Dergimizi pdf formatında indirmek için tıklayınız
Transkript
Dergimizi pdf formatında indirmek için tıklayınız
Bilgiyurdu Gençlik Dergisi YIL: 2 SAYI: 12 MART - NİSAN 2009 İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR Temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti ilelebet yaşayacaktır. ÜCRETSİZDİR 2 İçindekiler İÇİNDEKİLER Mustafa ÖZTÜRK Gündeme Bakış ............................................................................3 Prof.Dr. Cihan DURA Nüfus ..........................................................................................5 BİLGİYURDU GENÇLİK DERGİSİ YIL: 2 SAYI: 12 MART - NİSAN 2009 İKİ AYDA BİR ÇIKAR ÜCRETSİZDİR. SAHİBİ: Bilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği Adına Dernek Başkanı Mustafa ÖZTÜRK YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ: Mustafa İLHAN YAZIŞMA ADRESİ: Sahabiye Mahallesi Otağ Sokağı Kamer Apt. A Blok Nu: 4/3 Kocasinan/KAYSERİ Yrd.Doç. A. Vehbi ECER Destanlarımız ...............................................................................7 Mehmet ÇAYIRDAĞ Sadrazam Beyannamesi................................................................9 Yrd.Doç.Dr. Kadir ÖZDAMARLAR Hacı Mümin Akan ......................................................................11 Yrd.Doç.Dr. Kadir ÖZDAMARLAR Prof.Dr. Ahmet Uğur İle Röportaj ..............................................14 Mustafa Aykut AKŞİT Ekonomik Krizler (3) ..................................................................18 Aşık SEZİNİ 4 Nisan 1997 (Şiir) .....................................................................20 Prof.Dr. Ahmet Bican ERCİLASUN Ateşle Oynuyorsunuz.................................................................20 Mustafa İLHAN 1’inci ve 23.üncü Dönem TBMM ...............................................21 TELEFON: (0352) 232 32 67 İbrahim GÜNGÖR Öğrenmeyi Öğrenme.................................................................24 WEB: www.bilgiyurdu.org.tr Yunus Emre ÖZKAN Hainlik Korkunç Bir Hastalıktır ....................................................26 E-POSTA: bilgiyurdu@hotmail.com GRAFİK TASARIM: DEĞİŞİM AJANS (0352) 336 08 48 www.degisimajans.net BASKI: ORKA MATBAACILIK SAN. TİC. LTD.ŞTİ. OSB 43. Cad. No: 11 KAYSERİ (0352) 322 17 00 Yazılar yayınlansın ya da yayınlanmasın iade edilmez. Yazılarda kısaltma yapılabilir. Hukuki sorumluluk yazarlara aittir. Ziya GÖKALP Çanakkale (Şiir) ..........................................................................28 Özlem AKŞİT “120”........................................................................................29 Dr. Rasim DENİZ Muncısunlu Şair Remzi Efendi ....................................................32 Hakan BOZDOĞAN Kafkaslarda Perestroyka .............................................................33 Ahmet ALTAY Söz Müzik ..................................................................................35 Yusuf BİLTEKİN Milli Mücadele’de Bor ve Halit Mengi ........................................36 UNUTMADIK... UNUTMAYACAĞIZ... .......................................38 3 ERBİL’DEKİ TOPLANTI TIRMANAN BÖLÜCÜLÜK Mustafa ÖZTÜRK T ürkiye’de Kürtçü bölücülüğün hangi noktaya tırmandığını anlamak için şu iki olaya bakmak yeter: Birincisi, geçen ay Irak Bölgesel Kürt Hükümetinin merkezi Erbil’de yapılan “barışı ve demokrasiyi birlikte aramak” adlı toplantı… İkincisi, DTP Başkanı Ahmet Türk’ün TBMM’de yaptığı Kürtçe konuşma… Abant Toplantıları’nın 18’incisi olan Erbil toplantısı, ABD’de ikamet etmekte olan Fethullah Gülen’in bağlılarınca düzenlendi. Bölgesel Kürt Devleti’nin bayrağı altında yapılan ve tüm Kürt sorunlarının ele alındığı toplantıyı, The Economist dergisi, “sıra dışı bir dostluk” olarak değerlendirdi. “Sıra dışı, alışılmamış” denmesinin sebebi, Türkiye’den Barzani’ye ve bölgedeki ABD politikasına çok açık ve beklenmeyen bir desteğin verilmiş olmasıdır. Söz konusu toplantıda ele alınan konu ve yapılan konuşmaları değerlendirdiğimizde şu hedeflerin planlandığı anlaşılıyor: 1- Bölgesel Kürt Devleti’ni Türk halkına şirin göstermek. DEĞİŞMEZ... DEĞİŞMEYECEK... I. Devletin şekli MADDE 1. – Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir. II. Cumhuriyetin Nitelikleri MADDE 2. – Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir. III. Devletin bütünlüğü, resmî dili, bayrağı, millî marşı ve başkenti MADDE 3. – Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Millî marşı “İstiklal Marşı”dır. Başkenti Ankara’dır. 2- Bu devletin Türkiye tarafından tanınması için Türk kamuoyunu hazırlamak. düşman devletlerle çevrili ve denize kıyısı olmayan bir Kürdistan’ı yaşatmak zordur. 3- “Yeni Osmanlıcılık”ın bir gereği olarak, Türk ulus devleti yerine Türk-Kürt federasyonunun fikri alt yapısını oluşturmak. Bu zorluğu aşabilmek için, komşu devletlerden birinin Kürdistan’a razı edilmesi gerekir. İran ve Suriye, ABD-İsrail karşıtı olduklarından bunu kabul etmeyeceklerine göre, en uygun komşu Türkiye’dir. Bu amaç doğrultusunda, Kuzey Irak’a konuşlandırdıkları PKK’yı Türkiye’yi hizaya getirmek için kullandılar; Türk kamuoyunu hazırlama görevini de çeşitli adlarla çalışan Abant Platformu benzeri sivil örgütlere verdiler. Bunlar çok dehşet şeyler. Düşünülmesi bile vahim. Talepler sadece bunlar da değil. Kerkük’ün Kürt bölgesine bağlanması ve Türkiye’de Kürtçe eğitime geçilmesi gibi istekler birbirini izliyor. Kuzey Irak’ta yapılan toplantıda, bu bölgede yaşayan Türkmenlerin adı dahi yok. ABD de aynı şeyi yapmış, iki buçuk milyon Türk’ü yok saymıştı. Kürtler için demokrasi isteyenler, aynı hakları Türkmenler için niçin istemiyorlar? ABD güdümü, ancak bu kadar olur. Bilindiği gibi, ABD Birinci Körfez Savaşı’ndan beri Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kurmanın peşindedir. Bu hedefi de büyük ölçüde gerçekleştirdiler. Ancak, Erbil toplantısına katılanların hedefleriyle ABD’nin bölgesel hedefleri birbiriyle örtüşüyor. CIA mensubu Herry Barkey, Obama’ya sunduğu raporda, “Türkiye’nin Kürdistan’ı tanıması ve bu yolda Türkiye’ye baskı yapılmasını” talep etmiş. Benzeri talepler, Bush döneminde de Türkiye’ye iletilmişti. Sonucu şimdi apaçık görüyoruz. Önceleri Barzani’yi İnceleme Gündeme Bakış İnceleme 4 muhatap almayan ve Talabani’yi Çankaya’ya kabul etmeyen Türkiye, bugün bu çekincelerinden tamamen vazgeçti. Erbil’deki toplantıya Türkiye’nin Musul Başkonsolosu Hüseyin Avni Botsalı’nın katılıp Kürt bayrağı altında konuşma yapması, Türkiye’nin değişen politikasına birer örnektir. Kürdistan’ı kurmaya çalışan devletlerden biri de İsrail… İsrail, kurulduğu 1948’den beri Irak Kürtleriyle ilgileniyor. Molla Mustafa Barzani’yi, Irak yönetimine karşı giriştiği tüm isyanlarda destekledi. Peşmergeler 1965’ten itibaren İsrailli uzmanlarca eğitiliyor. Kürt istihbarat örgütünü 1966’da MOSSAD kurdu, Molla Mustafa Barzani, Irak ordusuna vurduğu her darbe karşılığında İsrail’den para, silah ve mühimmat aldı, ödüllendirildi. Halen Barzani-İsrail dostluğu devam ediyor. İsrail’in Peşmerge aşkı nereden geliyor? Bu aşkı tarihî akrabalığa, yani Kürt Yahudilere bağlamak, yetmez; konuyu İsrail’in Ortadoğu hedefleriyle açıklamak gerekir. İsrail, düşman devletlerle çevrildiği kanısındadır. Bu yüzden kendisini güvende hissetmiyor. Güvende olabilmesi için Ortadoğu İslâm devletlerinin kendisini tehdit edemeyecek kadar güçsüz, parçalanmış olmaları gerekir. Bunun yanında kendisine dost devletlerin ve devlet yönetimlerinin bulunmasını arzu eder. Gerek 1948 de başlayan Barzani-İsrail dostluğu, gerekse ABD’nin Kuzey Irak’ta oluşturduğu yapılar İsrail’in bölgesel Kürt devletine yönelmesini sağlamıştır. İsrail’in Kürdistan aşkı karşılıksız değil. Kürtler içerisinde kendilerini İsrail’in tabii müttefiki sayan pek çok kişi bulunmaktadır. Bunlar, İsrail’in kuruluş sürecini kendilerine örnek alıyorlar. Bu açıklamalardan sonra, bölgesel Kürt Devleti’ne niçin “İkinci İsrail” denildiği anlaşılmıştır sanırız. Erbil’de toplananlar, bu gerçekleri bilmeyen insanlar değildirler, ancak ABD politikalarının uydusu olduklarından Türkiye’nin çıkarlarını hesaplayamaz ve savunamazlar. Gün olur “Hepimiz Ermeni’yiz”, gün olur “Hepimiz Kürd’üz” derler de “Hepimiz Türk’üz” diyemezler. Erbil’deki toplantıya katılanlar, üniter ve millî devletten, Cumhuriyet ile kazandıklarımızdan vazgeçmemizi teklif ediyorlar. Bunlardan vazgeçersek Osmanlı olur, diğer unsurlarla beraber huzur içinde yaşayabilirmişiz. Aksi halde Sevr’in Türklere layık gördüğü Ortaanadolu’ya çekilmeye mahkûm olurmuşuz. Çok dilliliği, çok kültürlülüğü, çok ulusluluğu kabul etmeliymişiz. Bilmiyorlar mı ki Osmanlı, artık mümkün değil… Osmanlı’nın son iki yüz yılının da savunulacak bir yanı yoktur. Cehaletin yol açtığı geriliği, salgın hastalıkları, Batılı emperyalist ülkelere sömürge olmayı içinize sindirebiliyorsanız Osmanlının son iki yüz yılını da savunabilirsiniz. Çeşitli din ve dilden insanların bir arada yaşamaları mümkündür ama oldukça zordur. Balkanlar ve Anadolu’dan nasıl kovulduğumuzu galiba unuttuk. İmparatorluklar dönemi çoktan sona erdi. Geçen asrın başından beri de millî devletler çağı yaşanıyor. Yaşanmaya da devam edecek. Yeni Osmanlı projesi, Sakarya ve Dumlupınar’da yenilenlerin Türkiye’yi 1918 ortamına döndürme, Türk ad ve kültürünü silme projesidir. “Türkiye ya büyüyecek ya küçülecek” diyenler, ABD-İsrail kuklası Kürt devletini Türkiye’ye kurdurmak düşüncesi taşıyanlardır. Bunun adı galiba Türkiye’yi büyütmek oluyor. Başka bir deyişle, millî devletten vazgeçip Türk-Kürt federasyonu kurulursa Türkiye büyüyecek, aksi halde Kürtler Türkiye’den ayrılacak ve Türkiye küçülecektir. Bu hesapları yapanlara şunu söylerim: Yeni Osmanlıcılık ve tabii sonucu olan TürkKürt federasyonu örtülü bir ABD projesidir. Bu projenin 1965’te devrin Başbakanı Demirel’e dayatıldığını Cengiz Özakıncı, “Türkiye’nin siyasi intiharı Yeni Osmanlı Tuzağı” adlı kitabında yazdı. Osmanlıcılık, Balkan savaşlarında, ABD mandası olma fikri de Sivas Kongresi’nde tarihe gömüldü. Bu köhnemiş düşünceleri Osmanlı adının cazibesinden yararlanarak diriltmeye çalışmak boşuna bir uğraştır. DTP Başkanı Ahmet Türk’ün TBMM’de Kürtçe konuşma yapması ise Türk devletine, devletin yasalarına, devleti temsil eden tüm kişi ve kurumlara bir meydan okumadır. Ben sizi ve yasalarınızı tanımıyorum, demektir. Bu meydan okuma, DTP tarafından değişik şekillerde tekrarlandı. Ancak, üstüne alınan olmadı. Çünkü, devlet şuurları yok. Tüm yetkililere soruyoruz: Kürtçü bölücülere, DTP’ye suç işleme özgürlüğü tanındı da haberimiz mi olmadı? Anayasa’da nitelikleri belirtilen Türkiye Cumhuriyeti’ni ülkesi ve milletiyle iç ve dış düşmanlara karşı korumak gibi bir göreviniz yok mudur? Madem Kürt bölücülüğüne taviz üstüne taviz verecektiniz, binlerce mehmetçiği niçin şehit verdiğimizi söyler misiniz? Türkiye, çok kritik on sekiz aya girdi. Çünkü ABD, on sekiz ay içinde Irak’tan çekileceğini açıkladı. Bu zaman zarfında, ABD işbirlikçileri Irak ve Türkiye’de faaliyetlerini hızlandıracaklar ve görevlerini tamamlamaya çalışacaklar. Bölgesel ve ABDİsrail kuklası Kürt devletini Türkiye’ye kabul ettirmek için her yol denenecek. Şemdinli benzeri olayları tezgâhlayabilirler. Türk halkı çok dikkatli olmalı. Yönetim uyanık durmalı. EKONOMİK GELİŞMENİN BELİRLEYİCİLERİ: NÜFUS Prof.Dr. Cihan DURA - www.cihandura.com B ir ülkenin kişi başına gelirinin, arzu edilir yapısal değişmeler eşliğinde sürekli olarak artmasına ekonomik gelişme denir. Acaba bu olgu hangi faktörlere bağlı olarak meydana geliyor? Bir ülkenin ekonomik gelişmesini belirleyen başlıca faktörler nüfus, doğal kaynaklar, sermaye birikimi ve teknolojik ilerlemedir. Bu yazıda söz konusu faktörlerden nüfusun etkileri üzerinde duracağım. Bir ülkenin nüfusunun ancak belirli bir kısmı üretim faktörü, yani işgücü niteliğindedir. Bir ülkede üretime katılabilecek durumdaki nüfusa, aktif nüfus denir. “Aktif nüfus/toplam nüfus oranı”na “nüfus’un faaliyet oranı” ya da “işgücüne katılım oranı” denir. Aktif nüfus’u oluşturan bireylerin hepsi aynı nitelikte değildir. Nüfus değişik yeteneklere sahip, çeşitli seviyelerde öğretim ve eğitim görmüş, deneyim kazanmış kişilerden oluşur. Aktif nüfus içinde vasıfsız, düz işçilerin yanı sıra, vasıflı, orta ve yüksek kalitede elemanlar da bulunur. Nüfus ekonomik gelişmeyi biri olumlu, öbürü olumsuz olmak üzere iki şekilde etkiler. I) NÜFUS ARTIŞININ OLUMLU ETKİLERİ Emek, yani işgücü bir üretim faktörüdür. Nüfus artışı işgücünü artırır; pazarı büyütür. İşgücü artışı bir yandan üretimi, bir yandan da talebi artırır. Çünkü üretilen malları satın alıp tüketecek bireyler çoğalmaktadır. Nüfus artışı bu yönleriyle ekonomik gelişmeyi olumlu etkiler. Gelişmenin gerçekleşmesi için üretime katılan aktif nüfusun sayısı veya üretime katılma süresi arttırılabilir, aktif nüfusun nitelikleri iyileştirilebilir. a) Fiilen çalışan insan sayısıyla, yani aktif nüfus miktarı ile refah seviyesi arasında doğru orantılı bir ilişki vardır. Öyleyse yapılacak ilk iş, üretime daha fazla işçinin katılmasını sağlamak, bunların da olabildiğince daha uzun süre çalışmalarını temin etmek olmalıdır. Aktif nüfusu besleyen ilk kaynak, nüfusun artış hızıdır. Bu hız bilindiği gibi gelişmiş ülkelerde düşük, azgelişmiş ülkelerde yüksektir. Artan nüfustan çalışma çağına girenlerin, yani aktif nüfusa katılabilecek olanların, fiilen çalışır duruma sokulması lazımdır. b) Aktif nüfusu besleyen ikinci kaynak, faaliyet oranıdır; bu oran yükseltilebilir. Bu amaçla örneğin gençler, öğretim süreleri kısaltılarak bir an önce üretime sokulabilir; kadınların üretime daha geniş oranda katılmaları sağlanabilir. Çalışma süresi uzatılabilir. Bu sonuncusu belki, hemen bütün ülkelerde görülen uygulamaya aykırı düşmektedir. Ancak özellikle azgelişmiş ülkelerin, sorunlarını bir an önce çözmeleri gerekmektedir. Dolayısiyle çalışma süreleri işgücünü yıpratmayacak, yormayacak, iyi saptanmış sınırlar içinde uzatılabilir. c) Üçüncü olarak işgücünün nitelikleri iyileştirilebilir. Nüfusun sahip olduğu niteliklerle üretim arasında yakın bir ilişki vardır. İyi eğitilmiş, tecrübeli işçi ve teknisyenlerin sağladıkları verim İnceleme 5 İnceleme 6 yüksek; buna karşılık eğitilmemiş, tecrübesiz insan gücünün sağladığı verim düşüktür. İkinci Dünya Harbi’ni izleyen yıllarda, iyi yetişmiş insan kaynaklarına sahip olan Almanya gibi ülkelerin, savaşın doğurduğu çöküntüleri kısa zamanda gidererek üretimlerini artırmaları buna iyi bir örnektir. Nüfusun niteliklerini yükseltmek öğretim ve eğitimle, yani insana yatırım yapmakla mümkün olur. Bu da, bilindiği gibi uzun süre ister, büyük çaba ve para harcaması gerektirir. II) NÜFUS ARTIŞININ OLUMSUZ ETKİLERİ Nüfus artışının olumsuz etkilerine gelince, bunlar statik ve dinamik açılardan farklı şekillerde karşımıza çıkar. a) Statik açıdan yani kısa dönemde hızlı nüfus artışı kişi başına düşen millî geliri azaltabilir. Eğer nüfus artış oranı millî gelir artış oranından fazla ise, kişi başına gelir düşer. Şu sebeple ki belli bir millî gelir ya da düşük oranda artan bir milli gelir, kalabalık bir nüfusa ya da daha hızlı artan bir nüfusa bölüneceğinden, kişi başına millî gelir düşük çıkacaktır. Bu da ekonomik gelişmenin olumsuz etkilenmesi, zorlaşması ve gecikmesi anlamına gelir. Bu durum en çok, nüfus artış oranı yüksek, sermaye birikimi yavaş, teknoloji düzeyi geri olan az gelişmiş ülkelerde kendisini gösterir. O zaman nüfusun, diğer üretim faktörleriyle uyumlu olarak artması kendini gerekli kılar. Başka bir deyişle nüfusu hızlı artan ülkelerin gelişmeleri, nüfus artışı yavaş olan ülkelere oranla daha hızlı bir sermaye birikimi gerektirecektir. b) Nüfus artışı ile kişi başına düşen milli gelir ilişkisi dinamik açıdan ele alındığında, nüfus artışının kalkınmayı engelleyip engellemeyeceği hususunda “azalan verimler yasası” belirleyici olarak karşımıza çıkar. Buna göre az gelişmiş ülkelerde sermaye ve toprak kıt faktörlerdir. Bu nedenle nüfus artışı; önceleri üretimi artırsa da daha sonraları emek başına düşen sermaye ve toprak miktarı azalacağından, üretimi düşürecektir. SONUÇ YERİNE Nüfus ve ekonomik gelişme ilişkisini Türkiye örneğinde çok genel olarak ve kısaca irdelemeye çalışalım. Türkiye’de işgücüne katılım oranı nispeten düşüktür. 2001-2005 verilerine göre ortalama yüzde 49’dur. Oysa aynı oran gelişmiş ülkelerde yüzde 70 civarındadır. Aktif nüfus içinde vasıfsız, düz işçi oranı yüksek, buna karşılık vasıflı, yüksek kalitede eleman oranı istenildiği ölçüde değildir. Türkiye’de uzun yıllar nüfus artış oranı yüksek olduğundan işgücü artmıştır. Bu olgu hem üretimi, hem talebi artırmış, pazarı büyütmüştür. Nüfus artışı bu yönüyle ekonomik gelişmeyi olumlu etkilemiştir. Ancak son yıllarda nüfus artışının yavaşladığını görüyoruz; dolayısıyla gelişme etkisi de artık eskiden olduğu kadar değildir (Tablo 1). Tablo 1 Nüfus artış oranı (%) 1980 2.19 1995 2.0 1985 2.25 2000 1.8 1990 2.19 2005 1.6 Üretime daha fazla işçinin katılmasının sağlanması, bunların da olabildiğince daha uzun süre çalışmalarının temin edilmesi; üretimi artırarak refah seviyesini yükseltecektir. Bazı kurslarla işgücünün nitelikli hale getirilebilir. Ancak bugünkü koşullarda, AKP iktidarının IMF’nin güdümünde bulunması böyle bir politikayı imkânsız çıkmaktadır. IMF politikaları sadece batı’ya yapılanborçların ve faizlerinin geri ödenmesinin güvenceye alınmasına yönelik olduğundan, bu tür politikalar beklemek ancak hayalperestlik olur. İşgücünün niteliklerinin iyileştirilmesi ekonomik gelişmemiz açısından son derecede önemlidir. Aktif nüfusumuz ne kadar iyi eğitilmiş ve deneyimli olursa verim o kadar yüksek olacaktır. Ancak bu bir uzun dönem sorunudur, Son 30 yıldır ihmal edilmiştir ve bu affedilmez bir hatâdır. Çünkü bir kuşağın yeterince eğitilmemesi, ondan sonraki birkaç kuşağın kalitece düşük olması anlamına gelmektedir. Tablo 2 Millî gelir artış (%) 2001 2002 -9.5 7.9 2005 7.6 2003 5.9 2006 6.0 2004 9.9 2007 4.5 Yukarda belirttim, son yıllarda Türkiye’de nüfus artış hızı yavaşlamıştır. Ancak yanı sıra millî gelir artışları da istikrarsızlaşmıştır (Tablo 2). Sonuç; kişi başına gelir artışlarının da istikrarsızlaşması, artış eğiliminin kırılması, başka bir deyişle büyümenin yavaşlaması olmuştur. Reel sermaye birikiminin duraklaması da bu eğilimi ayrıca pekiştirmiştir. AKP döneminde büyük âlayişle ilan edilen gelir artışları; ithalatın, tüketimin, borçlanmanın ve birtakım istatistik tanım değişikliklerinin ürünüdür. 7 TÜRK MİLLÎ KÜLTÜRÜMÜZÜN DESTANLARIMIZ Yrd.Doç.Dr. A. Vehbi ECER - Erciyes Ü. Emekli Öğr. Üyesi - El. Mek.: avehbiecer@hotmail.com D estan kelime olarak tarih öncesi kahramanlarla ilgili kahramanlık hikayelerini ve olağanüstü olayları anlatan koşma biçiminde yazılmış edebî eserlere verilen addır. Yakın zamanlarda biçim ve içerik yönünden, edebî şeklin terk edilerek geleneksel destanlardan ayrılarak serbest vezinle yazılmış kahramanlık şiirlerine de destan denilmiştir. Destanlarda sadece zaferlerle dolu kahramanlıklar anlatılmaz, yenilgiler, felaketler de anlatılır. Meselâ Türk Millî Destanı Oğuzlama’da (Bursa 1971, II, 99) Kazan Bey’in karargâhının basılması, yakılması, yağmalanmasının anlatımı (ki uzuncadır) şöyle başlar: “Gece ortası: // Ateşler içindedir // Kazan Bey’in ordası (karargâhı)! // Kâfir ne taş yürekli! // Dokuz kubbeli dokuz direkli, // İbrişim ipli, gümüş kazıklı çadır // Yanıyor çatır çatır // Bir iş ki alçakçadır…// Ancak destanlar felaketleri de anlatmakla birlikte bu felaketlerden kurtaran, milleti ümitlendirecek, kurtaracak kahramanlıkları da olayların arkasına yerleştirir. Topluma, okuyana yaşama gücü ve azmi verir. Merhum destan şairi Basri Gocul, Oğuzlama’sında bu güven duygusunu şu dörtlüğünde özetler: “Ey Kandaşım! Şunu zihnine koy ki: // Soyunun eşi yok altında göğün! // Soyun öylesine seçkin bir soy ki: // Onunla her yerde, her zaman öğün.” Orhan Şaik Gökyay ise Destan adlı şiirinde aynı güven ve kahramanlık duygusunu şöyle dile getirir: Serhatlerde açtığın bayraklar bizim için Öpüp kokladığım şen gaza gülleridir: Savaş baba mirası, atalar hüneridir, Bastığımız her toprak şan saklar bizim için, Ruhumuzda her köşe hatıralarla zengindir. Destanların çeşitlerini edebiyat tarihlerinde bulmak mümkündür. Bunlar konularına göre millî destanlar, dinî destanlar, kahramanlık destanları, halk destanları olarak sıralanabilir. Tarih sırasına göre Türk destanları İslâm’dan önceki Türk destanları, İslâmî dönem Türk destanları, günümüzde yakın tarihimizle ilgili destanlar diye sıralanır. Destanlar o milletlerin ilk tarihleridir. Destanlarda olaylar ve kahramanlar anlatılır. Kendilerini kurtaran bu kahramanların hatıraları hayal gücünün de katılımıyla efsaneleştirilir, yüceltilir. Prof. Dr. Mehmet Kaplan bu konuyu (Bk: M. Kaplan, Oğuz Kağan Destanı, İstanbul 1972, 14) şöyle açıklar: “… Şunu unutmamak lazımdır ki, eski çağlardaki insanlar dünyaya bizim gibi, çıplak akılcı bir gözle bakmıyorlardı. Hükümdar ve kahramanlar onlar için dinî ve efsanevî bir şahsiyete sahipti. Destanları okurken, onlarda bize masal gibi görünen unsurlara dikkat etmek gerekir. Şu halde destanların önemi tarihî hadiseleri aksettirmekten ziyade, eski çağlardaki insanların inançlarını, hayata bakış tarzlarını ve kıymet hükümlerini ihtiva etmesidir.” Destanlar milletlerinin yaşama tarzını, hayat ve dünya anlayışlarını, değer yargılarını… gelecek kuşaklara ileten, yaşama gücü, özgürlük ve güçlülük aşılayan eserlerdir. Bu destanlarda milletlerin günümüze ışık tutan yaşayış ve hayata bakış tarzı, tabiatı algılamaları, dinî anlayışları, çalışma metotları, hayata bağlılıkları, ideal insan tipleri, egemen olma duyguları, sanatları, terbiye anlayışları, atasözleri (Bak: Cevat Heyet, “Oğuzname”, Türk Kültür Dergisi, Kasım 1988, Sayı 307, 38-43) ve benzeri kültür unsurlarını (öğelerini) buluruz. Bütün bunlar o millet halkının kimlik kazanmalarını sağlar. İslâm’dan önceki Türk destanlarında geçen kurt motifi günümüzde bazı kişilerce yadırganmış ve haksız tenkitlere uğramıştır. Türk kültür tarihçilerimizin bulgularına göre atalarımız hiçbir zaman hiçbir puta, ağaca, hayvana tapmamışlardır. (Bkz: A. Vehbi Ecer, İnceleme KAYNAKLARINDAN BİRİ İnceleme 8 “Türklerin Eski Dini”, “Eski Türklerde Vahdaniyet”, “Türklerin Eski İnançlarında İlahî Din İzleri”, Töre Dergisi, 1982-1983, Sayı 139, 140, 141). Türklerde totemcilik de yoktur. Bütün milletlerin ilk dönemlerinde kabile adlarının veya o kabilenin türeyişlerinin bir hayvan veya bitkiye bağlanması gerçeği vardır. Bu, o hayvan veya bitkinin tapınılan totem olduğunu göstermemektedir. Peygamberimizin aralarında yaşadığı Arap boyları da bazı bitki ve hayvanlardan geldiklerini belirten adlarla çağrılırlar ve bu adlarla çağrılmaktan da gurur duyarlardı: Benu Kureyş (Köpekbalığı Oğulları), Benu Fihr (Kaya Oğulları), Benu Kelb (Köpek Oğulları), Benu Sa’lebe (Tilki Oğulları), Benu’l-Esed (Aslan Oğulları)… gibi. Türk Türeyiş destanlarında kurt ata’nın bulunuşu doğrudur. Kurt Türklerde saygıdeğer bir hayvandır. Kurt, Türklerin annesi, atasıdır. Yol gösteren gök yeleli, gök tüylü devlet sembolu yiğit bir varlıktır. Bütün Türk boylarının saygı duyduğu fakat asla tapmadığı, birleştirici bir semboldür. Araştırmacı Dr. Yaşar Kalafat, “Göktürklerden Günümüze Türk Halk İnançlarında Kurt” adlı makalesinde (Bkz. Erciyes Dergisi, Mart 2007, Sayı 351, 15-20) kurt motifinin bugün birçok Türk boyları arasında bile önemli bir yer tuttuğuna işaret eder. Onun verdiği bilgilere göre: “Erken devir Türklerinde en önemli hayvan sembollerinden biri kurttur. Türklerde türenilen varlık olarak sayılan kurtlar daha ziyade Gök menşeli olarak kabul edilmiştir… Zamanla kurt, devlet, hükümdarlık ve yiğitlik gibi kavramlarla ilişkilendirilmiştir. Göktürk ve Uygur devri freskolarında kurt başlı bayrak tasvirleri görülmektedir.” Gene Dr. Yaşar Kalafat’ın Türk töresindeki kurt motifi için kullandığı “kutlu idiler” cümlesini nakletmek istiyorum. Ayrıca aynı makalede kurdun bayraklarda kullanılışının sebebini de şu cümlelerle açıklıyor: “Tek Tanrı inancına dayanan ve Gök Dini diye isimlendirilen din Gök Türkler’in dini idi. Bu dine Tengricilik de denmektedir. Bu dinde Kağanlar da Gök’de Kut buluyorlardı. Göksel bir varlık olduğuna inanılan Kurt da şüphesiz Tanrı değildi, Göksel olması itibariyle Kut bulmuş olacağından sadece kutsaldı. Kut bulmuş Kağan’ın bayrağına kutlu hayvan Kurt yakışırdı.” Bugün bazı devlet ve dernek armalarında yer alan Bozkurt anlayışına benzer anlayış ve inanış biçimlerine başka milletlerin mitolojilerinde rastlıyoruz. Önceki satırlarda işaret ettiğimiz üzere Araplar’ın nasıl ki Benu Kelb (Köpek Oğulları) kabilesi köpeği sadakati yönünden benimsediğini, Benu Fihr (Kayaoğulları), kaya gibi güçlülüğü ifade etmek için kullanmış ise Türkler de kurt gibi yılmaz ve saldırganlığını benimseyerek kabullenmiştir (Bkz: A.V. Ecer, İslâm Tarihi Dersleri, Kayseri 2000, I, 89 - 111; Ü. Günay – H. Güngör, Türklerin Dinî Tarihi, İst. 2007, 133-137). Atalarımız Tek Tanrı’ya, ahiret’e ve öldükten sonra dirilme’ye, cennet’e, cehennem’e iyilik yapma ve ahlaklı davranmanın gereğine inanmışlardır. Gençlerimiz ve halkımız destanlarımızla hayata daha çok bağlanmalı, kendilerine güvenlerini artırmalı, yılgınlıktan uzaklaşmalı ve Türk millî kültürü ile kültürlenmelidir. Yazımıza çağdaş destancılarımızdan Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun Malazgirt Desta-nı’ndan (İst. 1971, 48) birkaç dörtlük ile bitirmek istiyorum: “Bugün bu er meydanına Göz kırpmadan girilmeli! Yırtılmalı çelik zırhlar Tunç miğferler kırılmalı! “Haydi çekin kılıçları! Zırhları delsin uçları. Görünsün Bizans burçları İstanbul’da durulmalı! “Savaşa giren her yiğit, Ya gazi olur ya şehit! Cesedim istemez lahit, Kaftanıma sarılmalı! “Yaşlılarınız!.. Genciniz!.. Yoz yeleli Kurt öncünüz, Zafer olsun sevinciniz… Allahhh!.. deyip vurulmalı.” 9 MİLLÎ MÜCADELE’YE KARŞI PADİŞAH EMRİ VE İnceleme SADRAZAM BEYANNÂMESİ Mehmet ÇAYIRDAĞ G eçen yazımızda Milli Mücadele’nin karşısında, onu isyan hareketi olarak niteleyen İstanbul’dan Şeyhülislam’ın fetvasını; buna karşılık Ankara’dan, bu hareketin millî bir cihat hareketi olduğu hakkında, aralarında Kayseri Müftüsü Ahmet Remzi Efendi’nin de bulunduğu 153 Anadolu müftüsünün fetvalarını okuyucularımıza sunmuştuk. Bu yazımızda yine Mehmet Tevfik (Biren)’in “II. Abdülhamid, Meşrutiyet ve Mütareke Devri Hatıraları” ından aldığımız, Padişah Vahdeddin’in, bu sıradaki hükümet değişikliği hakkındaki hatt-ı hümayunu (emri)’ nu ve hükümet başkanlığına bu şekilde dördüncü defa tekrar getirdiği eniştesi Damat Ferit Paşa’nın millete beyannamesini aktaracağız. Anadolu’da Mustafa Kemal Paşa’ya karşı anlayışlı davranan Salih Paşa hükümetinin baskılar karşısında istifası üzerine 18 Nisan 1920’de dördüncü defa sadarete getirilen Damat Ferit Paşa’ya, bu göreve getirilmesi üzerine Padişah tarafından verilen hatt-ı hümayun şu şekildedir (sadeleştirilmiş olarak): Yüksek vasıflı vezirim Ferit Paşa Senden önceki Sadrazam Salih Paşa’nın istifa etmesi üzerine sadrazamlık (başvekillik) makamı, bilinen ehliyet ve dikkatinizden dolayı tarafınıza tercih kılınmış ve Şeyhülislamlık dahi Dürr-i zâde Abdullah Bey uhdesine havale edilmiştir. Kanun-ı Esasi (Anayasa)’nin 27. maddesi mucibince teşkil eylediğiniz yeni vekiller heyeti (hükümet) tasdikinize sunulmuştur. Mütarekenin (ateşkes, Mondros Mütarekesi) imzalanmasından itibaren yavaş yavaş barış noktasına yaklaşan siyasî durumumuzu, milliyet adı altında meydana gelen karışıklık (Milli Mücadele) vahim bir hale getirmiş ve buna karşı şimdiye kadar alınmasına çalışılan düzenleyici tedbirler faydasız kalmıştır. Daha sonra ortaya çıkan olaylara göre bu isyan halinin devamı, Allah korusun daha vahim bir hale dönüşebileceğinden bu karışıklıkların bilinen tertipçileri ve teşvikçileri haklarında kanunî hükümlerin icrası ve fakat gafil olarak bu kalkışmaya katılmış olanlar hakkında umumi af ilânı ve bütün memleketimizde asayiş ve intizamın iade ve temini tedbirlerinin tam bir sürat ve kesinlikle yerine getirilmesi ve bütün sadık tebamızın bu suretle de saltanat ve hilafet makamına muhakkak olan değişmez bağlılığının sağlamlığı ve bu cümle ile beraber Muazzam İtilaf Devletleri (işgalciler) ile samimi ve tatminkâr bağlılık tesisine (!) ve millet ve devletin menfaatini, hak ve adalet esasına dayanarak müdafaasına özen gösterilerek barış şartlarının orta halli olmasına ve barışın (Sevr Anlaşması) bir an evvel yapılmasına gayret gösterilmesi ve o zamana kadar her türlü malî ve iktisadî tedbirlere girişilerek halkın sıkıntıya düşmesinin mümkün olduğu kadar azaltılması kesinlikle arzumuzdur. Cenab-ı Hak ilâhî yardımına mazhar eylesin. 15 Recep 1338 – 5 Nisan 1336. Mehmed Vahdeddin Bu fermanı alan Sadrazam (Başvekil) Damat Ferit Paşa, Şeyhülislam Dürr-i zâde’nin daha önce yayın- 10 İnceleme ladığımız fetvasına da dayanarak millete şu beyannameyi yayınlamıştır: Devlet-i Osmaniye bugün misli görülmemiş bir çevrilme içindedir. En hakiki manasıyla vatan tehlikededir. Millet bilmeyerek, istemeyerek sürüklendiği o dehşetli muharebede malen ve canen en büyük fedakarlıklara katlandığı halde nihayet katiyen mağlup olmaktan kurtulamamış ve o zamanki hükümet tarafından akdolunan mütareke ile galip devletlere arz-ı teslimiyet eylemiş idi. Artık bu elemli neticeden ibret alarak bundan sonra olsun, akıl ve hale uygun bir selamet yolu tutmalı idi. Fakat bu hakikat de layıkı veçhile anlaşılamadı. Birtakım kişilerin, yalnız hırs ve menfaat sebebiyle Teşkilat-ı Milliye (Kuvay-ı Milliye) unvanı altında meydana çıkardıkları fitne ve fesat bir taraftan siyasî vaziyetimizi son derece tehlikeli bir hale getirdi, diğer taraftan da muharebede uğradığımız zayiattan ve hususiyle harp senelerinde yapılan türlü türlü suistimaller ve cinayetlerden dolayı derin bir surette yaralanan mukaddes vatanımıza yeniden yeniye yaralar açtı. Birtakım çirkin hadiseler de Avrupa ve Amerika efkar-ı umumiyesinde aleyhimize şiddetli bir fikir ve cereyan peyda ve sulh şartlarının bir kat daha şiddetlendirilmesi neticesini doğurdu (tam tersine Milli Mücadele devam ettikçe Sevr şartları lehte değiştirildi). Nihayet bu hallerin tesiriyle Düvel-i Muazzama (Büyük Devletler) mütareke hükümlerini İstanbul’a muvakkaten (!) askeri işgal altına almak suretiyle de tatbik ettiler. Buna karşı erbab-ı isyanın (Anadolu hareketinin) payitaht (başşehir) ile Anadolu arasındaki irtibatı kesmeye teşebbüs etmeleri ise en büyük bir hıyanet-i vataniyedir. Bu halde Teşkilat-ı Milliye denilen isyan hareketi, hem Anadolu’yu korkunç bir istilaya uğratmak, hem de devletin başını gövdesinden ayırmak felaketini hazırlıyor. Bugün Millet-i Osmaniye’nin en büyük düşmanları, yalancı milliyet davasıyla şahsî ihtiraslarına vatan ve milleti feda edenlerdir. Bunların öyle felaketli bir akibeti hazırlamak için buldukları çare ise ağır bir cinayet silsilesidir. Kanun-ı Esasi’yi ve devletin kanunlarını ayak altına alarak ahaliden cebren para toplamak, zorla asker almak, para vermeyenleri ve böyle fena bir maksatla askerliği kabul etmeyenlere eziyet etmek, öldürmek, köyleri basıp yağma etmek, köyleri hatta kasabaları vurmak gibi fenalıklar devamlı tatbik olunmaktadır. Halbuki bu fiillerin ilâhî emirlere aykırı ve şeriat nazarında reddedilmiş olduğu, sureti ekli fetvay-ı şerife (Dürr-i zâde fetvası) ile de teyit edilmiştir. Vatan-ı Osmaniye’nin duçar olduğu türlü türlü musibetlerin tamiri ve yetki ve kuvvet itibariyle uğradığımız zayiatın telafisi, lüzumundan dolayı, hükümetimiz indinde bugün her ferdin hayatı ve faaliyeti her zamandan ziyade kıymetdardır. Bu cihetle hükümet, vasıl olmak istediği hayır ve kurtuluş maksadına kan dökmeden kavuşmayı her şekilde tercih etmekle beraber devletin ve milletin hakikaten tehlike içinde bulunan hayatını ve selametini kurtarmak için yola gelmeyenleri şeriat ve kanunlar mucibince ve hatt-ı hümayun (padişah emri) ile tebliğ olunan irade-i seniye-i Hazret-i Hilafet-penahi (Hazret-i Halifenin yüce buyruğu)’na uyarak yola getirmekte tereddüt etmeyecektir. Binaenaleyh, evvela isyan hareketlerinin (Milli Mücadele) tertipçisi ve teşvikçisi olanların kandırmak ve tehditlerine kapılarak ve yaptıklarının neticesi ne kadar vahim olacağını düşünmeyerek onlara iştirak edenlerden bir hafta zarfında nedamet gösterenler ve şevketlü Padişahımız Efendimiz Hazretlerine sadakat arz edenlerin yüksek aflarına mazhar olacakları, ikinci olarak tertipçi ve teşvikçilerin ve onlarla beraber harekette inat edecek olan asilerin şer’an ve kanunen cezalandırılacağı ve memleketin herhangi cihetinde olursa olsun, gerek ahali-i İslamiye tarafından ahalinin muhtelif sınıflarına, gerek gayrimüslim halk tarafından Müslüman ahaliye karşı düşmanlık ve tecavüzde bulunulmasına hükümetçe hiçbir vechile uygun görülmeyeceğinden böyle bir hal vukuunda buna cüret edenlerin ve o hususta müsamaha ve iştiraki görülenlerin şahsen ve en şiddetli şekilde cezaya çarptırılacakları ilân olunur.” Evet, Milli Mücadeleye karşı meşru İstanbul Hükümeti’nin kanaati ve kararları bunlardı. Memleket için hayatını ortaya koyanları asi (bagi) olarak suçluyor ve haklarında gerekli hükmü veriyorlardı. Bunlara dayanarak, hükümetin İstanbul’daki bir bakıma sivil toplum kuruluşlarından en önemlisi olan Teali-i İslam Cemiyeti’nin Yunan uçaklarından halka dağıttığı beyannamesini de gelecek yazımızda yayınlayacağız. 11 ( Hasbekli Hoca ) (1902 - 1981) Yrd.Doç.Dr. Kadir ÖZDAMARLAR 1318/1902 Yılında Yunanistan’ın Selânik vilâyetine bağlı Kayalar Kasabası’nın Baraklı köyünde dünyaya gelmiştir. Balkanların karışması üzerine Selânik’in Baraklı köyünden 16 yaşında iken babasıyla Türkiye’ye hicret etmiş, Giresun, Zile, Suşehri’ni dolaşarak Yozgat’ın Güllük köyüne yerleşmeyi uygun bulmuşlardır. Bir taraftan okumak, hafızlığını ve Arapçasını geliştirmek ve bir taraftan da geçimini temin için ticaret yapmak istiyordu. Bu arzularını gerçekleştireceği en uygun yer olarak Yozgat’ın Sarıkaya kazasının Hasbek nahiyesini seçti. Bir taraftan ilimle meşgul olurken, öbür taraftan da Kayseri’ye buğday satmaya gelirdi. Küçüklüğünden beri cami ve cemaate düşkündü. Bunun için de beş vakit namazını camide kılmaya özen gösterirdi. Onu yakından tanıyan arkadaşları namaz bitiminde “aşr-ı şerif” okumasını kendisinden rica ederlerdi. O da okurdu. Cemaat de huşû içinde dinlerdi. Bir defasında yine Kayseri’ye geldiklerinde daha sonra uzun yıllar imamlığını yapacağı Hunat Cami-i Şerifinde o tok ve davudi sesiyle bir “Aşr-ı Şerif” tilavet eder. Tüm Cemaat hayran kalır. Cemaat arasında bulunan ve Resul’ü Ekrem Efendimizi rûyâsında görme şerefine nail olan Kayseri eşrafından Hacı Seyit Mehmet Efendi hayranlığını gizleyemez ve şöyle der: “Aman Hafız Efendi, sizi Kayserimize kazandıralım, her türlü masraflarınız da bize aittir.” der. Bu arada Kayseri’mizin eşrafından kendisi gibi ahlâken mazbut bir hanımla evlendirilir. Evlilik hayatı vefatına kadar devam eder. Bu evlilikten iki erkek ve iki kız olmak üzere dört çocukları olur. Mümin Hoca Yozgat’ın Hasbek nahiyesinden geldiği için Hasbekli ismi ile bilinmektedir. Hasbekli Hacı Mümin Hoca uzun zaman maddi ihtiyaçlarını Hacı Seyit Mehmet Efendinin yanında kumaş mağazasında tezgâhtarlık yaparak temin etmiştir.Daha sonra da hocası olacak Kurra Hafız Mahmut Mahir Kuşçulu’nun İstanbul’a gitmesi üzerine Hunat Hatun Cami-i baş imamı olarak görev almıştır. Sıhhatli bir hayat, uzun bir ömür yaşamıştır. 19.01.1981 tarihinde Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Mezarı Asri Mezarlıktadır. ÖĞRENİMİ Baraklı Köyü İlk Okulu’ndan mezundur. İlk tahsili sırasında Kur’an-ı Kerim öğrenmeye başlamış,daha sonra memleketin kıymetli hafızlarından hıfzını tamamlamıştır. Kayseri’ye geldiğinde çıraklık dönemini çoktan geçirmişti. Onu Kayseri’ye çeken en büyük cazibe de daha sonra hocası olacak Kurra Hafız Mahmut Mahir Kuşçulu’dur. Üstadı Mahmut Kuşçulu’dan hıfzını tekrar etmiş, talim dersi almış ve “aşere-takribtayyibe” okumuştur. Hocası Hacı Mahmut Efendi hazretleri kendi yerini dolduracak bir zat olarak gördüğü için, bir gün onu huzuruna çağırmış ve: “Yâ Rabbi, Kelâm-ı Kadim’ine hizmet edecek gözümün nûru bu hafızımızın ağzını bozma ve sıhhatini daim, ömrünü uzun eyle” diye dua etmiştir. Merhum Hasbekli Hoca, hocasının bu duası İnceleme HACI MÜMİN AKAN 12 İnceleme sebebiyledir ki, vefatına iki ay kala tek bir azı dişi rahatsızlanarak çekilmiştir. Bundan dolayı çok üzülmüş, ömrünün bitmek üzere olduğunu idrak ederek, zaman zaman ağlamıştır. GÖREVLERİ Üstât bir taraftan Kur’an talimiyle meşgul olurken, bir taraftan da hafız yetiştirmiştir. Hacı Seyit Efendi’nin yanında tezgâhtar olarak çalışırken “aşeretakrib-tayyibe” de bildiği için hocasının da isteğiyle Hunat Hatun Camii imamlığına getirilmiştir. Ayrıca camide devam eden Kur’an kursunun başına gelerek hafız yetiştirmeye başlamıştır. Camide başlayan Kur’an kursu daha sonra 1948 yılında Kiçikapı’daki Ömer Taşçıoğlu’nun tahsis ettiği binaya taşınmıştır. Vefatı olan 1981 yılına kadar bu binada öğrenci yetiştirmiştir. Ayrıca yaz-kış, gecegündüz onun hiç boş vakti olmamıştır. Ayrıca sarf ve nahiv ilimlerinde de üstattı. Zaman zaman hadis ve tefsir ilimleri de okutmuştur. Hasbekli Hacı Mümin Hoca’nın öğretmenliği bu meslekte hizmet gören ve görecek herkese örnek teşkil eder. O bu sahada başarının zirvesine ulaşmış, binden fazla hafız yetiştirmiştir. Kendisini, bir gün yetiştirdiği hafızlar ziyaret ettiklerinde “Hocam talebeleriniz çok ama hiç birimiz sizin gibi okuyamayız” dediklerinde: “Efendiler, biz de hocamız gibi okuyamayız. Kur’an muciz, okuyan âcizdir. Kur’an’a küllünüzü vermezseniz, o size cüz’ünü vermez” demiş ve ağlamıştır. Böylece anlıyoruz ki, Mümin Hafız’ın başarısındaki sır: Kur’an’a kendini tamamıyla vermesi, Kur’an’a sonsuz hizmet aşkıdır. YETİŞTİRDİĞİ HAFIZLAR Bine yakın hafız yetiştirdiğini daha önce belirtmiştik. Bu yetiştirdikleri arasında gerçekten gerek ilâhiyat dünyasında, gerek akademi dünyasında, gerekse diğer sahalarda görev alan nice öğrenciler vardır ki saymakla bitmez. ÖZELLİKLERİ Kendisi güçlü bir cüsseye, Kur’an-ı Kerim’min hizmetinde yılmak bilmeyen bir azme ve enerjiye sa- hipti. Zahiri görünüşü itibariyle vakar, disiplin, ciddiyetin sembolü, yüzü çok nadiren gülen, fakat iç âlemi tepeden tırnağa merhamet ve şefkat dolu bir hafızdı. Vakit namazlarında camisine gider, gecenin geç saatlerine kadar ders okutur, hemen günün 16 saatini okulda geçirirdi. Sabah namazından çok evvel okula gelir, öğrencilerini namaza kaldırırdı. Daha dış kapının zincirli anahtarlarının sesini duyan tüm öğrenciler yataklarından fırlar, abdest almaya koşarlardı. Sevgi, saygı ve samimiyet içinde büyük bir disiplin anlayışıyla hocamıza hürmet ederler ve yataklarında kimse yatar vaziyette bulunmazdı. Sabah namazlarına topluca gidilir ve namazı müteakip hafız adayları yanına otururlar, ders dinlerlerdi. Hoca’nın aynı anda 3 - 5 kişinin dersini birden dinlediği olurdu. Kimsede en ufak bir suiistimal olamazdı. Dersini yapamayanlar aynı anda cezalarını görürlerdi. Sabah namazıyla başlayan bu ciddi çalışmalar yatsıya kadar devam ederdi. Hocamız bu zaman zarfında kurstan hiç ayrılmazdı. Hemen her gün geceleri de gelir öğrencileri uyku hallerinde bile kontrol ederdi. Camide daima başları yerde Kur’an-ı Kerim’i okur, mihrapta cemaatine bakmaya dahi hayâ ederdi. Her zaman başı eğik olarak yürür, hiç kimsenin önüne geçmez, en küçüklere dahi iltifat ederdi. Öğrencilerin çalışmalarını devamlı kontrol eder, kursun diğer işlerini de yürütürdü. Yatsı namazını müteakip öğrenciler yatarlar, kendisi ise ayrıca hıfzını ikmal etmiş veya etmek üzere olanlara Arapça, Hadis dersleri okutur, gecenin geç saatlerinde evine giderdi. Bir ömrü böyle geçmiştir. Yıllarca çalıştığı kurumda bir defa olsun senelik ve hafta izni kullanmamıştır. Sadece her yıl âşıkı olduğu Beytullah’ı ve Rasülullah’ı ziyaret etmek üzere Hac’ca giderdi. Yolculuk esnasında Hac arkadaşlarının ısrarları üzerine Şam-ı Şerifte, Mescid-i Aksa’da ve Hicazda Kur’an-ı Kerim tilavet ederdi. İmam-Hatiplik görevinden ayrıldıktan sonra Dernek yöneticileri ile Hunat Camisi’ne giderlerdi. Ezanlar okunurken camiye gelen Hasbekli Hoca’yı gören imam ve müezzin iki koldan yatsı namazını kıldırması için sarık ve cübbeyi giydirirlerdi.Hoca Efendi mihraba geçer ve namazı kıldırmaya başlardı. Hoca Efendi ile birlikte âşıkı olan cemaati, hıçkırıklar içerisinde namazı eda ederlerdi. Namazı müteakip bütün cemaat, hocanın eline sarılarak ondan feyiz almak isterdi: İnceleme 13 “Bilâl-i Habeşi Hz.’nin Medine-i Münevvere’yi teşriflerinde okuduğu ezanı Muhammedi’den Müslümanların duyduğu huşu ve feyzi, bu gün biz de duyduk.” şeklinde anlatımları hâlâ dillerdedir Merhum Hoca gayet sade, temiz ve güzel giyinirdi. Kendilerine yapılacak her türlü hediye ve iltifatların öğrencilerine yapılmasını arzu ederdi. Kendisi tükenmez bir kanaate sahipti. Bir kısım insanlar hocamızı Kur’an Kursu’ndan ayırmak isterler. Hoca Efendi ziyaretine gelenlere: “Bir ömür boyu balığın suda yaşadığı gibi ben Kur’an ikliminde ve havasında yaşadım. Benim buradan ayrılmam benim ölümümdür” demiş ve ağlamıştır. Daha sonra öğreniyoruz ki Kur’an Kursu’ndan ayrılmasıyla ölümü arası 40 gün sürmüştür. Hastalığının artması üzerine Fakülte hastanesine kaldırılır. Hastalığını duyan öğrencileri ve sevenleri hastaneye akın ederler. Bir gün takatsiz ve dalgın bir vaziyette hasta yatağında iken, misafirlerinin gelmesiyle uyanır ve gelenlerle sohbet etmeye başlar. Allah’tan gelen hastalığa şükrederek, hastalığı ve ölümü bile aklına getirmeyerek üç şeyden dolayı üzüntü duyduğunu şöyle anlatır: 1- Evimden fazla sevdiğim Kur’an Kursu’ndan ve hafızlarımdan ayrılmaktan. 2- Ahiret dostlarımdan ayrılmaktan. 3- Ta çocukluğumdan beri kazaya bırakmadığım namazımı kılamamaktan. Edeb ve hayâ timsali olan Hoca Efendi kendisini ziyarete gelenlerden dolayı “ Kardeşlerimize sıkıntı ediyoruz” diyerek üzülmüşler, gelenlerden haklarını helâl etmelerini istemişlerdir. SONUÇ Görüldüğü gibi evlâd-ı fatihândan olan Merhum Mümin Akan Hoca, yaygın şöhretiyle Hasbekli Hoca, yıllarca Kur’an-ı Kerim’in öğretilmesi ve nice hafızların yetişmeleri gibi yüce bir görevi yerine getirmek için bir ömür harcayan bir değerdir.Yetiştirdiği öğrenciler de bunun delilleridir. Konfiçyüs: Karanlığa küfredeceğine bir mum da sen yak, der. Mumun bir özelliği, karanlığı aydınlatırken kendi erir ve yok olur. Gönül erleri de böyledirler. Bir ömür de Kur’an öğretiminde son derece verimli fakat gösterişsiz bir halde tamamlanmıştır. Hasbice çalışan insanlarımız ne kadar çoğalırsa; her sahada verim de o kadar artar. Bundan da özellikle milletimiz yararlanır. KAYNAK 1.Taşçıoğlu Kur’an Kursu Arşivi 2.Hafız Mehmet Zeki Hüdaverdi’nin notları. 3.Talebesi olan Prof.Dr.M.Kemal Atik’in sözlü hatıralarından. 4.M.Zeki Bozdoğan, Hasbekli Hafız Mümin Hoca ve Taşcıoğlu Hâfız Okulu, Kayseri byy. 14 Söyleşi PROF.DR. AHMET UĞUR İLE SÖYLEŞİ Yrd.Doç.Dr. Kadir ÖZDAMARLAR A hmet Uğur, 1944’te Akkışla/Kayseri’de doğdu. İlk tahsilini memleketinde. Orta tahsilini Kayseri İmam-Hatip Lisesi’nde yaptı. Aynı yıl Niğde Lisesi ve Öğretmen Okulu diplomasını aldı.1966’da AÜ. İlahiyat Fakültesi’den mezun oldu. Kırıkkale İmam Hatip Lisesi’nde göreve başladı. Doktorasını İngiltere’de “Selim-nâme” adlı teziyle tamamladı. 1975’de AÜ. İlâhiyat Fakültesi İslâm Tarihi kürsüsüne girdi. 1979’da “Osmanlı Siyaset-nâmeleri” adlı çalışmasıyla Doçent, 1985 tarihinde de Profesör oldu. EÜ. İlahiyat Fakültesinde idareci ve bölüm başkanı olduktan sonra 2008 yılında emekliye ayrıldı. Bu arada araştırma ve inceleme için İngiltere’de, Tunus’ta, Kazakistan Uluslararası Ahmet Yesevi Üniversitesi’nde ve Hindistan Yeni Delhi’de Jamia Millia İslâmia Üniversitesinde görev yaptı. Yayınlanmış 16 eseri olan Prof. Dr. Ahmet Uğur, yurt içinde ve yurt dışında düzenlenen kongrelere katılıp tebliğler sunmuştur. Yayınlanmış şiirleri de bulunan Prof. Dr. A. Uğur evli ve üç çocuk babasıdır. TÜRK-İSLÂM TARİHİ Bilgiyurdu: Sayın hocam, Bilgiyurdu adına bir söyleşide bulunmak istiyoruz. Ele almak istediğimiz konu, önce Türk-İslâm tarihi, büyük emek vererek hazırladığınız siyasetnameler ve bunlardan çıkaracağımız dersler. Ayrıca İngiltere, Tunus, Kazakistan ve Hindistan’da bulunması sebebiyle, hatıralarından faydalanarak buralardaki Türk kültürünün izlerini öğrenmeye çalışacağız Evet hocam! Neden Türk-İslâm Tarih? Bu sahadaki amaçlarınız nelerdir? Zira, İlahiyat Fakültelerimizde görev yapan İslam tarihçilerimiz yılda bir defa bir araya gelerek, sahanın kapsamı ve özellikle sizin üzerinde durduğunuz metot konusunu görüşüyorlar. Buna niçin gerek görüyorsunuz? A.Uğur: Evvela bana böyle bir konuşma fırsatı verdiğiniz için teşekkür ediyorum. Derginizin gücünü biliyorum. Türk kültürü için önemsiyorum ve uzun ömürlü olmasını diliyorum. Yıllar önce ben Kayseri’ye geldiğimde, İslâm tarihi öğretim üyeleriyle ilk toplantıyı burada yapmıştık. Son toplantımız ise Urfa’da oldu. Bu toplantılarda konunun kapsamı, kaynakları, metodu vs. ele alınmaktadır. Bizler bir şeyler yapmak istiyoruz ama esas mesele diğer İslâm ülkelerinin konuya yaklaşmalarıdır. Kapsam olarak İslâm tarihi nerede başlar, nerede biter? Esas mesele bu. Meselâ Suudiler’e göre İslâm tarihinin konuları dört halife devrinde biter. Diğer kısım yani MS. Emeviler ve sonrası siyasî tarih olarak değerlendirilir. Iraklılar MS. 1258’de Moğolların buralara gelmesinden ve Bağdat’ı yakıp yıkmalarından sonrasını siyasi tarih sayarlar. Mısırlılar;1517’de Yavuz Sultan Selim’in Mısır ve Arap topraklarını Osmanlılara katmasına kadar devam ettirirler ve bu tarihte bitirirler. Biz ise; cahiliye döneminden bugüne kadar getiririz. İnşallah bu da kıyamete kadar devam edecektir. Bir gün öğrencilerime: İslâm tarihi denince ne anlıyorsunuz? diye sorduğumda şu cevabı verdiler: Hocam! Peygamberimiz dönemini ele alalım ve bunun etrafında dönelim, dediler. Bu görüş çok eksiktir. Bu da kapsamını bilmeden bir İslâm tarihinin yazılamayacağıdır. Bu itibarla İlâhiyat Fakültelerinde bir İslâm tarihi derslerine ilaveten bir de Türk-İslâm tarihi ilâve edilmiş ve bu konuda ciddi yayınlar yapılmıştır. Bu sebeple, İslâm tarihi, İlk dönem Türk Tarihi ve Osmanlı tarihi bilinmeden, kim ne derse desin, yarım kalır. İslam kurumlarını incelerken ta ilk dönemlerden başlayarak Osmanlının kurduğu İslâm müesseselerini ele alır, bugünlere kadar getirirsiniz. Meselâ: Bir Kocatepe Camiini, Hindistan’daki Taç Mahal Türbesi’ni İslâm mimarisi içerisine nasıl almazsınız! Bence İslâmiyet yaşadığı sürece, kıyamete kadar İslâm tarihi devam edecektir. Biz olaya bir bütünlük içerisinde bakıyor ve İslâmî Türk Tarihi veya Türkİslâm Tarihi olarak ele almanın doğru olacağına inanıyoruz. Bilgiyurdu: Diğer İslam ülkeleri ile bizde İslam tarihine bakış konusunda mukayeseli bilgi verdiniz. Görülüyor ki İslâm ülkeleri arasında tarihi ve sosyal, siyasi olaylara göre bir metot bakımından tercihler var. İlmî bakımdan Türk tezinin geçerliliği nedir? A.Uğur: Dikkat edelim, Avrupalıya göre Müslümanlar denildiği zaman kast ettikleri ve muhatap aldıkları Türklerdir. XIX. Asra kadar yaptıkları Kur’an tercümelerine, Türk’ün Mukaddes Kitabı, Türk’ün Peygamberinin Kitabı adını vermişlerdir. Sahanın Türk elemanları Avrupa’ya gittiklerinde İslâm denildiği zaman Türklerin, Türk denildiği zaman İslâm’ın anlaşıldığını belirtirler. Tarihçi Bernard Lewis: Türklerde İslâmiyet ile Türklük etle tırnak gibidir, ayrılamaz; dedikten sonra örnek vererek diyor ki : Mesala İstanbul’da Beyoğlu’nda ırkan Türk olduğu halde eğer Müslüman değil ise onu Gayr-i Müslim tebaa, Türk olarak çağırmıyor. (Gagauzlar, Karaimler ve Karamanlılar gibi.) Ama eğer Müslüman ise ırkı ne olursa olsun onu Müslüman diye çağırıyor. Görüldüğü gibi Türklük ile İslâmiyet et ve tırnak gibi ayrılmaz bir bütündür. SİYÂSET-NÂMELER Bilgiyurdu: Türk tarihinde önemli kaynak kitaplardan biri de siyaset-nâmelerdir. İlk İslâmî eserlerden Kutadgu Bilig’ten tutun da Selçuklularda Nizamülmülk’ün Siyâsetname’sinden Osmanlı siyaset-nâmelerine kadar bu yazma gelenek sürüp gelir. Sizin de bu konuda hiç inkâr edilmez bir hizmetiniz var. Eserlerinizi bastırıp, Türk kültürüne kazandırdınız. Acaba bu çalışmalarınız hangi amaca dayanmaktadır? A.Uğur: 1967 yılında fakülteyi bitirdikten sonra: öğretim elemanı olmak için, Avrupa’da doktora yapmak üzere imtihanlara girdim ve kazandım. İngiltere’ye gittim. Burada hocam Prof. Dr J.R.Walsh, benimle konuşmak için odasına çağırdı, bana :”Oğlum! Sizde yeni nesil Osmanlıca bilmiyor. Sizler bu konu üzerinde çalışmazsanız, ben mi çalışayım. Sizde ciddi bir lider çıktı. Yavuz Sultan Selim. Şayet Şah İsmail belası olmasaydı zaten sizi Hindistan kucaklıyordu,”dedi. Bu konuşmalardan sonra bizim Osmanlı kaynakları üzerinde çalışmamızı istedi. Ondan sonra ben kendi kaynaklarıma yöneldim. Yavuz Sultan Selim adlı çalışmamız bu şuurun ürünüdür. Almanya’da İngilizce olarak basıldı ve duyduğuma göre Mısır’da Arapçası basılacaktır. İngiltere’den döndükten sonra, önce Erzurum Atatürk Üniversitesinde ardından da A.Ü. İlahiyat Fakültesinde göreve başladım. Burada hocam Neşet Çağatay bana dedi ki:”Evladım, adalet-nameler, selim-nameler ve siyasetnameler üzerinde çalışan olmadı. Bu konuya yönelme- lisin” dedi. Bu konulara önce kerhen başladım ama sonra gördüm ki bir deryaya dalmışım. Biliyor musunuz? Bursalı Mehmet Tahir’in “Siyasete Müteallik Asar-ı İslâmiyye “ diye bir eseri var. Sonra bu eser, günümüz Türkçesine kazandırıldı. Merhuma bu tarz bir soru gelmiş ve demişler ki Osmanlı sadece şerh yazmış, haşiye yazmış, Siyaset sahasında hemen hemen hiçbir şey yazmamıştır, denmiş. O da bunun üzerine : “Ben de Osmanlı, siyaset üzerine ne yazmış diye bir araştırma yaptım. İki yüz yetmiş iki eser tespit ettim. Ben onun için bu konuya eğildim” demiş. Ben de hocamın yönlendirmesiyle bu konu üzerine eğildim ve bir derya ile karşılaştım. Nereden başlayıp nerede bitireceğimi de önce bilemedim. Kendi sahamız itibariyle konuları ve müesseseleri ele alırken İslami dönemi başlangıç yaparız. Burada neler var diye yöneldim. Ayetlerde… Hadislerde… Bizim siyâset-nâmelere göre siyaset, manevî ilimlerin bir şubesidir. Büyük devlet adamımız Kemal Paşa zâde, siyaseti:”Allah’ın kullarına verdiği nübüvvete eşit bir saadettir” diye tarif ettikten sonra “Peygamberimizin iki riyaseti vardır: 1- Siyâset-i Diniye 2-Riyâset-i Siyâsiye. Bu bakımdan siyaset manevi ilimlerin bir şubesidir”. Ben de bu tariften yola çıktım. Bu bakımdan önce hadis-i şerifleri ve ilk yazılan kitapları aldım. Bilgiyurdu: Türk dünyasında yazılan ilk eser, Yusuf Hacib’in Kutatdgu Bilig’idir. Bu eser bir ahlak kitabı olduğu gibi aynı zamanda bir siyâset-nâmedir.Bir devletin esasını:Adalete, devlet şuuruna,kanata ve çok bilgili olmaya dayandırır.Buradan hareketle,söz konusu Türk-İslam tarihi ve siyâset-nâmeler olduğuna göre,acaba bizde ilk siyâsetnâmeler nelerdir? A.Uğur: Ben bu konuya girerken elde ettiğim kaynakları, Arap âleminde, Türk âleminde, Doğu ve Batı âleminde olmak üzere sınıflandırdım. Arap âleminde bu eserlere Nasihat-ı Selâtin, Merâya el-Ümera (devlet adamları için ayna) denmektedir. Ünlü tarihçimiz Âli diyor ki, ”Ben bu sahada yazdığım kitabıma Nasihatü’s-Selatin değil Nushatü’sSelatin adını verdim. Çünkü nasihat babanın oğula, bir dostun bir dosta söylediği güzel şeylerdir. Ama “nüsha” ise devletin bekası için yapılan tavsiyelerdir. İran’da devlet geleneği Hint’ten gelir. Hintçe’nin şaheseri olan “Pança-Tantra” Farsçaya “Hüda-nâme”, ismiyle tercüme edilmiştir. Bu sahada yazılan eserlere Tuhfetü’lVüzera ve Tuhfetü’s-Selatin adı verilmektedir. Biz Türklerde bu gibi eserlere Kutadgu Bilig denmektedir. dir? Bilgiyurdu: Peki bu gelenek bir tesadüf eseri mi- A.Uğur: Hayır! Konyalı bir arkadaşımız bir dergide “Kutadgu Bilig’de geçen Kur’an Ayetleri” diye bir yazı yazdı. Kutadgu Bilig’de hem ayetler, hadisler var hem de Türk devlet geleneğinden örnekler ve törelerimiz var. Ayrıca batıdakilere de bir göz attım. Beydaba ve İlprenciple adlı eserleri de gözden geçirdim. Ben bu bilgilere ulaştıktan sonra doğu ile batı arasında bir karşılaştırma yaptım. Hatta İran devlet geleneği ile Türk devlet geleneği arasındaki farkı da belirttim. Söyleşi 15 Söyleşi 16 Nizamülmülk’ün bu konuda Siyaset-namesi önemlidir. Yalnız şunu belirtelim ki her ne kadar bu siyasetnameyi yazmak ve devleti müesseselerine kavuşturmak Nizamülkün eseri ise de ona bu desteği veren şüphesiz Alparslan ve Melikşah gibi Türk Selçuklu devlet adamlarıdır. Yine bu siyasetname de örnek ayetler, hadisler darb-ı meseller ve geçmişten tecrübeler mevcuttur. Türk siyaset-nameleri yazılırken mutlaka başka kültürlerden de etkilenmişlerdir. Fakat esas itibariyle Türk devlet geleneğinden ilham almışlardır. Mesela o önemi çok büyük ve daha sonra İngilizce’ye de çevrilen, Siyasetnâmemiz olan Kutadgu Bilig’de, devlet adalet üzerine oturtulur. “Adalet, hakkın hak sahibine verilmesidir” diye tarif edilir. İran devlet geleneğinde ise Adalet, baştaki ne söyledi ise odur. Onlarda temel, hazinedir. Hüda-name’de “Hazineni dolu tut. Hazineni dolu tutarsan askerini iyi kurarsın. Paralı askerlerinle ülkeler fethedersin”diyor. Halk sanki bir koyun sürüsüdür. Bizde ise “devletin temeli, halktır. Hazineni aç, halkını doyur. Halkın tok olur ise ülkeler önünde açılır. Hükümdar halk için vardır” deniyor. Tıpkı Göktürk kitabelerinde, Bilge Kağan’ın Türk milletine hitabındaki gibi… Yine bir tarikçimiz de buna benzer şu beyti vermektedir. “Şeyhlerin varlığı reayadır. Onlar olmak hazine evladır. Bilgiyurdu: Siyaset namelerin tarihçelerini ve genel metotlarını öğrendik ama bu eserlerin rollerini ve genel amaçlarını biraz açamadık, galiba. Zira Kutadgu Bilig, arkasından Siyâset-nâme, Osmanlılarda aynı gelenek XIX asırda da lâyihâlar dönemi… Bu gelenek bir tesadüf olmasa gerekir. Bu konunun sosyal yapısını öğrenmek istesek? A.Uğur: Böyle bir sorunuz için teşekkür ediyorum. Biliyorsunuz devletlerin kuruluş, yükselme, duraklama ve çöküş dönemleri vardır. Bu eserleri daha ziyade devletin rehavete geçtiği dönemlerde görüyoruz. Mesela Abbasilerin çöküş döneminde yazılan kitaplar var. İmam Ebu Yusuf’un Kitabü’l Emval adlı bir eseri var. Harun Reşit’e uyarılarda bulunuyor. Aynı şekilde Maverdi’nin Ahkam-ı Sultaniyye adlı eseri de aynı amaca hizmet eder. Büyük Nizamülmülk’ün Siyaset-name’sinde de aynı şekilde Sultan Melikşah uyarılıyor. Osmanlı’ya geldiğimiz zamanda da devlet duraklamaya başlayınca siyaset-nameleri, XIX. asrın çöküş döneminin başlarında ise lâyihâları (raporları) görüyoruz. Kanuni’nin büyük veziri Lütfi Paşa’nın Asafname’si de daha erken bu gaye hazırlanmış olan bir siyasetnamedir. Yine Âli’nin Nüshatü’s-Selatin’i de hep devletin iyiliği ve devlet adamlarının doğru çalışmaları üzerine yazılmış olan eserlerdir. Mesela Lütfi Paşa diyor ki:”Ben vezir olduğum zaman divanı çok karışık buldum. Benden sonrakilere kolaylık olsun diye Asaf-nâme adlı siyâsetnâmeyi yazdım. Âli’nin yukarıda adı geçen eserini sayın Yard. Doç. Dr. Faris Çerçi günümüz Türkçesine çevirdi. Basılması için başını vurmadık yer kalmadı, bastıramadı. Kenan Evren za- manında bu tür eserlerin basımı hızlandırılmıştı. Nedense ondan sonra bu eserlerin basımı kesildi. Eski Kayseri Valilerinden Metin İlyas Bey anlatmıştı:”Amerika’ya gitmiştik. Orda bize bir yetkili konferans vermişti. Dikkat ettim bu yetkilinin odası Osmanlı devlet düzenine ait kitaplarla doludur.. Bu eserlerin bir çoğu İngilizceye çevrilmiş. Kendisine bunu niçin yaptıklarını sorduğumda bize şunları söyledi:”Bir zamanlar siz dünya devleti idiniz. Biz de bir dünya devleti olmaya çalışıyoruz. Onun için Osmanlı’yı iyi bilmek ve incelemek durumundayız”.Ben de kendisine sayın valim, keşke siz de o zata şunları söyleseydiniz:”Siz tek dinli ve tek dilli bir devlet istiyorsunuz. Hâlbuki Osmanlı çok dinli, çok dilli, çok düşünceli bir devlet idi”. İşte siyaset-nameler, devletin zayıfladığı zamanlarda, devlet adamlarına, idarecilere öğütler veren, yol gösteren, onları devlet yönetiminde dikkatli olmaya yönlendiren eserlerdir. Bunların birinde şöyle denmektedir. ”Sultanın yanında daima bir bilge kişi bulunmalı. İdarecilere doğruyu söylemeli ve sonunda demeliler ki Sultanım! Ben doğruyu söyledim. Vebali boynumdan attım. Bundan sonra ahirette bunun cevabını sen ver!” Siyaset-nâmelerin dışında ahlak ve öğüt kitaplarımızda da buna benzer yol göstericilik söz konusudur. Mesela Ahmet Yükneki’nin “Atabetü’l Hakayık”adlı eseri de misyonu itibariyle bir siyaset-nâmedir. Bilgiyurdu: Şu konunun da açıklığa kavuşması iyi olacaktır. İlk İslami eserlerden olan Kutadgu Bilig; edebiyat tarihçilerimizce değerlendirilirken, eserin hitap ettiği kesimin devlet adamları olduğu, hâlbuki yine aynı dönemlerde Ahmet Yükeneki’nin Atabetü’l Hakayık adlı eseri ise ayet ve hadislerle desteklenerek, geniş halk kitleleri hedef alınmıştır. Görüldüğü gibi eserlerin amacı bir olmakla beraber metot olarak şekçinler ile halk ayrı tutulmuştur. Bu bir ayrı konu… İkincisi bu eserlerin bir öncesi olmalı ki bu eserler İslamiyetle beraber zenginleşmeli, olgunlaşmalıdır, diye düşünüyoruz. Bu iki konu hakkındaki düşüncelerinizi doğrusu merak ediyoruz. A.Uğur: Efendim İslamiyeti kabulle beraber; İslamın güzelliklerine Türk kültürünün güzelliklerini de katarak bir senteze vardık. Buna ne dedik: Türk-İslam Sentezi dedik. Biliyorsunuz bizim Akkışla’da bir “Yoğurt Bayramı”,Mimar Sinan’da “Evliyalar Günü” yapılır, Nevruz kutlanır. Bu kutlamalar aslında Türklerin İslamiyet öncesi geleneksel bayramlarıdır. Ama bu bayramların başlangıcına ve sonuna dini motifler ekleyerek onları daha çok zenginleştiriyoruz. Bizim uzun bir devlet geleneğimiz var. Biliyor musunuz Bilge Kagan “Göktürk Kitabelerini” hemen yazdı. Mutlaka bir kültürel alt yapı vardı. Bilge Kağan bu alt yapıyla bu ünlü hitabını yazmıştır. İşte biz asırlar ötesinden gelen bu hayat felsefemizi İslamiyet’le birlikte ayetlerden, hadislerden, darb-ı mesellerden ve atasözlerinden alıp yoğurarak bir Türk-İslam sentezi ortaya çıkarmışızdır. Bir Türk-İslam hat sanatı, Türk Tasavvuf musikisi, minyatür ve tezhip sanatı ortaya çıkarmıştır. Halk arasında söyle deyiş vardır: “Kur’an Mekke’de indi, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı” Profesör arkadaşımız Muhammed El-Vekil’e bunu söylediğim zaman bana dedi ki “Yok hocam yok Kur’an ve ezan okumayı da elimizden siz hakkıyla aldınız.” Bunun sebebini sorduğumda bana cevaben :”Kazakistan’a giderken İstanbul’da iki gün kalır, sizin hocalarınızın ve hafızlarınızın Kur’an tilaveti ve ezanlarını hayranlıkla dinledikten sonra yolcu olurdum” dedi. Semerkant’ta bir sempozyumda İmam Maturidi üzerine sunduğum bir bildiri üzerine, herhalde Kuveyt elçisi olacak birisi halka hitaben dedi ki : “Şunu iyi biliniz ki her ne kadar İslam’ın ağacı Mekke’de dikildi ise de meyvelerini hep Türk ülkelerinde vermiştir.” Bakınız Buhari, Zamahşeri, Farabi, İbni Sina hep buralardandır. Siyâset-nâme nasihat- nâme ve benzeri eserlerde, genel olarak beş ana konu işlenir. 1- Sultanla ve idarecilerle ilgili konular, 2- Vezirlerle ilgili konular, 3- Hazine ile ilgili konular, 4- Halk ile ilgili konular. 5- Devletin çöküş sebepleri Bizim görevimiz yazmaktır. Olur veya olmaz… Hz. Peygamberimiz bir hadislerinde: “Bildiklerini söylemeyen dilsiz şeytandır” buyurur. Biz buna göre bildiğimi ve düşündüğümüzü idarecilerimize yazmak ve söylemek zorundayız. DIŞ TÜRKLERLE İLGİLİ Bilgiyurdu: Siz İngiltere, Tunus, Kazakistan, Hindistan gibi ülkelerde görev yaptınız. Biraz da buralardaki gözlemleriniz ve hatıralarınız ışığında Türk insanı ve Türk kültürü hakkında bilgiler alsak. İkinci olarak Selçuklu ve Osmanlı dönemleri siyasetnamelerinde yazarlar ağırlık olarak hükümdarları hedef alarak korkmadan öğüt verirler. Ama biliyorsunuz, daha yakında bir kısım kendini aydın sananlar, içlerinde Türk akademisyenlerinde bulunduğu bir gurup durup dururken Ermenilerden özür diliyoruz diye bir kampanya başlatmışlardı. Bu nasıl bir çelişki? Biliyoruz ki Nisan ayında tehcirin yıldönümü. Tehcirin önümüzdeki ayda gündemini oluşturmak için bir alt yapı mı hazırlanıyor. Bu konudaki yorumunuzu doğrusu almak isteriz. Osmanlı’nın aydını devletini daha güzel, daha iyi günlere götürmek için mücadele ederken günümüzde böyle bir gaflette bulunmalarını anlamak çok zor. A.Uğur: Çok iyi bilirsiniz ki Fuzuli’nin meşhur bir beyti var. Dost bi-pervâ felek bi-rahm devrân bi-sukun Dert çok hemdert yok düşmen kavi tali zebun Ne güzel söz. Ben Osmanlı tarihi çalışmayı düşünmüyordum. Öldüyse toprağı bol olsun, değerli hocam beni Osmanlı tarihine yöneltmeseydi ben Osmanlı arşivine girmeyecek, bu değerli eserlerimi vermeyecektim. Emin olun bizim başka bir örneğe ihtiyacımız yok. Bakınız halen İskoçya’da toprak mirası aynen Osmanlı sistemidir. Araziyi büyük kardeş işletiyor, kâr kardeşler arasında paylaşılıyor. Toprağın gerçek sahibi devlettir. Vatandaş ancak tasarruf hakkına sahiptir. İsrail başbakanı yanılmıyorsam Golda Mayr dedi ki: “İsrail Anayasasını anlamak için Mecelle’i iyi bilmek lâzımdır.” Onca etnik yapıya, onca farklı inanışa ve düşünceye sahip kişileri 624 yıl huzur içinde idare etmek kolay bir şey değildir. Bir örnek vereyim. Libya’da Kadames şehrine uçakla bir konferansa gittik. Şehir değil Allah’ın bir çölü. Tozdan dumandan göz gözü görmüyor. Neyse şehre vardık. Bize şehri tanıtıcı bir broşür verdiler. Baktım dört Osmanlı paşası burada hizmet vermiş. Burası hac ve Afrika’yı Mısır’a bağlayan yol güzergahıdır. Bizim paşa ve askerlerimiz oraya bir kuyu açmışlar ve bu kuyuları yerel şeyhlere teslim etmişler. Onlarda bir kırba suyu yolculara bir altına satarak geçinmişler. Bu durumu gören Osmanlı, paşalarını ve askerlerini tekrar göndererek bu hizmeti güzel bir şekilde İtalyanların işgaline kadar devam ettirmişlerdir.. Eski Yogoslavyalı Prof. Dr. Adile Hanım bana şunları söyledi: “Siz burada beş yüz yıla yakın bulundunuz. Ne dinimize ne dilimize dokundunuz. Nice eserler bırakarak gittiniz. Ama siz buradan gideli elli yıla yakın bir zamanda neredeyse yıkılmadık hiç bir eseriniz kalmadı. Sizin gibi ne geldi ne de geliser”. gelsek Bilgiyurdu: Son olarak şu “özür dileme” işine bir A. Uğur: Müslüman Türk milletinin dil, din, ırk ayırımı yoktur. Ticaret. Sanat ve hariciye tamamen gayrı Müslim tebanın elinde idi. Merhum Prof. Dr. Tarık Somer hocamız bir hatırasını bana şöyle anlatmıştı. “Newyork’ta gezerken Anadolu kadınlarına benzer bir hanımın su sattığını görür. O’na: Ver bakalım şu Elbiz (Develi’de bir su kaynağı ve havuzu) suyundan içeyim, deyince, Bana Everek’in, memleketimin havasını getirdin, diyerek boynuna sarıldı ve daha sonra beni alarak Amerika’da oteller zincirine sahip olan eski Osmanlı tebası bir Ermenin yanına götürdü. Biraz sohbetten sonra o şahıs bana dedi ki, Ben babam ile Kayseri- Sivas arasında nakliyecilik yapardım. Keşke eskiye dönebilme imkânım olsa; şu serveti bıraksam, Sivas-Kayseri arasındaki eski işime devam etsem”. İngiliz Parlamentosunda şu yazılıdır: İngiliz’in siyaseti, İngiliz’in menfaatidir. Bu iş bizde kendine aydın diyenlerin bir gafletidir. Kitaplarını ve yazılarını okuduğumuz bu kişilerin demokratik hak adına bu işleri yapmalarını anlamak, doğrusu çok müşküldür. Bilgi Yurdu: Sizleri yorduk, sayın hocam. Bize zaman ayırdınız teşekkür ediyoruz. A.Uğur: Bana düşüncelerimi açma fırsatı verdiğiniz için asıl ben teşekkür ediyorum sizlere. Söyleşi 17 18 İnceleme Ekonomik Krizler (3) Ekonomik Serbest Düşüşte Mustafa Aykut AKŞİT Dünyada ekonomik kriz ne kadar sürecek? Ekonomik kriz tüm dünya ülkelerini sardı. Pazarlar alt üst oldu. Amerika devletlerinde başlayan kriz kısa zamanda Avrupa ülkelerine sıçradı. Sermaye piyasalarındaki çöküş, uluslar arası bankalar ve diğer ülkelerindeki şubelerini etkiledi. Peş peşe açıklanan kurtarma paketleriyle çöküntü durdurulmaya çalışıldı. ABD bankaların hisselerini satın alarak kapitalist uygulamaların tersine bir işlem yaptı. Bu uygulama neo liberal ekonomik anlayışın çöktüğü anlamına geliyordu. Kriz, serbest piyasa ekonomisi de denen vahşi liberalizmin sonunu getirdi. Avrupa ülkeleri de aynı çarelere başvurdu. Sermaye piyasalarına müdahale etti. Krizi önleyici tedbirleri açıkladılar. İngiltere, Fransa ve Almanya en radikal tedbirleri alan ülkeler oldular. AB’ye sonradan alınan ülkelerden Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Letonya, Estonya piyasaları çöktü. Avrupa Birliği tarafından verilen destek fonları kar suyu gibi erimiş, ek destek fonlarına da zengin ülkeler soğuk bakmış, sonuçta “Herkes başının çaresine baksın.” demek zorunda kalmışlardır. Ekonomik krizin ne zamana kadar süreceğine dair tahminler hiç iç açıcı değil. 2013 yılına kadar süreceği söyleniyor. Beş yıl gibi uzun bir süre ülkelerin dayanması mümkün değil. Zaten yoksul olan ülkelerin tamamen çökmesi, yükselen ülkelerin –içlerinde Türkiye’de var- tekrar yoksullaşması kaçınılmaz bir son haline gelecek, demek olur. Ürettiği mallara iç ve dış talebin azalması bu ülkeleri sonu belirsiz felaketlere sürükler. Pazar paylaşım savaşlarına yol açabilir. Ülkeler, nerede hata yapıldığının farkına vardılar mı acaba? Yeni ABD yönetiminin aldığı tedbirler ve neo liberal uygulamalardan büyük çapta vazgeçilmesi, AB üyesi büyük ülkelerdeki benzer uygulamalar, kontrolsuz tüketim uygulamalarının gerçek sebep olduğunun farkına vardıklarını göstermektedir. Ancak Avrupa Birliği’nin güvenlik şemsiyesi ve ekonomik garanti olmadığına dair kötümser görüşlerin hızla yayılmasına engel olunamamaktadır. AB’nin, zaten tam olarak oturtulamamış olan Anayasal çabalarının daha uzun bir zaman diliminde de oturtulamayacağı gerçeğini görmemiz gerekir. Birlik üyesi devletler arasındaki kıl çatlakları, ileride birliği bozacak derin yarıklara dönüşebilir. AB’ ne üye olma hedefinden ayrılmayacağını defalarca tekrarlamış bulunan Türkiye’nin izlemek zorunda kalacağı yeri bir yol çıkabilir mi? Bizce daha da kötüleştirilmiş engellerle dolu yeni bir yol çıkaracaklar ve Türkiye “imtiyazlı ortak” statüsüne razı edilecek. Türkiye’ de ekonomi serbest düşüşte.. Türkiye’de serbest piyasa ekonomisi geçen yüzyılın son çeyreğinde 1987 yılında başladı. Ekonomi, karma ekonomi çizgisinden saptırılarak, finans gücüne dayalı uygulamalara geçildi. O dönemde büyük ülkelerde sermaye birikimi vardı ve para satılık meta haline gelmişti. Özal döneminde bu piyasalardan borç para alındı ve genellikle ülkenin görünen yüzünün cilalanmasında kullanılmıştı. Daha sonra iktidar olan siyasilerde aynı yolu izlemeye devam ettiler. İki binli yıllar başladığında, ekonomimiz “sürdürülebilir ekonomik politikalar” üretemez olmuştu. Kısacası derin bir dar boğaza girilmişti. Bu noktada 2001 ekonomik krizi ortaya çıktı. Türkiye’nin borçlu olduğu ülke ve bankalar, “Özelleştirme” adı ile ortaya çıkan özünde para eden her şeyin satılarak kendilerine olan borçların ödenmesini istiyorlardı. Nitekim dedikleri yapılmaya başlandı. Batan 24 bankanın yerini HSBC Bank, CİTY Bank 19 2001 yılında başlayan kriz 2006 yılı ortalarında sonlanmak üzereyken; muhafazakar demokrat hükümetin, 2003- 2006 yılları arasında izlediği yanlış ekonomik uygulamalardan doğan tehlikeler uç vermeye başladı. Ekonomistler Sürekli Uyardılar.. Muhafazakar demokrat AKP hükümetlerinin ekonomik uygulamaları – başlangıçta – öven ve teşvik eden bazı liberal ekonomistler felaket kapıya dayandıktan sonra söylemlerini değiştirdiler. Oysa; Kimsenin ne anlama geldiğini bilmediği Kazan / Kazan adlı ticaret anlayışını öve öve bitiremiyorlardı. Ülkemize giren ve borsa göstergelerine tavan yaptıran yabancı sermayenin daha çok girmesini savunuyorlardı. Zaman gösterdi ki, bu sermaye yüksek kârlar ettikten sonra çıkıp gidiyordu. Patronlar kulübü TÜSİAD, iktidara her konuda destek veriyordu, şimdiler de ekonomik tedbirler alınması için kapı kapı dolaşıyor. Özel sektörün dış borç yükü 90 milyar dolar civarındadır ve bu borcun 45 milyar doları 2009 yılında ödenmek zorundadır. Yüksek lüks tüketim gittikçe artıyordu. Hiçbir önlem alınmadı. Belediyeler irili ufaklı bir çok yatırım yaptılar ve yatırımların bir çoğu şehirleri süslemeye harcandı. Belediye şirketlerinin akıl almaz borçlanmalar yaptıkları ise hükümet tarafından fark edilmedi ve engellenmedi. Krizin delip geçeceği açıkça belli olduğu hakle devlet cari harcamalarını denetime almadığı gibi hiçbir şey yokmuş gibi harcamalarını sürdürdü. Safari seyahatleri gibi.. Aklı başında ekonomistler sözlü ve yazılı olarak sürekli uyarılarda bulundukları halde; krizi abarttıkları ve psikolojik etkiden ibaret olduğunu iddia etmeye devam ettiler. “ Krizi algılama sorunu” Ekonomi yazarı Osman Ulagay’ın yazısına koyduğu başlık yukarıdaki. Bakın neler yazmış. “Neydi bizim klasik kriz şablonumuz ? Bir gün içinde çöken Türk lirası,göklere tırmanan faizler,patlayan enflasyon, ekonominin aniden firen yapması, şok gelir kayıpları ve yoksullaşma. Halen yaşanan krizin gelişimi bu standart şablona uymadığı için ekonomimizin krizde olmadığına hala inanmayanlar var. Oysa sanayi üretiminde,ihracat ve ithalatta, yatırımlardaki yüksek düşüşler, işsizlikteki inanılmaz yükselişler, geri dönmeyen krediler ve protestolu senetlerdeki çok tehlikeli yükselişler ciddi bir kriz tablosunu göstermektedir. Durumun vahametini tam olarak anlanmasını önleyen bir algılama sorunu var……Sayın Başbakana yakın birileri keşke ona bunu söylemeye cesaret edebilselerdi.” Bu sözlere ekleyecek tek bir cümle dahi fazla.. İşsizlik, Yoksulluk, Yolsuzluk.. Yerel Seçimler İşten çıkarılanların sayısı 645 bin kişiyi aştı. Tarım kesimindeki işsizlerle birlikte 7 milyon insanımızın işsiz olduğu yazılıp çiziliyor. İşsizlik, dün olduğundan daha büyük tehlike haline geldi. Yoksulluk TÜİK rakamlarında bile gizlenemez şekilde adeta patladı. Yolsuzluklar tespit edilenlere göre Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir şekilde azdı. Bunun Belediyelere bağlı şirketler başka olmak üzere özel sektördevlet ilişkileri içinde bulunan şirketlerde toplanıyor olması da işin bir başka boyutu. Siyasi Partiler meydanlara çıktı. Her partinin mitinginde binlerce insan var. Meydanlar dolup taşıyor. Bu kalabalıklar gösteriyor ki halkımız da ekonomik krizin boyutunu ve derinliğini anlayamamış. Belli ki bir umut için oradalar ama yerel seçim sonuçları ne olursa olsun hayalperest politikacılarda hiçbir şey değişmeyecektir. İşsizlik kronikleşti. Yoksulluk kader haline geldi. Yolsuzluk meslek haline geldi bazıları için. Seçimler ise olmayan demokrasinin göstergesi. İnceleme gibi bankalar aldı. Satılan her fabrikayı veya işkolunu yabancı sermaye satın aldı. 2008 yılına gelindiğinde satılacak ormanlar,yollar dışında hiçbir şey kalmamıştı. 20 Ateşle oynuyorsunuz! Şiir Prof.Dr. Ahmet Bican Ercılasun 4 NİSAN 1997 Sene doksan yedi, dört nisan pazar Gönlümün kor gibi yandığı gündür Yaşasam ne yazar, ölsem ne yazar Ömrümün zindana döndüğü gündür Liderim dediğim, Başbuğ dediğim Sevdası uğruna kurşun yediğim Yağlı urgandayken gülümsediğim Gözümde gülüşün donduğu gündür Biz onun peşinden döküldük ize Bu yolda her şeyi almıştık göze O gitti gideli dünyada bize Yetimler ordusu dendiği gündür Bu nasıl bir ömür, benim sürdüğüm? Onun hayalidir her an gördüğüm On senedir her ay, her hafta, her gün Sezinî’nin seni andığı gündür Ali BAŞ - Âşık SEZİNÎ Köşelerde yazanlar, tepelerde çizenler... Televizyonlarda, meydanlarda atıp tutanlar... Abant platformlarında, Erbillerde konuşanlar!... Ateşle oynuyorsunuz!. Güney-Kuzey Kürdistan diyenler... Özerklik, federasyon diye tutturanlar... Amerikan planı, Avrupa planı, A-B planı diye ahkâm kesenler!... Ateşle oynuyorsunuz! Kanal Şeş’i açanlar... Meydanlarda Kürtçe paralayanlar... Meclis’te Kürtçe konuşanlar... Kürt Dili ve Edebiyatı bölümlerinden dem vuranlar!... Ateşle oynuyorsunuz! Eve dönüş yasasından bahsedenler... Silahı bırakarak dağdan inip siyaset yapsınlar, diyenler... Öcalan’ın Kürt siyasi hareketinin başına geçmesinden söz edenler... Barzaniciler, Apocular!... Ateşle oynuyorsunuz! Milliyetçilik ilkelliktir; milliyetçiliğin artık modası geçmiştir diyenler... Ergenekon destanının uydurma olduğunu iddia edenler!... Ateşle oynuyorsunuz! Siz, milliyetçilik ile millî tepkiyi birbirine karıştırıyorsunuz. Dua edin, ülkede milliyetçilik olsun! Milliyetçilik, yüksek kültüre dayanan; çağdaş edebiyat, çağdaş müzik, çağdaş resim ve heykel, çağdaş tiyatro ve sinema gibi kültür unsurları üzerinde yükselen millî bilinç demektir. İleri derecede bir eğitim ve bilgi gerektirir. Dua edin; Türkiye’de milliyetçilik/ulusalcılık olsun ve işler sarpa sarmadan yüksek seviyede halledilsin! Aksi takdirde... Aksi takdirde millî tepki galeyana gelir ve patlar. Kürtçe çıkışıyla halkın tepkisi sınanıyor filan gibi akıldanelikler tehlikeli oyunlardır. Sınamakta olduğunuz tepki, bir patlamaz, iki patlamaz; fakat üç deyince öyle bir patlar ki hepiniz altında kalırsınız. Bu ülkeden bir parça koparılabileceğini mi sanıyorsunuz? Bu ülkeye ortak koşulabileceğini mi hayal ediyorsunuz? Osmanlının son dönemindeki gibi olduğumuzu düşünüyorsanız ateşle oynuyorsunuz! Evet, millî tepki bir ateştir. Artık yok zannettiğiniz millet öyle bir parlayışla varlığını ortaya koyar ki hepiniz o ateşte yanarsınız. Bunun için Tanrı’ya ellerinizi açıp dua edin de yüksek kültüre dayanan; destana, şiire, romana, müziğe, yüksek ve uygar yaşayış tarzına dayanan bir milliyetçilik olsun da millî tepki ateşinde yanmayasınız! Bu milleti ne AB sopasıyla, ne ABD çomağıyla korkutabilirsiniz. Hele Ergenekon filan diye sindirebileceğinizi sanıyorsanız hepten yanılıyorsunuz. Koskoca millet, 3-5 meydan konuşmasıyla, 3-5 köşe yazısıyla mı Türk olduğunu unutup sinecek? BOP’la, hula hopla mı milleti uyutacağınızı sanıyorsunuz? İyisi mi siz, gerçek anlamda, çağdaş bir milliyetçilik akımının filizlenmesi için dua edin de millî tepkinin alevleri arasında kalarak yanıp kül olmayasınız! Not: Yukarıda geçen iddiaların hepsi televizyonlarda ve radyolarda dillendirilmiş; gazetelerde yazılmıştır. Genelkurmay’ın Açıklaması Genelkurmay Başkanlığı İletişim Daire Başkanı Tuğgeneral Metin Gürak, Kanal Şeş’le ilgili bir soru üzerine “üniter devlet ve ulus devlet yapısına zarar vermeyecek tedbirleri de göz önüne almak kaydıyla devlet kültürel alanda bazı açılımlarda bulunabilir.” dedi. DTP mebusu Şerafettin Halis, DTP seçim irtibat bürosunun açılışında “...TRT 6 için mücadele eden Kürt dinamiklerini, yani PKK’yı, yani PKK’nın lideri sayın Öcalan’ı muhatap almazsanız, bu sorun çözülmez” diye konuştu. Tunceli mitinginde DTP mebusu Emine Ayna, “Anayasa sadece Türkleri temsil ediyor. Beni etmiyor. Ben Kürdüm. O anayasada Arap yok, Laz yok. Boşuna kardeşiz kardeşiz demeyin; o anayasa Türktür. Tümden değişmelidir.” dedi. Nusaybin’deki konuşmasında ise “Kimliğimizi ve kültürümüzü sahiplenmek için AKP’nin de Genelkurmay’ın da icazetine ihtiyacımız yok.” diye konuştu. Bu sözlerin muhatabı herhâlde ben değilim. Muhatap olanlar gerekli cevabı vermezse milletin cevap vermesi kaçınılmaz olacaktır. 1.’İNCİ ve 23’ÜNCÜ DÖNEM TBMM Mustafa İLHAN T ürkiye tarihinde meclisli dönem 1. Meşrutiyetin ilanı ile başlamış, (1876) ve kısa süre sonra kapatılmıştır. (1878) 2. Meşrutiyet Meclisi (1908) ise, 18 Mart 1920’ye kadar devam etmiştir. 12 Ocak 1920’de toplanan, Meclis-i Mebusan Anadolu ve Rumeli Müdafayı Hukuk Cemiyeti grubu olan “Felahı Vatan” sayesinde 28 Ocak 1920 de Misak-ı Milli kararlarını kabul etti.Ahdi Milli (milliyemin) adı da verilen kararların 17 Şubat 1920 tarihli oturumda basında yayınlanması, parlamentolara gönderilmesi kararlaştırıldı. 15 Mart 1920’de İstanbul’da İtilaf kuvvetleri tarafından 150 Türk aydını tutuklandı. Ertesi gün İstanbul resmen işgal edildi.18 Mart’ta da Meclis İngilizler tarafından basılmış, 17 milletvekili tutuklanıp Malta’ya sürgün edilmiştir. 12 Nisan 1920’de Sultan Vahideddin, Mebusan Meclisi’ni kapatmış ve İstanbul’da meclisli dönem sona ermiştir. Meclis, millet iradesinin temsil bulduğu bir oluşumdur. İstanbul işgal edilip meclis kapatılınca yeni bir meclisin açılışı zorunlu hale gelmiştir. Bu da TBMM olmuştur. TBMM’NİN AÇILMASI M.Kemal, Mebusan Meclisi’nin kapatılması üzerine Ankara’da “olağanüstü yetkilere sahip bir meclis” açılışı için kolordulara, 61. Fırka Komutanlığına, Refet Bey’e, vilayet ve belediyelere, Müdafayı Hukuk Cemiyetlerine bildiri yayınladı.(19 Mart 1920) Bu bildiride şöyle deniliyordu: 23 Nisan 1920 Cuma günü, Cuma namazından sonra Meclis açılacaktır. Açılıştan önce mebuslar ile Hacı Bayram-ı Veli Camiinde Cuma namazı kılınacak, dua edilecek, kurban kesilecektir.Bu günün kutsiyeti için Vali Bey’in düzenlediği Hatim ve Buhariyi şerif okunacak, hatimin sonu meclis önünde tamamlanacaktır. Yalnız Ankara’da değil, vatanın her tarafında aynı suretle, Kuran-ı Kerim ve Buhariyi Şerif okunacak. Namazdan sonra hükümet dairelerinde tebrikler kabul edilecek.(Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan ölümüne kadar Atatürk’le beraber c.2.s 569 TTK Basımevi ANK. 1988) Ankara’da bulunan milletvekilleri aralarında tartıştıktan sonra Meclis’in 22 Nisan 1920 Perşembe günü açılmasına karar vermişlerdi. Sonradan Cuma günü açılmasının daha yararlı olacağı düşünülmüştür. Zira İslam dünyası için Cuma gününün ayrı bir özelliği vardı. Acele kaydıyla kolordulara, tüm vilayetlere, müstahil sancaklara, Müdafayı Hukuk Merkez Heyetlerine ve belediye başkanlıklarına bildirilmiştir. (Nutuk, c.1.s.421-422 İstanbul 1970) Meclisin açılması için hazırlıklar başlamış, seçim bölgeleri, seçimin yapılış şekli, seçileceklerde aranan şartlarla ilgili 19 Mart 1920 tarihli tamim (genelge) şöyle idi: Her sancak bir seçim bölgesi olacaktır ve beş üye seçilecektir. Meclisi Müessesan Ankara’da toplanacaktır. - Katılacak üyeler medeni cesaretle, fikri yeteneğe, selabet-i diniye ve milliyeye sahip olmalı. İnceleme 21 22 - 25 yaşından küçük ve kötü şöhret sahibi olma- Meclis-i Kebir-i Milli, Kurultay olmasını isteyenler vardı. - Seçimler her liva (sancak) ve belediye meclisleriyle, Müdafayı Hukuk merkezi heyetleri tarafından aynı günde ve aynı oturumda yapılacaktır.(Kazım Karabekir İstiklal Harbimiz. s.513, İstanbul 1969) TBMM “kurucu bir meclis”tir. Bundan dolayı da Meclis-i Müessesan olarak bilinir. Kurucu olması yeni bir Anayasa ( 20 Ocak 1921) hazırlanması, yeni bir devletin kuruculuğunu üstlenmesidir.Aynı zamanda” inkılapçı” bir Meclis’tir.Halkın sorunlarına çözüm aramış bir “halk meclisi”dir. Güçler birliği esasını kabul etmiş, yasama, yürütme, yargı yetkilerini kendisi kullanmıştır. İnceleme malı. Seçimler aynı anda belediyeler ve il genel meclislerince yapılmış, Müdafayı Hukuk merkezlerinin de onayı ile gerçekleşmiştir. Bu arada Mebusan Meclisi’nden Anadolu’ya geçen milletvekillerinin de Meclis’e katılacakları tamim edilmiştir. Seçimlerle gelenler ve Mebusan Mecli-si’nden katılanlarla Meclis Ankara’da toplanmıştır. Azınlık unsurlarının katılmadığı seçime toplumun tüm kesimlerinden milletvekili seçilmiştir. Serbest meslek sahibi (102), devlet memuru (133), asker (52), din adamı (32),aşiret reisi(7), teknik eleman(4), sağlıkçı(16), reji(tekel)görevlisi (2) olmak üzere 378 milletvekili Birinci Meclis’in kadrosunu oluşturdu. Çok sayıda tüccar, çiftçi, hukukçu milletvekili aralıklarla Meclis’e katılmıştır.(Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi 1/1 s.96 Ankara 1987). 162 milletvekilinin, Türkçe’nin dışında bir yabancı dil bildiği, bu dillerin Fransızca, Arapça, Farsça, İngilizce olduğu görülüyor. Birinci TBMM’de partiler olmamıştır. Fesliler, inkılapçı düşünceyi temsil eden kalpaklılar, İslamcı düşüncede olan sarıklılar bu mecliste yer almıştır. İttihatçı, İtilafçı, Türkçü, İslamcı, İhtilalci olanlar Meclis’in çok sesli demokratik bir meclis olduğunun da işaretleridir. Çoğunluğu 30 -40 yaş gurubudur. Meclis’te görüş ayrılıkları, ateşli tartışmalar olmasına karşın milletvekillerinin ettikleri yemine bağlı kaldıkları söylenebilir. 23 Nisan 1920’de toplanan Meclis’e en yaşlı üye olan Sinop milletvekili Şerif Bey (75) başkanlık yaptı. Meclis saat 13:45 de 115 milletvekili ile toplandı.24 Nisan’da M. Kemal Meclis Başkanlığına seçildi. Milletvekilleri aşağıdaki yemini yaptılar ve göreve başladılar: ”Vatanın ve milletin kurtuluşu için çalışacağıma, saltanat ve hilafeti koruyacağıma vallahi…” (Mustafa İlhan, İnkılap Tarihi, Basılmamış Ders Notları). Meclis’in adının üzerinde Meclis-i Kebir, Mebuslar Ankara’ya geldiklerinde yatacak yer bulmak zordu. Bunun için muallim mektebi binası yatakhane olarak ayrılmış, yerlere yataklar serilmişti. Mebusların aylık ödenekleri 80 lira idi. Tabildot usulü üç kap yemek 70 kuruştu.(M. Müfit Kansu a.g.e s.569) Meclis binası, İttihat ve Terakkiye ait kulüp binası olarak yapılmıştı. Halk, evlerinin kiremitlerini sökerek çatısını yaptı. Elektrik yoktu; bir kahvenin büyük bir lambası salonun ortasına asılmıştı. Milletvekilleri yakındaki bir okuldan getirilen sıralarda oturmuşlardır. 3-5 Mayıs 1920 günlerinde yapılan seçimler sonucu yeni Türkiye’nin ilk hükümeti söyle kurulmuştur: Şeriye vekili - Mustafa Fehmi Ef. - BURSA Müdafayı Milliye vekili - Fevzi Paşa - KOZAN Hariciye vekili - Bekir Sami Bey - TOKAT Maliye vekili - Hakkı Behiç Bey - DENİZLİ Nafia vekili - İsmail Fazıl Paşa - YOZGAT İktisat vekili - Yusuf Kemal Bey-KASTAMONU Adliye vekili - Celalettin Arif Bey - ERZURUM Dahiliye vekili - Cami Bey - AYDIN Maarif vekili - Dr. Rıza Nur - SİNOP Sıhhat ve içtima-i Muavenet vekili - Dr. Adnan Bey İSTANBUL Erkân-ı Harbiye-i Umumiyye vekili - İsmet Bey EDİRNE Hükümet programı 9 Mayıs’ta TBMM onayına sunulmuş ve kabul edilmiştir. (TBMM 2b C1,S 241,242) GENEL DEĞERLENDİRME Kimilerine göre uygun düşmediği tartışılsa bile 1. TBMM ile 23. Dönem TBMM, arasında ilgi kurmak 23 MİLLETVEKİLİ SEÇİLME YETERLİLİĞİ M. Kemal’in 19 Mart 1920 genelgesinde seçme ve seçilme yeterliliği yukarıda verilmiştir. Orada “…. Medeni cesarete, fikri yeteneğe, selabet-i diniye ve milliyeye sahip olmalı, kötü şöhret sahibi olmamalı “deniliyordu. Dini ve milli yeterlilikten beklenen temsil etme cesaretini göstermesidir. Kötü şöhret sahibi olmamalı dan kasıt, milletvekili olanların kardeş ve çocukları, eşlerin kardeş ve çocuklarının kötü şöhret sahibi olmamalarıdır. Ahlaken zayıflık, değerlere aykırı davranışlarının görülmemiş, haksızlık ve zorbalıkta bulunmamış olmalarıdır. Bakınız, Kurucu Meclis tarafından 18.10.1982’de halk oylamasına sunulmak üzere kabul edilmiş 20/10/1982 tarih ve 17844 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanmış 07/11/1982’de halk oylamasına sunulduktan sonra 09/11/1982 tarihli 17863 mükerrer sayılı Resmi Gazete’de yeniden yayınlanan Anayasa’nın 76. maddesinde milletvekili seçilme yeterliliği şöyledir. “… En az ilkokul mezunu olmayanlar, kısıtlılar, yükümlü olduğu askerlik hizmetini yapmamış olanlar, taksirli suçlar hariç toplam bir yıl veya daha fazla hapis ile ağır hapis cezasına hüküm giymiş olanlar, zimmet, ihtilas, irtikap, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, inancı kötüye kullanma, dolaylı iflas gibi yüz kızartıcı suçlarla, kaçakçılık, resmi ihale ve alım satımlarına fesat karıştırma, Devlet sırlarını açığa vurma (değişik ibare: 27/12/2002-47771 mad.), terör eylemlerine katılma ve bu gibi eylemleri tahrik ve teşvik suçlarının biriyle hüküm giymiş olanlar affa uğramış olsalar bile milletvekili seçilemezler…” Sadece bilgi almak için soruyorum. Kendisi milletvekili olan Sırrı Sakık’ın kardeşi Şemdin Sakık PKK’lı değil mi? Kendisi milletvekili olan Fatma Kurtulan’ın kocası PKK üyesi ve dağ kadrosunda bulunan Salman Kurtulan değil mi? Dokunulmazlık zırhı gerisinde 300 dosya beklemekte olanlar mecliste değil mi? “Terör örgü- tü üyesi” olup, hapisten meclise taşıdığımız milletvekili yok mu? Bunların hepsi aynen vaki. Düşünesiniz diye arz edilmiştir bunlar. İrtikap, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, inancı kötüye kullanma, kaçakçılık, yüz kızartıcı suçlar ayyuka çıkmış olduğu da rahatlıkla söylenilebilir. MECLİSİN YAPISI 23’üncü dönem milletvekillerinin 2’si ilkokul, 2’si ortaokul, 30 milletvekili lise ve dengi okul mezunudur. 187’si akademik kariyer sahibi, 54’ü profesör, 12’si doçent, 12’si yardımcı doçent, 29’u doktor, yüksek lisans 80, 73 meslek gurubu var. Hukukçu(92), işadamı, iş kadını(82),öğretim üyesi (78), eğitimci ve öğretmen (40), ekonomist(39),50 kadın milletvekili vardır. Tıp doktoru (27), inşaat mühendisi (24), mali müşavir(16), makine mühendisi(15), gazeteci(11), mimar(9), planlamacı (8), diplomat-büyükelçi(7), bankacı (6), subay(4), şarap mühendisi, stratejist, sporcu, sanatçı, ressam, bilgisayar mühendisi, armatör, tarihçi, mütercim (1’er). Yaş gurupları ise 1948-1957 doğumlular (234), 1968-1977 doğumlular (54), 1937 ve öncesi doğumlu (5) milletvekili bulunmaktadır. 1920 ve 89 yıl sonrasının meclis yapısı, meslekler, seçilme yönünden temsil hakları karşılaştırılabilinsin diye bu tasnif yapılmıştır. İnceleme istiyorum.Bu ilgi iki konumda olacaktır: Birincisi milletvekili seçilme yeterliliği, ikincisi Meclis’in yapısı. İnceleme 24 ÖĞRENMEYİ ÖĞRENME İbrahim GÜNGÖR lemek değil, onlara tüm yaşamları boyunca kendilerini nasıl geliştirebileceklerini öğretmektir, kısaca öğrenmeyi öğretmektir (Özden 1997, 20). G ünümüz okullarında artık, 1900’lerin, 1930’ların ya da 1950’lerin eğitim öğretim anlayışıyla öğrenciler yetiştirmenin mümkün olmadığı tartışılmaz bir gerçektir. Bunun en önemli nedeni, elli yıl öncesi dünya ile günümüz dünyası arasındaki farktır. Şöyle ki; klasik ya da eski eğitim anlayışı, öğrencinin yetişkin yaşamında karşılaşacağı sorunların çözümünü okulda öğretmek üzerineydi. Ancak bu durumun günümüz dünyasında sürdürülmesinin zor olduğu düşünülmektedir. Çünkü günümüz dünyası, her bakımdan hızlı bir değişim içindedir. Günümüz öğrencilerine yaşamlarının sonraki dönemlerinde karşılaşabilecekleri sorunların çözüm yollarını öğretmek pratik bir yarar sağlamayabilir. Eğitimin amacı bilgi yüklemek değil, bireyin zihinsel gelişimine katkıda bulunmak ise, öğretimin içerik ve yöntemlerinin de öğrencilerde bu tür değişmeler doğuracak şekilde düzenlenmesi gerekir. Diğer bir deyişle, önemli olan öğrencileri bazı bilgilerle yük- Öğrenme konusunda bilmemiz gereken en önemli şey öğrenmenin eğitimden, eğitimin ise bilgi aktarımından ibaret olmadığıdır. Koşulların sürekli değiştiğini göz önüne alırsak, çoğu bilgi ve becerimizin bir gün önemini yitireceğini ama öğrenme becerimizin tam tersine giderek daha çok önem kazanacağını unutmamamız gerekmektedir (Yıldırım 2003, 176). Yaşam boyu öğrenmenin zorunlu olduğu günümüz toplumlarında “öğrenmeyi öğrenme” temel becerisinin öğrencilere kazandırılması zorunlu hâle gelmiştir. Öğrenmeyi öğrenme becerisi bilgiye çeşitli kaynaklardan ulaşma, değerlendirme ve kullanma becerilerinin yanı sıra bilgi ve iletişim teknolojilerinin kullanımını da zorunlu kılmıştır. Zira değişikliklere uyum sağlama ve öğrenme kapasitesi, hangi meslekten olursa olsun çalışanların en değerli niteliği olmaktadır (Ekinci 2005). Öğrenme “yaşadıkça” sürüyor ise, önce öğrenmenin kendisinin öğrenilmesi gerekir. Buna “öğrenmeyi öğrenme” denir. Başka bir ifade ile öğrenmeyi öğrenme; kişinin kendisinin nasıl öğrendiğini (ve dolayısıyla daha iyi nasıl öğrenilebileceğini) öğrenmesi demektir. Bu bağlamda tarih, coğrafya, matematik gibi derslerden önce etkin ve verimli öğrenme yollarının öğrenilmesi gerekir. Öğrenmeyi öğrenme, bir kişinin; 25 beyninin ve hafızasının nasıl çalıştığını, kendisinin nasıl öğrendiğini, beyin tipinin ne olduğunu, öğrenmenin tam olarak nasıl gerçekleştiğini, daha iyi öğrenmek için ne yapması gerektiğini, hangi dersi nasıl çalışması gerektiğini öğrenmesidir (Sekman 2003, 161). f. Hayat boyu garanti bir iş için iyi bir lise veya üniversiteden, iyi hatta çok iyi dereceyle mezun olmak eskiden yeterli olabilirdi. Şirketler, böyle iyi dereceyle mezun olan öğrencileri iyi ücretlerle işe alırlar ve belirli bir süreçte yönetici yaparlardı. Fakat artık hiç bir çalışan için işin garantisi yok, çünkü artık hiç bir şirket için iş güvencesi yoktur. Eğer şirketinizin yaptığı işi, Tayvan’daki bir başkası sadece %5 daha uygun fiyata yaptığı için işinizi kaybedebiliyorsanız, sizin rakibiniz artık sadece Türkiye’deki çalışanlar değil, aynı zamanda Tayvan’daki yüzünü hiç göremeyeceğiniz çalışanlar olabilir. Bu nedenle, siz ve yetkinlikleriniz sürekli olarak küresel değerler ne ise, o yolda değişmek durumundadır diyebiliriz. Artık okulda veya işte öğrendiğimiz bilgilerin değişmesi gerektiği düşünülebilir. Yenilikleri, gelişmeleri izleyerek tekrar tekrar öğrenmemiz gerekiyor. Bunun için de yapılması gereken, öğrenmeyi öğrenmektir. Bunun önemini anlamaya başlayan şirketlerin öğrenmeye, gelişmelere açık insanları işe alacakları tahminini yapabiliriz çünkü ancak böyle çalışanlar, bu kurumları bitmeyen değişime uygun hale getirebilen kişiler olacaktır, diyebiliriz (Artemiz 2005). h. Okuma ve öğrenme hızınızı daha da artırabilmek için. Sekman (2003, 162), öğrenmeyi öğrenmenin gerekliliğini şöyle sıralamaktadır; a. Daha hızlı, kolay ve kalıcı öğrenmek için, b. Neyi, niçin, nasıl yapmamız gerektiğini bilerek, yani bilinçli bir şekilde öğrenebilmek için, c. Dikkatimizi kendi kontrolümüze alıp, yoğunlaşmak için, d. Okurken hissettiklerimizi kendimiz kontrol etmek için, e. Bilgiyi beyne doğru yerleştirmek suretiyle unutmayı azaltıp, hafızayı güçlendirmek için, g. Ders çalışma tekniğini geliştirmek, daha az zaman ve çaba harcayarak daha iyi sonuç alabilmek için, Sonuç olarak, öğrenmeyi öğrenme aslında sadece öğrencilere kazandırılması gereken bir beceri değil, aynı zamanda yetişkinlerde de bulunması gereken bir beceridir. Çünkü bu günün dünyası sürekli öğrenen ve kendine yeni beceriler kazandıran bireyler istemektedir. Bunun yollarından biri de öğrenmeyi öğrenmektir. Sevgi ve saygılarımla… KAYNAKÇA 1. Artemiz, Güler; “Öğrenmeyi Öğrendiniz mi?” http://www.recruitmentturkey.com /yazi-15. htm. 18.08.2005. 2. Ekinci, Abdurrahman; http://yayim.meb.gov. tr/dergiler/sayi59/ekinci.htm. 18.08.2005. 3. Özden, Yüksel; Öğrenme ve Öğretme, Pegem Özel Eğitim ve Hizmetleri, Ankara, 1997. 4. Sekman, Mümin; Başarı Üniversitesi, Altıncı Baskı, Alfa Yayınları, İstanbul, 2003. 5. Yıldırım, Ramazan; Öğrenmeyi Öğrenmek, Yedinci Baskı, Sistem Yayıncılık, İstanbul, 2003. İnceleme İç disiplin ve motivasyonu güçlendirmek, kendi kendini motive edebilmek için. Tarih 26 HAİNLİK KORKUNÇ BİR HASTALIKTIR. Yunus Emre ÖZKAN - yemreozkan@hotmail.com E rmeni tehciri diye bilinen olay Osmanlı Devleti’nin 1915’te güvenlik sebebiyle Anadolu’nun muhtelif yerlerinde yaşayan Ermenileri yine bir Osmanlı toprağı olan Suriye’ye sevk ve iskana tabi tutmasıdır. 1915’te yaşanan bu olay, Ermeniler ve bazı ülkeler tarafından “soykırım” olarak kabul edilmiştir. Tehcir olayından sonra ortaya atılan ve Osmanlı Devleti’ni soykırım yapmakla suçlayan iftiralar, uzun yıllar devam etmiş ve bugün Türkiye’nin AB’ye giriş sürecinde bir baskı unsuru haline dönüştürülmüştür. Uzun yıllardır devam eden sözde Ermeni soykırım iddiaları günümüzde hızını birkaç kat daha artırmış olarak yine gündemimize oturmuş durumda. Yalnız Ermeniler son yıllardaki kadar hiç cesaretlenmemişlerdi. Ermenilerin bu cesareti nereden ve kimden aldıkları konusunda siz sayın okuyucularımızı biraz düşünmeye davet ediyor ve o tarihlerde gerçekten nelerin yaşandığı üzerinde durmak istiyorum. Ermeniler, I. Dünya Savaşı sırasında Rus işgal kuvvetlerinin ve Avrupalı devletlerin yardımıyla Doğu Anadolu’da bir Ermeni devleti kurmak için isyan etmişlerdi. Savaşın 1914 yılında çıkması ve savaşın en önemli taraflarından birinin de Osmanlı İmparatorluğu olması Ermenilerin önüne tarihi bir fırsat çıkarmıştı. Zira Türk orduları yedi ayrı cephede savaşa tutuşmuş, ülkede Ermenilerin yaşadığı bölgeler de dahil birçok yöre Rus işgali altına düşmüş, cephe gerisindeki Türk nüfus her türden saldırıya açık hale gelmişti. Ermeniler kurdukları Taşnak ve Hınçak adlı çetelerle Türk yerleşim bölgelerine saldırmış ve bölgesel isyanlar çıkartmıştır. İşgalci Rusların milis güçleri şeklinde örgütlenerek Türk yerleşim bölgelerine baskınlar düzenleyen Ermenilerin amacı Türk halkı göç ettirmek ve bölgedeki nüfus dengelerini lehlerine çevirmekti. Avrupa’da Sırpların, Bulgarların ve Rumların Ruslar ile işbirliği yaparak Türklere uyguladıkları soykırımın yakın tanıkları olan İttihat ve Terakki yöneticileri tarihten aldıkları dersle Anadolu’da Ermenilerin de aynı türden bir soykırım yapmalarını önlemek amacıyla harekete geçmek zorunda kalmışlardır. Ermeniler bağımsız bir devlet kurmak için Anadolu’da saldırılara ve katliamlara başlayınca, o zamanki İttihat ve Terakki yönetimi son derece haklı olarak Türk milletinin Anadolu’daki varlığını korumak ve güvence altına almak adına Ermenilerin Anadolu’dan göç ettirilmesine karar vermişti. Osmanlı Devleti’nin saldırıya uğrayan halkını koruyabilmek için böyle bir karar almasının tek sebebi Ermenilerin bitmek tükenmek bilmeyen vahşi saldırılarıdır. Bir devlet istikbalini ve vatanını tehdit eden her türlü saldırıya karşı her türlü önlemi alma ve uygulama hakkına sahiptir. Şimdilerde bazı hainlerin insanlık suçu işlemekle suçladıkları o zamanki yöneticiler de işte bunu yapmıştır. Osmanlı Devleti I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkıp ülke işgal edilmeye başlayınca, İstanbul’daki hain I. Damat Ferit Paşa hükümeti, Ermeni kamuoyuna ve işgalci güçlere yaranabilmek adına vatanına ve milletine ihanet edip, Divan-ı Harp Mahkemesi’ni kurdu. Ermeni tehciri ile ilgili zamanın devlet görevlilerini yargılamak üzere kurulan bu sözde mahkemede, Ermeni Patriği Zaven’in bizzat hazırladığı ve zamanın Başbakanı Damat Ferit Paşaya verdiği idam listesinde yer alan vatansever Türk evlatları yargılandı. Bu vahim ortam içerisinde yapılan yargılamalar neticesinde papazlar ve patrikler tarafından hazırlanan idam listelerinde yer alan vatansever Türk evlatları, Nemrut Mustafa Paşa tarafından suçlu bulunarak idama mahkum edildi. Yapılan bu sözde yargılama sonucunda idam edilen bir vatan evladı var ki özellikle onun yaşadıkları ve acısı, halen gözümüzü yaşartmakta ve içimizi yakmaktadır. Sözünü ettiğimiz kişi ölümünden iki yıl sonra Atatürk’ün başkanlığındaki Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından millî şehit ilân edilen Boğazlayan Kaymakamı Kemal Bey’dir. İstanbul Beyazıt Meydanında kurulan idam sehpalarında Kemal Bey başta olmak üzere haksız yere asılan diğer vatan evlatlarının acısı dünya durdukça Türk’üm diyen herkesin yüreğini sızlatacak ve içini yakacak niteliktedir. Eski Romalı düşünür ve ünlü hatip Cicero, Roma Senatosunda yaptığı bir konuşmasında aynen şöyle der: “Bir millet içinde barınan aptalların hatta hırsı aklını aşmışların vereceği zararlardan kurtulabilir. Fakat içinden kaynaklanan ihanetten kurtulamaz. Hainlik, korkunç ve bulaşıcı bir hastalıktır.” Dün Damat Ferit ve Nemrut Mustafa eliyle yüreğimizi sızlatan ihanet, o günden bugüne içimizden hiç eksik olmamıştır. Günümüzde siyasetçilerimiz, medyamız ve sözde aydınlarımız, büyük çoğunlukla, mütareke yıllarını aratmayacak bir ihanet içerisindeler. Bugün içimiz kan ağlayarak görüyoruz ki siyasetçilerimiz ve aydınlarımız arasından, yüreğimizi sızlatanlardan yani yüz binlerce Türk’ün ölümünden sorumlu Ermenilerden “özür dilenmesi” gerektiğini savunanlar ortaya çıkıyor! Kıymetli Bilgiyurdu okurları! Tarih tekerrür ettirilmek isteniyor. Dün mukaddes Türk topraklarında yüce Türk milletinin varlığına rağmen Ermenileri kendi devletinizi kuracaksınız diye tahrik eden dış güçler Ermenilerin kaderi ile oynamış ve unutulmayan facialara sebep olmuşlardır. Günümüzde de aynı oyun yeniden sahneleniyor. Şer odakları şimdi de ayrımız gayrımız olmayan Kürt kardeşlerimizi Türk topraklarında kendi devletinizi kurmalısınız diye tahrik ve teşvik ediyor. Kürtleri de tıpkı Ermeniler gibi bir maşa olarak kullanmaya çalışıyorlar. Unutulmamalıdır ki tarihten ders almayanlar yalnız kendilerine değil, bütün insanlığa felaket getirir. Ermeni soykırımı iddialarını sahiplenen ve destekleyen çevreler, bilmelidir ki bu millet, ihaneti de hizmeti de asla unutmaz. Bu topraklarda yüce Türk milletinin varlığına rağmen müstakil bir devlet kurmayı amaçlayan hayalperestler de unutmasın ki Türk’ün arzı kaplayan gölgesinde kendi gölgelerini aramaları beyhudedir. Tarih 27 28 ÇANAKKALE Şiir Ziya GÖKALP Uzaklarda bir ada var, Halkına derler İngiliz, Hem medeni, hem canavar Fendinden emin değiliz. Doğrulukta Rus Kazağı Onun yanında sofudur. Topu tutar dört bucağı, Denizlerin Moskof’udur. Budur en gizli emeli: Müslümanlar uyanmasın. Uçtan uca İslam ili Kendine arpalık kalsın. Allah dedi: “Kabul olsun Kullarımın bedduası. Dağılsın ordusu Rus’un, İngiliz’in donanması!” Türk dedi: “Demek Yaradan Kurtarmağı ister bizden: Karaları Kızıl Rus’tan, Denizleri İngiliz’den!” Türk köyünden kalktı, geldi, Hazırladı siperini… Bu geliş ok gibi deldi İngiliz’in ciğerini. Moskof dedi İngiliz’e: “Çanakkale aşılmalı. Kızıl, Kara, Akdeniz’e Hâkimiz, anlaşılmalı!” İngilizler korktu, kaçtı, Rus ümidi kesti artık. Anarşistler bayrak astı, Rus ilinde düştü Çarlık. Çanakkale, dört devlete Galebeyi sen çevirdin! Çar kölesi yüz millete İstiklali sen getirdin! İngiliz, Fransalı’yı, Aldı beyaz kotrasına… Tutmuşum sandı yalıyı, Geldi Boğaz safasına… Çok geçmeden birdenbire, Parçalandı Rus ülkesi. Sevinçle düştü Tekbir’e Elli milyon Türk’ün sesi… Senden ötrü bilsem daha Kurtulacak nice ülke… Ne Afrika, ne Asya’da Kalmayacak müstemleke… Beş Mart’ta iki donanma, Kalemize saldırdılar… Toplarımız coşkun suya Zırhlıları daldırdılar… Artık “Turan “ hayal değil, Hakikate döndü bugün… Türk bilecek yalnız bir dil, Bizim için bu bir düğün… Çünkü nasıl karalarda Artık yoksa Rus zorbası; Gezmeyecek deryalarda İngiliz’in donanması… * Türk düşünürü Ziya Gökalp’in doğumunun 133’üncü, Çanakkale Zaferi’nin 94’üncü yılı münasebetiyle... 29 KARLARA YAZILMIŞ GERÇEK BİR DESTAN Özlem AKŞİT - oz-aksit@hotmail.com B u vatan uğruna sıradağlar gibi durup can verme sırrına erebilenlere dair... Kapımızda taze soluğuyla bekleyen bahar, tabiatın canlanışı olduğu kadar belleklerin de şekilde canlanış sürecine girdiği bir yenilenme mevsimidir. Bize onurla yaşama gücü ve sorumluluğu veren tarih sayfalarımıza girmiş olan 18 Mart Çanakkale Savaşı ve Şehitlerimizi Anma Günü gibi, 23 Nisan veya 19 Mayıs gibi ulusça anlam ve değeri olan bazı önemli olayların anma etkinlikleri veyahut da festivaller bu aylarda sağanaklaşır. Bunun sebebi millet olarak çok acılarla çok bedeller ödeyerek bu zamanlara kadar gelmemizdendir. Festivaller ve görsel anma etkinlikleri içinde sağlanmak istenen, yeni yıllara kültür mirasımızı taşıyacak olan gençlerimizin omuzlarına yüklenecekleri sorumluluğu onlara en iyi şekilde anlatabilmek ve ortak bilinç oluşturabilmektir. Değişen çağın yüzü içinde günümüz gençliğine belki de bu amaca yönelik en iyi hizmet edebilecek etkinlik, sinema ve video etkinlikleridir. Film günümüzde oldukça önemli bir kitle iletişim ve uyarı vasıtasıdır. Kitlesel bilinçlenme açısından belleklere daha güçlü nüfuz eden bir etkiye sahiptir. Bazen bir günlük çok uzun bir konferansın verebileceği verimliliği ve bilinçlenme mesafesini gerçekten iyi hazırlanmış tarihe ve ülkenin geleceğe yönelik ideallerine hizmet amacı güden bir filmin tek başına iki saatlik bir süre içinde daha çok belleklere işleyerek sağlayabildiği yadsınamaz bir gerçek.. Siyasi ve toplumsal eğilimleri çok iyi analiz eden dünya sinema endüstrisinin dev şirketleri film yapımcıları aracılığıyla bilinçaltı yönetimine bir şekilde ulaşmayı başarmaktalar. Öyle ki filmlerdeki etki gücünü teknolojinin en ileri seviyedeki görsel imkanlarıyla İnceleme “120” İnceleme 30 birleştirip gerçekler dünyasına yakınlaştırdıkları mesajlarıyla kansız kaleler fethediyor, insan ruhlarını dezenformasyon (bilgi çarpıtması, bilgi kirliliği )yoluyla bir biçimde işgal ediyorlar. Gelecekte yönlendirilmesi kolay korku toplumlarını yaratarak gizli bir yönetim sağlamaya ya da asgari görüntü içinde tarihi çarpıtarak, bulandırarak bugün kendi yararlarına sonuçlar doğuracak şekilde mesajlarını film izleyicilerinin şuuraltlarına zerk etmeye çalışıyorlar. manlı İmparatorluğu ömrünün yarısı kadar bile olmayan Amerikan tarihine gövde kazandıracak kadar görkemli bir gözalıcılıkta senaryolar üretmektedir. Her Vietnam savaşı filmi bir Amerikan haklı davasının savunu belgesi gibi içimize içler, yıllarca batılıların filmleriyle tarihe onların gözlükleriyle bakar filmlerin kahramanlarının hayatta kalmalarına sevinir, ölmelerine üzülür onların davalarının başarıya ulaşmasıyla huzur içinde sinemadan ayrılırız! “Yüzüklerin Efendisi” adlı film bu konuda sosyoloji kürsülerinde incelemeye alınmış, üzerinde tezler hazırlanmış filmlerden biridir. Birkaç yıl önce Habertürk adlı tv kanalında filmin barbar ruhlu işgalci yaratıkları olan Orgların filmi hazırlayanların ifadelerine göre Ortadoğu uluslarını yansıttığı ve hatta birkaç yüz şeklinin de maskının hazırlanırken model ve sima olarak Alparslan, Atilla ve Atatürk ‘ün yüz profillerinden esinlendikleri ifade edilmişti. Film başlı başına son büyük bir savaşı konu alırken karşı karşıya gelen iki ordu ise batılıları ve doğuluları temsil ediyordu. Ve olağan olarak da parlak yüzlü sarışın Angelic(masum melek yüzlü) batılılar, karanlık suratlı terörist ve yağmacı doğululara karşı üstünlük kazanıyorlardı. Yani sonuç olarak batılıların ve Hristiyanların zaferi tartışılmazdı! Ama kendi topraklarımıza dönüp baktığımızda Malkoçoğlu Kara Murat gibi bazı Cüneyt Arkın film versiyonları dışında belgeselden öte film havası taşıyan ama tarihimizi film tadıyla veren çok etkin filmlerin daha henüz yeni emekler süreçte olduğunu gözlemliyoruz. Kendi tarih şuurumuzu, tarih bilincimizi görsel teknolojinin inanılmaz boyutlara ulaştığı bu zamanda etkin kılmaya artık mecburuz. Bilinmelidir ki özellikle CIA gibi servislerin ve Evangelist kiliselerin bilgi ya da finans destekleriyle dünyanın daha uzak iklimlerinde izlenme ve rağbet görmeleriyle bu pasif bazda kitlesel etkileme çalışmaları daha çok insanda başarıya ulaşıyor. Geçmişten beri yapılan bu çalışmaların bizim nesillerimiz üzerinde ne denli başarıya uğradığını, kendi çocukluğumuzda zihnimize taşıdıklarımızı düşündükçe daha iyi anlayabiliyoruz. Bizler Amerikan tarihini bizzat ilgi alanı edinip de özel olarak okuyuncaya dek izlemiş olduğumuz kovboy filmlerinde gerçekte anayurt sahibi kızılderililer kendileri olmasına rağmen filmlerde sunuluş biçimleriyle zihinlerimizde ilkellikleriyle kafa derisi soymaktan zevk alan, çoğunlukla bozguna uğrayan ve kimi zaman da komik durumlara düşen vahşi barbarlardan öte varlıklar değillerdi. Bizim gibi gündelik yaşam telaşları içinde sosyal yaşantısını yaşamak için televizyon ve sinema kültürüne yer ayıran insanlar için gerçekleri anlatan kitaplara ulaşmak ise ayrı bir uğraş alanı edinmek demekti. Ve bu uğraş bizleri kafaderilerini yüzerek kemer yapan vahşi bir ulustan çok daha derin köklere uzanan bilge bir kültürün dünyaya yorum katan atalarına götürecek buruk ama tamamıyla gerçek olan bir öyküyle buluşturacaktı ve bizler filmlerin beyinlerimizi nasıl dönüştürdüğünü ibretle görecektik. Hollywood film sektörünün bilinçaltı çalışmaları öyle yapılandırma gayretleri içindedir ki kökleri bir Os- Bunu kendi öz değerlerimize bir geri dönüş yolculuğu yapma ve yitirdiklerimizi, yollara döktüklerimizi, onur ve haysiyetimize tercih etmiş olduklarımızla mukayese ederek verilen bedellerle elde ettiklerimizi karşılaştırarak yapmalıyız ve acilen toplumun öz bilinç ve devamlılık enerjisini yükseltmek için silkinmeliyiz. Bu noktada film yapımcısı Özhan Eren, gençlerimizin direk yüreklerine çok doğru bir vuruş yapıyor ve onun yaptığı bu atış, hakettiği yeri buluyor. Bu destansı atışın adı:”120” “120”....Epeydir adını duyduğum bir film...Nice zamandır kafamda dönüp duran “bir mesaj vermeli,bir şey yapmalı ve gençliğe bazı şeyleri yeniden hızla anlatmalı,ama nasıl?” diye çareler aratan sorularımın cevabına bir deva olarak yetkin canlı,gerçek,hüzünlü ama bir o oranda da çocukların, gençlerin ruhuna çok şey anlatan bir film olarak çıkıyor karşımıza. Bize anlatılan onca gerçek savaş öyküsünün çok daha berisinde tüm sadeliğiyle ama “unutmayın, can verme sırrına erenler içinde bizler de varız! “ diyen, yaşları 12 ila 17 arasında değişen 120 çocuk tarihin onları unutturduğu kalın, tozlu yaprakların içinden Özhan Eren’in tarih araştırmacılığı sayesinde çıkıp yüreklere onlarca dersi bir film süresinde çok hızlı bir biçimde vererek şuurlarda tam anlamıyla ölümsüzleşiyorlar. Hüzünlü bir film aslında 120...1914 yılında Van’da geçiyor. Yeni bir savaş arifesinde olan Osmanlı İmparatorluğunun güç şartlarını ve Ermeni çetelerinin Ruslarla işbirliği yaparak doğudaki saldırısını tablo ediyor. Müttefiki olan Almanya’dan da doğru bir silah yardımı alamayan Osmanlı ordusunun askerlerinin cephelerdeki çözüm arayışlarını dillendiriyor sancı içinde... Halk cephaneyi cepheye ulaştırmak istiyor fakat yılarca üç kıtada savaşmaktan nüfusunu tüketmiş olduğundan cephaneyi dağlardan beş günlük yürüme mesafesine aşırarak götü- 31 Filmin yapımcısı Özhan Eren’in vatansever bir duyguyla her türlü maddesel kaygıdan uzak kolları sıvadığı bu film, bizleri iki önemli olguyla buluşturuyor: Birincisi vatanseverce hazırlanan her filmin toplumda inanılmaz güzel etkiler yaratabileceği kollektif bir şuuru yeniden canlandıracağı ve gençleri çok güzel yönlerde yetiştirebilecek enerjiyi bize verebileceği umudunu taşıyor. İkinci olarak da “tarih filmi” yapmanın ne kadar önemli bir sorumluluk taşıdığı ve bizim toplumumuz için ne denli önemli olduğu konusunu vurguluyor. Tarihsel belgeleri toplamak, arşiv çalışmaları yapmak ve bunları yaparken gerçeklere aynen yansıtmaya sadık kalarak filmi öykü tadında anlatabilmek büyük bir sorumluluk gerektiriyor. Bunu bugün yurtdışındaki veya yurt içindeki festivallerde kazanacağı ödülleri hesap ederek feda etmeden tavizsizce yapabilen çok az insan bulunuyor Çünkü batı sizin kendinizi horlamadığınız, içinde kendinizi ve milletinizi alçaltmadığınız filmlere ödül vermiyor. 120 filmi bu kaygılara karşın kendi sade uslûbu ve sessiz kar yürüyüşü adımlarıyla tarih filmciliğine örnek bir başarıya imza atıyor. Türklerle Ermenilerin ve dahi diğer farklı kökene sahip insanların huzur içinde yaşarken dıştan uzanan karanlık ellerle huzurunun nasıl kaçırıldığının ve bugün de aynı tehlikeler yüzünden dikkatli olunması gerekliğinin altını çiziyor. Söz konusu vatan olunca sevdaların bile yıllarca ve belki de sonsuza dek arka plana atılabileceğini Süleyman üsteğmenle Münire’nin boynu bükük kalan sevdasında veya evladını zor bir vazifenin ifasında gözden çıkarabilecek kadar vatan sevgisine sahip insanların görüntüsünde dile getiriyor ve fedakarlığın sırrına eren insanlara hayranlık duymamızı sağlıyor.Diğer yandan, parasal değerler, kişisel rahatlıklar yüzünden çetecilere silah satacak kadar soysuzlaşmanın insan itibarını nasıl bitirebileceği ve vebali olduğu fikrine götürüyor ve vatanın tüm maddesel değerlerden daha üstün tutulması gerektiğinin altı çiziliyor. Bugün çocuklarımızın ve gençlerimizin Recep İvedik, Gora gibi filmlerden ziyade Atatürk’ün “ Tarihi yazanların da tarih yapanlar kadar gerçeklere sadık kalmaları gerektiği” şeklinde altını çizerek belirttiği etik doğrultusunda hazırlanmış filmlerle bilinçlendirilmeye şiddetle ihtiyaçları vardır. GEÇMİŞ OLSUN Bir ameliyat geçiren Op. Dr. Faruk Ortaköylüoğlu’na, Derneğimiz kurucusu Mehmet Kabaktepe’ye, Emekli öğretmen Yaşar Şener’e “Geçmiş olsun”der, Allah’tan acil şifalar dilerim.. Mustafa ÖZTÜRK Bilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği Başkanı BAŞSAĞLIĞI Ülküdaşım ve kadim dostum Zeynel Temur’un muhterem eşi Ümmügülsüm Hanım, 8 Mart 2009 Pazar günü Hakk’ın rahmetine kavuştu. Kendisine Allah’tan rahmet, TEMUR ailesinin tüm fertlerine başsağlığı dilerim. Derneğimizin Başkan Yardımcısı Gökhan Pınarbaşı’nın kayınvalidesi Müjgan Koç 15 Şubat 2009 tarihinde vefat etmiştir. Merhumeye Allah’tan rahmet tüm yakınlarına başsağlığı dilerim. Kayseri eşrafından değerli insan Şaban ERSOLAK trafik kazası sonucu 13 Mart 2009 Cuma günü vefat etmiştir. Kendisine Allah’tan rahmet, tüm yakınlarına başsağlığı dilerim. Mustafa ÖZTÜRK Bilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği Başkanı İnceleme rebilecek yaşta erkek bulunmuyor. Ve 120 çocuk gönüllü olarak ortaya çıkıyor. Kilometrelerce yolu binbir meşakkatle alarak yerine teslim ediyorlar; fakat dönüş yolu üzerinde çıkan kar fırtınasına direnemeyerek 96 çocuk oracıkta donarak şehit oluyor. Dönebilenler içinde ise hastalanarak ölenler oluyor. Fedakârca vazifeyi üstlenerek varlığını Türk varlığına armağan eden bu çocuklar “120” filmi ile yüreklerde ölümsüzleşiyorlar. İnceleme 32 Mancısunlu Şair Remzi Efendi Dr. Rasim Deniz K ayseri ve civarında az bilinen (zımmî) Hıristiyan âşuğlardan biri de Mancısunlu şair Remzi’dir. Kayseri’nin ova köylerinden biri olan Mancısun, tarihte Türklerin ve gayr-i müslimlerin beraberce, huzur içinde yaşadıkları şirin bir köydür. Mancısunlu Remzi Efendi, Ziya Paşa ile çağdaş olup onunla âşinalıkları amir- memur ilişkilerinden daha çok, şiir ve edebiyatla ilgilenmeleriyle olmuştur. Bu konudaki bilgiler, 1928 yıllarında Osmanlıca neşredilen Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde çıkan bir yazıya dayanmaktadır. Adı geçen gazetedeki bir yazısında Ziyaettin Fahri Fındıkoğlu, Remzi ile Ziya Paşa’dan bahsederken şöyle demektedir: “Ziya Paşa Adana’da vali bulunuyordu; o zamana ait yazılarının birinde Kayserili Remzi isminde bir halk şairinden bahsediyormuş. Ahmet Şükrü Bey, uzun zaman bu şahsiyeti arıyor. Nihayet bir gün Kayseri köylerinden Mancısun’da ele geçirdiği bir Ermeni mecmuasında Ermenice harflerle Türkçe yazılmış koşmalar bulmuştur ki, bunlar, Ziya Paşa’nın bahsettiği Remzi’ye aittir. Şair Remzi, Ziya Paşa ile hemzaman olup o vakit Adana’da posta memurluğu yapıyormuş. Ahmet Şükrü Bey’in, bu şaire ait olmak üzere ele geçirdiği koşmalardan birini, kendisinin müsadeleri ile neşrediyorum.” Ey nevcivan dilber ruhların gülgûn Aşkınla yakacak beni mi buldun? Var iken zülfüne sât-hezâr meftûn Kemendin takacak beni mi buldun? * Hicrin ile oldum deli,divâne Bu dert iflah etmez kastı var câna Ey Leyla-ı Kevser, çeşm-i mestâne Mahmurca bakacak beni mi buldun? * Sen, ey nev-civanım hûbların şâhı Dökme gel, gerdana zülfü-siyâhı Görmez oldu Remzi, şemsi billâhi Zulmete sokacak beni mi buldun? Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Ahmet Şükrü Beyin, Mancısun köyünde bulduğu Remzi’nin şiiri için yazdığı yazıya şöyle devam ediyor: “Bu koşma, halk edebiyatındaki nazım şekillerinin en mühimi olan “koşma”nın güzel, canlı numunelerinden biridir. Bir Ermeni mecmuasında Ermenice harflerle yazılı görülmesi; Anadolu’da Ermeni-Türk edebiyatının münasebatı; Türk’ün yaptığı edebî tesir ve başkalarına verdiği edebî terbiye itibariyle de çok mühimdir.” Bize göre, Mancısun köyünde bulunan mecmua, Ermenice yazılı olmayıp Kayseri ve civarında yaygın olarak kullanılan Karamanca harfleriyle yazılmış bir mecmua olmalıdır. Çünkü Kayseri ve civarında bulunan kiliselerde okunan İnciller, dini ve edebi metinler genellikle Karamanca harfleriyle yazılmış metinlerdir. Bu hususta geniş bilgi ve belge, Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Sayın Prof. Dr. Harun Güngör’den alınabilir. KAFKASLAR’DA PERESTROYKA S SCB’nin son dönemlerinde devleti yeniden yapılandırma anlamına gelen perestroyka, fikri son gelişmeler ışığında Kafkaslarda uygulanmak istenmektedir. Küresel güçlerin dünya hâkimiyetinin sağlanmasında köprübaşı olarak gördükleri Kafkaslar etnik gerilimler ve enerji mücadelelerinin körüklediği oldukça girift sahalar konumuna gelmektedir. Kafkaslardaki bu kargaşa ortamı hiç şüphesiz ki Türkiye’yi oldukça derinden etkileyecektir. Dünya hâkimiyetinin çatırdamaya başladığı ABD ile eski gücüne kavuşma isteyen Rusya Kafkaslar üzerinden güç gösterilerine başlamış durumdadırlar. İki güç soğuk savaş dönemini anımsatan çıkışlarını yapmaktan asla çekinmemektedirler. Bu durum bölgedeki tansiyonun giderek artmasına sebep olmaktadır. Kafkaslarda meydan gelen bu olayların tarihsel dayanaklarına bakmadan bölge ile ilgili gerçekçi değerlendirmeler yapmak mümkün değildir. “1991 yılı dünya tarihinde hızlı ve beklenmeyen gelişmelerin yaşandığı bir yıl olmuştur. Gorbaçov’un glasnost ve perestroyka politikaları Sovyetlerin dağılma sürecini hızlandırmış, imparatorluğu kurtarma arayışları başlamıştır. Gorbaçov’un hazırladığı Yeni Konfederasyon teklifine karşılık Boris Yeltsin yeni bir Birlik tezini ileri sürmüş ve 8 Aralık 1991 tarihinde Rusya, Ukrayna ve Belarus liderleri bir araya gelerek, SSCB’nin resmen dağıldığını, buna karşılık Bağımsız Devletler Topluluğu’nun kurulduğunu açıklamışlardır. Slav birliği olarak kurulan BDT, daha sonra Türk Cumhuriyetlerinin yanı sıra Moldova, Gürcistan ve Ermenistan’ın da katılımıyla 12 ülkenin yer aldığı bir topluluk haline gelmiştir.” Sovyet egemenliğinin birden bire sona ermesiyle dünyada bir şaşkınlık yaşanmıştır. Bu duruma hazırlıksız yakalanan ülkelerin başında gelen Hakan BOZDOĞAN Türkiye bölgeyle ilgili gerçekçi politikalar sürdürmek yerine duygusal ve ideolojik söylemlerle bölgeye intibak etmeye çalışmıştır. Böylece Kafkaslar ve gerisindeki Türk cumhuriyetleri Rusya, Çin ve ABD’nin nüfuz mücadelesi alanına girdi. Yıllarca demir perde arkasında bekleyen Kafkaslar ve Orta Asya, bünyesinde bulundurdukları olağan üstü zenginliklerle dünya gündeminin ilk sıralarına oturmaya başladılar. “100 yıl önce dünyanın en çok petrol üreten ülkesi Bakü iken, o zamanlar Orta Asya’nın karbonhidrat zenginlikleri bilinmiyordu. Bu nedenle Ortadoğu’da petrol uğruna oynanan oyunlar Orta Asya’da oynanmamıştı. Belki bu nedenledir ki, 31 Ağustos 1907’de Rus Dışişleri bakanı Kont Alexander Izvolsky ile İngiliz elçisi Sir Arthur Nicholson Petersburg’ta bölgenin kaderini belirleyen bir antlaşmaya imza koymuşlardı. Bu gizli antlaşmaya göre Rus hükümeti Afganistan’daki İngiliz nüfuzunu kabul etmiş, Londra da Orta Asya’nın Çar’ın arka bahçesi olmasını taahhüt etmişti. 1917’de başlayan Bolşevik ihtilali ve birkaç yıl sonra Sovyet Sosyalizminin yerleşmesiyle o döneme kadar “Türkistan” diye anılan Orta Asya da Sovyetlerin ön bahçesi haline gelmişti. 1990’lardan itibaren Kafkaslarla ilgili yeni mücadele alanları oluşmaya başladı. ABD’nin bölgeye ilgisini çekinmeden dile getirmesi Rusya’yı yeni arayışlara itmişti. Rusya ABD’nin bölgedeki etkinliğine acil müdahale edecek, bölgenin enerji akışını kendi isteği doğrultusunda bir gürezgaha oturmak için Çeçenistan’ı işgal etti. Ne var ki bu fiili durum Bakü-Ceyhan Boru Hattı projesini engelleyemedi. Bakü-Ceyhan Boru Hattının tamamlanmasıyla Kafkaslar dünyaya enerji kaynaklarıyla açılma imkânı buldu. Böylece hem küresel şirketler hem de bazı misyoner örgütler Kafkaslara yerleştiler. Kafkaslarda ABD’nin etkinliğini arttıran bir diğer olay da Gürcistan’da Soros destekli hü- İnceleme 33 İnceleme 34 kümet değişikliği olayı idi. Bu duruma uzun süre sessiz kalan Rusya, ilkönce doğal gaz kozunu kullanarak Gürcistan’ı kendi yanına çekmeye çalıştı. Ancak yeni yönetimin batıya aşırı güveni onun geri döşümü olmayan hatalar yapmasına sebep oldu. Gürcistan’ın Güney Osetya’yı işgal etmesi Rusya’nın çok sert tepki göstermesiyle bölgedeki gerilim en yüksek noktasına ulaştı. 90’lı yıllar boyunca kendi iç meseleleriyle uğraşan Rusya Putin yönetimiyle hızlı bir kalkınma dönemine girmiş ve küresel aktörler arasına girdiğini kanıtlamıştı. Doğal olarak ön bahçesi olarak saydığı Kafkaslara kayıtsız kalması beklenemezdi. Rusya’nın Gürcistan’a müdahalesi dünyanın yeni bir soğuk savaşa girdiğinin açık göstergesiydi. Türkiye nasıl SSCB’nin dağılmasına hazırlıksız yakalandıysa Rusya’nın da bölgede tekrar bir aktör olarak yer almasına da hazırlıksız yakalandı. Rusya’nın Gürcistan’a saldırmasıyla telaşa kapılan Türkiye panik atak tepkiler vermekten başka bir şey yapamamıştır. Hazırladığı çözüm paketleri hiçbir yerde ciddiye alınmamıştır. Bu durum, Türkiye’nin bölgeyle olan hem tarihsel bağlarına hem coğrafi yakınlığına oldukça tezat bir durum arz etmektedir. Üstelik ABD gemilerinin Karadeniz’e girmeleri Möntrö Antlaşmasının meşruiyetini tartışmalı hale getirmiştir. Kafkaslarda soğuk savaş sonrası oluşan ABD lehine durum değişmektedir. Artık bölgedeki güçler dengelenmeye başlamıştır. Rusya yaptığı sert çıkışla hiç de hafife alınmayacak bir güç olduğunu göstermiştir. Türkiye, Kafkaslarda meydana gelecek değişimden en fazla etkilenecek ülke durumdadır. Onun için de Kafkaslarla ilgili politikalarına milli menfaatleri doğrultusunda bir yön vermelidir. Türkiye için Kafkasların istikrarı, bölgedeki barış misyonuna katkı sağlamaktan ziyade hayati bir önem taşımaktadır. Çünkü Kafkaslar, dünya ülkeleri için olduğu kadar Türkiye’nin de Orta Asya’ya açılan kapısıdır. BİLGİYURDU CUMA SOHBETLERİ GERÇEKLEŞTİRİLEN TOPLANTILAR TARİH KONUŞMACI KONU 02 OCAK 2009 Yrd.Doç.Dr. Ahmet Vehbi ECER İslamiyetin Cazibesi 09 OCAK 2009 Mustafa ÖZTÜRK Sarıkamış Harekatı 16 OCAK 2009 Hakan TUNÇ Türkiye’nin Jeopolitiği 23 OCAK 2009 Yusuf BİLTEKİN Fener Rum Patrikhanesi ve Ekümenlik 30 OCAK 2009 Erhan SOLMAZ Ulus Dağına Düşen Ateş 06 ŞUBAT 2009 Gökhan PINARBAŞI Türkiye’nin Diğer Türk Cumhuriyetleriyle Münasebetleri 13 ŞUBAT 2009 Bilgehan PINARBAŞI Türkiye-Kafkasya İlişkileri 20 ŞUBAT 2009 Mustafa ÖZTÜRK Atatürk’ün Dış Türkler Politikası 27 ŞUBAT 2009 Mustafa ÖZTÜRK Kukla Kürt Devleti Niçin İkinci İsrail’ dir? Sohbet toplantılarımız her Cuma saat:19.00’da dernek binamızda yapılmaktadır. Üyelerimiz ve vatandaşlarımız davetlidir. Adres: Sahabiye Mah. Otak Sok. Kamer Ap. No:4/3 A Blok Tel: 0(352) 232 32 67 KAYSERİ 35 Müzik “Erciyes Kıralı - KOZANOĞLU” Ahmet ALTAY - ahmetaltay_004@hotmail.com Erciyes Kıralı Harmancık yurdu Çadırın ardında maya kuzular Nicoldu dağların aslanı kurdu Yanı yöresinde çağlar sızılar, Ara yerde kaldı Hacılar yurdu Elin, aşiretin seni arzular Elin seni istiyor gel Kozanoğlu. Elin seni istiyor gel Kozanoğlu Yar gelir de yaylasına inerdi, Kozan geldi iskeleye dayandı, Varsah gelir etrafında dönerdi, Kılıcın kabzası kana boyandı, Ha deyince beş yüz atlı binerdi, Maaşımız bin beş yüze dayandı, Elin seni istiyor gel Kozanoğlu. Elin seni istiyor gel Kozanoğlu. Türküler… Türk’ü söyler türküler… Yürekten kopan bin bir türlü hislenişin ifade biçimi; hasretler, sevinçler, kederler, kahramanlıklar, yüreklerin yükselen sesi… Anaların ağıtları, ninnileri, feryatları… “Türk’ü seven türkü söyler” diyor merhum Muzaffer Sarısözen. Burada konu ettiğimiz türkü bir Kayseri türküsüdür. Adından da anlaşılacağı üzere bir kahramanlık türküsüdür. Osmanlı Devletinin son dönemleri gerek siyasal gerek sosyal açıdan çok hareketli geçmiştir. Hızla devam eden toprak kayıpları, ekonomik zorluklar, iç ve dış tehlike unsurları toplumun yapısını da etkilemiş; bir taraftan da hasta adam teşhisi konan devleti kurtarma çabaları, farklı bir toplum yapısını beraberinde getirmiştir. Devletin yönetim yeri ve başkenti olan İstanbul da nasıl hareketli günler yaşanıyorsa, sınırlar içerisinde olan birçok coğrafyada da olumlu ya da olumsuz birçok olay cereyan etmektedir. Devlet otoritesinin zayıfladığı ya da yavaşladığı dönemlerde bölgesel de olsa çeşitli isyanlar ve ayaklanmalar meydana gelmiştir. Ama burada türküye konu olan durum biraz daha farklıdır. Tamamen bir isyan ve başkaldırı öyküsü değildir, fakat devlet güçleriyle olan mücadelenin “Kozanoğlu” üzerinden anlatılması durumudur. Türküde konu edilen Kozanoğlu, Afşarların Kozanlı oymağının reisi olan bir ailedendir. Bu oymak Kozan havalisinin önderliğini yapıyor, gerek piyadeleriyle gerekse atlı birlikleriyle bölgenin güvenliğini sağlıyordu. Öyle ki Yozgat civarında bulunan Çapanoğulları, Kozan bölgesini istila etmek istemiş, bu durum Kozanoğlu Yusuf Ağa tarafından engellenmiştir. Bunun ardından Mısırlı İbrahim Paşa da Kozan’ı almak için teşebbüste bulunmuş fakat yine bu durum Kozanoğlu güçleri tarafından engellenmiştir. Gittikçe güçlenen Kozan Beyliği 1882 yılında II. Abdülhamit döneminde Sadrazam Ali Paşa’nın girişimiyle ortadan kaldırılmak istendi. Derviş Paşa komutasında “İslâhiye Fırkası” adında bir birlik bölgeye gönderildi. Bunun üzerine birçok Kozanoğlu Beyi çok kısa sürede devlete bağlılığını ifade etti. Bunlar arasında valilik verilenler, maaş bağlananlar oldu. Kozan bir sancak haline getirildi. Kozanoğlu Yusuf Ağa’nın ise Sivas’ta bulundurulmasına karar verildi. Muhafız askerleriyle Sivas’a gitmek üzere yola çıkan Yusuf Ağa, aşiretin bir kısım ileri gelenleri tarafından askerlerin elinden geri alındı. Bu durumu fırsat bilen Yusuf Ağa tekrar Kozan’a gelerek bütün aşiretleri isyan için zorladı. Bir süre sonra Derviş Paşa yine bir askeri birliği Yusuf Ağa’nın üzerine gönderdi. Devam eden çatışmalardan sonra Yusuf Ağa esir düştü ve astırıldı. Taraftarları ise dağıtıldı ve bölgede devlet otoritesi yeniden sağlanmış oldu. İşte bu türkü Kozanoğullarından Yusuf Bey’in dağlarda geçirdiği mücadele zamanları üzerine söylenegelmiştir. Müzikle kalın… İnceleme Söz: İnceleme 36 MİLLİ MÜCADELE’DE BOR VE HALİT MENGİ Yusuf BİLTEKİN 1. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında ülke işgal edilirken bu gidişe dur demek için Mustafa Kemal Paşa mücadeleye başlamış ve Türk milletinin desteğini kazanmak istemiştir. Niğde ve ilçesi Bor, Mustafa Kemal’in yanında olmuştur. Sevr Antlaşmasıyla ordularımız terhis edilmiş ve silahlarımıza el konulmuştur. Ordu terhis edildiğinden dolayı ülkenin farklı yerlerinde kuvay-ı milliye oluşturulmuştur. Bor’da da Süvari Müzahirat Bölüğü teşkil edilmiştir. Bu bölüktekilerin isimleri: 1. Hacı Dedeler’den Ali Efendi 2. Battaloğlu Hıfzı 3. Kahraman Mustafa Ünal 4. Çoraz’ın oğlu 5. Balcı’nın Muharrem 6. Kalp Cemal 7. Harım’dan Mırık Hacı’nın İbrahim 8. Poyraz’ın oğlu Tevfik 9. Molla Yusuf’un Tevfik 10. Şerif Ağa’nın Mehmet 11. Nalbant Ahmet 12. Çay Mahallesinden Necip oğlu İsmail 13. Kuşçu’nun Rasim 14. Müftü’nün Rasih oğlu Mahmut 15. Battaloğlu Ziya 16. Yazıcılardan bir genç (muhtemelen Hasan Bey). Milli Mücadele’de elde silah olmadığından Bor’da demirciler süngü yaparak Kuvay-ı Milliye’ye destak vermişlerdir. Orduya süngü gönderenlerin isimleri: 1. Hacı Dedeler’den Tevfik 2. Demirci İsmail Usta 3.Bedesten Bekçisi Arif 4. Abdi Usta’nın Şevki.(1) Bu dönemde İstanbul Hükümeti aciz bir durum sergilediğinden Mustafa Kemal Paşa ülkenin çeşitli yerlerinde kongreler toplamaktaydı. Bu kongrelerden biri de Sivas Kongresi’dir. Sivas Kongresi’ne Niğde’den Mustafa Soylu ve Bor’dan Halit Mengi katılmıştır. Sivas’a hareket edildiğinde gerek hükümetin ve gerekse eşkıyanın çeşitli takiplerine rağmen bu onurlu görev yılmadan ifa edilmiştir.(2) rim: Burada Halit Mengi’den biraz söz etmek iste- 21 Ağustos 1883 yılında Bor’da dünyaya geldi. Müftüzade Hacı Mahmut Şerif Efendi’nin oğlu Hüsnü Efendi ile Sarı Müderrisler’den Abdülnafi Efendi’nin kızı Huriye Hanım’ın çocuklarıdır. Devlet kademesinde çeşitli görevler yapmıştır. 1923 senesinde mebusluğu, diğer eçimlerinde de adaylığı Mustafa Kemal tarafından onaylanmış ve 1950 yılına kadar aralıksız CHP’den milletvekili seçilerek görevini yerine getirmiştir.(3) 37 Sevr’den sonra Fransızlar Pozantı’yı işgal etmiş ve Bor sınırlarına dayanmıştır. Fransızların bu hareketlerinden şımaran Rum ve Ermeniler Bor halkına zulum etmeye başlarlar. Bor’un ileri gelenleri halka çağrı yaparlar ve Kasım Hanı’nda Türk gençlerine silah verileceğini söylerler. Bu çağrı bir oyunda ibarettir. Bor’da 10-15 silah mevcuttur. Bu silahları ellerine alan 10-15 genç; Hrıstiyan mahalleleri, çarşı ve Maşat’ı dolaştıktan sonra silahları ecnebiler görmeden başka gençlere veriyorlar. Bu silahları alan diğer gençler yukarıda saydığım yerleri tekrar geziyorlar. Bu sayede Rumlar ve Ermeniler, Türklerin silahlı gücünden ürkerek gizliden gizliye Bor’u terk etmişlerdir.(5) Mustafa Kemal Paşa’nın kuvay-ı milliyecilerle buluşmak için gizlice Bor’a geldiği söylenir. Bu konuda “gözlerimle gördüm” diyen Ömer Soylu: “Cığızlar’ın Ahmet Efendi’nin evinde çalışıyordum. Cığızlar önemli bir aile idi ve Kuvay-ı Milliye Hareketi’ne destek veriyorlardı. Bir akşam önemli bir misafirimiz var denildi. Masa donatıldı. Misafir geldi. Yüzü ve gözleri dikkat çekici idi. Baktım. Sonra aradan birkaç hafta geçti. Sivas ve Erzurum Kongreleri toplandı. Resmini gördüğümde; işte, Cığızlar’ın Ahmet Ağa’nın evine gelen adam bu dedim. O Atatürk’tü” demiştir.(6) 1. Müddeti hayatımda hısım, akraba ve ödamla, efrad-ı aileme karşı elimden geldiği mertebe iyilik yapmayı şiar edinmiş, saadetleri hususu mümkün mertebe temine çalışılmıştır. Bu yönden hiç endişem yoktur. 2. Bor’u ve Borlu komşularımı; kalben ve bütün mevcudiyetimle pek sever, hürmet besler, itibar ile elime geçen güne gün fırsatlardan istifade etmeye sapmayarak Bor’un gelişmesi ve ümranına hasr-ı mesai eylemiş ve ekonomik yükselmesine sarf-ı gayret olunarak cümlenin malum olduğu üzere başarılı olunmuştur. Bu yönden de müsterih kalbim. 3. Bor’un Borlu hemşerilerimin eseri teveccüh ve muhabbeti olarak uhdeme tevdi buyurduklarından hizmetlerden Milli Sivas Kongresi mümessilliğini ve devam eden 27 senelik mebusluk ve milletvekillik hayatımı memleketim namına tarihi bir şeref olarak kayıt ederim. 4. Bor bölgesinde girişimimizle meydana getirilen meyvecilik ve bilhassa Amasya elmacılığı halkımızın refahına büyük çapta yardım edeceği ve etmekte olduğu cihetle çok bahtiyarım. Devamını dilerim. 5. Bütün Borlu aziz hemşerilerime, çoluk çocuk dâhil cümlesine muhabbet ve selamlarım iletir, beni ara sıra yad etmelerini niyaz ve arzı veda ederim. (18 Ekim 1958) (8). Ruhları yanımızda bedenleri toprak altında olan, ismi unutulmuş bir çok Milli Mücadele kahramanı vardır. Ben inanıyorum ki bu ruhlar Mustafa Kemal önderliğinde hudutlarımızda bekliyorlardır. Acı olayların tekrar yaşanmaması için tarihin unutulmaması gerekir. Pozantı ve Çiftehan’daki Fransızlar’ın çıkartılması için Bor’dan yardım istenmiştir. Bu olay Halit Mengi’nin Sivas Kongresi’den dönüşünden sonra olmuştur. Buralara asker sevk edilmiştir. Düzce’de isyan çıkınca buradaki kuvvetler Düzce’ye sevk edilmiş 2. Tümen Kumandanı Ayıcı Arif Bey’in ısrarı ile Halit Mengi Düzce’ye gitmek için yola çıkmış, Konya’ya kadar beraber gitmiş burada da ordu birliklerine muhtelif yardımlarda bulunmuş, müfreze teşkil ederek Ayıcı Arif Bey’in emrine verdikten sonra Bor’daki işlerinin başına dönmüştür.(7) 1. H. Emin Atlı, Geçmişten Günümüze Bor, Yardım Severler Derneği, İstanbul 1999. s.74-75. Milli Mücadele’ye hizmeti bulunmuş olan Halit Mengi’nin ölmeden önce yazmış olduğu vedası: 4. Bu bilgi Halit Mengi’nin yakın akrabası olan Fuat Mengi’nin oğlu Avukat Hazım Mengi’den alınmıştır. “Bismillahirrahmanirrrahim Cenab-ı rabbil taâla’nın şan ve azametine sığınarak, hayati fani emin sona ermekte olması dolayısıyla, sevgili oğlum Vedat Mengi ve bütün aile bireylerine, bazı vasilik sonra, işbu veda namemiz tastır ve tevdi kılınmıştır. Son Notlar : 2. Tunay Özkan, “Sivas Kongresi’nin 82. Yıldönümü Halit Mengi’nin Milli Mücadele’de ki Hizmetleri” , Yeşil Bor Gazetesi, 17 Eylül 2001. s.5. 3. Ömer Fethi Gürer, Bor Şehri, Maya Yayınları,2.baskı, İstanbul 2006.s.490. 5. Atlı, a.g.e. 6. Gürer, a.g.e. 7. Özkan, ag.m. 8. Gürer, a.g.e. İnceleme Halit Mengi Sivas Kongresine giderken hanımına bir bomba verir. Bombanın nasıl kullanılacağını öğretir. “Eğer Rum ve Ermeni çeteleri gelir ve size bir kötülük yapmak isterse sen ve çocuklar bir odaya kapanacaksın, kapıyı içerden kilitleyeceksin, çeteler kapıya dayandığında bombayı patlatacaksın. Sen de, çocuklar da, çeteler de ölecek” der.(4) İnceleme 38 Alparslan TÜRKEŞ 04 Nisan 1997 UNUTMADIK... UNUTMAYACAĞIZ... Bahtiyar VAHAPZÂDE 12 Şubat 2009 Galip ERDEM 12 Mart 1997 A. Ziya KOZANOĞLU 29 Mart 1966 Ömer SEYFETTİN 06 Mart 1920 Prof.Dr. İ. Hakkı BALTACIOĞLU 01 Nisan 1967 İ. Hami DANIŞMEND 12 Nisan 1967 Ahmet Vefik Paşa 02 Nisan 1891 Erol GÜNGÖR 24 Nisan 1983 Prof.Dr. R. Oğuz ARIK 03 Nisan 1954 İnceleme 39 İnceleme 40