Untitled - YDÜ Sosyal Bilimler Dergisi
Transkript
Untitled - YDÜ Sosyal Bilimler Dergisi
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 1 YDÜ SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ İÇİNDEKİLER / CONTENTS Berker Bank Gramsci’nin Devlet ve Hegemonya Kavramlarının Kuramsal Çözümlemesi -------------- 2 Direnç Kanol Does Exposure To Violence Increase or Decrease Support For Politıcal Violence? ---------------------------------- 41 Ece Öztan Setenay Nil Doğan Gendering Science, Technology and Innovation: The Case of R&D in Turkey-------------- 56 Gökhan Ak Post-Cold War Era: A Coercive Coexistence and Cooperation of Realism, Liberalism and Trade Expectations Theories? --------------------------- 84 Hakan Özdemir Yahya Demirkanoğlu 6360 Sayılı Yasaya Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Muhafazakâr Demokrat Kimlik Tanımı Üzerinden Bakış: Pekişen İktidarla Merkezileşen Yönetime Doğru ------------------------- 114 Nihan Özgüven Tayfun Perakentecilikte Müşterilerle İletişim Yönteminin Seçimi: Promethee Karar Tekniği ile Bir Uygulama ------------------------------------------ 150 Özcan Karahan Evren İpek Türkiye’ye Yönelik Finansal Sermaye Akımlarının Tasarruf ve Yatırım Üzerine Etkisi ----181 Utku Beyazıt Duyan Mağden Üniversitede Öğrenim Gören Erkek Öğrencilerde Aşırı Cinsiyet İdeolojisi ve Babalık Rolü Algısı Arasındaki İlişkinin İncelenmesi------------------------------------------------- 207 2 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences GRAMSCİ’NİN DEVLET VE HEGEMONYA KAVRAMLARININ KURAMSAL ÇÖZÜMLEMESİ Berker BANK ∗ __________________________________________________________________ ÖZET Gramsci, sivil toplum, devlet, faşizm, sınıf gibi, Batı Avrupa siyasal düşünce tarihi içinde gelişen bir dizi kavram setini hem Marksist siyaset teorisinin geleneksel öndeyişi içinde yeniden inceleyerek hem de bunların yerine yenilerini geliştirerek Marksist teorinin gelişmesine önemli ölçüde katkı sağlamıştır. O’nun çalışmaları İtalyan toplumunun özgün koşularının incelenmesinde ve mevcut sorunların çözümüne yönelik yaptığı çalışmalarla sınırlı kalmayıp, farklı kapitalist toplumsal oluşumların ortaya çıkardığı tarihsel blokların incelenmesine dönük önemli açılımlarda da bulunmuştur. Bu çalışmaya konu olan temel sorunsal, tarihsel koşullar tarafından belirlenmiş verili bir toplumsal oluşuma bağlı olarak gelişen bir “tarihsel blok”un sürekliliğini sağlaması açısından, “devlet”in ve “hegemonya”nın toplumsal işlevini anlamaya yönelik bir girişimi ifade etmektedir. Hedeflenen bu çerçevede, Gramsci’nin temel tartışma metinleriyle bağlantılı olarak, kapitalist devlet, hegemonya, karşı hegemonya, mevzi savaşı kavramları üzerinde durulmuştur. Anahtar Kelimeler: Hegemonya, Karşı Hegemonya, Devlet, Mevzi Savaşı, Manevra Savaşı, Sivil Toplum. ABSTRACT THEORETICAL ANALYSIS OF STATE AND HEGEMONY CONCEPTS OF GRAMSCİ Gramsci made a huge contribution in the development of Marxist theory by both re-examining a series of concept set such as civil society, state, fascism, and class, which have progressed in Western Europe political intellectual history, within conventional prologue of Marxist political theory and developing the new ones instead of those aforementioned. His studies were not limited to the studies he had implemented for the solution of existing problems and the review of genuine circumstances of Italian society, and have made important developments about the review of historical blocks created by different capitalist social formations. The main research question which is the subject of this study reflects an attempt for understanding the social function of “state” and “hegemony” in respect of enabling the continuity of “historical block” which progresses based on a given social formation determined by historical conditions. In this targeted context, based on the main debate texts of Gramsci, concepts of capitalist state, hegemony, counter-hegemony, war of positions are emphasized. Keywords: Hegemony, Counter-Hegemony, State, War of Positions, War of Manoeuvre, Civil Society. _______________________________________________________________________________ ∗ Yrd. Doç. Dr., Siyaset Bilimci (berkerberker@hotmail.com) YDÜ Sosyal Bilimler Dergisi, C. VIII, No. 2, (Ekim 2015) Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 3 Giriş Bu çalışmaya konu olan temel sorunsal, tarihsel koşullar tarafından belirlenmiş verili bir toplumsal oluşuma bağlı olarak gelişen bir tarihsel blokun sürekliliğini sağlaması açısından “hegemonya”nın ve “devlet”in toplumsal işlevini anlamaya yönelik bir girişimi ifade etmektedir. Sınırlarını Gramsci’nin çalışmalarının belirlediği böylesi bir arayış, Marksist teori içinde yaygın bir tartışma olarak kabul gören ve bu çalışmanın temel sorunsalıyla doğrudan bağlantılı olan yapı-üstyapı arasındaki ilişkiye de ışık tutmaktadır. Marksist teori içinde yer alan en önemli tartışma konuları, ekonomik temel ile toplumsal üstyapı kurumları arasındaki ilişkinin niteliği ve toplumsal değişimde veya bu sürecin karşıtı olarak toplumun bütünlüğünün muhafaza edilmesinde, bir üstyapı aracı olarak ideolojinin oynadığı rolün belirlenmesi şeklinde ortaya çıkar. Bu kuramsal çerçevede şekillenen iki temel görüş belirir: Birincisi, temel yapının üstyapıyı tek yönlü belirlenimini esas alan görüş; ikincisi, üstyapının temel yapıdan bağımsız veya özerk olabileceği şeklindeki görüş. Tarihsel materyalizmin iki kurucu kertesini ifade eden temel yapı ile üstyapı arasındaki ilişkinin nasıl kurulacağı şeklindeki kuramsal bir arayış, çeşitli vesilelerle farklı tartışmalara kaynaklık etmiş olsa da, bu tartışmaların kitlendiği ana nokta kertelerden hangisinin esas olarak belirleyici olduğudur. Tek yönlü belirlenimi esas alan bir kavrayış temelinde temel yapının ön plana çıkarılması ekonomizm, reformizm, sınıf indirgemeciliği, mekanik materyalizm; üst yapının ön plana çıkarılması idealizm, tarihsici biçiminde çeşitli eleştirilere uğramışlardır. Dolayısıyla, Marksist kuram içinde geliştirilen siyasi analizlerin birçoğu −genel bir kaide olmamakla birlikte- bu iki ön kabulden biri üzerinde şekillenmiştir. Ekonomik belirlenimcilik düşüncesinin sınırlarını belirlediği en keskin ifade, ekonominin her şeyi belirlediği iddiasında somutlaşır. İnsan maddi malların üretimi olmadan hayatını devam ettiremeyeceğine göre, üretim biçimi ve bununla bağlantılı toplumsal işbirliği diğer bütün faktörlerin temel dayanak noktasını oluşturur. Kuşkusuz, üretim araçları ve üretim ilişkileri zamanla karmaşıklaştıkça, ekonomik yapıyı sürdürmek ve düzenlemek için yeni kurumlara ihtiyaç duyulacaktır. Bu kurumlar ne kadar karmaşık bir hale bürünürse bürünsün, ne kadar bağımsız veya özerk bir görünüme kavuşursa kavuşsun, onların asli görevi üretimi gerçekleştirmeye yönelik olacaktır. Ekonomik belirlenimcilik düşüncesinin bir de siyasal boyutu vardır. Her toplum varlığını ortak üretim sayesinde gerçekleştirir. Ne var ki, kapitalist toplumun 4 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences dayandığı üretimin özel biçiminde, küçük bir azınlık yaptığı toplumsal katkıdan çok daha fazlasını elde eder. Bu küçük azınlığın toplum içindeki avantajlı konumunu muhafaza etmesi ve onu sürekli kılması, çoğunluğun zorunlu ihtiyaçlarına erişim sağlama yollarını kendi sınıf çıkarlarına hizmet edecek biçimde kullanmasıyla mümkün olur. Çoğunluğun maddi ihtiyaçlara olan erişimi piyasa ilişkilerinin dayandığı iktisadi koşullar altında gerçekleşir. Zorunlu ihtiyaçlara olan erişim, emek ve yeteneklerin gelir için değiş tokuş edilmesiyle sağlanması ve bu küçük azınlığın üretim araçlarına sahip olmasına bağlı olarak istihdam mekanizmaları üzerinde etkin denetim kurması, egemen grup veya sınıfın toplum içinde hakim bir pozisyona ulaşmasına yol açar. Bu küçük azınlığın elinde topladığı iktisadi zenginliğin kaynağı, kapitalist üretim tarzına içkin olan “artı değer”in (surplus value) üretilmesinden kaynaklanır. Dolayısıyla, egemen konumdaki azınlığın sınıfsal iktidarına son verip, daha adil bir gelir dağılımını kurmak; üretim araçları üzerindeki kapitalist mülkiyete son vererek, üretimin denetiminin ele geçirilmesiyle, bir başka ifadeyle, yeni bir üretim tarzının kurulmasıyla olanaklı olabilir. Ekonomik belirlenimcilik düşüncesini esas alan bu kuramsal çözümlemelerden farklı olarak, üstyapının toplumsal işlevine öncelik kazandıran karşı görüşler de ileri sürülmüştür. Üstyapı uğrağını geliştirilen kuramsal çözümlemelerin merkezine koyan bu görüşler; toplumsal hareketliliğin çeşitli yönlerini ekonominin bir yansıması olarak tanımlayan indirgemeci bakış açısının, üstyapı kurumlarının modern kapitalist toplumdaki karmaşık yapısını ve kendi başlarına yarattıkları toplumsal etkileri yeterince dikkate almadığı gerekçesiyle temelden reddeder. Althusser’in, üstyapının işlevini “görece özerk” temelde açıklaması (2013: 161-162); Poulantzas’ın kapitalist devleti toplumsal formasyonun çeşitli düzeyler ve kerteler arasındaki tutunumu (cohesion) sağlayan bir işlevi yerine getirecek şekilde tanımlaması (2014: 46) ekonomik belirlenimciliğe karşı üstyapının önemini vurgulayan kuramsal düşüncelerdir. Üst yapının önemine işlerlik kazandıran bu görüşlere göre, egemen sınıf veya grup siyasal iktidarını ve toplum üzerindeki denetimini sahip olduğu ekonomik güç sayesinde sürdürdüğü ileri sürülebilir, ancak, bu süreç çok daha fazla ve etkin bir biçimde üstyapı kurumları aracılığıyla sağlanır. Modern kapitalist toplumlarda bireyler, çeşitli üstyapı kurumlarıyla farklı düzeylerde ilişki içerisine girerek, çoğulcu demokratik sistemin sunduğu olanaklar çerçevesinde çeşitli kurumlarda yer alarak, toplumun dokusuyla o kadar uyumlu hale gelirler ki, toplumsal denetimin sağlanmasına yönelik ekonomik belirlenimcilik düşüncesi temelinde yapılan tüm açıklamalar yetersiz kalır. Bunun yerine, bir toplumsal denetim aracı olarak “rıza” kavramı öne çıkar. Bu düşünceye göre, egemen sınıf toplum üzerindeki otoritesini tehlikeye sokacak bir şekilde sürekli baskı uygulayarak varlığını koruyamaz. Bu noktada, toplumsal Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 5 “rıza”ya çok büyük ölçüde ihtiyaç duyulur. Bu da, bir takım toplumsal hak ve sorumlulukların, belli olanaklardan yoksun bırakılmış çoğunluğun içinden çıkan gruba devredilmesiyle veya paylaşılmasıyla gerçekleşir. Egemen sınıf veya grup kendi siyasal iktidarını birlikte paylaştığı bu kişilerin kurumsal yapının çeşitli yasal faaliyetleri içerisinde etkin bir şekilde yer alma oranı arttıkça, toplumsal meşruiyet ve “rıza”nın sözde gönüllü bir şekilde oluşuyormuş gibi, bu süreçteki payları da artar. Böylece, egemen sınıf genişleyen otoritesini, toplumsal “rıza”nın bir türevi olan meşruiyet sayesinde pekiştirme imkânına kavuşturmuş olur. Ekonomik belirlenimcilik düşüncesinin öncül dayanaklarının oluşturduğu temel varsayımlara benzer bir şekilde üretim araçlarının özel mülkiyetine son verip, kamu yararını dikkate alan denetim ve örgütlenme mekanizmalarının geliştirilmesi toplumsal dönüşüm süreçlerinde nihai hedef olarak görülse de, üstyapı kurumlarının denetim altına alınmasının gerekliliği öncelikli bir yere sahiptir. Kapitalist toplumsal formasyonda var olan iktisadi sömürünün aldığı özel biçim −ekonomik belirlenimciliği esas alan düşünceden farklı olarak- devrimci hareketin gelişmesi için gerekli bir ölçüt sayılabilir, ama bu potansiyelin hayata geçmesi mutlak bir ilke gibi addedilemez. İktisadi sömürü toplumsal değişimin ön koşulu olabilir, ama bu, insanların içinde bulunduğu toplumun eşitsiz yapısıyla doğrudan bir bağlantı kurabileceğini garanti etmez. Toplumsal dönüşüm, geniş kitlelerin iktisadi sömürünün bilincine varmasına ve onu değiştirme iradesini gerçekleştirme kararlılığına bağlıdır. Çoğulcu demokratik sistemin kurumsal yapısı, toplumun çok farklı katmanlarını içine çekerek mevcut sorunların çözümüne yönelik tartışma olanakları yaratması ve belli noktalarda uzlaşı sağlaması; geniş kitlelerin aktif katılımına dayalı bir toplumsal dönüşümün doğrudan güç kullanarak devrimci yöntemlerle gerçekleşebileceği yönündeki bir düşünceyi olanaksız kılar. Dolayısıyla, toplumsal değişim aniden gerçekleşmesi mümkün olamayacağına göre, bu değişim stratejisi uzun erimli bir toplumsal mücadeleyi temel alarak aşamalı ve ikna edici bir şekilde olmalıdır. Bu da, devrimci mücadelenin esas belirleyeni olarak üstyapının çeşitli uğraklarının ön plana çıkmasına yol açar. Gramsci, Birinci Dünya Savaşı’nın genç kurmaylarının birbirine rakip savaş stratejilerini farklı bakış açılarından hareketle, yeni tartışmalara zemin oluşturacak bir şekilde yorumlayıp, faşizmin etkisi altındaki savaş sonrası İtalya’sının özgün koşulları altında sınıf politikalarını hayata geçirmek amacıyla önemli ölçüde dersler çıkarabileceğini düşünmüştür. O’nun kapitalist devlete ilişkin geliştirdiği kuramsal çözümlemelerinin önemi, İtalya’nın siyasal ve toplumsal pratiğinin bileşenlerinde ortaya çıkan tarihsel deneyimin kesiştiği noktalardan hareketle, modern kapitalist devletin işlevine yönelik özgün ve özgül düşünceler geliştirebilmiş olmasıdır. Çeşitli 6 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences bileşenlerin bir araya gelerek Gramsci’nin düşünsel bütünlüğünü oluşturduğu tarihsel blok, hegemonya, mevzi savaşı, pasif devrim gibi zengin kavram seti, bir toplumsal oluşumun analizinde önemli bir açılım sunar. O’nun sosyalist bir devrimin gerçekleştirilmesi amacıyla stratejik temelde geliştirdiği kuramsal çözümlemelerinin odak noktasını, tarihsel blok kavramıyla bağlantılı bir şekilde geliştirdiği “entegral devlet” kavramı oluşturur. Gramsci, tarihin evrelerini ifade eden zaman çizgisini kırdıkları için Bolşevikleri selamladığı Kapital’e Karşı Devrim adlı makalesinde, evrimsel belirlenimciliğin bir türevi olan yazgıcılığa karşı bir itirazı dile getirmekte idi. Ekim Devrimi’yle birlikte ortaya çıkan olaylara işaret ederek şöyle diyordu Gramsci: “…olaylar ideolojiyi alt etti. Olaylar, Rusya tarihinin tarihsel materyalizmin kanunlarına göre ne şekilde açıklanacağını belirleyen eleştirel şemaları berhava etti” (2010: 40). Gramsci, Rusya’da kapitalist üretimin hâkim üretim tarzı haline henüz gel(e)memiş olmasına karşın sosyalist bir devrimin gerçekleşmiş olmasından hareketle, üstyapının ayrıntılı bir analizinin gerekliliğine işaret etmekteydi. Üstyapı uğrağından hareketle nesnel gerçekliğin anlaşılmasına yönelik bir kuramsal çözümleme, Marksist teori içinde nasıl yapılabilirdi. Zira Marx, gelecekte sosyalist bir devrimin gerçekleşmesi için gerekli toplumsal koşullara işaret ederken, ekonominin gelişmişlik düzeyine denk düşen mülkiyet ilişkilerinin ulaştığı ileri düzeyi bir ön şart olarak düşünmüştü. Bunun anlamı, kapitalist üretim ilişkilerinin tarihsel seyri içinde ulaştığı gelişmişlik düzeyinin aldığı özgül biçimin, verili mülkiyet ve bölüşüm ilişkilerinin dönüştürülmesi anlamında sosyalist bir devrimin gerçekleştirilmesi yönünde uygun bir zemin yaratabileceği idi. Gramsci’nin çalışmaları yöntemsel açıdan değerlendirildiğinde toplumsal oluşumun iki kurucu kertesi arasındaki ilişkinin kuruluş biçimi dikkatten kaçmamalıdır. Bazı düşünürler, Gramsci’nin üstyapıyı ayrıcalıklandırdığını, dolayısıyla da Marx’ın kuramsal çözümlemelerinden belli noktalarda ayrıldığını iddia etmiştirler. Ancak, Gramsci, üstyapı uğrağında ortaya çıkan çeşitli olayları görüntü ya da olgu konumuna indirgeyen ekonomik belirlenimciliğin her çeşidini reddeder (Merrigton, 1999: 356359). Gramsci, ne temel yapıyı ne de üstyapıyı birbirleri karşısında ayrıcalıklı bir konuma yükselten kuramsal çözümlemeleri kabul eder. O’na göre, bir toplumsal oluşumun iki kurucu kertesi arasındaki ilişki diyalektik ilişkiyi ifade eden organik bir bütün içinde kavranmalıdır. Dolaysıyla, bir tarihsel blokun analizi kertelerin birbirinden yalıtılmışlığı temelinde yapılamaz. Gramsci, sivil toplum, devlet, faşizm, sınıf gibi Batı Avrupa siyasal düşünce tarihi içinde gelişen bir dizi kavram setini hem Marksist siyaset teorisinin geleneksel öndeyişi içinde yeniden inceleyerek hem de bunların yerine yenilerini geliştirerek İtalyan toplumunun özgün koşullarının incelenmesinde ve mevcut sorunların çözümüne yönelik yaptığı Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 7 çalışmalarla Marksist teorinin gelişmesine önemli ölçüde katkı sağlamıştır. O’nun bu kuramsal çözümlemeleri İtalyan toplumunun verili ilişkileri ile sınırlı kalmayıp, çeşitli tarihsel blokların incelenmesine yönelik özgün bir açılım da sunar. Bu çerçevede Gramsci, bir toplumsal grup veya sınıfın toplumun büyük çoğunluğunun “rıza”sını kazandığı sürece egemen konuma gelebileceğini ileri sürer. Gramsci, daha sonraki çalışmalarında tarihsel bloku, “güç” ve “rıza” diyalektik birliğinin bir ifade şekli olarak geliştirdiği “hegemonya” kavramı altında inceleyerek, çalışmalarına daha derin bir anlam kazandır. Bu makalede, yaptığı çalışmalarla farklı Gramsci değerlendirmelerine yol açan iki önemli düşünür olarak kabul edilen Perry Anderson ve Norberto Bobbio’nun çalışmalarından hareketle, Defterler’de geçen en önemli paragrafların ışığında devlet ve hegemonya kavramlarının toplumsal işlevleri açısından bir değerlendirmesi yapılmaktadır. Hedeflenen amaç, Gramsci’nin çalışmalarına yönelik yapılan hatalı değerlendirmelerin nedenlerini açıklayıp, kendi içinde tutarlı bir kapitalist devlet kuramının geliştirilebileceğini göstermektir. Daha sonra, tarihsel blokun sürekliliğini sağlaması açısından hegemonyanın ve devletin toplumsal işlevi üzerinde durularak, karşı hegemonyanın oluşum süreci incelenmektedir. Tartışma Evreni Gramsci’yi diğer Marksist düşünürlerden ayırt eden en temel özelliği, üstyapıyı temel yapı karşısında içerik ve işlevsel açıdan ayrıntılandırıp, onu tarihsel dönüşüm süreçlerinde aktif bir uğrak olarak kuramsallaştırmış olmasıdır. Üstyapının farklı uğraklarında ortaya çıkan çeşitli görünüm ve etkinliklerin belli bir yönteme dayandırılarak yapılan bu ayrıntılı analizi, O’nun düşüncelerinin ekonomik-politik ya da sınıfsal niteliğinin temel dayanağını oluşturur. Bu kuramsal çözümleme, hegemonya kavramının sadece sivil toplumla sınırlandırılmayıp, ekonomik boyutuyla birlikte kavranması gerektiğini gösterir. Sonraki yıllarda Althusser ve Poulantzas da benzer bir şekilde üstyapıyı, sivil toplumu da içine alacak bir biçimde genişleterek, devletin ideolojik aygıtları bağlamında değerlendireceklerdir. Her ne kadar Gramsci ve Althusser, üstyapının ayrıntılı bir çözümlemesini esas alan bir araştırma çabası içerisine girmişseler de, bu onların düşüncelerini aynı felsefi temellere dayandırdıkları anlamına gelmez. Her şeyden önce Gramsci tarihsici (historisizm) bir düşünür iken, Althusser ise yapısalcı olarak kabul edilmiştir (Texier, 1985: 13, 38, 47). Defterler’de geliştirilmeye çalışılan kapitalist devlet kuramının biri pratik, diğeri teorik olmak üzere iki ayrı düzlemde ilerlediği söylenebilir. Birincisi, tarihsel 8 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences deneyimin yorumlanmasıyla ilişkilidir; ikincisi, belli bir dönemle sınırlandırılamayacak olan evrensel sorunların kuramsallaştırılmasına yöneliktir (Yetiş, 2009: 130). Devlet-sivil toplum ikiliği konusundaki kuramsal yaklaşımın yöntembilimsel belirleyicileri, yukarıda ifade edilen düzenlemelerden ikincisinin içsel zorunluluklarına uygun olarak, geleneksel söylemde pek rastlanmayan tarihsel blok kavramı üzerinden biçimlenir. Tarihsel blok kavramı sadece devletin işleyiş biçimini açıklamaya yönelik bir girişimi ifade etmesi açısından değil, aynı zamanda Defterler’de geçen farklı inceleme alanlarının içeriğini oluşturduğu diğer bileşenlerin açıklanmasına yönelik olarak da önemli bir yere sahiptir. Buna göre, “…yapılar ve üstyapılar bir tarihsel bloku biçimlendirir. Yani, yapıların karmaşık, çelişkili düzensiz bütünlüğü, üretim ilişkilerinin toplumsal bütünlüğünü yansıtır” (Gramsci, 1971: 366). Bu noktada, yapı-üstyapı ilişkisinin organik bir bütünlüğü yansıttığını söyleyebiliriz. Ayrıca, tarihsel blok kavramı, bir toplumsal oluşumun çözümlenmesinin bütünselci bakış açısına dayandırılmasına olanak sağlar. Gramsci, bir toplumsal oluşumun çeşitli düzey (level) ve kerteleri (instance) arasındaki ilişkileri tek yönlü nedensellik ilişkisine dayandırarak açıklayan mekanik materyalizmin düşünsel öncüllerinden farklı olarak, tarihsel blokun çeşitli kerteleri arasındaki “zorunlu karşılıklılık” durumunu diyalektik bir süreç olarak tanımlar: “…yapı üstyapı arasındaki zorunlu karşılıklılık” (necessary reciprocity), gerçek diyalektik bir süreçtir” (1971: 366). Bu diyalektik süreç, tarihsel blokun kerteleri arasında kurulan ilişkiyi tanımlamakta sınırlı kalmayıp, sivil toplum ve politik toplum ikiliğinin (dichotomy) kuramsallaştırılması açısından da geçerlidir. Ekonomik alandan siyasal alana diyalektik geçişi önemseyen bir perspektif, ancak, kuramsal düzeyde üretilen soyut gerçekliğin farklı kerteleri arasındaki organik birliğin kurulmasıyla olanaklıdır (Yetiş, 2009: 131). Yapılan bu açıklamalar çerçevesinde, tarihsel blokun çeşitli kerteleri arasındaki ilişkiyi diyalektik bir ilişki olarak belirledikten sonra, belli bir soyutlama düzeyinde üretilen soyut gerçeklik organik bir bütünlük içinde düşünülmelidir. Dolayısıyla, Gramsci, üstyapının iki kurucu kertesi şeklinde konumlandırdığı “sivil toplum” ve “politik toplum” arasındaki ilişkiyi çatışkılı (antinomy) bir ilişki şeklinde değil de, diyalektik ikilik (dichotomy) olarak yorumlar. Defterler’de dağınık bir şekilde ifade edilen kapitalist devlete ilişkin kuramsal çözümlemeler, Gramsci’nin geliştirdiği bu yöntem temelinde kavranmalıdır. Ancak, Gramsci’nin devlete ilişkin geliştirdiği bu kuramsal çözümlemeleri farklı noktalarda odaklanan çeşitli eleştirilerin gelişmesine zemin hazırlamıştır. Özellikle de Anderson ve Bobbio’yu iki önemli Gramsci eleştirmeni olarak ifade edebiliriz. Her iki düşünür de Gramsci’yi bir üstyapı teorisyeni olarak Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 9 nitelendirmiştir. Anderson, Defterler’de dağınık bir biçimde geçen çeşitli pasajlara dayandırarak geliştirdiği kuramsal düzeydeki eleştirilerini, Gramsci’nin kullandığı diyalektik yöntemi dikkate almaksızın geliştirdiği iki farklı devlet modeli üzerinden yürütür. Bu modellemelerden ilkini, üstyapının iki kurucu kertesini ifade eden sivil toplum ile politik toplumu birbirinden ayırarak farklı uçlarda konumlandığı devlet kuramı; ikincisini, iki kertenin birliği şeklinde tanımladığı devlet kuramı oluşturur. Anderson’ın Gramsci değerlendirmelerine temel dayanak oluşturduğu, kapitalist devletin işleviyle bağlantılı bir şekilde geliştirilen ve çeşitli tartışmalara konu olan ana temaların tanımlanması konumuz açısından önemli bir yer tutmaktadır. Bu noktada, Gramsci’nin stratejik ve taktik bağlamda ele alarak geliştirdiği “manevra savaşı” ile “mevzi savaşı” arasındaki farkı dile getirdiği en önemli pasajlarının birinden başlayabiliriz: “…vaktiyle manevra ama artık mevzi savaşına inanan askeri strateji uzmanları manevra savaşının askerlik biliminden çıkarılmasını talep etmiyor kuşkusuz. Savundukları, sanayi ve toplumca daha gelişmiş devletler arasındaki savaşlarda manevra savaşına daha önceki dönemlerdekinin aksine stratejik değil, taktik bir işlev verilmesidir” (1971: 234-35). Gramsci’nin, Batı’da geçerli savaş stratejisine ilişkin yaptığı değerlendirmelerin odak noktasını manevra savaşının yerini mevzi savaşına bırakması şeklindeki düşünce oluştururken, manevra savaşı taktik anlamda önemini hâlâ korumaktadır. Pasajın devamında, “…hiç değilse sivil toplumun pek karmaşık bir hale geldiği ve dolaysız ekonomik öğenin (kriz) tahripkâr saldırılarına karşı dirençli olduğu…” (1971: 235) şeklindeki değerlendirmesi, farklı tartışmalara kapı aralayacak şekilde yorumlanmıştır. Gramsci, yaptığı bu değerlendirmesinde, ekonomik alanı zaman içinde daha karmaşık bir hale gelmiş olan sivil toplumun dışında bırakmıştır. Kuramsal düzeydeki bu kavrayış, sivil toplumu üstyapının iki uğrağından biri haline getirecektir. Ancak, Hegel’den beri Marx ve Engels dahil olmak üzere sivil toplum kavramı, maddi ihtiyaçlar alanının tanımlandığı ekonomik ilişkileri içeren çeşitli etkinlikler şekilde düşünülmüştür. Pasajın devamında, “…sivil toplumun üstyapıları modern savaşın siper sistemleri gibidir. Savaşta şiddetli bir topçu hücumunun düşmanın bütün savunma sistemini tahrip etmiş gibi göründüğü olur; oysa yalnızca dış yüzey tahrip edilmiştir; görünüşe aldanıp saldıranlar hâlâ etkili bir savunma hattıyla karşı karşıya kalır. Aynı şey büyük bir ekonomik buhran sırasında siyasette de görülür. Kriz, saldıran güçlere zaman ve mekân içinde yıldırım hızıyla örgütlenme yeteneği sağlamaz; savaşma ruhu da bahşetmez” (Gramsci, 1971: 235). Yapılan bu alıntıda görüleceği üzere devlet ile sivil toplum arasındaki ilişki bir “denge” (balance) biçiminde ele alınıp, 10 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences devlet bir “dış yüzey” (outer perimeter) şeklinde tanımlanmıştır. İkinci pasajda Gramsci, Rusya ile Batı’daki sivil toplum-devlet ilişkilerini işlevsel açıdan kıyaslayarak, Rusya’da gerçekleşen Ekim Devrimi boyunca geçerli devrim stratejisi ile Batı’da uygulanması öngörülen sosyalist devrim stratejisini karşı uçlara ayırır. O’na göre, Doğu’da devlet her şey olup sivil toplum daha filiz halinde ve peltemsiydi. Batı’da devletle sivil toplum arasında kendine has bir ilişki vardı ve devlet sarsıldığında sivil toplumun sağlam yapısı derhal ortaya çıkıyordu. Devlet arkasında güçlü bir istihdam ve tabya sisteminin bulunduğu bir dış hendekti (outer ditch) sadece: ülkeler arasındaki farkların her ülke için titiz bir keşif gerektirdiği açıktı (Gramsci, 1971: 236-238). Batı’daki devlet şimdi sivil toplumun siperleriyle çevrelenmiş bir üst karargâh olmak yerine, arkasında bir iç çekirdeğin olduğu bir dış tampon bölge olarak sivil toplumun ilk versiyonundaki yerini almış durumdadır (Thomas, 2013: 89). Ancak, Anderson’a göre, ikinci pasaja daha yakından bakıldığında kendi içinde tutarlılığı olanaksız kılacak bazı çelişkiler söz konusudur. İkinci pasajda devletin her şey olduğu Doğu (Rusya) ile sivil toplum ve devletin “kendine has bir ilişki” (proper relation) içinde bulunduğu Batı arasında bir kıyaslama yapılmaktadır. Kıyaslamaya ölçüt oluşturacak Batı’daki bu ilişki ilk bakışta “dengeli” (balance) bir ilişkiyi çağrıştırır niteliktedir. Hatta Gramsci’nin yazdığı bir mektupta, politik toplum ile sivil toplum arasındaki bir dengeye de vurgu yaptığı görülecektir (1976: 10). Ne var ki, ilgili pasajın son satırları dikkate alındığında, sivil toplum ile devlet arasındaki ilişkinin bir “denge” biçiminde kurulabileceği noktasında Anderson’ın bazı çekinceleri vardır. Pasaj, Batı’da, mevzi savaşında devletin (yıkımına karşı direnebilen) sivil toplumun yalnızca bir “dış hendeğini” oluşturduğu mecazı ile devam eder. Anderson bu alıntıdan hareketle Batı’da devlet, sivil toplum ile kendine has bir ilişki içindeyse nasıl oluyor da, aynı anda “dış hendek” olabiliyor? şeklindeki bir sorunun, metnin iç tutarlılığının sağlanmasını olanaksız kıldığı gerekçesiyle, Gramsci’nin kuramını kendi içinde tartışmalı hale getirdiğini ileri sürer (1976: 10). Anderson’a göre, birinci pasajda, sivil toplum ile politik toplum arasındaki ilişki bir denge biçiminde kurulurken; ikinci pasajda sivil toplum ayrıcalıklı hale getirilmiş bir uğrak durumundadır. Anderson, devlete ilişkin bu kavrayış temelinde geliştirdiği kuramsal eleştirilerinin ilkini birinci model altında formüle ederek eleştirir. Bu çerçevede, Anderson, Gramsci’den yaptığı çeşitli alıntılardan hareketle sivil toplum ile politik toplum ve bu bağlamda kullandığı kavram setini birbirinden kopararak, zıtlıklar temelinde konumlandırır (1976: 23). Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 11 Anderson’un yaptığı bu değerlendirmelere dayanak oluşturan Defterler’deki çalışmalara bakıldığında sivil toplum-devlet ikiliği (dichotomy) temelinde geliştirilen belli bir kavram setinin her iki uğrağa denk düşecek şekilde dağıtıldığı görülmektedir: “Devlet burjuvazinin sömürülen sınıflara baskı veya silahlı tahakküm alanı, sivil toplum ise, burjuivazinin kültürel yönlendirme veya gönüllü hegemonya alanıdır; rıza ile zor, baskı ile ikna, devlet ile kilise, politik toplum ile sivil toplum arasındaki zıtlık” (Gramsci, 1971: 170). Gramsci’nin devlete ilişkin yaptığı tamamlayıcı nitelikteki diğer açıklamalar bir bütün olarak dikkate alınmadığı için, Anderson’ın Gramsci değerlendirmeleri de, yapılan bu eksik açıklamalar üzerinde mekanik bir ilişkiyi tanımlayacak şekilde gerçekleşir. Böylece, tarihsel blokun her kertesi ve onunla bağlantılı her ikilik diyalektik bir ilişki şeklinde değil de, çatışkılı bir ilişki olarak yorumlanmasına neden olur. Yöntemsel açıdan yapılan bu hatalı yoruma bağlı olarak Anderson, gelişmiş Batılı kapitalist toplumlarda sivil toplumun devlet karşısındaki üstünlüğünü, burjuvazinin temel iktidar tarzı olarak hegemonyanın baskı karşısındaki üstünlüğüyle bir tutacak şekilde tanımlar. Böylece, hegemonyanın salt sivil topluma özgü olduğu ve sivil toplumun da devlete baskın olduğu dikkate alındığında, kapitalist toplumsal düzenin istikrarını temelde sağlayan şey de, yönetici sınıfın kültürel üstünlüğü olacaktır. Gramsci’nin düşünceleri bu çerçevede yorumlandığında sosyalist mücadelenin gelişmiş Batılı kapitalist toplumlardaki stratejik anlamı da, siyasal iktidarın ele geçirilmesi sürecinde sivil toplum uğrağında hegemonya mücadelesinin başarıyla yürütülmesine indirgenmiş olacaktır. Eğer Gramsci’nin hegemonya kavramı, Anderson’ın kuramsal çözümlemelerinde ön gördüğü üzere sivil toplum uğrağında üretilen hegemonya mücadelesinin başarısına indirgenerek açıklanacak olunursa; sosyalist mücadelenin zaferi devletin askeri yönünün ortadan kaldırılması sonrası iktidarın ele geçirilmesi şeklinde değil de, işçi sınıfının ideolojik açıdan dönüştürülmesi sayesinde sermaye sınıfının egemenliğine olan bağlılıktan kurtulması anlamına gelecektir. Anderson, yaptığı bu hatalı Gramsci yorumlarının geçerliliği kabul edildiği takdirde ortaya çıkabilecek pratik sonuçlardan pek memnun görünmemektedir. Daha açık bir ifadeyle, Anderson, birinci modelin geçersizliğini kuramsal düzeydeki açıklamalarla sınırlamayıp, verili ilişkiler üzerinden hareketle göstermeye çalışır. Böylece, Anderson, bir yandan Gramsci’yi eleştirirken, diğer yandan da modern 12 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences kapitalist devletin işlevine yönelik kendi özgün düşüncelerini açıklama fırsatı bulur. Ancak, O’nun bu değerlendirmeleri, Gramsci’ye yönelik yaptığı yanlış değerlendirmelerin bir uzantısı şeklinde ortaya çıkar. O’na göre, Gramsci, burjuvazinin toplumsal denetiminin devletin baskı kurumlarından ziyade, sivil toplum kurumları ve pratikleri aracılığıyla sağlandığını, ama aynı zamanda proletaryanın rızasını almayı sağlayan şeyin, fiziksel güç tehdidi yerine düşünsel ikna yöntemlerinin olduğunu düşünür. Anderson, Gramsci’nin, burjuva sınıf iktidarının baskı ve rıza şeklinde sivil toplum ile devlet arasında paylaştırılmasını hatalı bulur. Çünkü, bütün vatandaşların hukuksal toplamı olan Batılı parlamenter sistemin temel biçimi kapitalizmin ideolojik aygıtlarının faaliyet merkezini oluşturur. Dolayısıyla da düşünsel “rıza”nın birinci kaynağını, parlamenter sisteme etkin ve gönüllü katılım sağlar. Anderson, sosyalist bir devrimin gerçekleştirilmesi sürecinde yürütülen siyasi mücadelenin odak noktasını, sivil toplum uğrağındaki hegemonya mücadelesine indirgeyen bir stratejik kavrayışın geçersiz olduğunu düşünür. Batılı gelişmiş kapitalist toplumlarda burjuva siyasal iktidarının ideolojik kaynağının, sivil toplum uğrağındaki hegemonyaya bağlı olarak gerçekleştiğini kabul etmek, devletin demokratik potansiyelini tarafsızlaştırır. O’na göre, bu kavrayış tarzı Gramsci’nin düşüncesinin en zayıf noktasını oluşturur (1976: 27). Temsili esaslara dayalı örgütlenmiş demokratik sistemin karakterize ettiği burjuva demokrasisinin bizatihi kendisi ideolojik bir araç olup, iletişim araçları ile kültürel denetimin diğer mekanizmaları onun merkezi ideolojik etkisini pekiştirir. Burjuva demokratik sistemin ifade ettiği özgürlük kavrayışı, Batı kapitalizminin en önemli ideolojik dayanağını oluşturur; sivil toplum uğrağında üretilen toplumsal denetim mekanizmalarının çeşitli uygulamaları ise bu merkezi ideolojik etkiyi güçlendirip, daha da sağlam kılar (1976: 27). Anderson’a göre, kapitalist üretim tarzının ayırt edici özelliği olan hukukun özgür ve eşit kişiler arasında yapılan ücret sözleşmesinin arkasında yatan gerçek, sınıflar arasındaki farklılıklar oluşturur. Burjuva devleti, tek tek ve eşit yurttaşlar olarak –toplumu farklı sosyal sınıflara bölünmüş gerçekliğinden soyutlanmış olarak- biçimsel anlamda bütün nüfusu eşit biçimde temsil eder. Böylece, sivil toplumun farklı sosyal sınıflara bölünmüşlük gerçeği, devlet uğrağında biçimsel anlamda eşitlenir. Kapitalist mülkiyet ilişkilerinin ortaya çıkardığı sınıflar arasındaki eşitsizlik, halkın iradesinin özgür bir ifade şekli olarak belli aralıklarla düzenli olarak yapılan seçim sistemi sayesinde, kendi kendini yönetiyormuş görünümü altında üstesinden gelinmeye çalışılır. Kapitalist üretim tarzına içkin olan Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 13 ekonomik sömürünün yol açtığı yurttaşlar arasındaki çatışkılı (antonomy) ilişkiler, hukuk aracılığıyla maskelenir ve sömürülen kesimler parlamenter faaliyetten ayrı kılınır, ona katılamaz hale gelir (1976: 28-29). Parlamenter sisteme dayalı burjuva devletinin varlığı egemen sınıfının diğer bütün ideolojik mekanizmasının şekli çerçevesini oluşturur. Burjuva demokrasisi, toplumsal ilişkilerin sürekliliğinin sağlanmasının varlık nedeni haline gelir. Burjuva demokrasisinin öğelerini oluşturan eşitlik ve özgürlük vurgusu, yani yurttaşların hukuki düzeydeki eşitlik ilkesi ile genel oy şeklindeki siyasi haklar, ideolojik düzeyde yaratılan bir yanılsama olmayıp, siyasal pratiklerle sürekli tekrarlanıp somut düzeyde yaşanılan bir gerçekliğe sahiptir (1976: 29). Anderson’ın, eleştirilerin odağına birinci modeli koyarak yaptığı bu değerlendirmelerle göstermeye çalıştığı şey, devletin ideolojik etkisinin sivil toplumda üretilen ideolojik etkiden çok daha fazla ve siyasal iktidarın dayanağını oluşturması açısından çok daha belirleyici olduğudur. Sivil toplum uğrağında üretilen toplumsal rızanın maddi bileşeni durağan olmayıp, kısa sürelidir. Buna karşılık parlamenter devlet tarafından yerine getirilen rızanın yasal-siyasal bileşeni çok daha istikrarlıdır. Çünkü, kapitalist devletin yönetim şekli sivil toplumda üretilen toplumsal rızanın uğradığı değişimde olduğu üzere aynı konjonktür değişikliklerine tabii değildir (1976: 29-30). O’na göre, burjuva demokrasisinin ideolojisi her türlü reformdan daha güçlüdür ve kapitalist devlet tarafından sağlanan toplumsal mutabakatın sürekli bağlamını oluşturur. Eğer rızanın sağladığı istikrarın sivil toplumda üretilenden çok daha fazlası devletin ideolojik etkisinin bir sonucu olarak gerçekleşiyorsa, Gramsci’nin geliştirdiği modelde olduğu üzere, burjuvazinin sınıf iktidarının ideolojik işlevini sivil toplum ile devlet arasında bölmek mümkün olmayacaktır (1976: 30). Anderson’a göre, sivil toplum uğrağında üretilen kültür toplumsal denetimin sağlanmasında her ne kadar önemli bir role sahip olsa da, rıza ile baskının farklı uğraklara uygun düşecek şekilde dağıtılması gerekmez (1976: 30-31). Özetle, Anderson’a göre Gramsci’nin düşüncesi, sosyalist mücadeleyi sivil toplum uğrağında hegemonya mücadelesine indirgeyen, sınırlarını burjuva demokrasisinin belirlediği çoğulcu bir sisteme dayandırmaktadır. Dolayısıyla, burjuva hukukunun üstünlüğünü esas alan bir siyasal düzende sosyalizmin iktidar mücadelesi sivil toplumda yürütülen karşı hegemonyanın başarısına bağlanması, devletin tüm sınıflar karşısındaki tarafsızlığıyla açıklanabilir. O’na göre, sivil toplum uğrağında üretilen toplumsal denetim aracı olarak “rıza”nın önemi ne abartılmalı ne de devletin ideolojik kültürel rolünün karşısına konulmalıdır. İdeolojik hegemonyanın gerçekleştiği uğrak olarak düşünülen sivil toplumdan çok daha fazlası devlet uğrağında gerçekleşir. 14 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences Anderson’ın diğer bir itirazı ise, devlete ilişkin olarak geliştirdiği ikinci modele yönelik yaptığı eleştirilerde somutlaşır. İkinci modele ilişkin değerlendirmelere geçmeden önce Anderson tarafından yöntemsel açıdan yapılan hataların bir benzerinin, Bobbio tarafından geliştirilen Gramsci eleştirilerine kuramsal açıdan hangi noktalarda temel dayanak oluşturduğunun ortaya konulması konumuz açısından ufuk açıcı bir katkı sağlayacaktır. Bobbio, Marx’ın düşüncelerinin Gramsci tarafından iki tersine çevrilme işlemine uğradığını iddia eder. Birincisi, altyapıya oranla üstyapı uğrağının; ikincisi, üstyapı içinde devlete oranla ideolojik uğrağın ayrıcalıklı duruma getirilmesi dir. O’na göre, Marx’ın düşüncesinde ifade bulan yapı-üstyapı uğraklarından ilki birincil ve koşullandıran uğrak, ikincisi ikincil ve koşullandırılan uğrak iken; Gramsci’de ise bunun tam tersi geçerlidir. Ayrıca, Bobbio yaptığı bu değerlendirmede üstyapıya atfettiği ayrıcalıklı konumu daha da pekiştirerek ona “etkin” ve “olumlu” bir anlam kazandırır (Bobbio, 2004: 101-103, 105-107). Ne var ki, yapılan tüm bu eleştiriler boyunca, Gramsci’nin üstyapı uğraklarının hem kendi arasındaki ilişkisinin hem de yapıyla olan ilişkisinin diyalektik niteliğine Defterler’de yaptığı kayda değer vurgu hiçbir şekilde dikkate alınmamıştır. Gramsci’nun, yapı-üstyapı arasındaki ilişkinin ele alınış biçimine yönelik yöntemsel temelde yaptığı değerlendirmeler göz önünde bulundurulduğunda, Bobbio’nun bu eleştirisini kabul etmek olanaksız görünmektedir. Gramsci, Marx’ın çalışmasında ifade bulan bir takım değerlendirmelerinden (1993: 1-3) hareketle temel yapıya ilişkin olarak iki ilke saptar. (a) Bir toplum kendine, gerekli ve yeterli koşulları ya da en azından belirleme ve gelişme yolunda bulunan koşulları henüz var olmayan hiçbir görev saptayamaz. (b) İlişkilerinde örtük olarak içerilmiş bulunan bütün yaşam biçimlerini geliştirmedikçe, hiçbir toplum dağılmaz ve yerini bir başka topluma bırakamaz (Texier, 1985: 62). Gramsci, bu yorumunu üstyapı hakkında yaptığı değerlendirmelerle birleştirir: “…insanların ekonomik dünyada kendilerini gösteren çatışmaların bilincine ancak ideolojiler alanında vardıkları…”(1985: 63). Böylece, Gramsci, üstyapının çeşitli uğraklarında ortaya çıkan çelişkilerin sınıfsal temellerinin ekonomik alandaki hareketlilikle diyalektik bir bütün içinde açıklamış olur. Yapılan bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere tarihsel blokun iki kurucu kertesi arasındaki ilişki, Anderson ve Bobbio’nun değerlendirmelerinde görüldüğü biçimiyle, ne mekanik bir ilişki ne de kertelerden birinin diğeri karşısındaki ayrıcalıklığını ön plana çıkaran bir ilişki şeklinde nitelendirilebilir. Kerteler arasındaki bu ilişki diyalektik bir ilişkidir. Bobbio’nun kuramsal çözümlemelerine içkin olan bu belirleyici yanlış başladığı noktada kalmamakta, geliştirdiği diğer Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 15 farklı yorumlara da dayanak oluşturmaktadır. Bu çerçevede, tarihsel blokun üstyapısının iki kurucu kertesinden biri olan sivil toplum birincil ve olumlu uğrak, politik toplum ise ikincil ve olumsuz uğrak olarak düşünülür. Sivil toplumun bu ayrıcalıklı konumundan hareket edildiği takdirde, iktidarın bağımlı sınıflar tarafından fethinin salt sivil toplum uğrağında yürütülen etkinliklere bağlı olduğunu kabul etmek gerekir. Ne var ki, sivil toplum kavramı, “entegral devletin” zorlama aygıtı olarak salt politik toplumu değil, hegemonya aygıtı olarak sivil toplumu da kapsayan, iktidarı elinde bulunduran egemen sınıf sayesinde tüm toplumu kendi onaşmasıyla yönettiği devlet teorisinin bir yönünü ifade ederken; dar anlamda devlet, sınırlı hükümet aygıtı anlamında üstyapısal etkinliğin bir yönünü niteler. Dolayısıyla, entegral devlet sivil toplum ile politik toplumun tümünü ifade eden çeşitli etkinlikleri kapsar. Gramscigil devlet anlayışının bu şekilde ortaya konuluşu, tüm üstyapısal etkinliklerin sınıf niteliğinin kavranmasını olanaklı hale getirir. Dolayısıyla, özel örgütlerin oluşturduğu hegemonya aygıtı olsun, hükümet aygıtı olsun ekonomik aygıta yeni bir yönelim vermeye girişen yeni toplumsal grubun, tüm toplumu kendileri aracılığıyla yönettiği ve egemenlik altına aldığı sınıf aygıtlarıdır (Texier, 1985: 74). Bobbio da tıpkı Anderson’ın çalışmalarında olduğu üzere sivil toplumu politik toplum karşısında ayrıcalıklı bir şekilde konumlandırır. Gramsci ise sınıfsal bir niteliğe sahip olan üstyapı uğrağında ortaya çıkan tüm etkinlikleri ekonomik alan ile organik bir ilişki içinde tanımlamıştır. Dolayısıyla, üstyapıyı oluşturan bu çeşitli kerteleri birbirinden ayırmamak ve bu kerteler arasındaki yöntembilimsel ayrımı organik bir ayrıma dönüştürmemek gerekir. Sivil toplum ile politik toplumun birliği edimsel (actual) gerçeklik içinde özdeşleştirilerek kavranmalıdır (Texier, 1985: 7475). İki düzeyin bu özdeşliği, devletin politik topluma indirgenmiş olmadığını açık bir şekilde göstermektedir. Tüm üstyapısal etkinliklerin ekonomik-politik ya da sınıfsal niteliği, onları kesin olarak birbirinin karşısına dikme olanaksızlığını ortay koyar. Anderson’ın ikinci model altında geliştirdiği devlet eleştirisine dönebiliriz. Gramsci’nin çalışmaları bir bütün olarak dikkate alındığında, önceki modelle bağlantılı olarak devletin ikinci görünümü, sivil toplum ile politik toplumun bir sentezi olarak ortaya çıkar. Ancak, Anderson, devletin bu ikinci görünümünü oluşturduğu çeşitli bileşenlerin somut düzeye uygun düşen kuramsal çözümlemelerle bağlantılı olduğu gerçeğini dikkate almaksızın eleştirdiği için, Gramsci’nin bu noktadaki iç tutarlılığını kavrayamamıştır. 16 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences Politik toplum ile sivil toplumun bir sentezi biçiminde ortaya çıkan devletin bu ikinci görünümünü nesnel gerçeklik düzeyiyle olan bağlantısı dikkate alındığında, Gramsci’nin tarihsel açıdan devletin, sivil toplumun özerkliğini ortadan kaldıracak şeklinde genişleyen etkisi ile sosyalist mücadelenin izlemesi gereken stratejik açıdan iki önemli noktaya vurgu yaptığı görülecektir. Gramsci, nesnel gerçeklik düzeyinde oluşturduğu devletin ikinci görünümü ve bununla bağlantılı bir şekilde geliştirdiği sosyalist devrimci stratejinin tarihsel açıdan öncül dayanağını; 1871 Komün deneyiminin başarısızlığının bir sonucu olarak devletin etkinliğinin sivil toplumun özerkliğini ortadan kaldıracak şekilde genişlemesiyle ilişkilendirerek açıklar. Ekonomik ve siyasal açıdan gelişmiş Batılı kapitalist toplumlarda geçerli olduğu düşünülen sosyalist mücadelenin özgünlüğü bu çerçevede kavranmalıdır. Gramsci, sürekli devrim teorisi hakkındaki görüşlerini ifade ettiği paragrafta bazı önemli noktaları şu şekilde değerlendirir: “Sürekli devrim kavramı büyük kitle partilerinin ve sendikaların olmadığı, toplumun birçok bakımdan akışkan olduğu bir döneme aittir. O dönemde taşra çok daha geriydi; siyasal iktidar ile devlet gücü sadece birkaç- hatta tek- kentin elindeydi. İlkel bir devlet aygıtı karşısında sivil toplum özerk bir niteliğe sahipti. Ayrıca, (…) dünya piyasalarındaki ilişkilerinde ulusal ekonomiler bugünkünden çok daha özerkti. 1870 Sonrası sömürgeciliğin yayılmasıyla birlikte bütün bu öğeler değişmeye başladı. Devletin uluslararası ilişkileri ile iç ilişkileri daha karmaşık ve kapsamlı hale geldi, 1848’e ait bir kavram olarak sürekli devrim formülü genişletilip “sivil hegemonya” şeklinde aşıldı. Askerlik sanatında olan değişiklik siyaset sanatında da olmakta, manevra savaşı giderek mevzi savaşına dönüşmekte… Mevzi savaşı için cephenin sürekli istihkâmları ne anlama geliyor ise, siyaset sanatı için modern demokrasilerin devlet organları ile sivil toplumdaki karmaşık kurumlardan oluşan büyük kitle yapıları o anlama gelir” (1971: 242-243). Komün deneyiminin başarısızlığı “manevra” savaşından “mevzi” savaşına doğru bir değişimi ortaya koyarken, bu durum sivil toplum ile devlet arasındaki değişime de uygun düşer. 1848’de sivil toplum yeterince güçlü olmayan devlet karşısında özerk durumdadır. 1870 sonrasında devletin iç yapısı çok karmaşık hale gelmiş, sivil toplum da aynı oranda gelişmiştir. İşte “sivil hegemonya” da burada ortaya çıkar (Anderson, 1976: 26). Her ne kadar Gramsci, Batı’da siyasal ve toplumsal düzeyde ortaya çıkan değişime bağlı olarak sürekli devrim stratejisinin geçersizliğinden hareketle “manevra savaşı”nın yerini “mevzi savaşı”na bıraktığını göstermeye çalışmışsa da, O’nun sosyalist bir devrimi gerçekleştirme sürecinde şekillenen düşüncelerinin ağırlık merkezini, Batı Avrupa’da devletin 19. yüzyıl sonlarından itibaren nüfus alanının artmasıyla bağlantılı bir şekilde ortaya çıkan, siyasal ve toplumsal Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 17 düzeylerdeki değişim oluşturur. Artık, sivil toplum devlet karşısında sahip olduğu özerkliği çok büyük ölçüde yitirmiş durumdadır. Devletin etkinlik alnının sivil toplumun özerkliğini ortadan kaldıracak şekilde genişlemesi, Gramsci’nin “entegral devlet” yorumunun önemli bir aşamasını oluşturur. Gramsci’nin, önceki açıklamalarından farklı, ancak tamamlayıcı nitelikteki politik toplum ile sivil toplumun sentezi şeklindeki açıklaması, devlete ilişkin yapılan değerlendirmeleri farklı bir düzeye taşınmasına yol açar. Buna göre, “Genel devlet fikri sivil toplum fikrine atıfta bulunacak öğeler taşır. Öyle ki şu söylenebilir: devlet=sivil toplum+polik toplum, yani devlet=zor ile pekiştirilmiş hegemonya” (1971: 263). Artık, devlet, iki uğrağın bir sentezi şeklinde tanımlanmaktadır. Bu alıntı, “entegral devlet” anlayışının en yetkin ifadesi olarak kavranmalıdır. Devletin nesnel gerçeklik düzeyindeki bu ikinci görünümü ayrı bir devlet modeli olmayıp, Gramsci’nin organik bir bütün içinde birleştirdiği, devletin daha somut düzeydeki bir ifadesidir. Dolasıyla, Anderson’ın, Gramsci’nin çalışmalarından hareketle geliştirdiği, birbiriyle çelişen iki farklı devlet modeli çıkarsamasını kabul etmek olanaksızdır. Anderson yaptığı bu değerlendirmelerden sonra kuramsal çözümlemelerini iki uğrağın sentezinin geçersiz olduğu düşüncesi üzerinden yürütür. Tıpkı birinci modelde olduğu gibi ikinci modelin de pratikle olan ilişkisini kurarak, geçersizliğini göstermeye çalışır. O’na göre, Gramsci bu ikinci modelde, toplumsal kontrol araçlarını ayrı ayrı değil de, devlet ile sivil toplumdaki ideolojik kontrol araçlarının birliği şeklinde kavrar. Önceki modelde hegemonyanın üretimi sivil toplumla sınırlandırılmışken, bu sürece devlet de dahil edilir. Böylece, hegemonyanın etkinlik alanı kültürel üstünlük faaliyetinin gerçekleştiği ideolojik aygıtlar ile sınırlı kalmayıp, devletin baskı aygıtına da dahil olacak şekilde genişlemiş durumdadır. Anderson, bu bakış açısının da hatalı olduğunu düşünür. Zira, zor kullanma hukuken devletin elinde toplanmıştır (1976: 31-32). O’na göre, Gramsci, “zor” ve “rıza”nın birliğine hem devlette hem de sivil toplumda yeni bir işlerlik kazandırır. Anderson, iktidarın rıza ve zor işlevlerinin dağılımında yapısal bir simetrisizlik olduğunu düşünür. O’na göre, ideoloji, sivil toplum ile devlet arasında paylaşılması gerekirken, baskı ise sadece devlete özgü bir faaliyettir (1976: 32). Anderson’un bu açıklamalarını kabul etmek doğru değildir, çünkü Gramsci’nin değerlendirmelerinde vurguladığı üzere sivil toplum kurumlarında ideoloji hakim bir öğe olmakla birlikte baskı öğesi de uygulanabilir. Örneğin, çeşitli inanç biçimlerinin (dini veya felsefi) insanlar üzerindeki manevi etkisi her ne kadar 18 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences güçlü olsa da, muhalif olanlar üzerindeki etkisi de fiziksel bir etki kadar tahripkâr sonuçlar duğurabilir. Eğitim kurumları, toplumun geneli üzerinde eğitici ve öğretici bir niteliğe sahiptir, ancak, disiplinin sağlanması açısından çok defa “zor”a başvurulduğu görülebilir. Benzer bir şekilde, sivil kurumlarda ırk ve cinsiyet ayrımcılığı, yasal zor biçiminde ortaya çıkmasa da, kişiler üzerinde yıkıcı sonuçları vardır (Ransome, 2013: 190). Ayrıca, aile fertleri arasında da, çeşitli derecelerde fiziksel baskı ortaya çıkabilir (2013: 191). Anderson, Gramsci’nin kullandığı diyalektik yöntemi dikkate almadığı için, baskıyı devlete, ideolojiyi de salt sivil topluma indirger. Ne var ki, rıza ve baskı diyalektik birliği, üstyapının iki kertesine dağıtılmıştır. Baskı öğesi devlet uğrağında hâkim bir durumda ideolojiyi içerirken, ideoloji öğesi ise sivil toplumda hâkim durumda baskı öğesini içerir. Gramsci, soyut hareket yasalarını tanımlamakla ya da kapitalist devletin zorunlu biçim ve işlevlerini ortaya çıkarmakla ilgilenmedi. Bunun yerine, belli bir konjonktürdeki devlet iktidarını uygulayan çoğul toplumsal güçler arasındaki karmaşık ilişkileri belirlemeye çalıştı. O’nun kuramsal çözümlemelerinin dayandığı nokta hükümet aygıtı ile sivil toplum arasındaki organik ilişkiye yapılan vurgudur (Jessop, 1990: 51). Tarihsel gerçekliğin bir uğrağını ya da bir görünümünü ifade eden sivil toplum kavramı, gerçeğin basit ama tamamlayıcı yönünü adlandıran kavramlardan ayrılmaz bir niteliğe sahiptir. O halde tarihsel blokun analizi onu oluşturan çeşitli kerteler arasındaki diyalektik ilişkiler bağlamında ele alınarak değerlendirilmelidir. Hükümet aygıtı olarak dar anlamıyla devletin karşısında, yönetici sınıfın hegemonya aygıtı olarak sivil toplum; güç ve diktatörlük uğrağı karşısında, ikna ve onaşma uğrağı bulunur. Altyapıyı dönüştüren ekonomik-politik savaşım uğrağı karşısında, kültürel ya da etik politik yayılma uğrağı yer alır. Bu üstyapılar teorisinde, sivil toplum politik toplumdan ayrılmaz bir şekilde “entegral devlet” olarak nitelenirken, ekonomiyle diyalektik bir ilişki içindedir. Bu üstyapılar teorisinin kendisi, tarihin yaşayan diyalektiğini kendi bütünselliği içinde kavramayı amaçlayan daha geniş bir bütünün parçasını oluşturur. Zira, yapı-üstyapı diyalektiği, ne ekonomik güçlerin kısmi tarihi, ne de etik-politik bir yapılanma uğrağıdır. Öyleyse üstyapılar teorisi aslında temel yapı ile üstyapılar ilişkisi teorisi, onların birliği teorisi, onların oluşturdukları tarihsel blok teorisidir (Texier, 1985: 49). Bu tarihsel blok teorisi olmaksızın bundan doğan ekonomi ile kültürün birliği ve kültür ile politikanın birliği olmaksızın Gramscigil üstyapılar teorisi anlaşılamaz. Gramsci’nin kendine özgü düşüncesini kavramak için yöntembiliminin özünde olan “temel zorunluk” ilkesine uymak gerekir. Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 19 Birinci temel zorunluk ilkesi yapı-üstyapı diyalektik birliğini, ekonomik uğraktan politik uğrağa geçişi, tarihsel hareketin doğuşu ve “praksis”in yön değiştirme ve etik politik yayılma uğrağına uzanan gelişmesini kavramak için tarihsel blok kavramından hareket etmeye dayanır (Texier, 1985: 51). İkinci temel zorunluk ilkesi, tarihsel blokun iki kurucu kertesi arasındaki ilişkiyi değil, ama üstyapının çeşitli uğrakları ya da görünümleri arasındaki ilişkiyle ilgilidir. Bir araştırma kuralı olarak politik toplum ile sivil toplum arasında yapılan ayrım, iki uğrağın ayrımının kesinlikle olanaksız olduğu organik gerçekliğin en iyi çözümlenmesini sağlayan bir yöntemdir. Politik toplum ve sivil toplum kavramlarına yönelik analitik düzeyde yapılan ayırma işlemi, toplumsal denetimin yeniden üretiminde “zor” ve “rıza” ilişkilerinin ayrıştırılmasına yardımcı olur. Yöntembilimsel ikilik çerçevesinde değerlendirildiğinde, sivil toplum ikna, kendiliğinden rıza, oydaşma, hegemonya ve entelektüel ahlaki liderlik işleviyle nitelenirken; politik toplum ise, bu işlevlerin diyalektik karşıtı olan zor, tahakküm ve diktatörlük olarak nitelendirilir (Yetiş, 2009: 132). Bu ikiliklerin birincileri devletle, ikincileri sivil toplumla ilişkilendirilir. Bu kavramların ikilikler biçiminde oluşturulması kapitalist toplumsal formasyonun çelişkili ve karmaşık yapısını açıklamaya yönelik bir soyutlamayı ifade eder. Dolayısıyla, devletin dar ve geniş temelde yapılan ayrımın ilki analitik metodolojik düzeydeki ayrımını, diğeri nesnel tarihsel gerçeklik düzeyindeki birliğini yansıtır. Üçüncü temel zorunluk ilkesi, üstyapı ile yapı arasındaki diyalektik birliğin, tek etkeni çeşitli biçimler altındaki insansal etkinlik olan bir süreçten başka bir şey olamayacağını kabul etmektedir. Bu süreç Gramsci’nin felsefi terimle ifade ettiği nesnelden öznele, nitelikten niceliğe, zorunluluktan özgürlüğe bir geçiş olarak betimlendiği, kendi bütünlüğü içinde düşünülen tarihsel diyalektiktir (Texier, 1985: 54). Toplumsal üretici güçlerin gelişmesi ve insanların siyasal etkinliği, olanaklı olan bütün koşulları yarattıkları zaman tarihsel diyalektik devirli olarak praksisin yön değiştirmesine ve yeni bir tarihsel blokun oluşumuna yol açar (1985: 54-55). Gramsci’nin düşünsel matrisi içinde sivil toplum ile politik toplum arasındaki ilişkinin ele alınış biçimine yönelik katedilen bu aşamada şunu söyleyebiliriz: Devletin birinci görünümü çerçevesinde sivil toplum ile devlet (politik toplum) arasındaki ayrıma yönelik yapılan her açıklama yöntem bilimsel temelde yapılan bir ayrımı ifade etmektedir. Burada geçen devlet kavramı, yöntem bilimsel temelde ele alınarak sivil topluma ait özelliklerden soyutlanıp sırf baskı aygıtı konumuna indirgendiğinden politik toplum kavramıyla ifade edilmiştir. Devletin ikinci görünümü ise, sivil toplum ile politik toplumun organik birliği 20 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences şeklinde ortaya çıkar. Burada da devlet iki uğrağın bir sentezi olarak “entegral devlet” biçiminde tanımlanmıştır. Emperyalizmle bağlantılı bir şekilde gelişen entegral devletin iki görünümünü belirledikten sonra, bir toplumsal denetim aracı olan “hegemonya” kavramının çözümlemesine geçebiliriz. Hegemonya Gramsci’nin çeşitli başlıklar altında incelediği konular arasında geçen hegemonya kavramıyla ne kastettiğine ilişkin çok farklı görüşler ileri sürülmüştür. Ancak, genel olarak üzerinde uzlaşılmış bir nokta varsa, o da bu kavramla Gramsci’nin toplumsal güç ilişkilerini ve bu ilişkilerin belirli somut yaşam biçimlerini incelemeye çalıştığıdır (Crehan, 2002: 146). Gramsci, hegemonya kavramını, ne bir ideoloji ne de toplumsallaşmanın diğer biçimlerine indirgenebilir bir kavram olarak düşünmüştür. Bu çerçevede, ideolojinin “baskı”ya dayalı özelliğiyle hegemonyadan ayrıldığını söyleyebiliriz. Hegemonya ideolojiyi kapsar, ama ona indirgenemez (Eagleton, 2000: 163-164). Gramsci, ideoloji kavramını içerik itibariyle olumsuz bir anlama gelecek şekilde kullanılmasının, üstyapıyı önemsizleştiren ekonomik indirgemeciliğe yol açtığı gerekçesiyle reddeder (Mchellan, 1999: 46). Hegemonya kavramı, Gramsci’nin siyaset ve ideolojiyle ilgili düşüncelerinin örgütleyici odağını oluşturur (Barrett, 1996: 62). Hegemonya, öncelikli olarak, politik bir ilke ve stratejik bir önderlik biçimidir. Hegemonya kavramının Gramsci’nin düşünsel matrisi içindeki kullanımı bir bütün olarak değerlendirildiğinde, verili bir toplumsal formasyonu oluşturan çeşitli bileşenlerin “rıza”ya dayalı bir şekilde sürekliliğini sağlaması açısından belirleyici bir öneme sahip olduğu görülecektir. Bu çerçevede bir toplumsal denetim biçimi olarak hegemonya, egemen sınıfların bağımlı sınıflar üzerindeki “rıza”ya dayalı iktidarını sürdürme kapasitesi olarak tanımlanır. Bu anlamda hegemonya politik bir niteliğe sahiptir. Hegemonya, aynı zamanda politik bir hareketin, gelişmiş Batılı kapitalist toplumlarda sosyalist dönüşüm sorununa yol gösterecek şekilde kavranmasına imkân sağlar (Buci-Glucksmann, 2012: 123). Bu da, hegemonyanın stratejik anlamdaki önemine işaret eder. O halde Gramsci’nin, bu kavramı, bir ülkenin “Hegemonizm”inin diğer ülke veya ülkeler üzerindeki egemen olma arzusunu ifade ettiği, uluslararası ilişkilerdeki yaygın kullanımından farklı olarak, daha özel bir anlama gelecek şekilde kullandığını söyleyebiliriz (Sassoon, 2012: 97). Hegemonya kavramının stratejik açıdan kullanımı, Ekim Devrimi’ne giden Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 21 tarihsel süreç içinde işçi sınıfının burjuva devrim uğrağında, sınıflar arasında derinleşen ideolojik saflaşmaların somut bir nitelik kazandığı özgül koşullar altında üstlenilmesi gereken öncü role ilişkin ileri sürülen, çeşitli öneriler çerçevesinde yapılan tartışmalar bağlamında ortaya çıkmıştı. Kuramsal temelde yürütülen bu tartışmaların esas olarak varlık nedeni, burjuva devrim uğrağında işçi sınıfının tarihsel rolü ve farklı sınıflar karşısındaki konumlanışı meselesi olduğundan, sosyalist devrimle birlikte işlerliğini büyük ölçüde yitirdi. Hegemonya kavramının bu sınırlı kullanımı tarihsel gerçekliğin somut bir görünüme büründüğü İtalya’nın kuzey-güney eşitsizliğinin verili koşulları altında sermayenin toplum üzerinde artan baskılarına karşın, proletaryanın diğer sömürülen kesimleriyle birlikte yürüttüğü, özellikle de köylülerle kurulacak sınıf ittifakını ifade etmek amacıyla kullanılmıştı. Ancak, kavramın başlangıçta sınırlarını belirlediği tartışma evreni sınıflar arasında kurulması amaçlanan ittifaklarla sınırlı kalmayıp, içeriği zamanla genişleyerek farklı bağlamlarda kullanılıp, verili bir tarihsel bloka bağlı olarak gelişen toplumsal olguların kuramsal çözümlemesinin odak noktası haline gelecektir. Gramsci’nin siyasal örgütlenme ve eylem teorisinin yenilikçi tözünü sağlayan şey, işçi sınıfı öncülüğünde toplumun diğer sömürülen kesimleriyle birlikte kurulması amaçlanan sınıf ittifakının dayandığı hegemonya kavramının önceki dar kullanımından farklı olarak, yeni bir tarihsel bloku oluşturan çeşitli bileşenleri ve onun sürekliliğini sağlayan temel dinamikleri tanımlayacak şekilde kapsamının daha da genişlemiş olmasıdır. Hegemonya kavramının bu genişleyen içeriği çerçevesinde değerlendirildiğinde, Lenin ile Gramsci arasında bazı noktalarda benzerliklerin olduğunu söyleyebiliriz. Bu benzerlikler hegemonyanın, (a) sınıfsal bir tabana dayanması; (b) entelektüel bir örgütlenme olması; (c) toplumsal tabanda bağlaşık gruplara dayanması; (d) hegemonik bir sistem içerisindeki güç ilişkilerinin çözümlenmesine dayanması (Portelli, 1982: 71-72), biçiminde özetlenebilir. Ancak, iki düşünür arasında belli noktalarda kurulan bu benzerlik mutlak anlamda bir düşünce ortaklığı biçiminde de yorumlanmamalıdır. Gramsci, düşüncede kültürel ve ideolojik yönelimin ön plana çıkması noktasında, Lenin’in düşüncesinden ayrılır. Lenin’in, tekelci devlet kapitalizminin sosyalist bir düzene geçişe olanak sunduğu şeklindeki düşüncesine Gramsci’de rastlanmaz (Thomas, 2009: 191). Lenin için özsel olan devlet aygıtının “zor”a dayalı yöntemler ile devrilmesidir. Hedeflenen amaç politik toplumun devrilmesi olduğundan, politik hegemonyanın kurulması zorunludur. Gramsci’nin stratejik düşüncesinde ise sivil toplum ön plana çıkar ve politik toplum karşısında üstün gelir (Portelli, 1982: 73). O’na göre, yönetici sınıfa karşı savaşımın özsel alanı sivil toplumda yer alır. Sivil toplumu denetleyen grup hegemonik gruptur ve politik toplumun fethi onu devletin (entegral devlet) tümüne yayarak hegemonyayı tamamlar. Leninist kuramsal 22 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences çözümlemede “proletarya diktatörlüğü”nün kurulması devletin “zor”a dayanan fethini öncelerken; Gramsci’nin düşüncesinde, işçi sınıfının ideolojik yönetimi (hegemonya, sivil toplum) ve politik militer egemenliği (diktatörya, politik toplum) olarak düşünülmüştür (Portelli, 1982: 73-74). Belli bir konjonktür anında tarihsel gelişmelere bağlı olarak sınıf mücadelesinin ağırlık merkezi bazen devlet (politik toplum) bazen sivil toplum uğrağında yoğunlaşabilir. Nitekim, Gramsci, Ekim Devrimi sürecinde mücadelenin sivil toplumun zayıflığından ötürü doğrudan devlete yönelik gelişmesini olumlu karşılamıştı. Dolayısıyla, Gramsci ve Lenin’nin düşüncesinde politik toplum ile sivil toplum arasındaki ilişki ikilik (dichotomy) olarak düşünülmüştür; çatışkı (antagonizm) değil. Gramsci’nin hegemonya kavramını bir bütün olarak anlamak için onun tarihsel süreç içinde hangi bağlamlarda kullanıldığının kavranması gerekir. Gramsci, hegemonya kavramını, modern kapitalist devletin işlevini, belli bir tarihsel dönem içerisinde analiz etme çalışmalarına bağlı olarak geliştirdi (Sassoon, 2012: 98). O’nun modern devletin işlevine yönelik geliştirdiği kuramsal çözümlemeleri, kapitalizmin tarihsel açıdan gelişiminin belli bir uğrağında ortaya çıkan, siyasal ve toplumsal değişimlerin yarattığı çelişkili etkiler ve bu değişimlerin bir yandan emperyalizm ve tekelci sermayeyle, diğer yandan da Ekim Devrimi’yle ortaya çıkan somut sorunlarla sınırları belirlenen sosyalizme geçişe uygun devrimci bir stratejinin yorumlanmasına ilişkin temel sorunları analiz etmeyi tasarladığı bir amacın parçasını oluşturmakta idi (Sassoon, 2012: 99). Bu çerçevede, hegemonya kavramının tarihsel bağlamının birinci yönünü, finans kapital ve tekellerin egemenliğinin biçimlendirdiği emperyalizm aşamasındaki devletin özgül niteliğini kavramaya yönelik stratejik temelde bir arayışın uzantısı olarak ortaya çıkarken; ikinci yönünü ise, Ekim Devrimi’nin ardından sosyalist devlet kuramının pratikle olan bağının kurulduğu ölçüde toplumsal sorunların bir çözüme kavuşturulması amacına yönelik çabalar oluşturur (2012: 101). Hegemonya kavramının tarihsel bağlamını oluşturan iki yönünü belirledikten sonra, emperyalist aşamanın ayırt edici özelliklerini ve bu aşamaya uygun düşen devletin işlevini değerlendirmeye başlayabiliriz. Gramsci’nin hegemonya kavramına “zor” zırhı giydirerek “entegral devlet” biçiminde tanımladığı modern devlet dönemi (1971: 263), “manevra” savaşının yerini “mevzi” savaşına bıraktığı 1870 dolaylarında başlamaktadır (1971: 242-243). O’nun ifade ettiği emperyalist aşama, devletin genişleyen etkinliğiyle birlikte sivil toplumla olan ilişkilerinin köklü bir değişime uğradığı bir döneme uygun düşmektedir. Devletin etkinliğinin sivil toplumun özerkliğini ortadan kaldıracak şekilde genişlediği bu dönem, sendikalar ve siyasi partiler düzeyinde geniş kitle örgütlenmelerinin ivme Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 23 kazandığı bir döneme de denk düşmektedir (Sassoon, 2012: 102). İşçi sınıfının yeni tipte bir devlet kurma potansiyelinin tarihsel açıdan bir örneğini oluşturan Paris Komün’ü, kitlelerin aktif bir şekilde siyasetin içinde yer aldığı, siyasi partilerin kitle tabanıyla birlikte parlamentoda temsil edilme imkânına kavuştukları yeni bir dönemin başlangıcı olarak tanımlanır. Siyasi öznelerin görevlerini yerine getirmeleri için, kitlelerin iktisadi ve siyasi açıdan örgütlenmeleri yeterli ölçüde gelişmiş düzeyde olmasa da, artık onlar yeni bir toplum kurma anlamında siyasi bir müdahale potansiyeli taşırlar (Sassoon, 2012: 106). Bu yeni dönemin özgünlüğü, kitle hareketlerinin egemen sınıf hegemonyasına yönelik karşı hegemonya oluşturabilme potansiyeli taşıması açısından belirleyici bir nitelik kazanmış olmasıdır. Emperyalist aşamada devletin değişen rolüyle bağlantılı bir şekilde gelişen kitle hareketleri, bu yeni dönemin kalıcı özelliğini oluşturur. Bu kitle hareketlerinin önem kazandığı uğrak, “sivil toplum” şeklinde tanımlanır. Egemen ve bağımlı sınıflar arasında geçen hegemonya mücadelesi de, bu uğrakta yürütülen sınıf mücadelesi çerçevesinde değerlendirilmelidir. Gramsci’nin emperyalist aşamada devletin işlevine yönelik yaptığı çözümlemeler birçok noktada tekelci devlet kapitalizmine dayalı yorumlardan ayrılır. Tekelci devlet kapitalizmini tanımlayan en yaygın ifade devletin, emperyalizm çağında tekelci sermayenin gerici ve dolayısıyla sermayenin sivil toplum üzerindeki tahakkümünü devam ettirmesinin bir aracı olduğudur (Clarke, 2004: 91). O’na göre, sermayenin üretim ve yeniden üretim sürecinde aldığı görünüm ile kapitalist gelişmenin ortaya çıkardığı çeşitli krizler (ekonomik, siyasal ve ideolojik) arasındaki bağlantı yeterince dikkate alınmamıştır (Hardt ve Negri, 2003: 209). Dolayısıyla, tekelci devlet kapitalizmi temelinde yapılan değerlendirmeler devleti, iktisadi açıdan ayrıcalığı elinde bulunduran küçük bir azınlığın basit bir baskı aracı haline indirgemiştir. Lenin, emperyalizmi modern devletin evrimi sürecinde yapısal bir aşama olarak görme eğilimindeydi. Buna göre, modern devletten emperyalist devlete geçiş zorunlu ve doğrusal bir tarihsel ilerlemeyi ifade ediyordu. Bu gelişmenin her bir aşamasında devlet popüler uzlaşmasının yeni araçlarını keşfetmek zorundaydı. Bunun anlamı çeşitli toplumsal katmanların oluşturduğu modern kapitalist toplumun sürekliliği salt baskıya dayalı yöntemlerle gerçekleşemezdi. Dolayısıyla, emperyalist devlet çokluğu ve onun kendiliğinden sınıf mücadelesi biçimlerini ideolojik devlet yapısına katmanın bir yolunu bulmak, “çokluğu” bir “halka” dönüştürmek zorundaydı. Bu düşünce Gramsci’nin kuramsal çözümlemelerinin merkezi teması haline gelecek olan hegemonya kavramının ilk politik analizidir (Hardt ve Negri, 2000: 247). 24 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences Gramsci’ye göre, emperyalist aşamada devletin ekonomiyle olan ilişkisi (refah sistemi biçimleri) toplumsal örgütlenmelere müdahalesi eşliğinde ve bununla bağlantılı olarak geniş kitleleri örgütleme ihtiyacı, klasik liberal devletin rolüne ilişkin temel bir değişimi gösterir (Sassoon, 2012: 105). Farklı bir ifadeyle, kapitalizmin “rekabetçi” aşamasından “tekelci” aşamasına geçiş sürecinde yaşanan toplumsal değişim devletin rolüne ilişkin bir takım değişimi de ortaya çıkarır. Ekonomiden çekilen, rolünü bekçi işlevle sınırlayan, ideolojik açıdan uzlaştırılabilir ölçüt olarak sunulan çeşitli toplumsal çatışmaları tarafsızlık görünümü altında denetlediği devletin geleneksel liberal kavranışı, kapitalizmin gelişiminin belli bir uğrağında ortaya çıkan devletin yeni rolü tarafından tasfiye edilir. Devletin rolüne ilişkin ortaya çıkan her değişim, farklı düzey ve biçimlerde hegemonya krizine yol açar. Devlet ve toplum arasındaki ilişkinin ortaya çıkardığı değişime bağlı olarak gelişen devletin bu yeni rolü, siyasal sınıf egemenliğinin aldığı biçimin her yönüyle incelendiğinde anlaşılabilir (Sassoon, 2012: 106). Emperyalist aşamadaki devletin bu yeni rolü, onun tüm faaliyet ve etkinlik alanlarında kendisini gösterir. Eğer entegral devlet “zor” ile “rıza”nın bir sentezi ise, devlet sadece bir sınıfın baskı aracı olarak değil, aynı zamanda üretimin toplumsal ilişkilerinin yeniden üretilmesini sağlayan tüm alanlardaki değişik faaliyet ve etkinlikler olarak da düşünülmelidir: “… her devlet (…) geniş halk yığınlarını belirli bir kültür ve ahlak düzeyine yükseltmiş olması ölçüsünde ahlakçıdır. Bu düzey, üretici güçlerin gelişme ihtiyacıyla ve giderek yönetici sınıfın çıkarlarıyla uyum içindedir. Olumlu eğitici işlev olarak okul, baskıcı ve olumsuz eğitici işlev olarak da mahkemeler bu anlamda devletin en önemli etki alanlarıdır: (…) bu amaçla işleyen başka birçok girişim ve etkinlik de vardır (...) bunlar yönetici sınıfın siyasal ve kültürel hegemonya aygıtını oluşturmaktadır” (1971: 256). Devlet üretimin toplumsal ilişkilerini yeniden üretimine yönelik bu yeni rolünü gerçekleştirebilmek için etkinliğini geniş bir alana yaymak zorundadır. Bu nedenle ideoloji, kültür, felsefe ve onların örgütleyicileri – entelektüeller- hegemonya nosyonuna özgüdür (Fontana, 2013: 272-273). Zira, hiçbir iktidar varlığını salt baskıya dayandırarak sürdüremez. Devlet, geniş kitlelerin gönüllü desteğine bağlı bir şekilde oluşan toplumsal “rıza”ya ihtiyaç duyar. Toplumsal denetim araçlarının kitleler üzerinde artan baskısına karşın, sivil toplum uğrağındaki çeşitli düzeylerdeki politik örgütlenmelerin gelişmesi, sosyalist anlamda bir toplumsal dönüşümün temelini oluşturur. Kapitalizmin çelişkili etkilerinin ortaya çıkardığı tüm bu toplumsal sonuçlar, tarihte ilk defa kitlelerin öz yönetimi için bir potansiyel yaratmıştır. Gramsci’nin, mevzi savaşını dikkate alarak, kuşatma karşılıklıdır şeklindeki ifadesi (1971: 239), hegemonya ve karşı hegemonya mücadelesine yönelik bir vurgu biçiminde yorumlanmalıdır. Sivil toplum uğrağında gelişen bu hegemonya mücadelesi boyunca işçi sınıfı savaşacağı alanı seçemez, Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 25 fakat, kitle örgütlenmelerinin varlığı bu alanın yaratılmasında merkezi derecede önemli bir yer tutar. Devletin genişleyen bu yeni rolü dikkate alındığında, işçi sınıfının mücadele etmek zorunda kaldığı yeni tipteki devletin adı entegral devlettir (Sassoon, 2012: 106). Entegral devletin bir taraf olarak mevzi savaşında yer almasının tarihsel sebepleri vardır. Emperyalizm döneminde kitleleri ekonomik olarak örgütleyen devlet, istemeden de olsa, bir takım siyasal örgütlenmeler gerçekleştirerek toplumu dönüştürme potansiyeli için uygun bir zemin hazırlar (Sassoon, 2012: 107). Fabrikalarda disiplinin sürekli kılınması, üretimim gerçekleşmesi, asgari ölçütlerde anayasal bir düzenin kurulması işçi sınıfının göstereceği asgari bir “rıza”nın oluşmasına bağlıdır. Bu da, sendika ve siyasi partiler düzeyinde gerçekleşecek olan örgütlenmeler sayesinde mümkün olabilir. Dolayısıyla, geniş kitlelerin politik düzeyde devlete toplumsal bir zemin sağlamak, farklı bir ifadeyle, hegemonya oluşturmak amacıyla örgütlenmesi gerekir. Kitlelerin, siyasi düzeyde örgütlenme faaliyetlerinin içeriği, var olan toplumsal formasyonun yerine bir diğerini koyma görevi için yeterli ölçüde gelişmiş bir düzeye ulaşmamış olabilir. Hatta, hegemonik bir mücadeleye giremeyebilir. Ancak, bu, dezavantajlı bir durum olarak değerlendirilmemelidir. Zira, kitlelerin politika içindeki varlıkları onların özerkliklerinin ön koşuludur. Dolayısıyla, “entegral devlet”, emperyalist aşamada kitle hareketlerinin gelişmesinin egemen sınıflar açısından sürekli tehdit durumunun hüküm sürdüğü bir dönemin ürünüdür. Devlet, kapitalizmin tekelci aşamasında, yeni rolünü toplumsal düzeyde gerçekleştirebildiği ölçüde, egemen sınıfların hegemonyasını kurar ve toplumsal “rıza”nın oluşmasına bağlı olarak tarihsel blokun sürekliliğini sağlar. Ne var ki, devletin kapitalist toplumsal formasyonun sosyal, siyasal ve ekonomik gelişimini temsil edebilme yeteneği, tekelci kapitalizmin egemenliği döneminde giderek azalmaktadır. Parlamento ve siyasi partilerin geleneksel rollerinde ortaya çıkan değişimin işaret ettiği temsil krizi, hegemonya krizinin temelini oluşturur (Sassoon, 2012: 108). Eğer devlet, bu aşamada, yeni rolünü gerektiği gibi yerine getiremezse, ortaya çıkacak olan hegemonya krizi, söz konusu ülkenin, siyasal ve toplumsal gelişiminin ortaya çıkardığı tarihsel deneyimin birikimiyle bağlantılı bir şekilde geliştirebileceği farklı siyasal pratikler aracılığıyla üstesinden gelmeye çalışacaktır. Hegemonik krizler, yönetici sınıfların devlet aracılığıyla gerçekleştirdiği ve halkın hoşuna gitmeyen eylemlerin ya da önceden edilgin olan kitlelerin artan siyasal eylemliliğinin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Her iki durumda da bir otorite krizi söz konusudur. Ortaya çıkan bu durumu Gramsci, hegemonya krizi ya da devletin genel krizi şeklinde adlandırır (1971: 210). Egemen sınıf artık “yönetici” değil, sadece “egemen” durumda ise, salt zorlama gücünü kullanıyorsa, bunun 26 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences anlamı büyük kitleler geleneksel ideolojilerinden kopmuşlardır ve eskiden inandıklarına artık inanmamaktadırlar (Corney, 2001: 266). Hegemonya bunalımını yansıtan bu kriz dönemleri, kitlelerin kendi ifade biçimleri olarak kabul ettikleri siyasi partilerden koptukları bir tarihsel uğrağa uygun düşer. Egemen sınıf hegemonyasını korumak amacıyla devleti kullanmanın geleneksel yöntemleri artık işe yaramaz hale gelir. Gramsci, söz konusu hegemonya krizinin salt ekonomik krizin bir sonucu olduğu yönündeki bir düşünceyi reddeder. O’na göre kriz, ancak kitle bilinci varsa ve harekete geçmeye hazırsa eyleme yol açabilir. Bir başka ifadeyle, toplumun devrimci değişikliğini getirecek olan kitlelerin bilinç düzeylerinin gelişmesidir: “Kriz, saldıran güçlere (…) yıldırım hızıyla örgütlenme yeteneği vermez; onlara savaşım ruhu da pek kazandırmaz. (…) savunmadakiler de morallerini bozmadıkları gibi ne mevzilerini terk ederler (…) ne de kendi güçlerine ve geleceklerine olan güvenlerini yitirirler” 1971: 235). Gramsci’ye göre, tekelci kapitalizm çağında ortaya çıkan kapitalizmin organik krizleri, kapitalizmin temel problemlerini ya da kapitalizmin çöküşüyle ortaya çıkan problemleri çöz(e)meden ilerler. Bu krizler (çok daha çarpıcı olanı konjonktürel krizler) işçi sınıfının müdahaleleri için hep değişen bir alan açar ve yeni bir hegemonik rol için fırsatlar yaratır. İşçi sınıfı bu fırsatları kendi sınıf çıkarları için değerlendiremezse, burjuvazi kendi egemenliğini farklı biçimler altında yeniden tesis eder (Sassoon, 2012: 120). Bu da, ekonominin yeniden örgütlenmesine ve kapitalist devleti destekleyen, onu tüm mekanizmalarıyla yeniden üreten tarihsel blokun devamı anlamına gelir. Böylece, aşağıdan gelen halk inisiyatifleri önlenecek ya da tam anlamıyla etkisizleştirilecek, yönetenlerle yönetilenler arasındaki çelişkili ilişki korunacak veya yeni bir toplumsal örgütlenme dayatılacaktır (Jessop, 2004: 217). Kapitalizmin farklı biçimler altında ortaya çıkan krizlerine hegemonik düzeyde verilecek bir cevap, işçi sınıfı mücadelesinin bir ürünü olan ve toplumun tüm kesimlerini de etkileyen bu krizi farklı bir çözüme kavuşturacak tek yoldur. Bu çözüm, kapitalizmin kriz koşulları altında somut imkânlar tanıdığı bir dönemde toplumu sosyalizme götüren sürecin bir parçası olarak düşünülmelidir. Hegemonik mücadele, Gramsci’nin politik olarak nitelediği tek eylem biçimidir (Sassoon, 2012: 116). Bir sınıfın birlik olarak çıkarlarını temsil etmek amacıyla salt parlamentoya katılması gerçek anlamda politik eylem değildir (1971: 181-182). Politik mücadelenin hegemonik bir nitelik kazanması gerekir, bu da toplumun çeşitli kesimleriyle varılacak uzlaşılarla mümkün olabilir. Kısacası, Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 27 hegemonik mücadeleye politik niteliğini kazandıran şey, mücadelenin hangi alanda olduğu değil, siyasi mücadelenin şeklidir: “…devlet, tikel bir grubun azami genişlemesi için koşullar üretmeye mahkûm bir organ olarak görülür. (…) bu tikel grubun gelişmesi ve genişlemesi evrensel bir gelişmenin ya da bütün “ulusal” enerjilerin motor gücü olarak algılanır ve sunulur” (1971: 182). Bu çerçevede, devlet, üretimin toplumsal ilişkilerini yaratmada ve yeniden üretme kabiliyetini göz önünde bulundurduğunda belirli bir sınıfın aracıdır. Ancak, devletin bir sınıf aygıtı olarak taşıdığı anlam, siyasi güçlerin sürekli değişen güç ilişkisi ve egemen grup ile yapılması gereken uzlaşılarla şekillenir. Gramsci, egemen üretim biçiminin sürdürülmesi için yapılan bu uzlaşıların birbiriyle ilişkisini hegemonyanın, ekonomik ilişkiler alanından ziyade, salt bir ideolojik mücadele ya da herhangi bir anlaşma tipi olmadığını vurgular: “Şüphesiz ki hegemonya gerçeği, hegemonyanın uygulandığı grubun eğilimleri ve çıkarlarının hesaba katılmasını ve de verimli bir uzlaşı dengesinin kurulması gerekliliğini öngörür…” (1971: 161). Bir sınıf başarılı bir şekilde hegemonyasını uygulayabilme kapasitesi, tüm toplumun evrensel çıkarlarını temsil etme ve kendisini bir ittifak grubuyla birleştirme yeteneğine bağlıdır. Hegemonya ile sınıf bağlaşmasını özdeşleştirmek büyük bir hata olur. Bu iki kavramın sınırlarını belirlediği toplumsal pratiklerden hareketle temel farklılıkların kavranması gerekir. Yönetici sınıf iki açıdan üstün durumdadır. Her şeyden önce yapısal düzeyde ekonomik bir sınıftır; üst yapısal düzeyde, entelektüel blok aracılığıyla ideolojik yönetimi elinde tutar. Bağlaşık gruplar ise tarihsel blokun her iki düzeyinde de ikincil rol oynar. Yönetici sınıfın ekonomik ve entelektüel düzeylerde kurduğu üstünlük uzlaşılan gruplarla kurulan ilişkilerde bir eşitsizliğe yol açar. Gruplar arasında kurulacak bir uzlaşma veya ortaklık ilişkisi, ideolojik blokun oluşma biçimine göre ya bir “katılma” ya da bir “soğurulma” şeklinde gerçekleşir (Portelli, 1982: 91). Ne var ki, gruplar arasında kurulması amaçlanan uzlaşma veya ortaklık ilişkisi tüm gruplar için geçerli değildir: Ast sınıflar bu ortaklıktan dışlanır. Yönetici sınıfın verili toplumsal ilişkiler temelinde geliştirdiği hegemonik üstünlüğü iki görünümde somutlaşır. Birincisinde, yönetici sınıf hegemonyasını tercih etmez, fakat, diğer grupları etkisizleştirmekle yetinir. Yönetici sınıf hegemonyasının yeğlendiği ikinci durumda ise uzlaşma, onun kendi sınıf çıkarlarına zarar vermeden gerçekleşir. Hegemonik sistem içerisinde temel sınıfın yönetici bir sınıf olduğu gerçeği unutulmamalıdır. Ancak, bu yönetici sınıfın sürekliliği geniş bir toplumsal tabana dayanmasıyla mümkün olabilir. Gramsci tarafından bağlaşık gruplar olarak nitelendirilen bu sınıflar sayesinde temel sınıf, hegemonyasını pekiştirme olanağına kavuşur (Portelli, 1982: 91-92). 28 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences Bağlaşık gruplar, yönetici sınıf hegemonyasını kurup sürdürmesi için her ne kadar gerekliyse de, bu durum onların ideolojik bakımdan denetiminin sadece aydınlarını soğurarak değil, aynı zamanda onların öz çıkarlarının da göz önünde bulundurulmasıyla mümkün olabilir (Portelli, 1982: 93). Hegemonik sistem bu anlamda bir bağlaşma olarak nitelendirilebilir. Zira, egemen grup bağımlı grupların genel çıkarlarıyla somut olarak eşgüdümlenmiştir. Yönetici grubun çıkarları bağlaşık grupların bazı çıkarlarıyla belli noktalarda örtüşebilir. Eğer, yönetici gruplarla diğer gruplar arasında bir bağlaşma varsa, bu, somut olarak yönetici sınıf tarafından diğer gruplar üzerinde uygulanan ekonomik, ideolojik, politik hegemonyadan başka bir şey değildir (1982: 93-94). Gramsci’nin hegemonya çözümlemesi tarihsel blok içinde yer alan toplumsal grupların ayırt edilmesine yol açar: (a) Hegemonik sistemi yöneten temel sınıflar; (b) hegemonyanın toplumsal tabanını oluşturan ve hegemonik personel için yetişme alanı hizmetini gören yardımcı gruplar; (c) hegemonik sistemden dışlanmış ast gruplar (Portelli, 1982: 94). Hegemonik sistem içerisinde yönetici sınıf ile ast sınıflar arasındaki ilişkinin biçimlendirdiği normal rejim “egemenlik”, yani politik toplumun baskın olduğu ya da bu baskı boyutunun mutlak anlamda kullanıldığı bir rejimdir. Yönetici sınıf ile ast sınıflar arasındaki ilişkinin zorlayıcı yönü üç görünüm altında ortaya çıkar. Birincisi, ast sınıfların yönetici sınıfı kendi amaçlarını ve hattâ gerçek olanaklarını aşma zorunda bıraktıkları bir durum olabilir. Örneğin, Fransız Devrimi boyunca Jakoben hareket halkın zorlaması altında, burjuva hegemonyasının toplumsal tabanını büyük ölçüde genişleterek, burjuva amaçlarını aşmışlardır (Portelli, 1982: 95). İkincisi, transformizm, yani politik toplumun sivil toplum üzerindeki üstünlüğünün vurgulanması. Egemen sınıf, ast sınıfları siyasal edilginlik içinde tutarak, onlar üzerindeki etkisini kurup sürdürmekle yetinir. Böylece, egemen sınıf onları kendi siyasal sınıfı içinde eriterek, önderlerini de barışçıl yoldan etkisizleştirir (1982: 95). Üçüncüsü, doğrudan diktatoryanın uygulanması. Ast sınıfları egemenlik altında tutmak için salt politik toplumun kullanılması durumudur. Bu koşullar altında, egemen grubun hegemonyasını uygulayabilmesi son derece zordur. Çünkü, bir toplumsal denetim aracı olarak politik toplumun ön plana çıkması egemen grubun sivil toplumu denetim altında tutamadığını, dolayısıyla da geniş kitleler nezdinde toplumsal “rıza”nın sağlanamadığını gösterir (1982: 96). Siyasal iktidarın ele geçirilmesi sürecinde karşı hegemonya oluşturma çabası proletaryanın yürüttüğü mücadele açısından önemli bir yer tutar. Gramsci, hegemonya kavramını toplumsal denetimin ikinci sıradaki olumlu yönleri açısından da tanımlar: “Toplumsal bir grup üstünlüğünü (supremacy) iki biçimde gösterir: Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 29 egemenlik (dominace) ya da düşünsel ve ahlaki liderlik olarak. Toplumsal bir grup hükümet gücünü (govermental power) elde etmeden önce liderliğini gösterebilir, (…) iktidarını uygularken sonradan egemen haline gelir, ancak bu iktidarı elinde tutarken liderlik etmeye devam etmelidir” (Portelli, 1982: 161). Böylece, hegemonya kavramının iki yönü daha tanımlanmış olur. Birincisinde, hegemonya liderlik gerektirir. Ağırlıklı olarak konsensüse dayalı toplumsal denetimin ifade ettiği hegemonik denetim kendiliğinden ortaya çıkmaz, bilfiil yaratılması gerekir. İkincisinde, toplumsal bir grup veya sınıf siyasal iktidarın ele geçirilmesi ve sürdürülmesi anlamında amacına ulaşmak istiyorsa, toplumsal bunalım öncesinde liderliğini göstermelidir. Hangi boyutta liderlik edebileceği ise, birleştirici ve ortak amaca yönelik sınıf ittifakının, yani toplumsal grupların tarihsel blokunu ve onların amaçlarını gerçek anlamda hayata geçirebilecek ölçüde sahip olunan kapasiteye bağlıdır (Ransome, 2010: 57-58). Siyasal iktidarın, gelişmekte olan tarihsel bloku oluşturan parçaların kendi çıkarlarını aşan evrensel bir bakış açısı geliştirmedikçe ele geçirilmesi zordur. İttifakı oluşturan toplumsal gruplar arasındaki çıkarlar ekonomik olsa da, bu konular siyasi ve ahlaki alanlara da yansıyacaktır. Farklı bir ifadeyle dile getirecek olursak, alternatif bir hegemonya hem ekonomik hem siyasal üstyapı bünyesinde pratik ve düşünsel sorunların farkında olan ve bunlarla bağ kurmaya hazır, yeni ekonomik, siyasal ve ahlaki liderliğin önderliğiyle gelişebilir. Hegemonyanın genişleyen anlamı çerçevesinde uzlaşı, ekonomik anlamda proleter sınıfa dostça yaklaşan diğer toplumsal gruplarla verimli bir iletişim geliştirme ve onları özümsemeyi içerir: “Proletaryanın müttefikleri üzerinde hegemonya kazanması için taviz ve fedakârlıklarda bulunması oldukça önemlidir. Hegemonya uygulanacak kesimlerin çıkar ve eğilimlerini dikkate almayı ve uzlaşma dengesinin kurulmasını gerektirir. Bu çerçevede, önder grup, ekonomik-korporatif fedakârlıklarda bulunmalıdır. Hegemonya ahlaki ve siyasi olmanın yanı sıra ekonomik de olmalıdır” (Ransome, 2010: 181). Proletarya, toplumun çok farklı kesimlerinin temel problemlerini çözmeye adım atan alternatif projeler etrafında birleştirme başarısı gösterebilirse, toplumun bir bütün olarak evrensel yayılımını temsil edebilir. Sosyalist mücadeleyi kendi sınıf çıkarlarıyla sınırlamak, bireylerin toplumsal ve ekonomik konumlarıyla ilişkisini kurmadan onları eşit birer vatandaş olarak tanımlayan resmi burjuva tavrının üstesinden gelebilecek bir stratejinin yaratılmasına engel olur. Eğer işçi sınıfı mücadelesini salt kendi sınıf çıkarlarıyla sınırlarsa, ortaya koyduğu talepler, yaptığı anlaşmalar, yeni bir toplumsal blokun kurulmasına yardımcı ol(a)maz. O halde işçi sınıfı kendi ortak çıkarlarının ötesine geçen farklı toplumsal güçleri birleştirebilecek bir düzeye ulaşmadıkça, siyasi müdahalesini tam anlamıyla 30 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences gerçekleştiremez. Farklı sosyal sınıflar arasında kurulması hedeflenen bu uzlaşılar ise, alternatif bir tarihsel blok ve yeni bir devlet kurmaya başlamanın tek yoludur. Gramsci, yapısal ekonomik çelişkilerin üstyapı kurumlarıyla bağlantılı değişikliklerle çözülebileceğini kabul etse de, yapı-üstyapı ilişkisine, özel olarak tarihsel blokun özellikleri açısından atıfta bulunur: “Tarihsel blok kavramı yani doğa ve tin bütünlüğü (yapı ve üstyapı), karşıtlar ve ayrımlar bütünlüğü” (1971: 137) oluşturur. Defterler’in bir başka yerinde de yapılar ve üstyapılar bir tarihsel bloku oluşturacak (1971: 366) şekilde tanımlanır. Hegemonya her zaman tarihsel bloktan doğar, ancak her tarihsel blok hegemonik olmak zorunda değildir (Ransome, 2010: 182). Zira, toplumsal sınıflar karşılıklı çıkarlara dayanan birbirinden çok farklı ittifaklar veya bloklar silsilesi üretir, içlerinden çok azı egemen duruma gelir. Bu tarihsel ittifakın krizlere bağlı olarak sürekli değişikliklere uğradığı unutulmamalıdır. Tarihsel blok ile hegemonya arasındaki kaçınılmaz olmayan karşılıklılık toplumsal sınıfların bünyesindeki içsel eksikliklere ilişkin bir durumu gösterir. Daha açık bir ifadeyle, düşünsel ve ahlaki bir blok oluşturan toplumsal sınıfların, diğer gruplarla kurulan siyasal ittifakı hegemonik olabileceği gibi, olmayabilir de. Dolayısıyla, bir sınıfın hegemonik bir sınıf haline gelebilmesi için liderliğin olası toplumsal değişiklikten önce gerçekleşmesi gerekir. Rızaya dayalı yöntemlerle hegemonik olamamış bir sınıf ittifakının siyasal iktidarı ele geçirdiği yerde, kurmayı amaçladığı toplumsal düzeni sürdürmesi zor hale gelecektir. Zira, hegemonyasını kuramamış bir siyasal iktidarın meşruiyeti eksiktir, kurulması hedeflenen toplumun kırılgan ve istikrarsız bir yapıya sahip olması kaçınılmaz olacaktır. Hegemonyanın inşa edilememiş olmasının ortaya çıkardığı siyasal iktidarın meşruiyetten yoksunluğu, toplumsal oluşumun sürdürülmesi zorunluluğu karşısında güç/rıza diyalektiğinin “zor” boyutunun ön plana çıkmasına yol açacaktır. Varlığını ve sürekliliğini salt “zor”a dayandıran bir tarihsel blok hegemonya üretemez. Gramsci’ye göre, iktidar olan sınıf egemen hale gelir, fakat liderlik etmeye de devam eder (1971: 57). Devrim sonrasındaki aşamayı ifade eden hegemonik önderlik ortadan kalkmaz, devrim öncesi durumda olduğu gibi devam eder, ama niteliği değişir. Hegemonyanın inşası toplumsal değişimin ön koşulu olduğu gibi, devrim sonrasında ortaya çıkabilecek olası tepkilere karşı bir savunmadır da. Sonuç olarak, Gramsci tarafından geliştirilen hegemonya kavramının kendisi hangi toplumsal güç ilişkisine seslendiğine bağlı olarak farklı şekillerde kullanılmıştır. Birincisi, bir süreç ve evrimi betimleyen hegemonya kavramının esas olarak toplumsal ilişkiler içinde gelişen organik bir süreç olduğu unutulmamalıdır. Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 31 Hegemonya bağımlı sınıfların duygu ve zihin dünyasındaki denetimi sağlamak amacıyla çeşitli araçlarla yürütülen aktif mücadeleyi ifade eder. Bu bağlamda düşünüldüğünde hegemonya egemen sınıflar ile bağımlı sınıflar arasında hiç bitmeyen bir mücadeledir. İkincisi, hegemonyanın temsilcileri bilinçli ve düşünce üreten kimselerdir, dolayısıyla hegemonya, toplumsal öznelerin etkinliğinin dışında bir kavram olmayıp, gerçek bireyler tarafından bilfiil yaratılır, muhafaza edilir ve yeniden üretilir. Üçüncüsü, hegemonya bilinçli bir zihinsel derinlemesine dönüşme ve sentez sürecini ifade eder. Bu süreç, maddi gerçekliğin daha fazla anlaşılmasına, siyasal strateji ve eylemin yeni bir biçiminin gelişmesine öncülük eder. Bu anlamda hegemonya bir “praksis” biçimidir. Daha açık bir ifadeyle, bilinçli eylem yoluyla bir gerçekleştirim, eleştirel öz düşünümdür (Ransome, 2010: 176). Mevzi Savaşı Gramsci’ye göre, burjuvazinin başarılı bir şekilde devrilebilmesi, bu sınıfın iktidarı elinde nasıl tuttuğunun tatmin edici bir çözümlemesine bağlıdır. Böylece, hegemonya, siyasal sınıf egemenliğinin örgütlü meşru dayanağını oluşturması açısından iktidarla ilişkilendirilmiş olur. Artık, hegemonya kavramı, işçi sınıfının, toplumun farklı kesimleri arasında kurulan ittifakı anlatmanın bir ifade şekli olarak ortaya çıkan çeşitli yorumların ötesine geçerek, iktidarın ele geçirilmesi ve sürekli kılınması temelinde rızaya dayalı ideolojik egemenlik biçimi olarak tanımlanır. O’nun bu kavrayış tarzı, ekonomik açıdan gelişmiş Batılı kapitalist toplumlarda stratejik bir zorunluluk olarak hegemonya kavramının “mevzi savaşı” ile ilişkilendirilerek ele alınmasına yol açar (Ransome, 2010: 179-180). Mevzi savaşının tarihsel açıdan birinci belirleyeni, sivil toplumun gelişmesiyle birlikte ortaya çıkan geniş kitle hareketlerinin özerk bir nitelik kazanması oluştururken, diğer bir belirleyeni ise, Batı Avrupa’da sosyalist devrimlerin başarısız bir takım deneyimle sonuçlanmasının, nihai bir zafer için iktidarın ele geçirilmesinde tek başına yeterli olamayacağını göstermiş olmasıdır. Dolayısıyla, mevzi savaşının gerekliliği, hegemonyanın oluşum sürecinde stratejik açıdan önemli bir yere sahiptir. Gramsci, kitle ve siyaset arasında gelişmeye başlayan bu yeni ilişkilerin içeriğini, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde ortaya çıkan devrimci hareketlerin başarısız bir takım deneyimle sonuçlanmasına bağlı olarak geliştirdiği, savunmacı bir stratejiye indirgemiş görünür. Ancak, faşizmin, işçi sınıfı üzerinde ortaya çıkan yıkıcı sonuçlarına bizzat tanık olmuş bir kişinin, sosyalist mücadeleyi reformist bir anlayışa indirgediğini iddia etmek doğru bir değerlendirme olmayacaktır. Gramsci, yeni koşulların ileri ittiği mevzi savaşını: “…Doğu’da başarıyla uygulanan manevra savaşından Batı’da tek mümkün yol olan mevzi 32 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences savaşına geçmenin gerekli olduğu…” (1971: 237-238) şeklinde ifade eder. Bu alıntı, Birinci Dünya Savaşı sonrası dönemde siyasi ve ekonomik sistem derin bir kriz içinde olduğundan, o dönemi basitçe devrimci sayan tüm sol görüşlerin bir öz eleştirisi biçiminde okunabilir. Sosyalist bir devrimin gerçekleştirilmesine ilişkin stratejik temelde yapılan bu değişimin, Batı merkezli okumasından kaçınılmalıdır. Mevzi savaşı, salt Batılı ülkelere özgü bir devrim stratejisi olmayıp, tüm sosyalist devrim stratejilerinin önemli bir veçhesini oluşturur. Egemen sınıf iktidarının temelini “zor”dan çok kitlelerin “rıza”sını almaya dayandığından, işçi sınıfının mevzi savaşı süresince “zor”u yedeğine alan bir hegemonyayı tercih etmesi doğaldır. Ancak, siyasal iktidarın devrimci yöntemlerle ele geçirildiği ülkelerde bile, hegemonik bir güç olmayı başaramayabilir. Dolayısıyla, hegemonyaya ilişkin temel sorun siyasal iktidarın nasıl ele geçirildiği sorusu değildir, rehber ve lider olma anlamında onların nasıl benimsenecekleridir. Hegemonya, Batı’da olduğu kadar, siyasal iktidarın “zor”a dayandığı toplumlar için de geçerlidir (Hobsbawn, 2012: 27). Manevra savaşı bütünüyle görmezden gelinmemesi gerekse de, mevzi savaşı Gramsci için daha önemli bir odaktır. Dolayısıyla, aktüel bir savaşta olduğu gibi, manevra savaşının başarısı ya da başarısızlığı son kertede mevzi savaşına bağlı olacaktır (Ives, 2011: 171). Batı’da devlete doğrudan saldırının stratejik açıdan dikkate alındığında başarılı olması mümkün değildir. Sivil toplumu oluşturan karmaşık örgütlenmelerin tortulu tabakaları entegral devleti hem siyasal bakımdan güçlü hem de ideolojik bakımdan dirençli kılar (Fontana, 2011: 52). Mevcut düzenin yerine sosyalist bir düzenin kurulabilmesi için mevzi savaşı, yani ideolojik, kültürel ve entelektüel mücadeleyi gerektirir. Batı’da radikal anlamda toplumsal ve siyasal değişim, amacı toplumun etik politik ve ideolojik yapıları zayıflatmak olan sosyokültürel ve sosyoekonomik alanlarda mevzi savaşını gerektirir. Batı’da mevzi savaşını yürütme zorunluluğu, devletin ikna ve rızaya dayalı –dolayısıyla eğitime dayalı- yapısına işaret eder. Devletin bir eğitimci halini alması, ahlaki, entelektüel ve kültürel gücü kullanıyor olduğu anlamına gelir: İktidarı, kendisini etik-politik, dar iktisadi ve sosyal çıkarlar ile sınıf çıkarlarından bağımsız evrensel değerlerin temsilcisi olarak tanımlayarak ifa eder (2011: 53). Böylece, hâkim sınıflar, bütün toplumu –bağımlı sınıflara- özgün ve sınırları belli “kişilik”lerini aşılarlar. Eleştirel veya hegemonik bir bilenin oluşmasına paralel olarak yönetilen sınıf içerisinde ortak bir dil ve ortak bir söylem yapısı gerekir (2011: 54). Gramsci’ye göre bu çaba, hegemonik dünya anlayışının filizlenmesi ve oluşması için önemlidir. Gramsci’nin geliştirdiği mevzi savaşının dört önemli öğesi vardır: Birincisi, her ülkenin tarihsel gelişiminin ortaya çıkardığı özgün duruma yapılan vurgu. Mevzi Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 33 savaşı, dünya sanayi işçisinin eşzamanlı olarak devlete cepheden saldırısını esas alan sürekli devrim düşüncesinin enternasyonalist konumlanışına karşı ulusalcı bir anlayışa dayanır. Gramsci, her ülkedeki komünist hareketin kendi toplumunun özgünlüğünü dikkate alarak devrimci bir strateji geliştirmesi gerektiğini düşünür (Carney, 2001: 268). Mevzi savaşının bu ulusalcı yönü Gramsci’nin tek ülke sosyalizmi tercihini de ortaya koyar (Vacca, 2012: 42). İkincisi, mevzi savaşı devletin bir karşı hegemonya ile kuşatılması düşüncesine dayanır. Bu karşı hegemonya, işçi sınıfının kitlesel örgütlenmesi tarafından ve işçi sınıfının kültürünün gelişmesiyle yaratılabilir. Dolayısıyla, Gramsci, sosyalist devrim öncesinde, işçi sınıfı öncülüğünde karşı hegemonyanın geliştirilebileceğine inanır: “Bir toplumsal grup hükümet erkini kazanmadan önce de önderlik yapabilir yani hegemonik olabilir…” (1971: 207). O halde yapılması gereken şey, devlete cepheden saldırmak değil, işçi sınıfının norm ve değerlerinin birliğini ifade eden kültürünün dayanaklarını oluşturacak kurumları meydana getirmektir. İşçi sınıfı bilinci üzerinde yürütülen ideolojik savaşımı; karşı hegemonyanın yeni üstyapısı devlet dahil eski üstyapıyı kuşatıncaya kadar, burjuva hegemonyasına karşı devam eder. Ancak, bu aşama, devlet iktidarının alınması sonrasında anlam kazanır. Çünkü, işçi sınıfı devlet aygıtını kullanarak toplumsal norm ve değerleri yeni bir toplumu kurabilecek ölçüde denetim altına alabilir. Gramsci için kapitalizmin yıkımı ve sosyalizmi inşa etme mücadelesi esas olarak bir sürekliliktir, iktidarın fiili devri ise sadece bir uğraktır (Hobsbawn, 2012: 25). Proletarya iktidarı aldığında ise, mevzi savaşı yeni devletin doğal temeli durumuna gelecektir; bu da, proletarya hegemonyası kurulmadan önce gerçekleşmesi olanaksızdır. Gramsci, proletarya hegemonyasını burjuva devletini kuşatmanın bir aracı olarak değil, yeni proleter devletin temeli olarak da ileri sürer. Mevzi savaşının yürütüldüğü süreçte proletarya hegemonyasını oluşturan kurum ve örgütlenmeler yeni ahlaki ve entelektüel düzenin temeli durumuna gelir. Manevra savaşı ise, devleti baskı yönüyle sınırladığı için, devletin ele geçirildiği zaman toplumun gelişmesinde bir boşluk bırakmaktadır. Ne var ki, işçi sınıfının karşı hegemonya mücadelesi çoğulculuğun ön koşuludur. Üçüncüsü, mevzi savaşı, işçi sınıfının bilincine yönelik bir savaşımdır. İlk bilinç düzeyi, mesleki özdeşleşmedir. Meslek grubunun üyeleri grubun birlik ve türdeşliğinin, onu örgütlenme gereksinmesinin bilincindedir. İkinci bilinç düzeyi, ekonomi alanında, üretimle bağlantılı olmak koşuluyla bir toplumsal sınıfın bütün 34 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences üyeleri arasında çıkar dayanışmasına ilişkin bir bilinç ortaya çıkması şeklinde gelişir. Bu bilinç düzeyinde içi sınıfı, egemen gruplar karşısında siyasal ve hukuksal eşitlik talep eder. Üçüncü bilinç düzeyinde birey, kendi korporatif çıkarlarının iktisadi bir sınıfın dar korporatif sınırlarını aştığını ve bu bağımlılığın diğer bağımlı sınıfları da içine alacak şekilde bir karşı hegemonya oluşturarak aşılabileceğini kavrar (Carney, 2001: 271). Dördüncü öğe, bu ideolojik gelişme topolojisinin eyleme dönüşmesidir. Bu da doğrudan partiyle ilgilidir. Gramsci’ye göre, devrimci bir partiyi tanımlayan şey sınıftır (Holst, 2013: 79). O’nun parti teorisinin özgünlüğü, parti tarafından uygulanması gereken ikili perspektif anlayışıdır: “rıza” ve “zor”un diyalektik birliği (Molyneux, 1982: 197). Bu düşünceye göre, rıza gösterme unsuru zorun kullanılmasında ve zor unsuru rıza gösterilmesinin sağlanmasında daima ortaya çıkar (1982: 198). Devrimci partinin ikili perspektif izlemek zorunda kalmasının nedeni, hâkim sınıfın aynı yöntem ile politik devlet iktidarında ve sivil toplumda ayrı ayrı kurumsallaştırılmış bir diktatörlük ve hegemonya birleşimi ile varlığını sürdürmesidir (1982: 199). Baskıcı devlet iktidarı ve sivil toplum kurumları, bütün ülkelerde eşit olarak gelişmez ve aynı ilişki içinde kalamaz. Dolayısıyla, devrimci parti bunun somut analizini yapmalı ve stratejiyi buna göre geliştirmelidir. Sivil toplum uğrağında gelişen hegemonya mücadelesi daha önce hiç görülmemiş bir yoğunlaşmayı gerektirdiğinden karşılıklı bir kuşatmayı ifade eder. Karşı hegemonyanın gerçekleşmesi üç ilinti düzeyinde gerçekleşir: (a) sınıf ittifakları sistemin yaratılmasını; (b) partinin kendi güçlerini eğitmesini; (c) ilk ikisinin başarısı ise, entelektüellerin mücadelesine bağlanması (1982: 202-203). Bunun iki yönü vardır. Birincisi, işçi sınıfı ile organik entelektüeller tabakası yaratmak zorunludur. Gramsci, devrimci partiyi bir bütün olarak işçi sınıfıyla ilişkilendirir: “İşçi sınıfının (…) kendi safları arasından kendi organik aydınlarını oluşturabilme yeteneğinde olduğunu; ister kitle ister öncü partisi olsun, siyasal partinin işlevinin de, bu organik aydınların etkinliğini yönlendirmek ve emekçi sınıfla geleneksel entelijansiyanın belirli kesimleri arasında bağlantı sağlamak” (1971: 4) İkincisi, işçi sınıf ile mevcut entelektüeller arasında güçlü ilişkilerin kurulması (1971: 203-204). Sonuç Gramsci’nin başta Marksist düşünce olmak üzere çeşitli alanlarda birçok konu üzerinde yaptığı araştırmalarının büyük bir kısmı İtalyan faşizminin egemen olduğu hapishane koşullarında gerçekleşti. Dolayısıyla, O’nun bazı yazılarının anlaşılmasında karşılaşılan en önemli zorluk içinde bulunduğu baskı koşullarının sınırlayıcı etkisinden ötürü şifreli bir dil kullanmak zorunda kalmış olmasıdır. Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 35 Gramsci’nin ölümünden çok sonra Defterler adı altında derlenen çalışmalarının Marksist aydınların yanı sıra liberal aydınlar arasında da popüler olmasının nedenlerini, uluslararası alanda ortaya çıkan siyasi gelişmelerden bağımsız olarak değerlendiremeyiz. Sovyetler Birliği döneminde Polonya ve Yugoslavya’da ortaya çıkan yurttaş inisiyatifleri şeklindeki toplumsal hareketlerin gelişmesi unutulmuş bir kavramın yeniden ortaya çıkmasına zemin hazırladı: sivil toplum. Bu kavram ve onun karakterize ettiği toplumsal muhalefet, Sovyetler Birliği’nin ekonomik ve siyasal etkisinin azalmasıyla birlikte ortaya çıkan yeni ideolojik iklime koşut olarak uluslararası çevreler tarafından kabul gördü ve çokça desteklendi. Marksist aydınlar arasında sivil toplum kavramına verilen destek iki önemli kaynağa dayandırılarak yapıldı. Birincisi, Marx’ın ilk çalışmaları; ikincisi, Gramsci’nin defterleri. Ön plana çıkan bu klasik metinlerin ortak noktası kapitalist devleti sivil toplumla ilişkilendirerek ele almış olmasıydı. Gramsci’nin düşüncesine yönelik yöntem bilimsel açıdan yapılan en temel yanlış, O’nun kavramlar arasında kurduğu ilişkinin niteliğinin anlaşılamamış olmasıdır. Gramsci, verili bir toplumsal yapının kuramsal çözümlemesini kavramlar arasında kurduğu ikilikler temelinde ele almasına rağmen, bu ilişkiler bir çatışkı biçiminde düşünüldü. Böylece, kapitalist devlet, sınıf niteliğini yitirmiş tarihsel bağlamından koparılarak salt bir baskı aygıtı konumuna indirgenmiş oldu. Özgürlük kavramı da, sivil toplum uğrağında devlete karşı yürütülen mücadele sürecinde kazanılacak bireysel haklar temelinde tanımlanmaya başlandı. Bu kavrayış, sınırlarını piyasa ilişkilerinin belirlediği burjuva özgürlük anlayışını aşmak bir yana, bir üretim tarzı olarak kapitalizmi tüm toplumların tarihsel gelişiminin nihai bir evresi olarak mutlak hale getirdi. Ne var ki, Gramscigil “sivil toplum” ile “devlet” arasındaki ilişki kapitalist mülkiyet ilişkilerini aşmaya yönelik yeni bir “tarihsel blok”a işaret etmektedir. Gramsci’yi diğer Marksist düşünürlerden ayırt eden en temel özelliği, üstyapıyı temel yapı karşısında içerik ve işlevsel açıdan ayrıntılandırıp, onu tarihsel dönüşüm süreçlerinde aktif bir uğrak olarak kuramsallaştırmış olmasıdır. Gramsci, sivil toplum uğrağında devlete karşı yürütülen toplumsal muhalefeti burjuva entelektüalizmin dar sınırları içine hapsetmez. Sivil toplum kavramı, “entegral devletin” zorlama aygıtı olarak salt politik toplumu değil, hegemonya aygıtı olarak sivil toplumu da kapsayan, iktidarı elinde bulunduran egemen sınıf sayesinde tüm toplumu kendi onaşmasıyla yönettiği devlet teorisinin bir yönünü ifade ederken; dar anlamda devlet, sınırlı hükümet aygıtı anlamında üstyapısal etkinliğin bir yönünü niteler. Dolayısıyla, entegral devlet sivil toplum ile politik toplumun tümünü ifade eden çeşitli etkinlikleri kapsar. Gramscigil devlet anlayışının bu şekilde ortaya konuluşu, tüm üstyapısal etkinliklerin sınıf niteliğinin kavranmasını olanaklı hale 36 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences getirir. Dolayısıyla, özel örgütlerin oluşturduğu hegemonya aygıtı olsun, hükümet aygıtı olsun ekonomik aygıta yeni bir yönelim vermeye girişen yeni toplumsal grubun, tüm toplumu kendileri aracılığıyla yönettiği ve egemenlik altına aldığı sınıf aygıtlarıdır. Gramsci, rıza-baskı diyalektik birliğinin bir ifade şekli olarak geliştirdiği hegemonya kavramı üzerinde de durur. Hegemonya bağımlı sınıfların duygu ve zihin dünyasındaki denetimi sağlamak amacıyla çeşitli araçlarla yürütülen aktif mücadeleyi ifade eder. Bu bağlamda düşünüldüğünde hegemonya egemen sınıflar ile bağımlı sınıflar arasında hiç bitmeyen bir mücadeledir. İkincisi, hegemonyanın temsilcileri bilinçli ve düşünce üreten kimselerdir, dolayısıyla hegemonya, toplumsal öznelerin etkinliğinin dışında bir kavram olmayıp, gerçek bireyler tarafından bilfiil yaratılır, muhafaza edilir ve yeniden üretilir. Üçüncüsü, hegemonya bilinçli bir zihinsel derinlemesine dönüşme ve sentez sürecini ifade eder. Bu süreç, maddi gerçekliğin daha fazla anlaşılmasına, siyasal strateji ve eylemin yeni bir biçiminin gelişmesine öncülük eder. Bu anlamda hegemonya bir “praksis” biçimidir. Daha açık bir ifadeyle, bilinçli eylem yoluyla bir gerçekleştirim, eleştirel öz düşünümdür Gramsci, işçi sınıfının sivil toplum uğrağında stratejik temelde yürüttüğü mücadeleyi mevzi savaşı şeklinde tanımlar. Mevzi savaşı, dünya sanayi işçisinin eşzamanlı olarak devlete cepheden saldırısını esas alan sürekli devrim düşüncesinin enternasyonalist konumlanışına karşı ulusalcı bir anlayışı ifade eder. Mevzi savaşı devletin bir karşı hegemonya ile kuşatılması düşüncesine dayanır. Mevzi savaşı, işçi sınıfının bilincine yönelik bir savaşımdır. İlk bilinç düzeyi, mesleki özdeşleşmedir. Mevzi savaşı ideolojik gelişme topolojisinin eyleme dönüşmesidir. Bu da doğrudan partiyle ilgilidir. Marx ve Gramsci, kendilerinden önceki düşünürlerden farklı olarak, devletsivil toplum arasındaki ilişkiyi diyalektik çelişki olarak ortaya koyar. Devlet, sivil toplum uğrağında ortaya çıkan eşitsizlikleri ortadan kaldırmak için bu alana müdahale edebilir. Ancak, devletin bu alana müdahalesi Hegel’in devleti mutlaklaştırıp, sivil toplum uğrağındaki mevcut ilişkileri koruduğu biçimiyle değil, bizzat kendisini de sönümlendirecek olan yeni bir “etik politik” projenin temelini oluşturarak yapar. Marx’ın çalışmaları bir bütün olarak değerlendirildiğinde birbirinden farklı kuramsal statüleri olan iki önemli kavram arasında ayrım yaptığı görülmektedir: “sivil” olan ile “siyasal” olan. Feodal ilişkilerin hâkim olduğu verili toplumsal Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 37 yapıda ekonomik gücü elinde bulunduran sınıf siyasal gücü de elinde bulunduran sınıftır. Kapitalizmin gelişimiyle birlikte ekonomik alan siyasal alandan ayrılır. Devlet özerk bir nitelik kazanır. Marx’ın kavramlar arasında yaptığı bir diğer ayrıma işlemi ise “sivil toplum” ile “toplum” arasında ortaya çıkar. Toplum, sivil toplumu aşarken; sivil toplum, toplumun bir bölümünü oluşturur. Böylece Marx, insanın türsel kurtuluşunu özel mülkiyetle sınırlayan liberal düşüncenin öncül dayanaklarından farklı olarak, onu sivil topluma indirgemekten çıkarır. Bir başka ifadeyle, Marx, insan hakları söylemine toplumsal bir nitelik kazandırarak, onu bireysel çıkarların çatıştığı sivil toplumun ötesine taşımış olur. Tüm bu açıklamaların Gramsci’nin çalışmalarındaki izdüşümü yeterince açıktır. Marx’ın sivil toplum-toplum diyalektiği, Gramsci’nin sivil toplum-politik toplum diyalektik birliğine denk düşmektedir. Bu çerçevede değerlendirildiğinde Gramsci, tarihsel blok çözümlemesinde ifade bulan sivil toplum-politik toplum ayrımındaki sivil toplum vurgusu insanın tikel varoluşuna denk düşerken; sivil toplum-politik toplum diyalektik birliğindeki “politik toplum” vurgusu insanın türsel varoluşuna denk düşmektedir. Dolayısıyla, Gramsci, sivil toplumu, sınırlarını burjuva dünya görüşünün belirlediği bireysel hak ve özgürlüklerin sırf devlet karşısında korunması gereken bir uğrak olarak kavramaz. O’nun için sivil toplum uğrağında yürütülen mücadele insanın türsel varoluşunun uygun düştüğü politik toplumun devrimci dönüşümünü hedeflemektedir. Ancak, siyasal iktidarın ele geçirilmesi, karşı hegemonyanın başarılı bir şekilde üretilmesine bağlı olduğundan uzun erimli bir mücadeleyi zorunlu kılar. Dolayısıyla, bu süreç içerisinde devletin ve hegemonyanın toplumsal işlevini kavramak, stratejik ve taktik temelde yeni politikalar geliştirmek bir zorunluluktur. Kısacası, Gramscist sivil toplum mücadelesi, hegemonya mücadelesi temelinde kapitalist mülkiyet ilişkilerini ortadan kaldırmayı hedefleyen yeni bir “tarihsel blok”a işaret etmektedir. 38 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences KAYNAKÇA Althusser, Louis (2003), İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, çev. Alp Tümertekin, İstanbul: İthaki Yayınları. Anderson, Perry (1976), “The Antinomies of Antonio Gramsci”, New Left Review, (No.1/100): 5-77. Barrett, Michelle (1996), Marx’tan Foucault’ya İdeoloji, çev. Ahmet Fethi, İstanbul: Mavi Ada Yayınları. Bobbio, Norberto (2004), “Gramsci ve Sivil Toplum Kavramı”, Keane, John (ed.), Sivil Toplum ve Devlet Avrupa’da Yeni Yaklaşımlar, çev. Mehmet Küçük, Ankara: Yedikıta Yayınları. Buci-Glucksmann, Christine (2012), “Hegemonya ve Rıza: Politik Bir Strateji”, Anne Showstack Sassoon (der.), Gramsci’ye Farklı Yaklaşımlar, çev. Mustafa K. Coşkun, Ankara: Dipnot Yayınları. Carnoy, Martin (2001), “Gramsci ve Devlet”, çev. Mehmet Yetiş, Praksis, (No, 3, Yaz): 252-277. Clarke, Simon (2004), “Marksizm Sosyoloji ve Poulantzas’ın Devlet Kuramı”, (der.), Simon Clarke, Devlet Tartışmaları, Marksist Devlet Kuramına Doğru, çev. İbrahim Yıldız, Ankara: Ütopya Yayınları. Crehan, Kate (2002), Gramsci Kültür Antropoloji, çev. Ümit Aydoğmuş, İstanbul: Kalkedon Yayınlar. Fontana, Benedetto (2011), “Hegemonya ve Retorik: Gramsci’de Siyasal Eğitim”, Carmel Borg, Joseph Buttigieg ve Peter Mayo (der.), Gramsci ve Eğitim, çev. Selim Sezer, İstanbul: Kalkedon Yayınları. Fontana, Benedetto (2013), Hegemonya ve İktidar, Gramsci ve Mahiavelli Arasındaki İlişki Üzerine, çev. Onur Gayretli, İstanbul: Dipnot Yayınları. Hobsbawn, Eric J. (2012), “Gramsci ve Marksist Politik Teori”, Anne Showstack Sassoon (der.), Gramsci’ye Farklı Yaklaşımlar, çev. Mustafa K. Coşkun, Ankara: Dipnot Yayınları. Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 39 Holst, John D. (2013), “Gramsci’nin Hapishane Öncesi Eğitsel, Siyasal Teori ve Pratiğinde Devrimci Parti”, Peter Mayo (der.), Gramsci ve Eğitsel Düşünce, çev. Onur Gayretli, İstanbul: Kalkedon Yayınları. Hardt, Michael ve Antonio Negri (2003), Dionysos’un Emeği, Devlet Biçiminin Bir Eleştirisi, çev. Ertuğrul Başer, İstanbul: İletişim Yayınları. Hardt, Micheal ve Antonio Negri (2000), İmparatorluk, çev. Abdullah Yılmaz, İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Ives, Peter (2011), Gramsci’de Dil ve Hegemonya, çev. Ekrem Ekici, İstanbul: Kalkedon Yayınları. Jessop, Bob (1990), State Theory, Putting Capitalist States in Their Places, London: University Park. Jessop, Bob (2004), “Birikim Stratejileri, Devlet Biçimleri ve Hegemonya Projeleri”, Simon Clarke (der.), Devlet Tartışmaları, Marksist Bir Devlet Kuramına Doğru, çev. İbrahim Yıldız, Ankara: Ütopya Yayınları. Gramsci, Antonio (1971), Selecrion from The Prison Netebooks, ed. ve çev. Quintin Hoare ve Geoffrey Nowell Smith, Londra: Lawrence and Wishart. Gramsci, Antonio (2010), “Kapital’e Karşı Devrim”, David Forgacs (der.), Gramsci Kitabı Seçme Yazılar 1916-1935, çev. İbrahim Yıldız, Ankara: Dipnot Yayınları. Molyneux, John (1982), Marksizm ve Parti, çev. Yavuz Alogan, İstanbul: Belge Yayınları. Marx, Karl (1993), A Contribution of the Critique of Political Economy, çev. S. W. Ryazonskaya, Moskow: Zodiac. Morton, Adam David (2011), Gramsci’yi Çözümlemek, çev. Barış Baysal, İstanbul: Kalkedon Yayınları. Mclellan, David (1999), İdeoloji, çev. Ercüment Özkaya, Ankara: Doruk Yayınları. Merrington, John (1999), “Gramsci’nin Marksizm Anlayışında Kuram ve Uygulama”, Kemal Saybaşlı (der.), Siyaset Biliminde Temel Yaklaşımlar, İstanbul: Doruk Yayınları. 40 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences Poulantzas, Nicos (2013), Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar, çev. Şule Ünsaldı, Ankara: Epos Yayınları. Portelli, Hugues (1982), Gramsci ve Tarihsel Blok, çev. Kenan Somer, Ankara: Savaş Yayınları. Ransome, Paul (2010), Antonio Gramsci Yeni Bir Giriş, çev. Ali İhsan Başgül, Ankara: Dipnot Yayınları. Sassoon, Anne Showstack (2012), “Hegemonya, Mevzi Savaşı ve Politik Müdahale”, Anne Showstack Sassoon (der.), Gramsci’ye Farklı Yaklaşımlar, çev. Mustafa K. Coşkun, Ankara: Dipnot Yayınları. Texier, Jacques (1982), Gramsci ve Sivil Toplum, çev. G. P. Mishara, Ankara: Savaş Yayınları. Texier, Jacques (1985), Gramsci ve Felsefe, çev. Kenan Somer, Ankara: Birey ve Toplum Yayınları. Thomas, Peter D. (2010), Gramsci Çağı Felsefe Hegemonya Marksizm, çev. İlker Akçay ve Ekrem Ekici, Ankara: Dipnot Yayınları. Thomas, Paul (2009), Yabancı Politik, Marksist Devlet Kuramına Yeniden Bakmak, çev. İbrahim Yıldız, Ankara: Dipnot Yayınları. Vacca, Giuseppe (2012) “Aydınlar ve Marksist Devlet Teori”, Anne Showstack Sassoon (der.), Gramsci’ye Farklı Yaklaşımlar, çev. Mustafa K. Coşkun, Ankara: Dipnot Yayınları. Yetiş, Mehmet (2009), “Devletin İki Görünümü”, Mülkiye, (No.264, Kış): 129-153. Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 41 DOES EXPOSURE TO VIOLENCE INCREASE OR DECREASE SUPPORT FOR POLITICAL VIOLENCE? Direnç KANOL ∗ __________________________________________________________________ ABSTRACT This paper argues that the relationship between exposure to violence and support for political violence is not linear. These variables rather have a U-curved relationship. Exposure to violence, until a certain threshold, increases empathy. Empathy, in turn, decreases support for political violence. Once that threshold is passed, however, one can argue that exposure to violence should induce support for political violence. The paper uses the Afrobarometer (2008) data. It focuses on Liberia which has not been explored by scholars working on attitudes towards political violence before. The findings provide support for the hypothesis. Keywords: Exposure to Violence, Liberia, Support for Political Violence. ÖZET ŞİDDETE MARUZ KALMA SİYASİ ŞİDDETE DESTEĞİ AZALTIR MI, ÇOĞALTIR MI? Bu makale şiddete maruz kalma ve siyasal şiddete destek arasındaki ilişkinin doğrusal değil ters çevrilmiş bir U-eğrisi şeklinde olduğunu savunur. Şiddete maruz kalma bir dereceye kadar siyasal şiddete desteği azaltmakta, fakat bu dereceden sonra çoğaltmaktadır. Yazar bu hipotezi test etmek için Afrobarometer (2008) verilerini kullanmış ve daha önce siyasal şiddete karşı tavırlar ile ilgili bir çalışmanın yapılmadığı Liberya’ya odaklanmıştır. Bulgular hipotezi desteklemektedir. Anahtar kelimeler: Şiddete Maruz Kalma, Liberya, Siyasal Şiddete Destek. _______________________________________________________________________________ Introduction Recently, there is a surge in the research on attitudes toward political violence in post-conflict societies (Claasssen, 2014a; 2014b; Hirsch-Hoefler et al., 2014; Wohl et al., 2014; Canneti et al., 2015). Due to the complexity of the reasons Yrd. Doç. Dr., Yakın Doğu Üniversitesi, Siyaset Bilimi Bölümü (direda@yahoo.co.uk) YDÜ Sosyal Bilimler Dergisi, C. VIII, No. 2, (Ekim 2015) ∗ 42 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences why some people are more prone to accept political violence as a means to an end, scholars have had to work with models which have very low explanatory power and ambiguous results (see Mousseau, 2011; Victoroff et al., 2012; Hayes and McAllister, 2005). Such findings suggest that the task at hand is far from complete. One factor that produced contradictory results is exposure to violence. Some scholars argue that violence begets violence (Hayes and McAllister, 2001; Cannetti et al., 2015; Miguel et al., 2010; Hobfoll et al., 2006; Chemtob et al., 1994; Miller et al., 2003; Herrmann et al., 1999). When people are exposed to violence from a certain group, they develop feelings of revenge. This, in turn, increases the likelihood of accepting political violence as a means to alleviate their pain. Moreover, exposure to violence may disturb the psyche of an individual, making them more inclined to express violent behaviour, irrespective of having feelings of revenge. On the other hand, some scholars argue that exposure to violence reduces the likelihood of accepting political violence (Staub, 2003; Staub and Vollhardt, 2008; Vollhardt, 2009). This argument is based on the logic of empathy. When people face unpleasant behaviour, they build empathy towards other people who are exposed to similar behaviour. Hence, they are less likely to wish such violence to occur to anybody, including their former enemies. In this paper, we argue that both of these arguments are only partly true. Exposure to violence and acceptance of political violence do not have a linear but a U-curved relationship. We state that exposure to violence until a certain threshold increases empathy, which then decreases acceptance of political violence. Once that threshold is passed, however, we expect that exposure to violence should induce acceptance of political violence. This hypothesis is tested by survey analysis technique, using Liberia as a case study which was not explored in political violence literature so far. Section 1 reviews the literature and formulates the hypotesis. Section 2 discusses the methodology and section 3 presents the results. Section 4 summarizes the findings. Past Suffering and Support for Political Violence Political socialization literature shows that the childhood period is crucial as what is learned during this period defines behaviour in adulthood (Greenstein 1965; Whiting and Child 1953; Harrington and Whiting 1972; Fornari 1975). Whereas warmth and affection received during childhood period is linked to socially desirable behaviour, harsh socialization experiences create or exacerbate violent behaviour (Winnicott, 1965; Russell 1972; Eckhardt 1975). For instance, Miguel et al. (2010) found that civil war exposure is directly correlated with violent behaviour on the Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 43 football pitch measured by yellow and red cards each player receives. Moreover, losing a home, incurring a serious injury or having a loved one killed may trigger psychological disorder and violent behaviour (Hayes and McAllister, 2001). These individuals may continue their lives by constantly living under stress, anxiety and depression, which in turn, triggers aggression (Landau et al., 2010; Hobfoll et al., 2006). This is true, regardless of the feeling of revenge against a certain group. When the desire for revenge is taken into account, violent behaviour and support for violence may increase considerably (see Agnew, 2010; Victoroff, 2005). Certain deeds that are done to a group of people create an urge to ‘right’ the wrong that has been done to them. On the other hand, we find a group of scholars who argue that past suffering may, in fact, help people to grow empathy towards the others. These individuals are more likely to renounce violence and become altruists as a result of this empathy. According to Staub (2003), once they heal or partially heal, they devote themselves to other people. They work to make sure that they do not suffer the same way as they did. In a similar line, Staub and Vollhardt (2008) argue that people who become victims of violence may, in time, understand what led others to engage in violence, become resilient and show signs of posttraumatic growth. An extensive review of the ‘altruism born of suffering’ argument is provided by Vollhardt (2009). The author shows that there is enough evidence to suggest such a relationship between being victims of violence and being against violence. There is evidence for both seemingly contradictory findings. However, no one has yet attempted to account for this contradiction. We argue that this paradox can be explained only when we take the level of violence exposed into consideration. Can one assume that inflicting a minor injury or having property damaged is the same thing as losing a loved one? We doubt. Suffering has degrees and it is not certain why we are to assume that all degrees of suffering should have the same consequence in regard to support for political violence. A more plausible approach is to suggest a U-curved relationship between suffering and support for political violence. People who suffer from minor injuries, damaged property etc. are much more likely heal and show signs of what Staub (2003) calls ‘altruism born of suffering’. However, one can argue that people who suffer terrible things, especially when these things are inflicted upon them by a certain someone or a certain group are more likely to grow feelings of revenge and anger. This argument is in line with the findings of Gould and Klor (2010) who stated that terror attacks in Israel increases the acceptance for territorial concessions to the Palestinians. However, terror attacks beyond a certain threshold has the opposite effect. To our knowledge, 44 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences no one has yet tested past suffering and support for political violence in a non-linear fashion. We will put this hypothesis to test after we explain the method to be used in the next part. Method The preferable method, like in most other political psychology research is lab, survey or field experiments (see for example Green et al., 2013; Avkiran et al., forthcoming; Kanol, forthcoming amongst others). However, one difficulty in conducting experiments in political violence research is to set up ethical studies (Littman and Paluck, forthcoming). As the challenge to randomly assign subjects into different groups and subject them to violence or even prime them with the feeling of violent behavior can be quite difficult, observational survey research might be used alongside carefully designed experiments to test hypotheses regarding attitudes towards political violence. Therefore, we run a multivariate regression with relevant controls as discussed in the next paragraph. Since the dependent variable is ordinal with a 5-point scale, the analysis is first conducted with ordered logistic regression analysis. However, the results are qualitatively the same with Ordinary Least Squares (OLS) analysis. To make the interpretation of the results clearer, we report the results of the OLS analysis. Liberia, which has not been previously used in support for political violence literature is used as a case study. Liberia experienced horrible, violent events for almost two decades. Violence dropped steeply after 2003. In 2011, violence stood at its lowest since 1997 (Dowd and Raleigh 2012; International Crisis Group, 2012). However, the situation is still fragile and an inquiry into the attitudes of the public toward political violence is necessary. Afrobarometer (2008) data is used to operationalize low-level of suffering and highlevel of suffering. This is a probabilistic survey conducted with 1200 Liberians faceto-face. Support for violence is measured by asking the Liberians if use of violence can be justified for a cause. Property damaged is used as a proxy to measure low level of victimhood and suffering. Family loss is used as a proxy to measure high level of victimhood and suffering. A set of control variables is introduced in the model based on the literature. Question wordings and possible answers with the numbers used for coding can be found in the appendix. Some scholars argued that relative deprivation, that is the discrepancy between achievement optimum and actual achievement, should increase support for political violence (Zaidise et al., 2007; Canetti et al., 2010). Relative deprivation is measured by asking the Liberians to rate their living conditions compared to other Liberians. Muller (1972) stated that citizens who have Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 45 deep rooted negative attitudes toward the political authority are more ready to embrace political violence. Trust in parliament is used to capture attitudes toward the political authority. The relationship between religiosity and support for political violence is ambivalent. Some found that religious people are more likely to support political violence, whereas others found proof on the contrary (Saudis et al., 2007; Funderburk, 1986). Religiosity is measured by asking Liberians how important religion in their lives is. Hayes and McAllister (2005) and Haddad (2009) argue that young males are more likely to support political violence. Age is measured as an interval variable and Gender is measured as a dichotomous variable. Also, the more educated one is, the more likely that they will renounce violence as a plausible way of realizing one’s goals (Silke, 2008; Khashan, 2003; Hayes and McAllister, 2005; Humphreys and Weinstein, 2008). Education is measured as an ordinal variable. Cohen et al. (2006), Noor et al., (2008) and Noor et al., (2012) show that strong loyalty to in-group is positively correlated with out-group violence. Hence, the more in-group/out-group distinction for an individual, the more the chances of support for political violence. In other words, the more somebody identifies himself/herself with their ethnic group rather than with the country as a whole, the more likely they are to accept political violence (Noor et al., 2008). In-group identity is measured by asking people if they identify themselves more with their ethnic group or as a Liberian. General strain theory suggests that conditions disliked by individuals are likely to lead to violence (Agnew, 2010). When a group of people feel that they are being discriminated (Victoroff et al., 2012; Silke, 2008) or when they feel powerless as a direct result of not being listened to by their governments, they should be more likely to accept political violence (Humphreys and Weinstein, 2008). Group discrimination is measured by asking people how often they think that their ethnic group is treated unfairly by the government. Political efficacy is measured by asking Liberians how easy or difficult it is to have their voices heard between the elections. Results Figure I shows that the dependent variable is not normally distributed. Most Liberians do not embrace violence as a means to achieve political goals. Table I provides a correlation matrix. These correlations are moderate at best. Hypothesized relationships between low level and high level of suffering and support for political violence are in the expected direction (-0.04 for property damaged and 0.07 for family loss). Table II provides the findings from the multivariate OLS model. Rsquared shows that only 4% of the variance is explained (see table II). This proves, once again, that support for political violence is a very complex phenomenon and any attempt to explain it should be done with modesty. As the literature provides 46 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences contradictory findings, we deemed it more appropriate to calculate the p-values as two-tailed. In line with the expectation in this paper, people whose property was damaged in the civil war are less likely to support political violence. Having property damaged in the civil war decreases support for violence by 0.20 units on the 5-point scale. However, this finding is significant only at the 90% confidence level. Also, in line with the expectation in this paper, Liberians who lost a family member are more likely to support political violence. Losing a family member in the civil war increases support for violence by 0.31 units on the 5-point scale. This finding is significant at the 99% confidence level. Results also show that younger people are more likely to support political violence (significant at 90% confidence level). Education decreases support for political violence (significant at 90% confidence level). Liberians who identify themselves more with their ethnic group than with their nationality are more likely to support political violence (significant at 99% confidence level). The feeling of political efficacy decreases support for political violence (significant at 95% confidence level). Unexpectedly, Liberians who feel to be discriminated as an ethnic group are less likely to support political violence and those who trust the parliament more are more likely to support political violence (significant at 99% confidence level and 90% confidence levels respectively). 0 10 20 Percent 30 40 50 Figure I – Support for Political Violence (Histogram) 0 1 2 supportviolence 3 4 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences Table I – Correlation Matrix 47 48 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences Table II – Ordinary Least Squares Regression Age Gender Education Religiosit y In-group identity Relative deprivation Group discrimination Trust in parliament Political efficacy Property damaged Family loss Model fit N R-squared Beta -0.01 0.05 -0.03 P-values 0,06** 0,56 0,1* -0.07 -0.12 -0.04 0,48 0,01*** 0,24 -0.14 0.06 -0.09 -0.20 0,01*** 0,08* 0,02** 0,07* 0.31 0,01*** 1052 0,04 Note: * significant at p<0.1 level, ** significant at p<0.05 level, *** significant at p<0.01 level (twotailed). Conclusion Data presented in this paper suggests that exposure to violence does have an effect on support for political violence. However, this relationship seems to be far from being linear. Low-level of suffering such as having property damaged or minor physical injuries may lead to renouncing political violence. High-level of suffering such as losing a family member, however, leads to supporting political violence. We should warn the reader that this study should be replicated in other contexts with alternative measurement strategies in order to be certain about the causal relationship. In particular, there may be measurement issues with the operationalization of the independent variable due to the use of single-item measures. Nevertheless, the paper makes a contribution to the literature by moving away from the somewhat simplistic linear argument and suggesting a U-curved relationship between past suffering and support for political violence. Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 49 Appendix Support for violence: Which of the following statements is closest to your view? Statement 1: The use of violence is never justified in Liberian politics today. Statement 2: In this country, it is sometimes necessary to use violence in support of a just cause. (0) Agree very strongly with statement 1. (1) Agree with statement 1. (2) Agree with neither (3) Agree with statement 2. (4) Agree very strongly with statement 2. Gender: Respondent’s gender: (0) Female. (1) Male. Age: How old are you? … Education: What is the highest level of education you have completed? (0) No formal schooling. (1) Informal schooling only (including Koranic schooling). (2) Some primary schooling. (3) Primary school completed. (4) Some secondary school/high school. (5) Secondary school completed/high school completed. (6) Post-secondary qualifications, other than university e.g. a diploma or degree from a polytechnic or college. (7) Some university. (8) University completed. (9) Postgraduate. Religiosity: How important is religion in your life? (0) Not at all important. (1) Not very important. (2) Somewhat important. (3) Very important. Relative deprivation: In general, how do you rate your living conditions compared to those other Liberians? (0) Much worse. (1) Worse. (2) Same. (3) Better. (4) Much better. Trust in parliament: How much do you trust each of the following, or haven’t you heard enough about them to say: The National Legislature? (0) Not at all. (1) Just a little. (2) Somewhat. (3) A lot. In-group identity: Let us suppose that you had to choose between being a Liberian and being a … (respondent’s ethnic group). Which of the following best expresses your feelings? (0) I feel only (respondent’s ethnic group). (1) I feel more (respondent’s ethnic group) than Liberian. (2) I feel equally Liberian and (respondent’s ethnic group). (3) I feel more Liberian than (respondent’s ethnic group). (4) I feel only Liberian. 50 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences Group discrimination: How often is the (respondent’s ethnic group) treated unfairly by the government? (0) Never. (1) Sometimes. (2) Often. (3) Always. Political efficacy: How easy or difficult is it for an ordinary person to have his voice heard between elections? (0) Very difficult. (1) Somewhat difficult. (2) Somewhat easy. (3) Easy. Property damaged: Now I would like to ask you some questions about your experiences during the two civil wars that occurred in Liberia between 1989 and 2003. As you know, during the civil wars there was violence in many parts of the country. During the civil wars, please tell me if YOU PERSONALLY were affected in any of the following ways: Damage to your personal property: (0) No. (1) Yes. Family loss: Now I would like to ask you some questions about your experiences during the two civil wars that occurred in Liberia between 1989 and 2003. As you know, during the civil wars there was violence in many parts of the country. During the civil wars, please tell me if YOU PERSONALLY were affected in any of the following ways: Loss or death of a personal family member due to conflict: (0) No. (1) Yes. Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 51 BIBLIOGRAPHY Agnew, R. (2010), “A General Strain Theory of Terrorism”, Theoretical Criminology, Vol. 14, No. 2, pp. 131-153. Avkiran, N. K., Kanol, D. K. and Oliver, B. R. (Forthcoming). “Knowledge of Campaign Finance Regulation Reduces Perceptions of Corruption”. Accounting and Finance. Canetti, D, Hobfoll, S. E., Pedahzur, A. Adisa, E. (2010), “Much Ado about Religion: Religiosity, Resource Loss, and Support for Political Violence”, Journal of Peace Research, Vol. 47, No. 5, pp. 575-587. Canetti, D., Elad-Strenger, J., Lavi, I., Guy, D., and Bar-Tal, D. (2015). “Exposure to Violence, Ethos of Conflict, and Support for Compromise: Surveys in Israel, East Jerusalem, West Bank, and Gaza”. Journal of Conflict Resolution. Early View. 1-20. Chemtob, C.M. Hamada, R. S., Roitblat, H. L. and Muraoka, M.Y. “Anger, Impulsivity, and Anger Control in Combat-related Posttraumatic Stress Disorder”. Journal of Consulting and Clinical Psychology, Vol. 62, pp. 827-832. Claassen, C. (2014a). “Group Entitlement, Anger and Participation in Intergroup Violence”. British Journal of Political Science Early View, doi: 10.1017/S000712341400012X. Claassen, C. (2014b). “Who Participates in Communal Violence? Survey Evidence from South Africa”. Research & Politics, 1(1), 2053168014534649. Cohen, T. R., Montoya, M. R. and Insko, C.A. (2006), “Group Morality and Intergroup Relations: Cross-cultural and Experimental Evidence”, Personality and Social Psychology Bulletin, Vol. 32, No.11, pp.1559-1572. Dowd, C. and Raleigh, C. (2012), “Mapping conflict across Liberia and Sierra Leone”, Accord: An International Review of Peace Initiatives, No. 23, pp. 13-18. Eckhardt, W. (1975), “Primitive Militarism”, Journal of Peace Research, Vol. 12, No. 1, pp. 55-62. Fornari, F. (1975), The Psychoanalysis of War, Indiana University Press, Bloomington. 52 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences Funderburk, C. (1986), “Religion, Political Legitimacy and Civil Violence: A Survey of Children and Adolescents”, Sociological Focus, pp. 289-298. Gould, E. D. and Klor, E. F. (2010). “Does Terrorism Work?”, The Quarterly Journal of Economics, Vol. 125, No. 4, pp. 1459-1510. Greenstein, F. I. (1965), Children and Politics, Yale University Press, New Haven. Green, D. P., McGrath, M. C., & Aronow, P. M. (2013). “Field Experiments and the Study of Voter Turnout”. Journal of Elections, Public Opinion & Parties, 23(1), 27-48. Haddad, S. (2009), “Lebanese and Palestinian Perspectives on Suicide Bombings: An Empirical Investigation”, International Studies, Vol. 46, No. 3, pp. 295-318. Harrington, C. and Whiting, J.W.M. (1972), “Socialization Processes and Personality”, in Hsu, F. L. K. (Ed.), Psychological Anthropology, Schenkman, Cambridge, pp. 469-507. Hayes, B.C., and McAllister, I. (2001), “Sowing Dragon’s Teeth: Public Support for Political Violence and Paramilitarism in Northern Ireland”, Political Studies, Vol. 49, No.5, pp. 901-922. Hayes, B. C. and McAllister, I. (2005), “Public Support for Political Violence and Paramilitarism in Northern Ireland and the Republic of Ireland”, Terrorism and Political Violence, Vol. 17, No. 4, pp. 599-617. Herrmann, R., Tetlock, P. E. and Visser. P. (1999). “Mass Public Decisions on Going to War: A Cognitive-interationist Framework. American Political Science Review, Vol. 93, pp. 553-574. Hirsch-Hoefler, S., Canetti, D. Rapaport, C. and Hobfoll, S.E. “Conflict will Harden your Heart: Exposure to Violence, Psychological Distress, and Peace Barriers in Israel and Palestine”. British Journal of Political Science. Early View. doi: 10.1017/S0007123414000374. Hobfoll, S. E., Canetti-Nisim, D. and Johnson, R.J. (2006), “Exposure to Terrorism, Stress-related Mental Health Symptoms, and Defensive Coping among Jews and Arabs in Israel”, Journal of Consulting and Clinical Psychology, Vol, 74. No. 2, pp. 207-218. Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 53 Humphreys, M. and Weinstein, J. M. (2008), “Who Fights? The Determinants of Participation in Civil War”, American Journal of Political Science, Vol. 52, No. 2, pp. 436-455. International Crisis Group. (2012), “Liberia: Time for Much-Delayed Reconciliation and Reform” available at: http://www.crisisgroup.org/en/regions/ africa/westafrica/liberia/ b088-liberia-time-for-much-delayed-reconciliation-and-reform.aspx (accessed 14 October 2013). Kanol, D. (Forthcoming). “Civil Society at the Negotiation Table, Legitimacy Beliefs, and Durable Peace”. Peace and Conflict Studies. Khashan, H. (2003), “Collective Palestinian Frustration and Suicide Bombings”, Third World Quarterly, Vol. 24, No. 6, pp. 1049-1067. Landau, S. F., Gvirsman, S. D., Huesmann, R. L., Dubow, E. F., Boxer, P., Ginges, J. and Shikaki, K. (2010), “The Effects of Exposure to Violence on Aggressive Behavior: The Case of Arab and Jewish Children in Israel”, in Österman, K. (Ed.), Indirect and Direct Aggression (2010): Peter Lang, Frankfurt am Main, pp. 321-343. Littman, R. and Paluck, E. L. (Forthcoming). “Understanding Individual Participation in Collective Violence”. Advances in Political Psychology. Miguel, E., Saiegh, S. M. and Satyanath. (2011), “Civil War Exposure and Violence”, Economics & Politics, Vol. 23, No. 1, pp. 59-73. Miller, M. W., Greif, J. L. and Smith, A. A. (2003). “Multidimensional Personality Questionnaire Profiles of Veterans with Traumatic Combat Exposure: Externalizing and Internalizing Subtypes”. Psychological Assessment, Vol. 15, pp. 205-215. Mousseau, M. (2011). Urban Poverty and Support for Islamist Terror Survey Results of Muslims in Fourteen Countries. Journal of Peace Research, 48(1), 35-47. Muller, E. N. (1972), “A Test of a Partial Theory of Potential for Political Violence”, The American Political Science Review, Vol. 66, No. 3, pp. 928-959. Noor, M., Gonzalez, R., Manzi, J. and Lewis, C.A. (2008), “On Positive Psychological Outcomes: What Helps Groups with a History of Conflict to Forgive and Reconcile with Each Other?”, Personality and Social Psychology Bulletin, Vol. 34, No. 6, pp. 819-832. 54 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences Noor, M., Schnabel, N., Halabi, S. and Nadler, A. (2012), “When suffering begets suffering: The psychology of competitive victimhood between Adversarial groups in violent conflicts”, Personality and Social Psychology Review, Vol. 16, No. 4, pp. 351-374. Russell, E.W. (1972), “Factors of Human Aggression: A Cross-cultural Factor Analysis of Characteristics Related to Warfare and Crimes”, Cross-Cultural Research, Vol. 7, No. 4, pp. 275-312. Silke, A. (2008), “Holy Warriors: Exploring the Psychological Processes of Jihadi Radicalization”, European Journal of Criminology, Vol. 5, No. 1, pp. 99-123. Staub, E. (2003), “Notes on Cultures of Violence, Cultures of Caring and Peace, and the Fulfillment of Basic Human Needs”, Political Psychology, Vol. 24, No. 1, pp. 121. Staub, E, and Vollhardt, J. (2008), “Altruism Born of Suffering: The Roots of Caring and Helping after Victimization and Other Trauma”, American Journal of Orthopsychiatry, Vol. 78, No. 3, pp. 267-280. Victoroff, J. (2005), “The Mind of the Terrorist A Review and Critique of Psychological Approaches”, Journal of Conflict Resolution, Vol. 49, No. 1, pp. 342. Victoroff, J, Adelman, J. R. and Matthews, M. (2012), “Psychological Factors Associated with Support for Suicide Bombing in the Muslim Diaspora”, Political Psychology, Vol, 33, No. 6, pp. 791-809. Vollhardt, J.R. (2009), “Altruism Born of Suffering and Prosocial Behaviour Following Adverse Life Events: A Review and Conceptualization”, Social Justice Research, Vol. 22, No. 1, pp. 53-97. Whiting, J. W. M. and Child, I. L. (1953), Child Training and Personality, Yale University Press, New Haven. Winnicott, D. W. (1965), The Maturational Process and the Facilitating Environment, International Universities Press, New York. Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 55 Wohl, M. J. A., King, M. and Taylor, D. M. (2014). “Expressions of Political Practice: Collective Angst Moderates Politicized Collective Identity to Predict Support for Political Protest (Peaceful or Violent) Among Diaspora Group Members”, International Journal of Intercultural Relations, Vol. 43, pp. 114-125. Zaidise, E., Canetti-Nisim, D. and Pedahzur, A. (2007), “Politics of God or Politics of Man? The Role of Religion and Deprivation in Predicting Support for Political Violence in Israel”, Political Studies, Vol. 55, No. 3, pp. 499-521. 56 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences GENDERING SCIENCE, TECHNOLOGY AND INNOVATION: THE CASE OF R&D IN TURKEY Ece ÖZTAN ∗ Setenay Nil DOĞAN ∗∗ _______________________________________________________________________________ ABSTRACT Research and development (R&D) involves innovative studies conducted systematically to increase knowledge and practices (Keleş, 2007: 45). While Turkey’s R&D intensity score is below the European average, it has increased continuously since the 2000s. Meanwhile, development of human capital in R&D has become one of the aims of Turkey’s National Strategy of Science, Technology and Innovation. This paper will focus on the gendered dynamics of careers in R&D, a field with a wide gender gap, through interviews conducted with employees in a university technopark and some of Turkey’s large R&D centers to explore the relationships between science, technology, innovation and gender. Keywords: R&D, Gender, Science, Innovation, Technology, Turkey. ÖZET BİLİMİ, TEKNOLOJİYİ VE İNOVASYONU CİNSİYETLENDİRMEK: TÜRKİYE’DE AR-GE ÖRNEĞİ Araştırma-Geliştirme (Ar-Ge), bilgi birikimini ve uygulamalarını artırmak amacıyla sistematik olarak yürütülen yenilikçi çalışmaları ifade eder (Keleş, 2007: 45). Ar-Ge yoğunluğu Türkiye’de AB ortalamasının epey gerisinde seyretmekle birlikte, 2000’li yıllardan itibaren sürekli bir artış trendi göstermiştir. Ar-ge insan kaynağının geliştirilmesi de Ulusal Bilim, Teknoloji ve Yenilik Stratejisinin temel hedeflerinden biridir. Bu makale, bir üniversite teknoparkının ve Türkiye’nin büyük AR-GE merkezlerinin çalışanlarıyla yapılan görüşmeler aracılığıyla geniş toplumsal cinsiyet uçurumlarının olduğu kabul edilen AR-GE alanındaki kariyer deneyimlerini toplumsal cinsiyet açısından inceleyerek bilim, teknoloji, inovasyon ve toplumsal cinsiyet arasındaki ilişkilere bakmayı hedefliyor. Anahtar Kelimeler: AR-GE, Toplumsal cinsiyet, Bilim, İnovasyon, Teknoloji, Türkiye. _______________________________________________________________________________ Arş. Gör. Dr, Yıldız Teknik Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğr. Gör. Dr., Yıldız Teknik Üniversitesi, İnsan ve Toplum Bilimleri YDÜ Sosyal Bilimler Dergisi, C. VIII, No. 2, (Ekim 2015) ∗ ∗∗ Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 57 Introduction Research and development (R&D) involves innovative studies conducted systematically to increase knowledge and practices (Keleş, 2007: 45). In the long run, R&D is an essential factor for increasing wealth and efficiency (Jones & Williams, 2000). R&D intensity, the percentage of money spent for R&D and R&D human capital are each considered to be basic measures of progress in this field. While Turkey’s R&D intensity of 0.84% is quite far below the EU’s average intensity score of 1.97%, it has increased continuously since the 2000s. Meanwhile, development of human capital in R&D has become one of the basic aims of Turkey’s National Strategy of Science, Technology and Innovation, and National Innovation System 2023. R&D is considered a field with a wide gender gap. A similar pattern of vertical gender differentiation in the academy can be observed in related scientific activities in the private sector. In the private sector, however, the gender gap is wider, with the percentage of female researchers in the universities (41%) decreasing to 24% in the private sector (Meulders & O’Dorchai, 2013; 31-33). Though half of undergraduates and graduates are female in Turkey, there is a widening gender gap in terms of employment in R&D (Meulders & O’Dorchai, 2013; 44). Given this background, this paper 1 will focus on the gendered dynamics of careers in R&D through interviews conducted with 25 female and 25 male employees working in a university technopark, and in some of Turkey’s large R&D centers in several sectors, such as electronics and automotives. Focusing on some aspects of gender differences in terms of career experiences in R&D and innovation, it explores the relationships between science, technology, innovation and gender. Focusing on the gendered dimensions of career experiences such as curricular decisions in science, technology and engineering fields, role models and employment patterns, this paper explores gender segregation in Turkey’s R&D sector. Gendering Science, Technology and Innovation Scholars have pointed out that the very definition of the knowledge society This paper is based on a project funded by TÜBİTAK (The Scientific and Technological Research Council of Turkey). 1 58 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences is gendered (Walby, 2011), as it often revolves around technology that traditionally has been dominated by men and discourses of masculinity (Wajcman, 1991). Cockburn (1985) sees masculinity as central in the definition of technology and technological competition and notes the conflation of technology and machinery with masculinity and domination. Besides the gendered constructions of science and technology, horizontal gender segregation is also seen across various scientific disciplines. Schiebinger (1989), for instance argues that in natural sciences women have been guided to fields such as biology or botany which are seen to fit traditional assumptions regarding femininity, while Keller (1983) points out the exclusion of women from other fields such as physics. Horizontal segregation in science therefore requires a detailed analysis based on scientific fields and economic sectors. In the fields of science, technology, engineering and mathematics (Science, Technology, Engineering and Mathematics-STEM) in Western Europe and North America, there is a vast empirical and theoretical literature on gender relations and career experiences (Sonnert and Holton, 1995; Evetts, 1997; 1998; Eisenhart and Finkel, 1998; Hersch, 2000; Byko, 2005; Etzkowitz and Kemelgor, 2001; Huyer and Westholm, 2007). In this literature, vertical segregation is explored via the concept of the “glass ceiling” regarding the obstacles women face gaining access to decisionmaking processes in both the private and public sectors, and also access to income, prestige, job security, etc. It is complemented by the concept of the “sticky floor”, denoting the dynamics that keep women “stuck” in the lower echelons of organizational hierarchies (Maron & Meulders, 2008, in Meulders & O’Dorchai, 2013; 86). That is, while the glass ceiling focuses on gender gaps in the higher echelons, the sticky floor explores widening gender gaps at the lower levels. Another analogy used to explore the participation of female researchers in commercial activities is that of the leaky “gender pipeline”, which represents how the ratio of women falls as a scientific field’s commercialization increases. The concept has also been adopted in studies on women and entrepreneurship, using the concept of the “leadership pipeline.” R&D is considered to have a wide gender gap. Various studies have focused on both empirical and theoretical aspects of gender in innovation, research and development in Western Europe and North America (Keller, 1992; Kirkup and Keller, 1992; Wynarczyk and Marlow, 2010; Wynarczyk, 2010). These studies show that the number of women in this field is small, and that female survivors in the field have either similar or higher performance levels than their male counterparts (Whittington & Smith-Doerr, 2005; 366). They underline the need to explore the structural and institutional dynamics of the filtering processes in the field of Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 59 innovation. The role of women in society and certain cultural issues, such as early marriage, the gender employment gap and violence against women, and several indicators of the general economic, social and family environment affecting women all significantly reduce women’s involvement in innovative activity (Carrasco, 2014). The literature on gender and innovation also reveals the need to critically explore established definitions of innovation that favor men and spheres of industry and production dominated by men, as well as the need to enlarge the understanding of innovation in order to include both women and spheres dominated by women (Ljunggren et al., 2010; Marlow & McAdam, 2012; Treanor & Henry, 2010). In terms of policy making, scholars distinguish between three approaches taken over the past three decades (Schiebinger, 1999; 2008): the first focuses on programs designed to increase women’s participation; the second seeks to increase women’s participation by transforming research institutions; the third focuses on overcoming gender bias in science and technology by designing gender analysis into all phases of basic and applied research, from setting priorities to funding decisions, from establishing project objectives and methodologies to transferring ideas to markets (Schiebinger & Schraudner, 2011:155). In line with policy making approaches, the various research paths and questions that can be pursued in the field of gender and innovation focus first on gender differences and similarities in innovation, secondly on gendered constructions of innovation, and finally on gendering processes of innovation (Müller et al. , 2011.) This paper explores gender differences and similarities in careers in R&D and innovation. Studies on gender and STEM fields are based either on macro-cultural theories of gender segregation or micro-level studies with psychological models that emphasize the role of self-perceptions and role models. However, it is also critical to link the two levels in line with gender perspectives. This paper therefore focuses on gender differences and similarities in career experiences in the field of R&D in Turkey. R&D and Women in R&D in Turkey In contrast to the tendency in Western academia, where natural sciences are generally male-dominated fields, in Turkey, these fields have the most female 60 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences academicians (Köker, 1988). With the establishment of the new nation-state in place of the Ottoman Empire, the “woman question” was considered by many actors during the modernization processes, being regarded as intertwined with the project of modernization and educational reforms. The ideals of the new regime pertaining to modern women were symbolized in the universities that were considered as visible representations of modernization and westernization. Hence, universities in Turkey developed as part of the modernization processes with an emphasis on the importance of education for women. Various studies have focused on the employment of women in academia in Turkey (Öncü, 1979; Köker, 1988; Acar, 1991; 1993; Günlük-Şenesen, 1996; Özkanlı and Korkmaz, 2000; Özkanlı and White, 2009; White and Özkanlı, 2010; Healy, Özbilgin and Aliefendioğlu, 2005; Özbilgin and Healy 2004; Sağlamer et al. 2013) and the career experiences of women working in engineering (TantekinErsolmaz et al., 2006; Özkale, Kuşku and Özbilgin, 2005; Zengin-Arslan, 2002; Smith and Dengiz, 2010; Kuşku, Özbilgin and Özkale, 2007.) Though the development of human capital in R&D has been one of the basic aims of National Strategy of Science, Technology and Innovation, and National Innovation System 2023 of Turkey, there are few studies on gender dynamics in research in the private sector. One of the indicators of gender asymmetry in R&D is the relationship between R&D intensity - the proportion of R&D expenditure in GNP - and the proportion of female researchers. the European Commission’s report, She Figures 2012, on gender dynamics in research and innovation found that countries with low R&D intensity had the most female researchers in R&D while countries with high R&D intensity had the fewest female researchers in R&D (Meulders and O’Dorchai, 2013; 122). Likewise, Turkey has a relatively low R&D intensity but many female researchers in R&D. While R&D intensity in Turkey at 0.84% is quite a lot lower than that of European countries (1.97%), it has increased since 1996, with Turkey being fourth in Europe in terms of increase in R&D expenditures (European Commission, 2012). Given this rise in R&D intensity and Turkey’s national goals to improve human resources in R&D, it is critical to include a gender equality perspective in the policy making process. Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 61 Proportion of Female Researchers by Economic Activity (NACE Rev. 2) in the Business Enterprise Sector (BES) in Turkey and EU, 2009 Manu factu ring Manufacture of Manufacture of basic chemicals, pharmaceutical chemical products products and pharmaceutical preparations Services of the business economy Oth er Turkey 22.6 44.3 63.8 24.9 22.9 EU 14.6 26.9 45.4 19.3 26.2 Source: She Figures 2012, p. 74. Proportion of Female Researchers by Sector in Turkey in 2009 Higher Education Government Sector Sector Proportion of Female Researchers (%) 41 29 Private Sector 24 Source: She Figures, pp. 31-33. Another aspect of gender asymmetry in R&D concerns the sectoral distribution of female researchers. In the EU, the private sector, which has the largest R&D budgets, has the fewest female researchers at 19%. However, the distribution of female researchers by sector in Turkey differs from the European pattern, in that the public sector has the highest R&D spending levels in Turkey yet the proportion of female researchers in the public sector is higher than that of female researchers in the private sector. On the other hand, higher education has the lowest spending in R&D but the proportion of female researchers is the highest. In R&D in the private sector the proportion of female researchers has declined since the 2000s despite the continuous increase in the number of researchers: while the proportion of female researchers was 26% in 2000, it fell to 23.5% in 2012 (European Commission 2007: 81). These dynamics underline the need to scrutinize the developments in science and technology in Turkey from a gender perspective. Research Methodology This article is based on interviews conducted for a larger mixed methods research project, “Career Paths and Gender in R&D and Innovation”. The research 62 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences project focused on gender differences in the career experiences in R&D and innovation, with a focus on entrance to the innovation sector, career ladders, career interruptions and strategies, mobility, participation in projects, patent applications and acquisitions, and home-work balance. One university technopark (officially known as a Technology Development Region 2) and three of Turkey’s largest private R&D centers were chosen as the field of our research. In-depth interviews were conducted with 25 female and 25 male R&D employees working in the R&D centers and technopark firms. Curricular Decisions Women are less likely than men to enter science, technology, engineering, and mathematics (STEM) fields (Hill, Corbett, & St. Rose, 2010). Male-dominated fields can be unwelcoming to women on two dimensions: the first concerns the extent to which there are more men than women in a field. A disproportionate gender ratio can activate negative stereotypes about women’s abilities (Cheryan et al., 2011). Although there have been increases in the number of women joining the engineering profession over the last two decades, women engineers are still in a minority in all countries (Hersh, 2000). The second unwelcoming dimension of male-dominated fields that is is the extent to which the field is assumed to embody stereotypes that are incompatible with female gender roles (Cheryan et al., 2009; 2011). Thus, Maskell-Pretz and Hopkins (1997) point to deep-seated gender barriers, rather than male domination, as the main reason for the current situation. As mentioned earlier, the proportion of female STEM students, professionals and academics is higher in Turkey than in most European and other industrialized countries. For instance, even in manufacturing, the private sector female researcher ratio is 22.6% in Turkey compared to the EU average of 14.6%. Although all these percentages are more equal than most industrialized countries, the Turkish case has some particular characteristics in terms of gender regimes. The current study found that approximately 13-15% of researchers were female in automotive sector R&D centers, 22% in consumer durables manufacturing sector R&D centers and 30% in the university technopark. 3 2 Several Technology Development Regions have been established since 2001 under the guidance of Development Plans (Technology Development Regions Law, No. 4691, 26,6.2001). 3 Although the female employee ratio of the university technopark includes only R&D employees, from our interview data it was obvious that not all R&D employees were doing R&D jobs or tasks in technopark firms. In order to compare this women’s ratio, a clear picture of the participation of women in technology development regions may be drawn from the number of female entrepreneurs Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 63 As far as women’s occupational choices are concerned, those males and females from an individual’s family or social environment who work in the fields of engineering, mathematics and science are critical role models. Especially those figures who are educated or are working in these fields caused women to significantly change their perceptions of these fields at an early age: these include “the parents who are both physics teachers,” “the friend who entered a computer engineering program in university with a high score in the university entrance exams,” “growing up in a world of engineering” or having “a relative doing lab experiments”. It is also widely accepted that female role models are more effective than male role models in inspiring girls and women to enter STEM fields (Cheryan et al., 2011). In terms of male researchers’ occupational choices, engineer fathers, brothers and other men in the social environment were role models. These were reported as being more critical by women in developing their scientific curiosity. For instance, Ceren 4 explains her interest in science with reference to her physics teacher parents: “My mother and father are physics teachers. Even at breakfast we talk about parallel universes, quantum physics; we make fun of it. This is because they are physicists, and I still read physics. The fact that they were buying the magazine Science Technic and that I read it made me have an interest in astronomy. At the age of 12, I told them that I was going to buy a telescope and I did. My family started scheduling their holidays according to solar eclipses. We went to Bartın for the solar eclipse of 1999. There is a space camp in İzmir; I told them to take me there and they did. This all happened with their support. They could have said “no”, they could have regarded a telescope as unnecessary.”(Ceren, 27 years old, Computer Engineer, Software Developer, ICT firm in University Technopark) The literature, however, emphasizes that stereotypical role models, regardless of the role model’s gender, “may evoke in other women feelings of dissimilarity and create contradictory self-views, despite their shared gender (Cheryan et al., 2011), although this applies to women who have not yet chosen the domain. For women who have already chosen the domain or are otherwise highly in technoparks. However, it was impossible to obtain this ratio in these regions through officially available data. Evidence shows that the number of female entrepreneurs compared to male entrepreneurs in Turkey is markedly low. The share of female entrepreneurs is only 14%. The share of female entrepreneurs represents only 13.1% of the female workforce compared to 35.4% for men (Ozar, 2003). 4 All the names are pseudo-names. 64 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences identified with it, female role models improve their attitudes toward STEM (Stout et al., 2011) and protect their performance when negative stereotypes are salient (Marx and Roman, 2002). Another gender difference in terms of role models pertains to the teacher as a role model. In women’s narratives on occupational choice, encouraging teachers (e.g. chemistry, mathematics or physics high school teachers and university advisors) are regarded as vital. For instance, Demet’s teacher in high school was critical as her role model and source of motivation towards her occupational choice: “…I had a teacher in high school who I loved so much. I still meet her sometimes. She motivated me that I was a strong, smart person capable of doing anything that I would like.” (Demet, 31 years old, Electrical Engineer, Technopark ICT firm) Similarly, Nurcan’s teacher, who encouraged her to participate in scientific projects and competitions, influenced her occupational decisions: “..My role model is my chemistry teacher in high school. we used to have extra projects and our high school was an active school and our principal supported us. We were doing projects and I enjoyed that very much. I became fond of doing projects, winning awards, and I was keen on chemistry.” (Nurcan , 27 years old, Chemical Engineer, Electronic-R&D Center) The importance of teachers in the formation of students’ perceptions on educational and disciplinary decisions has been noted in various studies. For instance, one international comparative study on students’ science-related attitudes, the Relevance of Science Education (ROSE) project, found large differences in students’ attitudes, which suggests that schools and teachers play a pivotal role in stimulating students’ attitudes (Sjoberg and Schreiner, 2005). According to another survey conducted in a Turkish technical university, career services and family members are the two major influences on students’ occupational decisions (Bucaka and Kadırga, 2011). Another gender difference in terms of occupational decisions was the common emphasis of male researchers on their interest and enthusiasm in technological fields starting from a very early age, whereas only one female interviewee, Demet, mentioned an early interest in natural sciences and technical fields. In this case, positive role models and their encouragement were critical. While the women develop an affinity for these fields through various teachers, Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 65 relatives and family members during their educational years, male researchers underline their early curiosity for science, research and technology in their narratives on natural sciences and technical fields. This emphasis on curiosity without any reference to role models, as being “automatic,” or a “childhood passion” is a gendered narrative. Invention appears to be a male childhood dream as far as the narratives in our research showed: “…When I was a child, I was known as the inventor. I had activities in very different fields, such as models, aero planes, machines, chemistry. ...Therefore, everybody was already expecting me to be an engineer.” (Cem, aged 43, Structural Design Engineer, Durables Manufactıres R&D) “…When I was a child, there was a TV series called “The Wheels.” In the program, they were designing automobiles. There were some scenes that displayed the works of those designers in the field of aerodynamics. I liked it very much; I liked the construction of a machine. The machines with the greatest amount of spirit, I believe, are cars. I believe I have a special competence and talent for machines and design. After my circumcision, people gave me some car toys. I used to open their covers and examine them; I used to try to make other cars similar to them. I was fond of mechanics.” (Demir, aged 45, Mechanical Engineering, Automotive R&D) In cases with no role models, women’s narratives on engineering are often explained strategically, such as by “the choice of the successful student” or “choosing the university with the highest score.” Among the engineers, technicians and expert women, we did not encounter any narratives about being inclined towards science starting from a very early age. Stereotypes that men are naturally more talented and interested in mathematics and science are thought to influence the science, technology, engineering and mathematical aspirations and achievements of boys and girls, men and women (Nosek et al., 2009). Although most successful female and male students are encouraged towards science and mathematics due to their high university entrance exam marks, female narratives about “having a capacity in mathematics” are quite different from male narratives about “growing up with an enthusiasm for science.” This difference can be explored with reference to the fact that women tend to underestimate their abilities to be successful in STEM fields (Cheryan et al., 2011; Sikora and Pokropek, 2011). For instance, Correll shows that males assess their mathematical competence more positively than females of equal mathematical ability (Correll 2001; 2004). Exploring gender segregation in adolescent science career plans for 50 countries, including Turkey, based on data from International Student Assessment Survey, 66 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences Skora and Pokropek (2011) found that, almost everywhere, boys have more confidence in their scientific ability than girls, even after science performance is taken into account. The gender difference in terms of their narratives on their interests and choices confirms the existence of “biased self-assessment”, which can be explained with reference to dominant prejudices and stereotypes in STEM fields. In discussing their career choices, male and female researchers with similar educational backgrounds and similar workloads evaluated their scientific abilities differently. A substantial proportion of the interviewees working in R&D centers were educated in special public high schools with a foreign language of instruction, usually English, or in natural sciences oriented special schools (16 out of 19 interviewees). Hence, the central examination system to enter these special schools can be critical in minimizing science gender biases, at least in undergraduate education. Women educated in male-dominated fields also report the existence of academic staff who participated in reproducing gender stereotypes and regarded women in the field as secondary. For example, in mechanical engineering, female graduates noted that the ratio of female students was below 10% in their departments, that the department was “the natural social environments of their male friends”, and that some professors believe that women are not capable of being a mechanical engineer: “…Therefore we lived amongst the men. When you have a campus, there are other girls from other departments. But we spend our 4 years with men simply tolerating their rude behavior... In the lectures, you can sense that some professors did not like girls. Old-generation professors from the German tradition used to believe that women cannot undertake that occupation. (Pelin, aged 35, Mechanical Engineer, Durables Manufactures R&D) Especially in interviews with female researchers educated in “masculine” engineering departments (Zengin, 2002), such as mechanical, metallurgical, electrical and electronics, deep-seated gender biases and stereotypes were often emphasized. According to Zengin, engineering departments can be categorized into three groups: the first is the masculine departments listed above; the second is the “feminine” engineering departments, such as food, chemical and environmental; and the third is a “mixed sex group”, including geological, industrial, mining and computer engineering (Zengin, 2002). Ayşe’s choice of chemical engineering shows us how engineering stereotypies are deep-seated: Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 67 “…Yes, there was a school that I wanted to go. There were departments that I was thinking about. But, if you ask me why you chose chemical engineering instead of mechanical or civil engineering... I can say since I thought that I was inclined to chemical engineering as a lady, I simply chose it. Yes, maybe, it was the only criterion. Besides this, there was not such a situation as if I definitely wanted to become chemical engineer or I had role models.” (Ayşe, aged 30, Chemical Engineer, automotive R&D) Gender segregation in occupations is mostly described in two ways. One concerns horizontal gender segregation, which implies that “men and women have different occupations, work within different sectors, have different employers and different places of work” (Berggren, 2008:25). The second is vertical gender segregation, which is about gendered career making, where men are more likely to reach the highest positions. Though “successful” and “hardworking” female students are encouraged to register in the natural science departments, deep-seated prejudices and stereotypes in the field of STEM are still critical in terms of shaping women’s choices in engineering departments. Industrial, chemical, textile and environmental engineering are the “feminine engineering departments”, with higher ratios of women. Filiz’s narrative on her occupational choice exemplifies the dynamics that lead successful female students to engineering departments and horizontal segregation: “…Well, I never wanted to be an engineer with all my heart. My father is an engineer. Back then, I was open to guidance and I was a hardworking student. You know that students in the science branches were regarded as better students; there was such guidance. ... I could have been an electronic engineer. I checked its courses but they were not… It is as if I, as a lady, am more interested in clothes; that choice is a result of this. When I checked its courses, they attracted me.” (Filiz, aged 36, Textile Engineer, Durables Manufacturing R&D) In our research, female researchers also reported being encouraged by their families towards ICT, electronics and computer engineering. ICT and computer engineering are regarded as safe future jobs that are accessible by women too. Turkey’s ICT sector, with a female ratio of 32.7% 5 has proved to be a field where the desires of families for a promising job for their girls and boys can be fulfilled. Similar results are shown by research on the Bulgarian ICT sector by Gharibyan (2006), who explains Bulgarian women’s strong representation in computer science 5 For the Turkish Information Technology Sector Association’s (TÜBİDER) latest research on the wages of ICT employees, see: http://www.tubider.org.tr/?p=2342 68 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences programs through “the absence in that culture of an expectation that one will “love” one’s job.” Instead, both men and women are attracted to computer science because of its potential to provide a financially secure future” (in Charles and Bradley, 2009: 959). Charles and Bradley (2009), in a comparative study of 44 countries regarding sex segregation by field of study found a general tendency for greater segregation of academic fields in more economically developed contexts. In other words, sex segregation by field of study is, on average, more pronounced in advanced industrial societies. According to Charles and Bradley, “instrumental goals of material security and national economic development are decreasingly central to curricular decisions (by students themselves, parents, family members, and educational gatekeepers) as national prosperity grows” in developing countries. In Turkey, the proportion of female researchers in the STEM fields is higher than in Western countries, which requires us to scrutinize the gender segregation regime with a focus on occupational career paths in the STEM fields. Gendered Segregation among R&D professionals in the Workplace The interviews for this study, conducted in R&D centers and a university technopark, focused on women’s career experiences in R&D and innovation. Acker distinguishes occupations from jobs: “An occupation is a type of work; a job is a particular cluster of tasks in a particular work organization.” According to Acker, “‘job’ is the relevant unit for examining segregation in organizations”. Acker refers to research indicating that “sex segregation at the job level is more extensive than sex segregation at the level of occupations” (Wharton, 2005; 97 in Acker 2006:446). In this study, we focused on R&D jobs in 3 large private sector R&D centers and university technopark firms. Differences between these two company structures had a significant effect on different gender-based career experiences. The companies in the technoparks are generally active in the ICT sector and have weaker organizational hierarchies and structures. As Valenduc et al. (2004) note, ICT organizations have a flat structure with little hierarchy, which leads to an informal working environment. In contrast, R&D Centers operate in the field of manufacturing, with more hierarchical institutionalized structures, where more detailed career ladders are defined. In the in-depth interviews, female researchers in the R&D centers were more positive in terms of employment, career processes, motivation and home-work balance than their counterparts in the university technoparks. Though they have Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 69 more informal and vertical structures, small R&D and innovation companies and start-up firms tend to have negative implications for female researchers. In our interviews, female researchers in small-sized innovative enterprises mentioned problems such as the “one man’s firm” structure, lack of seniority and promotion balance, short and even non-existent career ladders, tight old-boys networks as a way of doing business, high turn-over rates among employees, irregular working hours, masculine working environment and gender bias, and unpredictable workloads. Filiz, who was employed in such a small innovative enterprise after graduation, underlines the difference between two structures: “…Well, the orders should be quickly delivered; when something is delayed, there is more of a panic; it is a boss’s company. It was all chaos. I would like to have had a more organized, planned job. For instance, we could have a project funded by TUBİTAK and we have deadlines set beforehand that I will follow during my work.” (Filiz, aged 36, Textile Engineer, Durable Manufacturing R&D) Similarly Fahri, a male software specialist in an ICT firm in the technopark, explores the differences in terms of gender dynamics between different company structures: “…I think that there is a negative approach towards women in this sector in Turkey - especially in small firms. In more institutional settings, there is a more homogenous structure since they are more institutional. With less segmentation, the number of women is smaller. It is an unjust situation that they have the idea that women cannot fulfill this task.”(Fahri, aged 23, Math Engineer, University Technopark ICT firm) In a study on the gender gap in Germany’s information technology sector, Ben (2007) also concludes that working conditions in small software enterprises are much more precarious and that the life–work balance is very difficult in these organizations. The accounts of female researchers in corporate R&D centers differ from female employees in small and medium sized technopark firms in terms of career paths, regularity and specificity of tasks: “…In terms of mechanical engineering, we can see that there is an increase in workplaces in which women can feel more comfortable. As I have mentioned, R&D is a field in which gender discrimination is less effective. The increase in R&D spending, the expansion of the fields of mechanical engineering, the increasing use of mechanical engineering in industry makes mechanical engineering popular irrespective of gender.” (Mustafa, aged 34, Mechanical Engineering, Durable 70 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences Manufacturing R&D) “Working in a corporate firm really has its good sides. You have additional rights, and it is like getting employed by the state. It is open to rotation, you can move to somewhere else if you are bored. The firm gives a lot of confidence.” (Melek, aged 28, Textile Engineering, Durables Manufacturing R&D) Similarly, Wickham et al. (2008) challenge the argument that bureaucracy is inherently patriarchal and, through a study of software firms in Ireland, claim that bureaucratic companies benefit women more than non-bureaucratic, individualized companies, which tend to be more hostile to women. In an early research, Mcllwee and Robinson (1992) also concluded that women’s career mobility is greatest where the masculine culture of engineering is minimized by bureaucracy. However, in the Turkish case, our research highlights that the main reason why women positively assess more institutionalized structures of R&D and innovation is not the opportunities for upward mobility but their general perception of R&D as a safe, well-planned and regular job. Though career ladders don’t often lead to the higher levels for female researchers, R&D nevertheless offers women the opportunity for getting regularly promoted. However, it seems still very hard for women to gain promotion to managerial levels: for instance, in the three R&D centers in our research only 1 in 10 executives was female, while in the technopark companies only 4 out of 54 executives were females. This aspect of the private sector is similar to academia in terms of its employment patterns (Sağlamer et al., 2013). Female researchers explained their distance from middle and upper management levels: “…Here, the structure is that all the directors and executives are male. Furthermore, career paths in R&D are fewer, slow and different....Your options in other sectors such as marketing etc. are closed. You remain as an R&D person.” (Müjde, aged 43, Electronics Engineer, Durables Manufacturing, R&D Center) “…I don’t have huge ambitions about leadership, but when you look at the situation you are promoted less.” (Filiz, aged 36, Textile Engineer, Consumer Durables, R&D Center) Internal Gender Segregation According to Sou (2004, in Berggren, 2008; 25), jobs, occupations and tasks may be internally segregated by gender, meaning that “men and women who hold Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 71 the same occupation, and work at the same place, are steered toward different types of tasks or have chosen different specialties.” Acker (2006) underlines the necessity to scrutinize the gender division of labor at different levels; that is, the reproduction of the gender differentiation of jobs and tasks in the same occupational field which leads to the reproduction of gender division of labor in the institutional level and regimes of gender inequality. In our study, instances of internal segregation in R&D and innovation include female employees in the automobile sector who graduated from engineering departments like male employees but who are employed in cost finding, planning and reporting tasks. In the manufacturing sector (consumer durables and home appliances), female employees are employed in the food technologies and cleaning technologies departments, while in the field of ICT they are mostly employed in marketing and those fields which include customer relations and soft skills: “…Well, it is like “you have communicative skills, you can do it much better.” I don’t know whether I should think of this as gender discrimination. Indeed it can be a prejudice. But I should also accept the fact that nobody ever told me I was incapable of doing anything as a woman. After getting to know me, there was some guidance in the form of “you are good at these tasks and these tasks are hard for software engineers who are fond of software, developing codes, etc., but not willing to communicate with people. But you can do both. So can we take you this side please?”(Demet, aged 31, Electrical Engineer, Technopark ICT firm) The horizontal segregation that we mentioned in curricular decisions is reflected in the organization of R&D work. This segregation is based on beliefs that construct women as innately “more competent than men in service, nurturance, and social interaction” (Charles and Grusky, 2004; 15), whereas men are assumed to be naturally more adept at problem solving, analytical tasks, and complex abstract reasoning” (in Acker, 2006; 446). “…It is like you cannot cook half of the meal today and half of it tomorrow. The product is brought to me from the grocery store; I take care of it in its every moment from preparation till cooking. (Esma, aged 36, Food Technologist, Durables Manufacturing R&D). Acker acknowledges that there is less gender segregation than 30 years ago within the broad level of professional and managerial occupations. However, research indicates that “sex segregation at the job level is more extensive than sex segregation at the level of occupations” (Wharton 2005, 97 in Acker, 2006, 446). 72 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences Acker concludes that the apparent reduction in segregation may in reality only be a reconfiguration: “Reconfiguration and differentiation have occurred as women have entered previously male-dominated occupations” (Acker, 2006; 446). In the R&D centers in the durable goods and home appliances manufacturing sectors where we conducted our interviews, though more than 70% of the employees in the field of cleaning technologies are female, there are very few women in the thermodynamics field. The gendered differentiation of the mechanics of the oven and the refrigerator, and the technologies of cooking and keeping the food indicates a similar reconfiguration in the organization of engineering. Another pattern our study found for women from the STEM fields was that they are either guided to or tend towards less technical fields based on social and personal relations. This inclinations seems especially so for women in ICT and software: “…In my previous job, I asked them not to be in customer related tasks and it was a good for me. And now I never asked for my current job, they offered me because they thought that I could be successful.” (Demet, aged 31, Electrical Engineer, Technopark ICT firm) One of the basic reasons for women to have a career in R&D is the difference between R&D engineering from site engineering. As Ismail (2003) notes, historically, the image of engineering has been heavy, dirty and involving machinery, with women’s success often depending on adopting an explicitly male career pattern. These images of the masculine engineering areas not only affect departmental employment policies but also career paths in different engineering fields. In particular, female employees in corporate R&D centers defined their professional field and their choices for R&D in terms of “the difference from site engineering”: “…When I was a graduate, R&D seemed to be very unreachable for us. There was something utopian like “the companies are making R&D, they are researching and developing.” When I started my vocational training in this company… when I gained a level of competence in the field and enjoyed being in my firm, especially when compared to industry with stressful working hours.” (Nehir, aged 29, Chemical engineering, Consumer Durable Sector R&D Center) In their narratives, women who chose R&D engineering often emphasized regular working hours, “clarity in task,” “planned tasks,” “respectable working environment,” “distance from the factory,” “qualified team members,” flexibility, Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 73 academia-like work and staff. “…The closer is the sector in which you work to home, the higher is the ratio of woman. For instance, some civil engineers have to work on site. Those who work in the office rather than the site are a very small group within the labor force. Same for the mechanical engineering, they work on construction sites, in factories. I don’t know the percentage of women here but they are not too many. Given this, why should one hire the employee with fewer opportunities? Although… ladies are responsible for all the things in the house. However modern it is, Turkey is not ready for it. This is why our proportions were equal since we were going to work in the office.”(Defne, aged 26, Math. Engineering, Automotive R&D) Defne’s definition of a job “which is not far away from home” refers not to a physical distance but rather the distance between technical and site engineering and R&D. Through this narrative, Defne accepts the narrow space in which women are compressed in the field of engineering. According to one survey of engineering departments, female students believe that they have fewer opportunities than male peers and acutely feel the lack of role models (Smith and Dengiz, 2009). Furthermore, male employees in the male-dominated R&D departments employ gendered stereotypes in the field of engineering, referring to fields that are “suitable” for women and those that are not: “…When you graduate from mechanical engineering, you generally become someone working in the manufacturing of a machine. In those production sites, those people you work with are socially and culturally different from you. As that level decreases, the attitudes towards women start to change. According to me, this also leads to women’s discomfort with employees in the lower levels. … But in our field, since we are distanced from manufacturing, we have an office setting.” (Kıvanç, aged 31, Mechanical Engineer, Consumer Manufacturing R&D) Though the horizontal, vertical and internal segregation in the fields, jobs and occupational decisions among R&D employees in Turkey display some similarities with those discussed in the literature, they also display some peculiar characteristics of the gender regime in Turkey. Career paths in R&D are also the reflections of bargains with, and strategies vis-a-vis the gender regime. Women from STEM fields distant from site engineering and conscious of their distance from the managerial positions, are concentrated in R&D fields in which, they believe, they can be at ease with their work and home balance, and do 74 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences jobs and occupy positions that require more indirect, supportive and soft skills. Conclusion Turkey enjoys one of the highest proportions of women in engineering, comprising 27% of the engineering workforce, compared to approximately 11% in the United States. However, the higher numbers in STEM fields in Turkey can be explained with reference to some aspects of education, economic and sociopolitical dynamics and the characteristics of the gender regime in Turkey rather than gender equality. First, given the fact that there is a negative relationship between R&D and innovation spending and the proportion of women in these fields, the high proportion of women in innovation is a result of Turkey’s status in the global market for innovation and R&D. Secondly, the fact that Turkish women have in recent decades gained access to good quality public education in foreign languages via a central and gender-neutral university entrance examination seems to have led to a comparatively egalitarian dynamic as far as gender and class are concerned 6. Thirdly, universities and public education in Turkey had been organized so as to include women in natural sciences and engineering fields in the early years, as seen for instance in the relatively higher number of women in natural sciences and engineering in established universities such as Ankara University (Köker, 198; Sağlamer vd., 2014). However, these egalitarian dynamics are limited by neoliberalization in education policies and the characteristics of the gender regime in Turkey. The decrease in schools providing good quality public education in foreign languages in the last decade will inevitably result in an increase in class and gender inequalities in STEM fields in Turkey. In addition to those tendencies, approaches which define women first and foremost through motherhood and family are critical in terms of their effects on women’s career experiences. Social policies in Turkey, starting from the early years of the Republic, have perceived women not as an essential component of the labor force but through a family model in which men are regarded as the breadwinner (Öztan, 2014). A job in corporate R&D that is usually achieved by “hard-working girls,” 6 However, changes in the education system (in school systems regarding the public schools and the expansion of private education at all levels) in the last decade may reverse this relatively egalitarian aspect. Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 75 educated in public schools and encouraged by their families and teachers, is a result of a bargain with the patriarchy. As 30% of the engineering labor force is female, some women in engineering are oriented towards corporate R&D because it is a “respectable,” “homely,” “proper” and “qualified” field of work. Within this field, in terms of terms of tasks and responsibilities, women are further concentrated in more “feminine” departments and positions. In particular, women employed in small innovative firms are oriented towards fields that require soft skills, such as customer relations and marketing. One of the reasons for women’s orientation towards R&D and innovation pertains to the gender regime in Turkey. In the West, gender differentiation in STEM fields relates to scientific competence and qualifications as a result of essentialist gender arguments. In Turkey, however, rather than an essentialism based on the exclusion of women from reason and science, this is an essentialism that defines them through body, chastity and family. Hence, what matters in Turkey is not whether or not women can be mechanical engineers or aeronautical engineers but that they work in “proper” settings and in “proper” ways. Therefore, women prefer fields that are more “sterile”, “close to home,” distant from the factory and its masculine character, and that will not put pressure on the home-work balance. However, in these fields, female employees tend to experience distance from managerial positions and feminine tasks. Rather than an occupational segregation, we can observe a reconfiguration of job fields and the formation of new segregation forms that reproduce gender inequalities. Hence many job fields in engineering are post-graduation jobs for women to gain experience before they get married or have children. These experiences of the R&D female labor force are further consolidated by a gender regime in which only a small group of educated women works in the formal sector and in white-collar jobs, in which even women with occupations leave the job market at a late age, and in which the female labor force is small. 76 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences BIBLIOGRAPHY Acar, Feride (1991): “Women in Academic Science Careers in Turkey”. Women in Science: Token Women or Gender Equality, pp. 147–171. Acar, Feride (1993): “Women and University Education in Turkey”. Higher Education in Europe 18(4), pp. 65–77. Acker, Joan (2006): “Inequality Regimes: Gender, Class, and Race in Organizations”. Gender & Society 20(4), pp. 441–464. Azagra-Caro, J.oaquin M.; Carayol, N.icolas; Llerena, Patrick (2006): “Patent Production at a European Research University: Exploratory Evidence at the Laboratory Level”. The Journal of Technology Transfer 31(2), pp. 257–268. Berggren, Caroline (2008): “Horizontal and Vertical Differentiation within Higher Education,Gender and Class Perspectives”. Higher Education Quarterly 62(1-2), pp. 20– 39. Bozeman, Barry; Gaughan, Monica (2007): “Impacts of Grants and Contracts on Academic Researchers’ Interactions with Industry”. Research Policy 36(5), pp. 694–707. Byko, Maureen (2005): “Challenges and Opportunities for Women in Science and Engineering”. JOM Journal of the Minerals, Metals and Materials Society 57(4), pp. 12– 15. Carrasco, Inmaculada (2014): “Gender Gap in Innovation: An Institutionalist Explanation”. Management Decision 52(2), pp. 410–424. Charles, Maria; Bradley, Karen (2009): “Indulging Our Gendered Selves? Sex Segregation by Field of Study in 44 Countries”. American Journal of Sociology 114(4), pp. 924–976. Charles, Maria; Grusky, David B. (2004): Occupational Ghettos: The Worldwide Segregation of Women and Men: Stanford University Press Stanford, CA . Cheryan, Sapna; Plaut, Victoria C.; Davies, Paul G.; Steele, Claude M. (2009): “Ambient Belonging: How Stereotypical Cues Impact Gender Participation in Computer Science”. Journal of Personality and Social Psychology 97(6), p. 1045. Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 77 Cheryan, S., J. Oliver, M. Vichayapai, B. J. Drury, S. Kim, (2011): “Do Female and Male Role Models Who Embody STEM Stereotypes Hinder Women’s Anticipated Success in STEM?”. Social Psychological and Personality Science 2(6), pp. 656–664. Cockburn, C. (1985): Machinery of Dominance: Women, Men and Technical Knowhow: Pluto Press London. Correll, Shelley J. (2001): “Gender and the Career Choice Process: The Role of Biased Self-Assessments”. American Journal of Sociology 106(6), pp. 1691–1730. Ding, Waverly W.; Murray, Fiona; Stuart, Toby E. (2006): “Gender Differences in Patenting in the Academic Life Sciences”. Science 313(5787), pp. 665–667. Eisenhart, Margaret A.; Finkel, Elizabeth (1998): Women’s Science: Learning and Succeeding from the Margins: University of Chicago Press. Emerging Economies, Academy of Business Administrative Sciences, International Conference Proceedings Book (2000). Etzkowitz, Henry; Kemelgor, Carol (2001): “Gender Inequality in Science: A Universal Condition?”. Minerva 39(2), pp. 239–257. Etzkowitz, Henry; Ranga, Marina (2011): “Gender Dynamics in Science and Technology: From the ‘‘Leaky Pipeline’’ to the ‘‘Vanish Box’’. Brussels Economic Review 54(2/3), pp. 131–148. European Commision, Researchers’ Report 2012, DG Reseach and Innovation, Deloitte, (2012). (http://ec.europa.eu/euraxess/pdf/research_policies/121003_The_Researchers_Rep ort_2012_FINAL_REPORT.pdf) European Commision (2007), She Figures 2006, Brusells. research/science-society/pdf/she_figures_2006_en.pdf) (http://ec.europa.eu/ Evetts, Julia (1997): “Women and Careers in Engineering: Management Changes in the Work Organization”. Women in Management Review 12(6), pp. 228–233. Evetts, Julia (1998): “Managing the Technology but not the Organization: Women and Career in Engineering”. Women in Management Review 13(8), pp. 283–290. 78 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences Ezzedeen, Souha R.; Zikic, Jelena (2012): “Entrepreneurial Experiences of Women in Canadian High Technology”. International Journal of Gender and Entrepreneurship 4(1), pp. 44–64. Gharibyan, Hasmik (2006): “Work in Progress-Women in Computer Science: Why There is no Problem in One Former Soviet Republic”. Frontiers in Education Conference, 36th Annual. IEEE, pp. 19–20. Greene, Patricia G.; Hart, Myra M.; Gatewood, Elizabeth J.; Brush, Candida G.; Carter, Nancy M. (2003): “Women Entrepreneurs: Moving Front and Center: An Overview of Research and Theory”. Coleman White Paper Series 3, pp. 1–47. Günlük Şenesen, G. (1996): “Türkiye Üniversitelerinin Üst Yönetiminde Kadınların Konumu”. Akademik Yaşamda Kadın, pp. 209–244. Haeussler, Carolin; Colyvas, Jeannette A. (2011): “Breaking the Ivory Tower: Academic Entrepreneurship in the Life Sciences in UK and Germany”. Research Policy 40(1), pp. 41–54. Healy, Geraldine; Özbilgin, Mustafa; Aliefendioğlu, Hanife (2005): “Academic Employment and Gender: A Turkish Challenge to Vertical Sex Segregation”. European Journal of Industrial Relations 11(2), pp. 247–264. Hersh, Marion (2000): “The Changing Position of Women in Engineering Worldwide”. Engineering Management, IEEE Transactions on 47(3), pp. 345–359. Hill, Catherine; Corbett, Christianne; St Rose, Andresse (2010): Why So Few? Women in Science, Technology, Engineering, and Mathematics: ERIC. Hong, Wei; Walsh, John P. (2009): “For Money or Glory? Commercialization, Competition, and Secrecy in the Entrepreneurial University”. The Sociological Quarterly 50(1), pp. 145–171. Hunt, Jennifer; Garant, Jean-Philippe; Herman, Hannah; Munroe, David J. (2013): “Why are Women Underrepresented Amongst Patentees?”. Research Policy 42(4), pp. 831–843. Huyer, Sophia; Westholm, Gunnar (2007): Gender Indicators in Science, Engineering and Technology: An Information Toolkit: UNESCO. Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 79 IEEE (2006): Frontiers in Education Conference, 36th Annual. Ismail, Maimunah (2003): “Men and Women Engineers in a Large Industrial Organization: Interpretation of Career Progression Based on Subjective-career Experience”. Women in Management Review 18(1/2), pp. 60–67. Keller, George (1983): Academic Strategy: The Management Revolution in American Higher Education: JHU Press. Keller, Evelyn Fox (1992): “How Gender Matters, or, Why It’s So Hard for us to Count Past Two”, Kirkup, Gill; Keller, Laurie Smith (ed), Inventing Women: Science, Technology and Gender: Polity Press Cambridge. Köker, Eser (1988): Türkiye’de Kadın, Eğitim ve Siyaset: Yükseköğrenim Kurumlarında Kadının Durumu Üzerine Bir İnceleme. Unpublished Ph. D Thesis, Ankara University, Ankara. Küskü, Fatma; Özbilgin, Mustafa; Özkale, Lerzan (2007): “Against the Tide: Gendered Prejudice and Disadvantage in Engineering”. Gender, Work & Organization 14(2), pp. 109– 129. Ljunggren, Elisabet; Alsos, Gry; Amble, Nina; Ervik, Ragna; Kvidal, Trine; Wiik, Ragnhild (2010): “Gender and Innovation. Learning from Regional VRI-Projects”. NF-report 2, p. 2010. Marlow, Susan; McAdam, Maura (2012): “Analyzing the Influence of Gender upon Hightechnology Venturing within the Context of Business Incubation”. Entrepreneurship Theory and Practice 36(4), pp. 655–676. Marx, David M.; Roman, Jasmin S. (2002): “Female Role Models: Protecting Women’s Math Test Performance”. Personality and Social Psychology Bulletin 28(9), pp. 1183– 1193. Maskell-Pretz, Marilyn; Hopkins, Willie E. (1997): “Women in Engineering: Toward a Barrier-free Work Environment”. Journal of Management in Engineering 13(1), pp. 32–37. McDonnell, Martina; Morley, Chantal (2015): “Men and Women in IT Entrepreneurship: Consolidating and Deconstructing Gender Stereotypes”.. International Journal of Entrepreneurship and Small Business 24(1), pp. 41–61. 80 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences McIlwee, Judith S.; Robinson, J. Gregg (1992): Women in Engineering: Gender, Power, and Workplace Culture: SUNY Press. Meulders, Danièle; O’Dorchai, Sile Padraigin (2013): She Figures 2012: Women and Science: Statistics and Indicators. ULB: Universite Libre de Bruxelles. Murray, Fiona; Graham, Leigh (2007): “Buying Science and Selling Science: Gender Differences in the Market for Commercial Science”. Industrial and Corporate Change 16(4), pp. 657–689. Müller, Jörg; Castano, Cecilia; Gonzalez, Anna and Palmen, Rachel (2011): “Policy towards Gender Equality in Science and Research”. Brussels Economic Review 54 (2/3), pp. 295-316. Nissan, Edward; Carrasco, Inmaculada; Castaño, Maria-Soledad (2012): “Women Entrepreneurship, Innovation, and Internationalization”. Women’s Entrepreneurship and Economics: Springer, pp. 125–142. Nosek, Brian A.; Smyth, Frederick L.; Sriram, N.; Lindner, Nicole M.; Devos, Thierry; Ayala, Alfonso et al. (2009): “National Differences in Gender Science Stereotypes Predict National Sex Differences in Science and Math Achievement”. Proceedings of the National Academy of Sciences 106(26), pp. 10593–10597. Owen-Smith, Jason; Powell, Walter W. (2003): “The Expanding Role of University Patenting in the Life Sciences: Assessing the Importance of Experience and Connectivity”. Research Policy 32(9), pp. 1695–1711. Öncü, Ayşe (1979): “Uzman Mesleklerde Türk Kadını”. Türk Toplumunda Kadın, Ankara: Türk Sosyal Bilimler Derneği. Özar, Ș. (2002): Barriers to Women’s Micro and Small Enterprise Success in Turkey. Draft Research Paper, Center for Policy Studies, Central European University and Open Society Institute. Özbilgin, Mustafa; Healy, Geraldine (2004): “The Gendered Nature of Career Development of University Professors: The Case of Turkey”. Journal of Vocational Behavior 64(2), pp. 358–371. Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 81 Özkale, L.; Küskü, F.; Özbilgin, M. (2005): Beliefs on Gender and Engineering Choice: The Case of Istanbul Technical University. The 34th Engineering Education Syposium, Design of Education in the 3rd Milenium, pp. 12–15. Özkanlı, Özlem; Korkmaz, Adil (2000): “Turkish Women in Academic Life: Attitude Measurement towards Gender Discrimination in Academic Promotion and Administration”. Emerging Economies, Academy of Business Administrative Sciences 2000 International Conference Proceedings Book, p. 56. Özkanli, Özlem; White, Kate (2009): “Gender and Leadership in Turkish and Australian Universities”. Equal Opportunities International 28(4), pp. 324–335. Öztan, Ece: “Domesticity of Neoliberalism: Family, Sexuality and Gender in Turkey”. Turkey Reframed, Akça, İ. A. Bekmen and B. A. Özden (ed.), Pluto Press, pp. 174–187. Ranga, Marina; Etzkowitz, Henry (2010): “Athena in the World of Techne: The Gender Dimension of Technology, Innovation and Entrepreneurship”. Journal of Technology Management & Innovation 5(1), pp. 1–12. Rosa, Peter; Dawson, Alison (2006): “Gender and the Commercialization of University Science: Academic Founders of Spinout Companies”. Entrepreneurship and Regional Development 18(4), pp. 341–366. Ruiz Ben, Esther (2007): “Defining Expertise in Software Development while Doing Gender”. Gender, Work & Organization 14 (4), pp. 312–332. Sağlamer, G., M. G. Tan, H. Çağlayan, (Eds.) (2013): Türk Yükseköğretiminde Kadın Katılımı Üzerine Bir Araştırma. Türkiye’de Bilim, Mühendislik ve Teknolojide Kadın Akademisyenler Ağı. İstanbul: Cenkler Matbacılık. Schiebinger, Londa (1999): Has Feminism Changed Science? USA, Harvard University Press. Schiebinger, Londa (2008): Gendered Innovations in Science and Engineering. Stanford, Stanford University Press. Schiebinger, Londa; Schraudner, Martina (2011): “Interdisciplinary Approaches to Achieving Gendered Innovations in Science, Medicine, and Engineering”. Interdisciplinary Science Reviews 36(2), pp. 154–167. DOI: 10.1179/030801811X13013181961518. 82 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences Sikora, Joanna; Pokropek, Artur (2012): “Gender Segregation of Adolescent Science Career Plans in 50 countries”. Science Education 96(2), pp. 234–264. Sjøberg, Svein; Schreiner, Camilla (2010): The ROSE project: An Overview and Key Findings. Oslo: University of Oslo. Smith, Alice E.; Dengiz, Berna (2010): “Women in Engineering in Turkey: A Large Scale Quantitative and Qualitative Examination”. European Journal of Engineering Education 35(1), pp. 45–57. Sonnert, Gerhard; Holton, Gerald James (1995): Who Succeeds in science?: The Gender Dimension: Rutgers University Press. Stout, Jane G.; Dasgupta, Nilanjana; Hunsinger, Matthew; McManus, Melissa A. (2011): “Steming the Tide: Using Ingroup Experts to Inoculate Women’s Selfconcept in Science, Technology, Engineering, and Mathematics (STEM”). Journal of Personality and Social Psychology 100(2), p. 255. Şenesen, Gülay Günlük (1996): “Türkiye Üniversitelerinin Üst Yönetiminde Kadınların Konumu, 1990-93”. Akademik Yaşamda Kadın, pp. 209–244. Tantekin-Ersolmaz, S. Birgül; Ekinci, Ekrem; Saglamer, Gülsün (2006): “Engineering Education and Practice in Turkey”. Technology and Society Magazine, IEEE 25(2), pp. 26–35. Treanor, Lorna; Henry, Colette (2010): “Gender in Campus Incubation: Evidence from Ireland”. International Journal of Gender and Entrepreneurship 2(2), pp. 130–149. Wajcman, Judy (1991): Feminism Confronts Technology: Penn State Press. Walby, Sylvia (2011): “Is the Knowledge Society Gendered?” Gender, Work & Organization 18(1), pp. 1–29. White, Kate; Özkanlı, Özlem (2010), “A Comparative Study of Perceptions of Gender and Leadership in Australian and Turkish Universities”. Journal of Higher Education Policy and Management 33(1), pp. 3–16. Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 83 Whittington, Kjersten Bunker; Smith-Doerr, Laurel (2005): “Gender and Commercial science: Women’s Patenting in the Life Sciences”. The Journal of Technology Transfer 30(4), pp. 355–370. Wickham, James; Collins, Gráinne; Greco, Lidia; Browne, Josephine (2008): “Individualization and Equality: Women’s Careers and Organizational Form”. Organization 15(2), pp. 211–231. Wynarczyk, P. (2010): “Still hitting the Ceiling”. Society Now 6(2), p. 9. Wynarczyk, P., Marlow, S. (2010): Innovating Women, London: Emerald. Zengin-Arslan, Berna (2002), “Women in Engineering Education in Turkey: Understanding the Gendered Distribution”. International Journal of Engineering Education 18(4), pp. 400–408. 84 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences POST-COLD WAR ERA: A COERCIVE COEXISTENCE AND COOPERATION OF REALISM, LIBERALISM AND TRADE EXPECTATIONS THEORIES? Gökhan AK ∗ ___________________________________________________________________ ABSTRACT No single international relations theory identifies, explains or understands all the key structures and dynamics of international politics today. In this sense, this article offers a new theory to build upon liberal and realist approaches to economic interdependence and war via interaction of trade expectations theory. In the new world order following Cold War, not a single IR theory has impacts on international politics. In this regard, this paper focuses on the evaluation how a new mixture of some basic IR theories affects the post-Cold War era’s international relations and tries to analyze the possible coercive coexistence and cooperation of three selected basic IR theories, which likely affected each other during Post-Cold War era. In this frame, the essay will be shaped on three main sections. The first will call upon an conceptual analysis of selected IR theories: Realism, Liberalism and Trade Expectations. The second will analyze closer ties of Neo-realism and Neo-liberalism in general. The third will try to put forward both interdependency and war among them following the Cold War. Finally, we will make our comments and consideration in the context of conclusions. Keywords: Post-Cold War Era, IR Theories, Realism, Liberalism, Trade Expectations. ÖZET SOĞUK SAVAŞ SONRASI DÖNEM: REALİZM, LİBERALİZM VE TİCARİ BEKLENTİLER TEORİLERİNİN ZORLAYICI BİRLİKTELİĞİ VE İŞBİRLİĞİ Mİ? Günümüzde, uluslararası siyasetin temel yapıları ile dinamiklerinin tümünü tanımlayabilecek, açıklayabilecek veya anlayabilecek tek başına hiçbir uluslararası ilişkiler teorisi mevcut değildir. Bu anlamda çalışma, liberal ve realist yaklaşımların, devletlerarası ekonomik bağımlılık ve mücadeleye yönelik yeni pozisyonlarını, ticari beklentiler teorisinin de yarattığı etkileşimler bağlamında analiz ederek, yeni bir teori ileri sürmektedir. Bu çerçevede çalışma, bazı temel uluslararası ilişkiler teorilerinin yeni bir karışımının, Soğuk Savaş sonrası uluslararası ilişkilerini nasıl etkilediğine yönelik bir değerlendirme üzerine odaklanmış ve Soğuk Savaş sonrası dönemde birbirlerini etkilediği düşünülen ve bu meyanda seçilen üç uluslararası ilişkiler teorisinin muhtemel zorlayıcı birlikteliği ve Yrd. Doç. Dr., Nişantaşı Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü (gak2081@yahoo.co.uk) YDÜ Sosyal Bilimler Dergisi, C. VIII, No. 2, (Ekim 2015) ∗ Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 85 işbirliğini analiz etmeye çalışmıştır. Bu bağlamda çalışma, üç ana bölüm üzerinden şekillendirilmiştir. Bunlardan ilki, seçilen realizm, liberalizm ve ticari beklentiler başlıklı uluslararası ilişkiler teorilerinin kavramsal bir analizini yapacaktır. İkinci bölüm, neo-realizm ile neo-liberalizm arasındaki yakın bağları analiz edecektir. Üçüncü bölüm, Soğuk Savaş sonrasında bu üç teori arasındaki içsel bağlantı ve mücadeleyi ortaya koymaya çalışacaktır. Nihayetinde de, bu analizler ışığında yapacağımız yorum ve değerlendirmelerle çalışmanın sonucu bağlanacaktır. Anahtar Kelimeler: Soğuk Savaş Sonrası Dönem, Uluslararası İlişkiler Teorileri, Realizm, Liberalizm, Ticari Beklentiler. _________________________________________________________________________ “Be convinced that to be happy means to be free and that to be free means to be brave. Therefore do not take lightly the perils of war.” Thucydides, c. 411 BC Introduction All theories of International Relations (IR) have to deal with the state and nationalism, with the struggle of power and security, and with the use of force, but they do not deal with these phenomena in the same way. Different conceptions of the scope of the inquiry, its purpose and methodology mean that issues of war and peace which formed the classical core of the subject are conceptualized and analyzed in increasingly diverse ways (Burchill, et al., 2005: 23). For 40 years, students and practitioners of IR thought and acted in terms of a highly simplified, but very useful picture of world affairs, “the Cold War paradigm.” During this paradigm, the world was divided between one group of relatively wealthy and mostly democratic societies, led by the United States, engaged in a pervasive ideological, political, economic, and, at times, military conflict with another group of somewhat poorer, communist societies led by the Soviet Union. Much of the conflict occurred in the Third World outside of these two camps, composed of countries which often were poor, lacked political stability, were recently independent and claimed to be non-aligned. The Cold War paradigm could not account for everything that went on in world politics. Yet as a simple model of global politics, it accounted for more important phenomena than any of its rivals; it was an indispensable starting point for thinking about international affairs; it came to be almost universally accepted; and it shaped thinking about world politics for two generations (Huntington, 1993: 186). However, communal claims to territory are among the basic threats to peace in the post-Cold War world. It is considered that the key and most urgent question of international affairs, particularly of today, 86 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences is the following, which should be addressed and identified; “How can people who feel profoundly different from each other live together without fighting?” (Mortimer, 1993: 4) The end of the Cold War not only denotes a fundamental shift in world politics, it marks the beginning of a watershed period in the field of international studies. Students of IR already have reacted to recent events by charting new avenues that they hope will provide far-reaching insight into the nature of the emerging post-Cold War order. A natural consequence of this exploration is a burgeoning of studies taking stock of how able the conceptual devices and abstract paradigms in the current international theorist’s tool chest (Haftendorn, 1991: 3-17; Walt, 1991: 211-239). In this context, the study of IR began as a theoretical discipline. The realists reflected on the forms of political action, which were most appropriate in a realm in which “the struggle for power was pre-eminent.” (Burchill, et al., 2005: 1) Questioning the applicability and robustness of the realist paradigm, of course, preceded the end of the Cold War (Burton, 1972; Mansbach and Vasquez, 1981). Throughout the post-World War II (WWII) order, a growing number of theorists argued that the study of interstate relations tended to center too much on systemic level analyses, nearly ignoring the role of individual decision makers and the political milieu and cultures in which these elites nurture their beliefs, perspectives, values, and associations. Nevertheless, the realist approach maintained its predominance because, in part, it provided the most parsimonious framework available for understanding the general causes of military conflict and other significant elements of state behavior. It is important to explore the significance of developments in post-Cold War IR theory. It wasn’t surprising that the collapse of the Soviet bloc, arguably the third greatest cataclysm of the Twentieth Century and an event which drew a line under the Two World Wars, would pose some serious theoretical questions for IR. The second most powerful state on the face of the earth did voluntarily give up power despite the insistence of IR theory that this could never happen (Gaddis, 1992: 44). Realism is said to be the most established theory in IR and was in its height during the Cold War. It deals with what is best for the state (state-centric) in order to ensure survival. This means having sufficient power to enable security for the state. A modern realist Hans Morgenthau (1948: 26) defines this as “…man’s control over the minds and actions of other men.” It is contended that international structure Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 87 is not determining. Fear of anarchy and its consequences encouraged key international actors to modify their behavior with the goal of changing that structure. The pluralist security community that has developed among the democratic industrial powers is in part the result of this process. This community and the end of the cold war provide evidence that states can escape from the security dilemma. Security specialists consider it remarkable that the superpowers did not go to war as did rival hegemons of the past. Many realist theories attribute the absence of war to the bipolar nature of the postwar international system, which they consider less war-prone than the multipolar world it replaced. All of them have poorly specified definitions of bipolarity. None of the measures of bipolarity derived from these theories sustains a characterization of the international system as bipolar before the mid-1950s at the earliest. Anarchy and despot state systems at the beginning of 20th century nourished democratic nation-states in order to preserve peace. But the peaceful states believed that war was inevitable to preserve endless peace. So, in an anarchic world system, they tried to secure themselves by making awesome defense expenditures and having their armed forces as robust as possible. That was their realism! Power was everything for them. The realist paradigm is based on the core assumption that anarchy is the defining characteristic of the international system. Anarchy compels states to make security their paramount concern and to seek to increase power as against other values. Power is defined as capability relative to other states. Therefore, classical realism, which dominated the field for at least the first fifty years of its existence between two world wars and which remains highly influential in the discipline today as well will be our first IR theory that we believe as still-valid in the international politics. Realists focus on specific images which highlights states, geopolitics and war while remaining blind to other phenomena such as the basic aspects of liberalism; growing transnational economic ties, collective security (including the idea of the rule of law), public opinion, democratizing international relations and increasing international interdependence. Following Cold-War era, nation-states tended to collective relations, security and cooperation more. That was the outcome of a peaceful ground of unipolar world fora. Communism threat was over. In 1990s, most states were in search of living peacefully, seeking ways to increase global cooperation, growing their economic wealth, spending their incomes on social developments. International trade was increasing and that was affecting interdependency among nation-states. Every nation wanted to make trade with each other, not wars in order to live more humanly. 88 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences Nation states believed that they will be living in a more peaceful condition if they will be in trade connections and cooperation with other states due to the fact that if you earn good money, would you dare to lose your customers? So, this was true of liberal internationalists and also those of trade expectances who believed “the world to be profoundly other than it should be” and who had “faith in the power of human reason and human action” to change it so “that the inner potential of all human beings (could) be more fully realized.” (Howard, 1978: 11) No single theory identifies, explains or understands all the key structures and dynamics of international politics. Therefore, in this paper, it is tried to analyze the possible coercive coexistence and cooperation of three selected basic IR theories, which affected each other during Post-Cold War era. In this frame, the essay will be broken down into three sections. The first will shortly analyze premises of IR paradigms which is relative to our selected IR theories. The second will try to explain conceptual analysis of selected IR theories: Realism, Liberalism and Trade Expectations. The third will analyze closer ties of Neo-realism and Neo-liberalism in general. The fourth will try to put forward interdependency and war after the cold war. In this context, sub-titles such as the liberal and realist approaches on economic interdependence and war, the liberal and realist debate on economic interdependence and war, policy-related developments in the post-Cold War period, cooperation hypothesis: regional trade blocs in the developing world, economic interdependence increase or decrease the probability of war?, affects of trade expectations, a comparison of the liberal and realist perspectives and interaction of trade expectations with realism and liberalism. Finally, comments and suggestions will be made in conclusions. Conceptual Analysis of Selected IR Theories: Realism, Liberalism and Trade Expectations Realism The realist paradigm considers the architecture of the global order to be one that is anarchic, based upon self-help, and premised upon state sovereignty. It positions self-interested states -unitary rational actors- as the most important players in world politics and leaves little room for agency beyond the state; thus, denying the role of non state actors, civil society and intergovernmental organizations among others. According to the realist paradigm, states seek to survive and maximize power, and calculate their interests in terms of power -traditionally defined in terms Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 89 of physical force. Resultantly, the international realm is assumed to be fraught with conflict. According to Waltz (1979a: 24), although sovereignty makes states functionally similar, it is their capability, or relative power, that determines the global order. Indeed, as states are central to this paradigm, they are considered to be the only accountable and legitimate actors in world politics. Within the paradigm, global governance, equated to state-centered multilateralism, is considered to be contrived by rational autonomous states in their efforts to improve their standing and increase their relative power in international economic competition, influence weaker states, and/or compete for international prestige. Although they may recognize the existence of additional actors and institutions within global governance, ultimately international institutions are determined by and governed by states, specifically the hegemonic states that created them, and other actors also have states as their origin. Although other IR paradigms point to the increasing interdependence of states as contributing to a new global order, realists such as Waltz (1979a: 29) have said that rather than growing interdependence of states, we are witnessing the increasing inequality of states. This paradigm contributes to our understanding of global governance through emphasizing the centrality of the state and importance of power and self-interest in the international realm. However, this paradigm is deficient in that it makes little room for ideas, civil society, institutions and transnational forces in its analysis, except as mechanisms of power politics by self interested states. Liberalism A political theory founded on the natural goodness of humans and the autonomy of the individual. It favors civil and political liberties, government by law with the consent of the governed, and protection from arbitrary authority. In IR, liberalism covers a fairly broad perspective ranging from Wilsonian Idealism through to contemporary neo-liberal theories and the democratic peace thesis. Here states are but one actor in world politics, and even states can cooperate together through institutional mechanisms and bargaining that undermine the propensity to base interests simply in military terms. States are interdependent and other actors such as Transnational Corporations, the IMF and the United Nations play a role (Copeland, 1996: 5-41; Sutch and Elias, 2006). 90 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences Kant’s writings on perpetual peace were an early contribution to Democratic peace theory (Gartzke, 1998: 1-27). The precursor to liberal international relations theory was “idealism”. Idealism (or utopianism) was a term applied in a critical manner by those who saw themselves as “realists”, for instance E.H. Carr (Schmidt, 1998: 219). Idealism in international relations usually refers to the school of thought personified in American diplomatic history by Woodrow Wilson, such that it is sometimes referred to as “Wilsonianism”. Idealism holds that a state should make its internal political philosophy the goal of its foreign policy. For example, an idealist might believe that ending poverty at home should be coupled with tackling poverty abroad. Wilson’s idealism was a precursor to liberal international relations theory, which would arise amongst the “institution-builders” after WWII. Liberalism holds that state preferences, rather than state capabilities, are the primary determinant of state behavior. Unlike realism, where the state is seen as a unitary actor, liberalism allows for plurality in state actions. Thus, preferences will vary from state to state, depending on factors such as culture, economic system or government type. Liberalism also holds that interaction between states is not limited to the political/security (high politics), but also economic/cultural (low politics) whether through commercial firms, organizations or individuals, as trade expectations theory sustain robustly. Thus, instead of an anarchic international system, there are plenty of opportunities for cooperation and broader notions of power, such as cultural capital (for example, the influence of films leading to the popularity of the country’s culture and creating a market for its exports worldwide). Another assumption is that absolute gains can be made through co-operation and interdependence -thus peace can be achieved. Singer (1971: 9) suggest that, “By a social system, then, I mean nothing more than an aggregation of human beings (plus their physical milieu) who are sufficiently interdependent to share a common fate… or to have actions of some of them usually affecting the lines of many of them.” Systems are hypothesized patterns of interaction. As the level of (economic?) interdependence and the amount of interaction grow, the complexity of the system increases. However, interaction consists not only of the demands and responses -the actions- of nation-states, international organizations, and other non-state actors, but also the transactions across national boundaries, including trade, tourism, investment, technology transfer, and the flow of ideas broadly (Dougherty and Pfaltzgraff, 1981: 136). The democratic peace theory argues that liberal democracies have never (or almost never) made war on one another and have fewer conflicts among themselves. Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 91 This is seen as contradicting especially the realist theories and this empirical claim is now one of the great disputes in political science. Numerous explanations have been proposed for the democratic peace. It has also been argued, as in the book Never at War, that democracies conduct diplomacy in general very differently from non-democracies. (Neo)realists disagree with Liberals over the theory, often citing structural reasons for the peace, as opposed to the state’s government. Rosato (2003: 585-602), a critic of democratic peace theory points to America’s behavior towards left-leaning democracies in Latin America during the Cold War to challenge democratic peace. One argument is that economic interdependence makes war between trading partners less likely (Copeland, 1996: 5-41). In contrast realists claim that economic interdependence increases rather than decreases the likelihood of conflict. Trade Expectations This theory extends liberal and realist views regarding interdependence and war, by synthesizing their strengths while formulating a dynamic perspective on state decision-making that is at best only implicit in current approaches. The strength of liberalism lies in its consideration of how the benefits or gains from trade give states a material incentive to avoid war, even when they have unit-level predispositions to favor it. The strength of realism is its recognition that states may be vulnerable to the potential costs of being cut off from trade on which they depend for wealth and ultimately security. Current theories, however, lack a way to fuse the benefits of trade and the costs of severed trade into one theoretical framework. More significantly, these theories lack an understanding of how rational decision-makers incorporate the future trading environment into their choice between peace and war. Both liberalism and realism often refer to the future trading environment, particularly in empirical analyses. But in constructing a theoretical logic, the two camps consider the future only within their own ideological presuppositions. Liberals, assuming that states seek to maximize absolute welfare, maintain that situations of high trade should continue into the foreseeable future as long as states are rational; such actors have no reason to forsake the benefits from trade, especially if defection from the trading arrangement will only lead to retaliation (Rosecrance, 1986). Given this presupposition, liberals can argue that interdependence - as reflected in high trade at any particular moment in time -will foster peace, given the benefits of trade over war. Realists, assuming states seek to maximize security; 92 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences argue that concerns for relative power and autonomy will eventually push some states to sever trade ties (at least in the absence of a hegemon). Hence, realists can insist that interdependence, again manifest as high trade at any moment in time, drives dependent states to initiate war now to escape potential vulnerability later. For the purposes of forging strong theories, however, trading patterns cannot be simply assumed a priori to match the stipulations of either liberalism or of realism. Trade levels fluctuate significantly over time, both for the system as a whole and particularly between specific trading partners, as the last two centuries demonstrate. Accordingly, we need a theory that incorporates how a state’s expectations of its trading environment - either optimistic or pessimistic - affect its decision-calculus for war or peace. This is where the new theory makes its most significant departure. Liberalism and realism are theories of “comparative statics”, drawing predictions from a snapshot of the level of interdependence at a single point in time. The new theory, on the other hand, is dynamic in its internal structure: it provides a new variable, the “expectations of future trade”, that incorporates in the theoretical logic an actor’s sense of the future trends and possibilities (Silberberg, 1990). This variable is essential to any leader’s determination not just of the immediate value of peace versus war at a particular moment in time, but of the overall expected value of peace and war over the foreseeable future. Closer Ties of Neo-Realism and Neo-Liberalism The paradigm of pluralism originated during the 1970s by writers such as Robert Keohane and Joseph Nye, as they sought to establish an alternative to traditional realism. Through works such as Transnational Relations and World Politics (1973a: ix-xxix) and Power and Interdependence (2001: 19-27), Keohane and Nye explained their concepts of transnationalism, multiple access channels and complex interdependence which expanded theoretical pluralism. Their analyses, which studies in these books conclude that through studying foreign policy, decision-making showed that the premise of the unitary nature of the state had now become untenable. In 1979, Kenneth Waltz (1979a: 51-95), a neo-realist, introduced a new approach, through his book Theory of International Politics, which looked at international relations in a more structural and methodological perspective, while keeping to the same state-centric view of traditional realists such as Hans Morgenthau. Neo-liberalism being the most modern of the three paradigms, established in the 1980s, takes key concepts from both pluralism and neo-realism Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 93 but goes further and incorporates the ability of cooperation occurring in an anarchical international system. During the 1960s and 1970s, changes to the world structure started occurring as the role of non-state actors, for example the European Economic Community and multinational companies, had greater significance. In Transnational Relations and World Politics, Keohane and Nye (1973a: 51) argue that a “…definition of politics in terms of state behavior alone may lead us to ignore important non-governmental actors that allocate view.” It is clear that from a pluralistic view, states as well as non-state actors all contribute to world politics and it is this fundamental assumption, which clearly challenges and distinguishes itself from realism. Furthermore, states are not seen as the single most important actors in international politics, as they often can not regulate all other cross-border transactions. Keohane and Nye (1973b: 117) argues that, “A good deal of inter-societal intercourse takes place without governmental control… States are by no means the only actors in world politics.” This emphasizes the pluralist theory that states do not act in a unitary fashion, rather the state is fragmented and composed of competing individuals, interest groups and bureaucracies, which shape state policy. Transnational cooperation was needed to respond to common problems and co-operation in one sector would inevitably lead to co-operation in other sectors and as a result, the effects of transnational relations are becoming more important and pervasive. In the 1970s, the liberal pluralists highlighted the understanding of non-state actors, undermining the state-centric world of realism. Keohane and Nye (1973a: xiii) claimed that world politics was no longer the exclusive preserve of states and that, “...the growth of transnational organizations has lead to the state-centric paradigm becoming progressively inadequate,”; therefore a new theory called complex interdependence was introduced to run as an alternative to realism. This theory has three key assumptions the first was introduced, being that the state is not a unitary actor but there are multiple channels of access between societies. In Power and Interdependence, Keohane and Nye (2001: 23) argue that these channels include, “…informal ties between governmental elites; informal ties among nongovernmental elites and transnational elites and transnational organizations.” The second feature of the theory is that though military force is an important issue; from a pluralistic perspective it does not dominate the agenda. The paradigm allows for a multiple of issues to arise in international relations compared to the neorealist concept, where it emphasizes the military and security issues which dominate international politics. Pluralists have a low salience of force and believe that actors 94 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences have different influences on different issue areas. Therefore pluralists argue that military power is not the only factor indicating how powerful a state is. The final assumption considers the fact that there is no hierarchy of issues; therefore any issue area might be at the top of the international agenda at any one time. This emphasizes the second assumption of complex interdependence that military security does not consistently dominate the agenda, furthermore, with the complicated interactions between various sub-state actors, the boundary between domestic and foreign politics becomes obscure, such that traditionally low political issues, for example the environment and the economy take greater significance in the domain of international politics. The neo-realist reply to the pluralist challenges came in the form of a structuralist theory which regarded international systems to be either hierarchical or anarchical in nature. The distinction between hierarchical and anarchical is crucial to Waltz, who argued that the present international system was anarchical in nature and the pluralist challenge had failed to provide sufficient grounds to suggest that the system had changed fundamentally; therefore underlying the reality of the system remained in tact. Neo-realism deems the anarchic system has led to a self help system which lacks authority. Waltz (1979a: 79-106) says, “…each unit seeks its own good: the result of a number of units simultaneously doing so transcends the motives and aims of the separate units.” Therefore, states are only able to survive if they increase their military capabilities, which will enhance their security. This is directly criticized by pluralists as they argue that liberal democracies are more pacifist and the fact that more states are becoming liberal democracies, shows the potential for changing the structure of the international system, and they claim that, “...when complex interdependence prevails military force is not used.” However, in his critique of transnational and other pluralist efforts, Waltz raises an important idea. He defies the challenge of the state-centric paradigm by saying that “…students of transnational phenomena have developed no distinct theory of their subject matter or of international politics in general.” Keohane (1983: 113) argues this critique by pointing out that for concepts such as transnational relations to be valuable; a general theory of world politics is needed. Neo-realism contains analogies from economics, especially the theory of markets and the firm where the market is a structure and exists independent of the wishes of the buyers and sellers who nonetheless create it by their actions. Waltz states, “International political systems, like economics markets, are formed by the co-action of self-regarding units.” This overall perspective draws its central ethos from the discipline of economics and rational choice assumptions. Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 95 Even pluralists like Keohane (1993: 269-300) soon accepted the neo-realist concepts of the international system being anarchic in nature and states as the principle actors in it. Therefore, he repositioned himself to neo-liberalism, moving away from his previous pluralistic concerns of interdependence and transnational relations. The debate between the two came to be known as the neo-neo debate since there appeared to be a convergence between the two positions. The foundation of neo-liberalism is that states need to develop strategies and forums for co-operation over a whole set of new issues and areas and this has been facilitated by the fact that regimes, treaties and institutions have multiplied over the past two to three decades. Thus the pluralists of the 1970s such as Keohane and Nye have become the neoliberals of today and in the process have become quite close to the neo-realists. Neo-liberalism’s acceptance of anarchic principles, states becoming the principal actors and the adherence to the importance of rational choice further highlights the close intellectual position with neo-realists. Nevertheless, despite this neo-liberals are trying to distinguish themselves from neo-realists when including the notion of co-operation. Neo-liberals have concerned themselves with analyzing the extent of co-operation possible under conditions of anarchy and the conclusions that the two sides reach are radically different. Neo-realists claim that under anarchy, conflict and the struggle for power are enduring characteristics of international politics, and that because of this, cooperation between states is at best precarious and at worst non-existent. Neo-liberals agree that achieving co-operation is difficult in international relations but disagree with neo-realists pessimism of it not being able to occur effectively in an anarchical system. In his book, After Hegemony, Keohane (2005: 51-63) claims that, “Cooperation requires that the actions of separate individuals or organizations be brought into conformity with one another through a process of negotiation.” Neoliberalism goes further and claims that co-operation could be increased through establishment of international regimes and the exchange of information. They see regimes as the mediator and the means to achieve cooperation in the international system. According to neo-liberals, institutions can exert casual force on international relations, shaping state preference and locking states into cooperative arrangements. However, neo-realists doubt that international regimes have the ability to do this efficiently, if not at all (Keohane, 1983: 132-158; Little, 2005: 370-380). Their pessimistic view of international relations put forward the argument that states must stress security to promote their own survival. The neo-liberal view is that though there is an anarchic system in place; institutions have the ability to encourage 96 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences multilateralism and cooperation as a means of securing national interests. However, they do concede that cooperation may be difficult to achieve in areas where leaders perceive to have no mutual interests. Thus, there is a difference of opinion between neo-liberals and neo-realists on the notion of international regimes. The former believes that regimes can only persist so long as states have mutual interests, while the latter argues that only with a hegemon in place, can a regime work effectively. Despite their differences over the question of co-operation in the international system, both neo-realism and neo-liberalism are rationalist theories; both are constructed upon assumptions held in micro-economic theory that the main units in the international system, states, are assumed to be self-interested and rational and act in a unitary fashion (Lamy, 2005: 124-141). Neo-liberals accept the basic neo-realist assumptions of international anarchy and the rational egoism of states. However, their aim is to show that to an extent rational actors can co-operate even when anarchy in the system prevails. The issue of gains is a key difference in this debate as neo-liberals assume that states focus primarily on their individual absolute gains and are indifferent to the gains of others. Whether co-operation results in a relative gain or loss is not very important to a state as far as neo-liberalism is concerned, so long as it produces an absolute gain. In contrast, neo-realists, such as Waltz, argue that states are concerned with relative gains rather than absolute gains and a state’s utility is at least partly a function of some relative measure such as power. Furthermore, the acceptance of states being rational actors allows the enactment of game theory, thus allowing the behavior of states to be foreseen, aiding the scientific rigor of neo-liberalism. It is arguable therefore that neo-liberalism is a doctrine that is close to both neo-realism and traditional pluralism. It is the most contemporary of the paradigms and thus has been able to take key concepts from both neo-realism and traditional pluralism to produce a new theory of international relations. However, pluralism still has strong similarities with neo-liberalism in that they both agree on the concept of different issues areas that are not necessarily military based, such as economic welfare, whereas neo-realists concentrate on military issues which they identify as being high on the political agenda. Therefore, there are no hierarchical issue areas in contrast to neo-realism where military and the struggle for power is at the top of the agenda. Furthermore both paradigms show optimism on the concept of cooperation occurring in international politics. Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 97 However, it is arguable that neo-liberals have abandoned the pluralist thought of the state not being the principal actors in international relations. Here, neo-liberals have concurred with the neo-realist state-centric view; with states being described as rational actors. To a greater extent, it is the key concept for the ability of cooperation to occur in an anarchical system which distinguishes neo-liberalism from the other two paradigms, especially neo-realism, whereby cooperation can be mitigated through the establishment of international regimes and institutions. The differences on cooperation are clearly evident between neo-liberalism and neorealism as the latter paradigm is pessimistic, in arguing that under anarchy cooperation would be very difficult to achieve. This emphasizes the autonomous nature of neo-liberalism and it now becoming the main challenger to the traditional realist paradigm. Interdependency and War after the Cold War The Liberal and Realist Approaches on Economic Interdependence and War This part offers a new theory to build upon liberal and realist approaches to economic interdependence and war via interaction of trade expectations theory. The other two approaches highlight important causal elements of interdependence liberalism, the benefits of trade, and realism, the potential costs of severed trade- but neither specifies the conditions under which these elements will operate. By introducing a dynamic factor, expectations of future trade, the new theory shows when high levels of dependence lead to peace or to war. When expectations for trade are positive, leaders expect to realize the benefits of trade into the future and therefore have less reason for war now; trade will indeed “constrain”. If, however, leaders are pessimistic about future trade, fearing to be cut off from vital goods or believing that current restrictions will not be relaxed, then the negative expected value of peace may make war the rational strategic choice. A few practical implications of this new theoretical framework for the postCold War world can be briefly noted. In anticipating likely areas of conflict, one should look for situations in which powers have both high levels of dependence on outsiders and low expectations for trade. Both China and Japan, as emerging great powers, may soon satisfy these conditions. China’s economy is growing at a yearly rate many times that of most other powers, and its domestic sources of raw materials are struggling to keep pace; within the next couple of years, for example, China will have to begin importing oil (Kristof, 1993: 64). As it continues to modernize its armed forces, it will gradually gain the strength necessary to press its territorial 98 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences claims (Segal, 1996: 107-135; Overholt, 1993). As known, China has already staked a claim to the potentially oil rich and much disputed Spratly Islands in the South China Sea. Japan has never truly overcome the problem it faced before WWII, namely, its overwhelming dependence on others for the vital minerals and oil needed to sustain its modern industrial economy. While U.S. hegemony in the region has allowed Japan to flourish since 1945, one can imagine the fears that would arise in Tokyo should the United States ever reduce its naval and military presence in the Far East (for budgetary or other reasons). Japan would be compelled to try to defend its raw material supply routes, setting off a spiral of hostility with regional great powers like China, India, Russia, and perhaps the United States itself (Friedman and Lebard, 1991). Russia still has significant economic ties with the states of the former Soviet Union, and is, in particular, dependent on pipelines through Ukraine and Belarus to sell its natural gas to Western European customers. These states in turn depend on Russia for their energy supplies (Whitlock, 1993: 38-42). Should Ukraine use threats to turn off the pipelines as political leverage, low expectations for future trade might push Russia to reoccupy its former possession in order to mitigate its economic vulnerability. American and European dependence on Middle East’s oil exports, combined with plummeting expectations for future trade, were probably the key factors leading the United States and Europe to unite against Iraq in 1990-91. It is not hard to envision future scenarios in the Persian Gulf involving fundamentalist Iran or a resurgent Iraq that could dictate a repeat of the Gulf War, this time with perhaps far more devastating consequences. The key to moderating these potential conflicts is to alter leaders’ perceptions of the future trading environment in which they operate. As the Far Eastern situation of the late 1930s showed, the instrument of trade sanctions must be used with great care when dealing with states possessing manifest or latent military power Economic sanctions by the United States against China for human rights violations, for example, if implemented, could push China toward expansion or naval power-projection in order to safeguard supplies and to ensure the penetration of Asian markets. Sanctions against Japan could produce the same effect, if they were made too strong, or if they appeared to reflect domestic hostility to Japan itself, not just a bargaining ploy to free up trade. Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 99 The value of maintaining an open trading system through the new World Trade Organization (WTO) is also clear: any significant trend to regionalization may force dependent great powers to use military force to protect their trading realms. In this regard, our analysis tends to support the liberal view that international institutions may help reinforce the chances for peace: insofar as these institutions solidify positive expectations about the future, they reduce the incentive for aggression. Yet trade expectations between great powers are usually improved without formal institutions being involved, simply as the result of smart bilateral diplomacy. Nixon and Kissinger achieved just that when they negotiated the 1972 trade treaty with the Soviets. Conversely, trade expectations can be shattered by poor bilateral diplomacy even within the context of an overarching international regime. American trade sanctions against China or Japan tomorrow, for example, might produce profound political-military tension, even under the new WTO framework. The existence of formal institutions, therefore, does not do away with the need for intelligent great power foreign policy between individual great powers. The Liberal and Realist Debate on Economic Interdependence and War The core liberal position is straightforward. Trade provides valuable benefits, or “gains from trade”, to any particular state. A dependent state should therefore seek to avoid war, since peaceful trading gives it all the benefits of close ties without any of the costs and risks of war. Trade pays more than war, so dependent states should prefer to trade not invade. This argument is often supported by the auxiliary proposition that modern technology greatly increases the costs and risks of aggression, making the trading option even more rational (Copeland, 1995). The argument was first made popular in the 1850s by Cobden (1903: 225), who asserted that free trade “unites” states, “…making each equally anxious for the prosperity and happiness of both.” This view was restated in The Great Illusion by Angell (1933: 33, 59-60, 87-89) just prior to World War I (WWI) and again in 1933. Angell saw states having to choose between new ways of thinking, namely peaceful trade, and the “old method” of power politics. Even if war was once profitable, modernization now makes it impossible to “enrich” oneself through force; indeed, by destroying trading bonds, war is “commercially suicidal”. In this book, we see the underpinning for the neorealist view that interdependence leads to war. Mercantilist imperialism represents a reaction to a state’s dependence; states reduce their fears of external specialization by increasing internal specialization within a now larger political realm. The imperial state as it 100 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences expands thus acquires more and more of the characteristics of Waltz’s domestic polity, with its hierarchy of specialized functions secure from the unpredictable policies of others. In sum, realists seek to emphasize one main point: political concerns driven by anarchy must be injected into the liberal calculus. Since states must be primarily concerned with security and therefore with control over resources and markets, one must discount the liberal optimism that great trading partners will always continue to be great trading partners simply because both states benefit absolutely. Accordingly, a state vulnerable to another’s policies because of dependence will tend to use force to overcome that vulnerability. Cooperation Hypothesis: Regional Trade Blocs in the Developing World One of the important neorealist hypotheses is that states will be very reluctant to cooperate due to fears about how the gains will be distributed (Waltz, 1979b: 104107). As Waltz (1979b: 107) argues, “States do not willingly place themselves in situations of increased dependence. In a self-help system, considerations of security subordinate economic gain to political interest.” It would be a caricature, however, to say that neo-realists regard international cooperation as impossible. They merely view it as greatly constrained. With respect to current circumstances, the neo-realist perspective suggests that developing countries will be very unlikely to pursue cooperation, especially given that security issues are often quite salient in this region. For instance, Powell (1991: 1316) argues that states will be concerned about relative gains “…when the possible use of force is at issue”. Yet, for example in the American continent, many cooperative efforts have been initiated in the developing world in recent years, including the Southern Cone Common Market (MERCOSUR), the Andean Pact, the ASEAN Free Trade Agreement (AFTA), and the Central American Common Market (CACM), to name a few (Haggard, 1995). Besides, if we look at the world of global politics, we also inevitably see other International or trans-national Governmental Organizations (IGOs) such as the United Nations (UN) or the International Monetary Fund (IMF); we see other regional organizations, such as the European Union (EU) or the Association of South East Asian Nations (ASEAN), important Non-Governmental Organizations (NGOs) such as the Red Cross (and Red Crescent) or Amnesty International, and powerful Multinational Corporations (MNCs) with bigger annual turnovers than the Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 101 Gross National Product (GNP) of many countries. Significant security issues exist within all of these organizations such as: (1) within the Andean Pact, Peru and Ecuador engaged in direct military hostilities in late 1994; (2) within ASEAN, defense expenditures have increased dramatically in recent years and several serious territorial disputes exist among its members, most notably over the oil-rich Spratly Islands; and (3) there is a history of strong military rivalry between Brazil and Argentina within MERCOSUR and also between El Salvador and Honduras in CACM. The decision of these developing countries to initiate attempts at cooperation despite these security issues significantly contradicts neorealism. In contrast, although postclassical realism sees states as being constrained from cooperating when security issues are salient, cooperation is still regarded as being feasible if the gains in economic capacity are even more significant than the potential security risks. For many developing countries, it does appear the economic benefits of cooperation are significantly higher in the current international environment compared to earlier periods. Specifically, being a member of a bloc: (1) augments negotiating power vis-a-vis larger economic actors that advance assertive unilateral trade policies; (2) acts as a “safety net” -regional trade partners could serve as alternative export markets if the EU and/or the North American Free Trade Agreement turn aggressively protectionist; (3) enhances the chance of attracting foreign direct investment; and (4) allows member states to reduce transaction costs and acquire economies of scale at a time when the number and efficiency of exporters have increased dramatically in recent years. For many developing countries, engaging in regional cooperation can thus help promote international competitiveness. For the developing country trade pacts mentioned earlier, these four potential economic benefits of cooperation appear to supersede the constraining impact of relative gains concerns, thereby making cooperation possible. The decision of these developing countries to pursue cooperation with potential rivals is incompatible with neorealism’s underlying assumptions about state behavior. In contrast, for postclassical realism, such behavior is consistent with the view that rational states make trade-offs and will favor economic capacity over security concerns in situations where the potential for enhanced economic competitiveness from regional cooperation outweighs the probability of security losses. However, it is believed that neo-realists had underestimated the importance of transnational relations, as Nye and Keohane claims (1971: 329-349). Indeed, neo- 102 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences liberals always asked that how the reality of the global economy, thought of as a context in which states interact, effect the way that states will act (Sutch and Elias, 2006: 11). Economic Interdependence Increase or Decrease the Probability of War? Does economic interdependence increase or decrease the probability of war among states? With the Cold War over, this question is taking on importance as trade levels between established powers such as the United States and Russia and emerging powers such as Japan, China, and Western Europe grow to new heights. In this article, it is urged a new dynamic theory to help overcome some of the theoretical and empirical problems with current liberal and realist views on the question. The prolonged debate between realists and liberals on the causes of war has been largely a debate about the relative salience of different causal variables. Realists stress such factors as relative power, while liberals focus on the absence or presence of collective security regimes and the pervasiveness of democratic communities. Economic interdependence is the only factor that plays an important causal role in the thinking of both camps, and their perspectives are diametrically opposed. Liberals argue that economic interdependence lowers the likelihood of war by increasing the value of trading over the alternative of aggression: interdependent states would rather trade than invade. As long as high levels of interdependence can be maintained, liberals assert, we have reason for optimism. Realists dismiss the liberal argument, arguing that high interdependence increases rather than decreases the probability of war. In anarchy, states must constantly worry about their security. Accordingly, interdependence -meaning mutual dependence and thus vulnerabilitygives states an incentive to initiate war, if only to ensure continued access to necessary materials and goods. The unsatisfactory nature of both liberal and realist theories is shown by their difficulties in explaining the run-ups to the two World Wars. The period up to WWI exposes a glaring anomaly for liberal theory: the European powers had reached unprecedented levels of trade, yet that did not prevent them from going to war. Realists certainly have the correlation right - the war was preceded by high interdependence -but trade levels had been high for the previous thirty years; hence, even if interdependence was a necessary condition for the war, it was not sufficient. Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 103 At first glance, the period from 1920 to 1940 seems to support liberalism over realism. In the 1920s, interdependence was high, and the world was essentially peaceful; in the 1930s, as entrenched protectionism caused interdependence to fall, international tension rose to the point of world war. But, the WWII could not be prevented. We lived the gloomy years of that “Big War”. After that, Cold War years were to come. Realists claimed that struggle for power is everything to be alive in an anarchic international system. Realists believed that liberals were “utopians”. But no one guessed that Cold War would be over one day. International historians such as Gaddis (1992-1993: 5-58) stressed that none of the major traditions of international theory predicted the collapse of Soviet Union and its immediate consequences for Europe and the rest of the world. However, liberals have advocated political freedom, democracy and constitutionally guaranteed rights, and privileged the liberty of the individual and equality before the law (Burchill, et al., 2005: 55). A Comparison of the Liberal and Realist Perspectives While the liberal and the realist arguments display critical differences, they possess one important similarity: the causal logic of both perspectives is founded on an individual state’s decision-making process. That is, while the two camps freely use the term “interdependence”, both derive predictions from how particular decision-making units -states- deal with their own specific dependence. This allows both theories to handle situations of “asymmetric interdependence”, where one state in a dyad is more dependent than the other. Their predictions are internally consistent, but opposed: liberals argue that the more dependent state is less likely to initiate conflict, since it has more to lose from breaking economic ties (Keohane and Nye, 1973b: 121-122; Richardson and Kegley, 1980: 191-222); realists maintain that this state is more likely to initiate conflict, to escape its vulnerability. The main difference between liberals and realists has to do with their emphasis on the benefits versus the costs of interdependence. The realist argument highlights an aspect that is severely downplayed in the liberal argument, namely, consideration of the potential costs from the severing of a trading relationship. Most liberals, if pressed, would probably accept Baldwin’s (1971: 19-38; 1980: 478, 482484, 489) conceptualization of dependence as the opportunity costs a state would experience should trade end. Yet Baldwin’s opportunity costs are only the loss of the benefits from trade received after a state moves from autarchy. 104 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences It is this understanding of opportunity costs that is followed in the most comprehensive liberal argument for interdependence and peace, that of Rosecrance (1986: 39-41, 235). There is little sense in Rosecrance’s work that a state’s decision to specialize and thus to restructure its economy radically can entail huge “costs of adjustment” (Arad, et. al., 1983: 26-34) should trade be later severed, nor that such costs can actually put the state in a far worse position than if it had never moved from autarchy in the first place. Keohane and Nye (2001: 13) examine the “costs of adjusting” as an integral part of “vulnerability” interdependence. Yet they do not establish the original autarchic position as a baseline for examining these costs independently from the benefits of trade forgone; this baseline is incorporated later in building the new theory. Liberals also consider “costs” in terms of losses in “autonomy” due to trade ties (Cooper, 1968: 4-12). This is the concern of realists when they talk about dependence on “vital goods” such as oil. A state that chooses not to buy oil from outsiders forgoes certain benefits of trade, but by operating on domestic energy sources, it avoids the heavy penalty experienced by a state that does base its industrial structure on imported oil, only to find itself cut off from supplies. One should not place too much emphasis upon the existence of interdependence per se. European nations in 1913 relied upon the trade and investment that flowed between them; that did not prevent the political crisis which led to WWI. Interdependence only constrains national policy if leaders accept and agree to work within its limits (Rosecrance, 1986: 141, 150). It thus appears that Rosecrance cannot really envision interdependence as being anything but a “constraint” or “restraint” on unit-level tendencies to aggress. This view is consistent with the general liberal perspective that all wars are ultimately driven by unit-level phenomena such as misperceptions, authoritarianism, ideology, and internal social conflict. Rosecrance’s historical understanding of the WWII, for example, would fit nicely with the “democratic peace” literature: had all the states in 1939 been democratic, war would probably not have occurred despite the disrupted global economic situation, but since some states were not democratic, their aggressive domestic forces became unfettered once interdependence had declined. The idea that economic factors by themselves can push states to aggress -an argument consistent with neorealism and the alternative theory that will be presented below- is outside the realm of liberal thought, since it would imply that purely systemic forces can be responsible for war, largely regardless of unit-level phenomena. Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 105 While liberal theory certainly downplays the realist concern for the potential costs of severed trade, it is also clear that realists slight the positive role the benefits of trade can have on a state’s choice between peace and war. In the next section, it will be gathered the liberal emphasis on benefits with the realist emphasis on costs to create a framework for understanding the true level of dependence a state faces. This section also seeks to correct the most significant error in both liberal and realist theories, namely; their lack of theoretical attention to the dynamics of state expectations for the future. Interaction of Trade Expectations with Realism and Liberalism Liberals contend that high economic dependence, as manifest in high trade levels, reduces a state’s likelihood of initiating war by providing a material “constraint” on unit-level forces for aggression. Low dependence will increase this likelihood, since this constraint on unit-level motives for war is removed. Realists argue that high dependence heightens the probability of war as dependent states struggle to reduce their vulnerability. In the realist world, however, low dependence should have no impact on the likelihood of war or peace; that is, other factors should become causally determinant of war. Still, since economic interdependence is at least eliminated as a possible source of conflict, realists would predict that the overall likelihood of war should fall when mutual dependence is low. In other words, both liberals and realists believe that a situation of low dependence eliminates “dependence” as a causal variable. But since liberals argue that unit-level forces are always ready to be let loose (in the absence of a community of democratic nations), the termination of high dependence takes away the previous restraint on such forces, and therefore the probability of war rises dramatically. For realists, the causes of war come from systemic factors, including a state’s dependence (as well as relative power, etc.); therefore, since high dependence will tend to push a state into war, the absence of dependence gives the state one less systemic reason to aggress. The new theory departs from the two other approaches by incorporating both the level of dependence and the dynamic expectations of future trade. It is somewhat consistent with realism in that low dependence implies little impact on the prospects for peace or war: if there are few benefits from trade and few costs if trade is cut off, then trade does not matter much in the state’s decision to go to war. 106 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences As with realism, however, the elimination of a factor that might otherwise push a state into war suggests that the probability of war should be less when dependence is low. It is also possible to consider that trade expectations theory, like realism, is a systemic theory; it assumes no unit-level drives towards aggression. While expectations may seem like a unit-level factor, remember that these are expectations of an external phenomenon, namely, the other's propensity to trade into the future; the causal source of behavior comes from outside, not from within, the actor (Waltz, 1979b: 60). One might also argue that domestic and individual level factors within a state can distort expectations, but we simply assume that such misperceptions are minimal for purposes of building a deductive theory; this assumption can be later relaxed if so desired. When dependence is high, peace will be promoted only when the state has positive expectations of future trade. Here, the liberal logic applies, whereby the positive benefits of trade give the dependent state the incentive not to disrupt a profitable peace. If, however, expectations of future trade fall, then realist concerns about the downside of interdependence -the costs of being cut off- enter in, dramatically increasing the likelihood that the dependent state will initiate war. Importantly, the decision for war does not hinge on what the present trade levels are; rather, it is leaders’ expectations for the future that drive whether the expected value of trade is positive and peace-inducing or negative and war-inducing. High economic interdependence between states after the Cold War helps preserve the peace. Interdependent economy, which is based on the use of open and free markets with little, if any, government intervention to prevent monopolies and other conglomerates from forming is essential. For liberals confident that a new day is dawning for the international system, this analysis sounds a strong note of caution. It is the very states that are the most dependent on others that are likely to lead the system into war, should their leaders become pessimistic about the continuation of trading relations that so determine their wealth and security. But our argument also rejects the stark view of realists, who automatically equate continued high interdependence with conflict: if leaders can sustain positive expectations for the future, then trading will indeed seem more rational than invading. To a large degree, whether interdependence leads to war or to peace thus becomes a question of political foresight. Those leaders, who understand that an adversary’s decisions rest not on the static situation of the present, but on the dynamic expectations for the future, will be better able to avoid the tragedy of war. Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 107 Conclusion World politics is undergoing a series of transformations. Globalization is taking us beyond inter-national politics. Globalization is something of a catch-all term that is intended to describe the ever-increasing interdependence and interconnectedness of individuals, economies and states. Globalization is a new phenomenon, which is driven principally by the rapid development of the world economy, initially after the WWII and rapidly again after the Cold War. Since 1945, we have seen the rise of international institutions, organizations and huge Transnational Corporations. The growing interdependence throughout and after the Cold War through international institutions are essential to prevent conflicts and wars. In an important sense, economic globalization outstripped political globalization, but the challenges of governance and security in the late twentieth century and at the beginning of millennium have had a remarkable impact on the shape of IR. Organizations such as the UN or the EU are the clearest example here; but there are now more than 400 IGOs that exists side by side with states. There are even more International Non-Governmental Organizations, tens of thousands of lobby groups, charities, professional associations working effectively at a global level. Economic policy, legal principles and political goals are discussed, decided and often policed at a trans-national level. Security is also a global issue. While globalization is driven principally by economic factors, it is clearly also a series of political, legal, social, and cultural developments. These developments are not always positive. What, for some, is the triumph of global capitalism impacts on the world evenly? The gap between rich and poor has widened creating a political and economic deficit between the global “north”, the rich developed nations, and the global “south”, the developing nations. For many, globalization offers the prospect of American dominance and cultural homogenization, dependence not interdependence. In fact, it is considered that global capitalism offers American hegemony. Indeed, it is supposed that globalization is not the same meaning with the global capitalism. Global capitalism is some kind of tool to exploit the poorer world. However, globalization impacts on the individual too. We are now connected, morally and casually, through our participation in global economic and political framework. In this line, we support that Morgenthau’s main claims, which were saying that all efforts to reform the international system which ignored the struggle for power would quickly end in failure, was in total failure in the Post-Cold War era. We also advocate that the belief in the need for a “clean break” with the old order 108 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences encouraged the view that the study of history was a perfect guide to how states should behave in future. We suggest that the spread of legitimate domestic political orders would eventually bring an end to international conflicts. We are not so much in line with the view of realist contention that the anarchical nature of the international system means that states are trapped in a struggle for power and security. In fact, the rise of Islamic militancy after the events of 9/11 may only be a transient and disproportionately influential revolt against Western cultural authority, but from the perspective of the 1990s it was as unexpected as it was violent. This is the part of realism. Realism deals with this global security issue. Besides, we accept that neo-Kantian position which assumes that particular states, with liberal-democratic credentials, constitute an ideal which the rest of the world will emulate. Indeed, liberal democracies have transcended their violent instincts and institutionalized norms which pacify relations between them. The projection of liberal-democratic principles to the international realm is said to provide the best prospect for a peaceful world order, because a world made up of liberal democracies should have much less incentive for war, since all nations would reciprocally recognize one another’s legitimacy. Like liberals, we believe also that peace is the normal state of affairs for peace can be perpetual. The laws of nature dictated harmony and cooperation between peoples. War is therefore both unnatural and irrational, an artificial contrivance and not a product of some peculiarity of human nature. Wars were created by militaristic and undemocratic governments for their own vested interests. Wars were engineered by a “warrior class” bent on extending their power and wealth through territorial conquest. War is a cancer on the body politic. But it is an ailment that human beings, themselves, have the capacity to cure. We do believe in the same way with liberals that the “disease” of war can be successfully treated with the twin medicines of “democracy” and “free trade”. Democratic processes and institutions will break the power of the ruling elites and curb their propensity for violence. Free trade and commerce will overcome the artificial barriers between individuals and unite them everywhere into one community. Like Kant, it is believed that the establishment of republican forms of government in which rulers are accountable and individual rights are respected will lead to peaceful international relations because the ultimate consent for war will rest with the citizens of the state. Liberal states, founded on individual rights such as equality before the law, free speech and civil liberty, respect for private property and representative government, will not have the same appetite for conflict and war. So, if the state is peaceful at home, then it will carry peace to the outer world. That state will be an aspect of peace distributor. Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 109 But anyhow, we should fight for the idea of that there is or should be a universal community of humankind (either moral or political). We must strongly believe that there must be a political and institutional solution to the problem of international anarchy. In fact, states mutually gained from cooperation and that war was so destructive to be essentially futile. Anarchy causes fear and distrust. A just legal and political regime can break that cycle exposing a genuine harmony of interests. Therefore, at the domestic level, we require republican political constitutions where individual citizens are accorded equal standing. Internationally, we can end the state of nature by entering in to a confederation of republican states under the law of nations. Globally we could establish a cosmopolitan law of peoples under which individuals gain certain rights internationally. This is “Peace at home, peace abroad.” However, we should not forget that interests are above everything, even both for individuals and nationstates. Interests are above all IR theories. In the final stage, interests draw the course of action of realist, liberal or globalist nation-states. States will cooperate irrespective of relative gains, and are thus concerned with absolute gains. This also means that nations are, in essence, free to make their own choices as to how they will go about conducting policy. Not to forget! 110 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences BIBLIOGRAPHY Angell, N. (1933). The Great Illusion, (2nd ed.), New York: G.P. Putnam’s Sons. Arad, R., Hirsch, S. and A. Tovias (1983). The Economics of Peacemaking, New York: St. Martin’s Press. Baldwin, D. A. (1971). The Power of Positive Sanctions, World Politics, 24(1), October, 19-38. Baldwin, D. A. (1980). Interdependence and Power: A Conceptual Analysis, International Organization, 34(4), Autumn, 471-506. Burchill, S., Linklater, A., Devetak, R., Donnelly, J., Paterson, M., Reus-Smit, C. and J. True (2005). Theories of International Relations”, (3rd ed.), New York: Palgrave Macmillan. Burton, J. W. (1972). World Society, Cambridge: Cambridge University Press. Cobden, R. (1903). The Political Writings of Richard Cobden, London: T. Fischer Unwin. Cooper, R. N. (1968). The Economics of Interdependence, New York: McGraw Hill. Copeland, D. C. (1995). Economic Interdependence and the Outbreak of War, Paper presented to University of Virginia Department of Government’s faculty workshop, March. Copeland, D. C. (1996). Economic Interdependence and War: A Theory of Trade Expectations, International Security, 20(4), Spring, 5-41. Dougherty, J. E. and R. L. Jr. Pfaltzgraff (1981). Contending Theories of International Relations, (2nd ed.), New York: Harper&Row, Publishers. Friedman, G. and M. Lebard (1991). The Coming War with Japan, New York: St. Martin’s Press. Gaddis, J. L. (1992). The United States and the End of the Cold War: Reconsideration, Implications, Provocations, New York: Oxford University Press. Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 111 Gaddis, J. L. (1992-1993). International Relations Theory and the End of the Cold War, International Security, 17(3), Winter, 5-58. Gartzke, E. A. (1998). Kant We All Just Get Along? Opportunity, Willingness, and the Origins of the Democratic Peace, American Journal of Political Science, 42(1), 1-27. Haftendorn, H. (1991). The Security Puzzle: Theory Building and DisciplineBuilding in International Security, International Studies Quarterly, 35(1), 3-17. Haggard, S. (1995) Developing Nations and the Politics of Global Integration, Washington, D. C.: The Brookings Institution. Howard, M. (1978). War and the Liberal Conscience, New Brunswick: Rutgers University Press. Huntington, S. P. (1993). If Not Civilizations, What? Samuel Huntington Responds to His Critics, Foreign Affairs, 72(5), November/December, 186-194. Keohane, R. O. (1983). The Demand for International Regimes, in S. Krasner (ed.), International Regimes, London: Cornell University Press. Keohane, R. O. (1993). Institutional Theory and the Realist Challenge After the Cold War, in D. Baldwin (ed.), Neorealism and Neoliberalism: The Contemporary Debate, New York: Columbia University Press, 269-300. Keohane, R. O. (2005). After Hegemony: Cooperation and Discord in the World Political Economy, Princeton, NJ: Princeton University Press. Keohane, R. O. and J. S. Nye (1973a). Transnational Relations and World Politics, Cambridge: Harvard University Press. Keohane, R. O. and J. S. Nye (1973b). World Politics and the International Economic System, in C.F. Bergsten (ed.), The Future of the International Economic Order, Lexington: D.C. Heath, 1973), 109-141. Keohane, R. O. and J. S. Nye (2001). Power and Interdependence, New York: Longman. 112 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences Kristof, N. D. (1993). The Rise of China, November/December, 59-74. Foreign Affairs, 72(5), Lamy, S. L. (2005). Contemporary Mainstream Approaches: Neo-Realism and NeoLiberalism, in J. Baylis and S. Smith (eds.), The Globalization of World Politics: An Introduction to International Relations, Oxford: Oxford University Press, 124-141. Little, R. (2005). International Regimes, in J. Baylis and S. Smith (eds.), The Globalization of World Politics: An Introduction to International Relations, Oxford: Oxford University Press. Mansbach, R. W. and J. A. Vasquez (1981). In Search of Theory: A New Paradigm for Global Politics, New York: Columbia University Press. Morgenthau, H. (1948). Politics Among Nations: The Struggle for Power and Peace, New York: Alfred A. Knopf. Mortimer, E. (1993). Peace and Its Pieces, Financial Times, 19 May, p. 4. Nye, J. S. and R. O. Keohane (1971). Transnational Relations and World Politics, International Organization, 25(3), 329-349. Overholt, W. H. (1993). The Rise of China: How Economic Reform is Creating a New Superpower, New York: Norton. Powell, R. (1991). Absolute and Relative Gains in International Relations Theory, American Political Science Review, 85(4), December, 1303-1320. Richardson, N. R. and C. W. Kegley (1980). Trade Dependence and Foreign Policy Compliance, International Studies Quarterly, 24(2), June, 191-222. Rosato, S. (2003). The Flawed Logic of Democratic Peace Theory, American Political Science Review, 97(4), November, 585-602. Rosecrance, R. (1986). The Rise of the Trading State: Commerce and Conquest in the Modern World, New York: Basic Books. Schmidt, B. C. (1998). The Political Discourse of Anarchy: A Disciplinary History of International Relations, Albany: State University of New York Press. Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 113 Segal, G. (1996). East Asia and the ‘Containments of China, International Security, 20(4), Spring, 107-135. Silberberg, E. (1990). The Structure of Economics, (2nd ed.), New York: McGrawHill. Singer, D. J. (1971). A General Systems Taxonomy for Political Science, New York: General Learning Press. Sutch, P. and J. Elias (2006). International Relations: The Basics, London: Routledge. Walt, M. S. (1991). The Renaissance of Security Studies, International Studies Quarterly, 35(1), 211-239. Waltz, K. (1979a). Theory of International Politics, Boston: McGraw-Hill. Waltz, K. (1979b). Theory of International Politics, Reading, Mass.: AddisonWesley. Whitlock, E. (1993). Ukrainian-Russian Trade: The Economics of Dependency, Radio Free Europe/Radio Liberty Research Report, 2(43), October 29, 38-42. 114 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 6360 SAYILI YASAYA ADALET VE KALKINMA PARTİSİ’NİN MUHAFAZAKÂR DEMOKRAT KİMLİK TANIMI ÜZERİNDEN BAKIŞ: PEKİŞEN İKTİDARLA MERKEZİLEŞEN YEREL YÖNETİME DOĞRU Hakan ÖZDEMİR ∗ Yahya DEMİRKANOĞLU ∗∗ __________________________________________________________________ ÖZET Bu çalışmada 6360 sayılı Yasanın Adalet ve Kalkınma Partisi’nin “muhafazakâr demokrat” kimlik tanımı üzerinden irdelenmesi amaçlanmıştır. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidarını pekiştirdikçe merkezileşme eğilimine yöneldiğinin iddia edildiği bu çalışmada, öncelikle Milli Görüş Hareketi’nden Adalet ve Kalkınma Partisi’ne kadar Türk siyasal hayatının tarihi gelişimi ve Adalet ve Kalkınma Partisi’nin “muhafazakâr demokrat” kimlik tanımı hakkında bilgiler verilmiştir. Daha sonra da 6360 sayılı Yasa, ana hatlarıyla ele alınarak “muhafazakâr demokrat” kimlik tanımı üzerinden irdelenmiştir. Çalışmanın sonunda, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidarını pekiştirdikçe yerel yönetimlere verilen yetkilerin bir bölümünü merkeze çekme eğilimine yöneldiği, Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinde gözetilen birtakım yerel demokrasi ilkelerinden ve uluslararası metinlerde ele alınan haklardan uzaklaşmaya başladığı sonucuna erişilmiştir. Anahtar Kelimeler: Adalet ve Kalkınma Partisi, Avrupa Birliği, Merkezileşme, Milli Görüş Hareketi, Muhafazakâr Demokrasi, Yerel Yönetimler. ABSTRACT A GLANCE AT THE LAW 6360 OVER THE CONSERVATIVE DEMOCRAT IDENTITY OF THE JUSTICE AND DEVELOPMENT PARTY: TOWARDS CENTRALIZED LOCAL ADMINISTRATIONS WITH A REINFORCED GOVERNMENT The purpose of this study is to examine the Law 6360 over the ‘Conservative democrat’ identification of the Justice and Development Party. It has been claimed in this study that as the Justice and Yrd. Doç. Dr., İnönü Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü (hakan.ozdemir@inonu.edu.tr) Öğretim Görevlisi, Bitlis Eren Üniversitesi, Adilcevaz Meslek Yüksekokulu (y.demirkanoglu@ beu.edu.tr) YDÜ Sosyal Bilimler Dergisi, C. VIII, No. 2, (Ekim 2015) ∗ ∗∗ Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 115 Development Party reinforces its power in the government, it is gradually becoming centralized. Firstly, information on the Turkish political life from the Nationalistic Vision Movement to the Justice and Development Party, and on the description of ‘conservative democrat’ identity of it has been given. Then the Law 6360 has been handled with its main lines, and also examined in the light of the ‘conservative democrat’ identity. In the last part of the study, it has been concluded that as the Justice and Development Party reinforced its power in government, it has adopted an inclination to drive back some of the authorities given to the local administrations, and has started to move away from some local democracy principles, which were formerly cared for in the European Union membership process, and also from the rights stated in international texts. Keywords: The Justice and Development Party, European Union, Centralization, National Vision Movement, Conservative Democracy, Local Administrations. _________________________________________________________________________ Giriş Siyasette başarılı olabilmenin yolunun Kemalist düzenle çatışmaktan ve dini söylemlere dayanan enstrümanların kullanımından kaçınmadan geçtiğini düşünen isimlerle kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti), kuruluşundan on beş ay sonra katıldığı 3 Kasım 2002 genel seçimlerinden bu yana başarılı bir siyasi performans sergilemiş, yeni bir siyaset tarzını ve siyasi kimliği benimsemiştir. Bu siyaset tarzını “muhafazakâr demokrasi” ve siyasi kimliğini “muhafazakâr demokrat” olarak tanımlayan AK Parti, İslamcı ve etnik kökene dayanan partilerden ziyade bir kitle partisi olma amacını taşımış, muhafazakârlıkla liberalliği birbirine eklemleyen Özal geleneğini devam ettiren bir çizgide yer almayı yeğlemiştir. Kendisine meşruiyet zemini sağlayacak alanlardan biri olarak gördüğü dış politikada da Milli Görüş geçmişini reddederek yönünü AB ve ABD’ye dönen AK Parti, hukuk devleti normlarını benimseyen sınırlandırılmış ve tanımlanmış bir iktidar, güçlendirilmiş bir yerel yönetim ve işleyen bir piyasa ekonomisini talep eden, ulusal kimlik, din, aile, tarihi övünç gibi değerlerle muhafazakâr değerleri yoğurmaktan yana olan bir siyasi parti profili çizmiştir. Özal’ın siyasi mirasını yeniden canlandırma gayesinde olan AK Parti, Özal döneminde başlatılan kamu yönetimi ve mahalli idareler reformunu AB’ye üyelik sürecinin gereklerini de dikkate alarak sürdürmeye çalışmış, yerel siyaseti güçlendirme yolunda önemli adımlar atmıştır. Ancak AK Parti’nin iktidarını pekiştirdikçe muhafazakâr demokrat kimlik tanımındaki temel argümanlardan uzaklaşarak yerel yönetimlere verilen yetkilerinin bir bölümünü merkeze çekme eğiliminde olduğu, AB’ye üyelik sürecinde gözetilen birtakım yerel demokrasi ilkelerinden uzaklaşmaya başladığı, özellikle bu çalışmada ele alınan 6360 sayılı Yasa incelendiğinde daha iyi anlaşılmaktadır. 116 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 6360 sayılı Yasanın AK Parti’nin “muhafazakâr demokrat” kimlik tanımı üzerinden irdelenmesinin amaçlandığı bu çalışmada, tarihsel ve betimsel araştırma yöntemlerinden yararlanılmıştır. Bu amaçla sürdürülen çalışmada, öncelikle Milli Görüş Hareketi’nden AK Parti’ye Türk siyasal hayatının tarihi gelişimine ve AK Parti’nin muhafazakâr demokrat kimlik tanımına değinilecektir. Daha sonra da 6360 sayılı Yasa ana hatlarıyla ele alınarak, “muhafazakâr demokrat” kimlik tanımı üzerinden irdelenecektir. Çalışma şu şekilde organize edilmiştir: Takip eden bölümde AK Parti’nin siyasi tarihi ve kimlik tanımına, ikinci bölümde genel hatlarıyla 6360 sayılı Yasaya değinilecektir. Çalışmanın son bölümünde ise, 6360 sayılı Yasa AK Parti’nin “muhafazakâr demokrat” kimlik tanımı üzerinden irdelenecek ve çalışma sonuç kısmıyla tamamlanacaktır. 1. Türk Siyasi Yaşamında Muhafazakâr Sağın “En Güçlü” Son Halkası: Muhafazakâr Demokrat Adalet ve Kalkınma Partisi 1.1. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Selefi Olan Milli Görüş Hareketi Partileri Üzerine Türk siyasetinde muhafazakâr sağın “en güçlü” son halkası olan AK Parti’nin siyasi serüveninin ve kimlik tanımının sağlıklı bir şekilde analiz edilebilmesi için, Parti kurucularının ve yöneticilerinin büyük bir bölümünün içinden geldiği Milli Görüş Hareketi ile konuya başlanmasında yarar vardır. Muhafazakârlığın daha özelde İslam’la ilişkilendirilerek algılandığı Türkiye’de, dini duyarlılığı bulunan siyasal örgütlenmeler açısından iki kırılma noktasının bulunduğu söylenebilir. Bunlardan ilki, Milli Görüş Hareketi’ni başlatan Milli Nizam Partisi (MNP)’nin 16 Ocak 1970’de kurulmasıyla gerçekleşmiştir (MNP’nin ardından kurulan Milli Selamet Partisi (MSP), Refah Partisi (RP), Fazilet Partisi (FP) ve Saadet Partisi (SP)’nin de Milli Görüş Hareketi’nde yer aldığı kabul edilebilir) (Okutan, 2006: 315-316). İkincisi de Milli Görüş Hareketi içinde yaşanan bölünmenin neticesinde beliren ve Milli Görüş Hareketi’nin yükselen kanadı olan “Yenilikçiler”in çalışmalarıyla 14 Ağustos 2001’de AK Parti’nin kurulmasıyla gerçekleşmiştir (Pamuk, 2001: 171). 16 Ocak 1970’de Necmettin Erbakan’ın liderliğinde on sekiz kişi tarafından kurulan MNP, başından beri birçok sorunla yüzleşmek zorunda kalan ve siyasi ömrü kısa soluklu olan bir partidir. Bağımsız bir İslamcı siyaset yapma konusunda tecrübesiz olan MNP’ye güç veren cemaatler içinde güçlü ve daha da önemlisi dışa açık bir entelektüel üretim yapılamadığı gibi, MNP’nin İslamcılığının düşünsel olarak sağcılıktan kopmamış olması ve kendilerinin sağı bölmeyle suçlanmak gibi Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 117 birçok sorunu bulunmaktaydı. Bu sorunlarla yüzleşen MNP, kısa sürede acemiliğinin, tabanındaki heyecanın ve devlet aygıtının henüz güçlü bir İslami partiyi hazmedecek bünyeye sahip olmamasının kurbanı olmuştur. Anayasa Mahkemesi’nin 20 Mayıs 1971’deki kapatma kararıyla siyasi ömrü son bulan MNP’nin ardından 11 Ekim 1972’de kurulan MSP, Batı dünyasının teknolojisine genel olarak sıcak bakan; ancak Batı’nın siyasal değerlerine kayıtsız kalan, Cumhuriyet’in resmi paradigmasını oluşturan “muasır Batı medeniyetiyle bütünleşme ideali”nde bir gedik açarak ülkenin rotasını İslam ülkelerine çevirmeyi ve Türkiye’nin başını çektiği bu dünyada yeni bir blok oluşturmayı dış politikanın ana hedefi haline getirmeyi amaçlayan bir siyasi parti profili çizmiştir (Çaha, 2007: 147). MSP, selefi olan MNP ile paralel olarak küçük sanayici ve tüccara dayalı bir ulusal gelişmeyi öngören bir siyaset izlemesi hasebiyle karşı devrimci ya da Atatürk karşıtı bir siyasi parti olarak damgalanmasına rağmen (Kongar, 2006: 179-180), mevcut ekonomik düzene yoksul kitlelerden gelen tepkiler, taşra sermayesinin ekonomik ve sosyal gelişmeler karşısında uğradığı zarardan ve duyduğu tedirginlikten, dindar kesimin umut bağladığı yeni bir oluşum olması nedeniyle katıldığı seçimlerde beklenmedik bir başarıya imza atmıştır (Poyraz, 2010: 316). Katıldığı 1973 genel seçimlerinde % 11.8 oranında oy alan MSP, 7 Şubat 1974’te güvenoyu alan ve on ay süren CHP-MSP Koalisyon Hükümeti’nde (Demirel, 2013: 75) ve 1977 genel seçimlerine kadar işbaşında kalan I. Milliyetçi Cephe Hükümeti’nde yer almıştır (Tekin ve Okutan, 2011: 182). 5 Haziran 1977’de yapılan genel seçimlerde de hiçbir siyasi partinin gerekli çoğunluğa ulaşamamasından dolayı kısa ömürlü koalisyon ve azınlık hükümetleri birbirini izlemiştir. Öncelikle Bülent Ecevit’in başbakanlığında kurulan CHP azınlık hükümetinin güvenoyu alamaması üzerine, Süleyman Demirel’in başbakanlığında kurulan II. Milliyetçi Cephe Hükümeti’ne dâhil olan MSP, uzun ömürlü olmayan bu hükümetin yerine Demirel tarafından kurulan azınlık hükümetine (43. Hükümet) de dışarıdan destek vermiştir (Demirel, 2013: 75-76). Ancak bu hükümet, 12 Eylül 1980 Askeri Müdahalesiyle sona ermiş ve diğer siyasi partiler gibi MSP de kapatılmıştır. 12 Eylül 1980 Askeri Müdahalesi’nin ardından cuntacıların demokratik hayata dönüş kararıyla (Poyraz, 2010: 316) 13 Temmuz 1983’te kurulan RP, MSP’nin yerine kurulan Milli Görüş Hareketi’nin yeni siyasi partisi olarak Türk siyasal hayatındaki yerini almıştır (Çakır, 2005: 548). Kurulmasından yaklaşık dört ay sonra yapılan 1983 genel seçimlerine Milli Güvenlik Konseyi vetosundan dolayı katılamayan RP, 1984 yerel seçimlerinde oyların % 4.4’ünü (Yavuz, 1997: 71), 1987 genel seçimlerinde ise, % 7.3’ünü almayı başarmıştır. 1989 yerel seçimlerinde oy oranını % 9.8’e çıkaran RP, 1991 genel seçimlerinde ise, % 16.2’ye erişen oy oranıyla oylarını ikiye katlamıştır. 1994 yerel seçimlerinde oyların % 19.1’ini alarak 118 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences en büyük başarısını elde eden RP, ertesi yıl yapılan 1995 genel seçimlerinde oyların % 21.3’ünü alarak seçimden birinci parti olarak çıkmıştır (Çakır, 2005: 548-549; Yılmaz, 2012: 365-366). Ancak seçimlerden birinci parti olarak çıkmasına rağmen Meclis’te grubu bulunan hiçbir partinin koalisyon kurmaya yanaşmadığı RP (Poyraz, 2010: 318), üç aylık ömrü olan Anavatan Partisi (ANAP)-Doğru Yol Partisi (DYP) Koalisyonu içinde yer almamıştır. 6 Mart 1996’da kurulup, 6 Haziran 1996’da Başbakan Mesut Yılmaz’ın istifasıyla sona eren 53. Hükümet’in ardından RP ile DYP arasında yapılan ittifakla 28 Haziran 1996’da, Refah-Yol olarak adlandırılan koalisyon hükümeti, Büyük Birlik Partisi (BBP)’nin desteğiyle kurulmuştur (Tekin ve Okutan, 2011: 220). Ordunun ve laik çevrelerin çekinceleri dikkate alınarak kurulan Refah-Yol Hükümeti koalisyon protokolüne göre de bir yıl sonra başbakanlığın RP’den DYP’ye geçmesi öngörülmüştü (Akın, 2012: 455). Ancak bu Hükümet de 28 Şubat 1997 tarihli Milli Güvenlik Kurulu (MGK) bildirisinin açıklanmasıyla iyice sıkışmış bir alanda, MGK gözetim ve denetimi altında faaliyetlerini icra etmeye mahkûm hale gelmiştir. MGK bildirisinin akabinde 21 Mayıs 1997’de Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş’ın “laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline geldiği” gerekçesiyle RP’nin kapatılması istemiyle açtığı dava ise, Partiyi iyice çıkmaza sokmuştur. Nihayet DYP ile yapılan koalisyon protokolü gereği, Erbakan’ın başbakanlığı Çiller’e devretmek maksadıyla 18 Haziran 1997’de istifa etmesiyle Refah-Yol Hükümeti de rafa kaldırılmıştır (Erdoğan, 2007: 19). 16 Ocak 1998 tarihli Anayasa Mahkemesi kararıyla “laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline geldiği” gerekçesiyle RP kapatılmış, Erbakan ve dört arkadaşına siyasi yasak getirilmiştir. Ancak Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılma kararı verilmeden önce, partinin kapatılma tehlikesini gören yetkililerce, İsmail Alptekin’in başkanlığında 17 Aralık 1997’de FP kurulmuştur. RP’nin kapatılmasına dair Anayasa Mahkemesi kararının ardından bağımsız kalan RP’li milletvekillerinin FP’ye geçişinde fazla sorun yaşanmamış olup, siyasi yasaklı isimler dışındaki bütün partililer FP’ye geçmiştir (Karaalioğlu, 2001: 10-11). Ancak FP’nin kaderi de selefi RP’ninki gibi olmuştur. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından, Anayasanın 69. ve 88. maddelerinin ihlal edilmesi ve FP’nin RP’nin devamı olması, ayrıca kapatılan partinin yöneticilerinin bir başka partinin yöneticisi ya da denetleyicisi olamayacağı ve partinin laikliğe aykırı eylemlerin odağı olduğu gerekçeleriyle FP hakkında 7 Mayıs 1999’da Anayasa Mahkemesi’ne kapatma davası açılmıştır (Aykol, 2009: 258). Bu dönemde tek sorunu hakkında açılan kapatma davası olmayan FP, Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 119 kuruluşundan sonra Parti yönetiminde kimlerin olacağı sorunuyla da yüzleşmek durumundaydı. Aslında baştan beri, RP yönetiminde üst düzey görev yapan isimlerin FP’de de etkin rol oynayacakları belliydi. Sorun daha çok 14 Mayıs 2000’de yapılacak olan FP Kongresi’nde kimin genel başkanlık koltuğuna oturacağıydı (Karaalioğlu, 2001: 11). FP’nin 14 Mayıs’taki kongresi, Milli Görüş açısından oldukça farklı geçmiştir. Bu kongreye kadar tek adayla kongreye gitmeye alışık olan Milli Görüş Hareketi, ilk kez birkaç adayın çıktığı bir yarışa şahitlik etmiştir. FP Genel Başkanı Recai Kutan’ın kongrede yeniden aday olacağını açıklamasının ardından, FP Grup Başkanvekili Bülent Arınç, milletvekilleri Abdüllatif Şener ve Abdullah Gül de genel başkanlığa adaylığını koymuştur. Ancak Kutan’ın karşısına üç ayrı aday olarak çıkan bu muhalefet kanadının kazanma şansının düşük olduğu anlaşılınca, eski İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da katıldığı bir toplantıda Gül üzerinde anlaşmaya varılmıştır. Böylece, 14 Mayıs’taki kongrede Kutan ve Gül yarışmıştır (Poyraz, 2010: 325). Kutan’ın 521 oya karşı 633 oyla birinci olmasıyla başarısızlığa uğrayan bu girişim, FP’nin RP’nin devamı ya da yalınkat tekrarı olmadığını göstermekteydi. FP’nin kongre deneyimiyle Milli Görüş geleneğinde derin bir çatlak yaşanmıştır. FP, Partinin cemaatçi yapısının korunmasından yana olan “Gelenekçiler” ve parti içi muhalefeti sürdüren ve partililiği ön plana çıkaran “Yenilikçiler” şeklinde ikiye ayrılmıştır (Yıldırım, 2002: 67). “Yenilikçiler”, RP’nin iktidardan uzaklaştırılmasının ardından siyasette başarılı olabilmenin tek yolunun Kemalist düzenle çatışmaktan kaçınmak olduğunu ve siyasette dini söylemlere dayanan enstrümanların kullanımından uzak durulması gerektiğini düşünen partililerden oluşmuştur. Erdoğan’ın liderliğindeki “Yenilikçiler”, Partinin özellikle demokrasi, insan hakları ve Batıyla ilişkiler gibi konulara ilişkin yaklaşımında da revizyona gidilmesi gerektiğini savunmuştur (Yılmaz, 2008: 53). 28 Şubat sürecinde RP’nin kapatılmasından Partinin “efsanevi” lideri Erbakan’ı sorumlu tutan (Tekin, 2004: 53) ve örgütlü bir muhalefet yürüten “Yenilikçiler”in parti içinde arzu ettikleri siyaset tarzını yürütemeyecekleri kısa sürede anlaşılmıştır. Ancak “Yenilikçiler”in FP’den ayrılmasına gerek kalmadan, Anayasa Mahkemesi kararıyla 15 Aralık 2000’de FP kapatılmıştır (Akdoğan, 2005: 624). 1.2. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Siyasi Serüveni ve Kimlik Tanımı Üzerine FP’nin kapatılması, AK Parti’nin de kuruluş sürecini hızlandırmıştır. 28 Şubat sürecindeki yenilgiyi mevzi kayıp olarak niteleyen İslamcı kesimlerde, farklı kurumlar altında örgütlenmeye, FP’nin ardından SP’yi kurmaya, Milli Görüş 120 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences Hareketi’nde siyaset yapmaya devam edenler elbette ki olmuştur. Ancak toplumda “ne zaman iktidara gelseler engellenecekler” şeklinde yaratılan algıya, yaşanan sorunların İslamcılığın “ideolojik yenilgisine” dayandığı tespitini yapanlar da eklenince, farklı bir çatının altında daha popüler örgütlenmelere gitmeyi tercih edenler ve Milli Görüş Hareketi içinde sivrilen “Yenilikçiler”, Türkiye’nin 39. siyasi partisi olarak 14 Ağustos 2001’de kurulan AK Parti’nin kuruluş sürecinde yer almıştır (Yılmaz, 2005: 615). Özellikle hikâyesi adeta Erbakan’ın kırk yaşından sonraki hayat hikâyesiyle özdeşleşen Milli Görüş Hareketi’nin Erbakan’a rağmen Erdoğan’ın AK Parti’sine yönelmesi, kritik dönemlerde Milli Görüş partileri üzerinde en az Erbakan faktörü kadar belirleyici olan ve zaman zaman onunla ters düşen toplumsal taban faktörünün önemli olduğunu ve sosyo-ekonomik taleplerin siyasal temsili söz konusu olduğunda Milli Görüş Hareketi’nin pek öyle kayıtsız şartsız bir itaat anlayışıyla Erbakan’a bağlı olmadığını göstermiştir (Küçükyılmaz, 2009: 87). Nitekim Erdoğan’ın liderliğinde palazlanan ve kuruluşundan on beş ay sonra 3 Kasım 2002 genel seçimlerine katılan AK Parti, seçimlerde aldığı % 34.4’lük oy oranıyla Türk siyasetinde gerçek bir deprem etkisi yaratmıştır. Ülkede 1980 sonrası döneme damgasını vuran hemen hemen bütün siyasi partiler Meclis dışında kalmış, seçimlerden sonra barajın altında kalan Demokratik Sol Parti (DSP), ANAP ve DYP liderleri siyaseti bırakma kararı almıştır (Tekin ve Okutan, 2011: 229). AK Parti 3 Kasım 2002’deki bu başarısını, 28 Mart 2004 yerel seçimlerinde oylarını % 40’a çıkararak devam ettirmiştir. 22 Temmuz 2007 genel seçimlerinde de, Cumhuriyet mitingleri, 27 Nisan e-Muhtırası, Cumhurbaşkanı seçim süreci ve bu süreçte yaşanan “367” tartışmalarının oluşturduğu siyasi türbülans ve belirginleşen karmaşa sonucunda % 46.58 oranında oy alarak parsayı toplamıştır (Kurt, 2009: 7). 29 Mart 2009 yerel seçimlerinden % 38.8 oranında oy alarak birinci çıkan AK Parti, 12 Haziran 2011 genel seçimlerinde % 49.9 oranında oy alarak üçüncü kez tek başına iktidara gelmeyi başarmıştır. AK Parti’nin göstermiş olduğu bu siyasi başarıyı, 30 Mart 2014 yerel seçimlerinden % 45.5 oranında oy alarak yine birinci parti olarak çıkması izlemiştir. Kuruluşundan bu yana başarılı bir siyasi performans sergileyen, kurucuları ve yönetici kadrosunun çoğunluğu Milli Görüş Hareketi içinden gelen AK Parti’de, Turgut Özal sonrası ANAP ile yollarını ayıran muhafazakâr siyasetçiler, bazı DYP (Bingöl ve Akgün, 2005: 6) ve Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) milletvekilleri, geçmişte farklı partilerde görev alan eski siyasetçiler, belediye başkanları, iş camiası ve meslek kuruluşlarının temsilcileri yer almıştır (Pamuk, 2002: 92). Radikal bir İslami söylemle ülkede ordunun sahip olduğu örtülü iktidarın çıkardığı engelleri Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 121 aşmanın mümkün olmadığı tecrübesine sahip isimlerle kurulan AK Parti, yeni bir siyaset tarzı benimsemiştir (Gürkan, 2011: 5). AK Parti benimsediği bu siyaset tarzını, Erdoğan’ın sunuş kısmını yazdığı ve Yalçın Akdoğan tarafından kaleme alınan “Muhafazakâr Demokrasi” adlı kitapta “muhafazakâr demokrasi”; siyasi kimliğini de “muhafazakâr demokrat” olarak tanımlamıştır (Akdoğan, 2003: 6). Türk siyaset tarihinde ilk kez parti programında muhafazakârlıktan bahseden ANAP’tan sonra muhafazakâr kimliği kuruluşunda, programında ve seçim beyannamesinde yazılı olarak belirten siyasi parti (Aksu, 2012: 28) olan AK Parti, siyasal İslamcılığı ve Milli Görüş kimliğini de reddetmektedir. Ancak Milli Görüş kimliğini terk ettikten sonra bir meşruiyet arayışı içerisine giren AK Parti, uluslararası siyasi arenada kabul gören “muhafazakârlık” kimliğiyle kendisini İslamcı ve bu nedenle de gizli gündemi olan bir siyasi hareket olduğuna dair endişeleri bertaraf etmek amacına sahip olmasından dolayı, evrensel meşruiyete sahip bir kimliğe sarılma yoluna gitmiştir (Akdoğan, 2004: 122). Başka bir ifadeyle selefi olan Milli Görüş partileriyle arasına mesafe koyarak muhafazakâr demokrat kimlik tanımına başvuran AK Parti, bu suni kimlik tanımıyla sistemle barışık bir görüntü çizmeyi, İslamcı ve etnik kökene dayalı partilerden ziyade bir kitle partisi olma amacı taşıdığını belirtmeyi (Doğanay, 2007: 68), günlük hayatta dini değerlere duyarlı toplum kesimlerine yönelik bir çağrıda bulunmayı ve içinden çıktığı Milli Görüş Hareketi’ne ihanet etmeden farklı bir kulvarda yeni bir açılım yapma olanağına kavuşmayı amaçlamıştır (Akgün, 2006: 26). AK Parti, bu kulvarda muhafazakârlığın genlerine ve tarihi kodlarına uygun şekilde siyaset yaptığı coğrafyanın toplumsal ve kültürel geleneklerine yaslanarak, yerli ve köklü değerler sisteminin evrensel standarttaki muhafazakâr çizgisiyle yeniden üretilmesini (Aksu, 2012: 36); Türk siyasal hayatında yaşanan din-siyaset, gelenek-modernlik, dindevlet gibi birçok sorunun çözümü açısından siyasetin normalleştirilmesini (Akdoğan, 2004: 626), siyasetin kamplaşma ve kutuplaşma yerine uzlaşma, bütünleşme ve hoşgörü üzerine kurulmasını, geleneksel yapının bazı değerlerinin ve kazanımlarının korunarak değişimin sağlanmasını hedefleyen bir parti görünümüne bürünmeyi yeğlemiştir (AK Parti 2012: 6). Muhafazakâr demokrat kimlik tanımında; ahlak, ulusal kimlik, tarihi övünç, demokrasi, serbest piyasa ekonomisi, çoğulculuk, hukukun üstünlüğü ve insan hakları gibi değerlerle muhafazakâr değerleri sentezlemeye çalışan AK Parti, liberal ve ilerici yönüyle birlikte milli, kültürel ve dini kimlik ve değerlere gösterdiği duyarlılıkla kendini değiştirme gayesi güden bir oluşumdur (Sambur, 2009: 121). Bu oluşumun temel dinamikleri arasında; sivil toplum kuruluşları, meslek örgütleri, sendikalar ve özel sektör temsilcilerinin görüşlerini alacakları ortak kurul, 122 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences komisyon, kriz masası ve her türlü platformun oluşturulması ve bu kuruluşlara büyük önem verilmesi, ayrıca sınırlandırılmış ve tanımlanmış bir siyasal iktidar talebi de yer almaktadır (Aksu, 2012: 36). Sınırlandırılmış ve tanımlanmış bir siyasal iktidar talebi, AK Parti’nin muhafazakâr demokrat söyleminin farklı bir eksenini teşkil etmektedir. Ancak bu talebin dayandığı temel argüman, Yeni Sağ’ın ve neo-liberal politikaların 1980’lerden günümüze kadar ileri sürdüğü “devletin küçültülmesi” tezinin ötesine geçememektedir. “Devletin asli işlevlerine çekilmesi”, “küçük ama dinamik ve etkili bir devlet”e dönüşmesi, “ekonomik faaliyetlerinin daraltılması”, AK Parti için siyasal iktidarın sınırlandırılmasının başlıca biçimini oluşturmaktadır (Doğanay, 2007: 81). Yalçın Akdoğan tarafından kaleme alınan ve AK Parti’nin siyasi manifestosu olarak yayınlanan “Muhafazakâr Demokrasi” adlı kitapta da “AK Parti’nin hukuk devleti normlarını benimseyen, asli fonksiyonlarına çekilmiş, küçük ama dinamik ve etkili bir devletten yana olduğu” belirtilmiştir (Akdoğan, 2003: 113). Siyasal iktidarın sınırlandırılması temasını yoğun bir şekilde işleyen AK Parti, programında, “bütün politikaların merkezine bireyi koyduğunu ve bireyi tüm politikaların merkezine alarak demokratikleşmenin sağlanmasını, temel insan hak ve özgürlüklerini temin etmeyi ve korumayı en önemli ödevleri saydığını, hukukun üstünlüğüne dayalı yönetim anlayışının teminatı olacağını” ifade ederek (AK Parti, 2001), araçsal devlet anlayışını benimsemekte ve bu yönüyle liberal demokrasi kuramına yaklaşmaktadır (Kahraman ve Evre, 2008: 69). Muhafazakâr demokrasinin devlet algısının yanı sıra, yerel yönetimlere bakışının da ele alınması gerekmektedir. Bu bağlamda Erol Kaya ve Hulusi Şentürk tarafından yazılan ve muhafazakâr demokrasinin yerel yönetimlere yönelik vizyonunu değerlendirmeye yönelik ilk eser olan “Muhafazakâr Demokraside Yerel Yönetim Vizyonu” adlı esere bakılmasında yarar vardır. Eserde Kaya ve Şentürk (2007: 37-41), yerel yönetimlerde muhafazakâr demokrasinin yönetim ilkeleri adı altında saptadıkları şu on beş ilkeye yer vermektedir: “Önce insan”, “adalet”, “şeffaflık”, “dürüstlük”, “planlı, etkin ve verimli çalışma”, “kaliteli hizmet”, “katılımcılık”, sürekli gelişim”, “sürdürülebilirlik”, “vatandaş odaklı yönetim”, “sosyal belediyecilik”, “yerel kalkınma”, “işbirliği ve koordinasyon”, “kentlilik bilinci”, “kent hukuku ve kentli hakları”. AK Parti’nin 30 Mart 2014 yerel seçimleri için hazırladığı seçim beyannamesinde; “katılımcı belediyecilik”, “kültürel belediyecilik”, “sosyal belediyecilik”, “çevre dostu belediyecilik” ve “hizmet belediyeciliği” (AK Parti, 2014: 12) şeklinde sıralanan beş hizmet alanı da bu ilkelerle paralellik göstermektedir. 12 Haziran 2011 genel seçimleri arifesinde AK Parti tarafından ilan edilen seçim beyannamesinde ise, bu ilkelerden farklı olarak yerel yönetimlerin AB Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 123 standartlarına ulaştırılacağı ve idari yönden yeniden yapılandırılacağı, yerel yönetimlere mali açıdan verilen desteğin de arttırılacağı belirtilerek, yerel yönetimlerin güçlendirileceği ve uluslararası standartlara kavuşturulacağı vurgulanmıştır (AK Parti, 2011). Sınırlandırılmış ve tanımlanmış bir siyasal iktidar ve güçlendirilmiş bir yerel yönetimden yana olan AK Parti’nin siyasi meşruiyet kaygısıyla saptadığı muhafazakâr demokrat söyleminin üç adresi bulunmaktadır: Birinci adres, kuşkusuz “yerli” hassasiyetlere yapılan vurguyla seçmen kitlesidir. İkinci adres, muhafazakârlık gibi meşruiyet problemi bulunmayan “Batılı” bir ideoloji dolayımıyla dış kamuoyuna verilen “sıcak” güven verici mesajdır. En önemlisi ise, merkeze dönük olarak verilmek istenen “siyasal İslamcılıkla” ilişkimiz yok şeklindeki mesajdır (Yıldız, 2004: 46). AK Parti’nin oluşumunu sağlayan kesim, İslam ile siyaset arasındaki ilişkiye yeni bir ivme kazandırmıştır. Bu kesimin kendi içinde farklılaşarak “modernleşmesi”, dinle siyaset arasına yeni bir süzgeç koymasının sosyolojik ve siyasi iradesini ifade eden bu durum, önemli bir modeli teşkil etmektedir (Bayramoğlu, 2004: 251). Yaratılan bu model ile geleneği, tarihi ve toplumsal kültürü önemseyen muhafazakârlığın dini de önemseyerek demokratik bir formatta kendisini inşa etmesinin önemli bir açılım olacağına inanılmıştır (Aksu, 2012: 3637). Bu inancı paylaştığını belirten AK Parti, İslami kimliğin ve yapıların siyasal temsili yerine toplumsal hayatiyetini sürdürmesi gerektiğine ilişkin stratejik bir tercihe yönelmiştir. AK Parti’nin bu tercihi, Milli Görüş çizgisinden kimliği, söylemi ve programıyla farklılaşan bir partinin oluşumunu ve büyük bir kitlesel desteğe erişimini olanaklı kılmıştır (Dağı, 2004). Siyasal İslam’ı tasfiye etmek amacında olmayan; ancak siyasal İslamcı bir parti olarak da tanımlanmamak için hareket eden (Akdoğan, 2004: 108) AK Parti’nin yapmak istediği, siyasal İslam merkez sağ sarkacının dışına çıkarak, önemli ölçüde yeni bir toplumsal taban oluşturup, bunu sürekli kılmak için “sağcılaşmadan ve siyasal İslamcılığa savrulmadan” çevrenin taleplerini demokratik sistem içine taşımak ve merkezi buna göre dönüştürmek (Yıldız, 2004: 45), çevrenin ihtiyaç, beklenti ve isteklerini merkeze taşıyarak merkezin diline doğru tercüme etmektir. Gerçekten de AK Parti’nin ortaya koyduğu söylem ve siyaset dili açısından merkeze kaydığı, siyasete taşıdığı değer ve beklentiler açısından merkezle çevreyi birleştirdiği, yaşanan dönüşüm açısından da çevreyi merkeze taşıdığı söylenebilir (Akdoğan, 2004: 137-138). 124 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences Kendisini kitle partisi olarak tanımlayan AK Parti, İslami politik ideolojik değerlerin geniş kitlelerce benimsendiğine dair sanal bir izlenim verirken, hem reelpolitik kertede, hem de çekirdek seçmen tabanında meşruluk bulmaya ve pekiştirmeye de girişmiştir. Bu ise, Partinin ideolojik değil, pragmatik bir kimlik inşasına gittiğini göstermektedir (Sarıbay, 2003). Bu doğrultuda kendisini kitle partisi olarak niteleyen AK Parti’nin, aslında merkezde ve merkezin sağında yer alan tüm toplum kesimlerinin oyunu alarak iktidarı elde etmeye çalışan bir catch-all (hepsini yakala) partisi olmayı hedeflediği söylenebilir (Akgün, 2006: 26-27). Nitekim bilindiği üzere, AK Parti’nin kuruluş evresinde Erdoğan’ın gönlünde yatan da Turgut Özal’ın dört eğilimi birleştiren ANAP’ını diriltmekti (Pamuk, 2001: 171). Parti vitrininde milliyetçi sağa, dinci sağa, merkez sağa ve sola mensup birçok isme yer veren ve dört eğilimi birleştirdiğini iddia eden Özal dönemi ANAP gibi, AK Parti de benzer bir stratejiyle kurulmuştur. Milli Görüş gömleğini çıkardıklarını beyan ederek değiştiklerini vurgulayan başta Erdoğan ve Partinin diğer üst düzey yöneticileri, AK Parti’de Milli Görüş çekirdeğini korurken merkez sağdan, liberal görüşlü, hatta solda siyaset yapmış bazı isimleri etkin görevlere getirerek Partiyi merkezde konumlandırmaya çabalamıştır (Oral, 2012). Tüm kurum ve kurallarıyla işleyen piyasa ekonomisinden yana, devletin ilke olarak her türlü ekonomik faaliyetin dışında olması gerektiğini, devletin ekonomideki işlevinin düzenleyici ve denetleyici olması ve özelleştirmeyi daha rasyonel bir ekonomik yapının oluşması için önemli bir araç olarak gören (AK Parti, 2001) AK Parti’nin kendisini serbest piyasa ekonomisi ve dünya sistemiyle bütünleşen, rekabetçi bir iktisadi anlayışı benimseyen bir parti olarak nitelendirmesi, muhafazakâr kimliğini nerede konumlandırdığını ortaya koyması bakımından anlamlıdır. Bu noktada, AK Parti muhafazakârlığının, Türkiye’de muhafazakârlık ve liberalliği birbirine eklemleyen Özal geleneğini devam ettiren bir çizgide yer almayı yeğlediği söylenebilir (Doğanay, 2007: 73). Çünkü Özal da ülkede ekonomik, sosyal ve siyasal serbestleşmeyi başlatmış, devlet ve toplumu ayıran sınır üzerinde odaklanmış ve fırsatları devlet karşısında sivil toplumun güçlendirilmesi amacıyla kullanmıştır. Özal politikalarıyla özdeşleştirilen Erdoğan’ın da sürekli buna atıfta bulunması, toplum için Özal’ın mirasını yeniden canlandırma ve bundan kendi yeni politikalarını desteklemek amacıyla yararlanmanın bir yolu olarak değerlendirilebilir. Özal’ın mirasına başvurmanın güçlü bir rezonansı bulunmaktaydı. Çünkü Özal, İslam’ın, kodlama ve meşrulaştırmanın gerçekleştiği bir lügati temsil ettiği modern hayat tarzlarının göstergesini teşkil etmede başarılı olmuştu. Bu durumda, İslami kimliği yeniden tanımlayarak dünyevi başarıyla manevi değerlerin bağdaşmasını gösteren bir kamu politikası modeli söz konusuydu. AK Parti’ye oy veren Sünni-Müslüman kesimin birçoğu da Özal Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 125 döneminin restorasyonu için oy vermiştir. Böylece özellikle 3 Kasım 2002 genel seçimleri, “siyasal bir deprem” olmaktan çok, bir restorasyon eylemine dönüşmüştür. Erdoğan’ın Özalımsı reformist mesajı, fırsat alanlarının genişletilmesine kanaat getiren mütedeyyin kesimle uyuşmuştu (Yavuz, 2005a: 348). Özal geleneğini devam ettiren kuşatıcı siyasal çizgide yer alan AK Parti’nin muhafazakâr demokrat tanımı, Türkiye’nin ve dönemin özgül bağlamında, Avrupa Birliği (AB)’ne uyum sürecine bağlı demokratikleşme reformları çerçevesinde özel bir anlam daha kazanmıştır. Söz konusu reformlar, modernleşme sürecinin “globalleşme” olarak ünlenmiş yeni evresi içinde siyasal düzeni modernleştirmeye dönük bir programı ifade etmektedir (Bora, 2004: 39-39). Dış politikada yüzünü Doğuya dönen selefi Milli Görüş partilerinin aksine, 3 Kasım 2002 genel seçimlerinin ardından çabalarını AB üyeliği sürecini hızlandırma üzerinde yoğunlaştıran AK Parti liderliği, İslamcı/Milli Görüş geçmişini reddederek dış politikasının hassas konularında dönüşüm yaratmaya çalışmıştır. Bu dönüşümün bir sonucu olarak da, hem kendi tabanında hem de iç ve dış güç merkezleri nezdinde ciddi bir meşruiyet sorunu yaşamıştır. Dolayısıyla dış politika, AK Parti’ye bu meşruiyet zeminini sağlayacak alanlardan biri olarak gözükmüştür. Özellikle AB ve ABD desteği, Parti liderliğinin dönüştüğünün bir göstergesi olarak sunulmaya çalışılmıştır (Uzgel, 2013: 357-358). Çünkü 28 Şubat sürecini tam olarak unutmayan ve neredeyse her eylemi büyüteç altında tutulan AK Parti için en önemli önceliklerden biri kendi varoluşunu garanti altına almaktı. Bunun yollarından biri kuşkusuz, Türkiye için kritik bir öneme sahip olan iki temel aktör olan AB ve ABD ile bağlantıları sıkılaştırmak, genel bir ifadeyle ülkenin küreselleşme sürecine entegrasyonunu derinleştirmekti. AB’ye üyelik sürecinde dinsel ve etnik kimliklerin tanınması ve demokratik alanın genişlemesi karşısında devletin geri çekilmesi, bu konuda kendisini mağdur hisseden AK Parti liderliğinin de işine gelmiştir. Devletin merkezinde kendisini rejimin güvencesi sayan ordunun bulunduğu düşünüldüğünde, AK Parti’nin bu konudaki tavrı daha iyi anlaşılmaktadır. Böylece AK Parti, kendisinin gerçekleştirmek isteyeceği düzenlemelerin AB aracılığıyla yapılması gibi bir kolaylıktan istifade etmek istemiştir (Uzgel, 2013: 366-367). AB normlarına uyum, orduyla AK Parti Hükümetleri arasındaki çatışmaları arttırmasına rağmen, AB’ye uyum sürecindeki bazı değişiklikler ordunun Türk siyasetindeki rolünün azalmasına yol açtığı gibi, AK Parti’nin iç politikada asker-sivil bürokrasi karşısındaki konumunu da güçlendirmiştir (Bac, 2004: 435). AB üyeliğini ve Kopenhag Kriterlerine uyumu, ne iç ne de dış politikada 126 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences İslamcı bir parti olmadığını göstermek için özellikle kullanarak pragmatist bir yol izleyen (Yavuz, 2005b: 111) AK Parti’nin bu tutumu, sadece Partinin meşruiyet gereksinimine bağlanamaz. Çünkü AB’ye katılımdan, çok kültürlükten ve laiklikten yana bir söylem içerisinde bulunan AK Parti’nin ABD’nin desteğini alarak, IMF’nin önerdiği yapısal dönüşüm programını sürdürme vaadinde bulunarak, iktidar olmak için merkeze doğru hareket etme ve siyasal meşruiyeti ülke dışında arama yönünde attığı pragmatik adımlar, aynı zamanda Milli Görüş Hareketi içinde Batı standartlarında demokrasi isteyen yeni bir Müslüman entelektüel kesimin doğuşunun ve Yeni Sağ ekonomik politikalardan yana olan Müslüman işadamı sınıfının gelişmesinin de sosyolojik sonucuydu (Bakırezer ve Demirer, 2013: 159). Kente göçmüş, burada yetişmiş, dinsel vurgulu okullarda eğitilmiş olan bu entelektüel kesim, demografinin sağladığı olanaklarla günümüzde daha görünür olmaya başlamışlardır. Bu kesim hem dar gelirli Anadolu kesiminde hem büyük şehir çevrelerinde hem de Anadolu’nun zengin kesimlerinde yayılmaktadır. Kısaca kentli ve eğitimli olan bu kesim, görünürde yeni muhafazakârlık diyebileceğimiz bir realitenin temsilcileri olarak Batı standartlarında bir demokrasinin, işleyen bir pazar ekonomisinin, bunların teminatı olarak gördüğü AB ve ABD’yle ilişkilerin sürdürülmesinden yana bir tutum sergilemiştir. Bu da kuşkusuz AK Parti tarafından büyük destek görmüştür (Kahraman, 2012). 2. Genel Hatlarıyla 6360 Sayılı Yasa 6 Aralık 2012’de yasalaşan “6360 Sayılı On Üç İlde Büyükşehir Belediyesi ve Yirmi Altı İlçe Kurulması ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”, kent yönetim sistematiğinde hızlı bir dönüşümü getirmiş ve beraberinde birçok tartışmayı gündeme taşımıştır. Türkiye nüfusunun yaklaşık % 77’sinin ve yüzölçümünün % 51’inin yönetilmesinin hedeflendiği Yasa ile (Çelikyay, 2014: 7) idari yapıda, mali sistemde, siyasal coğrafya, temsil ve katılımda, personel yapısı, hizmet sunumuyla imar ve planlama düzeninde birçok değişiklik söz konusu olmuştur. Yasayla bazı tüzel kişiliklerin kaldırılması, yeni tüzel kişiliklerin yaratılması, idari bağlılık ve isim değişikliği, birleşme ve katılmalar, sınır değişiklikleri ve yetki bölüşümü, Yasanın yönetsel alana ilişkin düzenlemelerini teşkil etmektedir. Mahalli idarelerin alacağı payların yeniden saptanması ve yeni bölüşüm ilişkileri, Yasanın mali alana ilişkin düzenlemelerini; siyasal coğrafyanın dolayısıyla seçim çevrelerinin değiştirilmesiyle temsil ve katılım sürecinin nasıl değişeceği Yasanın siyasal alana ilişkin düzenlemelerini oluşturmaktadır. Mülki sınırlarla belediye sınırlarının örtüştürülmesi uygulamasıyla hizmet alanının genişlemesi, imar ve planlama hizmetleri başta olmak üzere büyükşehir belediyelerinin hizmet sunumuna ilişkin Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 127 değişiklikler ise, Yasanın hizmet sunumuna ilişkin düzenlemelerini meydana getirmektedir (İzci ve Turan, 2013: 119-120). Dolayısıyla mahalli idarelerin görev-yetki ve hizmet alanlarını değiştiren, hizmet üretilen mekânsal yapının saptanmasıyla bu hizmeti sunan kuruluşların yapısını da buna göre yeniden düzenleyen bir yeniden yapılanma sürecini getiren (Genç, 2014: 4) Yasanın gerekçesinde; “küreselleşmeyle birlikte yönetim paradigmasında meydana gelen değişimle birçok gelişmiş ülkedeki kamu yönetimi reformları için temel ilke ve değerler olarak ön plana çıkan etkin, vatandaş odaklı, hesap verebilen, katılımcı, saydam ve olabildiğince yerel bir yönetim anlayışının, vatandaş memnuniyetinin ve artan hizmet beklentilerinin karşılanmasının hedeflendiği ifade edilmiştir. Yasanın gerekçesinde ayrıca, özellikleri itibariyle vatandaşların günlük yaşantısını ve hayat kalitesini doğrudan etkileyen bir nitelik arz eden, halkın refahının artırılması ve hayatının kolaylaştırılmasında sunduğu hizmetlerle doğrudan ilgili olan mahalli idarelerin sürekli biçimde geliştirilmesi ve etkin hizmet üretme kapasitesine sahip hale getirilmesi gerektiği savunulmuş; yönetim, koordinasyon ve planlama bakımından büyükşehir belediye sınırının mülki sınır olacak şekilde optimal ölçekte hizmet üretebilecek güçlü yerel yönetim yapılarının varlığına ihtiyaç duyulduğu dile getirilmiştir. Büyükşehir alanında sunulan hizmetlerin tek merkezden yürütülmesiyle ortaya çıkan ölçek ekonomileriyle hizmetlerde etkinlik, koordinasyon ve kalitenin yükseleceği, daha az kaynakla daha çok ve kaliteli hizmet sunulmasının olanaklı hale gelebileceği, bu nedenle de İstanbul ve Kocaeli’ndeki il sınırlarıyla belediye sınırlarını çakıştıran uygulamanın mahalli müşterek nitelikteki kamu hizmetlerinin sunumunda etkinlik sağladığı ileri sürülerek bu uygulamanın yaygınlaştırılması savunulmuştur (TBMM, 2012: 6-8). Bu gerekçelerle savunulan 6360 sayılı Yasa, büyükşehir belediyelerinin yapısında birçok önemli değişikliğe yol açmıştır. Yasayla öncelikle, 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu’nun 3. maddesinin birinci bendinde yapılan değişiklikle büyükşehir belediyesi: “Sınırları il mülki sınırı olan ve sınırları içerisindeki ilçe belediyeleri arasında koordinasyonu sağlayan, idari ve malî özerkliğe sahip olarak kanunlarla verilen görev ve sorumlulukları yerine getiren, yetkileri kullanan, karar organı seçmenler tarafından seçilerek oluşturulan kamu tüzel kişisi” şeklinde yeniden tanımlanmıştır (6360 Sayılı… Kanun, md. 4). Bu yeni tanımda büyükşehir belediyesi sınırlarının il mülki sınırları olması yeni ve önemli bir hukuksal gelişmedir. Bu düzenlemeyle büyükşehir olma nüfus ölçütünde artık ilin toplam nüfusu dikkate alınacaktır. Yasa, bu düzenlemesiyle 128 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences büyükşehir olma koşulunu oldukça kolaylaştırmıştır (Adıgüzel ve Tek, 2014: 78). Yasayla Aydın, Balıkesir, Denizli, Hatay, Malatya, Manisa, Kahramanmaraş, Mardin, Muğla, Tekirdağ, Trabzon, Şanlıurfa ve Van illerinde, sınırları il mülki sınırları olmak üzere aynı isimle büyükşehir belediyesi kurulmuş ve bu illerin il belediyeleri büyükşehir belediyelerine dönüştürülmüştür (6360 Sayılı… Kanun, md. 1). Yasanın ardından 22 Mart 2013’te yasalaşan 6447 sayılı Yasayla da 6360 sayılı Yasa’da değişiklik yapılarak Ordu ilinin de büyükşehir olması ve Ordu merkez ilçe sınırları içindeki köylerle belediyelerden oluşan Altınordu ilçesi ve aynı adla da belediye kurulması sağlanmıştır (6447 Sayılı… Kanun, md. 1). Bu iki Yasayla Türkiye’deki büyükşehir belediyesi sayısı 30’a yükselmiştir. İlk kademe belediyelerine son veren 6360 sayılı Yasa (md. 4) ile büyükşehir belediyelerinin bulunduğu 30 kentteki il özel idareleri de kaldırılmıştır. İl özel idarelerinin her türlü taşınır ve taşınmaz malları, hak, alacak ve borçlarının oluşturulacak bir komisyonla kamu kurumları arasında paylaştırılmasını öngören Yasa, il özel idarelerinin kaldırılmasıyla doğan boşluğun kapatılması amacıyla da her büyükşehirde “Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlığı” kurulmasını öngörmüştür (Karasu, 2014: 185). Büyükşehirlerde il özel idarelerini kaldıran Yasa ile il özel idarelerinin encümen yapısında da değişikliğe gidilmiştir. Yapılan değişikliğe göre il encümenin valinin başkanlığında, genel sekreterle il genel meclisinin her yıl kendi üyeleri arasından seçeceği üç üye ve valinin her yıl birim amirleri arasından seçeceği iki üyeden oluşması öngörülmüştür (6360 Sayılı… Kanun, md. 22). Böylece il genel meclisinin her yıl kendi içinden seçeceği üye sayısı beşten ikiye indirilmiş, genel sekreter encümen olmuş, birim amirleri arasından seçilecek olan mali hizmetler birimi amiri bulunması zorunluluğuna da son verilmiştir. Yasayla 5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu’nun ikinci fıkrasına “Bütçe tasarısının süresi içerisinde kesinleşmemesi hâlinde vali, görüşüyle birlikte durumu İçişleri Bakanlığına bildirir. İçişleri Bakanının otuz gün içinde vereceği karar kesindir.” (6360 Sayılı… Kanun, md. 24) şeklinde il genel meclisinin bütçeye ilişkin yetkisini kısmen vesayet altına alan bir hüküm eklenmiştir (İzci ve Turan, 2013: 128). Yasayla 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu, 5393 sayılı Belediye Kanunu ve 5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu ile işyerlerinin ruhsatlandırılmasında yerel yönetimlere genel ve münhasır yetki veren genel kurala istisna getirilmiştir. Şöyle ki, Yasanın öngördüğü düzenlemeye istinaden, il özel idarelerince kullanılan bazı ruhsatlandırma yetkileri valiliklere devredilmiştir. Bu bağlamda, 3213 sayılı Maden Kanunu uyarınca maden işletmelerinin ruhsatlandırılmasına ilişkin yetki ve görevler ile 5686 sayılı Jeotermal Kaynaklar ve Doğal Mineralli Sular Kanunu’na Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 129 göre verilen jeotermal kaynaklar ve doğal mineralli sular ruhsatına ilişkin yetki ve görevlerin, il özel idarelerinin tüzel kişiliğinin kaldırıldığı büyükşehirlerde valiliklerce yürütülmesi kararlaştırılmıştır (Can, 2013). Yasayla ayrıca belde belediyeleri ve köyler bulundukları ilçenin birer mahallesine dönüşmüştür. Yasayla nüfusu 500’ün altına düşen köyler ve mahalleler de kaldırılırken, “nüfusu 500’ün altında olan yerleşim yerlerinde mahalle kurulamaz” hükmü de getirilmiş, nüfusu 500’ün altına düşen mahallelerin de en yakın yerleşim birimleriyle birleşerek ortak bir mahalle oluşturulması öngörülmüştür (Adıgüzel, 2012: 162). Yasa, mali konularda da değişiklikler öngörmüştür. Yasayla genel bütçe vergi gelirleri tahsilâtı toplamından büyükşehir belediyelerine aktarılan pay ve büyükşehir belediye sınırlarında yapılan vergi gelirleri tahsilâtı toplamından her bir büyükşehir belediyesine kalan oran arttırılmıştır. Şöyle ki, Yasayla 5779 sayılı İl Özel İdarelerine ve Belediyelere Genel Bütçe Vergi Gelirlerinden Pay Verilmesi Hakkında Kanun’da yapılan değişikliklerle genel bütçe vergi gelirleri tahsilâtı toplamının % 2.85’i büyükşehir dışındaki belediyelere aktarılırken, bu oran % 1.5’e düşürülmüş; % 2.5’i büyükşehir ilçe belediyelerine aktarılırken bu oran % 4.5’e çıkarılmıştır. Büyükşehir sınırları içindeki genel bütçe vergi gelirleri tahsilâtı toplamından büyükşehir belediyelerine aktarılan pay da % 5’ten % 6’ya çıkarılmıştır (Zengin, 2014: 104). Ayrıca Yasayla büyükşehir sınırlarına dâhil edilecek köylerde ve köy tüzel kişiliği kaldırılarak mahalleye dönüştürülen yerlerde 1319 sayılı Emlak Vergisi Kanunu’na göre alınması gereken emlak vergisi ile 2464 sayılı Belediye Gelirleri Kanunu uyarınca alınması gereken vergi, harç ve katılım paylarının beş yıl süreyle alınmaması; bu yerlerde içme ve kullanma suları için alınacak ücretin de beş yıl süreyle en düşük tarifenin %25’ini geçmeyecek şekilde belirlenmesi kararlaştırılmıştır (6360 Sayılı Kanun, geçici md. 1). Büyükşehir belediye başkanının seçiminde seçim çevresinin büyükşehir belediye sınırından oluşmasını öngören Yasanın, Motorlu Taşıtlar Vergisi Kanunu’nda yaptığı değişiklikle mahalli idarelerin taşıtlarına vergi muafiyeti getirilmiş, Yasayla mahalleye dönüşen köylerdeki birçok ruhsatsız yapı usulüne göre ruhsatlanmış sayılmış, mahalleye dönüşen köylerde köy korucuları görevlerini sürdürmeye devam etmiş, 5393 sayılı Belediye Kanunu’nda yapılan değişiklikle nüfusu 100 binin üzerindeki yerleşmelerde kadınlar ve çocuklar için konukevi açma şartı getirilmiştir (Yıldırım ve Selçuk, 2013: 436-437). Ayrıca Yasa ile büyükşehir 130 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences sınırlarında kara, deniz, su, göl ve demiryolu üzerindeki her türlü taşımacılık hizmetlerinin koordinasyon içinde yürütülmesi amacıyla “Ulaşım Koordinasyon Merkezi” kurulması öngörülmüştür (6360 Sayılı Kanun, md. 8). 3. Adalet ve Kalkınma Partisi Hükümetleri Döneminde 6360 Sayılı Yasa Öncesinde Kamu Yönetimi ve Yerel Yönetimler Mevzuatı Alanında Gerçekleştirilen Yasal Düzenlemeler Yukarıda da değinildiği gibi, kurucuları ve yöneticilerinin büyük bir bölümü Milli Görüş geleneğinden gelen; ancak Milli Görüş çekirdeğini korurken merkez sağdan, liberal görüşlü, hatta solda siyaset yapmış bazı isimleri etkin görevlere getirerek kendilerini merkezde konumlandırmaya çabalayan (Oral, 2012) AK Parti, Türkiye’de muhafazakârlık ve liberalliği birbirine eklemleyen Özal geleneğini devam ettiren bir çizgide yer almayı yeğlemiştir (Doğanay, 2007: 73). Bilindiği üzere, İngiltere’de Margaret Thatcher ve ABD’de Ronald Reagan’ın öncülüğünde uygulanmaya başlayarak yayılan ve “devletin küçültülmesi, ekonomik hayattaki düzenleyici görevlerinin minimuma indirilmesi üzerine kurulan yeni kamu yönetimi anlayışını doğuran” neo-liberal politikalar, Türkiye’de 1980 sonrasında Özal döneminde uygulanmaya başlamıştır. Bunun yanı sıra, Özal döneminden günümüze kadar kamu yönetimi ve mahalli idareler reformu da hemen her siyasi iktidarın gündeminde yer bulmuştur. Yalnız istikrarsız koalisyon hükümeti dinamiklerinin güçleştirdiği reform çalışmalarının kararlı bir şekilde başlaması, TBMM’de güçlü tek bir partinin desteğini alan 59. Hükümet (AK Parti Hükümeti) döneminde hazırlanan; ancak yasalaşamayan Kamu Yönetiminin Temel İlkeleri ve Yeniden Yapılandırılması Hakkında Kanun (Kamu Yönetimi Temel Yasa Tasarısı)’un hazırlanmasıyla olmuştur (Günal ve diğerleri, 2014: 56). Kamu Yönetimi Temel Yasa Tasarısı yasalaşmamakla birlikte, bu Yasa Tasarısı ile Türkiye’de başlayan kamu yönetimi reform süreci, küreselleşme ve Avrupa Birliği’ne entegrasyon çalışmalarıyla bağlantılı olarak kapsamlı yasal düzenlemeleri getirmiştir (Günal ve diğerleri, 2014: 61). Yasa Tasarısı ile AB’ye tam üyelik sürecinde, Türkiye’nin yönetim yapısının çağdaş standartlara kavuşturulması amaçlanmıştır. Bu bağlamda öncelikle kamu hizmetlerinin amacı ve temel ilkeleri ortaya konmaya, merkezi idare ve yerel yönetimler reformu için gerekli hukuki altyapı tesis edilmeye ve bu meyanda merkezi idareyle mahalli idareler arasındaki işbölümünün netleştirilmesi amaçlanmıştır. Bu işbölümü netleştirilirken Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na uygun şekilde merkezi idarenin görev ve yetkilerinin tek tek saptanarak, bunun dışında kalan tüm görev ve yetkilerin yerel yönetimlere bırakılması öngörülmüştür (Dinçer ve Yılmaz, 2003: Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 131 79, 139). Yasa Tasarısı’nın mahalli idarelerin görev, yetki ve sorumluluklarını düzenleyen 8. maddesine bakıldığında; “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’ndan hareketle, niteliği gereği doğrudan merkezi idare tarafından yerine getirilmesi gereken ve mahalli idarelere devredilemeyen görev ve sorumlulukların dışında kalan mahalli müşterek nitelikteki tüm kamu hizmetlerinin mahalli idarelerce yerine getirilmesi” esasının benimsendiği görülmektedir. Ayrıca Yasa Tasarısı’nın 11. maddesinde; “yeni kamu yönetimi anlayışı ve Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı gereği kamu hizmetlerinin mahalline en yakın yerde ve en uygun yönetim aktörleri tarafından çözümlenmesi…” gerektiği belirtilmektedir (Dinçer ve diğerleri, 2003: 106, 109). Kısaca bu şekilde ifade edilebilen ve yasalaşamayan Kamu Yönetimi Temel Yasa Tasarısı’nın ruhu, başta mahalli idarelere ilişkin yasaların değiştirilmesiyle adeta o yasalara sirayet etmiştir. Örneğin: 59. Hükümet (AK Parti Hükümeti) döneminde çıkarılan 5393 sayılı Belediye Kanunu, 5216 sayılı Büyükşehir Belediye Kanunu, 5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu, 5449 sayılı Kalkınma Ajansları Kanunu ve bu yasalarda gerçekleştirilen değişiklikler bahsi geçen Kamu Yönetimi Temel Yasa Tasarısı’nın izlerini taşımaktadır. Mahalli idarelerdeki reform sürecinin sürdüğünü gösteren bir başka gelişme de 12 Haziran 2011’de yapılan genel seçimler öncesinde bazı il belediyelerinin büyükşehir belediyelerine dönüştürüleceğine ilişkin yapılan açıklamalardır. 2012 yılının Mayıs ayında ise, bu hazırlık çalışmalarının olgunlaştığı yapılan yeni açıklamalarla netlik kazanmış ve yoğun tartışmaların ardından bu çalışmanın da konusunu teşkil eden 6360 sayılı Yasa, 61. Hükümet (AK Parti Hükümeti) döneminde, 6 Aralık 2012’de yasalaşmıştır (İzci ve Turan, 2013: 118-119). Yeni Sağ’ın ve neo-liberal politikaların 1980’lerden günümüze kadar ileri sürdüğü “devletin küçültülmesi” teziyle paralel olarak sınırlandırılmış ve tanımlanmış bir siyasal iktidar talebinde bulunan Muhafazakâr Demokrat AK Parti (Doğanay, 2007: 81), başta parti programı olmak üzere, genel ve yerel seçimler için yayımladığı seçim beyannamelerinde de bütün politikalarının merkezine insanı koyduğunu, katılımcı ve vatandaş odaklı bir yönetim politikası izlediğini belirtmiştir. Hatta 12 Haziran 2011 genel seçimleri için yayımladığı seçim beyannamesinde, yerel yönetimlerin AB standartlarına ulaştırılacağı ve güçlendirileceği vurgusunu da yapmıştır (AK Parti, 2011). Özellikle 59. Hükümet döneminde yapılan ve yukarıda bahsi geçen mahalli idareler mevzuatındaki değişikliklere bakıldığında, AK Parti’nin bu yöndeki söylem ve uygulamalarının büyük ölçüde örtüştüğü görülmektedir. Şöyle ki, 2005’te yasalaşan 5393 sayılı Belediye Kanunu’na bakıldığında, gerek uluslararası metinlerde yer alan hükümleri 132 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences gerekse ulusal ölçekte mahalli idareler konularına ilişkin sürdürülen çalışmalarda önerilen çeşitli hükümlere yer verildiği görülmektedir. Örneğin: Katılımcı demokrasi, açıklık ve bilgi edinme, belediye yardımlarından yararlanma şeklindeki “Avrupa Birliği Temel Haklar Bildirgesi” ve “Avrupa Kentsel Şartı” gibi uluslararası metinlerde de sıklıkla üzerinde durulan haklara (Öner, 2006: 39-40), 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun “Hemşehri Hukuku” başlıklı 13. maddesinde yer verilmiştir. Herkesi yerleştiği beldenin hemşehrisi kabul eden Yasada, “hemşehrilerin belediye karar ve hizmetlerine katılma, belediye faaliyetleri hakkında bilgilenme ve belediye idaresinin yardımlarından yararlanma haklarının olduğuna” değinilmiştir (5393 Sayılı Belediye Kanunu, md. 13). Kösecik (2007: 714-15)’in belirttiği gibi, 2005’te kabul edilen Yasanın genel gerekçesinde, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı ile Türkiye’nin adaylık sürecinde bulunduğu AB’nin mahalli idarelere ilişkin genel yaklaşımının izleri de bulunmaktadır. Şöyle ki, “belediyelerin görevlerinin tek tek değil hizmet alanı itibarıyla sayılması ve yasalarla açıkça diğer kamu kurum/kuruluşlarına verilmeyen “mahalli müşterek” nitelikteki her türlü görev ve hizmetin belediyelerce yapılması, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın “Özerk Yerel Yönetimin Kapsamı” başlıklı 4. maddesinde öngörülen ilkelere; belediye meclislerinin her ay toplanarak yerel hizmetleri kendi müzakere etmesi… belediye görevleriyle orantılı gelir kaynaklarının sağlanması, belde ve köy birleşmelerinde halkın oyuna başvurulması” gibi madde gerekçelerinde de Avrupa Yerel Özerklik Şartı’nda yer alan düzenlemelere uygunluk dile getirilmektedir. 5393 sayılı Belediye Kanunu’yla belediye ilk kez “idari ve mali özerkliğe sahip kamu tüzel kişisi” olarak vurgulandığı gibi, yönetsel denetimle özerklik arasında bir denge oluşturularak ve yerindelik denetiminden vazgeçilerek hukuka uygunluk denetimi getirilmiştir. Ayrıca Yasa, Türkiye’nin çekince koyduğu “yerel yönetimlerin kendi iç idari örgütlenmelerini kurabilmelerini” öngören Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı hükmüne rağmen, zorunlu (yazı işleri, mali hizmetler, fen işleri ve zabıta) birimlerinin dışında, diğer (sağlık, insan kaynakları vs.) birimlerin ihtiyaca göre belediye meclisi kararıyla kurulabilmesine olanak sağlaması bakımından yerel özerklik açısından demokratik bir uygulamayı barındırmaktadır (Çelik, 2013: 25-26). Subsidiarite ilkesinin benimsendiği, belediyelerin görev alanının genelleştirildiği ve genişletildiği, vesayet denetiminin sınırlandırılarak belediyelerin idari ve mali açıdan büyük ölçüde özerkliğe kavuşturulduğu 5393 sayılı Belediye Kanunuyla aynı yıl çıkarılan 5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu da benzer düzenlemeleri öngörmektedir. Yasayla merkezin birçok yetki ve sorumluluğu il özel idarelerinin görev alanına dahil edilmiş, il özel idareleri yetkileri, personel yapısı, demokratikliği ve özerkliği konularında yapılan yeni düzenlemelerle çok güçlü bir yerel yönetim birimine dönüştürülmüştür (Emini, 2009: 45). Valinin il Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 133 genel meclisi başkanı olarak görev yapması geleneğine son veren Yasa, seçim sonuçlarının ilanını izleyen beş gün içinde il genel meclisinin kendiliğinden toplanması ve üyeleri arasından gizli oyla bir başkan ile birinci ve ikinci başkan vekilini seçmelerini öngörmüştür (Keleş, 2006: 151). Yasa, il genel meclisi kararları üzerinde kullanılan vesayet denetimi açısından incelendiğinde; eski yasayla (13 Mart 1913 tarihli İdare-i Umumiye-i Kanun-u Muvakkati) valiye verilen öncül denetim yetkisinin kaldırıldığı ve vesayet yetkisinin sınırlandırıldığı görülmektedir. Yasa, valiye hukuka aykırı bulduğu meclis kararını tekrar görüşülmek üzere iade etme yetkisini tanımıştır; ancak Yasada valinin meclis kararını sadece hukuka uygunluk yönünden denetlemesini ve geri gönderilen kararın nitelikli çoğunlukla değil, salt çoğunlukla meclis tarafından aynen kabul edilmesi durumunda kararın kesinleşmiş sayılacağının kabul edilmesi, bu alandaki vesayet denetiminin oldukça hafifletildiğini gösterir niteliktedir (Boztepe, 2014: 107). 59. Hükümet (AK Parti Hükümeti) döneminde çıkarılan ve mahalli idarelerde idari ve mali özerkliği ilk olarak yasal hükme bağlayan 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu da büyükşehirler üzerindeki vesayet denetiminin hafiflemesine katkı sağlamıştır. Yasa büyükşehir belediye meclisi ve büyükşehir belediye encümeni kararlarına karşı valiye müracaatla itiraz hakkını kaldırarak, valinin, büyükşehir belediyesi karar organlarının üzerindeki denetim yetkisini hukukilik denetimiyle sınırlamaktadır. Ayrıca Yasayla büyükşehir belediyelerinin seçimle gelen karar ve yürütme organlarının görevlerine ancak yargı (Danıştay) kararıyla son verileceği de hükme bağlanmıştır (Torlak ve Sezer, 2005: 103). Bir yerde büyükşehir kurulabilmesi için 750 bin nüfusa sahip olma şartı öngörülerek siyasi nedenlerle büyükşehir belediyesi kurulmasının güçleştirilmesinin ve bu yönde bir ölçek getirilmesinin amaçlandığı Yasa ile büyükşehir belediyelerinin karşı karşıya bulunduğu sorunların daha hızlı bir şekilde çözülmesi, hizmetlerin daha etkin ve verimli bir şekilde sunulması hedeflenmiştir (Dedeoğlu, 2011: 134). Yasayla büyükşehir belediyelerinin görev, yetki ve sorumlulukları Anayasanın mahalli idareleri düzenleyen 127. maddesindeki esaslar ve Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nda öngörülen hususlar çerçevesinde yeniden düzenlenmiştir. Yasayla 3030 sayılı Yasada sayılan görev ve yetkilere ek olarak, yasalarla büyükşehir belediyelerine verilen görev ve hizmetlerle ilgili her türlü imar uygulamasını yapmak ve ruhsatlandırmak, coğrafi kent bilgi sistemlerini kurmak, sağlık, eğitim ve kültür hizmetleri için bina yapmak ve bu hizmetlerle ilgili kamu kurum ve kuruluşlarının binalarını onarmak… gibi görev ve sorumluluklar verilmiştir (Taner, 2011: 147). 3 Kasım 2002 genel seçimlerinin ardından çabalarını AB üyeliği sürecini 134 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences hızlandırma üzerinde yoğunlaştıran ve AB üyeliğini dış politikada meşruiyet zemini sağlayacak alanlardan biri olarak gören AK Parti tarafından kurulan 59. Hükümet döneminde sadece mahalli idareler mevzuatı alanında değişiklik yapılmamış, aynı zamanda 2006’da çıkarılan 5449 sayılı Kalkınma Ajansları Kanunu ile yarı kamusal nitelik taşıyan, geleneksel bürokratik Türk yönetim anlayışından farklı bir yönetişim paradigması çerçevesinde bölge kalkınma ajanslarının kurulması öngörülerek, Türk kamu yönetimi dizgesine farklı bir yapı eklenmiştir. Yasayla kalkınma ajansları, faaliyet gösterdikleri bölgelerindeki merkezi ve yerel yönetim organları, piyasa aktörleri ve sivil toplum örgütleriyle işbirliği içinde, hem bölge kalkınmasının mimarı olarak tasarlanmış hem de yönetişimci yapılanmalarıyla bölgelerini günümüzün küreselleşmiş dünya ekonomisine eklemleyebilecek temel kamu kuruluşu statüsüne yükseltilmişlerdir (Yılmaz, 2010: 175-176). Böylece Türkiye, AB Konseyi tarafından onaylanan ve Türkiye’nin AB müktesebatına uyum yükümlülükleri dahil olmak üzere Kopenhag kriterlerine uyum çerçevesinde kısa ve orta vadeli öncelikleri ve sağlanacak mali yardımları da kapsayan Katılım Ortaklığı Belgesi’nde orta vadede yapılması gereken (daha sonra yeniden düzenlenerek 14 Nisan 2003’te kabul edilen Katılım Ortaklığı Belgesi’nde kısa vadeli hedefler arasında sayılan) işler arasında yer alan bu yükümlülüğünü de yerine getirmiştir (Hasanoğlu ve Aliyev, 2006: 87). Görüldüğü üzere siyasi meşruiyet kaygısıyla muhafazakâr demokrat kimlik tanımına sarılan, bu amaçla sınırlandırılmış ve tanımlanmış bir siyasal iktidar talebine dayanan (Aksu, 2012: 36), hukuk devleti normları çerçevesinde küçük ama dinamik ve etkili bir devletten (Akdoğan, 2003: 113), güçlendirilecek ve uluslararası standartlara kavuşturulacak bir yerel yönetim anlayışından yana olan AK Parti, AB’ye üyelik sürecinin gereklerini de dikkate alarak 2002-2007 yılları arasındaki iktidarı döneminde yerel siyaseti güçlendirme yolunda önemli adımlar atmıştır. Erder ve İncioğlu (2013)’nun belirttiği gibi, bu dönemde yapılanlar yerel siyasetteki başarılarıyla iktidara gelen AK Parti’nin merkeze yerleşme ve konumunu sürdürme çabaları olarak ifade edilebilir. Ancak iktidara gelirken yerelleşme yanlısı olan AK Parti’nin, iktidarını pekiştirdikçe yerel düzeye verilen yetkilerin bir bölümünü merkeze çekmeye başladığı görülmektedir. Bu durumu, çalışmanın konusunu teşkil eden 6360 sayılı yasada açıkça görmek mümkündür. Söz konusu yasa AB ilkelerinden yerindelik, halka yakınlık, çoğulculuk ve demokratiklik açısından birçok sorunu yapısında barındırmakta olup, AK Parti döneminde yerel siyaset ve yerel demokrasi konusunda sağlanan birçok kazanımı da zayıflatmaktadır. Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 135 4. Muhafazakâr Demokrat Kimlik Tanımı Üzerinden 6360 Sayılı Yasanın İrdelenmesi 6360 sayılı yasanın yukarıda değinilen gerekçelerine bakıldığında; soyut, bilimsel araştırma ve çözümlemelerden yoksun olarak temelsiz ve hatta temenniden öteye gidemeyen varsayımlara dayandığı, hatta bazı gerekçelerinin (İstanbul ve Kocaeli’ndeki il sınırlarıyla belediye sınırlarını çakıştıran uygulamadan ulaşılan olumlu sonuçların, bu uygulamanın diğer büyükşehirlere de taşınarak buralarda da aynı düzeyde alınacağı varsayımı gibi) yönetsel gerçeklik itibarıyla da anlamlandırılmasının ve ilişkilendirilmesinin oldukça güç olduğu görülmektedir (Zengin, 2014: 102). 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu’nda değişiklik yaparak büyükşehre yeni bir tanım getiren 6360 sayılı yasayla büyükşehir belediyesi sınırları, il mülki sınırları olmuştur. Kaynakların verimli kullanılmasını engelleyebilecek olan bu düzenleme, mutlak surette bir belediyeyi ayakta tutan, gelişimini tetikleyen iyi kamu hizmeti verme anlayışını sekteye uğratacak, gerek belediye yetkilileri gerekse orada yaşayan halk için birçok sıkıntıya yol açacaktır (Atmaca, 2013: 179). Çünkü büyükşehir belediyelerinin sınırlarının genişlemesine rağmen yetki ve karar alma süreçleri bakımından adem-i merkezileştirilmediği için, belediye hizmetlerinin büyükşehir ve ilçe belediyeleri arasında paylaşımında mesafe unsuru büyük bir sorun teşkil edecektir. Söz konusu mesafe sorunu vatandaşların büyükşehir hizmetleriyle ilgili il merkezine gitme ihtiyacını da doğuracaktır (Koyuncu ve Köroğlu, 2012: 7). Anayasada değişiklik yapılmadan, Anayasanın mahalli idareleri düzenleyen 127. maddesine aykırı bir şekilde büyükşehirlerde il özel idaresi yönetimini ortadan kaldıran 6360 sayılı yasa (Gözler, 2013: 40), 5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu ile yerel yönetimlerin güçlenmesi bakımından elde edilen kazanımları da zayıflatmıştır. Teorik olarak kent içindeki hizmetlerin sürdürülmesinden sorumlu olması gereken büyükşehir belediyeleri, yasayla il sınırlarındaki tüm ilçe belediyelerindeki ve kırsal alanlardaki hizmetlerden de sorumlu hale getirilmektedir. Söz konusu durum, bir yandan yerindelik ilkesiyle çelişirken diğer yandan yukarıda da değinildiği gibi, hizmet kalitesinde ve etkinliğinde azalmaya yol açacaktır (Günal ve diğerleri, 2014: 64-65). Ayrıca belediyelerin hizmet alanını kırsal alanları da kapsayacak şekilde genişleten ve il özel idarelerini kaldıran Yasa, il idare sisteminde boşlukların doğmasına yol açmaktadır. Kırsal alan yönetiminin belediyelere devredilmesi, kırsal alan planlamasında köy muhtarının, ihtiyar heyetinin, kaymakam ve valinin de devre dışı kalarak mesafe, bilgi ve tecrübe bakımından daha dezavantajlı bir konumda yer 136 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences alan büyükşehir belediyelerinin bu konuda tek yetkili kılınmasına neden olmuştur (Gözüaçık, 2014). Yasayla il özel idarelerinin kaldırılmasıyla doğan boşluğun kapatılması amacıyla kurulması öngörülen Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlığı (Karasu, 2014: 185), özel bütçeli bir kamu tüzel kişiliği niteliğinde, başında bir “üst yönetici” olarak valinin ve “harcama yetkilisi” olarak da bir vali yardımcısının bulunduğu, merkezi yönetimin tüm bakanlık ve diğer kuruluşlarının illerde yapacakları her türlü yatırım, bakım ve yardım işlerini doğrudan üstlenip yapacak bir yapılanma şeklinde tasarlanmıştır (Güler, 2012: 3). Yasa, “ildeki kamu kurum ve kuruluşlarınca yürütülmesi gereken yatırım ve hizmetlerin aksadığının ve bu durumun halkın sağlığı, huzur ve esenliğiyle kamu düzeni ve güvenliğini olumsuz etkilediğinin vali ya da ilgili bakanlıkça tespit edilmesi halinde valinin söz konusu yatırım ve hizmetin ildeki diğer kamu kurum ve kuruluşlarınca yerine getirilmesini isteyebileceği gibi, Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlığı aracılığıyla da yerine getirebilmesine” olanak tanımaktadır (6360 Sayılı… Kanun, md. 34). Böylece merkezi yönetimin bağlı olduğu kurallar esnetilerek, “yatırım ortamını iyileştirmek” amacıyla öngörülen “tek durak ofisi’ benzeri bir etkinlik alanının yaratılmasının hedeflendiği de söylenebilir (Güler, 2012: 3). Ayrıca bu düzenleme, Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlığı yoluyla merkezi yönetimin illerdeki temsilcisi olan valiliğin görev ve yetki alanının yeniden tanımlanarak yönetsel kapasitesinin artırılmasına yol açmıştır. Valinin atanmış bir temsilci olarak il özel idaresinin başı olması bile yerellik açısından tartışmalıyken, il özel idarelerinin kaldırıldığı büyükşehirlerde ikame olarak merkezi yönetimin güçlendirilmiş bir uzantısı olan Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlığı’nın getirilmesi, yerellik ve hizmetlerde yerindelik ilkesiyle çelişmektedir (Günal ve diğerleri, 2014: 66). Yukarıda değinildiği gibi, il genel meclisinin bütçeye ilişkin yetkisini kısmen vesayet altına alan bir hükmü 5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu’na ekleyen Yasa ile işyerlerinin ruhsatlandırılmasında yerel yönetimlere genel ve münhasır yetki veren genel kurala da istisna getirilerek, il özel idarelerinin kaldırıldığı büyükşehirlerde bu konuda valilikleri görevlendirerek valiliğin yönetsel kapasitesi genişletilmiştir (Can, 2013). Ayrıca doğrudan doğruya tüzel kişiliği Anayasadan (127. maddesinden) kaynaklanan belde belediyeleri ve köylerin, büyükşehirlerde tüzel kişiliğini kaldırarak bulunduğu ilçenin birer mahallesine dönüştürerek yine Anayasayı ihlal eden (Gözler, 2013: 42-43) yasa, Türkiye’nin de kabul ettiği Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na da birçok açıdan aykırıdır. Yasayla söz konusu Şartın Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 137 5. maddesinde geçen “Yerel yönetimlerin sınırlarında, mevzuatın elverdiği durumlarda ve mümkünse bir referandum yoluyla ilgili yerel topluluklara önceden danışılmadan bir değişiklik yapılamaz” hükmüne aykırı olarak büyükşehirlerdeki il özel idaresi, belde belediyesi ve köylerin tüzel kişiliği yerel halka danışılmadan kaldırılmıştır (Görmez, 2012). Yasayla söz konusu şartın “Kamu sorumlulukları genellikle ve tercihen vatandaşa en yakın olan makamlar tarafından kullanılacaktır” şeklindeki 4/3. maddesine aykırı olarak, vatandaşa en yakın yerel yönetim birimlerinden olan köy tüzel kişiliğini kaldırarak bir yerel yönetim birimi olmayan mahalleye dönüştürmekle yerindelik ilkesine aykırılık teşkil etmektedir (Günal ve diğerleri, 2014: 62). Yasayla tüzel kişiliği kaldırılarak mahalleye dönüşen köyler fiziken şehrin bir parçasına dönüşmektedir. Şehir merkezlerinde yaşayan fertlerin ihtiyaçlarından çok farklı ihtiyaçlara sahip yurttaşların oluşturduğu köylerin tüzel kişiliğinin kaldırılması, köylerin hak ehliyetini ve karar alma yetkilerini ortadan kaldırmaktadır. Yasayla köyde ikamet eden vatandaşların ihtiyaçlarına, köyle hiçbir irtibatı bulunmayan belediye meclis üyelerince karar verilmesi olanaklı hale getirilmiştir (Gözüaçık, 2014). 6360 sayılı Yasa genel bütçe vergi gelirleri tahsilâtı toplamından büyükşehir belediyelerine aktarılan payı ve büyükşehir belediye sınırlarında yapılan vergi gelirleri tahsilâtı toplamından her bir büyükşehir belediyesine kalan oranı artırmasına rağmen (Zengin, 2014: 104), büyükşehirleri kendilerine verilen yeni görev ve sorumluluk alanlarıyla orantılı olarak yeterli gelir kaynaklarına kavuşturamamıştır. Türkiye nüfusunun yaklaşık % 77’sinin ve yüzölçümünün % 51’inin yönetilmesinin hedeflendiği (Çelikyay, 2014: 7) Yasa ile büyükşehir belediyelerinin genişleyen görev ve sorumluluk alanı için genel bütçe gelirlerinden büyükşehir belediyelerine ve büyükşehir ilçe belediyelerine ayrılan paylarda değişiklik yapılmıştır. Ancak bu değişiklik sonucu beliren payların yeni dağılımının, söz konusu belediyelerin görev ve sorumluluk alanlarıyla orantılı şekilde düzenlendiği söylenemez. Yasa bu bakımdan ele alındığında Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın “yerel makamların mali kaynakları anayasa ve kanunla belirlenen sorumluluklarla orantılı olacaktır” şeklindeki 9/2. maddesine de ters düşmektedir. Ayrıca Yasa, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın Türkiye’nin çekince koyduğu “yeniden dağıtılan kaynakların yerel makamlara tahsisinin nasıl yapılacağı konusunda, kendilerine uygun bir biçimde danışılacaktır” şeklindeki 9/6. maddesine de aykırı şekilde, yerel yönetimlere danışmadan mali hususlarda birtakım değişiklikler getirmiştir (Yontar ve Dağ, 2014: 148, 159). Yasa ile yeni büyükşehirlerde vergi tabanı da farklılaşmakta, yeni düzenlemeyle büyükşehir belediyeleri daha az vergi alarak daha fazla hizmet götürmek 138 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences durumunda oldukları geniş kırsal alanlarla karşı karşıya kalmaktadır. Ayrıca Yasayla her ne kadar köylerde ve köy tüzel kişiliği kaldırılarak mahalleye dönüştürülen yerlerde Belediye Gelirleri Kanunu uyarınca alınması gereken vergi, harç ve katılım payları beş yıl süreyle ertelense de, kırsal alanda yaşayan ve gelir düzeyi oldukça düşük olan vatandaşlar için yeni vergi yükleri ortaya çıkmaktadır (Genç, 2014: 10). Yasayla içme ve kullanma suları için alınacak ücretin de beş yıllık süreyle en düşük tarifenin % 25’ini geçmeyecek şekilde belirlenmesine rağmen, söz konusu uygulamayla beş yıl beklenmeden içme ve kullanma sularından alınan ücretlerde büyük artışlar gözlenecektir. Ülkede kullanılan suyun ¾’ünün tarımda kullanıldığı düşünülürse, bu uygulamanın çiftçi ve kırda yaşayan aileler için büyük bir mali külfeti beraberinde getirmesi beklenmektedir (Adıgüzel, 2012: 173). Mali hususların yanı sıra, 5216 sayılı Büyükşehir Belediye Kanunu’nun “Kuruluş” başlıklı 4. maddesinde değişiklik yapan Yasa, büyükşehir olma koşulunu oldukça kolaylaştırmıştır. “Toplam nüfusu 750 binden fazla olan illerin il belediyeleri kanunla büyükşehir belediyesine dönüştürülebilir” (6360 Sayılı Kanun, md. 5) hükmüne yer veren Yasa ile nüfus büyüklüğü 750 binden fazla olan iller büyükşehir olma niteliğine sahip olmuştur. Ancak büyükşehir olmak için sadece nüfusun gerekli ölçüt olması, tüm sorunları çözümleyici yeterli bir özellik taşımamaktadır. Aynı zamanda nüfus büyüklüğünün yanı sıra, hizmet etkinliği, kültürel gelişmişlik ve sosyal altyapı düzeyi, fiziki yerleşim durumları ve tabii ekonomik gelişmişlik düzeylerinin de dikkate alınması gerekmektedir. Bu bakımdan büyükşehir olma koşulları bakımından 5216 sayılı Büyükşehir Belediye Kanunu ile kaydedilen ilerlemenin geriletilmeye, optimal ölçekten gittikçe uzaklaşılmaya başlandığı (Atmaca, 2013: 177), ölçek sorunun da eksik kavrandığı görülmektedir (İzci ve Turan, 2013: 122). Mahalli idare birliklerinin önemli bir kısmını tasfiye eden, 26 yeni ilçe kurulmasını öngören Yasa ile bu Yasanın yayımlandığı tarih itibarıyla Ulusal Adres Veri Tabanına kayıtlı ya da Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı tarafından uydu fotoğraflarıyla tespit edilen bütün yapıların ruhsatlı sayılması ve bu yapıların elektrik, su ve bunun gibi kamu hizmetlerinden yararlandırılması uygulaması (6360 Sayılı Kanun, geçici md. 1), zımni bir imar affı anlamına gelmektedir. Bu şekilde büyük kısmı kaçak yapı niteliğinde olan ve bir bölümü hakkında yıkım kararı bulunan yapıların, herhangi bir teknik incelemeden geçirilmeden, meşruluğu sorgulanmadan ruhsatlı sayılması olanaklı hale gelmiştir. Böylece kıyı alanlarını işgal eden, sit alanlarını ve korunması gereken doğal zenginlikleri tahrip eden, köylerdeki yapılaşmayı yozlaştıran ve yıkılması gereken bütün yapılar affedilmiştir (TMMOB Şehir Plancıları Odası, 2012: 9). Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 139 Kısacası Anayasa tarafından çizilen il özel idaresi, belediye ve köyden oluşan çerçevenin dışına taşan bir mahalli idare reformunu, Anayasada gerekli değişiklikler yapılmadan gerçekleştirmek isteyen AK Parti tarafından çıkarılan 6360 sayılı Yasa ile ülkede yeniden merkezileşme eğilimlerinin güçlendirilmeye çalışıldığı söylenebilir. 2004 sonrası dönemde AB’ye üyelik sürecinin etkisiyle yerel yönetimleri güçlendirmeye dönük olarak belediye, büyükşehir belediyesi ve il özel idaresine ilişkin mevzuatı revize eden, yasalaşamayan Kamu Yönetimi Temel Yasa Tasarısı’nın ardından kamu yönetimi reformu çalışmalarını mahalli idarelere ilişkin yasaların yanı sıra, diğer yasal düzenlemelerle de gerçekleştirmeye çalışan AK Parti Hükümetleri döneminde bu düzenlemelerin sürdürülmesi beklenirken, aksine son dönemlerde merkeziyetçilik eğilimlerinin hissedilebilir düzeye eriştiği görülmektedir. AK Parti Hükümetlerinin son döneminde artan merkeziyetçilik eğilimleri, Türkiye’de siyasal partiler düzeyinde varolan ve sıkça nükseden merkeziyetçi geleneğin henüz bitmediğinin bir göstergesidir. Türkiye’de taşra/çevre ve özellikle alt gelir gruplarından oluşan seçmenlerin ağırlıklı olarak kendilerinin temsilcisi olduklarını varsaydıkları ve programlarında da bu temsilciliğe vurgu yapan siyasal partilere destek verdikleri görülmüştür. 3 Kasım 2002 genel seçimlerinden günümüze kadar gelinen süreçte bu yönde en fazla desteğin de AK Parti’ye kaydığı su götürmez bir gerçektir. Ancak merkeze yerleşen siyasal partilerin bir süre sonra bu kitlenin beklentilerine kulak tıkadığı şeklindeki (Görmez, 2012) genel teamülün, AK Parti döneminde de bozulmadığı görülmektedir. Sistemle barışık bir parti görünümü vermek amacıyla muhafazakâr demokrat kimlik tanımına yönelen, sınırlandırılmış ve tanımlanmış bir siyasal iktidar ve güçlendirilmiş bir yerel yönetim talebinde olan, AB perspektifini kendi varlığını da konsolide edecek şekilde politikasının eksenine oturtan (Türkiye’de ilk kez AB üyeliğini hükümetin ana programı olarak beyan ederek) (Dedeoğlu, 2005: 41) AK Parti’nin, 3 Kasım 2002 genel seçimlerinden itibaren katıldığı genel ve yerel seçimlerde artırdığı oy oranı ve sergilediği başarılı siyasi performansıyla muhafazakâr demokrat kimlik tanımının at başı gitmediği tespit edilmiştir. Başlangıçta yerelleşme yanlısı olan AK Parti’nin iktidarını pekiştirdikçe ve merkeze yerleştikçe yerel yönetimlere verilen yetkilerin bir bölümünü merkeze çekme eğilimine yöneldiği ve önemli bir meşruiyet kaynağı olarak addettiği AB’ye üyelik sürecinde gözetilen yerindelik, halka yakınlık, çoğulculuk ve demokratiklik gibi birtakım temel ilkelerden uzaklaşmaya başladığı görülmektedir. 6360 sayılı Yasa ile özellikle mahalli idareler mevzuatı konusunda AK Parti Hükümetleri döneminde kaydedilen ilerleme geriletilmeye; “halkın yerel yönetimlerde etkin temsili”, “subsidiarite ilkesi”, “yönetsel açıklık ve halkın yerel yönetimleri denetleyebilmesi”, “yerel yönetim organlarının bağımsız olması ve 140 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences karar süreçlerine halk katılımı” (Yaylı ve Pustu, 2008: 137-152) gibi yerel demokrasinin ilkelerinden, yerel yönetimler konusunda optimal ölçek anlayışından, yerleşmiş yapı ve imar düzenlemelerinden uzaklaşılmaya başlanmıştır. Sonuç Milli Görüş Hareketi’nde beliren bölünme neticesinde Hareketin yükselen kanadı Yenilikçilerin çabalarıyla kurulan AK Parti, siyasal İslamcılığı ve Milli Görüş kimliğini reddederek, muhafazakâr demokrat kimlik tanımıyla yeni bir siyaset tarzını benimsemiştir. Suni bir kimlik tanımıyla sistemle barışık bir görüntü çizmeye çalışan, İslamcı ve etnik kökene dayalı partilerden ziyade bir kitle partisi olma amacını taşıdığını belirten AK Parti; demokrasi, serbest piyasa ekonomisi, hukukun üstünlüğü ve insan hakları gibi değerlerle muhafazakâr değerleri sentezlemeye çalışan, sınırlandırılmış ve tanımlanmış bir siyasal iktidar ve güçlendirilmiş bir yerel yönetim talebinde olan, Milli Görüş çekirdeğini korurken merkez sağdan, liberal görüşlü, hatta solda siyaset yapmış bazı isimlere etkin görevler vererek kendini merkezde konuşlandırma gayreti içinde olan bir siyasi partidir. Kendisine meşruiyet zemini sağlayacak alanlardan biri olarak gördüğü dış politikada İslamcı Milli Görüş geçmişini reddederek yönünü AB ve ABD’ye dönen AK Parti, yaptığı bu manevrayla ordunun Türk siyasetindeki rolünün azalmasına yol açtığı gibi, asker-sivil bürokrasi karşısındaki konumunu da güçlendirmiş ve Anadolu’da palazlanan sermaye sınıfının da beklentilerini karşılamıştır. Türkiye’de muhafazakârlık ve liberalliği birbirine eklemleyen Özal geleneğini devam ettiren bir çizgide yer almayı yeğleyen AK Parti, Özal döneminde başlatılan kamu yönetimi ve mahalli idareler reformunu da devam ettirmek ve bu alanda köklü düzenlemeler yapmak amacıyla Kamu Yönetimi Temel Yasa Tasarısı’nı TBMM’ye taşımış; ancak bu girişiminde başarısız olmuştur. Yasalaşmamakla birlikte bu Yasa Tasarısı ile ülkede başlatılan kamu yönetimi reform süreci, küreselleşme ve AB’yle bütünleşme çalışmalarıyla bağlantılı olarak sürdürülen kapsamlı yasal düzenlemeleri beraberinde getirmiştir. Bu bağlamda çıkarılan 5216 sayılı Büyükşehir Belediye Kanunu, 5393 sayılı Belediye Kanunu, 5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu ve 5449 sayılı Kalkınma Ajansları Kanunu gibi yasal düzenlemeler ve söz konusu düzenlemelerde gerçekleştirilen değişiklikler ve çalışmanın konusunu teşkil eden 6360 sayılı Yasa, Kamu Yönetimi Temel Yasa Tasarısı’nın izlerini taşımaktadır. Ancak 6360 sayılı Yasa’dan önce çıkarılan bu yasalara bakıldığında; Avrupa Birliği Temel Haklar Bildirgesi ve Avrupa Kentsel Şartı gibi uluslararası metinlerde sıklıkla üzerinde durulan “katılımcı demokrasi”, “açıklık ve bilgi edinme”, “belediye yardımlarından yararlanma” gibi haklara, Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 141 Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nda yer alan “özerk yerel yönetimin kapsamı”na, “yerel yönetimlerin kendi iç idari örgütlenmelerini kurabilmeleri” gibi hükümlere uyulduğu, yerel yönetimler üzerinde vesayet denetiminin oldukça hafifletildiği, yerel yönetimler üzerindeki yerindelik denetiminin yerini hukukilik denetimine bıraktığı, AB’ye uyum süreci kapsamında mahalli idarelerin yanı sıra, Türk kamu yönetimi dizgesinde de farklı yapılanmalara gidildiği görülmektedir. Bu gelişmelerin, siyasi meşruiyet kaygısıyla muhafazakâr demokrat kimlik tanımına yönelen, sınırlandırılmış ve tanımlanmış bir siyasal iktidar ve güçlendirilmiş bir yerel yönetim talebinde olan AK Parti’nin, 2002-2007 yılları arasındaki iktidarı döneminde AB’ye üyelik sürecinin gereklerini de dikkate alarak yerel siyaseti güçlendirme yolunda attığı adımların semeresi olduğu söylenebilir. Ancak AK Parti, iktidarını pekiştirdikçe muhafazakâr demokrat kimlik tanımındaki temel argümanlardan uzaklaşarak yerel yönetimlere verilen yetkilerinin bir bölümünü merkeze çekme eğilimine yönelmiş, AB’ye üyelik sürecinde gözetilen birtakım yerel demokrasi ilkelerinden ve uluslararası metinlerde ele alınan haklardan uzaklaşmaya başlamıştır. Yönetsel gerçeklikten ve bilimsel altyapıdan yoksun, Anayasaya aykırı şekilde hazırlanan 6360 sayılı Yasada bu bariz bir şekilde hissedilmektedir. Bir yandan yerellik ve hizmette yerindelik ilkesiyle çelişen, diğer yandan hizmet kalitesi ve etkinliğini sekteye uğratan Yasa, merkezce atanmış bir temsilci olarak valinin yönetsel kapasitesini artırmış, Anayasada öngörülen coğrafik yerinden yönetim kuruluşlarının tüzel kişiliğine son vererek bunların hak ehliyetini ve karar alma yetkilerini ortadan kaldırmıştır. Katılım, danışma, karar alma, idari ve mali hususlar bakımdan Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na birçok açıdan aykırı olan Yasa, yerel yönetimler konusunda optimal büyüklük anlayışından ve imar mevzuatında öngörülen düzenlemelerden de uzaklaşılmasına yol açmaktadır. 142 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences KAYNAKÇA Adıgüzel, Ş. (2012). “6360 Sayılı Yasa’nın Türkiye’nin Yerel Yönetim Dizgesi Üzerine Etkileri: Eleştirel Bir Değerlendirme”, Toplum ve Demokrasi, Sayı: 13-14, s. 153-176. Adıgüzel, Ş. ve M. Tek (2014). “6360 Sayılı Yasa ve Türkiye’nin Büyükşehir Belediyesi Sisteminde Değişim: Hatay Örneği”, Çağdaş Yerel Yönetimler, Cilt: 23, Sayı: 3, s. 73-102. AK Parti (2001). “Parti Programı”, http://www.akparti.org.tr/site/akparti/partiprogrami, Erişim Tarihi: 23.11.2014. AK Parti (2011). “Başbakan Erdoğan'ın 2011 Genel Seçimleri Seçim Beyannamesi'nin Kamuoyu Tanıtımında Yaptığı Konuşmanın Tam Metni”, https://www.akparti.org.tr/site/haberler/basbakan-erdoganin-2011-genel-secimleri-secim-beyannamesi-aciklamasinin-tam/7171#1, Erişim Tarihi: 28.12.2014. AK Parti (2012). “AK Parti 2023 Siyasi Vizyonu Siyaset, Toplum, Dünya”, Erişim Tarihi: http://www.akparti.org.tr/site/akparti/2023-siyasi-vizyon, 14.12.2014. AK Parti (2014). “30 Mart 2014 Yerel Seçimleri Seçim Beyannamesi”, https://www.akparti.org.tr/site/haberler/2014-secim-beyannamesi/59655#1, Erişim Tarihi: 26.11.2014. Akdoğan, Y. (2003). Muhafazakâr Demokrasi, Ankara: AK Parti Yayınları. Akdoğan, Y. (2004). AK Parti ve Muhafazakâr Demokrasi, İstanbul: Alfa Yayınları. Akdoğan, Y. (2005). “Adalet ve Kalkınma Partisi”, Bora, T. ve Gültekingil, M. (Der.),Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce İslamcılık, İstanbul: İletişim Yayınları, 620-631. Akgün, B. (2006). “Türkiye’de Merkez Sağ Siyaset Geleneği ve AK Parti”, Muhafazakâr Düşünce, Sayı: 9-10, s. 23-37. Akın, R. (2012). Türk Siyasal Tarihi 1908-2000, İstanbul: On İki Levha Yayıncılık. Aksu, A. (2012). Yeni Siyaset Paradigması, Ankara: Orient Yayınları. Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 143 6360 Sayılı On Üç İlde Büyükşehir Belediyesi ve Yirmi Altı İlçe Kurulması İle Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun. (06.12.2012 Tarih, 28489 Sayılı Resmi Gazete). 6447 Sayılı On Üç İlde Büyükşehir Belediyesi ve Yirmi Altı İlçe Kurulması İle Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun. (22.03.2013 Tarih, 28595 Sayılı Resmi Gazete). Atmaca, Y. (2013). “Optimal Belediye Büyüklüğü ve Yeni Büyükşehir Belediye Yasası”, Çankırı Karetekin Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt: 3, Sayı: 2, s. 168-184. Aykol, H. (2009). Türkiye’de Siyasi Parti Kapatmanın Tarihi, İstanbul: İmge Kitabevi. Bac, M. M. (2004). “The New Face of Turkey: The Domestic and Foreign Policy Implications of November 2002 Elections”, East European Quarterly, Vol: 37, No: 4, pp. 421-438. Bakırezer, G. ve Y. Demirer (2013). “AK Parti'nin Sosyal Siyaseti”, Uzgel, İ. ve B. Duru (Der.), AKP Kitabı Bir Dönüşümün Bilançosu, Ankara: Phoenix Yayınevi, s. 153-178. Bayramoğlu, A. (2004). Uluslararası Muhafazakârlık ve Demokrasi Sempozyumu, Ankara: AK Parti Yayını. 5393 Sayılı Belediye Kanunu. (13.07.2005 Tarih, 25874 Sayılı Resmi Gazete). Bingöl, Y. ve Ş. Akgün (2005). “Demokratlıktan Muhafazakâr Demokratlığa: Demokrat Parti ile Adalet ve Kalkınma Partisinin Karşılaştırmalı Bir Analizi”, Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı: 9, s. 1-33. Bora, T. (2004). AKP ve Muhafazakâr Demokratlığın Sınırları. Karizma, Sayı: 17, s. 37-42. Boztepe, M. (2014). “Anayasa Mahkemesi Kararları Işığında Yerel Yönetimlerin Meclis Kararları Üzerinde Vesayet Denetimi”, Akademik Araştırmalar ve Çalışmalar Dergisi, Sayı: 10, s. 94-110. 144 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences Can, H. H. (2013). “Türk Mahalli İdare Sistemine Etkileri Bakımından 6360 Sayılı Kanun”, http://mts.org.tr/mevzuat/1092/turk_mahalli_idare_sistemine_etkileri_ bakimindan_6360_sayili_kanun, Erişim Tarihi: 08.01.2015. Çaha, Ö. (2007). Dört Akım Dört Siyaset, Ankara: Orion Kitabevi. Çakır, R. (2005). “Milli Görüş Hareketi”, Bora, T. ve Gültekingil, M. (Der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce İslamcılık (Cilt 6), İstanbul: İletişim Yayınları, s. 544549. Çelik, A. (2013). “Yerel Özerklik Açısından 5393 Sayılı Belediye Kanunu’nun Genel Bir Değerlendirilmesi”, Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt: 18, Sayı: 1, s. 17-28. Çelikyay, H. (2014). “Değişen Kent Yönetimi ve 6360 Sayılı Büyükşehir Yasası”, SETA Analiz, Sayı: 101, s. 1-24. Dağı, İ. (2004). “AK Parti: Müslüman Demokrat mı Muhafazakar Demokrat mı?”, http://www.zaman.com.tr/yorum_ak-parti-musluman-demokrat-mi-muhafazakardemokrat-mi_543.html, Erişim Tarihi: 0.11.2014. Dedeoğlu, B. (2005). “Dünden Yarına Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri”, Siyasa, Sayı: 1, s. 23-45. Dedeoğlu, E. (2011). “Büyükşehir Belediye Yönetimlerine Genel Bakış”, Dış Denetim, Sayı: 4, s. 130-135. Demirel, A. (2013). “Çok Partili Hayat, Siyaset, Partiler, Seçimler”, Demirel, A. ve S. Sözen (Der.), Türk Siyasal Hayatı, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Yayınları: 60-95. Dinçer, Ö. ve C. Yılmaz (2003), Kamu Yönetiminde Yeniden Yapılanma 1: Değişimin Yönetimi İçin Yönetimde Değişim, Ankara: Başbakanlık Yayınları. Dinçer, Ö., B. Eryılmaz ve diğerleri (2013), Kamu Yönetiminde Yeniden Yapılanma 2: Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı, Ankara: Başbakanlık Yayınları. Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 145 Doğanay, Ü. (2007). “AKP’nin Demokrasi Söylemi ve Muhafazakârlık: Muhafazakâr Demokrasiye Eleştirel Bir Bakış”. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt: 62, Sayı: 1, s. 65-88. Emini, F. T. (2009). “Türkiye’de Yerel Yönetimler Reformunun İç ve Dış Dinamikleri”, Yönetim ve Ekonomi, Cilt: 16, Sayı: 2, s. 31-48. Erdoğan, M. (2007). “28 Şubat Darbesi”, Birey Yayıncılık (Der.), 28 Şubat Postmodern Bir Darbenin Sosyal ve Siyasal Analizi, İstanbul: Birey Yayıncılık: 1728. Erder, S. ve N. İncioğlu (2013). “2004 Sonrası Gelişmeler: Yerel Siyaset İkinci Planda”, www.arkitera.com/files/haber/14828/yerelpolitika_onsoz.pdf (28.02.2015). Genç, F. N. (2014). “6360 Sayılı Kanun ve Aydın’a Etkileri”, Adnan Menderes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt: 1, Sayı: Özel Sayı, s. 1-29. Görmez, K. (2012). “Yerelleşme-Merkezileşme Geriliminde Büyükşehir Yasası”,http://www.zaman.com.tr/yorum_yerellesme-merkezilesme-geriliminde-buyuksehir-yasasi_2017227.html (08.02.2015). Gözler, K. (2013). “6360 Sayılı Kanun Hakkında Eleştiriler Yirmi Dokuz İlde İl Özel İdareleri ve Köylerin Kaldırılması ve İlçe Belediyelerinin Büyükşehir İlçe Belediyesi Haline Dönüştürülmesi Anayasamıza Uygun mudur?”, Legal Hukuk Dergisi, Cilt: 11, Sayı: 122, s. 37-82. Gözüaçık, H. (2014). “6360 Sayılı Kanunu Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı ve Anayasa Kapsamında Değerlendirilmesi”, http://www.mahalliidarelerdergisi.org/Halil_Gozuacik+6360_SAYILI_KANUNU_AVRUPA_YEREL_YONE TIMLER_OZERKLIK_SARTI_VE_ANAYASA_KAPSAMINDA_DEGERLEN DIRILMESI_yazi43.html (09.03.2015). Güler, B. A. (2012). “Hükümetin 8 Ekim 2012 Günlü Bütünşehir Yasa Tasarısı Üzerine”, http://www.yayed.org/uploads/yuklemeler/B%C3%9CT%C3%9CNSEH %C4%B0RTASARIBAG.pdf (04.03.2015). Günal, A., S. Atvur ve K. O. Dernek (2014). “6360 Sayılı Yasanın Yerelleşme Bağlamında Değerlendirilmesi”, Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt: 19, Sayı: 3, s. 55-70. 146 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences Gürkan, A. (2011). “Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Muhafazakâr Demokrat Kimliğinin Oluşumunda Sosyal Politikanın Etkiler. OPUS (Sosyal Politika ve Çalışma Hayatı Araştırmaları Dergisi, Sayı: 1, s. 1-13. Hasanoğlu, M. ve Z. Aliyev. (2006). “Avrupa Birliği ile Bütünleşme Sürecinde Türkiye’de Bölgesel Kalkınma Ajansları”, Sayıştay Dergisi, Sayı: 60, s. 81-103. İzci, F. ve M. Turan (2013). “Türkiye’de Büyükşehir Belediyesi Sistemi ve 6360 Sayılı Yasa İle Büyükşehir Belediyesi Sisteminde Meydana Gelen Değişimler: Van Örneği”, Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt: 18, Sayı: 1, s. s117-152. Kahraman, H. B. (2012). “Yeni Muhafazakârlık ve AK Parti Dönüşümü”,http://www.sabah.com.tr/yazarlar/kahraman/2012/10/12/yeni-muhafazakrlik-ve-ak-parti-donusumu, Erişim Tarihi: 17.11.2014. Kahraman, L. ve B. Evre (2008). Türkiye’deki Siyasi Parti Programlarında “Demokrasi” Kavramlaştırmaları: Karşılaştırmalı Perspektifle AKP ve CHP Örnek Olayı, C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt: 9, Sayı: 1, s. 63-80. Karaalioğlu, M. (2001). Hilal ve Ampul Fazilet’ten Saadet ve AK Parti’ye Bir Hareketin Öyküsü, İstanbul, Bakış Yayınları. Karasu, M. A. (2014). “Şanlıurfa’da Kentsel Gelişme ve 6360 Sayılı Büyükşehir Belediye Kanunu”, Adnan Menderes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt: 1, Sayı: Özel Sayı, s. 178-193. Kaya, E. ve H. Şentürk (2007). "Muhafazakâr Demokraside Yerel Yönetim Vizyonu." http://erolkaya.com/wp-content/uploads/kitaplar/muhafazakar-demokra side-yerel-yonetim-vizyonu.pdf, Erişim Tarihi: 02.01.2015. Keleş, R. (2006). Yerinden Yönetim ve Siyaset, İstanbul: Cem Yayınevi. Kongar, E. (2006). 21. Yüzyılda Türkiye 2000’li Yıllarda Türkiye’nin Toplumsal Yapısı, İstanbul: Remzi Kitabevi. Koyuncu, E. ve T. Köroğlu (2012). “Büyükşehir Tasarısı Üzerine Bir Değerlendirme”, http://www.tepav.org.tr/upload/files/1352462517-9.Buyuksehir ler_Tasarisi_Uzerine_Bir_Degerlendirme.pdf (23.02.2015). Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 147 Kösecik, M. (2007). “Avrupa Birliğine Üyelik Sürecinin Türkiye’nin Yerel Yönetim Yapısına Etkileri”, Özgür, H. ve M. Kösecik (Ed.), Yerel Yönetimler Üzerine Güncel Yazılar-II, Ankara: Nobel Yayınları, s. 691-737. Kurt, Ü. (2009). AKP Yeni Merkez Sağ mı?, Ankara: Dipnot Yayınları. Küçükyılmaz, M. (2009). Türkiye’de Siyasal Katılım Tek Partiden AK Parti’den Siyasal İslam ve Demokrasi Tartışmaları, İstanbul: Birey Yayıncılık. Okutan, M. Ç. (2006). “Adalet ve Kalkınma Partisi: Muhafazakâr Demokrat mı, Hıristiyan Demokrasinin Müslüman Versiyonu mu?”, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt: 8, Sayı: 1, s. 307-324. Oral, U. (2012). “Tarih Tekerrürden İbaret Midir?”, http://www.haberbiz.com/tarihtekerrurden-ibaret-midir/m68, Erişim Tarihi: 18.12.2015. Öner, Ş. (2006). Yeni Mevzuat Çerçevesinde Türkiye’de Belediye Yönetimi, Ankara: Nobel Yayıncılık. Pamuk, M. (2001). Yasaklı Umut Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul: Birey Yayıncılık. Poyraz, F. (2010). “Milli Nizam Partisinden AK Parti’ye ‘İslami Hareketin Partileri ve Değişim””, Uzun, T. (Der.), İttihat ve Terakki’den Günümüze Siyasal Partiler, Ankara: Orion Kitabevi, 311-338. Sambur, B. (2009). “The Great Transformation of Political Islam in Turkey: The Case of Justice and Development Party and Erdogan”, European Journal of Economic and Political Studies, Volume: 2, Number: 2, pp. 117-127. Sarıbay, A. Y. (2003). “AKP’nin Politik Kimliği ve Gidişatı”, http://arsiv.zaman.com.tr/2003/10/11/yorumlar/default.htm, Erişim Tarihi: 07.12.2014. Taner, A. (2011). “Yerelleşen Kamu Hizmetleri ve Dış Denetim Boyutu”, Dış Denetim, Sayı: 4, s. 145-153. TBMM (2012). “Büyükşehir Belediyesi Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı ile İstanbul Milletvekili Mustafa Sezgin Tanrıkulu ve 20 Milletvekilinin; Malatya Milletvekili Veli Ağbaba ve 22 Milletvekilinin; Balıkesir Milletvekili Ayşe Nedret Akova’nın; Aydın Milletvekili 148 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences Ali Uzunırmak’ın; Tekirdağ Milletvekili Bülent Belen’in; İstanbul Milletvekili Mahmut Tanal’ın; Malatya Milletvekili Öznur Çalık ve 14 Milletvekilinin Benzer Mahiyetteki Kanun Teklifleri ile İçişleri Komisyonu Raporu”, http://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/ donem24/yil01/ss338.pdf, Erişim Tarihi: 26.12.2014. Tekin, Ü. (2004). AK Parti’nin Muhafazakâr Demokrat Kimliği, Ankara: Orient Yayınları. Tekin, Y. ve Ç. Okutan (2011). Türk Siyasal Hayatı, Ankara: Orion Kitabevi. TMMOB Şehir Plancıları Odası (2012). “Haber Bülteni Kasım-Aralık 2012”, http://www.spo.org.tr/resimler/ekler/4eaf30fe146ac07_ek.pdf (28.02.2015). Torlak, S. ve Y. Sezer (2005). “Büyükşehir Belediye Reformu Üzerine Bir Değerlendirme”, Özgür, H. ve M. Kösecik (Ed.), Yerel Yönetimler Üzerine Güncel Yazılar-I, Ankara: Nobel Yayınları, s. 89-109. Uzgel, İ. (2013). “Dış Politikada AKP: Stratejik Konumdan Stratejik Modele”, Uzgel, İ. ve Duru, B. (Der.), AKP Kitabı: Bir Dönüşümün Bilançosu (2002-2009), Ankara: Phoenix Yayınevi, s. 357-379. Yavuz, M. H. (1997). “Political Islam and the Welfare (Refah) Party in Turkey”, Comparative Politics, Volume: 30, Number: 1, pp. 63-82. Yavuz, M. H. (2005a), Modernleşen Müslümanlar Nurcular, Nakşiler, Milli Görüş ve AK Parti,(Çev. A. Yıldız), İstanbul: Kitap Yayınevi. Yavuz, M. H. (2005b). “The Transformation of a Turkish Islamic Movement: From Identity Politics to Policy”, The American Journal of Islamic Social Sciences, Vol: 22, No: 3, pp. 105-111. Yaylı, H. ve Y. Pustu (2008). “Yerel Demokrasinin İlkeleri”, Karadeniz Araştırmaları, Sayı: 16, s. 133-153. Yıldırım, E. (2002). “AKP: Bir Politik Tasarının Sosyolojik Temsiliyeti”, Birikim, Sayı: 163-164, s. 66-70. Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 149 Yıldırım, Z. ve İ. A., Selçuk (2013). “6360 Sayılı Kanun Çerçevesinde Değişen Sınırlar ve Genişleyen Yetki Alanlarının İzmir İli Planlama Pratiği Açısından İrdelenmesi”, TMMOB İzmir 2. Kent Sempozyumu Bildiriler Kitabı, Ankara: TMMOB Yayını, s. 431-443. Yıldız, A. (2004). “Muhafazakârlığın Yerlileştirilmesi ya da AKP’nin Yeni Muhafazakâr Demokratlığı”, Karizma, Sayı: 7, s. 53-56. Yılmaz, A. (2010). “Kalkınma Ajansları ve Yerel Yönetişim”, Türk İdare Dergisi, Sayı: 466, s. 175-195. Yılmaz, İ. (2008). “Influence of Pluralism and Electoral Participation on the Transformation of Turkish Islamism”, Journal of Economic and Social Research, Volume: 10, Number: 2, pp. 43-65. Yılmaz, M. E. (2012). “The Rise of Political Islam in Turkey: The Case of the Welfare Party”, Turkish Studies, Volume: 13, Number: 3, pp. 363-378. Yılmaz, N. (2005). “İslamcılık, AKP, Siyaset”, Bora, T. ve Gültekingil, M. (Der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce İslamcılık (Cilt 6), İstanbul: İletişim Yayınları, s. 604-619. Yontar, İ. G. ve M. Dağ (2014). “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı Çerçevesinde Türkiye’de Mali Özerklik”, Uluslararası Yönetim İktisat ve İşletme Dergisi, Cilt: 10, Sayı: 21, s. 147-162. Zengin, O. (2014). “Büyükşehir Belediyesi Sisteminin Dönüşümü: Son On Yılın Değerlendirmesi”, Ankara Barosu Dergisi, Sayı: 2, s. 93-116. 150 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences PERAKENDECİLİKTE MÜŞTERİLERLE İLETİŞİM YÖNTEMİNİN SEÇİMİ: PROMETHEE KARAR TEKNİĞİ İLE BİR UYGULAMA Nihan ÖZGÜVEN TAYFUN ∗ _______________________________________________________________________________ ÖZET Günümüzde, perakendeciler müşterilerle iletişim kurmak için önemli bütçeler ayırmaktadır. Yanlış bir iletişim yöntemi tercih etmek yatırımın boşa gitmesine neden olacaktır. Çalışmanın temel amacı, perakendecilikte müşteriyle iletişim kurmada seçim kriterlerine göre en uygun yönteme karar verilmesini sağlamaktır. Seçim yapma sorununu çözmek için çok kriterli karar verme tekniklerinden biri olan Promethee tekniği kullanılmıştır. Bu kapsamda, iletişim yöntemleri kontrol, esneklik, güvenilirlik ve maliyet kriterleri ile değerlendirilmektedir. Çalışmada elde edilen sonuca göre, geleneksel reklam halen daha etkinliğini korumaktadır. Geleneksel reklamın yanı sıra mağaza atmosferi ve sosyal medya da en uygun yöntemleri oluşturmaktadır. Promethee tekniğinin pazarlama alanında karar verme probleminin çözümünde kullanımının çok fazla yaygın olmaması nedeniyle çalışma sonuçları ve yöntemi literatüre farklı bir boyut kazandıracaktır. Anahtar Kelimeler: Perakendecilik, İletişim Yöntemleri, Promethee Tekniği. ABSTRACT SELECTION OF CUSTOMER COMMUNICATION METHOD IN RETAILING: AN APPLICATION OF PROMETHEE DECISION MAKING TECHNIQUE Retailers nowadays invest large sums of money in customer communication. Choosing a suboptimal communication method will lead to waste of investment. The main purpose of this study is to select the optimal method based on customer communication criteria. For this purpose, the Promethee technique, a multi-criteria decision making technique, is employed and several communication methods are evaluated based on the criteria of control, flexibility, reliability and cost. According to the findings of the study, traditional advertising still remains to be an effective method. In addition to the traditional advertising, in-store communication and social media marketing are the other effective method. As the Promethee technique is not commonly applied in decision making in the field of marketing, the approach and findings of this study should contribute to the academic literature. Keywords: Retail, Communication Methods, Promethee Technique. _______________________________________________________________________________ Doç. Dr., Dokuz Eylül Üniversitesi İşletme Bölümü (nihan.ozguven@deu.edu.tr) YDÜ Sosyal Bilimler Dergisi, C. VIII, No. 2, (Ekim 2015) ∗ Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 151 1. Giriş Günümüzde rekabet çok daha fazla artmıştır. Bu rekabet ortamında çok güçlü rakipler bulunmaktadır. Perakendecilikte müşteriyle hızlı ve etkin iletişim kurmak önemli hale gelmiştir. Perakendecilikte ürün yönetiminin temel prensibi, doğru ürüne, doğru yerde, doğru fiyattan, doğru miktarda ve doğru zamanda sahip olmaktır. Bunlarla birlikte, bu prensiplerin hepsi sağlanmış olsa dahi eğer perakendeci işletmeler tüketiciyle doğru ve etkili iletişim kuramıyorsa, satış yapması mümkün olamayacaktır. Aslında sadece perakendeci işletmeler için değil, tüm işletmeleri satış yapabilmesi için ürünleri ne kadar kaliteli olursa olsun bu kaliteli ürünlere işletmenin sahip olduğu konusunda müşteriyi bilgilendirmesi, hatırlatması, işletmenin mal ve hizmetlerine dikkat çekip, satın alma konusunda ikna etmesi gerekmektedir. İşletmelerin ana amacı kar elde etmektir. Bu amaca ulaşabilmeye yardımcı olan faaliyet satıştır. Bu nedenle, perakendecilerin müşterilerle etkili iletişim kurmalarının hedefi hedef kitleye satış yapmaktır. Perakendeciler bu hedefe ulaşabilmek için geleneksel reklam, satış geliştirme, mağaza atmosferi, kulaktan kulağa iletişim, sosyal medya ve mobil iletişim kanallarını kullanmaktadır. Günümüzde perakendeciler bütünleşik pazarlama iletişimi kapsamında bu yöntemlerin hepsini bir arada, birbiriyle uyumlu ve sinerji yaratacak şekilde kullanmaktadır. Bu yöntemlerle müşteriye çelişkili olmayan, tutarlı mesajlar iletmektedir. Perakendecilikte etkin bir iletişim kurulabilmesi için hedef kitlenin ve sunulacak ürünlerin çok iyi belirlenmesi gerekmektedir. İşletme rakiplerine göre üstün yönlerini ön plana çıkarmalıdır. Bu üstün yönlerini en iyi şekilde hangi iletişim kanalı ile ortaya koyabiliyorsa o kanala doğru yönelmelidir. Perakendeciler tüm mağazanın imajını geliştirmek ve yükseltmek üzere iletişim kurmaktadır. Tüm iletişimlerinde esas ulaşmak istedikleri amaç mağaza trafiğini arttırmaktır. Mağaza trafiğini arttırmaya çalışmadaki temel amaç, müşterilerin plansız satın almalarını sağlamaktır. Çünkü plansız satın almada çok daha fazla ürün satışı gerçekleşmektedir. Bu çalışmada, perakendecilerin müşterilerle iletişim yöntemi tercihine Promethee yöntemi ile çözüm önerisi sunulmuştur. Çalışmada kontrol, esneklik, güvenilirlik ve maliyet kriterleri açısından iletişim yöntemleri değerlendirilmektedir. 152 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 2. Perakendecilikte Müşterilerle İletişim Yöntemleri Son yıllarda hızlı gelişen sektörlerin başında perakendecilik sektörü yer almaktadır. Özellikle perakendecilik sektörü Türkiye’de 1980’li yılların başı ve 1990’lı yıllar boyunca çok önemli gelişmeler gözlenmektedir. Perakendeci kuruluşların, hem varlıklarını sürdürebilmeleri hem de gelişme gösterebilmeleri için alacakları her önlem ve kararın başarısı, çoğunlukla, perakendecilerin mal pazarını oluşturan hedef kitlesinin yani müşterilerin sosyo-ekonomik özelliklerinin ve davranışlarının bilinmesine bağlıdır. Perakendecilik sektöründe, yatırımları ve yapılması gereken değişiklikleri şekillendiren müşteri talebidir. Müşterilerin yaş ve bulunduğu konumdan daha fazla onun yaşam biçimi, ihtiyaç ve istekleri önem kazanmaktadır. Türkiye’de, modern perakendecilik döneminin gelişmesini hızlandıran en önemli olay 24 Ocak 1980 kararlarıdır. 24 Ocak kararları aynı zamanda liberalizasyon ve tüketim malları ithalatını genişletmiştir (Tek, 2001: 3-4). Perakendecilik tarihsel süreci içinde gelişirken bilimsel tanımlamalarda yapılmaya başlanmıştır. Perakendecilik, tüketiciye ihtiyaçlarını giderecek ürünlerin istenilen kalite ve miktarda, uygun fiyat, uygun yer ve zamanda tüketicilere sunulmasını gerektiren, bir takım faaliyetleri içermektedir. Perakendecilik konusunda ilk akla süpermarketler gelmektedir. Süpermarketler perakendeciliğin özel bir alanıdır. Büyüklüğü en az 400 metrekare olan, temel olarak çok çeşitli gıda maddeleri ve bunlara ek olarak tüketicilerin ihtiyaçları olan çeşitli tüketim maddelerini müşterisinin beğenisine sunan, çok sayıda yazar kasa çıkışlı, düşük kar marjı ile çalışan, sık alışveriş yapılan, self servis yöntemiyle faaliyet gösteren perakende mağazalardır (Atan, Baş, Tolon, 2006: 2). Bir başka tanımlamaya göre perakendecilik, üretici ile tüketici arasında malların aktarımını sağlayan aracılık hizmetleridir. Başka bir deyişle mal ve hizmetlerin ticari bir amaçla kullanmama veya tekrar satmama, sadece kişisel gereksinmeleri için kullanma koşuluyla, doğrudan doğruya son tüketiciye pazarlanmasıyla ilgili faaliyetlerin bütünüdür (Sait 2002). Ayrıca perakendecilik; kişisel ya da ailevi kullanımları için tüketicilere satılan mal ve hizmetlere değer katan işletme aktiviteleridir (Levy and Weitz, 2007: 7). Perakendecilik, tüketicilere değer katan bir faaliyet olduğu için işletmelerin değer arttırıcı, rakiplerden farklılaştırıcı çeşitli pazarlama uygulamalarından yararlanması gerekmektedir. Ancak böyle rakiplerden daha fazla tercih edilebilir olunmaktadır. Tüketiciler satın alma karar süreci içinde satın alma ile ilgili pek çok risk Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 153 algılamaktadır. Perakendecilikte, rekabet avantajı sağlamak ve müşteri ilişkilerinde başarılı olmak için tüketicilerin algıladığı riski en az düzeye indirmek, satışın gerçekleşmesi için tüketicide oluşan belirsizliğin ortadan kaldırılıp, olumlu bir tutuma dönüşmesini sağlamak gerekmektedir (Taşkın, 2004: 12). Perakendeciler, bu belirsizliği ortadan kaldırmak ve rakiplerden farklılaşabilmek için tüketicilere farklı faydalar sağlamaktadır. Perakendecilerin yarattıkları faydalar; yer, zaman, şekil, mülkiyet ve bilgilendirme olarak sıralanabilir. Bu faydaları şöyle açıklamak mümkündür (Tek ve Orel, 2002: 15); Yer faydası; perakendecinin ürünleri üretim yerinden perakende satış alanına ulaştırarak tüketicinin istediği ürünü, istediği yerde bulundurması sonucu ortaya çıkmaktadır. Perakendeciler, müşterileri için, istenilen ürünleri raflarında sergilemekte ya da depolarında stoklamaktadırlar. Böylece, tüketici ürünü elde edebilmek için gereken bir yere gitme maliyetinden ve dolayısıyla da zamandan tasarruf etmiş olmaktadır. Zaman faydası; tüketicinin istediği ürünlerin önceden tahmin edilerek satın alınıp stoklanması ve tüketicinin istediği zamanda hazır bulundurulması sonucu ortaya çıkmaktadır. Perakendeciler bu tahminlemeyi çok uzun vadeler için yapmamalıdırlar. Çünkü ürünler ne kadar çok depolarda durursa, depolama maliyetleri artar. O yüzden daha kısa vadeli tahminlerde bulunmak gerekmektedir. Şekil faydası; perakendecilerin sattıkları ürünlerde tüketicilerden gelen talepler doğrultusunda değişiklik yapmaları ile ortaya çıkmaktadır. Örneğin; giysilerin kollarının müşteri istekleri doğrultusunda kısaltılması. Mülkiyet faydası; ürünün sahipliğinin değiştirilmesi ile olmaktadır. Perakendeciler, ürünün müşteriye satılması ve teslimi ile ürünün sahipliğini değiştirerek mülkiyet faydası yaratmış olurlar. Ürünün kredili satış ile satılmış olması da mülkiyet faydası yaratmaktadır. Bilgilendirme faydası; müşterilerin ürünler hakkında bilgilendirilmesi ve böylece müşterilerin alışveriş kararlarına yardımcı olunması ile ortaya çıkmaktadır. Bilgilendirme faydasında müşteriler ile iletişim kurmak önemli olduğu için tutundurma karması elemanları (reklam, halkla ilişkiler, satış tutundurma, kişisel satış, doğrudan pazarlama) ve mağaza içi personeller önemli olmaktadır. 154 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences Perakendeciliğin sağladığı sıralanan faydalarının yanı sıra birtakım fonksiyonları da bulunmaktadır. Perakendeciliğin fonksiyonları; beş ana başlık altında incelemek mümkündür. Bunlar (Özgür, 2014: 3); a) Mal ve hizmet çeşitlendirme, b) Küçük miktarlarda satma, c) Stok bulundurma, d) Hizmet sağlama ve e) Bilgi paylaşımıdır Mal ve Hizmet Çeşitlendirme: Ortalama büyüklükteki bir süpermarkette yaklaşık 15000-30000 çeşit mal bulunmaktadır. Böyle bir çeşitlendirme, tüketicilerin istedikleri marka, renk, boyut, model ve fiyat aralığındaki mallar arasından kolaylıkla tercih yapabilmelerine olanak sağlayacaktır. Diğer taraftan, üreticiler, belirli malların üretiminde uzmanlaşmışlardır. Örneğin, Nuh’un Ankara Makarnası makarna, Tat salça ve Sana margarin üretmektedir. Bu üreticilerin her birinin kendi mağazalarını açtığı düşünüldüğünde, akşam yemeğinde makarna yapmayı düşünen biri eve gelmeden önce, makarna almak için bir mağazaya, yağ almak için başka bir mağazaya, salça almak için ise başka birine gitmesi gerekecekti. İşte tüketicilerin bu tür sıkıntıları yaşamaması için perakendeciler mal çeşitlendirme fonksiyonunu yerine getirmektedirler. Bu arada, perakendeciler de belirli mal gruplarında uzmanlaşmaktadırlar. Örneğin, Yeni Karamürsel giyim ve aksesuarda, Yeşil Kundura ayakkabıda, Migros ise gıda ürünlerinde uzmanlaşmışlardır. Bu mağazalara gittiğinizde istediğiniz malın onlarca çeşidini bulmanız mümkündür. Küçük Miktarlarda Satma: Perakendeciler, üreticiden veya toptancıdan taşıma, depolama gibi çeşitli maliyetleri dikkate alarak genellikle büyük miktarlarda mal satın almaktadırlar. Oysa tüketiciler sadece ihtiyacı olan miktarlarda diğer bir değişle küçük miktarlarda ürün satın almaktadırlar. Bu yüzden perakendeciler, tüketicilerin özelliklerine ve satın alma alışkanlıklarına göre ayarlanmış küçük miktarlarda ürünleri satışa sunarlar. Çeşitli faktörler tüketicilerin satın alma alışkanlıkları etkilemektedir. Mağaza yönetiminin de bu değişimleri yakından takip ederek, değişime göre uyarlanmış mal çeşitlerini ve miktarlarını hazır bulundurması gerekmektedir. Örneğin, 2001 kriz döneminde tüketiciler daha küçük boyutlarda mal satın alma eğilimine girmişler, perakendeciler de bazı ürün gruplarında tüketicilerin değişen tercihlerine göre daha küçük mal paketlerini satmışlardır. Stok Bulundurma: Perakendecilerin yerine getirdikleri önemli fonksiyonlardan biri de, stok bulundurmaktır. Perakendeciler tüketicilerin istedikleri Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 155 malları hazır bulundurmak amacıyla dağıtım kanalında yer almaktadır. İstedikleri malı, istedikleri her yerde bulabileceklerini düşünen tüketiciler, küçük miktarlarda mal alırlar. Bu sebeple, asıl stoklama fonksiyonu perakendeciler tarafından yerine getirilmektedir. Stok tutma maliyetini perakendeci üstlendiğinden, tüketiciler stok tutma maliyetinden de çeşitli tasarruflar sağlamaktadırlar. Hizmet Sağlama: Perakendeciler, tüketicilerin mal kullanımlarını ve tüketimlerini kolaylaştırmak amacıyla çeşitli hizmetler sunarlar. Örneğin, giyim mağazasından alınan elbisenin boyunun kısalması, market alışverişi sonrası alınan malların eve kadar getirilmesi veya alınan bilgisayarın nasıl kullanılacağının öğrenilmesi için bir süre eğitim verilmesi, çeşitli perakendecilerin tüketicilere yönelik verdikleri hizmetlerden bazılarıdır. Bilgi paylaşımı: Perakendeciler bu faaliyetleri ile hem üreticilere hem de tüketicilere yardımcı olurlar. Günümüzde artık bilgi teknolojileri sayesinde tüketiciler, mal çeşitlendirilmesi, fiyat düzeyi gibi çok çeşitli konularda perakendecilere önerilerde bulunmakta ve bu önerileri doğrultusunda istekleri malı alabilme fırsatı kendilerine sağlanmaktadır. Benzer şekilde perakendeciye ulaşan bu değerli bilgilerin, kanalda geri bildirim yoluyla üreticilere ulaşması mümkün olabilmektedir. Perakendeciler tüketicilere yönelik birçok fonksiyonu yerine getirmektedir. Bu fonksiyonlar sayesinde tüketicilerin istekleri daha kolay karşılanmış olmakta, tüketiciler işletmeden memnun olarak ayrılmaktadırlar. Perakendeciler, bu fonksiyonları ve sıralan faydaları daha rahat yerine getirebilmek için mağaza biçimlerine önem vermekte ve farklı biçimlere tüketiciye hitap etmeye çalışmaktadırlar. Bu anlamda perakendecilerin mağazalı ve mağazasız çalışmalarına göre farklı biçimlerinden bahsedilebilmektedir. Perakendeci işletmeler mağaza kullanıp kullanmamaya göre; mağazalı ve mağazasız perakendeciler olmak üzere ikiye ayrılmaktadırlar. Mağazalı perakendecilik; tüketicinin mal ve hizmetlere fiziki bir satış yerinde yani fiziksel mağazalarda ulaştığı perakendecilik türüdür. Mağazalı perakendecilikte satış sırasında tüketiciler istedikleri mala dokunabilmekte, o malı hissedebilmekte, alışverişlerini yapmak için mağazalara gitmeyi sosyal bir olaya ve eğlenceye dönüştürebilmektedirler. Fiziksel mağaza perakendecileri yaşatımsal pazarlama, eğlence pazarlaması, duygusal pazarlama gibi pazarlama trendlerini tüketicilerin farklı davranışlarını daha iyi özümseyebilmek için çok iyi takip etmelidirler. Günümüzde perakendecilik faaliyetleri sadece fiziksel mağazalar yolu ile değil; 156 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences fiziksel mağazalar olmadan internet üzerinden veya katalog ile pazarlama gibi farklı yollardan da yapılabilmektedir. Mağazalı perakendeciler; gıda ve genel ürün perakendecileri olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Gıda perakendecileri; hipermarketler, süpermarketler, kolaylık mağazaları, depo/toptancı kulüpleri, marketler, bakkallar, şarküteriler ve diğer gıda perakendecileri olarak sıralanmaktadır. Genel mal perakendecileri ise; bölümlü mağazalar, indirim mağazaları, özellikli mağazalar, kategori öldüren mağazalar, eczane zincirleri, indirimli marka mağazaları ve alışveriş merkezleridir. Mağazasız perakendecilikte ise; perakendeciler fiziki bir mağaza olmadan tüketicilere ulaşmaktadırlar. Doğrudan satış, elektronik posta, televizyon, telefon ve internet yoluyla yapılan pazarlama faaliyetleri mağazasız perakendeciliğe örnektir (Kurşunluoğlu, 2011: 17). Bu kadar çeşitte mağaza çeşidinin bulunmasının temel nedeni aslında tüketicileri memnun edebilmek onların işletmeden ayrılmasına engel olabilmektir. Yeni müşteri kazanmak maliyetli bir iştir. O yüzden mevcut müşteriyi elde tutmak, işletmeden satın almaya devam etmesini sağlamak gerekmektedir. Değişen Dünya koşulları içerisinde, rakipler ve değişen tüketici tercihleri karşısında pasif kalan işletmeler, yeni müşteri kazanamadığı gibi mevcut müşterilerini de kaybedeceklerdir. Müşterilerini kaybeden işletmelerin yerini, yeni koşullara uyum sağlayan rakip işletmeler alacaktır. Klasik perakendecilik anlayışını yansıtan, değişime uyum gösteremeyen bakkallar, değişen tüketici taleplerine cevap veremedikleri için, müşterilerini modern perakendecilik olarak adlandırılan süpermarketlere devretmişlerdir. Süpermarketler, tüketicilerin beklentilerini karşılayarak, rakipleri olan bakkalların müşterilerini kendilerine çekmişlerdir. Günümüz rekabet ortamında faaliyet gösteren işletmelerin, yeni müşteri kazanmak ya da mevcut müşterilerini korumak için öncelikle tüketicileri çok iyi tanımaları gerekmektedir. Tüketiciler, değişim gösteren çevrenin dinamik yapısına ayak uydurmaktadır. Ancak, hızla değişen dünya şartlarıyla tüketici zevk, istek, arzu ve beklentileri nitelik ve nicelik olarak farklılaşmaktadır. Müşteri beklentilerinin farklılaşmasında birçok faktör etkili olmaktadır. Örneğin, şehirleşme, nüfus artışı, eğitim ve kültür düzeyinin yükselmesi, kadının toplum içindeki rolünün değişmesi, çalışan kadın sayısının artması ve teknolojik gelişmeler tüketici beklentilerini etkileyen temel etmenlerden bazılarıdır. Bu bağlamda, klasik perakendecilik yaklaşımı ile faaliyet gösteren bakkallar, müşterilerini modern perakendecilik olarak adlandırılan market adı verilen sisteme devretmiştir. Diğer bir deyişle, marketler, tüketicilerin beklentilerini karşılayarak, rakipleri olan bakkalların müşterilerini kendilerine çekmişlerdir (Çatı, 2007: 150-151). Aslında eski dönemler düşünüldüğünde müşteri ilişkileri yönetimi faaliyetlerinin ilk örneklerine bakkallarda rastlanmaktadır. Finansal boyutları, büyüklükleri, mal çeşitliği ve Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 157 değişen istekler ile zamana uyum sağlayamamışlardır. Müşteri ilişkilerinin temeli müşteri memnuniyetine dayanmaktadır. Tüketicilerin gelecekteki satın almalarını tahmin, etmede müşteri memnuniyeti bir unsur olarak kullanılmaktadır. Aslında temel göstergedir. Çünkü memnun müşteriler tarafından zaman içerisinde satın almanın tekrarlanmakta ve hatta memnun müşteriler diğer müşterilere memnuniyetin kaynağını denemelerini tavsiye ederek, rakiplerin tekliflerine gittikçe daha az duyarlı olurlar (TorresMoraga, vd., 2008: 303). Perakende sektöründe müşteri memnuniyetinin sağlanması, işletmelerin sürdürülebilir rekabet üstünlüğü sağlamada ulaşmayı planladıkları en önemli ve öncelikli hedefidir. Bu nedenle de hem makro düzeyde yönetim, hem de mikro düzeyde pazarlama bilimi yazınında müşteri memnuniyeti üzerine oturtulmuş çok sayıda çağdaş yönetim yaklaşımı bulunmaktadır. Geliştirilen çağdaş yönetim anlayışlarının tamamında müşteri memnuniyeti temel konuyu oluştururken, müşteri memnuniyetinin sağlanabilmesi için müşteri beklentileri ve algılamalarının çok iyi analiz edilmesi gerekmektedir. Müşteri beklentilerini ve algılamalarını ortaya koymadan müşteri memnuniyetini sağlamaya çalışmak yanlış bir uygulama olur. İşletmeler yaptıkları pazarlama faaliyetlerini genelde rakiplerin faaliyetlerine göre en iyi uygulama olarak değerlendiriyor olsalar bile, önemli olan işletmelerin kendilerinden çok, müşterilerinin söz konusu uygulamaları nasıl algılamakta olduklarıdır. Bu nedenledir ki, zaman içerisinde işletmeler kendi eksikliklerini fark ettiklerinde değişime gitme ihtiyacı duymaktadırlar. Bu durum hemen hemen bütün sektörlerde faaliyet gösteren işletmeler için de geçerlidir. Dolayısıyla, perakende sektöründe müşteri memnuniyeti sürdürülebilir rekabet avantajı elde etmede önemlidir (Bakan, Erşahan, Eyitmiş ve Eraslan, 2009: 134). Perakendeci işletmelerde müşteri memnuniyeti sağlamada ve etkilemede yararlanabilecek birçok değişken bulunmaktadır. Mağazanın ulaşabilirliği, imajı, büyüklüğü, fiziki ortamı, kafeteryası, dinlenme, eğlenme, çocuk oyun salonu gibi yerler ve işletmede çalışan personel müşteri memnuniyetinin sağlanması açısından önemli değişkenlerdir (Türk, 2005: 196). İşletmelerde müşteri ilişkileri, potansiyel müşterinin işletmenin adını ya da markasını duymasından işletme ile ilişki kurmasına kadar geçen, müşteri ile işletme arasındaki tüm ilişkileri içine alan tutum ve davranışlar ile başlamaktadır. Bu başlangıç, müşteriye mal veya hizmet sunan işletmenin pazarlama iletişimi ile olabileceği gibi, başka müşterilerin tavsiyeleri ile tahsilat veya malı teslim eden elemanın ya da ön büro görevlisinin müşteriyi karşılamasıyla da olabilir (Taşkın, 158 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 2000: 18). Bu açıdan bakıldığında müşteri ilişkileri, firma ile müşteri arasında kurulan, satış öncesi ve satış sonrası yani satış sürecinin tümünü içine alan karşılıklı yararı ve ihtiyaç tatminini içeren bir süreçtir. Müşteri ilişkilerini sadece satış eyleminin gerçekleştiği durumu kapsar şeklinde düşünmek doğru değildir. Böyle bir düşünce günümüzün rekabet ortamında geri kalmaya neden olabilir (Or, 2000: 46). Müşteri ilişkileri yönetimi pazarlama yazınında son yıllarda uygulama alanı bulmuş, bir rekabetçi pazarlama stratejisidir. Özellikle üretim ve hizmet işletmelerinde, müşteri bağlılığını ve müşteri tatminini artırmaya, korumaya ve geliştirmeye yönelik olarak uygulanan, mevcut müşterileri elde tutmayı, onlarla ilişkileri geliştirmeyi amaçlayan stratejik bir eğilimdir. Müşteri ilişkileri yönetimi, müşterilerinin söylediklerini ve işletmenin müşteri hakkında bildiklerini temel alan, müşteriye bireysel karşılık veren birebir, ilişkisel pazarlamanın bir uygulaması olarak kabul edilebilir. Müşteri ilişkileri yönetimi kavramını tanımlamadan önce, müşteri ilişkileri yönetimine öncelik oluşturan ve pazarlama uygulamasında son yıllardaki en önemli gelişmelerin başında yer alan ilişkisel pazarlama kavramını açıklamak gerekmektedir. Hızlı bir tüketim döngüsüne sahip perakendecilikte dinamik olarak değişim olması gerekmektedir. İletişimin kolaylaştığı sınırların ortadan kaybolduğu küresel bir Dünya’da tüketicilerin tercihleri çok hızlı değişmektedir. Tekstil, kozmetik gibi sektörlerde değişim çok hızlı olmaktadır. Bu değişim talebi müşteriden geldiği için müşteri ilişkileri yönetimi bu tür işletmelerde bir zorunluluk haline gelmiştir (Yurdakul, 2015: 9). İşletmeler müşteri ilişkileri yönetimi konusunda etkili ve başarılı uygulamaları gerçekleştirebilmeleri için, ilk önce etkin bir müşteri ilişkileri yönetimi stratejisine ihtiyaç duymaktadırlar. Bu kapsamda, müşteri ilişkileri stratejisinin hangi konuları kapsayacağı, işletme yönetiminin böyle bir stratejiyi nasıl geliştirebileceği gibi konular en uygun stratejiyi geliştirmeye başlamadan önce cevaplanması gereken sorular arasında bulunmaktadır. Strateji; rekabete dayalı bir ortamda, öncelikle yeniliği, ilerlemeyi ve işletmenin çevresi ile uyumunu sağlayarak, oluşan değişiklikleri kontrol altında tutan bir denetim aracıdır. Bir işletmede, müşteri ilişkileri stratejisi, işletmede çalışanların hepsinin, müşteri ilişkilerini doğru olarak yapmasını ve müşterilere yakın olmasını gerektirir. İşletmeler, çalışanları ile modern, yaratıcı ve etkili bir müşteri ilişkileri geliştirmek için geleceğin stratejisini ortaya koymalıdırlar. İşletmelerde stratejinin bulunması yeterli olmamakta, bu stratejinin uygulamaya dönüştürülmesi gerekmektedir. Uygulamaya dönüştürülmeyen strateji anlam ifade etmemektedir (Taşkın, 2000: 9697). Bu açıklamalardan sonra müşteri ilişkileri yönetimini kavramsal olarak açıklamak gerekmektedir. Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 159 Müşteri ilişkileri yönetimi; bir işletmenin doğru ürünü ya da hizmeti doğru müşteriye, doğru zamanda, doğru kanaldan, doğru fiyattan ulaştırmak amacıyla giderek artan düzeyde bağlı ve karlı müşterileri belirleme, nitelendirme, kazanma, geliştirme ve elde tutma yolunda gerçekleştirdiği tüm faaliyetlerdir. Müşteri ilişkileri yönetimi, işletme süreçlerinin otomasyonu, teknolojik çözümler ve bilgi kaynakları yoluyla satış, pazarlama, hizmet, girişim, kaynak planlaması ve arz zinciri yönetimi fonksiyonlarını, her bir müşteri ilişkisini en üst düzeye çıkarmak için bütünleştirir. Müşteri ilişkileri yönetimi girişimciler, müşteriler, iş ortakları, satıcılar ve işverenler arasındaki ilişkileri düzenlemektedir. Böylece kişileri, süreci ve teknolojileri uyumlaştırmak ve interneti kullanmak yoluyla e-müşteriler, dağıtım kanalı üyeleri, içsel müşteriler ve satıcılar da dahil olmak üzere tüm müşteri ilişkileri en üst düzeye taşınmaktadır. Bu noktada özellikle ilişki geliştirme kavramı vurgulanmaktadır. Hedef doğru felsefe ile bağlı ve karlı bir müşteri profili oluşturmaktır (www.akdeniz.edu.tr). Müşteri ilişkileri yönetimi geleneksel pazarlama anlayışından çok farklı özellikler taşımaktadır. Geleneksel pazarlama anlayışında kitlesel üretimin etkisiyle kitlesel pazarlama anlayışı geçerlidir. Halbuki müşteri ilişkileri yönetiminde pazar payı kavramından, müşteri payı kavramına geçiş söz konusudur. Müşteri payı aynı müşteriye birden fazla mal satabilmeyi ve müşteriyi aktif ve bağlı bir müşteriye dönüştürmeyi amaçlamaktadır. Bu durum ise tek yönlü pazarlamadan karşılıklı ilişkiye dayalı pazarlamaya geçişi ifade etmektedir. Günümüzde kitlesel pazarlama yöntemleri, gittikçe müşteriye hitap eden kişisel pazarlama yöntemlerine dönüşmektedir (www.bilgiyonetimi.org). İşletmenin başarısı, müşterileri iyi tanımaya, pazardaki potansiyeli müşteriye dönüştürmedeki başarısına ve kazandığı müşteriyi elde tutmadaki performansına bağlıdır. Bu kapsamda, sektörü en sağlıklı biçimde tanımlayabilmek, müşteri istek ve ihtiyaçlarını anlayabilmek ve müşteri türlerini birbirinden ayırt edebilmek bütün pazarlama ve satış tekniklerinin temel kuralını oluşturmaktadır. Bununla birlikte, başarılı işletmeleri diğer işletmelerden ayıran en önemli özelliklerden biri, mal ve hizmet geliştirirken, işletme çalışanları ile birlikte müşterilerin de görüşünün alınmasıdır. Müşteri ilişkileri yönetiminin temel stratejisi, gerçek bir müşteri profili geliştirerek, müşterilerin bütün değerleri ve ihtiyaçları hakkında bilgi sahibi olmaya çalışmaktır (Andersen, 1999: 59-80). Müşteri ilişkilerini iyi yönetebilmek, müşteriye değer yaratabilmek için müşteriye sunulan servis hizmetlerinin iyi olması önemli bir belirleyicidir. Müşteri hizmetleri, pazarlama karmasının hem mal ve hizmet öğesine hem de pazarlama iletişimi karmasının bir alt öğesi olarak da kabul edilmektedir. Müşteri hizmetleri hizmet perakendeciliği ile karıştırılmamalıdır. Hizmet perakendecisinde 160 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences mal; hizmet perakendecisinin yaptığı iş iken, müşteri hizmetleri mal ve hizmetlerin satışına destek olan ek hizmetlerdir. Müşteri hizmetleri, tüketicinin o mağazayı seçme olasılığını arttıran, ana ürüne ek yararlar sunan faaliyetlerdir. Başlıca müşteri hizmetleri; kredi kartının kabulü, atm terminalleri, çocuk bakım olanakları, eve veya işe teslimat, giyinme kabinleri, geniş çalışma saatleri, hediye paketi, otopark imkânı, tamir servisi, alışveriş kartları, garantiler vb. olarak sıralanabilmektedir. Müşteri hizmetlerinin perakendecilere sağladığı yararların başında satışları arttırmak gelmektedir. Perakendecilerin sundukları müşteri hizmetlerinin başarılı bir şekilde yürütülmesi sonucunda; müşteri memnuniyet düzeyi arttırılmakta, müşteri bağlılığı sağlanmakta ve bunların sonucunda da satışlar artmaktadır. Müşteri hizmetlerinin müşteri memnuniyetini arttırmak, müşteri bağlılığı yaratmak ve satışları arttırmaktan başka diğer bir önemli işlevi de rekabet üstünlüğü sağlamaktır. Günümüz şartlarında perakendeciler artık pazarlama karmasının mal ve fiyat elemanları yoluyla rekabet edememektedir. Bunun için perakendeciler; müşteri hizmetleri, satış sonrası servisler, mağaza atmosferi, kuruluş yeri seçimi, içsel pazarlama, etkin bir tedarik zinciri yönetimi, müşteri ilişkileri yönetimi gibi unsurlarla rekabet edilebilmektedir (Kurşunluoğlu, 2009: 2174-2175). Perakende sektöründe müşteri memnuniyetini sağlayabilmede iletişim önemlidir. O yüzden müşterilerle iyi iletişim kurmak gerekmektedir. İşletmeler için teknolojik gelişmeler aracılığıyla ortaya çıkan yeni mecraların iletişim araçları olarak kullanılması, kısa süre içinde gerçekleşmemiştir. Belirli aşamalardan geçerek zaman içinde oluşmuştur. 1990’lı yılların sonlarında internetin ortaya çıkması, internetin bir pazarlama iletişimi aracı olarak kullanılabileceği, yeni bilgilere ulaşılabileceği ve haberleşmeyi sağlayacağı düşünülmemiştir. Bunun nedeni işletmelerin internetle yeni tanıştıkları için internette neler yapılabileceğinin farkında olmamalarıdır. Bu süreç içinde firmalar geleneksel kitle iletişim araçlarını kullanmaya devam etmişlerdir. Gerçekte her yeni teknolojik yenilik tüketiciyle tanıştırıldığında benzer bir uyum süreciyle karşılaşmıştır (Holtz, 2002: 20 aktaran Onat ve Alikılıç, 2008: 1112). İletişim kavramı perakendecilikte eski dönemlere göre günümüzde çok daha farklı şekilde tanımlanmaktadır. Tanımlamada ortaya çıkan bu farklılığın temel nedeni iletişimde kullanılan teknolojilerin değişmesi, iletişim kanallarında meydana gelen artış ve bilgiye hızlı bir şekilde ulaşmaktır. Bunlarla birlikte, işletmelerin ve mal sayılarının artış göstermesi ile birlikte tüketimin gittikçe artması ve tüketici koruma kuruluşlarının tüketici hakları konusunda söz sahibi olmaya başlamasıdır. Türkiye’de büyük ölçekli perakende işletmelerin sayısında yaşanan artış, perakende Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 161 sektöründe rekabetin marka, fiyat ve mal çeşitliliği üzerine gerçekleştirilmesini getirmiştir. Perakendecilik sektöründeki bu gelişmelerin sonucu olarak perakendeci ve müşteri arasındaki ilişki, perakendecinin aleyhine olacak şekilde değişmiştir. Bu sebeple, perakendecilerin işlemlerini yürütme biçimlerini gözden geçirmeleri ve hem müşterilerin hem de ortakların ihtiyaçlarını tatmin ederek pazara yönelmeleri gerekmektedir. Müşteri ile olan ilişkiler ve bu ilişkilerin yönetilmesi günümüzün rekabetçi ortamında artan bir öneme sahiptir. Çünkü geçmişte olduğu gibi müşteri kendisine sunulan mal ve hizmetlerle yetinmemektedir. İşletmelerden farklı özellikte ve çeşitte mal sunmalarını beklemektedirler. Teknolojik gelişmelerle beraber müşteri istediği mal ve hizmete kolayca ulaşabilmekte, bu da işletmeleri daha da sıkıntıya sokmaktadır. Bu nedenle işletmeler hep daha iyisini sunmaya çalışmalıdır. Eski dönemlerdeki gibi kaliteli olduğu sürece müşterilerin mal ve hizmetleri satın alacağı düşüncesi geçerliliğini yitirmiştir. Çünkü her işletme üretim süreçlerini iyileştirip, pazara kaliteli mal ve hizmet sunma çabası içindedir (Argan, 2012: 3). Bu nedenle kalite dışında işletmelerin bir şeyler yapması gerekmektedir. İşte perakendeci işletmelerin yapacağı en iyi şey müşterileri ile tüm temas noktalarını etkili kullanıp, her fırsatta müşteriyle iletişim kurmanın yollarını aramaktır. Perakendecilerin satın alma noktasında müşterileri ile kurduğu iletişim stratejilerinin amaçları (Bianca ve Simona, 2008); İşletmenin rakiplerine göre tüketicilerin daha fazla dikkatini çekerek, diğer mağazalardan farklılaşmak Markanın bugüne kadar yapmış olduğu tutundurma faaliyetlerini hatırlatma, Mal ve mağaza hakkında bilgi verme, Tüketiciyi mağazaya çekmeye ve sonrasında satın alma davranışını gerçekleştirmeye ikna etme, Marka imajı yaratma. Müşteri ilişkileri yönetimi ve pazarlama yönetimi arasında bütünleşme bağını kuran bilgi teknoloji araçları şunlardır (Coşkun, 2002: 104); · İnternet: İnternet, yeni müşterilerin bulunması, müşterilerle doğrudan iletişim kurulabilmesi, müşteri bilgilerinin toplanabilmesi gibi avantajları sebebiyle müşteri ilişkileri yönetimi uygulamalarında da kullanılan önemli bir araçtır. · Mobil Cihazlar: Cep telefonu veya bilgisayar gibi herhangi bir mobil 162 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences cihazın müşteri ilişkileri yönetimi sistemiyle uyumlaştırılması, yeni satışlar yapma oranını, hizmet kalitesini ve müşteri memnuniyetini arttırmaktadır. · Çağrı Merkezi (Call Center): Son yıllarda Türkiye’de de yaygınlaşan çağrı merkezleri müşteri hizmetleri açısından çok önemli bir kanaldır. Çağrı merkezleri, müşterilerin sorularını cevaplamak, ihtiyaçlarını karşılamak ve sorunlarını çözmek amacıyla kullanılmaktadır. Türkiye’de özel banka ve finans kuruluşları, otobüs firmaları bu merkezlerden sıkça yararlanmaktadırlar. Perakendecilikte müşteri ilişkileri yönetimi stratejileri ile iletişim kurmak önemlidir. Teknolojik gelişmelerle beraber iletişim teknolojik kanallar aracılığıyla daha kolay ve hızlı gerçekleştirilmektedir. Teknolojinin bu amaçla kullanılması perakendeciliğe e-perakendecilik kavramını da kazandırmıştır. Grewala vd. (2004; 703) perakendecilerin, üreticilerin ve müşterilerin en çok dikkatini çeken yeniliğin e-perakendecilik olduğunu belirtmişlerdir. Eperakendeciliğin geleneksel perakendecilikten temel farkının kullanılan teknoloji olduğunu belirtmişlerdir. Aralarında birtakım ortak noktalar olsa bile farklılıklar daha fazladır Örneğin; e-perakendeci mağazalardaki satın alma atmosferi ile geleneksel mağazalardaki satın alma atmosferinde önemli farklılıklar vardır. E-mağaza atmosferi öncelikle etkileyici ve kullanımı kolay e-mağaza tasarımı ile sağlanır, fiziki mağazalarda ise mağazanın yeri ve dekoru ile sağlanabilmektedir. Perakendecilerde, müşterilere hizmet eden ve yüz yüze iletişim içinde bulunarak müşterilere yardımcı olan satış elamanları bulunurken, e-perakendecilik sektöründe bu şekilde hizmet eden satış elamanları bulunmamaktadır. Perakendecilikte iletişim yöntemleri; reklam, satış geliştirme, mağaza atmosferi, kulaktan kulağa iletişim, sosyal medya ve mobil iletişimdir. Perakendecilikte iletişim yöntemleri genel olarak kontrol, esneklik, güvenilirlik ve maliyet kriterlerine göre farklı özelliklere sahiptir. Bu kriterleri şöyle açıklamak mümkündür (Aydın, 2010: 320); Kontrol: Perakendeciler, bir bedel ödediklerinde daha fazla kontrole sahiptir. Reklam, satış geliştirme ve mağaza atmosferi yöntemlerini kullandıklarında mesajın içeriğini daha rahat belirlerler. Bununla birlikte, reklam ve satış geliştirme için zamanı da kontrol ederler. Kulaktan kulağa iletişimin zamanlaması ve içeriği konusunda çok az kontrole sahiptir. Bu nedenle bu iletişim, perakendeciye olumlu katkı Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 163 sağlayabileceği gibi olumsuz bir durum da yaratabilir. Esneklik: Reklam, satış geliştirme ve mağaza atmosferinde esneklik düşük düzeydedir. Çünkü tüm müşterilere aynı mesaj verilmektedir. Her müşteri için ayrı ayrı bir sunum hazırlamak mümkün değildir. Güvenilirlik: Reklam, satış geliştirme ve mağaza atmosferi işletme tarafından yapıldığından bu iletişim kanallarındaki iddialar kuşkulu olma eğilimdedir. Müşteriler, bu iddiaların ürünlerin satışlarının arttırılmasına yönelik olduğunu düşünürler. Kulaktan kulağa iletişim bağımsız kaynaklar tarafından yapıldığından, aktarılan bilgilerin daha güvenilir olduğu düşünülmektedir. Maliyet: Kulaktan kulağa iletişimin sağlanabilmesi için perakendeciler bazı maliyetlere katlanmaktadır. Geleneksel reklam araçları çok sayıda kişiye ulaştıkları için bu araçların kişi başına maliyeti makul seviyededir. Geleneksel reklam ortamları ile diğer iletişim araçları arasındaki temel fark, reklamın kişiden bağımsız olması ve paralı medya kanalları aracılığı ile kalabalık insan kitleleri ile yeni tüketicilerle iletişim kurulabilmesidir (Brassington ve Pettit, 2000: 593). Satış geliştirme, geleneksel reklama göre daha ucuz ve kolay yürütülen bir iletişim yöntemidir. Belli ölçüde esnek yapılı, doğrudan bir satış teşvik aracı, geçici ve kısa ömürlüdür (Erdem, 2009: 46). Modern iletişim yöntemleri olan sosyal medya ve mobil iletişim sıralanan kriterler açısından değerlendirildiğinde, sosyal medyada kontrol düşük düzeydedir. Perakendecinin kendi hakkında paylaşılan bilgileri kontrol etmesi zordur. Eğer memnun müşteriler yaratabildiyse, o zaman paylaşılan bilgiler işletmeye olumlu bir reklam olarak geri dönmektedir. Ancak, bir memnuniyetsizlik söz konusu ise bu durumda işletmenin kurum imajının zedelenmesine yol açabilecektir. Esneklik açısından sosyal medya yüksek, güvenilirlik açısından en yüksek ve maliyet açısından da en düşük düzeydedir. Sosyal medyada reklam maliyetleri geleneksel reklama göre düşük düzeydedir. Bu sayede, birçok perakendeci çok daha düşük bütçelerle reklam yapabilmektedir. Özellikle, küçük bütçeli perakendecilerin de sosyal medya ile hedef kitlelerine ulaşabilmesine imkân sağlamaktadır (Altındal, 2014). Mobil iletişim ise, kontrol açısından makul düzeydedir. Çünkü perakendeci istediği mesajları tüketiciye iletebilmektedir. İletişim mesajlarını perakendeci 164 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences tasarlayıp, tüketiciye göndermektedir. Esneklik ve güvenilirlik açısından en yüksek düzeydedir. Maliyet açısından ise düşük seviyelerdedir. Mobil iletişim ile perakendeci kişiselleştirilmiş mesaj gönderebilmektedir. Mobil iletişim mesajları, geleneksel reklam ortamları ile karşılaştırıldığında, hedef kitlesine ulaşma olasılığı daha yüksektir. Ayrıca, geleneksel reklam ortamlarına göre hedef müşterilere göre kişiselleştirme, yer, zaman ve ilgilerine göre farklı mesajlar iletebilme özelliğinden dolayı çok daha fazla esnekliğe sahiptir (Scharl vd., 2005). Mobil iletişim mesajların da kontrol çok önemlidir. Hem perakendeci gönderdiği mesajları kontrol edebilmeli hem de tüketici mesajı kontrol edebilmektedir. Özgüven (2013) mobil reklam ile ilgili çalışmasında tüketicilerin, mobil reklamda kontrole önem verdiğini sadece izinli mesajları almak istediklerini, mesajların gönderilme yerlerinin önemli olduğunu, uygunsuz zamanlarda mesaj gönderilmediği, kişisel bilgilerin gizliliğinin sağlandığı ve bilgilerin yasalarca korunduğu durumlarda mobil reklamları kabullendiklerini ortaya koymuştur. İletişim yöntemleri kontrol, esneklik, güvenilirlik ve maliyet açısından karşılaştırıldığında aşağıdaki tablo 1 ortaya çıkmaktadır; Tablo 1: Perakendecilikte İletişim Yöntemlerinin Karşılaştırılması Geleneksel Reklam Satış Geliştirme Mağaza Atmosferi Kontrol Esneklik Güvenilirlik Maliyet En Yüksek En Düşük En Düşük Yüksek En Yüksek Düşük Makul Makul En Yüksek Düşük Makul Makul Makul En Yüksek En Düşük Kulaktan Düşük Kulağa İletişim Sosyal Medya Düşük Yüksek En Yüksek En Düşük Mobil İletişim Makul En Yüksek En Yüksek Düşük Tablo 1’de görüldüğü gibi her bir iletişim yönteminin hem üstün olduğu hem de zayıf olduğu kriterler bulunmaktadır. Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 165 3. PROMETHEE Sıralama Yöntemi Çok kriterli karar verme yaklaşımları birden çok faktörün bulunduğu karar verme süreçleri ile ilgilenmektedir. Söz konusu faktörler ölçülebilen ve ölçülemeyen faktörleri aynı anda değerlendirme olanağı sağlayan ve aynı zamanda karar verme sürecine çok sayıda kişiyi dahil edebilen analitik yöntemlerden oluşmaktadır (T.C. Çevre ve Orman Bakanlığı Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı, 2010). Karar sürecinde dikkate alınması gereken birden fazla amaç ya da nicel veya nitel kriterin her alternatif için aynı anda değerlendirildiği karar verme süreçleri çok kriterli karar süreci olarak tanımlanır. Bu tür süreçlerdeki zorluk, bir alternatifin bir kriter açısından en yüksek faydayı sağlarken bir başka kriter açısından aynı düzeyde faydayı sağlayamamasıdır. Bu nedenle tüm kriterleri en yüksek düzeyde sağlayacak bir alternatifin seçimine çalışılır (Tezcan vd., 2012). Karar verme; alternatifler arasından uygun olanın belirlenmesine ilişkin bir seçim süreci olarak tanımlanmaktadır. İş hayatında gerek karar sürecindeki alternatiflerin fazlalığı, gerekse de alınacak kararı etkileyen kriterlerin çok sayıda olması, süreci karmaşık hale getirmektedir (Vatansever ve Uluköy, 2013). Çok kriterli karar verme yöntemleri birçok alanda başarı ile uygulanmıştır. Farklı performans kriterleri ve ağırlıklarını dikkate alan hesaplamalarda birçok nitel ve nicel verileri kullanan yöntemlere başvurulmaktadır. Bunlar çok kriterli karar verme yöntemleri olarak adlandırılan Topsis, Electre, Promethee, Bulanık Topsis, Ahp, Bulanık Ahp, Faktör Puan Yöntemi, Anp vb. olarak özetlenebilir (Eleren ve Karagül, 2008, 6). Çok kriterli karar verme yöntemi, birden fazla kritere sahip olan alternatiflerin sıralanmasında oldukça geniş kullanım alanına sahip bulunmaktadır. Çok kriterli karar verme yöntemlerine ilişkin bir araştırma Hwang ve Yoon tarafından 1981 yılında sunulmuştur (Özdemir ve Seçme, 2009: 80). Çok kriterli karar verme yöntemleri geniş bir çeşitliliğe sahip olmasına rağmen belirli yönleri ortaktır. Bunlara aşağıda yer verilmiştir. Alternatifler: Karar vericinin gerçekleştirebileceği çeşitli hareket biçimleridir. Bu hareket biçimleri seçenek olarak adlandırılmaktadır (Habenicht vd., 2014). Birden Çok Kriter: Çok kriterli karar vermede karar problemi birden çok kriterle ilişkilendirilmiştir. Kriterlere amaç ya da nitelik olarak da başvurulur. Kriterler, alternatiflerin değişik açılardan değerlendirilebileceği farklı boyutları temsil etmektedir. Diğer bir bakış açısıyla kararın etkinliğinin ve verimliliğinin bir ölçüsüdür (Ehrgott vd. 2010). Her seçeneğin, doğrudan görülebilen etkilerinin yanında, fark edilebilen ama niceliksel olarak ifade edilemeyen etkileri de söz 166 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences konusudur. Bunların, mevcut sistemin analizine yansıtılarak toplamda en çok katkısı olan seçeneğin belirlenmesi, karar vericiyi hem zorlar hem de çok fazla zamanını almaktadır. Karar verici, çoğu zaman bu faktörleri sezgisel olarak göz önünde bulundurmaktadır (Yuluğkural, 2001). Kriterler Arasında Çelişki: Kriterler zaman zaman birbiri ile çelişmektedir. Bu nedenle tüm kriterleri tatmin eden bir çözüm yoktur. Bu durumda çözüm, karar vericinin tercihlerine göre bir çözümler kümesi veya yaklaşık bir çözüm olmaktadır (Sayadi, vd., 2009: 2257). Karşılaştırılamaz Ölçü Birimleri: Kriterler, karşılaştırma yapmaya imkân vermeyen farklı ölçü birimleriyle ilişkilendirilmiş olabilmektedir. Örneğin, ikinci el araba satın alma kararında maliyet kriteri TL birimi ile arabanın satın alma öncesinde ne kadar yol yaptığı kriteri km birimi ile ölçülecektir. Farklı kriterlerin farklı birimlerle ifade edilmesi çok kriterli problemlerin çözümünü de doğal olarak zorlaştırmaktadır (Triantaphyllou, 2000). Kriterlerle ilgili nicel ve nitel kriterlerin aynı anda değerlendirilmesi gerekliliği diğer bir özelliktir. Araba alım probleminde fiyat nicel olarak ifade edilebilirken araba konforu, iyi, orta, kötü gibi nitel kavramlarla ifade edilebilecektir (Xu ve Yang, 2001). Kriter Ağırlıkları: Çok kriterli karar verme yöntemlerinde kriterlerin ağırlıklandırılması gerekmektedir. Ağırlıklandırma ile farklı önem derecelerine sahip olan kriterlerin ağırlık değerleri bakımından karara katkıları değişmektedir (T. C. Çevre ve Orman Bakanlığı Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı, 2010). Karar vericiler, bir işletmenin kar, maliyet, üretim, işgücü gibi önemli fonksiyonlarının ve araçlarının başarılı bir şekilde kullanılmasını ve denetimini performans ölçüm ve değerlendirmeleriyle belirlerken, değişik amaçları gerçekleştiren, bazen de birbiriyle çelişen seçenekler arasından en uygun olanını bulmak zorundadırlar. Çoklu ve özellikle de birbiriyle uyuşmayan kriterlerin olduğu durumlarda bir probleme çözüm getirebilmek için, Çok Kriterli Karar Verme analizinden yararlanılmaktadır. Çok Kriterli Karar Verme analizi, çok sayıda kriter (değerlendirme faktörü) ile alternatifi (karar noktası) birleştirerek eş zamanlı olarak çözebilmektedir. Bu durum gerçek hayatta kişisel ya da işletme düzeyinde problemlerin karmaşık yapısında, özelikle işletmelerin stratejik ve kritik kararlarında doğru tercihin yapılmasını sağlayan önemli bir avantajdır (Bülbül ve Köse, 2011: 72). Çok kriterli karar verme yöntemleri, karar verme problemlerinde nitel ve nicel kriterlere dayalı, kolay uygulanabilen ve farklı problemler için ortak çözümler Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 167 sunabilen yöntemlerdir. İşletme uygulamalarında birçok problem çözümü için kullanılmaktadır. Ayrıca özellikle ürün, iş gören ve işletme performansının belirlenmesinde ve diğer performans karşılaştırmalarında da sıkça kullanılmaktadır (Eleren, 2007: 48). Karar verme sürecinde çok farklı alternatifler karşılaştırılarak değerlendirilmektedir. Alternatiflerin karşılaştırılmasında, farklı yapıdaki değerlendirme kriterleri bir arada değerlendirmeye alınmaktadır. Farklı değerlendirme ölçütlerinin incelenmesi ihtiyacına cevap verebilmek için çok kriterli karar verme yöntemleri geliştirilmiştir. Çok kriterli karar verme yöntemlerinden birisi de Promethee yöntemidir. PROMETHEE (Preference Ranking Organization Method for Encrichment Evaluations) yöntemi 1982 yılında Brans tarafından geliştirilmiş çok ölçütlü bir öncelik belirleme yöntemidir. Promethee yöntemi, literatürde yer alan mevcut önceliklendirme yöntemlerinin uygulama aşamasındaki zorluklarından yola çıkılarak geliştirilmiş ve günümüze kadar işletmecilik alanında yapılan birçok çalışmada kullanılmıştır (Dağdeviren ve Eraslan, 2008: 70). Promethee yönteminin diğer yöntemlerden ayırt edici özellikleri vardır. Bu özelliklerden biri, farklı değerlendirme ölçütleri için alternatifleri karşılaştırma sırasında farklı fonksiyon tiplerinin seçilebilmesidir. Diğeri ise, problemde yer alan değerlendirme kriterlerinin bazılarının yüksek olması istenen durumu, bazılarının düşük olması da istenen durumu ifade ettiğinde zıt yapıdaki ölçütlerin bir arada incelenebilmesi Promethee yöntemi ile mümkün olmaktadır (Özdağoğlu, 2013: 306). Genel olarak değerlendirildiğinde, PROMETHEE yönteminin temel özellikleri olarak basitlik, açıklık ve dengeli oluşu sıralamak mümkündür. Yöntem sıralama yaparken tercih fonksiyonlarını kullanmaktadır. Karar verici kararını kolay bir şekilde verebilmek için tüm kriterlerin net olarak belirlenmiş olması gerekmektedir. Promethee yöntemi ile belirli sayıda alternatifler üzerinde hem kısmi sıralama (PROMETHEE I) hem de tam sıralama (PROMETHEE II) yapmak mümkündür (Brans vd., 1986: 228). Yöntem, karar verme problemine esas olan alternatifleri, belirlenmiş tercih fonksiyonlarına dayanarak değerlendirir, alternatiflerin ikili karşılaştırma tekniğiyle kısmi ve tam önceliklerini belirlenmektedir. Promethee yönteminde kullanılan GAIA (Geometrical Analysis for Interactive Aid) düzlemi, Promethee sonuçlarının karar 168 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences vericiye basit olarak sunulduğu bir grafik gösterimidir. Karar verici, GAIA geometrik gösterim ile karşılaştığı problemin çelişen kriterlerinin sonuçlarını bir düzlem üzerinde görerek daha kolay ve çabuk bir şekilde karar verir (Genç, 2013:134). Promethee yönteminin uygulanması birkaç aşamadan geçerek olur. Bu aşamalar; alternatifleri her bir kriterle karşılaştırmalı eşleştirmek, tercihleri belli aralıklarla ifade etmek [0,1], çok kriterli tercih listesi her bir kriter için ağırlıklandırmak ve alternatifleri göstergelere göre sıralamaktır (Goumas and Lygerou, 2000:607). 4. Araştırmanın Metodolojisi Araştırmanın metodolojisi kısmı, araştırmanın amacı, modeli ve bulgulardan oluşmaktadır. 4.1. Araştırmanın Amacı Çalışmanın amacı, çok kriterli bir tercih yapma probleminin çözümünde PROMETHEE-GAIA yönteminin kullanılmasıdır. Bu amaçla, Promethee programından yararlanılmıştır. Çalışmada, müşterilerle iletişim kurmak isteyen perakendeci işletmelerin iletişim için çeşitli kriterler (kontrol, esneklik, güvenilirlik ve maliyet) dikkate alınarak, hangi iletişim yöntemini tercih edeceği belirlenmeye çalışılacaktır. Çalışma kapsamında, geleneksel reklam, satış geliştirme, mağaza atmosferi, kulaktan kulağa iletişim, sosyal medya ve mobil iletişim yöntemleri kullanılmaktadır. 4.2. Araştırmanın Modeli ve Bulgular Promethee yöntemi uygulanırken ağırlıkların, kriterlerin ve alternatiflerin yer aldığı bir matris gereklidir. Genel olarak oluşturulacak matris tablo 2’de gösterilmiştir; Tablo 2: PROMETHEE-GAIA Başlangıç Matrisi Kriterler F1 F2 …… Fk a b c d … w Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 169 Tablo 2’de yer alan her bir değerleme ölçütü sayısal bir değer almaktadır. Matrisin oluşturulması promethee yönteminin başlangıcıdır. Matris oluşturulduktan sonra bu matris üzerinde yer alan değişkene değer verilmektedir. Müşterilerle iletişim yöntemleri için bu matris oluşturulmaktadır. Perakendecilikte müşterilerle iletişimde hangi yöntemin belirleneceği ile ilgili literatürden yararlanarak dört kriter belirlenmiştir. Bu kriterler; kontrol, esneklik, güvenilirlik ve maliyettir. Bu kriterler iletişim yöntemleri için senaryolaştırılmıştır. Matriste bu kriterlere göre iletişim yöntemlerinden yararlanarak yargısal olarak 0-100 arasında değerler verilmektedir. Başlangıç matrisi tablo 3’de gösterilmiştir; Tablo 3: Müşterilerle İletişim Yöntemleri Karar Matrisi Kriterler Alternatifler Kontrol Esneklik Güvenilirlik Maliyet Geleneksel Reklam 80 20 10 90 Satış Geliştirme 90 40 40 80 Mağaza Atmosferi 80 50 30 70 Kulaktan Kulağa İletişim 20 70 80 10 Sosyal Medya 10 80 80 10 Mobil İletişim 70 90 90 20 Yukarıdaki matriste yer alan değerlere göre Promethee I sonuçları şekil 1’de verilmiştir; 170 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences Şekil 1: Promethee I Sıralama Sonuçları Şekil 1’de görüldüğü gibi geleneksel reklam araçları diğer iletişim yöntemlerine göre daha baskındır. Satış geliştirme mağaza atmosferine göre, mobil iletişim sosyal medyaya göre, sosyal medya ise kulaktan kulağa iletişime göre daha baskındır. Bu durumda geleneksel reklam araçları diğerlerine göre kısmi önceliğe sahiptir. Promethee II hangi seçeneğin tercih edileceğini göstermektedir. Buna göre promethee II sonuçları şekil 2’de gösterilmiştir; Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 171 Şekil 2: Promethee II Sıralama Sonuçları Şekil 2’de yer alan değerlerden de anlaşılacağı gibi geleneksel reklam diğer iletişim yöntemlerine göre daha baskındır. Geleneksel reklam diğerlerine göre net önceliğe sahiptir. Promethee II’de ağırlıklara dayalı bir karar ortaya çıkmaktadır. Geleneksel reklamın ağırlığı pozitif iken, diğerlerinin ise negatiftir. Geleneksel reklam diğerlerine göre daha etkindir. Müşterilerle iletişim yöntemi tercihindeki kriterler değerlendirildiğinde, şekil 3 elde edilmektedir. Kriterlere yargısal olarak verilen ağırlıklar 0-1 arasında değişmektedir. Buna göre, kontrol 0,6, esneklik 0,8, güvenilirlik 0,9, maliyet 0,7 olarak belirlenmiştir. 172 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences Şekil 3: Özel Alışveriş Sitelerinin Ağırlıkları Müşterilerle iletişim yöntemleri içinde en fazla önemli olan kriter güvenilirlik iken en az önemli olan ise kontroldür. İşletme yöneticilerinin geleneksel reklam araçlarını tercih etmesi daha doğru bir karar olacaktır. Karar vericinin olası kayıplarının belirlenebilmesi için GAIA düzlemi görsel analizi kullanılmaktadır. Şekil 4 GAIA analizi sonuçlarını göstermektedir. Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 173 Şekil 4: GAIA Düzlemi GAIA düzlemi, optimum durum ile optimum duruma göre müşterilerle iletişim yöntemlerinin durumlarını göstermektedir. Yatay eksene yakın olan, hiçbir kriterin yazılı olmadığı doğru optimum durumu göstermektedir. Geleneksel reklam, mağaza atmosferi ve sosyal medya güvenilirlik ve kontrol kriterleri açısından tercih edilmektedir. Satış geliştirme ve kulaktan kulağa iletişim ise maliyet kriteri bakımından tercih edilmektedir. Mobil iletişim ise esneklik kriteri açısından tercih edilmektedir. Ancak optimum duruma en yakın olan iletişim yöntemleri geleneksel reklam, mağaza atmosferi ve sosyal medyadır. 174 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences Sonuç Perakendecilikte müşteri ile iletişim kurarken her ne kadar düzgün, bilgi verici, hatırlatıcı ve ikna edici mesaj oluşturulursa oluşturulsun, eğer bu mesaj etkin bir iletişim kanalı ile müşterilere iletilemezse mesajın etkinliğinden söz edilememektedir. Perakendecilikte bu etkili iletişim araçları geleneksel reklam ortamları, satış geliştirme, mağaza atmosferi, kulaktan kulağa iletişim, sosyal medya ve mobil iletişimdir. Perakendecilerin müşterilerle iletişim yöntemleri, perakendecinin hedef kitlenin zihninde ne şekilde konumlandığıyla ilgilidir. İşletme bu kapsamda ürünlerini ve hedef pazarını belirlemektedir. Günümüzde tüketicilerin karşısında çok fazla perakendeci alternatif olarak bulunmaktadır. Tüketiciler bu perakendeciler karşısında kendileri için en uygun olanı seçerken, kendilerine farklılık yaratan, değer sunan ve daha fazla iletişim kuran perakendeciye doğru yönelmektedir. Perakendeci ne kadar çok kanalla tüketiciye ulaşırsa, görünürlüğü, tüketicinin aklında kalma ve hatırlanma olasılığı o kadar artmaktadır. Çok kriterli karar verme teknikleri, tüketicilerin çeşitli alternatifler arasında karar vermesine yardımcı olmaktadır. Bu yöntemlerden biri Promethee-GAIA yöntemidir. Bu yöntemde, kriterlere verilen ağırlıklar yargısal olarak değiştirilebilmekte ve böylece farklı sonuçlar elde edilebilmektedir. Çalışma kapsamında perakendecilerin müşterilerle iletişim yöntemleri kontrol, esneklik, güvenilirlik ve maliyet kriterleri açısından senaryolaştırılmış ve Promethee programı ile analiz edilmiştir. Elde edilen sonuca göre, geleneksel reklam diğerlerine göre daha etkindir. Optimum duruma en yakın olan iletişim yöntemleri geleneksel reklam, mağaza atmosferi ve sosyal medyadır. Geleneksel reklam diğer yöntemlere göre yüksek maliyetli olmasına rağmen, perakendecilikte etkin bir rol oynamaktadır. Müşterilerle iletişim yönteminin tercihinde en uygun yöntemler geleneksel reklamın yanında yeni bir reklam ortamı olan sosyal medyadır. Sosyal medyanın önemi her geçen gün artmaktadır. Çünkü bu kanalla perakendeci hakkındaki bilgiler hızla yayılmaktadır. Perakendecinin sunduğu mal ve hizmetler iyiyse, müşteriler memnunsa, bu iletişim yöntemi perakendecinin kurumsal imajının yükselmesini sağlar. Ancak kötü bir durum söz konusuysa perakendecinin itibarının zedelenmesine ve değer kaybetmesine neden olur. Promethee yönteminde kriterler ve kriterlere verilen ağırlıklar yargısal olarak değiştirilerek farklı sonuçlar elde edilebilir. Yöntemin en büyük kısıtı Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 175 kriterlere verilen ağırlıkların yargısal olmasıdır. Gelecek çalışmalarda teknolojinin etkisi ile ortaya çıkan yeni iletişim yöntemleri ve farklı kriterler ile çalışma tekrarlanabilir ve elde edilen sonuçlar bu çalışma ile karşılaştırılabilir. Perakendecilere öneriler olarak, yeni medya ortamlarına yönelmenin yanında geleneksel reklam halen daha etkisini korumaktadır. Bu nedenle tüm iletişim kanallarını bütünleşik olarak, birbirleriyle uyumlu, tutarlı olacak şekilde kullanmalıdırlar. 176 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences KAYNAKÇA Altındal, Muhammet, “Dijital Pazarlamada Marka Yönetimi ve Sosyal Medyanın Etkileri”, http://ab.org.tr/ab13/bildiri/61.pdf, 25.03.2014. Andersen, Arthur (1999), “Satışta Başarı”, Power. Argan, Metin (2012), “Müşteri İlişkileri Kavramı ve Özellikleri”, Perakendecilikte Müşteri İlişkileri ve Yönetimi, Editör: Yavuz Odabaşı, Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Yayını, Eskişehir. Atan, Murat, Baş, Mehmet, Tolon, Metehan (2006), “Servqual Analizi ile Migros ve Gima Süpermarketlerinde Hizmet Kalitesinin Ölçülmesine Yönelik Bir Alan Çalışması” Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 7, ss. 159180. Aydın, Kenan (2010), Perakende Yönetiminin Temelleri, Nobel Yayın Dağıtım, İstanbul. Bakan, İsmail, Erşahan Burcu, Eyitmiş Ahmet Melih, Eraslan Hakkı (2009), “Hızlı Tüketim Malları Perakendeciliği Sektöründe Perakendecilik Karmasına İlişkin Müşteri Algılamaları İle Demografik Özellikler Arasındaki İlişki: Bir Alan Araştırması”, Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt. 6, No. 11, ss. 132-161. Bianca, Chitu I.ve Simona Tecau A., (2008), “Some Aspects Regarding the Importance of Point of Purchase Communications in the Marketing Communications Mix”, Economic Science Series, Cilt. 17, No. 4, pp. 807-810. Brans, Jean-Pierre, Vıncke, Philippe ve Mareschal, Bertrand (1986) “How to Select and How to Rank Projects: The PROMETHEE Method”, European Journal of Operational Research, 24, pp. 228-238. Brassington, F., Pettit, S. (2000), Principles of Marketing, Second Edition, Fınancal Times, Essex: Prentice Hall. Bülbül, Serpil, Köse Ali (2011), “Türk Gıda Şirketlerinin Finansal Performansının Çok Amaçlı Karar Verme Yöntemleriyle Değerlendirilmesi”, Atatürk Üniversitesi. İİBF Dergisi, 10. Ekonometri ve İstatistik Sempozyumu Özel Sayısı, ss. 71-97. Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 177 Çatı, Kahraman (2007), “Süpermarketlerin Tercih Edilmesinde Etkili Olan Faktörlerin Belirlenmesine Yönelik Bir Araştırma”, Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi www.esosder.org, Güz, Cilt. 6, No. 22, ss. 150-168. Çoroğlu, Coşkun (2002), Modern İsletmelerde Pazarlama ve Satış Yönetimi, Alfa Yayıncılık, İstanbul. Dağdeviren, Metin ve Eraslan Ergün (2008), “Promethee Sıralama Yöntemi İle Tedarikçi Seçimi”, Gazi Üniersitesi. Müendislik. Mimarlık Fakültesi Dergisi, Cilt. 23, No. 1, ss. 69-75. Ehrgott, Matthias, Figueira Jose Rui ve Greco Salvatore (2010), Trends in Multiple Criteria Decision Analysis International Series in Operations Research & Management Science, Springer. Eleren, Ali (2007), “Markaların Tüketici Tercih Kriterlerine Göre Analitik Hiyerarşi Süreci Yöntemi ile Değerlendirilmesi: Beyaz Eşya Sektöründe Bir Uygulama”, Celal Bayar Üniversitesi İİBF Yönetim ve Ekonomi Dergisi, Cilt. 14. No. 2, ss. 118. Eleren, Ali ve Karagül, Mehmet (2008), “1986-2006 Türkiye Ekonomisinin Performans Değerlendirmesi”, Celal Bayar Üniversitesi İİBF Yönetim ve Ekonomi Dergisi, Vol. 15, No. 1, ss. 1-14. Erdem, Ayhan (2009), “Firmalarda Bütünleşik Pazarlama İletişimi Stratejilerinin Belirlenmesinde Tüketici Davranışlarının Önemi”, Erciyes İletişim Fakültesi Dergisi, ss. 42-64. Genç, Tolga (2013), “PROMETHEE Yöntemi ve GAIA Düzlemi”, Afyon Kocatepe Üniversitesi İİBF Dergisi, Cilt. XV, No. 1, ss. 133-154. Goumos, M., Lygerou V. (2000), “An Extension of the PROMETHEE Method for Decision Making in Fuzzy Environment: Ranking of Alternative Energy Exploitation Projects”, European Journal of Operational Research, 123, ss. 606613. Grewala, Dhruv, Gopalkrishnan Rlyer, Levy, Michael (2004) “Internet Retailing: Enablers, Limiters And Market Consequences”, Journal of Business Research, Vol. 57, pp. 703-713. 178 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences Habenicht W., B. Scheubrein ve Ralph Scheubrein (2014), Multiple-Criteria Decision Making. http://www.eolss.net/sample-chapters/c02/E6-05-06-05.pdf http://www.bilgiyonetimi.org/cm/pages/mkl_gos.php?nt=268, 10/01/2007 Kurşunluoğlu, Emel (2001), Perakendecilikte Müşteri Hizmetleri Yolu İle Müşteri Memnuniyeti ve Sadakati Yaratılması: İzmir İlinde Bir Araştırma, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Doktora Tezi, İzmir. Kurşunluoğlu, Emel (2009), “Mağazalı Perakendeciler ve Müşteri Servisleri”, Yaşar Üniversitesi Dergisi, Vol. 4, No. 14, ss. 2173-2184. Michael, Levy ve Barton A. Weitz (2007), Retailing Management, The McGraw Hill Companies Inc., New York. Onat, Ferah, Alikılıç Aşman Özlem, “Sosyal Ağ Sitelerinin Reklam ve Halkla İlişkiler Ortamları Olarak Değerlendirilmesi”, Yaşar Üniversitesi Dergisi, Vol. 3, No. 9, pp. 1111-1143. Or, Kenan (2000), Modern Perakendecilikte Müşteri Sadakati, İstanbul Teknik Üniversitesi Fen bilimleri Enstitüsü Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul. Özdağoğlu, Aşkın (2013), “Üretim İşletmelerinde Lazer Kesme Makinelerinin Promethee Yöntemi İle Karşılaştırılması”, Uluslararası Yönetim İktisat ve İşletme Dergisi, Cilt. 9, No. 19, ss. 305-318. Özdemir, Ali İhsan ve Secme Neşe Yalçın (2009), “İki Aşamalı Stratejik Tedarikçi Seçiminin Bulanık TOPSIS Yontemi İle Analizi”, Afyon Kocatepe Üniversitesi İ.İ.B.F. Dergisi, Cilt. 11, No. 2, ss. 79-112. Özgür, Ömer Faruk (2014), Perakendecilik Ve Mağaza Yönetimi Vize Ders Notları, Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Meslek Yüksekokulu, ss. 1-60. Özgüven, Nihan (2013), “Tüketicilerin Mobil Reklamcılığı Kabullenmelerinde Etkili Olan Faktörler Üzerine Bir Uygulama”, Yönetim Bilimleri Dergisi, Cilt. 11, No. 21, ss. 7-28. Sait, Rıfat (2013), http://www.isguc.org/_index.php, 16.09.2015 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 179 Sayadi, Mohammad K., Heydari, Majeed, and Shahanaghi, Kamran (2009) “Extention of VIKOR Method for Decision Making Problem with Interval Numbers” Applied Mathematical Modelling 33, pp. 2257-2262. Scharl, A., Dickinger, A. and Murphy, J. (2005), “Diffusion and Success Factors of Mobile Marketing”, Electronic Commerce Research and Applications, Vol. 4, No. 2, pp. 159-173. T. C. Çevre ve Orman Bakanlığı Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı. (2010). Türkiye’de Temiz (Sürdürülebilir) Üretim Uygulamalarının Yaygınlaştırılması için Çerçeve Koşulların ve Ar-Ge İhtiyacının Belirlenmesi Projesi Sonuç Raporu. Ankara: T.C. Çevre ve Orman Bakanlığı Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı Yayını. http://www.ttgv.org.tr/content/docs/temiz-uretim-sonuc-raporu.pdf, 10.02.2014. Taşkın, Erdoğan (2000), Müşteri İlişkileri Eğitimi, Papatya Yayıncılık, İstanbul. Taşkın, Erdoğan (2004), Market Yönetim, Gazi Kitabevi, Ankara. Tek ve Orel, Çiftçi Mine Bastürk (2002), Tüketicilerin Süpermarket/Hipermarket Tercihlerinde Etkili Olan Faktörlerin Belirlenmesi: İzmir Örneği, Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamıs Doktora Tezi, İzmir Tek, Ömer Baybars (2001), “Türkiye’de Perakendecilik Çağı ve Büyük Ölçekli Perakendeci Mağazaların Gelişimi”, Perşembe Konferansları, 3-37, http://www.rekabet.gov.tr/persembekonf.html, 3/05/2001. Tezcan, Ömür, Aytekin Osman, Kuşan Hakan ve Özdemir İlker (2012), “İnşaat Proje Yatırımlarının Değerlendirilmesinde Analitik Hiyerarşi Yönteminin Kullanılması”. e-Journal of New World Sciences Academy, 7 (1), ss. 229-238. Torres-Moraga, E., A.Z., Vasquez- Parraga, J., Zamora- Gonzalez, (2008), “Customer Satis-faction and Loyalty: Start with The Product Culminate with The Brand”, Journal of Consumer Marketing, Vol. 25, No. 5, pp. 302-313. Triantaphyllou, Evangelos (2000), Multi-Criteria Decision Making Methods: A Comparative Study, Kluwer Academic Publishers, London. Türk Mevlüt (2005), “Perakendeci İşletmelerde Personelin Davranışsal Özellikleri İle Müşteri Memnuniyeti Arasındaki İlişki”, Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt. 10, No. 1, ss. 196- 219. 180 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences Vatansever, Kemal, Uluköy Metin, (2013), “Kurumsal Kaynak Planlaması Sistemlerinin Bulanık AHP ve Bulanık MOORA Yöntemleriyle Seçimi: Üretim Sektöründe Bir Uygulama”, Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt. 11, No. 2, ss. 274-293. Xu, Ling ve Yang Jian Bo, (2001), “Introduction to Multi-Criteria Decision Making and the Evidential Reasoning Approach” Working Paper No. 0106. Manchester School of Management University of Manchester Institute of Science and Technology. Yulugkural, Yıldız, (2001), Kocaeli’nde Deprem Sonrası Yerleşim Sorununa Çok Ölçütlü Yaklaşım, Kocaeli Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Kocaeli. Yurdakul, (2015), “Yeni Bir Pazarlama Stratejisi Olarak Müşteri İlişkileri Yönetimi (CRM)’nin Sektörel Bazda Uygulanabilirliği”, Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, ss. 1-11. Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 181 TÜRKİYE’YE YÖNELİK FİNANSAL SERMAYE AKIMLARININ TASARRUF VE YATIRIM ÜZERİNE ETKİSİ Özcan KARAHAN ∗ Evren İPEK ∗∗ __________________________________________________________________ ÖZET Bu makale Türkiye’ye yönelik finansal sermaye akımlarının yurtiçi tasarruflar ve yatırımlar üzerindeki etkilerini 1991:4–2013:4 arasındaki dönem için üçer aylık veriler kullanarak Sınır Testi ve ARDL yaklaşımı çerçevesinde belirlemeyi amaçlamaktadır. ARDL modelinden elde edilen uzun dönemli katsayılar finansal sermaye akımlarının yurtiçi tasarrufları negatif, yatırımları ise pozitif yönde etkilediğine işaret etmektedir. Bu zıt yönlü etkiler, büyümenin dış kaynaklara bağımlılığını dolayısı ile de ekonominin kırılganlığını artırmaktadır. Buna göre, Türkiye’ye yönelik finansal sermaye girişlerinin sürdürülebilir bir ekonomik büyüme sağlaması için yurtiçi tasarrufların artırılmasına yönelik politika seçeneklerinin hayata geçirilmesi büyük önem kazanmaktadır. Anahtar Kelimeler: Finansal Sermaye Akımları, Yurtiçi Tasarruf, Yatırım, Sınır Testi, ARDL, Hata Düzeltme Modeli. JEL Sınıflaması: E21, E22, F32. ABSTRACT IMPACTS OF FINANCIAL CAPITAL FLOWS TO TURKEY ON SAVING AND INVESTMENT This paper aims to identify the impacts of financial capital flows to Turkey on domestic savings and investments by using quarterly data related to 1991:4–2013:4 period. For this purpose, Bound Test and ARDL methodologies are performed. The long run coefficients from ARDL models, indicate that financial capital flows affect domestic savings negatively and investments positively. These opposite effects increase the dependence of economic growth on foreign resources and so fragility of the economy. Accordingly, for financial capital flows to provide a sustainable economic growth, implementation of policy options for increasing savings gains great importance. Keywords: Financial Capital Flows, Domestic Saving, Investment, Bound Test, ARDL, Error Prof. Dr., Balıkesir Üniversitesi, İktisat Bölümü (karahan@dr.com) Dr., Balıkesir Üniversitesi, İktisat Bölümü (eipek@balikesir.edu.tr) YDÜ Sosyal Bilimler Dergisi, C. VIII, No. 2, (Ekim 2015) ∗ ∗∗ Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 182 Correction Model. JEL Classification: E21, E22, F32. _______________________________________________________________________________ 1. Giriş Uluslararası sermaye akımlarının yöneldikleri ülkelerin çeşitli makroekonomik göstergeleri üzerinde yarattıkları etkiler literatürde birçok çalışmaya konu olmuştur. Bu makalede de finansal sermaye akımlarının yurtiçi tasarruflar ve yatırımlar üzerindeki etkisi Türkiye ekonomisi için 1991:4–2013:4 arasındaki döneme ilişkin üçer aylık verilerle Sınır Testi ve ARDL Yöntemi ile analiz edilmektedir. Böylelikle, sermaye girişlerine bağlı ekonomik büyümenin sürdürülebilirlik koşullarının söz konusu fonların Türkiye’de tasarruf ve yatırım üzerine yarattığı etkiler çerçevesinde incelenmesi amaçlanmaktadır. Türkiye gibi cari açık vererek büyüyen bir ülkede cari açığı finanse eden yabancı sermayenin türü ve bu yabancı sermayenin nasıl kullanıldığı önem arz etmektedir. Yabancı sermayeye bağlı ekonomik büyümenin ve cari açığın sürdürülebilirliği için bu fonların reel yatırımları, özellikle de ticarete konu olan sektörlerdeki yatırımları, finanse ederek ihracatı artırması gerekmektedir. Ancak bu sayede, alınan borçların faiziyle birlikte ödenebilmesi için gerekli reel birikim sağlanabilecektir. Ayrıca dış kaynaklardan faydalanılarak yatırım artışının sağlanabilmesi, yarattığı gelir artışı yoluyla, düşük tasarruf düzeylerinin yükseltilebilmesine de olanak sağlayacaktır. Yabancı sermayenin yatırımları artırması kadar yurtiçi tasarrufları artırıcı etkiler yaratması da önemlidir. Yabancı sermaye akımları yöneldiği ülkenin yurtiçi fonlarına eklenerek toplam fon arzını, bir başka ifadeyle toplam tasarrufları artıracaktır. Ancak yabancı tasarruflara bağlı olarak toplam tasarruflar yükselirken yurtiçi tasarruflarda meydana gelen düşüş yönlü etkiler yabancı sermaye girişiyle karşı karşıya olan ülkeyi yatırım ve ekonomik büyüme anlamında yabancı sermayeye bağımlı hale getirir. Bir diğer ifadeyle, yurtiçi tasarruf artışı sağlanmadan gerçekleşen sermaye girişleri ülkenin yabancı fonlara bağımlılığını artırır. Özellikle ekonomik büyümenin kaynağı olan bu yabancı sermayenin kompozisyonunun ağırlıklı olarak spekülatif, kısa vadeli ve akışkan nitelikteki yabancı fonlardan oluşması (ki Türkiye ekonomisi için durum böyledir) ilgili ülkenin kırılganlığını artırarak ülkeyi önemli risklerle karşı karşıya bırakır. Bu alandaki ampirik literatür incelendiğinde, gelişmekte olan ülkelere yönelik sermaye girişlerinin genel olarak yurtiçi tasarrufları azaltırken yatırımları Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 183 artırdığı sonucuna varılmaktadır. Ahmad ve Ahmed (2002), Pakistan ekonomisi için 1972–2000 dönemine ilişkin yıllık verilerle ve VAR analiziyle; Touny (2008), Mısır ekonomisi için 1975–2006 dönemine ait yıllık verilerle ve dinamik zaman serisi analiziyle; Agrawal vd. (2009), beş Güney Asya ekonomisi için 1960–2005 dönemine ilişkin yıllık verilerle ve Dinamik EKK, ARDL analizleriyle yabancı sermaye akımlarının yurtiçi tasarruflar üzerindeki negatif yönlü etkilerine işaret etmişlerdir. Benzer şekilde Kara ve Kar (2005), 1980–2000 dönemine ilişkin yıllık verilerle ve EKK yöntemiyle; Örnek (2008) de 1996:4– 2006:1 dönemine ilişkin üçer aylık verilerle ve VAR modeliyle Türkiye ekonomisi için gerçekleştirdikleri analizlerinde yabancı sermaye akımlarının yurtiçi tasarrufları azalttığı yönünde bulgulara erişmişlerdir. Öte yandan finansal sermaye girişlerinin yatırımlar üzerine etkisini inceleyen geniş bir literatür bulunmaktadır. Jansen (2003), Tayland ekonomisi için 1980:1–1996:4 dönemine ait verilerle ve VAR modeliyle; Mileva (2008), 22 geçiş ekonomisi için 1995–2005 dönemine ait yıllık verilerle ve statik ve dinamik panel veri analiziyle; Pels (2010) 39 ülke için 1976–2003 dönemine ait panel verilerle ve EKK, GMM yöntemleriyle gerçekleştirdiği analizler ile yabancı sermayenin yatırımları pozitif yönde etkilediğine ilişkin sonuçlar elde etmişlerdir. Benzer şekilde Kara ve Kar (2005), 1980–2000 dönemine ilişkin yıllık verilerle ve EKK yöntemiyle; Çimenoğlu ve Yentürk (2005) 1990–2002 dönemine ilişkin üçer aylık verilerle ve VAR modeliyle; Şengönül vd. (2007) 1990:1–2005:3 dönemine ait üçer aylık verilerle ve VAR modeliyle gerçekleştirdikleri analizlerinde Türkiye ekonomisinde yabancı sermaye akımlarının yatırımları artırdığı sonucuna ulaşmışlardır. Türkiye ekonomisine ilişkin ilgili ampirik literatür göz önünde bulundurulduğunda geçmiş çalışmaların veri aralığının güncelliğini yitirdiği tespit edilmektedir. Bu çalışma hem daha güncel verilerle hem de mevcut çalışmalardan farklı bir zaman serisi metodolojisi ile gerçekleştirdiği ampirik analizler bağlamında ilgili literatüre katkı sağlayacaktır. Bununla birlikte, çalışmanın bu alandaki ampirik literarüre bir başka katkısı da yabancı sermaye akımlarının yatırımlar ve tasarruflar üzerindeki etkisini “finansal sermaye” sınıflandırması ile sınamak olacaktır. Beş bölümden oluşan bu çalışmanın giriş kısmını takip eden ikinci bölümünde finansal sermaye akımlarının tasarruf ve yatırımları etkilediği kanallar açıklanmış, üçüncü bölümünde çalışmanın yöntemi, modeli ve veri setine ilişkin bilgiler sunulmuş, dördüncü bölümde ise ampirik bulgular 184 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences değerlendirilmiştir. Sonuç kısmında ise Türkiye’ye yönelik finansal sermaye girişlerinin sürdürülebilirliğine ilişkin tespitlerde bulunulmuştur. 2. Finansal Sermayenin Yurtiçi Tasarrufları ve Yatırımları Etkileme Kanalları Bir ülkeye yönelen finansal sermaye, yurtiçi tasarrufları ve yatırımları aşağıda belirlenen kanallarla etkileyebilmektedir: 2.1. Finansal Sermayenin Yurtiçi Tasarrufları Etkileme Kanalları Finansal sermaye akımlarının yurtiçi tasarrufları hangi yönde etkilediğine ilişkin görüşler “Tamamlayıcılık Tezi” ve “İkame Tezi” etrafında gelişmiştir. Bu tezlerden ilki yabancı tasarrufların yurtiçi tasarrufları pozitif yönde etkilediğini ve tamamladığını ileri sürerken; ikincisi yabancı sermaye akımlarının yurtiçi tasarruflar üzerindeki etkisinin negatif yönlü olduğunu ve yabancı tasarrufların yurtiçi tasarrufları ikame ettiğini, bir diğer ifadeyle dışladığını, savunmaktadır. “Tamamlayıcılık Tezi”ne göre, yabancı sermaye akımları ülkede yerli fonlara eklemlenerek ödünç verilebilir fon arzını dolayısı ile de yatırım ve tüketim kredilerini artırmaktadır. Yatırım kredileri girişimcilerin finansman imkânlarını genişleterek yatırımları ve sonuç olarak milli geliri artırırken; tüketim kredileri de ekonomide toplam talebi büyütmek yolu ile girişimcilerin beklenen hasılatlarını yükselterek toplam yatırımları ve milli geliri artırıcı etkiler yaratmaktadır. Böylece yabancı sermayeye bağlı olarak sağlanan ekonomik büyüme ve gelir artışı yoluyla yurtiçi tasarrufların da artması mümkün olmaktadır. Yabancı sermaye girişlerinin ülkenin yurtiçi tasarruflarını artırabilecek şekilde değerlendirilmesi sermaye girişlerinin sürdürülebilirliği açısından önemlidir. Sermaye girişi sonucu sağlanan fonların düşük tasarruf eğilimi nedeniyle daha çok tüketimde kullanılması ülkenin dış kaynaklara bağımlılığını dolayısı ile kırılganlığını artırmaktadır (Gavin vd., 1997: 3-4). “İkame Tezi”ne göre ise, yabancı sermaye girişi sonrasında ülkedeki toplam yurtiçi tasarruflar azalmaktadır. Öyle ki, sermaye girişine bağlı olarak oluşan kolay finansman olanakları tüketimi körükleyerek, hane halkı harcanabilir gelirinin tüketilmeyen kısmını ifade eden özel tasarrufların düşmesine yol açabilmektedir (Reinhart ve Tokatlidis, 2005: 4). Bu süreçte hanehalkına yönelik artan banka kredilerinin önemli rolü bulunmaktadır (Zhou, 2008: 5). Finansal sistemin hızlı ve kontrolsüz liberalizasyonu, uluslararası piyasalarla ulusal piyasalar arasında aracılık işlevi yapan bankaların kredi stoklarını artırmakta (Montiel, 2000: 464), bu durumsa Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 185 ticarete konu olmayan sektörlerde, tüketici kredilerinde ve gayrimenkul alımlarında yoğunlaşan kredi patlamaları ile sonuçlanmaktadır (Yentürk, 2005: 162). Kısacası, uluslararası sermaye akımları bankacılık kesiminin aracılığıyla tüketici kredilerine dönüşerek tüketimi körüklemektedir (Uzunoğlu vd., 1995: 65). Sermaye girişiyle birlikte hane halkı tüketim artışına yol açan diğer önemli bir neden ise, likidite bollaşmasına bağlı olarak artan gayrimenkul ve menkul kıymet fiyatlarının yarattığı servet etkisidir. Buna göre, menkul kıymetlerin ve gayrimenkullerin değerinde görülen artış, kişilerin servetinin ve dolayısıyla da tüketim harcamalarının artmasına neden olmaktadır (Montiel, 2000: 464; Yıldırım vd., 2008: 543). Üstelik bu süreçte hane halkının sermaye girişi sonucu değerlenen varlıklarını yeni krediler için teminat olarak kullanması, kredi kullanımını dolayısıyla da tüketim patlamalarını ikinci kez tetikleyebilmektedir (World Bank, 1997: 248). 2.2. Finansal Sermayenin Yatırımları Etkileme Kanalları Yabancı sermaye akımları yatırım harcamalarını ilk olarak yurtiçi faiz oranlarında meydana getirdiği değişmeler kanalıyla etkilemektedir. Yabancı sermaye girişlerinin faiz oranlarında düşüş etkisi yaratabilme potansiyeli, faiz oranlarının yatırım harcamaları üzerindeki negatif yönlü etkisine bağlı olarak, yatırımlar üzerinde olumlu bir etkileme kanalı oluşturabilmektedir. Ödünç verilebilir fon talebinin değişmediği varsayıldığında, yabancı sermaye girişine bağlı olarak ödünç verilebilir fon arzında meydana gelen bir artış reel faiz oranlarının düşmesine neden olacaktır. Ancak, özellikle gelişmekte olan ülkelerde, yabancı sermaye girişi sonrasında beklenen faiz oranı düşüşleri gerçekleşmemektedir. Yabancı sermaye girişinin spekülatif niteliği, yabancı fon girişine bağlı olarak artan kamu açıkları, yüksek para ikamesi ve yabancı sermayenin neden olacağı parasal genişlemenin önüne geçmek için uygulanan sterilizasyon politikaları sermaye girişi sonrasında beklenen faiz oranı düşüşlerini engelleyen başlıca faktörler olmaktadır (Uzunoğlu vd., 1995: 71). Yabancı sermaye girişini takip eden süreçte faiz oranlarında beklenen düşüşlerin gerçekleşmemesi yatırımlarda beklenen artışın gerçekleşmesini de engellemektedir. Sermaye girişlerinin yatırımlar üzerindeki etkisini belirleyen bir başka unsur finansal sermaye girişlerinin toplam talepte neden olduğu artışlardır. Finansal sermaye girişinin tüketici kredilerini teşvik ederek toplam talebi artırıcı etkileri, iç yatırım harcamalarını da olumlu yönde etkileyebilecektir. Bu etkileşimin merkezinde toplam talep yükselmesinin girişimcilerin beklenen hasılat hesaplamalarında neden olduğu artışlar yer almaktadır. Yabancı sermaye girişi sonucunda iç talebin yükselmesi girişimcilerin beklenen hasılat oranlarının 186 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences artmasına neden olur. Bilindiği gibi Keynesyen iktisatta, yatırım kararı alınırken girişimciler daha çok beklenen hasılattaki gelişmelere göre karar vermektedirler. Bu noktadan hareketle iç talep artışının girişimcilerin beklenen hasılatlarını yükselterek yatırımları olumlu yönde etkilemesi söz konusu olmaktadır. Ancak sermaye girişlerine bağlı olarak artan iç talep sadece ticarete konu olmayan sektörlerdeki yatırımların artmasına neden olmaktadır. Çünkü ticarete konu olan sektörlerdeki talep artışının yerli paranın değerlenmesi sonucu ucuzlayan ithalat ile karşılanması söz konusudur. Bununla birlikte ticarete konu olmayan sektörlerdeki talep artışının ancak yerli üretimle karşılanabilmektedir (Yentürk, 2005: 65). Bu durum hem yurtiçi göreli fiyatların hem de yatırımların ticarete konu olmayan sektörler lehine gelişmesine yol açmaktadır (Yentürk, 2005: 164). 3. Araştırmanın Yöntemi, Model ve Veri Seti Ampirik literatürde değişkenler arasındaki uzun dönemli ilişkiler eşbütünleşme testleri ile analiz edilmekte, yaygın olarak da Engle-Granger (1987), Johansen (1988) ve Johansen-Juselius (1990) eşbütünleşme testleri kullanılmaktadır. Bahsedilen bu yöntemlerin kullanılabilmesi, hiçbir değişkenin düzeyde durağan olmaması ve değişkenlerin farklı derecelerden entegre olmamaları koşuluna bağlıdır (Taşçı vd., 2009: 109). Geleneksel eşbütünleşme testlerinin bu kısıtlarına bağlı olarak da son yıllarda eşbütünleşme analizlerinde Pesaran vd. (2001) tarafından geliştirilmiş olan Sınır Testi (Bound Test) kullanılmaktadır. Sınır testinin sağladığı en önemli avantaj değişkenlerin bütünleşme derecelerinin I(0) ya da I(1) olmasının önemsenmemesidir (Çağlayan, 2006: 425). Bununla birlikte modeldeki hiçbir değişkenin I(2) olmaması gerekir (Bolat vd., 2011: 355). Sınır testi yaklaşımı değişkenlerin I(0) veya I(1) olması varsayımına dayanır. Değişkenlerin I(2) olması halinde Pesaran vd. (2001) tarafından hesaplanan F istatistikleri geçersiz olacağından, I(2) olan değişkenlerle gerçekleştirilen tahminler yanıltıcı sonuçlar elde edilmesine neden olur (Başar vd., 2009: 304). Bu durum da analiz yönteminin belirlenmesinde birim kök testlerinin önemini ortaya koymaktadır. Çalışmamızda analizlere dahil edilen serilerin durağanlık derecelerinin farklılık göstermesi nedeniyle geleneksel eşbütünleşme yöntemleri yerine “Sınır Testi” yöntemi kullanılmıştır. Sonraki aşamada ise Gecikmesi Dağıtılmış Otoregresif Model (ARDL modeli) kullanılarak değişkenler arasındaki kısa ve uzun dönem ilişkiler tahmin edilmiştir. 1 Sınır testi için Eviews 5.0, kısa ve uzun dönem ARDL modelleri için Microfit 4.0 paket programları kullanılmıştır. 1 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 187 Bu çalışmada finansal sermaye akımlarının tasarruflar ve yatırımlar üzerindeki etkisi yukarıda belirlenen ekonometrik yöntemlerle ayrı ayrı tahmin edilecektir. Modellere dahil edilecek değişkenlere karar verilirken, hem konuya ilişkin teorik altyapı hem de mevcut ampirik çalışmalar dikkate alınmıştır. Bağımlı değişkenin yurtiçi tasarrufların GSYİH’ya oranı (S) olarak belirlendiği tasarruf modelinde yer alacak açıklayıcı değişkenlerin finansal sermaye akımlarının GSYİH’ya oranı (FS), reel GSYİH’daki büyüme oranı (Y), reel faiz oranı (R) ve M2 para arzının GSYİH’ya oranı (M) olmasına karar verilmiştir. Tasarruf modelinin bir açıklayıcı değişkeni olarak reel GSYİH büyüme oranının belirlenmesinin temelinde tasarruflarla gelir seviyesi arasındaki genel kabul görmüş pozitif yönlü ilişki yer almaktadır. Reel faiz oranının bir başka açıklayıcı değişken olarak modelde yer alma nedeni faiz oranlarının tüketim ve dolayısıyla tasarruflar üzerinde oluşturduğu gelir ve ikame etkilerinden kaynaklanmaktadır. Para arzı ise finansal gelişmişlik göstergesi olarak modele dahil edilmiştir. Çünkü tasarrufların değerlendirilebileceği finansal varlıkların varlığı ve çeşitliliği tasarruf artışını teşvik eden önemli bir faktördür (Touny, 2008: 5). Bağımlı değişkenin yatırımların GSYİH’ya oranı (I) olarak belirlendiği yatırım modelinde yer alacak açıklayıcı değişkenlerin finansal sermaye akımlarının GSYİH’ya oranı (FS), reel GSYİH’daki büyüme oranı (Y), doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının GSYİH’ya oranı (DYSY) ve reel faiz oranı olmasına karar verilmiştir. Reel GSYİH büyüme oranının yatırımlar üzerindeki etkisinin pozitif yönlü olması beklenmektedir. Bu değişken yatırımı hasıla ile ilişkilendiren “Basit Hızlandıran Modeli”nin ardındaki iktisadi mantıktan hareketle modelde bir açıklayıcı değişken olarak kabul edilmiştir (Ünsal, 2005: 454). Yatırım finansman maliyetinin önemli bir unsuru olan faiz oranları yatırım harcamaları ile sahip olduğu ters yönlü ilişki nedeni ile yatırım modelinde önemli bir açıklayıcı değişken olarak yer almaktadır. Yatırım modelinin bir başka değişkeni de incelenen dönemde yaşanan ekonomik krizlerin (1994, 2001, 2008 Krizleri) etkisini yakalayabilmek amacıyla dahil edilen kukla değişkendir. Çalışmanın ampirik analizlerinde kullanılan veri seti, Türkiye ekonomisinin 1991:4–2013:4 dönemine ait üçer aylık zaman serileridir. Analiz döneminin bu aralıklarla sınırlandırılmasının nedeni üçer aylık verilerin bulunabilirliği ile ilgilidir. Değişkenlere ilişkin tanımlamalar Tablo 1'de sunulmaktadır. 188 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences Tablo 1. Değişkenlerin Tanımlaması Değişkenin S I Y M FS R DYSY KUKLA Değişkenin Tanımı Yurtiçi Tasarrufların GSYİH'ya Oranı Yatırımların GSYİH'ya Oranı Reel GSYİH'daki Büyüme M2 Para Arzının GSYİH'ya Oranı Finansal Sermaye Akımlarının GSYİH'ya Oranı Reel Faiz Oranı Doğrudan Yabancı Sermaye Yatırımlarının GSYİH'ya O Türkiye Ekonomisinin İncelenen Dönemdeki Ekonomik Krizlerine (1994, 2001, 2008 Krizleri) İlişkin Kukla Mevcut ampirik literatürü takiben tasarruf değişkeni olarak yurtiçi tasarrufların kullanılmasına karar verilmiştir. Yurtiçi tasarruf değişkeni olarak GSYİH’dan özel sektör ve kamu tüketimlerini çıkartarak hesaplanacak artık değer kullanılacaktır. 2 Yatırım değişkeni ise sabit sermaye oluşumu ve stoklardaki değişmelerin toplamı olarak ele alınmıştır. Tasarruf ve yatırım serisini oluşturan alt kalemlerle, GSYİH ve M2 para arzı değişkenlerine ait zaman serileri TCMB EVDS’den alınmıştır. Ekonometrik sonuçların yorumlanmasında kolaylık sağlamasından dolayı yatırım, tasarruf ve para arzı değişkenleri GSYİH’ya oranlanılarak kullanılmıştır. Cari olarak elde edilen GSYİH serisi ise öncelikle IMF IFS’den ve UNSTATS’tan derlenen 2005=100 bazlı TÜFE değişkeni kullanılarak reel hale dönüştürülmüş, sonrasında da bu reel seri üzerinden büyüme oranları hesaplanmıştır. Bahsedilen değişkenler “Tramo Seats” prosedürü kullanılarak mevsimsellikten arındırılmıştır. Reel faiz oranı, ise Türkiye Cumhuriyeti Kalkınma Bakanlığı'ndan alınan iç borçlanma faiz oranlarının 2005=100 bazlı TÜFE değişkeni ile deflate edilmesi şeklinde hesaplanmıştır. Tasarruflar ve yatırımlar üzerindeki etkilerini inceleyeceğimiz finansal sermaye değişkeni net portföy yatırımları ile net kısa vadeli sermaye akımları toplamından oluşmaktadır. Uluslararası sermaye akımlarının diğer yatırımlar kalemindeki kısa vadeli sermaye hareketlerinin hesaplanmasında Seyidoğlu (2003: 155) ve Yentürk (2005: 108) kaynaklarından faydalanılmıştır. Buna göre kısa vadeli sermaye yükümlülükleri hesaplanırken diğer yatırımların alt kalemindeki kısa Uthoff ve Titelman (1998), Touny (2008) ve Hadiwibowo (2010)'a ait çalışmalarda da yurtiçi tasarruflar bu şekilde hesaplanarak ampirik analizlere dahil edilmiştir. 2 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 189 vadeli ticari krediler; Merkez Bankası'nın, Genel Hükümet'in, bankaların ve diğer sektörlerin kullandığı kısa vadeli krediler; Merkez Bankası’nın kısa vadeli mevduatları, bankaların mevduatları ve diğer yükümlülükler alt başlıkları toplanmıştır. Kısa vadeli sermaye yükümlülükleri ve diğer yatırımların varlıklar kalemleri toplanarak da kısa vadeli sermaye hareketlerinin net değerlerine ulaşılmıştır. Böylelikle hesaplanan finansal sermaye değişkeni ile daha kısa vadeli ve akışkan finansal sermaye hacmi belirlenmeye çalışılmıştır. Doğrudan yabancı sermaye değişkeni ise yurtiçindeki doğrudan yatırımları kapsamaktadır. Uygulamada kullanılan yabancı sermaye akımlarına ilişkin veriler TCMB EVDS’deki ödemeler dengesi istatistiklerinden alınmıştır. Veri tabanında ABD doları cinsinden ifade edilen bu değişkenler yine TCMB EVDS’den alınan ortalama döviz kuru kullanılarak TL’ye çevrilmiştir. Yorumlama kolaylığı sağlaması açısından bu değişkenler GSYİH’ya oranlanarak analizlere dahil edilmiştir. 4. Ampirik Sonuçlar Ekonometrik analizlerin ilk aşamasında gerçekleştirilen birim kök analizlerine ilişkin sonuçlar Tablo 2 ve Tablo 3’de gösterilmektedir. Genişletilmiş Dickey-Fuller (ADF), Phillips-Perron (PP), Kwiatkowski-Phillips-Schmidt-Shin (KPSS) ve Ng-Perron gibi farklı birim kök testleri uygulanarak değişkenlerin durağanlık analizleri yapılmıştır. Yapısal kırılmayı dikkate almayan bu geleneksel testlere ilaveten hem sabit terim hem de eğimdeki yapısal kırılmaları dikkate alan (Model C) 3 Zivot-Andrews (1992) birim kök testi 4 de uygulanmıştır. Gerçekleştirilen birim kök analizleri serilerin bazılarının düzeyde durağanken bazılarının ise birinci dereceden bütünleşik olduğuna ilişkin bulgular sunmaktadır. k 3 C Yt = µˆ C + θˆ C DU (λˆ ) + βˆ C t + γˆ C DTt * (λˆ ) + aˆ C Yt −1 + ∑ cˆ j ∆y t − j + et j =1 4 Bu testte H 0 : α = 1 (Birim kök vardır) ve H 1 : α ≠ 1 (Birim kök yoktur) hipotezi için t istatistiği hesaplanır. Zivot-Andrews (1992) testinde hesaplanan t istatistiklerinin mutlak değer olarak ZivotAndrews (1992) tablo kritik değerlerinden büyük olması durumunda birim kök temel hipotezi reddedilmektedir. Yani seri durağandır. Aksi halde birim kök temel hipotezi reddedilemez. Seri durağan değildir. 190 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences Tablo 2. ADF, PP, KPSS ve NG-Perron Birim Kök Testlerinin Sonuçları Not: (.) parantez içindeki rakamlar ADF testinde AIC kriteri tarafından belirlemiş olan gecikme uzunluklarıdır. PP, KPSS, NG-Perron testlerinde ise Bartlett Kernell tahmin yöntemi kullanılmış, bant genişliği Newey-West olarak belirlenmiştir. a: regresyonun sabit terim veya trend içermediğini, b: regresyonun sabit terim ve trend içerdiğini, c: regresyonun sabit terim içerdiğini ifade etmektedir. *: %1 anlamlılık düzeyini, **: %5 anlamlılık düzeyini, ***: %10 anlamlılık düzeyini göstermektedir. Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 191 Tablo 3. Zivot-Andrews Birim Kök Testi Sonuçları Değişkenler S I FS Y R M DYSY Kritik Değer (%5): -5.08 Düzey -5.06 -4.66 -5.61 -6.98 -7.34 -2.41 -2.72 Birinci Fark -9.83 -10.17 Karar I(1) I(1) I(0) I(0) I(0) -6.50 I(1) -18.40 I(1) Kritik Değer (%1): -5.57 Kaynak: Zivot ve Andrews, 1992, s. 257 Serilerin farklı derecelerden bütünleşik olarak bulunması ve bazı serilerin düzeyde durağan olması gerçekleştirilecek analizlerde geleneksel eşbütünleşme testlerinin kullanılamayacağının bir kanıtıdır. Bu nedenle analizlerde Pesaran vd. (2001) tarafından geliştirilen ve serilerin farklı derecelerden bütünleşik olma durumlarının önemsenmediği sınır testi yaklaşımı kullanılmıştır. Durağanlık analizinde ulaşılan ikinci önemli sonuç da serilerin hiçbirinin I(2) olmamasıdır. Böylece sınır testi uygulanmasının önündeki bir engel de aşılmış olmaktadır. Ampirik analizlerin sonraki aşamasında finansal sermaye girişlerinin tasarruflar ve yatırımlar üzerindeki etkisi sınır testi ve ARDL modeli yöntemleri kullanılarak ayrı ayrı analiz edilmiştir. 4.1. Finansal Sermaye Girişleri ve Tasarruflar Bu bölümde yurtiçi tasarruf modeline ilişkin olarak öncelikle sınır testi yöntemi çerçevesinde eşbütünleşme analizi gerçekleştirilecek daha sonra da ARDL yöntemi çerçevesinde değişkenler arası kısa ve uzun dönem ilişkiler tahmin edilmeye çalışılacaktır. Sınır testinin uygulanmasında UECM 5 için ortak gecikme uzunluğunun belirlenmesine yönelik bilgiler Tablo 4'de aktarılmaktadır. Uygun gecikme 5 UECM'nin tasarruf modelimize uyarlanmış şekli aşağıdaki gibidir: m m m m m i =1 i =0 i =0 i =0 i =0 ΔS t = α 0 + ∑ α 1i ΔS t −i + ∑ α 2i ΔYt −i + ∑ α 3i ΔM t −i + ∑ α 4i ΔFS t −i + ∑ α 5i ΔR t −i + α 6 S t −1 + α 7 Yt −1 + α 8 M t −1 + α 9 FS t −1 + α 10 R t −1 + μ t Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 192 uzunluğunun belirlenmesinde AIC ve SIC kriterlerinden yararlanılmıştır. Belirlenen maksimum gecikme uzunluğu dikkate alınarak tahmin edilen UECM’de ardışık bağımlılık sorunu olup olmadığı ise LM testi yardımıyla incelenmiştir. Maksimum gecikme uzunluğu serilerin üçer aylık olması ve veri aralığı göz önünde bulundurularak 8 olarak alınmıştır. Bu çerçevede uygun gecikme uzunluğu 1 olarak belirlenmiştir. Bu gecikme uzunluğunda hem AIC ve SIC kriterleri minimum olmakta, hem de bu gecikme ile tahmin edilen UECM otokorelasyon sorunu içermemektedir. Tablo 4. Sınır Testi İçin Uygun Gecikme Uzunluğu m AIC SIC 1* 2 3 4 5 6 7 8 3.2833 3.4039 3.4197 3.4460 3.5338 3.4968 3.3781 3.3481 3.7085 3.9746 4.1381 4.3141 4.5538 4.6708 4.7084 4.8369 X2 BREUSCH- GODFREY (4) 3.9875 (0.4076) 6.1432 (0.1887) 5.5212 (0.2378) 1.7946 (0.7734) 2.6602 (0.6161) 11.696 (0.0197) 4.7116 (0.3181) 2.0571 (0.7252) X2 BREUSCH- GODFREY otokorelasyon test istatistiğidir. Parantez içindeki değerler olasılık değerleridir. * işareti seçilen gecikme uzunluğunu göstermektedir. Uygun gecikme ile tahmin edilen UECM’den elde edilen sınır testi sonuçları ise Tablo 5’de görülmektedir. Hesaplanan F istatistiği (6.38) üst kritik değeri aştığı için eşbütünleşme olmadığını ifade eden temel hipotez %1 anlamlılık düzeyinde reddedilmiştir. Tablo 5. Sınır Testi Sonuçları k F istatistiği 4 6.38 %1 anlamlılık düzeyindeki kritik değerler Üst Sınır Alt Sınır Ü 5.06 3.74 k denklemdeki bağımsız değişken sayısıdır. Kritik değerler Pesaran vd. (2001: 300)’deki Tablo C1(iii)’den alınmıştır. Değişkenler arasında eşbütünleşme ilişkisi belirlendikten sonra, modelimizdeki bağımlı ve bağımsız değişkenler arasındaki uzun ve kısa dönemdeki Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 193 ilişkilerin katsayılarını belirlemek için ARDL modeli 6 kurulmuştur. ARDL modeli kurulurken AIC bilgi kriterinden yararlanılarak uygun gecikme uzunluğu S değişkeni için 1, Y değişkeni için 2, FS, M ve R değişkenleri içinse 0 olarak belirlenmiştir. Bu durumda uzun dönem ilişkisinin araştırılacağı model, ARDL (1,2,0,0,0) olmaktadır. ARDL modellerinin sonuçları ve bu modele göre hesaplanan uzun dönem katsayıları Tablo 6'da sunulmuştur. Tablo 6. ARDL (1,2,0,0,0) Modelinin Tahmin Sonuçları Değişkenler S(-1) Y Y(-1) Y(-2) M R FS c R 2 =0.84 Katsayı 0.5639 0.1212 0.0697 0.0435 -0.0077 0.1522 -0.2655 7.9083 Tanısal Denetim Sonuçları R 2 = 0.83 X 2 NORM = 0.4997 X 2WHITE = 2.6208(0.11) t- istatistiği 6.5276* 4.0195* 2.3139** 1.5070 -2.3195** 2.3741** -2.7376* 4.5367* X 2 BG =4.8584 (0.30) X 2 RAMSEY = 0.0232(0.88) Uzun Dönem Katsayıları Katsayı t-istatistiği 0.5374 3.6302* -0.0176 -2.9693* 0.0349 2.6114* -0.6088 -2.7175* 18.1320 21.0280* 2 2 2 χ χ , NORM , WHITE , X RAMSEY sırasıyla otokorelasyon, normallik, de- Değişkenler Y M R FS c 2 Bağımlı değişken S'dir. X BG ğişen varyans ve model kurma hatası sınaması istatistikleridir. Parantez içindeki değerler olasılık değerleridir. * %1'de; ** %5'de anlamlılığı gösterir. ARDL (1,2,0,0,0) modelinden elde edilen uzun dönemli katsayılar incelendiğinde, finansal sermaye değişkenin yurtiçi tasarrufları %1 anlamlılık düzeyinde negatif yönde etkilediği tespit edilmiştir. Bu durum finansal sermaye ile 6 ARDL modelinin tasarruf modelimize uyarlanmış hali aşağıdaki gibidir: m n p r s i =1 i =0 i =0 i =0 i =0 St = α 0 + ∑ α1i St − i + ∑ α 2iYt − i + ∑ α 3i FSt − i + ∑ α 4i M t − i + ∑ α 5i Rt − i + µt 194 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences yurtiçi tasarruflar arasındaki negatif yönlü ilişkiyi savunan ikame tezini destekleyici bulgular ortaya koymaktadır. Bir diğer ifadeyle yabancı tasarruflar yurtiçi tasarruflara katkı sağlamaktan ziyade yurtiçi tasarrufların yerine geçmektedir. Yabancı sermaye girişinin yurtiçi tasarruflar üzerindeki negatif yönlü etkisinin temel kaynağı sermaye girişine bağlı olarak yaşanan tüketim artışlarıdır. Çünkü bir ülkenin tasarrufları harcanabilir gelirinin tüketilmeyen kısmını ifade etmektedir ve artan tüketim harcamaları tasarrufların düşmesine neden olmaktadır. Yabancı sermaye girişi sonrasında tüketimi körükleyen ilk etken dış finansmana ulaşımın likidite kısıtında meydana getirdiği rahatlamadır. 7 Bu tüketim patlamalarında özel sektöre yönelik artan banka kredilerinin rolü önemlidir. Sermaye girişine bağlı olarak artan tüketici kredileri tüketim üzerindeki gelir kısıtını ortadan kaldırarak tüketimin geliri aşmasına neden olmaktadır. Uluslararası sermaye girişleri sonrasında yaşanan tüketim patlamalarının ikinci nedeni de sermaye girişine bağlı olarak artan menkul kıymet ve gayrimenkul fiyatları ve buna bağlı olarak meydana gelen servet etkisidir. Buna göre, menkul kıymetlerin ve gayrimenkullerin değerinde görülen artış, kişilerin servetinin ve servetin artan fonksiyonu olarak da tüketim harcamalarının artmasına neden olmaktadır (Montiel, 2000, 464; World Bank, 1997, 248; Yıldırım vd., 2008, 543). 8 Yabancı sermaye girişleri sonrasında yaşanan tüketim patlamalarında üçüncü etken de sermaye girişine bağlı olarak değerlenen reel döviz kurudur. Değerlenen reel döviz kuru ucuzlayan ithalat aracılığıyla ithal malı tüketimini ve toplam tüketim harcamalarını artırıcı etkiler yaratmaktadır. Bununla birlikte yabancı sermaye girişi sonrasındaki tüketim artışının bir ayağını özel sektör oluşturuyorsa diğer ayağını da kamu sektörü oluşturmaktadır. Sermaye girişi ile bollaşan finansal fonlar kamu harcamaları üzerindeki kısıtın kalkmasına ve özellikle kamu cari harcamalarının artmasına neden olmaktadır. ARDL modeli sonuçları reel GSYİH büyümesinin de beklentilere uygun olarak tasarrufları anlamlı olarak artırdığını göstermektedir. Keynesyen tasarruf fonksiyonunda açıklandığı gibi, gelir artışı gelirin artan bir fonksiyonu olan tasarrufları marjinal tasarruf eğiliminin belirlediği oranda artırmaktadır. Reel faiz oranı değişkenin katsayısı da anlamlı ve pozitif işaretlidir. Bu durum, reel faizlerdeki artışın yurtiçi tasarrufları artırdığı anlamına gelmektedir ve Türkiye ekonomisinde Bu durum, birçok gelişmekte olan ülkenin finansal liberalizasyon sürecinde gözlenen ve çoğunda finansal krizlerle sonlanan bir süreçtir. Gelişmekte olan ülkelerde 1960-2006 yılları arasında yaşanmış olan 22 tüketim patlamasının %50'sinin öncesinde bu ülkelere büyük miktarlı sermaye girişi olduğu tespit edilmiştir (Mendoza ve Terrones, 2008, 14). 8 Menkul kıymetlerle gayrimenkullerdeki fiyat artışlarını tetikleyen iki önemli unsur da sermaye girişi sonrasında artan para arzı ve genişleyen banka kredileridir. Sermaye girişiyle artan para arzı finansal aktif talebinin ve dolayısıyla da finansal aktif fiyatlarının artırmasına neden olmaktadır. 7 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 195 incelenen dönem için faizlerin tüketim davranışları üzerindeki ikame etkisinin gelir etkisinden daha büyük olması şeklinde yorumlanabilecektir. Bir diğer ifadeyle faiz oranı artışları daha fazla faiz geliri elde edebilme amacındaki bireyleri tüketim harcamalarını kısarak tasarruflarını artırmaya yönlendirmektedir. Para arzının yurtiçi tasarruflar üzerindeki uzun dönem etkisi ise beklentilerin tersine anlamlı ve negatif yönlüdür. Bu durumun para arzındaki artış sonucu finansal aktif talebi ve dolayısıyla finansal aktif fiyatlarında oluşan yükselişin servet etkisi ile tüketimi artırırken tasarrufları azaltmasından kaynaklandığı düşünülmektedir. İlgili değişkenler arasındaki kısa dönemli ilişkilerin araştırılmasına olanak sağlayan ARDL modeline dayalı Hata Düzeltme Modeli’nin 9 sonuçları ise Tablo 7’de sunulmaktadır. Negatif değerli ve istatistiki olarak anlamlı bulunan hata düzeltme katsayısı, değişkenler arasında bulunan eşbütünleşme ilişkisini desteklemektedir. Hata düzeltme teriminin katsayısı, bir şokun ilk çeyrekte % 43 gibi bir hızla dengeye yaklaştığı anlamına gelmektedir. Tablo 7. Hata Düzeltme Modelinin Sonuçları Değişkenler DY DY(-1) DM DR DFS c ECT(-1) Katsayı 0.1212 -0.0435 -0.0077 0.0152 -0.2655 7.9083 -0.4362 t- istatistiği 4.0195* -1.5070 -2,3195** 2,3741** -2.7376* 4.5367* -5.0492* Bağımlı değişken DS'dir. * %1, ** %5’de anlamlılığı gösterir. Kısa dönem katsayılarına bakıldığında, katsayıların işaretleri uzun dönemli ilişkilerle uyumludur ve istatistiki olarak anlamlıdır. Finansal sermaye değişkenin katsayısı uzun dönemdekiyle paralel olarak negatif işaretli ve istatistiki olarak anlamlıdır. Bu durumda finansal sermaye girişlerinin yurtiçi tasarrufları kısa dönemde 9 Hata Düzeltme Modelinin tasarruf modelimize uyarlanmış hali aşağıdaki gibidir: m n p r s i =1 i =0 i =0 i =0 i =0 ∆S t = α 0 + ∑ α 1i ∆S t −i + ∑ α 2i ∆Yt −i + ∑ α 3i ∆FS t −i + ∑ α 4i ∆M t −i + ∑ α 5i ∆Rt −i + α 7 ECTt −1 + µ t Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 196 de azaltmak yönünde etkilediği ve kısa dönemde de ikame tezinin desteklendiği söylenebilecektir. 4.2. Finansal Sermaye Girişleri ve Yatırımlar Bu bölümde yurtiçi yatırım modeline ilişkin olarak öncelikle sınır testi yöntemi çerçevesinde eşbütünleşme analizi gerçekleştirilecek, daha sonra da ARDL yöntemi çerçevesinde değişkenler arası kısa ve uzun dönem ilişkiler tahmin edilmeye çalışılacaktır. Sınır testinin uygulanmasında UECM'deki 10 değişkenler için ortak gecikme uzunluğunun belirlenmesine yönelik bilgiler Tablo 8'de aktarılmaktadır. Tablo 8. Sınır Testi İçin Uygun Gecikme Uzunluğu m AIC SIC X2 BREUSCH- GODFREY (4) 1 2 3 4 5* 6 7 8 4.1810 4.2080 4.2506 4.0122 3.9233 3.9052 4.0120 3.8704 4.6345 4.8073 4.9978 4.9093 4.9724 5.1086 5.3719 5.3890 10.1575 (0.0378) 4.9115 (0.2964) 8.9728 (0.0617) 6.7477 (0.1498) 7.5057 (0.1114) 15.3475 (0.0040) 19.8342 (0.0005) 11.8954 (0.0181) X2 BREUSCH- GODFREY otokorelasyon test istatistiğidir. Parantez içindeki değerler olasılık değerleridir. * işareti seçilen gecikme uzunluğunu göstermektedir. Finansal sermaye ve yatırım değişkeni arasındaki ilişkinin incelenmesine yönelik olarak kurulan UECM için uygun gecikme uzunluğu AIC kriteri göz önünde bulundurularak 5 olarak belirlenmiştir. Bu gecikme uzunluğu AIC kriterini minimum yapmakta, hem de 5 gecikme ile tahmin edilen UECM'de otokorelasyon problemine rastlanmamaktadır. Söz konusu gecikme uzunluğu ile tahmin edilen modelden elde edilen sınır testi sonuçları Tablo 9'da sunulmaktadır. Hesaplanan F istatistiğinin (7.31) üst kritik değeri (5.06) aşıyor olması, değişkenler arasında uzun 10 UECM’nin yatırım modelimize uyarlanmış şekli aşağıdaki gibidir: m m m m m i =1 i =0 i =0 i =0 i =0 ∆I t = α 0 + ∑ α 1i ∆I t −i + ∑ α 2i ∆Yt −i + ∑ α 3i ∆FS t −i + ∑ α 4i ∆Rt −i + ∑ α 5i ∆DYt −i + α 6 I t −1 + α 7 Yt −1 + α 8 FS t −1 + α 9 Rt −1 + α 10 DYSY + α 11 KUKLA + µ t Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 197 dönemli bir eşbütünleşme ilişkisi olduğuna işaret etmektedir. Tablo 9. Sınır Testi Sonuçları k F istatistiği 4 7.31 %1 anlamlılık düzeyindeki kritik değerler Alt Sınır Üst Sınır 3.74 5.06 k, denklemdeki bağımsız değişken sayısıdır. Kritik değerler Pesaran vd. (2001: 300)’deki Tablo C1(iii)’den alınmıştır. Değişkenler arasında eşbütünleşme ilişkisi belirlendikten sonra, modelimizdeki bağımlı ve bağımsız değişkenler arasındaki uzun ve kısa dönemdeki ilişkilerin katsayılarını belirlemek için ARDL modeli 11 kurulmuştur. İlgili değişkenler arasındaki uzun dönemli ilişkinin tahmin edilmesine yönelik oluşturulacak ARDL modelinde değişkenlerin gecikme uzunluğu AIC kriterine göre belirlenmiştir. Buna göre uygun gecikme uzunlukları I değişkeni için 5, Y değişkeni için 3, FS değişkeni için 3, R değişkeni için 6 ve DYSY değişkeni için 0 olarak belirlenmiştir. Bu durumda tahmin edilecek model ARDL (5,3,3,6,0) olmuştur. Tablo 10’da ARDL (5,3,3,6,0) modelinin tahmin sonuçları ve modelin tahmin sonuçlarına göre hesaplanan uzun dönem katsayıları yer almaktadır. ARDL (5,3,3,6,0) modelinden elde edilen uzun dönemli katsayılar incelendiğinde, finansal sermaye değişkeninin uzun dönemde yatırımları pozitif yönde ve anlamlı olarak etkilediği sonucuna ulaşılmıştır. Finansal sermaye akımları yatırımları artırıcı etkisi faiz oranlarında ve beklenen hasılatta meydana getirdiği değişmeler kanalıyla ortaya çıkabilmektedir. Finansal sermaye akımları ilk olarak faiz oranlarını düşürücü etkileriyle 12 (faiz ve yatırım değişkenleri arasındaki negatif yönlü ilişkiye bağlı olarak); ikinci olarak da toplam talebi ve dolayısıyla beklenen 11 ARDL modelinin yatırım modelimize uyarlanmış hali aşağıdaki gibidir: m n p r s i =1 i =0 i =0 i =0 i =0 I t = α 0 c + ∑ α 1i I t −i + ∑ α 2i Yt −i + ∑ α 3i FS t −i + ∑ α 4i Rt −i + ∑ α 5i DYSYt −i + α 6 KUKLA + µ t Ödünç verilebilir fonlar teorisine göre reel faiz oranı ödünç verilebilir fon piyasasında ödünç verilebilir fon arzı ve talebi tarafından belirlenmektedir. Tasarruflar ödünç verilebilir fon arzını oluştururken, yatırımlar ödünç verilebilir fon talebini meydana getirmektedir. Ödünç verilebilir fon arzı faiz oranlarının artan fonksiyonu iken, ödünç verilebilir fon talebi faiz oranlarının azalan fonksiyonu olmaktadır. Ödünç verilebilir fon talebinin değişmediği varsayıldığında, yabancı sermaye girişine bağlı olarak ödünç verilebilir fon arzında meydana gelen bir artış reel faiz oranlarının düşmesine neden olacaktır (Uzunoğlu vd.,1995, 71). 12 198 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences hasılatı artırıcı etkileriyle yatırım harcamalarını olumlu yönde etkileyebilmektir. Bilindiği gibi Keynesyen yaklaşıma göre yatırım kararı alınırken girişimciler daha çok beklenen hasılattaki gelişmelere göre karar vermektedirler. Bu noktadan hareketle sermaye girişi sonrasında yaşanan iç talep artışının beklenen hasılatı ve dolayısıyla yatırımları yükselttiği söylenebilecektir. Finansal sermaye girişine bağlı olarak yaşanan iç talep artışının temel nedenleri ise yabancı sermaye girişi sonrasında tüketici kredilerinde yaşanan artış, değerlenen reel kur ve faiz oranlarındaki düşüşe bağlı olarak varlık fiyatlarında yaşanan yükseliştir. 13 ARDL modelinden elde edilen sonuçlar reel GSYİH’daki büyümenin yatırımlar üzerindeki uzun dönemli etkisinin pozitif yönlü ancak istatistiksel olarak anlamsız olduğunu göstermektedir. Reel faiz oranlarının yatırımlar üzerindeki uzun dönemli etkisi ise beklenenin tersine pozitif işaretlidir. Bu durum artan reel faiz oranlarının daha yüksek yabancı sermaye girişine neden olarak ülkedeki fon kısıtını ortadan kaldırması ve böylelikle yatırım harcamalarının finansmanına kolaylık sağlamasıyla açıklanabilecektir. Öte yandan fon kısıtının ortadan kalkması ülkedeki tüketim harcamalarını da artırmaktadır. Sonuçta toplam talepteki artışlar girişimcilerin beklenen hasılatını dolayısıyla da yatırımları pozitif yönde etkileyebilmektedir. Bu şekilde faiz oranının yatırımları pozitif yönde etkilediği göz önünde bulundurulduğunda, finansal sermayenin yatırımlar üzerindeki doğru yönlü etkisinin “Faiz Oranı Kanalı” yolu ile değil “Toplam Talep Kanalı” yolu ile işlediği söylenebilecektir. Uzun vadeli ve fiziki yatırım niteliğindeki doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının yatırımlar üzerindeki uzun dönemli etkisinin pozitif yönlü ve istatistiksel olarak anlamlı olduğu görülmektedir. Bir başka önemli bulgu da doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının yatırımları artırıcı etkisinin finansal sermaye yatırımlarının yatırımları artırıcı etkisinden daha büyük olduğudur. Değişkenler I(-1) I(-2) I(-3) I(-4) I(-5) Y Y(-1) Katsayı 0.3701 -0.1161 0.1423 0.2355 -0.1880 0.0278 0.1112 t istatistiği 4.0395* -1.2049 1.4781 2.5011* -2.4234* 0.6845 2.7869* Faiz oranlarındaki düşüş, aradaki ters yönlü ilişkiye bağlı olarak varlık fiyatlarının yükselmesine, bunun sonucu olarak bireylerin finansal servetlerinin artmasına ve finansal servetin pozitif fonksiyonu olarak tüketimin körüklenmesine yol açmaktadır. Bahsedilen servet etkisine neden olan bir diğer faktör de sermaye girişiyle birlikte genişleyen banka kredilerinin rahatlattığı likidite kısıtının menkul kıymet ve gayrimenkul talebini ve fiyatlarını artırmasıdır. 13 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences Y(-2) Y(-3) FS FS(-1) FS(-2) FS(-3) R R(-1) R(-2) R(-3) R(-4) R(-5) R(-6) DYSY c KUKLA 0.1073 -0.1564 0.3354 -0.1512 -0.1866 0.3386 -0.0079 0.3809 0.0161 -0.0376 0.0086 -0.0095 0.0580 1.3748 10.1589 -5.7483 Tanısal Denetim Sonuçları R 2 =0.89 R 2 =0.85 X 2 NORM = 0.7332 (0.69) X 2 WHITE = 0.0048 (0.95) 2.5202* -3.6770* 2.2705** -0.9034 -1.0523 2.0239** -0.3784 1.6663 0.7075 -1.6113 0.4038 -0.4462 3.1424* 3.4957* 6.7299* -6.7013* X 2 BG = 6.6229 (0.16) X 2 RAMSEY = 0.0021 (0.96) Uzun Dönem Katsayıları Katsayı 0.1617 0.6045 0.1183 2.4716 18.2633 -10.3341 Değişkenler Y FS R DYSY c KUKLA 199 t istatistiği 1.0588 2.0897** 7.7430* 3.5443* 29.0836* -4.8135* 2 2 χ χ Bağımlı değişken I'dır. X BG , NORM , WHITE , X RAMSEY sırasıyla otokorelasyon, normallik, değişen varyans ve model kurma hatası sınaması istatistikleridir. Parantez içindeki değerler olasılık değerleridir. * %1, ** %5, *** %10’da anlamlılığı gösterir. 2 2 Modeldeki değişkenler arasındaki kısa dönemli ilişkiler ise ARDL yaklaşımına dayalı hata düzeltme modeli 14 ile incelenmiş ve analiz sonuçları Tablo 11’de aktarılmıştır. Negatif işaretli ve istatistiki olarak anlamlı bulunan hata düzeltme teriminin katsayısı, tespit edilmiş olan uzun dönemli eşbütünleşme ilişkisini destekler niteliktedir. Hata düzeltme katsayısı (-0.55) kısa dönemde uzun 14 Hata Düzeltme Modelinin yatırım modelimize uyarlanmış hali aşağıdaki gibidir: m n p r s i =1 i =0 i =0 i =0 i =0 ∆I t = α 0 + ∑ α 1i ∆I t −i + ∑ α 2i ∆Yt −i + ∑ α 3i ∆FS t −i + ∑ α 4i ∆Rt −i + ∑ α 5i ∆DYSYt −i + α 6 KUKLA + µ t 200 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences dönemden bir sapma olduğunda bir çeyrek dönem içinde sistemin %55 oranında dengeye döndüğünü göstermektedir. Tablo 11. Hata Düzeltme Modelinin Sonuçları Değişkenler DI(-1) DI(-2) DI(-3) DI(-4) DY DY(-1) DY(-2) DFS DFS(-1) DFS(-2) DR DR(-1) DR(-2) DR(-3) DR(-4) DR(-5) DDYSY c KUKLA ECT(-1) Katsayı -0,0735 -0,1897 -0,0474 0,1880 0,0278 0,0491 0,1564 0,3354 -0,1520 -0,3386 -0,0079 -0,0356 -0,0195 -0,5718 -0,0485 -0,0580 1,3748 10,1589 -5,7483 -0,5562 t-istatistiği -0,8598 -2,2910** -0,5869 2,4234 0,6845 0,7473 3,6770* 2,2705** -0,8798 -2,0239** -0,3784 -1,6208 -0,8875 -2,7554* -2,5883* -3,1424* 3,4957* 6,7299* -6,7013* -6,8440* Bağımlı değişken DI'dır. * %1, ** %5’de anlamlılığı gösterir. Finansal sermaye değişkenin kısa dönemli etkisine ilişkin olarak net bir çıkarımda bulunulamamaktadır. Çünkü istatistiki olarak anlamlı olan katsayıların işaretleri ters yönlüdür. Bu durumda finansal sermaye ve yatırımlar arasında kısa dönemli bir ilişkiden bahsedilemeyecektir. Büyüme değişkeninin kısa dönemdeki etkisinin pozitif yönlü ve anlamlı olduğu gözlenmektedir. Reel faiz oranın yatırımlar üzerindeki kısa dönemli etkisi ise uzun dönemli etkinin aksine negatif yönlü olmakla birlikte istatistiki olarak da anlamlıdır. Doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının uzun dönemdeki etkilerle uyumlu olarak kısa dönemde yurtiçi yatırımları anlamlı ve pozitif yönde etkilediği tespit edilmektedir. Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 201 5. Sonuç İktisat yazınında en çok tartışılan konulardan biri sermaye hareketlerinin makroekonomik etkileridir. Özellikle, 1980 sonrası dönemde gelişmekte olan ülkelerin birbiri ardına benimsedikleri finansal serbestleşme politikaları ile bu süreçte hızla artan sermaye akımlarının yöneldiği ülke ekonomilerinde doğurduğu sonuçlar sıklıkla sorgulanmaktadır. Türkiye ekonomisine yönelen yabancı sermayenin kompozisyonu ağırlıklı olarak likiditesi ve dolayısıyla istikrarsızlık yaratma potansiyeli de yüksek olan finansal sermaye nitelikli fonlardan oluşmaktadır. Bu nedenle de yabancı sermaye içerisinde finansal sermaye akımlarının olası ekonomik etkilerinin analizi büyük önem kazanmaktadır. Bu çalışmada finansal sermaye akımlarının tasarruf ve yatırım değişkenleri üzerindeki olası etkileri Türkiye ekonomisi için araştırılmıştır. Ekonometrik analizlerde 1991:4–2013:4 arasındaki dönem için üçer aylık veriler kullanılmış, sınır testi ve ARDL analizi yöntemleri uygulanmıştır. Ekonometrik analiz sonuçları Türkiye’ye yönelik finansal sermaye girişlerinin uzun dönemde yurtiçi tasarrufları negatif yönlü, yatırımları ise pozitif yönlü etkilediğine işaret etmektedir. Finansal sermaye akımlarındaki artışların yatırımları yükseltirken yurtiçi tasarrufları düşürdüğüne ilişkin bulgular, Türkiye ekonomisinde büyümenin finansmanı için ihtiyaç duyulan fonların yabancı sermayeye aşırı bağımlı olduğunun bir göstergesidir. Finansal sermayenin bu şekilde yurtiçi tasarrufları ikame edişi, söz konusu sermaye girişlerinin spekülatif ve kısa vadeli nitelikleri göz önünde bulundurulduğunda, Türkiye ekonomisinin krizlere karşı kırılganlığını artırmaktadır. Öyle ki, yabancı sermaye girişiyle artan yatırımlar ve yükselen milli gelire rağmen yurtiçi tasarrufların düşmesi, başka bir ifade ile yabancı sermaye girişi ile finanse edilen yatırımların yükselttiği milli gelirin tasarruf yerine daha çok tüketime yönelmesi cari açık sorununun kronikleşmesine yol açmaktadır. Bu şekilde sermaye girişlerinin ülkede belirli bir büyüme oranı sağlasa bile aynı zamanda cari açıklara yol açması yabancı yatırımcıların beklentilerini kötüleştirerek belirsizlikleri artırmaktadır. Söz konusu süreçte yaşanabilecek herhangi bir ekonomik veya politik olumsuzluk yabancı sermaye akışının aniden kesilmesine neden olmakta dolayısı ile krizle sonuçlanmaktadır. Türkiye’nin bahsedilen bu kırılganlıktan kurtulabilmesi için sermaye girişlerinin cari açık artışlarına bağlı olarak sunduğu istikrarsız büyüme sürecinin önüne geçilmelidir. Bunun için yabancı sermaye girişleri ile sağlanan imkânların 202 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences mutlak suretle yurtiçi tasarrufları artıracak biçimde kullanılması gerekmektedir. Ancak bu şekilde yatırımlar için ihtiyaç duyulan fonlar yabancı sermaye girişleri ile düzenli bir biçimde sağlanabilecektir. Başka bir ifade ile finansal sermaye girişlerinin yatırımları finanse ederek sürdürülebilir bir ekonomik büyüme sağlaması için, Türkiye'de yurtiçi tasarrufların artırılmasına yönelik politika seçeneklerinin uygulanması hayati öneme sahiptir. Elde edilen sonuçlar, yatırımların kısa vadeli yabancı sermaye yerine uzun vadeli yabancı kaynaklarla finanse edilmesinin önemini ortaya koymaktadır. Son yıllarda giderek artan yatırım-tasarruf açığı dış kaynaklarla kapatıldığına göre, yatırımları finanse edebilecek iç tasarruf artışı sağlanana kadar ülkeye uzun vadeli ve daha istikrarlı fonların çekilmesi sağlanmalıdır. Yabancı sermaye kompozisyonu içinde finansal sermaye fonları gibi kısa vadeli ve istikrarsız fonların ağırlıklı olan payı azaltılıp doğrudan yatırımlar gibi uzun vadeli fonların payı artırılabilirse, herhangi bir iç veya dış kaynaklı ekonomik, politik olumsuzluk karşısında ülkenin krize sürüklenmesinin önüne geçilebilecektir. Ayrıca ARDL modelinden elde edilen uzun dönemli katsayılar doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının yatırımlar üzerindeki artırıcı etkisinin finansal sermaye akımlarınınkinden daha yüksek olduğunu göstermektedir. Bu bulgu da yabancı sermaye kompozisyonu içinde doğrudan yabancı sermaye akımlarının payının artırılmasının gerekliliğine işaret eden önemli bir göstergedir. Bununla birlikte son yıllarda yurtiçi tasarruf oranındaki belirgin düşüşün önüne geçmeye yönelik politikaların uygulanabilmesi önem kazanmıştır. Bireysel emeklilik sisteminin geliştirilmesi tasarruf artışını sağlayabilecek önemli bir uygulamadır. Bireysel emeklilik sisteminin geliştirilmesine ilişkin uygulamalarla fon birikimi artırılabilirse özellikle uzun vadeli tasarrufların artırılmasında önemli bir adım atılmış olacaktır. Tüketimden tasarrufa yönelişin sağlanabilmesinde tasarruf sahiplerine sağlanabilecek vergi avantajları da teşvik edici olacaktır. Ayrıca verimsiz kamu harcamalarının azaltılması yoluyla kamu tasarruflarının artırılabilmesi de yurtiçi tasarrufların artmasına olanak sağlayacaktır. Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 203 KAYNAKÇA Agrawal, P. P. Sahoo ve R. K. Dash (2009), “Savings Behaviour in South Asia”, Journal of Policy Modeling, 31, 208-224. Ahmad, M. H. ve Q. M. Ahmed (2002), “Foreign Capital Inflows and Domestic Savings in Pakistan: Cointegration Techniques and Error Correction Modelling”, The Pakistan Development Review, 41(4), 825-836. Başar, S. H. Aksu, M. S. Temurlenk ve Ö. Polat (2009), “Türkiye’de Kamu Harcamaları ve Büyüme İlişkisi: Sınır Testi Yaklaşımı”, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 13(1), 301-314. Bolat, S. M. Belke ve O. Aras (2011), “Türkiye’de İkiz Açık Hipotezinin Geçerliliği: Sınır Testi Yaklaşımı”, Maliye Dergisi, 161, 347-364. Çağlayan, E. (2006), “Enflasyon, Faiz Oranı ve Büyümenin Yurtiçi Tasarruflar Üzerindeki Etkileri”, Marmara Üniversitesi İ.İ.B.F. Dergisi, 21(1), 423-438. Çimenoğlu, A. ve N. Yentürk (2005), “Effects of International Capital Inflows on The Turkish Economy”, Emerging Markets Finance and Trade, 41(1), 90-109. Engle, R. ve C. W. J. Granger (1987), “Cointegration and Error-Correction: Representation, Estimation and Testing”, Econometrica, 55(2), 251-276. Gavin, M. R. Hausmann ve E. Talvi (1997), “Saving Behavior in Latin America: Overview and Policy Issues”, Inter-American Development Bank Working Paper, 346, 1-23. Jansen, W. Jos. (2003), “What Do Capital Inflows Do? Dissecting the Transmission Mechanism for Thailand, 1980-1996”, Journal of Macroeconomics, 25, 457-480. Johansen, S. ve K. Juselius (1990), “Maximum Likelihood Estimation and Inferance on Cointegration With Applications to the Demand for Money”, Oxford Bulletin of Economics and Statistics, 52(2), 169-210. Johansen, S. (1988), “Statistical Analysis of Cointegrating Vectors”, Journal of Economic Dynamics and Control, 12(2-3), 231-254. 204 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences Hadiwibowo, Y. (2010), “Capital Inflows and Investment in Developing Countries: The Case of Indonesia”, The International Journal of Applied Economics and Finance, 4(4), 220-229. Kara, M. A. ve M. Kar (2005), “Yabancı Sermaye Çeşitlerinin Yatırımlar ve Tasarruflar Üzerine Etkilerinin Ekonometrik Analizi”, İktisat İşletme ve Finans Dergisi, 228, 93-108. Karagöl, E. E. Erbaykal ve H. M. Ertuğrul (2007), “Türkiye’de Ekonomik Büyüme ile Elektrik Tüketimi İlişkisi: Sınır Testi Yaklaşımı”, Doğuş Üniversitesi Dergisi, 8(1), 72-80. Keskin, N. (2008), Finansal Serbestleşme Sürecinde Uluslararası Sermaye Hareketleri ve Makroekonomik Etkileri: Türkiye Örneği, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir. Kwiatkowski, D., P. C. B. Phillips, P. Schmidt ve Y. Shin (1992), “Testing the Hypothesis of Stationarity against the Alternative of a Unit Root: How Sure Are We That Economic Time Series Have a Unit Root?”, Journal of Econometrics, 54, 159178. Mendoza, Enrique G. ve E. M. Terrones (2008). “An Anatomy of Credit Booms: Evidence From Macro Aggregates and Micro Data”. IMF Working Paper, WP/08/226, 1-50. Mileva, E. (2008), “The Impact of Capital Flows on Domestic Investment in Transition Economies”, European Central Bank Working Paper Series, No. 871. Şubat. Montiel, P. J. (2000), “What Drives Consumption Booms?”, The World Bank Economic Review, 14(3), 457-480. Ng, S. ve P. Perron (2001), “Lag Length Selection and the Construction of Unit Root Tests with Good Size and Power”, Econometrica, 69(6), 1519- 1554. Örnek, İ. (2008), “Yabancı Sermaye Akımlarının Yurtiçi Tasarruf ve Ekonomik Büyüme Üzerine Etkisi: Türkiye Örneği”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 63(2), 199-217. Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 205 Pels, B. (2010), “Capital Infows and Investment”, IIIS Discussion Paper, No. 330, 1-35. Pesaran, M. H. Y. Shin ve R. J. Smith (2001). “Bounds Testing Approaches to the Analysis of Level Relationships”, Journal of Applied Econometrics, 16(3), 289-326. Phillips, P. C. B. , ve P. Perron (1988), “Testing For A Unit Root In Time Series Regression”, Biometrika, 75(2), 335-346. Reinhart, C. ve I. Tokatlidis (2005), “Before and After Financial Liberalization”, http://mpra.ub.uni-muenchen.de/6986, (Erişim: 16.12.2010). Seyidoğlu, H. (2003), “Uluslararası Mali Krizler, IMF Politikaları, Az Gelişmiş Ülkeler, Türkiye ve Dönüşüm Ekonomileri”, Doğuş Üniversitesi Dergisi, 4(2), 141156. Şengönül, A. M. Altıok ve R. Gürbüz (2007), “Finansal Serbestleşme Sürecinde Türkiye’de Kısa Vadeli Sermaye Akımlarının Makroekonomik Etkileri”, İktisat İşletme ve Finans Dergisi, 22(252), 26-48. Taşçı, M. H., B. Darıcı ve E. Erbaykal (2009), “Ters Para İkamesi Süreci ve Döviz Kuru Oynaklığı: Türkiye Örneği”, Doğuş Üniversitesi Dergisi, 10(1), 102-117. Türkiye Cumhuriyeti Kalkınma Bakanlığı, Ekonomik ve Sosyal Göstergeler, http://www.kalkinma.gov.tr/Pages/EkonomikSosyalGostergeler.aspx, (Erişim: 04.06.2014). TCMB, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası, Elektronik Veri Dağıtım Sistemi, http://evds.tcmb.gov.tr/cbt.html, (Erişim: 04.06.2014). Touny, M. A. (2008), “Determinants of Domestic Saving Performance in Egypt: An Empirical Study”, Journal of Commercial Studies and Researches, Faculty of Commerce, Benha University, 1, 1-23. UNSTATS, United Nations Statistics Division, Monthly Bulletin of Statistics Online, http://unstats.un.org/unsd/mbs/app/DataView.aspx, (Erişim: 04.06.2014). 206 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences Uthoff, A. ve D. Titelman (1998), “The Relationship Between Foreign and National Savings Under Financial Liberalization”, Ffrench-Davis, Ricardo ve Reisen, Helmut (eds.), Capital Flows and Investment Performance, OECD, 23- 41. Uzunoğlu, S., K. Alkin ve C. F. Gürlesel (1995), Uluslararası Sermaye Hareketlerinin Gelişmekte Olan Ülkelerde Makroekonomik Etkileri ve Türkiye, İMKB Yayınları,Yayın No: 6, İstanbul. Ünsal, E. M. (2005), Makro İktisat, 6. Baskı, Ankara: İmaj Yayıncılık. World Bank (1997) “Private Capital Flows to Developing Countries: The Road to Financial Integration”, A World Bank Policy Research Report, Oxford University Press. Yamak, N. ve B. Tanrıöver (2007). “Türkiye’de Nominal Faiz Oranı-Genel Fiyat Düzeyi İlişkisi: Gibson Paradoksu", 8. Türkiye Ekonometri ve İstatistik Kongresi, 24-25 Mayıs 2007, İnönü Üniversitesi, Malatya. Yentürk, N. (2005), Körlerin Yürüyüşü: Türkiye Ekonomisi ve 1990 Sonrası Krizler, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları. Yıldırım, K. D. Karaman ve M. Taşdemir (2008), Makroekonomi, 7. Baskı, Ankara: Seçkin Yayıncılık. Zhou, Y. S. (2008), “Capital Flows and Economic Fluctuations: The Role of Commercial Banks in Transmitting Shocks”, IMF Working Paper, WP/08/12, 2-30. Zivot, E. ve D. W. K. Andrews (1992), “Further Evidence on the Great Crash, the Oil-Price Shock, and the Unit-Root Hypothesis”, Journal of Business & Economic Statistics, 10(3), 251-270. Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 207 ÜNİVERSİTEDE ÖĞRENİM GÖREN ERKEK ÖĞRENCİLERDE AŞIRI CİNSİYET İDEOLOJİSİ VE BABALIK ROLÜ ALGISI ARASINDAKİ İLİŞKİNİN İNCELENMESİ Utku BEYAZIT ∗ Duyan MAĞDEN ∗∗ __________________________________________________________________ ÖZET Bu araştırmanın amacı, üniversitede öğrenim gören erkek öğrencilerde aşırı cinsiyet ideolojisi ile babalık rolü algısı arasındaki ilişkinin incelenmesidir. Araştırmaya, Yakın Doğu Psikoloji Bölümü’nde öğrenim gören 74 erkek öğrenci katılmıştır. Katılımcılara sırasıyla, Kişisel Bilgi Formu, Babalık Rolü Algısı Ölçeği (BRAÖ) ve Aşırı Cinsiyet İdeolojisi Ölçeği (ACİÖ) uygulanmıştır. Katılımcıların ACİÖ ve BRAÖ puanları arasındaki ilişki Pearson korelasyon yöntemi ile incelendiğinde, istatistiksel açıdan anlamlı, orta güçte ve negatif yönde bir ilişki (r= -0,412) tespit edilmiştir. Araştırmada sonuç olarak, babalık rolü algısı arttıkça, babaların ev içinde daha çok sorumluluk aldıkları ve katı cinsiyet ideolojisine ilişkin özelliklerinin azaldığı görüşü dile getirilmiş; aşırı cinsiyet ideolojisi kavramının babalık olgusuyla ilişkisinin incelenmesinin, günümüzde cinsiyet rollerinde yaşanan değişime ışık tutabileceği görüşünün altı çizilmiştir. Anahtar Kelimeler: Cinsiyet, Aşırı Cinsiyet İdeolojisi, Cinsiyet Rolü, Erkeklik, Babalık, Babalık Rolü Algısı. ABSTRACT THE EXAMINATON BETWEEN HYPERGENDER IDEOLOGY AND PERCEPTION OF FATHERHOOD ROLE AMONG MALE STUDENTS ATTENDING TO UNIVERSITY The purpose of this study is to investigate the relationship between hypergender ideology and perception of fatherhood role among male students attending to university. 74 male students attending to Near East Psychology Department participated in this study. The participants were administered Individual Information Form, Fatherhood Role Perception Scale (FRSC) and Hypergender Ideology Scale (HGIS), in the same order. When the correlation between HGIS and FRSC scores is examined by using Pearson correlation method, a statistically significant (p‹0.01) , Öğretim Görevlisi, Yakın Doğu Üniversitesi, Psikoloji Bölümü (proz2proz@yahoo.com) Prof. Dr., Hacettepe Üniversitesi, Çocuk Gelişimi Bölümü (dmagden@hacettepe.edu.tr) YDÜ Sosyal Bilimler Dergisi, C. VIII, No. 2, (Ekim 2015) ∗ ∗∗ 208 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences medium and negative correlation (r= -0,412) was found. As a result, it is argued that the more the fatherhood perception increases, the more the fathers take domestic responsibilities and the more their hypergender ideology reduce. It is also argued that an examination of the relationship between hypergender ideology and fatherhood concepts, may throw a freshlight on the recent changes as with the gender roles. Keywords: Gender, Hypergender Ideology, Gender Role, Manhood, Fatherhood, Fatherhood Role Perception. __________________________________________________________________ Giriş Kadınlığa ve erkekliğe yüklenen anlamlar bir kültürden diğerine göre değişmektedir. Özellikle cinsiyete ve cinselliğe yüklenen toplumsal anlamlar, kültürler arası bir perspektifle incelendiğinde, büyük çeşitlilik göstermektedir (Blackwood, 2000; Muehlenhard ve ark., 2003). Konuyla ilgili tartışmaların yapılabilmesi için, önce çeşitli tanım ve kavramların açıklanmasına ihtiyaç duyulmaktadır. Cinsiyet ve toplumsal cinsiyet terimleri ve içerdikleri tanımlar hakkında çeşitli tartışmalar yapılmakta; cinsellik, cinsiyet, toplumsal cinsiyet kavramlarının birbirinden ayrılması gerektiğinin altı çizilmektedir (Giddens, 2005). Kadınlarla erkekler arasındaki farklılıklar üzerinde hem biyolojik hem de çevresel faktörlerin oynadığı roller ve bu rollerin terminolojiye yansıması hakkında da literatürde çeşitli tartışmalar yapılmakta; kadınlarla erkekler arasındaki biyolojik temelli farklılıkların “cinsiyet” kavramı ile toplumsal temelli farklılıkların da “toplumsal cinsiyet” kavramı ile ifade edilmesi gerektiği görüşü dile getirilmektedir (Dökmen, 2004). Cinsiyet, kadın ve erkek olmanın, hormonal, anatomik, fizyolojik boyutu; yani biyolojik cinsiyetine dayalı demografik bir kategori olarak tanımlanmaktadır (Macionis ve Plummer, 1998). Toplumsal cinsiyet ise, kadın ya da erkek olmaya toplumun ve kültürün yüklediği anlamları, görev ve sorumlulukları ifade etmektedir (Giddens, 2005). Bir başka deyişle çeşitli kültürlerde, kadınsılığın ve erkeksiliğin sosyal açıdan tanımlanmış, inşa edilmiş görünümleri olduğu görüşü dile getirilmektedir (Bilton ve ark, 1998). Cinsiyet, biyolojik bir kategoriyken; toplumsal cinsiyet psikososyal bir kategoridir (Dökmen, 2004). Ancak Chodorow (1995), cinsiyetin sadece biyolojik cinsiyet ve bunlara yüklenen sosyal anlamlardan ibaret olamayacağını, psikolojik ve bireysel süreçlerin de önemli olduğunu belirtmiştir. Bu yaklaşıma göre insanlar, cinsiyete ilişkin sosyal anlamları, duygular ve bilinç dışı fanteziler yoluyla psikodinamik açından deneyimlemektedir. Yani cinsiyetin sosyal inşası kadar, Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 209 bireysel inşası da söz konusudur. İnsanları birbirinden ayıran önemli bir kategori olarak kullanılan toplumsal cinsiyetin, sosyalleşme sürecinde kişilerin “kadın” ya da “erkek” kimliklerini geliştirmelerine ve belirli sosyal rolleri ve kalıpyargıları öğrenmelerine yol açtığı belirtilmektedir (Sakallı-Uğurlu, 2003). Kadınlar çoğunlukla kadınsı (feminen), erkekler ise erkeksi (maskülen) olarak sosyalleşmektedirler. Toplumsallaşma sürecinde erkek ve kız çocuklarının öğrendikleri, kültür tarafından cinsiyetlerine uygun olduğu düşünülen duygu, tutum, davranış ve roller arasındaki farklılıklar ise toplumsal cinsiyet farklılıkları olarak ele alınmaktadır. Kadınlar daha ilgili, duyarlı, bakım verici, şefkatli olarak algılanmakta; ev kadını, öğretmen, hemşire olmaları beklenmektedir. Erkeklerin ise bağımsız, kuvvetli, atılgan oldukları; askerlik, mühendislik, tüccarlık ve benzeri meslekleri tercih edecekleri düşünülmektedir. Toplumsal cinsiyet farklılıklarına ilişkin bu beklentiler, cinsiyet kalıpyargıları biçiminde toplumda yaygın kabul gören inançlara dönüşmekte ve sosyal davranışları biçimlendirmektedir (Dökmen, 2004). Cinsiyet kimliği, kişinin kendini kadın ya da erkek olarak tanımlamasıdır (Macionis ve Plummer, 1998). Bir başka deyişle, toplumsal cinsiyetin psikolojik boyutudur. Kişinin kadınsılık, erkeksilik kavramlarını ne ölçüde benimsediğini ifade eden, kişinin kendi cinsiyetine ilişkin öznel duyumudur (Chodorow, 2005). Cinsiyet kimliğinin, kişinin kendilik kavramında yer alan önemli kavramlardan biri olduğu ifade edilmektedir. Ergenlikten çok önce, üç dört yaşlarında kazanılmaya başlamaktadır (Dökmen, 2004). Cinsiyet rolü kavramı ise, cinsiyetle ilişkili toplumsal beklentileri ifade etmektedir (Dökmen, 2004). Bir başka deyişle, cinsiyet kimliğinin, sosyal ve kültürel boyutunu ifade etmektedir. Kişilerin kendilerini, kadın ya da erkek biçiminde göstermek için yaptıkları, söyledikleri şeylerin tümünü ifade ettiği vurgulanmaktadır (Money, 1995). Kadınların ve erkeklerin davranışları, tutumları ve etkinliklerine ilişkin beklentileri içeren cinsiyet rollerinin, sosyal açıdan güçlü kalıpyargılara dayandığının altı çizilmektedir (Schaeffer ve Lamm, 1995). Kadın ve erkeklere ilişkin toplumsal beklentiler; kadın ve erkeklere ilişkin inançlarımızı ve düşüncelerimizi yansıtan kalıplaşmış özellikler, toplumsal cinsiyet kalıp yargıları olarak adlandırılmaktadır (Dökmen, 2004). Genellikle, kadınların ilgili, bakım verici, duygulu, fedakâr, pasif; erkeklerinse, aktif, zorluklara dayanıklı, kavgaya ve savaşa giden, kahraman, onurlu, yarışmacı ve başarı odaklı oldukları 210 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences düşünülmektedir. Bu kalıpyargıların üretilmesinde, kitle iletişim araçlarının, ders kitaplarının, çocuk kitaplarının, reklamların, film ve kliplerin de rolü olduğu belirtilmektedir (Kilmartin, 1994; Dökmen, 2004; Özdemir, 2006). Erkeğin gücünün, statüsünün ve sahip olduğu özelliklerin daha değerli ve üstün olarak kabul edilmesine ve aha çok saygı görmesine yol açtığı, buna karşın kadınlığın ve kadınsılığın küçük görüldüğü ileri sürülmektedir. Erkeklere toplum tarafından, “ailenin ekmeğini kazanma” rolü verilmektedir. İş hayatında ve toplum içerisinde statü sahibi olması beklenen erkeğin, ailesini ekonomik olarak iyi koşullarda yaşatma ve güç sahibi olma zorunluluğu hissettiği, bunlar gerçekleşmediğinde de kendine olan saygısının azaldığı ifade edilmektedir. Erkekliğe ilişkin toplumsal kalıpyargıların erkeklerin evde değil, daha çok işte bulunmalarına, zamanlarının çoğunu iş yerinde geçirmelerine, evlerine yabancılaşmalarına ve çocuklarıyla yeterince meşgul olamamalarına neden olduğu görüşü dile getirilmektedir (Dökmen, 2004). Erkeklerden beklenen güçlü olma, erkeksi olma, ailenin sorumluluklarını yüklenme gibi rollerin, zamanla erkekler açısından da yıpratıcı olan süreçlere yol açtığı belirtilmektedir. Günümüzde pek çok erkeğin, ailenin ve evin geçiminde tek başına kalmış olmanın stresi ile karşı karşıya kaldığı ve bu nedenle yaşadığı başarısızlıklarda çok daha büyük psikolojik sorunlar yaşadığı ileri sürülmektedir (Çelik, 2008). Aşırı Cinsiyet İdeolojisi Giddens (1995), erkeksilik (makülenite) kavramını “bir kültürde erkeklerden beklenen davranış özellikleri”; kadınsılık (feminite) kavramını ise “bir kültürde kadınlardan beklenen davranış özellikleri” şeklinde tanımlamaktadır. Erkeksilik ve kadınsılık kategorileri, erkekleri ve kadınları tanımlayan, ayrı ve kendi içinde özdeş özellikler kümesi olarak tanımlanmaktadır. Bu özellikler, “kadın gibi”, “erkek gibi”, “kadınların sözel becerileri daha gelişmiştir” ya da “erkekler saldırgandır” gibi tek tipleştirici bir cinsel ideolojinin parçası olarak görülmektedir (Connel, 1987). Connel’e göre cinsiyet ideolojisi, cinsiyet rolü normlarına ilişkin kültürel inanç sisteminin birey tarafından içselleştirilmesidir. Güç, üstünlük, otorite, agresyon, kadınların denetim altına alınması gibi erkeklik standartları, çoğunlukla evlilik kurumuyla yakından ilişkilidir ve toplumda oldukça yaygındır. Connel bu yapıyı, “hegemonik erkeklik” olarak adlandırmaktadır. Cinsiyetçilik kavramı ise, geleneksel cinsiyet rolleri ideolojisinin kabul edilmesi ve cinsiyetlerin kalıpyargılar çerçevesinde tanımlanmasıyla eş anlamlı olarak kullanılmaktadır (Sakallı-Uğurlu, 2003). Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 211 Kadınlığa ilişkin, “hegemonik” bir formun olmadığı; bunun yerine, erkeklerin arzularına uygunluk anlamına gelen “vurgulanmış kadınlık” formundan bahsedilebileceği belirtilmektedir (Connel, 1987). Levant’a göre (2007) toplumsal üstünlük içeren erkeksilik normları, tüm bireylerin bu normlara uyum sağlamasını beklemektedir. Levant, erkeksilik ve erkek rolleri konusunda kültürel inanç sistemlerinin bireyler tarafından içselleştirilmesini “erkeklik ideolojisi” olarak tanımlamaktadır. “Hipermaskülenite” kavramını ortaya atan Mosher ve Tomkins (1988), bu kavramı aşırı derecede kalıpyargılı erkek cinsiyet rollerinin benimsenmesi anlamına gelen “maçoluk” kavramı yerine kullanmışlardır. Bu tanımlamadan sonra, hipermaskülenite kavramı araştırmacıların ilgi odağı haline gelmeye başlamıştır. Mosher ve Tomkins (1988), maçoluğu erkek üstünlüğüne dayalı bir dünya görüşünü içeren düşünce sistemi olarak tanımlamıştır. Mosher ve Tomkins’e göre aile değerleri, sertlik, dayanıklılık gibi değerler ataerkil kültür tarafından yüceltildiğinde, erkeksilik kavramı da bir ideolojiye dönüşmektedir. Türkiye’de geleneklerin ve ataerkil yapının, erkeklik rolleri üzerinde etkili olduğu belirtilmektedir. Diğer birçok toplumda olduğu gibi, Türkiye’de de erkek olmanın özünde kadın gibi olmamak düşüncesinin yattığı görüşü dile getirilmektedir. Erkekliğin üstünlüğüne dayalı bir toplumsal anlayışın erkeklere de bedeller ödettiğinin, ancak buna rağmen Türk toplumunda erkek olmanın “arzu edilen” bir durum olduğunun altı çizilmektedir (Zeybekoğlu, 2009). Babalık Türk Dil Kurumu, Büyük Türkçe Sözlük’te baba kavramını “Çocuğu olan erkek, peder; çocuğun dünyaya gelmesinde etken olan erkek” şeklinde tanımlamaktadır (Türk Dil Kurumu, 2014). Anne kavramı çoğunlukla doğurmayla, kadın olmakla, duygusal tepki vermeyle ve “temel teşkil etme” anlamlarıyla birlikte kullanılırken; baba sözcüğü biyolojik açıdan babalığı ve babalığa atfedilen anlayışlı olma, koruyuculuk etme gibi nitelikleri ifade etmek için kullanılmaktadır (Dündar ve ark., 2011). Günümüzde baba rolünde meydana gelen değişikliklerin etkisiyle, “eve ekmek getiren” babadan çok, “ilgili” baba tanımının, “iyi” baba olmakla özdeşleştirildiği (Tichenor ve ark., 2011) ve babalığın, aileyi ekonomik açıdan olduğu kadar, duygusal olarak da desteklemek anlamına geldiği belirtilmektedir (Genesoni ve Tallandini, 2009). Babalıkla ilgili geleneksel yaklaşımlar, babalara 212 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences evin geçimini sağlayan kişi, ahlak bekçisi, cinsiyet rol modeli gibi roller atfetmektedir (Koçak, 2004). Tarihsel açıdan ise babalık, aileye hükmeden, eşin ve çocukların sorgulamadan itaat etmesi gereken, üstünlüğe sahip bir roldür (Özgün ve ark., 2011). Günümüzde babaların, evi her bakımdan yöneten, baskın bir yöneticiyken, zamanla dışarıda çalışarak eve para getiren, ailesinin geçimini sağlayan bir role büründükleri ifade edilmektedir (Ünlü-Çetin ve ark., 2010). Ekonomik alandaki değişimlerin, kadın-erkek rollerini etkilediği görüşü dile getirilmektedir. Bu görüşe göre, kadının yüksek eğitim görmesi, eğitilmesi ve iş yaşamına katılması, ekonomik olarak bağımsızlık kazanmalarına yardımcı olmuştur. Çalışan kadın sayısında artış meydana gelmiş; kadının çalışması erkeklerin evle ilgili sorumlulukları paylaşmalarında bir baskı unsuru olmuştur. Hem annenin, hem de babanın iş yaşamına yoğun olarak katılması, çocuk bakımı ile ilgili yeni düzenlemeleri gerekli kılmıştır (Özkardeş, 2011). Bu gelişmelere paralel olarak, geleneksel aile yapısının, çekirdek aileye dönüştüğü ve çekirdek aile içindeki bireylere düşen rol ve sorumlulukların da değişime uğradığı belirtilmektedir (Kuruçırak, 2010). Pek çok boşanmış erkeğin, çocuklarının bakımı ve eğitim sorumluluğunu tek başlarına üstlenme konusunda istekli hale geldikleri (Anlıak, 2004); modern ve geleneksel kuşakların babalık algılarında farklılıkların oluştuğu (Yalçınöz, 2011); günümüzde babaların, geçmişe oranla çocuklarla ve onların bakımıyla daha fazla ilgilenmeye başladıkları (Özen, 2009) ifade edilmektedir. Bütün bu gelişmelere paralel olarak, aile ile ilgili yapılan araştırmalarda odak noktasının değişmeye başlandığı ifade edilmektedir. Örneğin, 1970’li yıllardan önce, baba-çocuk etkileşimi ile ilgili araştırma sayısı yok denecek kadar azken, bu yıllardan sonra babalık ile ilgili çalışmaların sayısında artış yaşandığı; toplumsal değişime paralel olarak babanın çocuğun gelişim ve eğitimindeki rolüne ve önemine olan ilginin arttığı belirtilmektedir (Lewis ve Lamb, 2003; Gürşimşek ve ark., 2007; Genesoni ve Tallandini, 2009; Finn ve Henwood, 2009; Özkardeş, 2011; Taşkın, 2011). Babalık tanımlarındaki değişimin, araştırmacıları baba-çocuk ilişkisinin doğasını incelemeye yönlendirdiği görüşü dile getirilmektedir (Özkardeş ve Arkonaç, 1998). Günümüzde, değişen rolleriyle babaların, geçmişe oranla çocuklarıyla daha fazla zaman geçirmeye başladıkları; çocuğun bakımı, eğitimi ve çocukla bire bir etkileşimden oluşan babalık rolü ve çocuk gelişimindeki etkilerinin günümüzde daha da önem kazandığı belirtilmektedir (Anlıak, 2004; Genesoni ve Tallandini, 2009; Finn ve Henwood, 2009; Şahin ve Özbey, 2009; Kuzucu, 2011). Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 213 Dünyanın pek çok toplumunda, çocuğun bakım ve eğitim sorumluluğunu üstlenen aile kurumu içinde, bu görevden birinci dereceden sorumlu tutulan ve önemi vurgulanan bireyler genellikle anneler olmuş, babanın çocuğun yaşamındaki rolü ve önemine pek değinilmemiş, hatta yok sayılmıştır (Alibeyoğlu, 2009; Özkardeş, 2011; Taşkın, 2011). Geleneksel olarak annelerin çocuk bakımında önemli rolü olduğu görüşü dile getirilmektedir (Özen, 2009). Buna rağmen çocuk eğitimi ve bakımının, anne ve babaların her ikisinin de karşılıklı sorumluluk paylaşımı ile yürütmesi gereken bir durum olduğunun altı çizilmektedir (Aydın, 2010). Toplumda çoğunlukla, annelerin bebeği dokuz ay taşıdığı için çocuğuyla arasındaki bağın çok özel olduğu, babaların yalnızca biyolojik açıdan gerekli olduğu ve annelerin çocuklarıyla daha çok vakit geçirdikleri görüşü hâkimdir. Oysa babaların da, anneler kadar, bebeklerin bakımını başarıyla gerçekleştirebildikleri ifade edilmektedir (Özen, 2009; Özgün ve ark., 2011) Erkekliğe ilişkin kültürel tanımların değiştikçe, babalığın tanımlarının da değiştiği belirtilmektedir (Dick, 2011). Babalığa verilen anlam ve babalık deneyimlerinin, cinsiyet kimliği ile yakından ilişkili olduğu; cinsiyet-eşitlikçi tutumlara sahip, cinsiyet kalıpyargılı olmayan babaların, çocuklarıyla daha ilgili ve daha yakın ilişkiler kurabildikleri ifade edilmektedir (Cabrera, 2000). Yetişkin yaşamımızın en önemli rolleri arasında sayılabilecek annelik ve babalık kavramlarının, kişiliğimizin en önemli unsurlarından olan cinsiyet ve bu cinsiyetlere yüklenen toplumsal anlamlar açısından incelenmesi gerekmektedir. Alanyazın incelendiğinde çok az sayıda bilimsel ve akademik çalışmanın çoğunlukla baba katılımı, erkeklik algısı, baba olma algısı gibi konular üzerinde yoğunlaştığı görülmektedir. Ülkemizin gerçeği olan “aşırı cinsiyet ideolojisi” kavramının, kadın-erkek kavramlarından ayrıştırılarak tartışılmasının ve annelikbabalık olgularıyla ilişkisinin incelenmesinin, ülkemizde yaşanan sosyal değişime ışık tutacağı düşünülmektedir. Bu noktadan hareketle araştırmada, üniversitede öğrenim gören erkek öğrencilerde aşırı cinsiyet ideolojisi ile babalık rolü algısı arasındaki ilişkinin incelenmesi amaçlanmıştır. Yöntem ve Gereçler Araştırmanın Amacı Bu araştırmada, üniversitede öğrenim gören erkek öğrencilerde aşırı cinsiyet ideolojisi ve babalık rolü algısı arasındaki ilişkinin incelenmesi amaçlanmaktadır. Bu doğrultuda şu hipotezler sınanmıştır: 214 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 1. Üniversitede öğrenim gören erkek öğrencilerde aşırı cinsiyet ideolojisi ile babalık rolü algısı arasında ilişki vardır. 2. Üniversitede öğrenim gören erkek öğrencilerde aşırı cinsiyet ideolojisi, sosyodemografik değişkenlere göre farklılaşmaktadır. 3. Üniversitede öğrenim gören erkek babalık rolü algılamaları, sosyodemografik değişkenlere göre farklılaşmaktadır. Araştırmanın Modeli Üniversitede öğrenim gören erkek öğrencilerde aşırı cinsiyet ideolojisi ile babalık rolü algısı arasındaki ilişkinin incelenmesinin amaçlandığı bu çalışma, tarama modeli niteliğinde betimsel bir çalışmadır. Araştırma Grubu Araştırma, KKTC’nin Lefkoşa ilinde bulunan Yakın Doğu Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nde gerçekleştirilmiştir. Erkeklerde aşırı cinsiyet ideolojisi ve babalık rolüne ilişkin algılar arasındaki ilişkinin incelendiği araştırmada, 2013-2014 öğretim yılı bahar döneminde, Y.D.Ü. psikoloji bölümünde öğrenim görmekte olan ve ulaşılabilen 74 erkek öğrenci araştırma kapsamına dahil edilmiştir. Veri Toplama Araçları Araştırmada veri toplama aracı olarak, sırasıyla, kişisel bilgi formu, Babalık Rolü Algısı Ölçeği (BRAÖ) ve Aşırı Cinsiyet İdeolojisi Ölçeği (ACİÖ) uygulanmıştır. Kişisel Bilgi Formu. Kişisel bilgi formunda katılımcıların, yaşları, uyrukları, bölümde kaç yıldır öğrenim gördükleri, annelerinin ve babalarının eğitim durumu, annelerinin ve babalarının meslekleri, annelerinin ve babalarının çalışıp çalışmadıklarına ilişkin sorular yer almaktadır Babalık Rolü Algısı Ölçeği (BRAÖ). Babalık Rolü Algı Ölçeği, 1999 yılında Kuzucu tarafından geliştirilmiştir. Bu ölçek, hem bireysel hem de grup halinde uygulanabilen 5 dereceli Likert türü bir ölçektir. Hem gençlere, hem de babalara uygulanacak şekilde tasarlanmıştır. Ölçekte babalık rolü algısı 14’ü olumlu, 11’i olumsuz olmak üzere 25 ifade ile ölçülmektedir. Yanıtlar, hiç uygun değil (1) ile Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 215 tamamen uygun (5) arasında değişmektedir (Kuruçırak, 2010). Aşırı Cinsiyet İdeolojisi Ölçeği (ACİÖ). Aşırı Cinsiyet İdeolojisi Ölçeği, Hamburger ve arkadaşları tarafından, 1996 yılında kadınların ve erkeklerin aşırı cinsiyet rollerini ne ölçüde benimsediklerini belirlemek amacıyla geliştirilmiştir. 19 maddelik bir kısa formu da bulunan, hem kadınlara hem de erkeklere uygulanabilen ölçek, yanıtları kesinlikle katılıyorum (1) ile kesinlikle katılmıyorum (6) arasında değişen, 6’ lıLikert tipi bir ölçektir. Ölçekten alınan puanlar, bireyin aşırı cinsiyet ideolojisine ne ölçüde sahip olduğunu göstermektedir (Davis ve ark., 1998).Ölçeğin, Türkçe’ye çevirisi, geçerlik ve güvenirlik çalışması, 2009 yılında Beyazıt tarafından yapılmıştır (Beyazıt, 2009). Veri Toplama Süreci ve Verilerin İstatistiksel Analizi Y.D.Ü. Psikoloji Bölümü’nde uygulama yapabilmek için, önce bölüm başkanlığına başvurularak araştırmanın amacı, kapsamı ve kullanılacak yöntem ve gereçler hakkında bilgi verilmiş; gerekli izin alınmıştır. Anketler ders öncesi, ders arası ya da ders bitiminde bölüm asistanlarınca uygulanmış; uygulama sırasında sınıfta öğretim görevlisinin bulunmamasına dikkat edilmiştir. Araştırmada yer alan öğrencilere, araştırmanın amacı ve konusu hakkında bilgi verilmiş, kendilerinden isim ya da isim yerine geçebilecek herhangi bir kimlik bilgisi istenmediği ve araştırmaya katılıp katılmamakta serbest oldukları bildirilmiştir. Anket uygulamaları yaklaşık yirmişer dakika sürmüştür. Araştırmada elde edilen verilerin analizi için, Statistical Package for Social Sciences (SPSS) 17 bilgisayar programı kullanılmıştır. Bulgular Araştırmada yer alan katılan katılımcıların yaşı, uyruğu, bölümde kaç yıldır öğrenim gördükleri, annelerinin ve babalarının öğrenim durumları, meslekleri ve çalışıp çalışmadıklarına ilişkin sosyodemografik özellikler Tablo 1‘ de belirtilmiştir. Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 216 Tablo 1. Katılımcıların Sosyodemografik Özelliklerine Göre Dağılımları Sosyodemografik Değişkenler Sayı (n) Yüzde (%) Yaş 19 yaş ve altı 20-24 yaş 25-29 yaş 2 52 20 2,7 70,3 27,0 Uyruk KKTC TC Diğer 7 59 6 9,7 81,9 8,8 Bölümde kaçıncı yılınız? 1 2 3 4 5 ve üstü 15 15 16 12 15 20,5 20,5 21,9 16,4 20,5 Annenizin öğrenin durumu nedir? Okuryazar değil Okuryazar İlkokul mezunu Ortaokul mezunu Lise mezunu Üniversite Mezunu Yüksek okul mezunu Y.Lisans/Doktora 17 6 21 7 14 6 1 1 23,3 8,2 28,8 9,6 19,2 8,2 1,4 1,4 Babanızın öğrenim durumu nedir? Okuryazar değil Okuryazar İlkokul mezunu Ortaokul mezunu Lise mezunu Üniversite Mezunu Y.Lisans/Doktora 1 7 19 9 22 8 8 1,4 9,5 25,7 12,2 29,7 10,8 10,8 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences Annenizin mesleği nedir? İşsiz Memur İşçi Çiftçi Serbest Meslek Emekli Diğer Sosyodemografik Değişkenler 22 4 0 2 8 6 32 Sayı (n) 29,7 5,4 0 2,7 10,8 8,1 43,2 Yüzde (%) Babanızın mesleği nedir? İşsiz Memur İşçi Çiftçi Serbest Meslek Emekli Diğer 2 13 3 7 28 12 9 2,7 17,6 4,1 9,5 37,8 16,2 12,2 Anneniz çalışıyor mu? Evet Hayır 15 59 20,3 79,7 Babanız çalışıyor mu? Evet Hayır 49 24 67,1 32,9 217 Katılımcıların ACİÖ ve BRAÖ puan ortalamaları, ölçeklerden alınan en yüksek ve en düşük puanlar ve standart sapma değerleri Tablo 2’de verilmiştir. 218 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences Tablo 2. Katılımcıların ACİÖ VE BRAÖ Puan Ortalamaları Ölçekler N Min-Max ACİÖ 74 55-253 BRAÖ 74 57-124 x 175,78 95,09 ss 39,70 12,58 74 katılımcının ACİÖ puan ortalaması 175, 78 ± 39,70; BRAÖ puan ortalamaları ise 95, 09 ± 12, 58’dir. Katılımcıların ACİÖ’den aldıkları puanlar 55 ile 253, BRAÖ’den aldıkları puanlar ise 57 ile 124 arasında değişmektedir. Araştırmada elde edilen bulguların ön analizine ilişkin normallik testi sonucunda, katılımcıların BRAÖ puanlarının, katılımcıların uyrukları, anne ve babalarının öğrenim durumları ve anne ve babalarının mesleklerine göre farklılaşıp farklılaşmadığı ANOVA yöntemi ile; anne ve babalarının çalışıp çalışmama durumlarına göre farklılaşıp farklılaşmadığı t-test yöntemi ile, yaş grubu ve bölümde kaç yıldır eğitim gördüklerine farklılaşıp farklılaşmadığı ise Kruskal Wallis yöntemi ile incelenmiş, BRAÖ puanlarının, sosyodemografik değişkenlerin hiçbirinde istatistiksel açıdan anlamlı bir şekilde farklılaşmadığı tespit edilmiştir (p >0.05). Araştırmada elde edilen bulguların ön analizine ilişkin normallik testi sonucunda, katılımcıların ACİÖ puanlarının katılımcıların bölümde kaç yıldır eğitim gördükleri, anne ve babalarının meslekleri, babalarının öğrenim durumu ve babalarının çalışıp çalışmama durumlarına göre farklılaşıp farklılaşmadığı ANOVA yöntemi ile; yaş grubu, uyruk ve annelerinin öğrenim durumlarına göre farklılaşıp farklılaşmadığı ise Kruskal Wallis yöntemi ile incelenmiş, istatistiksel açıdan anlamlı farklılıklar tespit edilmemiştir (p >0.05). Elde edilen bulgulara göre, ACİÖ puanlarının sadece katılımcıların annelerinin çalışıp çalışmamasına ve babalarının mesleklerine göre farklılaştığı tespit edilmiştir. Katılımcıların ACİÖ puanlarının, annelerinin çalışıp çalışmama durumları ile karşılaştırılmasına ilişkin Mann Whitney-U Test sonuçları Tablo 3’te verilmiştir. Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 219 Tablo 3. Katılımcıların ACİÖ Puanlarının, Annelerinin Çalışıp Çalışmama Durumlarına Göre Karşılaştırılması Annenin Çalışıp Çalışmama Durumu n Sıra Ortalaması Sıra Toplamı Evet 15 26,60 399,00 Hayır 59 40,57 2376,00 u p 279,000 ,028* p ‹ 0.05 * Katılımcıların ACİÖ puanları, annelerinin çalışıp çalışmama durumlarına göre Mann Whitney-U Test yöntemi kullanılarak karşılaştırıldığında, istatistiksel açıdan anlamlı bir fark tespit edilmiştir (u=279,000, p‹ 0.05). Sıra ortalamaları dikkate alındığında, anneleri çalışmayan katılımcıların ACİÖ puanlarının, anneleri çalışan katılımcılara göre daha yüksek olduğu görülmektedir. Katılımcıların ACİÖ puan ortalamaları Tablo 4a’da, ACİÖ puanlarının babalarının mesleklerine göre karşılaştırılmasına ilişkin ANOVA sonuçları ise Tablo 4b’de verilmiştir. Tablo 4a. ACİÖ Puanları Betimsel İstatistikleri Baba Meslek N x ss işsiz 2 87,0000 45,2548 memur 13 169,230 43,7533 işçi 3 186,666 67,8552 çiftçi 7 164,857 43,341 serbest meslek 28 182,071 34,7167 emekli 12 177,750 33,9628 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 220 Tablo 4b. Katılımcıların ACİÖ Puanlarının, Babalarının Mesleklerine Göre Karşılaştırılması Var. K. Kareler Toplamı sd Kareler Ortalaması G.Arası 19938,602 6 3323,100 G.İçi 95097,939 76 1419,372 Toplam p ‹ 0.05 * 115036,54 73 4742,472 F p 2,341 ,041* Katılımcıların ACİÖ puanları, babalarının mesleklerine göre ANOVA yöntemi ile karşılaştırıldığında, istatistiksel açıdan anlamlı bir fark tespit edilmiştir (p< 0,05). Gruplar arası farkın Tukey yöntemi ile ileri incelemesi yapıldığında, babası işsiz olan katılımcıların ACİÖ puan ortalamalarının, babası serbest meslekle uğraşan katılımcılara (p=,016), babası emekli olan katılımcılara (p=,018) ve babası diğer mesleklerle uğraşan katılımcılara (p=,018) göre daha düşük olduğu tespit edilmiştir. ACİÖ ve BRAÖ puanları arasındaki korelasyon analizine ilişkin sonuçlar Tablo 5’te verilmiştir. Tablo 5. Katılımcıların ACİÖ ve BRAÖ Puanları Arasındaki Korelasyon Ölçekler ACİÖ-BRAÖ r p -0,412 ,000** p ‹ 0.01 ** Katılımcıların ACİÖ ve BRAÖ puanları arasındaki ilişki Pearson korelasyon yöntemi ile incelendiğinde, istatistiksel açıdan ileri derecede anlamlı (p‹0.01), orta güçte ve negatif yönde bir ilişki (r= -0,412) tespit edilmiştir. Aşırı cinsiyet ideolojisinin yordanmasına ilişkin çoklu regresyon analizi sonuçları Tablo 6’da verilmiştir. Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 221 Tablo 6. Aşırı Cinsiyet İdeolojisinin Yordanmasına İlişkin Çoklu Regresyon Analizi Sonuçları β T p 212,926 -17,436 Standart Hata 34,674 9,821 -,215 6,141 -1,775 ,000 ,081 -21,700 9,899 -,242 -2,192 ,032 5,061 3,335 ,189 1,517 ,134 -3,914 2,821 -,179 -1,388 ,170 2,896 3,139 ,117 ,923 ,360 -2,045 1,627 -,140 -1,257 ,213 8,240 2,584 ,355 3,189 ,002 Değişken B Sabit Yaş grubu Uyruk Bölümde Okunan Yıl Anne Eğitim Baba Eğitim Anne Meslek Baba Meslek İkili r Kısmi r ,126 ,223 ,094 -,217 ,130 ,037 ,103 ,338 -,171 -,264 ,186 ,115 -,155 ,370 R= 0,502 R²=0,252 F(7,64)=03, 081 P=,007 Yaş grubu, uyruk, katılımcının bölümde kaç yıldır öğrenim gördüğü, annenin öğrenim durumu, babanın öğrenim durumu, annenin mesleği ve babanın mesleği değişkenleri birlikte, katılımcıların aşırı cinsiyet ideolojisi ile istatistiksel açıdan anlamlı düzeyde ilişki vermektedir (R= 0,502, R²=0,252, p ‹ 0.05). Standardize edilmiş regresyon katsayısına göre (β), yordayıcı değişkenlerin, aşırı cinsiyet ideolojisi üzerindeki göreli önem sırası; babanın mesleği, uyruk, yaş grubu, katılımcının bölümde kaç yıldır okuduğu, annenin öğrenim durumu, annenin mesleği ve babanın öğrenim durumu değişkenleridir. Regresyon katsayılarının anlamlılığına ilişkin t-testi sonuçları incelendiğinde ise, uyruk ve babanın mesleği değişkenlerinin aşırı cinsiyet ideolojisi üzerinde anlamlı bir yordayıcı olduğu görülmektedir. 222 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences Babalık rolü algısının yordanmasına ilişkin çoklu regresyon analizi sonuçları Tablo 7’da verilmiştir. Tablo 7. Babalık Rolü Algısının Yordanmasına İlişkin Çoklu Regresyon Analizi Sonuçları Kısmi r ,132 ,137 -,024 1,064 ,291 ,096 ,132 -,083 -,580 ,564 -,072 ,548 ,008 ,065 ,949 ,004 ,035 ,870 ,063 ,501 ,618 ,057 ,063 β T p 78,417 3,536 3,684 -,219 ,146 ,137 -,027 6,717 1,069 1,105 -,195 1,011 ,950 ,155 -,613 1,057 ,035 ,436 B Sabit Yaş grubu Uyruk Bölümde Okunan Yıl Anne Eğitim Baba Eğitim Anne Meslek Baba Meslek R= 0,224 F (7,64)=0,485 ,000 ,289 ,273 ,846 İkili r ,107 ,120 ,033 Standart Hata 11,675 3,307 3,333 1,123 Değişken ,008 R²=0,50 P=,842 Yaş grubu, uyruk, katılımcının bölümde kaç yıldır öğrenim gördüğü, annenin öğrenim durumu, babanın öğrenim durumu, annenin mesleği ve babanın mesleği değişkenleri, birlikte, katılımcıların babalık rolü algısı ile istatistiksel açıdan anlamlı düzeyde ilişki vermemektedir (R= 0,224, R²=0,50, p >0.05). Regresyon katsayılarının anlamlılığına ilişkin t-testi sonuçları incelendiğinde ise, değişkenlerin hiçbirinin babalık rolü algısı üzerinde anlamlı bir yordayıcı olmadığı görülmektedir. Tartışma Araştırmanın birinci hipotezinin sınanmasına ilişkin analizde, aşırı cinsiyet ideolojisi ve babalık rolü algısının negatif yönde ilişkili oldukları görülmüştür. Araştırmada elde edilen bu sonuca göre katılımcıların babalık rolü algısının arttıkça, katı cinsiyet ideolojisine ilişkin görüşlerinin azaldığı düşünülmektedir. Değişen Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 223 toplumsal şartların ve süregelen ekonomik gelişmelerin, cinsiyete dayalı tutumlarda ve geleneksel cinsiyet rollerinde değişime yol açtığı belirtilmektedir (Dökmen, 2004; Kuzucu, 2011). Geçmişte kadın işi olarak görülen ya da kadınsı bulunan işlerin bugün erkekler tarafından yapıldığı; geçmişte erkeklere özgü olduğu düşünülen pek çok işin de günümüzde kadınlar tarafından yapılabildiğinin altı çizilmektedir (Çelik, 2008). Araştırmanın ikinci hipotezinin sınanmasına ilişkin analizde, ACİÖ puanlarının sosyodemografik değişkenlere göre farklılaşıp farklılaşmadığı incelenmiştir. Elde edilen bulgulara göre, ACİÖ puanlarının sadece katılımcıların annelerinin çalışıp çalışmamasına ve babalarının mesleklerine göre farklılaştığı tespit edilmiştir. Araştırmada, anneleri çalışmayan katılımcıların ACİÖ puanlarının, anneleri çalışan katılımcılara göre, daha yüksek olduğu görülmüştür. Bu sonucun, çalışan annelerin çalışmayan annelerden farklı olarak, daha esnek ve eşitlikçi cinsiyet ideolojisine sahip olmalarından ve erkek çocuklarını da bu yönde yetiştirmelerinden kaynaklanabileceği düşünülmektedir. Annelerin çalıştığı ailelerde, babaların evin ve çocukların sorumluluğunu daha çok üstlendikleri ve bu tür ailelerde daha eşitlikçi cinsiyet rol dağılımlarının olduğu belirtilmektedir (Dökmen, 2004; Karaköse ve Karaköse, 2012). Araştırmada, babası işsiz olan katılımcıların ACİÖ puan ortalamalarının, babası serbest meslekle uğraşan katılımcılara, babası emekli olan katılımcılara ve babası diğer mesleklerle uğraşan katılımcılara göre daha düşük olduğu tespit edilmiştir. Erkeklere toplum tarafından, “ailenin ekmeğini kazanma” rolü verilmektedir. Bu nedenle erkeklerin, ailesini en iyi koşullarda yaşatma ve ekonomik güç sahibi olma zorunluluğu hissettikleri ifade edilmektedir (Dökmen, 2004). Bu bağlamda işsizlik bir “erkeklik krizi” olarak tanımlamaktadır (Ok, 2011). Ok’a göre erkeklik iş sahibi olmayı zorunlu kılar. İşin yokluğunda sadece bağımsızlık ve güven kaybı değil, aynı zamanda bir nevi “erkekliğin yitimi de söz konusudur. Başarılı olma ve çözüm üretme üzerinden kendini kuran ve devamını bir aileye bakabilme gücünü göstererek sağlayan erkeklik, işsizlik durumunda evin ihtiyaçlarını karşılayamayan, sorunları çözemeyen ve zorluklar karşısında “çaresiz” kalan bir şekle bürünmektedir. Araştırma sonucunda elde edilen bulgular, işsiz erkeklerin, geleneksel erkeklik algısı kalıplarına uymadığını; iş, bir başka deyişle, güç ve iktidar sahibi erkeklerin geleneksel ideolojisine sahip olmadıklarını ve çocuklarına bu yönde bir model teşkil etmediklerini düşündürmektedir. Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 224 Araştırmanın, üçüncü hipotezinin sınanmasına ilişkin analizde, BRAÖ puanlarının sosyodemografik değişkenlere göre farklılaşıp farklılaşmadığı incelenmiş ve BRAÖ puanlarının, sosyodemografik değişkenlerin hiç birinde istatistiksel açıdan anlamlı bir şekilde farklılaşmadığı tespit edilmiştir. Sonuç ve Öneriler Geleneksel toplumlarda sadece annelik tanımlanmış, erkeklerin babalık ve çocuk yetiştirme sorumlulukları üzerinde durulmamıştır. Annelikle karşılaştırıldığında, babanın çocuğun gelişimindeki etkisini ve önemini ortaya koyan yeterli sayıda bilimsel ve akademik araştırma yapılmadığı görülmektedir. Erkekliğin geleneksel inşası, katı ve baskıcı cinsiyet ideolojisi, “maçoluk” kavramı ve bu toplumsal kavramların babalık rolü algısı ile ilişkisinin incelenmesi bu çalışmanın temel problemini oluşturmaktadır. Kadının ve erkeğin, annenin ve babanın birbirini tamamlaması gerektiği anlayışına dayalı geleneksel aile yapısı, hem kadının hem de erkeğin sorumluluk alanlarını sınırlamakta;, bu sınırlılıklar erkeklerin babalık rolüne de yansımaktadır. Erkeklere sadece yaşamı sürdürmeyi sağlamaları öğretilmektedir. Geleneksel cinsiyet kalıpyargıları erkekleri evlerinin reisi, malların ve toplumsal yaşamın efendisi haline getirmekte; bu da erkekleri, otoriter ve baskıcı kişiler haline dönüştürmektedir. Çocukla ilgili sorumluluklar, kadınlığa ve anneliğe atfedildiğinden, bir erkek tarafından bu rollerin benimsenmesi ve sürdürülmesi erkeklik statüsünün kaybı şeklinde algılanabilmektedir. Bu durum babaları, evden ve çocuk bakımından uzaklaştırmaktadır. Bu bağlamda, “maço” erkeklik bir toplumsal sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Erkek, daha demokratik ve esnek bir cinsiyet rolüne sahip oldukça, çocuk gelişimi ve eğitimi konusunda daha çok ebeveyn sorumluluğu almaktadır. Babalık rolü algısı geliştikçe, erkeklerin katı cinsiyet ideolojisine ilişkin görüşleri azalmaktadır. Bu bağlamda, aşırı cinsiyet ideolojisine ilişkin düşünce yapısını değiştirmek ve babalık rolü algısını geliştirebilmek için şu önerilerde bulunulabilir: • Toplumsal cinsiyet bağlamında erkeklik ve babalık olgularının incelenmesine büyük ihtiyaç vardır. Özellikle Türkiye’nin geleneksel yapıya sahip bölgelerinde, konuyla ilgili bilimsel ve akademik çalışmalar yapılmalıdır. Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 225 • Erkeklik, babalık, cinsiyet ideolojisi, toplumsal cinsiyet kavramlarına ilişkin Türk kültürünün özelliklerini yansıtan ölçme araçları yok denecek kadar azdır. Bu kavramları geçerli bir şekilde ölçebilecek ölçme araçlarının geliştirilmesi gerekmektedir. • Cinsiyete ilişkin kalıpyargıların temellerinin ailede atıldığı ancak örgün eğitim aracılığıyla sistemli bir şekilde sürdürüldüğü ve pekiştirildiği görülmektedir. Ders kitapları, eğitim materyalleri, cinsiyete yönelik şarkılar, oyunlar ve oyun materyalleri cinsiyet kalıpyargılarından arındırılmış olmalıdır. Devletin cinsiyete özgü kalıpyargıları değiştirecek politikalar üretmesi ve yaşama geçirmesi gerekmektedir. • Cinsiyet ideolojilerinin ve cinsiyet kalıpyargılarının oluşumunda ailenin önemi büyüktür. Çocuklar cinsiyet farkı gözetilmeden yetiştirilmelidir. • Aile ve eğitim kurumları kadar televizyon ve medyanın da çocuklar üzerinde etkisi büyüktür. Kitle iletişim araçlarında cinsiyet özelliklerine ilişkin kalıpyargıları pekiştirilmemelidir. • Babalığa ilişkinin algıların, babalık rol ve sorumluluklarının geliştirilebilmesi için ülke genelinde baba eğitimi programları geliştirilmeli ve yaygınlaştırılmalıdır. • Babalığa ilişkin, toplumsal rol değişimlerinde örnek olacak rol modellerinin sunulması, özellikle görsel medya tarafından olumlu baba rollerinin ön plana çıkartılması gerekmektedir. Erkek çocuklara, kendi babalarının da olumlu birer rol modeli sunabilmesi önemlidir. 226 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences KAYNAKÇA Alibeyoğlu, T. (2009). Baba Destek Programının (BADEP) Babaların Çocuk Yetiştirme Tutumları Üzerindeki Etkilerinin İncelenmesi. Yüksek Lisans Tezi. Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul Üniversitesi. Anlıak Ş. (2004). “Okulöncesi Dönemde Çocuğun Yaşamında Baba ve Erkek Öğretmenin Rolü ve Önemi”. Ege Eğitim Dergisi, 5: 25-33. Aydın, M. Z. (2010). “Çocuğun Eğitiminde Anne ve Babanın Rolü”. Kamuda Sosyal Politika, 12: 59-61. Beyazıt, U. (2009). The Turkish Translation, Reliability and Validity Study of Hypergender Ideology Scale. Yüksek Lisans Tezi. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yakın Doğu Üniversitesi. Bilton, T., Bonnet, K., Jones, P., Skinne, D., Stanworth, M., Webster, A. (1996). Introduction to Sociology. New York: Palgrave. Blackwood, E. (2000). “Culture and Women’s Sexualities”. Journal of Social Issues, 56(2): 223-238. Caberra, N., Tamis-LeMonda, C. S., Bradley, R. H., Hoffert, S., Lamb, M. E. (2000). “Fatherhood in the Twenty-First Century”. Child Development, 70(1): 127-136. Chodorow, N. J. (1995). “Gender as a Personal and Cultural Construction. Journal of Women in Culture and Society, 20(3): 516-544. Connel, R. W. (1987). Gender and Power. Australia: Allen&Unwin Australia Pty Ltd. Çelik, Ö. (2008). Ataerkil Sistem Bağlamında Toplumsal Cinsiyet Rollerinin Benimsenmesi. Yüksek Lisans Tezi. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Hacettepe Üniversitesi. Dick, G. L. (2011). The Changing Role of Fatherhood: The Father as a Provider of Self Object Functions. Psychoanalytic Social Work, 18: 107–125. Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 227 Dökmen, Z. Y. (2004). Toplumsal Cinsiyet, Sosyal Psikolojik Açıklamalar. İstanbul: Sistem Yayıncılık. Dündar, Ö. Z., Durugönül, E., Arıkan, E. (2011). ““Anne” ve “Baba” Sözcüklerine Yüklenilen Anlamların Bir İncelemesi”. Contemporary Online Language Education Journal, 1(2): 25-34. Finn, M., Henwood, K. (2009). “Exploring Masculinities within Men’s Identificatory Imaginings of First-time Fatherhood”. British Journal of Social Psychology, 48: 547-562. Genesoni, L., Tallandini, M. A. (2009). “Men’s Psychological Transition to Fatherhood: An Analysis of the Literature, 1989–2008. BIRT, 36(4): 305-317. Giddens, A. (1995). Sociology. U.K. : Polity Press. Gürşimşek,, I., Kefi, S., Girgin, G. (2007). “Okulöncesi Eğitime Babaların Katılım ile İlişkili Değişkenlerin İncelenmesi. Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 33: 181-191. Karaköse, Ş., Karaköse, R. (2012). Çocuk Eğitiminde Babanın Etkisi. İstanbul: Yediveren Yayınları. Kuruçırak, Ş. (2010). 4-12 Aylık Babaların, Babalık Rolü Algısı ile Bebek Bakımına Katılımı Arasındaki İlişki. Yüksek Lisans Tezi. Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Akdeniz Üniversitesi. Muehlenhard, Z. D., Peterson, L. K., Bryan, T. S., Lee, R. S. (2003). “Gender and Sexuality: An Introduction to the Special Issue”. The Journal of Sex Research, 40(1): 1-3. Kilmartin, C. T. (1994). The Masculine Self. New York: Macmillan Publishing Company. Koçak, A. A. (2004). Baba Destek Programı Değerlendirme Raporu. AÇEV, s. 5-16. Kuruçırak, Ş. (2010). 4-12 Aylık Babaların, Babalık Rolü Algısı ile Bebek Bakımına Katılımı Arasındaki İlişki. Yüksek Lisans Tezi. Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Akdeniz Üniversitesi. 228 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences Kuzucu, Y. (2011). “Değişen Babalık Rolü ve Çocuk Gelişimine Etkisi”. Türk Psikolojik Danışma ve Rehberlik Dergisi, 4 (35): 79-91. Levant, R. F., Richmond, K. (2007). A Review of Research on Masculinity Ideologies Using the Male Role Norms Inventory. The Journal of Men’s Studies,15(2): 130-146. Lewis, C., Lamb, M. E. (2003). “Fahthers’ Influences on Child Development: The Evidence from Two-parents Families”. European Journal of Psychology of Education. XVIII(2): 211-228. Macionis, J. J., Plummer, K. (1998). Sociology. U.S.A.: Prentice Hall Inc. Money, J. (1995). Gender Gap. New York: The Continum Publishing Company. Mosher, D., Tomkins, S. S. (1988). “Scripting Machoman: Hypermasculine Socialization and Enculturation”. Journal of Sex Research. 25(1): 60-84. Ok, S. (2011). Erkeklik Krizi ve İşsizlik. Yüksek Lisans Tezi. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara Üniversitesi. Özen, D. Ş. (2009). “Ergenlerde Anneden Algılanan Kabul/İlgi ile Benlik-algısı Arasındaki İlişki: Babadan Algılanan Kabul/İlginin Aracı Rolü”. Türk Psikoloji Yazıları, 12 (24): 28-38. Özdemir, E. (2006). Okulöncesi Dönem Çocuklarının Cinsiyet Özelliklerine İlişkin Kalıpyargılarının İncelenmesi. Yüksek Lisans Tezi. Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Ankara Üniversitesi. Özgün, Ö., Erden, Ş., Çiftçi, M. A. (2011). “Examining Different Perspectives on Fatherhood: A Socio-cultural Approach. Social and Behavioral Sciences, 15: 364– 368. Özkardeş, O. G. (2011). “Baba Olmak”. Ana-Baba Okulu, Ed.: Haluk Yavuzer, İstanbul: Remzi Kitabevi, s. 128-142. Özkardeş, O. G., Arkonanç, S. (1998). “İki Farklı Eğitim Düzeyine Baba Olma Algısı. M.Ü. Atatürk Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Dergisi, 10: 253-263. Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 229 Sakallı-Uğurlu, N. (2003). “Cinsiyetçilik: Kadınlara ve Erkeklere İlişkin Tutumlar ve Çelişik Duygulu Cinsiyetçilik Kuramı”. Türk Psikoloji Yazıları, 6 (11-12): 1-20. Schaeffer, R. T., Lamm, R. P. (1995). Sociology. U.S.A.: McGraw-Hill, Inc. Şahin, F. T. , Özbey, S. (2009). “Okulöncesi Eğitim Programlarında Uygulanan Aile Katılım Çalışmalarında Baba Katılımının Yeri ve Önemi. Aile ve Toplum, 5(17): 3040. Taşkın, N. (2011). Çocukların Gelişiminde Katkıları Unutulanlar: Babalar. Eğitime Bakış, 7(20): 43-47. Tichenor, V., Mcqoillan J., Greil, A. L., Contreras, R., M. Shreffler, K. M. (2011). “The Importance of Fatherhood U.S. Married and Cohabitating Man”. Fathering, 9(3): 232-251. Türk Dil Kurumu (2014). Güncel Türkçe Sözlük. Erisim: [http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=TDK.GTS.5 34382e2102f26.53323320. ErisimTarihi: 08.05.2014. Ünlü-Çetin, Ş., Beşpınar, F. .U., Ünlü, H. (2010). Köy Enstitüsü Mezunu Olmanın Babalık Davranış ve Deneyimlerine Etkisi. Eğitim Bilim Toplum Dergisi, 8(31): 838. Yalçınöz, B. (2011). From Being a Son to Being a Father: An Integrational Comparison of Fatherhood in Turkey. Yüksek Lisans Tezi. Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul Bilgi Üniversitesi. Zeybekoğlu, Ö. (2013). “Günümüzde Erkeklerin Gözünden Babalık ve Aile”. Mediterranean Journal of Humanities, 3(2): 297-328. 230 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences YAZARLARA NOTLAR 1. YDÜ Sosyal Bilimler Dergisi, hakemli bir dergidir ve Nisan ve Ekim aylarında olmak üzere yılda iki kez yayımlanır. 2. Derginin yayım dili Türkçe ve İngilizce’dir. 3. Dergide yayımlanan tüm yazıların yayın hakları Yakın Doğu Üniversitesine devredilmiş olur. Dergide yayımlanan her türlü yazıdan yapılacak alıntılarda kaynak gösterilmesi zorunludur. 4. YDÜ Sosyal Bilimler Dergisi’ne gönderilen yazılar özgün olmalı, başka bir yerde yayımlanmamış ya da yayımlanmak üzere başka bir yere gönderilmemiş olmalıdır. Gönderilen yazının bir başka biçimi yayımlanmak üzere incelenmek için bir başka yayımcıya gönderilmiş, ya da yayımlanmış, yada yayımlanacak ise yazar bunu yazısını dergiye gönderdiğinde açıkça belirtmelidir. 5. Yayımlanmak üzere dergiye gönderilen yazılar, yayın kurulu tarafından ilk değerlendirmesi yapıldıktan sonra hakemlere gönderilir. Hakemden gelecek rapor doğrultusunda yazının basılmasına, yazardan makalesinde düzeltme istenmesine ya da basılmamasına yayın kurulu karar verir. Yayım kararı yazara (birden çok yazar varsa, adı ilk belirtilmiş olana) en kısa zamanda bildirilir. Yayımlanmayan makaleler yazarlara geri gönderilmez 6. Hakem değerlendirmesinin tarafsızlığını sağlamak için hakemlere gönderilen yazıda yazarın kimliğine ilişkin herhangi bir bilgi olmamalıdır. Yazarlar makalelerinin başlığını, ad, soyadı, unvan, bağlı bulundukları kurum adı, posta adresi, telefon ve e-posta adreslerini ayrı bir kâğıda yazarak bir kapak sayfası hazırlayıp makaleleri ile birlikte göndermelidir. Hakemlere gönderilecek metinde makalenin başlığı, makale metni, Türkçe ve İngilizce özetler bulunmalı, kimlik bilgileri yer almamalıdır. 7. Dergide yayımlanması istenilen metinler MS Word dokümanı olarak elektronik ortamda e-mail eki olarak ya da CD olarak aşağıdaki adreste doğrudan Editör’e gönderilmelidir. Yazarlar isterlerse buna ek olarak metnin yazılı kopyasını da gönderebilirler. Yazılı metinler A4 kağıdın bir tarafına 2 aralıkla yazılmalı ve bütün sayfalara birbirini izleyen numaralar verilmelidir. 8. Ana dili İngilizce olmayan yazarlar, İngilizce yazdıkları metinleri göndermeden önce ana dili İngilizce olan bir uzmana okutup gerekli düzeltmeleri yaptırmalıdır. Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 9. 231 Yazılara yayımlanan yazarlara yayımlanan makalenin 20 adet ayrı basımı ve bir adet dergi bedelsiz olarak gönderilir. 10. YDÜ Sosyal Bilimler Dergisi’ne gönderilen makalelerin yazım ve biçim koşulları bakımından son denetimlerinin yazar tarafından yapıldığı, yazarın makalenin disketteki ya da CD’deki biçimiyle basılmasına onay verdiği kabul edilir. Makale dergi editörlüğüne teslim edildikten sonra baskı düzeltmeleri için yazara geri gönderilmez. YDÜ, Sosyal Bilimler Dergisi yazım ve biçim kurallarına uygun olmayan makaleler hakeme gönderilmez ve basılmaz. 11. Gönderilen metnin tamamı daktilo harfleri ile tek aralıklı, A4 kâğıdın alt ve üstünde 5cm, yanlarda 4 cm boşluk kalacak şekilde yazılmış olmalıdır. 12. Makalelerin 7.000–10.000 kelime uzunlukta olması gerekmektedir. 10.000 kelimeden fazla olan metinler ancak özel koşullarda kabul edilir. 13. Makale, italik harflerle ve içerden yazılmış yaklaşık 100 kelimeden oluşan, temel savını ve varılan sonucu betimleyen bir özet ile başlamalıdır. Özete makale içeriğini karakterize eden 6 anahtar sözcük veya deyim eşlik etmelidir. 14. Metin 12 punto büyüklükte Times New Roman yazı tipi ile yazılmalıdır. Makale başlığı ve ana alt başlıklar 14 punto, Times New Roman yazı tipi, bold ve ana metinden ayrı olmalıdır. İkincil alt başlıklar 12 punto, Times New Roman, bold ve metinden ayrı olmalıdır. İkincil alt başlıkların altındaki alt başlıklar 12 punto, Times New Roman, bold ve italik olmalı ve paragrafın ilk cümlesinin başında yer almalı ve bir nokta ile sonlanmalıdır. 15. Bütün çizelge, grafik ve diyagramlara şekil denilmeli ve birbirini izleyen numaralar verilmelidir. Tablolar olanaklar elverdiği ölçüde az sayıda olmalı ve sadece çok gerekli bilgiler içermelidir. Her şekil ve tabloya Arap rakamları ile bir numara verilmeli ve numaradan sonra başlığı yazılmalıdır ve metin içinde atıf yapılmalıdır. 16. Kaynaklara gönderiler dipnot biçiminde olmamalı, ilgili kaynak(lar) metinde ayraç içine alınarak (yazar soyadı, yayım yılı: -gerekiyorsa- sayfa numarası/ ya da ilgili sayfalar/bölüm) biçiminde gösterilmelidir. 17. Metin içindeki gönderiler ve metne ilişkin ek açıklamalar dipnotlarda gösterilebilir. 18. Metinde gönderi yapılan kaynakların tümü, makalenin en sonuna yerleştirilecek bir kaynakçada yer almalı, gönderi yapılmayan kaynaklar bu listeye 232 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences konulmamalıdır. Dergi, kitap, derleme, sempozyum adları açık olarak ve italik (ya da koyu renkte) yazılmalıdır. Prof. Dr. Aykut Polatoğlu YDÜ Sosyal Bilimler Dergisi Editörü İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Yakın Doğu Üniversitesi Lefkoşa/ KIBRIS e-posta : aykut.polatoglu@neu.edu.tr polatogluaykut@gmail.com Tel : 0(392) 675 1000 / 3104 Fax : 0(392) 675 1051 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 233 NOTES FOR CONTRIBUTORS 1. NEU Journal of Social Sciences is a refereed journal published twice a year, April and October. 2. Manuscripts should be written in Turkish or English. 3. Copyrights of the articles appearing in the NEU Journal of Social Sciences belong to the Near East University. Authors may use the article elsewhere after publication provided that permission is obtained from Near East University. 4. Articles submitted to NEU Journal of Social Sciences should be original contributions and should not be published elsewhere or should not be under consideration for any publication at the same time. If another version of the article is under consideration by another publication, or has been, or will be published elsewhere, authors should clearly indicate this at the time of submission. 5. Manuscripts submitted to the journal will first be viewed by the Editorial Board then forwarded to the referees. In line with the evaluation of the referees, Editorial Board will make the final decision, either in favour or against publication, or return the manuscript back to the author for any revision required by the referees. Authors will be informed of the decision of the Editorial Board regarding publication in the shortest time possible. Manuscripts which are not published will not be returned back the authors. 6. The reviewing of manuscripts is based on the anonymity of the author and the confidentiality of readers’ and editors’ reports. To guaranty the anonymity in the review process, authors should include a separate title page with their name, institutional affiliation, full address and other detailed contact information. The title of the article alone should appear on the top of the first page of the manuscript. 7. Complete manuscripts should be submitted to the editor, as an MS Word document, either electronically via e-mail attachment, or on a high density3.5-inch diskette, or CD at the address shown below. Authors may submit additional hardcopies, if so desired. These should be typewritten on A4/Letter paper, on one side only, double spaced and with ample margins. All pages (including those containing only diagrams and tables) should be numbered consecutively. 234 Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 8. For English written articles, authors whose first language is not English should ensure that a draft of their article has been read and corrected by a competent person whose first language is English. 9. Authors whose articles published in the journal are entitled to 20 free off prints and a copy of the issue in which their article appears. 10. Authors are responsible for ensuring that their manuscripts conform to the journal style. The editors will not undertake retyping of manuscripts before publication. 11. All parts of the manuscript should be typewritten, single spaced, with margins of 5 cm at the top and bottom, and 4 cm on left and right sides of an A4 / paper. 12. There is no standard length for articles, but 7.000-10.000 words is a useful target. Articles longer than 10.000 words will be accepted only in exceptional cases. 13. The article should begin with an indented and italicised summary (abstract) of around 100 words, which should describe the main arguments and conclusions of the article. Abstract should be accompanied by up to 6 key words or phrases that characterise the content of the article. 14. All material should be 12-point, Times New Roman type. Article title and principal subheads should be 14-point Times New Roman type, bold and set on a line separate from the text. Secondary subheads should be 12-point Times New Roman, bold and set on a line separate from the text. Sub-subheads 12-point Times New Roman type, bold and italic, run-in at the beginning of the paragraph, and followed by a period. 15. All diagrams, charts and graphs should be referred as figures and consecutively numbered. Tables should be kept to a minimum and contain only essential data. Each figure and table must be given an Arabic numeral, followed by a heading, and be referred to in the text. 16. To cite the works you used in developing your article, use the author-date system. For each work to which you refer, give the author’s last (family) name, date of publication of the work cited, a page number(s) if needed. 17. Please use footnotes to elaborate or comment on material in the text. Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences 235 18. List of references (the bibliography) that follows the endnotes should be given in alphabetical order. Only works actually cited in the text should be included in the references. Prof. Dr. Aykut Polatoğlu NEU Journal of Social Sciences Faculty of Economics and Administrative Sciences Near East University Lefkoşa/ KIBRIS e-mail : aykut.polatoglu@neu.edu.tr Tel : 0(392) 675 1000 / 3104 Fax : 0(392) 675 1051