Şebgir Dergisi 2. sayı
Transkript
Şebgir Dergisi 2. sayı
Fıtrat Mehmet BORA Bukalemun Kaan YILDIZ Yaşının Hakkını Veren Çocuklar Ozan DİLEK Kazım Koyuncu Hasan ŞAHİNTÜRK Sevilla’ya mı Serenat Sevilla’da mı Serenat Ayhan Işık İ.Şükran YORULMAZ Yelda ÜLKER 4 8 14 20 26 30 Bugünkü Dersinizde Korkacaksınız-Yelda ÜLKER- 32 Yunus Emre’de Öğreti-Sait KÜÇÜK- 37 Ömer Ferit Kam- Barbaros KUZEY- 40 Şiirler- 42 Kitabiyat-Mirza ELEKBER- 46 ŞEBGİR’İN YOLCULUĞU DEVAM EDİYOR Künye: Dergi Sorumlusu: Bekir Sıddık KOÇ Genel Yayın Yön.: Hasan ŞAHİNTÜRK Dergi Genel Editörü: Mehmet BORA Redaktör: Zehra DEMİRKALE Kapak Tasarım: İnci ÖĞRETMENOĞLU Dergi Tasarımı: Mehmet BORA Yazım Kurulu: Kaan YILDIZ Sait KÜÇÜK Yelda ÜLKER Ozan DİLEK Barbaros KUZEY Hasan ŞAHİNTÜRK Mehmet BORA Serniviskar İlayda Ş.YORULMAZ T.TİNÂZÎ Gülrika www.sebgir.com dergisebgir@gmail.com fb/ sebgirdergisi insta/sebgirdergisi Şebgir, okuyucularından aldığı ilhamla, ikinci sayısını sizlerle buluşturuyor. Her geçen gün kalbinin ve aklının estiği güzel diyarlara göç eden bir kervan misali, geçtiği yerlerde heybesine sizlerle buluşturacağı şiirler dolduruyor. Sözler işitiyor, size duyurmak istiyor. Tarihin derinliklerine iniyor, yüzler görüyor sizinle tanıştırmak için onların koluna giriyor. Edebiyat mecmualarını, sinema arşivlerini karıştırıyor sizlerle bulduklarını buluşturmak istiyor. Şebgir, bir gece kuşu gibi şehirlerin üzerinde kanat açıp süzülürken günümüzün sorunlarıyla hemhal olacak dostlar arıyor. Bu sayısında çocukların gözyaşlarını, tebessüme çevirmek için neler yapabilirize lafı getirip, aramızdan şarkılar söyleyip ayrılan şair yüreklileri özlediğini dile getirip, özlemlerini sizinle paylaşıyor. Şebgir, Soma’da kaybettiklerimizi anıyor. Bir kanadı Sevilla’da bir kanadı Halep’de alıp verdiği soluklardan ürettiklerini, kanat çırparken gördüklerini, Sevilla’yı ve Suriye’nin çocuklarını anlatıyor. Yunus’u ve bize anlatmak istediklerini görün, duyun, okuyun diyor. Şebgir aşık oluyor, şiir yazıyor. Aşkını, sevgisini, hasretini sizlerle paylaşıyor. Son olarak Şebgir, sizlere kadife bir kalpten aldığı ilhamla tekrar, rengarenk bir selam yolluyor ve üçüncü sayısında sizlerle yine buluşabilmek adına gecelerini sözlere, şiirlere, şarkılara ve dualara harcayacağını vadediyor. Fıtrat OAKS 12 Aralık 1866, Oaks, İngiltere. 361 işçi öldü. Mehmet BORA Okuyacağınız iki hikaye birbirinden tamamen bağımsız ve tamamen farklı şartlar altında yaşanmış olayları, tamamen hayal ürünü betimlemeler, diyaloglar ve isimleri içermektedir. Ancak olayın süreci ile yaşam şartları tamamen gerçek olup, Soma hikayesindeki kısa konuşmalar mahkemede anlatılanların alıntılarıdır. Hikayede siyasi hiçbir şeye değinilmemiş, tamamen insani duygular ile yazılmıştır. İnsani onlarca başka unsura ise hiç değinilmemiştir. Oaks hikayesinin uzunluğu, o dönemin daha az bilinmesinden ve mutlaka uzun uzun tahayyül edilmesi gerektiğinden kaynaklanmaktadır. 4 Çocuk, babasının eve gelmesini bekliyordu. Koşup, boynuna atlamak için mi? Hayır. Çocuk 14 yaşındaydı. Babasının boynuna atlamak için çok büyümüş, kazık kadar adam olmuştu. Babası sanatçı ruhluydu, çocuğunun adını William koymuştu ve tıpkı Shakespeare’in arkadaşları gibi o da oğluna “Will” diye sesleniyordu. Bir yandan da bu söz ona geleceği hatırlatıyor, “O benim geleceğim” diye düşünüyordu. Olmadı işte. Olmayacak. Çocuk babasını beklerken evin bahçesinde birikmiş işleri yapıyordu. Balta, kütük ve kırılacak odunlar. Güzel bir gündü, güneş, pamuk pamuk şekiller almış bulutun arkasından bir ok fırlatıyor saklanıyor, bir ok daha fırlatıyor, bu sefer uzunca bir süre Will’in gözlerine gülüyordu. Alışık değillerdi bu havaya, genelde yağmurludur memleketleri. Hele hele bu kış gününde, karlar eriyor ama güzel hava. Tabi yağmur yağınca yer üstü gibi yeraltında da çalışmak zor iştir. Michael geldi. Babası olur Michael. 40 yaşlarında, elbette tam bilmezler doğum tarihlerini. Allahtan Will doğalı daha 14 sene olmuştu. 14 sene içinde 2 de kız kardeşi olmuştu. Biri Anna, öteki Stacy. Annesi de Mary. Beş kişilik musmutlu bir aileydi onlar lakin Will ve babası birbirlerini sadece iş geliş-gidişlerinde görür, 2 haftada bir gün verilen izinleri bile birbirlerine denk gelmezdi. Baba oğul madende çalışırlardı. Madenlerde çalışmak için yaş sınırı 10, süre 12 saatti. Günde 12 saatten ayda 2 gün tatilleri vardı. Üretimin temel taşı. Aslında annesi çalışacaktı ya Will hemen atıldı öne, “ben ne güne duruyo- rum” dedi. Öyle ya, kazık kadar erkek olmuştu. Öyle ya, okula da gitmemişti ve ev ekonomisi mühim şeydi. Babası son molasına çıkmaz. Hatta bazen hiç molaya çıkmaz da oğlumu biraz fazla göreyim derdi. O yüzden evde görüşmek için on dakikalık süreleri vardı. On beş dakikada madenden eve gelebiliyordu babası. Will genç. Çok iyi koşuyor. 5 dakikaya gidiyor madene. Dolayısıyla iki izin süresini oğlunu görmeye harcayacak baba yarım saatinden feragat ediyor ve oğlunu 10 koca dakika görebiliyordu. Will babasıyla oturdu konuştu. “Başlarım kraliçeye de” diyemedi tabii. Kraliçe ailenin velinimetidir. Ama “bu ne biçim sömürü düzeni be arkadaş, bir el atsa ya” da diyemedi. Çünkü tarımla uğraşsan karnını doyurabiliyorsun, madende çalışınca kıyafet de alabiliyorsun. Tabii sanayi devri daha yeni gelmiş, daha adı bile konmamıştı bu düzenin. Aslında Will içten içe bir şeylerin ters gittiğinin farkındaydı. İsmini koyamadıkları sistemin dişlileri yanlış. Bir bela, bir musibet olmazsa işler yolunda gitmez. Bunun bilincinde de değildi çünkü dünya tarihi iş konusunda herhangi bir musibet görmediği gibi henüz iki dünya savaşı da yaşanmamıştı. Kısacası, dinler gelmeden önceki insanların, Will’in dinini bildiği kadar Will de bunlardan haberdardı. Hayır, belki de bunu sadece Will bilmiyordu. Belki bir yerlerde Will’in hakları için kavga edenler vardı. Nerden bilsin, daha adını bile yazmayı bilmiyordu. İmza mimza da yok zaten. Geldi mi, geldi... Listeden Will Stonerock, nere- de... işte burada. Bir aktif işareti, dillerince “tick” tamamdır. Will geldi. Bütün işi alacak işçiler toplanmışlar madenin girişine. Tastamam 500 kişiydiler ama aktif işareti olmayan iki kişi vardı. Will’in sıkı fıkı arkadaşları 16 yaşındaki Charles ile iki yaş büyük kardeşi Stephan. Oyuna dalmışlardır diye düşündü. Bayrak indirildi yeniden çekildi ve herkes bir ağızla kendilerine yaşama hakkını veren yüce kraliçeleri Victoria’ya şükranlarını sunarak tek sıra halinde madene indiler. Will, babasının kazmasını kullanıyordu. Bir kısım vagon çekiyor. Hayvan kullanılmıyor, hayvanlar kıymetli çünkü. Madene sokmak istemiyorlar. Will yerine kuruldu. Çalışmaya başladı. Kara kara kömürleri çok seri kazıyor, ince ve küçük olduğu için bir damardan girip içini deşip dışarı atıyordu. Çok çalışkandı. “Bu çocuk buradan elmas bile bulur” diyenler bile vardı. Bulsa ne olacak ki? Bir kıyamet bir kargaşa ki koptu. Sonra ağlaşmalar. Bağırış... çağırış... William dayanamadı koştu oraya. Arkadaşı olan Stephan ile Charles şef tarafından dayak yiyor. Geç geldiler. Hem de tam yarım saat. Will araya girdi. İzinlerine çıkmazlar dedi ama dayak yemelerine engel olamadı. Beraber madene geri indiler. Ağabey Stephan güçlü kuvvetliydi ama dövemiyordu şefi. Hıncını kömürden çıkarmaya başladı. Bir salladı kazmayı... taaaak... Bir daha salladı, kazma taşa değdi. Önce kıvılcım çıktı. Sonra boooom. 5 SOMA 13 Mayıs 2014, Soma, Türkiye. 301 işçi öldü. Selim, kayın biraderi Ali ile madene gidiyor. Madene giderken servis minibüsünde goftugu ediyor, hallerine şükrediyorlar. Selim: Yahu bak bu maden ne güzel oldu. Sigortamız yatıyor. Maaşımız günü gününe tıkır tıkır yatıyor. Memlekette işsizlik almış başını gidiyor. Çok şükür buna. Ali: Sorma kardeşim. Bu iş olmasaydı çoluk çocuk ne yer, ne içerdik. Selim’in bir zeytin bahçesi vardı. Ağaçları kurudu nedense. İşsiz kaldıkları gibi toprakları da bereketsizleşti. Nedense bu madende bayağı rezerv var. Hiç değilse orada çalışabiliyorlar. Hem bir sene ağaca bak da, sula da, zeytinleri topla da, sonra onu satacak bir tüccar bul da... ölme eşeğim ölme. Uzun iş. Yıllık para geliyor sonra bir yıl yeter mi yetmez mi... Bunları düşünüyorlar. Selim atıldı; -Ali haberin var mı bugün sınav var. Ne eğitim aldık ki? Ne soracaklar acaba? - Korkma biraderim, cevapları verecekler. Tabi sen izinliydin, Hatice’yi hastaneye götürecektin kontrole o gün söylediler, dert etme. - Hadi ya? İyiymiş o zaman. Saat kaçta sınav? - Akşama çıkmadan yarım saat önce yapacaklarmış. - Arkadaş, bazı kısımlara sürünerek giriyoruz. Pertimiz çıkmış olacak. O saate sınav mı yapılır? - Dert etmeeee! Çok geçmedi, madene vardılar. Giydiler tulumlarını aşağı indiler. Kazmayı bir indirdi, iki indirdi, üç indirdi... Aklına bir şey geldi Selim’in. -Ali! Ali! Aliiii! Ali sesi duymuyor kazma sesinden. Selim sürünerek Ali’nin yanına geldi. Sırtını dürttü. Ali durdu. -Söyle biraderim. - Yahu bu siren sesi duyulmuyor. Üç gündür car car ötüyordu. - Eeee? - O zamanki sorun neydi, ne oldu da geçti? - Siren arızalıymış dedi Süleyman. Tamir etmişlerdir. - Yahu sakın arıza cihazda değil de madende olmasın? Sakın kapatmış olmasınlar sireni? Ali sesli sesli güldü. Selim’in yanağını okşadı. - Senin şimdi çocuğun olacak ya, korkman normal. Korkma bir şey olmaz Allah’ın izniyle. Dua et. Hiçbir şey olmaz. Olmadı hakikaten. Ertesi gün oldu. Tam madene indikleri sırada yangın çıktı. Kimileri kurtuldu ama Ali de Selim de kurtulamadılar. Hatice çocuğunu doğurdu elbette. ******* Kazanın üzerinden tam iki sene geçti. Bu süre içerisinde bu rakamın çok daha fazlası işçi kazalarda hayatını kaybetti. Hatice, kucağında çocuğuyla hala mahkemede çocuğunun hiç görmediği babasının hakkını arıyor. Dava ne kadar sürer bilinmez ama bu işçinin davası hiç bitmez. Ekmeği için canını tehlikeye atmış ve canından olmuş herkesin hatırasına... 7 BUKALEMUN Kaan YILDIZ “Kime uzun iktidar vermişsek onun ahlakını bozmuşuzdur” (Yasin Suresi). “İblis bizden zaman istedi, verdik. Kıyamete kadar” (Sad Suresi). Çocukken en sevdiğim çizgifilmlerden biri 1994 yapımı Örümcekadam idi. Nedense bir yaz günü bol güneş alan salonumuzda elimde kola ile otururken Örümcekadam’daki en tehlikeli kötü adamın hangisi olabileceğini düşündüm. Yaşım 7-8 idi. Vardığım sonuç bugün dahi beni korkutuyor, çünkü yaşıma rağmen en tehlikeli karakterin kim olduğunu bilmiştim: Bukalemun. Bukalemun’un özelliği neydi? Bildiğiniz gibi süperkahramanlar çok tehlikeli güçleri olan kötü adamlarla mücadele ederler. Bazıları ağızlarından alevler çıkarabilen devasa ejderhalar iken bazıları da metali kontrol edebilen dahilerdir. Bukalemun ise istediği bir kişinin kılığına girip sesini taklit edebilmektedir. Böyle bir güce sahip olan kişi istediği herşeyi elde edemez mi? Sizin kılığınıza girip sevdiklerinizi elinizden alabilirim, patronunuzun sizden nefret etmesini sağlarım –zaten nefret etmiyorsa- bakkaldan deli gibi alışveriş yapıp hesabınıza yazdırabilirim, sevgilinizle buluşup kendisini uzun süredir aldattığımı dahi söyleyebilirim. Gerisi sizin hayalgücünüze kalmış. Hayatımızda ejderhalar ve metali 8 kontrol eden dâhiler yok ancak Bukalemunlara bazen rastlayabiliyoruz. Birçoğumuz onlarla aynı toplu taşıma aracını kullanıyor, mücadele ediyor, aynı çay sırasında bekliyor veya onların oyunlarına rağmen hayatta kalmaya çalışıyoruz. İnsanlar gerçek niyetlerini gizleyerek sizi kullanmaya çalışabilirler. Tabi ki çoğu zaman gerçek niyetleri fark edilir ve eylemleri akim kalır. Çünkü bu insanlar karşı tarafın gerçeği göremeyeceklerini zannedecek kadar aptaldırlar. Lakin bazı insanlar vardır ki bunlar insan- ları kandırabilme noktasında inanılmaz bir yeteneğe sahiptirler. Kimse niyetlerini göremez ve soğukkanlılıkları sayesinde üzerlerindeki her türlü şüpheyi savuştururlar. Kastettiğim tabi ki Bukalemunlar’dır. Bir Bukalemun’un siyasi bir görüşü yoktur. Birçok siyasi görüşü vardır. İslamcı ile beraber Özal’ı övebilir ve İstiklal Mahkemelerine lanetler savurur. Ardından tanıştığı solcu ile beraber devlet mevhumunu Sümerler’den geldiği şekilde eleştirir. Buna müte- akip az önce tanıştığı milliyetçi ile beraber eski zamanları ulular. Hemen ardından bir Atatürkçü ile kahve içmekte olan dostumuz bu sefer de bohçasından karşı tarafın hoşuna gidebilecek ne varsa onu çıkarmaktadır… Çok sevgili Bukalemun, Ömer Seyfettin’in Efruz Bey’i gibi değildir. Bukalemun’un keskin bir zekası vardır. Bilgiye, okuyarak değil, dinleyerek ve aralarından işine yaracakları seçerek ulaşır. Kitaba ihtiyacı yoktur, konferans konferans gezer, o söyleşiden bu çay sohbetine, çay kahve sohbetlerinden STK toplantılarına onu her yerde görebilirsiniz. Ne veya kim olduğu size göre değişebilir. Bukalemun çok yönlüdür. Onun hakkında “Çok iyi çocuk, geçen gün ucuz ama iyi bir tenis ayakkabısı alabileceğim bir yer arıyordum, sağ olsun çok güzel bir yer tavsiye etti” cümlesini duyarken diğer taraftan da “Evet, Karabağ meselesinde Bukalemun da bizimle, üniversitedeki panelde konuştuk bir hafta önce” cümlesini duyabilirsiniz. Hemen akşamında Özgür Çaycılar Direniş Hareketi toplantısında sizlere Kropotkin’in “örgütlenmemizde” neden fevkalade önemli olduğunu anlatacaktır. Aslında birçoğumuz ne demek istediğini pek anlayamayacağız. Ama olsun… İşte Bukalemun bu şekilde kendine büyük bir ağ kurmuştur. İnsanlarla sadece büyük bir örümcek ağı dahilinde düzenli bir iletişimde değildir. Aynı zamanda Türk insanını en açık noktasından vurur. Türk insanının övülmeye karşı ne yazık ki büyük bir zaafı vardır. Bukalemun sizi çok över ama bunu yaptığını size çaktırmaz. Çünkü size “ağam, paşam” demez. Bunun yerine size ilgi göstermekle 9 ve sizin değerlerinizi övmekle meşguldür. O sizi övdükçe siz, onunla “arkadaş” olduğunuzu zannedersiniz. Vay halinize! O sadece bir bağımlılık oluşturmaya çalıştırmış ve bunu başarmıştır. Onunla normal arkadaşlarla yaptığınız şeyleri yapamazsınız, caddeye çıkıp çay veya kahve içemezsiniz. Çünkü onun vakti çok değerlidir. Bunun yerine sizi ihtiyacı olduğu zaman arayacak ve istediğini yaptıracaktır. Üslubu da yine size göre değişecektir, “Hayırlı akşamlar birader, Allaha emanet ol” da diyebilir, “Canım çok öpüyorum, Meriç’e selam söyle” de diyebilir. Bu bağlantılar sayesinde ne istiyorsa en kısa ve ucuz şekilde istediklerini yaptırabilmektedir. Onun için bir konsere bedava girmek gayet kolaydır, ya da ucuz bir uçak bileti bulmak, veya bir bankadan kredi çekmek. Bunların hepsine sizden veya benden çok daha kolay bir şekilde ulaşabilecektir. Bu onun sanatıdır. Peki en tehlikelisi nedir? Tabi ki onun bu yaptığı çalışmalar sonucu bir iktidar alanı kazanmasıdır. Kazandığı iktidar alanı sayesinde artık enerjisini farklı işlere harcayacaktır. Sizin benim gibi insanlarla değil, yukarıdaki insanlarla muhatap olmaya başlayacaktır. Yavaş yavaş oraya nüfuz edecektir. Yeri geldiğinde diğer Bukalemunlarla mutual ilişkiler başlatacaktır. Hedef büyük olduğu için, yukarıdaki “safların” sayısı çok fazla olduğundan, hepsini yeteri kadar “kandırmaya” vakitleri olmadığından güçlerini birleştirerek daha hızlı hareket edeceklerdir. Kazandıkları iktidar alanı ile artık masumlar onların elindedir. Bizler artık sadece hizmetkârlarızdır. Bizleri kendilerine tabi etmek kolaydır çünkü elimizde genelde pek bir şey olmaz. Sadece fakir 10 değilizdir, aynı zamanda bir yerlere ulaşmayı da pek bilmeyiz. Bunun sanatına dürüstlükle hakim olamazsınız. Toplum tiyatrosuna dahil olmanız gerekmektedir. Lakin tiyatroyu yönetenler genelde Bukalemunlar’dır. Nitekim benim de bununla ilgili bir hikayem var… Bir süre Ankara’da yaşadım. Ankara’da kaldığım süre içinde Dost kitabevine gitmeyi çok severdim. Sanki burası Ankara’daki tek kitapçı idi. Burada geçirdiğim vakitlerde bazen, benimle birlikte kitaplara bakan diğer insanlarla tanışırdık. Burada başlayan sohbet genelde yakındaki bir çay bahçesinde devam ederdi. O zamanlar Facebook, Twitter vb. enstrümanlar olmadığından kurduğumuz arkadaşlıklar devam etmezdi. Nedense telefon da alınmazdı, alınsa da aramaya pek cesaret edemezdik. Bol yağmurlu, kükürtlü bir Ankara Aralık’ında yine Dost kitabevine gitmeye karar vermiştim. O zamanlar Kara Elf Üçlemesi yeni basılmıştı. Üçüncü kitap olan “Göç” adlı eseri almak için Dost kitabevine yönelmiştim. İçeri girip derhal kitabı alıp Ayrancı’daki evime gitmek istiyorum. Patates kızartacak, kola içecek ve çay demleyip kitabı okumaya başlayacaktım. Muhtemelen gecenin bir vakti kitabı bitirmiş olurdum. Kitabı elime aldım ve kasaya yöneldim. Lakin nedense gözüm bir anda Felsefe kitaplarının olduğu bölüme, Baudrillard’ın “Simulakra ve Simulasyon” adlı efsane eserine kaydı. Bu kitabı Matrix’ten biliyordum. Elime alıp karıştırmaya başlamamla beraber, uzun süredir, belki saatlerdir orada olan bir silüet üzerime doğru canlanmaya başladı. Yanıma geldiğinde çoktan ete kemiğe bürünmüştü. Elini dostça kitaba uzatarak “Gerçekten çok önemli bir çalışmadır, eser hakkında geçtiğimiz aylarda Mor Sosyalistler Atölyesi’nde bir konuşma yapmıştım… ha bu arada, ismim Sami, tanışalım mı?”. Nasıl olduğunu anlayamadığım bu müdahale sonucu kafamda tüm saflığımla kurduğum “kitap, patates, kola, çay” denklemi bir anda tuzla buz oldu. Sanki burası onun eviydi de izinsiz girmiş, bir bardak kırmıştım. Köprüden geçerken ödemem gereken bir ücret vardı. Halbuki burası onun filan değildi. Kendisi sadece sevgilinizle beraber gecenin bir vakti bir sokakta yürürken size anlamsızca bakan malum adamdan başkası değildi. Dolayısıyla ben de kendimi toparlayıp. “Ne kadar güzel, iyi okumalar size” diyerek kasaya yöneldim. Kitabın ücretini ödeyerek dışarı çıktım. Eve geçmeden önce çay içmek için eski bir çay bahçesine girdim. Bir iki çay içerken kitaba da başlayabilirdim. Lakin takip edilmiştim. Sami bir anda yanıma izinsizce oturdu ve bana “Üstadım!” diyerek kendini tanıttı. Sami, ODTÜ’nün X,Y,Z bölümünde okumuş ve A,B,C’de master yapıyordu. Mor Sosyalistler Atölyesi’ni Hacettepe’deki iki arkadaşı ile kurmuştu. Aylık olarak çıkardıkları bir felsefe ve bir de Rus Edebiyatı dergileri vardı. Tanıdıkları matbaacılar sayesinde dergiler bedavaya basılıyordu. Sonra sıra bana geldi. Nerede ne okuduğumu, yabancı dil bilip bilmediğimi, nereli olduğumu, hangi takımı tuttuğumu ve daha birçok soru sordu. Ben de her şeyin kıyısından ufak bilgiler vererek soruları geçiştiriyordum. Kendisi bana bir anda anlayamadığım felsefe kuramlarından bahsetmeye başladı. Bir Kierkegaard’dan bahsediyor bir Fichte diyordu. Tüm bunlar bir anda Endülüs’e, Arap coğrafyacılarına ve eski Fars şairlere bağlanıyordu. Ama en nihayetinde Sami, Anadolu çocuğuydu… Konuşmama imkan dahi vermiyordu. Bana kahve üzerine kahve ısmarlıyordu. Önüme bir anda yandaki büfeden döner, hamburger, patates ve kola da geldi. Sami anlattıkça anlatıyor, sigara üzerine sigara yakıyordu. Ayrılırken telefonumu almış ve kucağımı da Mor Sosyalistler Atölyesi’nin dergileriyle doldurmuştu. Harçlığımdan ayırarak aldığım Kara Elf Üçlemesi’nin son kitabı ve kaostan önce ısmarladığım çay masanın bir köşesinde buruşmuş bir halde bana bakıyordu… Dergileri çantaya atıp eve koyuldum. Ertesi gün beni aradı ve atölyeye davet etti. Reddettim. Gerçekten ne felsefe ile ne de sosyalizm ile ilgileniyordum. Zaten anlattıkları bana hiç rasyonel gelmemişti. Kafası karışık birine benziyordu. Bir sonraki hafta arayıp bu sefer Fransızca’dan bir makale çevirip çeviremeyeceğimi sordu. Ben de ondan kurtulmak adına kabul ettim. İşini yapıp çeviriyi o günlerde kullandığım “mynet” emailim ile gönderdim. Makale çevirisini almıştı ama aramaya devam ediyordu. Atölyeye gelemeyeceğimi de sekiz buçuk kere söylemiştim (bir keresinde cümlemi tam olarak bitiremedim çünkü dikkatimi celp etmek için Atölye’ye çok güzel kızların geldiğini söylemişti). Kendisinin gerçekten sadece “saf ” biri olduğunu düşünüyordum. Herhalde psikolojik sorunları vardı ve bu tarz insan ilişkileri kurarak kendini rahatlatıyor, bir şeylerden kaçıyor diye düşünmüştüm. Ne yazık ki o yaşlarda onun bir Bukalemun olacağını anlamamıştım. İleriki zamanlarda da beni ısrarla aramaya devam etti. Her seferinde başka bir bahanesi vardı. Galiba bunlardan en ilginci bir metal konseri esnasında olandı. Zar zor bilet bulmuş ve içeri girmiştim. Herkesin elinde bira vardı, lakin fakirlikten dolayı ben sadece susadığım takdirde çantamdaki sudan birkaç yudum alabiliyordum. “Güç kazanan herkes, onu kaybetmekten korkar” (Palpatine). Ortam gayet karanlık ve kalabalıktı. Bugün dahi nasıl olduğunu anlamam, Sami bir anda kalabalığı yararak huzursuz bir gülümsemeyle bana 70’lik bir bira verdi. Ardından kalabalığın arasında kayboldu. Gerçekten korkmuştum… Ertesi sabah uyandığımda korkumun anlamsız olduğuna karar verdim. Sadece beni görmüş ve makaleye karşılık bir içki ısmarlamaya karar vermişti. Bir hafta sonra ise bana bir mesaj attı ve kurduğu tercüme bürosuna davet etti. Gerçekten de bir tercüme bürosu vardı. Baba tarafından gayet zengindi. Memleketlerinde derya dönüm tarlaları vardı. Ben de boş vaktim olduğu için ısmarladığı biraya karşılık teşekkür edebilmek adına gittim. İçerisi gerçekten dört dörtlüktü. Kahve makinası bile vardı. Bana burada alacağım yüksek maaşı ve zamanla ne kadar yükselebileceğimi, çünkü bura sayesinde çokça “tanıdığım” olacağını ve hayat- 12 ta bazı işlerin ve bir kısım da işleyişlerin ancak ve ancak ve ancak ve ancak ve hatta ancak “tanıdıklarla” olabileceğini söyledi. Lakin benim Ankara’da kalmak gibi bir niyetim yoktu. Ankara 90’larda güzelliğini kaybetmişti. Türkmen köylerinin içi boşalmış, yerlerini beton devler almıştı. Ben de kendisine Bursa’ya döneceğimi söyledim. Bunun üzerine ani bir öfke patlaması yaşadı. Bana bağırarak, retoriğimin ne kadar zayıf olduğunu hayatım boyunca duymadığım felsefe terminolojileri kullanarak anlatıyordu. Anlattıklarının konuyla bir alakası da yoktu. Ben kendimi kontrol ettim ve nezaketimi bozmadan iyi günler dileyerek dışarı çıktım. Sokağa çıkıp, sola dönüp yürüdüğümde apartmandan, büronun olduğu kattan böğürtüler ve birbirine karışan tiz çığlıklar geliyordu. Korkuyla yolun karşısına geçip büroya baktım. Kapalı perdelerin ardından kısa boylu bir gölgenin, parçalamak istercesine kafatasını parmaklarıyla kavrayarak sıktığını gördüm. Sırtından kanatlar çıkıyordu. Kanatların ucundaki kemik uzantıları perdeyi yırtmaya başlamıştı. Sonunda cama dayandı ve camları kırdı. Kırılan pencereden dışarıya, yüzü aynı Sami’ninki gibi olan gri bir deriyle ve yağlı kıllarla kaplı bir şeytanın çıktığını gördüm. Uçarak uzaklaştı. Dehşete kapıldım ve hemen taksiye binip uzaklaştım. Kendimi kalabalığın ortasına, Kızılay’a attım. Saatlerce McDonalds’taki elektronik piyanoyu izledim. Bu olaydan sonra bir daha asla Sami ile görüşmeyeceğime dair kendime söz verdim. Akşama eve dönünce beni Sami’ye mahkum edecek olayın haberini almıştım. Babam iflas etmişti ve bir süreliğine, sadece kendime değil aynı zamanda Edirne’de okuyan iki kız kardeşime de bakmalıydım. Ertesi gün iyice düşündüm. Benim tahsilim önemli olmasa da kardeşleriminki önemliydi. Bir şeytan dahi olsa da canlı olarak ona lazımdım. Bir şeytan olduğunu herkese gösteremezdi. Nefret ederek Sami’ye telefon açtım ve işi kabul ettim. Ertesi gün işe başladım… Altı yıllık sürecek köleliğim de böyle başladı… Sami beni elde ederek istediği gücü kazanmıştı. Sadece büronun işlerini yapmıyor, onun özel sekreterliğini de yapıyordum… Yeri geldiğinde üniversitedeki derslerime dahi gidemiyordum. Zamanla Sami’nin gücü büyüdü ve benim gibi daha birçok minion elde etti… Altı yılın sonunda, en küçük kardeşim de okulunu bitirince ben de bürodan kaçtım. Ankara’yı terk ettim. Beni aramadı. Neden beni aramadı… Bunu bilmiyorum… Galiba tasarladığı ve teker teker gerçekleştirdiği planlarına hergün yeni birini eklerken benim eksikliğimi fark edemedi. Nasıl olsa Fransızca ve Rusça’dan çeviri yapabilecek etrafında çok sayıda insan vardı… Yıllar sonra güneşli bir Caddebostan sabahı elimde gazete ile bankta otururken. Onun resmini gördüm… Kendisi ülkemizdeki en önemli bir mevkilerden biri olan X,Y,Z mevkisine gelmişti. Bunda ülkemizin en büyük şirketi olan Karaboynuz Holding’in sahibinin kızı ile evlenmesi de etkili olmuştu… Sami bir Bukalemun olarak gücünü zirveye taşımıştı ve belki kısa bir zaman sonra artık ülkedeki herkes ona tabi olacaktı… Ben ise ondan kurtulduğum için çok mutluydum… 13 YAŞININ HAKKINI VEREN ÇOCUKLAR Ozan DİLEK Suriye... 5 yıldır dinmeyen savaşın darmadağın ettiği bir ülke. Dünya güçlerinin üzerinde kozlarını paylaştığı o kadîm topraklar. Muhalifler ile rejim arasında yapılan görüşmeler sonuç vermiyor ve savaşın yakın tarihte biteceği beklenmiyor. Milyonlarca insan bu savaş ile evinden, topraklarından, yurdundan göç etmek zorunda kaldılar vebüyük bir kısmı ülkemize sığındılar. Bugün etrafımızda çokça gördüğümüz Suriyeli muhacirler… Ülkemizdeki sayıları 3 milyona yaklaşan muhacir kardeşlerimiz.Peki kimdi bunlar? Ne demekti evsiz kalmak? Evini barkını terk edip çadır kentlere sığınmak ya da vatanından tamamen biçare göç etmek zorunda kalmak? Ne demekti arkanda aileni, ölülerini bırakarak çıkıp gelmek? 14 15 Muharrem 1436 / Kasım 2014 Hatay Reyhanlı’da sabahın erken saatlerinde 3 arkadaş Suriye’ye geçmek için hazırlık yapıyorduk. 4. yılına giren savaşın yıktığı Suriye’yi gidip görmek, neler yaşandığını anlamak, insanlarla hemhal olmak niyetindeydik. Lakin gidince ne ile karşılaşacağımızdan bihaberdik. Ömründe daha önce hiç Türkiye dışına çıkmamış 3 üniversite öğrencisi, savaşın milyonlarca insanın canını yaktığı, toprağa dökülen ve dökülmekte olan kanların henüz taze olduğu yere gidiyorduk. Sınır yolunda ilerlerken zihnimde uçuşan binlerce soru vardı. Nasıl bir yer bu Suriye? Nasıl bir halkı var? Kültürleri bize ne kadar benziyor? Savaş nedir? Nasıl yıkar? Nasıl öldürür? Ölüm korkusu nedir? Bomba korkusu, kurşun korkusu? Kaybetmek nedir? Aileni, evini… Çadırda yaşamak nedir? Dışarıdan getirilip dağıtılan ekmek ile yaşamak nasıldır? Savaşta çocuk olmak nedir? Anne olmak? Baba olmak? Cilvegözü Sınır Kapısı’nı geçtikten sonra düzen kendisini kargaşaya bıraktı. Müthiş bir kalabalık, nereye gittiği belli olmayan yüzlerce insan… Sınır kapısında kontrolü sağlayan silahlı muhalifler dikkatimi çekti önce. ‘Algılarımıza yerleştirilen asker figürü’ ile uzaktan yakından 16 alakaları yoktu. Zihnimde hızını arttırmaya çabalayan lokomotif misali bağıran merakım beni bütün korku ve çekincelerden uzaklaştırıyor, ileri atılmaya teşvik ediyordu. Vardığımız ilk kamp Türkiye sınırına yakın ve Türkiye’den bir yardım derneği tarafından inşa ettirilmiş ve aynı dernek tarafından ihtiyaçları karşılanmaya çalışılan bir kamp idi. Suriye’nin farklı şehirlerinden kaçıp gelen insanlar kampı doldurmuşlardı. Arabamızdan ilk indiğimizde birkaç çocuk geldi yanımıza. Bizden aldığı şekerlerden sonra kuvvetlenen seslerini kampa duyurmaları ile hızlıca kamptaki tüm çocuklar etrafımızda toplandılar. Çocukları ilk gördüğümde bir tokat yedim. Bu çocukların bizim çocuklardan hiçbir farkları yoktu. Hani burası başka bir ülke idi? Hani farklı bir halk ile muhatap olacaktık? Hani onlar Suriyeli biz Türkiyeli idik? Bu çocuklar bizim çocuklarımız ile aynı bakışa, aynı gülüşe, aynı simalara sahip. Sanki Anadoluda bir köye gelmiş de kendi çocuklarımıza bakıyormuş gibi hissettim kendimi. Peki kim inandırdı bizi bu insanlarla farklı olduğumuza? Konuştuğumuz dil farklı diye mi bu sınırlar? Şırnaklı bir Kürd ile Yozgatlı bir Türk aynı lisanı mı konuşuyorlar? Neden onlar aynı toprakları paylaşabilmiş de Hamalı, Kablı bu çocuklar ile aramıza büyük hudutlar çekilmiş? Yetişkinlerin derdini dinledikçe yolculuk boyu kafamda dönen sorular yavaş yavaş bir kenarda toplanmaya düzene girmeye başladılar. Bir kadının ‘’Ezan sesi duyacağımız bir mescidimiz dahi yok’’ demesi ile bir tokat daha yedim. Bunca zorluğun, sefaletin içerisinde kadının kendine dert edinip acıyla bize yakındığı şeyin mescit eksikliği olması o an hiç beklemediğim bir şeydi. Bir düşünün. Kampta elektrik yok, insanlar çadırlarda yaşıyorlar, yiyecek sıkıntısı var, hava soğuk ve önemli bir soba eksiği mevcut ancak kadın bizden çok dikkat çekicidir ki önce mescit istiyor. Geçtikleri büyük imtihanın içerisinde belki de imanlarını arttırarak kazanç elde ediyorlardı. O kamptan ayrılarak 2 kamp daha gezdik. Hepsinden gözlemlediğim iki önemli şey var idi. İlki çocukların bizim çocuklarımızdan çok da farklı olmadığıydı. İkincisi de çocukların her zaman her yerde çocuk olduğu, ötede beride bomba patlar iken savaş devam eder iken burada çocukların gülüp oynadıkları, koşuşturdukları gerçeği idi. Hepsinin yüzünde bir burukluk vardı lakin çocuktu onlar. Yaşlarının hakkını verircesine etrafımızda koşuşturup gülücükler saçarak göz pınarlarımıza coşkunluk veriyorlardı. Peki böyle neşe ile etrafımızda dolanan çocuğunu yedirip içiremeyen, barınma imkânı sunamayan, ölen yakınlarını geri getiremeyen, yıkılan evde kalan oyuncaklarından ona tekrar veremeyen babanın çocuğuna bakışını görmek ister miydiniz? Bir babanın o ezilmiş, eğilmiş bakışları… Düşünmesi ömür kısaltan bu çaresizliği yaşayan yüzlerce baba görmek sağlam yürek bırakır mıydı müslümanın bedeninde? Bir nesil yetişiyor bu kamplarda ve bu çocukların hepsi güzel günlerin geleceğinden umutlu, zafer gününü bekliyorlar. 17 Ramazan 1436 / Temmuz 2015 Şehzade Camii’nde ön saflara yakın bir yerde oturmuş kendi halimde bir şeyler okuyordum. Küçük bir çocuk yanıma geldi ve Suriyeli olduğunu söyleyerek maddi yardım istedi. Güzel bir çocuktu. Oturttum yanıma. Türkçeyi çok az anlıyordu ve konuşamıyordu. Kürd mü yoksa Arab mı olduğunu sordum. Kürd olduğunu ve Kürdce bildiğini söyledi. Ortak bir lisan bulduktan sonra küçük arkadaşım ile sohbete daldık. Adı İsa idi. 6 yaşında, aslen Qamişlolu imiş. Lakin Kobani’de yaşıyorlarmış ve oradan gelmişler Türkiye’ye annesi, babası ve iki erkek kardeşi ile. Camiinin içinden birlikte çıktık. İsa, bana avluda oturan bir kadını göstererek annesi olduğunu söyledi ve beni onun yanına götürdü. Annesi yaşadıkları hayat şartlarından ve zorluklardan bahsetti ve sonuna ekledi ‘’Bunları, sizden para istemek için anlatmıyorum. Biz, aynı milletteniz. Bakın bunlar bizim başımıza gelenler. Haberdar olun, bilin diye anlatıyorum.’’ diye ekledi. Sırtıma tek başıma kaldıramayacağım mesuliyeti yüklemek için yeterli bir cümle idi. 6 yaşındaki küçük dostum İsa’nın fotoğrafını çekerek sosyal medya hesaplarımda paylaşıp hikâyesinden bahsettim biraz. Başlarına gelenlerden haberdar olsunlar, bilsinler diye. yoktu. Baba ile başlarına gelenler hakkında konuştuk. Kobani’de aile büyükleri ile güzel bir hayatları var imiş. Bir bomba ile evleri yıkılmış. Annesi ve babası orada ölmüşler. Kız kardeşi çatışmada ölmüş. Kendisi de savaşırken çatışmada ağır yaralanmış. Türkiye’ye gelmişler. Gaziantep’te ameliyat olmuş. Sol bacağına platin takılmış. Kurşunun parçaladığı bir böbreğini de almışlar. Yürüme problemi çekiyor. Vücudunda derin ameliyat izleri var. Bunca yara alıp da kurtulmuş olmasından ötürü çokça şükrediyordu rabbine. Bacağının durumundan ötürü elinden her iş gelmiyor ancak ufak tefek işlerde çalışarak para kazanmaya çalışıyormuş. ‘’Eviniz buraya yakınsa ve eğer isterseniz size Arapça öğretirim, tahsilim var.’’ teklifini yaparak da bizleri mutlu ediyordu. ‘’Türkiye olmasaydı biz nereye giderdik? Allah Türkiye’den razı olsun. Bize kapıları açtılar, bize sahip çıktılar.’’ diye dua ediyorlardı karı koca. Bayramlıklarını giyen İsa ve küçük kardeşi İmad’ın neşesi evin dört duvarına yansımıştı. Bir dostumun ifadesi ile ‘’Bayram gelmeden önce iki tatlı bayram şekeri almış’’ olarak evlerinden ayrıldım. Türkiye gibi birkaç nesildir böylesi büyük bir savaş görmemiş bir ülkede yaşayan son nesiller olarak bizim bu yaşananları Ramazan Bayramı yaklaşmakta idi. tam olarak idrak edebilmemiz pek mümBirkaç hayırsever yardımda bulunmak kün görünmüyor. Hemhâl olamadığımız için benimle irtibata geçtiler ve İsa ile iki insanların hal hareketleri üzerinden kardeşine aldıkları bayramlıkları ve bir ön yargılı olup peşin hükümler veremiktar erzakı ulaştırmam için ricada bu- biliyor ve bazen onlara karşı acımasız lundular. İsa’nın evinin yerini öğrendim. olabiliyoruz. Örneğin zihinlerde şöyle Doğma büyüme İstanbullu olan oğluna bir soru ve algı var: ‘’Erkekler neden nazaran çok daha iyi Kürdce konuşabilen ülkelerinde kalıp savaşmıyor da kaçıp annemi ve teyzemi de yanıma alarak bay- buraya geliyorlar? Biz Kurtuluş Savaşı’nramdan hemen önce asgari ücretin yarı- da yokluk içerisinde nasıl savaştıysak sından biraz fazla bir fiyata kiraladıkları onlar da savaşsın’’ Ancak bu yanlış bir bodrum kattaki dairelerinin kapısını çal- mukayesedir ve şartları bilmiyor olmadım.Annesi, babası, 2 yaşındaki kardeşiİ- nın getirdiği bir sorudur. İnsanlar kendi mad ve İsa karşıladılar bizi. Evde; yerdeki devletinin ordusunda başka bir devlete halı, minderler, bir vantilatör ve ev sahikarşı savaşmıyorlar. Kendi devletleri ile binin bıraktığı buzdolabından başka eşya savaşıyorlar ve düzenli bir orduları yok. İrili ufaklı birçok silahlı örgüt mevcut ve bunlar düzenli bir devlet ordusu ile karıştırılmamalıdır. Ayrıca her biri farklı bir ideoloji ile bölünmüş, birbirleri ile de savaşan örgütler. Kimin ne olduğu, kimden yana olduğu belli değil iken doğrunun/haklının kim olduğunu bilmeden kimin yanında savaşa girilebilir? Ayrıca siz sadece karadan hareket edebiliyor iken karşınızda kendi devletiniz başınıza her gün uçaklardan varil bombaları yağdırıyor. Bir anda her yer yıkılıyor darmaduman oluyor. Bu orantısız bir savaş. Sizin çocuklarınız aileniz olsa bu durumda ne yaparsınız? Ne yapabilirsiniz? Yapılacak şeyler çok sınırlı olduğu için insanlar kaçmayı tercih ediyorlar. Savaşanlar savaşıyor ancak çıkıp gelenler için ‘Neden savaşmadın?’sorusunu sormak, çocuklarının parçalanmış bedenleri başında ağlayan anne-babaları gören diğer ebeveynleri çok ağır bir yargılamaya tutmaktır. Kaçıp buraya gelenler kurtuldular mı peki?Belki İsa gibiler bugün burada iyi kötü bir hayat yaşıyor. Peki ya onun gibi Kobani’den ailesi ile gelen Aylan Kurdî de kurtulmuş muydu?Kışın Muş’ta kaldıkları çadırda bir gece kundaktaki bebeği donarak ölen Suriyeli baba kurtulmuş muydu? Boğulup kıyıya vuran Aylan Kurdî’yi tüm dünyaya ‘ağlatacak bir açı ile çekilmiş’ bir fotoğraf duyurdu ve bu olaya dikkat çekti. Ancak bu Ege’de ölen ilk çocuk değildi. Onların hayat savaşı hep devam ediyordu ve Ege’de ölen yüzlerce insan farklı coğrafyada da olsa Suriye’deki yakınları ile aynı savaştan ötürü ölüyorlardı. Benim İsa ile karşılaşmama benzer bir karşılaşmayı annem Süleymaniye Camii bahçesinde yaşıyor ve yine Kobani’den gelen bir Suriyeli Kürd kadın ile konuşuyor. Kadının anneme söylediği şu cümle çok önemli: ‘’Bir karış toprağıma kurban olurum. Evimiz, yurdumuz gözümüzde tütüyor. Keşke savaş bitse de hemen evimize gitsek.’’ Onlar için yegâne kurtuluş savaşın bitmesi ve evlerine kavuşmak olacaktır. Sağ kalan çocukların çadır kentlerde değil, kendi evlerinin önünde neşe ile koşuşturduğu bir Suriye’yi yeniden görebilmek dileğiyle… 19 AŞK VARSA ŞARKI DA VARDIR: KAZIM KOYUNCU “Şair ceketinin kumaşından ürettiğin tüm şarkılarca, özlem sana…” Kazım, denizin kıyısında birkaç arkadaşıyla, elinde gitarı otururken Kadir gelir, epey dertlidir. Kadir, içeceğini alır, üstünde kot ceketi, elinde gitarı ile diğer arkadaşlarıyla bir halka oluşturacak vaziyette bağdaş kurmuş oturan Kazım’ın yanına ilişir. Kadir, Kazım’a dönerek, “Bu defa durum karışık, bana çalabilecek bir şey bulamazsın artık.” der. Bunun üzerine Kazım, “Aşk varsa şarkı da vardır.” diyerek arkadaşlarıyla gözleri ile anlaşır ve Gelevera Deresi’ni söylemeye başlarlar… Kadir uzaklara dalar… Şarkının sonlarına doğru Kadir, “Gözlerindeki Karadeniz’de boğulmak istiyordum, olmadı. Bize düşen gözlerinde değil, yokluğunda kaybolmakmış” der ve elindeki mektubu yırtar atar. Kadir’in gözlerindeki Karadeniz’de boğulmak istediği kadın Gülbeyaz’dır… Başrollerini Nejat İşler (Kadir) ve Şevval Sam (Gülbeyaz)’ın paylaştığı bir Karadeniz dizisi olan Gülbeyaz’ın müzikleriyle tanıdı birçoğumuz onu. 2002-2003 yılları arasında 36 bölüm yayında kalabildi dizi. Dizide kimi zaman İstiklal Caddesinde sokak müziği yapan bir grubun solisti, kimi zaman sahil kenarında dertli dertli türküler söyleyen bir grup arka- 20 Hasan ŞAHİNTÜRK daşın en dertlisi olarak çıktı karşımıza. Ölümüne daha iki yıl vardı. Yeni yeni tanınıyordu. Yaşı daha 31. BİR ÇOCUĞUN ORMANINDA YÜRÜMEK İnsanlar onu dinlerken bir çocuğun ormanında yürüyordu. Bu orman, yaşadığı süre içerisinde beslendiğini ifade ettiği, Karadeniz’in bir köşesinde geçirdiği çocukluğunun komar yapraklarıyla, kestane, gürgen ağaçlarıyla, mart çiçekleriyle örülü bir ormandı. Karadeniz hep böyle midir? Her orada doğan çocuğun rüyalarında buluştuğu bir cennet midir? Kazım yaşamı boyunca o rüyalardan beslendiğini ifade etti. Onun şair ruhunun ardında, asi bir Karadeniz mavisi ve hoş bir yeşil vardı. Harman zamanı dilden dile dolaşan masallar, maniler, türküler onu Kazım yapmıştı. Şair ceketinin kumaşı, Karadeniz’in kapkara maviliğinden geliyordu. Onun ömrü, kumral bir çocuğun yaz öyküsü gibi, şarkılarla geçti aramızdan. Şair ceketi ile, dünyada bir yerde, tüm acılara, tüm ölümlere rağmen şarkılar söyle- di. Şarkıya bir misyon yüklemişti. Onun müziğinin, şarkısının amacı sevgiyi yaymaktı. Dünya çok da yaşanılası bir yer değildi lakin burada şarkılar söylenebiliyordu. Şarkılarını, uçsuz bucaksız bir derinliğe sahip o güzel gönlünden çıkardığı müziğinin hoş tınılarını hep bu amaç için, sevgiyi yaymak için bir araç olarak kullandı. Bunu yaparken istediği tek şey kendisi olmaktı. Müzikle olan bağı çocukluk yıllarına dayanıyor. Almanya’dan amcasının getirdiği bir gitarla başlayan bu yolculuk, babasının onu, ondan habersiz mandolin kursuna yazdırması ile devam ediyor. İlkokul ve Lise’den sonra, mutlaka gitmem, görmem gereken bir yer dediği İstanbul’a yolu düşüyor. 1989’dan itibaren ölümüne dek İstanbul’da yaşayan kazım, İstanbul ile konuşmayı başarabilmiş bir Karadenizlidir. İstanbul için, tüm vurgunlara rağmen bir şehir ancak bu kadar ayakta durabilir diyordu. İstanbul’da yaşayınca insan, ben bu hayatın içerisindeyim diyebilir veyahut hiçbir şey anlamadan bir ömür geçirebilirdi. İstanbul’un böyle bir oyunu vardı. Bu oyunun muhatabı olan insan ise, ancak kendisi olmayı başarabildiği ölçüde hayatın içerisinde olabilirdi. 21 Bu ölçüde de Kazım ömrü boyunca kendisi olmak için yaşadı. Hopa’dan İstanbul’a gelirken istediği üç şey, Müzik, Şiir ve iyi bir hayattı. Üniversiteyi İstanbul’da geçirdiği ilk yılın ardından bıraktı, başarısız olsam da hiç üzülmeyeceğim diyerek geri kalan ömrü boyunca sadece müzikle uğraştı. 19911992 yıllarında “Dinmeyen” adlı bir grup içerisinde profesyonel manada müzik yapmaya başlayan Kazım, bu grupla beraber “Sisler Bulvarı” adlı bir albüm çıkarttı. Daha sonraki süreç içerisinde bu grup dağılınca müzik hayatı farklı insanlarla devam etti. ZUGAŞİ BEREPE (Denizin Çocukları) 22 “Emeğe saygı göstermek lazım, yaşayan her şeye saygı göstermek lazım ve herkesin bir hikâyesi olduğunu bilmek lazım.” Bu süre içerinde İstanbul’da yeni insanlar tanıma fırsatı bulan Kazım, M. Ali Barış Beşli ve birkaç arkadaşı ile beraber, daha sonra “beni çok besledi” dediği “Zugaşi Perepe” adlı Lazca Rock müzik yapan bir grup kurdu. Yine tamamen kendileri olmaya çalışan ve bundan asla taviz vermek istemeyen insanlarla Kazım yoluna devam ediyordu. Kendi ifadesi ile popüler olmak veya olmamak gibi bir amaçları yoktu. Tek bir amaçları vardı; “biz böyleyiz, tanışabiliriz, konuşabiliriz ama bizi olduğumuz gibi kabul etmeniz gerekiyor.” çizgisi içerisinde tüm farklılıkların, farklarını rahatça ortaya koyabildikleri bir birlikteliği oluşturacak sevgi yaratmaktı. “Denizin Çocukları” iki albüm çıkarabildiler. Müzik tarihine ilk Lazca albümü çıkartan grup olarak geçmelerine rağmen grup uzun süre varlığını sürdüremedi. Daha sonra bir röportajında Kazım bu durumu, yaptıkların mü- ziğin halka çok marjinal geldiğini, çok ağır bir rock yaptıklarını ifade ederek açıklayacaktı. Ona göre Zugaşi Perepe’nin yaptığı rock müzik anlayışı 50 yıl sonra Türkiye’de anlaşılabilecekti. VİYA! Zugaşi Berepe dağıldıktan sonra bir solo albümle dinleyicileri ile buluşmak isteyen Kazım 2001 yılında Viya adıyla içerisinde harika türkü ve şarkılar barındıran bir çalışmaya imza attı. Lazca, Hemşince ve Türkçe türkülerden oluşan bu albüm Kazım’ın gönlümüze düşürdüğü tarif edilemez duyguların ilk damlalarıydı. Albümün ismi epey dikkat çekiciydi ve Kazım’ın şair ceketinin dokunduğu Karadeniz’le bir bağlantısı vardı. Viya, Karadeniz’de yapılan bir çeşit vücut sörfüne verilen addı. O dönemlerde ise Karadeniz Sahil Yolu projesi neredeyse tamamlanmak üzereydi. Kazımın gönlü Karadeniz’de çocukların viya yapacağı sahillerin katledilmesine razı olmuyordu. Kendi ifadesi ile albümün ismi yol projesine bir tepki olarak düşünülebilirdi. Doğanın binlerce yılda oluşturduğu sahilleri, insanların hangi düşünce ile yok etmeye kalkmasına bir türlü anlam veremiyordu. Bunun için bu projenin her zaman karşısında bulundu. Lakin engellemeye gücü yetmedi. Sahiller oto yollara dönerken, Karadeniz insanının buna karşı çıkmaması da ona anlamsız geliyordu. Bu konuda o derece hassastı ki, Karadeniz Bölgesinde yaşayan insanların oraların kıymetini bilmediğini ifade ediyor, bu insanların bu doğayı hak etmediğini dile getiriyordu. Her hali ile onu meydana getiren, çok hassas olduğu üzre onu, o yapan coğrafyanın katledilmesi onun sinirlerini bozuyordu. HAYDE! “Beni herkesin tanımasını sevmesini isteyemem. Bizi sevenler olmalı, sevmeyenler de olmalı. Kazım “popüler kültürün bilinen Hep sevenler olursa orada sorun promosyon çalışmalarını hayatıvardır.” mın hiçbir döneminde yapmadım. Klip çekmedim, programlara çıkViya ile beraber Kazım’ın müzik madım. Ama Gülbeyaz bu konuanlayışında, rock her ne kadar asi da, tanınmam için oldukça önemli ruhunun en değerli parçası olsa da oldu” diyordu. Gülbeyaz dizisinin otantikliğe doğru açılan bir süreç müziklerini yaptığı dönem içeribaşladı. Yerel unsurları, annelerisinde ikinci solo albümü, Hayde! mizden, ninelerimizden duyduğuİçin çalışıyordu. Hayde, Kazım’ın muz melodileri, bu ülkede geçerli sesini en çok duyurabildiği albüolan her şeyi içimizde taşımıyormü olarak tarihe geçti. Kazım bu sak yaptığımız müziğin anlamlı durumu popüler kültürün ensolabileceğini düşünmüyorum ditrümanlarını kullanmadan başaryordu. Herkes yeni bir şey yapmadı. Çünkü ona göre bu şarkıların ya çalışıyor. Fakat bizde yeni bir söylenmeye devam edilmesi için, şeye olan ihtiyaçtan çok, var olandaha çok kişiye, daha çok reklam ları anlamaya ihtiyaç vardır. Bu yaparak ulaşmaktan ziyade sessiz yüzden Kazım’a göre bu ülkenin sessiz ilerleyerek keşfedilmek gemüzisyenleri daha çok bu toprakrekiyordu. Bir röportajında, klilara, bu topraklardaki insanlara bim yok, promosyon çalışmalarım bakmaları gerekiyordu. Bundan yok beni konserde dinleyen bir hareketle Viya, oldukça yerel unkişi diğer bir arkadaşına tavsiye surları içerisinde barındıran bir ediyor, o kişi şarkılarımı dinliyor albüm olmuştu. Viya oldukça sonra o kişiden başka birileri duyereldi lakin oldukça da Kazımyuyor, böylece sayımız daha sıkı caydı. Kazım asırlık anonim türbir sevgiyle her geçen gün artıküleri, kendi gönül dünyasından yordu. Ben de böyle bir sevgiyi geçirerek rock kanalıyla bir tatlı artırmak için bu işi yapıyorum paketiymiş gibi dinleyicilerine diyordu. Bunu yaparken sadece sunmuştu. Viya’nın asırlık anonim hayatımı yansıtmaya çalışıyorum. türkülerinin yanında Kazım’ın bu Ben müzikle yaşıyorum, bunu yatürkülere giydirdiği her bir tınısı şatmak istiyorum… şair ceketinin kumaşından örneklenmiş müzikleri oldukça dikkat “Şarkı söylerken insanların kalbiçekiciydi. Didou nana, nçaiş birane doğru şarkı söylüyoruz ve sevgi pa, gyuli çkimi, ou nana gibi farklı taşımadan bunu yapmamız mümdillerdeki türküleri kendi müzik kün değil. İçimizde sevgi olduğu anlayışı içerisinde değerlendirmiş için, barış istiyorsak eğer, çok cidve ortaya müthiş bir müzik ziyafeti di bir şekilde barışa katkı sağladıçıkmıştı. Bu albümün kuşkusuz en ğımızı düşünüyorum. Türkiye’de dikkat çeken türküsü didou nana en şanslı insanın ben olduğumu idi. O dönemler Gülbeyaz dizisidüşünüyorum. Farklı dillerde şarnin duygu yoğunluğu yüksek sahkılar söylüyorum. İnsanlar bu dilnelerinde sürekli fon müziği olan lerden her birini bilmeden beni didou nana, toplum tarafından dinliyorlar. Bu durum barışa katkı “uzaklara dalınası” bir türkü olasağlıyor diye düşünüyorum.” rak kabul görülmeye başlanmıştı. 23 RÜZGARLA YARIŞIRKEN KOŞAMAZ OLDUM Kendi ifadesi ile çok fiyakalı bir hastalığa yakalanmıştı. Artistlik belboyu idi ve kimsenin endişelenmesine gerek yoktu. Ha kanser ha konser diyerek hayatına devam edecekti. Karadeniz Bölgesinin bir kaderi haline gelen Çernobil’in yaydığı ölümün kokusu birçok Karadenizli insan gibi Kazım’ın da kapısını çalmıştı. O ise hayatına devam ediyordu. Şarkılar söylüyordu! Son konserine kadar hiç hasta değilmiş gibi sahnelere çıktı ve yeryüzünde şarkılar söyledi. SONDAN BİR ÖNCEKİ KONSER Hayat zaten ne olabilir ki? diye soruyordu Kazım. “Hava, aynı hava, bir yerde biraz kirli, temiz, yağmurlu veya soğuk. Herkesin yaşadığı hayat aynı hayat. Yani bunun için çok artistliğe gerek yok. Bir hayatı var herkesin. Benim hayatım başkaların hayatlarından değerli değil veya değersiz de değil” dediğinde artık kayıp gidiyordu aramızdan. Karadeniz’in ırmakları gibi, akıp uzun uzun terk ediyordu yavaş yavaş dünyamızı. “Biz bu sahneden dünyaya bir şeyler anlatmalıyız.” dediği sahnelerde artık yoruluyordu. Şarkılar boğazında düğümleniyor, gözlerinden yaşlar damlıyor, bir sandalye üzerinde şarkının bir yerinde öylece uzaklara dalıyor ve yorulduğunu hissediyordu… Artık bere takıyordu… mizden pay biçtiğimizde onun ne derece sevildiğini anlamamız çok da güç değil. Yaşamı boyunca etkilediği insanlar, onun şarkıları ile, müzikleriyle ilk kez aşık oldular, ilk kez elleri kalem tuttu, şiir yazdılar. O günlerde kendisi olmaya çalışan tüm insanların yolu Kazım’ın şarkılarından geçti. Şarkıları, duygulara tercüman oldu. O yüzden kendisi olmak isteyen o neslin tüm çocuklarına Kazım denildiği zaman kalplerinin duvarları titrer… KTÜ AKM Kazım’ın son konseriydi kapanışta Dido’yu söylemeye başlarken şöyle diyordu; Sözleri bu kadar anlaşılmayıp da bu kadar anlaşılabilen şarkılardan biri, çok ilginç tepkiler alan, herkesin çok sevdiği bir şarkı… Sonra Kazım başını öne eğdi ve Didoyu söylemeye başladı. Salon ağladı… Kazım ağladı… Sonlara doğru şöyle diyordu: Bir sevgiyi yaratmak ya da var olan sevgiyi büyütmek lazım. Bunlarda bu sevgiyi büyütme işinin bir parçası. Ben de bunun için uğraşıyorum. Yıllardır şarkıyı, bu sevgiyi yükseltmek için şarkı söylüyorum. Umarım her şey daha güzel olur, daha barış içinde oluruz. talığı unutacağız, şarkı söylemeye devam edeceğiz… “Kendimi çok güzel hissediyorum.” SON KONSER: HARBİYE AÇIK HAVA KTÜ konserinden iki ay sonra Kazım, Sıcak bir Haziran gününde aramızdan ayrıldı. Volkan Konak, Fuat Saka gibi ünlü Karadeniz sanatçıları ile ortaklaşa düzenledikleri “Hey gidi Karadeniz” adlı konser serisinin, konser gününde, şarkı söyleyeceği, insanları coşturacağı, kendi ifadesi ile orayı “yıkacağı” yere, Harbiye Açık Hava Sahnesine cansız bedeni geldi. Sevenleri, ellerinde konser biletleri, uzun zamandır bekledikleri bu konserin, dayanılmaz bir hüzün gösterisine nasıl dönüştüğünü kalplerinin her bir zerresinde hissetmişti. “Hayat zaten ne olabilir ki?” diye bir röportajında sorarken, yıllar sonra bu sahnede sessiz bir şekilde kendi sorusuna cevap veriyordu. Hayat, her hali ile çok kısa idi. Hele de Kazım gibi, şarkıları ile sevgiyi var etmeye veyahut var olan sevgiyi artırmaya çalışan bir insan için oldukça kısa idi. İki gündür çok güzel şeyler yaşıyorum. Dönüşte ne yapacağım bilmi- En son Harbiye Açık Hava Sahneyorum. Salı günü İstanbul’a döne- sinde Sunay Akın’ın şu sözleri ile ceğim. Bu hastalık mastalık işleri, yankılandı: hikâyeleri… Ne güzel unutmuştuk. İnsanın aklına geliyor güzel şeyler “Doğum insanları eşitler. olunca. Dönüşte yeni bir tedaviye Ölüm seçkinleri ortaya başlayacağız. Fakat gerçekten iki çıkartır. Sonra Kazım’ın gündür yaşadığım şeyler, mesela öksürüklerimi azalttı, nefes darlıtabutuna dönerek: Ula ğımı azalttı. Doktorlar nefes darlığı Kazım habu kadar millet yüzünden konser vermenin aslıntoplanmiş seni bekleyi, da sakıncalı olduğunu söylüyorHep, kendisi olmak istedi ve bulardı. Ama doktorlar dört aydır ne bir türkü söyle da hepsi nun için çok sevildi. Umay Umay söylediyse hiçbiri çıkmadı. Bu da Karadeniz’i görsün” bir röportajında Kazım için, “Kailginç bir şey. Ve sanırsam bildiğizım köpekle bile bakışsa köpek ona miz yoldan devam edeceğiz. Hasaşık oluyordu.” diyordu. Kendi- 24 25 SEVİLLA’YA MI SERENAT, SEVİLLA’DA MI SERENAT? İ. Şükran YORULMAZ Sevilla… Manolya ağacı kokularının serenatlara konuk olduğu, Kuşların meydandaki at arabası seslerini duymak için kanatlarını düşürdüğü şehir. Dar sokaklarca koşan turunçların bahtsızlığı kadar muhtacız ona. Bir gece önce yağmur kokusunun gökyüzünde, paskalya kutlamasında yakılan tütsü kokusuyla karıştığı Granada’dan, Sevilla’ya gidiyoruz. Portakal, turunç, akasya kokularının gölgeniz olduğu bu şehrin gözünü, kaşını, dudağını, saçlarını bir ressam edasıyla kaleminizle çizerek, cüzdanınızın içinde taşımak isteyeceksiniz. Sevilla… Altın Kulesiyle gerdanınızda mücevher, Giralda’sıyla rüzgarınızın yönü, saraylarıyla gözde mekanınız olacak. Roma döneminde ismi Hispolis olan, Müslüman ordularının eline geçtiği 711’den sonra İşbiliye adını alan Sevilla; 712’de Musa bin Nusayr tarafından fethediliyor ve Kuzey Afrika’dan gelen Muvahhidler döneminde” Endülüs Gelini “olarak anılıyor. İsim çeşitliliğinin getirdiği zenginliği Sevilla’nın tüm dokularında görmeniz mümkün. Sarayları, katedralleri, dar sokakları, nehir üzerinde salına salına süzülen tekneleri, ülke pavyonları, cennet kıvamındaki parkları, bahçeleri… Kıskanmanın ne anlama geldiğini bu şehirde öğreniyorsunuz adeta. Bu şehir, gece elbisesini değiştirirken Hz. İsa sokaklarda koro eşliğinde yürütülüyor, gündüz ise Altın Kule, Giralda ve Al Cazar sayesinde tüm siluetini ortaya koyuyor. Bu siluetteki güzellikleri keşfetmek adına, Mustafa İsmet Saraç Hocamızın rehberliğinde Sevilla’ya konuk oluyoruz. Kalbinizin gözlerini kamaştıracak olan Sevilla, bu özelliğini fuarlar şehri olmasına borçludur. 1929’da İspanyolca konuşan Amerika ülkeleri fuarı yapılması sonucunda, şehir bir daha planlanır. Ülkelerin kendilerini sergiledikleri pavyonlar neticesinde, şehir fuar merkezi olarak ortaya çıkar. Kendi mimarilerini yansıtan binalar şeklinde olan ülke pavyonları şimdilerde ise, ülkelerin konsoloslukları ya da kültürel merkezleri konumunda. Meksika Pavyonu, Brezilya Pavyonu, Kolombiya Pavyonu, Flamenko okulu olarak kullanılan Arjantin Pavyonu, panoramik gezimiz esnasında görebildiklerimizden yalnızca bir kaçı. Bunlar içerisinde en meşhuru, ertesi gün de ziyaret etmek için heyecanlandığımız İspanya Meydanı. Açmayı bekleyen erguvanların ve turunçların hoş geldiniz dediği 26 Palmiye Bulvarı’na selam vererek Sevilla’nın hoş ve şık şehir merkezinde ilerliyoruz. Otobüsümüz şehir merkezinde yol alırken, geneli üç katı geçmeyen evlerin bahçelerinden yeşilin tonlarını tanıma imkânı buluyor ve solumuzda bizi takip eden Vadiu’l Kebir Nehri (Quadalquivir) ile birlikte şehri temaşa ediyoruz. Otobüsümüzden indikten sonra, Alkazar Sarayı’nın yakın çevresine kurulmuş SantaCruz’a, Eski Yahudi Mahallesine gidiyoruz. Akasya kokuları eşliğinde Sevilla’nın dar sokaklarından ilerliyoruz. Güneş ışığını daha az geçirmesi amacıyla yapılan dar sokaklarda, yağmurdan kaçan gitaristlerin ayak izleri hala duruyor. Çok uzağa gitmiş olamazlar diye umut ediyor, Sevil Berberi’nin sevdiği kıza serenat yaptığı balkonun altında etrafa bakınıyoruz; lakin manolya ağacından başka kimse yok.” Sevilla’da mı serenat yoksa Sevilla’ya mı serenat?” gezi boyunca cevaplayamadığımız bir soru olarak kalıyor. Dünyaca ünlü İspanyol ressam Murillo’nun, bir tablo kadar güzel bahçelerinin fotoğrafını çekip, Sevilla’nın bir kitap aralığı misali dar ve uzun sokaklarında yürüyoruz. Ficus ağaçlarının altında çiniden kaplama oturma banklarının olduğu parklar ve turunç ağaçlarının olduğu mahalle meydanlarından geçerek, küçük bar kafeler arasından Alkazar Sarayına doğru devam ediyoruz. Yağmurlu hava yerini güneşe bırakırken, biletlerimiz elimizde Alkazar Sarayı’nın giriş kuyruğunda etraftan geçen at arabalarını seyrediyoruz. Alkazar Sarayı ‘nın yapımına 12.yüzyılda Muvahhidler döneminde başlanmış, sonra 15.yüzyılda 5. Muhammed’in Granada’dan gönderdiği ustaların ve I.Pedro tarafından getirilen Müslüman ustaların katkısıyla tamamlanmış. Bizden başka kıskananlar olmuş ki, Elhamra Sarayı’nın benzerini kendilerine saray olarak yaptırmışlar. Tamamen İslami motiflerin vurgulandığı Alkazar Sarayı, sonrasında Hristiyanlar tarafından tamamlandığı için; orijinal dekorasyonun içerisine Kastilya, Aragon ve Leon krallıklarının amblemlerinin yer almasıyla Müslüman-Hristiyan karışımı bir mimari doku kazanmıştır. Dolayısıyla İslami sanatların kullanıldığı ama kraliyet izlerinin de görüldüğü bir saray, Alcazar Sarayı. Ayrıca, KirstofKolomb gibi denizcilerin, kraliçe tarafından sefere bu saraydan uğurlandığı söylenegelmiş bir rivayettir. Elinde haç tutan bir aslan tasvirinin olduğu kapıdan içeri giriyoruz. 700 yıl boyunca İspanya krallarına ev sahipliği yapan sarayın duvarlarında “Nimetler daim olsun, Sultanımıza Allah yardım etsin” gibi Arapça yazılar olsa da, tavanlara işlenmiş kralların resimleri devreye giriyor. Saray içerisinde ilerken, kemerleri at nalı desenli çift mermer sütunlar,kabartmalı Arapça yazılar, ahşap tavanlar, avuç içi büyüklüğünde duvarlara işlenenseramik parçalar,boylu boyunca uzanan havuzların mermer sütunlara ayna niteliği kazandırması harika bir eserin imzaları durumunda. Balı daha nasıl ballandırabilirim bilmiyorum… Petro’nun özel dairesi, kraliçenin yazlık odası, elçiler odası ve daha pek çok odaları gördükten sonra merdivenlerden üst kata çıkıyoruz. Sarayıngotik kesimli tavanları, Meryem ana ve Hz. İsa’yı tasvir eden ikonaları, gravürleri veİspanyol tarihinden sahnelerin yer aldığı devasa halı koleksiyonuyla,Rönesans etkileri rahatça gözlemlenebilir. Sarayın ısıtılması için duvarlara asılan halılardan en meşhuru ise, İspanyollar ile Osmanlılar arasındaki Cerbe Savaşını betimleyen halıdır. Alkazar Sarayı’nın içerisindeki turumuzu tamamladıktan sonra, sarayın bahçesine doğru yol alıyoruz. Dışarda, turuncu balıkların gelen giden turistlere aldırmadan yüzdükleri ihtişamlı bir havuz, geometrik kesilmiş bodur ağaçlar, beyaz sütunlarla çevrelenmiş çardak misali demirliklerden sarkan asmalar, palmiyeler, soğuk çeşmeler ve rengarenk desenli kanatlarıyla çoğu turistin fotoğraflarına misafir olantavus kuşları bizi karşılıyor. Maria Luisa parkı olarak adlandırılan bu parkın masallardaki bahçelerden farkı yok. Aklınıza gelebilecek her türlü fani saadet burada faaliyete geçirilebilir. “Bir bahçe, 2 kültürün diyaloğu için en güzel yerdir. “ demişler, bence en güzeli, şehri ikiye bölen bir nehrin üzerinden süzülen tekne turu. Turing Gençlik olarak, Sevilla’nın güzelliklerini tekneden bir kez daha izleyebilmek için yola koyuluyoruz. Tekneler, Güney Amerika’dan İspanyol istilacıların getirdikleri altınların saklanma yeri olması dolayısıyla adına altın ilave edilen Altın Kule’nin oradan kalkıyor. Teknenin üst kısmından, 29-92 Expo fuarlarının Sevilla’ya kazandırdığı güzellikleri görmeniz mümkün; Santiago Calavtrava’nınAlamillo Köprüsü, Effiel’inTriana Köprüsü, La Barqueta Köprüsü. Tekne serüveniniz esnasında, Flamenko’nun doğum yeri olan tarihi semt Triana Bölgesi ve 92 Expo Fuar alanı Cartua Adasını görebilirsiniz. Havanın diri rüzgarı kendini hissettirmeye başlarken, bir yandan nehirde soğuğa aldırmadan kano yapan insanlar, bir yandan nehrin kenarlarına dizilmiş burnu hokka gibi evler görülmeye değer. Tekne turumuz sonlara doğru yaklaşırken, birden bastıran yağmurla birlikte Sevilla bizi otelimize uğurluyor. Ertesi gün Sevilla Katedralini görmek için yola çıkıyoruz. Dünyanın en büyük üçüncü, İspanya’nın ise birinci Katedrali olmasıyla öne çıkan SevillaKatedrali, Ayasofya’yı liste sıralamasında böylece 4.sıraya itmiş. Katedralin dış cepheden görünen yüzü, ihtişamı ve heybetiyle gözlerimize dik dik bakıyor. 1171-1182 Muvahhidler döneminde İşbiliyye Camii olarak yapılan yapı, 1248’de kiliseye çevriliyor, 1356’da meydana gelen bir deprem sonucu yıkılıyor. Yı- kılan camiinin üzerine, 1402’den itibaren yapımı 100 yıl süren devasa bir katedral inşa ediliyor. Camiden geriye kalan minare, çan kulesi haline getirilmiş ve tepesindeki bronz rüzgâr gülünden ötürü Giralda adını almış. Gotik mimarinin en çarpıcı örneklerinden biri olan katedralin içerisi de, dış yüzeyi kadar enfes bir barok mimarisine sahip. Sadece girişteki kapıda ve etrafını çeviren duvarlarda bazı İslami dönem örnekleri var. Katedralden içeri girdiğimizde, karşımıza Meryem Ana’ya ait ve Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği anı tasvir eden heykeller çıkıyor. Loş ışıkların cazibesi atında ilerlerken, Hz. İsa’nın hayatında geçirdiği evreleri bir perspektif içerisinde anlatan altın kaplama gravürleri fotoğraflamak için sıraya giriyoruz. Beyazlı sarılı ışıklandırmalarla aydınlatılan tavan süslemelerinin vitray pencereler ile yarattığı ambiansı görmek için gözlerimiz tavanda baki alıyor, ta ki tavanı rahatça görebilmeyi sağlayan aynaların olduğunu fark edene dek. Bu denli görkemli gotik üslubun, İslami sanatlarla birlikte var olması, katedralin zıtlıklardan doğan bir uyum içerisinde dans ettiğinin kanıtıdır. Katedrali özel kılan bir diğer bilgi, KristofKolomb’un kemikleri bulunan sanduka, ona olan minnetten dolayı dört İspanya Kralı tarafından omuzlarında taşınıyor olması. Burada dikkatimizi çeken nokta ise, bu krallıklardan Leon Kralının mızrağı Granada’nın manasıyla özdeşleşmiş nar meyvesine batırılması oldu; çünkü Granada en son düşen şehir olmuştu. Oymalı gravürlerin zaman zaman önüne çekilen demir parlaklıklarla koruma altına alınmaya çalışılması, içeride farklı bir atmosfer yaratmış. Bu atmosferi derinlemesine yorumlayan rehberimiz, çıkış kapısında bizi bekleyen enteresan dekorların varlığından bahsederek bizi meraklandırıyor, vitray pencerelerin renk cümbüşü altında katedralden dışarıya yöneliyoruz. Çıkış kapısı ile katedral arasındaki dikdörtgen şeklindeki geniş alan, yıkılan camiinin avlusuymuş ve o zamanlar abdest havuzu olarak kullanıldığı tahmin ediliyor. Eskiden abdest almak içi musluklar kullanılmak yerine, dikdörtgen şeklindeki bu havuzun kenarından avuç avuç su alınarak abdest alınıyormuş. Avluda ki portakal ağaçlarının arasından çıkış ka- pısına ilerliyoruz; çelik kapının üzerindeki ” Mülk Allah’ındır“ anlamına gelen“El-Mülkü Lillâh” motifleri, bizi büyülü katedralden yolcu eden son sözler oluyor… Son durağımız, 1929 Amerikan fuarı için İspanya’nın kendisini sergilediği İspanya Meydanı. Yarım ayın geceyi aydınlattığı ışık kadar zarif bir kesime sahip meydanla karşı karşıyayız. Meydanın içerisinde Endülüs şehirlerinin düşüşünü anlatan seramik tablolar nefis işlemeleriyle heybemizde buruk bir iz bırakıyor. Ortasında büyük bir havuzun bulunduğu meydana, yerlerde çeşit çeşit alınmayı bekleyen yelpazeler, kastanyet isimli müzik aleti çalan Hintli müzisyenler ve havuzdan su içen serçeler eşlik ediyor. At nalları seslerinin gökkuşağındaki ışık süzmesinden geçerek suya karışıp aktığı nehirde kayık çeken turistlere gıptayla bakarak, meydandan ayrılmak için hazırlanıyoruz. Endülüs’te ayak izi bırakmak hayal bile değil iken, Turing Gençlik olarak yüzümüzde ki tebessümü bu coşkun meydana bırakarak Sevilla’da ki gezimizi böylece bitirmiş oluyoruz. Fotoğraflar: Coşkun ÜNAL, Samet KESKİN, Süleyman TOPÇU 28 29 SİNEMANIN TAÇSIZ KRALI: AYHAN IŞIK Yelda ÜLKER Aptal herif tanımıyor beni, metodumu bilmiyor. Sokak kapkaççısı, adi gece işçisi sanıyor galiba cezasını çekecek! Beyaz perdenin yakışıklı kralı, 1979 yılında öldüğünde sadece 50 yaşındaydı. 6 çocuklu Selanik göçmeni bir ailenin kendi tabiriyle ‘tekne kazıntısı’ olarak doğan Işık, oyunculuğuyla olmasa da yakışıklılığıyla ekranlarda göz dolduruyordu. İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Resim bölümündeki eğitimini bitiren sanatçının resimlediği ve yazdığı bir takım aşk romanları Yeni İstanbul Gazetesi’nde çizgi roman tefrikaları halinde günlerce yayımlandı. Hatta 1966 yılında bu resimli romanlardan biri derlenip ‘Aşka İnanmıyorum’ adlı bir albüm haline getirildi. Grafiker olarak çeşitli dergilere kapak tasarlayıp, illustrasyonlar yapan sanatçı, ‘Yavuz Sultan Selim ve Yeniçeri Hasan’ adlı 1950 yapımı film ile sinema dünyasına geçiş yapmış, böylece de 25 yıllık aktörlük süreni de başlamış oldu. Fakat istediği başarıyı elde edemeyen sanatçı, oyunculuğu yüzünden de eleştirildi. ve filmin kadrosundan çıkarılması bile düşünülür. Fakat çekimin ilerleyen dönemlerinde Ayhan Işık oyunculuğunu toparlar ve çekim bitirilir. Bu filmle birlikte Işık’ın 25 yıllık krallığı da başlamış olur. Zaman zaman oyunculuğu ile eleştirilen Işık, yiğit, mert, tuttuğunu koparan, bıçkın kenar mahalle delikanlısı karakterlerinin aranılan ismi olmuştur. Yönetmen Lütfi Akad’da Ayhan Işık’ın oyunculuğu için: ‘Ayhan, yalnızca tatlı, güzel, hafif, duygusal, komedi filmlerinde çok güzel oynadı. Belgin Doruk’la birlikte oynadığı güldürüye yaklaşan tarzı ona çok yakışıyordu. Tipi ve yüz mimikleri o tarza daha uygundu. Ayhan seyirciden işte bu filmlerinde daha çok karşılık bulmuştur.” demiştir. Ayhan Işık, çalışkanlığı, dakikliliği ile dikkat çekmesinin yanı sıra, Türkan Şoray gibi sektöre getirdiği kurallarıyla da adından söz ettirmektedir. Hollywood’a giden ama umduğunu bulamayan sanatçı, orada gördüğü sistemi Türkiye’de de uygulamak istemiş, bu sebeple Işık’ın sinema sektöründeki hayatı, de kendisine film teklifinde budönemin film dergilerinden biri lunan yapımcı ve yönetmenlerin olan Yıldız’ın düzenlediği ‘Geönüne ‘Pazar günleri çalışmamak, leceğin Oyuncuları’ yarışmasını sette çalışma saatleri belli olacak’ kazanması ile hareketlendi. Bu gibi bazı kurallar koymuştur. Buyarışma sonrasında yönetmen nun gibi kurallar koyan Işık, Türk Lütfi Akad, ‘Kanun Namına’ adlı sinemasına star sistemini getiren filminde Sezai Solelli’ni oynaması adam olmuştur. 1963’te aktör için Ayhan Işık’a teklif götürmüşdostu Suphi Kaner’in Prodüktör tür. Teklifi kabul eden Işık, kötü Cemiyeti’nin bildirisiyle işsiz performansı yüzünden eleştirilir bırakılması sonucunda intihara 30 sürüklenişi, Işık’ın prensiplerini daha da katılaştırıp netleştirmiştir. Ayrıca film sektörünün sendikalaşması gerektiğini, oyuncuların hayatlarının güvence altına alınmasının önemini vurgulamıştır. Basına bu konu hakkında demeçler vermiştir. Ayhan Işık, filmlerinde başkalarının sesini kullanmış olmasına rağmen, bir dönem sahnelere çıkıp, şarkıcılığı da denemiştir. Fakat istediği başarıyı elde edemeyen sanatçı, şarkıcılıkta da tutunamamıştır. Filmlerde sol kaşını kaldırması kişiliğinin ve ağırbaşlılığının bir simgesi haline gelen sanatçı, görünüşüne de çok önem vermekteydi. Işık, sağlığının da üzerine titrer, yediğine içtiğine çok dikkat ve özen gösterirdi. Devamlı ailecek görüştükleri dostu Çolpan İlhan, Ayhan Işık için şunları söylemiştir: “Ayhan Işık’ın neredeyse yüz yaşına kadar yaşayacağını düşünürdük.” Tabi Ayhan Işık’tan bahsederken Sadri Alışık’ı da unutmamak gerekir. Hafta sonlarında, partilerde, organizasyonlarda sıkça buluşan bu iki yakın arkadaş, birbirlerinin hayatları için de oldukça önemliydi. Ayhan Işık’ın ölümünden sonra Gülşen Işık ile arası açılan, Sadri Alışık, evinde dostu için bir köşe oluşturdu. Bu Ayhan Işık köşesinde, onun fotoğraflarının karşısına geçip kadeh kaldırıp, içkisini içen Alışık’ın mezarı da dostunun mezarına oldukça yakın. 31 Bugünkü Dersinizde Korkacaksınız! Yelda ÜLKER Hadi itiraf edin, kaç gece yorganı üzerinize çekip, etraftaki seslere kulak kabarttınız ve eşya gölgelerinin sizi almaya gelen doğa üstü varlıklar olduğunu sandınız?Üstelik uykusuz kalacağınızı, korkacağınızı bile bile o filmi gene de izlediniz! Siz de korkmaktan haz alanlardansanız, bu ayki konumuz tam size göre olacak. Psikanalizin kurucusu Freud’un iddiası, tehlikenin ilk önce egoya yönelmesidir. Bu sebeple korku karşısında ego gelişip, olgunlaşır. Filmlerde kan sahnelerinin gösterilmesinin sebebi de algıları açmak ve insanlara tehlikeyi hissettirmektir. Kötü bir şeyler olacağını düşünen insan vücudu adrenalin salgılamaya başlar, hormon kana karışarak tüm vücudu alarma geçirir. Kalp ritmi hızlanır, kan basıncı artar, vücuttaki şeker miktarı artar ve göz bebekleri büyür. Tam o anda karanlıkta bir çığlık duyulur ve filmin ilk yarısında sarışın kız ölür! Bu durum genel Amerikan korku filmlerinin klişelerine girmiş bir durumdur fakat biz size klişelerden uzak, kendisine özgü bir anlatımı bulunan Uzakdoğu filmlerinden bahsedeceğiz. söz ettirmeye devam ediyor. Batının klişe filmlerinden sıkılanlar için can simidi olan Uzakdoğu korku temalı filmleri ile izleyiciyi her defasında ekrana kitlemeyi başarıyor. Genellikle lanetli temalar, bilinmeyen varlıkların bulunduğu filmler o kadar seviliyor ki Hollywood’da senaryolarını alıp, kendilerine uyarlıyorlar. Korku hissinin adrenaline, onun da haz ve mutluluğa dönüşmesinden midir bilinmez, korku filmlerine olan ilgi arttıkça ilginç senaryolu filmlerin sayısı her geçen gün artacak gibi gözüküyor. Uzakdoğu korku temalı filmleri dediğimizde aklımıza ilk gelecek isimlerden biri Battle Royale’dir. Bir sürü öğrencinin bir adaya götürülmesi ile başlayan filmde, hocanın ‘Bugünkü dersinizde birbirinizi öldüreceksiniz!’ demesi ile şiddetin her türlüsünü izliyoruz. 2000 yılında gösterime giren ve yönetmenliğini Kinji Fukasaku’nun üstlendiğifilm, yanında bir çok tartışmaları da beraberinde getirmiştir.Uzakdoğu kültürüne aşina olanlar bilirler, okul sahneleri filmlerde sıklıkla gösterilir ve eğitim sistemindeki anlayıştan Seri üretime geçen Hollywood, dolayı bu yerlerde çokça şiddete orijinal hikayeler üretmekte zorla- rastlanır. Bu durumdan faydalanırken, Uzak Doğu ve sinemasının nan senaristler çoğu korku filminyükselişi, Amerikan sinemasını de sıklıkla okul sahnesi kullanır. yeni arayışlara itti. Çözümü de Filmde de Japonya’daki okullarda remake de buldu. Hollywood’un yaşanan şiddeti çözmek adına, dikkatini çeken çarpıcı senaryola- çocukların birbirini öldürmesini rı, farklı final sahneleri ile Uzaksağlayan bir hükümetin koyduğu doğu filmleri adlarından sıklıkla kurallar anlatılıyor. 32 33 Uzakdoğu filmleri içinde de farklı anlatımlara rastlanılıyor. Japon filmlerinde kan, kesip, biçme sahneleri, Kore filmlerine göre daha sık kullanılırken, Kore’de daha çok gösterilmeyenlerle izleyici korkutuluyor. Yani izleyici korkuyor ama tam olarak neden korktuğunu da bilmiyor. Batının gösterdiği, kesik bacaklar, kollar, kan, testere sahnelerini Uzakdoğu sinemasında çok fazla göremezsiniz, daha çok ıssız koridorlardan, arkadan geçen gölgelerden, sessizliğin ortasında duyulan müzikten korkar ve ne olduğunu anlamadan öldürülürsünüz. Genellikle de öldürülüşünüz yaratıcı olur. Uzakdoğu sineması sizi öldürüp bırakmaz, ölmüş bedeninizi de korkmuş bir surat, yuvalarından neredeyse çıkacak gözlerle bırakır ki, izleyici ne kadar korkarak öldüğünüzü anlasın. Uzakdoğu sineması için sadece bilinç üstünüzü korkutmak yetmez, bilinçaltınız için de ellerinden geleni yaparlar. Hollywood’un da senaryosunu beğenip, uyarladığı Halka filmi buna en güzel örneklerdendir. Televizyondan çıkan kızımızın saçlarının düz, siyah ve uzun olması bizim için çok bir şey ifade etmese bile, Uzakdoğulu izleyiciler için anlamı büyüktür. Genel olarak Uzakdoğu’da kadınların saçları uzun, siyah ve düzdür! Bu sebeple ki sinema salonunda Halka filmini izleyenler, etraflarına baktığında gördükleri kadını filmdeki kadın sanmış ve çığlık atıp, bayılanlar olmuştur. Romantizmin genlerine bulaştığı Uzakdoğu’da korku temalı filmlerinde de muhakkak romantik bir hikaye örgüsü de bulunmaktadır. Daha sonraki sayılarımızda da Uzakdoğu’daki romantik filmlerden derinlemesine bahsedeceğiz ama korku temalı filmler çekerken bile romantik bir unsur muhakkak hikayeye iliştiriliyor. Özellikle Kore, korku temalı filmlerinden olan ‘Sympathy of Lady, ‘Kanlı Ayakkabı’, ‘Old Boy’ gibi filmlerde genellikle intikam için uzun zaman beklenmiş ve sebepte aşk olmuştur. Baktığınızda intikam için sabırla beklemek Kore filmlerinin vazgeçilmezidir ve kişi intikamında da haklı olarak gösterilmektedir. İzleyici bir taraftan korkarken, bir taraftan da intikam alan kişiyi haklı da bulmaktadır. İnsanları korkutmak o kadar kolay değilken, Uzakdoğu bunu kendine kültürel öğeleri kullanarak rahatlıkla başarıyor. Özellikle 1990 yılları sonrasında hızla yükselişe geçen Uzakdoğu Korku filmleri, başka ülkelerde yayınlanması, remake’lerinin yapılmasının yanı sıra mangaları da çıkıyor. Uzakdoğu korku temalı filmlerinin başarısı arttıkça önümüzdeki günlerde daha da çok korkacakmışız gibi gözüküyor. 34 35 YUNUS EMRE’DE ÖĞRETİ Sait KÜÇÜK 1238 – 1321 yılları arasında Eskişehir civarında yaşadığı bilinen bir tasavvuf ve halk şairi Yunus Emre. İlim sahibi bir âlim. Bir İslam düşünürü. Bir ehli dil, bir gönül adamı, gönül insanı. Eğiten, öğreten, yol gösteren, bir kılavuz; Yunus Emre. İlim ilim bilmektir İlim kendin bilmektir Sen kendini bilmezsen Bu nice okumaktır Yunus öğretisini kendini bilmekle başlatır. Kendini bilen, kendini tanıyan hakkı da, halkı da tanır. Gönül adamı olan Yunus yine aynı şiirin tapşırma kıtasında: Yunus der ki ey hoca İstersen var bin haca Hepisinden iyice Bir görüle girmektir, der. Hocaya gönül adamı olmasını tavsiye eder. Yunus’un bu sözü bize bir darbımeseli hatırlatmaktadır. Halk denen büyük usta şöyle demiştir: Hacı olma, hoca olma dürüst ol. Gönül adamı olamamışsın, doğru dürüst olamamışsan hacı olmuş, hoca olmuşsun ne önemi olur ki. İşte halk şiirinin öncülerinden olan Yunus’un söylediği bu. Yunus’un öğretisi aşk ile sevgi ile başlar. Bu başlayış gönül yoluyla devam ederek insana, insanlığa ulaşır. Aşk imamdır bize gönül cemaat Kıblemiz dost yüzü daimdir salât 37 Yunus’un imamı aşktır. Gönlü cemaattir. Kıblesi dost yüzüdür. Namazı daimdir. Çünkü o böyle ibadet edince dost yüzünü kıble bilince şirk ortadan kalkmış olur. Böylece her kul bir’e, birliğe ulaşmış olur. Dost yüzün görücek şirk yağmalandı Onun’çün kapıda kaldı şeriat Bir aşk adamı, gönül adamı olan Yunus: Bir kez gönül yıktın ise Bu kıldığın namaz değil Yetmiş iki millet dahi Elin yüzün yumaz değil, diyerek gafilleri uyandırır. Gönül yapmanın ne kadar önemli olduğunu öğütler. Yol odur ki doğru vara Göz odur ki Hak’kı göre Er odur alçakta dura Yüceden bakan göz değil Yunus bu sözleri çatar Sanki balı yağa katar Halka matahların satar Yükü gevherdir tuz değil Yunus, gidilen yolun eğri büğrü değil, doğru olmasını ister. Erin mütevazı olmasını salık verir. Yüceden bakanın gönül adamlığı ile alakasının olmadığını bildirir. Söylediği sözlerinin birer inci, birer yakut, birer gevher olduğunu, yükünün değersiz olmadığını belirtirken bu sözlerden halkın hisse almasını nasihat eder. 38 Yunus söylediği sözü insan yararına söyler. Ona söylediği sözün dinlenmesini, manasının anlaşılmasını ister. Bir söz diyeyim sana dinle canın var ise Kem tamahlık eyleme aklın sana yâr ise Manadan getirmişler kardeşten yâr yeğrektir Oğuldan daha tatlı, eğer doğru yâr ise Gördün yârin eğridir neyin varsa ver kurtul Atalardan öğüttür işittiğin var ise Yârin sana sadıksa, köle ol kapısında Çıkar ciğerin yedir eğer çaren var ise Onsuz sözün gör nedir çok söz hayvan yüküdür Arife bir söz yeter sende gevher var ise. Ekmek yiyip tuz basmak o namertler işidir Ekmek onu komaya tuzun hakkı var ise İyilik erin yâri ölürse uçmak yeri Senden sonra söylenir ne dirliğin var ise Yunus miskin delidir hem sözünden bellidir Ayıplaman yârenler eksikliği var ise Yunus’un yarlığa, yarenliğe, dostluğa, kardeşliğe, doğruluğa, iyiliğe ve insanlığa verdiği nasihatte, önemde böyledir işte. Yar olmanın, yaren olmanın, doğru olanının, gönül adamı olmanın bir ululuk olduğunu vurgulayan Yunus, kendi eksikliğini görendir, gösterendir. Keşke herkes kendi eksikliğini görse de gönül adamı olsa. 39 Ömer Ferit Kam Barbaros KUZEY “Sana neşe veren nağme belki bülbülün ruhunun derinliklerinden kopan bir ıstırap iniltisidir.” Ömer Ferit Kam, 1864-1944 yılları arasında üç farklı dönemi içerisinde barındıran bir zaman dilimi içerisinde yaşamıştır. Bu üç dönem araştırmacılar tarafından İstibdad, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemi olarak isimlendirilir. Bu bilgiyi yazının girişinde verme nedenim ise bu üç dönemin birer tarihi dönem olarak ifade edilip geçiştirilemeyeceğini vurgulamaktı. Çünkü bu tarihi dönem her açıdan çok farklılık arz ediyor. Yönetim şekillerinin değiştiği, istiklal savaşlarının verildiği, inkılâpların yapıldığı ve iki dünya savaşının yaşandığı bir süreci içerisinden barındıran bu dönemde yaşam süren Ömer Ferit Kam, yakın dönem tarihimizde sessiz fakat çok değerli bir yerde bulunuyor. Din, felsefe ve edebiyat alanında oldukça dikkat çekici çalışmaları bulunan Ferit Kam, aynı zamanda içerisinde İsmail Saib Efendi, Hüseyin Kazım Bey, Mustafa Fehmi Efendi, Halid Ziya Uşaklıgil, Ahmed Naim, Süleyman Nazif, Mehmed Âkif Ersoy, İbnülemin Mahmud Kemal İnal gibi isimlerin bulunduğu entelektüel bir meclisin aranan insanlarındandır. Kendisine ait olmayanı sahiplenmenin oldukça revaçta olduğu bir dönemde geçmişe sahip olmanın oldukça önemli olduğunu vurguladı. Özellikle de Tanzimat’tan başlayıp, Cumhuriyet ile açık bir hale gelen eskiyi reddetme hastalığına hiçbir zaman kapılmadı. 40 1890’da babasının isteği üzerine Mekteb-i Tıbbiye’ye başlamıştı. Fakat Ferit Kam’in mizacı doktor olmaya hiç de müsait değildir. Sonuçta Tıbbiyeye sadece bir yıl devam edebilmiş, bir yıl sonra Hukuk Mektebi sınavlarına girerek hukuk mektebine kaydolmuştur. Hukuk tahsiline de iki yıl devam ettikten sonra babasının ölümü üzerine öğrenimini yarıda bırakmak zorunda kalmıştır. Hayatının bundan sonraki öğretim safhası kendi çabaları ile gerçekleşecektir. Bazen kendi çabası bazen de özel derslerle kendisini yetiştirmeyi başarmıştır. Fransızcayı Polonyalı Hayrettin’den, Farsçayı Kaşmir’li İskender Efendi’den, Arapçayı da Fehmi Efendiden öğrenmiştir. Bunun yanında Mustafa Asım Efendi’nin Fatih Camiindeki Huzur derslerine de devam ederek 1905 yılında icazet almıştır. Vehmi ve Kafa Karışıklığı Ferit Kam’ın öğrenim hayatının bu ikinci evresi, özellikle de ilk yılları büyük fikir buhranlarıyla geçmiştir. Cami derslerine devam ederek klasik medrese eğitimi alırken bu sırada da sürekli okuyor ve araştırıyordu. Agah Sırrı Levend’in belirttiğine göre kurtulmaya çalışa da bunun üstesinden gelemediği bir vakitte Mesnevi imdadına yetişmiştir. Mesnevi’yi okuyarak kafasındaki oluşan çelişkileri bir nebze olsa çözdüğünü ifade etmiştir. Onun kişisel özellikleri arasında en karakteristiklerinden bir tanesi de vehmi ve şüpheciliğidir. Her ne kadar çok güçlü bir hafızaya sahip olsa da bir soru karşısında çokça doğru olup olmadığı konusunda şüpheye düşmüştür. Örneğin talebeleri tarafından getirilen bir beyite mana vermiştir fakat şüphe de aynı zamanda başlamıştır. Acaba verdiğim cevap doğrumu? Diye sürekli aklından geçiren bir insandır. Bunun yanında oldukça da nüktedan bir insandır. Nüktedanlığı ve hazır cevaplığı konusunda dostları ondan ve onu dinlemekten büyük keyif almaktadırlar. Çok müteessir olduğu durumlarda bile nüktedanlığı elinden bırakmamıştır. Bu nüktedanlık şiirlerine, yazılarına da elbette yansımıştır. Mahir İz, bu konuda hemen her hâlden bir nükte çıkardığını ve alelâde sohbetleri bile kinâye ve cinasla söylediğini belirtmektedir. Aşırı derecede bir kahve tiryakisi olan Ferit Kam, II. Dünya Savaş’ının vermiş olduğu sıkıntılardan dolayı, kahve bulmanın çok zor olduğu Şiirlerinden Seçmeler Ne teaccüp ediyorsun buna dünya derler Yenilen herzelere onda nihayet yoktur Yerin altında öküz var mı dedi bir meczup Onu bilmem dedim; fakat üstünde pek çoktur bu süre içerisinde sürekli araştırma ve okuma içerisinde oldukça Hak ve Hakikat’i öğrenmek ve ona erişmek isterken, ilk adımda korkunç, çetin kafa karışıklıklarıyla karşılaşmıştır. Okudukça ve araştırdıkça da bu karışıklıklar çözülmüyor, aksine daha fazla karışıyor ve genişliyordu. Ona göre filozoflar başka türlü söylüyor, âlimler başka türlü anlatıyorlardı. Bu onun fikir hayatındaki ilk ve en kuvvetli buhranıydı. Bu buhran zamanlarında, kafası karışmış ve sinirleri bozulmuş bir şekilde eşine koştuğu ve kafasını göstererek: “Hanım! Burada kıyametler kopuyor; korkuyorum, korkuyorum…” diye bağırdığı olmuştu. Bu buhranlı vaziyetten ne kadar Son armağanı ölümken tabiatın beşere Hayata fazla gönül bağlayanlar ahmaktır. Hataya düşme hesabında akıbetbin ol Ne varsa toprağın üstünde hepsi topraktır. dönemlerde oldukça sıkıntıya düşmüş ve şu beyti kaleme almıştır: Vermiş olsan meselâ, nakde bedel dürr-i Âden Kahve bulmak daha güçtür Yemen’in fethinden Nüktedanlığının yanı sıra işini de çok ciddiye alarak, severek yaptığını da belirtmemiz gerekmektedir. Onun ortaya koymuş olduğu eserlerden anlamış olduğumuz kadarıyla nüktedanlığının yanında hiciv yeteneği de oldukça gelişmiştir. Hem hayatının içinde hem de şiirinde sözünü esirgemeden söylediği ve yazdığı anlaşılmaktadır. Fakat hiciv konusunda sözünü esirgemeden hicvettiği halde sonradan pişmanlık duyduğunu, geceleri uykularının kaçtığını arkadaşları belirtmektedir. Şiirle olan bağı ise gençlik yıllarına dayanır. 17 yaşında iken ilk şiirlerini yazmaya başlar. 1887 yılında ise şiirleri Türreat (Önem verilmeyen, saçma sapan şeyler.) adlı bir eserde yayımlar. Genç bir şair olarak düşünmek, aramak ve bilmek ihtiyacıyla kararsız bir gencin, fikri ve manevi telaşlarını kâğıda döker. Âkıl geçinen güzide nev’in Aldanmağa ihtiyacı vardır İnsanla doğan bu eski derdin Zannetmeyiniz ilacı vardır Sağlığında nice ehl-i hünerin Bir tutam tuz bile yoktur aşına. Öldürüp onu evvel açlıktan Sonra bir türbe yaparlar başına Yâ Rab bana sen âlemi zından etme İdrâkimi hemhâlet-i nîran etme Mâdem ki iman ile ettin âbâd İklim-i dili küfr ile viran etme Eserleri Ömer Ferid’in ilk eseri on yedi- yirmi iki yaşları arasında yazdığı şiirlerinden meydana gelen Türreat (İstanbul 1303) adındaki şiir kitabıdır. İkinci eseri ise Âsâr-ı Edebiyye Tetkîkâtı Dersleridir. Yazarın 1915-1916’da verdiği notlarından oluşmaktadır. Üçüncü eseri Şerh-i Mütün dür. 1919-1922 yılları arasında verdiği eski metinlerin şerhine dair derslerin notlarıdır. Dördüncü eseri ise İran Edebiyatı Tarihi dir. Bu eserinde İran edebiyatının ilk mahsullerinden başlayarak Sa’dî-i Şîrâzî’ye kadar gelen kısmı basılmıştır. Beşinci kitabı Afgan Şairleri olup bu eser basılmamıştır. Nazmi Özalp’in arşivindedir. Bunların dışından Felsefe Lugatçesi, Dini Felsefi Musâhabeler, Vahdet-i Vücûd ve Avrupa Mektupları adlı kitapları bulunmaktadır. Bu kitapların dışında oldukça çok sayıda makalesi de bulunmaktadır. 41 Aşık Olmamalı ENDÜLÜS’TE KALAN YÂR Seni beklemenin sırtımda nemli bir gömlekle şiir yazmak olduğunu belirtmeliyim. Şehirde çöl gülü taşıyan bir adam peşimde şarkı söylüyor bu yüzden. Rengi dönmüş ayakkabı bağcıklarıyla, geceleri zilime basıp kaçıyor. Bahçem kum fırtınası. Bir yudum bayatlamış kahve masamda. Islak notlar, kül tablalar.. Yağmurlar pencereme düşerken üşüyor. Karaköy vapuru iyottan sarhoş olmuş, “özledim” demeni bekliyor. Gökyüzü renksiz. Yanındayken seni özlemek renktir ey adam. Kestane gözlerin, beyaz tenine kondurulmuş iki asma ağacı. Baktıkça çadır kurar hayallerim gözaltı torbalarına. Bir kaç hukuk kitabın, buruşmuş sayfa kenarlarıyla öpücük atar bana. Dudak kenarlarımdaki kahve telveleri sırıtır şiirlerime. Seni görmek heybemde sıcak bir şehir kurmak gibi. ve adım adım yolculuk sineye. Bu martta seninle Endülüs’e ayak izi bırakmak isterken ben, sen sarmaşık ve tutsak masallarına gidersin her yaz, ‘bir varmış bir yokmuş’lara kayık çekerken, Irmakların üzerinde nilüfer bakışların tozlu birer kuş kanadı gibi çırpınır. Çeneme parmak izini bırakır gri saç tellerin. Krem keten ceketin ve mayhoş nar kokunla sabahlamak söz olur. Gülrika Kuşlara aşık olmalı mesela insan Uçup gitmelerini kanatlarına bağlamalı kafese gelmemelerine gökyüzüne Kedilere aşık olmalı mesela insan Çekip gitmelerini nankörlüklerine vermeli patavatsızlıklarına zaten gideceklerine yıldızlara Ama bir insana aşık olmamalı mesela insan Bilemez sonra neyi nereye verip nasıl bağlayacağını Serniviskar Dervişin Aşkı İntisab ettiği tüm tekkelerden kovulan bir derviştir ömrüm Ebuzer’in yalnızlığı en büyük tesellim şimdi. Sense huylu bir komşu gibi kapımı çalıyorsun sürekli. Oysa zaman, parmak uçlarına basarak yürür bu şehirde mekanların hepsi tahta gıcırtılığına müsaitken senin gel-gitlerinin altında pamuk şekerler vardır hep. Ve arka fonda mutlaka bir Wagner parçası. Bense sarığımda yeşerir diyerek kuru papatyalar saklıyorum. Oysa derviş hanesinde tütün içen, masum yüzlü bir softanın halidir sana olan sevgim. öylesine olmaz yerde, öylesine olmaz bir asırda. Güllere olunmaz renkler diktiler bu çağda. Aşka post-modern şiirler yazdılar. Gökyüzüne camlar erittiler. Bense camı gökyüzü sanıp ona doğru kanat çırpan bir kelebek gibi sana çarpıyorum. Yorulmuyorum, bir geleneği yaşatıyor kalbim, heybemde bin yıllık şiirler taşıyorum. Üç günlük bir ömrüm var diye üçünü de ayrı ayrı sana pay ediyorum. Yetmeyecek diye, seni kalbime cennet seçiyorum. Oysa zaman karşısında eriyen, bir bardaktaki küp şeker gibidir yanakların güldüğünde tek bir sefer çaya karışır gider de tadı gönlüme erir gözlerinin. Oysa ben sessiz bir zikirde sana cennet cennet tespihler biriktiriyorum. Dilim yorulursa sen diye diye kalbime turuncu bir merhem sürüyorum. Yorulmuyorum. Yolun cennete çıkana kadar bu cinnetten sana kadife rengi dualar ediyorum. T.Tinâzî Bu Ne Biçim Kitabiyat? Zweig ve Satranç Mirza Elekber Arkadaşlar bildiğiniz gibi Türkiye’de iki kitap var ki bunları okumayan adam yerine koyulmaz. Bunlardan biri Ali’nin Kürk Mantolu Madonna adlı eseridir. Öbürü de Orwell’ın 1984 adlı eseridir. 1984’i lisedeyken okumuştum ve beni çok etkilemişti. Beni etkileyen yönü diğer okurlara kıyasla geleceğe yönelik, bugün ile kesişen totaliter-siyasi krizler, insanların kontrolü üzerinden işleyen bir korku imparatorluğunun kurulması veya sosyolojik tespitler değildi. Beni etkileyen yönü romanın güçlü atmosferi ve tasvirleriyle zihnimde yaratılan dünyaydı. Nitekim kitaba dair aklımda kalan en güçlü kısım bugün dahi gözlerimi nemlendiren şiirdir: Eski kestane ağacının altında Sen beni sattın, ben seni sattım… Galiba bu şiir kitaba dair birçok şeyi anlatıyor. İlginç bir şekilde bazen, bazı kitapları okurken bazı şarkılar da o kitaplarla “birleşir”. Kitapla şarkılar beraber “dinlenmektedir”. Ne zaman malum şarkıyı dinleseniz aklınızda da o kitabın “hissi” canlanır. Evet, bazı kitapların bir hissi vardır. Mesela ben de 1984’ü Accept’inWinterDreams, Neon Nights ve CantStandtheNight gibi şarkılarıyla okumuştum.Buna rağmen sizlere bu yazıda 1984’ten bahsetmeyeceğim, çünkü özel anıları paylaşmayı seven biri değilim, bunun için meşhur ve zengin bir köşe yazarı ya da bir aktivist olmam gerekiyor. Son olarak hatırlatmak isterim ki John Hurt’ü ne kadar sevsem de romanın filmi hiç iyi değildi. (NineteenEighty-Four, 1984).İzlemeyin. Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sını hala okumadım. Peki diğer kitaplar hangileridir? Yani okumayı bir alışkın edinmiş Türk insanının çoğunun okuduğu eserler nelerdir? Tutunamayanlar, Dönüşüm, Simyacı… Bunlardan bir tanesi de Satranç olmalı. Satranç, Stefan Zweig’ın intiharından çok da uzun olmayan bir süre önce yazmış olduğu bir eseridir. Zweig benim en çok sevdiğim yazarlardan biridir. Özellikle “Dünün Dünyası” ve “Macellan” adlı kitapların ayrı bir yeri vardır. Lakin Satranç’ı okurken odaklanamamıştım. Bunun iki sebebi vardı. Birincisi kitaba dair çok yüksek bir beklentimin olmasıydı. Kitabı okuyan hemen hemen herkes “Bu kitap aklımda bir patlama yarattı!”, “Kadıköy’den vapura binmiştim ve kitabın 27. sayfasında heyecandan denize atladım”, “Kitabı bitirdiğimden beri yemek yiyemiyorum” gibi birbirinden ilginç söylemlere sahipti. Nitekim ben de kitabı elime bu beklentilerle aldım. Her bir sayfayı değiştirirken beni mahvedecek kendimi yerden yere vurmamı sağlayacak, ağzımı açık bırakacak, şaşkınlıktan kendimi toparlayamayacağım şu çok bahsedilen şeyler gerçekleşecek mi diye meraktan kitabın kapağını daha çok sıkıyordum. Lakin o olay hiçbir zaman gerçekleşmedi. Kitabı okuyanlar ana karakterin satranç ile beraber aklını kaybedecek bir hale gelmesi noktasında nasıl oldu da heyecanlanmadığımı soracaklardır. Ancak burada heyecanlanacak bir şey yok. Zweig bu “aklını yitirme” figürünü birçok öyküsünde kullanmıştır. “Amok” ve “Bir Kadının Hayatından 24 Saat” adlı eserler buna dair verilebilecek en güzel örneklerdir. İkincisi de bu noktadan sonra artık “C” olarak bahsedeceğim kitabın ana karakterlerinden biri olan Czentovich’ten nefret etmemdi. Gerçekten C’den tiksinmiştim. Çünkü kendisi gerçek bir karakterdir. Herkesin hayatında bir C vardır. C’nin hiçbir melekesi veya fazileti yoktur. Kendisinin sadece yaptığı tek iyi bir iş vardır veya Tanrı vergisi sıkı sıkıya tutunduğu bir ödülü vardır. Bu yetenek bir spor dalında çok yetenekli olmakken bir müzik aletini çok iyi çalmak da olabilir. Tanrı vergisi ödüle gelince bu babadan kalma büyük bir kebapçılar zinciri olabilirken bir araba galerisi de olabilir, ya da kiradaki evler, dönüm dönüm araziler vs… İşte bu duruma rağmen C’de kibir dışında başka bir kişilik özelliği görünmez veya kibir kişiliğinde öyle bir baskınlığa sahiptir ki diğer özellikleri etkisiz kılmaktadır. Bir de buna ek olarak C’de muazzam bir para hırsı mevcuttur. Para denildiğinde gözleri döner. Ne kendileri için ne de açlıktan ölmekte olan bir bebek veya kedi yavrusu için süt almaya para harcamazlar. İşte Satranç’taki C de aynen böyle biridir. Kendisi satrançta bir dünya şampiyonudur ve para konusunda hastalıklı bir noktadadır. tan bir zeka geriliğine sahipti, fakir ama çok fakirdi, eğitim alamamıştı, hiçbir imkanı yoktu.Dolayısıyla C’nin kibirli olmak gibi bir hakkı vardı. C bizden intikam alıyordu. C tabi ki paragöz olacaktı. Çünkü biz onun elinde tüm parasını almıştık. Bu noktadan sonra C’nin yaptığı her işte bir meşruluk vardı. Birisi size hakaret edebilir, sizi işten attırabilir, sizi evden çıkartabilir, maaşınıza el koyabilir, sizin hakkınızda insanlara yalanlar söyleyebilir, sevgilinizle aranızı bozabilir. Çünkü geçmişte isteyerek veya istemeyerek onun kalbini kırmışsınızdır. Dolayısıyla bu hadise ona yaptığı her işte meşruluk kazandıracaktır. Burada bir dengesizlik yok mu? Sadece birinin kalbini kırdınız diye başınıza bu gelenleri hak ediyor musunuz? Toplumumuz galiba hak ettiğimizi söylüyor… Peki, C’ye ne oluyor? Bunu burada yazmak istemiyorum. Belki aranızda hala okumayanlar vardır. Zweig benim için gerçekten çok önemli bir edebiyatçı ve de tarihçidir. Ancak en popüler romanını insanımızın her şeyi çok kolay abartan tarafı ve C karakteri yüzünden pek de benimseyememişimdir. Peki bu Kitabiyyat yazısı bize bu kitabı okumamızı mı tavsiye ediyor? Bunun için bir şey diyemiyorum. Ancak belirtmek isterim ki kitap sadece C’den ibaret değil. İlginç olaylar, tarihi iz düşüm, kitabın anlatıcısı ile kitabın ana karakteri B’ye dair psikolojik çözümlemeler de kitapta ağırlığı hissedilen unsurlar. Nitekim kitap bu yönüyle meşhurdur. Çoğunluğun hoşuna gitmiş bir kitap neden sizin hoşunuza gitmesin? Ayrıca ne olursa olsun kitabı yazan Stefan Zweig… Bunu unutmamak gerekir… Böyle insanlardan gerçekten nefret ederim. Böyle insanlara karşı nasıl sempati duyabilirsiniz ki? Bir de sayfalarca onunla beraber olduğunuzu düşünün, onun başarıdan başarıya koştuğuna şahit olduğunuza… Nitekim kitabı okurken C’nin yüzü bir zaman sonra Kemal Sunal filmlerinden tanıdığımız Ali Şen’in yüzüne döndü. C sanki bazen “İşin ucunda dühhanlaapartıman var Fatma Hanığ… Fuat şu serseme barnah bastırsa ah bi dene barnah bastırsa” (Sakar Şakir, 1977) diye ortalıkta dolaşıyordu. Buna rağmen Ali Şen’in canlandırdığı paragöz karakterler C’ye kıyasla gayet naif ve sevecen kalıyorlardı. Ayrıca Zweig C için C’nin ahvalini meşrulaştıracak üzücü bir tarih yazmıştı. C doğuş- 47 www.5haber.com