BİR - Tavır Dergisi
Transkript
BİR - Tavır Dergisi
1-15pages_easy.pdf 1 5.11.2015 02:25:54 Sahibi Tavır Yayınları adına Bahar Kurt Sorumlu Yazı işleri Müdürü Yeliz Yılmaz Genel Yayın Yönetmeni Gamze Mimaroğlu Yayın Danışmanları Veysel Şahin Naciye Yavuz Yazışma Adresi İstanbul Mahmut Şevket Paşa Mah. Mektep Sk. No: 4-B Okmeydanı - Şişli / İstanbul İletişim Tel: (212) 238 81 46 C M Y CM MY CY CMY K tavir2007@gmail.com www.tavirdergisi.org (facebook-twitter) Ankara İdilcan Kültür Merkezi General Zeki Doğan Mah. İmam Alim Sultan Cad. No: 12/19 Mamak Tel: (312) 391 37 75 Hesap no (TL) 1043-0784672 Gizem İbak İş Bankası Paşabahçe/İST Hesap No (EURO) 1043-0539521 Gizem İbak İş Bankası Paşabahçe/İST Fiyatı (DÖVİZ) Almanya: 5 Euro Fransa: 5 Euro Hollanda: 5 Euro Avusturya: 5 Euro İsviçre: 7,5 Frank İngiltere: 4 Sterlin Posta Çeki Hesap No Gizem İbak 1195 28 23 Abone Bedeli (Yıllık) 50 TL Baskı: Gülmat Matbaacılık Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 1 NE 4 Topkapı- Zeytinburnu / İST. Yayın Türü: Yerel Süreli IÇINDEKILER EYLÜL 2015 3 Mete YILMAZER 28 Özgür Tutsalar 4 Mehmet ESENLER 30 TAVIR 6 Leyla GÜNEY 8 Devrim SAVAŞ 10 İdil Halk Tiyatrosu 12 Sanat Cephesi 13 Hasan BAKIR 16 18 Sanat Meclisi 19 Yasımızın Rengi Kırmızıdır Binboğa’nın Dileği Cizre Halkının Yanındaydık Yıl 2015 Erdal EREN Bir Kez Daha Katledildi Kuşlar Meclisi Demokrasi ya da Seçimler ve Meclis Eşcinsellik Sempozyuma Çağrı Sinan GÜMÜŞ Korkuyu Ateşe Verip Karanlığı Aydınlatmak Eda ÇALIŞKAN Dev-Genç’li Olmak Şeyh Bedreddin Yol Göstermeye Devam Ediyor İdil Halk Tiyatrosu Üzerine 31 Mehmet ESATOĞLU Üç Kuruşluk Opera Bir Kez Daha 33 Hayati AZİM Somadan Berkinlere 34 Levent NAVRUZ Neruda Bir Halktır 37 Leyla GÜNEY 38 TAVIR Kitap: Düzen Çürütür Devrim Yaşatır Oya Aslan İle Metris Belgeseli Üzerine 40 Gamze ŞENYİĞİT Madımak’ı Anlatamamak 42 Murat Selim KARAYEL Mizzahın Anavatanı Neresidir 45 Fazıl AKTAŞ Tesla’nın Bobini 20 Sevgi YÜKSEL 47 Özgür Tutsaklar 22 Berrin SOYDAŞ 48 YİTİRDİKLERİMİZ 25 Şadi Naci ÖZBOLAT 50 HABERLER Nereye Gider Nerden Çıkar Bu Tırlar Özgür Tutsakla 10 Dakika 15 Kurşun Kitap: Hükümet 1 1-15pages_easy.pdf 2 5.11.2015 02:25:56 MERHABA C Ekim-Kasım 2015 ıssn 1303-9113 M 2015/10-11 sayı:153 2.50tl . “bu suçla iktidara. gelen. hain için” BIR CEZA ISTIYORUM Y CM MY 2015 yılının sonuna doğru yaklaşırken, 35. yılımızın da sonuna geliyoruz. Bu sayımızda Ekim-Kasım sayısı olarak geliyoruz yanınıza. Fakat yine ölümler, yine kayıplarımızla… Suruç'un ardından Cizre, Hopa, Ankara, Dilek… Bitmiyor. İktadarın tek yönetme biçimi haline geldi, katliamlar… Birinin acısı dinmeden diğerinin haberini alıyoruz. Acılarımızı yaşamamıza izin vermiyorlar. Öfkemiz dağlar kadar büyük… Dağlar gibi sıra sıra… Alınacak hesaplar birikiyor. Bir ceza istemekle kalmayacak bu halk. İsteyecek ve aynı zamanda verecek. Hesaplar mahşere kalmayacak... Ankara'da yitirdiklerimizi, Cizre'den ve Hopa'dan izlenimlerimizi, Dilek'in saf ve tertemiz yüzünü yazdık dergimize… Neyi yazalım şaşırdık… Acımızı mı, direnişi mi, öfkemizi mi… Hangi birini… Ama herşeyi anlatmalı. CY Tarih sorumluluklar yüklüyor omuzlarımıza… Yitirdiklerimize layık olma sorumluluğu her geçen gün artıyor. Bu sorumluluğu hisseden her insanımız eline kalemi alıp yazmaya başlıyor hemen. Tavır'ın sayfaları her dönem olduğu gibi yine sonuna kadar açılıyor okuyanlarına… Onlar da yüreğini ve hünerini döküyor sayfalarımıza. CMY K Yine sanatçılarımızı yitirdik. Ne çok elveda diyen oldu. Yitirdiklerimizi kısaca yazdık ama daha çok yazacağız. Hep bakacağız yazdıklarına, konuştuklarına, oyunlarına… Hep bakacağız ve tarihimize kattığı emeklerinden ötürü saygı ile anmaya devam edeceğiz… Sanatçılar ilk kez tüm disiplinlerin sorunlarını tartışmak için biraraya geliyor. Sanat Meclisi, tüm sanatçılarımızı heyecanlandıran ve umutlandıran bir sempozyuma imza atıyor. Biz de Tavır olarak öncesinden ve sonrasında sayfalarımızı ayırdık bu sempozyuma. Şiir, tiyatro, sinema, kitap tanıtımı, eleştiri, değerlendirme, denemelerle Ekim-Kasım sayısı ile karşınızdayız. Bir sonraki sayımızda görüşmek üzere… Dostlukla... NOT: Değerli okurlarımız Tavır’a göndermek istediğiniz her türlü çalışmalarınızı “okuryazar@tavirdergisi.org” adresine gönderebilirsiniz. Dergi Tasarım: Barış Onur DENİZ 2 1-15pages_easy.pdf 3 5.11.2015 02:25:57 Yasımızın Rengi Kırmızıdır C M Y CM MY CY CMY K 10 Ekim 2015... Ankara... Ey halkım unutma bunu, Ey ülkemin sanatçısı unutma bunu! Bir kenara yazmak için değil, yıllar sonra bir karanfille anmak için değil. Yarına bırakmadan hesabını sormak için. Ellerimizle, tırnaklarımızla hesap soralım. Kalemimiz hesap sorsun. Yeni ağıtlar yazalım, isyan dolu. Şarkılarımız meydanlardan dağlara çıksın, saraylara ulaşsın. Nice İnce Memedler doğurmuş bu halk gösterelim düşmana. Döktükleri kanda boğalım. Sesimizi birleştirelim, bir deprem gibi sallasın saraylarını. Yasa boğulma zamanı değil, ağıtlarımız isyan olsun, siyahları çıkaralım, ağıtımızın rengi Kırmızıdır. Demirci Kawa'dan bu yana dökülür kanımız ama yine büyür isyanımız. Kerbela'da bir avuçtuk, ama yok olmadık. Nice zalimler geldi ama hiçbiri kalmadı. "Dünya Sultan Süleyman'a Kalmadı" derler. Kalmadı, ne sarayları kaldı Osmanlı'nın ne saltanatları. Bundan sonra da kalmayacak. Yakın tarihteki en büyük katliamlardan birini yaşadık. Sendikaların, meslek odalarının ve partilerin Ankara'da düzenlediği mitingin ortasında iki bomba patlatıldı. Yüzün üzerinde insan katledildi, yüzlerce kişi yaralandı. Mitinge gidenler, başından itibaren polisin ortalıkta olmamasını garipsemişlerdi. Her mitingde, daha kendi illerinden yola çıkarken polis tacizleri aramaları eksik olmazdı. Ankara'ya mitingler için, gösteriler için gidenler bilirler. Ankara'nın girişinden itibaren polis karşılar ve nefes aldırmadan, etrafı kuşatırlar. 10 Ekim'de ise öyle olmadı, mitinge gidenler hiç polis görmemişlerdi. Yürüyüş başladı yine polis yoktu... Bombalar patladıktan hemen sonra, ambulanstan önce polisler, tomalar meydanı doldurdu. Yaralıların olduğu bölgeye toma ile su sıktılar, gaz bombaları attılar. Bütün yaşananlar gerçek katilin kim olduğunu çok açık şekilde gösteriyor. Katliamı IŞİD örgütünün üstüne yıkıp sorumluluktan kaçmaya çalışıyorlar. Suç belli, suçlu malum; AKP iktidarı ve Amerika. AKP iktidarı krize girdikçe, yönetemedikçe halka karşı saldırılarını arttırmaya devam ediyor. Bombalar önce komşu halklarımızı katletti. Tırlar dolusu bomba sınırdan geçirildi. On binlerce ruh hastası IŞİD, El Nusra vb. islamcı örgütlere katılmak için Türkiye üzerinden geçirildi. Sınırları rahatlıkla geçtiler, ülkemizin hastanelerinden, ulaşımından yararlandılar. Askeri üsler, kamplarda eğitim yaptılar. Sınırlardan tonlarca bomba Suriye halkını katletmek üzere geçirildi. Suriye'de Devlet'in direnişi sürdükçe AKP'nin ve Amerika'nın planları bozuldu. İktidarda kalmak için, daha fazla sömürü için katlettiler. Birer birer, onar onar, yüzer yüzer katlediyorlar. Çünkü halka düşmanlar, çünkü çok çaldılar, çünkü çok öldürdüler. Ve o kadar hesap birikti ki, eldekilerini kaybetmemek için işlemeyecekleri cinayet yoktur. Öldürdükleri insanlarımızın hesabını vermemek için yapmayacakları katliam yoktur. Neden Katlediyorlar? Çünkü halka verebilecekleri hiçbir şey yok. "Çözüm Süreci" diye söyledikleri sadece bir aldatmadan ibaret. Kürt halkının direnme dinamiklerini yok etmek istiyor. Anadolu toprakları, nice isyanlara ve Osmanlı oyunlarına tanık oldu. Direnişleri yok etmek için her tülü hile, her türlü aldatma yoluna gittiler. İktidarlarla uzlaşan bütün isyan önderleri aynı kadere mahkum oldular, arkadan hançerlendiler. AKP iktidarının "Çözüm Süreci"nden anladığı işte budur. Her ne olursa olsun direnme dinamiklerini yok edip, Kürt halkını teslim almak istiyorlar. Bu katliamlar sadece Kürt halkına yönelik değil, bütün halkımıza yönelik yapılıyor. Ve AKP için esas sorun da bu; Gezi Ayaklanmasında halkın öfkesinin büyüklüğünü gördü. Tekrar aynı şeyi yaşamamak için, bütün halklarımızı tehdit ediyorlar. "Sokağa çıkmayacaksınız, meydanlarda gösteri yapmayacaksınız, yoksa katlederim" diyor. Bütün halkımıza, sanatçılarımıza, aydınlarımıza gözdağı veriyor AKP iktidarı. Önce tek tek tehdit ediyordu, şimdi kitle katliamları yapıyor. Ey halkım unutma! Nice dökseler de kanımızı, biz varız. Biz varız ve milyonlarız. Onlar ise bir avuç, adlarını tarih bile unutacak. Ama biz yaşadık, Yavuz Sultan Selim katletti... yok edemedi bizi. Maraş'ta katlettiler bitiremediler bizi. Dersim'de 38 de binlercemizi katlettiler, sürgün ettiler bitiremediler bizi. Ve bu yüzden korkarlar ve sokağa bir orduyla çıkarlar. Biz halkız ve tükenmeyiz, Pir Sultan bugün yaşıyorsa, Bedreddin yaşıyorsa, Dadaloğlu hala savaşıyorsa, umut bizde. Onlar korksun, dilimiz, elimiz yumruk olsun. GELECEĞE DAİR Gelecek, Sadece zaman değil Mekan değil Hayattır yaşanmaya değer Ve şimdilik Ve sadece Ve ancak Yumruğun kadar yer tutar Zamanın ve mekanın içinde Gelecek Yumruğunun içindedir çünkü Sağlam tut Ve dalgalandır Yumruğunu tarihin şerefine İşte ancak o vakit Geleceğin gelmekte oluşunu Görür dost düşman herkes Dostlar sevinir Düşman korkar Korkuları zulümdür büyür Kar etmez fakat ecellerine Gelecek Çıkıp gelir çünkü kondulardan Asalak gırtlakların peşine düşen Aç bir bıçak gibi hem de... Metin YILMAZER 3 1-15pages_easy.pdf 4 5.11.2015 02:25:57 Binboga’nın Dilegi Nereden başlamalı bilmiyorum ki... Neyi anlatmalı? Nasıl anlatmalı? Bir acıyı mı, bir cinayeti mi, bir direnişi ya da bir zaferi mi? Yoksa bir cenaze törenini mi?... Yok, yok... Belki de bir düğünü anlatmalı... Dilek’in ağzından çıkan “Galoş giy!” sözünden sonraki her saat her dakika, her saniye insanlık mücadelesini adeta birer taşını oluşturuyor, Küçükarmutlu’dan Sarkız Çayırı’na uzanan yolda... “Galoş giy!...” öyle katiller sürüsünün yalnızca kirli ayakkabılarını işaret eden basit bir söz değildir...” “Galoş giy!...” bir emirdir katiller sürüsüne. “Burası bizim evimiz, burası bizim onurumuz, namusumuz C M Y CM MY CY CMY K “Galoş giy!...” Seni görüyorum... Seni tanıyorum. Senin sadece ayakkabın değil beynin, yüreğin, duyguların kirli... Bak silah tutan elinden kan damlıyor, ellerin kirli... Senin geçmişin kirliydi, bugünün, yarının kirli. Senin açık ve gizli bütün kirini görüyorum. “Galoş giy!...” düşmanın yüzüne karşı, ölümüne atılan tokat gibi bir slogandır. Katillerin gözlerine gözlerine bakarak attığımız diğer sloganlar gibi... “İşkence yapmak şerefsizliktir” ya da “Polis simit sat, onurlu yaşa...” gibi sert, cüretli, yüzlerine yekten söylenen slogandır. “Galoş giy!...” düşmanın kirli yüzü, kanlı eli, atmayan kalbine haykırılmış küfür denginde bir sözdür. Öyle ya ağzına küfrün çirkinleşmeden yakıştığı şairimizin dediği gibi “Küfür burjuvazinin ağzında lağım çukuru işçi sınıfının ağzında açan çiçektir. Düşman yeni bir slogan duymuştur. “Galoş giy!...” Katiller bastıkları her evde, her yürüyüşte, her mitingde, her eylemde, her duvar yazısında duyacaklardır adtır bu sözü... Slogan, küfür, uyarı ve teşhir niyetine. “Galoş giy!...” irade savaşının aysbergidir. Senin baskını, zulmünü, emirlerini tanımıyorum. Silahına, postalına, tomana, tankına rağmen demektir... “Galoş giy!...” Yürüyüş dergisi dağıtırken İbrahim Çuhadar ile çektirdiğiniz 4 fotoğrafı öyle güzel tamamlıyor ki... Senin “Kirliler, çirkefler, pislikler dediklerini temizlemekti çünkü amacı... İdeolojik birlik; onur, ahlak bütünlüğü bu işte... dedim ya söz ağızdan çıktı bir kez. Ve tarihe geçti... Şimdi düşmanı sarsan o söz onlarca sanat eseri üretmeye aday cüret, onur, haklılık ve doğruluk dolu özlü bir söz artık. Sen hastanedeyken başladılar saldırmaya. Sahip çıkmayalım, korkalım, susalım ve sadece acımızı yaşayıp, bağrımıza basalım istediler. Saldırıları, tacizleri sökmedi... Ve senin bedenin, ciğerini parçalayan düşmanın kirli kurşunun yarasına dayanamadı. İşte şimdi birlikte dergi dağıttığın Çuhadar’ın ölümsüzlük dünyasındansın artık... Şehit düştüğünü, yoğun bakımın kapısında bekleyen arkadaşlarına, yoldaşlarına, ailene dahi haber vermeden kaçırdılar, utanmadan. Utanmadan demek bile yakışmıyor onlara. Senin cesedini bile vermek istemediler... Sessizce, kimsesizce gömmek adeta ailenden ve yoldaşlarından kurtulmak istediler. Tarihimizi çaresizliklerinden ve arsız, haysiyetsizliklerinden unutuyorlar olsa gerek. Oysa bu büyük ailenin değil sağ olanın cesedimizin tırnağı için dahi yani bedeller ödeyerek sahiplendiğimizi kim bilmez... Dayımızı nasıl geleneklerimize göre uğurladık, Hasan Ferit’i, Günay’ı nasıl sahiplendiğimiz gün daha dün gibi değil mi? Adlı Tıp’ın önündeki sahiplenişimizden sonra vermek zorunda kaldılar Dilek’imizi. Dilek’imizi gecenin yarısında aldık. Araba korteji eşliğinde Armutlu’ya vardık. Akşam Armutlu halkına ve cemevine kadar sloganlarla yürüdük. Sabaha kadar ateş başında, cemevinde, morgun kapısında ve Armutlu sokaklarında nöbette ve yürüyüşlerdeydik. Sabah toplanmaya başladı insanlar. Yoldaşların, arkadaşların, akrabalar komşular, duyarlı insanlar... Hazırlıklar başladı. Yemek hazırlıkları, kızıl bayrakların sopaları, tektiplerin ütüsü, bez afişler, kalbimize dün akşamdan gömdüğümüz Dilek'imizin yaka fotoğrafları hazırlanıyor. Yüksekçe bir duvarın yanına kurulan iskelenin üstünde “Dilek Doğan Ölümsüzdür - Halk Cephesi” yazan yaşı elliyi aşmış bir ressam... Kırmızı duvar üstünde sarı boyalı fırça gidip geldikçe birer ikişer damla boya damlıyor beton zemine... Bir elinde boya kutusu, bir elinde fırça... Göz yaşlarını silemiyor ressam... Gizliden damlayan gözyaşlarının çıkardığı sesin, boya damlalarının çıkardığı sesten farklı olduğunu yalnızca kendisi biliyor. Cenaze töreninin en dayanılmaz anlarından biri '' Rahmetlinin evinden helallik alınmasıdır.'' Zira bu ölümsüzlüğe ulaşan insanın evinden – barkından, kolu komşusu, hısım - akrabası, çiçekleri, sırtını dayadığı duvarı, perdeye sinen kokusu, insanın gözünde kalan görüntüsünden son ayrılmasıdır. Cansız da olsa işte bu ayrılık anı ciğerin bir kurşun mermisiyle parçalanmasından daha ağır, bir top mermisinin insanın ciğerini söküp koparması gibidir. Bu duygu çığlıklarla dile gelir. İlle de ananın çığlığı, ille de ana, ah Aysel ana. Çığlıklarla vuruyoruz tekrar kalabalık, kızıl bayraklı, zılgıtlı, sloganlı yürüyüş kolunu Armutlu’nun dile yakışlarına... Otobüslere binmek için son durağa geliyoruz. Vakit öğleden sonra üç gibi yola düşüyoruz. Yolculuk Maraş'a, Afşin ilçesinin Sarkız Çayırı köyüne Maraş'a. Doğup büyüdüğümüz, başına kısaltılmış ''K.'' Yazıp da kahraman diyemediğimiz, kanlı Maraş, katil Maraş dediğimiz Maraş'a gidiyoruz. Kanımızın döküldüğü, hamile analarımızın süngülendiği, canlı canlı yakıldığımız... Faşizmin sivil katillerinin toplu katliamlarla kanımıza buladığı Maraş'a. Bu mevsimde geceler sert olur, soğuk olur, bizim buralarda... Sabah altı gibi vardık Sarkız Çayırı’nın girişine. Sonra köye girdik. Evlerden yükselen zılgıtlar, ağıtlar, çığlıklar “Hoşgeldin”inimiz oldu. Siyah renk başka hangi coğrafyada acıyı, hüznü, yası bu kadar kesin ifade eder. 1-15pages_easy.pdf 5 5.11.2015 02:25:58 Anadolu’nun dışında. Siyahın en koyusunu hiçbir renk kartelasında göremezsiniz bu cenaze töreninden başka... Çünkü bu siyahlık gözünüzden yüreğinize kadar karartır renk algınızı. Siyah giysilerden başlar; ağıtlara, zılgıtlara, dizleri dövmelere, saçları yolmalara, “Ah keşke ben ölseydim” yakarışlarına kadar gider. Dilek’im bedenin teneşirdeyken Kürtçe – Türkçe ağıtlar yükseliyor kerpiç evlerin duvarlarında... Analar – bacılar ağıt yakar... Ya babalar... Babaların ağıt yaktığına Sarkız Çayırı’nda şahit oldum. Baban Metin’in yakarışını duydum. Teyzelerine, halalarına “Hava soğu” diyordu. “Kızımın saçını iyi kurulayın... Hava Soğuk...” Bir babanın bundan daha ağır ağıt sözü olabilir mi? Bu ağıta kadınlar karşılık veriyorlardı, çığlıklar eşliğinde... C M Y CM MY CY CMY K Sonbaharın soldurduğu yeşil ve çoğalan sarı rengin ortasında açmış, kızıl bir karanfil gibi kızıl bayrağımıza sarılmış Dilek’imizin tabutu yoldaşlarının, köylülerinin omuzlarında yeni kurumuş nemli toprak yoldan köyün meydanına ve yanındaki mezarlığa doğru ilerliyor. Önde sancak, ardında bayraklar, dövizler, sloganlar acıyı öfkeye, kine dönüştüren kararlı, dik duruşlu dostları... Böyle bir cenaze törenini bu dağın eteğinde ilk kez görenler şaşırıyor. Kimi biraz ürkse de gözlerinin içi çakmaklanıyor, heyecanlanıyorlar. Burjuva politikacılar gelmişler, televizyonlar gelmiş. Röportajlar yapıyorlar. Hafif kulak kabartıyorum. Onca katliamdan, baskıdan, zulümden bahsettikten sonra hala ısrarla barış vs. diye kıvrım kıvrım kıvranıyorlar. Düşmana sitem edip, küsüyorlar... Hangi mideyle, hangi kültür, hangi ahlakla anlamakta zorluk çekiyoruz. Üstelik ciğeri düşman tarafından parçalanan Dilek’imizin cenazesini daha daha kaldırmadan... Bu dostların içine düştükleri düşkünlük durumuna üzüleyim mi, kınayayım mı şaşırıp kalıyorum biraz. Sonra yoldaşların ve abin Emrah konuşuyor basına... Abin Emrah diyor ki '' Katilleri tanıyoruz, onları açığa çıkaracağız, hesap vermekten kaçamayacaklar, halkın adalete ihtiyacı var?... Aklımda kalan bunlar, uzun söze ne gerek... İşte adalet talebi, işte onur... İnsanın ''Ölsem de gam yemem'' dediği anlar vardır ya... Yoldaşların ve abini dinlerken bu anı bu duyguyu yaşıyorum. Ne iyi ki böyle onurlu, cüretli bir aileye ve bir büyük aileye sahipsin. Mezarlığın yanındaki meydandayız. Bu dağın başında bu nasıl düzenli, düzeyli bir cenaze töreni dedirtecek duyarlı, örnek davranışlar, konuşmalar... Önce temsilci yoldaşın konuşuyor, sonra dini törene geçiliyor. Dede Alevi inancına göre kısa bir tören düzenliyor. Sonra... Yüksek sarp kayaların dağı Binboğa’nın eteğindeki topraklarımızın bağrına yatırıp Binboğa’ya emanet ediyoruz Dilek'imizi... Toprağından toprak alıyoruz, İstanbul’daki yoldaşların mezarına bir “selam sabah” niyetine serpmek için... Mezar başında tekrar yoldaşların konuşuyor. Devrim şehitleri için saygı duruşunda bulunuyoruz. Cemevinde verilen yemekten sonra evlere çekildik, demli çayla eşliğinde sohbetlere koyulduk akşama kadar. Akşam üstü İstanbul’a dönmek için vedalaştık aileyle, köylülerle, kalan dostlarımızla. Otobüsümüz köyden uzaklaşırken çayırının mezarlığındaki kızıl filamalarımız uğurladı bizi... Anasının kınalı kuzusunu, babasının bakmaya doyamadığı yavrusunu Binboğa’nın başeğmezliğine emanet ettik. Dağlar yiğittir, dağlar gururludur, dağlar başeğmez. Dağlar yiğitlerin başeğmeyenlerin evidir, yanıbaşı, arkasıdır. İsyankarların yoldaşıdır dağlar. Binboğa’nın etekleri kavga, yokluk, yoksulluk, haksızlık doludur. Bunların olduğu yerde, tabi isyanları, isyankarları olur. Halk ozanları da isyanlar değil mi? Tarihi gerçeği sazıyla, sözüyle yaşatanlar değil mi? İşte bu yüzden Binboğa’nın etekleri halk ozanı doludur. Söylediği ağıtı yavrusunu kaybeden ana yüreğinin acısıyla söyler. Söylediği marşı da zaferden sonra bayrağı kale burçlarına diken bir nefer gibi söyler. Bunlardan biri de işte şu Sarıkız Çayırından çıkarken karşıda görünen düz kıraç ovanın ortasındaki Berçenek köyünün dünyaya gönderdiği Aşık Mahzuni Şerif 'tir. Halkların dili, duygusu, hissi olan Mahzuni Şerif tam dediğimiz gibi halkı, devrimleri Binboğa’dan dile getirir ve halkların her halimi dile getirir. Acılarını, sevinçlerini, endişelerini, korkularını, kahramanlığını... Hadi lafı uzatmadan Mahzunu Şerif'in acı çekerken bütün analar için söylediği ağıtı dinleyelim, Dilek’in anası, şimdi hepimizin anası Aysel ana için dileyelim. '' Gene yükseklerden uçarsın gönlü Binboğa dağında kar olmaz şimdi Bahar gelsin mor çiçekler açsın Yaylalar yaş tutar yar olmaz şimdi Dilek’in ve Dilek'in büyük ailesinin acıyı mücadeleye dönüştürdüğünü düşündüğümüzde Aşık Mahzuni Şerif'in bir yiğitlik türküsünü de Binboğa’nın eteklerinde daha önce şehit düşen dostlara ve Dilek'e istiyelim. ''Anlı çizgi çizgi zafer oyuklu Göğsü toprak toprak öfke yayıklı Kartal pençelidir, kara bıyıklı Yiğitler, yiğitler bizim yiğitler Onu bilir Binboğalar, ceritler. Mehmet ESENLER Binboğa’da öyle. Binboğa dağları yüksektir, uludur, yareni çoktur. Biryanı Akdeniz’de Toroslara Amanoslara dayanırken önünde Tecer dağları onu doğuya kadar ulaştırır. 5 1-15pages_easy.pdf 6 5.11.2015 02:25:58 C M Y CM MY CY CMY K CİZRE HALKININ YANINDAYDIK Günlerce "Cizre'de çatışma" haberleri izledik televizyon ekranlarından. Gözümüzün ekranda gördüğü, barikat görüntülerinden ibaretti sadece. Barikatların ardındaki yanmış yıkılmış şehri, devletin katliamcılığını gösterme cüretine sahip bir gazeteci çıkmamıştı. Tüm ülkeye "teröristlerin güvenlik güçlerine saldırdığı, ortalığı karıştırdığı" haberleri yayılıyordu. AKP'den aldıkları talimatlarla kaleminden kan damlayan haberler yapan burjuva medya, gazetecilik mesleğinin gereğini yapıp bir kez olsun "Peki ya bu 23 insan nasıl öldü? 35 günlük çocuk da mı barikatta polise saldırırken vuruldu?" sorusunu sorsaydı, gerçeğe giden yola girmiş olacaktı. Ama yapmadılar. Bilerek ve isteyerek yapmadılar. Kürt halkına bir mesaj vermek istedi AKP faşizmi. Ya tam teslimiyet ya da imha. Direnirsen katlederim, taş taş üstünde koymam, yatacak bir dam bile bırakmam. Mesaj buydu. Mesajın yerine ulaşması için başladılar katliama. Cizre'de sokağa çıkma yasağı ilan edilerek bir şehir hapishaneye çevrildi. Sabahın 5'inde çöp atmaya çıkan dedeleri vurdular. 10 gün boyunca bir halkı elektriksiz, susuz, yiyeceksiz bıraktılar. Cizre'de Kürt halkımız katledilirken internet başında beklemek olmazdı elbet. Yaşanan katliamı tespit etmek, şehit ailelerine başsağlığı dilemek için 6 İstanbul'dan yola çıkan Halk Cephesi heyetiyle beraber biz de yola çıktık. Heyetimizde Dev-Genç'ten, Halkın Hukuk Bürosu'ndan, Devrimci İşçi Hareketi'nden, Kamu Emekçileri Cephesi'nden ve Kazova İşçileri'nden arkadaşlarımız vardı. 300 - 400 kişi vardı. Nereden geldiğimize ilişkin açıklama yaptı bir arkadaşımız. Direnişi selamladı, dayanışma için geldiğimizi anlattı, başsağlığı diledi. Mikrofondan dua okuyan, konuşmalar yapan kişi bizi tanıttı. Ardından Halk Cephesi adına dualar okuttular. Sonra da bize konuşma yapmamız için söz verdiler. 13 Eylül gecesi Cizre’ye doğrudan giden otobüs bulamadığımız için Urfa üzerinden önce Diyarbakır’a, sonra Cizre’ye gitmeye karar verdik. Geç vakit Diyarbakır’a ulaştığımız için o gece Diyarbakır’da kaldık. Salı sabahı bir minibüs kiralayıp 9.30 gibi Cizre’ye yola çıktık. Saat 12.30 gibi Cizre’ye vardık. Arkadaşımız konuşmasında “Acılarını paylaşmaya geldiğimizi, düşmanımızın AKP faşizmi ve onu besleyen Amerika olduğunu, halkların kardeş olduğunu ve bize yasatılanların hesabını hep birlikte soracağımızı” anlattı. Cizre’ye on beş kilometre kala jandarma durdurup kimlik kontrolü yapmak istedi. Avukatlarımız yanımızdaydı. Önce kimlik istedi, sonra geri geldi ve “Araçta delici, kesici alet var mı” diye sordu. Sonra kimlik kontrolünden vazgeçti ve kimlik vermeden geçtik. Cizre’de yaşayan bir arkadaşımızın ailesi ile birlikte, direnişin yaşandığı Nur Mahallesi’ne geçtik. Gittiğimizde mahalle hala abluka altındaydı. Sokak başlarını zırhlı araçlar tutuyor, ara ara sokak ortalarına geliyorlardı. Mahalleyi baştan sona dolaştık, evlere girdik, girdiğimiz her eve İstanbul’dan geldiğimizi, devrimci olduğumuzu anlattık. Cizre’ye ulaştığımızda ilk iş olarak taziye evine gittik. Belediyeye ait bir binayı taziye evi yapmışlar; bayraklar, şehit resimleri asmışlar sokağa. Bütün şehit aileleri orada, halk da orada. Şehit aileleri gelenleri ayakta karşılıyor, tek tek herkesin elini sıkıyor. Yorgun, bitkin ama dimdikler. Biz de hepsiyle tek tek selamlaştık, güç aldık onlardan. Burjuva basından izlediklerimiz ile gördüklerimiz, dinlediklerimiz arasında uçurum vardı. Bir mahalleyi yerle bir etmişler. Neredeyse oturacak ev kalmamış mahallede. Bütün binalar delik deşik, duvarlarda koca koca delikler var, binlerce kurşun izi var. Duvarlardaki büyük deliklerin nasıl oluştuğunu sorduk; "top atıyorlar" dediler. Bütün evlerin 1-15pages_easy.pdf 7 5.11.2015 02:25:59 kapısı kırık, panzerlerle dalıp kırmışlar tüm kapıları. Esnafın dükkanlarını, duvarları da panzerlerle yıkmışlar. Evin içinde onlarca kişi varken roket atmışlar, havan kullanmışlar. Evler tahrip olmuş, bir çok ev tamamen yıkılmış, bir ev tamamen yanmıştı. Her taraf paramparça. Halk sokakta ya da sağlam kalan bir odada onlarca kişi yatıyor. Özellikle evlerin yiyecek depolarına ve marketlere saldırmışlar, yiyecek içecek tükensin diye. 8 gün boyunca ne su, ne elektrik ne de internet, hiçbir şey yokmuş. Su depolarını da özellikle patlatmış özel harekatçılar. Buldukları çamurlu suları içmiş halk susuzluktan. Cizre çok sıcak bir yer. Nur Mahallesi’nin sokakları hayvan leşleri yüzünden çok kötü kokuyordu. Susuzluktan hastalıklar baş göstermiş. C M Y CM MY CY CMY K Bir eve roket atmışlar, roket attıkları sırada evdekiler ve oraya sığınan komsularla birlikte 17 kişi roketin girdiği odanın yanındaki odada uyuyorlarmış. Nur Mahallesi’ni karşıdan gören bir tepe var. Belediye bu tepenin üzerine Mem-u Zin Kültür Merkezi yapmış ama daha hiç kullanılmadan karargaha çevirmiş polis burayı. Keskin nişancılar oranın üst katından hedef alıp katletmişler halkı. Hala sokaklarda çatışma hazırlığı yapıyor halk, hendek kazıyor, kum torbalarını dolduruyor. Cizre halkı katliama rağmen moralli, direnmenin gururunu taşıyor. Savaş, halkları saflaştırıyor, bilinçlendiriyor... Bizim bir arkadaşımızın dayısı da evinin önünde beklemiş, orada nöbet tutmuş. Her bomba atımında sokaklara çıkıp birileri zılgıt çekiyormuş. Birileri tava tencereye vurarak gürültü yapıyorlarmış. Hem halka moral vermek hem de düşmana korku uyandırmak için yapıyorlarmış. Mahalledeki görüşmeler bitirince HDP ilçe binası önüne geldik. Yöneticilerden birisi dışarıdaydı, kişi kişi kendimizi tanıttık. HDP binasının da kapısı parçalanmıştı. Bize “Burayı nasıl buldunuz?” diye sordular. “AKP, kriz içinde, sürekli saldırıyor. ABD ile anlaştığı için daha azgınca saldırıyor. İntikam almaya çalışıyor, bunun karşısında direnmek dışında bir seçenek sunmuyor. Direnmeliyiz, onlara teslim olmamalıyız, bu saldırı ancak daha büyük bir direniş ile püskürtülebilir. Burada biz de direnişi gördük, halkın direndiğini gördük” dedik. Taziye evinin orada açıklama yaptık. Açıklamaya iki şehit babası da katıldı ve konuşma yaptılar. 12 yaşındaki kızını 4 gün peynir için kullandıkları buzdolabında saklayan baba konuştu. Onların söyledikleri her şeyin bizim için önemli olduğunu, ne anlatırlarsa bizim de onu herkese anlatacağımızı söyledik, yoksa konuşacak halde değillerdi. Basın açıklamasının ardından, bize Cizre'ye adım attığımız andan itibaren bize sadece rehberlik değil, aynı zamanda yoldaşlık, dostluk yapan, savaştan çıkmasına rağmen misafirperverliğini eksik etmeyen ailemizin evine gittik. Hep birlikte yemek yiyip sohbet ettikten sonra Diyarbakır’a doğru yola çıktık. Ertesi gün de Diyarbakır’da basın açıklaması yaptık. Bir gün önce açıklamanın çağrısını yapmıştık zaten. Cizre’de çektiğimiz fotoğraflardan 5 tane döviz yaptırdık, izlenimlerimizi yazdığımız bir açıklama yazdık ve Diyarbakır’ın Ofis denen yerinde açıklama yaptık. Biz gittiğimizde yığınak yapmışlardı. Akrep, TOMA, çevik kuvvet bekliyordu. Çok kibar ve esprili davranmaya çalışıyorlardı. O yılışık yüzlerin ardındaki katillerin halka neler yaptıklarını düşününce hepimizin yüreğini nefret kapladı. Yıllar önce bestelediğimiz bir türkü Em Ne Bin Ketine... Bugün Cizre halkının yangın yerine dönmüş evini, ocağını, direngenliğini ve başeğmezliğin getirdiği gururunu anlatıyor sanki; Yenik Değiliz! Bahar KURT 7 1-15pages_easy.pdf 8 5.11.2015 02:25:59 YIL 2015 C ERDAL EREN BİR KEZ DAHA KATLEDİLDİ M Y CM MY CY Taşan nehir, kayan toprak, yıkılan evler, balçığa gömülmüş yuvalar, ölen ve hala kayıp insanlar… Burası Hopa. Burası katliamın orta yeri. CMY K Bu ülkede katliam yapmak için ille top tank silah mermi gerekmiyor. Bazen bir deprem bazen bir sel bazen de yağmur alıyor canımızı. "Be kardeşim hep mi bizi buluyor" dersek "Evet, hep bizi buluyor". Bizimkinden ucuz hayat mı var? Bir HES kadar para eder mi canın? Hayır. Tutup da biz ölmeyelim diye HES yapımını durdurup, dereleri temizleyip, dere yataklarına ev yapımını durduracak halleri yok ya. "Devlet sana başını sokacağın bir dam vermiş mi, vermiş. Bu da başına yıkılıversin, nedir bu haykırış. Nedir bu isyan." İşte böyle tembih ediyor AKP’nin uşağı, Hopa köylerinin imamları, cami hocaları. Hopa’daki köylerin tamamında okulları yıkmışlar, imamı hocayı tutmuşlar halkı bilinçlendirsinler diye. AKP sevici ve sevdirici imamlar kader çığırtkanlığı yaparak halkın isyan duygularını bastırmaya çalışıyorlar. Hopa’ya yola çıkmadan önce biz de televizyonlardan gördüğümüz kadarını 8 biliyorduk. Sayın valimiz Hopa’da kimsenin bir şeye ihtiyacı olmadığı açıklamasını yapmıştı. Valiye kalırsa böyle bir felaket hiç olmamıştı. Valimize güvenimiz sonsuzdu ama biz yola koyulduk. Rize il sınırında dünya kadar bir tabela karşıladı bizi. Tayyip sırıtıyor ve altında cumhurbaşkanımızın memleketine hoş geldiniz yazısı. Sanırsın koca bir şehri satın almış. Cumhurbaşkanımızın şehri olduğu için terörist girmesin diye klasik kimlik kontrolleri... Sağ salim atlattık ve yola devam ettik. Ve Hopa… İşte geldik. On kişiyiz. İçimizde avukat, memur, işçi, grup yorum üyesi ve İstanbul'un mahallelerinden Halk Meclisleri'nden bir insanımız var. Ellerimizde çok bir şey yok ama Hopa halkının yüreklerindeki acıyı paylaşmaya hazır geldik. Ve sonra tekrar gelecektik o yaraları sarmaya.. Çünkü Hopa’da gördüğümüz manzara unutulabilecek cinsten bir manzara değildi. Mutlaka tekrar geri dönmeliydik buraya. Çocuğunu eşini kaybetmiş, yıkık evin başında bekleyen ağabeyler, ablalar; evindeki balçığı temizlememiz için gözümüzün içine bakan amcalar... Çay toplamak zorunda olduğu için yıkık evlerin arasından çay toplamaya çalışan işçiler. Katliamın üzerinden on gün geçmişti ama hiçbir yara sarılmamış. Sözde devlet yetkilisi olan bir allahın kulu gelip de neye ihtiyacınız var diye sormamıştı. Köyleri gezmeye başladık. Apo Amca, n'olursunuz evimi balçıktan temizleyin, dedi bize. Temizlememek olur muydu, yardım eli uzatmamak mümkün değil. Çaresiz bir başına bırakmak olmazdı. Su motoru bulmaya koyulduk. Bir tane bulduk fakat su çamurla ve odunla karışık olduğu için su motorunun bir yararı olmadı. Hemen belediyeye koştuk vidanjör istedik. Ama odunlar da içerde olduğu için vidanjörün de çekemeyeceğini öğrendik. Temizlenmesi için belediyeden yardım edecek insan ayarladık. Köyleri gezmeye devam ettik. 1-15pages_easy.pdf 9 5.11.2015 02:26:00 Yoldere köyü.. Bir ev vardı ki bu köyde, üç canı yutmuştu. Bir ev vardı ki, tarihin tekerrür ettiğinin kanıtı olmuştu. Bir ev vardı ki, Erdal Eren'imize bir kez daha mezar olmuştu. Yeşilin her türlü tonu arasında gri kalan ve hiçbir zaman renklenemeyecek bir ev… Erdal Eren… Yıl 1980, Erdal Eren 17 yaşında… Faşist cunta tarafından yaşı büyütülen Erdal bir daha büyümedi. Çünkü Erdal’ı astılar. Bir çocuğu astılar. Ülkeyi yıkacağından ülkenin düzenini bozacağından korkan devlet büyüklerimiz, Erdal’ın katlini vacip buldular. Ve yıl 2015 Erdal Eren hala 17 yaşında… Onun yaşını büyütme gereği bile duymayan AKP iktidarı Erdal’ı bu kez asmadı. Diri diri toprağa gömdü. Annesi yengesi ve Erdal bir çamur yığını altında kalıp can verdi. C Erdal Eren’in babasını ve amcasını gördük. Hala evin başındalar. Babası anlatıyor Erdal’ı. ‘Oy benim oğlum, Erdal'ım... Çok özel bir çocuktu. Erdal Eren'in neden yaşının büyütülüp asıldığını ve devrimcileri merak ederdi. Grup Yorum dinlerdi. Oy Erdal’ım, oy Eren'im... Adı gibi kaderi de benzedi’. Büyü de baban sana büyü de büyü Acılar alacak yokluklar alacak Büyü de baban sana Büyü de baban sana büyü de büyü Bitmez işsizlikler açlıklar alacak Büyü de baban sana Büyü de baban sana büyü de büyü Baskılar işkenceler kelepçeler gözaltılar Zindanlar alacak Büyü de baban sana büyü de büyü Büyüyüp de on yedine geldiğinde Baban sana idamlar alacak. Büyüyemedi Erdal... Berkin gibi, Armutlu'da panzer altında kalan Sevcan gibi, kıyıya vuran Suriyeli Aylan bebek gibi, Cizre’de ölü bedeni buzdolabında saklanan Cemile çocuk gibi büyüyemedi. Çünkü büyüseler zalimin göğsüne hançer olacaklardı belki. Büyüseler biz de büyüyecektik. Ama izin vermediler. Arap’ı boğdular, Laz’ı gömdüler, Kürdü kurşuna dizip Türk’ün beynini sokağa akıttılar. Haydutun dini, dili, ırkı yoktur. Kendinden olmayan çocuk dahi olsa yaşam hakkı tanımaz. Tanımadı işte. Katletti. Katledilen her çocuğun hesabını yeni Kapıları çalan benim, kapıları birer birer. Gözünüze görünemem, göze görünmez ölüler. Hiroşima’da öleli oluyor bir on yıl kadar. Yedi yaşında bir kızım,büyümez ölü çocuklar. Saçlarım tutuştu önce, gözlerim yandı kavruldu. Bir avuç kül oluverdim, külüm havaya savruldu. Benim sizden kendim için hiçbir şey istediğim yok. Şeker bile yiyemez ki kâat gibi yanan çocuk. Çalıyorum kapınızı, teyze, amca, bir imza ver. Çocuklar öldürülmesin şeker de yiyebilsinler. doğan çocuklarımız soracak. Çocukların öldürülmediği hiçbir doğal afetin katliama dönmediği günleri bir gün mutlaka göreceğiz. Ellerimizle getireceğiz. Dilan BALCI M Y CM MY CY CMY K 9 1-15pages_easy.pdf 10 5.11.2015 02:26:01 Kuslar . Meclisi Kuşlar meclisi, her ay düzenli olarak toplanır, yeni bir konu meclisin gündemini oluştururdu. Bu şekilde kuşlar familyası, hep birlikte ortak sorunlarını çözerlerdi... Meclise çoğu zaman huma kuşu başkanlık ederdi. Huma Kuşu’nun çok yükseklerde uçuşu kuşlar arasında ona bir saygınlık kazandırmış, bu nedenle başkanlık görevi kendisine verilmişti. O da bu görevi büyük bir özveriyle ifa etmeye çalışırdı... C M Y CM MY CY CMY K Her sorun huma kuşunun başkanlığında kuşlar arasında etraflıca konuşulup değerlendirilir, oy birliği ile karara bağlanırdı. Böylelikle kendi adaletini kendi sağlardı Kuşlar Meclisi.. (Halk inancında huma kuşu, göğün yükseklerinde uçması nedeniyle "cennet kuşu" olarak da bilinir. Eskiden bir hükümdar ölünce halkın bir meydanda toplandığı ve humanın gölgesinin üzerine düştüğü kişinin hükümdar olacağı inancı da bu kuşun "hükümet kuşu" ya da "talih kuşu" olarak adlandırılmasına neden olmuştur. Ülkemizde ise eşsiz bir uzun havadır, Erzurum’un karlı dağların da yankılanır her zaman: ‘Yavru yavru huma kuşu yükseklerden seslenir..’ Türküler gibi hür; adı türküler gibi sonsuza kadar yaşayacaktır böylelikle..) Huma kuşu, toplantıyı başlatmak üzere kürsüde yerini alır. "Herkes geldiyse toplantımıza başlayalım arkadaşlar..” Meclisin, ”Başlayalım, başlayalım başkan.” sözleri salonda yankılanır. “Ama bi dakika, bi ayak sesi geliyor, kim bu ağır ağır gelen? “Keklik atlar söze, biraz alaycı bir tavırla, “Tavus Kuşu tabi ki..” Tutmazlar kendilerini gülerler art arda... Huma Kuşu uyarır: “Evet gülmeyelim arkadaşlar, sessiz olalım, başlıyoruz. Geçen ay ki toplantımızda dostumuz atmaca söz almış, sıkıntılarını dile getirmişti..” Ebabil yerinden kalkarak müsaade ister. “Afedersiniz başkan nelerden bahsedilmişti, mazeretim vardı katılamamıştım toplantıya..” “Hatırlatmak isteyen var mı? Hatırlayan var mı arkadaşlar?” Boran, “Merhaba arkadaşlar, Atmaca kardeşimiz bizlere yaşam alanındaki temel sorunlardan bahsetmişti... Hidroelektrik santraller zaten uzun süredir gündemimizi oluşturmakta, bir yenisi de Rize'de gerçekleştirilmek istenilen ‘Yeşil Yol Projesi’.. Geçen ay yeşil yol projesini konuşup değerlendirmiştik meclisimizde..” Ebabil: "Neler önerdik, nasıl bir karar aldık 10 peki?" “Hava ana gibi bizler de direnecek, Atmaca ailesine destek olacaktık.” “Doğru bir karar daha alınmış öyleyse...” Huma Kuşu, ayağa kalkar. (Huma Kuşu’nun bu hareketi meclis için bir sessiz komuttu adeta, başkanın sözlerini eksiksiz duyabilmek için herkes kulak kesilirdi.) “Evet kardeşlerim, zor günlerden geçiyoruz. Yeryüzü de gökyüzü de insanların zalim olanlarına yetmiyor. İnsanlar doğanın sahibi değil bizler gibi birer parçasıdır sadece. Ama gelin görün ki zalimlerin yasaları böyle işlemiyor. Midesi delik böylesinin, tüm dünyayı yese doymuyor. Bizim türümüzü değil insan türünü de yok edecekler böyle giderse. Zalimler, mazlumların kanıyla besleniyor. Kusura bakmayın tutamadım kendimi yine. Söz almak isteyen var mı?” Turna söz almak ister, başkanın sözlerinden sonra daha da cesaretlenerek. “Merhaba kardeşlerim, ölümsüzlük denilmiş adıma, turna olup göğe yükselirmiş ölenler. Hz. Ali’nin sesi olmuşum, Hacı Bektaş ile sırdaş... Uçuşumdan esinlenmiş halk, semaha dönmüş, adımı bir semaha vermişler. (Sesi titremeye başlar, sözü ilerledikçe mahzunlaşan hali gözlerden kaçmaz.) Haberci kuşu olmuşum. Anadolu’nun çoğu türküsünde, deyişinde adım vardır. Sevdiği, değer verdiği kişilerle aramda bir bağ kurmuşlar yüzyıllardır, benimle dertleşirler yani. Ama gelin görün ki artık pek türkü söylemez oldu bu halk, ya da söylediği şeylerde adım geçmez, gençler beni tanımaz, ben de onların dilinden anlamaz oldum.” Mahzun hali daha da artmıştır Turna’nın. Bu durumu fark eden Karga, hem arkadaşını hem salonu neşelendirmek üzere söze girer. “Çok edebi konuştun yine ‘Telli Turnam’.” Amacına ulaşır herkes basar kahkahayı... “Lütfen arkadaşlar, niye gülüyorsunuz! Dememiş miydik herkesi dinleyeceğiz diye...” Kukumav dayanamaz söze atlar, “Doğru söylersin Turna kardeş ama bu halk sana umut bağlamış, yolunu gözlemiş yüzyıllardır. Bir sürçen atın başı kesilmez, derler. Dur bakalım hele, hemen karalar bağlama öyle peşin peşin.” Turna cevap verir hemen, “Sen de doğru söylersin Kukumav kardeş ama ne yalan söyleyeyim ben de seni de pek konuşkan gördüm bugün, şark bülbülü gibisin maşallah! Herkes kendi arasında fısıldaşmaya, gülmeye başlar tekrar. “Evet eveet ciddi olalım!... Başka söz almak isteyen var mı kardeşlerim?” Su kuşu kanadını açar. “Evet seni dinliyoruz su kuşu.” “Su çulluğu diyecektiniz başkanım öyle anlaşmıştık..” “Bağışla. Evet seni dinliyoruz su çulluğu.” “Selam kardeşlerim, benim şikayetim de Atmaca’nınkinden farklı sayılmaz. Yaşam alanım gittikçe daralmakta; su kaynakları, sazlıklar gittikçe tükeniyor, yok oluyor. Var olanlar da su olmaktan çıktı vesselam.. Böyle devam ederse şayet zorunlu göçe mahkum olacağım..” Kelaynak Kuşu: “Benim için de aynı şey geçerli kardeşim, koruma altında olduğumu söylüyorlar ama birkaç hayırsever dışında yüzümüze bakan yok.” Alıcı Kuş söze karışır: “Kelin ilacı olsa kendi başına sürer, diyorsun.” Başkan sesini yükselterek, “Lütfen lütfen arkadaşlar gülmeyelim, Serçeler siz de oturur musunuz yerinize! Sen de Alıcı Kuş lütfen böyle şakalar yapma bir daha. Müsaade almadan kimse söze girmesin artık.” Konuşurken Leylek’in müsaade istediğini farkeder. “Evet seni dinliyoruz Leylek kardeş.” “Başkanım, siz de bilirsiniz ki birçok arkadaşım gibi baharın habercisiyim ben de... Ama semasına ulaştığım çoğu yerde, eskisi gibi karşılamaz oldu beni insanlar; sıcak memleketler, üzerinde ardı ardına patlayan bombalarla daha bir kavurucu oldu, göz gözü görmüyor deyim yerindeyse, her yer feryat figan.. Anlayacağınız zor kanat açar oldum sıcak memleketlerime. Gözüm arkada kalıyor, gönlüm dar düşüyorum buralara... Ahh! Buralar da pek farklı sayılmaz ya!.. Ayrıca baharın geldiğini bizler de anlayamaz olduk öyle değil mi Ebabil kardeş?” Başını sallar, derin bir of çektikten sonra, “Evet evet.. Her gün attıkları bombalarla adına ‘ekolojik denge’ dedikleri şeyi kendi elleriyle, kendileri bozuyor Leylek kardeş.” Karga, 1-15pages_easy.pdf 11 5.11.2015 02:26:01 muzip bir gülümsemeyle Ebabil’e bakarak, “Nuh’un gemisi de yok artık ne yapmayı düşünüyorsun?" Herkes dayanamaz güler yine. Huma Kuşu bir hışımla sandalyesinden kalkar, sesi salonu inletecek kadar yükselmiştir artık, “Böyle bir konuda nasıl şaka yapabiliyorsunuz hala, bombalardan bahsediyoruz kardeşlerim bombalardan! Lütfen kendimize gelelim... Durun bir dakika, bu ses de nedir?” Herkes meraklı gözlerle sesin geldiği yere bakar. “Angut kardeş galiba gelen. Evet evet o.” “Of! Bir kere de düzgün bir iniş yap be kardeşim ne o öyle yuvarlana yuvarlana!" “Ne yapayım, fıtratımda var başkan. Geç kaldığım için özür dilerim kardeşlerim." Karga fırsatı kaçırmaz, “Abdestsiz sofuya namaz dayanmazmış o hesap.” “Evet karga kardeş, anlaşıldı... Bugün şakaların sonu gelmeyecek. Neyse başka söz almak isteyen yoksa eğer asıl meselemize geçmek istiyorum. Söz almak isteyen var mı arkadaşlar?” Kimseden ses çıkmaz. C M Y CM MY “Evet başlıyorum öyleyse.. Siz de biliyorsunuz ki bu son dönemde bir arkadaşımız hepimizden daha fazla yorulmakta, yıpranmakta.. Ve bu müşkül hali bizleri çok üzmekte.." Muhabbet Kuşu kanat çırparak, “Aaa kimmiş o çok merak ettim.” “Lütfen sabırlı olur musunuz arkadaşlar!” O zamana kadar sesi çıkmayan Pepuk Kuşu (Guguk Kuşu): “Afedersiniz başkan.” Huma kuşu güvercini göstererek, “Evet sözü arkadaşımıza veriyorum şimdi.” CY CMY K “Merhaba kardeşlerim merhaba... Başkanımın da ifade ettiği gibi gerçekten çok yorgunum. Bir çözüm sürecidir sürüp gitmekte... İnsanların yöneticileri tarafından oradan oraya koşturulup durmaktayım.." Baykuş bütün yırtıcılığıyla, söze girer, “İnsanları yönetemeyenler tarafından mı desek...” “Evet evet çok yoruldum, bakın tüylerim nasıl dökülmüş sıkıntıdan... Bir şey çözdüğüm, çözeceğim de yok!" Angut biraz şaşkın bir ifadeyle, “Niye ki kardeşim, kimse istemiyor mu barışı?” Boran: “İstemekle oluyor muymuş her şey? Öncelikle bunu konuşalım madem.” Huma kuşu, “Konuşalım öyleyse, buyrun arkadaşlar. Ama güvercin kardeşimizi biraz daha dinleyelim ne dersiniz?" “Anadolu halkları için değerliyizdir arkadaşlar, hatırlayın çok değil elli sene önce hep beraber yaşardık. Açık bir cam bulduk mu konuverirdik içeri davetsiz. Avlularında, bahçelerinde bize de yer vardı her zaman; her türküsünde, oyununda, bazen de halısının nakışında... Baş tacı yapmışlardır bizi, biliriz... Ama şimdilerde kendi karnını doyuramayan, açlığın, yoksulluğun pençesinde kıvranan halk, bizi nereye kondursun. Halka bu zor günlerinde yardım etmek istemez miyiz?” Leylek: “Sadece Anadolu olsa... Ne yazık ki dünyanın her yerinde aynı açlık, aynı sefalet diz boyu... İnsanlar kuş sürülerinden farksız umudun peşinde oradan oraya koşmakta ama vardıkları her yerde kapılar teker teker yüzlerine kapanıyor. Umudun mavisi, onlara mezar oluyor..” “Evet öyle, çok üzülüyorum bu duruma öyle çok üzülüyorum ki... Ama kahretsin elimden bir şey gelmiyor kahretsin!" Huma kuşu, güvercinin kafasının bu kadar karışık olmasına bir anlam veremez biraz da çaresiz haline kızarak, “Üzülme güvercin kardeş üzülme, sana bu kadar üzülmeyi kim öğretti hem? Ben yüzyıllardır yeryüzünde insanların emek vermeden bir hak elde ettiğini görmedim arkadaşlar, sen gördün mü Anka Kuşu söyle.” Zümrüt-ü Anka, “Hayır ben de görmedim, hatta en ufak bir hak için, haklı talepleri için diri diri yanan insanlar gördüm her defasında.” “Bir saniye bir saniye! Nasıl yani illa kan mı aksın istiyorsunuz, bu savaş merakınız nedir böyle anlamıyorum. Bakın bir halkı nasıl evlerine hapsettiler ve evlerinde katlediliyor insanlar. Barış gelse güzel olmaz mı? İnsanlar, çocuklar ölmesin lütfen.” Boran, çok sevdiği arkadaşı Tavus Kuşu’nun bu sözleri karşısında hayrete düşerek, “İnsanların ölmesini en son biz isteriz herhalde. Teşbihte hata olmazsa bir örnekle anlatmaya çalışayım durumu. Hepimizi bir kafese koysalar, kocaman altın bir kafese ve bizi gece gündüz besleseler çatlayana kadar yesek hani... Sırası geldiğinde de bizi satın alacak insanları buyrun siz seçin deseler... Yani sadece seçme hakkı tanısalar. Şimdi çok değerli kardeşlerim soruyorum sizlere, biz bu durumda artık özgürüz, özgür olduk diyebilir miyiz?" Meclis tek bir seferde, “Hayıır, tabiki hayııır!” “Ne zaman özgür oluruz peki, bütün gücümüzle kafesi kırdığımız zaman değil mi? Güvercin kardeşimizin meselesi de buna benzer işte... Barış; isteyenlerin değil onun için mücadele eden, emek harcayan, bedel ödeyen insanların olacaktır sadece.” “Evet, ayrıca savaş diyenden barış istemek ya da haksız olandan hak talep etmek niye ki?." der Huma Kuşu. Tavus kuşu biraz ikna olmuş bir şekilde, “Peki barış ne zaman inecek yeryüzüne?" “Toplantının başında insanların zalimlerinden bahsetmiştim ya sizlere... İşte o zalimler yeryüzünden silinene kadar savaş devam edecek.. Gölgem devlet hakanlarını değil masum insanları koruyacak her zaman..." “Ve onların elindeki silahlar, bombalar bitene kadar, halk da silahını bırakmayacak..” der Boran. Huma kuşu saatine bakar, “Karar için başka önerisi olan var mı, konumuzu toparlayalım yavaş yavaş..” Pepuk, “Bence başkanım, güvercin kardeşimizin gagasında zeytin dalı yerine başka bir şey olmalı.” “Nedir mesela? Ne olmalı?” “Düşünelim hep beraber..” Ebabil, “Evet katılıyorum sana Pepuk kardeş. Bence kızıl bir fular olmalı, ne dersiniz?” Meclis büyük bir heyecan ve coşkuyla, “Evet eveet! Güzel olabilir.” “Olabilir mi, olur mu?” Meclis net cevaplar vermeliydi her zaman... Karga yine, “Olur da beş yıldan başlıyor cezası..” Meclis, “Of karga of!” “Başka öneriniz yoksa oylamaya sunuyorum kardeşlerim, evet yok sanırım, kızıl fular kabul diyenler?” Meclis, tek bir ağızdan, “Evet kabul kabul!” Huma kuşu, bu sefer karar için yerinden kalkar, kanatlarını açmadan evvel tüylerini şöyle bir düzeltir, “Evet, kararı açıklıyorum kardeşlerim.” Herkes ayağa kalkar. “Güvercin kardeşimiz, gagasında zeytin dalı değil kızıl fularla dünya halkları mücadelesinin sembolü olacaktır artık..” Meclis, bir ay sonra toplanmak üzere dağılır. İdil Halk Tiyatrosu 11 1-15pages_easy.pdf 12 5.11.2015 02:26:03 D ÜZEN NE Z AMAN DEMO K R A S İ DEN B A H S EDER S E , HALK A DAH A ÇO K ZU LÜ M E DEC E K L E R DE ME K T İ R . Mİ L L ET VE K L İ S EÇ İ ML ER İ İ L E , HANGİ PARTİNİN H A L K I S Ö MÜ R EC EĞ İ N E İ L İ Ş K İ N OY K U L L AN I L I R . DEMOKRASİ ya da SEÇİMLER VE MECLİS Bütün halkı aşağı gören, ayaktakımı gören sömürücü sistemin, 800bin kikşilik ordusu, 250 bin kişilik polisi, silahı varken, bunca güçlüyken neden 4 yılda bir milletvekili seçimleri yapar? Neden sürekli Demokrasi'den bahseder. En özet haliyle söylersek demokrasi; halkın yönetime katılmasıdır. Demokrasi kelimesi eski yunan köleci devletinden gelir. Köle olmayan özgür yunanlılar oy kullanma hakkına sahipti. Varlıklı, soylu yunanlılar da seçilerek meclise katılabilirlerdi. şartsız milletindir, yazar. Ancak meclisin dizginleri büyük sermayenin elindedir. Bugün çocuğa sorsanız, ülkeyi kim yönetiyor? cevabı çok basittir, Amerika yönetiyor. Yani TBMM yönetmiyor, onun hakları, yetkileri sınırlıdır. Amerika'nın ve onun işbirlikçi patronlarının izin verdiği kadar yetkileri vardır. Mesela, bağımsızlık isteyemezler, İncirlik üssünün kapatılmasına ilişkin önerge bile veremezler... Bu nedenle, meclisteki hiçbir partinin birbirinden farkı yoktur. Marks, düzenin meclisi için "burjuvazinin ahırıdır" derken, bu gerçeği ifade etmiştir. Peki halk yönetime katılabiliyor mu? — Hayır, Koca bir Yalan! C M Y CM MY CY CMY K Ülkemizde TBMM, başka ülkelerde ise farklı isimlerdeki meclislerin esas işi, halkı aldatmak. Halkın yönetime katıldığı izlenimi vermektir. Halka oy hakkı tanınması 19. yüzyılın ortalarına denk düşer. Büyük sermaye sahipleri pek istemese de, halka oy hakkı verirler, ardından kadınlar oy hakkı kazanırlar. Bu elbette halkın mücadelesi sonucu kazanılmış bir haktı... Ama egemenler bunu iktidarlarını meşrulaştıracak bir araç haline getirdiler. Ezen sınıf Meclis aracılığıyla, egemenliğini gizler. Büyük reklam kampanyalarıyla, sürekli halkı aldatan politikacılar ortaya çıkar ve Amerika kimi seçtirmek isterse, halkı etkileyerek, o parti oyların çoğunu alır. Milletvekili seçimleriyle Büyük sömürücü firmalar, büyük sermaye sahipleri iktidarlarını sağlama alırlar. Demokratik cumhuriyetlerde parti değişiklikleri, hükümet değişiklikleri sermayenin iktidarını ve gücünü sarsamaz. Tersine ona güç verir, çünkü halkın bütün ilgisi meclise yönelmiştir. Bununla birlikte, milyonlarca insan ilkokullardaki zorunlu eğitim sayesinde, yapılan propagandalar sayesinde Büyük sermaye sahiplerine, Meclise saygı duygusuyla yetiştirilir. Yani birçok yönden halkın üzerinde etki bırakırlar. TBMM duvarında, egemenlik kayıtsız 12 Demokrasi yalanlarıyla oy topluyorlar, halkı aldatıyorlar. Biz, bu demokrasi, seçim, oy hakkı vb. aldatmacalarıyla halkın oyalanmasına karşı çıkıyoruz. Bütün seçimler, sömürü düzeninin sürmesine fayda sağlıyor. Biz bağımsızlık istiyoruz, bunu başarabilecek tek güç ise halkın gücü. Demokratik Halk Cumhuriyetinin kurulmasını istiyoruz. Halkın yönetimle tek ilgisi 4 yılda bir, bir kağıt parçasına mühür basmak, oy atmak olmamalı. Halk kendi kendini yönetebilir, çok daha iyi yönetir. Halkın yönetime katılımı 4 yılda bir yapılan seçimlere indirgenemez. Halk bizzat yönetime katılmalıdır, meclisler aracılığıyla yapmalıdır. Halk ayaklanması sırasında İstanbul’da ve birçok yerde kurulan forumlar ve meclislerde gördük. 15-17 yaşında binlerce genç karar aldı ve uyguladı. Kendi mahallelerinde parklarda toplandı. Kültür faaliyetinden, semtlerine dair ne sorun varsa her sorunu bu forumlarda, meclislerde tartıştı. Hayal edelim, oturduğumuz semti düşünelim, sokağımızın komitesi, mahallemizin komitesi sürekli toplantılar yapar, kararlar alır, eğitimden, sağlığa aklımıza gelecek her konu hakkında işbölümü yaparız. Bu meclislerin seçeceği temsilciler, ilçe meclislerinde daha genel konular için halkın kararını iletir. İl meclisleri ve en son ülke meclisinde kararlar alınır. Halk doğrudan yönetime katılmış olur. Ülkemizde bunun örnekleri yaşanmıştı, 1996 yılında Gazi'de, kontrgerilla tarafından kahvehane taranarak alevi dedesi katledilmişti, ardından polis onlarca devrimciyi silahla tarayarak katletti. Gazi halkı bu katliama karşı ayaklandı. Bu ayaklanmanın ardından halk örgütlendi Gazi Halk Meclisi kuruldu. Halk birçok sorununu Gazi halk meclisi ile çözmeye başladı. Akmayan sular, bozuk yollar yaptırıldı. Hırsızlık sorununa karşı nöbet tutmaya başlandı. Aile içi sorunlara kadar birçok sorunu çözmüştü. Elbette, iktidarların en çok korktuğu şey gerçekleşiyordu, halk kendi kendini yönetmeyi öğreniyordu. Bu nedenle defalarca polis baskınları, operasyonlar yaparak Gazi Halk Meclisi’nden yüzlerce kişi gözaltına alındı, onlarcası tutuklandı. Ardından, birçok yerde benzer halk meclisleri, halk komiteleri kuruldu. Öğrenci meclisleri üniversitelere öğrencilerin sorunları için çalışmıştı. Sanat Meclisi, birçok sanatçıyla bir araya gelerek, sanatçıların kendi sorunlarını tartıştığı, festivaller örgütlediği bir örgütlenme yarattı. Sonuç olarak, demokrasi aldatmacalarına, 4 yılda bir yapılan milletvekili seçimlerine aldanmamalıyız. Halkı aldatmalarına izin vermemeliyiz. Bulunduğumuz her alanda kendi kendimizi yönetebileceğimiz komiteler, komisyonlar kurup, Halk Meclisleri, Öğrenci Meclisleri, Memur Meclisleri, Esnaf Meclisleri kurabiliriz. Yani insanın olduğu her yerde, üç kişi varsa, orada komisyonlar, komiteler kurarak, karar almayı, aldığımız kararları uygulamayı öğrenmeliyiz. Sanat Cephesi 1-15pages_easy.pdf 13 5.11.2015 02:26:03 C M Y CM MY CY EŞCİNSELLİK CMY K Eşcinsellikle ilgili birçok şey yazıldı çizildi. Bu sayfalarda bir şeyleri tekrarlamaktan ziyade, meselenin geneline katkıda bulunabilecek bir detay üzerine tartışalım istedik. Yani uzun uzadıya eşcinselliğin kökenini tartışmak yerine "Nasıl oluyor da eşcinsellik çok sıradan, doğal ve geniş kitleler tarafından benimsenmiş bir şey gibi lanse ediliyor?" sorusunu sorarak başlayım istedik. Gerçekten eşcinsellik yani l,g,b,t veya i olabilme durumu toplumlar için çok mu normal? Neredeyse toplumların kültürlerinin bir parçası gibi gösterilen eşcinsellik, her zaman egemenlerin sapkın bir fiili ve halk kitlelerini uyutmada kullandıkları bir politika unsuru olmuştur. Antik Roma'da eşcinsellik mevcuttu fakat bu sapkın cinsel eğilim yöneticiler tarafından benimsenmişti. Benzer bir şekilde Osmanlı'da padişahlar ve beyler arasında bu eğilim çok normaldi. Günümüzün Osmanlıcıları bunu ne kadar akıllarına getirmek istemese de saray ahalisinin hemcinslerine düşkünlüğü hiç de anormal karşılanmıyordu o zamanlar. Bunu kanıtlayan el yazmaları, anılar, direktifler ve tavsiyeler bugün hala okunabilir. "Yaz olunca avratlara, kışın oğlanlara meylet ki, vücutça sağlam olasın. Zira oğlan teni sıcaktır, yazın iki sıcak bir araya gelirse vücudu bozar. Avrat teni ise soğuktur, kışın iki soğuk, vücudu kurutur." diye öneriyordu bir saray eşrafı. Ayrıca o dönemde yapılan bu konuyla ilgili minyatürlere baktığımızda işin nerelere vardığını görebiliyoruz. Peki, saray ve beyler, paşalar arasında bu kadar yaygın bir şekilde eşcinsel ilişkilerin mevcut olmasının nedeni nedir? Bu sorunun bir kısmına şöyle cevap verebiliriz: Egemen sınıf, halktan ve onun değerlerinden tamamen kopmuştur ve tatminsiz cinsel duyguları sapkınlık derecesine varmıştır. Bunu destekleyecek bir kaç örnek verebiliriz: Osmanlı Padişahlarının olağandışı bu cinsel tercihleriyle ilgili kaynaklar, (Hammer ‘in kitabının 285. Sayfası, Alfanso De la Martin’in Osmanlı Tarihi kitabının 1.cilt 114.s, Reşet Ekrem Koçu’nun Osmanlı Padişahları eserinin 207.s, Çağatay Hoca’nın T.T.K yayınlarından çıkan kitabının 43.s, Rıza Zelyut ’un Osmanlıda Karşıt Düşünce ve İdam Edilenler kitabının 108.s, Erdoğan Aydın’ın Fatih ve Fetih adlı kitabında) “Padişah yakınlarında bulunan ve iç sarayda çalışan içoğlanları, yakışıklı ve parlak gençlerden seçilir ve yüzleri peçe ile kapatılırdı” ve bunu İslam hukukunda şu sözlerle meşrulaştırıyorlardı; “Genç bir hoca veya terbiyeci, genç ve bıyığı bitmemiş çocuklarla fazla yalnız kalmasın. Zira nefis, insanları kötülüklere sevk edebilir. Hatta bu tür gençler yüzlerine peçe bile örtebilirler. Bu tür gençlere şabbemret denilir”. Padişahlar cinsel ilişkide bulunmak için güzel oğlanları toplatıp hareme alıyorlardı. (Osmanlı tarihi, Alphonse de Lamartine, Cilt 1, S:114) Fatih sıkı bir oğlancıydı. (Reşad Ekrem Koçu, Osmanlı padişahları, S:207-221) 4. Murat'a annesi oğlan bulurdu. (Reşad Ekrem Koçu, Osmanlı padişahları, S:207-221) 13 1-15pages_easy.pdf 14 5.11.2015 02:26:03 Vezir Ahmet Paşa, padişahın özel hareminde bulunan ve cinsel ilişkide olduğu oğlanına aşık oldu diye öldürüldü (St. Shaw, 1, S:203) Ayrıca Osmanlı padişahlarının ölüm nedenlerini ortaya koyan bir kaynakta 4. Murat'ın bir gün "İstanbul'un en şişman kadınını" bir başka gün ise " İstanbul'un en zayıf kadınını" haremine istediği bilinir. Ayrıca 4. Murat'ın iç oğlan Musa Çelebi'ye olan aşkı da resmi belgelerde yer almıştır. Saray şairleri bu düşkünlüğü dizelerine bile taşımışlardır. İşte bir kaç örnek: Burada küçük bir kıyas yapacak olursak halkın dönemin halk şairlerinde ya da edebiyatçılarında böyle bir şeye rastlayamazsınız. Kapitalist toplumda ise eşcinsellik piyasaya ve burjuvazinin çıkarlarına hizmet eden durumdadır. Kapitalist sistemin doğal bir sonucu olan yabancılaşma bu konuda da karşımıza çıkar. Marks, 1844 Elyazmaları adlı eserinde insanın çalışmasını hayvanlardan ayıran özellikleri ortaya koymaktadır: Bir, hayvan “Kızoğlan kızı nâzın, şehlevend âvâzı âvâzın, Belâsın ben de bilmem, kız mısın, oğlan mısın kâfir.” “Ben olsam bir de mutrib, bir de tarf-i cûy-bâr olsa Hoş imdi bir de farzâ bir cüvân-i şîvekâr olsa.” (Benimle birlikte bir çalgıcı olsa ve bir ırmak kenarında olsak; örneğin yanımızda bir de işveli bir oğlan olsa...) C M Necati Divanı’ndan; “Ben kocaldım gam-ı aşkınla yiğitlik bu mudur Hele ey pîr olası yâr-i civânım Şeyhî.” Y CM MY CY CMY K (Aşkının üzüntüsüyle kocadım ey yaşlanası oğlan sevgilim Şeyhî, senin yiğitliğin bu mudur?) Cem Sultan Divanı’ndan: “Cihân rindi oluptur Cem ki her dem Gözü gönlü şarâb ile püserde.” (Cem, dünyada vurdumduymaz bir kalenderdir; gözü-gönlü şarap ile oğlan çocuklarındadır.) Hamdullah Hamdi’den "Hammâmına bârid idim Göynük’ün ammâ Hammâmcısını gördüm hammâmına ısındım." (Göynük’ün hamamına pek soğuktum ama Hamamcısını görünce hamamına ısındım.) 14 “yalnızca” kendisi ve yavrusu için doğrudan gereksinim duyduğunu üretir. Başka bir deyişle “hayvan” tek yanlı üretirken, insan evrensel bir üretimde bulunmaktadır. İki, hayvan “yalnızca” doğrudan fiziksel gereksinim egemenliği altında üretir. İnsan ise, üretimde böyle bir gereksinimden özgürdür... Üç, hayvan “yalnızca“ kendisini üretir. İnsan üretim faaliyeti içinde tüm doğayı yeniden üretir. İnsan, doğanın bir parçasıdır. Marks şöyle ifade ediyor bunu: “İnsan doğa ile yaşar, bu şu demektir, doğa, onun ölmemesi için, birlikte, doğayla iç içe kalmak zorunda olduğu vücududur 1-15pages_easy.pdf 15 5.11.2015 02:26:04 insanın fiziksel ve ruhsal yaşamının doğa ile ilgisinin olmasından başka bir anlama gelmez. Çünkü doğa insanın bir parçasıdır.” Oysa bugün kapitalizm insanı doğaya karşı da yabancılaştırmıştır. Bu durum aynı zaman da zincirleme olarak birbirini tetikleyen bir durumdur. Emeğine yabancılaşmış insan, giderek doğaya da yabancılaşmakta, doğaya yabancılaşan insan bir süre sonra kendi kendisine, insanın etkin işlevine, yaşamsal faaliyetlerine yabancılaştırılmaktadır. Bu da zamanla kendi türüne de yabancılaşan insanı yaratmaktadır. Eşcinsellikle ilgili sorunu da bu kapsamda ele almak gerekir. Eşcinsellik bu yabancılaşmanın sonucudur. Ve kitleler arasında medya kullanılarak, her türlü ideolojik propaganda ile özel olarak yaygınlaştırılmaktadır. C M Y CM MY CY CMY K Eşcinselliğin egemen sınıfların içinden halk kitlelerinin arasına girmesi özellikle 2. Paylaşım Savaşı'ndan sonra karşımıza çıkar. Bu durumun Emperyalist 2. Paylaşım Savaşı'ndan sonra gelişmesi dikkat çekicidir. Çünkü emperyalizmin iktidarını kaybedeceği korkusu en çok bu yıllardan sonra onu sarmıştır. Ve tarihte olmadığıkadar her alanda önlemler almaya çalışmıştır. Çünkü kitleler sosyalizm ve sosyalizmin kazanımlarıyla birlikte kapitalizmin çirkin, çürümüş, asalak, insanlık düşmanı yüzünü daha iyi kavramaya başlamış, Sovyetler'in faşizme karşı verdikleri insan üstü mücadele büyük ve geniş bir sempati yaratmıştır. Kitlelerin düzene karşı memnuniyetsizliği artmıştır. Dünyanın 1/3'ü emperyalist pazarın dışına çıkmıştır. Birbiri ardına gerçekleşen devrimler emperyalizmin sömürü ağını parçalanmıştır. Lenin, daha 1900’lü yılların başında ilan etmişti bu durumu: Çağımız emperyalizm ve proleter devrimler çağıdır! Emperyalistler bu tehlikeye karşı her alanda ideolojik, kültürel, fiziki, sosyal... saldırıya geçecek, tarihin akışını engellemeye, sonunu geciktirmeye çalışacaktı. Yazılı ve görsel medya bu alanda etkin olarak kullanılmaya başlanmıştır. Kitleler iktidar hedefinden koparılmakta, daha fazla depolitize etmek için cinsellik, pornografi belirli merkezlerden, sinema, dizi, reklam vb yöntemlerle bombardımana tutulmuştur. Ülkemizde bu tarz filmlerin sinemalarda yer alması 1975'li yıllardır. Zeki Müren'ler bu dönemlerde ortaya çıkmıştır ve pohpohlanmıştır. 1975-79 yılları Yeşilçam sinemasının düzeysizleştiği, seks filmlerinin yaygınlaştığı yıllar olmuştur. Aynı şekilde gazino ve pavyonlarda eşcinsel, travesti ve transseksüeller artık çoğunluğu oluşturmaya başlamıştır. Ülkemizde eşcinselliğin, cinsel sapkınlıkların ve yozlaşmanın devlet politikası olarak özel olarak yaygınlaştırılması, meşrulaştırılmasında 12 Eylül 1980 Amerikancı Askeri Faşist Cunta bir dönüm noktasıdır. Türkiye halkları eşcinsel, homoseksüel, travesti, gay, lezbiyen, heteroseksüel gibi kavramlarla 12 Eylül 1980 Amerikancı Askeri Faşist Cuntası sonrasında tanıştı. Zeki Müren'in mini etekle uçaktan indiği görüntüler herkesin aklındadır. Eşcinsellik artık sanatçı alameti olarak sayılmaya başlanmış, Zeki Müren, Bülent Ersoy gibi “sanat güneşlerimiz“ ortaya çıkarılmıştır. 12 Eylül faşist cuntası aynı günlerde “bir silindir gibi” halkın üzerinden geçmeye çalışıyordu. 12 Eylül askeri faşist cuntası, yükselen devrimci muhalefeti ezmeye çalışırken, bir yandan da eşcinsellik yaygınlaşmaya, bir kimlik kazanmaya başlamıştır. Bu dönemde eşcinsellik emperyalizm tarafından bir ihraç malı olarak topluma dayatılmıştır. 12 Eylül askeri faşist cuntasının yüz binlerce kişiyi gözaltına alıp, işkencelerden geçirirken, yüzlerce devrimci, ilericiyi sokakta, dağda, hapishanelerde, işkencehanelerde katlederken eşcinsellik konusunda “özgürlükler“ bahşetmesi noktasında, “NEDEN?“ sorusunu sormadan geçemiyoruz. Bu kadar kişi işkenceden, katliamlardan geçirilirken, eşcinselliğin böyle pazarlanması, üzerinde düşünülmesi gereken bir noktadır. Ve belirtmeden geçemeyeceğimiz bir noktada şudur: Türkiye solunun büyük kesimi, 12 Eylül 1980 Faşist Cunta yıllarında “kadın sorununu” keşfetti. Özellikle 2000’li yıllarda ise “eşcinselliği” keşfetti. Bu durum da üzerinde düşünülmesi gereken bir başka noktadır. Açıktır ki eşcinsellik burjuvazi tarafından zorla yaşamımıza sokulmakta, hatta bir direniş mevzisi gibi gösterilmektedir. Kökü kökeni bu kadar belliyken biraz düşünsek sahi eşcinselliğin yaygınlaşıp normalleşmesi, kendi kültürel şekillenişini yaşamlarımıza empoze etmesi hangi sınıfın çıkarlarına yarıyor? Hasan BAKIR 15 16-31pages_easy.pdf 1 5.11.2015 02:26:25 Halkımızın yaşadıklarının benzerlerini sanat alanında da yaşıyoruz hiç kuşkusuz. En ufak bir muhalif sesin susturulmaya çalışıldığı bir düzende sanatçıların da kendi sorunları etrafında toplanmaya, örgütlenmeye, çözümler üretmeye ihtiyacı var. C M Geldiğimiz süreç artık sadece tiyatrocuların kendi aralarında, sadece müzisyenlerin, sinemacıların kendi aralarında örgütlenmelerinin yetersiz olduğunu göstermiyor mu? Yani birlikler, örgütlemeler, dayanışma için kolları sıvamanın vakti geldi de geçiyor bile. Hem de hemen, hem de AKP’nin bir saldırısı daha gerçekleşmeden… Y CM MY CY CMY K Sanat kurumlarının kapatılarak alışveriş merkezlerine çevrilmesi, ödeneklerin kesilmesi, sanat eserlerine ve sanatçılara sözlü ve fiziki saldırıları, düşüncelerinden dolayı işten atmalar, sosyal haklarının bulunmaması… Emek hırsızlıklarından hak gasplarına, sanat alanına yapılan politik ve estetik saldırılara dek bir dolu sorun, sanat alanını her geçen gün acımasız bir biçimde kuşatıyor. Sorunlar üst üste yığılarak bir karabasan gibi üzerimize çörekleniyor. Sanat alanının insanları özellikle 60’lı yıllardan bu yana toparlanıp sorunları ele alıp tartışmaya yapıcı çözümler bulmaya, sanat alanına yapılan saldırılara göğüs germeye çalıştılar. Bunun için yapılan sayısız eylem, basın açıklaması, sanatçıların kendi disiplinleri içerisinde kurdukları örgütlülükler olsa da tüm sanat disiplinlerini biraraya getiren, ortak sorunlara ortak çözümler üreten bir pratik gelişemedi. Ya da kısır kaldı. Son yıllarda yaşanan saldırılar ve çevremizi kuşatan sorunlar ise alanımızın varlığını ölümcül bir biçimde tehdit eder hale geldi. Sinema, müzik, sahne sanatları, edebiyat, plastik sanatlar ve görsel sanatlar alanında her geçen gün kabul edilmesi mümkün olmayan saldırılar değişik biçimlerde yoğunlaşıyor. Devlet baskısın- 16 dan, yapımcı terörüne; sosyal haklar sorunundan sanatın estetik sorunlarına kadar her türlü sorunu masaya yatırıp, çözüm önerileri üretmeliyiz ve bu alanın kendine ve geçmişine güvenini yaratıcılığımız ve dayanışmamızla birleştirip o önerileri birer birer hayata geçirmeliyiz. Alanın sorunlarını çözmek üzere kurulmuş sanat örgütlerinin büyük çoğunluğu; ne yazık ki süreç içinde tabanlarından kopuk alanın sorunlarına boş bakan, halktan uzaklaşmış, toplumsal olaylar karşısında sadece bir twit atarak geçiştirici tavırlarıyla duyarsızlık noktasına gelmiş ve aslında özünde birer tabela örgütü, bir “internet alanı” örgütü halini almışlardır. Sanat alanının ekonomik, kültürel ve siyasi hiçbir sorununa köklü çözümler getiremeyen, üretmeyen örgütler yığını oluşmuş. Sanat Meclisi; alandaki sorunlara radikal çözümler aramak, bulmak, önermek ve sanatın tabanında yer alan sanat örgütleri ve sanatçılarla kol kola vererek öncelikle alanı korumak, ardından kangren olmuş sorunlara kalıcı çözümler bulmak hedefiyle kuruldu. Sanat üretenlerin sorunları içinde boğulup kalmaları yerine çevrelerindeki sanatçılar, sanatseverler ve izleyicileriyle kol kola vererek harekete geçmesini öneren Sanat Meclisi, Gezi olaylarının ateşli günlerinde onlarca sanatçının harekete geçmesiyle kuruldu. O günden bugüne toplumun ve sanatın sorunları için yollara düşen Sanat Meclisi katılımcıları alanın sorunlarını konuşmak, tartışmak ve kalıcı çözümler bulma hedefiyle 6-7 Kasım 2015 günlerinde bir “Sanat Sempozyumu” düzenliyor. Sempozyum sahipsiz bir alan gibi gösterilmeye çalışılan sanat alanına öncelikle sahip çıkmak ve alanın sorunlarını tartışıp el ele çözümler üretmek için yola çıkıyor. Sanat alanı ülkede olup bitene kendi çeperinden sesini yükseltmeli, sanat alanında yer alan taban harekete geçmeli ve sorunların nihai çözümü için kolları sıvamalıdır. İki gün sürecek sempozyumda sorunlara topluca bakıp, bu sorunların çözümü için geçmiş yıllarda yapılanları değerlendirip günümüzde yaşanan süreci tüm sanat dallarından sanatçıların katılımıyla ele almaya çalışacağız. Sanat alanının insanlarının tüm beyinlerini çalıştırmak amacımız. Ve esas olarak kapitalizmin bizi çözümsüz bırakamayacağını hem sanatçılara hem yeni sanatçı adayları gençlerimize hem da halkımıza göstermektir. Düşünelim, tartışalım, katılalım ve çözelim. Kendi emeğimizin, ideolojimizin AKP iktidarı tarafından çarçur edilmesine, üretmede ve yaygınlaştırmada bir engel olmasına izin vermeyelim diyoruz. Sempozyum yeni bir mücadele sürecinin başlama vuruşunu yapma iddiasındadır. Suskunluk, kırgınlık, kenara çekilme tavrı bu ülkenin sanatçısına yakışmaz. Bu topraklarda binlerce yıl her alanda sanat üretmiş sanatçılara, ustalarımıza borcumuz da var üstelik. Her koşulda, faşizmin en azgın koşularında bile üretmeye deva eden aydın tavrı gösteren ustalarımıza… Geçtiğimiz günlerde binlerce insanımızla uğurladığımız yazar Yaşar Kemal’in dediği gibi “Anadolu toprağı yüzlerce kültürün yaratıldığı, gelip geçtiği, kaynaştığı, kültürlerin birbirlerini aşıladığı, beslediği kadim bir kültür toprağıdır.” Bu toprakların sanatçısı yaratıcılığını, üretkenliğini ortaya koymuş, alanını var edip korurken de bedeller ödemiştir. Sanat Sempozyumu 2015 yılında tüm sanat alanına çağrı yaparken gücünü bu birikimden almaktadır. 6-7 Kasım 2015 günlerinde halkımızı, aydın ve sanatçılarımızı, sanatçı adaylarımızı buluşmaya, konuşmaya ve alanın sorunları için çözüm bulmak için yola çıkmaya çağırıyoruz. 16-31pages_easy.pdf 2 5.11.2015 02:26:25 Sempozyum 6 Kasım Cuma 11.00 / 12.00 - AÇILIŞ - Video Kurgu / Armağanlar Açılış Konuşması: Selma Altın (Grup Yorum) & Barış Güney (Müzisyen) 12.00 / 14.00 1.OTURUM - SANATTA MESLEK ÖRGÜTÜ SORUNU Moderatör: İbrahim Karaca (Şair) - Meslek örgütü nedir? İşlevi ve işleyişi nasıl olmalıdır? - Konuşmacı: Selçuk Kozağaçlı (Avukat) - Günümüzde meslek örgütleri, işlevini ne kadar yerine getiriyor? - Konuşmacılar: Fırat Tanış (Oyuncu) / Mehmet Çırıka (Müzik-Sen) - Bütün Sanatçılar ve Meslek Örgütleri Arası Dayanışma ve Güç Birliği - Konuşmacılar: Şebnem Sönmez (Oyuncu) / Efkan Şeşen (Müzisyen) 14.00 / 14.30 - ARA 14.30 / 16.30 2. OTURUM - SANATTA İŞ GÜVENLİĞİ / İŞ GÜVENCESİ SORUNU Moderatör: Selma Altın (Grup Yorum) - İleri Demokrasi: "Düşün ama Açıklarken Bana Sor!" - Konuşmacı: Enver Aysever (Gazeteci - Yazar) - Taşeronlaşma: Sanatçının "Satılışı" - Konuşmacı: Ragıp Yavuz (Tiyatro Yönetmeni) - Sözleşme Terörü: Yasal ama Gayrımeşru! - Konuşmacı: Hüseyin Turan (Müzisyen) 17.30 / 19.30 3. OTURUM - SANAT ama KİMİN İÇİN? Moderatör: Mehmet Esatoğlu (Tiyatro Yönetmeni) - Ruhumuza Sızmaya Çalışan Bir Truva Atı: Sam Amca Sanatı - Konuşmacı: Zerrin Taşpınar (Şair) - İktidarın Dev(!) Sanat Faaliyeti: ‘AK’layıp ‘P’aklamak! - Konuşmacı: Müjdat Gezen (Oyuncu - Tiyatro Yönetmeni) - Sanatçının Tarafsız Olması Mümkün müdür: Faşizme Karşı Bir Taraf Değil Bi-Taraf Olma Sorunu - Konuşmacı: Özgür Başkaya (Yönetmen - Tiyatro Eğitmeni) - Işık İhtiyacı: Korkuyu Ateşe Verip Karanlığı Aydınlatmak! - Konuşmacı: Veysel Şahin (İdil Halk Tiyatrosu) - Halktan Yana Sanat ama Halkın İçinde: İnsan Ruhunun Mimarı Olmak - Konuşmacı: Caner Bozkurt (Grup Yorum) 7 Kasım Cumartesi 11.00 / 11.30 SELAMLAMA - Sanatta Enternasyonalizm: Büyük İnsanlık; Anlatılan Senin Hikayendir! - Konuşmacı: Ataol Behramoğlu (Şair ) C M Y CM MY CY CMY K 11.30 / 13.00 1. OTURUM - SANATTA İŞ SAĞLIĞI SORUNU Moderatör: Osman Genç - Fiziksel Koşullar: "Ölümüne" Sanat! - Konuşmacılar: Vedat Özdemir (Görüntü Yönetmeni) / Aytekin Birkon (Kurgucu) Özcan Erkişi (Müzisyen) / Murat Başaran (Dizi Müziği - Tonmaister) 13.30 / 15.30 2. OTURUM - SANAT ama NASIL? Moderatör: Kemal Tufan (Heykeltraş) -Yozlaşma’nın Şeytan Üçgeni: Geçmişten Kaçış, Batı Hayranlığı, Yabancılaşma - Konuşmacı: Cengiz Gündoğdu (Yazar) -Yenilikçilik: Dün ile Beslenip Yarına Varmak - Konuşmacı: Ayça Telgeren (Ressam) -Ustalaşma, Gelişme Sorunu / Popülerlik ve Yetinmecilik: Star Mezarlığında Bir ‘Garip’ Olmak - Konuşmacı: Erkan Oğur (Müzisyen) -Sanatçının Özgürlüğü Nerede Başlar, Nerede Biter: Özgürüm ama Kafesim Dar! - Konuşmacı: Mehmet Aksoy (Heykeltraş) / Mehmet Sinan Kuran (Ressam) -Sanat Üretiminde Bireysellik ve Kolektivizm: Tek Elin Nesi Var? - Konuşmacı: Barış Pirhasan (Senarist - Yönetmen) 15.30 / 16.30 YEMEK ARASI 16.30 / 18.30 - 3. OTURUM - SANAT ÜRETİMİNİN ve YAYGINLAŞTIRILMASININ ÖNÜNDEKİ ENGELLER VE ÇÖZÜMLERİMİZ Moderatör: İnan Altın (Grup Yorum) - Piyasa: Böyle Yaparsan Satar! - Konuşmacı: Emrah Serbes (Yazar) - Sanat - Sermaye Çelişkisi: Fırsat Eşitsizliği - Konuşmacı: Hüseyin Karabey (Yönetmen) - Sansür - Otosansür: Sanatta Gizli - Açık İşgal, İçsel Olgu - Konuşmacı: Meral Gökoğlu (FOSEM) - Elitizm - Halktan Kopukluk: Kimse Beni Anlamıyor! - Konuşmacı: Orhan Şallıel (Müzisyen) - Yüzünü Halka Dönmek: Kaynağa Yolculuk - Konuşmacı: Mehmet Özer (Fotoğraf) 18.30 / 19.00 ARA 19.00 / 19.30 KAPANIŞ - BÜTÜN SANATÇILAR BİRLEŞİN! Konuşmacılar: Selma Altın & Barış Güney ARA PERFORMANSLAR Resim performans (Ayla Turan, Buket Onat…) / Vedat Sakman / Barış Güney / Tiyatro: Osman Genç Festival 8 Kasım Pazar 16:00 Sibel Yalçın Parkı Erkan Oğur Hüseyin Turan Grup Yorum Barış Güney Selçuk Balcı Niyazi Koyuncu Efkan Şeşen Erdal Bayrakoğlu Ozbi İbrahim Karaca Osman Genç Tiyatro Simurg İdil Halk Tiyatrosu 17 16-31pages_easy.pdf 3 5.11.2015 02:26:26 Korkuyu Ateşe Verip Karanlığı Aydınlatmak Bizim gibi emperyalizmin yeni sömürgesi olan ülkelerde krizler hiç bitmez. Tüm zenginliklerimiz emperyalistlere akıp gittiğinden, ülkemizin her karış toprağı emperyalizmin pazarı haline geldiğinden ve tüm alış verişimizi onlardan yaptığımızdan; ekonomik ve ona bağlı olarak siyasi kriz hep var olur. Marksist literatürde buna milli kriz diyoruz. Ülkemizde milli krizin sürekli olarak var olması, ülkemiz egemenleri açısından bir yönetememe sorunu ortaya çıkartır. Sürekli yeni yöntemler, yeni hükümetler, yeni kurumlar arar dururlar. Öyle olmadı bir de böyle deneyelim, şimdi bir de bu şekilde bakalım… Bir deney tahtası gibi kullanırlar ülke yönetimini. Olan her defasında yoksul halka olur… C M Y Ekonomik ve siyasi açıdan nispeten rahat olunan dönemlerde bir demokrasicilik oyunu oynanır örneğin. Ülkede çok şeyin değiştiğinden, özgürlüklerin her alanda kullanılabildiğinden bahsedilir. cılızlaşma olur genelde. Zaten icazet altında, çizilen sınırların içinde, ürkekçe yapılan muhalefet tümden ortadan kalkar. Esas olarak devrimciler meydan okur bu azgın teröre. Onlar her türlü bedel ödemeyi göze alarak aynen sürdürürler mücadelelerini. Çünkü bilirler nedenlerini… Peki aydın sanatçılar ne yapar böyle dönemlerde? Ve ne yapmalıdır? Halkın en geri kesimleri gibi kabuğuna mı çekilmelidir? Evinden dışarı burnunu bile çıkarmamalı mıdır? Etliye sütlüye dokunmamalı mıdır? Biraz ‘rölantiye’ mi almalıdır? Ortalığın durulmasını mı beklemelidir? Genelde olan budur. Düzen içi muhalefette olduğu gibi aydın sanatçılar içinde gözle görülür bir gerileme yaşanır böyle dönemlerde. CM MY CY CMY K Ama gün gelir herşey rafa kaldırılır. Faşizm gizli gizli değil açıktan uygulanır. Herşey yasaklanır. Baskılar, işkenceler, linçler, tutuklamalar had safhaya ulaşır. Bazen ordu, bazen polis eliyle bir terör estirilir ülkede… Görülür ki değişen bir şey yok. Çünkü yine sömürgesindir, buna bağlı olarak sömürge tipi faşizm ile yönetilmektesindir. Oysa ki kitlelerle bağı, kitleler üzerinde yönlendiriciliği, ‘rol modeli’ özelliği oldukça güçlüdür. Ondaki korku ve karamsarlık katlanarak ulaşır halka. Tersinden kendine güveni, halka güveni, teslim olmaması, direnmesi de yine büyük bir moral güç olur. Faşist terörün alt edilmesinde belirleyici bir rol oynayabilir. Çözümsüz kaldıklarında egemenler hemen korkuyu devreye sokarlar. Korkutarak, sindirerek yönetmeyi… En kolayı budur. Kitlelere aba altından değil açık açık gösterilir sopa. Haddinizi bilin, gıkınızı çıkarmayın denir… Bu dalga dalga yayılır bütün ülkeye… Böyle sessizliğe bürünülen bir dönemde bir tiyatro oyunu, bir film, bir konser, bir şiir, bir şarkı… Çok şeyin değişmesini sağlayabilir. Böyle dönemlerde muhalefette bir 18 Aydın olan, sorunların kaynağını görebilendir. Ve kaynağı gören çözümünü de bilir. Bu bildiği çözümü halka da gösterir. Eğer sorunun kaynağını göremiyorsa, çözüm gücü yoksa, genel aldatmacaya, yalandan şişirilmiş güç gösterisine kanıyorsa, halkın en geri kesimleri ile paralel hareket ediyorsa orada aydın olmaktan söz edilemez. Sanatçı aydın olmak zorundadır. Bunun için apolitik değil politik olmak zorundadır. Doğru düşünen, doğru sorgulayan olmak zorundadır. Bunu başaran bir aydın - sanatçı üretime de dönüştürebilir. İşte o üretimlerle büyük bir umut yayabilir. Halka moral verebilir. Vermelidir. Sanatçı en kötü koşullarda coşkusunu, umudunu yitirmeyendir. Bunalımlardan bunalımla sürüklenmek, umutsuz, karamsar olmak, halka güvenmemek bir sanatçı tutumu olamaz. Halktan alıp yine halka vermek zorundadır. Başa dönecek olursak; bir şiir hatta bir mısra, bir şarkı, bir konser, bir film, bir oyun, bir sergi… Bazen çok ama çok önemli bir araç olabilir. Emperyalizm insanı istediği gibi yeniden şekillendirmek, insanı insan olmaktan çıkarıp kendisine yabancılaştırmak için; kısacası yozlaştırmak için sanatı nasıl kullanıyorsa; biz de aynı şekilde insanı insan yapmak, güçlendirmek, korkuları yenmesini sağlamak için kullanmalıyız. Bu nedenle sanat korkuyu ateşe verip yaktığımız, zifiri karanlığı devirdiğimiz bir araçtır aynı zamanda… Ben yapsam ne olur yapmasam ne olur, söylesem ne olur söylemesem ne olur, oynasam ne olur oynamasam ne olur denilmemeli. Unutmayalım ki tek bir mum devirir geceyi… Sinan Gümüş 16-31pages_easy.pdf 4 5.11.2015 02:26:26 Dev-Genç’li Olmak! Dev-Genç 46 yaşında. Kısacık ömürlerine koca yürekler taşıyarak çıktılar bu yola. Gözlerini kırpmadan feda ettiler kendilerini. Halkı, vatanı sevmenin adı Dev-Genç oldu. Mahir’in ektiği tohum büyüyüp serpildi; 46 yıllık koskoca onurlu, şanlı bir tarih oldu. İçinde nice yiğitler besledi, kaç yüreğe sevda oldu, umut oldu, çocukların gözlerinde ışık oldu şafak şafak baktı, bahtiyar bahtiyar güldü. Mahirlerden bugüne feda kuşağının adıdır Dev-Genç. Nerede bir adaletsizlik yaşansa, kılıcın kestiği yerde Dev-Genç vardır. C M Y CM MY CY CMY K Bu düzen kirletir insanı, bir bataklığa saplanmış gibi içine çeker seni. Çocuk yaşta uyuşturucu kullandırır, çocuk yaşta tecavüz eder, çocuk yaşta çalıştırır, çocuk yaşta evlendirir; bu düzenin hakkı-hukuku yoktur, tek bir hak vermez sana okumak haramdır, doyasıya gülmek eğlenmek haramdır. Hepsi bir savaş aslında.. Bir savaş var evet, çetin bir savaş, yaşama savaşı... Bu savaş anne karnında başlıyor. Daha anne karnında açlığı, yoksulluğu görüyor, katliamı görüyor el kadar yürek. Anne karnından bıçakla çıkarılıp alınıyor. Daha gülmeyi öğrenmeden, daha bir adım bile atmamışken, daha yüreğine sevda düşmemişken görüyor, duyuyor, işitiyor. yaşadığı, birinin kafasını sokacak yer bulamadığı bir dünya vardır. Bu dünyada hangi tarafta olmak adildir, hangi tarafta olmak onurlu, namuslu yaşamaktır? Susmak mıdır yoksa doğru olan? Üç yaşında kıyıya vurmuşken Aylan bebek, hak mıdır susmak, sesini çıkarmamak, göz yummak? Hak değildir elbette. Bu yüzden vardır bu savaş, haklıyla haksızın savaşı, ezenle ezilenin savaşı... Bu savaşta haklıdan yana, ezilenden yana olmak en namuslu yerde olmaktır. İşte Dev-Genç Bedrettinlerden, Pir Sultanlardan bu yana ekilen bu tohumu büyüttü bizim topraklarımızda. Zalimin zulmüne karşı durmayı, dayanışmayı, paylaşmayı bu topraklarda büyüttü. Berkin de bu topraklarda büyüdü bu halkın bağrında bir fidan oldu. Elif, Şafak, Bahtiyar hepsi tek tek işlendi yüreklerimize. Güzelliğin, iyiliğin mayası vardı yüreklerinde. Ne ben daha çocuğum dediler, ne benim daha önümde yapacak çok şeyim var, hayallerim var dediler, ne de benden artık geçti bu yaştan sonra benden bir şey olmaz dediler. Zalimin zulmünün yaşı yoktur dedik, Dev-Genç’linin de yaşı yoktur. 10 yaşında çıkar zalimin karşısına gerer kollarını, hadi buradayım der. “Ne tankın, ne tüfeğin beni bitiremez beni yok edemez” der. 51 yaşında kurşunu bittiyse taşla cevap verir. Teslim olmam ben der sen teslim ol, asıl siz suçlusunuz, sizsiniz halkın kanını emen, halkın üstüne bombalar yağdıran, 35 günlük bebekleri kundağında katleden. Dev-Genç’li olmanın yaşı yoktur. Dev-Genç’li olmak bir ruhtur. Dev-Genç’li olmak halkına, vatanına kendini hesapsız sunabilmektir. Bu bir kültürdür, yüzyılların direnme geleneğidir. Her an her yerde haksızlığın, adaletsizliğin olduğu her yerde bir Dev-Genç’li yüreği atar. Geleceği umutla kuracağımız yarınlarda bir umuttur Dev-Genç.46 yıl boyunca direnen, düşmandan tek bir aman dilemeyen, işkencelerden geçirilen, kurşunlara tutulan ama vazgeçmeyen bir Dev-Genç’imiz var ne mutlu bize. Eda ÇALIŞKAN Bu düzenin yaşı yoktur. Açlığın, yoksulluğun yaşandığı bir yaş da yoktur. Ezenlerin ve ezilenlerin yaşadığı bir dünya vardır. Birilerinin saraylarda 19 16-31pages_easy.pdf 5 5.11.2015 02:26:26 Nereye Gider Nereden Çıkar Bu Tırlar! C M Y CM MY CY CMY K Bir tır çıktı bir şehirden yola, varacağı şehir nere? — Gizli, söylenmez. Kim götürüyor? —Sır! Kim gönderiyor, kim bekliyor? —Bilinmez… — Peki ne vardı o tırların içinde, ne taşıyorlardı bu kadar sırla, nereye götürüyorlardı? Kaç tır kalktı böyle? 3 mü, 5 mi, 10 mu? — Sır, devlet sırrı, çok gizli… Ne vardı o tırlar da anlatayım mı sizlere. Gerçi işini bilir(!) bir asker çevirdi o tırları sonra bin türlü dert aldı başına. Neydi o askerin derdi net değil ama asker görevinden alındı ve ondan sonra bu tırların hikâyesini yazan, çizen herkes tehdit üstüne tehdit aldı. Nasıl olurda devlet sırrı ortaya çıkartılırdı. Ama ne yapsalar da ne etseler de saklayamayacakları gün gibi ortada gerçekler 20 vardı. Üstünü örtmeye çalışsalar da, gizleseler de yalanlasalar da saklayamayacakları, gizleyemeyecekleri gerçekler. Bu gerçekler hiç beklemedikleri bir an gelip kıyıya vurdu. Hazırlıksız, ani yakalandılar ve o an bir muhabir bastı deklanşöre. Ve o sakladıkları, gizledikleri tırlar bir bir yansıdı karelere. Muhabirin fotoğrafları düştü dünya gündemine… Ülkemizin dört bir yanında yüklenip sınır kapılarından geçen tırlar, beslenen büyütülen IŞİD çeteleri gerçeği Bodrum’da kıyıya vurdu. Gerçek artık ortadaydı. Susamazlardı. Ama ne diyeceklerdi? Benim tırlarımdı o cansız bedenler, ben yaptım, o tırlarda silahlar, mermiler vardı diyecekler miydi? Hayır. O halde yine yalan, yine üste çıkma vakti. Ağlanma, sızlanma, gözyaşı dökme vakti. Tırlarım yakalandı diye ağlayanlar, kuduranlar timsah gözyaşları dökmeye başladılar bu sefer de Aylan bebekler için. “ 3 yaşında bir çocuk, bu savaşın sorumluları hesap vermeli. Tüm dünya tüm insanlık bunun karşısında suçlu. İnsanlık kıyıya vurdu.” Sonra çağrılar yapmaya başladılar, tüm dünyaya çağrılar yaptılar, toplantılar üstüne toplantılar örgütlediler; - Bu kan bitmeli, durmalı. Ne olacak bu insanların “mültecilerin” hali. Biri tır gönderir, öbürü uçak, diğeri kamyon. Birinin kıyısına vurur, birinin kapısına gelir dayanır. Tabi Avrupa bu duruma nasıl sessiz kalsın, kalamaz. Kucak açar “mültecilere”. Bu dramın son bulması için herkesin vicdanına seslenirler. Bu ayıba son verilmelidir. 3 yaşında bir çocuk nasıl kıyıya vurur. Görmezden gelinemez artık, bu insanlık ayıbı, bu dram son bulmalıdır. Sahi ne oldu bizim tırlara, kimdi 3 yaşındaki çocuk? Bilir misiniz Ege’yi, Ege denizini? 16-31pages_easy.pdf 6 5.11.2015 02:26:26 Sabahın seherinde sakin sakin, yavaş yavaş kıyıya vurur Ege. Yavaş yavaş dalgalanır. Kaç can aldı, kaç cana kıydı bu yıl Ege? Ege sessiz ama içinde fırtınalar. Kaç vakittir böyle Ege. İçinde canlar taşır. Ah çabucak ulaştırsa canları, ah durmadan solukları varsa kıyıya… Ama çoğu kez olmaz, yapamaz, yetmez gücü. İşte yine bir sabah onlarca can taşıdı kıyıya ama soluklarını yetiştiremedi. Cansız bedenleri bırakıverdi usulca kıyıya. Çoluk çocuk onca insan. Hele biri vardı içlerinde öyle yatağında uyur gibi yüzükoyun süzüldü toprağın üstüne avuçları açık göğe bakar. 3 yaşında Aylan bebek sessizce yatıyordu kıyıda, haberi yoktu olan bitenden. Ondan az ileride abisi 5 yaşında Galip sonra annesi, akrabaları… Onlar Yunanistan’a varmak için çıkmışlardı yola ama şimdi derin bir uykuda Bodrum kıyısında. Şimdi yurtlarındaydılar belki, kendi ülkelerinde Suriye’de. Evlerinde, sokaklarında… Ama şimdi onlar Ege’de vurdular Bodrum kıyısına ve cansız bedenleri takıldı bir muhabirin kamerasına. C M Y CM MY CY CMY K 3 yaşında bir çocuk tatilde miydi Ege’de abisi, annesiyle. Yüzlerce, binlerce Suriyeli neden küçücük, güvensiz bir bota sayısından fazla binip ulaşmak istiyordu, Yunanistan’a, Avrupa’ya? Neden terk eder bir insan yurdunu, neden onca risk alıp kaçar ülkesinden. Suç Egenin mi? Suç insanlığın mı? Yıllardır yanıyor Suriye, yıllardır Suriye halkının üstüne yağdırılıyor bombalar. Suriye’ye boyun eğdirmek için, Ortadoğu’da kendi politikalarını hayata geçirmek için katlediyorlar halkı emperyalistler. Her yolu deniyorlar, her yola başvuruyorlar yeter ki düşsün Suriye. Işid çetesini besleyip büyüttüler el birliğiyle. Işid azgınca, ahlaksızca saldırdı Suriye halkına. İç savaş var dediler, Esad diktatör, Suriye halkını kurtarmak gerek deyip, Suriye halkını katlettiler. Binlerce Suriyeli Işid çetesinden kaçarak önce sığındı Türkiye’ye. Sonra olmadı Yunanistan’a, Avrupa ülkelerine. Ülkelerini terk etmek zorunda bırakıldılar. Çoluk cocuk Suriyeliler düştü yollara ve kaçış yollarının yine ölüm tehlikesiyle dolu olduğunu bile bile. Yaşayabilecekleri, sığınabilecekleri, çocuklarını daha iyi büyütebilecekleri bir ülke umuduyla… Dayandılar bu yüzden Avrupa kapılarına. Oysa onları bu göç yollarına düşüren onların vatanlarında, topraklarından eden aynı ülkeler değil miydi? O gün Bodrum’da kıyıya vuran elbette insanlık değil di o gün kıyıya vuran emperyalizmdi. Dünyayı parselleyerek, katliam planlarıyla, yalanlarla ülkelere saldıran, savaşlar açan emperyalizm ve onun işbirlikçileri. Ülkeler deviren, düzenler yıkan, katliamlar örgütleyen, yozlaştırma politikalarıyla kültürleri iğdiş eden, dini ve milli duyguları körükleyerek halkları birbirine düşürenlerdi Aylan’ın ve binerce Suriyelinin katili… Emperyalizmin gerçek yüzüydü kıyıya vuran. Ne var ki suçlu malum ama kabul edemez suçunu onun “fıtratında” yalan, dolan, aldatma, kandırma var yaptığına yaptım diyemez. Ama o fotoğraf, 3 yaşında ki Aylan bir şey demeliydiler kendi kanlı yüzleri ortaya çıkmadan hemen kapatmalıydılar üstünü o yüzden suçlu tüm insanlıktı, hiç kimse kimseye söylenmemeli, başka suçlu aramamalıydı çünkü suçlu tüm insanlıktı. O yüzden “İnsanlık kıyıya vurdu!” dediler. O yüzden vicdanlara seslendiler. İşte, Aylan bebek için insanlık suçu diyenlerin gerçek yüzü… Kim bunlar? Başta ABD olmak üzere Fransa, İngiltere, Almanya, tüm emperyalist ülkeler ve onlarla işbirliği içinde olanlar. Bizde şimdi diğer adı AKP. Gizli servisleri, polisleri, orduları, medya tekelleri, besledikleri çeteler. Oysa dünyanın her karış toprağına savaş üstleri dikmekte üstlerine yoktur. Onların icadıdır işkence tezgahları, gaz odaları, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal silahlar… 60 milyon insanı vatanlarından göç etmek zorunda bırakırlar. Ve tüm bu sebeplerledir ki suçlu biz değiliz, Suriye’de halkı katleden, çeteleri besleyen, halkı ülkesinden göç etmeye zorlayan emperyalizmdir. Suriyeli göçmen krizine çözüm aramaları, Aylan bebek sonrası ayağa kalkmaları hepsi aldatmaca. Ne bekliyor Suriyelileri Avrupa’da, ne yaptılar Türkiye’de? Ne sağladı Türkiye onlara Avrupa ne sağlayacak? Kendi kültürlerini, kimliklerini kaybedecek, ucuz iş gücü olarak çalışacak daha fazla sömürülecekler. Umut kapısı gördükleri Avrupa onları yerlerinden yurtlarından etmekle kalmayıp emeklerini de daha fazla sömürecek. Bizim utanacak hiçbir şeyimiz yok biz utanmıyoruz, kıyıya Aylan’ın küçücük bedeniyle emperyalizm vurdu. Savaşı başlatan onca insanı yerinden yurdunda eden emperyalizm... Utanarak onların üstlerinden suçlarını almayacak, suçlarına ortak olmayacağız. Ve yalanlarını anlatmaya devam edeceğiz. Ne devlet sırları, ne tırlarla gönderdikleri silahlar ne onca tehditleri… Eğer bu zorbalığa karşı susuyorsak işte o zaman utanmalıyız insan oluşumuzdan. Sevgi YÜKSEL Ülkelerin yer altı yerüstü zenginliklerini çalarlar savaşlarla, ekonomik anlaşmalarla, açlıktan insanlar ölüyorsa bu dünyada hala sebebi emperyalist politikalarıdır. Her türlü başkaldırıyı, ulusal mücadeleleri, bağısızlık mücadelelerini kanla bastırır; onlar terörist biz kurtarıcı, size demokrasi getireceğiz yalanları ile ülkelerin her şeyine karışırlar. Dini ve milliyetçiliği körükleyerek halkları birbirine düşman ederler. İyi bakın her savaş kararının altında onların imzaları vardır. Sonra da barış elçisi olurlar güya. 21 16-31pages_easy.pdf 7 5.11.2015 02:26:26 C M Y CM MY CY CMY K . ÖZGÜR TUTSAKLA 10 DAkıKA Hapishanedeyseniz eğer, önceden belirlediğiniz bir kişi ile haftada 10 dakika telefonla görüşme “hakkına” sahip olursunuz. Bu öyle bir haktır ki; büyük bedeller ödenerek, açlık grevleri, ölüm oruçları yapılarak, duvarlara karşı ısrarla sloganlar atarak, diş ile tırnak ile verilen bir mücadelenin ardından kazanılmıştır. Hapishanelerde "tretman" denilen bir uygulama var. Senin neyi ne kadar yiyeceğini, hapishanenin hangi alanlarını kullanabileceğini ve hatta yakınlarınla, sevdiklerinle hangi zamanda ne kadar konuşabileceğini, hangi renk kıyafet giyeceğini... hapishanede tretman belirler. Tüm bu yöntemlerin tek bir amacı vardır: siyasi tutsağı düşüncelerinden vazgeçirmek. Düzenin ehlileştirdiklerinden birisi haline getirmek... Yok, siyasi tutsaklar kabul etmezler bunu, hele özgür tutsaklar asla. İdarenin verdiği her türlü alçakça rüşveti reddederek, suratlarına fırlatırlar. 10 dakikalık görüşmeler, mektuplar, sevdiklerinin sesi yüzü, onlara sıkıca sarılabilme, dışarıdan gelecek haberler ve hatta kitapları... Bunların hepsinden vazgeçebilir, daha doğrusu hepsinden mahrum kalır ama düşüncelerinden asla vazgeçmezler. Bu haklar için direnirler ama asla bunların bir şantaj malzemesi yapılmasına da izin 22 vermezler. İnsanlık onurlarını çiğnetmezler. "İyi halli", "uyumlu" değil, "iyi bir devrimci, iyi bir özgür tutsak" olmak için... Ve her türlü “gerekçe” ile elinizden alınabilir bu hak. Hapishanedeki her kazanılmış hak, hapishane idaresi eliyle iktidarlar tarafından elinizden alınacak haklardır. Hakkı almak kadar sahip çıkmak da direnişle mümkündür. Mesela bazı hapishaneler dinlemeyi sağlıklı yapamadıkları ortamlarda çat diye kesebilirler. İkaz etmeden, haber vermeden, cümlenin tam ortasında, çat diye... Saatlerce arar ve tartışırsınız o 10 dakikalık hakkınız için. Sizin için en çok beklenen anlar için, karşınızda kuru, donuk, ruhsuz bir ses cevap: “Kalabalık bir ortam orası dinleyemiyoruz.” Evet, saniye saniye dinlenir. Aslında üç taraf vardır görüşmede: siz, tutsak yakınınız ve hapishane idaresi. Bunu bilerek konuşursunuz hep. Ya da bazı hapishaneler "ıslah aracı" olarak kullanmaya çalışır. Telefon görüşmesi tarafların karşılıklı birbirlerini tanıtması ile başlamalılar. “Merhaba ben falanca, filanca ile mi görüşüyorum.”, “Evet ben filanca” Bu tanıtma olmazsa hemen telefon kesilir ve dııııııt diye bir ses, adamı ahizeyi fırlatacak kadar sinirlendiren bir öfke, ah şimdi o telefonu kesen karşımda alacak kiiii” dersiniz. Ama nafile. Geriye kalan “Bu düzenin F’sine de, D’sine de, E’sine de….” cümleleri ve dağ gibi büyüyen bir öfke olur. Bir sonraki görüşmeyi beklersiniz. Şikayet etme hakkınız vardır. Hapishanedeki tutsak dilekçeler yazar. Dışarıda ise seninle aynı haksızlıkları yaşayanlarla örgütlenme ve hem hapishane idaresine hem de iktidara karşı aklınıza gelebilecek envai çeşit eylemle tutsaklara yaşatılanları anlatmaktır iş. Bu 10 dakika ilginçtir. Sohbetin giriş gelişme sonuç kısımları yoktur. Coşkulu bir giriş. Heyecanlı ve tedirgin gelişme ve hızla gelen bir bitiş. Bazen üç dört cümle ile bazen hızlı hızlı söylenmiş onlarca cümle ile geçer. Ama hepsi dopdoludur. Sanki dışarıda özgürce, yüzyüze yapılamayan yüzlerce saatin acısını çıkarırcasına yapılan görüşmelerdir bunlar. 1 haftayı (10080 dakikayı) 10 dakikaya sığdırırcasına konuşursunuz. Olmaz mı? Olur… Eğer içerideki bir “özgür tutsak”sa ve eğer dışarıdakinin bir yanı tutsaksa onunla birlikte, olur. Sığar, sığdırılır. Eğer hiç görüşemese bile aynı şeylere güldüğünüz ağladığınız yoldaşınızsa hapishanedeki, olur. 16-31pages_easy.pdf 8 5.11.2015 02:26:26 İşte o 10 dakikalardan birisi… Devrimci sanatçı, özgür tutsak Grup Yorum elemanı Muharrem Cengiz ile yaptığımız bir telefon görüşmesi. Özete gerek yok tabi. Sadece 10 dakikalık bir görüşme için Tavır’ın sayfaları oldukça geniş. Önceden haberli ve bekler halde olduğunuz için çalınca hemen ele alınır telefon. Bir kere çaldı. İki… Aç hemen… - C M Y CM MY CY CMY K Alo Alo, merhaba. Merhaba, Muharrem. Ooooo merhaba merhaba. Nasılsın? İyiyim sen nasılsın? Bomba gibi. (Bu altı satırlık görüşme o kadar yüksek sesle yapılmıştır ki çınlatır kültür merkezimizin duvarlarını. Mutlaka duyarsınız. Sağdan soldan, odalardan, kapalı kapıların ardından koşarak gelinir ve telefonun başına toplanılır. Sanki telefon yeni icat edilmiştir de ilk kez ses uzaklara iletilirmiş gibi heyecanla bakılır konuşana. Sonra uzun süren gülmeler… Sadece gülersiniz. Nereden başlayacağınızı bilemeden gülersiniz. En güzel şeydir telefonda tutsak gülüşü dinlemek ve gülme sesini karşıya ulaştırmak. Gülerken açılan dişleri, kırışan yüzü, parlayan gözleri gelir gözlerimizin önüne. Aslında günler öncesinden planlanmıştır neler konuşulacağı. Madde madde aklınızdadır. Ama o anda telefonun diğer ucundan gelen hasret dolu, umutlu, dört duvar arasında ama özgür insanın sesi, nefesi sizi heyecanlandırır ve uçup gider o madde madde konular. Gülersiniz. Gülersiniz, gülersiniz… Bir coşku, bir umut, bir hasret seli alır götürür sizi. Aradan 10 saniye geçer. Bu on saniyede Muharrem tutsak düşmeden önceki, beraber geçirdiğiniz anlar, anılar geçer aklınızdan. Aynı şeye gülersiniz aslında. Beraber çalmalar söylemeler, yapılan espriler, katıldığınız eylemler, onun yaptığı bir konuşmanın ayrıntısı… Onun da aklından yüzdeyüz aynı anılar geçer, bilirsiniz. Siz susarsınız ama o telefon telleri konuşmaya devam eder, siz telefonun iki ucunda iki kişi dinler ve birlikte gülersiniz. Sanki dört duvar arasında değil de hemen yanıbaşınızdadır. O kadar mutlu olursunuz. Kalp hem sıkışır öfkeden, hem açılırsınız dostluktan yoldaşlıktan. Sonra aklınıza zaman gelir. Zaman… Sadece 10 dakika. Sadece 10 dakika. 10 dakika. Bitebilir, hemen bitebilir. Sonra çeneler çalışmaya başlar.) - Arkadaşlar nasıllar? - İyiler iyi. - İyi. Bu arada birkaç kişi vardır telefonun başında. Kulağını ahizeye dayayıp aradan duymak isteyenler de vardır. Konuşana bakarlar pırıl pırıl gözlerle. Konuşan, Muharrem’in verdiği cevabın olumlu ya da olumsuz olduğunu mimikleri ile çevresindekilere aktarır. Konuşanın çevresini saranlar, cevabı duymazlar ama anlarlar. İlk açan kişi en uzun konuşan olur, çünkü acil konuşulacakları hemen konuşan da o olur. - Ya ben hemen şeyi söyleyeyim de. Geçen ay olduğu gibi, aynı şekilde hücre aramasına askerler geldi. Yine aynı şekilde kabul etmediğimizi söyledik, işkence ile bizi havalandırmaya sürüklediler. Bunu avukatlarımıza da haber verirsiniz. Biz suç duyurusunda bulunduk. Alçaklar her aramada saldırıyorlar. (1) - Tamam haber veririz, nasılsınız, sağlığınız nasıl peki? - İyidir iyi.(Hep iyilerdir zaten. Hiç kötüyüz demezler.) - Basına, köşe yazarlarına her hafta mektup yazıyoruz saldırılarla ilgili. Bu durumu anlatıyoruz. - Onu bize de fakslayın, maille de yollarız herkese. Biz de açıklama yaparız. - Tamam çok güzel olur. Yarın fakslarız. - Tamam bekliyoruz. (Hiç kötüyüz demezler zaten. Hep iyiler, hep canavar gibiler. Dört duvar arasında bedenlerinden ve beyinlerinden başka silahları olmayan tutsaklara saldırırlar.) Sonra bir süre hapishanede yaşanan hak gasplarını, işkenceleri anlatır Muharrem. - Siz nasılsınız, neler yapıyorsunuz? Konser nasıl geçti? - İyiyiz, iyiyiz. Konser oldu, çok güzel geçti. Muharrem, çok kalabalık oldu. Sana da şarkı yolladık, duydun mu? - Duydum duydum. Sağolun. - Yasaklayan İdare mahkemesinin önünde, Çağlayan önünde eylemler oldu. Konser Pazar günüydü. Biz izni cuma günü aldık. Yasağın kaldırıldığını duyurmak için bir gün kaldı yani. Çok güzeldi konser, aslında pekçok insan yasak olduğunu bilerek geldi. - Bizim konserimiz de güzel geçti. Burada milyonlar olduk diyebilirim. Yani milyonlarca yürek... Bu arada bilmeyenlere söyleyelim. Yorum ne zaman büyük konserler verse hapishanelerde aynı gün ve saatte konserler olur. Dışarıdaki kadar dolu dolu, dışarıdaki kadar detaylı hazırlanılmış konserlerdir bunlar. Konuşmalar yapılır, sesi güzel ve tabi tüm hücrelere ulaşacak kadar güçlü olan arkadaşlarımız verir sesini havaya. Konserin detaylarına giremezsiniz, aslında hiçbir şeyin detayına giremezsiniz. Tutsaklarımızın hayal güçleri o kadar güçlüdür ki siz genel hatlarıyla anlatınca gerisini o doldurabilir. Telefonda detaylardan ziyade en genel durumları söylersiniz, gerisi mektuba kalmıştır. - Mektup yollamıştım ......'a, .......'e ve İdil'e aldınız mı? - Aldık. Cevap yazıyoruz. Haftaya elinde olur. - Yani tutuklanan arkadaşlar getirildi buraya. Onlara Tavır gönderebilirsiniz. İsimlerini mektupta yazdım ben. - Tamam. - Tamam kayıt cihazı hazır mı? - Tamam sen söyle telefon kaydediyor zaten. - O .... bestesinin ara ezgisi vardı ya, orası için birşeyler düşündüm. Mırıldanarak söyleyeceğiz. Bunu keman gibi uzun sesler çalan bir enstruman çalabilir belki, bakarsınız işe yarar mı? - Tamam, söyle sen. İşte tüm seslerin sustuğu an. Çıt çıkmaz, demin aralarda sesler veren, Muharrem ben de burdayım diyenler... Herkes dut 23 16-31pages_easy.pdf 9 5.11.2015 02:26:27 yemiş bülbül gibi susar. Muharrem o hapishane duvarlarını aşarak, ezgilerini bize ulaştırıyor. Hani demişiz ya: Kör baskılar, karanlıklar, demir kapılar, taş duvarlar olsa da dört bir yanımda, söylerim türkümü sana. Kuş sesinden, dağ yelinden ulaşır sana. O en güzel yarınlarda erişir sana. Mücadelemizin gelenekleri, ustalarımızdan öğrendiklerimiz, koskoca direniş gelenekleri sığdırılır 10 dakikaya. Her koşulda üretmek... Hapishanede de olsak, faşizmin en azgın koşullarında dahi üretmeye devam etmek... Dört duvar arasından gelen Yorum ezgilerini kaydediyoruz telefona... C Böyle birşeyler geldi aklıma bakarsınız. Bu arada burda arkadaşlar var, enstruman çalmak isteyenler var. Onlarla ilgileneceğim. Belki bazı ihtiyaçlarımız olabilir. Mektup yazarım ya da haftaya telefonda söylerim. Tamam. Ya bir de bize Yorum'un şarkı sözleri akorları lazım. Burda çok ihtiyaç oluyor. Sözleri hepberaber katlediyoruz. Elimizde olursa iyi olur. M Y CM Böyle sürüyor bu konuşma. Hangi kitaplara ihtiyaç olur belirleniyor. Enstrümanlar belirleniyor. MY CY CMY K Bak burda kalabalığız. Sana selam vermek isteyenler var. Muharrem abi merhaba. Ben .... Ooooo merhaba merhaba, nasılsın? İyiyim abi. Ne yaptın gitarı? Nasıl gidiyor. İyi abi, çok çalışamıyorum şu sıralar. 24 Bak ya, olmaz. Ben çıkana kadar bitir şu işi. Bak görüyorsun, biz bi orda bi burda. Hep lazım birileri. Hemen hızlandır bence. Olur abi, çıkınca birlikte çalarız abi. Tabi canım, çalarız tabi. Çok güzel olur. Abi, .... burda ona veriyorum. Tamam. Alo, Muharrem. Nasılsın? İyiyim. Sağol. Bak en başta söylemeyi unuttum. Sana söyleyeyim, önemli. Bu hafta mutlaka... Alo. Alo... Kesildi ya... Silivri Hapishanesi son yapılan hapishanelerden birisi. Ve çok yoğun derecede bir tecrit uygulaması var. Henüz alfebatiklerden değil. F mi, D mi, E mi belli değil. Aslında bir pilot hapishane. Devrimciler buraya getirilmeye başlandığından beri tecrit duvarlarını delmek için eylemlere başladılar. Aylarca görüş yapamayan aileler var. Ve demin bahsettiğimiz gibi telefon yasakları, mektup cezaları geliyor üstüste. Silivri Hapishanesi'nde dayatılan bir uygulama da aramaların gardiyanlar değil, askerler tarafından yapılmaya zorlanması. Bir tutsağın anlatımından kısa bir bölüm: “Aylık aramaya asker geldi. Bu şekilde aramayı kabul etmeyeceğimizi, askerin nezaret edebileceğini, ancak aramanın gardiyanlar tarafından yapılması gerektiğini söyledik. Bunun üzerine 60–70 gardiyan hücreye girdi. Bizi zorla havalandırmaya çıkardı işkence ile ellerimizi ve ayaklarımızı çapraz şekilde ters kelepçeledi. Bu halde bizi sürükleyerek süngerli odaya götürdüler. Orada da kelepçelerimizi çıkarmadılar. Yaklaşık 1 saat sonra bizi aynı şekilde hücreye geri getirdiler ve kelepçelerimizi hücreye getirdiklerinde çıkardılar. Bize işkence talimatını aramada hazır olan 2. Müdürlerden kısa boylu esmer biri verdi” “ Aramaya geldiklerinde Cafer görüşteydi. Hücrede yaşananlar sırasında orada değildi. Buna rağmen görüş bittikten sonra onu da aynı şekilde kelepçeleyerek işkencelerle süngerli odaya attılar. Biz 8 kişiydik 4 erli gruplar halinde iki süngerli odaya attılar.” “İki haftadır telefon hakkımız engelleniyordu. Sebebi maktu form olan telefonla görüşme dilekçesindeki “arz ederim” kelimelerini çiziyor olmaz. Biz çizdiğimiz için tartışma çıkıyor ve telefon hakkımız gasp ediliyordu. Biz de suç duyurusunda bulunduk. Bunun üzerine sorunu görüşmek üzere 1. Müdür hücreye geldi ve ne yaptığınızı bana da gösterin dedi. Bizde arz ederiz yazısını çizdik ve bunu yapıyoruz dedik. O da bir şey değilmiş dedi ve gitti. Aynı gün (Çarşamba günü 24.6.2015) öğleden sonra arama bahanesi ile bize işkence yaptılar. Bizde bize yapılanları protesto etmek için Perşembe günü 1 günlük açlık grevi yaptık” “Hepimizde gerek kelepçe izlerinden, gerekse de yaptıkları işkencelerden yaralar oluştu. Aynı gün tek tek revire çıkıp işkenceyi raporlattırdık”. “Bize işkence yapılırken diğer hücrelerde bulunan bütün siyasi tutsaklar bunu protesto emek için kapı dövüp slogan attılar. Deyim yerinde ise hapishane inledi”. Berrin SOYDAŞ 16-31pages_easy.pdf 10 5.11.2015 02:26:27 C M Y 15 KURŞUN CM MY CY CMY K Deli, çılgın ve belki acımasız Sayıyorlar bizi Ölüm üstüne söylüyoruz diye En güzel türkülerimizi Kınıyorlar bizi Sahte ve ikiyüzlü yaşamlar üstüne Büyütmüyoruz diye Hayallerimizi Gerçek neyse o Biz verip en değerli canlarımızı Gerçeğe dönüştürüyoruz Cennet hayali yarınlarımızı IVur ulan Yezit'in tohumu Dehak'ın soyu Biz, Vurularak çoğalanlardanız Yak ulan Nero'nun piçi yak Biz biliriz Yangınlardan korkmak Anlamsız Biz, Patlamalardan Volkanlardan Küllerinden yeşeren Doğayız Halkız, Muhteşemdir fıtratımız Vurulduğumuz yerden Fışkırırcasına yerden Yeniden ve yeniden Dogarız... Bedenimizde 15 kurşun Savaşın kuralları kafamızda açık Vurgun olduğunca kavgamıza Vurulursun Tabancan yok Tüfeğin yokmuş Önemi yok Tepeden tırnağa silah Tepeden tırnağa cephane olursun Faşizmin karşısında Vatan savunmasında Halk ordusu kararlılığında Dimdik durursun Tabancan yok tüfeğin yok Önemi yok Yankee'si de uşağı da bilir Her Parti- Cepheli savaşçı İdeolojisiyle Tepeden tırnağa silahlı bir Neferdir Ve biliyoruz ki biz Olmasa da yanında Tabancan, tüfeğin Yaşanan yine de savaştır Ve bedenimizde 15 kurşun Olsun Biliyoruz ki biz Düşse de bedenimiz Dimdik ayaktadır ideolojimiz IIİdeoloji „ İdeolojik davranmak“ „ İdeolojik davranmamak“ „ İdeolojik tavır“ İdeoloji dediğin Günay'dır Her adımına Sokaklarda Yırtık pantolonları Aç karınları Yalın ayaklarıyla Çocuklarımız katılır Her adımında Açlar, yoksullar Her adımında Emeği çalınanlar Irgatlar Her adımında Tarihimiz Kültürümüz İsyanlar Her adımında bize ait her şey Vatanımız Ve halkımız vardır İdeolojimiz bizim İdeolojisi/ emeğimizin Günay olmaktır III15 kurşun 15 karanfil 25 16-31pages_easy.pdf 11 5.11.2015 02:26:27 15 karanfil patlar semada 15 bin tohum saçılır toprağa 15 bin beden boyverir 15 bin Günay Faşizmin karşışında yeşerir 15 kurşun 15 karanfil 15 adım olur halka 15 adım olur kavgamızda 15 adım olur zafer halayımızda 15 kurşun yarasından 15 sel olur kanımız Patlar zulmün saray duvarlarında C M Y CM MY CY CMY K IVVücudunda 15 kurşun 15 onur izi Halka sıkılmıştır biri Bildik bileli İnsan olarak kendimizi Kavga, Halka düşman olanla Halk arasında Zorba Zorla elkoyuyor hakkımıza Zorba kurşun sıkıyor isyanımıza Zorba Bir kurşun değiyor alnımıza Sınıf kavgasıdır işlenen Alın yazımıza Vücudunda 15 kurşun Karanfilden 15 yara Kurşunlardan birini Sıktılar korkularına Korkusu suçluların Korkunçtur Bilemeyeceği ölçüde suçsuzların Korkusu suçluların Korkunçtur Bilemeyeceğiniz ölçüde sizin Korkusu oligarşinin Korkusu vatanını satanın Korkusu halkını satanın Korkusu ihanet edip halkına Yağmacının yatağına yatanın Korkunçtur Sen bilemezsin Şairin dediği gibi Hiçbir korkuya benzemez Onların korkusu En hayvani korku En vahşi hayvanın Ölüm korkusundan daha canavar Ve bir kurşun Ölüm korkularına sıktılar Vücudunda 15 kurşun Vuruldun Onlar Ölüm korkularından kurtulamadılar Vücudunda 15 kurşun Anlamını çok iyi biliyoruz 15 kurşunun 15 kurşundan biri 26 Hedef aldı Militan mücadelemizi Dağlarda susturamadılar sesimizi Sokaklarda susturamadılar Meydanlarda susturamadılar Durduramadılar Militanca direnişlerimizi Şehirlerde kıramadılar Tetik çeken elimizi Durduramadılar devrime ilerleyişimizi Biliyoruz ki Kurşunlardan biri Bunun içindi Dinle Günay Huzurla yattığın yerden Bu mesaja cevabımızdır Silahlarımızın Daha gür çıkan sesi Vücudunda Günay 15 kurşun 15 onur izi Sanadır biri Zulme ilk sözümüz Spartaküsümüz Köleleştirilmemizdir Sınıf kavgasında ilk çelişkimiz Fizigimiz insan Adımız? Köle dediğin Pazarda satılan Tarlada, tarımda, hizmette çalıştırılan Hayvandı Sahiplerimiz vardı Köle dediğin „sahip“ beylere Köle dediğin „sahibe“ hanımlara Yatakta da zevk sunardi Fiziğimizle insandık Gerçek insan olma adımımızı Bin yıllar süren kavgamızla attık „Romalı sahipler“ karşısında İnsanlığa hak kazandık Ve insan adımızı Tarihe „Spartaküs“ diye Yazdık Bin yıllardan bu yana Her sınıf kavgasında Yeniden kılıç sallarlar yarana Ölümsüzlük iksiri olmalı kavga Zulme karşı savaşımızda Öldüremediler seni hala Her keskin çelik darbesi Çelikleştirdi seni Bir başka daha Vücudunda 15 kurşun 15 yara izi Patronların itlerinden biri Devrime sıktı Kurşunlardan birini Yüzyıllardan beri Her sıktıkları kurşunda Yağdırdıkları bombalarda Katil sürüsü Ordularıyla Öldürmek istediler Devrim diyen ideolojimizi Marksizm-Leninizmi Boşuna Çürümüş ideolojilerinin karşışında Kızıl yıldızımız parildıyor semada Verdiklerinde sana Günay ismini Tanımlamak istediler belki Kalbinin aydınlık güzelliğini Vücudunda 15 kurşun Tam kalbine sıktılar birini Vurmak istediler Mahir, Ulaş ve Cevahirimizi Vurmak istediler Dayımızı Sinan, Sabo, Niyazi abimizi Öldürmek istediler Devrimci önderlerimizi Yanıldılar Dinle kalbimizi Ki; „mahir hüseyin ulas Kurtulusa kadar savas“ „yasasin önderimiz dursun karatas“ Diye atar Her parti-cephe neferinin kalbi Yolumuzu ciziyor hala Önderlerimizin ayak izleri Vucudunda 15 kursun 15 yara izi Beynini hedef aldi biri Öldürmek istediler bilincimizi Öldürmek istediler Burjuvaziye sinif kinimizi Tersine Burjuvaziye Daha büyük bir kinle Bakiyoruz simdi Vucudunda 15 kursun 15 onur izi 15 kursundan biri Hedef aldi Mayis'in 1'ini Susuturmak istediler 1886 mayis'inda Sikago haymarket meydani'nda Gür sesimizi „suskunlugumuzun Bugün sesimizi bogan gücten Cok daha kuvvetli oldugu zaman Gelecektir“ (august spies) O zamana O Zalimi, zulmü yok eden O Tüm güzellikleri yeserten Aglayani güldüren O Tüm dünya halkllarini Mutlu eden muhtesem zamana Yüzyillar öncesinden hasret Sikago iscilerinin sesini Sesimizi 16-31pages_easy.pdf 12 5.11.2015 02:26:36 C M Y CM MY CY CMY K Katletmek istediler bir kez daha Bizi 1977 taksim'ini Öldürmek istediler 89 1 mayis' inda Öldüremedikleri dalci'mizin Taksim'i zaptetme cüretini Öztürk'ü, salih'i Ugur'u, sengül'ü, levent'i Siktilar bir kursun daha 1 mayis'a Vuramadilar, vuramazlar Kursunla öldürülemez Proletaryanin kavga günü 1 mayis'lar Vücudunda 15 kursun Dersim'in yigit kizi Vurulursun 15 kursunun biri Hincidir fasizmin Isyankar topragina Munzur'un daglarina Derelerinde kan akitsalar da Gögü bombalarla karartsalar Her karisini Kanimiz renginde boyasalar Da Munzur yine türkü söyler Sesimizi kesemediler Gittikce gürlesti Munzur'un doruklarinda cicekler Munzur Yine coskun, yine heybetli Gözelerinden cemo'lar su icer Vücudunda 15 kursun 15 kursundan biri Hedef aldi irademizi Irade hayat verir Düsünceye Iradeyle gecer Düsünce eyleme Saldirdilar Devrime hayat veren Irademize Ölüm kustular kizildere' de Kirilmadi irademiz Coskuyla yürüdük Yeni kizildere'lere Biz tam yedi yil Aclikla yürürken ölümün üzerine Saskinlikla teslim oldular Sarsilmaz irademize Sosyalizmi tarihe gömmek istediklerinde Kan gölüne cevrildi ülkeler Kanimizla sulandi anadolu'da Zindanlar, daglar, sehirler Tek milim sarsilmadik Adimiza Sosyalizmin iradesi dediler Vücudunda 15 kursun Biri Kizlarinda oldugu icin sabo'nun Sabo Marksist-leninist kadindir Anadolu topraklarinda yasayan Ve on yillardir Burjuvaziye karsi savasan Adlari Clara, rosa, tanya Sabo'nun kizi Hamiyet, eda, perihan Savasta ve fedada En öne atilan Sabo'nun kizi idil'dir, sibel'dir Asuman' dir, ayse' dir, adalet' tir Fidan' dir, fatma' dir, feride' dir Gülay' dir, gülseren' dir, gülser' dir Hülya, hatice, hamide' dir Sabo'nun kizi Songül, sevgi, serpil Isimleri her harften Sayilari binlercedir Sabo'nun kizlari 8 mart kadinlari Kadin iscilerin patronlara isyani Sabo'nun kizlari Süt sagan elidir kadinin Hali dokuyan eli Makinalarda Tarlalarda calisan eli Temizlikci elidir kadinlarin Ve savasan eli Sabo'nun kizlari Kadinlari Alip Öküzümüzden sonra gelen yerlerinden Tasiyandir Kavgamizin n öündeki yerlerine Vücudunda 15 kursun 15 yara izi Acisi Dagladi cigerimizi Vuruldum 15 kursundan biri Hedef aldi beni Karanfilimiz Kalbimiz Beynimiz Halkiz biz Biliriz Sana sikilan her kursun Hedef alir bizi Sana sikilan her kursun Örse inen cekic misali Dövüyor yüregimizi Büyütüyor Fasizme öfkemizi Kinimizi Direnme bilincimizi Sana sikilan her kursunda Inan Ilerledik bizbir adim daha Vücudunda 15 kursun 15 yara izi Kursunlardan biriyle Katletmek istediler Adaletimizi Susturamadilar Adalet isteyen sesimizi Kursunlardan biriyle Katletmek istediler Türkülerimizi Kursunlardan biriyle Katletmek istediler Ahlakimizi, degerlerimizi Kursunlardan biriyle Katletmek istediler Ve biliriz Hep kursunlariyla katletmek isterler Bizi „biz“ yapan herseyi Ve biliriz Katiller sürüsünün Katletmekle bitmeyen caresizligini Ve biliriz biz katlettikce onlar Devrim irmagi daha gür Daha gür Daha gür akar Şadi Naci ÖZBOLAT 29 Agustos 2015 27 16-31pages_easy.pdf 13 5.11.2015 02:26:36 Seyh . Bedreddin Yol Göstermeye Devam Ediyor Yüzlerce yıl öncesinden bugüne ve geleceğe uzanan bir bilgedir Şeyh Bedrettin. Ömrünü sömürünün olmadığı, tüm halkların eşit, özgür ve kardeşçe yaşayabileceği bir düzeni kurma mücadelesine adamıştır. Resmi tarih kitaplarında tam da bu adanmışlığından dolayı bozgunca ve din düşmanı olarak anlatılır. Halkların direniş tarihinde bir meşale olması da yine bu adanmışlığın sonucudur. Simavna Kadısı İsrail Bey’in oğlu olarak 1364 yılında doğan Bedreddin, çocukluğunu ve gençliğini çağının en ileri bilim insanlarından eğitim alarak geçirmiştir. Öğrendikçe öğrenme isteği artmış, hiçbir zaman bildikleriyle yetinmeyerek hep bir arayış içinde olmuştur. Arayışı O’nu bildiklerinin hayata geçirilmesi mücadelesine itmiştir. C M Y CM Bilmemek cahilliktir ama bilip de söylememek namussuzluktur (!) MY CY Bildiklerinin özü, adaletli, eşitlikçi ve sömürünün olmadığı bir düzenin mümkün olduğunu gösterir Bedreddin’e. Fakat bunun büyük ve kanlı bir mücadele ile gerçekleşeceği de kaçınılmazdır. Bedreddin bunu anlamış ve uzun soluklu bir mücadeleye atılarak halka bu gerçeği taşımaya koyulmuştur. CMY K Yaşanan dönem, Osmanlı Devleti’nin çürüme ve yozlaşma içinde olduğu bir dönemdir. Osmanlı Devleti’nin başında Yıldırım Bayezid vardır. Padişah ve çevresi her türden sefahat içindeyken halk yoksulluk altında ezilmektedir. Yıldırım Bayezid’in 1402’de Ankara’da Timur’a yenilmesiyle halkın çektiği acılar daha da artmıştır. Fetret Devri olarak bilinen bu dönem taht kavgalarıyla geçmiştir. İktidarda yaşanan belirsizliğin sonucu olarak çeşitli egemen kesimlerin sömürüsü ve yağmacılığı ile halkın yaşamı katlanılamaz hale gelmiştir Anadolu’da. 28 İşte Bedreddin Anadolu’da bunlar yaşanırken, genç bir öğrenciyken gittiği Kahire’den ülkesine dönmüştür. Ve bu dönüş yolculuğunda hem halkın yaşadığı acılara tanıklık etmiştir hem de halkın eşit, adil bir düzen için mücadeleye hazır olduğunu görmüştür. Anadolu her inançtan, kültürden insanların yaşadığı topraklardır. Ve tüm insanlar, etnik köken ya da inanç ayrığımı olmaksızın benzer acılar yaşamaktadır. Dönüş yolculuğu Anadolu halklarının da önceden ününü duydukları Şeyh Bedreddin’i daha yakından tanımalarını sağlamıştır. İnsanlar O’nun hak ve adalet üstüne düşüncelerinden etkilenmiş ve düşüncelerini benimsemiştir. Taht kavgası esas olarak Yıldırım Bayezid’in iki oğlu Çelebi Mehmet ve Musa Çelebi arasında yaşanmaktadır. Musa Çelebi Rumeli’de hüküm sürmektedir. Bedreddin bu süreçte Rumeli Kazaskeri olarak görev almıştır. Kazaskerliği sırasında halktan yana kararlar alsa da görmüştür ki sömürü olduğu gibi durmaktadır. Ki taht kavgasında Çelebi Mehmet galip gelince Bedreddin de İznik’e sürülmüştür. Sürgündeyken de hak ve adalet mücadelesini örgütleyen olmuştur Bedreddin. Anadolu halkı açlık, yoksulluk ve acı içindedir. Kendisi İznik’ten çıkamaz ama kurduğu örgütlenme ile çetin bir mücadeleyi başlatır. Börklüce Mustafa, Anadolu Şeyhi olarak Aydın, İzmir, Urla ve Karaburun yöresine; Torlak Kemal de Börklüce’nin komutasında Manisa’ya gönderilir. Başta hak ve adalet üzerine propaganda yapar Bedreddin yiğitleri. Halka iki yıl boyunca sömürünün nedenlerini, nasıl yok edileceğini anlatır, beylerin zulmünü gösterip teşhir ederler. Bir yandan da Ege’de hüküm süren beylerin askeri güçlerine karşı gerilla tarzı saldırılar gerçekleştirirler. Örgütlenme faaliyeti durmaksızın sürer. Fakat Beyler, baskıdan vazgeçmezler, aksine alınan vergiler arttırılarak halk daha yoğun bir şekilde sömürülür, 16-31pages_easy.pdf 14 5.11.2015 02:26:37 baskı da buna paralel olarak arttırılır. Bunun üzerine halkta zaten varolan tepki ayaklanmaya dönüşür ve bu ayaklanma giderek yayılır. Ayaklanma Aydın – Karaburun’da ortakça bir düzenin temellerinin atılmasını da sağlar. Bu düzen “yârin yanağından gayrı her yerde her şeyde hep beraber” diyenlerin hakikat düzenidir. Ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen yoktur bu düşüncede. Her dinden, inançtan, kökenden insanlar eşit olduğu gibi kadın ve erkekler de eşittir. Kadınlar üretimde olduğu gibi savaşta da yer alırlar. “Hakikat Bacıları” olarak kendi örgütlenmelerini de yaratırlar. C M Y CM MY CY CMY K Egemenler yaşananların ciddiyetini görmüşlerdir. Çünkü ne sadece yaşanan bir adaletsizliğe ne de sadece bir beyin vergileri artırmasına karşı tepkidir. Bu ayaklanma düzenin kendisine karşıdır. Bir beyin yerine başka bir beyin gelmesi değil, beylerin. Sultanların düzenini kökünden yıkıp hakça bir düzen kurulmak istenmektedir. Hakikat Düzenini yakmak için Batı Anadolu’ya hem sayı olarak hem de silah gücü olarak güçlü bir ordu ile saldırıya geçer Bedreddin Yiğitleri. Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal önderliğinde saldırılara dirense de Osmanlı ayaklanmayı bastırır. Karaburun’da Börklüce Mustafa’ya bağlı güçler Manisa’da ise Torlak Kemal ve Savaşçıları Osmanlı ordusuna yenilir. Savaşçılar büyük bir kalkacaktır. Tanık olunuz ki, bunu kaç kez söylediğimiz gibi yine belirtiyoruz. Yaşamı bugünden yarına kendi küçümencik ömrüyle bir tutanlar belki anlayamazlar. Ama tarihin geleceği insanlığı buna hazırlamaktadır. Tüm toprak işleyenin, tüm tezgahlar üretenin, tüm sular kullananın ve dahi egemenlik salt emekçilerin olacaktır. Siz çocuklarınıza iletiniz, bugün olmazsa bile, çocuklarınız çocuklarına iletsinler. Hükümdarlıklar, taçlar nice görkemli Bedreddin ayaklanmayı Rumeli’ye yaymak için İznik’ten sürgün hayatına görünseler de üstünde durdukları başlar için giderek taşınamaz olmakson vererek Edirne’ye doğru yola tadır. Bir gün mutlaka insanlar çıkar. Deli Orman’da savaşçı toplar başlarından egemenleri atacaklardır. fakat Osmanlıda oyun çoktur. Ve Bedreddin tutsak edilir. Osmanlı idam Sultanların, kralların, ruhbanların etmek ister Bedreddin’i. Fakat, “katli yerini birbirine kenetlenmiş, dayanmış ve her işi dayanışma üzerine vaciptir” diye biten fetvaya kimse mührünü basamaz. “Bir kişi inancı için kurmayı alışkanlık haline getirmiş emekçilerin egemenliği alacaktır.” (2) vuruşurken ölmüşse, inancı da doğruysa o ölü sayılmaz” diyen Bedreddin fetvaya kendi mührünü (1) Albert Einstein basar. Ve 1420 yılında Sezer’in (2) Azap Artakları / Erol Toy (CumhuriBakırcılar Çarşısı’nda idam edilir. yet Kitap Syf: 1005) Bedreddin bugün fiziken aramızda değildir fakat sömürüsüz bir düzenin KIRIKKALE F TİPİ HAPİSHANESİ kurulacağına olan inancıyla hala ÖZGÜR TUTSAKLAR kavgada yaşamaktadır. Ve şu sözleriyle, mücadele edenlere yol göstermeye devam etmektedir. vahşetle katledilir. Sağ ele geçirilenler, işkence edilerek pişmanlığa zorlanır. Börklüce Mustafa da onlardan biridir. Sonra kerpetenle parmaklarını teker teker kırarlar. Fakat boyun eğdiremezler Börklüce’ye. Boyun eğdiremeyince de ölü bedenini sokak sokak dolaştırarak halka gözdağı vermeye çalışırlar. Torlak Kemal ise Manisa Kalesi’nin duvarında idam edilerek öldürülür. “İnsanlar... Tanık olunuz ki, bugün olmazsa yarın, mutlaka sömürünün tüm çarkları kırılacak, nice direnirse dirensin sömürgen yeryüzünden 29 16-31pages_easy.pdf 15 5.11.2015 02:26:37 İdil Halk Tiyatrosu İle Bedreddin Oyunu Soru 1: Öncelikle bize İdil Halk Tiyatrosu'ndan ve çalışmalarından kısaca söz eder misiniz? C M Y CM MY CY CMY K İdil Halk Tiyatrosu, 2006 yılında oluştu. Ama o yılla tiyatroya başlanılmadı elbette İdil Kültür Merkezi bünyesinde. Geçmişi çok eskilere Ortaköy Kültür Merkezi’ne, Ortaköy Halk Sahnesi’ne dayanır. Sonrasında da Ayşe Gülen Halk Sahnesi’ne… İşte bizler İdil Halk Tiyatrosu (Ki önce İdil Tiyatro Atölyesi” idik, mütevazı adımlarla Halk Tiyatrosu olduk) olarak, onların geleneğini devam ettirmeye çalışıyoruz. Onların birikiminden yararlanıyor, onlardan öğreniyoruz. Bize her zaman onurla taşınması gereken bir miras bıraktılar Ayşe Gülenler, Ayçe İdiller, Ayşe Niller… Onların ayak izlerinden yürüdük bugüne kadar. Sayısız sokak oyunu oynadık mahkeme önlerinde, grev alanlarında, pazarlarda ve ülkenin dört bir yanında festivallerde, şenliklerde… Ürettik hayatın ta içinden; işçiden, emekçiden, öğrenciden, devrimciden yana oyunlar… Devrimci sanatın, sosyalist sanatın, halk için sanatın örneklerini sunduk elimizin ulaştığı yerlerde, dilimiz döndüğünce… Şimdi de bir ilki yaşıyoruz idil Halk Tiyatrosu olarak. İlk kez iki perdelik bir oyun oynayacağız. “BEDREDDİN’DEN BERKİN’E / Hakikat Savaşı Sürüyor” adlı bir oyun bu… Şeyh Bedreddin’i yeni nesillere tanıtmak, onun ortakça bir yaşam için neler yaptığını, zulme karşı mücadele ettiğini anlatacağız oyunumuzda. Soru 2: Biraz Bedreddin oyunu üzerine sohbet edelim isterseniz? Oyunla İlgili çalışmalarınız nelerdir? Nasıl hazırlanıyorsunuz oyununuza? Nerelerden faydalanıyorsunuz? Bir önceki soruya verdiğimiz cevapta da belirttiğimiz gibi, Şeyh Bedreddin’in o yıllarda verdiği mücadele, bugünümüze ışık tutan bir mücadele. Nihayetinde biz de onun düşlerini gerçeğe dönüştürmek için savaşıyoruz. Devrim için sosyalizm için sanat yapıyoruz. Mücadelemiz ortak yani Bedreddin ve yoldaşlarıyla… Nazım Hikmet, Bursa Hapishane- 30 si’nde öğrenmiş Bedreddin’i. Onun için ne kaüar geç bir zaman değil mi? Ama Bedreddin’i en güzel en politik halde o resmetmiş dizelerle. Biz de dilimiz döndüğünce sahneden anlatmaya çalışacağız onu. Onun kavgasının sınıfsal olduğunu, basit bir iktidar savaşı olmadığını, çağını çok çok aşan bir hedef içerdiğini anlatmaya çalışacağız… Ne kadar başarabiliriz bilemiyoruz ama büyük bir şevkle çalışıyoruz, büyük bir heyecan duyuyoruz. Umarız verilen emek karşılıksız kalmaz. Oyunumuz iki perdelik olacak. Danslarla, oyunlarla, projeksiyondan yansıtılacak görüntülerle zenginleştirilmiş bir oyun olacak. Kostümleriyle de yansıtmaya çalışacağız o dönemi. Titiz bir çalışma içerisindeyiz bu konuda da… Kolektivizmin, yardımlaşmanın ve dayanışmanın güzel örnekleri de yaşanıyor oyunumuzda. Dostlarımız dekor ve kostümlerde yardımcı olacaklar. Müzisyen dostlarımız oyunun ana müziğini ve iki adet semahı besteleyecekler. İrili ufaklı birçok konuda birçok dostumuz bu oyunu güzelleştirmek için ellerinden geleni yapıyorlar bizimle birlikte. Soru 3: Bir dönem oyunu oynuyorsunuz. O dönemi yansıtmakta zorlanmıyor musunuz? Kostüm, dekor, dil… Bizim sanatımızı da ihtiyaçlarımız ve olanaklarımız belirliyor diğer konularda olduğu gibi. Yani ihtiyacımız olanı, olanaklarımız çerçevesinde karşılıyoruz. Kendi gerçekliğimizle, kendi ilke ve kurallarımızla, hiç ikmseden, burjuvaziden, düzenden etkilenmeden hareket ediyoruz. Kostümlerde de böyle olacak. Dekorda da, dilde de abartıya kaçmadan sadeliğin gücüyle hareket edeceğiz oyunumuzda. Dilimiz o önemin dili olmayacak, günümüzün dilini kullanacağız, anlaşılır olmaya çalışacağız çünkü. Anlatmak istediğimiz şeyi herkesin anlayacağı şekilde sunmak sanatımızın da ana ilkesidir çünkü… Elbette estetiğe de önem vereceğiz, mümkün olanın en iyisini hayata geçirmeye de çalışacağız. Soru 4 : Bedrettin oyunu ile neyi hedefliyorsunuz? İzleyiciye neyi anlatmak istiyorsunuz? Bedreddin oyunuyla en başta halkımıza Şeyh Bedreddin hareketini anlatmak istiyoruz demin dediğim gibi. Ama o hareketi bugüne Berkin üzerinden bağlama gibi bir hedefimiz de var. Çünkü sadece anlatmak yetmiyor Bedreddin’i, onu bugüne taşımak, Bedreddin’lerin bugün elde silah zulme karşı savaşmaya devam ettiğini de anlatmak gerekiyor. Bugüne kadar çok Bedreddin oyunu oynandı, birileri onu mücadeleden soyutlamaya çalıştı, içini boşalttı ama buna izin vermeyeceğiz. Bedreddin bizimdir, halkındır, onun mirasını devam ettirmek bugün zulme karşı savaşmaktır, o noktada da bugün buna kimin hakkı var herkes görüyor. Bedreddin bizimdir, bizim rehberimizidir, önderimizdir, değerimizdir. Soru 5 : İleriki dönemlerde nasıl çalışmalar hedefliyorsunuz? Neler yapacaksınız? Yine tekrar etmek istiyoruz. İhtiyaçlarımız ve olanaklarımız sanatımızı belirleyecek. Biz Şeyh Bedreddin’i prova ederken, günümüzde yaşanan her olaya tepkimizi veriyoruz. Devam eden adalet kampanyasına küçük bir oyunla katıldık örneğin. Bunu sokaklarda, sahnelerde, festivallerde, yurdun birçok yöresinde sergiledik. Bundan sonra da böyle küçük oyunlarla gündeme müdahale etmeye devam edeceğiz. Çok uzun vadeli planlar yapmıyoruz çünkü ülke gündemi her an değişiyor, faşizmin katliamları yaşanıyor, açlık yoksulluk giderek büyüyor, böyle bir ülkede çok uzun vadeli sanat programı çıkarmak ancak sanat tüccarlarının işi bizce. Bizim sanatımız pazara çıkacak bir sanat değil, halk için üretiyoruz biz sanatımızı… Bize kendimizi anlatma fırsatı verdiğiniz için tüm Tavır emekçilerine sevgilerimizi sunuyor, yayın hayatınızda başarılar diliyoruz… TAVIR 16-31pages_easy.pdf 16 5.11.2015 02:26:38 Üç Kuruşluk Opera Bir Kez Daha İstanbul Şehir Tiyatrosu Alman yazar Bertolt Brecht’in “Üç Kuruşluk Opera”sını sahneliyor. Ülkemizde değişik yönetmenlerce sahnelenen oyunun yönetmen koltuğunda bu kez Zeliha Berksoy var. C M Y CM MY CY CMY K Brecht ülkemizde oyunları dönem dönem yoğun bir biçimde gündeme gelen bir yazar. Dünden bugüne sergilenen oyunlar listesi “Kural ve Kural Dışı”, “Carrar Ana’nın Silahları”,” Üç Reich’ın Korku ve Sefaleti”, “Cesaret Ana ve Çocukları”, “Küçük Burjuva Düğünü”, “Bay Puntila ve Uşağı Matti”, “Sezuan’ın İyi İnsanı”, “Kafkas Tebeşir Dairesi”, “Galilei’nin Yaşamı” diye uzayıp gidiyor. Her ne kadar onu ülkemizde gündeme getiren, tanıtıp anlatan yazar, yönetmen Vasıf Öngören “aslolan sahneye getirdiği” yöntemidir” diye yırtınsa da ülke tiyatrolarımız onun sahne yöntemini bir yana bırakıp oyunlarını kafasını gözünü yara yara sahnelemeye giriştiler. Kimi oyunlarda rastlantısal başarılı “an”lar yakalandıysa da genelde “Brecht güme gitti”. Ülkemizde Brecht oyunları sahnelerde 60’lı yılların başında kendini gösteriyor. İstanbul Şehir Tiyatrosu 1962-1963 döneminde yazarın “Sezuan’ın İyi İnsanı” oyununu dağarcığına alırken Yıldız Kenter ve Müşfik Kenter yönetimindeki Kent Oyuncuları da “ Üç Kuruşluk Opera” yı sahnelemek üzere kolları sıvıyorlar. 1965’de ise Dormen Tiyatrosu “Bay Puntila ve Uşağı Matti’yi” sahneliyor. Dilimizde Brecht yöntemine ilişkin iki satır bilgi ortada yokken ne sahneleyenlerin ne de oyuncuların onun yöntemine ilişkin en ufak bilgileri yoktu. Brecht’in diyalektik yönteminden bihaber yönetmen ve oyuncular oyundaki çarpıcı değişimleri, diyalektik sıçramaları ne kendileri anlayabildiler ne de izleyicilerine ‘göster’ebildiler. Brecht öncelikle sahnede Katharsis’e karşıydı. Onun yönteminde aslolan değişebilirliğin gösterilmesiydi. Ama sahnede buna ilişkin en ufak bir iz yoktu. Brecht’ten bi haber oyuncular rolleriyle özdeşleşme içinde büyük bir gayretkeşlik içinde oynarken gerek reji gerekse dekor ve kostüm Brecht’in en çok karşı durduğu atmosfer yaratma yarışındaydılar. Üniversite toplulukları ve amatör tiyatrolar ise bu konuda daha özenli bir yol izlediler. Almanca’dan ellerine geçirdikleri kimi metinleri çevirip kavramaya çalışarak kendilerine sahnede bir yol açmaya çalıştılar. 60’ların başlarında Üniversite toplulukları ve amatörlerce sergilenen “Kural ve Kural Dışı”, “Carrar Ana’nın Silahları” ve “Küçük Burjuva Düğünü” oyunları kimi kulaktan dolma Brecht önermeleri içerse de, içtenlikle sahnelenen çalışmalar oldular. Brecht sahnelemek ülkemizde kolay değildi. 1962 yılında Beklan Algan’ın sahnelediği “Sezuan’ın İyi İnsanı”na dinci-gerici bir güruh saldırı düzenledi. 1970 yılında Yılmaz Onay’ın Ankara Sanat Tiyatrosu (AST) da sahnelediği “Hitler Rejimin Korku ve Sefaleti” yasaklandı. 1976 da yine aynı topluluğun sergilediği “Komün Günleri” nin İstanbul Atatürk Kültür Merkezi’nde oynanması engellendi. “Üç Kuruşluk Opera” nın serüvenine gelince; John Gay’in uzun yıllar İngiltere sahnelerinde sergilenen “Dilenciler Operası”ndan yola çıkılarak Bertolt Brecht ve Elisabeth Hauptmann tarafından yeniden yazılan oyun, Londra’nın yoksul ve karanlık kesimlerinin yaşam mücadelesi verdiği Soho ve Whitechapel’de geçiyor. Dilenciler kralı bay Peachum insanların acıma duygusunu paraya dönüştüren bir işadamıdır. Yeraltı dünyasında kapışıp durduğu mafya çetesi yöneticisi Macheath onun kızı Polly’yle evleniyor. Bu olayın ardından iki “güç” arasındaki büyük kavga başlıyor. Kavga sırasında polisten, ülkeyi yöneten kraliçeye tüm yönetim güçlerinin de ipliği pazara çıkıyor. Dünyanın dört bir yanında perde açan “Üç Kuruşluk Opera” ülkemizde bir özel tiyatroda ilk kez sahneye 1964-65 sezonunda geldi. O günlerin gözde topluluklarından Kent Oyuncuları, Yıldız Kenter, Müşfik Kenterli, Şükran Güngörlü bir kadroyla oyunu sahneye getirdiler. Tuncay Çavdar’ın dilimize çevirip sahnelediği oyun, Brecht’in “diyalektik tiyatro” önermesinin tam tersine dramatik bir üslupla sahnelendi. Oyunda değişen her sahne yeni bir atmosfer 31 31-48_easy.pdf 1 5.11.2015 02:47:10 oluşturma üzerinden ilerliyordu. 1964 deki bu sahnelemenin ardından oyun uzun süre sahnelenmedi. İstanbul Şehir Tiyatroları’nda 70’lerin sonunda yerinden yönetim günlerinde oyun bir kez daha gündeme geldi. 1979 yılında “kolektif bir yönetim” le sergilenmeye çalışılan oyun üzerinde önce uzun tartışmalar oldu. Sonunda oyunun orijinal metni yerine bir adaptasyon olarak sergilenmesine karar verildi. Dünyaca ünlü müzikleri de değiştirildi. Besteci Semih Fırıncıoğlu oyun için yeni besteler hazırladı. Oyunda Mustafa Alabora Macheath, Erdal Özyağcılar ise Dilenciler kralı rolündeydi. 1979’da Brecht ve yöntemi konusunda uzunca yollar alınmış, onun yöntemine ilişkin kitaplar ve yazılar yayınlanmıştı. C “Beş Para Etmez Oyun” adı altında sahnelenen oyuna “el” yordamıyla yapılan dramaturgi ve oyunculuk önermeleri onu ‘kurtarma’ya yetmedi. M Y CM MY CY CMY K Macheath rolünde Mustafa Alabora geçmişte Vasıf Öngören’le birlikte Brecht yöntemi üzerinde çalışmalar yaptığından en doğruya yakın sosyal jestlerle rolünü yorumlarken Erdal Özyağcılar da kimi sahnelerde dilenciler kralının tutumunu başarıyla sergiledi. Ancak metinde yapılan adaptasyon oyunun tüm sınıfsal içeriğini, değişimi ve diyalektik işleyişi alt üst etmişti. Oyunun yaşadığı bir başka talihsizlik de bir kısım Şehir Tiyatrosu oyuncuları tarafından oyun sonu yuhalanması oldu. “Üç Kuruşluk Opera’nın bir başka sahnelenmesi de İstanbul Devlet 32 Tiyatrosu’nda gerçekleşti. 1988-1989 sezonunda yönetmen Yücel Erten tiyatronun önde gelen oyuncularından bir kadro ile oyunu sahneledi. Engin Şenkan, Işıl Yücesoy, Tuncer Necmioğlu’nun başlıca rolleri paylaştığı oyunda ilk kez Kurt Weill’in besteleri sahnemizde seslendirildi. Bir çok yanıyla başarılı bir yapım olan Erten’in “Üç Kuruşluk Opera” sahnelemesi sahne kenarında oturtulan Brecht tiplemesi ya da yarım perdeye yazılan “Bu Perde Ortodoks Brechtçiler İçin” gibi oyuna yeni bir katkı sunmayan zorlamalar dışında eli ayağı düzgün yapımlar içinde yerini aldı. Oyunun bir başka aksayan yanı da göstermece oyunculuk üslubundan kopuk oyunculuk sergileyen, koyu bir dramatik havada oynayan kimi oyunculardı. 1997 yılında ODTÜ ( Ortadoğu Teknik Üniversitesi) Oyuncuları “Üç Kuruşluk Opera” için kolları sıvadılar. Yönetmen Abdullah Cabaluz titiz bir ön çalışma ile oyunu sahneye taşıdı. Cabaluz nerdeyse 40 yıldır çıkmaz sokaklarda dolanıp duran oyunu bu kez gerek metin, gerek sahneleme gerekse oyunculuk açısından doğru ayaklara oturtmayı başardı. Brecht’in “ Beş Paralık Roman” adlı yapıtından da bölümlerin yer aldığı oyunda Cabaluz, oyunun özüne katkılar yapan buluşlarıyla izleyiciden tam not almayı başardı. Örneğin Macheath için çekişmeye giren yaşamındaki iki kadının çatışmasının bir tenis maçına dönüşmesi ya da emniyet müdürünün emrindeki güvenlik görevlilerinin çatışmalar şiddetlenince vurucu bir time evrilmesi oyunun boyutlarını bambaşka bir yere taşıyordu. Bu kez sahnede doğrudan çıkarları için yalın bir üslupla savaşan bir Peacheam ve Macheath vardı. Emniyet müdüründen gangster çetesi üyelerine dek toplumun çeşitli sınıfsal katmanlarına yapışmış figürler sürekli bir değişim geçirerek izleyiciyi şaşırtmayı başarıyorlardı. Oyunculuk olarak bambaşka bir düzey yakalayan Polly’de Aybeniz Ece Cinkılıç, Mac de Bülent Dedeoğlu’nu kaplan Brown’da Levent Öztürk’ü ve bay ve bayan Peacheam’da Murat A. Aydın ve İmra Dinçer’i unutmak mümkün değil. İkibinli yıllarda “Üç Kuruşluk Opera”nın adeta kısmeti açıldı. Ödenekli kurumlardan üniversitelere bir dolu topluluk peşpeşe oyunu sahnelerine taşıdı. Kocaeli Büyükşehir Tiyatrosu’ndan Mimar Sinan Üniversitesi Tiyatro Ana Sanat Dalı’na, Bilkent Üniversitesi’nden Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’ne, Timis Oyuncuları, Akdeniz Üniversitesi Tiyatro Topluluğu’ndan Robert Kolej’e, Basisen İzmir Tiyatro Grubu’na, İstanbul Ataköy Lisesi’ne bir dolu topluluk değişik yorumlarla “Üç Kuruşluk Opera”lar sergilediler. Şimdi İstanbul’un orta yeri Harbiye’de Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu’ndan yükselen “Üç Kuruşluk Opera”nın o ünlü ezgileri bizleri çağırıyor. Haydi hazırlanın Bertolt Brecht’in “Üç Kuruşluk Opera”sı pek yakında başlıyor. Mehmet ESATOĞLU 31-48_easy.pdf 2 5.11.2015 02:47:10 DÜZEN ÇÜRÜTÜR DEVRİM YAŞATIR hem de gelecek umutlarını çalıyorlar. Beyinleri dumanlı hale getirilen halkımızın, sömürü düzenine karşı direnmeyeceğini hesap ediyorlar. Uyuşturucu, sömürü düzeninin devamı için yaygınlaştırılıyor. Bu nedenle yozlaşmaya karşı mücadele, devrimcileşme sürecidir de. Uyuşturucuyla karartılan binlerce hayat ne olacak? Bu ülkenin devrimcileri, düzenin çarkları arasında yozlaşan, düşünemez hale gelen yoksul halk çocuklarına sırtlarını mı dönecekler? Elbette hayır. Düzenin insanlıktan çıkardığı halk çocuklarına, kendilerini bu hale getiren düzene karşı savaşmayı öğretiyor devrimciler. Uyuşturucu sorunu halk için ne kadar can yakıcı bir sorunsa, devrimciler de bu sorunu o kadar ciddi ele aldılar. Örgütlü olunan mahallelerde yozlaşmaya karşı kampanyalar yürütüldü. Bu kampanyalar sırasında polisin ve çetelerin saldırılarına uğradılar. Devrimciler, mahallelerinde uyuşturucu satıcılarına izin vermedikleri için tutuklandılar. Devrimciler ise bu yozlaştırma saldırısına karşı cevapsız kalmadılar, kendi alternatiflerini yarattılar. Örneğin; Hasan Ferit Gedik Uyuşturucuya Karşı Savaş ve Kurtuluş Merkezi, Gazi Halk Meclisi tarafından belediyeye ait eski bir nikah salonu işgal edilerek kuruldu ve bugün hala uyuşturucunun zehirlediği onlarca genci tedavi ediyor. C M Y CM MY CY CMY K Düzenin çürüttüğü, beyinlerini çaldığı insanlarımızın kurtuluşu, bu düzeni ortadan kaldırmakla olacaktır. Uyuşturucu bağımlılığından kurtulmak; tıbbi, teknik bir sorun değil, düzenin değiştirilmesi sorunudur. Boran Yayınevi'nden çıkan "Düzen Çürütür Devrim Yaşatır" kitabı gerçek bir hayat hikayesini anlatıyor. Kitapta anlatılan sıradışı bir hayat hikayesi değil belki ama düzen içinde yozlaştırılmış bir hayatın yepyeni bir hayata nasıl adım adım yaklaştığını gözler önüne seriyor. Köyünden kalkıp İstanbul’a gelmiş ve uyuşturucuya bulaşmış yoksul bir gençtir Ali. Ali’nin düşe kalka da olsa yoz bir hayattan devrimci bir hayata geçişini anlatıyor kitap. Bir kısmımız televizyonlarda izlediğimiz “Uyuşturucu madde kullanımından öldü” haberlerine üzülmüş, bir kısmımız sokakta görüp şaşırmış, bir kısmımız ise bir yakınımızın bağımlı olmasıyla beraber çok daha yakından tanımışızdır bu illeti. Ali’nin hayat hikayesi, uyuşturucunun, “benim işim olmaz” diyene bile çok yakın ve bir o kadar da herkesin kurtulabileceğini gösteren bir örnek. Uyuşturucu, halkları sömüren, açlığa sefalete mecbur bırakan bu düzenin bekasını sağlamak için bulunmaz bir nimettir. Uyuşturucu kullanımı AKP iktidarı döneminde kat be kat artmıştır. Birkaç yıl öncesine kadar sadece zenginlerin ulaşabildiği bonzai, Artık neredeyse sigara kullanımı kadar yaygın. Tüm ülkeyi saran uyuşturucu çetelerinin tamamı ya polise bağlı çalışıyor, ya da doğrudan polisler içlerinde yer alıyorlar. İlkokul önlerine kadar uyuşturucu satıyorlar. Önce bedava dağıtıp bağımlı yapıyor, sonra hem halkın sağlığını hem cebindeki üç kuruş parayı, Savaş ve Kurtuluş Merkezi’ne adını veren Hasan Ferit Gedik, 7 Ekim 2013 tarihinde Gülsuyu’nda uyuşturucu çetelerinin yoldaşlarına saldırdığını duyunca, yaşadığı Küçük Armutlu mahallesinden çıkıp hiç düşünmeden Gülsuyu’na koştu ve burada çetecilerin açtığı ateş sonucu kafasından yaralanarak, kaldırıldığı hastanede şehit düştü. Kitabın son sayfalarında yer alan fotoğraf albümünde Hasan Ferit Gedik ve onun adına açılan Savaş ve Kurtuluş Merkezi'nin fotoğrafları yer alıyor. Bu fotoğraflarda gördüğünüz faaliyetler sayesinde bugüne kadar onlarca bağımlı kurtuldu. Kitapta hikayesi anlatılan Ali gibi binlerce Ali var. Ve Ali gibi binlercesi kavganın içinde arınıp yeni insana ulaşacak. Leyla GÜNEY 33 31-48_easy.pdf 3 5.11.2015 02:47:10 C M Y CM MY CY CMY K ‘’Yüreğim bu kavganın içinde / Kazanacak halkım / Bütün halklar kazanacak bir bir ‘’ Şili'de demiryolu işçisi bir baba ve öğretmen bir annenin çocuğu olarak 12 Temmuz 1904’te Şili’nin Parral şehrinde dünyaya geldi.13 yaşındayken yerel "La Mañana" gazetesindeki bazı makalelerle katkıda bulunmaya başladı. İlk kitabını on dokuz yaşında, babasının armağan ettiği saati satarak çıkardı. Neruda ilk ve orta öğrenimini Temmuco'da yapar.1917-20 arasında ilk şiir denemeleri zamanıdır.Şöyle yazar o denemelerin birinde : “Ve o zaman oldu bu.. Şiir / Aramaya geldi beni. Bilmemki nerden /çıkıverdi, kıştan mı ırmaktan mı? / Bilmem ki nerden, ne zaman?” 1920'de "Selva Austral" isimli edebiyat dergisinde "Pablo Neruda" adıyla yazmaya başladı. Asıl adı Ricardo Neftali Reyes Basoalto’dur. İlk şiirlerini böyle imzalar. On dört yaşına geldiğinde, edebiyatla ilgilenmesini istemeyen babasından dergilerde yayınlanan ilk şiirlerini gizlemek için kendine bir takma ad aramaya koyulur. Bulur da!1920’de Çek yazar Jan Neruda’nın adını bir dergide görür. Bundan esinlenerek Pablo Neruda adını kullanmaya başlar şiirlerinde. Aradan yıllar geçer ve yolu bir gün Prag’a düşen Şilili şair Pablo Neruda bir demet çiçek bırakır, Çek yazar 34 Neruda’nın sakallı heykelinin ayaklarının dibine… şiirini, “Oğulları Ölen Analara Türkü”yü kaleme alır: 1920’de Şili’nin başkenti Santiago’ya giderek üniversiteye yazılır. Fransız dili ve edebiyatı okur. O yıl “la cancion de la fiesta- Bayram Şarkısı” adlı şiiriyle Okul Öğrenci Birliği’nin açtığı yarışmada birincilik kazanır.1923 yılında “Akşam Alacası” ve 1924 yılında “Yirmi Aşk” şiiri ve “Bir Umutsuz Şarkı” yayınlanır. Böylece kısa bir zamanda ünü tüm Şili ve hatta diğer Latin Amerika ülkelerinde yayılır. “Onlar ölmediler yok, Ateş fitiller gibi: Dimdik ayakta, Barut ortasındalar! 1925 yılından sonra büsbütün şiire adar kendisini. “Sonsuz İnsan Girişimleri”, “Yerleşik Adam ve Umudu”, “Halklar” ardarda yayımlanır. Pabo Neruda 1927’den ’45’e dek Birmanya’da, Seylan’da, Kalküsta’da, Java’da, Buenos Aires’de , Bercelona ve Madrid’de konsolosluk yapar. 1936 yılında İspanya İç Savaşı başladığında Madrid’de konsolostur. Bu dönemde Şiirin Şehir bir dergi çıkarmaktadır. Neruda Madrid’in yazgısını değiştirmek için mücadele eder. Franco taraftarlarına karşı Cumhuriyetçilerle saf tutar. Bir yanıyla da kendi yazgısını da değiştirir. Şili hükümetince görevden alınır bu yüzden. O da istifa eder. Kara Ada şiirinde o günlere dair, “Belki de ben o zaman değiştim” der. İlk politik Doğan ulu günün ortasına bakın: Bu topraktan güler ölüleriniz. Kalkık yumrukları titrer Buğdayın üstünde Bilesiniz.” Sonra “Yürekteki İspanya”yı yazar. Kitap Cumhuriyetçiler tarafında İspanya’da basılır. Ancak yenilgi gelir ardında. Sürgündeki savaşçıların cebindedir Neruda’nın kitabının nüshaları. “Yaşadığımı İtiraf Ediyorum”da şöyle yacaktır: “Tellerinden şarkılar yerine kanlar akan İspanya gitarlarına ilk kurşunlar atıldığında, benim şiirim bir hayalet gibi sokaklarda dolaşıyordu. Sonra yavaş yaş içime kökler sokuldu ve damarlarımda kan akmaya başladı. İşte o günden sonra herkesin yolu benimde yolum oldu. Yalnızlığın güneyinden kuzeyine göç ettiğimi görüyorum. Orada yaşıyor insanlar, benim alçakgönüllü şiirlerimi kendilerine kılıç yapacak, büyük ızdıraplar arasında terini silecek mendil diye açacak, ya da ekmek savaşında silah olarak kullanacak…” Neruda sonra Paris’e yerleşir. Dünya 31-48_easy.pdf 4 5.11.2015 02:47:11 Ozanları İspanya’yı Savunuyor adlı bir dergi çıkarır orada. Dostu ozan Ceasar Vallejo ile birlikte İspanya’ya Yardım İçin Avrupa-Amerika Grubu’nu kurar. O suretçe Şili’de Halk Cephesi adayı cumurbaşkanı seçilir. Neruda yurduna dönmüştür. Cumurbaşkanı Pedro Aguirre İspanyol sürgünlerini Şili’ye getirmekle görevlendirir Pablo Neruda’yı... Neruda’nın çabaları sonucu 1939 yılında kadar iki bin kadar İspanyol göçmeni Şili’ye getirilir. C M Y CM MY CY CMY K bunlar, sürekli genişleyen bir topluluk içinde bir gün gerçeklikle düşleri bütünleştirecek bir eylemde korumaktır. Çünkü böyle uyumludur.” 1939’da Maxico başkonsolosu olarak atanır. Orada Meksika sanatının büyük ustaları; Orozco, Rivera, Siqieros ve daha birçoğu ile tanışıp dost olur. 1941 yılında nazizmin saldırısına uğrar. 1943’te kaleme aldığı Stalingrad Şarkısı şiiri Mexico kentinin duvarlarına büyük afişler halinde aşılır. artık komünist partilidir. 1971’de Nobel Ödülü aldığında yaptığı konuşmada şöyle diyecektir: “Şairin görevlerini mantıki sonuçlarına ulaşarak doğru ya da yanlış bir karar vardım. Toplumda ve yaşamda yükümlülüğüm alçakgönüllü bir partilininki kadar olmalıdır. Zor olan ortak sorumluluk yolunu seçtim ve bireye sistemin merkezindeki güneş gibi tapındığımı yinelemek yerine tüm alçakgönüllü hizmetimi büyücek bir orduya, zaman zaman hatalar yapabilecek ama ödünsüzce ilerleyen, inatçı gericilerin, sabırsız ve habersiz olanların karşısında günden güne ilerleyen güce adamayı yeğledim. Çünkü inanıyorum ki, şair olarak görevim, kardeşliği, yalnızca gül ve uyum ile, mağrur sevda ve sonsuz sıla özlemi ile değil, şiirime kattığım o cefalı insan sorumluluklarıyla da kucaklamaktır.” 1943’te siyasete atılır. ‘45’te ise Şili’nin kuzey kesiminde, maden ocakları yöresinde senatör seçilir. Maden işçilerin mücadelesini savunur. 1948'de "Yo Acuso” (Suçluyum) diyerek, parlamentoda Kongre'de cumhurbaşkanı önünde tarihi bir konuşma yapmıştır. İşçileri savunurken milletvekilliğini düşürmek isteyen hükümete karşı net konuşur. Kürsüye yumruğunu vurur ve meydan okur: "Cumhurbaşkanını bu kürsüden sendikal örgütleri yok etmek için şiddet kullanmakla suçluyorum (...) beni ise halktan başka kimse ihraç edemez!" Şili Komünist Partisi’ne üye olur. O Yolunu seçen Neruda’nın sürgün, hapis kaçaklık yılları gelir ardında. 1949’da And Dağları’nı at sırtında aşarak yurdundan ayrılmak zorunda kalır. Yanında politik şiirlerin en görkemlerinden biri olan “Evrensel Şarkı”nın taslakları vardır. Kaçaklığında tamamlar şiirini. O gün için sonra “Şiirin reçetesini bu uzun yolculukta buldum” diyecektir. “Toprağın ve ruhun verdiği armağanlar ile kutsanmıştım. İnanıyorum ki, şiir yalnızlık ile birliğin, duygu ile hareketin, kişinin özel dünyasının eşit ölçüde katkıda bulunduğu heybetli ve kısa süreli bir iştir. Yine inanıyorum ki, kişi ve kendini adadığı gaye, kişi ve şiiri, tüm O yıl Paris’te toplanan Dünya Barışseverler Kongresi’ne başkan seçilecektir. Rusya, Polonya ve Macaristan’a gider. 22 Kasım 1950’de Varşova’da yapılan Dünya Barış Kongresi’nin ikinci toplantısına Nazım Hikmet de davet edilir. Şaire, Pablo Neruda, Pablo Picasso, Paul Robeson Ve Wanda Jakuboswka’yla birlikte Barış Ödülü verilecektir. Nazım Hikmet hapishaneden olduğu için törene katılamaz. Ve ödülü ona iletmek üzere Neruda alır. İki şair 1951 yılında Moskova’da bir araya gelirler ve Neruda bir yıl sakladığı ödülü Nazım Hikmet’e verir. Neruda yeraltında, illegal olarak mücadelesine devam edecektir. O günlere dair “Yaşadığımı İtiraf Ediyorum”da şöyle yazacaktır: “Hemen her gün başka yerlerde kalıyordum. Her yerde beni saklayacak insanlar kapılarını seve seve açıyordu. Bunlardan çoğu hiç tanımadığım kimselerdi, birkaç gün içinde olsa beni saklamayı arzu ettiklerini söylüyorlardı. İster bir saat, isterse bir hafta olsun vatandaşlarım bana kollarını açıyordu. Böylece saklandım; limanlarda, tarlalarda, şehirlerde, depolarda, köylülerin, mühendislerin, avukatların, denizcilerin, doktorların ve maden ocağında çalışan işçilerin evlerinde.” 35 31-48_easy.pdf 5 5.11.2015 02:47:11 Neruda ard arda eserlerini yayınlamaya devam eder. “Üzümler”, “Rüzgar”, “Kaptanın Dizeleri”, “Temel Övgüler” ve daha nicesi yayınlanır. Barış Ödülü’nden sonra ‘53’te Stalin Ödülü’nü kazanır. 1955’te genç yaşta evlendiği ilk eşi Delia del Cari’den boşanır ve “Yüz Aşk Sonesi”nin esin kaynağı Matilde Urritia ile evlenir. “Yirmi Aşk Şiiri” ile yükselen, “Yeryüzü Konukluğu” ile yol alan şairlik serüveni, “Evrensel Türkü” ile doruğa ulaşır. Geriye sayısız yapıt ve dize bırakır bizlere Neruda… Neruda, benim özüm şiirdir, der. “Belki de şairin yükümlülükleri her dönem aynıdır. Şiir sokaklara taşımak, çarpışma üstüne çarpışmada yerini almak için saygı gördü. İsyancı diye anıldığında şairin gözü korkutulamadı. Evet, şiir isyandır. Şair, yıkıcı diye çağrılsa bile alınmaz…” C M Y CM Bu konuda Nobel töreninde de şunları söyleyecektir: “Yalnız ateşli bir sabırla tüm insanlara ışık, adalet ve onur saçacak mükemmel kenti kuracağız. Böylece şiir boşuna yazılmış olmayacak…” MY CY CMY K Neruda’nın şiirleri boşuna yazılmış olamazdı. Şili’den bütün Latin Amerika’ya, oradan dünyanın bütün ezilen haklarına uzanan dizeler, aslında o “mükemmel kenti kurmaya” adanmıştır. Nazım Hikmet, Avrupa’daki bir arkadaşına telefon açar ve ondan Neruda’nın adresini ister. Neruda’yı ziyarete gidecektir. Bu istek, bir gün bile yaşamaz yorgun yüreğinde. Nazım Usta; çok değil ertesi gün sırtı duvara dayalı bir şekilde yere oturur ve kalakalır öylece. Son nefesinde yıllardır uzak kaldığı memleket özlemi ile dostu Neruda’ya gitme arzusu el ele tutuşur böylelikle. Daktilosunun iç cebinde el yazsıyla yazdığı Neruda’nın ev adresi vardır. İspanyol dilinin ve dünyanın en büyük şairlerinden Pablo Neruda ise, “Mükemmel kenti kurma” serüveninde 23 Eylül 1973 yılında ölümsüzleşti. 11 Eylül Şili’deki sosyalist Salvador Allende yönetimi devrilmiş ve Allende öldürülmüştü. Neruda’nın yakın dostuydu Allende. Neruda seçimde partisinden aday 36 olmuş ama daha sonra Allende lehine çekilmişti. Bir süredir prostat kanseriydi zaten. Dostunun ölüm haberine dayanamadı. Yakınları komaya girmeden Neruda’nın “Onu katlediyorlar. Onu katlediyorlar!” diye bağırdığını söylüyor. Ölmeden evini yağmalayan faşist Pinochet yönetimi, Neruda ölünce üç günlük yas ilan eder. Faşist Pinochet yönetiminin timsah gözyaşları bunlar. Cenazesine katılan işçiler, emekçiler, öğrenciler “Neruda Yaşıyor” diye haykırdılar. Neruda; şiiri, zulüm ve zorbalara karşı bir mücadele silahı olarak kullandı, buna yürekten inandı. Dünyanın tüm ezilen hakları için yazdı: “Ne kitaplar beni ağulasın diye yazdım Ne de zambak peşinde koşan; Acemi çaylaklar için’/ ayı ve suyu dinleyin Basit kişileri için yazdım: Düzen isteyen, emek ve şarap isteyen Basit halklar için Halk için yazdım, Şiirimi köylü gözlerle okumayan. Yaşantımı zehir zıkkım eden hava Başını kaldıracak basit emekçi Ve taşlarla döğüşen madenci gülümseyecek Balıkçı Ve elleri tutuşacak Ve biraz yıkanınca Kokulu sabunlar içindeki çarkçı Bakacaklar şiirime ‘Belki bir arkadaştı’ diyecekler başka taç istemem Bu bana yeter…’’ Kendisinin Picasso için söylediğini biz de Neruda için söyleyelim: “Neruda bir halktır. Onun kalbinde güneş asla batmaz. “Şiiri ve mücadelesi ile ezilen hakların arkadaşı olan Pablo Neruda’yı saygıyla anıyoruz. YARARLANILAN KAYNAKLAR *Yaşadığımı İtiraf Ediyorum Pablo Neruda *Onurlu Aydın Biyografileri -2 Tavır Yayınları Fotoğraflar: Çağlar Mirik Dostumuzdan… Levent Navruz 31-48_easy.pdf 6 5.11.2015 02:47:11 Üzerine... li e s e lg e is B n ile Metr la s A a y O Av. C M Y Metris ile ilgili bir belgesel yapma ihtiyacı neden duydunuz? CM MY CY CMY K Metris hapishanesi tarihi pek bilinmiyor. Daha doğrusu devlet, oportünizm özellikle yok sayıyor, gizlemeye çalışıyor. Çünkü metris hapishanesi içerisinde yaşanan direniş başka hiç bir hapishanede yaşanmamıştır. Baştan sona iradi bir direnişin gerçekleştiği tek hapishane örneği olması yönüyle önemli bir hapishanedir metris hapishanesi tarihi. 80 cuntası özellikle ilericileri, devrimcileri sindirmek, siyasi düşüncelerini değiştirmek için kitlesel tutuklamalar gerçekleştirdi. Tutukladığı insanları devletin iradesini kabul ettirmeye, kişiliğini ezmeye, düşünemez ve sorgulayamaz bir durumu getirmek istedi. Halkın en ileri güçleri ezilmiş olursa, halkın teslim alınması için uygulayacakları politikalarda daha rahat yaşama geçecekti. Devrimciler olmazsa, emperyalizmin yeni sömürgesi ülkemizde halk çok sömürülecek, daha çok ezilecekti. Emperyalizm sorun yaşamadan bütün politikalarını yaşama geçirebilecekti. İşte Metris Hapishanesi’ndeki devrimci tutsaklar, devrimci iradenin teslim alınmasının aslında bir halkın teslim alınması demek olduğunu bildikleri için direndiler. İnsan iradesinin bir sınırı var mıdır? vatanına ve halkına sevdalı, geleceğe inanan, tarihin mirasını yüklenmiş insanın aşamayacağı engel, yıkamayacağı duvar yoktur. Metris hapishanesi direnişi bunu çok iyi anlatır. Metris hapishanesi direnişi ve mahkeme süreci içerisinde yaşanan onlarca olay, çeşitli direnişler hem bir çok derslerle doludur, hem de her biri tek tek ele alınması gereken hikayelerle doludur. Biz ne yazık ki sadece bir özet geçtik. Metris hapishanesinde dört büyük açlık grevi yapılmıştır. Her açlık grevi kendi içinde bir çok ayrıntıyı taşır. Deneyim ve kazanımları vardır. Ne yazik ki hepsini anlatmak mümkün olamadı. gelenekleri, değerleri ve kazanımları anlatmak istedik. Bugünü besleyen geleneklerin damarları çok güçlüdür. Bugünü anlamak, geleceği inşa etmek tarihi bilmekle mümkündür. Tarihsel miras güç ve güven verir. Tarihimizi bilmeliyiz. İkinci, bu tarihi yaratan şehitlerimiz mutlaka tanınmalıdır. Bilinmelidir diye düşündük. Üçüncüsü, büyük bir saldırı büyük bedeller ödenmeden püskürtülemez. cunta tüm halkı teslim almaya çalıştığı bir dönemde devrimciler bedenlerini ölümü yatırdılar. 84 ölüm orucu direnişi, bizi yok edebilirsiniz ama düşüncelerimiz yaşamaya devam edecek, son insanımıza kadar direneceğiz kararlılığını gösterdiği için cuntaya geri adım attırmıştır. bu geri adım hem hapishane içerisinde cuntaya geri adım attırmıştır hem de dışarda halk muhalefetinin güçlenmesine, halkın devrimci mücadeleye katılımını sağlamıştır. Belgeselle ne anlatmayı hedefliyorsunuz? Belgeseli nasıl gerçekleştirdiniz, belgesel oluşurken yaşadığınız süreçler neler? Belgesel ile direniş tarihini açığa çıkartmak istedik. Direniş ile yaratılan Belgesele başlamadan önce, metris 37 31-48_easy.pdf 7 5.11.2015 02:47:11 hapishanesi tarihi ile ilgili tüm kitapları okuduk. Belgeseli yürütecek arkadaşlarımızla birlikte bir araya gelerek ön plana çıkartılması gereken yönleri tartıştık. Önce ne anlatmamız gerekir sorununa cevap verdik. Ne anlatacağımıza karar verdikten sonra o tarihi yaşanan tutsaklarla, ailelerle, dışardan davaları izleyenlerle bir araya gelip tartıştık. Belgesel çalışma ekibinde bulunan arkadaşlarım Elif Ergezen ve Namık Cibaroğlu eldeki imkanlarla belgeseli tamamlamaya çalıştılar. Ben döndükten sonra tekrar ele alıp bitirmeye çalıştık. Çok uzadığı için kurgusal anlatım tarzından vazgeçtik. Namık abi ve Elif belgeselin kurgularını bitirmişlerdi.. Tekrar birlikte değerlendirip son haline karar verdik... Sonra belirlediğimiz tanıklarla kayıtlar almaya başladık. Az imkanla, engellerle anlatmaya çalıştığımız bu tarih elbette eksik kaldı. Tamamen içimize sindiğini söyleyemeyiz... Ama devamını getirmek isteyenler için hem bir ilham hem de bir öneri sunması açısından başlangıç olarak kabul edebiliriz diye düşünüyorum... Bununla birlikte arşiv biriktirmeye başladık. O dönem gazete haberlerini bulmaya çalıştık. Görüştüğümüz kişilerden fotoğraflar istedik... C Belgeseli daha canlı, daha kurgusal bir tarzda anlatmak istiyorduk. Önce stüdyo kurma, canlandırma yapma gibi bir projemiz vardı. Tanıklarla kayıtları bitirdikten sonra kendi stüdyomuzu nasıl kuracağımızı araştırmaya başladık ve bazı girişimlerde bulunduk.. M Y CM MY CY CMY K Bu esnada Suriye devletine karşı emperyalizmin başlattığı savaş devam etmekteydi. Suriye'deki halka karşı işlenen suçları tespit etmek için ÇHD başkanı Selçuk Kozağaçlı ile birlikte Suriye'ye gittik. Biz orada iken hakkımızda yakalama kararı çıkartıldı. Ben hakkımda verilen hukuk dışı kararı tanımayıp geri dönmedim... Belgesel çalışmaları kısmen durdu. Kimlerden destek aldınız? İdil Kültür Merkezi, TAYAD'lı ailelerimiz, Mithat Alan film merkezi gibi kurumlardan destek aldık. İlk gösterimi oldu, izleyicilerden, o dönemi birebir yaşayan insanlardan nasıl tepkiler aldınız? O tarihi yaşayanların tepkilerini merak ediyordum en çok. Tayad'lı aileler beğenecekler mi diye merak ediyordum... Onlara anlatabildik mi acaba? sorusunu sorduğumuzda olumlu cümleler duyduğumuzu söyleyebiliriz... Eksik midir? Elbette hem de çok eksik kalacağını biliyorduk. Ancak döneme damgasını vuran önemli olayları anlattığımızı, eşi benzeri olmayan direnişleri yansıtabildiğimizi düşünüyoruz. Aldığımız tepkilerde bu yöndeydi. Metris tarihinden bilgisi olmayan genç arkadaşlarımız, bir solukta izlediklerini, izlerken sıkılmadıklarını hatta hızlı geçtiğini söylediler. O tarihi yaşayanlar ise, önemli noktaları atlamadığımızı, genel olarak görmek istediklerini gördüklerini söylediler. Ki bizim içinde önemli olan buydu. Son olarak söylemek istedikleriniz nelerdir? Sinemacı arkadaşlara şunu söyleyebilirim... Metris tarihi içinde anlatılmayan onlarca hikaye vardır. Ne anlatacağını bilmeyen, konu arayışı içerisinde olan sinemacı arkadaşlar olduğunu biliyorum. Bizim tarihimiz çok zengin, bizim anlatamadığımızı anlatmalarını bekliyorum. Belgeseli izleyen arkadaşlarımız, "Bir direniş odağı metris", "Bir dava, Bir savaş ve zafer", "Direniş, Ölüm Yaşam" kitaplarını da okuyabilir. Eksik bıraktığımız yerleri oradan tamamlayabilirler diye düşünüyorum. Ve insana onurunu kazandıran şey direnmesidir. Direniş insana saygınlığını kazandırdığını gibi engelleri de aşar. Metris tarihini yaşayan her tutsak onca işkencelere rağmen gururludur. Ezik değil daha da güçlüdür. Umutsuz değil, umutlu ve güçlüdür. Bu güç, umut, onur direnişin sonucudur... TAVIR 38 31-48_easy.pdf 8 5.11.2015 02:47:11 Madımak’ı Anlatmak C M Y CM MY CY CMY K “Yıllardan 1993'tür ve kadının toplumdaki yerini araştırmak için genç bir araştırmacı olan Carina Cuanna Türkiye'ye gelir. Temmuz ayında Sivas'ta düzenlenen Pir Sultan Abdal Şenlikleri’ne katılmak için aralarında Aziz Nesin'in de olduğu geniş bir yazar-müzisyen-gazeteci ve şairler topluluğu ile yola çıkar. Fakat gerici güçlerin provokasyonu sonucu konakladıkları Madımak oteli önünde tansiyon artar. Çıkartılan yangın sonrası yaşanan katliamda Carina da yaşamını kaybeder. Fakat son nefesine kadar her anını günlüğüne kaydetmeyi başarır...” Filmin konusu internetteki sinema sitelerinde böyle veriliyor... Bir kere Türkiye tarihinin en büyük devlet katliamlarından birini “gerici güçlerin provokasyonu” olarak değerlendirmek en hafifiyle apolitik bir düşünce yapısını yansıtıyor bize ama yine de belki yönetmenin, senaristin böyle bir değerlendirmesi yoktur, sinema sitelerinin işgüzarlığıdır diyoruz ve filmi izlemeden bir karar vermiyoruz. Ancak korktuğumuz başımıza geliyor, film Madımak Katliamı’nın politik karşılığı olamıyor, oyunculuklar açısından da reji açısından da, müzik açısından da velhasıl film bütünüyle vasatın çok altında seyrediyor. Yaşadığımız hayal kırıklığından başka bir şey değil... Bazı sahneler çok gereksiz, filmde devamlılık sorunu yaşanıyor, çoğu sahne arasında kopukluk var ilk yarı ile ikinci yarı arası bağlantı yok! Filmin genelinde net bir kurgu yok zaten.. Belli ki dar bir bütçe ile çekilmiş film ama dijital efektlerle otelin yanması yönetmenin işine ne kadar saygısız davrandığının göstergesi... Kurgusuna tekrar dönecek olursak; film Hollandalı Carina’nın Türkiye’de kadının sosyo-ekonomik yeri üzerine yaptığı araştırma ile başlıyor. Hollanda’da iken Türkiye’den bir aile ayarlayarak -“Hollanda’da geçen sahnelere gerek var mıydı?” diyorsunuz tabi sonra- Türkiye’de kalıyor. Burada iki genç kız ile tanışıp onlarla ceme gidiyor ve Alevilikte kadının yeri ve rölüne merak sarıyor. Carına şakır şakır Türkçe konuşuyor önce ama sonrasında bir gece kız arkadaşlarla şarap içerken duygusallaşıyor sevgilisini hatırlayarak eski anılarından bahsediyor ve İngilizce konuşmaya başlıyor.. İnsan duygusal anlarda anadiline dönebilir deyip bi sabır daha çekiyorsunuz.. Gelgelelim cemevinden, cemden karelere.. Bağlama sesi ile yaşlı teyze ve amcaların hakkıyla döndüğü bir semah sahnesi arıyor gözleriniz ama maalesef yok.. Verilen semahlar çok kötü ve yetersiz.. Bari bunların hakkı verilseydi... Daha sonra cemevindeki gençlerle Carina, Sivas’a Pir Sultan Abdal Festivali’ne gitmeye karar veriyor. Gençler, gençliklerine yakışır şekilde neşe dolu, sazlı sözlü yola koyuluyorlar.. Bağlamaya çalınıyor, bağlamaya ara verildiğinde otobüsteki gençlerden ikisi canlandırma yapıyor biri Süleyman Demirel oluyor diğeri sunucu olup ona sorular yöneltiyor.. Alevilikte bağlama çalınan bir yerde böyle ahlaksızca şakalar dile gelir mi diye düşünüyor insan ve böyle bir şeyin mümkün olmaması gerektiğini bildiğinizden kanınız donuyor .. Sonrasında festifal alanında ayağında terliklerle biri sahnede yer alıyor bağlama o kadar kötü ki otobüsteki gençlerden biri herhalde diyorsunuz.. Meğerse sahnedeki Hasret Gültekin’miş.. Bu kadar saygısızlığa pes diyorsunuz. Yaşasaydı eğer bugün belki de bağlamanın en büyük isimlerinden biri olacaktı.. Eğer canlandırma yapıyorsanız böyle birine öğrenci bağlaması çaldıramazsınız filmizin her ne kadar öğrenci filmini aratmıyor olsa da.. Festivalde öğrenci ve yazar, şair, yönetmen vs. tanışıyor ama aralarında isteyenlere imza vermek dışında herhangi bir diyalog geçmiyor, bir sohbet ortamı oluşmuyor. Merhaba, merhaba.. 39 31-48_easy.pdf 9 5.11.2015 02:47:12 Filmde kötü çok kötü, iyi çok iyi.. Kör kör parmağım gözüne misali.. Canlandırmalar çok kötü, özellikle de Tansu Çiller.. Katliam din kisvesi altında üç dört gerici tipin depodan cami avlularına girip fetva vererek iki sözüyle anında galeyana gelen insanların oteli yakma girişimine doğru devam ediyor. İşte tam da burada sormak gerekiyor, görünen böyle olabilir ama bu görüntünün arka planı nerelerde yapılıyor? Kimler planlıyor, kimler talimatlar yayınlıyor, velhasıl kim örgütlüyor bu katliamı? Bütün bunların aktarılması gerekmiyor mu diye sormak gerekiyor yönetmene. Klasik gazetecilik kuralıdır, 5N1K’nın verilmesi lazım doğru bir haber için. Filmin bütününde buna hiç riayet edilmiyor desek abartı olabilir ama büyük oranda böyle ne yazık ki... C M Y CM MY CY CMY K Otel yanıyor, katliam başlıyor.. Otelin içindeki insanlarımız ne mi yapıyor? Usul usul ölümü bekliyorlar, ağlayanlar var onları atlamayalım ama kimse yerinden kımıldamıyor.. Yönetmen, doğal olanı aktarmıyor, insanın doğası gereği yapması gereken hal ve davranışları da akıl almaz bir şekilde engelliyor. İnsan can havliyle kurtulmaya çalışır; üst katlara ya da cama, pencereye yönelir vs. ama hiçbiri yok.. Filmin en sonunda gerçek görüntüler verilmiş tahminimizce izleyenlerin tek duygulandığı sahne burası olmuştur. 40 Ama bu kare öfkemizi daha da arttırmalıydı.. Ve bir de filmin son sahnesinde alakasız bir uzun hava giriyor, ajitasyon gereği düşünülmüş sanırız! Ama ne gerek vardı?.. Ailelerden yönetmene gerekli araştırma ve gerçeğe bağlı kalmama, yönetmen sorumluluğu ve aydınlığına yakışmayan bir duruş ve konuşulduğu gibi bir film olmadığı hususunda eleştiri gelmiş.. Yönetmen ise belgesel değil “kurmaca” film çektiğini belirterek kendinisini savunmuş.. Evet hepimizin hafızasında canlı bir katliam gerçeği ile yaşamaktadır Madımak.. Yani uzun uzun araştırmalar, yıllar süren çalışmalar yapmasına gerek yok yönetmenin. Biraz zahmette bulunup aileler dinlenilse bile daha ciddi bir çalışma ortaya çıkabilirdi.. Bir de Madımak öyle her tarafa çekilecek, eğilip bükülecek, kurmacayla ters anlamlar yüklenecek, hedef şaşırtılacak bir film değil. Karikatürize edilecek bir şey değil en başta... Yönetmen-senarist Ulaş Bahdır’ı kendi gerçekliği içersinde değerlendiririz elbette.. Bu filmi önemsediğimizden, Madımak Katliamı’nın Türkiye tarihindeki öneminden yola çıkarak eleştiriyoruz biz bu filmi yoksa sinema tekniği vs. ön planda değil bizim için.. Konusu üzerinde hassasız biz.. Birileri gibi ne olursa olsun ne kadar kötü olursa da olsun böyle önemli bir konu da film çektiği için yönetmenimize teşekkür edecek değiliz asla.. Devletin ne ilk ne son katliamıdır Madımak.. Aydın ve sanatçılara, Alevilere, düzene muhalif tüm güçler üzerinde korku yaymanın, insanları baskı ile devlet terörü ile teslim almanın, 1000 operasyonun adıdır Madımak. Bu ciddiyetle ele almak gerekir. Ulaş Bahadır, filmin senaryosunu yazarken ülke tahlilini çok iyi yapmalıydı, Madımak’ı çok iyi analiz etmeliydi. Kurgusuna, canlandırmalarına, ana konuya zarar vermeyen filme eklediği “süslemelere” itirazımız olamaz, sanatına da karışmıyoruz, film diline de -ki karışabiliriz de o ayrı ancak konu Madımak olunca gerçekten bu konular tali kalıyor- ama apolitikliğe, hedef saptırmaya, konunun önemini azaltmaya elbette söyleyecek sözümüz olur. Tavsiyemiz politik film yapmaya kalkmadan önce konuya vakıf olmalı Ulaş Bahadır. Madımak’lar bugün hala devam ediyor. Suruç’ta, Ankara’da, Diyarbakır’da... Berkin’de, Günay’da ve en son olarak da evinde polis tarafından vurulan Dilek’te Madımak’ın yansımaları var. Ulaş Bahadır Madımak’ı bugünle birleştirme yoluna gitmeliydi, çağına tanık olmalıydı bir aydın olarak. Naçizane beklentimiz odur kendisinden... Gamze ŞENYİĞİT 31-48_easy.pdf 10 5.11.2015 02:47:12 Mizahın Anavatanı Neresidir? C M Y CM MY CY CMY K ANADOLU MİZAHIN ANAVATANIDIR DİYEBİLİR MİYİZ? Bu sorunun cevabı için, bir Nasreddin Hoca fıkrasına bakılmasını öneriyoruz: Nasreddin Hoca’ya cevaplayamayacağını düşünerek sormuşlar: “Dünyanın merkezi neresidir?” diye. Hoca cevap veremeyecek, bunun üzerine soruyu soran ukalalar da, küçümseyeceklerdir Nasreddin Hoca’yı. Güya! Elindeki değneği toprağa sokup “işte burasıdır” demiş Nasreddin Hoca. Kıssadan hisse: Anadolu mizahın harman olduğu yerdir. Coğrafi ve kültürel anlamda kavimler köprüsü olan Anadolu’da bir çok halk ve onların değişik özellikleri varolmuştur. Bu çeşitlilik, hayatın içine, gülümseten çelişkiler taşımıştır. Bektaşi fıkralarından, Nasreddin Hoca’ya, Karagöz ile Hacivat’tan meddahlara, orta oyunlarına... bu zenginliğin izleri görülür. Ki Anadolu halklarında olaylardan komedi yaratma gücünün dram yaratma kabiliyetinden daha etkili olduğu, folklor bilimlerinin tespitidir. Sözkonusu olan, halkın mizah gücü ve zenginliğidir. Türkülerinde “Manda yuva yapmış söğüt dalına” diyen halkı, yeri gelince de meddahlarla, Bekri Mustafa, İncili Çavuş, Neyzen Tevfik, Şair Eşreflerin hicivleriyle egemenleri taşa tutmuş, buna da “Taşlama” demiştir. Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, Sabahattin Ali’lerin çıkardığı “Markopaşa” mizah dergisi, sürekli yasaklanmasına rağmen, gazetelerin satış rakamlarının 10 bini bulamadığı 1940-50’lerde 50 bini aşkın okuyucuya ulaşabilmiştir. 45 milyonluk nüfusa sahip 1980’lerin Türkiye’sinde “Gırgır” mizah dergisi, Sovyetler Birliği’ndeki Krokodil ve ABD’deki bir derginin ardından 500 bine ulaşan satış rakamıyla dünyanın üçüncü büyük mizah dergisi olmuştur. Bugün de, eleştirdiğimiz yanları şimdilik bir yana, Gırgır’ın ‘torunu’ sayabileceğimiz mizah dergileri yayınlanmakta ve ayakta kalmaktadırlar... MİZAH NEDİR? Sözlükler şu tanımı yapar ısrarlı bir şekilde: Hayatın güldürücü yanlarını ortaya koyan sözlü ya da yazılı sanat türü. Gülmece. Yukarıdaki tanım, sınıfsallık içermediği için eksiktir. Ezen ve ezilen arasında süregelen bir kavga olan hayatın içinde mizah, mazlumun zalimden intikam alma aracıdır ki mizahın NE olduğu, NASIL olacağını da belirler. Mizahı, sanat haline getiren, hayatın güldürücü yanlarını ortaya koyması değildir sadece. Hayatın güldürücü yanlarına, hayatın içinde gülümseriz zaten. Mizah bundan ötesidir. Hedefi vardır. Ve bu hedefe göre biçimlernir... GÜLÜNÇ OLAN İLE MİZAHİ OLAN AYNI “ŞEY” MİDİR? Değildir. Mizah, gülünç olanı içerir ama her gülünç olan şey mizah sayılmaz. Örneğin, bir kedinin kimi hareketleri de gülünç bulunmaktadır ama bu durum, o kedinin mizah yaptığını göstermez. Bir şeyi gülünç bulmak psikolojik bir olgu iken, mizah yapmak estetik bir olgudur. Kısaca, mizah sanattır, hem de ince bir sanattır ama gülünç durumlar için aynı şey söylenemez. İradesinden bağımsız olarak bir insan gülünç duruma düşebilir. Mizah ise iradi olarak yapılır. Zeka ürünüdür. İğneleyicidir, sorgulayıcıdır, eleştireldir ve sivri dille teşhir edendir... MİZAHIN KAYNAĞI NEDİR? İnsan, toplumsal bir varlıktır. Mizahın kaynağı da bu toplumsallıktadır. Bir diğer ifadeyle, mizahın kaynağı toplumsal çelişkidir. Mizah, çelişkiden kaynaklanır. Çelişki ortaya koyup işleyerek güldürür. 41 31-48_easy.pdf 11 5.11.2015 02:47:12 C M Y CM MY CY CMY K Kaynaklandırğı çelişkiyi de sorgulatarak düşündürür. Düzeni mizah yoluyla sorgulayıp teşhir etmek, tarih boyunca ezilenlerin işi olmuştur. Ezen-ezilen, sömüren-sömürülen çelişkisi sınıflı toplumlarda hayatı belirleyen temel çelişkidir. Hayatın içinde yaşanan bütün insan ilişkileri de bu temel çelişki üzerinde şekillenir. Ve bu şekillenişe bağlı olarak, irili ufaklı zıtlıklar içerir. Mizah, işte bu zıtlıklardan beslenir. Ağlamak ve gülmek, diyalektik bir bütündür. Üzüldüğü zaman ağlayabilen insan, hoşuna giden şeyler karşısında gülümser. Sınıflı toplumlarda ise halktan insanları üzen temel olgu, egemenlerin sömürü ve zulüm düzeni olmuştur. Böyle olduğu içindir ki, mizah sınıfsal bir içerik kazanarak mazlumun zalimden intikam alma aracına dönüşmüştür... şekillendirdiği toplumsal hayatın bütün çarpıklıklarını ve bu çarpıklıkları yansıtan insan ilişkilerini değişik biçimleriyle konu edinir kendisine. Mizahın konusu, hayattır. Mizah hayatı sorgulayarak varolandan olması gereken doğru süregiden tarihsel ilerleyişe güç verir. Mizahın içinde eleştiri, sorgulama ve ders çıkartma vardır. Mizah, güldürürken eğitir, eğitirken de güldürür. Mizah, açıktan söylemenin cesaret gerektirdiği gerçeğin güldürünün açıklığı içinde dile getirilmesini içerir. Egemenler halka dilini tutmasını dayatır. Halk ise mizah dilinin sivriliği ile bu türden bütün dayatmaları parçalar. Yeri gelince, egemenlerin yalan ve yaygarasına karşı, gerçeği mizahın sivri diliyle haykırmasını bilir halk. Karikatüristlere bu kadar çok dava açılmasının sebebi de budur... MİZAHIN TARİHSEL GELİŞİMİ NASIL OLMUŞTUR? Hakkında araştırma-inceleme kitapları yazılan genişlikte bir konudur bu sorunun cevabı. Biz burada kısaca değineceğiz: Köleler, ‘efendinin’ kasıntı, küstah, kibirli, ukala, zalim hallerini ve alçaklığını gizlice taklit ederek birbirlerini güldürürlerdi. Ayrıca ‘efendiye’ yaranmak için yalakalık yapan köleleri de taklit ederek eleştirirlerdi. Mizahın keskin dilli bir sanata dönüşmesi ise Antik Çağ Atinası ve Ege kıyılarında olmuştur. Anadolu’nun değişik yerlerinde binlerce yıllık tiyatro harabeleri vardır. Binlerce kişilik tiyatrolarda, trajediler kadar komedi oyunları da oynanmıştır. Ortaçağ Avrupası’ndan ise ’jonglör’ denilen öykü anlatıcıları, kralları ve kiliseyi mizah yoluyla yerden yere vurarak halkı eğlendiriyordu. Gezici tiyatro ekipleri kentlerde kurulan panayırlarda sahnelerini açarak, halkın güleceği şekillerde egemenleri teşhir ederlerdi. Ksıaca, halkın olduğu her yerde mizah da olmuş ve halk düşmanlarına mizahla da vurulmuştur. Bu vuruşların estetik biçimleri değişse de, özü hep aynı kalmıştır... ZALİMLERİN MİZAH ANLAYIŞI OLUR MU? MİZAHIN KONUSU NEDİR? Mizah, sömürü ve zulüm düzeninin 42 Zalimin mizahı olmaz, soytarıları olur. Egemenler mizahtan hoşlanmazlar. Çünkü, mizahın hedefi kendileridir. Halk düşmanları kendilerine dalkavukluk yapılmasından hoşlanırlar. Avrupa saraylarında soytarılar, Osmanlı saray ve köşklerinde dalkavuklar bu nedenle varolmuştur. Mizah ile dalkavukluk apayrı şeylerdir. Soytarılar egemene yalakalık yaparak onun beğeneceği şeyleri söyler ve bu kapsamda zalimi överken halkla alay edip aşağılar. Mizah, halkın sanatıdır. Halkın sivri dili, iğneleyici yergisidir. Soytarılık ise egemeni eğlendirmek için yalakalık yapmaktır. Ki Osmanlı saraylarında, konak ve köşklerinde hizmet veren ve sergiledikleri hünere göre ücrete tabi olan dalkavuklar bulunurdu. Dalkavuklar ‘esnaf’ sayılırlardı ve ücret tarifeleri vardı. Toplum içinde belli olsunlar diye kavuklarına bir şey sarmadıkları için bunlara “dalkavuk” (çıplak kavuk) denirdi. Osmanlı’yla birlikte dalkavuk esnaf loncası ortadan kalksa da, dalkavuklar hiç tükenmediler. Halk düşmanlarına soytarılık yaparak para kazanan dalkavuklar bugün de işbaşındadır... MİZAHIN “MAZLUMUN ZALİMDEN İNTİKAM ALMASI” OLMASINDAN NE ANLAŞILMALIDIR? Hayatın içinde ‘egemenlik’ taslayan zalimlerin o kanlı ve kirli gerçeğini mizahla paçavraya çevirip intikam alır mazlumlar. Halk düşmanlarının mazlumların beyinlerinde kurmaya kalktığı ideolojik egemenliğin etkili bir panzehiridir mizah. Zalimler hayatın içinde egemen olabilirler ama esas olarak, halkın zihninde egemen olmak isterler. Mizah, işte bu egemenliğe izin vermez. Mazlumun mizahı, zalimin kılıcından keskindir. Öyle bir yara açar ki, zalimi kudurtur. Çünkü, ne denli korkutucu olmaya, ne denli güçlü görünmeye çalışırsa çalışsın, zalim için halkın kendisine güldüğünü 31-48_easy.pdf 12 5.11.2015 02:47:12 bilmek, dayanılmaz bir yıkımdır. Çünkü, halkın mizahı, yaşadığı acıların sorumlusunun kim olduğunu bildiğini ve onu hedefe koyduğunu gösterir. Halklar zalimlerden iki türlü intikam alır: Silahla ve Sanatla... dövüşerek ve gülerek... Dövüşmek silahın, gülmek mizahın eylemidir. Silah, zalimin hayatın içindeki otoritesini, mizah da akıllardaki otoritesini sarsar ve yıkar. Mizah, halkın ortak aklının halk düşmanlarına karşı dirildiğini gösterir... C M Y CM MY CY KARAGÖZ VE HACİVAT NEDEN ÖLDÜRÜLDÜ? Bu sorunun görsel cevabı için, yönetmen Ezel Akay’ın aynı adlı filminin izlenmesini öneririz. Ki Anadolu’nın halk kahramanlarından olan Karagöz ve Hacivat’ın Osmanlı padişahı Orhan’ın emriyle katledilmesi, mizahın muhalif karakterinin tarihe kanla yazılan bir örneği olmuştur. Bursa’daki Ulu Cami’nin inşaatında çalışan iki işçi olan Hacivat ile Karagöz, diğer işçi arkadaşlarının hoşça vakit geçirmesi için bir tür meddahlık yaparak onları eğlendiriyorlardı. Elbette, sivri dillerinin ucu, egemenlere de dokunuyordu. Bu CMY K 12 durum saray çevresini rahatsız eder. Çünkü, mizah, burnundan kıl aldırtmayan egemenlerin o “kılını” çekip atar. Bir diğer ifadeyle, mizah egemeni komik duruma düşürür. Eleştiri konusu yapar. Sarayın burnu, sınıfsal bir duyarlılıkla, Karagöz ile Hacıvat’ın mizahındaki eleştiriyi hemen hisseder. Hangi söz ve davranışın kendi otoritelerini sarstığını farkettiler. İşte bu yüzden ferman çıkartıp Karagöz ile Hacivat’ın kellesini uçurdular. Ve fakat kendi içinden çıkardığı bu kahramanların yok edilmesine izin vermedi halkımız. Hayal Perdesi kurup Hacivat ile Karagöz’ü yaşattı. Yaşayan halkın mizahıdır... BURJUVAZİ, MİZAHA NASIL YAKLAŞIYOR? Burjuvazi dokunduğu her şey gibi mizahı da “meta” haline getirip ‘eğlence sektörü’nün ürününe dönüştürdü. Bunu yaparken; mizahın olmazsa olmazı durumundaki toplumsal eleştiriyi kaldırıp yerine kaba hareketler, argo, küfür, yoz cinsellik kullanmak için “kültür endüstrisi” oluşturdu. Bu ‘endüstri’, sanatı hem halkın zihnine yozlaşma empoze eden bir silaha hem de burjuvaziye kar getiren bir metaya çevirmiştir. “Eğlence sektörü” de bu endüstrinin etkili bir parçasıdır. Ki artık sözkonusu olan mizah değil, eğlencedir. Ve böylece, burjuvazi, topluma bir eğlence anlayışı dayatır. Dahası, bundan para kazanır. Emperyalislerin halklar üzerinde kurmak istediği ideolojik kültürel hegomanyanın bir parçası olan eğlence anlayışı, özellikle 1980’li yıllardan itibaren ülkemiz halklarını da kuşatmıştır. Böylece, Kemal Sunal filmlerinde bir biçimiyle varolabilen toplumsal eleştirinin zerresi “Recep İvedik”lerde görülmez olmuştur. Öldürüldükten sonra içi boşaltılıp saman doldurulan geyikler vardır. Burjuvazinin eğlence sektörü mizahı da bu hale getirir. Öldürür, içini boşaltır ve içini kaba hareketler, argo ve yoz cinsellik ile sıradan insanın gülünç duruma düşürülmesini koyar. Bundan ötesi de Cem Yılmaz “geyiklerinin” mizah diye pazarlanmasıdır. Burjuvazinin empoze ettiği “eğlence anlayışı”, büyük oranda mizah dergilerini de teslim almıştır denebilir. İki ve üçüncü sayfalar, bir tür iktidar eleştirisine ayrılırken diğer bütün sayfalar, köşeler, çizimler Cem Yılmaz ile Recep İvedik arasındaki bir yelpazenin ürünü olmaktadır. İşin kolayına kaçılmaktadır. Deyim yerindeyse, mizahın sivri diline burjuvazinin ‘eğlence’ sakızı çiğnetilmektedir. Kısaca, burjuvazi, mizaha mizahı öldürmek için yaklaşmıştır... NE YAPACAĞIZ? Görev, devrimci sanatçılarındır. Çağımızın meddahları olup burjuvazinin yalan ve yaygarasına karşı mizahın sivri dilini kuşandıracağız halk saflarına. Yeter ki zemini hazırlayalım, halkımızın içinden ne mizahçılar çıkacaktır ve halk düşmanlarını mizahlarıyla da yerden yere vuracaklardır. 43 31-48_easy.pdf 13 5.11.2015 02:47:12 F Tipleri’nde çıkartılan tutsak dergiler bilinir. Bunların bir kısmı da “MASALA” vb. gibi mizah dergisidir. Çizerleri bu işe başlamadan önce bir kez bile karikatür çizmiş insanlar değillerdi ama giderek ustalaştılar. Dememiz o ki, halkımızın mizah damarının ortaya çıkacağı bir zemin yaratıldığında, koşullar ne kadar önemsiz olursa olsun sonuç alınır. Burjuvazi mizahı öldürmek istiyor, biz yaşatacağız. Çünkü, mizah, mazlumun zalimden intikam almasının aracıdır. Emperyalistlerin “eğlence sektörünün” karşısına halkın mizahını çıkartacağız. Amerikan ‘komedi’ dizilerinin vazgeçilmez parçası gülme efekti olmuştur. Böylece, Amerikan emperyalizmi dönüp halklarına neye nerede güleceğinin terbiyesini vermeye soyunmuştur: Espri budur ve gülmek gerekir... Şimdi gülünecek, gül! Bugün Amerika ve Avrupa’dan alınıp adaptasyonu yapılan bulvar komedilerinden stand-uplara, gülme efektli Amerikan dizilerinden “Güldür Güldür Show”lara hemen hepsi eğlence sektörünun metasıdır. Ki böylece, halkın neye gülmesi gerektiği belirlenmektedir. Sahi, neye gülmeli halk? Bu soruya cevap olarak, burjuvazinin önümüze koyduğu ‘eserler’ malum: Yoz cinselliğe, aldatma içerikli kadın-erkek ilişkilerine, kaba hareketlere, argoya, hayatın anlamsızlığına, halktan insanların çaresizliğine... Bir diğer ifadeyle, faşizmin izin verdiği ve burjuvazinin eğlence sektörünü imal ettiği şeylere gülmemiz isteniyor. Böylece, toplumsal gerçeklik ve çelişkilerin önündeki perde, daha bir karartılmak isteniyor ki burjuvazinin eğlence sektörü ile halkın mizahı arasındaki fark budur. Halkın mizahı, egemenlerin otorite- sine çekilmiş bir kılıçtır. Burjuvazinin eğlence sektörü ise halkın zihnini hedef alan bir hançerdir. Ülkemizde devrimci mücadelenin yükseldiği 1960-70’li yıllarda güçlü örnekler yaratılmıştır. Keşanlı Ali Destanı’ndan, Rumuz Goncagül’e, Zengin Mutfağı’ndan Brecht uyarlamalarına uzanan örnekler hayli öğreticidir. Ki Vasıf Öngören’in “Zengin Mutfağı” oyunu bugün bile sergilendiğinde egemenlerın hışmını çekip saldırıya uğramıştır. Kısaca, tok-burjuvazinin aç-halkın neye güleceğini belirleyip belirleyememesi, burjuvazinin halk üzerindeki ideolojik-kültürel hegomanyasının ölçülerinden sayılır ki Haziran Ayaklanması, bu yanıyla da halkımızın mizah damarının diriliğini ve sivri dilini göstermiştir bir kez daha. Bu mizah damarı işlendiği oranda, mizahımız bir kez daha mazlumun zalimden intikam almasının keskin kılıcı olacaktır... C MİZAHIN ANAVATANI ANADOLU MUDUR? Konuya girerken bu soruya Nasreddin Hoca yardımıyla bir cevap vermeye çalışmıştık. Uyup uymadığına siz karar verin, ama daha açık bir cevap gerekirse şöyle deriz: Halkların yaşadığı her yer, mizahın anavatanıdır. Mizah, halkların eseridir. Her halk, biçimlenişi farklı olsa da, mizahını keskin bir kılıç olarak zalimlere yöneltmesini bilmiştir. Anadolu halkları da bunu yapmıştır. Ve dahası da şu ki, mizahın anavatanı dünya halklarının hayatıdır. İşte bu gerçeklik içinde, diyebiliriz ki: Anadolu, mizahın harman olduğu yerdir. Ve Nasreddin Hoca haklıdır: Dünyanın merkezi, hocamızın değneğini sapladığı yerdir. Amerika’nın NASA’sı uzaydan, Avrupa’nın CERN’i yeraltından, oligarşinin TÜBİTAK’ı uyduruktan ölçebilir. Ama sonuç değişmez: Nasreddin Hoca, haklıdır! Çünkü bizim hocamız eşeğine ters binse de doğru yolda gider. İnsan kafası kesmez, oturduğu dalı keser. Ne zulüm, ne de hırsızlık eder... M Y CM MY CY CMY K Murat Sevim Karayel 44 13 31-48_easy.pdf 14 5.11.2015 02:47:12 Tesla’nın bobini C M Y CM MY CY CMY K “Sırp kökenli Amerikalı mucit, fizikçi ve elektrofizik uzmanı. Aslında dünyadaki bilim ve teknoloji yapısını tam anlamıyla ‘kökünden’değiştirebilecek birçok ‘kullanılan ve kullanılmayan’ deneye/buluşa da imza atmıştır. Özellikle 'elektriğin kablosuz taşınabilmesi' gibi bir buluşu ve bunu kanıtlaması onun ne kadar benzersiz bir mucit olduğunu açıklar. Thomas Edison ile arasında amansız bir bilimsel mücadele geçmiştir. Elektrik üzerine yaptığı sayısız deneyler ve buluşlar vardır. 7 Ocak 1943 itibarıyla, yirmi altı ülkede kendisine ait üç yüze yakın patenti bulunmaktaydı. New York'da ve çoğu eyalette 10 Temmuz, Tesla Günü olarak kutlanır.” deniliyor internette Nikola Tesla’nın biyografisinin girişinde... Üç yüze yakın patenti olan bir bilim adamından bahsediyoruz. Bir dahiden, bilim ve teknoloji alanında eşsiz bir dehadan... Stalin’e sormuşlar “Dahiler hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye, “Onlar üretim hatası” demiş büyük usta. Evet bizim de dehalara ihtiyacımız yok. Kolektivizm elimizde silah olarak sonsuza dek duracak olduktan sonra çözemeyeceğimiz sorun da olmayacaktır. Kahramanlara, zeka seviyesi 220’lerde gezinen ayaklı bilgisayarlara ihtiyacımız hiç olymayacaktır. Ancak Tesla’dan söz ediyoruz şimdi. Onun icatlar peşinde koşarken belki hiç düşünmediği bir geleceği, sosyalizmi savunanlar olarak, insanlık adına, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya adına çok önemli bir proje yaratmış birinden söz ediyoruz... Politik görüşlerinden bihaberiz, bu yazı için çok da gerekli değil zaten ancak, tek bir merkezden elektrik üretip, bunu radyo dalgaları benzeri bir yöntemle tüm dünyaya ücretsiz dağıtma projesi gibi insanlık adına yararlı bir şey düşünen ama elektrik dağıtım tekelleri tarafından engellenen yakın tarihin en önemli bilim adamanıdan söz ediyoruz. Tesla, Sırp halkından bir elektrik mühendisi. Bir köy evinde doğuyor, anasının baskısı altında büyüyor ve baskıya dayanamayarak(!) günde 20 saat çalışan bir öğrenci haline geliyor. Elektriğe olan ilgisi takıntı haline geliyor ve tüm dünyaca bilinen bir deyimle "elektriğin tanrısı" oluyor. Hayatı boyunca yapmak istediği şey, elektrik dalgalarını, aynı hertz dalgalarında (bildiğimiz radyo dalgaları) olduğu gibi atmosferde iletebilmekti. Böylelikle tüm insanlık için bir merkezden üretilen, bedava elektrik sağlanmış olacaktı. Sürekli bu hedef üzerine çalıştı durdu, ancak Amerikan elektrik dağıtım tekelleri bu fikri pek beğenmediler (Önce Thomas Edison'un şirketi, sonra da Tesla’nın çalıştığı şirket olan Amerikan Westinghouse). Ona verdikleri destekleri bir bir çektiler, oysa Tesla ta o zamanlar kısıtlı imkanlarıyla şimşekten dahi güçlü arklar yaratmayı başarmıştı, şu ünlü Tesla bobini aracılığı ile... Tesla bobinine özel vurgu yapmanın ve biraz mühendislik bilgisi vermenin tam sırası... Tesla, bu bobini yüksek voltaj, düşük akım ve yüksek frekansta alternatif akım üretmek amacıyla 1891 yılında üretiyor. Tesla bobininde kabloyu bir hortum, elektriği bu hortumun içinde akan su, elektrik akımını suyun akışı ve voltajı da suyun basıncı olarak düşünebiliriz. Hortumun ucuna bir ağızlık eklendiğinde ters orantılı bir şekilde suyun akış hızı azalırken basıncı da artar. Tesla bobininin çalışması da bu şekilde gerçekleşir. Tesla, bobini oluştururken birkaç konfigrasyon denemiştir ve bu alet genellikle bir araya gelen iki ya da üç çift rezonans elektrik devresinden oluşmaktadır. Tesla bu bobinleri elektrikle aydınlanma, fosforesans, röntgen ışınları üretimi, yüksek frekanslı alternatif akım, elektroterapi ve kablosuz elektrik üretimi gibi alanlarda yenilik getirecek deneyleri için kullanmıştır. Tesla bobinleri 1920'lere dek kablosuz telgraf için spark-gap radyo vericilerinde kullanıldı. Tesla'nın bugün günlük yaşamda kullandığımız her şeyde doğrudan payı vardır; bilgisayar, televizyon, radyo, internet... Hatta o kadar ki, radyoyu Tesla'nın bulduğunu Amerikan yüksek mahkemeleri ‘50'li yıllarda kabul 45 31-48_easy.pdf 15 5.11.2015 02:47:13 C M Y CM MY CY CMY etmişti. Bugün evlerde kullandığımız alternatif akım (AC) yine tam olarak onun icadıdır; ac şebekeler sayesinde Tesla, Edison'un doğru akım (DC) sistemini darmadağın etmiş ve elektriği uzak mesafelere iletmeyi başararak, bu büyük buluşu her eve sokmuştur. Thomas Edison, çağın en büyük mucitlerinden biri olarak bilinir ve tüm kitaplarda onun adı geçer ama Tesla’ya yapılan çok büyük bir haksızlığın ve adaletsizliğin sonucudur bu. Edison, bu dahi genci yanında işe aldıktan sonra, onun ürettiği, yarattığı birçok buluşu kendi tekeline alarak “ün” yapmış biridir. Resmi tarihe hiçbir zaman inanmamak gerektiğinin bir örneğidir bu aynı zamanda. Edison ile Tesla, birbirlerine taban tabana zıt kişiliklerdir. İkisi de büyük birer mucit olmalarına rağmen, Edison çekirdekten yetişmedir, oysa Tesla Avrupa’da ciddi bir mühendislik eğitiminden geçmiştir. Edison, olaylara bir iş adamı edasıyla bakıp, bir teknolojinin yatırım ve getiri hesaplarını yapmakta, oysa Tesla para konularına fazla kafa yormayı sevmemekte ve işin işletme boyutu ile pek de ilgilenmemektedir. Onun için heyecan verici olan yeni bir şeyler bulmaktır. Bu nedenle de zaman zaman parasal konularda ciddi sıkıntılar yaşayacak, bazen kafasındaki bir hayal uğruna milyonlarca doları gözünü kırpmadan harcayacaktır. Edison ve Tesla’nın arasındaki bu temel ayrılıklar günden güne birlikte çalışmalarını zorlaştırmaktadır. Edison, bir gün Tesla’dan bozulmuş olan bir DC jeneratörünü tamir etmesini ister ve karşılığında 50 bin dolar ikramiye önerir. İcadını geliştirmek için yüklüce paraya ihtiyaç duyan Tesla, jeneratörün tamirini beklenenden de önce tamamlar. Parasını almak için Edison’un karşısında çıktığında, Edison büyük bir soğukkanlılıkla kendisini süzer ve kahkahalar arasında “Sende Amerikan espri anlayışından eser yok Tesla!” der ve mükafat olarak mucidin haftalık 10 dolar olan maaşını 18 dolara çıkardığını söylemekle yetinir. Edison’un kişiliğini görmek için çarpıcı bir örnektir bu. Şapkasını alan Tesla, ardına bakmadan Edison’un yanından ayrılır bu sözle üzerine. İki dahinin savaşından insanlığın galip çıkması beklenir doğal olarak ama ne yazık ki bu savaştan da egemenler, sömürücüler galip çıkmış, Thomas Edison’un şirketi General Elektrik, Tesla’nın çalıştığı Westinghouse karşısında yenilmiştir. Westinghouse, AC akımlı ürünler piyasaya sürerek buradan çok büyük paralar kazanmıştır. Tesla ile imzaladığı telif sözleşmesine göre satılan her üründen 2,5 dolar alması gerekirken, şirket sahibi ondan telif hakkından vazgeçmesini çünkü krizde olduğunu söylemesi üzerine, sırf AC akımlı ürünleren yayagınlaşmasını istediğinden dolayı bir kalemde çizer sözleşmenin üzerini... Dahi bulur, yaratır, üretir, kaymağını patronlar yer. Tesla da bu “kader”den payını almış biridir yani... Kapitalizmde her şey paradır, daha fazla kazanç için her şey satılır, her şey pazara çıkarılabilir... İnsanlık ve insani değerler bile... Tesla, bu vahşi sömürü düzeninde, kendini korumayı bir ölçüde başarmış biridir ve çok büyük paralar kazanma olanağına sahipken deyim yerindeyse sürünerek ölmüştür. Onun sırtından büyük tekeller çok çok büyük rakamlar kazanmış, başka bir deyişle sömürü sistemini daha da azgınlaştırmışlardır. Bir gün Tesla’nın düşü elbette gerçekleşecek. Dünya üzerinde sömürü sistemi kalktığında, ezen ile ezilen çelişkisi artık tümüyle bittiğinde, bütün sömürücü takımı tarihih çöplüğüne atıldığında, Tesla’nın dünyanın bütün her yanına dalgalar yoluyla bedava elektrik akımı verilecektir. Sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyada gerçekleşebilecek bir düşüncedir Tesla’nınkisi. Kendisi sömürü dünyasında bunu göremedi ama bizler biliyoruz ki geleceğin sömürüsüz dünyasında yaşayan nesiller onun adını bilecekler. Bu, insanlığın vefa borcudur Tesla’ya... Fazıl AKTAŞ K 46 31-48_easy.pdf 16 5.11.2015 02:47:14 C M Y CM MY CY CMY K Emperyalizmin yeni sömürgesi olan ülkeler birbirlerine o kadar benzer ki, dünyanın en doğusundaki Malezya, Filipinler ve Bangladeş’le en batıdaki Latin Amerika ülkeleri ve ortada Türkiye birbirlerine karıştırılabilir, adeta birbirlerinin suretidirler. Şehirleri, dağları, tarlaları ve tabi siyasetçileriyle. Hepsinin de kendi bayrağı, kendi meclisi, seçimleri, kendi dillerinde okulları, ulusal bayramları, bağımsızlık marşları vs. vardır. Ama hiçbiri bağımsız değildir. Emperyalizmin yeni sömürgesi olan ülkeler birbirlerine o kadar benzer ki, hepsi yoksuldur. Aynı anda birinde yaz, birinde kış vardır ama hepsinde çocuklar yazın tarlada, fabrikada ne kadar çalışırsa çalışsın, kışın okul çantası alamazlar ve ayakkabılarından içeri su girer. Okulda değil, dışarıda öğrenirler hayatı, erken tanırlar yaşamı. Bu ülkelerin hepsinin eğitim ve sağlık politikaları IMF ve Dünya Bankası imzalıdır. Böylece onlara eğitim de, sağlık da yoktur. Hepsinin ormanları, madenleri, suları başkasına, yabancılara aittir. Emperyalizmin yeni sömürgesi olan ülkeler birbirlerine o kadar benzer ki, tarlada ve fabrikada işçiler en fazla süre çalışıp en az ücreti alırlar. Hayatları o kadar ucuzdur ki, her gün ölürler ama yerlerine hep yenileri gelir koşarak. Hepsinde de “amele pazarı”, simsarlar, elçiler, dayıbaşlar vb. vardır ve işçiler halen alınır ve satılırlar. Bu ülkeler birbirlerine o kadar benzer ki, hepsini de emperyalizme hayran ve onları uygar, kendi halkını ilkel gören hükumetler yönetir. Bu hükumetleri de bizzat sömürülen işçiler ve köylüler seçer. Çünkü hepsinin seçim sistemleri aynıdır. Halkını, vatanını seven partilere ve önderlere asla seçilme ve yönetme hakkı tanınmaz. Gazeteleri ve televizyonları buna hizmet ederi. Ve hepsi o kadar benzer ki birbirlerine, ABD’nin ödü kopar hepsinin de halkından. Durmadan silahlandırır işbirlikçi hükumet ve ordularını. Ama korkunun ecele faydası olmaz. İşte bu kitabı okuyanlar bu benzerliklere şaşıracaktır. Çünkü anlatılanlar çok tanıdık gelecektir. Meksika’nın Tayyipleri Kitap bir kurgu ama Meksika’da onlarca yıl iktidarda kalmış ABD işbirlikçisi başkan Porfiria döneminde geçiyor anlatılanlar. Ve işbirlikçi burjuva hükumetin tüm katmanlarıyla halkı nasıl sömürdüğü anlatılıyor. “Bütün öteki ‘jefe politicalar (valiler –bn)’ gibi don Casimira da en başta kendi çıkarlarını düşünüyordu. Ülkesine onun yararı için değil, onun hesabına kendine kazanç sağlamak için hizmet ediyordu... kendi işlerini yoluna koyduktan sonra ailesini düşündü. Sonra yakın dostları geliyordu. Bu dostlar onun bu göreve geçmesine yardımcı olmuşlardı. En yakından en uzağa dek tüm hısımları -yeğenler, biraderler, amcalar, kardeşler, kuzenler ve oğulları- bir yerlere yerleştirilmişlerdi. Kimi vergi toplayıcısı, kimi komiser, kimi adalet görevlisi (yargıç –bn) atanmışlardı ve kendisi görevini koruyabildiği sürece onlar da bu görevlerde kalacaklardı. Bu sayede, o ne yaparsa yapsın, tüm hısımlar, dostlar ondan yanaydılar. Dilediğince çalıp çırpmasına göz yumuyorlardı. Yeter ki kendileri çalıp çırptığında o da onlara soruşturma açmasın. Öte yandan, yasalara uygun olsun olmasın, yaptıkları her şey onun gözünde yerinde bir davranış olarak kabul edilmek zorundaydı. Halkın selameti için böyle hizmet etmek en tepede başkan Porfiria ile başlıyor, aynı biçimde generaller, valiler ve en alt kademelere kadar tam tamına aynı biçimde büyüklerin yaptığını yapıyordu. Ve bu sisteme gazetelerde ve okul kitaplarında cumhuriyet adı veriliyor, en akıllı, en düzenli örgüt olarak nitelendiriliyordu.” (Syf 7-8) Tayyip Erdoğan’ın Şubat ayında başkanlık sistemini araştırmak için neden Meksika’ya gittiği ve Meksika’yı örnek gösterdiği bu alıntıyla daha iyi anlaşılıyor. İşte böyle bir hükumet sekreteri (kaymakam –bn) olan Bujvilum adlı bağımsız bir yerli kasabasına gelen aç gözlü don Gabriel’in burjuva oyunlarıyla saf ve temiz yerlileri sömürmesi anlatılıyor ilk bölümlerde. Yerlilerin kendi seçtikleri reis işbirliğine zorluyor ve reddederse asker çağırıp köyü yerle bir etmekle tehdit ediyor. Aklımıza, yakılan Kürt köylerini getiriyor bunlar. Ama zoe masraflı oldupu için, daha çok “yeni sömürge” yöntemleriyle, burjuva oyunlarıyla sömürüyor onları. Bu köy gibi köylerde yaşayan yüzbinlerce yerlinin en huzurlu ve mutlu zamanları, başkenttekilerin birbirine düşüp köylülerle uğraşamaz oldukları zamanlardır. (Yani bakmayın bizdeki “koalisyon kurulamazsa” laflarına. Koalisyon kavgaları ne kadar uzarsa, halkımız için o kadar iyidir.) İşte bu nedenle Bujvilum köylüleri de don 47 31-48_easy.pdf 17 5.11.2015 02:47:14 C M Y CM MY CY CMY K Gabriel’den önceki sekreteri öldürdükten sonra uzun süre rahat etmişlerdi. Ama don Gabriel gelir gelmez yasallık ve denetim sorunu olmaksızın Deli Dumrul misali kendi koyduğu vergilerle ve üç kağıtlarla köylünün elince avcundakileri alır, yetmez bir de borçlandırır. Kitapta ayrıca girişte genel olarak belirttiğimiz yeni sömürge ülkelerdeki eğitim, ekonomi ve seçim sistemini Meksika ve başkan Porfirio örneğiyle çok açık ve sade biçimde anlatılıyor. Uydurma istatistiklerle ABD ve dünya gazetelerine Meksika’da eğitim ve ekonominin çok iyi olduğu, seçimlerin çok demokratik yapıldığını anlatırken, gerçekte halkın yüzde ellisi okuma yazma dahi bilmiyor. Hazine gittikçe doluyor, ulusal gelir artıyor, ama ne hikmetse yoksulluk, cehalet, bozulma da artıyor. Don Gabriel de görevi gereği köydeki 126 çocuk için okul açıyor. Kalem, defter, sıra... hiçbir şey yok. Alfabeyi bile öğretemedikleri çocuklara Meksika ulusal marşını, İspanyolca “Günaydın bayımé demeyi, müfettiş gelip “Meksika nedir?” diye sorduğunda “Meksika özgür ve bağımsız bir cumhuriyettir, yaşasın Meksika” demeyi öğretiyorlar, daha doğrusu ezberletiyorşar. Ve bir de “Dikkat” denildiğinde ip gibi sıraya girmeyi. Ve o günkü istatistiklere bu 126 çocuk da “başarılı” olarak geçiyor. Kitabın son bölümlerinin iki ana konusu var. Simsarlık (yerlilerin borçlandırılarak yabancı şirketlerin iş kamplarına çalışmak için satılması) ve yerli kabilelerindeki seçim sisteminin hükumetçe sakıncalı ilan edilişi anlatılıyor. Don Gabriel kendisinden daha kurnaz bir arkadaşının simsarlıktan kazandığı para miktarını görünce sekreterliği bırakıp simsarlığa başlıyor. Bu simsarlık Soma’da gördüğümüz dayıbaşlığa ve taşerona benzer bir işçi tüccarlığı. Modern/ücretli kölelik de denen özel istihdam bürolarının ilkel hali hiyebiliriz. Sistem şöyle işliyor: Arkadasına valileri alan sekreterler yerlileri köydeki gelirleriyle ödeyemeyecekleri kadar çok borçlandırır. Sonra da işbirlikçi simsarlara verirler. Simsarlar ABD’li şirketlerin Meksika ormanlarında kereste ve maun mobilya ürettiği “monteria”lara onları satar. Bunu da yerlilere imzalattıkları yasal sözleşmelerle yaptıkları için yerlilerinhiçbir karşı çıkma koşulu yoktur. Ama ağır koşullar yüzünden 4-5 yılda ölürler, ama onları soran kimse olmadığı, yerlerine sürekli yeni işçiler geldiği için hiç işgücü sorunu yaşanmaz. “Meksika yurttaşı özgürdü. Kölelik yasaklanmıştı. Ama borçlandırma kölelik değildi. Kimse de zorla borçlandırmıyordu. Ama borçlar 48 ödenmeliydi.” (syf. 128) Açgözlü simsarların zulümleri aşırıya kaçıp toplu ölümler ve nadiren şikayetler olduğunda, simsarların tek savunması vardı: Vatanseverlik. “Asla ticaret yapmıyoruz. Para hırsıyla değil, katıksız yurtseverlik yapıyoruz ne yapıyorsak. Çünkü başkan Porfirio nakit para karşılığında yabancı şirketlere değerli ormanlarımızı işletme imtiyazı verdi. Ormanlar ne kadar çok işletilirse ülkemizin piyasa itibarı o kadar çok artar. Yatırım ve krediler artar. Şirketler iş gücüne sahip olmazsa bu nasıl olacak? Onlara emekçi sağlamak yurtseverlik görevidir. Bu bir savaştır ve gerekirse zorla gelmeliler.” Böyle bir savunmaya hiçbir yargıç karşı koyamaz, çünkü yargıç da devletin yani Porfario’nun memurudur. (syf. 135) Çevrecilere “doğalgaz lobisi” diyen Çwvre Bakanımız, Soma-Yırca köylülerini adeta vatan hainliğiyle, ajanlıkla suçlayan Enerji Bakanımız, Soma’ya “bu işin fıtratında var” diyen Erdoğan aklımıza geliyor bu savunmalarla. Monterialardan kaçan işçiler sözleşmeyi bozmuş olurlar ve tutuklanırlar. Yargılama masrafları da işçiye ödetilir. Grev ihracatı azalttığı için yasaktır. İşçilerin ölünceye kadar köle gibi çalışmaktan başka şansı yoktur. Kitabın son bölümünde yerlilerin seçim-yönetim sistemi ile Meksika hükumeti arasındaki karşılaştırma örneği var. “Yönetme, hükumet etme sanatı sadece devrimcileri ürkütmek ve halkın bu işi yapmak için çok bilgi ve yeteneğe ihtiyaç olduğunu sanması için hep gizemli bir iş gibi gösterilir... Bu ancak başkan Porfirio gibilerie (bizde RTE, Baykal ve diğerlerine) özgü bir meziyettir. Kendisinin yeryüzünün en akıllı, en büyük devlet adamı olduğuna inanır. Bu yüzden tekrar tekrar seçilmesi gerekir.” (syf.178) Birçok burjuva hükumetleri gibi Porfirio hükumeti de kendini 4 yılda bir seçtiriyor. Oysa 15 bin nüfuslu, 4 kabileli Pebvil yerlileri reislerini 1 yıllığına ve her defasında farklı kabileden seçerler. İşte bu sistem Pebvil’deki hükumet sekreteinin işine gelmez. Mevcut reisi zayıf karakteri sayesinde etkisi altına almıştır. Hiçbir reis halkına ihanet etmez, ama ihanet ettiğinin farkına varmadığı sürece sekreter için sorun yoktur. Reisi kullanmayı beceren sekreter zalim yönetimi, vergi ve para cezalarıyla halkı inim inim inletmektedir. Ama 1 yıllık süresi dolan bu reisin yerine başkası gelince, sekreter cebini dolduramayacaktır. Bu nedenle, reisin görevde kalması için yerlilerin seçim sisteminin değişmesi için hemen valiye bir rapor yazar. Raporda başkan Porfirio’nun onlarca yıllık yönetimini örnek gösterir. Yöneticilerin işi öğrenmeden değişmesinin yanlış olduğunu, en kötüsünün de bu sistemin kötü örnek olduğunu yazar. Her yıl vali ya da başkan değişirse halkın herkesin yönetme yeteneğine sahip olduğunu sanacağını anlatır. Ve vali hemen kararname çıkarıp mevcut reisin görevde kalmasını emreder. Sekreter emri köylülere gösterir, ama köylüler “Ne Meksika Cumhuriyeti, ne de başkan bölgemizde uygulanan sistemi bizim iznimiz olmadan değiştiremez. Bizim geleneklerimiz yalnız bizi ilgilendirir. Kimseyi bizim geleneklerimi uygulamaya zorlamıyoruz. Bu nedenle, yararı denenmemiş bir sistemi de kimse bize zorla kabul ettirme hakkına sahip değildir...” derler. Sekreter: - Ama Porforio 32 yıldır başkan ve hep yeniden seçiliyor. Çok başarılı, vali de öyle. Köylüler: -Bu sistem sizin için yararlı olabilir. Ama biz binlerce yıllık bir ulusuz ve bizi kendi sistemimiz ayakta tuttu. Reisimizi her yıl değiştiririz. Yeni reisin deneyimi yoksa, daha önceki reislik yapmış olanlar severek yardım ederler. Hiçkimse ulusuna hizmet için bilgisini, deneyimini sakınmaz. En basit adam bile kabilesinin yaşlı kişilerinin güvencesini almışsa 1 yıllığına reislik yapabilir. Ve yeni seçilenler genellikle daha iyi yönetmiştir. Çünkü herkes kendinden öncekinden bir şeyler öğrenir. Bizim amacımız mümkün oldukça çok kişinin yöneticilik yapmasıdır. Senin hükumetinin sisteminin sakıncası, seçilen adam eğer halkın güvenini sarsarsa kolayca kenara itilemeyebilir. Dolaplar çevirip hükumette kalmak isterse bu halkın huzurunu bozar ve çürümeye neden olur. (syf. 189) Sekreter onları dinlemez ve mevcut reisi korur. Yeni reisin göreve başlama şenliğinin günü gelmiştir. Eski reis sekretein koruması ve tehditi altındadır ve reislik asasını yeni reise vermez. Böyle olunca da maskeli silahlı yerliler eski reisi öldürüp asayı alırlar. Don Gabriel, hani eski sekreter yeni simsar, tam bu olaydan sonra askerleriyle köye gelir. Olayla ilgisi dahi olmayan 14 yerliyi tutuklatır ve monteriaya satar. Kitabın son sayfasındaki şu cümle de burjuva hükumet mantığını bize göstermektedir. “Elinde yetki olup da ondan yararlanmayan kişi, aptaldır.” Ve yeni sömürge ülkeler birbirlerine o kadar benzer ki, bu cümlenin aynısın bizim zübüklerin ağzından da duyulmaktadır. Özgür Tutsaklar 31-48_easy.pdf 18 5.11.2015 02:47:15 Yitirdiklerimiz Yılmaz Köksal Sinema oyuncusu Yılmaz Köksal hayatını kaybetti. 76 yaşındaki Köksal, uzun süredir kanserle mücadele ediyordu.Kırşehir'de 1939'da doğan Yılmaz Köksal, Tophane Sanat Enstitüsü'nde okudu. 1965'ten 2005'e kadar 180'in üzerinde filmde oynayan sanatçı, "On Korkusuz Kadın", "Çalıkuşu", "Beş Fındıkçı Gelin", "Malkoçoğlu", "Şeyh Şamil", "Kan Davası", "Asılacak Kadın", "Leyla ile Mecnun", "Kardeş Kurşunu", "Yahşi Batı", " Adanalı" ve "Zagor" gibi filmlerde rol aldı. C M Y CM MY CY CMY K Memduh Ün Sinemanın önemli yönetmen ve oyuncularından Memduh Ün, 11 Ekim sabahı tedavi gördüğü hastanede yaşamını yitirdi. 95 yaşındaki yönetmen Memduh Ün, geçtiğimiz yıl 11 Kasım’dan bu yana Bodrum’da Acıbadem Hastanesi yoğun bakım servisinde kalıyordu. Sinema Bir Mucizedir / Büyülü Fener – 2005, Yer Çekimli Aşklar – 1995, Zıkkımın Kökü – 1992, Bütün Kapılar Kapalıydı – 1990 ve Gün Ortasında Karanlık gibi onlarca filmin yönetmeni olan Ün, aralarında Orta Direk Şaban, Vah Başımıza Gelenler – 1979, Köşe Kapmaca – 1979, Bekçiler Kralı – 1979 ve Derdim Dünyadan Büyük’ün de olduğu bir çok filmde de oyuncu olarak yer almıştı. 1951’de Arşavir Alyanak’la birlikte Yakut Film adlı bir şirket kurdu. Yönetmenlik deneyimini geliştirince bu kez kendi adına Uğur Film adında bir şirket kurarak çalışmalarını sürdürdü. Oyunculuk, yönetmenlik ve yapımcılığın yanı sıra, film senaryoları ve film müzikleri de yazdı. Tomris İncer Kanser tedavisi gören tiyatro, sinema ve TV oyuncusu Tomris İncer, 67 yaşında 5 Ekim 2015 tarihinde hayata veda etti. İncer'in vefat haberini, sinema ve tiyatro oyuncusu Levent Kazak, Twitter hesabından duyurdu.16 Mart 1948 Bulgaristan doğumlu olan Tomris İncer çeşitli tiyatro, dizi ve sinemalarda rol aldı. 1974 yılında İstanbul Şehir Tiyatroları kadrosuna girdi.Tomris İncer en son Racon dizisinde rol almıştı. 49 31-48_easy.pdf 19 5.11.2015 02:47:15 Sennur Sezer Şair, yazar Sennur Sezer, İstanbul’da eşi Adnan Özyalçıner’le birlikte yaşadığı evde 7 Ekim sabah saatlerinde yaşamını yitirdi. Sezer 12 Haziran 1943’te Eskişehir’de doğdu. 1959’da İstanbul Kız Lisesi’nin ikinci sınıfından ayrıldıktan sonra Taşkızak Tersanesi’nde çalışmaya başladı. 1965 yılında Varlık Yayınları düzelticiliğine geçti.1967 yılında Adnan Özyalçıner ile evlendi. 1982 yılına kadar çeşitli yayınevlerinde ve ansiklopedilerde düzelticilik, metin yazarlığı yaptı. Gerçek ve müstear isimle özellikle Yeşilçam’a çok sayıda senaryo yazdı. Evrensel Gazetesi ve Evrensel Kültür olmak üzere çeşitli gazete ve dergilerde yazıları yayınlanan Sezer’in yayınlanmış çok sayıda kitabı var.Sezer'in başlıca şiir Kitapları şöyle: Gecekondu (1964), Yasak (1966), Direnç (1977), Sesimi Arıyorum (1982), Kimlik Kartı (ilk üç kitap, 1983), Bu Resimde Kimler Var (1986), Afiş (1991), Kirlenmiş Kağıtlar (1999), Bir Annenin Notları (Seçme Şiirler 2002), Dilsiz Dengbej (2001), Akşam Haberleri (2006), İzi Kalsın (2011) C M Y CM MY CY CMY K LEVENT KIRCA İlk kez 1964'te Ankara Devlet Tiyatrosu'nda sahneye çıktı. Ankara Birlik Tiyatrosu ve Halk Oyuncuları'nda çalıştı. Nasreddin Hoca Oyun Treni, Siz Olsaydınız Ne Yapardınız?, Bu Oyun Nasıl Oynanmalı?, Sağlık Olsun!, Ne Olur Ne Olmaz gibi televizyon dizilerinin yapımcılığını üstlendi. 1978'de Altınşehir adlı filmle sinemaya geçti. “Ne Olacak Şimdi? ve Mavi Muammer” adlı filmlerde oynadı. Hodri Meydan Topluluğu adlı Tiyatro Grubu'nu kurdu. Eski eşi Oya Başar ile birlikte “Güzel ve Çirkin ve Sefiller” adlı oyunları sergiledi. “Üç Baba Hasan,Kadıncıklar” adlı oyunları sergiledi. 1988'de başlayıp 22 yıl süren “Olacak O Kadar” adlı televizyon programını hazırladı. İlk sinema yönetmenlik denemesini Son adlı filmle yaptı. Daha sonra “Şeytan Bunun Neresinde” adlı filmi yönetti. Karaciğer kanseri sebebiyle kemoterapi görmekte olan usta tiyatrocu 12 Ekim 2015 günü saat 02.40 sularında hayatını kaybetti. PROF DR. NURHAN KARADAĞ Ülkemizin önde gelen sanat insanlarından yönetmen, araştırmacı ve öğretmen Prof. Nurhan Karadağ'ı yitirdik. Karadağ 60'lı yıllarda Ankara'da halkevlerinde tiyatro çalışmalarına başlamış, ardından 1968'in kavga günlerinde Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'nde okumuş ve mezun olmuştu. Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi'nde özellikle Anadolu Köy Seyirlik oyunları üzerine bilimsel çalışmalar yapan Karadağ halkın zengin kültürel, sanatsal birikimini de ortaya koymuş bir sanatçıydı. Başta Ankara Deneme Sahnesi olmak üzere Devlet Tiyatroları ve İstanbul Şehir Tiyatrosu'nda da oyunlar sergileyen Karadağ, tiyatro alanındaki çalışmalarını konu alan onlarca makale ve kitap kaleme aldı. Geçirdiği kalp krizi sonucu 22 Ekim 2015 Perşembe günü Ankara'da hayatını kaybetti. 50 31-48_easy.pdf 20 5.11.2015 02:47:15 HABERLER 5. Doğançay ve Anadolu Halk Festivali Yapıldı. C M Y CM MY CY Bu yıl Anadolu Halk Festivali ile 5. Doğançay festivali ile birleştirilerek 26 ve 27 Eylül günlerinde Doğançay'da düzenlendi. Halkın kültürünün yaşatıldığı günler olan festivalde yine aynı şekilde halkla birlikte burjuvazinin yoz kültürüne alternatif olarak düzenlenen etkinlikler vardı. Festival kentsel dönüşüm paneliyle başladı. Panelin ardından Çocuk Atölyesi'nde köyün çocuklarının yüzleri boyandı. Saat 19.00’da ise sahnede bu sefer solo zeybek gösterisi vardı. Ege'nin şahanlarını anlatan zeybek oyununu halk büyük bir ilgiyle izledi. Grup Yorum Halk Korosu'nun sahneyi almasıyla halaylar tutulmaya başlandı. Grup Yorum parçalarıyla alandaki coşku da artmaya başladı. Ardından sahneyi Tiyatro Simurg aldı. "Nerede Bu Adalet" adlı oyununu sergileyen Simurg köy halkı tarafından büyük bir ilgiyle izlendi. Tiyatro gösteriminin ardından son olarak sahneyi Grup Yorum aldı. "Türküler Susmaz Halaylar Sürer" sloganlarıyla karşılanan Grup Yorum marşları ve türküleriyle kitleyi coşturdu. Halayların durmadığı, sloganların susmadığı konser "Cemo" ve "Çav Bella" marşlarıyla bitirildi. Festivalin 2. günü yine panelle başladı. "Alevi Kültürü ve Dayanışması" konusunun işlendiği panelin ardından akşam 19.30’da İmranlı Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği Semah Ekibi sahneye çıktı. Semah gösterisi yapan ekip alkışlarla sahneden indi. Ardından sahneyi Umudun Çocukları Korosu ve Grup Yorum Halk Korosu aldı. Çocukların şarkılarıyla eğlenen kitle, Grup Yorum Korusu'nun türküleriyle bir kez daha halaya durdu ve öfkesini biledi. Daha sonra İdil Halk Tiyatrosu "Adalet" oyununu oynadı. Ülkemizdeki adalet sisteminin gerçekte halktan yana işlemediğini, sesini çıkaran, muhalif olan herkesin nasıl hapishanelere konulduğunu anlatan oyun adalet sloganlarıyla bitirildi. Oyunun ardından sahneyi Grup Abdal aldı. En sevilen türkülerini seslendiren Abdal halaylarıyla da coşturdu. Abdal ile festival sona erdi. CMY K Levent Üzümcü İstanbul Şehir Tiyatrosu Önünde Basın Açıklaması Yaptı İstanbul Şehir Tiyatrosu'ndan ihrac edilen oyuncu Levent Üzümcü 9 Ekim 2015 günü Harbiye'de tiyatro binasının önünde bir basın açıklaması yaptı. Konuşmasında yaşadığı haksızlığı ve hukuksuzluğu anlatan Üzümcü, hukuki sürecin başladığını duyurdu. Tiyatrodan atılmasının hiçbir yasal dayanağı olmadığını belirten Üzümcü'ye Oyuncular Sendikası da bir bildiri ile destek verdi. Şehir ve Devlet, tiyatrosundan yönetmen ve oyuncuların katıldığı eyleme Bakırköy Belediyesi'nden özel ve amatör tiyatrolardan oyuncular da destek verdi. Sanat Meclisi Ankara Katliamında Yitirdiklerimizin Ailelerini Taziye Ziyaretine Gitti 10 Ekim’de Ankara Gar’ındaki patlamayla 102 insanımız yaşamını yitirmiş yüzlerce insanımız da yaralanmıştı.Bu katliam AKP’nin ne ilk ne de son katliamıdır.Sanat Meclisi üyeleri 22 Ekim Perşembe günü patlamada yaşamını yitirenlerden Binali Korkmaz ve Dicle Doğan’ın ailelerini ziyaret etti. Sanat meclisi katliamla ilgili yaptığı açıklamada şunları belirtti: “Bütün bir baskıcı yönetimlerin değişmez bir yöntemi vardır. Halkın isyanını kan ve ateşe boğmak! Ülkemiz yıllardır kan ve ateş içinde. Ülkenin dört bir yanı katliamlar yaşıyor. İşçiler, köylüler, her yaştan çocuklar ve ülkenin göz bebeği gençlerimiz bir de kadınlarımız şiddetin hedefinde her gün can veriyorlar. 60’larda 70’lerde tek tek öldürülürken insanlarımız, son yıllarda toplu kıyımlarla katledililiyor. İşte Suruç, İşte Ankara! Sabah evinden çıkan işe koşan her insan ölümün nereden geleceğine korku içinde bakıyor. Çünkü mitinglerde halaya duran, caddelerde isyanını haykıran onlarca insanımız bombalarla paramparça edildi. Her katliamın arkasından barış istemekle ne katliam bitiyor ne de ölümler duruyor. Katliama, baskıya karşı mücadele etmedikçe bu acıların bitmeyeceği gün gibi aşikar. Bütün sanatçı dostlarımıza ve halkımıza sesleniyoruz: Katliamları durdurmak mı istiyorsunuz? Ellerimiz var birbirimize verecek!” 51 31-48_easy.pdf 21 5.11.2015 02:47:16 Sanat Meclisi Dileğin Yanındaydı Sanat Meclisi üyesi sanatçılar 19 Ekim’de , Dilek Doğan'ın tedavi gördüğü Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi'ne giderek Dilek Doğan'ı, ailesini ve yakınlarını ziyaret etti. Aralarında Grup Yorum, Mehmet Esatoğlu, Efkan Şeşen, Osman Genç ve Barış Güney'in de olduğu sanatçılar, aileden bilgi aldıktan sonra doktorlarla da görüştüler. Hayati tehlikenin devam ettiğini öğrenen Sanat Meclisi üyeleri, hastane kapısı önünde basına bir açıklama yaptılar. Yaptıkları açıklamada “AKP'nin halkı bazen tek tek, bazen gruplar halinde, bazen meydanlarda, bazen evlerde, bazen yerin yedi kat altında, sürekli katlettiğini, halkı katletmenin bir yönetme tarzı hale geldiğini belirttiler. AKP'nin katliamcılığı karşısında bu halkın teslim alınamayacağını belirten sanatçılar, tetiği çeken polisin derhal tutuklanması gerektiğini belirttiler.v Cizre'de yaşanan katliamı protesto etmek için Taksim Galatasaray Lisesi önünde basın açıklaması yapan Grup Yorum eylemine polis saldırdı, 11 kişi gözaltına alındı. C M Y CM MY CY CMY tarıhında saat 20:00'da Beyoğlu Galatasaray Lisesi önünde bir basın açıklaması yaparak Cizre'ye yaptığı ziyareti ve gözlemlerini anlattı. Açıklamada şu ifadelere yer verildi: "AKP, iktidarını korumak için terör demagojileriyle katletmekten, linçler örgütlemekten çekinmiyor. Terör söylemleri her geçen gün halklar arasındaki dayanışmayı bölmeye, yok etmeye yönelik bir hal alıyor. Terör, sokağa adımını atan herkesi kurşun yağmuruna tutmaktır. Bir kenti evine hapsedip, elektriksiz, susuz bırakmaktır. Cizre'de Kürt halkımız Özel Harekat polisleri tarafından katledilen insanlarının cenazelerini buzlu sularla saklamaya çalışıyor. AKP halka karşı açtığı savaşta her türlü ahlaksızlığı yapıyor. Kürt ve Türk halklarını birbirine kırdırmak istiyorlar. Çünkü biliyor ki Kürt, Türk, Arap, Ermeni... Halklar birlikte olunca yolsuzluklardan, katliamlardan hesap sorulur. Bu hesaptan korkuyor AKP. Halkların tek çıkar yolu, katillerle pazarlığa oturmadan, ellerini sıkmadan sonuna kadar mücadele etmektir. Tek çıkar yol, halkların gerçekten barış içinde yaşadığı sosyalist bir ülkedir. İşte bu gerçekten korkuyor AKP." Açıklamanın ardından "Em Ne Bınkati Ne" isimli şarkısını söyleyen grup üyelerine Denge Hevi ve Umudun Çocukları Orkestrası elemanları da destek verdi. "Cizre'de AKP katlediyor. Kürt halkı teslim alınamaz" yazılı pankart açan grup üyeleri sloganlarla eylemine son verdi. Eylemi sona erdirdiği sırada, sivil polisler kimlik kontrolü yapmak istedi. Grup Yorum üyeleri, kendilerinden başka kimseye kimlik kontrolü yapılmadığını, uygulamanın keyfi olduğunu savunarak, kimliklerini vermeyeceklerini söyledi. Bunun üzerine, Çevik Kuvvet ekibi grup üyelerinin etrafını sararak çember oluşturdu. Kimliklerini göstermemekte ısrar eden grup, polis tarafından işkence ile gözaltına alındı. Bu sırada Çevik Kuvvet polisleri kalkanlarını havaya kaldırarak basın mensuplarının görüntü almasını engellemeye çalıştı. Aralarında Grup Yorum, Denge Hevi ve Umudun Çocukları Orkestrası elemanlarının yeraldığı 11 kişi gözaltına alındı. 24 saat süren gözlatının ardından adliyeye getirilen 11 kişi serbest bırakıldı. K 52