temsilcisi IŞİD, Ortadoğu’nun içerisine sürüklendiği sosyal ve politik gelişmelere paralel olarak ortaya çıktı. 2004 yılında, Ebu Musa Zerkavi tarafından “Tevhid ve Cihat” adıyla kurulan örgüt daha sonra El Kaide’ye katıldığını açıklayarak ismini “Mezopotamya’da El Kaide” olarak değiştirdi. “Mücahitler Şurası Konseyi”ni kurduğunu açıklayan Zerkavi, 7 Haziran 2006’da ABD askeri güçlerinin düzenlediği bir operasyonda öldürüldü ve yerine Ebu Hamza el Muhacir geçti. 2010 yılında, ABD’nin yapmış olduğu ikinci bir operasyonla örgütün birinci ve ikinci lideri durumundaki Ebu Hamza el Muhacir Ebu Ömer el Bağdadi öldürüldü. 1 http://tr.wikipedia.org/wiki/Vahhabilik 29 zülfikar Bu operasyondan sonra örgütün liderliğine Irak’ta cezaevinde kaçtığı iddia edilen Ebu Bekir El Bağdadi getirildi. Bağdadi kısa süre sonra “Irak İslam Devleti”ni kurduğunu ilan etti. Suriye iç savaşında aktif rol alan örgüt ismini bu kez ‘Irak ve Şam İslam Devleti(IŞİD)’i kurduğunu açıkladı. Bağdadi talimatıyla gerçekleştirilen eylemler ve uyguladığı yöntemler İslamcılar arasında ciddi tartışmalara yol açtı. Hem Şii Bağdat rejimine karşı gerçekleştirdiği eylemlerle, hem de bölgedeki diğer İslamcı gruplara yönelik başlattığı şiddet ve tasfiye hareketiyle dikkatleri üzerine çekti. El Kaide’ye yakın olan Sünni aşiret gruplarının dahi tepkisini çeken bu saldırılarla, toplumsal tabanı eridi ve ilk yıllarda yarattığı etki gücü hızla dağıldı. IŞİD’in gelişim çizgisi ve pratik yönelimleri dikkate alındığında ideoloji-politik bir hareketten çok, pratik olarak bölgesel ilişkilerin dizayn edilmesinde kaos yaratan bir örgütsel mekanizmaya sahip olduğunu gösteriyor. Vahhabiliğin İslami yorumunu uygulamakta olduğunu iddia eden IŞİD, pratik uygulamalarıyla Ortadoğu’da toplumsal ilişkileri belirleyen bir güç olmaktan çok, bölgenin küresel kapitalist sistemin ihtiyaçlarına göre dizayın edilmesinde önemli bir rol üstlendiği anlaşılıyor. Ebu Bekir El Bağdadi’nin kendisini İslam halifesi olarak ilan etmesi de, özellikle körfez devletlerinin değişimine nesnel bir zemin hazırlamaya yönelik bir taktik planın bir parçasıdır. Uluslararası güçlerin Suriye’de Esad rejimini tasfiye etmek için uygulamaya koyduğu çok yönlü savaş politikalarının bir parçası olarak IŞİD, Şam’a savaş açtığını ilan etti. Özellikle uluslararası İslamcı militanların savaş merkezine dönen Suriye’de IŞİD muhaliflerin önemli bir askeri gücü haline geldi ya da getirildi. Suriye’de Sünni halkının desteğini alamamasına rağmen binlerce İslamcı militanı bünyesinde toplamayı başardı ve diğer İslamcı gruplar üzerinde önemli oranda hakimiyet kurdu. Kendisine karşı olan diğer İslamcı gruplara karşıda saldırılara yöneldi ve tek muhatap güç olmaya çalıştı. Bağdadi’nin kendisini Halife ilan etmesi de, Irak ve Suriye’de savaşan El Kaideye bağlı radikal İslamcı örgütler olmak üzere her akımın kendisine biat etmeye zorlamasıdır. Halifeliğin ilanı, aynı zamanda S. Arabistan merkez olmak üzere körfez devletlerine yönelik savaş stratejisini açıklamış oldu. Bu bakımdan IŞİD savaşı, Türkiye ve Mısır gibi devletleri de içine alacak şekilde genişletmeye çalışacaktır. IŞİD’in saldırı planının bölgede başarılı olma şansı bulunmuyor. Sorun bunun çok ötesinde olup, IŞİD saldırılarını gerekçe göstererek, küresel sistemin bölgesel dönüşümüne zemin hazırlamaktır. IŞİD, Musul’u ele geçirerek bu süreç için çok ciddi bir hamle yaptı. Musul’un çok kolay bir şekilde ele geçirerek Kürdistan coğrafyasına yönelik saldırılara girişmesi, bölgesel ilişkilerin yeniden dizayn edilmesi için hazırlanan çok yönlü planın bir parçasıdır. Nasıl ki, Saddam’ın özel olarak eğitilmiş ve her türlü silaha gücüne sahip olan Cumhuriyet Muhafızları, Bağdat’ı hiçbir direniş sergilemeden ABD askerlerine teslim etmişlerse, aynı şekilde Maliki ordusunun tek bir silah sıkmadan Musul’u IŞİD’e bırakması aynı planın yeni bir versiyonudur. Saddam’ın Cumhuriyet Muhafızları’nın kolayca teslim olması, ABD’nin Irak düzenini oldukça kolaylaştırdı. Aynı şekilde Musul’da Irak Ordusu’nun en seçkin birliklerinin tek bir kurşun sıkmadan çekilmiş olmaları, ABD’nin yeni bir operasyonudur. Bazı Peşmerge komutanlarının Şengal’den ve Musul’a bağlı bazı Kürt kasabalarından IŞİD’e karşı direnmeden çekilmeleri de ABD’nin Kürtleri yeniden dizayın etmesi için uygulamaya konulan bir planın bir başka yönünü oluşturuyor. Bu bakımdan Musul gibi stratejik bir il, IŞİD tarafından ele geçirilmedi, tersine özellikle ABD tarafından belirlenen politikaların yaşama geçirilmesi için teslim edildi. Böylelikle Ortadoğu’da uygulanmak istenen çok yönü politik stratejiler, IŞİD üzerinde resmileştirilmeye çalışılıyor. IŞİD’in bölgeyi bütünüyle askeri ve politik bir kaosa dönüştürmek için yapmış olduğu kanlı vahşetine göz yuman uluslararası güçlerin, bugün aynı gerekçelerle IŞİD’i etkisizleştirme politikasına yönelmeleri esasen bölgenin yeniden dizayn edilmesinin bir parçasıdır. Bu sadece bölgedeki stratejik ittifak güçlerinin yeniden belirlenmesi değil aynı zamanda S.Arabistan, Katar, Kuveyt ve Türkiye gibi devletlerin reorganize edilmesinin ilk adımıdır. Böylelikle IŞİD, Ortadoğu’da stratejik ittifakların yeniden tanımlanmasında önemli bir işlev görüyor. IŞİD, kalıcı politik bir güç olarak varlığını uzun süre sürdüremeyebilir ama politik kaos yaratan bir güç olarak bölgedeki dengelerin yeniden şekillenmesinden etkili olacaktır. IŞİD, politik kaosu yaratan bir güç olarak ön plana çıkacaktır. Bu bakımdan IŞİD’in bölgedeki politik dengelerin değiştirilmesi için oynadığı rol henüz tamamlanmış değil. ABD kurmaylarının ‘IŞİD ile mücadele yıllar alabilir’ biçimindeki değerlendirmenin bir başka ifadesi IŞİD’in önemli oranda darbeleneceğini ama bütünüyle tasfiye edilmeyeceğini gösteriyor. IŞİD’in, önemli oranda zayıflayan ama varlığını sürdüren bir güç olarak Ortadoğu denklemi içinde tutulması, ABD’nin çıkarlarıyla bütünüyle uyumludur. Böylelikle, Körfez devletlerinde yapısal bir kısım değişikliklerin zorunlu hale getirilmesi için IŞİD’in varlığını bir tehdit olarak kullanacaktır. Körfez devletlerin siyasal yapısında bir kısım değişiklikler yaptırılarak İran gibi içte ‘liberal İslam’ politikasının yaşama geçirilmesi hedefleniyor. Bu bakımdan İran’ın aşamalı bir şekilde ön plana çıkartılmasıyla bu ülkedeki rejimin bir benzerinin Körfez devletlerine model olarak sunulması amaçlanıyor. Aynı şekilde IŞİD saldırılarının Körfez bölgesine doğru yayılması olasılığının artması, birleşik tek merkezli bir 30 liberal İslam devletinin kurulmasını çok daha fazla güncelleştirilecektir. Güç dengelerinin yeniden şekillendiği, haritaların yeniden çizildiği Ortadoğu’da kimin hangi safta yer aldığını, devletlerin çıkarlarının kiminle nereye kadar olacağını kestirmek son derece zordur. ABD’nin Suriye ve İran eksenli politik stratejilerinde belli bir değişikliğin olduğu açık. ABD, geliştirip hızla uygulamaya koyduğu ancak bölgedeki politik dengeler bakımından ciddi bir tehlike olmaya başlayan ‘Sünni Eksen’ oluşturma stratejisini terk etmeye başladı. Radikal bir dönüşümle İran ile yakınlaştı ve 30 yıl sonra iki ülke heyetleri resmi görüşmeler başladı. İran’ın politik etki alanında bulunan Irak’ta yaygınlaşan IŞİD eylemleri, bu yakınlaşmanın bir aracı olarak kullanılmaya başlandı. Bu bakımdan IŞİD’in Musul’a yönelik operasyonu, ABD’nin geliştirmeye çalıştığı ‘Şii Hilal’ planlarına yönelik bir darbe olarak algılanmasına rağmen, tersten bu stratejinin çok daha hızlı yaşama geçirilmesinin bir aracı olarak da görülebilinir. Şii toplumuna yönelik büyük bir kin ve nefret duyan IŞİD, Irak’taki politik istikrarsızlığı derinleştirerek İran’ın Ortadoğu’da bölgesel güç olmasını en azından geciktirmeye çalışıyor gibi bir politika izlese de. bölgesel ilişkilerde İran’a çok daha ciddi olanaklar sunmaktadır. Şii akımlara yönelik saldırılara yönelen IŞİD, bu politikayla İran’ın bölgede gelişen etkinliğine bir gerekçe hazırlıyor denebilir. Aslını inkar eden haramzadedir! Diğer önemli bir faktör de, ABD artık Esad rejiminin gitmesinden çok, Suriye’nin karşı karşıya bulunduğu bugünkü politik kaosun bir süre daha devam etmesinden yana görünüyor. Ülke genelinde kontrolünü sağlamasının yıllar alacağı bir Esad rejimi özellikle İsrail için çok daha uygundur. ABD, El Nusra ve IŞİD gibi radikal İslamcı örgütleri ‘terörist’ olarak gördüğünü açıkladı. Bu iki örgütün Türkiye, Katar ve S. Arabistan tarafından da terörist görülmesini, verdikleri askeri ve politik desteği kesmesini talep etti. ABD’nin artan baskısı da hem bölge ülkeleri arasında görüş ayrılıkları oluştu, hem muhaliflerin bölünmesine yol açtı. Radikal İslamcı Hareketlerin bölünmesi, Şam ve Tel Aviv rejimleri bakımından önemli bir gelişme olarak ön plana çıktı. El Kaide’ye biat eden El Nusra ile IŞİD’in bölünmesi ve birbirleriyle çatışmalı duruma gelmesi, CIA tarafından örgütlenen ve uygulamaya konulan bir planın parçası olarak algılandı. Bir başka tanımlanmayla Radikal İslamcı Hareketlerin parçalanması ve zayıflaması Suriye ve İsrail’i buluşturdu denebilir. Suriye rejimi, parçalanan İslamcı hareketlere yönelik çok daha kapsamlı ve etkili operasyonlar yapma olanağına kavuştu. Bu, İsrail’in de gelecekte olası güçlü bir Radikal İslamcı Hareketin saldırılarına karşı kendisini daha güvenceli görmesini sağladı. IŞİD’in Musul operasyonu, aynı zamanda Rusya’nın radikal İslamcı hareketlerin tasfiye edilmesi tezine zemin hazırladı denebilir. Rusya, Esad rejimini desteklemesini gerekçelendirirken, uluslararası Radikal İslamcı Hareketlerin bütün Ortadoğu ve yakın bölgelerde yaratacakları askeri ve politik kaosu gerekçe gösteriyordu. Suriye’ye sayıları binlerle ifade edilen Müslüman Çeçenlerin ve Tatar Türkmenlerinin geldiği biliniyor. Özellikle Kırım bölgesinin Rusya topraklarına katılması ile, Kırım Türklerinden Suriye’ye giden cihatçıların Rusya için çok daha ciddi bir sorun olacağını gören Putin, başta IŞİD ve El Nusra olmak üzere ‘Radikal İslamcı Hareketlerin Suriye ve çevre ülkelerinde ezilmesi’ gerektiği tezini ısrarla savundu. Ortaya çıkan politik veriler dikkate alındığında, ABD ile Rusya’nın silahlı İslamcı hareketlere yönelik izlenecek strateji konusunda esasen anlaşmış bulunuyorlar. IŞİD’in Stratejik Hedefi Kürdistan Başta IŞİD olmak üzere silahlı radikal İslamcı örgütlerin bölgede yaratacağı politik istikrarsızlığın merkezinde Kürdistan coğrafyası bulunuyor. Aşamalı bir savaş stratejisi uygulayan IŞİD’in öncelikli hedefi Kürdistan’dır. Bu bakımdan IŞİD’in, Irak ordusundan ele geçirdiği ağır silahlarla Rojeva’da Kobani’ye yeniden çok kapsamlı bir saldırıya yönelmiş olması, Kürtlerin oluşan politik gücünü ve stratejik oluşumunu tasfiye etmeye yönelik çok yönlü planların en önemli halkalarından biridir. Küresel ve bölgesel güçlerin kendi stratejik 31 zülfikar çıkarları nedeniyle Ortadoğu’da yaratmaya çalıştıkları değişiklikler, Kürtler bakımından muazzam olanaklar yaratmış bulunuyor. Kürdistan coğrafyasının önemi çok daha fazla artıyor. İki özerk Kürdistan, bütün stratejik ilişkilerin merkezinde bulunuyor. İslami cihat adına savaşan IŞİD ve El Nusra gibi radikal İslamcı örgütlerin Kürtlere yönelik saldırılarının nedeni de, Kürtleri Ortadoğu’nun yeni stratejik gücü olmaktan çıkartmaktır. Gerçekleştirdiği askeri saldırılarla bölgede politik kaos yaratan IŞİD, Bağdat ve Şam rejimiyle çatışmalı görünse de stratejik hedefinde Kürdistan ve Kürtler bulunuyor. Rojava’yı hedef tahtasına oturtan IŞİD’in, Kerkük’ü ve Bağdat ile ‘tartışmalı olan bölgeleri’ ele geçirmek istediği biliniyor. Bu bakımdan IŞİD, görünürde Şam ve Bağdat ile çatışmalı olduğu halde, Kürdistan bölgesine yönelik gerçekleştirdiği saldırılarla, statükocu devletlerin politikalarına hizmet eden bir strateji izliyor. Ortadoğu patlaması içinde stratejik gücü artan ve bütün bölgesel denklemi alt üst ederek sürecin önemli bir aktörü haline gelmeye başlayan Kürt politik güçlerinin oluşturduğu ‘özerk’ yapıların tasfiye edilmesi, bölgesel statükocu güçlerin çıkarlarıyla bütünüyle uyuşuyor. Bu bakımdan IŞİD ve El Nusra gibi radikal İslamcı örgütlerle, biçimsel olarak savaştığı devletler arasında stratejik bir işbirliği bulunuyor. Bu işbirliğinin resmiyete dökülüp dökülmemesinin hiçbir değeri yoktur. Önemli olan belirlemiş oldukları politik stratejiler ve askeri olarak oynadıkları roldür. IŞİD’in saldırının merkezine Rojava’yı koyması, ‘Özerk Rojava’nın askeri güçle tasfiye edilmesi, Güney’in doğrudan saldırıların hedefi haline getirilmesi, IŞİD’in statükocu devletlerle olan derin bağları ortaya koyuyor. Birçok saldırının ortak bileşkesi ise Ortadoğu’da yeniden şekillenen ilişkilerde Kürtlerin artan stratejik gücünü kırmak ve denklemin dışında tutmaktır. IŞİD ile çatışmalı olan bölge ülkeleri dahi, Ortadoğu’da Kürtlerin politik bir güç olarak, masanın bir tarafından bulunmasını istemiyorlar. Bu nedenle IŞİD, özellikle bölge ülkeleri tarafından çok yönlü destekleniyor ve yönlendiriliyor. Rojava’da oluşan ‘Özerk’ bölgenin zora dayanan askeri saldırılarla dağıtılmaya çalışılması, 21.Yüzyıl’ın yükselen gücü olarak Kürtlerin Ortadoğu denkleminin dışında tutulmaya çalışılmasıdır. IŞİD’in Kürdistan coğrafyasındaki saldırıları, Kürtler arasında stratejik bir ittifakın artık zorunlu hale geldiğini gösteriyor. Hem statükocu güçlerin, hem de bölgedeki radikal İslamcı örgütlerin, Kürtlere karşı izledikleri askeri, ekonomik ve politik içerikli çok yönlü tasfiye planlarına karşı, Güney Kürdistan Hükümeti, Rojava Özerk Yönetimi ve PKK arasında oluşturulacak stratejik işbirliği, sadece Kürdistan’da yaşayan halkların güvenliğini sağlamak değil, esasen Kürdistan bölgesinin Ortadoğu’da merkez üs olmasını sağlayacaktır. Bu bakımdan IŞİD’in Kürtlerin her hangi bir politik gücüne yönelik saldırının politik arka planı, Kürdistan coğrafyasının bütünüyle stratejik güç olmaktan çıkartmaktır. IŞİD’İN Doğal İttifak Gücü Türkiye Batı Kürdistan’da başlayarak bütün Kürdistan bölgesini kapsayan çok yönlü bir çatışmaya zemin hazırlayan IŞİD ve El Nusra gibi İslamcı oluşumların güç olabilmeleri için Türkiye, Suudi Arabistan, Katar gibi devletler çok önemli yardımlar yaptılar.Türkiye bu sürecin en önemli merkezi üssü olarak işlev gördü. AKP’nin geliştirdiği Sünni eksenli bölgesel politikaların Suriye’deki ve Irak’taki yansımaları tahmin edilenden çok ağır oldu. PYD’nin Rojava olarak tanımlanan Batı Kürdistan bölgesinde ilan ettiği “demokratik özerkliği” boğmak ve Kürdistan merkezli politik bir oluşumu engellemek için aktif olarak desteklenen IŞİD’in İslam adına gerçekleştirdiği katliamların arka plan gücü Türkiye’dir. Türkiye’nin Sünni İslam politikasıyla IŞİD’in Vahhabi-Selefi İslam politikası birbiriyle örtüşmektedir. İki gücün ortak stratejik bir ittifak oluşturması aynı İslam politikasına sahip olmalarıdır. Ortadoğu’daki politik gelişmeler dikkate alındığında, mevcut ülkeler içerisinde en çok zorlanacaklardan biri Türkiye’dir. AKP iktidarı ABD’nin çok yönlü baskıları sonucu IŞİD ve El Nusra’yı ‘terörist örgütler’ listesine aldı. Ancak, Rojava politikası nedeniyle bu örgütleri destekliyor ve askeri yardımını değişik boyutlarda sürdürüyor. ABD, Rusya ve İngiltere gibi ülkeler, Türkiye’nin bu ikili oyunun farkındalar ve Erdoğan’ın isminin üzerini çizmelerinde en önemli faktör, Türkiye’nin Suriye merkezli Ortadoğu politikasıdır. Uluslararası alanda ve Ortadoğu’da büyük oranda izole olmuş Erdoğan, IŞİD’e verdiği askeri yardımları keserek yeniden ABD’nin güvenini almak istiyor. IŞİD, Erdoğan’ın bu hamlesini bir bakıma ihanet olarak görüyor ve operasyonlarını Türkiye’ye yönlendireceklerini açıkladı. Türkiye içerisinde çok ciddi olarak örgütlenen IŞİD’in AKP’nin mezhepsel politikasına da denk gelebilecek bir kısım eylemlere yönelmesi, Türkiye’nin bugünkü politik krizini çok daha derinleştirecektir. Türkiye’nin Suriye ve Irak politikasının en önemli halkası, Kürdistan coğrafyasının istikrarsızlaştırılmasıdır. Bu politikanın başarılı olması için küresel radikal İslamcı örgütlerin merkezi üssü olarak işlev gördü. Türkiye’nin IŞİD gibi her türlü katliamı yapan bir örgüte destek vermesinin nedeni: Birincisi, Suriye’de Kürdistan Özerk Bölgesinin oluşumunu engellemek için Kürt coğrafyasında politik istikrarsızlığı derinleştirmek ve Kürtler arasında çatışmaları teşvik etmek. İkincisi, özellikle Diyarbakır, Bingöl, Ağrı, Bitlis gibi yerlerde Kürt kökenli Selefi grupların oluşumunu aktif olarak destekleyerek Kürt Hareketine karşı saldırılara yönlendirmek. Üçüncüsü, bugün geçici olarak ittifak yaparak ‘dost’ gördüğü ama stratejik ilişkilerin dışında gördüğü Güney Kürdistan bölgesini, IŞİD saldırılarıyla politik kaosa ve istikrarsızlığa dahil etmek. Türkiye’nin kullandığı bu kirli savaş yöntemlerinin başarılı olma şansı zayıf olsa da, bölgesel dengeler bakımından denenebilir bir olasılık olarak gündemde tutuluyor. IŞİD’in, Rojava’da PYD-YPG ile çatışması, fiilen PKK ve HPG ile çatışması anlamına geliyor. Türkiye bu çatışmayı Kuzey Kürdistan’a taşıyarak doğrudan PKK-IŞİD çatışmasına dönüştürmeyi amaçlıyor. Bunu başarmanın en kısa yolu da, Suriye’ye gidip savaşan Radikal Kürt İslamcı Gruplarından, IŞİD veya El Kaide eksenli yeni bir örgütlülük yaratmaktır. böylelikle bütün Kürt coğrafyasını kapsayan Kürtler arasında bir savaşa zemin hazırlamak istiyor. İki özerk Kürdistan’ın varlığı ve bunlar arasında gelişebilecek stratejik bir ittifak ve hatta birleşme olasılıklarının var olması, Türk devletinin varlık nedenlerini ortada kaldıracak bir sürecin başlaması anlamına geliyor. Bu bakımdan Türkiye, 21.yüzyılın Ortadoğu’sunda Kürdistan’ın bölgesel bir güç olarak ortaya çıkmaması için bütün olanaklarını kullanıyor. Bunun en kısa ve en etkili yöntemi de Radikal İslamcı Hareketlerin Kürdistan coğrafyasını askeri saldırılarla politik bir istikrarsızlığa sürüklemektir. Türkiye’nin bu politikası kısa süreli etkili olsa da, orta vadede başarılı olma şansı bulunmuyor. Ortadoğu’da rekabete tutuşan ABD ve Rusya’nın Kürt politikası esasen aynıdır. Bu bakımdan ne Güney Kürdistan’ın tasfiyesini desteklerler, ne de Rojeva’da Özerk bir Kürdistan’a karşı çıkarlar. Türkiye’nin sosyal, ekonomik ve politik çıkarlarıyla bütünüyle çelişen iki farklı Kürdistan’ın varlığı bütün küresel güçlerin politik çıkarlarına uygundur. Bu nedenle Türk devletinin. Kürtlerin artan politik gücünü kırması için IŞİD ve El Nusra gibi radikal İslamcı hareketleri desteklemesi, Kürtlerden çok orta vadede Türkiye’nin toplumsal dinamiklerini parçalanmasına yol açacaktır. İslamcılaştırılan bir Türkiye toplumu, ciddi politik krizlerle karşı karşıya kalma olasılığı tahmin edilenden çok daha fazladır. İslamcılaştırılan toplumsal yapı içinde IŞİD ve EL Kaide gibi radikal İslamcı Hareketler, tahmin edilenden daha hızlı güçleneceklerdir. 28 Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Mehmet YÜKSEL Adres: Zülfikar Gazetesi Hobyar Mah.Cemal Nadir Sk.No:26/28-Büyük Miraslan Kat.2 No:143 Cağaloğlu/İST. e-mail:zulfikardergisi@gmail.com Basım Yeri: Gün Matbaacılık Beşyol Mah.Akasya Sk.23/A Küçükçekmece-İST. Tel:(0 212) 5806381 Yayın Türü: Yaygın Yayın Periyodu: Ayda bir yayınlanır. Gazetede yer alan yazılardan yazarları sorumludur. Aslını inkar eden haramzadedir!