ﹾﻟﺍ - haqyayinlari.com
Transkript
ﹾﻟﺍ - haqyayinlari.com
DAVE T Çİ Nİ N TEFSİRİ 9. Cüz (A’RAF: 88–206 / ENFAL: 1–40) Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid HAK YAYINLARI 2 HAK YAYINLARI:34 Yazan: Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid Tercüme Eden: Ahmet Mak Kapak Tasarım Hak Tasarım Dizgi Mizanpaj Hak Tasarım Adres: Demirtaş Mah. Kepenekçi Sabunhane Sok. No:27 / 103 Eminönü / İstanbul Tel: 0 ( 212 ) 514 93 19 Web: www.haqyayinlari.com Cemaziye’l-evvel 1435 A'RAF:88 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 3 ﺑﺴﻢ ﷲ اﻟﺮﺣﻤﻦ اﻟﺮﺣﻴﻢ ŞUAYB’İN KAVMİNİN İNKÂRCILARININ TEHDİTLERİ ﺐﻴﻌﺎ ﺷ ﻳﻚﻨﺮﹺﺟﺨ ﻟﹶﻨﻪﻣﻦ ﻗﹶﻮ ﻭﺍ ﻣﺮﻜﹾﺒﺳﺘ ﺍﻳﻦﻠﹶﺄﹸ ﺍﻟﱠﺬﻗﹶﺎﻝﹶ ﺍﻟﹾﻤ ﺎ ﻛﹸﻨﻟﹶﻮﺎ ﻗﹶﺎﻝﹶ ﺃﹶﻭﻨﻠﱠﺘﻲ ﻣﻥﱠ ﻓﻮﺩﻌﻭ ﻟﹶﺘ ﺎ ﺃﹶﻨﺘﻳﻦ ﻗﹶﺮ ﻣﻚﻌﻮﺍ ﻣﻨ ﺁﻣﻳﻦﺍﻟﱠﺬﻭ (٨٨) ﲔﻛﹶﺎﺭﹺﻫ 88 – (Şuayb'ın) Kavminden (Allah'ı tevhid ve rasûlüne tâbi olma konusunda) büyüklük taslayan ileri gelen kimseler dediler ki: "Ey Şuayb! Muhakkak ki seni ve beraberindeki iman edenleri ya beldemizden çıkarırız ya da dinimize dönersiniz." (Şuayb hayretle ve reddederek) Dedi ki: "Dininizi(n bâtıllığını yakînen bildiğimiz ve onu) arzu etmediğimiz halde mi (dininize tâbi olacağız)?" Allah-u Teâlâ daha önceki ayetlerde Şuayb kavmi olan Medyen’e gönderdiğini, Şuayb’ın onları ibadet konusunda ihlâslı olmaya, sadece Allah-u Teâlâ’a ibadet etmeye çağırdığını, Şuayb aleyhisselam’ı mucizelerle desteklediğini bildirmişti. Yine Şuayb aleyhisselam’ın kavmine ölçü ve tartıda adaletli davranmalarını, kimseye haksızlık yapmamaları, insanların haklarını ölçü ve tartıda tam olarak vermeleri, yeryüzünde fesat çıkarmamaları, yol kesmemeleri, yolcu olanları korkutmamaları, Allah yolunda olanları engellememeleri, sapık yollarda gitmemeleri ve o yollarda ısrar etmemeleri konusunda sürekli tebliğde bulunduğunu haber vermişti. Ve yine onlara Allah’ın nimetlerini hatırlattığını, şayet aleyhisselam’ı 4 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9 .CÜZ A'RAF:88 kendilerine gönderilen rasule tabi olmazlarsa geçmiş ümmetlere gönderilen Nuh aleyhisselam’ın, Hud aleyhisselam’ın, Salih aleyhisselam’ın ve Lut aleyhisselam’ın kavimlerinin içersindeki inkârcılarının başlarına gelenlerin kendilerinin de başlarına geleceği konusunda uyarıda bulunduğunu hatırlatmış, Allah-u Teâlâ’nın kendi düşmanlarıyla dostlarını ortaya çıkaracağını, dostlarını muzaffer kılıp düşmanlarını ise helak edeceğini haber vermişti. Allah-u Teâlâ bunları haber verdikten sonra bu ayette Şuayb aleyhisselam’ın kavminin bütün bu söylenenlere nasıl cevap verdiklerini açıklıyor. “(Şuayb'ın) Kavminden (Allah'ı tevhid ve rasûlüne tâbi olma konusunda) büyüklük taslayan ileri gelen kimseler dediler ki: "Ey Şuayb! Muhakkak ki seni ve beraberindeki iman edenleri ya beldemizden çıkarırız ya da dinimize dönersiniz." Şuayb aleyhisselam’ın kavminden Allah-u Teâlâ’ya gerçek manada iman etmeyen, gönderilen rasule tâbi olmayan, heva ve heveslerine tâbi olmuş, nefislerine ağır geldiği için hakka tâbi olmamış kibir sahibi ve kavmin ileri gelmiş inkârcı kimseleri Şuayb aleyhisselam’a ve ona bağlı olan mü’minlere şöyle dediler: “Ey Şuayb! Sen ve beraberinde sana tâbi olan kimseler şayet bizleri davet etmiş olduğunuz dini terk etmez, baba ve dedelerimizden bize miras kalmış asıl dinimize uymazsanız, şüphesiz ki sizi şu şehrimizden kovacağız. O halde ya dinimize girer ya da bu şehri terk edersiniz.” Evet... Şuayb aleyhisselam ve beraberindekilere işte bu tehdidi yapan kibir sahibi, ellerindeki zenginlik ve güçle adeta böbürlenen bu kimseler sırf Allah-u Teâlâ’ya gerçek manada kul olmaları sebebiyle mü’min kimseleri kendi şehirlerinden çıkarma tehdidinde bulunmuşlardı. Oysa A'RAF:88 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 5 onlar bu davranışlarıyla ne dini kaidelere, ne de akrabalık bağlarına riayet ettiler. Sadece ve sadece heva ve heveslerine, kıt olan akıllarına uydular. Onlara böyle yapmalarını emreden ancak ve ancak meselelere objektif yaklaşamayan sefih akıllarıdır. Şayet sefih akıllı kimseler olmasaydılar ne Şuayb aleyhisselam’ı ne de ona tabi olanları bulundukları şehirden çıkarma tehdidinde bulunurlardı. Bilakis hemen onlarla birlikte olur Allah-u Teâlâ’nın dinine onlar gibi sımsıkı sarılırlardı. Zira gerek Şuayb aleyhisselam, gerekse onunla beraber olanlar ancak ve ancak o kimselerin menfaatlerine olan şeyleri onlardan istiyorlardı ve onları dünya ve ahirette mutlu edecek gerçek imana çağırıyorlardı. Buna rağmen ne Şuayb aleyhisselam’ın ne de beraberindeki mü’minlerin imana davet çağırısına kulak vermeyip onlara tabi olmadılar. Bununla da kalmayıp onları kendi dinlerini yaşama ve kendi dinlerine davet etme konusunda rahat bırakmadılar. Onlara her türlü eziyeti yapmayı kendilerine bir görev edindiler. Öyle ki bulundukları şehirde oturma hakkına Şuayb aleyhisselam ve beraberindekiler daha fazla sahip oldukları halde onları o şehirden kovma tehdidinde bulundular. “(Şuayb hayretle ve reddederek) Dedi ki: "Dininizi(n bâtıllığını yakînen bildiğimiz ve onu) arzu etmediğimiz halde mi (dininize tâbi olacağız)?" Şuayb aleyhisselam bu inkârcı kimselerin kendilerini şehirden çıkarma tehdidi karşılığında hayret etmiş bir şekilde onlara dedi ki: “Biz istemiyor olsak bile mi siz bizi bulunduğumuz, kendi şehrimizden çıkaracaksınız? Bunun tek sebebi, sizin batıl dininize dönmememizdir. Siz bizden böyle bir amel yapmamızı, sizin batıl olan dininize dönmemizi istiyorsu- 6 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:88-89 nuz. Oysa siz çok iyi biliyorsunuz ki biz, batıl olan bu dini asla sevmedik, sevmiyoruz ve sevmeyeceğiz de. Üstelik sizin dininizin batıllığını sizlere çok açık delillerle ispat ettik. Batıl olduğunu bildiğimiz, bunu ispat ettiğimiz ve insanların da bu batıl dini reddetmeleri gerektiğini kendilerine tebliğ ettiğimiz böyle bir dine dönmemizi artık nasıl isteyebiliyorsunuz? O dine karşı gelen, o dinin batıllığını her yerde haykıran, insanları da bu batıl dinden uzaklaştırmaya çalışan, ancak bu batıl din terk edildiğinde Allah-u Teâlâ’nın razı olduğu imanın gerçekleşeceğini bildiren kimseleri artık rahat bırakın. Onları batıl olan dininize davet etmeyin ve batıl dininize tabi olmadılar diye de onları birtakım yersiz tehditlerde bulunmayın. Velev ki bu tehdit bizi bulunduğumuz vatanımızdan çıkarma şeklinde bir tehdit olsa bile. Çünkü sizler istemediğimiz bir şeyi bize yapma hakkına ve gücüne sahip değilsiniz. ŞUAYB VE BERABERİNDEKİLERİN İNKÂRCILARA CEVABI ﺎ ﺍﻟﻠﱠﻪﺎﻧﺠ ﺇﹺﺫﹾ ﻧﺪﻌ ﺑﻜﹸﻢﻠﱠﺘﻲ ﻣﺎ ﻓﺪﻧ ﺎ ﺇﹺﻥﹾ ﻋﺑ ﻛﹶﺬﻠﹶﻰ ﺍﻟﻠﱠﻪﺎ ﻋﻨﻳﺮ ﺍﻓﹾﺘﻗﹶﺪ ﺎ ﻛﹸﻞﱠﻨﺑ ﺭﻊﺳﺎ ﻭﻨﺑ ﺭﺎﺀَ ﺍﻟﻠﱠﻪﺸﺎ ﺇﹺﻟﱠﺎ ﺃﹶﻥﹾ ﻳﻴﻬ ﻓﻮﺩﻌﺎ ﺃﹶ ﹾﻥ ﻧﻜﹸﻮﻥﹸ ﻟﹶﻨﺎ ﻳﻣﺎ ﻭﻬﻨﻣ ﺖﺃﹶﻧ ﻭﻖﺎ ﺑﹺﺎﻟﹾﺤﻨﻣ ﻗﹶﻮﻦﻴﺑﺎ ﻭﻨﻴﻨ ﺢ ﺑ ﺎ ﺍ ﹾﻓﺘﻨﺑﺎ ﺭﻛﱠ ﹾﻠﻨﻮ ﺗﻠﹶﻰ ﺍﻟﻠﱠﻪﺎ ﻋﻠﹾﻤﺀٍ ﻋﻲﺷ (٨٩) ﲔﺤ ﺍﻟﹾﻔﹶﺎﺗﺮﻴﺧ 89 – Allah bizi (batıl olan dininizden) kurtardıktan sonra eğer dininize dönersek, gerçekten Allah'a karşı yalan yere iftira atmış oluruz. Rabbimiz olan Allah dilemedikçe, (hak üzere sabit olduğumuz dinimizden) sizin dininize dönmek bizim için olacak şey değildir! A'RAF:89 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 7 Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz (hak olan dine tâbi olarak) Allah'a tevekkül ettik. Rabbimiz! Bizimle (batıl din üzere olan) kavmimiz arasında hak ile hüküm ver! Sen, adaletle hükmedenlerin en hayırlısısın. “Allah bizi (batıl olan dininizden) kurtardıktan sonra eğer dininize dönersek, gerçekten Allah'a karşı yalan yere iftira atmış oluruz.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında Şuayb aleyhisselam’ın sözlerini şöyle devam ettirdiğini haber veriyor: “Ey hak dini yalanlayıp bizi kendi batıl dinlerine davet eden inkârcılar! Şunu iyi biliniz ki; Allah bizi sizin batıl olan dininizden, o dinin sapıklıklarından kurtarıp pisliklerinden temizledikten sonra şayet o batıl dine dönecek olursak şüphesiz ki bu durumda Allah’a karşı yalan yere iftira etmiş kimselerden oluruz. Zira sizin dininiz şirkle dolu bir dindir. Allah-u Teâlâ bizi, sizin şirkle dolu olan bu dininizden kurtardığı halde o dine tekrar dönersek şüphesiz ki bizler de Allah-u Teâlâ’ya eş koşan müşrik kimselerden oluruz. Allah-u Teâlâ’ya eş koşmak ise O’na karşı atılacak en büyük iftiradır. Fakat bizim inandığımız ve bize uymamızı emrettiği dinimizi belirleyen Allah ne oğul edinmiş ne de eş edinmiştir. O tektir, sameddir. O’nun ibadette asla ortağı yoktur. Mülk O’nundur, emir verme, kanun koyma hakkına sadece O sahiptir. Bu nedenle bu sıfatlara sahip olan Rabbimizin bize bildirdiği dini terk ederek sizin batıl olan, şirkle dolu olan dininize girerek her türlü noksan sıfatlardan münezzeh ve yüce Rabbimize iftira atmaktan kaçınırız.” “Rabbimiz olan Allah dilemedikçe, (hak üzere sabit olduğumuz dinimizden) sizin dininize dönmek bizim için olacak şey değildir! Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır” 8 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:89 Ayetin bu kısmında Şuayb aleyhisselam sözlerini şöyle sürdürüyor: “Ey inkârcı kimseler! Bizler Allah dilemedikçe asla sizin dininize dönecek değiliz. Çünkü bizler hakkı bilen kimseleriz. Aynı şekilde sizin dininizin batıllığını da çok iyi biliyoruz ve buna bu şekilde inanıyoruz. Bu sebeple sizin batıl olan dininize asla dönemeyiz. Üzerinde bulunduğumuz dinin doğruluğu konusunda ufak dahi olsa asla bir şüphemiz yoktur. Yine sizin dininizin batıllığı, sizlerin batıl ehli olduğu, milletinizin küfür ve şirk milleti olduğu, bizlerin ise hak ehli, dinimizin ise tevhid ve hak dini olduğu konusunda da şüphemiz yoktur. O halde hak olan tevhid dinimizden bizi Allah’ın dilemesi dışında hiçbir şey geri çeviremez. Çünkü bizler Allah’ın kaza ve kaderine kesin olarak inanmış ve teslim olmuş kimseleriz. Bu nedenle Allah hakkımızda bir şeyi dilemişse onun olacağına, dilememişse onun olmayacağına inanmaktayız. Bu inanç sebebiyledir ki bütün işlerimizin sonucunu Allah’a havale ettik. Ve bizler Allah’ın hikmet dışı hiçbir şey dilemeyeceğini de çok iyi biliyoruz. Allah’ın bizler için dilediği hikmet ise kendi dini üzerinde kalmamız ve sizin dininizi reddetmemizdir. Bunun aksi hikmet değildir. Zira Allah sizin batıl olan dininizi seçmemizi, bizim hak olan dinimizi terk etmemizi dilemez. Çünkü böyle bir dileme hikmet değildir. Bu sebeple bizler için ancak hayrı ve hakkı diler.” Ayetin bu kısmındaki “Rabbimiz olan Allah dilemedikçe” sözü, mü’minlerin kâfirlerin dinlerine dönmelerinin mümkün olabileceğini göstermez. Bilakis onların dinlerine dönmeyeceklerine kesinlik ifade eden bir tekiddir. Çünkü Allah-u Teâlâ mü’min kullarının küfre dönmelerini hiçbir zaman dilemez. Böyle bir dileme ancak hikmet dışı bir ameldir ve Allah asla hikmeti olmayan bir amel dilemez. A'RAF:89 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 9 “Biz (hak olan dine tâbi olarak) Allah'a tevekkül ettik.” Şuayb aleyhisselam sözlerine şöyle devam ediyor: “Ey inkârcılar! Biz sizin dininizden beriyiz ve sizleri müşrik kimseler olarak görüyoruz. Sizler bizim düşmanımızsınız. O halde bizim Allah’a inanmış ve teslim olmuş olmamız sebebiyle dilediğiniz tehdidi, dilediğiniz hareketi bize yapınız! Biz, sizlerden ve sizlerden gelecek eziyetlerden korkmuyoruz. Çünkü bizler Allah’a tevekkül etmiş, Allah’a gönülden bağlanmış ve güvenmiş kimseleriz. Bu nedenle Allah bizi doğru yolda mutlaka sabit kılar ve sizin gibi sapık kimselerden ve onların şerrinden bizi kurtarır. Zira Allah, kendisine tevekkül edilmesi halinde, tevekkül sahibine yeteceğini, ona doğru yolu göstereceğini bize vaat ediyor.” Bu ayetten anlaşılan şu ki; Allah-u Teâlâ kendisine hakkıyla tevekkül eden kimselere bir yol, bir çıkış kapısı gösterir. O kimsenin sıkıntıları, başına gelen musibetler ne kadar çok olursa olsun onu koruyup gözetir. Çünkü Allahu Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor: “Kim Allah’a tevekkül ederse Allah ona yeter.” (Talak: 3) Tevekkülün Şartları: Sahih tevekkülün şartları vardır. Bu şartları şöyle sıralayabiliriz: Şer’i hükümleri yerine getirmek, hayatta yapılması istenilen sünnetleri yerine getirmek, sebeplere sarılmak, sebepleri yerine getirdikten sonra sonucu Allah’a havale etmek. İşte Allah'ın bizden istediği tevekkül budur! 10 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:89 Sebeplere sarılmadan tevekkül söz konusu olmaz. Bu şekilde sebeplere sarılmadan harekete geçmenin ismi tevekkül değil, tevaküldür. Tevekkül konusunda yapılması en doğru amel; tüm sebepleri yerine getirdikten sonra Allah’a güvenmektir. Bu konuyla ilgili şöyle bir rivayet vardır: Bir Arabî Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e gelerek şöyle dedi: “Ey Allah’ın rasulü! Bu deveyi serbest bırakıp sonra Allah’a tevekkül edeyim mi?” Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ona şöyle cevap verdi: “Önce onu bağla sonra Allah’a tevekkül et.” (Tirmizi) “Rabbimiz! Bizimle (batıl din üzere olan) kavmimiz arasında hak ile hüküm ver! Sen, adaletle hükmedenlerin en hayırlısısın.” Şuayb aleyhisselam kavminin hakka bağlanmayacaklarını kesin olarak anladıktan ve onların iman etmelerinden ümidini kestikten sonra Allah-u Teâlâ’ya şöyle dua etti: “Ey Rabbimiz! Bizimle inkârcı olan kavmimiz arasında hak ile hükmet. Bizi o inkârcı kimselere karşı muzaffer kıl. Şüphesiz ki sen mazlumlara yardım eder, hak sahiplerine hakkını verir, onları inkârcı, inatçı, hakka riayet etmeyen zalimlere karşı muzaffer kılarsın. Öyleyse ey Rabbimiz! Kendilerine hakkı sunduğumuz halde, onlara apaçık hak ve hidayet geldiği halde hâlâ heva ve heveslerine uyarak hakkı reddeden, ona karşı gelen, hakka bağlı olanlara zulmeden, eziyet eden kimselere karşı bizlere yardım et ve bizleri muzaffer kıl. Öyle ki sen hüküm verenlerin en hayırlısısın. En adaletli hüküm senindir. Çünkü sen, adil olansın. Asla kullarına zulmetmez, daima hak ile hükmedersin. İnkârcı kimselerle rasuller arasındaki çekişmelerde mutla- A'RAF:89-90 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 11 ka hak ile hükmedersin. Bu zalimlere karşı rasullere ve onlara tabi olan kimselere yardımcı olursun. Bu sebeple hak ehline, batıl ehlini net olarak açıklar ve ortaya çıkarırsın.” Hak ile Batılın Açıklanması: Allah-u Teâlâ’nın hak ile batılı açıklaması iki şekilde olur: 1 – İlimle: Allah-u Teâlâ hak üzere ve batıl üzere olanları ilimle açıklar. Böylece hak ve batıl ehli, hidayet ve delalet ilimle ortaya çıkar, belli olur. 2 – Hak Ehlini Muzaffer Kılarak: Allah-u Teâlâ hak ehlini zalim olan ve batıl üzere kalan inkârcılara karşı o kimseleri cezalandırarak muzaffer kılar. İşte bu şekilde hak ile batıl ortaya çıkmış olur. Şuayb aleyhisselam ve beraberindekiler Allah-u Teâlâ’dan hak ile batılı ortaya çıkarmasını, belli etmesini işte bu şekilde istediler ve bu sebeple O’na dua ettiler. Böylece kendilerinin hak, kâfirlerin ise batıl üzere olduklarını ortaya koyacak bir alameti vermesini Allah-u Teâlâ’ya dua ederek O’ndan istediler. İNKÂRCILARIN, MÜ’MİNLERİ ŞUAYB’E TABİ OLMAKTAN ENGELLEME GİRİŞİMLERİ ﻜﹸﻢﺎ ﺇﹺﻧﺒﻴﻌ ﺷﻢﺘﻌﺒﻦﹺ ﺍﺗ ﻟﹶﺌﻪﻣ ﻗﹶﻮﻦﻭﺍ ﻣ ﻛﹶﻔﹶﺮﻳﻦﻠﹶﺄﹸ ﺍﻟﱠﺬﻗﹶﺎﻝﹶ ﺍﻟﹾﻤﻭ (٩٠) ﻭﻥﹶﺮﺎﺳﺇﹺﺫﹰﺍ ﻟﹶﺨ 12 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:90 90 – (Şuayb'ın) Kavminden ileri gelen kâfirler (oranın ahâlisine) dediler ki: "Eğer Şuayb'a tâbi olursanız, muhakkak ki kaybedenlerden olursunuz." Şuayb aleyhisselam’ın kavminden inkârcı olan kimseler Şuayb aleyhisselam’a tabi olan kimseleri eski dinlerine döndüremeyeceklerini kesin olarak anladılar. Bu amaçla yaptıkları girişimlerin sonuç vermediğini gördüler ve o kimseleri tehdit etmeye, onları korkutmaya başladılar. Bu facir, kâfir, heva ve hevesine uymuş, rasule karşı gelmiş, onu yalanlamış, batıl üzerinde ısrar eden kavmin ileri gelenleri, Şuayb’e bağlı olan zayıf Müslümanlara şöyle dediler: “Eğer Şuayb’ın nebi ve rasul olduğunu ikrar eder, ona tabi olur, onun sizi çağırdığı şeylere uyar, Allah’ı tevhid eder, bütün ibadetleri Allah’a has kılar, her türlü şirki terk eder ve Allah’ın emrettiğini yerine getirip nehyettiğinden uzak durursanız muhakkak siz hem manevi olarak hem de maddi olarak hüsrana uğrayanlardan olursunuz. Uğrayacağınız manevi hüsran; baba ve dedelerinizin meşhur, şerefli olarak kabul ettikleri dinini terk ederek, bu yeni olan, hiç alışmadığınız, doğru olup olmadığını bilmediğiniz dine girmenizdir. Uğrayacağınız maddi hüsran ise; ölçüde adaletli davranmanız, diğer insanların mallarını alamamanız, yol kesmemeniz sebebiyle zengin olamamanızdır.” Hidayete karşılık sapıklığı satın alan işte bu inkârcı kimseler kendi yaptıkları amellerin meşru ameller olduğuna inanmışlardır. Zira nefisleri onlara bu amelleri yapmayı süslü göstermiş. Böylece hidayete yani doğru yola tabi olmayı hüsrana uğramak, kendi sapık yollarına tabi olmayı ise kazançlı olmak olarak vasfetmişlerdir. Oysa bu kimseler gerçekten akıl sahibi olsalardı sapıklık üzerinde olmaları sebebiyle asıl kendilerinin büyük bir A'RAF:91 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 13 hüsrana ve büyük bir kayba uğradıklarını çok iyi anlarlardı. Bunu ise ancak başlarına Allah-u Teâlâ tarafından bir ceza geldikten sonra anladılar. Fakat artık iş işten geçmişti. ŞUAYB’IN KAVMİNDEN İNKÂRCILARA ALLAH (C.C)’IN AZABI (٩١) ﲔﻤﺎﺛ ﺟﻢﺍﺭﹺﻫﻲ ﺩﻮﺍ ﻓﺤﺒﺟﻔﹶﺔﹸ ﻓﹶﺄﹶﺻ ﺍﻟﺮﻢﻬﺬﹶﺗﻓﹶﺄﹶﺧ 91 – “Böylece onları (şiddetli) bir sarsıntı yakalayıverdi de yurtlarında (oldukları yerde) çöküp kalanlar oldular.” Allah-u Teâlâ bu ayette şöyle buyuruyor: “İnkârcı olan, inkârlarında ileriye giden ve iman edenleri hüsrana uğramakla tehdit eden kimseleri öyle şiddetli bir sarsıntı yakalayıverdi ki oldukları yerde çöküp kaldılar.” Allah-u Teâlâ, Şuayb aleyhisselam’ın kavminden inkârcı olan, Şuayb ve beraberindekileri tehdit eden, korkutan, onlara eziyet eden, onları kendi şehirlerinden çıkarmaya çalışan kimseleri zelzeleyle cezalandırdı. Öyle ki onlar her zamanki halleri üzere yaşamaya devam etmekteyken büyük bir yer sarsıntısı onları ansızın yakalayıverdi de oldukları yere ölü kimseler olarak yüzüstü bir şekilde kaldılar. Şuayb (a.s)’ın İnkârcı Kavmine Azap Ediliş Şekli: Allah-u Teâlâ Şuayb aleyhisselam’ın kavminin uğratıldığı azap konusunda farklı ayetlerde farklı azap şekilleri bildiriyor. Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:91 14 “Böylece onları (şiddetli) bir sarsıntı yakalayıverdi de yurtlarında (oldukları yerde) çöküp kalanlar oldular.” (A’raf: 91) Allah-u Teâlâ bu ayette Şuayb aleyhisselam’ın kavminin şiddetli yer sarsıntısıyla azap edildiğini haber veriyor. Allah-u Teâlâ başka bir ayette şöyle buyuruyor: “Emrimiz geldiğinde Şuayb’ı ve ona iman edenleri bizden bir rahmetle kurtardık. Zulmeden kimseleri ise (korkunç) bir çığlık yakalayıverdi de yurtlarında (oldukları yerde) çöküp kaldılar.” (Hud: 94) Allah-u Teâlâ bu ayette Şuayb aleyhisselam’ın kavminin korkunç bir ses ve çığlık ile azap edildiğini haber veriyor. Allah-u Teâlâ yine başka bir ayette şöyle buyuruyor: “Onu yalanladılar da kendilerini gölge gününün azabı yakalayıverdi. Muhakkak ki o, büyük bir günün azabı idi.” (Şuara: 189) Allah-u Teâlâ bu ayette ise Şuayb aleyhisselam’ın kavminin kendilerini gölgelendiren bir bulutla azap edildiklerini haber veriyor. Allah-u Teâlâ, Şuayb aleyhisselam’ı Medyen’e ve Eyke( 1 ) halkına gönderdiğini ayetlerinde haber vermiştir. Eyke; Medyen denizinin sahilinde bir bahçeydi. Eyke haklıda Medyen kabilesinin nesep bakımından kardeşleridir. Allah-u Teâlâ Medyen halkının inkârcılarını çığlık ve yer sarsıntısıyla azap etti. Eyke halkının inkârcılarını ise çok sıcak ve şiddetli bir rüzgârla gökten inen ateşten bir yağmur ile azap etti. Şöyle ki; Eyke’de oturanlar çok şiddetli sıcağı olan güneşten gölgelenmek için bir bulutun altında toplanmışlardı. Fakat altında gölgelenmek istedikleri bu buluttan üzerlerine sıcak ( 1) Eyke: Yer olarak sahil ile Medyen arasında verimli bir topraktır. Şuayb (a.s) onlara da rasul olarak gönderilmiştir. A'RAF:91 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 15 ve şiddetli esen rüzgârla inen ateşten bir yağmur yağdı ve onları yaktı. Buna göre Şuayb aleyhisselam’ın kâfir olan kavmi hem buluttan üzerlerine şiddetli esen rüzgârla inen ateşten bir yağmur, hem gökten inen korkunç bir çığlık, hem de yer sarsıntısıyla azap edildiler. Öyle ki bu azap sırasında bütün ruhlar cesetlerden çıkartıldı ve her biri ölü kimseler olarak yere serildiler. Allah-u Teâlâ’nın “Şuayb kavmini helakı; A'raf Suresi'nde recfe (yer sarsıntısı), Hud Suresi'nde sayha (çığlık), Şuara Suresi'nde ise bir zülle (gölge günü) ile açıklamış ve bu ayetlerde zikrettiği azapların her biri onların başlarına gelmiştir. Bu konuda iki görüş vardır: Birinci görüş: Bir bulut onları gölgelemiş ve o buluttan ateş inmiştir. Sonra gökten bir çığlık, ardından da altlarında yer sarsıntısı meydana gelmiştir. İşte başlarına gelen azap böyleydi ve bu şekilde helak olup öldüler. İkinci görüş: Medyen kavminin azabı çığlık ve beraberinde yer sarsıntısıyla, Eyke ahalisinin azabı ise semum (şiddetli ve çok sıcak bir rüzgâr) ile olmuştur. Eyke ahalisi, güneşin sıcaklığından korunmak için bir bulutun altında toplanmışlardı. Allah-u Teâlâ o buluttan onların üzerine ateş yağdırdı ve böylece yandılar. Ayetteki zülle kelimesinin manası; onların gölgelendiği ve içinde ateş olan bir buluttur. O ateş onlara yağmur şeklinde inmiş ve bu şekilde azap görmüşlerdir. 16 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:92 ASIL HÜSRANA UĞRAYANLAR ﺎﺒﻴﺷﻌ ﻮﺍ ﻛﹶﺬﱠﺑﻳﻦﺎ ﺍﻟﱠﺬﻴﻬﺍ ﻓﻮﻨﻐ ﻳﺎ ﻛﹶﺄﹶ ﹾﻥ ﻟﹶﻢﺒﻴﻌﻮﺍ ﺷ ﻛﹶﺬﱠﺑﻳﻦﺍﻟﱠﺬ (٩٢) ﺮﹺﻳﻦﺎﺳ ﺍﻟﹾﺨﻢﻮﺍ ﻫﻛﹶﺎﻧ 92 – Şuayb'ı yalanlayanlar, sanki orada (daha önce hiç bulunmayıp) rahat bir yaşam sürmemişlerdi. Şuayb'ı yalanlayanlar, işte onlar kaybedenlerden oldular. “Şuayb'ı yalanlayanlar, sanki orada (daha önce hiç bulunmayıp) rahat bir yaşam sürmemişlerdi.” Şuayb aleyhisselam’ın kavminden azaba uğramış olan inkârcı kimseler azap sonrası sanki daha önce bulundukları yerde hiç zenginlik ve süslü bir hayat yaşamamışlar, sanki orada hiçbir gölgelik, hiçbir ağaçlık olmamış bir hale geldiler. Zira sahip oldukları bu gösterişli hayat azap sonrası yok oldu gitti. Böylece onlar o eğlenceli, oyun ve zevkten ibaret olan, mutlu olduklarını sandıkları hayattan üzüntü ve pişmanlık oluşturan bir duruma düştüler. Allah-u Teâlâ’nın inkârcı zalimlere azabı işte böyle şiddetli olur. “Şuayb'ı yalanlayanlar, işte onlar kaybedenlerden oldular.” Şuayb aleyhisselam’ın inkârcı kavmi, mü’minlere şayet kendi batıl dinlerine dönmezlerse hüsrana uğrayanlardan olacakları tehdidinde bulunmuşlardı. O halde kaçınılmaz hüsran kim içindir? Şuayb aleyhisselam ve ona bağlı olanlar ve kıyamete kadar bu özelliğe sahip olan kimseler için mi? A'RAF:92-93 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 17 Yoksa Şuayb aleyhisselam’ın inkârcı zalim kavmi ve kıyamete kadar bu özelliğe sahip olan kimseler için mi? İşte Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında asıl hüsrana uğrayanların, Şuayb aleyhisselam’ı yalanlayan inkârcı kimseler olduklarını haber veriyor. Böylece sonuç onların söyledikleri gibi olmadı. Zira Şuayb aleyhisselam’a bağlı olanlar değil, bilakis asıl hüsrana uğrayanlar kendileri oldular. Öyle ki onlar hem dinlerini, hem dünyalarını, hem ahiretlerini, hem canlarını, hem eş, dost ve akrabalarını kaybettiler. İşte en büyük hüsran budur! Şuayb aleyhisselam ve ona bağlı olanlar ise Allah-u Teâlâ’dan gelen her şeye kayıtsız ve şartsız teslimiyet göstermeleri sebebiyle hüsrana uğrayanlardan değil, bilakis kazananlardan oldular. ŞUAYB’IN, KAVMİNİN BAŞINA GELENE ÜZÜLMEMESİ ﺖﺤﺼﻧﻲ ﻭﺑ ﺭﺎﻟﹶﺎﺕ ﺭﹺﺳﻜﹸﻢﻐﺘ ﻠﹶﺪ ﺃﹶﺑ ﻮﻡﹺ ﻟﹶﻘﹶ ﺎ ﻗﹶﻗﹶﺎﻝﹶ ﻳ ﻭﻢﻬﻨﻟﱠﻰ ﻋﻮﻓﹶﺘ (٩٣) ﺮﹺﻳﻦﻮﻡﹴ ﻛﹶﺎﻓ ﻠﹶﻰ ﻗﹶﻰ ﻋ ﺁﺳﻒ ﻓﹶﻜﹶﻴﻟﹶﻜﹸﻢ 93 – (Şuayb onların bu duruma düştüğünü görünce onlara acımayıp) Onlardan yüz çevirdi ve dedi ki: "Ey kavmim! Ben size Rabbimin (hak olan) davetini tebliğ edip nasihatte bulunduktan sonra (Allah'ın birliğini inkâr edip rasûlünü yalanlayan) kâfir kavme (bu helaklerinden dolayı) neden üzüleyim ki? Allah-u Teâlâ’nın, Şuayb aleyhisselam’ın inkârcı, inatçı olan, inkâr ve inatlarında ileriye giden, içinde bulundukları bollukla, zenginlikle şımaran kâfir kavmine azap etmesi ve 18 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:93 onları öldürerek helak etmesi sonrası Şuayb aleyhisselam helak olmuş bu kimselere, onlardan yüz çevirerek, onları azarlar ve kınar bir vaziyette şöyle dedi: “Ey Allah’ın azabının kendilerini ansızın yakalayıp da olduğunuz yere yüzüstü bir şekilde çöküp kalan kavmim! Sizlerin başınıza şu azap gelmeden önce Rabbim olan Allah’ın risaletlerini sizlere tebliğ edip size ulaştırmadım mı? Hiçbir konuda eksik bırakmaksızın, her meseleyi sizlerin anlayacağınız bir şekilde net olarak anlatmadım mı? Öyle ki sizin içinizde tebliğimi işitmeyen, Rabbimin risaletinden habersiz olan hiçbir kimse kalmadı. Üstelik sizlere tebliği öyle güzel bir şekilde sundum ki hiçbir mazeretiniz kalmadı. Buna rağmen sizler, size yapılan tebliğe kulak vermediniz, nasihatlerimi dinlemediniz, heva ve hevesinize uydunuz. Böylece size gelen haktan yüz çevirdiniz. O halde Allah’ın emirleri kendilerine geldikten sonra onlardan yüz çevirmiş, heva ve hevesine uymuş, Allah’ı birlemekten kaçınıp O’na şirk koşmuş, kendilerine gelen rasulü yalanlamış, o rasule ve ona tabi olanlara her türlü eziyeti yapmış, onları hak dinlerinden döndürmeye, kendi sapık dinlerine girmeye zorlamış, hatta onları bulundukları yurtlarından sürgün etmeye kalkışmış olan sizlere Allah’tan bir azap gelmiş ve böylece helak olmuşsanız ben neden üzüleyim ki?!” Şuayb (a.s)’ın Kavminin Helakı Hak Ediş Sebepleri: Allah-u Teâlâ Şuayb aleyhisselam’ın kâfir olan kavmini şu iki sebepten dolayı helak etmiştir. Birincisi: Kendilerine hak, her yönüyle hiç eksiksiz sunulduğu halde hakkı kabul etmeyip, sapıklık ve şirk üzerinde kalmayı tercih etmeleri ve böylece küfür ve sapıklıklarında ısrar etmeleridir. A'RAF:93-94 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 19 İkincisi: Şirk ve küfür üzerinde kalmakta ısrar etmekle kalmayıp, gerek mü’minleri gerekse hakkı isteyen kimseleri haktan saptırmak, kendi sapık dinlerine girmelerini sağlamak için ellerinden gelen her şeyi yapmalarıdır. İşte bu kimselerin azabı ve helak olmayı hak ediş sebepleri bunlardır. Bu sebeple zaman ve mekân neresi olursa olsun, hakka karşı gelen, hakkı yaşamaları konusunda insanlara engel olan, onları zorlayan, onlara her türlü işkence ve eziyeti yapan, onları üzerinde bulundukları haktan geri çevirmek için her türlü uğraşı veren kimselere eğer Allah-u Teâlâ’dan bir azab, onları helak edici bir olay gelirse buna üzülmemek, bilakis ibretle bakmak gerekir. Zira böyle kimseler, sahip oldukları özellikleri sebebiyle azabı hak etmiş kimselerdir. ALLAH (C.C)’IN, İNKÂRCILARI İMTİHANI ِﺍﺀﻀﺮ ﺍﻟﺎﺀِ ﻭﺄﹾﺳﺎ ﺑﹺﺎﻟﹾﺒﻫﻠﹶﻬ ﺎ ﺃﹶ ﹾﺬﻧ ﺇﹺﻟﱠﺎ ﺃﹶﺧﺒﹺﻲﻦ ﻧ ﻣﺔﻳﻲ ﻗﹶﺮﺎ ﻓﻠﹾﻨﺳﺎ ﺃﹶﺭﻣﻭ (٩٤) ﻮﻥﹶﻋﺮﻀ ﻳﻢﻠﱠﻬﻟﹶﻌ 94 – Biz bir beldeye nebi gönderdiğimiz zaman, belki (Allah'a) boyun eğerler diye oranın halkını fakirlik, hastalık ve (çeşitli) zararlara uğratırız. Allah-u Teâlâ bu ayette hem mü’minlere eziyet veren müşriklere bir korkutma hem de mü’min kimselere bir teselli olsun diye süregelen bir sünnetini bizlere haber vererek şöyle buyuruyor: 20 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:94 “Ey kâfirler, ey müşrikler, ey mü’minler! Şunu iyi biliniz ki; biz bir şehre, oranın halkını Allah’a ibadete, tevhidi kabule, şirki terke davet etsin diye bir nebi gönderdiğimizde, o kimseler eğer hak kendilerine açıkça geldikten sonra o nebiye ve getirdiklerine tabi olmaz, üzerinde bulundukları şirkleri terk etmez ve bu hal üzere yaşamaya devam ederlerse doğrusu Allah, onları değişik imtihanlara tabi tutacaktır. Onları fakirlik ve hastalık gibi çeşitli musibetlere uğratacaktır. Böylece kendilerine isabet eden bu durumlar vesilesiyle belki ibret alıp işledikleri hataları terk ederler. Artık hakka karşı gelmezler ve üzerinde bulundukları şirki terk ederek hakka teslim olurlar yani tevhide dönerler. İşte bu, Allah’ın müşrik kullarına bir rahmeti ve böylece onlara hatalarını anlamaları için mühlet vermesidir. Öyleyse ey kâfirler ve ey müşrikler! Şayet sizlere hak geldikten sonra hâlâ iman etmez, haktan ve hidayetten yüz çevirir, bununla birlikte mü’min kimselere eziyete devam ederseniz, şunu iyi biliniz ki; daha önceki müşriklerin başına gelenler sizlerin de başınıza mutlaka gelecektir. Ve ey mü’minler! Sizler de şunu iyi biliniz ki; sizler müşrik ve kâfirlerden çok çeşitli eziyetler göreceksiniz. Her dönem ve mekânda bu, böyle olmuştur. Öyleyse sizler başınıza gelenlere sabrederseniz mutlaka zafer sizler için kaçınılmaz olacaktır. Çünkü Allah, sizlerden önceki mü’minleri sabırları sebebiyle nasıl muzaffer kılmışsa sizleri de, şayet sabrederseniz aynen öyle muzaffer kılacaktır. Böylece daha önceki mü’minlere eziyet edenlerin başlarına gelenler sizlere eziyet edenlerin de başlarına gelecektir. Bundan hiç şüpheniz ve endişeniz olmasın.” A'RAF:94 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 21 Allah-u Teâlâ’nın Değişmez Sünneti: Allah-u Teâlâ, daha önce geçen ayetlerde Nuh, Hud, Salih, Lut ve Şuayb’ın (Allah’ın selamı hepsinin üzerine olsun) kavimleriyle ilgili kıssaları zikretmiştir. İşte bu kıssaları zikrettikten sonra bu ayetle Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ve onunla birlikte olan mü’minlerin kalplerini mutmain etmek ve böylece onları teselli etmek için onlara, gerek Kureyş müşriklerinden ve gerekse başka müşriklerden eziyet göreceklerini, bu sebeple müşriklerden gördükleri eziyetlere aldırmamaları gerektiğini, bunlara sabretmeleri gerektiğini ve şayet sabrederlerse zaferin kendileri için olacağını ve bunun Allah-u Teâlâ’nın bir sünneti olduğunu bildirmek istemiştir. Allah-u Teâlâ, müşrik kimselere onları şirkten uzak kalmalarını, tevhide yönelmelerini davet etmesi için bir rasul gönderdiği zaman, mutlaka onları bir şekilde imtihan ederdi. İmtihanı gereği gibi sonuçlandırmayan, yani; kendilerine yapılan tevhid çağrısına kulak vermeyen, ona karşı inat eden, bununla da kalmayıp mü’minlere eziyete yönelen kimselere azabı hak olur ve böylece iman etmeyenlere hak ettikleri mağlubiyeti, iman edenlere ise sabırları sebebiyle hak ettikleri galibiyeti verir. İşte böyle yapması Allah-u Teâlâ’nın bir kanunu, bir sünnetidir. Ve Allah-u Teâlâ’nın bu sünneti sadece Nuh, Hud, Salih, Lut ya da Şuayb (Allah’ın selamı hepsinin üzerine olsun) gibi nebilerin kavimleri için söz konusu değildir. Bütün rasullerin durumu böyledir. Çünkü bu, Allah’ın sünnetidir ve bu sünnet, kıyamete kadar her zaman ve mekân için geçerli olacaktır. 22 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:94-95 Öyleyse Allah-u Teâlâ’ya hakkıyla teslim olmuş mü’min kimseler gevşemesinler, üzülmesinler ve başlarına gelebilecek her türlü sıkıntıya, eziyete sabretsinler. Çünkü er veya geç sonuç mü’minlerin lehine olacaktır. İnkârcı kimseler ise sakın içinde bulundukları gösterişli hayata aldanmasınlar. Dünyada ebedi kalacaklarını, sahip oldukları değerlerin ellerinden alınmayacağını sanmasınlar. Çünkü şirk üzere kaldıkları, şirklerinde ısrar ettikleri ve mü’minlere karşı her türlü eziyeti ve haksızlığı yaptıkları müddetçe bilsinler ki er veya geç sonuç kendilerinin aleyhine olacaktır. İşte bu, Allah-u Teâlâ’nın kulları üzerinde hiç değişmeyen bir sünnetidir... ALLAH (C.C)’IN NİMET VEREREK İMTİHANI ﺲ ﻣﻗﹶﺎﻟﹸﻮﺍ ﻗﹶﺪﺍ ﻭﻔﹶﻮﻰ ﻋﺘﺔﹶ ﺣﻨﺴ ﺍﹾﻟﺤﺌﹶﺔﻴﻜﹶﺎﻥﹶ ﺍﻟﺴﺎ ﻣﻟﹾﻨﺪ ﺑ ﺛﹸﻢ (٩٥) ﻭﻥﹶﺮﻌﺸ ﻟﹶﺎ ﻳﻢﻫﺔﹰ ﻭﺘﻐﻢ ﺑ ﺎﻫﺬﹾﻧﺍﺀُ ﻓﹶﺄﹶﺧﺮﺍﻟﺴﺍﺀُ ﻭﺮﺎ ﺍﻟﻀﺎﺀَﻧﺁﺑ 95 – (Bu durum onlara fayda vermeyince) Kötülüğün (sıkıntı, hastalık ve darlığın) yerini iyilikle (bolluk ve genişlikle) değiştirdik. Nihayet (mal ve evlatça) çoğalınca (değişikliğin hikmetini anlamayıp bunu dünya hâli zannederek): "Atalarımız da sıkıntı ve darlığa uğrayıp ardından refah ve bolluğa kavuşmuşlardı" dediler. (İşte onlar böyle bir yaşam içindeyken) Hiç hissetmedikleri bir anda, ansızın azabımızla onları yakalayıverdik. A'RAF:95 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 23 “(Bu durum onlara fayda vermeyince) Kötülüğün (sıkıntı, hastalık ve darlığın) yerini iyilikle (bolluk ve genişlikle) değiştirdik.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında şöyle buyuruyor: “Kendilerine rasul gönderdiğimiz, hakkı ilettiğimiz kimselere sıkıntılar, musibetler vererek imtihan ettiğimiz halde o sıkıntı ve musibetlerden şayet ibret almamış ve hakka dönmemişlerse bu kez onlara verdiğimiz rızkı bollaştırıp onları fakirlikten kurtarır ve zengin kılarız. Hastalıktan sonra onlara afiyet veririz ve üzerlerindeki her türlü musibeti kaldırırız. İşte onları bu şekilde de imtihan ederiz.” “Nihayet (mal ve evlatça) çoğalınca (değişikliğin hikmetini anlamayıp bunu dünya hâli zannederek): "Atalarımız da sıkıntı ve darlığa uğrayıp ardından refah ve bolluğa kavuşmuşlardı" dediler.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında kendilerine nimetin bollaştırıldığı kimseler hakkında şöyle buyuruyor: “Kendilerinin üzerlerinden sıkıntıları ve musibetleri giderip her türlü nimetleri kendilerine verdiğimiz kimseler, gerek çocuklarının sayısı bakımından ve gerekse mal, mülk ve zenginlik bakımından çoğaldıklarında, akılsızlıkları sebebiyle daha önce başlarına gelen musibet ve sıkıntıları unutarak şöyle demeye başlarlar: “Doğrusu daha önce gerek babalarımıza ve gerekse bizlere sıkıntı, darlık isabet etmişti de bu sıkıntı ve darlık uzun sürmeyip geçici olmuştu. Ve nihayetinde yine bolluk ve bereket bizlere isabet etmişti. İşte hayat böyledir. İnsanların başlarına bazen sıkıntı, bazen ferahlık isabet eder. Zamanın geçmesiyle her şey değişikliğe uğrar. Biz de işte böyle bazen sıkıntı, bazen ferahlık görmekteyiz.” İşte böyle akılsız kimseler başlarına gelen gerek sıkıntı ve musibetlerden ve gerekse bolluk ve bereketten ibret 24 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:95 almaları ve böylece Allah-u Teâlâ’ya gerçek manada teslim olarak O’nu gereği gibi tevhid etmeleri gerektiği halde ne ibret alırlar, ne de teslimiyet gösterirler. Onlar sadece kıt akıllarıyla olayları yorumlama yolunu tercih ederler. Yaşadıkları her olayın zaman süreci içerisinde süregelen olağan şeyler olduğunu, daha önce yaşayan insanların da sıkıntı ve musibetlere uğrayıp, sonra bolluk ve refah gördüklerini söylemekten geri kalmazlar. Başlarına gelen gerek musibetlerin ve gerekse bolluğun birer imtihan vesilesi olduğunu, böylece şirklerinden arınmaları, tevhide dönmeleri için bu gibi şeyler kendilerine verildiğini akıllarına hiç getirmezler. “Hiç hissetmedikleri bir anda, ansızın azabımızla onları yakalayıverdik.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında şöyle buyuruyor: “Kendilerine verilen nimetlerin bir imtihan vesilesi olduğunu idrak edemeyen, böylece şirklerinden arınıp tevhide yönelmeyen kimselere verdiğimiz nimetleri geri aldık da bunu hissedemediler.” Allah-u Teâlâ müşrik olan kimselere gerek çocukları, gerek malları ve gerekse rızıkları yönünden bol nimetler içindeyken, artık başlarına bir eziyet gelmeyeceğinden, rahat ve emin olarak yaşayacaklarını zannettikleri böyle sevinçli bir durumda onlara ansızın öyle bir musibet verir ki bunu fark edemezler. İşte bu şekilde musibet verilmesi azabın daha etkili olması içindir. Çünkü bu kimseler içinde bulundukları bolluğun hiç ellerinden gitmeyeceğini, aksine sahip oldukları değerlerle her şeyi yapabileceklerini sanmaktaydılar. Oysa Allah-u Teâlâ onlara bu durumda oldukları sırada musibet vererek azap eder ki böylece daha çok üzülsünler. Çünkü mutluluk içinde olan kimselerin, sahip oldukları mutluluğu A'RAF:95 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 25 kaybederek mutsuz bir hale düşmeleri onlar için çok üzüntü verici bir haldir. Allah-u Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor: “Kendisiyle hatırlatıldıklarını unuttukları zaman, onlara her şeyin kapılarını açtık. Verilenlerle ferahlayınca, ansızın onları yakaladık. Böylece onlar (bütün) ümitlerini yitirdiler.” (En’am: 44) Aişe radıyallahu anhâ’dan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Ansızın ölmek mü’min için bir rahmet, kâfir için ise eziyet ve üzüntü vericidir.” (Ahmed, Beyhaki) Bu Ayetlerden İstifade Edilen Dersler: 1 – Kendilerine musibet isabet eden kimselerin ister mü’min, ister kâfir olsun bu musibetlerden mutlaka ders almaları gerekir. Allah’a iman eden kişi zamanın değişikliğine asla aldanmaz. Musibetler onun için nefsini terbiye etme konusunda bir terbiye metodu, bir imtihandır. Kâfir kimse ise kendisine bir sıkıntı isabet ettiğinde ümitsizliğe kapılır, hayır isabet ettiğinde ise kibirlenir ve yeryüzünde bozgunculuk yapar. İşte bu sebeple bu kimsenin sonu helak olmaktan başka bir şey değildir. 2 – Allah-u Teâlâ’nın müşriklere bir an önce azap etmemesi, onlara bir müddet vermesi kullarına karşı uygulayageldiği sünnetlerinden birisidir. Ve bu, Allah-u Teâlâ’nın kullarına karşı rahmetidir. Böylece belki musibetlerden, olaylardan ibret alırlar da hakka dönerler ve üzerinde bulundukları sapıklıkları düzeltip, işledikleri masiyet, şirk ve küfürlerinden vazgeçerler. 26 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:95-96 Allah-u Teâlâ’nın kullarını şerle imtihan ettiği gibi hayırla da imtihan edebilir. Bu konuyla ilgili olarak başka bir ayette Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: “Belki (akledip) dönerler diye onları iyiliklerle ve kötülüklerle imtihan ettik.” (A’raf: 168) Akıllı olan kimseler zamanın değişmesine aldanmazlar. Bu kimseler ancak bu gibi hadiselerden ibret alırlar. Kendilerine yaşantılarında istifade edecekleri dersler çıkarırlar ve böylece gerçek mutluluğu elde ederler. SAHİH İMANIN, KİŞİYE KAZANDIRACAKLARI ِﺎﺀﻤ ﺍﻟﺴﻦ ﻣﻛﹶﺎﺕﺮﻢ ﺑ ﻬﹺﻠﹶﻴﺎ ﻋﻨﺤﺍ ﻟﹶﻔﹶﺘﻘﹶﻮﺍﺗﻮﺍ ﻭﻨﻯ ﺁﻣﻞﹶ ﺍﻟﹾﻘﹸﺮ ﺃﹶﻥﱠ ﺃﹶﻫﻟﹶﻮﻭ (٩٦) ﻮﻥﹶ ﹾﻜﺴِﺒﻮﺍ ﻳﺎ ﻛﹶﺎﻧ ﺑﹺﻤﻢﺎﻫﺬﹾﻧﻮﺍ ﻓﹶﺄﹶﺧ ﻛﹶﺬﱠﺑﻦﻟﹶﻜﺽﹺ ﻭﺍﻟﹾﺄﹶﺭﻭ 96 – Eğer şehirlerin halkları (gerçekten) iman edip (Allah'tan) sakınsalardı, muhakkak ki üzerlerine göklerin ve yerin bereketini açardık. Fakat onlar (rasulleri) yalanladılar. Biz de yaptıklarından ötürü onları (azap ile) yakalayıverdik. “Eğer şehirlerin halkları (gerçekten) iman edip (Allah'tan) sakınsalardı, muhakkak ki üzerlerine göklerin ve yerin bereketini açardık.” Allah-u Teâlâ önceki ayetlerde rasulleri yalanlayan, onlara ve mü’minlere savaş açan, isyan, şirk, küfür ve günahta ileri giden kâfirleri, ibret alıp gönderdiği rasule iman etmeleri için sıkıntı ve bollukla imtihan ettiğini, fakat daha A'RAF:96 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 27 da çok şımarmaları üzerine onları şiddetli bir azap ile ansızın yakalayıp helak ettiğini bildirmişti. Bu ayette ise gönderilen rasullere iman etmiş, onların yanında yer almış ve teslimiyeti seçmiş olsaydılar azap yerine nasıl bir sonuçla karşılaşmış olacaklarını bildirmektedir. “Şayet o helak edilen şehirlerde yaşayan inkârcılar, verilen nimetlerden dolayı şımarmak, isyan edip düşmanlık yapmak yerine Allah-u Teâlâ’ya iman etmiş, gelen rasulleri tasdik edip onlara tabi olmuş, onların bildirdiği şekilde Allah-u Teâlâ’ya ibadet etmiş, tevhid dinine sımsıkı sarılmış, hayatlarını Allah’ın emir ve yasaklarına göre düzenlemiş, onun kanunlarına muhakeme olmuş ve verdiği hükümlere itirazsız zahiren ve batınen teslim olmuş olsaydılar, muhakkak ki biz, onlar için gökten yağmurlar yağdırır, o yağmurlarla istifade edecekleri çok çeşitli meyveler, sebzeler, ekinler ve daha nice zenginlikler çıkarırdık. Böylece, fazla çaba sarf etmeden çok mutlu ve rahat bir hayat yaşarlardı. “Fakat onlar (rasulleri) yalanladılar.” Fakat insanlar, Allah-u Teâlâ’nın kendilerine gönderdiği rasulleri ve onların davet ettiği tevhid dinini kabul etmediler. Tam aksine, rasullere ve onlara tabi olanlara eziyet ettiler. Heva ve heveslerine uyarak inkârda ileri gittiler. Allah’a, O’nun istediği gibi kulluğa yönelmediler, kullara kulluğu tercih ettiler. Şirkin, küfrün, haramların her çeşidini işlediler. Allah-u Teâlâ’nın yasaklarını çiğnediler. Emirlerine gereği gibi uymadılar. Azı müstesna, hepsi hakkı yalanlayan azgın birer kâfir ve müşrik oldu. “Biz de yaptıklarından ötürü onları (azap ile) yakalayıverdik” 28 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:96 İşte o şehirlerin halkları azgın birer kâfir ve müşrik kesilince, yaptıklarına karşılık bir ceza olmak üzere, Allah-u Teâlâ onların üzerine ceza üstüne cezalar yağdırdı, musibetler indirdi, üzerlerindeki bolluk ve bereketi giderdi ve onları çeşitli hastalıklara müptela kıldı. Allah, Rasullere karşı gelen azgın kâfirlere, yapmış oldukları her yanlış amel sebebiyle değil, bazı ameller sebebiyle ceza vermiştir. Zira Allah-u Teâlâ, onlara veya onlar gibi yapanlara yaptıkları her amel sebebiyle anında ceza vermiş olsaydı, yeryüzünde ne insan ne de cin kalırdı. Bundan anlaşılıyor ki; Allah-u Teâlâ, rahmeti gereği kullarının işlemiş oldukları her suça hemen karşılık vermez. Fakat ne zaman ki kullar Allah-u Teâlâ’ya, O’nun emir ve yasaklarına karşı gelmeye, böylece zulüm, fesat ve bozgunculuğa müptela olur, bunlardan dönmeyi asla istemezlerse işte o zaman bazı çok kötü amelleri sebebiyle onlara dünyada büyük bir ceza verir. Dünyadaki Mutluluk veya Mutsuzluğun Nedenleri: Zamanımızda bazı insanlar şöyle diyebilirler: “Dünya geneline şöyle bir baktığımızda, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e bağlı ve Müslüman olduğunu söyleyen toplumların, ekonomi ve teknolojik gelişmeler açısından geri kalmış, fakir ve başkalarına muhtaç oldukları, fakat kendilerini İslam’a nispet etmeyen, Allah-u Teâlâ’dan korkup sakınmayan, her türlü masiyeti işleyen toplumların ise dünyevi her konuda ileri düzeyde oldukları, refah içinde yaşadıkları ve dünyaya hâkim konumunda bulundukları görülür. Bu genel gerçekler ile Allah’ın ayeti yan yana getirildiğinde bir tezat olduğu görülmez mi? Bu durum nasıl açıklanabilir? A'RAF:96- Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 29 Bu ayetin manasını ve Allah-u Teâlâ’nın sünnetini gerçek manada idrak etmiş bir kimsenin, böyle manzaralar karşısında şaşırmaması gerekir. Bunun sebebi; zamanımızdaki Müslüman gözüken insanların gerçekte İslam’la hiçbir alakalarının bulunmaması ve gerçek Müslüman kimliğine sahip olmamalarıdır. Günümüzdeki sözde “İslam Toplumları”ndaki “Müslüman” sıfatı, sadece bir isimden ibarettir. Bu toplumların yaşantılarına yakinen bakıldığında Allah-u Teâlâ’nın şeriatını hayatlarının her alanına tatbik etmedikleri, aksine heva ve heves ürünü olan, nefsi arzu ve hezeyanlara dayanan batılı ya da yerli tağutların kanunlarına uyarak kullara kulluk ettikleri görülecektir. Oysa gerçek bir Müslüman kullara değil, sadece Allahu Teâlâ’ya kulluk eder. Kulların kanunlarına değil, sadece Allah-u Teâlâ’nın kanunlarına bağlanır ve boyun eğer. Hayatını sadece bu kanunlara göre düzenler, sadece bu kanunlara muhakeme olur ve insanları da sadece bu kanunlarla muhakeme eder. İşte gerçek Müslüman böyle inanır ve böyle amel eder. Müslümanlar bu özellikleri sebebiyle tarihte, dünyaya hükmedip belli dönemlerinde en ileri kimseler oldular. Her yerden üzerlerine bol nimetler yağdı ve rızıkları çoğaldı. Öyle ki, zekât vermek isteyen kimseler zekâtını verecek fakirler bulamadılar. Sonuç olarak bu ayet bizlere gösteriyor ki; Allah-u Teâlâ’nın bildirdiği sahih iman, ancak hem zahiren hem de batınen Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e tabi olmakla gerçekleşir ve bu şekildeki sahih bir iman dünyada mutluluk ve ferahlığın sebebidir. Yine dünyada işlenen şirk, küfür ve haramlar ise dünyadaki mutsuzluğun ve verilen cezaların sebebidir. 30 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:97 ALLAH (C.C)’IN AZABININ GELEBİLECEĞİ ANLAR (٩٧) ﻮﻥﹶﻤﺎﺋ ﻧﻢﻫﺎ ﻭﺎﺗﻴﺎ ﺑﻨﺄﹾﺳ ﺑﻢﻬﻴﺄﹾﺗﻯ ﺃﹶﻥﹾ ﻳﻞﹸ ﺍﻟﹾﻘﹸﺮ ﺃﹶﻫﻦ ﺃﹶﻓﹶﺄﹶﻣ 97 – (Yoksa) Şehirlerin (kâfir olan) halkları uyurlarken, geceleyin (ansızın) azabımızın onlara inmesinden emin mi oldular? Allah-u Teâlâ bu ayette şöyle buyuruyor: “Küfür, şirk ve zulümde ileri giderek mü’minlere eziyet eden kâfir memleketlerin halkları, acaba gece uyurken başlarına gelecek ve asla defedemeyecekleri Allah’ın azabından güvende olduklarını mı zannediyorlar? Allah’ın kullarına işkenceler yaptıkları halde, hiç aldırış etmeden nasıl oluyor da rahat ve huzur içinde uyuyabiliyorlar? Böyle bir gaflet anında kendilerini azabımızdan kimin koruyacağını zannediyorlar? Yoksa bizim her şeyi gördüğümüz halde intikamımızı almadan onları rahat bırakacağımızı mı zannediyorlar?” Allah-u Teâlâ’nın bu ayetteki sorusu, cevabı istenen bir soru değil, şirk ve küfür içinde yüzenlere red manası taşıyan, onların haline hayret ifade eden ve her an gelebilecek bir azap ile tehdit bildiren bir sorudur. Bu soruyla vurgulanmak istenen şudur: Allah-u Teâlâ, kâfirleri her an cezalandırmaya kadirdir. Onlardan intikamını her an alabilir. Allah’ın azabı geceleyin herkesin derin uykuya daldığı, gaflette bulunduğu en zayıf anlarında da gelebilir ve bunu hiç hissedemezler. Buna karşı bir tedbir de alamazlar, üzerlerinden defedip A'RAF:97-98 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 31 geri de çeviremezler. Çünkü insan, uyurken başına gelebilecek en ufak bir zararı dahi kendinden defedemez. Basit bir haşeratın vereceği zararı bile engelleyemez. Bu gerçeği tüm insanlar ve cinler bildiği halde, nasıl oluyor da azgın tağutlar, kâfirler ve müşrikler iman etmeleri gerekirken Allah-u Teâlâ’ya, rasullere ve bildirilen gerçeklere karşı gelip inkâr ediyor, düşmanlık gösteriyorlar? Acaba Allah-u Teâlâ’nın azabının kendilerine gelmeyeceğini mi zannediyorlar, yoksa birilerinin kendilerini Allah’ın azabından koruyabileceği güvencesine mi sahipler? Böyle bir şeyin olamayacağını bildikleri halde nasıl inkâra, isyana ve düşmanlığa devam edebiliyorlar? Evet! Azgın kâfirlerin böyle aldırmaz bir tavır takınmalarının sebebi; Allah’ın nimetleriyle şımararak bunlarla oyalanmaktan gerçekleri düşünmeye fırsat bulamamaları ve zamanın aleyhlerine aktığını fark edemeyecek derecede idrak yeteneklerini kaybetmiş, adeta hayvandan bile akılsız bir hale gelmiş olmalarıdır. ALLAH (C.C)’IN AZABININ GELEBİLECEĞİ ANLARDAN BİR DİĞERİ (٩٨) ﻮﻥﹶﺒﻠﹾﻌﻢ ﻳ ﻫﻰ ﻭﺤﺎ ﺿﻨﺄﹾﺳ ﺑﻢﻬﻴﺄﹾﺗﻯ ﺃﹶﻥﹾ ﻳﻞﹸ ﺍﻟﹾﻘﹸﺮ ﺃﹶﻫﻦﺃﹶﻣﺃﹶﻭ 98 – (Yahut) Şehirlerin (kâfir olan) halkları eğlenirken, kuşluk vakti (ansızın) azabımızın onlara inmesinden emin mi oldular? Allah-u Teâlâ bu ayette şöyle buyuruyor: “Yine o küfür ve şirk içerisinde yaşamakta aşırı giden, rasulleri yalanlayan ve mü’minlere eziyet eden şehirlerin 32 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:98 kâfir halkları acaba kuşluk vakti şımarık bir vaziyette oynayıp, eğlenip dururken kendilerine azabımızın gelmeyeceğinden emin mi oldular? Bundan güvende midirler?” Allah-u Teâlâ bu ayette, azabının inkârcılara “kuşluk vaktinde birtakım meşgaleler içinde oyalanırken, oynayıp eğlenirken de” gelebileceğini haber vermektedir. Zira insan, dünyevi meşgalelerine, oyun ve eğlencelere çoğunlukla gündüzün ilk vakti olan kuşluk vaktinde başlar. İşte insan bu vakitlerde dünyevi bir meşgaleyle veya oyun ve eğlenceyle oyalandığı bir sırada dikkatini tamamen uğraştığı şeye verir. Bu sebeple kendi dışında gelişen olaylardan habersiz ve gafil kalır, tedbiri azalır, gelebilecek herhangi bir zararı defetme gücü kalmaz. Aslında insan uyanık, ihtiyatlı ve ciddi bir haldeyken bile Allah-u Teâlâ tarafından gelebilecek azaba karşı kendisini koruyabilecek güce sahip değildir. Çünkü Allah’ın azabı çok şiddetlidir ve onun gücüne karşı koyabilecek hiçbir kuvvet yoktur. Öyleyse, başka şeylerle meşgul iken, dikkati başka şeylere yönelmişken başına gelecek musibetlere karşı insan kendisini nasıl koruyabilir? Allah-u Teâlâ bu ayette insanı uyarmak, ansızın gelebilecek azabına karşı dikkatli olmaya sevk etmek ve bir an önce tevbe edip Allah’ın dinine yönelmeye çağırmak için özellikle insanın en zayıf olduğu anları zikretmiştir. İşte bu anlar; insanın uyuduğu ve nefsinin hoşuna giden şeylerle meşgul olduğu anlardır. Böyle bir anda ansızın gelen musibet karşısında insan şaşırır, hatta ne olduğunu bile anlayamaz, tevbe etmeye fırsat bulamadan helak olabilir. Tevbeye gücü yetse de bu haldeki kişinin tevbesini Allah kabul etmez ve kişiyi ebedi azaptan kurtarmaz. O halde gerek Allah-u Teâlâ’nın kendilerinden haber verdiği o şehirlerin inkârcı halkı ve gerekse onlar gibi olan diğer halklar, şirk, küfür, zulüm ve günahın her türünü A'RAF:98-99 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 33 işledikleri, Allah-u Teâlâ’ya ve rasullerine isyan ettikleri, Allah-u Teâlâ’nın kanunlarını bir kenara atarak beşer ürünü kanunları tatbik ettikleri, Allah-u Teâlâ’nın kanunlarını tatbik etmek isteyen gerçek mü’minlere savaş açıp onlara eziyet ve işkence yaptıkları halde, nasıl olur da Allah-u Teâlâ’nın azabının kendilerine gelmeyeceğini düşünebilir ve bundan emin olabilirler? Oysa böyle kimseler şunu iyi bilsin ve anlasınlar ki, bu kötü amellerden bir tanesini bile yapmakla azabı çoktan hak etmiştirler. Artık azabı her an beklesinler! ALLAH (C.C)'IN AZABINDAN SADECE HÜSRANA UĞRAYANLAR EMİN OLURLAR (٩٩) ﻭﻥﹶﺮﺎﺳ ﺍﹾﻟﺨﻮﻡ ﺇﹺﻟﱠﺎ ﺍﹾﻟﻘﹶ ﺍﻟﻠﱠﻪ ﹾﻜﺮ ﻣﻦﺄﹾﻣ ﻓﹶﻠﹶﺎ ﻳ ﺍﻟﻠﱠﻪﻜﹾﺮﻮﺍ ﻣﻨﺃﹶﻓﹶﺄﹶﻣ 99 – (İman etmeyip rasûlü yalanladıkları halde) Allah'ın azabından emin mi oldular? Allah'ın azabından ancak hüsrâna uğrayanlar emin olabilir. “(İman etmeyip rasûlü yalanladıkları halde) Allah'ın azabından emin mi oldular?” Allah-u Teâlâ bu ayette “mekr”inden haber vermektedir. Allah-u Teâlâ’nın mekri ise; Allah-u Teâlâ’nın düşmanlarına karşı istidrac etmesidir. İstidrac ise; Allah’ın, inkârları sebebiyle kâfir ve müşriklere bir an önce azap etmemesi, bilakis nimetler vererek azabını ertelemesi yani, mühlet ve zaman vermesidir. Böylece onlar, yaptıklarından dolayı artık kendilerine azap gelmeyeceğini zannedip rahatlarlar. İşte böyle şımarıp tam sevindikleri bir sırada Allah o inkârcıları ansızın yakalayıp 34 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:99 cezalandırır. Allah-u Teâlâ’nın inkârcılara mekri işte böyledir! Allah-u Teâlâ bu ayette şöyle buyurmaktadır: “Allah’a karşı gelen, Allah’ın şeriatını bırakıp beşer ürünü kanunları hayata aktaran, Allah’ın şeriatına göre yaşamak isteyenlere işkence ve eziyet eden, Allah’a kulluktan yüz çevirip kullara kulluğa yönelen, hakkı tebliğ eden rasullere tabi olmayan aksine düşmanlık yapan kasabaların halkları, yaptıklarının yanlarına kâr kalıp Allah’ın kendilerini ansızın yakalayamayacağını ve güvende kalacaklarını mı zannetmektedirler?” “Allah'ın azabından ancak hüsrana uğrayanlar emin olabilir.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında şöyle buyuruyor: “Her türlü küfür, şirk, zulüm ve isyanı işledikleri halde Allah’ın kendilerini cezalandırmayacağını zanneden, bu konuda umursamaz tavır takınarak kötü amellerini şuursuzca işlemeye devam edenler, belki de doğru yaptıklarını ve Allah katında mükâfat göreceklerini zannedip kendilerini hesaba çekmeyen, geçmiş ümmetlerin başına gelenlerden ibret almayan, İslam’a dönüş vesilelerine sarılmakta ve tevbe etmekte kibirlenenler, işte asıl hüsrana uğrayanlar bunlardır! Bunlar, belki dünyada refah içinde yaşayabilirler ancak, ahirette kesin olarak kaybeden, hüsrana uğrayan ve pişmanlığı tadanlar olacaklardır.” Hasan el-Basri radıyallahu anh şöyle demiştir: “Mü’min, Allah-u Teâlâ’nın razı olduğu taatleri işlerken, Allah'ın bu taati kabul etmeyeceğinden endişe ederek korkarak işler. Facir ise Allah’ın yasakladığı şeyleri işlerken bile Allah-u Teâlâ’nın azabından emin bir şekilde, korkmadan işler.” A'RAF:99 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 35 Bu ayetten anlaşıldığına göre; Allah-u Teâlâ’nın azabından emin olan kimse, Allah-u Teâlâ’nın cezasına da iman etmemiş sayılır. Aynı şekilde Allah-u Teâlâ’nın azabından emin olan kişi, gerçek manada rasullerin getirdiğine de iman etmemiş demektir. Allah-u Teâlâ’nın Azabından Emin Olmak: Allah-u Teâlâ’nın bu ayeti, hem Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem zamanındaki Kureyş müşrikleri hem diğer müşrikler hem de her zaman ve mekândaki Allah-u Teâlâ’ya karşı gelen, O’na gerektiği şekilde iman etmeyen, O’nun şeriatını bir kenara atarak beşer ürünü kanunlar koyan, insanları bu zulüm kanunlarına göre yaşamaya zorlayan, İslam dinine göre yaşamak isteyenlere zulmeden, rasullere tabi olmaktan kaçınan, haram helal sınırlarını şuursuzca çiğneyen müşrik ve kâfirler için tehdit içeren korkutucu bir ayettir. Bu nedenle bu sıfatlara sahip olan kimselerin Allah-u Teâlâ’nın azabından kesinlikle emin olmamaları gerekir. Zira Allah-u Teâlâ’nın azabı her an onların başına gelebilir. Hatta Allah-u Teâlâ’nın verdiği nimetler içinde rahat bir şekilde yaşarken Allah-u Teâlâ onlara öyle bir azap eder ki, tevbe etmeye bile fırsat bulamazlar ve ebedi hüsrana uğrayanlardan olurlar. Hiçbir kul, hiçbir zaman Allah-u Teâlâ’nın azabının kendisine gelmeyeceğini zannetmemeli ve bundan emin olmamalıdır. Velev ki Allah-u Teâlâ’nın emirlerini yerine getiren bir kimse olsun... Zira Allah-u Teâlâ, şu an mü’min olanları da imtihana tabi tutar ve kişi imtihanı kaybedip her an hüsrana uğrayabilir. 36 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:99-100 Bu sebeple iman üzere olan kimseler çok dikkatli olmalı, iman üzere kendilerini sabit kılması için daima Allah-u Teâlâ’ya dua etmeli, imtihanlarda başarılı kılması için daima O’ndan yardım istemeli ve şu duayı sürekli okumalıdırlar: “Ey kalpleri değiştiren Allah’ım! Kalbimi senin dinin üzere sabit kıl.” (Ahmed b. Hanbel) İnsan, bu şekilde dua etmekle yetinmemeli, aynı zamanda Allah-u Teâlâ’nın emirlerine sıkıca bağlanmalı, bunları yerine getirme konusunda hırslı olmalı ve Allah-u Teâlâ’nın yasaklarından şiddetle kaçınmalıdır. Kişi, iman konusunda ne kadar yüksek mertebeye ulaşsa da asla Allah-u Teâlâ’nın imtihanından ve azabından emin olmamalıdır. Allah’ın azabından emin olmak küfürdür ve asla mü’minlerin değil, sadece kâfirlerin sıfatıdır. HELAKA UĞRAMIŞ KAVİMLERİN VÂRİSLERİNE UYARI ﻢﺎﻫﻨﺒﺎﺀُ ﺃﹶﺻﺸ ﻧﺎ ﺃﹶﻥﹾ ﻟﹶﻮﻬﻫﻠ ﺃﹶﻌﺪ ﺑﻦ ﻣﺭﺽ ﺮﹺﺛﹸﻮﻥﹶ ﺍﻟﹾﺄﹶ ﻳﻳﻦﻠﱠﺬ ﻟﺪﻬ ﻳﻟﹶﻢﺃﹶﻭ (١٠٠) ﻮﻥﹶﻌﺴﻤ ﻢ ﻟﹶﺎ ﻳ ﻓﹶﻬﻠﹶﻰ ﻗﹸﻠﹸﻮﺑﹺﻬﹺﻢ ﻋﻊﻄﹾﺒﻧ ﻭﻮﺑﹺﻬﹺﻢﺑﹺﺬﹸﻧ 100 – (Rasûle karşı gelip şirke devam eden ve bundan dolayı helak olan) Halkın yerine sahip olanlar, isteseydik günahlarından dolayı (öncekilere azap ettiğimiz gibi) onlara da azap edebileceğimizi hâlâ anlamadılar mı? Biz, (küfürlerinden dolayı) onların kalplerini mühürleriz de artık (hakkı) anlamazlar. A'RAF:100 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 37 Allah-u Teâlâ daha önceki ayetlerde kâfirleri nasıl helak ettiğini açıklamıştı. Bu ayette ise geçmiş ümmetlerden örnek vermesinin sebebini açıklayarak, ibret alınması için anlatılan bu kıssalara dikkat çekmekte, mükellef olan herkesi, bu kıssaları iyice incelemeye ve ona göre hayatı düzenlemeye sevk etmektedir. “(Rasûle karşı gelip şirke devam eden ve bundan dolayı helak olan) Halkın yerine sahip olanlar, isteseydik günahlarından dolayı (öncekilere azap ettiğimiz gibi) onlara da azap edebileceğimizi hâlâ anlamadılar mı?” Allah-u Teâlâ bu ayette şöyle buyuruyor: “Biz, şeytanın gösterdiği sapık ve batıl yolda giden nice azgın topluluğu, işledikleri kötülükler sebebiyle daha önce cezalandırıp helak ettik. Sonra onların ardından başka toplulukları yeryüzüne yerleştirdik ve onları, öncekilerinin sahip olduklarına mirasçı kıldık. Fakat sonra gelenler de hala öncekiler gibi şeytanın yolunda gidiyor ve yasakladığımız kötü amelleri işlemeye devam ediyorlar. Sanki öncekilerin kötü amellerine de mirasçı olmuş gibiler. Hâlbuki öncekilerin yaptıkları sebebiyle başlarına gelen azap ve cezadan ibret alıp, aynı şeylerin başlarına gelmemesi için kendilerini doğruya yöneltmeleri gerekmez mi? Onların başına gelen azabın, ansızın kendi başlarına da gelmesinden korkmuyorlar mı? Niçin ibret almıyorlar, niçin helake uğramış azgınların amellerini işlemeye devam ediyorlar? Geçmişte azaba uğrayarak helak edilmiş sapık ümmetlerin peşinden giden, aynı amelleri işlemeye devam eden her toplum şunu çok iyi bilsin ki: Öncekilerin, azgınlıkları sebebiyle başlarına gelenler, sizin de başınıza aynen gelecektir. Bu Allah’ın bir sünnetidir. Eğer biraz aklınız varsa, uyarılara kulak verir ve geçmişten ibret alırsınız, azgınlık ve isyandan vazgeçer, hakka yönelirsiniz. Siz kendinizi 38 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:100 ıslah edip hayra ve hakka yöneltmedikçe, asla geçmiştekilerin başına ansızın gelen azabımızdan emin olamazsınız. Sizi de her an cezalandırmaya kadiriz.” “…isteseydik günahlarından dolayı (öncekilere azap ettiğimiz gibi) onlara da azap edebileceğimizi hâlâ anlamadılar mı? Biz, (küfürlerinden dolayı) onların kalplerini mühürleriz de artık (hakkı) anlamazlar.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında şöyle buyuruyor: “Helake uğramış önceki ümmetlerin isyan ve azgınlıklarına mirasçı olanlar, Allah kendilerine apaçık uyarıcılar gönderdiği, o uyarıcılar vasıtasıyla hakikatleri onlara hatırlattığı ve ibret dolu çok değişik örnekleri kendilerine verdiği halde hala bunlardan ibret almaz, Allah’a karşı gelmekten, Allah’tan başkasına ibadet etmekten, şirk, küfür, isyan ve sapıklıklarından vazgeçmezlerse, muhakkak ki Allah, bir ceza olarak onların kalplerini mühürler. Çünkü onların kalpleri küfür, şirk ve günahları sebebiyle simsiyah olmuş ve tamamıyla kapanmıştır. Artık kalplerine ne bir hayır girebilir, ne de ondan bir şer çıkabilir. Böylece kendilerine faydalı olan şeyleri artık dinlemez, anlamaz ve ibret almaz olurlar. Aksine kendilerini azaba yaklaştıracak, azaplarının artmasını sağlayacak şeyleri dinlerler, onları kabullenir ve onlarla yaşarlar.” Allah-u Teâlâ bu konuda bir başka ayette şöyle buyuruyor: “De ki! Göklerde ve yerde ne var, bir bakın (da ibret alın)! Fakat inanmayan bir kavme ayetler ve uyarılar hiçbir fayda sağlamaz.” (Yunus: 101) Fakat mü’minler böyle değildir. Allah-u Teâlâ’ya ve O’nun katından gelenlere tam manasıyla teslimiyet göstermiş mü’min kullar, geçmiş ümmetlerin başına gelenler- A'RAF:100 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 39 den ibret alırlar. Kendilerine verilen öğütlerden istifade ederler. Böylece kendilerine anlatılan her kıssadan bir ders alıp Allah-u Teâlâ’nın emir ve yasaklarına daha çok riayet ederek gerektiği gibi Allah-u Teâlâ’ya yönelirler. Allah-u Teâlâ bu konuyla ilgili olarak bir başka ayette şöyle buyuruyor: “Onlardan önce nice nesilleri helak etmiş olmamız kendilerini doğruya sevk etmedi mi? (Oysa) onların oturdukları yerlerde yürür (ve gezer)ler. Muhakkak ki bunda akıl sahipleri için ayet (ve ibret)ler vardır.” (Taha: 128) Allah-u Teâlâ’nın Azap Ayetleri Birer Uyarıdır: Allah-u Teâlâ, geçmiş kavimlerin helakini ve başlarına gelen azapları anlatan ayetleri, insanları sadece korkutmak ve hep korku içinde yaşamalarını sağlamak için indirmemiştir. Çünkü Allah-u Teâlâ kullarının sürekli korku içinde, başlarına bir musibet geleceği endişesiyle yaşamalarını istemez. Allah-u Teâlâ indirdiği bu ayetlerle, aslında insanları uyarmak ve kendisine teslimiyete sevk etmek ister. Çünkü Allah-u Teâlâ’nın ayetlerinden ibret alan kimseler her an tetikte olur, ihtiyatlı davranır, ümitsizliğe kapılmaz ve amellerine güvenerek Allah-u Teâlâ’nın azabından ya da rahmetinden emin olarak yaşamaz. Bilakis, Allah-u Teâlâ’nın azap ayetlerinden kendilerine dersler çıkararak, korku ile ümit arasında yaşarlar. Öyleyse Allah-u Teâlâ’nın böyle azap ayetlerini okuyanlar, işledikleri amellere dikkatle baksınlar, nefislerini hesaba çeksinler, hatalarından hemen Allah-u Teâlâ’ya tevbe etsinler ve tüm benlikleriyle O’na yönelsinler. İçinde bulundukları maddi rahatlığa ve bolluğa sakın aldanmasın- 40 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:100-101 lar. Allah-u Teâlâ’nın azabının her an gelebileceğini hatırlasınlar, asla azabın kendilerinden uzak olduğunu sanmasınlar. Şunu da iyi bilsinler ki; şayet Allah-u Teâlâ’ya, O’nun emrettiği şekilde ibadet eder, şirkin her çeşidinden uzak durur, O’nun emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınırlarsa hem dünya hem de ahiret mutluluğunu elde ederler. ALLAH (C.C)’IN RASÛLULLAH (S.A.S)’I VE MÜ’MİNLERİ TESELLİSİ ﻢﻠﹸﻬﺳ ﺭﻢﻬﺎﺀَﺗ ﺟﻟﹶﻘﹶﺪﺎ ﻭﻬﺎﺋﺒ ﺃﹶﻧﻦ ﻣﻚﻠﹶﻴ ﻋﻘﹸﺺﻯ ﻧ ﺍﻟﹾ ﹸﻘﺮﻠﹾﻚﺗ ﺍﻟﻠﱠﻪﻊﻄﹾﺒ ﻳﻚﻞﹸ ﻛﹶﺬﹶﻟ ﻗﹶﺒﻦﻮﺍ ﻣﺎ ﻛﹶﺬﱠﺑﻮﺍ ﺑﹺﻤﻨﻣﺆﻴﻮﺍ ﻟﺎ ﻛﹶﺎﻧ ﻓﹶﻤﺎﺕﻨﻴﺑﹺﺎﻟﹾﺒ (١٠١) ﺮﹺﻳﻦﻠﹶﻰ ﻗﹸﻠﹸﻮﺏﹺ ﺍﻟﹾﻜﹶﺎﻓﻋ 101 – (Daha önce kendilerine gelen rasûle iman etmeyip helâk olan) Beldeler hakkında sana haberler veriyoruz. Rasulleri onlara (tevhid ve risalet konusunda) apaçık delillerle gelmelerine rağmen, daha önce yalanladıkları için iman etmediler. İşte böylece Allah, kâfirlerin kalplerini mühürlemiştir. Allah-u Teâlâ Nuh, Hud, Salih, Lut ve Şuayb’ın (Allah’ın selamı hepsinin üzerine olsun) kâfir olan kavimlerini ve onların başlarına neler geldiğini, o inkârcıları nasıl helak ettiğini, mü’minleri ise nasıl kurtardığını haber verdikten sonra bu ayette Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i ve ona tabi olan mü’minleri teselli etmekte, böylece gerek A'RAF:101 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 41 Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ve gerekse mü’minlerin davaları üzere sabit kalıp kâfirlerle mücadeleye devam etmeleri için güçlerini, sabırlarını ve cesaretlerini daha da artırmaktadır. Çünkü gerçekler, helak edilmiş o kavimlere rasulleri tarafından apaçık bir şekilde bildirilmişti. Fakat helak edilen kâfir toplumlar, hakka tabi olmadılar, rasulleri ve getirdikleri şeyleri yalanladılar. Hakkı tebliğ eden rasullere ve onlara tabi olanlara düşman kesildiler, onlara eziyet ve işkenceler yaptılar. Allah-u Teâlâ da onları, bu yaptıklarından dolayı ansızın yakalayıverdi. Allah-u Teâlâ işte bu kıssaları Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e ve mü’minlere, sabretmeleri, aceleci davranmamaları, kalplerine yılgınlık ve bezginlik getirmemeleri, imanları sebebiyle her zaman başlarına gelecek musibetlere hazırlıklı olmaları ve imanlarının daha da çok artması için anlatmaktadır. Çünkü bu kıssalar, hakka karşı savaş veren kâfir, inkârcı ve azgınların eziyetinin sadece belli bir döneme, belli kimselere has olmadığını, bilakis hak ile batıl mücadelesinin yaşandığı her dönemde hakka karşı duran kâfirlerin, zayıf gördükleri Müslümanlara aynı şekilde eziyet ve işkenceler yapabileceğini göstermektedir. Bunun böyle olması, bu hak davaya bağlanmanın bir gereğidir. “(Daha önce kendilerine gelen rasûle iman etmeyip helâk olan) Beldeler...” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında şehirlerin halkından bahsetmektedir. Bu ayetteki şehir halklarından kasıt; Nuh, Hud, Salih, Lut ve Şuayb’ın (Allah’ın selamı hepsinin üzerine olsun) kâfir ve inkârcı, rasullere iman edenlere eziyet eden, azabı hak etmiş halklarıdır. 42 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:101 “(Daha önce kendilerine gelen rasûle iman etmeyip helâk olan) Beldeler hakkında sana haberler veriyoruz.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e şöyle buyuruyor: “Ey Rasulüm! Biz sana, o şehirlerde yaşayan halklara ait yaşanmış bazı olaylar anlatıyoruz. Bunları, iman edenler için bir ibret ve öğüt, kâfirler için de bir uyarı olması için anlatıyoruz. Kâfirler, içinde bulundukları rahat, zengin ve güçlü yaşamdan dolayı sakın sevinmesinler, bu hayatın böyle devam edeceğini zannetmesinler, sahip oldukları her şeyin aleyhlerine azabı artırıcı vesileler olduğunu bilsinler ve bir an evvel şirkten tevbe edip İslam’a yönelsinler.” “Rasulleri onlara (tevhid ve risalet konusunda) apaçık delillerle gelmelerine rağmen...” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında şöyle buyuruyor: “Biz, helake uğramış o kavimlere Nuh’u, Hud’u, Salih’i, Lut’u ve Şuayb’ı uyarıcı birer rasul olarak gönderdik. Rasullerimiz onları apaçık delillerle hem dünya hem de ahiret mutluluğuna davet ettiler. Hakkı hiç eksiksiz, apaçık delillerle ortaya koydular. Fakat onlar bu delillerden istifade etmediler. Getirilen ayetler, sunulan deliller kendilerine hiçbir fayda sağlamadı. Hakkı yalanladılar, iman etmekten hoşlanmadılar ve bildikleri halde hakka tabi olmadılar.” “daha önce yalanladıkları için iman etmediler.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında şöyle buyuruyor: “İşte o kendilerinden bahsettiğimiz ve azabı hak etmiş şehirlerin halkları, aslında rasuller gelmeden önce de hakkın ne olduğunu; Allah’ın razı olduğu yolun neleri kapsadığını ve neleri reddettiğini çok iyi biliyorlardı. Fakat daha önce de Allah’ın emirleri ve yolu nefislerine ağır geldiğinden, hoşlanmamışlardı. Daha sonra hak kendilerine tebliğ A'RAF:101 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 43 edilince de hemen reddettiler ve bile bile şirki, küfrü, batılı, sapıklığı seçtiler. Bu sebeple hak onlara hiçbir fayda sağlamadı. Rasulleri hakkı ispat için ne kadar delil ve mucize sundularsa da onlardan ibret almadılar, faydalanmadılar. Çünkü böyle kimselere ne kadar delil ve mucize getirilse yine de hakka dönmezler, iman etmezler, Allah’a tam manasıyla teslimiyet göstermezler.” Allah-u Teâlâ onlar hakkında bir başka ayette şöyle buyuruyor: “Biz onların kalplerini ve gözlerini iman etmedikleri ilk durumdaki gibi tersine çeviririz ve (böylece) onları azgınlıkları içerisinde şaşkın olarak bırakırız.” (En’am: 110) “İşte böylece Allah, kâfirlerin kalplerini mühürlemiştir.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında şöyle buyuruyor: “Allah, hakkı bildikleri halde, heva ve heveslerine uyarak bile bile hakkı inkâr eden kâfirlerin kalplerini, bir ceza olarak mühürler. Allah, bilerek hakka düşman kesilen kâfirlerin kalplerini mühürlemekle onlara zulmetmiş sayılmaz, aksine, onlar İslam’ı bile bile reddetmekle kendilerine zulmetmişler ve onların iman etmeye asla niyetleri yoktur.” Her Dönemde Kalpleri Mühürlenecek Kimseler: İnsanlar içerisinde öyleleri vardır ki hakkı çok iyi anlamış ve idrak etmiş olmalarına, tevhidi, şirki, küfrü ve sapıklığı çok iyi bilmelerine rağmen, ne yazık ki hakka tabi olmaz, hayat biçimi olarak şirki yaşar, hakka ve hakka bağlananlara, en yakın akraba veya dostları olsalar bile düşman kesilirler. Müslüman olup her çeşidiyle ibadetleri 44 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:101-102 Allah’a has kılma niyet ve gayretinde olanlara tekrar küfre döndürmek için eziyet ve işkence yapmayı kendileri için görev sayarlar. Böylelerinin tek gayesi, ancak ve ancak tamamen dünyayı elde etmektir. Allah, işte böyle kimselerin kalplerini, yapmış oldukları bu kötü amellerine karşılık mühürler. Onlar zaten, kendilerini doğruya ulaştıracak temiz bir fıtrata sahip değildirler ve gerçek hidayeti de istememektedirler. Bu sebeple hiçbir delil, mucize ve nasihat onlara fayda vermez. Tevhid ve buna bağlı güzel hiçbir amel, söz ve niyet kalplerine girmez, şirk ve buna bağlı kötü hiçbir amel, söz ve niyet ise kalplerinden çıkmaz. Her zaman ve zeminde bu özelliğe sahip olan herkesin durumu işte böyle olacaktır. Bu geçmişte böyle olmuştur, şimdi de böyledir ve gelecekte de böyle olacaktır. AHİDLERİNİ YERİNE GETİRMEYEN FASIKLAR (١٠٢) ﲔﻘ ﻟﹶﻔﹶﺎﺳﻢﻫﺎ ﺃﹶﻛﹾﺜﹶﺮﻧﺪﺟﺇﹺﻥﹾ ﻭ ﻭﺪﻬ ﻋﻦ ﻣﻢﺄﹶﻛﹾﺜﹶﺮﹺﻫﺎ ﻟﻧﺪﺟﺎ ﻭﻣﻭ 102 – (Kendilerine rasul gönderdiğimiz ümmetlerin) Çoğunu, (yaptığımız nasihatlere ve verdikleri söze karşı) vefalı bulmadık. Bilakis onların çoğunu, (Allah'a karşı gelen) bozguncular olarak bulduk. “(Kendilerine rasul gönderdiğimiz ümmetlerin) Çoğunu, (yaptığımız nasihatlere ve verdikleri söze karşı) vefalı bulmadık.” A'RAF:102 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 45 Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında şöyle buyuruyor: “Kâfirler, verdikleri sözlere riayet etmezler. Ne Âdem’in sulbündeyken verdikleri ahde, ne dünyada iken kendilerinin verdikleri ahde ne de kendilerinden önce mü’min olan baba ve dedelerinin rasullere verdikleri ahde riayet etmediler. İnsanların çoğu bu özelliklere sahiptir ve Allah’ın hükümleri nefislerine ağır geldiği için verdikleri sözden dönerler, heva ve heveslerine, şeytanın yoluna uyarlar.” “Bilakis onların çoğunu, (Allah'a karşı gelen) bozguncular olarak bulduk” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında şöyle buyuruyor: “Doğrusu insanların çoğu; Allah’a itaatten ayrılan, heva ve heveslerine uyan, Allah’ın dinini bir kenara iten ve O’na verdikleri sözden dönen fasık kimselerdir. İnsanların Çoğunun Ahdi Yoktur: Allah-u Teâlâ kendisine verilen ahdi yerine getirmeyen kimseleri “fasıklar” olarak nitelendiriyor. Çünkü ahde riayet etmeyen kimseler, menfaatlerine göre sürekli değişiklik içinde olurlar. Hakka değil, heva ve heveslerine tabi olurlar. Böyle kimseler sapıktır ve fasıktır. Ayetteki “fasıklar”dan kasıt; kâfirlerdir. Bu özellik, geçmişteki insanların çoğunda vardı, bundan sonra da böyle olacaktır. Allah-u Teâlâ, cinlerden ve insanlardan kullarına rasuller göndermiş, kitaplar indirmiş ve sadece kendi emirlerine itaat etmelerini emretmiştir. Fakat insanların çoğu Allah-u Teâlâ’nın emirlerine uymadılar, gönderilen rasullere, indirilen kitaplara tabi olmadılar. Hak kendilerine apaçık geldiği halde tevhid yerine 46 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:102-103 şirki, itaat yerine isyanı, Allah-u Teâlâ’ya kulluk yerine kullara, nefislerine, paraya ve maddiyata kulluğu tercih ettiler. Bununla kalmayıp rasullerin getirdiklerine karşı kibirlendiler, rasullere ve onlara tabi olan mü’minlere eziyet ve işkence ettiler. Allah-u Teâlâ da onların bu yaptıklarına karşılık üzerlerine değişik azaplar indirdi. Bu ayet bize şunu açık ve net olarak göstermektedir ki; insanların çoğunun ahdi yoktur. Yani; insanların çoğu verdikleri sözü yerine getirmez, emanetlere riayet etmez, vefa göstermez. Onlar için dün dündür, bugün bu gündür. Menfaatleri ile çatıştığında, verilmiş her sözü inkâr eder ve her sözden dönerler. Çünkü onlar Allah-u Teâlâ’ya taatten uzaklaşmış, sapık ve fasık kimselerdir. Bu ayet bize göstermektedir ki, genel olarak kâfirlere asla güvenilmez, ancak iyice denenmiş ve sözünde duran birisi olduğu bilinenler hariç. Fakat bunlara karşı da yine dikkatli olmak ve her an her şeyi yapabilecekleri gözüyle bakarak tedbirli olmak gerekir. Müslümanlara ise genel olarak güvenmek, ancak güvenilir olmadığı tespit edilenlere karşı dikkatli olmak gerekir. MUSA (A.S)’NIN, FİRAVUN VE ONUN İLERİ GELENLERİNE GÖNDERİLİŞİ ﻮﺍ ﻓﹶﻈﹶﻠﹶﻤﻪﻠﹶﺌﻣﻥﹶ ﻭﻮﺮﻋ ﺎ ﺇﹺﻟﹶﻰ ﻓﻨﺎﺗﻰ ﺑﹺﺂﻳﻮﺳﻢ ﻣ ﻫﻌﺪ ﺑﻦﺎ ﻣﺜﹾﻨﻌ ﺑ ﺛﹸﻢ (١٠٣) ﻳﻦﻔﹾﺴِﺪﺔﹸ ﺍﹾﻟﻤﺒﺎﻗ ﻛﹶﺎﻥﹶ ﻋﻒ ﻛﹶﻴﻈﹸﺮﺎ ﻓﹶﺎﻧﺑﹺﻬ 103 – (Helâk olan bu toplumların ardından) Musa'yı da Firavun'a ve onun ileri gelen danışmanlarına apaçık mucizelerle gönderdik. Fakat ayetlerimize (karşı gele- A'RAF:103 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 47 rek) zulmettiler. Bozguncuların sonunun nasıl olduğuna ibretle bir bak! Allah-u Teâlâ, bu surenin önceki ayetlerinde gönderdiği rasullerinden olan Nuh, Hud, Salih, Lut, Şuayb (Allah’ın selamı hepsinin üzerine olsun) hakkında ve onların kâfir olan kavimleri ve onların başlarına neler geldiği, mü’minleri nasıl kurtardığı, inkârcıları nasıl helak ettiği hakkında haber verdikten sonra bu ayetle Musa aleyhisselam’ın kıssasını anlatmaya başlıyor. Musa aleyhisselam’ın kıssası bu surede geçen altıncı kıssa olup bu kıssada daha geniş açıklamalar yapılmıştır. Çünkü Musa aleyhisselam’ın mucizeleri, ismi geçen rasullerin mucizelerinden daha kuvvetlidir. Zira Musa aleyhisselam’ın gönderilmiş olduğu Firavun ve tabilerinin cehaleti, önceki gönderilen rasullerin kavimlerinin cehaletinden daha fazlaydı. Ayrıca Musa aleyhisselam, diğer rasuller gibi sadece kendi kavmine gönderilmemiş olup başka kavimlere de gönderilmiştir. Önceki rasuller ise sadece kendi kavimlerine gönderilmişlerdi. “(Helâk olan bu toplumların ardından) Musa'yı da Firavun'a ve onun ileri gelen danışmanlarına apaçık mucizelerle gönderdik.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında şöyle buyuruyor: “İsmini zikrettiğimiz, kendileri ve kavimleri hakkında sizlere haber verdiğimiz o rasullerden sonra Firavun ve onun ileri gelenlerine rasulümüz Musa’yı ayetlerimizle gönderdik. Ve böylece onları Allah’ı tevhid etmeye çağırdı. Bu sebeple onlara Allah’ın varlığını, birliğini, bir tek rab ve ilah oluşunu ispat eden büyük mucizeler gösterdi.” Ayette geçen Firavun lafzı, bir isim olmayıp bir unvandır. Hakan, Kral, Padişah, Nemrut, Başbakan gibi... 48 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:103 Ayetteki “ileri gelenler”den kasıt; Firavun’un bakanları, ordu komutanları, Mısır halkının kâhinleri ve din adamlarıdır. Musa aleyhisselam, Allah-u Teâlâ tarafından kendisine rasullük verildikten sonra ilk olarak Firavun ve onun ileri gelenlerine gitti. Bunun sebebi; İsrail oğullarını Firavun’un esaretinden kurtarmaktı. Zira Musa aleyhisselam asıl bu amaçla gönderilmiş olup İsrail oğullarının kölelikten kurtulması ve Mısır’dan çıkmalarını sağlamaktı. Ancak bu da Firavun ve onun ileri gelenlerinin vereceği karara bağlıydı. İşte Musa aleyhisselam bu amaçla Firavun’a gönderilmiş ve Firavun’un yanına gittiğinde de onu tevhide davet etmiştir. Çünkü Musa aleyhisselam’ın gönderilmesindeki diğer bir amaç da hem kendisinin Allah-u Teâlâ tarafından gönderilmiş bir rasul olduğunu Firavun ve onun ileri gelenlerine ilan etmek, hem de onlara tebliğ etmekti. Musa aleyhisselam Beni İsrail'e gönderilmiş bir rasuldür. Fakat Beni İsrail'i esaretten kurtarmak için Firavun'a gitmesi gerekmiştir. Çünkü onları esaretten kurtarması, Firavun'un kabul etmesine bağlı idi. Nebi, sadece kendi kavmini değil, herkesi tevhide davet eder. Yani; sadece gönderildiği kavme değil, kiminle konuşursa elbette ona tevhidi anlatır. Fakat gönderilmediği kavimlerde kalmaz ve tekrar onlara tevhidi anlatmaz. Sadece gönderildiği kavimde kalır ve onlarla uğraşır. “Fakat ayetlerimize (karşı gelerek) zulmettiler.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında şöyle buyuruyor: “Rasulümüz Musa, Firavun ve onun ileri gelenlerine apaçık ayetlerimizle geldiği, onlara birçok mucizeler sunduğu, onlar da bu ayet ve mucizelerimizi apaçık bir şekilde gördükleri halde hakka tabi olmadılar. Bilakis hakka ve A'RAF:103 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 49 kendilerine hakkı sunanlara karşı geldiler. Böylece hem hakka tabi olmadılar, hem hakka karşı kibirlendiler, hem de hakka ve hakkı sunanlara, hakka bağlanmak isteyenlere karşı geldiler. Bu amaçla hakka, hakka bağlananlara ve bağlanmak isteyenlere engeller koydular. Musa ve ona tabi olanlara eziyetin her çeşidini yaptılar. İşte böyle yapmakla zalimlerden oldular.” “Bozguncuların sonunun nasıl olduğuna ibretle bir bak!” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında şöyle buyuruyor: “Ey Musa! Sen hakkı apaçık ve hiçbir mazeretleri kalmayacak şekilde kendilerine sunduğun, bununla kalmayıp apaçık ayetlerimizi ve mucizelerimizi kendilerine gösterdiğin ve kendileri de bunlara şahit oldukları halde, hakka karşı gelen, kibirlenen, bununla birlikte hakka bağlananlara her türlü eziyet ve işkenceyi yapan o zalimlerin, o bozguncuların başlarına nelerin geleceğini, Allah-u Teâlâ’nın onları nasıl helak edeceğini, onların sonlarının nasıl olacağını bir düşün.” Bu ayetteki “bak” sözü; akılla düşünmek, tefekkür etmek manasındadır. Bu ise, kalbin amellerindendir. Yine bu ayetteki “bozguncular”dan kasıt; Firavun ve onun ileri gelenleridir. En Büyük Bozgunculuk Hakka Karşı Gelmektir: Firavun ve onun bakanları, ordu komutanları, Mısır halkının kâhinleri ve din adamları, kendilerine apaçık bir şekilde sunulan hakka karşı geldiler ve bozgunculardan oldular. Zira bozgunculuğun en büyüğü; hakka ve tevhide karşı gelmektir. 50 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:103 Oysa yaşam sadece Allah-u Teâlâ’ya kulluk manasına gelen tevhidle düzeltilebilir ve ıslah edilir. Şayet kullar Allah-u Teâlâ’yı gerektiği şekliyle tevhid etmezlerse, işte o zaman yaşam ıslah olmaz, düzeltilemez, bilakis yeryüzünde fesat (bozgunculuk) ortaya çıkar. Yeryüzündeki bozgunculuğun en açık biçimi kulların yine kendileri gibi kul olanlara kulluk etmeleridir. Oysa kullara düşen asıl görev, yalnız kendilerinin asıl sahibi ve yüce yaratıcıları olan Allah-u Teâlâ’ya kulluk etmeleridir. Allah-u Teâlâ’ya kulluk etmek ise; bütün ibadetleri sadece O’na yapmak, yeryüzünde sadece O’nun kanunlarının hâkimiyeti için çalışmak, her ne konuda olursa olsun sadece O’nun kanunlarını tatbik etmek, sadece O’nun kanunlarıyla muhakeme olmak ve muhakeme etmek, sadece O’nun şeriatına boyun eğmek ve sadece O’nun kanunlarına göre hayatı düzenlemektir. İnsanlar bu şekilde Allah’ın kanunlarına göre yaşamlarını sürdürürlerse yeryüzünde bozgunculuktan hiç bir eser kalmaz ve yeryüzü ıslah olur. İşte bu şekilde bozgunculuğun olmadığı bir ortamda yaşayan insanlar gerçek hür kimseler olarak yaşar ve hayatın her yönü ancak bu şekilde düzenlenir. Fakat insanlar yaşamlarını Allah-u Teâlâ’nın kanunlarına göre değil, kendi heva ve heveslerine göre düzenlerler, Allah-u Teâlâ’ya değil, insan heva ve hevesinin ürünü olan beşeri kanunlara boyun eğerler, Allah-u Teâlâ’nın kanunlarına göre değil, heva ve hevesin ürünü olan beşer aklının ürünü kanunlara muhakeme olurlar ve böylece kulluğu Allah-u Teâlâ’ya değil, kullara yaparlarsa işte o zaman yeryüzünde bozgunculuk hâkim olur. İşte böyle ortamlarda yaşayan kimseler her ne kadar hür olduklarını söylüyorlarsa da gerçekte bu kimseler hür değildirler. A'RAF:103-104 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 51 O halde gerçek mutluluğu ve hürriyeti isteyen kimseler sadece Allah-u Teâlâ’ya kul olmalı ve insanları da sadece Allah-u Teâlâ’ya kulluğa davet etmelidirler. İşte böyle yapan kimseler gerçek ıslah edicilerdir. Fakat her kim Allah-u Teâlâ’nın mükemmel şeriatını bir kenara atarak insanları kendi heva ve hevesinin ürünü olan kanunlara boyun eğdirir, o kanunlarla onlara hükmeder ve o kanunlara uymaya onları zorlarsa işte o kimse yeryüzündeki en büyük bozguncudur. Böyle kimse veya kimseler her ne kadar insanların iyiliğini, mutluluğunu, refahını istediklerini söyleseler de bunlar ıslah edici kimseler değil, bozguncu kimselerdir. Bu nedenle böyle kimselere ıslah edici sıfatı vermek yanlıştır. Çünkü bozguncu bir kimseye, ıslah edici sıfatı vermek Allah-u Teâlâ’nın bu konuda verdiği hükmün aksine hüküm vermektir. Öyleyse sadece Allah-u Teâlâ’ya kulluk ettiğini söyleyen kimseler bu konuya dikkat etsin! Hükmü altında yaşadığı kimselerin kimler olduğuna, bu kimselerin ne gibi özelliklere sahip olduklarına ve onlara karşı kendisinin nasıl bir tavır içinde olduğuna, onlara ne gibi sıfatlar verdiğine bir baksın! Böylece kendisinin de bozgunculardan mı yoksa ıslah edicilerden mi olduğunu iyice düşünsün! MUSA (A.S)’NIN, ALLAH (C.C)’IN RASÛLÜ OLDUĞUNU FİRAVUN’A İLAN ETMESİ (١٠٤) ﲔﺎﻟﹶﻤ ﺍﻟﹾﻌﺏ ﺭﻦﻮﻝﹲ ﻣﺳﻲ ﺭﻥﹸ ﺇﹺﻧﻮﻋﺮﺎ ﻓﻰ ﻳﻮﺳﻗﹶﺎﻝﹶ ﻣﻭ 104 – Musa dedi ki: "Ey Firavun! Muhakkak ki ben, âlemlerin Rabbi (olan Allah) tarafından (size) gönderilmiş bir rasûlüm." 52 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:104 Allah-u Teâlâ Musa aleyhisselam’ı Firavun’a, İsrail oğullarını onun köleliğinden kurtarsın diye göndermiş, o da Firavun’a gidip kendisinin ne sıfatla ona geldiğini açıklayarak şöyle demiştir: “Ey Firavun! Ben, insanları yoktan var eden, onları terbiye eden, onları rızıklandıran, onlara hayatı ve ölümü veren, yarattıkları üzerinde yegâne tasarruf hakkına sahip olan, onları başıboş bırakmayan, onlara kendisini tanıtsınlar ve nasıl ibadet etsinler diye müjdeleyici ve uyarıcılar gönderen, yüce isim ve sıfatları bulunan ve yaratılmamış olan her şeyin tek sahibi, efendisi olan Allah tarafından gönderilen bir rasulüm.” Tüm Kullar Tevhidin Muhatabıdırlar: Musa aleyhisselam Firavun'a, cahil insanların yaptıkları gibi "Ey Mevlam!" diye hitap etmemiştir. Çünkü tek mevla Allah'tır. Bilakis kendine güvenerek ve izzetli bir şekilde, ne mertebede olduğunu hatırlatmak için Firavun'a ismiyle değil, ünvan ve lakabıyla hitap etmiştir. Böylece ona bulunduğu makamı hatırlatarak, yumuşak bir üslupla onu tevhide davet etmiş, ilk olarak ona âlemlerin gerçek Rabbini tanıtmış ve bu rab tarafından insanları müjdelemek ve uyarmak için gönderilen bir rasul olduğunu söyleyerek onu Allah-u Teâlâ’ya imana davet etmiştir. Rasullük İddiayla Olmaz: Musa aleyhisselam, bu ayette görüldüğü gibi kendisinin Allah-u Teâlâ tarafından gönderilen bir rasul olduğunu Firavun’a açık bir şekilde söylemiştir. Zira ancak Allah-u Teâlâ tarafından gönderilmiş gerçek bir rasul insanlara bu şekilde hitap edebilir. Çünkü Allah-u Teâlâ’yı tam mana- A'RAF:104 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 53 sıyla tanıyan, O’nun isim, sıfat ve yüceliğini tam manasıyla idrak etmiş olan bir kimse hiçbir zaman Allah-u Teâlâ hakkında yalan söylemez ve bu sebeple Allah-u Teâlâ kendisini göndermediği halde kendisinin bir rasul olduğunu iddia etmez ve buna cesaret de edemez. Fakat geçmişte olduğu gibi zamanımızda da rasullük iddiasında bulunan sahtekârlar çıkmış ve bunlar kendilerine taraftar da bulmuşlardır. Üstelik yalancı rasullerin ortaya çıkması her zaman olacaktır. Bunu Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bizlere kıyamet alametleri olarak hadislerinde bildirmiştir. İşte bu vasıftaki kimseler Allah-u Teâlâ hakkında yalan söylemekten çekinmeyen, Allah-u Teâlâ’dan korkmayan, dünyalık birtakım çıkarlarının peşine düşmüş sahtekârlardır. Müslüman olduğunu söyleyen kimselerin böyle sahtekârların oyunlarına gelmemeleri, Allah-u Teâlâ’nın kitabı ve son rasul olan Muhammed aleyhisselam’ın sünnetinden kaynaklanmayan her türlü düşünceye ve bu düşünceyi getiren böyle sahtekârlara karşı uyanık olmaları gerekmektedir. Çünkü her akıl sahibi bilir ki rasullük iddiayla olmaz. Ancak Allah-u Teâlâ’nın dilemesiyle olur ve Allah-u Teâlâ nebi ve rasuller zincirini Muhammed aleyhisselam ile noktalamıştır. Ondan sonra ne bir nebi ne de bir rasul gelecektir. Buna inanmayan kişi ise kâfirdir. Bu sebeple Muhammed aleyhisselam geldikten sonra bir kimse çıkar da kendisinin nebi olduğunu veya kendisine nebi ve rasullere geldiği gibi vahiy geldiğini ya da insanların gizli hallerine vakıf olduğunu, kalplerden geçeni bildiğini, birtakım ilhamlarla birtakım eserler meydana getirdiğini ve bu eserlerin de Kur’an olmayıp yine Allah-u Teâlâ’nın kelamı olduğunu söylerse işte o kimseler de reddedilmesi gereken birer sahtekârdır. 54 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:104 Böyle kimseleri reddetmeyen, bilakis destekleyen, onlara tabi olan kimseler de şunu iyi bilsinler ki böyle yaparak Allah-u Teâlâ’ya değil, ancak o kimselere kul olmuş olurlar. Bu sebeple her bir kimse kime ve neye inandığına çok dikkat etsin! Âlemlerin Gerçek Rabbi Sadece Allah (c.c)’tır: Musa aleyhisselam, Firavun’a; kendisinin Âlemlerin Rabbi tarafından gönderilen bir rasul olduğunu bildirmişti. Ayetteki “Âlemlerin Rabbi” sözü; yaratılmış olan her şeyin bir tek sahibi, yaratıcısı, efendisi, terbiye edicisi, rızıklandırıcısı, hüküm vericisi, yöneticisi, onların üzerinde tasarruf sahibi olan, onları tek başlarına bırakmayan, onlara müjdeleyici ve uyarıcılar gönderen, yüce isim ve sıfatların sahibi manasındadır. Musa aleyhisselam’ın Firavun’a özelikle bu şekilde tebliğe başlamasının sebebi; rablik ve ilahlık iddiasında bulunan Firavun’un bu iddiasının batıl olduğunu, gerçek rab ve ilahın bu âlemleri yaratan Allah-u Teâlâ olduğunu ispat etmektir. Öyle ki Firavun kendisinin bir rab ve bir ilah olduğunu sanıyordu ve halkına şöyle diyordu: “Ey halk! Sizin için benden başka bir ilah bilmiyorum.” (Kasas: 38) “Ben sizin yüce Rabbinizim.” (Naziat: 24) Musa aleyhisselam’ın kendisine tebliğ ettiği Firavun işte böyle bir kimseydi. Bu sebeple ona yapılacak tebliğ onun savunduğu düşünceye uygun olmalıydı. İşte bu nedenle Musa aleyhisselam, “âlemlerin rabbi” tabirini kullanmış, böylece onun bir rab veya ilah değil, ancak herkes gibi bir kul olduğunu, yaratılmış olduğunu, gerçek rabbin ve ilahın A'RAF:104 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 55 ise bütün bu âlemleri yaratan Allah-u Teâlâ olduğunu ona hatırlatmıştır. Musa aleyhisselam’ın, Firavun’a ve onun ileri gelenlerine bu sözü söylemesi, onları gerçek hakka davet etmesi onlar üzerinde yapılacak en büyük devrimdi. Çünkü Musa aleyhisselam onları âlemlerin bir tek ilahı olan Allah-u Teâlâ’ya ibadete davet etmişti. Bu ise; insanların bütün ibadetleri sadece Allah-u Teâlâ’ya yapmaları, insanları kendi heva ve heveslerinin ürünü olan kanunlarla yöneten, muhakeme ettiren, o kanunlara uymaya zorlayan böylece kendilerine kul ettiren tağutların her çeşidinin inkârı, onları yok etmek için çalışmak manasına geliyordu. Yine bu şekildeki bir davet Firavun ve onun ileri gelenlerinin veya her asır ve mekânda bu özelliğe sahip olan yöneticilerin ve yandaşlarının saltanatlarının sona ermesi, hâkimiyetlerinin ve düzenlerinin yok olması manasına geliyordu. Çünkü Allah-u Teâlâ’nın hâkimiyetinin söz konusu olduğu bir yerde Allah-u Teâlâ’dan başkasının hâkimiyetinden söz edilemez. İşte Musa aleyhisselam bu gerçekleri çok iyi biliyordu ve işte bu sebeple ilk olarak Firavun’a, onun saltanatını sarsacak, onun düzenine ve hâkimiyetine son verecek bir şekilde tebliğe başladı ve kendisinin âlemlerin Rabbi tarafından gönderilen bir rasul olduğunu ona ilan etti. Böylece ona hem âlemlerin gerçek rabbini, hem de kendisinin o rab tarafından gönderilmiş bir rasul olduğunu bildirdi. Çünkü yaptığı tebliğinin kabul görmesi için karşısındaki kişiye söylediği sözlerin kendisine ait olmadığını, bilakis âlemlerin tek sahibi olan Allah-u Teâlâ’ya ait olduğunu ortaya koyması gerekiyordu. İşte Musa aleyhisselam Firavun ve yanındakilere bu gerçekle gelmiştir. Ondan önce veya sonra gelen bütün nebi 56 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:104-105 ve rasuller de aynı şekilde Allah-u Teâlâ’nın âlemlerin tek rabbi olduğunu insanlara tebliğ etmişlerdir. Zira bu âlemlerin sadece bir tek rabbi, bir tek ilahı vardır. O da Allah-u Teâlâ’dır. Bu sebeple bütün âlemler sadece Allah-u Teâlâ’ya kulluk etmelidirler. Yine bütün insanlar sadece bu rabbe, bu ilaha kulluk etmelidirler. Bütün nebi ve rasullerin getirdikleri ve sundukları gerçek ise sadece budur: Yalnızca Allah-u Teâlâ’ya ibadet etmek, bütün sahte ilahları reddetmek ve O’na ibadette hiçbir şeyi ortak koşmamak... ALLAH (C.C) HAKKINDA SADECE HAK SÖYLENMELİDİR ﻦ ﻣﺔﻨﻴ ﺑﹺﺒﻜﹸﻢ ﺟﹺﺌﹾﺘ ﻗﹶﺪﻖ ﺇﹺﻟﱠﺎ ﺍﻟﹾﺤﻠﹶﻰ ﺍﻟﻠﱠﻪﻠﹶﻰ ﺃﹶ ﹾﻥ ﻟﹶﺎ ﺃﹶﻗﹸﻮﻝﹶ ﻋ ﻋﻴﻖﻘﺣ (١٠٥) ﻴﻞﹶﺍﺋﺮﻨﹺﻲ ﺇﹺﺳ ﺑﻲﻌﻞﹾ ﻣﺳ ﻓﹶﺄﹶﺭﻜﹸﻢﺑﺭ 105 – Bana düşen; Allah hakkında sadece hakkı söylemektir. Muhakkak ki ben size Rabbiniz katından (rasul olduğuma dair) apaçık mucizelerle geldim. Artık İsrail oğullarını benimle birlikte gönder. “Bana düşen; Allah hakkında sadece hakkı söylemektir.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında Musa aleyhisselam’ın Firavun’a ve onun ileri gelenlerine şöyle dediğini haber veriyor: “Ey Firavun ve ileri gelenler! Ben size ancak hak olanı söylerim. Çünkü Allah tarafından gönderilmiş bir rasul, Allah’ın kudretini, isim ve sıfatlarını çok iyi bilir. Bu sebeple Allah hakkında asla haktan başkasını söylemez. Ben A'RAF:105 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 57 de Allah’ın seçtiği rasullerden birisiyim. Ve sizlere ancak hakkı söyler, hakkı açıklarım. Şayet haktan başka bir şeyi sizlere söyleyecek veya açıklayacak olursam mutlaka bu benim aleyhime olur ve Allah böyle yapmama karşılık beni mutlaka cezalandırır.” “Muhakkak ki ben size Rabbiniz katından (rasul olduğuma dair) apaçık mucizelerle geldim.” Ayetin bu kısmında Musa aleyhisselam sözlerine şöyle devam ediyor: “Ey Firavun ve ileri gelenler! Ben sizlere rasullük iddiasında bulunan bir kimse değilim. Bilakis ben gerçekten Allah’ın rasulüyüm. Öyle ki beraberimde Allah tarafından gönderilmiş bir rasul olduğumu ispat eden kesin deliller vardır. Çünkü Allah beni rasul olarak seçtiğinde beraberimde de deliller gönderdi. İşte o delilleri size sunuyorum ki artık Allah’a karşı sunacağınız bir mazeretiniz kalmasın.” Bu ayette “bir delil” (beyyine); geçmektedir. Musa aleyhisselam’ın Firavun ve onun ileri gelenlerine sunduğu delil, akli bir delil olabileceği gibi mucize de olabilir. Çünkü Allah-u Teâlâ, Musa aleyhisselam’ı onun rasullüğünü ispat eden akli delillerle göndermiştir. Zira Musa aleyhisselam tevhid ve hidayeti getirmiştir ki bu akla zıt gelen bir şey değildir. Bununla birlikte Allah-u Teâlâ Musa aleyhisselam’a rasullüğünü ispat eden mucizeler de vermiştir. “Artık İsrail oğullarını benimle birlikte gönder.!” Ayetin bu kısmında Musa aleyhisselam, Firavun’a şöyle diyor: 58 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:105 “Ey Firavun! Kendinin rab ve ilah olmadığını, gerçek rab ve ilahın âlemlerin tek rabbi olan Allah olduğunu ve benim Allah tarafından gönderilmiş bir rasul olduğumu artık iyice öğrenip anladıktan sonra gerçekten hakkı isteyen ve bozgunculardan olmak istemeyen kimselerden olmak istiyorsan, işte önünde bir fırsat! Kendine adeta kul, köle yaptığın İsrail oğullarını artık serbest bırak, onlara yaptığın eziyet ve işkenceleri terk et ve onların benimle birlikte esas vatanları olan mukaddes topraklara gitmeleri için izin ver ki böylece orada Allah’a istedikleri gibi ibadet edebilsinler.” İsrail oğulları Allah-u Teâlâ tarafından kendi yaşadıkları dönemlerde diğer insanlardan daha üstün kılınmış bir topluluktur. Zira onlar nebilerin çocuklarıdır. Öyle ki Yakup aleyhisselam’ın soyundandırlar. Yakup aleyhisselam ise İshak aleyhisselam’ın, İshak aleyhisselam da İbrahim aleyhisselam’ın oğludur. İsrail ise Yakup aleyhisselam’ın diğer bir adıdır. Bu sebeple kendilerine İsrail oğulları denmektedir. Yakup aleyhisselam’ın oğlu Yusuf aleyhisselam vefat ettikten ve Yakup aleyhisselam’ın on iki torunu, yani Esbatlar da yok olduktan sonra Firavun İsrail oğullarına hâkim olmuş, onları köle edinmiş ve onlara çokça eziyet ve işkenceler yapmıştır. Allah-u Teâlâ, Firavun’un zulmü altında yaşayan bu İsrail oğullarını yine İsrail oğullarından olan Musa aleyhisselam’ı bir rasul olarak göndermek suretiyle, onun vesilesiyle Firavun’un zulmünden kurtarmıştır. A'RAF:105 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 59 Musa (a.s)’nın Davetinin Mahiyeti: Musa aleyhisselam’ın rasul olarak gönderilişinin ve tebliğinin iki sebebi vardır: Birincisi: Gerek Firavun’u, gerek onun ileri gelenlerini, gerek tüm Mısır halkını ve gerekse Firavun’un zulmü altında yaşayan İsrail oğullarını bir tek ilah olan Allah-u Teâlâ’ya ibadete ve ibadette Allah-u Teâlâ’ya ortak kılınan, ismi ve cismi ne olursa olsun her şeyi reddetmeye çağırmak. İkincisi: İsrail oğullarını Firavun’un zulmünden, eziyet ve işkencelerinden ve ona kulluk etmelerinden kurtarmak. Çünkü Firavun, gerek İsrail oğullarını ve gerekse kendi halkını adeta kendine ibadet eden birer kul yapmıştı. Oysa gerek İsrail oğulları ve gerekse bütün insanlar sadece Allah-u Teâlâ’nın kullarıdır. Bu sebeple sadece Allah-u Teâlâ’ya kulluk etmeleri gerekir. Allah-u Teâlâ’dan başka ismi ve sıfatı ne olursa olsun hiç kimsenin, başka bir kimseyi kendine kul ve köle ettirme hakkı yoktur. Zira insanın sadece bir tek efendisi vardır ve insan ancak o efendinin kölesidir. O ise bütün âlemlerin rabbi ve ilahı olan yüce Allah-u Teâlâ’dır. O halde insanın ibadet edeceği gerçek ilahı Allah-u Teâlâ’dır. İkinci bir ilaha ibadet edemez. Zira gerçek manada Allah'a iman eden bir kimse, asla bir başkasına kulluk etmez. İşte Musa aleyhisselam yaptığı tebliğde gerek İsrail oğullarına ve gerekse Mısır halkına asıl kulluk edilecek varlığın Firavun olmadığını, bilakis sadece bütün âlemlerin rabbi olan Allah-u Teâlâ’nın ibadeti hak ettiğini beyan etmiştir. Böylece bu gerçeği insanlara açıklayarak Allah-u 60 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:105 Teâlâ’dan başka hiçbir kimsenin insanları kendisine kul ettirme hakkının olmadığını ortaya koymuştur. Gerçek Hürriyet ve Gerçek Esaret: İnsan için önünde iki seçenek vardır. Bunlar ise ya hürriyet ya da esarettir. Hürriyeti elde etmek isteyen kimsenin yapması gereken ise; sadece Allah-u Teâlâ’yı tevhid etmek ve sadece Allahu Teâlâ’yı tevhide davet etmektir. Çünkü her kim sadece Allah-u Teâlâ’ya boyun eğer, sadece O’nun emirlerine itaat eder, sadece O’nun şeriatına bağlanır ve böylece O’nun şeriatından başka şeriatları reddeder, insanları da başka şeriatları reddetmeye ve sadece Allah-u Teâlâ’nın şeriatına bağlanmaya davet ederse işte o kimse gerçekten hür olan kimsedir. Böyle olan kimse; gerek kullara kulluk yapmaktan gerek heva ve hevesine kul olmaktan gerek kendisi gibi beşer olan kimseleri taklit etmekten gerek de beşer aklının ürünü olan hükümlerden beri olmuş, böylece gerçek hürriyeti elde etmiştir. Böyle olmayan, aksi hal sergileyen kimseler ise Allah-u Teâlâ’dan başkalarının kulu olmaları sebebiyle, kulluk yaptıkları kimselerin veya kendi heva heveslerinin adeta esiri olmuş, hayatlarını onların istekleri doğrultusunda şekillendirmek zorunda kalmışlardır. Her ne kadar bu vasıftaki kimseler kendilerinin hür olduklarını söylüyor olsalar bile, aslında iyice bir düşünüldüğünde hür olmadıkları, esir oldukları gayet net anlaşılır. Çünkü insanın esareti ve hürriyeti için önünde iki seçenek vardır. Ya Allah-u Teâlâ’nın şeriatının hâkimiyeti, ya da beşerin şeriatının hâkimiyeti... A'RAF:105 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 61 Allah-u Teâlâ’nın şeriatının hâkimiyeti tek olarak gerçekleştirilmelidir. Zira hem Allah-u Teâlâ’nın şeriatının hem de beşerin şeriatının hâkimiyeti bir arada olmaz. Veya şeriatın bir kısmının Allah-u Teâlâ’dan bir kısmının beşerden olması da yine olacak şey değildir. Çünkü bu gibi durumlar şirk olan durumlardır. Böyle durumlarda Allah-u Teâlâ’nın şeriatını bir kenara bırakıp başka şeriatlara muhakeme olmak, insanların çıkardığı kanunlarla insanları muhakeme etmek tek manaya gelir, o da; insanların birbirlerinin kulu olmasıdır. Öyle kimseler vardır ki kendilerinin Müslüman olduklarını ileri sürerler de buna rağmen Allah-u Teâlâ’nın şeriatına değil, beşer aklının ürünü olan kanunlara boyun eğerler ve yine o kanunlara muhakeme olurlar. İşte böyle kimseler büyük bir yanılgı içerisindedirler. Onlar sadece Müslüman olduklarının hayalini görürler. Zira Allah-u Teâlâ’nın şeriatından başka şeriatlara boyun eğen, Allah-u Teâlâ’nın kanunlarından başka kanunlara muhakeme olan kimse asla muvahhid değildir, Müslüman değildir, Allah-u Teâlâ’nın dininde olmayı hak eden değildir. Çünkü böyle kimseler Allah-u Teâlâ’nın hâkimiyetine -bir an bile olmuş olsa- asla girmiş sayılmazlar. İşte bu kimseler de gerçek birer hür değil, aslında birer esirdirler. Bunun sebebi ise; Allah-u Teâlâ’nın şeriatından başka şeriatlara tabi oldukları için, Allah-u Teâlâ’nın dinine değil adeta şeytanın dinine girmişlerdir. Musa aleyhisselam işte bu gerçeği gerek Firavun’a, gerek onun ileri gelenlerine ve gerekse Mısır halkı ve İsrail oğullarına anlatmıştır. İşte bunları anlattıktan sonra Firavun’dan İsrail oğullarını kendisiyle birlikte gitmeleri için serbest bırakmasını istemiştir. 62 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:105-106 Öyle ki Firavun kendisine gelen haktan, anlatılan gerçeklerden ve gösterilen delil ve mucizelerden sonra gerçekten Allah-u Teâlâ’nın rızasını istiyor olsaydı, Musa aleyhisselam’ın ondan istediği şeyi hemen yerine getirirdi. Çünkü böyle bir davranışı hem Musa aleyhisselam’ın Allahu Teâlâ tarafından gönderilen bir rasul olduğunu hem de Allah-u Teâlâ’nın âlemlerin bir tek rabbi ve ilahı olduğunu kabul manasına gelirdi. Böylece hem kendisi, hem yönetimi altındakiler, hem de zulmettiği İsrail oğulları gerçek manada esaretten kurtularak hür kimseler olurlardı. FİRAVUN’UN, MUSA (A.S)’DAN DELİL İSTEMESİ (١٠٦) ﲔﻗﺎﺩ ﺍﻟﺼﻦ ﻣﺖﺎ ﺇﹺﻥﹾ ﻛﹸﻨ ﺑﹺﻬ ﻓﹶﺄﹾﺕﺔ ﺑﹺﺂﻳ ﺟﹺﺌﹾﺖﺖﻗﹶﺎﻝﹶ ﺇﹺﻥﹾ ﻛﹸﻨ 106 – (Firavun) Dedi ki: "Eğer gerçekten (Allah katından gönderilmiş bir rasul olduğuna dair) bir (ayet) delil ile gelmişsen ve doğru sözlülerden isen, onu getir (de bir bakalım)." Musa aleyhisselam, kendisinin Allah-u Teâlâ tarafından gönderilen bir rasul olduğunu ve beraberinde bir delille geldiğini Firavun ve onun ileri gelenlerine söyledikten sonra Firavun, Musa aleyhisselam’ın kendisine sunduğu akli delilleri kabul etmedi ve o delillerle ikna olmadı. Bu sebeple Musa aleyhisselam’dan kendisini ikna edici özelliğe sahip bir mucize ortaya koymasını istedi. Ve ona şöyle dedi: A'RAF:106 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 63 “Ey Musa! Sen Allah tarafından gönderilen bir rasul olduğunu iddia ediyorsun. Eğer sen, dediğin gibi Allah tarafından gönderilen bir rasulsen, o halde senin rasullüğünü destekleyen bir mucize ortaya koy! Böylece biz, senin doğrulardan veya yalancılardan olduğunu bilmiş olalım.” Firavun’un, Musa aleyhisselam’a söylemiş olduğu: “"Eğer gerçekten (Allah katından gönderilmiş bir rasul olduğuna dair) bir (ayet) delil ile gelmişsen…” sözündeki “ayet” kelimesinden kasıt; mucizedir. Çünkü Kur’an’da “ayet” kelimesi zikredildiğinde çoğu zaman bununla “mucize” kastedilir. Fakat “beyyine” zikredildiği zaman, bununla çoğu zaman “huccet (delil)” kastedilir. Musa aleyhisselam’ın daha önce söylemiş olduğu: “Muhakkak ki ben size Rabbiniz katından (rasul olduğuma dair) apaçık beyyinelerle geldim.” (Araf: 105) sözünden kasıt daha önce belirtildiği gibi “bir huccetle” geldim, yani; Allah'ın tek ilah olduğuna ve benim Allah'ın rasulü olduğuma dair delillerle geldim manasındadır. Bu da “beyyine” kelimesinin ayetteki manasıdır. Musa aleyhisselam bu sözüyle Firavun’a şöyle demek istemiştir: “Ey Firavun! Ben, Allah-u Teâlâ’nın bir tek ilah olduğunu, gerek hüküm konusunda, gerek teşri konusunda ve gerekse her konuda O’ndan başka ibadet edilecek bir varlığın bulunmadığını, Allah-u Teâlâ’dan başka bu gibi sıfatlara sahip olduğunu iddia edenlerin sahte birer ilah ve haddini aşan birer tağut olduğunu ispat etmek için sizlere delillerle geldim.” 64 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:106 Musa aleyhisselam’ın Firavun’a sunmuş olduğu ilk deliller akli delillerdi. Bu sebeple Firavun bu akli delilleri kabul etmedi ve o delillerle ikna olmadı. Bunun sebebi; ya delilleri anlamaması ya da ikna olmayı istememesidir. Bu sebeple Musa aleyhisselam’dan daha harikulade mucizeler ortaya koymasını istemiştir. Firavun ve İleri Gelenlerinin Planı: Firavun ve onun ileri gelenleri Musa aleyhisselam’ın yapmış olduğu davetin ne manaya geldiğini çok iyi anlamışlardı. Bu sebeple onlar, uluhiyyet ve rububiyyet hakkının sadece Allah-u Teâlâ’ya ait olduğu kendilerine akli delillerle ortaya konduğunda, bu davetin kendi rablik ve ilahlık iddialarını yok edeceğini hemen ve net bir şekilde anladılar. Onlar şunu çok iyi biliyorlardı ki; bu davet kendi düzenlerini ve düzenlerinin insanlar üzerindeki etkisini yok edecek, kendilerinin yeryüzünde birer bozguncu ve Allahu Teâlâ’ya rağmen, O’na ait hak, sıfat ve yetkileri kendilerinde gören haddi aşmış birer mahlûk olduklarını ortaya koyacaktır. Firavun ve onun ileri gelenleri işte bu meseleyi çok iyi anlamışlardı. Fakat buna rağmen bu daveti kendilerine sunan Musa aleyhisselam’a karşı herhangi bir öldürme girişiminde bulunmadıkları gibi onu hapse de atmadılar. Ve bu konuda çok dakik ve zekice davrandılar. Zira onlar yine çok iyi biliyorlardı ki, şayet Musa aleyhisselam’ı öldürürlerse veya hapse atarlarsa, onların bu davranışı Musa aleyhisselam’ı insanlar nazarında haklı duruma düşürecekti. Böylece bir anda getirdiği davete kulak veren birçok taraftara sahip olacaktı. A'RAF:106-107 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 65 Böyle ince bir düşünce sebebiyle Firavun ve beraberindekiler Musa aleyhisselam’dan, kendi rasullüğünü açıkça ispat edecek bir mucize ortaya koymasını istediler. Çünkü onlar biliyorlardı ki, şayet Musa aleyhisselam, söylediği sözü destekleyen bir mucize ortaya koyamazsa halk önünde yalancı duruma düşecek, bu şekilde yalancılığı delilli bir şekilde ispat edilmiş olacaktı. İşte bu amaçla Firavun, Musa aleyhisselam’a şöyle demiştir: “…doğru sözlülerden isen, onu getir (de bir bakalım).” MUSA (A.S)’NIN ASÂSININ YILANA DÖNÜŞMESİ (١٠٧) ﺒﹺﲔﺎﻥﹲ ﻣﺒ ﺛﹸﻌﻲ ﻓﹶﺈﹺﺫﹶﺍ ﻫﺎﻩﺼﻓﹶﺄﹶﻟﹾﻘﹶﻰ ﻋ 107 – "Bunun üzerine Musa elindeki değneği yere atınca, değnek gerçek bir yılana dönüşüverdi." Firavun, Musa aleyhisselam’dan bir mucize ortaya koymasını isteyince, Musa aleyhisselam da Allah-u Teâlâ’nın izniyle hemen bir mucize ortaya koydu. Hem de sözle olmayan, gözle görülebilecek netlikte fiili bir mucize... Musa aleyhisselam, elinde cansız bir vaziyette duran ve sadece bir ağaçtan ibaret olan asasını, yani; sopasını Firavun’un önüne attı. O ana kadar cansız, üstelik de sadece kurumuş bir ağaç dalı olan asa bir anda her yere rahatlıkla gidebilen ve ejderhaya benzeyen büyük bir yılan oluverdi. Ve o yılanı herkes görmekteydi. Çünkü o, gerçek bir yılandı. 66 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:108 MUSA (A.S)’NIN ELİNİN BEYAZA DÖNÜŞMESİ (١٠٨) ﺮﹺﻳﻦﺎﻇﻠﻨﺎﺀُ ﻟﻀﻴ ﺑﻲ ﻓﹶﺈﹺﺫﹶﺍ ﻫﻩﺪ ﻳﻉﺰﻧﻭ 108 – Ve elini (cebinden) birden çıkarınca eli, bakan kimselere (güneşin ışıklarından daha) beyaz görünüverdi. Musa aleyhisselam, Allah-u Teâlâ tarafından gönderilmiş bir rasul olduğunu Firavun ve onun ileri gelenlerine ispat etmek için onlara ilk olarak asanın yılana dönüşmesi mucizesini ortaya koymuştu. Daha sonra Musa aleyhisselam bu mucizeyle kalmamış onlara ikinci bir mucize daha ortaya koymuştu. Bu ise; Musa aleyhisselam’ın elinin beyaza dönüşmesi mucizesidir. Çünkü Musa aleyhisselam’ın teni esmere yakın bir renkteydi. Musa aleyhisselam esmer renge sahip olduğu halde, elini cebinden çıkardığında o esmer renk berrak, hiçbir leke taşımayan, hiçbir hastalık hali gözükmeyen, güneş gibi bembeyaz ve parlak bir hale dönüştü. Elini tekrar cebine soktuğunda yine eski esmer halini alıyordu. İşte bu bir mucizeydi. Allah-u Teâlâ bu konuyla ilgili olarak bir başka ayette şöyle buyuruyor: “Ve elini cebine sok! Firavun ve kavmine gönderilen dokuz mucizeden biri olarak kusursuz, bembeyaz çıksın. Muhakkak ki onlar; fasık bir kavim idiler.” (Neml: 12) Musa aleyhisselam’ın, Firavun ve onun ileri gelenlerine Allah-u Teâlâ’nın izniyle ortaya koymuş olduğu işte bu iki büyük mucize onun Allah-u Teâlâ tarafından gönderilen A'RAF:108 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 67 bir rasul olduğunu ve yalan söylemediğini apaçık bir şekilde göstermektedir. Bu iki mucizeyle birlikte Musa aleyhisselam, Firavun ve onun kavmine yedi mucize daha ortaya koymuş, böylece toplam dokuz mucize onlara sunmuştur. İnatçı Kâfirlere Hiçbir Mucize Fayda Vermez: Firavun ve onun ileri gelenleri Musa aleyhisselam’dan, Allah-u Teâlâ tarafından gönderilen bir rasul olduğunu ispat etmesi için mucize istemişlerdi. O da kendilerine bir değil, iki mucize sunmuştu. Fakat Firavun ve onun ileri gelenleri acaba bu mucizeler karşısında gerçekten teslimiyet gösterecekler miydi? Sahip oldukları sultalarından, hâkimiyetlerinden, düzenlerinden vazgeçecekler miydi? Musa aleyhisselam’a gerçekten itaat edecek, Allah-u Teâlâ’yı tevhid ederek O’na iman ederek emirlerine kayıtsız şartsız teslim olacaklar mıydı? Elbette ki hayır... Çünkü onlar çok iyi biliyorlardı ki şayet Musa aleyhisselam’ın risaletini kabul eder ve böylece Allah-u Teâlâ’yı tevhid ederlerse kendi mülkleri, sistemleri, hâkimiyetleri, sultaları, yetkileri tamamen yok olacaktır. Zira onların Allah-u Teâlâ’yı bir tek rab, bir tek ilah olarak kabul etmeleri demek, yaşadıkları yerde artık Allah-u Teâlâ’nın şeriatının hâkim olması, böylece itaatin sadece Allah-u Teâlâ’ya ve O’nun rasulüne yapılması demekti. Bu ise Firavun ve onun ileri gelenlerinin etkisi ve yetkisini tamamen iptal etmek manasına geliyordu. Zira Firavun ve onun ileri gelenlerinin sistemleri kesinlikle Allah-u Teâlâ’nın şeriatına dayanmamakta ve Allah-u Teâlâ’nın şeriatından kaynaklanmamaktadır. Böyle bir durumda Allah-u Teâlâ’yı bir tek rab, bir tek ilah kabul etmek, hâkimiyeti ve yönetim hakkını kayıtsız 68 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:108 şartsız Allah-u Teâlâ’ya vermek, insanların sadece Allah-u Teâlâ’nın kanunlarına boyun eğmesini sağlayacaktı ki bu durumda Firavun ve onun ileri gelenlerinin kanun koyma, insanları kafalarına göre yönetme, onları sömürme ve böylece zulme dayalı sistemlerini devam ettirme özellikleri bitecektir. İşte bu durumu Firavun ve onun ileri gelenleri çok iyi bildikleri için Musa aleyhisselam’a ve Allah-u Teâlâ katından getirdiklerine teslim olmadılar. Bu özelliğe sahip olan her tağut Allah-u Teâlâ’nın emirlerine karşı kolay kolay teslim olmaz. Çünkü kendi sistemlerinin, kanunlarının, hükümlerinin batıl olduğunu kabullenmek tağutlara ağır gelir. Bu özellikteki kimseler hiçbir zaman hakkı ve hidayeti istemezler, imana yönelmezler. Onlara ne kadar delil sunulursa sunulsun, ne kadar büyük mucizeler getirilirse getirilsin bu kimseler Allah-u Teâlâ’nın azabını görünceye kadar asla iman etmezler. Oysa her zaman ve mekânda yaşayan tağutlar şunu iyi bilsinler ki, gerçek hâkim, gerçek kanun koyucu, ibadeti gerçekten hak eden yüce varlık sadece ve sadece Allah-u Teâlâ’dır. Ve her zaman ve mekânda sadece O’nun şeriatının hâkim olması gerekir. Çünkü O, âlemlerin gerçek rabbi, gerçek sahibidir. Rasullerin Mucizelerinin, Zamanlarındaki Olaylara Uygun Oluşu: Allah-u Teâlâ tarafından gönderilen her bir rasul beraberinde rasullüğünü ispat eden birçok mucizeyle gelir. Ve her gelen rasulün getirdiği mucizeler, zamanındaki olaylara, o anda ileri gelen meselelere uygun olur. Bu meselenin böyle olması Allah-u Teâlâ’nın kulları üzerinde uygulaya geldiği bir sünnetidir. Tıpkı Musa aleyhisselam’ın getirdiği A'RAF:108 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 69 mucizeler gibi... Zira Musa aleyhisselam zamanında sihir oldukça yaygındı. Sihirbazlar da sihir ilminde oldukça derinleşmiş ve kuvvet kazanmışlardı. İnsanların en iyi bildikleri şey yine sihirdi. Allah-u Teâlâ, böyle bir ortamda Musa aleyhisselam’a sihre benzer bir mucize verdi. Fakat o mucize aslında bir sihir değildi. O zamanda yaşayan insanların en iyi bildikleri mesele sihir olduğundan, bildikleri sihirden daha üstün bir olayın gerçekleştiğini gördüklerinde bunun insanların yapageldiği bir sihir değil, Allah-u Teâlâ’dan gelen bir mucize olduğunu anlamış olurlar. Ve böylece sihirle mucizeyi, hakla batılı ayırt edebilirlerdi. İşte bu durum her rasulün döneminde böyle olmuştur. Nitekim İsa aleyhisselam zamanında da tıp oldukça ileri bir durumdaydı. Buna rağmen o anda mevcut olan bazı hastalıklar karşısında tıp aciz kalmıştı. Allah-u Teâlâ, işte böyle bir durumda İsa aleyhisselam’a tıbbın aciz kaldığı bu hastalıkları iyileştirecek ve tam manasıyla tedavi edecek mucize verdi. Son rasul Muhammed aleyhisselam zamanında ise en büyük mucize Kur’an’ı Kerim’dir. Çünkü o zamanda Araplar dil ve edebiyat bakımından oldukça ileri seviyedeydiler. Öyle ki bu konuda kendilerini üstün görüyor, herkesle boy ölçüşebileceklerine inanıyorlardı. Bu sebeple Allah-u Teâlâ, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e, Kur’an’ı Arapça olarak indirdi ve o Kur’an’ın bir benzerini, hatta onun ayetlerinden en az üç ayet getirmeleri konusunda onlara meydan okudu. Onlar ise dil konusundaki üstünlüklerine rağmen bunu yapamadılar. Bu durum Kur’an’ın Allah-u Teâlâ tarafından indirildiğini ortaya koymuştur. 70 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:109 MUSA (A.S)’YA “SİHİRBAZ” DENİLMESİ (١٠٩) ﻴﻢﻠ ﻋﺮﺎﺣﺬﹶﺍ ﻟﹶﺴﻮﻥﹶ ﺇﹺﻥﱠ ﻫ ﻋﺮﻮﻡﹺ ﻓ ﻗﹶﻦﻠﹶﺄﹸ ﻣﻗﹶﺎﻝﹶ ﺍﻟﹾﻤ 109 – Firavun'un kavminden ileri gelenler dediler ki: "Muhakkak ki o, sihri iyi bilen bir sihirbazdır." Musa aleyhisselam, Firavun ve onun ileri gelenlerine gerek akli ve gerekse açık, onların gözleriyle net bir şekilde görebildikleri delil ve mucizeleri onlara sunmuş, bu delil ve mucizeler karşısında o kimseler Musa aleyhisselam’ın Allah-u Teâlâ tarafından gönderilen bir rasul olduğunu gayet iyi anlamışlardı. Buna rağmen sahip oldukları dünyalık değerleri, saltanatlarını, hâkimiyetlerini, insanlar üzerindeki otoritelerini kaybetmemek, insanları bir köle gibi kendilerine itaate devam ettirmek için onları Musa aleyhisselam konusunda yanlış düşündürmeye başladılar ve bu maksatla Musa aleyhisselam hakkında iftira atarak şöyle dediler: “Ey insanlar! Musa’nın ortaya koymuş olduğu şu meseleler aslında birer mucize değildir. Kendisi de Allah tarafından gönderilmiş bir rasul değildir. Bilakis o bir sihirbazdır. Öyle ki sihirde de oldukça ileri bir bilgiye sahiptir. Bu özelliğine rağmen, kendisinin Allah tarafından gönderilen bir rasul olduğunu, birtakım mucizeler ortaya koyduğunu söyleyerek sizleri kandırıyor.” A'RAF:110 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 71 HALKI, MUSA (A.S)’YA KARŞI CEPHE ALDIRMA GİRİŞİMLERİ (١١٠) ﻭﻥﹶﺮ ﹾﺄﻣﺎﺫﹶﺍ ﺗ ﻓﹶﻤﻜﹸﻢﺿ ﺃﹶﺭﻦ ﻣﻜﹸﻢﺮﹺﺟﺨ ﺃﹶﻥﹾ ﻳﺮﹺﻳﺪﻳ 110 – (İleri gelenler dediler ki:) O, sizi ülkenizden çıkarmak (ve oraya hâkim olmak) istiyor. (Bunun üzerine Firavun) Şöyle dedi: "Öyleyse ne yapmayı öneriyorsunuz?” Firavun ve onun ileri gelenleri halkı kandırmak ve böylece Musa aleyhisselam’a karşı cephe almalarını sağlamak için onları kandırmaya devam ediyor ve onlara şöyle diyor: “Ey insanlar! Musa’nın getirdiklerinin birer mucize değil, sihir olduğunu, onun sihirde ilerlemiş usta bir sihirbaz olduğunu size söyledik. Öyle ki o çok düzenbaz bir adamdır. Size, sırf sizi toprağınızdan çıkarmak için oyun yapıyor. Bu nedenle ona karşı çok dikkatli ve uyanık olun. Sakın onun oyunlarına gelmeyin. Ve gelin hep birlikte ona karşı ne yapacağımıza karar verelim. Bu konuda sizlerin görüşünüz nedir, ona ne yapalım?” Firavun'un Yönetiminde Halkın Konumu: Firavun ve onun ileri gelen yardakçıları ta ki Musa aleyhisselam, kendilerine uyarıcı bir rasul olarak gelinceye kadar adeta insanları kendilerine kul etmiş, onlara karşı güçlü bir sulta ve hâkimiyet elde etmiş ve onları her konuda kendilerine boyun eğdirmiştir. Firavun ve onun yardakçıları işte böyle bir durumdayken Musa aleyhisselam, onlara Allah-u Teâlâ’nın bir rasulü 72 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:110 olarak gelmiş ve beraberinde delil ve mucizeleri de getirmişti. Onlar bu delil ve mucizeler karşısında Musa aleyhisselam’ın Allah-u Teâlâ tarafından gönderilen bir rasul olduğunu anlamalarına rağmen ona teslim olmamışlar, halkın da ona ve getirdiklerine teslim olmamaları için onun hakkında; “o usta bir sihirbazdır” veya “sizi yurdunuzdan çıkarmak isteyen biridir” gibi sözler söylemişlerdir. Bu sözlerle de kalmayıp o güne kadar halka hiçbir hususta danışmayan, onlarla hiçbir konuda istişarede bulunmayan Firavun ve onun yardakçıları bu kez meseleyi halka götürerek Musa’ya ve ortaya koydukları meselelere karşı ne yapmaları gerektiğini onlara sordular. Akıllarınca böyle yapmakla hem Musa aleyhisselam’ın zararını yok edecekler, hem de bu meselede halkın görüşlerine de önem veriyormuş tavrı sergileyerek onları daha iyi kandıracaklardı. Evet... Böyle yapmaları gerekiyordu. Çünkü böyle yapmadıkları takdirde halk; “Musa, Firavun’u yendi, öyleyse o Allah tarafından gönderilen bir rasuldür” diyeceklerdi. Sırf bunun önüne geçmek için halkı kandırmaya devam ederek onlara şöyle dediler: “Ey halkımız! Biz sizlerin maslahatınızı istiyoruz. Şu Musa denen adam, iddia ettiği gibi Allah tarafından gönderilmemiştir. O sadece ve sadece size hâkim olmak ve sizi topraklarınızdan çıkarmak isteyen usta bir sihirbazdır. Ona ne yapmamızı uygun görürsünüz? Öyle bir şey yapalım ki hem onu, hem getirdiği huccet ve delili yok etsin. Ve böylece insanlar onun gerçek yüzünü görsünler.” Allah-u Teâlâ bu konuyla ilgili olarak bir başka ayette şöyle buyuruyor: “Etrafındaki ileri gelenlere dedi ki: “Muhakkak ki bu, (çok) bilgili bir sihirbazdır. Sizi sihriyle toprağınız- A'RAF:110 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 73 dan çıkarmak istiyor. O halde (bu konuda) ne emredersiniz?” (Şuara: 34-35) Firavun’un ileri gelenleri ise Musa aleyhisselam ve Harun aleyhisselam’a şöyle dediler: “Dediler ki: “Babalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)dan bizi geri çevirmek ve yeryüzünde büyüklük ikinizin olsun diye mi bize geldiniz? Doğrusu biz ikinize de inananlar değiliz.” (Yunus: 78) Firavun ve ileri gelenler bu sözleri Musa aleyhisselam’ın asa ve el mucizesini gördükten sonra halkı kandırmak, onların Musa aleyhisselam’a iman etmelerini engellemek, böylece Allah-u Teâlâ’nın nurunu söndürmek ve kelimesini iptal etmek için söylediler. Ve meseleyi halka götürmek suretiyle bu amaçlarında başarıya ulaşmak istediler. Böylece hem uyuyan halklarını daha da uyutacak ve onları sömürmeye, böylece saltanatlarını muhafaza etmeye devam edecekler, hem de Allah-u Teâlâ’nın şeriatının hâkimiyetini engelleyeceklerdi. Bu özellik her dönemin idarecilerinde vardır. Öyle ki özü zulme, beşer aklına dayalı yönetimlerde bir tıkanma, işin içinden çıkamama gibi bir hal ortaya çıktığında hemen meseleyi halka götürme, sözde halkın fikrini alıyormuş gözükerek uyuyan halkları daha çok uyutma, hem de sistemlerini bu şekilde devam ettirme halleri görülür. Böyle durumlarda halk da kendilerinin yönetimde bir etkisi ve katkısı var olduğunu sanır. Böylece yöneticilerinin diledikleri gibi kendilerini idare etmelerine müsaade ederler, onlara ve sistemlerine karşı herhangi bir karşı koyma veya tepki gösterme hali kendilerinde görülmez. Böyle kimselere şaşılır doğrusu... Bunların durumu Musa aleyhisselam’ın mucizelerini görüp de Firavun’un hilesine ve tuzağına düşen halkın durumuna benzer. Zira Allah-u Teâlâ’nın kitabı, son rasul Mu- 74 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:110 hammed sallallahu aleyhi ve sellem’in sünneti güneş gibi insanları aydınlatırken, insanları mutlu edecek en mükemmel sistem “İslam” kendilerini teslimiyete çağırırken, her asır ve zamanda “Allah’ın şeriatı” asıl olması gerekirken, bunlardan başka şeylere yönelenlere ve bunlardan başka şeylerde mutluluğu arayanlara, daha kötüsü de Firavunlukları açıkça belli olan kimselere teslimiyete devam edenlere elbette şaşılır... Her Çağ ve Zamanda Kralların Hoşuna Gitmeyen Tek Söz; “La ilahe İllallah”: Allah-u Teâlâ, Musa aleyhisselam ve kardeşi Harun aleyhisselam’ı Firavun’a göndermiş ve onları Allah-u Teâlâ’ya imana davet etmelerini o ikisine emretmişti. Onlar da kendilerine verilen bu görevi yerine getirmiş, Firavun’u, onun ileri gelenlerini ve bütün Mısır halkını Allah-u Teâlâ’ya imana davet etmişlerdi. Firavun ve onun ileri gelenleri kendilerine sunulan davetin ne manaya geldiğini ve kendileri için ne gibi bir sonuç ortaya koyacağını çok iyi anlamışlardı. Çünkü onlar çok iyi biliyorlardı ki, şayet insanlar yapılan bu davete icabet ederlerse kendi saltanatları, insanlar üzerindeki hâkimiyetleri ve böylece insanları kandırmak suretiyle elde ettikleri menfaatler artık sona erecekti. İşte bu, La ilahe illallah davetinin getirdiği bir sonuçtur. Zira La ilahe illallah’ın manasını çok iyi bilen bir kimse bu kelimenin; bütün tağutların sultalarına, hâkimiyetlerine son vermek, hâkimiyeti tamamıyla Allah-u Teâlâ’ya has kılmak, tağutları, tağuti sistemleri ortadan silip insanları sadece Allah-u Teâlâ’nın şeriatına boyun eğdirmek, böylece onları kullara kulluktan kurtarıp tek olan, âlemlerin yüce A'RAF:110 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 75 sahibi ve ilahına kul ettirmek manasına geldiğini çok iyi kavrar. Her rasul gibi Musa aleyhisselam da insanları bu kelimeye davet ediyordu. Firavun ve onun ileri gelenleri bu kelimenin ihtiva ettiği manayı çok iyi anlamışlardı. Bu yüzden kendilerine yapılan davete icabet etmediler, bununla birlikte halkın da icabet etmesini engellemek için çeşitli hile ve tuzaklar hazırladılar. Çünkü yapılan bu davet bu gibi saltanat sahiplerinin, onların saltanatlarının sona ermesi manasına geldiğinden pek hoşlarına gitmez. Bu konuyla ilgili olarak Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem zamanında yaşanan şu hadise bize bu meseleyi net bir şekilde ortaya koyuyor: Bir Arabî Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e gelerek şöyle sordu: “Sen insanları hangi şeye davet ediyorsun?” Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ona cevaben dedi ki: “La ilahe illallah Muhammedun Rasûlullah’ı şehadet etmeye davet ediyorum.” O Arabî “La ilahe illallah’ın ne demek olduğunu çok iyi anladığı için Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e şöyle demiştir: “Gerek Araplar ve gerekse Arap olmayanlar bu kelimeden dolayı sana savaş açacaklardır.” (Müsned-i Ahmed) Burada görüldüğü gibi Arabî La ilahe illallah’ı çok iyi anlamış, bunun bütün tağutlara karşı açılmış bir savaş olduğunu kavramıştır. Bu sebeple gerek Arapların, gerek acemlerin, gerekse Arap olsun olmasın bütün tağutların bu kelimeye karşı savaş açacaklarını hemen ifade etmiştir. Bu konuyla ilgili bir başka rivayette ise şöyle geçmektedir: Arabî kimse Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e gelerek: 76 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:110 “Sen insanları neye davet ediyorsun?” diye sorar. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ona şöyle cevap verir: “La ilahe illallah’a davet ediyorum” Bunun üzerine Arabî der ki: “Bu sözü krallar sevmez.” (Müsned-i Ahmed) Evet... Bu sözü krallar gerçekten sevmezler. Çünkü bu, kralların saltanatlarına son veren, hâkimiyetin kayıtsız şartsız Allah-u Teâlâ’ya ait olması gerektiğini söyleyen bir sözdür. Bu sebeple saltanat sahipleri bu sözün söylenmesine veya söylense bile anlaşılmasına kesinlikle izin ve fırsat vermezler. Gerek Firavun, gerek onun gibi olanlar, gerek Araplar ve gerekse Arapçayı çok iyi bilenler geçmişte bu sözden kastedilen manayı çok iyi biliyorlar ve ona göre tavırlarını net olarak ortaya koyuyorlardı. Fakat zamanımız öyle karanlık bir dönemdir ki bu dönemde insanların çoğu, hatta hüküm ve sulta sahibi tağutlar bile La ilahe illallah’ı sözle hem de rahatlıkla söylerler. Öyle ki tağutlar bu kelimeyi insanlara söylesinler diye kendilerine maaş verdiği memurlar (cami imamı, müftü ve müezzin) dahi tayin ederler. Çünkü zamanımızdaki insanların çoğu bu kelimenin sadece sözden ibaret olduğunu sanırlar, gerçek manasından haberleri yoktur ve bu kelimenin insanlar üzerinde artık hiç bir etkisi kalmamıştır. Bu kelimeyi şuursuzca söyleyip duran bu insanlar basit bir Arabînin veya Firavun ve onun ileriye gelenlerin anladığı manada artık bu kelimeyi anlayamıyorlar. Bu sebeple de rahatlıkla söylemelerine müsaade ediliyor. Yoksa tağutlar şayet insanların bu kelimenin ihtiva ettiği manayı bildiklerini, bu manayı kabul ederek ve ona göre yaşantılarını düzenleyerek bu manayı söylediklerini bilseler bu kelimeyi söylemelerine fırsat vermedikleri gibi, o kimselere karşı savaş dahi açarlar. Çünkü böyle bir du- A'RAF:110 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 77 rumda bu kelimenin insanlar tarafından bilinçli olarak söylenmesi demek; onlara, saltanatlarına, insanlar üzerindeki hâkimiyetlerine karşı bir başkaldırı ve kendilerine karşı bir savaş ilan etmek demek olduğunu bilirler. O halde La ilahe illallah’ı şuursuzca söyleyen kimseler şunu iyi bilmelidirler ki; yeryüzünde sadece ve sadece Allah-u Teâlâ’nın hâkimiyeti söz konusu olmalıdır. O’nun hâkimiyeti dışında, her kim hüküm ve sulta sahibi olduğunu iddia ediyor ve bu maksatla ortaya çıkmışsa o kimsenin yeryüzündeki varlığına son verilmeli, ta ki Allah-u Teâlâ’nın hâkimiyeti var oluncaya kadar bu kimselerle mücadele edilmelidir. İşte bu şekilde mücadele veren, yani Allah-u Teâlâ’nın kelimesi “La ilahe illallah” sözü en üstün olsun diye uğraşan kimse gerçek Müslümandır. Bunun dışında adı ve sanı ne olursa olsun, ister bir toprak, ister bir bayrak, ister bir millet, ister bir ırk, ister bir grup, ister bir parti, isterse bir yönetici için mücadele veren kimse asla ve asla Müslüman değildir ve bu uğurda ölen kimseler de şehit değildir. Bu özellikteki kimseler kendilerinin Müslüman olduklarını söyleseler, namaz kılsalar, oruç tutsalar, diğer ibadetleri yerine getirseler ve hatta şehadeti dahi söyleseler kesinlikle Müslüman değildirler. Yine tağutları destekleyen, onların hükümlerine teslim olan, onlara ulu’l emr sıfatı veren, verdikleri hüküm ne olursa olsun kayıtsız ve şartsız teslimiyet gösteren kimseler de yine ne kadar Müslüman olduklarını iddia ederlerse etsinler kesinlikle Müslüman değildirler. İnsanlar ne zamanki bu kelimenin manasını anlar, ona teslimiyet gösterir ve yine insanları bu kelimeye bilerek 78 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:110 davet ederlerse işte o zaman tağutların bu kelimeye karşı tavırları değişir. Böylece ne söyleyene, ne de söylettirene izin verirler. Tam aksine ona karşı savaş ilan ederler. Tıpkı Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem dönemindeki Arapların bu kelimeye karşı savaş açmaları gibi... Öyle ki o dönemde Araplar bu kelimeye asla tahammül etmiyorlardı. Bu sebeple sadece bu kelimeyi söyleyenlere karşı savaş açar, onlara eziyet verirlerdi. Çünkü onlar, bu kelimeyi söyleyen kimselerin o kelimenin ihtiva ettiği manayı bildiklerini, ona teslimiyet gösterdiklerini çok iyi biliyorlardı. Bu nedenle bu kelimenin söylenmesine dahi izin vermiyorlardı. Ama maalesef zamanımızda durum öyle değildir. Çünkü zamanımızda hem la ilahe illallah’ı söyleyen, hem söylenmesi için maaşlı memurlar (cami imamı, müftü ve müezzin) tayin eden ve böylece insanların da rahatlıkla söylemelerine izin veren tağutlar görmekteyiz. Zira zamanımızda La ilahe illallah’ın gerçek manası insanlara açıklanmamaktadır. Açıklayanlar da engellenmektedir. Bu sebeple insanların çoğu bu kelimeyi sadece bir söz olarak veya tağutlara zarar vermeyen dar bir manada anlayarak söylerler, gerçek manasını bilmezler ve o manayı bilmedikleri için hayatlarına, tatbik etmezler. Çünkü tağutlar, insanların böyle anlamalarını istemiş, böyle anlamaları için onları kandıran birçok sahte âlimlerden oluşan bir ordu kurmuş ve onlara maaş da vermiştir. Böyle kimseler şunu çok iyi bilsinler ki; La ilahe illallah’ın manasını bilmeden, ona göre hayatı düzenlemeden, bu kelime ne dünyada ne de ahirette kendilerine fayda verir. Bununla birlikte kendilerini Müslüman zannederek yaptıkları ameller de boşa gider, ahirette onların ateşten başka nasipleri de yoktur... A'RAF:111-112 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 79 FİRAVUN'UN DANIŞMANLARININ FİRAVUN'A ÖNERİSİ (١١١) ﺮﹺﻳﻦﺎﺷﻦﹺ ﺣﺍﺋﺪﻲ ﺍﹾﻟﻤﻞﹾ ﻓﺳﺃﹶﺭ ﻭﺎﻩﺃﹶﺧ ﻭﺟﹺﻪﻗﹶﺎﻟﹸﻮﺍ ﺃﹶﺭ 111 – (İleri gelenler) dediler ki: "Onu ve kardeşini (hemen cezalandırma) beklet. (Bu sırada ülkenin bütün) Şehirlerine çağırıcı ve toplayıcılar gönder. Firavun ve yardımcıları, Musa aleyhisselam’ın durumu hakkında halkla istişare yaptıktan sonra şu karara vardılar: 1 – Firavun, Musa ve kardeşi Harun’u yanında bekleterek şehirden uzaklaşmalarına engel olacak. Böylece onlara diledikleri gibi davranabilecekler. 2 – Bütün şehirlere çağırıcı ve toplayıcı adamlar gönderilecek. Böylece Firavun’un istediği özellikteki kişiler aranıp bulunacak ve Firavun’un yanına getirilecekler. ŞEHİRLERDEN TOPLANACAK KİŞİLERİN ÖZELLİĞİ (١١٢) ﻴﻢﹴﻠﺮﹴ ﻋﺎﺣ ﺑﹺﻜﹸﻞﱢ ﺳﻮﻙﺄﹾﺗﻳ 112 – Onlar sana (ülkedeki) bütün bilgili sihirbazları getirsinler.” Yapılan istişareden çıkan karara göre; şehirlere gönderilen görevli kişiler, en bilgili sihirbazları toplayıp Firavun’a getireceklerdi. 80 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:112 Çünkü Firavun zamanında sihir çok yaygındı. Bu sebeple Firavun ve onun söz sahibi yardımcıları, Musa aleyhisselam’ın getirdiği mucizelerin sihir olabileceğini zannetmiş ve Musa aleyhisselam’ı yenmek için en bilgili, en yetenekli sihirbazları getirtmeye karar vermişlerdi. Bu sihirbazlar vesilesiyle Musa aleyhisselam’a üstün gelebileceklerini, Musa aleyhisselam’ın getirdiği şeyleri iptal edebileceklerini ve onun gerçek yüzünü ortaya çıkarabileceklerini zannediyorlardı. Allah-u Teâlâ bu konuda bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: “Dedi ki: Sihrinle bizi toprağımızdan çıkarmak için mi geldin ey Musa? Öyleyse biz de sana sihrin gibi (onu bozacak) bir sihir getireceğiz. Haydi, bizimle senin aranda bir buluşma vakti ve yeri tayin et. Ona ne biz muhalefet edelim, ne de sen ve buluşacağımız yer sana da bize de eşit mesafede bir yer olsun. (Musa) dedi ki: “Buluşma zamanımız, (süslenip de bayram yaptığınız) ziynet günü olsun. O gün bütün insanlar (Mısır ahalisi, olacak şeyleri görsünler diye) kuşluk vakti toplansınlar.” Bunun üzerine Firavun dönüp gitti. Hilesini (ne kadar usta sihirbaz ve büyü âleti varsa hepsini) topladı, sonra onları buluşma yerine getirdi.” (Ta-ha: 57-60) Firavun’un Siyaseti: Firavun ve yardımcıları, Musa aleyhisselam hakkında halkla istişare ettiler. Halk ile istişare yapmalarının gayesi, halkın görüşüne değer verdikleri için değil, onların Musa aleyhisselam’a hemen iman etmelerini engellemek içindi. Bu, gerçekten çok zekice ve halkın hoşuna giden bir davranıştır. Bu açıdan bakıldığında, Firavun’un tevhide A'RAF:112 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 81 karşı tavrının, günümüzün azgın yöneticilerine nazaran halk tarafından daha makbul olduğu görülecektir. Çünkü Musa aleyhisselam onları tevhide davet edip delil ve mucizeler gösterdiği zaman, onun hak bir dava üzere olduğunu, fakat kendi sistemleri için çok büyük bir tehlike arz ettiğini anlamalarına rağmen, zamanımızdaki tağutların yaptıkları gibi hemen ona işkence ve eziyet etmediler, sert bir tavır içine girmediler, hapse atmaya veya öldürmeye teşebbüs etmediler. Firavun ve danışmanları şunu çok iyi kavramışlardı: Eğer Musa aleyhisselam’ın getirdiği delil ve mucizelere karşı bir şey ortaya koymadan, hemen onu hapse atar, ona eziyet eder ya da onu öldürmeye teşebbüs ederlerse, halk; “Musa’nın Allah’ın rasulü, getirdiği mucizelerin hak ve Firavun’un Musa karşısında aciz olduğunu anlayabilir, Firavun’un dininden şüphe edebilir ve Musa’ya tabi olabilirdi.” Firavun ve danışmanları, Musa’nın bir sihirbaz olabileceğini düşündükleri için, halkla istişare sonucu aldıkları kararlarla; çok bilgili ve yetenekli bir sihirbaz bulmayı, onun sihriyle Musa aleyhisselam’ı yenilgiye uğratmasını arzuluyorlardı. Böylece Firavun, Musa aleyhisselam’ı yenmiş ve onun gerçek yüzünü halka göstermiş olacaktı. Firavun ve danışmanlarının, Musa aleyhisselam hakkındaki planları buydu. Siyaseti gerçekten iyi bilen zeki yöneticilerin, tevhid ehline karşı tavrı genellikle böyledir. Fakat siyaseti bilmeyen, kıt akıllı, despot, sadist ve zalim yöneticilerin tevhid ehline karşı tavırları ise genellikle çok sert olur. Elbette zamanımızda da Firavun gibi, siyaseti bilen zeki tağutlar vardır. Onlar da tevhid ehline karşı, Firavun gibi sinsi planlar hazırlamaktadırlar. 82 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:112 Günümüzdeki bazı tağutlar; Müslüman olduklarını, İslam’ı çok sevdiklerini söyleyerek, namaz gibi bazı ibadetleri alenen yaparak, bazı konularda halka dini serbestlikler vererek, halkın maslahatı için çalıştıklarını reklam ederek, kendilerini tevhid ehli samimi Müslümanlarmış gibi göstermekte ve böylece insanları aldatmaktadır. Cahil insanlar da bu sahtekâr tağutlara, gerçekten “Müslüman yönetici” olduklarını sanarak itaat etmektedirler. Kendilerini Müslüman gibi göstererek halklarını kandıran tağutların bu konudaki en büyük yardımcıları, din adına konuşan sahtekâr din adamlarıdır. Tağutlar tarafından özel olarak yetiştirilip beslenen bu sahtekâr din adamları; tağutların reddedilmesi gerektiğini anlatmak yerine, onlara itaat edilmesi gerektiğini insanlara aşılamaktadırlar. Dolayısıyla, tağuti sistemlerin bekçisi haline gelen sahtekâr din âlimleri, bazen tağutlardan daha tehlikeli olurlar. Özellikle muvahhidlerin kuvvetlendiği veya tevhid çağrısının net olarak insanlara ulaştırıldığı dönemlerde; camilerde, televizyonlarda, radyolarda, basında, ve diğer başka mekânlarda yapmış oldukları konuşmalarla; Allah-u Teâlâ’nın dinini gizlemek, saptırmak ve nurunu söndürmek için gerçek tevhid ehlini sapık, bölücü, terörist, havariç, devlet düşmanı, aşırı dinci, İslam’ı bölmek isteyen İslam düşmanları ve toplum için tehlike unsuru olarak niteleyip cahil insanlara bu şekilde empoze ederler. Fakat kendisine kölelik ettikleri tağutların varlığını devam ettirmek için onları samimi Müslüman, İslam’ın savunucusu gerçek mücahid, kahraman ve halkın iyiliğini düşünen hayırlı kimseler olarak lanse ederler. Her ortamda tağutları yüceltmek, muhafaza ve müdafaa etmek için çalışırlar. İşte bu, zamanımızda siyaseti bilen tağutların, gerçek İslam’ı yıkmak için uyguladıkları en tehlikeli, en sinsi ve insanlar üzerinde en etkili metottur. Tevhidi bilmeyen, A'RAF:112-113 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 83 İslam’ı ve küfrü birbirinden ayırt edemeyen cahil halklar maalesef onların bu oyununa gelmektedir. Elbette bu konuda sahte din adamlarının iğrenç rollerini de unutmamak gerekir. Fakat tevhidi, Allah’ın istediği şekilde bilen gerçek muvahhidler, tağutların ve onların hizmetkârı konumundaki sahte din âlimlerinin planlarını hemen anlayıp sezer ve onların oyunlarına asla gelmezler. SİHİRBAZLARIN GAYESİ ـﻦﺤـﺎ ﻧﺍ ﺇﹺﻥﹾ ﻛﹸﻨﺮـﺎ ﻟﹶـﺄﹶﺟﻮﻥﹶ ﻗﹶـﺎﻟﹸﻮﺍ ﺇﹺﻥﱠ ﻟﹶﻨ ﻋﺮﺓﹸ ﻓﺮﺤﺎﺀَ ﺍﻟﺴﺟﻭ (١١٣) ﺒﹺﲔﺎﻟﺍﻟﹾﻐ 113 – Sihirbazlar Firavun'un huzuruna gelince dediler ki: "(Musa'ya) Galip gelirsek bize (bunun) karşılığını verecek misin?" Firavun ve danışmanlarının halkla yaptığı istişare sonucu; askerlerin şehirleri dolaşıp en bilgili sihirbazları getirme kararı alınmıştı. Firavun bu kararı derhal uygulamaya soktu. Askerleri bütün şehirleri dolaşıp buldukları en bilgili sihirbazları getirdiler. Sihirbazlar Firavun’un huzuruna çıkınca şöyle dediler: “Şayet bizler yaptığımız sihirlerle Musa’ya üstün gelip onu yenersek, bu başarımızdan dolayı bize ödül verilecek mi?” 84 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:113 Dünya Malı İçin Allah-u Teâlâ’ya Savaş Açanlar: Her zaman ve mekânda, maddiyatı her şeyden önde tutan birtakım kimseler olmuştur. Bunlar, biraz dünya malı için bütün değerlerini satabilirler, hatta Allah-u Teâlâ’nın dinine karşı savaşmaktan, Müslümanlarla savaşanları desteklemekten ve azgın kâfirlere kölelik etmekten çekinmezler. Tıpkı Firavun’un oradan buradan toplatıp getirttiği sihirbazlar gibi... Firavun’un sihirbazları, yüce bir ideal veya gayeden dolayı değil, sadece maddiyat elde etmek için sihir yapıyorlardı. İşte bu gaye ile hareket eden insanlar, kim için veya kime karşı olduğuna aldırmaksızın, biraz para karşılığında, ellerindeki silahı herkese doğrultabilirler. Aynı paralı askerler gibi. O günkü sihirbazlar da Firavun’u müdafaa etmek için onun isteği üzerine, Allah-u Teâlâ tarafından uyarıcı ve korkutucu bir rasul olarak gönderilen Musa aleyhisselam’a karşı tavır almışlardı. Buna karşılık tek beklentileri ise dünyalık menfaat elde etmekti. Tağutlar, böyle kimseleri ya bizzat kendileri bünyelerinde yetiştirerek ya da toplum içindeki böyle kimseleri tespit ederek, zamanı geldiğinde onları kendi çıkarları doğrultusunda kullanır. Genellikle bu metodu zora düştükleri, bazı gizli planlarla birtakım emellerini gerçekleştirmek ya da o anda gündemi meşgul ederek toplumlar üzerinde daha sinsi oyunlar oynamak istedikleri zamanlarda kullanırlar. Zamanımızda da kendisini; böyle birtakım dünyalık makam, mevki ve başka maddiyatlar karşılığında satan kimseler vardır. Bunlardan bir kısmı ya gerçekten İslam’dan habersiz olduğu halde din konusunda bilgili gözükerek, bir kısmı da Allah-u Teâlâ’nın dinini bile bile gizleyerek, sırf maddiyat için kendilerine verilen görevleri yapar. A'RAF:113-114 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 85 Bunların bir kısmı da dünyalık mevki ve makam elde etmiş, profesör, doçent, doktor, âlim, şeyh, efendi hazretleri gibi sıfatlar verilerek toplumda ön plana çıkarılmış kimselerdir. Bunlar, sahip oldukları bu dünyalık değerleri kaybetmemek için kendilerine tağut tarafından verilen görevleri harfiyen yerine getirirler, tağutların menfaatleri doğrultusunda insanları daha çok uyutmaya çalışırlar. Elbette bunların asıl dertleri hizmet değil, maddiyat elde etmek veya ellerindeki birtakım maddi değerleri kaybetmemektir. Tağutlar böyle insanların hassasiyetlerini ve zayıf noktalarını çok iyi bilirler. İslam konusunda bilgili, halkı etrafında toplamayı başarabilen ve onlar üzerinde etkili fakat böyle zaafları olan kimseleri tespit ettikleri zaman hemen onları kendi sistemlerini korumak için kullanmak veya kontrol altında tutmak isterler. Gerçekten hakkı ve hidayeti isteyen kimselerin; dini bilgilerini, tağutların isteği doğrultusunda halka karşı silah olarak, sırf maddiyat elde etmek için kullanan belamlara dikkat etmeleri ve onlara karşı çok uyanık olmaları gerekmektedir. FİRAVUN’UN SİHİRBAZLARA TAAHHÜDÜ (١١٤) ﺑﹺﲔﻘﹶﺮ ﺍﻟﹾﻤﻦﻢ ﻟﹶﻤ ﻜﹸﺇﹺﻧ ﻭﻢﻌﻗﹶﺎﻝﹶ ﻧ 114 – (Firavun) dedi ki: “Evet. Üstelik siz (bana) yakın kılınan kimselerden olacaksınız.” Firavun, Musa aleyhisselam’ın mucizeleri karşısında aciz duruma düştüğünde, zannıyla onun getirdiği mucizelerin bir sihir olabileceğini düşündü ve sihirle onu yenebileceğini sandı. Bu maksatla şehirlerdeki sihirbazları toparlayıp 86 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:114 onlarla Musa aleyhisselam’a karşı meydan okuyabilecek ve onu adeta sihirle yenecekti. Böylece amacına ulaşmak için dediğini yaptı ve şehirlerdeki en usta ve bilgili sihirbazları toparladı. Sihirbazlar onun yanına geldiklerinde, Musa aleyhisselam’a üstün gelmeleri karşılığında kendisinden maddi talepte bulundular. Onların bu talepleri Firavun’u sevindirdi. Firavun’un onlardan beklediği şey zaten buydu. Çünkü o, böyle maddiyata önem veren, her şeyi maddiyat için yapan ve maddiyatı isteyen kimseleri yanında istiyordu. Üstelik Firavun’un elinde maddiyat zaten vardı ve bu maddiyatını, kurmuş olduğu düzeni, saltanatı, hâkimiyet ve otoriteyi kurtarmak için elbette ve hiç çekinmeden harcardı. İşte bu sebeple sihirbazların maddi beklenti içinde olmalarından hoşlandı ve onlara dedi ki: “Sizler, yeter ki Musa’yı sihrinizle yenin ve ona galip gelin. Böyle yaparsanız size çok daha fazla karşılık vereceğim. Öyle ki sizleri hem maddi yönden hem de makam ve mevki yönünden yükselteceğim ve katımda sizlerin üstün bir değeriniz ve yeriniz olacak.” Sihirbazlar, Firavun’un bu sözlerine sevindiler. Onlar kendileri usta ve bilgili birer sihirbaz oldukları için Musa aleyhisselam’a galip geleceklerini sanıyor, kendilerine çokça güveniyorlardı. Fakat bu zavallılar bilmiyorlardı ki karşılarında duran ve kendisine meydan okudukları kişi, kendileri gibi bir sihirbaz değil, Allah-u Teâlâ tarafından mucizeyle gönderilmiş bir rasuldur. Getirdiği ise bir sihir değil, bir mucizedir. İşte bu zavallılar, bunu bilmiyorlardı. Bu yüzden cesaretle Musa aleyhisselam’a meydan okuyor ve kendilerinin üstün geleceklerine inanıyorlardı. A'RAF:114 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 87 İnsan Tabiatını İyi Bilen Firavun’lar: Firavun ve onun ileri gelenleri insan tabiatını çok iyi biliyorlardı. Bu sebeple sihirbazlara, kendilerini ve sistemlerini desteklemeleri ve düşmanına karşı galip gelmeleri karşılığında istedikleri her şeyi verebileceklerini söylediler. Çünkü onlar böyle zayıf insanların nasıl bir yapıya sahip olduklarını çok iyi keşfetmişlerdi ve sistemlerini muhafaza açısından teşvik unsuru ne varsa her imkânı onlara sunmaya açıktılar. Bu amaçla onlara maddi ve manevi mükâfatlar taahhüt ettiler. Böylece o kimseler bu mükâfatlar karşısında zayıf düşecekler, bu mükâfatı sağlayan kimselere daha sadık, ihlâslı kimseler olacaklar ve gerekirse haktan ayrılarak kendilerine verilen görev ne olursa olsun hiç itirazsız yerine getireceklerdi. Her zaman ve mekândaki tağutlar insanların bu özelliklerini çok iyi bilirler ve onları sistemlerini muhafaza açısından çok iyi kullanırlar. Özellikle sahte din âlimlerini... Tağutları ve onların sistemlerini insanlara meşru gösterenler işte bu sahte din âlimleridir. Elbette tağutlar da onların bu hizmetlerini karşılıksız bırakmamaktadırlar. Onları gerek maddi olarak ve gerekse birtakım makam ve unvan vererek yükseltirler. Böylece onları şişirdikçe şişirirler. Öyle ki insanlar o kimseleri gerçek birer âlim zannederler de onların din adına söyledikleri her söze kanarak tağuti sistemlere itaati, onları muhafaza ve müdafaayı kendilerine bir görev bilirler. Böylece uyuyan halklar uyumaya devam ederler ve asıl sahip çıkmaları gereken Allah-u Teâlâ’nın dinine sahip çıkmadıkları gibi, onu gerçek manada öğrenmek için hiçbir çaba da sarf etmezler. Sonuç olarak da tağutlar bu sahte din adamları vesilesiyle sistemlerini daha iyi muhafaza ederler. 88 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:114-115 Tağutların sistemlerini muhafaza eden diğer bir unsur ise tağutun askerleridir. Sırf sistemleri ayakta dursun, muhafaza edilsin diye Tağutlar onlara da büyük mükâfatlar verir. Onlar da dünyalık elde etmek için efendilerine hizmette kusur etmezler. Hatta Allah-u Teâlâ’nın dininin hak olduğunu bilmelerine rağmen, sırf efendilerine karşı kusur işlememek için Allah-u Teâlâ’ya karşı kusur işlemeyi göze alırlar. İşte tağutlar bu iki unsurun ya her ikisini birden aynı anda kullanırlar veya her birini yerli yerinde kullanırlar. Tıpkı Firavun’un yaptığı gibi... Onun Musa aleyhisselam’a karşı koyacak askerleri vardı. Fakat o anki ortam savaş ortamı olmayıp, bir delil ortaya koyma ortamı olduğu için Firavun Musa aleyhisselam’a karşı askerlerini değil, ona delille karşı koyabilecek kimseleri kullanmayı tercih etti. Çünkü Musa aleyhisselam’ın ortaya koyduğu mucizelere karşılık verecek uzmanlar gerekiyordu. Ve Firavun da o an sihir yaygın olduğu için sihirbazları Musa aleyhisselam’a karşı kullanmak istedi. Zamanımızda da İslam dini güneş gibi açık ve hükümleri net olduğu, anlaşılması için hiçbir engel olmadığı halde tağutlar insanların kafalarını karıştırmak için bu dine karşı sahte din âlimlerini kullanırlar ve bu amaçlarında başarılı da olmaktadırlar. SİHİRBAZLARIN, MUSA (A.S)’YA MEYDAN OKUMALARI ـﻦﺤﻜﹸـﻮﻥﹶ ﻧـﺎ ﺃﹶﻥﹾ ﻧﺇﹺﻣ ﻭـﻲ ﹾﻠﻘـﺎ ﺃﹶﻥﹾ ﺗـﻰ ﺇﹺﻣﻮﺳﺎ ﻣﻗﹶﺎﻟﹸﻮﺍ ﻳ (١١٥) ﲔﻠﹾﻘﺍﻟﹾﻤ A'RAF:115-116 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 89 115 – (Sihirbazlar) dediler ki: “Ey Musa! Sen mi (önce) atarsın yoksa biz mi (ilk) atıcılar olalım? Firavun, sihirbazlara maddi ve manevi karşılık vereceğini söyledikten sonra sihirbazlar kendilerine daha çok güvendiler ve kibirli bir şekilde Musa aleyhisselam’a meydan okudular. Ona şöyle dediler: “Ey Musa! Hadi bakalım, sen mi önce atarsın (ortaya koyacağını, tüm maharetlerini ortaya korsun) yoksa biz mi atalım (tüm maharetlerimizi ortaya koyalım).” Sihirbazlar bu sözleriyle öyle bir tavır içerisine girdiler ki, adeta kendilerine güvenleri son noktaya vardı. Onlar sanıyorlardı ki ister Musa aleyhisselam önce atsın, isterse de sonra atsın fark etmez, neticede durum kendi lehlerine olacak, galibiyeti elde edecekler. İşte bu düşünceyle hareket ederek Musa aleyhisselam’ı maharetini ortaya koyması konusunda muhayyer bıraktılar. SİHİRBAZLARIN, HÜNERLERİNİ GÖSTERMELERİ ﺎﺀُﻭﺍﺟ ﻭﻢﻮﻫﺒﻫﺮﺘﺍﺳﺎﺱﹺ ﻭ ﺍﻟﻨﻦﻴﻭﺍ ﺃﹶﻋﺮﺤﺍ ﺳﺎ ﺃﹶﹾﻟﻘﹶﻮﻗﹶﺎﻝﹶ ﺃﹶﻟﹾﻘﹸﻮﺍ ﻓﹶﻠﹶﻤ (١١٦) ﻴﻢﹴﻈﺮﹴ ﻋﺑﹺﺴِﺤ 116 – (Musa:) “Siz atın” dedi. Attıklarında insanların gözlerini büyülediler, onlara korku saldılar ve büyük bir sihir (ortaya) getirdiler. 90 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:116 “(Musa:) “Siz atın” dedi.” Musa aleyhisselam, sihirbazların kendilerine çok güvendiklerini, kendisine meydan okuduklarını, hatta maharetini ortaya koyması açısından kendisini muhayyer bıraktıklarını görünce onların bu tavırlarından hiç etkilenmedi. Çünkü o, kendisinin hak üzere olduğunu, kesinlikle galip geleceğini ve Allah-u Teâlâ tarafından desteklendiğini çok iyi biliyordu. Onun güveni tamamıyla Allah-u Teâlâ’ya idi. Allah-u Teâlâ tarafından desteklendiğini, yardımsız bırakılmayacağını biliyordu. Sonuçta kazanacak olan kişinin kendisi olduğundan kesinlikle emindi. Bu sebeple sihirbazlara şöyle dedi: “Hadi bakalım, önce siz atın ve bütün hünerlerinizi ortaya koyun! Ortaya neler koyacaksınız, bir görelim.” Evet... Musa aleyhisselam, sihirbazlara ilk önce kendilerinin atmasını söyledi. Böylece insanlar ilk olarak onların sihirlerini görecek, daha sonra da Musa aleyhisselam atacak ve işte o zaman insanlar Musa aleyhisselam’ın getirdiği mucizeyi görecekler. Böylece hakkın batılı yendiğine şahit olacaklar. “Attıklarında insanların gözlerini büyülediler, onlara korku saldılar ve büyük bir sihir (ortaya) getirdiler.” Sihirbazlar ellerindeki ipleri attıkları zaman, yaptıkları sihirle insanların gözlerini büyülediler. Öyle ki insanlar onların ortaya koydukları sihrin gerçek olduğuna inandılar. Oysa onların yaptıkları sihir gerçekte hayalden, göz aldatmacasından başka bir şey değildi. Buna rağmen sihirbazlar çok yetenekli, bilgili ve işlerinin ustası olmaları sebebiyle yaptıkları sihri gerçekmiş gibi ortaya koydular. Adeta insanların gözlerini büyülediler. Öyle ki hayalden ibaret olan göz aldatmacası onlara gerçek gibi göründü. Zira ip ve sopalar bir anda hareket eden, A'RAF:116 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 91 büyük yılanlar gibi oluvermişlerdi. Bu sebeple insanlar oldukça korktular. Hatta Musa aleyhisselam dahi içinde bir korku hissetti. Allah-u Teâlâ bu konuyla ilgili olarak bir başka ayette şöyle buyuruyor: “(Musa) dedi ki: “Hayır, siz atınız!” (Sihirbazlar atınca) hemen onların ipleri ve sopaları onların sihirlerinden dolayı sanki koşuyormuş gibi ona göründü. Bu yüzden Musa, içinde bir korku hissetti. Dedik ki: “Korkma!” Muhakkak ki sen en üstünsün. O halde sağ elindekini at! O, onların yaptıklarını yutuverir. Şüphesiz ki onların yaptıkları sadece sihirbaz hilesidir. Sihirbaz ise nereye giderse (gitsin) kurtuluşa eremez.” (Taha: 66-69) Musa aleyhisselam’ın hissettiği korku, insanların korkmaları gibi değildir. Çünkü o, sihirbazların yaptıklarının birer hayal ürünü olduğunu, onların sihirde ileri dereceye varmış, maharetli kimseler olduklarını, Allah-u Teâlâ gibi bir yardımcı ve destekçilerinin olmadığını çok iyi biliyordu. Ve yine biliyordu ki kendisi Allah-u Teâlâ tarafından gönderilen bir rasuldür ve sonuna kadar Allah-u Teâlâ tarafından desteklenecektir. Bu sebeple ortaya koyduğu mucize sihirbazların ortaya koyduklarına muhakkak galip gelecektir. Fakat o, mucizesinin bir an önce belli olmasını, gecikmemesini istiyordu. Çünkü o, sihirbazların sihrinin uzun sürüp, insanların o sihre kanmalarından endişe ediyordu. İşte Musa aleyhisselam’ın içinde hissettiği korku bundan ibaretti. Bu sebeple bir an önce mucizesinin ortaya konmasını ve sihirbazlara galip gelmeyi istiyordu. Ve onlara karşı galip geleceğinden de kesinlikle emindi. 92 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:116-117 Allah-u Teâlâ bu konuda bir başka ayette şöyle buyuruyor: “(Sihirbazlar) attıklarında Musa dedi ki: “Sizin kendisiyle geldiğiniz şey sihirdir. Muhakkak ki Allah, onu iptal edecektir. Şüphesiz ki Allah bozguncuların işini düzeltmez.” (Yunus: 81-82) MUSA (A.S)’NIN, SİHİRBAZLARA ÜSTÜNLÜĞÜ ـﺎ ﻣﻠﹾﻘﹶـﻒ ﺗـﻲ ﻓﹶـﺈﹺﺫﹶﺍ ﻫـﺎﻙﺼﻰ ﺃﹶ ﹾﻥ ﺃﹶﹾﻟﻖﹺ ﻋﻮﺳﺎ ﺇﹺﻟﹶﻰ ﻣﻨﻴﺣﺃﹶﻭ ﻭ (١١٧) ﻜﹸﻮﻥﹶﺄﹾﻓﻳ 117 – Biz de Musa’ya: “Asanı at!” diye vahyettik. Böylece o (asa bir yılana dönüşüp) onların uydurduklarını yutuverdi. “Biz de Musa’ya: “Asanı at!” diye vahyettik.” Sihirbazlar yaptıkları sihirle adeta insanları büyüledikten ve onların kalplerine korku saldıktan sonra Allah-u Teâlâ Musa aleyhisselam’a vahyetti ve şöyle buyurdu: “Ey Musa! Elindeki asanı at.” “Böylece o (asa bir yılana dönüşüp) onların uydurduklarını yutuverdi.” Musa aleyhisselam, Allah-u Teâlâ’nın emriyle asasını attı. Öyle ki o asa, bir anda büyükçe bir yılana dönüştü ve sihirbazların sihirleriyle ortaya koyduğu tüm yılanları yutuverdi. Böylece hak belli oldu, batıl ise yok oldu. Çünkü hak geldiğinde bütün batıllar yok olur. A'RAF:117 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 93 Zaten ayette geçen “ifk” kelimesi batıl olan, sahte olan, uydurulan manalarına gelmektedir. Sihir de hakkı ve gerçeği gizlediği, bir yalandan, uydurmadan, kandırmacadan ibaret olduğu için ona da “ifk” sıfatı verilmiştir. Batıl, Hakka Karşı Fazla Direnemez: Sihirbazların uydurdukları sihir bir müddet sürmüş ve insanları oldukça etkilemişti. İşte bu gibi batıl durumlar belli bir müddet sürebilir ve bu müddet içerisinde batıl ehli kendilerini haklı görebilir, büyüklenebilir ve böbürlenebilirler. Fakat onların bu halleri pek uzun sürmez. Çünkü batıl ne kadar büyük, ne kadar güçlü olursa olsun hakla karşılaştığında, hak karşısında gücü, otoritesi, egemenliği, sahte ağırlığı kaybolur, ışığı söner ve böylece tamamen yok olur gider. Tağutlar işte bu durumu çok iyi bilmektedirler. O nedenle hakkın insanlara ulaşmasını pek istemezler ve hakkın insanlara ulaşmasını önlemek için ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Bu amaçla sahte din âlimleri vasıtasıyla gerçekleri saptırırlar veya hakkı sunanlara karşı çeşitli iftiralar atarlar, onları susturmak için ya öldürürler veya hapislere atarlar ve kesinlikle onlara konuşma hakkı tanımazlar. Böylece meydanı boş bulan şişirilmiş, maddeperest sahte âlim müsveddeleri meydanlarda halka ahkâm kesmeye başlarlar ve onlar konuştukça hakkın insanlara ulaşması daha da zorlaşır. Çünkü zaten cahil olan halk, âlim denen bu müsveddelerin sözlerine kanarlar ve onların anlattıklarının hak olduğuna inanırlar, inançlarını da onların söylemleriyle şekillendirirler. Sonuçta durum tağutların lehine olur ve tağutlar insanları kendilerine daha çok kul, köle yaptırarak hâkimiyetlerini daha iyi bir şekilde devam ettirirler. 94 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:117-118 Onların hakka karşı tavırları sırf sahip oldukları hâkimiyetlerini kaybetmemek içindir. Zira onlar çok iyi biliyorlar ki hak geldiğinde, batılın gücü, kuvveti ne olursa olsun, batıl insanlara ne kadar şirin ve süslü gözükürse gözüksün hak onların maskelerini düşürecek, gerçek yüzlerini ortaya koyacak, böylece insanların çoğu batılı terk edip hakka bağlanacaklardır. Fakat insanlardan bir kısmı ise kendilerine ne kadar delil sunulursa sunulsun, hakkın doğruluğunu ne kadar bilirlerse bilsinler yine de hakka bağlanmaz, tabi olmazlar. Zira böyle kimseler, sadece ve sadece batılı istemektedirler. SİHİRLE, MUCİZENİN NETLİK KAZANMASI (١١٨) ﻠﹸﻮﻥﹶﻤﻌﻮﺍ ﻳﺎ ﻛﹶﺎﻧﻄﹶﻞﹶ ﻣﺑ ﻭﻖ ﺍﻟﹾﺤﻗﹶﻊﻓﹶﻮ 118 – Böylece hak ortaya çıktı ve onların yapmış oldukları boşa gitti. Musa aleyhisselam, Allah-u Teâlâ’dan aldığı emirle asasını atmış, böylece sihirbazların ortaya koyduğu tüm uydurmalar, aldatmacalar, göz boyamalar yok olup gitmişti. Adeta batıldan hiçbir şey kalmamış, her şeyin gerçeği ortaya çıkmıştı. Çünkü Musa aleyhisselam’ın elinde cansız bir vaziyette duran o ağaç parçası, o sopa bir anda gerçek ve büyük bir yılan olmuş ve sihirbazların sahte yılanlarını yutmuştu. Üstelik tüm insanlar bu duruma apaçık bir şekilde şahit olmuşlardı. Böylece Musa aleyhisselam’ın getirdiğinin bir sihir değil, gerçek bir mucize olduğunu ve onun Allah-u A'RAF:118-119 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 95 Teâlâ tarafından gönderilen gerçek bir rasul olduğunu çok iyi anlamışlardı. Yine sihirbazların yaptıklarının sadece bir sihir, bir hayal ürünü olduğu onlara iyice belli oldu. İnsanlar sihrin batıllığını, mucizenin hak olduğunu iyice kavradılar ve sihirle mucizeyi gözlemleyerek ayırt edebilecek duruma geldiler. BÂTILIN, HAK KARŞISINDAKİ YENİLGİSİ (١١٩) ﺮﹺﻳﻦﺎﻏﻮﺍ ﺻﻧﻘﹶﻠﹶﺒﺍ ﻭﻚﺎﻟﻨﻮﺍ ﻫﺒﻠ ﻓﹶﻐ 119 – İşte (Firavun ve destekçileri bu şekilde) orada yenildiler ve zelil bir duruma düştüler. Musa aleyhisselam, Allah-u Teâlâ’nın emriyle sihirbazların sihirleri sonrası asasını atmış ve işte o an sihirle mucizeyi birbirinden ayıracak gerçek ortaya çıkmıştı. Böylece insanları sihirleriyle aldatan sihirbazlar bu gerçek karşısında yenilmişler, yaptıkları sihir ve her türlü batılları yok olmuştu. Oysa sihirbazlar Musa aleyhisselam’ı yeneceklerini ve bu galibiyet sonrası Firavun’un vereceği büyük mükâfatı umuyorlardı. Fakat sonuç onların umdukları gibi olmadı ve öyle bir yenilgiyle yenildiler ki adeta zelil oldular. Bu zillet karşısında daha önceki böbürlenmeleri, kibirlenmeleri, insanları sihirleriyle etkileme özellikleri tamamıyla yok oldu. Çünkü asıl gerçek onlar için çok açık bir şekilde, akıl sahibi her insanın anlayabileceği netlikte ortaya çıkmıştı. 96 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:119-120 İşte hak karşısında batılın düştüğü durum! Ne zaman hak gelse batıl zelil olmaya, yok olmaya mahkûmdur. Çünkü batılın, hak karşısında direnecek gücü, tutunacak dalı yoktur. Hak karşısında inatçı bir şekilde duran, ona ve onu savunanlara karşı her türlü hile ve tuzağı, işkence ve eziyeti reva gören batıl ehli şunu hiçbir zaman unutmasın ki bu tavırları uzun sürmeyecek ve bir gün hak karşısında öyle bir yenilgiye uğrayacaklar, öyle bir zillete düşecekler ki işte o gün yerin üstünde olmaktan yerin altında olmayı daha çok arzulayacaklar. SİHİRBAZLARIN SECDEYE KAPANMALARI (١٢٠) ﻳﻦﺎﺟﹺﺪﺓﹸ ﺳﺮﺤ ﺍﻟﺴﻲﺃﹸﻟﹾﻘﻭ 120 – (Bu mucizeyi görünce) Sihirbazlar hemen secdeye kapandılar. Musa aleyhisselam’ın ortaya koyduğu mucizeyi gören sihirbazlar artık gerçeği anladılar ve hemen orada hakka teslim oldular. Bu teslimiyetlerinin göstergesi olarak da hemen secdeye kapandılar. Zira onlar sihir ile hakikati ayırt edebilecek durumdaydılar. Sihri çok iyi bildikleri için gördükleri gerçeğin aciz bir insan tarafından yapılabilecek bir sihir değil, Allah-u Teâlâ tarafından verilen bir hakikat olduğunu, kendilerinin yaptıklarının ise insanları aldatmacadan ibaret olan birer sihir olduğunu, böylece kendilerinin şirk içerisinde olduklarını çok iyi anladılar. Gördükleri bu gerçek karşısında hakka teslim olmaktan başka yapabilecek bir şeylerinin A'RAF:120-121 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 97 olmadığını da çok iyi anladılar ve hemen hakka teslim oldular ve Allah-u Teâlâ için secdeye kapandılar. İşte gerçek akıl sahibi, düşünebilen kimselerin hak karşısındaki tutumları böyledir! "Hemen teslim olmak ve teslimiyetlerini pratik olarak göstermek..." SİHİRBAZLARIN, İMANLARINI HAYKIRMALARI (١٢١) ﲔﺎﻟﹶﻤ ﺍﻟﹾﻌﺏﺎ ﺑﹺﺮﻨﻗﹶﺎﻟﹸﻮﺍ ﺁﻣ 121 – (Ve sihirbazlar) Şöyle dediler: “Âlemlerin rabbi olan Allah’a iman ettik. Sihirbazlar gerçeği görünce hemen hakka teslim oldular ve bu teslimiyetlerini secde ederek gösterdiler. Sonra bununla yetinmeyerek teslimiyetlerini herkesin hatta Firavun’un önünde açık bir şekilde şöyle ilan ettiler: “Şüphesiz ki biz, Musa’nın Allah tarafından gönderilen, O’nun tarafından desteklenen bir rasul olduğunu, Musa’nın ortaya koyduğu gerçeğin de Allah tarafından olduğunu çok iyi anladık. İşte bu sebeple bizler, insanın ve tüm kâinatın tek sahibi, tek efendisi olan Allah’a iman ettik.” Sihirbazların hak karşısındaki tavırları işte böyle oldu! Zira onlar kendilerine sunulan hak karşısında mantıklı ve akıllıca davrandılar. Asla kendilerine sunulanın hak olduğunda ve bu hakka hemen tabi olmaları gerektiği konusunda bir an dahi olsa şüphe etmediler. Böylece hakka karşı hiçbir kibir göstermeksizin ve kendileri için hayrı isteyerek hakka tabi olmuşlardır. Çünkü onlar sihri çok iyi 98 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:121-122 biliyorlardı. Gördükleri hakikatin ise bir insan tarafından gerçekleştirilemeyeceğini ve bunun ilahi bir destekle olduğunu hemen fark ettiler. İşte böylece hemen âlemlerin Rabbi olan Allah’a iman ettiler, bu hususta inat ve diretme göstermediler ve bu imanlarını secde ederek pratik bir şekilde ispat ettiler. Hakkı isteyen kimselerin hak karşısındaki durumları işte böyledir! Firavun ve ona bağlı olan kimseler ise sihirbazların tam aksine hakka karşı inatçı bir tavır takındılar. Zira onlar hakkı görmelerine, çok iyi bilmelerine, anlamalarına, hak karşısında yenilgiye düşmelerine ve zelil olmalarına rağmen sırf inatları sebebiyle küfür ve şirklerine, böylece batıl olan her hallerine devam ettiler. Hakka karşı azgınlıklarını, sapıklıklarını ve yalanlarını daha ileri seviyeye taşıdılar. Hakkı istemeyen, hakka karşı kibirlenen, hakkı sevmeyen kimselerin hak karşısındaki durumu da işte böyledir! SİHİRBAZLARIN, GERÇEK RABBİ İNSANLARA ÖĞRETECEK İNCE DÜŞÜNCELERİ (١٢٢) ﻭﻥﹶﺎﺭﻫﻰ ﻭﻮﺳ ﻣﺏﺭ 122 – Musa ve Harun’un rabbine...” Sihirbazlar hakkı gördükleri anda hemen “âlemlerin Rabbi’ne” teslim olduklarını söylemiş ve secdeye kapanarak bunu ispat etmişlerdi. Sihirbazlar “Rabbe” olan teslimiyetlerini dile getirirlerken öyle dakik bir söz söylüyorlardı ki artık hiç kimsenin itiraz edemeyeceği şekilde kendilerine sunulan hakkın gerçek hak olduğunu ispat ediyorlardı. A'RAF:122-123 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 99 Onlar sözlerini şöyle devam ettiriyorlar: “Biz Musa’nın ve Harun’un Rabbine iman ettik.” Evet... İşte bu söz gerçekten çok dakik söylenmiş bir sözdür. Zira sihirbazlar; “Biz Musa’nın Rabbine iman ettik” demeyip “Musa ve Harun’un Rabbine iman ettik” dediler. Bu sözü söylemelerinde elbette bir hikmet vardır. Zira sihirbazlar sadece “Musa’nın rabbine iman ettik” deselerdi bazı insanlar bu sözü yanlış anlayabilir ve buradaki “rab” kelimesinden Firavun’u kastettiklerini zannedebilirlerdi. Çünkü Musa aleyhisselam daha bebekken Firavun onu himayesine almış, onu terbiye etmiş ve yetiştirmişti. Dolayısıyla onun terbiye edicisi, yani bu manada rabbiydi. İşte sihirbazlar böyle ince bir düşünceyle “Musa ve Harun’un rabbi” cümlesini söylemişlerdir. Böylece Firavun’un inkâr edilmesi gereken bir tağut olduğunu ve iman ettikleri Rabbin Firavun değil bütün âlemlerin Rabbi olan Allah-u Teâlâ olduğunu insanlara daha açık bir şekilde anlattılar. İnsanlar da bu gerçeği çok iyi anladılar. FİRAVUN’UN ORTAYA ATTIĞI ŞÜPHELER ﻮﻩﻤﺗﻜﹶﺮ ﻣﻜﹾﺮﺬﹶﺍ ﻟﹶﻤﻢ ﺇﹺﻥﱠ ﻫ ﻞﹶ ﺃﹶﻥﹾ ﺁﺫﹶﻥﹶ ﻟﹶﻜﹸ ﻗﹶﺒﻢ ﺑﹺﻪ ﺘﻨﻥﹸ ﺁﻣﻮﻋﺮﻗﹶﺎﻝﹶ ﻓ (١٢٣) ﻮﻥﹶﻌﻠﹶﻤ ﺗﻮﻑ ﺎ ﻓﹶﺴﻠﹶﻬﺎ ﺃﹶﻫﻬﻨﻮﺍ ﻣﺮﹺﺟﺨﺘ ﻟﺔﻳﻨﺪﻲ ﺍﻟﹾﻤﻓ 123 – Firavun (sihirbazlara) dedi ki: “Ben size izin vermeden önce mi ona iman ettiniz?! Mutlaka bu, ülke halkını yerlerinden çıkarmak (ve oraya yerleşmek) için, 100 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:123 şehirde (Musa ile anlaşıp) yaptığınız bir hiledir. (Size neler yapacağımı çok yakında) göreceksiniz! “Firavun (sihirbazlara) dedi ki: “Ben size izin vermeden önce mi ona iman ettiniz?!” Firavun, sihirbazların Allah-u Teâlâ’ya iman ettiklerini, kendi gerçeğini ve Musa aleyhisselam ile Harun aleyhisselam’ın risaletlerini ortaya koymalarını, böylece hak karşısında zelil duruma düşmesini ve halkın da buna şahit olduğunu görünce sihirbazlara şöyle dedi: “Sizler nasıl olur da benim iznim olmadan O’na iman edersiniz?” Firavun’un hak karşısındaki düşünceleri ve tavrı işte böyle olmuştur. Her zaman ve mekândaki Firavun ve Firavunlaşanların hak karşısındaki düşünce ve tavırları da hep böyle olacaktır. Ta ki kıyamete kadar... Firavun’un düşüncesine göre sihirbazlar Allah-u Teâlâ’ya iman edeceklerse bile bu konuda kendisinden izin almaları gerekirdi. Ve böylece ya izin verecek iman edecekler veya izin vermeyecek iman etmeyeceklerdi. Allah-u Teâlâ’ya karşı haddi aşmış, azgın, kâfir, sapık, zelil tağutlar ki bunların çoğunluğu Firavun gibi güç ve otoriteyi elinde bulunduran kimselerdir, kendilerine kul ve köle yaptıkları insanların yine kendilerinin izni olmadan hiç bir şey yapmalarını istemezler. Onlar isterler ki her şey kendilerinin izniyle olsun. Bu mesele Allah-u Teâlâ’ya iman etmek olsa bile... Bu gibi kimselere göre kişinin kalben istediği, hak gördüğü şeye uyması bile ancak onların izniyle olacak, aksi takdirde uyamaz, yasaktır. Tıpkı Firavun’un yaptığı gibi... Firavun’a göre sihirbazlar sadece ve sadece kendisinin öngördüğü, onay verdiği, kabul ettiği, razı olduğu, emrettiği, sevdiği şeylere uymala- A'RAF:123 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 101 rı gerekir. Velev ki bu şeyler batıl olsunlar... Çünkü o şey, ona göre haktır. Oysa Firavun da hakkın ne olduğunu çok iyi bilmektedir. Fakat sırf inadından, elde ettiği makam ve mevkisini kaybetmekten korktuğundan dolayı hakka karşı mücadelesine devam ediyor ve bu sebeple hakka bağlanan sihirbazları, yaptıklarının yanlış olduğunu, kendisinden izin almaları gerektiğini söyleyerek azarlıyor. “Mutlaka bu, ülke halkını yerlerinden çıkarmak (ve oraya yerleşmek) için, şehirde (Musa ile anlaşıp) yaptığınız bir hiledir.” Firavun, sihirbazları azarlamakla yetinmiyor onlara ithamlarda bulunarak şöyle diyor: “Şüphesiz ki siz, Musa ile birlikte bize karşı şehirde gizlice bir tuzak hazırladınız ve bundaki gayeniz halkı buradan çıkarmak, başka yerlere sürmektir.” Firavun hakkı çok iyi anlamıştı. Sihirbazların hakka tam bir teslimiyetle teslim olduklarını, Musa aleyhisselam’ın bir sihirbaz olmadığını, Allah-u Teâlâ tarafından gönderilen bir rasul olduğunu da çok iyi anlamıştı. Fakat hakka karşı olan kibri Musa aleyhisselam’a iman etmesine engel oldu. Çünkü ona iman etmesi demek, saltanatının yok olması, elinden gitmesi demekti. Böylece sırf saltanatı elinden gitmesin, insanlara karşı elde ettiği maddi üstünlüğü muhafaza etsin diye hakka karşı son nefesine kadar mücadele etmeyi göze aldı. Bu amaçla kendilerine açıkça sunulan hakkın batıl olduğunu insanlara ispatlamak için türlü türlü hilelere ve iftiralara başladı. İlk olarak insanları kandırmak için sihirbazlarla Musa aleyhisselam’ın kendilerine halkı şehirden çıkarmak için bir tuzak hazırladıklarını söyledi. Oysa Firavun, Musa aleyhisselam’ın sihirbazları tanımadığını çok iyi bilmekteydi. Çünkü sihirbazları şehirlerden kendisi toplatmış, hatta Musa aleyhisselam’ı yenmeleri ha- 102 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:123 linde onlara büyük ödüller vaat etmişti. Bunları kendisi çok iyi bilmekteydi. Fakat sırf düştüğü zilleti halka unutturmak, hakkı gizlemek, halkı daha da kandırmak ve böylece Musa aleyhisselam’a iman etmelerini engellemek için bu şekilde iftira ve hilelere başvurdu. “(Size neler yapacağımı çok yakında) göreceksiniz!” Firavun sihirbazları azarlamakla, onlara iftira atmakla kalmadı onları tehdit ederek şöyle dedi: “Siz halkı şehirden çıkarmak, onları kandırmak için böyle bir tuzak hazırladınız. Bu yaptığınız elbette yanınıza kalacak değildir. Size yakında öyle şeyler gösterecek, öyle şeyler yapacağım ki bu yaptığınıza karşılık hak ettiğiniz cezayı göreceksiniz.” Firavun’un Ortaya Attığı İki Şüphe: Firavun, hak karşısındaki yenilgisi sonrasında kendisini ve saltanatını muhafaza etmek amacıyla ortaya iki şüphe attı. Bu şüpheler şöyledir: Birinci şüphe: Firavun, sihirbazların iman ettiklerini görünce onlara şöyle dedi: “Şüphesiz ki siz Musa ile daha önceden anlaştınız ve bize karşı bir tuzak hazırladınız. Öyle ki Musa, sizin büyüğünüzdür. Sihirbazlıkta sizden daha üstündür. Onun ortaya koyduğu da ancak bir sihirdir. O, Allah’tan bir şey getirmiş değildir. Hepiniz birlikte anlaşarak bu meselede hile yaptınız. Böylece Musa’nın yaptığının sanki Allah’tan gelmiş olduğunu halka göstermek için Allah’a iman ettiğinizi söylediniz ve secdeye kapandınız. İşte bu şekilde insanları kandırdınız ve hile yoluyla Musa’nın bir rasul olduğunu onlara ispata kalkıştınız. Sizin bu yaptığınız önceden hazırlanmış ustaca bir planın burada pratik olarak ortaya konmasıdır.” A'RAF:123 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 103 İkinci şüphe: Firavun, sihirbazlara Musa aleyhisselam ile birlikte plan hazırladıkları ithamında bulunmuş ve daha sonra bu planı yapma sebeplerini dile getirerek şöyle demiştir: “Sizin Musa ile birlikte bu planı hazırlamanızın sebebi; beni ve kavmimi bu şehirden çıkarmak, böylece saltanatıma, mallarımıza ve topraklarımıza konmak istemenizdir.” İşte bu ikinci şüphe Firavun’un kavmi üzerinde etkili olan bir şüphedir. Çünkü onlar kendi topraklarını terk etmek istemiyorlardı. Bu sebeple kendilerini her kim topraklarından çıkarmak isterse ona karşı müsamaha göstermez ve sundukları hak olsa bile onlara bağlanmazlar. Firavun halkı nelerin etkileyeceğini çok iyi bilmekteydi. İşte bu sebeple bu iki şüpheyi ortaya attı. Böylece hakkı gizledi ve batılı hak olarak insanlara sundu. Zamanımızdaki Firavunların Ortaya Attıkları Şüpheler: Maalesef Firavun ve Firavunlar her dönemde vardır. Zamanımızın Firavunları, daha açıkçası çağdaş tağutlar, yani; hakka karşı haddi aşmış kimseler, hakka karşı daha gelişmiş hileler, tuzaklar hazırladılar. Hakkı batıl göstermek için çeşitli şüpheler, ithamlar ve iftiralar ortaya attılar, böylece kendilerini çağdaş, uygar, gelişmiş gösteren bu aşağılıklar kendilerinden çağlar önce yaşamış Firavun ile inkâr ve hakka karşı mücadele konusunda aynı seviyede kaldılar. Tıpkı Firavun’un hâkimiyet ve saltanatını sağlamlaştırmak ve muhafaza etmek için hakka bağlanan sihirbazlara ithamda bulunduğu gibi zamanız tağutları da kendi hâkimiyet ve saltanatlarını sağlamlaştırmak için hakka bağlı olanlara karşı her türlü iftira ve ithamları yapmaktadırlar. 104 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:123 Öyle ki hangi itham ve iftiraların halkı daha çok etkileyeceğini de çok iyi bilmektedirler. Bu amaçla onlar, kendilerini ve kendileri gibi tağut olan kimseleri ve sistemlerini ortadan kaldırmak için mücadele veren muvahhidler hakkında çeşitli iftiralar atmaktadırlar. Onlar hakkında; “bunlar muvahhid değildir, onlar haricidirler, vatanın emniyetini, birlik ve beraberliğini bozmak, parçalamak istemektedirler, bunlar dış desteklidirler, bu amaçla başka devletlere casusluk yapmaktadırlar, amaçları Müslümanları birbirlerine düşürmek, Müslümanları yok etmektir, sakın onlara bağlanmayın, onlarla işbirliği yapmayın, bilakis vatanı ve İslam’ı korumak için bu kimselere karşı çarpışın, onları gördüğünüz ve duyduğunuz yerde hemen gerekli birimlere haber verin ki ülkemiz bu gibi şer unsurlarından temizlensin. Bu uğurda vereceğiniz mücadelede ölecek olursanız bile sizler şehit kimseler olursunuz. Çünkü vatan ve İslam uğruna bu işi yapıyorsunuz.” İşte zamanımızın Firavunları halkları böyle kandırmaktadırlar. Batıl üzere ölseler bile onları şehit mertebesine bile ulaştırmakta, bunu onlar için adeta garantilemektedirler. Cahil olan halk da Allah-u Teâlâ’nın kitabına ve O’nun son rasulü Muhammed aleyhisselam’ın sünnetine tutunacakları, bağlanacakları yerde bu tağutların sözlerine kanmakta, hakkı araştırmak ve hakka bağlanmak için hiçbir çaba sarf etmemektedirler. Tabi ki bu konuda halkın önündeki en büyük engel yine tağutun emriyle hareket eden, bizzat tağut tarafından yetiştirilen, beslenen ve yeri ve zamanı geldiğinde kullanılan sahte âlimlerdir. Bu sahte âlimlerin derdi din olmayıp, dünya olduğu için tağutların istedikleri fetvaları pervasızca vermektedirler. Öyle ki onlar gerçek tevhid ehlinin kötü niyetli kimseler olduklarını, hakkı istemeyen, bilakis üm- A'RAF:123 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 105 metin birliğini bozmak isteyen kimseler olduklarını halka ilan ederler de halk da onları gerçek İslam âlimi zannederek söylediklerini dikkate alır ve gerçek tevhid ehline karşı cephe alırlar. Tağutun maddi imkânları çokça olduğu için hakka karşı her silahı kullanmaktadır. Zamanımızda basın ve yayın organları tağutun elinde olduğu için halka ulaştırmak istedikleri şeyleri, özellikle de batılın hak olduğunu, hakkın da batıl olduğunu göstermek için çok süratli hareket ederler ve hızlıca yaymak istediklerini yayarlar. Onların bu çalışmaları sonuçsuz da kalmaz, çoğu zaman halk üzerinde etkili olur. Ama unutulmaması gereken bir durum vardır ki tağutların maddi gücü varsa iman edenlerin Allah’ı vardır. Allah-u Teâlâ iman edenleri elbette yardımsız bırakmaz. Bugün maddi güçleriyle böbürlenen tağutlar ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar bir gün onların da sonu gelecek ve gerçek yüzleri ortaya çıkacaktır. Tıpkı Firavun’un hak karşısında zilleti gibi ya zelil olacaklar, ya da sihirbazlar gibi hakka teslim olmaktan başka çareleri olmayacaktır. Ama ne var ki hakka ancak onu isteyen kimse tabi olur. Onu istemeyen kimse ise her ne zillet altında olursa olsun, yine de hakka karşı durur, hatta ölümü dahi bu hal üzere olur. Bu ise onun için yeni bir zilletin başlangıcıdır. Tıpkı Firavun’un zillet içerisinde ölmesi gibi... 106 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:124 FİRAVUN’UN, SİHİRBAZLARI CEZALANDIRMA TEHDİDİ ﻨﻜﹸﻢـﻠﱢﺒ ﻟﹶﺄﹸﺻ ﺛﹸـﻢﻠﹶـﺎﻑﻦ ﺧ ـﻢ ﻣ ﻠﹶﻜﹸـﺟﺃﹶﺭﻢ ﻭ ﻜﹸﻳﺪ ﺃﹶﻳﻦﻟﹶﺄﹸﻗﹶﻄﱢﻌ (١٢٤) ﲔﻌﻤﺃﹶﺟ 124 - Muhakkak ki ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra da (ölünceye kadar) hepinizi çarmıha gereceğim.” Firavun, halkı kandırmak, hakka bağlananlar hakkında şüphe uyandırmak için iki şüphe ortaya atmış, sihirbazlara iman etmeleri sebebiyle tehditler savurmuştu. Bu ayette ise Allah-u Teâlâ yine Firavun’un, sihirbazlara yaptığı tehditleri haber veriyor. Firavun sihirbazlara şöyle dedi: “Siz Musa ile birlikte bana ve benim hükmüm altında olanlara karşı tuzaklar hazırladınız. Amacınız benim saltanatımı elinize geçirmek ve bana bağlı olanları şehirden çıkarmaktı. Bu düşüncenizden şayet vazgeçmez, bana bağlılığınızı devam ettirmezseniz, sizlerin el ve ayaklarınızı çapraz olarak keseceğim. Bununla da yetinmeyip hepinizi asacağım, her birinize türlü türlü işkence ve eziyetler yapacağım. Çünkü siz bu gibi cezaları hak ediyorsunuz.” Hakkı istemeyen, hakka karşı böbürlenen kimselerin her zaman ve mekândaki tavırları işte böyledir. Çünkü bu kimseler hakka karşı huccet ve delille mücadele edemeyeceklerini bildiklerinden kuvvet ve batıl yolu seçerler. Bu amaçla hakka karşı ellerinde ne kadar kuvvet varsa, son damlasına kadar kullanırlar. Çünkü bu, onlara göre A'RAF:124-125 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 107 ölüm kalım meselesidir. Bu yüzden onlar hakkı ve hakka bağlı olanları yok etmek için her türlü hile, yol ve metodu kullanmaya hazırdırlar. Onların takip ettikleri başlıca metotlar; önce hak karşısında şüpheler ortaya atmak, daha sonra ise yapabildikleri kadarıyla işkence ve eziyetlere başvurmak veya her ikisini aynı anda gerçekleştirmektir. SİHİRBAZLARIN, FİRAVUN’UN TEHDİDİ KARŞISINDAKİ TAVIRLARI (١٢٥) ﻮﻥﹶﺒﻨﻘﹶﻠ ﺎ ﻣﻨﺑﺎ ﺇﹺﻟﹶﻰ ﺭﻗﹶﺎﻟﹸﻮﺍ ﺇﹺﻧ 125 – (Sihirbazlar) Dediler ki: “Şüphesiz biz Rabbimize döneceğiz.” Firavun’un tehditleri karşısında sihirbazlar yılmadılar ve korkmadılar. Çünkü onlar gerçek manada iman etmiş ve imanları onları öyle güçlü kılmıştı ki Firavun’un tehdidine karşı sessiz kalmadılar ve ona şöyle dediler: “Ey Firavun! Sen bize ne yaparsan yap! Senden korkacak ve çekinecek değiliz. Çünkü bizler rabbimiz olan Allah’a döneceğiz. O halde bir an önce yapacağını yap! Çünkü biz bir an önce Allah’a ulaşmak istiyoruz.” Gerçek iman insanın kalbine girdiğinde, o imanı hiçbir şey yok edemez. Hiçbir kuvvet o imanı yenemez. Gerçek manada iman kalbine yerleşmiş olan bir kimseyi tağutların ve kâfirlerin tehditleri asla korkutamaz. Çünkü iman eden bir kimse bu imanı sebebiyle eziyet göreceğini mutlaka bilir. Ve o eziyetlere karşı kendini hazır hisseder. Böylece eziyetler karşısında sabreder, bu sabrına karşılık Allah-u Teâlâ’dan cenneti umar. 108 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:125 Öyle ya, Allah-u Teâlâ için eziyet görülmeden cennet nasıl kazanılacak? Cennet ise işte böyle engeller aşılarak kazanılır. Zira hakkın yanında yer alanlar olacağı gibi karşısında da yer alanlar, hakkı ve hakka bağlananları yok etmek isteyenler olacaktır. Bu mücadele insanın yaratıldığından beri vardır ve kıyamete kadar devam edecektir. Öyleyse iman eden kimselerin her türlü eziyet ve işkencelere hazır halde olmaları gerekir. Veya en azından bu bilinçte olmaları gerekir ki ufak bir eziyette dünyasını ve ahiretini mahvedecek bir harekette veya söylemde bulunmasınlar. Şunu da iyice idrak etsinler ki Allah-u Teâlâ istemedikçe kimse kimseye ne bir fayda ne de bir zarar verebilir. O halde Allah-u Teâlâ’dan başka hiçbir şeyden ummasınlar ve yine Allah-u Teâlâ’dan başka hiçbir şeyden, Allah-u Teâlâ dilemedikçe kendilerine zarar geleceğinden korkmasınlar. Tıpkı sihirbazların, Firavun’un önünde imanlarını haykırmaları, onun tehdidine kulak asmamaları, onun tehdidi karşısında ona cevap vermeleri ve Allah-u Teâlâ’ya döneceklerini akıllarından çıkarmamaları gibi sabırlı ve dirayetli olsunlar. İşte sihirbazların bu hali bizler için hakkın batılı nasıl yok ettiğini, batılı nasıl yendiğini ve hakka bağlananların batıla karşı tavırlarını en güzel şekilde göstermektedir. Oysa sihirbazlar Musa aleyhisselam’ın mucizesini görmeden önce sadece ve sadece Firavun’un rızasını istemekteydiler. Bu sebeple onu razı etmek arzusundaydılar ve onu razı etmeleri karşılığında ondan mükâfat dahi umuyorlardı. Fakat hakkı gördükleri anda Firavun’un rızasını bir kenara bırakıp, hemen hakka teslim oldular. Bu kez Allah-u Teâlâ’nın rızasına uygun olan amellere yöneldiler. Çünkü onlar hakkı isteyen kimselerdi. Firavun’un kuvveti, malı onlar için artık bir hiçti. Ve iman, gerçek manada kalplerine A'RAF:126 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 109 girmişti. Bu iman onlara öyle bir kuvvet verdi ki sadece Allah-u Teâlâ’dan korkmaya, sadece Allah-u Teâlâ’ya tevekkül etmeye başladılar ve sadece O’nun rızasını elde etmeye yöneldiler. Bu sebeple başlarına ne gelirse gelsin artık onlar için hiç önemli değildi. Zira onlar bir an önce Allah-u Teâlâ’ya dönmeyi, O’nun rızasına nail olmayı arzuluyorlardı. SİHİRBAZLARIN, FİRAVUN’A HAKKI HAYKIRMALARI VE ALLAH (C.C)’A DUALARI ﺎﻨﻠﹶﻴﺎ ﺃﹶﻓﹾﺮﹺﻍﹾ ﻋﻨﺑﺎ ﺭﻨﺎﺀَﺗﺎ ﺟﺎ ﻟﹶﻤﻨﺑ ﺭﺎﺕﺎ ﺑﹺﺂﻳﻨﺎ ﺇﹺﻟﱠﺎ ﺃﹶﻥﹾ ﺁﻣﻨ ﻣﻢﻘﻨﺎ ﺗﻣﻭ (١٢٦) ﲔﻤﻠﺴﺎ ﻣﻓﱠﻨﻮﺗﺍ ﻭﺮﺒﺻ 126 - Sen ise sırf Rabbimizin ayetleri bize geldiğinde ona iman ettiğimiz için bizden intikam alıyorsun. Ey Rabbimiz! (İman üzere sabit kalmamız için) Üstümüze sabır yağdır ve bizi Müslümanlar olarak öldür! Sihirbazlar Firavun’un durumunu ve kendilerine karşı olan tavırlarını çok iyi anladılar ve bu sebeple ona karşı şöyle haykırdılar: “Ey Firavun! Sen bize işkence yapmak ve eziyet etmek istiyorsun. Neden? Bunun tek sebebi var, o da; Rabbimizin ayetleri bize geldiğinde onlara iman etmemizdir. Şunu iyi bil ki biz, âlemlerin Rabbi olan Allah’a iman ettik, O’na teslim olduk. Bundan sonra sana itaat ediciler değiliz. Bizim itaatimiz, ibadetimiz, teslimiyetimiz sadece ve sadece Allah’adır. Biz seni ve senin gibi batıl olan, ilahlık iddiasında bulunan her şeyi reddettik. Sen de bize bu imanımız ve teslimiyetimiz sebebiyle eziyet ve işkence etmek isti- 110 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:126 yorsan, ellerimizi ve ayaklarımızı kesmek ve bizi asmak istiyorsan dilediğini yap, bu hususta elinden geleni arkana koyma. Çünkü biz âlemlerin Rabbi olan Allah’a tevekkül ettik, sadece O’na yöneldik ve sadece O’ndan yardım isteriz. Ve bizler Rabbimize şöyle dua edicileriz: Ey Rabbimiz! Zalim, kâfir, inatçı, haddini aşmış ve senin dinine ve dinini savunanlara karşı savaş açmış şu Firavun ve onun yardımcılarının bize yapacakları eziyet ve işkencelere karşılık üzerimize sabır yağdır ve şayet bu zalimlerin eliyle hakkımızda ölümü dilediysen bizleri Müslümanlar olarak katına al.” İşte hakka teslimiyetin keyfiyeti! Sihirbazlar öyle bir teslimiyetle hakka yönelmişlerdi ki ne Firavun gibi zalim, despot bir kimseye karşı hakkı söylemekten, ne de ölümün kendilerine gelecek olmasından ya da imanları uğruna eziyet ve işkenceler görmekten çekinmişlerdir. Zira onlar biliyorlardı ki ölüm onlar için bir son, bir yok oluş değil, Rableri tarafından mükâfatlara nail olmak ve böylece gerçek ve güzel olan yeni bir hayata başlamaktı. Onun için Firavun’a hakkı haykırdılar ve onun vereceği eziyet ve işkencelere karşı adeta meydan okudular. Ve Allah’a tevekkül ederek, O’ndan yardım dilediler. Çünkü onlar sadece Allah-u Teâlâ’ya iman etmiş, sadece O’na kul olmuşlardı. Bu iman ve teslimiyetlerinin doğal sonucu olarak artık Firavun’la aralarında savaş başlamıştı. Bu savaşın hak ile batılın savaşı, daha açıkçası inanç savaşı olduğunu da çok iyi kavramışlardı. İşte bu yüzden Firavun kendilerine savaş ilan etmişti. Fakat onlar Firavun’a karşı herhangi bir harekette bulunmadılar. Ona karşı sadece hakkı haykırdılar ve Allah-u Teâlâ’ya bağlanarak O’ndan sabır ve yardım dilediler. Bununla birlikte kendilerine gelebilecek her türlü eziyet ve işkenceye karşı da kendilerini hazırladılar. Böy- A'RAF:126 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 111 lece gerek Firavun ve gerekse onun orduları gözlerinde adeta küçüldü, onların güç ve kuvvetlerini basit görmeye başladılar. Öyle de olması gerekiyordu. Çünkü Allah-u Teâlâ’nın gücü ve kuvveti karşısında hiçbir gücün değeri yoktu. İşte, gerçek imanın kişiyi yükselttiği en önemli mertebe! Zira iman, gerçek manada kalbe yerleşti mi artık o iman sahibi kişi öyle bir hale gelir ki Allah-u Teâlâ’dan başka her güç ve kuvveti basit görür, Allah-u Teâlâ’dan başka itaat edilip kendilerine teslimiyet gösterilen her türlü sahte ilahların kuvvetlerini hakir görür, onlara yüksekten bakar. İmanın bu hakikatini idrak eden kimseler bu imana bağlanmaları, bu iman üzere olmaları halinde ne kazanacağız, ne kaybedeceğiz, başımıza neler gelecek diye asla düşünmezler. Onların tek düşünceleri vardır, o da Allah-u Teâlâ’nın rızasına nail olmak ve böylece bir an evvel Allah-u Teâlâ’ya imanlı bir şekilde kavuşmaktır. Şurası iyice bilinmelidir ki bir kalpte hem Allah’a, hem de Allah’tan başkasına iman asla bir arada bulunamaz. Aynı şekilde bir şehirde veya bir devlette iki yönetim, iki nizam kesinlikle bir arada olamaz. Sadece ve sadece bir tek nizam olur. Ya Allah’ın nizamı ya da şeytanın nizamı. Bir üçüncüsü mümkün değildir. O halde Allah-u Teâlâ’nın dininin hâkim olmadığı, hükümlerinin yürürlükte olmadığı bir yerde ancak ve ancak şeytanın hâkimiyeti söz konusudur. Gerçek iman ehli olan kimseler işte bu durumun farkındadırlar. Bu yüzden kalplerinde sadece Allah-u Teâlâ’ya imana ve O’na teslimiyete yer vardır. O’ndan başka her şey batıldır ve kalplerinde barınması mümkün değildir. Kalplerini Allah-u Teâlâ’ya teslimiyete, imana açan bu mü’minler aynı şekilde yeryüzünde de Allah-u Teâlâ’nın 112 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:126 hâkimiyeti için çalışırlar. Bu nedenle batıl ile aralarında iman savaşı, akide savaşı ta ki kıyamete kadar sürecektir. Onlar her türlü tağuti sistemleri yeryüzünden silmek ve Allah-u Teâlâ’nın hâkimiyetini yeryüzüne hâkim kılmak için mücadele edecek, tağutlar da mü’minleri imanlarından döndürmek ve böylece Allah-u Teâlâ’nın hâkimiyetini engellemek için mücadele vereceklerdir. Mü’minler şunu asla unutmamalıdırlar; imanlarından taviz vermedikleri müddetçe tağutlar asla kendilerinden razı olmaz, aralarındaki savaşı durdurmazlar. Bu gerçeği çok iyi idrak eden mü’min bir kul, asla tağuttan af dilemez, ondan merhamet istemez, adalet beklemez. Tıpkı sihirbazların yaptıkları gibi tağuta karşı hakkı haykırır, Allah-u Teâlâ’ya yönelir, O’ndan sabır ister ve O’na bir an önce imanlı bir şekilde kavuşmayı diler. Böyle bir iman karşısında tağut her zaman aciz kalacak, bu iman sahipleri karşısında tağutların saltanatları, otoriteleri sarsılacak ve günün birinde tamamıyla yok olacaktır. Tağut bunu çok iyi bilmektedir. Bu sebeple böyle bir imana sahip olan kimseleri yok etmek için elinden geleni yapar. Tıpkı Firavun’un sihirbazlara yapmak istediği gibi... Bu gerçeği idrak edemeyen kimseler, her ne kadar iman ettiklerini söylüyorlarsa da kalplerine iman girmiş değildir. O halde tağutlarla orta yolda buluşmak mü’min için asla söz konusu değildir. Zira tağut gerçek manada iman edilmesinden hoşnut olmaz, bu özelliğe sahip kimselerin bulunmasını asla istemez. Bu konuda elindeki her gücü son noktasına kadar seferber eder. Öyleyse mü’minler kendilerinin hak, tağutların ise batıl üzere olduklarını asla akıllarından çıkarmamaları, bu sebeple imanlarını muhafaza etmek için ellerinden geleni yapmaları, tağutlara asla ve asla teslim olmamaları gerekir. Velev ki tağutlar tarafından eziyet edilsin, işkence edilsin, A'RAF:127 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 113 el ve ayakları kesilsin ve hatta öldürülsünler, hiç önemli değildir. Zira bu hal mü’minler için bir kayıp değil, bilakis bir zaferdir. Ama ne zamanki tağutlara teslim olur, onların isteklerine uyarlarsa işte bu, gerçek hezimettir. FİRAVUN’UN İLERİ GELENLERİNİN SÖZLERİ VE FİRAVUN’UN ONLARA CEVABI ﻲﻭﺍ ﻓﻔﹾﺴِﺪﻴ ﻟﻪﻣﻗﹶﻮﻰ ﻭﻮﺳ ﻣﺬﹶﺭﻮﻥﹶ ﺃﹶﺗ ﻋﺮﻡﹺ ﻓﻦ ﻗﹶﻮ ﻠﹶﺄﹸ ﻣﻗﹶﺎﻝﹶ ﺍﻟﹾﻤﻭ ﺎﺇﹺﻧ ﻭﻢﺎﺀَﻫﻴﹺﻲ ﻧﹺﺴﺤﺘﺴﻧﻢ ﻭ ﺎﺀَﻫﺑﻨﻞﹸ ﺃﹶﻘﹶﺘﻨ ﻗﹶﺎﻝﹶ ﺳﻚﺘﻬﺁﻟ ﻭﻙﺬﹶﺭﻳﺽﹺ ﻭﺍﻟﹾﺄﹶﺭ (١٢٧) ﻭﻥﹶﺮ ﻗﹶﺎﻫﻢﻗﹶﻬﻓﹶﻮ 127 - Firavun'un kavminden ileri gelenler dediler ki: "(Ey Firavun!) Yoksa sen, (halkı sana karşı ayaklandırarak) yeryüzünde fesat çıkarmaları ve (tek bir ilaha davet ederek seni ve) ilahlarını terk etmeleri için Musa ve kavmine izin mi vereceksin?" (Firavun) Dedi ki: "Onların erkeklerini öldüreceğiz, kadınlarını ise (bize hizmet etmeleri için) sağ bırakacağız. (Böylece) Kesinlikle biz onlara galip geleceğiz." Firavun her türlü çabasına rağmen Musa aleyhisselam karşısında yenilgiye uğradı, hatta şehirlerden bulup getirttiği ve kendisi adına üstün geleceğini zannettiği sihirbazlar bile Musa aleyhisselam’a iman edip Firavun’a imanlarını haykırdılar, onun tehditlerine boyun eğmediler. Firavun ve onun danışmanları bütün bunlara şahit olmalarına rağmen iman etmediler, bilakis hakka karşı daha saldırgan bir tutum içerisine girdiler. 114 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:127 “Firavun'un kavminden ileri gelenler dediler ki: "(Ey Firavun!) Yoksa sen, (halkı sana karşı ayaklandırarak) yeryüzünde fesat çıkarmaları ve (tek bir ilaha davet ederek seni ve) ilahlarını terk etmeleri için Musa ve kavmine izin mi vereceksin?” “Ey Firavun! Sen, Musa’nın halkı bu şekilde etkilemesine ve İsrail oğullarının onunla beraber hareket etmelerine sessiz mi kalacaksın? Onları yapacakları işlerde serbest mi bırakacaksın. Onlar insanlara; seni ve senin ilahlarını terk etmelerini, dinlerini değiştirip sadece Allah’a iman etmelerini, sadece O’na ibadet etmelerini ve sadece O’nun dinine davet etmelerini söyleyerek yeryüzünde fesat çıkarmak istiyorlar. Sen onları bu konuda serbest bırakıp yeryüzünde fesat çıkarmalarına müsaade mi edeceksin?” İşte Firavun’un görüşlerine başvurduğu danışmanların, toplumda sözü dinlenen ve saygın geçinen kişilerin, daha açıkçası; küfürde elebaşı olanların hak karşısındaki tutumları! Onlar, Allah’a ve onun dini olan İslam’a yapılan daveti bir fesat olarak değerlendirdiler. İşte bu; her zaman ve her mekândaki, kendi sapık değerlerini terk etmek istemeyen, halkları kendilerine köle yapan ve onları kanlarını emercesine sömüren bütün sulta, güç ve otorite sahiplerinin genel tavrıdır. Onlara göre; Allah-u Teâlâ’ya davet etmek, insanları tek olan Allah-u Teâlâ’ya ibadete çağırmak, tağutları inkâr etmek ve onları yok etmek için çalışmak yeryüzündeki en büyük fesattır. Çünkü onlar çok iyi biliyorlar ki; şayet insanlar ibadeti tek olan, eşi ve benzeri olmayan Allah-u Teâlâ’ya has kılarlar ve tağutun her türünü reddederek “La ilahe illallah’ı hayatlarına hakkim kılarlarsa, insanlar üzerinde saltanat kuran, onları hüküm ve otoriteleri altına alan tağutlar güç A'RAF:127 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 115 ve yetkilerini kaybedecek, insanları köleleştiremeyecek ve onları sömürüp kanlarını ememeyeceklerdir. İşte bu sebeple, ismi ve resmi ne olursa olsun, insanlar üzerinde haksız yere zulmen sulta kuran tağutlar, kendi sultalarını devam ettirmek için Allah-u Teâlâ’nın dini olan İslam’ın yeryüzünde hâkim olmasını elbette istemeyeceklerdir. İslam’ın yeryüzünde hâkim kılınması için çalışan, insanları sahte ilahları ve tağutları reddetmeye, Allah-u Teâlâ’yı ulûhiyet, rububiyet ve isim ve sıfatlarında birlemeye davet eden ve bu şekilde iman edip bu imanı yaşayan muvahhidleri birer bozguncu olarak ilan edeceklerdir. Tıpkı Firavun ve onun kavmindeki ileri gelen söz sahibi kimseler gibi... Çağlar geçmesine rağmen, tağutların bu zihniyeti ve hakka karşı olumsuz tavırları hiç değişmemiştir. Zamanımızdaki tağutların zihniyetleri incelendiğinde, bu konu daha iyi anlaşılacaktır. Zamanımızdaki tağutlar insanların, hakka davet eden muvahhidlere inanmamaları ve onlara karşı cephe almaları için şöyle derler: “Ey insanlar! Sizleri gerçek İslam’a davet ettiklerini söyleyen kimseler aslında dış devletlerce beslenen, vatanı bölmeye, halkımızı birbirlerine kırdırmaya, halkın refahını bozmaya, sapık bir dine çağırarak toplumda fesat ve kargaşa çıkarmaya çalışan casuslardır. Onlar vatan hainidir. Onlara sakın aldanmayın. Onlar gerici, yobaz, aşırı dinci, terörist, harici, sapık, dalalete düşmüş kimselerdir. Böyle kimselere karşı gözünüzü dört açın. Şunu iyi biliniz ki; onlar batıl üzere, sizler ise gerçek hak üzeresiniz. Sakın dininizden taviz vermeyin. Vatanınıza, bayrağınıza ve dininize sahip çıkın...” Tağutlar bu sözleriyle cahil halkları kandırmak için, Kur’an’dan ve sünnetten işlerine gelen ayet ve hadisleri 116 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:127 zikrederek dini pis siyasetlerine alet etmekten ve bu konuda kendi sapık din adamlarını kullanmaktan çekinmezler. Halk da din adamlarını âlim kimseler olarak gördükleri için bu sahte âlimlerin sözleri halk üzerinde etkili olur. Bu nedenle ne zaman ki muvahhidler tağuti sistemlere karşı hakkı sunarlar, onların ve sistemlerinin batıl olduğunu insanlara anlatırlar ve Allah-u Teâlâ’nın dinine, kanunlarına bağlı olunmadığı müddetçe Müslüman olunmayacağını söylerler işte o zaman bu sahte âlimlerin görevi başlar, tağutlar muvahhidlere karşı onları ileriye sürerler ve böylece kendilerini muhafaza etmelerini onlardan isterler. Onlar da zaten bu amaç için yetiştirilmeleri sebebiyle hiç tereddütsüz, av için yetiştirilmiş bir köpek gibi, yetiştirildikleri amaca hizmet ederler. “(Firavun) Dedi ki: "Onların erkeklerini öldüreceğiz, kadınlarını ise (bize hizmet etmeleri için) sağ bırakacağız. (Böylece) Kesinlikle biz onlara galip geleceğiz.” Firavun’un ileri gelenleri Firavun’un Musa aleyhisselam karşısındaki yenilgisi ve sihirbazların da iman etmeleri üzerine saltanatlarının ellerinden gideceğinden endişe ederek Firavun’a, Musa ve kavmini serbest bırakmamasını, bilakis onlara işkence yapmasını ve öldürmesini telkin ettiler. Firavun da onların isteklerine uydu. Çünkü kendisi de onlar gibi saltanatının elinden gitmesini istemiyordu. Bu sebeple ileri gelen kimselere şöyle dedi: “Hayır. Onların yeryüzünde fesat çıkarmalarına elbette müsaade etmeyeceğim. Onları serbest de bırakmayacağım. Bilakis onların oğullarını öldürecek, bana ve taraftarlarıma hizmet etsinler diye de kadınlarını sağ bırakacağım. Çünkü biz onlardan daha üstünüz. Zira güç, kuvvet, sulta bizim elimizdedir. Bu sebeple onlar yeryüzünde ve hele de bizim topraklarımızda hiçbir fesat çıkaramaz, bizlere eziyet ede- A'RAF:127 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 117 mez, topraklarımızı işgal edemezler. Onlar artık bir esir durumundadırlar, bu sebeple bizim sultamızın, hükmümüzün, yönetimimizin dışına çıkamazlar. Çünkü biz güçlüyüz ve yönetimi elimizde tutuyoruz.” Allah-u Teâlâ bir başka ayette Firavun’un Musa aleyhisselam’ı öldürmeye teşebbüs ettiğini haber vererek şöyle buyuruyor: “Firavun dedi ki: “Beni bırakın da Musa’yı öldüreyim. O ise Rabbine dua etsin. Muhakkak ki ben, onun sizin dininizi değiştirmesinden veya yeryüzünde fesat çıkarmasından korkuyorum.” (Gafir (Mü’min): 26) Hakka karşı koyan güç ve otorite sahiplerinin hak karşısındaki tutumları işte böyledir. Onlar sahip oldukları güç ve kuvvete ya da yönetimi ellerinde bulundurmalarına dayanarak güçlü olduklarını sanırlar. Öyle güçlü olduklarını sanırlar ki yeryüzünde ya Firavun gibi rablik ve ilahlık iddiasında bulunurlar ya da ilahlık iddiasında bulunmasalar bile yeryüzünde insanlara hükmeden birer sahte ilah olurlar. Firavun’a baktığımızda, bu kimse yönetimi elinde tutuyor, güç ve otoriteyi elinde bulunduruyordu. İçinde bulunduğu bu durum onu öyle şımartmıştı ki kendisinin ilah ve rab olduğunu ilan etmişti. Fakat bunu ilan ederken kendisinin her şeyi yarattığını söylemek istemiyordu. Hatta insanlar onun böyle bir özelliğe sahip olmadığını da çok iyi biliyorlardı. Üstelik kendisinin tapındığı bir ilahı da zaten vardı. Firavun’un ilahlık ve rablik iddiası ancak insanlara vermiş olduğu emir ve nehiyler konusundaydı. Çünkü sulta sahibi olduğu için bu konularda insanları kendisine boyun eğdirmişti. Bu sebeple onlara kanunlar koymuş, o kanunlara itaat etmelerini kendilerinden istemişti. İşte Firavun’un rablik ve ilahlık iddiası böyleydi... 118 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:127-128 O halde her nerede ve hangi zamanda olursa olsun, her kim Allah-u Teâlâ’nın kanunlarını bir kenara bırakıp kendi heva ve hevesine ya da insanların heva ve heveslerine göre kanunlar koyar ve insanları bu kanunlara itaate zorlarsa işte o kimse de her ne kadar Firavun gibi “ben ilahım” demese bile ilahlık iddiasında bulunmuştur. Kimde böyle bir kimseye itaat ederse, onu ilah edinmiştir. Ey sadece Allah-u Teâlâ’ya kul olmak isteyen, O’nu bir tek ilah olarak kabul etmek isteyen kimseler! Sizler hangi zamanda ve nerede yaşarsanız yaşayın kimlere itaat ettiğinize veya kimlerin sizleri kendilerine ne şekilde itaat ettirdiklerine dikkatle bakın. Böylece Firavunlardan ve Firavunlaşanlardan kendinizi koruyun ve Allah-u Teâlâ’ya tam bir teslimiyetle teslim olun... MUSA (A.S)’NIN, KAVMİNE SABRI TAVSİYE ETMESİ ﺎﻮﺭﹺﺛﹸﻬ ﻳﻠﱠﻪ ﻟﺽﻭﺍ ﺇﹺﻥﱠ ﺍﻟﹾﺄﹶﺭﺒﹺﺮﺍﺻ ﻭﻮﺍ ﺑﹺﺎﻟﻠﱠﻪﻴﻨﻌﺳﺘ ﺍﻪﻮﻣ ﻘﹶﻰ ﻟﻮﺳﻗﹶﺎﻝﹶ ﻣ (١٢٨) ﲔﻘﺘ ﹾﻠﻤﺔﹸ ﻟﺒﺎﻗﺍﹾﻟﻌ ﻭﻩﺎﺩﺒ ﻋﻦﺎﺀُ ﻣﺸ ﻳﻦﻣ 128 - Musa kavmine şöyle dedi: "(Ey kavmim!) Allah'tan yardım isteyin ve sabredin! Muhakkak ki yeryüzü Allah'ındır. Ona kullarından dilediğini sahip kılar. (Hiç şüphe yok ki) zafer, ancak Allah'tan korkanlarındır." Firavun, Musa aleyhisselam ve ona bağlı olanları serbest bırakmayacağını, bilakis onların oğullarını öldürüp kendisine hizmet ettirmek için kadınlarını ise sağ bırakacağını söyleyince İsrail oğulları bundan dolayı çok korktular. A'RAF:128 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 119 Onların bu halini gören Musa aleyhisselam onlara nasihat ederek şöyle dedi: “Ey kavmim! Firavun’un sizi bu şekilde tehdit etmesi sizi sakın korkutmasın. Endişelenmeyin, tasalanmayın, üzülmeyin ve Allah’tan yardım dileyin. Size gelecek eziyetlere karşı sabredin. Bu sebeple size her ne eziyet gelirse gelsin, bu eziyet ister oğullarınızın öldürülmesi, isterse kadınların sağ bırakılıp hizmetçi yapılmaları, isterse de sizlerin birçok sıkıntılara maruz kalmanız şeklinde olsun sakın hak davanızdan şüphe edip geriye dönmeyin. Kâfirlere itaat etmeyin, onların arzularına, heva ve heveslerine uymayın, tehditlerine kulak asmayın. Sizler Allah için başınıza her ne gelirse sabredin. Biliniz ki sabrettiğiniz takdirde zafer sizin olacaktır. Sabır kurtuluşun anahtarı, mü’minin silahıdır. Şunu da unutmayın ki yeryüzü Allah’ındır. Onu dilediğinden alır, dilediğine verir. Bu konuda kimsenin elinde hiçbir şey yoktur. Ama iyi sonuç ancak Allah’tan korkan, Allah’ın emirlerini tam manasıyla yerine getiren ve Allah için bütün eziyetlere katlananların lehinedir. Firavun’un dediği gibi kesinlikle değildir. İyi biliniz ki! Allah’ın dinine davet eden kimselerin yardımcıları sadece Allah’tır. Onların sığınacağı yer de sadece Allah’tır. O halde Allah’ın hükmü gelinceye kadar her türlü eziyete sabrediniz. Sonuçta sakın acele etmeyiniz. Zira siz hayrın nereden ve nasıl geleceğini bilemezsiniz. Sabredin ve sabırdan sonra zaferin olacağını aklınızdan çıkarmayın. Sonuç ne kadar uzarsa uzasın iyi sonucun takva sahipleri için olacağını her zaman hatırlayın. Her halükarda iyi sonuç Allah’tan hakkıyla korkanlarındır. Bu nedenle Allah için çalışmaktan bir an geri kalmayın, iyi sonuçtan da asla umut kesmeyin. Eğer sabrederseniz iyi sonucun sizin için olacağını bilin.” 120 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:129 MUSA (A.S)’NIN KAVMİNİN ENDİŞELERİ VE MUSA (A.S)’NIN ONLARA ÖĞÜDÜ ﻰﺴﺎ ﻗﹶﺎﻝﹶ ﻋﻨﺎ ﺟﹺﺌﹾﺘ ﻣﻌﺪ ﺑﻦﻣﺎ ﻭﻨﻴﺄﹾﺗﻞﹺ ﺃﹶ ﹾﻥ ﺗﻦ ﻗﹶﺒ ﺎ ﻣﻳﻨﻗﹶﺎﻟﹸﻮﺍ ﺃﹸﻭﺫ ﻒ ﻛﹶﻴﻈﹸﺮﻨﺽﹺ ﻓﹶﻴﻲ ﺍﻟﹾﺄﹶﺭ ﻓﻔﹶﻜﹸﻢﻠﺨﺴﺘ ﻳﻢ ﻭ ﻛﹸﻭﺪ ﻋﻚﻠﻬ ﺃﹶﻥﹾ ﻳﻜﹸﻢﺑﺭ (١٢٩) ﻠﹸﻮﻥﹶﻤﻌﺗ 129 - (Musa'nın kavmi ona) Dedi ki: "Sen bize (rasul olarak) gelmeden önce de biz eziyet görüyorduk, (rasul olarak) geldikten sonra da (hâlâ) eziyet görüyoruz." (Musa onlara) Şöyle dedi: "Umulur ki Rabbiniz, düşmanınızı helâk eder ve bu topraklara sizi hâkim kılar. Sonra da sizin (bu yerde) nasıl davranacağınıza bakacaktır." “(Musa'nın kavmi ona) Dedi ki: "Sen bize (rasul olarak) gelmeden önce de biz eziyet görüyorduk, (rasul olarak) geldikten sonra da (hâlâ) eziyet görüyoruz.” Musa aleyhisselam, kavminin Firavun’un tehditlerinden korkmaları sebebiyle onlara nasihat ettiğinde bu nasihat bazılarına pek etki etmedi. İşte bunlar Musa aleyhisselam’a şöyle dediler: “Ey Musa! Sen bize rasul olarak gelmeden önce de bizler böyle belalara, musibetlere ve eziyetlere maruz kaldık. Öyle ki oğullarımız kesilerek öldürüldü, kadınlarımız ise Firavun’a hizmet etsinler diye sağ bırakıldı. Şimdi ise sen bize rasul olarak geldin ve durumumuzda hiçbir değişme olmadı. Eskiden başımıza gelen musibetler şimdi de geliyor.” A'RAF:129 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 121 “(Musa onlara) Şöyle dedi: "Umulur ki Rabbiniz, düşmanınızı helâk eder ve bu topraklara sizi hâkim kılar. Sonra da sizin (bu yerde) nasıl davranacağınıza bakacaktır.” Musa aleyhisselam onların böyle tereddüt geçirmeleri, üzülmeleri, ümitsizliğe kapılmaları karşısında onlara tekrar nasihatini tekid ederek yeniden öğütler verdi ve şöyle dedi: “ Ey kavmim! Eğer sabreder ve Allah’a tam manasıyla sığınırsanız muhakkak Allah Firavun’u ve kavmini helak eder de sizleri yeryüzünde tasarruf sahibi kılar. Böylece siz onun mülküne sahip olursunuz. İşte o zaman sizler o mülke sahip olduğunuzda Allah’ın size bu lütfü karşısında bakalım şükür mü edeceksiniz yoksa nankörlük mü? İşte esas imtihan o zamandır. Allah zaten sizin ne yapacağınızı ve yaşayacağınız olayları biliyor. Sizleri imtihan ediyor ki gerçekten sabredenlerden misiniz ya da şükredenlerden misiniz… Böylece sizin amellerinize bakıyor.” Firavun Söylediklerini Yaptı mı: Firavun, İsrail oğullarına yapmış olduğu tehdidi elbette yerine getirdi. Onlara eziyetin her türünü uyguladı. Doğan her erkek çocuğunu öldürdü, kadınlarını ise kendisine ve yandaşlarına hizmet etmeleri için sağ bıraktı. Musa aleyhisselam’a ise hiçbir şey yapmadı, olduğu gibi bıraktı. Çünkü Firavun, Musa aleyhisselam’dan korkuyordu. Musa aleyhisselam’ı öldürmeleri konusunda her ne kadar başkalarını teşvik ettiyse de kendisi buna cesaret edemedi. Hatta onu hapsetmedi bile... Fakat Musa aleyhisselam’a tabi olanları her türlü işkenceye tabi tuttu. Musa aleyhisselam’a tabi olanlar için tek sığınak Allah’tır. Bu nedenle Musa aleyhisselam onları Allah’a yöneltti. Onlara sabretmelerini ve Allah-u Teâlâ’dan 122 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:129-130 yardım istemelerini tavsiye etti. Şayet imtihan ve belalara sabrederlerse kesin zaferin onların olacağına dair onlara söz verdi. Ve iyi sonucun Allah-u Teâlâ’dan hakkıyla korkan kimseler için olacağını bildirdi. Musa aleyhisselam kavmine bu olaylar karşısında iki şey emretti ve iki şey de müjdeledi: İlk emri; Allah-u Teâlâ’dan yardım dilemeleri. İkinci emri ise; başlarına gelecek musibetlere karşı sabırlı olmaları. İlk müjdesi; eğer Allah-u Teâlâ’dan yardım ister ve eziyetlere sabrederlerse Firavun’un mülküne varis olacaklarıdır. İkinci müjdesi ise; dünyada düşmanlarına karşı zafer elde edecekleri ve ahirette ise cenneti kazanıp sonsuza kadar orada kalacaklarıdır. Musa aleyhisselam’ın ve kavminin, Firavun’la olan bu kıssasından anlaşılıyor ki İsrail oğulları başlarına gelen eziyetler karşısında sabrettiler. Allah-u Teâlâ da onları bu sabırlarına karşılık mükâfatlandırdı. Firavun ve kavmini ise helak etti ve İsrail oğullarını Firavun’un mülküne varis kıldı. MUSİBETLERDEN ÖĞÜT ALMAK ﻢ ﱠﻠﻬ ﻟﹶﻌﺍﺕﺮ ﺍﻟﺜﱠﻤﻦ ﹾﻘﺺﹴ ﻣﻧ ﻭﻨﹺﲔﻮﻥﹶ ﺑﹺﺎﻟﺴ ﻋﺮﺎ ﺁﻝﹶ ﻓﺬﹾﻧ ﺃﹶﺧﻟﹶﻘﹶﺪﻭ (١٣٥) ﻭﻥﹶﺬﱠﻛﱠﺮﻳ 130 - Muhakkak ki Firavun ve kavmini belki düşünüp ibret alırlar (ve küfürlerinden dönerler) diye uzun bir müddet kıtlığa uğrattık ve ürünlerini eksilttik. A'RAF:130 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 123 Firavun ve onun ailesi ve çevresindeki ona bağlı olan kimseler Musa aleyhisselam’ın âsâ mucizesini, sihirbazların onun karşısında yenilgilerini ve akabinde hakkı görüp Musa aleyhisselam’a iman etmelerini, bunlarla birlikte birtakım mucizeleri de görmelerine rağmen yine de kibirlendiler ve isyanlarına devam ettiler. Bu halleri onların Musa aleyhisselam’a iman etmelerine engel oldu ve inat edercesine küfürlerinde devam ettiler. Böyle yapmaları sebebiyle de Allah-u Teâlâ onlara birtakım cezalar verdi. Tabi ki verilen bu cezalar dünyalık cezalardır. Böylece onların belki öğüt alıp dinlemeleri ve gerçeği anlayıp küfürlerinden dönmeleri istenmiştir. İşte! Öğüt niteliğindeki bu cezalar böylece onların küfürlerini anlamaları, hakka dönmeleri, Allah-u Teâlâ’nın ayetlerini yalanlamamaları, İsrail oğullarına zulmetmeyi terk etmeleri, Firavun’a değil de sadece Allah-u Teâlâ’ya iman ve ibadet etmeye ve sadece Allah-u Teâlâ’nın emirlerine boyun eğip O’nun rasulü Musa aleyhisselam’a tabi olmaları gerektiğine dair uyarıcı birer etken olmuşlardır. Zira Allah-u Teâlâ uygulayageldiği bir sünneti olarak kâfirlere bir anda azap etmez. Öncelikle onları musibetlerle uyarır. Böylece insan başına gelen musibetlerle kendi gidişatına yeni bir şekil verebilir. Çünkü musibetler insanın nefsini yumuşatır ve başa gelen musibetler insanların hakka dönmelerine bir vesile olabilir. Allah-u Teâlâ işte bu sebeple, belki öğüt alır inkârlarından dönerler diye Firavun ve ona bağlı olan kimseleri musibetlere uğrattı. 124 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:131 HAYIR VE ŞER ALLAH (C.C)’TANDIR ﺌﹶﺔﹲـﻴ ﺳﻢﻬـﺒﺼﺇﹺﻥﹾ ﺗ ﻭﻩـﺬـﺎ ﻫﺔﹸ ﻗﹶﺎﻟﹸﻮﺍ ﻟﹶﻨﻨﺴ ﺍﹾﻟﺤﻢﻬﺎﺀَﺗﻓﹶﺈﹺﺫﹶﺍ ﺟ ـﻦﻟﹶﻜ ﻭ ﺍﻟﻠﱠـﻪـﺪﻨﻢ ﻋ ﻫﺮﺎ ﻃﹶـﺎﺋﻤ ﺃﹶﻟﹶﺎ ﺇﹺﻧﻪﻌ ﻣﻦﻣﻰ ﻭﻮﺳﻭﺍ ﺑﹺﻤﺮﻄﱠﻴﻳ (١٣١) ﻮﻥﹶﻠﹶﻤﻌ ﻟﹶﺎ ﻳﻢﻫﺃﹶﻛﹾﺜﹶﺮ 131 - Onların başına (nimet, bolluk ve ürünlerin artması gibi) iyilikler gelince: (Şükretmek yerine) "Biz bunu (beynimizi ve bedenimizi kullanarak kendi çabamızla) hak ettik” dediler. Fakat başlarına (hastalık, kıtlık, mal ve canların eksiltilmesi gibi) kötülükler gelince: “Bunlar, Musa ve onun yanındakilerin uğursuzluğu sebebiyle başımıza geliyor” dediler. Hayır, böyle değil! Onların başına gelen bu (musibet ve) kötülükler, (tevhide ve rasule karşı gelmeleri sebebiyle) Allah katından gelmiştir. Fakat onların çoğu (başlarına gelen kötülüklerin Allah’tan olduğunu) bilmezler. “Onların başına (nimet, bolluk ve ürünlerin artması gibi) iyilikler gelince: (Şükretmek yerine) "Biz bunu (beynimizi ve bedenimizi kullanarak kendi çabamızla) hak ettik” dediler.” Firavun ve onun çevresindeki ona bağlı kimseler, kendilerine bir iyilik isabet etmesi halinde, bunu kendi meziyetleri sayarlardı. Onlar hakka karşı öyle bir düşmanlık içerisine girmişlerdir ki başlarına gelen iyiliğin kendi becerileriyle, üstün yetenekleriyle veya ellerindeki sahip oldukları dünyalık değerlerle olduğunu zannetmişlerdir. Fakat kendilerine isabet eden iyiliklerin birer imtihan vesilesi oldu- A'RAF:131 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 125 ğunu, Allah-u Teâlâ’yı hatırlayıp O’na iman etmeleri gerektiğini, verilen nimetlerin şükrünü ancak bu şekilde yerine getirebileceklerini hiç mi hiç akıllarına getirmemişler ve kıt akıllarıyla bu iyiliklerin bizzat kendilerinden olduğunu söyleme hayâsızlığını yapmaktan geri kalmamışlardır. “Fakat başlarına (hastalık, kıtlık, mal ve canların eksiltilmesi gibi) kötülükler gelince: “Bunlar, Musa ve onun yanındakilerin uğursuzluğu sebebiyle başımıza geliyor” dediler.” Firavun ve onun çevresindeki ona bağlı olan kimseler başlarına gelen musibetlerden bir ders almadıkları gibi Allah-u Teâlâ tarafından gelen bu musibetlerin hikmetini de kavrayamadılar. Böylece hakka dönmekten kaçınıp batıl üzerinde direttiler. O derece ki küfürlerinde daha da ileri giderek azgınlık yaptılar. Hakka ve hak ehline, Allah-u Teâlâ’nın kendilerine bir rasul olarak gönderdiği Musa aleyhisselam’a ve ona iman edenlere karşı geldiler, düşmanlıkta haddi aştılar. Başlarına gelen musibetlerin müsebbibi olarak Musa aleyhisselam ve beraberindeki kimseleri gördüler. Onların kendilerine uğursuzluk getirdikleri inancına sahip oldular. “Hayır, böyle değil! Onların başına gelen bu (musibet ve) kötülükler, (tevhide ve rasule karşı gelmeleri sebebiyle) Allah katından gelmiştir.” Allah-u Teâlâ, onların sahip oldukları inancın batıl olduğunu onlara şöyle bildirmiştir: “Şunu iyi biliniz ve anlayınız ki; size isabet eden musibet ve kıtlık Musa ve onunla beraber olanlar sebebiyle değildir. Bilakis Allah’tandır. Böyle şeylerin size isabet etmesini Allah takdir etti. Bu sebeple Musa ve onunla beraber olanlarla hiç bir alakası yoktur. Aslında Musa ve bera- 126 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:131 berinde olanlar sizler için bir bereket ve hayır sebebidirler.” İşte bu kimseler, Allah-u Teâlâ’nın hayrı ve şerri vermesindeki asıl hikmeti, yani kendileri için bir imtihan olduğu hikmetini kavrayamadılar. Kendilerine verilen hayırlara şükretmeleri gerektiğini, başlarına gelen sıkıntılara ise sabretmeleri gerektiğini idrak edemediler. Bilakis elde ettikleri hayırları kendi becerilerine, başlarına gelen musibetleri ise Musa aleyhisselam ve beraberindekilerin uğursuzluğuna bağladılar. “Fakat onların çoğu (başlarına gelen kötülüklerin Allah’tan olduğunu) bilmezler.” Başlarına gelen musibet ve kıtlığın Musa ve beraberindekiler sebebiyle olduğunu söyleyenler gerçekten büyük cehalet içerisindedirler. Zira onlar, bütün kâinatı idare eden bir ilah olduğunu ve başlarına gelen her şeyin Musa ve onunla beraber olanlar sebebiyle değil de Allah-u Teâlâ’nın bir hikmeti gereği olduğunu, daha açıkçası müsebbeblerin (sebeplerin meydana getirdiği) sebeplere bağlı olduğunu bilemediler. Oysa onların bilmeleri ve anlamaları gerekir ki, kendilerine verilen bir iyilik Allah-u Teâlâ’ya şükretmeleri için verilmiştir. Kendilerine verilen bir musibet ise, işledikleri küfür, şirk ve günahlardan arınıp, bir an önce Allah-u Teâlâ’ya tevbe edip O’na iman etsinler, gönderdiği rasule ve şeriata tabi olsunlar diye verilmiştir. Ama onların çoğu bu hikmeti, bu gerçeği bilmezler, kavramazlar. İşte bu özellik her zaman ve mekândaki küfrün önde gelenlerinin ve onların yandaşlarının ortak tavrıdır. Öyle ki bu vasfa sahip kimseler hakka ve hakkı getirenlere karşı tıpkı Firavun ve onun yandaşlarının takındıkları tavrı takınırlar. Ve bu kimseler başlarına bir musibet geldiğinde, A'RAF:131 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 127 bunun hikmetini düşünüp hakka dönecekleri yerde, hak ehline karşı düşmanlıkta daha da haddi aşarlar. Başlarına gelen musibetlerden hiç mi hiç ibret almazlar. Allah-u Teâlâ, böyle kimseler hakkında bir başka ayetinde şöyle buyuruyor: “Onlara bir kötülük isabet ettiğinde: “Bu sendendir” derler.” (Nisa: 78) Bu sözü söyleyenler Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem zamanındaki münafıklardır. Bu kimseler de başlarına gelen iyiliği kendilerine, kötülüğü ise Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e nispet etmişlerdir. Bu ortak tavırlar gösteriyor ki; küfür, hangi zaman ve mekânda olursa olsun tek millettir. Ve bu sebeple akideleri de birbirinden farklı değildir. Uğura ve Uğursuzluğa İnanmak: Bir şeyi uğursuz zannetmek ve uğursuzluğa inanmak cahiliyet insanlarının ve müşriklerin âdetlerindendir. Bu sebeple Allah-u Teâlâ bu gibi inanç ve adetleri kötülüyor ve bu uğursuzluk düşüncesinin olaylara hiçbir etkisinin olmadığını bildiriyor. İslam’ın yasakladığı uğursuzluk inancından kasıt; din veya dünya ile ilgili hayırlı bir iş yapmaya niyet edildiğinde sevilmeyen bir şey görüldüğü veya duyulduğu zaman duyulan veya görülen şeyin kalbe etki ederek niyet edilen işten vazgeçirmesi veya kalpte bir üzüntü meydana getirmesidir. Bir iş yapılmaya niyet edildiğinde kötü bir şey görmek veya duymak suretiyle bunu uğursuzluk sayarak yapılacak işten vazgeçmek, vazgeçmeyip kalben üzülmekten daha haramdır ve apaçık şirktir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem döneminde insanlar bir yere gitmek istedikleri zaman, bir kuş alır ve onu uçu- 128 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:131 rurlardı. Şayet kuş sağ tarafa uçarsa düşündükleri işi yaparlar, sol tarafa uçarsa o işi yapmaktan vazgeçerlerdi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu amelden nehyederek şöyle demiştir: “Kuşları bulundukları yerde ve yumurtalarının üzerinde bırakınız.” (Ebu Davud, Hâkim) İkrime Şöyle dedi: Bir gün İbn Abbas radıyallahu anh’ın yanında iken oradan bir kuş bağırarak geçti. Orada bulunan kavimlerden bir kişi: “Bu hayırdır, hayırdır” dedi. İbni Abbas radıyallahu anh ona dedi ki: “Bu kuşun bağırmasında ne hayır, ne de şer vardır.” (Et-Temhîd 24/194; Fethi'l-Barî 10/215) Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle demiştir: “Uğursuzluk yoktur.” (Ahmed) İbn Mesud radıyallahu anh’dan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Uğursuzluğa inanmak şirktir. Uğursuzluğa inanmak şirktir.” İbn Mesud devamla şöyle diyor: “Hepimizin içinden böyle bir şey geçerdi. Ancak Allahu Teâlâ kendisine güvenmekle bunu giderdi.” (2) Burada kastedilen Müslümanların kalbinden bir şeyin uğursuzluğuna dair bir şey geçerse, hemen Allah-u Teâlâ’yı hatırlayıp, O’na tevekkül ederek bu düşünceden sıyrılır ve asla böyle bir inanca saplanmazlardı, demektir. Bu sebeple Allah-u Teâlâ, bu şekilde kalpten bir an geçirilmiş böyle bir inancı affeder. ( 2) Ebu Davud, Tirmizi bu hadis için sahihtir dedi A'RAF:131-132 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 129 Ayetlerden Alınacak Dersler: 1 - Allah-u Teâlâ her müsebbebe (meydana gelen olaylar) bir sebep yaratmıştır. 2 - Allah-u Teâlâ insanları hem ferahlıkta hem sıkıntıda imtihan eder. 3 - İslam inancında uğursuzluk inancı diye bir şey asla yoktur. 4 - Cehalet küfrün, günahın, ahlaksızlığın ve fesadın sebebidir. 5 - Her şey Allah-u Teâlâ’nın kaza ve kaderiyledir. FİRAVUN VE YANDAŞLARININ AZGINLIĞI (١٣٢) ﲔ ﻨﹺﻣﺆ ﺑﹺﻤ ﻟﹶﻚﺤﻦ ﺎ ﻧﺎ ﻓﹶﻤﺎ ﺑﹺﻬﻧﺮﺤﺴﺘ ﻟﺔ ﺁﻳﻦ ﻣﺎ ﺑﹺﻪﻨﺄﹾﺗﺎ ﺗﻤﻬﻗﹶﺎﻟﹸﻮﺍ ﻣﻭ 132 - (Firavun’un kavmi Kıptiler) dediler ki: “(Ey Musa!) Bizi büyülemek (ve dinimizden döndürmek) için ne delil (mucize) getirirsen getir, biz yine de sana iman edecek ve (bağlanacak) değiliz. Firavun ve ona bağlı olan Kıpti halkı Musa aleyhisselam’a şöyle dediler: “Ey Musa! Kendisiyle bizi büyüleyeceğin veya sihir yapacağın her ne getirirsen getir biz asla üzerinde bulunduğumuz dinimizi terk etmeyecek ve sana bağlanmayacağız. Zira biz sana ve getirdiklerine inanmıyoruz. Sen ancak bir sihirbazsın. Öyle ki senin bizlere mucize diye sunduğun şeyler aslında sihirden başka bir şey değildir.” DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:132-133 130 Firavun ve ona körü körüne bağlı olan kimselerin Musa aleyhisselam’a cevabı işte böyle oldu. Çokça ayetlere, mu- cizelere şahit olmalarına rağmen yine de Musa aleyhisselam’a iman etmediler. Hak kendilerine apaçık sunulmasına rağmen yine batıl olan davalarında direttiler ve üzerinde bulundukları sapıklığı daha da artırdılar. O derece ki artık Musa aleyhisselam’ı bir sihirbaz olarak vasıflandıracak kadar haddi aştılar. Hakka ve hak ehline karşı kesin tavırlarını ortaya koydular ve dinlerinden dönmeyeceklerini net olarak ifade ettiler. Her zaman ve asırda Firavun ve onların yandaşlarının örnekleri çokça vardır. Böylelerine hak ne kadar açık delillerle ortaya konsa, bulutsuz bir günde güneşi görmekten şüphe edilmesinin imkânsız olmasına rağmen, böyleleri bu hak güneşi yine de göremezler. Hakkı kabullenmedikleri gibi, hak ehline de birtakım yakıştırmalar yaparlar. Sihirbaz, büyücü, deli, kâhin, bölücü, terörist, gerici, yobaz vs… FİRAVUN VE YANDAŞLARINA GÖNDERİLEN MUCİZELER ﻡﺍﻟﺪ ﻭﻉﻔﹶﺎﺩﺍﻟﻀﻞﹶ ﻭﺍﹾﻟﻘﹸﻤ ﻭﺍﺩﺮﺍﹾﻟﺠ ﺍﻟﻄﱡﻮﻓﹶﺎﻥﹶ ﻭﻬﹺﻢﻠﹶﻴﺎ ﻋﻠﹾﻨﺳﻓﹶﺄﹶﺭ (١٣٣) ﲔﺠﺮﹺﻣ ﺎ ﻣﻣﻮﺍ ﻗﹶﻮﻛﹶﺎﻧﻭﺍ ﻭﺮ ﹾﻜﺒﺳﺘ ﻓﹶﺎﻠﹶﺎﺕﻔﹶﺼ ﻣﺎﺕﺁﻳ 133 - Biz de onlara, ardı ardına (ve hepsi ayrı bir) delil olmak üzere sel, çekirge, güve (bit, tahtakurusu gibi haşerat), kurbağa ve kan (felaketlerini) gönderdik. Fakat onlar (tevhid inancına ve rasule karşı) kibirlenip suçlu bir topluluk oldular. Musa aleyhisselam, Firavun ve onun çevresindeki kimselerin o kadar mucizeler görmelerine rağmen küfürleri üze- A'RAF:133 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 131 rinde ısrar edip iman etmediklerini, her geçen gün batıl üzerindeki saplantılarını daha da kökleştirdiklerini görünce onlara beddua etti ve Allah-u Teâlâ da onun bedduasını kabul etti. “Biz de onlara, ardı ardına (ve hepsi ayrı bir) delil olmak üzere sel, çekirge, güve (bit, tahtakurusu gibi haşerat), kurbağa ve kan (felaketlerini) gönderdik.” Firavun ve kavminin küfürleri ve batıl davaları üzerinde ısrar etmeleri sebebiyle Allah-u Teâlâ onların üzerine, katından bir ceza, Musa aleyhisselam için bir mucize olmak üzere onlara ayrı ayrı musibetler gönderdi. Onlara katından bir ceza olarak ilk gönderdiği musibet; tufandır. Öyle ki bu tufan neredeyse onları boğacak ve yok edecekti. Kendisine karşı koyamadıkları bu tufanın Allah-u Teâlâ’dan gelen bir musibet olduğunu anladılar ve hemen Musa aleyhisselam’ın yanına koşarak bu tufanı kendilerinden kaldırsın diye Allah-u Teâlâ’ya dua etmesi için ona yalvararak şöyle dediler: “Ey Musa! Şayet Allah’a dua eder ve bizi bu tufandan kurtarırsan muhakkak ki biz, sana iman edenler olacağız, sana ve Allah katından getirdiklerine teslim olacağız. Bununla birlikte İsrail oğullarının seninle birlikte çıkmaları için sana izin vereceğiz. Böyle yapacağımıza dair sana söz veriyoruz.” Onların bu sözleri ve istekleri üzerine Musa aleyhisselam Allah-u Teâlâ’ya dua etti. Allah-u Teâlâ da onların üzerinden tufan musibetini kaldırdı. Bu olaydan sonra onlar bir müddet rahat bir şekilde yaşadılar. Daha sonra verdikleri sözleri unuttular ve Musa aleyhisselam’a tabi olmadılar. 132 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:133 Onların sözlerinde durmamaları Allah-u Teâlâ’nın onlara ikinci bir musibeti göndermesine sebep oldu. Bu kez Allah-u Teâlâ onlara katından bir ceza olarak çekirgeleri musibet olarak gönderdi. Firavun ve kavmine musallat olan bu çekirgeler Firavun’un ülkesindeki bütün ağaçları, ürünleri yediler de onlar yiyebilecekleri hiçbir yiyecek bulamadılar. Bu kez yine koşarak Musa aleyhisselam’a geldiler ve bu çekirgelerden kendilerini kurtarması için Allah-u Teâlâ’ya dua etmesini söylediler. Bu musibetin kalkması karşılığında da daha önce verdikleri sözlerin aynısını yerine getireceklerine dair yine söz verdiler. Musa aleyhisselam bu kez yine onlardan bu musibetin kalkması için Allah-u Teâlâ’ya dua etti. Allah-u Teâlâ da onların üzerinden çekirgeleri yok etti. Bu olaydan sonra yine belli bir süre rahat bir şekilde yaşadılar. Daha sonra verdikleri sözleri unuttular ve Musa aleyhisselam’a tabi olmadılar. Bu kez Allah-u Teâlâ onlara katından üçüncü bir ceza olarak haşereleri gönderdi. Öyle ki bunlar, bit şeklinde, kanatları olmayan, küçük çekirdek şeklinde canlılardı. İşte bu haşereler onların bütün yiyeceklerini yediler de yine yiyebilecek bir şey bulamadılar. Bu olay üzerine koşarak yine Musa aleyhisselam’a geldiler ve ondan bu haşereleri yok etmesi için Allah-u Teâlâ’ya dua etmesini istediler. Bu musibetten kurtulmaları halinde yine ilk verdikleri sözün aynısını verdiler. Musa aleyhisselam bu kez de bu musibeti kaldırsın diye Allah-u Teâlâ’ya dua etti. Allah-u Teâlâ da bunun üzerine bu küçük haşereleri onların üzerinden yok ederek kaldırdı. Onlar belli bir müddet yine rahat bir şekilde yaşadıktan sonra bu sözlerini de unuttular. Küfürleri üzerinde sabit A'RAF:133 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 133 kaldılar. Musa aleyhisselam’a iman etmediler. Ve verdikleri sözlerin hiçbirini yerine getirmediler. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ dördüncü bir kez onlara katından bir ceza olarak kurbağaları gönderdi. Öyle ki ülkenin her tarafı kurbağalarla dolup taştı. Hatta bir kimse sabah yatağından uyanacak olsa üzerinde kurbağanın olduğunu görürdü. İşte bu hal onların hayatlarını çekilmez kıldı. Yaşamlarından tat alamaz oldular. Bu olay üzerine koşarak yine Musa aleyhisselam’a geldiler ve daha önceki verdikleri sözleri vererek bu musibeti de kendilerinden kaldırması için Allah-u Teâlâ’ya dua etmesini ondan istediler. Musa aleyhisselam bu kez de onların isteklerini yerine getirdi ve Allah-u Teâlâ’ya dua etti. Allah-u Teâlâ da kurbağaları yok ederek onların üzerinden kurbağa musibetini kaldırdı. Bu kimseler belli bir süre yine rahat bir şekilde yaşadıktan sonra yine sözlerini unuttular, hatta küfürlerinde daha da direttiler. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ beşinci kez onlara katından bir ceza olarak kan gönderdi. Öyle ki ülkelerindeki her su kan haline dönüştü. Nehirler, denizler, göller, akarsular adeta kan akar oldu. İçmek için temiz su bulamadılar. Ama Musa aleyhisselam ve ona tabi olan kimseler için durum böyle değildi. Bu gibi musibetler onları hiç etkilememişti. Onlar Allah-u Teâlâ’ya bağlılıklarının bir mükâfatı olarak rahat yaşadılar. Firavun ve yandaşları temiz bir su içemez, sular kan halinde akarken, iman edenler tertemiz sular içiyorlardı. Mü’minler rahat bir hayat yaşarken Firavun ve yandaşları için hayat yaşanmaz bir hal alıyordu. İşte böyle bir durumda yine Musa aleyhisselam’a koşarak geldiler ve daha önceki verdikleri sözün aynısını vere- 134 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:133 rek bu musibeti de kendilerinden kaldırması için Allah-u Teâlâ’ya dua etmesini ondan istediler. Musa aleyhisselam bu kez de dua etti ve Allah-u Teâlâ kan musibetini onların üzerinden kaldırdı. “Fakat onlar (tevhid inancına ve rasule karşı) kibirlenip suçlu bir topluluk oldular.” Allah-u Teâlâ, Firavun ve yandaşlarına katından ayrı ayrı bir ceza olarak bu beş ayeti onlara apaçık şekilde gönderdi. Bu ayetleri gören akıllı bir kimse bunların bir mucize olduğunu çok rahatlıkla anlayabilirdi. Zira bu musibetler sadece onların başına geliyor, Musa aleyhisselam ve beraberindeki mü’minlere hiçbir şey olmuyordu. Buna rağmen onlar inat ederek bile bile batıl üzerinde kaldılar. Her seferinde aynı sözü vermelerine rağmen bir kez dahi olsa sözlerinde durmadılar. Musa aleyhisselam’a ve beraberindeki mü’minlere karşı kibirlendiler. Böylece mücrimlerden ve günah üzerinde ısrar edenlerden oldular. FİRAVUN VE YANDAŞLARININ ÇARESİZLİĞİ VE MUSA (A.S)’YA VERDİKLERİ SÖZLER ﻬﹺﺪﺎ ﻋ ﺑﹺﻤﻚﺑﺎ ﺭ ﻟﹶﻨﺩﻉ ﻰ ﺍﻮﺳﺎ ﻣ ﻗﹶﺎﻟﹸﻮﺍ ﻳﺰﺟ ﺍﻟﺮﻬﹺﻢﻠﹶﻴ ﻋﻗﹶﻊﺎ ﻭﻟﹶﻤﻭ ﻨﹺﻲ ﺑﻚﻌ ﻣﻠﹶﻦﺳﺮﻟﹶﻨ ﻭ ﻟﹶﻚﻦﻨﻣﺆ ﻟﹶﻨﺰﺟﺎ ﺍﻟﺮﻨ ﻋﻔﹾﺖ ﻛﹶﺸﻦ ﻟﹶﺌﻙﺪﻨﻋ (١٣٤) ﻴﻞﹶﺍﺋﺮﺇﹺﺳ 134 - (Firavun ve kavmi) Üzerlerine (bildirilen) azap inince dediler ki: “Ey Musa! Rabbinin (duana icabet edeceğine dair) sana verdiği söze dayanarak bizim için A'RAF:134-135 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 135 O'na dua et! Eğer bizden bu azabı kaldırırsan, işte o zaman sana iman eder ve (istediğin yere götürmen için) İsrail oğullarını seninle birlikte göndeririz.” Allah-u Teâlâ önceki ayette Firavun ve ona tabi olan kimselere vermiş olduğu beş ayrı musibeti bizlere haber vermişti. Bu ayette ise o kimselerin Musa aleyhisselam’a verdikleri sözün ne olduğunu açıklıyor. Onlar, Allah-u Teâlâ katından başlarına her ceza geldikçe Musa aleyhisselam’a şöyle diyerek söz veriyorlardı: “Ey Musa! Şayet Allah’a dua eder ve bizi bu musibetten kurtarırsan muhakkak ki biz, sana iman edenler olacağız, sana ve Allah katından getirdiklerine teslim olacağız. Bununla birlikte İsrail oğullarının seninle birlikte malları da beraberlerinde oldukları halde çıkmaları için sana izin vereceğiz. Böyle yapacağımıza dair sana söz veriyoruz.” İNATÇI KÂFİRLERİN KARAKTERİ ـﻢ ﺇﹺﺫﹶﺍ ﻫﻮﻩﻐـﺎﻟ ﺑـﻢـﻞﹴ ﻫ ﺇﹺﻟﹶﻰ ﺃﹶﺟﺟﺰ ﺍﻟﺮﻢﻨﻬ ﺎ ﻋﻔﹾﻨﺎ ﻛﹶﺸﻓﹶﻠﹶﻤ (١٣٥) ﻜﹸﺜﹸﻮﻥﹶﻨﻳ 135 - (Firavun ve kavmi için) Muhakkak varacaklarını tayin ettiğimiz (boğularak) ölecekleri vakte kadar başlarına gelen azabı kaldırdığımızda (verdikleri iman ve tevbe sözünden) hemen dönmüşlerdir. Firavun ve ona tabi olan kimseler birtakım sözler vererek Musa aleyhisselam’dan her dua taleplerinde Musa aleyhisselam da onların taleplerini yerine getirerek Allah-u 136 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:135-136 Teâlâ’ya dua etti. Allah-u Teâlâ da onlardan, Musa aleyhisselam’ın duası sonrası o an var olan musibeti giderdi. Onlar her musibetten kurtulduktan sonra rahat bir şekilde yaşamaya devam ettiler. Her rahatlık devresinde Musa aleyhisselam’a verdikleri sözleri tutmadılar, ahitlerini bozdular. İşte böyle yapmaları sebebiyle Allah-u Teâlâ’yı gazaplandırdılar, küfürlerinde ısrar ettiler ve bu hal üzere sabit kaldılar. Böylece kendilerinden asla kaldırılmayacak bir azaba uğratılmayı hak ettiler. FİRAVUN VE YANDAŞLARININ DÜNYADAKİ AZAPLARI ﻮﺍﻛﹶﺎﻧﺎ ﻭﻨﺎﺗﻮﺍ ﺑﹺﺂﻳﻢ ﻛﹶﺬﱠﺑ ﻬ ﺑﹺﺄﹶﻧﻢﻲ ﺍﹾﻟﻴ ﻓﻢﺎﻫ ﹾﻗﻨ ﻓﹶﺄﹶ ﹾﻏﺮﻢﻬﻨﺎ ﻣﻨﻘﹶﻤﺘﻓﹶﺎﻧ (١٣٦) ﲔﻠﺎ ﻏﹶﺎﻓﻬﻨﻋ 136 - Ayetlerimizi yalanlamaları ve bunlardan yüz çevirmeleri sebebiyle, onlardan intikam aldık ve (başlarına bu azabın geleceğini hiç beklemedikleri bir anda) onları derin bir denizde boğuverdik. Allah-u Teâlâ bu ayette Firavun ve ona tabi olanların uğradığı vahim sonu bizlere haber veriyor. Öyle ki onlar başlarına her musibet geldiğinde, Musa aleyhisselam’dan bu musibetin kaldırılması konusunda yardım istemişler ve her defasında ona söz vermişlerdi. Musibetler kendilerinden giderildiği halde sözlerinde durmamışlar ve böylece Allahu Teâlâ’yı gazaplandıracak işler yapmışlar, büyük bir azaba uğratılmayı hak etmişlerdi. A'RAF:136-137 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 137 İşte böyle yapmaları sebebiyle Allah-u Teâlâ onlardan intikam aldı ve denizde boğmak suretiyle onlara azap etti. Hak kendilerine apaçık geldiği halde haktan yüz çeviren, küfürlerinde ısrar eden, Allah-u Teâlâ’ya ve onun rasulüne verdikleri sözü tutmayan, apaçık mucizeler görmelerine rağmen bunlara inanmayan ve onlardan ders almayan kimselerin sonu işte böyle olur. MÜ’MİNLERE YERYÜZÜNÜN MİRAS BIRAKILMASI ﺽﹺ ﺍﻟﹾﺄﹶﺭﺎﺭﹺﻕﺸﻔﹸﻮﻥﹶ ﻣﻌﻀﺘﺴﻮﺍ ﻳ ﻛﹶﺎﻧﻳﻦ ﺍﻟﱠﺬﻡﺎ ﺍﻟﹾﻘﹶﻮﺛﹾﻨﺭﺃﹶﻭﻭ ﻨﹺﻲﻠﹶﻰ ﺑﻰ ﻋﻨﺴ ﺍﻟﹾﺤﻚﺑ ﺭﺖﻤﺖ ﻛﹶﻠ ﻤﺗﺎ ﻭﻴﻬﺎ ﻓ ﹾﻛﻨﺎﺭﻲ ﺑﺎ ﺍﻟﱠﺘﻬﺎﺭﹺﺑﻐﻣﻭ ﻮﺍﺎ ﻛﹶﺎﻧﻣ ﻭﻪﻣﻗﹶﻮﻮﻥﹸ ﻭ ﻋﺮ ﻓﻊﺼﻨ ﺎ ﻛﹶﺎﻥﹶ ﻳﺎ ﻣﻧﺮﻣﺩﻭﺍ ﻭﺮﺒﺎ ﺻﻴﻞﹶ ﺑﹺﻤﺍﺋﺮﺇﹺﺳ (١٣٧) ﻮﻥﹶﺮﹺﺷﻌﻳ 137 - (Erkekleri öldürülüp kadınları da hizmetçi yapılmak için sağ bırakılan ve böylece eziyet edilerek) Zayıf bırakılmış İsrail oğullarını, bereketli kıldığımız yeryüzünün doğusuna ve batısına sahip kıldık. (Dinde sebat ettikleri ve Firavun'un eziyetlerine) Sabrettikleri için Allah’ın (onlara muzaffer kılacağına dair) vaat ettiği söz gerçekleşti. Firavun ve kavmine gelince, onların inşa ettikleri binaları ve yaptıkları bütün işleri yok ettik. Allah-u Teâlâ önceki ayetlerde Firavun ve onlara bağlı olanların Musa aleyhisselam’a ve kendilerine sunmuş olduğu hakka nasıl karşı geldiklerini, böyle yaptıkları için onları nasıl helak ettiğini haber verdikten sonra Firavun ve 138 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:137 yandaşlarının eziyetlerine sabreden mü’minlere vermiş olduğu mükâfatları haber veriyor. “(Erkekleri öldürülüp kadınları da hizmetçi yapılmak için sağ bırakılan ve böylece eziyet edilerek) Zayıf bırakılmış İsrail oğullarını…” Ayetin bu kısmında söz konusu olan; “zayıf bırakılmış İsrail oğulları”; Musa aleyhisselam ve ona iman edip tabi olan Müslümanlardır. Onların zayıf bırakılmış olmalarının sebebi; Firavun ve yandaşları tarafından her türlü eziyet ve işkenceye maruz bırakılmış olmalarıdır. Onlar öyle zayıf bırakılmış kimselerdi ki Firavun ve onun yandaşları adeta onları hor görmüş, aşağılamışlardır. Böylelikle sırf eziyet olsun diye onlara çeşitli eziyetler, işkenceler yapılmış, ağır vergi yükleri getirilmiş ve çok zor olan işlerde çalıştırılmışlardır. “bereketli kıldığımız yeryüzünün doğusuna ve batısına sahip kıldık.” Ayette söz konusu edilen “yeryüzünün doğusu ve batı”ndan kasıt; Mısır ve Şam diyarlarıdır. Zira bu diyarlar oldukça bereketli yerlerdir. Allah-u Teâlâ, İsrail oğullarını ilk olarak Şam diyarlarına yerleştirmiştir. Bu ise; Musa aleyhisselam ve Harun aleyhisselam’ın vefatından sonra Yuşa b. Nun komutasında Filistin’i fethetmeleriyle olmuştur. Böylece o yere sahip olup, oraya yerleşmişlerdir. Daha sonra ise Allah-u Teâlâ onları Mısır şehrine yerleştirmiştir. “(Dinde sebat ettikleri ve Firavun'un eziyetlerine) Sabrettikleri için Allah’ın (onlara muzaffer kılacağına dair) vaat ettiği söz gerçekleşti.” A'RAF:137 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 139 Allah-u Teâlâ’nın, İsrail oğullarını yeryüzünün doğularına ve batılarına, yani Mısır ve Şam diyarlarına yerleştirmesi sebebiyle onlara vermiş olduğu vaad gerçekleşmiştir. Zira Allah-u Teâlâ, Musa aleyhisselam’ın diliyle İsrail oğullarına, Firavun ve yandaşlarının işkence, eziyet, alay, yalanlama gibi baskılarına sabretmeleri sonucunda kendilerini mutlaka zafere ulaştıracağına ve onları bulundukları yerlerin sahipleri yapacağına dair söz vermişti. Allah-u Teâlâ bu meseleyle ilgili olarak bir başka yerde şöyle buyuruyor: “Biz ise, yeryüzünde güçsüz düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve onları (mukaddes topraklara) vâris kılmak istiyoruz. Ve böylece yeryüzüne (Mısır ve Şam arazisine) onları yerleştirelim de Firavun, Haman ve ordularına onlardan sakınmakta olduklarını gösterelim.” (Kasas: 5-6) Allah-u Teâlâ, bu sözü her asır ve mekândaki mü’minlere de vermiştir. Zira verilen bu söz sadece İsrail oğulları için geçerli değildir. Bunun tek şartı ise; mü’minlerin kendilerine yapılan işkence ve eziyetlere sabretmeleri, inandıkları davalarında sebat ve sabır göstermeleri ve imanlarından asla taviz vermemeleridir. Her asır ve mekândaki mü’minler işte böyle bir haslete sahip olurlarsa, kâfirlerin güç ve kuvvetleri ne kadar fazla olursa olsun, sonunda mutlaka yenilecek ve nihayet onların sahip oldukları her türlü dünyalık değerlere mü’minler sahip olacaklardır. O halde Allah-u Teâlâ’ya iman ettiğini söyleyen her mü’min Allah-u Teâlâ’nın kendilerine olan bu vaadini asla unutmamalı ve yeryüzünde adeta ayaklar altına alınmış olan İslam’ı, tekrar hâkim kılmak için çalışmaya gayret 140 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:137 etmeli, bu uğurda başına her ne gelirse gelsin bunlara katlanmalı, böyle davrandığı müddetçe sonucun inananlar için muzaffer olacağını hatırında hep tutmalıdır. “Firavun ve kavmine gelince, onların inşa ettikleri binaları ve yaptıkları bütün işleri yok ettik.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında Firavun ve ona tabi olan kavminin sonlarının nasıl olduğunu haber veriyor. Çünkü onlar Allah-u Teâlâ’nın ayetlerini yalanlamışlar, rasulüne karşı gelip onu alaya almışlar, Allah-u Teâlâ katından getirdiği haktan yüz çevirmişler, o rasule ve tabilerine her türlü eziyet ve işkenceyi reva görmüşlerdir. İşte böyle yapmalarına karşılık Allah-u Teâlâ onların yeryüzündeki tüm düzenlerini yok etti. Sahip oldukları tüm dünyalık değerleri ellerinden çekip aldı. Böylece ne sahip oldukları köşkler, ne saraylar, ne yaptıkları güzel bahçeler ne de sahip oldukları daha bir çok şaşalı dünyalık değerler kendilerinde kaldı. Çünkü Allah-u Teâlâ bunların hepsini onlardan çekip aldı. Ve onları işte bu şekilde helak etti. Mü’minleri ise onların yerlerine mirasçılar kıldı. Bu durum, belli bir zamana has bir durum değildir. Zulmün, küfrün, Allah-u Teâlâ’ya isyanın olduğu, mü’minlere her türlü zulmün, eziyetin, işkencenin reva görüldüğü her dönemde, mü’minlerin sabırlı olmaları, imanlarından taviz vermemeleri, dinlerinde sebat etmeleri sonucunda, velev ki küfür ve yandaşlarının sayıları çok, kendilerinin sayıları ise az olsa bile Allah-u Teâlâ o kimseleri zelil, mü’minleri ise aziz kılacaktır. Ve böylece yeryüzünün gerçek sahipleri yine mü’minler, muvahhidler olacaktır. A'RAF:137 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 141 Ayetlerden Alınacak Dersler: 1 – İnsanın zaafı, ancak ona bir musibet geldiğinde ortaya çıkar. İşte bu durumda Allah-u Teâlâ’ya yalvarır, O’na dua eder ve O’ndan bu musibeti kendisinden kaldırmasını ister. Allah-u Teâlâ bu musibeti kendisinden kaldırınca yine eski haline, yani; günah, şirk ve küfrüne tekrar döner. Eğer kişi günahkar ise eski günahına veya günahlarına, müşrik ve kâfir ise eski şirk ve küfrüne tekrar döner. Fakat gerçek manada iman eden ve salih amel işleyen mü’min kimse ise böyle değildir. O, başına bir musibet geldiğinde bu musibetlere Allah-u Teâlâ için sabreder. İşte bu sabrına karşılık Allah-u Teâlâ da o musibeti, ondan kaldırır. Mü’min kul şayet kendisine bir nimet isabet ederse o nimete şükreder, nimetin hakkını gereği gibi yerine getirir, böylece Allah-u Teâlâ da ona verdiği nimeti daha da artırır. 2 – Dünya ve ahiretteki azabın asıl sebebi; Allah-u Teâlâ’nın apaçık ayetlerini yalanlamak, onlarla amel etmemek, onlardan yüz çevirmek ve onları düşünmeyip ihmal etmektir. Allah-u Teâlâ’nın ayetlerine karşı işte böyle tavır takınan bir kimse için hem dünyada hem de ahirette azap söz konusu olur. 3 – Allah-u Teâlâ, kendilerine yapılan her türlü eziyet, işkence ve zulümlere sabreden, imanlarından asla taviz vermeyen mü’minleri zafere ulaştıracağına dair söz vermiştir ve Allah-u Teâlâ sözünde mutlaka durur. 142 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:138 İSRAİL OĞULLARININ CAHİLLİĞİ ﻠﹶﻰﻜﹸﻔﹸﻮﻥﹶ ﻋﻌﻡﹴ ﻳﻠﹶﻰ ﻗﹶﻮﺍ ﻋﻮ ﻓﹶﺄﹶﺗﺤﺮ ﻴﻞﹶ ﺍﹾﻟﺒﺍﺋﺮﻨﹺﻲ ﺇﹺﺳﺎ ﺑﹺﺒﻧﺯﺎﻭﺟﻭ ﻜﹸﻢﺔﹲ ﻗﹶﺎﻝﹶ ﺇﹺﻧﻬ ﺁﻟﻢﺎ ﻟﹶﻬﺎ ﻛﹶﻤﺎ ﺇﹺﻟﹶﻬ ﹾﻞ ﻟﹶﻨﺟﻌ ﻰ ﺍﻮﺳﺎ ﻣ ﻗﹶﺎﻟﹸﻮﺍ ﻳﻢﺎﻡﹴ ﻟﹶﻬﻨﺃﹶﺻ (١٣٨) ﻠﹸﻮﻥﹶﻬﺠ ﺗﻡﻗﹶﻮ 138 - Biz İsrail oğullarını denizden (geçirip) uzaklaştırınca, devamlı olarak kendilerine ait putlara tapan bir kavmin yanına geldiler. (İsrail oğulları) Dedi ki: "Ey Musa! Bize de (tapmamız için) onların ilahları gibi bir ilah yap." (Musa) Dedi ki: "Şüphesiz siz, (Allah'ın azametini ve büyüklüğünü) bilmeyen bir kavimsiniz." Allah-u Teâlâ önceki ayette, sabretmelerine karşılık İsrail oğullarına ne nimet verdiğini, düşmanlarını nasıl yok ettiğini ve düşmanlarının topraklarına onları nasıl mirasçı kıldığını haber verdikten sonra onlara vermiş olduğu en büyük nimeti hatırlatıyor. “Biz İsrail oğullarını denizden (geçirip) uzaklaştırınca…” Allah-u Teâlâ, ayetin bu kısmında İsrail oğullarını yarılmış olan denizden geçirdiğini haber veriyor. İşte bu, onlara verilen en büyük nimettir. Çünkü Firavun ve askerleri onları Kızıldeniz’e kadar kovalamış, artık kaçacak yerleri kalmamıştı. Arkalarında deniz, karşılarında ise Firavun ve ordusu! Hiçbir aklın kurtuluşu mümkün görmediği böyle bir anda Allah-u Teâlâ Musa aleyhisselam’a asasını denize vurmasını emretti. Musa aleyhisselam da asasıyla denize vurdu da denizde kendileri A'RAF:138 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 143 için bir yol açıldı. Böylece kurtuluşun mümkün gözükmediği böyle bir anda Allah-u Teâlâ’nın yardımıyla denizi geçerek kurtuldular. Oysa denizde açılan bu yoldan geçmek isteyen Firavun ve ordusu için durum aynı olmadı. Çünkü onlar, açılan yoldan geçmek isterlerken deniz birden bire üzerlerine kapanıverdi de böylece helaka uğrayanlardan oldular. Rivayetlere göre Musa aleyhisselam ve ona tabi olan kimseler denizi aşure gününde geçmişlerdir. Allah-u Teâlâ’nın bu yardımı karşısında Musa aleyhisselam o gün oruç tutmuştur. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de bugünde oruç tutmaya en layık Müslümanların olduğunu söylemiş ve oruç tutmuştur. Bu sebeple aşure gününde oruç tutmak sünnettir. Fakat müşrik Yahudiler aşure günü oruç tuttukları için onlara muhalefet olarak, ya aşure gününden bir gün önceki gün ile veya sonraki gün ile birlikte oruç tutulması gerekir. İbn Abbas radıyallahu anh’tan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Aşure günü oruç tutunuz, fakat bu konuda Yahudilere ters düşünüz. Bunun için de (Aşure ile birlikte) ya bir gün önce veya bir gün sonra da oruç tutunuz.”(3) “devamlı olarak kendilerine ait putlara tapan bir kavmin yanına geldiler. (İsrail oğulları) Dedi ki: "Ey Musa! Bize de (tapmamız için) onların ilahları gibi bir ilah yap!" İsrail oğulları denizden geçerek kurtuluşlarının hemen sonrası bir kavmin yanına uğradılar. O kavmin kendilerine edindikleri bir putları vardı ve onlara tapıyorlardı. ( 3) Sahih-i İbn Huzeyme, c. 3 s. 290-291; Beyhakî, Sünen el-Kübrâ, c. 4 s. 287; Ahmed, el-Müsned, c. 1 s. 231 144 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:138 İsrail oğulları onların bu durumunu görünce Musa aleyhisselam’a şöyle dediler: “Ey Musa! Onlara ait olan ilahlar gibi bize de bir ilah yap.” Bu sözü söyleyen kimseler Allah-u Teâlâ’nın, kendileri için verdiği büyük bir mucizeye gözleriyle şahit olmuş, bizzat yaşamış kimselerdi. Öyle ki hiçbir aklın kurtuluşu mümkün görmediği bir durumda Allah-u Teâlâ onları kurtarmış, düşmanlarını ise denizde boğarak helak etmişti. Ama onlar bu kurtuluşlarının sonrası Allah-u Teâlâ’nın kendilerine vermiş olduğu bu nimeti unuttular. Öyle ki bu unutmaları onları cehalete ve sapmaya götürdü ve nihayet rasulleri olan Musa aleyhisselam’dan asla istenmeyecek bir şeyi istediler. Ve bu istekleri putlara tapan kavmin tapındıkları gibi bir putu kendilerine yapması şeklinde şirk olan bir istekti. Oysa bu söz, tevhidi bilen, Allah-u Teâlâ’ya gerçek manada iman etmiş bir kimsenin söyleyeceği bir söz değildir. Böyle sözler ancak, tevhidi bilmeyerek kabul eden veya tevhidi unutan, tevhid konusunda cehaleti olan ya da tevhidden sonra küfre dönen kimseler tarafından söylenebilecek sözlerdir. Zira muvahhidlerin ilimde en düşük seviyede olanı bile, Allah-u Teâlâ’dan başkasına ibadet edilmeyeceğini çok iyi bilir ve rasul dâhil, hiç kimseden böyle bir istekte bulunmaz. Çünkü muvahhid kul bilir ki; rasuller Allah'ın tevhidi ile gelmişlerdir. Allah'ın tevhidi ile gelen bir rasulden şirk istemek, cehaletin en büyüğü, isteklerin en çirkini ve en büyük akılsızlıktır! Bu, Yahudilerin içinde ne kadar cahil ve nankör kimselerin var olduğunu göstermektedir. En büyük mucizeleri gördükleri halde, Musa aleyhisselam tevhidi onlara güzel bir şekilde anlattığı halde, içlerinde bu cehaleti yapan kimseler olmuştur. A'RAF:138 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 145 Ab b. Humeyd ve Ebu'ş-Şeyh, Katade'den şöyle bir rivayet naklettiler: “Katade radıyallahu anh "Ey Musa! Bize de (tapmamız için) onların ilahları gibi bir ilah yap." ayetini açıklarken şöyle dedi: “Allah'ı her türlü noksan sıfatlardan tenzih ederim. Allah-u Teâlâ onları kölelikten kurtardığı, denizden geçirip düşmanlarını helak ettiği ve büyük mucizeler gösterdiği halde apaçık olan şirki istiyorlar. Bu, şaşılacak bir durumdur!” (İbn Cerir et-Taberi) “(Musa) Dedi ki: "Şüphesiz siz, (Allah'ın azametini ve büyüklüğünü) bilmeyen bir kavimsiniz." Musa aleyhisselam, kendisinden şirk olan bir istekte bulunan kimselere şöyle dedi: “Şüphesiz ki siz cahil bir kavimsiniz. Zira sizin bu isteğiniz Allah-u Teâlâ’nın tevhidini bilmediğinizin ispatıdır. Şayet sizler tevhidi gerçek manada bilmiş kimseler olsaydınız ibadetlerin Allah-u Teâlâ’dan başkasına yapılmayacağını çok iyi bilirdiniz. Oysa sizin isteğiniz ibadeti Allahu Teâlâ’dan başkasına yapma isteğidir. İşte bu, büyük bir cehalettir. Hem de bizzat yaşadığınız bir mucizeyi görmeniz sonrası böyle bir istekte bulunmanız gerçekten çok büyük bir cehalettir.” Musa aleyhisselam’dan büyük şirk olan istekte bulunan kimseler elbette bütün İsrail oğulları değildir. Çünkü İsrail oğullarından tevhidi çok iyi bilen kimseler vardı. Musa aleyhisselam’dan böyle bir istekte bulunan kimseler; tevhidi bilmeyen veya unutan ya da İslam’a hiç girmemiş veya girdikten sonra mürted olan kimselerdir. Zira böyle bir istek tevhidi gerçek manada bilen kimselerden asla gelmez. 146 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:138-139 İmam Begavi şöyle diyor: “Biz İsrail oğullarını denizden (geçirip) uzaklaştırınca, devamlı olarak kendilerine ait putlara tapan bir kavmin yanına geldiler. (İsrail oğulları) Dediler ki: "Ey Musa! Bize de (tapmamız için) onların ilahları gibi bir ilah yap." Yani; “bir örnek yap da ona tapalım.” dediler. Onlardan sadır olan bu istek, Allah-u Teâlâ’nın birliğinden şüphe etmeleri sebebiyle değildir. Bu sözün manası şöyledir: “Bizim için kendisini yücelteceğimiz ve bu suretle Allah'a yaklaşacağımız bir şey yap!” İsrail oğulları bu sözü, istedikleri şeyin inandıkları dine herhangi bir zarar vermeyeceğini zannederek sarf etmişlerdi. İşte onların bu zanları, cehaletlerinin şiddetinden meydana gelmiştir. Bu yüzden Musa aleyhisselam onlara: "Şüphesiz siz, (Allah'ın azametini ve büyüklüğünü) bilmeyen bir kavimsiniz." dedi.” (Begavi Tefsiri) MÜŞRİKLERİN İŞLEDİKLERİNİN BATIL OLUŞU (١٣٩) ﻠﹸﻮﻥﹶﻌﻤ ﻮﺍ ﻳﺎ ﻛﹶﺎﻧﻞﹲ ﻣﺎﻃﺑ ﻭﻴﻪﻢ ﻓ ﺎ ﻫ ﻣﺮﺒﺘﻟﹶﺎﺀِ ﻣﺆ ﺇﹺﻥﱠ ﻫ 139 - Muhakkak ki onların içinde bulundukları durum onları helâk edecek ve hüsrana uğratacaktır. Şüphesiz yapmakta oldukları da batıldır. “Muhakkak ki onların içinde bulundukları durum onları helâk edecek ve hüsrana uğratacaktır.” Musa aleyhisselam sözlerini sürdürerek şöyle devam etmiştir: A'RAF:139-140 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 147 “İyi biliniz ki! O gördüğünüz putlara tapan kimselerin hem taptıkları putlarını hem de üzerlerinde bulundukları şirk olan dinlerini Allah-u Teâlâ yok edecektir. Böylece onların yerine tevhidi hâkim kılacaktır.” “Şüphesiz yapmakta oldukları da batıldır.” Musa aleyhisselam devamla onlara şöyle diyor: “Onların putlarına yaptıkları şeyler boşa gitmiştir. Zira putlara yaptıkları ibadetlerden asla onlara bir fayda gelmemiştir. Onlar bu yaptıkları sebebiyle hüsrana uğrayanlardan olacaklardır. Velev ki yaptıkları bu amelleri Allah-u Teâlâ’ya yaklaşmak niyetiyle yapıyor olsalar bile bu, onlara bir fayda sağlamayacaktır. Çünkü niyetleri temiz olsa bile yaptıkları batıldır, büyük şirktir. Bu nedenle büyük şirk işleyen kimsenin niyeti ne olursa olsun, Allah-u Teâlâ ona asla yardım etmeyecek, ona hayır vermeyecek, ondan bir şerri defetmeyecektir. Zira onlar putlara tapınmaktalar, onları ilah edinmektedirler. Bu ise onlara ne bir fayda verecek, ne de bir zararı onlardan giderecektir. Bilakis onlar, hüsrana uğrayanlardan olacaklardır. Öyleyse bunu çok iyi biliniz! Ve tevhidi bilen kimselerin zaten bunu biliyor olmaları gerekir…” ŞİRK İSTEKTE BULUNANLARA MUSA (A.S)’NIN CEVABI ﻠﹶـﻰ ﻋـﻠﹶﻜﹸﻢ ﻓﹶﻀـﻮﻫـﺎ ﻭ ﺇﹺﻟﹶﻬـﻴﻜﹸﻢﻐ ﺃﹶﺑ ﺍﻟﻠﱠـﻪـﺮﻗﹶﺎﻝﹶ ﺃﹶﻏﹶﻴ (١٤٠) ﲔﺎﻟﹶﻤﺍﻟﹾﻌ 148 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:140 140 - (Musa onlara) Dedi ki: "Size, Allah'tan başka tapmanız için bir ilah mı isteyeceğim? Hâlbuki (Allah) sizi âlemlerden üstün kıldı (kimseye vermediği nimetler verdi)." Bu ayette yine Musa aleyhisselam İsrail oğullarının isteklerine karşılık söylediği sözlere devam ederek şöyle dediği haber veriliyor: “Ey akılsız, ey cahil, ey tevhidi bilmeyen kimseler! Büyük şirk olan böyle bir ameli benden nasıl istersiniz? Hiç akletmiyor musunuz? Sizler için ibadet edeceğiniz Allah-u Teâlâ’dan başka bir ilah mı aramamı benden istiyorsunuz? Oysa gerçek bir muvahhid böyle bir istekte asla bulunmaz. Böyle bir talebi bir rasul de kesinlikle yerine getirmez. Yoksa hiç akletmiyor musunuz? Oysa Allah-u Teâlâ sizi âlemlerden üstün kılmış, hiç kimseye vermediği nimetleri sizlere vermiştir. Bu kadar nimetine karşılık nasıl Allah-u Teâlâ’ya ve O’nun Rasulüne karşı nankör olursunuz? Öyle ki Allah-u Teâlâ’nın size verdiği nimetlere ve mucizelere henüz yeni şahit olmuştunuz. Buna rağmen bunları çok çabuk unuttunuz ve hemen Allah-u Teâlâ’ya şirk koşmaya yöneldiniz. Hatta şirk koşasınız diye benden size Allah-u Teâlâ’dan başka bir ilah yapmamı istediniz. Böyle bir söz sizden nasıl çıkabilir? Oysa Allah-u Teâlâ’ya şirk koşmaması gereken asıl sizler olmanız gerekirdi. Eğer gerçekten Allah-u Teâlâ’nın nimetlerini düşünüp ibret alsaydınız…” A'RAF:141 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 149 İSRAİL OĞULLARINA VERİLEN BİR NİMETİN HATIRLATILMASI ـﺬﹶﺍﺏﹺـﻮﺀَ ﺍﻟﹾﻌﻢ ﺳ ﻜﹸﻮﻧـﻮﻣﺴﻮﻥﹶ ﻳ ﻋﺮ ﺁﻝﹺ ﻓﻦﻢ ﻣ ﺎﻛﹸﻨﻴﺠﺇﹺﺫﹾ ﺃﹶﻧﻭ ـﻦﻠﹶـﺎﺀٌ ﻣ ﺑﻜﹸـﻢـﻲ ﺫﹶﻟﻓ ﻭـﺎﺀَﻛﹸﻢﻮﻥﹶ ﻧﹺﺴﺤﻴ ﺴﺘ ﻳ ﻭﺎﺀَﻛﹸﻢﻨﻠﹸﻮﻥﹶ ﺃﹶﺑﻘﹶﺘﻳ (١٤١) ﻴﻢﻈ ﻋﻜﹸﻢﺑﺭ 141- (Ey Yahudiler! Atalarınızı) Firavun kavminden nasıl kurtardığımızı hatırlayın! (Hani Firavun ve kavmi) Onlara en şiddetli azabı tattırıyor; erkek çocuklarını öldürüyor, kız çocuklarını ise (hizmet etmeleri ve onlara hayâsızca yaklaşmak için) sağ bırakıyorlardı. İşte bu, Yüce Rabbinizden (atalarınıza) büyük bir imtihan idi. Allah-u Teâlâ bu ayette İsrail oğullarına verdiği başka bir nimeti hatırlatarak onlara şöyle buyuruyor: “Ey İsrail oğulları! Öyle bir zamanı hatırlayın ki, o zaman Allah, sizi Firavun ve yandaşlarından kurtarmıştı. İşte o zaman, Firavun’un oğullarınızı öldürüp kendisine hizmetçilik yapsınlar diye kadınlarınızı sağ bıraktığı bir zamandı. Sizler böyle bir durumdayken Allah, sizi Firavun’un ve yandaşlarının işkence ve eziyetlerinden kurtarmıştı. Sizlerin uğradığınız işkence ve eziyetler rabbinizden sizler için büyük bir imtihandır. Bu nedenle Allah sizi bu azaptan kurtardı, size çokça nimetler verdi. O halde Allah’a şükretmeniz, O’na hiçbir şeyi ortak koşmamanız ve ibadeti sadece O’na has kılmanız gerekir. Fakat siz çok cahil bir kimselersiniz. Öyle ki sizler Firavun ve yandaşlarının size eziyet ve işkence yaptığı, sizi öldürmek üzere 150 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:141 olduğu bir sırada Allah denizi yarıp sizleri geçirmiş ve onları ise boğarak helak etmiş olduğuna şahit olmuş kimselersiniz. Bu büyük nimeti de nasıl unutuyorsunuz? Ve hemen Allah’a şirk koşmaya yöneliyorsunuz?” Ayetlerden Alınacak Dersler: 1 – Bazı insanlar, tevhidi anlamayarak kabul ederler. Böyle kimselerin tevhidi bilmedikleri ancak pratikte uygulamayı geçirmeye başladıkları zaman veya imtihan zamanında apaçık ortaya çıkar. 2 – Bazı insanlar tevhidi bilerek ve anlayarak kabul ederler. Ancak zamanla ihmallerinden veya günah işlediklerinden ve İslam ilmi üzerinde çalışmadıklarından dolayı, tevhidin bazı meselelerini unuturlar ve sanki tevhidi bilmiyorlarmış gibi şirke yönelirler. 3 – Tevhidi bilen bir kimsenin, büyük şirke düşmemesi, tevhidden çıkmaması gibi bir durum söz konusu olamaz. Zira bir kimse muvahhid olsa bile her an şirke düşebilir. Bu sebeple her an tevhidi düşünmeli, tevhide sımsıkı sarılmalı, şirkten ve şirke düşmekten devamlı korkmalı ve tevhid üzere kalmak, tevhid üzere ölmek için devamlı Allah-u Teâlâ’ya dua etmelidir. 4 - Şirk koşan, Allah'tan başkasına ibadet eden bir kimse gerçekten cahil olan bir kimsedir. Çünkü insanın tevhidini bozmasına ve şirke düşmesine ancak cehalet sebep olur. Bu sebeple ibadetlerine şirk karıştıran kimselerin niyetleri ne olursa olsun, velev ki halis niyetlerle yapsınlar, ibadetleri Allah-u Teâlâ’nın istediği ve razı olduğu şekilde yapmayan kimselerin yaptıkları ameller boştur, geçersizdir. Ve sahibine hiçbir fayda sağlamayacaktır. A'RAF:141 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 151 5 – Tevhidi kabul ettiklerini söylemelerine rağmen yaptıkları ibadetlerine şirk karıştıran kimselere gerçek tevhid ehli hayret eder ve şaşırır. Zira gerçek tevhid ehli olan kimseler kesinlikle Allah-u Teâlâ’dan başkasına ibadete yönelmezler. Buna bağlı olarak; Allah'tan başkasının kanunlarına asla muhakeme olmazlar. Allah'ın kanunlarına zıt olan kanunlara "evet" demez ve o kanunları muhafaza edeceğini, onlara saygı duyacağını asla söylemezler. Kaldı ki, buna dair yemin etsinler... Bu durumda kendisinin tevhidi bildiğini, kabul ettiğini söyleyen kimsenin Allah-u Teâlâ’nın kanunlarına muhalif olan kanunları tatbik etmesine, küfür kanunlarına muhakeme oluşuna ve insanları bunlara muhakeme olmaya zorlamalarına gerçekten şaşılır… Zat-u Envat Hadisi: “Kendisine huccet yani, kitap ve sünnet ulaşmış ve Kur’an’ı Kerim’deki hükümleri öğrenebilecek güce sahip olduğu halde, küfür olduğunu bilmeden küfür bir inanca sahip olan veya küfür bir amel işleyen kimse cehaleti sebebiyle mazeret sahibidir, kâfir olmaz” diyerek buna Zat-u Envat hadisini delil getirmek büyük bir hatadır ve delili saptırmaktır. Ebu Vakid el Leysi radıyallahu anh’dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte Huneyn’e çıkmıştık. Biz küfürden yeni uzaklaşmıştık. Müşriklere ait bir sidre ağacı vardı. Onun altında ibadet niyeti ile oturur ve ona silahlarını asarlardı. Ona zat-u envat denirdi. Biz de bir sidre ağacının yanından geçtik. Dedik ki: 152 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:141 “Ey Allah’ın Rasulü! Bize, onların zat-u envatı gibi bir zat-u envat tayin et!” Bunun üzerine Nebi aleyhisselam: “Allah-u Ekber! Nefsim elinde olana yemin olsun ki, İsrail oğullarının dediği gibi dediniz: “Onlar Musa (a.s)’ya dediler ki: “Onların sahip olduğu ilah gibi bize de bir ilah yap!” Musa (a.s) onlara dedi ki: “Muhakkak ki sizler cahil bir kavimsiniz.” (Sonra Rasûlullah şöyle dedi): “Muhakkak ki sizler, sizden öncekilerin gitmiş olduğu yola gidiyorsunuz.” (Tirmizi tahriç etti ve sahih dedi) Allah’ın yardımıyla diyorum ki: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den zat-u envat talep eden bu kimseler küfürden yeni kurtulmuşlardı. Ayrıca onlar talepte bulunmuş fakat o şeyi yapmamışlardı. Âlimlerin onlar hakkındaki görüşü şöyledir: “Onlarla müşrikler arasındaki benzerlik sadece, üzerine silahlarını asacakları bir ağaç isteme konusunda idi. Onlar Allah’tan, bu ağaca indirdiği bereket sebebi ile kendilerine yardım etmesini istiyorlardı fakat bu ağaçtan yardım istemiyorlardı. Onlar Rasûlullah’tan, yardım talep edecekleri bir ağaç istemediler. Bundan dolayı Nebi aleyhisselam’a şöyle dediler: “Bize bir zat-u envat tayin et.” Onlar Rasûlullah’a danışmadan, kendi nefislerine göre bir ağacı zat-u envat yapmadılar. Fakat Allah’ın nebisi ve seçkin kulunun vasıtasıyla Allah’ın bir ağaç tayin etmesini istediler. Daha önce söylediğim gibi, onlar ağaç vasıtası ile Allah’tan zafer istiyorlardı yoksa direkt olarak ağaçtan yardım istemiyorlardı. Bu aynı, sahih olan; “falanca yıldız sebebiyle yağmur yağdı” hadisinde geçen olay gibidir. Yani: “Bize yağmurun yağması, yıldızlar sebebiyledir.” Bu sözün manası: “Yıldızlar çıktığı için yağmur yağdı” demektir, “yağmuru yağdıran yıldızlardır” demek değildir. A'RAF:141 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 153 “Bize yıldız sebebi ile yağmur yağıyor” demek küçük şirktir. Fakat bir kimse: “Muhakkak ki yağmuru yağdıran yıldızdır” derse, o zaman bu kimse rububiyette Allah’a büyük şirk koşmuş olur. Zat-u envat isteyenlere gelince… Onlar ağaç vesilesiyle Allah’tan yardım isteyeceklerdi. Ağaçtan yardım istemeyeceklerdi. Fakat bu istekte, müşriklere benzeme sakıncası vardır. Bu sebeple Nebi sallallahu aleyhi ve sellem, benzeme eğilimini kökünden kesti ve dedi ki: “Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, İsrail oğullarının dediği gibi dediniz. (Onlar Musa’ya şöyle dediler): “Ey Musa! Onlara ait olan ilahlar gibi bize de bir ilah yap!” Bilindiği gibi bir şeyin başka bir şeye benzetilmesi, tek bir yönden olabileceği gibi birkaç yönden de olabilir. Bir şeyin başka bir şeye benzetilmesi, her yönüyle benzemesini gerektirmez. Çünkü bir şeyin başka bir şeye her yönü ile benzemesi, ancak aynı cinsten olurlarsa olur. Bu, Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in şu sözleri gibidir: “İçkiyi devamlı içen, puta ibadet eden gibidir.” (Süneni İbn Mace) “Muhakkak ki siz Rabbinizi, şu ayı görmede itişip kakışmadığınız gibi göreceksiniz.” (Buhari) Bilinen bir şeydir ki, bu hadiste yapılan benzetme, görme ve bunun açıkça olma meselesindedir. Şekil olarak ve her yönüyle görme değildir elbette. Aynı şekilde söz konusu hadiste (Zat-u Envat hadisinde), İsrail oğullarının müşriklere benzeme isteği vardır. Fakat bu benzeme büyük şirk noktasındadır. (Zat-u Envat hadisindeki) Müslümanların benzeme isteği ise küçük şirk noktasındadır. Fakat bu, zamanla büyük şirke kadar gider. Çünkü bidatler zamanla büyük şirke götürür. 154 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:141 Yeryüzünde ilk büyük şirkin ortaya çıkışı, salih kişilerin suretinde putlar yapmakla olmuştur. Zamanla ilim unutulunca bu putlara ibadet edildi. Salih kişilerin suretinde heykeller yapmak bizatihi büyük şirk değildir, fakat şirke yol açar. Zaten böyle oldu ve zamanla bu putlara ibadet edildi. Onun için şeriatımızda kabirler üzerine mescit yapmak yasaklanmıştır. Çünkü büyük şirke yol açar. Şöyle denilebilir: “Onların istekleri, sadece bir benzeme isteği ise niçin Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem onlara şöyle dedi? “Sizler Beni İsrailin dediği gibi dediniz.” Bunun cevabı şudur: “Burada, meselenin büyüklüğü göz önünde tutularak varacağı son noktaya göre hüküm verilmiştir. Bu, aynı Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e: “Allah ve sen dilersen” diyen adama, Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in sert ve şiddetli davranması gibidir. Adam büyük şirk işlemediği halde Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ona şöyle dedi: “Sen beni Allah’a eş mi tutuyorsun?” İmam Şatıbi şöyle dedi: “Geçmiş ümmetlere özellikle ehli kitaba, bid’atlerinde tabi olma hakkında Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dedi: “Ümmetim, kendinden öncekilerin gittiği yolu takip edecek.” Bu hadis, onların yapmış olduğu şeyi bu ümmetin de yapacağına bir delildir. Fakat illa onların yaptığı şeyleri her yönüyle aynen yapmaları şart değildir. Burada kastedilen; her yönüyle aynı şeyler olabileceği gibi sadece bir yönden benzerlik de olabilir. Birincisine (her yönüyle benzemeye) örnek, Rasûlullah’ın şu sözüdür: “Muhakkak ki, sizden öncekilerin sünnetine tabi olacaksınız.” Çünkü Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu hadiste şöyle buyurmaktadır: A'RAF:141 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 155 “Onlar bir keler deliğine girseler muhakkak siz de onları takip edeceksiniz.” İkincisine (bir yönüyle benzemeye) örnek, şu hadisi şeriftir: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e şöyle dediler: “Ya Rasulallah! Bize zat-u envat tayin et!” Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dedi: “Aynı, İsrail oğullarının: “Bize bir ilah yap” şeklindeki söylediği şeyi söylediniz.” Zat-u Envat edinmek, Allah’tan başka bir ilah edinmeye bir yönden benzemektedir. Fakat aynısı değildir. Nasta, tamamen bütün yönleriyle benzediğini ifade eden bir şey yoksa her yönden benzediğine hüküm vermemek gerekir. En iyisini Allah bilir.” (El İ’tisam c: 2, s: 245-246) Ben de diyorum ki: “İşte Usul İmamlarından İmam Şatıbi’nin, zat-u envat isteyenler hakkındaki görüşü: “Onlar büyük şirk olan bir şey istemediler. Onların isteği, Müşriklere ve İsrail oğullarının isteğine sadece bir yönden benzemekte idi. Yoksa aynısı değildi. Yani İsrail oğullarının istemesine her yönden benzememekte idi. Nasta bütün yönleriyle tamamen benzediğini ifade eden bir şey yoksa her yönden benzediğine hüküm vermemek gerekir.” İbn Teymiyye şöyle dedi: “Müşriklerin, üzerine silahlarını astıkları bir ağaçları vardı. Buna zat-u envat diyorlardı. Müslümanlardan bazıları şöyle dedi: “Ey Allah’ın rasulü! Bize, onların zat-u envatı gibi zatu envat tayin et!” Rasûlullah buyurdu ki: “Allah-u Ekber! Sizler, Musa’nın kavminin Musa’ya söylediği gibi söylediniz: “Onların ilahları gibi bize de 156 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:141 bir ilah yap!” Muhakkak ki sizler, sizden öncekilerin yolunu takip edeceksiniz.” Burada Nebi sallallahu aleyhi ve sellem, sadece kâfirlere benzeyerek silahlarını üzerine asacakları ve altında ibadet edecekleri bir ağaç edinmek istedikleri için onlara çok kızdı. Büyük şirk olmayan, kâfirlere benzeme isteğine karşı tavır böyle ise büyük şirk olan benzemeye karşı tavır acaba nasıl olur? Kim, sevap almak niyetiyle bir yere gitse fakat şeriat böyle yere gidilmesinde bir sevap görmüyorsa, yaptığı amel münker olur. Bu münkerlerden bazıları diğerinden büyük olabilir. Gidilen yer bir ağaç olabileceği gibi bir su kanalı veya bir dağ veya bir mağara da olabilir, fark etmez, yine de münkerdir. Kim, İslam şeriatının tayin etmediği belli bir yer tayin ederek namaz kılmak, Kur’an okumak, Allah’ı zikretmek ya da herhangi bir ibadeti yapmak gayesiyle oraya gider ve bu şeyin şeriatça iyi olduğunu söylerse yaptığı iş bir münker olur.” (İktida es Sırat-ı Mustakim s: 314-315) İmam İbni Teymiyye’nin bu sözünden apaçık anlaşılıyor ki, o topluluğun sadece istemesinde müşriklere benzetme vardır. Yoksa bizzat şirkte benzetme kastedilmemiştir. İbn Teymiyye’nin bu açıklamasının ardından zikrettiği misallere bir bak! Bunların hepsi bidat konusundadır, büyük şirk konusunda değildir. Bu, kulun bir yeri, bir ağacı veya bir su kanalını Allah’tan bir delil olmaksızın, bereketli sayarak daha çok sevap almak gayesi ile orada Allah’a ibadet yapmasıdır. İşte bu, bidatin ta kendisidir. Çünkü tevhid: Tek olan Allah’a, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in diliyle emrettiği şeylere göre ibadet etmektir. Şirk ise; Allah’tan başkasına, O’nunla beraber ibadet etmektir. Küfre götürmeyen bidat ise; Allah’ın genel A'RAF:141 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 157 olarak emrettiği şeylere bağlı kalarak, şeriata uygun olmayan belli konularda sadece O’na ibadet etmektir. (Örneğin; hakkında delil olmadığı halde bir ağacı bereketli sayıp daha çok sevap almak için onun altında Allah için Rasûlullah’ın gösterdiği namazı kılmak gibi…) İşte böylece kâfir ile bidatçi arasındaki fark ortaya çıkmıştır. Birincisi (kâfir); şeriatın hem tafsilatında hem de genelinde şeriata tabi olmayı terk etmiştir. İkincisi ise (bidatçi); şeriata genel olarak tabi olmuştur. Fakat tafsilatlı konularda hatası vardır. Genel olarak şeriata tabi olması, tafsilatlı konulardaki hatasını affettirir, yani; İslam dininden çıkartmaz. Mesela; “Beyt’ül Haram’da sadece Allah’a ibadet eden kimse, en büyük sevabı istemektedir. İşte bu kişi, sünnete göre muvahhiddir. Çünkü Allah bu mekânı diğer mekânlardan üstün kılmıştır. Ancak ölülere ibadet eden kimseye gelince... O, müşriktir. Çünkü o, ibadeti Allah’tan başkasına yapmıştır. Ancak kabirlerin yanında sadece Allah’a ibadet eden ve ona hiçbir şeyi şirk koşmayan kimseye gelince… İşte o, muvahhiddir. Çünkü Allah’a, başkasını şirk koşmamıştır. Fakat aynı zamanda o, bir bidatçidir. Çünkü şeriattan bir delil olmaksızın bir mekânı üstün tutmuştur. Bu sebeple sünnetten çıkmış, bidate sapmıştır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den zat-u envat isteyen topluluk, kesinlikle büyük şirk istememiştir. Çünkü öğrenilmesi gereken şeyin öğrenme zamanını geciktirmek caiz değildir. Bu, âlimlerin ittifak ettiği şer’i bir kaidedir. Bilinen bir şeydir ki, kul İslam’a ilk girdiği andan itibaren, ondan tevhidi sağlaması ve büyük şirkten uzak durması istenir. Buna göre, tevhid ve büyük şirkin öğretilmesinin geciktirilmesi nasıl caiz olur? Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in, ümmetine ilk andan itibaren ve gecikmeden büyük şirk hakkında bilgi verme- 158 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:141 diği, onlara bunu açıklamadığı, onlara bunu yasaklamadığı zannedilebilir mi? Rasûlullah, ümmeti şirke düştüğü zaman sadece, düştükleri şirki açıklamıştır. Mesela; ümmeti Allah’a ibadette şirke düştüğü zaman, onun şirk olduğunu söyler ve sakındırırdı. Hâkimiyet konusunda şirke düştüğü zaman, onun şirk olduğunu söyler ve sakındırırdı. Vela konusunda şirke düştüğü zaman onun şirk olduğunu söyler ve sakındırırdı. Yani bu şirklere düşmeden onları sakındırmazdı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in böyle yaptığı düşünülebilir mi?” Ben diyorum ki: “Allah’ın seçkin kıldığı Nebisi hakkında böyle düşünmek, onun görevini yerine getirmediğini düşünmek demektir ve ona büyük bir iftiradır. Bundan Rasûlullah’ı tenzih ederim. Muaz radıyallahu anh’ı ehli kitaba gönderdiği zaman: “Onları ilk önce tevhide davet etmesini, Allah’ı, tevhid ve şirk arasındaki farkı bildiren Allah’ın ilmini öğreninceye kadar diğer ibadetlere geçmemesini emrettiği halde nasıl olur da kendisi bunu yapmaz? Muhakkak ki biz, nebimizi ve bütün nebilerle rasulleri bu tür noksanlıktan ve iftiradan uzak tutuyoruz. Ayrıca Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hakkında böyle düşünmek, sahabelerin çoğunun tevhid ve şirkin hakikatini tam öğrenmeden ve tam yerine getirmeden ölmüş olmalarını gerektirir. Böyle düşünen kişi, imanını tekrar gözden geçirsin ve kabirde Rasûlullah hakkında sorguya çekilmeden Allah’tan korksun! Yoksa kabirde Rasûlullah hakkında sorulduğunda şöyle diyecektir: “Ha! Ha! Bilmiyorum. Duydum, insanlar bir şey söylüyordu, ben de onu söyledim.” A'RAF:141-142 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 159 Ben kesinlikle inanıyorum ki, her İslam’a girmek isteyen kula, daha İslam’a girmeden önce Nebi aleyhisselam tevhidi ve onun iyiliğini, şirki ve onun kötülüğünü öğretmiştir. Bütün İslam âlimleri, şeriatın feri meselelerinin bile ihtiyaç anında öğretilmesinin, öğretiminin geciktirilmesinin caiz olmadığı konusunda ittifak etmişlerdir. Durum böyleyken, temellerin temeli olan tevhidin ve tevhidi bozan büyük şirkten nasıl uzak durulacağının öğretilmesinin geciktirilmesi nasıl caiz olur? Bu açıklamalardan apaçık anlaşılıyor ki, zat-u envat isteyenlerin bu isteklerindeki benzerlik, büyük şirk konusunda değil, sadece müşriklere benzeme konusundadır. MUSA (A.S)’NIN TUR’A GİDİŞİ VE HARUN (A.S)’U VEKİL BIRAKIŞI ﻪﺑ ﺭﻴﻘﹶﺎﺕ ﻣﻢﺸﺮﹴ ﻓﹶﺘ ﺎ ﺑﹺﻌﺎﻫﻤﻨ ﻤﺃﹶﺗﻠﹶﺔﹰ ﻭ ﻟﹶﻴﲔﻰ ﺛﹶﻠﹶﺎﺛﻮﺳﺎ ﻣﻧﺪﺍﻋﻭﻭ ﻟﹶﺎ ﻭﺢﻠﺃﹶﺻﻲ ﻭﻣﻲ ﻗﹶﻮﻠﹸ ﹾﻔﻨﹺﻲ ﻓﻭﻥﹶ ﺍﺧﺎﺭ ﻫﻴﻪﺄﹶﺧﻰ ﻟﻮﺳﻗﹶﺎﻝﹶ ﻣﻠﹶﺔﹰ ﻭ ﻟﹶﻴﲔﻌﺑﺃﹶﺭ (١٤٢) ﻳﻦﻔﹾﺴِﺪﺒﹺﻴﻞﹶ ﺍﻟﹾﻤ ﺳﺒﹺﻊﺘﺗ 142 - Musa’ya, otuz geceye on gece ekleyerek (Allah'a dua edip O'nu yüceltmesi ve O'nunla konuşması için) buluşma zamanı tayin ettik. Rabbinin tayin ettiği kırk gece tamamlanınca, Musa kardeşi Harun’a dedi ki: “Kavmim içinde benim yerime geç, (onları) ıslah et ve bozguncuların yoluna tabi olma!” Allah-u Teâlâ daha önceki ayetlerde İsrail oğullarına, onları Firavun’dan kurtarması ve böylece ilerde onları yer- 160 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:142 yüzünün mirasçıları kılacağına dair söz vermesi gibi nimetleri saydı. Bu ve sonraki ayetlerde ise Musa aleyhisselam’a Tevrat’ı nasıl indirdiğini anlatmaya başladı. Eski tefsir kitaplarında şöyle bir rivayet naklediliyor: Musa aleyhisselam, Mısır’da bulunduğu sırada İsrail oğullarına; Allah-u Teâlâ’nın Firavun ve onun taraftarlarını helak edeceğine, sonra da kendilerine bir kitap vereceğine, bu kitapta yapmaları ve yapmamaları gerekenleri bildireceğine dair söz vermişti. İşte bu sebeple Musa aleyhisselam, Firavun ve ordusunun Allah-u Teâlâ tarafından helak edilmesi sonrası bu kitabı kendisine vermesini Allah-u Teâlâ’dan istemişti. Allah-u Teâlâ bu ve sonraki ayetlerde bu meseleyi haber veriyor. “Musa’ya, otuz geceye on gece ekleyerek (Allah'a dua edip O'nu yüceltmesi ve O'nunla konuşması için) buluşma zamanı tayin ettik. Rabbinin tayin ettiği kırk gece tamamlanınca...” Allah-u Teâlâ, Musa aleyhisselam ile konuşması için otuz geceliğine sözleşmiş ve bu otuz gece süresince oruçlu olmasını ona emretmişti. Musa aleyhisselam’ın oruçlu olarak geçirdiği bu 30 gece Zilkade ayının tamamıdır. Nihayet 30 gece bitince Musa aleyhisselam, ay süresince oruçlu olduğu için ağzında oluşan kokudan hoşlanmadı. Bu nedenle bir ağacın dalından kendisine misvak yaptı ve dişlerini misvakladı. Bu durum üzerine Allah-u Teâlâ, 10 gün daha oruç tutmasını ve kendisiyle oruçlu olarak konuşmasını ona emret- A'RAF:142 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 161 ti. Böylece bu süre toplam 40 güne tamamlandı ve artık buluşma zamanı geldi. Musa (a.s)’nın Kavmi İçerisindeki Yeri ve İsrail Oğullarının Bozuk Tabiatları: Musa aleyhisselam, İsrail oğullarının reisi idi. Ve Allahu Teâlâ, bu ayette Musa aleyhisselam’ın kavmine karşı olan birinci görevinin bu ayetle bittiğini haber vermektedir. Çünkü Musa aleyhisselam, onları zilletten, kölelikten, her türlü işkence ve eziyetten kurtaracağına dair söz vermiş, bu sözünü Allah-u Teâlâ’nın izniyle yerine getirmiştir. Şöyle ki; Allah-u Teâlâ, Firavun ve ordularını helak ederek onları kurtarmış, onları yeryüzünün mirasçıları kılmıştır. Allah-u Teâlâ İsrail oğullarına verdiği bu nimetler sonrası onlar hemen ilk gördükleri müşrik topluluğun içinde bulunduğu şirke tevessül etmişler ve Musa aleyhisselam’a karşı gelmişlerdir. Yine bu kimseler mukaddes toprağa girmeleri emrini yerine getirmemiş, oraya girmekten korkmuşlardır. Allah-u Teâlâ onlara uzun bir süre çölde kaybolma cezasını vermişti. İşte bu bozuk tabiatlı kavim henüz çok daha önemli olan göreve -ki o görev yeryüzünün halifeliğiydi- henüz hazır değildiler. Zira onlar sahip oldukları bu kötü vasıfları sebebiyle yeryüzünde Allah-u Teâlâ’nın dinini hâkim kılma görevini üstlenebilecek durumda değildiler ve aynı zamanda buna da hazır değildiler. Çünkü onlar hala zayıf, zillete alışmış olan, birtakım çirkin hallerini henüz üzerlerinden atamamış olan kimselerdi. İşte bu sebeple Firavun’dan kurtulmaları akabinde Musa aleyhisselam’a karşı gelerek şirke yönelmek istemişlerdir. Öyleyse bu kavmin tam olarak terbiyeye ihtiyaçları vardı ve bu terbiye ise ancak risalet ve risaleti destekleyen 162 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:142 bir kitap ile yerine getirilebilirdi. Ancak bu şekilde ilerde karşılaşabilecekleri büyük meselelere hazırlanabilirlerdi. Allah-u Teâlâ işte bu sebeple Musa aleyhisselam ile sözleşmiş ve O’na kitap vermek istemiştir. Bu kitap ise Tevrat’tır. Allah-u Teâlâ, Musa aleyhisselam’a kitap vermesi öncesi onu bu göreve tam olarak hazırlamak istiyordu. Ve bu sebeple ona Tur dağına gitmesini, orada 30 gün kalmasını, bu 30 günü oruçlu olarak geçirmesini emretti. Musa aleyhisselam da Allah-u Teâlâ’dan aldığı emri yerine getirdi. Tur dağına gitti ve 30 gün boyunca oruç tuttu. Allah-u Teâlâ daha sonra 10 gün daha oruçlu kalmasını ona emrederek bu süreyi 40 güne tamamladı. Böylece Musa aleyhisselam Allah-u Teâlâ ile görüşmek için hazır hale geldi. “Musa kardeşi Harun’a dedi ki: “Kavmim içinde benim yerime geç…” Musa aleyhisselam, Allah-u Teâlâ’yla buluşmak için Tur dağına gideceği sırada kardeşi Harun aleyhisselam’a şöyle dedi: “Kavmim içinde benim yerime geç ve halifem ol. Onların ne yapıp yapmadıklarını iyice gözet…” “(onları) ıslah et…” “Onlara sadece Allah’a ibadet etmelerini emret. Çünkü sadece Allah’a ibadet ederlerse bu onların ıslahı sayılır.” “ve bozguncuların yoluna tabi olma!” “Şayet onlardan bir kimse şirke ya da günaha sizleri davet ederse ona sakın uyma.” A'RAF:142 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 163 Musa (a.s)’nın Harun (a.s)’a Nasihat Sebebi: Musa aleyhisselam, Allah ile görüşmek için gittiğinde kardeşi Harun aleyhisselam’ı kendi yerine İsrail oğullarına halife olarak bırakmış ve ona nasihatte bulunmuştu. Musa aleyhisselam’ın Harun aleyhisselam’a nasihat etmesi, ona sadece bir hatırlatmadır. Çünkü Harun aleyhisselam da kendisi gibi Allah-u Teâlâ tarafından gönderilmiş ve Musa aleyhisselam’a vezir kılınmış bir rasul idi. Allah-u Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor: “(Musa dedi ki:) Ailemden bana bir vezir kıl. Kardeşim Harun’u... Onunla arkamı kuvvetlendir. Onu işimde ortak yap.” (Ta-ha: 29-32) Musa aleyhisselam, kardeşi Harun aleyhisselam’a nasihat etmişti. Çünkü Müslüman Müslümana nasihat eder. Ve her Müslümanın Müslümana nasihat etmesi vaciptir. Musa aleyhisselam, yerine Harun aleyhisselam’ı halife olarak bırakırken ona verdiği görevin ağırlığını çok iyi biliyordu. Ayrıca İsrail oğullarının sahip oldukları bozuk tabiatı da çok iyi biliyordu. İşte bu sebeple ona nasihat etti. Harun aleyhisselam da Musa aleyhisselam’ın kendisine yaptığı nasihati çok iyi anladı ve yapılan nasihat nefsine ağır gelmedi. Zira yapılan nasihatler ancak şerli olan, serbest hareket etmek isteyen, kibirlenmek isteyen aciz, zayıf ve değersiz kimselerin nefislerine ağır gelirdi. Çünkü böyle kimseler kendilerine yapılan nasihatleri nefislerini alçaltmak olarak algılarlar. O yüzden yapılan nasihatlere kulak vermezler. Oysa aklı başında ve takvalı olan bir kişi kendisine yapılan nasihate sevinir. Çünkü böyle bir kimse bilir ki bir kimse kendisine nasihat ederse o nasihat kendisine mutlaka hayır getirir. Böylece kendisine yapılan nasihate kulak verir, ondan uzaklaşmaz, bilakis ona doğru koşar. 164 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:142-143 Fakat aciz, zayıf ve değersiz kimseler kendilerine uzatılan yardım elini tutmaz, bilakis ondan kurtulmaya, uzaklaşmaya çalışır. Zira böyle kimseler kendilerini öyle bir yerde görürler ki kendilerinin yardıma ihtiyaçları olmadığını, büyük kimseler olduklarını göstermeye çalışırlar. Oysa gerçekten büyük olan kişi kendisine nasihat verildiği zaman o nasihat kendisini sevindiren kimsedir. İşte Harun aleyhisselam’ın Musa aleyhisselam’ın kendisine verdiği nasihate takındığı tavır böyle idi. MUSA (A.S)’NIN ALLAH (C.C) İLE KONUŞMASI VE O’NU GÖRME İSTEĞİ ﻚ ﺇﹺﻟﹶﻴﻈﹸﺮ ﺃﹶﺭﹺﻧﹺﻲ ﺃﹶﻧﺏ ﻗﹶﺎﻝﹶ ﺭﻪﺑ ﺭﻪﻛﹶﻠﱠﻤﺎ ﻭﻨﻴﻘﹶﺎﺗﻤﻰ ﻟﻮﺳﺎﺀَ ﻣﺎ ﺟﻟﹶﻤﻭ ﻑﻮ ﻓﹶﺴﻪﻜﹶﺎﻧ ﻣﻘﹶﺮﺳﺘ ﺍﻞﹺ ﻓﹶﺈﹺﻥﺒﺮ ﺇﹺﻟﹶﻰ ﺍﻟﹾﺠ ﻧﻈﹸﻦﹺ ﺍﻟﹶﻜﺍﻧﹺﻲ ﻭﺮ ﺗﻗﹶﺎﻝﹶ ﻟﹶﻦ ﺎﻘﹰﺎ ﻓﹶﻠﹶﻤﻌﻰ ﺻﻮﺳ ﻣﺮﺧﺎ ﻭﻛ ﺩﻠﹶﻪﻌﻞﹺ ﺟﺒ ﹾﻠﺠ ﻟﻪﺑﻠﱠﻰ ﺭﺠﺎ ﺗﺍﻧﹺﻲ ﻓﹶﻠﹶﻤﺮﺗ (١٤٣) ﻨﹺﲔﻣﺆﻝﹸ ﺍﻟﹾﻤﺎ ﺃﹶﻭﺃﹶﻧ ﻭﻚ ﺇﹺﻟﹶﻴﺒﺖ ﺗﻚﺎﻧﺤﺒ ﻗﹶﺎﻝﹶ ﺳﺃﹶﻓﹶﺎﻕ 143- Musa, tayin ettiğimiz yere gelip Rabbi onunla konuşunca şöyle dedi: “Ey Rabbim! Bana kendini göster ki sana bakayım!” (Rabbi ona) Şöyle dedi: “Beni asla (dünyada) göremezsin. Fakat şu dağa bak; eğer (o dağ) yerinde durursa, o zaman beni görebilirsin.” (Musa’nın) Rabbi dağa tecelli edince, dağı (kum gibi çökerterek) yerle bir etti. (Gördüğü şeyin azamet ve yüceliğinden korkarak) Musa bayılmış bir vaziyette (yığılıp) yere düştü. Ayılınca (kendisini Allah’a teslim ederek) şöyle dedi: “(Ey Rabbim!) Seni her türlü noksanlıklardan tenzih ederim. (“Bana kendini göster" dediğim için) Sana tevbe A'RAF:143 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 165 ettim. Ben, (Senin azametinin büyüklüğüne) iman edenlerin ilkiyim.” “Musa, tayin ettiğimiz yere gelip Rabbi onunla konuşunca...” Allah-u Teâlâ’nın Musa aleyhisselam ile konuşması ve ona Tevrat’ı vermesi vakti geldiğinde Musa aleyhisselam kendisine söylenilen yere geldi. Ve Allah-u Teâlâ ona keyfiyetsiz ve vasıtasız bir şekilde konuştu. Öyle ki Musa aleyhisselam, Allah-u Teâlâ’nın kelamını keyfiyetsiz ve vasıtasız bir şekilde duydu. Dünyada Allah-u Teâlâ’nın kelamını duyma hadisesi sadece Musa aleyhisselam için olmuş, ondan başkasına bu özellik verilmemiştir. Bu ayet Allah-u Teâlâ’nın kelam sıfatının olduğunu ve bu sıfatının kendi zatına layık bir sıfat olduğunu göstermektedir. “(Musa) şöyle dedi: “Ey Rabbim! Bana kendini göster ki sana bakayım!” Musa aleyhisselam Allah-u Teâlâ’nın kelamını duyduğu zaman nefsinde hemen O’nu görme arzusu yer etti ve bu sebeple Allah-u Teâlâ’dan, kendisini göstermesini istedi. O’na şöyle dedi: “Ey Rabbim! Kendini bana göster de Sana bakayım.” “(Rabbi ona) Şöyle dedi: “Beni asla (dünyada) göremezsin.” Allah-u Teâlâ, Musa aleyhisselam’ın kendisini görme isteği üzerine ona şöyle cevap verdi: “Ey Musa! Sen beni asla göremezsin. Çünkü dünyada hiç kimsenin beni görmesi asla mümkün değildir.” 166 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:143 “Fakat şu dağa bak; eğer (o dağ) yerinde durursa, o zaman beni görebilirsin.” (Musa’nın) Rabbi dağa tecelli edince, dağı (kum gibi çökerterek) yerle bir etti.” Allah-u Teâlâ, Musa aleyhisselam’a kendisini görmesinin mümkün olmadığını söyledikten sonra bunu ona şu şekilde söyleyerek ispat etmek istedi: “Ey Musa! Sen beni görmek istemektesin. Fakat beni görmenin mümkün olmadığını anlamak istiyorsan o halde şu Tur dağına bak. Şayet o yerinde kalabilirse o zaman senin de beni görmen mümkün olabilir.” Allah-u Teâlâ Musa aleyhisselam, bu sözleri söyledikten sonra dağa tecelli etti. Bu tecelli karşısında dağ, paramparça oldu. Allah-u Teâlâ’nın ayetin bu kısmında haber verdiği “dağa tecelli etmesi meselesi” bilmediğimiz bir durumdur. Bu sebeple onun hakkında soru sormamamız ya da çeşitli yorumlara, tevillere gitmememiz gerekir. Bu konuda inancımız Allah-u Teâlâ’nın dağa tecelli ettiğidir. Keyfiyeti ise Allah-u Teâlâ’ya aittir. Bu konuda sahih rivayetler söz konusu değildir. Öyleyse bu meseleye olduğu gibi iman etmemiz gerekir. Sapık Tarikat Ehlinin Batıl İddiası: Zamanımızda gerçek tevhidden uzaklaşmış, şirk bataklığında yüzmekte olan sapık tarikatlara mensup olan kimseler şöyle bir iddia ortaya atarlar: İddia: “Allah-u Teâlâ, nebilerinin ve velilerinin gönüllerine tecelli eder. Tabi hepsinin derece ve mertebesine göre... Cenab-ı Hak eşyada da tecelli eder. O halde şeyhe rabıta yapılabilinir. Bunun mümkün olabileceğini Musa aleyhisselam ile ilgili şu hadise bize göstermektedir: A'RAF:143 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 167 “Musa, tayin ettiğimiz yere gelip Rabbi onunla konuşunca şöyle dedi: “Ey Rabbim! Bana kendini göster ki sana bakayım!” (Rabbi ona) Şöyle dedi: “Beni asla (dünyada) göremezsin. Fakat şu dağa bak; eğer (o dağ) yerinde durursa, o zaman beni görebilirsin.” (Musa’nın) Rabbi dağa tecelli edince, dağı (kum gibi çökerterek) yerle bir etti.” (A’raf: 143) İddiaya Cevap: Tecelli kelimesi; görünmek, ortaya çıkmak manalarına gelir. Fakat Allah-u Teâlâ’nın dağa tecellisinin keyfiyeti nedir? Nasıl tecelli etmiştir? Bu mesele Allah-u Teâlâ’nın ilminde saklıdır. Ve bu meseleye olduğu gibi iman edilmesi gerekir. Ayrıca ayete dikkatle bakılırsa “Allah-u Teâlâ’nın dağa tecelli ettiğini” görüyoruz. Yani; Allah-u Teâlâ dağda değil, dağa tecelli etmiştir. Fakat nasıl tecelli ettiği konusunda bize bir bilgi vermemiştir. Durum böyleyken Allah-u Teâlâ’nın veli denilen ve şeyh yakıştırması yapılan kullara da tecelli edebileceği iddiası nasıl ortaya atılabilir? Şayet Rabıta ehlinin anladığı şekilde Allah-u Teâlâ dağa tecelli ettiği gibi şeyhe de tecelli etseydi şeyhin de tıpkı dağın parçalanması gibi parça parça olması gerekirdi. Ne var ki bu kimselerin anlayışına göre herhalde şeyh dedikleri o kimseler dağdan daha olağan üstü güçlere ve meziyetlere sahip ki Allah-u Teâlâ’nın tecellisiyle ayakta kalabiliyor, bununla kalmayıp müritlerinin adına avukatlık yapabilecek duruma geliyor ve hatta onların istimdat etmeleri halinde onların sıkıntılarını dahi giderebiliyor... Oysa Allah-u Teâlâ rasulü olduğu halde Musa aleyhisselam bile, sırf Allah-u Teâlâ’nın dağa tecellisi sebebiyle baygın düşmüştür. 168 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:143 Toplulukları kendi peşlerinden cehenneme sürükleyen, onların anlayışlarını körelten sapık tarikat şeyhleri, müritlerini öyle bir uyutmuşlar ki ve hala uyutmaktadırlar, onların muhakemeleri işlemez hale gelmiştir. Öyle ki bu zavallı müritler, şeyh denilen bu saptırıcı kimselere Allah-u Teâlâ’nın tecelli edebileceğini söyleyerek şeyh edindikleri kimseleri bir rasulden, Allah-u Teâlâ’nın tecellisiyle paramparça olmuş koskocaman bir dağdan daha üst seviyeye getirmişlerdir. Böylece asıl bağlanmaları, yardım istemeleri, yönelmeleri, tevbe etmeleri, istiğfarda bulunmaları, devamlı zikredip hatırlamaları gereken yüce yaratıcıları Allah-u Teâlâ olması gerektiği halde kendileri gibi bir beşer olan bu saptırıcılara bağlanmış, onlara yönelmiş, onlardan medet umar olmuşlardır. Bu kimseler şunu iyi bilsinler ki bu saptırıcılar kendilerini ateşe çağırmaktadırlar. O halde gerçek hakkı ve hidayeti isteyen kimse Allah-u Teâlâ’nın ayetlerini iyi anlamaya çalışsın ve sadece Allah-u Teâlâ’nın kitabına ve O’nun son rasulü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in sahih sünnetine bağlansın. Kurtuluş ancak bu iki kaynağa bağlanmakla olur… “(Gördüğü şeyin azamet ve yüceliğinden korkarak) Musa bayılmış bir vaziyette (yığılıp) yere düştü.” Allah-u Teâlâ’nın dağa tecelli edip dağın paramparça olması durumunu gören Musa aleyhisselam, bu dehşet verici olaydan o kadar etkilendi ki hemen oracıkta bayılıverdi. “Ayılınca (kendisini Allah’a teslim ederek) şöyle dedi: “(Ey Rabbim!) Seni her türlü noksanlıklardan tenzih ederim. (“Bana kendini göster" dediğim için) Sana tevbe ettim. Ben, (Senin azametinin büyüklüğüne) iman edenlerin ilkiyim.” A'RAF:143 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 169 Daha sonra kendisine geldiğinde şöyle dedi: “Ey Allah’ım! Seni her türlü noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben Sana yöneldim ve tevbe ettim. Bundan böyle bu gibi istekleri artık Sen’den isteyecek değilim. Ve ben, Senin büyüklüğüne, yüceliğine, azametine ilk iman edenim. Ben şunu çok iyi anladım ki, dünyada seni görmek benim için mümkün değil. Ben Seni görecek güçte ve durumda değilim. Bunu şimdi daha iyi ve kesin bir şekilde anladım. Ve ben Sana bu konuda inananların ilkiyim.” Allah-u Teâlâ’yı Görmek Mümkün mü? Allah-u Teâlâ’nın görülmesiyle alakalı değişik görüşler vardır. Mutezile’ye göre Allah-u Teâlâ’yı dünyada ve ahirette görmek kesinlikle mümkün değildir. Ehlisünnete göre ise Allah-u Teâlâ’yı dünyada görmek mümkün değildir. Fakat cennet ehli olan kimseler ahirette keyfiyetsiz ve mesafesiz bir şekilde Allah-u Teâlâ’yı göreceklerdir. Bu konuda sahih, sabit ve mütevatire yakın hadisler vardır. Bu konudaki deliller şunlardır: Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: “O gün (öyle) yüzler (var ki) ışıl ışıl parlar. Rablerine bakıp durur(lar).” (Kıyame: 22-23) Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “İşte siz, ayı nasıl görüyorsanız Allah-u Teâlâ’yı da böylece açık bir şekilde göreceksiniz.” (4) ( 4) Buhari, Müslim, Ahmed, Sünen Kitapları. 170 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:143 Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Allah-u Teâlâ bir kudsi hadiste buyurdu: “Ben salih kullarıma hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı, hiçbir kalbe ve hatıra gelmeyen güzel şeyler hazırladım.”(5) İşte bu delillerde kastedilen Allah-u Teâlâ’nın keyfiyetsiz bir şekilde görülmesidir. Yine bu ayette Allah-u Teâlâ’nın: “Beni asla (dünyada) göremezsin.” sözü Allah-u Teâlâ’yı görme imkânı olduğunu göstermektedir. Zira Allah-u Teâlâ’yı görmek şayet imkânsız bir şey olsaydı Allah-u Teâlâ: “Len terânî” yani; “sen beni asla göremezsin” demez, “ben görünmezim” derdi. Bu da gösteriyor ki Allah-u Teâlâ’yı görmek mümkündür ve bu görme işi dünyada olacak bir şey değildir. Bu sebeple Musa aleyhisselam’a: “Sen beni asla göremezsin” demiştir. Yani; dünyada asla göremezsin manasındadır. Bu nedenle bu ayet, dünyada Allah-u Teâlâ’nın görülmesinin mümkün olmadığını açıkça göstermektedir. Yine Allah-u Teâlâ’nın, kendisinin görülmesi meselesini dağın yerinde kalmasına bağlaması da Allah-u Teâlâ’nın görülebileceğinin bir delilidir. Çünkü dağın yerinde kalması imkânsız olan bir şey değildir. Eğer Allah-u Teâlâ dileseydi dağ mutlaka yerinde kalırdı ve Allah-u Teâlâ’yı görmek de mümkün olurdu. Fakat Allah-u Teâlâ dünyada bu meselenin gerçekleşmesini dilememiştir ve dağ da yerinde kalmamıştır. Öyleyse imkânsız gözüken bir şeyin imkânlı bir şeye bağlanması o şeyin imkânsız olmadığını gösterir. Ayrıca Musa aleyhisselam Allah-u Teâlâ rasulü olan bir kimsedir. Ve Allah-u Teâlâ’yı en iyi tanıyan bir insandır. ( 5) Buhari, Müslim, Ahmed, Tirmizi, İbni Mace. A'RAF:143-144 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 171 Şayet Allah-u Teâlâ’yı görmek her halükarda imkânsız olsaydı Allah-u Teâlâ’dan böyle bir istekte bulunmazdı. MUSA (A.S)’YA VERİLEN NİMETLER ﻲﺑﹺﻜﹶﻠﹶﺎﻣﻲ ﻭﺎﻟﹶﺎﺗﺎﺱﹺ ﺑﹺﺮﹺﺳﻠﹶﻰ ﺍﻟﻨ ﻋﻚﻴﺘ ﺻﻄﹶﻔﹶ ﻲ ﺍﻰ ﺇﹺﻧﻮﺳﺎ ﻣﻗﹶﺎﻝﹶ ﻳ (١٤٤) ﺮﹺﻳﻦﺎﻛ ﺍﻟﺸﻦﻦ ﻣ ﻛﹸ ﻭﻚﺘﻴﺎ ﺁﺗﺬﹾ ﻣﻓﹶﺨ 144 – (Allah Musa'ya verdiği nimetleri hatırlatarak) Dedi ki: “Ey Musa! Muhakkak ki Ben; sana rasullük vererek ve seninle konuşarak, seni (zamanındaki) insanlardan üstün kıldım. Sana verdiğimi al (kavmine tebliğ et) ve (sana verdiğim bu nimetlerden dolayı) şükredenlerden ol. Allah-u Teâlâ Musa aleyhisselam’a, kendisini dünyada görmesinin imkânsız olduğunu haber verdikten sonra onu teselli etmek için ona verdiği nimetleri haber vererek, bu nimetler sebebiyle şükretmesini ona emretti. Böylece ona sanki şöyle demek istedi: “Ey Musa! Beni görmeni sana engellemiş olmam sebebiyle sakın üzülme. Zira beni dünyada görmek imkânsızdır. Buna rağmen ben, sana bunun gibi değerli olan daha başka nimetler verdim. Öyle ki zamanındaki insanlardan rasullük vermem sebebiyle seni üstün kıldım. Yine seninle vasıtasız konuşmamla seni hem zamanındaki insanlara hem de kıyamete kadar gelecek olan bütün insanlara üstün kıldım. O halde beni görememiş olmana üzülme ve sana verdiğim nimetlerimi düşün, onlar sebebiyle şükret. Böylece sana verdiklerime sımsıkı sarıl. Sana verdiklerim senin için yeterlidir. Bunları nefsine uygula ve insanların 172 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:145 uygulamalarını da onlara emret. İşte bu şekilde yaparak sana verilen bu nimetler sebebiyle sürekli olarak Allah’a şükredenlerden ol. Ve sana verdiğim rasullük görevini layıkıyla yerine getir. Bu sebeple insanlara gerçek rablerini öğretme konusunda hırsla çalış ve bu konuda onlara hem sözünle, hem de amelinle örnek ol.” MUSA (A.S)’YA VERİLEN LEVHALAR ﺎﺬﹾﻫﺀٍ ﻓﹶﺨﻲﻜﹸﻞﱢ ﺷﻴﻠﹰﺎ ﻟ ﹾﻔﺼﺗﻈﹶﺔﹰ ﻭﻋﻮﻲﺀٍ ﻣ ﻛﹸﻞﱢ ﺷﻦﺍﺡﹺ ﻣﻲ ﺍﻟﹾﺄﹶﻟﹾﻮ ﻓﺎ ﻟﹶﻪﻨﺒﻛﹶﺘﻭ (١٤٥) ﲔﻘ ﺍﻟﹾﻔﹶﺎﺳﺍﺭﻢ ﺩ ﺄﹸﺭﹺﻳﻜﹸﺎ ﺳﻨﹺﻬﺴﺬﹸﻭﺍ ﺑﹺﺄﹶﺣﺄﹾﺧ ﻳﻚﻣ ﻗﹶﻮﺮﺃﹾﻣ ﻭﺓﺑﹺﻘﹸﻮ 145 – Musa için (Tevrat'ın yazılı olduğu) levhalarda (dünya ve ahiret mutluluğunu elde etmek için gerekli olan) her şeyi, öğüt olsun diye ayrıntılı bir şekilde açıkladık. (Ey Musa! Tevrat'ın) Hükümlerine sımsıkı sarıl. Kavmine de, onun en güzelini almayı emret. Fasıklar diyarında fasıkların başlarına gelecekleri pek yakında size göstereceğim. “Musa için (Tevrat'ın yazılı olduğu) levhalarda (dünya ve ahiret mutluluğunu elde etmek için gerekli olan) her şeyi, öğüt olsun diye ayrıntılı bir şekilde açıkladık.” Allah-u Teâlâ, bu ayette Musa aleyhisselam’a verdiği risaletin bazı detayını açıklamaya başladı ve şöyle buyurdu: “Biz Musa’ya levhaları verdik. Ve o levhalarda insanların din ve dünya konusuyla ilgili olan her türlü ihtiyaçlarını açıkladık.” Musa aleyhisselam’a verilen levhaların mahiyeti konusunda müfessirler ihtilaf etmişler ve bu levhaları değişik A'RAF:145 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 173 vasıflarla vasfetmişlerdir. Fakat bu vasıfların hepsi İsrailiyattan olup haklarında Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den gelen sahih bir rivayet yoktur. Kur’an’da bu levhalar hakkında geniş bir bilgi vermemiştir. Bu sebeple bu mesele üzerinde sadece Kur’an’ın bildirdiği şekilde durmak ve Musa aleyhisselam’a levhaların verildiğine inanmak, dolayısıyla bu levhalar nasıldır, içlerinde neler yazıyordu gibi teferruatlar üzerinde durmamak gerekir. Allah-u Teâlâ’nın, Musa aleyhisselam’a verdiği levhalarda emir ve yasaklar vardır ve insanlara hem dünyada hem de ahirette mutlu olmaları için lazım olan her şey tafsilatlı olarak açıklanmıştır. Dolayısıyla o zamanki insanların ihtiyaç duydukları her şeyi, ahireti kazanmak için yapılması gerekenleri ihtiva etmekteydiler. Bu sebeple bu levhalar Musa aleyhisselam’ın kavmine bir yüktür. İçlerinde insanlar için öğüt ve her şeyin ayrıntısı vardır. Dolayısıyla insanları dünya ve ahirette mutlu edecek emirler mevcuttur. İçlerindeki “öğüt”; nefisleri hayır işlemeye ve şer amelleri terk etmeye teşvik eden, hayrın mükâfatını müjdeleyip şerrin cezasıyla korkutan her türlü emir ve yasaklardır. İçlerindeki açıklanan “her şey”den kasıt; Musa aleyhisselam ve kavmine, dinleri konusunda gerekli olan helal ve haramlar ile iyi ve kötü şeylerin ne olduğuna dair bilgiler demektir. Yoksa "her şey"den kasıt genel değil, belirtilen şeylerle sınırlıdır. “(Ey Musa! Tevrat'ın) Hükümlerine sımsıkı sarıl. Kavmine de, onun en güzelini almayı emret.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında Musa aleyhisselam’a şöyle buyuruyor: “Ey Musa! Sana verdiğim levhaların hükümlerini uygulamak suretiyle onlara sımsıkı sarıl. O hükümleri uygula- 174 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:145 ma konusunda azimetle amel et. Levhaların içindeki helalleri, haramları şahsında uygula ve insanları bu hükümlere davet et, onlara bu hükümleri emret ve böylece onlar da bu hükümlere doğru bir şekilde sarılsınlar ve güzel bir şekilde amel etsinler.” Tevrat’ın Hükümlerine En Güzeliyle Sarılmak: Allah-u Teâlâ, Musa aleyhisselam’a verdiği Tevrat’ın hükümlerine bağlanmasını, onda olan emir ve nehiylere göre amel etmesini ve ona en güzeliyle sarılmasını, kavmine de bu şekilde sarılmalarını tebliğ etmesini emretmiş ve bunları yerine getirmeyi bir ibadet saymıştır. Şimdi burada şöyle bir soru akla gelebilir: Allah-u Teâlâ bu ayette “onun en güzelini almayı emret” buyuruyor. Acaba bu söz; “Tevrat’ta güzel olmayan şeyler de vardır” anlamına gelir mi? Çünkü ayetin bu kısmında güzel olan şeylere sarılmak emredilmiştir. Âlimler bu soruya şöyle cevap verdiler: Allah-u Teâlâ’nın Tevrat’ta yazdığı hükümlerin bazıları iyidir, bazıları daha iyidir. Şöyle ki; katili affetmek, ona kısas uygulamaktan daha iyidir. Yapılan kötülüğe kötülükle karşılık vermek yerine sabretmek daha iyidir. Dolayısıyla Allah-u Teâlâ bu sözüyle, hükümlerin en güzeline, en iyisine sarılmalarını emretmiştir. Çünkü böyle yapmakta çok daha fazla sevap vardır. Tıpkı Allah-u Teâlâ’nın Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e şu buyruğundaki gibi: “Siz hissetmeksizin, ansızın azap size gelmeden önce Rabbinizden size indirilenin en güzeline uyun.” (Zümer: 55) A'RAF:145 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 175 Allah-u Teâlâ’nın şu ayeti de böyledir: “Onlar ki sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar. İşte bunlar, kendilerine Allah’ın hidayet ettikleridir. Ve işte onlar akıl sahibi olanlardır.” (Zümer: 18) Bu meseleyle ilgili soru soran kimse şöyle diyebilir: “Şayet Allah-u Teâlâ en güzeliyle amel edilmesini emretmişse, bu demektir ki güzel olmayanıyla amel etmek yasaklanmıştır. O halde yasaklanan şey, iyi değil demektir.” Bu kimseye şöyle cevap verildi: “En güzelini almak farz değil, menduptur. Dolayısıyla bu konuda bir kimse muhayyerdir. Böylece dilerse güzelini alır, dilerse en güzelini alır. O halde en güzelini alması onun için mendup olur, farz olmaz. Üstelik Tevrat’ta güzel olmayan hüküm yoktur. Bazı âlimler de bu soruya şöyle cevap verdiler: “onun en güzelini almayı emret” ayetinin manası; içindeki güzel şeylerle sarılsınlar manasındadır. Çünkü Tevrat’ın hükümlerinin hepsi güzeldir. Allah-u Teâlâ bu konuyla ilgili olarak bir başka ayette şöyle buyuruyor: “Allah’ı zikretmek en büyüktür.” (Ankebut: 45) Bazı âlimler şöyle dediler: Hasen (güzel)in içine; vacip, mendup, mübah olan meseleler girer. Bu üç şeyin en güzeli, vacipler ve menduplardır. Yani; azimetli olan şeylerle sarılmalarını istemiştir, ruhsatlı olan şeylerle değil. Ayetin manası şöyle de olabilir: Allah-u Teâlâ onları terbiye etmek için ve daha zor olan şeylere sarılsınlar diye azimetli şeylere sarılmalarını emretmiştir. Çünkü onlar uzun bir müddet zillet ve zayıflık altında kaldılar. 176 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:145 Fasıklar Yurdu: “Fasıklar diyarında fasıkların başlarına gelecekleri pek yakında size göstereceğim.” Allah-u Teâlâ, Musa aleyhisselam’a Tevrat’ın hükümlerine en güzel şekilde sarılmasını ve insanların da sarılmalarını emrettikten sonra, onlara fasıklar diyarında fasıkların başlarına gelecekleri göstereceğini haber veriyor. Buradaki fasık lafzı, kâfir manasındadır. Ayetin bu kısmının iki manası olabilir: Birincisi: Tehdit manasındadır. Bu söz, Allah'ın emrine muhalefet edenlere ve uymayanlara bir tehdit, bir korkutmadır. . Bu manaya göre iki görüş vardır: a) Ayetteki "fasıklar diyarı"ndan kasıt cehennemdir. Bu, İbn Abbas, Hasen ve Mücahid'in görüşüdür. Ayette geçen “fasıkların başlarına gelecekleri pek yakında size göstereceğim”den kasıt ise; fasıklar (kâfirler) gibi olmayasınız ve onlar gibi cehenneme düşmeyesiniz diye, daima hatırlamanız, ibret almanız ve sakınmanız için orada onların başlarına gelenleri size anlatacağım demektir. b) Bu ayetten kasıt; Şam halkından fasıkların yurdunu size göstereceğim ve siz oraya yerleşeceksiniz. Orada bulunan kâfirlerin başlarına gelenler sizin de başınıza gelmesin ve ibret alasınız diye, onların başlarına gelenleri size göstereceğim demektir. Bu ise Katade’nin görüşüdür. İkincisi: Müjde manasındadır. Bu söz, düşmanlarının bulunduğu yere kendilerinin mirasçı kılınacağına dair onlara verilen bir müjdedir. O halde bu kıssalardan anlaşılan gerçek şu ki; hangi ülke Allah-u Teâlâ’nın şeriatını uygulamıyor, onun yerine beşer aklının ürünü şeriatlarla insanlara hükmediyorsa, işte o ülke fasıkların, kâfirlerin diyarı olan bir ülkedir. Dolayı- A'RAF:145 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 177 sıyla böyle bir ülkede yaşayan insanlar, bu gibi yönetimlere itaat eder, onlara karşı gelmez, onları reddetmezlerse işte onlar da kendilerini yönetenler gibi fasık ve kâfir hükmünü almayı hak ederler. Yaşadığımız çağda bazı ülkeler vardır ki, bu ülkelerin bulunduğu topraklarda bir zamanlar İslam şeriatı hüküm sürmüş, sonra bu topraklar birtakım işgalciler tarafından işgal edilmiş, işte bu işgalciler kendi küfür kanunlarını şeriat kanunlarının çoğunu iptal edip bazı kısmi uygulamalar yaparak yürürlüğe koymuşlardır. Öyle ki uyguladıkları küfür kanunlarının çoğunu ya İngilizlerden, ya Fransızlardan veya daha bunlar gibi haçlı zihniyetli kimselerle İslam’a düşmanlıkta sınır tanımayan Yahudilerden ya da onların uşaklarından, işbirlikçilerinden almışlardır. Buna rağmen bu işgalci kâfir fasıklar, her ne kadar küfür kanunlarla hükmediyorlarsa da, daha önce şeriatı tanımış halklarının bazı İslami amelleri yapmaları konusunda onlara engel koymamışlardır. Örneğin; namaz, oruç, zekât, hac ya da kadınların örtünmesi gibi amelleri serbest bırakmışlardır. İşte böyle meseleleri veya bunlar gibi kendilerine zarar vermeyen bazı meseleleri uygulamaları konusunda insanlara kolaylık tanımışlar, istisnai durumlar dışında böyle meselelerde onlara zorluk çıkarmamışlardır. İşte bu sebeple de camileri açık tutmuşlar, imamlar tayin etmişler, bazı istisnai ülkeler hariç kılık kıyafet konusunda bile insanları serbest bırakmışlardır. Hatta bu gibi sistemlerde yönetici konumuna gelmiş kimseler, kendilerinin de Müslümanlardan olduğunu insanlara göstermek için çok titiz davranmışlardır. Böylece kendilerinin Allah-u Teâlâ’nın hükmünü uygulamayan kâfir birer fasıklar oldukları aşikâr olduğu halde, buna rağmen Müslümanlıklarını ilan etmişlerdir. İşte bu konuda kendile- 178 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:145 rine en büyük destekçiler, yine kendilerinin hazırlayıp piyasaya sundukları, kendilerine birçok unvanlar verdikleri, dünya hayatını ahirete tercih etmiş olan, Allah-u Teâlâ’nın ayetlerini az bir pahaya satan, Allah-u Teâlâ’nın hükümlerini insanlara açıklamayıp gizleyen, böylece laneti hak eden sahte din âlimleri, hocalar olmuştur. Böylece bu belamlar sayesinde cahil olan halkları daha güzel kandırabilmişler, böylece onları adeta Allah-u Teâlâ’ya değil, kendilerine kul ve köle edinmişlerdir. Şirk bataklığında olmalarına rağmen kendilerini Müslüman, Allah'tan başkasına köle oldukları halde kendilerini hür sanan bu zavallı köleler, bu belamların kandırmasıyla kendilerini Müslüman ve yaşadıkları ülkenin bir İslam ülkesi olduğunu zannetmişlerdir. Zira belamlar, onlara İslam'ın sadece namaz, oruç, zekât, hac, iyi ahlak gibi amellerden ibaret olduğunu anlatmış; tevhide, sadece sayı yönünden "Allah birdir" olarak inanmanın yeterli olduğunu, tağutu ise sadece "şeytan" olarak öğretmişlerdir. Müslümanı, şirk koşsa bile Lailahe İllallah Muhammedun Rasûlullah diyen veya namaz, oruç, zekât, hac gibi ibadetleri yerine getiren kimse olarak tanıtmışlardır. Kâfiri; İslam'ı tamamen reddeden, Lailahe İllallah Muhammedun Rasûlullah'ı kabul etmeyen, İslam dinine kendini nispet etmeyen kimse; müşriği ise, açık bir şekilde "ben iki ilaha" veya "üç ilaha inanıyorum" diyen kimse olarak tanıtmışlardır. Yani gerçek tevhidi öğretmemiş ve öğretenlere de her türlü eziyetleri yapmış, onlara her türlü kötü sıfatı vermişlerdir. Dolayısıyla bu zavallı köleler şirkin türlerini bilmemiş, şirk bataklığına düştükleri, kullara ve tağuta kul oldukları halde kendilerini Müslüman saymış, hatta ve hatta tağutu bile Müslüman ve ulu'l emr olarak addetmişlerdir. A'RAF:145 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 179 İşte bu zavallı köleler böyle düşünür, böyle anlar, böyle yaşar hale getirilmişlerdir. Bu konuda en büyük etki sahibi sahte din adamlarını olmuştur. Böylelikle cahil olan halk, artık ibadeti namazdan, oruçtan ibaret saymışlardır. Onlara göre kim namaz kılarsa, zekât verirse, oruç tutarsa, manasını bilmese de kelime-i tevhidi söylese de, hatta sakal, tesettür, birtakım kılık kıyafetlere sahip olsa da bu kimse Müslümandır. Dolayısıyla artık “Müslüman kimdir”, “kâfir kimdir”, “İslam nedir”. “küfür nedir”, “ibadet nedir”, “nasıl ibadet edilir”, bu gibi meseleler gerçek manada anlaşılamaz olmuştur. Oysa bu zavallı köleler bilmezler ki; İslam sadece namazdan, oruçtan, birtakım şekil ve hareketlerden ibaret değildir. Bu durumda olan ülkeler İslam ülkesi olmadığı gibi, bu durumda olan halkları da Müslüman değildir, velev ki kendilerini Müslüman sansalar bile. İşte böyle bir ülke fasıkların (kâfirlerin) diyarıdır. Hâli böyle olan kimseler ise fasıklar (kâfirler)dır. Buna göre; zamanımızdaki kâfir fasıkların işgalinde olan bir zamanların İslam toprakları da artık İslam diyarı değildir. Bu diyarlar kâfirlerin, fasıkların diyarıdır. Zira Allah-u Teâlâ’nın şeriatının uygulanmadığı her diyar kâfirlerin, fasıkların diyarıdır. Geçmiş kavimlere bakarak, gelen nebi ve rasullerin kendileriyle mücadele ettikleri toplum ve de topluluklara bakarak bunu çok daha iyi anlamak mümkündür. Çünkü şirkte, küfürde, cahiliyede asla değişme olmaz. Değişen sadece zamandır, şahıslardır, ortamlardır. O halde aynı şirke, küfre sahip olan, buna rağmen kendilerine Müslüman adını veren kâfir ve fasık yöneticileri, Allah-u Teâlâ’nın hükümleriyle hükmetmemeleri aşikar olduğu halde tekfir etmeyenler, onları tekfir etmeyenleri de tekfir etmeyen o zır cahil köleler de, her ne kadar namaz kılsalar, oruç tutsalar, hatta günde milyonlarca kez kelime- 180 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:145 i tevhidi söyleyip dursalar da, asla Allah'ın dininde muvahhid ve Müslüman sayılmazlar. Ey medeni hür ortamda yaşadıklarını zanneden cahil ve de zavallı köleler! Şunu iyi biliniz: Artık yaşadığınız şu sistemlerde namaz, oruç, hac, zekât, kıyafet gibi ameller tanınmayan kişilere Müslüman hükmü vermek için yeterli İslam alameti değildir. Hatta şehadet kelimesi bile artık yeterli bir İslam alameti değildir. Çünkü bu amelleri sizleri yöneten, Allah-u Teâlâ’ya karşı kibirlenmiş, bayrak açmış tağutlar ve yandaşları da yapmaktadırlar. Öyleyse artık bu ameller tanınmayan kişiye Müslüman hükmü vermek için yeterli İslam alameti olmaktan çıkmıştır. Böyle sistemlerde halkları yönetenler, Allah-u Teâlâ’nın reddedilmesini emrettiği tağutlardır. Dolayısıyla bu tağutlar, her ne kadar Müslüman olduklarını söyleseler de aslında birer kâfir ve de fasıktırlar. Onları tekfir edip reddetmeyen, onlara Müslüman ve ulu'l emr hükmü veren halk da aynı şekilde kâfir ve fasıktırlar. Öyleyse böyle diyarlarda yaşayan ve muvahhid mi kâfir mi olduğu bilinmeyen kimselere ancak yeterli, müşriklerde bulunmayan İslam alametinin görülmesi durumunda Müslüman hükmü verilebilir. Zamanımızda tanınmayan kişilere Müslüman hükmü verebilmek için yeterli İslam alameti ise; her çeşidiyle tağutları reddetmek, tağutlara ibadet edenleri reddetmek, onları reddetmeyenleri reddetmek, onların hepsinin kâfir olduklarını kabul etmek, tağutların hükümlerini, kanunlarını reddetmek, bu kanunlara asla muhakeme olmamak, bütün şirklerden beri olmak, Allah'ın kuldan istediği imana inanmak, gücü nispetinde İslam şeriatı hâkim olsun diye çalışmaktır. İşte ancak böyle olduğunu gördüğümüz kimsede İslam alameti vardır, diyebiliriz. A'RAF:145 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 181 Öyleyse şunu iyice biliniz: Tağutların hükmü altında olan bir ülkede namaz kılınması, camilerin açık olması o ülkeyi İslam ülkesi olarak saymayı gerektirmez. Bütün nebi ve rasullerin ortak çağrısı olan Tevhidi gerçek manada bilen kimseler böyle ülkeleri İslam ülkesi saymazlar. Oysa bir ülke ya da devlete İslam sıfatının verilmesi ancak ve ancak İslam’ın kanunlarının hâkim olması durumunda söz konusu olur. Bu sebeple İslam’ın kanunları, Allah-u Teâlâ’nın şeriatı bir ülkede hâkim olmadıkça bu ülke ya da devlet asla ve asla İslam devleti sayılmaz, küfür devleti olarak isimlendirilir. Üstelik bu hem son Rasul Muhammed aleyhisselam’a verilen şeriata göre böyledir, hem de Tevrat’a göre böyledir. İşte bu sebeple her kim böyle küfür bir sisteminde yaşarda oradaki küfrü inkâr etmez ve kaldırmak için bütün gücünü kullanmazsa, o kimse de fasıklardan, kâfirlerden olur. Namaz kılsa, oruç tutsa, zekât verse, haccetse, hatta şehadeti söylese bile… Zafer Kimler İçindir: Allah-u Teâlâ, Rasulü Musa aleyhisselam vasıtasıyla gönderdiği emir ve yasaklara uymaları ve bunu hayatlarında uygulamaları halinde İsrail oğullarına fasıkların, ki bunlar kâfir olan fasıklardır, diyarını onları sahip kılacağına dair söz vermiştir. Zira o fasıklar, Allah-u Teâlâ’ya karşı büyüklenmişler, O’nun emirlerini hiçe saymışlar ve Rasulü vasıtasıyla gönderdiği şeriata sırt çevirerek kendi yanlarından çıkardıkları şeriatlara göre hayatlarını sürdüregelmişler ve bu şekilde sürdürmüşlerdir. İşte bu sebeple İsrail oğullarına sımsıkı bir şekilde emir ve yasaklarına uymalarını, 182 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:145 böyle yapmaları halinde de zaferin onların olacağını, böyle yapmamaları halinde de hep zillet içerisinde olacaklarını onlara haber vermiştir. O halde bu ayetten anlaşılan şudur ki; zafer ancak Allah-u Teâlâ’nın şeriatına tabi olan ve bunu hayatlarında uygulayanlar için söz konusu olacaktır. İşte bu, Allah-u Teâlâ’nın kulları üzerinde uygulayageldiği bir sünnetidir. Üstelik bu öyle bir zafer ki hem dünyada, hem de ahirette sahibini mutlu edecek bir zaferdir. Allah-u Teâlâ’nın dinine sahip çıktıklarını söyledikleri halde, O’nun emir ve yasaklarına Rasulünün bildirdiği ve uyguladığı şekilde hayatlarına yansıtmaksızın zaferi umut edenler ancak hem kendilerini kandırmakta, hem de başkalarını kandırmakta ve böylece büyük bir hayal dünyasında yaşamaktadırlar. Bunun örneklerine zamanımızda dahi şahit olmaktayız. İşte bakınız Filistin’e ve onun durumunda olan, üstelik cihad ettiklerini söyleyen ülkelere ya da İslam’ı yeryüzünde hâkim kılacaklarını iddia eden grup, parti, cemaat, tarikat veya bu amaçla yola çıktıklarını iddia eden kurum ve kuruluşlara… Oysa bunların hepsi şunu iyi bilmeleri gerekir; Allah-u Teâlâ’nın son Rasul Muhammed aleyhisselam vasıtasıyla gönderdiği şeriatına uymadıkça ve bu şeriatı Rab Teâlâ’nın katından gönderildiği şekliyle pratik hayatta uygulamadıkça asla bir sonuca ve zafere ulaşmaları mümkün değildir. Tam aksine sürekli bir zillet içerisinde bocalar dururlar. İşte size bir örnek! Filistin… Öyle ki; Filistin, Yahudiler tarafından işgal edilen bir ülke. Bu işgalin karşısında duran bir kısım kimseler elbette var. Öyle ki bu karşı duruşu gerçekleştirenler La ilahe illallah bayrağını bile taşımaktadırlar. Hamas ve Cihad işte bunlardan birer örnektirler. Fakat bu grupların hiç birisi Filistin’i kurtarmaları ha- A'RAF:145 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 183 linde Allah-u Teâlâ’nın şeriatını uygulayacaklarını söylememektedirler. Kaldı ki şu anki İslam’a bakışları, İslam’ı yaşayışları Allah-u Teâlâ’nın istediği ve Rasulünün istediği şekilde de değildir. Kaldı ki savaşı kazansalar bile İslam’la hükmetsinler. Oysa yıllardır süregelen savaşlarında hiçbir sonuç, hiçbir zafer elde edememişler, Filistin halkı her geçen gün zillete daha çok maruz kalmışlardır. Bunun bir tek sebebi vardır. O da; Allah-u Teâlâ’nın emir ve nehiylerine gereği gibi sımsıkı sarılmamaları ve pratik hayatlarında gereği gibi yaşamamalarıdır. Şayet bu kimseler yıllardır Allah-u Teâlâ’nın şeriatı hâkim kılınsın diye savaşım verselerdi ve öncelikle de Allah-u Teâlâ’nın şeriatını kendi benliklerinde hâkim kılsaydılar muhakkak Allah-u Teâlâ’nın yardımı onların üzerinde olurdu. Çünkü Allah-u Teâlâ’nın gücü yanında diğer beşeri güçlerin, ulaştıkları güç boyutu ne kadar büyük olursa olsun, hiçbir ehemmiyeti ve önemi yoktur. İşte böyle bir durumda artık kuvvet, sayı, silah ölçü değildir. Gerçek ölçü; Rabbe teslimiyettir, O’nun emir ve nehiylerine gereği şekliyle uyarak, O’na sığınarak, O’na güvenerek, O’ndan yardım isteyerek, O’nun dinini, kelimesini yüceltmek ve yükseltmek için mücadele etmektir. Ve işte bu mücadelenin sonu zaferdir. Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: “Sonra rasullerimizi ve iman eden kimseleri kurtarırız. Böylece üzerimize bir hak olarak mü’minleri kurtarırız.” (Yunus: 103) İşte böyle yapılmadığı ve Allah-u Teâlâ’nın şeriatı üstün gelsin, yüceltilsin diye değil de yine beşer aklının ürünü olan şeriatları hâkim kılmak için mücadele veren gruplardan sadece güçlü olanlar savaşı kazanırlar. Zamanımızda ise kendilerine Müslüman diyen ülkeler, haçlı orduları ve Yahudiler karşısında güçsüzdürler, zayıftırlar. İşte bu sebeple Rablerine gerçek manada yönelip 184 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:145-146 O’na teslimiyet göstermedikleri ve O’nun dini, şeriatı yücelsin diye çalışıp, cihad etmedikleri müddetçe her zaman yenilmeye, ezilmeye ve zillete mahkûm olacaklardır. Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: “Ey Rasul! Kalpleriyle iman etmediği halde ağızlarıyla: “İman ettik” diyenlerden, yalana kulak veren ve sana gelmeyen başka bir kavim adına dinleyen Yahudilerden küfürde yarışanlar seni üzmesin! Onlar, yerlerine konulduktan sonra kelimeleri tahrif ederler. Derler ki: “Size şu verilirse onu alın, o verilmezse kaçının!” Allah’ın fitneye düşmesini istediği kişi hakkında sen Allah’tan hiçbir şeye sahip olamazsın. İşte onlar, Allah’ın kalplerini arıtmak istemediği kimselerdir. Onlar için dünyada aşağılanma, ahirette ise büyük bir azap vardır.” (Maide: 41) BÜYÜKLÜK TASLAYANLARIN AKIBETİ ﺇﹺﻥﹾ ﻭﻖﺮﹺ ﺍﻟﹾﺤﻴﺽﹺ ﺑﹺﻐﻲ ﺍﻟﹾﺄﹶﺭﻭﻥﹶ ﻓﺮﻜﹶﺒﺘ ﻳﻳﻦ ﺍﻟﱠﺬﻲﺎﺗ ﺁﻳﻦ ﻋﺮﹺﻑﺄﹶﺻﺳ ﺒﹺﻴﻠﹰﺎ ﺳﺬﹸﻭﻩﺨﺘ ﻟﹶﺎ ﻳﺪﺷﺒﹺﻴﻞﹶ ﺍﻟﺮﺍ ﺳﻭﺮﺇﹺ ﹾﻥ ﻳﺎ ﻭﻮﺍ ﺑﹺﻬﻨﻣﺆ ﻟﹶﺎ ﻳﺔﺍ ﻛﹸﻞﱠ ﺁﻳﻭﺮﻳ ﻮﺍﻛﹶﺎﻧﺎ ﻭﻨﺎﺗﻮﺍ ﺑﹺﺂﻳ ﻛﹶﺬﱠﺑﻢﻬ ﺑﹺﺄﹶﻧﻚﺒﹺﻴﻠﹰﺎ ﺫﹶﻟ ﺳﺬﹸﻭﻩﺨﺘ ﻳﻲﺒﹺﻴﻞﹶ ﺍﻟﹾﻐﺍ ﺳﻭﺮﺇﹺﻥﹾ ﻳﻭ (١٤٦) ﲔﻠﺎ ﻏﹶﺎﻓﻬﻨﻋ 146 – Yeryüzünde (Bana iman etmeyen ve gönderdiğim rasûlü yalanlayıp) haksız yere büyüklenenleri, (kudretimin ve azametimin büyüklüğünü gösteren) ayetlerimden (ceza olarak; anlamalarına engel olup) uzaklaştıracağım. Artık onlar, bütün ayetlerimi görseler bile onlara A'RAF:146 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 185 iman etmezler. Onlar (hidayet ve) doğru yolu görseler de onu yol edinmezler. (Fakat) Sapıklık yolunu gördüklerinde, onu (hemen) yol edinirler. Onların bu duruma düşmesinin sebebi, ayetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil olmalarıdır. “Yeryüzünde (Bana iman etmeyen ve gönderdiğim rasûlü yalanlayıp) haksız yere büyüklenenleri, (kudretimin ve azametimin büyüklüğünü gösteren) ayetlerimden (ceza olarak; anlamalarına engel olup) uzaklaştıracağım.” Allah-u Teâlâ bu ayette, kendilerine ayetleri apaçık şekilde ulaştığı ve böylece gerçek olan doğru yolu gördükleri halde ona bağlanmayan, ondan başka yollara dalan, böylece küfür, şirk, bid’at ve haramlar bataklığına gömülen kimseleri gömüldükleri bataklıkta kendi hallerine bırakacağını, böylece onları ayetlerinden tamamen uzaklaştıracağını, artık onların kalplerine hakkın girmeyip batılın da çıkmayacağını haber veriyor. Allah-u Teâlâ’nın kendilerini böyle kıldığı kimseler kalpleri mühürlenen kimselerdir. Ve bu kimseler halkın en şerlileridir. İşte böyle kimseler, Allah-u Teâlâ’nın ayetlerine, rasulün getirdiklerine tabi olmadıkları halde kendilerini en faziletli insanlar, Allah-u Teâlâ’nın sevgili kulları olarak görürler. Oysa bu, onların sadece zanlarıdır. İşte bu kötü zanları sebebiyle yeryüzünde haksız yere kibirlenirler. Böylece insanlara haksız yere zulmederler, onlara ne maddi konularda ne de manevi konularda haklarını vermezler. Kibrin En Büyüğü: Yeryüzünde kibirlenmenin en büyüğü, en şiddetlisi Allah-u Teâlâ’ya ait olan teşri (kanun koyma) hakkını, bir 186 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:146 kimsenin kendisinde görmesi ve böylece insanları bu kanunlara uymaları konusunda zorlamasıdır. İşte bu kibir türü en büyük sayılacak türdendir. Çünkü bu şekilde yapmak, Allah-u Teâlâ’nın hakkını O’na vermemek, O’nun rabliğini ve ilahlığını, yüce isim ve sıfatlar sahibi olduğunu iptal etmek, böylece O’nu hiçe saymak, tanımamak, reddetmek, inkâr etmektir. Böylece tüm kâinatın ve âlemin tek yaratıcısı ve ilahı Allah-u Teâlâ olmasına, kullarının maslahatını en iyi bilen olmasına, onları mutlu edecek teşriyi en iyi belirleyen, vazeden olmasına rağmen, O’na karşı gelircesine kibirlenip insanlar üzerinde teşri hakkını kendinde görmek, yeryüzünde fitnenin, fesadın meydana gelmesinin asıl sebebidir. Çünkü böyle yapmak, yeryüzünde en büyük fitne olan şirki yaymak, insanları bu şirke davet etmek, böylece hem kendini, hem de kendine tabi olanları şirk bataklığına saplayarak saptırmaktır. Böyle bir sapmanın doğal sonucu olarak diğer bütün bozukluklar ve sapmalar meydana gelir. Zamanımızda bu kibir türüne yaygın bir şekilde rastlamaktayız. Öyle ki Allah-u Teâlâ’ya karşı haddini aşmış tağutlar, teşri hakkını kendilerinde görmekte, böylece Allah-u Teâlâ’nın şeriatını bir kenara atmaktadırlar. Hatta Allah-u Teâlâ’nın şeriatını çağ dışılık, gericilik, yobazlık olarak görmekte ve insanlara da böyle yaymaktadırlar. Yine Allah-u Teâlâ’nın şeriatı lehine, kendi aleyhlerine nerede bir ses duysalar onu yok etmeye, kıstırmaya ya da tamamen kesmeye kalkışırlar. Hatta öyle ki Allah-u Teâlâ’nın şeriatından kaynaklanan birtakım uygulamaların insanlar tarafından uygulanmasından rahatsız dahi olurlar. Bununla birlikte kendi şeytanlarının akıl ürünü olan şeriatlara göre yaşayarak şirkin, küfrün, haramların ve her türlü pisliğin işlenmesinden hoşnut olurlar. Ve ancak ken- A'RAF:146 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 187 dilerinin pisliğine iştirak edenlerden razı olur, onları yakın dostlar edinirler. İşte zamanımızdaki tağutların bu kibirleri sebebiyle yeryüzünde fitne ve fesat büyük bir hızla yayılmış ve yayılmaktadır. O halde gerçek mü’minlere düşen görev bu fitne ve fesat ortadan kalkıp din tamamen Allah-u Teâlâ’nın oluncaya kadar bu kimselerle savaşmaları gerekir. “Artık onlar, bütün ayetlerimi görseler bile onlara iman etmezler.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında kendilerine gelen hakka karşı kibirlenen, yeryüzünde büyüklenen, hakka ve hakkı getirenlere tabi olmayan kimselerin, kendilerine ne kadar ayet, delil, belge sunulsa bile onlara bir fayda vermeyeceğini haber veriyor. Çünkü böyle kimselerin kalpleri artık mühürlenmiştir. Bu sebeple hakkı anlamazlar, idrak etmezler. Dolayısıyla gördükleri, duydukları, şahit oldukları delillerin, belgelerin onlar üzerinde bir etkisi olmaz. “Onlar (hidayet ve) doğru yolu görseler de onu yol edinmezler.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında, bu kibirli kimselerin, hak yolu, yani; imanın ve takvanın yolunu görmeleri halinde bile onu yol edinmeyeceklerini haber veriyor. Çünkü onlar, öyle büyük bir şekilde hakka karşı kibirlenmişler ki, artık kalpleri katılaşmış ve böylece hakkın içine girmeyeceği bir hal almıştır. Bu sebeple hak adına ne gelirse gelsin, onu bir yol edinmezler. “(Fakat) Sapıklık yolunu gördüklerinde, onu (hemen) yol edinirler.” 188 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:146 Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında, hakka karşı kibirlenen kimselerin, doğru yolu terk edip sapıklık ve dalalet yoluna (yani; şirkin, küfrün, günahların yoluna) uyan, böylece küfrü din edinen kimseler olduklarını haber veriyor. Çünkü bu kimseler artık hakkı batıl, batılı hak olarak görür hale gelmişlerdir. Bu sebeple batıl artık onların yolu olmuştur. Böylece yol edindikleri batıl sebebiyle birçok batılın peşine düşmüş ve azgınlardan olmuşlardır. Yeryüzündeki Fesadın Sebepleri: “Onların bu duruma düşmesinin sebebi, ayetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil olmalarıdır.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında hakka karşı kibirlenen kimseleri neden ayetlerinden uzaklaştırdığını, onların neden doğru yola tabi olamadıklarını, batıla neden sarıldıklarını ve neden yeryüzünde fesat, sapma ve zulmün meydana geldiğini açıklıyor. Bu sebepler başlıca şu ikisidir: Birincisi: “ayetlerimizi yalanlamaları...” İşte bu kimselerin, belirtilen durumlara düşmelerinin birinci sebebi budur. Zira onlar Allah-u Teâlâ katından kendilerine sunulan ayetleri yalanlamış, bu ayetleri kendilerine tebliğ eden rasullerin risaletlerini reddetmiş, böylece hak yolu inkâr etmişlerdir. Böylece de Allah-u Teâlâ onları hakka tabi olmaz, batıla dalar bir vaziyette bırakmıştır. İkincisi: “onlardan gafil olmalarıdır.” İşte bu kimselerin, belirtilen duruma düşmelerinin ikinci sebebi budur. Zira onlar Allah-u Teâlâ’nın ayetlerinden ve rasullerin getirdiği hakikatlerden gafildirler. Bu sebeple Allah-u Teâlâ’nın ayetlerine, rasullerin getirdiklerine kulak vermez, boyun eğmez, bunları düşünmez, öğrenmez, anlamaya çalışmaz ve önemsemezler. A'RAF:146 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 189 Böyle kimselerin bu hale gelmelerinin asıl sebebi işte bu iki durumdur. Çünkü o kimseler, hakka karşı kibirlendiler, kendilerini haktan daha üstün gördüler. Bu sebeple gelen hakka tabi olmadılar, bağlanmadılar. Dolayısıyla onlara inen ayetler, kendilerine hiçbir fayda sağlamadı. Bilakis öyle bir hale geldiler ki batılı hak, hakkı batıl görür oldular. Allah-u Teâlâ da onları, bu durumlarıyla baş başa bırakıverdi. İşte bu şekilde hak kendisine geldiği halde ona sımsıkı sarılmayan, Allah-u Teâlâ’nın ayetlerini, rasullerini yalanlayan ve bunlardan gafil olan kimselere bu yaptıkları sebebiyle Allah-u Teâlâ ceza vermiş, böylece batılı hak, hakkı batıl görür hale gelmişlerse, böyle yapmakla Allah-u Teâlâ onlara zulmetmiş değildir. Bilakis o kimseler hakka karşı kibirlendikleri ve tabi olmadıkları için kendilerine zulmetmişlerdir. Zira Allah-u Teâlâ, hiç kimseye zerre kadar dahi olsa zulmetmez. O halde şu iyice bilinsin ki; her kim Allah-u Teâlâ’nın ayetlerinden uzaklaşır, kendisine gelen hakka tabi olmaz, büyüklenme gösterir, reddeder ve inkâr ederse işte o kimsenin hali çok kötü olacaktır. Zira o kimse artık hakka dönemeyeceği bir duruma gelir. Bu sebeple hak, ona apaçık sunulsa bile geri dönmez, doğru yolu görse bile ona tabi olmaz. Ve öyle bir hale gelir ki şirk, küfür, haramlarla dolu olan sapık yolu hemen görse ona hiç tereddütsüz dalar ve onu kendine bir yol edinerek ona sımsıkı sarılır. Taklitçilerin Durumu: Allah-u Teâlâ’nın ayetlerini ister bilerek yalanlayan, reddeden, ister önemsemeyerek yüz çevirmek suretiyle inat ve inkâr eden, ister sapık kimseleri taklit etmek suretiyle red, yalanlama ve inkâr eden kimselerin hepsi hükümde 190 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:146 eşittirler. Ve bu kimselerin hepsi fasık ve kâfir olup ebedi cehennemi hak edeceklerdir. Böyle kimseler her zamanda var olmuşlardır. Tıpkı zamanımızda da olduğu gibi… Öyle ki bu kimseler hakkı apaçık gördükleri halde dünyevi menfaatleri sebebiyle hakka tabi olmaz, şirk, küfür, haramla dolu olan batıl yolu tercih ederler. Bunu ise ya kibirleri, ya inatları, ya yalanlamaları, ya gafletleri ya da sapık kimseleri taklit etmeleri sebebiyle yaparlar. Şöyle ki; zamanımızda tağutların âlim olarak ön plana çıkardıkları kimseler vardır. Ve bu kimseler etraflarında birçok kimseyi toparlamış, böylece uyuyan halkları daha uyur bir hale getirmişlerdir. Halklar da bu kimselerin söylediklerinin gerçeğine hiç bakmaksızın, hiç araştırma yapmaksızın kesin uyulması gereken hükümler gibi bağlanmışlar ve bu âlim denen kimseleri taklit etmişlerdir. Öyle ki bu sahte âlimlerin Allah-u Teâlâ’nın şeriatını yürürlükten kaldıran, uygulamayan tağutları, ki bu tağutlar ister Allah-u Teâlâ’nın ayetlerini inkâr etsinler, ister etmesinler, ulu’l emr olarak göstermelerine tabi olmuşlardır. Böylece bu taklitçi kimseler de hem kendilerini taklit ettikleri, hem de ulu’l emr olarak gördükleri kimseler gibi kâfir hükmünü almayı hak etmişlerdir. Zira Allah-u Teâlâ’nın kitabı, Rasulünün sünneti var olduğu ve kıyamete kadar insanların yolunu aydınlatıcı oldukları halde bu kimseler bu iki kaynağa bağlanmamış, saptırıcı kimseleri taklit etmekle yetinmişlerdir. Oysa bu iki kaynak Allah-u Teâlâ’nın şeriatını uygulamayan, beşer aklının ürünü olan şeriatları uygulayan kimselerin Müslüman olmadığını, bilakis onların reddedilmeleri gereken birer tağut olduğunu, tağutu reddin ise Müslüman olmanın ilk şartı olduğunu, bu şart gerçekleşmeden A'RAF:146 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 191 muvahhid ve Müslüman olunamayacağını sarih ve muhkem ayetlerle ortaya koymaktadır. Buna rağmen, bu muhkem olan ayetleri tağutlar hiç çekinmeden okumakta ve halk da her gün defalarca okumaktadırlar. Tağutlar, bu ayetlerin okunmasına kızmaz, karşı gelmez ve engel olmazlar. Hatta kendileri okudukları gibi, okuyanlara para bile verirler. Çünkü artık insanların bu ayetleri anlamadıklarını, bunun sebebinin; tağutların beslediği, şişirdiği âlim, allâme kisvesi verdiği belamların insanlara bu ayetlerin gerçek manasını anlatmadıkları için halkın bu muhkem ayetleri gerçek manasını anlamadan okuyup geçtiklerini ve onlara hiçbir etki etmediğini çok iyi bilmesidir. Hâlbuki bu ayetler kendilerinin Müslüman olmadıklarını, bilakis şirkin içinde olduklarını apaçık bir şekilde göstermektedir. Onların bu durumu, Allah-u Teâlâ’nın şu ayetinde buyurduğu gibidir: “Şu bir gerçek ki; gözler kör olmaz, fakat göğüslerdeki kalpler kör olur.” (Hac: 46) O halde halkın bu şekilde saptırıcıları taklit etmeleri, böylece kâfir yöneticileri ulu’l emr kabul edip onları başlarına kanun koyucular olarak seçmeleri konusunda cahil oluşları onlar için bir mazeret sayılmaz. Zira Kur’an ve sünnet apaçık ortadadır. İnsanlar bu iki kaynağı bilmektedirler. Böylece risaletten ve huccetin kendilerine sunulmasından habersiz değildirler. Dolayısıyla bu iki kaynakta bildirilen hüküm şudur ki; ancak Allah-u Teâlâ’nın şeriatını her konuda, hayatın her alanında uygulayan kimse ulu’l emrdir. Ancak böyle bir ulu’l emr Müslümanların ulu'l emri sayılır, ancak böyle bir yönetimle idare edilen devlet İslam diyarı sayılır ve ancak böyle bir yönetimde Allah-u Teâlâ’nın hükümlerine muhakeme olunur. Zira Müslüman ancak ve ancak Allah-u Teâlâ’nın hükümlerine teslim olur, Allah-u Teâlâ’nın hüküm- 192 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:146-147 lerine muhakeme olur. Allah-u Teâlâ’nın hükümleri dışındaki hükümlere muhakeme olan veya böyle hükümleri kabul eden kimseler ise her ne kadar kendilerine Müslüman ismini verseler de asla Müslüman olamazlar. Zira Allah-u Teâlâ’nın hükmü dışındaki hükümler tağutun hükümleridir. Tağuta muhakeme olan kimse ise, muhakeme olduğu mesele küçük olsa bile Allah-u Teâlâ’yı inkâr etmiş ve tağuta iman etmiştir. O halde bir kimse kendisinin muvahhid olduğunu iddia ediyorsa asla tağuta muhakeme olmaz, tağutu ulu’l emr olarak görmez. Velev ki tağut olan kimse namaz kılsa, oruç tutsa, zekât verse, haccetse, hatta şehadeti getirse bile ona Müslüman hükmü vermez. Yine tağuta muhakeme olan, tağutu kendilerine yönetici seçen kimselere de Müslüman hükmü vermez. Velev ki bu kimseler de namaz kılıyor, oruç tutuyor, zekât veriyor, haccediyor ve hatta şehadet getiriyor olsalar bile… İŞLEDİKLERİ AMELLERİ BOŞA ÇIKANLAR ﻥﹶﻭﺰﺠﻞﹾ ﻳ ﻫﻢﺎﻟﹸﻬﻤ ﺃﹶﻋﺒﹺﻄﹶﺖ ﺣﺓﺮﻘﹶﺎﺀِ ﺍﻟﹾﺂﺧﻟﺎ ﻭﻨﺎﺗﻮﺍ ﺑﹺﺂﻳ ﻛﹶﺬﱠﺑﻳﻦﺍﻟﱠﺬﻭ (١٤٧) ﻠﹸﻮﻥﹶﻤﻌﻮﺍ ﻳﺎ ﻛﹶﺎﻧﺇﹺﻟﱠﺎ ﻣ 147 – Ayetlerimizi ve ahirette karşılaşacakları (diriliş, hesap, ceza ve mükâfat gibi) şeyleri yalanlayanların (dünyadaki bütün) amelleri boşa çıkmıştır. Onlar, (kıyamet gününde) ancak yaptıklarına karşılık ceza göreceklerdir. A'RAF:147 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 193 “Ayetlerimizi ve ahirette karşılaşacakları (diriliş, hesap, ceza ve mükâfat gibi) şeyleri yalanlayanların (dünyadaki bütün) amelleri boşa çıkmıştır.” Allah-u Teâlâ bu ayette, katından insanlara uymaları için gönderdiği ayetleri ve ahiret günüyle ilgili rasullerin getirdiği bilgileri yalanlayan, böylece inkâra saplanan kimselerin yaptıkları hayır amellerinin boşa gittiğini haber vermektedir. Ayetleri ve ahireti yalanlamak, Allah-u Teâlâ’nın şeriatını bir kenara atıp beşer aklının ürünü olan şeriatlarla hükmetmek, böylece şirk, küfür gibi batıla dalmak ancak müşriklerin yapacağı işlerdendir. Ve şirk, sahibinin tüm hayır amellerini boşa çıkarır. “Onlar, (kıyamet gününde) ancak yaptıklarına karşılık ceza göreceklerdir.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında ayetlerini ve öldükten sonra dirilmeyi yalanlayan kimselerin, bu yalanlamayı ister bilerek yapsınlar, ister batıl gördükleri için yapsınlar bu amelleri sebebiyle şirk ve küfür üzerinde olduklarını, bu hal üzere ölmeleri halinde ahirette ancak işledikleri şirklerinin, küfürlerinin karşılığını göreceklerini, yaptıkları hayır amellerinden bir nasiplerinin olmadığını haber vermektedir. O halde Allah-u Teâlâ’nın ayetlerini bir kenara atan, onları hiçe sayan, onlara muhalefet eden, karşı gelen, hükümlerini uygulamayan, yürürlükten kaldıran, beşer aklının ürünü olan hükümleri uygulayan, insanları bu hükme uymaya zorlayan, Allah-u Teâlâ’ya ait hak, sıfat ve yetkileri kendilerinde gören, ayetleri inkâr eden, onlardan yüz çeviren, ayetlere karşı kibirlenen, inat eden kimselerin her biri bu fiilleriyle yaptıkları hayır amelleri boşa çıkarmışlardır. Çünkü böyle yapan kimseler müşrik ve kâfir kimse- 194 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:147 lerdir. Bu sebeple de yaptıkları iyi ameller boşa çıkmıştır. Üstelik bu kimseler böyle yapmakla, ahireti de yalanlamışlardır. Çünkü ahirete gerçek manada iman etmiş olsaydılar Allah-u Teâlâ’nın ayetlerini yalanlamaz, onlara geldiği zaman hemen tabi olur ve gerekleriyle amel ederlerdi. Ve Allah-u Teâlâ’ya ibadette asla şirk koşmazlardı. İşte böyle kimseler ne kadar namaz kılıyor, oruç tutuyor, haccediyor, zekât veriyor ve şehadeti söylüyor olsalar bile yaptıkları boşa gidecektir. Zira onlar, tevhid üzere olmayıp bütün amelleri boşa çıkaran şirk üzeredirler. İyi amellerin kabulünün temeli tevhiddir. Tevhid olmayınca, yapılan amellerin ahiret gününde cennete girmek için hiçbir kıymeti yoktur. Çünkü cennete, sadece ve sadece muvahhidler girer. Müşriklerin yaptıkları amellerin temeli tevhid olmadığı, şirk, zulüm ve batıl olduğu için bu amellerin temeli bozuktur. Bu sebeple bu ameller sahibine bir hayır kazandırmaz. Ayrıca bu amellerin temeli batıl ve zulüm olduğu için ahiret gününde karşılık olarak sadece kötü şeyler verilir. İşte o, Allah'ın cehennemidir. Bundan dolayı Allah-u Teâlâ “Onlar, (kıyamet gününde) ancak yaptıklarına karşılık ceza göreceklerdir.” buyurmuştur. Yani; ahirette eğer onlara cehennem ceza olarak verilmişse, bunun sebebi işledikleri kötü amellerdir. Çünkü bu, Allah'ın adaletinin gereğidir. Kim kötü şeyler işlerse, mutlaka onun cezasını görecektir. Allah-u Teâlâ, kimseye zulmetmez. Ayetlerden İstifade Edilen Şeyler: 1 - Ayetlere inanmamanın, hakka teslim olmamanın en büyük sebebi kibirdir. 2 - Allah'ın ayetlerini yalanlamak, ondan gafil olmak; sapıklığın, şerrin, zulmün, fesadın sebebidir. A'RAF:148 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 195 3 - Ameller Allah'ın istediği gibi yapılmadığı zaman, o amellerin Allah katında hiçbir kıymeti yoktur. MUSA (A.S)’NIN KAVMİNİN BUZAĞIYI İLAH EDİNMELERİ VE ONA TAPINMALARI ﺍﻭﺮ ﻳ ﺃﹶﻟﹶﻢﺍﺭﻮ ﺧﺍ ﻟﹶﻪﺪﺴﺠﻠﹰﺎ ﺟ ﻢ ﻋ ﻬﹺﻴﻠﻦ ﺣ ﻣﻩﻌﺪ ﺑﻦﻰ ﻣﻮﺳ ﻣﻡﺬﹶ ﻗﹶﻮﺨﺍﺗﻭ (١٤٨) ﲔﻤﻮﺍ ﻇﹶﺎﻟﻛﹶﺎﻧ ﻭﺬﹸﻭﻩﺨﺒﹺﻴﻠﹰﺎ ﺍﺗﻢ ﺳ ﻳﻬﹺﺪﻬﻟﹶﺎ ﻳ ﻭﻢﻬﻜﹶﻠﱢﻤ ﻟﹶﺎ ﻳﻪﺃﹶﻧ 148 – Musa’nın kavmi, onun (Allah’la buluşmaya gitmesinin) ardından (altın ve gümüş gibi) süs eşyalarından yaptıkları böğürmesi olan bir boğa heykelini ilah edindiler. Onlar, o boğanın kendileriyle konuşmadığını ve onlara doğru yolu göstermediğini görmüyorlar mı? (Buna rağmen) Ona ibadet ettiler ve (böylece) zalimlerden oldular. Bu ayetle Musa aleyhisselam ile kavmi arasındaki kıssaya dönülmektedir. Daha önceki ayetler Musa aleyhisselam ve kavmi hakkında idi; Musa aleyhisselam'ın Tur Dağı'na gitmesi, Allah'ı görmeyi talep etmesi, sonra bundan dolayı tevbe etmesi anlatıldı. Sonra insanların helak sebebi anlatıldı ki bu, Allah'ın indirdiği ayetleri yalanlamak ve ondan gaflet içinde olmaktır. İnsanların helak sebebi daha önceki ayette beyan edildikten sonra, tekrar Musa aleyhisselam ve kavmi olan Beni İsrail kıssasına dönülüyor. “Musa’nın kavmi, onun (Allah’la buluşmaya gitmesinin) ardından (altın ve gümüş gibi) süs eşyalarından yaptıkları böğürmesi olan bir boğa heykelini ilah edindiler.” 196 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:148 Musa aleyhisselam’ın Allah-u Teâlâ ile konuşmak için vaatleşip Tur’a gitmesinin ardından kavminde sapmalar başladı. Bunun sebebi onların, kavimlerinde yüksek mevki sahibi olan, kendisine itaat edilen Samiri’ye uymalarıdır. Öyle ki Samiri onlara, Firavun ve ordusunun denizde boğulması sonrası onların mülküne konarak elde ettikleri tüm ziynetleri ve altınları bir araya toparlamalarını emretti. Böylece onlar da yanlarında ziynetten her ne varsa getirdiler ve bir araya topladılar. Bu ziynet eşyalarının bir araya toparlanmasının ardından Samiri onlara bir buzağı yapmaları fikrini verdi. İşte bu şekilde toplanan ziynet eşyalarıyla böğüren bir buzağı heykeli meydana getirdiler. Sonra da bu buzağıyı ilah edinerek ona tapınmaya başladılar. Samiri, Firavun ve hanımları helak olduktan sonra Kıpti hanımlarından elde ettikleri altınları getirmelerini emretti ve onlara şöyle dedi: "Artık bunlara sahip olmanız sizin için helal değildir." Sonra o altınları eritti ve bir buzağı yaptı. Bu buzağının, aynı ineklerin sesi gibi bir sesi vardı. Samiri, onlara şöyle dedi: "İşte bu, sizin ve Musa'nın ilahıdır. Ona tapın." Samiri Beni İsrail’e "Bu, sizin ve Harun'un ilahıdır" demedi. Çünkü orada Harun bulunuyordu ve elbette Harun bunu duyduğunda onu yalanlayacaktı. İşte bundan çekindiğinden dolayı "Bu, sizin ve Musa'nın ilahıdır" dedi. Samiri’nin Yaptığı Buzağı Canlı mıydı: "...böğürmesi olan bir boğa heykelini ilah edindiler." Müfessirler Samiri’nin yaptığı buzağının et, kemik ve kandan meydana gelen gerçek bir buzağı mı yoksa içine A'RAF:148 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 197 giren hava sebebiyle böğürme sesi çıkarıyormuş gibi gözüken heykelden bir buzağı mı olduğu konusunda ihtilaf etmişlerdir. Bu ihtilafın sebebi ayette geçen; “böğürmesi olan” lafzıdır. Bu konuda Katade, Hasan Basri ve birkaç âlim bu buzağının; et, kemik ve kandan müteşekkil gerçek böğürmesi olan gerçek bir buzağı haline geldiğini söylemişlerdir. Bu buzağının bu hale gelmesi ise şöyle olmuştur: İsrail oğullarının denizden geçmeleri sırasında Samiri Cibril aleyhisselam’ı atının üzerinde görmüştür. Öyle ki atının ayakları nereye basarsa orada hemen bir canlılık meydana gelir, bitki bitmeye başlardı. İşte Samiri bunu görünce Cibril aleyhisselam’ın atının ayak izlerinin bulunduğu topraktan alarak yaptığı heykelin içine attı. Böylece yaptığı buzağı canlı bir buzağı haline geldi ve böğürmeye başladı. Bunun üzerine Samiri, İsrail oğullarına şöyle dedi: “Ey İsrail oğulları! İşte bu, sizin ve Musa’nın ilahıdır.” Bazı müfessirler de bu buzağının ilk yapıldığı hal üzere heykel olarak kaldığını, asla canlanmadığını söylemişlerdir. Ve onlar, buzağıdan ses çıkmasını şöyle açıklamışlardır: “Samiri, o buzağının içine özel borular koymuştur. İşte bu borular sebebiyle, rüzgâr bir taraftan girip diğer taraftan çıktığında sanki buzağı böğürüyormuş gibi ses çıkıyordu. Halk ise bu durumun gerçeğini bilemedikleri için çıkan sesin gerçek ses olduğunu zannettiler. 198 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:148 Amele Rıza Gösteren Onu Yapan Gibidir: İsrail oğullarına buzağıyı asıl yapan kişi Samiri’dir. Fakat İsrail oğulları da onun böyle yapmasına sessiz kalmış ve razı olmuşlardır. Bu sebeple Allah-u Teâlâ ayette: “Edindiler” buyurmuştur. Bundan dolayı ameli yapanla, o amele rıza gösteren kimseler aynı hükmü alırlar. Tıpkı Allah-u Teâlâ’nın şeriatını uygulamayan, kendi yanlarından çıkardıkları beşer aklının ürünü olan kanunları insanlara uygulayan kimselerin küfrü hak etmeleri gibi onlara itaat eden kimseler de aynı şekilde küfür hükmünü hak ederler. Bu sebeple genel kaide şudur ki; her kim neye rıza gösteriyorsa, onun hükmünü alır. Dolayısıyla haram işleyen kimselerin işledikleri harama rıza gösterenler onlar gibi haram işlemiş hükmünü alır. Yine küfür işleyen kimselere rıza gösterenler, onlar gibi küfür işleyen hükmünü alır. Şirk işleyen kimselere rıza gösteren kimseler yine onlar gibi şirk işleyen hükmünü alır. Bu ayette de görüldüğü üzere Samiri buzağı yaptı, İsrail oğulları da onun buzağı yapmasına rıza gösterdiler. Bu sebeple hükümde eşit oldular. Buzağıyı İlah Edinenler Kimlerdi: Samiri’nin yapmış olduğu buzağıyı ilah edinenlerin kimler olduğu konusunda âlimler ihtilaf etmişlerdir. Bu meseleyle ilgili olarak bazı âlimler (ki Hasen elBasri bunlardandır) şöyle dediler: “Buzağıya tapanlar Harun aleyhisselam dışında İsrail oğullarının tamamıdır. Çünkü ayetteki lafız amm (genel) olan bir lafızdır. Ve Allah-u Teâlâ ayette: “Musa’nın A'RAF:148 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 199 buyurmaktadır. Yine Allah-u Teâlâ Musa aleyhisselam kıssasını haber verirken Musa aleyhisselam’ın şöyle dua ettiğini haber veriyor: “Rabbim! Bana ve kardeşime mağfiret et.” (A’raf: 151). O halde Musa aleyhisselam sadece buzağıya tapmayan kimseler için dua etti. Ve duayı kendisiyle kardeşine has kılması, kendileri dışındakilerin duayı hak etmedikleri manasına gelir. Zira o kimseler buzağıyı ilah edinmekle imandan çıktılar, şirke girdiler.” Bazı âlimler de bu meseleyle ilgili şöyle dediler: “Buzağıya tapanlar İsrail oğullarının hepsi değildi. İmanda sabit kalanlar olup bunlar azınlıkta olan kimselerdi. Bunların delilleri ise şu ayettir: “Yarattığımız kimselerden hakka sevk eden ve onunla adil davranan bir ümmet vardır.” (A’raf: 181) kavmi” “Onlar, o boğanın kendileriyle konuşmadığını ve onlara doğru yolu göstermediğini görmüyorlar mı?” Allah-u Teâlâ, İsrail oğullarının buzağıyı ilah edinmeleri konusunda onların durumuyla ilgili şöyle buyuruyor: “Bu kimseler ne kadar akletmeyen, düşünmeyen insanlardır. Çünkü onlar kendisinde ilahlık sıfatı olmayan bir varlığı ilah edindiler. Oysa tapındıkları buzağı heykelinde ilaha ait hiçbir sıfat yoktur. Öyle ki o buzağı ne onlara emir ve yasaklar bildirerek onlarla konuşuyor, ne de onları doğru yola eriştiriyor. Tam aksini yapıldığı şekliyle cansız bir vaziyette duruyor. Hiç böyle bir varlığı aklı başında bir kimse ilah edinir mi? Ya da böyle bir varlığa tapınır mı? Fakat ancak heva ve hevesine uyan akılsız kimseler böyle bir ameli yaparlar.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında İsrail oğullarının ilah edindikleri buzağıyla ilgili iki meseleyi zikretmiştir. 200 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:148 Bunlardan birincisi; bu ilah edinilen varlığın sonradan icat edilen bir varlık olması. İkincisi ise; hiçbir fayda veya zarar vermeye muktedir olmamasıdır. Çünkü bu heykel, ne emir ve yasaklar verebiliyor, ne de doğru yolu gösterebiliyor. Böylece hiçbir fayda ve zarara gücü yetmeyen bir varlıktır. O halde İsrail oğullarının kendi elleriyle yaptıkları bu varlıktaki bu özellikleri bile bile onu tapınılacak ilah edinmeleri gerçekten şaşılacak bir durumdur. İşte onların bu duruma düşmeleri düşünüp akletmemeleri, böylece basiretleri kapanıp, cehalete düşmeleri ve nihayet kalplerinin körelmesidir. Zira insandaki kalp körlüğü, onun gerçek olanları da görmesine engel olur. Ebu’d Derda radıyallahu anh’dan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Bir şeyi sevmen, seni kör ve dilsiz yapar.” (Ahmed, Ebu Davud) Gerçek İlahın Özellikleri: Allah-u Teâlâ, İsrail oğullarının buzağıyı ilah edinmedeki akletmezliklerini ve sapıklıklarını ortaya koyuyor. Çünkü ilah edindikleri o varlıkta gerçek ilaha ait hiçbir özellik yoktur. Bunu ise şu iki şekilde onlara bildiriyor: a) “o boğanın kendileriyle konuşmadığını…” O halde gerçek ilaha ait özelliklerin ilki, insanlara konuşmasıdır. Bu konuşma ise; mutlak olarak insanlarla konuşması değil, katından vahyini rasulleri vasıtasıyla indirerek onlara emir ve nehiyler bildirmesidir. Oysa ilah edinilen buzağı konuşma özelliğine, dolayısıyla insanlara emir ve nehiyler bildirme sıfatına sahip değildir. Bu ise, onun için büyük eksikliktir ve ilah olmayı hak edecek bir varlık değildir. A'RAF:148 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 201 Aynı şekilde Allah-u Teâlâ’nın konuşmadığını, O’nun kelam sıfatının olmadığını söylemek de O’na eksiklik izafe etmektir. Bu sebeple ehlisünnet Allah-u Teâlâ’nın konuşma sıfatı olduğunu, Kur’an’ın Allah-u Teâlâ’nın kelamı olduğunu söylemişlerdir. b) “ve onlara doğru yolu göstermediğini” Gerçek ilaha ait özelliklerden ikincisi ise; insanlara doğru yolu göstermesi, faydalı olan şeyleri bildirmesi, zararlı olan şeylerden sakındırması, o yola nasıl ulaşılacağını öğretmesi, dünya ve ahirette kendilerine faydalı olacak şeyleri bildirmesi ve böylece hak eden kullarını doğru yola iletmesidir. Oysa onların ilah edindikleri buzağıda bu özelliklerden hiçbirisi yoktur. İşte İsrail oğullarının cehaletleri onları o derece kör etmiş ki artık gerçek ilahın özelliklerini anlamaz hale gelmişler. Böylece sadece heykelden ibaret olan cansız bir buzağıyı ilah edinip ona tapınmışlardır. Allah-u Teâlâ bu konuyla ilgili olarak bir başka yerde şöyle buyuruyor: “Görmezler mi ki, o (heykel) onlara bir sözle karşılık vermez ve onlara ne bir fayda ne de zarar sağlar.” (Taha: 89) Cansız bir buzağıyı ilah edinen İsrail oğullarının durumu işte böyledir! Ve bu duruma düşen insanlar her çağ ve zamanda var olmuştur, var olacaklardır. Zamanımızda da böylelerine rastlamaktayız. Üstelik zamanımızdaki insanlar İsrail oğulları gibi bir değil, birçok ilahlar edinmişler ve Allah-u Teâlâ’dan başka onlara tapınmaktadırlar. Öyle ki zamanımızın insanlarının ilah edindikleri; ya Amerika, ya Rusya, ya Avrupa devletleri veya bunlar gibi başka devletler olmuştur. Veya komünizm, faşizm, demokrasi, laiklik, krallık vs. gibi düzenler 202 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:148 olmuştur. Veya particilik, tarikatçılık, şeyhçilik, efendicilik, hizipçilik, çoğulculuk, halkçılık ve daha bunlar gibi nice kurum, kuruluş ve akımlar olmuştur. Oysa bu ilah edinilenlerin hiçbirinde gerçek ilaha ait bir tek özellik bile yoktur. Bu sebeple heva ve hevesine uyan, hakka karşı kibirlenen, fasık olduğu için kalpleri kör olan ve akletmeyen kimselere ne kadar deliller gelse de yine akletmezler. “ve böylece zalim kimseler oldular.” Allah-u Teâlâ, ayetin bu kısmında buzağıyı ilah edinen kimselerin böyle yapmakla zalimlerden olduklarını haber vermiştir. Zira onlar bu şekilde cansız bir varlığı gerek akli olsun, gerek şer’i olsun hiçbir delile dayanmaksızın ilah edinmişlerdir. Şirk, en büyük zulümdür. Allah'ı bırakıp O’ndan başkasını ilah edinenler veya Allah'la beraber başka ilah edinenler, Allah'a ait hak, sıfat ve yetkiyi mahlûka verenler zulmün en büyüğünü yapmışlardır. Allah-u Teâlâ onları tek olarak yarattığı, rızık verdiği, bütün ihtiyaçlarını temin ettiği, onlara her türlü nimetler verdiği halde O'nu terk edip başka ilahlara veya O'nunla beraber başka ilahlara tapmak en büyük zulümdür. Bu nedenle her kim olursa olsun, Allah'a ne kadar ibadet edilirse edilsin, şirk koşan kişi en büyük zalimlerden olmuştur. Bundan daha büyük bir zulüm yoktur. İşte böyle yapmakla Allah-u Teâlâ’ya ibadette şirk koştular ve hem kendilerine hem de Allah-u Teâlâ’ya karşı zulmettiler. Zira Allah-u Teâlâ’ya karşı işlenen suçların en büyüğü O’na ibadette ortak koşulmasıdır ki bu en büyük zulümdür. İşte bu kimseler, bu şekilde zalimlerden oldular. A'RAF:148 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 203 Gerçek Adalet: Her kim mahlûkattan herhangi bir varlığı Allah-u Teâlâ’ya ibadette ortak koşarsa büyük bir zulüm işlemiş ve zalimlerden olmuştur. Zira ibadeti gerçekten hak eden Allah-u Teâlâ olmasına rağmen O’na ibadet etmemek; kendisine layık hak, sıfat ve yetkiler olmasına rağmen bütün bunları veya bunlardan bir tanesini başkasına vermek, Allah-u Teâlâ yegâne hüküm koyucu olmasına rağmen sadece O’nun hükmüne tabi olmamak ve hükmünü hâkim kılmak için çalışmamak da Allah-u Teâlâ’ya karşı işlenmiş en büyük zulümdür. Bütün bu sayılanlarda Allah-u Teâlâ’nın kulları üzerindeki hakkını kulların O’na vermeleri ise adaletin ta kendisidir. Durum bundan ibaret olduğuna göre Allah-u Teâlâ’nın kanunları dışında kanunlar koyarak insanları bu kanunlarla muhakeme eden kimselerin bu mahkemelerine “Adalet Mahkemesi” veya bunun daha ötesinde “Yüksek Adalet Mahkemesi” demeleri ne kadar saçma, ne kadar gülünç bir durumdur. İşte bu, Samiri’nin İsrail oğullarını kandırması gibi insanları kandırmak için uydurulmuş en büyük yalandır. Çünkü bu mahkemelere baktığımızda Allah-u Teâlâ’nın adalet olarak bildirdiği hiçbir unsuru görmemekteyiz. Öncelikle bu mahkemelerde Allah-u Teâlâ’nın şeriatı hâkim değildir. Öyleyse böyle bir mahkeme nasıl Adalet Mahkemesi olabilir ki? Tam aksine böyle yerler “Adaletsizlik Mahkemesi” vasfına daha layıktırlar. Çünkü gerçek adalet ancak Allah-u Teâlâ’nın kanunlarının uygulanmasıyla sağlanır. Bunun böyle olmadığını iddia eden kimse her ne kadar Allah-u Teâlâ’ya inandığını söylese de, hatta birtakım farzları yerine getirse de işte o kimse ne muvahhid ne de Müslümandır. Zira bu iddia sa- 204 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:148-149 hibi Allah-u Teâlâ’nın zulüm olarak isimlendirdiğini adalet olarak isimlendirmiştir, dolayısıyla küfrü hak etmiştir. Ne yazık ki zamanımızda gerek insanlar nazarında aydın gözüken kimseler ve gerekse cahil insanlar Allah-u Teâlâ’nın hükmünün uygulanmadığı mahkemelere Adalet Mahkemesi diyebilmekte, hatta böyle mahkemelerin olduğu sistemleri yönetenlere ulu’l emr sıfatını vermekte, onların itaat edilmeleri gereken Müslüman kimseler olduğunu söylemektedirler. İşte Allah-u Teâlâ’ya karşı işlenen suçun, iftiranın, zulmün en büyüğünü bu zamanımızdaki kimseler de işleyerek tıpkı İsrail oğullarının zalimlerden olmaları gibi zalimlerden olmayı hak etmişlerdir. Ve bu kimseler eğer kendilerini ıslah edip, bir an önce hakka dönmezlerse acıklı son muhakkak onlar için olacaktır. BUZAĞIYA TAPANLARIN PİŞMANLIĞI ﺎﻨﻤﺮﺣ ﻳ ﻟﹶﻢﻦﻠﱡﻮﺍ ﻗﹶﺎﻟﹸﻮﺍ ﻟﹶﺌﺪ ﺿ ﻢ ﻗﹶ ﻬﺍ ﺃﹶﻧﺃﹶﻭﺭﻢ ﻭ ﻳﻬﹺﺪﻲ ﺃﹶﻳﻂﹶ ﻓﻘﺎ ﺳﻟﹶﻤﻭ (١٤٩) ﺮﹺﻳﻦﺎﺳ ﺍﹾﻟﺨﻦ ﻣﻦﻜﹸﻮﻧﺎ ﻟﹶﻨ ﻟﹶﻨﺮﻔﻐﻳﺎ ﻭﻨﺑﺭ 149- (İsrail oğulları) Kendi elleriyle (yaptıkları boğayı ilah edinerek) haktan saptıklarını anlayınca (çok pişman oldular ve) şöyle dediler: “Eğer Rabbimiz bize merhamet etmez ve (işlediğimiz bu günahı) affetmezse, muhakkak (ahiret gününde) kaybedenlerden oluruz.” “(İsrail oğulları) Kendi elleriyle (yaptıkları boğayı ilah edinerek) haktan saptıklarını anlayınca…” Musa aleyhisselam, Tur’dan dönünce kavminin, kendisinin Tur’a çıkmasının ardından buzağıya tapındıklarını duyunca hemen kendilerine yaptıklarının yanlış olduğunu, çok büyük sapıklık olduğunu, şirk işlediklerini ve hemen A'RAF:149 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 205 tevbe etmeleri gerektiğini söyledi. İşte o anda akılları başlarına geldi ve hemen içine düştükleri durumun farkına vardılar. Böylece kendilerinin büyük bir sapıklık içerisinde olduklarını görüp anladılar. “şöyle dediler: “Eğer Rabbimiz bize merhamet etmez ve (işlediğimiz bu günahı) affetmezse, muhakkak (ahiret gününde) kaybedenlerden oluruz.” İsrail oğulları buzağıyı ilah edinmekle içine düştükleri durumun büyüklüğünü anladılar ve hemen kendi suçlarını itiraf ederek pişman olduklarını göstermek için ellerini havaya kaldırıp Allah-u Teâlâ’ya şöyle dua ettiler: “Ey Rabbimiz! Şayet bizlere rahmet etmez, bizleri bağışlamaz isen gerçekten biz hüsrana uğrayanlardan oluruz. Zira biz, çok büyük bir yanlış yaptık ve şimdi bu yaptığımız sebebiyle pişmanız. Sen, bizleri affet. Eğer affetmeyecek olursan hem dünyamız, hem ahiretimiz mahvolacak, böylece çok kötü bir şekilde hüsrana uğrayanlardan olacağız.” Allah-u Teâlâ onların bu duaları üzerine onlara nasıl tevbe edeceklerini bildirdi ve bildirdiğini yerine getirmeleri üzerine onları affetti. Allah-u Teâlâ bu durumu bir başka ayette şöyle haber veriyor: “Hani Musa kavmine demişti ki: “Ey kavmim! Sizler buzağıya tapmakla muhakkak ki nefislerinize zulmettiniz. Nefislerinizi öldürerek, sizi hiçbir örneğe ihtiyaç duymadan yaratan Allah'a tevbe ediniz. Bu sizin için, sizi hiçbir örneğe ihtiyaç duymadan yaratan Allah katında daha hayırlıdır. Böylece Allah tevbenizi kabul etmiştir. Muhakkak ki O, Tevvab'dır, Rahim'dir.” (Bakara: 54) 206 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:149-150 İsrail oğullarının nasıl tevbe edecekleri onlara şöyle haber verilmiştir: “Tevbeniz ancak, sizlerden buzağıya tapmayanların buzağıya tapanları öldürmesiyle kabul olur. Bu her ne kadar babanın oğlunu, kocanın eşini, akrabanın akrabayı öldürmesi gibi zor ve nefse ağır gelen bir şey ise de kıyamet gününde Allah katında sizler için daha hayırlıdır. Ancak böyle yaparsanız Allah-u Teâlâ tevbenizi kabul edecektir. Çünkü O, Tevvab’dır, Rahim’dir.” Musa aleyhisselam’ın şeriatında şirk koşanların tevbesi, ancak kendilerini öldürmeleri ile kabul olunurdu. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şeriatında ise bu hüküm kaldırılmıştır. MUSA (A.S)’NIN TUR’DAN DÖNÜŞÜ SONRASI YAŞANANLAR ﻮﻧﹺﻲﻤﻠﹶﻔﹾﺘﺎ ﺧﻤﻔﹰﺎ ﻗﹶﺎﻝﹶ ﺑﹺﺌﹾﺴﺎﻥﹶ ﺃﹶﺳﻀﺒ ﻏﹶﻪﻮﻣ ﻰ ﺇﹺﻟﹶﻰ ﻗﹶﻮﺳ ﻣﻊﺟﺎ ﺭﻟﹶﻤﻭ ﻩﺮﺠ ﻳﻴﻪﺃﹾﺱﹺ ﺃﹶﺧﺬﹶ ﺑﹺﺮﺃﹶﺧ ﻭﺍﺡﺃﹶﻟﹾﻘﹶﻰ ﺍﹾﻟﺄﹶﻟﹾﻮﻢ ﻭ ﻜﹸﺑ ﺭﻣﺮ ﺃﹶﻢﺠﹺﻠﹾﺘﻱ ﺃﹶﻋﺪﻌ ﺑﻦﻣ ﺑﹺﻲﺖﻤﺸﻨﹺﻲ ﻓﹶﻠﹶﺎ ﺗﻠﹸﻮﻧﻘﹾﺘﻭﺍ ﻳﻛﹶﺎﺩﻔﹸﻮﻧﹺﻲ ﻭﻌﻀﺘ ﺍﺳﻡ ﺇﹺﻥﱠ ﺍﹾﻟﻘﹶﻮ ﺃﹸﻡﻦ ﻗﹶﺎﻝﹶ ﺍﺑﻪﺇﹺﻟﹶﻴ (١٥٠) ﲔﻤﻮﻡﹺ ﺍﻟﻈﱠﺎﻟ ﺍﹾﻟﻘﹶﻊﻠﹾﻨﹺﻲ ﻣﻌﺠﻟﹶﺎ ﺗﺍﺀَ ﻭﺪﺍﻟﹾﺄﹶﻋ 150 – Musa (Allah ile görüştüğünde kavminin buzağıya taptıklarını haber alınca) çok kızmış ve üzülmüş olarak kavmine döndü ve (bu hâllerini görüp öfke ve üzüntüsü daha da artarak onlara) şöyle dedi: "(Ben gittikten sonra) Arkamdan ne kötü bir hâle düştünüz! (Şirk işleyerek) Rabbinizin şiddetli azabı üzerinize insin diye mi acele ediyorsunuz?" (Sonra da elindeki Tevrat’ın yazılı olduğu) A'RAF:150 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 207 Levhaları yere attı ve kardeşinin başını (saç ve sakalından) tutarak kendisine doğru çekti. (Harun, Musa’ya) Dedi ki: “Ey anamın oğlu! Sen gittikten sonra (kavmin) beni zayıf buldu ve neredeyse beni öldüreceklerdi. (Bana bu şekilde davranarak) Düşmanlarımızı sevindirme. Beni de o zalimler topluluğu ile bir tutma.” “Musa (Allah ile görüştüğünde kavminin buzağıya taptıklarını haber alınca) çok kızmış ve üzülmüş olarak kavmine döndü” Allah-u Teâlâ bu ayette Musa aleyhisselam’ın kavmine kızgın ve üzgün bir şekilde döndüğünü haber veriyor. Bunun sebebi ise; kavminin, kendisinin Tur’a çıkmasının ardından buzağıyı ilah edinmelerini Allah-u Teâlâ’nın kendisine haber vermiş olmasıdır. Musa aleyhisselam, işte bu durumu öğrenince çok kızdı ve kavminin bu yaptığı sebebiyle üzüldü. Böylece onların yanına geri döndü. Allah-u Teâlâ bu durumu başka ayetlerde şöyle haber veriyor: “Dedi ki: “Muhakkak ki biz, doğrusu senden sonra kavmini imtihan ettik ve Samiri onları saptırdı. (Durumu öğrenen) Musa hemen kavmine kızgın (ve) üzgün olarak döndü. (Kavmine) Dedi ki: “Ey kavmim! Rabbiniz size güzel bir vaatle vaat etmemiş miydi? Öyleyse size ahit mi uzun geldi yoksa Rabbinizden bir gazabın üzerinize inmesini mi isteniz ki bana verdiğiniz söze muhalefet ettiniz.” (Ta-ha: 85-86) “ve (bu hâllerini görüp öfke ve üzüntüsü daha da artarak onlara) şöyle dedi: "(Ben gittikten sonra) Arkamdan ne kötü bir hâle düştünüz!” 208 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:150 Musa aleyhisselam, kavminin buzağıyı ilah edindiğini Allah-u Teâlâ’nın kendisine haber vermesi üzerine kavmine kızgın ve üzgün bir şekilde döndüğünde onları gerçekten buzağıya tapınır halde buldu. Bu durum karşısında kızgınlık ve üzüntüsü daha da arttı. Çünkü bir haberi duymak başka, onu görmek ise daha başkadır. Zira görmek, duymaktan daha büyük bir etki oluşturur insan üzerinde. İşte bu sebeple Musa aleyhisselam kavmine şöyle dedi: “Ey kavmim! Ben sizlere tevhidi ve şirkten nasıl kaçınmanız gerektiğini öğrettim. Allah-u Teâlâ’ya iman ve ibadet etmeniz konusunda sizler için hiçbir eksik bırakmadım. Fakat sizler ne yaptınız? Benim Tur’dan dönüşümü beklemeden, Samiri’nin sizi saptırmasına kulak verdiniz. Öyle ki bir buzağı edindiniz ve onu Allah’tan başka ibadet edilen bir ilah yaptınız. Böylece Allah-u Teâlâ’ya ibadette şirk koştunuz. Oysa akide ve tevhid konusunda hiçbir eksiğiniz yoktu. Ama siz, bildikleriniz üzerinde durmadınız ve benim ayrılmamın hemen ardından benim yerime ne kötü geçtiniz. Zira ben sizleri terk edip Tur’a gidince sizler çok kötü şeyler yaparak, çok kötü bir duruma düştünüz.” “(Şirk işleyerek) Rabbinizin şiddetli azabı üzerinize insin diye mi acele ediyorsunuz?” Musa aleyhisselam kavmine sözlerine şöyle devam etti: “Ey kavmim! Sizler Rabbinizin belirlediği süre bitmeden, benim öldüğüme hükmederek, Allah’tan başka ilah edinme konusunda acele mi ettiniz?” Musa aleyhisselam, Allah-u Teâlâ ile buluşmak üzere 30 günlüğüne Tur’a gitmişti. Fakat Allah-u Teâlâ, bu 30 güne 10 gün daha ilave etmiş ve böylece bu süre 40 gün olmuştu. Dolayısıyla 30 günün geçmesi sebebiyle Musa aleyhisselam’ın kavmi, onun öldüğüne hükmettiler. Ve kendi kavimlerinin önde gelenlerinden sayılan Samiri’ye uy- A'RAF:150 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 209 dular. Zira Samiri Musa aleyhisselam geri dönmeyince onlara şöyle dedi: “Musa, gördüğünüz gibi geri dönmemiştir. Bu ise onun öldüğünü göstermektedir. Öyleyse siz, bu buzağıyı ilah edininiz. Çünkü sizin gerçek ilahınız budur. Ve bu, Musa’nın da ilahıdır.” Allah-u Teâlâ bu konuyla ilgili olarak başka bir ayette şöyle haber veriyor: “Böylece onlar için böğürmesi olan bir buzağı heykeli ortaya çıkardı. Akabinde dediler ki: “İşte bu, sizin ilahınız ve Musa’nın ilahıdır. Öyle ki o, (bunu) unuttu.” (Ta-ha: 88) İşte Musa aleyhisselam’ın kavminden bir kısmı, bu şekilde sapma konusunda Samiri’ye uymakta acele ettiler ve Musa aleyhisselam’ın Tur’dan dönüşünü beklemediler. Bir kısmı ise onların bu yaptıklarına uymadılar. Bunlar Harun ve azınlıkta olan kimselerdi. Ve bu olay karşısında her ne kadar Harun aleyhisselam onları uyardıysa da başka bir şey yapamayıp kaldılar. “(Sonra da elindeki Tevrat’ın yazılı olduğu) Levhaları yere attı.” Musa aleyhisselam, kavminin buzağıya tapınma haberini duyması ve döndüğünde bu durumla karşılaşması sonucunda kızgınlık ve üzüntüsü o derece arttı ki Tur’dan dönüşünde beraberinde getirdiği, içinde birçok hükümleri ihtiva eden levhaları yere atıverdi. İbni Abbas radıyallahu anh’dan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Allah-u Teâlâ Musa (a.s)’ya rahmet etsin. Öyle ki haberi duymak, görmek gibi değildir. Zira Allah-u Teâlâ, Musa (a.s)’ya kavminin buzağıya taptığını haber vermiş, bu durumda levhaları yere atmamıştı. Ne za- 210 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:150 man ki onların buzağıya taptıklarını gördü, işte o zaman levhaları yere attı.” (İbni Ebu Hatim) Musa aleyhisselam’ın Tur’dan beraberinde getirdiği levhaları yere atmasının sebebi, o levhalara ve içinde yazılı olan hükümlere ihanet ya da saygısızlık amaçlı değildir. Bu şekilde davranmasındaki sebep; kavmini buzağıya tapar halde bulması, onların Allah-u Teâlâ’nın dinini ihlal ettiklerini görmesi, böylece bu yaptıkları amele Allah-u Teâlâ için kızmasıdır. İşte bu sebeple levhaları yere atmıştır. “ve kardeşinin başını (saç ve sakalından) tutarak kendisine doğru çekti.” Musa aleyhisselam, kavminin buzağıya taptığını görünce Tur’a giderken yerine vekil bıraktığı kardeşi Harun aleyhisselam’ın başını tutup kendine doğru çekti ve ondan ne olup bittiğini öğrenmek istedi. Bu şekilde saçı, sakalı tutarak kişiyi kendine yaklaştırmak Arapların bir âdetidir. Zira Araplar bir kişiyle özel olarak konuşmak istediklerinde onun saçından ve sakalından tutarak kendine yaklaştırırlardı. İşte Musa aleyhisselam da kardeşi Harun aleyhisselam’a böyle yaptı. Yoksa bu hareketiyle onu küçültmek ya da ona ceza vermek için böyle davranmadı. Zira böyle bir hareket nebi ve rasullere yakışmayan bir haldir. Çünkü bir kişiye, hakkında söylenenler konusunda soru sormadan ceza vermek adaletli bir davranış değildir. Dolayısıyla bir rasul olan Musa aleyhisselam’ın, yine kendisi gibi bir rasul olan Harun aleyhisselam’a sormadan ona ceza vermesi uygun bir davranış değildir. Üstelik bir kimseye, onunla ilgili bir meselede sormadan ceza vermek, haram kılınmış bir davranıştır ve böyle yapmak zulümdür. O halde rasuller haram işlemekten ve zulmetmekten münezzehtirler. A'RAF:150 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 211 Dolayısıyla Musa aleyhisselam’ın, kardeşi Harun aleyhisselam’ın başını ve sakalını tutması normal bir davranış olup onunla özel konuşmak için böyle yapmıştır. Buna rağmen bu davranışın insanlarca azarlanma veya kızma olarak algılanabilme ihtimali de söz konusudur. “(Harun, Musa’ya) Dedi ki: “Ey anamın oğlu! Sen gittikten sonra (kavmin) beni zayıf buldu ve neredeyse beni öldüreceklerdi. (Bana bu şekilde davranarak) Düşmanlarımızı sevindirme. Beni de o zalimler topluluğu ile bir tutma.” Harun aleyhisselam, Musa aleyhisselam’ın kendisinin saçını ve sakalını tutarak kendisiyle bu yolla özel görüşmek istediğini belirtmesi sırasında onun bu hareketinin bazı zayıf karakterli insanlar ya da bu durumu uzaktan gören insanlar tarafından yanlış anlaşılabileceğini, dolayısıyla kendisine kızıldığını ve kendisinin azarlandığını zannedebileceklerini düşünerek, bu hareketin yapılmasından hoşlanmadı ve ona şöyle dedi: “Ey annemin oğlu! Kavmim buzağıya tapınmaya başladıklarında ben onlara tapındıkları buzağının gerçek ilah olmadığını, yaptıklarının şirk olduğunu anlattım. Buna rağmen onlar beni zayıf gördüler ve söylediklerime uymadılar. Öyle ki beni öldürmeye bile kalktılar. Bunun üzerine ben, onlara başka şey söylemedim ve sustum. O halde sen benim saçımı ve sakalımı sakın tutarak kendine çekme. Çünkü buzağıyı ilah edinen o kimseler, bana böyle yapmanla senin bana ceza verdiğini, bana hakaret ettiğini, beni onlarla bir tuttuğunu zannederler. Böylece bu duruma sevinirler. Öyleyse beni onlarla bir tutmuş gibi gösterecek amelleri sakın yapma. Ve düşmanlarımızı bize güldürecek böyle bir davranıştan kaçın. Beni buzağıya tapınan, onlara tabi olan ve ses çıkarmayan, böylece Allah-u Teâlâ’ya kar- 212 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:150 şı işlenmiş en büyük zulüm olan şirk koşarak zalimlerden olan bu müşrik kavimle de bir tutma.” Allah-u Teâlâ, Harun aleyhisselam’ın görevini tam olarak yerine getirdiğiyle ve bu konuda Musa aleyhisselam’a ne dediğiyle ilgili olarak başka ayetlerde bu meseleyi şöyle haber veriyor: “Doğrusu Harun önceden onlara dedi ki: “Ey kavmim! Muhakkak ki siz onun ile imtihan edildiniz. Ve muhakkak Rabbiniz, Rahman’dır. Öyleyse bana tabi olunuz ve emrime itaat ediniz.” Dediler ki: “Musa bize dönünceye kadar biz ona ibadet etmekten asla ayrılmayacağız.” (Musa) Dedi ki: “Ey Harun! Onların saptıklarını gördüğünde sana ne engel oldu ki bana tabi olmadın? Acaba emrime isyan mı ettin?” (Harun) dedi ki: “Ey annemin oğlu! Sakalımı ve başımı tutma! Muhakkak ki ben senin: “Benimle İsrail oğullarının arasını ayırdın ve sözümü gözetmedin” demenden korktum.” (Ta-ha: 90-94) Bu ayetler de gösteriyor ki Harun aleyhisselam, kendisine düşen görevi yapmış ve kavmini işledikleri şirk konusunda uyarmıştır. Fakat onlar, azgınlıkta, sapıklıkta, şirkte, zulümde o derece ileri boyuta varmışlardı ki artık kendilerine yapılan hak çağrıya kulak veremeyecek duruma gelmişlerdi. Öyle ki kendilerini gerçek tevhide sarılmaya ve şirki terk etmeye çağıran Harun aleyhisselam’ı neredeyse öldürmeye kalkışmışlardı. İşte bu durum karşısında Harun aleyhisselam zayıf kalmış ve onlara hakkı söylemeyi kesmiştir. Bu durum göstermektedir ki ölüm tehlikesi söz konusu olduğu durumlarda insan hakkı söylemeyip susabilir. A'RAF:151-152 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 213 MUSA (A.S)’NIN KENDİSİ VE KARDEŞİ İÇİN BAĞIŞLANMA DİLEMESİ ﻢﺣ ﺃﹶﺭﺖﺃﹶﻧ ﻭﻚﺘﻤﺣﻲ ﺭﺎ ﻓ ﹾﻠﻨﺧﺃﹶﺩﻲ ﻭﺄﹶﺧﻟﻲ ﻭﺮ ﻟ ﺍﻏﹾﻔﺏ ﻗﹶﺎﻝﹶ ﺭ (١٥١) ﲔﻤﺍﺣﺍﻟﺮ 151 – (Musa, Allah’a dua ederek) Şöyle dedi: “Rabbim! Bana ve kardeşime mağfiret et. (Ahirette) Rahmet ettiklerinin arasına bizi de dâhil et. Sen, merhamet edenlerin en merhametli olanısın! Musa aleyhisselam, Harun aleyhisselam’ın kendisine söylediği sözler ve yaptığı izahlar sonucunda kızmaktan vazgeçti. Böylece kardeşi Harun aleyhisselam’ın, kavminin yaptığı amelden beri olduğunu, kendisine verilen görevi eksiksiz yerine getirdiğini anladı ve hemen Allah-u Teâlâ’ya yönelerek şöyle dua etti: “Ey Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla. Ve bize rahmetinle muamele et. Çünkü senin rahmetin her şeyi kuşatandır. Ve sen, merhametlilerin en merhametlisisin. Öyle ki annemizden, babamızdan, çocuklarımızdan ve tüm yaratılmışlardan bizlere daha merhamet edensin. O halde bize rahmet et.” BUZAĞIYA TAPANLARIN CEZASI ﻲﻟﱠﺔﹲ ﻓﺫ ﻭﻬﹺﻢﺑ ﺭﻦ ﻣﺐ ﻏﹶﻀﻢﺎﻟﹸﻬﻨﻴﻞﹶ ﺳﺠﺬﹸﻭﺍ ﺍﻟﹾﻌﺨ ﺍﺗﻳﻦﺇﹺﻥﱠ ﺍﻟﱠﺬ (١٥٢) ﺮﹺﻳﻦﻔﹾﺘﺰﹺﻱ ﺍﹾﻟﻤﺠ ﻧﻚﻛﹶﺬﹶﻟﺎ ﻭﻴﻧ ﺍﻟﺪﺎﺓﻴﺍﻟﹾﺤ 214 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:152 152 – Boğayı ilah edinenler, (şayet tevbe etmezlerse kıyamet gününde) mutlaka Rablerinin gazabını hak edecek ve dünya hayatında da zillete uğrayacaklardır. (Allah'a şirk koşarak) İftira edenlerin cezasını işte böyle veririz. “Boğayı ilah edinenler, (şayet tevbe etmezlerse kıyamet gününde) mutlaka Rablerinin gazabını hak edecek ve dünya hayatında da zillete uğrayacaklardır.” Allah-u Teâlâ bu ayette şöyle buyuruyor: “Musa’nın Tur’a çıkmasının ardından Samiri’ye uyarak buzağıyı ilah edinen, onun yerine vekil olarak bıraktığı Harun’un uyarılarına kulak vermeyip neredeyse onu öldürmeye kalkışan ve bu hallerine devam eden kimselere Rableri olan Allah katından ahirette büyük bir gazap ve dünya hayatında ise onlar için büyük bir zillet olacaktır.” Buzağıyı ilah edinen ve ona tapınan kimselere Allah-u Teâlâ’dan bir gazaptan kasıt; ahirette vereceği azaptır. Bu kimselere dünyada verilecek zilletten kasıt; dünyada birbirlerini öldürmeleridir. “(Allah'a şirk koşarak) İftira edenlerin cezasını işte böyle veririz.” Allah-u Teâlâ, devamla şöyle buyuruyor: “Bir buzağı edinmek suretiyle ona tapan böylece Allah’ın dininde olmayan şeyleri dindenmiş gibi insanlara anlatanlar ve bu şekilde olmasını sağlayan kimseler gerçekten büyük iftiracılardır. İşte bu gibi iftiracıların cezası, ahirette sonsuza dek cehennemde kalmaları, dünyada ise zillet ve ihanet içinde yaşamalarıdır.” Allah-u Teâlâ’nın, buzağıyı ilah edinenler hakkında söylemiş olduğu bu söz, ceza olarak birbirlerini öldürmelerinden önce olan bir sözdür. Zira onlar yaptıkları bu çirkin A'RAF:152-153 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 215 amelin tevbesi olarak birbirlerini öldürmeleri üzerine Allah-u Teâlâ onların bu tevbesini kabul etti. Öyle ki onlardan ölenler şehit olarak öldüler, sağ kalanlar ise Allah-u Teâlâ tarafından affedildiler. Şu gerçek bir kaidedir ki; işlediği suçtan gerçek manada tevbe eden kimseyi Allah-u Teâlâ muhakkak affeder. Bazı âlimler; buzağıyı ilah edinenlerden bazılarının gerçek manada tevbe etmediklerini söylemişlerdir. Bu yüzden ayette onlar için ahirette bir azap ve dünyada büyük zillet olacağı söylenmiştir. Bazı âlimler ise; azaba uğrayacak olanların, Musa aleyhisselam’ın Tur’dan dönüşünü görmeden önce buzağıya tapıp ölenler olduğunu söylemişlerdir. İşte cehennemde büyük azaba maruz kalacak olanlar bunlardır. İŞLENEN KÖTÜLÜKLERİN ARDINDAN YAPILAN TEVBE VE GERÇEK İMAN ﻦ ﻣﻚﺑﻮﺍ ﺇﹺﻥﱠ ﺭﻨﺁﻣﺎ ﻭﻫﺪﻌﻦ ﺑ ﻮﺍ ﻣﺎﺑ ﺗ ﺛﹸﻢﺌﹶﺎﺕﻴﻠﹸﻮﺍ ﺍﻟﺴﻤ ﻋﻳﻦﺍﻟﱠﺬﻭ (١٥٣) ﻴﻢﺣ ﺭﻔﹸﻮﺭﺎ ﻟﹶﻐﻫﺪﻌﺑ 153 – (Şirk, küfür ve haram gibi) Kötü işler yapıp da ardından tevbe edip iman edenler var ya! Muhakkak ki Rabbin, bu tevbeden sonra (onları) bağışlayan ve merhamet edendir. Allah-u Teâlâ bu ayette şöyle buyuruyor: “Her kim küfür, şirk, haram gibi kötü amelleri işler sonra da bu amellerden gerçek manada tevbe eder, böylece bu amelleri işlemeyi bırakır ve iman konusunda, Allah’a ibadet konusunda ihlâslı olursa, şüphesiz ki Allah bu kimse- 216 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:153 nin yaptıklarını affedecektir. Çünkü Allah, Gafur’dur, Rahim’dir.” Gafurdur; yani her ne kötü amel işlerse işlesin, kulunun tevbe edip, o amel işlemeyi terk etmesi ve bunda ihlâslı olması durumunda onu affedendir. Rahimdir; kötü amellerden tevbe eden ve bir daha o amellere dönmemekte ihlâslı olan kullarını rahmetiyle kuşatan, onları koruyup gözetendir. Allah-u Teâlâ’nın Kullarına Olan Adaleti: Allah-u Teâlâ, bu iki ayette bizlere iki önemli kaideyi öğretmektedir. Bu kaideler şöyledir: Birincisi: Allah-u Teâlâ’nın, kullarını işledikleri suçlar sebebiyle cezalandırması, O’nun bir adaletidir. Dolayısıyla cezalandırma da adalettir. Allah-u Teâlâ’nın kendisine ortak koşan kullarını, dünyada zillete, ahirette azaba uğratması da aynı şekilde O’nun adaletidir. Zira suça verilen ceza, suçun büyüklüğüyle orantılıdır. Ve şirk, yeryüzünde işlenmiş en büyük zulümdür. Bu öyle bir zulüm ki, şirk koşan kimse hem Allah-u Teâlâ’nın hakkını O’na vermeyerek yüce yaratıcısına karşı gelmekte, hem de böyle bir ameli işleyerek kendi nefsine zulmetmektedir. Dolayısıyla böyle büyük bir zulmün cezası elbette büyük olmalıdır. Allah-u Teâlâ, işte bu suçla ilgili adaletini de belirtmiş ve bu suçu işleyenlere ahirette ebedi bir azap dünyada ise zillet ve ihanet olacağını bildirmiştir. İkincisi: Allah-u Teâlâ’nın, kullarının işledikleri şirk, küfür, haram gibi amellerinden ihlâsla tevbe etmeleri, o ameli bir daha işlememeleri ve bu şekilde kendisini ıslah edip Rablerine yönelenleri muhakkak affetmesi de O’nun A'RAF:153-154 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 217 bir adaletidir. Dolayısıyla tevbeleri kabul edip affetmek merhamettir. O halde gerek nefsine uyarak, gerek cahil olarak, gerek başkalarını taklit ederek, gerek inat ederek, gerek kibirlenerek, gerek yalanlayarak, gerek inkâr ederek, gerek yüz çevirerek, gerekse bunlardan birisi sebebiyle küfür, şirk, haramlar gibi amelleri işleyenler daha sonra bu yaptıklarının gerçeğini öğrenip anladıklarında ihlâslı bir şekilde bu amellerinden tevbe ederler ve Allah-u Teâlâ’ya iman ederlerse, muhakkak Allah-u Teâlâ onlara mağfiret ve rahmet edecektir. Çünkü bu şekilde yapılan samimi bir tevbenin mükâfatı da elbette bu şekilde karşılık görür. İşte bu, gerçek merhamettir… O halde Allah-u Teâlâ’nın adil ve merhametli olan şeriatına rağmen, adaleti Allah-u Teâlâ’nın sistemi dışındaki şeriatlarda arayan ve o şeriatlara tabi olanların adaletli bir yaşantılarından veya böyle sistemlerin adil olduklarından asla söz edilemez. Çünkü böyle sistemler, özü zulme, küfre, şirke, haramlara dayalı sistemlerdir. MUSA (A.S)’NIN LEVHALARI YERDEN ALIŞI ﻯﺪﺎ ﻫﻬﺘﺨﺴﻲ ﻧﻓ ﻭﺍﺡﺬﹶ ﺍﻟﹾﺄﹶﹾﻟﻮ ﺃﹶﺧﺐﻀﻰ ﺍﻟﹾﻐﻮﺳﻦ ﻣ ﻋﻜﹶﺖﺎ ﺳﻟﹶﻤﻭ (١٥٤) ﻮﻥﹶﺒﺮﻫ ﻳﻬﹺﻢﺑﺮ ﻟﻢ ﻫﻳﻦﻠﱠﺬﺔﹲ ﻟﻤﺣﺭﻭ 154 – Musa’nın (kavmine olan) öfkesi dinince, içinde Allah’tan korkanlar için hidayet ve rahmet bulunan levhaları (yerden) aldı. 218 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:154 “Musa’nın (kavmine olan) öfkesi dinince… levhaları (yerden) aldı.” Allah-u Teâlâ bu ayette Musa aleyhisselam’ın, kızgınlıkla levhaları atmasının ve Harun aleyhisselam’ın sözlerini dinlemesinin ve de kavminin tevbe etmesinin ardından kızgınlığı gidince tekrar levhaları aldığını haber veriyor. Daha önce de belirttiğimiz gibi Musa aleyhisselam’ın kızgınlığı, nefsi bir kızgınlık olmayıp yapılan amelin çirkinliği sebebiyle ameli yapanlara Allah-u Teâlâ için kızdığından böyle davranmıştır. Sonra da kızgınlığı gidip sakinleşince bu levhaları tekrar yerden almıştır. “içinde Allah’tan korkanlar için hidayet ve rahmet bulunan levhaları...” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında Musa aleyhisselam’ın Tur dönüşü getirdiği levhalarda ne olduğunu haber veriyor. Bu levhaların içinde; Tevrat vardı. Dolayısıyla Allah-u Teâlâ’nın emir ve yasakları, hidayeti, doğru yolu gösteren emirleri, hak ve batılı açıklayan hükümleri vardı. Yine bu levhalarda iyi ve kötü amellerin neler olduğu, bu levhalarda bulunan iyi amelleri işleyenlerin mükâfatı, yasaklanan kötü amelleri işleyenlerin cezası vardı. Kısacası bu levhalarda bütün insanlar ve Allah-u Teâlâ’dan korkanlar için rahmet vardı. Zira bu levhalarda bulunan emir ve yasaklara uyan kimseler gerçekten Allah-u Teâlâ’dan, O’nun ahirette vereceği azaptan korkan ve O’nun rızasını isteyen kimselerdir. İşte bu kimseler için bu levhalarda rahmet vardır. Allah-u Teâlâ’nın geniş ikramı, bağışlaması, yardımı, mükâfatı ve hoşnutluğu vardır. Fakat bu levhalardaki öğütler, emirler, nehiyler Allah-u Teâlâ’dan, O’nun azabından korkmayan, O’nun rızasını istemeyen kimselere fayda vermez. Ve bu sebeple bu kimseler rahmetten uzak kalarak azabı hak ederler. A'RAF:154-155 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 219 Maalesef zamanımızda da Allah-u Teâlâ’nın kitabı Kur’an ve O’nun rasulünün sünneti apaçık ortada olduğu, insanları hakka ve hidayete davet ettiği, onlara doğru yolu gösterdiği, kendilerini mutlu edecek ve mutsuz edecek her meseleyi bildirdiği halde insanların çoğu bundan yüz çevirmiş ve adeta azabı hak eder olmuşlardır. Bu sebeple her kim, kendisini düzeltir, ıslah olur ve Kur’an ve sünnetin hükümlerine tabi olur, böylece Allah-u Teâlâ’ya gerçek bir kul olursa işte o kimse Allah-u Teâlâ’nın rahmet ve hidayet ettiği kimselerden olacaktır ve gerçek kurtuluşa erecektir. MUSA (A.S)’NIN KAVMİNDEN YETMİŞ KİŞİ SEÇİLMESİ VE MUSA (A.S)’NIN DUASI ﻔﹶﺔﹸﺟ ﺍﻟﺮﻢﻬﺬﹶﺗﺎ ﺃﹶﺧﺎ ﻓﹶﻠﹶﻤﻨﻴﻘﹶﺎﺗﻤﻠﹰﺎ ﻟﺟ ﺭﲔﺒﻌ ﺳﻪﻣﻰ ﻗﹶﻮﻮﺳ ﻣﺎﺭﺘﺍﺧﻭ ُﺎﺀﻔﹶﻬﻞﹶ ﺍﻟﺴﺎ ﻓﹶﻌﺎ ﺑﹺﻤﻜﹸﻨﻠﻬ ﺃﹶﺗﺎﻱﺇﹺﻳﻞﹸ ﻭ ﻗﹶﺒﻦﻢ ﻣ ﻬﻠﹶ ﹾﻜﺘ ﺃﹶﻫﺌﹾﺖ ﺷ ﻟﹶﻮﺏﻗﹶﺎﻝﹶ ﺭ ﺎﻨﻴﻟ ﻭﺖﺎﺀُ ﺃﹶﻧﺸ ﺗﻦﻱ ﻣﻬﺪ ﺗﺎﺀُ ﻭﺸ ﺗﻦﺎ ﻣﻞﱡ ﺑﹺﻬﻀ ﺗﻚﺘﻨﺘ ﺇﹺﻟﱠﺎ ﻓﻲﺎ ﺇﹺﻥﹾ ﻫﻨﻣ (١٥٥) ﺮﹺﻳﻦﺎﻓ ﺍﻟﹾﻐﺮﻴ ﺧﻧﺖﺃﹶﺎ ﻭﻨﻤﺣﺍﺭﺎ ﻭ ﻟﹶﻨﺮﻓﹶﺎﻏﹾﻔ 155 – Musa, (boğaya tapmayan ancak onun ilah edinildiğini gördükleri halde buna ses çıkarmayanlardan, kavimleri adına Allah'tan özür dilesinler diye) tayin ettiğimiz yere gelmeleri için kavmin(in ileri gelenlerin)den yetmiş adam seçti. (İçlerinden bazıları Rablerini görmek istedikleri zaman) Onları şiddetli sarsıntı yakalayınca (Musa yalvararak) dedi ki: “Ey Rabbim! Dileseydin, bundan (yani; ben onları seçip Beni İsrail’den ayrılmadan) önce 220 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:155 onları da beni de helak ederdin. İçimizdeki sefihlerin yaptıklarından dolayı bizi helak mi edeceksin? (Eğer bu seçkin kimseleri helak edersen, kavmim beni itham ederler.) Muhakkak ki bu, Senin imtihanındır. Bununla dilediğini saptırır, dilediğine de hidayet edersin. (Ey Rabbim!) Sen bizim velimizsin. Bizi bağışla ve bize merhamet et! Sen, bağışlayanların en hayırlısısın.” “Musa, (boğaya tapmayan ancak onun ilah edinildiğini gördükleri halde buna ses çıkarmayanlardan, kavimleri adına Allah'tan özür dilesinler diye) tayin ettiğimiz yere gelmeleri için kavmin(in ileri gelenlerin)den yetmiş adam seçti.” Allah-u Teâlâ, İsrail oğullarının buzağıya tapmaları ve daha sonra bu suçlarından tevbe etmeleri sonrası yaptıkları sebebiyle Allah-u Teâlâ’dan özür dilemeleri için Musa aleyhisselam’a onlardan yetmiş seçkin kimseyi seçmesini ve tayin ettiği bir yere onlarla gelmesini emretti. Musa aleyhisselam da kendisine denileni yaptı ve kavminden yetmiş kişiyi seçerek onlarla Allah-u Teâlâ’nın kendileri için belirlediği yere gitti. “Onları şiddetli sarsıntı yakalayınca…” Musa aleyhisselam ve beraberindeki yetmiş kişi belirtilen yere geldiklerinde, seçkinlerden olan o yetmiş kişi Allah-u Teâlâ’dan özür dileyecekleri yerde, tam aksine Allah-u Teâlâ’ya karşı yeni bir edepsizlik yaptılar. Ve Musa aleyhisselam’a dediler ki: “Ey Musa! Biz Allah'ı apaçık bir şekilde görmedikçe sana inanmayız.” (Bakara: 55) İşte bu yaptıkları sebebiyle büyük bir sarsıntı onları yakalayıverdi ve orada helak oldular. A'RAF:155 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 221 Allah-u Teâlâ bu durumu başka bir ayette şöyle haber veriyor: “Böylece sizler bakıyor olduğunuz halde sizleri yıldırım yakalayıvermişti.” (Bakara: 55) Musa aleyhisselam ile birlikte giden yetmiş seçkin kimsenin bu sarsıntı sonucu yıldırıma kapılmalarıyla ölüp ölmedikleri konusunda âlimler ihtilaf etmişlerdir. Âlimlerden bazıları; “bu kimseler ölmüşlerdir ve sonra Allah-u Teâlâ onları tekrar diriltmiştir” demişlerdir. Bazı âlimlere göre ise bu kimseler ölmemiş, bayılmışlardır. Bazı âlimler bu olayın, Musa aleyhisselam’ın kavminin buzağıya tapınmalarının öncesi olduğunu söylemişlerdir. Bu kimselere göre Musa aleyhisselam, Allah-u Teâlâ ile konuşmasına şahit olması için beraberinde yetmiş kişi götürmüştü. Bu kimseler Musa aleyhisselam’ın Allah-u Teâlâ ile konuşmasını duymalarına rağmen, ayrıca O’nu görmek istediler. İşte bu sebeple büyük bir sarsıntıyla sarsıldılar ve onları yıldırım çarptı. Bunun üzerine onlar, ölmeyip bayıldılar. “(Musa yalvararak) dedi ki: “Ey Rabbim! Dileseydin, bundan (yani; ben onları seçip Beni İsrail’den ayrılmadan) önce onları da beni de helak ederdin.” Musa aleyhisselam, kavminden yetmiş kişinin bu şekilde cezalandırılmaları üzerine, onların öldüğünü zannetti ve yalvararak Allah-u Teâlâ’ya şöyle niyaz etti: “Ey Rabbim! Buraya gelmemiz öncesi kavmimi ve beni helak etmeni Sen’den dilerdim. Çünkü öyle bir durumda kavmimin karşısında benim durumum zorlaşmazdı. Fakat bu şekilde yapman benim durumumu zorlaştırır. Zira kavmimin geride kalanları benim hakkımda diyebilirler ki: “Ey Musa! Sen içimizdeki hayırlı kimseleri yanına aldın, 222 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:155 sonra onlarla bir yere giderek orada onları öldürüp geri döndün. O halde Rabbim! Sen’den buraya gelmemiz öncesi bizleri helak etmeni dilerdim.” “İçimizdeki sefihlerin yaptıklarından dolayı bizi helak mi edeceksin?” Musa aleyhisselam, sözlerini şöyle devam ettirdi: “Ey Rabbim! Bizden aklı kıt kimselerin yaptıkları sebebiyle bizleri helak mi edeceksin? Zira Sen’den özür dileyecekleri yerde, Seni görmeyi isteyen kimseler gerçekten aklı kıt olan kimselerdir. Şayet böyle olmamış olsalardı, bu şekilde bir talepte bulunmazlardı.” Musa aleyhisselam’ın buradaki sözü; Allah-u Teâlâ’nın başkasının günahı sebebiyle bir başkasını cezalandıracağı manasında değildir. Çünkü Allah-u Teâlâ hakkında bu şekilde düşünmek ne Musa aleyhisselam için, ne de herhangi bir muvahhid için söz konusu değildir. O halde bu ayetin zahiri manasını tevil etmek gerekir. Dolayısıyla ayetteki “helak mi edeceksin” sözü soru manasında değil, “helak etmezsin” manasındadır. Bu söz aynen şu söze benzemektedir: “Sana iyilik edene sen ihanet eder misin?” Yani; böyle bir kimseye sen ihanet etmezsin, manasındadır. Dolayısıyla ayetin manası şöyle olur: “Ey Rabbim! Sen, aklı kıt kimselerin sebebiyle bizleri helak etmezsin.” Bu ayet gösteriyor ki; Allah-u Teâlâ’ya eş koşan kimseler gerçek akılsız ve sefih olan kimselerdir. Zira aklı başında olan, aklını kullanan, dünya ve ahiretteki maslahatını bilen bir kimse Allah-u Teâlâ’ya asla eş koşmaz ve emirlerine sımsıkı sarılır. “(Eğer bu seçkin kimseleri helak edersen, kavmim beni itham ederler.) Muhakkak ki bu, Senin imtihanındır. A'RAF:155 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 223 Bununla dilediğini saptırır, dilediğine de hidayet edersin.” Musa aleyhisselam, Allah-u Teâlâ’ya niyazına devam ederek şöyle diyor: “Ey Rabbim! Bu başımıza gelenler şüphesiz senin bir imtihanındır. Sen bu imtihanınla dilediğini saptırır, dilediğine hidayet edersin. Böylece kullarından Senin emirlerine uyanlarla, onlardan yüz çevirenleri yaptığın imtihanla ortaya çıkarırsın. Nihayet kullarından her kim hidayeti hak ediyorsa onlara hidayet edersin, hidayeti hak etmeyenleri ise sapıklıkları üzere bırakırsın. Şüphesiz ki Sen, kullarından asla kimseye zulmetmezsin ve her kim neyi hak ediyorsa, onu kendilerine verirsin. Çünkü Sen, kullarına hakkı ve batılı bilsinler diye rasuller gönderdin ve kitaplar indirdin. O halde hidayet bulan apaçık delille hidayet bulsun, sapan da apaçık delille sapsın.” “(Ey Rabbim!) Sen bizim velimizsin. Bizi bağışla ve bize merhamet et! Sen, bağışlayanların en hayırlısısın.” Musa aleyhisselam, sözlerine şöyle devam etti: “Ey Rabbimiz! Sen bizim velimizsin, bizim yardımcımızsın, Sen’den başka yardımcımız, Sen’den başka bize hidayet edecek yoktur. Öyleyse bize hidayet et, bizi doğru yola ilet. Sen bizlere rahmet et ve bizleri mağfiret et. Çünkü Sen, tevbe eden kullarının tevbelerini kabul edensin. Sen bağışlayanların en hayırlısı, en yücesi, en rahmet edeni, en ikram edenisin.” Musa aleyhisselam, bu şekilde Allah-u Teâlâ’ya niyaz etmesi sonrası Allah-u Teâlâ onun bu yakarmasına karşılık verdi ve cezalandırdığı kavminden yetmiş kişiyi tekrar ayılttı. 224 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:155-156 Allah-u Teâlâ bu konuda başka bir ayette şöyle buyuruyor: “Ölümünüzden sonra belki şükredersiniz diye sizleri yeniden dirilttik.” (Bakara: 56) ALLAH (C.C)’TAN İYİLİK İSTEMEK VE ALLAH (C.C)’IN RAHMETİ ﻗﹶﺎﻝﹶﻚﺎ ﺇﹺﻟﹶﻴﻧﺪﺎ ﻫ ﺇﹺﻧﺓﺮﻲ ﺍﻟﹾﺂﺧﻓﺔﹰ ﻭﻨﺴﺎ ﺣﻧﻴ ﺍﻟﺪﻩﺬﻲ ﻫﺎ ﻓ ﻟﹶﻨﺐﺍﻛﹾﺘﻭ ﻳﻦﻠﱠﺬﺎ ﻟﻬﺒﺄﹶﻛﹾﺘﺀٍ ﻓﹶﺴﻲ ﻛﹸﻞﱠ ﺷﺖﻌﺳﻲ ﻭﺘﻤﺣﺭﺎﺀُ ﻭ ﺃﹶﺷﻦ ﻣ ﺑﹺﻪﻴﺐﺬﹶﺍﺑﹺﻲ ﺃﹸﺻﻋ (١٥٦) ﻮﻥﹶﻨﺆﻣ ﺎ ﻳﻨﺎﺗﻢ ﺑﹺﺂﻳ ﻫﻳﻦﺍﻟﱠﺬﻛﹶﺎﺓﹶ ﻭﻮﻥﹶ ﺍﻟﺰﺗﺆﻳﻘﹸﻮﻥﹶ ﻭﺘﻳ 156- Bize hem bu dünyada, hem de ahirette iyilik ver. Muhakkak ki biz, (tevbe etmiş olarak) Sana yöneldik.” (Allah) Dedi ki: “Ben azabımı, dilediğim kimseye isabet ettiririm. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Onu, (ancak Allah’tan) korkanlara, zekâtı verenlere ve ayetlerimize iman edenlere (katımızdan bir minnet ve ikram olarak) vereceğim.” “Bize hem bu dünyada, hem de ahirette iyilik ver. Muhakkak ki biz, (tevbe etmiş olarak) Sana yöneldik.” Allah-u Teâlâ bu ayette Musa aleyhisselam’ın duasına şöyle devam ettiğini haber veriyor: “Ey Rabbimiz! Bize bu dünyada helal yoldan rızıklar, sıhhat ve afiyet vererek, hiç kimselere muhtaç olmayacak şekilde yaşatarak iyilik yaz. Yine bizleri ahirette senin cennetini ve rızanı kazananlardan kılarak da iyilik yaz. Çünkü biz sana yöneldik, işlediğimiz bütün günahlar sebebiyle sana tevbe ettik ve emirlerine boyun eğenlerden ol- A'RAF:156 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 225 duk. Kavmimizin işlediği şirkler sebebiyle bizler pişmanız. Zira işledikleri şirkler ve kötü ameller konusunda onlara engel olamadık. Sen onlarla bizim aramızda hayırla hükmet ve bizleri mağfiret ettiklerinden kıl.” “(Allah) Dedi ki: “Ben azabımı, dilediğim kimseye isabet ettiririm. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Onu, (ancak Allah’tan) korkanlara, zekâtı verenlere ve ayetlerimize iman edenlere (katımızdan bir minnet ve ikram olarak) vereceğim.” Allah-u Teâlâ, Musa aleyhisselam’ın dua etmesi üzerine ona şöyle buyurdu: “Ben azabımı kâfir ve günahkâr olan kimselerden dilediğim kimselere isabet ettiririm. Zira ben, istediğim şeyi yapar, dilediğim şekilde hükmederim. Çünkü ben hikmet ve adalet sahibiyim. Rahmetim ise dünyada her şeyi kuşatmıştır. Öyle ki rahmetim; Allah’tan sakınan, O’na şirk koşmayan, günahın her çeşidinden uzak duran, zekâtı veren ve indirdiğimiz ayetlerimize onları öğrenmek, gerekleriyle amel etmek, gönderdiğimiz son rasul Muhammed’e zahiren ve batinen tabi olup uymak suretiyle gerçek manada iman eden kimseler içindir.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında ahiret gününde kendilerine rahmet edeceği kimselerin sıfatlarını bizlere haber veriyor. Bu kimselerin sıfatları şöyledir: 1) Şirkin her çeşidinden uzak durmaları ve büyük günah işlememeleri. 2) Allah-u Teâlâ’nın kendilerine vermiş olduğu mallardan zekâtlarını vermeleri. 3) Allah’ın ayetlerine gerçek manada iman etmeleri. Bu kısma, Allah'ın farz kıldığı bütün şeyler girer. Allah-u Teâlâ’nın bu vasıflara sahip kimseler için rahmeti ahirette mutlaka olacaktır. Buna rağmen Allah-u Teâ- 226 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:156 lâ rahman sıfatına da sahip olduğu için dünyada ister kâfir olsun, ister günahkâr olsun, ister mü’min olsun bütün kullarına rahmet etmektedir. Zira dünyada O’nun kullarına rahmeti olmamış olsaydı ne kâfirler ne günahkâr kimseler bu dünyada yaşama imkânı elde edemezlerdi ve helak olurlardı. Allah-u Teâlâ bu konuyla ilgili olarak başka ayetlerde şöyle buyuruyor: “Şayet Allah, insanları kazandıkları (günahlar) sebebiyle yakalayıverseydi yeryüzünde hiçbir canlıyı bırakmazdı. Fakat onları belli bir süreye kadar erteliyor. (Belirlenen) süreleri geldiğinde ise muhakkak ki Allah kullarını görücüdür.” (Fatır: 45) “Senin bağışlayıcı Rabbin rahmet sahibidir. Şayet onları kazandıkları sebebiyle yakalayıverseydi elbette onlara azabı çabuklaştırırdı. Oysa onlar için tayin edilmiş bir süre vardır ki, ondan sığınacak bir yer asla bulamayacaklar.” (Kehf: 58) Allah-u Teâlâ, dünyada kullarının hepsine rahmeti söz konusu olup azabı ise; sadece kâfirler ve günahkârlar içindir. İşte bu azap ya dünyada onlara tevbe etsinler, hakka dönsünler diye belli bir mühlet vermesinden sonra söz konusu olur ya da dünyadaki azgınlıkları ve tevbe etmemeleri sebebiyle hem dünyada hem de ahirette söz konusu olur. Çünkü kullarına azap etmesi Allah-u Teâlâ’nın dilemesine kalmıştır. Zira O, dilediğini yapan, dilediği şekilde hükmeden, ilim, hikmet ve adalet sahibi olandır. A'RAF:157 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 227 ÜMMİ NEBİ MUHAMMED (A.S)’E TABİ OLANLARIN MÜKÂFATI ﺎﻮﺑﻜﹾﺘ ﻣﻪﻭﻧﺠﹺﺪﻱ ﻳ ﺍﻟﱠﺬﻲ ﺍﹾﻟﺄﹸﻣﺒﹺﻲﻮﻝﹶ ﺍﻟﻨﺳﻮﻥﹶ ﺍﻟﺮﺒﹺﻌﺘ ﻳﻳﻦﺍﻟﱠﺬ ﻨﻜﹶﺮﹺ ﻦﹺ ﺍﻟﹾﻤ ﻋﻢﺎﻫﻬﻨﻳ ﻭﻭﻑﻌﺮ ﻢ ﺑﹺﺎﹾﻟﻤ ﻫﺮ ﹾﺄﻣﺠﹺﻴﻞﹺ ﻳﺍﻟﹾﺈﹺﻧ ﻭﺍﺓﺭﻮﻲ ﺍﻟﺘ ﻓﻢﻫﺪﻨﻋ ﻢﻫﺮ ﺇﹺﺻﻢﻬﻨ ﻋﻊﻀﻳﺚﹶ ﻭﺎﺋﺒ ﺍﻟﹾﺨﻴﻬﹺﻢ ﻠﹶ ﻋﻡﺮﺤﻳ ﻭﺎﺕﺒ ﺍﻟﻄﱠﻴﻢﻞﱡ ﻟﹶﻬﺤﻳﻭ ﻭﻩﺮﺼﻧ ﻭﻭﻩﺭﺰﻋ ﻭﻮﺍ ﺑﹺﻪﻨ ﺁﻣﻳﻦﻢ ﻓﹶﺎﻟﱠﺬ ﻬﹺﻠﹶﻴ ﻋﺖﻲ ﻛﹶﺎﻧﺍﻟﹾﺄﹶﻏﹾﻠﹶﺎﻝﹶ ﺍﻟﱠﺘﻭ (١٥٧) ﻮﻥﹶﺤ ﹾﻔﻠ ﺍﹾﻟﻤﻢ ﻫﻚ ﺃﹸﻭﻟﹶﺌﻪﻌﻧﺰﹺﻝﹶ ﻣﻱ ﺃﹸ ﺍﻟﱠﺬﻮﺭﻮﺍ ﺍﻟﻨﻌﺒﺍﺗﻭ 157- (Ayetlerimize iman eden kimseler) İşte onlar, ellerindeki Tevrat ve İncil’de (vasıflarını) yazılı olarak buldukları o ümmî nebi ve rasûle tabi olanlardır. O (rasul), onlara iyiliği emreder, münkerden de onları sakındırır. Temiz olan şeyleri onlara helal, (kötü ve) pis olan şeyleri ise haram kılar. (Ve yine, günah işlediklerinden dolayı onlara verilen) Ağır yükümlülükleri ve hükümleri onlardan kaldırır. O rasûle iman eden, onu yücelten, (düşmanlarına karşı) ona yardım eden ve ona indirilen Nûr’a (Kur’an'a) tabi olanlar; işte asıl kurtuluşa erecek olanlar bunlardır. Allah-u Teâlâ bu ayette Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile ilgili olarak dokuz sıfatı bildirmiştir. Bu sıfatlar şöyledir: 1 – Tevrat ve İncil’de ismi yazılı olması. 2 – Ümmi oluşu. 3 – Nebi oluşu. 4 – Rasul oluşu. 228 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:157 5 – Marufu (iyiliği) emretmesi. 6 – Münkerden (kötülükten) sakındırması. 7 – Temiz şeyleri helal kılması 8 – Pis şeyleri haram kılması. 9 – İnsanların üzerlerinden ağır yükümlülük ve hükümleri kaldırması. Birinci Sıfat: “(Ayetlerimize iman eden kimseler) İşte onlar, ellerindeki Tevrat ve İncil’de (vasıflarını) yazılı olarak buldukları...” Allah-u Teâlâ, ahiret gününde rahmetiyle kimi kuşatacağını bu ayette bildirmeye devam ediyor. İşte bu kimseler; okuma yazması olmayan ümmi nebi ve aynı zamanda rasul olan Muhammed aleyhisselam’a gerçek manasıyla tabi olanlardır. İşte o rasul olan nebinin ismi ve sıfatları Tevrat ve İncil’de yazılı bulunmaktaydı. Öyle ki Tevrat ve İncil’i okuyan kimseler o rasulü çocuklarını tanıdıkları gibi tanıyorlardı. Bu nedenledir ki hakkı isteyen bazı Yahudi âlimler, Abdullah b. Selam gibi veya bazı Hıristiyan âlimler, Temime’d Dari gibi, hemen Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e iman etmiş ve ona tabi olmuşlardır. Onlardan hakkı istemeyenler ise Muhammed aleyhisselam’ın Tevrat ve İncil’de yazılı olan ismini ve sıfatlarını gizlemişler ya da tevil etmişlerdir. Ebu Sakil Akili radıyallahu anh’dan şöyle rivayet edilmiştir: “Bir Arabî bana şunu anlattı: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sağ iken Medine’ye bir şey satmak için geldim. Getirdiğim şeyleri sattıktan sonra dedim ki: “İşte rasul olarak ortaya çıkmış olan kişiye ulaşayım ve anlattıklarını ondan dinleyeyim.” Der- A'RAF:157 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 229 ken Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i Ebu Bekir ve Ömer ile birlikte yürür halde gördüm ve hemen onların peşlerine düştüm. Nihayet onlar, ölmek üzere olan oğlunun başında onun için Tevrat okuyan bir Yahudinin yanına vardılar. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem o Yahudiye şöyle dedi: “Tevrat’ı indiren Allah-u Teâlâ hakkı için söyle. Bu senin okuduğun kitapta benim ismimi, sıfatımı ve son zamanda çıkacağımı buluyor musun?” Yahudi başını sallayarak cevaben: “Hayır” dedi. Bunun üzerine onun ölmek üzere olan oğlu şöyle dedi: “Tevrat’ı indiren Allah-u Teâlâ’ya yemin ederim ki bizim kitabımızda senin ismin, vasfın ve son zamanda çıkacağın yazılıdır. Ve ben Allah-u Teâlâ’dan başka ibadete layık hiçbir ilah olmadığına senin de O’nun rasulü olduğuna şehadet ederim” dedi ve sonra öldü. Bu durum üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem beraberindeki sahabelere şöyle dedi: “O Yahudi kardeşinizin başından kaldırın çekin.” Daha sonra Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ve Müslümanlar o ölmüş olan Yahudiyi kefenlediler, sonra cenazesini kıldılar ve gömdüler.”(6) Allah-u Teâlâ’nın, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ismi ve sıfatını Tevrat’ta ve İncil’de yazılı olduğunu haber vermesi Kur’an’ın en büyük mucizelerinden olup Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in risaletini destekleyen en büyük belgelerdendir. Çünkü şayet Tevrat ve İncil’de Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ismi ve sıfatları yazılı olmasaydı, gerçek Tevrat ve İncil’i okuyan ve hakkı isteyen kimseler için Muhammed aleyhisselam’ın (6) Ahmed b. Hanbel. İbni Kesir bu hadis için; iyidir ve senedi kuvvetlidir” dedi. Sahih kitaplarda Enes (r.a)’den bu hadisi destekleyen rivayetler vardır. 230 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:157 daveti nefret ettirici olabilirdi. Zira Tevrat ve İncil’i okumuş kimseler Muhammed aleyhisselam’ın yalan söylediğini iddia edebilirlerdi. Oysa görüyoruz ki Yahudi ve Hıristiyanlardan hakkı isteyen kimseler, Muhammed aleyhisselam’ın isim ve sıfatlarını kendi kitaplarında gördükleri için hemen ona iman edip tabi olmuşlardır. Öyle ki insanlara da kitaplarında onun isim ve sıfatlarının var olduğunu söylemişlerdir. İşte bu mesele gösteriyor ki akıllı bir kimse, ispat edemeyeceği bir şeyi kesinlikle iddia etmez. Zira Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem kendisinin rasul olduğunun Kur’an’da zikredilmesiyle birlikte, bunu ispat için isim ve sıfatlarının daha önceki kitaplardan olan Tevrat ve İncil’de de yazılı olduğunu davet ettiği kimselere ispat etmiş, ortaya koymuştur. İşte bu, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in bir rasul ve nebi olduğunun en açık delilidir. İkinci Sıfat: “…o ümmî nebi ve rasûle tabi olanlardır.” Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in nebi ve rasul oluşunun apaçık delillerinden bir diğeri ise; ümmi oluşudur. Ümmi; okuma yazması olmayan kimseye denir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem zamanındaki Arapların çoğu ümmi idiler. Ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de o ümmilerden birisidir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ümmi oluşunda birçok hikmetler vardır. Bunlar sırasıyla şöyledir: 1) Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, kendisine indirilen Kur’an’ı defalarca ve lafızlarını hiç değiştirmeksizin okurdu. Oysa bir hatip hutbeye çıktığında, hiç hazırlan- A'RAF:157 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 231 maksızın sözleriyle ortaya koyduğu lafızları sonraki bir defa tekrarlamaya kalkışsa muhakkak lafızlarında değişiklik olur. Fakat Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem okuma yazma bilmemesine rağmen, kendisine indirilen Kur’an’ı lafız değişikliği yapmaksızın çok kereler okurdu. İşte bu, onun rasul oluşuna bir delildir. Allah-u Teâlâ bu konuyla ilgili olarak bir başka ayette şöyle buyuruyor: “Sana (Kur’an’ı) okuyacağız, sen de unutmayacaksın.” (A’la: 6) 2) Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, okuma yazma bilseydi rasul olarak gönderilmeden önce daha önceki ümmetlerin kitaplarını okurdu. Rasul olarak gönderildiğinde ve Kur’an’la insanlara geldiğinde ise insanlar: “Daha önceki kitaplardan okuduklarını bize aktarıyor” derlerdi. Allah-u Teâlâ bu konuyla ilgili olarak bir başka ayette şöyle buyuruyor: “Sen bundan önce ne bir kitaptan okumuş, ne de sağ elinle yazmışsın. İşte o zaman batıla dalanlar şüphelenirlerdi.” (Ankebut: 48) O halde okuma yazması olmayan bir kimsenin, geçmiş ümmetlere ve gelecekle ilgili hadiselere ait haberleri bildiren ve insanları dünya ve ahirette mutlu ve mutsuz edecek her şeyi ihtiva eden Kur’an’ı getirmesi onun Allah-u Teâlâ tarafından gönderilmiş olan bir rasul olduğunun açık bir delilidir. 3) Okuma yazmayı öğrenmek zor bir şey değildir. Çünkü en düşük zekâya sahip olan bir kimse bile okuma yazma öğrenebilir. Bu sebeple bir kimse, kendisine öğretildiği halde okuma yazma öğrenemiyorsa o kimsenin zekâ konusunda sorunu var demektir. O halde Allah-u Teâlâ’nın, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i ümmi kılması, onun rasûllüğünün en büyük delilidir. Çünkü en basit bir kimse- 232 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:157 nin bile yapabileceği bir şeyi Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yapmış olmaması, buna rağmen böyle bir bilgiye sahip olmaksızın, üstelik hiçbir şey okuyup öğrenmeksizin, hem geçmiş ümmetlerle ilgili, hem gelecek ümmetlerle ilgili bilgileri ve daha birçok gerçekleri ortaya koyması, böylece hiçbir beşerin ulaşamayacağı ilimlere ulaşması gerçekten onun Allah-u Teâlâ tarafından gönderilen bir rasul ve nebi oluşunun en büyük delilidir. Üçüncü ve Dördüncü Sıfatlar: “…o ümmî nebi ve rasûle tabi olanlardır.” Allah-u Teâlâ bu ayette Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in hem nebi hem de rasul olduğunu haber veriyor. O halde nebi ve rasul kavramları ve aralarındaki fark üzerinde biraz duralım. Lügat olarak rasûlün manası; “gönderilen” demektir. Şer’i manası ise; Allah-u Teâlâ’nın yeni şeriatla kâfirlere gönderdiğidir. Mutlaka ona kitap verilmesi gerekmez. Kendisinden önceki rasulün kitabı ile gönderilmiş olabilir. Örneğin; İsmail aleyhisselam bir rasuldür fakat ona kitap verilmemiştir. Babası İbrahim aleyhisselam’ın şeriatıyla amel etmiştir. “Yeni şeriatla gönderilmiştir” den kasıt; gönderildiği kâfirler için getirdiği şeriat yenidir. Oysa bu şeriatın başka kavimlerde daha önceden var olması mümkündür. Nebinin lügat manası ise; “bildirmek” demektir. Aynı zamanda “yükseklik” manasına da gelir. Âlimler arasında nebi ile rasul arasındaki meşhur fark şöyledir: Nebi: Allah tarafından kendisine vahyolunmuş fakat davet etmekle yükümlü olduğu bir şeriat bildirilmeyen kimsedir. A'RAF:157 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 233 Rasûl: Allah tarafından kendisine vahyolunan ve davet etmekle yükümlü olduğu bir şeriat bildirilen kimsedir. Âlimler tarafından nebi ve rasûl tanımlamasındaki bu fark aşağıdaki sebeplerden dolayı tam olarak doğru değildir: 1 – Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: “Senden önce hiçbir rasul, hiçbir nebi göndermedik ki, o bir temennide bulunduğu zaman, şeytan onun temennisine bir şey atmış olmasın. Öyle ki Allah şeytanın attığı şeyi siler, sonra da Allah, ayetlerini sağlamlaştırır. Şüphesiz ki Allah, Alim’dir, Hakim’dir.” (Hacc: 52) Allah-u Teâlâ bu ayette hem rasûl hem nebi gönderdiğini bildirmiştir. Bir kavme gönderilen kişi mutlaka bir şey söylemek ve tebliğ etmek için gönderilmiştir. Buna göre “Nebi davet etmekle yükümlü olduğu bir şeriat bildirilmeyen kimsedir” tanımı doğru değildir. Çünkü bu ayete göre tebliğ etmekle yükümlüdür. 2 – Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor: “Ümmetler bana gösterildi. Bir nebi gördüm ki onunla beraber ona tabi olan bir topluluk vardı. Bir nebi gördüm ki onunla beraber bir veya iki kişi, bir nebi de gördüm ki onunla beraber hiç kimse yoktu.” (Müslim) Bu hadis gösteriyor ki nebiler de tebliğ etmek için gönderilmişlerdir. Ve kim onlara itaat ederse ve onları doğrularsa kıyamet gönünde onlarla beraber olacaktır. Onları yalanlayanlar ve onlara karşı gelenler ise kaybedenlerden ve hüsrana uğrayacak olanlardan olacaktır. Buna göre “nebi tebliğ etmekle yükümlü değildir” denilebilir mi? 3 - Vahiyde asıl istenilen şey insanlara hidayet etmek, onlara doğru yolu göstermektir. İnsanlara tebliğ edilmeyen vahiyden ne fayda vardır. Hâlbuki nebi, zamanındaki insanların nebiye inen vahye çok şiddetli bir şekilde ihtiyaç- 234 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:157 ları vardı. Hatta yemekten içmekten daha fazla ihtiyaçları vardı. Buna göre bu kadar ihtiyaç duyulan şeyin insanlara bildirilmesi nasıl emredilmez? 4 - İlim sahibine, şeriatı tebliğ etmek, cahil olana öğretmek, sapık olana yol göstermek, fetva sorana cevap vermek farz kılınmıştır. Bu sebeple Allah-u Teâlâ ilimden herhangi bir şeyi gizleyen kimselerin azaba uğrayacaklarını bildirerek onları şiddetli bir şekilde korkutmuştur. İlim sahibine bunu yapması farz ise nebilerin üzerine nasıl farz olmasın?! Hâlbuki nebiler ilim sahiplerinden daha efdal ve daha mükemmeldirler. Hatta âlimlerin itaat etmesi gereken kişilerdir. Çünkü âlimler nebilerin sözlerini söylerler ve onların şeriatlarını tebliğ ederler. Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: “Allah, kendilerine kitap verilenlerden, onu insanlara açıklasınlar ve gizlemesinler diye söz almıştı da onlar onu umursamadılar ve arkalarına atarak az bir değere onu sattılar. Satın aldıkları şey ne kötüdür.” (A-li imran: 187) İşte söylenen bu deliller gösteriyor ki nebi ile rasulün âlimler arasındaki meşhur olan farkı tam olarak doğru değildir. Bu farkın meşhur oluşu sahih olduğuna delil değildir. Doğru olan şudur ki; nebiye vahyedilmiş ve bu vahyi tebliğ etmekle emrolunmuştur. Buna şu ayet delâlet etmektedir. Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: “İnsanlar bir tek ümmetti. Allah (onlara) müjdeleyici ve korkutucu nebiler gönderdi. Onlarla birlikte insanların ihtilafa düştükleri şeylerde hüküm vermeleri için kitabı hakla indirdi. (Hâlbuki) kendilerine kitap verilenler apaçık deliller kendilerine geldikten sonra (sırf) aralarındaki bağydan dolayı ihtilafa düştüler. Bunun üzerine Allah kendi izniyle iman edenleri, ihtilafa düş- A'RAF:157 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 235 tükleri hakka ulaştırdı. Allah dilediğini doğru yola eriştirir.” (Bakara: 213) Bu ayet apaçık bir şekilde gösteriyor ki nebi insanlara gönderilir ve tebliğ etmekle emrolunur. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor: “Daha önceki nebilere verilmeyen beş şey bana verildi.” Sonra şöyle dedi: “Nebi sadece kavmine özel olarak gönderiliyordu. Ben ise bütün insanlara gönderildim.” (Buhari, Müslim) Nebi ile rasul arasındaki fark şöyledir: 1 - Gönderildikleri toplum bakımından; rasul kâfirlere gönderilir. Nebi ise Müslümanlara gönderilir. 2 - Gönderildiği şeriat bakımından; rasul yeni şeriatla gelmiştir. Nebi ise daha önceki rasullerin veya onun zamanındaki rasulün şeriatı ile gelmiştir. Beşinci Sıfat: “O (rasul), onlara iyiliği emreder…” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in insanlara marufu (iyiliği) emrettiğini haber veriyor. Maruf (iyilik) ise; sağlam aklın kabul ettiği, selim fıtrata uygun olan, şeriatın reddetmediği şeylerdir. Marufu (iyiliği) şöyle de açıklayabiliriz: Allah-u Teâlâ’nın emrini yüceltmek ve halka karşı merhametli olmaktır. En büyük maruf ise; Allah-u Teâlâ’yı yüceltmek, O’na boyun eğmek ve O’nun mükemmel kemal sıfatlara sahip olduğuna inanmak ve O’nu her türlü noksan sıfatlardan tenzih etmek ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmamaktır. 236 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:157 Altıncı Sıfat: “münkerden de onları sakındırır.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in kötülükten sakındırdığını haber veriyor. Kötülük (münker); sağlam aklın kabul etmediği, selim fıtratın hoşlanmadığı, Allah-u Teâlâ’nın haram kıldığı şeylerdir. Bu açıklamalardan anlaşılan şu ki; Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hayırdan başkasını emretmez, şerden başkasını ise yasaklamaz. İbni Mes’ud radıyallahu anh şöyle dedi: “Eğer Allah-u Teâlâ’nın: “Ey iman edenler!” Sözünü duyarsan mutlaka kulağını iyice ver. Zira bu ya Allah-u Teâlâ’nın emrettiği ya da yasakladığı bir şey olacaktır. Allah-u Teâlâ’nın emrettiği en önemli şeyler ise; sadece O’na ibadet etmek ve ibadette O’na hiçbir şeyi ortak koşmamaktır. Allah-u Teâlâ’nın yasakladığı en önemli şey ise; O’na ibadette ortak koşmaktır. Zaten bütün Rasullerin gönderiliş gayesi budur. Allah-u Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor: “Andolsun ki her ümmete: “Allah’a ibadet edin ve tağuttan kaçının” diye (söylemeleri için) bir rasul gönderdik. Böylelikle onlardan kimine Allah hidayet etti ve onlardan kiminin üzerine de sapıklık hak oldu. Öyleyse yeryüzünde gezin de yalanlayanların sonunun nasıl olduğuna bir bakın.” (Nahl: 36) Yedinci Sıfat: “Temiz olan şeyleri onlara helal (kılar).” A'RAF:157 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 237 Allah-u Teâlâ, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in insanlara davetinde onlara temiz şeyleri helal kıldığını haber veriyor. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Yahudilerin yaptıkları gibi, kendi nefislerini zorlayarak kendilerine haram kıldıkları Bahira, Saibe, Ham ve Vasile gibi şeyleri kendilerine helal kılmıştır. Temiz şeylerden kastın ne olduğu konusunda âlimler arasında ihtilaf vardır. Bazı âlimlere göre ayetteki “temiz şeylerden” kasıt; Allah-u Teâlâ’nın helal kıldığı şeylerdir. Bu konuda en doğru olan ise; sağlam ve temiz olan, nefsin hoşlandığı şeyleri helal kılar, manasıdır. Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Sizlerin üzerine bulutları gölge yaptık, sizlere menn ve selvayı indirdik. Rızık olarak verdiğimiz temiz şeylerden yiyin (dedik). Onlar bize zulmetmediler bilakis kendi nefislerine zulmettiler.” (Bakara: 57) “Ey iman edenler! Eğer yalnız Allah’a ibadet etmek istiyorsanız size rızık olarak verdiğimiz şeylerin temiz (helal) olanlarından yiyin ve Allah’a şükredin.” (Bakara: 172) “(Onlara) “Size rızık olarak verdiğimiz temiz şeylerden yiyiniz (dedik).” Onlar bize zulmetmediler. Fakat kendi nefislerine zulmetmiş oldular.” (A’raf: 160) “Size rızık olarak verdiğimiz temiz şeylerden yiyiniz. Onda taşkınlık yapmayınız. Öyle ki üzerinize gazabım iner. Ve her kimin üzerine gazabım inerse işte o mahvolur.” (Ta-ha: 81) 238 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:157 Sekizinci Sıfat: “(kötü ve) pis olan şeyleri ise haram kılar.” Allah-u Teâlâ, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in insanlara pis şeyleri haram kıldığını haber veriyor. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, ölü, akan kan, domuz gibi nefsin tiksindiği şeyleri haram kılmıştır. Yine faiz, rüşvet, gasp ve ihanet yoluyla haksız yere alınan malları da haram kılmıştır. Habis (pis) olan şey ise; sağlam aklın, selim fıtratın kabul etmediği, çirkin gördüğü, nefsin hoşlanmadığı pis olan şeylerdir. Böyle olan şeyler zaten haram kılınmıştır. Bu ise; nefsin kabul etmediği, hoşlanmadığı, tiksindiği şeylerin, delil gelmemesi durumunda haram olduğunu göstermektedir. İmam Şafii radıyallahu anh bu ayete dayanarak köpek satışının haram olduğunu söylemiştir. Bu konuda şu hadis vardır: “Köpek pistir, fiyatı da pistir.” (Bûhari, Müslim) Öyleyse bu hadiste pis olduğu sabit olduğuna göre, böyle yapmak haram demektir. Çünkü Allah-u Teâlâ: “Pis şeyleri haram kılar” buyurmuştur. Aynı şekilde içki de haramdır, necistir. Çünkü Allah-u Teâlâ hamr ve meysir hakkında şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Muhakkak ki hamr (içki), meysir (kumar), dikili taşlar ve fal okları ancak şeytanın işlerinden olan pisliklerdir. Onlardan kaçının! Belki kurtuluşa erersiniz.” (Maide: 90) Rics’ten kasıt; pisliktir. Dolayısıyla pis olan şeyler haramdır. İmam Malik’e göre; temiz olan şeyler, helal olan şeylerdir. Pis olan şeyler ise haram olan şeylerdir. Buna göre; A'RAF:157 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 239 yılan, akrep, haşere vb. şeyler, nefis hoşlanmasa ve tiksinse bile şer'an haram değildir. İmam Şafii’ye göre; temiz olan şeyler, Allah-u Teâlâ’nın haram kıldığı dışında nefsin hoşlandığı şeylerdir. Buna göre; içki ve domuz haramdır, dolayısıyla iyi şeylere girmez. Pis olan şeyler ise, Allah-u Teâlâ’nın haram kıldığı, nefsin tiksindiği şeylerdir. Buna göre akrepler, yılanlar vb şeyler haramdır. İbni Abbas radıyallahu anh şöyle dedi: “Pislikler; domuz gibi, faiz gibi ve daha önce Allah-u Teâlâ’nın haram kıldığı ve helal kılmadığı şeylerdir.” Bazı âlimler şöyle dediler: “Allah-u Teâlâ’nın yiyecek konusunda helal kıldığı her şey iyidir, temizdir, faydalıdır. Allah’ın haram kıldığı her şey pistir, vücuda ve dine zararlıdır.” Dokuzuncu Sıfat: “(Ve yine, günah işlediklerinden dolayı onlara verilen) Ağır yükümlülükleri ve hükümleri onlardan kaldırır.” Allah-u Teâlâ, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in insanlardan ağır hükümleri ve üzerlerindeki zorlukları kaldırdığını haber veriyor. Örneğin; daha önceki ümmetlerde ister bilerek ister hataen öldürme olsun cezası mutlaka kısas’dı ve diyet’i yoktu. İşte İslam dini bu ağır hükmü hafifletti ve diyet hükmünü getirdi. Yine önceki ümmetlerde işlenen günahın tevbesi, ancak günah sahibinin kendisini öldürmesiyle mümkün olurdu. İşte İslam dini bu hükmü de kaldırmış ve samimiyetle Allah-u Teâlâ’ya yönelip tevbe edilmesi halinde yapılan tevbenin geçerli olacağı bildirilmiştir. 240 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:157 Yine önceki ümmetlerde herhangi bir suçu işleyenin bir uzvu kesilirdi. İslam işte bu hükmü de kaldırmıştır. Yine önceki ümmetlerde bir elbiseye necasetin bulaşması durumunda, necasetin temizlenmesi ancak o necaset yerinin kesilmesiyle olurdu. İslam işte bu hükmü de kaldırmış ve necasetin yıkanmasıyla temiz olacağı hükmünü bildirmiştir. Yine önceki ümmetlere Cumartesi günü avlanma yasağı getirilmişti. İslam işte bu hükmü de kaldırmıştır. Kısaca İslam dini, insanlara daha önce zor olan birçok hükmü hafifletmiş ve onlara kolaylıklar sağlamıştır. İşte bu kolaylıklardan bazıları şu hadiste geçtiği gibidir: Ebu Hureyre radıyallahu anh’dan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Ümmetim nefislerinden geçirdikleri şeyleri eğer konuşmaz ve amel etmezse Allah-u Teâlâ ona ceza vermez.” (Buhari, Müslim, İbni Mace, Tirmizi, Ahmed) Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir başka hadiste şöyle buyurdu: “Ümmetimin hatayla, unutarak ve ikrah altında iken yaptıkları affedilmiştir.” (Taberani) Allah-u Teâlâ, Yahudilerin isyankâr ve günahkâr karakterleri sebebiyle onlara oldukça ağır hükümler bildirmişti. İşledikleri suçlara ceza verilmesi ya da işledikleri suçlardan tevbe etmeleri konusunda oldukça ağır hükümlerdi bu hükümler. Daha sonra bu hükümlerden bazıları İsa aleyhisselam geldiğinde hafifletilmiş, bazı ağır hükümler ise daha da ağırlaştırılmıştır. Fakat Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem geldiğinde bu ağır olan hükümlerin hepsi hafifletilmiş, kolaylaştırılmıştır. A'RAF:157 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 241 İsrail oğullarına ağır kılınan hükümlerden bazıları şunlardır: Ganimetlerin onlara haram kılınması, hayızlı kadınlarla oturamamaları, necasetin kesilerek temizlenmesi, diyetin olmaması, tevbenin ancak nefsi öldürmekle söz konusu olması gibi… Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e verilen şeriatta ganimetler helal kılındı, hayızlı kadınla yemek yemek, oturmak helal kılındı. Elbiseye bulaşan necasetin yıkanarak temizlenmesi meşru kılındı. Diyet meşru kılındı ve öldürme hükmü sadece bilerek öldürmek için gerekli kılındı. Tevbenin hem dille hem kalple olması meşru kılındı. “O rasûle iman eden, onu yücelten, (düşmanlarına karşı) ona yardım eden ve ona indirilen Nûr’a (Kur’an'a) tabi olanlar; işte asıl kurtuluşa erecek olanlar bunlardır.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında şöyle buyuruyor: “Allah’a ve rasulüne gerçek manada iman eden, düşmanlarına karşı o rasûle yardım eden, o rasûle indirilen nura tabi olan, rasûlü ve getirdiklerini yüceltip iman ve itaatte sebat eden, böylece kendilerine sunulan dini kalpleriyle, sözleriyle, amelleriyle ortaya koyan, üstelik bu dinin hâkimiyeti için çalışan ve bu hususta gayret gösteren kimseler hem dünyada hem de ahirette kurtuluşa erenlerden olacaklardır.” Bu ayette Allah-u Teâlâ’nın rızasını hak ederek dünyada ve ahirette kurtuluşa, mutluluğa erecek olan kimselerin sıfatları bildiriliyor. İşte böyle kimselerin sıfatları şunlardır: 242 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:157-158 1) Rasûle ve Rasulün getirdiğine tam manasıyla, şeksiz ve şüphesiz iman etmeleri. 2) Rasûlü ve Allah-u Teâlâ katından getirdiklerini yüceltmeleri. 3) Hem din konusunda hem de amel konusunda düşmanlarına karşı rasule yardım etmeleri ve onu desteklemeleri. 4) Rasulün getirdiği şeriatı desteklemeleri, böylece gelen şeriata hem din konusunda hem de pratikte bağlanmaları. İşte ancak bu şekilde davrananlar kurtuluşa ereceklerdir. O halde Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in getirdiği şeriata bağlanmayan, hayatlarını bu rasulün getirdiği şeriata göre düzenlemeyen kimseler her ne kadar Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i sevdiklerini iddia etseler de bu iddiaları boş bir iddia olmaktan ileriye gitmeyecektir. MUHAMMED (A.S) HERKESE GÖNDERİLMİŞ BİR RASULDÜR ﺍﺕﺎﻭﻤ ﺍﻟﺴﻠﹾﻚ ﻣﻱ ﻟﹶﻪﺎ ﺍﻟﱠﺬﻴﻌﻤ ﺟﻜﹸﻢ ﺇﹺﻟﹶﻴﻮﻝﹸ ﺍﻟﻠﱠﻪﺳﻲ ﺭ ﺇﹺﻧﺎﺱﺎ ﺍﻟﻨﻬﺎ ﺃﹶﻳﻗﹸﻞﹾ ﻳ ﻱ ﺍﻟﱠﺬﻲ ﺍﻟﹾﺄﹸﻣﺒﹺﻲ ﺍﻟﻨﻪﻮﻟﺳﺭ ﻭﻮﺍ ﺑﹺﺎﻟﻠﱠﻪﻨ ﻓﹶﺂﻣﻴﺖﻤﻳﺤﻴﹺﻲ ﻭ ﻳﻮ ﺇﹺﻟﱠﺎ ﻫﺽﹺ ﻟﹶﺎ ﺇﹺﻟﹶﻪﺍﻟﹾﺄﹶﺭﻭ (١٥٨) ﻭﻥﹶﺪﺘﻬ ﺗﻠﱠﻜﹸﻢ ﻟﹶﻌﻮﻩﺒﹺﻌﺍﺗ ﻭﻪﺎﺗﻤﻛﹶﻠ ﻭ ﺑﹺﺎﻟﻠﱠﻪﻦﻣﺆﻳ 158 – (Ey Muhammed!) De ki: “Ey insanlar! Muhakkak ki ben, göklerin ve yerin mülkü sadece kendisine ait olan Allah'ın, hepinize göndermiş olduğu A'RAF:158 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 243 rasûlüyüm. O’ndan başka ibadete layık ilah yoktur. Yaşatan da, öldüren de O’dur." Allah’a ve O’nun ümmî (okuma yazma bilmeyen) rasulüne iman edin. İşte o rasul, Allah’a ve O’nun kelimelerine (Kur'an'a) iman eder. Ona uyun ki, doğru yolu bulabilesiniz. Allah-u Teâlâ daha önceki ayette Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in isim ve sıfatlarının Tevrat ve İncil’de olduğunu bildirdikten sonra bu rasule tabi olanların hem dünya hem de ahirette mutlu olacaklarını haber verdi. “(Ey Muhammed!) De ki: “Ey insanlar! Muhakkak ki ben, göklerin ve yerin mülkü sadece kendisine ait olan Allah'ın, hepinize göndermiş olduğu rasulüyüm.” Allah-u Teâlâ bu ayette Muhammed aleyhisselam’ın bütün insan ve cinlere gönderildiğini haber vererek insanlara şöyle demesini emrediyor: “Ey Muhammed! İster Arap olsun, ister Arap olmasın, ister beyaz olsun, ister siyah olsun bütün insanlara deki: “Ey insanlar! Şüphesiz ki ben, göklerin ve yerin yegâne sahibi olan, tam kudret sahibi, insanlar üzerinde hüküm koyma, yönetme ve düzen koyma, onları öldürme ve yaşatma hakkına sahip olan Allah tarafından hepiniz için gönderilmiş bir rasulüyüm. Öyle ki bana verdiği risaletle birlikte bir de şeriat vermiştir. İşte bu şeriat kıyamete kadar baki kalacaktır ve bu şeriat hem insanlar hem de cinler için geçerlidir. O halde her nerede olursa olsun, hangi zamanda yaşarsa yaşasın kim benim risaletimi ve şeraitimi duyarsa mutlaka bana tabi olmalı, getirdiklerimi tasdik etmeli ve böylece iman edenlerden olmalıdır.” Allah-u Teâlâ bu konuyla ilgili olarak başka ayetlerde şöyle buyuruyor: 244 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:158 “(Ey Muhammed!) Seni bütün âlemlere (cin ve insanlara) bir rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya: 107) “Biz seni bütün insanlar için ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Sebe: 28) “(Ey Muhammed! Seni nebi olarak kabul etmeyenlere) de ki: “(Benim nebi olduğuma) en büyük şahit kimdir?” De ki: “Allah’tır. O, benimle sizin aranızda (rasul olup olmadığıma dair) şahittir. (Ey Mekke ahalisi!) Biliniz ki bu Kur’an, sizi ve bu Kur’an’ın ulaşabileceği bütün cin ve insanları uyarmam için bana vahyolundu. Siz, Allah’la beraber ibadete layık başka bir ilahın olduğuna mı şehadet ediyorsunuz?” (Onlara) de ki: “Ben buna şehadet etmem. O, muhakkak ibadete layık olan bir tek ilahtır. Ve ben, sizin ortak koştuklarınızdan beriyim.” (En’am: 19) Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in risaleti hem bütün insanları hem de cinleri kapsayan bir risalettir. Dolayısıyla kendisine verilen şeriattan hem cinler, hem de insanlar sorumludurlar. Ve bu şeriatın hükümleri kıyamete kadar geçerli olacaktır. Bu sebeple her kim son rasul Muhammed aleyhisselam’ı ve ona verilen şeriatı duyar da ona tabi olmazsa işte o kimse hüsrana uğrayanlardan olacaktır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in hem bütün insanlara hem de cinlere gönderildiğine dair bu ayetler var olduğu gibi bu konuda hadisler de vardır. Cabir b. Abdullah el-Ensari radıyallahu anh Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Benden evvel hiçbir nebiye verilmeyen beş şey hep birden bana verilmiştir: “Bir aylık yola kadar düşmanlarımın kalbine korku salmakla muzaffer oldum. Yer- A'RAF:158 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 245 yüzü bana mescit ve temiz kılındı. Onun için ümmetimden namaz vakti gelip çatmış her kim olursa namazını kılıversin. Ganimetler bana helal kılındı. Hâlbuki benden evvel hiç kimseye helal kılınmamıştır. Bana şefaat verildi. Bir de benden evvel her nebi özel olarak kendi kavmine, ben ise gönderilirken bütün insanlara gönderildim.” (Buhari, Müslim) “O’ndan başka ibadete layık ilah yoktur.” Allah-u Teâlâ, ibadete layık olan tek ilahtır. Çünkü O, âlemlerin rabbi, tek sahibi ve ilahıdır. Bu sebeple tüm ibadetler sadece O’na yapılır. O’ndan başka hiç kimse ibadeti hak edemez. O, yerlerin, göklerin, tüm kâinatın rabbidir ve bütün yarattıkları üzerinde tek tasarruf sahibi O’dur. Üstelik O, yüce isim ve sıfatların da sahibidir. Öyleyse hiç kimse O’nun sahip olduğu hak, sıfat ve yetkilerden hiçbirisinin kendisinde olduğunu iddia edemez. Yine hiç kimse O’nun sahip olduğu hak, sıfat ve yetkilerden hiçbirisini O’ndan başkasına veremez. Çünkü bu durumların her biri Allah-u Teâlâ’ya denkler kılmaktır ve O’na ibadeti bozan hallerdir. İşte böyle yapmak yeryüzündeki en büyük zulüm olan şirktir. “Yaşatan da, öldüren de O’dur.” Tüm yaratılmışların varoluşları ve yok oluşları Allah-u Teâlâ’ya aittir. İnsanları da yaratan, onlara hayat veren ve onları ecelleri geldiğinde öldürecek olan Allah-u Teâlâ’dır. Öyle ki Allah-u Teâlâ, insanları ve cinleri dünyada imtihan edecektir. Ve ahirette hepsine yaptıklarının karşılığını verecektir. Her kim hayattayken gönderilen rasule tabi olur, iman eder ve imanın gereklerini yerine getirirse işte o kimse ahirette kurtulanlardan olacaktır. Her kim de gönderilen rasule tabi olmaz, iman etmez, karşı gelir veya karşı gelmezse bile karşı gelenleri destekler, onlara tabi olur ve bu 246 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:158 şekilde bir hayat yaşarsa işte o kimse de ahirette kaybedenlerden olacaktır. “Allah’a ve O’nun ümmî (okuma yazma bilmeyen) rasulüne iman edin. İşte o rasul, Allah’a ve O’nun kelimelerine (Kur'an'a) iman eder.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında şöyle buyuruyor: “Ey insanlar! Size gönderilen, üstelik okuma yazması olmayan rasul Allah’a tam manasıyla iman etmekte, O’nun varlığını ve birliğini gösteren şer’i ve kevni ayetlerine bakarak onlardan ibret almakta, O’nun gönderdiği şeriatı tasdik edip o şeriata göre yaşamakta ve hayatını O’nun ayetlerine göre şekillendirmektedir. O halde sizler de hidayete ulaşmak ve böylece doğru yolda yürümek istiyorsanız işte bu rasule tabi olun, onun şeriatına uyun, Allah katından getirdiği hükümlere boyun eğin ve tam bir teslimiyetle teslim olun. İşte böyle yaparsanız gerçek hidayete erenlerden olursunuz ve doğru yolda yürürsünüz. Zira o rasulün getirdiği doğru yoldan başka doğru yol yoktur. İşte bu yol, mutluluk yoludur. Öyleyse gerçek hidayeti istiyorsanız hem inançta, hem amelde o rasule bağlanın. Fakat bu bağlılığınız sadece sözden ileriye gitmeyen bir bağlılık olmasın. Ona bağlılığınızı inanç, söz ve amelinizle ortaya koyunuz. Bu ise o rasule gerçek manada tabi olunup itaat edilmesi, Allah katından getirdiklerinin tasdik edilmesi, yasaklarından kaçınılması ve Allah’a onun gösterdiği şekliyle ibadet edilmesiyle söz konusu olabilir.” Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Nefsim elinde olan Allah-u Teâlâ’ya yemin ederim ki ister Yahudi ister Hıristiyan olsun bu ümmetten her kim beni duyar sonra da bana iman etmezse mutlaka cehenneme girecektir.” (Müslim) A'RAF:158 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 247 “Ona uyun ki, doğru yolu bulabilesiniz.” Bu ayetten anlaşılıyor ki; Muhammed aleyhisselam rasul olarak gönderildikten sonra ancak Muhammed aleyhisselam’ın şeriatına tabi olan kimse gerçek hidayeti bulmuştur. Zira onun getirdiği hidayetten başka hidayet yoktur. Aynı şekilde bu ayetten anlaşılan şu ki; Allah-u Teâlâ’yı tam olarak tanımak, O’na gerçek manada iman etmek ancak rasulün getirdiğine tabi olmakla olur. Bu ayete göre; iman, sadece kuru sözlerden, ağızlarda gevelenen lafızlardan ibaret değildir. Bilakis iman; rasulün Allah-u Teâlâ katından getirdiklerini kalple tasdik, dille ikrar, amelle ortaya çıkarmak, böylece imanın tüm gereklerini yerine getirmektir. İşte bu sebeple rasulün Allah-u Teâlâ katından getirdiği tüm hükümlere ve şeriata tabi olmadan, o şeriata muhakeme olmadan, o şeriatın hükümlerine boyun eğmeden iman iddiasında bulunmak boş ve geçersizdir. Her kim bu şartları tahakkuk ettirmeksizin Allah-u Teâlâ’ya ve rasulüne iman ettiğini söylüyorsa işte o kimsenin imanı Allah-u Teâlâ’nın ve rasulünün istediği gerçek iman değildir. Bu şekildeki bir iman, iddiadan öteye geçmeyeceği gibi boş ve geçersizdir. O halde son rasulün getirdiği şeriattan sadece namaz, oruç, hac, zekât gibi emirleri alıp bu emirleri yerine getirdiği halde, siyasi, iktisadı, toplumsal veya ferdi her ne konuda olursa olsun başka emirlere, hükümlere, kanunlara bağlanmak Allah-u Teâlâ ve rasulünün istediği iman değildir. İşte bu şekilde bir iman boş ve geçersiz olan, sahibini tevbe olmaksızın ebedi cehenneme götürecek olan ve şirkin karıştığı bir imandır. Bu şekilde içine şirk karışmış imanla birlikte yapılan birtakım ameller de o ameli yapanlara hiçbir fayda sağlamayacaktır. 248 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:159 Bu ayet Muhammed aleyhisselam’ın son nebi ve son rasul olduğunu, ondan başka nebi ve rasul gelmeyeceğini, onun getirdiği şeriatın kıyamete kadar baki kalacağını göstermektedir. Yine bu ayet akidenin üç temeli olan; rububiyet, ulûhiyet ve isim ve sıfatlar tevhidini göstermektedir. İSRAİL OĞULLARINDAN HAKKA TABİ OLANLAR (١٥٩) ﻟﹸﻮﻥﹶﺪﻌ ﻳﺑﹺﻪ ﻭﻖﻭﻥﹶ ﺑﹺﺎﹾﻟﺤﺪﻬﺔﹲ ﻳﻰ ﺃﹸﻣﻮﺳﻡﹺ ﻣ ﻗﹶﻮﻦﻣ ﻭ 159 – Musa’nın kavminde (insanları) hak ile doğru yola ileten ve adaletle hükmeden bir topluluk da vardır. Allah-u Teâlâ, önceki ayetlerde İsrail oğullarının Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in isim ve sıfatlarını kitaplarında bulduklarını, ona tabi olmaları gerektiğini ve ancak ona tabi olunması halinde gerçek hidayete ulaşılacağını bildirdikten sonra bu ayette İsrail oğullarının hepsinin sapmadıkları, onlardan hakka tabi olan ve hakla hükmeden kimselerin olduğunu haber veriyor. İşte bu kimseler, Musa aleyhisselam’a tam manasıyla iman eden ve ölümlerine kadar Allah-u Teâlâ’ya hiçbir şeyi şirk koşmayanlardır. Yine bu kimseler son rasul Muhammed aleyhisselam geldiğinde ona iman edip getirdiği şeriata tabi olanlardır. İşte bu kimseler öyle sıfata sahiptirler ki onlar; Allah-u Teâlâ’nın şeriatına tabi olmuş, onu hayatlarında uygulamış ve ancak o şeriatla hükmetmişlerdir. A'RAF:159-160 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 249 Allah-u Teâlâ onlar hakkında başka ayetlerde şöyle buyuruyor: “Kitap ehlinden öyleleri vardır ki; tonlarca mal emanet etsen onu sana (aynen) geri iade ederler. Ve (yine) onlardan öyle kimseler de vardır ki; bir dinar emanet etsen, başlarında dikilip durmadıkça onu sana geri vermezler. Bu onların: “Ümmiler (in malını yemek) konusunda üzerimize hiçbir sorumluluk yoktur” demelerindendir. Böylece onlar Allah’a karşı bile bile yalan söylerler.” (A-li İmran: 75) “(Kitap ehlinin) hepsi bir değildir. Kitap ehlinden istikamet sahibi bir topluluk vardır ki; onlar (Allah’ın emrine itaat ederek) geceleri secde ederek Allah’ın ayetlerini okurlar.” (A-li İmran: 113) “Şüphesiz ki kitap ehlinden Allah’a, size indirilene ve kendilerine indirilene Allah’a huşu duyarak iman eden, Allah’ın ayetlerini az bir pahaya satmayan kimseler vardır. İşte bu kimselerin ecri rableri katındadır. Muhakkak ki Allah hesabı çabuk görendir.” (A-li İmran: 199) İSRAİL OĞULLARINA VERİLEN NİMETLER ﻰ ﺇﹺﺫﻮﺳﺎ ﺇﹺﻟﹶﻰ ﻣﻨﻴﺣﺃﹶﻭﺎ ﻭﻤﺎﻃﹰﺎ ﺃﹸﻣﺒﺓﹶ ﺃﹶﺳﺸﺮ ﻲ ﻋ ﺘ ﺍﺛﹾﻨﻢﺎﻫﻨﻗﹶﻄﱠﻌﻭ ﺓﹶﺮﺸﺎ ﻋﺘ ﺍﺛﹾﻨﻪﻨ ﻣﺖﺴﺠﺒ ﻓﹶﺎﻧﺮﺠ ﺍﻟﹾﺤﺎﻙﺼﺏ ﺑﹺﻌ ﺿﺮﹺ ﺍ ﺃﹶﻥﻪﻣ ﻗﹶﻮﻘﹶﺎﻩﺴﺘﺍﺳ ﻴﻬﹺﻢ ﻠﹶﺎ ﻋﻟﹾﻨﺰﺃﹶﻧ ﻭﺎﻡﻤ ﺍﹾﻟﻐﻬﹺﻢﻠﹶﻴﺎ ﻋﻇﹶﻠﱠ ﹾﻠﻨﻢ ﻭ ﻬﺑﺮﺸﺎﺱﹴ ﻣ ﻛﹸﻞﱡ ﺃﹸﻧﻢﻠ ﻋﺎ ﻗﹶﺪﻨﻴﻋ ﻦﻟﹶﻜﺎ ﻭﻮﻧﺎ ﻇﹶﻠﹶﻤﻣ ﻭﺎﻛﹸﻢﻗﹾﻨﺯﺎ ﺭ ﻣﺎﺕﺒ ﻃﹶﻴﻦﻯ ﻛﹸﻠﹸﻮﺍ ﻣﻠﹾﻮﺍﻟﺴ ﻭﻦﺍﻟﹾﻤ (١٦٠) ﻮﻥﹶﻤﻈﹾﻠ ﻳﻢﻬﻔﹸﺴﻮﺍ ﺃﹶﻧﻛﹶﺎﻧ 250 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:160 160 – İsrail oğullarını on iki kabileye ayırdık. (Çölde susuz kalınca) Kavmi, Musa'dan su istedi. Biz de Musa’ya: “Değneğinle taşa vur” diye vahyettik. (Musa değneğiyle taşa vurunca) Oradan hemen on iki göze fışkırdı. Her bir kabile, kendi su içeceği yeri bildi. Bulutları da üzerlerine gölgelik yaptık, onlara “menn” ve “selva” indirdik. “Size rızık olarak verdiğimiz (kolaylıkla elde edilen) iyi ve temiz yiyeceklerden yiyin” (dedik). Onlar (bu nimetlere şükretmeyerek) bize zulmetmediler, bilakis kendi nefislerine zulüm ediyorlardı. “İsrail oğullarını on iki kabileye ayırdık.” Allah-u Teâlâ bu ayette İsrail oğullarını on iki ümmete ayırdığını ve her ümmetin ayrı bir yaşayış şekli olduğunu haber veriyor. Allah-u Teâlâ’nın, İsrail oğullarını on iki taifeye ayırması on iki ayrı babadan olmaları sebebiyledir. Bunlar ise Yakup aleyhisselam’ın on iki çocuklarındandır. On iki taifeye ayrılmalarının sebebi; birbirlerine buğzetmesinler, birbirleriyle savaşmasınlar diyedir. Çünkü her hak sahibine hakkını vermek, ileride doğacak ihtilafları ortadan kaldırır. “Kavmi, Musa'dan su istedi. Biz de Musa’ya: “Değneğinle taşa vur” diye vahyettik. (Musa değneğiyle taşa vurunca) Oradan hemen on iki göze fışkırdı. Her bir kabile, kendi su içeceği yeri bildi.” Allah-u Teâlâ, ayetin bu kısmında İsrail oğullarına verdiği nimetleri saymaya başladı. Onlara verilen nimetlerin ilki; çölde susuz kalıp çokça susadıkları ve Musa aleyhisselam’dan su istedikleri zaman Allah-u Teâlâ, Musa aleyhisselam’a asasıyla taşa vurmasını A'RAF:160 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 251 emretti. Musa aleyhisselam da asasıyla taşa vurunca taştan on iki göze fışkırdı. Böylece her grup su içeceği yeri bildi ve bundan böyle susuzluklarını giderir oldular. “Bulutları da üzerlerine gölgelik yaptık, onlara “menn” ve “selva” indirdik.” Allah-u Teâlâ, ayetin bu kısmında İsrail oğullarına verdiği diğer bazı nimetleri haber veriyor. İşte o nimetlerden bir diğeri; çölde çok şiddetli sıcak altında kaldıkları sırada, sıcaklığın kendilerini rahatsız etmesi üzerine, Allah'ın-u Teâlâ kendilerini gölgelendirerek serinlik vermesi için üzerlerine bulutları göndermesi ve böylece onları sıcağın etkisinden korumasıdır. Yine onlara verilen nimetlerden bir diğeriyse; menn ve selvayı onlara indirmesidir. Bunlar ise hiç çalışıp çabalamadan elde ettikleri kudret helvası ve bıldırcın etidir. Öyle ki bu nimetler onlara istedikleri zaman iniyor ve bunu elde etmek için hiçbir meşakkat ve uğraş sarf etmiyorlardı. “Size rızık olarak verdiğimiz (kolaylıkla elde edilen) iyi ve temiz yiyeceklerden yiyin.” (dedik)” Allah-u Teâlâ, İsrail oğullarına hiç uğraşmadan, meşakkat çekmeden elde edip yiyebildikleri yiyecekleri vermiş ve onlara şöyle demişti: “Size rızık olarak verdiğimiz işte şu temiz yiyecekleri yiyin. Bu yiyecekler size, Rabbiniz olan Allah tarafından verilen yiyeceklerdendir. O halde onları yiyin ve sakın şükretmeyenlerden olmayın. Nefsinize zulmetmeyin, Allah’a denkler kılmayın.” “Onlar (bu nimetlere şükretmeyerek) bize zulmetmediler, bilakis kendi nefislerine zulüm ediyorlardı.” 252 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:160-161 Allah-u Teâlâ İsrail oğullarına ayette zikrettiği bu nimetleri ve daha nice nimetleri verdiği halde onların çoğu bu nimetlerin şükrünü yerine getirmediler, verilen nimetlere nankörlük ettiler, Allah-u Teâlâ’ya şükredecekleri yerde isyan ettiler, O’na denkler kıldılar ve böylece O’nun azabını hak ettiler. İşte böyle yapmakla aslında Allah-u Teâlâ’ya değil, kendi nefislerine zulmettiler. Çünkü böyle yapmalarına karşılık hem dünyada hem de ahirette mutsuz kimselerden oldular. Üstelik onlar ahirette sonsuza dek kalacakları bir azabın içinde olacaklardır. Cehenneme girerek bu şekilde bir azaba maruz kalmakla aslında kendilerine zulmetmiş oldular. Buradan alınması gereken ders şudur ki; mükellef olan kul, Allah-u Teâlâ’ya isyan eder, O’na karşı gelirse, nimetlerine gereken şükrü yerine getirmeyip nankörlük ederse ve O’na denkler kılmak suretiyle hakkı olan şeyleri O’na vermezse, işte böyle yapmakla aslında kendisine zulmetmiş olur. Zira sonuçta azaba uğrayacak olan kendisidir. Dolayısıyla aslında kendisine zulmetmiştir. İSRAİL OĞULLARINA VERİLEN EMİR ﻢﺌﹾﺘﺚﹸ ﺷﻴﺎ ﺣﻬﻨﻛﹸﻠﹸﻮﺍ ﻣﺔﹶ ﻭﻳ ﺍﹾﻟﻘﹶﺮﻩﺬﻮﺍ ﻫﻜﹸﻨ ﺍﺳﻢﻴﻞﹶ ﻟﹶﻬﺇﹺﺫﹾ ﻗﻭ ﺰﹺﻳﺪﻨ ﺳﻜﹸﻢﻴﺌﹶﺎﺗﻄﻢ ﺧ ﺮ ﻟﹶﻜﹸ ﻐﻔ ﺍ ﻧﺪﺠ ﺳﺎﺏﻠﹸﻮﺍ ﺍﻟﹾﺒﺧﺍﺩﻄﱠﺔﹲ ﻭﻗﹸﻮﻟﹸﻮﺍ ﺣﻭ (١٦١) ﺴِﻨﹺﲔﺤﺍﻟﹾﻤ 161- Onlara: “Bu şehre yerleşip orada dilediğiniz şeylerden yiyin, “(Ey Rabbimiz) günahlarımızı bağışla!” deyin ve (Beyt-i Makdis'in) kapısından (Allah’ın emirle- A'RAF:161 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 253 rine boyun eğip) secde ederek girin ki Biz de günahlarınızı bağışlayalım." denildi. Muhsinlere (Allah'ın emrine itaat edenlere) kat kat (mükâfat) vereceğiz. Allah-u Teâlâ önceki ayette İsrail oğullarının durumlarını, onlara verilen türlü türlü nimetleri, bu nimetlere karşı nankörlük yapışlarını haber vermişti. “Onlara: “Bu şehre yerleşip orada dilediğiniz şeylerden yiyin, “(Ey Rabbimiz) günahlarımızı bağışla!” deyin ve (Beyt-i Makdis'in) kapısından (Allah’ın emirlerine boyun eğip) secde ederek girin ki Biz de günahlarınızı bağışlayalım." denildi.” Allah-u Teâlâ bu ayette İsrail oğullarının, kendilerine verilen diğer nimetlere karşı nasıl bir tavır sergilediklerini, verilen emirlere nasıl muhalefet ettiklerini haber veriyor. İsrail oğulları çölde kırk yıllık bir süre geçirdikten sonra, Allah-u Teâlâ nebileri vasıtasıyla bu kez onların çocuklarına: “Bu şehre (Kudüs’e) girin” emrini verdi. Onların çocukları, babaları gibi zillet ve ezilmişlik içinde olmadıkları için, hiç korkmadan kendilerine verilen bu emri yerine getirdiler ve o şehre girmek için çaba sarf ettiler, sonunda zafere ve nimete ulaştılar. Üstelik girdikleri şehrin helal olan rızıklarından yiyip içmelerine de izin verildi. Allah-u Teâlâ verdiği nimet ve zafere teşekkür olmak üzere onlardan, Beytül Makdis’e girerken eğilerek girmelerini ve: “Ya Rabbi günahlarımızı bağışla! Bizleri affet” manasında “hıtta” diye dua etmelerini istedi. Böyle yaptıkları takdirde hem onlara verdiği nimetleri artıracağını hem de bütün işledikleri günahları örtüp onları affedeceğini bildirdi. 254 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:162 “Muhsinlere (Allah'ın emrine itaat edenlere) kat kat (mükâfat) vereceğiz.” Allah-u Teâlâ, kendisine şükreden, verdiği nimetlerine karşı nankörlük etmeyen, Allah-u Teâlâ’ya ibadeti tam olarak yapan, O’na ibadette hiçbir şeyi ortak koşmayan Muhsin kimselere böyle yapmalarına karşılık olarak fazlasıyla mükâfat verecektir. İSRAİL OĞULLARININ VERİLEN EMRİ DEĞİŞTİRMELERİ ﺎﻠﹾﻨﺳ ﻓﹶﺄﹶﺭﻢﻴﻞﹶ ﻟﹶﻬﻱ ﻗ ﺍﻟﱠﺬﺮﻟﹰﺎ ﻏﹶﻴ ﻗﹶﻮﻢﻬﻨﻮﺍ ﻣ ﻇﹶﻠﹶﻤﻳﻦﻝﹶ ﺍﻟﱠﺬﺪﻓﹶﺒ (١٦٢) ﻮﻥﹶﻤ ﹾﻈﻠﻮﺍ ﻳﺎ ﻛﹶﺎﻧﺎﺀِ ﺑﹺﻤﻤ ﺍﻟﺴﻦﺍ ﻣﺰ ﺭﹺﺟﻬﹺﻢﻠﹶﻴﻋ 162 – İçlerinden zulmedenler kendilerine söylenen sözü, başka bir söz ile değiştirdiler. Biz de (emre itaat etmeyerek) zulmettiklerinden dolayı, onlara gökten (şiddetli) bir azap gönderdik. “İçlerinden zulmedenler kendilerine söylenen sözü, başka bir söz ile değiştirdiler” Allah-u Teâlâ onlara, Beytü’l-Makdis’in kapısından eğilerek ve: “(Hıtta) Ya Rabbi günahlarımızı bağışla! Bizleri affet” diyerek girmelerini emrettiği halde bu nankör kimseler, Beytü’l-Makdis’in kapısından kıçları üzerinde sürünerek girdiler ve: “(Hıtta yerine) Hınta; buğday istiyoruz” diyerek Allah’ın kelamını değiştirdiler ve zalimlerden oldular. Ayetteki “zulmeden kimseler”den kasıt; kâfir olan kimselerdir. A'RAF:162 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 255 “Biz de (emre itaat etmeyerek) zulmettiklerinden dolayı, onlara gökten (şiddetli) bir azap gönderdik.” Allah da buna karşılık üzerlerine gökten azap indirerek onları helak etti. Çünkü bu kimseler Allah-u Teâlâ’nın emrine itaat etmemiş ve Allah-u Teâlâ’nın emri dışına çıkmışlardı. Böylece Allah-u Teâlâ’nın azabını hak etmişlerdi. İşte her kim Allah-u Teâlâ’nın kelamını kendi menfaatine, heva ve hevesine uygun şekilde değiştirirse İsrail oğullarının karakterine sahip olmuş ve Allah-u Teâlâ’nın azabını hak etmiş olur. Allah-u Teâlâ bu meseleyi bir başka ayette şöyle haber veriyor: “Zulmedenler kendilerine söylenen sözü başka bir sözle değiştirdiler. Biz de fasıklık yaptıkları için zulmedenlerin üzerine gökten bir azap indirdik.” (Bakara: 59) Kur’an’ı Hevalarına Göre Yorumlayanlar: Allah-u Teâlâ’nın indirmiş olduğu Kur’an, Arapça bir kitaptır. Bu sebeple Arapçanın verdiği manaya göre tefsir edilir. Her kim Kur’an’ı Arapçaya göre tefsir etmez veya Kur’an’da olmayan şeyleri Kur’an’a ekler veya bir kelimesini bile ortadan kaldırırsa veya Kur’an’ı kendi menfaatine, heva ve hevesine göre değiştirirse tıpkı İsrail oğullarının yapmış olduğunu yapmış, dolayısıyla kâfir, zalim ve fasıklardan olmuş olur. Muhkem ayetlere, sahih hadislere veya İslam’ın genel prensiplerine aykırı olmadığı müddetçe, Kur’an ayetleri zahiri manalarına ve Arapça kaidelere göre açıklanır. Aksi halde Allah-u Teâlâ’nın kelamı değiştirilmiş ve İsrail oğulları gibi yapılmış olunur. 256 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:163 Allah-u Teâlâ’nın kelimeleri ya İsrail oğullarının yaptığı gibi ya harflerini veya manasını değiştirerek tahrif edilir. Allah-u Teâlâ Kur’an’ı koruduğu için lafızlarını değiştirme imkânı söz konusu olamaz. Ancak manasında tahrif söz konusu olabilir. Tıpkı zamanımızda kendilerine âlim, profesör, şeyh, hoca unvanları verilen bel’amların yaptıkları gibi. Oysa bu kimseler ancak tağutların ortaya çıkardıkları sahte âlimciklerdir (!). İSRAİL OĞULLARININ CUMARTESİ YASAĞINI İHLALLERİ ﻲﻭﻥﹶ ﻓﺪﻌﺮﹺ ﺇﹺﺫﹾ ﻳﺤﺓﹶ ﺍﻟﹾﺒﺮﺎﺿﺖ ﺣ ﻲ ﻛﹶﺎﻧ ﺍﻟﱠﺘﺔﺮﻳ ﻦﹺ ﺍﹾﻟﻘﹶ ﻋﻢﺄﹶﻟﹾﻬﺍﺳﻭ ﻮﻥﹶ ﻟﹶﺎﺒﹺﺘﺴ ﻟﹶﺎ ﻳﻡﻮﻳﺎ ﻭﻋﺮ ﺷﻬﹺﻢﺘﺒ ﺳﻡﻮ ﻳﻢﻬﺎﻧﻴﺘ ﺣﻴﻬﹺﻢﺄﹾﺗ ﺇﹺﺫﹾ ﺗﺖﺒﺍﻟﺴ (١٦٣) ﻘﹸﻮﻥﹶ ﹾﻔﺴﻮﺍ ﻳﺎ ﻛﹶﺎﻧ ﺑﹺﻤﻢﻠﹸﻮﻫﺒ ﻧﻚ ﻛﹶﺬﹶﻟﻴﻬﹺﻢﺄﹾﺗﺗ 163 – (Ey Muhammed!) İsrail oğullarına, deniz kenarındaki belde hakkında sor. Onlar, cumartesi günündeki (avlanma) yasağı(nı) ihlâl etmişlerdi. Cumartesi günü olunca, balıklar suyun üzerinde görünecek şekilde onlara akın akın geliyor, diğer günlerde ise gelmiyorlardı. Günah işlemiş oldukları için onları böyle imtihan ediyorduk. Allah-u Teâlâ, önceki ayetlerde Yahudilerin kendisine nasıl karşı geldiklerini, nasıl isyan ettiklerini, Kudüs’e girmeleri emrine karşı nasıl bir tavır takındıklarını haber vermişti. A'RAF:163 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 257 “(Ey Muhammed!) İsrail oğullarına, deniz kenarındaki belde hakkında sor!” Allah-u Teâlâ, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem zamanındaki Yahudilere geçmişte deniz kenarında yaşamış olan bir şehir halkı hakkında ve nasıl hile yaptıkları konusunu sormasını haber veriyor. Buradaki soru, azarlamak için değil, sormak içindir. Ve onlara şöyle sorulmaktadır: “Ey Yahudiler! Siz eğer bana karşı gelir, itaat etmez, beni yalanlarsanız, biliniz ki aynı şeyi sizin dedeleriniz de zamanlarındaki rasullerine yapmışlardı. Ve onlar da Allah’ın emirlerine karşı gelmiş, hile yapmışlardı. O halde sizin yaptığınız bu durum yeni bir durum değildir, daha önce atalarınızın yaptıklarını tekrarlıyorsunuz.” “Onlar, cumartesi günündeki (avlanma) yasağı(nı) ihlâl etmişlerdi. Cumartesi günü olunca, balıklar suyun üzerinde görünecek şekilde onlara akın akın geliyor, diğer günlerde ise gelmiyorlardı.” Allah-u Teâlâ, deniz kıyısındaki kimseler hakkında haber verdiği üzere o şehir halkı öyle kimselerdi ki kendilerine belirlenen Cumartesi yasağını ihlal ettiler ve böylece haddi aştılar. Öyle ki Allah-u Teâlâ, onlara Cumartesi gününü ibadet günü olarak belirlemiş ve o günde çalışmalarını yasaklamıştır. Buna rağmen onlar Allah-u Teâlâ’nın emrine karşı geldiler ve Cumartesi günü çalışmamaları gerekirken, balık avladılar. Zira Allah-u Teâlâ onları imtihan etmek istedi. Bu sebeple avlanma yasağı olan günde balıklar denize çokça geliyordu. O derece çok balık geliyordu ki o balıkları avlamak için çokça güç, beceri, emek harcamaya gerek yoktu. İsteyen rahatlıkla balık avlayabilirdi. İşte cumartesi günü çokça gelen ve kolaylıkla avlanabilecek durumda olan balıklar, diğer günlerde aynı şekilde gelmiyorlar, hatta kayboluyorlardı. Bu durum üzerine 258 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:163 Yahudiler balık tutmak için hileye başvurdular. Güya Cumartesi yasağına uyduklarını göstermek ve o günde çalışmıyorlarmış gibi gözükmek için, o günde gelen çokça balığı tutmak amacıyla havuzlar yaptılar ve havuzlara ağlar koydular. Böylece havuzlara su geldiğinde, su ile birlikte balık da geliyor, sonra su geri döndüğünde balıklar havuzda ağa takılmış bir vaziyette kalıyordu. Böylece havuzdaki ağlarda birikmiş balıkları Pazar günü topluyorlardı. Allah-u Teâlâ onların bu durumuyla ilgili olarak başka ayetlerde şöyle haber verdi: “İçinizden sebt (cumartesi) gününü ihlal edenleri muhakkak bilmişsinizdir. İşte onlara: “Aşağılanmış maymunlar olun” dedik.” (Bakara: 65) “Ey kendilerine kitap verilen kimseler! Biz birtakım yüzleri silip dümdüz ederek arkalarına çevirmeden veya cumartesi halkını lanetlediğimiz gibi onları da lanetlememiz öncesi beraberinizdekini tasdik edici olarak indirdiğimize iman edin. Allah'ın takdir ettiği mutlaka olacaktır.” (Nisa: 47) “Söz vermeleri sebebiyle Tur’u üzerlerine yükselttik ve onlara: “Kapıdan secde ederek girin” dedik. Yine onlara: “Cumartesi günü (avlanarak) haddi aşmayın” dedik. (Bu konularda) onlardan sağlam bir söz aldık.” (Nisa: 154) Allah-u Teâlâ, A’raf suresinde daha önceki ayetlerde de Yahudilerin bu gibi durumlarını haber vermiştir. Ve bu ayette de onların durumlarını tekrar haber veriyor. A’raf suresi Mekki surelerdendir. Ve bu kıssa Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem daha Yahudilerle karşılaşmadan önce zikredilmiştir. Bu ise Muhammed aleyhisselam’ın bir rasul olduğunun açık delilidir. Çünkü A'RAF:163-164 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 259 Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ümmi olmasına rağmen bu kıssayı haber vermiş ve Yahudiler de bu kıssayı ondan duymuşlar, itiraz etmemişlerdir. İşte bu durum gösteriyor ki Muhammed aleyhisselam, Allah-u Teâlâ tarafından gönderilmiş bir rasuldür. “Günah işlemiş oldukları için onları böyle imtihan ediyorduk.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında İsrail oğullarını niçin böyle bir imtihandan geçirdiğini haber veriyor. Çünkü onlar Allah-u Teâlâ’nın emirlerine karşı boyun eğmemiş ve fasıklık yapmışlardı. Bu sebeple de Allah-u Teâlâ onları cezalandırmak için bu şekilde onları imtihan etmiştir. O halde her kim onların yaptıkları gibi Allah-u Teâlâ’nın emirlerine karşı gelir, itaat etmez ve gönderilen son rasule uymazsa işte o kimse de fasık hükmünü hak eder ve muhakkak kendisine gelecek bir ceza erişinceye kadar Allah-u Teâlâ tarafından imtihana tabi tutulur. Zira Allah-u Teâlâ, emirlerine ve yasaklarına itaat edenlerle karşı gelenleri ortaya çıkarmak için insanları bu şekilde imtihan eder. İSRAİL OĞULLARINDAN NANKÖRLÜK EDENLERE ÖĞÜT VERENLER VE ÖĞÜT VERMEK İSTEMEYENLER ﻢﺑﻬﺬﱢﻌ ﻣ ﺃﹶﻭﻢﻜﹸﻬﻠﻬ ﻣﺎ ﺍﻟﻠﱠﻪﻮﻣ ﻈﹸﻮﻥﹶ ﻗﹶﻌ ﺗﻢ ﻟﻢﻬﻨﺔﹲ ﻣ ﺃﹸﻣﺇﹺﺫﹾ ﻗﹶﺎﻟﹶﺖﻭ (١٦٤) ﻘﹸﻮﻥﹶﺘ ﻳﻢﻠﱠﻬﻟﹶﻌ ﻭﻜﹸﻢﺑﺓﹰ ﺇﹺﻟﹶﻰ ﺭﺭﺬﻌﺍ ﻗﹶﺎﻟﹸﻮﺍ ﻣﻳﺪﺪﺎ ﺷﺬﹶﺍﺑﻋ 164 – İçlerinden (cumartesi yasağını ihlal etmeyen, fakat uyarıda da bulunmayan) bir topluluk (uyarıda bulu- 260 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:164 nanlara) şöyle demişti: “Allah'ın (emrine bile bile itaat etmediklerinden dolayı) kendilerini helâk edeceği veya şiddetli bir azapla cezalandıracağı topluluğa niçin öğüt veriyorsunuz?” (Uyarıcılar) Dediler ki: "Rabbimiz katında öğüt vermediğimizden dolayı kınanmamak için (uyarıda bulunuyoruz). Ayrıca, belki öğüt alırlar da o günahtan vazgeçerler." Allah-u Teâlâ bu ayette, İsrail oğullarının emirlerine karşı gelmesi sonrası o şehirde yaşayanların üç gruba ayrıldığını haber veriyor. Bu gruplar şöyledir: 1) Allah-u Teâlâ’nın emirlerine karşı hile yapanlar ve azabı hak eden kimseler. 2) Bu fasık kimselerin yaptıklarına karşı gelip onlara vaaz ve nasihat edenler. 3) Onları desteklemeyen, fakat kendilerine vaazın fayda vermeyeceğine inandıkları için vaaz da vermeyenler. “İçlerinden (cumartesi yasağını ihlal etmeyen, fakat uyarıda da bulunmayan) bir topluluk (uyarıda bulunanlara) şöyle demişti: “Allah'ın (emrine bile bile itaat etmediklerinden dolayı) kendilerini helâk edeceği veya şiddetli bir azapla cezalandıracağı topluluğa niçin öğüt veriyorsunuz?” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında emirlerine karşı gelen ve böylece azabı hak eden gruba vaaz ve nasihatin fayda vermeyeceğine inanan grubun, vaaz ve nasihatin fayda vereceğine inanan diğer gruba şöyle dediklerini haber veriyor: “Sizler neden Allah’ın kendilerine azap edeceği, şiddetli azabına layık gördüğü haddini aşmış bu gruba vaaz ve nasihat ediyorsunuz? Öyle ki onlar hem dünyada hem de A'RAF:164 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 261 ahirette azabı hak etmişlerdir. Bu, Allah tarafından bildirilen bir vaattir. Öyleyse daha ne diye onlara vaaz edip duruyorsunuz? Zira artık bu kimselere ne vaaz, ne nasihat fayda verir.” “(Uyarıcılar) Dediler ki: "Rabbimiz katında öğüt vermediğimizden dolayı kınanmamak için (uyarıda bulunuyoruz). Ayrıca, belki öğüt alırlar da o günahtan vazgeçerler." Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında, kendilerine azabı hak etmiş kimselere niçin vaaz verdiklerini soran gruba, vaaz ve nasihat verme sebeplerini şöyle açıkladıklarını haber veriyor: “Biz bu kimselere vaaz ve nasihat ediyoruz. Bunun bizler için iki önemli sebebi vardır. Bunlardan birincisi; münkere karşı susmamak gerektiği içindir. İşte biz, böylece kendimizi bu günahtan sakındırıyoruz. İkincisi ise; belki onlar, kendilerine yaptığımız vaaz ve nasihate kulak verirler de tekrar hidayete dönerler diye umut ediyoruz. Çünkü bizler, sizin gibi henüz onlardan umudumuzu kesmedik. Olur ki onlara verilen vaaz ve nasihat, akıllarını başlarına getirir de böylece tevbe edenlerden olup günahlarından temizlenirler. Zira Allah, onların tevbe etmeleri halinde muhakkak onlara af ve mağfiret edecektir.” ALLAH (C.C)’NIN KENDİLERİNİ KURTARDIĞI KİMSELER ﺎﺬﹾﻧﺃﹶﺧﻮﺀِ ﻭﻦﹺ ﺍﻟﺴﻮﻥﹶ ﻋ ﻬﻨ ﻳﻳﻦﺎ ﺍﻟﱠﺬﻨﻴﻧﺠ ﺃﹶﻭﺍ ﺑﹺﻪﺎ ﺫﹸﻛﱢﺮﻮﺍ ﻣﺴﺎ ﻧﻓﹶﻠﹶﻤ (١٦٥) ﻘﹸﻮﻥﹶﻔﹾﺴﻮﺍ ﻳﺎ ﻛﹶﺎﻧﻴﺲﹴ ﺑﹺﻤﺌﺬﹶﺍﺏﹴ ﺑﻮﺍ ﺑﹺﻌ ﻇﹶﻠﹶﻤﻳﻦﺍﻟﱠﺬ 262 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:165 165 – (Günahkârlar) Uyarıldıkları şeyi önemsemeyip yüz çevirdiklerinde, öğüt vererek onları kötülükten nehyedenleri kurtardık, zulmedenleri ise Allah’ın yasaklarını çiğnemeleri sebebiyle şiddetli bir azaba uğrattık. Allah-u Teâlâ bu ayette şöyle buyuruyor: “Emirlerimize karşı gelen ve emirlerimiz konusunda hileye başvuran o kimseler, kendilerine yapılan vaaz ve nasihate kulak vermeyince ve fasıklıklarına devam edince biz de onları bu kötü amelleri sebebiyle şiddetli bir azapla cezalandırdık. Fakat kendilerine vaaz ve nasihat verenlerle, onların amellerine iştirak etmeyip kendilerine vaazın fayda vermeyeceğine inananları da kurtardık.” Allah-u Teâlâ, bu ayette, fasıklık yapan ve Allah-u Teâlâ’nın emirlerine karşı hileye başvuran kimselere vaaz ve nasihat yapan kimseleri zikretmiş ve onları övmüştür. Çünkü onlar övülmeyi hak edecek bir amel işlemişlerdir. Bu sebeple de Allah-u Teâlâ, bu kimseleri azap edilen kimselerden ayrı tutmuş ve onları korumuş, desteklemiş, kurtarmıştır. Aynı şekilde azap edilen kimselerin yaptıklarına iştirak etmeyen, onların yaptıklarını sevmeyen, çirkin gören ve azabı hak edeceklerine inandıkları için onlara vaaz ve nasihatin fayda vermeyeceğine inanan, böylece onlara vaaz ve nasihatten geri duran kimseleri de korumuş ve kurtarmıştır. Çünkü bu kimselerin azap edildiklerine dair ayette bir şey yoktur. Ve azabın kimlere ulaştığı açıktır. A'RAF:166 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 263 İSRAİL OĞULLARININ MAYMUNLARA ÇEVRİLMELERİ (١٦٦) ﲔﺌﺎﺳﺓﹰ ﺧﺩﺮﻮﺍ ﻗﻢ ﻛﹸﻮﻧ ﺎ ﻟﹶﻬ ﻗﹸ ﹾﻠﻨﻪﻨﻮﺍ ﻋﻬﺎ ﻧ ﻣﻦﺍ ﻋﻮﺘﺎ ﻋﻓﹶﻠﹶﻤ 166- Onlar, (Allah’ın emirlerine karşı kibirlenip) kendilerine yasaklanan şeylerden yüz çevirince, Biz de onlara: “Aşağılık maymunlar olun!” dedik. Allah-u Teâlâ bu ayette emirlerine karşı gelerek, emirleri konusunda hileye başvurarak fasıklık yapan, sonra da kendilerine yapılan vaaz ve nasihate kulak vermeyen, işledikleri çirkin amellerine devam eden ve bu amelleri işleme konusunda inatçı davranan, tevbe etmeye asla yanaşmayan kimselere şiddetli bir azapla azap ettiğini haber veriyor. İşte bu şiddetli azabın ne olduğunu bu ayette daha açık bir şekilde ortaya koyuyor. Öyle ki bu azap; o kimselerin maymunlar haline çevrilmeleridir. Âlimlerin çoğuna göre; bu kimseler gerçek maymunlara çevrilmişlerdir. Bu Kıssalardan İstifadeler: 1) Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in, okuma yazma bilmediği halde, geçmişte yaşamış İsrail oğullarının başlarından geçenleri anlatması ve Yahudilerin bu anlatılanlar karşısında onu yalanlamamaları Allah-u Teâlâ tarafından gönderilmiş bir rasul olduğunun açık bir delilidir. 2) Allah-u Teâlâ’nın şeriatını uygulamamak için hile yapmak caiz değildir. Çünkü böyle yapmak Allah-u Teâlâ’nın emrine karşı gelmektir. 264 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:166-167 3) Allah-u Teâlâ’nın yasak kıldığı amelleri işleyen kimselere iyiliği emretmek ve onları kötülükten sakındırmak gerekir. Aksi takdirde onlar gibi olunur. 4) Allah-u Teâlâ’nın emrine karşı gelenler, bu yaptıklarından tevbe edip hidayet yoluna tabi olmazlarsa muhakkak Allah-u Teâlâ’nın azabına maruz kalacaklardır. Tıpkı maymun suretine çevrilen kimselere olduğu gibi… 5) Kötülüğü işleyen kimselere vaaz ve nasihat yapan kimseler Allah-u Teâlâ tarafından övülmüş ve O’nun yardım ve desteğine nail olmuşlardır. 6) Kötülüğü işleyen kimselere, bu kötü amellerinde destekçi olmayan, onların bu yaptıklarını çirkin gören, böylece onlara vaaz ve nasihatin fayda vermeyeceğine inanarak, onlara vaaz ve nasihat yapan kimseler de Allah-u Teâlâ’nın yardım ve desteğine nail olacaklardır. KIYAMETE KADAR ZİLLET İÇİNDE OLACAK KİMSELER َﻮﺀ ﺳﻢﻬﻮﻣﺴ ﻳﻦ ﻣﺔﺎﻣﻴﻮﻡﹺ ﺍﻟﹾﻘ ﻢ ﺇﹺﻟﹶﻰ ﻳ ﻬﹺﻠﹶﻴ ﻋﺜﹶﻦﺒﻌ ﻟﹶﻴﻚﺑﺄﹶﺫﱠﻥﹶ ﺭﺇﹺﺫﹾ ﺗﻭ (١٦٧) ﻴﻢﺣ ﺭﻔﹸﻮﺭ ﻟﹶﻐﻪﺇﹺﻧﻘﹶﺎﺏﹺ ﻭ ﺍﹾﻟﻌﺮﹺﻳﻊ ﻟﹶﺴﻚﺑﺬﹶﺍﺏﹺ ﺇﹺﻥﱠ ﺭﺍﻟﹾﻌ 167- Şüphesiz Rabbin, kıyamet gününe kadar Yahudilere, azabın en şiddetlisini tattıracak kimselleri musallat edeceğini bildirdi. Muhakkak ki Rabbin hesabı çabuk gören; bağışlayıcı ve merhametli olandır. Allah-u Teâlâ, Yahudilerin yapmış oldukları çirkin amelleri ve bu amelleri sebebiyle onları aşağılanmış maymunlara çevirdiğini bildirdikten sonra bu ayette şayet daha önceki şirk, zulüm, ayetleri tahrif etme gibi pis amellerine A'RAF:167 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 265 devam etmeleri, böylece içinde bulundukları durumu düzeltmemeleri, yaptıkları zulümden, şirkten, tahrifattan vazgeçmemeleri, böylece bu hallerini sürdürmeleri durumunda kıyamete kadar zillet içinde kalacaklarını haber veriyor. “Şüphesiz Rabbin, kıyamet gününe kadar Yahudilere, azabın en şiddetlisini tattıracak kimselleri musallat edeceğini bildirdi.” Allah-u Teâlâ, ayetin bu kısmında Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem zamanındaki Yahudilere hitap ederek şöyle buyuruyor: “Ey Yahudiler! Eğer sizler, üzerinde bulunduğunuz şirk, küfür, fısk, zulüm, ayetleri tahrif ve yeryüzünde fesat gibi çirkin amellerinize devam edecek olursanız bilmelisiniz ki sizden önceki dedelerinizin böyle yapmaları sebebiyle Allah-u Teâlâ onları nasıl zillete düşürmüş ve onlar öylece zillet içinde yaşamışlarsa kendinizin de aynı şekilde zillete düşüp o zillette yaşayacağınızı bilin.” Allah-u Teâlâ bu ayetle Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem dönemindeki Yahudileri uyarmakta ve kendilerini zillete düşürecek durumu onlara haber vermektedir. Zira Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den önceki müşrik Yahudiler, Allah-u Teâlâ’nın kendilerine belirlediği şeraitleri değiştirmiş, şirk ve zulüm işlemiş, yeryüzünde fısk, zulüm ve fesadı yaymış, gelen nebilere iman etmemiş, hatta onlara karşı savaşıp onları haksız yere öldürmüşlerdir. İşte bu sebeple de Allah-u Teâlâ onları zillet içerisinde bırakmış, kendilerinden maymunlar ve domuzlar kılmıştır. Böylece Allah-u Teâlâ, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem zamanındaki Yahudileri bu ayetle uyarıyor ve şayet kendileri de dedelerinin yolunu takip etmeye devam edecek olurlar ve Muhammed aleyhisselam’ın getirdiği şeriata teslim olup tabi olmazlarsa kıyamete kadar aynı şekilde 266 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:167 zilleti tadacaklarını bildiriyor. Şüphesiz ki Allah-u Teâlâ’nın vaadi haktır ve bu ayet Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in döneminde şirk, küfür, zulüm içinde yaşayan, yeryüzünü fesada bulayan, Allah-u Teâlâ’nın ayetlerini tahrif eden Yahudiler için bir korkutmadır. Çünkü Yahudiler Musa aleyhisselam’dan sonra hep bu şekilde zillet içinde yaşamışlardır. Öyle ki her ne zaman tam kendilerine gelecek ve kendilerini emniyette ve rahat içinde hissedecekler işte o zaman Allah-u Teâlâ onları zillette bırakacak birilerini kendilerine musallat etmiştir. Zira onlar öyle kimsedirler ki bir şirki, zulmü, fesadı terk eder bir diğerine dalarlar. Böylelikle üzerinde bulundukları zulüm, şirk ve fesattan asla beri olmaz, yeryüzünde fitne ve fesadı yaymaya devam ederler. “Muhakkak ki Rabbin hesabı çabuk gören...” Allah-u Teâlâ, emirlerine karşı gelinmesi, yeryüzünde fesat çıkarılması, zulüm yapılması halinde bunu yapanları bırakmayıp onlara çok çabuk ceza verme kudretine sahiptir. Bu sebeple Allah-u Teâlâ Yahudilere, üzerinde bulundukları her türlü pisliği terk etmemeleri halinde zillet içinde olacaklarını Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in vasıtasıyla kendilerine bildirdikten sonra onları korkutmak için çabuk bir şekilde ceza veren olduğunu kendilerine hatırlatıyor. Böylelikle kötü amellerini terk ederek bir an önce tevbe edip Allah-u Teâlâ’dan bağışlanma dilesinler. “bağışlayıcı ve merhametli olandır.” Allah-u Teâlâ, kötü ameller işleyip de bunlardan pişman olup tevbe etmek isteyen kimselere bir ümit olsun diye kendisinin Gafur ve Rahim sıfatlarının sahibi olduğunu hatırlatıyor. Çünkü suç işleyenlere verilecek ceza işlenen çirkin ameller sebebiyledir. Yoksa bir kimsenin kabilesin- A'RAF:167 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 267 den ve cinsinden dolayı değildir. O yüzden her kim bir kötülük yapar, sonra bunun farkına varıp da pişman olarak tevbeye yönelirse bilmelidir ki Allah-u Teâlâ Gafurdur, yani; tevbe edenleri bağışlayandır ve Rahimdir, yani; kullarına rahmet edendir. Ama her kim üzerinde bulunduğu çirkin amellerini devam ettirir ve bunlardan dönmeyecek olursa işte o kimseler de bilmelidir ki Allah-u Teâlâ onlara cezasını mutlaka ve çabukça verecektir. Öyleyse şirk, küfür ameller işleyen, zulmeden, fesat ve fısk sahibi olan kimselerden her kim bu yaptıklarına pişman olup ihlâsla Allah-u Teâlâ’ya yönelirse ve bu yaptıkları amellerden vazgeçeceklerine dair kesin bir sözle Allah-u Teâlâ’ya söz verir, böylece çirkin olan tüm amellerinden dönerlerse hiç şüphe yoktur ki Allah-u Teâlâ o kimseleri affedecektir. Çünkü Allah-u Teâlâ, Gafurdur, Rahimdir. Zamanımızdaki Yahudiler İzzet Sahibi mi? Bu ayeti okuyan bazı kimselerde şöyle bir düşünce oluşabilir: “Zamanımızdaki Yahudilere bakıldığında çeşitli hile ve planlarla kurdukları kuvvetli bir devletle adeta yeryüzünün her karış toprağını hâkimiyetleri altına almış, gerek kimyasal ve gerekse her türlü silah gücüne sahip olmuş, dünya ekonomik gücünü ellerinde bulundurur hale gelmiş, bu nedenle de dünya devletlerinin çoğunun kendilerine hesap verdiği, yine çoğu devletler üzerinde etki sahibi olduğu bir konumdadırlar. Buna karşılık kendilerini Müslüman olarak tanımlayan gerek Arap devletleri ve gerekse diğer İslam olduğunu söyleyen devletler ve tebaaları zillet içerisindedirler. Hatta bu kimseler yeryüzünde bir avuç denecek kadar bir Yahudi topluluk tarafından zillete düşürülmüş olup 268 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:167 denilebilir ki Yahudiler bu ülkelerin çoğuna hâkim olmuş durumdadır. O halde ayetin hükmü böyleyken bu durum nasıl olabilir? Neden Yahudiler zillet içinde değiller de Müslüman olduklarını söyleyenler zillet içindedirler?” Bu soruya verilecek cevap şudur: “Ey böyle düşünen kimse! İşte içinde bulunulan açıkladığın bu durum çok normaldir. Bunu garip karşılaman gerekmez! Zira gerçek Müslümanlar zayıf düşüp yeryüzünde otoriteleri kalmayınca yeryüzünün yeni sahipleri müşrikler, zalimler, fesatçılar, fitneciler olmuştur. Böylece bir avuç Yahudi topluluk gerek Arap devletlerinde ve gerekse diğer İslam olduğunu söyleyen devletlerde fesadın, fitnenin, şirkin, küfrün, zulmün ve her türlü batılın hem uygulayıcısı hem de yayıcısı hale gelmiştir. Çünkü bir zamanlar gerçek İslam olan diyarlarda şu zamanımızda İslam olduğunu söyleyenlerin İslam’la uzaktan yakından hiç alakaları yoktur. Onlar sadece ve sadece ismen İslam’dırlar, yoksa gerçek İslam’ı bilmemektedirler. Aynı şekilde Allah-u Teâlâ’nın rasulüne bağlı olduklarını söylemekte, fakat Rasulün çağrısının mahiyetini idrak edememektedirler. İşte bu nedenledir ki kıyamete kadar zelil olacak bir taife kendilerini zelil kılmıştır. Bu ise onların durumunun kendilerini zelil eden Yahudilerden daha aşağılık olduğunu gösterir. Bu yüzden de zelil bir topluluktan daha zelil olmayı hak etmişlerdir. Zira Allah-u Teâlâ, bir taife hakkında haber verip de onların kıyamete kadar zelil olacağını bildirmişse, buna rağmen o zelil kimseler kendilerinden başka kimseleri zillete uğratıyorlarsa bu demektir ki o kimseler zillet altında olmayı daha çok hak ediyorlar. Ayrıca Yahudilerin, işledikleri şirk, fitne, fesat, zulüm sebebiyle ayette bildirildiği şekliyle zillet içinde olmaları gerekirken rahat bir yaşam sergilemeleri, böylece zillet A'RAF:167 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 269 içinde değillermiş gibi gözüküyor olmaları aslında onlar için mutlak bir kazanç değildir. Çünkü bu rahatları uzun sürmeyecek, bu batıllarına devam ettikleri müddetçe Allah-u Teâlâ’nın haber verdiği şekliyle kıyamete kadar hor, hakir ve zelil kimseler olacaklardır. Allah-u Teâlâ’nın bu hükmü elbette gerçekleşecektir. Öyleyse ey aceleci kimse! Sakın ola ki bu şekilde mukayeselere kalkışma. Allah-u Teâlâ’nın sözünün hak olduğunu aklından çıkarma! Şu andaki görülen zahiri duruma bakarak “Yahudilerin güçlü bir devleti var, bu yüzden zelil değiller” ve ayet tam tersini söylemesine rağmen bu nasıl olur diyerek şaşkın olma! Çünkü unutma ki zamanımızda bu kimselerin zelil bıraktığı kimseler gerçek Müslümanlar değil, kendilerini İslam’a nispet edenler, böylece Müslüman olduklarını zannedenlerdir. İşte bu kimselerin Yahudilerden daha çirkin amel işlediklerini bil. Zira Yahudilerin kıyamete kadar zillete düşecek olma sebebi; Allah-u Teâlâ’ya şirk koşmaları, Allah-u Teâlâ’nın ayetlerini tahrif etmeleri, insanlara zulmetmeleri, yeryüzünde fitne ve fesada koşmaları, bu uğurda çaba sarf etmeleridir. Peki, aynı durumu şu an; “bizler Müslümanız” diyenler de fazlasıyla yapmakta oldukları, kendilerinin Müslüman olduklarını söyledikleri, Allah-u Teâlâ adına kâfir kanunlarına bağlılık yeminleri ettikleri, gerçek Müslümanlara eziyetin her türünü verdikleri, onları “sapık”,”gerici”,”yobaz” vs gibi birtakım isimlerle vasıflandırdıkları ve dahi tekfir ettikleri halde acaba Yahudilerden bir farkları kalmış mıdır? Elbette ki onlardan hiçbir farkları yoktur, hatta onlardan daha aşağı durumdadırlar. Zira Yahudi âlimleri Tevrat’ı tahrif etmiş, böylece cahil milleti rahat bir şekilde kandırabilmişlerdir. Çünkü cahil Yahudiler Tevrat’a baksalar dahi hakkı apaçık bir şekilde bulma durumunda olamazlardı. 270 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:167-168 Ama muttakilere bir hidayet kaynağı olan Kur’an öyle olmayıp kıyamete kadar tahriften uzak kalacaktır. Ve Kur’an’da hak, apaçık bir şekilde açıklanmıştır. Her kim Kur’an’daki hükümleri öğrenmeye kalkışırsa rahatlıkla bunları öğrenebilir. Ama ne yazık ki “Müslümanız” diyenler her türlü şirkin içinde tevhidden haberleri yoktur. Kendilerinin muvahhid ya da Müslüman olduklarını iddia eder dururlar. Bu yüzden eğer ki zilletten kurtulmak isteniyorsa gerçek İslam’a yönelirler, gerçek tevhide dönerlerse işte o zaman Yahudilerin şu anki durumu da değişecektir.” ALLAH (C.C)’IN, YAHUDİLERİ ÜMMETLERE AYIRMASI ﻚﻭﻥﹶ ﺫﹶﻟ ﺩﻢﻬﻨﻣﻮﻥﹶ ﻭﺤﺎﻟ ﺍﻟﺼﻢﻬﻨﺎ ﻣﻤﺽﹺ ﺃﹸﻣﻲ ﺍﻟﹾﺄﹶﺭ ﻓﻢﺎﻫﻨﻗﹶﻄﱠﻌﻭ (١٦٧) ﻮﻥﹶﺟﹺﻌﺮ ﻳﻢﻠﱠﻬ ﻟﹶﻌﺌﹶﺎﺕﻴﺍﻟﺴ ﻭﺎﺕﻨﺴ ﺑﹺﺎﻟﹾﺤﻢﺎﻫﻧﻠﹶﻮﺑﻭ 168 – İsrail oğullarını, yeryüzünde çeşitli topluluklara ayırdık. Onlardan salih kimseler olduğu gibi, böyle olmayan (fasık ve kâfir) kimseler de vardı. Belki günahlarından vazgeçerler diye, onları bazen nimetlerle, bazen de musibetlerle imtihan ettik. Yeryüzünde fitne ve fesat kaynağı olan Yahudiler, şirklerine, fitne ve fesatlarına devam ettikleri, yeryüzünde bozgunculuk ve zulüm yaptıkları ve batılın her çeşidini yayma çabasında oldukları için Allah-u Teâlâ’dan bir ceza olarak kıyamete kadar zillet içerisinde olacaklardır. “İsrail oğullarını, yeryüzünde çeşitli topluluklara ayırdık.” A'RAF:168 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 271 Allah-u Teâlâ, bu ayette Yahudilere verdiği diğer bir cezayı haber veriyor. Bu ise onları, yeryüzünde ümmetlere ayırmasıdır. İşte bu sebepledir ki Yahudiler yeryüzünde birkaç fırkadan oluşmuştur. “Onlardan salih kimseler olduğu gibi, böyle olmayan (fasık ve kâfir) kimseler de vardı.” Allah-u Teâlâ’nın, fırkalara ayırdığı Yahudilerden bazı fırkalar salih kimselerdir. İşte bu salih kimseler gerek Musa aleyhisselam’a ve gerekse Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e iman edenlerdir. Üstelik onlar ahireti dünyaya tercih etmişlerdir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem döneminde Abdullah b. Selam radıyallahu anh’ın Müslüman olması gibi… Onlardan diğer bir grup ise seviyece bu salih kimselerden daha düşüktürler. Fakat onlar da iman ehli olup seviyeleri salih kimseler gibi değildir. Onlardan diğer bir grup ise facir ve fasık olan kimselerdir. İşte bunlar, kendilerine gelen nebilerini yalanlayan, onlara karşı gelen, onları haksız yere öldüren, her türlü yalana kulak veren, Allah-u Teâlâ’nın ayetlerini tahrif eden, faiz ve rüşvet yiyen, Allah-u Teâlâ’nın hükümlerini değiştiren, Allah-u Teâlâ’nın şeriatıyla hükmetmeyen, böylece Allah-u Teâlâ’nın indirdiklerinden yüz çeviren ve bu hükümleri hiçe sayarak arkalarına atanlardır. İşte bu kimseler kıyamete kadar zillet içinde olacaklardır. Her ne kadar zamanımızda birtakım zahiri üstünlükleri var gibi gözüküyor olsa bile… Elbette gerçek muvahhidlerin varlığı onların eski zilletlerinin ortaya çıkışını sağlayacaktır Allah-u Teâlâ’nın izniyle… “Belki günahlarından vazgeçerler diye, onları bazen nimetlerle, bazen de musibetlerle imtihan ettik.” 272 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:168-169 Allah-u Teâlâ, batılın her çeşidine dalan; ister Yahudilerden olsun, ister başka ümmetlerden olsun herkesi, üzerinde bulundukları batıllarından belki dönerler diye gerek iyilikle ve gerekse kötülükle imtihan etmiştir. Böylece onlara yaşamlarını yeri geldiğinde kolaylaştırmış, yeri geldiğinde zorlaştırmıştır. Yeri geldiğinde refah ve mutluluğu vermiş, yeri geldiğinde ise eziyet ve mutsuzluğu vermiştir. İşte böylece onları gerek iyiliklerle ve gerekse de kötülüklerle imtihan etmiştir. Allah-u Teâlâ’nın nimetlerle imtihan etmesi, musibetlerle imtihan etmesinden daha ağırdır. Bu gibi imtihanlardan ancak sağlam akıl sahibi, basiretli olan kimseler başarılı olarak çıkarlar ve Allah-u Teâlâ gerek Yahudilerden olsun ve gerekse başka ümmetlerden olsun herkese yaptıkları amellere göre karşılık verecektir. Çünkü Allah-u Teâlâ her ümmete nebi ve rasuller göndermiş, hakkı onlara açıklamıştır. İster sıkıntıda, ister ferahlıkta gönderilen rasule gerçek manada uyan kimseler cennet nimetleriyle mükâfatlandırılacak, rasule uymayıp, şirk ve küfür içinde kalanlara ise Allah-u Teâlâ, dünyada hemen azaba uğratmayıp belki bu batıllarından dönerler diye gerek nimet vererek, gerek azap vererek ayrıca bir imtihana tabi tutacaktır. Böylelikle bunlardan her kim hakka dönerse elbette Allah-u Teâlâ o kimseleri de aynı şekilde cennet nimetiyle mükâfatlandıracaktır. DÜNYA METAININ KENDİLERİNİ ALDATTIĞI KURUNTU SAHİPLERİ ﺬﹶﺍ ﻫﺽﺮﺬﹸﻭﻥﹶ ﻋﺄﹾﺧ ﻳﺎﺏﺘﺭﹺﺛﹸﻮﺍ ﺍﻟﹾﻜ ﻭ ﹾﻠﻒ ﺧﻢﻫﻌﺪ ﺑﻦ ﻣﻠﹶﻒﻓﹶﺨ ﺬﹾﺧﺆ ﻳ ﺃﹶﻟﹶﻢﺬﹸﻭﻩﺄﹾﺧﻪ ﻳ ﹾﺜﻠﹸ ﻣﺽﺮﻢ ﻋ ﻬﹺ ﹾﺄﺗﺇﹺﻥﹾ ﻳﺎ ﻭ ﻟﹶﻨﻐﻔﹶﺮ ﻴﻘﹸﻮﻟﹸﻮﻥﹶ ﺳﻳﻰ ﻭﻧﺍﻟﹾﺄﹶﺩ A'RAF:169 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 273 ﺎﻮﺍ ﻣﺳﺭﺩ ﻭﻖ ﺇﹺﻟﱠﺎ ﺍﻟﹾﺤﻠﹶﻰ ﺍﻟﻠﱠﻪﻘﹸﻮﻟﹸﻮﺍ ﻋﺎﺏﹺ ﺃﹶ ﹾﻥ ﻟﹶﺎ ﻳﺘ ﺍﻟﹾﻜﻴﺜﹶﺎﻕ ﻣﻬﹺﻢﻠﹶﻴﻋ (١٦٩) ﻠﹸﻮﻥﹶﻘﻌﻘﹸﻮﻥﹶ ﺃﹶﻓﹶﻠﹶﺎ ﺗﺘ ﻳﻳﻦﻠﱠﺬ ﻟﺮﻴﺓﹸ ﺧﺮ ﺍﻟﹾﺂﺧﺍﺭﺍﻟﺪ ﻭﻴﻪﻓ 169 – (Önceki) Yahudilerden sonra gelen nesil, Kitaba (Tevrat’a) varis oldu. Onlar, (haram mı helal mi umursamadan) kıymetsiz dünya metaını alır, sonra da “(Nasıl olsa) Bize mağfiret edilecektir” derlerdi. (Bundan tevbe etseler ve) Onlara benzeri bir dünya metaı gelse, yine (haram mı helal mi umursamadan) alırlardı. Kitapta; Allah hakkında, haktan başka bir şey söylemeyeceklerine dair onlardan söz alınmamış mıydı? Hâlbuki Tevrat’ı okuyup içindekini anlamışlardı. (Bilsinler ki) Ahiret kazancı, Allah’tan sakınanlar için daha hayırlıdır. (Hâlâ) Akletmez misiniz? Allah-u Teâlâ’nın, Yahudileri taifelere ayırması sonrası bu taifelerden meydana gelen yeni bir nesli haber veriyor. “(Önceki) Yahudilerden sonra gelen nesil, Kitaba (Tevrat’a) varis oldu.” Allah-u Teâlâ Yahudileri, kendilerinden salihler ve daha aşağı olan kimselerin meydana geldiği gruplara ayırmıştı. İşte bu gruplardan daha sonra Tevrat’ı miras olarak alan, onu okuyan, içindeki hükümlere bakan yeni bir nesil geldi ki bu nesil Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem zamanındaki Yahudilerdi. “Onlar, (haram mı helal mi umursamadan) kıymetsiz dünya metaını alır, sonra da “(Nasıl olsa) Bize mağfiret edilecektir” derlerdi.” 274 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:169 Yeni gelen bu nesil Tevrat’ın hükümlerini bildikleri halde onu hayatlarında uygulamadılar. Bununla kalmayıp onun hükümlerini tahrif ettiler ve dünya metaı karşılığında kendi heva heveslerine göre hükümlerini değiştirdiler. Bunun neticesinde rüşveti, faizi, Allah-u Teâlâ’nın şeriatından başka bir şeriat ile hükmetmeyi mübah kıldılar. Bu çirkin amellerine rağmen Allah-u Teâlâ’nın kendilerini affedeceğini iddia ettiler. Zira onlara göre kendileri Allahu Teâlâ’nın seçkin kulları, sevgilileri ve nebilerin soyundan oluşturduğu değerli bir toplumudur. Bu nedenle her ne şirk, fitne, fesat, zulüm, batıl işlerlerse işlesinler Allah-u Teâlâ onları affedecektir. Maalesef bu zihniyet zamanımızda kendilerini İslam’a nispet eden kimselerde de görülmektedir. Bu kimseler her türlü şirk içinde olmalarına rağmen kendilerini Müslüman saymakta ve cennet ehli olduklarına inanmaktadırlar. Oysa Kur’an, ellerinin altında olduğu ve apaçık hidayeti ve hakkı açıklayıcı olduğu halde onu gereği gibi anlamaya yanaşmamışlar. Bilakis anlaşılmasını zorlaştırıcı bir şekilde ayetlere farklı manalar vermek suretiyle tahrif etmişlerdir. Bu çirkin amellerine ve şirklerine rağmen sadece La ilahe illallah’ı dille telaffuz etmeleri sebebiyle cennete gireceklerini ileri sürerler. Zira tağutların sahte âlimleri insanlara: “Kimin son sözü La ilahe illallah olursa cennete girer” manasındaki hadisleri alarak insanlar ne hal üzere olurlarsa olsunlar, hatta şirkleri bile olsa sadece bu kelimeyi söylemeleri sebebiyle cennete gireceklerine o insanları inandırmış ve böylece onları kandırmışlardır. Oysa La ilahe illallah’ı dille söyledikleri ve kendilerine Müslüman sıfatı verdikleri halde bu kelimenin manasından habersizdirler. Öyle ki basit bir mesele sebebiyle kâfir kanunlara muhakeme olabiliyor, Allah-u Teâlâ’nın kanunlarıyla hükmetmeyen yöneticilere vela gösterebiliyor ve hat- A'RAF:169 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 275 ta canını bu uğurda feda edebiliyorlar. Buna rağmen yine de kendilerinin Müslüman olduklarını zannetmektedirler. Hatta bu kimseler içerisinde namaz kılanlar dahi vardır ve bu amelleriyle bir şey yaptıklarını zannederler. Ama işledikleri şirkleri sebebiyle aynen Yahudilerin durumuna düştüklerinin farkında değildirler. Onlarla Yahudiler arasındaki tek fark; Onların kitapları Tevrat’ı tahrif olmuş olması, bizim kitabımız Kur’an’ın, tevhidin ve muvahhidlerin kıyamete kadar baki kalacak olmasıdır. Bu sebeple de kendilerine Kur’an’ın hükümlerini isteyen ihlâslı kimseler hakka ulaşırlar. “(Bundan tevbe etseler ve) Onlara benzeri bir dünya metaı gelse, yine (haram mı helal mi umursamadan) alırlardı.” Allah-u Teâlâ’nın ayetlerini tahrif eden Yahudiler ve onların zihniyetinde olan kimseler her ne kadar zengin olurlarsa olsunlar, rahat içinde yaşarlarsa yaşasınlar onlar dünya metaı karşılığında Allah-u Teâlâ’nın ayetlerini satmaktan yine de geri durmazlar. İşte bu kimseler ahirete şöyle inanmışlardır: “Bir ahiret yurdu vardır. Bizler bu dünyada ne yaparsak yapalım, Allah-u Teâlâ bizi mutlaka affedecektir. Çünkü bizler nebilerin soyundan gelmiş seçkin kimseleriz. Üstelik Allah-u Teâlâ’nın sevgilileriyiz.” İşte bu kimseler sanki Allah-u Teâlâ’dan ahit almışlardır. O sebeple ne yaparlarsa yapsınlar Allah-u Teâlâ kendilerini affedecektir. Aynı sapık inanç zamanımızdaki kendilerini İslam’a nispet eden kimseler için de söz konusudur. Onlar da: “Nasılsa bizler şehadeti söylüyoruz. Muhammed aleyhisselam’a inanıyoruz. Bu özelliğimiz sebebiyle Allah-u Teâlâ bizi elbette affedecektir.” 276 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:169 “Kitapta; Allah hakkında, haktan başka bir şey söylemeyeceklerine dair onlardan söz alınmamış mıydı? Hâlbuki Tevrat’ı okuyup içindekini anlamışlardı.” Allah-u Teâlâ, kendisi hakkında ancak hakkı söyleyeceklerine dair Yahudilerden Tevrat’ta söz almıştı. Ve onlar bu verdikleri sözü çok iyi biliyorlardı. Çünkü verdikleri o söz, okudukları ve atalarından miras aldıkları kitapları Tevrat’ta vardı. Fakat onlar böyle bir söz vermiş olmalarına ve bunu kitaplarında okuyor olmalarına rağmen sözlerini dünya metaı karşılığında bozdular. Sırf dünya metaını elde etmek için Allah-u Teâlâ’nın hükümlerini değiştirdiler ve Allah-u Teâlâ’nın haram kıldıklarını helal, helal kıldıklarını haram yaptılar. Üstelik bunu yapanlar Yahudilerin salih nesillerinin soyundan gelenlerdir. Bu kimselerin örneği insanlar zamanımızda da mevcuttur. Zira zamanımızda da Allah-u Teâlâ’nın hükümlerini değiştiren, Allah-u Teâlâ’nın hükmü dışında hüküm vermenin caiz olduğuna inanan, Allah-u Teâlâ’nın hükmüyle hükmetmeyen kimseleri sadece La ilahe illallah’ı dilleriyle söylüyor olmaları sebebiyle Müslüman sayan kimseler vardır. Tağutların âlimleri olan belamlar da insanları kandırarak Allah-u Teâlâ’nın hükmü dışında bu zamanda hüküm verilebileceğini, bunun caiz olduğunu, zamanın değişmesiyle hükümlerin değişebileceğini insanlara söylerler. Bu sebeple bir kimse Allah-u Teâlâ’nın hükmüyle hükmetmese bile, sırf şehadeti söylüyor olması sebebiyle Müslüman olur derler. Yeter ki yaptıkları bu amelin haram olduğuna inansınlar. Yine insanlar küfür kanunlarına mecbur kaldıkları için muhakeme olabilirler. Zira bu zamanda başka kanun yoktur. Eğer o kanunlara müracaat etmezlerse haklarının kaybolacağı mazeretini ileri sürerler. Ayrıca A'RAF:169 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 277 faizin alınıp verilmesine, her türlü ahlaksızlığın yapılmasına ruhsat verirler. Tağutların şişirdiği bu balon âlimcikler insanlara İslam’ı sözde bu şekilde öğretirler ve La ilahe illallah’ı bu şartlar altında söylemeleri dâhilinde bile Müslüman kaldıklarına, cennete gireceklerine onları inandırırlar. Cahil olan, ilimden nasibi olmayan insanlar da sırf La ilahe illallah’ı söylemekle her ne yaparlarsa yapsınlar, şirk de koşsalar, haram da işleseler, her türlü batıla da dalsalar ahiret gününde Allah-u Teâlâ’nın kendilerini affedeceğine inanırlar. Tıpkı Yahudilerin inandıkları gibi… Hatta günümüz insanları Yahudilerden daha beter bir duruma düşmüşlerdir. Şayet Yahudiler, içinde bulundukları halleri sebebiyle zilleti hak ediyorlarsa, Müslümanlık iddiasında bulunup da onlara benzeyen kimseler zilleti daha çok hak ediyorlar. Bu sebeple de Allah-u Teâlâ’nın zelil kıldığı kimseler tarafından daha zelil bir duruma düşürülmektedirler. Günümüzde Filistin gibi kendilerini İslam’a nispet eden ülkelerin durumu buna açık bir örnektir. Öyle ki zamanımızda basit bir Yahudi kadın asker bile bütün Filistin halkını zelil edebiliyor. Bu ise, onların Allah-u Teâlâ’ya verdikleri söze uymamalarının sonucudur. Çünkü Allah-u Teâlâ Yahudilerden Allah-u Teâlâ hakkında hakkı söylemelerine, hakkı ayakta tutmalarına dair söz almıştı. Bu söz Tevrat’ta vardır ve Kur’an’da da vardır. Buna rağmen onlar verdikleri sözü bozuyorlar. Onlar bu ayetleri okumalarına rağmen bile bile tahrif ediyorlar. Yahudilerin yaptıkları tahrif hem ayetlerin kelimeleri üzerinde hem de manası üzerinde olmuştur. Zamanımız tağut âlimlerinin tahrifleri ise ayetlerin manaları üzerinde olmuştur. “(Bilsinler ki) Ahiret kazancı, Allah’tan sakınanlar için daha hayırlıdır. (Hâlâ) Akletmez misiniz?” 278 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:169 Gerek Yahudilerden olsun, gerek başka milletlerden olsun her kim Allah-u Teâlâ’dan hakkıyla sakınır, gerçek manada iman ederse bilsin ki dünya hayatı için ahireti feda etmeye değmez. Çünkü ahiret yurdu daha hayırlıdır. Bunu ancak ahirete gerçek manada iman edenler idrak edip anlarlar. Ve ancak bu gibi akıl sahipleri söylenenlerden öğüt almasını bilirler. Akletmeyen kimseler ise öğüt almadıkları gibi kendilerini ebedi bir mutsuzluğa sürükleyecek amellere yönelirler. Oysa ahiretin, kıyamet gününün, öldükten sonra hesabın olacağını yakinen bilen, yakinen inanan bir kimse asla böyle yapmaz. Zira ahirete yakinen inanan bir kimse, dünyada bulunan her türlü eziyet, musibet ve kıtlığa sabreder. Çünkü bilir ki bu dünya fanidir, imtihan dünyasıdır. Kim bu imtihanda başarılı olursa ahiret mutluluğunu elde eder. Kim bu dünyada başarılı olmazsa ahiret sonsuza kadar onun için zindan olur. Akıllı olan bir kimse, fani olmayan hayatı fani olan dünyaya tercih eder. Baki olanı fani olana tercih eder. Gerçek akıllı işte böyle yapar ve gerçek akıl sahibi kimse ancak ahiret için çalışır, dünya için değil. Bu sebeple Allah-u Teâlâ ayette: “(Bilsinler ki) Ahiret kazancı, Allah’tan sakınanlar için daha hayırlıdır. (Hâlâ) Akletmez misiniz?” buyurmaktadır. Oysa akleden kimse yine de ahiret yurdunu tercih eder. Kısa, fani olan bir metaı sonsuz bir metaıya asla ve asla tercih etmez. Ama aklını sağlam bir şekilde kullanmayan, elbette çabuk, rahatlıkla elde edebileceği mutluluğu seçer. Oysa bu mutlulukları uzun sürmeyecektir. Bu sürdürdüğü geçici mutluluğun akabinde kendisi için sonsuza dek mutsuzluk söz konusu olacaktır. Bunu hiç düşünmüyorlar mı? Muhammed b. Mübarek, Sadaka b. Halid’den, o İbni Cabir’den, o da hocası Ebu Amir’den, Muaz radıyallahu anh’ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: A'RAF:170 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 279 “Kur’an, bazı kavimlerin kalbinde tıpkı elbisenin çürümesi ve eskimesi gibi çürüyüp eskiyecektir. Öyle ki onlar Kur’an’ı okurlar, okuma lezzetini hissetmezler. Koyun derileri giyerler ama kalpleri kurt kalbi gibidir. Amelleri sadece tamahkârlıktır. İçlerinde korku yoktur. Allah-u Teâlâ’nın hükümlerini, emrettiklerini yerine getirmedikleri, kötü ameller ya da günahlar işledikleri zaman: “Nasılsa Allah-u Teâlâ bizi affedecektir. Çünkü biz Allah-u Teâlâ’ya hiçbir şeyi ortak koşmuyoruz” derler.” (Daremi) ISLAH EDİCİ KİMSELERİN ECRİ ﺮ ﺃﹶﺟﻴﻊﻀﺎ ﻟﹶﺎ ﻧﻠﹶﺎﺓﹶ ﺇﹺﻧﻮﺍ ﺍﻟﺼﺃﹶﻗﹶﺎﻣﺎﺏﹺ ﻭﺘﻜﹸﻮﻥﹶ ﺑﹺﺎﻟﹾﻜﺴﻤ ﻳﻳﻦﺍﻟﱠﺬﻭ (١٧٠) ﲔﺤﻠﺼﺍﻟﹾﻤ 170 – Kitaba sımsıkı tutunan, namazı dosdoğru kılanlar var ya, muhakkak ki biz salih ve ıslah edici kimselerin ecrini zayi etmeyiz. Allah-u Teâlâ önceki ayetlerde Yahudiler hakkında bilgi vermiş, onların ne kadar bozuk bir karaktere sahip olduklarını, nebi ve rasullerine önce iman edip belli bir müddet sonra ise küfre girmeleri gibi kötü bir ameli işlediklerini haber vermişti. Bu ayette ise yine onlar hakkında haber vermekte, onların içinden gerçek Tevrat'a iman edenlerin olduğunu, bu kimselerin Muhammed aleyhisselam rasul olarak geldikten sonra Kur’an’a da tabi olup ona sımsıkı sarıldıklarını bildirmektedir. Ayette geçen “ﻜﹸﻮﻥﹶﺴﻤ( ”ﻳyumessikune) kelimesi; sımsıkı tutunmak, kuvvetle tutmak ve başkalarının da tutunmasını sağlamak manasındadır. 280 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:170 İmam Mücahid ayetteki; “Kitaba sımsıkı tutunanlar” sözüyle kastedilen kişilerin; Yahudi ve Hıristiyanlardan gerçek manada iman edenler olduğunu söylemiştir. Ayetteki “kitap”tan kasıt ise Tevrat’tır. Çünkü Yahudiler hakkında konuşulmaktadır. Fakat buradaki Tevrat tahrif edilmemiş Tevrat’tır. Zira Allah-u Teâlâ bu ayette Tevrat’ı överek “Kitaba sımsıkı tutunan” sözünü kullanmıştır. O halde Allah-u Teâlâ’nın; “kitaba sımsıkı tutunanlar” sözünden, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem rasul olarak gönderildikten sonra Yahudiler arasında gerçek Tevrat’a Allah-u Teâlâ’nın razı olduğu şekilde tutunan iyi kimselerin ve bunlardan başka hem Tevrat'ı uygulamayan veya önemsemeyen ya da tahrif eden, hem de sadece tahrif edilmiş bölümünü uygulayan taifelerin bulunduğu anlaşılmaktadır. Zira gerçek Tevrat’a tutunanların zikrediliyor olması, bu şekilde tutunmayanların da olduğunu gösterir. İşte bu ayet, gerçek Tevrat’a Allah-u Teâlâ’nın razı olacağı şekliyle tutunanları açıklamakta olup Abdullah b. Selam ve onun İslam'a girmiş olan arkadaşları hakkında inmiştir. Onlar ehli kitaptan Yahudi idiler. Onlar gerçek Tevrat'a tutunmuş, onu tahrif etmemiş, değiştirmemiş ve ona uymuşlardır. Bundan dolayı Kur'an'a ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e iman etmişlerdir. Ayette Bildirilen Kimselerin Sıfatları: Allah-u Teâlâ ayette kendilerinden haber verdiği ve kendilerini övdüğü Yahudilerden olan kimselerle ilgili olarak şu vasıfları ortaya koymaktadır: 1 – Allah-u Teâlâ’nın katından gönderdiği kitaba, hiç tahrif etmeksizin, tahrif edilmesine aldanmaksızın ve bağlanmaksızın olduğu şekliyle sımsıkı sarılma, böylece Allah-u Teâlâ’nın razı olduğu ve istediği şekliyle ona bağ- A'RAF:170 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 281 lanma, ona davet etme sıfatı. İşte bu sıfat, son kitap olan Kur'an-ı Kerim'e iman edip sımsıkı sarılmaya sebep olur. 2 – Allah-u Teâlâ’nın bir emri olan namazı dosdoğru kılma sıfatı. Bu amel kitaba sımsıkı tutunmanın pratik bir göstergesidir. Namazın kitaba tutunma emrine dâhil olmasına rağmen ayrı olarak zikredilmesi, namazın önemini gösterir. 3 – Allah-u Teâlâ’nın kitabına gerçek manada tutunup, namazı ikame eden böylece her türlü hayrı elde eden bu kimselerin salih ve ıslah edici olma sıfatı. Kitaba Güzel Bir Şekilde Tutunmak: “Kitaba sımsıkı tutunan…” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında katından gönderdiği kitaba nasıl tutunulması gerektiğini kullarına öğretmektedir. Öyleyse Allah-u Teâlâ’nın övgüsüne mazhar olan ilk sıfat; kitaba sımsıkı tutunmadır. Kitaba sımsıkı tutunmak ise sözle olacak bir sıfat olmayıp, bizzat pratikle ortaya konulacak bir sıfattır. Çünkü Allah-u Teâlâ; “kitaba sımsıkı tutunurlar” buyurmuştur. İşte bu söz, kişinin hem kendisinin doğru olarak tutunmasını, hem de başkalarının tutunmalarını ifade eder. Zira kitaba dosdoğru tutunan bir kimse Allah-u Teâlâ tarafından gönderilen kitabın içindeki emirlere tam bir teslimiyetle güzel bir şekilde boyun eğerek onunla tam manasıyla amel eder. İçindeki haramı haram, helali helal bilir, bu konudaki korunması gereken sınırları muhafaza eder, kendisine ondan gelen emir her ne olursa olsun ona karşı ihlâslı olur, asla hile yapmaz, ondan sıyrılmak için birtakım mazeretlere yönelmez ve asla bu konuda yılgınlık göstermez. Hatta onun hükümlerini öğrenmek için tüm güçlerini seferber eder, bu konuda ihmal göstermez, unutma gafletinde bu- 282 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:170 lunmazlar. Böylece kendileri Allah-u Teâlâ’nın hidayetinde en doruk noktaya ulaşırlar. Öyle ki bu yolda kendileri kurtuluşta oldukları gibi insanları da bu kurtuluşa davet edip kendisiyle amel etmek, sadece onun hükümlerini uygulamak, ona tabi olmayanlara baş kaldırmak, onları reddetmek ve bu şekilde hayatı tamamıyla ona göre şekillendirmek suretiyle o kitaba uymalarını söylerler. Buradaki “kitaba sımsıkı tutunmak” kavramı her ne kadar kitap ehli hakkında söylenmişse de bu ifade kıyamete kadar baki kalacak olan Allah-u Teâlâ’nın son kitabı Kur’an’a sarılmayı da ifade eder. Çünkü Allah-u Teâlâ katından gelen kitapların en sonuncusu ve kendisine tabi olunduğunda hem dünya hem ahiret mutluluğunun elde edileceği Allah-u Teâlâ’nın kelamıdır Kur’an. Bu sebeple her kim ona sımsıkı tutunur, gerekleriyle amel ederse işte o kimse de Allah-u Teâlâ katında övgüye layık olanlardan olur. Öyle ki Kur’an’a bağlanan kimse, onun dışındaki beşer aklının eseri olan, Allah-u Teâlâ’nın şeriatından alınmayan hiçbir inanç, amele tabi olmaz, onun hükümlerinden başka hükümleri tanımaz ve tanıyanlara karşı gelir. Böylelikle bütün hayatını sadece ve sadece bu kitaba göre düzenler. Her kim bu kitabın hükmüne karşı gelir ya da zıt bir hüküm söylerse işte o kimseleri reddeder, onları yakın dostlar edinmez, onlara kin ve güçleri nispetinde düşmanlık gösterir. İşte Allah-u Teâlâ’nın kıyamete kadar kendisine uyulmasını istediği son kitap Kur’an’a tutunmak budur! Aksi takdirde, bir yanda Kur’an’a inandıklarını söyleyip diğer yanda onun hükümlerini hiçe sayacak şekilde beşer aklının ürünü olan hükümlere tabi olanlar ya da şeyhlere, hocalara veya kendilerine birtakım unvanlar verilmiş kimselere uyanlar veya birtakım fikirler üretip insanları Allahu Teâlâ’dan başka şeylere çağıranlara kulak verenler her A'RAF:170 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 283 ne kadar Allah-u Teâlâ’nın kitabına sarılmış görüntüsü sergileseler de bununla sadece ve sadece kendilerini kandırabilirler. Allah-u Teâlâ’yı ve inananları ise asla… Namazı İkame Etmek: “…namazı dosdoğru kılanlar” Allah-u Teâlâ’nın övgüsüne mazhar olan ikinci sıfat ise “namazı ikame etmek” tir. Allah-u Teâlâ’nın “kitaba sımsıkı tutunma” şartını yerine getirenler, elbette namazı ikame edeceklerdir. Çünkü kitaba sarılmak, içindeki emir ve nehiylere uymayı içerdiği için hemen akabinde namazı ikame şartı gelmiştir. Bu ise namazın dinde ne kadar büyük bir öneminin olduğunu ortaya koyuyor. Namazı ikame etmek ise; onun gerektirdiği rükun ve şartlarına özen göstererek, ihmal etmeksizin, vaktini geçirmeksizin Allah-u Teâlâ’nın istediği ve razı olduğu şekliyle huşu içerisinde ve şuurlu olarak yerine getirmektir. Yoksa sadece camiye giderek ya da evinde veya herhangi bir mekânda birtakım hareketleri şekilsel olarak gösterip şuursuzca birtakım amelleri yapmak değildir namazı ikame etmek. Bu yüzden bir kimse hakkında; “Bu kişi namazı ikame ediyor” denilebilmesi için o kimsenin belli şartları yerine getiriyor olması gerekir. Bu şartlar ise; namazın rükun ve şartlarını yerine getirerek Allah-u Teâlâ’nın istediği şekilde huşu' içinde ve şuurlu olarak kılınmasıdır. Dolayısıyla ancak bu şekilde namazı ikame eden kimse, namazı belli hareket ve sözlerden ibaret bir amel olarak değil, gerçekten Allah-u Teâlâ’nın istediği ve razı olduğu şekilde yerine getirmiş olur. Zira namaz, sadece bilinen birtakım hareketlerden ibaret değildir. 284 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:170 Allah-u Teâlâ namaz hakkında şöyle buyuruyor: "Namaz, fahşa ve münkeri yasaklar." (Ankebut: 45) Bir kimse namazı gerçek manada yani; Allah-u Teâlâ’nın istediği ve rasulünün gösterdiği gibi tam olarak ikame edenlerden ise, her türlü fahşa ve münkerden uzak durur, asla bunları işlemez. Zira namaz o tür çirkinliklerden uzak durmasını gerektiren çok üstün bir ameldir. İşte bu üstün amel, ancak onun “dosdoğru bir şekilde ikamesiyle” gerçek keyfiyetini bulur. Bu nedenle namaz kılıyor göründüğü halde o kıldığı namaz kendisini fahşa ve münkerden uzaklaştırmayan kimseler aslında namaz kılıyor değildirler. Zira sadece namazdaki hareketleri şekilsel olarak yapan ve namazda söylenmesi gereken sözleri şuursuzca tekrarlayan bir kimse diğer yanda münkerden kaçınmıyor ve fahşa işliyorsa, o kıldığı namaz kendisine fayda veren bir namaz değildir. Bu ise, o amelin Allah-u Teâlâ’nın istediği şekilde yapılmıyor olmasından ileri gelir, her ne kadar Allah-u Teâlâ rızası için ve şekilsel olarak Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in öğrettiği gibi yapılsa bile. Salih ve Islah Edici Olmak: “…muhakkak ki biz salih ve ıslah edici kimselerin ecrini zayi etmeyiz.” Allah-u Teâlâ’nın övgüsüne mazhar olan üçüncü sıfat ise “salih ve ıslah edici”dir. Allah-u Teâlâ kitaba sımsıkı tutunan ve namazı ikame eden kimselere bir üçüncü sıfat veriyor, bu ise; salih ve ıslah edici, sıfatıdır. Allah-u Teâlâ başka bir ayette şöyle buyuruyor: "İman edenler ve salih amel işleyenler, biz ameli güzel bir şekilde yapanların ecrini (mükâfatını) zayi etmeyiz." (Kehf: 30) A'RAF:170 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 285 Allah-u Teâlâ, kitaba gereği gibi tutunan, namazı dosdoğru kılan, bununla birlikte salih ve ıslah edici olan kimselerin mükâfatını eksiksiz olarak, hatta hak ettiklerinden fazla olarak kat kat verecektir. Zira buradaki söz konusu kimseler hem daha önce kendilerine verilen kitaba gerçek şekliyle iman edip hükümlerine eksiksiz teslimiyet göstermişler, hem de son gelen kitap olan Kur’an’a iman edip gerekleriyle amel etme yolunu seçmişlerdir. İşte bunun içindir ki Allah-u Teâlâ onlara eksiksiz bir karşılık verecektir. Şu bilinmesi gerekir ki; gerçek Tevrat’a iman eden bir kimse mutlaka ve mutlaka Kur’an’a ve son rasul Muhammed aleyhisselam’a da iman eder. Zira Kur’an’a ve Muhammed aleyhisselam’a iman etmeyen bir kimse gerçek Tevrat’a iman etmiş sayılmaz. Öyle ki gerçek Tevrat’a iman, Kur’an’a ve Muhammed aleyhisselam’a iman etmeyi de gerektirir. Bu yüzden Abdullah b. Selam ve İslam’a girmiş olan arkadaşları bu manayı çok iyi anladılar. O nedenle Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in getirdiği haberleri ve neye tebliğ ettiğini iyice kavrayıp hemen İslam’a girdiler. Üstelik Abdullah b. Selam Yahudilerin âlimlerinden olup takva ve ahlak sahibi, dürüst bir kimse idi. Dolayısıyla o ve arkadaşları Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i duyar duymaz hemen ona tabi oldular ve Allah-u Teâlâ’nın kendilerini “salih ve ıslah edici” diye vasıflandırdığı kimselerden oldular. Bu da gösteriyor ki Yahudiler içerisinde salih ve ıslah edici olmayan kimseler de vardı. İşte o kimseler İslam’a girmemiş, rasule ve getirdiklerine tabi olmamışlardır. Böyle kimseler salih ve ıslah edici asla olamazlar. Her ne kadar kendilerini Allah-u Teâlâ’nın dinine nispet etseler, ellerindeki mevcut kitapları Tevrat’a bağlandıklarını ileri sürseler bile kitaba sımsıkı tutunan, namazı dosdoğru ikame eden 286 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:170 ya da salih ve ıslah edici olma sıfatını hak edenlerden değildirler. Çünkü onlar bu halleriyle ellerindeki gerçek Tevrat’a iman etmeyenlerdir. Onların sıfatı ancak ve ancak bozguncu olmalarıdır ki bu sıfatlar daha önceki ayetlerde etraflıca anlatılmıştı. Allah-u Teâlâ bu ayette salih insanları övmüştür. Bu ise, salih olmayan insanları kötülemeyi gerektirir. Zira Allah-u Teâlâ’nın kitabına güzel bir şekilde tutunan salih insanlar övüldüğü zaman yapmayanlar zaten kötülenmiş olur. Çünkü “Ancak bunlar salih ve ıslah edici olup sadece bunlar mükâfat alacaklardır” demek, bunları yapmayanlar salih ve ıslah ediciler değil demektir. Bu durumda Allah-u Teâlâ’nın şeriatına uyan her şey salihtir. Allah-u Teâlâ’nın şeriatına uymayan her şey ise bozuktur. O halde bir kimse hakkında salih, iyi, ıslah edici sıfatı verilebilmesi için mutlaka ve mutlaka o kimsenin öncelikli olarak Allah-u Teâlâ’nın kitabına sımsıkı sarılması, ikinci olarak da namazı ikame etmesi gerekir. Allah-u Teâlâ’nın kitabına sımsıkı sarılmayan, Allah-u Teâlâ’nın kitabındaki emirlere uymayan, haramlardan uzak durmayan, başka kanunlarla hükmeden ya da başka kanunlara tabi olan, böylelikle her tür fahşayı işleyen, üstelik namazı da dosdoğru ikame etmeyen bir kimse asla salih ve ıslah edici sıfatını alamaz. Bilakis tam tersi bir sıfatı, bozguncu sıfatını alır. Zira bu kişinin hayatında Allah-u Teâlâ’nın kuldan istediği tevhidden bir eser yoktur. Şu iyi bilinmelidir ki; ıslahın en başı ve en değerlisi tevhiddir. Tevhidi tam manasıyla Allah-u Teâlâ’nın istediği şekilde gerçekleştirmeyen bir kimse asla ve asla salih ve ıslah edici sıfatını hak edemez. Böyle bir kimse ancak müfsit, yani bozguncu sıfatını hak eder. Zira kişi için iki sıfat vardır, bunlar ise; ya salih olması ya da müfsit olma- A'RAF:170 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 287 sıdır, bu ikisinin arasında bir üçüncü sıfat söz konusu olamaz. O halde tevhide sımsıkı sarılan, insanlara tevhidi anlatan, Allah-u Teâlâ’nın emirlerine uyan, yasaklarından kaçınan, insanlara bunu yapmasını emredip tavsiye eden ve bunu yapmayanlardan beri olan kimse, işte gerçek salih ve ıslah edici olandır ve bu kişi mutlaka karşılığını kat kat alacaktır. Fakat aksini yapanlar bozgunculuk edenlerdir, onlar da yaptıklarının karşılığında mutlaka ceza göreceklerdir. Zamanımızda Uyulması Gereken Kitap: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem risaletle gönderildiği zaman Yahudilerin elinde gerçek Tevrat halen vardı ve ona sımsıkı tutunan, hükümleriyle amel eden, namazı gereği gibi kılan salih ve ıslah edici muvahhid kimseler de vardı. Allah-u Teâlâ Kur’an’ı indirerek ondan önceki gerçek kitapları bile neshetmiştir. Bozuk olan kitapların ise zaten bir değeri yoktur. Bununla birlikte her kim Kur’an gelmeden önceki gönderilen kitaplara bozulmamış halleriyle iman etmiş ve içindeki emirleri yerine getirmişse işte onlar mükâfatlarını Allah-u Teâlâ katında alacaklardır. Zira Allah-u Teâlâ sadece bu durumda olan kimselerin iman ve ihlâsını kabul etmiş, onların dışındakiler iman iddiasında bulunmuş olsalar ve birçok faziletli amelleri yapıyor olsalar bile kendilerinden kabul etmemiş ve onları bozguncu kimseler olarak vasıflandırmıştır. Zamanımızda ise geçerli tek kitap sadece Allah-u Teâlâ’nın kitabı Kur'an’-ı Kerim’dir. Dolayısıyla ancak Kur’an’a tabi olanlar, onun hükümleriyle ve gerekleriyle amel edenler mükâfat alacak ve sadece onların dini kabul 288 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:170 edilecektir. Bunların dışında kalan kişilerin dini ise kabul edilmez ve onlar salih sıfatını da almazlar. Zamanımızda Allah-u Teâlâ’nın kitabı olan Kur'an'a sımsıkı sarılan, gösterdiği tevhide uyan, haramlarını haram, helallerini helal kabul eden ve sadece ve sadece onun hükümlerine uyan kişi salih ve ıslah edicidir. Ama bu kitabın hükümlerini bir kenara koyan, ona zıt olan kanunlarla hükmeden, bu kanunlara göre muhakeme eden, insanları buna çağıran kişi asla ve asla salih ve ıslah edici değildir, ne olursa olsun bu kişi bozuk ve bozguncudur. Allah-u Teâlâ’nın kanunlarına uymadığı halde sosyal, siyasal, ekonomik her alanda ya da daha başka konularda birtakım düzeltmeler yapan kişi de ıslah edici değil, yine bozguncudur. Fakat bazı amelleri İslam'a uygun, bazı amelleri İslam'a uygun değilse ehveni şer denir. Böyle olan yani; bazı amelleri İslam'a uygun olan kişiye mutlak olarak "ıslah edici" sıfatı verilmez. Ancak ona bir sıfat verilecekse “Bu şerlilerden daha az şerlidir” ya da “bozgunculardan daha az bozguncudur” denir. Buna göre; Allah'ın şeriatının bir kısmını uygulayıp bir kısmını uygulamayan hâkime mutlak olarak "ıslah edici" sıfatı verilmez. Ancak onun hakkında "Bozguncu olan tağutlardan daha ehveni şerdir" denir. Fakat mutlak olarak "Bu iyidir" veya "ıslah edicidir" denmez. İslam şeriatını eksiksiz uygulamayan kişi ıslah edici sıfatını almaz. Ancak ona, kendisinden daha kötü olanlara nispet ederek vasıflar verilir. Böyle kimseler için asla; “Bu kişi mevcut olanların iyisidir” denilmez. Eğer bu kişi birtakım İslam’a uygun şeyler yaparsa buna “fesat edici olanların daha az fesat edici olanıdır” denir. Mutlaka gerçek sıfatı ona vermemiz gerekir. Şerlidir o da, ama diğerlerinden daha az şerlidir; müfsittir, A'RAF:170 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 289 ama diğerlerinden daha az müfsittir; kâfirdir, ama diğerlerinden daha az kâfirdir; necistir, ama diğerlerinden daha az necistir. Öyleyse bu gibiler için; “diğerlerinden daha iyidir, daha ıslah edicidir” denilmez. Her akıl sahibi bilir ki necasetler arasında bile fark vardır. Ama bu, onun necis olma sıfatını kaldırmaz. Mesela; eti yenen hayvanın sidiği tahirdir (temizdir) denmez, ama hafif necis denir. Etinin yenmiş olması, hayvanın sidiğini temiz kılmaz. Unutulmasın ki tevhidi bozan kişi müşriktir. Fakat müşrikler arasında da şirki az olan, fazla olan insanlar vardır. Ama netice itibariyle müşrik olup şirk sıfatı ondan kaldırılmaz. Allah-u Teâlâ bize Kuran'da her şeyi açıklamış ve kendi sıfatlarını bildirmiştir. Buna göre insanlara nasıl davranılacağını ve nasıl sıfat verileceğini de güzel bir şekilde öğretmiştir. Öyleyse “salih ve ıslahçı” bizim dinimizde Kur'an'da vasfedildiği gibidir. Ve Allah-u Teâlâ salih ve ıslah edenlerin sıfatını şöyle bildirmiştir: “Allah’ın kitabına sımsıkı sarılanlar, namazı dosdoğru kılanlar…” Ayette belirtilen; “kitaba sımsıkı sarılmak” sıfatı, kitabı elle sıkıca tutmak demek değil, onun hükümlerine ve emirlerine sımsıkı tutunmak demektir. Bu ise; gevşeklik göstermeden, Allah-u Teâlâ’nın hükümlerinden başka hükümlere başvurmadan, o hükümlere boyun eğmeden ve onlara muhakeme olmadan Allah-u Teâlâ’nın farz kıldığı şeyleri gereği gibi yerine getirmek demektir. Allah-u Teâlâ’nın kitabına ciddi bir şekilde sımsıkı sarılmak hiçbir zaman kolaylığa zıt değildir. Bilakis gevşemeye zıttır, ortama göre hareket etmeye zıttır. Elbette ortam dikkate alınarak hareket edilir. Ancak bunu şeriat tayin eder. Ve neticede şeriat o ortama hâkim olur; ortam şeriata hâkim olamaz. "Bizim ortamımız, hayatımız böyledir, ne 290 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:170 yapalım" diyen kimseye ortamı hâkimdir, inandığı din değil. O halde kitaba sımsıkı sarılan, namazını dosdoğru ikame eden ıslahatçı bir kimse, asla içinde bulunduğu kötü ortama uyum sağlamaz, ayak uydurmaz. Bilakis, ya o ortamı düzeltir ve Allah-u Teâlâ’nın şeriatını oraya hâkim kılar ya da orayı terk eder. Fakat ortam iyi bir ortam ise, o ortamı iyi ve güzellikte en üst seviyeye çıkarmak için gayret eder. Bu anlatılanları şöyle özetleyebiliriz: Birincisi: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den önceki Ben-i İsrail’in içinde kötü olanlar da vardı ıslah edenler de. Kur'an indikten sonra salih ve ıslah edici olanlar elbette Kur'an'a iman edenlerdir. İman etmeyenler ise salih olanlar değil, fasit olanlardır. İkincisi: Salih olanların sıfatı bu ayette açık bir şekilde anlatılıyor. Bu sıfat genel olan bir sıfattır. Yani sadece Ben-i İsrail için değildir. Hatta bazı tefsirlerde bu ayetteki “Kitap” lafzı “Kur’an” olarak tefsir edilmiştir. Fakat ayetin sibakı ve siyakından anlaşılan; burada kastedilen Kur’an değil, Tevrat’tır. Üçüncüsü: Bu ayet aynı zamanda şunu da gösteriyor: Allah-u Teâlâ’nın indirdiği kitapların hepsi insanların ıslahı için inmiştir; hem dünya mutluluğu hem de ahiret mutluluğu için... İnsanların hayatı asla onsuz ıslah olmaz. Islah, ancak Allah-u Teâlâ’nın emirlerine uymak ve Allah-u Teâlâ’nın farz kıldığı ibadetleri doğru bir şekilde eda etmekle olur. İşte nefisler bu şekilde ıslah olur, hayat ancak bu şekilde ıslah olur. Allah-u Teâlâ katından gelen kitaplardaki emirleri tam bir teslimiyetle amele dökmeden, sadece maddi zenginlik vererek ıslah olmaz. Öyle ki; bazen zenginlik ifsat sebebidir. A'RAF:170-171 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 291 Bu konuya bazı Arap memleketlerin hali örnek verilebilir. Şöyle ki; Allah -u Teâlâ bu beldelere petrol ile birlikte zenginlik vermiştir. Fakat bununla birlikte felaketler peş peşe gelmiştir. Çünkü maddiyata önem veren emperyalistler direkt oraya gözünü dikmiştir. Oysa Suudi Arabistan veya buna benzer ülkelerin elinde petrol olmasa oraya kimse önem vermezdi. Bu da göstermektedir ki sadece maddi zenginlikle ıslah söz konusu olmaz. Dördüncüsü: Allah-u Teâlâ, gönderdiği kitaba sımsıkı sarılan, ibadetleri Allah’ın istediği şekilde yerine getiren kişiye kesinlikle mükâfatını verecektir. İSRAİL OĞULLARININ ALLAH (C.C)’A KARŞI GELMEKTEN SAKINDIRILMALARI ﺎﺬﹸﻭﺍ ﻣ ﺧ ﺑﹺﻬﹺﻢﻊﺍﻗ ﻭﻪﻮﺍ ﺃﹶﻧﻇﹶﻨ ﻇﹸﻠﱠﺔﹲ ﻭﻪﻢ ﻛﹶﺄﹶﻧ ﻗﹶﻬﻞﹶ ﻓﹶﻮﺒﺎ ﺍﻟﹾﺠﻘﹾﻨﺘﺇﹺﺫﹾ ﻧﻭ (١٧١) ﻘﹸﻮﻥﹶﺘﻢ ﺗ ﻠﱠﻜﹸ ﻟﹶﻌﻴﻪﺎ ﻓﻭﺍ ﻣﺍﺫﹾﻛﹸﺮ ﻭﺓ ﺑﹺﻘﹸﻮﺎﻛﹸﻢﻨﻴﺁﺗ 171 – Hani sanki bir gölgelik gibi dağı yerinden söküp üzerlerine dikmiştik de onlar onu büyük bir ihtimalle üzerlerine düşecek sanmışlardı. Onlara: "Size verdiğimizi kuvvetle alın, içinde olanı iyice düşünün ve devamlı hatırlayın! Böylece belki Allah'a karşı gelmekten sakınırsınız." dedik. Allah-u Teâlâ daha önceki ayetlerde Yahudiler hakkında kıssalar anlatıyordu. Daha sonra bu ayetle Yahudilerin ilk halini hatırlatarak Yahudilerle ilgili kıssayı bitirdi. Bu kıssa daha önce Bakara: 63 ve Nisa: 154 ayetlerinde başka bir sigayla zikredilmiştir. 292 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:171 Dağın Mucize Olarak Üzerlerine Kaldırılması: “Hani sanki bir gölgelik gibi dağı yerinden söküp üzerlerine dikmiştik de onlar onu büyük bir ihtimalle üzerlerine düşecek sanmışlardı.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında Tur dağının İsrail oğulları üzerlerine yükseltilip gölge gibi yapılışını haber veriyor. Allah-u Teâlâ’nın Tur dağını yerinden söküp onların üzerine bir gölge şeklinde getirmesi, onlar için gösterilen harikulade mucizelerdendir. Tur dağının yerinden sökülüp bir bulut gibi yükseltilmesiyle ilgili değişik rivayetler vardır. Bu rivayetlerden bazıları şöyledir: Said b. Cübeyr radıyallahu anh İbn Abbas radıyallahu anh'tan şöyle nakletti: “Melekler, dağı İsrail oğullarının başları üzerine gölge şeklinde kaldırdılar.” (Nesei) Ebu Bekir b. Abdullah şöyle dedi: “Musa aleyhisselam levhaları onlara getirdiği zaman onlara şöyle dedi: "Bu kitabın içinde Allah-u Teâlâ’nın size neyi haram kıldığının, neyi helal kıldığının açıklaması vardır. Sizler bunu kabul ediyor musunuz?" Onlar Musa aleyhisselam'a: "Önce bize haram ve helal olarak nelerin olduğunu açıp göster. Eğer farzları ve sınırları kolaysa kabul ederiz. Eğer zorsa kabul etmeyiz." dediler. Musa aleyhisselam onlara: "Hayır! Bu kitabı olduğu gibi kabul etmeniz gerekir." dedi. Onlar: "Hayır! Muhakkak ki onun sınırlarını ve farzlarını bilmeden kabul ettiğimize dair sana söz vermeyiz." dediler. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ dağa vahyetti; dağ yerinden söküldü, göğe yükseldi ve gök ile onların başları arasında bir gölge şeklinde durdu. Bunun üzerine Musa aleyhisselam onlara: A'RAF:171 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 293 "Allah’ın verdiği hükmü görmüyor musunuz? Eğer Tevrat'ın içindekini olduğu gibi kabul etmezseniz bu dağ sizin başınıza düşecektir." dedi.” Ebu Bekir b. Abdullah şöyle diyor: Hasan-ı Basri bana şöyle dedi: “Dağa baktıklarında onların hepsi sol kaşları üzerine secdeye kapandılar. Sağ kaşları üzerinden ise onların üzerine düşmesinden korktukları için dağa bakmaya devam ettiler. Bugün yeryüzünde bütün Yahudiler secde ederken sol kaşları üzerine secde ederler ve şöyle derler: "Bu secdeden dolayı Allah bize düşecek olan cezayı kaldırdı." Ebu Bekir şöyle diyor: “Musa aleyhisselam Allah-u Teâlâ’nın eliyle yazdığı levhaları yaydığı zaman yeryüzünde dağ olsun, ağaç olsun, taş olsun her şey titremeye, sallanmaya başladı. İşte bugün yeryüzünde ister büyük olsun ister küçük olsun her Yahudi Tevrat kendisine okunduğunda mutlaka başını sallar.” Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: "Sana başlarını sallayacaklar." (İsra: 51) (Bu rivayeti Süneyd b. Davud tefsirinde Haccac b. Muhammed'den, Ebu Bekir b. Abdullah'tan nakletti.) Allah-u Teâlâ bu ayeti, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem zamanındaki Yahudilerin; "İsrail oğulları hiçbir zaman Allah'ın emirlerine ve hakka karşı gelmiş değildir." iddiasına karşılık olarak indirdi ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e hitaben şöyle buyurdu: "Ey Rasulüm! Onlar öyle bir iddiada bulundular ki; “İsrail oğulları hiçbir zaman Allah'ın emirlerine ve hakka karşı gelmiş değildir.” dediler. Bu kesinlikle doğru değildir. Öyleyse onlara dağı yerinden söküp üzerlerine kaldırma meselesini hatırlat!" 294 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:171 Dağ meselesiyle ilgili mevcut olan Tevrat'ta birtakım sözler var olup Yahudilerin bu hadiseden haberleri olmakta ve bu hadiseyi kabul etmekteydiler. Zaten ayetin siyakında da bu mana vardır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu ayeti onlara hatırlatarak; "daha önce dedelerinizin Allah-u Teâlâ’ya verdiği sözü hatırlayın ve yalancılardan olmayın!" dedi. Onların hepsi Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in okuma yazması olmadığını çok iyi biliyordu. Dolayısıyla Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in gaybi olan bu hadiseyi bilmesi mümkün değildi. İşte Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sadece Yahudilerin kendi âlimlerinin bilebildiği bu hadiseyi tafsilatlı bir şekilde onlara söylemesi, aslında Muhammed aleyhisselam’ın Allah-u Teâlâ tarafından gönderilmiş bir rasul olduğuna dair apaçık bir delildir. Fakat buna rağmen Yahudiler ona iman etmediler, onu ve getirdiklerini yalanladılar. Oysa Allah-u Teâlâ vaktiyle Tur dağını sökerek yerinden kaldırmış, bir bulut şeklinde dedelerinin üzerine onu yükseltmiş ve onların üzerine düşecek bir hale getirerek Tevrat'a sımsıkı bağlanmaları, içindeki hükümleri iyice akledip uygulamaları, böylece geçmişte yaptıkları hataya tekrar dönülmesin diye başlarına gelen bu hadiseyi asla unutmamaları hususunda onlardan misak almıştı. İşte bu misak sıradan alınan normal bir misak değildi. Bilakis her asır ve zamanda hatırlayacakları bir durumda alınmıştı. Zira onlar dağın bu şekilde üzerlerine kaldırılması öncesi, Allah-u Teâlâ’nın emrine uymaları hususunda Musa aleyhisselam’a verecekleri sözle ilgili tereddüt içerisindeydiler. Ama ne zaman ki dağın üzerlerine bir bulut gibi yükseltilmesi gibi harikulade olan bu hadiseyi gördüler, işte o zaman kendilerinden istenen misakı, yani sözü verdiler. Öyleyse bu hadiseyi hem kendileri unutmamaları, hem de kendilerinden sonraki gelen nesille- A'RAF:171 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 295 rin ibretle hatırlamaları gerekirdi. Zira bu hadise unutulacak, zihinlerden silinecek bir hadise değildir. Bu hadiseyi yaşamış olan kişiler şayet verdikleri sözü gerçekten Allah-u Teâlâ’ya ihlâslı bir şekilde verseydiler bu hadiseyi asla unutmaz ve nesilden nesile her zaman aktarırlardı. Fakat ne yazık ki bu hadiseye gereken önemi göstermemiş ve verdikleri sözün nasıl bir söz olduğunu unutmuşlardır. “Onlara: "Size verdiğimizi kuvvetle alın, içinde olanı iyice düşünün ve devamlı hatırlayın!.. dedik.” Allah-u Teâlâ, Yahudiler Allah-u Teâlâ’nın hükmünü tatbik konusunda gevşeklik gösterdikleri, kitabı bir kenara atıp heva ve heveslerine uydukları ve Allah-u Teâlâ’nın hükümlerini uygulamayı terk etmeye başladıkları için onlara kendi gözleriyle şahit olacakları bir mucize ve başlarına gelebilecek azabın bir parçasını gösterdi. Allah-u Teâlâ onlara, azabından korkutup kitaba sımsıkı sarılmaları gerektiğini, Allah-u Teâlâ’nın emrini uygulama konusunda hiçbir şekilde muhayyer olmadıklarını, kitabı uygulama konusunda gevşeklik göstermemeleri gerektiğini, eğer gevşeklik gösterirler ve Allah-u Teâlâ’nın istediği şekilde indirdiği kitabın hükümlerini uygulamazlarsa mutlaka azabın kendilerine ineceğini bildirdi. İşte onlar bu mucizeyi gördüklerinde hemen sol kaşları üzerine secdeye kapandılar ve Allah-u Teâlâ’ya söz verdiler. Onlardan bir kısmı korktukları için bir kısmı da gerçekten inanarak ihlâslı bir şekilde söz verdiler. Ne yazık ki daha sonra verdikleri bu söze rağmen büyük bir kısmı verdikleri sözden vazgeçip sözün gereklerini yerine getirmediler. Bu hal Yahudilerin genel karakteri olup bugün de aynı karakter üzeredirler ve o hal üzere devam edeceklerdir. 296 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:171 Zira onlar diğer sözleri bozdukları gibi Tur’un üzerlerine bir bulut gibi yükseltilmesi sonrası verdikleri bu sözü de bozdular, unuttular ve Allah-u Teâlâ’ya karşı geldiler. Bu yüzden hem Allah-u Teâlâ’nın azabını hem de lanetini hak ettiler. Oysa Allah-u Teâlâ İsrail oğullarına diğer ümmetlerden daha çok nebi ve rasul göndererek onları diğer ümmetlerden üstün tuttu ve onları seçilmiş bir ümmet kıldı. Onlara büyük nimetler vermesine rağmen onlar bu nimetlere karşı şükretmediler. Allah-u Teâlâ’ya verdikleri hiçbir ahdi yerine getirmediler. Hatta dağ onların üzerine bir gölgelik gibi kaldırıldığı zaman verdikleri sözü bile hatırlamadılar. İşte bu ve yaptıkları başka nankörlük ve küfürden dolayı Allah-u Teâlâ’nın, onlara ceza üstüne ceza vermesi hiçbir zaman onlara yapılmış bir zulüm değildir. Zira Allah-u Teâlâ kullarına zulmetmez. “…Böylece belki Allah'a karşı gelmekten sakınırsınız." Allah-u Teâlâ onlardan Tevrat'ın hükümlerine tabi olma ve onu uygulama konusunda gevşeklik göstermeden Tevrat’a sımsıkı tutunmalarına dair söz almış ve Allah-u Teâlâ’nın kitabında geçen hükümleri daima hatırlamalarını istemiştir. Belki onlar bu sözleri unutmadıklarında kalpleri huşu' duyar ve Allah-u Teâlâ’nın emirlerini yerine getirirler ve böylece kendilerini Allah-u Teâlâ’nın azabından korumuş olurlar. A'RAF:172 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 297 ÂDEMOĞULLARINDAN ALINAN MİSAK ﻢﻫﺪﻬﺃﹶﺷ ﻭﻢﻬﺘﻳﻢ ﺫﹸﺭ ﻮﺭﹺﻫﻦ ﻇﹸﻬ ﻣﻡﻨﹺﻲ ﺁﺩ ﺑﻦ ﻣﻚﺑﺬﹶ ﺭﺇﹺﺫﹾ ﺃﹶﺧﻭ ﺔﺎﻣﻴ ﺍﻟﹾﻘﻡﻮﻘﹸﻮﻟﹸﻮﺍ ﻳﺎ ﺃﹶ ﹾﻥ ﺗﺪﻧ ﻬﹺﻠﹶﻰ ﺷﻢ ﻗﹶﺎﻟﹸﻮﺍ ﺑ ﻜﹸﺑ ﺑﹺﺮﺖ ﺃﹶﻟﹶﺴﻔﹸﺴِﻬﹺﻢﻠﹶﻰ ﺃﹶﻧﻋ (١٧٢) ﲔﻠﺬﹶﺍ ﻏﹶﺎﻓ ﻫﻦﺎ ﻋﺎ ﻛﹸﻨﺇﹺﻧ 172 - Rabbin âdemoğullarının sırtlarından onların zürriyetlerini aldı ve: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" sorusuna karşılık onların: "Evet, Rabbimizsin. Biz buna şahit olduk." demeleriyle onları kendilerine şahit tuttuk. Kıyamet gününde "Muhakkak ki biz bundan habersizdik" dememeniz için (bunu yaptık). Allah-u Teâlâ daha önceki ayetlerde İsrail oğulları ile Musa aleyhisselam arasındaki kıssayı ve buna bağlı hadiseleri anlatmış, önceki ayette ise sadece İsrail oğullarına ait olan özel misaktan haber vermişti. Onlardan alınan bu özel misakı bir başka ayette de şöyle haber veriyor: “(Ey İsrail oğulları! Musa zamanında) Sizden, (Tevrat’a sımsıkı bağlanmanız için) yeminli söz almış ve Tur dağını (bir gölge gibi) üzerinize kaldırmıştık. “(Allah'a karşı gelmekten) Sakınanlardan olmanız için size verdiğimize (Tevrat’ın hükümlerine) sımsıkı sarılın ve içinde olanları (emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınarak) hatırda tutun” (demiştik).” (Bakara: 63) İsrail oğullarından alınan bu misak sadece onlara özel olup geneli ilgilendirmiyor. Allah-u Teâlâ bu ayette ise mükellef olan herkese hüccet olacak şeyleri, Âdem aleyhisselam’ın sulbünde iken kendilerinden alınan misakın keyfiyetini ve bu misak alışın sebebini haber veriyor. 298 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:172 “Rabbin âdemoğullarının sırtlarından onların zürriyetlerini aldı ve: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" sorusuna karşılık onların: "Evet, Rabbimizsin. Biz buna şahit olduk." demeleriyle onları kendilerine şahit tuttuk.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında Âdemoğullarının sırtlarından zürriyetlerini çıkarışını ve onlardan kendilerini söyledikleri söze şahit tutarak misak alışını haber veriyor. Fakat ayette Âdem aleyhisselam’ın zürriyetinden böyle bir misakın alındığı apaçık şekilde bildirilmesine rağmen misakın alınışının ne şekilde olduğuna dair bir açıklama bulunmamaktadır. Bu sebeple âlimler bu ayette bildirilen kendilerini söyledikleri söze şahit tutarak misak almanın nasıl olduğunun tefsiri hakkında ihtilaf etmişlerdir. Ayette söz konusu olan misak ve sözün nasıl olduğu ve nasıl alındığı hususunda iki büyük görüş vardır: Birinci görüş: Âdemoğullarından gerçek manada söz alınmıştır. Bu görüş âlimlerin ileri gelenlerinin, hadis âlimlerinin ve selefi’s-salihinin görüşüdür. Bu görüş şöyledir: Allah-u Teâlâ Âdem aleyhisselam’ı yarattıktan sonra sırtından onun çocuklarını, o çocukların sırtlarından onların çocuklarını ve bu şekilde insanoğlunun hepsini babalarının sırtlarından çıkarttı. Sonra Allah-u Teâlâ onlara, kendileriyle ne konuşulduğunu anlamalarını sağlayacak bir akıl verdi ve onlardan; onların rab ve ilahlarının yalnızca O olduğuna, O’ndan başka rab ve ilahlarının olmadığına, sadece O’na ibadet edip sadece O’nun emirlerine itaat edeceklerine dair kendilerini söyledikleri söze şahit tutarak söz aldı. Onların vermiş oldukları bu söz genel bir sözdür. İşte ayette geçen "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" sorusu bu görüş sahiplerine göre; Allah-u Teâlâ’nın Âdem aleyhisselam’ın bütün zürriyetine yöneltmiş olduğu bir so- A'RAF:172 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 299 ruydu. Onlar: "Evet, sen bizim tek Rabbimiz, tek ilahımızsın" cevaplarını sözlü bir şekilde verdiler. Bu cevap sözlü olan bir ikrardır. İşte bu sözlü ikrar ile yalnızca Allah-u Teâlâ’nın kendilerinin rab ve ilahı olduğunu kabul edip sadece O’na ibadet edeceklerine dair söz verdiler. Böyle bir olayın söz konusu olması, yani; Allah-u Teâlâ’nın Âdem aleyhisselam’ın zürriyetine, ne şekilde konuştuklarını anlayacakları bir akıl verip onlara hitap etmesi ve onlardan kendilerini söyledikleri söze şahit tutarak söz alması, gerek şeriata ve gerekse akla zıt değildir. Şöyle ki; Allah-u Teâlâ daha önce dağlara da akıl vermiş ve dağları Davud aleyhisselam’ın emrine vermişti. Allah-u Teâlâ dağlara hitap ederek şöyle buyurdu: "Ey dağlar, ona tabi olun!" (Sebe’: 10) Allah-u Teâlâ karıncaya da akıl verdi. Allah-u Teâlâ bu konuyla ilgili olarak şöyle buyuruyor: “Nihayet karınca vadisine geldiklerinde bir karınca: “Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin! Süleyman ve Ordusu farkına varmadan sizi ezmesin” dedi. (Neml:18) Allah-u Teâlâ dağlara anlayış verdi ve dağlar tesbih yaptı. Allah-u Teâlâ bu konuyla ilgili olarak şöyle buyuruyor: “Davud ile birlikte tesbih etsinler diye dağları ve kuşları buyruk altına aldık.” (Enbiya: 79) Aynı şekilde Allah-u Teâlâ deveye de akıl verdi ve deve, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e saygı secdesinde bulundu. Yine bazı ağaçlara da akıl verdi ve onları Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in emrine boyun eğdirdi. Yine hurma ağacına akıl verdi ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sözünü dinleyip Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem onu çağırdığında kendisine icabet etti. Bu görüşte olan âlimlere göre ayetin manası şöyledir: DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:172 300 “Ey Muhammed! Bütün insanlara şunu anlat: Rabbin bütün âdemoğullarını, daha onları yaratmadan önce babalarının sırtlarından çıkarttı, onlara akıl verdi ve onlara hitap ederek: "Ben sizin Rabbiniz, ilahınız değil miyim?" dedi. Siz ise: "Evet, Sen bizim Rabbimiz, ilahımızsın; Sana şirk koşmayacağız; Senden başka ilah ve rab tanımayacağız, tanıyanları da reddedeceğiz" dediniz ve Allah-u Teâlâ bu söylediğiniz sözü sizden bir misak olarak aldı. Kıyamet gününde: "Biz bu sözden gafildik" demeyin diye bunu yaptı. Çünkü Allah-u Teâlâ size bu misakı hatırlatmak için rasuller gönderdiği zaman eğer sözünüzde durmadı iseniz bu konuda herhangi bir mazeretiniz olmayacak ve gaflette olduğunuzu söylemeniz size bir fayda sağlamayacaktır.” Bu görüş kuvvetli olup bu görüşü destekleyen sahih hadisler vardır. Konuyla ilgili zikri geçen hadisler şöyledir: İbn Cerir et-Taberi, Abdulvaris’ten Gülsüm b. Cebr kanalıyla şöyle naklediyor: Said b. Cübeyr'e bu ayet hakkında sordum. O şöyle dedi: İbn Abbas'a bu ayet hakkında sordum. O şöyle cevap verdi: “Rabbin eliyle Âdem’in sırtını sıvazladı. Âdem aleyhisselam'ın sırtını sıvazladıktan sonra Allah-u Teâlâ nağmen yerinde kıyamet gününe kadar yaratacağı insanların hepsini çıkarttı. (Eliyle nasıl sıvazladığını işaret etti.) Sonra onlardan misaklar aldı ve onları da kendi nefislerine şahit kıldı. "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sordu. Onlar da: "Bela" dediler.”(7) ( 7) Bu rivayet İbn Abbas'tan mevkuf olarak senedi sahihtir. A'RAF:172 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 301 Bu ayetin tefsirinde Tirmizi şöyle demiştir: Bize Abd İbn Humeyd'in Ebu Hureyre radıyallahu anh'dan rivayet ettiğine göre; Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Allah-u Teâlâ Âdem'i yarattığında onun sırtını sıvazlamış ve kıyamet gününe kadar Allah-u Teâlâ'nın onun zürriyetinden yaratacağı her insan onun sırtından düşmüştür. Allah-u Teâlâ her insanın alnına nurdan bir parlaklık koymuş, sonra onları Âdem'e göstermişti. Âdem (a.s): “Ey Rabbim, kim bunlar?” diye sormuş; “Bunlar, senin zürriyetindir” buyurmuştu. Hz. Âdem onlardan birisini görmüş ve gözleri arasındaki nur (parlaklık) onun hoşuna gitmişti. “Ey Rabbim, bu kimdir?” diye sormuş; “Bu, senin zürriyetinden, ümmetlerin sonuncusundan Davud denilen bir adamdır” buyurmuştu. Âdem (a.s): “Rabbim, ömrünü ne kadar kıldın?” diye sormuş; “altmış sene” cevabını almıştı. “Ey Rabbim, onun ömrünü benimkinden kırk sene alarak artır ki ömrü yüz sene olsun” demişti. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ ona; “Tamam, ömrü bu şekilde yazılacak ve artık kesin değiştirilmeyecek şekilde olacaktır” buyurdu. Âdem'in ömrü sona erdiğinde ölüm meleği kendisine gelmiş ve Âdem: “Benim ömrümden kırk sene kalmadı mı?” diye sormuştu. Kendisine: “Sen, onu oğlun Davud'a vermedin mi?” diye sorulmuş ve Âdem bunu inkâr etmişti. İşte zürriyeti de inkâr etmiş; Âdem unutmuş, zürriyeti de unutmuştu. Âdem hata etmiş, zürriyeti de hata işlemiştir.(8) ( 8) Tirmizi; hadisin hasen, sahih olduğunu söylemiştir. Hadisi, başka 302 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:172 Şöyle denilebilir: Allah-u Teâlâ ayette "Rabbin âdemoğullarının sırtlarından..." buyuruyor, Âdem’in sırtından demiyor. Buna şöyle cevap verilir: Aslında hepsi Âdem'in sırtından çıkmaktadır. Çünkü babalarının sırtlarından alınırlarsa, asıl baba Âdem aleyhisselam'ın sırtından alındığı için Âdem aleyhisselam'dan çıkmış olurlar. Yani; önce Âdem aleyhisselam’ın sırtından onun oğullarını, onlardan onların oğullarını, onlardan da onların oğullarını çıkartmıştır. Asıl Âdem aleyhisselam’ın sırtından olduğu için hadis ayete zıtlık teşkil etmemektedir. Bu ayet âdemoğullarının sırtından alındığını, hadis ise Âdem’den alındığını belirtiyor. İkinci görüş: Âdemoğullarından mecazi manada söz alınmıştır. Bu görüş; Ehlu’n-Nazar (kelam âlimleri), İmam İbn-i Teymiyye ve ona tabi olanların görüşüdür. Bu görüşe göre misaktan kasıt; onların sağlam ve tevhide meyyal bir fıtrat üzerinde yaratılmaları, kendilerine akıl verilmesi ve etraflarında Allah-u Teâlâ’nın varlığına ve birliğine sevk edebilecek birçok deliller bulunmasıdır. İşte onlar kendilerine verilen bu akıl ve deliller sebebiyle Allah-u Teâlâ’nın varlığına ve birliğine şahitlik ederek O’nu birleyeceklerine dair misak vermiş oldular. Bunun adı şehadetu’l haldir. Yani dilleri ile değil, halleri ile şahitlik ettiler. Böylece sanki kendi nefislerine karşı onların halleri şahit olmuştur. Hallerinin şahitliği; Allah-u Teâlâ’nın onları hem selim, tevhide meyilli bir fıtrat üzerinde yaratması, bir kanalla Ebu Hureyre, Rasulullah (s.a.s)’tan rivayet etmiştir. Hadisi Hâkim de Müstedrek'inde Ebu Nuaym el-Fadl İbn Dekîn kanalıyla rivayet etmiş, Müslim'in şartlarına göre bu hadisin sahih olduğunu, ancak Buhari ile Müslim'in onu tahriç etmediklerini söylemiştir. A'RAF:172 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 303 hem onlara akıl vermesi, hem de etraflarında Allah'ın varlığına ve birliğine delalet edecek harikulade deliller dikmesi suretiyle olmuştur. İşte Allah-u Teâlâ’nın insanlara Âdem aleyhisselam’ın zürriyetinde bu fıtrat ve idrak kabiliyetini bahşetmiş olması ve etraflarında Allah'ın varlığına ve birliğine delalet edecek birçok deliller dikmesi, onları Allah-u Teâlâ’nın varlığına ve birliğine inanmaya sevk eder. İşte bu halde bulunmaları bir şahitliktir. Ama bu şahitlik sözle değil, hâl iledir. Tıpkı Allah-u Teâlâ’nın şu ayette buyurduğu gibi: "Nefislerine karşı kâfir olduklarına dair şahit oldular." (En'am: 130) Bu ayetteki “şahit oldular” sözlü olan bir şahitlik olmayıp hâlleri onlara şahitlik etmektedir. Yani; onların küfür üzerinde olan hâlleri onlara şahitlik ediyor manasındadır. Yoksa onların şehadeti, “biz kâfiriz” şeklinde sözlü bir şehadet değildir. İşte bu ayette bahsedilen "Biz şahit olduk" sözü gerçek manada ve sözle değil, mecazi manada gerçekleşmiş olan bir şehadettir. Bu görüş sahiplerine göre ayetin manası şöyledir: “Ey Muhammed! İnsanlara şunu anlat: Biz bütün âdemoğullarını babalarının sırtından alarak yarattıktan, onlara akıl verdikten ve etraflarına Allah-u Teâlâ’nın varlığını ve birliğini gösteren nice deliller diktikten sonra, aklı başında olan bir kişi Allah-u Teâlâ’nın varlığına ve birliğine ulaşacak ve ibadeti hak edenin sadece Allah-u Teâlâ olduğunu anlayacaktır. Bundan dolayı Allah-u Teâlâ’ya eş koşmayacak ve Allah-u Teâlâ’nın emirlerini bildiren rasuller ona geldiğinde onlara iman edip itaat edecektir. İşte etrafına Allah-u Teâlâ’nın varlığını ve birliğini gösteren birçok deliller diktiğimiz ve ona akıl verdiğimizde, bundan dolayı bu hâliyle bize ahit vermiştir. 304 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:172 Misakın Mahiyetiyle İlgili Doğru Görüş: Bu konuda bizim inancımız şudur: Bu olay gerçekten olmuştur. Allah-u Teâlâ insanları yaratmadan önce Âdem aleyhisselam’ın sırtından onları çıkartmış, her babadan onların zürriyetlerini çıkartmış onlara akıl vermiş ve onlardan söz almıştır. Dolayısıyla birinci görüş sahiplerinin görüşü daha doğrudur. Çünkü Kur’an’ı Kerim’de ve sahih hadislerde bu hususta delil vardır. Allah-u Teâlâ bu ayette: “Âdemoğullarının sırtlarından onların zürriyetlerini aldı” buyuruyor. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sahih hadislerinde ise: “Âdem’in sırtından zürriyetlerini çıkardı” geçiyor. Bu şekilde farklı ifadelerle geçiyor olması bir zıtlığı göstermemektedir. Bu sebeple bu ayeti hem Kur’an’a hem de sahih hadise göre tefsir etmek gerekir. Buna göre doğru olan mana şudur: “Allah-u Teâlâ, Âdem’in sırtından onların zürriyetlerini çıkarttı, her babadan da onların zürriyetlerini çıkarttı. Bu şekilde bütün insanları kendi babalarından çıkartı, onlara akıl verdi, onları kendilerine şahit tutarak söz aldı. Sonra da onları bu fıtrat üzere yarattı. Şahitlik Edenlerden Kasıt: Ayette geçen "ﺎﻧﻬﹺﺪ( "ﺷbiz şahitlik ettik) sözünü kimin söylediğine dair iki görüş vardır. 1 – Birinci görüşe göre; onlar Allah-u Teâlâ’yı rububiyyet ve uluhiyyet konusunda birlemeyi ikrar ettikten ve yalnızca O'na ibadet edeceklerine dair Allah-u Teâlâ’ya söz verdikten sonra, Allah-u Teâlâ şahit olmaları için meleklere: "Bu sözlerine dair şahit olun!" deyince melekler: A'RAF:172 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 305 "Bu kimselerin bu sözü verdiklerine dair bizler şahitlik ediyoruz" dediler. İşte bu görüş sahiplerine göre ayetteki "şahitlik ediyoruz" sözü meleklere aittir. Buna göre; "ﻠﹶﻰ "ﺑsözünü okuduktan sonra durmak gerekir. Çünkü "ﻠﹶﻰ "ﺑsözü ile Âdem aleyhisselam'ın zürriyetinin sözü bitmiş olur. Yani; ayetin "ﺑﻠﹶﻰ "ﻗﹶﺎﻟﹸﻮﺍlafzını okuduktan sonra durulup, sonra devam edilecektir. Zira "ﻠﹶﻰ "ﻗﹶﺎﻟﹸﻮﺍ ﺑsözü Âdem aleyhisselam’ın zürriyetine, "ﺎﻧﻬﹺﺪ( "ﺷşahit olduk) sözü de meleklere aittir. 2 – İkinci görüşe göre; "ﺎﻧﻬﹺﺪ "ﺷşahit olduk sözü Âdem aleyhisselam’ın zürriyetine ait olup; "Biz bu şekilde ikrar ederek nefsimize şahit olduk" manasındadır. Şöyle ki; bir topluluk söz verir ve "söz verdiğimize dair biz şahidiz." der. Böylece onlardan her biri diğerlerinin sözlerine şahit olur. İşte Âdem aleyhisselam’ın zürriyeti de kendilerinden istenen şeyi kabul edeceklerine dair söz verip hem kendi nefisleri için hem de diğer kişilerin sözü için şahitlik ettiler. Bu görüşe göre; "ﻠﹶﻰ "ﺑsözünü okuduktan sonra durmamak gerekir. Çünkü hâlâ onların sözü devam etmektedir. "Evet, Rabbimizsin. Biz buna şahit olduk." Bu meal ikinci görüşe göre alınmıştır. Yani kendileri buna şahit olmuşlardır. 306 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:172 Âdemoğullarından Misak Alınmasının Sebebi: “Kıyamet gününde "Muhakkak ki biz bundan habersizdik" dememeniz için (bunu yaptık).” Allah-u Teâlâ bu ayette Âdemoğullarından söz alış sebebini bildirmekte ve verilen bu sözden habersiz olmanın mazeret olmadığını onlara hatırlatmaktadır. Çünkü Allah-u Teâlâ her insanı bu sözü bilmesi gereken bir fıtrat üzere yaratmıştır. Allah-u Teâlâ bu sözü alma sebebini şöyle bildiriyor: “Kıyamet gününde "Biz bundan habersizdik" demeyesiniz diye size hatırlatıyoruz. Biliniz ki sizi Âdem aleyhisselam’ın ve babalarınızın sırtından alarak yarattık. Söylenen sözü anlayacağınız şekilde size akıl vermek suretiyle sizden bu sözü aldık. Siz bu sözle; yalnızca Allah-u Teâlâ’yı rab ve ilah olarak kabul edeceğinize ve O’na şirk koşmayacağınıza, hiçbir şekilde O'na karşı gelmeyeceğinize, sadece Allah-u Teâlâ’ya ibadet edip sadece O’nun emirlerine itaat edeceğinize dair söz verdiniz. Artık kıyamet gününde hesaba çekildiğinizde “Biz bu sözü hatırlamıyoruz, unuttuk” demeyin. Zira gönderilen bütün rasullerimiz size bu sözü hatırlatıyor. Rasuller sizden alınan sözü size hatırlattıktan sonra "Biz bundan habersizdik, hatırlamıyoruz" diyemezsiniz.” Misak, Azap İçin Yeterli Bir Hüccet Sayılır mı? Bu konuda iki görüş vardır. Doğru olan görüş ise; misak hücceti tek başına azap için yeterli değildir. Azap için rasul hücceti şarttır. Zira buna işaret eden birçok ayet vardır. Onlardan bazıları şöyledir: A'RAF:172 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 307 Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: “Biz rasul göndermedikçe azap edecek değiliz.” (İsra: 15) “Rasullerden sonra insanların Allah’a karşı hücceti olmaması için, müjdeleyici ve uyarıcı rasuller gönderdik.” (Nisa: 165) “Biz onları bundan önce bir azap ile helak etmiş olsaydık, elbette şöyle diyeceklerdi: "Rabbimiz, bize bir peygamber gönderseydin de alçalmadan, rezil olmadan önce ayetlerine uysaydık.” (Taha: 134) "Bizzat kendi yaptıklarından dolayı başlarına bir musibet geldiğinde: "Rabbimiz! Ne olurdu bize bir rasul gönderseydin de, ayetlerine uysak ve müminlerden olsaydık!" diyecek olmasalardı (seni göndermezdik)." (Kasas: 47) “Senin Rabbin, hiçbir memleketi, o memleketin merkezine kendilerine ayetlerimizi okuyan bir rasul göndermedikçe helak etmez. Ve biz ancak halkı zalim olan memleketleri helak ederiz.” (Kasas: 59) “Oraya her bir grup atıldığında, oranın bekçileri onlara sorar: “Size bir uyarıcı gelmemiş miydi?” Derler ki: “Evet. Doğrusu bize bir uyarıcı gelmişti de biz yalanlamış ve demiştik ki: “Allah hiçbir şey indirmemiştir. Sizler ancak büyük bir sapıklıktasınız.” (Mülk: 8-9) “İşte bu, indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Ona uyun ve sakının ki belki merhamet olunursunuz. Demeyesiniz ki: “Muhakkak ki kitap, bizden önceki iki taifeye indirildi ve biz onların okumalarından habersiz idik.” Veya dersiniz ki: “Bize bir kitap indirilseydi elbette biz onlardan daha doğru yolda olurduk.” Doğrusu size Rabbinizden bir delil, hidayet ve rahmet gelmiştir.” (En’am: 156-157) 308 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:172 “Ey cin ve insan topluluğu! Size ayetlerimi anlatan ve bu gününüzle karşılaşacağınız konusunda sizi uyaran sizden rasullerimiz gelmedi mi?” Dediler ki: “Bizler kendilerimize şahitlik ederiz.” Dünya hayatı onları aldattı ve kendilerinin kâfir olduklarına kendileri şahit oldular.” (En’am: 130) Bu ayetlere göre, ancak kendilerine rasul gelenlere azap edilecektir. Sahih delile göre; eğer bir kişi Rasul gönderilmeden önce şirk koşmuş ve şirk koşarak ölmüş ise imtihana tabi tutulacaktır. El-Esved b. Seri’ radıyallahu anh’dan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Kıyamet gününde dört çeşit insan konuşacaktır. Hiç duymayan sağır, deli, çok yaşlı olan ve fetret döneminde ölenler. Sağıra gelince... Şöyle diyecek: "Rabbim! İslam geldiği zaman ben hiçbir şey duymuyordum." Deliye gelince... Şöyle diyecek: "Rabbim! İslam geldiği zaman çocuklar bana hayvan pislikleri atıyorlardı." Yaşlıya gelince... Şöyle diyecek: "Rabbim! İslam geldiği zaman ben, hiçbir şey anlamıyordum." Fetret döneminde ölmüş olan kişiye gelince... Şöyle diyecek: "Rabbim! Senin tarafından bana herhangi bir rasul gelmedi." Bunun üzerine Allah-u Teâlâ onlardan kendisine itaat edeceğine dair söz alır. Sonra onlara: "Ateşe girin!" diye haber gönderir. Muhammed’in nefsi elinde olan Allah’a yemin ederim ki ateşe girerlerse ateş onlar A'RAF:172 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 309 için soğuk ve zararsız olur." (9) Bu rivayete göre; rasulün kendilerine ulaşmadığı fetret ehli şirk üzere ölürlerse azabı hak etmekte olup azabı hak edip etmeme konusunda Allah-u Teâlâ onları imtihan edecektir. Bu imtihana göre kişi ya cennete ya da cehenneme gidecektir. Bu imtihan herkes için değildir. Çünkü fetret ehli (yani; rasul kendilerine gönderilmeyen kişiler) iki grup olup her iki grup da muvahhid sıfatıyla ölmemiştir. Zira bu gruplardan: Birinci grup; tevhidi aramakta olup onu bulamamış kimselerden oluşmaktadır. Eğer Allah-u Teâlâ onlara rasul gönderir ve tevhid onlara ulaşırsa, hemen o tevhide sarılıp Allah-u Teâlâ’nın emrine itaat eder ve muvahhid olurlar. Fakat onlara tevhidle ilgili bir bilgi gelmediği için sahip oldukları fıtratlarıyla tam olarak tevhidi bulamamış ve hep şüphe içinde kalmışlardır. İşte imtihan, ancak bu kişilere yapılacaktır. İkinci grup ise; rasul kendilerine gelmediği halde hiçbir arayış içinde olmayıp kendi hâllerinden memnun olan, hakkı arayacak bir heves veya istekleri de olmayan, rasul onlara gelse bile onu ve getirdiklerini önemsemeyip, hakka uymayacak kimselerdir. Bu durumda olan kişilere imtihan söz konusu değildir ve onlar şirk koştukları için direkt olarak cehenneme gireceklerdir. Bu görüşteki kimselerin böyle bir görüşe sahip olmalarının sebebi; fetret ehli olmasına rağmen cehenneme gireceği bildirilen kişilere dair rivayetlerin bulunmasıdır. Bu delillerden biri meşhur olan şu hadistir: Müntefak’ın oğlu Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e: ( 9) Ahmed rivayet etti. Bu hadis için birçok âlim sahih dedi. İbn Kesir, Tefsirinde c: 5 s: 51’de bu hadisin değişik rivayetlerini nakletti. 310 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:172 "Ey Allah’ın Rasulü! Cahiliyede ölmüş olanlara geçmişte işlediği hayırlardan dolayı bir mükâfat var mı?" diye sordu. Bunun üzerine Kureyş’ten bir Müslüman: "Vallahi senin baban olan Müntefak ateştedir" diyerek cevap verdi. Bu sözü duyunca sanki yüzümün cildi ile eti arasında çok şiddetli bir sıcaklık hissettim. Çünkü bunu bana insanların arasında söyledi. Bundan dolayı Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e: "Ey Allah’ın Rasulü! Senin baban böyle midir?" diye soracaktım fakat daha güzel bir üslup kullanarak Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e: "Ey Allah’ın Rasulü! Senin cahiliyede ölmüş ehlinin durumu nedir?" diye sordum. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bana şöyle cevap verdi: "Benim cahiliyede ölmüş ehlim de aynı şekilde ateştedir. Mezarlığa git, yanından geçtiğin Amir, Kureyş ya da Devs kabilelerinden olan herhangi bir ölüye: "Muhammed beni sana, seni üzecek bir haberle gönderdi. Ateşte yüzüstü ve karın üstü sürüneceksiniz" de." Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e şöyle dedim: "Onlara niçin böyle yapılacaktır? Oysa onlar ancak yapabileceklerini yapıyorlar, yaptıkları konusunda ıslahçı olduklarını zannediyorlar ve bundan başka bir şey yapamıyorlardı." Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dedi: "Çünkü Allah-u Teâlâ her yedi ümmet sonunda bir nebi gönderdi. Kim bu nebiye karşı gelirse sapıklardan, kim bu nebiye itaat ederse hidayete kavuşanlardan olur." (Ahmed) A'RAF:172 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 311 Bu hadise göre bir kimsenin azap görmesi için rasulün gelmesi şart değildir. Fakat bir hadis daha vardır ki, o da; fetret ehli için yapılacak imtihanı bildiren hadistir. Bu hadisler sahihtir. O halde herhangi bir hadisi terk etmeden sağlam bir görüşe sahip olabilmek için bütün delilleri bir arada birbirine uygun bir şekilde değerlendirmek ve buna göre bir görüş ortaya koymak gerekir. İşte kuvvetli olan görüşte budur. Bazı âlimler ise dört kişinin imtihan edileceğine dair hadisi zayıf görüp kabul etmezler ve dünyada iken şirk koşup bu hâl üzere ölen herkesin, rasul kendisine gelmese bile cehenneme gireceğini söylerler. Çünkü onlara göre; "Allah kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamaz. Bundan başkasını dilediğine bağışlar." (Nisa: 116) ayeti geneldir. Bu yüzden şirk üzere ölen kimse, ister kendisine rasul gelsin ister gelmesin fark etmez, cehenneme girecektir. Zaten Allah-u Teâlâ ona akıl vermiş, etrafında onu Allah’ın varlığına ve birliğine ulaştıracak deliller dikmiş ve bu şekilde Allah’a tapması için ondan sözlü olarak değil, hâlinden dolayı ahit almıştır. Bu görüş ise kuvvetli bir görüş değildir. Çünkü bu durumda sahih olan hadis (imtihan hadisi) iptal edilmiş, yani uygulanmamış olur. Ayrıca bu konuyla ilgili sadece bir tane değil, birden fazla ayet bulunmaktadır. Bu ayetlerden bir tanesi şöyledir. Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: "Biz rasul göndermeddikçe azap edecek değiliz." (İsra: 15) Bu ayet amm (genel) olan bir ayettir. Genel olan ayetten, onu haslaştıracak kesin bir delil bulunmazsa genel hükmü almak daha kuvvetlidir. Kaldı ki rasul gönderilmeden azap edilmeyeceğine delalet eden başka ayetler de vardır. 312 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:172 Misakın Hüccet Oluşuyla İlgili Doğru Olan Görüş: Allah-u Teâlâ insanlara akıl vermiş olup insanlar bu akılla Allah-u Teâlâ’nın varlığını ve bir olduğunu idrak edebilirler. Çünkü Allah-u Teâlâ insanın etrafına bir sürü deliller dikmiştir. Zira kişi kendisine, karşısındakine, dağlara, hayvanlara ve Allah-u Teâlâ’nın yarattığı daha nice mahlûka bakarak Allah-u Teâlâ’nın varlığına ve birliğine ulaşabilir. Çünkü gözüyle görebilecek, aklıyla idrak edebilecek kabiliyettedir. İşte bu görüşlerin dayandığı birçok deliller vardır ve biz bunların hepsine inanmaktayız. Yani; Allah-u Teâlâ hem insanı yaratmadan önce ondan söz almış, hem etrafında Allah-u Teâlâ’nın varlığına ve birliğine ulaştıracak alametler var etmiş ve ona, bunlara bakıp düşünmek suretiyle Allah-u Teâlâ’nın varlığına ve birliğine ulaşabileceği akıl bahşetmiş, hem de ona rasuller göndererek hakikati göstermiştir. Bu üç hüccete rağmen kişi şirki seçer ve bu hâl üzere ölürse, şüphesiz azabı hak etmiştir. Kişi yaratılmadan önce Allah-u Teâlâ’ya verdiği sözü hatırlamasa bile, Allah-u Teâlâ’nın onu üzerinde yarattığı fıtrat ve ona verdiği akıl ile etrafına koyduğu alamet ve delillere bakarak Allah-u Teâlâ’nın varlığına ve birliğine ulaşabilir. Bundan sonra Allah-u Teâlâ’yı tam manasıyla tanıması için Allah-u Teâlâ ona rasuller gönderir. Gönderilen rasuller mucize ve delillerle bize Allah-u Teâlâ’yı tanıtırlar. O halde kendisine Allah-u Teâlâ tarafından bu üç hüccet, bu üç imkân sunulduğu halde kişi şirki seçer ve bu hâl üzere ölürse cehennemde kalmayı hak etmiştir. A'RAF:173 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 313 ÂDEMOĞULLARINDAN MİSAK ALINMASININ DİĞER BİR SEBEBİ ﻢﻫﺪﻌ ﺑﻦﺔﹰ ﻣﻳﺎ ﺫﹸﺭﻛﹸﻨﻞﹸ ﻭ ﻗﹶﺒﻦﺎ ﻣﻧﺎﺅ ﺁﺑﻙﺷﺮ ﺎ ﺃﹶﻤﻘﹸﻮﻟﹸﻮﺍ ﺇﹺﻧ ﺗﺃﹶﻭ (١٧٣) ﻠﹸﻮﻥﹶﺒﻄ ﻞﹶ ﺍﻟﹾﻤﺎ ﻓﹶﻌﺎ ﺑﹺﻤﻜﹸﻨﻠﻬﺃﹶﻓﹶﺘ 173 – Veya: “Muhakkak ki babalarımız önceden şirk koştu, biz ise onlardan sonra gelen nesiliz, batıla dalanların yaptığı sebebiyle mi bizi helak ediyorsun” demeyesiniz diye (bunu yaptık). Allah-u Teâlâ, henüz Âdem aleyhisselam’ın sulbünde bulundukları sırada bütün insanlardan söz aldığını ve bu sözü alma sebeplerinden birisinin; kıyamet gününde; “biz bundan habersizdik” dememeleri olduğunu bir önceki ayette haber verdikten sonra bu ayette de onlardan söz almasının diğer bir sebebini haber veriyor. “Veya: “Muhakkak ki babalarımız önceden şirk koştu, biz ise onlardan sonra gelen nesiliz, batıla dalanların yaptığı sebebiyle mi bizi helak ediyorsun” demeyesiniz diye (bunu yaptık).” Âlimlerin bu ayetin manası konusunda iki ayrı görüşü vardır. Bunlardan: Birinci görüşe göre; bu ayetin manası şöyledir: Allah-u Teâlâ, Âdemoğullarının zürriyetlerinden niçin misak aldığının bir diğer sebebi olarak şöyle haber veriyor: “Ey müşrik kimseler! Sizler, dünyada iken şirk üzere yaşayıp bu hal üzere öldüğünüz, kıyamet gününde karşıma hesap için bu şekilde müşrik olarak geldiğiniz ve bu sebep- 314 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:173 le azabı hak ettiğinizde: "Babalarımız bizden önce müşrik idi ve biz onlardan sonra gelmiş bir nesiliz. Böylelikle biz hakkı öğrenemedik, bu hususta cahildik. Babalarımız ne yaptıysa biz de onlar gibi yaptık ve sadece onları taklit ettik. Yoksa bilerek şirk koşmuş değiliz. Öyleyse babalarımızın sebep olduğu şirkten dolayı niçin bize azap ediyorsun?" demeyesiniz ve böyle bir mazeretiniz olmasın diye daha sizi yaratmadan önce babalarınızın sırtından sizi aldık, ne söyleyeceğimizi anlayacağınız şekilde size akıl verdik ve siz akıl sahibi olarak; sadece Allah-u Teâlâ’ya ibadet edeceğinize, ilah ve rab olarak sadece O’nu kabul edeceğinize, bütün şirk ve müşrikleri reddedeceğinize dair bir söz verdiniz. İşte bu verdiğiniz söz sebebiyle yaptıklarınızdan sorumlu olup: "Babalarımız müşrikti, biz onları taklit ettik ve onlara tabi olduk, biz böyle bir sözü verdiğimizi de hatırlamıyoruz” mazeretini ileri sürme hakkınız yoktur. Zira sizlere gönderdiğimiz her bir rasul bu gerçeği ve kendilerinin Allah-u Teâlâ tarafından gönderildiklerini kapalılığa mahal bırakmayacak şekilde açık delillerle size ispat etti. İkinci görüşe göre; bu ayetin manası şöyledir: Allah-u Teâlâ, Âdemoğullarının zürriyetlerinden niçin misak aldığının bir diğer sebebi olarak şöyle haber veriyor: “Ey Âdemoğulları! Allah-u Teâlâ sizi İslam fıtratı üzerine yarattı. Buluğ çağına geldiğinizde size akıl verdi ve etrafınıza çokça deliller dikti. Şayet aklınızı kullanırsanız bu deliller sizi mutlaka Allah-u Teâlâ’nın varlığına ve birliğine sevk edecektir. Bu deliller, sadece Allah-u Teâlâ’ya ibadet edilmesi gerektiğini, rab ve ilah olarak sadece O'nu kabul edeceğinizi ve O'na hiçbir şeyi şirk koşmayacağınızı gösteren açık delillerdir. A'RAF:173-174 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 315 Allah-u Teâlâ size bu delilleri bildirdikten ve her şeyi eksik bırakmaksızın size öğrettikten sonra artık kıyamet gününde müşrik olarak gelir ve bu sebeple azabı hak ederseniz: “Biz bu hakikatlerden habersizdik” ya da; "Babalarımız bizden önce müşrik idi, biz de onlara tabi olduk ve onları taklit ettik" deme hakkınız yoktur. Bu şekilde ileriye sürdüğünüz mazeretleriniz sizden kabul edilmeyecektir. Bu sebeple azabı ancak kendi yaptıklarınız sebebiyle hak edersiniz yoksa babalarınızın yaptıkları sebebiyle değil. AYETLERİN AYRINTILI OLARAK AÇIKLANMASININ HİKMETİ (١٧٤) ﻮﻥﹶﺟﹺﻌﺮ ﻳﻢﻠﱠﻬﻟﹶﻌ ﻭﺎﺕﻞﹸ ﺍﻟﹾﺂﻳﻔﹶﺼ ﻧﻚﻛﹶﺬﹶﻟﻭ 174 – İşte ayetleri böyle ayrıntılı olarak açıklıyoruz ki belki hakka geri dönerler. Allah-u Teâlâ, gerek İsrail oğullarıyla ilgili kıssayı ve bu kıssayı anlatma sebebini ve gerekse Âdemoğullarından misak alışını ve bunun sebeplerini haber verdikten sonra bu ayette de niçin ayetlerini bu derece ayrıntılı açıkladığını bildiriyor. “İşte ayetleri böyle ayrıntılı olarak açıklıyoruz ki belki hakka geri dönerler.” Allah-u Teâlâ bu ayette şöyle buyuruyor: “İşte biz gerek daha önceki ayetleri gerekse bu ayeti insanlara bu şekilde kapalılığa mahal bırakmayacak bir şekilde açıkça anlatıyoruz ki; sahih akılları ve selim fıtratlarıyla bu ayetleri güzelce düşünsünler de böylece cahil oluş- 316 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:175 ları ya da baba ve dedelerini taklit etmiş olmaları mazeretini ileri sürme bahanesini bir kenara bıraksınlar. Böylece bu şekilde bir mazeret ileri sürmelerinin kıyamet gününde kendileri için bir mazeret olmayacağını iyice anlasınlar da bir an evvel şirki terk edip hakka dönsünler. Çünkü artık onların hiçbir mazeretleri yoktur. Öyle ki onlar hem İslam fıtratı üzerinde yaratılmışlar, hem onlara akıl verilmiş, hem de etraflarında Allah-u Teâlâ’nın varlığını ve birliğini gösteren birçok delil dikilmiştir. Öyle ki onlar Allah-u Teâlâ onları henüz yaratmadan önce sadece Allah-u Teâlâ’ya ibadet edeceklerine ve hiçbir şeyi O'na ortak koşmayacaklarına dair Allah-u Teâlâ’ya söz verdiler. Allah-u Teâlâ onlara bu sözü hatırlatan mucizeler ile beraber rasuller gönderdi. Böylece onlar hem fıtrat üzere yaratıldılar, hem etraflarında Allah-u Teâlâ’nın varlığını ve birliğini gösteren delillere şahit oldular hem de kendilerine Allah-u Teâlâ’ya verdikleri sözü hatırlatan ve O’na nasıl ibadet edileceğini öğreten rasuller geldi. Artık yapmaları gereken; babaları şirk işlese bile şirki terk edip hakka ve tevhide dönmek ve onlara gönderilen rasullere itaat edip Allah-u Teâlâ katından getirdikleri emirlere boyun eğmek, böylece hem şer’i hem de kevni ayetlerden ibret alıp hakka dönmektir.” İLMİYLE AMEL ETMEYENLERİN KÖTÜ AKIBETİ ﻄﹶﺎﻥﹸﻴ ﺍﻟﺸﻪﻌﺒﺎ ﻓﹶﺄﹶﺗﻬﻨ ﻣﻠﹶﺦﻧﺴﺎ ﻓﹶﺎﻨﺎﺗ ﺁﻳﺎﻩﻨﻴﻱ ﺁﺗﺄﹶ ﺍﻟﱠﺬﺒ ﻧﻬﹺﻢﻠﹶﻴﻞﹸ ﻋﺍﺗﻭ (١٧٥) ﺎﻭﹺﻳﻦ ﺍﻟﹾﻐﻦﻓﹶﻜﹶﺎﻥﹶ ﻣ A'RAF:175 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 317 175 – Onlara, kendisine ayetlerimizi verdiğimiz ve onlardan sıyrılan, böylece şeytanın kendisini peşine taktığı, sonunda azgınlardan olan kimsenin haberini oku! Allah-u Teâlâ önceki ayette, insanlara ayetlerini ayrıntılı olarak anlatmasının sebebini haber verdikten sonra bu ayette kendisine ilim verdiği bir kimseyi örnek olarak göstererek onun kendisine verilen ilimden sıyrılışının onu ne gibi kötü bir sona ilettiğini akıl sahibi her kimsenin ibret alacağı şekliyle açıklıyor. “Onlara, kendisine ayetlerimizi verdiğimiz ve onlardan sıyrılan, böylece şeytanın kendisini peşine taktığı, sonunda azgınlardan olan kimsenin haberini oku!” Allah-u Teâlâ, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e hitaben şöyle buyuruyor: “Ey rasulüm! Gerek Yahudilere gerekse tüm insanlara; ayetlerimizi kendisine öğrettiğimiz ve böylelikle kendisini ilim sahibi kıldığımız ama ilmiyle amel etmeyen, onu arkasına alan, böylece yılanın derisinden sıyrıldığı gibi haktan sıyrılan, böylelikle şeytanın kendisine yetiştiği, arkadaşı olduğu ve vesvesesiyle saptırdığı kişinin misalini anlat! Çünkü o, hak kendisine apaçık bir şekilde ulaştığı ve hakkı bildiği halde dünyaya meyledip şeytanın vesvesesine kulak verdi, heva ve hevesine uydu ve kendisine verilen ilimden sıyrıldı. Böylece hem zalimlerden hem de kâfirlerden oldu.” Bu ayetin hakkında indiği kişinin kim olduğuna dair değişik rivayetler vardır. İbn Abbas, İbn Mesud ve Mücahid’e göre; bu ayet Bel'am b. Baura hakkında inmiştir. Bu kişi İsrail oğullarından olan bir âlimdi. Allah-u Teâlâ ona hak olan ilmi vermişti. Fakat o buna rağmen heva ve 318 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:175 hevesine tabi oldu, dünya metaını hakka tercih etti ve şeytanın vesveselerine uyarak hak olan bilgiyi bildiği halde ameliyle ona muhalefet etti. Böylece kâfir ve zalimlerden oldu. Bir rivayete göre; bu kişi salih bir kişiydi ve duası kabul edilirdi. Çünkü o, Allah-u Teâlâ’nın ism-i azamını bilirdi. Musa aleyhisselam onun beldesini fethetmeye geldiğinde beldesinin kâfir olan halkı ondan, Musa aleyhisselam ve beraberinde olanlara beddua etmesini istediler. Bel’am, önce onların bu isteklerini yerine getirmeyi kabul etmedi. Fakat onlar çokça ısrar edince bu şekilde dua etmesi sebebiyle helak olacağını, ceza göreceğini bile bile onların isteklerine icabet etti. Böylece Musa aleyhisselam ve beraberindekilere beddua etti. İbn Mesud şöyle dedi: Beni İsrail'den olan Belam b. Abraha hakkında nazil oldu. (el-Vahidî, Esbabı'n-Nüzûl) İbn Abbas ve birçok müfessir bu ayet hakkında şöyle dediler: "Bu kişinin ismi Bel'am b. Baura'dır." el-Valibî şöyle dedi: "Bu kişi Cebbarîn şehrindendi. İsmi Bel'am idi. Allah'ın ism-i azamını biliyordu. Musa aleyhisselam Cebbarîn'e saldıracağı vakit, Bel'am'ın amcalarının oğlu ve kavmi ona gelerek dediler ki: "Musa demir gibi kuvvetli bir adamdır ve onunla beraber çok sayıda askerler vardır. Eğer bize saldırırsa bizi helak eder. Onun için Allah'a dua et ki; Musa ve beraberindekileri geri çevirsin." Bel'am onlara şöyle dedi: "Eğer Allah'a Musa ve beraberindekileri geri çevirmesi için dua edersem benim dünyam ve ahiretim mahvolur." Kavmi ve amcalarının oğlu ona dua etmesi için ısrar ettiler, ta ki onlara itaat etti ve Musa ve beraberindekilere A'RAF:175 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 319 beddua etti. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ ona verdiği nimeti ondan geri aldı." İşte "kendisine ayetlerimizi verdiğimiz ve onlardan sıyrılan" ayetinin manası budur. Bir rivayete göre Malik b. Dinar şöyle demiştir: “Bel'am, İsrail oğullarının âlimlerinden olup dua ettiğinde Allah-u Teâlâ onun duasını kabul ederdi. Bu nedenle İsrail oğulları sıkıntılı durumlarda Allah-u Teâlâ’ya dua etmesi için hep onu öne sürerlerdi. Musa aleyhisselam Bel’am’ı Medyen Kralını tevhide davet etmesi için gönderdiğinde Medyen Kralı arsalar, paralar, altınlar vererek onu kandırdı ve o, Medyen Kralının dinine tabi olup Musa aleyhisselam'ın dinini terk etti.” Abdullah b. Amr b. el-Ass ve Zeyd b. Eslem şöyle dediler: “Bu ayet Umeyye b. Ebi Salt es-Sakafi hakkında inmiştir. Bu kişi daha önceki kitapları okuduğu için Allah-u Teâlâ’nın bir rasul göndereceğini biliyor ve kendisinin Allah'ın göndereceği rasul olduğunu umuyordu. Allah-u Teâlâ Muhammed aleyhisselam'ı rasul olarak gönderdiğinde ona haset etti ve onu reddetti. Bu kişi hakkında Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Şiiri iman etti, fakat kalbi inkâr etti." Said b. el-Müseyyib'e göre; bu ayet Ebu Amir b. Safiy hakkında inmiştir. Ebu Amir b. Safiy, cahiliyede putlara ibadet etmeyen, Allah'ı birleyen bir kişiydi. Bu kişi, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Medine'de iken Rasûlullah'ın yanına geldi ve ona şöyle sordu: "Ey Muhammed! Senin getirdiğin şey nedir?" Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ona: "İbrahim'in hanif dinini getirdim" diye cevap verdi. Bunun üzerine Ebu Amir: "Ben o din üzerindeyim" dedi. Rasûlullah sallallahu 320 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:175 aleyhi ve sellem ona: "Hayır! Sen hanif din üzerinde değilsin. Çünkü hanif dinden olmayan çok şeyi o dine soktun." dedi. Bunun üzerine Ebu Amir şöyle dedi: "Hangimiz yalan söylüyorsa, Allah onu tek olarak kovulmuş bir şekilde öldürsün." Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dedi: "Evet, ikimizden yalancı olanı öldürsün." Ebu Amir Şam'a çıktı, Kayser'e uğradı ve münafıklara şöyle bir yazı gönderdi: "Hazırlıklı olun! Muhammed'i Medine'den çıkarmak için Kayser'den askerlerle geleceğim." Fakat dediğini yapamadı ve Şam'da tek olarak öldü. Bu kişi hakkında Tevbe: 107 ayet indi. "Bir de (mü'minlere) zarar vermek, (hakkı) inkâr etmek, mü'minler arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Rasulüne karşı savaşmış olanı (Ebu Amir'in gelmesini) beklemek için bir zarar mescidi kurdular. "(Bununla) mutlaka iyilikten başka bir şeye niyet etmedik." diye yemin edecek olanlar da vardır. Hâlbuki Allah onların kesinlikle yalancı olduklarına şahitlik eder.” (Tevbe: 107) Ayetin kimin hakkında indiği konusunda her ne kadar farklı görüşler varsa da pratikte bunun pek bir önemi yoktur. Zira bizim için önemli olan Allah-u Teâlâ’nın bu kişiyi niçin örnek verdiğidir. Allah-u Teâlâ bu kişiyi, hak kendisine eksiksiz bir şekilde ulaştığı, böylelikle hakkı bilip ona tabi olduğu, üstelik hak üzere yaşamaya devam ettiği bir sırada sırf dünyevi değerler için şeytanın vesvesesine ve heva ve hevesine uyarak bildiği hakka göre yaşamayı terk eden, üstelik onun aksine yaşayan bir kimsenin ulaştığı kötü sonu göstermek için örnek veriyor. A'RAF:175 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 321 Çünkü Allah-u Teâlâ onu, sahih akıl ve selim fıtratla yaratmış ve o sadece Allah-u Teâlâ’ya ibadet edeceğine ve hiçbir şeyi O'na şirk koşmayacağına dair Allah-u Teâlâ’ya söz vermişti. Üstelik o, açık ayetler ve delilleri de görmüştü. Fakat bunları bildiği halde üzerinde yaratıldığı fıtrata karşı gelip verdiği sözü yerine getirmedi ve bile bile bunların zıddını işledi. Heva ve hevesine uyarak, şeytanın vesveselerini dinlemek suretiyle haktan yüz çevirdi. Allah-u Teâlâ onun haktan bu şekilde ayrılmasına “sıyrılma” vasfını vermiştir. Sıyrılma ise; bir insanın vücudunda ona yapışık olan bir şeyden kurtularak onu vücudundan uzaklaştırması manasına gelir. İşte bu adamın durumu da böyledir. Zira sahip olduğu hak ona adeta yapışmış ve ona tam sarılmışken, o heva ve hevesine ve şeytanın vesvesesine uyarak bu haktan ayrılıp aynı yılanın derisinden sıyrıldığı gibi haktan sıyrılmış ve yere yapışmıştır. Böylece ne Allah-u Teâlâ’ya ilk verdiği misaka sadık kalmış ne de etrafında dikilmiş olan delillere önem vermiştir. Böyle olduğu ve bu şekilde meylettiği için şeytan ona yetişmiş ve onun arkadaşı olmuştur. Bundan sonra artık o, nefsinin ve şeytanın verdiği emirlere göre hareket edip Allah-u Teâlâ ve rasulünün verdiği emirlere göre hareket etmemiştir. Bu sebeple o, Allah-u Teâlâ’nın rahmetinden kovulmuş bir kimsedir. Allah-u Teâlâ onu bir sonraki ayette de geçeceği üzere pis olan bir mahlûka yani köpeğe benzetmektedir. Dolayısıyla bu ayette örneği verilen kişi, ismi ve sıfatı ne olursa olsun aynen onun durumunda olanlar için apaçık bir ibrettir. O halde şu çok iyi bilinsin ki; ayette mevcut olan sıfatlar her kimde gerçekleşirse bu ayetin manası onu da kapsar ve ayet onun hakkında inmiş demektir. Zira böyle kişiler tarih boyunca var olmuştur ve elbette var olacaktır da. Allah-u Teâlâ bize onların örneklerini veriyor ki; hem böyle 322 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:175 olanları iyice tanıyıp akıbetlerinin nasıl olacağını öğrenelim, hem de onlardan olmayalım. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu kişinin örneğini İsrail oğullarına söylüyordu. Çünkü onlar kitaplarında geçtiği ve bir rivayete göre bu kişi kendi kavimlerinden birisi olduğu için bu hadiseyi zaten bilmekteydiler. Dolayısıyla Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem onlara bu örneği vererek kendilerine şöyle diyordu: “Ey Yahudiler! Bakın, hak size geldi. Benim rasul olduğum kitaplarınızda yazıyor ve sizler beni öz oğullarınızı tanıdığınızdan daha iyi tanıyor ve benim rasul olduğumu da biliyorsunuz. Bu durumda sizin bana imanınız, diğer insanların iman etmesinden daha önceliklidir. Artık bile bile haktan yüz çevirmeyin! Bu size bir hatırlatmadır. Öyleyse bunu inkâr ederek azabı hak etmeyin ve bir an önce bana ve İslam'a bağlanın! Nefsinize, heva ve hevesinize, şeytana uyarak beni ilk reddedenlerden olmayın.” T A'RAF:176 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 323 İLMİYLE AMEL ETMEYİP AKSİNİ YAPANLARIN MİSALİ ﺜﹶﻞﹺ ﻛﹶﻤﺜﹶﻠﹸﻪ ﻓﹶﻤﺍﻩﻮ ﻫﻊﺒﺍﺗﺭﺽﹺ ﻭ ﺇﹺﻟﹶﻰ ﺍﹾﻟﺄﹶﺧﻠﹶﺪ ﺃﹶﻪﻨﻟﹶﻜﺎ ﻭ ﺑﹺﻬﺎﻩﻨﻓﹶﻌﺎ ﻟﹶﺮﺌﹾﻨ ﺷﻟﹶﻮﻭ ﻳﻦﻡﹺ ﺍﻟﱠﺬﺜﹶﻞﹸ ﺍﻟﹾﻘﹶﻮ ﻣﻚﺚﹾ ﺫﹶﻟﻠﹾﻬ ﻳ ﹾﻛﻪﺘﺮﻭ ﺗ ﺚﹾ ﺃﹶﻠﹾﻬ ﻳﻪﻠﹶﻴﻞﹾ ﻋﻤﺤﺍﻟﹾﻜﹶﻠﹾﺐﹺ ﺇﹺﻥﹾ ﺗ (١٧٦) ﻭﻥﹶﻔﹶﻜﱠﺮﺘ ﻳﻢﻠﱠﻬ ﻟﹶﻌﺺﺺﹺ ﺍﻟﹾﻘﹶﺼﺎ ﻓﹶﺎﻗﹾﺼﻨﺎﺗﻮﺍ ﺑﹺﺂﻳﻛﹶﺬﱠﺑ 176 – Şayet dileseydik onu, onunla (kendisine verilen ilimle amel etmesini sağlayarak âlimlerin derecesine) yükseltirdik. Fakat o, dünyaya meyletti ve hevesine tabi oldu. Onun misali tıpkı köpeğin misali gibidir; üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur, onu terk etsen de dilini sarkıtıp solur. İşte ayetlerimizi yalanlayan kavmin misali böyledir. Öyleyse bu kıssayı onlara anlat da belki düşünüp ibret alırlar. Allah-u Teâlâ önceki ayette kendisine ilim verdiği, fakat ondan sıyrılıp, şeytanın yoluna tabi olan ve böylece azgınlar zümresine katılan ilim sahibi bir kişinin kötü akıbetini haber vermişti. Bu ayette yine o kişi hakkında haber veriyor ve onu bir örnekle vasfederek adeta bu hadiseye şahit olurcasına düştüğü kötü halin boyutunu insanların gözleri önüne seriyor. “Şayet dileseydik onu, onunla (kendisine verilen ilimle amel etmesini sağlayarak âlimlerin derecesine) yükseltirdik. Fakat o, dünyaya meyletti ve hevesine tabi oldu.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında kendisine verilen ilimle amel etmeyen ve ondan sıyrılan böylece azgınlardan 324 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:176 olan kişi hakkında şöyle buyuruyor: “Şayet dileseydik ve o hak etmiş olsaydı, bildiği ilimlerle amel etmesinde onu muvaffak kılar, âlimlerin yüksek olan mertebesine onu ulaştırır, böylece Allah-u Teâlâ’nın sevdiği takvalı kimselerden olmasını ona nasip ederdik. Fakat o bu yüksek ve övgüye değer dereceye ulaşmayı istemedi. Aksine ilmiyle amel etmediği gibi, bilakis şeytanın menfaatine yönelik ameller işleyip bildiği ayetlerimizin gösterdiği yoldan başka bir yola, şeytanın razı olduğu yola yönelmeyi tercih etti ve heva ve hevesine uyarak kendisine verilen ilmi dünya metaını elde etmek için kullandı. Nihayetinde geçici olan dünya metaını kalıcı olan ahiret mutluluğuna tercih etti. İşte bu sebeple zelil, hakir ve alçaklardan oldu.” Köpek Gibi Dilini Sarkıtıp Soluyan Âlim Taslakları: “Onun misali tıpkı köpeğin misali gibidir; üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur, onu terk etsen de dilini sarkıtıp solur.” Allah-u Teâlâ ayetin işte bu kısmında kendisine verdiği ilimden sırf dünya metaını elde etmek için sıyrılan, böylece şeytanın kendisini aldattığı ve yoldan çıkardığı ilim sahibi bir kimsenin düştüğü alçak ve zelil durumu gözler önüne seriyor. Zira bu öyle bir alçak ve zelil oluş ki adeta kişinin köpek seviyesine inmesi ve hatta köpekten daha kötü bir hale düşmesidir. Çünkü köpek öyle bir vasfa sahiptir ki diliyle nefes aldığı için ister koşuyor olsun, ister yerinde duruyor olsun her halde dilini dışarıya sarkıtarak hızlı hızlı nefes alır. Köpeğin işte bu hali, ne kötü bir haldir! Allah-u Teâlâ’nın bu ayetteki kişiyi köpeğin bu haline benzetmesi artık o kimseye vaazı nasihatin fayda vermeye- A'RAF:176 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 325 ceğine, kalbinin Allah-u Teâlâ tarafından mühürlendiğine açık bir alamettir. Bundan böyle o kimse kendi haline de bırakılsa, sıkıştırılsa da aynen köpek gibi dilini çıkarıp soluyacak ve bu çirkin hali onda hep devam edecektir. İlmiyle amel etmeyen, böylelikle ilminin aksi amel eden ve ahiret için çalışmayan kişinin hâli işte budur! Bu ayetten anlaşılıyor ki; ilim sahibi olduğu halde ilmini ahiret için değil de sırf dünya metaını elde etmek için kullanan kimseye, artık vaaz-ı nasihat fayda etmez. Zira böyle bir kimse, inebileceği en alçak seviyeye inmiştir. Kendi öğrendiği ilimle amel etmeyen, bu ilimle ahireti kazanmak için çalışmayan, fani dünyayı ahiret hayatına tercih eden bir kişi ne kadar ilim sahibi olursa olsun aslında akılsızın ta kendisi olup köpekten daha aşağı seviyededir. Allah-u Teâlâ bu ayette İsrail oğullarına, düşünsünler ve kendi kitaplarında son rasul hakkında gördükleri apaçık bilgileri insanlara anlatsınlar diye bir örnek vermiştir. Üstelik onlar son rasul henüz gönderilmeden önce böyle bir rasulün geleceğini ve hatta onun sıfatlarını dahi biliyor ve insanlara bunu söylüyorlardı. Rasul geldikten sonra ise sırf kendi içlerinden olmadığı için kendi bildikleri ilme zıt hareket ettiler. Bu sebeple Allah-u Teâlâ, onları ve onların durumunda olanları, belki küfürlerinden dönerler diye şiddetli olarak korkutup şöyle uyarıyor: “Ey ilim sahibi olup onunla amel etmeyenler! Sizden önce de bunu yapanlar vardı. İşte size onlardan birisinin örneği! Öyle ki bu kimse kendisine verilen ilimle amel etmedi ve onun aksine amel işledi. Eğer o kimse ilmiyle amel etseydi, şüphesiz Allah-u Teâlâ katında en yüksek mertebeyi alabilirdi, ancak kendini alçalttı ve köpeğin en zelil sayılan seviyesine düştü. Siz de onun gibi olmayın! Hakka dönün, bildiğiniz ilimle amel edin! Kendi nefsinize 326 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:176 ve etrafınızda size güvenen insanlara zulmetmeyin!” Ayette söz konusu olan Bel’amın örneği zamanımızda çoktur. Tevhidi bilen bir kişi, etrafındaki âlim diye şişirilmiş kişilerin hâllerine baktığı zaman bu ayetin onlar için de inmiş olacağını görecektir. Bu ayeti en çok anlayan, elbette bilgi sahibi olandır. “İşte ayetlerimizi yalanlayan kavmin misali böyledir.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında genel bir ifade kullanıyor ve ayetlerini her kim yalanlarsa aynen bu ayetteki kişinin durumuna düşeceğini haber veriyor. Allah-u Teâlâ bu ayette misalini verdiği kişinin ismini zikretmemiştir. Çünkü önemli olan şahıs değil, hadisedir. Allah-u Teâlâ işte bu ayette böyle bir kişiyi örnek veriyor ki; ilim sahibi olan kişiler onun düştüğü duruma düşmesinler. Dolayısıyla bu ayet âlimler için en korkutucu ayettir. Bu nedenle her nerede olursa olsun İslam ilmini elde edip bu ilme sahip olduktan sonra onu Allah-u Teâlâ yolunda, İslam dinini yüceltmek, ahireti kazanmak için kullanmayan ya da ahirette âlimlerin yüksek mertebesini elde etmek için çalışmayan, bu ilmi, dünyalık basit bir metaı için kullanan kişi de her zaman bu duruma düşer. İşte böylelerinin ne aklı vardır ne de kendilerine verilen ilimden istifade etmişlerdir. İşte bu vasıftaki kimseler, kıyamet gününde cehennemde en alçak mertebede olacaklardır elbette. Çünkü ilimleriyle amel eden âlimler cennette ne kadar yüksek bir mertebeye sahip olacaklarsa, ilmiyle amel etmeyen âlimler de cehennemde en alçak mertebeye sahip olacaklardır. A'RAF:176 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 327 İşte ayette örneği verilen kişi de ısrarla alçak olmayı tercih etmiş; yüksekliği istemeyerek yere yapışmıştır. Allah-u Teâlâ, bu gibi kimselerin kalbini mühürlemiştir. Öyle ki onların durumu tıpkı iblisin durumu gibidir. İblis her şeyi bildiği (bir rivayete göre; meleklere bile ilim öğretiyordu), Allah-u Teâlâ’yı ve hakikati apaçık gördüğü ve en mutlu hayatı yaşadığı halde Allah-u Teâlâ’nın emrine karşı kibirlendi ve Allah-u Teâlâ’ya itaat etmemek suretiyle O’na karşı geldi, böylece kâfirlerden ve ebedi laneti hak edenlerden oldu. Her zaman ve her yerde bu gibi kimseleri görmekteyiz. Onlar, İslam dini için en tehlikeli kişilerdir. Çünkü sadece kendileri sapmakla kalmıyor, cahil insanları da saptırıyorlar. Bu gibi kimseler aldıkları profesör, doktor, âlim, allame, şeyh, müftü, hoca gibi birtakım etiketlerin arkasına da sığınmak suretiyle insanların onları âlim sanmalarını, yaptıklarının doğru olduğuna inanmalarını ve kendilerini örnek almalarını sağlıyorlar. Şu bilinen bir gerçek ki; âlim mertebesine çıkmak, herkesin ulaşabileceği bir mertebe değildir. Üstelik âlim olan bir kimse, etrafındaki cahil kişiler için örnek alınacak birisidir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem İsrail oğullarının âlimleri hakkında şöyle demiştir: “Yahudi (âlimlerin)lerden on kişi bana iman etseydi bütün Yahudiler bana iman ederdi.” (Buhari) İşte bu hadiste de görüldüğü üzere âlim kimselerin, cahiller üzerindeki etkisi büyüktür. Zira cahil halk bu gibi kimselerin ilmi üstünlüklerini gördükleri için onları sahip oldukları ilimle amel ediyor sanırlar. Bu sebeple de onlara tabi olur ve onları taklit ederek "biz o âlimler kadar bilemeyiz" derler. İlmiyle amel etmeyen bu âlimler, bilgileri olmayan cahil halka ne derlerse desinler, hatta Allah-u 328 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:176 Teâlâ’nın ayetlerini sapık tevillerle tevil etseler bile yine de onları ikna edebilirler. Oysa bu insanlar düşünerek ikna olmamış; sadece bu kişilerin bilgili olduğunu, Allah-u Teâlâ’nın ayetlerini kendilerinden daha iyi anladıklarını zannettikleri için onlara tabi olmuşlardır. Aslında sahih akıl ve selim fıtrat o insanların bu halini reddetmekte, onların söylediklerini kabul etmemekte ve şaşırmaktadır. Ama sırf; "O bizden daha iyi bilir" dedikleri ve tabiatları da dünyaya meylettiği için bu durum onları âlim denilen o kimselere tabi olmaya sevk eder. Fakat Allah-u Teâlâ sapık âlimlere itaat eden kişilere de onlar gibi azap edecek ve onları mazeretli görmeyecektir. Çünkü Allah-u Teâlâ onlara selim fıtrat ve sahih akıl vermiştir. Buna rağmen onlar, Allah-u Teâlâ’nın varlığını ve birliğini, doğru ve yanlış yolu idrak edebilecekleri halde akıllarını kullanmayıp sadece âlim dedikleri kimseleri taklit etmeye kalktılar. Oysa akıllarıyla biraz düşünselerdi, bu sapık âlimlerin çelişki içinde olduklarını ve ilimleriyle amel etmediklerini göreceklerdi. Küfür Yönetimlerinin Halk Nazarında Kabul Görme Sebepleri: Hangi zaman ve mekânda yaşıyor olursa olsun elinde hak bilgi olduğu halde onu kullanmayıp başka bir yola yönelen bir yönetici, halka bir tarafta: "Ben haktan, adaletten yanayım, bu sebeple her ne yapıyor isem sizin mutluluğunuz için yapıyorum ve bunu sağlamanın gayreti içerisindeyim” diye söyler, diğer tarafta ise hakkın, adaletin ve gerçek mutluluğun elde edileceği Allah-u Teâlâ’nın kanunlarını terk ederek ona zıt olan beşer aklının ürünü olan kanunları uygular. Oysa akıl sahibi bir kişi böyle bir yöneticinin söyledikleriyle yaptıkları arasında bir çelişki olduğu- A'RAF:176 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 329 nu ve gerçekte İslam’a göre hareket etmediğini rahatlıkla anlar. Zamanımızda da bu duruma çok açık bir şekilde şahit olmaktayız. Öyle ki zamanımızdaki halka; “Şu içerisinde bulunduğumuz devlette, bu devleti idare eden hâkimler Allah-u Teâlâ’nın kanunlarını uyguluyorlar mı?” diye sorulsa buna “hayır” derler. Yine onlara: “O halde nasıl oluyor da Allah-u Teâlâ’nın kanunlarının uygulanmadığı bir devlete İslam devleti ve bu devleti idare eden yöneticilere Müslüman hükmü veriyorsunuz?” diye sorulsa, bu kişiler: “Bizlerin âlim gördüğümüz insanlar var, bizler onların söylediklerine tabiyiz. Zira onlar bu devleti İslam devleti, yöneticilerini ise ulu’l emr görmektedirler. Biz ise onlardan daha âlim değiliz, böyle söylüyorlarsa demek ki bir bildikleri vardır.” derler. İşte bu âlim denilen kimseler halkların sapmasında birinci ve en büyük sebeptir. Dolayısıyla bu kimseler bu zihniyetin ne kadar yanlış olduğunu, dinin temelini ne kadar zedelediğini anlamıyorlar. Oysa içerisinde bulundukları tezat pratik bir şekilde kendilerine anlatıldığı ve biraz düşündüklerinde "haklısın" derler. Fakat sahte âlimlerin kandırmasıyla şöyle derler: "Evet, bu yöneticiler pratikte Allah-u Teâlâ’nın hükümlerini uygulamıyorlar. Ama bu kimseler kendilerinin Müslüman olduklarını, La ilahe illallah’ı söylüyor ve namaz kılıyorlar. Dolayısıyla o kimselere Müslüman hükmü vermeliyiz, Allah-u Teâlâ’nın kanunlarını uygulamamakla sadece yanlış yapmış olurlar, günahkârdırlar, zalimdirler, fasıktırlar, ama kâfir olmazlar. Çünkü kalpleriyle İslam’ı inkâr etmiyor, İslam’dan başka bir dine tabi olduklarını ilan etmiyorlar. Bu devlete ise İslam devleti hükmü vermemiz gerekir. Çünkü bu devlette camiler açık olup herkes rahat bir şekilde camilere gidip ibadetini yapabiliyor.” 330 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:176 Böyle diyen kimselere: “Bir kişi namaz kılar, fakat bununla beraber puta secde ederse hükmü nedir?” diye sorulsa hiç tereddütsüz “kâfirdir” derler. Yine onlara; “bir kişi ‘öğle namazı dört rekât olarak azdır, beş rekât kılayım’ derse hükmü nedir?” diye sorulsa yine "kâfirdir" derler. Bunun sebebi sorulduğunda ise "Çünkü Allah-u Teâlâ’nın hükmünü değiştirdi" derler. Bu kez onlara; “Öyleyse bir kimsenin; “kadının rızası varsa onunla zina yapabilirsin” demesiyle öğle namazını beş rekât tayin edip kılmasının arasında ne fark var? Zira zinadan uzak durulması da Allah-u Teâlâ’nın hükmü, öğle namazının dört rekât kılınması da. Bu sebeple her ikisi arasında hiçbir fark yok. O halde hiç aklınız almıyor mu? Aynı şekilde “Hırsızlık yapan kişiye, durumuna göre üç veya altı ay hapis cezası uygulanması gerekir” diyen kişi ile “Hacca zilhicce ayında gidilmesin, şubat ayında gidilsin veya farz olan oruç Ramazanda değil de muharremde tutulsun, otuz gün değil de on beş gün tutulsun” diyen kişi arasında ne fark vardır? Velev ki “Ben inanıyorum ki hırsızlık yapanın elinin kesilmesi gerekir ve bu daha doğrudur. Ama zamanımızda bunu uygulamak zordur. Bu yüzden üç, dört veya altı ay hapis cezası verilmeli” desin. Bunun “Allah’ın farz kıldığı oruç Ramazan orucudur. Elbette Ramazanda tutmak daha iyidir. Ama bunu bırakıp da şaban ya da muharremde tutalım, otuz gün değil de on beş gün tutalım” diyen kişiden ne farkı vardır? Veya “Camideyken ibadetlerinizi mutlaka Allah’ın istediği şekilde yapın. Ama camiden çıktıktan sonra ticarette, ekonomide, siyasette ve diğer muamelatlarda dini işe karıştırmayın (Allah’ın istediğini yapmayın)” diyen kişinin durumu acaba nasıldır? Ama maalesef insanlar bu farkı anlayamıyorlar. İşte bunun esas sebebi; tağut âlimi sayılan sahte hoca, profesör, doktor, allame gibi dünyalık bir unvan almış bel’amlardır. A'RAF:176 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 331 İnsanların bu durumda olmalarının ikinci sebebi ise; bu kimselerin fasık oluşları, dolayısıyla İslam’ı istemeyip, nefislerine uyarak kolaylığı seçmek istemeleridir. Onların durumu tıpkı Firavun’un kavminin durumu gibidir. Zira Firavun onlara; "benden başka sizin için bir ilah yoktur" dediği zaman kavmi ona itaat etti. Oysa bu kavim Firavun’un da kendileri gibi annesinden doğduğunu, hatta bir ilaha ibadet ettiğini biliyorlardı. Fakat buna rağmen ona itaati tercih ettiler. Çünkü onlar fasık kimselerdi ve nefisleri, Firavun'un söylediğine daha çok meyyal idi. Bunun için Allah-u Teâlâ onları "Bunlar muhakkak fasık kavimlerdendi" diye vasfetti. Söylenen sözün batıllığını apaçık bir şekilde bilen, gören, anlayan bir kişinin buna rağmen batıl sözü söyleyen kişiye itaat edip boyun eğmesi, onu haklı olarak görmesi; aslında nefsindeki hastalıklardan ve fısktan dolayı, söylenen sözler nefsin hoşuna gittiği için meydana gelir. Bu sebeple kıyamet gününde onların hiçbir mazeretleri yoktur. İşte bu vasıftaki kimseler, âlim dedikleri kimselerin söyledikleri sözler hoşlarına gittiği ve nefislerinin arzuladığı nitelikte olduğu için kendi yaptıklarına bir bahane olarak o sapık âlimleri ileri sürerler. Ama her ne kadar sahte, sapık, ilmiyle amel etmeyen âlimlerin bu gibi kişiler üzerinde tıpkı şeytan gibi etkisi vardır ama onları saptırma sebepleri hakkı isteyen ve aklını iyi bir şekilde kullanan kimseler üzerinde onların hiçbir etkisi olamaz. Zira bu vasıftaki kimseleri hiç kimse saptıramaz. Sapan kimseler ise her ne kadar sapma sebepleri olarak sahte âlimleri gösterseler de kendileri için ileri sürebilecekleri bir mazeret yoktur. Tıpkı şeytan insanları saptırdığında sapan kişilerin mazereti nasıl yoksa aynı şekilde ilmiyle amel etmeyen âlimin insanları saptırmasından dolayı sapan insanların da hiç bir mazereti yoktur. Şeytan 332 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:176 nasıl bir imtihansa, ilmiyle amel etmeyen âlim de insanlar için bir imtihandır. İşte bunun çok iyi bilinmesi ve âlim kisvesine bürünmüş saptırıcıların batılı hak gibi göstermelerine aldanılmaması gerekir. Aksi takdirde sapan kimse için ileri sürebilecekleri hiçbir mazeretleri olamaz ve bu hal üzere ölmeleri halinde Allah-u Teâlâ’nın azabından da kendilerini hiç kimse kurtaramaz. Kendilerini saptıran âlim denilen kimselere gelince, onlar da akıllarını kullanan kimseler değildirler. Şayet akıllarını kullansaydılar sırf dünyalık bir makam, mevki ve menfaat için bu zelil duruma düşmezlerdi. Her ne kadar ilim sahibi olmuşlarsa da demek ki sahip oldukları ilim kendilerine hiçbir fayda sağlamamış. Zira onlar taşıdıkları ilim sebebiyle onunla gereği gibi amel etmedikleri için tıpkı kitap yüklü eşek gibi hatta ondan daha aşağı durumda olmuşlardır. Ama onlar bunun farkında değiller. Şu iyi bilinmelidir ki; sahip olduğu ilimle amel etmeyen ve o ilimden istifade etmeyen kişiyi taşıdığı ilim Allah-u Teâlâ’dan daha çok uzaklaştırır. Yine şu bir gerçektir ki; ilim elde ettikten sonra bu ilimle amel etmeyip alçaklığı seçen sahte âlimler, aslında en büyük zulmü ilk olarak kendi nefislerine yapmışlardır. Öyle ki, bundan daha şiddetli bir zulüm yoktur. Zira ilminin gereğini yerine getirmemekle kendisini alçaltmış, hatta hayvanlardan daha alçak seviyeye düşürmüş, böylece yükseğe çıkması gerekirken o yere yapışmıştır. Zamanımızda da kendilerine âlim sıfatı verilmiş bu tip alçak kimseler vardır. Öyle ki onlara: “Allah-u Teâlâ bu Kur’an'ı tatbik edilsin diye indirmiştir. Bu sebeple insanlar aralarında ihtilaf ettikleri hususlarda onun hükmüne göre hareket etmelidirler. Çünkü böyle yapmak Allah-u Teâlâ’ya ibadet etmektir ve Allah-u Teâlâ aksini yapan kişinin Müslüman olmayacağını bildiriyor. Bu durumda Allah'ın A'RAF:176 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 333 indirdiğiyle değil de beşeri kanunlarla hükmeden yöneticileri nasıl oluyor da ulu’l emr olarak görüyorsunuz?” diye sorulduğunda, bu sahte âlimler şu karşılığı verirler: “Tamam bu yöneticilerin yaptıkları doğru değil, biz de bunu tasvip etmiyoruz ama sen ayetleri yanlış anlıyorsun, bu ayetler senin anladığın gibi değildir. Sakın onları tekfir etmede acele etme, zira tekfir basit bir mesele değildir. Üstelik bu kimseler şehadet getiriyorlar, hatta namaz dahi kılıyorlar. Dolayısıyla o kimseler için dua et de Allah-u Teâlâ kendilerini doğruya ulaştırsın, üzerinde bulundukları yanlışı düzeltmelerini nasip etsin. O yüzden onlar hakkında fasık ya da zalim de, ama asla kâfir sıfatı vererek onları İslam milletinden çıkarma. Çünkü böyle yapacak olursan kâfir sözün sana döner ve sen kâfir olursun.” İşte bu saptırıcı âlimler halka da böyle söyleyerek onları kandırırlar. Üstelik halka bu sözleri söylerken sahip oldukları ilimle söylemezler. Zira onlar halka bu şekilde söylemeleri karşılığında tağutlar tarafından kendilerine âlim, profesör vs. sıfatlar verilip makam, mevki, para gibi dünyalık değerlerle ödüllendirilirler. Şayet aksini, yani gerçeği söyleyecek olurlarsa bu durumda tağutlar tarafından eziyete maruz kalır ve hapsedilirler. Onlar da bunu bildikleri ve dünyalık makam-mevkilerini ve birtakım menfaatlerini kaybetmemek adına dünya metaını ahiret mutluluğuna tercih ederler. İşte bu gibi kimseler, böyle yapmakla en şiddetli zulmü herkesten önce ilk olarak kendi nefislerine yapmışlardır. Çünkü böyle yapmaları sebebiyle köpeğin en çirkin haline dönüşmüşlerdir. Allah-u Teâlâ bunu insanların anlayacağı bir açıklıkla gözler önüne seriyor. Bu sebeple bu ayet insanlara okunduğu zaman: "Evet, ilmiyle amel etmeyen âlim köpekten daha aşağıdadır" derler. Öyleyse İslam'ın hükümlerini bir kenara atıp beşeri kanunlarla hükmeden, 334 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:176 tağut bir yöneticiye Müslüman hükmü veren ve onun tabi olunması gereken ulu’l emr olduğunu söyleyen; onu tekfir edip ona Müslüman hükmü vermeyenlere sapık diyen, İslam şeriatının dışındaki kanunlara muhakeme olan bir kimseyi mazeretli gören ve Müslüman sayan sözde âlimler Allah-u Teâlâ’nın bu ayette bahsettiği kişiler değil midir acaba? Bu ayetin hükmüne girmiyor mu?” diye kendilerine sorulduğunda "Hayır" derler. Bu kez onlara: “O zaman bu ayet kim hakkındadır? Yoksa sadece Musa aleyhisselam zamanında olan bir kişi hakkında söylendi de zamanımızda misali yok mudur acaba?” denildiğinde cevap olarak: "Yahudi âlimleri hakkındadır" derler. Doğrusu onların bu cevaplarına şaşılır. Oysa âlim denilen bu kimselerin yaptıkları Yahudi âlimlerinin yaptıklarından farksız değildir. Bu durumda nasıl olur da bu kimseler onların hükmünü almıyor? Yoksa bu hüküm sadece Yahudi âlimleri hakkında verilmiş de onlar gibi yapan diğer âlimleri istisna mı etmiştir? Elbette ki hayır. Zira bu ayetin hükmü böyle yapan herkesi kapsar. Tevhidde Çifte Standart İçerisinde Olanlar: Zamanımızda, İslam'ın hükümlerinin uygulanması gerektiğini söyleyen ve bundan dolayı savaşan, tağutları tekfir edip onlara karşı silahlı mücadele veren, tağutun askerlerine kâfir hükmü veren, ancak buna rağmen tağutun âlimlerini tekfir etmeyen başka bir zümre daha vardır. Bu zümre Allah-u Teâlâ’nın hükmüyle hükmetmediği için tağutu kâfir kabul eder, ama halk tağutun hükümlerine başvurdukları halde taklitlerini ve mazeretlerini geçerli sayarlar. İşte bu kimseler büyük bir çelişki içindedirler. Zira hakkı gerçek manada bilen bir kişi, hakkı herkese eşit şekilde uygular. Düşmanına hak konusunda nasıl davranı- A'RAF:176 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 335 yorsa, kendi nefsine, ailesine, en sevdiği kişilere de hak konusunda öyle davranır. İşte bu hal gerçek İslam âlimlerinin ve hakka gerçek manada bağlananların halidir. Ama maalesef zamanımızda hakka gerçek manada bağlanmamış kimselerde kişilere karşı davranışlarda çifte standart uygulandığı açıkça görülmektedir. O kimseleri bu şekilde bir uygulamaya iten tek sebep ise; bildikleriyle amel etmemeleridir. Bu sebeple onların cahil olduklarını söylemeyiz, zira İslam’ın hükümlerini diğer insanlardan daha iyi bildiklerini söylemekteler. Bu gibi kimseler İslam’ın bazı konularında amel etseler bile bu onlar için yeterli değildir. Zira tevhidde ve tevhidi yaşamada çifte standart olmaz. Dolayısıyla şirk işleyen kişi, ister âlim olsun ister cahil olsun; ister ona huccet ikame edilmiş olsun, isterse huccet ikame edilmesin hiç fark etmez, o kimse müşriktir. Çünkü şirk bir ameldir ve kim bu ameli işlerse bu sıfatı üzerine almıştır. Öyleyse bir yanda muvahhid olduğunu söyleyip diğer yanda Allah-u Teâlâ’ya şirk koşan kimseye muvahhid hükmü vermek, birbirine zıt olan şeylerdir. Böyle bir durumda tevhid ve şirkin aynı anda var olması düşünülebilir mi acaba? Bunu zihninde ve amelinde kabul eden bir kişi, aynı anda birbirine zıt olan şeylerin bir arada bulunabileceğine inanmıştır ki bu, onun akılsız olduğunu gösterir. Bir şey nasıl aynı anda siyah ve beyaz olmazsa veya aynı anda hem gece hem gündüz olmazsa, aynı şekilde hem büyük şirkin hem de tevhidin aynı anda bir arada olması mümkün değildir. Bunu, aklı başında, tevhidi bilen, mükellef olan herkes bilir. Bu şekilde iki zıddın bir arada olacağını iddia edenler tıpkı Hıristiyanların yaptıkları gibi yapmaktadırlar. Zira onlar bir tek ilaha ibadet ettiklerini söylerler fakat aynı zamanda teslis inancına da sahiptirler. Yani; "Baba, oğul, kutsal ruh" derler ve Allah'ın bu üç şey olduğunu söylerler. 336 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:176 Böylece gerçekte üç ilaha taptıkları halde kendilerini kandırarak bir ilaha taptıklarını söylerler. Bu gibi şirk koşan bir kimsenin şirk koştuğunu kabul eden kimse, acaba niçin ona müşrik demez de muvahhid der? Bir kimse şirk koşuyorsa o kişi müşriktir, asla ona muvahhid hükmü verilmez. Burada insanların karıştırdıkları mesele şirk hükmü vermekle, şirk koşan kişinin azap edilip edilmemesi meselesidir. Bu nedenle dünyada şirk koşan kim olursa olsun, sıfatı ve konumu ne olursa olsun, ister cahil olsun, ister âlim olsun şirk koşuyorsa müşrik hükmünü hak etmiştir. Ama o kimseye Allah-u Teâlâ kıyamette nasıl hesap soracak, ne hüküm verecek biz bilmeyiz. Bu konudaki hüküm tamamıyla Allah-u Teâlâ’ya aittir. Allah-u Teâlâ dünyada şirk koşanları isterse affeder. Allah-u Teâlâ’nın fiiline kimse karışamaz. Zira Allah-u Teâlâ yaptığından asla sorulmaz ve O ne yaparsa yapsın mutlaka bir hikmeti vardır. Yaptıklarından sorulacak olan ise ancak bizleriz. O halde bizim yapmamız gereken şudur: Allah-u Teâlâ’nın dini nasılsa biz onu öyle uygulayacağız ve zahire göre hüküm vereceğiz. Allah-u Teâlâ Müslümanın sıfatlarını Kur’an’da çok net bir şekilde açıklamıştır. En basit kişi bile bunu anlayabilir ve âlime ihtiyacı yoktur. Âlim herkesin bilmesi gereken şeylere zıt bir hareket yapsa bile "nasıl olsa bu âlimdir" deyip onu taklit edemeyiz. Öyle ki tevhid konusunda herkesin âlim olması gerekir. Dolayısıyla her kim tevhide zıt hareket yaparsa, o kişi kim olursa olsun ona karşı gelmemiz, bu kişi âlimdir diyerek onu mazeretli görmememiz ve o konudaki hak ne ise değiştirmeksizin onu uygulamamız gerekir. İşte böyle yaptığımız zaman bildiğimiz ilimle amel etmiş oluruz. Çünkü tevhid ilmi, mükellef olan herkesin bilmesi ve onunla amel edilmesi gereken bir ilimdir. Bu A'RAF:176 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 337 sebeple mükellef olan herkesin hiç vakit kaybetmeksizin nasıl Müslüman olunacağının ilmine sahip olması ve bu ilmin âlimi olması gerekir. Aksi takdirde, yani; tevhid ilmiyle amel edilmediği zaman en alçak hayvanın haline düşülmüş olunur. Şunu tekrar vurgulamak gerekir ki; büyük şirk ile tevhid asla bir arada bulunamaz. Buna göre; büyük şirk işleyen bir kimseye muvahhid sıfatı veren; Allah-u Teâlâ’nın kanunları dışındaki kanunlarla hükmeden; birtakım menfaatler elde etmek için Allah-u Teâlâ’nın kanunlarına zıt olan kanunlarla hükmeden; büyük şirk işleyene muvahhid ve Müslüman sıfatı veren, muvahhid olamaz. Büyük şirk ve küfür işlediği halde bir kâfire Müslüman hükmü veren kimse, bu ameliyle hem onu kandırmış hem de hakkı anlatmadığı için kendi nefsine zulmetmiş olur. Üstelik tekfir etmediği kimse hakkındaki sevgi iddiası da yalandır. Bu kimse dünyayla ilgili ne kadar hizmetlerde bulunursa bulunsun, yaptığı bu amellerin ona fayda verebilmesi için öncelikle şirki terk edip muvahhid olması gerekir. Yoksa yapılan bütün ameller boşa gidecektir. Nitekim Allah-u Teâlâ Yahudilerin, Hıristiyanların ve müşriklerin yaptıkları hiçbir iyiliğin kendi katında hiçbir değeri olmadığını Kur’an’da beyan etmiştir. “Öyleyse bu kıssayı onlara anlat da belki düşünüp ibret alırlar.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında şöyle buyuruyor: “Bu kıssa; insanları eğlendirmek, çocukları uyutmak veya vakit geçirmek için anlatılmış bir kıssa değildir. Bilakis bu, gerçek bir kıssadır. Zira kıssalar, ibret alınması için anlatılır. O hâlde bu gerçeği onlara anlat ki ibret alsınlar.” Allah-u Teâlâ Kur’an-ı Kerim'deki kıssaları insanlar ibret alsın diye anlatmaktadır. Bu kıssada anlatılan şeylerin 338 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:176 ise her zaman ve her yerde uygulanılması, ibret alınması gerekir. İbret almak, bu kıssayı belli bir zamanda yaşanmış ve bitmiş bir hadise olarak görmek değil, anlatılmak istenileni anlayıp bir an evvel kendini düzeltmektir. İşte ibret almak bu demektir. Bu Ayetten Çıkan İstifadeler: 1 – Bu ayette köpek misalinin verilmesinin sebebi şudur: Köpeğin bu hâli, onun en çirkin hâlidir. Ayete mevzu olan kişi (ve her asırda ve mekânda onun gibi olanlar), bu en alçak seviyeye düşmüştür. İlmiyle amel etmeyen âlimler bu ayette köpeğe değil, köpeğin bu hâline benzetiliyor. Yani bu ayette söz konusu olan kimse yükselmek istememiş, aksine yere yapışıp kalmak istemiştir. Oysa bu ilimle yüksek mertebelere çıkabilirdi. İlimleriyle amel eden âlimler, ilimlerini dünya metaı için kullanmazlarsa bu, onları ahirette en yüksek mertebeye yükseltir. Zira âlimler, nebilerin varisleridir. 2 – İlmiyle amel etmeyen kişiye bu ilim hiçbir fayda sağlamamıştır. Çünkü bildiği ilimle amel etmemiştir. Cahil de olsa, âlim de olsa durum aynıdır. İlim amel etmek için elde edilir. Eğer bir kişi elde ettiği ilimle amel etmezse bu kişi ilimden bir fayda almış olmaz. Hatta belki de ilim elde ettiği için daha çok vebal altındadır. İlim, başkalarına verildiğinde sahibine geri dönmez. Çünkü ilme sahip olduğu halde bu ilimden istifade etmemiştir. 3 – İnsanın koştuğunda hızlı nefes almasını normal sayabiliriz. Ama bir kimsenin otururken hızlı nefes alması, onun hasta olduğunu gösterir. A'RAF:177 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 339 KENDİ NEFİSLERİNE ZULMEDENLER (١٧٧) ﻮﻥﹶﻤﻈﹾﻠﻮﺍ ﻳﻢ ﻛﹶﺎﻧ ﻬﻔﹸﺴﺃﹶﻧﺎ ﻭﻨﺎﺗﻮﺍ ﺑﹺﺂﻳ ﻛﹶﺬﱠﺑﻳﻦ ﺍﻟﱠﺬﻡﺜﹶﻠﹰﺎ ﺍﻟﹾﻘﹶﻮﺎﺀَ ﻣﺳ 177 – Ayetlerimizi yalanlayan kavmin misali ne kötüdür. Onlar böyle yapmakla ancak kendi nefislerine zulmediyorlar. Allah-u Teâlâ daha önceki ayette; Tevhid ilmi kendisine ulaştıktan ve iman ettikten sonra, heva ve hevesine uyarak dünya metaını elde etmek için bildiği tevhid ilmine zıt hareket etmek suretiyle yılanın derisinden sıyrıldığı gibi imandan sıyrılan kimsenin sıfatını köpeğin en çirkin sıfatına benzetmiş, böylece onun hakkında kötü bir örnek vererek ona nasıl bir ceza verdiğini haber vermişti. “Ayetlerimizi yalanlayan kavmin misali ne kötüdür.” Allah-u Teâlâ bu ayette, ayetlerini inkâr edip onların zıddına hareket edenlerin misalinin ne kötü olduğunu haber veriyor. Çünkü böyle yapan kişi bir köpeğin en çirkin hâline benzetilmiştir. Yine bu kişi iman şerefine nail olduktan sonra bile bile haktan yüz çevirip hidayeti terk etmekle çok kötü bir hale düşmüştür. Ayrıca Allah-u Teâlâ katında yüksek bir mertebe elde etme imkânına sahipken yere yapışıp da çamur içinde kalacak bir duruma düşmüştür. Bu hallerin her biri o kimse için ne kötüdür. Bu ayetlerin bazı rivayetlere göre Musa aleyhisselam zamanında yaşamış ve ilim sahibi olan Bel’am b. Baura hakkında indiğini, o kişinin Musa aleyhisselam’ın rasullüğüne inandığını, kendisinden Musa aleyhisselam ve 340 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:177 beraberinde olanlara beddua etmesi istenildiğinde açık bir şekilde: "O, Allah'ın Rasulüdür. Biliyorum ki ona beddua edersem helak olurum" demesine rağmen helak olacağını bildiği halde Musa aleyhisselam ve beraberindekilere beddua etmek suretiyle bu küfrü işlediğini” daha önce açıklamıştık. Bu kişinin düştüğü bu durum gösteriyor ki; İslâm dinini ve Allah-u Teâlâ’nın ayetlerini yalanlamak yalnızca söz ile değil amel ile de söz konusu olabilir. Çünkü ayette söz konusu olan kişi diliyle değil ameliyle küfre girmiş, yani Allah-u Teâlâ’nın ayetlerini diliyle değil ameli ile inkâr etmiştir. Bu durum gösteriyor ki; Allah-u Teâlâ’nın kanunlarını bildiği halde onları uygulamayıp İslâm'a zıt olan kanunları yürürlüğe koyan bir yöneticinin küfre girmiş yani: “Allah’ın ayetlerini yalanlıyor” sayılabilmesi için diliyle açık bir şekilde “Ben Allah-u Teâlâ’nın ayetlerini, kanunlarını reddediyorum” demesi gerekmez. Zira zaten ortaya koyduğu ameliyle Allah-u Teâlâ’nın ayetlerini yalanlamıştır. Üstelik insanları Allah-u Teâlâ’nın kanunlarından başka kanunlarla yönetip onları beşer ürünü kanunlara muhakeme ettirmeye zorlamak, Allah-u Teâlâ’nın ayetlerini inkâr etmek ve yalanlamak manasına gelir. Yine parlamentoya girmek isteyen veya giren, insanların demokratik yolla, yani halkın seçtiği kanunlarla yönetilmesini kabul eden, Allah-u Teâlâ’nın kanunlarına zıt olsa bile bu sistemin geçerliliğine inanan kişi Allah-u Teâlâ’nın ayetlerini bu ameliyle yalanlamış olur. Allah-u Teâlâ’nın ayetlerini yalanlamış olması sadece meclise girmesi sebebiyle değil, daha meclise girerken o sistemi kabul etmesi sebebiyledir. Çünkü Allah-u Teâlâ yalnızca kendi kanunlarının uygulanmasını emrettiği halde, bu kimse başka kanunlarla insanları idare edeceğini hareketleriyle söy- A'RAF:177 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 341 lemiş olur. Diliyle “Ben İslâm’ı getireceğim, yeryüzüne İslâm’ı hâkim kılacağım” demesinin hiçbir önemi yoktur. Zira küfür işleyerek İslâm hâkim kılınamaz… Aynı şekilde bu kişinin küfre girmesi için mecliste küfür kanunlarını uygulama konusunda ihlâslı olacağına, sadakat göstereceğine dair söz vermesi gerekmez. Şayet söz verirse küfrünü pekiştirmiş, küfrüne küfür eklemiş olur. Oysa daha en baştan bu sistemi kabul etmesi, Allah-u Teâlâ’nın ayetlerini yalanlamış olması için yeterlidir. İslâm dinini bildiği halde bu ve bunun gibi küfürleri ameliyle işleyen her bir kimsenin sıfatı, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin misali olup o kimseler adeta yere yapışmış, çamura batmış gibidirler. Bunun ne kötü bir sıfat olduğunu keşke bilseler! “Onlar böyle yapmakla ancak kendi nefislerine zulmediyorlar.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında şöyle buyuruyor: “Ayetlerimizi yalanlamaları sebebiyle kendilerini kötü bir örnekle vasıflandırdığımız kimseler, böyle yapmaları sebebiyle ancak kendi nefislerine zarar vermekte, kendi nefislerine zulmetmektedirler. Oysa onlar kendilerinin faydasına olan şeyi bilselerdi çamura ve yere yapışıp da en pis hayvanın sahip olduğu bir duruma düşmez, bilakis yüksekliği arzular ve Allah-u Teâlâ katındaki en değerli mertebeyi kazanmak için uğraş verirlerdi. Onlar ise geçici dünya metaını kalıcı nimete tercih etmişlerdir. İşte bu seçimle, ilk başta kendi nefislerine yine kendileri zulmetmişlerdir. Kendi nefsine zulmeden kimseden daha sefih kim olabilir? 342 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:177 A’raf: 176 ve 177 Ayetlerinden İstifade Edilecek Şeyler: 1 - Allah-u Teâlâ’nın bu ayette zikrettiği kıssa, sadece İsrail oğullarına misal olarak verilmiş bir kıssa olmayıp kıyamete kadar insanlar için ibret teşkil edecek bir kıssa olarak kalacaktır. Kıssadaki misal; hakkı bildiği halde hakka zıt amel eden, haktan sıyrılan kişinin misalidir. Allah-u Teâlâ’nın kendisine ilim ile iman nimeti verdiği ve bu imanı sırf dünya metaını elde etmek için terk eden kişinin misali... Hangi zaman ve mekânda olursa olsun bu özelliklere sahip olan her bir kişi, bu ayette zikredilen kimse gibidir. Ve o kimse, bir hayvanın en çirkin haline benzetilmektedir. 2 - Allah-u Teâlâ’nın ayetlerini yalanlamak sadece kalp ve sözle değil, amelle de olabilmektedir. Allah-u Teâlâ’nın ayetlerini ameliyle yalanlayan, buna rağmen sözleriyle bu inkârı kabul etmeyen kişinin söylediği söz iddiadan başka bir şey değildir. Bu kişi böyle bir iddiayı ileri sürmekle ancak kendini kandırmaktadır ki Allah'ın ayetlerini inkâr manasına gelen amele devam ettiği müddetçe bu ona hiçbir fayda sağlamayacaktır. 3 - Hakkı bildiği ve imanı elde ettiği halde sonradan fıtratına ve inandığı imana, sırf birtakım dünyalık menfaatler elde etmek için zıt amel işleyen kimsenin tekrar imana dönmesi zordur. 4 - Kişinin iman üzerinde sabit kalabilmesi için ilim tek başına yeterli değildir. Zira ilimle birlikte ihlâs da olması gerekir. Şayet ilimle beraber ihlâs olmazsa, kişi sahip olduğu tevhid ilmine aykırı hareket ederse bu ilim sahibine zararlı olur ve kişinin azabı da kendisiyle amel etmediği ilmi nispetinde şiddetli olur. Bu nedenle insanları İslâm'a davet ederken onlara sadece ilim vermek yeterli değildir. A'RAF:177 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 343 İlimle beraber ihlâsın değerinin ve gerekliliğinin de öğretilmesi gerekir. İlmi olduğu hâlde ihlâsa sahip olmayan bir kişi şeytandan daha kötüdür. Zira böyle olan kimse İslâm dini ve Müslümanlar için en büyük tehlikedir. Çünkü o kimse bu ilmi Allah-u Teâlâ için kullanmayıp Allah-u Teâlâ’nın dinine karşı, insanları saptırmak için kullanacaktır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Sizin için en çok korktuğum şey; bilgili fakat münafık olan kişidir."(10) İnsanlara sadece ilmine göre değil, ilmiyle beraber takvasına göre değer vermek gerekir. İlim ve takva bir arada olmadıkça Allah-u Teâlâ’nın kuldan istediği şey yerine getirilmiş olmaz. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "İlmi arttığı halde buna denk bir şekilde dünya sevgisi azalmayan kimse, ilminin arttığı ölçüde Allah'tan uzaklaşmış olur." (Deylemi, Firdevs) A’raf: 176 ve 177 ayetleri âlimler ve ilim sahibi olan kimseler için en şiddetli ayetlerdir. Çünkü ilmiyle amel etmeyen kimseyi Allah-u Teâlâ bu ilmin bereketinden mahrum eder ve Allah-u Teâlâ’ya olan uzaklığını daha çok artırır. 5 - Hakkı bildiği halde onunla amel etmeyen, ilmi arttığı halde Allah-u Teâlâ’ya daha çok yaklaşma gayretinde olmayan, böylelikle takvası ve Allah-u Teâlâ korkusu daha çok artmayan kişi, en büyük zararı kendisine vermektedir. Çünkü Allah-u Teâlâ katında en yüksek mertebeye ulaşabileceği halde bu mertebeden yüz çevirip çamura batmayı (10) Ahmed b. Hanbel, Taberani Mu'cemu'l Kebîr'de, İbn Hibban rivayet ettiler. Hadisin senedi sahihtir. 344 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:178 tercih etmiştir. O kimse böyle yapmakla tıpkı yılanın kendisini korumasını sağlayan derisinden sıyrılması gibi imanından sıyrılıp kendisini savunmasız bir duruma düşürmüştür. Öyle ki; bundan sonra şeytan kolayca ona yaklaşır, rahatlıkla onun arkadaşı olur, sürekli olarak onunla beraber gezer ve onunla beraber hareket eder. O halde bizlerin öğrendiğimiz her ilimde Allah-u Teâlâ’ya şöyle dua etmemiz gerekir: “Ey Rabbimiz! Senden faydalı (yani; pratik hayatta uygulanan) bir ilim ve huşu’ eden, korkan bir kalp istiyoruz. (Çünkü ikisi bir arada olmadıkça faydasızdır). Allah'ım! Şeytanın bütün hilelerinden bizi koru! Göz açıp kapayıncaya kadar bir an bile olsa nefsimizi bize hâkim kılma. Hak üzerinde ayaklarımızı sabit kıl ve bize sabır ver! (Zira hak üzerinde sabit kalmak kolay değildir. İnsanın etrafındaki her şey onu kötülüğe çeker. Kişi Allah'a ne kadar yaklaşırsa, şeytanlar onunla o kadar uğraşır) Bizi Müslüman olarak öldür (Nitekim en büyük kazanç budur)!” HİDAYETE ERMİŞ OLANLAR VE HÜSRANA UĞRAYANLAR ـﻢ ﻫـﻚﻞﹾ ﻓﹶﺄﹸﻭﻟﹶﺌـﻠﻀ ﻳـﻦﻣﻱ ﻭـﺪﻬﺘ ﺍﻟﹾﻤـﻮ ﻓﹶﻬ ﺍﻟﻠﱠـﻪﺪﻬ ﻳﻦﻣ (١٧٨) ﻭﻥﹶﺮﺎﺳﺍﻟﹾﺨ 178 - Allah kime hidayet ederse işte o hidayete ermiştir. Her kimi de saptırırsa, işte onlar hüsrana uğrayanlardır. Allah-u Teâlâ önceki üç ayette sapık kimseler ibret alsın A'RAF:178 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 345 ve bulundukları dalalet ve sapıklıktan hakka dönsünler diye, ilim sahibi olduğu halde imandan ayrılan ve küfre giren bir kişiyi ve ulaştığı kötü sonu örnek vererek ayetleri yalanlayan bu gibi kimselerin ancak kendi nefislerine zulmetmiş olduklarını haber verdikten sonra, bu ayette de hidayete ermenin ve sapmanın sebeplerini açıklıyor. Allah-u Teâlâ bu ayette hidayete ermeyi; “ﻱﺪﺘﻬ ﺍﻟﹾﻤﻮ”ﻓﹶﻬ “işte o hidayete ermiştir” sözüyle, tekil kişi olarak, sapmayı da “ﻭﻥﹶﺮﺎﺳ ﺍﻟﹾﺨﻢ ﻫﻚﻟﹶﺌ“ ”ﻓﹶﺄﹸﻭişte onlar hüsrana uğrayanlardır” sözüyle çoğul kişi olarak ifade etmiştir. Sapanların bu şekilde çoğul olarak zikredilmesi sapıklığın ve sapma sebeplerinin çok olduğunu, hidayete ermenin tekil olarak zikredilmesi ise hidayete, yani; Allah-u Teâlâ’ya ulaştıran hak yolun tek olduğunu gösteriyor. “Allah kime hidayet ederse işte o hidayete ermiştir.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında ancak kendisinin hidayet ettiği kişinin doğru yolu bulacağını, açık bir şekilde bildirmiş, kime hidayet edeceğini ise başka ayetlerinde açıklamıştır. Allah-u Teâlâ insanları yaptığı amellerde zorlamaz. Çünkü insanlar, Allah-u Teâlâ’nın onlara verdiği akıl ile doğru ve yanlış yolu bulabilirler. Üstelik Allah-u Teâlâ kullarına hem rasuller vasıtasıyla hakkı bildirmiş, hem de onları, kendilerini doğru yola sevk eden bir fıtrat üzerinde yaratmıştır. İşte tüm bu vasıflara rağmen bir kimse sapık yolu tercih ederse sorumluluk kendisine aittir. Zira Allah-u Teâlâ bu kimseye zulmetmemiş, onu bu yola girmesi hususunda zorlamamıştır. Allah-u Teâlâ kimin hidayeti bulacağını, böylelikle doğru yola ulaşacağını ve kendi yolundan gideceğini ayetlerinde şöyle bildiriyor: 346 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:178 "Bizim uğrumuzda cihad edenleri muhakkak yollarımıza hidayet ederiz. Allah, şüphesiz muhsinlerle beraberdir." (Ankebut: 69) Allah-u Teâlâ bir başka ayette şöyle buyuruyor: "Nefse ve onu şekillendirene, sonra da ona iyilik ve kötülük kabiliyeti verene ant olsun ki; kendini arıtan saadete ermiştir. Onu fenalıklara gömen kimse de ziyana uğramıştır." (Şems: 7-10) Öyleyse hidayeti bulabilmek için mutlaka çaba göstermek gerekir. Çaba gösterilmeden hidayeti bulmak mümkün değildir. Hiçbir gayret sarf etmeden "Allah bana hidayet etsin" demekle hidayete ulaşılmaz. Allah-u Teâlâ’nın emrettiği ameller en iyi şekilde yapılmalı ki, hidayete ulaşılabilsin. Allah-u Teâlâ başka bir ayette şöyle buyuruyor: "Bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe, Allah onların durumunu değiştirmez." (Ra'd: 11) Öyleyse insanlar kendilerini düzeltmedikçe Allah-u Teâlâ hiç kimsenin hâlini düzeltmez. Bu yüzden kul çaba göstermeli, İslam ilmini öğrenme gayretinde olmalı ve tam bir teslimiyeti ortaya koyacak ihlâsı sergilemeli ki işte o zaman Allah-u Teâlâ onun halini düzeltsin ve ancak bu şekilde hidayeti bulabilsin. Üstelik Allah-u Teâlâ hidayeti bulma yollarını kullarına göstermiş, onlara hidayeti emretmiş, sapıklığı nehyetmiş, fakat onları ne hidayete ne de dalalete zorlamıştır. Bu yüzden Allah-u Teâlâ’nın razı olduğu hak yolda yürümek için çaba gösteren kişiye, Allah-u Teâlâ elbette yardımcı olacak ve onu hidayete iletecektir. Zaten Allah-u Teâlâ hidayete iletmese, hiç kimse ne hidayet yolunu bulabilir ne de o yoldan gidebilir. A'RAF:178 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 347 “Her kimi de saptırırsa, işte onlar hüsrana uğrayanlardır.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında hüsrana uğrayanların kimler olduğunu haber veriyor. İşte o kimseler Allah-u Teâlâ’nın kendilerini saptırdıklarıdır. Allah-u Teâlâ kimin doğru yola erişeceğini, kimin sapacağını, kimin haktan ayrılacağını, kimin küfre gireceğini daha insanoğlunu yaratmadan önce, Âdem (as)'in sırtından zürriyetini alırken bilmekteydi. Fakat bu ilim kulu zorlayan bir ilim değildir. Çünkü Allah-u Teâlâ katında zaman kavramı söz konusu değildir ve O, insanların yapacakları her şeyi yapmadan önce en ince ayrıntısına kadar bilmektedir. Yine Allah-u Teâlâ, yaratmış olduğu insan neslinin zayıf yönlerinin de olduğunu bilmektedir. Allah-u Teâlâ kullarının fıtratını ve onlardaki zayıflıkları bildiği için, onlara rahmet olarak, insanoğlunu yaratmadan önce onlardan aldığı misakı kıyamet gününde azap etmek için yeterli görmemiş ve onlara doğru yolu gösteren, hakka nasıl ulaşacaklarını ve hakta nasıl sebat edeceklerini öğreten rasuller göndermiş ve onları İslam’a meyilli bir fıtrat üzere yaratmıştır. Öyle ki bu fıtrat, insanı hidayet yoluna sevk eden, hakkı kabullenmeye meylettiren bir özelliktedir. Buna rağmen Allah-u Teâlâ’nın kullarını üzerinde yarattığı fıtrattan uzaklaşıp rasullerin emrine itaat etmeyen, bilakis apaçık düşmanı olan şeytana kulak veren, ona meyleden, böylece şeytanın kendisini rahatlıkla kandırdığı ve hak yoldan gitmesini engellediği bir kimsenin artık hiçbir mazereti yoktur, zira o kul dalalet yolunu kendisi seçmiştir. Bu seçimi sebebiyle de Allah-u Teâlâ onu saptırmıştır. Allah-u Teâlâ, ancak işte bu gibi sapıklığı isteyen, açık ayetlerine göz yuman, onlara kulağını tıkayan ve onları kalbiyle düşünmeyen, böylece dalaleti seçen kimseyi saptı- 348 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:178 rır. Aynı şekilde; hidayeti bulmak için çaba gösteren ve bu yönde bütün imkânlarını kullanan kişiye de elbette doğru yolu gösterir ve bu yolda devam etmesi için ona yardımcı olur. O halde Allah-u Teâlâ’ya rağmen hiç kimse dalaleti veya hidayet yolunu seçemediği gibi, Allah-u Teâlâ’nın iradesi dışında mahlûkatta ve varlık âleminde hiçbir şey de olmaz. Allah-u Teâlâ’ya rağmen mahlûkatta ve varlık âleminde en basit bir şeyin bile olabileceğine inanan kişi, Allah-u Teâlâ’yı hakkıyla tanımamış ve O’na verilmesi gereken hakkını vermemiştir. Şu iyice bilinmelidir ki; sapıklığı kendi isteğiyle seçen ve bu şekilde Allah-u Teâlâ’nın saptırdığı kişilerden olan bir kimse hüsran içinde olup asla kazanç içinde değildir. Dünyada belki birtakım menfaatler elde etmiş olabilir. Ancak unutulmasın ki, ahiret kazancının yanında dünya kazancı çok basit ve değersizdir. Kişinin kazanıp kazanmadığı, elde ettiği sonuca göre belli olur. Kendisine: "Eğer şimdi yüz lira alırsan, bir ay sonra gelecek olan bir milyonu kaybedeceksin." denilen hangi akıl sahibi yüz lirayı tercih eder? Ancak bir milyonun geleceğinden şüphe eden veya “sana bir milyon gelecek” diyen kişiye güvenmeyen kimse yüz lirayı kabul eder. Ama kendisine gelen haberin hak olduğuna inanan ve haberi veren kişiye gerçekten güvenen kimse, bir milyona rağmen yüz lirayı alırsa, işte o zaman çokça kaybetmiştir. Bu gösterir ki; o kimse aklını menfaati için kullanmıyor. Öyle ki, sevdiği oyuncağıyla oynayan bir çocuğa "Elindeki oyuncağı bana ver, yarın sana yüz dönümlük arsa alacağım" denilse, şüphesiz çocuk oyuncağını o kimseye vermez. Çünkü yüz dönümlük arazinin kıymetini bir çocuk anlamaz. Aklı ol- A'RAF:178-179 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 349 madığından menfaatini ve ilerisini düşünmez, sadece o anki hâlini düşünür. O halde dünyanın basit, zail ve geçici olan metaı ahiret metaına tercih edilirse, Allah-u Teâlâ’nın verdiği akıl kullanılmamış, hüsran ve sapıklık içinde kalınmış olur. Sonuç olarak şunu söylemek gerekir; Allah-u Teâlâ insanda nefsi yaratmış, bununla birlikte ona fücur ya da takvayı seçme imkânını da var etmiştir. Kul hangi yolu seçerse, Allah-u Teâlâ ona göre hüküm verecektir. Eğer kul nefsini terbiye eder, Allah-u Teâlâ’nın istediği şekilde hareket eder, aklı ve kalbiyle nefsini buna sevk ederse o nefis iyi yola gidebilir. Zira Allah-u Teâlâ kişiye, doğru veya yanlış yola gitmesine imkân vermiştir. Ve hangi yolu seçerse kul, ona göre ceza verecektir. Eğer doğru yolu seçerse nefsini en güzel hâle getirmiş, felah ve kazancı elde etmiş olur. Çünkü hak yolu seçerek nefsini temiz tutmuştur. Ama pis olan sapık yolu tercih ederse nefsini kirletir, çamura düşer, en pis hayvanın haline gelir ve nihayetinde kaybedenlerden olur. Böylece Allah-u Teâlâ, dalaleti isteyen kişiyi dalalete sevk eder. CİN VE İNSANDAN CEHENNEME GİRECEKLERİN SIFATLARI ﻟﹶﺎ ﻗﹸﻠﹸﻮﺏﻢﺲﹺ ﻟﹶﻬﺍﻟﹾﺈﹺﻧ ﻭ ﺍﹾﻟﺠﹺﻦﻦﺍ ﻣﲑ ﻛﹶﺜﻢﻨﻬﺠﺎ ﻟﺃﹾﻧ ﺫﹶﺭﻟﹶﻘﹶﺪﻭ ﺎﻮﻥﹶ ﺑﹺﻬﻌﻤﺴ ﺁﺫﹶﺍﻥﹲ ﻟﹶﺎ ﻳﻢﻟﹶﻬﺎ ﻭﻭﻥﹶ ﺑﹺﻬﺮﺼﺒ ﻟﹶﺎ ﻳﻦﻋﻴ ﺃﹶﻢﻟﹶﻬﺎ ﻭﻮﻥﹶ ﺑﹺﻬﻔﹾﻘﹶﻬﻳ (١٧٩) ﻠﹸﻮﻥﹶﺎﻓ ﺍﹾﻟﻐﻢ ﻫﻚﻞﱡ ﺃﹸﻭﻟﹶﺌ ﺃﹶﺿﻢﻞﹾ ﻫﺎﻡﹺ ﺑﻌ ﻛﹶﺎﻟﹾﺄﹶﻧﻚﺃﹸﻭﻟﹶﺌ 179 – Şüphesiz ki biz, cin ve insandan birçoğunu cehennem için var ettik. Onların kalpleri vardır, onunla 350 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:179 (gerçekleri) anlamazlar. Onların gözleri vardır, onlarla (gerçekleri) görmezler. Onların kulakları vardır, onlarla (gerçekleri) duymazlar. Onlar hayvanlar gibi, hatta hayvandan da sapıktırlar. İşte onlar, hakikatler karşısında gafil olanlardır. Allah-u Teâlâ, hidayeti hak eden kullarını hidayete eriştirdiğini, sapıklığı seçenleri ise sapıklıkları üzerinde hüsrana uğrayan kimseler kıldığını bir önceki ayetinde haber vermişti. Bu ayetinde ise kullarından sapan ve böylece ateşi hak edenleri henüz onları yaratmadan önce bu halde olacaklarını bildiğini ve onları bu duruma düşüren asıl sebepleri haber veriyor. “Şüphesiz ki biz, cin ve insandan birçoğunu cehennem için var ettik. Onların kalpleri vardır, onunla (gerçekleri) anlamazlar. Onların gözleri vardır, onlarla (gerçekleri) görmezler. Onların kulakları vardır, onlarla (gerçekleri) duymazlar. Onlar hayvanlar gibi, hatta hayvandan da sapıktırlar” Allah-u Teâlâ bu ayette bize, hidayete ermeyen, böylece cehennemi hak eden gerek cinlerden ve gerekse insanlardan kimselerin onları bu duruma düşüren sebebin onlardaki şu kötü sıfatlar olduğunu bildiriyor: 1 – Gerçekleri idrak edemeyen bir kalbe sahip olmaları. 2 – Gerçekleri göremeyen gözlere sahip olmaları. 3 – Gerçekleri işitemeyen kulaklara sahip olmaları. 4 – Gerçekler karşısında hayvanlardan daha aşağı seviyede olmaları. 5 – Gerçekler karşısında gaflette olmaları. İşte onların bu sıfatlarıyla ilgili olarak Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: “Biz, cehennemi hak eden birçok cin ve insanı yoktan A'RAF:179 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 351 yaratmış; onlara akledip doğru ile yanlışı birbirinden ayırt etmeye yarayan kalpler vermişizdir. Fakat kalpleriyle gerçeği ve kendileri için faydalı olan şeyleri anlamazlar. Aynı şekilde onlara etraflarındaki gerçekleri görsünler diye gözler de verdik. Fakat onlar gözleriyle gördükleri şeylerin sadece zahirine bakar ve gördüklerinden ibret almazlar. Yine onlara, etraflarındaki gerçekleri işitmelerini sağlayan kulaklar verdik. Buna rağmen duydukları şeylerden ibret almazlar. İşte bu nedenle onlar akılları olduğu halde idrakten yoksun oldukları için aslında akılsızdırlar. Zira onlar gerçekleri kavrayacak her türlü organa, eksiksiz bir şekilde sahip olmalarına rağmen hakkı değil, sapık yolu; cennete götüren yolu değil, cehenneme götüren yolu seçtiler. Öyle ki onlar akletmemeleri, gördükleri ve duydukları hiçbir şeyden ibret almamaları nedeniyle tıpkı hayvan gibidirler, hatta hayvanlardan daha da aşağılık ve sapıktırlar. Çünkü hayvanlar menfaatlerini bilir ve kendilerine zarar veren şeylerden kaçınırlar. Bu durumdaki kimseler ise zararlı şeylerden kaçınmıyor, bilakis kendilerine zarar verecek şeylere yönelmek suretiyle nefislerine en büyük zulmü yapıyorlar. Ayrıca onlar kendilerinin cennete girmelerine sebep olacak amelleri değil, cehenneme girmelerine sebep olacak amelleri de yapıyorlar. Böylece onlar hakka karşı inat ederek tam bir gaflet içindedirler.” Allah-u Teâlâ, kendisini mükellef kıldığı, üstelik çevresindeki gerçekleri idrak etsin diye ona akıl nimetini ve bununla birlikte daha başka organları verdiği gerek cin ve gerekse insanları bu nimetlerden istifade etmeye, onları gereği gibi düşünüp ibret almaya davet etmektedir. Bu hususta kitabında çokça ayetler vardır. Allah-u Teâlâ bu konuyla ilgili olarak şöyle buyuruyor: "Devamlı yurtlarında yürüdükleri, kendilerinden önce yaşayan nice (kafir) ümmetleri (küfürlerinden dola- 352 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:179 yı) helak etmiş olmamızdan ibret almadılar mı? Şüphesiz bunda (Bizim kudretimizin büyüklüğüne delalet eden) birçok deliller vardır. Hiç (ibret alacak şekilde vahyi) işitmezler mi? Görmezler mi ki Biz suyu kupkuru yere süreriz de onunla hayvanlarının ve kendilerinin yedikleri ekini bitiririz? Hâlâ görmezler mi?” (Secde: 26-27) Yine Allah-u Teâlâ, Kur’an’ı indiriş sebebini şöyle haber veriyor: “Hem şehirlerin anasını ve onun etrafında bulunanları uyarıp korkutasın, hem de kendisinde şüphe bulunmayan toplanma günü ile uyarıp korkutasın diye sana da böylece Arapça bir Kur'an vahyettik. (O gün insanların) bir kısmı cennette, bir kısmı da cehennemde olacaktır.” (Şura: 7) Allah-u Teâlâ’nın kitabında bu gibi ayetler çokça olup bu şekilde idrak edebilen için büyük deliller, hidayeti isteyenler için hidayet yolları ve düşünüp akletmeleri için öğütler bulunmaktadır. Bu öğütlerden ancak gerçekleri idrak edebilen bir kalbe, gerçekleri görebilen gözlere ve gerçekleri duyabilen kulaklara sahip olanlar nasihat alırlar. Bu öğütlerden yüz çevirenler, nasihat almayanlar, böylece haktan uzaklaşıp batıla dalanlar bu halleriyle ancak hayvanların seviyesinde, hatta onlardan daha düşük seviyededirler. Zira bütün hayvanların tek amacı yemek, içmek ve dünyada onları mutlu edecek şeyleri elde etmektir. Zaten Allah-u Teâlâ onları bu özellikte yaratmıştır ve onlara herhangi bir yükümlülük de taşıttırmamıştır. Bu yüzden hayvanlara hesap sormayacaktır. Allah-u Teâlâ’nın kendisine seçme hakkı verdiği kimselerden kötü yolu seçenlerin akıbetlerini, Allah-u Teâlâ başka bir ayette şöyle bildiriyor: “Dünya hayatını ve güzelliklerini isteyenlere orada işlediklerinin karşılığını eksikliğe uğratmaksızın veri- A'RAF:179 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 353 riz. İşte onlara ahirette ateşten başka bir şey yoktur. İşledikleri şeyler boşa gitmiştir. Zaten yapmakta oldukları da batıldı.” (Hud: 15-16) Allah'ın Ezeli İlmi Kullar Üzerinde Zorlayıcılık Manasına Gelmez: Allah-u Teâlâ bu ayette bize; insanların ve cinlerin çoğunun, yaratılmalarından sonra cehennemlik amelleri işleyeceklerini henüz onları yaratmadan önce bildiğini haber veriyor. Bir rivayete göre; Allah-u Teâlâ yarattıklarının ne yapacaklarını bildiği için henüz gökleri ve yerleri yaratmadan elli bin sene önce bu bildiği şeyleri yazmıştır. Abdullah İbn Ömer radıyallahu anh'dan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Allah mahlûkatın kaderini, göklerle yeri yaratmadan elli bin sene önce yazdı. O’nun arşı su üzerindedir.” (Müslim) Allah-u Teâlâ katında dün, bugün, gelecek diye bir zaman kavramı yoktur. Bu sebeple Allah-u Teâlâ her şeyin nasıl olacağını, onlar daha olmadan, yaratılmışların ne yapacağını onlar daha yapmadan önce bilir. Allah-u Teâlâ’nın cinlerden ve insanlardan bir kısmının cehenneme girecek olmalarını bilmesi, onları cehenneme girmeleri için zorladığı anlamına gelmez. Bilakis cenneti kazanmaları için, cennet yoluna sevk edecek her türlü imkânı onlara sağlamıştır. Fakat buna rağmen onlar bu imkânları kullanmadılar. Zira Allah-u Teâlâ gerek cinlere ve gerekse insanlara; doğru yol ile yanlış yolu ayırt edebilecek bir kalp vermiş ve etraflarında Allah-u Teâlâ’nın varlığını ve birliğini gösteren nice alametler ve deliller var etmiştir. Bununla birlikte, tüm bu alamet ve delilleri görecek 354 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:179 gözler ve duyacak kulaklar da vermiştir. Ancak onlar; gören gözleri, duyan kulakları olduğu böylelikle doğru ve yanlışı ayırt edebilecek imkâna sahip oldukları halde yanlış yolu tercih ettiler. Gördükleri ve duydukları şeylerden ibret almadılar; böylece gerçek menfaatlerini anlamadıkları için hayvanlardan daha beter bir duruma düştüler. Çünkü Allah-u Teâlâ cinlere ve insanlara verdiği imkânları hayvanlara vermedi. Böylece onlar doğru yolu bulma imkânları olduğu halde bu imkânları kullanmadılar ve bile bile yanlış yolu seçtiler de bundan dolayı hayvanlardan daha alçak bir duruma düştüler. Zira o kimseler; öldükten sonra başlarına gelecek şeyleri düşünmediler ve fani dünyanın geçici mutluluğunu kalıcı olan ahiret mutluluğuna bile bile tercih ettiler. Yine onlar, etraflarında var olan delillerden, geçmiş ümmetlerin haberlerinden ve onların başlarına gelenlerden hiçbir ibret almadılar. Kendilerine gelen rasuller onlara doğru yolu gösterdikleri, her türlü bilgiyi verdikleri, hem dünyayı hem de ahireti kazandıracak yolu işaret ettikleri halde o nebi ve rasullere uymadılar. Bu duruma düşmeleri konusunda Allah-u Teâlâ onlara kesinlikle zulmetmemiş ve asla küfrü seçmeleri için onları zorlamamıştır. Allah-u Teâlâ kullarını küfür işlemeye zorlayıp da bununla birlikte kendilerine imanı seçme hakkı vermeyip direkt olarak onlara azap edecek olsaydı işte o zaman onlara zulmetmiş olurdu. Ama Allah-u Teâlâ kullarına zulmetmekten münezzeh ve yücedir. Öyleyse Allah-u Teâlâ kullarına zulmetmemiş, bilakis kullar kendi nefislerine zulmetmişlerdir. Çünkü onlar Allah-u Teâlâ’nın kendilerine verdiği imkân ve nimetleri hakkı bulmak ve cenneti kazanmak için kullanmamışlardır. Bilakis basit, geçici olup kalıcı olmayan, üstelik gerçek de olmayan bir mutlulukla yetinmişler ve bunu kalıcı olan ahiret mutluluğuna tercih etmişlerdir. A'RAF:179 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 355 “İşte onlar, hakikatler karşısında gafil olanlardır.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında kendilerine verdiği nimetleri onlara gerçek mutluluğu sağlayacak menfaatleri doğrultusunda kullanmayan, böylece kalıcı olan mutluluk için değil de geçici mutluluğu elde etmek için çalışmaları suretiyle batıla dalanların gerçekte doğruyu düşünmekten gafil olduklarını haber veriyor. Zira bu anlatılanlardan gafil olmayan gerçek akıl sahipleri sadece kalıcı mutluluk için çalışırlar ve Allah-u Teâlâ’nın kendilerine caiz kıldığı dünyevî birtakım şeylerden de istifade ederler. Çünkü Allah-u Teâlâ dünyayı tamamen terk etmeyi emretmemiş, bazı şeylerden istifade etmeye izin vermiştir. İşte bu sebeple gaflette olmayan kimseler esas gayenin ahiret olması gerektiğini asla unutmazlar. Allah-u Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor: “Allah’ın sana verdiğiyle ahiret yurdunu ara! Dünyadan da kendi payını (nasibini) unutma!” (Kasas: 77) Ayetten Çıkan Hükümler: 1 – Sapıklık ve hidayet Allah-u Teâlâ’dandır. Allah-u Teâlâ’nın saptırdığı kişiye kimse hidayet edemez, hidayet ettiği kişiyi de kimse saptıramaz. Fakat bu durum Allah-u Teâlâ’nın yarattıklarının bazılarını hidayete, bazılarını ise sapıklığa zorladığını asla göstermez. Zira Allah-u Teâlâ ezeli ilmi sebebiyle hem tüm mahlûkatın, hem de insan ve cinlerin henüz onları yaratmadan önce ne yapacaklarını bilir. Yarattığı mahlûkatlardan kimin doğru yola, kimin yanlış yola gideceğini, daha onlar yollarını seçmeden bilir. Allah-u Teâlâ’nın dilediği olur, dilemediği ise asla olmaz. İbn Mesud radıyallahu anh'dan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: 356 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:179 “Allah’a hamd olsun! O’na şükreder, O’ndan yardım ister, O’nun bağışlamasını dileriz. Nefislerimizin şerrinden ve kötü amellerimizden O’na sığınırız. Allah kime hidayet ederse onu saptıracak, kimi de saptırırsa ona hidayet edecek yoktur. Şehadet ederim ki Allah’tan başka ibadete layık ilah yoktur. Yine şehadet ederim ki Muhammed O’nun kulu ve rasulüdür.” (Ahmed rivayet etti. Sünen-i Sitte’de geçmektedir.) Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem her işin başında bu sözleri zikretmemizi emretmiştir. 2 – Ayetteki “Onların kalpleri vardır, onunla gerçekleri anlamazlar” lafzı; ilmin yerinin kalp olduğunu gösterir. Ancak bu bizim bildiğimiz kan pompalayan kalp değildir. İnsanda öyle bir yer vardır ki, Allah-u Teâlâ ona kalp ismini vermiştir. İnsan bununla akleder, bununla doğru ve yanlışı ayırt eder. 3 – Allah-u Teâlâ’dan gelen hidayet iki kısımdır: a) Doğru yolu gösterip o doğru yola ulaştırma imkânını vermek. Allah-u Teâlâ yarattığı bütün cin ve insanları bu manada doğru yola hidayet etmiştir. Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: “Ona iyi ve kötü iki yolu göstermedik mi?” (Beled: 10) b) Kulun kalbine hidayeti sokmak ve o bu yolda yürümesi için onu muvaffak kılmak. Kul, Allah-u Teâlâ’nın verdiği birinci hidayeti kullanarak doğru yoldan gitmeye başlarsa, Allah-u Teâlâ onun kalbine hidayeti sokar, bu doğru yolda yürümesi için onu A'RAF:180 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 357 muvaffak kılar ve ona yardımcı olur. Ama bu hidayeti kullanmayan ve doğru yola yönelmeyen kişiyi Allah-u Teâlâ muvaffak kılmaz. Bu iki hidayeti anlamak için şöyle bir örnek verelim: Birinci hidayet bütün insanlara ve cinlere verilmiştir. İkinci hidayet ise sadece kalplerini, gözlerini ve kulaklarını iyi bir şekilde kullanarak, ibretlerden istifade ederek doğru yol üzerinde giden kişilere verilir. 4 – Cehenneme gireceklerin sayısı cennete gireceklerden daha çok olacaktır. Çünkü Allah-u Teâlâ bu ayette cin ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattığını haber vermiştir. Bu gibi kimseleri cehenneme sürükleyen sebepleri ise yukarda açıklandığı üzere Allah-u Teâlâ ayette bildirmiştir. EN GÜZEL İSİMLER ALLAH (C.C)’INDIR ﻲﻭﻥﹶ ﻓﺪﻠﹾﺤ ﻳﻳﻦﻭﺍ ﺍﻟﱠﺬﺫﹶﺭﺎ ﻭ ﺑﹺﻬﻮﻩﻋﻰ ﻓﹶﺎﺩﺴﻨ ﺎﺀُ ﺍﹾﻟﺤﻤ ﺍﻟﹾﺄﹶﺳﻠﱠﻪﻟﻭ (١٨٠) ﻠﹸﻮﻥﹶﻌﻤ ﻮﺍ ﻳﺎ ﻛﹶﺎﻧﻥﹶ ﻣﻭﺰﺠﻴ ﺳﻪﺎﺋﻤﺃﹶﺳ 180 – En güzel isimler Allah'ındır. (O’nu övmek ve hacetlerinizi gidermek için) O isimlerle O’nu çağırın. Allah’ın isimleri konusunda haktan sapanları bırakın. Muhakkak ki onlar, yapmakta olduklarına karşılık (ahirette) cezalandırılacaklardır. Allah-u Teâlâ önceki ayette cin ve insanlardan cehenneme gireceklerin onları cehenneme girmeye iten sıfatlarını haber verdikten sonra bu ayette de kendisine has en gü- 358 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:180 zel isimlere sahip olduğunu ve isimleri konusunda haktan sapanların bulunduğunu haber veriyor. Bu ayetin nüzul sebebi hakkında Mukatil, Atiyye ve müfessirler şöyle bir rivayet naklediyorlar: Bazı Müslümanlar namazlarında Allah-u Teâlâ’ya ve Rahim’e dua ettiler. Sonra bir kez de Rahman’a dua ettiler. Bunu duyan müşrikler: "Muhammed ve ashabı bir ilaha taptıklarını iddia ediyorlar. Oysa birden çok ilahı çağırıyorlar." dediler. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ bu ayeti indirdi ve bu isimlerin tek bir ilaha ait olduğunu, böylece bu isimleri kullanarak dua etmenin çokça ilaha dua etmeyi göstermediğini bildirmiştir. “En güzel isimler Allah'ındır.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında; sadece kendisine ait olan ve güzel olarak nitelendirilen isimleri olduğunu bildiriyor. Allah-u Teâlâ el-Esmâu'l-Hüsnâ; yani “en güzel isimler” sözünü Kur'an-ı Kerim’de dört ayette zikretmiştir. Allah-u Teâlâ bu konuya dair ilgili ayetlerde şöyle buyuruyor: “De ki: “(Rabbinizi) ister Allah diye çağırın, ister Rahman diye çağırın. Hangisiyle çağırırsanız çağırın, nihayet en güzel isimler O'nundur.” Namaz kılarken sesini yükseltme, gizli de okuma, ikisi ortasında bir yol tut." (İsra: 110) "En güzel isimler Allah'ındır. (O’nu övmek ve hacetlerinizi gidermek için) O isimlerle O’nu çağırın. Allah’ın isimleri konusunda haktan sapanları bırakın. Muhakkak ki onlar, yapmakta olduklarına karşılık (ahirette) cezalandırılacaklardır." (A'raf: 180) “Allah’tan başka ibadete layık hiçbir ilah yoktur. En güzel isimler O’nundur.” (Taha: 8) A'RAF:180 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 359 “O, yaratan, yoktan var eden, şekil veren Allah'tır. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nu tespih eder. O, mutlak güç sahibi, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Haşr: 24) Allah-u Teâlâ’nın isimleri hakkında şöyle hadisler de vardır: Ebu Hureyre radıyallahu anh Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Allah'ın doksan dokuz ismi vardır. Yüzden bir eksiktir. Kim bunu ihsa ederse (ezberler ve manasını düşünerek sayarsa) cennete girer. Allah tektir, teki de sever." (Buhari, Müslim) Hâkim ve Tirmizi, el-Velid b. Müslim Şuayb'den Allah'ın isimlerini şöyle zikretmiştir: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem “Allah tektir, teki de sever” buyurduktan sonra şöyle dedi: ، ﻚﻠ ﺍﻟﹾﻤ، ﻴﻢﺣ ﺍﻟﺮ، ﻦﻤﺣ ﺍﻟﺮ، ﻮ ﺇﹺﻟﱠﺎ ﻫﻱ ﻟﹶﺎ ﺇﹺﻟﹶﻪ ﺍﷲُ ﺍﻟﱠﺬﻮ" ﻫ ﺮﻜﹶﺒﺘ ﺍﻟﹾﻤ، ﺎﺭﺒ ﺍﻟﹾﺠ، ﺰﹺﻳﺰ ﺍﹾﻟﻌ، ﻦﻤﻴﻬ ﺍﻟﹾﻤ، ﻦﺆﻣ ﺍﻟﹾﻤ، ﻠﹶﺎﻡ ﺍﻟﺴ، ﻭﺱﺍﻟﹾﻘﹸﺪ ﺯﺍﻕ ﺍﻟﺮ، ﺎﺏﻫ ﺍﻟﹾﻮ، ﺎﺭ ﺍﹾﻟﻘﹶﻬ، ﻔﱠﺎﺭ ﺍﻟﹾﻐ، ﺭﻮﺼ ﺍﻟﹾﻤ، ﺎﺭﹺﺉ ﺍﻟﹾﺒ، ﻖﺎﻟ ﺍﻟﹾﺨ، ، ﺰﻌ ﺍﻟﹾﻤ، ﻊﺍﻓ ﺍﻟﺮ، ﺾﺎﻓ ﺍﹾﻟﺨ، ﻂﹸﺎﺳ ﺍﹾﻟﺒ، ﺍﹾﻟﻘﹶﺎﺑﹺﺾ، ﻴﻢﻠ ﺍﻟﹾﻌ، ﺎﺡ ﺍﻟﹾﻔﹶﺘ، ، ﺒﹺﲑ ﺍﻟﹾﺨ، ﻴﻒ ﺍﻟﻠﱠﻄ، ﻝﹸﺪ ﺍﻟﹾﻌ، ﻜﹶﻢ ﺍﻟﹾﺤ، ﲑﺼ ﺍﹾﻟﺒ، ﻴﻊﻤ ﺍﻟﺴ، ﻝﱡﺬﺍﻟﹾﻤ ، ﻴﻆﹸﻔ ﺍﻟﹾﺤ، ﺍﻟﹾﻜﹶﺒﹺﲑ، ﻲﻠ ﺍﻟﹾﻌ، ﻜﹸﻮﺭ ﺍﻟﺸ، ﻔﹸﻮﺭ ﺍﻟﹾﻐ، ﻴﻢﻈ ﺍﻟﹾﻌ، ﻴﻢﻠﺍﻟﹾﺤ ، ﺠﹺﻴﺐ ﺍﻟﹾﻤ، ﻴﺐﻗ ﺍﻟﺮ، ﺍﻟﹾﻜﹶﺮﹺﱘ، ﻴﻞﹸﻠ ﺍﹾﻟﺠ، ﺴِﻴﺐ ﺍﻟﹾﺤ، ﻴﺖﻘﺍﻟﹾﻤ ﻖ ﺍﻟﹾﺤ، ﻬﹺﻴﺪ ﺍﻟﺸ، ﺚﹸﺎﻋ ﺍﹾﻟﺒ، ﺠﹺﻴﺪ ﺍﻟﹾﻤ، ﻭﺩﺩ ﺍﻟﹾﻮ، ﻴﻢﻜ ﺍﻟﹾﺤ، ﻊﺍﺳﺍﻟﹾﻮ ﺉﺪﺒ ﺍﻟﹾﻤ، ﻲﺼﺤ ﺍﻟﹾﻤ، ﻴﺪﻤ ﺍﹾﻟﺤ، ﻲﻟ ﺍﹾﻟﻮ، ﲔﺘ ﺍﻟﹾﻤ، ﺍﻟﹾﻘﹶﻮﹺﻱ، ﻴﻞﹸﻛ ﺍﻟﹾﻮ، 360 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:180 ﺎﺟﹺﺪ ﺍﻟﹾﻤ، ﺍﺟﹺﺪ ﺍﻟﹾﻮ، ﻮﻡ ﺍﹾﻟﻘﹶﻴ، ﻲ ﺍﻟﹾﺤ، ﻴﺖﻤ ﺍﻟﹾﻤ، ﻴﹺﻲﺤ ﺍﻟﹾﻤ، ﻴﺪﻌ ﺍﻟﹾﻤ، ، ﻡﻘﹶﺪ ﺍﻟﹾﻤ، ﺭﺪﻘﹾﺘ ﺍﻟﹾﻤ، ﺭ ﺍﹾﻟﻘﹶﺎﺩ، ﺪﻤ ﺍﻟﺼ، ﺩ ﺍﻟﹾﻔﹶﺮ، ﺪ ﺍﻟﹾﺄﹶﺣ، ﺪﺍﺣ ﺍﻟﹾﻮ، ، ﻲﺎﻟﻌﺘ ﺍﻟﹾﻤ، ﻲﺍﻟ ﺍﻟﹾﻮ، ﻦﺎﻃ ﺍﹾﻟﺒ، ﺮ ﺍﻟﻈﱠﺎﻫ، ﺮ ﺍﹾﻟﺂﺧ، ﻝﹸ ﺍﻟﹾﺄﹶﻭ، ﺮﺧﺆﺍﻟﹾﻤ ﺫﹸﻭ، ﻠﹾﻚ ﺍﻟﹾﻤﻚﺎﻟ ﻣ، ﻭﻑﺅ ﺍﻟﺮ، ﻔﹸﻮ ﺍﹾﻟﻌ، ﻢﻘﺘﻨ ﺍﹾﻟﻤ، ﺍﺏﻮ ﺍﻟﺘ، ّﺮﺍﻟﹾﺒ ، ّﺎﺭ ﺍﻟﻀ، ﺎﻧﹺﻊ ﺍﻟﹾﻤ، ﻨﹺﻲ ﺍﹾﻟﻐ، ﻊﺎﻣ ﺍﹾﻟﺠ، ﻘﹾﺴِﻂﹸ ﺍﻟﹾﻤ، ﺍﻡﹺﺍﻟﹾﺈﹺﻛﹾﺮﻠﹶﺎﻝﹺ ﻭﺍﻟﹾﺠ ، ﻴﺪﺷ ﺍﻟﺮ، ﺍﺭﹺﺙﹸ ﺍﹾﻟﻮ، ﻲﺎﻗ ﺍﻟﹾﺒ، ﻳﻊﺪ ﺍﻟﹾﺒ، ﻱﺎﺩ ﺍﻟﹾﻬ، ﻮﺭ ﺍﻟﻨ، ﻊﺎﻓﺍﻟﻨ " ﻮﺭﺒﺍﻟﺼ " O, kendisinden başka ibadete layık ilah olmayan Allah'tır. er-Rahmân, er-Rahîm, el-Melik, el-Kuddûs, es-Selâm, el-Mü'min, el-Muheymin, el-Azîz, el-Cebbâr, el-Mütekebbir, el-Hâlık, el-Bâri’, el-Musavvir, elĞaffâr, el-Kahhâr, el-Vehhâb, er-Rezzâk, el-Fettâh, el‘Alîm, el-Kaabıd, el-Bâsıt, el-Hâfıd, er-Râfi’, el-Mu’izz, el-Muzill, es-Semî’, el-Basîr, el-Hakem, el-‘Adl, elLatîf, el-Habîr, el-Halîm, el-Azîm, el-Ğafûr, eş-Şekûr, el-‘Aliyy, el-Kebîr, el-Hafîz, el-Mukît, el-Hasîb, el-Celîl, el-Kerîm, er-Rakîb, el-Mucîb, el-Vâsi’, el-Hakîm, elVedûd, el-Mecîd, el-Bâ’is, eş-Şehîd, el-Hakk, el-Vekîl, el-Kaviyy, el-Metîn, el-Veliyy, el-Hamîd, el-Muhsî, elMubdi’, el-Mu’îd, el-Muhyî, el-Mumît, el-Hayy, elKayyûm, el-Vâcid, el-Mâcid, el-Vâhid, el-Ehad, elFerd, es-Samed, el-Kaadir, el-Muktedir, el-Mukaddim, el-Muahhır, el-Evvel, el-Âhir, ez-Zâhir, el-Bâtın, elVâlî, el-Müte’âlî, el-Berr, et-Tevvâb, el-Muntekım, el‘Afuvv, er-Raûf, Mâlikü’l-Mülk, Zü'l-Celâli Ve'lİkrâm, el-Muksıt, el-Câmi’, el-Ğaniyy, el-Mâni’, ed- A'RAF:180 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 361 Dârr, en-Nâfi’, en-Nûr, el-Hâdî, el-Bedî’, el-Bâkî, elVâris, er-Reşîd ve es-Sabûr’dur." (11) Bu hadis başka yönden değişik yoldan Ebu Hureyre radıyallahu anh'dan rivayet edilmiştir. Tercih edilen görüşe göre; Hafız b. Hacer el-Askalani’nin de söylediği gibi, bu isimleri Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem hadiste zikretmemiş, hadisi rivayet eden kişi zikretmiştir. Doğru olan da budur. Allah-u Teâlâ’nın İsimleriyle O’na Dua Etmek: “(O’nu övmek ve hacetlerinizi gidermek için) O isimlerle O’nu çağırın.” Allah-u Teâlâ, ayetin bu kısmında kendisinden bir şey isteneceği zaman Kur’an ve sünnette bildirdiği ve en güzel diye tanımladığı bu isimleriyle O’na dua edilmesini emrediyor. Çünkü en güzel isimler sadece ve sadece Allah-u Teâlâ’ya aittir. Allah-u Teâlâ’yı bu isimlerle çağırmak, O’ndan bir şey isteneceği zaman bu isimlerle istemek ve övüleceği zaman O’nu bu isimlerle övmek gerekir. Allah-u Teâlâ’yı isimleriyle övmek şu ayetinde buyurduğu şekliyle olur: “Allah, O'ndan başka ibadete layık ilah olmayandır. O, Hayy ve Kayyum'dur. Kendisini uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde olanların hepsi O'nundur. (11) Tirmizi bu hadisi rivayet etti ve "hadis gariptir" dedi. Allah-u Teâlâ’nın isimleri Arapça telaffuzlarıyla okunmalıdır. Latin alfabesine göre okunduğunda mananın değişmesine sebep olur. Hadisi Arapça metniyle beraber ekledik. Kitabın ilerleyen sayfalarında da Allah-u Teâlâ’nın isimlerinin yanında daima Arapça yazılışı verilecektir. 362 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:180 O'nun izni olmadan katında kim şefaat edebilir? Onların işlediklerini ve işleyeceklerini bilir. (Yarattıkları) O'nun ilminden, kendisinin dilediği dışında hiçbir şeyi bilemezler. O'nun kürsüsü gökleri ve yeri kaplamıştır. Onların gözetilmesi O'na ağır gelmez. O Aliyy'dir, Azim'dir.” (Bakara: 255) Bu ayet Allah-u Teâlâ’yı övücü bir ayettir. Çünkü isimleri kullanılarak Allah-u Teâlâ övülmektedir. Başka bir ayette Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: “O Allah ki O'ndan başka ibadete layık hiçbir ilah yoktur. Görünmeyeni de görüneni de bilendir. O Rahman'dır, Rahim'dir.” (Haşr: 22) Yine bu ayette de Allah-u Teâlâ, isimleri kullanılarak övülmüştür. İbadet duası yalnızca Allah-u Teâlâ’ya yapılır. Mahlûka, ister sağ ister ölü olsun, ibadet duası yapmak şirktir. "Ya da sıkıntı ve ihtiyaç içinde olana, kendisine dua ettiği zaman icabet eden, kötülüğü açıp gideren ve sizi yeryüzünün halifeleri kılan mı? Allah ile beraber başka bir ilah mı? Ne kadar da az öğüt alıp düşünüyorsunuz?" (Neml: 62) Bu ayet gösteriyor ki; sadece Allah-u Teâlâ’nın gidermeye kadir olduğu sıkıntı ve ihtiyaç hallerinde, kişilerin duasına yalnızca Allah-u Teâlâ icabet eder. Dolayısıyla Allah-u Teâlâ’nın elinde olan meselelerde yalnızca O’na dua edilmelidir. Allah-u Teâlâ’nın İsimlerinde İlhad: “Allah’ın isimleri konusunda haktan sapanları bırakın.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında "Allah’ın isimleri konusunda haktan sapanları bırakın"; yani Allah-u A'RAF:180 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 363 Teâlâ’nın isimlerini tahrif eden, batıl teviller yapan, yalanlayan, eksilten, artıran veya o güzel isimleri zedeleyecek herhangi bir şey yapan kimselerin olduğunu, onların kendi hallerine bırakılması ve onlardan uzak durulması gerektiğini bildiriyor. Zira bazı müşrikler, Allah-u Teâlâ’nın isimlerini tam manasıyla kullanmayıp Allah-u Teâlâ’dan başka ibadet ettikleri sahte ilahlarına bu isimlerden bir isim türetmiş ve bu şekilde haktan ayrılmışlardır. Örneğin; “Allah” isminden el-Lat ismini, el-Azîz isminden de el-Uzza ismini; elMennan isminden de Menat ismini çıkarmışlar, böylece Allah-u Teâlâ’nın isimlerini saptırarak kendi ilahlarına isim vermişlerdir. Oysa Allah-u Teâlâ kitabında apaçık bir şekilde "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur" buyurmuştur. Çünkü Allah-u Teâlâ’nın gerek fiilleriyle, gerekse isimleriyle, gerekse de sıfatlarıyla hiçbir benzeri yoktur. O tektir. O’nun tekliği sayı yönüyle değil, eşi, ortağı ve benzeri olmaması yönüyle tekliktir. O'nun tekliği sıfatlarındaki, uluhiyyetindeki ve rububiyyetindeki tekliktir. Yani; tüm mahlûkatın yegâne yaratıcısı, sahibi, rızık vericisi, terbiye edicisi O olduğu gibi, yarattıkları üzerinde tasarruf hakkına sahip olan, onların yaşamlarını düzenleyici emir ve yasakları bildiren yegâne teşri (kanun koyma) mercii, göklerde ve yerde kanunlarına tabi olunup, hükmüne teslimiyet gösterilmeye layık yegâne varlık yine O'dur. İbadet ve itaat yalnız O'nun hakkıdır. Allah-u Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor: "De ki: "O Allah tektir. Allah Samed (bütün varlıklar O'na muhtaç, fakat O, hiç bir şeye muhtaç değil)’dir. Doğurmamış, doğurulmamıştır. O’nun dengi hiçbir şey de yoktur." (İhlâs: 1-4) 364 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:180 Allah-u Teâlâ kendisini işte bu şekilde vasfettiği halde Allah-u Teâlâ’ya oğul isnat edenler O’nun ayetlerini inkâr etmiş ve isimlerinde ilhad etmişlerdir. Ayette geçen ilhad şu şekillerde olur: 1 – Allah-u Teâlâ’nın isimlerini değiştirmek şekliyle ilhad. Tıpkı geçmişteki müşriklerin yaptıkları gibi… Çünkü onlar Allah-u Teâlâ’nın isimlerini değiştirerek bu isimleri kendi ibadet ettikleri ilahlarına verdiler. Örneğin; “Allah” ismini değiştirerek el-Lat ismi, “el-Azîz” ismini değiştirerek el-Uzzâ ismi ve el-Mennân ismini değiştirerek “Menât” ismi türettiler ve bu isimleri kendi ilahlarına verdiler. İşte böyle yapan kişi Allah-u Teâlâ’nın isminde ilhad etmiştir. 2 – Allah-u Teâlâ’ya eksik (O’na layık olmayan) sıfatlar vermek şekliyle ilhad. Tıpkı Yahudilerin Allah-u Teâlâ’ya fakir sıfatını vermeleri ve “Allah halkı yarattıktan sonra bir gün istirahat etti” demeleri gibi. Allah-u Teâlâ onlar hakkında şöyle buyuruyor: “Yahudiler: “Allah’ın eli sıkıdır” dediler. Onların elleri bağlansın ve söyledikleri sebebiyle onlara lanet olsun! Hayır, O’nun iki eli açıktır. " (Maide: 64) 3 – Allah-u Teâlâ’nın isimlerinin manasını vermemek şekliyle ilhad. Tıpkı Cehmiye ve ona bağlı olanların yaptıkları gibi… Cehmiye Allah-u Teâlâ hakkında ismi ispat eder ama manasını ispat etmezler. Örneğin; “Allah Hayy’dır fakat hayatı yoktur, Allah Semî'’dir fakat duyması yoktur, Allah Basîr'dir fakat görmesi yoktur, Allah Mütekellim’dir fakat kelamı yoktur, Allah Murîd'dir fakat iradesi yoktur” derler. Yani bu şekilde yaparak, isimleri ispat edip manalarını reddederler. Bu ise ilhaddan sayılır. 4 – Allah-u Teâlâ’nın isim veya sıfatlarını mahlûkata A'RAF:180 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 365 benzetmek şekliyle ilhad. Tıpkı Müşebbihenin yaptığı gibi… Bu en büyük ilhaddır. "Muhakkak ki onlar, yapmakta olduklarına karşılık (ahirette) cezalandırılacaklardır." Allah-u Teâlâ, ilhad yapan kimselere bu yapmakta olduklarına karşılık, hem dünyada hem de ahirette mutlaka ceza verecektir. Bu öyle bir cezadır ki onlar için çok acı verici, onları zillete düşürücü korkunç bir cezadır. Bu ayet sadece Arap müşrikleri hakkında inmemiş olup bilakis kıyamete kadar böyle yapan herkese yöneliktir. Öyleyse şu iyi bilinmesi gerekir; en güzel isimler sadece Allah-u Teâlâ’ya aittir. Bu sebeple O’nun isimlerinde asla saptırma yapılmamalı, bu isimler yalnızca Allah-u Teâlâ için kullanılmalı, bu şekilde yapmayanlara ve kendi heva ve heveslerine göre ilahlar uydurup da onlara Allah-u Teâlâ’nın isimlerinden isim türetenlere önem verilmemelidir. Zira bu kimseler böyle yapmaları sebebiyle mutlaka bir ceza görecektir. Çünkü Allah-u Teâlâ’nın güzel isimlerini tahrif eden, kullanması gerektiği yerde değil de saptırarak başka yerde kullanan kişilere, kim ve nerede olursa olsun, değer vermemek ve bunların cehenneme gireceklerini bilmek gerekir. Allah'ın İsim ve Sıfatlarıyla İlgili Hükümler: 1 – Allah-u Teâlâ’nın Kuran-ı Kerim ve sahih sünnette kendine vermiş olduğu isim ve sıfatlar; en güzel, en mükemmel isim ve vasıflardır. Bunlar, Allah'ın zatına uygundur ve kesinlikle mahlûkatın isim ve sıfatlarına benzemezler. 366 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:180 Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. O Semi'dir, Basir'dir." (Şura: 11) “O'nun dengi ve benzeri yoktur.” ( İhlas:4) 2 – Allah-u Teâlâ’nın Kur’an ve sünnette bildirdiği isimleriyle, bu isimlerin manaları olduğu için isimlerin manasını bilerek ve o manaları anlayarak dua etmek, dua edenin imanını sağlamlaştırır ve Allah'ın onu devamlı gözettiğinin bilincinde olmasını sağlar. Böylece O’na boyun eğer ve O’nun affını ümit eder. Dünya ve dünyayla ilgili şeyleri de basit görür. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Kendisine bir musibet veya keder ya da önemli bir sıkıntı isabet eden kimse şöyle desin: “El-Azim (ululuk mertebelerinin en üstünde olan) ve El-Halim olan (günahkârlara ceza vermekte acele etmeyen) Allah’tan başka ibadete layık ilah yoktur. Azametli arşın Rabbi olan Allah’tan başka ibadete layık ilah yoktur. Göklerin ve yerin Rabbi olan ve arşın kerim olan Rabbi Allah’tan başka ibadete layık ilah yoktur.” (Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesei) Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Fatıma radıyallahu anhâ'ya şöyle dedi: "Sana neyi vasiyet ettiğimi dinle! Sabahleyin ve geceleyin şöyle de: Ey Hay ve Kayyum! Senin rahmetinle Sen’den yardım isterim. Benim bütün hallerimi düzelt. Beni göz kırpması kadar bir zaman bile nefsime bırakma.” (El-Bezzar, Hâkim 1/ 545 rivayet etti ve sahih dedi.) İbn Arabî Ahkâmu'l-Kur'ân'da ve diğer âlimler bu isimlerin manalarını zikretmişlerdir. 3 – Allah'ın isim ve sıfatları tevkifidir. Yani bu konuda akli yorum yapılmaz. Çünkü akıl bunu idrak edemez. Bu A'RAF:180 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 367 nedenle Kur’an ve sahih sünnette bildirilen Allah’ın isim ve sıfatlarını, hiçbir eksiltme ve artırma yapmadan kabul etmek gerekir. Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: "Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur." (İsra: 36) Allah-u Teâlâ hakkında verilen haberlerin ise tevkifi olması gerekmez. "Allah kadimdir, şeydir, mevcuttur, nefsiyle kaimdir" gibi haberler Allah'a verilebilir. 4 – İsim ile sıfat arasındaki fark şudur: İsim, hem zata delalet eder, hem de zatta mevcut olan sıfata delalet eder. Sıfat ise, zatta mevcut olan ve onu diğer zevatlardan ayıran özelliktir. Allah’ın sıfatları; ya zatı ile (ilim, kudret vb.) ya da fiilleri ile (yaratma, rızık verme, can verme, öldürme vb.) ilgilidir. 5 – Allah'ın kendisini isimlendirdiği bazı isim ve sıfatlar, lafız olarak mahlûkata da verilebilir. Fakat lafızların mahlûkata verdiği manalarda asla bir benzerlik yoktur. Allah-u Teâlâ’nın isim ve sıfatları, her ne kadar kelime ve lafız olarak benzer olsa bile, mahlûkata benzemez. Örneğin; Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: "Allah, O'ndan başka ibadete layık ilah olmayandır. O, Hayy ve Kayyum'dur." (Bakara: 255) Bu ayette Allah kendisine Hayy ismi ve sıfatı vermiştir. Allah-u Teâlâ bu ismi kullarına da vermiştir. Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: "Canlıyı (hayy) ölüden (meyyit) çıkartır." (En'am: 95) Allah-u Teâlâ kendisine Hayy ismini vermiştir. Kullarına da bu ismi vermiştir. Ama her zatın kendine ait manası ve özellikleri vardır. Bir başka örnek ise; Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: 368 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:180 "Allah Semî'dir, Basîr'dir." (Nisa: 58) Allah-u Teâlâ bu ayette kendisine Semî ve Basîr isimlerini vermiştir. Fakat kullarına da bu iki ismi vermiştir. Allah-u Teâlâ’nın şu ayette buyurduğu gibi: "Onu, işiten (semî') ve gören (basîr) yaptık." (İnsan: 2) Allah'ın Semî ve Basîr ismi ve sıfatı, kullarına verilen semî ve basîr isim ve sıfatına benzemez. Her isim ve sıfat, verilen zata aittir. Ne kadar lafız olarak benzese bile hakikat olarak benzeme yoktur. Çünkü Allah-u Teâlâ’nın hiçbir konuda, ne isim ne sıfat ne de başka bir şeyde benzeri yoktur. Buna göre; lafız olarak Allah'a verilen isim ve sıfatın mahlûka verilmesi veya mahlûka verilen isim ve sıfat lafız olarak Allah'a verildiğinde benzerlik gerektirmez. Çünkü Allah'a verilen isim ve sıfat, Allah'a hastır. Kullara verilen isim ve sıfat, kullara hastır. 6 – Allah-u Teâlâ’nın güzel isimlerine iman etmenin rükünleri vardır. a) İsme iman. b) İsmin delalet ettiği manaya iman. c) İsimlere müteallik olan etkilere iman. Örneğin; Allah-u Teâlâ Kendisine Rahim ismini vermiştir. Dolayısıyla Allah, rahmet sıfatına sahiptir, O’nun rahmeti her şeyi kapsamıştır ve kullarına rahmet etmektedir. İşte, Allah’ın Rahim ismine bu şekilde iman etmek gerekir. Allah kendisine Kadîr ismi vermiştir. Yani Allah hem Kadîr ismine sahiptir, hem kudret sahibidir, hem de her şeye kadir demektir. 7 – Allah-u Teâlâ’nın bazı isimleri hem tek olarak kullanılır hem de başka bir isimle beraber kullanılır. Allah’ın isimlerinin çoğu böyledir. Örneğin; Allah'a dua edileceği veya Allah övüleceği ya da Allah hakkında bir haber veri- A'RAF:180 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 369 leceği zaman El-Kadîr (ﻳﺮ)ﺍﻟﻘﹶﺪ, es-Semî' (ﻴﻊﻤ)ﺍﻟﺴ, el-Basîr (ﲑﺼ)ﺍﻟﺒ, el-Azîz (ﺰﹺﻳﺰ)ﺍﻟﻌ, el-Hakîm (ﻴﻢ )ﺍﳊﹶﻜgibi isimler istenirse tek başına istenirse başka bir isimle birlikte kullanılabilir. Örneğin; “Ya Semî' (ﻴﻊﻤﺎ ﺳ)ﻳ, Ya Kadîr (ﻳﺮﺎ ﻗﹶﺪ)ﻳ, Ya Basîr (ﲑﺼﺎ ﺑ ”)ﻳgibi tek olarak veya “Ya Azîzu ya Halîm ( ﺎﻳ ﻴﻢﻠﺎ ﺣ ﻳﺰﹺﻳﺰ”)ﻋ, “Ya Gafûru ya Rahîm (ﻴﻢﺣﺎ ﺭ ﻳﺎ ﻏﹶﻔﹸﻮﺭ ”)ﻳgibi birlikte kullanılabilir… Allah'ın bazı isimleri de tek olarak değil, mutlaka zıddı ile beraber kullanılmalıdır. el-Mâni' ()ﺍﳌﹶﺎﻧﹺﻊ, ed-Dârr (ﺎﺭ)ﺍﻟﻀ, el-Muntekım (ﻢﻘﺘ )ﺍﳌﹸﻨgibi isimler böyledir. Bu isimler; el-Mâni’u’l-Mu’tî ( ﺍﳌﹶﺎﻧﹺﻊ ﻲﻌﻄ )ﺍﳌﹸ, ed-Dârru’n-Nâfi’ (ﻊﺎﻓ ﺍﻟﻨﺎﺭ)ﺍﻟﻀ, el-Muntekımu’l‘Afuvv (ﻔﹸﻮ ﺍﻟﻌﻢﺘﻘ)ﺍﳌﹸﻨ, el-Mu’izzu’l-Muzill (ﻝﹼ ﺍﳌﹸﺬﺰ )ﺍﳌﹸﻌşeklinde kullanılır. Çünkü bu tür isimler, ancak karşıtı olan isimle birlikte kullanıldığında mükemmelliği ifade eder ve Allah için övücü bir sıfat olurlar. Tek başına kullanıldığında ise mükemmellik ve övgü bildirmezler. İşte bu gibi olan isimler zıddı ile beraber kullanıldığında aslında bir tek isim sayılırlar. Buna göre tek olarak "ya Dârr (ﺎﺭﺎ ﺿ ")ﻳveya "ya Muzill (ﻝﹼﺬﺎ ﻣ ")ﻳya da "ya Mâni' (ﺎﻧﹺﻊﺎ ﻣ ")ﻳdiye dua edilirse Allah-u Teâlâ övülmüş olmaz. Dolayısıyla böyle bir dua yapmak caiz değildir. 8 – Bazı sıfatlar, iki isim veya iki sıfat birleştirilerek oluşturulur. Bu şekilde oluşturulan sıfatlar, tek olarak kullanılmasından daha fazla mana ifade etmiş olur. Örneğin; el-’Afuvvu'l-Kadîr (ﻳﺮ ﺍﻟﻘﹶﺪﻔﹸﻮ)ﺍﻟﻌ, el-Hamîdu'l-Mecîd ( ﻴﺪﺍﳊﹶﻤ 370 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:180 )ﺍﳌﹶﺠﹺﻴﺪ, el-Ğaniyyu'l-Hamîd (ﻴﺪ ﺍﳊﹶﻤﻨﹺﻲ )ﺍﻟﻐgibi. el-Ğaniyy de, el-Hamîd de tek bir mana verir. Ama birlikte söylendiğinde daha geniş bir mana verir. el-Ğaniyy, bir kemal sıfattır. el-Hamîd de bir kemal sıfattır. el-Ğaniyyu'l-Hamîd ise başka bir kemal sıfattır. 9 – Allah’ın her ismi bir sıfata delalet eder ve Allah hakkında bir haber bildirir. Allah’ın sıfatları ise; Allah hakkında haber bildirir, fakat her sıfatından isim türetilmez. Örneğin; Allah-u Teâlâ istiva etmiştir. Bu, Allah’ın bir sıfatıdır. Fakat Allah’a, el-Müstevi (ﻮﹺﻱﺘ )ﺍﳌﹸﺴismi verilmez. Bazı sıfatlardan ise isim türetilebilir. Örneğin; ilim Allah’ın bir sıfatıdır. Bu sıfattan Allah için el-Alîm (ﻴﻢﻠ)ﺍﻟﻌ ismi türetilebilir. Allah hakkında haber bildiren sözlere gelince, bunlardan isim ve sıfat türetilmez. Örneğin; Allah-u Teâlâ şey (ﻲﺀ’)ﺍﻟﺸdir. Bu; ne isim ne de sıfattır, fakat Allah’ın kendisi hakkında verdiği bir haberdir. Dolayısıyla bu haber bildiren söz, Allah’a isim veya sıfat olarak verilmez. Bu tür bilgiler, Allah’ın güzel isim ve sıfatlarına dâhil değildir. Allah’a dua edilirken haber mahiyetindeki şeylerle değil, O’nun güzel isim ve sıfatlarıyla dua edilir. Çünkü Allah, kendisine güzel isim ve sıfatlarıyla dua edilmesini emretmiştir. Dolayısıyla Allah’a: "Ya Şey! Bana rızık ver!" diyerek dua edilmez. Allah-u Teâlâ’nın filleri de, isim ve sıfatlarından daha fazladır. Fakat Allah’ın her fiilinden isim ve sıfat çıkmaz. Şöyle ki; Allah-u Teâlâ Kur’an ve sünnette, kendisi hakkında bazı mukayyed (sınırlandırılmış) fiillerinden haber vermiştir. Mukayyed olan fiillerden ise Allah’a isim türet- A'RAF:180 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 371 mek hatadır. Örneğin; En’am: 125 ayetinde geçen ﻞ ﱡﻀ ﻳfiilinden Allah için el-Mudil (ﻞﱡ ﺍﳌﹸﻀ: saptıran) ismi türetilemez. Aynı şekilde, bir şeye bağlı olarak bildirilen Allah’ın fiillerinden de isim türetilmez. Buna göre; Allah hakkında haber bildiren sözler sıfatlarından, sıfatlar da isimlerinden daha geniştir. Yani; Allah’ın isimlerinden hem sıfat hem de haber türetilebilir, sıfatlarından ise haber türetilebilir fakat her zaman isim türetilmeyebilir, haberlerden ise asla isim ve sıfat türetilmez. 10 – Hem mükemmelliği hem de eksikliği ihtiva eden bir sıfat, mutlak olarak (her yönüyle) Allah'ın isim ve sıfatları içine girmez. Böyle bir sıfatın yalnız, mükemmelliği ifade eden kısmı güzel isim ve sıfatlar içine girer. Murîd ()ﺍﳌﹸﺮﹺﻳﺪ, Allah’ın bir sıfattır. Fakat murîd sıfatı hem mükemmelliği hem de eksikliği ihtiva eder. İnsanlar için “murîd” sıfatı kullanıldığında “muhtaç” manasına gelir. Bu tür sıfatlar, Allah'ın güzel isim ve sıfatlarından sayılmazlar. Bu sebeple Allah’a dua ederken: "Ya Murîd!" denilmez. 11 – Allah'ın güzel isimleri hem alemdir hem de vasıftır. Yani; hem O’na ait özel isimdirler hem de O’nun sıfatıdırlar. Alem: Zata verilen özel isimdir. Bu isim söylendiğinde ilk olarak, ismin verildiği zat akla gelir. “Ali” sözcüğü, alemdir (yani; özel isimdir). “Ali” denildiğinde akla, “Yavuz” değil, “Ali”nin kendisi gelir. Fakat gerçekte bu isimlerin başka manaları olabilir. Ancak bir varlık için kullanıldığında, sözcüklerin asıl manaları değil, onunla kastedilen varlık akla gelir. Bir kişinin DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:180 372 ismi “Cemil” (güzel) olsa, ilk akla gelen; kelimeden anlaşılan asıl mana değil, onunla isimlenen kişi olur. Fakat “Cemil” isimli kişi, gerçekte çirkin de olabilir. Dolayısıyla kulun ismi, ondaki vasfa zıt olabilir. Fakat Allah-u Teâlâ hem isim olarak “Cemil” ismine sahiptir hem de gerçekten cemil sıfatına sahiptir (güzeldir). Allah'ın isimleri, ismin delalet ettiği manadan ayrılmaz. O’nun ismi, sıfatına uygundur. Allah'ın isimleri iki şekilde anlaşılabilir; hem zata verilmiş olan isimler, hem de sıfatını bildiren isimlerdir. Eğer zatına verilmişse, bu isimler müteradiftir (12). Eğer sıfatları bildirilmişse, o zaman müteradif değil, farklı farklı sıfatlardır. Allah'ın isimleri hem zatına hem de sıfatına delalet eder. Er-Rahmânu'r-Rahîm (ﻴﻢﺣ ﺍﻟﺮﻦﻤﺣ)ﺍﻟﺮ, Allah'ın hem zatına hem de sıfatına delalet eder. 12 – Allah'a verilen isimlerden mastar ve fiil türetilebilir. Es-Semî' (ﻴﻊﻤ )ﺍﻟﺴismi es-Sema' (ﻊﻤ )ﺍﻟﺴmastarı olarak alınabilir ve ondan fiil türetilebilir. ُ ﺍﷲﻊﻤﺪ ﺳ ( ﻗﹶAllah işitti). Fakat bu; müteaddi (mef'ûl alan geçişli) fiiller için geçerlidir. Söz konusu fiil, lazım (mef'ûl almayan geçişsiz) fiil olursa, ondan haber çıkarılmaz. Bu durumda fiil olarak değil, sadece isim ve mastar olarak kullanılır. el-Hayy (diri) ismi fiil olarak kullanılmaz. Yani ﻲ ﺍﷲُ ﺣolarak kullanılmaz. 13 – Allah-u Teâlâ’nın fiilleri, isim ve sıfatlarından türetilir. Yarattıklarının sıfatları ise fiillerinden türetilir. Ya(12) Müteradif: Kastedilen aynı şey için farklı kelimeler kullanılmasıdır. A'RAF:180 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 373 ni; Allah-u Teâlâ kemal sıfatları olduğu için mükemmel fiiller yapar. Çünkü Allah-u Teâlâ hem zatıyla hem de sıfatlarıyla mükemmeldir. Kullar ise, yaptıkları fiillerden dolayı sıfatlanırlar. İyi bir fiil yaparlarsa buna uygun bir sıfat kazanırlar. 14 – Allah-u Teâlâ ancak yüce isim ve kemal sıfatlarıyla övülür, yine bunlarla O’ndan bir şey istenir. Allah’a: "Ya Mevcut!” veya “Ya Şey!” ya da “Ya Zat!" denilerek bir şey istenmez. Allah’a seslenme, O’ndan istenilen şeyin vasfına uygun bir isimle olmalıdır. Allah'tan rahmet isteyen; ﻨﹺﻲﻤﺣﻴﻢ ﺍﺭﺣﺎ ﺭﻳ (Ey Rahîm! Bana rahmet et!), rızık isteyen; ﻗﹾﻨﹺﻲﺯﺍﻕ ﺍﺭﺯﺎ ﺭﻳ (Ey Rezzâk! Bana rızık ver!), af dileyen; ﻲﻟﺮﺎ ﻏﹶﻔﹸﻮﺭ ﺍﻏﹾﻔ( ﻳEy Gafûr! Bana mağfiret et!) der. Manası genel olan bir isimle dua edilecekse genel şeyler istenebilir. Örneğin: ﹾﻗﻨﹺﻲﺯﻴﻒ ﺍﺭﺎ ﻟﹶﻄ ﻳ، ﻲ ﻟﻜﹸﻢﺰﹺﻳﺰ ﺍﺣﺎ ﻋ ﻳ، ﻨﹺﻲﻤﺣﻚ ﺍﺭﺎﻟﺎ ﻣﻳ gibi… Büyük ihtimalle Allah'ın yüce ismi olan “Allah” ismiyle dua edilecekse "Ya Allah!" denir. Çünkü "Ya Allah", Allah'ın bütün isimlerini kapsar. İşte bu şekilde Allah'ın ismine uygun bir şey istemek daha efdaldir. 15 – Allah'ın isimlerinin sayısının ne kadar olduğu konusunda âlimler ihtilaf etmişlerdir. Cumhura göre; Allah'ın güzel isimlerinin sayısı sınırsızdır. Allah-u Teâlâ kendisine ait olan bütün isimleri bize bildirmemiştir. Allah’ın, kendisine yakın olan melek ve nebiler dâhil, hiç kimsenin bilmediği, yalnız kendisinin bildiği isimleri de vardır. Abdullah b. Mesud radıyallahu anh'dan, Rasulullah DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:180 374 sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Bir Müslümana bir üzüntü isabet ettiğinde: "Allah'ım! Ben senin kulunum. Anam babam da senin kulundur. Benim idarem sana aittir. Benim hakkımda senin verdiğin hüküm geçerlidir. Benim başıma gelen kaza ve kader de sendendir ve ben onun adaletli olduğuna inanıyorum. Bildirdiğin ve bildirmediğin isimlerin hakkı için Kur'an'ı kalbimin ilkbaharı, üzüntümün ilacı, keder ve endişelerimin gidericisi yap" diye dua ederse Allah-u Teâlâ bu kulun bütün sıkıntılarını giderir ve onun yerine sevinç getirir." Sahabeler bu sözü işittiklerinde: "Ya Rasulallah! Bu kelimeleri öğrenelim mi?" dediler. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Bu kelimeleri duyan kişinin muhakkak bunları ezberleyip öğrenmesi lazımdır" dedi.(13) Allah-u Teâlâ bu hadiste isimlerinin üç kısım olduğunu bildirmiştir. 1) Allah-u Teâlâ kendisine verdiği bazı isimleri kitabında zikretmemiş, fakat melekler ile bazı nebi ve rasullere bildirmiştir. 2) Bazı isimlerini kitabında zikretmiştir. 3) Bazı isimlerini de hiç kimseye bildirmemiş, kendi katında gizli bırakmıştır. Bu gösteriyor ki; Allah'ın isimleri sadece Kuran-ı Kerim ve sahih sünnette zikredilenlerle sınırlı değildir. Ayrıca Kuran-ı Kerim ve sünnette zikredilen isimler, doksan dokuzdan daha fazladır. Yine Allah-u Teâlâ’nın isimleri ne Kuran-ı Kerim'de ne de sahih bir hadiste toplu olarak zikredilmiştir. Âlimler, Kuran-ı Kerim ve sünnetten Allah'ın ( 13 ) İmam Ahmed, Müsned 1/391; İbn Hibban, 2372; Hâkim, Müstedrek 1/159; Taberani, Kebîr 1/5352. Bu hadis sahihtir. A'RAF:180 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 375 isimlerini çıkarmak için içtihat yapmışlardır. Bu sebeple aralarında tam bir ittifak söz konusu değildir. Âlimlerin çoğu, Rasulullah’ın “Allah'ın doksan dokuz ismi vardır. Yüzden bir eksiktir. Kim bunu ihsa ederse (ezberler ve manasını düşünerek sayarsa) cennete girer. Allah tektir, teki de sever.” hadisinden dolayı, kitaplarında Allah’a ait doksan dokuz isim zikretmiştir. Fakat bu hadis, Allah-u Teâlâ’nın isimlerinin sadece doksan dokuz tane olduğuna ve bu doksan dokuz isimden başka ismi olmadığına dair bir delil olmaz. Hadisten; Kur’an ve sünnete geçen Allah’ın doksan dokuz ismini ezberleyen kişinin cennete gireceği anlaşılmalıdır. 16 – Kur’an ve sahih sünnette geçmeyen isimlerin, Allah-u Teâlâ’nın isimlerinden olduğu söylenemez. El-Ebed (ﺪ)ﺍ َﻷﺑ, el-Emed (ﺪ)ﺍﻷَﻣ, el-Burhan (ﺎﻥﹸﻫﺮ )ﺍﻟﺒgibi isimlerin manası güzel olsa da, Kur'an ve sahih sünnette geçmediği için Allah’a isim olarak verilmez, yalnızca Allah-u Teâlâ hakkında haber olarak söylenebilir. Yine manası bilinmeyen kelimeleri de Allah'a isim olarak vermemek gerekir. Bu nedenle Allah-u Teâlâ, sadece Arapça ile Kur'an ve sünnette geçen isimlerle isimlendirilmelidir. Örneğin; Allah'a İngilizcedeki “God” ismi veya “hüda, tanrı, yehova” gibi isimleri de vermemek gerekir. 17 – Kur’an ve sünnette Allah-u Teâlâ hakkında verilen her haber Allah için isim olmaz. ﹾﻔﻮﹺ ﺍﹾﻟﻌﲑﻛﹶﺜ, ﺔﺑﻮ ﻗﹶﺎﺑﹺﻞﹸ ﺍﻟﺘgibi sözcükler, Allah-u Teâlâ hakkında haber niteliğindedir, isimleri değildirler. Dolayısıyla Allah'a bunlarla ﻲﻨ ﻋﻒﻔﹾﻮﹺ ﺍﻋ ﺍﻟﹾﻌﲑﺎ ﻛﹶﺜ( ﻳEy affı çok olan, beni bağışla!) diyerek dua edilmez, onun yerine ﻲﻨ ﻋﻒﺎ ﻏﹶﻔﹸﻮﺭ ﺍﻋﻳ (Ey Gafûr, beni bağışla!) denilir. 376 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:180 18 – Allah'ın fiillerinden isim türetilmez. Kuran-ı Kerim'de “Rabbin geldi” geçmektedir. “Geldi” bir fiildir. Bu fiilden türetilen “gelen” sözcüğü, Allah’a isim olarak verilemez. 19 – Allah'a kötü manalı isimler verilmez. El-‘âciz, elhâin, el-fakîr, el-mâkir gibi sıfatlar Allah'a isim olarak verilmez. Çünkü bunlar, manası kötü olan isimlerdir. Yine Kur'an ve sünnette geçmeyen isimlerle Allah'ı isimlendirmemek ve Allah'a, O’na layık olmayan isimleri vermemek gerekir. Hristiyanların yaptıkları gibi (onlar, Allah'a “Mesih'in babası” ismini vermişlerdir) Allah'a “Mesih'in babası” olarak isim vermek büyük şirktir. Ayrıca Allah-u Teâlâ’nın isimlerini ilhaddan tenzih etmek; yani Allah-u Teâlâ’nın temiz ve mukaddes olan isimlerini putlara vermemek gerekir. Yalancı Müseyleme, kendine er-Rahman ismini vermiştir. 20 – Allah-u Teâlâ’nın, kendisiyle dua edilmesini istemediği isimler, Allah'ın isimlerinden değildir. Örneğin; Allah’a: “Ey zaman!” diye dua edilmez. Çünkü dehr, Allah'ın isimlerinden değildir. 21 – Allah'ın fiillerinin sıfatı, Allah'ın isimlerinden değildir. Örneğin; ﻘﹶﺎﺏﹺ ﺍﻟﹾﻌﻳﺪﺪ( ﺷazabı şiddetli) Allah'ın yaptığı fiilin sıfatıdır. Allah’ın bu fiilinin sıfatı Allah'ın ismi olarak kullanılmaz ve bu isimle Allah'a dua edilmez. 22 – Allah'ın bazı isimleri lâfzen farklı, fakat mana olarak aynıdır. Böyle manaları aynı, lafızları farklı olan kelimeler Allah'ın farklı farklı isimlerinden sayılır. Örneğin; ﻳﺮ ﺍﻟﻘﹶﺪ، ﺭ ﺍﻟﻘﹶﺎﺩ، ﺭﺪ ﺍﳌﹸﻘﹾﺘisimleri tek isim değil, farklı üç isimdir. Genel olarak manaları aynı olsa bile, aralarında ince farklar bulunduğu için ayrı ayrı Allah'ın birer A'RAF:180 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 377 ismi olarak kabul edilir. 23 – Câmid (kendisinden sıfat ve fiil türetilmeyen) isimler Allah'ın isimlerinden değildir. Çünkü Allah'ın isimleri hem alemdir, hem de sıfattır. Buna göre; ed-Dehr (ﺮﻫ)ﺍﻟﺪ, el-Ebed (ﺪ)ﺍﻷَﺑ, el-Emed (ﺪ )ﺍﻷَﻣsözcükleri camid olduklarından Allah'ın isimlerinden olmazlar. 24 – Allah'ın bazı isimleri sadece kendisine hastır. Bazı isimleri mahlûkata da verilebilir. Söylendiğinde sadece Allah-u Teâlâ’nın zatı anlaşılan isimler, Allah'tan başkasına verilemez. Er-Rahmân (ﻦﻤﺣ)ﺍﻟﺮ, el-Hâlık (ﻖﺎﻟ)ﺍﻟﹾﺨ, elBârî (ﺎﺭﹺﺉ)ﺍ ﹾﻟﺒ, gibi isimler harfi tarîf ( )ﺍﻝile söylendiğinde bunlardan yalnız Allah-u Teâlâ anlaşılır. Fakat es-Semî’ (ﻴﻊﻤ)ﺍﻟﺴ, el-Basîr (ﲑﺼ )ﺍﻟﺒgibi isimler hem Allah'a hem de mahlûkata verilebilir. Ancak mahlûkata, Allah'a verildiği gibi mutlak manada verilmez. 25 – Zû ( )ﺫﻭile başlayan isimler Allah'ın isimlerinden değildir. Başına “zu” gelenler üç kısımdır: 1) Allah'ın sıfatlarının başına gelen zû. Bu ise iki kısımdır: a) Bu sıfatlara ait olan, nasların delalet ettiği isim bulunması. Örneğin; ﻦﻤﺣ ﺫﹸﻭ ﺍﻟﺮ, ﺓ ﺫﹸﻭ ﺍﻟﻘﹸﻮ. b) Kur'an ve sünnette delalet ettiği isimlere sahip olmayan sıfat. 2) Allah'ın fiillerine izafe edilenler. Bir tek isim vardır, o da: ﻴﻢﹺﻘﹶﺎﺏﹺ ﺍ ﹾﻟﺄﹶﻟﺫﹸﻭ ﻋ. 3) Allah'ın bazı yarattıklarına izafe edilenler. Bu da bir tek isimdir: ﺮﺵﹺ ﺫﹸﻭ ﺍﻟﹾﻌ. 26 – Ef’al (ﻴﻞﻔﹾﻀﻞﹸ ﺍﻟﺘ )ﺃﹶﻓﹾﻌsigasında zikredilen isimler, 378 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:180 eğer Kur’an ve sünnette izafesiz olarak geçiyorsa Allah'ın isimlerinden sayılır. Örneğin; ﻡ ﺍﻷَﻛﹾﺮ، ﻠﻰﺍﻷَﻋ. Ama eğer ef'al sigasında gelir ve muzaf olmuşsa, tercih edilen görüşe göre Allah'ın isimlerinden sayılmaz. Örneğin; ﲔﻤﺍﺣ ﺍﻟﺮﻢﺣﺃﹶﺭ ﲔﻛﻤ ﺎ ﺍﹾﻟﺤﺣﻜﹶﻢ ﺃﹶ، . Allah'ın Kur'an ve sünnette sabit sıfatlarından, Kur'an ve sünnette geçmese bile ef'al sigasında isim türetilir. Örneğin; ﻯ ﺍﻷَ ﹾﻗﻮ، ﻈﹶﻢﺍﻷَﻋ. 27 – Bazı isimler hakkında âlimler arasında ihtilaf vardır. Örneğin; El-Musa’’ir (ﺮﻌ)ﺍﳌﹸﺴ, en-Nazîf (ﻴﻒﻈ)ﺍﻟﻨ, esSeyyid (ﺪﻴ)ﺍﻟﺴ, el-Cevâd (ﺍﺩﻮ)ﺍﻟﹾﺠ, et-Tayyib (ﺐ)ﺍﻟﻄﱠﻴ, el- Mâcid ( )ﺍﳌﹶﺎﺟﹺﺪgibi. 28 – Allah’ın sıfatlarının zatıyla ilişkisi: Ehlisünnete göre; Allah'ın sıfatları vardır ve bu sıfatlar ne zattan ayrı bir şeydir ne de zatın kendisidir. Örneğin; Alîm sıfatı Allah'ın zatı değil, Allah'ın zatına verilen bir sıfattır. Bu, Allah'a ait ve O’nun zatına layık bir sıfattır. Her varlığın sıfatı da kendisine layık sıfattır. Mahlûkata da âlim sıfatı verilir. Ama bu sıfat, mahlûkun zatına uygundur. Allah'a verilen Âlim sıfatı, hiçbir zaman mahlûka verilen âlim sıfatına benzemez. Yine sıfatların birden fazla olması, birden çok mevsuf olduğu anlamına gelmez. Bir zatın birkaç sıfata haiz olması mümkündür. Allah birdir, isimleri ise çoktur. Allah'ın isimleri güzel isimler olup O’nun birliğini, cömertliğini, rahmetini ve fazlını gösterir. Mutezileye göre; “sıfat zatın aynısıdır. Eğer sıfatlar Allah’a nispet edilirse, mevsufun birkaç tane olduğu anlaşılır ki bu da yanlıştır.” İşte bu sebeple Mutezile sıfatları inkâr etmiştir. A'RAF:180 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 379 29 – Şer ifade eden bir sözcük, Allah-u Teâlâ’ya isim ya da sıfat olarak verilmez. Şer ifade eden bir sözcük, Allah'a nispet edilmeyeceği gibi Allah'ın yaptığı fiillere de izafe edilemez. Kur’an ve sünnette, Allah'a hiçbir şer izafe edilmemiştir. Şer ancak üç durumda söylenir: a) Umuma girmiş olarak: Şöyle ki; Allah'ın yarattıklarının, Allah'ın kudret ve dilemesinin içine girdiği ve her şey Allah'tan olduğu için genel anlamda şer içine girer. Örneğin; Allah her şeyi yaratmıştır. Her şey içine şer de girer. Ama direkt olarak Allah'a şer nispet edilmez. Yine Allah her şeyi dilemiştir; şer de bunun içine girer. İşte bu şekilde şer, genele girmiş olur. Ama direkt şer olan bir şey Allah'a nispet edilmez. Ne Kur'an-ı Kerim'de bu olmuştur ne de sahih sünnette. b) Failine nispet edilerek: Kur'an-ı Kerim'de şer, failine nispet edilerek de zikredilmiştir. Örneğin; Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: “Yarattıklarının şerrinden…” (Felak: 2) c) Faili kaldırılarak: Kur'an-ı Kerim'de şer, faili kaldırılarak da zikredilmiştir. Örneğin; Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: “Gerçekten bilmiyoruz, yeryüzündekilere bir kötülük mü istendi, yoksa rableri onların iyiliğini mi murat etti?” (Cin: 10) 30 – Allah'ın isimlerinin küçültülmesi caiz değildir. Çünkü küçültüldüğü zaman alçaltma manasına gelebilir. Âlim’in tasgiri (küçültmesi) ‘uleyyim (ﻢﻠﹶﻴ ﻋ: âlimcik)’dir. Allah'ın isimleri bu şekilde küçültüldüğü zaman, Allah'ı tahkir, küçültme ve alçaltma manası taşır. 31 – Allah-u Teâlâ’nın bazı sıfatları, bazı durumlarda 380 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:180 O’na nispet edilir, bazı durumlarda ise nispet edilmez. Bu tür sıfatlar ancak, karşılıklı olan durumlarda Allah’a nispet edilir. Örneğin; Allah-u Teâlâ Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruyor: "Allah'ı unuttular, Allah’da onları unuttu." (Tevbe: 67) Allah bu ayette, kâfirlerin kendisini unutmalarına karşılık ceza olarak onları unuttuğunu bildirmiştir. Fakat bu sıfat tek başına mutlak olarak Allah için zikredilmemiştir. Çünkü tek başına kullanılırsa eksikliği ifade edebilir. Allah-u Teâlâ ise eksiklik ve kusurdan münezzeh ve yücedir. Dolayısıyla bu sıfatlar ancak, kötü bir şeye karşılık Allah’ın vereceği cezayı göstermek için kullanılır. Örneğin; Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: “Onlar tuzak kurdular, Biz de tuzak kurduk.” (Neml: 50) 32 – Selefi salihinin inancına göre; Allah’ın sıfatlarıyla ilgili ayet ve hadislerin, keyfiyetsiz ve mahlûkata benzetmeksizin zahirine göre anlaşılması gerekir. Kuran-ı Kerim'de Allah'ın "el (ﺪ ")ﻳsıfatı zikredilmiştir. Fakat Allah’ın eli; nasıl olduğu bilinmeyen ve yaratıklarınkine benzemeyen bir eldir. Bu sıfat; tevil edilmeden ve keyfiyeti sorgulanmadan Allah’a verilmelidir. Allah'ın zatına hastır. Allah'ın zatı akıl ile idrak edilemeyeceği için sıfatının mahiyetini de idrak edilemez ve keyfiyeti bilinemez. Kuranı Kerim de Allah’ın eli“kudret eli” olarak tevil edildiğinde “el” sıfatı iptal edilip kaldırılmış olur. 33 – Daha önce bulunmayan, ancak daha sonra sahip olunabilen sıfatlar Allah-u Teâlâ’ya verilmez. Örneğin; el‘Arif (ﺍﻟﻌﺎﺭﹺﻑ: bilen) ismi Allah’a verilmez. Çünkü el-‘Ârif A'RAF:180 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 381 sıfatı, daha önce bilmeyen ve sonradan öğrenen kimse için kullanılır. 34 – Allah hakkında bir haber, bir bilgi verileceği zaman Kur'an ve sünnette geçen ifadeleri kullanmak daha efdaldir. Aynı manaya gelse bile, başka ifadeler kullanılmamalıdır. Örneğin; "El-Kadîm ( ﱘ ")ﺍﻟﻘﹶﺪsıfatı yerine Kur'an ve sünnette geçen "el-Evvel (ﻝﹸ ")ﺍﻷَﻭsıfatını kullanmak daha uygundur. el-Ezeli (ﻲﻟ )ﺍﻷَﺯve el-Ebedi (ﻱﺪ )ﺍﻷَﺑyerine Kur'an'da geçen el-Âhir (ﺮ )ﺍﻵﺧsıfatını kullanmak daha uygundur. Böyle sıfatları kullanmak yanlış değildir fakat efdal olan, Kur'an ve sünnette geçen sıfatları kullanmaktır. 35 –Eşariler ve Kelam âlimlerine göre; Allah-u Teâlâ hakkında vacip olan sıfatlar dört kısımdır: 1) es-Sıfâtu’n-Nefsiyye (Nefsî sıfatlar): Sadece elVücûd nefsi sıfattır. 2) Sıfâtu'l-Me'ânî: Allah'ın zatında kaim olan bir manaya delalet eden sıfattır. Bunlar yedi tanedir: Kudret, ilim, irade, hayat, işitme, görme ve kelam. 3) es-Sıfâtu'l-Ma'neviyye: Allah'ın hayy, alîm, kadîr, murîd, semî', basîr ve mütekellem oluşudur. 4) es-Sıfâtu's-Selbiyye: Vacip olan sıfatların zıddıdır. Selb sıfatlar beş tanedir: El-Kıdem (başlangıcı olmamak), el-Bekaa (baki olmak), el-Muhâlefe li’l-halk (mahlûkata benzememek), el-Vahdâniyye (birlik), el-Gına’l-Mutlak (başkasına ihtiyacı olmamak). 382 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:180 Allah’ın Doksan Dokuz İsmi: 1. el-Evvel (ﻝﹸ)ﺍﻟﹾﺄﹶﻭ: Başlangıcı olmayan, kendisinden önce hiçbir varlık bulunmayan, hâdis (sonradan olan) olmayandır. 2. el-Âhir (ﺮ)ﺍﻟﹾﺂﺧ: Kendinden sonra hiçbir şey olmayan, ezeli olandır. 3. ez-Zâhir (ﺮ)ﺍﻟﻈﱠﺎﻫ: Sıfatlarının azametine delalet eder. O'nunla mukayese edildiğinde her şey çok basit kalır. O öyle yücedir ki; O'ndan başka hiç kimse bu mertebeye ulaşamaz. 4. el-Bâtın (ﻦﺎﻃ)ﺍﻟﺒ: Bütün gizli şeylere, insanın içinden geçenlere ve gizlediklerine, en ince detayına kadar bilendir. 5. el-‘Aliyy (ﻲﻠ)ﺍﻟﻌ, 6. el-A’lâ (ﻠﹶﻰ)ﺍﻷﻋ, 7. el-Müte’âl (ﺎﻝﹺﻌﺘ)ﺍﹾﻟﻤ: Bu son üç ismin manaları birbirine yakındır. Her konuda ve her yönüyle bütün yükseklik ve yücelik kendisine ait olandır. 8. el-Azîm (ﻴﻢﻈ)ﺍﻟﻌ: Hiçbir varlığın ulaşamayacağı en büyük yüceliğe sahip olan ve en yüce övgüyü hak edendir. 9. el-Mecîd ()ﺍﳌﹶﺠﹺﻴﺪ: Her türlü azamet sahibidir. En yüce ve en mükemmel sıfatlara sahiptir. En mükemmel ilme sahiptir. En mükemmel rahmete sahiptir. En mükemmel kudrete sahiptir. Ve bütün sıfatlarının hepsi en mükemmeldir. 10. el-Kebîr ()ﺍﻟﹾﻜﹶﺒﹺﲑ: Her şeyden büyük, her şeyden yüce olan, en büyük saygı ve değeri hak eden tek varlıktır. A'RAF:180 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 383 11. es-Semî’ (ﻴﻊﻤ)ﺍﻟﺴ: Tüm âlemlerdeki gizli ve aşikâr, işitilebilen bütün sesleri en ince detayına kadar işitendir. 12. el-Basîr (ﺼﲑ)ﺍﻟﺒ: Bütün göklerde ve yerlerde görülebilen gizli veya aşikâr her şeyi iç ve dışlarıyla, en ince ayrıntısına kadar görendir. Hiçbir şey Allah’tan gizli kalmaz. 13. el-Alîm (ﻴﻢﻠ)ﺍﻟﻌ: Her şeyi en ince detayına kadar bilendir. 14. el-Habîr ()ﺍﳋﹶﺒﹺﲑ: Açığı ve gizlisiyle, olanı ve olmayanıyla, büyüğü ve küçüğüyle her şeyden tüm detayıyla haberi olandır. 15. el-Hamîd (ﻴﺪ)ﺍﳊﹶﻤ: Hem sahip olduğu güzel isim ve sıfatlardan dolayı hem de tüm mahlûkata verdiği nimetlerden dolayı hamd edilip övülmeye layık olandır. 16. el-‘Azîz (ﺰﻳﺰ)ﺍﻟﻌ, 17. el-Kadîr (ﻳﺮ)ﺍﻟﻘﹶﺪ, 18. el-Kaadir (ﺭ)ﺍﻟﻘﹶﺎﺩ, 19. el-Muktedir (ﺭﺪ)ﺍﳌﹸﻘﺘ, 20. el-Kaviy ()ﺍﻟﻘﻮﹺﻱ, 21. el-Metîn (ﲔ)ﺍﳌﹶﺘ: Allah-u Teâlâ’nın bu son altı yüce ismi, mana bakımından birbirine yakındır. Allah-u Teâlâ; en mükemmel kuvvete, değere ve eksiksiz izzete sahiptir, O; hiçbir şeye muhtaç değildir, bilakis her şey O’na muhtaçtır. Her şeyi buyruğuna baş eğdirmiştir. 22. el-Ganiy (ﻨﹺﻲ)ﺍﻟﻐ: Mükemmel olan, başkasına ihtiyacı olmayan, bilakis her şey kendisine muhtaç olandır. 23. el-Hakîm (ﻴﻢ)ﺍﳊﹶﻜ: Her şeyi yerli yerine koyan, sadece doğruyu yapıp hakkı söyleyen, yaptığı her fiil doğru ve mükemmel olan hikmet sahibidir. 384 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:180 24. el-Halîm (ﻴﻢﻠ)ﺍﻟﹾﺤ: Verdiği nimetleri günah işleyen kullarından esirgemeyen, bilakis rızık verip onları koruyan ve O’na yönelerek tevbe etsinler diye doğru yolu gösterendir. 25. el-Afuvv (ﻔﹸﻮ)ﺍﻟﻌ: Günahları bağışlayandır. 26. el-Gafûr (ﻔﹸﻮﺭ)ﺍﻟﻐ: Kullarının günahlarını örten, günahlarından dolayı hemen ceza vermeyendir. 27. el-Gaffâr (ﻔﱠﺎﺭ)ﺍﻟﻐ: Kullarının günahlarını çokça örten, işledikleri günahlardan dolayı hemen ceza vermeyendir. 28. et-Tevvâb (ﺍﺏﻮ)ﺍﻟﺘ: Tevbe etmek isteyen kullarına tevbe yolunu gösteren ve tevbe edip kendisine yönelenlerin günahlarını bağışlayandır. 29. er-Rakîb (ﻗﻴﺐ)ﺍﻟﺮ: Göğüslerde gizlenen şeylere muttali olan, nefislerden geçenleri bilen, yarattıklarına en güzel nizamı vererek onları koruyandır. 30. eş-Şehîd (ﻬﻴﺪ)ﺍﻟﺸ: Her şeye muttali olan, bütün sesleri gizlisi ve aşikârıyla duyan, her varlığı en ince detayına kadar gören, ilmi her şeyi kuşatan ve kullarının amellerine şahitlik edendir. 31. el-Hafîz (ﻴﻆﹸ)ﺍﳊﹶﻔ: Hıfzedip koruyandır. Kullarını koruduğu gibi onların yaptığı her hayır ve şerri, her taat ve masiyeti de hıfz ve tespit edendir. 32. el-Latîf (ﻴﻒ)ﺍﻟﻠﱠﻄ: Kullara, her konuda lütufta bulunup onları doğru, hayır ve kolay şeylere müyesser kılan, kulların ıslahı ve iyiliği için yolları kolaylaştıran ve onları, hissetmedikleri halde ıslah için gereken şeylere sevk edendir. İşte bu lütuf; Allah’ın ilmi, keremi ve rahmetinin ese- A'RAF:180 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 385 ridir. 33. el-Karîb ()ﺍﻟﻘﹶﺮﹺﻳﺐ: Allah ilmiyle her şeyi kuşattığı için bu bakımdan her şeye yakındır. Özel olarak da kendisini sevip ibadet eden kullarına yardımıyla yakındır. Allah’ın yakınlığının mesafeyle ilgisi yoktur. 34. el-Mucîb ()ﺍﳌﹸﺠﹺﻴﺐ: Dua edenlerin duasına icabet edendir. 35. el-Vedûd (ﻭﺩﺩ)ﺍﻟﻮ: Halis bir şekilde seven ve en güzel, en şiddetli şekilde sevilendir. Allah-u Teâlâ, emirlerine itaat edip yasaklarından uzak duran iyi kullarını sevendir. Sevgili kulları ise, hiç kimseyi O’ndan daha fazla sevmezler. Meleklerin, nebilerin, rasullerin ve müminlerin kalbinde en çok sevilen O’dur. Diğer sevgiler de O’nun içindir. Allah’tan başkaları, ancak O’nun için sevilirler. Halis kulların kalbinde, sevginin aslı ve kaynağı Allah sevgisidir. 36. eş-Şâkir (ﺮﺎﻛ)ﺍﻟﺸ: O’na hakkıyla itaat edenleri öven ve onlara kat kat mükâfat verendir. 37. eş-Şekûr (ﻜﹸﻮﺭ)ﺍﻟﺸ: En basit itaate karşılık mükâfatı katlayarak verendir. Allah, kendisi için çalışanların emeklerini zayi etmez, bilakis mükâfatlarını kat kat verir. 38. es-Seyyid (ﺪﻴ)ﺍﻟﺴ: Kulların ruhu ve canı elinde olan, dilediği şekilde onları idare edendir. Kontrol, hâkimiyet, sahip olma ve mütehakkim sıfatının en üstünü yalnız Allah'a ait ve O’na layıktır. 39. es-Samed (ﺪﻤ)ﺍﻟﺼ: Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, fakat bütün yaratılanların kendisine muhtaç olduğu, yöneldiği, sığındığı mükemmel sıfatlara sahip varlıktır. Bütün 386 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:180 mahlûkat Allah’a muhtaçtır, ihtiyaçları için O’na yönelir, O’nun karşısında zelil olur ve yalnız O’na sığınırlar. Çünkü Allah-u Teâlâ ilmi, hikmeti, hilmi, kudreti, azameti ve bütün sıfatlarıyla mükemmel olduğu için ihtiyaç anında kendisine sığınılandır. 40. el-Kaahir (ﺮ)ﺍﻟﻘﹶﺎﻫ: Kullarını hastalık, fakirlik, ölüm ve zillet vererek kahredendir. Allah; tedbir ve takdirinin dışına çıkılmasına fırsat vermeyerek kahredendir. 41. el-Kahhâr (ﺎﺭ)ﺍﻟﻘﹶﻬ: Büyüklenerek insanlara zulmedenleri ceza vererek zelil edip kudretine ve dilemesine boyun eğdiren ve bütün halkı ölümle kahredendir. 42. el-Cebbâr (ﺎﺭ)ﺍﳉﹶﺒ: Azamet ve yüceliğine ihlâsla boyun eğilen, kendisine karşı zayıf ve kırılgan kalpleri düzeltip iyileştiren; kendisini seven ve gösterdiği şekilde ibadet edenlerin kalbine çeşitli keramet, bilgi, alamet ve imani güzel haller veren; fakiri zenginleştiren, sıkıntı içinde olanı ferahlatan, musibete maruz kalanlara sabır vererek yardım eden ve gösterdiği şekilde sabredenler için musibetleri telafi eden; her şeyi kendisine boyun eğdiren, kendisine teslim alan ve kahreden; her şeyden üstün ve her şeyden yüce olandır. 43. el-Hasîb ()ﺍﳊﹶﺴِﻴﺐ: Başkasına muhtaç olmayacakları şekilde kullarını en mükemmel dine, dünya mutluluğuna ve faydalara sahip kılıp her türlü zarardan uzak tutmaya; sadece kendisine tevekkül eden kulun din ve dünyasını ıslah etmeye; kulların yaptığı bütün amelleri hıfzedip hesabını sormaya ve karşılığını vermeye gücü yetendir. 44. el-Hâdî (ﻱﺎﺩ)ﺍﻟﹾﻬ: Bütün kullarına faydalı şeyleri elde etmeleri ve gelecek zararı def etmeleri için yol gösteren, gerekli her şeyi öğreten, doğru yolu gösteren, onları mu- A'RAF:180 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 387 vaffak eden, Allah’tan korkmayı ilham eden, kullarını kendisine yönlendiren ve emrine boyun eğdirendir. 45. el-Hakem ()ﺍﳊﹶﻜﹶﻢ: Dünya ve ahirette kulları arasında, zerre kadar zulmetmeden adaletiyle hükmeden, verdiği hüküm ve emirler kullarının maslahatına uygun olandır. 46. el-Kuddûs (ﻭﺱ)ﺍﻟﻘﹸﺪ: Kemaline yakışmayan her türlü noksanlıktan münezzeh olan ve benzeri olmayandır. 47. es-Selâm (ﻼﻡ)ﺍﻟﺴ: Her türlü noksan sıfatlardan ve mahlûkata benzemekten, kemale ve mükemmelliğe zıt olan her şeyden münezzeh olandır. 48. el-Berr (ﺮ)ﺍﻟﺒ: Keremiyle her şeyi kuşatan, kullarına her türlü nimet ve ikramlar veren, devamlı ihsan edendir. Çünkü hiçbir mahlûk O'nun nimetinden müstağni değildir. 49. el-Vehhâb (ﺎﺏﻫ)ﺍﻟﻮ: Kerem sahibi; ihsanı, fazlı ve ikramı bol olandır. Bu son iki ismin ortak manası: “Bütün kâinatları verdiği zahiri ve batıni nimet ve ikramlarıyla dolduran, ikram ve ihsanı geniş olan” demektir. 50. er-Rahmân (ﻦﻤﺣ)ﺍﻟﺮ, 51. er-Rahîm (ﻴﻢﺣ)ﺍﻟﺮ, 52. elKerîm ()ﺍﻟﻜﹶﺮﹺﱘ, 53. el-Ekram (ﻡ)ﺍﻷﻛﹾﺮ, 54. er-Raûf (ﺀُﻭﻑ)ﺍﻟﺮ: Bu son beş ismin manaları birbirine yakındır ve manaları şuna delalet etmektedir: Rahmeti bol, cömert, kerem ve ikram sahibi olan; hikmeti gereği rahmeti, keremi ve nimetleri bütün kâinatı ve yarattıklarını kaplamış olandır. 55. el-Fettâh (ﺎﺡ)ﺍﻟﹾﻔﹶﺘ: Doğru yolu göstererek kullarına rahmet kapılarını açan, şer’i hükümleriyle ihtilafları çözendir. Kendisine itaat eden kullarına ikram ve cömertliği- 388 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:180 nin kapılarını, düşmanlarına ise azap kapılarını açar. 56. er-Rezzâk (ﺍﻕﺯ)ﺍﻟﺮ: Devamlı bol rızık verendir. 57. er-Râzık (ﺍﺯﹺﻕ)ﺍﻟﺮ: Rızık verendir. 58. el-Hayy (ﻲ)ﺍﻟﹾﺤ: Mükemmel hayata sahip olandır. Bu isim, Allah’ın bütün zati sıfatlarını kapsamıştır. 59. el-Kayyûm (ﻮﻡ)ﺍﻟﹾﻘﹶﻴ: Nefsiyle kaim olan; hiçbir şeye muhtaç olmayan, bilakis tüm yaratılmışların mutlak surette kendisine muhtaç olduğu varlıktır. 60. Nûru’s-Semâvâti ve’l-Ard (ﺽﹺﺍﻷَﺭ ﻭﺍﺕﻮﻤ ﺍﻟﺴﻮﺭ)ﻧ: Bütün kâinatları, karanlıkları, arşı ve kürsüyü yüzünün nuruyla aydınlatan; kalp, göz, kulak ve ruhları, Kur’an ve sünnetle manevi olarak aydınlatandır. 61. er-Rabb (ﺏ)ﺍﻟﺮ: Bütün kullarını tedbiri ve türlü türlü nimeti ile terbiye eden, gözeten ve her türlü nimeti veren; seçtiği kullarının ruh, kalp ve akıllarını güzel bir şekilde terbiye ederek ıslah edendir. 62. Allâh ()ﺍﷲ: Bütün kulları üzerinde yegâne ilahlık hakkına sahip olan, sadece O'na ibadet edilmesi gereken zattır. Çünkü O, en mükemmel sıfatlara haizdir. Allah ismi, bütün güzel isimlerin manalarını kapsayan bir isimdir. 63. el-Melik (ﻚ)ﺍﳌﹶﻠ: Emir veren, yasaklayan, insanlardan dilediğini aziz, dilediğini zelil kılan, kulların işleri üzerinde istediği şekilde tasarruf hakkına sahip olan, dilediğini yapan, kendisine karşı gelme hakkı bulunulmayandır. 64. el-Melîk (ﻴﻚ)ﺍﳌﹶﻠ, 65. Mâlikü'l-Mülk ( ﺍﳌﹸﻠﹾﻚﻚﺎﻟ)ﻣ: Bu son üç isim aynı kökten gelmektedir ve ortak manaları şudur: Yücelik, kibriya, kahır ve tedbir sahibi yani; yarat- A'RAF:180 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 389 tığı şeyler üzerinde mutlak tasarruf, mutlak emir ve mutlak ceza sahibi olandır. Allah, bütün âlemlerin tek sahibidir. 66. el-Vâhid (ﺪﺍﺣ)ﺍﻟﻮ: Bütün kemal sıfatlara sahip olan, sıfatlarında hiçbir ortağı bulunmayan; bütün kullar tarafından inanç, söz ve amel ile tevhid edilmesi gereken varlıktır. 67. el-Ehad (ﺪ)ﺍﻷﺣ: Sadece kendisi en mükemmel sıfatlara, en yüce ve büyük değere, en mükemmel güzelliğe sahip olan, hiçbir konuda dengi ve benzeri olmayan tek varlıktır. 68. el-Mütekebbir (ﺮﻜﹶﺒ)ﺍﳌﹸﺘ: Her türlü kötülükten, noksan sıfattan, yaratılmışlara benzemekten, ayıp ve kusurdan münezzeh ve en muazzam yüceliğe sahip olandır. 69. el-Hâlık (ﻖﺎﻟ)ﺍﻟﹾﺨ: Yoktan var eden, hiçten icat edendir. 70. el-Bâri’ (ﺎﺭﹺﺉ)ﺍﻟﺒ: Mutlak yaratan, mutlak icat edendir. 71. el-Musavvir (ﺭﻮ)ﺍﳌﹸﺼ: Halkı, birbirlerini tanısınlar diye değişik suretlerde yaratandır. 72. el-Hallâk (ﻼﱠﻕ)ﺍﻟﹾﺨ: Yaratması geniş olan, çok yaratandır. 73. el-Mü’min (ﻦﻣ)ﺍﳌﹸﺆ: Gerçek imanı ve gerçek müminlerin imanını tasdik eden, onlara vaadettiğini yerine getiren ve onları azabından koruyan; kendi nefsini kemal sıfatlarıyla öven, indirdiği kitaplarda açık delillerle varlığını ve birliğini ispatlayan; gönderdiği rasullerin ve onların getirdiği şeylerin hak olduğunu çeşitli delil, ayet ve mucizelerle tasdik edendir. 390 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:180 74. el-Müheymin (ﻦﻤﻴ)ﺍﳌﹸﻬ: Her şeyin kontrolü kendi iradesi altında olan, dilediği olan ve dilemediği olmayan, bütün açık ve gizli şeyleri en ince ayrıntısına kadar bilendir. 75. el-Muhît ()ﺍﳌﹸﺤﻴﻂﹸ: Her şeyi ilmi, kudreti ve rahmetiyle kuşatan; her şeyin kontrolünü elinde bulundurarak kendisine boyun eğdirendir. 76. el-Mukît (ﻴﺖ)ﺍﳌﹸﻘ: Hikmeti ve hamdıyla dilediği şekilde bütün mahlûkata rızık verip onlara ulaştıran ve ihtiyaçlarını giderendir. 77. el-Vekîl (ﻛﻴﻞﹸ)ﺍﻟﻮ: Hikmetinin genişliği, kudretinin kemali ve mükemmel ilmiyle yarattıklarını gözeten; evliyasını gözeten, onları razı olduğu şeylere yönlendiren, işlerini kolaylaştıran ve zorlaştırmayan, kendisi dışında hiç kimseye muhtaç etmeyendir. 78. Zül-Celâli ve’l-İkrâm (ﺍﻡﹺ)ﺫﻭ ﺍﳉﹶﻼﻝﹺ ﻭﺍﻹﻛﹾﺮ: Azamet, kibriya, rahmet, cömertlik ve ihsan sahibi olan; seçtiği kullarını yücelten ve kendisini seven kullarına ikram edendir. 79. Câmi’un-Nâsi li-Yevmin Lâ Raybe Fîh ( ﺎﺱﹺ ﺍﻟﻨﻊﺎﻣﺟ ﻴﻪﺐ ﻓ ﻳﻮﻡﹴ ﻻ ﺭﻴ)ﻟ: Büyük olsun küçük olsun, geriye hiçbir şey bırakmaksızın insanları, onların çürümüş cesetlerini, amellerini ve rızıklarını kemal kudreti, geniş ilmiyle toplayıp mutlaka bir araya getirendir. 80. Bedî’us-Semâvâti ve’l-Ard (ﺽﹺﺍﻷﺭ ﻭﺍﺕﻮﻤ ﺍﻟﺴﻳﻊﺪ)ﺑ: Halkı örneksiz ve en güzel şekilde yaratan, en mükemmel düzene koyandır. 81. el-Kâfî ()ﺍﻟﻜﹶﺎﰲ: Bütün yarattıklarına her konuda ve A'RAF:180 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 391 her şeyde yeterli olandır. 82. el-Vâsi’ (ﻊ)ﺍﻟﻮﺍﺳ: Geniş ve mükemmel sıfatlara sahip olan, en güzel övgüyü hak eden, hiç kimsenin O'nu hak ettiği şekilde övmediği, ancak kendi övdüğü şekilde olan; azamet, sultanlık, mülk, fazilet, ihsan, rızık, kerem ve zenginliği geniş olan, bütün kullarının ihtiyaçlarını gideren ve rızıklarını verendir. 83. el-Hakk ()ﺍﳊﹶﻖ: O, zatı ve sıfatı ile haktır. Varlığı haktır. Kemal sıfatı ile haktır. O'nsuz hiçbir şey var olmaz. Her şeyi icat edendir. Ezelden ebede kadar güzel ve mükemmel sıfatlara sahip olan, ihsan edendir. Sözü ve fiili haktır. O'nunla kavuşmak haktır. Gönderdiği rasuller, indirdiği kitaplar, dini haktır. Sadece O'na ibadet etmek haktır. Kendine nispet ettiği her şey haktır. 84. el-Cemîl ()ﺍﳉﹶﻤﻴﻞﹸ: Zatı, fiilleri, isim ve sıfatlarıyla mutlak en güzel olandır. 85. er-Refîk (ﻓﻴﻖ)ﺍﻟﺮ: Bütün yarattıklarını bir anda "Ol" sözüyle yaratabileceği halde, mahlûkatı hikmeti ve yumuşaklığı gereği tedrici (aşamalı olarak) bir şekilde yaratandır. 86. el-Hayiyy ()ﺍﳊﹶﻴﻲ: Utangaç olandır. Allah’ın utanması; mahlûkatınkine benzemeyen, O’nun rahmet, kerem, kemal ve kullarına yumuşaklığından kaynaklanan, kendi zatına layık bir sıfat ve isimdir. 87. es-Sittîr (ﲑﺘ)ﺍﻟﺴ: Günah işleyen kullarına hemen ceza vermeyen, onların hatalarını başkasına yaymayan ve tevbe ettiklerinde onları affedip günahlarını örtendir. 88. el-İlah ()ﺍﻹﻟﻪ: Bu isim bütün kemal isim ve yüce sıfatları kapsayandır. Bu ismi, Allah'ın bütün güzel isimleri- 392 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:180 ni içine almıştır. Allah isminin aslı el-İlah'tır ve Allah ismi, bütün güzel isim ve mükemmel sıfatları kapsayan isimdir. 89. el-Kaabıd ()ﺍﻟﻘﺎﺑﺾ: Dilediği kullarının rızıklarını daraltandır. 90. el-Bâsıt (ﻂﹸ)ﺍﻟﺒﺎﺳ: Dilediği kullarının rızkını genişletendir. 91. el-Mu’tî ()ﺍﳌﹸﻌﻄﻲ: Fazlı ve hikmetiyle verendir. El Kaabıd ile El Basıt, El Mu’ti ile El Mani’ birbirinin zıddı olan isimlerdir. Dolayısıyla Allah-u Teâlâ bu isimlerle övüleceği zaman tek değil, mutlaka zıddıyla birlikte zikredilmesi gerekir. 92. el-Mukaddim (ﻡ)ﺍﳌﹸﻘﹶﺪ: Dilediğini öne geçirip ilerletendir. 93. el-Muahhir (ﺮﺧ)ﺍﳌﹸﺆ: Dilediğini geriletip geriye bırakandır. Bu son iki isim sahih sünnette geçmektedir ve birbirinin zıddı olan isimlerdir. el-Mukaddim ve el-Muahhir birlikte söylenir ve manaları şöyledir: Allah-u Teâlâ dilediğini ilerleten, dilediğini gerileten, sevdiği kullarını diğer kullarının önüne geçiren, günahları yüzünden günahkârları geriletendir. Allah'ın ilerlettiğini kimse geri alamaz, gerilettiğini ise kimse öne alamaz. Herkesi hak ettiği yere koyar. 94. el-Mubîn ()ﺍﳌﹸﺒﲔ: Keşfeden, açıklayan, izhar edendir. Kullarına doğru yolu ve batıl yolu, kendi rızasını kazanıp sevap elde edecekleri fiilleri ve rızasına zıt olan fiilleri beyan edip açıklayandır. 95. el-Mennân (ﺎﻥﹸ)ﺍﳌﻨ: Bol nimet veren ve karşılıksız ihsan edendir. A'RAF:180 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 393 96. el-Veliy ()ﺍﻟﻮﱄﱡ: Bütün âlemin ve mahlûkatın işlerini, kontrolünü ve idaresini üzerine alan ve tedbir sahibi olan; yarattıklarına hem dünyada hem dinlerinde hem de ahirette faydalı şeyler verendir. 97. el-Mevlâ (ﻟﹶﻰ)ﺍﳌﹶﻮ: Her şeyin sahibi olduğu için kendisinden yardım beklenendir. Allah, müminlerin mevlasıdır onlara düşmanlarına karşı yardım edendir. 98. en-Nasîr (ﲑﺼ)ﺍﻟﻨ: Yardım edendir. Verdiği sözü yerine getirerek, hükümlerine bağlanıp yasaklarından uzak durarak dininin yayılmasına yardım eden mümin kullarını, yardımıyla düşmanlarına karşı muzaffer kılandır. 99. eş-Şâfî (ﻲﺎﻓ)ﺍﻟﺸ: Manevi olarak kalbi ve ruhi, maddi olarak da bedeni hastalıklara şifa verendir. Bu isimler dışında bazı âlimlerin kabul ettiği bazısının da kabul etmediği Allah’ın başka isimleri vardır. Bu konuda ehlisünnet vel-cemaat ile diğer fırkalar arasında ihtilaf mevcuttur. Kur’an ve Sünnette İsim Olarak Geçen Lafızlar: Bunlar 90 tanedir. Allâh ()ﺍﷲ, Ehad (ﺪ)ﺍﻷَﺣ, el-A’izz (ﺰ)ﺍﻷَﻋ, el-A’lâ (ﻠﹶﻰ)ﺍﻷَﻋ, el-Ekram (ﻡ)ﺍﻷَﻛﹾﺮ, el-Evvel (ﻝﹸ)ﺍﻷَﻭ, el-Âhir (ﺮ)ﺍﻵﺧ, el-Bâri’ ()ﺍﻟﺒﺎﺭﹺﺉ, el-Bâsıt (ﻂﹸﺎﺳ)ﺍﻟﺒ, el-Bâtın (ﻦﺎﻃ)ﺍﻟﺒ, el-Berr (ﺮ)ﺍﻟﺒ, elBasîr (ﺼﲑ)ﺍﻟﺒ, et-Tevvâb (ﺍﺏﻮ)ﺍﻟﺘ, El-Cebbâr (ﺎﺭ)ﺍﳉﹶﺒ, ElCemîl ()ﺍﳉﹶﻤﻴﻞﹸ, el-Cevâd (ﺍﺩ)ﺍﳉﹶﻮ, el-Hakk ()ﺍﳊﹶﻖ, el-Hakem ()ﺍﳊﹶﻜﹶﻢ, el-Hakîm ()ﺍﳊﹶﻜﻴﻢ, el-Halîm ()ﺍﳊﹶﻠﻴﻢ, el-Hamîd ()ﺍﳊﹶﻤﻴﺪ, el-Hayy ()ﺍﳊﹶﻲ, el-Hayiyy ()ﺍﳊﹶﻴﹺﻲ, el-Habîr ()ﺍﳋﹶﺒﲑ, 394 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:180 el-Hâlık (ﻖ)ﺍﳋﹶﺎﻟ, el-Hallâk ()ﺍﳋﹶﻼﱠﻕ, ed-Dâim (ﻢﺍﺋ)ﺍﻟﺪ, edDeyyân (ﺎﻥﻳ)ﺍﻟﺪ, er-Râzık (ﺍﺯﹺﻕ)ﺍﻟﺮ, er-Raûf (ﺀُﻭﻑ)ﺍﻟﺮ, er-Rabb (ﺏ)ﺍﻟﺮ, er-Rahmân (ﻦﻤﺣ)ﺍﻟﺮ, er-Rahîm (ﻴﻢﺣ)ﺍﻟﺮ, er-Rezzâk (ﺍﻕﺯ)ﺍﻟﺮ, er-Refîk (ﻓﻴﻖ)ﺍﻟﺮ, er-Rakîb (ﻴﺐﻗ)ﺍﻟﺮ, es-Subbûh (ﻮﺡﺒ)ﺍﻟﺴ, es-Sittîr (ﲑﺘ)ﺍﻟﺴ, es-Selâm (ﻼﻡ)ﺍﻟﺴ, es-Semî’ (ﻴﻊﻤ)ﺍﻟﺴ, es-Seyyid (ﺪﻴ)ﺍﻟﺴ, eş-Şâkir (ﺮﺎﻛ)ﺍﻟﺸ, eş-Şekûr (ﻜﹸﻮﺭ)ﺍﻟﺸ, eş-Şâfî (ﻲﺎﻓ)ﺍﻟﺸ, es-Samed (ﺪﻤ)ﺍﻟﺼ, at-Tayyib (ﺐ)ﺍﻟﻄﱠﻴ, ez-Zâhir (ﺮ)ﺍﻟﻈﱠﺎﻫ, el-‘Azîz (ﺰﹺﻳﺰ)ﺍﻟﻌ, el-‘Azîm (ﻴﻢﻈ)ﺍﻟﻌ, el-‘Afuv (ﻔﹸﻮ)ﺍﻟﻌ, el-‘Aliy (ﻲﻠ)ﺍﻟﻌ, el-‘Alîm (ﻠﻴﻢ)ﺍﻟﻌ, el-Gaffâr (ﻔﱠﺎﺭ)ﺍﻟﻐ, el-Gafûr (ﻔﻮﺭ)ﺍﻟﻐ, el-Ganiy (ﻨﹺﻲ)ﺍﻟﻐ, el-Fettâh (ﺎﺡ)ﺍﻟﻔﹶﺘ, el-Kaabıd ()ﺍﻟﻘﹶﺎﺑﹺﺾ, el-Kuddûs (ﻭﺱ)ﺍﻟﻘﹸﺪ, el-Kadîr ()ﺍﻟﻘﹶﺪﻳﺮ, elKarîb ()ﺍﻟﻘﹶﺮﹺﻳﺐ, el-Kahhâr (ﺎﺭ)ﺍﻟﻘﹶﻬ, el-Kaviy ()ﺍﻟﻘﹶﻮﹺﻱ, el- Kayyûm (ﻮﻡ)ﺍﻟﻘﹶﻴ, el-Kebîr ()ﺍﻟﻜﹶﺒﹺﲑ, el-Kerîm ()ﺍﻟﻜﹶﺮﹺﱘ, el-Latîf (ﻴﻒ)ﺍﻟﻠﱠﻄ, el-Mü’min (ﻦﻣ)ﺍﳌﹸﺆ, el-Mubîn ()ﺍﳌﹸﺒﲔ, el-Müte’âl (ﺎﻝﻌ)ﺍﳌﹸﺘ, el-Mütekebbir (ﺮﻜﹶﺒ)ﺍﳌﹸﺘ, el-Metîn (ﲔ)ﺍﳌﹶﺘ, el-Mecîd ()ﺍﳌﹶﺠﹺﻴﺪ, el-Mucîb ()ﺍﳌﹸﺠﹺﻴﺐ, el-Muhsin (ﺴِﻦ)ﺍﳌﹸﺤ, el-Müste’ân (ﻌﺎﻥﺘ)ﺍﳌﹸﺴ, el-Musa’’ir (ﺮﻌ)ﺍﳌﹸﺴ, el-Musavvir (ﺭﻮ)ﺍﳌﹸﺼ, elMuktedir (ﺭﺪ)ﺍﳌﹸﻘﹾﺘ, el-Mukaddim (ﻡ)ﺍﳌﹸﻘﹶﺪ, el-Muahhir (ﺮ)ﺍﳌﹸﺄﹶﺧ, el-Melik (ﻚ)ﺍﳌﹶﻠ, el-Melîk (ﻴﻚ)ﺍﳌﹶﻠ, el-Mennân (ﺎﻥ)ﺍﳌﹶﻨ, elMüheymin (ﻦﻤﻴ)ﺍﳌﹸﻬ, el-Vâhid (ﺪﺍﺣ)ﺍﻟﻮ, el-Vâsi’ (ﻊﺍﺳ)ﺍﻟﻮ, elVitr (ﺮ)ﺍﻟﻮﹺﺗ, el-Vedûd (ﻭﺩﺩ)ﺍﻟﻮ, el-Veliy (ﻲﻟ)ﺍﻟﻮ, el-Vehhâb A'RAF:180 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 395 (ﺎﺏﻫ)ﺍﻟﻮ Kur’an ve Sünnette İştikak (Türeme) Yoluyla Geçen İsimler: Bunlar 36 tanedir. El-İlah ()ﺍﻹِﻟﹶﻪ, el-Bâkî (ﻲﺎﻗ)ﺍﻟﺒ, el-Bedî’ (ﻳﻊﺪ)ﺍﻟﺒ, el-Câmi’ (ﻊ)ﺍﳉﹶﺎﻣ, el-Celîl (ﻴﻞﹸ)ﺍﳉﹶﻠ, el-Hafiy (ﻲ)ﺍﳊﹶﻔ, el-Hasîb (ﺐ)ﺍﳊﹶﺴٍﻴ, el-Hâfız (ﻆﹸ)ﺍﳊﹶﺎﻓ, el-Hafîz (ﻴﻆﹸ)ﺍﳊﹶﻔ, er-Râfi’ (ﻊﺍﻓ)ﺍﻟﺮ, er-Rafî’ (ﻴﻊﻓ)ﺍﻟﺮ, es-Settâr (ﺎﺭﺘ)ﺍﻟﺴ, es-Sâtir (ﺮﺎﺗ)ﺍﻟﺴ, eş-Şedîd (ﻳﺪﺪ)ﺍﻟﺸ, eş-Şehîd (ﻬﹺﻴﺪ)ﺍﻟﺸ, es-Sâdık (ﻕﺎﺩ)ﺍﻟﺼ, el-‘Adl (ﻝﹸﺪ)ﺍﻟﻌ, el‘Âlim (ﻢﺎﻟ)ﺍﻟﻌ, el-‘Allâm (ﻼﱠﻡ)ﺍﻟﻌ, el-Ğâfir (ﺮ)ﺍﻟﻐﺎﻓ, el-Ğâlib ()ﺍﻟﻐﺎﻟﹶﺐ, el-Fâtır (ﺮ)ﺍﻟﻔﹶﺎﻃ, el-Kaahir (ﺮ)ﺍﻟﻘﺎﻫ, el-Kaadir (ﺭ)ﺍﻟﻘﺎﺩ, el-Kâfî (ﻲ)ﺍﻟﻜﹶﺎﻓ, el-Kefîl (ﻴﻞﹸ)ﺍﻟﻜﹶﻔ, el-Mâlik (ﻚ)ﺍﳌﺎﻟ, el-Mihsân (ﺎﻥﹸﺴﺤ)ﺍﳌ, el-Muhît (ﻴﻂﹸ)ﺍﳌﹸﺤ, el-Mukît (ﻴﺖ)ﺍﳌﹸﻘ, el-Mevlâ (ﻟﹶﻰ)ﺍﳌﹶﻮ, en-Nasîr (ﺼﲑ)ﺍﻟﻨ, en-Nûr (ﻮﺭ)ﺍﻟﻨ, el-Hâdî (ﻱ)ﺍﳍﹶﺎﺩ, elVâris (ﺍﺭﹺﺙﹸ)ﺍﻟﻮ, el-Vekîl (ﻴﻞﹸﻛ)ﺍﻟﻮ Kur’an ve Sünnette İzafe Yoluyla Geçen İsimler: Kuvvetli delilden dolayı alınanlar 63 tanedir. Ahsenu’l Hâlikîn (ﲔﻘ ﺍﳋﹶﺎﻟﻦﺴ)ﺃﹶﺣ, Ahkemu’l Hâkimîn (ﲔﻤﻢ ﺍﳊﹶﺎﻛ ﻜﹶ)ﺃﹶﺣ, Erhamu’r Râhimîn (ﲔﻤﺍﺣ ﺍﻟﺮﻢﺣ)ﺃﹶﺭ, Esra’ulHâsibîn (ﺒﹺﲔ ﺍﳊﹶﺎﺳﻉﺮ)ﺃﹶﺳ, Ehlu’t-Takvâ (ﻯﻘﹾﻮﻞﹸ ﺍﻟﺘ)ﺃﹶﻫ, Ehlu’lMağfiret (ﺓﺮﻔﻐﻞﹸ ﺍﻟﹾﻤ)ﺃﹶﻫ, el-Elîmu’l-Ahaz (ﺬ ﺍﻷَﺧﻴﻢ)ﺍﻷَﻟ, elBâliğu Emrih (ﺮﹺﻩﻎﹸ ﺃﹶﻣﺎﻟ)ﺍﻟﺒ, Câ’ilu’l-Leyli Sekenâ ( ﻞﹺﻞﹸ ﺍﻟﻠﱠﻴﺎﻋﺟ ﺎﻜﹶﻨ)ﺳ, Câmi’un-Nâsi (ﺎﺱﹺ ﺍﻟﻨﻊﺎﻣ)ﺟ, Hayru’l-Fâtihîn ( ﺮﻴﺧ ﲔﺤ)ﺍﻟﻔﹶﺎﺗ, Hayru’l-Hâfizîn (ﲔﻈ ﺍﳊﹶﺎﻓﺮﻴ)ﺧ, Hayru’l-Hâkimîn 396 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:180 (ﲔﻤ ﺍﳊﹶﺎﻛﺮﻴ)ﺧ, Hayru’r-Râhimîn (ﲔﻤﺍﺣ ﺍﻟﺮﺮﻴ)ﺧ, Hayru’rRâzikîn (ﲔﺍﺯﹺﻗ ﺍﻟﺮﺮﻴ)ﺧ, Hayru’l-Ğâfirîn (ﺮﹺﻳﻦﺎﻓ ﺍﻟﻐﺮﻴ)ﺧ, Hayru’lFâsılîn (ﲔﻠ ﺍﻟﻔﹶﺎﺻﺮﻴ)ﺧ, Hayru’l-Mâkirîn (ﺮﹺﻳﻦ ﺍﳌﹶﺎﻛﺮﻴ)ﺧ, Hayru’lMunzilîn (ﺰﹺﻟﲔ ﺍﳌﹸﻨﺮﻴ)ﺧ, Hayru’n-Nâsırîn (ﺮﹺﻳﻦﺎﺻ ﺍﻟﻨﺮﻴ)ﺧ, Hayru’l-Vârisîn (ﲔﺍﺭﹺﺛ ﺍﻟﻮﺮﻴ)ﺧ, Zü’l-Batş (ﻄﹾﺶﹺ)ﺫﹸﻭ ﺍﻟﺒ, Zü’ntikaam (ﺘﻘﹶﺎﻡﹴ)ﺫﹸﻭ ﺍﻧ, Zü’l-Celâli ve’l-İkrâm ( ﺫﹸﻭ ﺍﳉﹶﻠﹶﺎﻝﹺ ﺍﻡﹺﺍﻹِﻛﹾﺮ)ﻭ, Zü’r-Rahmeti’l-Vâsi’ah (ﺔﻌﺍﺳ ﺍﻟﻮﺔﻤﺣ)ﺫﹸﻭ ﺍﻟﺮ, Zü’tTavl (ﻝﹺ)ﺫﹸﻭ ﺍﻟﻄﱠﻮ, Zü’l-‘Arş (ﺵﹺﺮ)ﺫﹸﻭ ﺍﻟﻌ, Zü’l-Fadl (ﻞﹺ)ﺫﹸﻭ ﺍﻟﻔﹶﻀ, Zü’l-Kuvveh (ﺓ)ﺫﹸﻭ ﺍﻟﻘﹸﻮ, Zü’l-Me’âric (ﺎﺭﹺﺝﹺ)ﺫﹸﻭ ﺍﳌﹶﻌ, Rabbu’lMeşrikayni ve Rabbu’l-Mağribeyn (ﻦﹺﻴﺮﹺﺑ ﺍﳌﹶﻐﺏﺭﻦﹺ ﻭﺮﹺﻗﹶﻴ ﺍﳌﹶﺸﺏ)ﺭ, Rabbu’l-‘Âlemîn (ﲔﺎﻟﹶﻤﺍﻟﻌ )ﺭ, Refî’ud-Derecât ( ﻴﻊﻓﺭ ﺏ ﺎﺕﺟﺭ)ﺍﻟﺪ, Serî’ul-‘İkaab (ﻘﹶﺎﺏﹺ ﺍﻟﻌﺮﹺﻳﻊ)ﺳ, Serî’ul-Hisâb ( ﺮﹺﻳﻊﺳ ﺎﺏﹺﺴ)ﺍﳊ, eş-Şedîdu’l-Batş (ﻄﹾﺶﹺ ﺍﻟﺒﻳﺪﺪ)ﺍﻟﺸ, Şedîdu’l-‘İkaab (ﻘﹶﺎﺏﹺ ﺍﻟﻌﻳﺪﺪ)ﺷ, Şedîdu’l-Mihâl (ﺎﻝﹺﺤ ﺍﳌﻳﺪﺪ)ﺷ, Allâmu’l-Ğuyûb (ﻮﺏﹺﻴ ﺍﻟﻐﻼﱠﻡ)ﻋ, Aduvvu’l-Kâfirîn (ﺮﹺﻳﻦ ﺍﻟﻜﹶﺎﻓﻭﺪ)ﻋ, el-Ğâlibu ‘alâ Emrih (ﺮﹺﻩﻠﹶﻰ ﺃﹶﻣ ﻋﺐﺎﻟ)ﺍﻟﻐ, Fâliku’l-Isbâh (ﺒﹺﺎﺡﹺ ﺍﻹِﺻﻖ)ﻓﹶﺎﻟ, Fâliku’lHabbi ve’n-Nevâ (ﻯﻮﺍﻟﻨ ﻭ ﺍﳊﹶﺐﻖ)ﻓﹶﺎﻟ, el-Fe’’âlu limâ Yurîd (ﺮﹺﻳﺪﺎ ﻳﻤﺎﻝﹸ ﻟ)ﺍﻟﻔﹶﻌ, Fâtıri’s-Semâvâti ve’l-Ard ( ﺍﺕﻮﻤﺮﹺ ﺍﻟﺴﻓﹶﺎﻃ ﺽﹺﺍﻷَﺭ)ﻭ, el-Kaaimu ‘alâ Kulli Nefsin bimâ Kesebet ( ﻢﺍﻟﻘﹶﺎﺋ ﺖﺒﺎﻛﹶﺴﻔﹾﺲﹴ ﺑﹺﻤﻠﹶﻰ ﻛﹸﻞﱢ ﻧ)ﻋ, Kâşifu’d-Durr (ﺮ ﺍﻟﻀﻒ)ﻛﹶﺎﺷ, Mâlikü’lMülk ( ﺍﳌﹸﻠﹾﻚﻚﺎﻟ)ﻣ, Mâliku Yevmi’d-Dîn (ﻳﻦﻡﹺ ﺍﻟﺪﻮ ﻳﻚﺎﻟ)ﻣ, A'RAF:180 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 397 Mutimmu Nûrih (ﻮﺭﹺﻩ ﻧﻢﺘ)ﻣ, Muhricu’l-Hayye mine’lMeyyiti ve Muhricu’l-Meyyite mine’l-Hayyi ( ﻦّ ﻣ ﺍﳊﹶﻲﺮﹺﺝﺨﻣ ﺍﳊﹶﻲﻦ ﻣﺖ ﺍﳌﹶﻴﺮﹺﺝﺨﻣ ﻭ،ﺖ)ﺍﳌﹶﻴ, Muhzi’l-Kâfirîn (ﺮﹺﻳﻦﺰﹺﻱ ﺍﻟﻜﹶﺎﻓﺨ)ﻣ, Musarrifu’l-Kulûb ( ﺍﻟﻘﹸﻠﹸﻮﺏﹺﻑﺮﺼ)ﻣ, Mukallibu’l-Kulûb ( ﻘﹶﻠﱢﺐﻣ )ﺍﻟﻘﹸﻠﹸﻮﺏﹺ, Musebbitü’l-Kulûb ( ﺍﻟﻘﹸﻠﹸﻮﺏﹺﺖﺜﹶﺒ)ﻣ, Ni’me’l-Kaadir (ﺭ ﺍﻟﻘﹶﺎﺩﻢ)ﻧﹺﻌ, Ni’me’l-Mâhid (ﺪ ﺍﳌﹶﺎﻫﻢ)ﻧﹺﻌ, Ni’me’l-Mevlâ ( ﻢﻧﹺﻌ ﻟﹶﻰ)ﺍﳌﹶﻮ, Ni’me’n-Nasîr (ﲑﺼ ﺍﻟﻨﻢ)ﻧﹺﻌ, Ni’me’l-Vekîl (ﻴﻞﹸﻛ ﺍﻟﻮﻢ)ﻧﹺﻌ, Nûru’s-Semâvâti ve’l-Ard (ﺽﹺﺍﻷَﺭ ﻭﺍﺕﻮﻤ ﺍﻟﺴﻮﺭ)ﻧ, Vâsi’ulMağfiret (ﺓﺮﻔ ﺍﳌﹶﻐﻊﺍﺳ)ﻭ, Veliyyu’l-Mü’minîn (ﻨﹺﲔﻣ ﺍﳌﹸﺆﻲﻟ)ﻭ Çift Kullanılması Gereken İsimler: Bunlar tek olarak değil, zıddıyla birlikte kullanılması gereken isimlerdir. Allah için ancak bu şekilde mükemmel ve eksiksiz mana elde edilir. Bunlar 14 tanedir. El-Evvel – el-Âhir (ﺮ ﺍﻵﺧ- ﻝﹸ)ﺍﻷَﻭ, el-Hâfıd – er-Râfi’ (ﻊﺍﻓ ﺍﻟﺮ-ﺾ)ﺍﳋﹶﺎﻓ, er-Râtık – el-Fâtık (ﻖ ﺍﻟﻔﹶﺎﺗ- ﻖﺍﺗ)ﺍﻟﺮ, ez-Zâhir – el-Bâtın (ﻦﺎﻃ ﺍﻟﺒ-ﺮ)ﺍﻟﻈﱠﺎﻫ, el-Kaabıd – el-Bâsıt (ﻂﹸﺎﺳ ﺍﻟﺒ-)ﺍﻟﻘﹶﺎﺑﹺﺾ, el-Mukaddim – el-Muahhir (ﺮﺧ – ﺍﳌﹶﺆﻡ)ﺍﳌﹸﻘﹶﺪ, el-Mubdî – el-Mu’îd (ﻴﺪ ﺍﳌﹸﻌ-ﻱﺪ)ﺍﳌﹸﺒ, elMuhill – el-Muharrem (ﻡﺮ ﺍﳌﹸﺤ- ﻞﱡ)ﺍﳌﹸﺤ, el-Muhyî – el-Mumît (ﻴﺖ ﺍﳌﹸﻤ-ﻴﹺﻲ)ﺍﳌﹸﺤ, el-Mu’izz – el-Muzill (ﻝﱡ ﺍﳌﹸﺬ-ﺰ)ﺍﳌﹶﻌ, el-Mu’tî – el-Mâni’ ( ﺍﳌﹶﺎﻧﹺﻊ-ﻲﻄ)ﺍﳌﹸﻌ, el-Muntekım – el-‘Afuv ( – ﻢﻘﺘﺍﳌﹸﻨ ﻔﹸﻮ)ﺍﻟﻌ, en-Nâfi’ – ed-Dârr (ﺎﺭ ﺍﻟﻀ-ﻊﺎﻓ)ﺍﻟﻨ, el-Hâdî – el-Mudill (ﻞﱡ ﺍﳌﹸﻀ-ﻱ)ﺍﳍﹶﺎﺩ 398 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:180 İsim Olarak Tercih Edilmeyen Lafızlar: Bunlar 147 tanedir. El-Ebed (ﺪ)ﺍﻷَﺑ, el-Âhiz (ﺬﹸ)ﺍﻵﺧ, el-Ahkem (ﻜﹶﻢ)ﺍﻷَﺣ, elA’zam (ﻈﹶﻢ)ﺍﻷَﻋ, el-A’lem (ﻠﹶﻢ)ﺍﻷﻋ, el-Akrab (ﺏ)ﺍﻷَﻗﹾﺮ, el-Ekvâ (ﻯ)ﺍﻷَﻗﹾﻮ, el-Ekber (ﺮ)ﺍﻷَﻛﹾﺒ, Âmîn (ﲔ)ﺁﻣ, el-Bâdî (ﺉﺎﺩ)ﺍﻟﺒ, elBârr (ﺎﺭ)ﺍﻟﺒ, el-Bâ’is (ﺚﹸﺎﻋ)ﺍﻟﺒ, el-Bâtış (ﺶﺎﻃ)ﺍﻟﺒ, el-Bâlî (ﻲﺎﻟ)ﺍﻟﺒ, el-Bânî (ﺎﻧﹺﻲ)ﺍﻟﺒ, el-Burhân (ﺎﻥﹸﺮﻫ)ﺍﻟﺒ, et-Tâmm (ﺎﻡ)ﺍﻟﺘ, el-Câ’il (ﻞﹸ)ﺍﳉﹶﺎﻋ, el-Hâsib (ﺐ)ﺍﳊﹶﺎﺳ, el-Hâkim (ﻢ)ﺍﳊﺎﻛ, el-Hennân (ﺎﻥﹸ)ﺍﳊﹶﻨ, el-Hâtim (ﻢ)ﺍﳋﹶﺎﺗ, el-Hafiy (ﻲ)ﺍﳋﹶﻔ, el-Halîfeh (ﻴﻔﹶﺔ)ﺍﳋﹶﻠ, ed-Dehr (ﻫﺮ)ﺍﻟﺪ, ed-Dâfi’ (ﻊﺍﻓ)ﺍﻟﺪ, ez-Zâri’ ()ﺍﻟﺬﱠﺍﺭﹺﺉ, er-Râşid (ﺪﺍﺷ)ﺍﻟﺮ, Reşîd (ﻴﺪﺷ)ﺍﻟﺮ, Ramadân (ﺎﻥﻀﻣ)ﺭ, er-Râdî – er- Rıdâ (ﺿﺎ ﺍﻟﺮ-ﺍﺿﻲ)ﺍﻟﺮ, ez-Zâri’ (ﺍﺭﹺﻉ)ﺍﻟﺰ, es-Sâmi’ (ﻊﺎﻣ)ﺍﻟﺴ, esSerî’ (ﺮﹺﻳﻊ)ﺍﻟﺴ, es-Sâkî (ﺎﻗﻲ)ﺍﻟﺴ, es-Sehıt (ﻂﹸﺨ)ﺍﻟﺴ, eş-Şâhit (ﺎﻫﺪ)ﺍﻟﺸ, eş-Şefî’ (ﻴﻊﻔ)ﺍﻟﺸ, eş-Şâri’ (ﺎﺭﹺﻉ)ﺍﻟﺸ, es-Sâhib (ﺐﺎﺣ)ﺍﻟﺼ, es-Sâni’ (ﺎﻧﹺﻊ)ﺍﻟﺼ, es-Sabûr (ﻮﺭﺒ)ﺍﻟﺼ, es-Safûh (ﻔﹸﻮﺡ)ﺍﻟﺼ, et-Tabîb ()ﺍﻟﻄﱠﺒﹺﻴﺐ, et-Tâlib (ﻟﺐ)ﺍﻟﻄﱠﺎ, et-Tâbi’ ()ﺍﻟﻄﱠﺎﺑﹺﻊ, et-Tuhr (ﺮ)ﺍﻟﻄﱡﻬ, el-Ğıyâs (ﺎﺙﹸﻴ)ﺍﻟﻐ, el-Ğuyûr (ﻮﺭﻴ)ﺍﻟﻐ, el-Fâtih (ﺢ)ﺍﻟﻔﹶﺎﺗ, el-Fâtin (ﻦ)ﺍﻟﻔﺎﺗ, el-Fâ’il (ﻞﹸ)ﺍﻟﻔﹶﺎﻋ,el-Ferd (ﺩ)ﺍﻟﻔﹶﺮ, el-Fe’’âl (ﺎﻝﹸ)ﺍﻟﻔﹶﻌ, el-Kaadî (ﻲ)ﺍﻟﻘﹶﺎﺿ, el-Kadîm (ﱘ)ﺍﻟﻘﹶﺪ, el-Kaaim (ﻢ)ﺍﻟﻘﹶﺎﺋ, el-Kaabil ()ﺍﻟﻘﹶﺎﺑﹺﻞﹸ, el-Kıyâm (ﺎﻡﻴ)ﺍﻟﻘ, elKayyim (ﻢ)ﺍﻟﻘﹶﻴ, el-Kâin (ﻦ)ﺍﻟﻜﹶﺎﺋ, el-Kâtib (ﺐ)ﺍﻟﻜﹶﺎﺗ, el-Kâşif (ﻒ)ﺍﻟﻜﺎﺷ, el-Mâcid ()ﺍﳌﺎﺟﹺﺪ, el-Mâni’ ()ﺍﳌﺎﻧﹺﻊ, el-Müellif A'RAF:180 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 399 (ﻟﱢﻒ)ﺍﳌﹸﺆ, el-Müeyyid (ﺪﻳ)ﺍﳌﹸﺆ, el-Mübârek (ﻙ)ﺍﳌﹸﺒﺎﺭ, el-Mübtelî (ﻲﻠﺘ)ﺍﳌﹸﺒ, el-Mübrim (ﺮﹺﻡ)ﺍﳌﹸﺒ, el-Mübğıd (ﺾﻐ)ﺍﳌﹸﺒ, el-Mübkî (ﻲﻘ)ﺍﳌﺒ, el-Müblî (ﻲﻠ)ﺍﳌﹸﺒ, Mütefaddıl (ﻞﹸﻔﹶﻀ)ﺍﳌﹸﺘ, Mütekabbil (ﻞﹸﻘﹶﺒ)ﺍﳌﺘ, el-Müteveffî (ﻓﱢﻲﻮ)ﺍﳌﹸﺘ, el-Müsebbit (ﺖ)ﺍﳌﹸﺜﹶﺒ, elMüctebâ (ﱮﺘ)ﺍﳌﹸﺠ, el-Mucîr ()ﺍﳌﹸﺠﹺﲑ, el-Muhibb (ﺐ)ﺍﳌﹸﺤ, elMuhsî (ﻲﺼ)ﺍﳌﹸﺤ, el-Muhtâr (ﺎﺭﺘ)ﺍﳌﹸﺨ, el-Muhric (ﺮﹺﺝ)ﺍﳌﹸﺨ, el- (ﺮﺑ)ﺍﳌﹸﺪ, el-Müdavil (ﺍﻭﹺﻝﹸ)ﺍﳌﹸﺪ, el-Müdemdim (ﻡﺪﻣ)ﺍﳌﹸﺪ, el-Mezkûr ()ﺍﳌﹶﺬﹾﻛﹸﻮﺭ, el-Mürsil (ﻞﹸﺳ)ﺍﳌﹸﺮ, el-Mürşid Müdebbir (ﺪﺷ)ﺍﳌﹸﺮ, el-Murîd ()ﺍﳌﹸﺮﹺﻳﺪ, el-Müstecîb (ﺠﹺﻴﺐﺘ)ﺍﳌﹸﺴ, elMustekîm (ﻴﻢﺘﻘ)ﺍﳌﹸﺴ, el-Müstemi’ (ﻊﻤﺘ)ﺍﳌﹸﺴ, el-Mustafî (ﻲﻄﹶﻔ)ﺍﳌﹸﺼ, el-Mustani’ (ﻄﹶﻨﹺﻊ)ﺍﳌﹸﺼ, el-Muslih (ﺢﻠ)ﺍﳌﹸﺼ, elMudâ’if (ﻒﺎﻋ)ﺍﳌﹸﻀ, el-Mudill (ﻞﱡ)ﺍﳌﹸﻀ, el-Mut’im (ﻢ)ﺍﳌﹸﻄﹾﻌ, elMuttali’ (ﻊ)ﺍﳌﹸﻄﱡﻠ, el-Mutahhir (ﺮ)ﺍﳌﹸﻄﹶﻬ, el-Muzhir ()ﺍﳌﹸﻈﹾﻬﹺﺮ, elMu’âfî (ﻲﺎﻓ)ﺍﳌﹸﻌ, el-Ma’bûd (ﻮﺩ)ﺍﳌﻌﺒ, el-Mu’azzib (ﺬﱢﺏ)ﺍﳌﹸﻌ, elMu’în (ﲔ)ﺍﳌﹸﻌ, el-Mu’tî (ﻲﻄ)ﺍﳌﹸﻌ, el-Muğnî (ﻨﹺﻲ)ﺍﳌﹸﻐ, el-Muğîs (ﻴﺚﹸ)ﺍﳌﹸﻐ, el-Müftî (ﻲ)ﺍﳌﹸﻔﹾﺘ, el-Müferric (ﺝ)ﺍﳌﹸﻔﹶﺮ, el-Mufaddıl (ﻞﹸ)ﺍﳌﹸﻔﹶﻀ, el-Mufnî ()ﺍﳌﹸﻔﹾﻨﹺﻲ, el-Muksıt ()ﺍﳌﹸﻘﹾﺴِﻂﹸ, el-Mukaddir (ﺭ)ﺍﳌﹸﻘﹶﺪ, el-Mükrim ()ﺍﳌﹸﻜﹾﺮﹺﻡ, el-Mümtehin (ﻦﺤﺘ)ﺍﳌﹸﻤ, elMumidd (ﺪ)ﺍﳌﹸﻤ, el-Mumlî (ﻠﻲ)ﺍﳌﹸﻤ, el-Mumhil (ﻬﹺﻞﹸ)ﺍﳌﹸﻤ, elMüntekım (ﻢﻘﺘ)ﺍﳌﹸﻨ, el-Münebbî (ﻲﺒ)ﺍﳌﹸﻨ, el-Müncî (ﺠﹺﻲ)ﺍﳌﹸﻨ, elMünzil (ﺰﹺﻝﹸ)ﺍﳌﹸﻨ, el-Münzir (ﺭﺬ)ﺍﳌﹸﻨ, el-Münşi’ (ﺊﹸﺸ)ﺍﳌﹸﻨ, el- 400 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:180 Mün’im (ﻢﻌ)ﺍﳌﹸﻨ, el-Munîr ()ﺍﳌﹸﻨﹺﲑ, el-Mühlik (ﻚ)ﺍﳌﹸﻬﻠ, elMühîn ()ﺍﳌﹸﻬﹺﲔ, el-Mûcid ()ﺍﳌﹸﻮﺟﹺﺪ, el-Mûhî (ﻲ)ﺍﳌﹸﻮﺣ, el-Mûzi’ ()ﺍﳌﹸﻮﺯﹺﻉ, el-Mûsi’ (ﻊ)ﺍﳌﹸﻮﺳ, el-Mûsî (ﻲ)ﺍﳌﹸﻮﺻ, el-Mûil (ﻞﹸ)ﺍﳌﹸﻮﺋ, el-Müyessir (ﺮﺴ)ﺍﳌﹸﻴ, en-Nâsır (ﺮﺎﺻ)ﺍﻟﻨ, en-Nâzır (ﺮﺎﻇ)ﺍﻟﻨ, enNâsıh (ﺦﺎﺳ)ﺍﻟﻨ, en-Nezîr (ﻳﺮﺬ)ﺍﻟﻨ, el-Hevâ (ﻯ)ﺍﳍﹶﻮ, el-Vâcid (ﺍﺟﹺﺪ)ﺍﻟﻮ, el-Vâlî (ﻲﺍﻟ)ﺍﻟﻮ, el-Vâkî (ﻲﺍﻗ)ﺍﻟﻮ, el-Vâfî (ﻲﺍﻓ)ﺍﻟﻮ, elVafî (ﻲﻓ)ﺍﻟﻮ. HAKKA YÖNELTEN VE ONUNLA HÜKMEDEN KİMSELER (١٨١) ﻟﹸﻮﻥﹶﺪﻌ ﻳﺑﹺﻪ ﻭﻖﻭﻥﹶ ﺑﹺﺎﹾﻟﺤﺪﻬﺔﹲ ﻳﺎ ﺃﹸﻣﻠﹶﻘﹾﻨ ﺧﻦﻤﻣﻭ 181 – Yarattığımız kimselerden hakka sevk eden ve onunla hükmeden bir ümmet vardır. Allah-u Teâlâ en güzel isimlerin kendisine ait olduğunu, o isimlerle O’na dua edilmesini, O’nun isimlerini tahrif eden, batıl teviller yapan, yalanlayan, eksilten, artıran veya zedeleyecek herhangi bir şey yapan kimseleri kendi hallerine bırakarak onlardan uzaklaşmak gerektiğini, bu yaptıklarına karşılık onlara ceza vereceğini bir önceki ayette bildirdikten sonra bu ayette de hakka ulaşmış, o hakkı pratik hayatlarında yaşayan, yaşatma gayretinde olan ve onunla hükmeden kimselerden haber veriyor. “Yarattığımız kimselerden hakka sevk eden ve onunla hükmeden bir ümmet vardır.” Allah-u Teâlâ bu ayette bir ümmeti haber veriyor ve on- A'RAF:181 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 401 larda bulunan iki sıfatı sayıyor. Bu sıfatlar ise şöyledir: 1 – İnsanları hakka çağırmak. Ayette kendilerinden söz edilen ümmete verilen ilk sıfat işte budur. Çünkü bu ümmet kendilerine gelen hakka icabet etmiş, o hakka bağlanıp teslim olmuş, onu pratik hayatlarına yansıtmış ve sadece kendilerinin hak üzerinde olmalarıyla yetinmeyip bütün imkân ve güçlerini insanların hidayeti bulmaları için kullanarak onlara hidayet yolunu gösterme çaba ve gayreti içerisinde olmuştur. Zira onlar; bu şekilde yapmaları gerektiğinin Allah-u Teâlâ’nın kendilerine bir emri olduğunun şuurundadırlar. İşte böyle bir şuura sahip oldukları için sadece kendilerini kurtarmış olmakla yetinmezler. Başkalarını da kurtarabilmek için Allah-u Teâlâ’nın tevhidini insanlara tebliğ ederler. Böylece bu konuda cahil, yanlışa düşmüş, gaflet içerisinde olan kimseleri içinde bulundukları bu hallerinden kurtarmak, hakka ve hidayete dönmelerini sağlamak için onlara Allah-u Teâlâ’nın dinini tebliğ eder, Rablerini kendilerine gerçek manada tanıtır ve böylece yalnızca O’na boyun eğmelerini sağlamak için hayatlarının sonuna kadar bu uğurda mücadele verirler. 2 – Sadece hakla hükmetmek. Ayette kendilerinden söz edilen ümmete verilen ikinci sıfat ise işte budur. Burada kastedilen hak ise Allah-u Teâlâ’nın indirdiği kitabın hükümleri ve onun son rasulü Muhammed aleyhisselam’ın öğrettikleridir. Zira ancak Kur’an ve sünnette bulunan ve bu ikisine uyanlar hak olup, bunlara uymayan ve o ikisinin dışında kalan her ne varsa batıldır. Muhammed (a.s)’in Ümmetinden Olanlar: Allah-u Teâlâ’nın bu ayette kendilerini iki sıfatla bildirdiği kimseler son rasul Muhammed aleyhisselam’ın daveti- 402 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:181 ne icabet edip teslim olmuş icabet ümmetidir. Çünkü Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ümmeti başlıca iki kısımdır. Birincisi; davet ümmetidir, ki bu, bütün insanlar ve cinlerdir. Zira Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, âlemlere rahmet olarak, yani hem cinlere hem de insanlara tevhidi davet etmek için gönderilmiştir. Ve o, nebi ve rasullerin sonuncusu olup ondan sonra ne bir nebi ne de bir rasul gelecektir. Onun şeriatı kıyamete kadar bakidir ve bu nedenle hem cinler hem de insanlar onun getirdiği tevhid dininden ve şeriatından sorumlu olup hem tevhide iman etmek, hem de onun şeriatına göre yaşamakla mükelleftirler. İkincisi; icabet ümmetidir, ki bu, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in davetine icabet edip böylelikle ona ve getirdiği hakka tabi ve teslim olan mü’min ve muvahhid kimselerdir. Allah-u Teâlâ işte bu ayette bu kimselerin vasıflarını haber vermiştir. Amr İbn Cüreyc bu ayet hakkında şöyle dedi: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu ayet hakkında şöyle buyurdu: "İşte bu ayette zikredilen ümmet, benim ümmetimdir. Hakla hükmederler, ihtilaf halinde ihtilafları hakla çözerler, hakla alırlar ve hakla verirler." (İbn Cerir Taberi, İbn Münzir ve İbn Hayyan) A'RAF:181 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 403 Katade bu ayet hakkında şöyle dedi: “Bu ayet hakkında bize şöyle bir haber geldi: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu ayeti okuduğunda şöyle derdi: "Bu ayet sizin içindir. Karşınızda olan Yahudilere de daha önce böyle bir şey verilmiştir. Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu: "Musa kavminden öyle bir ümmet vardır ki; hakla hidayet ederler ve onunla hükmederler." (Âbid b. Humeyd, İbn Münzir) Muaviye b. Ebi Süfyan’dan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Muhakkak ümmetimden, hakka davet eden bir taife kıyamete kadar var olacaktır. Onlara karşı çıkan ve muhalefet edenler, asla onlara zarar veremeyecektir. Ve bu, kıyamete kadar böyle olacaktır.” (Buhari, Müslim) Bir başka rivayette şu fazlalık vardır: "Allah'ın emri gelinceye kadar bu, böyle devam edecektir." Rabia b. Enes bu ayet hakkında şöyle diyor: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Meryem oğlu İsa ininceye kadar hak üzerinde kalacak bir taife olacaktır.” Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in icabet eden, ona bağlı olan ümmetinin hidayet üzerinde bulunanlar olduğu bu ayette apaçık bir şekilde belirtiliyor. Hidayet ise Allahu Teâlâ’nın gösterdiği doğru yoldur. Allah-u Teâlâ’nın ayette belirttiği vasıflara sahip olanların dışındakiler ise Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in icabet etmeyen ümmetidir ki Allah-u Teâlâ onları bir sonraki ayette de açıklanacağı üzere: “Ayetlerimizi yalanlayanlar” olarak vasıflandırmıştır. 404 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:181 Öyleyse Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in icabet ümmeti; icabet eden ve icabet etmeyen olarak iki kısma ayrılır. Bunlardan birincisi; yani icabet eden ümmet başta da belirtildiği üzere Allah-u Teâlâ’nın şeriatına inanır ve onu uygular, bununla da yetinmeyip; insanlara bu şeriatı tebliğ eder ve onları buna davet ederler. Yine onlar en basit bir meselede olsa bile sadece Allah-u Teâlâ’nın hükümleriyle hükmeder, yalnızca O’nun kanunlarını uygular ve insanlara da uygulatırlar. Bu sebeple onlar asla ve asla Allah-u Teâlâ’nın hükümlerine zıt olan kanunlara muhakeme olmaz ve insanları bu kanunlara muhakeme olmaya zorlamaz ve Allah-u Teâlâ’nın hükümlerine zıt olan hükümleri “adaletli hükümler” olarak vasfetmezler. Çünkü adaletli ve hak olan hükümler, sadece Allah-u Teâlâ’nın hükümlerine uygun olan hükümlerdir. İşte bunun içindir ki onlar, en yakın akrabası bile olsa eğer haksız ise asla onu kayırıp ona meyletmez; en sevmediği kişi bile olsa ona da adaletli davranırlar. Bunlardan ikincisi ise; ayette zikredilen sıfatlara haiz olmayan kimselerdir. Çünkü onlar Allah-u Teâlâ’nın şeriatını yalanlar, ona tabi olmaz, onunla hükmetmez, onunla hükmedenleri ve yaşayanları sapıklar olarak vasfeder, onlara karşı bir mücadele içerisinde olur ya da şeriatın bir kısmına inanıp bir kısmını reddederler. İşte bunlar icabet etmeyen ümmet olup “ayetleri yalanlayanlar” vasfını almışlardır. Öyleyse gerek cinler ve gerekse insanlarda hakka icabet hususunda ya icabet eden ümmet veya icabet etmeyen ümmet olmaları şeklinde iki grup söz konusu olup bir üçüncü, yani orta grup söz konusu değildir. A'RAF:181 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 405 İcabet Ümmeti Olmak Davet Etmeyi ve Şeriatla Hükmetmeyi Gerektirir: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ümmetinden olduğunu iddia edip de kendisi hidayete ulaştığı halde insanları bu hidayet yoluna davet etmemek o kişinin Müslümanlık iddiasının yalan olduğunu gösteren bir alamettir. Çünkü Allah-u Teâlâ bu ayette apaçık bir şekilde onların, insanları hakla davet ettiklerini, onlara insanlara doğru yolu hakla gösterdiklerini bildiriyor. Bu bildirilenler şüphesiz basit şeyler değildir. Zira onlar hem kendileri hakka bağlanıyor hem de güçleri nispetinde insanları davet ediyorlar. O halde Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in gerçek ümmeti dava adamlarıdır. Yani; imkânları dâhilinde insanları hidayete davet eden kişilerdir. Onlar bu konuda pasiflik göstermezler. Zira sahip oldukları ve kalplerine yerleşen o hidayet sakin, yerinde duran, hareketsiz bir hidayet değil, bilakis canlı ve hareketli bir hidayettir. Bu yüzden önce kendilerini ve en yakınlarını düzeltir, sonra da imkânları nispetinde kendilerine yakın olan diğer kişileri düzeltmeye çalışırlar. Durum böyleyken insanları hidayete çağırma imkânı ve vakti olduğu halde dünyayla meşgul olan bir kişi, Allah-u Teâlâ’nın bu ayette vasfettiği kişilerden değildir elbette. Bu gibi kimseler ne zaman ki güzel bir şekilde Allah-u Teâlâ’nın hidayetini öğrenir ve ona tabi olup boyun eğer, sonra da öncelikle en yakınlarına, akabinde başka kimseleri bu hükümlere davet ederse, işte ancak o zaman "hakla insanları hidayete davet edenler" vasfını kazanabilir. Aynı şekilde Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ümmetinden olduğunu iddia edip de Allah-u Teâlâ’nın hükümlerine zıt olan hükümlerle hükmeden kişinin iddiası da yalan bir iddiadan başka bir şey değildir. Zira kişinin 406 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:181-182 Müslüman olduğunu söyleyip Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ümmetinden olduğunu iddia etmesi ile en basit meselede bile olsa Allah-u Teâlâ’nın hükümlerinden başka hükümlerle hükmetmesinin aynı anda olması mümkün değildir. İşte bu gibi kimse de her ne zaman Allah-u Teâlâ’nın hidayetini öğrenir, bunu hayatında tatbik eder ve onunla hem kendisine, hem de insanlara hükmeder, böylelikle Allah-u Teâlâ’nın hükümlerinden başka hükümlerden yüz çevirip onlardan uzaklaşırsa işte o zaman; “hakla insanlara hükmedenler” vasfını kazanabilir. HİSSETMEKSİZİN HELAKE YAKLAŞTIRILACAK KİMSELER (١٨٢) ﻮﻥﹶﻠﹶﻤﻌﺚﹸ ﻟﹶﺎ ﻳﻴﻦ ﺣ ﻣﻢﻬﺪﺭﹺﺟ ﺴﺘ ﻨﺎ ﺳﻨﺎﺗﻮﺍ ﺑﹺﺂﻳ ﻛﹶﺬﱠﺑﻳﻦﺍﻟﱠﺬﻭ 182 – Ayetlerimizi yalanlayanları, bilmeyecekleri bir yerden, yavaş yavaş helake yaklaştıracağız. Allah-u Teâlâ önceki ayette son rasul Muhammed aleyhisselam’a icabet edip onun getirdiği hakka tabi olan kimselerle ilgili sıfatları bildirdikten sonra bu ayette; gerek Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem zamanında gerekse daha sonraki zamanlarda, gönderdiği bu son rasulün davetine icabet etmeyen kâfirlere karşı nasıl bir metot kullandığını haber veriyor. “Ayetlerimizi yalanlayanları, bilmeyecekleri bir yerden, yavaş yavaş helake yaklaştıracağız.” Allah-u Teâlâ bu ayette şöyle buyuruyor: “Bir rasulü kendilerine gönderdiğimiz, üstelik onları Allah’ın kitabına davet ettiği, onun hükümlerini kendileri- A'RAF:182 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 407 ne açıkladığı, bu hükümlere tabi olup teslim olmalarını onlardan istediği halde onu yalanlayan işte o kimseleri biz, bilmeyecekleri bir yerden yavaş yavaş helak olmaya yaklaştıracağız. Öyle ki biz onlara önce bolca nimetler vereceğiz ve küfür işlemelerine, küfürlerine devam etmelerine rağmen o nimetlerin her türlüsünü onlara yayacağız. Böylelikle dünyada yaşamalarını kendilerine kolaylaştıracağız. İşte onlar bu şekilde nimete ulaşmanın ve rahat yaşamanın hikmetini anlamadan daha çok küfür işleyecek, daha çok fesat ve günaha batacaklar. Biz de onları bu halleri üzere ansızın yakalayıp, hiç beklemedikleri bir anda ve yerde onları o halleri üzere helak edip kendilerine böylece azabı tattıracağız.” Allah-u Teâlâ bu ayette, kâfirlerin hiç düşünüp de akledemedikleri, bir şeyi onlara yaptığını haber veriyor. Çünkü hak kendilerine apaçık bir şekilde geldiği halde hakka karşı gelmeleri ve onu inkâr etmeleri halinde Allahu Teâlâ hemen onlara azap etmez, bilakis yaşadıkları hayatı onlara çok daha kolay hale getirir. Böylece onlar küfür işlemeye, hakkı yalanlamaya, hakka karşı gelmeye ve küfürleri artar bir vaziyette yaşamaya devam ettikçe onlara daha çok rızık ve kolaylıklar verir. Böylece bunun kendileri için bir istidrac, yani Allah-u Teâlâ’nın onlara belli bir mühlet verip sonra bulundukları hal üzere ansızın yakalaması olduğunu ise anlamazlar. Sonra da Allah-u Teâlâ onları ansızın o halleri üzere yakalar da ebedi bir helakin içerisinde kendilerini bulurlar. Allah-u Teâlâ ki; daha çok günah işlesinler ve azabı daha çok hak etsinler diye onlara işte böyle yapıyor. Bu ise, Allah-u Teâlâ’nın kâfirlere karşı olan sünnetidir. Allah-u Teâlâ bu hususta başka bir ayette şöyle buyuruyor: 408 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:183 "Onlara bolca mal ve çocuk verdiğimizde, onlara hayrı çabuklaştırdığımızı mı zannederler? Onlar başlarına ne geleceğini (ve niçin böyle yaptığımızı) anlamazlar." (Mü'minun: 55-56) Yine başka bir ayette Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: “Kendisiyle hatırlatıldıklarını unuttukları zaman, onlara her şeyin kapılarını açtık. Verilenlerle ferahlayınca, ansızın onları yakaladık. Bunun üzerine onlar (bütün) ümitlerini yitirdiler. Böylece zulmeden toplumun kökü kesildi. Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.” (En'am: 44-45) Ebu Musa el-Eşari radıyallahu anh'dan; Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah-u Teâlâ zalime, zulmettiği için hemen azap etmez, mühlet verir. Ta ki azap zamanı gelince, onu alır ve bir daha da bırakmaz." (Buhari, Müslim) ALLAH (C.C)’IN İNKÂRCILARA MÜHLET VERMESİ (١٨٣) ﲔﺘﻱ ﻣﺪ ﺇﹺﻥﱠ ﻛﹶﻴﻢﻲ ﻟﹶﻬﻠﺃﹸﻣﻭ 183 – Onlara (bulundukları durumda hemen helak etmeyip) mühlet veririm. Muhakkak ki azabım, çok şiddetlidir. Allah-u Teâlâ önceki ayette Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in davetine icabet etmeyenlerin Allah-u Teâlâ’nın ayetlerini inkâr eden kimseler olduğunu ve bunları hiç beklemedikleri bir yerden yavaş yavaş helake yaklaştıracağını A'RAF:183 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 409 haber vermişti. Bu ayette ise yine bu inkârcı kimselerden haber veriyor ve onlarla ilgili kullandığı metodu daha açık bir ifadeyle bildiriyor. “Onlara (bulundukları durumda hemen helak etmeyip) mühlet veririm. Muhakkak ki azabım, çok şiddetlidir.” Allah-u Teâlâ bu ayette kâfirleri o küfür halleri üzerinde hemen helak etmediğini, kendilerine mühlet verdiğini, bu mühlet sonrası küfürleri daha da artmış bir şekildeyken ya da onlar daha başka fısk ve fücur içerisindeyken, üstelik dünya nimetleri ve rahatlığı kendilerini kandırıp oyalamış, onlar bu hal üzere zevk ve sefa içerisinde yaşarlarken ansızın kendilerine şiddetli bir azabı vererek onları nasıl helake yaklaştırdığını ortaya koyuyor. Bu iki ayet şunu göstermektedir: Allah-u Teâlâ’nın bir kimseye bolca rızık ve rahat bir hayat vermesi, o kişinin salih olduğunu göstermez. Aksine bu onun için bir istidracdır, yani; kendisine hemen ceza verilmeyip yavaş yavaş helakine, azabına yaklaştırmaktır. Allah-u Teâlâ’nın o kimseye böyle yapması azap vakti geldiğinde azabını kat kat görsün diyedir. Bu hal tıpkı, insanın düşmanını belli bir yere kadar getirmesi ve sonra yok etmek için ona şiddetli bir darbe vurması gibidir. Buna göre; zalim olan, kâfir olan, Allah-u Teâlâ’nın ayetlerine inanmayan, Müslümanlara eziyet eden bir kişi, kendisine verilen mutlu hayata ve bolca rızığa sakın aldanmasın ve kendisinin hak üzerinde olduğunu ve yaptıklarının doğru olduğunu asla zannetmesin! Bu sebeple içinde bulunduğu hali biraz düşünsün. Zira içinde bulunduğu hal aslında kendisi için hazırlanmış bir tuzaktır. Üstelik bu öyle bir tuzak ki kendi menfaati için değil, aksine daha çok azap görmesi için hazırlanmış bir tuzaktır! 410 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:183-184 Öyleyse başına gelecekleri iyice bir hesaba katsın ve bir an evvel üzerinde bulunduğu küfür, fısk, fücur her ne varsa hepsinden vazgeçsin. Unutmasın ki hak apaçık bir şekilde ortadır. Yine rasullerin getirdikleri deliller kapalılığa mahal bırakmayacak şekilde açık ve nettir. Öyleyse bu hakka ve gelen delillere bir an önce tabi ve teslim olsun! Aksi takdirde hak kendisine geldiği halde ona tabi olmamasına, bununla birlikte Müslümanlara ve muvahhidlere zulmetmesine ve Allah'a karşı isyan ve inkârda ileri gitmesine rağmen hayatı daha da kolaylaşır ve kendisine daha çok rızık verilirse, bu haline bakarak kendisinin hak üzerinde olduğunu kesinlikle zannetmesin! Zira bilsin ki kendisini hiç de hayırlı bir son beklememektedir! Ama ne yazık ki, kâfirlerin bunu düşünecek akılları yoktur. Zaten bunu düşünecek akılları olsaydı, asla hakka karşı gelmez ve muvahhidlerin üzerinde bulunduğu şeyin hak olduğunu çok net bir şekilde görür, böylece bir an önce hakka tabi ve teslim olurlardı. MUHAMMED (A.S) DELİ DEĞİL, APAÇIK BİR UYARICIDIR (١٨٤) ﺒﹺﲔ ﻣﻳﺮﺬ ﺇﹺﻟﱠﺎ ﻧﻮ ﺇﹺﻥﹾ ﻫﺔ ﺟﹺﻨﻦ ﻣﺒﹺﻬﹺﻢﺎﺣﺎ ﺑﹺﺼﻭﺍ ﻣﻔﹶﻜﱠﺮﺘ ﻳﻟﹶﻢﺃﹶﻭ 184 – Onlar, Muhammed’de delilikten bir eser olmadığını düşünmediler mi? Şüphesiz ki o, apaçık bir uyarıcıdır. Allah-u Teâlâ önceki iki ayette, ayetlerini yalanlamak suretiyle Muhammed aleyhisselam’ın icabet ümmetinden olmayan kimselerin olduğunu ve bunları nasıl bir sona ulaştıracağını haber vermişti. Bu ayette ise Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in risaletine dil uzatamayan fakat A'RAF:184 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 411 şahsına dil uzatan bu inkârcıların ona verdikleri kötü bir sıfatla ona karşı nasıl bir hal ve tavır içerisinde olduklarını haber veriyor. Tefsir kitaplarında müfessirler, Katade'den şöyle bir rivayet nakletmektedirler: Katade radıyallahu anh'dan şöyle rivayet edilmiştir: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Safa'ya çıkıp Kureyş'in bütün sülalelerinin tek tek isimlerini zikrederek "Ey fulanın çocukları! Ey fulanın çocukları!" diye seslendikten ve onları İslam’a çağırıp iman etmedikleri takdirde Allah-u Teâlâ’nın azabından ve başlarına gelebilecek felaketlerden onları sakındırdıktan sonra onlardan bir kişi şöyle dedi: "Sizin bu arkadaşınız delidir. Gece sabaha kadar hep bağırdı." Bunun üzerine bu ayet indi.” “Onlar, Muhammed’de delilikten bir eser olmadığını düşünmediler mi? Şüphesiz ki o, apaçık bir uyarıcıdır.” Allah-u Teâlâ bu ayette Muhammed aleyhisselam’a karşı gelen ve onu yalanlayan kimselerin onu delilikle vasıflandırdıklarını, fakat durumun hiç de onların söyledikleri gibi olmadığını, bilakis bunu kendilerinin düşünmeleri gerektiğini, zira onun deli olmayıp aksine apaçık bir uyarıcı olduğunu akıl sahibi kimselerin rahatlıkla anlayabileceği bir şekilde ve bir öğüt niteliğinde bildiriyor. Çünkü Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e karşı gelen ve onu yalanlayanlar, aslında onu çok iyi tanırlar ve ne kadar mükemmel bir akla sahip olduğunu çok iyi bilirlerdi. O, asla onların vasfettiği gibi deli değildir! Bilakis mükemmel bir akla sahipti ve onlar da buna şahittiler. Çünkü o, onların içinde yetişmişti. Dolayısıyla küçüklüğünü, gençliğini ve her hâlini bilirlerdi. 412 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:184-185 Gerçekten ibretli bir şekilde düşünselerdi, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in kendileri için Allah-u Teâlâ tarafından gelen apaçık bir uyarıcı olduğunu anlarlardı. Bu ayet, kâfirlerin Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e olan delilik ithamına bir reddiye olmayıp düşünsünler diye onlara verilen bir öğüttür. Çünkü onlar Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in deli olmadığını, yaptıkları ithamın yalan yere, haksız yere olduğunu çok iyi biliyorlardı. Bu sebeple onlar, onun getirdiği şeyleri tefekkür etseydiler -ki bu ayet onlar tefekkür etsinler diye öğüt vermektedir- apaçık bir şekilde göreceklerdi ki, o, kendileri için Allah-u Teâlâ tarafından gönderilmiş bir uyarıcı, bir rasuldür. KÂİNATTA OLUP BİTENLERİ DÜŞÜNÜP İBRET ALMAK ﺍﻟﻠﱠﻪﻠﹶﻖﺎ ﺧﻣﺭﺽﹺ ﻭ ﺍﹾﻟﺄﹶ ﻭﺍﺕﺎﻭﻤ ﺍﻟﺴﻠﹶﻜﹸﻮﺕﻲ ﻣﻭﺍ ﻓﻈﹸﺮﻨ ﻳﻟﹶﻢﺃﹶﻭ ﻩﺪﻌ ﺑﻳﺚﺪ ﺣ ﻓﹶﺒﹺﺄﹶﻱﻢﻠﹸﻬ ﺃﹶﺟﺏﺮ ﺍﻗﹾﺘﻜﹸﻮﻥﹶ ﻗﹶﺪﻰ ﺃﹶ ﹾﻥ ﻳﺴﺃﹶﻥﹾ ﻋﺀٍ ﻭﻲ ﺷﻦﻣ (١٨٥) ﻮﻥﹶﻨﻣﺆﻳ 185 – Onlar göklerin ve yerin muhteşem idaresine, Allah'ın yarattığı her şeye ve ecellerinin yaklaşmış olabileceğine bakmazlar mı? (Rasulün korkutma ve uyarması kendilerine etki etmezse) Ondan sonra artık hangi söze inanırlar? A'RAF:185 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 413 Allah-u Teâlâ önceki ayette; kâfirlerin Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e deli sıfatı vermelerine karşılık, onun bir deli değil, apaçık bir uyarıcı olduğunu düşünüp öğüt alacakları bir şekilde kendilerine açıklamıştı. Bu ayette ise tekrar düşünsünler ve batılda devam etmesinler diye bir kez daha onlara öğüt veriyor. “Onlar göklerin ve yerin muhteşem idaresine, Allah'ın yarattığı her şeye ve ecellerinin yaklaşmış olabileceğine bakmazlar mı? (Rasulün korkutma ve uyarması kendilerine etki etmezse) Ondan sonra artık hangi söze inanırlar?” Allah-u Teâlâ bu ayette inkârcı olan ve inkârlarında ileriye giden kimselere şöyle buyuruyor: “Ey inkârcı kimseler! Allah’ın, etrafınızda yaratmış olduğu her şeye dikkatle bakın! Zira etrafınızdaki her şey O’nun varlığına ve birliğine delalet etmektedir. Bu sebeple sizler içinde bulunduğunuz kâinata eğer ibretle bakarsanız, bunu apaçık bir şekilde görürsünüz. Öyleyse göklere ve yere bakınız da nasıl bir düzen içindeler anlayınız. İşte onların bir düzen içerisinde olması onları yaratana ve kâinatın bir tek sahibi olduğuna işaret ediyor. Aynı şekilde yine Allah’ın diğer yarattığı varlıklara da bakın! Onların da bir düzen içerisinde var olduğunu ve varlıklarını devam ettirdiklerini göreceksiniz. İşte kâinattaki bu düzen, bu düzeni bir koyanın var olduğuna ve onun tekliğine işaret ediyor. Ve unutmayın ki sizler bir gün öleceksiniz. Çünkü sizlere bir ecel tayin edilmiştir. Bunu hiçbir zaman aklınızdan çıkarmayın; her an eceliniz gelebilir ve her an ölebilirsiniz. Hiçbiriniz ne kadar yaşayacağını ve ne zaman, nerede öleceğini bilemez. Bu yüzden ölüm size gelmeden önce hakka dönün! Allah tarafından size gelen uyarıyı dinleyin ve bir an önce size gelen rasule tabi olup iman edin! Küfre ve şirke devam etmeyin! Zira eceliniz her an gelebilir ve 414 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:185 ölümünüzden sonra işlediklerinizin karşılığında ceza göreceksiniz. Eğer rasulümün size yaptığı uyarı, tebliğ ve delillere rağmen ona iman etmezseniz, artık bundan sonra hiçbir uyarı, hiçbir söz sizi etkilemez.” Bu ayet gösteriyor ki; göklere, yere ve içindeki şeylere bakarak düşünmek ve böylece Allah-u Teâlâ’nın varlığını ve birliğini bilmek, bütün insanlara vaciptir. Bundan dolayı âlimler, düşünme imkânı olduğu halde taklidî olarak iman eden kişiyi günah işlemiş sayarlar. Hatta âlimlerin çoğuna göre; insana ilk vacip olan şey, etrafında var olan, Allah-u Teâlâ’nın yarattığı şeyleri düşünmesi ve bu şekilde Allah-u Teâlâ’nın varlığını ve birliğini idrak etmesidir. Bazı âlimlere göre ise ilk vacip olan şey bu değildir. İnsanın üzerindeki ilk vacip; Allah-u Teâlâ’ya, rasulüne ve rasulünün getirdiği şeylere iman etmektir. Bunun için mahlûkata bakıp düşünmesi şart değildir. Allah-u Teâlâ’ya imanın vacipliği, Allah-u Teâlâ’yı bilmekten önce gelir. Bu görüş daha kuvvetlidir. Çünkü insanların çoğu avamdır. Taklit eden bu kimseler, etraflarındaki şeylere (yani; göklere, yerlere ve içindekilere) bakarak bunların hikmetini kavrayamazlar. Dolayısıyla mahlûkata böyle bakmadıkları halde Allah katında onlara bu sorumluluğu yüklemek ağırdır. İşte bu sebeple insana yüklenen sorumluluk, kendisine rasul geldiğinde o rasulün getirdiklerine iman etmesidir. İman etmediği takdirde ise, azabı hak eder. Bu nedenle Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Lâ ilâhe illallah" deyinceye kadar insanlarla çarpışmakla emrolundum. Kim bu şehadet kelimesini söy- A'RAF:186 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 415 lerse (kısası gerektiren bir günah müstesna) malını, canını korumuş olur. (Gizli) Küfür ve günahlarının hesabı ise Allah'a aittir." (Buhari, Müslim) ALLAH (C.C)’IN SAPTIRDIĞINA KİMSE HİDAYET EDEMEZ (١٨٦) ﻮﻥﹶﻬﻤﻌﻢ ﻳ ﺎﻧﹺﻬﹺﻐﻴ ﻲ ﻃﹸ ﻓﻢﻫﺬﹶﺭﻳ ﻭ ﻟﹶﻪﻱﺎﺩ ﻓﹶﻠﹶﺎ ﻫﻞﹺ ﺍﻟﻠﱠﻪﻠﻀ ﻳﻦﻣ 186 – Allah kimi saptırırsa onu doğru yola eriştirecek yoktur. Onları, küfürleri içinde (hidayetten uzak ve) bocalar bir vaziyette bırakır. Allah-u Teâlâ önceki ayette inkârcılara bazı şeyleri düşünmeleri için kendilerinin de şahit olduğu birtakım şeylerle öğüt vermişti. Bu ayette ise Allah-u Teâlâ’ya ve rasulüne iman etmek istemediği için Allah-u Teâlâ’nın kendisine doğru yolu göstermediği kişinin akıbetini bildiriyor. “Allah kimi saptırırsa onu doğru yola eriştirecek yoktur. Onları, küfürleri içinde (hidayetten uzak ve) bocalar bir vaziyette bırakır.” Allah-u Teâlâ bu ayette şöyle buyuruyor: “Her kim ayetlerimi yalanlar, inkâr eder, gönderdiğim rasulüme ve katımdan getirdiklerine iman etmezse işte bu kimseyi ben doğru yola eriştirmem ve onu saptırırım. Benim saptırdığımı da doğru yola eriştirecek hiç kimse yoktur. İşte böylelerini üzerinde bulundukları küfürleriyle bocalar vaziyette baş başa bırakırım” Bu ayetten anlaşılıyor ki; hak kendisine apaçık bir şekilde geldiği halde bilerek ve isteyerek iman etmeyip karşı 416 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:186 gelen kimseye Allah-u Teâlâ, artık doğru yolu göstermez ve onu hidayet yoluna sevk etmez. Bilakis onu küfür ve sapıklık içinde, hayret ve tereddüt hâlinde bocalar bir vaziyette bırakır. Böylece o kimse artık Allah-u Teâlâ’nın çağrısını kabul edecek durumda olamaz ve dolayısıyla o kimseye hiçbir uyarı fayda vermez. Bu ayette “kâfirleri saptırma” Allah-u Teâlâ’ya nispet edilmiştir. Saptırmanın bu şekilde Allah'a nispet edilmesi, Allah-u Teâlâ’nın insanları sapıklığa zorlaması demek değildir. Çünkü Allah-u Teâlâ hiç kimseyi küfür işlemesi için zorlamaz. Burada saptırmanın Allah-u Teâlâ’ya nispet edilmesi onlara sapıklığı dilemesi demektir. Yani; kul, Allah-u Teâlâ’ya rağmen sapıklığı seçemez manasındadır. Kul eğer sapıklığı seçerse kendi ihtiyarıyla seçer, yoksa Allah-u Teâlâ sapıklığı seçsin diye onu zorlamaz. Dolayısıyla küfrü seçenler, kendi ihtiyarlarıyla küfrü seçmişlerdir. Üstelik hak kendilerine açık bir şekilde geldiği halde böyle yapmış, bu sebeple de sapıklığı hak etmişler ve Allah-u Teâlâ’nın hidayetini ise hak etmemişlerdir. Bilinmesi gerekir ki; Allah-u Teâlâ bütün kötü fiilleri yaratmıştır. Eğer kötü fiilleri yaratmasaydı, insanlar kötü amelleri işleyemezlerdi. Aynı şekilde Allah, iyi fiilleri de yaratmıştır. Kul ise kendi fiillerini yaratamaz. Fakat kötü ve iyi fiilleri seçme imkânı vardır. Kim kendi ihtiyarıyla şer ve küfrü seçerse, Allah-u Teâlâ’dan başka hiç kimse artık ona hidayet edemez. Eğer hidayet yolu kendisine apaçık şekilde geldiği halde sapıklığı seçerse, Allah-u Teâlâ onu sapıklığında hayret ve şaşkınlık içinde, mutmainlik hissinden yoksun olarak terk eder. Allah-u Teâlâ onu işte bu şekilde terk ederse, artık o kimse kendisi için bir çıkış yolu bulamaz. Böylece o kimse Allah-u Teâlâ’nın onu daha da uzaklaştırmasıyla sapmada daha da ileriye gider. Bu hale düşmesi sonrası artık hidayet A'RAF:186-187 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 417 yolunu göremez. Çünkü Allah-u Teâlâ, hidayet yolunu ona kapatır ve kalbine hidayet girmemesi için bir örtü atar. Artık ona ne gelirse gelsin, ne söylenirse söylensin hakkı bulmaz ve göremez. Allah-u Teâlâ bu konuda başka bir ayette şöyle buyurmuştur: “Hayır! Onların yaptıkları, kalplerini paslandırıp köreltmiştir.” (Muttaffifin: 14) Aynı şekilde kim hidayet yolunu seçerse, Allah-u Teâlâ onu bu yola muvaffak kılar, bu yolu ona kolaylaştırır ve Allah-u Teâlâ’nın rızasına ulaşması için o kimseye imkânlar sağlar. Sonuç olarak bu ayet gösteriyor ki; dalalet ve hidayet Allah'tandır. Allah-u Teâlâ ister iyi ister şer olsun, bütün fiilleri yaratmış, hayrı emredip şerri yasaklamıştır. Bununla beraber hakkı ve batılı birbirinden ayırt eden Kur’an’ı indirmiştir. Bu Kur’an, hakkı isteyenler için en büyük, en açık hidayet kaynağıdır. İnat edip hakkı istemeyenler için ise değil... KIYAMETLE İLGİLİ BİLGİ SADECE ALLAH’(C.C)’A AİTTİR ﻲ ﻟﹶﺎﺑ ﺭﺪﻨﺎ ﻋﻬﻠﹾﻤﺎ ﻋﻤﺎ ﻗﹸﻞﹾ ﺇﹺﻧﺎﻫﺳﺮﺎﻥﹶ ﻣ ﺃﹶﻳﺔﺎﻋﻦﹺ ﺍﻟﺴ ﻋﻚﺄﹶﻟﹸﻮﻧﺴﻳ ﺇﹺﻟﱠﺎﻴﻜﹸﻢﺄﹾﺗﺽﹺ ﻟﹶﺎ ﺗﺍﻟﹾﺄﹶﺭ ﻭﺍﺕﺎﻭﻤﻲ ﺍﻟﺴ ﻓ ﺛﹶﻘﹸﻠﹶﺖﻮﺎ ﺇﹺﻟﱠﺎ ﻫﻬﻗﹾﺘﻮﺎ ﻟﻠﱢﻴﻬﺠﻳ ﻦﻟﹶﻜ ﻭ ﺍﻟﻠﱠﻪﺪﻨﺎ ﻋﻬﻠﹾﻤﺎ ﻋﻤﺎ ﻗﹸ ﹾﻞ ﺇﹺﻧﻬﻨ ﻋﻲﻔ ﺣﻚ ﻛﹶﺄﹶﻧﻚﺄﹶﻟﹸﻮﻧﺴﺔﹰ ﻳﺘﻐﺑ (١٨٧) ﻮﻥﹶﻠﹶﻤﻌﺎﺱﹺ ﻟﹶﺎ ﻳ ﺍﻟﻨﺃﹶﻛﹾﺜﹶﺮ DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:187 418 187 – (Ey Muhammed!) Sana kıyametin ne zaman kopacağı hakkında soruyorlar. De ki: “Onun ilmi ancak Rabbimin katındadır. Yalnız O (bunu) açıklar. (O kıyamet) Göklerde ve yerde bulunanlara ağır basmıştır. Size ansızın geliverir.” Sanki sen biliyormuşsun gibi, onun hakkında sana soruyorlar. De ki: “Onun ilmi ancak Allah katındadır. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” Allah-u Teâlâ bu surenin daha önce geçen değişik ayetlerinde tevhid, nübüvvet, kaza ve kader hakkında açıklama yapmış, bu ayette ise kıyametle ilgili bilgi vermiştir. Yine daha önceki ayette insanlara, kendileri için tayin ettiği bir ecelin, yani onların ölecekleri bir zamanın olduğundan -ki kendisinin ölüm zamanı gelen bir kimsenin o zamanda ölmesi onun için özel kıyamettir- haber verip akabinde genel kıyamet gününü, yani; ister insan, ister melek, ister cin, ister hayvan olsun bütün yaşayan canlıların öleceği ve bütün dünyanın tamamen yok olup dünya yaşamının son bulacağı günü zikretmiştir. Bu ayetin sebeb-i nüzulü hakkında şöyle bir rivayet vardır: Yahudiler Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e şöyle dediler: "Eğer sen bir nebi isen, kıyamet gününün ne zaman olacağını bize bildir." Bunun üzerine bu ayet inmiştir.(14) İbn Kesir bu ayetin sebeb-i nüzulünün Yahudiler hakkında olmadığı, Mekke halkı hakkında olduğu görüşünü (14) İbn Cerir et-Taberi, İbn İshak senediyle İbn Abbas'tan rivayet etmiştir. Senedi hasendir. A'RAF:187 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 419 tercih etmiştir. Çünkü bu ayet, Mekkî bir ayettir. Mekke halkı Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e, inkârcı bir tutumla, kıyamet gününün vaktini sordular. Elbette bu soruyu cevabını bekleyerek değil, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i zor duruma düşürmek için sormuşlardı. Zira onlar kıyametin kopacağına inanmıyorlardı. Allah-u Teâlâ bu konu hakkında şöyle buyuruyor: “Müşrikler: "Eğer doğru söylüyorsanız bu vaat edilen ne zamandır?" derler.” (Sebe': 29) Ayetteki “vaat edilen zaman”dan kasıt kıyamet günüdür. Yani; eğer doğru iseniz, kıyamet gününün vaktini haber verin, demektir. “(Ey Muhammed!) Sana kıyametin ne zaman kopacağı hakkında soruyorlar. De ki: “Onun ilmi ancak Rabbimin katındadır. Yalnız O (bunu) açıklar.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında rasulüne şöyle buyuruyor: “Ey Muhammed! Mekke ehli, dünya hayatının sonu olan, bütün canlıların öleceği günün ne zaman olacağı hakkında soruyorlar. Onlara de ki: “Kıyamet gününü -ki o gün ister insan, ister melek, ister cin, ister hayvan olsun bütün yaşayan canlıların öleceği ve bütün dünyanın tamamen yok olup dünya yaşamının son bulacağı gündür- sadece Allah bilir. O günün ne zaman olacağı konusunda melek ve rasul dâhil, hiç kimse ilim sahibi değildir. O günün ne zaman olacağını açıklamak ve o günü göstermek sadece Allah-u Teâlâ’ya aittir.” Allah-u Teâlâ başka ayetlerde bu konuyla ilgili olarak şöyle buyuruyor: “Kıyametin ne zaman kopacağı bilgisi, yalnız Allah’a aittir. Onun ilmi dışında hiçbir meyve tomurcuğundan çıkamaz, hiçbir dişi gebe kalamaz ve doğura- 420 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:187 maz. (Allah tarafından) Onlara: "Bana koştuğunuz ortaklar nerede?" diye seslenildiği gün, onlar: "Sana açıkça bildiriyoruz ki, içimizde senin ortağın olduğuna şahitlik edecek kimse yoktur." derler.” (Fussilet: 47) "Kıyamet gününün vakti hakkındaki bilgi, şüphesiz Allah katındadır. Yağmuru O yağdırır, rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilmez ve hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Allah, şüphesiz her şeyi hakkıyla bilendir, her şeyden haberdardır." (Lokman: 34) Kur’an ayetlerinde geçen ﺎﻋﺔ( ﺍﻟﺴsaat) kelimesi elif-lam takısı ile gelirse, bu, dünya hayatının sonu olan kıyamet gününü ifade eder. Eğer elif-lam olmadan gelirse bilinen, tayin edilmemiş zamanın bir dilimini ifade eder. “(O kıyamet) Göklerde ve yerde bulunanlara ağır basmıştır. Size ansızın geliverir.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında rasulünün sözlerine şöyle devam etmesini söylüyor: “Göklerde ve yerde bulunan Allah'ın yarattığı her şey, o günü çok önemli bir şekilde ve düşünerek beklemektedirler. Çünkü o gün çok korkutucu olaylar vuku bulacaktır. İşte bu sebeple olacak olan bu olayları bekleyen kimselerin üzerine bir ağırlık çöker ve bu hadise kendilerine korkunç gelir. Fakat şunu iyi biliniz ki; bu an size, ansızın, hiç beklemediğiniz bir anda gelecektir.” Kıyamet günü, yani bütün canlıların ölme ve dünya hayatının bitme anı, o sırada yaşayan insanların başına ansızın gelecektir. İşte bu anı, Allah-u Teâlâ’dan başka hiç kimse bilemez. Zira Allah-u Teâlâ hiç kimseye bu anın ne zaman olacağını bildirmemiştir. Allah-u Teâlâ ayette kıyamet hakkında ﺍﺕﺎﻭﻤﻲ ﺍﻟﺴ ﻓﺛﹶﻘﹸﻠﹶﺖ A'RAF:187 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 421 ﺽ ﹺﺍﻟﹾﺄﹶﺭ" ﻭGöklerde ve yerde bulunanlara ağır basmıştır” tabirini kullanmıştır. Bu ise şu manaya gelir: Bir insan bir şeyin ne zaman olacağını bilmediğinde kalbine ağırlık çöker ve bu ona korkunç gelir. Çünkü başına ne zaman ne gelecek bilmemektedir. Bu sebeple o şeyin her an başına gelebileceği ihtimalini düşünür. Dolayısıyla da o şeyin başına ansızın gelebileceğinden korkar. Allah-u Teâlâ, bu ayette kıyamet anının, insanlar dünya ile meşgul oldukları bir anda ansızın geleceğini bildirmiştir. İşte bu durumun böyle olması, Allah-u Teâlâ’nın bir hikmetidir. Bu konuyla ilgili Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den gelen bir rivayet de kıyametin ne şekilde ansızın geleceğini gözler önüne sermektedir. Bu husustaki rivayet şöyledir: Ebu Hureyre radıyallahu anh’dan gelen rivayete göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Güneş batıdan doğmadıkça kıyamet kopmayacaktır. Güneşin batından doğduğunu görünce bütün insanlar iman edecekler. Fakat daha önce iman etmemiş olanların bu andaki imanı kendilerine fayda vermeyecektir. Kıyamet şüphesiz kopacaktır. Öyle ki, bir elbiseyi alıp satmakta olan iki kişi alışverişlerini bitiremeden ve elbiseyi katlamadan kıyamet kopacaktır. Kıyamet şüphesiz kopacaktır. Hem de sağmal devesinin sütünü sağan kişiye sütü içmek nasip olmadan kıyamet kopacaktır. Yine kıyamet şüphesiz kopacak, hem de kişi havuzunu sıvayıp tamir edecek. Fakat kıyamet ansızın kopacak da havuzun suyunu kullanmak nasip olmayacak. Kıyamet muhakkak kopacak. Hatta yemek yemekte 422 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:187 olan kişi lokmasını ağzına götürecek. Fakat ansızın kıyamet koparak bu kişiye yemek yemek nasip olmayacak.” (Buhari) “Sanki sen biliyormuşsun gibi, onun hakkında sana soruyorlar. De ki: “Onun ilmi ancak Allah katındadır. Fakat insanların çoğu bilmezler.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında rasulünün dahi kıyametle ilgili bilgisi olmadığını vurgulayarak rasulüne şöyle buyuruyor: “Ey Muhammed! Kıyametin ne zaman kopacağını sanki sen biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. Onlara açıkça de ki: “Onun olacağı anı sadece Allah bilir. Bunu ne bir melek, ne de herhangi bir rasul bilebilir. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” Bu ifadelerden açıkça anlaşılmaktadır ki; Allah-u Teâlâ’nın rasulü olmasına rağmen Muhammed aleyhisselam dâhil kıyamet konusunda bilgi sahibi değildir. Çünkü Allah-u Teâlâ bu konuda ne bir meleğe, ne de bir nebi ya da rasule veya yaratılmıştan herhangi birisine bir bilgi vermiştir. Zira bu zamanın ilmi, hikmeti gereği sadece Allah-u Teâlâ’ya aittir. Ancak insanların çoğu, bu zamanı sadece Allah-u Teâlâ’nın bildiğini ve niçin kimseye haber vermediğinin hikmetini bilmezler. Bunun bir hikmetinin olduğunu ise ancak çok az kişi bilir. Onlar ise Kur’an'a ve onu açıklayan son rasul Muhammed aleyhisselam’a iman edenlerdir. Çünkü Buhari ve Müslim’de geçen Ömer radıyallahu anh’ın rivayet ettiği bir hadiste; Cibril aleyhisselam’ın Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e kıyametin ne zaman kopacağı hakkındaki sorusuna karşılık Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem “Bu konuda sorulan, sorandan daha bilgili değildir” cevabını vermişti. Mü’minlerin bu meseledeki imanları işte bu şekildedir! A'RAF:187 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 423 Allah-u Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor: “Kıyamet gününe iman etmeyenler, (korkusuzca ve alayvari bir şekilde) “Haydi, çabuk gelsin de görelim” derler. İman edenler ise ondan korkarlar ve onun bir gerçek olduğunu bilirler. Şunu iyi bilin ki, kıyametin kopması hakkında haksız bir şekilde cedelleşenler, derin bir sapıklık içindedirler.” (Şura: 18) Ayetten Çıkan Hükümler: 1 – Kıyamet gününü, yani; dünya hayatının ne zaman son bulacağını, insanların ve diğer canlıların hepsinin öleceği zamanı yalnızca Allah-u Teâlâ bilir. Bu konuda hiç kimseye bir bilgi vermemiş, katında onu saklı tutmuştur. Ayrıca o günün şiddetini, gerçeğini, o gün olacak olayları ve korkunçluk derecesini de yine sadece Allah bilir. Kıyamet mutlaka kopacak ve dünyanın sonu mutlaka gelecektir. Allah-u Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor: “Kıyamet mutlaka gelecektir. Bunda hiçbir şüphe yoktur. Fakat insanların çoğu iman etmezler.” (Gafir: 59) Allah-u Teâlâ bu konuda bir başka ayette şöyle buyuruyor: “Herkes işlediğinin karşılığını görsün diye zamanını gizli tuttuğum kıyamet, mutlaka gelecektir.” (Taha: 15) Kıyametin kopması, bir göz kırpması kadar zamanda, hatta ondan daha az bir zamanda gerçekleşecektir. Allah-u Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor: “Göklerin ve yerin gaybını sadece Allah bilir. Kıyametin kopuşu ancak bir göz kırpması veya daha kısa bir zaman kadardır. Şüphesiz ki Allah, her şeye kadirdir.” (Nahl: 77) DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:187 424 2 – Kıyamet günü yaratılmışlara ağırlık verir. Çünkü kıyametin olması sonrası yaratılmışlar hesaba ve sorguya çekileceklerdir. 3 – Kıyamet günü ansızın gelir. Öyle ki yaratılmışlar bundan gaflet içerisindeyken, hiç beklemedikleri bir anda vuku bulur. 4 – Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bile kıyametin ne zaman kopacağını bilmez. 5 – Allah-u Teâlâ’nın kıyametin kopma vaktini niçin hiç kimseye bildirmediğinin ve bu ilmi niçin kendi katında saklı tuttuğunun hikmetini yalnızca Allah bilir. Kıyamet gününün küçük ve büyük alametleri vardır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bunları bize sahih hadislerde bildirmiştir. Kıyametin Küçük Alametleriyle İlgili Bazı Hadisler: a) Ebu Hureyre radıyallahu anh'dan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "İki büyük ordu birbirleriyle harp etmedikçe kıyamet kopmayacaktır. Bu iki topluluğun ikisi de aynı iddiada oldukları halde aralarında büyük bir harp olacaktır. Otuza yakın yalancı mel'un Deccaller türemedikçe kıyamet kopmayacaktır. Bu Deccallerin hepsi: "Ben Allah'ın rasulüyüm" iddiasında bulunacaktır. Yine (hakiki âlimlerin vefatıyla) İslami ilimler ortadan kalkmadıkça, zelzeleler çoğalmadıkça, zaman kısalıp gece ile gündüz bir olmadıkça, fitneler zuhur etmedikçe, herc; yani adam öldürme vakaları çoğalmadıkça kıyamet kopmayacaktır. Yine aranızda mal çoğalıp sel gibi akmadıkça, hatta mal o derece çoğalacak ki, mal sahibi malının zekâtını A'RAF:187 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 425 kim kabul eder diye endişelenecek, hatta mal sahibi bazı kimselere zekât vermek isteyecek, fakat zekât arz ettiği kimse: "Benim zekâta ihtiyacım yok" diyecek. İşte bunlar olmadıkça kıyamet kopmayacaktır. Yine halk yüksek binalar yapma yarışına çıkmadıkça ve bir kimse ölen bir kimsenin kabri yanından geçerken: "Keşke bunun yerinde ben olsaydım" diye ölümü temenni etmedikçe kıyamet kopmayacaktır. Yine böyle güneş batı tarafından doğup insanlar bu (âdete aykırı) hadiseyi görünce toptan iman edecekler. (Bu büyük alamettir). Fakat bu iman, evvelce iman etmemiş olan yahut imanında hayır ve fazilet kazanmayan kimselerin imanlarının kendilerine fayda vermeyeceği bir zamandadır." (Buhari) b) Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Kıyamet alametleri; ilim kalkacak, cahillik çoğalacak, zina çoğalacak, içki içilecek, kadınlar çoğalacak, erkekler azalacak, öyle ki elli kadına bir erkek düşecek." (Buhari, Müslim) c) Ebu Hureyre radıyallahu anh'dan şöyle rivayet olunmuştur: Meclisin birinde Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem huzurundakilere söz söylerken bir Arabî gelip: "Kıyamet ne zamandır?" diye sordu. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sözünü kesmeyip devam buyurdu. Oradakilerin kimi (kendi kendine): "Arabînin ne dediğini işitti ama sualinden hoşlanmadı" kimi de: "Belki işitmedi" diye hükmetti. Nihayet Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sözünü bitirince: "O kıyameti soran nerede?" dedi. Bunun üzerine: "Emanet kayboldu mu bekle!" buyurdu. Yine Arabî: 426 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:187 "Emaneti kaybetmek nasıl olur?" diye tekrar sorunca: "İş ehli olmayana verildi mi kıyameti bekle" buyurdu. (Buhari, Müslim) Kıyametin Büyük Alametleriyle İlgili Bazı Hadisler: a) Huzeyfe İbn Esid el-Gıfari radıyallahu anh şöyle dedi: "Bizler (kıyamet hakkında) konuşurken Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem çıkageldi ve: "Neyi konuşuyorsunuz?" diye sordu. Orada bulunan sahabeler: "Kıyameti konuşuyoruz" dediler. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Sizler daha evvel on alamet müşahede etmedikçe asla kıyamet kopmayacaktır." buyurdu ve şunları zikretti: "Duhan, Deccal, Dabbet'ül Arz, güneşin batıdan doğması, İsa aleyhisselam'ın gökten inmesi, Ye'cüc ve Me'cüc'ün çıkması, biri şarkta biri garbda biri de Arap yarım adasında olmak üzere üç husuf yani arzın çöküntüsü. Bu alametlerin sonuncusu ise Yemen'den çıkıp da insanları toplantı yerlerine doğru önüne katarak süren bir ateştir." (Müslim) b) Abdullah b. Amr radıyallahu anh’dan şöyle rivayet edildi: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle dediğini işittim: "Çıkacak olan kıyamet alametlerinin ilki, güneşin batı tarafından doğması ile bir kuşluk vakti insanlara karşı bir Dabbe'nin (hayvanın) zuhurudur. Bu iki alametten biri diğerinden evvel olur. Akabinde diğeri de onun izi üzerinde yakın olarak meydana gelir." (Müslim, Ebu Davud) A'RAF:188 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 427 GAYBI BİLMEK, FAYDA YA DA ZARAR VERMEK ALLAH (C.C)’A AİTTİR ﺖ ﻛﹸﻨﻟﹶﻮ ﻭﺎﺀَ ﺍﻟﻠﱠﻪﺎ ﺷﺍ ﺇﹺﻟﱠﺎ ﻣﺮﻟﹶﺎ ﺿﺎ ﻭﻔﹾﻌ ﹾﻔﺴِﻲ ﻧﻨ ﻟﻚﻠﻗﹸﻞﹾ ﻟﹶﺎ ﺃﹶﻣ ﻳﺮﺬﺎ ﺇﹺﻟﱠﺎ ﻧﻮﺀُ ﺇﹺﻥﹾ ﺃﹶﻧ ﺍﻟﺴﻨﹺﻲﺴﺎ ﻣﻣﺮﹺ ﻭﻴ ﺍﹾﻟﺨﻦ ﻣﺕﻜﹾﺜﹶﺮﺘ ﻟﹶﺎﺳﺐﻴ ﺍﻟﹾﻐﻠﹶﻢﺃﹶﻋ (١٨٨) ﻮﻥﹶﻨﻣﺆﻡﹴ ﻳﻘﹶﻮ ﻟﲑﺸﺑﻭ 188 – De ki: "Allah'ın dilemesi dışında ben kendime herhangi bir fayda ve zarar verecek durumda değilim. Görülmeyeni bilseydim, daha çok hayır yapardım ve bana kötülük de gelmezdi. Ben sadece inanan bir kavmi uyaran ve müjdeleyen bir rasulüm." Allah-u Teâlâ önceki ayette, kıyametin ne zaman kopacağını Allah-u Teâlâ’dan başka hiç kimsenin bilmediğini haber vermişti. Bu ayette ise rasulüne; fayda ya da zarar vermek ve gayb ilmini bilmek dâhil her şeyin Allah-u Teâlâ’nın elinde olduğunu, rasul olarak gönderilmiş olsa bile Allah-u Teâlâ bildirmeksizin gayble ilgili bir meseleyi bilmek gibi bir yetkisinin olmadığını, kendisinin sadece müjdeleyici ve korkutucu bir rasul olduğunu insanlara bildirmesini emrediyor. Tefsir kitaplarında bu ayetin sebeb-i nüzulü hakkında şöyle bir rivayet vardır: Mekke ehli Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e: "Ey Muhammed! Allah eşyaların ucuzlayacağı ve pahalanacağı zamanları sana bildirmiyor mu? Böylece ucuzlayacağı vakit veya pahalanmadan önce bu malları satın ala- DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:188 428 lım. İleride ucuzlamadan önce elimizdeki eşyaları satalım. Ey Muhammed! Bu toprakta ne zaman kıtlık olacağını Rabbin sana haber vermiyor mu? Böylece kıtlık gelmeden başka topraklara geçelim." dediler. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ bu ayeti indirdi. (15) “De ki: "Allah'ın dilemesi dışında ben kendime herhangi bir fayda ve zarar verecek durumda değilim.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında rasulüne birtakım sorular yönelten ya da kendisinden birtakım isteklerde bulunan müşriklere rasulünün şöyle söylemesini emretti: “Allah dilemediği ve bana kuvvet vermediği müddetçe, benim nefsime fayda verecek veya bana gelen zararı def edecek imkânım yoktur. Çünkü bir şeye ya da bir kimseye zarar ya da fayda verme yetkisi sadece Allah’ın elinde olup O’ndan başkasına ait değildir. Benim gücüm ve kudretim ise yalnızca Allah’ın bana verdiği kadardır. Bu sebeple ben, ancak O’nun bana verdiği kudret ve imkânla kendi nefsime veya bir başkasına fayda veya zarar verebilirim. Eğer Allah-u Teâlâ nefsime fayda vermem için bana kudret verirse, ancak bu menfaatin sebeplerini yerine getirerek kendime fayda verebilirim. Eğer nefsimden zararı def etmem için bana kudret verirse, bu durumda ancak Allah'ın yarattığı sebeplere dayanarak bunu yapabilirim.” Allah-u Teâlâ bu konuyla ilgili başka bir ayette şöyle buyuruyor: “(Müşrikler) "Eğer doğru söylüyorsanız bu vaat edilen ne zamandır?" derler. De ki: "Allah’ın dilediğinin ( 15 ) Esbâbı'n-Nüzûl, el-Vahidî. Zayıf senetle Kelbî'den rivayet edilmiştir. A'RAF:188 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 429 dışında benim, kendime ne bir zarar ne de bir fayda sağlamaya gücüm yeter. Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri geldiğinde, onu ne bir an geciktirebilirler ne de öne alabilirler.” (Yunus: 48-49) “Görülmeyeni bilseydim, daha çok hayır yapardım ve bana kötülük de gelmezdi.” İnsanlar, Muhammed aleyhisselam’ın belli özelliklere sahip olduğunu ve geleceği bildiğini zannetmişlerdir. İşte Allah-u Teâlâ bu ayette bu gerçeği bildirerek rasulünün şöyle demesini ona emrediyor: “Şayet geleceği ve gaybı bilseydim, mutlaka hayrın nasıl elde edileceğini de bilir ve kolaylıkla onu elde ederdim. Hatta bu ilimle kurtuluş ve hayrı elde etme yollarını ve hayrın nasıl kazanılacağını çok iyi bilirdim de bu sayede hiçbir zaman mağlup olmazdım. Yine geleceği bilseydim, gelecek olan hiçbir zarar bana isabet etmezdi. Aynı şekilde bazen galip, bazen mağlup olmaz, hiçbir acıya maruz kalmazdım. Böylece bu gibi olumsuzluklardan nasıl kurtulacağımı bilir, buna göre hareket ederdim de henüz bunlar gerçekleşmeden önce kurtulma imkânım olurdu. Yine gaybı ve geleceği bilseydim, bana verilen risalet görevini yüklendiğimde kendilerine yapacağım tebliğden kimin etkilenip ona uyacağını, kimin uymayacağını da çok iyi bilir ve ona göre insanlara tebliğ eder veya etmezdim.” Allah-u Teâlâ bu ayet ile rasulünün gaybı bilmediğine dair insanlara nasıl cevap vereceğini rasulüne öğretmekte ve insanlar bu konuda bir hata yapmasınlar diye çok açık ve ikna edici bir delil sunmaktadır. Zira Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem fakirlik ve hastalık geçirmiş, yaralanmış, savaşta hezimete uğramış, kâfirlerin savaşta ona hazırladıkları tuzaklara düşmüş ve buna benzer birçok olumsuz şey başına gelmiştir. Eğer Rasûlullah sallallahu 430 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:188 aleyhi ve sellem geleceği bilseydi, dünyada her türlü menfa- atini bu ilimle sağlar ve başına asla bir zarar gelmezdi. Çünkü gaybı ve geleceği bilseydi kurtuluş yollarını da bilir ve asla ona zarar isabet etmezdi. Kâfirlere karşı daima muzaffer ve hep kazançlı olurdu. Bu ayetten gaybı ve gayble ilgili gerçekleri sadece Allah-u Teâlâ’nın bildiği anlaşılmaktadır. Allah-u Teâlâ bu konuyla ilgili olarak bir başka ayette şöyle buyuruyor: "Görülmeyeni bilen Allah, görülmeyene kimseyi muttali kılmaz. Ancak elçileri (rasulleri) içinde razı olduğu, seçtiği kimseler müstesna. Çünkü O, bunun önüne ve arkasına izleyiciler (gözetleyiciler) dizer." (Cin: 26-27) Gayb; kişiden gizli kalan, kişinin duyu organlarıyla hissedemedikleri, manasındadır. (16) İşte bu sebeple insanlara ve yaratılmışlara gizli kalan şeyleri sadece Allah-u Teâlâ bilir. Ancak rasulleri içerisinde seçtiği ve razı olduğu bazı kimselere gayble ilgili bazı gerçekleri bildirebilir. Buna göre gayb; sadece Allah-u Teâlâ’nın bildiği ve rasullerine bildirdiği gibi kısımlara ayrılabilir. Ayette geçen; “hayır”dan kasıt; insanların rağbet ettiği, maddi ve manevi faydalı olan şeylerdir; mal ve ilim gibi. Yine ayette geçen; “kötülük” ise, insanların kendisinden uzaklaşmak istedikleri her şeydir. Zarar veren, eziyet eden, kişinin kendisine gelmesini istemediği şeylerdir. (16) Gayb ve türleriyle ilgili geniş açıklama için Davetçinin Tefsiri c. 1 s. 33-38’e bakınız. A'RAF:188 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 431 Rasuller, Sadece Uyarıcı ve Müjdeleyicidirler: “Ben sadece inanan bir kavmi uyaran ve müjdeleyen bir rasulüm.” Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Allah dilemedikçe ve muvaffak kılmadıkça hiçbir menfaat elde edemeyeceğini ve kendisinden hiçbir zararı def edemeyeceğini, bu konuda diğer insanlar gibi olduğunu insanlara bildirdikten sonra, onlarla arasındaki tek farkı ve sahip olduğu konumu şöyle açıklıyor: "Benim diğer insanlardan farkım, Allah tarafından gönderilmiş bir rasul olmamdır. Görevim ise; insanlara Allah'ın risaletini tebliğ etmek, O’na uymayanları Allah'ın azabıyla korkutmak, iman eden müminleri ise cennetle müjdelemektir." Ayette geçen; “inanan bir kavim” ifadesinin zikredilmesinin sebebi, rasulün risaletinin; ancak Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in uyarı ve müjdelemesinden etkilenip ona tabi olanlara etkili olup fayda vereceği içindir. Ayette geçen; “uyarma” (inzar), yerine getirilmeyen emirlere karşılık ceza verileceğini bildirmektir. Ayette geçen; “müjdeleme” (tebşîr) ise, Allah-u Teâlâ’nın emirlerini bildirip tebliğ ederken itaat edip uyanlara, bu davete uydukları müddetçe elde edecekleri mükâfat ve sevabı bildirmektir. Bu ayet, dinin asıllarından ve akidenin kaidelerinden olup risaletin gerçeğini ve mahiyetini anlatmaktadır. Aynı zamanda rububiyet ile risalet arasındaki farkı bildirmiş, şirkin kaidelerini yıkmış ve her şeyi Allah-u Teâlâ’ya bağlamıştır. Şu iyi bilinmesi gerekir ki; Allah-u Teâlâ’nın gönderdiği rasullerin her biri seçilmiş kullardır. Öyle ki onlardan her biri insan olmaları hasebiyle yaratılış itibariyle diğer 432 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:188 insanlar gibidirler. Bu nedenle Allah-u Teâlâ’ya, ne sıfatlarında ne de fiillerinde ortaktırlar. Aynı şekilde Allah-u Teâlâ’nın ne ilmine ne de tedbirine etkileri vardır. Onların özellikleri; Allah-u Teâlâ’nın kendilerini seçip onları risaletle görevlendirmesi ve onlara vahyederek bu vahyi mükellef olan kimselere tebliğ etmelerini onlardan istemesidir. Böylece onlar bu görevi yüklenerek hem kendileri o vahyin birer pratik örneği olmuşlar hem de insanları bu vahye davet etmişlerdir. Allah-u Teâlâ bu konuyla ilgili olarak şöyle buyuruyor: "De ki: "Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Ancak bana ilahınızın tek bir ilah olduğu vahyolunuyor. Rabbine kavuşmayı uman kimse yararlı iş işlesin ve Rabbine ibadette hiç ortak koşmasın." (Kehf: 110) Ayetten Çıkan İstifadeler: 1 – İman faydalı, küfür ise zararlı şeylerden olduğuna göre, bunlar sadece Allah-u Teâlâ’nın dilemesi ile olurlar. Çünkü imanı ve küfrü O yaratmıştır. O dilemedikçe kullar bunu yapamazlar. Fakat Allah-u Teâlâ küfrü ve imanı seçmeleri için kullarına cüzi irade vermiştir. İşte bu sebeple kullar kendi ihtiyarlarıyla iman veya küfrü seçerler ve buna göre ya ceza ya da mükâfat görürler. 2 – Rasuller, Allah-u Teâlâ’ya ait özelliklerden hiçbirine sahip değildirler. Kim Allah-u Teâlâ’ya ait olan bir özelliği rasullerden herhangi birine verirse işte o kimse Allah-u Teâlâ’ya şirk koşmuş olur. 3 - Rasullerin diğer insanlara olan üstünlüğü, Allah-u Teâlâ’nın risaletini insanlara bildirmek ve güzel bir örnek olmak için Allah-u Teâlâ’nın seçkin kulları olmalarıdır. Görevleri ise risaleti en iyi şekilde insanlara tebliğ etmek A'RAF:189 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 433 ve Allah-u Teâlâ’nın emirlerine itaat etmeyen ve uymayanları azapla korkutmak, itaat edenleri ise cennetle ve Allahu Teâlâ’nın rızası ile müjdelemektir. 4 – Gaybı yalnız Allah-u Teâlâ bilir. Rasuller, ancak Allah-u Teâlâ’nın bildirmesiyle bazı gaybi meseleleri bilebilirler. Başka bir yerde olmakta olan bir şey bizim için gayb olabilir. İşte bu gibi gayb olan şeyleri bilme imkânı olan cinler tarafından veya zamanımızda çeşitli metotlarla bunların bilinme imkânı vardır. Ayette bu gayb değil, yalnızca Allah-u Teâlâ’nın bildiği geleceğin gaybı, yani mutlak gayb kastedilmektedir. Ancak bazı gaybi gerçekleri sadece seçtiği rasullere bildirir. Rasuller, Allah-u Teâlâ’nın bildirmesi olmadıkça gaybla ilgili herhangi bir şey bilemezler. Dolayısıyla rasullerin dışında hiç kimsenin gaybı bilme imkânı yoktur. Buna göre Allah-u Teâlâ’nın rasulü olmadığı halde gaybı ve geleceği bildiğini iddia eden bir kişi, hem yalan yere kendisine vahiy geldiğini iddia etmiş hem de sadece Allah-u Teâlâ’ya ait olan bir sıfatı kendisinde görmek suretiyle kâfir ve müşrik olmuştur. İNSANLAR BİR TEK NEFİSTEN YARATILMIŞTIR ﻜﹸﻦﺴﻴﺎ ﻟﻬﺟﻭﺎ ﺯﻬﻨﻞﹶ ﻣﻌﺟ ﻭﺓﺪﺍﺣﻔﹾﺲﹴ ﻭ ﻧﻦﻢ ﻣ ﻠﹶﻘﹶﻜﹸﻱ ﺧ ﺍﻟﱠﺬﻮﻫ ﺍﻮﻋ ﺩﺎ ﺃﹶﺛﹾﻘﹶﻠﹶﺖ ﻓﹶﻠﹶﻤﺕ ﺑﹺﻪ ﺮﻴﻔﹰﺎ ﻓﹶﻤﻔﻤﻠﹰﺎ ﺧ ﺖ ﺣ ﻠﹶﻤﺎ ﺣﺎﻫﺸﻐﺎ ﺗﺎ ﻓﹶﻠﹶﻤﻬﺇﹺﻟﹶﻴ (١٨٩) ﺮﹺﻳﻦﺎﻛ ﺍﻟﺸﻦ ﻣﻦﻜﹸﻮﻧﺎ ﻟﹶﻨﺤﺎﻟﺎ ﺻﻨﺘﻴ ﺁﺗﻦﺎ ﻟﹶﺌﻤﻬﺑ ﺭﺍﻟﻠﱠﻪ 434 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:189 189 – Sizi bir tek nefisten yaratan ve onunla gönlü huzura kavuşsun diye eşini de kendisinden var eden Allah'tır. Erkek eşine yaklaşınca (cima yapınca) eşi hafif bir yük yüklendi (bu, hamileliğin başlangıcıdır). Ve bu halde bir müddet onu taşıdı. (Doğum yaklaşıp) Hamileliği ağırlaşınca (erkek ve kadın), rableri olan Allah'a şöyle dua ettiler: "Yemin olsun ki bize sağlam (sağlıklı ve salih) bir çocuk verirsen, muhakkak ki (bu nimetinden dolayı Sana) şükredenlerden oluruz." Allah-u Teâlâ önceki ayette gaybı bilme ya da bir kimseye fayda veya zarar verme hakkının sadece kendisine ait olduğunu, rasulün bu konuda bir hak sahibi olmadığını, onun görevinin korkutmak ve uyarmak olduğunu bildirmişti. Bu ayette ise insanın yaratılışını, bu yaratılış sonrası insanların türeyiş şeklini haber veriyor. Allah-u Teâlâ’nın bundan sonraki ayetleri ise surenin başlangıcına bir dönüştür. Şöyle ki; surede ilk olarak tevhid, Allah-u Teâlâ’nın varlığı ve birliği, Kur’an'a ve rasule tabi olma, şirkten ve şeytanın vesveselerinden uzak olunması gerektiği anlatılmıştı. Surenin sonu ise yine tevhide ve Kur’an'a bağlanma meselesiyle bitirilmiştir. İşte bu ayet, surenin ilk mevzularına dönüşe bir başlangıç teşkil ediyor. “Sizi bir tek nefisten yaratan…” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında, insanları bir tek nefisten yarattığını bildiriyor. Müfessirlerin çoğuna göre tek nefisten kasıt Âdem aleyhisselam'dır. Sonra ondan, zevcesi olan Havva yaratıldı. Böylece insanlar her ikisinden üreme yoluyla çoğaldılar. Allah-u Teâlâ konuyla ilgili başka ayetlerde şöyle buyuruyor: A'RAF:189 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 435 “Sizi yarattık, sonra size biçim verdik, sonra da meleklere: "Âdem'e secde edin" dedik; hepsi secde ettiler, yalnız İblis, secde edenlerden olmadı.” (A'raf: 11) “Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan eşini var eden ve o ikisinden birçok erkek ve kadınlar üreten Rabbinizden sakının. Adına birbirinizden istekte bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakının. Muhakkak ki Allah sizin üzerinize gözetleyicidir.” (Nisa: 1) Bazı müfessirlere göre ayetteki “Sizi bir tek nefisten yarattı”tan kasıt; “Allah-u Teâlâ, kendisinde mutmainlik hissedip ünsiyet bulasınız (yani; hiçbir çekinme ve nefret olmaksızın rahatlıkla kendisine yanaşıp uyum sağlayasınız) diye, her şeyi çifter çifter yarattığı gibi, sizi de bir tek cins ve bir tek tabiattan yarattı” demektir. Allah-u Teâlâ bu konuyla ilgili olarak başka bir ayette şöyle buyuruyor: “Düşünüp ibret alasınız diye biz her şeyi çift çift yarattık.” (Zariyat: 49) Burada kastedilen; her yaratılanın aynı cins ve aynı tabiatta olması şekliyle çiftler halinde erkekli ve dişili olarak yaratılmasıdır. “…ve onunla gönlü huzura kavuşsun diye eşini de kendisinden var eden Allah'tır.” Allah-u Teâlâ, ayetin bu kısmında Âdem’i yaratmasından sonra kendisinde mutmain olsun, onda ünsiyet, rahatlık ve mutmainlik bulsun diye zevcesini de aynı cins ve aynı tabiattan yarattığını haber veriyor. Tıpkı diğer yaratıklarda olduğu gibi onlar da çift olarak yaratılmıştır. Allah-u Teâlâ bu konuyla ilgili başka bir ayette şöyle buyuruyor: “Size, kendi cinsinizden kendileriyle ısınıp kaynaşacağınız eşler yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet 436 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:189 koyması O’nun varlığını gösteren delillerindendir. Şüphesiz ki bunda, düşünen bir kavim için nice ibretler vardır.” (Rum: 21) Allah-u Teâlâ erkeği kadına, kadını da erkeğe meyleder bir vaziyette yaratmıştır. Bu sebeple her ikisinin de hayat mutluluğu, ancak birbirleriyle beraber oldukları zaman sağlanabilir. Zira onların ruhlarının mutluluğu için karı kocanın beraberliğinden daha üstün bir ülfet yoktur. Çünkü aynı cins ve tabiatta olmaları sebebiyle birbirlerine karşı meyilli olup aynı zamanda hayatın sıkıntılarına daha iyi göğüs gerebilmek için birbirlerine daha çok muhtaçtırlar. İnsan cinsinin bekası, bu özelliğe bağlıdır. Mutlu Bir Yuva: Evlilikte eş seçimi çok önemlidir. Çünkü eş seçimi iyi yapılıp eşler arasında uyum olduğunda, çok mutlu bir yuva meydana gelir ve eşler ancak birlikte hareket edip bu birlikte oluşlarını devam ettirdikleri zaman rahat ederler. Çünkü Allah-u Teâlâ: “Size, kendi cinsinizden kendileriyle ısınıp kaynaşacağınız eşler yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet koyması O’nun varlığını gösteren delillerindendir.” (Rum: 21) ayetinde buyurduğu gibi onların arasında merhamet oluşturur. İslam'a uygun olan bir evlilikte, Allah-u Teâlâ’nın istediği şekilde hareket eden karı-kocanın yuvaları en mutlu ve en rahat edilen bir yuva olur. Hatta birbirlerine âşık olmasalar bile İslam'a göre hareket ettikleri takdirde mutlaka aralarında bir ahenk olup o yuva sükûnet ve rahatlık yuvası olduğu gibi eşler de birbirlerine destek olan iki çift olurlar. Fakat Allah-u Teâlâ’nın istediği şekilde hareket etmeyen karı-kocanın kurmuş olduğu bir yuvada Allah-u Teâlâ’nın bu ve başka ayetlerde bildirdiği sükûnet, mutma- A'RAF:189 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 437 inlik ve rahatlığı olan bir yuva kesinlikle meydana gelmiş olmaz. Öyleyse eş seçimini İslam’a göre yapan ve bütün hayatları boyunca Allah-u Teâlâ’nın istediği şekilde hareket eden eşler dünyanın en mutlu insanı olurlar. Elbette şeytan böyle bir yuvayı istemez ve bu sükûnet, ahenklik ve rahatlığı hep bozmak ister. Çünkü bu sükûnet ve ferahlığın kendisinde olduğu yuva bozulduğu zaman, eşlerin kucaklarına almış oldukları çocuklar etkilenir ve iyi bir nesil türemez. Şeytanın istediği de zaten budur. Eğer Müslüman eşler birbirine karşı geliyor, bu nedenle de yuvaları Allah-u Teâlâ’nın gösterdiği şekilde olması gereken sükûnet, mutmainlik, ferahlık ve sevinç yuvası değilse, demek ki bu yuvayı teşkil eden karı-kocadan ya ikisinden birisi ya da her ikisi Allah-u Teâlâ’nın istediği şekilde hareket etmiyordur. Buna göre, şu iyi bilinmesi gerekir ki; evlilik, sadece cima lezzetini elde etmek için yapılan ve belli bir müddet sürüp sonra biten bir hareket değildir. Oysa evliliğin bundan daha üstün bir gayesi vardır elbette. İşte o gaye ise; hem iyi bir nesil yetiştirmek, hem daha rahat ve daha ünsiyetli bir hayat geçirmek, hem de gelecek nesle sıcak bir yuva oluşması imkânını sağlamaktır. “Erkek eşine yaklaşınca (cima yapınca) eşi hafif bir yük yüklendi (bu, hamileliğin başlangıcıdır). Ve bu halde bir müddet onu taşıdı.” Allah-u Teâlâ, ayetin bu kısmında, karı koca cima yaptıkları zaman bundan meydana gelen ürünü zikrediyor. O ürün ise kadının hamile kalışıdır. Hamilelik ise ilk olarak hafif başlar ve belli bir süre hafif olarak devam eder. İşte bu, hamileliğin ilk devresidir. Bu devrede ağırlık, yorgunluk ve sancı fazla hissedilmez. Çünkü anne karnında çocuk önce nutfe, sonra kan pıhtısı, sonra et parçası olur ve sonra 438 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:189-190 da o et parçası gittikçe büyür… “(Doğum yaklaşıp) Hamileliği ağırlaşınca (erkek ve kadın), rableri olan Allah'a şöyle dua ettiler: "Yemin olsun ki bize sağlam (sağlıklı ve salih) bir çocuk verirsen, muhakkak ki (bu nimetinden dolayı Sana) şükredenlerden oluruz." Ayetin bu kısmında bahsedilen çift Âdem ve Havva radıyallahu anh değil, onların çocuklarıdır. İnsan sıkıntılı anında nasıl ki Allah-u Teâlâ’yı hatırlıyorsa, onlar da doğum yaklaştığı, doğum sancıları artıp kadının durumu ağırlaştığı zaman tek olan Allah-u Teâlâ’yı hatırladılar ve O'na dua için yönelerek şu şekilde dua ettiler: “Ey Rabbimiz! Eğer ki bize sağlıklı ve salih bir çocuk verirsen, muhakkak ki biz verdiğin bu nimet sebebiyle Sana şükredenlerden oluruz.” ELDE ETTİKLERİ NİMETLER SEBEBİYLE ALLAH’A ŞİRK KOŞANLAR ﺎﻟﹶﻰ ﺍﻟﻠﱠﻪﻌﺎ ﻓﹶﺘﻤﺎﻫﺎ ﺁﺗﻴﻤﻛﹶﺎﺀَ ﻓﺮ ﺷﻠﹶﺎ ﻟﹶﻪﻌﺎ ﺟﺤﺎﻟﺎ ﺻﻤﺎﻫﺎ ﺁﺗﻓﹶﻠﹶﻤ (١٩٠) ﺮﹺﻛﹸﻮﻥﹶﺸﺎ ﻳﻤﻋ 190 – (Allah) Onlara yaratılışı tam ve düzgün bir çocuk verince, Allah’ın kendilerine verdiği (çocuk) hakkında O’na eş koşmaya başladılar. Allah, onların koştukları eşlerden (münezzeh ve) yücedir.” Allah-u Teâlâ önceki ayette insanın yaratılışı ve bu yaratılış sonrası insan neslinin nasıl türediğini bildirmişti. Bu ayette ise verdiği nimetlere karşı insanın Allah-u Teâlâ’ya A'RAF:190 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 439 karşı nasıl bir hal içerisinde olduğunu haber veriyor. “(Allah) Onlara yaratılışı tam ve düzgün bir çocuk verince, Allah’ın kendilerine verdiği (çocuk) hakkında O’na eş koşmaya başladılar.” Allah-u Teâlâ, ayetin bu kısmında; kendilerine çocuk verdiği kimselerin verilen bu nimet sebebiyle hemen Allah-u Teâlâ’ya şirke yöneldiklerini haber veriyor. Bazı tefsirlerde geçen sahih olmayan rivayetlere göre ayette bildirilen bu kıssa gerçek olup burada Âdem ve Havva kastedilmektedir. Semure radıyallahu anh’dan şöyle rivayet edilmiştir: “Havva hamile kalınca şeytan onun çevresinde dolaştı (Havva’nın çocukları hep ölü olarak doğardı). Şeytan ona şöyle dedi: “Doğacak çocuğa Abdulhâris adını ver. Eğer bu ismi verirsen doğacak çocuğun ölmeyecek ve sağ kalacak.” Havva da çocuğuna Abdulhâris (İblisin melekler arasında iken ismi idi) adını verdi ve böylece çocukları yaşadı. Bu, şeytanın vahyi ve vesvesesidir.”(17) İbn Kesir bu rivayet hakkında şöyle demiştir: "Bu rivayetin zayıf ve geçersiz olduğu üç yönden bellidir: 1 – Bu rivayeti nakleden Ömer b. İbrahim (Basra’dandır) hakkında, İbn Ma’in “güvenilirdir” dedi. Fakat Ebu Hatim er-Razî onun hakkında “onun rivayeti muteber değildir, huccet sayılmaz” dedi. Bu rivayeti İbn Merdeveyh el-Mutemir'den, o da babasından, o da Hasen’den, o da Semure'den, o da Rasûlullah sallallahu (17) Tirmizi'de ve bazı hadis kitaplarında zayıf senetle geçmektedir. Bu rivayet aynı zamanda İbn Ebi Hatim tefsirinde de geçmektedir. 440 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:190 aleyhi ve sellem’e merfû olarak nakletmiştir. 2 – Bu rivayet Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e dayandırılmamıştır. Zira Semure bu sözü Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e dayandırmadan söylemiştir. İbn Cerir'in dediği gibi; İbn Abdil-A’la, o da Mu’temir'den, o da babasından, o da İbn Uleyye'den, o da Süleyman et-Teymi'den, o da Ebi’l-A’la eş-Şuhayr’dan, o da Semure b. Cündüp'ten dedi ki: "Âdem, oğluna Abdulhâris ismini vermiştir." 3 – Bu rivayetin ravilerinden el-Hasen el-Basri bile ayeti bu şekilde tefsir etmemiştir. Hasen el-Basri, naklettiği bu rivayeti sahih görseydi ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'den geldiğini bilseydi, mutlaka bu ayeti bu bilgiye göre tefsir ederdi.” Yapılan bu açıklamalar gösteriyor ki ayette söz konusu ameli Âdem aleyhisselam ve Havva değil, onların müşrik olan çocuklarından bazıları işlemiştir. Her ne kadar bir önceki ayette “Sizi bir tek nefisten yaratan…” sözündeki “bir tek nefisten” kastın Âdem aleyhisselam olduğu kabul edilse bile, çocuğu konusunda şirk koşanlar Âdem ve Havva değil, onların çocuklarından bazılarıdır. Zaten bu ayette buna işaret vardır. Şöyle ki; Allah-u Teâlâ ayette, fiili “ﺮﹺﻛﹶﺎﻥﺸﺎ ﻳﻤ ﻋﺎﻟﹶﻰ ﺍﻟﻠﹼٰﻪﻌ ”ﻓﹶﺘolarak ikil (müsenna) değil, “ﺮﹺﻛﹸﻮﻥﹶﺸﺎ ﻳﻋﻤ ﺎﻟﹶﻰ ﺍﻟﻠﹼٰﻪﻌ ”ﻓﹶﺘolarak çoğul çekimiyle kullanmıştır. Eğer sadece Havva ve Âdem kastedilseydi, fiil, çoğul olarak değil ikil (müsenna) çekimiyle gelirdi. İşte bu ibare, şirk koşan kişilerin Âdem ve Havva olmadığını gösterir. Ayetteki bu ifade aynı zamanda söz konusu olan Semure rivayetinin sahih olmadığının apaçık bir delilidir. Zira Âdem ve Havva bu şirkten beridir. Öyleyse bu rivayet hem mana olarak İslam akidesine zıttır hem de aye- A'RAF:190 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 441 tin son kısmına uymamaktadır. Bu ayetin bu manada olduğunu, yani; ayette kastedilenlerin Âdem ve Havva olmadığını destekleyen şöyle sahih rivayetler de vardır: Muhammed b. Abdi’l-A’la, Muhammed b. Sevr’den, o da Muammer'den, Hasen el-Basri’nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bu rivayette Âdem’in zürriyeti ve ondan sonra şirk koşanlar kastedilmiştir." Beşir'den, o da Yezid’den, o da Said'den, Katade’nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Hasen el-Basri şöyle dedi: "Ayetin “Allah’ın kendilerine verdiği (çocuk nimeti) hakkında O’na eş koşmaya başladılar.” kısmından kastedilen, Yahudi ve Hristiyanlardır. Allah-u Teâlâ onlara çocuk rızkı verdi. Onlar ise çocuklarını Yahudi ve Hristiyan yaptılar." Hasen el-Basri'den gelen bu rivayetin senedi sahihtir. Hasen el-Basri bu ayeti işte bu şekilde tefsir etmiştir. Ve bu tefsir, en güzel tefsirlerdendir. Zira Hasen el-Basri kendisine nispet edilerek nakledilen rivayete Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in verdiği manadan başka bir mana vermez. Çünkü o, takva sahibi bir kimsedir. İbn Cerir et-Taberi şöyle demiştir: “Veki', Sehl b. Yusuf'tan, o da Amr'dan, o da Hasen'den “Allah’ın kendilerine verdiği (çocuk) hakkında O’na eş koşmaya başladılar.” ayeti hakkında şöyle dedi: "Bu, Âdem hakkında değildir. Ondan sonraki bazı milletlerde olmuştur." Öyleyse ayeti; Âdem ve Havva'nın çocukları Allah-u Teâlâ’ya eş koştular, şeklinde anlamak gerekir. Ayette bahsi geçen karı-kocanın, Allah-u Teâlâ’nın kendilerine verdiği çocukla O’na şirk koşmaları; çocuğa 442 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:190 “Abdurrahman, Abdurrahim” isimleri vermek yerine "Abduluzza, Abduşems" gibi isimler vermeleri şeklindedir. Gelen rivayetlere göre çocukları sebebiyle Allah-u Teâlâ’ya eş koşan karı-koca Kureyş’in dedesi olan el-Kusay ve onun eşidir. Çünkü o ikisi, dört çocuğunun her birine; Abdumenat, Abdulkusay, Abdullat, Abduşems gibi Allahu Teâlâ’ya eş koşma manasına gelen isimler vermişlerdir. Bu durumda biz kesinlikle, çocuklarına Abdulhâris ismi vererek Allah-u Teâlâ’ya ortak koşan eşlerin Âdem ve Havva olmadığına inanıyor, bu ayetin Âdem ve Havva hakkında olduğunu zikreden rivayetleri de reddediyoruz. Çünkü rivayetler İsrailiyat kaynaklı olup hem senet bakımından batıldır, hem ayetin son kısmına zıttır, hem de Âdem aleyhisselam nebi idi. Dolayısıyla ona ve eşine şirk nispet etmek, nebiye yakışmayan bir şeyi nispet etmektir. Üstelik nebiler asla şeytanın vesveselerine uymaz ve Allah-u Teâlâ’ya eş koşmazlar. Çünkü onlar bilirler ki her şey Allah-u Teâlâ’nın elindedir. Bu sebeple İblisin hiçbir şeyi değiştiremeye güçleri yoktur. Dolayısıyla onlar çocuklarına iblisin istediği şekilde isim vermez ve çocukları hakkında asla Allah-u Teâlâ’ya eş koşmazlar. Yine onlar çocuklarının iblisin kulu değil, Allah-u Teâlâ’nın kulu olduğunu çok iyi bilirler. “Allah, onların koştukları eşlerden (münezzeh ve) yücedir.” Ayetin bu kısmının tefsiri konusunda müfessirler farklı görüşler belirtmişlerdir. Bu ayetin Âdem ve Havva hakkında olduğunu kabul eden müfessirlere göre; ayette söz konusu olanlar Âdem ile Havva’dır. Ama o ikisi çocukları konusunda Allah-u Teâlâ’ya ortak koşmamışlardır. Bu sebeple ayeti şöyle tefsir ettiler: A'RAF:190 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 443 “Ayetteki “َ◌ ٓ ﺍﺀﻙﺮ ﺷﻠﹶﺎ ﻟﹶﻪﻌ ”ﺟsözü; “Âdem ve Havva Allah’a şirk mi koştular? Hayır! Âdem ve Havva şirk koşmadılar. Onlara nispet ettiğiniz şirk doğru değildir.” manasındadır. Zaten ayetin devamında “Allah, onların (müşriklerin) şirkinden münezzeh ve yücedir” sözü gelmektedir.” Ebu Hatim er-Razî, ayetin “O’na eş koşmaya başladılar.” kısmını şöyle açıklamıştır: “Bu, istinkari (cevapta şüpheyi inkâr eder) şekildedir. Yani; “Onlara salih bir çocuk verildiğinde çocuklarında Allah’a eş mi koştular?! Hayır, onlar eş koşmadılar!” manasındadır. Çünkü Allah-u Teâlâ akabinde; “Allah, onların koştukları eşlerden (münezzeh ve) yücedir.” buyuruyor.” Ancak bazı müfessirler ise bu ayetin Âdem ve Havva hakkında olmadığı görüşündedirler. Bu görüşte olan müfessirlerin bir kısmı şöyle demiştir: “Bu ayet, bazı müşriklerin hâl ve cehaletini ortaya koymak için misal olarak verilmiş bir kıssadır. Şöyle ki; Allah-u Teâlâ aynı cinsten erkek ve kadın yaratmıştır. Karı ve koca, kadının hamileliği ve doğumu esnasında, Allah-u Teâlâ’nın kendilerine verdiği çocuk sağlam ve sağlıklı olsun diye Allah-u Teâlâ’ya yönelerek sadece O’na dua ederler. Çocuk sağlıklı bir şekilde doğduğunda ise Allah-u Teâlâ’ya şükretmeleri gerekirken, kendi sözlerini unutur ve doğan çocuğa şirk olan bir isim vererek o konuda Allah-u Teâlâ’ya eş koşarlar. Kureyş’ten olan Kusay'ın durumu böyleydi. O nedenle bu kıssa gerçek olmayıp genel olan ve bazı müşriklerin durumunu beyan etmek için verilen bir misaldir. Bu ayet için en uygun tefsir de budur. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem zamanındaki müşrikler, Allah-u Teâlâ’ya yaklaşmak için ilahlarının mabet- 444 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:190 lerine, onlara hizmet etsinler diye, çocukları doğduğunda onlardan bazılarını adak adarlardı. Aynı şekilde kadınlar, hamilelik esnasında çocukları sağlıklı ve kuvvetli doğsun ve bütün tehlikelerden korunsun diye, ilahlarına hizmet etmek üzere, doğan çocuklarını ilahlarının mabetlerine adarlardı. İşte eski müşriklerin hâli böyleydi. Bazı Hristiyanlar da buna benzer şeyler yaparlardı. Örneğin; Tek olan Allah-u Teâlâ’ya inandıklarını iddia etmelerine rağmen kendisini veli gördükleri kimsenin mezarı üzerinde çocuğun saçını tıraş eder veya çocuğu sünnet ederlerdi. Eski müşriklerin buna benzer başka şirkleri de mevcuttu. Oysa Allah-u Teâlâ müşriklerin ortak koştuklarından münezzeh ve yücedir. Allah (c.c) Her Türlü Şirkten Münezzeh ve Yücedir: “Allah, onların koştukları eşlerden (münezzeh ve) yücedir.” Allah-u Teâlâ müşriklerin koştuğu her türlü şirkten, ismi ve şekli ne olursa olsun, münezzeh ve yücedir. Allah-u Teâlâ’yı birlemek, O’nu bir tek ilah tanımak ve böylece muvahhid vasfını alabilmek için mutlaka şirkin her türünden temizlenmek, böylelikle Allah-u Teâlâ’yı her türlü ortaklardan münezzeh kılmak gerekir. Zamanımızda Allah-u Teâlâ’yı birlediklerini, O’nun dinini din edindiklerini, böylece muvahhid kimseler olduklarını iddia eden, böylelikle şeytanın kendilerini kandırdığı, yaptıkları amelleri süslü gösterdiği nice cahil kimseler vardır ki onlardan her birini değişik ilahlar edinmeleri suretiyle değişik şirkleri işlerken görmekteyiz. Öyle ki geçmişteki müşrikler ağaç, taş, çamur gibi nesneleri Allah-u Teâlâ’ya ortaklar kılmışlarken, zamanımızda kendilerine muvahhid A'RAF:190 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 445 sıfatını veren müşrikler de değişik ilahlar edinmek suretiyle Allah-u Teâlâ’ya ortaklar kılmışlar, bu ortak kıldıkları şeylere; millet, vatan, halk, toprak gibi isimler vermişlerdir. Allah-u Teâlâ’ya ortak kıldıkları bu şeyler hakkında her ne kadar; “bunlar bizim ilahımızdır” dememiş olsalar bile, onlar hakkında yaptıkları fiiller, söyledikleri sözler, taşıdıkları inançlar onları ilah edinme, böylece Allah-u Teâlâ’ya ortak kılma seviyesine çıkarmıştır. İşte onlar bu yaptıklarıyla Allah-u Teâlâ’ya şirk koşarak müşriklerden olmuşlardır da bunun farkında değildirler. Bu ise onların cahilliklerinden meydana gelmiştir. Zira avamdan olup tevhidi bilen gerçek bir muvahhid bile bunların yaptıklarının apaçık şirk olduğunu bilir. Onların ortak koşmalarıyla ilgili işte çarpıcı bazı örnekler! Bu gibilerden bazılarının çocukları dünyaya geldiği zaman, aslında yaşadıkları topraklar küfür toprakları ve o toprakların yöneticileri kâfir olmalarına rağmen; “vatana, millete feda olsun” naraları atarak çocuklarının dünyaya gelişini kendilerince işte bu şekilde Allah-u Teâlâ’ya şirk koşmak suretiyle kutlarlar. Yine onlardan bir kısmı; Allah-u Teâlâ’nın emirlerini ve şeriatını bir kenara koyarak, Allah-u Teâlâ’nın dinine muhalif anayasa ve kanunlar yapmak suretiyle kendi yanlarında ortaya koydukları şeriatlarla hükmeder, onlara bağlanır ve her ne kadar; “bu anayasa, Allah’ın şeriatından daha üstündür” demeseler bile onları Allah-u Teâlâ’nın emirlerinden üstün tutarlar. Diğer bir kısmı ve hatta çoğunluğu ise bu kanunlara kayıtsız şartsız teslim olur, itaat ederler, onlara karşı gelmezler. Bilakis onları destekler, muhafaza ve müdafaa yoluna giderler. Böylelikle hüküm 446 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:190 koyucular ilahlık taslamış, onlara itaat eden, verdikleri hükümleri kabul edenler ise onları rab edinmişlerdir. İşte bu, şirkin ta kendisidir! Oysa Allah-u Teâlâ kullarının, yalnızca kendisinin şeriatını hâkim kılmalarını ve bu şeriata zıt olan bütün kanunları terk etmelerini emreder. Buna rağmen bir kul ya da bir grup kimse çıkar da: “Hayır, biz bunu istemiyoruz. Biz kanunlarımızı kendimiz yapalım" der ve bunun için millet meclisi kurarsa, acaba böyle yapmakla Allah-u Teâlâ’yı mı yoksa kendilerinin seçtikleri kişilerin yaptıkları kanunları mı üstün tutmuş olur?” Onlardan bir kısmı ise kavmiyetçilik ve ülkücülüğü ön plana çıkarırlar. İşte böyleleri için akide bağı değil de ırk, vatan, uyruk bağı önemlidir. Öyleyse bu gibilerin ilah edindikleri ve üstün kıldıkları acaba Allah-u Teâlâ mıdır yoksa ön plana çıkardıkları bu bağlar mı? Oysa Allah-u Teâlâ gerçek muvahhidlerden, Arap, Türk, Kürt, siyah, beyaz, kırmızı demeden sadece akide bağını esas almalarını istemektedir. İşte Allah-u Teâlâ’yı gerçek manada tevhid edenlerin bağı budur! Muvahhidler bu bağla birbirlerine sımsıkı sarılır, kenetlenirler. Günümüzde bunlara benzer daha birçok örnekler vardır. Bunun içindir ki zamanımızdaki müşrikler, cahiliye zamanındaki müşriklerden daha kötüdürler. Cahiliye döneminin müşrikleri, Allah-u Teâlâ’ya karşı edep yönünden günümüz cahiliyesinin müşriklerine kıyasla daha edepli idiler. Zira onlar birtakım nesneleri ilah edinip onlara ibadet ederlerken bu amellerini Allah-u Teâlâ’ya yaklaşmak ve O’nun rızasını kazanmak için yaparlardı. Zamanımız cahiliyesinin modern müşrikleri ise edindikleri, vatan, millet, devlet gibi sahte ilahları Allah-u Teâlâ’dan daha üstün kıldılar ve onlar için asıl amaç olarak; vatanın bölünmezliği, milletin menfaati, devletin bekası, A'RAF:190 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 447 anayasasının üstünlüğü ön plana çıktı. Çünkü böylelerinin Allah-u Teâlâ’nın rızasını kazanmak gibi bir kaygısı yoktur ve bunu hem sözleri, hem de amelleriyle açıkça belli etmektedirler. Buna rağmen de cahil insanları kandırarak tek ilaha ibadet ettiklerini iddia ederler. Oysa onların işte böyle yapmaları bu şeyleri Allah-u Teâlâ’dan daha üstün kılmalarından başkası değildir. Bu nedenle de kendilerine edindikleri bu ilahların emirlerini Allah-u Teâlâ’nın emirlerinden daha çok yüceltirler. Dolayısıyla da vatana, millete, devlete, anayasaya muhalefet etmemek adına Allah-u Teâlâ’nın kanunlarına muhalefet ederler. Bu konuda şöyle bir örnek vermek yerinde olur: Allah-u Teâlâ, kitabında kadınlara iffetli ve tesettürlü olmalarını emretmiştir. Fakat vatan ve halk maslahatını gözeterek, sözde sırf ekonomi canlansın, böylece çok para kazanılsın diye kadınlar tesettürden çıkarılmak suretiyle Allah-u Teâlâ’nın emirleri çiğnenmektedir. Bu şekilde Allah-u Teâlâ’nın emirlerinin çiğnenilmesi acaba beşerin emirlerini ona üstün tutmak değil de nedir? Şunu asla akıldan çıkarmamak ve unutmamak gerekir; sahte ilahlar; yalnızca ağaç, taş ya da çamurdan ibaret değildir. Çünkü Allah-u Teâlâ’nın hak ettiği ibadet, kim olursa olsun Allah-u Teâlâ’dan başkasına yapıldığı; sahip olduğu sıfat ve yetki aynı şekilde kim olursa olsun Allah-u Teâlâ’dan başkasına verildiği takdirde o şeye ister ilah densin, ister denmesin işte o şey ilah seviyesine çıkarılmış olur. Her kim bu şekilde yaparsa o şeyi kendisine Allah-u Teâlâ’dan başka ilah edinmiş ve müşrik olmuştur. Bunu ister kabul etsin, ister kabul etmesin, gerçek budur. Dolayısıyla isimlerin değişmesi hiç birşeyi değiştirmez, çünkü önemli olan gerçeklerdir. Firavun’un durumu bu konuda apaçık bir örnektir. Çünkü o açık bir şekilde "Sizin için benden başka bir ilah bil- 448 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:190 miyorum. Ben sizin yüce rabbinizim" demişti. Zamanımızın sahte ilah olan Firavunlar’ı ise; "anayasa ya da vatanın maslahatı her şeyden üstündür. Herkes ve her şey hatta şeriatın kanunları bile anayasanın ve vatanın altındadır” demekte böylece Allah-u Teâlâ’nın kanunlarını, kendi akıllarının ürünü anayasaları ya da üstün kıldıkları vatan anlayışlarıyla çiğnemektedirler. Üstelik böyle yapan kimseler Firavun gibi gerçekleri söylemezler ve; “biz Allah’ı biliyoruz, O’na inanıyoruz” diyerek cahil halkları kandırırlar. Zaten cahil olan halk da bunların aldatıcı sözlerine ve amellerine bakarak bunlara inanır ve kanarlar. Çünkü cahil olmaları sebebiyle Allah'tan başkası nasıl ilah edinilir, Allah'tan başkasına nasıl ibadet edilir, bu gibi şeyleri bilmezler. Zira tağut âlimlerinin gayretiyle; ilah, ibadet, şirk, tağut gibi kavramları çok dar bir manada anlar hâle gelmişlerdir. Oysa Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem zamanındaki müşrikler, ilah edinme, ibadet, şirk gibi kavramları çok iyi bilirlerdi. Öyle ki, kendilerine ibadet ettikleri putlar hakkında "Bunlar bizim ilahımızdır. Biz bu putlara, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye tapıyoruz." derlerdi. Yani amellere gerçek isimlerini verirlerdi. Bu sebeple kendileri hakkında müşrik sıfatını reddetmezlerdi. Çünkü kendi dillerinde bu sıfat onlara uygundu. Onların reddettikleri ise kâfir sıfatı idi. Zira kâfir, Allah-u Teâlâ’nın emirlerini inkâr eden demektir. Onlar ise tam aksine, böyle yaptıklarında Allah-u Teâlâ’nın emrine uyduklarını ve O'na yaklaşacaklarına inanıyorlardı.” Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: “Allah’ı bırakıp O’ndan başka dostlar edinenler: "Biz onlara ancak bizi daha çok Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz" derler.” (Zümer: 3) Onlar bu şekilde ilah edinmekle, edindikleri bu ilahları A'RAF:190-191 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 449 Allah-u Teâlâ’ya bağlı kılmışlar ve bu sebeple: “Bunlar Allah-u Teâlâ’ya aittir” demişlerdir. Hatta hac yaparlarken söyledikleri sözlerde bile bunu ifade etmekteydiler. Yani; edindikleri ilahların Allah-u Teâlâ’ya bağlı olduklarını söylüyorlardı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem zamanındaki müşrikler şirkleri konusunda bu kadar açık olmalarına rağmen o zamandaki Yahudi ve Hristiyanlar, şirk koştukları halde kendilerinin müşrik olduklarını kabul etmiyorlardı. Çünkü şirki, sadece Arap müşriklerinin yaptıkları zannediyorlardı. Oysa Kur’an-ı Kerim, onların bildikleri dışında başka şirklerin de olduğunu bildiriyor. Örneğin; her ne sebeple olursa olsun Allah-u Teâlâ’nın helalini haram, haramını helal saymak bir şirktir. Onlar bu şirki işlerken insanlar birbirine düşmesin diye de yaparlardı. Tıpkı fakirler zenginlere karşı gelmesin ve aralarında eşitlik olsun diye zina hükmünü tahmim ( )ﲢﻤﻴﻢhükmüne çevirmeleri gibi… İşte böyle yapmaları sebebiyle o kimseler de müşrik hükmünü aldılar. Bu kimseler yaptıkları bu ameller sebebiyle müşrik hükmünü alıyorlarsa, zamanımızda muvahhid olduklarını söyledikleri halde Allah-u Teâlâ’dan başka bir ya da daha çok ilahlar edinenler müşrik hükmünü almaya daha hak sahibidirler! YARATILMIŞI YARATANA ORTAK KILANLARIN AHMAKLIĞI (١٩١) ﻠﹶﻘﹸﻮﻥﹶﺨﻢ ﻳ ﻫﺌﹰﺎ ﻭﻴ ﺷﻠﹸﻖﺨﺎ ﻟﹶﺎ ﻳﺮﹺﻛﹸﻮﻥﹶ ﻣﺸﺃﹶﻳ 191 – Hiçbir şey yaratmayan üstelik kendileri yaratılmış olan şeyleri mi Allah'a ortak koşuyorlar? 450 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:191 Allah-u Teâlâ önceki ayette kendilerine verilen çocuk nimetiyle şirke giren kimseleri haber verdikten sonra bu ayette de işte bu gibi şirk koşan kimselerin muhakemelerinin zayıflığını onların kafalarını çalıştıracak bir soruyla ortaya koyuyor. “Hiçbir şey yaratmayan üstelik kendileri yaratılmış olan şeyleri mi Allah'a ortak koşuyorlar?” Allah-u Teâlâ bu ayette şirk işleyenlerin sağlıklı bir şekilde düşünmediklerini, yöneltmiş olduğu bir soruyla haber veriyor. Çünkü böyle kimseler her şeyin yaratıcısı Allah-u Teâlâ olduğu halde hiçbir şey yaratmayan, üstelik kendileri birer yaratılmış olan şeylere sadece Allah-u Teâlâ’ya ait olan özellikleri vererek onları Allah-u Teâlâ’ya eş koşmaktadırlar. İşte bu yapmış oldukları şey gerçekten ne kötüdür, ne ahmakçadır! Zira bir yanda kendilerinin gerçek sahibi, yaratıcısı, her şeyin tasarrufunu elinde bulunduranı, böylelikle ibadeti hakkeden asıl ilahları dururken, diğer yanda kendileri gibi birer kul olan, üstelik de aciz olup kendilerinde hiçbir ilahlık ve rablik sıfatı bulunmayan bir yaratılmışa ya da yaratılmışlara ibadet etmek gerçekten zır cahillik ve de ahmaklıktır! Çünkü nasıl olur da, her şeyi yoktan var eden ve her şeyin tasarrufu elinde olan Allah-u Teâlâ’ya ait özellikler, kendisi yaratılmış olan ve Allah dilemedikçe hiçbir kuvvete sahip olmayan varlıklara verilebilir? Oysa insanları ve tüm mahlûkatı yaratan Allah-u Teâlâ’dır. O halde onların tek ilahı da yalnızca O’dur. Bu sebeple ibadet edilmeye de yalnızca her şeyi yaratan ve gerçek ilah olan Allah-u Teâlâ layıktır. Ve O, hiçbir şeyin kendisine ortak koşulmasına razı olmaz. Hiçbir şey yaratmayan, bilakis kendisi yaratılmış olan bir şey nasıl olur da A'RAF:191 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 451 Allah'a eş tutulur?! Bu hem zulüm, hem haksızlık, hem de büyük bir iftiradır! Üstelik yaratılmışı yaratana ortak koşmak akılsızlığın, ahmaklığın, alçaklığın, zillete düşmüşlüğün ta kendisidir! Zira bir ahmak, bir akılsız ancak bu kadar kendisini alçaltabilir ve zillete düşürebilir. Öyleyse çocuk sahibi olup da hemen onu Allah-u Teâlâ’ya ortak koşan kimselerin şunu hatırlarından hiç çıkarmamaları gerekir: Çocuklarını yaratan da, kendilerini yaratan da Allah-u Teâlâ’dır. Üstelik onlar bunu gayet iyi bilmektedirler. Buna rağmen nasıl olur da çocukları Allah-u Teâlâ’ya eş koşarlar! Bu haksızlık değil midir? Zulüm değil midir? Allah’a karşı yapılan büyük bir nankörlük değil midir? Hak olan; her şeyi yaratana, mutlak kuvvet sahibi olana ibadet etmektir. Hak olan; zarar ve menfaat tümüyle elinde olan zata ibadet etmektir. Hak olan; yaratılanla yaratanı hiçbir meselede eşit tutmamaktır. Şayet eşit tutulursa, bu, haksızlığın ve zulmün ta kendisidir! Hakkı isteyen bir kimse, asla bunu yapmaz. Fiilleri Yaratan Allah-u Teâlâ’dır: Allah-u Teâlâ’nın bu ayette geçen “Hiçbir şey yaratmayan” sözü; kulların kendi fiillerini kendileri yaratmadığını, bütün fiilleri yaratanın Allah-u Teâlâ olduğunu göstermektedir. Eğer kulun kendi fiillerini yaratma imkânı olsaydı o zaman o, ilah olurdu. Oysa gerçek ilah olan Allah-u Teâlâ’dır ve nasıl ki kullarını yaratmış ise aynı şekilde onların fiillerini de yaratmıştır. Dolayısıyla kullar, Allah-u Teâlâ’nın kendileri için yaratmış olduğu fiilleri yaparlar, yoksa kendi fiillerini kendileri yaratmazlar. İşte bu 452 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:192 ayet, “insan irade sahibi olup önceden kendisine verilen bir güçle kendi fiillerini kendileri yaratırlar” diyen mutezile gibi batıl mezheplerin ne kadar büyük bir yanlış içerisinde olduklarına da bir delildir. ACZİYET İÇERİSİNDE OLAN VARLIKLARA İBADET EDENLER (١٩٢) ﻭﻥﹶﺮﻨﺼ ﻳﻢﻬﻧﻔﹸﺴﻟﹶﺎ ﺃﹶﺍ ﻭﺼﺮ ﻧﻢﻮﻥﹶ ﻟﹶﻬﻴﻌﻄﺘﺴﻟﹶﺎ ﻳﻭ 192 – İbadet ettikleri şeylerin kendilerine (ibadet edenlere) yardım etmeye güçleri yetmez. Hatta kendilerine bile yardım edemezler. Allah-u Teâlâ bu ayette de Allah-u Teâlâ’dan başkasına ibadet edenlerin düşüncesizliğini ve akılsızlığını ibadet ettikleri o şeylerin gerçek konumlarını ortaya koymak suretiyle açıklıyor. “İbadet ettikleri şeylerin kendilerine (ibadet edenlere) yardım etmeye güçleri yetmez. Hatta kendilerine bile yardım edemezler.” Allah-u Teâlâ, bu ayette Allah-u Teâlâ’dan başka varlıklara ibadet edenlerin o ibadet ettikleri varlıkların başkalarına yardım etmeleri bir yana kendilerine dahi yardım etmekten aciz olduklarını haber veriyor. Çünkü onların Allah-u Teâlâ’dan başka kendisine ibadet ettikleri ve Allah-u Teâlâ’ya ait olan hak, sıfat ve yetkileri kendilerine verdikleri varlıklardan hangi birisi gökleri ve yeri yaratmıştır acaba? Ya da hangi birisi Allah-u Teâlâ’nın dilemesi olmaksızın bir başkasına yardım etme güç ve yetkisine sahiptir? Elbette ki hiçbirisi bunları yapmaya güç sahibi değildir. A'RAF:192 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 453 Öyle ki değil bunları yapmak, kendilerine dahi Allah-u Teâlâ dilemedikçe yardım edemezler. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in dönemindeki müşriklerin hali buna en çarpıcı örnektir. Zira Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem zamanındaki puta tapan müşrikler, taptıkları putların kendilerine herhangi bir yardımda bulunamayacağını, hatta bu putlara eziyet edildiğinde veya saldırıldığında kendilerinden bu zararı dahi def edemeyeceğini çok iyi bilmekteydiler. Nitekim bu putlar, kendilerine takdim edilen kurbanların çalınmasına bile engel olamıyorlardı. Müşrikler de bunu pratik olarak görmekteydiler. Buna rağmen, bu putların zarar ve menfaat verdiğine inanmaktaydılar. Onlar bu putları kendi elleriyle yapmışlardı. Üstelik acıktıkları zaman da yerlerdi. Yaptıkları putların onlara zarar ve menfaat sağlamadıklarını, hiçbir şeyi görmediklerini, duymadıklarını, hiçbir şekilde hareket etmediklerini görmekteydiler. Çünkü bu putları kendi elleriyle yapmışlardı ve kendileri duyma, görme, kuvvet sahibi olma gibi özelliklere sahip olma bakımından bunlardan daha üstündüler. Buna rağmen düşüncesizce, akılsızca böyle olan putlara Allah-u Teâlâ’ya ait olan özellikleri vermekteydiler. Çoğu yaptıkları amelin akla ve mantığa uymadığını ve haksız olduklarını bildikleri halde, körü körüne inatla babalarını ve dedelerini taklit etmekte ve çirkin adetlerini terk edememektedir. Evet, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem zamanındaki putperestlerin hâli böyledir. Basit bir düşünce hâkimdir onlarda. Bu sebeple Allah-u Teâlâ bu ve sonraki ayetle, onların basit ve sefih düşüncelerine karşı, sahih aklı çalıştıracak örnekler veriyor. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in dönemindeki müşriklerle ilgili olarak bu anlatılanlar cansız olan putların 454 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:192 hâliyle ilgili bir örnektir. Bir de canlı olan putların hâline bir bakalım: Canlı olan bu sahte ilahlar, diğer yaratılmışlar gibi yoktan var edilmiştir. Allah-u Teâlâ onlara kuvvet vermedikçe, hiçbir kuvvet sahibi değillerdir. Diledikleri zamanda ne kendilerinden zararı gidermeye kadirdirler ne de başkasından; ne kendilerine fayda sağlayabilirler ne de başkasına! Allah-u Teâlâ işte bu konuyla ilgili olarak başka bir ayette şöyle buyuruyor: “Ey insanlar! Size bir misal verildi. Öyleyse onu dinleyin: Allah'ı bırakıp da O’ndan başka taptıklarınız, bir araya gelip toplansalar bile tek bir sinek dahi yaratamazlar. Şayet sinek onlardan bir şey kapacak olsa, bunu ondan kurtaramazlar. İsteyen de istenen de acizdir!” (Hacc: 73) Öyleyse Allah-u Teâlâ’dan başkasına ibadet edenlerin, o ibadet ettikleri varlıklar bir tek sineği dahi yaratamıyor ve hatta üzerlerine konduğunda kendilerinden bunu gideremiyorlarsa nasıl olur da bu yaratılmışlara ibadet edilir ve sadece Allah-u Teâlâ’ya ait olan hak, sıfat ve yetkiler onlara verilir?! Oysa İbadet edilmeye layık tek varlık, kullarına kuvvetiyle yardım eden ve onları koruyan Allah-u Teâlâ’dır. Bütün kuvvet Allah'ındır. Allah'ın kendisine kuvvet vermediği bir mahlûk, asla kuvvet sahibi olamaz. Mutlak kuvvet sahibi yalnız Allah-u Teâlâ olduğuna göre, ibadet edilmeyi de yalnız O hak eder. Mutlak kuvvete sahip olmayan, istediği zaman istediği kişiye yardım edemeyen, bilakis kendisi yardıma muhtaç olan bir varlığa nasıl ibadet edilir? Böyle olan bir varlık asla ve asla ibadeti hak etmez. Bilakis o varlığın bizzat kendisi, kendisini yaratan ve kendisine yardım eden Allahu Teâlâ’ya ibadet etmesi gerekir. A'RAF:193 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 455 HİDAYET YOLUNA HİÇBİR HALDE SEVK EDEMEYEN SAHTE İLAHLAR ﻢﻮﻫﻤﺗﻮﻋ ﺃﹶﺩﻜﹸﻢﻠﹶﻴﺍﺀٌ ﻋﻮ ﺳﻮﻛﹸﻢﺒﹺﻌﺘﻯ ﻟﹶﺎ ﻳﺪ ﺇﹺﻟﹶﻰ ﺍﹾﻟﻬﻢﻮﻫﻋﺪﺇﹺﻥﹾ ﺗﻭ (١٩٣) ﻮﻥﹶﺘﺎﻣ ﺻﻢﺘ ﺃﹶﻧﺃﹶﻡ 193 – Onları (ibadet ettiğiniz sahte ilahları) size doğru yolu göstermeleri için çağırsanız, size icabet etmezler. Onları çağırsanız da sussanız da (durumları) aynıdır. Allah-u Teâlâ müşriklerin kendilerine ibadet ettikleri varlıkların ne kadar aciz olduklarını bu ayette daha net bir şekilde gözler önüne seriyor. “Onları (ibadet ettiğiniz sahte ilahları) size doğru yolu göstermeleri için çağırsanız, size icabet etmezler. Onları çağırsanız da sussanız da (durumları) aynıdır.” Allah-u Teâlâ bu ayette şöyle buyuruyor: “Ey Allah’tan başka varlıkları kendilerine ilah edinen ve ibadeti onlara yönelten müşrikler! Sizler, ister onları yardım ve hidayet yolunu size göstermeleri için çağırın, isterse de hiçbir şeye çağırmayın, her iki durumda da onların size sağlayacakları bir faydaları yoktur. Çünkü onlar, kendilerinden istediğiniz hiçbir menfaati, hiçbir isteği yerine getiremeyecek olan aciz kimselerdir. Bu sebeple kendilerinden istense de istenmese de, ne kendilerine ne de bir başkasına fayda verecek değillerdir. Öyle ki onlar ne kendilerine hidayet edebilir, ne sizlere! Ne kendilerine hidayet yolunu gösterebilir, ne de sizlere! Öyleyse bizzat kendileri Allah-u Teâlâ’ya muhtaç olan bu gibi varlıkları, nasıl olur da hidayetin yalnız kendisinin elinde olduğu, kendisinden 456 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:193 istediğiniz zaman duanıza icabet eden, size doğru yolu gösteren Allah'a eşit tutarsınız?! Nasıl olur da O'na ait olan hak, sıfat ve yetkileri O’ndan başkalarına verirsiniz?! Bu, apaçık bir haksızlık değil midir? Bu, Allah'ın haklarına apaçık bir tecavüz değil midir? Bu, apaçık bir şekilde Allah'a iftira değil midir?” Allah-u Teâlâ müşriklere bu şekilde açıklama yapmak suretiyle onlara bir gerçeği öğretmek istiyor. İşte o gerçek; onların tapmış oldukları canlı ya da cansız sahte ilahların hallerinin her halde, hiçbir şekilde değişmeyeceği gerçeğidir. Dolayısıyla Allah-u Teâlâ’yı bırakıp onlara ibadet eden kimseler ister onlardan hidayeti ve doğru yolu göstermelerini istesinler, isterse istemesinler durumlarında hiçbir değişiklik asla olmayacaktır. Çünkü kendilerinden istekte bulundukları, böylece onlara dua etmek suretiyle dua ibadetini kendilerine yaptıkları bu varlıklar kendilerine yapılan duadan habersizdirler. Zira onlar ne konuşulanları duyacak ne de akledecek vasfa sahiptirler. O halde sıfatı böyle olan bir varlığa ya da varlıklara nasıl olur da Allah-u Teâlâ’ya ait bazı özellikler verilebilir? Sadece Allah-u Teâlâ’ya yapılması gereken şeyler nasıl olur da bu varlığa ya da varlıklara yapılabilir? Kendisinden dahi en ufak bir zararı def edemeyecek olan birisi ya da birileri nasıl olur da başkasından zararı def edebilir? Kendisine bile fayda sağlamayan kimseler, nasıl bir başkasına fayda sağlayabilir? Bu durumda böyle varlıklar ibadeti asla hak etmezler. İbadeti hak eden sadece bir varlık vardır. İşte O; varlıkları yoktan yaratan, onların ihtiyaçlarını sağlayan, yardım istenildiğinde onlara yardım eden, kimsenin kendisine zarar veremediği, kullarını duyan ve gören, onların hâllerini çok iyi bilen, zarar ve fayda ancak kendisinin elinde olduğu, doğru yolu gösteren, sıkıntılı bir hâlde olana yardım A'RAF:194 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 457 eden, dilemediği şey asla olmayan Allah-u Teâlâ’dır. Bütün ibadetler yalnız O’na yapılır. KENDİLERİNE İBADET EDİLENLER SADECE BİRER KULDUR ﻢﻮﻫﻋ ﻓﹶﺎﺩﺜﹶﺎﻟﹸﻜﹸﻢ ﺃﹶﻣﺎﺩﺒ ﻋ ﺍﻟﻠﱠﻪﻭﻥ ﺩﻦﻮﻥﹶ ﻣﺪﻋ ﺗﻳﻦ ﺇﹺﻥﱠ ﺍﻟﱠﺬ (١٩٤) ﲔﻗﺎﺩ ﺻﻢﺘ ﺇﹺ ﹾﻥ ﻛﹸﻨﻮﺍ ﻟﹶﻜﹸﻢﺠﹺﻴﺒﺘﺴﻓﹶﻠﹾﻴ 194 – Şüphesiz (Allah’la beraber veya) Allah'tan başka taptıklarınız da sizin gibi (yaratılmış) kullardır. Eğer (iddianızda) doğru iseniz onları çağırın da size cevap versinler bakalım. Allah-u Teâlâ bu ayette, selim fıtrat üzere yaratılmış sahih akıl sahibi kimselerin akıllarını çalıştıracak ve onların düşünmelerini sağlayacak bir açıklama getiriyor. “Şüphesiz (Allah’la beraber veya) Allah'tan başka taptıklarınız da sizin gibi (yaratılmış) kullardır.” Allah-u Teâlâ, ayetin bu kısmında kendisinden başkasına -ister puta ister herhangi bir varlığa- ibadet eden putperestlere şöyle diyor: “Ey müşrik kimseler! Sizlerin tapmakta olduğunuz ve kendilerine ‘ilah’ ismi vererek sizden zararı def etsin ya da size menfaat sağlasınlar diye kendilerinden istediğiniz bu putlar, sizin gibi yaratılmış kullardır. Allah sizi nasıl yaratmışsa, onları da öyle yaratmıştır. Onlar da Allah'ın iradesine tabiidirler ve O’nun kudretine boyun eğmişlerdir. Oysa sizler; görme, duyma, hareket etme, fayda ya da zararınıza olacak şeyleri bilme, birbirlerinize ya da başka 458 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:194 canlılara bazı konularda fayda verme, bazı konularda ise zarar verme gibi insanî bazı vasıflarda onlardan daha üstünsünüz. Ama sizlerin kendilerine tapınmakta olduğunuz bu putların ise hiçbir şey yapmaya güç ve kuvvetleri yoktur.” Allah-u Teâlâ bu ayette kendilerine tapılanların durumunu gözler önüne açık bir şekilde seriyor. Doğrusu insanın, ister canlı olsun, ister cansız olsun kendisi gibi birer yaratılmış olanlara ibadet etmesi hiçbir aklın ve mantığın kabul etmediği bir şeydir. Hele de cansız olan ve kendi elleriyle yapmış oldukları putlardan daha üstün sıfatlara sahip olmasına, o şeylerin hiçbir şey yapmaya güç ve kuvvetleri olmamasına, hatta kendilerinden bile bir zararı def edememelerine rağmen onlara ibadet ediyor olması gerçekten şaşılacak bir durumdur! Sağlam akıl ve selim fıtrat sahibi olan ve hakkı isteyen bir kişi; ibadeti hak eden gerçek ilahın, putlar dâhil bütün varlıkları yaratan, zarar ve menfaat tamamıyla elinde olan ilah olduğunu bilir. Öyleyse yalnızca, yarattığı bütün yaratılmışın kendisine boyun eğdiği, bütün sebepleri sadece kendisi yaratan, mutlak güç ve hâkimiyet sahibi gerçek ilaha ibadet edilmesi gerekir. Hal böyleyken ister canlı olsun, ister cansız, gerçek ilah olan Allah-u Teâlâ’nın dışında kendilerine ibadet edilenlerin ibadete layık olduğu hangi akla, hangi mantığa dayanarak düşünülebilir? Ya da hangi akıl, hangi mantık bunlara, Allah'a ait bazı özellikleri verebilir? “Eğer (iddianızda) doğru iseniz onları çağırın da size cevap versinler bakalım.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında kendilerine fayda ve zarar vermeyen şeylere ibadet eden müşriklere şöyle buyuruyor: A'RAF:195 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 459 “Eğer taptığınız şeylerin gerçekten ilah olduğunu, ibadeti hak ettiğini, onların fayda ve zarar vermeye kadir olduğunu kabul ediyor ve bu iddianızda doğrulardan iseniz, onlardan bir şey isteyin de, bakalım size icabet edecekler mi, görelim…” KENDİLERİNE İBADET EDİLEN VARLIKLARDAKİ EKSİKLİKLER ﻦﻴ ﺃﹶﻋﻢ ﻟﹶﻬﺎ ﺃﹶﻡﻮﻥﹶ ﺑﹺﻬﺸﺒﻄ ﻳﺪﻢ ﺃﹶﻳ ﻟﹶﻬﺎ ﺃﹶﻡﻮﻥﹶ ﺑﹺﻬﻤﺸ ﻞﹲ ﻳﺟ ﺃﹶﺭﻢﺃﹶﻟﹶﻬ ﺛﹸﻢﻛﹶﺎﺀَﻛﹸﻢﺮﻮﺍ ﺷﻋﺎ ﻗﹸﻞﹺ ﺍﺩﻮﻥﹶ ﺑﹺﻬﻌﻤﺴ ﺁﺫﹶﺍﻥﹲ ﻳﻢ ﻟﹶﻬﺎ ﺃﹶﻡﻭﻥﹶ ﺑﹺﻬﺮﺼﺒﻳ (١٩٥) ﻭﻥﺮﻈﻨ ﻓﹶﻠﹶﺎ ﺗﻭﻥﻴﺪﻛ 195 – Onların yürüyecek ayakları mı var? Yoksa tutabilecek elleri mi? Yahut görecek gözleri mi var? Yoksa işitecek kulakları mı? (Ey Muhammed! Müşriklere meydan okuyarak) De ki: "Allah'a ortak koştuklarınızı çağırın! Sonra da bana fırsat vermeden tuzak kurun. (Bakalım bana ne zarar verebilirsiniz.)" Allah-u Teâlâ önceki ayetlerde, kendilerine ibadet edilen varlıkların birer yaratılmış olduğunu, hatta yaratılmaları dâhil her konuda Allah-u Teâlâ’ya muhtaç olduklarını bildirmişti. Bu ayette ise kendisine şirk koşan o putperestlere akılsızlıklarını ve taptıkları bu putların onlardan daha düşük seviyede olduğunu ispat ediyor. “Onların yürüyecek ayakları mı var? Yoksa tutabilecek elleri mi? Yahut görecek gözleri mi var? Yoksa işitecek kulakları mı?” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında şöyle buyuruyor: 460 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:195 “Ey kendileri gibi yaratılmışlara ibadet eden müşrikler! Dikkatle düşünün ve ibret nazarıyla bir kendinize bakın bir de Allah’tan başka o ibadet ettiklerinize bakın! Allah sizde ayaklar var etmiş, ki onlarla yürüyebiliyor, istediğiniz yere gidebiliyor ve böylece dilediğiniz gibi hareket edebiliyorsunuz. Peki, öyleyse Allah’tan başka kendilerine ibadet ettiklerinizin kendileriyle hareket ettikleri ayakları mı var acaba? Sizler de çok iyi biliyorsunuz ki onlar yerlerinden dahi kıpırdayacak güçte değiller. Bu durumda sizler yerinizden hareket etme kabiliyetine sahip, onlar bu özelliğe sahip değilseler, siz onlardan daha üstünsünüz. Aynı şekilde sizin elleriniz var, ki onlarla dilediğinizi tutabiliyor, dilediğinizi taşıyabiliyor, dilediğinize vurup dokunabiliyor, böylece daha nice şeyleri yapabiliyorsunuz. Allah’tan başka ibadet ettiklerinizin bu özellikleri yapma gücüne sahip elleri mi var acaba? Sizler onlarda bu özelliğin olmadığını çok iyi biliyorsunuz. Öyleyse sizlerin elleri var, onların yok ise siz onlardan daha üstünsünüz. Yine sizlerin gözleriniz var, ki onlarla görebiliyor, bu sayede bir çok şeyi rahatlıkla yapabiliyorsunuz. Peki öyleyse onların bu şekilde gören gözleri mi var acaba? Öyle ki sizler, o ibadet ettiğiniz putlarınıza boncuk koymak suretiyle gözler yapıyorsunuz. Böyle yaptığınızda onlar sizi görüyorlar mı? Sizde biliyorsunuz ki onlar bu halde bile görmüyorlar. Öyleyse sizlerin gözleri var, onların yok ve böylece ne yapılırsa yapılsın görür durumda değillerse siz onlardan daha üstünsünüz. Yine sizlerde kulaklar var ki, onunla tüm sesleri işitiyor, size konuşulan ve söylenilenleri duyabiliyorsunuz. Peki kendilerine ibadet ettiğiniz o putların kulakları mı var acaba? Siz bu özeliklerinin olmadığını da pekâlâ iyi biliyorsunuz. Öyleyse sizlerin kulakları var, onların yoksa siz onlardan daha üstünsünüz. A'RAF:195 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 461 İşte bu şekilde sizlerde var olan şeyler onlarda yok ve üstelik onlar hareketsiz, güçsüz, kuvvetsiz, hiçbir şeyi idrak edemeyen bir durumda, sizler de onlardan daha üstün bir yaratılışta iken nasıl olurda onları ilah edinir, onlara ibadet edersiniz?” Allah-u Teâlâ’nın bu ayetinden şunu anlamak gerekir: İnsan, ister kendisinin yaratılış özelliğine sahip olsun, isterse kendisinden yaratılış bakımından daha düşük olsun canlı ya da cansız hiçbir mahlûka ibadet etmemelidir. Zira ibadet edilmeyi hak eden; hiçbir şeye muhtaç olmayan, mutlak kuvvet sahibi ve her şeyden müstağni olan, zarar ve menfaati elinde bulunduran Allah-u Teâlâ’dır. O'nun dışındaki her şeyin O'na ibadet etmesi gerekir. O'nun dışındaki hiçbir varlık O'nun özelliğine sahip değildir ve O’nun özelliğini hak edemez. Allah-u Teâlâ’ya ait özelliklerden herhangi birisi O’ndan başkasına verildiğinde en büyük haksızlık, en büyük zulüm olan şirk meydana gelir. Zamanımızın Tapınılan Cansız Putları: İnsanlar her zaman ve mekânda canlı olsun cansız olsun birtakım sahte ilahlara ibadet etmişler ve böylece Allah-u Teâlâ’ya ibadetinde ortaklar kılmışlardır. İnsanların kendilerine ibadet ettikleri sahte ilahlar arasında canlı olan, yani yürüyen, tutan, gören ve işiten olarak sadece insanlar ve hayvanlar vardır. Fakat bunlar bile gerçek manada kendi gücüyle hareket edemez, duyamaz, göremezler. İstedikleri şeyleri yapabilecek güce sahip değillerdir. Allah-u Teâlâ bu özelliği kendilerine vermedikçe asla bu güce sahip olamazlar ve her zaman başkasına muhtaçtırlar. İnsanların kendilerine ibadet ettikleri cansız varlıklara geçmişten en açık örnek; gerek Nuh aleyhisselam zamanın- 462 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:195 da, gerek ondan sonraki dönemlerde ve gerekse Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in döneminde kendilerine tapınılan putlardır. Zamanımızda da çağlar boyu insanların tapındıkları taştan, çamurdan, ağaçtan, betondan yapılan ve isim değişikliğine uğramış cansız putlar olduğu gibi yine ilah edinilmiş ve kendilerine Allah-u Teâlâ’dan başka tapınılan başka cansız putlar da vardır. O derece ki insanlar Allah-u Teâlâ’yı tamamıyla bırakmışlar ve yalnızca o şeylere ibadet eder hale gelmişlerdir. Her ne kadar tapındıkları o şeyleri ilah olarak isimlendirmeseler bile Allah-u Teâlâ’ya ait olan birtakım hak, sıfat ve yetkiler ya tamamıyla ya da bazı yönleriyle o sahte ilahlara verilmiştir. İşte zamanımızın yeni cansız putları! Vatan, millet, toprak, anayasa… Bunlara yine; kavmiyetçilik, ırkçılık gibi cansız putları da ekleyebiliriz. Bunlardan sadece birisi üzerinde durmamız zamanımızdaki durumun ne kadar içler acısı olduğunu ortaya koyacaktır. Zamanımızda ilah edinilen cansız şeylerden birisi; vatandır. Şöyle ki; vatan denilen duygu insanlarda o derece yer etmiş ki, bir yerin Allah-u Teâlâ’nın emirlerine göre hareket edip etmediği, Allah-u Teâlâ’nın dinine göre yaşam tarzı sürülüp sürülmediğine bakılmaksızın, yöneticisi kim, yönetileni nasıl, hangi toprak parçası üzerinde kimler ne gibi özelliklere sahip düşünülmeksizin, Allah-u Teâlâ’nın emirlerinin açıkça çiğnendiği yerler vatan sayılmış, böylece dostluk ve düşmanlıklar, sevgi ve buğuzlar onun için yapılır olmuş, Allah-u Teâlâ’nın dinini savunmak, muhafaza ve müdafaa etmek ve yeryüzünde yeniden hâkim kılmak yerine vatan adı verilen, üstelik içinde kâfirlerin hüküm sürdüğü toprak parçasının muhafaza ve müdafaasına girişilmiş, öyle ki aksini söyleyenlere karşı savaş ilan A'RAF:195 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 463 edilip yok edilmeye çalışılmıştır. İşte vatan putunun insanları getirdiği kötü son! Oysa vatan denilen bu cansız putun ne hareket eden ayakları, ne tutup kavrayan elleri, ne gören gözleri, ne de işiten kulakları vardır. Üstelik bu vatanın, Allah-u Teâlâ’nın yarattığı bir varlık olduğu da çok iyi bilinmektedir. Buna rağmen onun uğruna Allah-u Teâlâ’nın emirleri çiğnenmekte, Allah-u Teâlâ’ya verilmesi gereken haklar ona verilmektedir. Rasûlullah (s.a.s)’ın Müşriklere Meydan Okuması: “(Ey Muhammed! Müşriklere meydan okuyarak) De ki: "Allah'a ortak koştuklarınızı çağırın! Sonra da bana fırsat vermeden tuzak kurun. (Bakalım bana ne zarar verebilirsiniz.)" Allah-u Teâlâ en büyük zulmü yapanın ve en akılsız olanın O’na eş koşanlar olduğunu çok açık ve net bir şekilde ispat ettikten sonra, rasulünün müşriklere karşı şöyle meydan okumasını ona emrediyor: "Ey müşrikler! Ben, sadece her şeyi yaratan, mutlak kuvvet sahibi, her şey elinde olan, zarar ve menfaati elinde bulunduran, hiç kimseye muhtaç olmayan, bilakis her şeyin kendisine muhtaç olduğu Allah-u Teâlâ’ya iman ettim ve bunu hepinize haykırıyorum. Siz müşrik ve zalimsiniz. Asla Müslüman değilsiniz. Sizin işlediğiniz şirk ve yaptığınız amellerin hepsi batıldır. İbadet ettiğiniz bu sahte ilahların hepsi batıldır. Taptığınız bu sahte ilahlar, Allah-u Teâlâ dilemedikçe kimseye ne zarar ne de fayda verebilirler. Siz, onlara taptığınız için haksızsınız, zalimsiniz! Yalnız Allah'ın hak ettiği sıfat ve özellikleri yalnız O’na has kılmıyorsunuz. Kendinizi kandırmayın! Bu size mazeret olmaz. Ben, 464 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:196 hakkı bu şekilde açıkça yüzünüze haykırıyorum! Hadi bakalım; bana ne yapacaksanız hiç beklemeden yapın! Bütün taptığınız o sahte ilahlar, bakalım size yardım edebilecekler mi?... Bana tuzak kurun. Hiç fırsat dahi vermeden, her türlü zararı yapmayı deneyin. Ne yapabileceğinizi görelim. Ne düşündüğünüz, bana ne yapacağınız hiç umurumda değil. Zira mutlak güç ve kuvvet sahibi Allah-u Teâlâ’dır. O dilemedikçe, sizler hiçbir güce sahip değilsiniz." ALLAH (C.C) İNANANLARIN VELİSİ VE YARDIMCISIDIR (١٩٦) ﲔﺤﺎﻟﻟﱠﻰ ﺍﻟﺼﻮﺘ ﻳﻮﻫ ﻭﺎﺏﺘﻝﹶ ﺍﻟﹾﻜﺰﻱ ﻧ ﺍﻟﱠﺬ ﺍﻟﻠﱠﻪﻲﻴﻟﺇﹺﻥﱠ ﻭ 196 – Muhakkak ki benim velim, Kitabı (Kur’an’ı) indiren Allah’tır. O, (tevhid üzere olan) salih kullarına (mutlaka) yardım eder. Allah-u Teâlâ daha önceki ayette Allah-u Teâlâ’dan başka kendilerine tapılan şeylerin -ister put ister başka bir şey olsun- ne kendilerine ne de onlara tapan kimselere bir fayda sağlama güçlerinin olmayacağını bildirdikten sonra, bu ayette; akıl sahibi olan, dünya ve ahirette gerçek menfaatini isteyen bir kimsenin sadece Allah-u Teâlâ’ya ibadet etmesi gerektiğini bildiriyor. “Muhakkak ki benim velim, Kitabı (Kur’an’ı) indiren Allah’tır. O, (tevhid üzere olan) salih kullarına (mutlaka) yardım eder.” Allah-u Teâlâ, önceki ayette rasulünün müşriklere karşı meydan okumasını emretmişti. Bu ayette ise müşriklere A'RAF:196 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 465 sözlerine devam ettirmesini ve şöyle söylemesini ona emrediyor: “Ey müşrikler! Bilin ki; benin velim Allah’tır. Bu sebeple dünya ve ahirette benimle ilgili her şey Allah’a aittir. Ben yalnız O’na tevekkül eder ve yalnız O’na sığınırım. O ki; insanları şirkten sakındırıp tevhid akidesine çağıran Kur’an-ı Kerim’i indiren, sahih iman ve tevhid üzere olan salih kullarına yardım edendir. Onları asla yardımsız bırakmaz.” Bu ayet açıkça gösteriyor ki; mü’minlerin gerçek velisi Allah-u Teâlâ’dır. Öyleyse dünya ve ahiret menfaatini düşünen bir kimsenin yalnızca Allah-u Teâlâ’ya ibadet etmesi gerekir. Çünkü dünya ve ahirette kullarının menfaatini sağlayan O'dur. O, dinin maslahatını sağlamak için her türlü hayra delalet eden, tevhidi bildiren, şirkten uzaklaştıran, uygulandığında dünya ve ahiret mutluluğuna eriştiren Kur’an-ı Kerim'i indirmiştir. Kim bu Kur’an-ı Kerim'e uyar, tabi olur, tevhidi sağlar ve her türlü şirkten uzak durursa, işte o kimse salihlerden olur. Allah-u Teâlâ mutlaka ona yardım eder ve hiçbir zaman onu desteksiz bırakmaz. Oysa kâfir ve müşriklerin ne böyle bir velileri ne de yardımcıları vardır. Tam aksine onların velisi şeytandır. Zira onlar Allah-u Teâlâ’ya değil, şeytana itaat ederler. Bu sebeple de birçok sapıklık içerisinde boğulur giderler. İşte onlar için ebedi kalacakları cehennem vardır. Allah-u Teâlâ bu konuyla ilgili olarak başka bir ayette şöyle buyuruyor: “Allah iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan nura ulaştırır. Kâfirlerin velileri ise tağuttur. Onları nurdan karanlıklara ulaştırır. İşte onlar ateş ehlidirler. Orada ebedi kalacaklardır.” (Bakara: 257) 466 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:197 ALLAH (C.C)’TAN BAŞKA TAPINILANLARIN ACİZLİĞİ ﻢﻬﻔﹸﺴﻟﹶﺎ ﺃﹶﻧ ﻭﻛﹸﻢﺮﺼﻮﻥﹶ ﻧﻴﻌﻄﺘﺴ ﻟﹶﺎ ﻳﻭﻧﹺﻪﻦ ﺩ ﻮﻥﹶ ﻣﻋﺪ ﺗﻳﻦﺍﻟﱠﺬﻭ (١٩٧) ﻭﻥﹶﺮﺼﻨﻳ 197 – Allah’tan başka taptıklarınız size (asla) yardım edemezler. Hatta kendi nefislerine bile yardım edemezler. Allah-u Teâlâ önceki ayette rasulünün ve tüm mü’minlerin velisi ve yardımcısı olduğunu bildirmişti. Bu ayette de Allah-u Teâlâ’dan başka şeylere tapınılanların ne kadar aciz olduklarını tekrar ortaya koyuyor. “Allah’tan başka taptıklarınız size (asla) yardım edemezler. Hatta kendi nefislerine bile yardım edemezler.” Allah-u Teâlâ, rasulünün müşriklere sözlerini şöyle devam ettirmesini söylüyor: “Ey müşrikler! Sizin Allah'ı bırakıp da O’ndan başka taptığınız bu sahte ilahlar, size asla yardım edemezler. Hatta taptığınız bu sahte ilahlar o kadar acizdirler ki; kendi nefislerine bile yardım edemez, kendilerine gelen zararı def edemezler. Onların ne zararı def edebilme ne de hayrı getirebilme imkânları vardır. Çünkü onlar, Allah'ın yarattığı şeylerdir ve her an O’na muhtaçtırlar. Kendisine bile yardım edemeyen bir mahlûk, nasıl olur da bir başka mahlûka yardım etmeye güç yetirebilir?” A'RAF:198 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 467 DOĞRU YOLA ÇAĞRILDIKLARINDAN HABERSİZ OLANLAR ﻚﻭﻥﹶ ﺇﹺﻟﹶﻴﻈﹸﺮﻨ ﻳﻢﺍﻫﺮﺗﻮﺍ ﻭﻌﻤﺴﻯ ﻟﹶﺎ ﻳﺪ ﺇﹺﻟﹶﻰ ﺍﹾﻟﻬﻢﻮﻫﻋﺪﺇﹺﻥﹾ ﺗﻭ (١٩٨) ﻭﻥﹶﺮﺼﺒ ﻟﹶﺎ ﻳﻢﻫﻭ 198 – Onları doğru yola çağırsanız duymazlar. Onları sana bakar görürsün. Hâlbuki onlar görmezler.” Allah-u Teâlâ daha önceki ayette kâfirleri azarlamak için tapılan putların aciz olduğunu, kendilerine ibadet edenlere asla yardım edemeyeceklerini, onlardan hiçbir zararı def edemeyeceklerini bildirmişti. Bu ayette ise o putlarda bulunan diğer eksik sıfatları haber veriyor. “Onları doğru yola çağırsanız duymazlar. Onları sana bakar görürsün. Hâlbuki onlar görmezler.” Allah-u Teâlâ bu ayette şöyle buyuruyor: “Müşriklerin taptıkları o putlar, doğru yola çağrıldıklarında bu çağrıyı asla işitmezler. Hatta onları sana bakıyormuş gibi görürsün. Hâlbuki onların görme özellikleri yoktur, bu yüzden onlar hiçbir şey görmezler. Öyleyse duymaya ve görmeye kadir olmayan bir yaratık, nasıl bir başkasına yardımcı olabilir? Kendisine yardım edemeyen, kendisinden zararı def edemeyen bir varlık, nasıl olur da başkasından zararı def edebilir yahut ona fayda sağlayabilir? Hâlâ akletmiyor musunuz?” Allah-u Teâlâ, müşriklerin Allah-u Teâlâ’dan başka tapmış oldukları putların ne kadar aciz olduklarını açıkça gözler önüne seriyor. Zira bu putların hiç kimseye yardım 468 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:199 etmeye güçleri yoktur. Onlar o derece acizdirler ki; kendilerine dahi yardım edemezler. Hâli böyle olan bir yaratıktan acaba neden ve niçin korkulur? Ondan zarar gelebileceği nasıl düşünülebilir? Böyle bir yaratık nasıl olur da ilah edinilebilir, ona yaklaşmak için ibadetler yapılır? Bu, ancak akılsız olan, menfaatini bilmeyen ve gerçeği düşünmeyenlerin yapacağı bir şeydir. Zira Allah-u Teâlâ dilemedikçe kendisine bile faydası olmayan, kendisine gelen zararı def edemeyen, başkasına muhtaç olan bir varlık asla ilah olamaz. Kendisine ibadet edilmesi gereken gerçek ilah ise; hiç kimseye muhtaç olmayan, herkesin kendisine muhtaç olduğu, salih kullarına yardım eden, onlardan her türlü zararı def eden, onları koruyan ve destekleyen Allah’tır. TEVHİD EHLİNDE OLMASI GEREKEN FAZİLETLER (١٩٩) ﲔﻠﺎﻫﻦﹺ ﺍﻟﹾﺠﺽ ﻋ ﺮﹺﺃﹶﻋ ﻭﺮﻑ ﺮ ﺑﹺﺎﹾﻟﻌ ﺃﹾﻣ ﻭﻔﹾﻮ ﺍﻟﹾﻌﺬﺧ 199 – (Ey Muhammed!) Sen af yolunu tut, (sözlerin ve amellerin) en güzelini emret ve cahillerden (nefsini koruyarak) yüz çevir. Allah-u Teâlâ bu ayetin hemen öncesi birkaç ayette önce, rasulü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in ve tevhidi kabul edip şirkten uzak duran, indirdiği kitabının hükümleriyle amel eden salih kullarının velisi olduğunu, onlara yardım edeceğini, onları destekleyeceğini, onları düşmanlarına karşı muzaffer kılacağını ve her türlü kötülüklerden koruyacağını bildirmiş, sonra da Allah'tan başka tapılanların -ister put ister başka bir şey olsun- gerek kendilerine ve gerekse başkalarına bir faydalarının olmadığını, A'RAF:199 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 469 öyle ki görme ve duyma gibi bir sıfatlarının dahi olmadığını bildirmişti. Bu ayette ise; kendilerinin vasıflarını zikrettiği salih kullarının insanlarla olan ilişkilerinde nasıl bir yol takip etmeleri gerektiğini açıklamakta, böylece akidenin temellerinden sonra bütün faziletlerin asıllarını, ahlakların temellerini en iyi şekilde ortaya koyuyor. Bu ayette salih kullardan istenen başlıca faziletler şunlardır: 1 – İnsanları affedici olmak. 2 - İnsanlara iyiliği emredici olmak. 3 – İnsanların cahillerinden yüz çevirici olmak. Bu ayette insanlara karşı nasıl davranılacağı zikri geçen bu faziletli amellerle gösterilmektedir. İşte bu faziletli ameller, iyi ahlakların temelidir ve ancak bu temele riayet eden kişi iyi ahlaklı olabilir. Allah-u Teâlâ da nebisine ve onun nezdinde tüm mü’minlere güzel ahlakı emrediyor. Cafer es-Sadık şöyle dedi: "Allah-u Teâlâ nebisine güzel ahlakla ahlaklanmayı emretmiştir. Kur’an'da en güzel ahlakı bir arada zikreden bundan başka hiçbir ayet yoktur." Ebu’d Derda radıyallahu anh’dan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Kıyamet gününde tartı konulacaktır. O gün en ağır şey, güzel ahlaktır.”(18) İkrime radıyallahu anh'dan şöyle rivayet edilmiştir: Bu ayet indiğinde Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Cibril aleyhisselam’a şöyle dedi: "Ey Cibril! Bu nedir? Cibril aleyhisselam ona: "Rabbin; sana darılanı ziyaret etmeni, sana vermeyene vermeni, sana zulmedeni affetmeni emrediyor." (19) (18) (19) Ebu Davud, Tirmizi. İbn Hibban bu hadis için sahih demiştir. İmam Taberi, hem İkrime’den hem de Cabir’den nakletmiştir. 470 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:199 İnsanları Affetmek: “(Ey Muhammed!) Sen af yolunu tut…” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında Rasulüne ve ona tabi olan tevhid ehline hitap ederek onlara ilk olarak şunu emrediyor: “Ey Muhammed! Ey ona tabi olan mü'min ve salih kullar! Sizler; zor olmayan, üstelik kişiye meşakkat de yüklemeyen ve kişiyi zor duruma düşürmeyecek olan söz ve amellerle amel edin.” Ayetteki “afv (ﻔﹾﻮ ”)ﺍﻟﹾﻌkelimesi birtakım iyi hasletleri ifade eder. Sıla-i rahmi terk edenlere sıla-i rahim yapmak, mü'minlerden birbirine zarar verenleri affetmek, mü'minlere karşı yumuşak davranmak gibi şeyler, bu kelimenin manasına dâhildir. Bu, aynı zamanda şu manaya gelir: Dünyayla ilgili meselelerde mü’minlerin birbirlerine olan hakkını almak için asla sert ve kaba yollara başvurulmamalı, kolay ve müsamaha yoluna başvurulmalıdır. Aynı şekilde mü'min, diğer mü'min kardeşine ve İslam'a zarar vermeyen kâfirlere karşı iyi ahlak sahibi olmalı, sert ve kaba olmamalıdır. Allah-u Teâlâ bu konuyla ilgili olarak bir başka ayette şöyle buyuruyor: “(Ey Muhammed!) Allah'ın rahmeti sebebiyle sen onlara yumuşak davrandın. Şayet sen kaba ve sert kalpli olsaydın şüphesiz ki onlar çevrenden dağılırlardı.” (Âl-i İmran: 159) Allah-u Teâlâ Kur’an-ı Kerim'de Müslümanları affetmenin faziletiyle ilgili şöyle buyuruyor: “Şüphesiz ki sizin affetmeniz (bağışlamanız) takvaya daha yakındır. Aranızdaki iyiliği unutmayın! Muhakkak ki Allah yaptıklarınızı görendir.” (Bakara: 237) A'RAF:199 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 471 Allah-u Teâlâ, hem rasulüne hem de tüm mü’minlere, insanları İslam dinine, hak dine yumuşaklıkla davet etmelerini emrediyor. Allah-u Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor: “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır!” (Nahl: 125) Salih kullar, bir kimse cahilliği, düşüncesizliği, ahmaklığı ya da akılsızlığı sebebiyle kendilerine hoş olmayan bir söz söyler ya da kaba davranırsa onu affederler. Çünkü Allah-u Teâlâ mü'minleri vasfederken şöyle buyurmuştur: "Onlar, bollukta ve darlıkta infak ederler. Öfkelerini yenerler. İnsanları affederler." (Âli İmran: 134) Bu konuyla ilgili rivayet edilen hadisler de bu meselenin önemine dikkat çekmektedirler. Şöyle ki; Enes b. Malik radıyallahu anh’dan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” (Buhari, Müslim, Ahmed, Nesei) Aişe radıyallahu anhâ’dan şöyle dediği rivayet olunmuştur: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem günah olmadığı müddetçe iki meseleden kolay olanını seçerdi. (Siz de onun gibi olun.)” (Müslim, Tirmizi, İmam Malik) Marufu Emretmek: “(sözlerin ve amellerin) en güzelini emret…” Ayetin bu kısmında salih kullardan istenen ikinci fazilet ise; inancın güzel hale getirilip güzel fiillerin yapılmasını ve güzel sözlerin söylenilmesini insanlara emretmeleridir. Güzel söz ve fiil; Allah-u Teâlâ’nın yapılmasını emrettiği her şeydir. Bu ise; insanların hayır olarak kabul ettiği ve İslam dinine zıt olmayan şeyler olduğu gibi aynı za- 472 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:199 manda selim fıtrat ve sahih akıl sahibi olan kimselerin güzel gördüğü şeyler olabilir. Allah-u Teâlâ ayette; ﻑﺮ ﺑﹺﺎﻟﹾﻌﺮﺃﹾﻣ(“ ﻭsözlerin ve amellerin) en güzelini emret…” buyurmuş ve ayette “örf” lafzını kullanmıştır. Kur’an-ı Kerim’de "örf" veya "maruf" lafızları önemli olan bazı konularda zikredilmiştir. Yine sünnette de “maruf” lafzı geçmektedir. Bu da gösteriyor ki; “maruf” üzere amel etmek şeriatın istediği bir şeydir. Maruf: Hayra delalet eden her şeydir. Allah-u Teâlâ’ya itaat sebebi olan ve insanlara iyilik olan her şey maruf sayılır. “Maruf” kelimesi Kur’an’ı Kerim’de başlıca şu şekillerde geçmiştir: 1 – İslam ümmetinin vasfını bildirmek için zikredilmiştir. Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: “İçinizden hayra çağıran, marufu emredip münkerden sakındıran bir ümmet olsun. İşte kurtuluşa erenler bunlardır.” (Âli İmran: 104) 2 – Karı koca arasındaki haklar konusunda zikredilmiştir. Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: “Erkeklerin kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi kadınların da erkekler üzerinde maruf üzere hakları vardır.” (Bakara: 228) 3 – Evliliğin muhafazası için kullanılmıştır. Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: “Boşama iki defadır. (Bu iki boşamadan) Sonrası ya marufla (iyilikle) tutmak ya da güzellikle salmaktır.” (Bakara: 229) A'RAF:199 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 473 İşte bu deliller de gösteriyor ki; insanlara karşı maruf ile davranmak, maruf ile uygulamayı tavsiye etmek şeriatın hükümlerindendir. Cahillerden Yüz Çevirmek: “ve cahillerden (nefsini koruyarak) yüz çevir.” Ayetin bu kısmında salih kullardan istenen üçüncü fazilet ise; cahillerden, nefislerini korumak suretiyle yüz çevirmeleridir. Cahillerden yüz çevirmek ise şu şekillerde olur: 1 – Yapılan cehalet, edepsizlik, ahlaksızlığa misli ile karşılık vermemek, 2 – Cahillerle fazla haşir neşir olmamak, 3 – Nefsi, onların ahlakından uzak tutmak, 4 – Onların cehaletlerine karşı, hilim sahibi olmak ve sabretmektir. Cahillerden bu şekillerde yüz çeviren kimse, onların yaptıkları amelleri ve söyledikleri sözleri basit görür. O kimse hakkında; “bu kişi zaten cahildir, sefihtir, kabadır. Dolayısıyla çekinmeden bunu yapar.” diyerek cahillerin yaptığı amelleri gözünde büyütmez. Çünkü cahil tarafından yapılan amel İslam dinine değil, şahsına yönelik olmuştur. Şayet yapılan amel İslam dinine karşı olsa idi elbette durum değişirdi. Bu sebeple cahil, mizacı sert, düşüncesiz, aklı kıt bir kimsenin yaptığı amel Müslümanın şahsına karşı yapılmış ise veya dünyevi meselelerle ilgili ise, bu durumda ondan yüz çevrilir, onunla tartışmaya girilmez ve başka söze geçmesi kendisine teklif edilir. Başka söze geçmediği takdirde ise kendi halinde bırakılıp terk edilir. Böylece o kişi Müslümana karşı öfkeli ise bir müddet sonra öfkesi diner. Bazen, -ister kâfir ister ahlaksız Müslüman olsun- yap- 474 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:199 tığı çirkin davranış sebebiyle onunla aynı seviyeye inilmediğinde bu durum, çirkin davranışta bulunan kişinin: "Bu kişi bana daha sert karşılık verebilecek bir durumda olmasına rağmen karşılık vermiyor." diye düşünmesini, böylelikle hatasını anlamasını sağlar. Ömer b. Hattab radıyallahu anh’ın tavrı dikkat çekici olup örnek alınacak niteliktedir. Şöyle ki; Uyeyne gelip Ömer b. Hattab'ı delil olmaksızın; "aramızda adaletle hükmetmiyorsun, hak ettiğimizi vermiyorsun, bize zulmediyorsun." şeklindeki ağır bir suçlamayla itham etmişti. Aslında bu tür bir itham Müslümana çok ağır gelir. Buna rağmen Ömer radıyallahu anh kendisine bu ayet hatırlatıldığında hemen sakinleşmişti. Şayet karşı taraf Müslümanın bu şekildeki tavrını anlamayıp yaptığı hareket üzerinde daha da kabalaşır veya söylediği kötü ve çirkin sözleri daha çok artırırsa, onların durumuna şahit olan kimseler ikisi arasındaki farkı görürler. Zira onlardan birisi öfkesine hâkim olamayıp söverken, diğeri öfkesini dizginliyor ve karşılık verebilecek durumda olmasına rağmen karşılık vermeyip sabrediyor… İşte böyle bir manzaraya şahit olan akıl sahipleri, öfkesini yenemeyip çirkin söz ve hareketler sarf eden kimsenin ne kadar kötü ve ahlaksız olduğunu görüp artık ona iyi gözle bakmaz, kalplerinde artık ona karşı sevgi barındırmazlar. Böylelikle o kimseye karşı sabır ve sükûnet içinde olan kimsenin ne kadar iyi ve ahlak sahibi olduğunu görür ve o kimseye meylederler. Sonuç olarak bu şekilde davranıldığında iki sonuçtan biri elde edilir: 1 – Söven veya kötülük yapan kimsenin aklı başına gelir ve kötülüğünden vazgeçer. 2 – Eğer kötülüğünden vazgeçmez ise, bu hâlini görenler onun ne kadar cahil ve ahlaksız olduğunu düşünür, böy- A'RAF:199 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 475 lece meyil ve destek, sabredip onun seviyesine düşmeyen kimseye olur. İslam davasının Mekke’deki ilk davet yıllarındaki Müslümanların, Arap müşriklerine karşı tavrı buna en açık örnektir. Çünkü o dönemde Müslümanlar, Arapların âdetinin aksine başka bir âdet ile onlara karşı hareket etmişlerdi. Öyle ki; kendilerine eziyet edildiğinde buna karşılık verebilecekleri güçte olmalarına rağmen karşılık vermeyip sabretmişler, onlara karşı güzel bir ahlak sergilemişlerdi. İşte onların güzel ahlakı, Arapların dikkatini çekmiş, dolayısıyla İslam davetini dinlemelerine ve nihayetinde çoğunun İslam’a girmelerine sebep olmuştur. Şu iyi bilinmelidir ki; insanların güzel ahlakı, muamelatta, âdette ve diğer insanlarla olan ilişkilerinde belli olur. Üstelik insanlar, muamelatta, âdette ve diğer insanlarla olan ilişkilerinde bu ahlaki temellere muhtaçtırlar. Bu ahlaki temelleri ise en güzel şekliyle ortaya koyan İslam’dır. Zira İslam; insanlara dünyayla ilgili muamelelerde yumuşak ve nazik davranmayı, onlara güçlerine göre yük yüklemeyi, maddi konularda ve insanların hak ve hukuku konusunda çok katı davranmamayı, kişiye maddi durumuna göre kolaylık göstermek gerektiğini öğretmiştir. İşte bu sayılanlar İslam ahlakından olup bir Müslümanın insanlara karşı -ister Müslüman ister kâfir olsun- İslamî ahlakı göstermesi, kaba olmaması gerekir. Bu yüzden onları İslam’a davet ederken yumuşak davranmalı ve davetini onların menfaatini düşündüğünü hissettirecek şekilde yapmalıdır. Fakat onlara karşı bu şekilde davranırken dini temeller konusunda asla taviz vermemelidir. Daha açık bir ifadeyle o kimselere davet verilirken hak apaçık bir şekilde olduğu gibi, eksiksiz olarak onlara anlatılmalı, anlatılırken de güzel bir üslup kullanılmalıdır. Fakat güzel üslup kullanmak veya yumuşak olmak için İs- 476 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:199 lam'ın esas meseleleri eksiltilmemeli ve o konularda gevşek olunmamalı; şer'an ve aklen, selim fıtratın kabul ettiği fiiller ve davranışlar konusunda, şeriatın emrettiği meselelerde hiçbir taviz verilmemelidir. Böylece Allah-u Teâlâ’nın emir ve nehiyleri olduğu gibi eksiltme yapılmadan açıklanılmalı, münker görüldüğünde ona susulmamalı, daima maruf emredilmelidir. Şayet bu sırada cahillerden ve sefihlerden gelecek herhangi olumsuz bir tavır söz konusu olursa ona karşı da sabırlı olunmalıdır. Çünkü insanlara İslam tebliğ edilirken bazı sefihlere, cahillere ve hakkı istemeyenlere hak elbette ağır gelebilir, bundan dolayı da davetçiye eziyet edebilirler. Davetçinin ise bu eziyetlere sabretmesi, onların kötü ahlaklarını kötü ahlakla karşılamaması gerekir. Onlardan yüz çevirmesi, onların şerrinden kendisini koruması ve onların düşük seviyelerine inmemesi gerekir. İşte bu hal, eziyetlerine karşı sabretmek ve onları affetmektir. Allah-u Teâlâ’nın Dini Konusunda Asla Taviz Söz Konusu Değildir: Müslüman bir kul her ne kadar nefsine karşı ya da dünyalık meselelerde insanlara karşı affedici, iyilikle muamele edici ve cahillerden yüz çevirici vasfına sahipse de din ve akide konusunda, şer'i vecibelerde ve şer'i emirlerde asla taviz verici ve müsamahakâr olmamalı, bu gibi meselelerde yapılan hatalara ya da İslam’a zıt olan hal ve hareketlere asla göz yummamalıdır. Çünkü böyle bir durumda mutlaka Allah-u Teâlâ’nın emrettiği şekilde hareket edilmesi ve zerre kadar taviz verilmemesi gerekir. Sadece kendisinde tavizin söz konusu olmadığı bu gibi konuların dışında kalan diğer dünyevi meselelerde (ticaret, sohbet gibi) insanlara karşı müsamahalı davranılmalı, onlardan mükem- A'RAF:199 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 477 mel olmaları beklenilmemeli, her insanın eksiklikleri, zaafları olabileceği akıldan çıkarılmamalı, böylece hata işlediklerinde onlara karşı affedici bir tavır takınılmalıdır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Satarken, alırken, alacağını isterken, borcunu öderken kolaylık gösteren kimseye Allah rahmet etsin." (Buhari) Bir Müslüman dünyevi meselelerde, insanlara karşı katı olmayıp müsamaha göstermeli; küçüklere karşı merhametli, büyüklere karşı ise saygılı olmalı, işte bu şekilde yaparak Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ve sahabelerin ahlakına sahip olmalıdır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hiçbir konuda kendi nefsi için öfkelenmemiştir. Fakat Allah-u Teâlâ’nın dini söz konusu olduğunda onun kadar öfkeleneni görülmemiştir. Biz Müslümanların da böyle olması gerekir. Eğer öfkeleneceksek Allah-u Teâlâ’nın dini için öfkelenmeliyiz. Müslüman bir kardeşimiz şahsımıza karşı terbiyesizce, ahlaka uygun olmayan bir hareket yaptığında, onun cahil, sefih olabileceğini düşünmeli, böylece onu affetmeliyiz. Şöyle ki; bir Müslüman diğer Müslümana sövmüş ise elbette bir Müslümanın diğer Müslümana sövmesi ahlaksızlıktır. Böyle bir kişinin iyi ahlak sahibi olduğu söylenmez. Bilakis o, ahlaksız ve sefih bir kimsedir. Kendisine sövülen Müslümanın ona karşı takınacağı tavır; onun cahillerden, kendisinin ise ondan akıllı olduğunu kabul etmesi ve böylece ona karşılık vermemesidir. İşte bu durum onun, kendisine söven kişiden daha üstün olduğunu ortaya koyar. Eğer söven kişiye karşı onun takınmış olduğu aynı tavır takınılır ve onun sövdüğü gibi sövülürse, bu durumda onunla aynı seviyeye düşülmüş olunur. Böyle bir durumla karşılaşan bir Müslüman Allah-u Teâlâ’nın bu ayetini hatırlamalı, O’nun vereceği azaptan kendisini sakındırmalı ve 478 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:199 böylece muhatabının seviyesine inmemek suretiyle Allah-u Teâlâ katında büyük bir mükâfat elde etmeye koşmalıdır. Fakat İslam’a karşı bir tavır, bir ihlal söz konusu olduğunda, bu konuda Müslümandan daha öfkeli hiç kimse olmamalıdır. Çünkü bu konuda müsamaha göstermek, yumuşak davranmak İslam'ı zedeler. Bu iki meselenin arasını mutlaka ayırmak gerekir ve bunu Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bizlere pratik olarak öğretmiştir. Öyleyse bu gibi meselelerde İslam davetçilerinin takınacağı tavır aynen Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in bizlere öğrettiği tavır olmalıdır. Şunu belirtmekte fayda vardır; insanlara İslam'ı tebliğ etmek sabır ister. Çünkü İslam tebliğ edilirken birçok eziyete maruz kalınacak, çokça saldırıya uğranılacaktır. İnsanlar kendisinden uzaklaşsın diye kişinin yapmadığı ameller, söylemediği sözler ona atfedilecek, kendisinde bulunmayan ahlaklar ona yakıştırılacaktır. Aynı şekilde insanlar kendisini dinlemesin, davetine icabet etmesin diye her türlü engeller konulacak, hakkında çeşitli iftiralar atılacaktır. Bu her zaman böyle olmuştur. Nebiler buna maruz kaldığı gibi İslam davetçileri de davet esnasında bu tür eziyet, meşakkat ve engellerle karşılaşacaktır. Bu, Allah-u Teâlâ’nın sünnetidir. Bu gibi durumlarda Allah-u Teâlâ’nın dininden zerre kadar taviz vermeden onları affetmek, onlara karşı müsamaha göstermek gerekir. Bu Ayet Mensuh mudur? Ayetteki hitap her ne kadar Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e ise de, mükellef olan herkesedir. Bu ayet mensuh değil, muhkemdir. Abdullah b. Mesud radıyallahu anh’dan şöyle rivayet edilmiştir: A'RAF:199 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 479 “Uyeyne b. Hısn b. el-Bedr Medine’ye geldi ve kardeşinin oğlu el-Harr b. Kays b. Hısn’ın evine misafir oldu. El-Harr b. Kays b. Hısn, Ömer b. Hattab’ın kendisine yakın arkadaş edindiklerindendir. Genç olsun, yaşlı olsun Kur’an okuyanlar, ezberleyenler ve İslam ilmini iyi bilenler daima ona yakın olurdu ve Ömer b. Hattab radıyallahu anh onlarla istişare ederdi. Uyeyne, kardeşinin oğlu el-Harr’a şöyle dedi: “Ey kardeşimin oğlu! Senin, mü’minlerin emiri Ömer b. Hattab yanında hatırın var. Onun yanına girmem için (benim için özel bir) izin iste de onunla konuşayım.” El-Harr, Uyeyne için izin istedi, Ömer de ona izin verdi. Uyeyne, Ömer b. Hattab’ın yanına girdiğinde ona şöyle dedi: “Ey Hattab’ın oğlu! Vallahi sen bize (zekâttan) hak ettiğimizi vermiyor ve aramızda adaletle hükmetmiyorsun.” Ömer radıyallahu anh o kadar öfkelendi ki, az kalsın ona büyük bir ceza verecekti. Onu gören kişiler Ömer b. Hattab’ın öfkelendiğini ve Uyeyne’ye ceza vereceğini hissettiler. Bunun üzerine el-Harr dedi ki: “Ey mü’minlerin emiri! Allah-u Teâlâ Nebisine “Sen af yolunu tut, (sözlerin ve amellerin) en güzelini emret ve cahillerden (nefsini koruyarak) yüz çevir.” buyurmuştur. Bu adam ise cahillerdendir.” Ömer b. Hattab radıyallahu anh kendisine bu ayet okunduğunda hemen öfkesi dindi ve ceza verme niyetinden vazgeçti. Zira o, Allah’ın ayetleri okunduğunda hemen uyan bir kimse idi. (Buhari) Abdullah b. Mesud diyor ki: “Vallahi Harr ayeti okuyunca Ömer radıyallahu anh hiç muhalefet etmedi. Kendisine Allah'ın ayetleri okunduğunda ne olursa olsun hükmü uygulardı. Böylece Ömer b. 480 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:199-200 Hattab adama karşılık vermedi ve onu affetti.” Bu hadise Ömer b. Hattab'ın hilafeti zamanında vuku bulmuştur. Bu ise ayetin mensuh olmadığını gösterir. Şayet mensuh olmuş olsaydı Ömer b. Hattab "Bu ayetin hükmü kalktı. Bu hüküm daha önceydi" derdi. Ancak Ömer b. Hattab hemen hükmü uygulamaya koyuldu. Bu gösterir ki; bu ayet muhkemdir, mensuh değildir. Cahillerin kaba hareketlerinden yüz çevirmek, onları affetmek, İslam'ı anlatmaya devam etmek... İşte bu üç temel, İslam'ın ahlaki temellerindendir ve bunlar, mensuh olan temeller değildir. Isam b. el-Mustalak, Hasan b. Ali'ye ve babasına sövdü. Hasan radıyallahu anh acıyan ve merhametli bir gözle ona baktı ve sonra şöyle dedi: “Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah’a sığınırım. Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla… Sen af yolunu tut, (sözlerin ve amellerin) en güzelini emret ve cahillerden (nefsini koruyarak) yüz çevir.” (Kurtubi Tefsiri) Ömer b. Hattab ve Hasan b. Ali'nin bu ayete göre hareket etmeleri, ayetin mensuh olmayıp muhkem olduğunu gösterir. ŞEYTANIN VESVESESİNDEN ALLAH (C.C)’A SIĞINMAK (٢٠٠) ﻴﻢﻠ ﻋﻴﻊﻤ ﺳﻪ ﺇﹺﻧ ﹾﺬ ﺑﹺﺎﻟﻠﱠﻪﻌﺳﺘ ﺰﻍﹲ ﻓﹶﺎ ﻧﻴﻄﹶﺎﻥ ﺍﻟﺸﻦ ﻣﻚﻏﹶﻨﺰﻨﺎ ﻳﺇﹺﻣﻭ 200 – Eğer şeytandan sana (seni kötülük yapman için harekete geçirecek) bir vesvese isabet ederse, hemen ondan Allah’a sığın (ve O’nun emrini hatırla). Muhakkak ki Allah Semi’dir, Alim’dir. A'RAF:200 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 481 Allah-u Teâlâ bu ayette, şeytanın vesveselerine uymamak ve bundan korunmak için kullarına bir metot öğretiyor. “Eğer şeytandan sana (seni kötülük yapman için harekete geçirecek) bir vesvese isabet ederse, hemen ondan Allah’a sığın (ve O’nun emrini hatırla).” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e şöyle buyuruyor: “Ey Rasulüm! Eğer şeytan Allah’ın emrine karşı olan bir ameli yapman için vesvese vermek suretiyle seni o ameli yapmaya zorlarsa, hemen Allah'ın emrini hatırla, yapmayı düşündüğün o kötü amellerin şeytandan olduğunu bil ve bundan Allah'a sığın! Çünkü Allah'a olan imanın sana O’nun emrini hatırlatır ve böylece şeytanın vesveselerinden Allah'a sığınırsın.” Bu ayetteki emir, her ne kadar Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e yapılmış ise de mükellef olan bütün mü’minlere yönelik bir emirdir. Zira gerek insi ve gerekse cinni şeytanlar, mü’minlerin kalplerine daima vesvese vermeye çalışırlar. Çünkü onların görevi zaten; insanlara vesvese vermek ve onları Allah-u Teâlâ’nın emrine karşı hareket etmeye teşvik etmektir. Öyle ki bu hususta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e dahi etki edilmeye çalışılmıştır. Abdullah b. Mesud radıyallahu anh’dan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur: “Her birinizin muhakkak onu saptırmak isteyen cinden bir karini vardır.” Sahabeler: “Senin de mi ya Rasulallah?” dediler. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Benim de vardır. Fakat Allah bana yardım etti de o 482 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:200 Müslüman oldu. Bana sadece hayrı emreder.” buyurdu. Başka bir lafızda Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Her birinizin ona şerri emreden cinden ve hayrı emreden melekten bir karini vardır.” (Müslim) Aişe radıyallahu anhâ dedi ki: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem geceleyin benim yanımdan çıktı ve onu kıskandım. Döndüğünde hareketlerimi görünce bana: “Sana ne oldu? Kıskandın mı?” dedi. Ben şöyle dedim: “Benim gibi biri senin gibi birisini kıskanmaz mı?” Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bana şöyle dedi: “Demek ki şeytanın sana geldi.” Ben: “Ey Allah’ın rasulü! Benim şeytanım mı var?” dedim. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bana: “Evet” dedi. “Seninle beraber de var mıdır, ya Rasulallah?” dedim. “Evet. Fakat Rabbim bana yardım etti de o Müslüman oldu” buyurdu.” (Müslim) Öyleyse Allah-u Teâlâ bu ayette başta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem olmak üzere bütün mükellef olan mü’minlerin şeytanın vesvesesinden Allah-u Teâlâ’ya sığınmalarını istiyor. Şeytanın vesvesesinden Allah-u Teâlâ’ya sığınmak ise sadece sözle olmamalı, aynı zamanda kalple de olmalıdır. Eğer hem söz hem de kalple Allah’a sığınılırsa, elbette Allah-u Teâlâ insi ve cinni şeytanların dürtmelerinden, vesveselerinden ve etkilerinden kendisine sığınan kulunu korur. Hatta Allah-u Teâlâ mü’min kullarına, Kur’an-ı Kerim’i okumadan önce bile istiazeyi söylemelerini emrediyor. A'RAF:200 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 483 Böylece mü’minin Kur’an okuyuşuna şeytanın bir etkisi olmasın… Allah-u Teâlâ bu konuyla ilgili olarak şöyle buyuruyor: “(Ey Muhammed!) Kur'an okuduğun zaman, (Allah’ın rahmetinden) kovulmuş olan şeytandan Allah’a sığın. Şüphesiz ki şeytanın, iman edip Rablerine tevekkül edenler üzerinde hiçbir hâkimiyeti (kuvvet ve etkisi) yoktur.” (Nahl: 98-99) Şeytanın vesvesesinin gerçek manada iman etmiş mü’min kullar üzerinde bir etkisi kesinlikle olamaz. Zira şeytan ancak imanı zayıf olan, Allah-u Teâlâ’ya tam manasıyla tevekkül etmeyenleri etkiler. Fakat imanı kuvvetli olan ve Allah-u Teâlâ’ya tevekkülü tam olan kişiyi şeytan asla etkileyemez. Çünkü şeytanın etkisi ve tuzağı bu sıfatlara haiz olanlara çok zayıftır. Allah-u Teâlâ başka bir ayette şöyle buyuruyor: “Şüphe yok ki, şeytanın tuzağı çok zayıftır.” (Nisa: 76) Mü’min bir kimse şeytanın tuzağının çok zayıf olduğunu bilir ve şeytan vesvese vermek suretiyle kendisini etkilemeye başladığında hemen Allah'ın ayetlerini ve hükmünü hatırlar. Tıpkı Ömer b. Hattab ve diğer sahabelerin yaptıkları gibi… Şayet o an hatırlamayacak olsa bile, yaptığı hata üzerinde daha sonra düşünür ve hemen tevbeye yönelir. Eziyetlere Allah-u Teâlâ İçin Sabredilmelidir: Allah-u Teâlâ ayette nezğ (ﻍﹲﺰ )ﻧkelimesini kullanmıştır. Bu kelime; sivri bir şeyin cilde batırılması durumunda insanın veya hayvanın heyecanlanmasını ve harekete geçmesini ifade eder. İşte Allah-u Teâlâ bu kelimeyi kullanarak, şeytanın etkisini insanlara anlayacakları şekilde açıklıyor. 484 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:200 Bu ıstılahı bir tabirdir. Zira gerçekte kimse bir şey batırmamaktadır. Mü’minde bulunan iman, kızışmış bir hayvanı tutan ip gibidir. Bu ip nasıl ki sağlam olmadığında kopar ve hayvan ondan kurtulursa aynı şekilde kişideki iman da kuvvetli değilse iman da ondan kopmaya mahkûmdur. Eğer tutacak (iman) ipi yoksa kişi, kızışmış bir hayvan gibidir. Ve şeytan vereceği vesveseyle onu sahip olduğu batıla daha çok meylettirir. Örneğin; kişiye sövüldüğünde veya kötülük yapıldığında şeytan, karşılık vermesi için onu dürter. Bu dürten, insi şeytan olabileceği gibi cinni şeytan da olabilir. Cinni şeytanlar kişinin kalbine etki ederler. İnsi şeytanlar ise kişinin etrafındaki cahil, sefih insanlar olup "O adam sana sövüyor, niye sövmüyorsun? Sen ona karşı karşılık verecek güçtesin, niye karşılık vermiyorsun?" gibi telkin ve kışkırtmalarla etkilerler. Hatta bazıları kötülüğe karşılık vermemeyi zayıflık olarak görürler. İşte bu şekilde kişiyi hem cinni şeytan hem de etrafındaki insi şeytanlar dürterler. Hatta insi şeytanların söz ve hareketiyle kişiyi dürtmesi bazen cinni şeytanların etkisinden daha kuvvetli olabilir. Böyle bir halde mü’min kul, hemen Allah'ı ve emrini hatırlamalı, şeytanın istediği şeyleri yapmaktan Allah'a sığınmalıdır. Bunu yaparken de Allah-u Teâlâ’nın, kendi durumunu gördüğünü bilmesi gerekir. Çünkü Allah-u Teâlâ kulun niçin böyle yaptığını gayet iyi bilmektedir. Şayet kul zayıflıktan dolayı eziyete karşılık vermemek gibi bir tavır sergilerse işte onun bu hali korkaklıktır, zillettir. Bu durumda kişiye sevap yazılmaz. Sevap; ancak karşılık verebilecek imkân ve güçte olunmasına rağmen Allah için sabredip karşılık vermemektedir. Evet, insanın başına gelen eziyete tahammül etmek ko- A'RAF:200 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 485 lay değildir ve gerçekten nefse ağır gelir. Ve ancak eziyete karşılık verildiğinde insanın nefsi rahatlar. İmkân olduğu halde sabredip de karşılık vermemek ise nefse ağır gelir. İşte böyle bir durumda Allah için bu eziyete sabredilmeli ve şeytandan Allah’a sığınılmalıdır. Bunu yapan kişi bu ameli zayıf olduğu için değil, Allah-u Teâlâ için yapmalıdır. Aksi takdirde Allah-u Teâlâ için böyle yapılmazsa o zaman imanın kıymeti nasıl ölçülür? Allah-u Teâlâ için nefsin dürtülerine karşı gelinmezse, mü’mini tutan imanı acaba nasıl belli olur? Oysa mü’min kul, böyle durumlar karşısında sabretme amelini sadece Allah için yapacaktır. Çünkü mü’min kul bilir ki; ortaya sergilediği işte bu güzel tavırla insanlara İslam ahlakını gösterecektir. Bu konuda kendisine yapılanlara bir karşılık vermemesini ise insanların nasıl değerlendirdiği onun için hiç önemli değildir. Önemli olan; karşılık vermeye güç yetirebildiği halde Allah’ın emrine itaat edip karşılık vermemesidir. Allah-u Teâlâ her şeyi bildiği için kulun bu ameli niçin yaptığını da çok iyi bilmektedir. Ve kula, buna göre değer ve mükâfat verecektir. “Muhakkak ki Allah Semi’dir, Alim’dir.” Allah-u Teâlâ, Semi’dir; yani cahil ve sefihlerin gerek rasulüne ve gerekse mü’minlere ne yaptıklarını işitmektedir. Allah-u Teâlâ, Alim’dir; gerek cin, gerekse insan şeytanlarının rasulüne ve mü’minlere nasıl bir vesvese verdiklerini ve onların da bunlara karşı zor olmasına rağmen Allah’ı ve emirlerini hatırlayarak nasıl sabrettiklerini, böylece onlardan Allah’a nasıl sığındıklarını bilir. Bu açıklamalar doğrultusunda ayetin genel olarak manası şöyledir: "Ey Muhammed! Ey Muhammed'e tabi olan mü'minler! 486 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:201 Eğer insi ve cinni şeytanlar, Allah'ın emrine karşı bir şey yapmanız için sizi dürterlerse, Allah'ın emrini hatırlayıp onlardan Allah'a sığının. Ve biliniz ki; Allah onların yaptıkları ve söyledikleri her şeyi en ince ayrıntısıyla, gizlediklerini de açığa vurduklarını da bilir. Çünkü O, her şeyi çok iyi bilendir." ŞEYTANLARIN VESVESELERİNDEN KURTULMANIN YOLU ﻢﻭﺍ ﻓﹶﺈﹺﺫﹶﺍ ﻫﺬﹶﻛﱠﺮ ﺗﻴﻄﹶﺎﻥ ﺍﻟﺸﻦ ﻣﻒﻢ ﻃﹶﺎﺋ ﻬﺴﺍ ﺇﹺﺫﹶﺍ ﻣﻘﹶﻮ ﺍﺗﻳﻦﺇﹺﻥﱠ ﺍﻟﱠﺬ (٢٠١) ﻭﻥﹶﺮﺼﺒﻣ 201 – Allah'tan gerçek manasıyla korkanlar, kendilerine şeytan tarafından herhangi bir vesvese dokunacak olursa (Allah'ın emir ve yasaklarını; ceza ve mükâfatını) hatırlarlar. Böylece (bunun şeytandan gelen bir vesvese olduğunu anlayıp) doğru ile yanlışı görürler. Allah-u Teâlâ önceki ayette şeytanın vesvesesinden Allah-u Teâlâ’ya sığınılması gerektiğini bildirdikten sonra bu ayette de gerek insi ve gerekse cinni şeytanların vesveselerinden kurtulmanın bir başka yolunu öğretiyor. “Allah'tan gerçek manasıyla korkanlar, kendilerine şeytan tarafından herhangi bir vesvese dokunacak olursa (Allah'ın emir ve yasaklarını; ceza ve mükâfatını) hatırlarlar. Böylece (bunun şeytandan gelen bir vesvese olduğunu anlayıp) doğru ile yanlışı görürler.” Allah-u Teâlâ bu ayette, gerçek manada kendisine iman etmiş ve O’ndan layıkıyla korkan mü’minler hakkında şöyle buyuruyor: A'RAF:201 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 487 “Allah’tan gerçek manasıyla korkan mü’minler, ister insi ister cinni olsun, şeytan tarafından kendilerine herhangi bir vesvese verilecek olursa böyle bir durumda hemen Allah-u Teâlâ’yı, O’nun emir ve yasaklarını, ceza ve mükâfatını hatırlarlar. Bu sebeple derhal Rableri olan Allah’a sığınırlar da böylelikle kendilerine, insan ve cin şeytanları tarafından yöneltilenin bir vesvese olduğunu hemen anlarlar. Böylece doğruyu ve yanlışı ayırt etmek suretiyle şeytanların vesveselerine kulak vermez, sabır ve sebatla hakka teslimiyete devam ederler.” Allah-u Teâlâ bu ayette kişinin şeytanın vesvesesinden nasıl kurtulacağını apaçık bir şekilde bildiriyor ve bunun yolunun Allah'ın mükâfatını ve azabını hatırlamak olduğunu beyan ediyor. Ayette; geçen ﻭﻥﹶﺮﺼﺒ ﻣkelimesi ﺮﺼﺒ ﻣkelimesinin çoğuludur. ﺮﺼﺒ( ﻣMubsir) ise; Basiret, akıl ve idrak sahibi, doğru ile yanlışı bilen ve bunları birbirinden ayırt eden kimse manasına gelir. Bu ayet gösteriyor ki; mü’min bir kimse kendisine şeytandan bir vesvese geldiğinde, hemen Allah-u Teâlâ’yı, O’nun emir ve yasaklarını, ceza ve mükâfatlarını hatırlamalıdır. Bu ise şeytandan korunmanın ilk yoludur. Çünkü bu şekilde yapmayı başarabilen kimse hemen Allah'a sığınini mak suretiyle şeytanların vereceği zarardan kendis Ama eğer ki şeytanın vesvesesine kulak .korumuş olur kendine geldiği ilk anda ,bu sebeple günaha dalarsa ,verir hemen tevbe ve istiğfar eder; o günahtan döner ve Rabbinin kendisini bağışlamasını ister. 488 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:201 İnsan Nefsinin Bazı Sıfatları: İnsanın şeytanın vesvesesine kulak vermesi ya da ondan gelen vesveseye kulak vermeyip ondan Allah-u Teâlâ için kendisini sakındırıyor olması insandaki nefsin sıfatlarından iki ayrı sıfatı ortaya koyuyor. Bu sıfatlar ise: 1 – Hayrı isteyen nefis. 2 – Şerri isteyen nefis. Öyleyse bir kimse, şerri isteyen nefsinin bu isteğinden kurtulmak için nefsiyle ettiği mücadele, heva ve hevesini yenmek için gösterdiği çaba miktarınca Allah-u Teâlâ katında sevap kazanır ve Rabbine yakınlığı artar. İbn Mesud radıyallahu anh'dan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Şeytan, âdemoğluna etki etmek ister. Allah'ın meleği de âdemoğlunu etkilemek ister. Şeytanın etkisi (vesvesesi); şerri dileme ve hakkı yalanlama yönündedir. Meleğin etkisi ise; hayrı dileme ve hakkı doğrulama yönündedir. Kim nefsinde böyle bir şey hissederse, bunun Allah tarafından olduğunu bilsin ve O'na hamd etsin. Kim de şeytanın etkisini hissederse ondan Allah'a sığınsın." Ve sonra şu ayeti okudu: "Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size çirkin şeyleri emreder. Allah ise size mağfireti ve bolluğu vaat eder." (Bakara: 268) (Tirmizi, Nesei, İbn Hibban) Bu hadiste de görüldüğü üzere; insanın nefsinde, hayır ve şer olmak üzere iki tür istek vardır. Peki, kişi nefsinden geçen isteğin şeytandan mı yoksa Rahman'dan mı olduğunu nasıl anlar? İşte böyle bir durumda eğer ki kişinin nefsindeki istek Allah'n emrine muhalif; insanlara, mü'minlere, İslam’a zarar verecek ve kendisini harama sürükleyecek bir istek A'RAF:201 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 489 ise, şüphesiz ki bu, şeytan tarafından meylettirilmiş bir istektir. Bunu ancak Allah’tan gerçek manada korkan kimse ayırt edebilir. Bu nedenle bunun şeytandan olduğunu hissettiği anda onun şerrinden, vesvesesinden Allah’a sığınması, Allah’ı hatırlaması gerekir. Allah’ı hatırladığında O’nun ceza ve mükâfatını da hatırlar ve her şeyin hakikatini en güzel şekilde görür. Eğer nefsindeki istek hayrı dileme ve hakkı doğrulama yönünde bir istek ise, işte bu da Allah'ın rahmetindendir. Bundan dolayı Allah’a hamd etmesi gerekir. İnsan, nefsinde oluşan isteğin şeytani mi rahmani mi olduğunu kendisi hissedebilir. Örneğin; dini bir sohbeti dinleyip dinlememe konusunda kişinin nefsinde iki tür his oluşabilir. Şüphesiz şeytan ona dinlememesi yönünde telkinler verir ve bunun nefsine ağır gelmesini amaçlar. Lakin kişinin nefsinde o dini sohbeti dinleme gibi bir istek varsa, işte bu, Rahman’dan kendisine lütfedilmiş bir istektir. Ve bu isteği kalbine verdiği için Rabbine şükretmelidir. İşte bu örnekte de olduğu gibi; insan, nefsindeki isteğin hayır mı şer mi olduğunu, şeytandan mı melekten mi geldiğini kolaylıkla anlayabilir. Dolayısıyla şayet nefsinde Allah'ın razı olacağı bir istek hissederse mutlaka bu, meleğin etkisidir, Rahman'ın etkisidir. Bu ise, Allah'ın o kuluna verdiği bir nimettir ve bu nimet için Allah'a hamd etmesi gerekir. Şayet nefsindeki istek bunun zıddı ise; işte bu da iblis ve yardımcılarının o kişiye olan etkisidir. Bu sebeple nefsinde böyle bir isteği hisseden kişi, hemen Allah'ın azabını ve mükâfatını düşünsün! Allah'ın günah işleyenlere karşı nasıl bir ceza hazırladığını, Allah'tan tam manasıyla sakınıp şeytanın vesveselerine uymayanlar için ise hazırladığı büyük mükâfatı hatırlasın! Bunu yapan kimse, vesveseler karşısında ne yapması gerektiğini bilir ve hangi yoldan gitmenin doğru olduğunu açık bir şekilde görür. 490 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:202 ŞEYTANIN, ALLAH (C.C)’TAN KORKMAYANLARA KARDEŞLİĞİ (٢٠٢) ﻭﻥﹶﺮﻘﹾﺼ ﻟﹶﺎ ﻳ ﺛﹸﻢﻲﻲ ﺍﻟﹾﻐ ﻓﻢﻬﻭﻧﺪﻤ ﻳﻢﻬﺍﻧﻮﺇﹺﺧﻭ 202 – (Allah’tan gerçek manada korkmayan kişilere gelince) Onların kardeşleri (olan insi ve cinni şeytanlar) sapıklık konusunda kendilerine yardım ederler ve sonra peşlerini hiç bırakmazlar. Allah-u Teâlâ bir önceki ayette Allah’tan korkanlardan bahsetmiş ve onların kendilerine gelen vesveseler konusunda nasıl bir tavır takındıklarını haber vermişti. Bu ayette ise; Allah’tan korkmayanlardan haber vermekte ve şeytanların onlara olan kardeşliğinin mahiyetini açıklamaktadır. “(Allah’tan gerçek manada korkmayan kişilere gelince) Onların kardeşleri (olan insi ve cinni şeytanlar) sapıklık konusunda kendilerine yardım ederler ve sonra peşlerini hiç bırakmazlar.” Allah-u Teâlâ bu ayette şeytanın, Allah-u Teâlâ’dan gerçek manada korkmayan kişilere kardeşliğini haber veriyor. Şeytanın Allah’tan korkmayanlara karşı kardeşliği; gerek sapıklık konusunda, gerekse Allah’ın emirlerinden uzaklaşıp, haramlara dalma konusunda onlara yardım etmesidir. Bu yardım; bıkmadan usanmadan yapılan, insanları şerlere teşvik ederek, onları haramda ısrar eder bir hale getirip tevbeyi unutturmanın amaçlandığı bir yardımdır. Ve şeytan bu konuda başarılı da olmaktadır. Çünkü A'RAF:202 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 491 şeytanın kendilerine kardeş olduğu Allah’tan korkmayan kimseler, nefislerinde şeytani bir istek hissettikleri zaman Allah’ın kendilerine verdiği ilaca sarılmaz, Allah’ın ceza ve mükâfatını hatırlamaz ve böylece bu vesveselerden Allah’a sığınmazlar. İşte bu sebeple şeytanlar onlara şerri daha da süslemiş, onlara karşı desteklerini hiçbir gevşemeye mahal bırakmaksızın artırmışlardır. O halde her bir insan kendisine kimin kardeş olduğuna çok dikkat etmelidir. Bu sebeple bir insan kendisine kardeş olanın Müslüman mı yoksa şeytandan bir kardeşi mi olduğunu iyi tespit etmelidir. Bunun ise nasıl olacağını Allah-u Teâlâ ayetlerinde, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ise hadislerinde bizlere bildirmiştir. Çünkü ayet ve hadislerde bildirildiğine göre; şayet bir kimse, kendisini hayra yöneltiyor, onu Allah-u Teâlâ’nın emirlerine davet ediyorsa işte o, Müslüman olan kardeştir. Fakat kendisini şerre yöneltiyor ve Allah’ın emirlerinden onu uzaklaştırıyorsa işte o da, şeytandan bir kardeştir. Bunu ancak Mü’min olan kişi fark eder ve onun kendisi için gerçek bir dost olmadığını, kendisini günaha sürüklemek suretiyle kendisine zarar vermek istediğini bilir ve böylece onun şeytandan bir kardeş olduğunun farkına vardığı için derhal ondan uzak durur. Allah-u Teâlâ’ya İman ve İtaat Konusunda İnsanların Sınıflandırılması: Bu ve önceki ayet gerçek manada iman eden kimse ile kalbinde iman olmayan kimse arasındaki farkı çok net olarak ortaya koymaktadır. İşte kişiler arasındaki bu fark gösteriyor ki, insanlar Allah-u Teâlâ’ya itaat konusunda iki gruptur. Bunlar; 1 – Allah-u Teâlâ’ya tam manasıyla iman eden, kalbi 492 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:202 gerçek manada Allah-u Teâlâ’dan korkan kişiler, 2 – Allah-u Teâlâ’dan gerçek manada korkmayan ve şeytanların kendileriyle kardeş olduğu kişiler. İnsanlar işte bu iki grup olup, bunların bir üçüncüsü yoktur. Zira bir kimse ya hak ehlidir, ya batıl… Ya Rahman’ın taraftarıdır, ya şeytanın… Üçüncü bir taraf kesinlikle yoktur. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in de bildirdiği ve daha önce geçtiği üzere bütün insanlarda; hayra meyil ve şerre meyil olmak üzere iki çeşit meyil vardır. Şerre meyil; Allah’ın emirlerine zıt olan meyil olup, şeytan tarafından gelen bir vesvesedir. Hayra meyil ise; Allah’ı razı edecek şeylere yönelme olup Rahmanın yardımıyla melekler tarafından gelen bir teşviktir. Yine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in bildirdiği ve daha önce geçtiği üzere Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem dâhil bütün insanların bir şeytanı (karini) vardır. Bu şeytan kişiye devamlı Allah’ın emirlerine karşı gelme yönünde telkinlerde bulunur. Onu, şerre yönelme konusunda teşvik eder. İnsan işte bu durumu nefsinden geçenleri gözden geçirerek rahatlıkla anlar. Öyleyse bir kimse kendi nefsini gözden geçirerek hangi insan grubuna girdiğini rahatlıkla tespit edebilir. Böylece şayet o kişi Allah-u Teâlâ’ya gerçek manada iman etmiyorsa işte o, şeytanın kendisine kardeş olduğu bir kimsedir. Bunu ise en iyi kendisi bilir. Allah’tan korkan, imanı kuvvetli olan bir kimse ise, kendisine şeytan tarafından bir vesvese geldiğinde hemen Allah’ı, O’nun emirlerini, ceza ve mükâfatını hatırlar, hemen Allah’a sığınır, istiaze duasında bulunur. İşte bu şekilde kendisine gelen vesveseden kurtulur ve Allah’ın yasakladığı ameli işlemekten geri durur. A'RAF:202 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 493 İman ettiği halde takva yönünden zayıf olan mü’min bir kimse ise, kendisine bir vesvese geldiği zaman bu vesveseden etkilenerek o günahı işleyebilir. Fakat kalbinde bulunan iman sebebiyle günahında ısrar etmez; Allah’ın emirlerini, yasaklarını hatırlar ve hemen işlediği günahtan arınmak için tevbe eder ve Allah’ın emrine döner. İşte vesveseler karşısında gerçek mü’minin tutumu böyledir. Kalbinde iman olmayan kimselere gelince; şeytan onları Allah’ın yasakladığı şeylere meylettirmekle kalmaz, günahı işlemeleri için onları teşvik eder ve günahlarında daha çok ısrar etsinler diye kendilerinin insan ve cin şeytanlarından olan kardeşleri sürekli onlara yardımcı olur. Böylece bu şeytan kardeşleri kendilerini sürekli şerre dürter ve teşvik ederler. İnsan ve Cin Şeytanlarından Uzaklaşmanın Yolu: Bu surenin daha önce geçen 200. ayetinde Allah-u Teâlâ ayette nezğ (ﻍﹲﺰ )ﻧkelimesini kullanmış, bununla şeytanın insanlara etkisinin nasıl olacağını anlayacakları bir şekilde açıklamıştır. Zira şeytan insana sadece vesvese verir. Bu vesvese ise işte bu kelimenin ifade ettiği mana itibariyle; günah işleme hissini insana vermesiyle yapar. İşte bu vesvesenin birinci adımıdır. O halde insan kendisine günah işleme hissi geldiğinde hemen Allah-u Teâlâ’ya sığınmalıdır. Şeytanın vesvesesinden, yani insana verdiği günah işleme hissinden Allah’a sığınmak sadece dille olmaz, kalbin de bu sığınmaya dâhil olması gerekir. Zira Allah’a gerçek manada sığınmak ancak bu şekilde gerçekleşir. Yoksa manası bilinmeyen sözlerin tekrarı Allah’a sığınmak demek değildir. Nitekim Allah-u Teâlâ bir önceki 494 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:202 ayette; “Muhakkak ki Allah Semi’dir, Alim’dir.” buyurmuştur. Yani; Allah’a ihlâslı olarak mı sığınılmıştır yoksa kuru kuruya bir sözle mi sığınılmıştır, Allah-u Teâlâ bunu bilir. Öyleyse Allah’a hem kalple hem de dille sığınmak gerekir. Çünkü ancak bu ikisi yan yana geldiğinde gerçek manada sığınma gerçekleşir ve sığınmanın gerçek etkisi görülür. Yine bu surenin 201. ayetinde Allah-u Teâlâ, şeytanın insana; mess ( )ﻣﺲyaptığını, yani; dokunduğunu haber vermiştir. Öyleyse vesvesenin ikinci adımı mess’tir. Bu sebeple kişiye şeytanlar tarafından mess yapılması da günah işlemeye, şer olan amelleri yapmaya sebep olabilir. Öyleyse kendisine şeytandan mess geldiği anda Allah’tan korkan bir kimse hemen Allah’ı hatırlar, tevbe eder ve hemen bu şerden uzaklaşarak, işlediği günah üzerinde ısrar etmez. Şeytanın bu tür vesveselerinden kurtulmanın yolu; çok ilim yapmak, devamlı onların şerlerinden Allah’a sığınmak ve devamlı Allah’tan yardım istemektir. Aynı şekilde takvalı kimselerle, âlim ve ilim sahipleriyle haşir-neşir olmak da şeytanın vesveselerine karşı koruyucu bir kalkandır. Şeytanın nefislerini hâkimiyeti altına aldığı kimselerle haşır-neşir olmak ise kişinin sapmasına sebep olur ve böyle bir sapmadan kurtulmak oldukça zordur. İşte bunun için, Allah-u Teâlâ’nın kuldan istediği şeyleri güzel bir şekilde öğrenmek, arkadaş seçimini iyi yapmak gerekir. Müslümanlara düşen de; kendilerini şeytanın vesveselerinden kurtardıktan sonra, şeytanın kendisini hâkimiyeti altına aldığı kardeşlerine de yardım etmektir. Şu iyi bilinmesi gerekir ki; gerek insan ve gerekse cin şeytanlarının şerlerinden korunmak için önce takva sonra A'RAF:202 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 495 da ilim gerekir. Çünkü kişi, kendisine kardeş olacak bir kimsenin Rahmani mi yoksa şeytani mi konuştuğunu ancak ilimle anlayabilir. İlim olmaksızın bunu anlamak mümkün değildir. Takva sahibi olmasına rağmen ilimsiz olan kimse kendisine gelen vesvesenin şeytandan olduğunu anlayamaz ve kendisini doğru yolda zanneder. Oysa şeytan ona şerri süslemiş, doğru gibi göstermiştir. İşte böyle kimselerin hakka dönmeleri çok zordur. Ancak bu kimselerin cehaletleri ortadan kaldırılırsa hakka yönelebilirler. Bununla birlikte ilim şeytandan kurtulmak için tek yol değildir. Kişi hakkı bildiği halde batılı tercih eder, günahlar işler ve bu günahları için tevbe etmezse işte bu kimse bile bile şeytana uymuştur. Şeytan da onu hâkimiyeti altına almış ve ona kardeş olmuştur. Şüphe yok ki cahil olan kişilerin tedavisi ilimle olur. Ancak bile bile yanlışa yönelenlerin tedavisi ise, ahireti ve ölümü hatırlatmakla olur. Bu sebeple nasıl ki şeytanlar günahlar konusunda insanlara yardım ediyorsa, mü’minler de insanların hangi durumda olduklarını ve tedavilerinin nasıl olacağını bilir, ona göre hayırlara yöneltme ve şeytanın vesveselerinden arınma konusunda insanlara yardım ederler. Şayet kişi işlediği günahlardan dolayı pişmanlık duymuyor, bile bile günah işliyor, İslam’a zıt hareketler yapıyor ve kendisine Allah’ın azabı hatırlatıldığında daha çok azıyor, günahlarından hiç geri dönmüyorsa; işte bu kişi nefsini tamamen şeytana satmıştır. İnsi ve cinni şeytanlara tabi olmuştur. Bunu ya gerçekten isteyerek ya da onlara karşı zayıf düşerek yapmıştır. Şunu tekrar belirtmekte fayda vardır; insi şeytanlardan uzaklaşmanın çok değişik yolları vardır. Fakat cinni şeytanlardan kurtulmanın tek bir yolu vardır. O da Allah-u 496 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:203 Teâlâ’yı zikretmek, böylece Allah’ın emirlerini hatırlamak ve şeytanların şerrinden Allah’a sığınmaktır. Öyleyse sağlam akıl ve selim fıtrat sahibi kimseler kendilerini insan ve cin şeytanlarının vesveselerinden sakındırmak için daima kendilerini Allah-u Teâlâ’yı hatırlatacak şeylere yönelmelidirler. MÜŞRİKLERİN, RASÛLULLAH (S.A.S)’TAN KUR’AN’LA İLGİLİ İSTEKLERİ ﻦ ﻣﻰ ﺇﹺﻟﹶﻲﻮﺣﺎ ﻳ ﻣﺒﹺﻊﺎ ﺃﹶﺗﻤﺎ ﻗﹸﻞﹾ ﺇﹺﻧﻬﺘﻴﺒﺘﻮﻟﹶﺎ ﺍﺟ ﻗﹶﺎﻟﹸﻮﺍ ﻟﹶﺔ ﺑﹺﺂﻳﻬﹺﻢﺄﹾﺗ ﺗﺇﹺﺫﹶﺍ ﻟﹶﻢﻭ (٢٠٣) ﻮﻥﹶﻨﻣﺆﻡﹴ ﻳﻘﹶﻮﺔﹲ ﻟﺣﻤ ﺭﻯ ﻭﺪﻫ ﻭﻜﹸﻢﺑﻦ ﺭ ﻣﺮﺎﺋﺼﺬﹶﺍ ﺑﻲ ﻫﺑﺭ 203 – (Ey Muhammed!) Onlara (istedikleri) bir ayet getirmediğin zaman (alay ederler ve): “Onu (kendinden) uydursaydın ya.” derler. De ki: “Ben ancak Rabbimden bana vahyedilene uymaktayım. Bu (Kur’an), Rabbinizden gelen bir yol gösterici, iman eden bir kavim için bir hidayet kaynağı ve bir rahmettir.” Allah-u Teâlâ önceki ayetlerde şeytanın insanları saptırma konusundaki vesveselerini ve birbirlerine yardımlarını bildirmişti. Bu ayette ise şeytanın daha derin bir tuzağını, saptırma yolunu ele alıyor. Bu saptırma yolu ise; Allah’a iman etmeyen, Rasûlullah’ı tasdik etmeyen kişilerin takip ettikleri metottur. “(Ey Muhammed!) Onlara (istedikleri) bir ayet getirmediğin zaman (alay ederler ve): “Onu (kendinden) uydursaydın ya.” derler.” Müşrikler, Kur’an-ı Kerim’in Allah-u Teâlâ tarafından A'RAF:203 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 497 gelmiş olduğunu çok iyi bilmelerine rağmen inat ederek, insanların Kur’an’a uymaktan yüz çevirmelerini amaçladılar ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i alaya alacak birtakım isteklerde bulundular. Bu istekleri, asla iman etmek için değildi. Bilakis imana karşı olan inatlarındandı. Onlar Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den gözleriyle görebilecekleri ayetler istemişlerdi. Bu vesileyle Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i aciz bırakmayı, zayıf insanları kandırmayı planlamışlardı. Oysa Kur’an, gerek kendilerini ve gerekse kendileri gibi müşrik olan diğer toplulukları uyarmak için inmişti ve biliyorlardı ki O, gerçekten Allah-u Teâlâ katından gelme bir kitaptı. Ve yine biliyorlardı ki; Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem kendi isteği ile asla böyle bir şey getiremezdi. Fakat cahil insanlara, Kur’an’ın Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem tarafından getirildiği yaygarasında bulunuyorlar ve ona; "Bu konuda bir ayet daha getir" diyor ya da inen ayetlerin hükümleriyle ilgili olarak ondan dünyayla ilgili bazı değişiklikler yapmasını istiyorlardı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ise kendilerine, bunun kendi elinde olmadığını, ancak Allah-u Teâlâ’nın dilemesi ile olacağını dile getirdiği zaman; “O zaman sen yap!” diyorlardı. Çünkü onlar böyle bir talepte bulunmakla, insanların Kur’an’ın Allah-u Teâlâ tarafından indirildiğine inanmasını istemiyor ve O’nun Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem tarafından uydurulmuş gibi görünmesini istiyorlardı. Allah-u Teâlâ onların inancını başka bir ayette şöyle bildiriyor: “Onlara, apaçık olan ayetlerimiz okunduğunda dediler ki: “İşte bu, ancak babalarınızın ibadet etmiş olduğu şeylerden sizi alıkoymak isteyen bir adamdır.” Yine dediler ki: “İşte bu, ancak uydurulmuş bir 498 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:203 yalandır.” İnkâr eden o kimseler, kendilerine gelen hak için şöyle dediler: “Bu, ancak apaçık bir sihirdir.” (Sebe’: 43) Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'i cahil insanlar karşısında zor durumda bırakmak isteyen müşrikler, O’ndan birtakım isteklerde bulunmaktaydılar. İşte bu ayette bu isteklerinden biri konu edinilmiştir. Dünyada gözleriyle görmek istedikleri mucizeler hakkında, Allah-u Teâlâ başka bir ayette şöyle buyuruyor: “Dediler ki: “Bizim için yerden bir kaynak fışkırtmadıkça asla sana inanmayacağız. Veya senin hurma ve üzüm bahçen olmalı ve onların arasından nehirler fışkırtmalısın. Veya iddia ettiğin gibi üzerimize gökten parçalar düşürmeli veya Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Veya altından bir evin olmalı ya da göğe çıkmalısın. Okuyacağımız bir kitabı üzerimize indirinceye kadar senin (göğe) yükselişine de inanmayız.” De ki: “Rabbimi tenzih ederim. Ben, beşer olan bir elçiyim.” (İsra: 90-93) Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e indirilen Kur’an, müşriklerin istediği bu şeylerden çok daha mucizevî olmasına rağmen, iman etmek istemedikleri için ondan böyle basit isteklerde bulunmakta idiler. Oysa Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem biliyordu ki; bu mucizeleri onlara getirse dahi onlar iman etmeyeceklerdi. Çünkü onların bu isteği iman etmek için değildi. Şayet iman etmek için bir mucize isteselerdi; Kur’an onlara yeter ve artardı bile… “De ki: “Ben ancak Rabbimden bana vahyedilene uymaktayım.” Allah-u Teâlâ Rasulüne, inatçı ve alaycı müşriklerin isteklerine karşılık şöyle cevap vermesini emrediyor: “Ben, Allah tarafından gönderilmiş bir rasulüm. Al- A'RAF:203 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 499 lah’ın bana vahyetmesi dışında size bir şey bildiremem. İstesem de kendiliğimden bir mucize getiremem. Buna ancak yüce Allah kadirdir. Ben ise sadece Allah’ın emrine, vahyine tabiyim. Bu sebeple Allah bana ne bildirirse olduğu gibi size bildiririm fakat bunun dışında bir şey yapamam ve Allah dilemedikçe hiçbir isteğinizi yerine getiremem. Bu sebeple benden böyle şeyler istemeyin. Allah tarafından gelen Kur’an’ı düşünün. Çünkü o, hidayet kaynağıdır. Gerçek manada iman etmeyi ve hakkı isteyen bir kimse, onun Allah tarafından geldiğini çok iyi anlar. Bu Kur’an, ona gerçek manada iman edenler için bir rahmettir. İman etmeyenler için ise bir vebaldir.” Allah-u Teâlâ, bu konuyla ilgili olarak başka bir ayette şöyle buyuruyor: “Apaçık ayetlerimiz onlara okununca, bizimle karşılaşmayı ummayanlar (rasule) şöyle dediler: "Bize bundan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir." (Ey Muhammed!) De ki: "Onu kendiliğimden değiştirme yetkisine sahip değilim. Ben ancak bana vahyolunana tabi oluyorum. Eğer Rabbime karşı gelirsem, şüphesiz ki büyük günün azabından korkarım." (Yunus: 15) “Bu (Kur’an), Rabbinizden gelen bir yol gösterici, iman eden bir kavim için bir hidayet kaynağı ve bir rahmettir.” Allah-u Teâlâ bu ayette, Kur’an’a iman etmeyen kâfirleri uyarıyor ve diyor ki: “Sizin istediğiniz bu mucizeler size fayda vermez. Zaten elinizde hakkı ve doğru yolu gösteren, açık delillerle dolu bir kitap; Kur’an vardır. Eğer hakkı istiyorsanız o size yeter. Fakat apaçık delillerle size geldiği halde Kur’an’ı yetersiz görüp ona iman etmiyorsanız, artık iman etmeniz 500 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:203 konusunda hiçbir şey size fayda vermez. Çünkü Kur’an size apaçık delillerle gelmişken iman etmek için onu yeterli görmeyip hâlâ başka deliller istiyorsanız, bu durumda siz imanı ve hakkı isteme konusunda doğru kimseler değilsiniz.” Allah-u Teâlâ bu konu hakkında başka bir ayette şöyle buyuruyor: “(Doğrusu) Rabbinizden size basiretler (açık ayet ve deliller) gelmiştir. Kim (hakkı) görürse kendi lehine, kim de kör olursa kendi aleyhinedir. Ben sizin üzerinize bir koruyucu değilim.” (En’am: 104) Sadece bu Kur’an’a tabi olan kişi doğru yolu bulur ve sadece ona uyan kişi hem dünya hem de ahiret mutluluğunu elde etmiş olur. Bu Kur’an, gerçek manada ona iman etmek isteyen ve ona sarılan kişi için rahmettir. Kim Allah’ın rahmetini istiyorsa, gerçek manada iman edip hayatın en basit meselelerinde bile O’nun emir ve yasaklarına göre hareket etmelidir. İşte ancak böyle yapan kimse felaha ulaşır. Bunu yapmayanlar ise ne dünyada ne de ahirette, asla felaha ulaşamayacaklardır. Ayetten Çıkan Hükümler: 1 – Her zaman ve mekânda, gerek Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem zamanında gerekse başka zamanlarda yaşayan, iman etmek istemeyen müşrikler imandan kaçmak için gerçekleşmesi imkânsız olan birtakım isteklerde bulunabilirler. 2 – Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem görevi; vahye tabi olmak, Allah-u Teâlâ’nın emirlerine uymak ve vahyi tebliğ etmektir. Nebi ve rasullerin elinde meydana gelen mucizeler Al- A'RAF:203-204 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 501 lah-u Teâlâ’nın istemesiyle olur, nebi ve rasullerin istemesiyle değil. 3 – Kur’an-ı Kerim tüm insanlar için kıyamete kadar baki kalacak en büyük mucizedir. Allah-u Teâlâ onu kıyamete kadar koruyacaktır. O, bütün insanlar için dünya ve ahiret mutluluğunu kazanma yolunu ihtiva eden bir kitaptır. Kur’an’ın içinde, Allah-u Teâlâ tarafından geldiğine dair pek çok delil vardır. Bu deliller kıyamete kadar baki kalacak ve ihtiva ettikleri hükümler Arap olsun ya da olmasın, herkes için geçerli olacaktır. Doğru yolu gösteren tek kitap Kur’an-ı Kerim'dir. Gerçek tevhid onun içindedir. Allah-u Teâlâ onu dünyada hükümleri uygulansın diye indirmiştir. Ve bildirmiştir ki; Kur’an, dünya ve ahirette mü’minler için bir rahmet olup ancak büyük küçük her konuda hükümleri uygulandığı takdirde dünya ve ahiret mutluluğu elde edilmiş ve doğru yolda yürünmüş olunur. Aksi davranışlarda bulunanlar ise Kur’an’ın rahmetinden faydalanamazlar. KUR’AN OKUNDUĞUNDA SUSUP DİNLEMEK (٢٠٤) ﻮﻥﹶﻤﺣﺮﻢ ﺗ ﻠﱠﻜﹸﻮﺍ ﻟﹶﻌﺘﺼﺃﹶﻧ ﻭﻮﺍ ﻟﹶﻪﻌﻤﺘﺁﻥﹸ ﻓﹶﺎﺳ ﺍﻟﹾﻘﹸﺮﺇﹺﺫﹶﺍ ﻗﹸﺮﹺﺉﻭ 204 – Kur'an okunduğunda derhal susun ve onu (güzelce) dinleyin. Umulur ki (Allah'ın rahmetiyle) esirgenmiş olursunuz. Allah-u Teâlâ bir önceki ayette Kur’an’ın mü’minler için hakkı gösteren bir rahmet ve hidayet kaynağı olduğunu, içinde Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in Allah-u Teâlâ tarafından gönderilmiş bir rasul olduğuna dair apaçık 502 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:204 deliller bulunduğunu bildirmişti. Bu ayette ise; Kur’an okunduğunda mü’minlerin nasıl davranmaları gerektiğini onlara emir sigasıyla öğretiyor. Bu ayetin nüzul sebebi hakkında Ebu Hatim, Ebu Hureyre radıyallahu anh’ın şöyle dediğini nakletmiştir: “Sahabeler namazda oldukları halde konuşurlardı. Bu ayet namazda Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in arkasında sesler yükseldiği bir sırada nazil olmuştur. Bu ayet indi ve namazda konuşmayı yasakladı.” (20) İbn Cerir et-Taberi de İbn Mesud radıyallahu anh'dan böyle bir rivayet nakletti. Bu ayetin Mekki mi Medeni mi olduğu konusunda ihtilaf vardır. Suyuti’ye göre; ayetin zahirine göre bu ayet Medine'de inmiş olan bir ayettir. İbn Mesud, Ebu Hureyre, Cabir, Zuhri, Ubeydullah b. Umeyr, Ata b. Ebi Rebah ve Said b. Müseyyib'den gelen rivayete göre; bu ayet namazda inmiştir. Said b. Müseyyib şöyle dedi: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Mekke’de namaz kıldığı sırada müşrikler onun yanına gelir, biri diğerine şöyle derdi: “Bu Kur'an’ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın, belki bu yolla galip gelirsiniz” (Fussilet: 26) Bunun üzerine yüce Allah onlara cevap olmak üzere bu ayeti kerimeyi indirdi.” ( 20 ) İbn Cerir et-Taberi 9/110; Sünen-i Dare Kutni 1/326; İbn Ebi Hâtim, İbn Merdeveyh, İbn Asakir.Dara Kutni bu rivayet için Abdullah b. Amir'den rivayet edildiği için "zayıf" dedi.Bu rivayetin senedi zayıftır. A'RAF:204 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 503 Bu görüşe göre; bu ayet Mekke’de inmiştir. “Kur'an okunduğunda derhal susun ve onu (güzelce) dinleyin.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında, Kur’an okunduğu sırada susulmasını ve okuyuşun güzel bir şekilde dinlenilmesini emrediyor. Ayetteki susmaktan kasıt; hiçbir şeyle uğraşmaksızın sırf dinleme niyetiyle yalnızca Kur’an’ın okunuşuna odaklanmak için konuşmayı tamamıyla kesmektir. Ayetteki dinlemekten kasıt ise; Kur’an okunuşunu işitmek için kulağı dikkatli bir şekilde okuyuşa vererek güzel bir şekilde dinlemektir. Duymak ile dinlemek arasında fark vardır. Duymak (ﻤﻊ ;)ﺍﻟﺴniyetsiz, kasıtsız olan bir olgudur. Yani insan istemese de hâsıl olur. Dinlemek ( )ﺍﻹﺳﺘﻤﺎﻉise; sadece kasıtlı bir şekilde meydana gelir. Yani kasıtsız olmaz. Allah-u Teâlâ bu ayette Kur’an okunduğu zaman hiçbir şeyle meşgul olmadan, sükûnet içerisinde dinlenilmesini emretmiştir. Çünkü kişi Kur’an’ı ancak bu şekilde dinlediği takdirde manasını anlar ve ondan istifade etmiş olur. Şayet dinleyen kişi ihlâs sahibi ise; manasını anladığı anda Kur’an’ın vermek istediği mesajı alır ve bu sayede Allah-u Teâlâ’nın rahmetine ulaşmış olur. İşte bu hal, ancak kalpleri iman nuruyla dolmuş ihlâslı kimseler için söz konusudur. “Umulur ki (Allah'ın rahmetiyle) esirgenmiş olursunuz.” Allah-u Teâlâ, bu ayette Kur’an’ın susulup dinlenilmesinin sebebini açıklıyor. İşte o sebep; Kur’an’ı dinlemek suretiyle Allah-u Teâlâ’nın rahmetine nail olunacağıdır. Çünkü bu şekilde bir dinleyiş Allah-u Teâlâ’yı yüceltmeyi DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:204 504 ve O’na saygı göstermeyi ifade eder. Ayrıca Kur’an okunurken susup güzel bir şekilde dinlemekte Kur’an okumanın sevabı kadar sevap vardır. Ebu Hureyre radıyallahu anh’dan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kim Allah'ın kitabından bir ayeti dinlerse, ona kat kat sevap yazılır. Kim de onu okursa, kıyamet gününde kendisi için bir nur olur." (Ahmed b. Hanbel) Kur’an Okunduğunda Dinlemenin Hükmü: Bu ayet gösteriyor ki; Kur’an-ı Kerim, ister namazda okunsun ister namaz dışında okunsun, her halükarda susulup dinlenilmesi gerekir. Fakat dinlemenin vacipliği konusunda ihtilaf vardır. Bazı âlimlere göre Kur’an’ı dinlemek, sadece imam namazda sesli okurken vaciptir. Ebu Musa el-Eşari radıyallahu anh’dan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "İmam kendisine tabi olunması için imam tayin edilmiştir. O halde o tekbir getirirse siz de tekbir getirin, Kur’an okursa onu dinleyin."(21) Hasen el-Basri'ye göre; Kur’an, ister namaz içinde ister namaz dışında, ne zaman okunursa okunsun, susup onu dinlemek gerekir. Yani; her durumda susmak ve Kur’an’ı dinlemek vaciptir. Cumhura göre ise; Kur’an okunduğunda onu dinlemenin vacip oluşu; Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem okuduğunda (ki bu, o hayatta iken mümkündü) ve imam namazda sesli okuduğu zaman söz konusudur. Zira Kur’an (21) Müslim Sünen'de Ebu Hureyre'den nakletmiştir. A'RAF:204 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 505 her okunduğunda susmak, o an yapılagelen tüm amelleri terk etmeyi gerektirir ki bu zordur ve meşakkat meydana getirir, dolayısıyla insana ağır gelir. Cuma namazında hutbe esnasında Kur’an okunurken susup dinlemek için ise farzdır denildi. Ayetten Çıkan Hükümler: 1 – İmamın arkasındaki cemaatin Kur’an okuyup okumaması konusunda âlimler ihtilaf etmişlerdir. a) Hanefi mezhebine göre; cemaat, sesli veya sessiz namazda imamın arkasında Kur’an okumaz. Hanefi âlimleri bu hükmü, bu ayetin zahirine göre vermişlerdir. Onlara göre; Allah-u Teâlâ bu ayetle Kur’an okunduğu zaman susmayı ve dinlemeyi emretmiştir. Sesli namazda hem susma hem de dinleme emrini yerine getirmek mümkündür. Sessiz namazda ise; imamın okuyuşu duyulmadığı için dinleme imkânı olmasa da, susma emri yerine getirilmiş olur. Bu sebeple sessiz kılınan namazda hiçbir şeyle meşgul olmadan susmak gerekir. Delilleri: Ebu Musa el-Eşari radıyallahu anh’dan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "İmam kendisine tabi olunması için imam tayin edilmiştir. O halde o tekbir getirirse siz de tekbir getirin, Kur’an okursa onu dinleyin."(22) Cabir radıyallahu anh'dan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Kim imamın arkasında namaz kılıyorsa, imamın (22) Müslim. Sünen'de Ebu Hureyre'den nakletmiştir. 506 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:204 okuyuşu onun için de bir okuyuştur.”(23) Bu görüş, birçok sahabenin görüşüdür. Onlardan bazıları: Ali, İbn Mesud, Sa'd, Cabir, İbn Abbas, Ebu’d Derda, Ebu Said el-Hudri, İbn Ömer, Zeyd b. Sabit ve Enes (r.anhum). b) Maliki ve Hanbelilere göre; imam namazda sesli okursa arkasındaki cemaat Kur’an okumayıp dinler, sessiz okursa cemaat Kur’an okur. Bu görüş; Urve b. Zübeyr, el-Kasım b. Muhammed ve Zuhri'nin de görüşüdür. Delilleri: Ebu Hureyre radıyallahu anh'dan şöyle rivayet edilmiştir: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sesli okuduğu bir namazı bitirdikten sonra şöyle dedi: "Az önce bazınız namazda Kur’an okudu mu?" Bir adam dedi ki: "Evet ya Rasûlullah! Ben okudum." Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dedi: "Ben de benim okumama karışan kimdir, diyordum." Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in bu sözü üzerine tüm Müslümanlar onunla sesli namaz kılarken arkasında Kur’an okumayı bıraktılar.” (Malik, Ebu Davud, Nesei) İmran b. Husayn dedi ki: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bize, öğle ve ikindi namazı kıldırdı. Sonra şöyle dedi: "Arkamda A’la Suresini okuyan kimdir?" Bir adam: (23) İbn Ebi Şeybe. Ebu Hanife bu hadisi sahih senetle, Rasûlullah'a merfu olarak rivayet etmiştir. Bu rivayet bazı hadis âlimlerine göre mürseldir. A'RAF:204 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 507 "Ben ya Rasulallah!" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Arkamda benimle o sureyi çekiştiren bir kişi olduğunu hissettim." buyurdu.” (Müslim) Ubade b. Samit radıyallahu anh dedi ki: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bize sabah namazı kıldırırken Kur’an okuması ağırlaştı. Namazı bitirdikten sonra: "İmamın arkasında Kur’an okuduğunuzu görüyorum." dedi. Sahabeler: "Evet ya Rasulallah!" deyince, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "İmamın arkasında sadece Fatiha'yı okuyun" buyurdu.”(24) Maliki ve Hanbeliler son iki hadisi kendi görüşlerine delil gösterseler de bu hadisler onların görüşlerine zıttır. Onlara göre; sessiz namazlarda kıraat vardır fakat naklettikleri hadis öğle ve ikindi namazında -sessiz namazlardavuku bulmuş ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem arkasından Kur’an okunmasını nehyetmiştir. Aynı şekilde onlara göre; sesli namazlarda kıraat yokken sabah namazı ile ilgili naklettikleri hadiste Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem arkasından Fatiha’nın okunmasını söylemiştir. Zikredilen bu hadisler Maliki ve Hanbelî mezhebinin görüşlerine değil, Şafii mezhebinin görüşüne delildir. c) Şafiilere göre; imamın arkasında namaz kılan kişi, ister sesli namaz olsun ister sessiz namaz olsun, Fatiha'yı mutlaka okumalıdır. Bu kişinin tek başına veya imam olması ya da cemaatten olması fark etmez. ( 24 ) Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesei, İbn Mace, Daremi, Ahmed b. Hanbel 508 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:204 Delilleri: İmran b. Husayn dedi ki: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bize, öğle ve ikindi namazı kıldırdı. Sonra şöyle dedi: "Arkamda A’la Suresini okuyan kimdir?" Bir adam: "Ben ya Rasulallah!" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Arkamda benimle o sureyi çekiştiren bir kişi olduğunu hissettim." buyurdu.” (Müslim) Ubade b. Samit radıyallahu anh dedi ki: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bize sabah namazı kıldırırken Kur’an okuması ağırlaştı. Namazı bitirdikten sonra: "İmamın arkasında Kur’an okuduğunuzu görüyorum." dedi. Sahabeler: "Evet ya Rasulallah!" deyince, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "İmamın arkasında sadece Fatiha'yı okuyun" buyurdu.”(25) Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: “Kur'an'dan kolayınıza geleni okuyunuz.” (Müzzemmil: 20) Ubade b. Samit radıyallahu anh’dan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Fatiha okumayan kişinin namazı yoktur."(26) Bu görüşü İmam Buhari ve Beyhaki de tercih etti. 2 – Kur’an’dan istifade edebilmek için okunan ayetlerin manasını bilmek, tefekkür etmek ve ona karşı edepli, saygılı olmak gerekir. ( 25 ) Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesei, İbn Mace, Daremi, Ahmed b. Hanbel (26) Buhari, Müslim Sünen’de ve Ahmed b. Hanbel'de geçmektedir. A'RAF:205 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 509 ALLAH (C.C)’I ZİKRETMENİN KEYFİYYETİ ﻝﹺ ﺍﻟﹾﻘﹶﻮﻦﺮﹺ ﻣﻬﻭﻥﹶ ﺍﻟﹾﺠﺩﻴﻔﹶﺔﹰ ﻭﺧﺎ ﻭﻋﺮﻀ ﺗ ﹾﻔﺴِﻚﻲ ﻧ ﻓﻚﺑ ﺭﺍﺫﹾﻛﹸﺮﻭ (٢٠٥) ﲔﻠﺎﻓ ﺍﻟﹾﻐﻦ ﻣﻜﹸﻦﻟﹶﺎ ﺗﺎﻝﹺ ﻭﺍﻟﹾﺂﺻ ﻭﻭﺪﺑﹺﺎﻟﹾﻐ 205 – (Ey Muhammed!) Sabah akşam, (zayıflığını kabul edip boyun eğdiğini göstererek) yalvara yakara, (Allah’tan ve azabından) korkarak ve yüksek sesle olmaksızın Rabbini içinden zikret! Sakın gafillerden olma!” Allah-u Teâlâ önceki ayette Kur’an okunduğunda susulup onun dinlenilmesini emrettikten sonra bu ayette de mü’minleri Allah-u Teâlâ’yı zikre yöneltiyor ve bunu onlara emrediyor. “Sabah akşam… Rabbini içinden zikret!” Ayetin bu kısmında geçen; “ğuduv (ﻭﺪ ”)ﺍﻟﹾﻐkelimesi “ğudve (”)ﻏﺪﻭﺓnin çoğuludur. Bu ise fecirden güneş çıkıncaya kadar olan vakti ifade eder. Yine ayetin bu kısmında geçen; “âsâl (ﺎﻝﹺ ”)ﺍﻟﹾﺎٰﺻkelimesi ise “asîl ( ”)ﺃﺻﻴﻞkelimesinin çoğulu olup ikindiden güneş batıncaya kadar olan vakti ifade eder. Buna göre ayetteki ifade; “Allah'ı gündüzün başında ve sonunda an, yani her vakitte çokça zikret” manasındadır. Allah-u Teâlâ, bu iki vakitte kendisine ibadet edilmesini bir başka ayette de emrediyor. Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: “(Ey Muhammed!) Sen onların söylediklerine karşı sabret! Rabbini güneşin doğuşundan önce de, batışından önce de hamd ile tesbih et.” (Kaf: 39) 510 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:205 Öyleyse zikir için en uygun vakit; sabah ve akşam vakitleridir. Çünkü bu ikisi arasındaki diğer vakitlerde insan rızkını kazanmak için uğraşır. Hatta insan çoğu zaman işiyle meşguldür. Bu yüzden ilim yapamaz. İşte sabah ve akşamki bu vakitlerde Allah-u Teâlâ’yı zikretmek, Kur’an’a yönelmek gerekir ki, gafillerden olunmasın. Bu ayet Müslümanın çalışma vakitlerini ve Allah-u Teâlâ’nın zikredileceği vakitlerin en düşük sınırını tayin ediyor. İşte bu sınır; sabah namazından güneş çıkıncaya kadar olan süre ile güneş battıktan, yani akşam vakti girdikten sonraki süredir. İşte bu vakitlerde çalışmak yerine, o vakitler Allah-u Teâlâ’yı zikrederek geçirilmelidir. Öyleyse gafillerden olmak istemeyen bir kimse, bu vakitlerde her şeyi terk edip Allah’a yönelmeli, O’nu çokça anmalıdır. Aynı şekilde bu vakitler ilim yapılacak, Kur’an’ın en iyi öğrenileceği vakitlerdir. Belirtilen bu vakitlerin arasında kalan vakitler ise insanın çalışma vaktidir. İşte kalan bu vakitlerde insan rızkını elde etmek için çalışmalı ve elde ettiğine kanaat etmeli, daha fazla kazanma hırsına bürünerek Allah-u Teâlâ’yı zikretmeyi ve İslam dinini öğrenmeyi asla terk etmemelidir. Zira Müslüman bir kul daima Allahu Teâlâ’yı, O’nun isim ve sıfatlarını düşünmeli, Allah-u Teâlâ’yı kalbinden gizli bir şekilde anmalı, sürekli olarak O’na tevbe ve istiğfar etmeli, verdikleri nimetler karşısında o nimetleri tefekkür etmeli, böylece dili, kalbi ve bütün uzuvları Allah-u Teâlâ’yı zikrediyor durumda olmalıdır. Çünkü kalpler, ancak böyle bir zikirle sakinleşir, mutmain olur. Böylece mü’min kul yaratılışının gayesini çok daha iyi anlar da yaşadığı hayattan tat alır ve mutlu olur.” Allah-u Teâlâ bu konuyla ilgili olarak başka bir ayette şöyle buyuruyor: “Onlar ki; iman edip Allah’ı zikrederek kalpleri huzura kavuşanlardır. İyi bilinmelidir ki, kalpler ancak A'RAF:205 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid Allah’ı zikretmekle huzura kavuşur.” 511 (Ra’d: 28) “(zayıflığını kabul edip boyun eğdiğini göstererek) yalvara yakara, (Allah’tan ve azabından) korkarak… Rabbini içinden zikret!” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında kendisine yapılacak zikrin yalvara yakara ve korkarak yapılmasını emrediyor. Zira bu şekilde zikir yapmak kişinin zayıflığını kabul ettiğini, Allah-u Teâlâ’ya boyun eğdiğini, O’na teslim olduğunu, O’nun rahmetini kesmesinden ve kendisine azap etmesinden korktuğunu ortaya koyar. İşte bu da göstermektedir ki Allah-u Teâlâ’yı zikretmek, yani; O’nu anmak sadece dille olmaz. Bilakis zikir esnasında kalbin de hazır olması; söylenilen sözlerin manalarının düşünülmesi, tefekkür edilmesi gerekir. Çünkü Allah-u Teâlâ’yı zikir; manası anlaşılmayan birtakım kelimeleri kuru kuruya tekrarlamaktan ibaret değildir. Her kim zikri bu şekilde yaparsa, ondan hiçbir sevap kazanamaz. Öyleyse kişi yaptığı zikirlerden sevap almak istiyorsa, kalbi hazır olarak ve manasını anlayıp düşünerek, Allah-u Teâlâ’nın azabından korkup, rahmetini umarak zikir yapmalıdır. “yüksek sesle olmaksızın Rabbini içinden zikret!” Allah-u Teâlâ, ayetin bu kısmında kalplerin felahı için yapılması gereken zikrin nasıl yapılacağını açıklayarak şöyle buyuruyor: “Ey Rasulüm! Allah'ı, O'nun azabından korkarak, O’nun fazlını ve sevabını umarak zikret. Ve zikrederken ne çok sesli ol ne de tamamen sessiz.” Allah-u Teâlâ ayette, çok yüksek bir sesle zikir yapmayı yasaklamıştır. Bu sebeple zikir ya sessiz bir şekilde ya da kısık bir sesle yapılmalıdır. 512 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:205 Ebu Musa el-Eşari radıyallahu anh şöyle dedi: “Yolculukta iken sahabeler dualarını çok yüksek sesle yaptılar. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem onlara: "Ey insanlar! Yavaşlayın, nefsinize ağırlık vermeyin! Siz duymayan ve bulunmayan birine dua etmiyorsunuz. Sizin dua ettiğiniz Zat size yakın ve sizi duyuyor. O ki; size bindiğiniz bineğin boynundan daha yakındır.” buyurdu. (Buhari, Müslim) “Sakın gafillerden olma!” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında, ayetin başındaki zikir emrini tekid ediyor. Çünkü ayetin bu kısmında zikirden gafil olmayı yasaklıyor. Zira insan Allah-u Teâlâ’yı zikretmeyi, yani anmayı terk ederse artık gafillerden olur. Müslümana vacip olan şudur ki; Müslümanın kalbi devamlı Allah-u Teâlâ’yla irtibatlı olmalı ve içinde sürekli olarak Allah-u Teâlâ korkusu taşıyarak O’nun azamet ve kudretini düşünmelidir. Böylece bu şeyleri unutup da ondan gafil olmamalı, her sözünde, hareketinde Allah-u Teâlâ’nın emirlerini hatırlamalı; Allah-u Teâlâ’nın azabının korkusu her an gözünün önünde bulunmalıdır. Ayetten Çıkan Hükümler: 1 – Kalpten gizli olarak yapılan zikir, sesli olarak yapılan zikirden daha efdaldir. Sa'd radıyallahu anh'dan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Zikrin en hayırlısı gizli olanıdır." (Ahmed, İbn Hibban) 3 – Yüksek sesle Allah-u Teâlâ’yı zikretmek caiz değildir. 4 – Allah-u Teâlâ bu ayette zikir için iki vakit tayin et- A'RAF:205-206 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 513 miştir. Ama bu, zikrin sadece bu iki vakitte yapılacağını göstermez. Allah-u Teâlâ’nın zikri, daima mü’minin kalbinde olmalı ve Rabbinin kendisini her an gözettiğinin farkında olmalıdır. Özellikle bu iki vaktin zikredilmesinin hikmeti; bu vakitlerde kâinatta geceden gündüze, gündüzden geceye dakik bir değişimin meydana gelişidir. İşte bu vakitte insan, Allah-u Teâlâ’nın ayetlerine açıkça tanık olmakta ve ruhanî dünyası çok daha incelmektedir. Bu sebeple bu iki vakitteki zikir çok daha etkileyicidir. 5 – Allah-u Teâlâ’nın zikrinden gafil olmak; dille, dudaklarla Allah-u Teâlâ’yı zikretmemek demek değildir. Kalpte zikir yapmamak, kalpte Allah'ın emir ve yasaklarını hatırlamamak demektir. Ayette istenilen zikir, dildeki zikir değildir. Sadece dudakların hareketi değildir. İstenilen zikir; Allah-u Teâlâ’nın taatine, Allah-u Teâlâ’nın istediği şekilde hareket etmeye sevk eden zikirdir. Bu ayete göre mü’min; devamlı Allah-u Teâlâ’nın gözetmesini hatırlamalı ve kalbi devamlı O'na bağlı olmalıdır. Mü'minin kalbi Allah-u Teâlâ’nın onu sürekli gözettiğini hissederse, şeytanın vesveseleri onu etkilemez. Ama ne zaman gaflete düşerse, işte o zaman şeytan onu etkiler. MELEKLERİN ALLAH (C.C)’A İBADET VE İTAATLERİNİN KEYFİYYETİ ﻟﹶﻪ ﻭﻪﻮﻧﺤﺒﺴﻳ ﻭﻪﺗﺎﺩﺒ ﻋﻦﻭﻥﹶ ﻋﻜﹾﺒﹺﺮﺴﺘ ﻟﹶﺎ ﻳﻚﺑ ﺭﺪﻨ ﻋﻳﻦ ﺇﹺﻥﱠ ﺍﻟﱠﺬ (٢٠٦) ﻭﻥﹶﺪﺠﺴﻳ 514 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:206 206 – Şüphesiz Rabbinin katında olanlar (melekler), O’na ibadet etmekten kibirlenmezler. O’nu (her türlü noksan sıfatlardan) tenzih ederler ve sadece O’na (boyun eğip) secde ederler. Allah-u Teâlâ önceki ayette, kendisinin belli vakitlerde anılmasını emretmiş ve gafillerden olunmasını nehyetmiştir. Bu ayette ise; bu emri ve nehyi tekid etmek ve zikri teşvik etmek için katındaki meleklerin durumunu bildiriyor. “Şüphesiz Rabbinin katında olanlar (melekler), O’na ibadet etmekten kibirlenmezler. O’nu (her türlü noksan sıfatlardan) tenzih ederler ve sadece O’na (boyun eğip) secde ederler.” Allah-u Teâlâ bu ayette şöyle buyuruyor: “Allah katındaki melekler her an Allah'a ibadet eder, O’nu her türlü noksan sıfatlardan tenzih eder ve O'na layık olan her şeyi yaparlar. Bundan da asla kibirlenmezler. Sadece O'na namaz kılar, secde eder, ibadet ederler. Hiçbir şeyi O'na eş koşmazlar.” İşte Allah-u Teâlâ bu ayette meleklerin yaptıklarını zikretmiştir ki; insanlar kulluk konusunda onları örnek alsın ve onlar gibi olmaya gayret etsin. Bu sebeple bu ayeti okurken secde meşru olmuştur. Bu ayetteki secde, Kur’an-ı Kerim’in ilk secdesidir ve icma ile bu ayeti okuyan ve dinleyen kişinin secde etmesi meşrudur. Ebud Derda'dan gelen rivayete göre; Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu ayeti Kur’an’ın secdelerinden saydı. (İbn Mace) A'RAF:206 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 515 Ayetten Çıkan Hükümler: Ayetteki “O’na (boyun eğip) secde ederler” sözü, bu ayeti okuyan ve duyan kişinin secde etmesi gerektiğini gösterir. Tilavet secdesinin vücubu hakkında âlimler ihtilaf etmişlerdir. a) İmam Malik, İmam Şafii ve Ahmed'e göre; tilavet secdesi vacip değildir. Delilleri: Ömer radıyallahu anh'dan şöyle rivayet edilmiştir: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir gün minberde secde ayeti okudu, minberden indi ve secde etti. Müslümanlar da onunla beraber secde ettiler. Başka bir cuma namazında minberde yine aynı secde ayetini okudu. Müslümanlar secde için hazırlanmaya başlıyordu ki, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dedi: "Ey Müslümanlar! Acele etmeyin. Allah-u Teâlâ biz istemedikçe onu bize daha farz kılmamıştır." (Buhari) Ömer b. Hattab, bu hadisi muhacir ve ensarın bulunduğu bir toplulukta zikretmiş, kimse ona itiraz etmemiştir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in tilavet secdesini devamlı yapmaması, bunun vacip olmadığını, sadece müstehap olduğunu gösterir. Ebu Hureyre radıyallahu anh’dan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Âdemoğlu secde ayeti okuyup secde ettiği zaman şeytan bir kenara çekilip ağlamaya başlar ve şöyle der: “Yazıklar olsun bana! Âdemoğluna secde emredildi, itaat edip secde etti. Ona cennet vardır. Bana da secde emredildi. Ben ise kibirlendim, secde etmedim. Benim için de ateş vardır.” (Müslim) 516 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ A'RAF:206 Tilavet secdesinin vacip olmadığını söyleyen âlimler şöyle dediler: Hadisteki “Âdemoğluna secde emredildi” sözünden kasıt; namazda farz olan secdedir. Tilavet secdesi değildir. b) Ebu Hanife'ye göre; tilavet secdesi vaciptir. Çünkü ayetteki secde emri mutlak olan bir emirdir. Mutlak olan emir vücuba delalet eder. Ayrıca Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Âdemoğlu secde ayeti okuduğunda, şeytan bir kenara çekilip ağlamaya başlar ve “Yazıklar olsun bana!” der." Aynı şekilde Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem iblisin şöyle dediğini haber verdi: “Âdemoğluna secde emredildi, o da secde etti ve cenneti hak etti. Ben ise secdeyle emrolundum ve karşı geldim. Bundan dolayı ateşi hak ettim.” (Müslim) Bütün âlimlere göre; tilavet secdesi yapacak kişinin namazdaki gibi hadesten ve necasetten tahir olması ve tilavet secdesi niyetiyle kıbleye yönelmesi gerekir. Tilavet secdesinin yapılış vaktiyle ilgili âlimler arasında ihtilaf vardır: a) Hanefiler ve Malikilerin bir görüşüne göre; nafile namaz kılmanın mekruh olduğu vakitler (yani; sabah ve ikindi namazından sonra) dışında tilavet secdesi yapılır. b) Şafii, Hanbeli ve Maliki mezhebinin bir görüşüne göre; tilavet secdesi her vakitte yapılır. Çünkü bu, bir sebebe binaen vacip olmuştur. Tilavet secdesinin başında tahrim tekbiresinin getirilmesi, ellerin kaldırılması, secde ederken tekbir getirilmesi ve secdeden sonra teslim yapılması konusu âlimler arasında ihtilaflıdır. A'RAF:206 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 517 a) İmam Şafii, Ahmed ve İshak'a göre; tilavet secdesi yaparken tahrim tekbiresi getirilir, eller kaldırılır. Secdeye giderken de secdeden kalkarken de tekbir getirilir. Delilleri: İbn Ömer radıyallahu anh şöyle dedi: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem tilavet secdesi yaparken tekbir getirirdi, tilavet secdesinden kalkarken de tekbir getirirdi.” b) Maliki mezhebine göre; tilavet ayeti namazda okunmuş ve namazda iken secde edilecekse, hem secdeye giderken hem de secdeden kalkarken tekbir getirilir. Ama eğer tilavet ayeti namaz dışında okunmuşsa, secdeye giderken veya secdeden kalkarken tekbir getirilip getirilmemesi konusunda iki görüş vardır. c) Şafii mezhebi dışındaki cumhura göre; tilavet secdesinde selam yoktur. Şafii'ye göre ise selam vardır. İmam Şafii'nin delili şudur: Ali radıyallahu anh'dan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Namazın anahtarı temizliktir. Namaza girmenin alameti tahrim tekbiresi, namazdan çıkmanın alameti ise selam vermektir." (Ahmed, Ebu Davud, Tirmizi, İbn Mace) Şafii mezhebinin başka bir delili ise şöyledir: Tilavet secdesi, tekbiresi olan bir ibadettir. Buna göre; o ibadetten çıkmak için selam olması gerekir. Cenaze namazında olduğu gibi... Hatta tilavet secdesini bitirmek için selam vermek, cenaze namazında selam vermekten daha evladır. Çünkü tilavet secdesi bir fiildir, cenaze namazı ise bir sözdür. 518 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL: d) İmam Malik'e göre; nafile namazda secde edilir fakat farz namazda secde edilmez. Çünkü bu, farz namazdaki secdenin sayısını artırır. Ayrıca eğer namaz cemaatle kılınıyorsa cemaati şaşırtabilir. ENFAL SURESİ Enfal Suresi Medine’de inmiştir. Sadece 30’dan 36’ya kadar olan ayetler Mekke’de inmiştir. Bu sure 75 ayet olup hicretin ikinci senesi içerisinde Bedir Gazvesi'nden sonra inmiştir. Surede, her ne kadar Bedir ismi zikredilmese bile Bedir savaşının ön hazırlıklarından, Allah-u Teâlâ yolundaki cihadın hükümlerinden, savaşın kaidelerinden, savaştan bazı sahnelerden, savaş sonrası esirler ve mallar ile ilgili gelişmelerden haber verilmektedir. Sure, ismini birinci ayette geçen enfal kelimesinden almıştır. Enfal ise; savaşta elde edilen ganimetler, demektir. Kur'an'da A'raf Suresi'nden sonra yer olarak Enfal Suresi'nin gelmesinin münasebeti şudur: A'raf Suresi’ndeki en belirgin olan konu; Musa aleyhisselam ile kavmi arasındaki geçen olaylardı. Bu surede ise, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile kavmi arasındaki durumlar ele alınmaktadır. Bu surenin içerdiği ve haklarında hüküm bildirdiği başlıca konuları şöyle sıralayabiliriz: 1 – Barış ve savaşın kaidelerinin bildirilmesi suretiyle Bedir savaşından haber verilmesi. 2 - Müşriklerin Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e tuzak kurma çabaları ve Allah-u Teâlâ’nın onların tuzaklarını boşa çıkarışı. 3 – Bedir savaşında Müslümanlara meleklerle bilfiil yardım edilişi ve onların muzaffer kılınışı. 4 – Gerçek zaferin Allah-u Teâlâ’nın verdiği zafer ol- ENFAL: Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 519 duğunun beyanı ve sebepler yerine getirildikten sonra Allah-u Teâlâ’ya tevekkül edilmesinin emredilmesi. 5 – Bedir savaşında hak ile batılın ortaya net bir şekilde konulması. 6 – Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e hicret ile korunduğunun hatırlatılması. 7 – Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in insanlar arasında bulunması süresince bütün insanlara azap indirilmeyeceği müjdesinin verilmesi. 8 – Allah-u Teâlâ’nın mü’minlere savaş kurallarını öğretmesi. 9 – Zulmün, söz konusu olduğu yere zarar vermesi ve oradaki insanlara azap inmesine sebebiyet verdiğinin bildirilmesi. 10 – Ganimet paylaşımındaki hükümlerin tümünün zaman ve mekân gözetmeksizin Allah-u Teâlâ’ya ve Rasulüne ait oluşunun belirtilmesi ve ganimetlerin paylaşılma hükümlerinin açıklanması. 11 – Ümmetlerin hallerinin, zilletten, izzete; izzetten ise zillete değişebileceğinin belirtilip bunun sebebinin ise; insanların nefislerindeki bozuk olan akide ve sahip oldukları kötü ahlak olabileceğinin vurgulanması. 12 - Mallar ve çocukların fesat sebebi olabileceğinin bildirilmesi. 13 - Maddi ve manevi her konuda kâfirlerle çarpışmak için hazırlık yapılmasının gerekliliğinin vurgulanması. 14 - Silahlı mücadelenin gayesinin; din hürriyetini sağlamak ve dinde fitneyi engellemek olduğunun belirtilmesi. 15 – Verilen ahit ve sözlerin yerine getirilmesinin gerekliliği, yerine getirmeyenlere ise sert bir cezanın verilmesi gerektiğinin vurgulanması. 16 – Rengi ve dili ne olursa olsun tüm Müslümanların tek bir ümmet ve birbirlerinin velileri olduğu, bu sebeple 520 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:1 aralarında yardımlaşmaları gerektiğinin bildirilmesi; kâfirlerin de bir tek ümmet ve birbirlerinin velileri olduğunun, Müslüman ve kâfirler arasında bir velayetin olmadığının açıklanması. 17 – Kâfirler barışa yanaşırlarsa Müslümanların da duruma göre barışı tercih etmelerinin gerektiğinin bildirilmesi. 18 – Mü'minlerin nasıl vasıflara sahip olduklarının belirtilmesi. GANİMET TAKSİMİ, ALLAH (C.C) VE RASULÜNÜN TAYİN ETTİĞİ ŞEKİLDEDİR ﻮﺍﺤﻠﺃﹶﺻ ﻭﻘﹸﻮﺍ ﺍﻟﻠﱠﻪﻮﻝﹺ ﻓﹶﺎﺗﺳﺍﻟﺮ ﻭﻠﱠﻪﻔﹶﺎﻝﹸ ﻟﻔﹶﺎﻝﹺ ﻗﹸﻞﹺ ﺍﹾﻟﺄﹶﻧﻦﹺ ﺍﻟﹾﺄﹶﻧ ﻋﻚﺄﹶﻟﹸﻮﻧﺴﻳ (١) ﻨﹺﲔﺆﻣ ﻢ ﻣ ﻨﺘ ﺇﹺ ﹾﻥ ﻛﹸﻮﻟﹶﻪﺳﺭ ﻭﻮﺍ ﺍﻟﻠﱠﻪﻴﻌﺃﹶﻃ ﻭﻨﹺﻜﹸﻢﻴ ﺑﺫﹶﺍﺕ 1 – (Ey Muhammed!) Sana enfal (ganimet dağıtımı) hakkında soruyorlar. De ki: “Ganimetler (hakkındaki hüküm) Allah’a ve (O’nun emrettiği şekilde dağıtmak) Rasulüne aittir. Öyleyse eğer gerçekten mü’min iseniz Allah’tan korkun ve aranızı ıslah edin. (Gerek ganimetler konusunda gerekse emrettiği her şeyde) Allah’a ve Rasulüne itaat edin.” Bu ayetin nüzul sebebi hakkında birkaç rivayet zikredilmiştir. Sahih olanlarından bazıları şunlardır: İbn Abbas radıyallahu anh dedi ki: “Bedir gününde Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Şunu yapana şöyle mükâfat, bunu yapana da böyle mükâfat vardır.” diye buyurdu. Bunun üzerine gençler Rasûlullah sallallahu aleyhi ve ENFAL:1 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 521 sellem’in tayin ettiği şeyleri yapmaya koşuştular. İhtiyarlar ise sancaklar altında kaldılar. Müslümanlar savaşta muzaffer olup da ganimetler dağıtılmaya başlanınca, gençler Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanına, vaat ettiği şeyleri almaya geldiler. Bunun üzerine yaşlılar: “Bizden fazla almayın. Biz sizi arkadan koruyor ve sancakların altında duruyorduk. Geri çekilmek isteseydiniz bize gelirdiniz. Bu sebeple bizden daha fazla hak talep etmeyin.” demeye ve bu konuda tartışmaya başladılar. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ bu ayeti indirdi.”(27) Sa'd b. Ebi Vakkas radıyallahu anh'tan şöyle rivayet edildi: “Bedir Savaşı'nda kardeşim Umeyr öldürüldü. Ben ise Sa'd b. As'ı öldürdüm ve onun kılıcını aldım. Bu kılıca zatü'l-ketîfeh ismi veriliyordu. Onu Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e getirdim. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bana: "Ganimetlerin arasına koy" dedi. Ben de onu ganimetlerin içine koydum. Öldürdüğüm kişiden aldığım ganimetin elimden alınmasından ve kardeşimin savaşta ölmesinden dolayı üzüntülü bir şekilde dönüyordum. Ganimetlerin bulunduğu yerden biraz uzaklaşmıştım ki; Allah-u Teâlâ Enfal Suresi'nin ilk ayetini indirdi. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bana şöyle dedi: "Şimdi git de kılıcını al."(28) ( 27 ) Ebu Davud, Nesei, İbn Cerir et-Taberi, İbn Merdeveyh, İbn Hibban, Hâkim, İbn Ebi Şeybe Musannef'inde rivayet ettiler. Bu lafız İbn Merdeveyh'in rivayet ettiği lafız olup senedi sahihtir. ( 28 ) Ahmed b. Hanbel Müsned'inde, c. 1 s. 486, hadis no: 1556. Hadisin senedi sahihtir. 522 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:1 Sa'd b. Malik'ten şöyle rivayet edilmiştir: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e şöyle dedim: “Ey Allah'ın rasulü! Bugün müşriklere karşı olan kinimden Allah-u Teâlâ bana şifa verdi (müşriklerle güzel bir şekilde çarpıştım). Kâfirlerden aldığım bu kılıcı bana ver.” Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bana: “Bu kılıç ne sana aittir ne de bana aittir. Onu ganimetler arasına koy.” dedi. Kılıcı ganimetler arasına koyduktan sonra döndüm. İçimde üzüntü hissederek diyordum ki: “İnşeAllah o kılıç savaşta benden daha çok çarpışanlara verilmez.” Bu şekilde düşünürken arkamdan biri bana sesleniyordu. O an “düşüncem sebebiyle acaba hakkımda ayet mi indi?” dedim. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bana: “Bu kılıcı sana vermemi istedin. Ben ise sana vermedim, çünkü o benim değildi. Şimdi Allah-u Teâlâ bana, onu verme hakkı tanıdı. Artık o kılıç sana aittir.” buyurdu. Bu ayet, işte bu mesele hakkında indi.”(29) Görüldüğü gibi; ayetin nüzul sebebiyle ilgili farklı rivayetler olsa da, bu rivayetler arasında zıtlık yoktur. Bu ayet Bedir Savaşı'na katılan Müslümanların, ganimetin dağılımı konusunda ihtilaf etmeleri üzerine nazil oldu. Zikredilen bazı rivayetlerde ihtilafın özel sebebi, bazılarında ise genel sebebi bildirilmiştir. Fakat bunda bir zıtlık yoktur. Şöyle ki; ayet genel olarak ganimet hakkındaki Müslümanların ihtilafı hususunda, özel olarak da bazı kişilerin Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile arasında geçen muhtelif olaylar hakkında inmiş olabilir. (29) Ahmed b. Hanbel Müsned'inde, c. 1 s. 481 hadis no: 1538. Bu hadis hasendir ENFAL:1 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 523 “(Ey Muhammed!) Sana enfal (ganimet dağıtımı) hakkında soruyorlar.” Ayette geçen enfal genel olarak; İslam düşmanlarından savaşlarda elde edilen ganimetlerdir. Öyle ki bu ganimetlerin, gerek yorulma sonrası, gerekse yorulma olmaksızın, gerek muzaffer olma sonrası, gerekse muzaffer olmaksızın elde edilmiş olması, elde edilen ganimetlerin hükmünü değiştirmez. Ayette kastedilen enfal ise; Bedir Savaşı'ndaki ganimetlerdir. Bu açıklamalar çerçevesinde Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında şöyle buyuruyor: “Ey Allah'ın rasulü! Bedir'e katılan Müslümanlar, Bedir Savaşı'nda elde edilen ganimetlerin dağıtılmasının hükmü konusunda sana soruyorlar.” “De ki: “Ganimetler (hakkındaki hüküm) Allah’a ve (O’nun emrettiği şekilde dağıtmak) Rasulüne aittir.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında; ganimetlerin dağıtılması konusunda kendisine soru soranlara Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle cevap vermesini bildiriyor: “Bu ganimetler hakkındaki hüküm sadece Allah-u Teâlâ’ya aittir. O, dilediği gibi hüküm verir. Allah-u Teâlâ’nın rasulü de, ancak O’nun indirdiği hükme göre hareket edecek, ganimetleri O’nun hükmüne göre paylaştıracaktır." Bu ayet muhkem olduğu gibi aynı zamanda mücmeldir. Allah-u Teâlâ bu ayetteki mücmel olan tafsilatî hükmü ise, aynı surenin 41. ayetinde açıklamıştır. Bu iki ayet arasında nasih-mensuh durumu söz konusu değildir. Enfal: 1 ayeti muhkem olup mensuh değildir, fakat mücmeldir. Enfal: 41 ayeti ise, bu mücmel olan ayetin tafsilatını bildirmiştir. Yani; Bedir Savaşı'nda elde edilen ganimetlerin beşte biri 524 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:1 Enfal: 41'de zikredilenlere aittir. Kalan beşte dördü ise eşit olarak savaşta kalanlara dağıtılır. Oysa daha önceki şeriatlarda ganimetler fertlere dağıtılmıyordu. Ganimetlerin savaşa katılan fertlere dağıtılması, sadece Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e verilen şeriatın bir özelliğidir. Cabir radıyallahu anh'dan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Benden önce hiç kimseye verilmedik beş şey hep birden bana verilmiştir: Bir aylık yola kadar düşmanlarımın kalbine korku salmakla muzaffer oldum. Yeryüzü bana mescit ve temiz kılındı. Onun için ümmetimden namaz vakti gelip çatmış her kim olursa namazını kılıversin. Ganimetler bana helal edildi. Hâlbuki benden önce hiç kimseye helal edilmemiştir. Bana şefaat verildi. Bir de benden önce her nebi özel olarak kendi kavmine, ben ise gönderilirken bütün insanlara gönderildim.” (Buhari, Müslim) “Öyleyse eğer gerçekten mü’min iseniz Allah’tan korkun ve aranızı ıslah edin.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sözlerine şöyle devam etmesini emrediyor: “Elde edilen ganimetler Allah ve Rasulüne ait olduğuna göre, artık söz ve fiillerinizde Allah'tan korkun ve ganimet hakkında çekişip durduğunuz, aranızdaki ihtilafı bırakın! Çünkü bu ihtilafınız Allah'ın gazabına sebep olur ve sizi Allah'ın razı olmadığı bir duruma düşürür. Öyle ki işte bu ihtilaf, sonuç itibariyle hem aranızda ayrılık ve düşmanlık meydana getirir, hem de gerek savaşta, gerekse savaş dışında aranızdaki iman kardeşliği bağını zedeler. Öyleyse Allah'tan korkun ve O’nun emrine tam manasıyla teslim olun! Zira her konuda olduğu gibi ganimetler konusunda ENFAL:1 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 525 da hükmü veren sadece Allah’tır. Bana düşen görev ise ganimet taksimatını Allah’ın bildirdiği şekliyle yapmaktır. Buna göre sizin bu konuda herhangi bir fikir beyan etme hakkınız olmadığı gibi, aranızda da bu konuda bir ihtilafın olmaması gerekir. Eğer hepiniz Allah'a tam manasıyla iman etmiş iseniz, O’ndan korkun ve hemen aranızdaki ihtilafı bırakın ki böylece aranızdaki iman bağı pekişsin ve daha da sağlamlaşsın. Öyleyse aranızdaki bu iman bağını zedeleyecek bir söz ve hareket asla sarf etmeyin!” “(Gerek ganimetler konusunda gerekse emrettiği her şeyde) Allah’a ve Rasulüne itaat edin.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sözlerine devamla şöyle söylemesini emrediyor: “Gerek ganimet konusunda gerekse ganimet dışındaki konularda, Allah size her ne emir verirse tereddütsüz bir şekilde onu yerine getirin. Ve her neyi size yasaklarsa, tereddütsüz bir şekilde ondan da uzaklaşın. Eğer gerçekten ihlâslı bir şekilde Allah'a ve Rasulüne iman etmişseniz size yaraşan böyle yapmaktır. Bu konuda herhangi bir tereddüdünüz olursa, biliniz ki, imanınızda sağlam olmayıp sizler gerçek mü'minler değilsiniz.” Bu ayet gösteriyor ki; iman, sadece sözlerden ibaret değildir. Dilde söylenen iman iddiası eğer kalpte yer etmiyor ve pratikte kendini göstermiyorsa, bu iman gerçek bir iman olmayıp boş ve geçersiz bir iddiadan başka bir şey değildir. Zira gerçek iman; kişiyi, Allah-u Teâlâ’dan tam manasıyla korkmaya, diğer mü’min kardeşiyle arasında olan akide bağını ıslah etmeye ve her konuda Allah ve Rasulünün emrine itaat etmeye sevk eder. Öyle ki; Allah-u Teâlâ’ya tam manasıyla iman eden bir kişi, her ne konuda olursa olsun Allah-u Teâlâ’ya karşı gelmekten utanır ve 526 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:1 imanı onu, Allah-u Teâlâ’nın emrine boyun eğmeye sevk eder. Aynı şekilde bu iman, Müslümanlarla arasında olan kardeşlik bağını sağlam tutmasına sebep olur. Şayet Müslümanlar arasında herhangi bir konuda ihtilafa düşerse, o ihtilafı çözmek için yalnız Allah-u Teâlâ’nın gösterdiği şekilde hareket eder. Yoksa nefsine, adetlere, heva ve hevesine göre hareket ederek değil. İşte gerçek mü'minin ortaya koyacağı hâl ve hareketleri budur! Çünkü kalpteki gerçek iman, onu böyle yapmaya sevk eder. Mü'min nefsine uyarak işlediği bir günahı, asla utanmaksızın işlemez. Bilakis günahı utanarak, çekinerek ve kalbinde büyük bir sıkıntı duyarak işler ve işledikten sonra hemen Allah-u Teâlâ’nın emrini hatırlayıp pişman olarak tevbe eder. Böylece sanki Allah’ın yasakladığı şeyi yapmıyormuş gibi müsterih olmaz, amelin çirkinliğini görmezden gelerek sanki iyi bir amelmiş gibi hareket etmez ve günahı üzerinde ısrar etmez. Sahabelerin Ganimet İle İlgili Arzularının Sebebi: Sahabelerin savaşta elde ettikleri ganimetleri sahiplenme arzularına, meselenin inceliğini düşünmeden bakan bir kimse şöyle diyebilir: “Onlar ki; Bedir Savaşı'na katılmış seçkin olan muhacirler ve ensardır. Öyleyse niçin dünya metaını elde etmek için tartışıp çekişiyorlar? Muhacirler her şeylerini zaten Allah için Mekke’de terk edip hicret etmişlerdi. Ensar ise, kendilerine hicret yoluyla gelen muhacirlere mallarının yarısını bile vermişler ve Allah-u Teâlâ’nın haklarında: "Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerinde imanı yerleştirmiş kişiler; kendilerine hicret edip gelenleri severler, onlara verilenler karşısında içlerinde bir çekememezlik hissetmezler, kendileri zaruret içinde ENFAL:1 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 527 olsalar bile onları kendilerinden önde tutarlar. Nefsinin tamahkârlığından korunmuş olanlar, işte onlar saadete erenlerdir." (Haşr: 9) buyurduğu kimseler olmuşlardır. İşte bu vasfa sahip oldukları halde, nasıl olur da bir ganimetten dolayı birbirleriyle çekişmeye, ihtilafa girerler? Öyle bir ihtilaf ki; haklarında ayetin dahi inmesine sebep oluyor. Yoksa bunlar, dünya metaı karşısında zayıf kimseler miydi?” Ayetin nüzul sebebi ile ilgili rivayetlere baktığımızda, bu sorunun cevabını net bir şekilde bulmaktayız. Mesele, dünyayla ilgili veya birtakım basit ganimetler elde etmekten ibaret değildir. Gerek muhacirler gerekse ensar zaten savaşta elde edecekleri şeyin çok daha fazlasını Allah-u Teâlâ yolunda, İslam davası için hiç beklemeden, zerre kadar tereddüt etmeden verdiler. O halde mesele başkadır. Sahabeler kendilerine verilen ganimeti, savaşta Allah-u Teâlâ için ne kadar mücadele ettiklerinin bir alameti olarak görüyorlardı. Elde edilen ganimet eğer fazla ise, savaşta Allah-u Teâlâ için o nispette çaba gösterildiğinin bir göstergesidir. İşte meseleye bu yönden bakıyorlardı. Fakat böyle olsa bile, hiçbir zaman Müslümanların aralarındaki İslam bağını zedeleyecek bir hareket yapmamaları, bir söz söylememeleri gerekir. Zira bu bağ, imanın gerektirdiği bir bağ olup her şeyden üstündür. Bu bağın olmadığı yerde iman söz konusu değildir. O nedenle dünyada hiçbir şeyin bu bağı zedelemesine izin verilmemeli, yol açılmamalıdır. İşte sahabeler bu konuda yanlış yaptıklarının farkına vardılar. Ebu Umame el-Bahili diyor ki: “Ubade b. Samit'e Enfal: 1 ayeti hakkında sordum. Bana şöyle cevap verdi: "Enfal: 1 ayeti, biz Bedir'e katılanlar hakkında, ganimet konusunda ahlakımız kötüleşip de ihtilafa girdiğimiz za- 528 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:1 manda indi. Allah-u Teâlâ ganimeti bizim elimizden aldı ve dağıtma yetkisini Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e verdi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de Bedir Savaşı'na katılan Müslümanlara ganimetleri eşit olarak dağıttı."(30) Allah-u Teâlâ bu ayetle, sahabelerin savaşta elde ettikleri bütün ganimetleri ellerinden aldı. Böylece artık elde edilen ganimetler onlara ait değil, Allah-u Teâlâ’ya ait olmuştur. Ganimetler üzerinde Müslümanların hiçbir hakları kalmadığı için artık bu konuda Müslümanların birbirleriyle tartışmalarına, ihtilafa düşmelerine gerek yoktur. Daha önceki ümmetlere ganimetler verilmiyordu. Allah-u Teâlâ’nın Müslümanlara ganimet vermesi, O’nun fazlından, ikramındandır. Rasulüne ganimetleri nasıl dağıtacağına dair de hüküm bildirmiştir. Allah-u Teâlâ bu şekilde Müslümanları hem sözle hem de amelle terbiye ediyor ve aynı anda onları imtihan ediyor. Öyle ki; önce ihtilaf ettikleri, herkesin kendi hakkı olduğunu zannettiği ganimetleri ellerinden alıyor ve kimsenin ganimetler üzerinde hakkı olmadığı açıklanıyor. Sonra kendilerine hitaben: "Allah'tan korkun" deniliyor. Elbette bu hitap, iman edenlere yöneliktir. Zira gerçek manada Allah-u Teâlâ’dan korkmayan bir kişi, Allah-u Teâlâ’nın emrine boyun eğmez. İşte Allah-u Teâlâ hükmünü verdikten sonra, bu hükmün uygulanması için imanın gerektirdiği kalpteki Allah korkusunu hatırlatıyor. Evet, her ne kadar bu ganimetleri elde etmenin amacı dünyalık için değilse de, Allah-u Teâlâ için savaşta gösterilen çabanın bir alameti olarak kabul edildiğinden arzulansa da, bu, hiçbir zaman Müslümanların aralarındaki İslam (30) Ahmed Müsned'inde 7/558’de hasen senetle rivayet etti. ENFAL:1 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 529 bağını zedeleyecek söz ve hareket sarf etmelerine sebep olmamalıdır. İnsan bazen nefsine uyup da Allah-u Teâlâ’nın razı olmadığı bir amel işleyebilir. Fakat kalbinde gerçekten iman olan bir mü’mini hakka döndürmek ve kendisini düzeltmesine yardımcı olmak için ona Allah-u Teâlâ korkusunu hatırlatmak yeterlidir. Çünkü imanı, onu, Allah-u Teâlâ’nın azabından korkmaya sevk eder. Allah-u Teâlâ’nın hükmü hatırlatıldığı halde kendisinde bir düzelme görülmeyen kimsenin ise kalbinde ne iman vardır ne de Allah korkusu. İşte bu nedenle Allah-u Teâlâ bu ayette, hakiki bir iman ile iman etmiş olanlara kalplerindeki Allah korkusunu hatırlatıyor ve bu şuura ve hisse etki ederek onlara hitap ediyor. O halde mü’min olan kimse Allah-u Teâlâ ve rasulüne itaate sevk edilmek isteniyorsa, ona kalbindeki takva ve Allah korkusu hatırlatılmalıdır. Zira iman, sadece dilde tekrarlanan birtakım sözlerden ibaret değildir. Pratik hayatta etkisi görülmeyen imanın kalpte yeri yoktur. Nitekim pratiğe dökülen hareketler, kalpte bulunan imanın tercümanıdır. Ubeydullah b. Umeyr el-Leysî şöyle dedi: “İman temenniyle, dış görünüşle değildir. O, akledilen bir söz ve yapılan bir ameldir.”(31) Zekeriye şöyle diyor: “Hasen el-Basri'nin şöyle söylediğini duydum: "İman belli ümitlerle, belli temennilerle değildir. O, (31) (Ahmed b. Hanbel Müsned'inde 4/81, hadis no: 1212. Bu rivayet Rasûlullah'a merfu olarak sahih değildir. Fakat maktu' (kesintili) olarak hasendir) DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:1 530 kalpte yerleşen ve amel ile doğrulanandır."(32) İslam Cemaatinin Sağlam Temel Üzere Olması: Allah-u Teâlâ bu ayette, mü’minleri takvaya, yani; kendisinden korkmaya, Müslümanların arasını ıslah etmeye ve Allah-u Teâlâ ve rasulüne kayıtsız şartsız itaat etmeye davet ediyor. Zira ayette belirtilen takva (Allah korkusu), Müslümanlar arasındaki kardeşlik bağını ıslah etmek, Allah ve rasulünün emirlerine tereddütsüz itaat etmek İslam cemaatinin iyi ve sağlam olmasının temelidir. Aksi takdirde eğer İslam cemaatinin fertleri Allah-u Teâlâ’dan tam manasıyla korkmaz, aralarındaki kardeşlik bağını muhafaza etmez ve Allah ve rasulünün emrine tereddütsüz bir şekilde itaat etmezse, her ne kadar kendilerine İslam cemaati ismini verseler de gerçek bir İslam cemaati sayılmazlar. Çünkü Allah-u Teâlâ bu ayette mü’minlere öncelikle; “Eğer gerçekten mü’min iseniz” şeklinde hitap etmiş, sonra da gerçek mü’min sayılabilmeleri için yerine getirmeleri gereken hususları onlara açıklamıştır. Öyleyse ayette belirtilen hususları yerine getirmeyen kişi gerçek mü’min sayılmadığı gibi aynı şekilde bu hususları yerine getirmeyen cemaat de İslam cemaati sayılamaz. Bu ayette mü’min bir kimseden istenen; imanın kemali değil, geçerli imanın yerine getirilmesidir. Bu sebeple, ayetteki "Eğer gerçekten mü'min iseniz" sözünü "Eğer kemal imana sahip iseniz" olarak tevil etmek yanlıştır. Zira böyle bir tevil yersiz olup sonraki ayette gerçek manada iman eden mü’minlerden haber verilmektedir. Bu ayette ise geçerli imanın nasıl olması gerektiği bildirilmektedir. ( 32 ) (İbn Ebi Şeybe Müsannef’inde 11/22. Bu rivayet Rasûlullah’a merfu olarak sahih değil, maktu' (kesintili) olarak sahihtir) ENFAL:1 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 531 Her kim geçerli imanı pratik hayatta ortaya koymazsa o kimsenin imanı ancak batıl olan, geçerli olmayan imandır. Öyleyse İslam cemaatinin fertleri Allah-u Teâlâ’dan hem gizlide hem de aşikârda korktukları, şeriatın emirlerini tereddütsüz bir şekilde uygulamak suretiyle Allah-u Teâlâ ve Rasulüne tam manasıyla itaati sağladıkları, aralarındaki iman ve kardeşlik bağını zedelemekten uzak durdukları takdirde, işte o zaman gerçekten iman etmiş kimselerden sayılırlar. Böylece ancak bu vasıflara sahip bir cemaat birbirine sımsıkı kenetlenir ve emri altında oldukları liderlerine ihlâsla bağlanırlar. Ve işte bu sıfatlara haiz olan cemaat, Allah-u Teâlâ’nın kendilerini muzaffer kılacağı taifetu'l-mansura cemaatidir. Ayetten Çıkan Hükümler: 1 – Sahabeler, kendi dinleriyle ilgili meseleleri öğrenmede oldukça gayretliydiler. Bu amaçla dinlerini öğrenme konusuna çok önem vermiş ve böylece öğrenmek istedikleri meselelerde sorular sorarak bu hususta büyük çaba harcamışlardır. Çünkü dinle ilgili meseleleri öğrenme konusunda ihmalkârlık gösteren, elinden gelen çabayı göstermeyen kişi dinini önemsemiyor demektir. Oysa gerek sahabeler ve gerekse gerçek mü’minler böyle değildirler. Bilakis onlar dinlerini önemsemekte olup Allah-u Teâlâ’nın kendilerine emrettiği ve yasakladığı şeyleri öğrenmek için güçlerinin yettiğince çaba sarf ederler. 2 – Şer'i hükümlerin gerçek kaynağı sadece Allah-u Teâlâ’dır. Rasul ise, Allah-u Teâlâ’dan aldığı hükmü bildirir. Bu nedenle Allah-u Teâlâ’nın indirdiği hükümlerle ilgili herhangi bir şey öğrenilmek istendiğinde, yalnızca Allah'ın indirdiği kitaba ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in Allah-u Teâlâ’dan bildirdiği sünnetine bakılır. Zira esas 532 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:2 şer'i kaynaklar sadece Kur’an ve sahih sünnettir. Diğer kaynaklar ise bu iki kaynağa bağlıdır. GERÇEK MÜ’MİNLERİN SIFATLARI ﺖﻴﻠﺇﹺﺫﹶﺍ ﺗ ﻭﻢﻬﺖ ﻗﹸﻠﹸﻮﺑ ﺟﹺﻠﹶ ﻭ ﺍﻟﻠﱠﻪﺮ ﺇﹺﺫﹶﺍ ﺫﹸﻛﻳﻦﻮﻥﹶ ﺍﻟﱠﺬﻨﻣﺆﺎ ﺍﻟﹾﻤﻤﺇﹺﻧ (٢) ﻛﱠﻠﹸﻮﻥﹶﻮﺘﻢ ﻳ ﻬﹺﺑﻠﹶﻰ ﺭﻋﺎ ﻭﺎﻧﻢ ﺇﹺﳝ ﻬﺗﺍﺩ ﺯﻪﺎﺗ ﺁﻳﻬﹺﻢﻠﹶﻴﻋ 2 – Mü'minler ancak o kimselerdir ki; (yanlarında) Allah zikredildiği zaman korkudan (huşudan) kalpleri titrer, ayetleri kendilerine okunduğu zaman (manasını bilerek dinleyip okudukları için) imanları artar ve yalnız Rablerine tevekkül ederler. Allah-u Teâlâ önceki ayette; imanın sadece dille söylemekten ibaret olmadığını, Allah-u Teâlâ’nın bütün emirlerine itaat edilmesi gerektiğini, aksi halde Allah-u Teâlâ’nın istediği imanın söz konusu olmayacağını bildirdikten sonra, bu ve sonraki ayette gerçek mü'minlerin bazı sıfatlarını haber veriyor. Bunlar: 1 – Yanlarında Allah-u Teâlâ zikredildiğinde korkudan kalplerinin titremesi, 2 – Kendilerine Allah-u Teâlâ’nın ayetleri okunduğunda imanlarının artması, 3 – Yalnız Allah-u Teâlâ’ya tevekkül etmeleri, 4 – Namazı rükün ve şartlarını yerine getirerek kılmaları, 5 – Allah-u Teâlâ’nın kendilerine verdiği rızıktan infak etmeleridir. ENFAL:2 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 533 İşte bu sıfatlar gerçek mü’minlerde bulunması gereken sıfatlardır. Allah-u Teâlâ bu sıfatların bazılarını bu ayette zikretmiştir. “Mü'minler ancak o kimselerdir ki; (yanlarında) Allah zikredildiği zaman korkudan (huşudan) kalpleri titrer…” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında mü’minlerde bulunması gereken birinci sıfatı bildiriyor. İşte bu sıfat; yanlarında Allah-u Teâlâ zikredildiğinde kalplerinin korkuyla titremesidir… Zira Mü’minler, yanlarında Allah-u Teâlâ zikredildiğinde huşu duyarlar ve böylece kalpleri O’nun azamet ve büyüklüğünü hissetmek suretiyle titrer. İşte bu şekilde Allah-u Teâlâ’nın kendilerine yaptığı korkutmaları hatırlayıp, O’ndan korkulması gerektiği gibi tam olarak korkarlar. Allah-u Teâlâ başka bir ayette şöyle buyuruyor: “(Ey Muhammed) Mütevazı ve ihlâslı olanları (Allah’ın hoşnutluğu ile) müjdele! Onlar; (yanlarında) Allah zikredildiğinde korkudan kalpleri titreyen, uğradıkları musibetlere sabreden, namazı (rükün ve şartlarını yerine getirerek) dosdoğru kılan, kendilerine verdiğimiz rızıklardan (hak yolunda) infak edenlerdir.” (Hacc: 34-35) “ayetleri kendilerine okunduğu zaman (manasını bilerek dinleyip okudukları için) imanları artar…” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında mü’minlerde bulunması gereken ikinci sıfatı bildiriyor. Bu sıfat ise; kendilerine Kur’an okunduğunda imanlarının artmasıdır. Zira Kur’an-ı Kerim ayetleri mü’minlere okunduğunda onlar okunan ayetleri manasını bilerek dinlerler de bu durum, onların imanlarını ve yakinlerini daha çok artırır, daha fazla titizlikle salih amel işlemeye sevk eder. Çünkü bir kim- 534 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:2 seye deliller ne kadar çokça sunulmak suretiyle sürekli olarak hatırlatılırsa, kalpteki yakin ve inancın kuvveti de o derece artar. Burada kastedilen yakin, şüphenin karşıtı değildir. Zira şüphenin karşıtı olan yakin, her mü'minde bulunması gereken bir sıfattır. Nitekim mü’minin şeksiz şüphesiz iman etmesi gerekir. Çünkü iman, zerre kadar şüpheyi kaldırmaz. O halde burada kastedilen; mutmainliğin derecesini artırmaktır. Öyle ki; mü’mine bir mesele hakkında Allah-u Teâlâ tarafından gelmiş bir delil sunulduğunda teslim olur ve şeksiz şüphesiz iman eder. Buna ikinci, üçüncü, dördüncü delil eklendiğinde ise mutmainliği daha çok artar. Tıpkı insanın duyduğu şeye iman etmesi, fakat gözüyle gördüğü veya hissettiği zaman imanındaki mutmainliğin daha çok pekiştirilmesi gibi... İşte gerçek mü'minlerin kalp mutmainliği, Allah-u Teâlâ’nın ayetlerini her duyduklarında veya her okuduklarında daha çok pekişir. Şu bir gerçek ki; bir şeyi gözle görmek, elbette duymaktan daha inandırıcıdır. Aynı şekilde bir şeyi hissetmek, duymaktan daha kanaat vericidir. Tıpkı İbrahim aleyhisselam'ın durumunda olduğu gibi... İbrahim aleyhisselam gerçek bir mü'min idi. Buna rağmen Rabbinden, ölüleri nasıl dirilteceğini göstermesini ve dirilişin nasıl olduğunu görmeyi istedi. Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: “İbrahim: "Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster" demişti. (Allah ona): "Yoksa inanmıyor musun?" deyince (İbrahim): "Hayır! (inanıyorum) fakat kalbimin mutmain olması için (istiyorum)" dedi.” (Bakara: 260) Bu ayet gösteriyor ki; kalpteki mutmainlik, imanın en yüksek ve en kuvvetli derecesidir. ENFAL:2 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 535 Bu ayete benzer bir başka ayette Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: “İmanlarına iman katmaları için mü’minlerin kalplerine huzur ve sükûnet indiren O’dur. Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Muhakkak ki Allah, her şeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Fetih: 4) Yine bir başka ayette Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: “(Kur’an’dan) Bir sure indiği vakit, kâfirlerden bazıları birbirlerine (alay ederek) şöyle derler: "Bu (sure) hanginizin imanını artırdı?" Doğrusu (inen sure) iman edenlerin imanını kuvvetlendirir. Onlar, (bundan sevinç duyarak) birbirlerine müjdelerler.” (Tevbe: 124) “ve yalnız Rablerine tevekkül ederler.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında mü’minlerde bulunması gereken üçüncü sıfatı bildiriyor. Bu sıfat ise; sadece Allah-u Teâlâ’ya tevekkül etmeleridir. Zira gerçek mü’minler sadece Allah-u Teâlâ’ya güvenir, Allah-u Teâlâ’nın belirlediği sebepleri yerine getirdikten sonra bütün işlerinin sonucunu O'na bağlarlar. Ferahlıkta ve sıkıntıda yalnızca O'na sığınırlar. Her şeyi yalnız O'ndan bekler, ihtiyaçları olduğunda yalnız O'na yönelir, ihtiyaçlarını yalnız O'ndan isterler. Kim Allah-u Teâlâ’nın belirlediği sebepleri yerine getirdikten sonra bütün işlerinin sonucunu Allah-u Teâlâ’ya havale eder ve her şeyin Allah-u Teâlâ’nın elinde olduğuna yakinen inanırsa, işte o kimse gerçek iman ehlindendir. Sebepleri terk edip Allah-u Teâlâ’ya güvenmek ise sahih değildir. Bu şekilde sebeplere sarılmadan harekete geçmenin ismi tevekkül değil, tevaküldür. 536 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:2 Ayetten Çıkan Hükümler: 1 – İslam ümmetinin kuvvetli ve aziz olabilmesi şu üç şeye bağlıdır: a) Gizli ve açık her halde tam manasıyla Allah-u Teâlâ’dan korkmak, b) Fertler arasında, Allah-u Teâlâ’nın istediği şekilde sağlam ve salih bir bağ kurmak. c) Her konuda sadece Allah-u Teâlâ’ya ve rasulüne itaat etmek. 2 – Cumhuru ulema ayette geçen; "imanları artar" sözünü; imanın yalnız kalpte olmayacağına, amellerin de imandan olduğuna, amel konusunda imanın arttığına ve eksildiğine delil olarak göstermişlerdir. Temel meselelerde iman aynıdır; artmaz, eksilmez. Ama salih ameller konusunda imanda artma ve eksilme söz konusu olabilir. “İman artar, eksilir” diyen âlimler, artma ve eksilmenin sadece amel konusunda olabileceğini söylemişlerdir. Ebu Hanife'ye göre; amel imandan değildir. Bu sebeple iman artmaz ve eksilmez. İmam Ebu Hanife radıyallahu anh, "iman artmaz, eksilmez" sözü ile Müslümanların amelleri bakımından dereceleri artmaz, eksilmez demek istememiştir. "İman edilmesi gereken şeyler artmaz, eksilmez" demek istemiştir ki zaten cumhurun da görüşü budur. O halde cumhur ile Ebu Hanife arasında gerçek manada bir fark yoktur. Çünkü Ebu Hanife radıyallahu anh'ın “iman artmaz, eksilmez” dediği şeylerde cumhur da artma ve eksilme olmayacağını söylemektedir. Cumhura göre; ameller, imandandır. Ameller eksilir, artar olduğu için buna göre iman da artar, eksilir. Ebu Hanife ise ameli imandan ENFAL:3 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 537 saymadığı için "iman artmaz, eksilmez" demiştir. Ama bu demek değildir ki; daha çok amel işleyenlerin dereceleri artmaz. Ebu Hanife de, insanların yaptıkları amellere göre dereceleri artar veya eksilir demektedir. GERÇEK MÜ’MİNLERDE BULUNAN DİĞER SIFATLAR (٣) ﻘﹸﻮﻥﹶﻨﻔ ﻳﻢﺎﻫﻗﹾﻨﺯﺎ ﺭﻤﻣﻠﹶﺎﺓﹶ ﻭﻮﻥﹶ ﺍﻟﺼﻴﻤﻘ ﻳﻳﻦﺍﻟﱠﺬ 3 – Onlar, namazlarını (rükün ve şartlarını yerine getirerek) dosdoğru kılar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan da (Allah yolunda) infak ederler. Allah-u Teâlâ önceki ayette gerçek mü’minlerin sıfatlarını zikretmişti. Bu ayette ise mü’minlerde bulunan diğer sıfatları açıklıyor. “Onlar, namazlarını (rükün ve şartlarını yerine getirerek) dosdoğru kılar…” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında mü’minlerde bulunması gereken dördüncü sıfatı bildiriyor. Bu sıfat ise; namazlarını dosdoğru kılmalarıdır. Zira gerçek mü’minler; namazı sadece birtakım hareketler yaparak değil, bütün rükün ve şartlarını tam manasıyla yerine getirerek eda ederler. “ve kendilerine verdiğimiz rızıktan da (Allah yolunda) infak ederler.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında mü’minlerde bulunması gereken beşinci sıfatı bildiriyor. Bu sıfat ise; Allah-u Teâlâ’nın, kendilerine verdiği rızıktan infak etmeleridir. Zira gerçek Mü’minler, Allah-u Teâlâ’nın kendilerine rızık 538 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:3 olarak verdiği şeylerden; farz olan zekâtı verir, mendup ve müstehap olan harcamaları Allah-u Teâlâ’nın istediği şekilde yapar, ihtiyaçlı olanları gözetir ve İslam davası ilerlesin diye cihad yolunda harcarlar. Allah-u Teâlâ mü'minlerden işte bu amelleri yerine getirmelerini istiyor ve ancak bunları tam manasıyla yerine getirenlerin gerçek mü'min olduklarını bir sonraki ayette şöyle bildiriyor: “İşte onlar, gerçek mü’minlerdir. Onlar için Rableri katında (yaptıkları amellere göre) dereceler vardır. (İşledikleri günahlardan tevbe ettikleri için) Onlara mağfiret ve (cennette) bolca güzel rızık da vardır.” (Enfal: 4) O halde, bir kimsenin Allah-u Teâlâ’nın istediği gerçek imana ulaşabilmesi için her iki ayette zikredilen vasıfların tümüne sahip olması gerekir. Bu vasıflara sahip olmayan kişi Allah-u Teâlâ katında mü’min değildir. Bu sebeple bu kimseler hakkında “Mü’mindir ama kâmil imana ulaşmamıştır” veya “Bu sıfatlara haiz olduğunda kâmil imana erişir” denilmez. O yüzden bir kimse bu sıfatlardan sadece bir tanesini bile eksiltirse bilsin ki; onun imanı yoktur. Zira bu surenin ikinci ayetinde geçen “ﺎﻤﻧ ”ﺍedatı hasr edatı olup hem tekidi ifade etmekte hem de bir sınırlama yapmakta olup ancak bu sıfatlara haiz olanlar gerçek mü’mindir, haiz olmayanlar ise mü’min değildir, manası verir. Bu sebeple Allah-u Teâlâ bu surenin dördüncü ayetinde bu gerçeği pekiştirmek için bir tekid daha getirmiş ve “ـﻘﺎ ”ﺣlafzını kullanarak “İşte onlar, gerçek mü’minlerdir.” buyurmuştur. Öyleyse ayette geçen “ـﻘﺎ( ﺣgerçek manada)” lafzı şunu ifade eder: Belirtilen bu sıfatlara sahip olmayan kişi asla mü’min olamaz. ENFAL:3 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 539 Bu açıklamaya göre; bu ayeti “mükemmel manada mü’min olamaz” şeklinde yorumlamak çok yanlıştır. Zira Allah-u Teâlâ ayette “mükemmel imana sahip olanlar” gibi bir lafız kullanmamış, bilakis hem ikinci ayette hem de dördüncü ayette tekidle bu imanın gerekli ve istenilen bir iman olduğunu vurgulamıştır. Sahabeler de ayeti, zikredilen vasıfları barındırmayan kişilerin mü'min olmayacağı, imanı bulmuş sayılmayacağı şeklinde anlamışlardır. İbn Abbas, Enfal: 2 ayetini tefsir ederken şöyle demiştir: “Münafıklar öyle kimselerdir ki; -farzları eda ederkenokudukları ayetten kalplerine hiç bir şey girmez, Allah-u Teâlâ’nın ayetlerinden hiçbirine inanmaz ve O’na tevekkül de etmezler. Kimsenin kendilerini görmediği zamanlarda namaz kılmaz, mallarının zekâtını vermezler. İşte Allah-u Teâlâ bu ayette, onların mü'min olmadıklarını bildiriyor ve sonra gerçek mü’minin kimler olduğunu vasfederek şöyle buyuruyor: “Mü'minler ancak o kimselerdir ki; (yanlarında) Allah zikredildiği zaman korkudan (huşudan) kalpleri titrer.” (Enfal: 2)” (İbn Ebi Hatim Tefsir'inde, senedi hasendir.) Her iki ayette geçen bu sıfatların gerçek manalarına bakıldığında; bu sıfatlar olmadan imanın gerçekleşmesinin mümkün olmadığı anlaşılmaktadır. Bu sıfatlardan bir tanesi eksilirse, imanın varlığı söz konusu olmaz. Öyleyse gerçek mü’minde bulunması gereken, bir tanesinin bile bulunmaması halinde imanın varlığının söz konusu olmayacağı her iki ayette bildirilen sıfatları, önemine binaen tekrar gözden geçirmekte fayda vardır. Bu sıfatlar şöyledir: 540 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:3 1 – Yanlarında Allah-u Teâlâ zikredildiğinde korkudan kalplerinin titremesi. Allah-u Teâlâ’nın korkutmasını duyduğu zaman bu söz kendisinin eksikliğini gidermeye, amelini düzeltmeye, kendisini Allah-u Teâlâ’nın emirlerine itaat etmeye sevk etmeyen kimsenin kalbinde iman yoktur. Gerçek mü’min, Allah-u Teâlâ’nın korkutmasını duyduğu anda kalbini öyle bir korku, öyle bir titreme sarar ki; ancak Allah-u Teâlâ’nın istediği şekilde hareket ettiğinde o korku diner ve Allah-u Teâlâ’nın yasakladığını terk ettiğinde kalbindeki o titreme, o rahatsızlık kaybolur. Öyleyse Allah-u Teâlâ’nın azabı, yanında zikredildiği halde bundan kalbi titremeyen ya da ürpermeyen bir kimse mü'min olabilir mi acaba? Zira kişi Allah-u Teâlâ’nın ayetlerini duymasına rağmen kalbinde hiçbir şey hissetmiyorsa, o kişinin kalbi ölü demektir. Dolayısıyla Allah-u Teâlâ’nın emirlerini duyup da buna karşılık saygı ve ürperme hissetmeyen ya da bu emirlerin Allah-u Teâlâ katından gelmesi özelliği sebebiyle onlara gereken önemi vermeyen bir kalpte imanın var olduğu söylenemez elbette. 2 – Kendilerine Allah-u Teâlâ’nın ayetleri okunduğunda imanlarının artması. Allah-u Teâlâ Kur’an-ı Kerim’in pek çok yerinde Kur’an’dan etkilenen, böylece Allah-u Teâlâ’nın emirlerine uyma konusunda gayret gösteren, imanlarından asla taviz vermeyen ve onu korumanın mücadelesini veren kişilerin kimler olduğunu bildiriyor. İşte bu ayetlerden ancak mü’min olanlar istifade ederler. Bu konuda bizler için en güzel örnek sahabelerin tutumudur. El-Kasım b. Avf eş-Şeybani radıyallahu anh şöyle dedi: “İbn Ömer'in şöyle söylediğini işittim: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e helaller ve ha- ENFAL:3 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 541 ramlar, emirler ve yasaklar konusundaki ayetler inmeden önce her birimizin kalbine iman yerleşmiş olurdu. Sonra sureler iner ve hangi meselenin üzerinde durmamız gerektiğini inen ayetlerden öğrenirdik. Fakat şimdi görüyorum ki; imanı sağlamadan Kur’an okuyan bir zümre türedi. Onlar Fatiha’dan başlayarak Kur’an’ın tümünü hatmetmelerine rağmen, okudukları ayetlerin emrini ve yasağını düşünmez, helalleri ve haramları bilmezler. Allah’ın ayetlerini hiç anlamadan, önem vermesi gereken noktaları düşünmeden okuyup geçerler.”(33) Sahabeler Kur’an’dan işte bu şekilde istifade ederlerdi. Çünkü onlar henüz Kur’an’ı okumadan önce ona hakkıyla iman etmişler ve sahip oldukları bu iman sebebiyle kendileriyle Kur’an’ın arasındaki bağı engelleyen perde kalkmıştı. Bu sebeple de duydukları Kur’an ayetleri direkt kalplerine hitap etmiş, onun okunuşunun verdiği tatlılığı hisseder olmuş ve ondan öğrendikleri her bir emir ve yasağı net olarak anlayıp hiçbir tereddüte mahal bırakmadan pratiğe dökmüşlerdi. Üstelik onlar imanın sadece dille söylemekten ibaret olmadığını da çok iyi kavramışlar ve pratiği olmayan bir imanın, Allah-u Teâlâ’nın istediği iman değil, bilakis münafıkların imanı olduğunu, böyle bir imanın ise dünyada birtakım menfaatler elde etmek için dille söylenen kuru bir sözden başka bir şey olmadığını çok iyi anlamışlardı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile Haris b. Malik el-Ensari radıyallahu anh arasında geçen konuşma bu konuda ders alınması gereken güzel bir örnektir. Haris b. Malik el-Ensari, bir gün Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanından geçiyordu ki, Rasûlullah ( 33 ) İbni Mendeh rivayet etti ve “Bu rivayetin senedi Müslim'in şartlarına göre sahihtir” dedi. 542 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:3 sallallahu aleyhi ve sellem ona: "Ey Haris! Nasıl sabahladın?” diye sordu. Haris: "Gerçek mü'min olarak sabahladım." deyince Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ona: "Ne söylediğine dikkat et! Her şeyin bir hakikati vardır. Sözle söylemek yetmez. Senin imanının hakikati (delili ve alameti) nedir?" buyurdu. Haris radıyallahu anh, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e şöyle cevap verdi: “Artık gözümde dünyanın zerre kadar değeri yoktur. Nefsim dünyadan hiçbir şey arzulamıyor. Ahireti elde etmek içinse geceleyin ibadet yapıyorum. Kalbim mutmain olarak gündüzümü geçiriyorum. Sanki Allah'ın arşını gözümle açık bir şekilde görüyormuş gibi hissediyorum. Cennette bulunanların güzel bir şekilde birbirlerini ziyaret edişleri hep gözümün önünde canlanıyor. Cehennemdeki insanların nasıl ağladıklarını, azap ile nasıl çığlıklar attıklarını gözümle görüyor gibi hissediyorum. İşte ben böyle bir haldeyim.” Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ona üç kere: "Ey Haris! Sen gerçek imanın nasıl hissedildiğini bildin. Sakın bundan ayrılma!" buyurdu.(34) Öyleyse Allah-u Teâlâ’nın ayetlerini duyduğu, okuduğu, dinlediği zaman etkilenmeyen bir kalp, gerçek manada iman etmiş bir kalp değildir. Çünkü Kur’an direkt kalbe hitap etmektedir. O halde kendisine direkt hitap eden Kur’an’dan bir şey hissetmeyen kalpte mutlaka bir perde vardır ki, o da küfür perdesidir. Küfür Allah-u Teâlâ’nın ayetleriyle kalp arasında bir perde şeklindedir. Bu küfür (34) Taberani, el-Mu'cemu'l-Kebîr c: 3 s: 430 hadis no: 4289. İbn Ebi Şeybe Musannef'inde 15/622 hadis no: 31062. Beyhaki, Şu’âbu’l-İmân 14/158. Bu hadis hasenun li-gayrihi’dir. ENFAL:3 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 543 perdesi kalktığında kişi Kur’an’ın emirlerinin güzelliğini anlar. İşte o zaman kalp, Allah-u Teâlâ’nın hitabını (kelâmını) tam manasıyla hisseder. 3 – Yalnız Allah-u Teâlâ’ya tevekkül etmeleri. O mü’minler ki; yalnız Allah-u Teâlâ’ya tevekkül eder, yalnız O'ndan yardım ister, isteklerinin tümü için yalnız O'na yönelir, yalnız O'ndan bekler, O'na rağbet ederler. İhtiyaçlarını sadece O'ndan talep ederler. Kesin olarak bilirler ki, Allah-u Teâlâ’nın dilediği şey olur, dilemediği şey ise asla olmaz. Her şey üzerindeki tasarruf sahibinin O olduğunu çok iyi bilir; O'nun ortağı olmadığına, hükmünde takipçisi olmadığına ve hesabı hızlı olarak göreceğine kesin bir şekilde iman ederler. Said b. Cübeyr radıyallahu anh şöyle dedi: "Allah-u Teâlâ’ya tevekkül, imanı bütünüyle bünyesinde toplayan bir husustur." Gerçek manada sadece Allah-u Teâlâ’ya tevekkül etmek; Allah'a ibadette ihlâslı olmak ve sadece Allah'a ibadet etmek demektir. Nasıl ki şirk ile tevhidin bir arada aynı kalpte bulunması imkânsız ise aynı şekilde bir kalpte hem Allah'a hem de başkasına tevekkül bir arada bulunamaz. Bu sebeple eğer bir kimsenin kalbinde Allah-u Teâlâ’dan başkasına tevekkül varsa, kalbindeki imanı kontrol etmesi gerekir. Zira böyle bir durumda kalpte iman yok demektir. Sadece Allah-u Teâlâ’ya tevekkül etmek, sebepleri elde etmeye engel değildir. Mü'min olan kulun, Allah'a iman ettiği ve emrine itaat ettiği için sebeplere sarılması gerekir. Çünkü Allah-u Teâlâ sebeplerin yerine getirilmesini emretmektedir. Fakat sebeplerin sonuçları doğurduğunu düşünmemek, sebep bulunduğunda muhakkak sonuç elde edileceğine inanmamak gerekir. Nitekim sebepler yerine getirildiği halde her zaman sonuç gerçekleşmeyebilir. 544 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:3 Sonuçlar, Allah-u Teâlâ’nın elindedir. Sebepleri yerine getirmek, Allah'a yapılan bir ibadettir. Çünkü Allah'ın emrettiği şeyleri yerine getirmektir. Fakat sebeplere değil, Allah'a güvenilir. Sonuçları elde etmek için sebeplere güvenen kişi, Allah-u Teâlâ’ya tam manasıyla iman etmiş, tam manasıyla tevekkül etmiş değildir. Nasıl ki sebepler Allah’ın kaderine ait ise, sonuçlar da Allah'ın kaderine aittir. Mü'min olan bir kişi sebep ile sonucun kesin olarak birbiriyle alakalı olduğuna, yani; sebeplerin varlığında muhakkak sonucun da elde edileceğine inanmaz. Zira mü'min bilir ki; sebepleri yerine getirmek Allah-u Teâlâ’nın emrine itaattir, ibadettir. Fakat meydana gelen sonuç; sebeplere değil, Allah-u Teâlâ’nın takdirine bağlıdır. Bu yüzden kendisini kesinlikle sebeplere bağlamaz. Çünkü sebeplere bağlanmak, sebeplere ibadet etmektir. Bu ise şirktir. Sebeplerin yerine getirilmesi konusunda Allah-u Teâlâ’nın kesin emri vardır. Mü'min Allah'a itaat olarak sebepleri yerine getirmeye çalışır. Böyle yaptığında Allah'ın emrine itaat etmiş ve günah işlememiş olur. Ama sebepler yerine getirildiğinde sonucun elde edilip edilmeyeceğini bilemez. Çünkü bu Allah-u Teâlâ’ya aittir. Örneğin; Allah-u Teâlâ kullarına, rızıklarını helal yoldan elde etmek için çalışmalarını emretti. Bu sebeple kulların çalışmaları gerekir. Aksi halde günah işlemiş olur. Ama kul çalıştığı için muhakkak istediği sonucu elde edemeyebilir. Dolayısıyla sonucu elde etmenin Allah-u Teâlâ’nın takdirine ait olduğuna inanması gerekir. Çalışan kişinin bol para kazanacağı, çalışmayan kişinin de hiç para kazanmayacağı kesin değildir. Evet, para kazanmak için çalışmak bir sebeptir. Bu yüzden helal yoldan para kazanmak için çalışmak gerekir. Ve bu; Allah'ın bir emridir. ENFAL:3 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 545 Öyleyse sebebi yerine getirmemek, Allah'ın emrini yerine getirmemek demektir. Zira Allah-u Teâlâ, her şeye bir sebep koymuş, o sebepleri yerine getirmeyi emretmiş ve bu sebepleri yerine getirmek için gayret etmenin bir ibadet olduğunu bildirmiştir. Ama kul sebepleri yerine getirmede gayret gösterirken Allah-u Teâlâ’nın takdirini unutup da asla sebeplere bağlanmamalıdır. Zira direkt sebeplere bağlanmak Allah-u Teâlâ’ya sebepler konusunda şirk koşmaktır. Bu konuda verilebilecek bir başka örnek ise şöyledir: Allah-u Teâlâ hastalığı da, onun şifasını verecek ilacı da yaratanın kendisi olduğunu, bu sebeple hastalıktan tedavi olunması ve gerekli ilacın alınması gerektiğini bildirmiştir. Dolayısıyla bir kimse ilaç aldığında "ilaç beni iyileştirecek" veya "doktor beni iyileştirecek" şeklinde bir inanca sahip olmamalıdır. Zira kendisine düşen sadece sebepleri yerine getirmesidir. Ama sebepler yerine getirildiği için sonucun mutlaka elde edileceği inancını taşımamalı, sadece sebebi elde edip, sonucu ise Allah-u Teâlâ’ya bağlamalıdır. İşte gerçek tevekkül budur. Fakat kişinin hastalandığında ilaç almayarak “Nasılsa iyileşmek Allah'a aittir” demesi gerçek tevekkül değildir. Allah belki bu kişiyi ilaç almasa da, tedaviyi aramasa da iyileştirir. Ama sebep aramadığından dolayı bu kişi günah işlemiş olur. 4 – Namazı rükun ve şartlarını yerine getirerek kılmaları. Namazı ikame etmek, namazın sadece hareketlerini eda etmekten ibaret olmayıp rükün ve şartlarını gereği gibi yerine getirmek suretiyle namazı eda demektir. Kalp Allah-u Teâlâ’nın ibadetinden gafil bir şekilde iken sadece birtakım ayetleri okumak, oturmak, rükû ve secde etmek, 546 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:3 namazı ikame etmek sayılmaz. Nitekim Allah-u Teâlâ konuyla ilgili olarak bir ayette şöyle buyuruyor: “Muhakkak ki namaz, fahşadan ve kötülüklerden alıkoyar.” (Ankebut: 45) Yine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu konuda şöyle buyurmuştur: "Kıldığı namaz kendisini fahşa ve münkeri yapmaktan ve zulüm işlemekten uzaklaştırmayanın namazı yoktur." (Taberani, El-Mu’cemu’l Kebir) Bu sebeple sahabeler, zalim emirler ve hâkimler konusunda; “Ya Rasulallah! Onlara karşı savaşalım mı?” diye sorduklarında Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Namaz kıldıkları müddetçe hayır!" buyurmuştur. (Müslim) Maalesef bazı kimseler tarafından bu hadis yanlış anlaşılmış ve emir ve hâkimler Allah-u Teâlâ’nın şeriatıyla hükmetmiyor olsalar bile namaz kıldıkları müddetçe onlara karşı gelmemek gerektiği hükmünü çıkarmışlardır. Öyleyse bu hadisi cahil insanların anladıkları gibi anlamamak ve bu hadisi yanlış anlayanlara şöyle sormak gerekir. “Sizin sözünü ettiğiniz bu emir ya da hâkim, namaz hareketlerini yapıyor ama acaba Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in kastettiği gibi mi yapıyor? Kıldığı namaz onu fahşadan, münkerden, zulümden uzaklaştırıyor mu ki namaz kılmış sayılsın? O halde Allah-u Teâlâ’nın şeriatını bir kenara atıp da beşeri kanunları uygulayan ve bu kanunlara “adil yasalar” vasfını veren bir kişiye, sadece namaz hareketlerini yapması acaba ne gibi bir fayda verebilir ki? Bu vasıflara sahip olduğu halde o kimse sadece bazı hareketleri yapıyor olması sebebiyle acaba namaz kıldı hükmünü alır mı?” Asla namaz kıldı hükmünü almaz! Çünkü söz konusu olan kişinin ortaya koymuş olduğu ve namaz olarak sergi- ENFAL:3 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 547 lediği bu hareketler, münafıkların hareketleri olup bu şekilde davranan kişi namazı ikame etmiş olarak kabul edilemez. Bu açıklamalar çerçevesinde insanların yanlış anladığı, namaz kıldıkları müddetçe zalim emir ve hâkimlerle savaşılmaması gerektiğiyle ilgili hadisi tekrar ve iyice düşünmek gerekir. Öyleyse mü’min olduğunu söyleyen bir kişi nasıl olur da her türlü fahşaya izin veren, her türlü münkeri serbest bırakan, Allah-u Teâlâ’nın şeriatını bir kenara atıp da beşer ürünü kanunları uygulayan bir kişinin imanından bahsedebilir ve kıldığı namazın geçerli olduğunu düşünebilir? Gerçek bir mü’min böyle bir söz asla söylemeyeceği gibi böyle bir inanca da asla sahip olmaz. Çünkü böyle söyleyen bir kimse ne Allah-u Teâlâ’nın kelamını anlamış ne de Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in "Namaz kıldıkları müddetçe hayır (karşı çıkmayın)!" sözünü anlamıştır. 5 – Allah-u Teâlâ’nın kendilerine verdiği rızıktan infak etmeleri. İnsanların ellerinde bulunan malların tümünü onlara Allah-u Teâlâ vermiş olup mallarının bir kısmını zekât ya da sadaka olarak vermelerini kendilerinden istemiştir. Zira Allah-u Teâlâ, insanlara sayısızca nimetler ve pek çok rızık vermiştir. Onlardan istediği ise verdiği sayısız nimetlerin sadece az bir kısmıdır. Öyleyse sahip olduğu her şeyi kendisine verenin Allah-u Teâlâ olduğunu bildiği halde, kendisinden az bir kısmı istendiğinde O’nun rızasını gözeterek vermeyen bir kimsenin imanından nasıl söz edilebilir?! Böyle bir kimsenin mü’min olduğuna inanmak mümkün olabilir mi acaba?! Fakirlerin bulunduğu, Müslümanların ihtiyacı olduğu bir sırada elinde parası olması ve çok rahat yaşamasına, üstelik yardım edebilme imkanına da sahip 548 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:3 olmasına rağmen Allah-u Teâlâ’nın kendisine verdiği maldan bir kısmını vermeyen kişinin imanından hiç söz edilebilir mi?! Ya da zekat zamanı geldiğinde onu vermemek için halden hale, renkten renge, şekilden şekle giren, cimri davranan, adeta vermeme gayretinde olan bir kişinin mü’min olduğuna nasıl şehadet edilebilir?! Bu meseleye pratik şöyle bir örnek verelim: Birisine bolca para vermiş olan bir adamı düşünelim ve para verdiği o kimseye; “Sana verdiğim paranın şu ufak miktar kadar olan kısmını bana ver” diyerek bir istekte bulunsun da o kişi de bunu reddetmiş olsun. İşte böyle bir durumda paranın asıl sahibi, kendisine para verdiği ve o paradan ufak bir miktarı bile kendisine vermekten kaçınan adama: "Elindeki tüm malı sana veren ben değil miyim? Bunun az bir kısmını senden istediğim zaman bana vermiyorsun. Sen nasıl bir insansın? Nasıl bir tabiata sahipsin? Şüphesiz ki sen, nankörlerin en nankörüsün." demez mi? Elbette verdiğine karşılık nankörlük yapana böyle der! Allah-u Teâlâ yolunda harcamak da işte böyledir. Bu yüzden bir yanda Allah-u Teâlâ’ya iman ettiğini söyleyip, diğer tarafta Allah-u Teâlâ’nın kendisine nimetler verdiği ve O’nun yolunda infak etmekten kaçınan bir kişinin “iman ediyorum” şeklindeki iddiası geçersizdir. O halde Allah-u Teâlâ’nın ayetlerinden etkilenmeyen, Allah-u Teâlâ’ya tam manasıyla tevekkül etmeyen bir kalp, Allah-u Teâlâ’nın istediği şekilde namazını kılmayan, Allah-u Teâlâ’nın kendisine verdiği rızıktan Allah-u Teâlâ’nın istediği şekilde vermeyen biri nasıl mü'min sayılabilir ki? Bu ayetler gösteriyor ki; Allah-u Teâlâ’nın bu ayetlerde zikrettiği sıfatlar, gerçek imanın şartlarından ve alametlerindendir. Şüphesiz muhtelif ayetlerde daha tafsilatlı şartlar ENFAL:3-4 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 549 yer almaktadır. Bu ayette üzerinde durulan sıfatlar mevzu ile alakalı olan sıfatlar olup Ku’ran'da bunlardan başka pek çok sıfata başka ayetlerde de değinilmiştir. GERÇEK MÜ’MİNLERE VERİLEN MÜKÂFATLAR ﺓﹲﺮﻔﻐﻣ ﻭﻬﹺﻢﺑ ﺭﺪﻨ ﻋﺎﺕﺟﺭ ﺩﻢﺎ ﻟﹶﻬﻘﻮﻥﹶ ﺣﻨﺆﻣ ﺍﻟﹾﻤﻢ ﻫﻚ ﺃﹸﻭﻟﹶﺌ (٤) ﻛﹶﺮﹺﱘﻕﺭﹺﺯﻭ 4 – İşte onlar, gerçek mü’minlerdir. Onlar için Rableri katında (yaptıkları amellere göre) dereceler vardır. (İşledikleri günahlardan tevbe ettikleri için) Onlara mağfiret ve (cennette) bolca güzel rızık da vardır. Allah-u Teâlâ, önceki iki ayette gerçek mü’minlerin sıfatlarını bildirmişti. Bu ayette ise gerçek mü’min olma vasfını elde eden kimselere katından vereceği mükâfatları haber veriyor. “İşte onlar, gerçek mü’minlerdir.” Allah-u Teâlâ önceki iki ayette gerçek mü’min sıfatını elde etmeyle ilgili beş tane sıfat saymıştı. Bu ayetin bu kısmında ise işte bu sıfatların hepsine birden sahip olan kimselerin gerçek mü’minler olduğunu belirtiyor. Öyleyse bu sıfatlardan bir tanesine bile sahip olmayanlar gerçek mümin olma vasfını elde edemezler. Allah-u Teâlâ’nın "İşte onlar, gerçek mü’minlerdir" sözü, her şeyin bir hakikati olduğunu göstermektedir. İmanın da bir hakikati vardır. Ve bütün âlimler bu görüştedir- 550 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:4 ler. İmanın hakikati ise ancak pratikte belli olur. Zira İman, sadece sözlerden ve iddiadan ibaret değildir. Pratik hayatta canlılığını bulmayan imanın hakikati yoktur ve bu durumda gerçek imandan bahsedilemez. Bütün âlimlere göre imanın bir hakikati vardır. Bu hakikat pratikte belli olur. Kalpteki gerçek imanın hakikati, mutlaka ve mutlaka amellerde kendini gösterir ve bu konuda âlimler arasında hiçbir ihtilaf yoktur. Zira bu konuda ayet açıktır: "İşte onlar, gerçek mü’minlerdir." “Onlar için Rableri katında (yaptıkları amellere göre) dereceler vardır.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında gerçek mü’min olma vasıflarına sahip olan kimselerin cennete gireceğini ve cennette derecelerinin farklı farklı olduğunu haber veriyor. Çünkü her birinin cennete girmesi ve cennette bir dereceye sahip olması dünyada yaptıkları amellere göre olacaktır. Zira belirtilen sıfatların sahibi gerçek mü’minler bile bazen nefislerine uyup günah işleyebilirler. Ama asla ve asla işledikleri günahlar üzerinde ısrar etmez ve yaptıklarından pişman olup samimi bir şekilde tevbe ederler. Bu nedenle ahirette, Allah-u Teâlâ onları bağışlayacaktır. Öyle ki onlar için cennette; hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı, akla hayale gelmeyen nimetler hazırlamıştır. Böylece cennette güzel olan her ne varsa, bu rızıkların hepsi kendilerine sunulacaktır. Cennetteki Dereceler: Ayette geçen “Rableri katında dereceler vardır” sözü; cennette sadece bir derece, yani bir tabaka olmadığını gösterir. Buna göre; cennet, tabaka tabaka olup mü’min bir kimse dünyada yaptığı amellere göre Allah-u Teâlâ katında ENFAL:4 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 551 bir mertebe edinecek ve cennette mertebesine uygun bir tabakaya sokulacaktır. Cennette üst tabakada olanlar, alt tabakada olanların her şeyini apaçık bir şekilde görecektir. Alt tabakada olanlar ise, yalnız üstte bir tabaka olduğunu görecek fakat orada olanların nasıl bir mutluluk ve bir nimet içinde olduklarını göremeyeceklerdir. Ebu Said el-Hudri radıyallahu anh’dan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir. “Cennetin ahalisi birbirlerini göreceklerdir. Alt tabakada olanlar üst tabakadakileri göreceklerdir. Alt tabakadakilerin üst tabakadakileri görmeleri, gökte sönük bir şekilde parlayan uzak bir yıldızın görülmesi gibidir. Bu, aralarında üstünlük olduğu içindir.” Sahabeler: “Ey Allah’ın rasulü! Bu, kimsenin ulaşamayacağı sadece nebilerin derecesi midir?” diye sordular. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Hayır! Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, bu mertebeye Allah’a iman eden ve rasullerini tasdik eden kişiler de ulaşır.” buyurdu. (Buhari, Müslim) Ebu Said el-Hudri radıyallahu anh’dan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir. "Cennette (tabakalar halinde) bulunanlar birbirlerini göreceklerdir. Alt tabakadakiler, üst tabakada olanları gökte çok az parlayan çok uzak bir gezegeni gördükleri gibi görecektir. Ebu Bekir ve Ömer o üst tabakada olanlardandır. Orası ne güzel bir mertebedir."(35) (35) Ahmed, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei, İbn Mace rivayet etmiştir. 552 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:4 Öyleyse cennete girecek olan mü’minler, orada aynı mertebede olmayacaklardır. İhlâslarının derecesine, dünyada yaptıkları amelleri oranında bir mertebeye sahip olacaklar. Aynı şekilde rasuller de cennette aynı derecede değillerdir. Allah-u Teâlâ rasuller hakkında şöyle buyuruyor: “İşte rasuller! Onların kimini kiminden üstün kıldık. Allah onlardan bazılarıyla konuştu, bazılarını da derecelerle yükseltti. Meryem oğlu İsa'ya beyyineler (açık deliller, mucizeler) verdik ve onu Ruhu'l Kudüs'le destekledi.” (Bakara: 253) Hicret edip cihad eden mü’minler, derece olarak hiç hicret etmeyen ya da sadece nefsiyle cihad eden mü’minlerden üstündürler. Allah-u Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor: “İman edip hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler, Allah katında daha büyük dereceye sahiptirler. Kurtuluşa erenler de işte bunlardır.” (Tevbe: 20) Allah-u Teâlâ mü’min kullarının imanının aynı kuvvette olmadığını, amellerinin aynı ve eşit olmadığını bildiği için buna göre onlara cennette mükâfatlar hazırlamıştır. İşte bu, adaletin ta kendisidir! Aynı şekilde cennete girecek olan günahkâr Müslümanlar da aynı derecede olmayacaklar. Cehenneme gelince, o da aynı şekilde tabaka tabakadır. Ve kişi, işlediği küfür, şirk ve günah nispetinde cehennemde bir tabakaya sokulacaktır. Bu sebeple cehenneme girmeleri açısından müşrik ve kâfirler aynı seviyede değillerdir. Zira onlardan her biri işledikleri küfür, şirk ve haramlar oranında cehennemin tabakalarından birinde azap ENFAL:4-5 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 553 olunacaklardır. Münafıklar cehennemde en alt tabakada olacaklardır. Zira kâfirlerden, münafıklar kadar İslam'a zararlı olan kimse yoktur. Bu yüzden cehennemin en alt tabakasında azabın en şiddetlisini tatmayı hak etmişlerdir. BEDİR’DE SAVAŞ İÇİN ÇIKIŞ VE BUNDAN HOŞLANMAYANLAR ﻨﹺﲔﻣﺆ ﺍﻟﹾﻤﻦﺇﹺﻥﱠ ﻓﹶﺮﹺﻳﻘﹰﺎ ﻣ ﻭﻖ ﺑﹺﺎﹾﻟﺤﻚﻴﺘ ﺑﻦ ﻣﻚﺑ ﺭﻚﺟﺮﺎ ﺃﹶﺧ ﻛﹶﻤ (٥) ﻮﻥﹶﻟﹶﻜﹶﺎﺭﹺﻫ 5 – Tıpkı Rabbinin seni hak uğrunda (Bedir’de savaş için) evin (Medine)den çıkardığı gibi... Oysa mü’minlerden bir grup bundan hoşlanmamıştı. Allah-u Teâlâ gerçek mü’minleri ve elde edecekleri mükâfatları bildirdikten sonra bu ayette Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ve sahabelerin Bedir’de savaşmak üzere Medine’den çıkışlarını ve bunu hoş görmeyenleri haber veriyor. Bu ayetin nüzul sebebi hakkında şöyle bir rivayet vardır: Ebu Eyyub el-Ensari radıyallahu anh dedi ki: "Biz Medine'de iken Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, Ebu Süfyan'ın kafilesinin Şam'dan geriye döneceği haberini aldığında, bize şöyle dedi: "Ne diyorsunuz? Haydi, çıkalım, ona saldıralım. Belki Allah o kafileyi bize ganimet kılar ve bize zarar gelmeden o kafilenin mallarını alırız." Bunu elde etmek için Medine'den çıktık. Bir gün veya 554 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:5 iki gün yürüdükten sonra (kafilenin kurtulduğu anlaşılınca), Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem bize: "Ne dersiniz? Onlara saldırıp savaşalım mı?" diye sordu. Biz ona: "Ey Allah'ın rasulü! Onlara karşı çarpışmaya gücümüz yoktur. Biz kafileyi elde etmek için çıktık. Savaşmak için çıkmadık. Bizim orduya karşı çıkacak gücümüz yoktur." dedik. Bunun üzerine Mikdat b. Amr şöyle dedi: “Ya Rasulallah! Allah’ın sana gösterdiği şey için yürü! Devam et! Biz seninle beraberiz. Vallahi biz sana, Beni İsrail’in Musa’ya: “Sen ve Rabbin gidiniz, savaşınız! Muhakkak ki biz, burada oturucularız” dediği gibi demiyoruz. Fakat biz: “Sen ve Rabbin gidip savaşın! Biz de sizinle beraber savaşanlarız” diyoruz. Seni hak ile gönderene yemin ederim ki, sen bizi Berki Gımad’a götürsen elbette seninle birlikte geliriz ve sen oraya varıncaya kadar kılıçlarımızla savaşırız.” Bunun üzerine Allah-u Teâlâ bu ayeti indirdi." (İbn Ebi Hatim, İbn Merdeveyh) “Tıpkı Rabbinin seni hak uğrunda (Bedir’de savaş için) evin (Medine)den çıkardığı gibi... Oysa mü’minlerden bir grup bundan hoşlanmamıştı.” Bu ayette geçen; ( ﻛﹶﻤﺎﹶgibi) edatı teşbih edatıdır. Bu teşbihin (benzetmenin) neye benzetildiği ve önceki ayetle ne gibi bir bağlantısı olduğu konusunda değişik görüşler vardır. ENFAL:5 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 555 Bazı âlimler şöyle dediler: Allah-u Teâlâ’nın ganimetlerin dağıtımı hakkındaki hükmü konusunda genç sahabelerin razı olmalarına rağmen hoşlanmamaları, bazı sahabelerin Medine'den çıktıktan ve kervan kaçtığından dolayı hazırlıksız savaşa girmekten hoşlanmamaları gibidir. Bu, ayetler arasındaki en uygun bağlantıdır. Bu görüşe göre ayetin manası şöyledir: “İçinizde bazılarınız tıpkı Allah rasulünün evinden, yani Medine’den Bedir’de savaşa girmek için çıkmasını arzulamadıkları, kervanı kolay yoldan elde etmeyi arzuladıkları gibi yine bazınız, ganimetler konusundaki rasulün taksimine razı olmanıza rağmen, diğer bazınız, ki özellikle gençleriniz eşit bir şekilde paylaşılmasından hoşlanmamıştınız. Oysa Allah kendileri için her iki meselenin de hayırlı olduğunu pratik olarak ispat etmiştir.” Bazı âlimler şöyle dediler: Bu ayette Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: “Ganimetler, senin için sabittir. Tıpkı hak ile savaş için Medine'den çıkmanın sabit olması gibi... Oysa senin, evinden, yani Medine'den çıkmandan esas istenen; kafileyi elde etmek değil, savaştır. Allah bunu sizin için istemiştir. Çünkü savaştığınız takdirde ganimetten çok daha büyük şeyler elde edeceksiniz. Bu sebeple savaşa katılmayı bazınız arzulamadığı halde sizler savaşta nasıl muzaffer olmuş ve bu zafer nasıl ki hak ise; her ne kadar bazınız ganimetin Müslümanlar arasında eşit dağıtılmasını arzulamasa da bu haktır. Sen, Allah’ın emrine devam et! Tıpkı O’nun savaş emrine devam ettiğin gibi…” 556 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:5 Bazı âlimler ise şöyle dediler: Ayetteki “kemâ (gibi)” edatı, “Onlar için Rableri katında (yaptıkları amellere göre) dereceler vardır.” sözüne bağlıdır. Bu görüşe göre ayetin manası şöyledir: “Allah-u Teâlâ nasıl ki seni evinden çıkarıp Medine’de muzaffer kılmış ve sana verdiği vaadi yerine getirmiş ise aynı şekilde mü’minleri, cennette onlar için vaat ettiği derecelere sahip kılacaktır. Dünyada zafer sözü nasıl gerçekleşmişse, “cennette mü’minler için dereceler vardır” sözü de gerçekleşecektir. Bu konuda şüpheniz olmasın.” Şu bir gerçektir ki; sahabelerden bazıları -özellikle genç olanları- Bedir Savaşı'nda elde edilen ganimetlerin savaşa katılanlara eşit olarak dağıtılmasını arzulamıyorlardı. Ayette geçen "Oysa mü’minlerden bir grup bundan hoşlanmamıştı." sözü, Bedir’e çıkan Müslümanların hepsinin değil, bir kısmının bundan hoşlanmadığını gösteriyor. Ayrıca Müslümanlar Medine'den çıkarlarken, gayeleri kafileyi elde etmekti. Yani savaşa hazırlıklı bir şekilde çıkmamışlardı. Zira hem sayı olarak az hem de savaşa gerekli teçhizat ve donanımla hazır değillerdi. Dolayısıyla bu durumda iken kâfirlere savaş açmayı arzulamıyorlardı. Allah-u Teâlâ, hem Bedir’de savaş için çıkmanın, hem de Bedir’deki ganimetlerin eşit dağıtılmasının hayırlı olduğunu pratikte bütün sahabelere göstermiştir. Allah-u Teâlâ işte bu ayette, her emrinde nasıl hayır olduğunu şöyle beyan ediyor: “İçinde bulunduğunuz durum sebebiyle kiminiz savaşı arzulamamıştı. Fakat nihayetinde Allah ve rasulünün emrinin sizin için ne kadar hayırlı olduğuna gözlerinizle şahit oldunuz. Eğer Bedir’de bu şekilde sonucun sizin lehinize olacağını, zafer ile birlikte ganimet elde edeceğinizi bilseydiniz, savaşa girmeyi arzulamazlık etmezdiniz. Allah ENFAL:5 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 557 sizin için her şeyin hayırlısını istiyor. Bunu ise apaçık bir şekilde gördünüz. Öyleyse Allah'ın ganimet konusundaki emrini de arzulamama durumunuz olmasın. Sizin için hayırlı olanın bu olduğunu bilin! Evet, bazınız ganimetin eşit olarak paylaşılmasını arzulamıyor. Ama sizin için hayırlı olan Allah’ın emridir. Netice olarak; gerek Bedir Savaşı'na katılmanız gerekse ganimet konusundaki Allah'ın emrine uymanız sizin maslahatınız, hayrınız, dünya ve ahiretinizin menfaati içindir. Bunu iyice bilin!” Rasulullah (s.a.s)’ın Her Emrine Uyulmalıdır: Bu ayet gösteriyor ki; Allah-u Teâlâ ve rasulünün her emrine, nefse ağır gelse veya nefis bundan hoşlanmasa bile uymak, sonuç olarak hem dünya hem de ahiret için daima hayırlıdır. Allah-u Teâlâ ve rasulü bir hüküm verdiğinde, verilen hükmün hikmeti anlaşılmasa bile her mü’minin, bunun kendi dünya ve ahireti için hayırlı sonuçlara sebep olacağına inanması gerekir. Allah-u Teâlâ bunu pratik bir şekilde Bedir Savaşı'nda sahabelere göstermiştir. Bu, bizim için de devamlı hatırlayacağımız bir örnektir. Ve bilmeliyiz ki; hayır, ancak Allah'ın bize seçtiğindedir. İnsanın hoşlanmadığı bazı şeyler aslında kendisi için hayır olabilir. Bu nedenle başına gelen musibetlerde kendisi için bir hayır olduğunu düşünerek sabretmelidir. Zira insan ileride ne olacağını bilseydi, Allah-u Teâlâ’nın seçtiğinden başkasını seçmezdi. Allah-u Teâlâ’nın seçtiği (kişinin elinde olmayan konularda) mutlaka kul için iyidir. Allah-u Teâlâ’nın yapılmasını emrettiği şey yapıldığında, mutlaka kul daha hayırlı bir sonuca ulaşacaktır. 558 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:5 Allah-u Teâlâ ve rasulü tarafından verilen emir nefse ağır gelse bile bunda hayır olduğundan zerre kadar şüphe edilmemelidir. Örneğin; savaşmak ağır bir iştir, kafileyi ele geçirmek, güçsüz olduğu bir sırada kolay bir iştir. Hatta yeri geldiğinde elli kişi bile bir kafileyi rahatlıkla elde edebilir. Ama üç yüz küsur kişinin hazırlıksız olarak bin kişiye karşı savaşması nefse elbette ağır gelir. Dolayısıyla böyle bir durumda dünya hesabına göre yenilgi kesindir. Ama şartlar bu şekilde olumsuz gözükse bile Allah-u Teâlâ ve Rasulü bunu takdir etmiş ve "savaşın" diye emretmişse, işte bu durumda artık dünya hesabı burada işlemez. Zira artık bu, Allah-u Teâlâ’nın, rasul aracılığıyla bildirdiği ve mutlak olarak uyulması gereken bir emridir. Müslümanların Allah-u Teâlâ ve rasulü Muhammed aleyhisselam’ın emirleri konusunda takınacağı tavır sahabelerin tavrı gibi olmalıdır. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem kervanın ellerinden kaçtığını ve Mekkeli müşriklerin de kervanlarını korumak için büyük bir ordu ile Müslümanların üzerine geldiğini öğrenince Müslümanları topladı ve onlarla savaş edip etmeme hususunda istişare etti. Muhacirlerden Ebu Bekir radıyallahu anh kalkıp güzel bir konuşma yaptı ve “Rasulullah ne derse itirazsız kabul ederiz” dedi. Ömer radıyallahu anh da aynı şekilde bir konuşma yaptı. Sonra muhacirlerden Mikdat b. Amr ayağa kalktı ve şöyle dedi: "Ya Rasulallah! Allah-u Teâlâ'nın sana gösterdiği şey için yürü, devam et. Biz seninle beraberiz. Vallahi Beni İsrail'in Musa'ya: "Sen ve Rabbin gidiniz, savaşınız, biz ise burada oturucularız" dediği gibi sana demiyoruz. Fakat git, sen ve Rabbin savaşınız, biz sizinle beraber savaşçılarız diyoruz. Seni hak ile gönderene yemin ederim ENFAL:5 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 559 ki sen bizi, Berki Gımad'a götürsen elbette seninle birlikte sen oraya varıncaya kadar kılıçlarımızla savaşırız." Ensarlı Müslümanlara gelince; Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem onlardan ikinci Akabe biatinde kendisini Medine'de kendi kadınlarını ve çocuklarını korudukları gibi korumaları hususunda söz almıştı. Onlar: "Ya Rasulallah! Memleketimize kavuşuncaya kadar sen bizim sorumluluğumuz altında değilsin. Bize kavuştuğun zaman artık sen bizim zimmetimizde ve himayemizdesin. Çocuklarımızı ve kadınlarımızı koruduğumuz şeylerden seni de koruruz." demişlerdi. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem onlardan Medine'nin içinde kendisini korumaları için söz almıştı. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem onların Medine dışındaki bir savaşta nasıl bir tavır takınacaklarını bilmiyordu. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ensarın Allah Rasulünün sadece Medine'de değil her yerde korunması gerektiğini, İslam için sadece Medine'de değil her yerde savaş etmenin imanın bir gereği olduğunu bilip bilmediklerini öğrenmek istiyordu. Şüphesiz Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ensari Müslümanlara güvenmediği için böyle bir şey istiyor değildi. Fakat ensari Müslümanlar daha henüz pratik ve ciddi bir imtihana tabi tutulmuş değillerdi. Bu yüzden Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem muhacirlerin verdikleri cevaplara rağmen hala: "Sizin bu konudaki görüşünüz nedir?" diye sormaya devam ediyordu. Nihayet Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem beklediği cevabı Ensar'ın liderlerinden olan Sa'd b. Muaz'dan aldı. Sa'd: "Ya Rasulallah! Sen sanki bizi kastediyorsun" dedi. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem: 560 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:5 "Evet" dedi. Bunun üzerine Sa'd b. Muaz şöyle dedi: "Biz sana iman ettik, seni tasdik ettik ve senin getirdiğin şeyin hak olduğuna şehadet ettik. Bunun için sana itaat etmek ve emirlerini dinlemek üzere sana söz veriyoruz. O halde istediğin şeye devam et Ya Rasulallah! Biz seninle beraberiz. Seni hak ile gönderene yemin ederim ki; şayet bize şu denizi göstersen ve ona dalsan elbette seninle birlikte ona biz de dalarız. Bizden hiçbir adam bundan geri kalmaz. Bizim düşmanlarımızı yarın bizimle karşılaştırmandan hoşnutsuzluk duymayız. Biz elbette harpte sabırlı insanlarız. Karşılaşmada doğrularız. Umulur ki Allah bizimle seni sevindirir. O halde bizi Allah-u Teâlâ'nın bereketiyle yolla." Başka bir rivayette Sa'd b. Muaz şöyle demiştir: "İstediğin yere git, istediğin kişiyle ilişki kur, istediğin kişiyle ilişkini kes, mallarımızdan dilediğini al, dilediğini ver. Bizden aldığın, bize göre bize bıraktığından daha sevimlidir." Ebu Bekir, Ömer, Mikdat b. Amr ve Sa’d b. Muaz (r.anhum)’ın sözü, kafileyi elde etmek için herkesin sözü değildi. Zira onlardan bazıları zayıf olan kafileyi elde etmek için çıktıklarından hazırlıklı olmayıp savaşmayı arzulamıyorlardı. Ayetteki “Oysa mü’minlerden bir grup bundan hoşlanmamıştı.” sözü bu kimseler hakkında inmiştir. İşte Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem kendisiyle beraber olan mü’minlerin imanının bu şekilde kuvvetli olduğunu görünce, Allah-u Teâlâ’nın kendileriyle beraber olacağını, sayıları, güçleri ve hazırlıkları ne kadar az olursa olsun zaferin kendilerinin olacağına kesin olarak emin oldu. ENFAL:6 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 561 KÂFİRLERLE SAVAŞMA KONUSUNDA RASULLE TARTIŞILMA SEBEBİ ﺕﻮﺎﻗﹸﻮﻥﹶ ﺇﹺﻟﹶﻰ ﺍﻟﹾﻤﺴﺎ ﻳﻤ ﻛﹶﺄﹶﻧﻦﻴﺒﺎ ﺗﻣﻌﺪ ﺑﻖﻲ ﺍﹾﻟﺤ ﻓﻚﻟﹸﻮﻧﺎﺩﺠﻳ (٦) ﻭﻥﹶﻈﹸﺮﻨ ﻳﻢﻫﻭ 6 – (Müşriklerle savaşın) Hak (olduğu) apaçık ortaya çıktıktan sonra, sanki göz göre göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi seninle tartışıyorlar. Allah-u Teâlâ önceki ayette Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ve sahabelerin Bedir’de savaşmak üzere Medine’den çıkışlarını ve sahabelerin içinde savaşı hoş görmeyenlerin olduğunu haber vermişti. Bu ayette ise savaşın kesinleştiği bir anda bazı sahabelerin savaşmayı arzu etmemeleri ve bu hususta Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ile tartışma sebebini açıklıyor. (Müşriklerle savaşın) Hak (olduğu) apaçık ortaya çıktıktan sonra, sanki göz göre göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi seninle tartışıyorlar. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ve sahabeler müşriklerin kafilesini ele geçirmek için çıktıklarında bu durumu haber alan müşrikler kaçmış böylece kafileyi kurtarmışlardı. Müşriklerin kafilesi kurtulduktan sonra geriye bir tek seçenek kalmıştı. O da, gelen müşrik ordusuyla savaşmaktır. Müslümanlar için hak olanın, faydalı olanın bu olduğu artık belli olmuştur. Fakat buna rağmen bazı Müslümanlar, hazırlıksız çıktıkları ve sayıları az olduğu, müşriklerin ise sayıları çok 562 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:6 fazla olduğu için, sanki ölüme gidiyormuşçasına savaşa girme konusunda Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ile tartışıyorlardı. İşte bu meseleyi Allah-u Teâlâ ayette bize bildiriyor ve bu konuda rasulüne şöyle buyurduğunu haber veriyor: “Ey Muhammed! Sanki kâfirlerle savaşa girdiklerinde gözleriyle ölüme gitmiş olacaklarını görüyorlarmış gibi seninle savaş konusunda tartışıyorlar. Oysa kafilenin kurtuluşunun ardından mü'minler için Allah'ın seçimi belli olmuş, gelen müşrik ordusuyla savaşmalarını kendilerine emretmiştir. Öyleyse Allah'ın seçtiği, mü'minler için mutlaka hayırlıdır. Üstelik Allah bu savaşta muzaffer olacaklarını mü’minlere vaat etmiştir. Çünkü ya kafileyi ele geçireceklerdi ya da savaşa gireceklerdi. Bu durumda kafile kurtulduğuna göre, geriye tek bir şey kaldı, o da savaşa katılmaları… Bu ise kendileri için ya zafer-ganimet ya da şehadet-cennet demekti. O halde artık bu konuda seninle tartışmalarına, bu amaçla sana; “savaşa hazırlıklı değiliz, bizim sayımız az, kâfirlerinki ise çoktur” gibi sözler söylemelerine gerek yoktur. Çünkü sen, muzaffer olacaklarını onlara bildirdin. İşte bu sözden sonra artık çarpışmaktan korkmalarına gerek kalmamıştır. Dolayısıyla bu konuda çekimser davranmasınlar.” Allah-u Teâlâ, savaşa katılmak istemeyen bir kısım sahabelerin bu istemeyiş sebebini net ve açık olarak ortaya koyuyor. Zira onların bir kısmı savaşılması gerektiği kendilerine bildirildikten sonra savaştan o derece korkmuşlardı ki, sanki göz göre göre ölüme gidiyorlardı. Evet! Dünya hesabıyla, sayıları bu kadar az olan hazırlıksız bir ordunun, sayıları kendilerinden üç kat kadar fazla olan hazırlıklı bir orduya karşı muzaffer olması imkânsızdır. İşte Müslümanların bir kısmı meseleyi dünya hesabıy- ENFAL:6 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 563 la ölçtükleri için artık ölüme gittiklerini, bu orduya karşı muzaffer olmanın imkânsız olduğunu düşünüyor ve bundan dolayı çok korkuyordu. Fakat unuttukları bir şey vardı. O da, Allah-u Teâlâ’nın onlara verdiği zafer sözüdür. Allah-u Teâlâ’nın sözü ise mutlaka gerçekleşecektir. Allah-u Teâlâ onlara mutlak surette muzaffer olacaklarını vaat etmiş ve vaadini yerine getirmiştir. Öyle ki; hem muzaffer oldular hem de ganimeti elde ettiler. İşte bu gösteriyor ki; dünya hesabı her zaman pratikte tutmayabilir. Hatta Allah-u Teâlâ dilerse dünya hesabının tam aksi gerçekleşir. Bu konuda Allah-u Teâlâ, çok açık bir örnek vererek şöyle buyuruyor: “Nice az topluluk, çok topluluğu Allah'ın izniyle yenmiştir.” (Bakara: 249) Enfal: 5 ve 6 Ayetlerinden Çıkan İstifadeler: 1- Allah-u Teâlâ Enfal: 5 ayetinde “Rabbinin seni… evinden çıkardığı gibi” buyurarak Rasulünün evinden (Medine’den) çıkışını kendisine izafe etmiştir. Hâlbuki Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Medine’den, kendi ihtiyarı ve iradesiyle çıkmıştır. Öyleyse bu gösterir ki; kulun fiilini Allah-u Teâlâ yaratır. Kul kendi cüz’î iradesiyle fiili işlemeyi ister, Allah-u Teâlâ da onun fiilini yaratır. 2- Allah-u Teâlâ’nın her emrinde, insanlar bunu bilsin ya da bilmesin, mutlaka bir hayır ve maslahat vardır. Öyleyse nefse ağır gelse ve nefis bundan hoşlanmasa bile, Allah-u Teâlâ ve rasulünün emirlerini yerine getirmek, sonuç itibariyle hem dünyada hem de ahirette kulun iyiliğinedir. 3- Mümin, başına gelen musibetlerde kendisi için bir 564 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:6-7 hayır olduğunu düşünerek sabrı seçmelidir. Zira hayır, Allah-u Teâlâ’nın takdir ettiğindedir. 4- Sayı ve savaş mühimmatı konusunda İslam düşmanlarına nazaran zayıf konumda olan Müslümanların dünya hesabıyla ümitsizliğe düşmemeleri gerekmekte olup imanlarının kuvveti oranında Allah-u Teâlâ’nın kendileriyle beraber olacağını ve katından bir yardım göndereceğini böylece kâfirlere karşı üstün geleceklerini unutmamalıdırlar. İKİ KAZANÇTAN BİRİSİNİ ELDE ETMEK ﺮﻭﻥﹶ ﺃﹶﻥﱠ ﻏﹶﻴﺩﻮﺗ ﻭﺎ ﻟﹶﻜﹸﻢﻬﻴﻦﹺ ﺃﹶﻧ ﻔﹶﺘﻯ ﺍﻟﻄﱠﺎﺋﺪ ﺇﹺﺣ ﺍﻟﻠﱠﻪﻛﹸﻢﺪﻌﺇﹺﺫﹾ ﻳﻭ ﹾﻘﻄﹶﻊﻳ ﻭﻪﺎﺗﻤ ﺑﹺﻜﹶﻠﻖ ﺍﹾﻟﺤﻖﺤ ﺃﹶ ﹾﻥ ﻳ ﺍﻟﻠﱠﻪﺮﹺﻳﺪﻳ ﻭﻜﹸﻮﻥﹸ ﻟﹶﻜﹸﻢ ﺗﻛﹶﺔﻮ ﺍﻟﺸﺫﹶﺍﺕ (٧) ﺮﹺﻳﻦ ﺍﻟﹾﻜﹶﺎﻓﺍﺑﹺﺮﺩ 7 – Allah iki taifeden birini (ya Şam’dan gelen kervana ya da Mekke’den gelen orduya karşı muzaffer olmayı) size vaat ediyordu da, siz, kuvvetli olmayan (kervan)ın sizin olmasını arzuluyordunuz. Oysa Allah, sözleriyle hakkın muzaffer olmasını ve kâfirlerin kökünü kesmek istiyor. Allah-u Teâlâ önceki ayette savaşın kesinleştiği bir anda bazı sahabelerin savaşmayı arzu etmemeleri ve bu hususta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile tartışmalarının sebebini açıklamıştı. Bu ayette ise Müslümanların Medine’den Bedir’de savaşmak için çıkmaları halinde kendilerinin elde edeceği kazançları açıklıyor. ENFAL:7 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 565 “Allah iki taifeden birini (ya Şam’dan gelen kervana ya da Mekke’den gelen orduya karşı muzaffer olmayı) size vaat ediyordu da, siz, kuvvetli olmayan (kervan)ın sizin olmasını arzuluyordunuz.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında şöyle buyuruyor: “Ey Müslümanlar! Allah’ın size iki kazançtan birini elde edeceğinize dair verdiği sözü hatırlayın! Ya kâfirlerin kervanına sahip olacaksınız ya da savaşta muzaffer olacaksınız. Bunlardan birisinin sizin olacağına, İslam için muzaffer olmanın gerekli olduğunu bildirerek size söz verdi. Fakat siz, kolay elde edilebilecek şeyi yani kervanı seçiyorsunuz. Kervanda en fazla kırk kişi var. Dolayısıyla siz, bunları rahatlıkla yenebileceğinize inanıyorsunuz. Mekke'den gelen orduya karşı savaşmayı ise asla arzulamıyorsunuz. Çünkü bu ordu, teçhizatı tam, sayı bakımından sizin üç katınız kadar, siz ise buna hazırlıklı değilsiniz. Dünya hesabına göre bu şartlarda galibiyet imkânsızdır. Fakat Allah daha önce bildirdiği gibi; savaşta sizi muzaffer kılmak suretiyle hakkın ortaya çıkmasını, İslam'ın zaferini ve kâfirleri kökünden sökmeyi istiyor.” Allah-u Teâlâ sayıca az ve hazırlıksız olan mü’minleri, sayıca çok ve hazırlıklı olan kâfirlere karşı muzaffer kılmak istiyor; hak ortaya çıksın, İslam yücelsin, bu olaya şahit olan herkes mü’minlerin hak üzerinde olduklarını anlasınlar diye… Zira iki tarafın şartlarına bakan bir kişi, sayı, kuvvet ve teçhizat olarak zayıf konumda olanların zafer elde ettiklerini gördüğünde, bunun dünya hesabına uymadığını, dolayısıyla görünenin ötesinde manevi bir güç olduğunu, bunun ise Allah-u Teâlâ’nın yardım ve desteği olduğunu çok iyi anlar. Kervanı elde etmek, orada bulunanları yenmek kolaydı. Şayet kervan elde edilseydi bu pek bir şey ifade etmeye- 566 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:7 cekti. Dolayısıyla bunu gören bir kimse için bu şekilde elde edilen bir galibiyet asla bir mucize olamazdı. Müslümanlar kendi nefisleri için kolay olanı, Allah-u Teâlâ ise onlar için zor fakat sonuç itibariyle arzuladıkları bir şeyi onlara seçti. Zira Allah-u Teâlâ hak ile batıl arasında savaş olmasını istiyordu. Böylece hak belli olup batıl ise yok olacaktı ve bu az sayıdaki Müslümanların çok sayıdaki kâfirleri yenmeleri şeklinde gerçekleşecekti. “Oysa Allah, sözleriyle hakkın muzaffer olmasını ve kâfirlerin kökünü kesmek istiyor.” Allah-u Teâlâ bir şeyi vaat etmişse, mutlaka vaadi gerçekleşecektir. Bu sebeple Allah-u Teâlâ mü'minlerin, kâfirlerin bir kısmını öldürmesini, diğer bir kısmını ise esir etmeleri suretiyle onları kökten yok etmelerini istiyordu. İşte bu şekilde kâfirlerin kuvvetlilerinin Müslümanlara boyun eğmesini, İslam bayrağının cihad yoluyla dalgalanmasını ve Kelimetullah’ın yükselmesini istiyordu. Bu sebeple mü'minler için savaşı seçti. Müslümanlar Bedir Savaşı'nda muzaffer olduktan sonra, artık bütün âlem Müslümanlardan korkmaya başlamış, İslam devletinin temeli atılmış oldu. Müslüman devletin kuvvetli olduğu herkese ispatlanmıştır. Allah-u Teâlâ, böyle yapmakla Müslümanlara şu dersi vermek istiyor: Zafer, ancak gerçek imanla ve Allah-u Teâlâ’nın gerçek iman sahiplerine yardımıyla beraber olur. Yoksa kişi sayısı, mal çokluğu, atlarının ya da teçhizatının sayısı veya ordularının fazlalığıyla olmaz. Bu yüzden mü'minlerin ihlâsı ne kadar kuvvetliyse, kalpleri Allah'a ne kadar bağlı ise, kâfirlerin kuvveti o nispette aciz kalır. Allah-u Teâlâ gerçek mü'minleri nasıl muzaffer kıldığını pratikte herkese göstermek istemiş ve az sayılı ENFAL:7 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 567 mü’minleri çok sayılı kâfirlere karşı muzaffer kılmıştır. İşte hak olan budur! Mü'minler bu savaşta muzaffer olduktan sonra, savaşa katılmadan önce savaşı istememelerinin ne kadar hatalı olduğunu apaçık şekilde öğrenmiş oldular. Aynı şekilde isteklerinin kendileri için her zaman iyi olmayacağı, Allahu Teâlâ’nın onlar için istediği her şeyin kendileri için hayırlı olduğu hususunda imanları daha çok pekişti ve bunu pratik olarak idrak ettiler. Bu sebeple Allah-u Teâlâ bir emir verdiğinde veya bir şeyin yapılmasını istediğinde ne olursa olsun, zahiren insanların hesabına göre ne kadar tehlikeli görünürse görünsün mutlaka bunda hayır olduğuna kesin bir şekilde iman edilmeli ve bu konuda zerre kadar olsa bile asla tereddüde düşülmemelidir. Zira Allah-u Teâlâ pratik bir şekilde bunu göstermiştir. Dolayısıyla bu konuda hiçbir mazeret kalmamıştır. Allah-u Teâlâ kiminle beraber ise, hiçbir kuvvet ona karşı çıkamaz. Eğer Müslümanlar dünyada muzaffer olmayı istiyorlarsa, Allah-u Teâlâ ile aralarındaki bağı kuvvetlendirmeleri gerekir. Çünkü Allah-u Teâlâ apaçık bir şekilde bildiriyor: “Kim Allah'ın dinine sımsıkı tutunursa, o, muhakkak doğru bir yola iletilmiştir.” (A-li İmran: 101) “Ey iman edenler! Eğer Allah’a yardım ederseniz, O da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit kılar.” (Muhammed: 7) Allah-u Teâlâ’ya tam manasıyla iman etmeden zafere ulaşmak mümkün değildir. Çünkü Allah-u Teâlâ’nın yardımı, O’na istediği şekilde iman edildiğinde söz konusudur. İmanın olmadığı yerde dünya hesabı işler ve kuvvetli taraf hangisi ise galip olan da o olur. Tıpkı az sayıda olmalarına rağmen, çok sayıda kimselere hüküm süren Yahudiler gibi… Öyle ki bir avuç Yahudi, yüz milyon Arabı bir- 568 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:7-8 kaç günde yendiler. İşte bu, Arapların gerçek imana sahip olmadıklarını gösterir. Müslümanlar ne zaman Allah-u Teâlâ ile aralarındaki bağı kuvvetlendirmişler ve sayılara değil de Allah-u Teâlâ’ya güvenmişlerse, işte o zaman muzaffer olmuşlardır. Fakat ne zaman Allah-u Teâlâ’ya değil de sayılara güvenmişlerse o zaman yenilgiyi tatmışlardır. Tarih, bunu bize defalarca göstermiştir. Huneyn Savaşı buna apaçık bir örnektir. Huneyn Savaşı'nda Müslümanlar sayı ve kuvvet bakımından kâfirlere karşı çok olmalarına rağmen yenildiler. Çünkü sayılarına ve maddi kuvvetlerine güvendiler. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ onlara ceza verdi. ALLAH (C.C)'IN SAVAŞA GİRİLMESİNİ İSTEMESİNİN HİKMETİ (٨) ﻮﻥﹶﺠﺮﹺﻣ ﺍﹾﻟﻤﻮ ﻛﹶﺮﹺﻩ ﻟﹶﻞﹶ ﻭﺎﻃﻞﹶ ﺍﹾﻟﺒﺒﻄ ﻳ ﻭﻖ ﺍﻟﹾﺤﻖﺤﻴ ﻟ 8 – Bu, suçlular (müşrikler) istemese de (Allah’ın) hakkı aziz kılması, batılı (küfür ve şirki) yok etmesi içindir. Allah-u Teâlâ önceki ayette hak olanın savaş olduğunu bildirdikten sonra, bu ayette savaşa girilmesini neden istediğinin hikmetini açıklıyor. “Bu, suçlular (müşrikler) istemese de (Allah’ın) hakkı aziz kılması, batılı (küfür ve şirki) yok etmesi içindir.” Allah-u Teâlâ bu ayette şöyle buyuruyor: “Allah sizin kervanı elde etmenizi istemiyor, bilakis savaşa girmenizi istiyor. Çünkü sonuç bakımından hayırlı olan budur. Öyle ki; sizden sayı olarak üç kat daha fazla ENFAL:8 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 569 olan kâfirlere karşı muzaffer olduğunuzda İslam aziz olup kâfir ve müşrikler zelil olurlar. İşte bu, ancak savaşla gerçekleşebilir; savaşla onların kuvvetlerini ve gururlarını yok eder, kimilerini öldürüp kimilerini de esir eder, böylelikle onları zelil edersiniz. Bu sebeple Allah, sizin için kolay olanı değil, zor olanı seçti. Sonuç olarak da; Allah'ın izniyle istenen şey gerçekleşti! Zira sizler, zaferi elde ettiniz de böylece kâfirleri zelil bir duruma düşürüp onlardan birçoğunu öldürdünüz, birçoğunu ise esir aldınız. Ayrıca onlardan ganimet de elde ettiniz. İşte bu durum İslam’ı daha da yüceltti ve İslam’ın kuvveti ortaya çıktı.” Bu ayette geçen “ﻖ ﺍﻟﹾﺤﻖﺤﻴ ”ﻟsözü, Enfal: 7 ayetinde geçen “ﻖ ﺍ ﹾﻟﺤﻖﺤ ”ﻳsözünün tekrarı için değildir. Zira Enfal: 7 ayetinde geçen ibare; Müslümanların istediği ile Allah-u Teâlâ’nın istediği arasındaki farkı bildirmektedir. Şöyle ki; Müslümanlar kervanı elde etmek istemişlerdi ki bu, Allahu Teâlâ’nın istediği hak değildir. Çünkü Allah-u Teâlâ’nın istediği hak; savaştır. Bu sebeple Allah-u Teâlâ, mü’minlere savaşa girmelerini emrederek kendileri için hakkı istemiştir. Bu ayette ise; niçin savaşa girilmesi gerektiğinin hikmetini bildiriyor. İşte o hikmet ise; hakkın ne olduğunun ortaya çıkması, böylece batılın zelil olup İslam’ın üstün olmasıdır. Dolayısıyla Allah-u Teâlâ önceki ayette hak olanın savaş olduğunu, bu ayette ise bu hakla Müslümanların muzaffer olup İslam'ın üstün oluşunu ortaya koyuyor. Daha açık bir ifadeyle Allah-u Teâlâ böyle yapmakla adeta Müslümanlara şunu demek istemiştir: "Sizin için zor olan savaşı sizlere seçmemin sebebi; İslam’ın ancak bununla muzaffer olması ve hakkın ne olduğu ancak bu şekilde belli olmasıdır. Eğer siz, sadece kafileyi (kervanı) elde etseydiniz, bu yaptığınız sizlerin kolay 570 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:8 ganimet elde ettiğiniz bir hadise olarak bilinirdi. Ama Bedir Savaşı'nda muzaffer olmanız, tarihe bir inancın muzaffer olması, hak ile batılı ayıran bir hadise olarak geçer." Gerçekten de bu böyle olmuştur. Bedir Savaşı tarihte, sayıları az olan mü'minlerin, sayıca kendilerinin üç katı olan bir orduya karşı muzaffer olması, İslam akidesinin üstün gelmesi olarak geçer. Kalpler Allah-u Teâlâ’ya bağlandığı zaman, büyük kuvvetlere karşı bile nasıl muzaffer olunacağının kıssası olarak geçer. Öyleyse Bedir hadisesi, mü’minlerin ne zaman, ne şekilde muzaffer olacaklarının apaçık bir örneğidir. Buna göre mü’minler eğer kâfirlere karşı yenilirlerse, mutlaka imanlarını ve Allah-u Teâlâ’ya bağlılıklarını bir gözden geçirmeleri gerekir. Çünkü yenilmeleri, imanlarının ve Allah-u Teâlâ’ya bağlılıklarının zayıf olduğunu gösterir. Zira mü’minler, sayılan bu vasıflara sahip hale gelirlerse Allah-u Teâlâ onlardan yardım ve desteğini çekerek düşmanlarının karşısında perişan duruma düşerler. O halde şayet Allah-u Teâlâ Müslüman bir taifeye yardım etmişse, o taifeyi hiç kimse asla ve asla yenemez. Ama Müslüman bir taife düşmanları tarafından yenilgiye uğratılmışsa bu durumda sebepleri yerine getirip getirmediklerine bakılmalıdır. Böyle bir durumda şu iyi bilinmelidir ki; Allah-u Teâlâ’nın mü’min kullarından istediği yerine getirilmemiş ve savaşta yenilgiye uğranılmışsa, yenilginin sebebi kulların eksikliklerinden kaynaklanmıştır ve derhal muzaffer olmak için o eksikler giderilmeli, işlenilen hataların düzeltilmesi gerektiğine inanılmalı ve buna göre hareket edilmelidir. Şayet sebepler yerine getirildiği halde yine de yenilgiye uğranılmışsa, artık bunun sebebinin Allah-u Teâlâ’nın bir imtihanı olduğu veya başka bir hikmeti olduğu düşünülmelidir. ENFAL:8 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 571 Burada şunu hatırlatmak yerinde olur: Hak her zaman hak, batıl da her zaman batıldır. Fakat hakkın hak olduğunu, batılın ise batıllığını ortaya çıkarmak gerekir. Bu ise ancak pratikte gösterilmek suretiyle ortaya çıkarılabilir. İşte sayı, kuvvet ve mühimmat olarak zayıf konumda olan Müslümanların, güçlü konumda olan kâfirlere karşı muzaffer olmaları; hakkın ve batılın hangisi olduğunu pratik olarak göstermektedir. Yoksa zafer Müslümanların olmasa bile her zaman ve mekânda hak bizatihi hak, batıl bizatihi batıldır. Aynı şekilde Müslümanların savaşta yenilmeleri, onların hak üzerinde olmadıklarını; kâfirlerin savaşta yenmeleri de onların hak üzerinde olduklarını göstermez. Öyleyse Bedir savaşında Müslümanların yenmesi ile hakkın hak oluşu delille ortaya konup açık ve net bir şekilde gözler önüne serilmiştir. Enfal: 7 ve 8 Ayetlerinden Çıkan Dersler: 1 – Hayır ve maslahat, insanların gördüğü şeylerde değil, Allah-u Teâlâ’nın emrettiği şeylerdedir. İnsan bazen zararlı olan şeyi kendince faydalı görebilir. Oysa faydalı gördüğü şey, aslında onun zararınadır. Bunun aksi de olabilir; kişinin zararlı gördüğü şey, belki onun faydasınadır. 2 – Hak her zaman haktır. Fakat hakkın, hak olduğunun ispatı onu ortaya çıkarmaktadır. Eğer hak insanların gözünde apaçık bir şekilde ortaya çıkarılmazsa, batılın batıllığı rahat bir şekilde belli olmayabilir. Allah-u Teâlâ’nın ortaya çıkardığı ve aziz kıldığı hak ise İslam dinidir. 572 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:8 Allah-u Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor: “Müşrikler istemese de, dinini bütün dinlerden üstün kılmak için rasulünü hidayet ve hak din ile gönderen O'dur.” (Saf: 9) Allah-u Teâlâ başka bir ayette bu konuyla ilgili olarak şöyle buyuruyor: “Bilakis biz, hakkı batıla çarparız da hak, batılın beynini parçalar. Böylece batılın canı çıkar. (Ey kâfirler!) Allah'a yakıştırdığınız vasıflardan dolayı vay halinize!” (Enbiya: 18) Batılın mevcudiyeti sürekli değildir. Fakat mutlaka batılın yok olduğunu ve yok olmaya mahkûm olduğunu göstermek gerekir. Nasıl ki hak, İslam'ı aziz kılmakla ispat edilip ortaya çıkarılmışsa aynı şekilde batılın da şirk ve küfrü yok etmek suretiyle kalıcı olmadığı ispat edilip ortaya çıkarılmış olunur. 3 – Allah-u Teâlâ Bedir Savaşı'nda sayıları az olan mü’minlerin, sayıları çok olan kâfirlere karşı savaşmalarını istemiştir. Bununla; mü’minleri kâfirlere karşı muzaffer kılmayı, böylece İslam dininin aziz olduğunu ve bütün dinlere galip geldiğini göstermek istemiştir. Şüphesiz Allah-u Teâlâ akıbetleri en iyi bilendir. Bazı durumlarda mü'minler zahire baktıkları için Allah-u Teâlâ’nın istediğine zıt bir şey arzulasalar da, mü’minlerin kendileri ve dinleri için en iyi olanı ancak Allah-u Teâlâ bilir. Çünkü O, amellerin akıbetini en iyi bilendir. Müminlerin nefsi savaşmayı sevmez. Fakat silahla cihad -nefis bunu istemese bile- hem cihad edenler için hem de İslam için daima hayırlıdır. Allah-u Teâlâ bu konu hakkında şöyle buyuruyor: “(Nefsinizin) hoşuna gitmediği halde kıtal (Allah yolunda savaş) üzerinize farz kılındı. Belki kötü olduğunu zannettiğiniz şey sizin için hayır, hayırlı olduğunu zan- ENFAL:8-9 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 573 nettiğiniz şey de sizin için şer olabilir. (Çünkü) Allah (her şeyi en iyi) bilir. (Fakat) siz bilmezsiniz.” (Bakara: 216) 4 – Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in Bedir Savaşı'ndan önce kervanı ve ganimeti elde etmek için ordu hazırlaması, orduyu bu amaçla kullanmanın ve elde edilen ganimetin helal olduğunu gösterir. 5 – Kâfirlerin Bedir’de Müslümanlarla savaşmak için çıkmaları, her zaman ve mekânda bütün kâfirlerin İslam’ın muzaffer olmasını istemediklerini ortaya koymaktadır. Öyle ki kâfirler, Müslümanları yok etmek adına, birbirlerini sevmeseler bile birbirleriyle bu hususta birleşirler. ALLAH (C.C)'IN, BEDİR’DE MELEKLERLE YARDIMI ﻦ ﻣ ﺑﹺﺄﹶﻟﹾﻒﻛﹸﻢﺪﻤﻲ ﻣﻢ ﺃﹶﻧ ﻟﹶﻜﹸﺎﺏﺠﺘﻢ ﻓﹶﺎﺳ ﻜﹸﺑﻴﺜﹸﻮﻥﹶ ﺭﻐﺘﺴﺇﹺﺫﹾ ﺗ (٩) ﲔﻓﺩﺮ ﻣﻜﹶﺔﻠﹶﺎﺋﺍﻟﹾﻤ 9 – Rabbinizi (kâfirlere karşı muzaffer olmak için) yardıma çağırıyordunuz. O; “Ben size birbiri ardından gelen bin melekle yardım ederim” diye cevap vermişti. Allah-u Teâlâ önceki ayette hakkı, yani İslam'ı muzaffer kılmak; batılı, yani şirki ise yok etmek için mü’minleri savaşa teşvik ettiğini haber vermişti. Bu ayette ise; gerek Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ve gerekse Müslümanların, müşriklere karşı kendilerine yardım etsin ve kendilerini onlara karşı muzaffer kılsın diye Allah-u Teâlâ’dan O’na dua etmek suretiyle yardım istediklerini haber veriyor. 574 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:9 Ayetin nüzul sebebi ile ilgili şöyle bir rivayet vardır: Ömer b. Hattab radıyallahu anh dedi ki: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Bedir günü, bin kişiden fazla olan müşrik ordusuna ve üç yüz on kişiden oluşan ashabına baktı ve sonra (üzerinde rida ve izarı olduğu bir halde) kıbleye yönelip ellerini açarak Allah-u Teâlâ’ya şöyle dua etti: "Ey Allah'ım! Bana vaat ettiğin sözü yerine getir. Eğer İslam ehlinden olan bu kişiler helak olurlarsa, yeryüzünde bir daha hiç kimse sana ibadet etmeyecektir." Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Allah-u Teâlâ’ya hep bu şekilde dua eder, O’ndan yardım dilerdi. Hatta dua sırasında ellerini göğe o kadar yükseltmişti ki; üzerine giydiği ridası omuzlarından düştü. Bu durumda iken Ebu Bekir ona yaklaştı ve düşen ridasını omuzları üzerine koydu ve devamlı onun yanında kalarak Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e şöyle dedi: "Ey Allah'ın Nebisi! Artık Rabbine yaptığın dua yeter. O, mutlaka sana verdiği sözü yerine getirecek, Müslümanları muzaffer kılacaktır." Bunun üzerine bu ayet-i kerime indi. Savaş gününde Müslümanlar kâfirlerle karşılaştılar. Allah-u Teâlâ Müslümanları müşriklere galip kıldı ve onlardan yetmişi ölürken yetmişi esir alındı.(36) İbn Abbas radıyallahu anh'tan şöyle bir rivayet nakledilmiştir: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Bedir gününde şöyle dua etti: "Ey Allah'ım! Bana, bizi muzaffer edeceğine dair verdiğin sözünün bugün gerçekleşmesini Senden talep (36) Müslim, Ahmed, Tirmizi, İbn Cerir, İbn Ebi Hatim. ENFAL:9 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 575 ediyorum. Allah'ım! Eğer (İslam ehlinden olan) bu topluluk bugün helak olursa sana ibadet olunmaz." Bunun üzerine Ebu Bekir Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in elini tutarak ona şöyle dedi: "Artık yeter! Allah'ın sana verdiği söz mutlaka gerçekleşecektir." Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Müslümanların huzuruna şu ayet-i kerimeyi okuyarak çıktı: "Bu topluluk yenilecek ve arkalarını dönerek kaçacaklar." (Kamer: 45) (Buhari) Bu rivayetlere göre; istiğase (yardım isteği) Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'den gelmiştir ki meşhur olan da budur. Sahabeler de bu duanın ardından "âmin" demişlerdir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in dua edişiyle ilgili şöyle bir hadise de söz konusudur: Askerler savaş için dizildiklerinde, Ebu Cehil şöyle dedi: "Ey Rabbimiz! Kim zaferi hak ediyorsa onu muzaffer kıl!" Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ellerini kaldırarak Allah-u Teâlâ’ya dua etmeye başladı. “Rabbinizi (kâfirlere karşı muzaffer olmak için) yardıma çağırıyordunuz. O; “Ben size birbiri ardından gelen bin melekle yardım ederim” diye cevap vermişti.” Allah-u Teâlâ bu ayette şöyle buyuruyor: “Ey mü’minler! Savaşın muhakkak olacağını bildiğiniz zaman, sizi müşriklere karşı muzaffer kılması için ihlâslı bir şekilde Allah’a dua ettiğinizi hatırlayın. Allah da sizin duanıza icabet etmişti. Allah'a şükretmeniz, size olan fazlı 576 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:9-10 ve rahmetini hatırlamanız için bu olayı hiçbir zaman unutmayın! Allah size önce bin melekle yardım etmiş, ardından tekrar bin melekle yardım etmiş ve bu yardım ediş ardarda böyle devam etmişti.” Allah-u Teâlâ Bedir’e katılan mü’minlere, önce bin melek göndererek yardım etmiş, sonra bin melek daha göndermiş ve bu şekilde art arda bin melek göndererek beş bin meleğe kadar yükseltmiştir. Ayetteki “birbiri ardından gelen” sözünden kasıt budur. Allah-u Teâlâ bu konu hakkında başka bir ayette şöyle buyuruyor: “(Ey Muhammed!) Mü'minlere diyordun ki: "Rabbinizin, indirilen üç bin melekle size yardım etmesi yeterli değil midir?" Evet. Eğer sabreder, sakınır ve onlar (düşmanlar) da ansızın üzerinize gelirlerse Rabbiniz size nişanlı beş bin melekle yardım edecektir.” (Ali İmran: 124-125) ALLAH (C.C)’IN MELEKLERLE YARDIM EDİŞİNİN HİKMETİ ﺇﹺﻟﱠﺎﺮﺼﺎ ﺍﻟﻨﻣ ﻭﻜﹸﻢ ﻗﹸﻠﹸﻮﺑ ﺑﹺﻪﻦﺌﻄﹾﻤﺘﻟﻯ ﻭﺮﺸ ﺇﹺﻟﱠﺎ ﺑ ﺍﻟﻠﱠﻪﻠﹶﻪﻌﺎ ﺟﻣ ﻭ (١٠) ﻴﻢﻜ ﺣﺰﹺﻳﺰ ﻋ ﺇﹺﻥﱠ ﺍﻟﻠﱠﻪ ﺍﻟﻠﱠﻪﺪﻨ ﻋﻦﻣ 10 – Allah (melekleri size yardım etmeleri için göndererek) bunu (muzaffer olacağınıza dair) bir müjde ve kalplerinizin mutmain olması için yapmıştı. Zafer ancak Allah’tandır. Muhakkak ki Allah, Aziz’dir, Hakim’dir. Allah-u Teâlâ önceki ayette Rasûlullah sallallahu aleyhi ENFAL:10 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 577 ve sellem’in ve mü’minlerin dualarına icabet ederek Be- dir’de onlara meleklerle yardım edişini haber vermişti. Bu ayette ise; melekleri, mü’minlere yardım etmeleri için göndermesinin hikmetini açıklıyor. “Allah (melekleri size yardım etmeleri için göndererek) bunu (muzaffer olacağınıza dair) bir müjde ve kalplerinizin mutmain olması için yapmıştı.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında şöyle buyuruyor: “Ey mü’minler! Allah, Rasulün ve sizlerin duasını kabul etti ve size, birbiri ardına gelecek bin melekle yardım edeceğini haber verdi. Bu haber; zaferi elde edip edemeyeceğiniz konusundaki kalplerinizdeki korkuyu gidermek ve müşriklere karşı muzaffer olacağınıza dair kalplerinizi mutmain kılmak, böylece zaferi elde edeceğinize dair yakininizi artırmak için bir müjdeydi. Yoksa Allah, melekleri size yardıma göndermeden de sizi düşmanınıza karşı muzaffer kılmaya kadirdir. Savaşta gerçek zafer Allah tarafındandır; ne meleklerden ne de başka herhangi bir sebepten dolayıdır. Allah Aziz’dir; yenilmez, Hakim’dir; her şeyi yerli yerinde koyar.” Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: “Savaşta kâfir olanlarla karşılaştığınız zaman hemen boyunlarını vurun, nihayet onları iyice vurup sindirince bağı sıkıca bağlayın (onları esir alın). Ondan sonra artık ya lütfedip bırakır veya karşılığında fidye alırsınız. Harp ağırlıklarını bırakıncaya (savaş sona erinceye) kadar böyle yaparsınız. Allah dileseydi (kendisi) onlardan öç alırdı. Fakat sizi birbirinizle denemek için (size savaşmayı emrediyor). Allah yolunda öldürülenler yok mu; Allah onların yaptıkları işleri boşa çıkarmayacaktır.” (Muhammed: 4) 578 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:10 Allah-u Teâlâ’nın, mü’minlere meleklerle yardımı sonucu onların müşrikleri yenilgiye uğratması Müslümanları rahatlattığı ve bu hususta onları yakin sahibi yaptığı gibi müşriklere de büyük bir moral bozukluğu oldu. Çünkü müşriklere Bedir Savaşı'ndaki yenilgi çok ağır gelmişti. Zira onların ileri gelen bazı liderleri, savaş konusunda çok kuvvetli ve meşhur olmalarına rağmen Müslümanların eliyle öldürülmüşlerdi. Üstelik de savaşta öldürülen ileri gelen liderler, savaş konusunda kuvvetleriyle tanınmayan Müslümanlar tarafından öldürülmüşlerdi. Bu durum müşrikler için gerçekten zillet olmuş ve kendileri bunu hazmedememişler, bu hezimet onlara çok ağır gelmişti. İşte müşrikler için alçaltıcı bu kötü son, küfür ve şirk işlemeleri sebebiyle Allah-u Teâlâ’nın onlara dünyada verdiği bir cezadır. Ahirette ise onları çok daha acıklı bir azap beklemektedir… “Zafer ancak Allah’tandır.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında şöyle buyuruyor: “İyi bilin ki; gerçek zafer ancak Allah’tandır. İster savaşta isterse herhangi bir konuda eğer zaferi elde etmişseniz, bu, ne meleklerin desteği ne sayınızın çokluğu ne hazırlığınız ne de maddi sebeplerden dolayıdır. Bu zafer, ancak Allah'tandır. Allah sizi bu zafere, O’na olan imanınız, emirlerine itaatiniz ve ihlâsınızdan dolayı eriştirmiştir.” “Muhakkak ki Allah, Aziz’dir, Hakim’dir” Aziz: İzzet sahibi, güçlü, kuvvetli olan, her şeyi yenen, hiçbir şeye yenilmeyen demektir. Öyleyse müşrikleri yenen, onlara güç, kuvvet ve izzet sahibi olup asla yenilmeyecek olan Allah-u Teâlâ’dır. Hakim: Hüküm ve hikmet sahibi olan, her şeyi olduğu ENFAL:10 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 579 gibi bilen ve gerekeni en güzel şekilde yapan demektir. Buna göre Allah-u Teâlâ, gerek mü’minleri savaşa teşvik etmekte ve gerekse onları meleklerle destekleme konusunda dilediği hükmü veren ve verdiği hükümlerde hikmet sahibi olandır. Zira O, her şeyi en doğrusuyla bilir ve gerekenleri en güzeliyle yapar. Meleklerin Bedir’de Savaşmalarının Keyfiyeti: Bedir Savaşı'na katılan melekler bilfiil savaştı mı yoksa onların savaşta bulunuşu manevi bir destek şeklinde miydi? Eğer bilfiil savaştılarsa, beş bin meleğe niçin ihtiyaç duyulsun? Zira tek bir melek, kanatlarıyla bütün kâfirleri yok eder ve dünya ahalisini tek başına helak edebilirdi. Bir rivayete göre; Cibril aleyhisselam kanadının bir tüyüyle Lut kavmini, bir ses ile de Salih kavmini helak etmiştir. O halde melekler, savaşa maddi olarak mı katıldılar yoksa manevî olarak mı? Cumhur-u ulemaya göre; melekler Bedir Savaşı'na bilfiil katılmışlardır. Çünkü bu konuda sahih rivayetler vardır. Şayet bu sahih rivayetler olmasaydı, meleklerin savaşa katılmalarının manevî olduğuna hükmederdik. Bedir gününde, Ebu Bekir radıyallahu anh'ın bulunduğu ordunun sağ tarafına Cibril komutasında beş yüz melek indi. Ali radıyallahu anh'ın bulunduğu bölgede, ordunun sol tarafına ise Mikail komutasında beş yüz melek indi. Bu melekler adamlar suretinde; beyaz elbiseli, beyaz sarıklı idiler. Sarıklarının kuyrukları arkada iki omuzları arasında sarkar bir vaziyette kâfirlerle savaştılar. Bu, İbn Abbas'tan gelen bir rivayettir. İbn Abbas şöyle diyor: “Allah-u Teâlâ Bedir Savaşı'nda, nebisine ve mü’minlere bin melekle yardım etti. Cibril beş yüz melekle 580 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:10 ordunun bir kanadına, Mikail ise beş yüz melekle ordunun diğer kanadına indiler.” (Müslim) Bu konuda başka hadisler de rivayet edilmiş olup en meşhur olan görüş budur. Bu konuda gelen başka bir rivayete göre; Ebu Cehil, İbn Mesud'a şöyle dedi: "O duyduğumuz ses neydi? Onu duyuyoruz ama görmüyoruz." Bunun üzerine İbn Mesud ona: "Onlar meleklerdi." dedi. Bunun üzerine Ebu Cehil ona: "O zaman bizi yenenler onlar idi, siz değilsiniz." dedi. Âlimlerin ittifakıyla, melekler Uhud Savaşı'nda çarpışmadılar. Çünkü Allah-u Teâlâ zaferi şartlı olarak vaat etmiştir. Bu şart ise; sabır ve takvanın olmasıdır. Bu şartı gerçekleştirmedikleri için meleklerle onlara yardım edilmedi. Allah-u Teâlâ bu konuyla ilgili şöyle buyuruyor: “Şayet sabreder ve takva sahibi olursanız, onların hilesi size hiçbir zarar veremez.” (A-li İmran: 120) Yani; eğer sabreder ve Allah-u Teâlâ’dan tam manasıyla korkarsanız, muhakkak zafer sizin olur. Allah-u Teâlâ Müslümanlara bu şart dâhilinde zaferi vaat etmişti. Ama Uhud Savaşı'nda onlardan kimi bu şartı gerçekleştirmediği için Müslümanlar zafere ulaşamamıştır. Elbette Bedir Savaşı'nda melekler, Müslümanlarla beraber savaşmışlardı. Fakat bu, hiçbir zaman Bedir’e katılan mü’minlerin mükemmel bir şekilde savaşmadıklarını göstermez. Bilakis Bedir'e katılan Müslümanlar ihlâslı olup en mükemmel şekilde savaşmışlardı. Zaten bundan dolayı Allah-u Teâlâ’nın yardımını hak etmişler ve bu yardımıyla Allah-u Teâlâ onları muzaffer kılmıştır. İşte onlar tam manasıyla Allah-u Teâlâ’nın kendilerinden istediği her şeyi yerine getirmişler, böylece övülmeyi hak etmişlerdir. Bu övülmenin pratiğini Hatıb b. Ebi Beltea hadisesinde gör- ENFAL:10-11 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 581 mekteyiz. Hatıb b. Ebi Beltea ile ilgili hadisede, Ömer b. Hattab Hatıb'ı öldürmek için izin istediğinde Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Ömer'e şöyle dedi: "O kişi Bedir Savaşı’na katılanlardandır. Ya Ömer nereden biliyorsun? Allah, Bedir gününde, Bedir’e katılanlara baktı ve şöyle dedi: "Dilediğinizi yapınız, sizi affettim." (Buhari, Müslim) Muaz b. Rifaa b. Rafi ez-Zuraki'den, o da Bedir'e katılmış mücahitlerden olan babasından rivayetle; Babası şöyle demiştir: Cebrail, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanına geldi ve: “Sizler aranızdan Bedir'e katılmış olanları nasıl görürsünüz” diye sordu. Rasûlullah: "Müslümanların en faziletlileri olarak" veya benzeri bir sözle cevap verdi. Cebrail aleyhisselam dedi ki: "Meleklerden Bedir'e katılmış olanları biz de böyle kabul ediyoruz." (Buhari) BEDİR SAVAŞINDA MÜSLÜMANLARA VERİLEN DİĞER NİMETLER ًﺎﺀﺎﺀِ ﻣﻤ ﺍﻟﺴﻦ ﻣﻜﹸﻢﻠﹶﻴﻝﹸ ﻋﺰﻨﻳ ﻭﻨﻪ ﺔﹰ ﻣﻨ ﺃﹶﻣﺎﺱﻌ ﺍﻟﻨﻴﻜﹸﻢﺸﻐﺇﹺﺫﹾ ﻳ ﻠﹶﻰ ﻗﹸﻠﹸﻮﺑﹺﻜﹸﻢﺑﹺﻂﹶ ﻋﺮﻴﻟ ﻭﻴﻄﹶﺎﻥ ﺍﻟﺸﺟﺰ ﺭﹺﻜﹸﻢﻨ ﻋﺐﺬﹾﻫﻳ ﻭ ﺑﹺﻪﻛﹸﻢﺮﻄﹶﻬﻴﻟ (١١) ﺍﻡ ﺍﻟﹾﺄﹶﻗﹾﺪ ﺑﹺﻪﺖﺜﹶﺒﻳﻭ 11 – Allah (korkunuzu gidermek için) katından bir güven işareti olarak sizi hafif bir uykuya daldırmıştı. 582 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:11 Sizi (maddi pislikten) arıtmak, sizden şeytanın vesvesesini gidermek, kalplerinizi pekiştirmek ve ayaklarınızı (kuma batmasın diye) sabit kılmak için gökten size su indirmişti. Allah-u Teâlâ daha önceki ayette Bedir Savaşı'nda Müslümanlara verdiği ilk nimeti -ki bu, savaşta onlara yardım eden melekleri indirmesidir- bildirmişti. Bu ayette ise onlara verdiği diğer iki nimeti ve bu nimetleri veriş sebeplerini haber veriyor. “Allah (korkunuzu gidermek için) katından bir güven işareti olarak sizi hafif bir uykuya daldırmıştı.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında şöyle buyuruyor: “Ey Müslümanlar! Bedir savaşı sırasında size uykulu bir halin kapladığı o nimeti hatırlayın. İşte bu nimet, sizin için bir eminlik sebebi olmuştur. Zira siz bir kendi sayınıza, bir de müşriklerin sayısına bakıyor, kendi sayınızın az olduğunu gördüğünüzde bazılarınızın kalplerini korku sarıyordu. Ayrıca sizler çokça yürümekten de yorgun düşmüştünüz. Sizler işte böyle bir durumdayken Allah, size bir uyuklama hali verdi. Böylelikle hem bazılarınızın kalplerinde oluşan korkuyu, hem de sizlerdeki yorgunluğu giderdi. Nihayetinde ne uykusuzluk çektiniz ne de korku hisseder oldunuz. Üstelik size verilen uyku hali sayesinde kuvvetlendiniz, gücünüz yenilendi. O halde Allah-u Teâlâ’nın sizlere vermiş olduğu bu nimeti hatırlayın ve her halükarda Allah’a güvenin, emirlerine itaat edip tam bir teslimiyetle teslim olun.” Allah-u Teâlâ, Bedir’de Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem haricinde savaşan mü’minlerin hepsine, katından bir diğer nimet olmak üzere işte böyle bir uyuklama hali vermiştir. Zira mü’minler, savaş sırasında tam bir uyku uyu- ENFAL:11 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 583 muş değillerdir. Sadece uyku hali geçirmişlerdi. Üstelik bu uyuklama bilfiil savaş gecesinde gerçekleşmişti. İşte bu uyuklama mü’minler için adeta bir mucize idi. Çünkü bu uyuklamanın faydasını hissettiler ve bu sayede hem yorgunluklarını giderdiler, hem de kalplerinde düşmanlarına karşı bir korku kalmadı. Böylece kendilerini daha bir güven içerisinde hissettiler. Ali radıyallahu anh’dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Bedir savaşında atlı olarak sadece Mikdat vardı ve bu savaşta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem dışında orada bulunanlarımızın hepsi uyukluyordu. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ise ta ki sabahlayana kadar bir ağacın altında sürekli namaz kıldı.” (Beyhaki) Allah-u Teâlâ, bu uyuklama nimetinin bir benzerini Uhud’da da verdi. Bu konuyla ilgili olarak Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: “Sonra (Allah), bu üzüntünün ardından güven duymanız için üzerinize, sizden bir kısmınızı kaplayacak bir uyku hali indirdi.” (A-li İmran: 154) “Sizi (maddi pislikten) arıtmak, sizden şeytanın vesvesesini gidermek, kalplerinizi pekiştirmek ve ayaklarınızı (kuma batmasın diye) sabit kılmak için gökten size su indirmişti.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında mü’minlere vermiş olduğu bir diğer nimeti daha haber veriyor. İşte o nimet; onlara gökten yağmur indirmesidir. Allah-u Teâlâ’nın mü’minlere verdiği nimetlerden uyuklama hali, zikri geçen yağmurun yağdırılmasından önce yani; Ramazan’ın 17. gecesinde (14 Mart 624 Cuma) gerçekleşmiştir. Mü’minler inen yağmur sebebiyle öncelikle susuzluklarını giderdiler. Bununla birlikte bu yağmur nimeti sebebiyle şu faydaları da elde ettiler: 584 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:11 1 – Cenabet gibi, büyük ve abdestsizlik gibi küçük hadesten, ayrıca insana erişebilecek habes, yani maddi pisliklerden temizlendikleri için kendilerinde temizlik hissi meydana geldi de kendilerini bu sebeple daha iyi hissettiler. 2 – Şeytanın onların kalplerine vermiş olduğu vesvese giderildiği için vesveseden arınmış bir hale geldiler ve artık şeytan onların kalplerine tesir edemedi. 3 – Kalplerinde ve nefislerinde sabır oluştu da işte bu sabır üzerinde sabit kaldılar. 4 – Ayakları kum üzerinde batmayacak şekilde sabit hale geldi ve böylece kendilerini yere sağlam basmış hissetmekle daha bir cesaretlendiler. Bu elde edilen faydaların ilk üçü manevi cesaret veren haller, sonuncusu ise maddi cesaret veren haldir. Yağmurun indirilmesi sonrası Müslümanların ayaklarının nasıl sabit kaldığıyla ilgili yapılan bir rivayette; Urve b. Zubeyr radıyallahu anh’dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Allah-u Teâlâ gökten yağmur indirdi. Bulunduğumuz yerdeki vadide öyle kumlar vardı ki, o kumlara basıldığında ayaklar aşağıya geçerdi. Ama yağmur indikten sonra o kumlar öyle bir sertleşti ki Müslümanlar artık rahatlıkla üzerinde yürümeye başladılar. Böylelikle kum, onları yürümekten alıkoymadı. Kureyş müşriklerine ise bu yağmurdan dolayı öyle bir hal isabet etti ki artık kaçma imkânları dahi olmadı.” (Muhammed b. İshak) Yağmurun indiriliş sebebi ise İbni Abbas radıyallahu anh’tan gelen rivayette anlatılmıştır. İbni Abbas radıyallahu anh şöyle demiştir: “Savaş başlamadan önce müşrikler suyu ele geçirdiler. Bu sırada Müslümanlar susadılar ve cünüp ve hadesli olarak namaz kıldılar. Ayrıca kâfirlerle aralarında batan bir ENFAL:11 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 585 kum vardı. Onlar bu halde iken şeytan, onların kalplerine üzüntü salarak şöyle vesvese veriyordu: “Siz, aranızda bir nebinin olduğunu ve kendinizin Allah-u Teâlâ’nın dostu olduğunuzu mu iddia ediyorsunuz? Öyleyse durumunuza bir bakın! Hadesli ve cünüp bir vaziyette namaz kılıyorsunuz.” İşte bunun üzerine Allah-u Teâlâ, onların üzerine gökten yağmur yağdırdı. Öyle ki vadiye su dökülmeye başladı. Böylelikle Müslümanlar bu sudan hem içtiler, hem onunla temizlendiler, hem kumun ıslanarak sıkılaşması sonucu ayakları kum üzerinde sabit kaldı, hem de şeytanın onlara vermiş olduğu vesvese hali üzerlerinden kalktı.”(37) Bedir savaşını daha iyi anlayabilmek için bu konuda sağlam siyer kitaplarında gelen diğer rivayetleri nakletmekte fayda vardır. Birinci Rivayet: Muhammed b. İshak b. Yesar’ın, Urve b. Zubeyr’den rivayet ettiği bir rivayet naklediyor: “Allah-u Teâlâ gökten yağmur gönderdi. Vadi oynak kumsaldı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ve ashabı için yeri sertleştirecek, yürümelerini engellemeyecek bir yağmur; onlar için yağarken, Kureyş için öyle bir yağmur yağdı ki; kum üzerinde yürüyemeyecek hâle geldiler.” (İbni Kesir Tefsiri) Bu rivayet sadece İbni Kesir’de geçmemektedir. İbni Kesir bu rivayeti güzel görmüştür. Ve müfessirlerin çoğu bu ayeti bu rivayete göre tefsir etmişlerdir. Taberi, Zemahşeri ve Razi onlardandır. (37) İbni Münzir, İbni Cerir yoluyla rivayet edilmiştir. 586 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:11 İkinci Rivayet: Beydavi tefsirinde şöyle bir rivayet zikretmiştir: “Müslümanlar bir yere indiler. O yer öyle bir yer ki, su yok ve kumlar batıcıdır (yani ayaklar kumlara batıyordu), insanın o kumda yürümesi zordu. Sonra o yere geldiklerinde uyudular. Bazıları cünüp oldu, bazıları hades yaptı temizlenemediler. Ve Müslümanlar susamışlardı. O sırada müşrikler suyu elde etmişlerdi ve yanlarında su vardı. İşte bu durumdayken şeytan onlara şöyle vesvese verdi: “Siz nasıl muzaffer olacaksınız? Müşrikler suyu aldılar. Siz de hadesli ve cünüp bir şekilde namaz kılıyorsunuz. Buna rağmen Allah-u Teâlâ’nın dostu olduğunuzu iddia ediyorsunuz ve rasul sizin içinizde. Siz hak üzerinde olsaydınız bu durumda olmazdınız, müşrikler de bu durumda olmazlardı. Zira müşrikler gayet rahat, yanlarında su var. Siz ise susuzsunuz. Hades yapmışsınız, cünüp olmuşsunuz, temizlenecek suyunuz yok.” Şeytan işte bu şekilde onların kalplerine vesvese verdi. Allah-u Teâlâ bunun üzerine geceleyin yağmur yağdırdı. Hatta yağmur suyu vadiden akacak şekilde yağdı. Sahabeler o yağmur suyundan havuzlar yaptılar, içtiler, hayvanlarına içirdiler, guslettiler, abdest aldılar ve müşriklerle arasındaki kum yığını ıslandı. Öyle ki onun üzerinde rahat yürüyecek şekilde ıslandı. Ayakları sabit kalacak, batmayacak şekilde ıslandı. Böylece vesveseleri de gitti.” (Beydavi) Üçüncü Rivayet: Kurtubi, İbni İshak ve İbni Hişam sirasından naklederek şöyle bir rivayet zikretti: İbni Hişam’ın rivayeti şöyledir: Kureyş Bedir'e doğru hareket edip vadinin Medine'ye en uzak kısmına geldiler. Burası kum tepelerinin ve vadinin arka tarafıdır. Bu vadinin ismi Yelyel'di. Bedir ile ENFAL:11 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 587 Kureyş'in bulunduğu kum tepelerinin arasındadır. Su kuyuları Bedir'de, Yelyel vadisinden Medine'ye en yakın olan kenarda idi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Bedir'e en yakın suya gelene kadar ilerledi. Habbab b. Münzir şöyle dedi: "Ey Allah'ın Rasulü! Burayı nasıl gördün? Allah-u Teâlâ'nın seni oraya indirdiği bir konaklama yeri ise bizim için ne ileri ne de geri gitme hakkı yoktur. Yoksa o bir rey, harp ve hile midir?" Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Bilakis o bir rey, harp ve hiledir" buyurdu. Habbab dedi ki: "Ya Rasulallah! Burası konaklama yeri değildir. Milleti kaldır. Kureyş için en yakın olan bir suya gidelim ve orada inelim. Sonra o suyun dışındaki kuyuların sularını bozalım ve orada bir havuz yapalım ve suyla dolduralım ki Kureyş ile savaştığımızda biz içelim onlar ise içmesinler." Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Hakikaten çok iyi bir fikir söyledin." dedi ve sonra Habbab'ın teklif ettiği planı uyguladı. Ve hemen beraberindeki Müslümanlarla oradan ayrılarak kâfirlere en yakın suya gelip orada konakladı. Sonra su kuyularının doldurulmak suretiyle bozulmasını emretti. Böylelikle kendi bulunduğu su kuyusu dışındaki bütün su kuyularını bozdurdu. Kendi bulunduğu su kuyusu üzerinde ise bir havuz yaptırıp orayı suyla doldurttu ve su kaplarının orada bırakılmasını emretti. (İbni Hişam) İbni İshak’ın rivayeti şöyledir. “Sonra Kureyş Bedir vadisinin diğer ucuna konakladı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Bedir suyuna onlardan önce varmış oldu. Kureyşlileri suya daha çabuk ulaşmaktan alıkoyan şey, yağan muazzam bir yağmurdu. Bu yağmurdan Müslümanlara sadece toprağın yüzünü ıslatacak kadar bir şey isabet etti. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve 588 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:11 sellem ve arkadaşları, Bedir kuyularından Medine’ye en yakın olanının yanında konakladı. Habbab b. Münzir: “Ya Rasûlullah! Bu konakladığımız yer hakkında ne dersin? Burası Allah-u Teâlâ’nın seni konaklatıp, bir adım ileri ve geri gitmeye hakkımız olmayan bir yer mi? Yoksa bir görüş olup harp ve tuzak yeri mi?” diye sordu. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Bu, Allah-u Teâlâ’nın bir emri değil, aksine bu, bir görüş olup harp ve tuzak kurmaya müsait bir yer” deyince Habbab: “Öyleyse, burası senin konaklayacağın bir yer değil. Bizi derhal yola çıkar, ta Kureyş’in konakladığı yere en yakın suya kadar götür ve orada konaklayalım da, geride kalan bütün kuyuları toprakla dolduralım. Kalan tek kuyunun etrafına, genişçe bir havuz yapıp suyunu çekerek oraya dolduralım. Böylece biz suyumuzu içerken onlar su içemesinler” diye teklifte bulundu. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu teklifi uygun buldu ve Habbab’ın görüşünü uygulamaya başlayıp, kuyuların kapatılma emrini vererek kapattırdı. Son kuyunun etrafına bir havuz yaptırıp su ile doldurdu. Orada Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in kalabileceği bir çadır çardağı kuruldu. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem savaşın olacağı meydana kadar yürüyüp, sahabelere Kureyşlilerin çarpışıp öldürüleceği yerleri göstererek; “şurası falanın”, “şurası falancanın serileceği yer” dedi. Kureyşlilerden, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in gösterdiği yerin dışında, ölen hiç kimse olmadı.” (İbni İshak) Müfessirler yağmurun Müslümanlar üzerine ne zaman indiği konusunda ihtilaf etmişlerdir. Çünkü ayetin zahirine ve bu konuda gelen rivayetlerin farklılığına ve özellikle de Habbab ile ilgili gelen rivayete bakıldığında ayetle, rivayetler arasında ya da rivayetlerin birbiri arasında çelişki varmış gibi düşünülebilir. ENFAL:11 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 589 Bu sebeple bazı müfessirler; Habbab hadisesi bu ayet inmeden önce olmuştur. Zira savaşın ilk başlangıcında müşrikler suları istila etmişler, Müslümanlar bu sebeple susuz kalmış ve sıkıntı çekmişlerdi. Allah-u Teâlâ da yağmur indirerek onlardan bu sıkıntıyı kaldırdı, demişlerdir. Diğer bazı müfessirler ise; yağmur yağdırılması savaştan önce, yani Habbab hadisesinden önce olmuştur. Çünkü Müslümanlar Allah-u Teâlâ onların savaşa katılmalarını emrettiğinde yanlarında suları yoktu ve üzerinde yürüdükleri kumlara ayakları batıyor, böylelikle yürümekte zorlanıyor ve bu sebeple yavaş hareket ediyorlardı. Allah-u Teâlâ da onlara nimet olarak yağmur yağdırdı. Müslümanlar Bedir’e girdiklerinde ise su kuyularını gördüler. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem kuyuların başında konaklamak istedi. Habbab radıyallahu anh ise rivayette geçtiği üzere Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e fikrini söyleyerek uygun konaklamanın neresi olacağını söyledi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de onun görüşünü doğru buldu ve onun dediği gibi yaptı. İbni Münzir, İbni Cerir yoluyla İbni Abbas radıyallahu anh’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Savaş başlamadan önce müşrikler suyu ele geçirdiler. Bu sırada Müslümanlar susadılar ve cünüp ve hadesli olarak namaz kıldılar. Onlar bu halde iken şeytan, onların kalplerine üzüntü salarak şöyle vesvese veriyordu: “Siz, aranızda bir nebinin olduğunu ve kendinizin Allah-u Teâlâ’nın dostu olduğunuzu mu iddia ediyorsunuz? Öyleyse durumunuza bir bakın! Hadesli ve cünüp bir vaziyette namaz kılıyorsunuz.” İşte bunun üzerine Allah-u Teâlâ, onların üzerine gökten yağmur yağdırdı. Öyle ki vadiden su dökülmeye başladı. Böylelikle Müslümanlar bu sudan hem içtiler, hem onunla temizlendiler, hem kumun ıslanarak sıkılaşması sonucu ayakları kum üzerinde sabit kaldı, hem 590 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:11 de şeytanın onlara vermiş olduğu vesvese hali üzerlerinden kalktı.” İbn Abbas'tan şöyle bir rivayet vardır: İbn Abbas'ın: “Allah iki taifeden birini (ya Şam’dan gelen kervana ya da Mekke’den gelen orduya karşı muzaffer olmayı) size vaat ediyordu da, siz, kuvvetli olmayan (kervan)ın sizin olmasını arzuluyordunuz. Oysa Allah, sözleriyle hakkın muzaffer olmasını ve kâfirlerin kökünü kesmek istiyor.” (Enfal: 7) ayeti hakkında şöyle dedi: “Mekke ehlinin ticaret için Şam’a gitmiş kafilesi döndüğü haberi Medine ehline ulaşınca beraberinde Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem olduğu halde onları karşılamak ve kafileyi elde etmek için çıktılar. Bu durum Mekke ehline ulaşınca hızlıca uzaklaşıp Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ve sahabelerine galip gelmek isteyerek hemen kervanı uzaklaştırdılar. Artık savaş yapmaları gerektiğini anladılar. Müslümanlar da müşriklerle savaşmaya isteksizlerdi. Çünkü sayıları az, hazırlık yapmadan çıktılar ve özellikle kervanı elde etmeyi arzuluyorlardı. Ama kervan kaçtı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem onlara kervan henüz kaçmadan önce; “Allah mutlaka size iki şeyden birini verecektir: Ya kervanı elde edeceksiniz ya da savaşta muzaffer olacaksınız.” Kervan artık kaçınca bir tek şey kaldı, o da savaşmaları. Tabi bu, bazılarına ağır geldi ama buna rağmen itaat ettiler. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ve Müslümanlar Bedir’e indiklerinde, onlarla su arasında kum tepesi vardı. Müslümanlara şiddetli zayıflık isabet etti. Şeytan ise onların kalplerine öfke salıp şu vesveseyi telkin ediyordu: `Siz hem kendinizi Allah'ın dostları sanıyorsunuz. Aranızda da Allah'ın peygamberi olduğunu iddia ediyorsunuz. Oysa suyu ele geçirmede müşrikler size üstünlük sağladılar. Siz ENFAL:11 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 591 cünüp mü namaz kılacaksınız?' Bunun üzerine yüce Allah şiddetli bir yağmur yağdırdı. Müslümanlar hem içtiler, hem de temizlendiler. Böylece yüce Allah şeytanın vesvesesini geçersiz kıldı. Yağmurdan dolayı kum da sıkıştı. İnsanlar ve hayvanlar rahatça yol alıyordu. Nihayet müşriklere yaklaştılar. Allah peygamberine bin kişilik bir melek ordusunu yardıma gönderdi. Beş yüz kişilik grubunda Cebrail, diğer beş yüz kişilik grubunda da Mikail yer alıyordu. Şeytan ise beraberinde Beni Mudlic’den adamlar suretinde askerleriyle, kendisi de Suraka b. Malik b. Cu’şum suretinde bulundu. Şeytan müşriklere şöyle dedi: "Bugün sizi hiçbir insan grubu yenemez. Ben sizin yanınızdayım." Ordu saf düzeni aldığında Ebu Cehil şöyle dedi: Allah’ım! Bizim haklı olanımıza yardım et. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ellerini yükselti ve dedi ki: “Allah’ım! Sen şu bir avuç topluluğu helak edersen, artık sana yeryüzünde hiç ibadet olunmaz!” Cibrilde ona: “Bir avuç toprak al ve bunu onların yüzlerine at” dedi. Peygamber s.a.v de bir avuç toprak alarak onların yüzlerine attı. Bunun üzerine müşriklerden hiç kimse kalmadı ki gözlerine, burun deliklerine ve ağızlarına bu bir avuç topraktan isabet etmiş olmasın. Ve neticede arkalarını dönüp kaçtılar… Cibril de şeytanın yanına geldi, şeytan onu gördüğündü eli müşriklerden bir adamın eli üzerindeydi, iblis elini ondan çekti sonra gerisin geri kaçtı. Bunun üzerine adam dedi ki: “Ey Suraka! Sen bizim yanımızda olduğunu iddia etmiyor muydun? İblis dedi ki: “Ben sizin görmediklerinizi görüyorum. Muhakkak ki ben Allah’tan korkuyorum. Şüphesiz Allah’ın azabı şiddetlidir. İşte o Melekleri 592 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:11 görüyordu.”(38) İbni İshak’dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Yezid b. Ruman bana, Urve b. Zubeyr’den rivayet etti ve Zuhri ve Muhammed b. Yahya b. Hayyan ve Asım b. Ömer b. Katade ve Abdullah b. Ebi Bekr ve bazılarından, hepsi de bana hadis nakletmiştir Bedir savaşı ile ilgili duyduğum hadisleri burada topluyorum. “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Ebu Süfyan b. Harb’in, Şam’dan Kureyş’e ait büyük bir kervanla döndüğünü işitti. Bu kervanda Kureyş’in malları ve ticaret eşyaları yer almaktaydı. Kervanın başında Ebu Süfyan’la birlikte otuz veya kırk kişi bulunuyordu. Rasûlullah Ebu Süfyan’ın döndüğünü işitince Müslümanları topladı ve onlara danıştı ve dedi ki: Bu Kureyş’in kervanı. Ona çıkınız. Olur ki Allah size ganimet ihsan eder. Herkes hazırlandı. Bir kısmı çabuk davrandı, bir kısmı yavaş. Bunun sebebi de onlar Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in savaşacağını sanmıyorlardı. Bedir’de hazır bulunan Müslümanların hepsi üç yüz küsur kişiydi. Muhacirlerden seksen altı kişi vardı. Evs kabilesinden olanların kuvveti daha fazla, kudreti daha üstün idiyse de sayıları azdı. Çünkü onların evi Medine’nin çevresindeydi. Ramazandan birkaç gece geçmişti ki Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ve ashabının o gün yetmiş devesi vardı. Ve sırayla develere biniyorlardı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Ali ve Ebu Mirsed’in oğlu Mirsed bir deveye sırayla biniyorlardı. Abdulmuttalib’in oğlu Hamza ile Zeyd b.Harise, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in kölesi Ebu Kebşe ve Enes de bir deveye nöbetleşe biniyorlardı. Ebu Bekir, Ömer ve Abdurrahman b. Avf da 38 ) Beyhaki-Delai’n-Nubuvve, İki Ordunun Karşılaşması ve meleklerin İnmesi Babı, 936. Rivayetin senedi hasendir. ( ENFAL:11 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 593 bir deveye nöbetleşe biniyordu. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Zefıran'dan yola çıktı ve sarp yokuşlardan yürüdü. Sonra Bedir'in yakınına indi ve bineklerine bindiler. Nihayet Araf’tan bir ihtiyarın yanında durdu. Ve ona Kureyş'ten Muhammed ve ashabını ve ona gelen haberleri sordu, ihtiyar da dedi ki: “Siz kimlerden olduğunuzu bana haber vermeden size haber vermeyeceğim.” Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Bize haber verdiğin zaman sana haber veririz.” Dedi ki: “Bunun karşılığında bu olur mu?” Rasûlullah: “Evet” dedi. İhtiyar dedi ki: “Bana şu haber geldi ki Muhammed ve onun ashabı şu ve şu günde çıktılar. Eğer bana haber veren doğru söylemişse onlar bugün şöyle şöyle yerdedirler. (Rasûlullah'ın bulunduğu yeri kastediyordu. Bana şu haber geldi ki: Kureyş şöyle şöyle bir günde çıktılar. Eğer bana haber veren kimse doğru söylemişse onlar bugün şöyle şöyle yerdedirler.” (Kureyş'in bulunduğu yeri kastediyordu.) Haber vermesini bitirdiği zaman dedi ki: “Siz kimdensiniz?” Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem dedi ki: “Biz Su'danız.” Sonra ondan ayrıldı, ihtiyar diyor ki: “Su'danız demek ne demektir? Irak’ın suyundan mı?” Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ashabına döndü. Akşam olduğu zaman Ali b. Ebi Talib'i, Zübeyr b. elAvvam'ı ve Sa'd b. Ebi Vakkas'ı ashabından bir topluluk içinde Bedir suyuna gönderdi ki kendisi için bu iş hakkında haber elde etsinler. Bir su taşıyıcı deve kervanına rastladılar ki içlerinde Beni Haccac'ın kölesi Eşlem ile Beni As b. Said'in kölesi Ebu Yasar vardı. O ikisini getirdiler ve onlara sordular. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ise namaz kılıyordu. O ikisi dediler ki: “Biz Kureyş'in su taşıyıcılarıyız, bizi su almak için 594 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:11 gönderdiler.” Bunun üzerine sahabeler onların haberlerinden hoşlanmadılar ve Ebu Süfyan'ın adamları olduklarını sandılar, onları dövdüler. Onları linç edecekleri zaman dediler ki: “Biz Ebu Süfyan'ın adamlarıyız.” Bunun üzerine onları bıraktılar. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de rükû etti ve iki secde yaptı. Sonra selam verdi ve dedi ki: “Size doğru söyledikleri zaman onları dövdünüz. Size yalan söyledikleri zaman onları bıraktınız. Onlar doğru söylediler. Vallahi onlar elbette Kureyş ordusunun adamları idiler. Onlar bana Kureyş'ten haber verdiler.” Köleler dedi ki: “Onlar, vallahi işte şu gördüğün kum tepesinin arkasındaki vadinin öteki yakasındadırlar.” Sonra geri getirildiler. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de onlara dedi ki: “Ordunuz ne kadardır?” Dediler ki: “Çokturlar.” Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem dedi ki: “Sayıları nedir?” Onlar dedi ki: “Bilmiyoruz.” Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem dedi ki: “Her gün ne kadar deve boğazlıyorlar?” Onlar: “Bir gün dokuz, bir gün on tane” cevabını verdi. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem dedi ki: “Demek dokuz yüz ile bin arasındadırlar.” Sonra Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem onlara dedi ki: “Onların içlerinde Kureyş'in eşrafından kimler vardır?” Köleler dedi ki: “Utbe b. Rabia, Şeybe b. Rabia, Ebu'l Bahteri b. Hişam, Hakim b. Hizam, Nevfel b. Huveylid, Haris b. Amir, Tuayme b. Adiyy, Nadr b. Haris, Zemea b. el-Esved, Ebu Cehl b. Hişam, Ümeyye b. Halef, Nübeyh, Münebbih -ki bunlar Haccac'ın üç oğludurlar- Süheyl b. Amr ve Amr b. Abdulvudd vardır.” Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sa- ENFAL:11 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 595 habelere döndü ve şöyle dedi: “Mekke, ciğerinin parçalarını size atmış, demektir.” (Siyeri İbn-i Hişam) Buseys b. Amr ve Adiyy b. Ebi Zegba yürüyerek Bedir'e indiler ve suya yakın bir tepeye develerini çöktürdüler. Sonra kendilerine ait eski bir su tulumunu aldılar içine su dolduruyorlardı. Mecdeyy b. Amr el-Cühenı de suyun başında idi. Adiyy ve Buseys, suya gelen topluluğun kadınlarından iki kadını dinliyordu. Onlar suyun başında birbirlerine olan borçlarını konuşuyorlardı. Borçlu olan kadın arkadaşına diyordu ki: “Ancak yarın ve yarından sonraki gün kervan gelir ve ben onlarla iş yaparım, sonra senin alacağın olan borcumu sana öderim.” Mecdeyy de o kadına dedi ki: “Doğru söyledin.” Adiyy ye Buseys de bunu dinlediler ve develerinin üzerine bindiler sonra gittiler. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'e geldiler ve dinledikleri şeyleri ona haber verdiler. Ebu Süfyan b. Harb ilerleyip dikkatli bir şekilde bu suyun başına geldi ve Mecdeyy' e dedi ki: “Hiç bir kimseyi hissettin mi?” O da dedi ki: “Tanımadığım hiçbir kimseyi görmedim. Ancak iki süvari gördüm ki, onlar işte şu tepeye bineklerini çöktürdüler. Sonra eskimiş su tulumlarıyla su aldılar ve gittiler.” Ebu Süfyan onların develerini çöktürdükleri yere gelip develerinin tezeğinden aldı ve onu dağıttı. Bir de baktı ki onda hurma çekirdeği vardır. Dedi ki: “Bu vallahi Medine'nin yemleridir.” Böylece arkadaşlarına doğru süratle döndü ve kafilenin yönünü çevirdi. Sahil yolunu tuttu. (Gece karanlığından faydalanarak) Bedr'i solunda bırakıp süratlice gitti. Müşrikler Cuhfe'ye indikleri zaman Cüheym b. Salt bir rüya gördü ve dedi ki: 596 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:11 “Ben uyku ile uyanıklık arasında bir rüya gördüm. Atın üzerinde bir adam geldi ve durdu. Beraberinde de bir deve vardı. Sonra: “Utbe b. Rabia, Şeybe b. Rabia, Ebu'l Hakem b. Hişam, Ümeyye b. Halef ve falan ve falan öldürüldü” dedi. (Bedir gününde Kureyş'in eşrafından öldürülen bir takım adamları saydı.) Sonra o adam devesinin göğsüne vurarak onu ordunun içine gönderdi. Ordunun çadırlarından hiçbir çadır kalmaksızın onun kanı bütün çadırlara bulaştı.” Bu haber Ebu Cehil'e ulaştığında dedi ki: “Bu da yine Beni Muttalib'den diğer bir nebidir. Eğer yarın Muhammed'in ordusuyla karşılaşırsak kimin öldürüleceğini görürler.” Ebu Süfyan kafilesini koruyup kurtarmış olduğunu gördüğü zaman Kureyş'e şöyle bir mektup gönderdi: “Muhakkak ki siz ancak kafilenizi, adamlarınızı ve mallarınızı korumak için çıktınız. Allah onları kurtarmıştır. O halde dönünüz.” Mektup, Ebu Cehil b. Hişam'a ulaşınca dedi ki: “Vallahi Bedir'e varıncaya kadar dönmeyiz. Biz orada üç gün kalırız develerimizi boğazlarız, yemek yeriz, şarap içeriz ve bize oyuncu kadınlar oynayıp şarkı söyler ve Arap bizim gittiğimiz yeri ve toplantımızı işitir, bizi dinler, böylece bundan sonra ebediyen bizden korkarlar. O halde yürüyünüz” Ahnes b. Şerik Cuhfe'de bulunurken onlara şöyle dedi: “Ey Beni Zuhre! Allah sizin için mallarınızı ve arkadaşınız Mahreme b. Nevfel'i kurtarmıştır. Siz ancak onu ve onun malını korumak için yola çıktınız. O korkaklığı bana veriniz ve dönünüz. Çünkü size bir ihtiyaç olmaksızın çıkmanıza bir hacet yoktur. Ebu Cehil'in dediğine bakmayınız.” ENFAL:11 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 597 Bunun üzerine onlar döndüler ve hiçbir Zühreli kimse savaşta hazır bulunmadı. Ona itaat ettiler. Ahnes onların içinde sözü dinlenir bir kimse idi. Beni Adiyy b. Kab'dan başka Kureyş kabilesinin bütün kollarından mutlaka kalanlar oldu. Beni Zühre ise Ahnes b. Şerik ile birlikte tamamen döndüler ve bu kabileden hiçbir kimse Bedir'de hazır bulunmadı. Nihayet ordu yürüdü. Talib b. Ebu Talib ile Kureyş'ten birisinin arasında karşılıklı konuşmalar oldu. Kureyşli Talib'e dedi ki: “Vallahi ey Beni Haşim! Andolsun biliyoruz ki, her ne kadar siz bizimle çıktıysanız da kalpleriniz Muhammed ile birliktedir.” Bunun üzerine Talip dönenlerle birlikte Mekke'ye döndü. Addas, Utbe ile Şeybe'yi savaştan vazgeçirmeye çalıştı. Atike'nin ve Cuheym'in rüyası da bu iki kardeşi etkilemişti. Mekke'ye dönmek istediler fakat Ebu Cehil onlarla alay edince vazgeçtiler. Sonra Kureyş Bedir vadisinin diğer ucuna konakladı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Bedir suyuna onlardan önce varmış oldu. Kureyşlileri suya daha çabuk ulaşmaktan alıkoyan şey, yağan muazzam bir yağmurdu. Bu yağmurdan Müslümanlara sadece toprağın yüzünü ıslatacak kadar bir şey isabet etti. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ve arkadaşları, Bedir kuyularından Medine’ye en yakın olanının yanında konakladı. Habbab b. Münzir: “Ya Rasûlullah! Bu konakladığımız yer hakkında ne dersin? Burası Allah-u Teâlâ’nın seni konaklatıp, bir adım ileri ve geri gitmeye hakkımız olmayan bir yer mi? Yoksa bir görüş olup harp ve tuzak yeri mi?” diye sordu. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Bu, Allah-u Teâlâ’nın bir emri değil, aksine bu, bir görüş olup harp ve tuzak kurmaya müsait bir yer” deyince Habbab: “Öyleyse, burası senin konaklayacağın bir yer değil. 598 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:11 Bizi derhal yola çıkar, ta Kureyş’in konakladığı yere en yakın suya kadar götür ve orada konaklayalım da, geride kalan bütün kuyuları toprakla dolduralım. Kalan tek kuyunun etrafına, genişçe bir havuz yapıp suyunu çekerek oraya dolduralım. Böylece biz suyumuzu içerken onlar su içemesinler” diye teklifte bulundu. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu teklifi uygun buldu ve Habbab’ın görüşünü uygulamaya başlayıp, kuyuların kapatılma emrini vererek kapattırdı. Son kuyunun etrafına bir havuz yaptırıp su ile doldurdu. Orada Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in kalabileceği bir çadır çardağı kuruldu. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem savaşın olacağı meydana kadar yürüyüp, sahabelere Kureyşlilerin çarpışıp öldürüleceği yerleri göstererek; “şurası falanın”, “şurası falancanın serileceği yer” dedi. Kureyşlilerden, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in gösterdiği yerin dışında, ölen hiç kimse olmadı. Kureyş sabah olunca Müslümanlara yaklaştı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem onları gördüğü zaman kum tepelerinden aşağı indi. Dedi ki: “Ey Allah'ım! İşte Kureyş! Kibir, kendini beğenmişlik ve övünme ile gelmişlerdir. Sana düşmanlık etmekte ve senin rasulünü yalanlamaktadırlar. Bana vaat ettiğin yardımına sığınırız. Ey Allah'ım! Onları sabahleyin helak et.”(39) İşte bu rivayetler de gösteriyor ki; yağmur yağması hadisesi savaştan önce, yani Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Habbab ile henüz konuşmadan önce olmuş bir hadisedir. Zira o zaman henüz teyemmüm hükmü inmiş değildi. İşte bu şekilde gerek rivayetler ve gerekse ayetle riva(39) Beyhaki-Delailu’n-Nubuvve, Rasulullah (s.a.s)’ın Çıkışının Sebebi babı, 874, Sahih Mürsel ENFAL:11-12 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 599 yetler arasında varmış gibi gözüken zıtlık açıklanmış olunur. Çünkü savaşın başından beri Müslümanlar müşrikler tarafından bir yenilgiye asla uğratılmadılar. Bilakis baştan sonra kadar hep muzaffer idiler. Bu, en sahih görüştür. Bu hadise gösteriyor ki; Müslümanlar hangi zor şartlarda olurlarsa olsunlar, kendilerine verilen emirlere itaat edici olmalıdırlar. Çünkü verilen emir her zaman istenen şey olmayabilir. Zira gerçek itaat, kişinin istemediği şeyde itaat etmesidir. İstenilen şeyde itaat etmek kişiye ağır gelmez. Gerçek itaat, kişinin nefsine ağır olan, hoşlanmadığı bir şey emredildiğinde belli olur. Bedir savaşında durum işte böyle olmuştur. Zira Müslümanların çoğu nefisleri savaşmayı arzulamadığı halde, Allah-u Teâlâ’nın rasulüne hiç itiraz etmeden kendisine itaat ettiler, her türlü zorluklara katlanarak savaş için yürüdüler. Şeytan da bu durumdan kendisine pay çıkarmaya ve vesveseler vererek Müslümanları kandırmaya çalıştı. Fakat bu çalışmasında bir başarı sağlayamadı. Çünkü Allah-u Teâlâ katından onlara yardım etti ve onlara; yağmur, uyuklama, sekinet, meleklerle yardım ederek onları zafere ulaştırdı. Böylece Allah-u Teâlâ onlarla insanlara pratik bir örnek ispat etmek istiyor. ALLAH (C.C)’IN, BEDİR SAVAŞIYLA İLGİLİ MELEKLERE EMRİ ﻮﺍﻨ ﺁﻣﻳﻦﻮﺍ ﺍﻟﱠﺬﺘﻢ ﻓﹶﺜﹶﺒ ﻜﹸﻌﻲ ﻣ ﺃﹶﻧﻜﹶﺔﻠﹶﺎﺋ ﺇﹺﻟﹶﻰ ﺍﹾﻟﻤﻚﺑﻲ ﺭﻮﺣﺇﹺﺫﹾ ﻳ ﺎﻕﹺﻨ ﺍﻟﹾﺄﹶﻋﻕﻮﺍ ﻓﹶﻮﺿﺮﹺﺑ ﻓﹶﺎﻋﺐ ﻭﺍ ﺍﻟﺮ ﻛﹶﻔﹶﺮﻳﻦﻲ ﻗﹸﻠﹸﻮﺏﹺ ﺍﻟﱠﺬﻲ ﻓﺄﹸﻟﹾﻘﺳ (١٢) ﺎﻥﻨ ﻛﹸﻞﱠ ﺑﻢﻬﻨﻮﺍ ﻣﺮﹺﺑﺍﺿﻭ 600 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:12 12 – (Ey Muhammed!) Rabbin meleklere şöyle vahyetti: "Ben sizinle beraberim, iman edenleri (yardım ve müjde ile) sabit kılın. Ben, kâfirlerin kalplerine şiddetli bir korku salacağım. Artık onların boyunları üzerine (başlarına) vurun ve bütün parmaklarını doğrayın." Allah-u Teâlâ daha önceki ayetlerde Bedir Savaşı'na katılacak olan müminlere manevî ve maddî destek verdiğini bildirmişti. Bu ayette ise, onlara verdiği desteklerden birisini haber veriyor: “(Ey Muhammed!) Rabbin meleklere şöyle vahyetti: "Ben sizinle beraberim…” Allah-u Teâlâ daha önceki ayette, müminlere melekleri, yardım etmek için gönderdiğini haber vermişti, bu ayette ise mü’minlere o melekleri gönderirken şöyle emir verdiğini haber veriyor: “Ey melek topluluğu! Ben sizinle beraberim. Sizin yapacağınız şey, mümin olanları savaşta sabit kılmanız, onlara yardımcı olmanızdır. Böylelikle hem onlara yardım edeceksiniz, hem de muzaffer olacaklarını müjdeleyeceksiniz." Ayette geçen; “Ben sizinle beraberim” sözünün meleklere mi yoksa mü’minlere mi olduğu konusunda müfessirler iki ayrı görüş söylemişlerdir. Birinci görüşe göre; buradaki söz, melekler için söylenmiştir. Böylece ayetin manası: “Ben sizinle beraberim. Size yardımcı olacağım. Siz mü’minlere destek olun, yardımcı olun ve zaferi müjdeleyin” manası vardır. İkinci görüşe göre; Meleklerin zaten korktukları yoktur. Onlar Allah-u Teâlâ’nın yardımını biliyorlar. Bu sebeple yardım ve destek meleklere değil, mü’minlere olması ge- ENFAL:12 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 601 rekir. Çünkü mü’minler korkuyorlardı. Onun için ayetin manası şöyle olmalıdır: “Allah meleklere şöyle vahyetti: Ben müminlerle beraberim, onlara yardımcı olun, onları savaşta sabitleştirin, muzaffer olacaklarını da müjdeleyin. Korkuları gitsin.” "Ben sizinle beraberim"den kasıt; buradaki beraberlik, yardım etme, muzaffer kılma, destek verme beraberliğidir. Dolayısıyla ayetin manası; şiddetli savaşta onlara yardım edeceğim, onları muzaffer kılacağım, onlara destek olacağım, şeklindedir. “iman edenleri (yardım ve müjde ile) sabit kılın.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında meleklere şöyle emrediyor: “Müminlerin kalplerini sabitleştirin, azimlerini güçlendirin, zaferi müjdeleyin, Allah'ın onları muzaffer kılacağı vaadini ve verdiği sözü mutlaka yerine getireceğini hatırlatın.” Bazı rivayetlere göre; melekler, Müslümanların tanıdığı kişilerin suretine giriyorlar ve mü’minlere destek veriyorlar, müjdeliyorlar ve mutlaka zaferi elde edeceklerini haber veriyorlardı. Beyhaki, Delail kitabında şöyle bir rivayet vardır: “Melek, Müslümanların tanıdığı bir suretle onlara geliyor ve şöyle diyordu: "Müjde size! Mutlaka muzaffer olacaksınız. Müşrikler size hiçbir şey yapamazlar. Çünkü Allah-u Teâlâ sizinle beraberdir. Haydi, onlara saldırın!" Meleklerin müminleri sabit kılmalarının nasıl söz konusu olduğu konusunda Zeccac'dan (İmam Zeccac büyük bir tefsir âlimidir) şöyle bir görüş vardır: “Tıpkı şeytanın kalplere şerri, vesveseyi sokma gücü olduğu gibi, meleklerin de tam aksine kalplere hayırla 602 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:12 müjdeleme ve hayrı ilham edip kalbe sokma gücü vardır. İşte bu kuvvetle melekler, Bedir Savaşına katılan müminlerin kalplerine mutmainlik ve muzaffer olacaklarının ilhamını yerleştiriyorlardı. İşte müminler savaşırken, bu ilhamdan dolayı kendilerine kuvvet geliyor ve muzaffer olacaklarını düşünerek, emin bir şekilde savaşa katılıyorlar. Bu ise onlara büyük bir kuvvet veriyor.” Bizler, meleklerin varlığına, Allah-u Teâlâ’nın yarattıklarından birisi olduğuna inanıyoruz. Ama tabiatları konusunda sadece Allah-u Teâlâ’nın bize bildirdiği kadarını biliyoruz. Bu durumda biz, aklımızla melekleri idrak edemeyiz. Bu nedenle savaşta Müslümanlara nasıl yardım ediyor, destek oluyorlar bunu tam olarak Allah-u Teâlâ bize bildirmese biz bilemeyiz. Ama bildiğimiz bir şey var ki; ayet bize; melekler Bedir savaşında Müslümanlara yardım etmiş, onları savaşta sabitleştirmiştir. Fakat bunun nasıl ve ne şekilde yapıldığını ancak Allah-u Teâlâ tarafından sahih bir delil gelirse bilebiliriz. Sadece bu ameli yaptıklarına inanıyoruz, ama nasıl yaptıklarının keyfiyetini araştırmıyoruz. Melekler zaten Allah-u Teâlâ, her ne emir verirse versin yerine getirirler. Çünkü Bedir savaşında bunu açıkça ortaya koydular. “Ben, kâfirlerin kalplerine şiddetli bir korku salacağım.” Allah-u Teâlâ meleklere şöyle emir verdi: “Allah müminlere yardım olarak, kâfirlerin kalplerine şiddetli bir korku sokmuştur. Kâfirler Müslümanlarla savaşırken şiddetli bir korku ile savaşıyorlar. Mü’minler ise kâfirlere karşı savaşırken çok güzel bir umutla, bir müjdeyle, Allah'a güvenerek, zafere mutlaka ulaşacaklarını bilerek savaşıyorlar. Öyleyse bu savaşta artık sayının bir önemi ENFAL:12 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 603 yoktur. O halde Müslümanlar kâfirlerin sayısına aldanmasınlar. Bilsinler ki o kâfirlerin kalbinde bir korku hâkim! Öyleyse kalbinde aşırı korku olan kişi nasıl savaşabilir? Bu şiddetli korkuyla savaşsa ve üstelik sayıca çok olsa bile sonucu yenilgidir.” Allah-u Teâlâ’nın mü’minler verdiği bu güven sebebiyle Müslüman gençler, en kuvvetli, en önde müşriklere karşı çarpışmışlardır. Zira Bedir’de öldürülen kişilerin çoğu kuvvetli olan, müşrikler içerisinde bir yeri olan kâfirlerin elebaşıydılar. Ebu Cehil gibi… İşte bu kimseler savaşta herkese meydan okuyorlardı. Ama Allah-u Teâlâ onların kalplerine korku saldı, böylece Müslümanların kalplerinde bir mutmainlik ve zafere ulaşma hissi meydana geldi. Çünkü artık kendilerini üstün, kâfirleri ise zayıf görüyorlardı. “Artık onların boyunları üzerine (başlarına) vurun ve bütün parmaklarını doğrayın.” Allah-u Teâlâ, ayetin bu kısmında meleklere şöyle emir veriyor: “Artık o müşriklerin boyunlarını vurun ve bütün parmaklarını doğrayın.” Allah-u Teâlâ, meleklere müşriklerin boyunlarının vurulmasını ve parmak uçlarının kesilmesini emrediyor. Fakat bu vurmanın nasıl olduğu, ne şekilde yapıldığı bilinmemektedir. Bize bu konuda ulaşan haber, Allah-u Teâlâ meleklerin, müşriklerin başları üzerine parmak uçlarıyla vurmalarıdır. Onlar da bunu yapmışlardır. 604 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:13 ALLAH (C.C) VE RASULÜNE DÜŞMAN OLANLARIN AZABI ﻓﹶﺈﹺﻥﱠﻮﻟﹶﻪﺳﺭ ﻭﻖﹺ ﺍﻟﻠﱠﻪﺎﻗﺸﻦ ﻳ ﻣ ﻭﻮﻟﹶﻪﺳﺭ ﻭﺎﻗﱡﻮﺍ ﺍﻟﻠﱠﻪ ﺷﻢﻬ ﺑﹺﺄﹶﻧﻚﺫﹶﻟ (١٣) ﻘﹶﺎﺏﹺ ﺍﻟﹾﻌﻳﺪﺪ ﺷﺍﻟﻠﱠﻪ 13 – Çünkü onlar, Allah’a ve rasulüne düşman oldular. Kim, Allah’a ve rasulüne düşman olursa (bilsin ki) şüphesiz Allah, azabı çok şiddetli olandır. Allah-u Teâlâ, önceki ayette Bedir’de Müslümanların meşakkat çektikleri bir sırada onlara uyuklama ve yağmur nimeti vererek onları rahatlattığını, müşrikleri ise perişan ettiğini haber vermişti. Bu ayette ise müşriklerin perişan oluş sebebini ve onların karşılaşacağı akıbeti haber veriyor. “Çünkü onlar, Allah’a ve rasulüne düşman oldular.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında mü’minlere destek olup onları kâfirlere karşı muzaffer kılması sonucunda kâfirlerin neden bu şekilde bir yenilgiye ve kendileri için zillet sayılacak duruma düştüklerini haber veriyor. İşte onları bu hale düşüren sebep; onların Allah-u Teâlâ’ya ve rasulüne muhalefet etmeleri, Allah-u Teâlâ’ya ve rasulüne tabi olanlara ise düşmanlık göstermeleridir. Allah-u Teâlâ Bedir savaşında Müslümanların içinde bulundukları durumu, onlara meleklerle yardım edişini, bir uyuklama vermesini ve yağmur indirmesini, böylece kâfirlere ise zilleti tattırmasını haber vererek bununla her zaman ve mekândaki Müslümanlara şunu öğretiyor: Her ne- ENFAL:13 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 605 rede kendisinin istediği şekilde O’na ve rasulüne tabi olan bir cemaat bulunuyorsa Allah-u Teâlâ mutlaka onlara, kendilerine muhalefet edip düşmanlık gösterenlere karşı yardım eder. Yeter ki onlar Allah-u Teâlâ’ya tam manasıyla bağlı olsunlar ve tek hedefleri; Allah-u Teâlâ’nın nizamını yeryüzüne hâkim kılmak olsun… İşte böyle bir cemaat var olduğu takdirde Allah-u Teâlâ onlara düşmanlık gösterenlerin kalplerine korku salar, sayıları ne kadar çok olursa olsun onları hezimete uğratır, dünyada onlara büyük bir zillet tattırır. Bu, her zaman ve mekânda böyle olacaktır. Çünkü bu, Allah’ın sünneti olup Allah-u Teâlâ bir cemaat ile beraber olursa, bu cemaat asla yenilgiye uğramaz. Böyle bir durumda artık maddi hesap yapılmaz. Kuvvet, sayı, mühimmat hesabı yapılmaz. Tam anlamıyla Allah'a iman eden, sadece Allah'a tevekkül eden bir cemaatin, Allah'ın zaferinden emin olması; uzun yolu kat ederken, Allah-u Teâlâ’nın kendilerine mutlaka yardım edeceğine tam bir mutmainlikle inanarak zafere yürümesi gerekir. Aynı zamanda kâfirlerin kuvvetlerine karşı da hiçbir korkuya sahip olmaması gerekir. Bu cemaat zafere yürürken, Allah-u Teâlâ’nın kendilerine farz kıldığı sebepleri yerine getirmek için ellerinden geleni yapmalı ve Allah-u Teâlâ’nın kendileri için zafer gerçekleştireceğine dair tam bir mutmainlik içinde olmalıdırlar. Çünkü Allah-u Teâlâ onlara zafer vaat etti. O’nun dinini yeryüzüne hâkim kılmak için çalışan bir cemaati, Allah-u Teâlâ muhakkak muzaffer kılacaktır. Allah-u Teâlâ’nın vaadi ise haktır. Ve Allah, vaadini yerine getirendir. “Kim, Allah’a ve rasulüne düşman olursa (bilsin ki) şüphesiz Allah, azabı çok şiddetli olandır.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında şöyle buyuruyor: 606 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:13-14 “Kim Allah'a, rasulüne, Allah ve rasulünün bildirdiği şeylere bağlı olan İslam cemaatine muhalefet eder, düşmanlık gösterirse, muhakkak ki Allah'ın azabı çok şiddetlidir. Üstelik bu azap sadece ahirette değil, dünyada da gerçekleşecektir. Kâfirler bunu iyice bilsinler! Çünkü kendileri tevhidden yüz çevirip şirke daldıkları, böylece tağuta ibadet etmeyi seçtikleri, ayrıca da yalnızca Allah'a ibadet edip O’na hiçbir şeyi eş koşmayan, tağutun her çeşidini reddeden, bütün hayatlarını Allah'ın istediği şekilde düzenleyen muvahhidlere ve Allah dostlarına düşmanlık gösterdikleri, küfre ve şirke dönmeleri için onları zorladıkları ve Allah'ın emrini uygulama konusunda onlara engel oldukları için Allah-u Teâlâ onları hem dünyada hem de ahirette şiddetli bir azaba uğratacaktır.” KÂFİRLERE HEM DÜNYADA, HEM AHİRETTE AZAP VARDIR (١٤) ﺎﺭﹺ ﺍﻟﻨﺬﹶﺍﺏ ﻋﺮﹺﻳﻦﻠﹾﻜﹶﺎﻓﺃﹶﻥﱠ ﻟ ﻭ ﻓﹶﺬﹸﻭﻗﹸﻮﻩﻜﹸﻢﺫﹶﻟ 14 – (Ey kâfirler!) İşte size Allah’ın azabı! Onu tadın! Kâfirler için (ahirette bundan başka) cehennem ateşi de vardır. Allah-u Teâlâ önceki ayette, kâfirlerin zillete düşüş sebebini ve onlar için çok şiddetli bir azabın olduğunu bildirmişti. Bu ayette ise kâfirlerin dünyadaki ve ahiretteki azaplarını haber veriyor. ENFAL:14 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 607 “(Ey kâfirler!) İşte size Allah’ın azabı! Onu tadın! Kâfirler için (ahirette bundan başka) cehennem ateşi de vardır.” Allah-u Teâlâ bu ayette, muvahhidlere karşı çıkıp düşmanlık gösteren kâfirlere şöyle hitap ediyor: “Ey Allah'a ve rasulüne karşı gelip düşmanlık gösteren, Allah’a ve rasulüne bağlı olup sadece Allah'a ibadet eden, hiçbir şeyi O'na şirk koşmayan, tağutun bütün çeşitlerini reddeden, hayatlarının tamamını Allah'ın istediği şekilde düzenleyen Allah dostlarına karşı düşmanlık gösteren ve onlara saldırmaya çalışan kâfirler! Uğradığınız hezimet, kalplerinize giren şiddetli korku sizin için sadece bir başlangıçtır. İşte size Allah'ın dünyadaki azabı! Öyleyse onu dünyada tadın! Yaptıklarınızın karşılığında bu kadar cezayla kurtulacağınızı da sakın sanmayın! Zira dünyada tattığınız bu azap, ahirette tadacağınız azabın sadece basit bir parçası, erken verilmiş bir tattır. Ve biliniz ki, şayet küfür ve şirkiniz üzerinde ısrar eder, gerçek manada Allah'a iman etmez, Allah ve rasulüne tabi olmaz ve Allah'ın istediği şekilde hareket etmezseniz ahirette sizin için içinde sonsuza kadar kalacağınız bir ateş, bir azap vardır. İşte korkmanız gereken asıl azap budur! Uğradığınız yenilgi, kalplerinize sokulan o şiddetli korku, başınıza inen o vurmalar, ellerinize ve parmaklarınıza gelen o darbeler, ahirette göreceğiniz azaba nispeten çok azdır.” Allah-u Teâlâ bu ayette “Onu tadın!” tabirini kullanmıştır. Bu ise şuna benzer: İnsan yemek yaptığında yemeğin tadına bakar. Fakat bu, esas hazırladığı yemek değil, o yemekten sadece bir tadımlıktır. Buna göre; Allah-u Teâlâ kâfirlerin savaşta uğradığı hezimeti cehennem azabının dünyadaki tadımlığı olduğunu bildirerek onlara şöyle buyuruyor: 608 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:14 “Ey kâfirler! İyi biliniz ki; dünyada gördüğünüz bu azap, asıl uğrayacağınız azaptan yalnızca tadımlıktır. Halinize bir bakın! Başınıza ne kötü bir durum gelmiş, ne çok zarara uğramışsınız. Oysa bunların hepsi bir tadımlıktır. Öyleyse yaşadığınız bu hadiseden ibret alın ve vakit varken hemen hakka, gerçek imana, gerçek tevhide dönün! Ve muvahhid kimseler olarak ölün ki; başınıza gelen bu azabın ahirette göreceğiniz azabın yanında basit kalacağı, şiddetini tahmin bile edemeyeceğiniz ebedi azaba maruz kalmayasınız...” Allah-u Teâlâ bu ayette; Allah-u Teâlâ’ya ve rasulüne karşı gelmenin, Allah-u Teâlâ’nın emirlerine bağlanıp hayatlarını O’nun emir ve yasaklarına göre düzenlemek isteyenlere savaş açıp düşmanlık göstermenin akıbetini bildirmiştir. Bu akıbet ise; dünyada yenilgi, zelillik ve utanç içine girmek; ahirette ise, sonsuza kadar şiddetli bir azap görmektir. Bedir Savaşı'nda gerçekleştirilen cihad, fazileti en büyük olan cihaddır. Bu sebeple bu savaşa katılan kimseler de faziletli kimselerdir. Fakat Bedir Savaşı’na katılanların faziletleri; zatlarıyla ilgili değil, yaptıkları fiil dolayısıyladır. Bu savaşa katılanların faziletiyle ilgili olarak Malik radıyallahu anh’tan şöyle rivayet edilmiştir: “Cibril aleyhisselam, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanına geldi ve: "Sizler aranızdan Bedir’e katılmış olanları nasıl görürsünüz?" diye sordu. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Müslümanların en faziletlileri olarak" veya benzeri bir sözle cevap verdi. Cibril aleyhisselam dedi ki: "Meleklerden Bedir'e katılmış olanları biz de böyle kabul ediyoruz." (Buhari) ENFAL:14 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 609 Bu savaş öyle faziletçe öyle büyüktü ki İslam devleti ve sistemi, bu savaşın sonucuna göre bina edilmiş; Müslümanlar bu savaşta muzaffer olduktan sonra artık bütün kâfirler Müslümanlardan korkmaya başlamıştı. Böylece İslam devleti, gerçek manada kurulmuş oldu. Bu savaşta kazanılan zafer neticesinde Medine'de bulunan kâfirler İslam'ı istemedikleri halde Müslümanların gerçek kuvvetlerinden korkarak zahiren İslam'a girdiler. Zaten münafıklar da Bedir Savaşı'ndan sonra Medine'de ortaya çıkmıştır. Bedir Savaşı’ndan önce Medine’de münafık yoktu. Hatta münafıkların başı olan Abdullah b. Ubeyy b. Selül, bu savaştan önce Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e "Senin yüzünden bize toz geldi" şeklinde laf atıyordu. Ama savaştan sonra minberlere çıkıp korkusundan sürekli Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i övdü ve insanlara Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e bağlı olmalarını tavsiye etti. Bedir Savaşını İçeren Ayetlerden Çıkan Hükümler: 1 – Bu ayetlerde Allah-u Teâlâ’nın birkaç nimeti zikredilmiştir. Yine bu ayetlerde; çarpışmanın nasıl yapılacağına dair eğitim var olup Allah-u Teâlâ’ya ve rasulüne karşı gelen, düşmanlık gösteren kişilerin akıbeti gösterilmektedir. Ayetlerde zikredilen nimetlere gelince… Allah-u Teâlâ Bedir Savaşı'nda mü’minlere yedi tane nimet vermiştir. Bunlar: a) Allah-u Teâlâ’ya dua edip O'ndan yardım ve zafer dilediklerinde, Allah-u Teâlâ onlara, yardımcı olarak melekleri göndermiştir. b) Çarpışma gecesinde onları rahat ettirmek ve daha dinç olmalarını sağlamak için onlara uyuklama vermiştir. 610 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:14 c) Hem madden hem de manen temizlenmeleri için gökten yağmur indirmiştir. Maddi temizlik; cenabetten gusül ve abdest almaları için, manevi temizlik ise; şeytanın kalplere verdiği vesveseleri gidermek içindir. d) Allah-u Teâlâ, şeytanın kâfirlere karşı kalplerine soktuğu korkuyu giderip onlara sabır vermiş, kâfirlere karşı şiddetli olmalarını sağlamıştır. Öyle ki mü’minlere, savaşta nasıl çarpışmaları gerektiğinin eğitimini vermiştir adeta. Şöyle ki; Allah-u Teâlâ hem meleklere hem de mü’minlere, kâfirlerle savaşırken başlara vurmalarını, el ve ayak parmaklarını kesmelerini emretmiştir. Zira başlarına vurmak ölmelerini sağlar; parmaklara vurmak ise onları etkisiz hâle getirir. Çünkü kılıçlar, mızraklar ve diğer savaş aletleri parmaklarla kullanılır. Parmaklar olmayınca bu aletler kullanılamaz, dolayısıyla savaşmaktan aciz kalınır. e) Ayaklarının battığı kumları sertleştirip o kumlar üzerinde rahat bir şekilde yürümelerini sağlamıştır. Kâfirlerin durumu ise böyle değildir. Bu nimet sadece Müslümanlar için sağlanmıştır. Allah-u Teâlâ’nın bu sayılanları nimet olarak isimlendirmesi, bunların kâfirlere verilmediğini gösterir. Aksi halde bunlar, birer nimet olarak sayılmazdı. Zira Allah-u Teâlâ’nın, yağmur yağdırmak suretiyle kumları ıslatıp üzerinde herkesin yürüyeceği hale getirmesi bir nimet olmazdı. Yani; hem kâfirler hem Müslümanlar için bu sağlanmışsa, bu bir nimet sayılmaz. İşte Allah-u Teâlâ’nın bunu nimet olarak sayması, bunun yalnız mü’minlere verilmiş olduğunu, kâfirlere ise verilmediğini gösterir. f) Meleklere; mü’minleri zafer hususunda sebat etmeye sevk etmelerini ve Allah-u Teâlâ’nın mü’minlerle beraber olduğunu söylemelerini emretmiştir. Melekler, mü’minlere: "Hiç endişelenmeyin! Allah size ENFAL:14 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 611 zaferi nasip edecek, sizi kâfirlere karşı muzaffer kılacaktır. Öyleyse sabır ve sebat edin, şüphesiz ki Allah sizinle beraberdir." demişlerdir. g) Kâfirlerin kalplerine şiddetli bir korku salmıştır. İşte bunlar, Allah-u Teâlâ’nın bu savaşta mü’minlere verdiği nimetlerdir. 2 – İslam dininde ölüleri -kâfir olsa bile- defnetmek vaciptir. Çünkü Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Bedir'de ölen yetmiş müşriğin Kuleyb’de defnedilmesini emretti. Enes b. Malik radıyallahu anh'tan şöyle rivayet edilmiştir: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Bedir'de öldürülen müşrikleri üç gün bıraktı. Üç gün sonra onlara geldi ve azarlayarak şöyle seslendi: “Ey Ebu Cehil b. Hişam! Ey Utbe b. Rabia! Ey Şeybe b. Rabia! (Böylece müşriklerin reislerinden birkaçının daha ismini söyledi) Allah-u Teâlâ’nın size vaat ettiğini gerçek buldunuz mu? Ben, Allah-u Teâlâ’nın bana vaat ettiğini gerçek olarak buldum” Ömer b. Hattab radıyallahu anh Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ölülerle böyle konuştuğunu görünce Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e şöyle sordu: “Ey Allah’ın rasulü! Leş olmuş bir kavme hitap ediyorsun, onlar seni duyuyorlar mı?” Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Ömer b. Hattab'a şöyle cevap verdi: "Onlar, sağ olanların duyduğu gibi duyarlar." Başka bir rivayette: "Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki; benim onlara söylediğim sözü siz onlardan daha çok duyuyor değilsiniz. Fakat onlar, cevap vermeye kadir değiller." (Buhari, Müslim) 612 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:14-15 Daha sonra Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Müslümanlara, ölen müşriklerin Bedir’deki Kuleyb kuyusunda gömülmelerini emretti. Kuleyb, birkaç kuyunun yan yana olmasıyla çukur açılmasını gerektirmemiş, dolayısıyla ölen müşrikler açılmış olan bu kuyulara atılarak üzerlerine toprak dökülmüştür. Âlimler bu hadisten şu hükmü çıkardılar: Ölüm, tam yokluk değildir. Ölüm, sadece ruhun bedenden çıkması, hâl değişmesidir. Bir diyardan diğer diyara taşınmaktır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Ölü kabrine konulduğunda, kendisini defneden arkadaşları dönüp giderlerken onların ayak seslerini duyar." (Müslim) TOPLU BİR SALDIRI HALİNDE SAVAŞTAN KAÇILMAMALIDIR ﻢﻟﱡﻮﻫﻮﻔﹰﺎ ﻓﹶﻠﹶﺎ ﺗﺣﻭﺍ ﺯ ﻛﹶﻔﹶﺮﻳﻦ ﺍﻟﱠﺬﻢﻴﺘﻮﺍ ﺇﹺﺫﹶﺍ ﻟﹶﻘﻨ ﺁﻣﻳﻦﺎ ﺍﻟﱠﺬﻬﺎ ﺃﹶﻳﻳ (١٥) ﺎﺭﺑﺍﻟﹾﺄﹶﺩ 15 – Ey iman edenler! Toplu olarak (sizinle çarpışmak için gelen) kâfirlerle karşılaştığınız zaman, onlara arka çevirmeyin (savaşmaktan kaçmayın). Allah-u Teâlâ, Bedir savaşıyla ilgili haber verdiği önceki ayetlerde mü’minlere verdiği nimetleri, savaşta çarpışma kaidelerinin bir kısmını, savaşırken düşmanın neresine nasıl vurulması gerektiğini bildirmişti. Bu ayette ise savaşla ilgili genel bir hükmü açıklıyor. O da, savaşta toplu bir saldırının geldiği bir sırada kâfirlerden kaçmamaktır. Han- ENFAL:15-16 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 613 gi durumlarda savaşta kâfirlerden kaçılabileceğinin bilgisini ise bir sonraki ayette bildirmiştir. “Ey iman edenler! Toplu olarak (sizinle çarpışmak için gelen) kâfirlerle karşılaştığınız zaman, onlara arka çevirmeyin (savaşmaktan kaçmayın).” Allah-u Teâlâ bu ayette mü’minlere şöyle hitap ediyor: “Ey gerçek manada Allah'a iman edip rasulünü tasdik edenler! Eğer savaşta, kendilerine yaklaştığınız düşmanlarınızın toplu bir şekilde size hücum ettiklerini görürseniz, sakın onlardan kaçmayın! Bilakis onlara karşı sabit olun ve onlarla çarpışın. Ve biliniz ki; Allah, sizinle beraberdir.” SAVAŞTA KAÇMAYI CAİZ KILAN HALLER ﺌﹶﺔﺍ ﺇﹺﻟﹶﻰ ﻓﺰﻴﺤﺘ ﻣﺎﻝﹴ ﺃﹶﻭﺘﻘﻓﹰﺎ ﻟﺮﺤﺘ ﺇﹺﻟﱠﺎ ﻣﻩﺮﺑ ﺩﺬﺌﻮﻣ ﻳﻟﱢﻬﹺﻢﻮ ﻳﻦﻣﻭ (١٦) ﲑﺼ ﺍﻟﹾﻤﺑﹺ ﹾﺌﺲ ﻭﻢﻨﻬ ﺟﺍﻩ ﹾﺄﻭﻣ ﻭ ﺍﻟﻠﱠﻪﻦﺐﹴ ﻣﻀﺎﺀَ ﺑﹺﻐ ﺑﻓﹶﻘﹶﺪ 16 – Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilenin veya başka bir (Müslüman) taifeye ulaşıp mevki tutanın durumu hariç, kim öyle bir günde (savaş gününde, kâfirlerle karşılaştığında) onlara arka çevirirse, muhakkak o, Allah'ın gazabına uğramıştır. Onun varacağı yer cehennemdir. O ne kötü bir dönüş yeridir. Allah-u Teâlâ önceki ayette toplu olarak saldırının olduğu bir sırada savaştan kaçmayı yasaklamış, bu ayette ise hangi durumlarda savaştan kaçmanın caiz olduğunu haber vermiştir. 614 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:16 “Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilenin veya başka bir (Müslüman) taifeye ulaşıp mevki tutanın durumu hariç…” Savaş esnasında kâfirlerin kendilerine toplu olarak hücum ettiklerini gördüğünde onlardan yenilmiş bir vaziyette kaçan kişi, Allah-u Teâlâ’nın azabını hak etmiş olarak dönecektir. O kimsenin döneceği yer cehennem olacaktır. Ancak iki durum bundan istisna edilmiştir ki bu iki durumda savaştan kaçan kişi, Allah-u Teâlâ’nın azabını ve cehennemi hak etmez. Bu iki durum ise şunlardır: 1 - Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilmek. Savaşta çarpışan kişinin, uygun ortamı kolladığında tekrar saldırıya geçmek üzere düşmanını kandırmak için kendisini yenilmiş gibi gösterip kaçar gibi yapması caizdir. Zira bu, harbin hilelerindendir. 2 - Başka bir (Müslüman) taifeye ulaşıp mevki tutmak. Savaş esnasında, çarpışan başka bir Müslüman gruba, gerek onlara yardım etmek gerekse onlardan yardım almak niyetiyle kaçmak caizdir. “Kim öyle bir günde (savaş gününde, kâfirlerle karşılaştığında) onlara arka çevirirse, muhakkak o, Allah'ın gazabına uğramıştır. Onun varacağı yer cehennemdir. O ne kötü bir dönüş yeridir.” Allah-u Teâlâ savaştan kaçmaya, ancak söz konusu olan iki durumda ruhsat vermiştir. Bu iki durum dışında savaştan kaçmak büyük bir günah olup Allah-u Teâlâ’nın gazabını gerektirir ve cehennemde azap görme sebebidir. Çünkü bu iki durum dışında savaşta kâfirlerden kaçan kişi ancak kendisini kurtarmak için kaçıyordur. Oysa böyle yapan kişi kendisini kurtarmamakta, bilakis cehennem azabına koşmaktadır. Üstelik Allah-u Teâlâ’nın gazabını da hak ENFAL:16 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 615 etmiş olarak... O, ne kötü bir dönüş yeridir! Savaşta Kaçışın Yasaklandığı Durumlar: Savaşta kaçan kişinin azabı hak etmiş olması için bazı şartlar vardır. Bu şartları Allah-u Teâlâ başka ayetlerde bildirmektedir. 1 – Düşman ordusunun sayısı, Müslümanların sayısının iki mislinden daha fazla olmadıkça savaştan kaçmak, azabı gerektirip sahibini cehenneme sürükler. Eğer düşmanların sayısı, Müslümanların sayısının iki mislinden fazla ise, Allah-u Teâlâ bu durumda kaçılmasına cevaz vermiştir. İbn Abbas radıyallahu anh'tan şöyle rivayet edilmiştir: “Savaşta iki kişiden kaçan, firar etmiş sayılır. Üç kişiden kaçan ise, firar etmiş sayılmaz.” (Said b. Mansur, Sünen, sahih senetle) Bu ayet; Allah-u Teâlâ’nın bildirdiği şartlar dâhilinde – Allah-u Teâlâ’nın affettiği durumlar hariç- savaştan kaçmanın büyük günah olduğunu gösteriyor. Ebu Hureyre radıyallahu anh'dan, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Helak edici yedi şeyden uzak durun!" Sahabeler: "Ey Allah'ın rasulü! Bunlar nelerdir?" diye sordular. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dedi: "Allah'a eş koşmak, sihir, haksız yere Allah'ın haram kıldığı nefsi öldürmek, faiz yemek, yetim malı yemek, düşmana hücum sırasında savaştan kaçmak ve gafil (iffetli) muhsan olan mü’min kadınlara zina iftirası atmak." (Buhari, Müslim) 2 – Savaşta Müslümanların sayısı 12.000 kişi olduğunda, kâfirlerin sayısı ne kadar olursa olsun savaştan kaçmak caiz değildir. 616 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:16 İbn Abbas radıyallahu anh'tan gelen rivayette Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Yolculukta arkadaşlarının sayı bakımından en hayırlısı dört (kişilik), seriyyelerin en hayırlısı dört yüz (kişilik), ordunun en hayırlısı da (en az) dört bin (kişilik) olanlardır. On iki bin kişilik bir kuvvet, sayısının azlığından dolayı yenilmezler."(40) İbn Ömer radıyallahu anh şöyle dedi: “Bir ordunun içinde savaşıyordum. Müslümanlar savaştan kaçtılar. Ben de kaçanlardan idim. Kaçanlar olarak kendimize şöyle dedik: “Biz, Allah'ın gazabını hak ettik. Hâlbuki bir tarafa yönelseydik kimse bizi görmezdi.” Sonra şöyle dedik: “Medine'ye gidip, silah ve mühimmat alıp tekrar dönelim.” Sonra Medine'ye gittik. Oraya gidince; “Durumumuzu Rasûlullah'a bir arz edelim, belki tevbemiz olabilir” dedik. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem öğle namazını kılmak için çıkınca ona şöyle dedik: “Ey Allah'ın rasulü! Biz, savaşta kaçanlarız.” Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem onlara: "Hayır! Siz tekrar saldıracak kişilersiniz. Ben de, tekrar saldırmak için sığındığınız taifeyim. Çünkü ben, tekrar savaşması için her Müslümanın sığınacağı bir yerim." buyurdu.(41) Enfal: 65 ayetinde; Müslümanların, kendilerinden on kat daha fazla olmadıkça, kâfirlerin ordusundan kaçmamaları gerektiğine dair hüküm vardır. Ancak daha sonra Al(40) Beyhaki, es-Sünenü'l-Kübra 9/156; Daremi, 7/394 hadis no: 2494. Bu hadis sahihun li-gayrihidir. ( 41 ) Beyhaki, Şu’âbu'l-İman 6/158, hadis no: 4002; Ahmed, Ebu Davud, Tirmizi, İbn Mace. Bu hadis hasenun li-gayrihidir. ENFAL:16 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 617 lah-u Teâlâ Müslümanlara rahmet olarak, Enfal: 60 ayetinde savaştan kaçmayı, kâfir ordusunun sayısının kendi sayılarından iki kat fazla olmadıkça yasaklamak suretiyle bu hükmü hafifletmiştir. Bununla birlikte Allah-u Teâlâ, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sözüyle; Müslümanların sayısı 12.000 kişi olduğunda, kâfirlerin sayısı ne kadar olursa olsun savaştan kaçmanın caiz olmadığını bildirmiştir. Buna göre; savaştan kaçmayla ilgili son hüküm şöyledir: Bir Müslüman, karşısında iki kişi olduğunda savaşta kaçamaz. Eğer kaçarsa büyük günah işlemiş olur. Ancak tekrar saldırmak için hile yaparak kendisini kaçıyormuş gibi göstermesi veya başka bir Müslüman gruba onlarla beraber savaşa tekrar katılmak niyetiyle kaçması bundan müstesnadır. Şayet iki kişiden fazla kâfirle karşılaşır ve kaçarsa, bu durumda büyük günah işlemiş olmaz. Savaştan Kaçma İle İlgili Hükmün Geçerlilik Süresi: Savaştan kaçma ile ilgili hükmün, kıyamete kadar genel mi yoksa sadece Bedir Savaşı ile mi ilgili bir hüküm olduğu konusunda âlimler ihtilaf etmişlerdir. Nafi', Hasen, Katade, Yezid b. Habib ve Dahhak'a göre; bu hüküm sadece Bedir Savaşı'yla ilgilidir. İbn Abbas, diğer sahabeler ve diğer âlimlere göre; bu hüküm sadece Bedir Savaşı ile ilgili değil, kıyamete kadar geçerli olan genel bir hükümdür. Doğru olan görüş budur. Bu hükmü Bedir'e haslaştıranlar, ayetteki "ﺬﺌﻣﻮ "ﻳkelimesini delil aldılar. Hâlbuki “ﺬﺌﻣﻮ”ﻳden kasıt; Bedir günü değil, savaş günüdür. Bunun delili ise şudur: 618 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:16 1 – Bu ayet, Bedir Savaşı bittikten sonra nazil olmuştur. Yani hüküm onların zannettiği gibi olmayıp ayette kastedilen “ﺬﺌﻮﻣ ”ﻳBedir günü değil, savaş günüdür. 2 – Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sahih sünnette genel bir hüküm bildirmiş ve savaştan kaçmayı insanı mahveden yedi günahtan saymıştır. Böyle bir nas varken savaştan kaçma hükmünün sadece Bedir'le ilgili olduğunu, bu hükmün artık uygulanamayacağını söylemek büyük bir hatadır. 15 ve 16. Ayetlerden Çıkan Hükümler: Bu surenin 15. ve 16. ayetlerinden mü’minlerin ders alacağı bazı hükümler vardır. Şöyle ki; 1 – İki durum hariç, savaşta kâfir askerlerden kaçmak büyük günahtır. Cumhur ise bu iki duruma bir şart daha eklemiştir, o da; kâfirlerin sayısı, Müslümanların sayısından iki kattan daha fazla olmamalıdır. O halde savaşta kâfirlerin sayısı Müslümanların sayısından iki kattan daha fazla değilse, iki durum dışında o savaştan kaçmak büyük günahtır. Bu durumlardan; Birincisi: Tekrar saldırma niyetiyle hile yaparak sanki kaçar gibi görünmek, İkincisi: Savaşan başka bir Müslüman gruba, onlarla beraber savaşa katılmak için kaçmak. 2 – Her ne kadar kâfirlerin sayısı, Müslümanların iki mislinden fazla olduğunda savaştan kaçmak caiz ise de, kaçmayıp onlara karşı sabit kalmak daha efdaldir. Mute Savaşı bu konuya güzel bir örnektir. Öyle ki; Mute Savaşı'nda kâfirlerin sayısı 200.000 iken, Müslümanların sayısı sadece 3.000 idi. Buna rağmen Müslümanlar ENFAL:16-17 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 619 bu savaşta kaçmayıp Rum ordusuyla savaşmış ve zafere ulaşamasalar da çok az bir kayıpla dönmüşlerdi. Yine hicri 93 senesinde Tarık b. Ziyad, Endülüs'ün kralı Zureyk'e karşı savaşa girmişti. Zureyk'in ordusunun sayısı 70.000 olmasına rağmen Tarık b. Ziyad 1.700 kişilik ordusuyla Endülüs Savaşı’nda zafer kazanmış ve Endülüs'ü fethetmişti. 3 – Allah-u Teâlâ’nın gazabını hak eden bir kimsenin şehadeti kabul olunmadığı için savaştan kaçmak suretiyle büyük günah işleyen kimsenin de şehadeti kabul edilmez. Bu günahı işleyen kimsenin mutlaka Allah-u Teâlâ’ya tevbe ve istiğfar etmesi gerekir. BEDİR’DE ÖLEN MÜŞRİKLERİ ASIL ÖLDÜREN ALLAH (C.C)’TIR ﺍﻟﻠﱠﻪﻦﻟﹶﻜ ﻭﺖﻴﻣ ﺇﹺﺫﹾ ﺭﻴﺖ ﻣﺎ ﺭﻣﻢ ﻭ ﻠﹶﻬ ﻗﹶﺘ ﺍﻟﻠﱠﻪﻦﻟﹶﻜ ﻭﻢﻠﹸﻮﻫﻘﹾﺘ ﺗﻓﹶﻠﹶﻢ (١٧) ﻴﻢﻠ ﻋﻴﻊﻤ ﺳﺎ ﺇﹺﻥﱠ ﺍﻟﻠﱠﻪﻨﺴﻠﹶﺎﺀً ﺣ ﺑﻪﻨ ﻣﻨﹺﲔﻣﺆ ﺍﻟﹾﻤﻲﻠﺒﻴﻟﻰ ﻭﻣﺭ 17 – (Bedir’de ölen) Kâfirleri siz öldürmediniz, fakat (sizi onlara muzaffer kılarak) Allah öldürdü. (Ey Muhammed! Kâfirlerin gözlerine toprak) Attığın zaman da sen atmadın, fakat (attığın toprağı onların gözlerine ulaştırarak) Allah attı. (Allah) Bunu, mü’minleri güzel şeyler vererek imtihan etmek için yaptı. Muhakkak ki Allah, her şeyi çok iyi işiten, çok iyi bilendir. Allah-u Teâlâ önceki ayetlerde savaştan kaçmanın caiz olmayışı ve caiz oluş yönlerini haber vermişti. Bu ayette 620 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:17 ise kâfirlerin öldürülmesi hakikatini mü’minlere açıklıyor. Ayetin nüzul sebebi ile ilgili çeşitli rivayetler vardır. Müfessirlerin çoğuna göre; ayetteki " Attığın zaman da sen atmadın, fakat (attığın toprağı onların gözlerine ulaştırarak) Allah attı." sözünün nüzul sebebi şöyledir: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Bedir savaşında vadiden bir avuç toprak veya küçük çakıllar alarak kâfirlere doğru attı. Bunun üzerine müşriklerden hiç kimse kalmadı ki gözlerine, burun deliklerine ve ağızlarına bu bir avuç topraktan isabet etmiş olmasın. Ve netice de arkalarını dönüp kaçtılar. İşte bunun hakkında bu ayet indi. İbn Cerir Taberi, İbn Ebi Hatim, Taberani Hâkim b. Hizam'dan şöyle dediğini rivayet ettiler: “Bedir günü olduğunda, gökten yere inen bir şeyin sesini duyduk. Sanki ince çakıllarla dolu olan bir kovanın düşme sesi gibiydi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu çakılları alıp kâfirlere doğru attı ve kâfirleri savaşta yendi. İşte Allah-u Teâlâ’nın; “Attığın zaman da sen atmadın, fakat (attığın toprağı onların gözlerine ulaştırarak) Allah attı.” sözünün manası budur.” “(Bedir’de ölen) Kâfirleri siz öldürmediniz, fakat (sizi onlara muzaffer kılarak) Allah öldürdü. (Ey Muhammed! Kâfirlerin gözlerine toprak) Attığın zaman da sen atmadın, fakat (attığın toprağı onların gözlerine ulaştırarak) Allah attı.” Allah-u Teâlâ bu ayette müşriklere karşı elde edilen zaferin asıl sebebinin kendisi olduğunu bildirerek şöyle buyurdu: “Eğer Bedir Savaşı'nda kâfirleri öldürdüğünüz ile övünüyorsanız, biliniz ki onları siz öldürmeniz ve onları yenmeniz kendi kuvvetinizle veya sayınızla olmadı. Allah onları, sizin elinizle öldürdü. Öyle ki Allah, size yardım ENFAL:17 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 621 eden melekleri indirdi. Bu sırada Müşriklerin kalplerine şiddetli korku yerleştirdi. Sizlerin kalplerinizi kuvvetlendiren, savaşta sabitleştiren, kalplerinizdeki şeytanın vesveselerini gideren Allah olup o müşriklere, sizin elinizle ceza vermiştir. Siz de işte bu şekilde zaferi elde ettiniz.” Allah-u Teâlâ başka bir ayette şöyle buyuruyor: “Onlarla savaşın ki Allah sizin elinizle onları azaplandırsın, rezil etsin ve sizi üstün getirsin de müminlerin gönüllerini ferahlandırsın, kalplerindeki öfkeyi gidersin. Allah dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah Bilendir, Hakimdir.” (Tevbe: 14) Bedir Savaşı'nda Rasul sallallahu aleyhi ve sellem, kâfirlerin kendilerine karşı toplu olarak, çok büyük bir sayıyla övünerek geldiklerini görünce Allah'a yönelerek ellerini kaldırdı ve şöyle dedi: "Ey Rabbim! İşte Kureyş! Övünerek, Müslümanları yok etmek için Rasulünü yalanlayarak geldiler. Ey Allah'ım! Bana vaat ettiğin zaferin şimdi olmasını istiyorum." Bunun üzerine ona Cibril aleyhisselam geldi ve şöyle dedi: "Topraktan bir avuç al, müşriklere at." Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ordular karşılaştığında, Ali radıyallahu anh'a dedi ki: "Vadinin çok ince çakıllarından bir avuç bana ver." O çakıl taşlarını alarak müşriklerin yüzlerine attı. Ve atarken: "Bu yüzlere yazıklar olsun! Kör olsun!" dedi. Sonra taşları atınca, müşriklerin gözlerine isabet etti ve her müşrik kendi gözüyle meşgul olmaya başladı. İşte bu şekilde yenildiler. Müslümanlar onlara yetişip bir kısmını öldürdü, bir kısmını da esir aldılar. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem müşriklerin yüzüne küçük çakılları attığı zaman, aslında onların gözlerine isa- 622 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:17 bet ettiren Allah'tır. Böylece Allah-u Teâlâ Müslümanlara elde ettikleri zaferle ilgili olarak şunu bildirmek istemiştir: “Ey Müslümanlar! Bu savaşta zaferi elde ettiğiniz için kendinizle asla övünmeyin ve her zaman şunu hatırınızda tutun: Şayet savaşta Allah'ın size yardımı ve desteği sizinle olmazsa siz asla muzaffer olamazsınız. Öyleyse ne sayınıza, ne sahip olduğunuz savaş mühimmatına bakmayınız ve sayınızın azlığı sebebiyle korkmayınız, çok olduğu zaman da ona güvenmeyiniz. Çünkü sizi, düşmanlarınıza karşı muzaffer kılacak olan ancak Allah’tır. Öyleyse sadece O’na güveniniz. Ve gerçek inananlardan iseniz ancak Allah’ın sizi muzaffer kılacağını bilin! Unutmayın ki gerçek öldüren ve kâfirlere atan Allah’tır ve bunu sizin ellerinizle yerine getirendir.” “(Allah) Bunu, mü’minleri güzel şeyler vererek imtihan etmek için yaptı.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında şöyle buyuruyor: “Ey Allah'ın Rasulü! O ince taşları, müşriklerin yüzlerine attığın zaman aslında o ince taşları müşriklerin gözlerine ulaştıran Allah'tır. Çünkü bilfiil bu ince taşların müşriklerin gözlerine senin kuvvetinle ulaşması mümkün değildir. Şayet Allah, etki etmeseydi o kumlar onların gözlerine ulaşmaz, senin attığın o kumların bir etkisi olmazdı. İşte Allah, bu güzel şeyleri mü’minlere vererek onları imtihan yapmak istedi.” Allah-u Teâlâ bu ayette müminlere şunu öğretmek istiyor: Sonuçları elde etmenin etkisi gerçekte Allah'a aittir. Beşerin yaptığı iş ise, sadece güçlerinin yettiği, Allah'ın onları mükellef kıldığı sebeplere sarılmalarıdır. Bu gösteriyor ki; Allah dilemedikçe ve takdir etmedikçe sebepler, müsebbebleri (sebepten dolayı meydana gelen ENFAL:17 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 623 şeyleri) meydana getirmez, yani sebeplerin müsebbeblere Allah dilemedikçe bir etkisi olmaz. Allah-u Teâlâ’nın mü’minlerin elleriyle kâfirleri öldürmesi ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in onların yüzüne etki edebiliyor olmasının sebebi; onları imtihan etmek içindir. Müminler, işte bu şekilde, kâfirlerin sayısı ve kuvveti onlardan kat kat fazla olmasına rağmen Allah-u Teâlâ’nın onları muzaffer kılması hikmetini, Allah'ın hakkını ve bunun onlar için bir imtihan olduğunu bilsinler ve onlara verdiği bu nimete karşılık şükretsinler diye Allah onları kâfirlere karşı muzaffer kılmış ve ganimeti elde etmelerini sağlamıştır. “Muhakkak ki Allah, her şeyi çok iyi işiten, çok iyi bilendir.” Allah işitendir (es-Semî’), yani; mü’minlerin bütün dualarını, Rasûlullah ve mü’minlerin O'na sığınma sözlerini duyandır. Allah bilendir (el-Alîm), yani; onların durumlarını da, niyetlerini de, imkânlarını da, zafer ve ganimeti kimin hak ettiğini de çok iyi bilendir. Allah kiminle beraberse, kimse ona galip gelemez. Allah-u Teâlâ bu konuyla ilgili olarak başka ayetlerde şöyle buyuruyor: “Bizim ordumuz şüphesiz üstün gelecektir.” (Saffat: 173) “Kim Allah'ı, O'nun Resulünü ve müminleri dost edinirse, (iyi bilsin ki) Allah'ın taraftarları galip geleceklerdir.” (Maide:56) “Allah, onlara çetin bir azap hazırlamıştır. Gerçekten onların yaptıkları şey ne kötüdür.” (Mücadele: 19) 624 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:17 Öyleyse Allah-u Teâlâ bu ayette mü’minlere şöyle buyuruyor: “Allah, mü’minlerin bütün dualarını, Rasûlullah ve mü’minlerin O’na sığınma sözlerini duyan, onların durumlarını, niyetlerini, imkânlarını, zafer ve ganimeti kimin hak ettiğini çok iyi bilendir.” Kulların Fiillerini Allah-u Teâlâ Yaratır: Ehl-i sünnet ve'l-cemaat bu ayeti delil alarak; bütün kulların fiilleri Allah'ın yarattığıdır, demiştir. Çünkü ayette; "Siz onları öldürmediniz, Allah öldürdü." buyrulmuştur. Oysa zahire göre o müşrikleri öldüren Müslümanlardır. Aynı şekilde Allah-u Teâlâ Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hakkında, zahiren Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem attığı halde esas atanın Allah olduğunu bildirmesi, bütün fiillerinin yaratıcısının Allah olduğunu göstermek içindir. Yani; sen attın, ama yaratma ise Allah'tandır. Ehl-i Sünnetin bu görüşlerini başka ayetlerle de ortaya koymaktadır. Bu konuyla ilgili olarak bir başka ayette Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: “Allah, her şeyi yaratandır. O, her şeye vekildir.” (Zümer: 62) Her ne kadar fiillerin asıl yaratıcısı Allah-u Teâlâ ise de mü’minlere farz olan; sebepleri elde etmek, Allah'ın kendilerini yerine getirmekle mükellef kıldığı şeyleri yerine getirme konusunda gevşek davranmamak, bu sebepleri yerine getirdikten sonra Allah'a tevekkül etmek ve bütün sonuçları Allah'a bağlamaktır. Zira mü’minler, üzerlerine vacip olan şeyleri yerine getirmekle mükellef olup sonuçlar onlara ait olmadığı gibi sebebe de bağlı değildir. Çünkü sonuçlar sadece Allah’a aittir. ENFAL:17 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 625 Allah-u Teâlâ’nın: “(Ey Muhammed! Kâfirlerin gözlerine toprak) Attığın zaman da sen atmadın, fakat (attığın toprağı onların gözlerine ulaştırarak) Allah attı.” sözü elde edilen sonuçların Allah-u Teâlâ’ya ait olduğunu ortaya koyuyor. Zira burada geçen; “Allah attı” sözü, elde edilen sonucu ifade etmektedir. Bu yüzden kâfirleri öldürmek için uğraşmak, kafalarına vurmak, kafalarını kesmek onların ölmeleri için bir sebeptir. Ama bu imkânı sağlayan Allah’tır. Şayet bu imkânı sağlamamış olsaydı söz konusu olan sonuç, yani zafer elde edilemezdi. Öyleyse Müslümanların, savaşta bütün imkânlarını sağlamaları, her türlü hazırlığı yapmaları gerekir. Çünkü böyle yapmaları onlara farz olup kendilerinden istenilenleri yerine getirmedikleri zaman haram işlemiş olurlar. Fakat gerekli imkânları sağlayıp hazırlıklar yaptıktan sonra zafer bu sebeplere bağlı olmayıp tamamıyla Allah-u Teâlâ’nın dilemesi ve takdirine bağlıdır. Dolayısıyla Müslümanların bunu iyice bilmeleri ve anlamaları gerekir. Allah-u Teâlâ bu ayette işte bu gerçeği hatırlatıyor ve bu hal sadece savaş konusunda değil, her amelde böyledir. Bu nedenle Müslümanlar, Allah'ın kendilerini mükellef kıldığı şeyleri, sebepleri yerine getirmeli, sonucu ise Allah-u Teâlâ’ya havale etmelidirler. Aynı şekilde rızık elde etmek için de ellerinden geleni yapmaları ve gayretli olmalıdırlar. Zira kazanacakları rızık, çalıştıklarına paralel ya da aynı ölçüde değil, Allah-u Teâlâ’nın kendileri için dilediği kadar olup az veya çok kazanabilir, hiç kazanmayabilirler de… Onların rızıkları Allah-u Teâlâ’ya ait olup, çalışmalarına bağlı değildir. Ama rızık elde etmek için çalışmakla mükelleftirler. Yine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem müminlere, hastalandıklarında tedavi yoluna başvurmalarını tavsiye ederek şöyle demiştir: “Ey mü’minler! Tedavi olun, çünkü 626 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:17-18 Allah hem hastalığı hem de ilacı indirmiştir." İnsan hastalandığı zaman elbette tedavi metoduna başvurması gerekir. Ama hastalıktan iyileşme sebebinin kullanılan ilaçlar ya da gidilen doktor olduğuna inanılmaması gerekir. Çünkü şifayı veren Allah'tır. Doktor ya da ilaçlar ise sadece birer vesiledir. O halde Müslüman vesileye değil, vesileyi yaratana bağlanır. Aksi takdirde direkt sebeplere bağlanıp sebepleri yaratanı hiçe saymak kişiyi şirke götürür. MÜSLÜMANLARIN, MÜŞRİKLERE GALİP GELMESİNİN HİKMETİ (١٨) ﺮﹺﻳﻦ ﺍﻟﹾﻜﹶﺎﻓﻴﺪ ﻛﹶﻦﻮﻫ ﻣﺃﹶﻥﱠ ﺍﻟﻠﱠﻪ ﻭﻜﹸﻢﺫﹶﻟ 18 – İşte bu, sizin için hak olan bir imtihandır. Muhakkak ki Allah, kâfirlerin tuzaklarını zayıflatandır. Allah-u Teâlâ, müşriklerin Bedir’de öldürülmesi hakikatini açıkladıktan sonra bu ayette Müslümanların, müşriklere galip gelmesinin hikmetini açıklıyor. “İşte bu, sizin için hak olan bir imtihandır. Muhakkak ki Allah, kâfirlerin tuzaklarını zayıflatandır.” Allah-u Teâlâ bu ayette Bedir’de kâfirleri öldürmesi ve hezimete uğratmasının sebebinin; hem kâfirlerin Müslümanlara karşı tuzaklarını zayıflatmak, hem Müslümanlara bir imtihan olması, hem de Allah-u Teâlâ’nın mü’minlere verdiği nimetleri göstermek için olduğunu haber veriyor. Zira Müslümanların az sayıda oldukları halde, Allah-u Teâlâ onları kâfirlere karşı muzaffer kılmıştır. İşte bu hal, kimlerin hak üzerinde olduklarının açık ispatıdır. ENFAL:18-19 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 627 Böylece Ebu Cehil’in duası da gerçekleşmiştir. Çünkü Ebu Cehil Bedir Savaşı'na giderken şöyle dua etti: "Allah'ım, bu iki dinin en iyisini muzaffer kıl ve hangisi zaferi hak etmişse onu zafere kavuştur." Ebu Cehil işte bu şekilde bir dua yapmıştır, Allah da onun duasını gerçekleştirmiştir. Yine müşrikler Bedir Savaşı'na çıkmak istediklerinde, Kâbe’nin örtüsüne tutunarak şöyle dua ettiler: "Ey Rabbimiz, askerlerin en üstününü muzaffer kıl! Hangi taife hak üzerindeyse onu da muzaffer kıl! Bu iki gruptan hangisi iyi ise ona da ikram et. Bu iki dinin hangisi iyiyse onu da muzaffer kıl." Müşrikler Bedir Savaşı'na çıkarken işte böyle dua ettiler ve Allah onların duasını da kabul ederek hak dinin hangi din olduğunu apaçık bir şekilde, hem onlara hem de herkese gösterdi. MÜŞRİKLERİ HAKKI YA DA ZİLLETİ SEÇMEYE DAVET ﺇﹺﻥﹾ ﻭ ﻟﹶﻜﹸﻢﺮﻴ ﺧﻮﻮﺍ ﻓﹶﻬﻬﺘﻨﺇﹺ ﹾﻥ ﺗ ﻭﺘﺢ ﺍﻟﹾﻔﹶﺎﺀَﻛﹸﻢﺪ ﺟ ﻮﺍ ﻓﹶﻘﹶﺤﻔﹾﺘﺘﺴﺇﹺﻥﹾ ﺗ ﻊ ﻣﺃﹶﻥﱠ ﺍﻟﻠﱠﻪ ﻭﺕﻮ ﻛﹶﺜﹸﺮ ﻟﹶﻴﺌﹰﺎ ﻭ ﻢ ﺷ ﻜﹸﺌﹶﺘ ﻓﻜﹸﻢﻨ ﻋﻐﻨﹺﻲ ﺗﻟﹶﻦ ﻭﺪﻌﻭﺍ ﻧﻮﺩﻌﺗ (١٩) ﻨﹺﲔﻣﺆﺍﻟﹾﻤ 19 – (Ey müşrikler!) Eğer fetih istiyorsanız işte size fetih (Allah’ın sizi helak hükmü) geldi. Eğer (küfürden ve Müslümanlara) karşı gelmekten vazgeçerseniz, bu, sizin için (dünya ve ahirette) daha hayırlıdır. Şayet tekrar (Müslümanlara karşı) savaşa dönerseniz, biz de (sizi perişan etmeye) döneriz. Sayıları çok da olsa, top- 628 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:19 luluğunuzun size hiçbir faydası olmayacaktır. Biliniz ki Allah, mü’minlerle beraberdir. Allah-u Teâlâ, önceki ayette Müslümanların müşriklere galip gelmelerinin hikmetini açıkladıktan sonra bu ayette müşriklerin düştükleri zilleti, onları hakka davet etme ve batıllarında ısrar etmeleri halinde tekrar zillete düşürmekle tehdit etme meseleleri üzerinde duruluyor. Bu ayetin nüzul sebebi hakkında şöyle bir rivayet vardır: Abdullah b. Salebe es-Sagiri dedi ki: “Allah'tan zafer isteyen Ebu Cehil'di. Çünkü o, ordular karşılaşınca şöyle dedi: "Ey Rabbimiz! Hangimiz rahmi kesmiş, bilmediğimiz şeyi getirmiş isek, bu savaşta onu helak et!" İşte bu, Ebu Cehil'in Allah'tan bir zafer istemesidir. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ Enfal: 19 ayetini indirdi.” (Hâkim) İbn Ebi Hatim, Atiyye'den şöyle bir rivayet nakletti: “Bedir günü Ebu Cehil şöyle dedi: "Ey Rabbim! Aziz olan taifeyi muzaffer kıl! En kerim olan taifeye de ikram et." Bunun üzerine bu ayet indi.” Suddi ve Kelbî bu ayetin sebeb-i nüzulü hakkında şöyle dediler: “Müşrikler, Mekke'de Müslümanlarla savaşmaya çıkmadan önce Kâbe’nin örtüsüne asılarak şöyle dediler: "Ey Rabbimiz! Bu iki ordunun en iyi olanını, bu iki taifenin en doğru yolda olanını, bu iki hizbin en değerli olanını, bu iki dinin en faziletli olanını muzaffer kıl." Bunun üzerine Allah-u Teâlâ bu ayeti indirdi.” İkrime'den şöyle bir rivayet geldi: ENFAL:19 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 629 “Müşrikler şöyle dediler: "Ey Allah'ım! Muhammed'in getirdiği şeyleri bilmiyoruz. İlk defa duyuyoruz. Kimin hak üzerinde olduğunu bize göster ve hak üzerinde olanları muzaffer kıl." Bunun üzerine Allah-u Teâlâ bu ayeti indirdi.” Kureyş müşriklerinden bazıları, şirk üzerinde oldukları halde kendilerinin hak üzerinde olduklarını zannederlerdi ve bundan emindiler. Fakat bu, sadece Mekke müşriklerinde olan bir durum değildir. Genellikle müşriklerin çoğu, Allah-u Teâlâ’ya şirk koştukları halde kendilerinin hak üzerinde olduklarını zannederler. Onlardan kimi şirk koştuğunu kabul eder, kimi ise şirk koştuğu halde tevhid üzere olduğunu zanneder; tıpkı Hristiyan, Yahudi ve zamanımızda şirk koştukları halde muvahhid olduklarını söyleyen, kendilerini Müslüman zanneden kişiler gibi... “(Ey müşrikler!) Eğer fetih istiyorsanız işte size fetih (Allah’ın sizi helak hükmü) geldi.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında; şirk üzere oldukları halde kendilerini hak üzere gören ve Allah-u Teâlâ’nın sevgili kulları olduklarını zanneden müşriklerle alay ediyor ve akıllarını çalıştırsınlar diye şöyle buyuruyor: “Ey şirk koştukları halde kendilerinin hak üzerinde olduklarını zanneden müşrikler! Ey şirk işlemelerine rağmen Allah'tan zafer bekleyen müşrikler! Eğer tevhidden uzak bu halinize rağmen gerçek muvahhidlere karşı zafer bekliyorsanız, işte beklediğiniz zafer geldi! Allah, sizin durumunuzda olanlara ancak böyle bir zafer verir ki; bu, sizin için gerçek hezimet, gerçek yenilgidir. Allah’a ortaklar edindiğiniz halde hangi akılla, hangi mantıkla O’ndan zafer beklersiniz?!” 630 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:19 “Eğer (küfürden ve Müslümanlara) karşı gelmekten vazgeçerseniz, bu, sizin için (dünya ve ahirette) daha hayırlıdır. Şayet tekrar (Müslümanlara karşı) savaşa dönerseniz, biz de (sizi perişan etmeye) döneriz.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında müşriklere şöyle buyuruyor: “Bilin ki; sizin için dünya ve ahirette hayırlı olan şey; her türlü şirk ve küfürden vazgeçip Muhammed’e inen hak dine tabi olmanızdır. Öyleyse Allah’ın rızasını ve zaferini eğer ki istiyorsanız, Muhammed’in dinine tabi olup gerçek manada muvahhidler olun! Bu sizin için hem dünyada hem de ahirette mutluluk sebebi olur. Fakat uğradığınız bu hezimet ve yenilgiye rağmen şirki terk edip tevhide dönmez ve hâlâ kendinizin hak üzere olduğunuza, tevhidi yaşayan muvahhidlerin ise batıl üzere olduklarına inanıp hakkı görmez, sonra da tekrar muvahhidlere savaş açarsanız, bilin ki; Allah yine muvahhidlere yardım eder ve onları zafere ulaştırır. Sayınız ne kadar çok, sizi destekleyenler ne kadar fazla olursa olsun, bunlar sizden Allah’ın azabını, yenilgiyi ve Müslümanların zaferini engelleyemezler.” “Biliniz ki Allah, mü’minlerle beraberdir.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında şöyle buyuruyor: “İyi bilin ki; Allah, her zaman gerçek mü’minlerle beraberdir; hakkıyla O’na iman eden, O’nu birleyen ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayan, Allah’ın emirleri kendisine geldiğinde tereddütsüz bunları yerine getiren, heva ve hevesine göre hareket etmeyen, birtakım dünya menfaatleri için hakiki imanı terk etmeyen, rasullerin Allah hakkında bildirdiklerini Allah’a nispet edip kendi nefsinin, heva ve hevesinin ve dedelerinin sapık görüşlerini Allah’a nispet etmeyen mü’minlerle beraberdir.” İyi bilinmelidir ki; Allah-u Teâlâ kendisine şirk koşan- ENFAL:19 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 631 ları, kendisinden başkasına ibadet edenleri, niyetleri ne olursa olsun asla muzaffer kılmaz. Velev ki Allah-u Teâlâ’ya yaklaşmak niyeti taşıyor olsalar bile… Zira iyi niyet, Allah ve Rasulünün istediği şekilde hareket edilmedikçe kişiyi kurtarmaz. Günümüzde de Ebu Cehil gibi şirk üzere oldukları halde kendilerinin Allah'ın sevgili kulu ve hak üzere olduğunu zanneden, savaşta muzaffer olmak için Kâbe örtüsüne sarınan, Allah'a sıkça dua eden, yalvarıp yakaran çokça kişi vardır. Fakat şirki terk edip tevhide sımsıkı sarılmadıkça iyi niyetleri onları müşrik olmaktan kurtarmaz. Şayet kişinin amelleri Allah-u Teâlâ’nın istediği şekilde değil ve bozuk ise, her ne kadar Allah-u Teâlâ’ya iman ettiğini iddia etse de gerçek mü’min değildir. Gerçek manada ihlâslı olan ve Rabbinin rızasını kazanmak isteyen akıllı bir kişi, kendisine Allah-u Teâlâ tarafından daha önce tabi olduğu dedelerinin dininin batıl olduğunu ispat eden bir rasul ve açık delillerle bir emir geldiği zaman tereddüt etmeden o rasule iman eder ve getirdiği dine tabi olur. Şirk Koştukları Halde Kendilerini Hak Üzere Gören Kimseler: Her zaman ve mekânda batıl üzere oldukları halde kendilerinin hak üzere olduğunu zanneden taifeler var olacaktır. Bunlar; Allah-u Teâlâ’yı gazaplandıracak amelleri işledikleri halde, Allah-u Teâlâ’nın bu amellerden razı olduğunu söylemekte, gerçek tevhide davet eden, Allah-u Teâlâ’nın emirlerine sımsıkı sarılan muvahhidlerin ise batıl üzere olduklarına inanmaktadırlar. Arap müşriklerinin çoğu işte böyleydi. Allah-u Teâlâ onlar hakkında başka bir ayette şöyle haber vermektedir: 632 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:19 "İyi bilinmelidir ki halis din Allah’ındır. Allah’ı bırakıp O’ndan başka dostlar edinenler: "Biz onlara ancak bizi daha çok Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz" derler. Muhakkak ki Allah aralarında ihtilaf ettikleri hususlarda hüküm verecektir. Şüphesiz ki Allah yalancı ve kâfir olan kimseyi hidayete erdirmez." (Zümer: 3) Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem zamanındaki müşrikler, putlara taparken "Bizim bunlara tapma gayemiz; bizi Allah'a daha çok yaklaştırsınlar diyedir. Bizim niyetimiz iyi olup biz bunu Allah için yapıyoruz. Yani; Allah için bu şirki işliyoruz." demekte idiler. Fakat yaptıklarının şirk olduğunu kabul ettikleri halde kâfir olduklarını reddedelerdi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem onları tekfir ettiğinde buna şiddetle karşı çıkmışlar, ama kendilerine müşrik dendiğinde buna itiraz etmemişlerdir. Çünkü onlar, şirkin ne olduğunu gayet iyi biliyorlardı. Dolayısıyla bu şirk sıfatı kendilerine verildiğinde dinlerini iyi bildikleri için şirk koştuklarını kabul ediyorlar, ama bunu Allah-u Teâlâ’ya yaklaşmak niyetiyle yaptıklarını söylüyorlardı. İşte o dönemki puta tapan bu müşrikler, amellerinde şirk koştuklarını kabul ederek bu konudaki gerçeği Yahudi ve Hıristiyanlardan daha çok yansıtıyorlardı. Çünkü Yahudi ve Hıristiyanlar şirk koştukları halde şirk koştuklarını kabul etmiyor, bilakis kendilerini muvahhid zannediyorlardı. Tıpkı zamanımızda kendilerini Müslüman zanneden çoğu müşrikler gibi... Zamanımızdaki müşriklerin çoğu, her türlü şirki işledikleri halde kendilerini muvahhid zannetmekte, hatta Allah için cihad ettiklerine inanmaktadırlar. Öyle ki; Allah-u Teâlâ "Allah hüküm koymada kendisine ortak kabul etmez." (Kehf: 26) ENFAL:19 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 633 “Bilin ki; yaratma da hüküm de O'nun hakkıdır.” (A’raf: 54) gibi daha nice ayette apaçık bir şekilde hüküm verme yetkisinin yalnız kendisine ait olduğunu bildirdiği halde, hüküm ve teşriide Allah-u Teâlâ’ya hiçbir şeyi eş koşmamaları gerekirken, bu ayetleri okumalarına rağmen akıl edemeyip Allah’la beraber, hatta Allah’tan başka O’nun kanunlarına zıt olan kanunlar koyan, bu kanunlara göre insanların canlarına, mallarına ve ırzlarına hükmeden milletvekilleri seçmektedirler. Üstelik Allah-u Teâlâ’ya ait olan hüküm ve teşrii koyma yetkisini üzerine alan bu milletvekillerine “Allah’ın mücahidi” ismini vermektedirler. Bununla birlikte Müslümanlık iddiasında bulunmayan, namaz kılmayan ve günahlar işleyen milletvekillerini bırakıp namaz kılan, ailesi tesettürlü olan, İslam’ı sevdiğini söyleyen milletvekillerini tercih ettikleri için de kendilerini “hakkı seçen Allah’ın halis kulu” olarak vasfederler. Kendilerine: “Bu, Allah-u Teâlâ’nın dinine, Kur’an-ı Kerim’e, tevhide aykırıdır. İman ettiğinizi iddia ettiğiniz Kur’an’da; Allah’a ait olan hak, sıfat ve yetkileri kendi üzerine alanların kâfir ve tağut olduğuna, onları destekleyenlerin ise müşrik olduklarına dair apaçık deliller vardır.” diyenlere karşı çıkıp her türlü iftiralar atar, her türlü ithamlar yapar ve hiç tereddüt etmeden, düşünmeden şöyle derler: “Siz sapıksınız! Fitnecisiniz! Bu ülkede kâfirlerin hâkim olmasını, bu ülkenin ahlaksız kişilerin eline düşmesini istiyorsunuz. Siz, dış ülkelerin ajanısınız. Bu ülke için hayır istemiyorsunuz.” Hatta tereddüt etmeden gerçek muvahhidleri tekfir edenler bile vardır. Sözde Müslümanları, mücahidleri tekfir ediyorlar iddiasıyla gerçek muvahhidlere hem söz hem de fiille savaş açarlar. Tıpkı Yahudi ve Hıristiyanların, Allah-u Teâlâ tarafından gönderilen bir rasul olduğunu ve hak üzere gönderildiğini bildikleri halde Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e karşı gel- 634 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:19 meleri, kendilerinin batıl üzere olmalarına rağmen halen Allah-u Teâlâ’nın sevgili kulu olduklarını iddia etmeleri ve gerçek muvahhidlere karşı Allah-u Teâlâ’dan zafer beklemeleri gibi… Allah-u Teâlâ her zaman ve mekânda Rasulüne indirdiği Kur’an’a sımsıkı sarılan, gerçek manada iman eden, Allah’ın emir ve nehiyleri konusunda heva ve hevesine uymayan gerçek mü’minlerle beraberdir ve daima onları düşmanlarına karşı muzaffer kılacaktır. İşte bunlar Allah'ın hizbidir. Bunun dışında olanlar ise şeytanın hizbidir. Allah-u Teâlâ başka ayetlerde şöyle buyuruyor: “Galip gelecek olanlar, mutlaka bizim ordumuzdur.” (Saffat: 173) “Kim Allah’ı, rasulünü ve iman edenleri dost edinirse, (bilsin ki) muhakkak galip gelecek olan Allah’ın hizbidir.” (Maide: 56) Allah-u Teâlâ’ya eş koşan, O’nun istediği gibi hareket etmeyen kimseler Allah-u Teâlâ’nın hizbi değil, ancak şeytanın hizbidir. Bu gibi kimselerin kendilerini Allah-u Teâlâ’nın hizbi olarak isimlendirmeleri onlara hiç bir fayda vermez. Zira onlar gerçekte ancak şeytanın hizbidir. Şeytanın hizbi ise; hem dünyada hem de ahirette kaybedenlerdendir. Allah-u Teâlâ asla bunlara yardım etmeyecektir. Dünya ve ahirette muzaffer olacak olan, sadece gerçek manada Allah'ın hizbidir. Bu hizip tam manasıyla Allah-u Teâlâ’nın emrine ve tevhide sarılıp, Allah’a hiç bir şeyi ortak koşmayan taifedir. Ebu Cehil'in ve Kâbe’nin örtüsüne asılarak dua eden müşriklerin duası gerçekleşmiştir. Allah-u Teâlâ, gerçek hak üzerinde olan, dini en iyi olan, hidayet üzerinde bulunan ve zaferi hak eden gerçek erlerini Bedir'de muzaffer kılmıştır. ENFAL:19 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 635 Allah-u Teâlâ Bedir savaşında hak ile batılı birbirinden ayırmıştır. Onun için bu savaş; "Furkan Savaşı" olarak isimlendirilmiştir. Allah-u Teâlâ bu savaşta; tam manasıyla İslam'a bağlı olanları sayıca az olmalarına rağmen aziz ve muzaffer kılmış, müşrikleri ve yardımcılarını ise sayıca çok olmalarına rağmen zelil kılmış ve onları yenilgiye uğratmıştır. Ayetten Çıkan Hükümler: 1 – Müşriklerin, Müslümanların eliyle hezimete uğratılmaları onlar için büyük bir zillettir. Çünkü onlar, kendilerini hak üzere görmekte ve Allah-u Teâlâ’dan yardım beklemekteydiler. Allah-u Teâlâ ise onlara zilleti tattırdı. Her zaman ve mekânda hakka karşı gelen bütün inkârcıların sonu işte böyle bir zillettir. 2 – Şirk ve küfür içerisinde yaşayıp daha sonra ihlâslı olarak Allah-u Teâlâ’ya yönelerek tevbe eden ve gerçek manada teslimiyet gösteren kimseyi Allah-u Teâlâ affeder. İşte bir kimsenin dünyada ve ahirette ulaşacağı en büyük hayır budur. 3 – Allah-u Teâlâ daima, gerçek manada kendisine iman eden, tam anlamıyla ihlâslı olan kimselerle beraberdir. Ve bu kimseleri kâfirlere karşı her zaman muzaffer kılar. 4 – Kâfirlerin sayısı ne kadar çok ve kuvvetleri ne kadar fazla olursa olsun; Allah-u Teâlâ dilerse mü'minleri onlara karşı muzaffer kılar. 636 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:20 KUR’AN’IN EMİRLERİNDEN YÜZ ÇEVİRMEMEK ﻢﺘﺃﹶﻧ ﻭﻪﻨﺍ ﻋﻟﱠﻮﻮﻟﹶﺎ ﺗ ﻭﻮﻟﹶﻪﺳﺭ ﻭﻮﺍ ﺍﻟﻠﱠﻪﻴﻌﻮﺍ ﺃﹶﻃﻨ ﺁﻣﻳﻦﺎ ﺍﻟﱠﺬﻬﺎ ﺃﹶﻳﻳ (٢٠) ﻮﻥﹶﻌﻤﺴﺗ 20 – Ey iman edenler! Allah’a ve rasulüne itaat edin. (Kur’an’ı ve emirlerini) İşittiğiniz halde ondan yüz çevirmeyin. Allah-u Teâlâ daha önceki ayette; müşrik ve kâfirlere hitap ederek, şirkten ve küfürden vazgeçip Muhammed aleyhisselam'a tabi olmalarının kendileri için dünya ve ahirette hayırlı olduğunu beyan ettikten sonra bu ayette müminlere yönelerek, onları terbiye etmek ve imanları üzerinde sabit kalabilmeleri için yapmaları gerekenleri emrediyor. “Ey iman edenler! Allah’a ve rasulüne itaat edin. (Kur’an’ı ve emirlerini) İşittiğiniz halde ondan yüz çevirmeyin.” Allah-u Teâlâ bu ayette mü’minlere şöyle hitap ediyor: “Ey gerçek manada Allah'a iman ettiğini söyleyen kimseler! Emrettiği her konuda Allah'a ve rasulüne itaat edin. Allah rasulü sizi cihada çağırdığı zaman onun cihat çağrısına uyun. Sakın kâfir ve müşrikler gibi Kur'an'ı dinleyip Allah’ın emirlerini duymanıza rağmen, size bildirilen hükümlere muhalefet ederek bunlardan asla yüz çevirmeyin. Eğer Allah rasulü size cihadı emreder ve ganimet mallarını terk etmenizi söylerse mutlaka onun emrine itaat edin. ENFAL:20-21 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 637 Çünkü o, Allah'ın rasulüdür ve kendiliğinden bir emir vermez. Bu yüzden ona yapılan itaat, Allah'a yapılan itaat demektir. Öyleyse nasıl ki Allah-u Teâlâ’ya imanın gereği olarak Allah'ın emrine tereddüt etmeksizin itaat etmek gerekliyse, aynı şekilde Allah'ın rasulü olan Muhammed de size bir emir verdiğinde tereddüt etmeden derhal ona itaat etmeniz gerekir. Üstelik siz Kur’an’ı okuyor, manasını anlıyor ve ona iman ettiğinizi söylüyorsunuz. Bu durumda olan, yani; Kur’an’ın Allah tarafından geldiğine inanan, ayetlerini duyup da anlayan kişi, Kur’an’da bildirilen bütün emirlere boyun eğer, Rasûlullah'ın sünneti ile bildirdiği emirlere de itaat eder. Çünkü onun Kur’an dışındaki emri, tıpkı Allah’ın Kur’an’daki emri gibi itaat edilmesi gereken bir emirdir. İşte okuduğunuz bu Kur’an, Allah rasulünün emrine itaat etmeniz gerektiğini apaçık bir şekilde bildirmektedir. Siz de bu emri açıkça okuyor veya duyuyorsunuz.” Bu ayet gösteriyor ki, gerçek mü’min Allah-u Teâlâ’ya ve rasulüne itaat eder ve gerek Kur’an’dan ve gerekse sahih sünnetten kendisine bir emir gelirse kayıtsız ve şartsız hemen o emri uygular ve asla onu yerine getirmekten yüz çevirmez. Zira gerçek mü’mine yakışan; Allah'ın ayetlerini ve rasulünün emrini duyduğunda şöyle demesidir: “(Ey Rabbimiz!) İşittik ve itaat ettik.” (Bakara: 285) HAKKI DUYUP İCABET ETMEYENLERİN SÖYLEDİĞİ GİBİ SÖYLEMEMEK (٢١) ﻮﻥﹶﻌﺴﻤ ﻟﹶﺎ ﻳﻢﻫﺎ ﻭﻌﻨ ﻤ ﻗﹶﺎﻟﹸﻮﺍ ﺳﻳﻦﻮﺍ ﻛﹶﺎﻟﱠﺬﻜﹸﻮﻧﻟﹶﺎ ﺗﻭ 21 – Sakın işitmedikleri halde “işittik” diyenler gibi olmayın! 638 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:21 Allah-u Teâlâ, önceki ayette müşriklerin Bedir’de düştükleri zilleti, onların hakka davet edilişlerini, şayet batılları üzerinde ısrar edecek olurlarsa tekrar zilleti tadacakları tehdidini onlara yaptığını haber verdikten sonra bu ayette mü’minlere yönelik bir uyarıda bulunuyor. “Sakın işitmedikleri halde “işittik” diyenler gibi olmayın!” Allah-u Teâlâ bu ayette gerçek mü’minlere hitap ederek onları şöyle uyarıyor: “Ey Allah'a gerçek manada iman edenler! Sizler, Allah ve rasulünün emrini duyduğunuzda derhal o emirlere itaat edin. Bu hususta münafıklar ve müşrikler gibi asla olmayın! Onlar, Allah'ın ayetlerini ve emirlerini işittiklerinde onlardan ne ibret ne de öğüt alırlar. Zira onlar, Allah’ın ayetlerini gereği gibi işitip dinlemez ve üzerlerinde akledip düşünmezler. İşte bu halleriyle onlar, Allah’ın ayetlerini gerçek manada işiten kimseler değildirler. Öyleyse sizler de onlar gibi sakın olmayın! Çünkü şayet sizler, Allah’ın ayetlerini okuduğunuz, manalarını apaçık bildiğiniz halde, onların içerdiği hükümlere itaat etmez, gereklerini hayatınızda uygulamaz iseniz bu halinizle aynen münafık ve müşriklerin durumuna düşersiniz. Öyle ki onlar, Allah'ın ayetlerini gerçek manada işitmedikleri halde "işittik" demektedirler.” Allah-u Teâlâ’nın bu ayette bildirdiği; “işitmek”, işitme organı olan kulağın normal duyması değil, duyulan şeylerden tam manasıyla istifade edilmesidir. Bu sebeple Allah-u Teâlâ ayette; “işitmedikleri halde “işittik” diyenler” ifadesini kullanmış ve bununla münafık ve müşrikleri kastetmiştir. Çünkü gerek münafıklar ve gerekse müşrikler Allah-u Teâlâ’nın ayetlerini, işitme organları olan kulaklarıyla duymalarına rağmen, ne onlardan ibret alırlar, ne hü- ENFAL:21 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 639 kümlerini anlarlar, ne o hükümleri kabul edip itaat ederler, ne de gerekleriyle amel edip hareket ederler. İşte bu özellikleriyle onlar, ayetleri gerçek manada işitmeyen, duymayan kimselerdir. Allah'ın ayetlerini gerçek manada duymak ise; O'nun emrettiği şeyleri yerine getirmek, indirdiği ayetler üzerinde gereği gibi düşünmek, ihtiva ettiği hükümlerden ibret almak, o hükümlere uymak suretiyle hayat pratiğinde onların gereklerini uygulamaktır. İşte bu duymak, gerçek mü’minlerin vasfıdır. Zira münafıklar, Allah-u Teâlâ’nın ayetlerini anlamış gibi davranarak, içerdikleri hükümleri kabul etmiş, onlara teslim olmuş ve o hükümleri hayat pratiklerinde uyguluyor imajını verirler. Oysa onlar gerçek manada Allah-u Teâlâ’nın ayetlerine iman etmezler. İşte bu sebeple Allah’ın ayetlerini her ne kadar işitseler de işittikleri onlara etki etmez. Zira ayetlerin gerektirdiklerini pratikte uygulamamaları; ayetleri gerçek manada işitmediklerini ve etkilenmediklerini gösterir. Buna göre her kim Allah-u Teâlâ’nın ayetlerini okuduğu veya dinlediği halde onları pratik hayatta uygulamazsa tıpkı münafıklar ve müşrikler gibi Allah-u Teâlâ’nın ayetlerini kalbiyle duymuyor, hareketiyle uygulamıyor demektir. Onların bu hali tıpkı hayvanların hali gibidir. Zira hayvanlar, Allah-u Teâlâ’nın ayetlerini gerçek manada duymazlar. Yani; ayetlerde bildirilenleri, yerine getirilmesi istenilenleri, kısacası içerdiği hükümleri anlamazlar ve haliyle uygulamazlar. Öyleyse her kim Allah-u Teâlâ’nın ayetlerini duyduğu, okuduğu, manasını anladığı halde pratik hayatında onların gerektirdiklerini uygulamazsa, işte o kimse de aynen Allah-u Teâlâ’nın ayetlerini duyup da harekete geçmeyen hayvanlar gibidir. İşte bu özellik ise ancak Allah'ın ayetle- 640 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:21-22 rine gerçek manada iman etmeyen münafıklarda ve müşriklerde vardır. Çünkü onlar, Allah-u Teâlâ’nın emirlerini işitmelerine rağmen onlara iman etmez, pratik hayatta gerektirdikleriyle yaşamazlar. İşte bu sebeple gerçek mü’minlere bu gerçeği hatırlatarak şöyle diyoruz: “Ey Allah-u Teâlâ’ya gerçek manada iman etmiş mü’minler! Sizler, Allah-u Teâlâ’nın ayetlerini işittiğinizde onların gerektirdiği hükümleri pratik hayatınızda mutlaka uygulayın! İşte siz, ancak böyle yapacak olursanız gerçek mü’min olduğunuzu ortaya koyabilirsiniz. Yoksa sadece dille "işittik" demeniz, sizin gerçek mü’min sayılmanız için yeterli değildir. Çünkü gerçek manada işitmek; işittiğinden ibret alıp da pratikte uygulamayı gerektirir. Aksi halde hayvanlar gibi olursunuz." YERYÜZÜNDE YÜRÜYEN CANLILARIN EN ŞERLİSİ (٢٢) ﻠﹸﻮﻥﹶﻘﻌ ﻟﹶﺎ ﻳﻳﻦ ﺍﻟﱠﺬ ﹾﻜﻢ ﺍﹾﻟﺒﻢ ﺍﻟﺼ ﺍﻟﻠﱠﻪﻨﺪ ﻋﺍﺏﻭ ﺍﻟﺪﺮ ﺇﹺﻥﱠ ﺷ 22 – Allah katında yeryüzünde yürüyenlerin en şerlisi; (hidayet ile dalalet arasındaki farkı) akledemeyen (hakka karşı) sağır ve (hakkı söylemede) dilsiz olanlardır. Allah-u Teâlâ daha önceki ayette mü’minleri, müşrikler ve münafıklar gibi olmamaları konusunda uyardıktan, yani; Allah-u Teâlâ’nın ayetlerini duydukları halde gereği gibi amel etmeyen müşrikler ve münafıklar gibi olmamalarını onlara emrettikten sonra bu ayette; müşriklerin ve münafıkların durumunu güzel bir örnekle açıklıyor. ENFAL:22 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 641 “Allah katında yeryüzünde yürüyenlerin en şerlisi; (hidayet ile dalalet arasındaki farkı) akledemeyen (hakka karşı) sağır ve (hakkı söylemede) dilsiz olanlardır.” Allah-u Teâlâ bu ayette, yeryüzünde yürüyen canlıların en şerlisini haber veriyor. İşte o kimseler; Allah-u Teâlâ’nın kendilerine akıl nimetiyle birlikte duyma organları verdiği, bununla birlikte duyduğu hakkı anlamayan, bundan istifade etmeyen, imkânları olduğu halde bu organları hakkı öğrenmek ve uygulamak için kullanmayan kimselerdir. Bu durumdaki kimseler aynen sağır gibidirler. Zira ancak sağır olan bir kimse hiçbir şekilde duymadığı için çevresinde konuşulanları duysa bile duyduğu o şeylerden istifade etmez ve ibret almaz. Ama bu kimseler duyma yeteneğine sahip oldukları halde duydukları faydalı şeylerden istifade etmezler. Bu sebeple onlar sağır bir kimseden daha kötü bir durumdadırlar. Yine bu durumdaki kimseler, dilsiz olan kimseler gibidirler. Hatta onlardan daha kötü durumdadırlar. Zira şekilde insanları hakka davet edecek, onlara hakkı emredecek dile sahip olduğu halde diliyle hakkı ve hidayeti reddedip küfür ve şirk sözleri dile getiren kimseler, gerçekten dilsiz olanlardan daha farksız ve hatta daha kötü bir durumdadırlar. O halde Allah-u Teâlâ kendisine hak ile batılı, hayır ile şerri, doğru yol ile sapık yolu, İslam ile küfrü ayırt etme kabiliyeti verdiği halde aklını kullanmayıp batılı, şerri, sapıklığı ve küfrü seçen kimseler tıpkı akledemeyen hayvanlar gibi, hatta hayvandan daha kötüdürler. Çünkü hayvanlar, Allah-u Teâlâ’nın yarattığı fıtrat üzere hareket ederler. Allah-u Teâlâ onları mükellef kılacak bir akıl, bir işitme, bir dil vermemiştir. İşte bu, Allah-u Teâlâ’nın onlarda var ettiği vasıftır. Öyleyse Allah-u Teâlâ’nın kendilerine verdiği akıl, duyma ve konuşma gibi nimetlere sahip 642 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:23 oldukları halde küfre, nifaka ve şirke yönelip haktan yüz çeviren kimselerin bu durumu, hayvanlardan daha kötüdür. MÜNAFIK VE MÜŞRİKLERE HAKKIN İŞİTTİRİLMEMESİNİN HİKMETİ ﻢﻫﺍ ﻭﻟﱠﻮﻮ ﻟﹶﺘﻢﻬﻌﻤﻮ ﺃﹶﺳ ﻟﹶﻢ ﻭ ﻬﻌﺳﻤ ﺍ ﻟﹶﺄﹶﺮﻴ ﺧﻴﻬﹺﻢ ﻓ ﺍﻟﻠﱠﻪﻢﻠ ﻋﻟﹶﻮﻭ (٢٣) ﻮﻥﹶﺮﹺﺿﻌﻣ 23 – Allah onlarda bir hayır olduğunu (hakkı duyduklarında ondan istifade edeceklerini) bilseydi, elbette onlara (hakkı) işittirirdi. (Allah) Onlara işittirse bile yine de (haktan) yüz çevirerek gerisin geri (küfre) dönerlerdi. Allah-u Teâlâ önceki ayette, müşrik ve münafıkların yeryüzünde yürüyen canlılar içerisinde en şerli kimseler olduklarını bildirmişti. Bu ayette ise bu kimselerin neden şerli olduklarını ve hakkı işitemediklerini ya da kendilerine hakkın işittirilmediğini haber veriyor. “Allah onlarda bir hayır olduğunu (hakkı duyduklarında ondan istifade edeceklerini) bilseydi, elbette onlara (hakkı) işittirirdi.” Allah-u Teâlâ, ayetin bu kısmında buyurduğu üzere, gerek münafıklardan, gerek müşriklerden olan kimseler içerisinde hakkı gerçek manada dinleyip de uygulayan yoktur. Zira onlar kendilerine gelen hakka kulaklarını kapamış, dilleri ise o hakkı konuşmaz olmuştur. Bu sebeple onlar gerçek manada iman etmeyi istemezler. Allah-u Teâlâ da o kimselerin kalplerinde gerçek imana bir meyil olmadığını, ENFAL:23 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 643 onların hidayet yolundan yürüme ve Allah-u Teâlâ’nın istediği şeyleri uygulama isteklerinin olmadığını çok iyi biliyor. Allah-u Teâlâ, bunlarla ilgili işte bu gerçeği bildiği için onlara, duydukları şeylerden istifade etme nimetini vermiyor. Eğer ki Allah-u Teâlâ onlarda bir hayır olduğunu bilseydi, Kur’an ayetlerini öğüt alacak şekilde dinlemeye ve iman etmeye onları muvaffak kılardı. “(Allah) Onlara işittirse bile yine de (haktan) yüz çevirerek gerisin geri (küfre) dönerlerdi.” Allah-u Teâlâ, münafık ve müşrik olan kimselerin durumunu gayet iyi bilmektedir. Öyle ki o kimseler şayet Allah'ın ayetlerini, emirlerini öğüt alacak şekilde duysaydılar, anlasaydılar bile yine de onlar itaat etmeyip reddederlerdi. Zira bunlar ister Allah'ın ayetlerini duysunlar ister duymasınlar, ister gerçek manada anlasınlar ister anlamasınlar, onlar için her halükarda sonuç aynı olup Allah'ın ayetlerini her zaman reddederler. Zira onların iman etme ve pratik hayatlarında Allah'ın emirlerini uygulama gibi bir niyetleri yoktur. Onların içlerinde zaten bir hayır yoktur. Enfal: 20-21-22 ve 23 Ayetlerinden Çıkan İstifadeler: 1 - Enfal: 20 ayetindeki "Ey iman edenler" hitabı mü’minleredir. Bu hitap, mü’minlerin Bedir Savaşı’nda Allah-u Teâlâ’nın yardım ve zaferine gözleriyle şahit olmalarından, Allah-u Teâlâ’nın az sayıdaki mü’minleri çok sayıdaki müşriklere karşı muzaffer kılışından sonra gelmiştir. Böyle bir yardım ve zaferi gören, yaşayan kimsenin imanının daha çok sağlamlaşması, Allah ve rasulünün emrini duyduğu anda artık hiç tereddüt etmeden itaat etmesi 644 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:23 gerekir. Bu olayı duyduğu halde Allah ve rasulünün verdiği emirleri pratik hayatta uygulama konusunda tereddüt eden bir kimse, ancak ibret almayan bir kalbe, hayır ile batılı, şer ile iyiyi, iman ile küfrü ayırt eden bir akla sahip olmayan birisidir. İşte bunun için Allah-u Teâlâ Enfal: 22 ayetinde “ ( اﻟﺪ ﱠو َ ٓ اب ﱢyeryüzünde yürüyenler)” ibaresini kullanmıştır. Bu ibare insanları da içine alır. Aslında “devâb” kelimesi çoğunlukla hayvanlar için kullanılır. Allah-u Teâlâ, ilgili ayette emirlerini duyduğu halde ibret almayan, pratik hayatında uygulamayan kimselerin hayvandan daha beter olduğunu bildiriyor. Zira hayvanların kulakları vardır. Fakat duydukları kelimeleri anlamazlar. Yine onların dilleri vardır. Fakat bununla insanların anlayacağı şekilde konuşamazlar. İnsanlarla hayvanlar arasında şöyle bir fark vardır: Hayvanlar, kendi hayatları için lazım olan şeyleri fıtrat gereği yapmaktadırlar. İnsanlar ise öyle değildir. Allah-u Teâlâ onlara akıl vermiş, hakkı dinlemek ve anlamak için duyular vermiş, hakkı ya da batılı seçmeye imkân sağlamıştır. Eğer Allah-u Teâlâ’nın kendilerine verdiği organlarla duydukları şeylerden ibret almaz, hakkı konuşmazlar, hak ile batılı ayırt etmezlerse işte o zaman Allah-u Teâlâ’nın kendilerine verdiği bu duyulardan istifade etmemiş olurlar. Böyle bir durumda ise hayvandan daha beter bir hale düşerler. 2 – Gerçek manada Allah-u Teâlâ’ya iman eden kimse, Allah ve rasulünün emrini hiç tereddüt etmeden, şüpheye düşmeden pratik hayatta uygular. Allah ve rasulünün emrini bildiği ve anladığı halde pratik hayatta uygulamayan kimse gerçek mü’min değildir. Çünkü gerçek mü’min ile münafığı ayırt etmek, ancak pratik hayatta, pratik uygulamada belli olur. ENFAL:23 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 645 Örneğin; Allah-u Teâlâ çoğul evliliği Nisa: 3 ayetinde mübah kılmıştır. Müslüman olduğunu söyleyen bir kadının bu ayeti okuduğunda iman edip kabul etmesi gerekir. Diliyle "kabul ediyorum" dediği halde kocası ikinci evliliği yaptıktan sonra boşanmayı istemesi veya kocasına zulmetmeye ya da kocasına karşı itaatsizlik yapmaya başlaması, iman ettiğini iddia ettiği şeyleri pratik hayatta uygulamadığını gösterir. Yine Allah-u Teâlâ cihadın her türlüsünü -dille cihad, malla cihad, silahla cihad- farz kılmıştır. Bu emri duyduğu ve uygulamaya imkânı olduğu halde pratikte uygulamayan kişi gerçek mü’min değildir. Öyleyse gerçek bir mü’min; Allah-u Teâlâ’nın emirlerini duyduğunda hemen onlara itaat eder ve bunları pratik hayatta uygular. Aynı şekilde Allah-u Teâlâ’nın yasakladığı şeylerden de uzak durur. Şayet nefsine uyup da günah işlerse hemen Allah'ın emrini ve yasağını hatırlar, derhal kendine gelir ve pişman olup tevbe eder. Böylece günah üzerinde ısrar etmez. Gerçek mü’min için küfre dönmek, ateşe atılmaktan daha ağır gelir. 3 – Rasule itaat etmek, Allah-u Teâlâ’nın emirlerini açıkladığı ve onlara davet ettiği için Allah'a itaat demektir. 4 – İtaat, sadece lafla olmaz. İtaat, pratikte olur. Pratikte itaat eden, bilhassa nefsinin hoşlanmadığı şeylerde bile itaat eden kişi gerçek manada itaat etmiştir. Allah-u Teâlâ’nın mü’minlerden istediği itaat de işte budur; lafla değil, pratikle bir itaat... 5 – Allah'ın ayetleri kendilerine ulaştığı halde şirk işleyen müşrikler ve münafıklar, Allah-u Teâlâ’nın ayetlerini faydalı bir şekilde duymaz, anlamazlar. Bu sebeple onların durumu hayvanlardan daha beterdir. Münafık ise, kalbinde küfrü gizlediği halde zahiren Allah'ın ayetlerini anladığı dolayısıyla iman ettiği görüntüsü sergiler. Oysa gerçekte 646 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:23 Allah’ın ayetlerini anlamamaktadır. Yahudi ve Hıristiyanlar ile bunların benzeri olan kimseler, hak kendilerine açıkça ortaya konduktan sonra daha önce inanmakta olduklarını ileri sürerek hakka karşı gelir, kulaklarını tıkar, akıllarını kullanmazlar. Tıpkı zamanımızdaki Müslüman olduklarını iddia eden müşrikler gibi… Zamanımızdaki kendilerini Müslüman sayan müşrikler, gerçek tevhidi dinlemek istemeyip ondan kaçarlar. Zira gerçek tevhidin sözleri onlara ağır gelir. Üstelik sadece kendileri dinlemezlik yapmayıp insanların da dinlemelerinden rahatsız olurlar. Dolayısıyla her türlü hileyi yaparak, her türlü yalanı söyleyerek insanların bu hakkı duymalarını engeller, uzaklaştırırlar. İşte bu gibi kimselerin hepsi bir özellik altında toplanmaktadırlar: Onlar hak ile batılı, hayır ile şerri, İslam ile küfrü akledemeyen hayvandan da daha aşağı kimselerdir. Ve öyle ki onlar bu halleri sebebiyle yeryüzünde yürüyenlerin en şerlileridir. Bu sebepledir ki; durumları böyle olan kişiler yeryüzünde yürüyenlerin en şerlileridirler. 6 – Allah-u Teâlâ, hakka karşı kulakları kapalı, dilleri söylemez durumda olanların hakkı duyduklarında bundan istifade edeceklerini, buna uyacaklarını bilseydi, onlara, hakkı ibret alacak, istifade edecek şekilde duyururdu. 7 – Enfal: 23’te geçen Allah-u Teâlâ için “bilseydi” sözü farzı muhaldir. Yani; varsaymaktır. Çünkü Allah biliyor ki; onlar hakkı güzel bir şekilde anlasaydı bile yine de karşı geleceklerdi. Allah-u Teâlâ bu ayette mü’minlere şöyle diyor: “Biz onlara hidayet yolunu göstersek, yardım etsek, zihinlerini açsak, böyle bir imkân sağlasak bile yine de reddedeceklerdir. O halde bu kadar açık olan delilleri kâfirlere ENFAL:23 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 647 sunduğunuz halde küfürde inat etmelerine şaşırmayın, hayret etmeyin! Çünkü karşınızdaki insanlar sizin gibi anlamıyor, düşünmüyor, akletmiyorlar.” İşte bu ayetteki hitap mü’minleredir. Allah-u Teâlâ burada mü’minlerin şaşırmamaları, hayret etmemeleri için onların gerçek karakterini açığa çıkarıyor. Nitekim bazı insanların küfür ve şirkteki inadı gerçekten şaşılacak bir şeydir. Örneğin; Ebu Talip, hakkı bildiği, hakkı desteklediği halde dedelerinin dinine bağlılığından ve hakkında “dedelerinin dinini terk etti” demesinler diye kâfir olarak ölmüştür. İşte bu durumdaki kimselere üzülmemek gerekir. Çünkü kimi insanlar hakkı bildiği halde hak kendisini etkilemez ve batıldan, küfürden ayrılamazlar. İşte bu kişiler duyduklarından istifade etmez, gerçek manada anlamazlar. Ayetteki “işitmek” ten kasıt budur. Yani; duymalarına rağmen duydukları şeyden istifade etmiyor, pratikte uygulamıyorlar, demektir. Allah-u Teâlâ konuyla ilgili başka bir ayette şöyle buyuruyor: “Küfredenlere gelince, onlara ister (azapla) korkutarak tebliğ et, istersen hiç tebliğ etme fark etmez. Onlar iman etmezler.” (Bakara: 6) Elbette kâfirlerin bu hale gelmelerinin sebebi kendileridir. Allah-u Teâlâ onları ne bu halde olmaya zorlamış ne de onları bu halde yaratmıştır. Onlar hakka karşı kulaklarını tıkayarak bu akıbeti kendileri seçtiler. Yine hakkı söylemeye karşı dillerini bağlayıp akıllarıyla düşünemez oldular. Kâfirler zeki olabilirler; belki profesör olur, aya çıkar, ince şeyler yapar, teknolojik araçlar icat ederler, ama onlar akıllarını gerçek olan ahiret menfaati için kullanmazlar. Onlara verilen akılla doğru ile yanlışı, hak ile batılı, küfür 648 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:23-24 ile imanı ayırt edemezler. O halde kâfirler ne kadar zeki olurlarsa olsunlar, akıllı değildirler. Kıyamet gününde onların sözü şöyle olacaktır: "Ve derler ki: "Eğer dinlemiş olsaydık ya da akl etmiş olsaydık, şu çılgınca yanan ateşin halkı arasında olmayacaktık." (Mülk: 10) ALLAH (C.C) VE RASULÜNÜN DAVETİNE İCABET ETMEK ﻴﹺﻴﻜﹸﻢﺤﺎ ﻳﻤ ﻟﺎﻛﹸﻢﻋﻮﻝﹺ ﺇﹺﺫﹶﺍ ﺩﺳﻠﺮﻟ ﻭﻠﱠﻪﻮﺍ ﻟﺠﹺﻴﺒﺳﺘ ﻮﺍ ﺍﻨ ﺁﻣﻳﻦﺎ ﺍﻟﱠﺬﻬﺎ ﺃﹶﻳﻳ (٢٤) ﻭﻥﹶﺮﺸﺗﺤ ﻴﻪ ﺇﹺﻟﹶﻪﺃﹶﻧ ﻭﻗﹶ ﹾﻠﺒﹺﻪﺀِ ﻭﺮ ﺍﹾﻟﻤﻴﻦ ﻮﻝﹸ ﺑﺤ ﻳﻮﺍ ﺃﹶﻥﱠ ﺍﻟﻠﱠﻪﻠﹶﻤﺍﻋﻭ 24 – Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere davet ettiği zaman, Allah ve Rasulüne (emirlerine itaat ederek) icabet edin. Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer. Ve siz muhakkak O'nun huzurunda toplanacaksınız. Allah-u Teâlâ, önceki ayette; müşrik kimselerin şerli oluşları, hakkı işitememeleri ve onlara hakkın işittirilmemesi sebeplerini açıklamıştı. Ve yine onun öncesi ayetlerde müşrikler gibi sadece; “işittik” diyerek pratik hayatta Allah-u Teâlâ ve rasulünden gelen emirlere muhalefet eden bir yaşam tarzının ortaya konulmaması, Allah-u Teâlâ yolunda gerek malla, gerek bedenle, gerek canla ya da başka şekillerde cihad edilip her konuda itaatin tam olması gerektiğini haber vermişti. Bu ayette ise Allah ve rasulünden gelen emirlerin insana kazandırdığı gerçek değeri ortaya koyuyor. ENFAL:24 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 649 “Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere davet ettiği zaman, Allah ve Rasulüne (emirlerine itaat ederek) icabet edin.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Allah ve rasulünden size gelen emirler ne olursa olsun mutlaka o emirleri kayıtsız ve şartsız bir itaatle yerine getirin. Çünkü size Allah ve rasulünden gelen her emir, sizlerin dünya ve ahiret mutluluğunuza yöneliktir. Öyleyse pratik hayatınızda bu emirleri uygulamanız suretiyle onlara mutlak bir şekilde itaat etmeniz, hem dünya hem de ahiret mutluluğu sebebiniz olacaktır. Şayet aksini yapacak olursanız ne dünya mutluluğunu, ne de ebedi hayat olan ahiret mutluluğunu elde edebilirsiniz! Sizler şunu asla aklınızdan çıkarmayınız: Allah ve rasulünün emirlerine itaatiniz sebebiyle dünyada belki bir takım sıkıntılara maruz kalabilirsiniz. Böyle bir durumla karşılaştığınızda biliniz ki; bu, sizin için Allah’tan gelen bir imtihandır. Bu sebeple Allah ve rasulünün emirleri nefsinize ağır gelse, hatta onlar sebebiyle dünyada birtakım sıkıntılara uğrasanız bile onları daima pratik hayatta uygulamalı ve her ne sebeple olursa olsun onlara itaatten bir an dahi olsa uzaklaşmamalısınız. Çünkü böyle yaparak hem geçici olan dünyada, velev ki bir takım eziyet ve sıkıntılar yaşasanız bile, gerçek mutluluğu ve hürriyeti elde eder, hem de ebedi gerçek yaşam yeri olan ahiret mutluluğunu elde edersiniz. Buna göre sizler, ya Allah ve rasulünün dünya ve ahiret mutluluğuna sizi ulaştıracak emirlerine tam bir itaatle itaat eder ve onları pratik hayatınızda uygularsınız, ya da o emirlere itaat etmeyip hayatınızda onları uygulamamanız sebebiyle ebedi mutsuzluğu elde edersiniz… Zira Allah ve rasulünün verdiği emirler hak olup onlarda sizin için gerçek hayat vardır. O halde sizler o emirleri hayat pratiğinizde ortaya koyarak nefislerinizi 650 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:24 ıslah ediniz ve böylece gerçek mü’min olduğunuzu ispat ediniz. Aksi takdirde iman ettiğinize dair söylediğiniz söz, sadece bir iddiadan öteye geçmez.” Ayetteki: “size hayat verecek şeyler” den kasıt; dünyada iman ederek salih amel üzere olup ahirette ebedi olarak mutlu bir hayatı elde etmektir. Allah-u Teâlâ başka bir ayette şöyle buyuruyor: “Erkek olsun kadın olsun, her kim mü’min olarak salih amel işlerse şüphesiz ki onu, güzel bir hayat içinde yaşatacağız. Bunları, yaptıklarının en güzeliyle mükâfatlandıracağız.” (Nahl: 97) Allah-u Teâlâ ve rasulünün emirlerini pratik hayatta uygulamayan kişi ne dünyada güzel bir hayata sahip olabilir ne de ahirette. Bu vasıftaki bir kişide; her ne kadar yaşaması, hareket etmesi, konuşması, yürümesi gibi canlılık alametleri varsa da aslında o, bir ölüden farksızdır. Zira Allah ve rasulünün emirlerine itaat etmeyen, o emirleri pratik hayatta uygulamayan kişi ölüdür, hatta ölüden daha da beterdir! Velev ki o kişi zahirde mutlu bir yaşam sergiliyor gözükse bile gerçekte o, karanlıklar içinde bocalamakta olup aslında mutsuz bir hayat yaşamaktadır. Üstelik ahirette de ebedi olarak mutsuz bir hayat yaşayacaktır. Oysa gerçek hayat ve gerçek mutluluk ahiret hayatında elde edilen mutluluktur. Allah-u Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor: “Ölü iken kendisini (iman ile) dirilttiğimiz ve kendisine insanlar içinde yürüyeceği bir nur kıldığımız kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan bir çıkışı olmayan kimse gibi midir? Kâfirlere, yapmakta oldukları şeyler, işte bu şekilde süslü gösterilmiştir.” (En'am: 122) ENFAL:24 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 651 “Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Kalbinizin gerçek sahibinin kendiniz olduğunuzu, istediğiniz zaman onu kontrol altında tutup, ona sahip olabileceğinizi sakın zannetmeyin! İyi biliniz ki; insan, her zaman bir hâl üzerinde durmaz ve bir halden, diğer bir hâle geçebilir. Bu sebeple şu an sergilediğiniz zahiri imanın yerini küfür doldurup sizin halinizi değişikliğe uğratmadan bir an önce Allah ve rasulünün size emrettiği şeyleri hayat pratiğinizde uygulayın. Öyle ki imkânınız olduğu halde size emredilenleri hayat pratiğinize geçirmezseniz, sonunda o şeyleri yapamayacak hale gelirsiniz. Çünkü kulun kalbi Allah'ın elindedir, dilediği şekilde onu değiştirebilir, dilediğine imanı, dilediğine ise küfrü nasip eder. Zira kalplerin gerçek sahibi Allah’tır. Buna göre sizler şayet Allah ve rasulünün emrettiği şeyleri pratik hayatta uygulamazsanız, öyle bir duruma gelirsiniz ki kendi kalbinize bile ulaşamazsınız. Sonunda da ne yaptığınızı, ne söylediğinizi idrak edemeyecek duruma düşersiniz.” Kullarının Kalbi Allah-u Teâlâ’nın Elindedir: Allah-u Teâlâ bu ayette; kulların kalplerinin sahibinin kendisi olduğunu bildiriyor. Allah-u Teâlâ dilerse, kişi ile kalbi arasına engel koyar. Böylece kişinin kendi kalbine ulaşma imkânı olmaz. Yani; kişi hiçbir şeyi idrak etmez. Çünkü idrak kalple olur, ne yapacağına kalp karar verir. İnsanın kontrolü, kalbindedir. Eğer kişi ile kontrol mekanizması arasına engel konulursa dilediği şeyleri yapamaz. Enes b. Malik radıyallahu anh dedi ki: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem devamlı şu sözü tekrarlıyordu: "Ey kalpleri evirip çeviren Allah'ım! Kalbimi dinin 652 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:24 üzere sabit kıl!" Ona: "Ey Allah'ın rasulü! Sana ve senin getirdiğine iman ettik. Durumumuzun değişmesinden mi korkuyorsun?" denildi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem onlara cevaben: "Evet. Çünkü kalpler Allah'ın iki parmağı arasındadır. Dilediği şekilde değiştirir." buyurdu.(42) Kulların kalbi Allah-u Teâlâ’nın elindedir. Hareket etmesi, karar alması Allah'ın dilemesine bağlıdır. Onun için Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu duayı çokça okurdu. Bizlerin de bu duayı sürekli okumamız gerekir. Allah ve rasulünün emrini duyduğumuzda hemen pratik hayatta uygulamamız gerekir. Eğer böyle yapmaz ve bu hal üzere devam edersek öyle bir zaman gelir ki, istesek de bunu yapamayabiliriz. Zira hastalanabilir, ölebiliriz, fikrimiz de değişebilir... Allah-u Teâlâ’nın emrine itaat etmediğimizde, kötü gördüğümüz şeyleri artık iyi görmeye başlarız. Zamanla hâlimizden de memnun oluruz. Artık Allah'ın emrine itaat etmeme hâli bize hoş gelmeye başlar. İşte bu duruma düşmekten Allah'a sığınmamız gerekir. Gerçek mü’min pratik hayatta belli olur. Diliyle iman ettiğini söyleyenler çoktur. Münafıklar da zaten böyledir. Fakat asıl önemli olan; dilin ikrar ettiğini pratik hayatta uygulamaktır, Allah ve rasulü bir şey emrediyorsa "daha sonra yaparım" demeden hemen pratik hayatta uygulamaktır. Çünkü kalp küfürden imana değiştiği gibi, imandan küfre de değişebilir. İşte Allah-u Teâlâ, mü’minlere bunu bildirmek istiyor ki kalplerinin değişeceğinden korksunlar ve kendilerine verilen emirleri hemen pratiğe geçirsinler de iman üzere kalıp küfre yönelmesinler. Allah-u Teâlâ imanı ve küfrü yaratmış, imanı insanlara (42) Ahmed b. Hanbel rivayet etti. Beyhaki, Şu’âbu'l-İmân c. 2 s. 209 hadis no: 742, sahih senetle. ENFAL:24 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 653 emretmiş, küfrü ise yasaklamıştır. Fakat imanı ve küfrü seçmek kulların sahip oldukları akıl ve cüzi iradelerini kullanmalarının sonucuna göredir. Nihayetinde kişi ister imanı seçsin, ister küfrü mutlaka bunu Allah-u Teâlâ’nın dilemesiyle yapar. Ama Allah-u Teâlâ kullarını ne imana ne de küfre girmeye zorlamıştır. Bu sebeple kullara düşen Allah-u Teâlâ ve rasulünün emirlerine kayıtsız şartsız itaat etmeleri, onlardan asla yüz çevirmemeleridir. Eğer ki o emirlerden yüz çevirecek olurlarsa zamanla o emirler insanın kalbine ve nefsine çok daha ağır gelir ve kalplerine bir etki etmez, böylece kalpleri küfre kayıp kâfirlerden olurlar. Allah-u Teâlâ kullarına o derece merhamet sahibidir ki, onları küfürden uzaklaştıracak şeyleri kendilerine açıklamış ve kendilerine verdiği emirlerine itaat edip ihlâs göstermelerini onlardan istemiştir. Bir kimsenin itaatkâr olup olmadığı, ihlâs gösterip göstermediği ise onun pratik hayatında belli olur. Zira kendisine verilen emri duyup anladıktan sonra bir yanda iman ettiğini söyleyip, diğer yanda ise hayat pratiğinde farklı yaşam sergilemek, Allah-u Teâlâ’nın kullardan istediği ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in insanlara öğrettiği ihlâs ve itaat değildir. Çünkü Allah ve rasulünün emirleri sadece "kabul ettim" denilmesi için değil, bununla birlikte hayat pratiğinde uygulanması için ortaya konmuş olup Allah-u Teâlâ rızası ancak bunları hayat pratiğinde uygulamakla kazanılır, böylece ebedi olan ahiret mutluluğu elde edilir. Durum bundan ibaret olduğuna göre bir kimse Allah ve rasulünün emrini duyduğu ve anladığı halde hemen onu hayat pratiğinde uygulamazsa, Allah onun kalbini değiştirebilir. Çünkü kalpler Allah-u Teâlâ’nın elindedir. Allah-u Teâlâ kimin ihlâslı, kimin ihlâssız olduğunu, kimin gerçek anlamda Allah ve rasulünün emrine pratik hayatta itaat ettiğini veya kimin itaat etmediğini çok iyi bilir. Emri duy- 654 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:24 duğu hâlde hemen hayat pratiğinde uygulamayan kişinin imanında ve ihlâsında mutlaka bir zayıflık vardır. Zamanla bu zayıflık küfre dönüşebilir. İşte bu söylenilenler ve yapılan açıklamalar, mü’minlere açık bir uyarıdır. Dolayısıyla mü’minler Allahu Teâlâ ve rasulünün her emrine kulak vermeli, o emirlerin kendilerinin dünya ve ahiret mutluluğu için verildiğini bilmeli, sahip oldukları akıl nimeti, selim fıtrat ve cüzi iradeleriyle hemen verilen emirleri uygulamalı, “ileride yapacağım”, “sonra yapacağım”, “müsait olduğumda yapacağım”, “inşeAllah bunu yapacağım” gibi sözler söyleyerek emirleri derhal uygulamayı terk ederek şeytana yenik düşmemelidirler. Zira başlarına her an hastalık, ölüm ya da başka bir musibet erişebilir. Üstelik nefisleri yaşadığı rahatlığa alışır, böylelikle Allah-u Teâlâ ve rasulünün emirlerine itaat etmek kendilerine çok daha ağır gelebilir. Ve sonuçta yapacağını söyledikleri amellere karşı yapma arzusu kalmaz, nihayetinde de küfür bataklığına sürüklenebilirler. Çünkü kalpler Allah-u Teâlâ’nın elinde olup her an kuluna vermiş olduğu iman nimetini, küfre çevirebilir. Öyleyse mü’min kullar, bu duruma düşmekten çekinir, Allah-u Teâlâ ve rasulünün emirlerine karşı gerçek ihlâs ve itaat ortaya koyarlarsa, Allah-u Teâlâ da onlara vermiş olduğu emirleri hayat pratiklerinde uygulamaları için kendilerine yardımcı olur ve o emirleri yerine getirmede kendilerine bir kolaylık nasip eder. Allah-u Teâlâ’nın mü’min kullarına bunu nasip etmesi ise onların ihlâslı ve itaatkâr oluşlarını bilmesindendir. Buna göre Allah-u Teâlâ’dan sürekli bu kullardan olmayı dilemeli ve o kullardan olmanın gereklerini de yerine getirmede gayret edip bir an dahi olsa gecikmemelidir. ENFAL:24 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 655 “Ve siz muhakkak O'nun huzurunda toplanacaksınız.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında şöyle buyuruyor: “İstediğiniz kadar hayatta kalın. Sonunda dönüşünüz Allah’adır. Allah size, amellerinize göre karşılık olmak üzere ya mükâfat ya da ceza verecektir. Amellerinizin tartılacağı mizan ortaya konduğunda sizler için o gün tek değerli şey, dünyada yaptığınız salih amelleriniz olacaktır. Bu yüzden sizler, dünyada mü’min olduğunuzu söyleseniz bile, imanınızın gereklerini hayat pratiğinizde uygulamamışsanız bu sözünüz ahirette mizanda hiçbir değer ifade etmeyecektir. Hatta bu iman iddianız o gün sizin aleyhinize işleyecek, daha çok azap görmenize sebep olacaktır. Bu sebeple beklemeden, gevşemeden, tereddüt etmeden Allah ve rasulünün emrine boyun eğin ve o emirleri pratik hayatınızda uygulayın.” Ayetten Çıkan İstifadeler: 1 – Allah-u Teâlâ ve rasulünün emrine itaat edip onun gereklerini pratik hayatta uygulamak, hem dünya hayatının mutluluğunu hem de ebedi olan ahiret hayatının mutluluğunu elde etmeye sebeptir. 2 – Gerçek hayat ve gerçek mutluluk, ancak Allah-u Teâlâ’nın şeriatını uygulamakla gerçekleşebilir. Dünyada gerçek hür olan, Allah-u Teâlâ’nın emirlerine bağlanan, Allah'ın emirlerini uygulayan kişidir. Allah'ın emirlerini uygulamayan kişi ise, kendisini ne kadar hür zannederse zannetsin, aslında zillet içindedir. Heva ve hevesine boyun eğmiş, kul olmuştur. O, sanki bir ölüdür. Gerçek hür ise Allah-u Teâlâ’nın emirlerine boyun eğen, sadece Allah'a kul olandır. İşte gerçek hürriyet budur! Bunun dışındakiler 656 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:24 mutlaka başka bir şeye kul olmuştur; ya nefislerine, ya arzularına ya da herhangi bir şeye. 3 – Gerçek izzet, Allah-u Teâlâ’nın emrine boyun eğmekle elde edilir. Allah-u Teâlâ’nın emrine boyun eğmeyen, Allah-u Teâlâ’nın emrini pratik hayatta uygulamayan kişi zillet içinde olup heva ve hevesine köle olmuştur. İnsan aziz olmak, gerçek hürriyet sahibi olmak istiyorsa, sadece Allah-u Teâlâ’ya kul olmalıdır. Sadece Allah'a kul olmak ise lafızlarla olacak bir şey olmayıp Allah ve rasulünün emrini tereddüt etmeden pratik hayatta uygulamakla olur. Bu din, sadece zihinlerde ve kalplerde kalan, pratik hayatta etkisi olmayan din olarak inmemiştir. Bilakis bu din, pratik hayatta yaşanması için inmiş olup bu dinden istenen gaye budur. Çünkü pratik hayatta bu dinin gerektirdiği şekilde hareket edilmedikçe Allah-u Teâlâ’nın istediği şekilde O’na kul olunamaz. Kişinin ihlâsı, gerçek mü’min olup olmadığı ancak pratik hayatta Allah’ın emirlerini uygulamasıyla belli olur. 4 - Allah-u Teâlâ bu ayette de "Ey iman edenler!" sözünü tekrarlamıştır. Çünkü iman vasfı, Allah ve rasulünün emir ve yasakları duyulduğu anda tereddüt etmeden derhal uygulamayı gerektirir. 5 - Ayetteki “Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer.” ifadesi, Allah-u Teâlâ’nın kullarını küfür ve şirk işlemeye zorladığı veya kulları iman etmek istediklerinde buna engel olduğu manasında değildir. Bu ifadeden kasıt; fırsat kaybolmadan bir an evvel Allah ve rasulünün emrine itaat edilmesi gerektiğini bildirmektir. Burada bir teşvik vardır. Zira akabinde Allah-u Teâlâ, “Ve siz muhakkak ENFAL:24-25 Şeyh Seyfuddin el-Muvahhid 657 O'nun huzurunda toplanacaksınız.” buyuruyor. Yani; ölüm size gelmeden önce bir an evvel emredilen şeyleri uygulayın! Çünkü öyle bir zaman gelir ki; artık Allah'ın emrine boyun eğmeye, pratik hayatta uygulamaya imkânınız olmaz. Bu yüzden bunu bir an evvel yapın, demektir. AZABA SEBEP OLACAK FİTNEDEN SAKINMAK ﻮﺍ ﺃﹶﻥﱠﻠﹶﻤﺍﻋﺔﹰ ﻭﺎﺻﻢ ﺧ ﻜﹸﻨﻮﺍ ﻣ ﻇﹶﻠﹶﻤﻳﻦ ﺍﻟﱠﺬﻦﻴﺒﺼﺔﹰ ﻟﹶﺎ ﺗﻨﺘﻘﹸﻮﺍ ﻓﺍﺗﻭ (٢٥) ﻘﹶﺎﺏﹺ ﺍﻟﹾﻌﻳﺪﺪ ﺷﺍﻟﻠﱠﻪ 25 – İçinizden yalnız zalimlere isabet etmekle kalmayacak fitneden sakının. Bilin ki Allah, azabı çok şiddetli olandır. Allah-u Teâlâ önceki ayette mü’minlere, Allah ve rasulünün emrine itaat edip pratik hayatta bir an önce o emirleri uygulamaları gerektiğini bildirmiş ve aksini yapmaları halinde insanın kendi kalbine bile ulaşamayıp tevbe etme fırsatı dahi bulamayacağı bir durumun geleceğinden onları korkutmuştu. Bu ayette ise onların azaba uğramalarına sebebiyet verecek fitnelerden onları sakındırıyor. “İçinizden yalnız zalimlere isabet etmekle kalmayacak fitneden sakının.” Allah-u Teâlâ ayetin bu kısmında şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Sizler, sadece zulmedenlere isabet etmeyecek olan bela ve musibetlerden sakının! Çünkü öyle fitneler, azaplar ve imtihanlar vardır ki; yalnızca günah işleyen ya da kötülük yapanların başına gelmez, aynı za- 658 DAVETÇİNİN TEFSİRİ - 9.CÜZ ENFAL:25 manda onların yaptıkları zulümlere, kötülüklere ya da günahlara karşı sessiz kalan, onlara iyiliği emretmeyip, kötülükten onları sakındırmayanlara da isabet eder. Öyleyse zulüm ve günaha dalmış kimselere elinizden geldiğince iyiliği emredip yaptıkla