25.07.2016
Transkript
25.07.2016
1 Çağdaş Erdoğan: SÖYLEŞİ Geleceğe kanıt biriktiriyorum Haftalık haber gazetesi - 2.5 TL Sayı:111 25 - 31 Temmuz 2016 S:14 bas-haber.com OHAL Demokrasiyi korumak mı, bastırmak mı? Türkiye’yi şok eden 15 Temmuz askeri darbe girişiminden sonra, 21 Temmuz gecesi Cumhurbaşkanı’nın yaptığı açıklama ile tüm ülkede ilan edilen OHAL süreci toplumda yeni bir endişeye neden oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘endişeye mahal yok‘ mealindeki güvencesi ardından, Başbakan Yardımcısı Kurtulmuş’un “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni askıya aldık” açıklaması kaygıların artmasına neden oldu. 15 Temmuz MESUT YEĞEN Darbe, OHAL ve üç açmaz Travmayı aşmak için s03 FERHAT KENTEL OHAL’in sokakta her hangi bir sıkıntıya yol açmayacağını Fransa örneği ile izah eden Cumhurbaşkanı, uygulamaların özgürlükleri sıkıntıya sokmayacağını, sadece darbecilere karşı bir tedbir olduğunu söylerken, uygulanacak önlemlerin kapsamının bilinmemesi belirsizliğe yol açıyor. Hükümetin darbe girişimine ve artçı dalgalara karşı ilan ettiği OHAL koşullarını fırsata çevirip, muhalefeti bastıracağına dair kaygılar var. S:02 - 03 -04 - 05 s04 HAKAN TAHMAZ s08 Belirlilik ve belirsizlikler ABDULLUH KARABAY s07 02 MANŞET BasHaber SÖYLEŞİ 25 - 31 Temmuz 22016 OHAL ilanı Demokrasiyi korumak mı, bastırmak mı? Yeter Polat - Ahmet Özyeter - Dilan Almaz - M.Emin Kan - Kerem Ari T ürkiye’yi şok eden 15 Temmuz askeri darbe girişiminden sonra, 21 Temmuz gecesi Cumhurbaşkanı’nın MGK ve Bakanlar Kurulu sonrasında yaptığı açıklama ile 81 ilde ilan edilen Olağanüstü Hal (OHAL) uygulamaları toplumda yeni bir endişeye neden oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘endişeye mahal yok‘ mealindeki güvencesi ardından, Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş’un “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni askıya aldık” açıklaması ise tansiyonun yükselmesine neden oldu. İlan edilen OHAL’in her hangi bir sıkıntıya yol açmayacağını Fransa örneği ile izah eden Cumhurbaşkanı Erdoğan, olağanüstü uygulamaların vatandaşa yönelik olmayacağını, günlük yaşamı ve özgürlükleri sıkıntıya sokmayacağını sadece darbecilere karşı bir tedbir olduğunu söylerken, uygulanacak OHAL’in kapsamının bilinmemesi kamuoyunda belirsizliğe yol açıyor. Endişenin ana ekseninde ise, hükümetin darbe kalkışmasına ve artçı dalgalarına karşı ilan ettiği ve bu çerçevede meşruiyeti olan olağanüstü hal koşullarını fırsata çevirip, bunu baskıcı bir rejime evirerek muhalefeti bastırmaya çalışmasına dair kaygılar. TSK ve emniyet içerisinde tam ve mutlak kontrol sağlandığını iddia eden kesimler buna rağmen OHAL ilan edilmesini sorguluyor. Her türlü hakkın askıya alınması, günlük yaşamın aksamasını beraberinde getiren OHAL uygulaması itirazlara yol açıyor. Gazetelerin toplatılması ve 30 güne çıkarılabilecek gözaltı süreleri en önemli meseleler arasında sıralanırken, hükümetin ‘normal vatandaşlar OHAL’den zarar görmeyecek’ şeklindeki açıklamaları kaygılı kesimlerin endişesini savuşturmakta yetersiz kaldı. Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş’un “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni askıya aldık” açıklaması ise tansiyonun bir kez daha yükselmesine neden oldu. Operasyonların salt darbecilere değil muhalif tüm kesimlere yönelebileceği endişesi ile siyasi parti temsilcileri ve sivil toplum kuruluşları, hak ve özgürlüklerin teminat altına alınması yönünde çağrılar yapıyor. Erdoğan’dan demokrasi güvencesi Askeri darbe girişimi sonrası yapılan Bakanlar Kurulu toplantısından ardından MGK kararlarını açıklayan Cumhurbaşkanı Erdoğan, ‘darbe girişiminde bulunan terör örgütünün tüm unsurlarının süratle bertaraf edile-bilmesi için Anayasa’nın 120. Maddesi uyarınca 3 ay süreyle Olağanüstü Hal ilan edildiğini’ bildirmişti. Erdoğan’ın açıklamasının satır başları ise şöyleydi: “Bu uygulama kesinlikle demokrasiye, hukuka, özgürlüklere karşı değildir. Tam tersine bu değerleri koruma, yükseltme, geliştirme adınadır. Olağanüstü Hal ilanının amacı ülkemizde demokrasiye, hukuk devletine, vatandaşlarımızın hak ve özgürlüklerine yönelik bu tehdidi ortadan kaldırmak için gereken adımları en etkin ve hızlı şekilde atabilmektir. Milletimiz devletine devletimiz de milletimize sahip çıkmıştır. Demokrasi konusunda hiçbir vatandaşımız ve kurumun endişesi olmasın. OHAL bu saldırılardan onları koruma amacı gütmektedir. OHAL ilanının sadece ve sadece ülkemizin karşı karşıya bulunduğu terör tehdidine karşı gerekli önlemelerin alınmasına yönelik bir tedbir olduğunun altını çizmek istiyorum.” Ala: Türkiye’yi ele geçirdiğimiz hissi vermeyeceğiz Darbe girişimi ardından ordunun etkinliklerinin sivil irade tarafından kontrol edilmesi bağlamında da çeşitli düzenlemeler yapılacağı da bildirildi. Genelkurmay Başkanlığı’nın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanacağı açıklanırken, İçişleri Bakanı Efkan Ala da, “Jandarmayı kesinlikle tamamen İçişleri Bakanlığına bağlayacağız” dedi. Ala, Genelkurmay ve Milli Savunma Bakanlığı’nda da düzenlemelerin değerlendirileceğini söyledi. “Bu tek başımıza verebileceğimiz bir karar değil“ diyen Bakan Ala, “Güç temerküzünden kaynaklanan orayı ele geçirdiğinizde bütün Türkiye’yi ele geçirdiğimiz hissini vermeyeceğiz” dedi. Sadece Cemaat ve darbeciler mi hedefte? Hükümet durumdan faydalanıp muhalif dernek, vakıf ve eğitim kurumlarını hedefleyebilir mi? ‘Kurunun yanında yaş da yanacak’ yorumları yapan köşe yazarları, kapatma ve el koyma kararlarının hukuki çerçeve gözetilerek yapılması gerektiğine dikkat çekiyor. OHAL ilanı ardından kamuoyunda Cemaate yakınlığı ile bilinen 35 sağlık kurumu, 1043 özel öğretim kurumu, 1229 vakıf ve dernek, 19 sendika ve 15 vakıf yükseköğretim kurumunun kapatıldığı açıklandı. Resmi Gazete’de yayımlanan OHAL Kapsamında Alınan Tedbirlere İlişkin Kanun Hükmünde Kararname ile milli güvenliğe tehdit oluşturduğu tespit edilen “Gülen Cemaati kurumlarının” mal varlıkları, hazineye bedelsiz devredilecek, vakıfların her türlü taşınır ve taşınmazlarıyla, alacakları, hakları, belge ve evrakı Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne bedelsiz devredilmiş sayılacak. OHAL ilanını ve uluslararası sözleşmelerin bu bağlamda getirdiği hukuksal zorunluluğu akademisyen, yazar, STK temsilcileri ve siyasetçiler BasHaber’e değerlendirdi. Prof. Cengiz Aktar: OHAL’in nasıl idare edileceği belirsiz Fransa örneği doğru ancak, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin askıya alınmasını mümkün kılan 15. Madde 2.3.4/1 ve 7. maddeleri muaf tutuyor. Yani bunlardan feragat etmek mümkün değil. İlki hayat hakkı, diğeri işkenceyle ilgili, üçüncüsü kölelik ve zorla çalıştırma, sonuncusu da cezanın ulusal ve uluslararası mevzuata uyumu. Hükümetin bunlara riayet etmesi kolay gözükmüyor. Diğer taraftan, darbe bağlantılılara başlatılan soruşturma ile darbeyle ilgisi olmayan konularda iktidara muhalefet edenlere, mesela Orhan Kemal Cengiz’e yapılacak her türlü muamele işin özünü oluşturuyor. İktidar OHAL’i toplumu tamamen kontrol altına almak için mi kullanacak? Yoksa olması gerektiği gibi sadece darbeyi cezalandırmak için mi, bu belli değil. Doç. Bekir Berat Özipek: Hassas olunursa amaca ulaşılabilinir Hükümetin halka “meydanları terk etmeyin” çağrısı yapmasının, halkça açıkça dile getiremediği ciddi bir tehdit algısına ilişkin bir arka planı veya gerekçeleri olabilir. Bütün bunları göz önüne aldığımızda, OHAL ilan edilmesini beraberinde getiren süreci anlayabiliriz. OHAL anayasal bir kurum olarak hem hukukidir, hem de şartları oluşmuş ise ilkesel olarak meşrudur. Demokratik siyasi sistemler de, Fransa’da olduğu gibi, bazen bu yolu tercih etmek durumunda kalabilirler. Eğer OHAL uygulamasında, darbe tehdidinin kısa sürede ve bütünüyle bertaraf edilmesi için mücadele edilirken, aynı anda evrensel hukuk ve anayasal güvencelerden uzaklaşmama konusunda gerekli hassasiyet gösterilirse, demokrasiye hasar vermeden amaca ulaşılabilir. Prof. Fuat Keyman: 15 Temmuz’dan ders almak gerekir Olağanüstü bir dönemdeyiz, bir takım kararların çok hızlı alınması lazım. 15 Temmuz’ dan, eski dönemlerdeki OHAL’lerden dersler de alınması lazım. OHAL kararı hızlı bir şekilde uygulamaya sokulursa, toplumun belli kesimleri bundan etkilenmezse o zaman pek bir sorun olmayabilir. Eğer eskisi gibi uzarsa, uzadıkça odağından kaymaya başlarsa diğer kimlikler, diğer sorunlar yahut hak ve özgürlükler ile ilgili kısıtlamalar yaratmaya başlarsa o zaman sorunlu olur. Önemli olan Türkiye’nin bu darbeden ne ders aldığıdır. Mesela Kürd Meselesi, Alevi Sorunu temelinde düşündüğümüz zaman Türkiye ne kadar bu sorunların çözümünde uzaklaşırsa o kadar kendisini bu darbelere açık ve kırılgan hale getiriyor. Bu saptamanın doğru olduğunu da 15 Temmuz akşamı gördük. Başkanlık Sistemi tartışmalarının saldırı sürecinde parlamentonun darbenin püskürtülmesinde önemli rol almasından sonra değişik bir evreye geçtiğini düşünüyorum. Roni Margulies (Yazar): OHAL ile hukuken çıplağız OHAL hepimizin tüm demokratik haklarını engelleyen bir düzenleme. Mesele darbecilerin geri kalanını, silahlı kuvvetlerin içindeki darbe sevdalılarını temizlemekse, bunu normal hukuk ve yasalar çerçevesinde yapmak mümkün. Yakalarsın, mahkemeye sevk edersin. Devletin diğer kurumları içinde darbecileri destekleyen, suç işlemiş kişiler varsa, keza bunlara da hukuki yaptırımlar uygularsın. OHAL ilanıyla bir anda hepimiz hukuki açıdan çıplak bırakılmış oluyoruz. Sadece darbecilerle değil, düşman gördüğü herkesle uğraşmak istiyor ve uğraşırken hiçbir hukuki engel istemiyor. Her istediğini kolayca yapabilmek istiyor. Kürd illerinde zaten bir yıldır hiçbir hak, hukuk filan yok, şimdi aynı şey ülkenin tümü için geçerli. Abdüllatif Şener (AKP Eski Kurucularından): Ayrışma derinleşiyor OHAL hiç sorgusuz sualsiz hakim olanların istediği doğrultusunda birilerinin içeri atılmasına, hiç hakim karşısına çıkarılmadan günlerce haftalarca içeride tutulmasına yol açacak bir uygulamadır. 12 Eylül döneminde 3 yılda hakkında adli ve idari soruşturma yapılan memurların sayısı 18 bin civarında, şimdi bir haftada 50 bini çoktan geçtik. Ayrışma derinleşiyor, insanların birbirlerine karşı kin ve nefret duyguları derinleşiyor. Artık duygusal ayrışma sadece Kürd ve Türklükten kaynaklanan bir ayrışma olmaktan çıkmış. Yani öyle insanlar türemiş vaziyetteki darbeci kovalamak yerine tüm muhalefeti kılıçtan geçirmeye niyetlenmişçesine yazılan tweetler, mesajlar görüyorum. Ben Güneydoğu’da meydana gelen hadiselerle bağlantılı operasyonlar sırasında da en çok duygusal ayrışma yaşıyoruz diye endişe MANŞET BasHaber 25 - 31 Temmuz 2016 3 SÖYLEŞİ duyuyordum. Yani öyle insanlar türemiş vaziyetteki darbeci kovalamak yerine tüm muhalefeti kılıçtan geçirmeye niyetlenmişçesine yazılan tweetler, mesajlar görüyorum. Abdurrahman Kurt (Eski AKP Mv.): Halk iradesinin çalınmasına karşı OHAL ilan etti Bu sefer halk darbeye karşı olduğunu ilan etti ve iradesinin çalınmasına karşı OHAL ilan etti. Ki o darbeciler dediğimiz şey yerel güçler değil, kimliklerinde TC yazsa da neticede bağlı oldukları derin gladioların olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu derin gladio operasyonu içerisinde CIA’ den önemli bir kesim de bulunuyor. Fetullah Gülen Cemaatinin öncülük ettiği bir konsorsiyum bu ve bunlar halkın iradesini çalmak istedi. Burayı Suriye’ye çevirmek isteyenlere halk bugün OHAL ilan etti. Bu sinsice planlanmış tuzağın içerisinde hiç beklemediğimiz insanların çıkabildiğini görüyoruz. Dolayısıyla böyle bir OHAL’in zorunlu olduğunu hep beraber görüyoruz. Bu bir mücadele, çünkü emperyalist güçler Ortadoğu’yu kendi iradesine bırakmak istemeyecektir ve Allah’ın izniyle bu sefer emperyalizmin yenilecek. Prof. Erol Katırcıoğlu: 81 ilde OHAL ilanı abartılı OHAL yönetiminin kabul edilmiş olması çok abartılı ve maksadı aşan anlamlar taşıyor. Evet, bir darbe girişiminde bulunuldu ama devlet yetkililerinin söylediğine göre, anladığımız kadarıyla kontrol altına alındı. Nitekim 50 bine yakın devlet personelinin işine son verildiğinden gidersek eğer bunlar FETÖ diye tabir edilen örgütün üyeleri iseler zaten burada bir temizlik yapılmış demektir. Her ne kadar iktidar partisinin yetkilileri ifade etmeye çalışıyorlarsa da “halka bir şey olmayacak” diye, ama bütün bugüne kadar kazanılmış hakların, bireysel hakların askıya alınmasını dahi içeren uygulamanın bizleri nereye götüreceği konusunda kuşkular var. Yaşar Yakış (Eski Dışişleri Bakanı): Bu OHAL farklı Maalesef geçmişteki OHAL uygulamalarından Türkiye çok çekti. Fakat bir askeri darbeden sonra gelen OHAL uygulanmasının şaşırılacak bir tarafı yok. Bu sefer farklı bir durum var: Askeri hedef alan, esas muhatabı askeriye olan bir olağanüstü hal olduğu için yetkiler daha çok sivil yönetimde yani valilerde olacak. Valilerin bu işi yürütüş tarzı geçmişte askerlerin yürüttüklerinden daha iyi olacak mı onu zamanla göreceğiz. Burada ilgi çekici şey vakti ile Ergenekon davasında Gülencilerin gadrine uğrayıp hapis yatan generaller ile Gülenci olduğu ileri sürülen insanlar bu askeri darbeyi birlikte yapmışlar. Genelkurmay Başkanımızın Başyaveri’nin söylediklerinden anlaşılıyor. Geçmişte birbirlerine çok zararları dokunmuş olan iki kesim bir araya gelerek bu askeri darbeyi gerçekleştirmiş oluyor. Avni Özgürel (Gazeteci): Sayın Erdoğan ve Sayın Başbakan’ın sözlerini teminat olarak alacağız Önemli olan bir kararım mahiyeti değil nasıl uygulandığıdır. Bazen öyle bir OHAL uygulanır ki herkes feraha erer bazen öyle bir OHAL uygulanır ki herkesin canı sıkılır. O yüzden burada Sayın Erdoğan ve Sayın Başbakan’ın sözlerini teminat olarak alacağız. Ben bu OHAL durumunun 3 ayda biteceğine inanmıyorum. Fransa bitiremedi biz nasıl bitirelim. Sonuçta bu devlet güvenliği ile ilgili o yüzden çok daha uzun sürecektir. Bizim zihnimizde OHAL denince 90 ‘lı yıllar canlanıyor o yüzden tedirgin oluyoruz. Ama zaten Cumhurbaşkanı da öyle olmayacağını anlatmaya çalışıyor. Fettullah Gülen ve ekibinin devletin her kademesinden temizleneceğine inanıyorum zaten o yüzden bu kadar uzun sürer diyorum. Binlerce kişi göz altına alındı, görevden uzaklaştırıldı demek bir şey ifade etmiyor, çünkü o insanlar normal şartlarda idare mahkemesine başvurup karşı dava açar ama OHAL ‘de böyle bir şey yapamazlar. Zaten OHAL’in en önemli yanı, davaların hızla sonuçlanması ve kanun hükmünde olmasıdır. Bu bağlamda önemli olan şu, OHAL ‘in verdiği yetkiler sulandırılıp insan hakları ihlali ve keyfi uygulama-lar yapılır mı? Yetkili ağızlardan çıkan sözler var bizde bu sözlere inanmak durumundayız. Orhan Gazi Ertekin (Hakim): OHAL’in Cemaatle ilgisi yok Olağanüstü hal ilanının askeri ayaklanmanın bastırılması ve Cemaatin kalkışması ile bir alakası yoktur. Cemaatin “askeri ayaklanması” zaten bastırılmış durumda. Fakat, hükümet, askeri ayaklanma sürecindeki kurumsal zayıflığını açıkça gördü. Böyle bir saldırı karşısında kurumsal dinamiklerin kendi dışında ilerlediğini de fark etti. Nitekim, ayaklanma, ordu başta olmak üzere kurumlar içindeki milliyetçi-ulusalcı-Kemalist grupların sayesinde başarısız olmuştur ve yeni müttefikleri karşısındaki bu “borç” hükümeti ciddi bir gelecek kaygısı içerisine taşımış bulunuyor. Ayaklanma sürecinde hükümet ordunun ulusalcı grubuna, merkez medyaya ve geleneksel siyasal partilere olan “borcunu” gördü. Her borç hükümeti kendi bağımsız varlığı ve geleceği konusunda kaygıya düşürür kuşkusuz. Özetle: Hükümet, olağanüstü hali, zaten yenilmiş olan Cemaatin tasfiyesi için ilan etmiyor. Tersine, kendisini yeniden örgütlemek kurumsal zayıflığını telafi etmek için ilan ediyor. Başka deyişle, biraz da bugünkü milliyetçi-ulusalcı-Kemalist müttefikleri için ilan ediyor. OHAL, geniş bir kitlesel mobilizasyon ile kurumsal bir reorganizasyonun üzerine oturuyor ve bu haliyle de devlet içindeki müttefiklerin değil AKP’nin çıkarlarına denk düşüyor. Fehmi Koru: Yine Takrir-i Sükûnu tartışıyoruz Her ülke için kötüdür darbeler. Darbe yapılır… Veya darbe girişiminde bulu-nulur ve girişim akim kalırsa. Ülkenin dengeleri her iki durumda da bozulur. Bu işin uzmanları, “En zor dönem, darbeye maruz kalmış ülkeler için, hemen sonrasıdır” tespitinde bulunuyorlar. Darbeciler ve darbe severler, giriştikleri menfur eylemle, birkaç on yıl geri bıraktıracak bir maceraya sürüklediler ülkemizi; buna hiç kuşku yok. 1960’dan başlayarak 2007 yılındaki e-muhtıraya kadar geçen sürede, siyasi hayata yapılan her askeri müdahale, Türkiye’ye çok değerli vakit kaybettirdi; ‘e-muhtıra’ya direniş ise güzel ve yeni bir döneme kapıları araladı. Hep ileriyi kollar ve demokrasiyi pekiştirme umutları taşırken şu halimize bakın; döndük dolaştık yine Takrir-i Sükûnu tartışıyoruz. 03 15 Temmuz MESUT YEĞEN Öncekiler kadar sinsi, öncekiler kadar pervasızdı. Öncekiler kadar gaddar da. Öncekilerden farklı olarak beceriksiz ve sakildi. Siyasetçiler ve kalabalıklar kararlı bir biçimde direnince hızla beceriksizleşip, sakilleşti, daha doğrusu. Böylece, darbeler ya gerçekten sona erdi ya da en azından büyükçe ve süreklileşecek bir iç çatışma riskini göze almadan darbe yapmanın imkansız olduğu ortaya çıktı. Her büyük siyasi olay gibi 15 Temmuz da bazı şeyleri belirginleştirirken başka bazı şeyleri bulanıklaştırdı. 15 Temmuz’la beraber Türkiye siyasetinin kimi yanları eskisine göre daha netken, kimi yanları eskisinden de bulanık. Belirginleşen, netleşen ilk yan cemaatin hacmi ve akıbetiyle ilgili. 17-25 Aralık’ta, HSYK seçimlerinde biraz anlaşılmıştı ama 15 Temmuz Gülen Cemaati’nin operasyonel kapasitesinin ne kadar büyük ve ürkütücü olduğunu gösterdi. Öte yandan, 15 Temmuz cemaatin akıbetini de tayin etti. Daha doğrusu 15 Temmuz’da cemaat akıbetini kendisi tayin etti. Cemaat 15 Temmuz’da intihar etti. 15 Temmuz’un polisiye fotoğrafı henüz netleşmediğinden kalkışmanın bütünüyle bir cemaat prodüksiyonu olup olmadığı şimdilik belirsiz. Ama bu belirsizlik halinde bile şunu tespit etmek mümkün görünüyor: TSK’nın önemlice bir kısmı 28 Şubat havasından uzak ve darbe işlerinin akıbetine dair daha gerçekçi bir vizyona sahip. 15 Temmuz’un netleştirdiği başka bir iş de Türkiye siyasetinin partiler ve siviller kısmına ilişkin ve hayırlı bir duruma işaret ediyor. Kalkışmanın ilk saatlerinden itibaren hem siyasi partilerin hem de yurttaşların bu zelil duruma itibar etmediği belli oldu. Darbenin hedefindeki Erdoğan’ın ve Ak Parti hükümetinin destekleyicileri aktif olarak darbeye direnirken, darbecilerin sokağa dökülmesini umduğu kalabalıklar darbeden heyecan duymadı ve destek vermedi. Hem de sosyal medyada yapılan onca kışkırtmaya, onca dedikoduya rağmen. Son senelerin gerilimli havası düşünüldüğünde bu durumu kıymetli bir gelişme olarak kaydetmek gerekiyor. 15 Temmuz’la beraber netleşenler olduğu gibi bir de belirsizliğini koruyanlar ve yeni belirsizlikler var. Yeni belirsizliklerin ilki 15 Temmuz darbesinin yarattığı kolektif kabarma halinin Erdoğan’ın kızıl elması başkanlığa erişmek ya da daha otoriter bir siyasi durum tesis etmek için kullanılıp kullanılmayacağıyla ilgili. 15 Temmuz, darbeye verilmeyen toplumsal desteğe bakılıp Türkiye siyasetinde yeni fırsatların, yeni uzlaşmaların vesilesi olarak mı kullanılacak, yoksa 15 Temmuz’a karşı gösterilen güçlü toplumsal dirençten kuvvet alınıp, “dem bu demdir” denilerek başkanlık ya da daha otoriter bir Türkiye işinin peşine mi düşülecek? Türkiye siyasetinin en önemli belirsizliği de budur. Erdoğan’ın şimdiye kadarki üslubu ilk ihtimali kuvvetli kılsa da, yaşanan tecrübenin dramatikliği ikinci ihtimalin kıymetinin idrak edilmesine vesile olabilir. İkinci belirsizlik Kürd meselesinin akıbetiyle ilgili. Cemaati devletten temizlemenin verdiği güven Kürd meselesinde çözüm işlerine dönmek için vesile mi edilir, yoksa hükümet etrafındaki desteğin büyümüş ve pekişmiş olması Kürd meselesinde daha sert bir siyaset için araç mı kılınır? Türkiye siyasetinin ikinci önemli belirsizliği de bu. Burada da ilk ihtimal daha kuvvetli görünse de yaşanan tecrübenin korkunçluğu Kürd meselesinde aklıselimin önünü açacak bir etki de yapabilir. Son bir belirsizlik de uluslararası siyasetle ilgili ve az önemli değil. 15 Temmuz, kimi Ak Parti mensuplarının düşündüğü üzere bütünüyle bir Batı komplosu olarak kodlanıp uluslararası ve bölgesel siyasette NATO ve AB harici bir pozisyonun mu peşine düşülür, yoksa hem Türkiye’nin hem de başkalarının gücünü kuvvetini gerçekçi bir biçimde tanıyan dengeli bir siyasete mi meyledilir? Bir önemli belirsizlik de bu. Ak Parti’nin kimi isimlerine bakılacak olursa Türkiye hızla Avrasyacılığa çekilecek gibi görünürken, Erdoğan’ın ve Başbakanın açıklamaları daha dengeli bir tutum alınacağını gösteriyor. 15 Temmuz bir büyük siyasi olay olarak kimi siyasi ihtimalleri tarih kılarken, yeni ihtimalleri sahneye davet etmiş bulunuyor. Hülasa, hayat da siyaset de devam ediyor. Hepimiz için. 04 MANŞET Travmayı aşmak için FERHAT KENTEL Twitter vasıtasıyla paylaştığım ve darbeye karşı geliştireceğimiz tavrın barış mı yoksa otoritarizm mi olacağını sorguladığım “Bıçak sırtı” başlıklı yazım üzerine bir okur “Çok önemli tespitlerdi ancak bence henüz zamanı değildi! Şu anda bu milletin açığa çıkmış en az yüz yıllık olan acısını yaşamaya ihtiyacı var” demiş... Gayet anlaşılabilir bir kaygı. Evet bu toplum çok çekti. Zaten geriye dönüp baktığımda, neredeyse dönüp dolaşıp en çok yazıya döktüğüm konulardan biri tam da bu acılarımız ve travmalarımız. Bir türlü bitmeyen, daha birisi iyileşmeden başka bir travma katmanının eklendiği bir toplumdayız. Katmer katmer bir yaralı hal yani.. Ama işte tam da bu sebeple, kaybedecek zamanımız yok; bekleyecek halimiz yok. Bir an evvel iyileşmek için, biraz geriye çekilip “ne yapıyoruz biz?” demediğimiz sürece yeni acılar yaşayacağız... Çünkü acılar ve travmalar bu toplumdan üremeye ve beslenmeye devam edecek. Bu memlekette herkesin acısı var. Bütün darbeleri tekrar hatırlatmaya gerek yok. Daha topu topu yirmi yıl önce Güneydoğu’da Kürd vatandaşların yaşadıklarını, basılan evlerden babalarının, ağabeylerinin götürüldüğünü gören küçücük çocuklarda yıllarca geçmeyen ve onları hayattan koparan travmaları düşünelim. Kürd bölgelerinde, OHAL altında, asit kuyularında kaybedilen, yemedikleri pislik, dipçik ve küfür kalmayan insanlara bugün Boğaz köprüsünde, Çengelköy’de, Vatan caddesinde, Acıbadem’de, Ankara’da tank, tüfek, helikopter mermilerinin parçaladığı insanlar, üzerlerinde askeri jetlerin cayırtıları ve patlamaları çökmüş çocuklar eklendi. İşte bugün, memleketin geçmişten bugüne; Doğu’dan Batı’ya; Müslüman’dan Hıristiyan’a, Sünni’den Alevi’ye, solcudan sağcıya, bagajında öfke, nefret, acı, yara bere birikmemiş insan yok. Yani aslında biraz düşünecek olursak, Doğu’nun acısı Batı’ya; Batı’nın acısı Doğu’ya artık yabancı değil... Ama gene acıklı bir şekilde, kimlikleşerek ve gücün kuytusuna yerleşip, güvenli bölgelere yerleşenlerin ürettikleri öfke dili, “kendiminkinden başka acı, kendiminkinden başka kahramanlık tanımam!” diye bağırıyor. Acıları olanlar, eğer birbirlerini dinlemezlerse, acılarının acısını başkasından çıkarmaya devam edecekler. Keşke hayatın bu kadar “siyah ve beyaz” diye bölünmediğine ikna olabilsek. Keşke Bolşevik devrimindeki gibi “kızıllar” ve “beyazlar” ikilemine düşmesek... Darbecileri mahkum ederken, “bizden olmayan insanlar”a darbeci etiketini yapıştırmasak... Keşke darbecilere karşı mücadele eden insanlara “gerici” etiketini yapıştırmasak... Unutmayalım; kimse bizim gibi olmak zorunda değil. Kimseye “benim gibi konuşmak zorundasın” deme hakkımız yok. Unutmayalım; faşizm sadece başkalarını susturma rejimi değildir; başkalarına kendi istediğini söyletme rejimidir. Oysa belki de ilk defa gerçekten çok önemli bir fırsat yakaladık. Korkunç bir darbe girişimi, kendilerini feda eden genç-yaşlı, kadın-erkek insanlar sayesinde önlendi ve hayal edemeyeceğimiz kadar başka korkunç sonuçlara gelmeden, “darbecilik” hakkında konuşabilir hale geldik. Çünkü, bundan önceki her darbeye karşı çıkan cesur insanlara rağmen, çok büyük çoğunlukların, korkuyla nasıl sessiz kaldıklarını hatırlayalım. Şimdi bütün bu toplumsal birikimlerin üzerindeyiz. Bütün tarafgirliklerimize, cemaatçiliklerimize, particiliklerimize rağmen, hepimiz hem kendi hem de başkalarının tecrübelerinin ürettiği bir kültürel, siyasal sermayemiz var. Hem kendi tarafımızda, hem de başkalarının tarafında korkunç otoriter, tekçi, kimlikçi ve bağnaz demir çekirdekler var. Ama aynı zamanda hem kendi tarafımızda, hem de başkalarının tarafında muhteşem demokratik ve özgürlükçü bir ruh var. İşte böylesine kıymetli bir zamandayız. Ve şimdi toplumu kana bulayan ve travmalarını derinleştiren darbecilere gereken cezayı verip, kim olursak olalım, içimizdeki faşizmleri kontrol altına alıp, iyi ruhları buluşturup, iyileştirmekten başka bir çaremiz yok. BasHaber SÖYLEŞİ 25 - 31 Temmuz 42016 MANŞET BasHaber 25 - 31 Temmuz 2016 5 SÖYLEŞİ OHAL Kürdleri ezecek mi? T-KDP Genel Başkanı M. Emin Kardaş: Bu OHAL eskisi gibi olmayacak Kürdler için birçok şey değişmeyecektir. 1978’lerden 2000’li yılların başlarına kadar Kürdistan’da OHAL vardı. Biz OHAL’e alışığız, bize yabancı bir durum değil. Önemli olan insan hakları açısından ne getireceğidir. Bu darbe girişimi başarısız olduğu için ben insan haklarının şiddetle çiğneneceğini sanmıyorum. Halkın demokrasi taleplerini ve toplumu baskı altına almayacaklardır. Tahminime göre bu defa ki OHAL eskileri gibi olmayacak. Kürdler açısından bakarsak olumlu bir şey görünmüyor. PSK Genel Başkanı Mesut Tek: OHAL’i iyi biliyoruz OHAL ile bazı demokratik hakların önü kesiliyor. OHAL bazı güvenlik gerekçeleri için , asayişin sağlanması ve bazı hak ve özgürlüklerin kısıtlandırılmasıdır. OHAL’in ne olduğunu iyi biliyoruz. Kürdlerin askeri darbeye karşı olması iyi bir şey. Bu hükümete destek vermek değil ilkesel bir duruştu. Siyasi sorunların çözümü siyasal yollarla olmalıdır. Darbelerle ülke sorunları çözülemez. Kürdler darbelere karşı çıktılar, Kürd parti ve örgüteri darbelerin bir daha yaşanmaması için Türkiye’de demokratik bir sistemin olmasını hep istediler. Kürd meselesi çözülmezse Türkiye’de militarizm güçlenecek ve darbe riski her zaman olacaktır. PAK Genel Başkanı Mustafa Özçelik: Kazanımlar elden gidecek OHAL’leri yaşadık, biliyoruz hem OHAL’lerin hem de darbelerin esas mağdurları her zaman Kürdlerdir. Hükümet ve Cumhurbaşkanı amaçlarının şuan sadece darbe yapanlar olduğunu, demokrasi ve özgürlükleri engellemek olmadığını söylüyor. Maalesef ki OHAL hayata geçirilirse tüm ka-zanımlarımız, tüm hak ve özgürlüklerimiz elimizden gidecek. Bundan dolayı darbelere karşıyız ve demokrasilerde bu yollarla çözümler elde edilemez. Bu mesele hak ve özgürlükler meselesidir, demokrasi ve özgürlüklerin arttırılması çözümdür. Kürd meselesinin çözümü konusunda adım atılmadığı sürece her zaman darbeler olacak ve OHAL’ler ilan edilecektir. HAK-PAR Genel Başkanı Refik Karakoç: OHAL sonlandırılmalı OHAL’in hayata geçmesinden sonra insan hakları çiğnenecektir. Günlük yaşam, rahatça sokağa çıkmalar engellenecektir. OHAL ilan edilince her şey polis kontrolüne girer ve onlarda kendi keyiflerine göre davranabilir. Daha 15 Temmuz sonrasında Türkiye önceki OHAL’lerde çok kötü şeyler yaşandı, biz buna karşıyız. Uluslararası hukuka göre ve demokrasi çerçevesinde bu darbeye kalkışanlar yargılanabilir, suçlular cezalandırılabilirdi, bunlar mümkündü. Bu karar alınmamalıydı ama alındı. Biran önce sonlandırılmasını istiyoruz. ÖSP Genel Başkanı Sinan Çiftyürek: Fiili OHAL vardı Hükümet darbeyi kim yaptı, kimler içinde yer alıyor onu tespit etmeye çalışacak ama sonra Kürdlerin özgürlük taleplerine, solculara ve demokratlara dönecektir. Zaten Cizre, Sur gibi yerlerde fiili bir OHAL vardı ve devam ediyor. Hükümete göre insan haklarına ve Kürd meselesiyle alakalı olmadığı söyleniyor, ancak bu kandırmadır. Sonra bu OHAL Kürdlerin mücadelesine ve demokratlara yönelecekler. Bu güne kadar her darbe Kürdlere karşı yapılmıştır. Bu OHAL’de de bu olacaktır. Başka bir durum da bu darbe me-selesinin, Musul Operasyonu ve Rojava ile ilişkisi nedir, ne değildir ortaya çıkarsa o zaman herşey daha iyi anlaşılacaktır. Devletin OHAL’i Türkiye’deki iç siyasi meselelerde mi yoksa sınırdışındaki gelişmeler için mi kullanacağı ortaya çıkacaktır. PDK-Bakur Başkanı Sertaç Bucak: Darbelerden Kürdler zarar gördü Bu gün açıklanan OHAL ile eski dönem OHAL’lerinin aynı olmadığını söyleyebiliriz. Bazı şeyler var ki o dönem gibi sert ve şiddetli değil ama yine de adı üstünde OHAL. Benim tek isteğim bu durumda hukukun dışına çıkılmamasıdır ve hukukun ayaklar altına alınmamasıdır. Bu güne kadar ben birçok askeri darbe gördük ve hepsinden de Kürdler zarar gördü. Şimdi hükümet “paralel yapı“ ile mücadele adıyla OHAL ilanına başvurdu. Kürd meselesi siyasal demokratik ve eşitlik temelinde çözülmezse her zaman askeri darbe riski olacaktır. Bu durumda Kürdler açısından olumlu bir şey olacağını sanmıyorum. Azadi Genel Sekreteri Sıtkı Zilan: Kürdler için zorluklar olacaktır Bu tür durumlar her zaman zorlukların çıktığı dönemlerdir. Biz yine de Türkiye’nin büyük bir tehlike atlattığını söylüyoruz. Yetkililer OHAL’in halka karşı çıkarılmadığını belirtiyor. Bu durumun sadece darbeye yeltenenler için geçerli olduğunu söylüyorlar. Bu tür durumlar kötüdür ancak darbelerden de yüz kat daha iyidir. Geçmişte yaşanan tecrübeler darbelerin olduğu zamanlarda tehlikeli dönemler atlatılmıştır. Kürdler için zorluklar mutlaka olacaktır. Mustafa Özçelik Refik Karakoç M. Emin Kardaş Sinan Çiftyürek Sıtkı Zilan Sertaç Bucak Mesut Tek 05 BİLAL SAMBUR STK’lar endişeli Diyarbakır Barosu Başkan Vekili Ahmet Özmen: OHAL herkesi etkiler Olağanüstü hal hem mevzuat gereği normal bir rejim açısından insan haklarına dair bir sınırlamalar getirilecektir. Mevzuatın dışına da çıkılırsa insan hakları ihlalleri gerçekleşir. Temennimiz hukuk içerisinde hareket edilerek bir an önce bu kaotik ortamın sonlandırılmasını ve olağanüstü halin kaldırılarak hayatın normalleşmesidir. Olağanüstü bir rejim herkesi etkiler. Bu uygulamalar mevzuat gereği tüm Türkiye toplumunda her bir bireyi etkileyecektir. Bu nedenle derhal normalleşme sürecine geçilmeli ve bu kaotik ortamın atlatılması ve olağanüstü halin kaldırılıp normal rejime dönülmesi temennimizdir. DİTAM Başkanı Mehmet Kaya: Kürdler de mağdur olacak Bugün açıklanan OHAL ile geçmişte de 90’lı yıllara benzetmemek lazım. Mevcut OHAL’in bölgedeki çatışmalı süreçte daha fazla hak ihlali yaratacağı endişesi yok toplumda. Bu OHAL’in temel amacının devlet içerisinde yapılanmış olan Cemaat’e yönelik bir uygulama olduğunu biliyoruz. Türkiye genelinde Cemaat ile ilgili atılacak olan adımlarda Danıştay ve Yargıtay gibi alanları bypass etmek için çıkarıldı. Çözümü OHAL’de aramak yerine, sorunu hukuk çerçevesinde darbecilerin cezalandırılması, suça karışmamış insanların ise korunması ve bir şekilde topluma kazandırılması daha doğru olur. OHAL Türkiye’nin genelinde uygulansa bile, burada iki mağduriyet çıkacak. Biri Cemaate yakın duran ancak bu işle çok ilgisi olmayanların mağdur edilmesi, ikincisi de Kürdistan’da özellikle sivil toplumun, sivillerin yaşayacakları hak mağduriyetleri ön plana çıkacak. Yani Kürdler de bu süreçte mağdur olacak-lar. TİHV Genel Sekreteri Metin Bakkalcı: Yasama, yargı devre dışı Türkiye deki yasama organını yani TBMM de devre dışı kalacak. Bir yandan yargı bir yandan yasama organını devre dışı bırakan bütünüyle siyasi iktidarı sonuç olarak bütün yetkiyi toplayan bir uygulamanın doğası gereği demokratik bir ortamın açılması uygun değil. Sonuç olarak demin andığım gibi hukukun üstünlüğüne dayalı bir adil yargılama süreci ile suçluların cezalandırılması zaten hepimiz tarafından sadece bugün değil bugüne kadar her zaman arzu edilen bir şeydir. Buradaki kritik kavşak bunu olağanüstü hal kanunlarıyla mı yapacaksınız yoksa bu ülkede barış içinde özgürce yaşayabilme ortamını hep beraber oluşmasını özen göstererek mi yapabilecek misiniz sorusudur. Diyarbakır Mazlum-Der Başkanı Ali İhsan Gültekin: İhlaller olacak OHAL geçmişte insan hak ve hürriyetleri alanından ciddi problemler meydana getirmiştir. Bir hassa bu dönemde yaşanan keyfilikler hukuksuzluklar ortada dolayısıyla yeni bir OHAL ilanı bu hukuksuzlukların güvencesi olacaktır. Bu noktada endişeleniyoruz. Yani OHAL’in Batı ile Doğu arasında ciddi bir farkın olacağını düşünüyorum. Özellikle buraya ön yargılı bakışlar OHAL’de daha da sertleşebilir, bunu geçmişte gördük. Dolayısıyla Kürdlerin bu anlamda çokça ciddi sıkıntıyla karşı karşıya kalacağını düşünüyoruz. Batı’da malum paralel devletin uzantılarını etkileyecek fakat bizim burada paralel devletin uzantılarını etkilemekle kalmayacak, herkes zan altında kalacak ve ciddi sorunlara neden olacak. Diyarbakır İHD Başkanı Raci Bilici: Bölgede zaten OHAL var Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini askıya alan ve vatandaşların ciddi anlamda mağdur edileceği bir uygulama. Kürdleri pek etkileneceğini düşünmüyorum. Kürdler zaten öteden beri olağanüstü bir rejimle yaşıyor. Son bir yıldayaşananlara baktığımızda olağanüstü halin getireceği uygulamaların çok ötesini yaşamış. Ciddi anlamda ihlaller yaşanmış, sokağa çıkma yasakları uygulanmış, toplantı ve gösteriler yasaklanmış, ifade özgürlüğü engellenmiş, işkence ve kötü muamele olmuş, çok sayıda infaz gerçekleşmiş, kadına yönelik, gençlere yönelik, doğaya olsun bir bütün olsun bir baskı söz konusu. Şimdi burada olanlar olağanüstü halin çok çok ötesinde. Dolayısıyla olağanüstü hal rejimi bana göre bundan daha vahim bir şey getirmeyecektir. 15 Temmuz’da Türkiye tarihinin çok kritik bir anı yaşandı. Darbenin başarısız olmasından sonra Türkiye’de güvenlik, yargı, üniversite, eğitim ve dış politika başta olmak üzere her alanda radikal değişimlerin gerçekleşeceğini öngörebiliriz. 15 Temmuz’dan sonra hiçbir şeyin aynı olmayacağını, Türkiye’nin eski Türkiye olmayacağını öngörebiliriz. 15 Temmuz sonrasında ülke genelinde güvenlik sağlanıp darbe girişimi kontrol altına alınmıştır. Hükümet, ordu dahil bütün kurumlara ve alanlara hakim durumdadır. İlk beş gün içinde elli bin kişinin orduyla, milli eğitimle, yargıyla, istihbaratla, polisle ve diğer kurumlarla olan ilişkisi kesilmiştir. 15 Temmuz gecesi yaşanan kabus, planlı, sistematik ve profesyonel bir darbe girişimidir. 15 Temmuz’da yaşananların, darbe olmadığını, bunun bir tiyatro olduğunu söylemek, bir zihin iğfalinden başka bir şey değildir. Olan bitenin adının tam olarak darbe olarak konulması gerekmektedir. 15 Temmuz’da bütün Türkiye, darbeye karşı demokratik direnme hakkını kullanmıştır. Türkiye ve Ortadoğu tarihinde ilk defa kanlı bir darbe girişimi, toplumsal direniş tarafından bastırılmıştır. 15 Temmuzla, Ortadoğu’da halksız darbe girişimlerinin artık zorlaştığını söyleyebiliriz. FETÖ, 1960’lı yıllardan beri toplum ve devlet içinde sistematik olarak örgütlenmektedir. Ordu içinde oluşturduğu yapılanmanın darbe yapmak suretiyle Türkiye’yi işgal edecek güce erişmesi, herkesi dehşete düşürmektedir. OHAL ilanıyla FETÖ ile mücadele etmenin çok radikal bir şekilde devam edeceğini ve FETÖ’yü tasfiye etmek için sistematik, sürekli ve planlanan bir politika ile sürdürüleceğini öngörebiliriz. OHAL uygulamasıyla, güvenliğin her şeyin önüne geçtiği görülmektedir. 15 Temmuz, Gülen cemaatine altın vuruş olarak nitelenirken, toplum, bunu affedilmez ve unutulmaz bir hainlik olarak değerlendirmektedir. FETÖ, sadece bu ülkeye değil, bütün Ortadoğu’ya ve İslam dünyasına yabancılaşmış durumdadır. FETÖ’nün ordu, emniyet ve istihbarat başta olmak üzere birçok devlet kurumuna yerleşmesinden dolayı, bu örgüte paralel devlet yapısı denilmektedir. Bu yapının birçok siyasal partiyi kontrol etmek için müdahalede bulunduğuna dair tartışmalar sürekli olarak yapılmıştır. 15 Temmuz’dan sonra paralel devlet yapısı denilen FETÖ’nün topluma ve siyasete müdahale etmesinin bütün yolları kapanmış durumdadır. 15 Temmuz darbe girişimi, Türkiye’nin dış politikasında da ciddi sorunların oluşumuna yol açmıştır. 15 Temmuz darbe girişimi, Türkiye’de Amerika karşıtlığının gelişmesini sağlamış, halkın önemli bölümü darbenin arkasında Amerika olduğunu, darbenin değişik biçimlerde desteklendiğini düşünmektedir. Darbe girişiminin hemen arkasında Türkiye, Gülen’in iadesini istemiştir. Gülen’in iadesi, TürkiyeAmerika ilişkilerinde gerilimlere neden olacaktır. Darbe sonrasında Türkiye Rusya ile yakınlaşmış, Rus savaş uçağını düşüren pilotlar yakalanmış ve Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Putin arasında görüşme ayarlanmıştı. Türkiye, Rusya ile yakınlaşırken AB ile yeni gerilimli konuların ortaya çıktığı görülmektedir. Mülteci krizinde terör tanımı konusunda AB ile sorun yaşayan Türkiye, bu sefer idam uygulamasının geri getirilmesi konusunda yeni bir tartışma yaşayabilir. Türkiye, mevcut şartlar altında AB’nin idamın getirilmesiyle ilgili itirazlarını dinlemeyecektir. Kuruluşundan beri askerlerin etkin olduğu, hatta askerin devleti kurduğu söylenilerek Türkiye’nin bir askeri cumhuriyet olduğu sürekli olarak ifade edilmiştir. Kendilerini devletin sahipleri olarak gören askerler, şimdiye kadar dört defa darbe gerçekleştirdiler, iki defa da darbe teşebbüsünde bulundular, bir seferde e-muhtıra verdiler. 15 Temmuz darbe girişiminin halk tarafından başarısızlığa uğratılması, devletin esas sahiplerinin asker olduğu anlayışını yıkmıştır. 15 Temmuz’dan sonra Türkiye, paralel cuntanın sonunu getirdiği gibi, askeri cumhuriyetten, demokratik cumhuriyete geçiş için önemli bir imkanın oluşmasını sağlamıştır. 06 REFERANDUM BasHaber 25 - 31 Temmuz 2016 Hollande’den Barzani’ye destek mesajı KBY Başkanı Mesud Barzani’nin, hafta içinde Fransa Kalkınma Bakanı Andrea Vallini ve beraberindeki heyeti de Erbil’in Salahaddin kasabasında kabul ettiği bildirildi. KBY Başkanlık Divanı ofisinden yapılan yazılı açıklamaya göre, taraflar görüşme sırasında IŞİD ile mücadele, radikal fikirlerin ortadan kaldırılması ve Erbil-Bağdat arasındaki ilişkileri ele aldı. Barzani’nin KBY halkına yardım ve desteklerinden dolayı Fransa hükümeti ve halkına teşekkür ettiği özellikle zor günlerden geçtikleri bir dönemde Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande’ın Erbil ziyaretinin özel bir anlam taşıdığını ve bunu unutmayacak-larını söylediği kaydedildi. Fransa’nın Nice kentinde meydana gelen saldırıda hayatını kaybedenlerin yakınlarına başsağlığı dileyen Barzani, radikal grupların tüm tarafların düşmanı olduğunu ve dünya için tehdit oluşturmaya devam ettiğini vurguladı. Musul Operasyonu’na da değinen Barzani, kentin kurtarılmasından sonra bölgenin nasıl idare edileceği ve oradaki etnik ve dini unsurların haklarının garanti altına alınması için siyasi bir anlaşmanın gerekliliğinin altını çizdi. Fransa Kalkınma Bakanı Vanilli ise Cumhurbaşkanı Hollande’ın destek mesajını Barzani’ye iletmek için geldiğini ve ülkesinin terörle mücadele konusunda KBY’ye yardım etmeye devam edeceklerini belirtti. İngiltere Büyükelçisi’den Barzani’ye ziyaret KBY Başkanı Mesud Barzani, İngiltere’nin Irak Büyükelçisi Frank Baker ve beraberindeki heyeti Selahaddin’deki başkanlık konutunda kabul etti. KBY ofisinden yapılan açıklamaya göre, görüşmede; IŞİD tehdidi, radikal düşüncelere karşı alınması gereken tedbirler ve son dönemlerde Irak ordusunun IŞİD’e karşı elde ettiği başarılar gündeme geldi. Görüşmede ayrıca Musul Operasyonu’nun ele alındığı ve bölgedeki farklı etnik ve dini toplulukların korunması, bir daha benzer felaketlerin yaşanmaması için alınması gereken tedbirler ile siyasi taraflar arasında bir anlaşma imzalanması gerektiği konusunda hemfikir olunduğu ifade edildi. Açıklamada görüşlerine yer verilen İngiltere’nin Irak Büyükelçisi Frank Baker’in, ülkesinin bu konudaki düşüncelerini ifade ettiği belirtildi. İngiltere’nin AB’den ayrılmasının dış politikasına yapacağı etkilerin ele alındığı görüşmede, Irak’ın geleceği ve KBY ile ilişkileri de konuşulan konular arasındaydı. Öte yandan görüşmede görev süresi tamamlanan İngiltere’nin Erbil Başkonsolosu An-gus McKee, KBY Başkanı ve Hükümeti ile yaptığı iyi çalışmalardan duyduğu memnuniyeti dile getirdi. KBY- ABD Protokolü Referandum temasları hızlandı G Mehmed Salih Bedirxan eçtiğimiz hafta KBY- ABD arasında imzalanan askeri ve siyasi protokolün bağımsızlık temaslarını hızlandırdığı bildiriliyor. Haziran ayında bağımsızlık referandumunu görüşmeleri konusunda siyasi partilere çağrı yapan KBY Başkanı Mesud Barzani, Başkanlık Divanı’nın siyasi partiler ile görüşmeler yapacağını ve siyasi partilerin bağımsızlık referandumu için çalışmasını istemişti. Barzani’nin çağrısı sonrasında KBY Başkanlık Divanı Sözcüsü Fuad Hüseyin’in Kürdistan Yurtseverler Birliği (YNK) ve Goran Hareketi ile temaslara başladığı ifade ediliyor. Protokolde neler var? BasHaber’in Peşmerge Bakanlığı kaynaklarından aldığı bilgiye göre ABD-KBY Protokolü 20 yıl devam edecek. Ayrıca ABD’nin Kerkük, Erbil Duhok, Şengal, Halepçe ile Süleymaniye’deki karargâhları genişletilecek ve yeni askeri karargâhlar inşa edilecek. Protokole göre, NATO ve ABD’ye ait özel kuvvetler Peşmerge birliklerine teknik ve lojistik destek verecek. Uzmanlar taraflar arasında Şengal Dağı’nda da askeri bir hava alanının yapılması konusunda anlaşmaya varıldığını ifade ediyor. Öte yandan Bağdat’ın bütçesini kestiği Peşmerge Bakanlığı’na bağlı 35 bin Peşmerge’nin bütçesinin de imzalanan protokol kapsamında ödenmeye başlandığı bildiriliyor. Yine Protokole göre, KBY, Tayvan gibi NATO’da özel bir statü ile temsil edilecek. ABD ile imzalanan protokol sonrası, KBY’nin bölgede caydırıcı bir askeri güç olarak ön plana çıktığı ve bağımsızlık öncesinde askeri bir adım attığı şeklinde yorumlanıyor. Bağdat protokolden rahatsız Öte yandan Irak Savunma Bakanlığı, ABD ve KBY Protokolü’ne ilişkin yaptığı yazılı açıklamada, protokolün sadece Peşmerge’nin maaşlarını ödemek amaçlı imzalandığını ileri sürdü. Açıklamada, Protokol ardından IŞİD ile mücadele eden Peşmerge sayısının artırıldığı belirtildi. Söz konusu protokol gereği Irak Ordusu’nun, Musul Operasyonu için kısa süreliğine KBY topraklarını kullanabileceği ve uluslararası koalisyon güçlerinin de asker sayısını artıracağı ifade edildi. Bu Protokol ile birlikte Bağdat’ın eskiye oranla egemenliğinin kalmadığı yönünde yorumlar yapılıyor. Özellikle Irak Ordusu’nun kısa süreliğine Kürdistan topraklarını kullanabileceği maddesinin, ABD başta olmak üzere uluslararası koalisyon ülkelerinin, Kürdistan’ı ayrı bir statüde ele aldığının göstergesi olarak yorumlanıyor. Uzmanlar Merkezi Irak Hükümeti’nin yaşanan Şii-Sünni çatışmaları ve Irak Parlamentosu’nun defalarca göstericiler tarafından işgal edilmesi ardından fiilen çalışamaz hale geldiğini ve bunun da uluslararası arenada Erbil’in kendi kaderini tayin etmesi konusundaki kararını güçlendirdiğini ifade ediyor. Bu arada Musul Operasyonu hazırlıkları da devam ediyor. Peşmerge Bakanlığı’na bağlı kaynaklar, operasyon öncesi son hazırlıkların yapıldığını ve harekatın yakın bir zamanda başlayacağını belirtirken, Peşmerge’nin hazırlıklarını sabote etmeye çalışan IŞİD’in Şengal çevresinde başarısız saldırılar düzenlediği bildiriliyor. Fuad Hüseyin: Referandum için takvim daralıyor KBY Başkanlık Divanı Sözcüsü Fuad Hüseyin, bağımsızlık referandumuna ilişkin KBY’deki siyasi partiler ile yaptığı görüşmelere ilişkin BasHaber’e değerlendirmel-erde bulundu. Fuad Hüseyin, KBY Başkanı Mesud Barzani’nin siyasi partilere bağımsızlık konusunda toplanmaları üzerine yaptığı çağrıdan sonra, kendisinin temaslarda bulunmak ve tarafları bir araya getirmek için görüşmelere başladığını açıkladı. Hüseyin, “Görüşmeler devam ediyor. Şu anda detaylı bir açıklama yapmak içi erken. En yakın bir zamanda YNK ve Goran Hareketi ile görüşmeler yapacağım. Parlamento da grubu bulunan ve grubu bulunmayan tüm siyasi partiler ile görüşece- ğim. Siyasi partilerden yapılan görüşmelerden sonrası yapılan temaslara yönelik detaylı bir açıklama yapıp Başkan Barzani’ye sunacağım” şeklinde konuştu. KBY’deki siyasi partilerin bağımsızlık meselesini tarihi bir fırsat olarak değerlendirmeleri gerektiğine vurgu yapan Hüseyin, takvimin daraldığını, kısa zaman içerisinde kamuoyuna detaylı bir açıklamanın yapılacağını savundu. Hüseyin, açıklamasının devamında tüm siyasi partilerin bağımsızlığa destek vereceğini umduğunu ve Kürd halkının kendi kaderini tayin etme zamanın geldiğine dikkat çekti. Helgurd Hikmet: Peşmerge modern bir ordu olacak KBY Peşmerge Bakanlığı Basın Sözcüsü Helgurd Hikmet, KBY-ABD arasında imzalanan anlaşmaya dair yaptığı değerlendirmelerde, Protokolün diplomatik bir başarı olduğunu, bununla Peşmergenin savaşta daha aktif olacağını ve teknik ve iktisadi destek alacağını ifade etti. KBY kentlerindeki askeri karargâhların yeniden ve modern bir şekilde dizayn edileceğini de belirten Sözcü Hikmet, “Peşmerge’ye askeri ve lojistik destekler yapılacak. Peşmerge Ordusu’nun yeniden dizayn edilmesi yönünde yeni adımlar atılacaktır. Peşmerge’nin IŞİD terörü karşısında daha etkin olması konusunda yeni planlar var. Bunlar zamanla yerine getirilecek ve Peşmerge daha modern bir askeri güç olacak” şeklinde konuştu. Musul Operasyonu’nun da yakın zamanda gerçekleşeceğini belirten Hikmet, Uluslararası Koalisyon ile operasyon konusunda görüşmelerinin olduğunu ve bu görüşmelerin kendilerini sonuca götüreceğini ifade etti. Dr. Kemal Kerkuki: Protokol tarihi bir öneme sahip Kerkük Cephesi Komutanı ve KBY Eski Parlamento Başkanı Dr. Kemal Kerkuki de ABD-KBY arasında imzalanan Protokolü BasHaber’e değerlendirerek, Protokolün hem ABD hem de KBY için önemine değindi. Ker- BasHaber REFERANDUM 25 - 31 Temmuz 2016 kuki, “Protokol hem KBY hem de ABD için önemlidir. Ortadoğu’da bugün ciddi sıkıntılar var, Peşmerge çok önemli bir güçtür. ABD ile yapılan ortak operasyonlarda da ABD bu gücü gördü. IŞİD ile savaşta, Peşmerge’nin etkisi bir kez daha ispatlandı. Peşmerge demokrat ilerici bir güçtür, tüm dünya bunu gördü. IŞİD efsanesi Peşmerge’nin müdahalesi ile son buldu. ABD hava operasyonlarında Peşmerge’ye çok yardım yaptı. IŞİD’in son bulması için hava operasyonları yeterli olmuyor. Peşmerge’nin karada IŞİD’e karşı daha aktif olması için önemlidir. ABD ve KBY için tarihi bir öneme sahiptir” ifadelerini kullandı. ABD’nin KBY’nin bağımsızlığına yeşil ışık yaktığı şeklindeki yorumlara da değinen Dr. Kerkuki, ABD’den önce Kürdlerin bağımsızlığa karar vermesi ve kendi kaderini tayin etme konusunda net tavır sergilemesi gerektiğine dikkat çekti. Kürdlerin bu saat-ten sonra Irak ile birlikte yaşamak gibi bir niyetinin olmadığını vurgulayan Dr. Kerkuki, “Kürdistan halkı kendi kaderini tayin etme hususunda kararını vermiştir. ABD’nin, AB’nin, BM’nin milletlerin kendi kaderlerini tayin etme konusunda kararları var. Biz kararlıyız. ABD’de diğer dostlarımız da bu kararımız tanıyacaklar” şeklinde konuştu. YNK’li Nezih Heme Husên: Protokol KBY ve Peşmerge’yi güçlendirmektedir YNK Parlamenteri Heme Husên ABD-KBY arasında imzalanan protokolün KBY’yi bölgede ön plana çıkardığını ve KBY ile müttefiklerinin IŞİD ile mücadele de gösterdikleri uyumun IŞİD’i gerilettiğini ve IŞİD’in Kürdistan’dan çıkarılmasına zemin hazırladığını söyledi. BasHaber’e konuşan Hüsên, KBY ile Batı ülkeleri arasında yaşanan diplomatik faaliyetlerin Kürd halkının çıkarına olduğunu belirtti. Husên, “KBY’nin Fransa, Britanya, Amerika ile yaptığı diplomasi önemlidir. Bu diplomasi faaliyetleri artık bizim çıkarımıza yönelik gelişmeleri kapsamaktadır. Peşmergelerimizin demokrat ve yurtsever güç olduklarını tüm dünya kabul ediyor. Batı ülkeleri nasıl diplomasi de kendi çıkarlarını gözetiyorlarsa, bizim de kendi çıkarlarımızı gözetmemiz lazım. Bu protokol KBY’nin çıkarınadır. Bağdat ile iyi olmayan ilişkilerimiz var, Peşmerge’nin bütçe meselesi, petrolün satılması konusunda 140. Madde kapsamında yer alan bölgeler temel sorunlardır. Bu protokol Peşmerge’yi ve KBY’yi güçlendirmektedir” şeklinde konuştu. KBY Başkanlık Divanı Sözcüsü Fuad Hüseyin’in YNK’ye yapacağı ziyareti değerlendiren konuşan Husên, ziyareti olumlu gördüğünü ve desteklenmesi gerektiğini belirterek, “YNK ve Goran beraber hareket edeceklerini ifade ediyorlar. Bağımsızlık Kürdistan halkının geleceğini ilgilendiren önemli bir meseledir. Tüm siyasi partilerin mutabık olmaları ve parlamentoyu aktif bir hale getirmeleri gerekiyor” diye konuştu. Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) Süleymaniye Temsilcisi Edhem Barzani’nin Hero Talabani’ye yaptığı ziyareti de hatırlatan Husên, siyasi partiler arasındaki sorunların çözümü istediklerini ve KDP ile Goran’ın uzlaşmalarının gerektiğini açıkladı. Siyasetçi Letif Mistefa: Bağımsızlık için çalışmalar başlatılmalıdır Goran Hareketi Eski Parlamenteri Letif Mistefa’da ABD-Kürdistan arasında imzalanan protokole ilişkin BasHaber’e yaptığı açıklamada “bağımsızlık” vurgusu yaptı. Mistefa, Kürdistan’ın IŞİD saldırıları sonrasında uluslararası güçler tarafından desteklendiğini ve Protokolün, bu desteğin bir sonucu olduğunu sözlerine ekledi. Bağımsızlık öncesi yapılan diplomatik gelişmelerin Kürdistan halkının çıkarına olduğunu vurgulayan Mistefa, “KBY zor bir döndemden geçiyor. Başkan Barzani’nin huzurunda imzalanan anlaşma Kürdistan halkının geleceği ve Peşmerge’nin güçlenmesi için önemlidir. Peşmerge daha modern ve daha iyi bir şekilde IŞİD ile mücadele edecektir. ABD’den daha fazla askeri uzman Kürdistan’a gelecek bu protokol KBY için önemli bir dönüm noktasıdır” şeklinde konuştu. KBY Başkanlık Divanı bağımsızlık referandumu için siyasi partiler ile yaptığı temaslara ilişkin de konuşan Mistefa, kendisinin 2014 yılında referandumun gerçekleşmesi konusundan önemli bir rol oynadığını ve siyasi partiler ile bu konuda mesai yaptığını, çalışmalarının IŞİD’in saldırıları ile son bulduğunu siyasi partilerin referandum için çaba göstermeleri gerektiğini dile getirdi. Pencwini: Protokolün bağımsızlık öncesine denk gelmesi manidar Siyasetçi Mihemed Emin Pencwini de yürütülen diplomatik ve askeri işbirliğinin sonucunda KBY-ABD arasında Protokol imzalandığını hatırlatarak, KBY’nin bununla hem bölgede hem de uluslararası arenada önemli bir prestij sağlamasının yanı sıra IŞİD ile mücadelede de önemli destek alacağını kaydetti. Pencwini, bu Protokolün bağımsızlık hazırlıkları öncesine denk gelmesinin de manidar olduğunu ve bu tür diplomatik faaliyetlerinin devam etmesi gerektiğini söyledi. KBY Başkanlık Divanı’nın bağımsızlık referandumunu gündeme almasına da değinen Pencwini, siyasi partilerin uzlaşmaları gerektiğini ve bağımsızlığın gündemde olması gerektiğini vurguladı. KBY Washington Temsilcisi IŞİD Zirvesinde KBY Hükümeti Washington Temsilcisi Beyan Samî Ebdulrehman, Washington’da toplanan IŞİD karşıtı koalisyon toplantısına davet edildi. Beyan Samî Ebdulrehman Twitter’da yaptığı açıklamada, IŞİD karşıtı toplantıya davet edildiğini açıkladı. ABD Savunma Bakanı Ashton Carter daha önce yaptığı açıklamada, Kürdlerin IŞİD ile mücadelede önemli bir rol üstlendiğini söylemişti. Ancak Kürdlerin söz konusu toplantıya davet edilmemesi KBY tarafından tepkiyle karşılanmıştı. Barzani’den Washington’a eleştiri KBY temsilcilerinin Washington toplantısına çağrılmamalarını yaptığı yazılı açıklama ile eleştiren KBY Başkanı Barzani, Irak Büyükelçi Yardımcısı Jonathan Cohen başkanlığındaki ABD heyetine tereddütlerini ifade etti. Barzani, Peşmerge’nin IŞİD ile mücadelede öncü güç olduğunu mücadelenin sürdürüldüğü iki yıllık süreçte Peşmerge gücünün, vatan topraklarını ve halkının çıkarlarını korumak, insanlık değerlerini savunmak adına kahramanca savaşarak canlarından oldu- ğunu ve IŞİD’e ağır darbeler vurduğunu, üstelik bunu yaparken de hiçbir kesim tarafından maddi destek almadığını sözlerine ekledi. Barzani, ayrıca “Peşmerge, onlarca yıldır haklı bir davanın mücadelesini vererek vatanını korumak adına savaşıyor. Kanının bir tek damlasının kıymeti hiçbir şey ile ölçülemez” ifadesini kullandı. KBY Güvenlik Ajansı Müsteşarı Mesrur Barzani, ABD yönetimini, Washington’da düzenlenen IŞİD karşıtı toplantıya Kürdleri davet etmediği için eleştirmişti. ABD’nin başkenti Washington’da bugün IŞİD karşıtı koalisyon ülkelerinin katıldığı bir toplantı gerçekleşiyor. Toplantıya Kürdlerden hiçbir temsilcinin davet edilmemesi dikkat çekiyor. Kürdlerin davet edilmemesine tepki gösteren KBY Güvenlik Ajansı Müsteşarı Mesrur Barzani Twitter’dan yaptığı açıklamada, “ABD öncülüğündeki koalisyon devletlerinin Washington’da gerçekleştirdiği toplantıya Kürdleri davet etmemesi çok ilginç!’’ demişti. Mesud ve Mesrur Barzani’nin sözkonusu uyarı ve eleştirileri ardından, Bağdat’ın baskısı ile KBY’yi toplantıya davet etmeyen ABD’nin geri adım atarak KBY Washington Temsilcisini resmi olarak davet etti. 07 Yakın gelecek: Belirlilik ve belirsizlikler ABDULLAH KARABAY Başarısız darbe girişimi sonrası şimdi temel kaygı ve temel soru nasıl bir yakın gelecek bekliyor bizi. Yakın gelecekle ilgili düzenleme derdi olan en güçlü aktör hala Recep Tayyip Erdoğan. Kürdler dışında ise çok aktif bir taraf görünmüyor. Örneğin CHP veya MHP yakın gelecekte yeni bir siyasi hedef belirlemektense, rakiplerinin başarısızlığına oynamaya devam eden taraflar gibi görünmektedir. Genel olarak ulusalcı/milliyetçiler muhafazakar tarafı temsil ederken, İslamcılar ve Kürdler ayrı sebeplerle de olsa değişimci tarafı temsil etmektedir. Değişimci olan İslamcılar kendi içinde çoklu parçalı olmakla birlikte yakın gelecek hedefi anlamında büyük bir iç engeli ortadan kaldırmış gibi görünüyor. Büyük saldırıyı büyük bir fırsata dönüştürmeyi planlayan AKP, yakın geleceği hızlı bir şekilde belirlemeye çalışıyor. Tek sıkıntı AKP’nin ideal/lider dengesinin nazik bir hal alması, lider kültünün hemen bütün ideallerinin tek taşıyıcısı olması; lider dışındaki bütün yapıların gölgelere dönmüş olması. Böyle olunca yakın geleceğin esas davası esas olarak liderin tahkimi olacak. Liderin tahkimi hedefi son derece net görünüyor; liderin gücünün kurumsallaştırılması. Ama nasıl bir yolla bunun gerçekleştirileceği ya da pratik adımlar konusunda bazı belirsizlikler var. Herkes gibi AKP de ‘bildiği bilgiden hareketle’ bir geleceği inşa etmek istiyor. İki tür içselleştirdiği bilgiye sahip gibi görünüyor; İslam’ın teorik kaynakları ve ağırlıklı belediyelerde tecrübe edilerek içselleştirilen pratik bilgi. İslam’ın teorik kaynakları lider kültünü yüceleştimede, kutsamada epey işe yarıyor. ‘Gökten mesaj getirilmesi’, halife, vs. etkili bilgiler. Tayyip Erdoğan pratik bilgisinin temel kaynağı olan İBB tecrübesi üzerinden ya da İBB suretinde ise bir yönetim/toplum kurmak istiyor. Nasıl ki belediyede tek adamdı, nasıl ki, meclis kendisinin talimatıyla hareket ederek mevzuat çıkarıyordu, nasıl ki ‘başkan’ ile ‘hizmet arasında’ sorun çıkaracak bir güç odağı yoktu; şu inşa etmeye çalıştığı yapı da bu tecrübenin yeni zamana uyarlanması gibi olacak. Liderle ‘kitle(ler)’ arasında hiçbir katman kalmadı. Tayyip Erdoğan’ın bir konuşmasında dediği gibi ‘2200 yıllık Türk devlet geleneği ve 1400 yıllık İslam birikimi’ epey içice girmiş durumda. Artık karma ve kitlelerin seferber edebilen bir teorik havuzu oluşmuş durumda. Bunlar iyi kötü belirlilikler; ama bir dizi belirsizlikle de karşı karşıyayız. Marks’ın meşhur “insanlar kendi tarihlerini kendi yapar; ama kendi belirledikleri koşullarda değil’ sözünde olduğu gibi; AKP ve Erdoğan da kendi tarihlerini kendileri yapıyorlar ama kendi belirledikleri koşullarda değil. Kendi güçlü koşullarına rağmen kendilerini zaman zaman korku ve risk içinde görmelerine sebebiyet veren ülke ve dünya koşulları içinde debeleniyorlar. Örneğin serbest piyasa ekonomisi, serbest dış piyasalar, güçlü bir Kürd muhalefetinin varlığı, Türkiye’nin başta Suriye olmak üzere dış politikada son derece sıkışık olması, ABD ve Avrupa gibi temel dünya aktörleri ile konjonktürel anlaşmazlıkları belirsizlikler için yeter nedenlerdir. En temel yakın hedef olan başkanlığı mutlaka gerçekleştirme hırsı kendi belirlemedikleri bu koşullar AKP için birçok sürpriz başarısızlıklara ve savrulmalara da gebe görünüyor. AKP ve Erdoğan’ın güçlü kitle desteği onları sola ve Kürdlere karşı sinik ve alaycı kılmakla birlikte; ordu ve cemaatçilere karşı korkusuz kılmıyor. Bu nedenle olağan halle çözemedikleri yapı, olağandışı hallerle bertaraf etmeyi deniyorlar; ama birçok belirsizlikler barındıran bir dönemin de kapısını araladıkları kesin; çünkü hiçbir yapı kolay kolay yenildiğini kabul edip gönüllü yok oluşa teslim olmaz. Yani bu kavga uzun süre devam edecek ve ülke hak etmediği bir sanal gündemle meşgul olmaya devam edecek, Kürd sorunu gibi kadim ve yakıcı sorunlara bir süre daha sıra gelmeyecek gibi görünüyor. 08 SÖYLEŞİ Darbe, OHAL ve üç açmaz HAKAN TAHMAZ Bir haftadır gördüklerimiz, duyduklarımız ve yaşadıklarımız, 15 Temmuz darbe girişimini Başbakan Binali Yıldırım’ın ilk açıklamasında kullandığı “bu bir kalkışmadır” sözü ile tanımlanabilecek bir sorundan çok daha derin bir kriz ve kaos olduğunu gösteriyor. Fethullah Gülen Cemaati, Ak Parti hükümetlerinin, toplumda ve orduda 15 yıldır biriktirdiği nefret, huzursuzluk ve tahammülsüzlüğü kendine yedekleyerek darbe yoluyla siyaseti ve toplumu radikal bir biçimde dizaynını amaçladığı apaçık ortada. 50 bini aşan kamu görevlisinin görevlerinden uzaklaştırılması, 11 bin kişinin gözaltına alınması ve binlerle ifade edilen tutuklamalar, itiraflar, intihar haberleri, darbe girişiminin siyasal, sosyal, kültürel sonuçlarının çok yönlü ve boyutlu olacağını gösteriyor. Bunlar, aynı zamanda “darbe girişimini tiyatro” olarak değerlendirmenin de ne derece aymazlık ve siyasi körlük olduğunun kanıtları. Tabi ki OHAL’in nasıl, hangi çerçevede uygulanacağı süreci belirleyecektir. Burada keyfiyetin devreye girmemesi, oturmuş demokratik devlet işleyişine, yerleşik hukukun işlevli olmasına, demokratik kurum ve kuralların varlığına bağlıdır. Bütün bunların Türkiye’de yokluğu, zayıflığı kolay ve hoyratça hukuksuzluğun egemen kılınmasını getiriyor. Yakın ve uzak tarihimizin hukuksuzluklarla dolu olması, doğal olarak OHAL ilanı, demokrasi ve hukuk sorunu olanlarda büyük ve derin kaygıya yol açtı. İlk günden darbeci temizliği çerçevesinde, TRT’de 300, KESK’e bağlı Haber- Sen üyesi çalışanların açığa alınması, kimi yerlerde Eğitim Sen üye ve temsilcilerinin de açığa alınması bu fırsatın muhalifleri de kamudan temizlemek için değerlendirme potansiyeline işaret ediyor. Hükümet sözcülerin ve yetkililerinin açıklamasından da anlaşılacağı gibi OHAL sürecinde sadece darbeciler temizlenip, cezalandırılmayacak, devlet kurumları yeniden yapılandırılacak. Bu nedenle de sadece temel hakların ve özgürlüklerin geçici olarak sınırlandırılmasından çok öte ve derin sonuçlar üretmesi beklenen/amaçlanan bir OHAL ilan edildiğini kabul etmek gerek. Darbe girişimini ortaya çıkaran siyasal, sosyal sorunlar başta olmak üzere yeni anayasayla çözümü beklenen bir dizi sorun ve konu OHAL yasasına dayalı yetki, kısıtlama ve hukuksuzluklarla ele alınıp dizaynedilecek. Burada üç temel sorunun yarattığı problemler karşımıza çıkacak. Birincisi, 12 Eylül Anayasası’nın sıkıyönetim kanununun askere tanıdığı her alanda temel ve hak ve özgürlüklerin kısıtlanması yetkisi, neredeyse bire bir sivil idareye vererek, OHAL altında, keyfi, kanunsuz, denetimsiz ve itirazsız “devletin yeniden yapılandırılması” yeni bir dizi sorun yaratacak. İkincisi, bu süreç, Türkiye’nin son bir yıl içinde Kürd illerinde bolca kötü örnekleri yaşanan kanunsuzluğun ve 1990’lı yıllar boyunca yine Kürd illerindeki OHAL uygulamalarının, hafızası ile alışkanlıkların çatışacağı bir süreç olacaktır. Barış daha da zora girecek. Kürd illerinde bir nesil OHAL’in acımasız, vahşi koşullarında büyüdü. Bugün bir parça bunun yarattığı sorunlarla boğuşuyoruz. Üçüncüsü, Ak Parti’nin, 15 yıllık otoriterleşme politik pratiklerinin en azından toplumun yarısında yarattığı haklı ve maddi temeli bulunan siyasal kaygı, korku ve çaresizlik halinin ortaya çıkaracağı sorunlar yumağıyla karşı karşıya kalacağız. Darbecilere yönelik temizlik, cezalandırma ve devlet kurumlarını yeniden yapılandırma hareketi olarak gelişecek bu süreçte, ‘ak’ devlet kurumları yaratmaya yönelik atılacak her türlü adım ve her türden girişim mevcut krizi derinleştirecek, kaosu büyütecektir. Bu arada Ergenekon, Balyoz gibi yakın tarihimizin bilinir soruşturma ve davalarında yaşananlara benzer şeylerin yaşanması ülkeyi büyük bir kaos ortamına sürükleyecektir. Bu bakımdan siyasi iktidar 15 Temmuz akşamı Meclis’te oluşan darbe karşıtı büyük ittifakı dikkate almadan OHAL ilan ederek yeni bir tarihsel hataya imza attı. BasHaber SÖYLEŞİ 25 - 31 Temmuz 82016 SÖYLEŞİ BasHaber 25 - 31 Temmuz 2016 9 SÖYLEŞİ Prof. Fazıl Hüsnü Erdem: Kürd meselesi artık askere havale edilmemeli Kürd Meselesi’nin askere havale edildiği, askeri yöntemlerle meselenin çözülmeye çalışıldığı yıllarda, askerin siyaset üzerindeki etkinliği ve nüfuzunun en güçlü olduğu dönemler olduğuna dikkat çeken Anayasa Profesörü Fazıl Hüsnü Erdem, “Kürd Meselesi Yeter Polat Darbe kalkışmasının anatomisinden başlamak istiyorum. Bu fırtına neyin nesiydi? Benzemezlerin ittifakı olarak değerlendirilen bu yeni yapı ordu içerisindeki cemaatçiler ve Kemalistlerin ortaklaştığını gösteriyor. Bu benzemezler neden, nasıl bir araya geldiler? Bunu nasıl başarabildiler? Ben özü ve esası itibariyle bu darbenin Fettullahçılar tarafından planlandığına inanıyorum. Fettullahçılar dışında örgütlü yapı olarak TSK’da başka bir yapının, onlar kadar örgütlü bir yapının olmadığını düşünüyorum. Ergenekoncular diye tarif edilen kesimin ise Balyoz davaları sonrasında böyle bir şeye tek başına teşebbüs edebilmesinin pek mümkün olmadığına inanıyorum. Asıl belirleyici olanlar bu işi kurgulayıp planlayanların Fettullahçılar olduğunu, ana gövdenin bunlar olduğunu ama bunun dışında laiklik konusunda aşırı hassasiyeti olan Kemalistlerinde çok az sayıda da olsa bu darbe girişiminde yer aldıklarını, bunun dışında bir takım askeri kariyer endişesi taşıyan çıkarcı kesimlerinde bu cuntaya dâhil olduklarını biliyoruz. Ama bu iki kesim, gerek laiklik konusunda aşırı hassasiyeti olan kesim gerekse çıkarcı olan askeri kariyerist insanlar belirleyici değildir. Bunlar sadece Fettullah tarafından planlanan darbe girişimine bir anlamda destek verenlerin yanında yer alan figürlerdir. Bu darbe ittifakını Ağustos ayında yapılacak olan Yüksek Askeri Şura’daki olası tasfiyeye bağlayanlar da var.. Bu üçüncü grupta yer alanlar bir darbe girişiminin başarıya ulaşması halinde ile askeri darbeler ve darbe girişimleri arasında aslında güçlü bir ilişki mevcut. Bu son askeri darbe teşebbüsünün Kürd Meselesi’nin asayiş yöntemleri ile çözülmeye çalışılmasının, askerin yeniden sahaya sürülmesinin, askerin yeni çıkarılan bir kanunla koruma altına alınmasının hemen akabinde gerçekleşmiş olması da tesadüf değildir” diyor. BasHaber’in sorularını yanıtlayan Prof. Fazıl Hüsnü Erdem, muhalefet iktidarın uzattığı eli geri çevirmezse, Türkiye’nin kalıcı bir barışa, özgürlük ortamına, çoğulcu demokrasiye kavuşabileceğini ifade ediyor. askeri komuta kademesinin daha üst seviyelerine ulaşma amacı içerisinde olanlardır. Bunlara yönelik bir tasfiyenin, Yüksek Askeri Şura’da böyle bir tasfiyenin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini bilmiyoruz. Tasfiyenin Fettullahçılara yönelik olduğunu biliyorum. Dolayısıyla zaten bunlar ikinci ve üçüncü grupta yer alanlar çok da belirleyici, tayin edici değiller. Asıl tasfiye edilmesi düşünülenler ordu içerisinde örgütlenmiş Fettullahçılardır. 15 Temmuz gecesi ve devamında yaşanan gelişmelere bakıldığında PKK’nin sessiz kaldığı gibi bir intiba var. Bu olumlu bir sessizlik midir? Hem kişisel olarak hem de Kürdler adına söz söyleme hakkımız, yetkimiz yok ama Kürdler açısından da pozitif bir gelişme olarak değerlendiriyorum. O gece PKK bir fırsatçılık içerisinde hareket edip bu darbe gecesi ve darbe sonrasında eylemlerini yoğunlaştırmak suretiyle hükümeti çok daha zor bir duruma sokabilirdi. Ama bundan kaçınıp bir sessizliğe bürünmesi hiç şüphesiz ilerleyen süreç içerisinde gelişebilecek Kürt Meselesi’nin barışçıl çözümüne bir katkı sunacaktır diye düşünüyorum. Buna bağlı olarak Erdoğan ve hükümetinin çağrılarına, o gece yapılan çağrılarına, daha çok İslamcı ve merkeze yakın Kürdlerin yanıt vererek sokaklara çıktığını gördük. HDP’nin ise sessiz kaldığını, inisiyatif almadığını hatta kitlesine sokağa çıkmamayı önerdiğine tanık olduk. HDP neden darbeye tavır almayı seçmedi? Sürekli meydanlarda olmayı politik taktik olarak uygulayan HDP darbe gece- si neden sokaklara çıkmadı? HDP’nin neden böyle bir tavır içerisinde olduğunu bilmiyorum. Ama ben birkaç açıklama okudum bu konuya dair. İstanbul’un birkaç semtinde HDP’ye destek veren kitlelerin, darbe teşebbüsünün yaşandığı ilk saatlerde sokaklara döküldüğü doğrultusunda idi. Ama bu yaygın bir şey midir onu bilemiyorum. Bölgede ise, Diyarbakır’da yaşayan biri olarak Diyarbakırlıların çok güçlü bir şekilde özellikle HDP tabanının sokaklara çıkıp darbe teşebbüsü karşısında bir pozisyon aldıklarını söylemek mümkün değil. Ne için böyle bir tavır içerisinde bulundular bilemiyorum. HDP’lilere sormak gerekiyor. Herhalde bu bölgede özellikle son 1 yıl içerisinde yaşanan çatışmalı ortamın yarattığı travma etkisiyle sessiz kalmayı tercih etmiş olabilirler. Özelikle bu hendek ve barikatların var olduğu il ve ilçe merkezlerine yönelik operasyonlarda, askerin çok yaygın bir şekilde kullanıldığı göz önüne alındığında, HDP ya da PKK’yi destekleyen Kürdler nezdinde askere yönelik bu negatif algı bu darbe teşebbüsü karşısında tavır almayı belki geciktirmiştir diye düşünüyorum. Bu gelişmeler sonrasında Kürdlerle yeniden çözüme dönülmesi konusunda optimist yorumlar yapılıyor. Sizde sanırım pozitif bakanlardansınız. Bu mümkün müdür? Kürdlerle yeniden çözüme dönülme konusunda yeni bir fırsat gizli midir bu süreçte? Evet ben iyimser bakıyorum. Henüz bu darbe teşebbüsü yaşanmadan önceki iki hafta içerisinde AKP hükümetinin dış politikada bir açılımı oldu; dışarıda düşman sayısını azaltma siyaseti. Buna ilave olarak Başbakan Binali Yıldırım da içeriye yönelik olarak bir takım pozitif mesajlar verdi. Yani içeridede iç barışın sağlanabilmesi içerdeki düşman sayısının azaltılmasına yönelik kimi dolaylı ifadelerde bulundu. Bu hiç şüphesiz tüm Türkiye genelinde barışın tesis edilmesi, muhalefet ve iktidar partilerinin barışması, barıştırılması, topyekûn toplumun barışmasını isteyen kesimler nezdinde bir iyimser beklenti yarattı. Böyle bir beklentinin oluştuğu ortamda darbe teşebbüsüne bütün muhalefetin topyekûn karşı koyması ve darbenin erken saatlerinde sayın başbakanı arayarak hükümetin yanında olduklarını belirtmesi, sonra ilerleyen saatlerde partiler adına yapılan açıklamalarda darbe karşıtlığının altının çizilmesi bütün bu gelişmeler ilerleyen süreç içerisinde Türkiye’nin yaşadığı tüm toplumsal sorunların barışçıl yöntemlerle çözülebilmesi noktasında bir umut yarattı. Dış politika ile başlayan ve iç politikaya yansımalarının olması beklentileri çok daha güçlü hale geldi. Bir de askeri darbe ile Kürd Meselesi’nin çözümü arasındaki ilişki de dikkate alındığında aslında hükümetinde bu açıdan da olsa Kürd Meselesi’nini askeri ya da güvenlikçi yöntemlerle değil de barışçı yöntemlerle çözmesi gerektiği gerekliliğini ortaya koymakta. Hepimiz biliyoruz ki darbelerin yaşandığı ülkelerde darbe süreçlerinin genellikle savaş ya da iç çatışma dönemlerinin hemen ardından gerçekleşiyor. Yani askere ihtiyaç duyulduğu ve askerin kullanıma sokulduğu yerleşik olmayan yani demokrasisi köklü olmayan ülkelerde, askerler zaman içerisinde iç ya da dış politikanın bir parçası haline geliyor. Ve bu politikalar üzerinde söz sahibi olmaya çalışıyor. Çoğu kez de siyasete doğrudan müdahale ederek yönetimi ele geçiriyorlar. Türkiye’deki darbeler ve darbe teşebbüsleri de hep bu çerçevede gerçekleşiyor. Askerlerin doğrudan yönetime el koymayıp siyasette etkin oldukları dönemlerde de hep iç çatışmaların olduğu görülüyor. Yani iç çatışmaların yaşandığı dönemlere denk geliyor. Mesela 90’lı yıllar buna açık bir örnektir. Yani Kürd Meselesi’nin askere havale edildiği, askeri yöntemlerle çözülmeye çalışıldığı yıllar, askerin siyaset üzerindeki etkinliğinin ve nüfuzunun en güçlü olduğu dönemlerdir. 1997 yılında hepimizin bildiği 28 Şubat askeri müdahalesi postmodern darbe gerçekleşiyor. Bu bağlamda Kürd Meselesi ile askeri darbeler ve darbe girişimleri arasında aslında güçlü bir ilişki mevcut. Bu son askeri darbe teşebbüsünün Kürd Meselesi’nin asayiş yöntemleri ile çözülmeye çalışılmasının, askerin yeniden sahaya sürülmesinin, bu askerin yeni çıkarılan bir kanunla koruma altına alınmasının hemen akabinde gerçekleşmiş olması da tesadüf olmasa gerek. Asker sistem içerisindeki kaybetmiş olduğu gücünü yeniden kazanmaya başladı. Asker ya da asker içindeki bir grup bunu taçlandırmak istiyor. AKP hükümeti darbeye karşı OHAL ilanının gerekli olduğunu ifade etti ancak öncesinden sıkı tedbirler aldı, 50 bin kamu çalışanının açığa alındığını gördük, neredeyse dokunulması imkansız olan askere ve üst düzey bürokrata el çektirdiler, buna rağmen OHAL de ilan edildi. Hükümetin bunca güçlü ve haklı olduğu bu ortamda neden OHAL’e ihtiyaç duyuldu? Hakikaten çok güçlü bir darbe teşebbüsü ile karşı karşıya kaldı Türkiye. Bu darbe teşebbüsünün yaşandığı 15 Temmuz gecesi ve sonrası günlerde yaşananlara bakıldığında aslında başta Cumhurbaşkanı olmak üzere hüküme- tinde hazırlıksız yakalandığını, böylesi bir girişime hiçbir şekilde ihtimal vermediklerini, dolayısıyla böyle bir girişimi bertaraf etmeye yönelik bir tedbir alınmadığını görüyoruz. Dolayısıyla gelişmeleri bugünden okuduğumuzda gerçekten o günlerde 15-16-17’sinde yani bugüne kadar devam eden günler içerisinde hükümette ve yönetim kademesinde yer alan insanların bir şaşkınlık içerisinde olduğunu, haklı bir şaşkınlık içerisinde olduğunu ne yapıp edecekleri konusunda bir bilgi sahibi olmadıklarını, hani aklıselim düşünüp hareket etme noktasında yeterli bir zamana sahip olmadıklarını görüyoruz. Dolayısıyla bu şaşkınlık içerisinde aynı zamanda çok hızlı bir şekilde hareket etme gerekliliği içerisinde adımlar atıldı. Hiç şüphesiz böyle bir darbe teşebbüsüne karşı Türkiye’de çok yüksek bir toplumsal konsensüs oluştu. Bütün muhalefet partileri buna karşı adım atmakta birleşti. Dolayısıyla alınan kararları ve atılan adımlara yönelik güçlü bir sosyolojik meşruiyet kazandı ama bu sosyolojik meşruiyet hiçbir zaman hukuki meşruiyeti temin etmez. Nitekim bu sebepledir ki, hemen MGK toplandı acilen. Akabinde Bakanlar Kurulu toplandı ve bundan sonra atılacak adımlara hukuki bir meşruiyet kazandırmak adına OHAL ilan etti. Türkiye’yi nasıl bir gelecek bekliyor? Bu memleket ne zaman sükûnet yüzü görecek? Sükûnet gelecek eminim, bu konuda optimistim. Türkiye’nin kalıcı bir barışa kavuşabilmesi için, başta iktidar partisi olmak üzere; istikrarlı, demokratik, çoğulcu, özgürlükçü, bir rejime kavuşabilmesi için herkese bir takım görevler düşüyor. Ama bu görev öncelikli olarak iktidar partisine aittir. İktidar partisi bu darbe teşebbüsü sonra oluşan siyasal ve toplumsal konsensüsü şayet iyi değerlendirir ve diğer alanlara da taşımaya çalışırsa, yeni bir Anayasa yapma noktasında muhalefet partileri ile anlaşırsa, uzlaşma noktasına giderse, toplumda gerginliğe ve kutuplaşmaya sebebiyet veren, üslubundan ve tavrında vazgeçerse, daha uzlaşmacı bir dil ve siyaset geliştirir ise, toplumun her kesimini kucaklayan, siyaset geliştirirse, öte yandan muhalefet partileri de aynı minval üzerinden hareket edip, iktidarın uzattığı eli geri çevirmezse, hiç şüphesiz Türkiye kalıcı bir barışa, özgürlük ortamına, çoğulcu özgürlükçü bir demokrasiye kavuşabilir diye düşünüyorum. Söyleşinin tamamı bas-haber. com’da 09 Mehdi, halife peşinde taşralı komedisi ÖZTEKİN ÇAÇAN Müslüman’ın dünya tahayyülünde ciddi sorunlar var. Demokrasiyi bize emperyalistler tarafından dayatılan “Hıristiyan kültürünün devamı” , kendi dinimizi de antiemperyalist, son ve kamil din olarak görünce olay karmaşıklaşıyor. Halbuki demokrasi, kavram ve muhteva olarak Hıristiyanlıktan çok öncelere dayanan bir olgu. Detayına inildiği takdirde de kavramının muhtevasının İslam dinine uygun olmadığını ifade etmek maalesef oldukça eksik bir yaklaşım. İslam’ın demokrasiye uygun olabileceğini açıklayan birçok İslam âlimi, birçok bilim insanı var ama nafile biz bu algı düzeyine toplum olarak bir türlü geçemiyoruz. Hatta daha ilginç şeyler de oluyor vahşi kapitalizmin her türüyle, faizle, çevre katliamlarıyla uyuşabiliyoruz ama insan haklarıyla, demokrasiyle uyuşamıyoruz. Ne ilginç değil mi? Erbakan’ın rahle-i tedrisinden geçen arkadaşlar biraz dürüst olsunlar lütfen. Milli görüş talebelerine yıllarca “demokrasi maymun icadıdır” diye anlatılmadı mı? 1990’lı yıllarda Erbakan RP’nin lideriydi ve mitinglerde demokrasi nutukları atıyordu. Ama içeride verilen derslerde, yapılan sohbet toplantılarında demokrasi kavramı “icat edilmiş”, eşref-i mahlûk olan insanın inanmaması gereken bir maymun icadıdır deniliyordu. Allahın hükmüyle hükmetmek, şeriat dururken o neyin nesiydi ki. Takkiyenin boyutlarına bakar mısınız? Tamamen kavram karmaşası ve bir laf salatası sunulurdu. Bu salatayı yiyen bolca da insan bulunurdu tabii ki. Demokrasiyi maymun icadı olarak gören Erbakan tarafından yazılmış bir broşürde ortalıkta dolaşırdı. Uzunca yıllar hatta günümüzde bile “demokrasi” Türkiye Müslümanlığının objektif olarak, bütün boyutlarıyla tartıştığı bir kavram değil. İşi tamamen Erbakan, Erdoğan gibi siyasilerin geliştirdiği söyleme bırakmış durumdalar. Yolarına insan hakları, kadın hakları, çevre, kapitalizm, nasıl bir gelecek vb. kavramlarla cebelleşmeden devam ediyorlar. Andığımız konularda çağa, akla, mantığa ve İslam’a uygun çözüm önerileri geliştirmeden, deyim yerindeyse “işlerine” bakıyorlar. Rant ilişkilerine bulaştılar. Bu haliyle kalırsa Türkiye’de ki Müslümanlık biz dahil dünyadaki hiçbir Müslüman’ın işine yaramayan, içi boş bir hal alacak ve çok fazla yerel kalacak. Halbuki bu yeni yorumlar konusunda nerdeyse en avantajlı ülke Türkiye. Ama nafile çünkü “Müslüman kardeşlerimiz” bu konuda çok taşralı kalıyorlar. Eksik demokrasimizin olanaklarından faydalanıp, taşra zihniyetli halkla yine taşra zihniyetiyle anlaşarak, “kaleyi” ele geçirdiler. Şimdi tapusu için uğraşıyorlar. Her açıdan çelişkilerle dolu darbe girişimini gerekçe gösterip, “Olağanüstü Hal” ilan ederek, “demokrasimizi” sağlamlaştırıyorlar. Allah sonumuzu hayreylesin ama yıllar içerisinde dönüşmedikleri için demokratlık konusunda hiç inandırıcı değiller. Herkesin Mehdisi kendine… Türkiye’de Müslüman kesim ve İslamcılar modern ve çağa hitap eden demokratik yorumlara ulaşabilseydiler bugün inandırıcı olabilirlerdi. Ama değiller, yıllarını takkiye ile geçirdiler. Varsa yoksa akıncı kültürü, Alevi saldırganlığı, hamaset, her müridin kendi şeyhini “mehdi”, “halife” yapma telaşı. Halen daha “maymun icadı” aşamasındalar. Yalnızca İslamcılarımız mı böyle geri, hayır! Kürdler, sosyal demokratlar, Kemalistler hepimiz aynı haldeyiz. Taşralı kafamızla hepimiz Mehdi arıyoruz. “Modern” olma vasfımızı çoktan yitirdik çağdaş kavramları hayatımıza alacak şekilde yorumlayamıyoruz. Bunu yapamazsak dünya dinamiklerinin dışında kalacağımızı anlamıyoruz. Varsa yoksa nutuk. Peki neden böyleyiz? Bu durumu nasıl aşabiliriz? Esas soru bu. Neden böyle olmayalım ki üretmeden yaşıyoruz, başta eğitim seviyemiz olmak üzere her şeyimiz çok geri. Dışarıdan bakıldığında kendi sorunlarına çözüm üretemeyen, kendini kurtarması için her kesimin “mehdi” aradığı “taşralı” komik yaratıklar halindeyiz. 10 ROJAVA BasHaber 25 - 31 Temmuz 2016 BasHaber DİPLOMASİ 25 - 31 Temmuz 2016 11 Minbic’de sona doğru M Murat Özdemir inbic’i kuşatan Demokratik Suriye Güçleri (DSG), çıkış için koridor taleb eden IŞİD’e bölgeyi terk etmeleri için 48 saat süre verdi. Kentin kısa süre içerisinde tümüyle SDG güçlerinin kontrolüne geçeceği bildiriliyor. Öte yandan Rojava-Kuzey Suriye Federasyonu anayasa hazırlıklarının yanı sıra Suriye krizinin çözüm arayışları bağlamında Rusya, ABD ve BM’nin İsviçre’nin Cenevre kentinde toplanacağı bildiriliyor. Minbic’ten sonra Bab Minbic’de yapılan operasyonlarda sona geliniyor. IŞİD’in direnç ve saldırı girişimlerini kıran DSG’nin öncülüğünü yaptığı Minbic Askeri Meclisi savaşçılarının kentin önemli bir kısmını ve stratejik noktalarını ele geçirdiği bildiriliyor. Operasyonun çok kısa bir süre içerisinde biteceğini vurgulayan kaynaklar, ardından Kürd güçlerinin yönünü Bab’a çevireceğini bildiriyor. Bölgede yaşanan gelişmeleri yakından takip eden gazeteci Mihemed Bilo BasHaber’e, “DSG güçleri IŞİD’e ferdi silahları ile birlikte kenti terk etmeleri için süre verdi. Amaç sivillerin can güvenliği. Koalisyon uçaklarının bombalaması sonucu da onlarca kişi hayatını kaybetti” dedi. Bu arada Halep’i kuşatan rejim güçleri ile muhalifler arasındaki çatışmalar da tırmanarak sürüyor. ‘Kentin stratejik alanları alındı’ Kobanê Eski Dişişleri Bakanı İdris Nassan da operasyonda sona yaklaşıldığını ve sivillerin can güvenliği için IŞİD’e 48 saat süre verildiğini hatırlattı. IŞİD’in sivilleri canlı kalkan olarak kullandığını söyleyen Nassan kentin temizlenmek üzere olduğunu bildirerek, şöyle konuştu: “Kentin en stratejik alanları Minbic Askeri Meclisi savaşçılarının elinde. Bundan sonra yeni bir aşamaya geçiliyor. IŞİD halkı canlı kalkan olarak kullanıyor. Bundan dolayı çıkışlarına izin verilecek.” Washington’da gerçekleşen zirveyi de hatırlatan Nassan, zirveye ilişkin şu değerlendirmede bulundu: “Amekika’da yapılan konferansta Kürdlerin mücadelesinden söz edildi ve bu övüldü. Bu da artık uluslararası toplumunda Kürdlerin rolünü ve kazanımlarını kabul ettiğini gösteriyor. Askeri alanda biz ilerledikçe siyasetende güçleniyoruz ve önümüzdeki süreçte bu alanda önemli adımlar atılacaktır. Biz inanıyoruz ki bölgede kim savaşıp temizliyorsa, ABD Savunma Bakanı’nın dediği gibi bölgeyi onlar yönetecek.” Rojava üzerindeki ambargoyla ilgili Nassan, krizin büyüdüğüne dikkat çekerek şunları söyledi: “Güneyden, kuzeyden ve öteki noktalardan bir kuşatma ve ambargo sürüyor. Rojava’ ya gönderilen yaşam malzemelerinin geçişine izin verilmiyor. Eldeki tüm imkanları seferber etmiş durumdayız. Ancak yetmiyor. Savaş ve karışıklık 6. yılına giriyor. Dolayısıyla her geçen gün kriz de büyüyor, yaşam malzemelerine acil ihtiyaç var. Ancak biz Rojava üzerindeki bu ambargonun da kırılacağını düşünüyoruz.” Türkiye ile Suriye arasındaki görüşme ve yakınlaşma ile ilgili de konuşan Nassan, Kürdlerin her türlü gelişmeye hazır olduğunu ifade ederek, “Kürdler uzun bir süredir Rojava’da kendilerini yönetiyor ve her türlü gelişmeye de açıklar. Farklı dini ve mezhebi grupların bulunduğu bir bölgede yönetimi uzun süre devam ettirmek kolay değil” dedi. PDKS’li İsmail: DSG siyasi anlaşma yapmadan ittifaklar kuruyor Suriye Kürd Ulusal Kongresi’nin (ENKS) önemi bileşenlerinden olan Suriye Kürdistan Demokrat Partisi (PDKS) Yöneticisi Mihemed İsmail de çarpıcı değerlendirmelerde bulundu. DSG’nin siyasi bir anlaşma olmadan ve Kürdlerin haklarını göz önünde tutmadan ABD, Rusya ve Suriye rejimiyle ittifaklar kurduğunu söyleyen İsmail sözlerini şöyle sürdürdü: “Türkiye ile Suriye yakınlaşıyor. Bu Rojava üzerinde nasıl bir etki yapacak daha belli değil. DSG güçleri ABD, Rusya, rejim ve diğer güçlerle herhangi bir siyasi anlaşma olmadan ittifaklar kuruyor. Kürd halkının kaderi ne olacak? Ya da Kürdlerin kazanımı nedir? bu konular daha belli değil. Amaçları Kürd haklarını elde etmek değil. Rejimden veya Amerika’dan bu yönde bir talepleri de olmadı. Savaşçıların halkın talepleri doğrultusunda savaşması gerekiyor.” ‘Esad-Rusya-Türkiye yakınlaşması Kürdlerin çıkarına değil’ Meselenin uluslararası boyut kazandığını ve bölgesel olmaktan çıktığını vurgulayan İsmail, Esad rejimi-Rusya ile Türkiye’nin yakınlaşmasının Kürdlerin çıkarına olmadığını söyledi. Rusya, Türkiye ve diğer güçlerin kendi çıkarları doğrultusunda hareket ettiğini ifade eden İsmail şöyle konuştu: “Rusya, İran, Suriye ve diğer güçlerin Kürd Meselesi’nin çözümüne yönelik herhangi bir ajandaları yok. Ancak Kürd Meselesi uluslararası bir boyut kazanmıştır. Bu da Suriye devrimi sayesinde olmuştur. Lozan’da yaptıkları gibi artık bu meseleyi görmezden gelemezler. Bugün Kürd Meselesi her yerde ve her toplantıda masadaki yerini almıştır. Kürdler Suriye toplumunun temel bileşenidir. Artık ne Rusya, Suriye, Türkiye ve ne de başka bir güç Kürdleri görmezden gelemez.” ‘130 ülke Suriye muhalefetine destek veriyor’ Türkiye’nin son dönemde yürüttüğü diplomasinin, Suriye muhalefeti ile olan ilişkilerine olumsuz etkide bulunmayacağını savunan İsmail, “Türkiye, Suriye muhalefeti ile olan ilişkilerini kesemez. Suriye muhalefeti de sadece Türkiye’ye dayanarak ayakta kalabilmiş değil. Dünya çapında destek görüyor. Şuan 130 ülke Suriye muhalefetine destek veriyor. Türkiye’nin yürüttüğü bu diplomasi büyük bir etki yapmaz ve Türkiye’nin muhalefete olan desteğini keseceğini de düşünmüyorum” şeklinde konuştu. ENKS’nin geçici Suriye hükümetinden ayrılmasına da değinen İsmail, Suriye muhalefeti için de Kürdlere karşı olan kesimlerinde olduğunu vurgulayarak, “Dolayısıyla çoğu zaman çelişki ve tartışmalar olabiliyor. Ancak Cenevre görüşmelerini yürüten heyet geniş bir cepheyi temsil ediyor. Biz de kendi toprağımızda kendi irademizle yaşamak için mücadele ediyoruz. Kürdlere ve haklarına saygı gösterilmesi gerekiyor” ifadelerini kullandı. ‘Geçici hükümet tüm kesimleri temsil etmiyor’ Suriye muhalefeti içerisinde kalacaklarını ve mücadelelerine devam edeceklerini vurgulayan İsmail, şöyle konuştu: “Biz muhalefetten kopmayacağız. Oluşturulan hükümet küçük bir kesimi temsil ediyor. Suriye’de yaşayan tüm toplulukları temsil edebilecek bir yapıda değil. Kadınlar veya diğer kesimler adına bir temsiliyet yok. Sadece Sünni Müslümanlardan oluşuyor.” Muhalefet hükümetini kuruacak güçler içerisinde El Nusra’nın da olduğunu ve bunu kabul etmeyeceklerini vurgulayan İsmail, “Biz kuruculuğunu El Nusra’nın yapacağı bir hükümette yer almayız. Siyasi ve askeri sebeplerden dolayı katılmadık. Ancak Suriye muhalefetinin bir parçasıyız. Bizim için idari makamlar önemli değildir. Kürd halkının geleceği ve haklarıdır bizim için önemli olan. Nasıl bir Suriye perspektifine sahip olduğumuzu belirtmek için de uzmanların katılımıyla Rojava Kürdistanı için bir anayasa hazırlıyoruz” diye konuştu. Ankara-Tel Aviv Mecburların kardeşliği! G Ahmet Özyeter eçtiğimiz günlerde gündeme gelen Türkiye-İsrail yakınlaşması, ilişkilerin her anlamda yeniden tesis edilmesi fırsatı olarak değerlendirilse de tarafların da beyan ettiği gibi “iki ülkenin de menfaatine oldu.” Örneğin iki ülke arasındaki ticari ve askeri işbirliği artacak, uluslararası arenada birbirlerine destek sunacaklar. Peki, şartların sürekli değiştiği, dost ve düşman tanımlarının mütemadiyen değiştiği ve kaosun hâkim olduğu Ortadoğu’da bu antlaşma ne anlama geliyor? Bu yakınlaşmanın Kürdlere etkileri neler olacak? Türkiye’nin Suriye siyasetine karşılık İsrail nasıl bir tutum alacak? Türkiye ile enerji anlaşması yapan İsrail, Kürdistan Bölgesel Yönetimi (KBY) ile yaptığı petrol ticaretinin kaderi ne olacak? Akademisyen Arzu Yılmaz ve Tel Aviv Üniversitesi’nden Prof. Dr. Ofra Bengio Ankara-Tel Aviv hattında meydana gelen gelişmeleri BasHaber’e değerlendirdi. Varşova Zirvesi ve IŞİD sonrası yeni dengeler Varşova’da geçtiğimiz hafta toplanan NATO Zirvesi’nin önemine vurgu yapan akademisyen Arzu Yılmaz, bölgeye olağanüstü bir askeri güç yığınağı yapıldığına dikkat çekti. Zirve’den çıkan sonucun, bu askeri hareketliliğin Karadeniz’i de kapsayacak biçimde artacağına işaret ettiğini söyleyen Yılmaz şöyle devam etti: “Bu gelişmeleri yalnızca IŞİD’le mücadele bağlamında okumak eksik kalır. Zira IŞİD’in giderek kontrol ettiği alanlardan geri çekilmeye zorlandığı bir süreçteyiz. Bu haliyle söz konusu askeri hareketliliğin daha çok IŞİD sonrası bölgede yeni küresel dengenin şekillenmesiyle alakalı olduğu söylenebilir.” Bu dengenin nasıl kurulacağına ve eski ittifakların işlevselliğini ne kadar koruyabileceğine değinen akademisyen Yılmaz, “Türkiye ve İsrail’in artık Batı’nın, Ortadoğu’daki imtiyazlı ortakları olmaktan çok, ABD Dışişleri Bakanı Kerry’e ‘sorun düşmanlarımız değil, müttefiklerimiz’ dedirten ülkeler kategorisinde bulunduğu unutulmamalı” dedi. Bu haliyle, Türkiye-İsrail anlaşmasını kaçınılmaz bir dayanışma olarak okumanın mümkün olduğunu belirten Yılmaz, “Öyle ki İsrail, bu süreçte ABD ile ilişkileri bozulan bir başka müttefik, Suudi Arabistan’la bile yakınlaşır oldu. Burada söylenebilecek şey, Ortadoğu’daki gelişmeleri bildik parametreler üzerinden analiz etmenin artık mümkün olmadığı. Yeni bir paradigma oluşuyor ve fakat bu yeni paradigmanın da henüz netleştiği söylenemez” dedi. ‘İsrail, KBY’yi stratejik bir değer olarak görüyor’ Türkiye ve İsrail arasındaki gaz projesinin KBY’ye zarar değil fayda sağlayacağını ifade eden Tel Aviv Üniversitesi’nden Prof. Dr. Ofra Bengio, İsrail gaz projesinin KBY ekonomisini etkilemesinin pek olası olmadığını belirterek, “Öncelikle, gaz ihracatının Türkiye üzerinden yapılacağı kesin değil. Öyle olduğunu varsaysak bile, bu gaz Avrupa’ya iletilecek. İkincisi, Türkiye-Rusya ilişkilerinin gelişmesiyle birlikte, Türkiye gaz ihtiyacının büyük bir kısmını Rusya’dan alacak” dedi. KBY’nin bu gelişmeyle endişelenebileceğine dikkat çeken Bengio, üçlü bir ilişkinin gelişeceği görüşünde. İsrail’in Kürd gazını satın alacağını söyleyen Bengio, aldığı gazı da Türkiye üzerinden ihraç edeceğini belirtti. Kürdistan ekonomisinin bundan zarar görmekten çok fayda göreceğini kaydeden Prof. Dr. Bengio, İsrail’in, Kürdistan’ın bağımsızlığı konusundaki tavrının değişip değişmeyeceği sorusuna ise şöyle cevap verdi: “Türkiye ile ilişkilerin düzelmesi İsrail Hükümeti’nin KBY’nin bağımsızlığına dönük tavrını değiştirmesi demek değildir. Çünkü bu bir prensip meselesidir. İsrail KBY’yi Ortadoğu’daki radikal Sünni ve Şii İslam güçlerine karşı olarak stratejik bir değer olarak görüyor. Böylece, iki ırkın ortak paydasına ek olarak, iki ülkenin ortak çıkarları da söz konusu. Ve bu ortak çıkarlar İsrail’in politikasını KBY’ye göre ayarlamasına sebep olmaktadır. Yine de, İsrailli politikacılar konu ile ilgili olarak biraz seslerini alçaltabilirler.” ‘Kürdler arasında iç savaş ihtimali var’ İsrail’in, bu yakınlaşmadan beklediği şeyin İran’a karşı yeni bir süreç başlatma isteği olduğunu ifade eden akademisyen Arzu Yılmaz, “İsrail’in, Suudi Arabistan ile üstü kapalı, Türkiye ile açıktan bir işbirliği ile İran’a karşı İsrail-Arap ilişkilerinde yeni bir süreç başlatma niyeti taşıdığı görülüyor. Tam da bu yüzden İsrail-Türkiye yakınlaşması oldukça kırılgandır. Çünkü Türkiye’nin bu tabloda Suudi Arabistan ya da İsrail kadar İran’ı karşısına alabilecek bir gücü yok, hatta böyle bir niyet taşıdığı bile şüpheli” dedi. Bu yakınlaşma gerçekten işlerlik kazanırsa, asıl o zaman Kürdler bağlamında bir iç savaş riski olacağı yönünde tespitlerde bulunan Yılmaz, “Güncel Kürdistan siyaseti bunun ipuçlarını veriyor. Daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse, KBY ölçeğinde KDP-Yekiti/ Goran ilişkilerinde çatışma ihtimali artar, Rojava ölçeğinde ise PYD-PKK ilişkilerinde kopma ihtimali doğar” dedi. PKK yöneticilerinden Bahoz Erdal’a yapılan suikast girişimini ve bu eylemin zamanlamasının manidar olduğunu söyleyen Yılmaz şöyle devam etti: “Bahoz Erdal, en kestirme ifadeyle, PKK-PYD ve PYD-Esad Rejimi ilişkilerinde kilit isimdir. Öyle anlaşılıyor ki, Bahoz Erdal’ı ortadan kaldırma hedefi gerçekleştirilemedi. Ama mesaj hedefine ulaştı: PKK’ye açıkça ‘Rojava’dan elini çek’ deniliyor. Bu olayın İsrail-Türkiye Anlaşması’nın hemen ertesinde meydana gelmesi tesadüf olmasa gerek. Bu arada, Türkiye’nin PKK’siz bir Rojava’yı kabulleneceği sinyalleri verdiğini de hatırlatmakta fayda var.” ‘İsrail, Rojava’yı siper olarak görüyor’ İsrail Hükümeti’nin, Rojava ve PYD’ye yaklaşımını yorumlayan Bengio, İsrailli yetkililerin kamusal alanlardaki konuşmalarında, Rojava ile ilgili konuşmaktan geri durdurduklarını vurguladı. Bunun sebebi ise “Rojava’yı İslam devletleri ve Suriye’deki radikal güçlere karşı en iyi siper olarak görmeleridir” diyen Bengio, “Bu anlamda, İsrail ve ABD, Rojava’nın önemi konusunda hem fikirler. Amerika’nın, Türkiye’nin itirazlarına rağmen YPG’ye yaptığı aleni destek ise bu duruşun bir kanıtıdır” ifadelerini kullandı. İki ülkenin istihbarat paylaşımı konusundaki anlaşmasını yorumlayan Bengio, İsrail’in YPG aleyhinde, herhangi bir bilgi aktaracağını düşünmediğini belirterek, “Tahmin ediyorum ki İsrail, Türkiye ile istihbarat paylaşımı yaparsa çok dikkatli davranacaktır. Özellikle PKK ve YPG hakkında bir istihbarat paylaşımı olacağını sanmıyorum çünkü geçmişte MİT’in İsrail’den aldığı bilgileri, İran’a ilettiği söyleniyor. İsrail de, Ankara’dan Hamas ile ilgili istihbarat paylaşımı beklemiyor” diye konuştu. ‘KBY’nin Lübnanlaşma ihtimali yüksek’ Suudi Arabistan’ın Lübnan’daki yatırımlarına son verdiğini ve yeni yatırımlarını Kürdistan’a yapma ihtimalinin olduğunu söyleyen Yılmaz, “Nihayetinde, Lübnan’dan çekilen Suudi Arabistan yatırımları Kürdistan’a gelecek, ‘Ortadoğu’nun bir zamanlar parlayan yıldızı olan Beyrut’un yerine Hewler geçecek’ söylentileri haklı çıkar mı bilinmez. Ama mevcut gelişmeler ışığında Kürdistan’ın ‘Lübnanlaşma’ ihtimalinin de hayli yüksek olduğu bir gerçek” dedi. ‘Barış süreci açıktan olmasa da desteklenir’ Türkiye de yaşanan savaşa ve barış sürecine değinen Bengio, “İsrailli yetkililerin bu konudaki duruşlarını alenen belirteceklerini düşünmüyorum. Yine de, perde arkasında ABD ve Avrupa ile hareket edip Türkiye’nin savaşa yönelik duruşunu yumuşatmaya çalışacaklarını ve barış sürecini destekleyeceklerini düşünüyorum” şeklinde konuştu. 12 SİYASET Uluslararası sözleşmelerin askıya alınması meselesi SENNUR BAYBUĞA Malumunuz OHAL ilan edildi ülkenin 81 ilinde birden, neşeli ülkemin insanları OHAL’in ne olduğunu ve nasıl yaşanacağını Kürd arkadaşlara soralım diye espiri bile yapmaya başladılar, haklılar. Zira Kürdlerin içinde orta yaşa gelmiş ve OHAL’den başkaca bir rejimin ne olduğunu bilmez insanların olduğu yalan değil. Bizim ülkenin insanı, gözaltı, kanunsuz arama, yasak sorgu yöntemleri, tutuklama nedenleri gibi Ceza Muhakemesi Hukuku’nun temel kavramlarını son altı yedi yılda kademe kademe öğrendi şükürler ola ki. Bugün uluslararası hukuk alanının tarafı olduğumuz sözleşmeler bölümüne de küçük bir adım atmış bulunuyoruz. Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş, çıkmış gazetecilerin önüne ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS)’nin 15. Maddesi’ne dayanarak, sözleşmenin bazı maddelerinin ‘askıya alınacağını’duyurmuş. AİHS’nin 1,2,3,6 gibi maddelerine yıllardır aşinayız da, bu 15. Madde ne menem birşey merak ettik milletçek. Efendim bu 15. Madde ‘Olağanüstü hallerde yükümlülükleri askıya alma başlığını taşıyor’ ve; “1. Savaş veya ulusun varlığını tehdit eden başka bir genel tehlike halinde her Yüksek Sözleşmeci Taraf, durumun kesinlikle gerektirdiği ölçüde ve uluslararası hukuktan doğan başka yükümlülüklere ters düşmemek koşuluyla, bu Sözleşme’de öngörülen yükümlülüklere aykırı tedbirler alabilir. 2. Yukarıdaki hüküm, meşru savaş fiilleri sonucunda meydana gelen ölüm hali dışında 2. Madde’ye, 3. ve 4. maddeler (fıkra 1) ile 7. Madde’ye aykırı tedbirlere cevaz vermez. 3. Aykırı tedbirler alma hakkını kullanan her Yüksek Sözleşmeci Taraf, alınan tedbirler ve bunları gerektiren nedenler hakkında Avrupa Konseyi Genel Sekreteri’ne tam bilgi verir. Bu Yüksek Sözleşmeci Taraf, sözü geçen tedbirlerin yürürlükten kalktığı ve Sözleşme hükümlerinin tekrar tamamen geçerli olduğu tarihi de Avrupa Konseyi Genel Sekreteri’ne bildirir.” şeklinde düzenlenmiş. İngiltere, “İrlanda meselesinin” çözümünde sıkça sözleşmenin bu maddesine dayanarak hareket etmiş ve en çok da bu maddeyi uygulayan yüksek sözleşmeci taraf olmuş. En son da Fransa hükümeti 153 kişinin öldüğü Paris Konser Salonu’ndaki patlamadan sonra Avrupa Konseyi’ne bildirmek suretiyle, sözleşmenin kişi özgürlükleri ile ilgili bir kısım hükümlerini askıya almış ve OHAL ilan etmiş ülkesinde. Batı demokrasilerinde, sözleşme askıya alınması bizimki gibi hukuk kurallarının zaten tam işlemediği eksik demokrasilerde haber değeri bile taşımaz yazık ki. Olağanüstü hal süresi ile sınırlı olarak yüksek sözleşmeci taraflar bu yola başvurmuşlar. Hükümet, Konsey’e başvuru yaptı mı bilemiyorum henüz ama en azından imzacısı bulunduğumuz uluslarası sözleşmeler iktidarın görmezden gelmeyeceği bir yasal statü olarak karşımızda duruyor. Numan Kurtulmuş’un çıkışından anlaşılması gereken, sözleşmenin tamamen askıya alınacağı değil, kendi metni içinde öngörülen ve egemen devletlere tanıdığı ‘savunma alanını’ oluşturma hakkının kullanılacağıdır. Sözleşmenin uygulanmaması gibi bir durumun sözkonusu olmayacağı belirtmek istiyorum bunu derken. Madde metninden de anlaşılacağı üzere, askıya alınma, ne ölüm cezasının tekrar getirilmesine izin veriyor ve ne de çatışma dışında insan öldürmeyi meşru ve kabul edilebilir kılıyor. İşkence ve kötü muamele, cezaların geriye yürümesi prensibinin ihlali gibi temel insan haklarına aykırı uygulamalar da geçici askıya almanın istisnaları arasında. Esasen olağanüstü hal rejiminin bir an önce sonlandırılarak, rejimin hukuk kuralları içine çekilmesini ve tarafı olduğu tüm sözleşmelere uymasını istemek en meşru hakkımızdır. Zira OHAL uygulamasının ne topluma ve ne de hükümetin kendisine uzun vadede hiçbirşey kazandırmayacağını deneyimlemiş bir toplumuz biz, yapılacak tek şey toplumsal kutuplaşmanın bir an önce sonlandırılması ve barışın kurallarının hayata geçirilmesidir. Nuh’un gemisindeyiz ve hepimizden birer çift var, birimiz düşerse bir daha dünya dünya olmayacak. BasHaber SÖYLEŞİ 25 - 31 Temmuz12 2016 Prof. Anderson: Darbe girişimi Ortadoğu ile ilgili S Mihraç Selahaddin uların bir türlü durulmadığı ve şiddet sarmalından çıkamayan Ortadoğu’nun gündemi 15 Temmuz gecesi başarısızlıkla sonuçlanan darbe girişimi sonrasında değişti. Türkiye siyasi tarihinde bir ilk olan ve Ortadoğu halklarına da analistler tarafından örnek olarak gösterilen darbe girişimini başarısız kılan halk direnişi sonrasında zihinlerde farklı soru işaretleri oluştu. Ortadoğu’daki gelişmeleri, yeniden dizayn sürecini ve 15 Temmuz gecesi hükümete yönelik düzenlenen askeri kalkışma arasındaki bağları Prof. Tim Anderson ile konuştuk.15 Temmuz darbe girişimi hakkında “Suriye’de yolun sonuna gelinmiştir” yorumunda bulunan Sydney Üniversitesi’nden Ortadoğu Uzmanı Prof. Tim Anderson, ABD ve Rusya’nın bölgedeki durumunu, Ortadoğu’ daki gelişmeleri BasHaber’e değerlendirdi. ‘Darbe girişimini fırsata çevirmek’ Türkiye ve Rusya’nın yeniden görüşmeye başlamasını yorumlayan Tim Anderson, “Ahmet Davutoğlu’nun istifası ve Türkiye’nin Rusya’dan özür dilemesi hükümet içindeki gerginliklerin göstergesidir” diyerek, şunları söyledi: “Darbe girişiminin ve İstanbul’daki havalimanı saldırısı arasındaki zaman yakınlığı sebebiyle yaşanan olaylarının hepsi birlikte okunmalıdır.” 15 Temmuz gecesi yaşananların Ortadoğu’daki gelişmelerden bağımsız olmadığını söyleyen Anderson, “Şu aşamada bu girişimin ardında kimin olduğunu söyleyemem. Yine de bu girişimin ardında daha saklı ve derin gerginlikler olduğunu gösterir” dedi. Erdoğan’ın darbe girişiminin püskürtülmesini fırsata çevirdiğini ileri süren Prof. Anderson, ‘bu durumun çok büyük ihtimalle Türk toplumundaki çatışmaları derinleştireceğini ve yönetim ile anayasanın çatışmasına sebep olacağını iddia etti. ‘Washington terörist grupları destekliyor’ Amerika’nın Suriye’deki ‘terör gruplarını’ tanımlamadaki isteksizliğinin, o gruplara yaptığı sponsorluğu örtbas etmek amaçlı olduğunu öne süren Anderson, çarpıcı iddialarda bulundu. Amerika’nın örgütleri kullandığını ileri süren Anderson, “Washington dünya üzerindeki kendi hegemonik hırslarının gerçekleşmesi için terörist grupları desteklemekte. Ortadoğu’da son zamanlarda, Amerika bu grupları Irak ve Suriye’yi zayıflatmak, çökertmek ve bölmek için kullanmakta. 9/11 dokümanları ise Amerika’nın en yakın müttefiki olan ve terörün ana sponsoru olan Suudi Arabistan rejimini korumakla ilgilidir” diye konuştu. ‘ABD müttefiklerine sadık değildir’ Amerika-Türkiye gerginliğine değinen Anderson, Amerikalı yetkililerin, 2014’te Türkiye ve bölgedeki diğer müttefiklerin IŞİD’i desteklediği yönündeki iddiaları kabul ettiklerini hatırlatarak, şunları ekledi: “Washington, hiçbir zaman müttefiklerine sadık olmayacak, bunun sinyallerini hem dün hem bugün verdiler. Eğer Suriye’deki göstermelik savaş başarısız olursa, Amerika kesinlikle Suudileri ve Türkiye’yi suçlayacaktır.” Türkiye ve Suriye’nin ilişkilerinin normalleştireceği hatta Ankara’nın Esad ile görüşeceği kulislerine değinen Anderson, “Bu durum tabiki olası, ancak hayal etmesi dahi güç. Ankara’daki yeni bir yönetimle olabilir bu buluşma. Erdoğan, Suriye ve müttefikleriyle olan tüm ilişkileri gerdi. Yine de bir daha görüşme olmaz diye kesin konuşmak doğru olmaz. Ortadoğu’da dengeler sürekli değişir ve bu durum sizin ‘yüzde yüz eminim’ deme şansınızı elinizden alır” ifadelerini kullandı. ‘Suriye ile ilgili haritalara inanmayın’ Suriye’deki güçleri ve o güçlerin sahip olduğu alanları gösteren haritalara inanmayın diyen Anderson, “Birçok harita yanıltıcıdır çünkü boş arazileri de kalabalık bölgelere bağlayarak bize olandan daha farklı bir senaryo sunar. Rusya’nın hava müdahalesinden önce dahi Suriye hükümeti neredeyse batı şehirlerinin hepsini ve Halep’in yüzde 80’ini de içinde olmak üzere bölgenin yüzde 90’ını kontrol etmekteydi” şeklinde konuştu. ABD’nin Suriye’deki varlığına değinen Prof. Anderson, Amerika tarafından yönetilen Suriye için B planının Şam’ı zayıflatmak ve ülkede bölünmeyi amaçlamak olduğunu iddia ederek,“Şam ve Suriye’deki tüm ulusçular tabiî ki buna karşı çıktı. BM Güvenlik Konseyi’nin bu duruma yönelik çözümleri de ülkenin bölünmesine karşı çıkmaktaydı. Şu anki askeri güçler ise batı tarafından desteklenen El Kaide gruplarına karşı bir Suriye zaferi taraftarıdırlar” dedi. ‘Kürdler’e en çok silah veren ülke Suriye mi?’ Son yıllarda Suriye’de ciddi kazanımlar elde eden Kürdlerin durumuna değinen Anderson, “Şam halen daha Suriyeli Kürdlerin silah sağlamaları alanında en büyük destekçisi. Suriye Ordusu ile koordineli çalıştılar ve savaşmadılar” diyerek, şunları ekledi: “YPG her ne kadar kuzey doğu Suriye’deki askeri güçlere egemen olsa ve Amerika’dan bu konuda yardım alsa bile, nüfus olarak o bölgedeki çoğunluk onlar değildir. Dahası, herhangi bir ayrılık ya da federasyon için Suriye’nin onayı gereklidir; ancak Suriyelilerin buna katılacağını hayal etmek neredeyse olanaksızdır.” ‘Suriye bölünmez, Kürdler özerk kalır’ IŞİD sonrası Suriye ile ilgili yorumlarını aktaran Anderson, IŞİD tarafından kontrol edilen alanlar yavaş yavaş Suriye Ordusu, müttefikleri ve YPG tarafından yönetilen DSG’nin de bir noktaya kadar olan katkılarıyla geri kazanılıyor. Bu bölgeler Suriye devleti tarafından yönetilmeye devam edilecek.” sözlerini kullandı. Kürdlerin bağımsızlık veya federasyon hakkındaki düşüncelerine değinen Anderson,“Suriyeli Kürdler federasyon hakkında konuşuyor olabilirler ancak Suriye Hükümeti buna karşı. Eğer seçim olursa Suriyeli insanlar hükümetin isteğine göre oy kullanmak zorunda kalacaklar. Yine de bir tür sınırlı özerklik verilebilir. Suriye’de herhangi bir bölünme ya da federalleşme öngörmüyorum” diye kaydetti. DİPLOMASİ BasHaber 25 - 31 Temmuz 2016 13 SÖYLEŞİ 13 Moskof - Turtsiya: Al gülüm, ver gülüm! A Cemil Hayek ralarında tarihi rekabet ve uzun süren savaşların travması olan ve Türklerin ‘Moskof’, Rusların ‘Turtsiya’ diye isimlendirdiği iki ülke ilişkileri geçtiğimiz yıl çıktığı soğuk savaş halinden çıkarılıp soğutulmaya çalışılıyor. Binali Yıldırım’ın Başbakan seçilmesi ardından, “komşularımızla sıfır sorun politikasına yeniden döneceğiz” açıklaması üzerine, önce İsrail ile buzlar eritildi daha sonra Rusya ile yeniden diyalog kuruldu. Türkiye’nin Rusya ile yakınlaşmasının, İsrail yakınlaşmasından farklı ve kritik yanları var. Türkiye, Rusya’nın aksine Suriye’de Esad’lı yönetimi ve Rojava’da bir Kürd statüsü istemiyor. Rusya, YPG’yi IŞİD’e karşı savaşta müttefik olarak görürken, Türkiye YPG’yi “terör örgütü” olarak tanımlıyor. Yaklaşık 8 ayın sonunda yeniden başlayan Rusya - Türkiye yakınlaşması, birçok soruyu da beraberinde getirdi. Türkiye’nin Esad Hükümeti’ne karşı tavrını yine Türkiye’nin Suriye’deki Kürd gerçekliğini daha ne kadar görmezden gelebileceğini, Rusya ve PYD ilişkisine sessiz kalıp kalamayacağını Akademisyen Dr. Nezir Akyeşilmen, Dr. Ekrem Önen ve Bahçeşehir Üniversitesi’nden Prof. Dr. Ercan Çitlioğlu’na sorduk. ‘PYD’nin güçlenmesi Türkiye’yi zora soktu’ Türkiye’nin Rusya ile tekrar normalleşme sürecine girme isteğini değerlendiren Nezir Akyeşilmen, Türkiye’nin uzun bir dönemden beri Ortadoğu ve iç politik gelişmeler sonucunda dünya ve bölge siyasetinden izole edildiğini söyleyerek şunları aktardı; “Bir iki ülke dışında bölge siyasetinde Türkiye yalnızlaştırılmıştı. Rusya ile yaşanan uçak krizi ile birlikte bu izolasyon had safhaya ulaştı ve bölgedeki manevra alanı iyice daraldı. Bir de bunun üstüne Rusya’nın uyguladığı ekonomik yaptırımlar eklenince, Türkiye dışlanan bir ülke görüntüsüne büründü. Bütün bu gelişmeler sonucu bölgede ve özellikle Suriye’deki gelişmeler istemediği yönde evirilmeye başladı. Suriye’de sınırlı da olsa uygulanan ateşkes, PYD’nin güçlenmesi, Rusya ve Batı’nın ve hatta bölge ülkelerinin PYD’ ye destek vermesi Türkiye’yi iyice zora soktu.” Türkiye’nin kısmen de olsa bu çıkmazdan kurtulmak, manevra alanını genişletmek, ekonomide ve özellikle turizmde yaşanan daralmayı aşmak için önce İsrail ve sonra da Rusya ile ilişkilerini restorasyona tabi tuttuğunu ifade eden Akyeşilmen, “Fakat bunun bir normalleşme olduğunu söylemek henüz mümkün değil. Normalleşme uzun zaman alacak. Rusya yaptırımları gevşetebilir fakat ilişkiler kolay kolay eskisi gibi olmaz. Rusya hep temkinli olacaktır, ve Esad’ı bulacaktır.” ‘Türkiye ve Rusya arasında güven yok’ Aylar sonra yeniden başlayan ve barışma olarak adlandırılan görüşmeleri yorumlayan Prof. Dr. Ercan Çitlioğlu, bu görüşmelerin bir barışma ya da tekrar yakınlaşma gibi algılamanın doğru olmadığını ileri sürerek, “Uluslararası düzeyde, devletlerin görüşmesi, yakınlaşması ve işbirliği yapmasının temel şartı, karşılıklı güven ilişkisine dayalıdır. Türkiye ve Rusya arasında bir güven yok ve doğacak gibi de görünmüyor. İki ülke arasındaki ilişkiler bundan yaklaşık 8 ay öncesi, yani Rus uçağının düşürülmesinden önceki dönemdeki gibi değil ve öyle olması neredeyse imkansız” diye ifade etti. tabi Türkiye’de artık Rusya’nın tamamıyla güvenilir bir ortak olmadığı düşüncesini aklının bir kenarında tutacaktır” yorumunda bulunarak, iki ülke karar alıcılarında ciddi anlamda bir güven zedelenmesi olduğunu, bunun eski haline dönmesinin mümkün ancak çok uzun zaman alacağını vurguladı. ‘Rusya, Suriye’yi pazarlık konusu bile yapmaz’ Rusya ve Türkiye yakınlaşmasının, Suriye’ye önemli bir yansıması olmayacağını ileri süren Akyeşilmen, bu yakınlaşmanın Rusya’nın Suriye politikasını ciddi anlamda etkilemeyeceğini, Rusya’nın bu konuyu pazarlık konusu dahi yapmayacağını savundu. “Burada Rusya için belirleyici olan nokta Esad rejimiyle yaşanacak gelişmelerdir. Rusya Suriye’de Türkiye’nin etkin olmasını istemiyor. Ve Türkiye’yi pasifize etmek için elinden geleni yapmaya devam edecektir. Rusya Türkiye ile girdiği kısmi normalleş- me sürecini ikili ilişkilerle sınırlı tutmak isteyecektir. Suriye’yi bu işe fazla karıştırmak istemez. Türkiye bu normalleşmeyi Suriye’ye de genişletmek için çaba sarf edecektir” diyen Akyeşilmen, Suriye’nin Rusya için stratejik anlamda hayati derecede önemli olduğuna vurgu yaptı. Rojava ve Rusya ilişkisini değerlendiren Akyeşilmen, “Çıkarları örtüştüğü ölçüde işbirliği yaparlar. Rojava Rusya’yı göz ardı eder ve ABD güdümünde bir bölge haline gelirse, Rusya Türkiye ile işbirliği yaparak oradaki yapıya zarar verir” dedi. Rusya’nın daha çok Esad rejimiyle birlikte hareket edeceğini söyleyen Akyeşilmen şunları söyledi: “Esad, Rojava’yı tehdit olarak görür ve Rusya’dan destek isterse bu da Türkiye politikalarıyla da uyuşursa ortak hareket edebilirler. Rusya’nın Rojava politikası Türkiye - Rusya ilişkilerinden ziyade, Rojava - Batı ve Rojava - Esad ilişkilerine endekslidir. Rojava Batı’ya tamamen angaje olur, Esad ve Rusya’dan uzaklaşırsa karşısında Rusya ‘Türkiye sessiz kalmaya mecbur’ Türkiye’nin, mevcut Suriye ve Rojava politikalarının, Rusya görüşmelerinden sonra nasıl şekil alacağını değerlendiren Çitlioğlu,”Türkiye’nin bu saatten sonra Suriye’de veya Rojava’da, sürece yön verecek bir gücü kalmadı, Rusya’nın Suriye’deki, kazanımlarını etkileyecek bir eylem veya davranışta bulunamaz. Rusya, bu konuda Türkiye’yi sessiz kalmak zorunda bıraktı” diyerek şunları ekledi: “Geldiğimiz süreçte ne Türkiye ne Suriye bazı konularda yalnız başlarına karar alacak durumda değiller. Mesela Rojava konusu da bunlardan biri, eğer egemen güçler Suriye’de bir Kürd devleti kurmak isterlerse hem Türkiye hem Suriye müdahale edemez. Türkiye süreç içerisinde Rojava’ya karşı itirazlarını dile getirir fakat etkili olamaz. “Rusya ve PYD ilişkilerini değerlendiren Çitlioğlu devletlerin çıkar unsurunu gözeterek politikalar ürettiğini belirterek, “Büyük devletler, kendi çıkarları için bazı örgütler ve devletler ile görüşür işbirliği yapar hatta bazen dostane açıklamalarda bile bulunurlar. Fakat bu durum, büyük devletlerin çıkarlarına geldiği sürece böyledir, sonrasında yani onlarla işleri bittiğinde durum birden farklılaşır. İşte PYD, PKK, Nusra veya buna benzer örgütlerin durumu da böyle olacaktır” diye kaydetti. ‘Türkiye Kürdlerin hiçbir şeyini hazmedemiyor’ Türkiye’nin, Suriye’de kurulacak bir Kürd devletine izin vermeyeceğini belirten Dr. Ekrem Önen, şöyle konuştu: “Türkiye yalnız Rojava’da bir devletleşmeye karşı değil, dünyanın neresinde olursa olsun Kürdlerin en ufak bir kazanımını hazmedemiyor. Hatırlarsanız bir kaç yıl önce Türkiye’den binlerce km uzaklıktaki İsveç’te Kürd çocukları için bir kreş yapıldı, Türkiye buna bile müdahale etti. Suriye’de bir Kürd devletine nasıl razı olacak? Ama razı olmak mecburiyetinde ve buna karşı duracak bir gücü de yok.” 14 F FOTOĞRAF Mustafa Ergün otoğrafçılık görsel sanatların en zor, çetrefilli dallarından biri. Onlar, ev sahiplerinin bile doğup büyüdükleri yeri terk etmek zorunda kaldığı yörelere, ısrarla gidiyor ve zamanın belleğine işlemek için anları kaydediyor. Belgesel fotoğraf sanatçısı Çağdaş Erdoğan, mesleki serüvenini BasHaber’e anlattı. Henri Cartier-Bresson, fotoğrafla gerçeklik arasındaki ilişkiye dair şöyle der: “Sıklıkla haber diye nitelendirilen olayların fotoğrafını çekeriz, ancak bunlardan bazıları haberi bir muhasebecinin kayıt tutması gibi adım adım detaylı olarak aktarır. Bu tür çalışan haber ve magazin fotoğrafçıları maalesef bir olaya en kuru şekilde yaklaşmaktadırlar. Bu Waterloo Savaşı’nın detaylarını bir tarihçiden okumaya benzer: Şu kadar silah vardı, şu kadar insan yaralandı gibi... Adeta kalemlere bölünmüş bir muhasebe kaydı okur gibi...” “Fotoğraf benim için bir geçim kaynağı değil bir amaç” diyen Fotoğrafçı Çağdaş Erdoğan da; Kobanê, Cizre, Nusaybin, LGBTİ Onur Yürüyüşü, Gezi Parkı, mücadele ve devinimin içinden görsel hikâyeler aktarıyor. Muş’tan Bursa’ya sürgün… İlk fotoğraf karesini çektiğimde Kobanêli bir çocuk bana ‘Bize kimlik çıkartmak için mi bu fotoğrafları çekiyorsun?’ diye sorduğunu belirten Erdoğan, “O an kendimden utandım. Çünkü sergi amacıyla gitmiştim. Daha sonra sergi yapmanın bile ağırlığını yaşadım” diyor. BasHaber Geleceğe kanıt biriktiriyorum Çağdaş Erdoğan, 1991 Nisan’ında Muş’ta dünyaya gelmiş. 1994’lü yıllarda, Erdoğan ailesinin köyü boşaltılınca Bursa’ya göçmek zorunda kalmışlar. Erdoğan, sonradan Yunan muhaciri olduğunu öğrendiği çocukların “Sen Türk müsün, Ermeni misin” sorusundan sonra fotoğraf çalışmalarının alt yapısının şekillendiğini belirtiyor. Erdoğan, fotoğrafçılığa 2009’da bir haber ajansında başlamış. 7 yıldır uluslararası ajansların da aralarında bulunduğu pek çok ajans ve dergi için fotoğraflar çeken fotoğraf sanatçısı, şimdilerde freelance olarak fotohikâye çalışmaları yapıyor. ‘Geleceğe aktarmak için kanıt biriktiriyorum’ “Belgesel fotoğrafçısıyım ve uzun soluklu hikâyeler çekiyorum” diyor ve hikâyeleri topladığı sırada yaşanan sıcak olayları da farklı ajanslar aracılığı ile servis ettiğini belirtiyor. Fotoğraf çizgisinin belirlenmesinde 1990’larda Kürdistan’da yaşanan savaşın belirleyici olduğunu söyleyen Erdoğan, “Çocukluğuma denk gelen bu dönemde şahit olduklarım, 2000’ler sonrası yaşananları geleceğe aktarma ve kanıt biriktirme düşüncesini meydana getirdi” diyor. ‘Önünde birileri vuruluyor…’ Her fotoğrafçının fotoğrafa yaklaşımı değişiklik gösteriyor, vizörden bakıldığında hangi çerçevenin fotoğraf olduğuna nasıl karar verdiğine dair soruya, “Çoğunlukla sıcak alanlarda çalıştığım için bunu hesaplamaya pek vakit kalmıyor” yanıtını veriyor. Erdoğan, çatışma bölgelerinde fotoğraf çekme inceliğini şu cümlelerle anlatıyor: “Önünde birileri vuruluyor veya yıkılmış bir evin önünde anneler ağıt yakıyor ve siz de güvenliğinizi koruyarak, insanların özel alanına saygı gösterip çok rahatsız etmeden fotoğraf çekmeye çalışıyorsunuz. Bu da bir kaç saniyelik zamana tekabül ediyor. Alan tecrübesi bu noktada belirleyici oluyor, o bir kaç saniyeyi en doğru açıdan en güvenli biçimde değerlendirmeye çalışıyorsunuz ve o noktada sizin fotoğrafınız ortaya çıkıyor.” Bir görüntünün fotoğraf değeri taşıması için, fotoğrafın 5N-1K kurallarını bes- SÖYLEŞİ 25 - 31 Temmuz14 2016 lemesinin yeterli olduğunu belirten Fotoğrafçı Erdoğan, “Onun dışında fotoğrafta estetik ve belli terimlerin nihai belirleyici görülmesini doğru bulmuyorum” diyor. ‘Pamuk ipliğinde yürüyoruz’ Erdoğan, fotoğrafçılığı üretmekten çok, şahit olma ve gösterme güdüsü ile yaptığı için fotoğrafçı tanımının kendinde daha doğru durduğunu ifade ediyor. Çağdaş Erdoğan, çoğunlukla eylem ve çatışmalı ortamlarda fotoğraflar çekiyor ve kendi ifadesine göre bunları “geleceğe kanıt biriktirmek için” yapıyor. Çatışan tarafların ortasında fotoğraf çekmekte ne gibi zorluklarla karşılaşıyorsunuz diye sorulduğunda, “Sayfalarca yazabilirim” diyor. Erdoğan şöyle özetliyor durumu: “Çoğunlukla pamuk ipliğinde yürüyoruz.” ‘Yemek yemek bile yaralayıcı olabiliyor’ Kobanê’de, Cizre’de, Nusaybin’deki yaşananların boyutunu çekilen fotoğraf ve videolardan öğreniyoruz. Pikselleşmiş bir yıkım veya ölüm görüntüsünün ekranda belirmesi, insanın vicdan duygusunu yerle bir edebiliyor. Peki, bunun ilk elden şahitleri ne düşünüyor? Erdoğan, “Yıkıma dokunarak şahit olmak epey büyük bir yük” diyerek, şu cümleleri ekliyor: “Fotoğrafı çekerken bunu düşünmemeye özen gösteriyorum ancak iş bitip eve döndükten sonra zor bir vicdan savaşı ile karşı karşıya kalıyor insan. Uyumak, yemek yemek ve benzeri rutin aktiviteler bile yaralayıcı olabiliyor” ‘Fotoğraf yalan söylemez, ancak yalancılar da fotoğraf çekebilir’ Çağdaş Erdoğan’ın fotoğraflarında bir durağanlık yok, bir devinime şahit oluyoruz. Fotoğrafa dışarıdan bakanlar için bile epey bir hareketlilik göze çarpıyor. Ancak o hareketliliğe doğrudan şahit olan fotoğrafçı daha sonra dönüp resmettiği ana baktığında bir eksiklik hissediyor mu? Ya da ilkine oranla daha az bir kırılma? Fotoğraf gerçekliği ne kadar barındırıyor içinde? Erdoğan, fotoğrafın salt duvara asılacak bir süs eşyası veya elinde şarap kadehi ile üzerine entelektüel analizler yapmak için kullanılan bir araç olarak kullanıldığında, kesinlikle gerçekliği yaraladığına ve perdelediğine inanıyor. Ünlü savaş fotoğrafçısı Robert Capa’nın sözünü hatırlatan Erdoğan, “Fotoğraflar yalan söylemez, ancak yalancılar da fotoğraf çekebilir” diyor. Yayın Yönetmeni - Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Faysal Dağlı Haber Merkezi: Yeter Polat, Öztekin Çaçan, M. Salih Batırhan, M. Emin Kan, Çimen Gümüş Dilan Almaz, Murat Özdemir, Ahmet Özyeter, Kerem Ari, Mustafa Erğün İmtiyaz Sahibi: Basnews Medya Ltd. Şti. adına Faysal Dağlı Sahibi: Botan Tahsin Hukuk Danışmanı: Av. Sennur Baybuğa Görsel Yönetmen: Alp Tekin Babaç, Hüseyin Ünal Tel: +90 212 243 27 60 E-mail: bas-haber@bas-haber.com www.bas-haber.com Kuloğlu Mh. Turnacıbaşı Sk. Tuner İş Hanı, No: 39 Kat:5 Beyoğlu / İST Baskı: İhlas Matbaası-Yenibosna/İST BasHaber/BasNûçe Gazetesi’nde yayınlanan haber, yazı ve fotoğrafların her türlü telif hakkı Basnews Medya Limited Şirketi’ne aittir. ‘Büyük hayaller kurmadan ilerlesinler’ Erdoğan, savaş fotoğrafçısı James Nachtwey’i, kendi ifadesiyle “bu işin üstadı” olarak tanımlıyor. Salgado, Manu Brabo ve Emin Özmen gibi fotoğrafçıları kendisi için bir rehber olarak gördüğünü belirten Erdoğan’ın fotoğrafa başlamak isteyenlere de birkaç öğüdü var. Fotoğrafçılıkta orantısız rekabet, ekonomi ve güvenlik başta olmak üzere birçok zorluk olduğunun altını çizen fotoğraf sanatçısı, karamsar olsa da, fotoğrafa başlayanlar için önerebileceği en başlıca şeyin maddi-manevi kazanım adına büyük hayaller kurmadan ilerlemeleri. Erdoğan, “Böylelikle daha az hayal kırıklığı ile karşı karşıya kalırlar” diyor. SAĞLIK BasHaber 25 - 31 Temmuz 2016 15 SÖYLEŞİ Hacamat haşat edebilir! G Çaçan Amedi enellikle iki omuz arasından, sırttan, başın arka tarafından yahut vücudun herhangi bir yerinden bardak veya boynuzla deriden vakum yolu ile kan alınması yani hacamat veya bardak çekme işlemi, ciddi risk uyarısı yapan doktorların tepkisine rağmen toplumda yaygınlaşarak devam ediyor. Türkiye’de 1930 yılından beri yasak olan hacamat uygulamaları halk arasında yapılmaya devam ediyor. Ekim 2014 yılında yayımlanan Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıp Uygulamaları Yönetmeliği bu alanda belirli bir düzenleme getiriyor. Yasaya ve çıkan yönetmeliklere göre hacamat uygulaması sadece uygulama sertifikası almış tıp doktorları ile sınırlandırılmış durumda. Uygulama sırasında ise yardımcı personel olarak sadece temel tıp eğitimi almış kişiler yani hemşireler bulunabiliyor. Yasalara rağmen sosyal medyaya yansıyanlar pek iç açıcı değil. Sıradan vatandaşlara yönelik adı “meslek edindirme” olarak dile getirilmese de işsizliğe çare gibi sunulan birçok hacamlık kurs ilanına rastlanıyor. Yasaya uygun olmayan bol miktarda uygulama merkezi var ve uygulama örnekleri videolarla servis ediliyor. Dikkat! Hacamat edilebilirsiniz Yönetmelik “yasak” demesine rağmen yaptığımız araştırmaya göre ilginç sonuçlara ulaşıyoruz. Örneğin hacamat kursu ilanı veren bir sitede “dikkatle okunması gereken yasal uyarı” başlığı altında hacamat uygulamasının “Bu yasa gereği eş, dost ve çevre haricinde menfaat amaçlı hacamat yapılamaz” ibaresi yer alıyor. Yasanın içeriğinde ise buna benzer bir yoruma gerekçe olabilecek hiçbir cümle veya yoruma rastlanmıyor. Sitede yayımlanan uyarıyı okuyacak olan kişinin kafasında Hacamat nedir? Arapça’da, Hijamah veya hajamat denilen ve genellikle iki omuz arasından, sırttan, başın arka tarafından yahut vücudun herhangi bir yerinden bardak veya boynuzla deriden vakum yolu ile kan alınması işlemidir. Hacamat yönteminden, Milattan önceki dönemlerden kalma Hint tıp yöntemleri olan Ayurveda metinlerinde bahsedilmiştir. Antik dönemlerde Mezopotamya, Mısır ve Yunanistan’da uygulanmıştır. Hacamat derinin bir neşter yardımıyla çizilip ağzı geniş olan bir bardak, boynuz ya da şişe gibi aparat ile oluşturulan emme gücüyle kanın çekilmesi şeklinde yapılır. Çay bardağı ve yakılan bir pamuk ile aynı emici basınç gücü de oluşturulabilir. Geleneksel olarak ağrı, sızı veya hastalık olan organa yakın yerlere yapılır. İlk seferde üst sırt bölgesindeki bazı noktalara yapılması tavsiye edilir, kafaya yapılmaz. 15 Dr. Mengüç: Safsata, şarlatanlık! Hacamat uygulamalarıyla ilgili olarak görüşlerine başvurduğumuz İstanbul Tabip Odası Genel Sekreteri Genel Cerrahi Uzmanı Op. Dr. Samet Mengüç konuyla ilgili sorularımıza şu yanıtları verdi: Doktorlara göre “Kanıtlanmış hiç bir hastalığın tedavi yöntemi olmadığı gibi uygulamasının olumsuz birçok riskleri var“ denilen hacamattan 15 bin kişi geçiniyor! Böbrek hastalıklarından, sinüzite “bin bir derde deva” olarak gösterilen hacamat uygulamalarında ciddi bir rant dönüyor. oluşabilecek soru işaretleri kelime oyunlarıyla bertaraf edilmeye çalışılıyor. Yasada tıp doktoru denilmesine rağmen “eş, dost ve çevre” diye değiştirilerek yasanın lafzı tarif ediliyor. Yani dikkatli olmak lazım, ilanları okuyup bu tip yasal olmayan merkezlere gidip şifa ararsanız argodaki anlamıyla “hacamat” edilebilirsiniz. Çünkü halk arasında “şişe” denilen uygulamalar genelde tane başı yapılıyor ve şişesi 5 ile 20 TL arasında değişiyor. Uygulandığı vücut bölgesine göre de her uygulama 1-15 şişe arasında değişebiliyor. Haccamlar örgütleniyor Sadece tedavi merkezleri değil aynı zamanda erkek hacamatçılar yani haccamlık ve kadın hacamatçılık olan haccamelik kursları da bol miktarda bulunmakta. Hatta yasak olduğu halde bazı kişiler internet üzerinden yapılan ilanlarla “Valilikten onaylı sertifikalı haccam” olabilmek için kurs açabilmektedirler. BasHaber’e konuşan Hacamatçılar Federasyonu Genel Sekreteri Adnan Ünnü faaliyette bulunan yüze yakın dernek olduğunu belirterek bu derneklerin hacamat uygulamalarıyla ilgili “bilgilendirme amaçlı” kurs açabildiklerini, açılan kurslarda hacamat uygulamaları konusunda ehil kişiler ve tıp doktorları tarafından dersler düzenlenebildiğini belirtiyor. Kurs sertifikası alan kişilerin kupa uygulaması yapamayacağını dile getiren Ünnü, bu ve benzeri kurslarda bedel olarak 300 -500 TL arası ücret alındığını belirtiyor. Ayda yaklaşık 200 kişinin sertifikalandırıldığını belirterek alınan bedellerle “kira ve benzeri giderlerin karşılandığını” söylüyor. Türkiye’de 15 bin hacamatçı var Adnan Ünnü devamla 2014 yılında çıkarılan yönetmeliğin bazı eksikliklerine işaret ederek, 5 bin yıldır uygulanan ve Peygamber’in sünnetlerinden biri olan hacamatın sadece tıp doktorları tarafından uygulanmasının gerekmediğini ileri sürüyor. Yıllardır bu yöntemi uygulayan fakat doktor olmayan ehil kişilerin de uygulamacı kapsamına alınmaları gerektiğini belirten Ünnü, yasal eksiklikler sonucu kupa uygulaması yapan ama doktor olmayan birçok kişinin mahkemelere düştüğünü ve kendisi de dâhil olmak üzere birçok kişinin yasal eksiklikten kaynaklı “mağdur” edildiğine vurgu yapıyor. Ünnü Türkiye’de hacamat işleriyle uğraşan, bu uygulamayı bilen yaklaşık 15 bin kişinin olduğu bilgisini vererek, “Sağlık Bakanlığı nezdinde girişimlerimiz var. Bakanlıktan bu mağduriyetlerin giderilerek, bu ehil insanların da uygulama yapabilecek hale getirilmelerini talep ettik” dedi. Ehil olmayan çıkarcı kişilerle ehil olanların birbirinden ayrılmaları gerektiğini belirten Ünnü, “yaşla kuru birbirinden ayrılmalıdır” diyor. Böbrek hastalıklarından, sinüzite “bin bir derde deva” olarak gösterilen hacamat uygulamalarında din, İslam, şifa soslu ciddi bir rant dönmeye başlamış durumda. Ve yapılması gereken en temel şey yasanın ve yasa uygulamasının bu alanda oluşabilecek ciddi “hasta hakkı ihlallerini“ çözen bir yapıya kavuşturulmasıdır. Görüldüğü kadarıyla bakanlık hacamatı geleneksel ve tamamlayıcı tıp uygulaması olarak kabul ediyor ve doktor tarafından uygulanacağını belirtiyor. Yani bakanlık bu yöntem konusunda tavrını belirlemiş durumda ama sorun şurada başlıyor; hacamat işlerinden ekmek yiyen, aile geçindiren binlerce insan var ve bu insanların bu alanı kolay kolay terk etmeye de niyetleri yok. Bilimden uzak safsata! “Hacamat bilim ve kanıta dayalı tıbbın gelişiminden önce ilkçağlardan beri insanların geleneksel tıp yöntemlerine başvurduğu, çaresizlik içinde bir şeyler yapabilme düşüncesiyle başvurdukları sağlık uygulama yöntemlerinden biridir. Yani bilimsel ve kanıta dayalı tıp uygulama ve tedavi yöntemleri arasında olmayan ancak geleneksel olarak birçok toplumda uygulana gelen ve bugün için hiçbir geçerliliği olmayan bir yöntemdir. Mistik, hiç bir bilimsel ve ispatlanabilir yönü olmayan geleneksel tıp, alternatif tıp, İslam tıbbı adı altındaki uygulamaların bir yansımasıdır. Yani hacamat ve benzeri uygulamalara bilimsel kılıflar bulma arayışları ve bu amaçla yapılan bilimden uzak ‘’kupa terapisi’’ gibi safsataların bilimsel tıp içinde hiç bir yeri yoktur, olamaz.“ İspatlanmış faydası yok “İspatlanmış, kanıtlanmış bir tek hastalığın bile tedavisinde yeri olmayan bir safsata hacamat-kupa terapisi. Tıp uygulaması diye aklınıza hangi hastalık gelirse, iyileştirdiğini ileri sürerek maalesef ülkede yaygınlaşarak kullanılmaya başlanmıştır.“ Uygulayanlar şarlatan “Kanıtlanmış hiç bir hastalığın tedavi yöntemi olmadığı gibi uygulamasının olumsuz birçok riskleri vardır. Netice de invazif dediğimiz yani insan bedeni üzerinde değişiklik ve beden bütünlüğünü bozan bir uygulamadır. Hijyenik şartlarda yani bilimsel asepsi, mikroplardan arındırma sağlanmayan ortamlarda yapıldığında sepsis dediğimiz ölümlerle sonuçlanabilecek enfeksiyon riski taşıyan bir uygulamadır. Bunun dışında kanama ve pıhtılaşma bozukluğu olanlarda, kanama ve pıhtılaşma faktör eksikliklerinde gerekli bilimsel önlemler ve ek tedaviler uygulanmadan yapıldığında hipotansiyon, şok ve ölümlerle sonuçlanabilen riskler taşır. Bu tıp dışı uygulamalar ‘’safsata’’, uygulayanlarda ‘’şarlatan’’ olarak bilimsel tıp literatüründe yer alır.“ 16 SİNEMA BasHaber SÖYLEŞİ 25 - 31 Temmuz16 2016 Dawîya Rojê: Sürgünün film hali Kürdlerin tarihi bir bakıma sürgünler Kürdlerin Türkiye, İran, Suriye ve Irak’ta sonunda soluğu Fransa’da alan yazar tarihidir. Avrupa’da sürgünde yaşayan maruz kaldıkları kültürel, ekonomik Xurşîd Mîrzengî’nin hayatı özelinde, Kürdlere kamerasını çeviren yönetmen ve sosyolojik gaspa karşı çıkışı, ya yok Kürd aydınların sürgünde yaşadıkları Mansur Tural, yerinden yurdundan edi- edilmekle burun buruna gelmelerine sorunları ele alıyor. Kürd yönetmen len Kürdleri, film makaralarına sarıyor. ya da yerinden yurdundan edilmelerine Tural, daha önce de kısa ve uzun Karnında söyleyecek bir sözü olan neden oldu. metrajlı filmlerinde, sürgün hayatı ve bunu söylemekten sakınmayan her Mansur Tural, yeni çektiği filmi yaşan Kürdlerin yaşamlarını sinemanın Kürd, soluğu sürgünde ya da kabirde Dawîya Rojê’de (Fin De Jour), Avrupa’da gündemine taşımıştı. aldı. Bu nedenle Kürdlere tarih sürgün hayatı yaşayan ve siyasi Yönetmen Mansur Tural’la sürgündeyazanların çoğu, bu tarihsel gö- faaliyetleri nedeniyle 1980 darbesinde ki Kürdleri ve yeni filmi Dawîya Rojê’yî revi sürgünde yerine getirdi. konuştuk. tutuklanıp işkencelere maruz kalan, Dilgeş Pirsûsî Daha önce çektiğiniz filmlerde de sürgün yaşamları konu edindiniz, Kürdlerin “sürgün sinemasını” yapmak nasıl? Sürgünde film çekmek zor, hem de çok zor. Yılmaz Güney’in sürgündeki filmlerine ve ülkedeki filmlerine bakın, iki ayrı yapım gibidir. Oysa ikisini de çeken aynı kişidir. Örneğin ben Ew der Sar e filmini İran’da çekmeye başladım, sonra bize verilen izni iptal edip sınır dışı edildik. Yetmezmiş gibi, negatiflerimize de el koydular. Sonra Fransa Montpellier’de devam ettik. Daha sonra Güney Kürdistan’a döndük. Çok zorluklar yaşadık filmi bitirene kadar. Bütün bunlar nedendi? Çünkü sürgünsün ve kendi ülkende yapamıyorsun! ediniyorsunuz. Hikâye bulmakta ya da bunları bir temelde oturtmakta zorlanıyor musunuz? 2000 yılında Hevî diye bir kısa film çekmiştim. O dönemde sadece o film dekoru için 20 bin Euro’ya yakın bütçe kullanmıştık. Hevî, çok iyi, başarılı bir filmdi, ama bugün aynı şeyi çekmem. Beni artık dış dekor ilgilendirmiyor. Şimdi beni ilgilendiren, hesaplanmamış hesaplarla karşılaşma, cesedin artık neden o ruhu taşımadığını anlamak ve bunun filmini yaratmaktır. Bütün hikâyelerimiz mutlaka değerlidir ve bu bizim için bir arşivdir. Ama kendimize dönmeliyiz. Biz, biz olmalıyız. Bir başkası olmamalıyız. Özümüze dönüş yapmalıyız ki, bir başkasına da fayda verebilelim. Birçok Kürd aydını sürgünde yaşıyor. Sürgüne gitme nedenleri başlı başına bir hikâye iken, sürgünde yaşadıkları da bambaşka bir hikâye. Geldikleri yerle gittikleri yer arasındaki acılar ortak mı sizce? Önemli bir konu bu. Gitmek, kalmak ve artık geri dönememek. Her giden, ne sebeple olursa olsun, mutlaka dönmek için gider. Ama gidiş nedenleri ile gittiğinde öngörülemeyen hesaplarla karşılaşman ve bunlara hazırlıksız yakalanman, birçok kişide büyük tahribat yaratıyor. Ve bu sadece kendini değil, bütün umudunu ve çevresindeki herkesi etkiliyor. Dawîya Rojê’nin çalışmaları nasıl gidiyor? Ne zaman izleyiciyle buluşturmayı planlıyorsunuz ve nerelerde gösterilecek? Fransa’da veya Avrupa’da bir sinema film tamamlandığı zaman, ilkin o ülke sinemalarında gösterilme zorunluluğu var. Daha sonra TV’lerde yayınlanabilir. Dawîya Rojê’nin post prodüksiyon çalışmaları hala devam ediyor. Film, 5 Kasım 2016’da Fransa genelinde gösterime girecek. Filmde yine bir sürgün hayatı konu Mansur Tural kimdir? Batman’da doğdu. İlk ve ortaöğrenimimi Batman’da tamamladı. Fransa’da da sinema okuluna gitti. 2001 yılında felsefe üzerine yüksek lisansımı tamamladı, Ehmedê Xanî üzerine de doktora çalışması hala devam ediyor. Kürd aydınları sürgünde nasıl bir hayat yaşıyor ve Dawîya Rojê’de bunun ne kadarını görebileceğiz? Kürd olmak başlı başına bir problem. Kürd yazarı olmak, ikinci problem. Gerçekten kendini devletsiz de hissediyor ve bir de herhangi bir ideolojiye bağlı da değilse, zaten her gün ölmüş demektir. Ama bir Kürd yazarı o milletin kişisidir, o millettir. Hiçbir millet yazarları olmadan millet olamaz. O milletin yazarı, o milletin yaratıcısıdır. O her yerdedir ve her şeydedir. Bizim dengbejlerle sözlü edebiyatımızı, yazarlar sayesinde unutmamışız. Dawîya Rojê’de bir yazarın iç hesaplaşmasını ortaya koymaya çalıştık. Bir başkası olmak, bir başkasını yaşamak, o kişiyi yaratmak veya o kişiyi öldürtmek. Kendisiyle hesaplaşan ve kendisinin Allah’la ilişkisini irdelemek istedik. Aslında özünde kendisi olmanın farkına varmak ve o yükü taşımak gibi daha çok sorgulayıcı bir temelde filmi inşa etmeye çalıştık. Biraz da aktüel, sosyolojik güncel olayların dinle ne kadar ilgisi var, yazar üzerinden sorguladık. Benim önceliğim, ilkin kendimizi çekmek ve korkmadan, provoke etmeden, gerçeklerimizle hesaplaşmak. İlkin yazarlarımıza ve objektif aydınımıza sahip çıkarak Kürd sinemasına da yön verebiliriz. Doğrusunu söylemek gerekirse, ben Kürd sinemasında bir ilerleme göremiyorum. Kürdistan’ın doğurduğu bir yönetmenin elindeki imkânlarını başka dillerde film çekemeye harcarsa, buna başarı denilemez. Avrupa’da, Türkiye’de Kürdleri konu edinen birçok film yapılıyor. Ama bunlara Kürd sineması diyemeyiz. Türkiye’de milli sinemadan sonra Yılmaz Güney’in başlattığı devrimci sinema dönemi başladı, şimdide sancısını çektiğimiz Kürdistan’la beraber, umarım Kürd sineması da doğar. Filmlerinizde Kürdistani bir felsefi bakış açısı seziliyor. Bu felsefeyle Kürd sinemasının ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Benim için felsefesiz film, ruh ve ceset gibidir. Cansız bir yapıt olur, tamamlayıcı olamaz ve mutlak eksiktir. Kürd sinemasını yapanların büyük sorumlulukları var. Büyük avantajlarımız olduğu gibi, dezavantajlarımız da var. Eğer bizler kendi tarihimizle bütünleşebilirsek, tarihimizi çekebilirsek ki çekmek zorundayız, bir bakın Mellayê Cizîrî’nin felsefesine, bu felsefe sinema diliyle sadece Kürdlere değil, İslam âlemine de yön verir. Ehmedê Xanî’nin eserindeki felsefeyi irdeleyin, sinema diliyle nelere dönüşmez? Parçalanmış bir ceset düşünün, bunu dörde bölmüşler ve hiçbir parça olmadan bu bölünmüş vücut dirilemez. Ancak bunu irdeleyen bir felsefeye ihtiyaç var. Ona ruh vermek için bu parçaları birleştirmek gerekiyor. Filmlerinizde genellikle amatör oyuncularla çalışıyorsunuz. Bu da sinema açısından hem avantaj hem de dezavantajlar barındırıyor içinde. Bu sinemanız için ne ifade ediyor? Devletsizsen sineman da olmaz. Bizim yaptığımız, Kürd filmleridir, Kürd sineması Kürdistan’la başlar. Çok iyi bir oyuncu biliyorsun ama Kürdçe konuşamıyor veya Kürdçe ile yaşayamıyor. Kendisini başka dillerle ifade ediyor, ama Kürdçe ile yapamıyor. Amatör kalıyor onun için. Benim özellikle özen gösterdiğim, filmlerimi Kürdçe çekmek. Bunu yapmaya çalışıyorum. Benim Kürd sinemasının bugününü nasıl oynattığım kişilerin oynadığı rolü; daha önce değerlendiriyorsunuz peki? defalarca kendi gerçek hayatlarında yaşayıp, Dünya sinemasına katkı yapan çok iyi, deneyimliyorlar. Onun için onlarla çalışmak orijinal fikir üreten yönetmenler var. Ama zorluğu olsa da avantajları daha çoktur. maalesef bizler henüz kopyalamaktan veya onun gibi olmaktan kurtulamamışız. KendiSon yıllarda Kürd sinemasında bir kıpırdanma gözleniyor. Son dönem Kürd miz olmalıyız, biz kendimiz zaten gerçeğiz. Gerek yok gerçeği kopyalamaya ve deforme sinemasının gidişatını nasıl değerlenetmeye. diriyorsunuz?