Yeraltı Sularında Kirlenme
Transkript
Yeraltı Sularında Kirlenme
Yeraltı Sularında Kirlenme Payal Sampat Şu anda, Londra'da yaşayan biri musluğunu açıp, çaydanlığına su dolduruyor. Bu kişi, çaydanlık dolarken, büyük bir olasılıkla suyun geçmişi üzerinde kafa yormayacaktır. Suyun bir bölümü buhara dönüşmekte, bir bölümü de delikten akıp gitmektedir; suyun kalanı da bir kaç dakika içinde içip tüketilecektir. Bu kadar kısa ömürlü gibi gözüken bir şeyin, nasıl bir geçmişi, tarihi olabilir ki? Çaydanlığı dolduran kişi, musluktan akan suyun binlerce yıl önce, tüylü mamutlar* Trafalgar Meydanı'nda dolaşırken yağmur olarak toprağa düştüğünü bilseydi, şaşırırdı şüphesiz. Londra'nın suyunun büyük bir bölümü Chalk aküferinden gelir; Chalk aküferi, kentin yüzlerce kilometre altında bulunan devasa bir yeraltı su havzasıdır. Bu aküferde depolanan suların bir bölümü, son Buzul Çağı kadar uzak bir geçmişte, yeraltına inmiştir. Suyu, akan veya buharlaşan bir şey olarak düşünmek doğaldır. Yağmur olarak düştüğünü, nehir ve derelerde aktığını görürüz. Ama kullandığımız tatlı suyun büyük bir bölümü göremediğimiz kaynaklardan, yerin altındaki su havzalarından yani aküferlerden gelir. Aküferler, kum ve çakıl gibi kolayca su geçiren maddelerden veya yeraltındaki kayalar arasındaki boşluklardan meydana gelen jeolojik oluşumlardır. Aküferler, çok büyük miktarlarda suyu depolayabilirler; yağmur suları, taşan nehirler ve eriyen buzullarla beslenirler. Dolayısıyla kullandığımız suyun büyük bir bölümünü yerkürenin yüzeyinde görmeyiz. Dünyanın sıvı halde bulunan tatlı su kaynaklarının yüzde 97'si, aküferlerde depolanmıştır. Son elli yıl içinde küresel nüfus ve gıda talebi ikiye katlandıktan sonra, nehirler ve dereler çevre kirliliğine maruz kaldı. Bu nedenle, içme ve sulamalı tarım için gerekli suyu sağlamak için aküferlerden daha fazla yararlanmaya başladık; bu süreçte de aklımızı başımıza getiren bir keşif yaptık. Aküferlerin çevre kirliliğine yol açan maddelerden korunduğuna ilişkin yaygın izlenime karşın, bilim adamları her kıtada çiftlikler, kentler ve fabrikaların civarında yer alan aküferlerde çevre kirlililiğine ilişkin kanıtlar bulmaya başladılar. Ayağımızın altındaki suların çevre kirliliğinden zarar görebileceğini görmekle kalmadık, yeraltı sularının bazı açılardan yüzey sularından daha fazla kirlenebileceğini de keşfettik. Bu keşfin çok ciddi sonuçları var. Su, dünya yüzeyinde buzullar kadar ağır hareket ettiği için, on yıllar içinde aküferler, çevre kirleten maddelerin biriktiği dev lavabolara dönüştü. Bazı aküferler, içindeki suları oldukça hızlı dönüştürür ve yeniler; Chalk aküferi gibi bazı yeraltı su havzaları ise suyu binlerce yıl boyunca saklarlar. Ama yeraltı sularının aküferde ortalama kalış süresi yaklaşık 1,400 yıl; suyun bir nehirde ortalama kalış süresi ise 16 gündür. Dolayısıyla denize döküldüğü veya sürekli tatlı su eklendiği için, içindeki çevre kirletici maddelerin oranları giderek azalan nehir sularının aksine, aküferde çevre kirletici maddeler birikmeye devam eder. Nehirlerin aksine, aküferlerde çevre kirliliği sürecini geriye döndürmek genellikle imkansızdır. 1 İklim değişikliğinin başlamasıyla birlikte başımızın üzerindeki havanın devasa güçlerin savaş alanı olduğunu keşfetmemiz gibi, su krizi de, çok ağır hareket etse de yeraltı sularının güçlü bir hidrolojik sistemin parçası olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu hidrolojik sistemin içinde dünya, yüzey suları, gökyüzü ve deniz karşılıklı etkileşim içindedir; bu gerçeği göz ardı etmekle kendimizi ciddi bir tehlikeye atıyoruz. Birkaç sene önce insani faaliyetlerin iklimi nasıl etkilediğini düşünmeye başlamışken, Columbia Üniversitesi'nden bilim adamı Wallace Broecker şöyle bir uyarıda bulunmuştu: "İklim sistemi kızgın bir hayvana benziyor ve biz de onu değneklerle dürtüp, duruyoruz". Benzer bir ifade ayaklarımızın altında duran sistem için de kullanılabilir. Yerin altına delikler açıp, yerin atıklarımızı yutup bize tatlı su vermeye devam etmesini beklersek, dünyanın en önemli su kaynağını hiç tahmin etmediğimiz bir biçimde tehlikeye atıyor olabiliriz. Yeraltı Sularına Değer Biçmek İnsanlık tarihinin büyük bir bölümünde yeraltı sularından, yüzey sularının kıt olduğu kurak bölgelerde yararlanılmıştır. Yüzyıllar içinde insan nüfusu arttıkça ve tarım arazileri genişledikçe, su o kadar değerli bir kaynak haline gelmiştir ki, bazı kültürlerde yeraltı sularına ve su arayıcılarına özel güçler atfeden karmaşık efsaneler, mitolojiler geliştirilmiştir. Ortaçağ Avrupası'nda su cadısı olarak adlandırılan kişilerin çatal uçlu bir değnekle su bulabileceğine ve bu kişilerin mistik öngörü sahibi olduğuna inanılıyordu. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında patlayan su talebi, su cadılarının modern çağdaki benzerlerinin büyük bir endüstriye dönüşmesine yol açmıştır. Günümüzde her kıtada, büyük aküferlerin sularından faydalanılmaktadır; yeraltı suları dünya nüfusunun 1.5 2 milyarlık kesimi için en önemli içme suyu kaynağıdır. (Bakınız Tablo 2-1). Doğu Çin'de Huang-Huai-Hai ovasının altında bulunan aküfer tek başına, yaklaşık 160 milyon kişinin içme suyunu temin etmektedir. Dakka, Jakarta, Lima ve Mexico City de dahil olmak üzere, gelişmekte olan dünyanın en büyük kentlerinin bazıları sularının aşağı yukarı tümünü aküferlerden temin etmektedirler. Merkezi su sistemlerinin yeterince gelişmediği kırsal bölgelerde, yeraltı suları genellikle tek su kaynağıdır. Kırsal ABD nüfusunun aşağı yukarı yüzde 99'u ve Hindistan'ın kırsal nüfusunun yüzde 80'i, içme sularını yeraltı sularından temin etmektedir. Yeraltı sularının daha fazla kullanılmasının arkasında, 1950 yılından bu yana sulu tarım uygulamasının artması yatmaktadır. Her yıl kuyular ve nehirlerden çekilen tatlı suyun üçte ikisi, sulu tarımda kullanılmaktadır. Sulu tarım yapılan toprak alanı açısından dünya birincisi ve dünyanın üçüncü büyük hububat üreticisi olan Hindistan'da, yeraltı sularını çıkarmak için kullanılan tüp kuyuların sayısı 1950 yılında 3.000 iken, bu sayısı 1990 yılında 6 milyona çıkmıştır. Halihazırda, Hindistan'da sulanan arazilerin yarısından çoğunda kullanılan su aküferlerden elde edilmektedir. Hindistan'da tarımsal üretiminin yüzde 40'ı yeraltı suları ile sulanan bölgelerden gelmektedir; yani yeraltı sularının gayri safi milli üretime katkısı yüzde 9 civarındadır. Sulamalı tarım arazisi miktarı açısından dünya üçüncüsü olan ABD'de, sulamalı tarım yapılan tarım arazilerinin yüzde 43'ünde yeraltı suları kullanılmaktadır. 2 Tablo 2-1 Bölgelere Göre İçme Suyunda Yeraltı Sularının Oranı, 1990'lı Yılların Sonları1 Bölge Asya-Pasifik Avrupa Latin Amerika ABD Avustralya Yeraltı Sularının İçme Suyundaki Oranı (%) 32 75 29 51 15 Dünya Faydalanan İnsan Sayısı (milyon) 1.000 - 1.200 200 - 500 150 135 3 1.500 -2.000 Yeraltı sularının tüketiminde en büyük rol oynayan sektör, tarımdır; ama diğer sektörlerin su kullanımı da çok hızlı artmakta ve su kullanımı, bu sektörlerde çok daha yüksek kârlar getirmektedir. Endüstride kullanılan bir ton su ortalama 14.000 ABD dolarlık mal üretilmesini sağlamaktadır; bu miktar, hububat üretmek için kullanılan aynı miktarda suyun yarattığı kârın yaklaşık 70 katıdır. Dünya sanayileştikçe, suyun önemli bir bölümü çiftliklerden daha kârlı olan fabrikalara kaymaktadır. Endüstrinin toplam tüketim içindeki payı yüzde 22'ye ulaşmıştır; büyük bir olasılıkla hızla yükselmeye de devam edecektir. Dolayısıyla içme suyu miktarını kısıtlayan sadece kaynağın sınırlı olması değil, aynı zamanda daha güçlü rakiplerle kullanım için yaşanan yoğun rekabettir. Nehirler ve göller sınırlarına dayandıkça, yani çoğunun üzerinde barajlar inşa edildikçe, bu kaynaklar kurudukça veya kirlendikçe, insanlar da su ihtiyaçlarını yeraltı sularından sağlamaya mecbur kalmışlardır. Örneğin Tayvan'da yeraltı sularının, su kullanımı içindeki oranı sekiz yılda iki katına çıkmıştır; bu oran 1983 yılında yüzde 21 iken 1991 yılında yüzde 40'ı aşmıştır. Bir zamanlar su ihtiyacını tamamıyla nehir ve derelerden sağlayan Bangladeş'te 1970'lı yıllarda, ciddi bir biçimde kirlenen yüzey sularının yerine temiz su bulmak adına bir milyonun üzerinde kuyu kazılmıştır. Günümüzde Bangladeş nüfusunun yüzde 95'i, içme suyunu aküferlerden temin etmektedir. Daha zengin ülkelerde, büyük bir olasılıkla yeraltı sularından sağlanan, şişelenmiş kaynak suyu satışları giderek artmaktadır; ABD'de şişe suyu satışları 19781998 yılları arasında dokuz kat artmıştır. Yeraltı sularına bağımlılığımız arttıkça, aküferlerin sayısı da azalmaktadır. Aşağı yukarı her kıtada, büyük aküferlerin hepsi, dolum hızından daha yüksek bir hızla boşalmaktadır. Yeraltı su havzalarının boşalması Hindistan'ın bazı bölgeleri, Çin, ABD, Kuzey Afrika ve Orta Doğu'da çok ciddi bir sorun haline gelmiş, dünyada her sene 200 milyar m3 su açığı yaşanmasına yol açmıştır. Aküferden büyük miktarlarda su çekmek, geride kalan yeraltı sularındaki kirlilik oranını da arttırmaktadır. Bazı vakalarda, kirlenen yüzey suları veya tuzlu okyanus suları boşalan yeraltı sularının yerini almak üzere aküfere akmakta ve aküferlerde depolanan su miktarının daha da azalmasına yol açmaktadır. Sorunun büyümesine yol açan başka bir unsur, hızla boşalan suların, aküferlerde sedimentlerin birikmesine yol açarak, aküferin depolama kapasitesini düşürmesidir. 3 Aküferlerin depolama kapasitesindeki bu düşüş önemli boyutlara ulaşabilir ve bu süreci geriye çevirmek mümkün olmayabilir. Örneğin California'nın Central Valley'sinde aküferlerin yapısının değişmesi yüzünden kaybedilen su depolama kapasitesi, eyalette bulunan insan yapımı rezervuarların yüzde 40'ına eşittir. Biriken ve sıkışan aküfer sedimentleri, üstteki toprağın içeri göçmesine de yol açabilmektedir. Mexico City , Beijing ve 45'ten fazla Çin kentinde bu tür "toprak göçükleri" yaşanmıştır. Fabrikalar, çiftlikler ve evler arasındaki rekabet arttıkça, lüzumlu ekolojik hizmetler için gereken yeraltı suyu miktarını göz ardı etmek de kolaylaşmaktadır. Yeraltı suları gezegenin hidrolojik döngüsünün önemli bir parçasıdır. Yağmur yağdığında, yağmur sularının bir bölümü toprağın altına sızar ve aküferlerde depolanır. Aküfer, yüzyıllar içinde depoladığı suyu yavaş yavaş yüzeye ve en sonunda denize ulaştırır. Dolayısıyla nehirler, göller ve dereler, sadece yağmur sularıyla değil, yüzeye çıkan yeraltı sularıyla da beslenir. ABD Jeolojik Araştırma Kurumu (U.S. Geological SurveyUSGS), ABD'nin farklı bölgelerinde yeralan 54 nehirde yapılan bir çalışma sonucunda, yeraltı sularının nehirlerdeki suyun ortalama yarısını sağladığını bulmuştur. Aküferler her gün ABD'deki yüzey sularına 1.86 km3 su eklemektedir, bu miktar yaklaşık olarak Mississippi nehrinin günlük akışına eşittir. Yeraltı suları, Mississippi, Nijer, Sarı Nehir (Yangtze) ve dünyanın en büyük nehirlerinin bazılarının kaynağına da su temin etmektedir; bu su olmazsa, nehirler bütün yıl boyunca akmaya devam edemez. Kuşlar, balıklar ve diğer yabanıl canlılar için önemli bir yaşam alanı olan sulak alanların suları, aşağı yukarı tümüyle yeraltı sularından gelmektedir; sulak alanlar, yeraltı sularının sürekli olarak yüzeye çıktıkları bölgelerdir. Yeraltı sularının aşırı kullanıldığı yerlerde, nehirler ve sulak alanlar kurumaktadır. Aküferler, yüzey sularının istikrarını korumaya yetecek kadar su sağlamanın yanısıra, yüzey sularının taşmasını da önlerler. Fazla yağmur yağdığında, nehirlerin altındaki aküferler su fazlasını emer, yüzey sularının hızla yükselerek, nehrin yakınındaki arazilere ve köylere akmasını engellerler. Sıcak mevsimin dokuz ay kadar uzun sürebildiği ve muson yağmurlarının çok yoğun yaşanabildiği tropik Asya'da, aküferlerin sunduğu bu ikili hidrolojik hizmet kritik önem taşır. Aküferler, çok fazla yüzey suyunun buharlaşma ile kaybedilmemesini ve tatlı suyun depolanmasını sağlarlar; bu hizmet, su kaybının yüksek olduğu, sıcak ve kıtlık yaşanma eğilimi olan bölgeler için yaşamsal önem taşır. Örneğin Afrika'da her yıl, rezervuarlardan gelen suyun ortalama üçte biri, buharlaşma sonucu kaybolmaktadır. Gizli Krizin İzini Sürmek 1940 yılında yani İkinci Dünya Savaşı sırasında, ABD ordusu Missouri eyaletindeki St. Louis'de Weldon Spring ve komşu kasabalar etrafında 70 km2 arazi almıştı. Amerikan Ordusu daha önce çiftlik evleri ve saman depolarının olduğu yerde, dünyanın en büyük TNT fabrikasını kurmuştu. Bitkilerin bol olduğu bu verimli bölgede inşa edilen fabrikada, patlayıcı madde üretiminde nitrik asitle birlikte gazolinin bir bileşeni olan toluene kullanılıyordu; üretimin doruğa çıktığı dönemde her gün milyonlarca ton patlayıcı üretiliyordu. Üretim sürecinin bir bölümü, TNT'nin saflaştırılmasını gerektiriyordu. Saflaştırma işlemi için, toulene ve nitrik asitin kimyasal reaksiyonu sonucunda ortaya çıkan "nitroaromatik" bileşenlerin temizlenmesi gerekiyordu. Seneler içinde bu kırmızı 4 renkli çamurdan milyonlarca ton üretildi. Atıkların bir bölümü, atık işleme tesislerinde işlendi; ama büyük bir bölümü, işleme tesislerindeki sızıntılı borulardan geçerek, yeraltına sızdı. 1945 yılında ordu bölgeyi terk ettiğinde askerler çevre kirliliğine maruz kalmış binaları yıktılar, ama rengi hafifçe kırmızıya dönmüş toprağı ve fabrika sahasını olduğu gibi bıraktılar. Fabrika alanı onlarca yıl boyunca terkedilmiş durumda, öylece durdu. 1980 yılında ABD Kongresi "Süperfon" yasasını kabul etti, bu yasaya göre ülke içinde zehirli atıklarla kirlenen bir çok sahanın temizlenmesi gerekiyordu. Weldon Spring, bu listede yer alan, yüksek öncelikli sahalardan biriydi. Ordu İstihkam Bölüğü bölgeyi temizlemekle görevlendirildi; ancak işçilerin tespitleri, istihkam bölüğünde görevli mühendisleri çok şaşırttı. Fabrikayı çevreleyen toprak tabakasının ve bitkilerin, nitroaromatik maddelerle dolu olduğunu tahmin ediyorlardı; ama kirlilik kaynağı tek ve bir yerde olduğu için, fabrikadan kilometrelerce uzaktaki kuyular ve kasabalarda bile zehirli maddelerin mevcut olabileceğini hiç kimse öngörmemişti.. Jeologlar TNT fabrikasının altındaki yeraltı sularının büyük ölçüde kirlendiği sonucuna vardılar; kireç tabakasındaki çatlaklar yüzünden kirlenen sular, 35 yıl içinde aküferin diğer bölümlerine de sızmıştı. Kötü planlamanın, kirlenmeye duyarlı jeolojik yapılarla bir araya gelmesi yüzünden Weldon Spring'in hikayesi, istisnai bir durum gibi gözükebilir. Ama Weldon Spring istisna olmaktan çok uzaktır. ABD'nın her yerinde, Avrupa, Asya ve Latin Amerika'nın kimi bölgelerinde, insan faaliyetleri yüzünden her an çevreyi kirleten yüzlerce madde aküferlere sızmakta ve yeraltı sularını kirletmektedir. Bu durum, doğal olarak bütünüyle yeni bir olgu değildir. Yeraltı, ister ölüler, ister çöpler, ister lağım suları için olsun, daima atık maddelerin biriktiği bir çöp tenekesi işlevi görmüştür. Ama yirminci yüzyıldan önce bu uygulamalar, yeraltı sularına genellikle ciddi bir zarar vermemiştir. Kullanılan malzemelerin hacmi arttıkça, bilim adamları yüzyıllar önce varolmayan binlerce kimyasal keşfettikçe, durum değişmeye başlamıştır. Yeni maddelerin çoğu, çevrede daha uzun bir süre varolmakla kalmazlar, aynı zamanda daha önce üretilen benzerlerine göre daha da zehirlidirler. Günümüzde kullanılan tarım ilaçlarının çoğu, 1975 yılında satılanlardan 10 ilâ 100 kat daha güçlüdür. Dünyanın bir çok bölgesinde, 30-40 sene önceki uygulamaların yol açtığı çevre kirliliğinin etkilerini, yeni yeni keşfediyoruz. Weldon Spring'te olanlar, suyumuzun nerede kirleneceğini veya çevre kirleten maddelerin ne zaman ortaya çıkacağını bilmediğimizi gösteriyor. Kimyasal bir maddenin yüzeyden geçip, yeraltı sularına karışması genellikle aylar veya yıllar sürdüğü için, halihazırda aküferlere verdiğimiz zarar, onyıllar sonra ortaya çıkabilir. Dünyanın bir çok bölgesinde 30-40 sene önceki uygulamaların yol açtığı çevre kirliliğinin etkilerini yeni yeni keşfediyoruz. Ortaya çıkarılan en ciddi çevre kirliliği vakaları soğuk savaş dönemi, nükleer silah denemeleri ve silah yapımından kaynaklanıyor . Çevreyi kirleten maddeler bir kere yeraltı sularına karıştıktan sonra, bu maddelerden kolay kolay kurtulunamıyor. Aküferler genellikle topraktan daha az çözülmüş oksijen, mineral, mikrop ve organik madde içerdiği için, kimyasal maddelerin çözülmesi çok daha zor oluyor. ABD'deki Ogallala aküferi gibi devasa aküferler çok büyük bir alana yayılıyorlar; örneğin Ogallala sekiz orta batı eyaletini 5 kaplıyor. Bu devasa jeolojik oluşumlar büyük miktarlarda su içeriyorlar; ancak bu aküferlere erişim ve temizleme imkanı çok sınırlı. Bu gizli kriz yavaş yavaş ortaya çıktı, sorunun boyutlarını anlamaya yeni yeni başlıyoruz. Hidrologlar ve sağlık yetkilileri bile, dünyanın çeşitli bölgelerindeki su kirliliğinin boyutları konusunda belli belirsiz bir fikre sahipler. Çok az ülke aküferlerinin durumunu düzenli bir şekilde takip ediyor; aküferlerin boyutları ve erişim zorlukları, aküferlerin sağlığını izlemeyi çok pahalı bir uğraş haline getiriyor. Yine de elimizdeki verilerden yola çıkarak, sorundan etkilenen bölgelerin kabaca haritasını çıkarmak ve bu bölgelerin karşı karşıya bulunduklarını sorunları anlamak mümkün (Bakınız Tablo 2-2). ABD Jeolojik Araştırma Kurumunda (USGS) çevre kimyageri olarak çalışan Jack Barbash, gelecekte yeraltı sularına neler olacağını tahmin etmek ve alarm durumuna geçmek için pahalı testleri beklemek zorunda olmadığımızı söylüyor. "Şangay veya Kalküta'daki aküferlerde ne olduğunu bilmek istiyorsanız, yüzeyin üstünde ne kullanıldığına bakmanız yeter" diyor. "Yirmi yıl boyunca bir alanda DDT kullanıyorsanız, yeraltı sularında bulacağınız kimyasallardan biri DDT olacaktır" diyerek konuşmasına devam ediyor. Atık üreten ve kimyasal maddelere dayanan günümüz ekonomisinin gelecekte yol açacağı sonuçlar, bir kuşak boyunca tam olarak ortaya çıkmayacak olsa da, Barbash ve diğer bilim adamları, halihazırda varolan tüketim ve atık alışkanlıkları sürdüğü takdirde, sonuçların ne kadar ciddi olacağı konusunda bir fikir edinmeye başlıyorlar. Ağır Ağır İlerleyen Azot Tarım alanlarına uygulanan kimyasal gübreler ve zirai ilaçlar, dünyanın bir çok bölgesinde yeraltına sızmıştır. Çiftçiler, 1950'li yıllarda üretimi arttırmak için azot bazlı gübre kullanımını yirmi kat çoğaltmışlardı. Oysa bitkiler, büyük dozlarda verilen besleyici maddelerin tamamını kullanamazlar. Kuzey Çin'de 140.000 km2'lik bir alanda yapılan araştırma, tarım alanlarında kullanılan azotun sadece yüzde 40'ının kullanıldığını ortaya çıkarmıştır. ABD Ulusal Araştırma Konseyi (U.S. National Research Council), ABD'de bitkilere uygulanan azotun üçte biri veya yarısının boşa gittiğini tahmin etmektedir. Oksijen içeren (aerobik) ortamlarda azot, azot nitrata yani bitkiler tarafından daha kolay kullanılan bir biçime dönüşmektedir. Kullanılmayan nitratın büyük bir bölümü yağmur ve sulama suyuna karışmakta ve en sonunda da toprağın altına sızarak, yeraltı sularına karışmaktadır . 6 Tablo 2-2 Yeraltı Su Havzalarını Tehdit Eden Ana Tehlikeler Tehlike Tehlike Kaynağı Nitrat Kimyasal gübre fazlası; büyükbaş hayvan dışkısı; lağımlar Zirai ilaçlar Tarım alanları; bahçeler, golf sahaları, çöplük sızıntıları Petrokimya ürünleri Yeraltındaki petrol depolama tankları Klorinli çözücüler Metal ve plastiklerde uygulanan yağdan arındırma işlemleri; elektronik ve uçak sanayii Doğada doğal haliyle bulunur Arsenik Yüksek Konstrasyonun Çevre ve Sağlık Üzerindeki Etkisi Beyne ulaşan oksijen miktarını kısıtlar, bebeklerde ölüme neden olabilir (mavi bebek sendromu), sindirim sistemi ve diğer kanserlere yol açabilir; yüzey sularında alg oluşumlarına ve ötrofikasyona yol açabilir Organoklorinler doğal yaşamda üretim ve endokrin sistemi bozuklarına yol açmaktadır, organofosfat ve karbamatlar sinir sisteminde tahribat ve kansere yol açabilir Benzin ve diğer petrokimyasallar düşük dozlarda bile kansere yol açabilir Üreme bozuklukları ve bazı kanserlerle bağlantılı olduğu düşünülmektedir. Sinir sistemi ve karaciğerde tahribat; cilt kanseri Sinir sistemi ve böbreklerde tahribat, metabolizma bozuklukları Bazı kanser türlerinin riskini arttırması Diğer ağır metaller Maden atıkları ve posası; çöplükler; zehirli atık depoları Radyoaktif maddeler Nükleer denemeler tıbbi atıklar Florit Doğada bulunur olarak Diş sorunları; omurga ve kemiklerde tahribat ve sakat kalma Tuzlar Deniz suyunun karışması Sulama ve içme suyu amacıyla tatlı suyun kullanılamaz hale gelmesi doğal ve 7 Risk Altına Bulunan Ana Bölgeler ABD'nin Ortabatı ve Orta Atlantik eyaletleri; Kuzey Çin ovası, Kuzey Hindistan, Doğu Avrupa'nın bazı bölgeleri ABD'nin bazı bölgeleri, Çin, Hindistan ABD, İngiltere, eski Sovyetler Birliği'nin bazı bölgeleri California, Asya'nın bölgeleri Doğu sanayi Bangladeş, Batı Bengal, Hindistan, Nepal, Tayvan ABD, Orta Amerika, Doğu Avrupa ABD'nin batısı, eski Sovyetler Birliği'nin bazı bölgeleri Kuzey Çin, kuzeybatı Hindistan, Sri Lanka, Tayland ve Doğu Afrika'nın bazı bölümleri Çin'in ve Hindistan'ın sahil şeridi, Meksika ve Florida'nın Körfez sahili, Avustralya, Tayland Tarım arazilerinde kullanılan kimyasal gübre fazlasına, tarım hayvanlarından gelen atıklar ve kentlerin lağımları eklenmektedir; organik atık ve lağımların nitrat içeriği yüksektir. Çevreye karışan önemli bir besleyici madde kaynağı, büyük baş hayvanların atıklarıdır. Atık hacmi, sorunun ciddi boyutlara ulaşmasına neden olmaktadır. ABD'de çiftlik hayvanları, insanların 130 katı atık üretmekte, sonuç olarak milyonlarca ton inek ve domuz dışkısı nehirlere, oradan da yeraltı sularına karışmaktadır. Kent atık sistemlerindeki taşkınlar ve sızıntılar yüzünden oluşan atıklara, kent bahçelerinden, golf sahalarından gelen gübre fazlası ve çöp sahalarından sızan atıklar eklenmektedir. Yeraltı sularındaki nitrat kirlenmesi, özellikle insan nüfusunun en yoğun ve tarımda verimlilik talebinin yüksek olduğu yerlerde ciddi boyutlara ulaşmıştır. Kuzey Çin illeri Beijing, Tianjin, Hebei ve Shandong'da incelenen yerlerin yarısından çoğunda, yeraltı sularındaki nitrat konsantrasyonu litre başına 50 milligramdan (mg/lt) yüksektir. Dünya Sağlık Örgütü'nün (WHO) standartlarına göre, sudaki nitrat düzeyi en fazla 45 mg/litre olmalıdır. Bazı bölgelerde nitrat konsantrasyonu 300 mg/litreye kadar yükselmiştir. Testler 1995 yılında yapıldığı ve arada geçen altı yıl içinde gübre kullanımı arttığı için, nitrat düzeylerinin günümüzde daha da yüksek olması kuvvetle muhtemeldir. Çin'in nüfusu (ve gıda talebi) arttıkça ve daha fazla tarım arazisi kentleşme, sanayileşme, erozyon ve besleyici madde eksikliğine kurban verildikçe, sudaki nitrat düzeyi daha da artabilir. Diğer bölgelerden gelen raporlarda da benzer sonuçlar görülmektedir (Bakınız Tablo 2-3). Hindistan'ın ekmek sepeti olarak nitelenen ve yoğun bir biçimde azotlu gübre kullanılan eyaletleri Pencap ve Haryana, 1990'ların başında incelenmiş ve bu eyaletlerde nitrat düzeylerinin güvenlik sınırının 5 ilâ 15 katına çıktığı görülmüştür. USGS, 1990'lı yılların ortasında, araştırma yapılan tarım ve kent alanlarının altındaki yeraltı su havzalarında nitrat düzeylerinin, güvenli sınırların üstünde nitrat içerdiğini bulmuştur. Nebraska gibi bazı eyaletlerde kuyuların üçte birindeki sular, güvenli düzeylerden yüksek oranlarda nitrat içermektedir. Aküferlerin kirlenme eğilimi üzerine çok fazla tarihsel veri yoktur; ancak yapılan bir çok çalışma, gübre kullanımı ve nüfus arttıkça nitrat yoğunluğunun arttığını göstermektedir. Örneğin California'nın Central Valley'sinde yeraltı sularındaki nitrat düzeyi, gübre kullanımının altı katına çıktığı 1950-1980 yılları arasında, 2.5 kat artmıştır. 1940'lı yıllardan bu yana Danimarka'daki yeraltı sularındaki nitrat düzeyi ise üç katına çıkmıştır. Nitrat içme suyuna karışınca ne olur? Nitrat, yüksek oranlarda, yani 45 mg/litrenin üzerinde tüketildiğinde, bebeklerde "mavi bebek sendromu" olarak da bilinen methemoglobinemia'ya yol açar. Gastrik asit seviyesi düşük olduğu için, bebeklerin sindirim sistemi nitratı, nitrite dönüştürür ve nitrit de kanın oksijen taşıma kapasitesini azaltır ve bebeğin, boğulma veya nefes alamama yüzünden ölmesine neden olur. 1945 yılından bu yana dünya çapında 3.000 "mavi bebek" vakası bildirilmiştir; bunların yaklaşık yarısı, özel kuyularda oldukça yüksek nitrat düzeylerine rastlanan Macaristan'dadır. Keçiler, koyunlar ve inekler gibi büyükbaş hayvanlar da bebekler gibi methemoglobinemia'ya kolayca yakalanabilmektedirler; bunun nedeni, geviş getiren hayvanların sindirim sistemlerinin nitratı hızla nitrite dönüştürmesidir. Nitratın kadınlarda düşüğe ve Hodgkins-dışı lenf kanseri riskinin artmasına yol açtığına ilişkin bulgular da mevcuttur. Sindirim yolu kanserlerine yol açtıkları da iddia edilmektedir; 8 ancak nitrat ve bu tür kanserler arasındaki epidemiyolojik bağlantı hâlâ kesinleştirilememiştir. Tarım alanlarında, yeraltı sularında nitrat kirlenmesi, ikilem yaratacak sonuçlar doğurabilir. Nitrat yüklü su, tarım alanlarını sulamak için kullanıldığında üretimin artması yerine azalmasına neden olabilir. Örneğin Libya'da, 50 mg/litreden fazla nitrat içeren suyla sulanan asma kütükleri, aşağı yukarı hiç meyve vermemiştir. Çok fazla nitrat, bitkilerin bağışıklık sistemini de zayıflatabilir ve onları, hastalıklara ve zirai zararlılara karşı daha dayanıksız ve savunmasız hale getirebilir. Aşırı gübre kullanımı buğday bitkisinin bir tür mantar hastalığı olan buğday pasına karşı daha dayanıksız hale gelmesine yol açmaktadır; ağaçlar ise çok daha kolayca tutuşabilmektedir. Nitrat düzeyinin 30 mg/litrenin altında olması ve kimi zaman 5 mg/lt kadar düşük olduğu durumlarda ise, bitkiler daha geç olgunlaşmakta, kimi zaman bitki kökleri zarar görmekte, dalları ve kolları zayıfladığı için bitki kendi ağırlığını taşımakta zorlanmaktadır. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), sulama suyunda çok fazla azot bulunmasının genellikle, çok fazla gübre kullanımıyla aynı etkiyi yarattığını bildirmektedir. Tablo 2-3 Seçilmiş Bölgelerde Yeraltı Sularındaki Yüksek Nitrat Düzeyleri, 1990'lı Yıllar Bölge Nitrat Düzeyi Kaynak Kuzey Çin Araştırma yapılan yerlerin yarısından fazlasında 50 mg/lt'nin üstünde Araştırma yapılan kuyuların yarısından fazlasında 50 mg/lt'nin üstünde Tarım arazisinden gelen sular Muz plantasyonlarının altındaki kuyularda 70 ilâ 265 mg/lt arasında değişiyor Küçük kasabaların yakınındaki kuyularda 50 ilâ 500 mg/lt arasında değişiyor Araştırma yapılan yeraltı sularının yüzde 35'inden fazlasında 50 mg/lt'nin üstünde Araştırma yapılan 142 noktada 50 mg/lt'nin üstünde Araştırma yapılan yerlerin yarısından fazlasında sığ yeraltı sularında 45 mg/lt'nin üstünde Araştırma yapılan örneklerin yüzde 35'inde 45 mg/lt'nin üstünde Muz plantasyonlarında aşırı azotlu gübre kullanımı Yogyakarta, Endonezya Kanarya Adaları Orta Nijerya Romanya Doğu Anglia, İngiltere Yukatan Meksika Yarımadası, Nebraska ve Kansas, ABD Lağım tankları İnsan ve hayvan dışkıları Arıtma işlemine tabii tutulmayan lağımlar Tarım arazilerinden sızan gübreler Evcil hayvan ve insan gübresi; tarımsal atıklar Tarım arazilerinden gelen sular Verilere göre bulunan değerler, WHO'nun belirlediği sağlıklı içme suyu oranı olan litre başına 45 mg/lt değerinin üstündedir. Yeraltı suyundaki nitrat, yüzey ekosistemlerine de zarar vermektedir. ABD'nin Orta Atlantik eyaletlerindeki Chesapeake Körfezi örneğini ele alalım. Bir zamanlar gelişen bir ekosistem ve verimli bir balık yatağı olan körfez, halihazırda besleyici madde fazlasının doğurduğu sonuçlardan muzdariptir. Her gün aşırı miktarda azot ve fosfat, bölgedeki tavuk çiftliklerinden, tarım alanlarından, lağım şebekelerinden sızarak, körfezin sularına karışmaktadır; bu suların içerdiği besleyici maddeler alg 9 oluşumlarının gelişmesini teşvik etmiş ve körfezin yüzeyi alglarla kaplanmıştır. Bu devasa alg oluşumları, kuşların gıdası, balıklar ve kabuklu deniz canlılarının evi olan deniz otları için gerekli olan güneş ışığının yolunu keserek, yavaş yavaş ekosistemi öldürmektedir. Alglar ölüp, çözülmeye başladıklarında da sudaki oksijeni emmekte ve diğer deniz canlılarının ölümüne neden olmaktadırlar. Nitratın kadınlarda düşüğe ve Hodgkins-dışı lenf kanseri riskinin yol açtığına ilişkin bulgular da mevcuttur. Körfezin içinde bulunduğu acıklı durum, bölgede yaşayan bir çok insanın endişe duymasına yol açmıştır; ancak bu kişilerin büyük bir bölümü, ekosistemin çöküşünde yeraltı sularının oynadığı rolden haberdar değildir. Körfeze dökülen besleyici maddelerin yaklaşık yarısı, doğrudan aküferler veya bölgenin nehirleri aracılığıyla körfeze taşınmaktadır. Yeraltı suları, her gün Chesapeake Körfezi'ne dökülen nehir ve derelerin suyunun, yani 190 milyar litre suyun yarıdan fazlasını temin etmektedir. Yeraltı sularına erişen kimyasal miktarını belirleyen birden çok faktör vardır; toprakta kullanılan kimyasal miktarı, bölgenin jeolojik yapısı, iklim, tarım uygulamaları, kimyasalın özellikleri, örneğin su içinde ne kadar hareketli veya çözünebilir olduğu gibi. Aküferler bir çok bölgede parçalı bir yapıya sahiptir; kaba-yapılı ve kolayca su geçiren toprakların altındaki aküferler kirlenmeden daha çok etkilenmektedir. Aynı sorun, güneydoğu Washington'un patates ve mısır tarlalarının altında bulunan bazalt, kum ve çakıl aküferler için de söz konusudur. Bu arazilerde yoğun bir şekilde sulamalı tarım uygulanmakta, dolayısıyla yerin altındaki su havzalarına, su ve kimyasalların akış hızı artmaktadır. Bazı yeraltı su havzaları kirlenmeye karşı daha korunaklı olabilirler. ABD'nin ortabatısında kimi yerlerde görülen ve suyu oldukça zor geçiren kil tabakası, su ve kimyasalların yeraltına sızmasını önlemektedir. Drenaj kötü olduğu için, bölgedeki çiftçiler su fazlasından kurtulmak için kiremit oluklar inşa etmişlerdir. Sonuçta, tarımda kullanılan kimyasallar topraktan süzülmeden göllere ve nehirlere akmaktadır; bölgenin yüzey sularında ülkenin en yüksek nitrat oranlarına rastlanmasının nedeni de budur. Tarım alanlarının ormanlar ve koruluklara bitişik olduğu bölgelerde ise, yeraltı sularındaki nitrat düzeyleri önemli ölçüde düşmektedir. Bunun nedeni, ormanlık alanların, azotun nitrata dönüşmesini önleyen koşullar yaratmasıdır. Bitki örtüsü de filtre görevi görebilir, yeraltı sularına karışmadan önce yüzey sularındaki besleyici maddelerin bir kısmını emebilir. Besleyici maddelerle dolu olan Chesapeake Körfezi’nin su havzasında, tarım alanları ile ormanlık bölgelerin içiçe geçtiği bölgelerde yeraltı sularındaki nitrat düzeyleri, diğer bölgelerden çok daha düşüktür. Öte yandan, bolca gübrelenen açık tarım arazilerinin altındaki yeraltı sularında nitrat düzeyinin yüksek çıkma ihtimali çok daha fazladır. Musluk Suyunda Zirai İlaçlar Zirai ilaçların amacı öldürmektir. 1940'lı yıllarda ilk sentetik tarım ilacının kullanılmaya başlamasından ancak seneler sonra, bu kimyasalların insanlar da dahil olmak üzere zarar vermesi planlanmayan canlıları da öldürdüğü anlaşılmıştır. Zirai ilaçların sağlık açısından tehlikelerinin kabul edilmeye başladığı 1960'lı yıllarda bile, tehlikenin, kimyasalların bitkiler ve hayvanlar için kullanılmasından kaynaklandığı düşünülüyordu, yeraltı sularına sızmasından değil. Zirai ilaçların çok küçük bir 10 bölümünün üst toprak tabakalarına erişeceği, kimyasallar toprak tabakasına erişse bile daha derine inmeden parçalanacağı düşünülüyordu. Sonuçta toprağın, içinden geçen suyu arıtan, doğal bir arıtıcı olduğu biliniyordu.Bakteri veya küf türü doğal çevre kirleticiler gibi endüstriyel veya tarımsal kimyasalların da, su topraktan geçerken süzüleceği ve arıtılacağına inanılıyordu. Son 35 yılda güvenliğimiz konusunda yaptığımız bu varsayımın doğru olmadığını gördük. ABD, Batı Avrupa ve Güney Asya'da aşırı zirai ilaç kullanımı yüzünden yeraltı sularının kirlendiğini gösteren örnekler ortaya çıktı. Örneğin ABD'de 1990'lı yılların ortalarında örnek alınan kırsal bölgedeki kuyuların yaklaşık yüzde 60'ında, zirai ilaçlarda kullanılan kimyasal bileşikler bulundu. Tarımsal ilaçlar kent bahçelerinde ve golf sahalarında, istenmeyen bitkiler, ayrık otlarından kurtulmak, sivrisinek ve hastalık taşıyan böcekleri öldürmek amacıyla kullanıldığı için, kentlerin ve banliyölerin altındaki aküferler de zirai ilaçlarla doludur. Artık zirai ilaçların sadece aküferlere sızmakla kalmayıp, kimyasalın kullanımına son verilmiş olsa bile, yeraltı sularında kaldığını biliyoruz. Örneğin organoklorinden yapılan tarım ilacı DDT, otuz sene önce yasaklanmasına karşın hâlâ ABD'deki yeraltı sularında mevcuttur. 1977 yılında yasaklanmadan önce meyve bahçelerinde ve bağlarda yoğun bir şekilde kullanılan ve toprak mantarını önleyen DBCP'ya (dibromokloropropan) California'daki San Joaquin vadisindeki su kaynaklarında hâlâ rastlanmaktadır. 1971-1988 yılları arasında USGS'nin örnek aldığı 4.507 kuyunun en az üçte birinde, içme suyu standartlarına göre izin verilen maksimum dozun en az 10 katı düzeyinde DBCP'ye rastlanmıştır. Atlanta civarında termitleri kontrol etmek için kullanılan ve 1987 yılında yasaklanan bir organoklorin olan diedrin, 1990'lı yılların ortalarında yapılan testlerde kentteki su kuyularında bulunmuştur. Organoklorinlerin hâlâ yaygın bir biçimde kullanıldığı bölgelerde risk artmaya devam etmektedir. Merkezi Çevre Kirliliği Kontrol Heyeti, Doğu Hint eyaletleri Batı Bengal ve Bihar'da yarım yüzyıl boyunca kullanıldıktan sonra, yeraltı sularında DDT miktarlarının 4.500 mg/lt kadar yüksek oranlarda çıktığını bulmuştur; bu oran kabul edilebilir miktardan binlerce kat daha yüksektir. Organoklorinler, vücuttaki doku ve yağlarda biriktiği ve besin zincirinde bir üst aşamaya geçildiğinde yoğunluk arttığı için özellikle tehlikelidirler. Son yıllarda, kimya şirketleri çok daha zehirli, ama çok daha kısa ömürlü olduğu için ekolojik açıdan daha az zararlı kabul edilen yüzlerce bileşik geliştirmiştir. Zirai ilaçların sürekliliği, kimyasalın yarı ömrüne, yani kimyasalın yarı kütlesinin toprakta ne sürede çözüldüğüne bakarak hesaplanır. Bilim adamları, zirai ilaçların yeraltı sularında toprakta olduğundan çok daha uzun süre kalabildiğini öğrendiler. Örneğin zararlı bitkilere karşı kullanılan bir tarım ilacı olan alachor’un topraktaki yarım ömrü 20 gün, yeraltı suyundaki yarı ömrü ise yaklaşık 4 yıldır. Organoklorinlerin yerini alan zirai ilaçların büyük bir kısmının, insanlar ve doğal hayat için çok zehirli oldukları bilinmektedir. Örneğin böcek öldürücü ilaçlarda kullanılan organofosfat ve karbamat, nöro-toksin, yani sinir sistemine zarar veren zehirlerdir. Alachor, atrazine ve triazine de dahil olmak üzere yeraltı sularında görülen böcek öldürücülerin çoğunun, vücudunun üreme sistemini bozduğu veya kesintiye uğrattığına inanılmaktadır. Zirai ilaçların çoğunun kansere yol açtığı, 11 bağışıklık sistemini baskıladığı veya çocuklarda gelişim sürecini sekteye uğrattığı bilinmektedir. Tarım arazilerinin çoğunda değişik zararlılar, ayrık otları ve hastalığa yol açan organizmaları öldürmek için farklı toksinler kullanıldığı için, genellikle zirai ilaçlar değişik kimyasal bileşiklerinden oluşur. USGS, ABD'de araştırma yapılan arazilerin dörtte birinde, yeraltı sularında bir veya birden fazla zirai ilaç bulunduğunu bulmuştur (Bakınız Tablo 2-4). Washington ve Idaho eyaletlerinin altında yer alan orta Columbia Platosu aküferinde, su örneklerinin üçte ikisinde birden çok zirai ilaç izi bulunmuştur. Yeraltı suyunda zirai ilaca rastlanmadığı durumlarda da, tarımsal ilaç çözüldüğünde ortaya çıkan elemanlara veya bu kimyasalların bozulmuş türlerine rastlanmaktadır. USGS'de çalışan araştırmacılar yeraltı sularını incelediklerinde, zararlı bitkilere karşı kullanılan ilaçların elemanlarına, orijinal bileşikten daha sık rastladılar. Örneğin Iowa'da test edilen kuyuların sadece yüzde 1'inde 0.2 mikrogram/litrenin üstünde alachor bulunmasına karşın, kuyuların yarısından fazlasında ilacın elemanları mevcuttu. Bu bileşikler orijinal zirai ilaç kadar, çoğu zaman da ondan daha sürekli ve zehirli olabilirler. 1990'lı yılların ortalarında ABD'de yapılan bir araştırmaya göre kırsal bölgede örnek alınan kuyu sularının yüzde 60'ında zirai ilaçlar mevcuttu. Bilim adamları bu kimyasallar bir araya geldikleri zaman ne olacağından emin değiller. Kullanılan yüzlerce zirai ilaç için su kalitesi standartları yok. ABD Çevre Koruma Kurumu (EPA) bu bileşiklerin sadece 33 tanesi için içme suyu kalitesi standartları geliştirmiş durumda. Yeraltı sularına sızmakta olan sonsuz sayıda toksik bileşen için geliştirilmiş bir standart ise yok. Bu kimyasalların bir araya gelmesi sonucunda, etkisi artan veya sinerjik sürprizler yaşayacağımıza ilişkin işaretler de mevcut. Wisconsin Üniversitesi'nden araştırmacılar yeraltı sularında, ABD tarım arazilerinin altında sıkça bulunan bir bileşim olan aldicarb, atrazin ve azot bileşiklerinin etkisini araştırdıklarında, "yeraltı sularında çevre kirletici maddelerin tek başına bulunduğu durumlara kıyasla, bileşiklerin bir arada bulunması durumunda çok daha fazla biyolojik tepki oluştuğunu" buldular. Örneğin teker teker kimyasallara verilmeyen, ama bileşiklere verilen bir tepki, tiroid hormonu salgılarındaki oynamalardır. Bir başka araştırma, böcek ilacı spreyi kullananların çocuklarında böcek ilaçları bileşimlerinin fetüste anormalliğe rastlama ihtimalini yükselttiğini ortaya çıkartmıştır. Her ne kadar bu kimyasallar daha çok içme sularını etkiliyor olsa da, zirai ilaçlarla yüklü yeraltı sularının yüzeye pompalanıp, tekrar sulama amacıyla kullanılması sonucunda neler olabileceği sorusu da endişe yaratmaktadır. Sonuçlardan birinin ürün miktarının azalması olacağı açıktır. 1990 yılında, Senato Teknolojik Değerlendirme Bürosu, sığ yeraltı sularında bulunan zirai ilaçların ürünlerin köklerini "budadığını" ve bitkinin büyüme hızını yavaşlattığını bildirmiştir. Zirai ilaçlar konusunda yapılan araştırmaların büyük bir bölümünün ılıman bölgelerde yapılmış olmasına karşın, bu kimyasallar tropik bölgelerde yer alan yeraltı suları için de ciddi bir tehlike oluşturmaktadır. Araştırmacılar Barbados'daki şeker kamışı plantasyonlarının altında o kadar yaygın bir atrazine kirlenmesi saptamışlardır ki, kimyasalın adanın mercan kireçtaşı aküferlerinde "adeta her yerde" olduğu sonucunu 12 Tablo 2-4 ABD'de Yeraltı Sularında Kirlenme, Seçilmiş Bazı Kimyasallar, 1990'lar Kimyasal Grubu Nitrat Zararlılara kullanılan İlaçlar Uçucu 2 Bileşikler Madde Karşı Zirai Organik Tek Bir Kimyasal İçin Güvenli İçme Suyu Standartlarının Üstünde Olan Yerlerin Sayısı Yeraltı Sularının Test Edilen Kimyasal Maddelerin En Az Birini İçeren Yüzdesi Yeraltı Suyunda Bir Gruptan Bir veya Daha Çok Kimyasal (%) 71 50 uygulanamaz 25 15 İstatistiki önemsiz 473 29 6 1 açıdan 1 Genellikle nitratlara, zirai ilaç kalıntılarına rastlanan aküferlerde de rastlanmaktadır. UOB'lerin küçük bir bölümü zararlılara karşı zirai ilaç olarak da kullanılmaktadır. 3 Örnekler sadece kentlerden alınmıştır. 2 çıkarmışlardır. Barbados'ta yaşayan insanlar su gereksinimlerinin aşağı yukarı hepsini bu aküferden temin etmektedirler. Toprağın kumlu ve geçirgen olduğu Sri Lanka'nın kuzey batı sahilinde sebze bahçelerinin altındaki yeraltı sularında da yüksek karbofuran ve karbofenol düzeyleri saptanmıştır. Karbofuran toprağı ilaçlamak için kullanılan bir zirai ilaç, karbofenol ise bu kimyasalın daha uzun süre doğada kalan elemanlarından biridir. Her Yere Yayılan Uçucu Organik Bileşikler California'daki San Jose kenti, dünyanın yüksek teknoloji başkentidir. Arabayla kente girdiğinizde, bilgisayar endüstrisinin bal dök yala titizliğinin altında ne gibi pisliklerin gizli olduğunu hayal etmekte zorlanabilirsiniz. Silikon Vadisi, ABD'de kendisiyle aynı boyutlara sahip bir alana göre çok daha fazla sayıda Superfon temizleme sahası içermektedir. Vadideki çevre kirliğinin göstergesi ise duman saçan fabrika bacaları değil, çevre kirliliğine maruz kalmış olan aküferlerdir. Kirliliğin kaynağı mı? Elektronik firmalarının atıklarını, kullandığı kimyasalları ve klor içeren çözücüleri depolayan ve sızdıran binlerce yeraltı tankı. Sanayileşmiş ülkelerde çöplüklerde dolgu malzemesi olarak kullanılamayacak kadar zehirli atıklar, düzenli bir şekilde yeraltı tanklarına gömülmektedir. Tanklar eskidikçe de, kaçınılmaz olarak sızıntı başlamaktadır. Şubat 2000 tarihi itibariyle, ABD'deki yeraltı tanklarından 386.000 sızıntı olduğu teyit edilmişti. Silikon Vadisi’nde yerel yeraltı su havzası yetkilileri, teftiş ettikleri tankların yüzde 85'inde çatlak olduğunu saptamıştır. ABD'de her hangi bir benzin istasyonuna girdiğinizde büyük bir olasılıkla, yeraltı suları açısından ikinci yaygın tehlikenin üzerinde park etmiş olursunuz, petrolün depolandığı yeraltı tankları. Kimyasal çözücüleri depolayan tanklar gibi, bu tankların çoğu, yerlerine bundan yirmi-otuz yıl önce yerleştirilmiştir. Beklenen ömürlerinin üzerinde bir süre boyunca oldukları gibi bırakılan bu tankların çoğu iyice paslanmış ve içindeki kimyasalların düzenli bir şekilde yeraltına sızmasına olanak verir hale gelmişlerdir. ABD Çevre Koruma Kurumu (EPA) ABD'de 100.000 tankın sızıntı yaptığını tahmin etmektedir. 1993 yılında petrol devi Shell, İngiltere'deki 1.100 13 benzin istasyonunun üçte birinin su ve toprak kirliliğine neden olduğunu bildirmiştir. Tanklar yeraltında olduğu için, bu tankları tamir etmek veya çıkartmak çok pahalıya mal olmaktadır. Bazı durumlarda sızıntı yıllarca devam etmektedir. Petrol ve petrol ile bağlantılı kimyasalların, yani benzin, toulene, ve karbon monoksit emisyonlarını azaltmak için benzine eklenen bir oksijen karışımı olan MTBE gibi katkı maddeleri, ABD'deki yeraltı sularında en sık rastlanan çevre kirletici maddelerdir. Hem petrokimyasallar hem de klorlu çözücüler uçucu organik bileşikler (UOB) olarak bilinen sentetik kimyasallardır; bu kimyasallar, kimyasal ve fiziksel özellikleri nedeniyle hava ve su arasında serbestçe hareket edebilmektedir. Kentler ve sanayi bölgelerin altındaki su havzalarında sık sık uçucu organik bileşiklere (UOB) rastlanmaktadır. 1985-95 yılları arasında, kentlerin yakınındaki kuyulardan alınan örneklerin yaklaşık yarısında UOB görülmüştür. Bu bölgelerde yaşayan 35 ilâ 50 milyon insanın kullandığı içme suyunda, bu kimyasallar değişik oranlarda mevcuttur. Kimyasal çözücüler bir çok açıdan, yeraltı suyunu kirletmek için mükemmel adaylardır. İdeal aday olmalarının nedeni, üretimlerinin ve kullanımlarının yaygın olmasıdır. 1935 yılında 150.000 tondan az olan sentetik organik bileşik üretimi, 1995 yılında 150 milyon tona çıkmıştır; artık bu bileşiklere boyalarda, yapıştırıcı maddelerde, gazda, plastikte ve günlük hayatta kullandığımız yüzlerce üründe rastlanmaktadır. Bu bileşikler elektronik, uçak ve uzay sanayinde temizlik ve yağdan arındırma işlemleri için kullanılmaktadır. Fotoğraf basımı ve kuru temizleme işlemleri yapan küçük işletmeler de bu bileşikleri kullanmaktadır. Çevre kirliliğinin ikinci nedeni, klorlu çözücülerin kimyasal ve fiziksel özellikleridir. Bu bileşikler toprağa yapışmamaktadır; bunun anlamı yeraltına doğru yolculuğunda, toprağın kimyasalı aşağı yukarı hiç emmediğidir. Çözücülerin çoğu sudan daha yoğun olduğu için, aküferin dibine batacaktır. Çözülmedikleri için de orada uzun bir süre boyunca kalacak, yavaşça çözülecek ve Weldon Spring örneğinde olduğu gibi aküferin diğer bölümlerine sızacaktır. UOB küçük dozlarda tüketildiğinde bile insan ve hayvan sağlığı açısından ciddi bir tehlike oluşturmaktadır. Benzin gibi petrokimyasallar çok düşük düzeylerde olsalar bile kansere yol açabilmektedirler. Klorlu çözücülere maruz kalan kadınların, düşük yapma olasılıkları iki ilâ dört kat artmaktadır. Bu bileşiklerin böbrek ve karaciğer tahribatı ve çocuklukta görülen kanser türleriyle ilişkili olduğu bilinmektedir. 1970'lı yıllarda Massachusetts'in Woburn kasabasında yaşananlar buna örnektir. Woburn kasabasında görülen çocuk lösemisi vakalarının, kentin kuyu sularında görülen klorlu çözücü, yani yüksek perkloroetilen (PERC) ve trikloretilen düzeyleriyle bağlantılı olduğu belirlenmiştir. Çevre kirliliğinin, insanların atıklardan kurtulmayı öğrendikleri yerlerde daha yoğun olması ise ironik bir durumdur. Atıkları kokusu duyulmayacak ve görülmeyecek bir yere koymak alışkanlığı o kadar başarılı olmuştur ki, dünyanın hiç bir şeyin yok olmayacağı kapalı bir ekolojik sistem olduğu gerçeğini unutmak kolaylaşmıştır. Çöp ve diğer atıkları gizlemek için kullanılan teknikler, yani çöp sahaları ve lağımlar, yeraltı sularındaki kimyasal kirlenmenin temel araçlarından biri haline gelmiştir. ABD'de işletmeler lağım şebekesine her sene yaklaşık 2 milyon kilogram kimyasal dökmektedir, bu kimyasallar 1.3 milyon kişinin içme suyunu kirletmektedir. 14 Gelişmekte olan dünyanın bir çok bölgesinde fabrikalar hâlâ sıvı atıklarını toprağa dökmekte ve atıkların gözden kaybolmasını beklemektedir. İçme suyundaki arsenik 20-75 milyon Bangladeşli’nin yani ülke nüfusunun yarısından çoğunun sağlığını tehdit edebilecek hale gelmiştir. Bu bileşiklerin "uçuculuğu", onlardan kurtulmanın kolay olduğu yönünde kısmen aldatıcı bir izlenim gelişmesine yol açmıştır. Woburn'da olduğu gibi toprağa döküldüklerinde tamamen kaybolmakta, buharlaşıp atmosfere karıştıkları hissini vermektedirler. Ancak bileşiklerin bir kısmı yeraltına sızmakta ve yeraltı sularına karışmaktadır. Korunan çöp sahalarında bile, uçucu organik bileşikler önemli bir yeraltı su kirliliği kaynağı olabilmektedir. Örneğin EPA, Maine'deki çöp sahalarının dörtte birinin, yeraltı sularını kirlettiğini gözlemlemiştir. Kimi zaman da atıklar doğrudan aküferlere yöneltilmektedir. ABD'deki en tehlikeli sıvı atıkların yüzde 60'ı, yani 34 milyar litre çözücü, ağır metal ve radyoaktif madde, ülke sathında açılan binlerce "delme kuyu" aracılığıyla derin yeraltı sularına akıtılmaktadır. Zehirli sıvıların en derin içme suyu kaynağından daha derine gömülmesinin şart koşulmasına karşın, bu atıklar Florida, Teksas, Ohio ve Oklahoma'nın bazı bölümlerinde su talebini karşılamak için kullanılan aküferlere sızmıştır. Hindistan'da endüstrileşmiş beş eyalette (Gujarat, Haryana, Pencap, Andra Pradeş ve Karnataka) yapılan bir araştırma, bir çok fabrikanın atıklarını yasa dışı bir şekilde sulama ve içme suyu temin etmek için kullanılan kuyulara zerkettiğini ortaya çıkarmıştır. Tarım ilaçları gibi, UOB'ler de genellikle bileşikler halinde bulunmaktadır. ABD'de kent yakınlarında örnek alınan kuyuların yüzde 29'unda birden fazla UOB bulunmuştur; yeraltı sularında toplam 46 UOB bileşiği saptanmıştır. Araştırmayı yöneten ekibin başı olan bilim adamı Paul Squillace, "sağlık kriterlerinin çoğu tek bir kirletici maddeye maruz kalmaya dayandığı için, bu bileşiklere maruz kalmanın sonuçlarını bilmiyoruz" demektedir. Diğer sanayileşmiş ülkelerin yeraltı sularında da UOB'lere rastlanmıştır. Hollanda'da yapılan bir araştırmada, içme suyu olarak kullanılan yeraltı sularının yüzde 28'inde kuru temizlemede yaygın olarak kullanılan bir kimyasal olan PERC'in l0 mg/lt düzeyinin üstünde bulunduğu ortaya çıkmıştır. 1985 yılında yapılan bir araştırmada, İngiltere'de içme suyu için kullanılan yeraltı sularının yarıdan fazlasında klorlu çözücüler bulunmuştur. Japonya'nın 15 kentinde yapılan bir araştırmada yeraltı su depolarının yüzde 30'unun değişik oranlarda klorlu çözücü içerdiği görülmüştür; ancak su kaynaklarının sadece yüzde 3'ünde belirlenen sınırların üstünde kimyasal madde bulunmuştur. Kirlenmenin kaynağı elektronik şirketlerinin sızıntı yapan atık depolarıdır. Doğu Asya'da hızla sanayileşen ülkelerden çok az veri elde edilmiştir; ama bu bölgede UOB kullanımı hızla artmaktadır. 1999-2003 yılları arasında Asya Pasifik bölgesinde (Japonya hariç) üretim sürecinde klorlu çözücülerin kullanıldığı yarı-iletken çip üretiminin üç katına çıkması beklenmektedir. En büyük şok, son yirmi-otuz yılda kimyasal kullanımı ve atık miktarının tırmandığı yerlerde yaşanacaktır; ama bu bölgelerde yeraltı sularını korumak için en temel önlemler bile alınmamıştır. Örneğin Hindistan'da Merkezi Çevre Kirliliği Kontrol Kurulu 22 ana sanayi bölgesini incelemiş ve her bölgede yeraltı sularının içilemez 15 durumda olduğunu bulmuştur. Bu bulgular konusunda görüşü sorulduğunda Kurul Başkanı D.K. Biswas, "sonuçlar korkutucu, ama gelecekte daha büyük şokların bizi beklediğine inanıyorum" yorumunu yapmıştır. Doğal Kirleticilerden Gelen Tehdit 1990'lı yılların başında, Hindistan'ın Bangladeş sınırındaki batı Bengal'de yaşayan köylüler, derilerinde bir türlü iyileşmeyen yaralardan şikayet etmeye başladılar. Kalküta'nın Jadavpur Üniversitesi'nden bir araştırmacı, Dipanker Chakraborti, derideki lezyonların, kronik arsenik zehirlenmesinin belirtisi olduğunu hemen farketti. Daha ileriki aşamalarında hastalık kangrene, deri kanserine, iç organlarda ölümcül tahribata ve son olarak da ölüme yol açabiliyordu. Teşhisi izleyen aylarda Chakraborti, Bangladeş'te de benzer belirtiler gösteren hastaların hastanelere akın ettiğini öğrendi. 1995 yılında bölgenin daha önce görülmemiş boyutlarda bir krizin eşiğinde olduğu ortaya çıkmıştı; zehirli suların kaynağı Bangladeş nüfusunun yüzde 95'inin içme suyunu temin ettiği sığ kuyulardı. Uzmanlar bugün, içme suyunda bulunan arseniğin, ülke nüfusunun yarısından fazlasını oluşturan 20-75 milyon Bangladeşlinin sağlığını tehdit ettiğini tahmin ediyorlar. Hindistan'da batı Bengal'de yaşayan 6 ilâ 30 milyon insan da tehlike altında. Bölgede halihazırda 1 milyon kuyu, ağır metallerle kirlenmiş olabilir; kirlilik düzeyleri ise Dünya Sağlık Örgütü'nün (WHO) tavsiye ettiği standart olan 0.01 mg/litrenin 5 ilâ 100 katına ulaşıyor. Bangladeş'teki yerel yetkililer, arsenik zehirlenmesinin en az 7,000 kişinin ölümüne sebep olduğunu söylüyorlar. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) bir kaç sene içinde güney Bangladeş'te gerçekleşecek 10 ölümden birinin, arseniğe bağlı kanserlerden kaynaklanacağını tahmin ediyorlar. Peki arsenik yeraltı sularına nasıl karıştı? 1970'li yılların başına kadar Bangladeş'te, içme suyunun büyük bir kısmı göller ve nehirlerden temin ediliyordu. Suyla yayılan hastalıkların getirdiği risklerden endişe duyan uluslararası yardım kuruluşları, nehir yerine yeraltı sularını kullanmayı hedefleyen bir kuyu açma programı başlattılar. Ganj Nehri’nin aküferlerinin, doğal arsenik açısından zengin olduğundan bihaber olan yardım kuruluşları, sığ kuyuları kazmadan önce toprağı test etmediler. Bilim adamları hâlâ hangi kimyasal reaksiyon sonucunda arseniğin bağlı bulunduğu mineral matriksten salındığını tartışıyorlar. Ne yazık ki, kronik arsenik zehirlenmesinin etkisi 15 yıl gibi uzun bir sürede ortaya çıktığı için, iyice vahim bir hale gelene kadar bu salgının farkında varılmadı. Tuz da genellikle insan faaliyetleri sonucunda yeraltı sularına karışan doğal çevre kirleticilerinden biridir. Normal şartlar altında, kıyı bölgelerindeki aküferlerin suyu denize boşalır. Ama aküferlerden çok fazla su pompalandığında, süreç tersine döner; deniz suyu içeri girer ve yeraltı sularına karışır. Yüksek tuz oranı yüzünden, yüzde 2 deniz suyu karışması bile tatlı suyu, içmek ve sulamak için kullanılamaz hale getirebilir. Bir kere tuzlu hale geldikten sonra, tatlı su aküferi çok uzun süre kirlenmiş durumda kalabilir. Tuzdan arındırma işlemi çok pahalı olduğu için tuzlanan aküferler genellikle terkedilir. Tayland'ın Bangkok kentinde, Hindistan'ın Gujarat eyaletinde ve Madras kentinde yaşanan tam olarak bu durumdur. Aşırı kullanım yüzünden yeraltı su seviyesinin 50 ilâ 80 metre düştüğü Manila kentinde, deniz suyu kentin altında uzanan Guadalupe aküferinin 5 km içine girmiştir. 16 Aynı şekilde Jakarta'nın altında, ABD'de Florida eyaletinin bazı bölgelerinde, Çin'de ve Türkiye kıyılarının bazı yerlerinde deniz suyu, tatlı su aküferlerine kilometrelerce girmiştir. Su ihtiyaçlarını karşılamak için aküferlere bağımlı olan Kıbrıs ve Maldiv gibi adalarda da deniz suyunun tatlı suya karışması ciddi bir sorun oluşturmaktadır. Asya'nın kimi bölgelerinde milyonların sağlığını tehdit eden doğal çevre kirleticilerden biri de florittir. Kuzeybatı Hindistan'ın kurak bölgelerinde, kuzey Çin'in, Tayland'ın bazı bölgelerinde, Sri Lanka'daki bazı aküferler zengin florit yataklarıdır. Florit, kemik ve diş sağlığı için gerekli bir maddedir, ama aşırı miktarda tüketildiğinde sırt ve boyun sakatlanmalarına ve bir dizi diş problemine yol açabilir. WHO, Kuzey Çin'deki 70 milyon kişi ve kuzeybatı Hindistan'daki 30 milyon kişinin içme suyunda aşırı miktarda florit bulunduğunu tahmin etmektedir. Yol Değiştirmek Ayrıntıları ile tanımladığımız aküfer kirliliği örnekleri, birbirinden bağımsız vakalar gibi görülebilir. Kuzey Çin'deki kuyularda nitrat sorunları, İngiltere'deki bir grup kuyuda ise çözücüler bulunmaktadır. Her örnekte sorunun yerel olduğu ve kolayca kontrol altına alınabileceği düşünülebilir. Ama bu örnekleri bir araya getirdiğinizde, resmin bütünü ortaya çıkmaya başlar. Dünyanın en yoğun nüfusa sahip ve en hızla büyüyen bölgelerinin bazıları, istemeden de olsa, tam anlamıyla kendi sularını zehirlemekte ve hayati önem taşıyan tatlı su kaynaklarını kullanılamaz hale getirmektedir. Belki de en kaygı verici gelişme, yeraltı sularının sadece sınırlı bir biçimde izlenebilmesine ve test edilebilmesine karşın, gördüğümüz tahribatın bu boyutlara ulaşıyor olmasıdır. Yüksek düzeyde kimyasal tüketimimiz ve atık üretimimiz düşünülürse, etkinin zaman içinde ortaya çıkması yüzünden, gelecek daha tatsız sürprizlerle dolu olabilir. Bir çok örnekte yeraltı sularının kirlenmesine tepki, son aşamada çözüm sağlamak olmuştur; su dağıtım şebekelerine filtre takılmış veya yeraltı su havzalarının kullanımından tümüyle vazgeçilmiştir. Dünyadaki bir çok şehir, yeraltı suları kullanılmaz hale geldiği için alternatif su kaynakları aramak zorunda kalmıştır (Bakınız Tablo 2-5). Son yıllarda California'daki Santa Monica'daki kuyuların yarısı, MTBE düzeylerinin tehlikeli boyutlara çıkması yüzünden kapatılmıştır. Alternatif kaynakların kolayca bulunamadığı yerlerde, içme suyunu güvenli hale getirmek için su dağıtım şebekelerine karmaşık filtreleme sistemleri kurulmuştur. Çevre kirliliğinin çok yoğun olduğu bölgelerde, yüzlerce farklı filtre kullanılması gerekebilir. Bir tahmine göre, ABD'nin ortabatı eyaletlerindeki su şebekeleri suyu tek bir kimyasaldan, atrazinden arındırmak için her sene fazladan 400 milyon dolar harcamaktadır; atrazin ABD yeraltı sularında sık sık görülen bir zirai ilaçtır. Kimyasallar ayrı ayrı değil de, ne sonuçlara yol açacağı bilinmeyen bileşikler halinde bulunduğunda, güvenli içme suyu sağlamak daha da pahalı bir işlem haline gelebilir. Mühendisler ne kadar zor olsa da kirlenen aküferleri "temizlemeye" çalışmışlardır; en popüler teknik "pompalama ve temizle"dir. ABD'de çevre kirliliğinin çok yoğun olduğu alanların dörtte üçünde, temizleme için bu teknoloji kullanılmaktadır. Yeraltı suları aküferin dışına çıkarılmakta, çevreyi kirleten maddeler dışarı atılmakta veya yüzeyde kimyasal işlemlere tabii tutulmakta, daha sonra sular tekrar aküfere pompalanmaktadır. Bu teknoloji, onlarca yıl boyunca işlem yapıldığı takdirde yeraltı su havzalarındaki kirliliğinin seyreleceği varsayımına dayanmaktadır. ABD Ulusal 17 Araştırma Konseyi'nde görevli bir bilim adamı bir aküferi temizlemek için gerekli su miktarını "hayal edilemeyecek kadar çok" olarak tanımlamaktadır. Bilim adamları ayrıca tahmin edilen temizleme süresinin "basit hesaplara göre bir kaç yıldan, onlarca, yüzlerce, hatta binlerce yıla kadar değiştiğini" de eklemektedirler. Ulusal Araştırma Konseyi ABD'de çevre kirliliğinin çok yoğun olması yüzünden, yeraltı sularının kirlendiği 300.000-400.000 alanı temizlemenin önümüzdeki 30 yıl içinde 1 trilyon dolara mal olacağını tahmin etmektedir. 1980 yılında Süperfon yasası geçtiğinden beri şimdiye kadar bu alanların sadece 4.000'ininde temizleme işlemlerine başlanmıştır. Uzmanlar bir çok vakada, tam bir temizliğin imkansız olduğu konusunda hemfikirdir. Bunun nedeni kısmen aküferlerin devasa boyutları, kısmen de yeraltında bulunan sentetik kimyasalların kalıcı özellikleridir. Washington eyaletinin Orta Columbia Platosu Aküferine sızan radyoaktif maddelerin yarı ömrü 250.000 senedir. Tablo 2-5 Kimyasal Kirlenme Yüzünden Terkedilen Aküferlere Bazı Örnekler Bölge Kimyasal Yorum Bangkok, Tayland Tuz Santa Monica, California, ABD MBTE, gaz katkı maddesi Shenyang, Çin Nitrat, amonyak, petrol, fenol ve diğer endüstriyel çevre kirleticiler Yeraltı sularının aşırı miktarda pompalanması deniz suyunun aküfere dolmasına yol açmıştır. Klorid düzeyi 60 kat artmış, kuyuların büyük bir bölümü terk edilmiştir. Petrol sızıntısı MBTE düzeylerinin izin verilen düzeyin 30 katına çıkmasına yol açmıştır. Kente su sağlayan kuyuların yarısından fazlası kapatılmıştır. Aşırı pompalama ve çevre kirliliği yetkililerin yeraltı su kaynakları yerine daha pahalı olan yüzey su kaynaklarından yararlanmasına yol açmıştır. 1943 yılından bu yana yüzmilyarlarca litre radyoaktif atık, ABD Enerji Bakanlığı'nın Hanford Nükleer Koruma Alanında, aküferlere ve toprağa gömülmüştür. Bu tür uzun ömürlü atıklar, Washington'da olduğu gibi aküferlere sızdığında, temizleme seçeneği bile yoktur. Bir çok yerde farklı kurumlar ve sanayi kuruluşları her sızıntı, her kimyasal ile teker teker uğraşarak çevre kirliliğini önlemeye çalışmış; ama sonuçta herkes bireysel çözümlerin bir araya gelip fark yaratmadığını görmüşlerdir. Sızıntı miktarını azaltmak için çöp sahaları sıraya sokulduğunda, yakındaki çiftliklerden gelen, tonlarca zirai ilaç aküferlere akıyor olabilir. Yeraltı gaz tanklarındaki delikler tamir edilirken, madenlerden gelen asitler yeraltına sızıyor olabilir. Gerçekleşen hasarı kontrol altına almanın, toplumları ve ekosistemleri kirliliğin etkilerinden korumanın gerekli olduğu açıktır. Ama şu andaki bilgilerimize göre, aküferlere verilen zarar aşağı yukarı geri dönülemez olduğundan, bunu yapmak yeraltı sularındaki kirliliğin ortaya çıkmasına kadar yıllar sürebilir. Kimyasallar etkileşim halinde ve genellikle beklenmedik etkiler yaratabilirler. Yamalı bohça misali çözümlerin etkili olmayacağı da aynı derecede açıktır. (Bakınız Tablo 2-6).Çevre kirliliğinin bir kere suya karıştıktan sonra halk sağlığına, çevreye ve ekonomiye ne kadar çok zarar verebileceği düşünülürse, 18 üzerinde durulması gereken noktanın, zehirli maddeleri ayıklamak değil, daha baştan onları kullanmamak olduğu anlaşılır. Uluslararası Hidrologlar Birliği'nin başkanı olan Andrew Skinner'in ifadesiyle, "önlem en gerçekçi ve doğru stratejidir." Bunu yapmak için tek tek fabrikalara, benzin istasyonlarına, mısır tarlalarına, kuru temizleme tesislerine bakmak yetmez. Aynı zamanda bu işletmelerin bir parçası olduğu toplumsal, endüstriyel ve tarımsal sistemlere de göz atılması gerekir. Ekolojik açıdan savunulamayacak durumda olan bu sistemler, dünya sularının zehirlenmesinin nedenidir. Örneğin, dünyaya hakim olan ve yüksek verim peşinde koşan tarım sistemi, toprağı ve dolayısıyla yerin altındaki suyu da tarımsal kimyasallara boğmaktadır. Otomobilin hakim olduğu, coğrafi olarak genişleyen kent sistemi toprakları ve aküferleri, petrokimyasallar, ağır metaller ve lağım sularına boğmaktadır. Soruna yeterli çözüm bulunması için her sistemin dikkatli ve ince bir değerlendirmeden geçmesi şarttır. Belki de en önemli kazanım, tarımı yeniden yönlendirmekten geçecektir. Bu sayede tarım kimyasallara daha az bağımlı bir hale gelecektir. Avrupa, ABD, Çin ve Hindistan'ın bir çok bölgesinde tarımsal atıklar yeraltı su havzalarındaki kirlenmenin başlıca nedenidir. Çevre kirliliğini, bu parça parça çözümlerle kontrol etmek mümkün değildir. Çevre kirliliğinin etkisini azaltmak için tarımsal atıkları ciddi bir biçimde azaltan uygulamalara geçmek, daha da iyisi, daha az zirai ilaç ve gübreye ihtiyaç duyan tarımsal uygulamalar geliştirmek gereklidir. Tarım yöntemlerimizde kökten değişiklikler bile yapmadan, kimyasal kullanımında verimliliği arttırmanın bir çok yolu mevcuttur. Tarımda kullanılan zirai ilaçların ortalama yüzde 85-90'ı hedeflenen organizmaya hiç bir zaman ulaşmamakta, aksine çevreye yayılmaktadır. Örneğin Brezilya'da, köylüler meyve bahçelerini her hafta hektar başına 10.000 litre tarımsal ilaç ile ilaçlamaktadırlar. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) uzmanları bu kimyasalların onda birinin uygulanabileceğini ve yine de etkili olabileceğini belirtmektedirler. Hollanda'da 550 çiftçi, girdi oranlarını yüzde 30 ilâ 50 oranında azaltmış, tarım tekniklerini inceleyerek ve değiştirerek, zararlılara karşı zirai ilaç kullanımını tümüyle terk etmişlerdir. Kullandıkları teknikler arasında, daha ne kadar besleyici maddeye ihtiyaç duyulduğunu anlamak için toprağın üretkenliğini test etmek ve değişik ürünler ekmek gibi yöntemler mevcuttur. Daha az girdi kullanmalarına rağmen, hasat miktarında azalma olmadığı için kâr marjları yükselmiştir. Bu arada çiftlikler çevreyi çok daha az kirletmektedir, drenaj sularındaki azot ve fosfat düzeyleri yüzde 40 ilâ 80 düşmüştür. Her ne kadar verimliliğin artması önemli bir gelişme olsa da, kimyasal kullanmadan toprak üretkenliğini arttırmak ve zirai zararlıları kontrol altında tutmak için çevreye zarar vermeyen yöntemler de vardır. Son yıllarda yapılan araştırmalar, bu yolu izleyen çiftliklerin yüksek ürün düzeylerini koruyabildiklerini göstermektedir. Pennsylvania'daki Rodale Enstitüsü’nün yaptığı on yıllık bir araştırmada, suni gübre ve zirai ilaçlar kullanmayan doğal gübre ve sebzeye dayalı ürün sistemleri ile yoğun tarım uygulaması karşılaştırılmıştır. Araştırmacılar geleneksel tarım uygulamaları kullanıldığında, topraktaki organik madde ve azotun yoğun tarıma kıyasla çok daha iyi korunduğunu ve çevreye çok daha az nitrat salındığını görmüşlerdir. Üç hasat sisteminin, on sene içinde Amerikan mısırı ve soya fasulyesi üretimleri arasındaki fark ise yüzde 1'den az olmuştur. 19 Tablo 2-6 Yeraltı Su Havzalarındaki Kirliliğe Tepkileri Değerlendirirken Strateji Değerlendirme Nihai ürüne yönelik çözümler Yeraltı suyu tek içme suyu kaynağı ise bu yöntemi uygulamak şarttır. Ancak yöntemi pahalıdır ve insanları birden çok kimyasalın etkileşimine karşı korumaz, aküferlerdeki kirliliği önleyemez. Çok pahalıdır; su kalitesinin ciddi bir biçimde gelişmesi onyıllar ve hatta yüzyıllar sürebilir. Teknik açıdan bir aküferi tümüyle temizlemek imkansızdır. Aküferlerin kirlenmesini önleyemez. Çevre kirliliğini en hassas durumdaki aküferlerden uzaklara yönlendirse de, çevreyi kirleten maddelerin çevreye girmesini önleyemez. Bütün sistemdeki çevre kirliliğini azaltır; aküferler ve diğer ekolojik sistemler üzerindeki yükü azaltır. "Pompalama ve temizleme" yöntemini ve diğer teknikleri kullanarak aküferleri temizlemek Kimyasal kullanımını ve hassas durumdaki aküferlerin üstüne ve aküferlerde atık depolanmasını sınırlamak Kapalı devre tarım, kent ve endüstri sistemleri kurarak çevreyi kirleten sistemleri değiştirmek Charles Darwin 150 yıl önce yazdığı Türlerin Kökeni adlı eserinde, daha farklı hububat türlerini barındıran buğday tarlalarının, tek bir tür barındıran buğday tarlalarına göre daha verimli olduğu gözleminde bulunmuştu. Bunun nedeni karışık türlerin patojenleri ve dolayısıyla da salgın hastalıkları kontrol altında tutmasıdır. Köylüler, tarlalarını hastalıklara karşı korumak için yüzyıllardır "çok türlü üretim" biçimini uygulamaktadırlar. Çin'de Yunnan Eyaleti'ndeki köylüler kısa bir süre önce Darwin'in gözlemlerini teyit etmişlerdir. Köylüler 1998 yılına kadar, iki melez pirinç türüne dayanan mono-kültür tarımı yapmakta ve sürekli olarak pirince dadanan bir tür mantara karşı savaş vermekteydiler. Aynı arazilerde farklı pirinç türleri yetiştirerek, pirinç üretimlerini iki katına çıkarmayı ve aynı zamanda mantara karşı kimyasal kullanımından tümüyle kurtulmayı başardılar. Tarım yöntemlerinde kökten değişiklikler yapmadan da, kimyasal kullanımının verimliliğini arttırmanın yolları mevcuttur. 1986 yılından bu yana Endonezya köylüleri, Entegre Zararlı Yönetimi (EZY) olarak bilinen ekolojik zararlı kontrolü yöntemlerini uyguluyorlar. Kullanılan stratejiler arasında, farklı türler ekmenin yanısıra, zararlının doğal düşmanlarından yararlanmak ve ürünlerin arasına zararlıların nefret ettiği bitkileri ekmek gibi yöntemler var. Endonezya'nın ülke çapında uyguladığı programın ilk dört yılında, pirinç tarlalarında zirai ilaç kullanımı yarıya indi ve üretim yüzde 15 arttı. Benzer programlar yedi farklı Asya ülkesinde de zirai ilaç kullanımını yarıya düşürdü ve üretim miktarının ortalama yüzde 10 artmasını sağladı. EZY uygulaması, Kenya, Küba, Peru ve ABD'nin Iowa eyaleti gibi dünyanın farklı yerlerinde kökleşmeye başladı. Tarımın kimyasallara olan aşırı bağımlılığını dizginlemek için, sadece köylülerin değil, siyasi karar mekanizmalarında belirliyici rol oynayanların ve özel sektörün de yaratıcı çözümler bulması sağlanmalıdır. Endonezya, başarısını büyük ölçüde izlenen politikalarda yapılan değişikliklere borçludur. Pirinç ekilen arazilerde 57 tarım ilacının kullanılması yasaklanmış, zirai ilaçlara sübvansiyon uygulaması terk edildiği için devlet 120 milyon dolar kâr etmiştir. Danimarka, İsveç, Finlandiya ve Norveç'in de dahil olduğu bir çok Avrupa ülkesi, çiftçileri daha az zirai ilaç kullanımına teşvik etmek için tarım ilaçlarını vergilendirmeye başlamıştır. İsveç'in bir kilo aktif madde 20 başına yüzde 7.5 olarak uyguladığı verginin sonuçları etkileyici olmuştur. Ülkenin zirai ilaç kullanımı 1986-1993 yılları arasında yüzde 65 azalmıştır. Zirai ilaç kullanımını daha da azaltmayı, yarıya indirmeyi amaçlayan program hâlâ yürürlüktedir. Fransız hükümeti, ülkede yaşanan su kirliliği sorunları yüzünden suni gübre ve zirai ilaçlara büyük bir vergi getirmeyi planlamaktadır. Almanya'da su dağıtım şebekesi sahibi özel şirketler, organik tarımın faziletlerini hemen keşfetmişlerdir. Münih, Osnabrück ve Leipzig'deki şirketler organik tarıma dönmeleri için yerel çiftçilere üç sene boyunca hektar başına 550 DM (250 $) ödemektedirler. Müşterilerine temiz su sağlamakla sorumlu olan bu şirketler, sürdürülebilir tarım uygulamalarına yatırım yapmanın, sudaki çevre kirliliğine yol açan malzemeleri temizlemekten daha ucuza geldiğini keşfetmişlerdir. New York kenti de su kaynaklarını korumak için çiftçilerle birlikte çalışmaktadır. Kent, su ihtiyacını şehrin 250 km kuzeyinde bulunan 5.000 km2'lik su havzasından sağlamaktadır. Su havzasında, hayvan yemi olarak mısır ve saman yetiştiren ve sütçülükle geçinen küçük çiftlikler bulunmaktadır. 1980'li yıllarda siyasi karar mekanizmasında belirleyici olan kişiler, tarımsal atıkların su kalitesini etkilediğini biliyorlardı; ama su kalitesini korumanın tek yolunun karmaşık filtreleme sistemleri kurmaktan geçtiğine inanıyorlardı. Filtreler New York suyunun maliyetini iki katına çıkaracaktı; bu arada zorunlu tarım yönetmelikleri küçük çiftçilerin büyük bir bölümünün tarım dışında kalmasına yol açabilirdi. Bu çözümün maliyetinden ve kısa vadeli bakış açısından endişe duyan Al Appleton alternatif bir plan geliştirmeye başladı. Al Appleton, kentin Çevre Koruma Bölümü’nden sorumlu Belediye Komisyonu üyesiydi. Bugün çiftçilerin yönettiği Su Havzası Tarım Konseyi, New Yorklu çiftçilere, tarımsal faaliyetlerini su kalitesini korumaya yardımcı olacak biçimde yürütmeleri için yardımcı oluyor. Çiftçilere, örneğin, daha verimli ve iyi sonuç almaları için gübre kullanımının zamanlamasında yardımcı oluyor. Su kalitesinde sağlanan faydayı sayısal olarak ölçmek için vakit çok erken olsa da, program sayesinde sağlanan kaynak tasarrufu etkileyicidir. Filtreleme sistemi 4 milyar dolar veya daha fazlasına mal olacakken, New York'un su havzası koruma programının 1.5 milyar dolara mal olacağı tahmin edilmektedir. EPA ülke çapında tarımsal kirliliğin azaltılmasıyla, gelişkin su filtreleme sistemleri inşasına gerek duyulmayacağı için en azından 15 milyar dolar tasarruf sağlanacağını tahmin etmektedir. Endüstride, "kapalı-devre" üretim ve tüketim sistemleri kurmak, kentlerin ve fabrikaların çöp sahalarına, lağımlara ve atık su sistemlerine gönderdiği atık miktarını düşürebilir. ABD'nin Tennessee eyaletinden, Fiji, Danimarka ve Namibya'ya kadar farklı bölgelerde, çevre bilinci gelişmiş olan yatırımcılar, bir şirketin kullanılamayan atıklarının diğer şirketlerin girdisini oluşturduğu "endüstriyel sembiyoz" parkları kurmaktadırlar. Danimarka'nın Kalundborg kentinde kurulan bir endüstriyel parkta kurulan atık değişim programı, her sene 1.3 milyon tondan fazla zehirli atığın çöp sahalarına ve atık su sistemlerine gönderilmesini ve 135.000 ton karbon ve kükürtün atmosfere yayılmasını önlemektedir. Şirketler ve bireyler, kullanılmış malzeme ve kimyasalları yeniden kullanarak, ağır metaller, yalıtıcı kimyasallar, temizleyici çözücüler ve çöp sahalarından sızan diğer toksik maddelerin yeraltı sularını kirletme riskini azaltabilirler. Örneğin Xerox şirketi, 21 fotokopi makinelerinin üçte birinden fazlasını eski makine parçalarını kullanarak üretmektedir; bu sayede sadece 1999 yılında 143.000 ton malzemenin çöp sahalarına dökülmesi önlenmiştir. Yeniden üretim sonucu üretilen her makine, fabrikadan yeni çıkmış bir makineyle aynı standartlara sahiptir ve aynı garanti süresiyle satılmaktadır. Bazı bölgelerde atık üretimini azaltmak, toplumsal bir hedef haline gelmiştir. Örneğin Hollanda'nın ulusal hedefi atık miktarını yüzde 70-90 azaltmaktır. Kirlilik vergileri, 1976-1990 arasında, ülkenin su yollarına dökülen ağır metal atıklarının yüzde 72-99 azalmasına yardımcı olmuştur. Avustralya'daki Canberra kenti 2010 yılında "Sıfır Atık" hedefine ulaşmak için çaba sarfetmektedir. Yetkililer kampanyanın bir parçası olarak, internet üzerinden ulaşılabilir bir kaynak değişim veri tabanı kurmuşlardır. Internet üzerindeki bilgi merkezi atık madde sahipleri ile atık madde alıcılarını buluşturmaktadır. Bazı durumlarda belli bir kimyasalı kullanmanın maliyeti o kadar yüksek olabilir ki, insan sağlığını ve çevreyi yeterince korumanın tek yolu, bu maddenin kullanımından tümüyle vazgeçmektir. Örneğin, 1987 yılında, dünya ülkeleri ozon tabakasına zarar verdiği anlaşılan maddelerin kullanımından aşamalı olarak vazgeçmek için antlaşma imzalamışlardır. O tarihten bu yana, bu maddelerin kullanımı önemli ölçüde düşmüştür. Bir kaç sene önce klima cihazları ve buzdolaplarında yaygın olarak kullanılan kloroflorokarbonların kullanımı yüzde 88 azalmıştır. Halihazırda kalıcı organik kirleticiler (KOK) olarak bilinen tehlikeli sentetik maddeler konusunda uluslararası bir antlaşma yapmak için müzakereler sürmektedir. Belalı Düzine olarak da bilinen bu 12 kimyasal maddenin aşamalı olarak kullanımdan kaldırılması için bir sözleşme taslağı da kabul edilmiştir. Oniki kimyasal maddeden dokuzu, DDT ve dieldrin de dahil olmak üzere zirai ilaçlardır. Sözleşme müzakeresine katılanların çoğu, aşamalı olarak kullanımdan kaldırılacak kimyasallar listesine, çevredeki varlığı insan sağlığı açısından kabul edilemez riskler yaratan düzinelerce ve hatta yüzlerce kimyasalın da alınması gerektiğini savunmuşlardır. Almanya'da su dağıtım şebekelerinin sahibi olan özel sektör firmaları, kirli sudaki zirai ilaçları temizlemek yerine, sürdürülebilir tarıma yatırım yapmanın daha ucuza geldiğini keşfetmişlerdir. Siyasi karar alanlar güvenliğimize yönelik en büyük tehlikelerin askeri saldırılardan değil de yaygın çevre ve toplumsal sorunlarından geldiğini fark ettikçe, uzmanlar zaman içinde döngüyü tersine çevirmek için, insan hayatında sistematik, dolayısıyla da devrimci değişiklikler yapacak siyasi iradeyi oluşturmanın zorluğundan endişe duymaya başladılar. Liderler, artık ciddi bir biçimde belgelenen iklim değişikliği ve biyoçeşitlilik kaybıyla karşı karşıya geldiklerinde, bir yandan ortaya çıkan tablonun ne kadar karanlık olduğundan etkilenip felç oluyor, öte yandan geç kalmanın hemen etki yaratmayacağı yanılsamasına kapılıp kolayca hiç bir şey yapmama yoluna sapıyor gibi gözükmektedirler. Ama aküferleri koruma gereği, değişim için, çok daha acil bir teşvik unsuru oluşturabilir. Kirli yeraltı sularıyla, giderek daha değişken bir iklim, kirli hava veya zenginliğini kaybeden doğal yaşamla, yaşayabileceğimizden uzun bir süre yaşayamayabiliriz. Her ne kadar bazı aküferlere geri dönüşü olmayacak bir şekilde zarar vermiş olsak da, bilim adamları kaynağın büyük bir bölümünün hâlâ temiz olduğuna inanıyorlar. Ancak sadece, kimyasal sızıntıları temizlemek, sızdıran benzin 22 tanklarını yenileriyle değiştirmek, çöp sahalarının altına plastik tabakalar yetiştirmek veya özensiz davranan domuz çiftlikleri ve bakır madenlerine daha fazla ceza kesmek gibi soruna en son aşamada tepki gösteren taktiklere bağlı kalmayı sürdürürsek, durumun hep böyle sürüp gideceğini söyleyemeyiz. Suyumuzu zamanında korumak için küresel ekonominin kökten bir yeniden yapılanmadan geçmesi gerekecektir. İklimin istikrara kavuşturulması ve biyosferin korunması da ancak bu şekilde mümkün olacaktır. Doğal kaynakları tüketen, petrol ve kömüre dayanan, yüksek girdi kullanan endüstri ve tarımsal ekonomiden, yenilenebilir enerji, daha küçük alanlarda yoğunlaşmış kentlerin ve ayak izimizin çok daha hafif olduğu bir sisteme hızla geçmek zorundayız. Bu gerçekle yüzyüze gelmekte ağır davrandık, ama sonunda susuzluk bizi harekete geçmeye zorlayabilir. 23