Gülsün Işıldar İdris Köylü Nuriya Koçak Soner Gülsün Işıldar
Transkript
Gülsün Işıldar İdris Köylü Nuriya Koçak Soner Gülsün Işıldar
Gülsün Işıldar İdris Köylü Nuriya Koçak Soner Gülsün Işıldar Mehmet Özgür Ersan Hasibe Ayten Perihan Baykal Ali Ozanemre Dilruba Nuray Erenler Ayşe Kaygusuz Harika Ufuk Harika Ufuk Mira Koldaş Hüsniye Yıldız İnci Gürbüzatik Murat Demirkol Bircan Çelik Gevrekçi Turgut Koçak Mehmet Özgür Ersan Hürdoğan Aydoğdu Mustafa Emre Bekir Koçak Ayten Ekici Nihan Kaya 3 4 5 6 8 9 9 10 12 13 15 16 17 19 20 23 23 24 26 29 29 30 30 31 Niyazi Mete Gürcan Mavi Tuğba Ateş Sevilay Yücedağ Maksut Koto Ayhan Hüseyin Ülgenay Meriç Yoldaş Hiçyılmaz Burcu Yalkın Ayhan Hüseyin Ülgenay Gülderen Gürcan Osman Akyol Süleyman Yağız Özcan Özkan Abdullah Şevki Mithat Önal H. Tuğrul Atasoy Şerif Temurtaş Oktay Coşar Meryem Uçar Mert Öztürk Ceyda Sevgi Ünal Cafer Doğanay Coşkun Büyükgökmen Özlem Tüm Ayşegül Erkaymaz Cemal Öztürk ekinsanat ekinsanat ekinsanat ekinsanat 33 34 35 35 36 37 37 37 38 39 40 41 41 42 43 43 43 44 45 46 47 47 48 48 48 Yürek Simyacısı Endişe/2 Emanet Halime Yıldız’la Söyleşi Menekşeler Açsın/Gözlerinin Kuytuluğunda Gözü Dönmüş Beşerin Bir Varmış Bir Yokmuş Beni Bekle Çiçeği’nde Kişiler Bekleriz Osman Bolulu İle Söyleşi Yılbaşı Çocukları ve İnternet Eskitilmiş İki Damla Gözyaşı Gültekin Serbest’le Söyleşi Üşüyorum Ciğerdelen Otuzaltıncı Senfoni Tırnağın Ucunda İsli Su Damlası Gül Yaprağı Yırtılan Zaman Yelda Karataş’la Söyleşi O’na Yazılan Şiir Güz İkindisi’nde Gezintiler Savrukluğun Zamanı Değil Seviyorum Sembolik Düzen’e Yarım Kalan Bir Yolculuk Frankenstein Kürek Mahkumu Gizli Özne/Nihan Kaya Kısık Ses Devrim Doğuran Eller Gecelerin Vardı Hatırlananlar Nehir Hanım Kıyamet Bekçisi Çay İçerken Gülümse Bıyık Sendromu Abi Çekimdeyim Sonra Arayın Sevdamın Savaşı Bir Sevgi Hikayesi Ayrılaştırmanın Güzelliğine Övgü İdamlık Yalnızlık Elde Kalan Umudun Firarında Aşk Eğiren Kadınlar Başka Şehrin Yağmurunda Islanmak Bir İçimlik Hiçlik Kır Çiçekleri Yeniden Ben Olmak İstiyorum Ali Rıza Sessizliğin Çığlığı Ne Kadar Pürüzsüzdü Her Şey Şirket Hesapları Aşka Şirk Koşmaktır (Ön kapak) Halime Yıldız Arka Kapak) Gültekin Serbest’in bir Tablosu (Ön İç Kapak) Kitap tanıtım (Arka İç Kapak) Yazın Kursları 1 TSİP Behİce Boran Bilim Sanat ve Araştırma Merkezi Ekin Sanat Edebiyat ve Düşün Dergisi Adına Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Celal Fil Ayda Bir Yayınlanır Yaygın süreli yayın 1 Mart 2012 Sayı: 73 ISSN 1305–4937 Genel Yayın Yönetmeni: Turgut KOÇAK Editörler Nihan Kaya Mehmet Özgür Ersan Temsilcilikler Harika Ufuk Adana 0533 425 54 77 Gonca Aydemir Antalya Gülsün Işıldar Bursa 0532 391 49 48 Mavi Tuğba Ateş Denizli 0554 659 92 61 Hatice Polat Bafra 0541 237 93 36 Gülçin Sahilli İzmir 0535 584 08 22 Mehmet Özgür Ersan İstanbul 0531 793 28 58 Nihan Kaya Londra Temsilcisi Yazışma ve İletişim Adresi: Konur Sk.No: 10 Kat 4 Daire: 15-16-17-18 Kızılay/ANKARA Tel: 0312 419 60 53 ekinsanat@hotmail.com Tasarım ve Teknik Hazırlık: Ekin Sanat Baskı Öztepe Mat. San. Ltd. Şti Kazım Karabekir Cad. Özer Han No: 31/107 Tel: 0312 341 12 08 Ankara Genel Dağıtım: Konur Sk.No: 10 Kat 4 Daire: 15 Kızılay/ANKARA Tel: 0312 419 60 53 Sürdürüm Koşulları: Yıllık (12 sayı): 50 YTL posta gideriyle birlikte Yurtdışı 50 euro. Celal Fil Kızılay PTT Şubesi hesabına 5307943 Celal Fil ekinsanat’tan Okura ve Dostlarına; Dergimizin yeni sayısı ile birlikte bir kez daha size merhaba diyoruz. Bu arada çeşitli sanat çevrelerinde sayısız etkinliklere tanık olduk. Dünya Öykü Günleri düzenlendi. Sayısız sanatçı öykülerini dostları ile paylaşıp mutlu anlar yaşadı. Sayısız sanatçı günün coşkusuyla yeni bir öyküye başladı. Doğal olarak etkinliklerle birlikte olup bitenleri sorgulama fırsatı da bulduk. Sanat, yine de kendisinden bekleneni veriyor mu, doğrusu çok da emin değiliz. Belki de sanatı ortaya koyanlarda bir sorun olsa gerek ki, bir kuytuya saklanıp oradan seslenme yolu seçiliyor. Çoğu kez, ya bir kafe, ya loş ışıklı bir bar; etkinlik için seçim yeri oluyor. Oysa sanatın dizginlenemez, ket vurulamaz bir coşkusu her zaman olmuştur olacaktır da. Bu yüzden de yığınlarla buluşmasının önü sakınmalara karşın olanaklı değil. Sanatın su gibi tüm engelleri aşma ve ulaşacağı yere ulaşma yetisi vardır. Bu bağlamda dergimiz önemli bir işlev üstlenmiş bulunuyor. Sanatı salt dergi sayfalarına kilitleyip alıcılarını beklemiyoruz. Dergimizin salonunda; sanatla ilgili pek çok etkinlik yaparak yığınlarla buluşma yollarını ararken bir yandan da okul işlevini üstlenen çalışmalar yapıyoruz. Yazınla, resimle, müzikle, tiyatroyla, fotoğrafla ve felsefe ile ilgili atolye çalışmalarımız kesintisiz sürüyor. Mart ayında da Dünya Şiir Günü dolayısıyla dergimizde etkinlikler düzenlenecek. Ankaralı tüm sanatçılarımıza açık olan etkinliğimize yolu Ankara’ya düşen tüm diğer illerdeki sanatçılarımızda katılabilecektir. Etkinlik boyunca katkı koymalarının da önünde hiçbir engel bulunmamaktadır. Bir yandan şiirle ilgili her türlü açımlamalar ve sunumlar yapılırken bir yandan da şair dostlarımızın çalışmalarını sunmalarına olanak sağlanacaktır. Görüldüğü gibi dergimiz üzerine düşen görevi elinden geldiğince yerine getirmeye çalışmakta olup ilk yayınlanmaya başladığı günden bugüne kadar çizgisinden ödün vermeksizin yoluna devam etmektedir. Doğal olarak kendimizi sosyalist olarak nitelememiz kimi sanatçıların bizden uzak durmasına neden olsa da, bu durum asla bizi üzmemekte, aksine daha da çelikleştirmektedir. Dolayısı ile bütün kaygılardan sıyrılmış olarak sosyalist bağlamda sanat yapmanın gerekliliğini yaygınlaştırmaya çalışmaktayız. Dergimizin okura gerektiği gibi ulaşması konusunda sıkıntımız olsa da, bu sıkıntıyı büyük ölçüde kendi örgütlülüğümüz bağlamında aşarak okurlarımıza ulaşmaya çalışmaktayız. Giderek yaygın bir okura sahip olan dergimize artan ilgi yoğunluğu nedeniyle örgütlenme ağımız da genişlemekte, Dergimizi okuyan ve bilenlerin sayısı hızla artmaktadır. Sonuç olarak bütün zorluklara karşın yolumuza kararlı adımlarla yürümekte ve yeni yeni arkadaşlarla buluşmaktan çok büyük mutluluk duymaktayız. Bahar geldi, su dallara yürüdü. Akıp giden yaşamı durdurmanın olanağı yok. ekin sanat dergisi ise yaşamla sarmal yoluna devam ediyor… ekin sanat Dergimizin bulunduğu yerler: Ankara: İmge Kitabevi Tel.: 0312 419 93 10-11/ Turhan Kitabevi Yüksel Cad. Ankara Bilim ve Sanat Kitabevi Konur Sk. İlhan İlhan Kitabevi Karanfil II Sk. Dipnot Kitabevi Selanik Cad. Ankara Antalya: Mavi Kitabevi Tel.: 0242 243 54 06/ Ofis Kitap Kırtasiye Antalya / Mersin Kitap Kulübü Tel: 329 27 23 / İstanbul: Nazım Kültürevi/ Kadıköy/ Mephisto Kitabevi Beyoğlu/İstanbul/ Semerkant Kitabevi Beyoğlu Mis Sokak Kehalkedon Sakız Sokak Kadıköy- Mephisto Kitabevi Kadıköy - Konak Kitabevi Belediye Pasajı Konak/İzmir 2 YÜREK SİMYACISI Dökülür suya girince Harfleriniz Yıkanınca şiir, Sızdıkça Yükselir yer altı suları Fısılda Değişsin suyun yatağı… Kırık gülleri onaran Yürek simyacısı Alnımın kanıyla Geldim sana Gövdem boydan boya Yara Ne çok ayak izi Koynunda… Masalları eksik Emeğin çocuğuyum Gölgem sıyrık Yer kabukta, Derinim elmas Yontucu çakma, Bilirim kinini yontar Cam traşlayan bıçakla… Düşlere asar Pörsümüş maskesini Başka hayatları Öldürerek çoğalan Sabrını ufalar mermerin Zamanın burgacında Aldandım say İnanmak aldanmaksa… Kuş ömrü eylül Kadife imzasını atsın Gül takvimine Yeni bir yüz ütüle barbi’lere Köşelerini kes seslerin Tınılarını yuvarla, Bir tek sus işareti kalsın Gözlerinde kanasın Ağzımdaki temmuz… Gülsün Işıldar 3 bereketli olacaktır ki, hedef kitleniz bu yemleri yutarken, siz gönül rahatlığı ile follukta yumurta hesabı yapabileceksiniz… Hangi civciv ne kadar yumurtlarsa verimine göre siz de ona göre yem atacaksınız… Yutmayacak civcivlere yem atmayın sakın, heder olur sonra… Bir de maazallah o yemleri size yedirtebilirler sonra… Ola ki böyle bir durumla karşılaşırsanız-ki zaten yüzünüz kızarmayacak kadar pişkin olduğunuzdan eminim- hemen çıkınınızı açın önünüze, yeteri kadar azık bulacaksınız orada… En okkalı ısırığınızı alın ve ağzınızı tavanına kadar açarak “beeennn” diye başlayın. Arkası gelecektir merak etmeyin. Nasılsa dağarcığınızda kalan bir gösteri, bir yürüyüş ya da ne bileyim şanınıza gölge düşürmeyecek bir eylemde bulunmuşsunuzdur. Bu tür handikaplardan kurtulmak için bulunmaz bir nimete sahip olduğunuzu unutmayın. Sizin vazgeçilmez hazineniz budur. Gösteri zamanı… Bulunduğunuz platformda çakalları kıskandırır görüntüler vermelisiniz… Ahali breh, breh, breh demeli… Malınızı pazarlamanızdaki bütün maharet platformdaki görüntünüzdür… Ağzınızdan çıkan her lafın kitlenin maşallahına mazhar olması şart bir kere… Size o tezgahta iş verenler, sizin kime, nerde, nasıl ve ne konuşacağınızı da beyninize “chip”leyeceklerdir. Siz sadece “play back” yapacaksınız. Yani “mış” gibi” yapacaksınız. Ağız sizin olacak ama diliniz ödünç… Sahnede görünen siz olacaksınız bütün ihtişamınızla… Nikah üzerinizde olacak ama dilber meşgul… Dedik ya siz “boku ambalajlayıp” pazarı ele geçirebilecek kadar işini bilenler için bu da mesele olmayacak, buna da alışacaksınız… Bunca mesafe kat etmişsiniz, bu mu mesele olacak yani sizin için… Pazarladığınız değerlerin yanında bir dilberi pazara sürmüşsünüz çok mu yani… Siz bu gösterinin seçilmiş oyuncularısınız… Oynadığınız oyunun senaryosunu yazanlar her hareketinizi puanlamaktadırlar… İzleyicilerinize “damardan” gireceksiniz… Merak etmeyin “numaranızı” yutmayacak pek az izleyici çıkacaktır ki, onların da olası bir itirazı sizin büyülediğiniz kitlenin öfke seli karşısında uçup gidecektir… Falso yapıp açık vermeyin… Kimin neresini kaşıyacağınızı iyice irdeleyin. Herkes her yerinden kaşınmaz… Kaşıma imalathaneleri toplumu “kaşınacak” yerlerine göre kümelendirmiştir… Hangi grubu etnik kökeninden, hangi grubu dinsel kökeninden, kimi ideolojik-politik yanından kaşıyacağınız konusunda bir uzman gibi kılı kırk yarmalısınız… Hangi lafın neresinden tutacaksınız, kimi nasıl hipnotize edeceksiniz, bunlar zaten sizin günlük uzmanlık alanınız içerisinde yer almaktadır. Az da olsa bir yerlerini kavratmayacak birilerinin de çıkabileceğini gözden kaçırmayın. Herkes her yerinden kavranmaz… Tuttuğunuz elinizde kalabilir… Bu iş şakaya gelmez… Etkisi daha epeyce süreceğe benzeyen, senaristlerin ürettiği modanın “demokrasi ve insan hakları” üzerine felsefi, politik ve kültürel “derinliği” olan “zat’a mahsus” üretimler olduğu ve pazarlarda her daim alıcılarının bulunduğu bilinmektedir. İçine biraz da çeşni katmalısınız… ENDİŞE/2 İdris Köylü “Endişe”nin birinci bölümünün okurlarının, yazının girişinde çırılçıplak ortaya serdiğim kişiliğin kendilerine “iyi örnek” olmadığımın, devam eden bölümünde ise “haa şöyle, bak adam olmaya başladın” dediklerinin elbette farkındayım. Hani size “mideniz bulandıysa biraz ara verelim” demiştim ya, vazgeçtim, “mide bulantısı” beklemek boşunaymış, biraz geç de olsa fark ettim. İki yazı arasında öğrendim ki, “adam olma” yolundaki mide bulantıları bir tuzak, sizi bu yoldan alıkoymaya çalışanların beyhude çırpınışlarıdır. Belki başlangıçta gerçekten mideniz bulanmıştır, ama siz bu yolda istikbale yürüdükçe bu bulantılar geçecektir, yeter ki rüştünüzü ispat edin. Hatta ben eminim ki siz bu tür oyunlara düşmeyecek kadar cin, “bulantıya” meydan vermeyecek kadar” da pişkin ve midesizsiniz. Yoo, yo öyle hemen saldırıya geçmeyin, sakın aklınızdan size hakaret ettiğimi de düşünmeyin. Eşya adıyla çağrılır ve ben sizi adınızla çağırıyorum… Mesele adam olmak değil miydi?. Bakın şu çevrenizdekilere, bu yolda nice mesafe kat etmiş adamların hangisinde mide var, kimin midesi bulanıyor… Bir düşünün lütfen, özellikle gençliklerinde bir hırka bir lokmaya “devrimcilik” yapanların “adam olmayı” keşfetmelerinden sonra cansiperane çırpınışlarını… Düşmedikleri baca, öpmedikleri etek, yalamadıkları kıç kalmış mıdır?.. Hangi teraziye kefe olacağınızı, hangi değirmene su taşıyacağınızı iyi bileceksiniz… Önünüzde yeterince örnek var, ders çıkarmak için cin gibi olacaksınız. Öyle hamhalat zıpçıktılık yapıp sakın “sol”a “sosyalizm”e lanetler yağdırmaya, küfürler savurmaya kalkmayın. İpliğiniz çabuk pazara çıkar… Çünkü bu türler gereğinden çok varlar ve size ihtiyaç duymazlar, atıverirler bir köşeye… Gothe’nin Mephistosu kadar cin, Homerosun Akhilleusundan atak,Gonçerovun Oblomovundan pişkin olmalısınız. Gerçi bütün bu aşamaları kat eden siz arslan parçaları için bütün bunlar, birileri giderken sizin geldiğiniz yoldur ama biz yine de tembihleyelim, nemize lazım, olmadık olmaz. Şöyle, görünür yerlerde kendinizi fark ettireceksiniz, “ağır abi” takılacaksınız… Sofranın iyisi kötüsü olmaz, bulduğunuz sofraya çörekleneceksiniz, gözünüzü dört açarak. Her sofrada avlayacağınız bir av, çengel atacağınız birçok saf dirik olacağını unutmayın. Nasılsa bir dönemi yaşamışsınızdır, nasılsa her attığınız yemi yutacak sürüyle civciv olacaktır. Tezgâhınızda engin tecrübelerinizin öngörüsüyle epeyce “yem” istif etmişsinizdir… En değerli “malınız, vazgeçilmez sermayeniz budur, iyi kullanabilirseniz… Bütün mesele pazarlayabilmenizde… Tezgâhınızı pazarın en görünür yerine kurup, kendiniz de en fark edildiğiniz platforma çıktığınızda işe iyi başlamışsınız demektir… Sallayın yemlerinizi… Gün öylesine 4 Öyle cepheden zart-zurt etmeyecek kadar deneyimlisiniz elbette… Yumuşata, yumuşata yedirmelisiniz… Alıştıra, alıştıra… Öyle ham halat laf erbaplarının yaptığı gibi “sağ-sol” bitti filan size yakışmaz, maazallah “muhalif” kimliğinize gölge düşürür. Senaryoda ne yazıyorsa o… Son derece bağımsız gözükmelisiniz, bağımsız ve muhalif… Mesela sık sık sosyalizme, dünya devrimlerine atıflar yapmalısınız… Dedim ya damardan gireceksiniz… Sizi dinleyen ahmaklar sürüsü bilgi düzeyinizin müthişliği karşısında ağzı açık ayran delisi gibi nefes almaksızın ağzınızdan çıkacak sözcüklere kendilerini ram edeceklerdir… Tam bu an… Bu anı mutlaka iyi yakalayın… Sihirli sözcüklerinizin uçuştuğunu fark edin… “Demokrasi… İnsan hakları… Cinsellik… Kadın haklarıııı… Burada dikkatli olun, demokrasi ve insan haklarının elde edilişinin işçi sınıfının ağır ve meşakkatli, yüzyıllara varan yıpratıcı, ölümlü-kalımlı mücadeleleri sonucu kazanılan sınıfsal kazanımlar olduğu… Sakının ha… Sınıf mücadelesi gibi bir kabustan söz etmeyin…”Avrupa’nın üzerinde bir hayalet dolaşıyor: Komünizm”… Ödümüzü patlatmayın, sonra hepimiz altında kalırız, yemlendiğimiz fonları da bir daha göremeyiz… Şöyle başlayabilirsiniz: “ Marksizm-Leninizm denendi, tutmadı… Bir sınıfın iktidarı diye bir şeyin olamayacağını yaşayarak gördük… Sovyetlerde halk diktatörlüğe başkaldırdı, Demokrasi mücadelesi verdi… Lenin: I-ııhhh… Stalin: Maazallah… Mao: Köylü, Che: Delikanlı adam valla… Oyun alanınız geniş. Açık oturumlar, konferanslar, sivil toplum kuruluşları, tv, dergi, gazete… Bütün medyatik araçlar sizin için seferber edilmiştir… Bu müthiş iletişim aygıtı babanızın malı değildir, “seçilmiş” olmanızın hakkını vermelisiniz.. Halkın beyinsizleştirilmesi için otuz küsur yıldan beri çok merhaleler kat edildi, beklenmedik başarılar elde edildi, “yemeye” hazır bir kitle yaratıldı. Bütün mesele sizin maharetinizde, “yedirebilmenizde”… Basit, herkesin anlayacağı “derinliğinize gölge düşüren” anlaşılır laflar sizi sıradanlaştırır, aman dikkat. Haa, bu arada hatırlatmadan geçmeyelim: Her işin bir meşakkati olacak elbette… Mesela kendini bilmezin biri çıkıp, siz tam da rüştünüzü ispatın eşiğindeyken olmadık bir yerde olmadık bir laf edip size “siktir” çekebilir… Bu durumda nasıl hareket etmeniz gerektiği de kulağınıza fısıldanacaktır. Size “siktir” çeken haddini bilmeze şöyle yukarıdan bakıp “ hoşgörü” örneği mi sergileyeceksiniz, yoksa arkanıza aldığınız “herkesi hemen hizaya getiren medyatik mekanizmaları” devreye sokarak meşrebinize yaraşır, alçaklıkta eşi menendi görülmeyen, lağım çukurundan devşirdiğiniz dilinizle üzerine bok mu püskürteceksiniz… Yoksa gerçekten hiçbir bok olmadığınızı bile bile kendinizi bir “bok” yerine mi koyacaksınız… Nerde nasıl davranacağınız konusunda programlanmış olduğunuzdan bu vartayı da kolaylıkla atlatacağınızdan hiç şüphem yok. Yani “entele” yatacaksınız uzun sözün kısası… Kılık kıyafet, yürüyüş çalım… Yedi dağın arkasından kükrediğinizde bulvarlarda sizinle titriyor olacaktır… Gün sizin gününüz, haydi kolay gelsin, “Endişe-3” te görüşürüz. EMANET fareli bir diyarın çocuklarıydık, çoşkulu, özgürlük kokulu. bağıra, çağıra şöylerken ezgilerimizi, eserdi başımızda özgürlük rüzgarı deli deli… yoksulluğun kara duvarlarına cizerdik cenneti... fareli köyün kavalcısı bir gün geldi. anaları babaları götürdü ilkin… umuda gider gibi gittiler. dağ kapandı. gelmedi kimse geri öyle baktık gidenlerin ardından. sonra çocukları astı bir bir çicekten geçmiş dallara… kavalcı, resmini çizmekte hâlâ çicekli dallara asılı çocukların, bir denizin kıyısında. Günse; çekildi penceremizden coktan. sisli bir geçmişten bakar acılar unutulmuş masalların çocuklarıyız şimdi emanet… yazılmamış hikayeler anlatan, kayıp bir nesilden bir ağlayanımız yok, gizlice içimizde taşıdığımız cesetlerimize... Nuriye Koçak Soner 5 derneğinin kurucu üyelerinden olmama rağmen yönetimle ilgili sorunlar yaşadığım için ayrıldım. -Sosyalist ortamda yetişmiş bir ailenin kızı olmak, sana hangi özellikleri kattı, hangi sosyalist sanatçıları beğenirsin? -İnsanı çocukluğunda aramak gerekir. Annem ve babam çalışıyordu, küçük yaşlarda anaokuluna başladım. Bulgaristan’da küçük yaşlardan itibaren her çocuk anaokuluna giderdi. Her köyde anaokulu vardı ve ilkokul gibi anaokulun da sınıfları daha doğrusu grupları bulunurdu. Sosyalist sistemde büyümüş bir çocuk olarak sınıf ayrımını hiç hissetmedim. Çalışmayı öğrendim, çocukluk arkadaşlarımla ilkbaharda papatya toplayıp satardık, kazandığım parayı dondurma, yaş pasta ve boza almak için harcardım. Okuldan da öğrencileri çalışmaya götürürlerdi. Belki bu yüzden çalışmayı sevdim hep, tembellikten nefret ederim. Disiplini öğrendim, kendi işimi kendim yapmayı öğrendim, sanat ve spor etkinliklerine ilgi duydum. Nazım Hikmet, ilk tanıdığım şairdir. Annem anlatırdı, Bulgaristan’daki köyümüze yakın bir yerde konuşma yapmış. İlk ezberlediğim şiir onun şiiriydi. Sonraki yıllarda Nikola Vaptsarov, Pablo Neruda, Vladimir Mayakovski beni etkileyen şairlerden olmuştur. Ahmet Arif’i, Turgut Uyar’ı… çok severim. HALİME YILDIZ’LA SÖYLEŞİ Gülsüm Işıldar -Sevgili Halime, merhaba! Kadın kadına bir sohbet yapalım mı, seni tanımayan okurlar için kendini tanıtır mısın? -Seni yakından tanıyan biri olarak, özel yaşamını, işini, dostluklarını bir sanatçı duyarlılığı ve erdemiyle, daha doğrusu yazdığın gibi yaşadığını biliyorum. Bazı yazarlar var ki, onlara sosyopat demek daha doğru olur, samimiyetlerinden şüphe ederiz, yazdıklarıyla, yaptıkları arasında uçurumlar vardır. Sadece yazmak için yazarlar. Onlar için önemli olan kendi promosyonlarıdır, bunun için her ortama atlamaya hazırdırlar. Özgeçmişlerine, kendilerinde hiç olmayan değerler yüklerler. Zamanla bu yalanlara kendilerini de inandırıp, bir sanatçı edasıyla aynada narsistliklerini izlemeye koyulurlar. Sence gerçek sanatçının yeryüzündeki misyonu ne olmalı? -Merhaba Gülsün!.. Bulgaristan’da doğdum. İlkokul dördüncü sınıfta Türkiye’ye geldim. Hayatımı tam orta yerinden bölen bu göç, beni çok etkiledi. On yaşımda kendi kendime Türkçe öğrendim, hayata gösterilen açının dışına çıkıp bakmayı öğrendim. İki farklı kültürün kendimce sentezini yapmak zorundaydım. O günleri düşündüğümde bana “Bulgar” diyenlere, kendimi adeta çırpınarak anlatmaya çalıştığımı hatırlıyorum. Kayseri’deki çocuklar için “uzaylı” gibi bir şeydim… Kıyafetlerimle ve konuşmamla dalga geçtikleri günlerde karar verdim Türkçeyi çok iyi öğrenmeye. Bu kararla ya da bu inatla Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni oldum. İlkokul 5. sınıftan beri şiir yazıyorum. Düz yazıya sonra sevdalandım, ilk aşkım şiirdir. Şu anda üstün yetenekli çocukların eğitim gördüğü bir merkezde, Bursa Bilim ve Sanat Merkezinde çalışıyorum. Bir taraftan da kitap çalışmalarım devam ediyor. -Yazanla yazılan arasında tezat olmaması gerektiğine inanıyorum. Hani Mevlana der ya, “Bir söze bakarım söz mü diye, bir de söyleyene bakarım adam mı diye!” Elbette söyleyen ölür, söz kalır geriye. Ama sözün gücüne güç katar söyleyenin kişisel özellikleri. Herkes yazabilir, hatta verdiği emek ölçüsünde herkesin şair olacağına da inanırım. Emek, yeteneğin önüne geçer!.. Fakat herkes şair olmak zorunda değil, bu kadar da basite alınmamalı şiir. -Ödüllerin, kitapların, üyesi olduğun örgütler hakkında bilgi verir misin? -Çeşitli kurum ve dergilerin şiir yarışmalarından aldığım ödüller var. Türkiye Yazarlar Sendikası ve Edebiyatçılar Derneği üyesiyim. Bursa’daki Buyaz 6 Bir arkadaşım şöyle demişti, “Roman yazmak zor, insanın çok zamanını alıyor. Şiir yazmak çok kolay, cebimde kâğıt kalem olması yeterli.” Bu düşünceyle yazılan şeylere (!) şiir dememek lazım. Ortalıkta bir de şair seviciler var. Bunlar facebook üzerinden dizeler paylaşıp, dizeler beğeniyorlar. Yalanlar dolaşıyor şiirin ve şairin damarında. Yalan, acemi olursa insanın zekâsını aşağılar. Sanatçının sorumlulukları vardır. Fildişi kulelerde yaşayıp, dürbünle halkın sorunlarına bakan şair ne ölçüde sahici olabilir? İsterse orada yaşayıp aşk şiirleri yazabilir, sevgilinin tek tel saçı için hayatını feda edebilir. Evet, böyle de şiir yazılabilir. Ama bu şiir benim şiirim değil. Şair, ipek yorganda uyuyamaz. Uyursa da uyur kalır!.. alamayarak, topluma bir suç makinesi olarak geri döndüğü halde, ille de kendi çocuğumu doğuracağım diye, yumurta nakli veya tüplere bir servet harcayarak, kendi üstün genlerini dünyaya bırakmakta israr eden, yani temelde gerçek bir sevgiye sahip olamayan, sadece kendi benlerini seven, benmerkezci anneler mi? Bakabileceğinden fazla çocuk yaparak, onları büyütürken çektiklerini, çocuklara ve topluma karşı duygu sömürüsü olarak kullanan anneler mi? Yoksa başkasının bebeğini kendi bebeği gibi sevebilme yetisine sahip hakiki anneler mi, desem, neler söylerdin? -Üstün zekâlı çocukların eğitildiği bir merkezde öğretmensin, onlara rahatça ulaşabilen bir zekâ ve yüreğe sahip olduğunu biliyorum, yazdığın şiirler ve çocuk kitapları da bunu doğruluyor. Örneğin, ‘Uçurtmayla Balık Tutmak’ nasıl bir kitap? -Doğursun veya doğurmasın fark etmez. Kadında doğuştan gelen bir annelik şefkati var. Ve dünyanın bütün çocukları yalnızca çocuk. Kim doğurmuş olursa olsun hepimizin onları sevebilme gücü var. Hepimizin onları saracak sıcaklığı var. Bazı annelerde, sanırım insanlaşma sürecinde sorun olanlarda, çocuklara karşı acımasızca davranışlar var, bunları anlamak mümkün değil. Doğuda çalışırken çok çocuklu ailelerdeki durumu üzülerek yakından gözlemleme imkânım oldu. On onbeş çocuklu bu aileler iki çocuk sahibi olsalardı yaşam şartları daha kolay olurdu ama onlara bu kadar çocuğu Allah veriyormuş, bazıları öyle söyledi. Anlatmaya çalıştım, anlamayanları da Allah’a havale ettim. Akgün Akova’nın dizelerini anımsadım sık sık, “Çocuklar biriktirilir dokuz ay on gün, ömür boyu harcanmak için.” -Üstün yetenekli öğrencilerle çalışmak apayrı bir tecrübe oldu benim için. Yedi öğrencimin çalışmaları kitaplaştı. Bazı öğrencilerim Tüyaplarda kitaplarını imzaladı. Şu anda Türkiye’nin en küçük şair ve yazarları Bilim ve Sanat Merkezlerinde eğitim görüyor. Uçurtmayla Balık Tutmak kitabıma gelince… Çok önemsediğim bir kitap bu. Çünkü edebiyatımızdaki ilk çocuk deneme kitabı. Çocuklar için masal, roman, hikâye, şiir kitaplarımız var. Ne yazık ki çok önemli olduğuna inandığım, düşünce yazılarını içeren kitaplar yok. Düşünce yazılarından deneme, tür olarak çocukların ve gençlerin seveceği bir anlatımla yazılırsa okunur diye düşündüm. Deneme türünü çok önemsiyorum. Bu amaçla çocuklar ve gençler için bir deneme serisi hazırlamaya karar verdim. Evrensel Yayınevi dosyamla ilgilendi ve ilk kitabı yayınladı. Kitap çok ilgi gördü, üçüncü haftasında 2. baskı yapıldı. Şu anda serinin ikinci kitabı olan Kertenkelime baskıya girecek. -Bir göçmen çocuğu olarak, ‘Yorgun Atlar Tekkesi’ isimli kitabını yazarken neler hissettin? -Kendimi iyi hissetmediğim günlerdi, sırt çantamı alıp Balkanları gezmeye karar verdim. Gezimin son durağı doğduğum kent Şumnu olacaktı. Makedonya’da Harabati Baba Tekkesi’ni hayranlıkla gezerken atların bağlandığı yeri gösterip bana eşlik eden Üsküplü şair Leyla Şerif’e “Leyla, bu atlar Orta Asya’dan geliyorlardı kim bilir ne kadar yorgundular,” dedim. O an kitabımın adı Yorgun Atlar Tekkesi oldu. Ben, kendimi nerede kaybedersem kaybedeyim Balkanlarda buluyorum. Ve Balkanlarla ilgili yazmayı seviyorum, Balkanlarla ilgili konuşmayı seviyorum. Balkanlar beni acıtıyor, Balkanlar beni tedavi ediyor. İnsanın genetik kodu doğduğu topraklardaymış. Dünyayı gezmek için yola çıktım ama dönüp dönüp bu küçük Balkan köyüne gidiyorum. Çünkü bir tek ona yaramı gösterebiliyorum. -Yayınlanmış ve yayına hazırlanan kaç eseriniz olduğundan da bahseder misiniz? -İlk kitabım Sensizlik Yüreğimin Deprem Kuşağı. Ardından ikinci şiir kitabım olan Kadın Suretleri yayınlandı. Gezi ve deneme yazılarımın toplandığı Yorgun Atlar Tekkesi çok sevildi. Deneme türündeki ilk gençlik kitabım Uçurtmayla Balık Tutmak. Udumbara adlı şiir kitabım da iki hafta önce okuyucuyla buluştu. Udumbara’daki şiirler 14 dile çevrildi. Kertenkelime ile Ve adlı kitaplarım da şu anda Evrensel Yayınevi’nde basım aşamasında. -Bir anne olarak dünyada ve ülkemizde pek çok kimsesiz çocuk itilip kakılıp, aç bırakılıp, şiddete maruz kalıp, yeterli eğitimi -Bir şiirinizi bizimle paylaşır mısınız? 7 sen mi geldin ÇÖMLEK USTASI MENEKŞELER AÇSINsayın / Yıldız! -Teşekkür ederim GÖZLERİNİN KUYTULUĞUNDA benim ellerim kavuşamıyor enheduanna* içindeki kayaları dağa yama dağ yamasını sevdiği için büyür toprak terini magmaya sağarsa çömlektir soluk rengini bırakmış efkarla sarılan tütün beslenen... göğünü arayan Sendin sorularla geldimen tutar yanım; En tatlı, en güzel yarım... hırlıyım hırsızım maske takıp hüzün soyarım elinin çamuruyla ağzı sıvalı çömlek ustasıyım düğümlenen sesimde Yıldız yağmurum, dizginsiz sözcükler Başıma taç ettiğim Samanyolu'm... anlatacaklarımı Uçsuz bucaksız gökyüzümsün. hangi suskunluk bozabilir Ba -yüreğimdeki köpekler susunca uyuyacağım söz ıslanmış bir bekleyişin daralan soluğundan son umut bu enheduanna parmaklarımı onardı e?) sırıtıyor. Öneri: ilk bir'lara)ze yapıp perçinle istersen)a aykırı kalkınca da dizge bozulmuyor) ne âlâ özüme sarı sabır kâğıt katlama sanatını bilmeyen anne olamaz avucu kapalı adam ya tilkidir ya kurt acıdıkça tazelenen kaldırımlara düşen gölgem/ kadar yalnızken menekşeler açsın gözlerinin kuytuluğunda çiğnenmiş bir mevsimin göğüne düşen güz dönümü/ burukluğunda destuuur! ustam sus dedi su en kılçıksız balığından vuruldu sinsi bir elin hoyratça sildiği izde pus düştü/ geceden gözlerime mora çaldı/ usumun heceleri -çok akıllısın sevgili oysa tecrübe dâhi! insanoğlu çiğ süt emmiş çiğ topraktan yaratılmış çiğ laf söylemeyi öğrenmiş insan çiğğğ pişmiş topraktan insan olur mu hiç olur diyenleri tutuklayın bayım ben yasal bir çömlek ustasıyım aynı yorgun/ kıvrımında ömrün/ ey esrik gülüşleri yorgun/ hüzünle ağıyor kirpiklerime bir şeyler eksiliyor her yüz kendi yalnızlığına gömülürken zen hırçınlaşan, köpüren, buğulu camların/ ardından dalgın Bazen munis munis uyuyan kucağımda, Masmavi denizimsin! Gözlerinde kaybolduğum ormanımsın; kırık bir şeyler/ yitirmişliğin Yeşilin bin bir tonunu taşıyan... acısıyla Nice umutlarla büyüttüğüm fidanımsın. yıkar kirpiklerini/ tenhalarda sessiz sessiz/ zaman tohumun Kapatma gözlerini, toprağa düştüğü andır Yazlarım kışa, Kışlarım borana Mehmet Özgür Ersandöner yoksa... -oyuncakları kırmızı ışıkta duran çocuk balyozu geç tanır! dünyanın ceplerine taş virginia wolf geçti yanımdan bahçeme bahşiş bıraksaydı bahar orhan veli olurdum ama asma yaprakları hile yapmaz üzümün arızalı kızıyım avucumun avlusunda yüzünü yıkayan kim -yamalı bohçam sevgili ülkem 8 BİR VARMIŞ İKİ YOKMUŞ GÖZÜ DÖNMÜŞ BEŞERİN ışık hızıyla geçtim, ışkın hızıyla, aşkın gecenin gör noktasını, kehribarı gür zilli tef sesleri geliyor aylı geceden dizilipti inceden inceden işte böyle başladım eğirmeye bir büküm ipi ejderhalar bekleşirdi allı pullu çengiler Harun El Reşitle Cafer El Barmeki çıkmışlar binbir gece masallarından lacivert gökyüzünün altında sefa sürüyorlar kırlangıçlar göç ederdi sevdalılar ağlaşır bir yerlerde varmış gibi hep bir yol tutunacağımız bir kol kendine açık bir kuytu deniz herkes için kan lekesiz arap güzelleri yılankavi endamlarıyla yüzyıllardır raks ediyorlar bir dilim zaman! kırdım sapanları tanrım bir kuş! tanrım bir kuş soyundum dillerimden doğunun onurlu dilencileri bakışları yere çakılı el açıyorlar petrol şeyhleri onüçlük kızları cariye yapıyorlar gökyüzü bu kadarmış, martılar bu kadar bu kadarmış süngüsü aşkın çoktan yel almış adımızı, sesimizi yâdel ya heyy! kavli ne ki ovanın, orkidenin, zağarın dağ dağa ne vakit… ne vakit gök! savruluptu inceden inceden çocuk ticareti bebe tacizleri kanatırken içimizi filipin kadınları seks fantezileri zemheri olmuş yolumuza gözü dönmüş beşerin kaç para eder şairin yürek depremi duvarları vurdum şafağın kunduzuyla buz bağladım, tuz bağladım, ah giz! ne kalır benden ne kalır kocaman bir biz oyarken özümüzü iki üvey dize kalır gelin ağzında muratsız -sökül ey ilmek sökül, yıkıl ey babel yıkıl! Hasibe Ayten 9 Perihan Baykal “-Taksilerin de veled-i zinalarını, piç kurularını yapmış bunlar. Adını ‘Murat’ koyup o güzelim kelimeyi de kirletmişler. Ne demişti Köroğlu; ‘Tüfek icat oldu mertlik bozuldu’ (s 52) diyerek içlenir. BENİ BEKLE ÇİÇEĞİ’NDE KİŞİLER Buyruk, baskı, dayatma.. Belediye’nin zabıtasından ya da Vilayet’in polisinden.. kimden gelirse gelsin, direneceklerdir ama benzer her durumda olduğu gibi faytoncular arasında da yılgınlık gösterenler, yenilgiyi kabullenip teslim olanlar olur. Faytoncular grevinin yaklaştığı günlerde Ali İhsan’ın en yakın birkaç arkadaşından biri olan faytoncu Yunus, durumu şöyle yorumlar: Ali Ozanemre “Benibekle çiçeğini bilir misiniz? / Arılar, kuşlar bilir onu en çok. Bir de rüzgârlar… / Uçurumun üstünde biter bu çiçek. İnceciktir kökü. Mor yaprakları vardır. Ateş kırmızısı açarlar. En durgun havada bile rüzgârlıdırlar … Renkleri kendi içlerine kanar, kokuları dışarıya…” (s 7) Bu tümcelerle başlıyor Mehmet Güler’in “Benibekle Çiçeği” adlı romanı (1). Bu roman öncesinde yazdıklarıyla Türk öykücülüğünün görkemli duvarına sağlam ve güzel tuğlalar koyan Güler, usta bir yazar olduğunu gençlere yönelik romanlarında da göstermişti. Yazarın bu yapıtı, ‘büyükler’in de tat alarak okuyacakları bir roman; bir, ‘Adana romanı’. Adana il merkezi, biraz da çevresi, romandaki olayların coğrafyasını oluşturuyor; doğaldır ki kişiler de Adanalı. Bu romanda, romanı roman yapan öğelerden zaman, ki aşağı yukarı 20. yy’ın son çeyreğidir, önem sıralamasında öbür öğelere göre öncelikli: Onlarca, belki yüzlerce yıl kent içi ulaşımı sağlayan faytonların yerlerini ‘murat taksi’lerin aldığı, taksiciliğin, faytona, faytonculuğa yaşama hakkı bırakmadığı bir sürecin yaşandığı zaman dilimi. Faytoncuları, kaçınılmaz yenilgilerinin önüne geçmek için örgütlemeye ve direnmeye yönelten öncü, faytonculardan Ali İhsan’dır. Yazar onu, şu kısa paragrafta şöyle betimlemiş: “-Ömürleri atlarla birlikte geçtiği için at kadar ürkektir onlar… Oturdukları zaman lafla koca Çukurova kadar alanı kirletirler. Sen onların çoğunu dava arkadaşı mı sanıyorsun Abi? Küçük esnaf takımı ve iş adamları hep böyle korkak olurlar. Ustalar küçük burjuva korkaklığı ve dönekliği diyor bu tür hareketlere… (s 194). Yunus’un bu yorumuna karşı “Ben o laflardan fazla anlamam” dese de Adana’nın Kürt’ünü, Arap’ını, Çerkez’ini, Roman’ını yanında göremeyen Ali İhsan, halk bilgesi tavrıyla şöyle der: “-Çukurova’nın uşağı mert, cesur olurdu. Tuhaf. Kürt’ün kavgacılığı, Arap’ın kurnazlığı, Çerkez’in aklı, Roman’ın kıvrak zekası yok olup gitti birden (s 195). Faytoncu Çapar Zihni, yaşanan acıklı hali, bir avuç kalsalar da eylemlerini koyacak olan “grevciler”e, tanığı olduğu bir durumla şöyle anlatır: “-Duydunuz mu ağabeyler… Biraz önce birkaç kişi götürüp atını da faytonunu da belediyeye teslim etti. Gözlerimle gördüm, paralını peşin aldılar. Sıcak parayı görünce Allahıma güle oynaya evlerine dağıldılar (s “…Yakasına ateş kırmızısı benibekle çiçeği takmıştı. Bu çiçeği taktı mı on yedi yaşında bıçkın bir delikanlı kesilirdi. Susuz içerdi rakıları. Ölümüne sever, ölümüne kavga ederdi. Hayatın en çavlan yerinde yüzer, en uçurumunda at koştururdu. Fayton tekerlerinin ne tarafa döndüğüne bakmaz, zamanının hangi yöne aktığına aldırmazdı (s 8). Bir ‘murat’ edinip taksiciliğe geçen faytonculara diş gıcırdatan Ali İhsan kendi kendine mırıldanır: “-Koduğumun taksicileri. Daha üç gün geçmeden Allah’ın cebinden peygamberi çalıyorlar, sonra da ekmeklerini kapıp kaçan bizlermişiz gibi şurada duruşumuzdan rahatsız oluyorlar. Çoğunuz bizim yakadaydınız düne kadar. Şimdi karşı yakaya geçtiniz. Dizgin yerine direksiyon tutunca başınız göğe değdi sanki (s 52). Faytoncuların yenileceği daha baştan belli gibidir ama onlar bunu açıkça dile getirmekten kaçınırlar. Oysa bir zamanların, -herkesin binemediği, binenlerin de asaletin, onurun hakkını verdiği- sessizce müşteri bekleyen Şevrolelerin, Fordların, ‘bıyık’ marka Limuzinlerin gururlu hallerini anımsamaktadır Ali İhsan ve ayrımındadır gelmekte olan belanın: (1) BENİBEKLE ÇİÇEĞİ, Roman, Mehmet Güler, Cumhuriyet Kitapları y. 1. b Nisan 2011, 237 s. 195). Buraya dek kimi alıntılarla kısa bir tanıtımını yapmaya çalıştığımız bu roman, birçok yönüyle ele alınıp irdelenmeye değer doğrusu. Bunlardan, yalnız, dil ve anlatım özellikleri düzleminde olmak üzere; romanda geçen deyimler, atasözleri, söylenceler.. olabilir(di). Yine bu bağlamda yazarın dersine iyi çalıştığını belirtmek bakımından datoplumsal yaşamdan çekilen ya da çekilmekte olanlarla birlikte unutulmaya yüz tutan bazı varlıklar (onların adı olan kavramlar) üzerinde de durulabilir. Örneğin hepsi de faytonla, faytonculukla ilgili şu terimler: alınlık, boncuk, fener, konkurdak, kapitone, püskül, zil… (s 50); at gözlüğü, cirit, çılbır, çıngırak, eyer, gem, gerdanlık, keçe, nakış, toynak, üzengi, yamçı (s 113); muska (s 126); kadana, kısrak, kula, kunnatmak; alnı akıtmalı, Arap kırması, doru, safkan İngiliz, ayağı sekili (atlar) (s 113). Yine dil kanalından, fayton ve faytonculukla ilgi olmayan, ama toplumsal yaşamdan çekilen, çekilmekte olan başka şeyler üzerinde de durulabilir: aktar, bakkaliye, balyoz, çekiç, ip, körük, semer, soba/borusu, sunduraç, urgan, yonca tohumu… (s 49, 141). Yeni sayılabilir zamanlarda tanıştıklarımız üzerinde de durulabilir: butik, cafe, centır, hamburger, hiper market, kuaför, pup, süper market, şarküteri… (s 49). “Post-modernist arayışlar”la yeri, zamanı ve kişisi, hatta konusu belirsiz romanlar da yazılmış olmakla birlikte bir romanı roman yapan önemli öğelerden birinin de ‘olay kahramanı/kahramanları’ denilen kişi ve kişiler olduğu bilinen bir şey. Romanda kişi 10 kavramının önemi göz ardı edilemez. Dünya edebiyatına silinmez damgalar vurmuş romanları düşünelim: Gonçarov’un Oblomov’u, Standhal’ın Madam Bovari’si, Orhan Kemal’in Murtaza’sı, Aziz Nesin’in Zübük’ü ve daha yüzlerce, binlerce “tip” örneği kişilerin yaratıldığı romanlar için geçiniz efendim denilebilir mi? Mehmet Güler’in romanında da başta Ali İhsan olmak üzere karakteristik “tip”ler vardır. Ancak biz bu çalışmamızda, hem bilinen bir roman incelemesi dışına çıkacağız, hem de bir ‘tip’ kişi üzerinde durmayıp adı geçen bütün kişilerinin kısa tanıtılarını vermekle yetineceğiz. * “Benibekle Çiçeği” romanda adı geçen kişiler ( 2): Ali İhsan: Koray’ın, Tülin’in, Aykut’un babası; Seniha’nın kocası olup soylu atları ilk koşan, cıncık gibi faytonları ilk kullanan faytoncu bir babanın oğlu, çocukluğundan beri faytonculuk eden usta faytoncu; caddelerin faytonlara kilitlenmesi karşında direnen faytoncuların lideri ve Gülizar’ın sevgilisi. Ne var ki derdini anlatabileceği ne Kasım Gülek kalmıştır ne de Çörçil’i ta Adana’ya, ayağına getiren İsmet Paşa. Bu nedenle hep öfkelidir. Birçok faytoncunun katıldığı ‘faytoncular grevi’nin öncüsüdür. Grev nedeniyle grevciler başı Ali İhsan, Remzi, İskenderunlu Yunus, Atçatlatan Hamza karakola çağrılıp ifade verirler. Murat taksiciliğin, faytonculuğu öldürdüğüne kendisi de inandıktan sonra Adana’dan gider; nereye gittiği konusunda değişik öyküler anlatılırsa da bunların hepsi söylentidir; ‘Foytoncular Kralı’ diye namı yürümüştür, romanın başkişisidir (s 146, 192, 221 vd). Atçatlatan Hayri: Taksiciliğe geçemeyip faytonculuğu sürdüren, önceleri girip çıktığı caddelere sokulmayan, durak yerlerinden kovulan faytonculardan biridir; kızgınlığını, “Karılarımızın koynunu da yasaklasınlar bari” diyerek dile getirir. Ali İhsan öncülüğünde yapılan ‘faytoncular grevi’ne katıldığı için karakola çağrılıp ifadesi alınır (s 147, 192). Arap Azmi: Taksiciliğe geçemeyen, yıllardır fayton sürdüğü caddelere sokulmayan, durak yerlerinden kovulan ve bu gelişmeler karşısında isyan edenler faytonculardan. İsyanını, “Öz şehrimizden kovuluyoruz.” diye yakınarak dile getirir (s 147). benibekle çiçeği: (Sevgilisi Gülizar’la uzun, yoğun, yorucu bir sevişmenin ardından Ali İhsan’ın soluk soluğa anlattığına göre) “Toroslarda ‘benibekle çiçeği’ vardır. Çok az kişi bilir onu. Uçurumlar üstünde açar. Kan kırmızıdır rengi. İki, üç kez derinden koklarsan kendinden geçersin.” Gülizar’a benzer… (s 57). Benibekle Çiçeği: Enver Ağa’nın soylu kısraklarının, ‘Doru’ ve ‘Kula’ adlı atlardan döllenerek doğurduğu iki taydan birinin adı (öbür tayın adı Yelesi Rüzgâr) (s 223). Civan: Faytonculuktan taksiciliğe geçememiş bir başka faytoncu. Ali İhsan onu, ‘yapma’ diye birçok kez (2) Roman kişilerinin adları, abacesel sırayla. Ayraç içindeki sayılar, adların geçtiği sayfa sayıları. Ayrıca, roman başkişisinin atları ve romana adını veren “benibekle çiçeği” de ‘kişiler’den sayılmış ancak bunlar, eğik (italik) yazılmıştır. uyarmış olmasına karşın arabasına lastik tekerlek takmıştır; söz dinlemezliği nedeniyle Ali İhsan ona kızmaktadır; buna karşın o da ‘grev’e katılır (s 109). Deli Süreyya: Söylendiğine göre, yıllar önce nişanlısı Gülbeyaz’ı Adana Garı’ndan trene bindirmiş; Gülbeyaz bu gidişle gitmiş ve bir daha geri dönmemiştir. İşte ona olan tutkusu nedeniyle o günden beri Süreyya, ‘deli’ sıfatını almış; bekleme salonlarında, boş vagonlarda yatıp kalkan “kirli, çürük dişli” biridir. Bütün zamanını, Adana Gar’ında ‘nişanlısı Gülbeyaz’ı bekleyerek geçirir. Ali İhsan’ın sevgilisi Gülizar, Kızı Nihal’i, okumakta olduğu İstanbul’a yolculadığı yağmurlu bir günde Süreyya’nın, tren raylarında iki parçaya bölünerek ölmüş olduğunu görür (s 14, 88, 154). Doru: Ali İhsan’ın faytona koştuğu iki attan biri; öbürü, Kula (s 19). Ali İhsan, faytona koştuğu bu iki atı, has tay seçmek için günlerce kaldığı Uzunyayla’dan, Çerkezlerden almış, binlerce tayın içinden seçtiği taylarını, kendi zevkine göre yetiştirmiş, onları kuru üzümle, kuş sütüyle beslemiştir (s 127). Kâhya Durdu: Romanda adı, ‘Durdu Efendi’ olarak da geçer. Enver Ağa’nın atlarının bakıcısıdır. Enver Ağa’nın çiftliğinde, Ali İhsan’la İskenderunlu Yunus’u o karşılar. Sonra, Ali İhsan’la Yunus’a, ‘Doru’ ve ‘Kula’nın aşıladığı soylu atların doğurmak üzere olduğu, Enver Ağa’nın, kendilerini çiftliğe çağırdığı haberini iletir (s 95, 211). Enver Ağa: İskenderun yöresinde çiftliği, çiftliğinde cins atları olan kişi. Faytoncu Ali İhsan’la arkadaşı Yunus, Enver Ağa’nın cins atlarından tay almak için onun çiftliğine gidip ‘Doru’ ile ‘Kula’yı, çiftlikteki soylu atlara çekerler. (Enver Ağa’nın, Ali İhsan’ın eşi Seniha’nın eski nişanlısı, Gülizar’ın da boşandığı kocası, yani Nihal’in babası olduğunu öğreniyoruz s 228 vd). Enver Ağa konuklarını iyi karşılar ve isteklerini geri çevirmez (s 95). Gülizar: Adana’ya incecik bir yağmurun yağdığı bir gün trenle (çok uzaklardan=Almanya’dan) gelen, Adana’da Ali İhsan’ın sevgilisi olan kadın. Kendisinden uzaklarda yaşayan Nihal’in annesi. Sonlara doğru anlarız ki Enver Ağa’nın boşandığı kadındır. Ali İhsan’a geri döneceğini söyleyerek Adana’dan ayrılıp Almanya’ya geri gider (s 45, 178 vd). İskenderunlu Yunus: Ali İhsan’ın en yakın iki arkadaşından, yoldaşından birdir. Atsız kalınca Ali İhsan onu, yılkıdan at yakalayabilmek umuduyla, Torosların arasında bir dağ köyünde oturan arkadaşı Rıfat’a götürür. Oradan elleri boş dönünce o da artık yaşlandığı için faytonculuk yapamaz olan Fellah İsmet’in faytonunu yarı yarıya çalıştırmaya başlar. Ali İhsan öncülüğünde yapılan ‘faytoncular grevi’ne katılır ve karakolda ifadesi alınır (s 37, 147, 192). Kerem Ali: Taksiciliğe geçmeden önce Ali İhsan’ın yanında yer alan bir faytoncuyken bir günün sabahında kızgınlığın içinde debelenen Ali İhsan’ı görünce Şaşı Hasan’a eğilip “Yine at osuruğu zehirlemiş seninkini.” diyen faytoncu. Sonra o da taksiciliğe geçmiş, faytoncuların kızgınlığını peşinde sürekler olmuştur (s 53). Kula: Ali İhsan’ın faytona koştuğu iki attan biri; öbürü, Doru. Ali İhsan, birlikte faytona koştuğu bu iki atı, has tay seçmek için günlerce kaldığı Uzunyayla’dan, Çerkezlerden almış, binlerce tayın 11 içinden seçtiği taylarını, kendi zevkine göre yetiştirmiş, onları kuru üzümle, kuş sütüyle beslemiştir (s 19, 127). Pala Üzeyir: Yılların at arabacısıyken yakın zamanlarda taksiciliğe geçenlerden. Ali İhsan, ölmekte olan faytonculuğun ve sevgilisi Gülizar’ın ‘derdine düştüğü’, ardından da kimseye bilgi vermeden Adana’dan gittiği sıralarda Üzeyir, Ali İhsan’ın eşi Seniha’yla üç beş kez ‘ilişki’ye girer (s 36, 123, 132, 133). Rıfat: Ali İhsan’ın asker arkadaşı. Ovada (Çukurova’da) değil dağlarda (Toroslar’da) bir köyde yaşar. Yörüklerdendir. Ona ‘Avcı Rıfat’ da denir. Ali İhsan ve arkadaşı İskenderunlu Yunus, Toroslardaki yılkılardan at yakalamak amacıyla onun yanına giderler; birlikte Melendiz Dağı’nın arkalarında, Cehennem Deresi’nin koyaklarında günlerce taban teperler yılkı peşinde (s 64, 72). Sefer Usta (Nalcı Sefer): Faytoncuların atlarını nallayan nalbant. Murat taksilerin ortaya çıkıp yaygınlaşmasıyla faytonculuğun ölmeye başladığını, buna bağlı olarak faytonculuk, arabacılık, bunlarla birlikte nalbantlığın da ortadan kalmakta olduğunu herkesten önce değil ama Ali İhsan’dan önce kavrayan kişi. Aletlerine özlemle bakar, baktıkça onları boynu bükük, şaşkın, dilsiz ve paslanmış görmeye başlar. “Kıvılcımlar saça saça körüğünü yakmayı, çekicinin, balyozunun, keskisinin, sunduracının sapına tüküre tüküre çalışmayı, terini oluk oluk akıtmayı, işini bitirirken de o kızgın demire çekicinin götüyle kendi mührünü vurmayı” özlemiştir (s 30, 141). Seniha: Ali ihsan’ın eşi; lisede okumakta olan Tülin’in, Tülin’in büyüğü Koray’ın ve küçük Aykut’un annesi. Ali İhsan’ın, iyice bihoş olup kimseye de bilgi vermeden Adana’dan gitmesi üzerine eski faytoncu Pala Üzeyir’den yardım almaya çalışırken ona, kendisini birkaç kez sunmak durumunda kalmıştır (s 44). Yelesi Rüzgâr: Enver Ağa’nın soylu kısraklarının, ‘Doru’ ve ‘Kula’ adlı atlardan döllenerek doğurduğu iki taydan birinin adı (öbür tayın adı: Benibekle Çiçeği) (s 223). Ayrıca; yukarıda kısaca tanıtımı yapılan 19 “olay kahramanı”ndan başka romanda adı geçen 24 “kişi” daha vardır. Bunlar: Ali İhsan’la Seniha’nın çocukları Koray, Tülin ve Aykut; Ali İhsan’ın sevgilisi Gülizar’ın (ve Enver Ağa’nın) kızı Nihal; faytonculukta direnip greve katılanlardan Çapar Zihni, Çılbır Ali, Yamuk Hayri, Katır Osman, Remzi, Şaşı Hasan; yaşlandığı için faytonculuk yapamaz olunca atlarını ve faytonunu atsız kalan İskenderunlu Yunus’a kârı yarıya işletilmek üzere veren Fellah İsmet; bir yolunu bularak faytonculuğu bırakıp taksiciliğe geçen Hamza, Hüsnü, Jilet Kemal, Kara Selim, Kör Recep, Parlak Osman, Tulum Rahmi; faytonculuktan kamyonetçiliğe geçen Sümüklü Hüsnü; Ali İhsan’ın arkadaşı Rıfat’ın eşi Senem; roman kişisi olarak okuyucu önüne çıkmadıkları halde romanda bir biçimde adları geçenlerden Gurbet Kadın (Ali İhsan onu yıllar öncesinde sevmiştir; gece gündüz sevişmelerinin ardından birlikte trene binip bilmedikleri yerlere gitmişlerdir; Ali İhsan, adını bile bilmediği bu kadını ‘Gurbet Kadın” diye anar), Gülbeyaz (Süreyya’nın, ‘Deli Süreyya’ olmadan önce nişanlısı olan, yıllar önce Adana Garı’ndan hareketle bir tren yolculuğuna çıkıp bir daha geri dönmeyerek Süreyya’nın ‘deli’ olmasına neden olan kadın), İdris Usta (‘Faytoncular piri’ diye anılan, Adana’nın efsaneleşmiş eski faytoncularından) ve Zeyrek Usta (Ali İhsan’ın faytonunu yapmış olan Erzurumlu Kırım göçmeni). * Olup biten her şeye karşın Seniha, hiçbir ipucu bırakmadan Adana’dan çekip giden Ali İhsan’dan bir haber almak için çok çabalar. Onun, nereye gittiği, nerede olduğu konusunda türlü söylentiler dolaşır ortalıkta. Yazar, romanı, her söylentide bir umuda kapılan Seniha’nın düşüngüsü içinden şöyle bitirmiş: “Ali İhsan’ın artık unutulacağını sanıyordu ki onu İzmir’de gördüğünü söyleyenler de çıktı. ... Bu habere göre Ali İhsan faytonunu benibekle çiçekleriyle bir cıncık gibi süslemişti. Konak’ta… İçini küçük bir dükkâna çevirmişti … Büfe gibi kullandığı faytonunda çocuklara sakız, çiklet, balon, oyuncak satıyordu … Yanına varan eski dostlarını, yakınlarını bilmezlikten geliyor, hiç kimseye yüz vermiyordu. Geçmişe ait ne varsa tümünü unutmuş, belleğinden silmişti. / Bir başka söylentiye göre…” (s 237). BEKLERİZ geceler sokağına yön durup beklerim orda bulutlar yeni renkler ararken şehrine kapıda güvercin sevdaya gidilecek zaman imleri gül ağzı kızlar öper düşten sevgililerini yalnızlığı çizer sayfasına aşkı öğrenmeyen yetim kalır ölümsüz bir şarkı orta yerinde neşter vurulur kar(delen) umutlara aşkın da aşktan öğreneceği yok mu su mitosları biriktirirken yürek küplerinde yağmur anaforu nereye gitsek deniz yatağı dolusu gürültü saman alevi söze loş kalabalık dal eğrisi gün kasnağında nakışı yarım yeryüzü bekleriz sabra kayıtlı gemilerin uzun yol dönüş düdüklerini 12 ottan, ağaçtan, hayvandan ayıran, dirimi sürdüren, güzelleştiren ve her şeye karşın canlıları, yaşamın zorluklarına ve engellerine katlandıran aşk. Dilruba Nuray Erenler Aşkı tapınmaya, sanata dönüştürenler; birbirlerini yeniden eğitirler, insanlaştırırlar. Hesapsız kitapsız, sorgusuz sualsiz birbirine katkılanır, birbirlerini korurlar. Dostluğu aşan insanlık aşamasıdır aşk. Devrimleri evrimleştiremezseniz o devrim olmaz, aşk ve evlilik içindeki rolü nedir bu sözün. Sorunuza temel hazırlamak için önce, adı geçen iki kavrama bakalım: Devrim; yerleşik toplumsal düzeni köklü, hızlı ve geniş kapsamlı olarak niteliksel ve niceliksel değiştirme ve yeniden biçimlendirme süreci. Yazgıcılık; her şeyin, alınyazısına göre önceden belirlenmiş olduğuna, insanın önceden belirlenmiş olan alınyazısını değiştiremeyeceğine inanan dünya görüşü. Kadercilik. Ne doğa olayları ne sosyokültürel olaylar kendiliğinden oluşmaz. Değişim ve dönüşümün bir nedeni ve sonucu olmak gerekir. Neden sonuç ilişkisi: Diyalektik! OSMAN BOLULU İLE SÖYLEŞİ Ayşe Kaygusuz Aklı, bilimi kılavuz edinmiş, laik, sosyal adaletçi, hukuka saygılı bir toplumsal düzen kurma girişimi evrimleşseydi dersiniz. Aynı zamanda, ‘Köy Enstitülerinden Biri’ Ocak 2012’de yayınlanan anılar kitabının adı. Evrim; zaman içinde doğal olarak kendiliğinden evre evre gelişme, dönüşme, niteliksel ve niceliksel gelişme süreci. Kendiliğindenlikle devrim çatışır. Biri öte dünya devletinden yanadır, ötekisi bu dünya devletinden yana. Kendisini ahrete adamakla insanın mutluluğuna adamak. Devrimlerin yumuşayarak evrime dönüşmesi, yüz yıllar ister. Dünya tarihi buna tanıktır. Toplumun alışkanlık ve anlayışı, birden bire değiştirilemez, uzun yıllar ister. Devrim amaç ve ilkelerinden vazgeçmeden halkı, nasiplendirmek zorundadır: Halkın yaşamını kolaylaştırmalı. Ona yeni olanaklar sunmalıdır. Yoksa zamanla halkın devrime bağlılığı azalır. Her devrim karnında karşı saklar. Başını karanlığına gömen karşı devrim fırsatını, olanağı yakalandığında, çukurundan başını kaldırır. Halkı arkasına alarak iktidar olabilir. O nedenle kimi devrimler başlamış ama yarım kalmıştır. Bundan yararlanan karşı devrim, çağdaşlığa yönelmişlerin yönünü tersine çevirebilir. Köy enstitülü olmak, onuru ve keyfiyle başka bir duygu elbette. O yıllardaki yaşamın zorluklarının yanı sıra, öğrenme, üretme ve paylaşmanın verdiği haz. Arkadaş ilişkileri, Aile içi ilişkiler ve okul… İstekli ve kararlı olmanın getirdiği başarı. Sevmek, insan doğasına yakışan en güzel duygu ve daha birçok duyguyu içinde barındıran, anılar toplamı bir kitap. Anlatılmaz ancak okunur diyorum ve herkese öneriyorum. Temmuz 2011’de baskıdan çıkan kitabınız, Bir Gülün Aydınlığında, Taşova, Tokat, Turhal üçgeninde başlayan, ölümsüz bir aşkın anılarla anlatımı… Tam da, evlilik aşkı tüketiyor, söylemine karşın bir yaşam… Evlilik aşkı tüketiyor görüşü, yalın kat görüş. ‘Leyla ile Mecnun’ Arap’ın aşk öyküsü. Leyla ile Mecnun yıllarca birbirlerini arar, kavuşunca birbirlerini tanımazlar. Olur mu öyle şey? İnsanın doğasına, aklına aykırıdır böylesi görüş. Aşk yoktur demek mi istiyorlar? Sanırım, bizim Divan Edebiyatında aşk örneği sayılan Leyla ile Mecnun’dan kurtulamayanların anlayışıdır bu! Ya da döl döküp soyunu devam ettirmek için evlenenlerin durumundan çıkarılan bir sonuç da olabilir böylesi. Sözümona çağıncıl görüşlülerden kimi; “Aşk, keşfedilince biter.” diyor. Keşif, ortaya çıkarılamamış bir şeyi ortaya çıkarmak. Petrol mü aşk? Yaşama uygulayarak onu kullanarak rahat edeceksiniz. Nesne mi aşk Erkekle dişinin birbirine karşı duydukları cinsel istek (kösnü, şehvet) doğaldır: Temel içgüdüdür; insanı Aşk ve evlilikle devrim ilişkisini soruyorsunuz Evlenerek yeni bir düzen kurmak, kökten değişme, dönüşme, özelinizde bir devrim. Ataerkil geleneğinizi, evlendiğiniz kişiye uygarlarsanız, ancak kendinize bir tutsak bulmuş olursunuz. Egemenlik sizde ise feodal yapıya işleyen çarkın dişlilerinden biri olacaksınız. Öyleyse hem sizin hem toplumunuzun uyumlu, mutlu yaşam sürmesi için, sizin devriminiz de yumuşama evrilme zorundasınız. Ben de Turhal’lıyım ve son yazdığım bir öyküde, ‘Bedenimde ve belleğimde izler bırakan 13 şehir,’ dedim Turhal için. Gördüm ki, sizde de Öykünün kızkardeşiymiş; öykü şiirin oğlan kardeşi; deneme teyzesinin delişmen oğluymuş gibi gelir bana: her birinin kendine özgü yapısı, söyleyiş biçemi yolu yöntemi vardır: * Dil işçiliği, * Yoğun ve sıkı anlatış, *Doku örgütlülüğü, *Karmaca, * İmgenin kanadında uçuşa çıkmak, *Okurunun düşlerini genişletmek, *Anlağı kamçılamak, *Okurunu, okuma öncesindeki taşımak daha üst konuma bakımdan birbirine teğet ve aynı işleve koşulduklarını sanırsınız da odan kardeş diyorum, onlara. Ama her biri kendi kişiliğine tizdir. Deneme, başkasının diktiği kaftanı giymez. Çıplak gezmekten çekinmez. Hiçbir kurala takılmaz. İçinden geldiği gibi konuşur. Yöntemi, yolunu kendisi kurar, kendisi değiştirir. Özgürdür. Yıkar da yapar da. Yeni düşünüş, çevreni açar. Özgürlük susamışı insanoğlunu da özgür kılar. izler bırakan bir şehir Turhal... Yaşamış/ yaşadığımız mekânlar kenti, köyü; bir yeri niçin görmek isteriz. Onun özleminden niçin kurtulamayız? İnsanın dünyaya gözünü açtığı yer, yaşamından oluşumların ve geçtiği yerlerde mayalanmışız ya da yeniden biçimlenmişizdir. O yerlerin izi, kokusu, rengi ve oralardan alışkanlıklardan kimi biz de sürüp gitmektedir. Oraları özlüyorken, aynı zamanda kendimizden kalan ön sayfaları arıyoruz. Yalnızca sıla özlemi değildir bu! Bir yerde kendimizi arıyoruzdur. “Benim belleğimde kalan şehir” diyorsunuz Turhal için. Turhal’ın bende de iz bıraktığını söylüyorsunuz. Biricik ve değişmeyen, bana 60 yıllık bir mutluluğu yaşatan aşkımın koşudur, beni Turhal’a ilmikleyen. Orada nişanlandık, orada evlendik. Bizden kalan yaşam parçaları Turhal’ın gökyüzünde dalgalanıyordur belki. Dil bir matematiktir, bir söyleşinizde not almıştım… Şiir, öykü, anı, masal, inceleme, biyoğrafi ve deneme türü birçok eseriniz var ama benim, Osman Bolulu deyince ilk aklıma gelen DENEME metinler, bir de Montaigne oluyor… Deneme Türü Montaigne’de mi Kalmalıdır? Montaigne’in çağı ile o çağda işlenip geliştirilen düşüncenin biçimleyip yön verdiği yapı ve dünyaya bakışla bizim çağımız, ülkemiz, sosyokültürel iklimimiz aynı değil ki… Montaigne, nasıl çağının, içinde bulunduğu konum ve koşulların gereğine, açılım isterlerine göre deneme yazdıysa, bizim de çağımızın, ülkemizin sosyal yapısı, kültür, birikim, konum ve koşullarına göre, onun izleğine eklemeler yapmak özgürlüğümüz olmayacak mı? Hatta böylesi, sorumluluğumuzun ve bilincimizin gereği değil mi? Montaigne, nasıl çağının düşüncesini ileriye sıçratarak düşünüş açılımına koşulduysa, ardıllarının da öyle yapması gerekmez mi? Onu yinelemek Montaigne’e karşı ayıp olmaz mı? Şiir denemenin teyzesinin delişmen oğludur, diyorsunuz. Açar mısınız? Yazın türleri içinde şiir, deneme, öykü akraba çocuklarına benziyor: Şiir, Dil yalnızca anlaşma aracı değildir. Duyduklarımızı, düşündüklerimizi, tasarladıklarımız birbirimize eksiksiz aktararak anlayış, duyuşta ortaklaşmaktır. Ulusların asıl vatanı dilidir. Beyninizin, düşüncenizin çapı diliniz çapı kadardır. Dil, düşünüşe, bilime ön açar. Matematikten önce dil vardı. Matematiğin temeli geometridir. Geometrik çizimde bir açının, milyarda bir milim saptırmışsanız, öldüm billah, doğruyu yakalayamaz. Bir daha öldüm billah, iki ucunu birleştiremez. Yanlıştan kurtulamazsınız. Bir toplumun, bir ulusun ne düşündüğü, hayata nasıl baktığı hayatı nasıl algıladığı, nasıl değerlendirdiği dil ürünlerine yansır. Matematik bilgisi demiyorum, dil, düşün matematiği diyorum. Dil matematiği olmayan kişi ya da toplum birbiri ile anlaşamaz. Bu güzel söyleşi için teşekkür ederim Hocam. Ben de size teşekkür ederim. Osman Bolulu Amasya – Taşova – Akınoğlu doğumlu. Akınoğlu ilköğretim (1942), Samsun – Ladik Akpınar Köy Enstitüsü (1947), Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü (1954), Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü (1964). İlk ve orta dereceli okullarda öğretmenlik, yöneticilik yaptı. Milli Eğitim Bakanlığı Müşavir Müfettişliğinden emekli oldu. (1981). Eserleri; Şiir; Dalların Ucundaki (1955), Bileşim Çizgisi(1963), Yurt Boyu Sevişmek (1992-94), Taşın İyisi (199294,2009), Uzun Koşu (1994), Güle Yolculuk (1994). Deneme; Antilaikliğin Önlenemeyen Yükselişi (1994), Belleksiz Toplum(1995), Korkacaksan Kitapsızlardan Kork (1998), İnsan İnsana Eklene Eklene (1998-2001), Haritasız Yüzler (2007) Öykü; Yağmur Sonrası (1998-2001) 14 Anı; İnsanlığın Solmaz Gülleri (2000-2002), Bir Gülün Aydınlığında (2011), Köy Enstitülerinden Biri(2012). YILBAŞI ÇOCUKLAR VE İNTERNET Harika Ufuk Kadın söylenip duruyordu. Son günlerde oldukça mutsuzdu. Kocasının ilgisizliği, çocukların vurdumduymazlıkları üstüne üstlük bir de zamlar onu iyice bunaltmıştı. Sorunun farkındaydı ama yine de öfke nöbetlerine engel olamıyordu. Gerçi böyle davranması onu daha da mutsuzlaştırıyordu. Oğlu Gürkan kendine sandviç yapmış; peyniri, salamı, domatesi kısaca her şeyi ortada bırakmıştı. Ekmek kesilmiş, kırıntıları ekmek tahtasının üzerinde bırakılmıştı. Mutfak tezgâhı berbat görünüyordu. - Allah’ım ne kadersizmişim! Neydi benim günahım neden geldim ki bu dünyaya! Ah çocuklar ah! A kızım mutfağa gelip bana yardım etsen… Pelin! -Geliyorum anne! -Son geliyorum lafının üstünden yarım saat geçti be kızım! - Anne bak face’de ne yazmış arkadaşım? “ Yüzde ısrar etme, doksanda olur. İnsan dediğinde noksan da olur. Sakın büyüklenme, elde neler var! Bir ben varım deme, yoksan da olur.” - Gel mutfağa da bağırma deli danalar gibi… - Anne, bizim sınıftan imamın oğlu ne yazmış duysan gülmekten ölürsün ya! -Çatlatma artık, söyle ne yazmışsa… - “Kim ki eder bu dünyada yılbaşını baş tacı, Ahrette etine batar süslenen çam ağacı.” -A çok ayıp! -İmamın oğlu Recep’in yanında oturan Ramazan da az değil ha! -Eeee… O, ne yazmış? -Sıkı dur bak! “Yedi Hıristiyan birleşip danaya girmedikçe ben de çam ağacı süslemem.” Çok komik... Birbirlerinin durumlarını da beğenmişler. Anne, bu çocuklar sınıfta en arka sırada vallahi üç aylar gibi yan yana oturuyorlar. Recep ile Ramazan’ın ortasında oturan çocuğun adını bil bakalım! -Üç aylar dediğine göre Şaban olmalı ortadaki çocuğun adı. Şaka gibi ya! Neyse bırak gevezeliği de sofrayı kurmamda yardımcı ol veya salatayı sen yap. Annesinin yanağına kocaman bir öpücük kondurdu Pelin. Böyle anlarda yumuşatırdı onu sıcak tavırlarıyla… Aslında ana- kız güzel anlaşırlardı. Zaman zaman ters düştükleri konular olsa bile sonunu tatlıya bağlamayı becerebilirlerdi. Zaten Pelin de sorunlu bir çocuk değildi. Derslerinde de oldukça başarılıydı. Ancak mutfak işlerinden pek hoşlanmıyordu. Annesini kırmamak için gerektiğinde ister istemez yardım ederdi. -Anne ya oğluna dedim ” Annem yemek hazırlıyor, birazcık sabret!” Bak sandviç yaptı, ortalığı dağıttı. Şimdi de “Aç değilim.” Diyor. Of ya! Anne ya! İnternete de onun izniyle girebiliyorum. Çok acıkmışım. Mis gibi koktu tereyağlı pirinç pilavı… -Afiyet olsun yavrum! Kadın mutfaktan oğluna seslendi: -Sofra hazır! -Ben yemeyeceğim! Şimdi internette Burcu ile yazışıyorum, bölme sohbetimi! -Bıktım internetinizden, Facebook’unuzdan… Facebookun da b.kunu çıkardınız be! -En azından telefonla konuşmaktan ucuz, bırak yazışalım gönlümüzce! Zaten harçlıklar da yetmiyor. Kızı haftada bir sinemaya götürmek de lüks artık. -Halinize şükredin. Sabancı’nın torunu değilsiniz. Kapıcımızın çocuğu olsaydınız ne yapardınız? “Adını Feriha Koydum” adlı dizi izleyin de ders alın. Biraz sonra Gürkan, internetten düştüm diye sızlanarak mutfağa geldi. Annesi son sözcüğü duydu. -Ne? Düştün mü? Bir yerin acıdı mı? Çocuklar kahkahalarla güldüler. -İnternetten düşünce canımız acımaz da ruhumuz acır bazen… Kız, şimdi yanlış anlayacak. Of ya of! -Çocuklar, yemeğinizi yiyin, akşama muhteşem bir sofra hazırlayacağım. Akşam yeni yılı her zamanki gibi ailece evde kutlayacağız. Babanız bugün bile çalışıyor. Bazen acıyorum ona… Siz sıcak sıcak evde oturup şikâyet ederken o, sizleri rahat yaşatmak için gecesini gündüzüne katıyor. -Ya anne çalışıyor sanıyorsun, ne zaman baksam babam internette online… Bir de faceden bizim Cemil’e arkadaşlık yollamış. Çocuk da ayıp olmasın diye kabul etmiş. Ama senin kocan ne yapmış, iki de bir çocuğun sayfasında yorum yapıyormuş. Geçen gün Cemil de “Aşkım” diye bir albüm eklemiş facedeki sayfasına… Cansu ile olan fotoğraflarına sevgili babam yorum yapmış. “Bu çirkin kızı çok mu aradın?” Olacak iş mi anne? Söyle kocana arkadaşlarımızı eklemesin sayfasına… Eklediklerine de yorum yazmasın lütfen! Pelin, içinden “Babamı iyi ki eklememişim!” diye dua ediyordu. Zaten ağabeyi Gürkan da engellemişti babasını. Duvarını da kapatarak onun yorum yapma ihtimalini de ortadan kaldırmıştı. Gürkan, gerçekten akıllı biriydi. Anneleri Rahşan Hanım, aslında güzel bir kadındı ama süslemezdi. Kendiyle ilgilenmektense eviyle ilgilenmeyi tercih eden titiz biriydi. Ev kadınlığını biraz abartan, ailesi için saçını süpürge eden bir tipti. Teknolojiye de biraz uzaktı. Gerçi çocuklardan fırsat bulamazdı internete girmek istese de… Eşi Abidin Bey diz üstü bilgisayar kullanıyordu da çocuklarla internete girme sorunu olmuyordu. İki kardeşten erkek olanı bu hakkı kendine verilmiş sayıyordu. Pelin arada bir facedeki sayfasına bakıp çıkabiliyordu ağabeyi izin verdiği ölçüde tabii ki! Bu gece yılbaşı gecesiydi, Pelin’in hayali sevdiği arkadaşlarıyla kız kıza bir yılbaşı gecesiydi. Böyle bir izni asla alamazdı. Annesi izin verse babası vermezdi. O nedenle hiçbir zaman gündeme getirmemişti bu konuyu… Öğle yemeği sonrası annesi mutfaktan çıkmamış, akşam için yemekler hazırlamayı sürdürmüştü. Akşama doğru telefon çaldı. Arayan Abidin Bey idi. Eşine akşam için yeni yılı dışarıda baş başa kutlayacaklarını söyledi. Rahşan Hanım, bütçelerini sarsacağını ve buna hiç gerek olmadığını söyleyerek itiraz ettiyse de kocası onu ikna etti. Abidin Bey’in patronu Samet Bey, önceden beş yıldızlı bir otelde yer ayırtarak parasını da yatırmıştı. Üstelik o gece hayranı olduğu sanatçı da o otelde sahne alacaktı. Son anda dünürleri yemeğe 15 davet edince zaten limoni olan araları açılmasın, ilişkileri gerilmesin diye rezervasyonu iptal ettirmek istemiş ama başarılı olamamıştı. Çalışmasını çok beğendiği müdürlerinden Abidin Bey’in adına çevirmişti rezervasyonu ve ona sürpriz yapmıştı. Abidin Bey de uzun zamandır eşine hediye alamamanın, dışarıda yemeğe götürememenin üzüntüsünü yaşıyordu. Bu teklife çok sıcak bakmıştı. Diğer müdürler Abidin Bey’e “ Hadi yine iyisin!” diye gülerek takılıyorlardı ama içten içe de kıskandıkları seziliyordu. Bu müjdeyi zaman geçirmeden eşine iletmişti. İşten de erken çıkacaktı. Akşam için hazırlıklarını yapacaktı. Eve gelmeden Berber Ali’ye uğradı. Rahşan Hanım da yemekleri pişirdikten sonra banyosunu yapıp kuaförüne gitti. Pelin’le Gürkan birbirlerine baktılar. Akıllarından aynı şey mi geçiyordu acaba? -Ağabey, ikimiz de yalnızız bu gece. Aklımdan bir şey geçiyor ama… -Pelin, Burcu’yu arar mısın? Başka kız arkadaşlarını da ara. Yemekler de hazır zaten. Bu geceyi sen arkadaşlarınla ben de en azından Burcu’yla beraber geçiririm. Pelin samimi olduğu birkaç arkadaşını davet etti, Burcu da ailesinden izin aldı. Akşam yedi sularında Pelin’lerde toplanılacaktı. Pelin de Gürkan da o kadar mutlu oldular ki kelimeler sevinçlerini anlatmakta yetersiz kalır. Rahşan Hanım, kuaförden döndüğünde saçı, makyajı harika görünüyordu. Kardeşinin nişanında giydiği tarçın rengi giysisini de giyince muhteşem bir kadın oldu. Abidin Bey, eve geldiğinde oldukça neşeliydi. Karısına iltifatlarda bulundu. Çocuklarını öptü ve onlardan özür diledi. Eğer patronu iki kişilik davetiye vermeseydi asla böyle bir bütçe ayıramayacaklarını, çocuklarıyla olmak istediğini ancak eşini de uzun süredir işlerinin yoğunluğu yüzünden ihmal ettiğini anlattı. Abidin Bey, çocuklarının üzüldüğünü sanıyordu. Oysa onların plânları çoktan hazırdı. Sonuçta herkes mutluydu. Anneleri ve babalarını yolcu ettikten sonra iki kardeş gece için bütün hazırlıkları gözden geçirdiler. İlk gelen Burcu’ydu. Zaten sonraki gelecek olanlar Gürkan’ın umurunda değildi. Burcu’ya bebeklik albümünü göstermeye başlamıştı bile… İkiz kardeşler Hülya ve Selma geldiler az sonra… Arkasından da sınıfın en uçarı kızı Gülçin gelince muhteşem beşli tamamlanmıştı. Hazırlanan mükellef sofrada karınlarını neşe içinde doyurmuşlardı. Pelin bu gece çok hamarattı, mutfakla salon arasında mekik dokurken hiç de şikâyetçi değildi. Arkadaşları da gelirken pasta getirmişlerdi. Saat tam 24 olduğunda pastalarını kestiler. Hepsi birden “Hoş geldin yeni yıl!” Diye bağırdılar, kahkahalar atarak yeni yılı karşıladılar. Pelin, Sertap Erener’i taklit ederek onun “Yeni Bir Aşk” şarkısına playback yaptı: “ Bu sene iyi geçmedi söylemem lazım… Kader beni seçmedi ama görmemem lazım… Belki birden bire yeniden başlamam gerek… Eskiden taptığımı bugün taşlamam gerek… Yeni bir duruş, yeni dokunuş, Tek tek keşfetmem lazım! Yeni bir hayat, gerisi bayat, Kendime yeni bir ben lazım! Günler güzel geçmedi unutmam lazım… Asıp yüzümü kalmışım, azıcık kırıtmam lazım… Hep içime atmışım anlatmam gerek! Hepsini bir kazana atıp toptan kaynatmam gerek!” Arkadaşları Pelin’i yürekten alkışladılar. Çocuklar arkadaşlarıyla sevdikleri şarkıcıların parçalarını dinlerken gece iki sularında anne ve babaları geldi eve. Annelerini uzun zamandır böyle mutlu görmemişlerdi. Kadıncağız ilk kez iki kadeh şarap içince sarhoş olmuştu. Elindeki kırmızı goncayı okşarken Rahşan Hanım’ın dilinde de geceden kalma şarkı vardı: “ Bu akşam hüzünleri evde bıraktım, körkütük sarhoş oldum elimde değil…” ESKİTİLMİŞ İKİ DAMLA GÖZYAŞI Siyah- beyaz fotoğrafla Ahizenin diğer ucundaki sesten ibaret Renklendirdiğin hayaller… Donmuş bir gülüşe, Nereye baktığını bilmediğin Göl durgunu bakışlara âşıksın. Gözlerinde oynaşan pırıltılardan, Teninin sıcaklığından uzak Gizemli resimdir ıssızlığında tutulduğun… Ne sadece mekanik ses, Ne ışıltıdan yoksun nazar, Ne de rüzgâra küs gülümseme… Etten kemiktendir oysa… Gülen çizgileri İnlemeler taşır içinde… O soğuk resmin ardında Dört mevsim sıcak bir kalp, Ayazda üşümüş eller. Bahardan yaza dönüşler, Gizli gizli hıçkırıklar Duyamadığın gülüşler var. Yeni bir aşk, yeni bir iş, Yine gülecek bir neden lazım! Yeni bir haber, yeni bir kader, Bunlar için bana şans lazım! Eskitilmiş iki damla gözyaşı Göremediğin! 16 Harika Ufuk sanatçılardan bir kaçı, tabi daha birçok sanatçı var. Sanat tarihi, bu konuda çok zengin. Bunlar ekspresif, dışavurumcu renkçi ve soyut anlayışla resim üreten sanatçılar. Ben de bugün bu anlamda resimler üretiyorum ama benim resimlerimde daha farklı şeylerde söz konusu; ben daha fantastik ve belki daha sürrealist bir yorumla uyguladığım değişik simgelerde kullanıyorum resimlerimde. Bunlarda benim resim anlayışımın temellerini oluşturuyor, bu da bugün benim geldiğim nokta. Resim ciddi ve uzun soluklu bir serüven; bundan sonra da nerelere varacağımızı tabi şimdiden kestirmemiz kolay değil. Resim öyle sonsuz ve üretime ve yaratıma o kadar açık bir sanat dalıdır ki; büyük bir heyecanla, hiç durmadan yeniden bir şeyler yapmak için çalışıyoruz. Yani bu inanılmaz bir şey; bu enerjiyi, bu üretimi başka bir şeyde hissetmek çok zor olsa gerek. Onun için ben resimle uğraştığım için çok keyif alıyorum. Resminiz özgün simgeler üstüne kurulu, simgeler bütününde gelişen resminizi biraz ayrıntılayabilir misiniz? GÜLTEKİN SERBEST’LE SÖYLEŞİ Mira Koldaş 1955 yılında Yugoslavya'nın Prizren kentinde doğdu.1978 yılında Gazi Eğitim Enstitüsü Resim Bölümü'nden mezun oldu. Bir süre İtalya ve Yugoslavya'da galeri ve müzelerde araştırma inceleme yaptı. Çalışmalarını New York'ta sürdüren sanatçı onyedi kişisel sergi açmış ve çok sayıda karma sergiye katılmıştır. Özel ve resmi koleksiyonlar ile ABD'de eserleri bulunan sanatçı Çağdaş Sanatlar Vakfı kurucularındandır ve halen bu vakfın genel sekreterliğini yapmaktadır. Birleşmiş Ressamlar ve Heykeltıraşlar Derneği'nin de üyesi olan sanatçı, çalışmalarını Ankara'daki atölyesinde sürdürmektedir Sanat uğraşınızda sizi etkileyen kimlerdir ve hangi düşünce ve sanat akımları sanatınızın gelişiminde öne çıkmıştır. Ve Gültekin Serbest sanata nereden ve nasıl bakıyor? Beni sanatçı olarak ilk günden itibaren etkileyen birçok sanatçı ve akım var. Tabi sanat tarihi zenginliklerle dolu, sanatçılar çok değişik akımlara öncülük etmişler, ilginç eserler oluşturmuşlar. Tüm bunlar, bize tüm yaşayan günümüz sanatçılarına birer yol gösterici ve örnektir. Tabi bu akımlardan etkilenmek bütün sanatçılar için mümkün. Bu akımlar bize yol gösterici, bu akımlardan etkilenmek dışında bugün kendi varlığımız ve yarattığımız, kendi ulaştığımız yol da çok önemli. Bu akımlardan ne kadar sıyrılırsak o kadar kendimiz oluruz. Bu bağlamda; beni etkileyen bazı sanatçıları sayabilirim; Van Goah benim için çok önemli bir sanatçı, Gauguin, Gustav Climt yine beni etkileyen Her sanatçının resim yapmak için bir bahaneye ihtiyacı vardır. Çevresinde bütün yaşayan varlıklar, insanlar gibi işte sanatçılar da çevresinden ve gördüklerinden etkilenir; bu çok doğaldır, böyle de olması gerekir. Ben de uzun resim serüvenimde; 30 yıla yakındır devam eden profesyonel resim hayatımda çevremden ve gördüklerimden etkilendim ve bunlar resimlerime yansıdı. Dediğim gibi; resim yapmak için bir bahaneye ihtiyaç var. Bu bahaneyi sanatçı kendi çevresinden, kendi gördüklerinden bulmak ve çıkarmak zorundadır. Ben profesyonel resim yapmaya başladığım zaman; ilk olarak belki Türkiyede de ilk defa muz ağaçlarını, muz yapraklarını resme konu aldım. Onlar beni çok etkiledi. Alanyada bizim yazlık evimiz vardı. Muz ağacı ve muz çiçeği görüyordum. İnanılmaz etkilendim ve onlarla başladım. Yani profesyonel anlamda onlar çok ilginç şeyler yaratıyor bende. Muz yaprakları; çok hoş ve estetik bir kadın biçiminde, o köklerden çıkan muz meyveleri erotik çağrışımlar yapıyor ve böylece muz ağaçlarını incelemeye başladım. Bir sanatçı; çizdiği biçimin, formun detaylarına girmeli ve onu anlamalıdır; ve bu sebepten dolayı da bu konuda eksper oldum diyebilirim. Ne zaman, nerde, nasıl yetişirler... öyle enteresan şeylerle karşılaştım ki, mesela her muz ağacının bir yıllık bir ömrü olduğunu, ertesi yıl dibinden çıkan filizinin o filizin yerini aldığını öğrendim. Bu tarz şeyler beni daha da çok heyecanlandırdı. İşte o anlamda resimlerimi ürettim. Muz meyveleri de resimlerimde yer aldı. Muz meyvesinin kabuğunun o kavisli formu beni daha sonra kayıklara yöneltti. Böyle ilginç serüvenlerle resim hayatım devam ediyor. Daha sonra beni biçim ve form olarak çok etkileyen bir bitki olan ayçiçeklerine ciddi bir dönüş yaptım ve ayçiçekleri ile ilgili araştırmalar yaptım. Ayçiçeği bana inanılmaz heyecanlar verdi; çünkü biçim ve form olarak muzdan sonra beni çok etkiledi. Üretken, doğurgan inanılmaz safhaları olan yani çiçek olmasından tutunda kuruyup o çekirdeğini verdiği safhaya kadar sekiz on safhası olan ve her safhasında çok güzel, çok estetik form yaratan bir bitki. Onlardan etkilendim, uzun süre onları çizdim hala da 17 çalışıyorum. Tabi bu ayçiçekleri resimlerimde yine soyut ve dışavurumcu bir anlayışla çalışırken daha sonraları bu ayçiçekleri değişik formların ve değişik hastalanırsın” dedi ve bana bu sanatçıların yanlarında taşıdıkları portatif sehpalardan verdi. Ben oraya oturdum ve sohbet ettik. Bana en son o sehpayı, mukavvayı, resim eşyalarını nereden bulabileceğimi anlattı ve ben o heyecanla eve gelip her şeyi anlattım, o eşyalar bana alındı ve ben o bütün yaz boyunca resim yaptım. Ve hala o ilk sehpam ve o yaz yaptığım 1960 imzalı resimlerden bir kaçı şu an hala atölyemde durur. O yaşlı amca beni resme iten en önemli insanlardan biriydi ve kendisi Eşref Üren’di. Sanat hayatınız sonra nasıl devam etti? yapıların içinde kullanmaya, onları birer canlı portre gibi kullanmaya başladım. Onlar, kendi topraklarımızdan yani bizden kaynaklanıyor, bizden bir sanatçının kendi topraklarından beslenmesi düşüncesi bende çok hâkim bir görüş olarak vardı zaten. Yine kendi tarihimizi, kendi topraklarımızda yaşayan uygarlıkları, ülkeleri de araştırdım. İşte bu süreç içinde biçim ve form olarak Osmanlı ve Selçuklu kemer biçimi pencere, kapı ve daha değişik şeylerde kullanılan biçimler beni çok etkiledi. Onlar resimlerime girmeye başladı. Onlar girdikten sonra resimlerimde iki boyutluktan üç boyutluğa değişik derinlikler ve değişik kapılar açıldı diyebilirim. İlk serginizi ve ilk heyecanlarınızı paylaşır mısınız? Ben ilkokuldan beri resimle ilgileniyorum. Ben şanslı bir sanatçıyım ilkokul ortaokul ve lise süresince hocalarım hep benim resme olan ilgimi ve yeteneğimi fark ettiler ve beni hep teşvik ettiler. Bu çok hoş ve teşvik ediciydi tabii ki. Ben ilkokulda sürekli resim derslerini iple çekiyordum ve bol bol resim yapıyordum. Ben Kurtuluş İlkokulu, Kurtuluş Ortaokulu ve Kurtuluş Lisesin de okudum. İşte ilkokul 4. sınıfı bitirip 5. sınıfa geçtim ve o sene beden hocamız bizi yeni kurulan tam okulumuzun karşısındaki Kurtuluş Parkına götürüp koşturuyordu. Bir gün gittik ben bir iki koşuyorum ama orada şövalesinde resim yapan yaşlı amcayı gördüm ve çarpıldım o an, neyse bir kaç tur attım ve sonra kendimi bir köşede yaşlı amcayı izlerken buldum. O mukavva üzerine Hacettepe Üniversitesi ve Hastanesinin resimini yapıyor ben de çıldırıyorum heyecandan. Bu böyle bir kaç sefer daha devam etti ben bu beden dersleri gelsin diye sabırsızlanıyordum, neyse bir gün gene koşuya gittik gene yaşlı amca orada oturuyordu, ben gene üçüncü turdan sonra gittim yanında bir taşa oturdum onu izlemeye başladım. Yaşlı amca bana döndü ve “Sen resmi seviyor musun çocuk?” diye sordu, ben tabi bir cevap vermişimdir, sonra tekrar dönüp; “Taşa oturma, Sonra bir süre eşimle birlikte İtalya’ya gittik. Orası beni çok etkiledi, müzeler falan orası beni çıldırttı. Hatta orada oka dar etkilendim ki büyük ustaların eserlerinden vs... ben bir süre şok geçirdim. Türkiye’ye döndüm ve resim yapamadım 6 ay kadar. Çok iyi işler yapılmış, biz ne yapacağız bundan sonra diye ama meğersem çok insan kapılırmış bu duyguya. Ama tabi onun öyle olmadığını anladım, daha yapacak çok işler vardı. Sonra Amerika’da New York’ta bulundum bir süre. Benim için İtalya’dan sonra ikinci bir okul gibi oldu. Bir sanat kenti. Orada çok çalıştım ve bir de sergi açtım. O sergiden sonra diyebilirim ki Türkiye’ye dönüşüm benim sanat hayatımda çok önemli bir dönüşüm ve profesyonel olarak işler üretmemin başlangıcı oldu. Eşiniz de sanatçı, aile içi dengelerin sanatınıza katkıları ve engelleri neler acaba? Eşim sanatçı ve önemli bir sanatçı; Ankara Devlet Operası Baş Piyanisti. Onun da çok yoğun bir çalışma temposu var, yurtiçinde ve yurtdışında sürekli konserleri oluyor. Tabi kolay bir yaşam değil. Ama eşim bir sanatçı olarak beni çok iyi anlıyor, çok ciddi anlamda destek oluyor. Yani o anlamda hiç bir problem yaşamıyoruz. Ama gerçekten kolay bir şey değil; ben atölyemde çok yoğun bir şekilde çalışıyorum o da aynı şekilde çok yoğun oluyor falan ama problem olmuyor, bu konuda çok bir düşünüyoruz. Hatta oğlumuzda şimdi Hacettepe Devlet Konservatuarı’nda Viola Sanatçısı. Şimdi Üniversite 3.ü sınıfta ve o da çok yoğun bir tempo içinde bizimle beraber. Zor ama keyifli bir hayat bizimkisi. Sanatçı bir aileyiz, yaptığımız işler çok güzel olduğu için, ürettiğimiz için birbirimize destek oluyoruz ve bundan da keyif alıyoruz. Cumhuriyet’in Türk Sanat’ına etkileri sizce neler? Cumhuriyet bizim için çok önemli. Bizim resim üretimimiz Cumhuriyet’le başladı. Öncesi Osmanlı’ya dayanır. Meşrutiyet’ten sonra yer yer padişahların sanata ilgisinden dolayı bir şeyler yapılmıştı. Osmanlı sadrazamları, bazı sanatçılar; Osman Hamdi’ler, başka sanatçılar daha önce Fransa’ya gitmişler ve Avrupa resim sanat geleneğini Osmanlı’ya getirmişlerdir. Resim üretmişlerdir, resim yapan padişahlar vardır. Burada asıl konu şu; İslam geleneğimizin bir takım yanlış yorumlanma biçimleri, resim sanatımızın çok daha önce başlamasını engellemiştir. Ondan sonra 18 bizim ivme kazanmamız Atatürk Devrimleri’yle birlikte olmuştur. Onun için bizim resim geleneğimiz yenidir. 80 yıllık Cumhuriyet’le eşdeğerdir diyebiliriz. Bir 10-15 yıl, 20 yıl geriye atabilirsiniz o da serpiştirilmiş şekilde. Asıl biz devrimlerle birlikte ivme kazandık. Bizim için Atatürk ve Cumhuriyet çok önemlidir; bütün sanatçılar ve Türk insanı için bu böyledir. Avrupa resim sanatı ile geç tanışmamız belki olumsuz gibi görülüyor ama ben bunun bir olumlu olduğunu düşünüyorum. Bu gecikmeyle; bence Türk Resim Sanatının, Avrupa Sanatı’nın direk etkilerinden kurtulma ve sıyrılma şansına sahip olduk. Benim resim anlayışımda; kendi özgün tavrımı ve Çağdaş Türk Resminde bir Türk sanatçının kendi stilini, tavrını bir Türk sanatçı olarak yürütme tavrım vardı. Yani o anlamda da bir uğraş veriyorum. Bunu da bizim kendi özgün Çağdaş Türk Resmini, Türk Sanatı’nı yaratmada bir şans olarak değerlendirmek gerekiyor; çünkü Avrupa Resim Sanatı’nın direk etkisinde kalma, onları taklit etme aşamasında tabi bir anlamda kalıyoruz; ama bu konuda en azından onların resim geleneğini birebir sürdürme anlamında daha az yaralarla kurtulduğumuzu düşünüyorum. Cumhuriyet ve devrimlerle birlikte bunu bir avantaj haline getirdik. Bir sanatçı olarak Ankara’da yaşamak nasıl ve Ankara’nın Türkiye genelinde sanatın neresinde durduğunu ve sizin sanatınızı nasıl etkilediğini anlatır mısınız? Ben bir defa Ankara’da yaşamaktan Ankara’da bir sanatçı olmaktan son derece gururluyum. Ve şunu da kesinlikle söyleyebilirim; Ankara Türk Sanatın da hem sanat için hem de sanatçı için çok önemli bir kenttir. Ankara’yı özellikle çok seviyorum. Bugüne kadar ne kazandıysak, ne aldıysak, ne üretiyorsak Ankara’da yaşamaktan dolayı olduğunu ve de Ankara’ya borçlu olduğumuzu düşünüyorum. Onun için Ankara’nın Türk Sanatın da ve Türk Sanatçısın da Cumhuriyet’ten ve Atatürk devrimlerinde sonra çok önemli bir yeri vardır. Ve gururla söyleyebilirim ki ben Gazi Eğitim Enstitülü bir sanatçıyım ve şunu da söyleyeyim Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü bugünkü adıyla Gazi Eğitim Fakültesi Resim Bölümü Türk Sanatın da önemli bir yer teşkil ediyor. Hatta diyebilirim ki şuan birincidir; çünkü ilk olarak İstanbul’da Sanayi-i Nefise Mektebi şimdiki adıyla Güzel Sanatlar Akademisi vardı, oda Osmanlı mirasından bize kalmıştı. Onun dışında Cumhuriyet’le birlikte kurulan ilk sanat kurumu Gazi Eğitim Enstitüsü’dür ve ciddi anlamda bugün isimlerini saymaktan gurur duyduğum hocalarımız; Türk Resim Sanatı’na imzalarını koyan sanatçı hocalarımızı, arkadaşlarımızı ve önemli isimleri yetiştirmiştir. Bu bizim için bir gurur kaynağıdır. Dediğim gibi Ankara’nın Türkiye’deki resim sanatına katkısı çok önemlidir. Başkanlığı’nı yaptım. Türkiye’de ve Ankara’da önemli bir girişiminde öncü kuruluşu olan; Çağdaş Sanatlar Vakfı’nın kurucusu ve başından beri de yönetim kurulu genel sekreteriyim. Bu anlamda da Cumhuriyet’in başkenti Ankara’ya ciddi anlamda eksikliğini hissettiğimiz Çağdaş Sanatlar Müzesi’ni kazandırmak için çalışıyoruz. Buda Ankara’nın önemli bir kent olduğunu ispatlamaktan başka bir şey değil ve zaten böyle de olması gerekiyor. Çok ciddi olarakta bunun mücadelesini veriyorum. Onun dışında da Ankara’da Ankara’nın ciddi bir sanatçı ve sanat potansiyeli olduğunu ispatlamak için bu sene 12.sını düzenleyeceğimiz Ankara Sanat Fuarı’nı ÇAĞSAV olarak AnkArt 2012’yi Nisan 2012’de açacağız. Bunlarda Ankara’nın sanat ve sanatçı kenti olduğunu gösteriyor. Bir Prizrenli olarak Prizrene hiç geldiniz mi? Prizren’e birkaç kez geldim. Biz orayı her zaman büyük bir özlem ve sevgiyle anıyoruz. Ve o duygumuzu hiç kaybetmedik. Prizren, hem Balkan sanatına, hem Türk sanatına çok önemli şairler, edebiyatçılar ve ressamlar kazandırmıştır. Türkiye’deki insanların gözünde çok önemli bir Türk şehridir; Prizren. Prizrende sergi açmayı düşünüyor musunuz? En çok düşündüğüm şeylerden bir tanesi Prizren’de sergi açmaktır. Ama bugüne kadar hiç kısmet olmadı. Ancak en kısa zamanda Prizren’de memleketimde böyle bir sergi açmayı düşünüyorum. Çünkü orada hala hem dostlarım hem akrabalarım var. Orayla bağlantımı hiçbir zaman kesmedim. Bir tablomda Prizren’i çizmeyi çok istiyorum; şöyle ortasından ak derenin geçtiği, onun üzerinde taş köprü ve Sinan Paşa caminin bulunduğu bir resim. Prizrenli ressamların resimlerini nasıl buluyorsunuz? Prizrenli ressamları yakından takip etmeye çalışıyorum. Özellikle Türkiye’ye gelip sergi açan ressamlarımızı. En beğendiğim ressam Ethem Baymak’tır, diğerlerinin de katıldım ancak pek beğendiğimi söyleyemem. ÜŞÜYORUM Tut yüreğimden hadi Sarıl sıcacık sıkıca sarıl Bir elinle yüreğime dokunurken Boynuma dokunan kollarınla göğsüne sar Üşüyorum bırakma beni Sanatsal örgütlenmeler konusundaki çalışmalarınızı biraz açıklayabilir misiniz? Kartalın rüzgara yüreğini bıraktığında Sonsuzluğa kanat çırparak kucaklar ya Diken gülle bir bütün olup Bırakmamacasına sarar ya Ben; Ankara’nın Türk Sanatı’nda önemli bir yeri olduğunu belirleyecek mücadeleyi sanatçılığımın yanında diğer örgütlerde de veriyorum. Ben uzun süre Birleşmiş Ressamlar ve Heykeltıraşlar Derneği'nin 19 İşte öyle sarıl Üşüyorum bırakma beni Hüsniye Yıldız İnci Gürbüzatik CİĞERDELEN Tombul, kirli kollarını pervaza dayamış, boyun eğmiş başı ellerinin arasında, evlerinin sokağa bakan penceresinden, amaçsız, öylesine suskun, boş boş bakıyordu yola. Öğle uykusuna mahkum, içine tıkıldığı bu sıcak, sevimsiz odada uyumayacağı kesindi. Hüzünle bakan gözleriyle sokaktan hiç olmazsa bir satıcı, tanıdık biri, bir komşu, bir arkadaş, bir kuş, bir kelebek olsun geçer belki diye bekliyordu. Ağustosböceklerinin bahçelerdeki canhıraş curcunasından başka bir ses duyulmayan sokaktan inadına bir tek canlı geçmiyordu işte. Hava sıcaktı. Beyin pişiren sıcaktan. Annesinin ekmeğin içine doldurup eline tutuşturduğu ciğer kavurmasını üç-beş ısırıktan sonra yiyememiş koltuğun döşemesinin üstüne bırakmış, sonra da pis pis bakmıştı ciğere. "Aptalkafa" deyip, vurmuştu güneşten sararmış kafasına."Aptalkafa." "Ne vardı acıkacak, ne vardı eve gelecek? İşte böyle kapana girersin. Bok ye ciğer kavurması yerine, bok ye. Zıkkımın kökünü ye! Şimdi bu rezil saatleri nasıl geçireceksen geçir bakalım." Kokuyu alan aç bir kedi, ya da fare gibi kendi ayağıyla tıpış tıpış gelmişti. Annesinin yemekten sonra o'nu dışarıya o haylaz, arsız, baştan çıkartıcı, terbiyesiz, kendisine kötü şeyler öğreten arkadaşlarının yanına salmayacağını söyleyişini, ekmek arası ciğer kavurması elinde, sessizce dinledi. Hiç cevap vermedi. Vermedi, çünkü bağırmanın ağlayıp yalvarmanın çare olmadığını, annesini, öğlenin bu sıcağında, sokak izni konusunda kandıramayacağını biliyordu. "O", Nuh dedi mi peygamber demezdi. Yaltaklanması ya da sevimli görünmesi daha tehlikeliydi. O zaman annesi onun şımardığını anlayıp sevimli bulursa birden atılıp yakalar, kucaklar, yanaklarından öpüp, koklayarak mıncıklar, bağrına basar, sıkar, sıkardı. Bu kadarla da kalmaz, o gün de, ertesi gün de, evden dışarı salmaz, gözünü üstünden hiç ayırmazdı. Annesine sevimli görünme aptallığını pek çok kez yaptığından artık akıllanmıştı. Onunla ilişkilerinde şimdi biraz daha ciddiydi. O yüzden mahkumiyetini de olgunlukla kabullenmiş, boyun eğmiş ama odaya başı dik, karşı koymadan, onurlu bir tutsak gibi elinde ekmek arası ciğeriyle girmişti. İştahı çoktan kaçmıştı. "Annem'den , bu sıcaktan, bu kapana kısıldığım öğleden sonra saatlerinden, ciğerden , bu odadan,bu pencereden, yolun tenhalığından , geçenden de, geçmeyenden de nefret ediyorum" diye söylene söylene bakmaktaydı özgürlüğe açılamayan penceresinden… Hava sıcaktı. Vıcık vıcık, buram buram sıcaktı, bir o kadar da durgun. Yakıcı da olsa yel esmiyor, bir tek dal, yaprak kıpırdamıyordu. Evlerinin duvarından mucizevi bir biçimde çıkıp da büyümüş bodur incir ağacının, yapışkan, tatlı kokusunu belli belirsiz duyumsadığında, dere altındaki gölgelikte balık avlamakta olan arkadaşlarını hatırladı. İçi "cizz" etti."Cızzzz." Duvarlarının çivit boyalı badanası ile uyuşuk bir uyum içinde olan tütün renkli kadife koltuklarla, içinde annesinin çeyizlik renkli su takımlarının, sürahilerin, fincanların, pembe lokumlukların olduğu büfesi ile her şeye karşı soylu bir oda, bir evdi burası. Ama o' nun için hiç bir anlam taşımıyordu. O, şimdi kendi kendisiyle de hiç konuşmadan, bir tek söz söylemeden yalnızca arkadaşlarının yanında olmaktan başka bir şey istemiyordu. Tembel tembel, köprü altındaki duvarın üstüne uzanmak, hatta burnunun, başının üstünde ısrarla döneleyip vızıldayarak dolanan, yüzüne gözüne konmaya çalışan yeşil gözlü at sineklerine bile aldırıp elini kaldırmadan, öylece yatıp uzanmak istiyordu. Uyumak istediği yer burası değil orasıydı. "İncir üzüm errrrr errrr errrr er, İncir üzüm, eeer eeeeer eeeeer eeeeer," diyerek, bütün gün öten, incirleri üzümleri -sankierdirip olgunlaştıran ağustosböceği seslerinin, orada kendisine ninni gibi geleceğini de biliyordu. Derenin serin sularında balık tutmanın zevki ürpertti bedenini. Misinanın ucundaki kancaya geçirilen sineklerle, tutulan balıkların keyfi, pencereden neredeyse atlatacaktı onu. "Keşke kanatlarım olsaydı. Ne güzel uçardım" diye mırıldandı umutsuzca… Baktı aşağıya, çok yüksekteydi. En iyisi örümcek adam olmak, duvara vantuzlu elleri, ayaklarıyla yapışıp inmekti. Kapının kilidini hiç denemedi zira anahtar yuvasına girdikten sonra iki kere dönmüştü ya. ‘Ahhh’, derede balık tutuyor olsaydı. Köprü altında arkadaşlarıyla. O pis kokulu izbe köprü altında. Köprü altı açık hava helasındaki insan boklarının üstünde kendilerinden geçmiş, mest bir biçimde vızıldaşıp, keman çalan yarı sarhoş, iri, yeşil fosforlu kurt sineklerini avlamak öyle kolaydı ki. Önce eller yan tutulmuş bir kepçe gibi hafifçe çukurlaştırılarak sineklerin yuvalandığı," vınnn vınnn" öterek konup kalktığı pisliklerin yanına sinsice yaklaşılır, avuç, sineklere hakim bir noktada tutularak soluksuz biraz beklenir, sonra bir mermi hızıyl, bir kapan gibi yumulup kendilerini bekleyen tehlikeden habersiz “ vızıldaşıp vıngıldayan” sinekler avlanırdı. El çabukluğu, yetenek, beceri, deneyim, ustalık isteyen önemli bir işti orada sinek avlamak. Zira sineği avlayacağım diye elini, elin bokuna batırmak da vardı işin ucunda. Yeşil fosforlu sinekler boku teğet geçerek hızla, çabukça yakalanmalıdır. İşin özü budur orada. Yavaşça yaklaşacak hızla kapacaksın. Artık Allah ne verdiyse. Onları bir kere yakaladın mı avucun içinde tek tek, tespih gibi yuvarlayıp kafasından, iki gözünün üstünden hafifçe bastırıp çıtlattıktan sonra kancaya geçirmek de ayrı bir zevktir hani. Eğer sineği gözünden 20 değil de bedeninden ya da karnından bastırıp çıtlatırsan vay haline, içinden pırtlayacak binlerce yumurta, kurtçuk, sıvanıp, bulaşır, yayılır her yerine, pislik eder. O yüzden sineğin oltaya geçirilmesi incelik, beceri, özen ister. Bir bok sineği takılı oltadan da, deredeki küçük balıkların kurtulabilmesi mümkün değildir. Balıklar sanki açlıktan ağızlarını açmış" patlak gözlü bok sineği" takılı oltayı bekleşmekteler gibi görünmeyen sığlardan, olta suya salındı mı, şıp diye çıkar, sineğin yeşil fosforunu, yutuverirlerdi büyük bir iştahla. Annesi onu üst kata kilitlemekte haklıydı. Birlikte öğle uykusuna yattığı odada kaç kere uyuyormuş gibi yapmış annesinin uykuya dalmasını sabırla beklemiş sonra da yavaşça odadan süzülüp evden dışarı atmıştı kendisini. Sıcağa hiç aldırmamış sokağın ucundan yitmesi saniye bile sürmemişti. Kilitli bir yerden kaçmanın kanat takıp uçmak olduğunu, bunun bir mutluluk olduğunu çok iyi bilmekteydi. O'nu çok kandırmıştı çok. Ama bugün annesi gerekli önlemleri çoktan almıştı. Kaçılabilmesi mümkün olmayan üst kattaki misafir odasına kilitlemişti. Hem de anahtarı kilidinde iki kez döndürerek. O yüzden de odadaki her şey üstüne üstüne geliyordu. O,sokağın sıcağını içeriye dolduran - atlayıp kaçabilmesi mümkün gözükmeyen- açık pencereden yine de nasıl kaçacağını hayal ederken Nilgün karşı evin kızgın damından peydah oluverdi. Leş gibiydi. Yavaşça yürüdü aşağıya süzüldü, uzayıp yaylandı, kondu sokağa. Uzun gergin adımlarla ağır ağır sokak kapısının önüne geldi, ürkmüş gibiydi, korkmuştu sanki belli ki açtı. Belli belirsiz ama ümitsiz -"Miyav." dedi. Kısa kesik, güçsüz, net bir "miyav." Uzatmadı yaymadı, sesi acındırmadı. Merhamet de, özür de dilemedi. Namus belasına kovulduğunu unutmuş gibi onca zamandan sonra yine dönüp gelmişti bir zamanlar saltanat sürdüğü evin kapısına. Ciğerin kokusunu kendisi gibi o da mı almıştı ne? El-bebek, gül-bebek omuzlarda kucaklarda gezer, sevilip okşanır, evde istediği yere kurulup yayılırken, hazır lop etleri yerken bir gün birden kaybolmuştu. Annesi kızı evden kaçmış bir ana gibi kara yaslara dürünmüş, günlerce, gecelerce "Nilgün... Nilgün", diye dolanmış, gece yarıları bahçeleri, sokakları dam aralarını, gizli gizli aranmıştı. Çok zaman sonra Nilgün, eve leş gibi kokarak, kir- pas içinde, ağzı yüzü, kuyruğu yaralı, per-perişan döndüğünde kucaklanmış yıkanıp, temizlenmiş, taranıp okşanmış, annesini sevince boğmuştu. Ama çok kısa bir zaman sonra Nilgün’ün karnı büyümeye başlayıp da doğuracak olduğu anlaşıldığında evde kızılca kıyamet kopmuş, annesi onu şerefine sürülen bir lekeyi temizler gibi kıçına bir tekme kapının önüne koymuş kovmuştu evden. -“Sürtüüük!”,diye bağırmıştı, onu kucağından düşürmeyen kadın. “Şimdi nereye istersen oraya git bakalım!” Olan bitenden de, kendisine söylenenlerden de, hiçbir şey anlayamayan Nilgün, yediği tekmenin acısını hissederek pek çok kez denemişse de, bir fırsat, bir tek kovuk bile bulamamıştı eve girebilmek için. Nilgün sokaklara düşmüştü. Bak işte onca zamandan sonra ayakları onu dönüp dolaştırıp yine eski evinin kapısına getirmişti demek. "Miyav" dedi yeniden. Kısa, kesik net bir "miyav". Bu seste ne bir özür, ne bir rica, ne bir yakarış, hiç biri ifade yoktu. "-Hişşşt Nilgün. Hiiişşşt! Pissst...! Pissst! Gel... Gelsene kız!" Nilgün kafasını kaldırmadı sese, pencereden sarkan, kendisine uzanan, ulaşmayan eli görmedi ama yine "Miyav"dedi. Kısa kesik net bir Miyav. Pencerenin tam altına geldi bakındı sağa-sola, pul gibi yapıştırdı samur tüylü zayıf bedenini yere, uzattı kafasını, tortop oldu kıvrıldı bu bildik evin kapı önünde, sabırla beklemeye başladı. Pencereden aşağıya sarkıp annesinin duymayacağı bir sesle fısıldar gibi bağıran, ısrarla, "Nilgün…Nilgün!" Nilgün sesi ne duydu, ne de hissetti. Pencereden neredeyse yarı beline kadar sarkmış çocuğun telaşı, çabası sinirli bir inada dönüştü. Artık tahammülü kalmayınca da pencereden içeri çekildi. Kendisini duymayan Nilgün’ün üstüne atmak için bir şeyler bakındı, arandı bulamadı. İçinden vitrindeki bardakları atmak geçti ama gürültüsünden annesini uyandırmaktan çekindi, yoksa atardı. Atardı vallahi. Koltuğun üstünde yarısı yenmiş ekmek arası ciğerini gördü, gözleri ışıldadı. Oltası cebindeydi aceleyle çıkarttı. Ekmeği silkeledi ciğerleri bir bir topladı avucunun içinde, aceleyle, telaşla iri bir parçayı oltanın kancasına geçirdi, gerdi, sağlamladı. Keyifle koştu pencereye, oltayı yavaşça sarkıttı, uzattııııı...Uzattııııı...Sallandırdı. Nilgün’ün burnunun üstüne kondurdu. Nilgün nereden geldiğini anlayamadığı bir koku hissetti. Önce burnunu oynatıp, bıyıklarını titretti, kafasını kaldırıp ciğeri gördü. Kıvrılgan bedenini gerdi, fırladı yerinden...Olta da. Nilgün zıpladı. Olta da. Nilgün mırladı. Olta uzanıp indi. Nilgün zıpladı, olta uzaklaştı. Olta ucundaki ciğerle sarkaç olup sallanırken Nilgün bir o yana, bir bu yana gitti geldi. Yakalayamadı bir türlü. Bu sonuçsuz git gellerden yoruldu. Vaz geçti. Oturdu yere. Olta vaz geçmedi, sağa sola sallandı, dolandı, sonunda o da indi aşağıya, ciğer kondu, değdi yere. Nilgün dayanamadı yine, zıpladı hızla. Ciğer kaçtı yukarıya. Nilgün umutsuz çabaladı, çocuk keyifle oltayı zıplattı. Ciğer parçasını indirdi..Çekti... Kondurdu... Salladı, dolandırdı “fır fır.”. Ciğeri Nilgün’e kaptırmadan oynadı. Oynamaya doyamadı. Mahpusluğu ona tat veren bir oyuna dönüşmüştü. Can sıkıntısı keyfe. Şimdi o’nun bok sinekleriyle balık avlayan arkadaşlarına anlatacağı başka bir av öyküsü vardı. Hem de bu kez olta avdan kaçıyordu. Oltayı kaptırmamak hünerdi. Nilgün, karnının açlığı 21 noktasında kendisine yapılan bu işkenceye "o" bir tek lokma ciğer için çaresiz katlandı. Onuru ayaklarının altında, burnunun önünden inip kalkan ciğer lokması için, yaptığı sonuçsuz hamlelerden zayıf bedeni yoruldu. Sonunda biraz da çaresizliğinden, burnunun dibinde kokular salarak sağa sola sallanan, inip kalkan, başının üstünde daireler çizip dolandırılan -bir türlü ulaşamadığı -ciğer parçası için, tetikte sabır dolu bir sessizlikle, bütün kasları gergin, bir panter gibi pusuya yatıp hiç acelesi yokmuş gibi zamanı kollamaya başladı. Çocuk ısrarla, oltanın ucundaki ciğeri burnunun ucuna kadar getirip yaklaştırıyor, başının üstüne indirip, küçük fiskeler dokunduruyor ama o hiç oralı olmuyordu. Oynatılmaktan yorgun, ciğere aldırmıyor, kendisiyle dalga geçen evin oğlunu umursamıyor gibi gözüküyordu.. Nilgün’ün oyun oynamaktan vazgeçişiyle oyunun tadı kaçmıştı. Sinirli bir hamleyle oltanın ucundaki ciğeri Nilgün’ün burnunun ucuna getirdi. Misinayı biraz daha saldı. Meydan okurcasına sanki çekmeyecekmiş gibi tuttu. Tuttu... Ciğer bir anda gözden kayboldu. Yok oldu. Çünkü Nilgün göz açıp kapayana kadar kaptı yuttu ciğeri. Ciğerin tadı boğazından geçerken acı verdi, sıyırttı, yırttı gitti. Zafer sarhoşluğu acı verdi, ok gibi fırladı, koşmaya başlarken ardından ağzındaki misinayı da sürükledi. Çok uzağa gidemedi. Bedenini ince-sızı bir güç çekti gerdi. Kalakaldı orada… Öylece… Penceredeki çocuk şaşkınlıktan neredeyse aşağıya düşecekti. Zor tuttu kendini. Çok korktu çok ürktü… Misinanın makarasını sıkı sıkı tutmaktaydı. Nilgün ağzından uzanan incecik misina ile çocuğa pisi pisine bağlanmıştı. Çocuk misinayı olur olmaz çekiyor kediden kurtarmaya çalışıyor, her çekiş, her hamle Nilgün’ü kapıya doğru sürüklüyordu. Kedinin sesindeki acı yakarış, canhıraş çığlıklardan öyle korktu ki onunla arasındaki bu ince, şeffaf, esnek bağı pencereden fırlatıp atarak kopartıp, hem kendisini hem de onu azat edebileceğini geçirdi aklından. Nilgün, kendisini midesinden bağlayan gergin misina birden gevşeyince, bir yay gibi fırladı, yitti gitti sokağın derinliğinde. Ardında çoktan çözülmeye, oraya buraya takılmaya, dolanmaya başlayan misina ile kaçtı kaçabileceği yere kadar. Bahçe duvarının dibindeki çalıya iyiden iyiye dolandığından habersiz duvarın üstüne atladığında bedeninin birden gerildiğini duyumsadı, bir adım daha ileriye gidemedi. Çitlere dolanan gergin misinayı biraz olsun gevşetebilmek için geriye döndü, atladı yere. Çaresizdi. Ne yapacağını bilemiyordu. Çözülmeye, kurtulmak için dolanmaya çalıştıkça misina karıştı. Her el kaldırış, dönüş, kıpırtı, çaba onu daha da bağladı kendine. Kıvrıldı dolandı, döndü dolandı. Misina gittikçe daraldı, küçüldü daraldı, kısaldı sarıldı bedenine bağlandı. O, döndü durdu, dolandı durdu. Kurtulmak istedikçe düğümlendi, koca Nilgün örümcek avı oldu. Gücünü yitirince de kıvrıldı kaldı oracıkta. Ucu Nilgün’ün midesindeki misina, çevresinde kördüğüm oldu. Kördüğüm kıtık Kıtık da koza. Dereden balık avlamaktan dönerlerken çalıların arasında, gördü çocuklar onu. Katılaşmıştı. Leşi çıkmış kokuyordu. Deredeki bok sinekleri de üşüşmüştü üstüne. Çocuklar onu öylece gördüklerinde şaşırıp kaldılar. Başına dikilip tembel tembel yorumlar yaptılar. "Ne olmuş lan bu kediye?" dedi biri, "Kendini örmüş bu kedi " dedi, biri. Dolandığı, sarılıp örüldüğü kozanın içinde ağzı açık dili dışarıda öylece durmaktaydı çünkü. Sıcak yelle uçuşmakta olan misinanın ucunun ağzında olduğunu fark ettiler birden. Merakla ucunu yakalayıp çekmeye çalıştılar. "Çekmeyin lan"dedi biri. "Ucunda ciğer var." “Bırakmadıııım, tutuyoruuum. Anneeeeeee! Geeeeel!” Pencereden sarkan çocuk elinde sıkı sıkıya tuttuğu misina ile çoktan uyumuş olan annesini uyandırmaktan korkmadan bağırdımaktaydı. -"Anneeeeee!" Kapının kilidinin iki kez döndüğünü, annesinin korku ve panikle içeriye girdiğini pencereye yaklaştığını ve dışarıya baktığını gördü. Elindeki misinanın bir ucunun Nilgün’ün ağzında gerili olduğunu fark ettiğinde, şaşkınlığından önce çığlık, sonra da suratına bir şaplak attığını gördü annesinin. Annesi uyku sersemiydi, ne yapacağını bilemedi. -"Bırakmadım "dedi çocuk. -"Bırakmadım. Misinayı bırakmadım. Al işte kurtar onu!" Şaşkın şaşkın oğlunun eline tutuşturduğu misina halkasına baktı. Nilgün oltanın ucunda çaresiz durmakta, kesin net, ama yüksek perdeden miyavlamaktaydı. Miyavında, acısını anlatıyordu. Midesine indirdiği, indirirken boğazını yırtan sancıya dönüşmüş ciğer parçasına lanet ediyor, kendisini tutsak eden kovulduğu eve bağlayan o ince görünmez bağdan kurtulması gerektiğini mırlıyor, miyavlıyor, hırrrlıyordu. "Ne var ucunda?"diye bağırdı annesi. "Ciğer"dedi, pısık bir sesle. Bir şaplak daha yedi. "Allah seni kahretsin "dedi, annesi."Yok etsin" Nilgün karşı evin köşesinde ucu midesinden ağzına uzanan misina ile kıpırdamadan, çaresiz beklemekteydi. Acınacak durumdaydı. Kadın oltayı bir iki çekecek oldu içi bulandı. Hışımla oltayı çekti, kurtaracağını sandı ama bu kez kedinin ağırlığını tam hissetti. Bir daha asıldı, Nilgün canhıraş bir çığlık atarken biraz yaklaştı. Kadın misinayı gerdi, çekti kendine, Nilgün yaklaştı ama gerildi yine. Kadın asıldı yeniden son bir gayret var gücüyle kararlı, çekti. Çekti. Oltanın ucu birden hafifledi. Nilgün' ün ciğeri ağzından geldi. Bir ok gibi fırladı. Ürküntüsünden, belli ki acısından, öyle bir cızırtılı çığlık attı, öyle bir debelendi, tüyleri kabarıp, kuyruğunu 22 dikti, gözlerinden ateş fışkırdı ki şaşıp kaldılar. Sonra da onun kaçıp bir anda gözden yitip gidişini gördüler. Pencere büyük bir gürültüyle kapandı. "Sıcağı içeri doldurmuşsun, ciğerli ekmeğini yememişsin, uyumamışsın, aylaklık ediyorsun",diyen annesinden bir şaplak daha yedi, kollarından bacaklarından yakalanıp, top gibi kanepenin üstüne atıldı. "Hadi şimdi uyuma da göreyim, üç gün sokağa çıkmak yok"derken annesi anahtarı kapının kilidinde iki kere döndürdü. Uykuya daldığında keman çalan at sineklerinin vıngıltısıyla, ağustosböceklerinin seslerine Nilgün’ün "Miyav" diyen, kısa net sesi karıştı. Bir de annesinin attığı şaplakların sesi. Uyandığında akşam olmuş, Nilgün aranıp bulunmuş, Annesinin kucağına çoktan kurulmuş da, Olanlar unutulmuştu. Islıklarımla araklanır korkusu gölgelerin... Murat Demirkol TIRNAĞIN UCUNDA İSLİ SU DAMLASI Çimen gözü Diz kapağında kan Çınar yaprağında asılı bin bir yalan Alaca güvercin gerdanında Işıldayan dolunay Yıkılmış yerle bir Söz anlamsız imgeler yılgın Aksime tükürüyor çalı dikeninde çiçek Göz kapaklarım ağır OTUZALTINCI SENFONİ Tırnağın ucunda isli su damlası Bulutlar aldı gitti esrik başımı Barut kokan göle sürdüm Kurumuş dudaklarımı Tanintanin'den yuvarlanıyor Gabar'dan yuvarlanıyor yanmış insan kayaları Dağlıca'dan topladılar donmuş gülleri Hani daha; Kardelenler sürecekti güneşe Analar hiç ağlamayacaktı Rüzgârgülü söndürecekti ateşi Kara deri eteklerinde Tohumlar öpecekti toprağı “Şimdi tam sırası Kavruluyor ömrüm Çatılarında yalnızlık biriktirdiğim lal dönencesi” Aralarında yoksulluğu paylaşsın diyedir dizdiğim harfler Küçük de olsa, hüzün devşirebilsinler diyedir Solgun eğriliklerine kanıp Gizemli bir dünyada uyansınlar diyedir bir bakıma... İçime kapanıyorum, düz duvar Döngüsel başvurulara akıyor zihnim Bir koza ibrişim ağzında Eğirelim silahı İşleyelim iğne gözüyle Kanı durduralım damlamasın beyaza Derimizi giyelim iç içe Biz yatadururken ışık hızında teknoloji Sobeleşen yalnızlığım, korkularıma tıslıyor durmadan Durmadan içime çekiyorum o anlamsız alkışlarınızı. Yalnızca camlara düşüyor gözlerim Hüzün bekçisi çocukluğuma masallar uydurarak Dudaklarımda eşkıya bir tebessüm Ben yokum işte... Donmuş kırılan kirpiklerinde Buğusu yüzünde Pusu ciğerinde Ellerin yapıştı soğuk tetiğe Canın yeşil kırıntı Yasak saklar içini Özüm değdi Sarı başak ekmeğime Güneş yeli esiyor Avuçlarım göğe açık Toplayalım barışa/ insanlığa Ayraçlarına at gözlüğü takmadan Kireç toprağında Turna kanadında Yalın olmaya gidelim... Geviş araklıyor geçmişimden sırıtarak Aykırı anlamlar arayıp durma diyor bir yanım köpürt taşkınlığını, güz sancısı, gecenin işveli tanrılarına sırnaş uçurumlarda sizin için Oysa Kelimelerin kuytusuna gizliyorum gülüşlerinizi tırnaklarımı törpülüyorum dişleyerek o ıslıklar Kendini avutan çocukluğumdur işittikleriniz 23 Bircan Çelik Gevrekçi GÜL YAPRAĞI YIRTILAN ZAMAN Karanlığın içinde oturmuşum Hangi yanımdan kalksam bu sabah Karanlık da benim içime oturmuş Koşar dururum bir ulu denize Kurt kuş ve insanoğlu Yankısı duvarların neminde sesim İçinden ömrümü geçirdiğim su Kent varoşlarını kızıla boyayan ateş İp gibi uzayan yol Bekleye bekleye yok ettiğim hız Gördüğüm bela bulduğum bela İçine girilmiş kalesi düşmüş kent Görüneni gördüm görünmeyeni de Hep aynı kavga Hep aynı direnç Olur heveslerle kuşatılmışız Olmaz heveslerle de kuşatılmışız Bir alıcı kuş olmuş yüreklerimiz Bilinmeyen yol karanlık gelir Masumiyetimizden zehirlenmişiz Derinliğimizi arıyoruz derin sularda Müzik kulakları olmayanların müzik perileri de yoktur Tutsaktır karıncaya çekirge Diptedir acılarımızın tortusu Aşkla öldürülür sevilen Ah tarçın kokulum Ah kekre boşluğum Caneriğim ah Ne etsek unutamayız ela ela gülüp kaçan çocuğu Bir sor tenime Suya sor Ben bu aşkı hangi kale burçlarından aşırdım Düşünülmeden akıp giden zamandır Esrik esrik esip giden rüzgârdır Arayan bulur hayallerini Zamanın yok ettiği atlar da bulur Güneşle birlikte açan gülü Teninde soğuyan masalsı aşkı Unutma Tanıdık ve tanıktır buna Zamanına uğradığım dağların gölgesi Zaman uzun ömür kısa Göğsümde bir koşu kaplan soluması Alıp acılarımı giderim Serüvenlerim çılgın rüzgâr atlarım dağınık 24 Suskunum sağır dağların önünde İçiminse saklı bahçeleri haraptır Ne telefonlarımız vardı ne adreslerimiz İsimsizdik hepimiz Çapımız büyüktü Bir başka görürdük uzak dağları Ay bize vuruk olurdu Karanlığı kamçılardı barut tenimiz Çocukluğumuza saklanır Issız alıçlara benzerdik tek tek Loş ışıklı kırmızı koltuklu odada Devrim öncesi ve sonrasını konuşurduk Yüzümüz asık öfkemiz dinmez olurdu Ay ışığına perçemi düşen Kaleler alır kaleler verirdik her gece Söz geçiremezdik içimizdeki delikanlıya Sesimiz buzlu camlarda kanardı en çok Aynalar sır olmuş gece vahşi atlar sureti Ellerimi kanatıyor ipek ve aşk yarası Hurma tadında geliyor bela Bir yıldız kayması hüznünde Biliyorum bütün ayrılıklar kan akar Çarkıfelek ipi geçer boynuma Gül yaprağıyla yırtılan zamanı yamar terziler Her sonu severiz Devrimi severiz Eve dönemem Yolum kesilir Ateşten soğuktan çöl sıcaklığından Su acır taş yanar Hevesim kaçar Bir cehennem daha eklerim yarama Perdeleri çek ışığı söndür Gezin dur evin dört bir yanını Yaralı bir kaplan olmayı sorgula Yarım kalmış düşlerini yak Gör gör ki şaşırma Yaşam bu İnsan bu Bir sokağın gülleri sokak lambasını öldürüp Ay karanlığında iz azdırır Geç anladığı yalnızlığını yüklenip Bil bil ki şaşırma geçer bizim tarafa Ateş hattındayım savaş boyalarımı süreli çok olmuş Çıktığım gibi döner miyim bilemem Çeliktenmişim kırılmaz bükülmez Evrenin dansı aşkmış diyorlar Utku kazanmak diye bir şey yok Bütün geç gidişlere kapalı kapılar 25 Turgut Koçak YELDA KARATAŞ’LA SÖYLEŞİ Mehmet Özgür Ersan Mehmet Özgür Ersan: Müzikle ilişkinizden başlayalım Yelda Karataş: Klasik müzik sevmeyen insandan korkarım tıpkı türkü sevmeyenden korktuğum gibi. Mehmet Özgür Ersan: Biliyorsunuz Nietzsche, Wagner’in müzik konusunda peygamberleştirir ama gelgitleri arasında müziği değersiz bulduğu zamanlarda bile, müzikten vazgeçemedi. Cioran’dan Pavese ve Marks’a kadar müzik hakkında konuşmamış aydın bulunmamaktadır. Sizin, kentsoylu bir ailenin çocuğu olarak müzikle derin bağlarınızın olması çok normaldir. Sağ kesim, kendi içinde entelektüellerini yaratmaya çalışıyor, Kürt sol hareketi de ama çok zayıflar. Sanatla bağ kurmanın dinamikleri nelerdir. Neden böylesi kesimlerden güçlü sanatçılar çıkmıyor. Yelda Karataş: Buradaki problem şu; bir şeye sadece inanan insan çok kolay yönlendirilir, var olan inanç değerlerini gözü kapalı kabullenir. Kendini yine o değerlerle tartışmasız tanımlar. Sadece inanç sahibi olmanın dünyayı anlamaya, kavramaya yettiğini düşünüp, var olan inançlarıyla sarhoş yaşıyor bazıları. Gerçeğin her gün yeniden keşfedilmesi gerektiğini, bilimsel gerçeğin de ertesi gün değişebileceğini, inkârın inkârının mümkün olduğunu algılayamıyorlar. İnsan bazen farkında olmadan sadece inancına sarılarak ve inancını pekiştirecek verileri besleyerek mutlu olabilir. İnancını sarsacak her şeye karşı durur. Değişime karşı durur. Bu; ‘yasaklanmış duygu ve düşüncenin olmadığı’ sanat için olanaklı bir bakış açısı değildir. Sanatın bir inancı varsa eğer, insan ve insani gerçekliktir. İnsan, gerçeği algılayabilir, görebilir. İnsan gerçeğe yaklaşabilir. Bilemediğimiz soyut bir geçmişi ve geleceği taşıyan, kör bir Tanrısal bir güç inancı bence insanın gerçeği kavramasının, düşüncenin bağımsızlığının ve özgür düşüncenin önünde engeldir. Hangi dünya görüşüne inanırsanız inanın, inancınızı böyle kurarsanız, gerçeklikle bağ kuramazsınız; ahlak öğretmeni olursunuz. Marksizm bir dogma değildir. İnsanın çağının ürünü olduğu gerçeğine inanır: Değişmeyen ‘iyi ya da ‘kötü’ insan aramaz. İyi ve kötü zaman, mekan ve ilişkiler bağlamında yorumlanabilecek bir durumdur. Değişmez değerler değildir, iyilik ve kötülük kavramları… Marksizm, değişmeyen, hep doğru bir insan aramaz; değişen koşulların yarattığı insan gerçekliğine gözünü diker. Marksizm’in insanlığa armağanı tarihsel maddeciliktir. Mutlak gerçek yoktur. Mutlak gerçeğin olmadığını görebilen bir insan, gerçekliğin karşısında farklı bir tutum sergiler ve ‘gerçeği, yepyeni bir bakış açısıyla gerçekten daha gerçek bir dille sunan sanattan’ tad almaya başlar. Ahlak ve inançlar da değişir çünkü. Marksistler bu değişimi kavramak, anlamak peşindedirler. Toplumsal Gerçekçilik’in temelinde bu anlayış vardır ve ancak böyle bir bakış açısı çağının ve insanın gerçeğini kavramada başarılı olabilir… Dogmatizm, sanatın düşmanıdır. Bir anlam arıyorsak eğer yaşamımıza, neden var olduk sorusu kadar, varlığımızla ne yapabiliriz sorusuna yanıt aramaktan yanayım. Varlığımızı kutsallaştırıp kendi inancımız dışındakileri küçümseyip, ‘ötekiler’i Tanrı ve hatta sanat adına öldürecek miyiz, yoksa onların bizden farklı, bağımsız, değişik düşünmeye hakları olduğuna inanacak mıyız? Farklı düşünebilme olasılıklarına, durumlarına saygı duymayı öğrenebilecek miyiz? Her insanın her düşüncesine saygı ve sevgi duyalım anlamına gelmiyor; farklı düşünebilme durumuna saygı gösterebilmeyi gerekli kılıyor. Tartışmasız dinsel inanç ya da bir düşünceye tartışmasız inanma, insana tek tip düşünce elbisesi giydirir. Hoşgörüsü ya da değişime izin verişi, yine inanç çerçevesi ile sınırlıdır. Tıpkı vulgar Marksistler ’de olduğu gibi… Bir dine inanır gibi Marks’a inanırlar. Marks’tan çok Marksist’tirler! Bu nedenle kör inanç sanatta bir referans noktası alınamaz. Tanrısallaştırılmış hiçbir bakış açısı da. Sanatla, estetik haz alarak bir ilişki kurmak istiyorsanız, ya da sanatsal, yaratıcı işler yapmak istiyorsanız, estetik kültürünüzü geliştirmek, derinleştirmek zorundasınız. Bunu yaparken batağına saplanacağınız kapalı bir inanç sistemi aramak yerine, inancınızın her an değişebileceği inancıyla yürümek zorundasınız. İnanç, sorgulanamaz gibi algılanır nedense, oysa inancınız sorgulanabiliyorsa, inancınıza inanabilirsiniz! ‘Aşkım da değişebilir gerçeklerim de’ dizesinin anlamı budur Turgut’un Mehmet Özgür Ersan: Cioran’ın bir sözü var: ‘tutku köleliktir’ diyor. O tutku sözcüğünü burada aşk için kullanıyor bence daha çok. Buradan yola çıkarak, sizin sözlerinizden de yola çıkarak şöyle düşünüyorum: İster bir dine, ister bir siyasete, ister bir aşka tutkuyla bağlı olan bir insan, önce bir gelişim yaşıyor. Hiç kuşkusuz bu ulaşmak istediği düşünce, nesne, ideoloji, siyaset, din onun, daha hızlı düşünmesini, üretmesini, çabalamasını sağlıyor. Ama zaman içerisinde körleşmesini ve o tutkudan dolayı da ‘öteki’ni yaratıp, yok etmesini sağlıyor. Başlangıçtaki o itici güç, zamanla değişime kapanarak, gericileşiyor. Yelda Karataş: Çok önemli bir şeyin altını çiziyorsun. Bir şeye tutkuyla bağlanmak yanında gelişime açık olmayı, bilgilenme ve bilinçlenme arzusunu da taşımalı. Bir entelektüel de bilgiye duyduğu tutkuyla körleşebilir. Elias Canetti’nin Körleşme romanında olduğu gibi. Aşkın, çok sevmenin bizi körleştirebilme ihtimali her zaman vardır. Yaratıcılık ideoljiktir. Bir insanı sevişimiz de öyle. Günümüzde ideoloji geniş kitleler tarafından tutku sözcüğü ile birlikte kavranıyor. Kör inanca bizi götürebilecek tutku yani. Dolayısıyla, ideoloji de kör inanç gibi algılanıyor. İdeolojik bakış açısı sanki kör ve başka bir ideolojiye izin vermeyen katı bir kapaklanma, katılaşma olarak algılanıyor. Bence bu burjuvazinin çok bilinçli yaydığı çarpık bir anlayıştır ideoloji kavramı için. Özellikle Marksist ideolojiyi düşman ve kalıpçı göstermek için üretilmiş, yaygınlaştırılmıştır. Kelimenin içeriğini çarpıtmasıdır. Kavramın içeriğini boşaltmasıdır. İdeoloji tehlikelidir. Bir şeye ideolojik yaklaşırsan körleşirsin inancını yaymak istemesidir. Din de ideolojiktir. İdeolojinin kör inanca dönüşmesi mümkündür ama kendisi bu anlama gelmez. Tıpkı aşk gibi. Doğru sevemiyorsanız, tutkunuz körleştirir ve sonunda çok sevip, sevdiğinizi kıskançlıktan 26 öldürebilirsiniz. İdeolojiniz adına işleyebileceğiniz cinayetler gibi. Marksizm, zaten gelişmenin, değişmenin yasalarını ve tarihsel zorunluluğu kavramak üzere yola çıkmış bir ideolojidir. Marksizm, gerçeğe gözü kapalı değil, gözü açık yürür. Marksizm, körleşmenin değil, insanın gözünü açmanın yoludur diye düşünüyorum. Burada çok önemli bir noktaya açıklık getirmek isterim. Doğaya diyalektik materyalist bakmanın yanı sıra, Engels’in özellikle altını çizdiği; Bizzat Marks’a ait olan Tarihsel Maddeci görüş ile insanlık tarihini çok iyi kavramak, anlamak gerekiyor. Yani bizim işçi sınıfının tarihsel rolünü görmemiz: işçi sınıfını çok sevdiğimizden, ezilip, sömürülüyorlar gibi ‘romantik’ bir yaklaşımın ürünü değildir. Tabi ki eşitsizlik her insanın vicdanında duyarlılık olarak karşılığını bulur. Kendini korumaktan aciz bir çocuğa dokunan elin savunulmasından yana değilim ben. Bu eylemin bütün kalbimle engellenmesinden yanayım. Dolayısıyla eşitsiz zenginliğin de önlenmesinden yanayım. Ama asıl görmemiz gereken; insanlık tarihinin gelişiminin hangi dinamiklere bağlı olduğudur. İnsanlık Tarihi, sınıf savaşları tarihidir. Doğayla ‘ilişki’ kurabilen tek canlı insan, toplumsal üretimin sonucu değişik toplum biçimleri yaşadı ve yaşayacak. Bu gelişimin gücü her tarihsel dönemde ortaya çıkan sınıf ve sınıfların rolü ile bağlantılıdır. Burjuvazi, feodal sınıfa karşı ilericidir ama bugün insanlığın önünü tıkayan gerici bir sınıftır. Çünkü kapitalizmin çelişkisi uzlaşmazdır. Çözecek olan sınıf hala işçi sınıfıdır. Son tahlilde kendisini de ortadan kaldıracak bir sınıf olan işçi sınıfı sosyalizmi ve komünizmi kuracaktır. Bu kaçınılmaz tarihsel bir zorunluluktur. Bu gerçeği göremezseniz: Duygusal, romantik sosyalist olursunuz! ‘ İşçi sınıfı da komünizmin önünün açılması ve sınıfsız bir topluma geçilmesi aşamasında ‘engel’ olabilir. Dünya sosyalist sisteminin yıkılmasında en önemli rolü oynayan gerçeklerden biridir bu bana kalırsa, emperyalizmin çok katlı oyunları ile birlikte. Bu gerçekliği çok iyi kavrayan insanlardır: Toplumsal gerçekçi sanatçılar. Mehmet Özgür: Aşkın bir metafizik, aşkın bir mistik kültür değil Marksizm. Hristiyan mistiklerinin kullandığı gibi; ‘ezilenler, yoksullar’ gibi kelimeler yerine ‘sınıf’ kelimesi kullanan, ideolojik olarak da bütün argumanlarını sınıf tespiti üzerine oturtan bilimsel bir yaklaşımdır. Eğer, ‘fakirlere acıma felsefesi’ gibi bir dünya görüşü olsaydı Marksizm en fazla Hristiyan mistisizmi gibi bir anlayış olurdu. Baldırı çıplakların takımı olurdu. Bu bağlamda, son zamanlarda; ezilenler, zavallılar gibi… kelimelerin sıkça kullanılmasına nasıl bakıyorsunuz. Yelda Karataş: Gülerek bakıyorum. Hatta çok çarpıcı bir örneğini vereyim. Bana göre toplumcu gerçekçi romanın en sağlam ve güçlü örneği sayılacak ve hâlâ eleştirmenlerimizce tam kavranamamış o büyük kitabı Sevgili Oğuz Atay’ın: Tutunamayanlar… Tutunamayan kelimesi, kitabın ismi, hayatta başarısız olmuş hayatı sevememiş, var oluşuyla barışamamış, intihara eğilimli insanlara ya da insana övgü olarak anlaşıldı. Kitabın kahramanı Selim Işık yani Aklın Işığı intihar eder. O kitaptaki her isim bilinerek konmuştur. Oysa Tutunamayanlar; Tutunmak İstemeyenlerdir. Var olan sistemin bilinçle karşısına dikilenlerdir! Mehmet Özgür: Evet, burjuva olmalarına rağmen, bilinçle sınıf intiharını gerçekleştirenlerdir. Bütün nimetleri bir kenara itip, ‘işte burjuvaydı 68 kuşağı’ diyenlere sınıf intiharı ile cevap verenlerin ülkesindeyiz. Bizim ülkemizde 68’lilerin çoğu, önemli ‘mevkilere’ gelebilecek, ‘zengin’ olabilecek insanlarken, sınıf intiharı yaparak başka tercihleri kullanmışlardır. Lenin’in Ne Yapmalı’da anlattığı gibi işçi sınıfının günde 16, 17 saat çalıştığı bir ülkede tabi ki burjuvazi sınıf intiharı yaparak sosyalizmin kurucuları arasında yer alacaktır tespitine uygundur bu tercih. Bazılarının; iyi insanlardı da sosyalist oldular, çok bir şey bilmiyorlardı gibi algıladıkları 68 eylemini, sizin gibi o kuşağa yakın, o kuşakla birlikte devrimci mücadelede yer almış birinin farklı değerlendirişini ve işçi sınıfının tarihsel rolünü kavramanın altını ısrarla çizişini çok iyi anlıyorum. Yelda Karataş: Bu olgu kuşkusuz bizim yaşadığımız dönemin maddi koşulları ile ilgili. Ama insan koşullarının esiri değil, koşullarını değiştirebilecek gücü de içinde taşır. İnsan dünyayı değiştirebilme gücüne sahiptir. ‘Aydın dediğiniz insan, sınıflı toplumda ‘rağmen’ ortaya çıkar. İlkokuldan bu yana sanat eğitimi almamış, dünya ve ülkesinin tarihini İmparatorluklar ya da Dinler Tarihi olarak kavrayan, aldığı eğitimle Tarih bilgisini ‘Tarih Bilinci’ne çevirme şansı hiç olamayan, açtığı televizyonda da yalanlarla beslenen bir toplumdan kaç tane aydın çıkma şansı vardır. Burjuvazi iktidarını sürdürmek için, geniş kitleleri eğitimsiz bırakır. Bizim gibi aydın olma yolunda mücadele veren bireylere de ya göz boyayıcı başarı şansı olanakları sunar ya hapislerde çürütür ya da faili meçhul yapar. Burjuvazinin sunduğu nimetleri reddetmek kolay değildir. Sonrasında başınıza gelecekleri çok iyi bilirsiniz çünkü. Bu insanlar önüne pek çok nimet konmuş ve bunu bilerek reddetmiş insanlardır. Burjuvazi asıl bizim gibi insanları bağışlamaz, hiç bağışlamaz. Türkiye tarihini dikkatle incelerseniz; aydın katliamları üzerine tükenmeyecek bir kan nehri bulursunuz. Bizim tanınmamamız, okunmamamız, dinlenmemiz yani bizim bilinmememiz ve sefil olmamız, yalnız kalmamız için elinden geleni kesinlikle yapar. Çünkü biz onu reddetmiş insanlarız, bize her türlü başarı olanağı sunulduğu halde. Babasını reddeden çocuğu katleden bir padişahtır burjuva devleti; asla affetmez erkini reddeden aydınları. Bugün bir insanın, bir aydının: Ben işçi sınıfından yanayım, onun tarihsel misyonunu biliyorum ve bunun için mücadele veriyorum diyebilmesi kahramanlıktır. Bir kahramanlık arıyorsak bugün, budur! 70’li yıllarda benim gençliğimde bu aydınları, bu kahramanları hiç affetmediler, öldürdüler. Gerçek bir aydın kırımı yaşanmıştır Türkiye’de ve hala yaşanmaktadır. Nedense bunu kimse görmek istemiyor. Benim hocalarımın çoğu öldürüldü, arkadaşlarım hapislerde çürüdü ya da öldürüldü… Mehmet Özgür Ersan: Benzeri süreci sizin ardınızdan (89-99 sürecinde) biz de yaşadık. Bir dizem var: ‘O günlerde ölmemişsen bugün kaybolursun bu sokaklarda’. O günlerde ölmeyen şans eseri hayatta kalabilmiş ’şanslı’ insanların bugün Unamuno’nun, Yaşamın Trajik yanında söz ettiği gibi: İnsan, ölümü bilerek, her gün öleceğini bilerek hayatta iki şekilde kalmaya çalışır. Birincisi bir çocuk yapmak, ikincisi eser bırakarak. İşte eser bırakarak hayatta ve ayakta kalanlar sanatçılardır. Sanatçılar kahramanlardır. Onun için de sanatçıların, özellikle de Fransız Devrimi sonrası oluşan yüksek burjuva kültürü ve insanın ‘kendinde olma hali’ni yani birey olma halinin devrimciliği yaşamış böyle bir 27 kültürden nasibini alarak gelmesi çok normal. Onun için de burjuva kültürünü almış kent soylu insanların, ‘sınıf intiharı’ yaparak 68’ li yıllarda devrimci olmasını çok doğal buluyorum. Günümüzde bu yapıdaki insanların sanatçı olmasını da. Başka tercihler yapabilecekken, bu düzenle uyum sağlayabilecekken, sanat yapıtı üretmeyi bilinçle seçmelerini ve ölümün karşısına kahramanca dikilmelerini çok iyi anlıyorum. Yelda Karataş: Bu keyifli sohbette söylediklerine eklemek istediğim bence önemli bir iki nokta var. Kieslowski, o çok sevdiğim insan, yönetmen, bir gün bir açıklama yaptı ve sinemayı bıraktığını söyledi. ‘Yaşam sinemadan daha değerli’ dedi. Doğruydu söylediği. Ben de içimden dedim ki onun için: Şimdi ölüme gidiyor! Kendisi erken ayrıldı bu dünyadan ve biz sonrasında öğrendik ki: Heaven (Cennet) filminin senaryosunu yazıyormuş gizli gizli bu açıklamasına rağmen. Kendini durduramamış. Burada özellikle söylemek istediğim şudur: Sanat bazı bünyelerin, bazı insanların sadece kendini ifade etme biçimi değil var olma halidir. Kendini keşfetmesidir yeniden, yeniden. Sait Faik’in dediği gibi: Yazmasaydım çıldıracaktım. Bilge Karasu’nun eklediği gibi: Bu kadar şeyi yazdıktan sonra çıldırmamak mümkün mü? Sanatçı nasıl olunur bilmiyorum Ama varoluşunu ancak sanat diliyle hisseden insana sanatçı denebileceğini biliyorum. Şiir yazmadan var olduğumuzu hissedemiyorsak şair olma şansımız var. Resim yapmadan var olamıyorsak ressam olma şansımız var. Onun için Komünist toplumun şiarı: "herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar" dır. Yetenekleri farklı insanlarız. Yeteneğinizi özgür ve bağımsız geliştirebildiğinizde, yeteneğinizi geliştirerek var olabildiğiniz bir toplumda, ancak insanın sanatla ilişkisinin insani olması mümkün olacak ve herkes sanatçı olabilme keyfini yaşayacak. Sanat kimin içindir sorusunun yanıtı: Var oluşumuz için olacak! İkinci olarak altını çizmek istediğim bir gerçeklik: Ölümsüzlük sanat aracılığıyla mümkünse eğer ‘ o sonsuz dirim için’, sanatçı bu çağda ismini parlatmaya çalışan bir birey olmamalıdır. İsminiz, siz öldükten sonra hatırlansa ne olur hatırlanmasa. Sanatçı topluma kendini dayatmaz. Yeni bir bakışı varsa, bu bakışı hisseder ve hiçbir ahlaki kaygı taşımadan bunu dile getirir. İsminin derdinde olamaz. Kalıcı olanın ismi değil, söyledikleri olduğunu çok iyi bilir… Kafka bunun en çarpıcı örneğidir. Yazdıklarının yakılmasını ister. Mehmet Özgür Ersan: Son zamanlarda neler yapıyorsunuz? Yelda Karataş: Öncelikle ölmemeye çalışıyorum. Ölmemeye çalışmak kendini ölüme karşı korumak değil, tamamen tersi; kendimi bu hayattan korumaya çalışıyorum. Çünkü insanı öldüren bu vahşileşmiş hayat. Bunu için daha çok okuyor ve yazıyorum Mehmet Özgür Ersan: Siz çok üreten bir insansınız neler yazıyorsunuz. Yelda Karataş: Bir roman yazıyorum, adı: Nişaburi. Bitirmeye çalışıyorum. Bir de denemelerim var. Ihlamur Yayın’larında çıktı: Ey Aşk Hevesten Yarattım Seni. Mehmet Özgür Ersan: Düz yazı ile karşılaştırıldığında bazılarının dediği gibi şiir bir eksiltme sanatı mı yoksa bir çoğaltma sanatı mı? Yelda Karatas: İlk söz yazıydı, kelimeler bir göstergedir. Doğanın sesini yeniden ifade ediyoruz. Şiir ilk sözdür. İlk çağdaki tüccar metinleri şiirseldir. Roman öykü daha sonraki yüzyıllara ortaya çıkmıştır. Tiyatro metinleri de şiirseldir. Şiir öyküden, öykü romandan roman öyküden beslenir. Bütün yazım biçimleri birbirini besler. Kaldı ki bu biçimler arasına kesin sınırlar konabilmesi de çok olanaklı değil çağımızda. Bir yapıta roman ya da öykü derken elimizde değişmez kalıplar yok, biçimlerin de arasında kesin çizgiler yok. Şiir eksiltmez aksine anlamın çoğaltılması dikey ve yatay anlam olanaklarının sunulması ancak şiir dilinde mümkündür. Bir ekşitme değil de bir tasarruftan söz edebiliriz ancak. Şiir kelime konusunda tasarruf yapar. İki sözcük arasındaki mesafede ya da iki sözcüğün birlikteliğinde bir romanın onlarca sayfası gizli olabilir. İki dize arasında bazen bir ya da birkaç öykü gizlidir. Şiir dilin derinlik ölçülerinden birisidir. Anlatımın en olanaklı dilidir. Şiir daha örgütlenmiş ve hata kaldırmaz bir anlatım dilidir. Mehmet Özgür Ersan: Şair bir bilge midir yoksa deli midir? Yelda Karataş: Şair duyarlılığı ve düşünceleri en açık en duru insandır. Eski bir bakış o şairi duygusal bir insan olarak gören romantizm. Şiir kelimelere bildiğimiz günlük kavramsal içeriklerini değil, sonsuz sayıda anlamlandırabilme zenginliğini sunar. Şair tabi ki duygularımızdan söz eder, ama duygularımız bilinçsiz değil ki. Duygularımız, sezgilerimiz aracılığıyla kavradıklarımız duyarlılığın kapısından geçince güneş artık şiir dilinde o bildiğimiz gezegen olmaktan çıkar. Umut olur, zaman olur ve hatta ölüm olur. Artık demir almak günü gelmişse zamandan/ Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan … şiirinde artık o gemi bildiğimiz gemi değildir. Şair gemi kelimesine bu anlamlandırmaları yüklediği için deli ya da bilge değildir. Nesneye farklı bakan biridir sadece. Nesnenin ya da nesnelerin taraf ilişkisini çok boyutlu bir duyarlılıkla sezen, hisseden ve dile getiren insandır. Sanatçı, kendi hesabına yarattığı gerçeklikle gerçekten daha gerçek bir dünya kuran insandır Camus’un söylemiyle. Yoksa insan gözü hayatı kübist algılamaz. Picasso da bunu bilir, resmi izleyen de. Bu gerçekliğin yeniden tanınmasıdır. Tıpkı ‘ meçhule giden bir gemi’de ölümün yeniden tanınması gibi. Şair toplum bireyidir. Burjuva sanat anlayışının direttiği gibi; bireysel keyfiyetine göre yazmaz. İstese de yazamaz. Gerçekten delice olur yazdıkları, anlaşılmaz olur. Şiir sadece kendisine yaklaşılmasında emek isteyen her sanat yapıtı gibi estetik bir bütündür. Şairin bireysel coşkusunu dile getirir, bir toplum bireyi olan şairin izleğinde toplumsal gerçekliğin coşkusuyla da buluşuruz bir şiirde kaçınılmaz olarak. Şiirsel imge üzerinde insanların düşünmesi gerekir. İmge bir resim sunar gibi gözükse de imge resimsel görünen bir anlatımla öncelikle bir duygu aktarır bir durum aktarır. Duyarlılığın çok boyutlu dünyasında gemi kelimesini kullanan şair, size gemi resmi çizmez. Gemi yan yana geldiği diğer sözcüklerle, size bugüne kadar yaşadığınız bütün ölümleri duyumsatır. Gemi kelimesinde ‘gördüğünüz’ bir gemi değil, bir tabut da değil; ölüm duygusudur. Yani ölümü 28 hissedersiniz, artık gemi olmayan o gemi sözcüğü aracılığıyla ‘demir alırsınız’ hayattan. Şair burada günlük konuşma dilinin ‘akılsal, günlük anlatımına’ yeni bir söylemle yaklaşır; Şirin dilidir bu! Bu anlamda akıl dışıdır şiir. Gemi kelimesi, meçhule kalkan o gemi, bize kırmızı bir renk duygusu da verebilir. Yemyeşil bir ağacın yıkılışı, bir bebeğin dünyaya gelişi, çığlıklarını duyabiliriz. Binlerce olanak sunar bir şiir dizesi, söylediğinin, kelimelerin tekil anlamlarının dışında çok ötesinde. Diğer yazım sanatlarından ayrıldığı en önemli nokta budur şiirin. İmge anlamsız bir görünge değildir. İmge, şiirde anlamlandırmayı gerçekleştirmemizi olanaklı kılar. İmgenin yüceltilmesine karşıyım. Sadece şiirin doğal yapısının estetik bir parçasıdır. Önemlidir ama bize keyfiyet değil, büyük sorumluluk yükler yazarken. Bu nedenle bir şiiri okuyan kaç kişi varsa o kadar anlamlandırma olanağı vardır. Ölüm her insana farklı korku salar. Bazılarında üzüntü uyandırır, ölüm kelimesinin toplumsal ve bireysel karşılığı sonsuz coşkudur. Ölüm ve ölmek kelimeleri bile ayrıdır. Nazım’ın bize dizelerinde anlatmaya çalıştığı üzere. Şiir okuyucusuna en saygılı dildir: Sınırlamaz onu. Şiir bu anlamda tabi ki okuyanındır. Toplumun ses ve duyusal dünyasında bulduğu karşılıktır. Ama onu yazan bir şair olmasa ortada şiir de olamaz! Bu yazan kadar okuyana da büyük sorumluluk yükler! Şiir anlaşılmaz şeyler söylemez. Eğer bir okuyucu bir şiirden hiçbir şey anlamıyorsa, bu şiirin hatası da olabilir, okuyucunun estetik yetersizliği de. Şiir sahibiyeti reddeder. Yazıldıktan sonra, okuyucusunun anlamlandırmasıyla kendini yaşatacak şiir, bütün sanat dallarında olduğu gibi; istese de istemese de toplumundur artık! Özel mülkiyet ilişkisi içinde büyüyenler; şairin şiirle ilişkisine bir sahibiyet ilişkisi olarak bakarlar. Oysa sözcükler insanlığın ürünüdür. Kimsenin malı değildir. Alınıp, satılmaz sözcükler. İnsanlar arasında iletişim kurmaya yarar. Şair bu iletişimin en yürekli yalvacıdır. Sevgili Hulki Aktunç’un dediği gibi; Yan yana gelmemiş sözcükler var daha… Bu gerçekliği gören biri olarak, şiirin ölmesinin imkânsız olduğunu düşünüyorum. Şairin de… Mehmet Özgür Ersan: Bu söyleşi için teşekkür ederim Yelda Karataş: Ben öncelikle Ihlamur Dergisi’ne ve sonra size teşekkür ederim, düşüncelerimi iletme fırsatı sunduğunuz için. O’NA YAZILAN ŞİİR Aldığı soluklardan yaşlıydı bedenim İçtiğim su için susamış Yediğim için acıkmış Sevdiğim için sevmiştim . Haritası çizilmemiş bir hayatı Dişilikle erlik sınırında Helalle haram gibi yaşamıştım. Yüz yaşındaydı prensesim Yüzünde acı gülüş Rahminde binlerce tohumla. Ona yazılmıştır bu şiir Okumazsa üşüyüp Yaprak yaprak dökülür Yok olur yanağından ilkyaz kokusu Çetelere rehin çocukların İnsan kent ve çarşıların Ateşlenen düşleri Sokağa düşer Süklüm püklüm. w Hürdoğan Aydoğdu GÜZ İKİNDİSİ’NDE GEZİNTİLER Mustafa Emre Harika Ufuk, “Çiçek Açtı Yalnızlığım”, “Canım Türkiye’m” adlarını taşıyan kitaplarından sonra yayımladığı “Güz İkindisi” adlı kitabı ile şiir çizgisinde ilerleme gösteriyor. Ekinsanat Yayınları arasında çıkan kitap; adı, kapak düzeni ve adıyla da ilgi çekiyor. Kaliteli kâğıda basılan 144 sayfalı kitapta 104 şiir yer alıyor. Şair, şiirlerini özgür koşuk ve hece ile yazıyor. Hemen söylemek gerekirse hece ile geleneğe bağlanan Ufuk, özgür koşukta yeniliklere açılıyor; duygu ve düşüncelerini daha değişik biçimde dile getiriyor. Şiirler duyarlı bir kadın yüreğinden kente, ülkeye, dünyaya açılırken renkli görünümler de çiziyor. Şiiri su, hava, ekmek gibi gereksinim duyulan bir olgu olarak benimseyen şair topluma bakarken barışı, insana bakarken aşkı öne çıkarıyor. Şair ana- babadan doğduğu için ilkokulda başlayan şiir serüveni yaş aldıkça ilerliyor, yoğunlaşıyor. Şiir çalışmalarını öğretmenlik ve kültür- sanat etkinlikleri de besliyor. Güz İkindisi şiirsel bir ad… Sıcaklığını duyuran bir hava: Güzelliğe adanmış bir yaşamın izleri: Uykusuz gecelerden kalan mitolojik düşler var. Acılı kadının eksilen yanı bir üzüncü de duyumsatıyor. Bir yanda kuş ağıtları, bir yanda akrep gölgesi… Dar vakitlerde alfabeyi süzen gözler, gözlerden süzülen duygular, imgeler, izler… Dize dize şiirlere giren okur, şiir sever; şairin dünyasında kendini de bulur: Küskün bir dünyaya girmiştir ilişkiler. Ağaçlar zincirlidir. Buğulu camlarda hüzün, ay ışığında yağmur görünür. Yüreğe çıngı düşmüştür bir kez. Düş yıkıcılarına karşı bir direnç vardır. Düşler yaşamalıdır; çünkü düş biraz da aşktır. Her mevsimde yeşerecektir aşk. Karanlığa gömülü ışıklar umuttur gerçekte. Yazılmamış şiirler yazılacak ve yaşanacaktır. Aynalardan geçerken zaman, yaşam yansır: Güz yaprakları, zamansız kelebekler, düşsel esintiler… Yolculuk sürer, trenler geçer, konçertolar duyulur. Söz devinir, yıldızları toplar. Aşk tünelinde uçurum mavisi parlar. Yaşamın renklerinde şiirler kımıldar. Şair gösterir: Ellerime bak, diyerek… Harika Ufuk, “Her kitabım öncekinden bir adım ileride olmalı!” derken bu sözünü tutmuş oluyor. “Şair, yaşamın içinde olmalı, günü yansıtmalı.” Diyerek ileri adımlar atıyor. “ Her yıl bir şiir kitabı…” diyerek sözünü ve eylemini sürdürüyor. Şiirini sürekli beslemek gereğini duyuyor. Usta şairleri okuyor, öneriyor. Türk şiirinin kilometre taşları yolunu aydınlatıyor: Turgut Uyar, Edip Cansever, Attila İlhan, Gülten Akın, Behçet 29 Necatigil, Bedri Rahmi Eyüboğlu… “Bu şairlerde duygu ve mantık at başı gidiyor.” O’na göre. burada un ve şeker parmak boyası mühür hazıra konan iltimas kişiliğin utancı insan adına arsız listemiz kalabalık ''göz gez arpacık'' midene söz geçir yürü diyorsak kutsala keseceksiniz sesi insan hakları demokrasi vaktin naktin hesabı çıkarılıyor baharlara bırak boş hayalleri iyice yalnızladın bu ara Güz İkindisi’nin tadı belleğimizde kalırken yeni şiir kitabını bekleyeceğiz Harika Ufuk’un. Ne diyor: “ Çocukluğum Sende Kaldı İstanbul”. SAVRUKLUĞUN ZAMANI DEĞİL taş doğursaydım keşkelere kaçıncısı eklendi sayabilir misin nasılda kısık anam benim çığ çılgını volkan gürleği sesin hayırsızlık kopan zincirlerinde ömrün bir ahde vefa say yanan gemileri bıraktığın yerde değil ellerim ağrıları yeğin şimdi işsizliğe acıya dayanabilmek ne mümkün aradığın adresteyim işte emeğin vardiyasında gözlerim ışıklı yüreğim insancıl unutmadığım olduğum yeri okudukça dünü yeniden yaşadım bir çankırı bir bursa hapsanesi nazım işi dokumalara korkusuzluğu çoğaltarak içimdeki cevheri gecelere yanarak yıkacağız duvarı şiir şiir grev grev emeğin ufukları çınladı çınlayacak ateşin harında yüzün ateş kızılı belleğimde cehennem şenliği gibi bir şey o sevinç o birliktelik ayın altı ceviz ağacı serinliği yarına dimdik yarına unutulmaz ezgiler dudak kıvrımlarında beslenen türkün çekinme allah aşkına savrukluğun zamanı değil bildiğimiz her on yılın sonu kapanan kapılar çoğalır emekse emekçi ise şiire konu gösterilen dişlere tedirginlik açlığa karşı korku tecrit ki sınır tanımaz dense de aldırma küfre varan tümceler ölüme eş öfke düşünürken işini yalnız bırakır bir zaman direnen kardeşini sular akağındadır ama tersine duyarsız doğa yasalarında fiziğin hükümsüz bu yüzden kudurgan tiranlar baraj maraj kota mota istediğiniz kadar oynasanız da kül savrulur ateş söner dokundukça omuz omuza her şey aslına döner Bekir KOÇAK SEVİYORUM Dilin/ne önemi var Kullan beden dilini Dinin/ne önemi var İnançsızsan eğer Rengin/ne önemi var Yüreklerde… Sevgi olmalı Salt seviyorum sizleri Sevmektir insanı Ölümsüz kılan Ben! İçinizden her hangi biri… Hem FILLE… hem de GUNDİ… Salt seviyorum sizleri Sırtındaki parzun içindeki bebesiyle… Tarlada çalışan kadınlarımızı… Alnındaki boncuk boncuk terleri… Kömür ocağında çalışan emekçi insanımın Kapkara yüzlerini… Çatlak-patlak öpülesi ellerini Haksızlığa karşı/sıkılan yumruklarınızı Seviyorum sizleri Salt insan olduğunuz için Renginizi Irkınızı Dilinizi Dininizi Gözetmeksizin/tümünüzü Kucak-kucak sevgi sunar Dostluk-kardeşlik adına Elime her kalemi alışımda biz sizinle kolay anlaşırız duvardaki sessiz heykel seni şöyle alalım beyim birliğimize baraj çadıra yasak gözün göze bakışı nedir ki emeği yok sayarsak sözümüz geçer mi zora direne direne inkara sesimizi dünyaya duyuran sesimiz soluğumuz haziranlar yolumuz 30 Özgürlük ve Barış Resimleri çizer Seviyorum sizleri Salt insan olduğunuz için… Ayten Ekici SEMBOLİK DÜZEN’E YARIM KALAN BİR YOLCULUK: FRANKENSTEİN Nihan Kaya Ünlü şair Percy Bysshe Shelley’nin ondan daha ünlü eşi Mary Shelley’nin, kendisi yazarından daha ünlü kitabı Frankenstein, şüphesiz en yerleşmiş dünya klasikleri arasında yer alır. Özellikle, fantastik edebiyata genel eğilimin artmasından ve yirminci yüzyılda kadın araştırmalarının yükselişiyle, önceleri varlıkları örtbas edilen kadın yazarların eserleriyle birlikte su yüzüne çıkarılmasından sonra Frankenstein birçok teze konu olmuş, hakkında belki de en çok yazılıp çizilmiş kitaplardan biri olma şansına erişmiştir. Ne var ki Frankenstein’ın sinemaya aktarılan onlarca versiyonundan hemen hiçbiri romanın ona bu haklı ünü getiren ince çelişkisini yansıtmaz. Beyaz perdedeki, Shelley’nin canavarından bambaşka, dilsiz, çoğu zaman da akılsız bir ucube, hatta neredeyse insan görüntüsünde bir hayvandır. Dilsizleştirilmesi ise sinemada, canavarın Frankenstein’la görüşmesini aktaran ve romanın kalbini oluşturan bölüm gibi birçok önemli detayın da söküp atılmasına, Yaratık’ın ifadelerinde sürekli altını çizdiği sosyalleşme çabasının görmezden gelinmesine neden olmuştur. Dilin yok edilmesiyle birlikte, Shelley’nin konu merkezinin üzerine oturttuğu ‘yaratık ile toplum arasındaki çatışma’ tamamen yıkılmış ve bu da Frankenstein’ı konunun gayet yüzeysel irdelendiği basit bir korku filmi haline getirmiştir. Halbuki Frankenstein sanıldığı gibi ne bir korku öyküsü, ne de gotik romandır. Freud’un psikanalitik eleştirinin3 temelini oluşturan teorilerine, dil düşüncesini de ekleyerek Psikanalitik Eleştiri: Edebiyatta eserin altında yatan muhtevayla meşgul olan ve onu açığa çıkarmakla uğraşan eleştiridir. Psikanalitik eleştiri Freud’la başlamış ve kaynağını onun teorilerinden alarak beslenmiştir. Bilindiği gibi edebiyat eserleri, gerçek anlamıyla “doğru” olmadıklarını bildiğimiz halde yazarla yaptığımız sessiz anlaşma gereğince geçici olarak inandığımız hayal ürünleri, gerçeğe dayansalar bile normal hayatta kabul ettiğimiz anlamda bir gerçeklikle örtüşmeyen kurmacalardır. Edebiyat eserleri bu yönleriyle rüyalara benzerler. Rüyalar da, kaynaklarını gerçekten aldıkları halde onu bire bir yansıtmaz, inandırıcılıklarını ancak kısa bir süre için koruyabilirler. Rüyalar da edebiyat eserleri gibi, ‘yalan’ söylemedikleri halde ‘doğru’ da kabul edemediğimiz kurmacalar, ya da aksine, ‘kandırma niyeti taşımayan yalan’lardır. İşte bu 3 katkıda bulunan en önemli eleştirmenlerden biri kuşkusuz Jacques Lacan’dır. David Collings ‘A Psychoanalytic Perspective; The Monster and The Maternal Thing: Mary Shelley’s Critique of Ideology’ (‘Psikanalitik Bir Perspektif; Canavar ve Annelik Kavramı: Mary Shelley Üzerine İdeolojik Açıdan Eleştiri’, 2000) isimli makalesinde Lacan’ın dil merkezli teorisini kullanarak Frankenstein üzerinde psikanalitik bir okuma yapar. Collings’e göre Frankenstein iki ayrı dünyaya bölünmüştür. Bir yanda; toplumsal, düzgün, hukukla idare edilen ve dilin üstünlüğünün olduğu bir ‘sosyal düzen’ mevcuttur. Alphonse Frankenstein sorumluluğunu bilen bir aile babası işlevini görür, Victor üniversiteye başlar, Elizabeth’le bir evlilik planlar, kanun yürürlüktedir, nitekim Victor tutuklanır, Justine yargılanır, vs. Diğer yandaysa; Victor’ın çalışmaları ve Yaratık’tan müteşekkil özel, hatta gizli bir dünya varlığını aynı zamanda idame ettirmektedir. Gizli dünyanın bu iki öğesi de hayatlarını ancak toplumun ve dilin dışında sürdürebilirler. İlk dünya Collings’e göre Lacan’ın ‘sembolik düzen’ine (‘the symbolic order’) tekabül eder. ‘Sembolik düzen’ Lacan’ın teorisinde onun ‘Baba’nın Kanunu’4 adını verdiği Freudyen fikirle bütünleştirdiği dil düzeninin ifadesidir. İkinci dünya ise iletişimden uzak ve asosyal oluşuyla Lacan’ın hayali düzen’inin karşılığıdır. Nitekim Victor’ın her biri ‘sembolik düzen’i temsil eden ‘dillerin yapısını, hükümet kanunlarını ya da farklı eyaletlerin politikalarını değil’ (2000, s. 54), ama ‘hayali düzen’i ifade eden ‘dünyanın fiziksel sırlarını’ (ibid, s. 54) merak edip araştırmasına romanda tüm detaylarıyla şahit oluruz. Ne Victor, ne de Yaratık ‘sembolik düzen’e adım atabilirler. Victor annesinin ölümünden sonra ‘sembolik düzen’de yer almayı reddeder; evini terk eder, Elizabeth’le evliliğini sürekli erteler, bilimsel otoriteyi temsil eden üniversite derslerini bırakır, ve ‘hayali’ diyarı sembolize eden yasak bilgiye giden yolu seçer. Victor da, Yaratık da, durumlarını bir başkasına anlatabilme imkanından mahrumlardır. ‘Dil’ onların hayatlarında anlamını yüzden Freudçu analistler edebiyat eserini ‘rüya beyanatı’ olarak görür, Freud tüm vurguyu ‘bilinçaltı’na yüklediği ve her şeyi onunla açıkladığı için, bu rüya öyküsü ardında saklanan gerçeği açığa çıkarmaya çalışırlar. Zira Freud’a göre yazar hasta, rüya-öykü olan edebiyat eserleri de, rüyalar gibi, yazarın zihnindeki bastırılmış isteklerin ve korkuların bir çeşit dışavurum temsilleridir. Freud’u düzinelerce psikanalitik eleştirmen inceleyerek geliştirmiştir. Lacan ise ‘bilinçaltı’ kavramını ‘dil’ ile aynı düzlemde ele almıştır. Lacan’ın dil teorisiyle birlikte rüya bastırılmışlığın biçimi olmaktan çıkarak bir açıklayış biçimi haline gelmiştir (Bu konuda daha detaylı bilgi edinebilmek için, bkz. Ross C. Murfin, 1992, ‘Psychoanalytic Criticism and Frankenstein’). 4 Baba’nın Kanunu: Freud’a göre babanın, erkek çocuğun oedipal evrede farkına vardığı, onu annesinden ayıran çizgiyi ortaya koyan gücü. Bu aynı zamanda, daha güçlü olan babanın çocuğun gözünde rakibe dönüşmesine de neden olan güçtür. ‘Sembolik düzen’ her tür güç ve otorite gibi erkekliği de simgeler. Lacan’a göre kadınlar ‘sembolik düzen’e kolay kolay giremezler. 31 giderek yitirir. Her ikisi de her türlü akrabalık, evlilik, kanun bağından uzak yaşamaya mecbur kalırlar. Yaratık ‘sembolik düzen’ şahıslarında somutlaşmış olan De Laceyler’le birlikte, onlardan öğrendiği ‘dil’ ile iletişim imkanını (‘dil’i De Laceyler aracılığıyla öğrenmesi de Collings’e göre ayrı bir simgedir), sosyalleşme umudu ve çabasını, ‘sembolik kurallar’a uygun yaşama isteğini de kaybeder. De Laceyler romanda Yaratık’ın onu ‘sembolik düzen’in dışında bırakan marjinal pozisyonunu dramatize eden en açık göstergedir. Victor’ın ‘sembolik düzen’den kopuşu ise ‘sorumlu’ bilimin temsilcisi M. Krempe’in üniversite derslerinden ayrılışı ile başlar. Bir aileye sahip olamadıkları gibi, bir hayat arkadaşından yoksun ömür geçirmeye adeta yazgılı oluşları da ilginçtir. Tüm bunlara bağlı kalındığında, Collings, Victor’ın ‘hayali’ diyardan ‘sembolik’ diyara olan yolculuğunun romanda yarım kalmış olduğunu iddia eder. Victor’ın Canavar’ı yaratması erkeğin ‘hayali düzen’ içinde arada bir anne unsurunun yardımı olmaksızın çocuk sahibi olmaya kalkışmasını ifade eder. Victor öyküsünün ilk sayfalarında Collings’e göre Freud’un “oedipal” evresinin tipik yakınmalarını özetler. Fakat annesinin ölümü onu ‘sembolik düzen’de erkek çocuğun asla sahip olamayacağını fark ettiği annesinden vazgeçerek arzusunu annesine benzeyen bir başka kadına yönelttiği iddia edilen normatif çözümüne götürmez. Victor Elizabeth’le evlenerek ‘sembolik düzen’in ‘normal yol’undan çocuk sahibi olmayı seçmemiş, bunun yerine, yine bir dişi olan ‘doğa’nın saklı bilgisine, kadın vücudunun gizemine merakından doğan başka bir ‘yasak erotik obje’ye yönelmiştir. Collings’in fikrince bu Victor’ın aslında, doğumda ölen annesini yeniden yaratma çabasıdır. Victor kendisiyle özdeşleştirdiği annesini bilimsel projesi vasıtasıyla kendi vücudunda canlandıracak, annesi yerine kendisi hamile kalacak, yeni bir hayatı kendisi dünyaya getirecektir. Anne K. Mellor’a göre de Canavar’ın yaratılması, erkeğin kadın cinselliğinin hayat veren gücünü hırpalamaya, anneliği bütünüyle bastırıp kuşatmaya yönelik saldırısıdır. Roman yazarak başka bir ‘yaratma’ eylemini hayata geçiren Shelley de, kadınsal işlevleri bilim yoluyla işgal etmeye çalışan Victor da, dişiliği romanda çemberin dışına çıkarmak için ellerinden geleni yaparlar. Victor’ın dişi yaratığı vahşice parçaladığı sahne, kadınlığı yok etme dürtüsünü görüntüler. Romandaki tüm kadınlar; Elizabeth, Justine, dişi Yaratık, kadın olarak normatif ‘sembolik düzen’ içinde daha herhangi bir fonksiyon gösterme fırsatını edinemeden bir erkek gücü (kanunlar da ‘sembolik düzen’de erkek gücünü temsil eder) tarafından kurban edilirler. Romanda erkekler arası bağlanmayı ifade eden bir tür mekanizma sırf kadınları dışlayıp yok etmek için işler. Kadınlarla birlikte ‘doğum’, ‘akrabalık’, ‘cinsellik’ gibi hepsi ‘sembolik düzen’e ait birçok öğe de yok edilir. Fakat romanın sonunda ‘eril bilim’ ‘feminen doğa’ karşısında yenik düşecek ve Victor ‘doğal’ gidişata karışmamak gerektiğini anlayacaktır. Kadın karakterlerin tamamı, kurguda bağlı kılındıkları bir tür yoklukla etkisizleştirildikleri için roman içinde edilgin kalmışlardır. Frankenstein’da kadın sesinin yokluğu bu yüzden son derece belirgindir. Nitekim öykü bile bize üç erkek vasıtasıyla aktarılır: Walter, Victor ve Yaratık. Birçok eleştirmen Shelley’nin roman boyunca kendi sesini özellikle gizlediği fikrindedir. Anne figürlerinin yokluğu veya pratik anlamdaki işlevsizlikleri Shelley’nin kendisini bir anne olarak öldürmesi şeklinde yorumlanabilir. Zira her ne kadar Shelley yazdıklarının deneyimleriyle hiçbir ilişkisi olmadığını iddia etse de (bu iddiaya neden ihtiyaç duyduğu da ayrı bir psikanalitik düğüm olarak incelenebilir), Frankenstein’ın Shelley’nin hayatından yoğun izler taşıdığı aşikardır. Her şeyden önce Shelley, annesinin hayatını kendisini dünyaya getirirken kaptığı bir enfeksiyon yüzünden kaybettiğini biliyordu. Bu yüzden zihninde hamilelik ve doğuma ilişkin tüm fikirlerin çocukluğundan itibaren ölüm düşüncesiyle birlikte gelişmiş olması kaçınılmazdı. Sonra, Shelley’nin Frankenstein’ı yazmaya başlamasından bir sene önce, 1815’te, ancak birkaç gün yaşayabilen ilk bebeğinin ölümünün de onu derinden yaraladığını biliyoruz. Nitekim günlüğüne kaydettikleri, bu ölümden duyduğu elemi yansıtan tüyler ürpertici cümlelerle doludur. Kafamdaki düşünceler, onları kovabilmek için dalmaya çalıştığım okumayı ne zaman bıraksam, yine aynı noktaya dönüyorlar: Bir anneydim ve artık değilim. Rüyamda küçük bebeğimin hayata geri döndüğünü gördüm. Meğer ölmemiş, sadece biraz üşümüş. Percy’yle ateşin önünde onun küçük vücudunu ovuşturdukça, canlanmaya başladı. Sonra uyandım ve ortada bebek falan yoktu. 1816’da, Shelley’nin hasta doğan ve nitekim 1819’da da ölecek olan ikinci çocuğu William dünyaya gelir. Shelley Frankenstein’ı yazarken bir yandan da oğlunun hastalığıyla meşgul olmak durumunda kalmıştır. Bu hasta bebeğin, romanda sırf ismi yüzünden öldürülen küçük William Frankenstein’la aynı adı taşıması rastlantısal kabul edilemeyecek kadar ilginçtir. 1816 ve 1817 Shelleyler için hepsi de arka arkaya sıralanan birçok üzücü olayla yüklü geçmiştir. Mary Shelley’nin üvey kız kardeşi Fanny Imlay 1816’da bir otel odasında korkunç bir şekilde intihar eder. Aradan daha birkaç ay geçmeden, Percy Bysshe Shelley’nin ondan ayrı yaşayan eşi Harriet de hayatına benzer biçimde son verir. Mary ve Shelley, Percy Bysshe Shelley’nin iki çocuğunun velayetini alabilmek umuduyla evlenirler; fakat başvuruları uygun annebaba olamayacakları gerekçesiyle reddedilir ve çocuklar başka bir aile tarafından evlat edinilirler. Ayrıca Frankenstein’ı yazıyor olduğu sırada tüm bu ailevi sorunları zirvelerinde yaşayan Shelley’nin, onu evlatlıktan reddeden babasından maddi manevi hiçbir destek görmediğini ve ciddi bir kimsesizlik acısı çekiyor olduğunu da unutmamak gerek. Mary’nin romancı ve filozof babası ‘William’ Godwin, Percy Byshhe Shelley’le yasak ilişkisi yüzünden kızını hiçbir zaman affetmemiş, tek yakını ve akrabası olduğu halde onu bu zor günlerinde de yalnızlıkla cezalandırmayı sürdürmüştür. Tüm bunlardan anlaşılacağı gibi, Shelley’nin zihninin bu yıllarda doğum, hamilelik, aile bağları ve ölüm gibi fikirlerle fazlaca meşgul olması hiç şaşırtıcı değildir; ve Frankenstein’ın korkunç öyküsünün henüz on sekiz yaşında bir genç kızın hayal gücünde doğmasını sağlayan tüm nedenler Shelley’de kuşkusuz mevcuttur. 32 Mellor bu nedenlere Shelley’nin çocukluk tecrübelerini de ekler. Mellor’a göre Yaratık’ın toplum tarafından dışlanması, Shelley’nin ölü annesi tarafından zaten terk edildiğini her zaman hissettiği evinde, babasının Mrs. Clairmont ile evlenmesinden sonra iyice yoğunlaşan yalnızlık duygusunun ifadesidir. Shelley bu evde hiçbir zaman rahat edememiştir. Bunun yanında, Shelley’nin öyküsünü bu kadar çok korku öğesiyle örerek kurgulamasında, feminizmin kurucularından olan yazar annesi Mary Wollstonecraft’ın düşüncelerinin şüphesiz önemli bir rolü olmuştur. Shelley annesinin, kız çocuğunda korku duygusunu uyandırmaktan kaçınmamak suretiyle ona cesaret aşılamak gerektiğini savunan yazılarını muhtemelen okumuştu. Yokluğu sürekli bir anneden geriye kalan en güçlü hatıra olan bu fikirleri Shelley’nin kuvvetle benimsemiş olduğuna inanmak, akla gayet yatkındır. Shelley hayatının en karmaşık dönemini yansıtan tüm bu duyguları öyküsünün karamsar atmosferinde bir araya getirir ve gerçeküstücülük normlarından faydalanarak, insan doğasının arzularına Yaratık’ın gözleriyle bakmamızı sağlar. Bu sayede bir ütopya, başarılması imkansız bir ideal gerçekleştiği zaman neler olacağını gösterme fırsatını da yakalamış olur. Victor ‘yaratmak’ suretiyle insan doğasının sınırlarını aşar. İnsan dünyasında insan gibi yaratılan Yaratık da, bu yüzden yaratıcısından onu yarattığı dünyada eksikliğini duyduğu her şeyi, ihtiyaçlarını, onu sıradan insan hayatına ulaştırabilecek köprüyü isteme hakkını kendinde bulur. Yaratık’ın istediği, sosyal dünyaya adım atabilmektir, bir aileye karışabilmektir, bir eşe sahip olabilmektir; yani kısacası, ‘sembolik düzen’e girmektir! Fakat tüm çabalarına rağmen Yaratık ‘sembolik düzen’in eşiğinde hapsolur ve bu eşikten geçme fırsatını hiçbir zaman yakalayamaz. İşin ilginç yanı ise Victor’ın Yaratık’ı ‘sembolik düzen’e bir isyan biçimi olarak hayata getirmiş olmasıdır. Buna karşın Yaratık, muhalif yaratıldığı ‘sembolik düzen’ içinde yer almaya can atar. 2001 1. Kaynakça Collings, David. (2000) “A Psychoanalytic Perspective: The Monster and The Maternal Thing: Mary Shelley’s Crtique of Ideology” in Mary Shelley, Frankenstein, ed. Johanna M. Smith. Boston: Bedford/St. Martin’s, s. 280-295. Lacan, Jacques. (1977) Ecrits: A Selection, trans. Alan Sheridan. New York: Norton. _____ (1922) The Ethics of Psychoanalysis: 1959-1960, ed. Jacques-Alain Miller, trans. Dennis Porter. The Seminar of Jacques Lacan, Book VII. New York: Norton. Mellor, Anne K. (1988) “Processing Nature: The Female in Frankenstein” in Romanticism and Feminism, ed. Mellor. Bloomington: Indiana UP, s. 220-232. Murfin, Ross C. (1992) ‘Psychoanalytic Criticism and Frankenstein’ in Mary Shelley, Frankenstein, ed. Johanna M. Smith, Boston: Bedford/St. Martin’s, s. 262-275. KÜREK MAHKÛMU Islandı fanilam balıkların sıçramasından “özgür balıkların”. Göz göze geldik onlar çıplak ben ayağımda zincirlerle, balıklarım gözleri bende benim bileğimdeki zincirlerde. Sonra inledi sırtımda bir kırbaç sesi, balıklara dalmışım dalgalara, tepemde kirlenmiş sakallı kadırga gardiyanı, daha asıl küreklere der gibiydi şaklaması kırbacın kürek kemiklerimde; ben, balıklara dalmışım yine. Tepemde güneş acırdı bazen halime, kimi günler erken batardı canımın içi, ama hep bakardı gözlerime balıklar gece gündüz, aynı şaşkın düşünceyle. Bilmem nasıldı şimdi resmim aynalarda, ben balıkları görürüm bir, bir de zincir halkaları, ayaklarımda. Bilir bu avradı pullu gardiyan nasıl sevdiğimi dalgaları, bilir bu zincirler olmasa özgür sulara gideceğimi, şaklatır, gözümü her dikişimde maviliklere ve en içli şarkıları söyler sırtımda yağlı ipin kadife sesi. Vazgeçmiyorum ben yine dalga seslerinden, öyle daha kolay geliyor bu kürek cezası, büyüse de kemiklerimde kırbaç yarası, ben çekeceğim özgür denizlerde bu kürekleri; Shelley Victor Frankenstein ve Yaratık arasındaki ilişkide bu merkezî çatışmayı inşa ederek, bizi şu soruya sevk eder: ‘O zaman, gerçek canavar, kimdir? ‘Sembolik düzen’ içinde normal bir insan olmaktan başka hiçbir şey istemeyen Yaratık mı, yoksa, insan hayalinin ötesindeki dehşetengiz idealini gerçeğe dönüştürerek ‘sembolik düzen’e karşı bir canavar haline gelen Victor mı?’ Acı deneyimlerinin etkisiyle Canavar’ın durumunu hümanize eden Shelley bizi ‘canavarlık’ tanımı üzerinde düşünmeye ve “sosyal düzen” dışında kalan her şeyin gerçekten de ‘canavarca’ olup olmadığını sorgulamaya iter. Bu belki de Shelley’nin içindeki acı çığlığın yankısıdır: ‘Gerçek canavar kim?’ Evinde bulamadığı sıcaklığı Percy Byshhe Shelley’nin kollarında arayan, onunla kaçtığı için evlatlıktan reddedilen, bakmayı çok arzu ettiği çocuklara ‘anne’ olamayacağı yüzüne tokat gibi çarpılan, babasının, toplumun, kanunun, gittiği her kapısından geri çevrilen Shelley mi; yoksa hatalarının arkasındaki nedenleri anlamaya çalışmadan ve ona bunları düzeltmek için bir şans daha tanımaya gerek duymadan ‘sosyal düzen’e karışmaya hakkı olmadığına karar veren toplum mu? 33 “balıklar bekliyor beni”, onlar da derya sevdalısı ezelden, benim gibi. Niyazi Mete Gürcan GİZLİ ÖZNE / NİHAN KAYA Mavi Tuğba Ateş “- Bundan önceki anılarımı tümüyle yok sayma kararıyla geldim buraya. Daha öncesindense… bir kutu var sadece. Mavi ciltli bir defter, mavi bir pelerin, kırık bir mavi fincan, birkaç parça daha anlamsız eşya var içinde. Kimden, nasıl, neden kalmış; hâlâ bilmiyorum. Pek de ilgilenmedim açıkçası.”5 Hemen herkesin hayatında manevi değeri bulunan küçük küçük objeler vardır. Bu objeler, pek çoklarınca anlamsız eşya kalabalığı olsa da bizim için değer taşır ve mezarımıza değin bizimle birlikte hayatı solur; aslında cansızdırlar ama biz onları anlamlarıyla canlandırmışızdır. Hatıralarıyla duygusal bir bağı çoktan kurmuşuzdur. Ömrün içinde koştururken bir an gelip de daraldığımızda yeri doldurulamaz boşluklar yaratarak nefeslenmemize vesile olurlar. Kitabın ana kahramanı Revnâ da geçmişten şimdiye doğru sürüklediği kutusunun içindeki hatıralarla, imgelerle birlikte romana katılır. Ölen nişanlısı Reha’nın ailesiyle ‘ilk defa’ tanışmak üzere onların evine gittiğinde roman olağan hali ile başlamış bulunur. Gizli Özne, iki ana kahraman ve bu iki kahramanın yollarının bir şekilde kesişmesinin romanıdır: Revnâ ve Bihter. Nihan Kaya, Revnâ karakteriyle; hayat koşullarının kendisini zorladığı ve ayakta kalmak için daha fazla mücadele etmek durumunda olan bir karakterin resmini çizer. Bu tutunmak zorunda oluş hali Revnâ’yı Cemre ile buluşturur; Revnâ, lisede eğitimini aldığı hemşirelik sıfatıyla Yanık Köşk’te Cemre için çalışmaya başlar. Onun aslında psikolojik olan sorunlarını çözmeye uğraşır; aşırı ilgisizlikten kendini hayata karşı soyutlamış bir karakterdir Cemre. Bu onun bir çeşit kafa tutuş biçimidir. Ailesindeki esrarengizlikler Revnâ’yı şaşırtır. Geçmişin hatıralarıyla dolu olan ve şimdiki zamanın unutulduğu bir köşktür çalıştığı yer. Revnâ, ressam olma tutkusuyladır; geçimini sağlamak için de paraya ihtiyacı vardır; tek başına olmanın zorluğunu iliklerine kadar hissederek romanın içinde ilerler. Düzenli yaşayışlarıyla iş dönüşlerinde gidebilecekleri bir eve sahip insanların hayatlarına karşı hayranlık ve özlem duymaktadır. Rehâ ile kurmayı planladığı böyle bir hayatın düşü Rehâ’nın trafik kazasında ölmesi ile son bulur. Rehâ onu ailesi ile tanıştırmak istese de Revnâ, kendi ailesinin olmayışını omuzlarına binen ağır yüküyle sorun edip her keresinde tanışmayı reddeder. En sonunda kendi aralarında nişanlanırlar. Revnâ’nın Rehâ ile tanışmasına Cemre’nin ruhsal rahatsızlığı vesiledir. Cemre’yi tedavi etmek üzere romana dâhil olan Rehâ, orada Revnâ ile tanışır. Okulunda Revnâ ile bağlantı kuracak olan Seray 5 Nihan Kaya – Gizli Özne, Dergâh Yayınları, sayfa:33 vardır. Seray, derme çatma bir kulübede kardeşleriyle yaşayan ve evin bütün yükünü kendisinin yüklendiği; şartlarının zorluğuna rağmen mutlu, umutlu, dirençli duran güçlü bir karakterdir. Kitabın sonlarına doğru ise Cemre’nin de bir hayal ürünü olduğu gerçeği ile okuyucu ürperir. Okunurken hafızaya çizilen pek çok resmin aslında Revnâ’nın şizofrenik sanrıları olması ile şaşakalınır. Kahve kokusu imgelemiyle başlayan roman yine kahve kokusu ile son bulur. Bihter’se daha çok bastırılmış bir karakteri imler. Onunla ilk tanışıklıkta okuyucuya güvensiz, sessiz, toplumdan ayrıksı duran, nevi şahsına münhasır ürkek bir kızla tanıştığı izlenimi verilir. Bihter’in ‘böyle’ oluşunun özünde çevrenin kendisine olan bakışı vardır. Gerçek insanlardan uzaklaşmış, hayali arkadaşlarıyla bambaşka bir dünyanın kapılarını aralamıştır. Ona beceriksizliği, zekâsının kıtlığı aşılandığı için o kendisini çevrenin algılama biçimi kadar tanıyabilmiştir. -Öyle ki ilkokula başladığında annesinden ilk defa ayrıldığında bile annesinden ayrıldığını değil de başarısız olacağını düşünerek çok kere ağlar.- Kıvrak zekâlı abisinin zıttı konumunda olması ve bunun suçluluğunu çocuk kalbinde günden güne yeşertmesi onu kendi içinde yaşamaya itmiş, içinde hayali bir dünyayı yaratmıştır. Lise sınavları için seçtikleri özel öğretmenin Bihter’deki azmi ve başarıyı fark etmesiyle Bihter’in kaderi döner ve zekâsının eksik olduğu yaftası üzerinden kalkar. Nitekim lise sınavlarında oldukça yüksek bir başarı gösterir. Ancak peşini bırakmayan ‘o’ vardır içinde. ‘O’nun ne olduğunu kendisi de bilmiyordur ama ‘o’ geldiğinde sürekli koşma isteği, duvarlara parmaklarını sürtme dürtüsü içinde doğuvermekte ve bu hali çok kere başını derde sokmaktadır. Yine geçirdiği nöbetlerden birinde okul kütüphanesinde Kemal ile karşılaşır. Kemal daha sonra kocası olacaktır. İlk başlarda Kemal, Bihter’in bu nöbetlerini sevimli bulur; daha sonraları tahammül edemez hale gelir. Hamile kalır; çocuğu daha doğmadan ölür. Bihter, ruhunun bütün noktalarında acı çeken bir halle kuşanır. Roman boyunca acısı dinmez. Nihan Kaya, karakterinin ağzından ‘o’ için şöyle der:”Bir de, çok nadir olarak, kimsenin isim veremedikleri vardır. Bildikleri hiçbir şeye benzetemezler “o”nu. Bir isim koyamazlar. Halbuki isim koymak, insanoğlunun ilk alışkanlıklarındandır. Bu benzetemeyiş bu yüzden can sıkar. “O”nu ya bir yolunu bulup yadsır, ya benzetebildikleri en yakın şeyle isimlendirme sevdasına tutulur, ya da, kolayını bulup kötüler, “o”nun bir hastalık, bir tür delilik olduğunu söyleyip geçerler. Sizi anlamıyorlarsa “deli” olmak, aslında, kimseye benzememek demektir.”6 Revnâ’nın hayranı olduğu hayat biçimi Bihter’dedir. İkisi de hayatlarından memnun olmayan karakterlerdir. Revnâ, “onlar” adı ile nitelediği birtakım ayrıcalıklı gruba karışmaya isteklidir. Bihter ise “onlar”ın içinde yaşayan ve içinde nefes alıp verdiği bu gruptan boğulan ve kaçmak isteyen insanı anlatır. Yaşadıkları ruhsal çalkantılar, savaşlar Revnâ ve Bihter’in ortak özelliklerindendir. Henüz yirmi dört yaşındayken yazılan bu psikolojik roman, -aldığı psikoloji eğitiminin de hakkını verdiğini düşündürten- Nihan Kaya’nın ilk romanı olma 6 34 Nihan Kaya – Gizli Özne, Dergâh Yayınları, sayfa: 221 özelliğinde. Bir insanın karmaşık ruh dünyası gibi iç içe katmanlardan, sarmallardan oluşuyor Gizli Özne. Eserin biçimsel özelliklerinde ilk dikkati çeken nokta dilindeki duruluk ve anlatımındaki yoğunluk. Dil hâkimiyetiyle her cümlesinin özenli yazıldığı aşikâr olan roman, daima canlı tutulması gereken bir dikkatle okunmayı gerektiriyor. Bihter ve Revnâ’nın hayatı olmak üzere iki ayrı dünyayı anlatıyor gibi görünmesine rağmen esasen ortak bir derdi paylaşıyor: Toplumun dışına itilen insanın kendi içine kapanması sürecinde ruhunda meydana gelen çatlaklar, kanamalar, ağrılar… Gizli Özne ile ruhunun penceresinden yağmakta olan yağmuru izleyen ezilmiş insanın kendi içinde kopan fırtınalarına, dramlarına şahit olunuyor. Roman, içinde bir yerlerde yağmurdan sonra çıkması ümit edilen güneş sıcaklığını barındırıyor. Tahterevallinin bir ucundaki ruhları acı dolu karakterler ile diğer ucundaki daha ‘normal’ karakterlerle romanda dengelenme sağlanmış. -Böylece tam ortada konumlanmakla birlikte uçlara da değinen ama neticede dengede kalmayı başaran özellikli bir romanı sunar Gizli Özne.Bilinçaltının dar odalarında gezinerek ruhundaki boğmacaya bir çıkar yol bulmaya çalışan insanı da tanıtıyor, bencilliği ile dünyaya bakışı körelen insanı da anlatıyor. Kurgusundaki düğümlerin hemen çözülemeyişi ve hepsinin birbiri içine geçmiş olması romanı oldukça zorlaştırmış. Zaman akışının düzenli olmayışı; -Bihter’in babaannesinin ölümü sonrasında sanki babaanne ölmemişçesine onun romanda yürümeye devam etmesi-, kitap yazıldıktan sonra bölümlerin sırasında değişiklikler yapıldığı izlenimi uyandırıyor. Bu durum eserin karmaşıklaşmasına sebep olurken onu farklılaştırmış. Nihan Kaya eserinin başında kahramanlarının neler yaptığını anlatmış ve sonra en başta anlatılandan yola çıkarak okuyucusunun zihnine yeni yeni soru işaretleri bırakmış. Gitgide ve iç içe açılarak ilerleyen bir roman. Rehâ’nın ve Revnâ’nın nişanlanmış olduğu kitabın en başında anlatılmış ve bu nişanla ilgili bilgiler kitabın sonuna doğru verilmiş. Bu da romanı sürükleyici kılan sebeplerden bir tanesidir. Diğer yandan Revnâ’nın daha önce hiç gitmediği Rehâ’nın evine olan ziyareti askıda bırakılan bir soru işareti olarak eserde kalmış. anlamlıymış. Boynunda fular, başında şapka, ağzında piposu olan ressamlar, eskimiş dantel yakalar, ipek çarşaflar; hepsi aslında yalanmış. Tek gerçek varmış; o da “şu an”mış.”8 “İşte Rehâ, senin doğduğun an, artık Bihter’in ölüp, benim doğduğum andı. Bihter ömrü boyunca bana hamile kaldı. Doğmak içinse seni beklemişim meğer. Sen, Rehâ, benim zaferimsin. Bebeğini “koş”arken kaybetmeye yazgılı Bihter’in, doğurduğu çocuksun. Benim oğlumsun.”7 Cümlesiyle tüm KISIK SES DEVRİM DOĞURAN ELLER Bebekler kanla yıkanıp düşerken yere Devrim doğruyor ellerim Gözlerim Nefesim Kısık sesim Çığlığını kesiyor gecenin Ölüm soluyan yarasa Güne dikti gözlerini Yırtılsa kanadım yırtılsa Hey sen gül soylu adam Tazecik körpe gelin Ağlayan anam Üzme kendini Emeğini piç eden Ahkâm kesen yılanlar Kendi eliyle yüzecek derisini Sevilay Yücedağ GECELERİN VARDI ayçiçeği bükük gecelerin vardı mum ışığında ölümü ören pençelerinden daha sert bu mevsimlere habersiz kabahatler içinde kiralık gecelerin vardı tenine uzak kadınlardan daha uysal daha yirminci yüzyıl duran çakıl taşı gözlerde unutulmuşçasına vardı işte, gecelerin olağanüstü gecelerin vardı alaz parçası cam kırıklarına düşerdi yeryüzün paramparça bedenlere sığmazdın olsun deyip geçerdik sabaha anlatılanların Revnâ’nın bir sanrısı olduğu kanısına varılıyor. Ve askıda kalan soru –Revnâ’nın Rehâ’nın evine gitmesi- açıklık kazanıyor. Gizli Özne, kurgusuyla okuyucuyu zaman zaman zorlayıp roman içinde geri dönüşlere mecbur kılsa bile dili kullanmadaki başarısı ile göze çarpıyor. Revnâ’nın gerçekle hayal arasında kurduğu ağ, Nihan Kaya’nın duru dili ve üslubundaki akıcılığı ile okuyucusunu Gizli Özne’ye davet eden çağrışımları besliyor. kalabalık gecelerin vardı şehir timsahı bulutlarına sığmayan pastel pembesi çiçekler toplardık gökyüzünden yıldız olurduk paylaşırdık insanları anlayamazlardı “Anladım; gerçeğe dair tüm düşüncelerimiz birer kuruntudan ibaretmiş. Meğer hayat “ansızın”la eş Nihan Kaya – Gizli Özne, Dergâh Yayınları, sayfa: 226 8 Nihan Kaya – Gizli Özne, Dergâh Yayınları, sayfa: 227 – 228 7 35 öyle gecelerimiz vardı Ağlasan ağlayamazsın ölsen anlamazlar Beni en çok bunlar bitiriyor işte… Maksut KOTO HATIRLANANLAR Ayhan Hüseyin ÜLGENAY Çaresiz Adam Akşamları bırakıp bırakıp gitmelerin var ya Beni en çok onlar bitiriyor işte Sonra bazı geceler istasyonda O dönüp dönüp arkana bakmaların Sonra kalabalıkta ağır ağır uçuşu saçların Dağ başında unutulmuş bir harman gibi Beni en çok bunlar bitiriyor işte Bu dedikodular yalanlar korkular Sonra bir sabah vakti Peri padişahının oğluyla beraber görmek seni TURHAN OĞUZBAŞ (Turhan Ragıp OĞUZBAŞ) 14.03.1933 Mersin/Tarsus doğumlu. Baba adı Mehmet, ana adı Habibe, evli, bir çocuk babası. Şair, reklamcı, gazeteci, avukat müşavir. İlkokulu Mersin İsmetpaşa İlkokulu’nda (1941-1946), ortaokulu Mersin Lisesi Orta kısmında (1946-1949), liseyi Mersin Lisesi’nde (1949-1952) bitirdi. 01.05.1954-30.04.1955 tarihleri arasında askerliğini Gelibolu 42. Piyade Alayı’nda yedeksubay olarak yaptı. Askerlik dönüşü Özger Reklam’da çalıştı. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi (1956-1960). Radar Reklam Ajansı’nda çalıştı. Daha sonra 1969 tarhinde İstanbul Reklam’ın prdüktörlüğünü yaptı. 20.03.1979 tarihinde İstanbul Barosu’nun levhasına kaydoldu. Avukatlığa başladı. Ölene dek baroya kayıtlı kaldı. 02.12.1986 tarihinde emekli oldu. 20.03.1992 tarihinde üçlü kararname ile Kültür Bakanlığı Müşavirliği’ne atandı. İlk şiir yazma girişimleri ortaokul sıralarındadır. Yayınlanan ilk şiiri ÇEKTİĞİM ACI 1945 yılında Eskişehir ‘de yayınlanan TÜRKE DOĞRU Dergisi’nde yayınlandı. YENİ VATAN, EKSPRES, HEY DERGİSİ, sanat sayfalarını yönetti. ABC Gazetesi’nin köşe yazarlığını ve şiir köşesinin yönetti (1969). YELPAZE Dergisi’nde ünlülerle yaptığı röpörtajları yayınlandı. VARLIK, HİSAR, KAYNAK, YEDİTEPE; TÜRK DİLİ; YELPAZE gibi dergilerde şiirleri yayınlandı. 1964 yılında Vladamir NABOKOV’un LOLİTA isimli romanını tiyatroya uyguladı. Eserlerini Avni ANIL; Sadettin ÖKTENAY, Dr Selahattin İÇLİ, Amir ATEŞ, İrfan ÖZBAKIR, Yavuz ÖZÜSTÜN. Sadi HOŞSES tarafından bestelendi. Erol BÜYÜKBURÇ 12 şiirini besteledi. En bilinen şiiri İSPANYOL MEYHANESİ isimli şiiridir. Şirlerini bestelensin diye yazmamıştır. Şiirleri daha sonra bestelenmiştir. Ölümünün 12. Yılında İstanbul Barosu tarafından İstanbul Barosu Konferans Salonu’nda yapılan bir törenle anıldı 20-25 Nisan 1993 tarihleri arasında Mersinimi Seviyorum Kültür ve Sanat Haftası etkinlikleri içinde Kültür Bakanı Fikri SAĞLAR’ın katkılarıyla Mersin Liselire Derneği tarafından 40. Sanat Yılı kutlandı. Turhan OGUZBAŞ, ATATÜRK’ün düşüncelerini benimser. ATATÜRK hayranıdır. ALDIĞI ÖDÜL: “YAŞAMAK YALAN BELKİ” isimli şarkıyla 1983 MİLLİYET SANAT ÖDÜLÜ’nü aldı. Turhan Ragıp OĞUZBAŞ 15.05.1997 tarihinde İstanbul’da hayata gözlerini yumdu. ESERLERİ: 1: İSPANYOL MEYHANESİNDE SENİ ARADIM (1964, 1964, 1966, 1968). 2: YAŞANMAMIŞ MEKTUPLAR (1965, 1967, 1967). 3: GÖZLERİN İSTANBİL SENİN (1966). 4: SONBAHAR RÜZGARLARI (1966). 5: BEYAZ KASIMPATILAR (1969). 36 HAKKINDA: Turhan OĞUZBAŞ 40. SANAT YILI (Mersin Liseliler Derneği 1993). yakın arkadaşı olan Profesör Doktor Serap Alper’in Meriç Yoldaş Hiçyılmaz verdiği ilaçla bir müddet sonra ayağa kalkmıştı. KIYAMET BEKÇİLERİ NEHİR HANIM Neler düşünüyordu kim bilir? Nehir’le tanıştığı ilk güne gidiverdi. Yabancı bir şehirde soğuk bir günde asla unutulmayan, ikram edilen sıcak bir fincan salep gibi gelmişti, damakta kalan zencefil ve tarçın tadında. Hele o otobüste karşılaşmaları dostluklarını perçinlemişti. Her gün batımında mutlaka renkleri anlatan Nehir Hanım gelirdi gözlerinin önüne. ‘’kırmızı; orospunun ateşli öpücüğü, sarı; gerdeğe giren utangaç bir gelinin yüzünü örtüşü, erguvan; dans eden çingenenin uçuşan etekleri’’ betimlemelerine bayılırdı. O güne kadar böyle yaşam dolu birisini görmediğini anımsadı. Ellerinde sihir vardı sanki tuttuğu her şey muhteşem bir şekle dönüşüyordu. Konuşmasını daima fıkralarla süsler oradan oraya koştururcasına yaşayan bu kişiliği gülümseyerek hatırladı. İstediği an o bet sesiyle avazı çıktığı kadar şarkı söylemesi bir başka güzelliğiydi. *** Sıcak yaz akşamlarında Nehir’i sınamak için çıkardığı yürüyüşlerde hiç yorulmadığına tanık olunca, ne kadar şaşırdığını anımsadı. Bu yaşına karşın içindeki enerjinin hiç azalmadan nasıl kaldığını düşündü. Ne kadar sevdim bu kadını, bunca sene kopamadım. Şimdi beni terk edecek diye öyle korkuyorum ki. Bu kadar zayıflaması beni üzüyor. Sanki intihar eder gibi yaşamaya başladı. Yaşlandığını kabullenip bir kenara çekilmesini ne zaman öğrenecek acaba? Bırakıp gitmek hiç içimden gelmiyor. Ailesi bir türlü beni kabul etmedi çaresiz gitmeliyim. Bırak beni Ve Soysuzluğun lanetine vur Çapraz ateşle gelen Araf Büyük sayfalarda küçülerek yaşamaya alıştığın Çirkin bir böcek gibi İğren ama ezilme Hayret! Neden bu korku Oysa ne kadar da benzer pisliğiniz Cezvede kaynayan demir- sülfür karşımı Bir sözcük taşımıyla köpüren Salyalı ağızların nesne artığı Üstü kapalı bir vahşetin tanıksız süvarisi O kanlı ellerinle şarabını yudumla Kırmızıya kırmızı yaraşır Nereye gidersen git Çöp kokusu / leş yığını / ruh yangını Köpeklerin insana galebe çaldığı cehennemde Suskunluk dağları parçalandı Artık şehrin gözleri çığlık, haykırışları zifirdi Ağaçlar saçlarını sallıyordu, acaba yeni budayıcıları kimdi? Kıyamet bekçileri son emrini verdi: hazır ol! Zulüm okları vurdu insanlığı: rahat! Burcu Yalkın ÇAY İÇERKEN GÜLÜMSE Seni seyrederken Heyacanlanıyorum Ağzım kuruyor İlk çayı yudumlarken İnce belli badağı Hissediyorum Avuçlarım yanıyor Daha az konuştu telefonla Mavi çiçekli elbisesi Çok yakışmış diyorum Çayın buruk tadı var damağımda İkinci bardağı içerken İçim acıyor Beraberliğimizi düşünürken Üşüyorum Çayın sıcaklığı bile ısıtmıyor Sevginin sıcaklığını arıyorum Her gün geldiğin bu yerde Gözlerini ararken yoruluyor gözlerim Artık bana gülümse Yoksa yazık olacak sevgime Bir meltem esecek Yaşlı adam bastonunu tutunarak yanına geldi. Aileden değildi besbelli, yabancı, ürkek ama sevgi dolu. O da bu daveti kaçırmak istememişti. Babaannemin ellerini öptü uzun uzadiye ve izin istedi bakışları bir müddet kilitlendi birbirine, her ikisinin de doluverdi gözleri birden. Kimdi bu beyefendi? Çekip gitti yavaşça başka kimseye veda etmeden. Babamın ve de halamın kızgın bakışları arasında, kolunda bir delikanlıyla birlikte. Kimdi acaba? Cesaret edip ne babama, ne de halama bir türlü soramamıştım. Kimdi acaba? En kısa zaman da sormayı düşlüyorum bizim koca çınara. Ama mutlaka mektuplarında yer vermiştir diye de düşünüyorum. Böyle birbirlerine sevgiyle bakan gözleri az görmüşümdür hayatımda. İçimden işte aşk bu demiştim. Lakin yalnız yakalayamamıştım sevgili babaannemi bir türlü. O günden sonra çok rahatsızlandı, içkiyi mi fazla kaçırmıştı ne? Yoksa yaşlı kalbi böyle bir heyecana mı dayanamamıştı. İnatla hastaneye gitmemişti. Kendisinden epeyce genç olan, 37 Ayhan Hüseyin ÜLGENAY Bir anı kalacak Bakışlarımın bittiği yerde Gülderen Gürcan BIYIK SENDROMU ... Kuş yuvası saçlarına konasım gelir, Pampik yanaklarını sıkasım gelir, Kaytan bıyıklarını yolasım gelir.. Şarkılarda seslendirilen bıyık, insan bedeniyle ilintili olup, zaman zaman modayı da takip etmiştir. Kimi zaman beyaz perdede görülen Ayhan Işık-Sadri Alışık çatal kaşık tekerlemesiyle kafalarımızda yer eden dudak üstü ince bıyık moda olmuştur. Kimi zaman da badem bıyık. Ama hayatımızda hep olmuştur. Günü gelir bıyık yarışmaları yapılır. Ta Amerika'lara yurdumuzu, vatanımızı, bayrağımızı ve erkeklerimizi temsil etmesi için, turizmi tanıtması için Palabıyık yarışmalarına elçilerimizi göndeririz. Hep kültür sanat elçisi olarak kadınlarımızı gönderecek değiliz ya! Yarışma ertesi, en pala bizimki seçildi. Bilmem nerenin gavurlarına "pala da neymiş, nedir*? gösterdik. Ya da güzeller güzeli hanımefendiye; sanatınızı sunduğunuz Türkiye Cumhuriyeti'nin sayın Başkanı program sonrası "size ne hediye ettiler?" sorularını sorarlar. Onların el-cevaplarını dinleriz. Birinin iki yanında iki genç bayan, diğeri üzeri bilmem ne taşlarıyla süslü sabahlığıyla ailemize; telaşlı iş gidişlerimizde, sömürülmüş-posası kalmış yorgun argın bedenimizle iş dönüşümüzde ekmeğimize katık olup sofralarımıza arz-ı endam edip düşerler. Sen de ağzını ayırıp bakakalırsın. Dedeler, neneler bakar, ailen bakar, çocukların bakar. Gelin, az buçuk şu bıyığın gelişimini, soyal boyutunu, insanlar arası etkileşimini takip edelim. Pis bıyık, pos bıyık illaki kaytan bıyık demeyelim Bir bakalım neymiş şu kıllar kümesi? İnsanoğlu neylemiş, neylemişse güzel eylemiş. Hafife almadan, bıyığın gelip geçirdiği evreleri ve sosyal boyutlarını da şöyle bir teğet geçelim. İnsanoğlu karmaşık sakal bıyıktan günümüze ne kanlı canlı gelişimler gösterdi? Önceleri pirler yani yaşlılar, gezginler sakal bıyık bırakırken aniden sanatçılardan büyük destek gelmiş. Örneğin: Salvador Dali. Bu arada, bıyık modası olur da; bıyık falları, rüyaları ve islami tabirleri olmaz mı? Rüyada bıyık çıkması, erkeklerde bolluk bereket, aşk, sevdanın hemi de karası derken, kadınlar da zinhar işler tepetaklak. Kimilerine göre, rüyada bıyıklıysan, bencilmişsin ve de gayri meşru ilişki yaşıyormuşsun. Sizi gidi zinacılar sizi. Ne yasalarda, ne dinde-imanda yeriniz var. Erkekseniz yaşadığınız coğafyaya göre ya elinizin kınası olur, ya 07.08.200 kırbaçlanırsınız. Kadınsanız adınız o… çıkar, recm edilirsiniz. Anlıyacağınız bu konularda özel bilimler çıkmış olup, temizlenmek için Büyük Saf-i fıhkı (Taharet ve taharetin çeşitleri) yazılmış. Pis bıyık, pos bıyık, kaytan bıyık derken levent bıyıkları da unutmamak lazım. Hele de Hitler'in badem bıyıkları tarih boyunca kafalarımıza çakılmıştır. Daha çok muhafazakar eksenli zatlarda olurmuş. Üst dudaklar açıkta bırakılır, meleklerin sus diye parmak bastıkları yerlerde bırakılır, kenarları inceltilir ve düzenli bakımla kısa tutulur. Sık sık, burun kıllarıyla karışsa da özel makaslarla kesilirmiş. Pos bıyık: Her yandan küt ve kalındır. Bizlere sözüm ona Ruslardan geçmiş. Yalan. İnanmayanlar tarihlerimize baksınlar. Padişah portrelerini incelesinler. Bir de at üstünde yedi dünyaya meydan okuyan yiğitlere baksınlar. Efelere baksınlar, Ata sporu yapanlara baksınlar. Onlara bakamazlar da, Stalin'in bıyığını örnek gösterirler. Pos bıyıkta, kılların ucu üst dudağı örter. Neredeyse ağıza girer. Kimileri sigara dumanıyla, kadınlar kurban olsun diye sarartırlar. Gür ve kaba görünüme sahiptir. Ülkücü bıyığı: Kaşlarla birlikte üç hilalin tamamlanması öngörülmüştür. Uçları, ağzın kenarlarından inceltilerek aşağı sarkar. Gür ve kaba olmamasına özen gösterilir. Kaşlar çok gürse? Artık orasını bilemem. Onların sorunu. Sonunda; onca savaşlar, açlık, işsizlik sefalet varken, güm güm canlar parçalanırken, tüm halk kan kusarken; bir de bıyık tasarım ve aksesuar meslek yüksek okulu açtırmayalım. Çocuklarımızı özel dershanelere gönderip yok paralarımızla, kafalarına kültür adı altında paslı çıviler, mıhlar çaktırtmayalım. Sakal bıyık; ondüle araç gereçleri, Kesme, boyama, fön. Ne bileyim belki de şakıldaklı koyun gibi boncuk dizme. Yarışmalarda daha albenili görülür. Büyük bir iş kolu. Büyük pazar. Hafife almamak lazım. Ağızlarının içine baktığımız liderlerimizin vardır bir bildikleri. Yoksa al takke, ver küllah diye niye nefes tüketsinler ki? Yemin içerim, hep bizler için. Ah, biraz da onları anlayacak kültür ve düşünecek kafamız olsa. Olmuyor işte. Doluya koysan almıyor, boşa koysan dolmuyor. Paslı mıhları kakalayanlara: Hööössst bre gafiller diyorum, Yetmiyor. Sonunda; onca savaşlar, açlık, işsizlik sefalet varken, güm güm canlar parçalanırken, tüm halk kan kusarken; bir de bıyık tasarım ve aksesuar meslek yüksek okulu açtırmayalım. Çocuklarımızı özel dershanelere gönderip yok paralarımızla, kafalarına kültür adı altında paslı çıviler, mıhlar çaktırtmayalım. Sakal bıyık; ondüle araç gereçleri, Kesme, boyama, fön. Ne bileyim belki de şakıldaklı koyun gibi boncuk dizme. Yarışmalarda daha albenili görülür. Büyük bir iş kolu. Büyük pazar. Hafife almamak lazım. Ağızlarının içine baktığımız liderlerimizin vardır bir bildikleri. Yoksa al takke, ver küllah diye niye nefes tüketsinler ki? Yemin içerim, hep bizler için. Ah, biraz da onları anlayacak kültür ve düşünecek kafamız olsa. Olmuyor işte. Doluya koysan almıyor, boşa koysan dolmuyor. Paslı mıhları kakalayanlara: Hööössst 38 bre gafiller diyorum, Yetmiyor. Sonunda, benim de saçımı başımı yolasım geliyor… ABİ ÇEKİMDEYİM SONRA ARAYIN Osman Akyol İki hafta önce Sinan Bozer bir oyunculuk ajansına kaydoldu, Mayadroom Ajans’a… Tıpkı başkaları gibi o da, ajans sahibi Mevlüt Dede’nin “Hayatta herkesin bir rolü vardır!” spotuna aldanmıştı. Kendini yakışıklı buluyordu. Belki de bundandı figürasyon ajansına girmesi. Eskiden konfeksiyon piyasasında “aranan” bir makineci olan Sinan şimdi işsizdi. Aslında 2001 krizinde işsiz kalmıştı ama farkına varması yeni olmuştu. 2001 krizi patlak verince çalıştığı konfeksiyon atölyesi; ilk önce işçileri zorunlu aylıksız izne çıkardı, ardından merdiven altı imalata geçti. Sinan’ı da sezon başlarında sipariş aldıkları zaman çağırıyorlardı. Maaş yoktu, parça başı para veriyorlardı. Sigorta, yol parası, yemek parası, yakacak yardımı, kıyafet yardımı, kira yardımı, çocuk ve aile yardımı, ikramiye ve fazla mesai ücreti gibi sosyal yardımlar hiçbir dönemde olmamıştı zaten. Ekonomik sorunlar başlayınca karısı evi terk etti. Bir çocuğuyla baş başa kaldılar. Daha sonra kayınbabasının, Zeynep’in başını kapatıp, zengin bir hacıya sattığını duydu. Beş yüz lira haftalık aldığı, her hafta sonu Eminönü sahilinde piknik yapılan güzel günler geride kalmıştı artık. Yeni durumunu kabullenmesi zor oldu. Geçen yaz sokaklarda işsiz ve beş parasız bir şekilde dolaşırken kortejler halinde 1 Mayıs İşçi Bayramı’nı kutlamak için Taksim’e akın eden işçileri görmüş ve onları büyük bir hayranlıkla izlemişti. İşçilerin, “Yağma yok sosyalizm var!” sloganı hala kulaklarında çınlıyordu. Fakat o, Adana’nın bağrından kopup gelmiş, saf Anadolu delikanlıydı; kolay kolay yıkılmazdı. Öyle de oldu, bir arkadaşının tavsiyesiyle girdiği oyunculuk ajansında yeniden hayata tutunmayı başardı. Camda otururken aklına çocukken izlediği arabesk filmlerinin fragmanları geldi, birini hemen kendine uyarladı: “Sanat alemine yepyeni bir yıldız doğuyor… Sinan, Adanalı Sinan… Yakında bu sinemada!” “Adanalı Sinan!” Pek fiyakalı gelmedi, yeni bir isim düşündü, fakat bulamadı. Acaba bodoslama daldığı sinema nasıl bir şeydi? Hemen bilgisayara baktı. “Yedinci sanat: sinema. Sinema, Louis ve Auguste Lumiere kardeşlerin 1895’te sinematografı keşfiyle başlar. Aslında sinema bir göz aldanmasıdır” diye yazıyordu internette. “Nasıl yani?” dedi kendi kendine. Okumaya devam etti: “Bir saniyede 24 kare resim film şeridi üzerinde gözümüzün önünden geçince, görüntü hareketlenir” “Neyse siktir et” dedi kendi kendine. O sinemanın mühendislik yanıyla değil, daha çok “artislik” yönüyle ilgilenmek istiyordu. Kayıt olduğu figürasyon ajansını google’dan sörç edip buldu set card’ına baktı. İçinde profesyonel resimleri vardı. Tekrar güzel hayallere daldı, görsel dünyanın tuzaklarından şimdilik habersizdi. Tek yapması gereken, ajanstan gelecek haberi beklemekti. Beklemesi uzun sürmedi, bir akşam casting sorumlusu Gizem, Sinan’ı aradı. “Sinan Bey merhaba, ben Mayadroom Ajans’tan Gizem… Yarın müsait misin?” “Evet, müsaitim…” Biran eski Türk filmlerindeki jönler gibi, “Nevet nazırım!” demek istedi ama ayıp olur diye vazgeçti. “Yarın, Bu Kalp Seni Unutur mu dizisinin çekimi var, asker olacaksınız.” “Tamam…” “7:30 AKM, günlük kıyafetle gidin, kostüm verecekler” Ertesi gün Sinan, sabah erkenden Taksim AKM’nin arkasında yerini aldı. Burası figüranların buluşma yeri olan salaş bir çay ocağıydı. Kendisini ekip başı Yasin Yorulmaz karşıladı. Listeden ismini bulup karşısına işaret koydu. Çok geçmeden servis minibüsü de geldi. Minibüse doluştular. Ekip başı Yasin, arabanın önüne, şoför mahalline kuruldu, yanına da çıtır kızlardan biri… Şoföre “Beykoz kundura fabrikası abi” dedi. Şoför başıyla onaylanıp gaza bastı. Gümüşsuyu’ndan Beşiktaş’a, oradan da Barbaros Bulvarı’ndan ayrılan Beşiktaş-Boğaziçi Köprüsü bağlantı yolunu izleyerek Beykoz’a vardılar. Film setine vardıklarında daha set arabası ortalıkta yoktu. Bir saati aşkın bir bekleyişten sonra set arabası geldi. Setin çaycısı hemen çay kahve otomatını kurdu. Herkes sabırsızlıkla çay ve poğaçadan oluşan kahvaltı menüsünü beklemeye başladı. Kahvaltı yaparken ekip başı gelip, “Kahvaltısını bitiren arkadaşlar kostüm arabasının oraya gitsin” dedi. Kostümcüler, Sinan’ı asker yaptılar. Gelen figüranların bir kısmı asker, bir kısmı terörist, bir kısmı da sivil halk olmuştu. Kostümcüler, figüranları bir “figür” olarak gördüklerinden, verdikleri kıyafetin bedenine dikkat etmiyorlardı. Sinan, asker üniforması içerisinde kayboldu. Bir an, Van’daki askerlik yıllarını hatırladı, jandarma komando olduğu yılları… Daha sonra saatler süren bir bekleme süreci başladı. Sinan sette kendine yeni arkadaşlar edindi. Settekilerin çoğu emekli, dul ve yetimlerden oluşuyordu. Hiç biri halinden şikayetçi değildi. Aradıkları her şey sette mevcuttu çünkü. Oldukça sağlam görünen, malulen emekli Haydar Abi fıkra anlatıyordu. “Temel’le Dursun, Amerika’ya kazı yapmaya gitmişler. Kaz ölmüş…” Sinan espriyi anlamamıştı. “Eee sonra?” “Ha ha ha…” Onlar birbirine fıkra anlatırken set ekibi, boş durmuyor; ışıkları ve dekorları kuruyordu. Sinan boşta kalan kızlardan birine yanaştı. Kıza adını sordu, “Merve” yanıtını aldı. Tanışma faslından sonra kıza kendi yaşamından bahseden Sinan, eşinden boşandığının altını özellikle çizmeyi ihmal etmiyordu. Tam kızla işi pişirip yatağa atacaktı ki; ekip başı gelip, 39 “Herkesi setten istiyorlar” dedi. İçtikleri kahveyi yarım bırakıp kalktılar. Zaten sabahtan beri çay-kahve içmekten başka bir iş yaptıkları da yoktu. Reji ekibinden biri sahnedeki mizanseni anlatmaya başladı: “12 Eylül darbesi olmuş; sokağa çıkma yasağı var, caddelerde tanklar yürüyor, askerler sokaklarda devriye geziyorlar…” Görevli daha sözünü bitirmeden yönetmen yardımcısı geldi, “Hemen bir prova alalım” dedi. Birkaç prova yapıldı, bu esnada kimi dekorların yerleri değişti, figüranlardan bazıları arkaya atıldı, bazıları daha öne alındı. Bu arada kameraman yardımcıları şaryoyu kurmakla meşguldüler. Şaryoyu kurunca üzerine kamerayı yerleştirdiler. O ana kadar monitörün başında sessizce bekleyen settekilerin “Aydın Hoca”sı yönetmen Aydın Bulut: “Klaket çak! 3… 2… 1… Kayıt!” dedi. Çok geçmeden “Kestik! Kestik!” diye bağırdı. “Baştan alıyoruz.” Hemen rejiden biri gelip trafiği yeniden düzenledi, gülenleri uyardı, “Arkadaşlar kameraya bakmayın, doğal oynayın” dedi. “Yoksa sabaha kadar tekrarlarız.” Bu esnada set amiri sete dadanan meraklı kalabalığı dağıttı, araç trafiğini durdurdu. Sonra tekrar aynı şeyler başladı. “Üç… İki… Bir… Oyun!” Hoca yine, “kestik!” diye bağırdı. Bu sefer de oyunculardan biri hata yapmış, lafını yanlış söylemişti. Her şey sil baştan… Böyle bilmem kaç tekrardan sonra, yönetmen,“Bu sahnenin geneli tamam şimdi yakınlarını çekiyoruz” dedi. Sinan bitti sandı. Set amiri, ekip başına, “Yardımcı oyuncu arkadaşlar istirahat edebilir” dedi. Ekip başı fgr’leri tekrar çay içtikleri yere götürdü. Sinan, elindeki kostüm G-3 piyade tüfeğini bir kenara atıp tuvalete girdi. Tam tuvaletteyken telefonu çaldı, arayan ekip başı Yasin’di. “Abi nerdesin set başladı.” “Lavabodayım, hemen geliyorum.” Yine aynı sahneyi çekiyorlardı, fakat bu sefer Jimmy jeep kurulmuştu. Trafiği ayarlayan, sinema tv bölümünden yeni mezun olmuş set görevlisi, “Herkes ilk yerine geçsin” dedi. Sesçinin, “Sessizlik!” diye ikazından sonra Aydın Hoca’nın megafondan sesi duyuldu: “3… 2… 1… Kayıt! Kestik! Kestik! Olmadı baştan alıyoruz.” Sinan iyice kontrolünü yitirmiş, bu sahnenin biteceğine dair hiçbir umudu kalmamıştı. Sette tam bir kaos görüntüsü vardı. Steadicam operatörü üzerindeki yeleği sökerken bazı set görevlileri başka bir yerde tripotu yerleştirip üzerine kamera koymaya çalışıyorlardı. Sayılardan oluşan şifreli bir dil kullanan ışıkçıların ne yaptığını ise kimse bilmiyordu. Bazıları ışıkların yerlerini değiştirirken bazıları da oyuncuların yüzüne reflektör tutuyordu. Şaryo üzerindeki dolly’yi itenlerle boom operatörünün boom sopasıyla yaptığı kavga görülmeye değerdi. Bu arada makyözler de boş durmuyor; aralarda gelip oyuncuların terlerini siliyor, bozulan makyajlarını tazeliyorlardı. En sonunda ne olduysa oldu, yardımcı yönetmen, “Arkadaşlar burası tamam, şimdi diğer sahneye geçiyoruz” dedi. Herkes rahat bir nefes aldı. Yönetmenin yanından ayrılmayan asistan kız, elindeki senaryoda biten sahneyi fosforlu kalemle çizdi. Set teknisyenleri yeni bir dekor kurmaya başladılar. Çatışma sahnesi çekilecekti. Prodüksiyon amiri işi biten eski model arabaların sahiplerine paralarını verip gönderdi. Sinan, “Acaba bir klasik araba alıp filmcilere kiraya mı versem” diye aklından geçirdi. “Ama yok, en iyisi ekip başı olmak” diye sonradan fikrini değiştirdi. Tekrar istirahat yerlerine çekildiler. Sinan, sivil vatandaş rolündeki bir figüranla çay içerken meraklı bir genç de Sinan’ın yere bıraktığı silahıyla oynuyordu. Adam, Sinan’a, yirmi yıldır bu işi yaptığını, söylüyordu. “Aslında ben, ajanstan diyaloglu olarak çağırmazlarsa gitmiyorum” dedi. “Şu anda alt ajanslık yapıyorum. Bu gün set kalabalık onun için geldim. “ “Yapımcı firma ne kadar veriyor abi, oyuncu başına?” “Yüz lira veriyor; bunun yetmiş beşini ajans alıyor, yirmi beşini figürana veriyor.” “Sen?” “Ben oyuncu başına yüzde alıyorum ajanslardan. İstersen telefonunu ver, güzel bi iş çıkınca seni arayayım. Çarşamba günü TRT’nin ‘Bir Zahmet’ diye bir şaka programı var, para peşin, istersen seni oraya yazayım.” “Gelirim de, ajansla sözleşmem var. Beş bin dolar tazminat cezası falan…” “Noter huzurunda mı yaptın?” “Hayır…” “O zaman bi bok olmaz. İyi be ayda bir iş ver sonra da…” Yeni sahne kurulmuştu. Biri gelip Sinan’ın karnına kan torbası taktı, vurulma sahnesi için… Set görevlisi kan torbasını takarken Sinan’ı eski patronu aradı. Yaz sezonu geliyordu, belli ki işe çağıracak. Sinan önce açmadı. Telefon ısrarla çalınca, açıp: “Abi çekimdeyim, sonra ara” dedi. “Sesin gelmiyor, kapatıyorum.” SEVDAMIN SAVAŞI -20’li yaş şiirlerindenölürsen ölürüm, beni bırakma koma yerde kavgayı sevdam yıl yılın, gün günün bense kavgamın hasretine doladım deli gönlümü deli gönül yas mı tutar sevdam vızgelir bana karanlık geceler bilmeceler, bildirmeceler her günüm yarına çıkar benim sar yüreğine kavgamı beni yıkma sevdam 40 Süleyman yağız Özcan Özkan BİR SEVGİ HİKAYESİ -Sekiz dokuz yaşlarında bir oğlandım. Cenap kiracımızdı. Aynı bahçe içindeki evlerde oturuyorduk. Tek başına yaşıyordu. Tuvaletimiz ortaktı. Ama o bizimle aynı tuvaleti kullanamayacak kadar sıkılgandı. Kimseyi rahatsız etmemek için ortalarda görünmez, neredeyse bir gölge gibi yaşardı. Ama yine de Kadriye abla ne yapar eder her gün illa bir karşılaşma denk getirirdi. Farkındaydım, abayı yakmıştı ona. Cenap da az yakışıklı bir delikanlı sayılmazdı hani. Yakınlardaki cam fabrikasında işçiydi. Gece vardiyasındayken gündüz evde olur, beni bahçede oynarken bulursa içeri alırdı. Birlikte ev ödevlerimi yapardık. Bitince de uyumak için yatardı. Ben de onunla birlikte uyumak ister, yanına kıvrılırdım. Beni şefkatle sarar sarmalardı. Hele kışın sıcacık olurdu yatağı. Evimizde her zaman soba yanmazdı. Ben de ona giderdim. Bir gün yine böyle yatmışız koyun koyuna. Arkamda kımıl kımıl. Salıncakta uçuyor gibiyim. Diyemedim bir şey. O da demedi. kapanıp durmadan yazdım. İşte bugün de, bildiğin gibi, ilk kitabımı imzalamak için hevesle beklerken sen geldin. -Ondan sonra başkası oldu mu peki? -Yok, başkasını aramadım ki hiç. Arada gider gelirim mezarına. -Çevreniz biliyor muydu Ayhan. Tepkileri ne oldu. Size rahat verdiler mi peki? -Bilmez olurlar mı, bildiler tabi, bildiler ama hiç suçlamadılar bizi. Bakma sen, bizim insanımız böyledir. Saklama yeter, adam yerine koyulduğunu bilsin, gerisine aldırmaz. Basar bağrına. Orospuyu da… İbneyi de… -Peki ailen? -Haaa! Orası karışık biraz. Babamdan sakladık uzun zaman. Sonra da gerek kalmadı. Kaybettik onu. Ama annem resmen yıkıldı. Dağ gibi oğlum ziyan olup gitti diye ağlıyor yıllardır. Kendini eve kapattı. Secdeden kaldırmaz oldu başını. Benim yerime tövbeler ediyor garibim. Suçlamadığı kimse kalmadı, tek ben masumum. Meğer ne çok hayali varmış. Koluna takıp gezememiş, oğlum diye gerinememiş…Amaaan getir kız içelim. Hadi sen de dök bakalım incilerini. Henüz aklımız başımızdayken anlat da dinleyeyim. Eteğimizde taş kalmayınca sarılır ağlarız biz de. Bir daha kimbilir birbirimizi ya görürüz ya görmeyiz. Derken gözlerinde yüklü bulutlar.Ha yağdı ha yağacak. Sevgi yerinden kalktı. Mutfağa doğru giderken; -Dur unutma lafını, bekle bir dakika. Bir bira daha açacağım, sen de ister misin Ayhan? -Getir kız içelim. Yıllardır görüşemedik, bu muhabbet sabaha kadar sürer. Uyumak yok bu gece. -Tamamdır. Seninkileri bitirelim de hele, benim de anlatacaklarım var. Sevgi, bira şişesinin yanı sıra, bir de kırmızı kumaştan yapılmış ağzı büzgülü, küçük bir torba getirdi. Sehpanın üstüne bırakıp “açsana” dedi. Açılan torbadan rengarenk misketler dökülürken Ayhan’a bakıp “senden üttüklerim” dedi. -Yok artık! Sakladın mı sahi bunca yıl? Alemsin vallahi! -Kimin aklına gelirdi ki yıllar sonra karşılaşacağımız. Hoş, ben seni tanımasaydım bugün, sen beni biraz zor tanırdın ya…Doğumdan sonra veremedim kiloları. Sonra da baktım geri dönülemeyecek yere gelmişim. Ondan sonra frenler boşaldı. Sonuçta, bu gördüğün doksan kiloluk kadında senin o çitlenbik arkadaşından eser kalmadı canım. Sevgi buz gibi birayı bardaklara boşaltıp oturdu. Gözlerini Ayhan’ın hüzünlü gözlerine dikip beklemeye başladı. Ayhan kaldığı yerden devam ediyor şimdi. -Gel zaman git zaman, biz böyle adı konmamış bir şeyler yaşıyoruz ucundan kıyısından. Ben iyice uyanmışım ama bu arada. Eh gücüm kuvvetim de yerinde sayılır artık, nerden baksan on üç on dört varım. Bir gün, yine biz böyle yatmışız, sözde uyuyacağız ya… Bizimki başladı arkamda ufak ufak kımıldamaya. Tutup çevirdim yüzüstü…Bir daha kopabilene aşk olsun. İşte böyle... Hikaye bu… Çok sevdik ama birbirimizi. Upuzun yılları paylaştık aynı yastıkta. Hiç bıkmadık birbirimizden. Ben ev işlerini yürütürken Cenap da paramızı kazandı. İstemedi çalışmamı. Benim sigortamı da ödedi dışarıdan sağolsun, emekliliğim var şimdi. Kimseye ihtiyacım yok çok şükür. Mahallede arkadaşım olmadı hiç. Bizi kovmadılar ama yaklaşmadılar da. Ben de ev işi, televizyon, radyo falan oyalandım işte. Seviyorum diye bana roman getirirdi ordan buradan bulup. Öyle çok okudum ki sonunda ben de karalamaya başladım. Cenap öldükten sonra hepten eve 41 AYRILAŞTIRMANIN GÜZELLİĞİNE ÖVGÜ karın sessizliğini seviyorum lapa lapa yağmasını bir de aynılaştırmasından hoşlanmıyorum renklerini çoğulluğunu doğanın beyaz yalan kar örttükçe örttükçe siyah yalan gece yağmurun yıkayıp ayrılaştırması yeşil tonlarını yaprakların toprağın rengini kırmızı kiremitlerini evlerin her şeyin kendi ve belirgin oluşu ne güzel yağmurdan sonra farklılıklar olmalı farklı sesler bir ülkede laz türküleri farklı güzellikleri kadınların çerkez, kürt, vesaire karın aynılaştırmasından hoşlanmıyorum şeyleri çoğulluğunu gizlemesinden doğanın ayrılaştırmasına gülümsüyorum her defasında yağmurun pencerelerde, saçak altlarında beklerken umutsuzca seni. Abdullah Şevki Mithat Önal İDAMLIK Yaklaşık yarım saattir devam eden sessizliği sarı benizli gardiyanın hapşırması bozdu. Müdürle göz göze geldiklerinde yüzünün rengi attı gardiyanın. “Afedersinz” diyecek oldu, birden vazgeçti. “Hücreler bu günlerde çok soğuk” diye geçirdi içinden. Gözlerinin ucuyla süzdü içeriyi sarı benizli, yemek yerken daima ağzını şapırdatan gardiyan masanın üzerindeki dosyaları inceledi, bu zamana kadar hiç bakmamış gibisinden. Derin bir iç çekti müdür. Sol elinin parmaklarıyla başını kaşıdı. Beyaza çalmış kepekli saçlarını düzeltti, burnunu çekerek. İmzaladığı kağıdı, yüzü çilli, kel gardiyana uzattı. “Hiçbir aksaklık istemiyorum. İşi temiz bitirin. İş bitimi gelirim.” “Başüstüne efendim” Rüzgar hücrelerin duvarlarını ılık ılık yalarken, nefes aldı idamlık. Kel gardiyan kolunu sıkıca kavrarken, dışarıyı düşledi, yüreğinin en kuytu sessizliğinde. Güneş tam tepelerine geldiğinde başını yukarı kaldırdı Leman, derin bir offf çekmelerinin arasında. Alnının terini sildi elinin tersiyle. Başına bağladığı yemenisinin uçları alnına oradanda gözlerinin önüne inmişti. Kocası Salih iki adım ötesinde başını kaldırmadan elindeki orakla ekinleri biçiyordu, alnından boncuk boncuk akan terlere aldırmaksızın. “Susamıştır” diye geçirdi içinden. Ekin yığınının altına koyduğu azığın başına vardı ayağındaki kenarları yırtılmış mavi naylon terliği sürüye sürüye. “Bu goca tarla sizi gocadacak “ dedi, her fırsatta gönlünü almak için ‘ömürlük’ dediği karısının gözlerine bakarak. Gülümsedi Leman, güneşin kızgınlığına aldırış etmeksizin, Salih’in bir gün gelip idamlık olacağını bilmeden. “Beyaz güvercinler avluya konacak mı gardiyan efendi?” diye seslendi ayağındaki iskarpinlerin ökçesini yere vurarak. Sinirlendi gardiyan, önce “Estağfurulluh” çekti sonra da sağ elini havada yumruk yaptı. Nereden, nasıl geldikleri kimse tarafından bilinmezdi. Önce bir tane gelir, hapishanenin üzerinde dakikalarca daireler çizerek uçar, bir süre gözden kaybolduktan sonra peşine taktığı güvercin sürüsüyle birlikte hapishanenin üzerinde oynaş yaparlardı. “Güvercinler hep volta zamanıma denk gelir” dedi, ağzını şapırdatan gardiyanın suratına sol omzunun üzerinden bakarak. Oralı bile olmadı ağzını şapırdatan. Sarı benizli bir kahkaha attı, iri bıyıklarının arasından. Kahkahası önce ağaçların arasında sonrada hapishanenin duvarlarında yankılandı. “Onlar seninle birlikte gidecekler” dedi sarı benizli, bir önceki kahkahasından daha yüksek bir kahkaha atarak. Önce mahkumlar irkildi, sonra da hücrelerinde sırasını bekleyen mahkumlar. Başını yere eğerek yürüdü idamlık. “Beyaz güvercinler” diye fısıldadı, küçük tahta kapının önüne geldiklerinde. Elinden tuttu Leman Mehmet’in, bağ aralarından ilerleyerek. Küçük Mehmet, omuzuna annesinin koyduğu azık bohçasının altında toprak yolda düşe kalka ilerliyordu. Sarıların bağına geldiklerinde durakladı Leman, elma ağacının yanındaki büyük taşa baktı. Gözleri buğulandı. Mehmetin, eteğinden çekiştirmesine aldırmaksızın ilerledi bağın içerisine doğru. Taşın üzerine oturarak, Mehmet’i dizinin üzerine aldı. Titreyen parmaklarını, saçlarının arasından gezdirdi çocuğun. Kokladı. Boynuna öpücük kondurdu. Güneş tam karşıdan doğuyordu. “Yüreğimin bir yerlerinde kirpinin ağlamasını hissederim. Afacak bir çocuk olur düşlerim. En umulmadık zaman diliminde, en bilinmezliklere yelken açar fikirlerim…” cümlesine geldiğinde yemeğini daima üzerine dökerek yiyen, sıska adam yanına sokuldu, aklından geçen cümlelerini kendine saklamanın telaşında olduğu halde. Esasında hiçbir cümlesi de yoktur ya kimseye dair. “Cümlelerim banadır” diye söylendi sokulmasına devam ederek. “Ne istiyorsun?” Göz göze geldiler. “Burdan kaçmanın bir yolunu biliyorum.” “Ne istiyorsun?” “Önce herkes derin bir uykuya dalacak. Ayak sesleri kesilecek. Gardiyanlar, el ayak çekecek.” “Ne istiyorsun?” “Köşede altını ıslatan, her altını ıslatmasında çişe gider. İkinçi çişe gitmesi ile üçüncü arasında bir saat fark var. Bu zaman diliminde ne olacaksa olacak.” “Ne istiyorsun?” “Kaçmak.” “Acı çekerek mi ölmek istiyorsun?” Sarı benizli derin sessizliği bozdu, elindeki copu dizlerine vurarak. “Neden yaptın bunu?” Ağzını şapırdatan, daima önüne bakıyordu. Yüzü hiç gülmemişti beş dakikalık idam yolculuğunda. “Sadece ekinlerimi biçiyordum.” Keskin bir kahakaha daha attı sarı benizli, irileşmiş gözlerini yuvalarından çıkartarak. Yorganın altında inlemeye başladı altını ıslatan; “Bir daha çişe gitmeyeceğim. Bir daha çişe gitmeyeceğim. Bir daha çişe gitmeyeceğim” söylenmelerini sürdürerek. Koğuşun delisi var gücüyle yattığı ranzayı tekmeliyordu; “Gidin lan. Gidin lan. Gidin…” Topal Osman, Boğazı kesik Hamza’ya, yalvaran bakışlarla bakıyordu, bu defada kapıyı yumruklamaması için. Demir kapıya yaklaştıklarında sarı benizli her zamanki bahsini ortaya attı, göz ucuyla etrafına pis pis bakınarık. İp boğazına geçtiğinde sandalyeye kim vuracak? Cüce cellat, iriyarı, sert bakışlı, kansız, piç… Kapıya geldiklerinde ağzını şapırdatan cebinden çıkardığı demir parayı baş parmağı ile işaret parmağının arasında kıstırarak sordu, sarı benizliye; “Yazı mı tura mı?” “Bu defa kahkaha atmayacağım” dedi sarı benizli. “Her zaman ki gibi tura” diye cümlesine devam etti. Demir para havada helezonlar çizerek yere doğru düşerken, Leman, dizinde uyuyan Mehmet’in siyah saçlarını okşadı. 42 Demir para beton zemine düştüğünde idamlık dudaklarının ucuyla fısıldadı kapıya doğru;“Ölüm ne kadar mesafede?” Gökyüzünde süzülen beyaz güvercinin iki takla atmasını görmedi. Reşit emminin güvercinleri. Eski caminin sol köşesinde yıllardır terzilik yapan Memet’in sıska çırağı Mustafa’dan almış. Binaların arasında süzülerek indi sarıya boyalı iki katlı köhne binanın çatlamış beton damına. “Geride bıraktıkları” dedi uzun bıyıklı yazıcı elindeki kalemi masaya vurarak. Yüzü ekşidi kadının. Tuhaf tuhaf bakındı etrafına. Gözlerini kıstı. Küçük pencerenin kenarlarına yapıştırılan macunlar dökülmeye yüz tutmuştu. Pencerenin altında duran leğenin içerisi yarıya kadar yağmur suyu ile dolu. Kapının arkasında duvara yaslı duran tahta bir sopa ve onun hemen yanında iki tane fare kapanı. Masanın üzerinde toprak saksının içerisinde duran kaktüs bütün çirkinlikleri, güzelliği ile örtmenin telaşında. “Annemde pencerenin önünde güller yetiştirmeye çalışırdı. Beyaz, kırmızı, sarı…” diye geçirdi içinden. “Ama kapımızın arkasında ne bir sopamız oldu nede farelere fak kurduğumuz.” Bu cümleyi dışından söylemişti. Yanı başında duran iki gardiyan öfkelendi. Öfkelerini önce gözlerinden kustular sonra da yumruklarından. Mevsimlik çalı yerine, demem o ki ben gibi H.Tuğrul Atasoy UMUDUN FİRARINDA yeni serüvenlerin eşiğindeyim sürüklenirken sevdalar diyarına son sandığım hiç son olmayan firarımda kır çiçekleri aşkımın çiçeğiydi ki hayatımın sözlüğünde güz gülü dedim ben ona hep ayrılıklar firarın eşiğinde başlar sürgünlerimde şehir şehir sürüklenirken acılar özlemler yaşanacak yaşamın anıtı dağlar bitmez baharlarla donanıncaya kadar beni firarlarımla sev kana bulanmış aşklar gibi savun yaşamı yaşamı savunanları “Ben hiç bayılmadım” dedi Leman, başından akan kan yanaklarına süzülürken. İlk getirildiği günü hatırladı. Şunun şurasında iki yıl önce gelmişti. Gardiyandan toprak bir saksı birde beyaz gül istemişti. İri göbekli, kel kafalı gardiyan göbeğini hoplata hoplata kahkahalarla gülmüştü. Dişlerini gıcırdatarak bakmış; “ölüler saksıda çiçek yetiştiremez” diye iteklemişti. Arkasını dönüp giderken seslenmişti kükreyen sesiyle: “İçeri gir ve gününü bekle.” YALNIZLIK ELDE KALAN sevdalan yurduma ben ve yurdum özdeşleşsin kalbinde gözün yollarda olsun döneceğim gün bir de hüzünler bir de acılar bir de umudun firarı Şerif Temurtaş AŞK EĞİREN KADINLAR Gölgelerinin verandalarında Tenimi yakan sözlerine merhem olsun diye Gülüşüyorlar göğüslerine Uçtan uca ak kâğıdın bağrını dizelerle yardım Yanakları ay kızılı İçimdeki keskin acıyı kara olan yansıtır belki Elleri toprak yorgunu Eskilerde yeşile doymuş çıplak bir tepe düşün Yıkanıyorlar birikintilerinde Yel sel heyelan görmeden yalnız kalmış ayazda En üstte ortalık yerde yaşlı beli kırık bir ardıç Nasıl gülüşüyorlar tenlerine Rüzgârın ısırdığı dalları ıslığını çalar garipliğin Kelebekler bile tutamıyor kendini gülmekten Yağmur sonrası kuzey rüzgârlarında görünür Nasıl da eğiriyorlar körpeliklerini Uzak tepelerde hayal meyal başka ayrıksılar Gölün suyu büyülü İçi acır bir kuru inilti salar yol, yol gövdesinden Taze bir mevsim gibi kıkırdıyorlar Öylece bir başına konmuş gibi tozlu düzde Ama hayatları gözyaşı yanığı 43 Hepsinin rahminde doğmamış bir ağıt Oktay Coşar BAŞKA ŞEHRİN YAĞMURUNDA ISLANMAK Meryem Uçar Masal dinleyemeyecek kadar büyümedim ben. İçinde İstanbul, sonunda ölüm olan bir masalı sonuna kadar dinleyebilirim. I Kulağıma uzaktan bir vapur sesi geliyor. Sanki on beş dakika - adımlarımı hızlandırırsam on dakikayürüdükten sonra iskeleye ulaşacağım. Kalkmak üzere olan vapurun son yolcusu olmak istiyorum. Fakat bu imkânsız. Yağmur yağıyor. Şiir gibi iliklerime işlercesine yağıyor. Damlalar, elbiselerimi soğutup yumuşatıyor. Yürüyorum. Bu şehri, yağmurlu havalarda daha çok seviyorum. Yağmur, şehrin katılığını da yumuşatıyor çünkü. Hatta bir İstanbul zarafeti de katıyor. Yine vapurun sesi. Adımlarımı hızlandırıyorum. Belli ki zaman daralıyor. Yetişebilecek miyim? Ses git gide yaklaşıyor, ben git gide uzaklaşıyorum. Adımlarım galiba başka yere götürüyor beni. Ses, yoksa vapurun sesi değil mi? Bu şehirde vapur yok. İskele yok. Çünkü deniz yok. Kulağıma gelen ses, özlemimin sesi. Geldiğim yer iskele değil gar. İstasyona bir tren yanaşıyor. Yolcular ıslanmamak için hızlı hızlı boşaltıyorlar vagonları. İstanbul-Ankara seferini tamamlayan bir tren bu! Burnuma İstanbul kokusu geliyor. Yolculara dikkatle bakıyorum; bir bakış yakalamak istiyorum İstanbul’dan. Bir banka oturuyorum. Yağmur hâlâ aynı şiddette yağıyor. Son yolcular da indikten sonra tren yavaş yavaş hareket ediyor. Mesaisini bitiren yorgun bir işçi gibi çekiliyor yatağına. Yarınki sefere kadar dinlenecek. Sonra çelik gibi bir iradeyle yeniden yollara düşecek. Üşüyorum. Büfeden sıcak bir çay alıyorum. Para üstü olarak uzatılan sıcacık metal paralar, ellerimin ne kadar çok üşüdüğünü hissettiriyor. “Paralar ne kadar sıcak diyorum.” Gülümsüyor büfe görevlisi. Muhabbet etmek istiyor. “ Yolculuk nereye” diye soruyor. Yolculuk mu? Şaşırıyor, biraz duraksıyorum. Ben yolcu değilim. Buraya neden geldim peki? Adam şaşkınlığıma şaşırıyor. Kısa bir suskunluktan sonra, “İstanbul” diyorum. Adam devam etmek istiyor. “Gezmeye mi, iş için mi?” Sorulara hazırlıklı değilim. “İş için” diyorum. Teşekkür edip, iyi akşamlar dileyerek banka oturuyorum. Çayımdan bir yudum alıyorum. Buz gibi. Vapurdayım. En uçtaki banka oturmak istiyorum ama ıslak. Yanımdaki gazeteyi koyuyorum bankın üzerine. Bir ben varım güvertede. Görevlinin çay getirmesini bekliyorum ama gelen giden yok. Canım nasıl da çay istiyor. Soğuk çayımdan ikinci yudumu alıyorum. Sahi ne işim var benim garda? Hem de böyle bir yağmurda. Ya yolcu olmalıyım ya karşılayan ya da uğurlayan. Hiçbiriyim. Peki, neden olmasın? Hep bu şehrin yağmurunda mı ıslanacağım? Başka bir şehrin yağmurunda ıslanmak istiyorum. Gelmesini beklediğim, uğurlayacağım biri olmadığına göre yolcu olmalıyım. Berbat çayımdan bir yudum daha alıyorum. Kız kulesinin karşısındayım. Araç seli yağmur seline karışıyor. Bu trafikte, bir aracın içinde olmadığıma şükrediyorum. Pencereden bakılacak zaman değil. Damlaların boğaz sularına karışmasını izliyorum heyecanla. Her damlanın deniz oluşunu. Ne şeref damla için. Çayımdan bir yudum daha alıyorum. Elimde bardak, gişeye doğru gidiyorum. “İstanbul’a en erken tren kaçta var?” “Birazdan hızlı tren aktarmalı var ama yer yok.” “Peki daha sonraki?” “23.30 Fatih Ekspresi”. “Tamam. Bir bilet lütfen.” “Ne yazık ki onda da yer yok. Birazdan tekrar uğrarsanız rezervasyon iptallerinden dolayı boş yer olabilir.” Çaresiz “Peki” diyorum. Banka tekrar oturuyorum. Hareket etmeye hazır tren için son anons yapılıyor. Trene binmeye hazırlanan yolcuları seyrediyorum. Bir çocuk bana trenin camından el sallıyor. Önce şaşırıyorum. Arkama dönüp bakıyorum. Arkamda kimse yok. Ürkek ürkek ben de elimi sallıyorum. Çocuk karşılık gördüğüne mutlu, elini daha hızlı ve gülerek sallıyor. Ben de daha hızlı sallıyorum. Tren yavaş yavaş hareket ediyor. Kalkıyorum. Trenle beraber harekete geçiyorum peronda. Çocuk gözden kayboluncaya kadar yürüyor ve el sallıyorum. Ne güzel birini uğurlamak. Uğurlamak değil de uğurlayacak birine sahip olmak belki de. Elimden kayıyor bardak. Yerde cam kırıkları. Gişeye tekrar gidiyorum. Bir biletim var artık. Yolculuktan vazgeçen birinin yerine yolcuyum. Trenin kalkmasına saatler var. Ne yapacağım bu kadar saat? Kitabımı çıkarıyorum. “İçimde kendi hayatımı yaşamadığım kanaati var. Daha samimi olayım ister misiniz? Bu yaşadığım hayat o kadar benim değil ki her hangi bir saatimde birisi gelip de bana “Haydi kalk, sıran geldi, kendi kendin ol!” diye bağırsa sanki böyle bir şey mümkünmüş gibi inanıp koşacağım. Bu his ben de o kadar kuvvetli ki… Her hangi bir kalabalıkta kendimden başka herkes olmaya razıyım.” Satırları tekrar okuyorum. Lokmanın tadına varmak için uzun süre çiğnenmesi gibi kelimeleri defalarca okuyorum. Gizlediği bir şeyi, başkasından duyunca sırrı ortaya çıktığı için tedirgin olan birinin tedirginliğini yaşıyorum. Evet, kendi hayatımda başrol oynamamanın yanında hissettiğim bir duygu daha var ki bu iki duygu birleşince içimde kocaman bir boşluk oluşturuyor: Ait olmadığım bir şehirde yaşamak. Otuz yaşındayım. Ankara’da doğup, büyüdüm. Şehrin hemen her detayını bilmeme, hemen her yerinde bir hatıram olmasına rağmen bu şehre karşı hep yabancı hissettim kendimi. Lisede edebiyat merakımla körüklendi İstanbul ateşi. Okuduğum kitapların çoğunda ya mekân ya konu İstanbul olunca da sevdam arttıkça arttı ve İstanbul’u görme isteği dayanılmaz bir hal aldı. İstanbul’u, Tanpınar’dan, Yahya Kemal’den, Ahmet Haşim’den, 44 Peyami Sefa’dan, Sait Faik’ten okuyup sevmemek mümkün mü? II İstanbul’u ilk gördüğümde on sekiz yaşındaydım. Otobüs, İstanbul sınırlarına girince, heyecanımı yenememiş, gözlerimden sevinç gözyaşları dökülmüştü. Görmeden -ama okuyarak- âşık olduğum sevdiğimi ilk defa görmenin heyecanı… On sekiz yaşındaki bir gencin tek taraflı aşkı. O yaşlardaki her âşık gibi ben de şiirler yazmıştım sevdiğime. Sonra yazdıklarımı İstanbul’a yakıştıramadığımdan yırtmıştım. Bir ramazan gecesiydi İstanbul sınırlarına girdiğimizde. Boğaz’ın gece görünüşü büyülemişti beni. Sanki su, şehrin ışıklarını değil kırk haramilerin hazinelerini sürüklüyordu. Türk filmlerinden öğrendiğimiz bir cümleydi: “İstanbul’un taşı toprağı altın.” Oysa Boğaz her gece yirmi dört ayardı. İlk durağımız, Yahya Kemal’in tabiriyle ölümü manevi bir istirahat gibi gösteren Eyüp’tü. Yahya Kemal’e göre Eyüp, Türklerin ölüm şehriydi. Eyüp, Avrupa toprağının bittiği sahilde İslam cennetinin bir bahçesi gibi yeşil duruyordu. Şair doğru söylüyordu. Doğru ve büyülü. Hayatla ölümün iç içe girdiği, birinin diğerine üstünlük sağlamadığı bir semtti burası. Ölümün huzur verdiği, ölümü güzel gösteren bir garip mekan Namaz kılmaya gelenlerin sayısı o kadar fazlaydı ki ilk defa bu kadar insanı bir arada görüyordum. Bu şehrin hiç uyumadığını söyleyenlere hak vermiştim. Caminin içi şöyle dursun avlusuna bile girememiştik. İçeri giremeyen birçokları gibi avlunun dışında namazlarımızı eda ettikten sonra kalabalığın dağılmasını bekleyip, Eyüp’ün sultanının türbesine girmiştik. Daha sonraki duraklarımız Sultanahmet Camii, Ayasofya, Topkapı, Su Sarnıcı, Fatih Camii… Zaman kısa, gezecek yer de çok olunca her yeri görmek mümkün olmamıştı. Ayasofya’nın hali beni çok üzmüştü. Ne kadar hazin bir hali vardı. Üniversiteyi İstanbul’da okumayı istemiştim, kader Ankara’dan ayırmadı. İş hayatına İstanbul’da atılmayı düşündüm, kader yine aynı oyunu oynadı. İstanbul’a ilk gidişimden bu yana on iki yıl geçti. Aşkımda bir sendeleme olmasa da sık sık gitmem mümkün olmadı hayalime. Kaç defa plan yaptım. İşimi gücümü bırakıp soluğu yanında alacaktım ama olmadı. Cesaretim yetmedi. İradem sarsıldı. Arzularımın içine kurt düştü. III Trenin kalkmasına dakikalar vardı. Her beş dakikada bir anons yapılıyordu. Anonsta trenin harekete hazır olduğu söyleniyordu. Tren hazırdı ya ben? Kafamda bin bir düşünce vardı. Taşıyamadığım, ağır düşünceler. Kararsızdım. Kendimi, yıllarca hapishanede kaldıktan sonra, özgürlüğüne hazırlanan biri kadar korkak ve ürkek hissediyordum. Üniversiteyi bitirdiğimde özgür olacağımı düşünürken esir oldum. İçimdeki delikanlı, , yavaş yavaş ihtiyarladı. İçimdeki kahraman git gide korkaklaştı. Yeni başlangıçlara yönelmek şöyle dursun, yeni bir arkadaş edinmek hatta yeni bir yemek tatmak bile beni ürkütüyordu. Belki de tek şansımdı bu yolculuk. Yıllardır derinlerime gömdüğüm özgür ruhum kafesinin kapısını kırmak istiyordu. Üniversitedeyken gördüğüm bir manzara canlandı kafamda. Okulun duvarını süsleyen sarmaşığın üzerinde bir muhabbet kuşu vardı. Muhtemelen bir evin açık kalan penceresinden kaçmıştı. Özgürlük umuyordu ama ne yazık ki sarmaşıktan yükseğe uçamıyordu. Etrafındaki, pusuya yatmış kedileri gördüm. Kuşu yakalamaya çalıştım ama bir o dala bir bu dala kaçıyordu. Kuşun sonunu görmek istemedim. Ayrıldım oradan. Ölüm pahasına gösterilen bu hürriyet için kaçış cesareti beni çok etkilemişti. Bir muhabbet kuşu kadar bile cesur olamayacak mıydım? Cesaretimi toplamalı ve “kendim” olmak yolunda bir başlangıç olacak bu yolculuğa çıkmalıydım. İşte son anons ve trene doğru ilk adımım. Koltuğuma yerleşiyorum. Yağmur damlaları, camda küçük nehirler oluşturuyor. Son düdükle birlikte tren hareket ediyor. Dışarısı görünmüyor, camdan gördüğüm sadece küçüklü büyüklü nehirler. Şehrin ışıkları cama vurdukça daha belirginleşiyor nehirler. Bakışlarımı yolculara çeviriyorum. Birkaç tane çocuk var. Yerlerinde duramıyorlar. Onların dışında yolculuğun heyecanını taşıyan kimseler yok. Koltukların üst tarafında yer alan bagajlarının büyüklükleri yolculuklarının ne kadar süreceği hakkında az-çok bilgi veriyor. Ben gizledim delilleri. Yanında bagajı olmayan bir yolcunun kısa bir yolculuğa çıktığını kim söyleyebilir! Kim bilebilir benim ne kadar büyük bir yolculuğa çıkan olmadığını bu trende! Fakat trenin tıkırtıları gitmek istediğim yere yaklaşmak şöyle dursun uzaklaştığımı ihbar ediyor. Düşünceler yorgun düşürüyor beni. Göz kapaklarım birleşmek istiyor. Direniyorum onları ayrı tutmak için ama başaramıyorum. Başka bir şehrin yağmurunda ıslanmak isteği çıkardı beni bu yolculuğa. Tren beni İstanbul’a kavuşturur mu bilmem. İstanbul’da yaşamayı çok arzu etmiştim. Yağmurunda ıslanmamı çok görür mü bana? Toprağının üzerinde yaşayamasam da, bir gün toprağının altına kabul eder mi beni? IV Karacaahmet’te otuz yaşlarında bir genç yatar. Mezar taşında “Bir gün dönüş olsa ahretten / İSTANBUL'a dönmek isterim ben” yazar. Mezarın üzerindeki çiçekler İstanbul’un mevsimlerinde yeşerir, çiçek açar ve kurur. BİR İÇİMLİK HİÇLİK Aynada yüz buldu yüzüm, aynada döllendi anlam. Bakışlarım kör kuyu. Ağır aksak da olsa günyüzüne çıktı sesim,bir içimlik. Yankılı,sesi belli belirsiz kör kuyu,ses verdi sesime. Kuyuda ses buldu sesim,serin,dingin. Çıtsız,çıtırtısız,derin;dipsiz suskunluğum, bir içimlik de olsa ıslandı, ıslandı çatlamış toprak,ıslandı kabaran kasvet, bir içimlik de olsa. Kendi sesime bir yabancıyım,kuyu üşüyor. Kendi yüzüme iki yabancıyım,ayna büzüşüyor. Ne kuyu,ne ayna,ne ses, ne yüz gerek . Bir içimlik hiçlikse eğer yaşam, 45 bir hiç için biçime ne gerek. Mert Öztürk KIR ÇİÇEKLERİ Ceyda Sevgi Ünal - Sus ağlamayı kes artık, bıktım ya. Geberesice! Yüzünü görünce zaten o geceyi hatırlıyorum hep. Dersim, nefretini gözlerinde saklayamıyordu artık. - Surata bak! Aynı herifin suratı. Bari bana benzeseydin. Zihninde beslediklerini ağzından çıkarmıştı işte. Duymuş mudur? Diye sağına soluna baktı, kaynanasının komşuya gittiğini bile bile. Dört sene... Dalından koparılmış olarak geçen yıllar... Gönülsüz birleşmeler… Islanan yastıklar… - İyi davransaydı bana sevebilir miydim onu acaba? Fırsat mı verdi? Köydeki erkeklerin çoğunun "baştan işi sıkı tutacaksın" düsturu yüzünden ilk koca dayağını gerdek gecesi tatmıştı - Bak! Sağlık ocağına gideceğimi bildiği halde gezmeye gitti herifin anası. Bunlar birbirinden beter. İstemeden yaptığı ev işlerini silkeledi ellerinden öğleye kadar. - Neden sabahtan gelmedin Dersim? - Çocukla gelmek istemedim, kaynana evde yoktu da. - Senin canın bayağı sıkkın bugün anlaşılan; yüzünden düşen bin parça. Şimdi bir iki hasta gelir; kendi derdini unutursun. Yanımda kal, gör bak ne dertleri var köylünün. - Sen de olmasan ben ne yapardım Selma doktor? Bu köy yerinde kiminle konuşurdum? Biraz sonra muayene odasına giren uzun boylu, zayıf, sarışın, mavi gözlü adama ikisi de hayretle bakakaldılar. - Merhaba, ben almanım, Türkçe bilmiyorum. Dersim,bu sesle kendini Almanya uçağında buldu; yılların gerisinde. Babası onları nihayet yanına aldırıyordu. Hostesin "inişe geçiyoruz" anonsuyla başladı Avrupa hayali. -Niye hiç konuşmuyor bizim kız öğretmen hanım? Diye kırık dökük Almancasıyla soran omuzları çökmüş baba, aldığı cevapla rahatladı. - Merak etmeyin şimdi o depoluyor zihnine, seneye bülbül olur. Bülbül olmuştu ama "ah vatanım" dememişti. - Kız, sen nasıl bunu yaptırırsın? Baban akşama görünce seni yaşatmaz. Saçının yarısını kırmızı yaptın. "Hadi" dedik. Ta bilmem nerende etek giyiyorsun onu da kabullendik, olmadı sırtına iki melek kanadı dövdürdün "ya sabır" dedik; ama bu diline yaptırdığın demir leblebi gibi şey, bardağı taşırır bilesin. Dilini kopartmazsa baban; ben de insan değilim. Dersim, Almancasıyla, derdini anlatamayan adamın can simidi olurken gönlüne güven yüklenmiş; ama eskiden kalma yırtıkların kelimeler arasında canını acıtmasına engel olamamıştı. Selma doktor ilaçları yazarken, gördüğü en acı reçete gözünün önüne geldi Elma'nın. Annesinin tüm vücudunu saran melun. Kırklarındaki annesi; aynada altmış yaşında. Bir pundunu bekliyor ölüm sessizce. Geceler ağrıya teslim, canhıraş bağırışlara gebe. Enjeksiyonla başa çıkılan geçici çözümler. Belli sona adım adım yaklaşım. "Adamın üzerindeki parka Almanya' da benim de alışveriş ettiğim o meşhur yerden kesin. Anlarım bu işlerden. Az mı yırttı babam oradan aldıklarımı çatır çatır. Yok, memem görünüyormuş, yok oramı mı göstermek istiyormuşum" diye. - Sen benim başımı belaya sokacaksın bir gün kızım; elimden bir kaza çıkmadan evlendireceğim seni. Geçen yaz sözünü verdim zaten. Dersim'in duyduğu bu cümlelerle, çok sevdiği alman pastası boğazında kalmıştı, biraz sonra döneceği evde yutamadığı her lokma gibi. "Nuh dedi peygamber demedi" babası. Tunceli'deki gelin odası sıyırdı aldı onu Almanya rüyasından. Dersim ile Elman, konuşmaya dalarak muayene odasından çıktıklarını kendilerini meraklı bakışların ortasında bulunca anladılar. Bekleme odasının hastalık sinmiş sandalyeleri üzerinde oturanların bakışları… Her biri yoksulluğa tescilli kıyafetlerle… "Fakirdik, bir ekmeği nasıl alacağımızı düşünürdü babam. Hele annemin hastalığından sonra tamamen bittik. Şansım varmış ki ben kurtardım kendimi" dedi Elman. Gayri ihtiyarı ağzından çıkan bu cümlelerle vicdanına "zorundaydım, mecburdum" mesajını yolladığını fark ederek. - Sahi, ne iş yapıyorsun? Kırmızı bir dalga geçiverdi Elma'nın yüzünden. - Gazeteciyim ben. Almanya'dakiler nereye git derse oraya giderim. Aslında şehirde otelde kalıyorum. Bir müddet buradayım. "Yarın kuytu bir yerde buluşalım" dedi Dersim soracaklarının taşkınlığı ile. Eve döndüğünde oğlunun mis kokusunu duydu ilk kez. Kaynanasının iğnelerine kalınlaştı ruhu. Kocasına dönmedi sırtını o gece. - Bunlar senin için. Birkaç papatya el değiştirdi parmakların temasıyla. "İlk kez bir erkekten çiçek almamın heyecanı yüzümden belli oluyor mu acaba?" diye düşündü Dersim. Dakikalar yetmedi onlara. Saatlere dönüştü zaman. “Yarın tekrar” dediler birbirlerine. Yarınlarla yarınlar birleşti. Tüm kır çiçekleri sırayla resmigeçit yaptı kadının kucağında, En son kırmızı bir gül taktı kulağına Dersim'in Elman. Mavi ve siyahı gözlerinde kaynaştırdılar. Genç kadın, hayatının dayanılmazlığını paylaştı adamın sarı kirpiklerinde. Dudaklarında buldu şefkati. Belini saran kollarının sıcaklığında hissetti kadınlığını. Birbirlerinin vazgeçilmeziydi artık onlar. Her zamanki mesajlardan aldı Elman Almanya'dan. Yarın terör örgütünün yapacağı olaylarda provokatörlük yapacağı yeri bildiriyordu vakıf. Uykunun ziyaret etmediği otel odasından çıktı. Kararlıydı. Buluşma yerine kadar teraziledi söyleyeceklerini. Gerçek tokat olmadı Dersim'in yüzüne; dün öğrendiği şeyden sonra… "Hayatta neler olabiliyorlar"la dolu geçirdiği bir gecenin ardından… - Madem pişmansın bir daha yapmayacaksın; demek ki hatanı anlamışsın. Diyebildi. "Kimsenin bize bulamayacağı bir ülkeye kaçalım"a düşünmeden cevap verdi. Bir ay sonra İsviçre uçağında sevdiği adamın 46 omzuna yaslanıp dua ediyordu: "Bıraktığım çocuğum ile karnımdaki aynı adamdan olmasın Allah’ım". YENİDEN BEN OLMAK İSTERDİM Cafer Doğanay Günlük yaşamak isterdim bir daha gelseydim eğer bu dünyaya! Salınarak, aylak aylak yürürdüm kurşuni kaldırımlarda. Benim gibi esaretliklerine hapsolmuşlara selamlar dağıtırdım, Özgürce... Bir göz oda ve o odayı sıcak gülüşleriyle doldursun isterdim insanlar; Yemekler yenilsin, rakımız buz tutsun isterdim. Yatıya kalıp, uyandıklarında özgürce çıkıp gidebilsinler isterdim. Önemli değil kalırdı bulaşıklar bana, günlerce de dursa o mide bulandırıcı bulaşık kokusu Sinse de tüm odaya önemi yok, Ben yıkardım. Bir daha gelseydim bu dünyaya; Sakallarımı, saçlarımı uzatır, pis kokardım. Belki kendim sevmezdim o halimi, Tüm yasaklara hayır dercesine kirletirdim sigaradan sararmış püsküllü bıyıklarımı... Bana bütün savurganlığıma rağmen aşık olacak, Güzel sesli bir kadına vurulurdum kesin. Ben ona şiirler, şarkılar okurdum kötü sesimle; o da gülerdi içten içe, Günleri bitirmek olmazdı amacımız, Büyük ihtimalle bir amacımız da olmazdı. Dünyaya bir daha gelebilseydim eğer Yeşil gözleri, kıvırcık simsiyah saçları olan bahar gibi aydın bir kızım olsun isterdim Onun için yaşayamaz, belki onu koruyamazdım Ama ona okumayı, resim yapmayı öğretirdim, özgürce şarkı söylesin isterdim. Belki iyi bir baba olamazdım, Ama Onla beraber büyümek isterdim. Hayat pınarından eğilip bir avuç suyu çarpar gibi yüzüme; Yeniden doğardım onun çimen yeşili gözlerinden... ALİ RIZA Coşkun Büyükgökmen Evin dar bir sokağa açılan penceresinde yaktı sigarasını. Efkarlı efkarlı içtiği o sigara onun ilk ayıbı, ilk günahıydı. Çocuksu korkuları ve gençlik heyecanlarını cebinde taşıyan yeni yetme bir oğlandı. Önünde uzayıp giden o dar sokağa baktı ve gün geçtikçe yiten hayallerine hayıflandı. Öyle ya, babası gibi bir memur maaşı ile iki çocuk okutup bir ev geçindirmeyecek, Ali Rıza adını herkes duyacak ve bir gün herkes onu hatırlayacaktı. Bir anda gözleri parladı, göğsü ve omuzları gururla kabardı. Dünyayı değiştirecekti. Bu, uzun deneyimler sonucu alınmış bir karar değil, sigarasından aldığı bir nefesin sonucuydu. Sonra başını yukarı çevirdi, gökyüzündeki yıldızları fark etti. Ne kadar çok yıldız vardı. Yanağını okşayan bu rüzgar… Kimbilir hangi uzak diyardan gelmişti. Ah Ali Rıza… Boyundan büyük bir hevese tutulmuştu. Ertesi gün öğretmen sırasıyla öğrencilere ileride ne olmak istediklerini sorduğunda “doktor, hakim, mühendis…” cevaplarının hiç biri ona cazip gelmemişti. O, dünyayı değiştirme hevesinden pek çabuk vazgeçmiş olsa da, ülkesini değiştirmek konusunda kararlıydı. Sıra kendisine geldiğinde “cumhurbaşkanı” deyiverdi. Bunu öylesine inançla söylemişti ki, kimse gülmeye yahut şaşırmaya cesaret edemedi. Ta ki, arka sıralardan gelen bir kahkaha duyuluncaya kadar. O gün anladı Ali Rıza. Ülkesini değiştirmek fikri, aşık olduğu kızın dahi kendisine gülmesine sebep olacak kadar anlaşılmazdı. Ali Rıza… Hem idealist hem aşık Ali Rıza… O, fikirlerim mi çok büyük yoksa etrafımdaki insanlar mı çok küçük diye düşüne dursun, gerçekler beynine hızla hücum etmekteydi. Okul çıkışında ilk aşkının kendisine bakıp bakıp güldüğünü fark edince “ben ne dünyayı ne de memleketimi değiştirebilirim, ben bir halt beceremem” diye söylendi. Haline acınmış olsa gerek, bir ses kulağına fısıldadı. ”madem öyle sen de önce aileni değiştir”. Bu yeni fikrin heyecanıyla yol akıp gidiverdi. Akşam oldu. Babası yine zor geçen bir mesainin peşinden oturmuş haberleri izliyor, annesi rutini hiç bozmadan akşam yemeğini hazırlıyor, küçük kardeşi de ev ödevlerini yapıyordu. Babasının sert ifadesinden cesaret alamamış olsa gerek önce annesine yanaştı. Kardeşinin elinden kalemi kağıdı aldı ve usulca babasına konuşma yapacağını söyledi. Evlat işte, dinledi annesi anlattıklarından hiçbir şey anlamasa da. Konuştu Ali Rıza. Zevkle, heyecanla, susmadan, dinlenmeden… Ensesinde patlayan tokat konuşmasını kesinceye kadar konuştu. O,tokatın tesiri ile yerde yatakoysun, babası hırsla “Sizlere okulda bunları mı öğretiyorlar “ diye azar çekmeye devam ediyordu. Cam gibi parlak o gözler doldu, ağlamaya yön tuttu. Ali Rıza evdeki mutlak otoritenin babası, değiştirebileceği tek şeyin kendisi olduğunu sonunda anlamıştı. Ah Ali Rıza… Sabahın erken saatlerinde işe gitmek için otobüs durağında bekledi. Şu köşedeki manavdan domates salatalık aldı. Kaldırımda yürüdü. Evinde televizyon izledi. Bir kooperatife yazıldı. Dört kapılı bir otomobil aldı. 47 Artık düşünmüydu. O işi çocuklarına bırakmıştı. SESSİZLİĞİN ÇIĞLIĞI Özlem Tüm Sabah saatleri gelen haberle kendimizden geçtik. Bütün gece uyuyamamıştım, yine gözlerime uyku girmemişti. Sabaha karşı dalmış olmalıyım. Çalan telefonları duyamayacak kadar kendimden geçmiştim. Geceleri sokak lambasıydı, tek arkadaşım. Sırdaşımdı. Sessizdi ama ışıl ışıldı. Beni hiç yalnız bırakmazdı. Ne yaz ne kış ne sıcak ne soğuk, hep benimleydi. Gece çalan telefonu duymadım. Sabah gözlerimi açtığımda güneş içime işlemişti sanki. Gerindim güneşi içime çektim, bacaklarımı kollarımın arasına aldım, yatakta yuvarlandım. Saatin kaç olduğunu umursamaksızın gerindim, uzadım. Kışın ayazında, esen rüzgârda, yağan yağmurda beni yalnız bırakmadım, ışıltın evime girdi. Sessizliğinle beni bana anlattın. Benim arkadaşım oldun, sessiz dostum oldun, en zor zamanlarımda sadece sen vardın. Gece uykusuzluğumda tek sen beni bırakmadın, sokak lambası. Neden bu gece uyuttun beni, Neden ışıldamadın, Neden yine yanımda olmadın. Nedenler bitmedi, Keşkeler cevap bulamadı. Sorular Tükenmedi. Kar tanesi dökülürdü, gökyüzünden sessizce. Rüzgârda savrulurdu, yolunu kaybederdi. Sen yol gösterirdin sen yol bulmamıza yardım ederdin. Bir gece yanımızda olmadın, Bir gece söndün. Bir gece beni benimle bıraktın Ve Ben Kayboldum... Ne kadar pürüzsüzdü her şey. NE KADAR PÜRÜZSÜZDÜ HER ŞEY Ayşegül Erkaymaz ŞİRKET HESAPLARI AŞKA ŞİRK KOŞMAKTIR Dışarıda sokaklar; içeride yüzün giderek beyazlaşıyordu.. Sokaklar kapanıyor, sen ölüyordun. Elimde nabzını hissedemiyordum. Göğüs kafesin inip kalkmıyordu. Ölmeni beklemiştim. Sağında omuz hizanda diz çöküp öylece bakıyordum. Ölüyorken değil belki ama ölmüşken ne kadar güzeldin. Dikkatimi dağıtan karanlık nesneler, kaybolun Bencil çıkarların kaba saba taraftarları dağılın Bir nesil ki bütün bir poetikasıyla, Kötülükte muhafazakar, iyilikte liberal ise Nereden koşarsa koşsun bundan böyle Şirket hesapları düpedüz aşka şirk koşmaktır. Ölü görmek değil de beni en çok ölüm görmek korkuturdu; bunu sen de bilirdin. Sen ölürken korkmadım ama. Başardım. Hayatımda ilk defa bir ölümden korkmadım: seninkinden. İsraftan, boş inançlardan, sen esirge kendini ey aklım Seçim sandığında piyangodan ,biber gazından ey halkım Tafra yapmayın bana sayın amirim tafra yapmayın Ivır zıvır derslerin masrafı, bitmez palavra… Yanına koşarken her hamleyi sıralamıştım halbuki. Önce C'ydi artık, sirkülasyonu sağlayacaktım. "Nasıl yapıyorduk kalp masajını? Hmm böyle.." -Üç al, iki öde, bir bedava Cambaza bak Abdülcambaz’a Üçe kapat, beşe sat, düşeş hesabı... Düştükçe düşüyoruz ta aşağıya Her zamanki gibi, hiçbir şey kafamda tasarladığım gibi gitmedi. Ben sağ yanına diz çöktüm. Elimi nabzına koydum; belli belirsiz radyal arter.. Yanağım burnunda gözüm göğsündeydi.. Olmadı.. Sonrasını yapamamıştım. Yanağımı yanağına koyup gözlerimi kapatmıştım. Nabzın kaybolmuştu ve sen giderek soğuyordun. Ey insanlığın zihninde değişmeyen müfredat Sen düzenli aidat ödeyen morgdaki kadavra Devşirme ne kitaplar devirdik Peş peşe nice padişahlar Paşalar devrilse de Putlarımız dimdik ayakta Hangi blokta bölük bölük bölünsek de Ne zaman sonraydı hatırlamıyorum, gözümü açtım. Bacaklarım uyuşmuş, karıncalanıyordu.. Göz kapakların açık kalmıştı. Her zaman söylerdim, gözlerin karanlıkta çok daha güzel görünürdü. Tıpkı, burada, yerde, şimdi olduğu gibi... Bacaklarımdaki, yukarı tırmanma yarışına giren karıncalara inat ayağa kalktım, pencereye yaklaştım. Kar her yeri kaplamıştı, artık girinti çıkıntı yoktu. Rahatlamıştım. Fetişizm bir kalp hastalığıdır Put kırayım derken Pot kırıcıları Yeterince tanıyor muyuz acaba ? Sadece kolumuz kanadımız değil Kalbimiz de kırıksa insanlığa bu gün 48 Köşe yazarları köşeyi dönse “Ayak takımı” ayaklansa ne yazar Asıl inkılap kalptedir. Cemal Öztürk 49