135 x 195 mm şablon.indd
Transkript
135 x 195 mm şablon.indd
İÇİNDEKİLER Tam isabet 11 Sihirli kale 19 Titreyen Kunduz 32 İmdat çıkışı olmayan dünya 42 Dr. Woll’un karanlık tedavisi 53 Hayvan cennetinde kayıp 67 Pembe tehlike 74 Savaş konseyi 85 İşkence kazığı ve paspas 95 Sihirli tüy 104 Sahnede güç gösterisi 115 Bol şanslar Biberman! 125 Barış, Sevinç, Uçan Yay 133 Tam isabet Wetzel Ailesi altı kişidir, bu yüzden kahvaltıları her zaman gürültü patırtı eşliğinde olur. Özellikle de yaz tatillerinde, herkes uykusunu almış ve neşeliyse. Bu ailede anne ve babaysa öğretmendir. Gerçi onlar da tatilde ya! Güneşli bir cuma sabahında, Wetzeller oturmuş beraberce kahvaltı ediyordu. Ee tabii, bu kahvaltı da diğerlerinden farklı değildi. Laf aramızda, bu çatlak ailede herkes aynı anda konuşur. Bu yüzden, o sabah da konuşmalar yine arapsaçına dönmüştü. Hepsi aynı anda son çikolatalı kruvasana hücum etti. Tereyağının üstüne kim en güzel deseni çizecek diye yarıştılar. Rosso’ya yemekte görgü kurallarını öğretmeye çalıştılar. Rosso kim mi? Tüylerinin rengi ailenin saç ren11 gine uyan kedileri. Bu kızıl saçlı aileye de ancak böyle bir kedi uyardı doğrusu. Altı yaşındaki Emma, Rosso’ya dil dökmeye başlamıştı bile. Emma’ya patisini verirse Emma da ona jambonundan bir parça verecekti. “Köpekler pati verir, kediler vermez,” dedi Ina. Bu arada Ina, Emma’nın ablasıdır; on dört yaşındadır ve dört çocuğun en büyüğüdür. “Kedilere hiçbir şey öğretemezsin.” “Öğretebilirim.” Emma bir eliyle jambon parçasını yukarı kaldırınca, zavallı kedi yetişemedi. Bu sefer de öbür elini açtı. “Hadi ama, ver şu paticiğini!” Rosso bir sıçrayışta jambonu Emma’nın elinden kapıp mideye indirmeye başlamıştı bile. Onun bu 12 hareketinden ödü patlayan Emma’ysa korkudan pat diye süt şişesini devirdi. Annesi alışkın bir hareketle süt şişesini yakalarken, Ina kız kardeşine, “Gördün mü?” diye sordu. Bu arada Rosso, Emma’nın sandalyesi altında afiyetle jambonun kalan kırıntılarını süpürüyordu. Uzun lafın kısası, bugünün diğerlerinden pek bir farkı yoktu. Sadece Ulli bugün biraz dalgındı o kadar. Ekmeğine önce reçeli, sonra tereyağını sürdü. Tabii bunun bir sebebi vardı. Bodruma inip yaptığı yayı denemek için sabırsızlanıyordu. Ne de olsa bugün onu ilk defa kullanacaktı. Işık hızıyla ekmeğini yalayıp yuttu. Parmaklarındaki son reçel kalıntılarını da yaladıktan sonra, “Kalkabilir miyim?” diye sordu heyecanla. “Tabii,” dedi babası gülümseyerek. “Yayını ben de çok merak ediyorum.” Yayı daha kimseye göstermemişti Ulli. Çünkü yaptığı şeyleri ancak bitirdikten sonra göstermeyi severdi de ondan. 13 Arne de masadan fırladı. “Video kameramı almaya gidiyorum. Bu olayı videoya çekmem lazım.” Bu arada Arne, Ulli’den iki yaş büyüktür. “Olay mı?” Ina kaşlarını kaldırdı. “Ok ve yay, çocuk oyuncağından başka bir şey değil ki.” Ulli’nin ablasıyla tartışmaya hiç niyeti yoktu sabah sabah. Bodruma inen merdivenin fayansla kaplı basamaklarını koşarak inip ışık hızıyla kendi dünyasına girdi. Sadece kendisine ait olan atölyesine. Burası, içi tutkal ve reçine kokan, gerçek bir marangoz atölyesi gibiydi. Yay, gerçek bir şaheser olmuştu. Ulli hemen onu çalışma tezgâhından aldı. Dün taktığı ok yuvasının olup olmadığını kontrol etti. Bomba gibi sağlam olmuştu. Yay pürüzsüzdü ve parıldıyordu. Çünkü Ulli onu güzelce zımparalamış ve cilalamıştı. “Çocuk oyuncağıymış, hadi ordan! Usta işi bu,” diye söylendi kendi kendine. Ulli’nin arkasından tık diye bir ses geldi. Arne video çekmeye başlamıştı ve şu an, içinde dört ok bulunan okluğun videosunu çekiyordu. “Daha fazla ok yapmalısın,” dedi Arne, “hem böylece devamlı hedef tahtasına gidip ok toplamana da gerek kalmaz.” “Anlaşılan sen ok yapmanın ne kadar yorucu bir iş olduğunu bilmiyorsun.” Ulli yayı tezgâhın üstüne koyup okluktan bir ok kaptı. “Hiç eğri olmayan, dümdüz fındık dalları buldum, günlerce kurumalarını bekledim, sonra kabuklarını soydum, cilaladım ve…” Arne, “Burada belgesel film mi çekiyoruz?” diye sordu kamerayı indirirken. Ulli omuzlarını silkti, okunu yerine koydu ve dikkatlice ipi yaya takıp germeye koyuldu. Yayın ipini keten sicimi sararak yapmıştı. Okluğu omzuna takıp yayını eline aldı. Merdivenden yukarı çıkarken kendini resmen bir Kızılderili şefi gibi hissediyordu. Yayın tamamını kendisi yapmıştı ve bundan da gurur duyuyordu. Teras kapısından bahçeye çıktı. Annesi rahat 15 bir sandalyede yerini almıştı bile. Babası bahçenin sonuna hedef tahtasını yerleştiriyordu. “Burası iyi mi?” “Hayır,” diye yanıtladı Ulli. “Oradan güneş gözümü alır.” Bu isyanın üzerine babası hedef tahtasını çalılara doğru taşıdı. “Böyle nasıl?” Emma, kum sandığında sarı bir plastik kabın içine kum doldururken, annesi onun olduğu yeri işaret etti. “Ama şimdi de Emma, nişan hattında kaldı.” “O zaman kısa bir süre oyun oynamayı bıraksın,” dedi Ulli. 16 Kız kardeşi şaşkın bir hâlde plastik kabı havaya kaldırdı. “Ben oynamıyorum, pasta yapıyorum.” Emma bazen çok inatçı olabiliyordu doğrusu. Neyse ki Arne’nin aklına bir fikir gelmişti. “Gel Emma, beraber video çekelim, kameranın ekranına bak.” Babası Ulli’ye yayı eline alıp alamayacağını sordu. Ardından yayı dikkatlice elinde tutup hafifçe ipinden çekti. Çocuğunun bu başarısından dolayı göğsü kabarmış, gülümsüyordu. “Muhteşem olmuş, bravo!” Sonra neşeyle gidip terasta eşinin yanına oturdu. Ulli artık başlayabilirdi. Yerini aldı, bir bacağı öne diğerini hafifçe arkaya doğru açtı. Şık bir hareketle okluktan bir ok aldı ve yayın ipine yerleştirdi. Sağ eliyle oku biraz kendine doğru çekti. “Önce yayı biraz germek lazım,” diye konuştu kameraya. Bunu birkaç kez tekrarladıktan sonra yayı tam gerip, oku çenesine kadar çekti. Parmakları ve bedeni hafifçe titriyordu. Bu işi yapmak pek de kolay değildi anlaşılan. Ok boyunca bakarak hedef tahtasının 17 ortasındaki siyah noktaya nişan aldı. Derin bir nefes aldı, nefesini tuttu ve bıraktı. Ok fazla gitmemişti. İkinci deneme biraz daha iyiydi. Üçüncü atışta Ulli oku hedef tahtasının alt kenarına isabet ettirmeyi başardı. Dördüncüde oku daha yukarıya doğru nişan aldı ve neredeyse tam ortaya isabet ettirdi. Babası okları toplayıp geri getirdi. Ulli ikinci sefer dört oktan üçünü hedef tahtasına isabet ettirince, coşkuyla yayı salladı. Arne video çekmeyi bitirmişti; kameranın ekranını kapatabilirdi artık. “Ne diyorum, biliyor musun? Paul, Henni ve Tom’a telefon edeyim. Beraberce kaleye gidelim ve kuşatmaca oynayalım. Orası sakindir şimdi. Saat daha erken nasıl olsa.” 18 Sihirli Kale Larami Kalesi, Ruckheim kasabasının dışında kalır. Vahşi Batı’daki bir kalenin kopyasıdır. Ama birebir kopyası değildir, çünkü sadece bir oyun alanı olarak inşa edilmiştir. Ulli geçen yaz kalenin kürdan modelini yapmak için bu yapıyı ölçmüştü. Bir uçtan bir uca boyu yirmi çarpı yirmi metreydi. Kazıktan duvarları beş metre yüksekliğindeydi. Kuleler daha yüksekti ama Ulli onları ölçememişti. Bu yüzden kulelerin yüksekliğini bilmiyordu. Ön taraftaki iki köşede birer kule vardı. 19 İç tarafta, merdivenlerle üst kattaki çepeçevre koridora çıkılan bir yerdi burası. Yazın kalede şenlikler düzenlenir. Kalenin hemen yanında büyük bir piknik alanı vardır. Az ileride de orman başlar. Arne’yle Ulli yola koyuldular. Ulli bu sefer patenlerini giymemişti. Düşüp yayına zarar vermek istemiyordu çünkü. Bu yüzden Arne de söylenerek bisikletini evde bırakmıştı. Bisikletine çok bağlıdır Arne; öyle ki sabah uyandığında hemen görebilsin diye bazen akşamdan odasına çıkarır onu. Bisikletinin çok fazla aksesuarı vardır. İnsan onunla neredeyse uzaya bile gidebilir. “Ben olsam yaya dürbün takardım,” diye atıldı Arne. “Lazer hedef belirleyicili falan mı?” Arne, Ulli’nin kendisiyle dalga geçtiğini çakmadı. Boynunda asılı dürbünü gözlerine getirdi. “Beraberce yüksek teknolojili bir yay yapabilirdik.” “Ama dürbünsüz nişan almak daha zevkli olur,” dedi Ulli kıkır kıkır gülerek. Arkalarından bir zil sesi duyuldu birden. Henni annesinin ucuza aldığı eski posta bisikletiyle geliyor, Tom da yanında koşuyordu. Ulli ve Arne’ye yetiştiklerinde Henni yavaşlayıp, bisikletten inerek 20 Ulli’ye sordu: “Bu yay mı?” Cevabı yapıştıran Arne oldu. “Hayır, keman.” Ulli kardeşine bir dirsek attı. Arne’nin, Henni’yle dalga geçmesi Ulli’nin pek hoşuna gitmemişti. Henni’nin anlayışı bazen biraz kıttır da. “Evet, bu benim yeni yayım.” “Mükemmel!” dedi Tom sevinerek. “Ne için mükemmel?” “Ne için olacak, ejderha avı için.” 21 “Bugün ejderha avı oynamıyoruz ama. Bugün kuşatmaca oynuyoruz,” diye atıldı Ulli. “Larami Kalesi bizim kalemiz ve onu savunmamız lazım.” “Ben de onu diyorum. Kaleyi ateş püskürten korkunç ejderhalara karşı savunacağız. İleriii!” Tom dans etmeye başlamıştı bile. Tom her zaman öyle neşelidir ki onu durdurmak mümkün olmaz. Hep birlikte tepeye çıkan patikaya ulaştılar. Tom, Henni’nin ağır, eski postacı bisikletini yokuş yukarı itmeye yardım etmişti. “Hey, beni bekleyin.” Ulli dönüp baktığında bir de ne görsün! Paul dağ bisikletinin üstünde, kaptırmış geliyordu. Yanında Avustralya çoban köpeği Ringo da soluyarak onu takip ediyordu. 22 Ringo, Tom’u çok sever. Her zamanki gibi bugün de ilk olarak ona koştu ve coşkulu bir şekilde selamladı. Gören de aylarca birbirlerini görmediklerini sanır. Hâlbuki tatillerde Tom hemen her gün Ringo’yla tur atar. Bu arada Paul, hızı kesilmesin diye arkadaşlarını solladı. Ama yokuşun son metrelerinde dağ bisikleti de yavaşlayınca, sonunda Paul inip bisikletini itmeye başladı. Henni’yle Paul bisikletlerini kilitlediler. Ardından hepsi birden kaleye girdiler. İçeride kimsecikler yoktu; buna oldukça sevindiler. Kale avlusunda bir tahta kule ve kaydırak vardı. Ayrıca iki salıncak ve banklar. Tom hemen salıncağa oturdu ve sallanmaya başladı. Bu arada Paul, Ulli’nin yayını ve oklarını hayretle incelemeye koyuldu. “Annenle baban silah yapmana nasıl izin verdi?” Ulli hemen açıkladı. “Yay silah değil, bir spor aletidir.” Bu sırada Tom salıncakla çok yükselmiş, neredeyse takla atmak üzereydi. Pantolonunun cebinden Ringo’ya vermek için getirdiği şekerler yere düştü. Tom havada salıncaktan atladı. Çimenlerin üstü23 ne düşüp iki takla attı. Yere düşen şekerleri toplayıp Ringo’ya verdi. “Ben ortalığı bir kolaçan edeceğim. Bakalım düşmanlar gelmiş mi?” Köşe kulelerden birine gidip dikizlemeye koyuldu. “Hayır, hiçbir hareket yok.” Sesi biraz hayal kırıklığına uğramış gibiydi. “Düşmanlar olmadan kuşatmaca oynayamayız ki.” Arne, “İki gruba ayrılabiliriz,” teklifiyle ortaya atıldı. “Ya daa…” Alt dudağını ısırdı. “…Kahramanlık Yemini’ni edip ne olacağına bakabiliriz.” Diğerleri korkulu gözlerle ona bakıyordu. Paul sırt çantasının askılarını çekiştirdi. Ulli’nin tahminine göre sırt çantasında kesin bir-iki çizgi roman vardı. Çünkü Paul hiçbir zaman yanına çizgi roman almadan evden çıkmazdı. Grello gezegenindeki Yıldırım Cüceleri’nin maceralarına hastadır da kendisi. “Yemin tehlikeli olmaz mı?” Paul haklı olabilirdi. Daha birkaç gün önce Kah24