3) Kapak #6 (Page 1)
Transkript
3) Kapak #6 (Page 1)
P STÊRKA CIWAN K o v a r a C i w a n a n a M e h a n e Salvegera Damezirandina PKK ê Piroz Be Yaz tarih, düne yazdığın gibi Bugüne sığmayan mertliği yaz Kim ne derse desin Umrumuzda değil Özgürlük için doğduk Gerekirse Özgürlük için ölürüz Şehit Çekdar Botan (İbrahim Işıklı) Doğuşun Umudu Getirdi Mücadelemiz Zaferi Getirecek Mijdar 2010 Hejmar: 90 İçindekiler Editörden Merhaba gençler ve genç kalanlar! Sürecin olumlu gelişmemesi halinde gelişecek olan topyekun bir direniş olacaktır ..................................................................... 2 Zozan SİMA Kadın özgürlük ideolojisi egemenlerden hesap sormanın adıdır ................................................................................................................... 8 Yıldız CUDİ Kapitalist modernitenin gençlik üzerindeki etkileri .......................................................................................................... 11 Röportaj Özgür ve ortak bir gelecek ancak gençliğin ortak mücadelesiyle yaratılabilir ........................................................................... 20 Derwêş MİLİTAN Demokratik Özerklik ............................................................................................. 32 Abdullah ÖCALAN Dağların intikam yemini .................................................................................. 40 Berivan SİİRT Çelengê Bajarê Dîroka Serhildanan Cizîra Botan Çekdar ............................................................................................ 48 Stêrka CIWAN Kurdistan wird das Grab des Faschismus ........................ 50 Firat AMED L’ETAT TURC REFUSE LA PAIX ............................................. 52 Ali HAYIRLI Gurgum (Meraş)............................................................................................................... 60 Lêkolin Kürt halkı üzerinde yıllarca derin bir imha ve inkar politikası yürütüldü. Günümüzde ise AKP ve Türk devletinin açılım ve çözüm adı altında uygulanmaya çalıştığı yine aynı inkar ve imha politiksının farklı bir biçimi olmaktadır. Özünde Kürt Özgürlük Hareketi’ni minimize ederek, marjinalleştirerek teslim almaya dönük çabalardır. Kürt siyasetçilerinin tutukluluk hallerinin devam etmesi, Kürt çocuklarına yapılan taciz, tecavüz, katletme olayları ve Önderlik’le görüşmelerin engellenmesi sürecin hangi yönde ilerleyeceğinin de işareti olmaktadır. AKP ve Türk devleti, Özgürlük Mücadelesi’ni terörize etmek, uluslararası düzeyde kuşatmak amacıyla pazarlıklar geliştirmektedir. Kürt dili ve kültürünün ilerletilmesinde ve ulusal bilincin geliştirilmesinde önemli rolü olan ROJ TV’nin kapatılması için derin bir pazarlığa oturulmuştur. Eylemsizlik sürecine rağmen birçok yerde sürdürülen tutuklama ve gözaltı operasyonları devam etmektedir. 18 Ekim’de gerçekleşen mahkemede Kürt siyasetçilerinin kendi ana dilleriyle savunma istemleri reddedilmiştir. Bu yaklaşım AKP’nin asimilasyon ve kültürel soykırım politikasındaki ısrarını bir kez daha açığa çıkarmıştır. Yine Özgürlük Hareketi’ne karşı üçlü zirvenin tekrar toplanması, sınır ötesi tezkerenin gündemleştirilip gizli oturumda kararlaşlaştırılması siyasi ve kültürel soykırım politikasının yanında askeri olarak da tasviye politikasında ısrarcı olunduğunu göstermektedir. Sonuç olarak Demokratik çözüm sürecinin gelişebileceği bir döneme girmiş durumdayız. Ancak bu süreç aynı zamanda yoğun komplo, imha ve tasfiye politikalarının gelişebileceği bir süreç olma özelliğini de taşımaktadır. Kürdistan devriminin gerçekleşme koşulları kendisini dayatmıştır. Biz Kürt gençlerine düşen ise bu dönemde gelişecek olan her türlü komplo, imha ve tasfiye politikalarına karşı duyarlı olmak, kararlı ve etkin bir biçimde mücadele yürütmektir. Amed’de buluşmak dileğiyle... Genç kalın... Mail adresi; sterkaciwan@yahoo.com.tr STÊRKA CİWAN P O L İ T İ K SÜRECİN OLUMLU GELİŞMEMESİ HALİNDE GELİŞECEK OLAN TOPYEKUN BİR DİRENİŞ OLACAKTIR Zozan SİMA “Referandumun ortaya çıkardığı sonuçlardan biri de boykotta adeta yüzde yüz oranında Özgürlük Hareket ile birlikte olduğunu gösteren, devletin tüm dayanaklarını boşa çıkaran, bu yönüyle de devletten gerçek anlamda kopan Hakkari’nin, gerçekleştirilen katliamla cezalandırılmış olmasıdır” Mijdar 2010 Kürt özgürlük hareketi olarak 4. Stratejik döneme geçiş yaptığımızı belirttiğimiz 1 Haziran 2010 tarihi itibariyle yaşanan gelişmeler Önderliğimizin ‘Kürdistan bir devrimin eşiğinde mi?’ sorusuna çarpıcı yanıtları içinde taşımaktadır. Kürdistan devriminin 4. stratejik hamle dönemi geliştirilerek bu yanıtlar ortaya konulmuştur. Bu anlamda 4. stratejik dönem devrim dönemidir. Bu süreçten itibaren içine girmiş olduğumuz askeri ve siyasi hamlelerin ortaya çıkarmış olduğu kazanımlar ve açığa çıkan yetersizlikler kapsamlı değerlendirmelere konu olmuştur. Ancak şu rahatlıkla söylenebilir ki Türkiye’de ve tüm bölgede yaşanan siyasal gelişmeler Önder Apo’nun inisiyatifinde ve Kürt özgürlük hareketinin mücadele tarz ve temposunun etkisi altında gelişme göstermektedir. 4. stratejik dönemimiz açısından geride bıraktığımız süreç önemli gelişmelerin yaşandığı bir ay oldu. 1 Haziran hamlesiyle birlikte Kürt sorunu bağlamında gerçekleşen görüşme trafiğinin temelinde bu hamlenin yarattığı sonuçlar vardır. 1 Haziran hamlesi ile birlikte Türk devleti cephesinde yoğun bir hareketlilik olmuş, kimi sivil toplum örgütleri harekete geçirilmiş, çatışmaların durdurulması hususunda büyük bir beklenti oluşturulmuştur. Referandum sürecine de çatışmasız bir ortamda girmek isteyen AKP hükümeti, kamuoyunda çatışmaların durdurulmasına dönük oluşan beklentiyi de 2 kendine dayanak yaparak, Kürt Halk Önderi ile görüşmeye başlamıştır. Referandumda 12 Eylül Anayasasını kendi iktidar hesapları çerçevesinde rötuşlayarak onaylatmaya çalışan AKP hükümeti karşısında Kürt halkının ortaya koyduğu boykot tavrı, yapılan hesapların Kürdistan’da etkisiz kalacağını göstermiştir. Türk devletinin bu süreçteki en belirgin politikası boykot kararını kırma, Kürt halkının referandumu boykot etmesini engelleme, o da olmazsa etkisiz kılma ve demokratik özerkliğin ilanını engelleme temelinde olmuştur. Yürütülen görüşmeler ve uygulanan şiddet, baskı politikalarının hedefi de buna dönük olmuştur. Tüm bu gelişmelerin sonucunda Kürt özgürlük hareketi reddedilmesi mümkün olmayan bir atmosferde eylemsizlik sürecine girmiştir. Kürt Halk Önderinin de eylemsizlik kararını çözüme dönük bir adım olarak değerlendirmesi, Türk devletinin kendi cephesinden gerçekleştirdiği planları önemli ölçüde boşa çıkarmıştır. Kürt halkının referandumda ortaya koyduğu boykot tavrı 4. stratejik dönemin mücadele tarzını ve dilini ortaya koymak açısından büyük önem taşımaktadır. Başta AKP olmak üzere Türkiye siyasetinde etkili olan tüm güçler Kürt halkının boykot tavrını kırmaya kilitlenmiştir. STK’lar eliyle Kürt halkının ortak iradesi ve tercihi olarak ortaya çıkan anayasa komplosunu boykot kararlaşmasının kırılmsı hedeflenmiş, an- STÊRKA CİWAN cak başarısız kalınmıştır. Sonuçta Kürdistan’da önemli bir boykot oranı ortaya çıkmıştır. Fakat bazı bölgelerde daha güçlü çalışma yürütülmesi gerektiği de görülmüştür. Tüm bunlara rağmen Kürt halkının mevcut anayasal rejimi reddetmiş olması ve tavrının Demokratik Özerklik çerçevesinde gelişmiş olması devletin planlarını bir kez daha bozmuştur. Çözüm tartışmalarının Demokratik Özerklik çerçevesinde gelişiyor olması da önemli bir kazanım olarak değerlendirilmesi gereken bir husus olmaktadır. Halkımızın, hareketimizin ve Önderliğimizin kararlılığını ortaya koyan referandum sonuçları, ardından gerçekleşen ve katılımın olumlu olduğu okul boykotu, kendini değişim ve dönüşüme yatırmayan devlet gerçekliğiyle yaşanılamayacağını çok net bir şekilde ortaya koymuştur. Referanduma Kürt halkının gösterdiği katılım, Önderliğimizin ve hareketimizin çözüm gücünü gösterirken, Önderlik ve hareketimiz daha da meşrulaşmış ve muhatap haline gelmiş, hükümetin alternatif oluşturma arayışlarına da büyük bir darbe vur- muş ve adeta bu arayışları bitirmiştir. Bu durumun Türkiye kamuoyunu etkileme ve geniş bir yelpaze oluşturma açısından şimdiden olumlu etkileri olduğunu belirtebiliriz. Kürt Halk Önderinin meşru bir muhatap olarak ele alınması, neredeyse tüm siyasetin İmralı’ya kilitlenmesi ve Önderliğimizin barışçı kimliği ile öne çıkması önemli bir kazanımdır. Türkiye halklarının zihniyetinde şekillendirilmiş olan PKK imajı parçalanmıştır. Bu zemin üzerinden seçim çalışmalarına yaklaşmak ve demokrasi cephesini oluşturmak her zamankinden daha fazla mümkündür. Türkiye kamuoyunda bu zemini demokrat ve duyarlı kesimleri harekete geçirmek için daha fazla değerlendirerek demokrasi cephesini genişletmek önemli olmaktadır. Halkımızın bu düzeyde özgürlük hareketi etrafında kenetlenmesi, devletin Kürdistan’da önemli ölçüde zayıflaması, AB, ABD, Güneyli güçleri de çözümün artık gerçekleşmesi gerektiği görüşüne yöneltmiştir. Finlandiya’nın eski Cumhurbaşkanı Martti Ahtisaari’nin başkanlığında akil adamlar heyetinin Türkiye’ye ve Kürdistan’a 3 yaptığı geziler bunun bir sonucudur. Bu yaklaşım, artık bir çözümün geliştirilmesi gerektiği düşüncesinin bir ürünü olarak gelişmiştir. Kürt Halk Önderi ile referandum sonrası gerçekleşen görüşmelerin arkasında bu güçler vardır. Kendi sistemlerini kurmak için gelinen aşamada artık Kürt sorununa bir çözümün bulunması gerektiğini düşünmektedirler. Kürt özgürlük hareketi, Kürt halkı ve Kürt Halk Önderini bir yandan yoğun bir baskı ortamı yaratarak iradeyi kırma temelinde zorlayarak, kendi çözümlerine getirmeyi dayatırlarken, diğer yandan sanki çözüm süreci başlamış havası oluşturarak, bir beklenti yaratmaya çalışmaktadırlar. Şunun çok net bilinmesi gerekir ki, henüz Kürt sorununun çözümünün gerçekleştirilmesi yönünde bir yaklaşım söz konusu değildir. Hala Kürt halkının Demokratik Özerklik tutumundan geri adım attırılması, mücadele iradesinin kırılması hedeflenmekte ve bu açıkça ifade de edilmektedir. Demokratik Özerkliğin pratikleştirilmesi temel çalışma olmalıdır En genel anlamda bu dönem planlamalarının gerillayı Kuzey’den Güney’e çekmek ve belli yerlerde toplamak, soykırım anlamına gelen asimilasyon politikalarına devam etmek; PKK üzerinde iç ve dış baskı kurarak PKK’yi bunaltmak, daraltmak ve kendi çözümlerine mecbur kılmak olduğu belirtilebilir. Tüm bunların daha rahat gerçekleşebilmesi için dış güçler tarafından Türk siyasetine de bir biçim verilmektedir. CHP’de Baykal sonrasında daha ılımlı, AB üzerinden Batı’ya daha yakın duran bir çizgi yaratılmak istenirken, MHP gibi soğuk savaş döneminden kalma bir parti de aşılmaya çalışılıyor. Referandumla elini Mijdar 2010 STÊRKA CİWAN güçlendiren, daha da rahat hareket etme imkanı bulan AKP, herkesin temel bir talebi haline gelen yeni anayasa çalışmasını tartıştırarak, önümüzdeki seçimleri de kazanmayı amaçlamaktdır. Yaşanan gelişmeler karşısında Kürt Halk Önderi kendisi ile yürütülen görüşmelerin geçmiş görüşmelere göre daha nitelikli ve olumlu olduğunu belirtmiştir. Verdiği bu mesajlarla eylemsizlik kararının devam ettirilmesi gerektiğine işaret etmiştir. Fakat gelişmekte olan sürecin çok sancılı, zorlu ve riskli olduğunu belirterek, her şeye hazırlıklı olunması gerektiğini dile getirmiştir. Sürecin gelişmemesi halinde ortaya çıkacak olan topyekun bir direniş olacaktır. Kürt özgürlük hareketi ve Kürt halkının da bu temelde hazırlıklı olması ve örgütlenmesi büyük önem taşımaktadır. Bu temelde demokratik özerkliğin fiili olarak pratikleştirilmesi Kürt halkı açısından önümüzdeki süreçte en temel çalışma olacaktır. Referandumun hızlandırdığı bu sürecin ortaya çıkardığı sonuçlardan biri de boykotta adeta yüzde yüz oranında hareketle birlikte olduğunu gösteren, devletin tüm dayatmalarını boşa çıka- ran, bu yönüyle de devletten gerçek anlamda kopan Hakkari’nin, gerçekleştirilen katliamla cezalandırılmış olmasıdır. Seçilen köy, yapılan hesaplar Hakkari’nin tümden cezalandırılmak istendiğin göstermektedir. Bir taraftan intikam alınırken diğer taraftan baskı ile kimi çevreleri sindirme, kendi yanlarına çekme planları yapılmıştır. Hakkari şahsında özgür Kürt hedeflenmiş, Kürt halkı katliamla tehdit edilerek sindirilmesi amaçlanmıştır. Eş zamanlı olarak İran da Mahabad’da benzer bir katliam gerçekleştirilmiştir. Bu katliamlar Kürt sorununun çözümü dayatmasından ve Kürt halkının da gittikçe daha fazla iradeleşmesinden rahatsız olan sömürgeci devletlerin bir yaklaşımı biçiminde ele alınmalıdır. İran bu katliamı tamamlar tarzda Özgürlük hareketine yönelik tehditlerini arttırmaya başlamıştır. Süreç içinde tehlikeleri de barındırmaktadır Böylesi bir dönemde Türk devletinin üzerinde yoğunlaştığı alanlardan biri de Güney Kürdistan olmaktadır. Yoğun görüşme trafiği ile Güney Kürdistan üzerinde hareketimizin kuşatılması ve baskı altına alınması hedeflenmektedir. Bu çabalar karşısında ulusal konferans çalışmasının önemi daha net ortaya çıkmaktadır. Ulusal konferansa olumlu bir yaklaşım olsa da somut anlamda adım atılabilmesi için özellikle kamuoyu desteği ile iktidardaki güçlerin harekete geçirilmesini sağlayacak çalışmaların yoğunlaştırılması gerekmektedir. Bu anlamda Kürt kadınlarının attıkları adımlar önemlidir. Aydın kesimlerin ve toplumun farklı kesimlerinin de böylesi kritik bir süreçte ulusal birlik yönündeki çalışmaları yoğunlaştırmaları büyük önem taşımaktadır. Türkiye’nin içte ve dışta seferberlik ruhuyla yürüttüğü diplomasi trafiği, ABD’lilerin Türkiye’yi ziyaretleri, Almanya’nın Türkiye ile birlikte hareketimize karşı bir komite oluşturması, yine AB’nin özelde ROJ TV, genelde de hareketimize karşı takındığı tavır önümüzdeki süreçte baskıların arttırılacağı, hareketimizin sıkıştırılmaya çalışılacağı, boğuntuya getirilerek öngörülen çözüme yatırılmak isteneceğini göstermektedir. Bu yönüyle süreç beraberinde çok büyük riskleri de taşımaktadır. Tüm bunlara karşı, Kürt halkı ve Kürt özgürlük hareketi bu irade savaşında kararlı davranarak konjonktürden kaynaklı olarak ilan edilecek olan eylemsizlik kararıyla birlikte Demokratik Özerkliği süratle pratikleştirme temelinde bir siyaset izleyecektir. Demokratik özerkliğin inşasının güçlü geçmesi demek, olası topyekun savaşı da güçlü karşılamak anlamına gelecek ve boşa çıaracaktır. Bu temelde devrimci savaşın da güçlü verilmesi demek, çözümün kesin gelmesi demektir. *** Mijdar 2010 4 STÊRKA CİWAN P O L İ T İ Sınır ötesi Operasyon Kürt Sorununun Derinleşmesi ve Çözümsüzlüğün Dayatılması Anlamına Gelmektedir K Toprak CEMGİL “Günümüzde uzatılan sınır ötesi teskere ve bölgesel anlamda yoğunca geliştirilen diplomasi ile birlikte Türk ordusunun, medya savunma alanlarına yönelik sınırötesi operasyon yapmaları bir ihtimal olarak bu süreçte gündemde tutulmaktadır” Türkiye’deki mevcut hükümetin isteğiyle, BDP’nin dışında grubu bulunan bütün siyasi partilerin desteği ve onayıyla sınır ötesi operasyon teskeresi, mecliste gerçekleştirilen gizli oturumla birlikte dördüncü kez uzatılmıştır. Son dönemlerde hükümet ve devletin çeşitli organları, sınır ötesi operasyon teskeresini yürüttükleri mücadelenin önemli bir ayağı olarak görmekte ve bunun da HPG ve özgürlük hareketi üzerinde ciddi bir psikolojik etkisi olduğuna kamuoyunu inandırmaya çalışmaktadırlar. Bu bağlamda sınır ötesi operasyon teskeresinin maksadının dışında bir uygulamaya sahip olduğunu ve içerik aldığını söylemek çok da yanlış olmayacaktır. Dünyanın birçok yerinde çeşitli siyasi, etnik ve mezhepsel nedenlerden ötürü irili-ufaklı birçok çatışma yaşanmaktadır. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de devam eden bu çatışmalar, önümüzdeki dönemlerde de yaşanacaktır. Bu tür mücadelelerin ortaya çıkarttığı çatışmaların hepsi belirli çerçevelerde ve prensipler temelinde geliştirilmektedir. Konunun özü ile mücadelesi, yöntemleri ve taktikleri arasında ciddi bir değişkenliğin olduğunu söylemek çok da gerçekçi olmayabilir. Bu anlamda çeşitli nedenlerden ötürü yaşanan bu çatışma ve savaş nedenlerinden bağımsız bir şekilde, ilkesel ve ahlaki anlamda Türk devlet geleneğinin savaş gerçekliğini, ahlakını ve taktiğini çok iyi bir 5 şekilde gözlemlemek ve değerlendirmek gerekmektedir. Birçok farklı çevrenin dahi ortak bir görüş olarak benimsemiş olduğu nokta; Türkiye’deki en büyük sorun Kürt sorunudur ve bu sorunun çözümüdür. Yani sorunun varlığı ve çözüm tartışmaları bile bu aşamada hala bir sorun olarak devam etmektedir. Bu sorunun tarihsel nedenleri, siyasi istismarları ve yetersizlikleri, yanlış politikaları başlı başına farklı bir tartışmanın konusu olmaktadır. Fakat yüzlerce yıllık geçmişe ve köklü derinliğe sahip olan bu sorun çok iyi bilinmektedir ki; PKK’nin ortaya çıkışı ve mücadelesiyle birlikte çok önemli bir boyut kazanmış ve ‘70’li yılların sonlarından itibaren, Türkiye devlet gerçekliğinin en önemli sorunu haline gelmiştir. PKK’nin ortaya çıkışı ve mücadelesiyle birlikte Kürt özgürlük hareketinin ilk başlarda silahlı propaganda birlikleriyle ve ardından ARGK öncülüğündeki gerilla ordulaşmasıyla ve en nihayetinde HPG ile birlikte yaklaşık 26 yıldır Kürdistan özgürlük mücadelesi adına devrimci şiddet ve çatışmalar, Türkiye ve Kürdistan topraklarında yaşanmış ve yaşanmaktadır. Bu bağlamda bir savaş hukukunun, çatışma ilkelerinin ve yürütülen mücadelenin prensiplerinin olması zaruriyet arz eden bir konu olmaktadır. Fakat bu anlamda yaşanan 26 yıllık savaşın bilançosuna bakıldığında, Türk devletinin ve ordusunun öyle çok da Mijdar 2010 STÊRKA CİWAN lardan, devreye konulan bu uygulamalardan çok rahat bir şekilde anlaşılmaktadır. Operasyonların amacı Güneyli güçlere baskı uygulamaktır savaş kurallarına ve ahlakına denk gelecek bir savaş anlayışının, mantığının olmadığını görmek pek de zor olmayacaktır. Böylesine bir ordu ve devlet zihniyetinin ciddi anlamda bir askeri strateji gereği sınır ötesi operasyona ihtiyaç duyması, bunun için de sivil siyasetin ve yürütmenin kararına başvurması kesinlikle mümkün olacak bir gerçeklik değildir. İşin aslı astarı; zihniyet anlamında yaşanan tutuculuk, savaş gerçekliği bağlamında içine saplanılan faşizanlık, militarist düşünce formasyonundan kaynaklanan nedenlerden ötürü Türk savaş hükümeti, onun devleti ve ordusu sınır ötesi operasyon teskerelerine ihtiyaç duymakta, bunu da sözünü ettiğimiz bu yapısal nedenlerden ötürü maksadının dışında uygulamaya koymaya çalışmaktadır. Bu bağlamda elde edilen teskereler sonucu geliştirilecek herhangi bir sınır ötesi operasyonunun sorunun varlığını ortadan kaldırması ya da çözüme bir nebze dahi olsa da katkı sunması, günümüz gerçekliğinde pek Mijdar 2010 de mümkün görünmemektedir. Kaldı ki bugün tartışılan ve dördüncü kez uzatılan sınır ötesi operasyon teskeresi Türkiye devleti açısından çok da yeni olan bir uygulama değildir. Bugün tartışılan bu teskereler ve bunların uzatılıyor olması öyle 2007 yılından beri uygulanılan bir yöntem değildir. Zaten o dönemden günümüze değin yapılan birçok operasyon herhangi bir çözümü beraberinde getirmemiş, bilakis sorunun daha da kangrenleşmesine zemin sunmuştur. Sınır ötesi operasyonlarına Türkiye devleti ilk kez 1983 yılında başvurmuştu. O zamanlar Bağdat ile Ankara arasında yapılan Sınır Güvenliği ve İşbirliği anlaşmasının ardından, Türk ordusu elde ettiği sıcak takip yetkisiyle 25 Mayıs 1983’de yedi bin askerle tarihinde PKK’ye karşı ilk sınır ötesi operasyonunu gerçekleştirmişti. O günden bu güne onlarca operasyon gerçekleştiren Türk devletinin ve onun ordusunun bu operasyonlardan ciddi bir sonuç almadığı bugün dahi yürütülen bu tartışma6 Bugün PKK’ye yönelik yürütülmek istenilen ve bu şekilde hem bölgesel, hem de uluslararası alanda çeşitli destekler alınmaya çalışılan bu sınır ötesi operasyonların temel bir gerçekliği; aslında tüm Kürt güçlerine ve bölgedeki siyasi aktörlere yönelik olmaktadır. Bu hususun daha iyi anlaşılması açısından 15 Ağustos 1986 yılında Türk savaş uçaklarının, Güney Kürdistan’a yönelik gerçekleştirdikleri hava operasyonunu burada bir kez daha değerlendirmek yerinde olacaktır. Bu operasyonda Türk savaş uçakları PKK yerine, KDP kamplarını hedef almış ve bu saldırının ardından yaklaşık 165 KDP’li peşmerge yaşamını yitirmiştir. Bu saldırıdan üç gün önce Çukurca alanında PKK’nin, bir jandarma karakoluna saldırı yapmasının acısını yaşayan Türk devlet yetkilileri, PKK’ye yönelik mücadelelerinde onlara destek sunmadığı daha doğrusu PKK’yle savaşmadığı için KDP’yi bir şekilde cezalandırmak için bu saldırıyı gerçekleştirmişlerdi. Bugün dahi gündemde tutulan bu operasyonların temel amacı PKK ile mücadeleden çok bölgedeki Kürt güçlerine yönelik baskı ve gözdağı vermektir. 2007 yılında ilk sınır ötesi operasyon teskerelerinin tartışıldığı dönemlerde, birçok faşist-ırkçı çevre bu konuyu yüksek sesle dillendirmiş ve Güneyli güçler de dahil olmak üzere Kürtlere “Türk’ün gücünü” gösterme propagandası yoğunca yapılmıştır. Yoksa yaklaşık 28 sınır ötesi operasyonunun sonuç vermediğini bile bile bugün dördüncü STÊRKA CİWAN kez uzatılan bu operasyon kararının mantıkla, devlet politikası ve gerçekliğiyle izah edilebilecek herhangi bir yanı yoktur. Güneş operasyonu TC ordusu için ağır bir yenilgi oldu Tüm bunların yanında Türk ordusu, gerçekleştirdiği 2008 Şubat’ındaki “Güneş Operasyon”uyla çok ciddi bir darbe almış ve girdiği Medya Savunma Alanlarından kendisini zor kurtarmıştır. Hatta dönemin genelkurmay başkanı ve CHP-MHP gibi köklü devlet partileri arasında ciddi polemikler basına da bütün teferruatlarıyla yansımıştı. Güneş operasyonuyla Türk ordusunun gerçekleştirmek istediği; Zap alanındaki kampları kuşatmaya almak ve HPG’nin ana karargahını işlevsiz kılmaktı. Bunun için de Kuzeyden özel birlikleri harekete geçirmiş ve Güney tarafından da olursa Güneyli güçlerle müşterek, olmazsa da kendi üslerindeki zırhlı araçlarla, ana karargah etrafını çembere almak istemişti. Fakat Güney’deki Kürt halkının zırhlı araçların önüne barikat kurmaları, Güneyli güçlerin de askeri bir operasyona destek vermemeleri sonucu bu çemberi oluşturamayan Türk ordusu Kuzey’den ilerleyerek hedefine ulaşmak istemişti. Mevsimin kış olmasından ötürü iklimsel zorlanma ve arazi hakimiyetindeki tecrübesizliğin faturasını bu operasyonda Türk ordusu çok ağır bir şekilde ödemiş ve girdiği Medya Savunma Alanlarında gerillanın güçlü direnişiyle karşılaşınca, operasyonun daha ikinci gününde alandan nasıl çıkacağının hesabını yapmaya başlamıştır. Yediği ağır darbeler ve yaşadığı zayiatlara rağmen Türk ordusunun yetkilileri kameralar karşısında pişkince bölgeden kaçışlarını, “tereyağından kıl çeker” gibi olduğunu söylemiş, zafer naralarıyla başladıkları operas- yondan geri çekilebilmelerini bile bir başarı sayarak acizliklerinin dışavurumşlardır. Günümüzde uzatılan bu teskere ve bölgesel anlamda yoğunca geliştirilen diplomasi ile birlikte Türk ordusunun, Medya Savunma Alanlarına yönelik sınır ötesi operasyon yapması bir ihtimal olarak bu süreçte gündemde tutulmaktadır. Özellikle belirli bir kesim bu konu hakkında yorum yaparken Sri Lanka örneğini vermekte ve Kürt özgürlük hareketine yönelik de benzeri bir operasyonun sonuç vereceğini dillendirmektedir. Her şeyden önce Sri Lanka ile PKK’yi aynı bağlamda ele almak ve benzeri yöntemleri kullanarak sonuç alınmasını savunmak ve yorumlamak gerçeklikle bağdaşmamaktadır. Tamil Kaplanları ile HPG’nin Medya Savunma Alanlarındaki üslenmeleri birbirinden çok farklıdır. Yine Medya Savunma Alanlarındaki arazinin yapısı, konumu ve gerillanın mevzilenmesi, Tamil Kaplanlarının mevzilenmesiyle herhangi bir benzerlik göstermediği, Kürdistanın jeostratejik konumu da çok farklıdır. Tüm bunların yanında Türk ordusunun Medya Savunma Alanlarına yönelik geliştirileceği herhangi bir operasyon da, gerillanın çok güçlü bir direnişi ile karşılaşması çok doğaldır ki kaçınılmaz olacaktır. Gerçekleşecek en kapsamlı saldırıları bile gerilla güçlerinin boşa çıkarması ve yenilgiye uğratması kaçınılmazdır. Bunun da Türk ordusuna, devletine ve siyasetine vereceği zarar 2008 yılındakinden çok çok daha fazla ola7 caktır. Hatta bu yöndeki bir gelişme devletin içindeki yapısal krizi daha da derinleştirecek ve ciddi bir kırılma yaratacaktır. Gerillanın bu yönlü hazırlıklarının her zamankinden daha güçlü olduğu bilinmektedir. Bunun yanında 26 yllık savaş sonucunda Türk ordusunun içine düştüğü başarısız durum, son YAŞ toplantılarındaki kriz artık ordunun moral üstünlüğünün tamamen ortadan kalktığını göstermektedir. Bu durumdaki bir gücün bundan sonra bu savaşta herhangi bir sonuç almasını beklemek hamhayalcilik olacaktır. Siyasi alanda da eski politikalarda ısrar çözümsüzlüğün dayatılması anlamına gelmektedir. Yani sınır ötesi operasyonlar ve benzeri yaklaşımlarla Türkiye en önemli ve köklü sorununu kesinlikle çözemeyecektir. Hatta bu çözümsüzlük politikaları sorunun daha da derinleşmesini ve içinden çıkılamaz bir hale gelmesini beraberinde getirecektir. *** Mijdar 2010 STÊRKA CİWAN K A D I N Kadın özgürlük ideolojisi egemenlerden hesap sormanın adıdır Yıldız CUDİ “Kadın özgürlük ideolojisinde sevgi, aşk yaşamsaldır, toplumsaldır. Emeğe, düşünmeye, sorgulamaya, üretime, bilinçlenmeye dayalıdır. İradesel olarak güçlenmemiş, örgütlü bir şekilde topluma katılmayan kadın sistemin istediği kadın tipi olmaktadır” Mijdar 2010 Kapitalist sistem, insanlık tarihi içinde ‘sömürünün en vahşi yaşandığı’ bir sistem olarak tarif edilir. Tarihte somut olarak 15. yüzyıldan bugüne kadar geçen süreç bu sistemin kendini daha çıplak gösterdiği dönemdir. Kar mantığının tüm toplumsal ahlaki değerlerin ve ilkelerin önüne geçmesi, herşeyin bir ticaret ve alış-veriş konusu haline gelmesi, işgal-talan-sömürü zihniyetinin şahlanması, coğrafi keşifler adı altında halkların köleleştirilmesi, kültürlerin yok edilmek istenmesi bu sistemin yarattıkları arasındadır. Toplumsallığın yerine bireyciliğin hortlatılması, teknik gelişim ile birlikte bu gelişimin egemen bir kesimin eline geçmesi de ortaya çıkmıştır. Kapitalist tüccar güçlerin iktidarları ele geçirmek için, doğal kaynakların sömürüsü, için bu dönem boyunca sayısız savaş, katliam yaşanmıştır. En son 1900’ler boyunca yaşanan iki dünya savaşında milyonlarca insan ölmüş, yerlerinden göç etmiş, toplama kamplarında katledilmişlerdir. Bu sistem kendini bu kanlı politikalarla yaşatırken elbette kirli yüzünü saklamayı da becermiştir. Günümüze baktığımızda kapitalist sistem medya, eğitim, hukuk sistemi, siyasal yönetimler, dini inançların kullanılması temelinde kendi gerçek yüzünü saklamaktadır. Tüm bu araçları kendi hizmetine sokmuştur. İnsanlık için birçok sorunun çözümü, bilim ve teknoloji alanında mümkünken, bunları sadece kendi çıkarları için kullanmaktadır. Örneğin birçok hastalığın çaresi aslında bilim ve teknoloji laboratuvarlarında bu8 lunmuştur. Ama bunlar tüm insanlığın hizmetine sunulmak yerine sermaye sahiplerinin çıkarlarına peşkeş çekilmektedir. Eğitim alanında, okullarda okuyan çocuklar-gençler bu sistemin uygulayıcıları olmak için eğitilirler. Bir eğitim uzmanı sistemin okullarında okuyan gençlerin sisteme hizmet etmeleri, kurallara uymaları, söylenenleri yapmaları temelinde yetiştirildiklerini, yönetici ve egemen tabakanın çocuklarının ise yöneten-talimat veren-kendine güvenen kişiler olarak yetiştirildiklerini belirtiyor. Toplumda çocuklar ve gençlere, sistemin belirlediği sınırları aşmamak şartıyla tüm güdüsel konularda istediklerini yapabilecekleri empoze edilir. İstedikleri kadar yiyip içerler, gezerler, cinsellik yaşarlar, giyinirler... Fakat sistemi tehlikeye düşürecek hiçbir şeye karışmamaları, düşünmemeleri, sorgulamamaları istenir. Bu sistem içinde en büyük hedef olarak kültürel soykırıma uğratılmak istenen kesim kadındır. Kapitalist sistem, feodal ölçülerle çatışırmış gibi görünse de, kadının düşünsel, iradesel ve bedensel kapatılmasına karşıymış gibi görünse de onunla uzlaşarak feodalizmin devam etmesinden yanadır. Çünkü ona karşı sanki kendisini özgürlük alternatifiymiş gibi sunar. Feodalizm kadını aşırı kapatırken, kapitalizm kadını ölçüsüz açar, onu savunmasız bırakır ve kadının düşüncesi, ruhu, bedeni, iradesi pazara çıkarılır. Tüm ticari pazar kadının sistem içinde erkeğe sunumunu amaçlar. Okuyanevinin dışında çalışan veya iş sahibi olan STÊRKA CİWAN kadın bir yandan para kazanır, ama temelde kapitalist sistemin ve ataerkil sistemin işçisi, uygulayıcısı yapılır. Evinde olan kadın da bu işçiliğini evinde ve çevresinde sürdürür. Sistem kadına ‘istediğin gibi gez, ye, iç, eğlen, alış veriş yap, özgürlük budur’ diyerek sahte özgürlük anlayışını sunar. Kadın, kafesteki kuştur bu sistem için. Süslenip püslendirilmiş, fiziki güzellik için kendini paralayan duruma getirilmiş bir kadın tipi yaratılır. Bunun üzerinden büyük bir kar kapısı, pazar oluşturulur. Kadın reklamların hem konusu hem de malzemesidir. Kapitalizmin tüketim kültürüne hizmet etmek için yönlendirilir. Medya bu konuda müthiş örgütleme aracıdır. Moda sektörü bu sistemin diğer özel savaş alanıdır. İnsanların nasıl giyineceği, nasıl hareket edeceği, saçını nasıl yapacağı vb bu alan tarafından merkezi olarak belirlenir. Bir yıl bakarsınız herkes bol paçalı pantalonlar giyinir, ya da mini eteklerle dolaşılır. Ertesi yıl bakarsınız göbeği açıkta bırakan ya da düşük belli giyimler öne çıkarılır. Kulaklarda kocaman küpeler bir yıl modayken, ertesi yıl vücudun akıl almaz yerlerine halkalar takılır. Bunları belirleyen moda merkezleridir. Ve bu merkezler (Paris, Londra, ABD, İtalya vb) kapitalist sistemin merkezleridir. Merkezler söyler atölyeler çalışır, reklamlarla duyurulur, örnekler herkesin tanıdığı sanatçı-manken-siyasetçi vb tarafından giyilir ve alışveriş yerlerinde satışa sunulur. Amaç tüketim kültürünü şahlandırıp kârı çoğaltmaktır. Bunları satın almak için de tabii ki sistemin işyerlerinde, fabrikalarda, yollarda işçi olmak, ya da bazı ülkelerde paralı asker olarak orduya girerek tanımadığı coğrafyalarda tanımadığı halklara eziyet etmek, efendilerinin çıkarlarını korumak için paralı asker olarak Kadın özgürlük çizgisi, feodal-kapitalist, tüm egemenlikçi, eşitsiz, ezme ve ezilmeye dayalı ilişkileri reddeder çalışmak ve para kazanmak gerekir. Bu çark kirli ve ‘en iyi niyetli’ olduğunu söyleyeni bile suçlu hale getiren bir çarktır. Bir toplumda kadın üzerinden yürütülen politikalar başarılı olursa o toplumun denetimi, düşürülmesi çok daha kolaydır. Kapitalizm bunu çok iyi görmüş ve kullanmaktadır. Çünkü onun için para getiren ve kazandıran her şey kullanılması gereken araçtır. ‘amaca ulaşmak için her şey mübahtır’ anlayışına sahiptir. Bu sistem için toplumsal değerler, ahlak, dayanışma, eşitlik, paylaşım, özgürlük ölçüleri gibi insani değerlerin önemi yoktur. Kürdistan’da yükselen Özgürlük mücadelesinin en temel özelliği bu sistemin tüm maskelerini kadın boyutunda da düşürmesidir. Bu politikaları deşifre eden mücadele en başta kadın kurtuluş ideolojisini kendi halk mücadelesinin temel ölçüsü yapmıştır. Özgürlük mücadelesinde samimi olmanın temel ölçüsü, kadının özgürlük değerlerine, onun bu sistem karşısındaki mücadelesine yaklaşımla ölçülmektedir. 9 Kürdistan kadın özgürlük hareketi kadın kurtuluş ideolojisine sahiptir. Bu ideoloji temelinde mücadelesini yürütmektedir. Bu hem kadın hareketleri, hem de halk mücadele tarihinde bir ilk’tir. Rêber Apo’nun “Bir toplumun özgürlük düzeyi, o toplumdaki kadının özgürlük düzeyine bağlıdır” değerlendirmesi kadın kurtuluş ve özgürlük ideolojisinin temelini ifade etmektedir. Kürdistan özgürlük mücadelesini farklı kılan, yine kapitalist sistem güçlerinin bu hareketten bu kadar korkmasının temel nedenlerinden biri budur. Kadın özgürlük çizgisi, feodal-kapitalist, tüm egemenlikçi, eşitsiz, ezme ve ezilmeye dayalı ilişkileri reddeder. İktidarcılığa dayalı ilişkileri kadın ve erkek arasındaki ilişkilerden başlayarak, insan-doğa, birey-toplum, halkdevlet ilişkilerini sorgular. Bu sorgulamanın temelinde kadının tüm egemenlikli ölçü, kural ve yasalardan kurtarılma amacı vardır. Kürdistan’ın gerçek özgürlüğü, özgür Kürdistan toplumuna ve o toplumu oluşturan kadın ve erkeğin özgür birey Mijdar 2010 STÊRKA CİWAN olarak topluma katılmalarına bağlıdır. Kadının kendi geleceği, yaşamı ve topluma katılım biçimine dair söz ve karar gücüne ulaşması önemlidir. Kadını bir meta, bir materyal olmaktan çıkarmak esastır. Kadını en başta feodal ve kapitalist sistemin ölçüleri karşısında eğitmek, güçlendirmek, kabul ve ret ölçülerini oluşturmak esastır. Yani kadının, kendisini bedensel-ruhsal-düşünsel-iradesel olarak sömüren, aşağılayan ölçüleri reddetmesini sağlamak; özgür düşünme, karar verme ve uygulama gücüne ulaştırmak hedeflenmektedir. Kadın salt fiziki olarak değil düşünsel, iradesel ve örgütlü temelde varlığını göstermelidir Bununla birlikte erkeği özgürlük ve eşitlik ilkelerine göre eğitmek, değişimini sağlamak da bu ideolojinin amaçları arasındadır. Erkeğin ‘benmerkezci, egemen olma, hakim olma, herşeyi yönetme’ ölçüleriyle şekillendirilmesine karşıdır. Toplumdaki cinsiyetçiliğe karşıdır. Kapitalist sistemin erkek egemenliğine ve onun zihniyetine dayalı bakış açısını reddeder. Kadın ve erkeğin ‘özgür ve eşit bireyler’ olmasını amaçlar. Bu amaçla kadın ve erkeğin kapitalist sistemin kontrolünden çıkması, özgürlük temelinde kişilik kazanması önemlidir. Reber Apo, bu konuda sayısız değerlendirme yapmıştır. Kürt toplumundaki feodal ve kapitalist sistemin kural ve etkilerini eleştirmiştir. Yine kadını da erkeği de eleştirmiştir. Boyun eğen, kendini sadece erkeğe sunmak için ele alan, kendine güvensiz, zorluklar karşısında şikayet eden, ağlayan kadını eleştirmiştir. Kadının salt fiziki olarak değil, düşünsel, iradesel ve örgütlü temelde varlığını göstermesi gerektiğini belirtmiştir. Erkeğin de hep ezen, boyun Mijdar 2010 eğdiren duruşunu reddetmiştir. Sistemin erkek ölçülerini kabul etmeyerek, ‘sistemin erkek ölçülerinin öldürülmesi’ gerektiğini belirtmiştir. Kadın ve erkek ilişkileri mevcut durumda ezen erkek-köle kadına dayalı yürütülmektedir. Bu ilişkiler birbirini tüketmeye dayalıdır. Kadın da, erkek de kişilikte, yaşamda adeta erimektedir. Toplumsallaşamayan, sosyalleşemeyen, geri ölçüleri yaşatan kadın ve erkek kişiliklerinin kuracağı birlikteliklerin sonlarının nasıl olduğunu görmek için yaşanan şiddet olaylarına bakmak yeterlidir. Geri ölçülerle, salt güdüselliğe dayalı birliktelikler kuranların sonları büyük yıkım olmaktadır. Yaşama karşı sorumsuz, toplumsal sorunlara karşı duyarsız, özgürlük-eşitlik ilkeleri olmayanların sevdaları ‘namus, kıskançlık, geçimsizlik, töre-gelenek vb’ adına kısa sürede vahşet örneklerine dönüşmektedir. Kapitalist sistemin yaratmak istediği kadın tipini sorgulamak çok önemlidir. Salt maddi ilişkilere, çıkarlara, beklentilere dayalı bir düşünceye sahip olmak kadın açısından reddedilmesi gereken bir boyuttur. Kadın özgürlük ideolojisinde sevgi, aşk yaşamsaldır, toplumsaldır. Emeğe, düşünmeye, sorgulamaya, üretime, bilinçlenmeye dayalıdır. İradesel olarak güçlenmemiş, örgütlü bir şekilde topluma katılmayan kadın sistemin istediği kadın tipi olmaktadır. Kendisini her boyutta sömüren kapitalist sistemin farkına varmayan, bunu sorgulamayan, buna karşı mücadele etmeyen, kendini sömürü malzemesi olmaktan çıkaramayan kadın, bu sistemin devleti, erkeği, kurumları tarafından yutulmaya mahkumdur. Bu yüzden kadının sistem karşısında bilinçlenmesi, örgütlenmesi ve mücadele etmesi, direnmesi şarttır. Sistem böylesi kadından korkmaktadır. 10 Kürdistan özgür kadın hareketi sisteme hesap sormaya çağrıdır Kürdistan özgürlük mücadelesi içinde ve bu özgürlük ideolojisiyle donanmış sayısız kadın kahraman bulunuyor. Kadın dağlarda, şehirlerde, Avrupa’da kapitalist sistemin merkezlerinde büyük mücadele yürütmektedir. Kapitalist sistemin ayartıcı, göz boyayan imkanlarına karşı kendini kaybetmeyen, ruhunu satmayan ve direnen kadın gerçeklikleri vardır. Kürdistan dağlarında direnen kadın gerillalar, feodal ve kapitalist sistemin saldırıları karşısında teslim olmayan, bununla da yetinmeyip binlerce yıldır acı çeken kadının intikamını alan ve hesap soran konumundadır. Kadın özgürlük ve kurtuluş ideolojisi, aynı zamanda bir hesap sorma hareketidir. Kürdistan’da egemenlere teslim olmayıp bedenlerini uçurumlardan atan kızların, bugün devlet şiddeti altında acı çektirilen anaların; Afrika’da köle olarak satılan kadınların, Hindistan’da gelenek adına yakılan, Latin Amerika’da işkencelerden geçirilen, bedenlerini sokaklarda pazarlamaya zorlanan Asyalı kadınların, dün cadı diye bedensel olarak yakılan bugün ise maddi imkanlar içinde tutulup sahte özgürlük adına ruhsal olarak yakılan kadınların intikam hareketidir. Direnen, başı dik, geleceği kendi emekleriyle ve mücadelesiyle yaratan kadınların çağındayız. İdeolojisi, örgütlülüğü, felsefesi ve pratiğini yaratan Kürdistan özgür kadın hareketi, genç kadınları özgürlüğe, sistemden hesap sormaya çağırıyor. Bir erkeğin kadını olmayı aşmaya çağırıyor. Kimsenin değil, kendimizin olmaya çağırıyor. Milyonların özgürlük öncüsü, yaratıcısı olmaya çağırıyor. Genç kadınları Kürdistan’ın özgür dağlarına çağırıyor. *** STÊRKA CİWAN R Ö P O R T A J Kapitalist Modernitenin Gençlik Üzerindeki Etkileri Komalên Ciwan koordinasyonundan Mahir BOTAN ile yapılan röportajdır. “Apocu gençlik olarak en temel mücadele argümanımız özgürlüktür. Kapitalist modernitenin gençliğe sunduğu, özünde hepsi aynı şey olan ancak üzeri farklı renklerle boyandığından, farklı gibi görünen tercihlere, sistemin sınırları içerisinde sınırlandırılmış sahte özgürlük anlayışına karşı, kendisine ulaşmaktan başka bir şeyin aracı olmayan bir özgürlük anlayışını savunuyoruz” - Bütün sistemler kendi yapısallığını ve oluşumunu öncelikli olarak gençlik üzerinden geliştirmektedir. Gençliğe bu yönlü öncelik tanımanın nedeni nedir sizce? Her toplumsal sistem ortaya çıkış sürecinde kendinden önceki toplumsal sistem ve var olan toplumsal değer yargıları ile mücadele ederek gelişir. Bu mücadelede başarılı olduğu oranda, bir toplumsal sistem olabilir. Bu mücadelede başarılı olabilmenin ölçütü ise kendinden önceki toplumsal sistemi inanç, düşünce, ahlak, üretim yapısı ve bunun gibi toplumsal yaşamı belirleyen konularda aşması ya da toplumu kendinden önceki sistemi aştığı konusunda ikna etmesidir. Toplumu yeni düşüncelere ikna etmek ise kolay bir iş değildir. Çünkü toplumsallık bir yönüyle de yerleşmiş ortak yaşam, düşünce ve inanç kalıpları demektir. Bu kalıplar, kurulu toplumsal sistem içerisinde doğup şekillenmiş, yaşam alışkanlıkları buna göre oluşmuş, orta yaş ve yaşlı kesim üzerinde çok daha etkilidir. Bundan dolayı yeni bir düşünce veya sistemin yaşlı kesim ve orta yaş içerisinde rağbet görmesi, kendini örgütlemesi çok zordur. Ancak çocukluktan yeni çıkan ve kurulu toplumsal yaşamla henüz yeni tanışan gençlik, mevcut olanı daha özümseyememiştir. Bundan dolayı karşılaştığı her toplumsal değeri sorgular, anlamaya çalışır; kimi 11 zaman bu değerlerle çelişir. Mevcut olan onda alışkanlığa dönüşmediği için yeni olanı arama, yeni şeylere daha açık olma özelliği, başattır. Gençlik bu yönüyle sorgulama ve arayış demektir. Kaldı ki yeni düşünceler daha çok insanların gençlik döneminde keşfedilir. Tarihe yön veren, yeni toplumsal sistemlerin kuruluşunda öncülük yapan, toplum içerisinde birçok yeniliğe mührünü vuran tarihsel kişiliklere baktığımızda, gençlik dönemlerinde mevcut olandan kopup yeni olanı geliştirmeye başladıklarını görürüz. Bu gençliğin temel sosyolojik özelliğidir. Mevcut sınıflı-devletli toplumsal sistemler geçliğin bu özelliğini kendileri açısından bir tehlike olarak görmüş ve gençliğin bu özelliğini köreltmek, denetlemek veya kendi toplumsal sistemine bağlamak için çeşitli tedbirler almışlardır. Gençliğin eğitiminin her toplumsal sistemde en temel çalışma olması bu gerçeklikten kaynaklanır. Çocuklukta verilmeye başlanan “aile terbiyesinden” başlayarak devlet okullarında ezberletilen resmi ideoloji dogmalarına, askerlik kurumunda katı bir disiplinle irade kırıp mevcut sisteme itaat ettirmeye kadar gençliğin bu özelliği köreltilip gençlik mevcut sistemle uyumlu hale getirilmeye çalışılır. Gençliği kendine bağlayan, kontrol edebilen sistemler kendi geleceklerini, varlıklarını garantiye almış olurlar. Bunun karşıtı olarak gençlik arayışı, yeni bir toplumsal Mijdar 2010 STÊRKA CİWAN sistemin örgütlendirilmesinde de temel dinamiktir. Mevcut toplumsal sistem kalıplarını kırabilen, özgür düşünme gücüne ulaşan, yeni toplum ütopyalarını gerçekleştirmenin yol-yöntemini geliştirebilen gençlik kurulu düzeni, alaşağı edip yenisini kurmanın da öncü gücüdür. Bu yönüyle diyebiliriz ki gençlik özellikle toplumsal değişimlerin kendini dayattığı tarihsel dönemlerde bir savaş alanıdır. Bir değişimin olup olmayacağı ya da nasıl olacağını, gençliğin nerde yer aldığı belirler. Bundan dolayı hem mevcut toplumsal sistemler hem de yeniyi yaratma adına ortaya çıkan mücadele güçleri gençliği kazanmaya, kendi saflarına çekmeye çalışır. Gençlik üzerinde adeta bir savaş yürütülür. Çünkü üretimin sürdürülmesinden tutalım, saldırılar karşısında kendini savunmaya kadar toplumun temel işlerinde gençlik vazgeçilemez bir diMijdar 2010 namiktir Gençliğin kendini hakim kılmak isteyen her toplumsal sistemin ilk yöneldiği toplumsal kesim olması bu gerçeklikten kaynaklanır. - Kapitalist sistemin gençliğe biçtiği temel misyon ve gençliğin sistemin zihniyetinde kurtulma yönünde yaşadığı temel çıkmazlar nelerdir? Kapitalizmin dayandığı temel düşünce bireyciliktir. Toplumu yönetmek, kontrol etmek adına var olan tüm toplumsal değerlere pervazsızca saldırılmaktadır. Bunun altındaki temel neden kapitalizm gibi gayrı meşru bir sistemin ancak toplumsal örgüleri dağıtarak kendini yaşatabilecek olmasıdır. Bundan dolayı toplumun karşısına ahlak, düşünce, inanç ve diğer tüm toplumsal değerlerden koparılmış bir birey çıkarılmaktadır. Bununla toplum dağıtılıp savunmasız 12 hale getirilmekte toplum olmaktan çıkarılıp kalabalık bireyler yığını oluşturulmaktadır. İşte kapitalizmin gençliğe biçtiği temel misyon bu noktada çok çarpıcıdır. Gençlik toplumu dağıtmada koç başı olarak kullanılmaktadır. Gençlik üzerinde pervazsız bir bireycileştirme projesi uygulanarak bu yapılmaya çalışılıyor. Her taraftan insanın toplum olma, toplumsal bir varlık olma eğilimine karşı saldırılar geliştiriliyor. Bu saldırılar özelde de gençlik üzerinde uygulanıyor ve daha çok sonuç alabiliyor. Medya, eğitim sistemi, sanal ortam denilen internet, eğlence merkezleri, dizi, sinema ve benzer araçlarla bir insan modeli çizilip gençliğin önüne konuyor. Bu insan modeli kapitalizmin evcileştirilmiş, sisteme muhalefet edemeyecek, itaatkar, tüketici, düşünmeyen insanıdır. Bu yaratılmak istenen toplumun daha doğrusu toplumsuzluğun ideal insan tipidir. Bu tip, gençlik içerisinde yaratılmaya çalışılıyor. Kapitalizm kendi istediği gibi bir gençlik yaratıp bununla kendi geleceğini garantiye almak istiyor. Yine 1968 gençlik kuşağının içinden çıkan, devrimci gençlik hareketlerinin şimdiye kadar kapitalizmin karşısına çıkan en büyük direniş olduğunu hatırlarsak gençliğe dönük uygulanan bu toplumsuzlaştırma projesiyle en geniş ve dinamik potansiyel muhalefet daha doğmadan boğulmuş oluyor. Sadece toplumsal değerlerden koparıp bireycileştirme değil tabii, daha birçok noktada yaratılmak istenen sistem insanı, gençlik içerisinde mayalanmaya çalışılıyor, gençlik üzerinde denenip böyle sonuç alınmak isteniyor. Gençliğin, kapitalizmin bu çok yönlü kuşatmasından kendini kurtarması öyle kolay bir şey değil. Çünkü sistem yaşamın her alanını kontrol altına alıyor, her yerden, bir STÊRKA CİWAN şeyler empoze ederek gençliğin yaşamında hiç boşluk bırakmamaya çalışıyor. Aileden başlayarak, okula, sokağa, televizyona, sanal ortama, eğlence merkezlerine, reklamlara kadar her yerden gençliğin beynine saldırıp onu adeta işlemez kılıyor, düşüncesizleştiriyor. Sistemin bu sarmalından çıkma yönünde arayışlar da var hiç kuşkusuz. Anti-kapitalist, sol, sosyalist, anarşist ve diğer sistem muhalifi hareketler ağırlıkta gençlikten oluşuyor. Bunlar hiç kuşkusuz kapitalist sistemin dışında kalmayı amaçlayan hareketler ve gençliğin bu hareketlere yönelimi de bu amaçladır. Ancak bu hareketler içerisinde de kapitalizmin toplumsal bünye üzerindeki saldırıları, bunlara karşı nasıl bir duruşla sistem dışında kalınabileceği çok net tahlil edilebilmiş değildir. Daha çok bazı klasik sınıf tahlilleri veya karşısında mücadele etme yol-yöntemleri belirlenmemiş yüzeysel devlet-iktidar çözümlemeleri ile kapitalizmle mücadele edilmeye çalışılmaktadır. Bu hareketler de gençliğe derinliğine bir mücadele zemini sunma konusunda yetersiz kalabiliyor. Örneğin muhalif hareket içerinde yer alan bir genç ile sisteme itaat etmiş bir gencin giyiminden, zevklerine, çevreyle kurduğu ilişkilerden, yaşadığı sorunlara kadar belirgin bir benzerlik vardır. Yani kapitalizm insanına karşı, yeni bir insan tipi yaratılamıyor. Bu da tarihte örneği çokça görüldüğü gibi başarılı olamıyor. Bu hareketlerde ihtiyaç olan kapsamlı bir yenilenme yaratılamadığından giderek bir daralma da yaşanıyor. Bundan dolayı gençliğin bu hareketlere de ilgisi giderek azalıyor. Kapitalizmin zihniyetinden kurtulmada gençliğin yaşadığı temel sorun da bu oluyor; doğru bir mücadele, yaşam perspektifi ve örgütlenmesini geliştirmek… - Kapitalist modernite gençliği denetimde tutmak ve sistemini korumak için ne tür politikalar yürütüyor, gençliğe ne vaat ediyor? Sınıflı-devletli sistemin başlangıcından beri oluşturulan toplumsal hiyerarşi içerisinde gençliğe hiyerarşik yapılanmanın en alt katlarında bir yer tayin edilmiştir. Bununla gençlik devletten, ailedeki yaşlıya kadar bir kontrol mekanizmasına tabi tutuluyor. Her alanda en angarya işlere koşturulup, enerjisi ve potansiyeli sömürülen bir sosyal olgu haline getiriliyor. Bu yönüyle kapitalist modernitenin temelinin dayandığı bir olgu da hiyerarşik toplum yapılanmasının esaslı bir parçası olan jerontokrasidir. Hiyerarşik toplumsal yapılanmanın başlangıcından beri yaşlının bilgi ve tecrübesiyle gençler üzerinde kurduğu hiyerarşiden, devletin ideolojik ve zor gücüyle kuruduğu baskı sistemine kadar gençlik üzerinde giderek derinleşen bir sisteme bağımlılaştırma yaklaşımı geliştiriliyor. Bu bağımlılaştırma, denetleme politikaları sınıflı-devletli yapılanmanın zirvesini yaşadığı kapitalist modernite döneminde daha da derinleştirilmiştir. Halk önderimiz Önder Apo “kapitalizm bir toplum biçimi olamaz, çünkü toplum karşıtıdır” diyor. Bu belirleme kapitalist modernitenin topluma ve gençliğe dönük politikalarının özünü anlamak açısından sürekli bir ön kabul olarak ele alınması gereken bir tespittir. Yani kapitalist moderniteyi bir toplumsal sistem olmaktan çok, insanın tabiatında var olagelen toplumsallaşma eğilimini bitirmeyi amaçlayan, toplumsal değer ve üretim üzerinde gasp kurmuş sermaye-kar-iktidar sistemi olarak ele almak gerekir. Bu belirlemelerden çıkarsanacak ilk doğru, kapitalizmin kendini sürdürmesi için özünde komünal değerler olan 13 toplumsal dokuyu bitirmek istediği, modernite diye topluma dayatılan şeyin bu amacın somut projesi olduğudur. Biraz önce de belirttiğimiz gibi sistem, sosyolojik yapısı itibariyle el verdiğinden bu projeleri gençlik üzerinden hayata geçirmeye çalışıyor. Bunun için geliştirilen farklı araç, kurum ve politikalar var. Devlet okulları ve eğitim kurumları bu konuda temel rol oynamaktadır. İlkokuldan başlayarak aşılanan, milliyetçilik, devletçilik, cinsiyetçilik olgularıyla özgür düşünmenin önü kapatılıp söyleneni ezberleyen, anlam ve yorum gücü olmayan bir gençlik yaratılıyor. Bilim üretme ve öğretme misyonuyla kurulan üniversiteler dahi, gençliğin kafasını bilimsel gerçekler adına dogmalarla doldurup, düşünmesine, sorgulamasına fırsat vermiyor. Kapitalist modernitenin hakim olduğu çağımızda orta çağdaki kadar bile felsefe, bilim, sanat alanlarında çığır açan filozof, düşünür ve sanatçıların çıkmaması sistemin eğitim kurumlarında gençliğin öğrenme yeteneğinin iğdiş edilmesinden kaynaklıdır. Yoksa iletişim, teknik ve araştırma imkanlarının bu kadar gelişkin olduğu bir yüzyılda sadece belirli insanlar değil herkes özgür düşünce, bilim ve sanat üretebilirdi. Ancak mevcut modernist eğitim sistemi buna yol açmaktan çok, kendi gemisini kurtarmaktan, yanındakini sollamaktan başka amacı olmayan, hakikati bulmaktan çok, yaşamı güzel, iyi yaşamanın sistemin dogmalarını en iyi ezberlemekten geçtiğine inanan bir genç tiplemesi yaratıyor. Yani eğitim sistemi ile ilk başta zihin, düşünce tutsak ediliyor. Böylece her türlü yaşam alışkanlığına, yönlendirilmeye açık bir gençlik yaratılıyor. Eğitim, kapitalist modernitenin kendini üretmesinin, yerleştirmesinin sadece bir ayağıdır, toplumsal yaşamın her alanı aynı şekilde işgal Mijdar 2010 STÊRKA CİWAN edilip, modernist ölçüler temelinde yeniden şekillendiriliyor. Sanat alanı da buna çarpıcı bir örnektir. Toplumsal maneviyatın ve toplumda değer gören duygu ve algıların estetik ifadesi olan sanat alanı, toplumsallığın temel düşmanı haline getirilmeye çalışılıyor. Örneğin modernizmin yerleştiği her alanda yaygın olan pop kültürü buna temel örnektir. Pop kültürünün, modelleştirdiği insan, toplumdan kopuk, dünyası ikili bir ilişkiyle sınırlı, son çıkan ürünleri tüketme imkanlarına sahip olmayı, yaşamının temel amacı haline getirmiş dar kafalı, düşünme meziyetini yitirmiş insandır. Resim, sinema alanı da aynı durumdadır. Etrafındaki insanlardan, doğasından, anlam arayışından yoksun, günübirlik yaşamın içinde boğulan insan tipi daha çok telkin ediliyor. Toplumsallaşmanın henüz bu kadar yıkıma uğramadığı dönemlerdeki kendini büyük işlere ve herkesi hayran Mijdar 2010 bırakan bir yaşama adayan roman kahramanları yerine, kalkışabildiği en büyük iş eşini aldatmak, karşı cinsten daha çok insanla cinsel ilişkiye girmek olan roman kahramanları öne çıkıyor. Sinema ve dizi filmler, çok paraların harcanarak yapıldığı bir sanat alanı haline geldiğinden, modernitenin en güçlü hakimiyet kurduğu alanlardır. Bir avuç zenginin, yaşamı temel konu edinilmiştir. Verilmek istenen mesaj şudur; olabilecek en güzel, en anlamlı yaşam budur, sen de tüm yaşamını böyle yaşayabilme imkanlarını elde etmeye göre planla… Bunun yolu da daha çok para kazanmaktır, daha çok para kazanmaktan daha önemli bir şey yoktur. Tiyatro ve şiir her ne kadar toplumla bağını korumada direnmişse de bunlar da modernist toplum insanı nazırında rağbet görmüyor, yeni bir anlam gücü ve çıkış noktası yaratmadığından silikleşiyor. Gençliğin duygu, hayal dünyasını belirleyen, bunun üze- 14 rinde yönlendirici rol oynayan sanatedebiyat bu durumdadır. Kapitalist modernite gençliğin, özünde saf ve çıkarsız olan duygularını sanat adına yapılan böyle bir ideolojik saldırı dalgası ile kirletip yüce duygu ve anlamlardan uzaklaştırıyor. Kapitalist modernitenin, gençliği istediği gibi şekillendirmede kullandığı temel bir araç, yürüttüğü esaslı bir politika da esas amacından saptırılmış spordur. Spor, insanın ruhsal ve bedensel sağlığını dengeleyen temel bir insan faaliyeti olmaktan çıkarılıp büyük paraların döndüğü bir sektör, gençliği uyuşturmanın aracı haline getiriliyor. Sporun sektörleştirilmesi ile spor elitleştirilip, spor yapmaktan çok seyirlik spor esaslı bir şey olarak gençliğin önüne konuluyor. Hangi spor kulübüne taraftar olunduğu neredeyse esaslı bir kimlik, aidiyet öğesi haline getirilmiştir. Bilinçli bir politika olarak geliştirilen holiganlık ile adeta kulüp-takım milliyetçiği yaratılıp bunun üzerinden bir taraftan kulüplerin kasaları daha çok doldurulurken bir taraftan da gençliğin düşünsel, duygusal potansiyeli hadımlaştırılıyor. Kapitalizmin toplumu kontrol etmede esas politikası olan 3S (spor, sanat, seks) modernitenin Ortadoğu ve Kürdistan’da giderek kendisini örgütlediği günümüzde daha derinleştirilerek uygulanıyor. Spor ve sanatla birlikte, cinsellik de sınıflı toplumun başından beri bir uyuşturma, düşürme öğesi olarak kullanılmıştır. İnceltilmiş politikalarla erkek egemen zihniyetini uygulayan kapitalist modernite, kadını tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar cinsel meta haline getirmiş, toplumun zihniyetini çarpıtarak toplumun da kadını böyle algılamasını, tanımlamasını körüklemiştir. Bir diş macunu reklamından tutalım, yapılan filmlere kadar kadının cinselliği öne çıkarılıp metalaştırılıyor. STÊRKA CİWAN Bu yönüyle ele aldığımızda fuhuş genel evlerden çıkarılıp televizyon reklamlarına, mağaza vitrinlerine, ürün etiketlerine kadar yaygınlaştırılmıştır. Bununla gençliğin güdüleri körüklenip, duygu, akıl ve toplumsal ahlaktan kopup cinsel güdülerine esir edilmiş bir gençlik kuşağı yaratılmak isteniyor. Kapitalist modernitenin 3-S politikasına aslında bugün dördüncü bir S daha eklemek gerekiyor; giderek yaşamın temel bir alanı yapılan sanal alem… Modernizm bitirmeye çalıştığı birebir insan ilişkileri yerine, sanal insan ilişkilerini geçiriyor. Son yıllarda giderek yaygınlaşan internet ve diğer iletişim teknolojileri bunda temel araç olarak kullanılıyor. Bugün gençliğin en yoğun biriktiği yerler internet kafe ve oyun salonlarıdır. Çetleşmek temel insan ilişkisi haline getiriliyor buralarda, komşusu, akrabası, kardeşleri hatta anne-babasıyla doğru dürüst ilişkisi olmayan genç, internet üzerinden hiç tanımadığı insanlarla ilişki kurmayı daha cazip buluyor. Çünkü buradaki ilişki hafif bir ilişkidir, istediğin şeyi söyleyebilir, istemediğin zaman ilişkini koparabilirisin, karşılıklı bir sorumluluk yoktur. Toplumsallıktan koparılmış bir insanın tercih edeceği ilişki biçimi budur. Kendinle ilgili istediğin kadar yalan söyleyebileceğin, hem kendini hem karşıdaki insanları kandırabileceğin, sorumlusu olmadığın bir ilişki biçimi… Bununla yapılan, gençliğin gerçek yaşamdan koparılıp sanal bir alana hapsedilmesidir. Modernite bunu temel bir yaşam felsefesi haline getirmiştir. Gerçek olan ile gerçek olmayanın ancak öznellikle belirlenebileceği, esas olanın öznenin (bireyin) algısı olduğu yaklaşımı ile bu sanal alem gerçekmiş gibi algılatılıyor. Kapitalist modernitenin bütün bu politikalarla yapmak istediği, toplumu sürüleşmiş, bir arada bulunan ancak hiçbir ortak değeri kalmamış bireyler yığını haline getirip, toplum düşmanı olmasına rağmen kendini topluma kabul ettirmesi, toplumu böylece kontrolde tutmasıdır. Kapitalist modernite gençlik üzerinden bu politikaları uygularken, gençliğe bir şey de vaat etmiyor aslında. Çünkü kapitalizmin bir gelecek perspektifi, ütopyası yoktur, zaten kendini tarihin sonu olarak tanımlıyor. Kendi dışında bir yaşamın olmayacağını iddia ediyor. Bu yönüyle gençliğe vaat edilen şey, koca bir hiçliktir. Gerçek yaşamdan, birlikte var olduğun toplumdan ve onun değerlerinden, düşünmekten ve his etmekten ne kadar koparsan, yani ne kadar hiçleşirsen, o kadar mutlu olursun diyor. Vaat edilen tek şey budur. - Sizce, günümüz gençliğinin bir ufuk sorunundan söz edilebilir mi? Gençlik, kendisini sisteme karşı koruyabilmek için nasıl bir eğitim modeli esas almalı? Evet, günümüz gençliği açısından ele alınması gereken en temel sorun ufuksuzluktur. Etrafında gelişen şeylere dair pek bir fikri, yorumu yoktur. Bunun nedeni, bahsettiğimiz modernist politikaların yarattığı düşünsel, duygusal tahribatlardır. Belki günümüz gençliği, çocuk yaşta bilgisayar, internet kullanmasını, İngilizce konuşmasını ve moda haline gelen birçok şeyi çok erken öğrenerek yetişiyor. Bunun böyle olması gelişmişliğin ölçütü olarak da kabul ediliyor. Yani bilgisayar kullanmasını, İngilizce konuşmasını biliyorsan gelişmiş, modern bir insan olarak kabul ediliyorsun. Bu ölçüleri önemsememek, nerdeyse imkansız kılınmış, her hangi bir iş başvurusu yaparken bile sorulan en temel soru bilgisayar ve İngilizce bilip bilmediğinizdir. Burada 15 yanlış olan teknolojiyi kullanmak ve yabancı dil bilmek değil, hatta birçok şeyin teknolojik araçlarla yapıldığı çağımızda bunları öğrenmek yaşamda bir çok kolaylık da sağlıyor. Yanlışlık şurada ki, bu ölçüler gençliğin yeteneklerini, bilgi, anlam arayışını köreltip tek tipleştiriyor. Ne öğrenmek istediğin önemli değil, öğrenmen gereken şeyler önceden belirlenip önüne konuluyor. Modernizmin günümüzdeki kadar hakim olmadığı dönemlerde, bütün toplumlarda gençlik içerisinden hep çok farklı, siyasal, felsefik, sanatsal akımlar doğmuş ya da rağbet görmüştür. Ancak günümüzde çok az farklılık çıkıyor. Bu da modernizmin bilgi ve öğrenmeyi, tekelleştirip, eğitimi bilgisayara program yükler gibi insanlara vermesidir. Böyle her şeyin hazır ve program yükler gibi öğretildiği bir gençlik etrafındaki şeyleri sorgulamaktan, yeni bir şeyler aramaktan yoksunlaşıyor. Bu durum Kürdistan gençliği içerisinde son yıllarda daha fazla gelişiyor. Yakın tarihte Kürdistan’da büyük değişimler oldu bu anlamda, bu kapitalist modernitenin hem Ortadoğu’nun geneline hem de Kürdistan’a yeni bir pazar ve sömürü alanı olarak yeniden yönelmesiyle yoğunlaştı. Kürdistan gençliği de bu anlamda bir dejenerasyona tabii tutuldu. Bunun etkileri şimdi daha çok görülüyor. Televizyonun Kürdistan’ın köylerine ilk gelişini hatırlayan gençlik ile daha çocuk yaşlarda sanal aleme giren gençlik arasında belirgin bir fark var. 2000 gençliği olarak isimlendirebileceğimiz bu gençlik kuşağında toplumsal değerlere yabancılık, bireycilik gibi kapitalist modernite hastalıkları daha fazla yaşanıyor. Bu anlamıyla topluma yabancılaşan, özgür düşünme iradesi köreltilmiş bir genç ne kadar çok ezberlemiş olursa olsun ufuksuzdur. Modernite bu yönüyle bir ufuksuzMijdar 2010 STÊRKA CİWAN laştırmadır. İletişim teknolojisi sayesinde her konuda istenilen bilgiye kolayca ve hazır bir şekilde ulaşılabiliyor, ancak bu bilgiler yorumdan, ruhtan yoksun kuru bilgiler olduğundan, gençliğin ufkunu açmaktan çok öğrenme yeteneğini köreltip insan aklını adeta bir bilgisayar işlemcisine dönüştürüyor. Kapitalist modernitenin gençliğin özgür düşünme potansiyeline karşı yaptığı bu saldırılar karşısında hiç kuşkusuz en temel mücadele alanlarından biri de alternatif eğitim, bilgi ve öğrenme yaklaşımları geliştirmektir. Modernizmin düşünce, bilgi kalıplarını aşmadan yeni bir yaşam yaratmak mümkün olmayacaktır. Modernizmin düşünce kalıpları ile düşünülüp uygulanan her şey modernizme hizmet etmekten kurtulamayacaktır. Alternatif ve özgür bir bilgi, öğrenme ve eğitim anlayışına ulaşmanın temel yolu kapitalist modernitenin düşünce kalıplarını ret etmekten geçer. Sınıflı toplum tarihi boyunca insan zihniyetine damgasını vuran, özne-nesne, madde-ruh gibi insanlığın felsefi arayışını ikilemlere boğan felsefik yaklaşımlar bugün iflas etmiş durumdadır. Buna karşı Önder Apo bilgi, algı ve öğrenme konularına yeni bir yaklaşım geliştirmiştir. Bu yaklaşım keskin öznenesne, madde-ruh ikilemlerini ret edip bütünlüklü bir evren, dünya, toplum ve birey yaklaşımı geliştirmiştir. Önder Apo’nun bu yeni felsefik yaklaşımı ve kalıplara boğulmamış düşünce, bilgi yaklaşımı, çığır açıcı niteliktedir. Kürdistan gençliği olarak, bu konuda çok şanslıyız. Önder Apo’nun öğretisi, gençlik olarak özgür bir düşünce ve eğitim yaklaşımı geliştirmemiz için büyük bir bilgi birikimi sunmaktadır. Bunu esas alarak kendi eğitim sistemimizi geliştirebiliriz. Alternatif eğitim kurumları geMijdar 2010 liştirip buralarda özgür düşünce potansiyelini açığa çıkarmanın mücadelesini verebiliriz. Sadece kurumlaşmalarla değil yaşamın her alanında bu mücadeleyi geliştirmemiz gerekir. Modernizmin ezberci eğitim anlayışına karşı sorgulayan, tartıştıran özgür düşünmenin kapılarını aralayan bir yaklaşım geliştirmek gençlik olarak bu konuda atacağımız en temel adım olmalıdır. - Kapitalist modernitenin gençliğe dönük bu politikalarına alternatif olarak sizin gençlik yaklaşımınız nedir? Kapitalist modernite, kendi istediği toplumsal yapılanmayı oluşturmada gençliği önayak olarak kullanmak istiyor. Yani istediği gibi bir gençlik yaratıp bunun üzerinden kendi geleceğini garantiye almak istiyor. Bu politika ile toplumsal değer ve kültüründen kopmuş, düşünmeyen, sistemin herhangi bir şeyine, hayır, deme iradesi olmayan, bir gençlik yaratılıyor. Bizim gençlik yaklaşımımız ise bunun tam tersidir. İlk başta kapitalist modernitenin gençliğe biçtiği rolü ret ediyoruz. Gençliği, mevcut sınıflı-devletli sistemin bir sürdürücüsü değil yıkıcısı olarak tanımlıyoruz. Önder Apo, gençlik, kadın ve emekçileri yaratmayı hedeflediğimiz demokratik komünal toplumun temel kurucu güçleri olarak tanımladı. Gençlik olarak yeni toplumun kurucu gücü olma rolünü oynayabilmek için, ilk başta kapitalist modernite karşısında yıkıcı bir rol oynayabilmemiz gerekiyor. Bu da kapitalist modernitenin gençliğe dayattığı zihniyeti, yaşam kalıplarını, biçtiği rolü kabul etmemekle başlar. Bu yönüyle modernitenin gençlik yaklaşımını tersten okumalıyız. Tarihsel-toplumsal değerleriyle bağlarını doğru kurmuş, komünalist, eşitlikçi, sorgulayan, ira16 deli, düşünen, özgürlüğü vazgeçilmez temel değer olarak özümseyen bir gençlik yaratma mücadelesi yürüteceğiz. Böyle bir gençlik doğal olarak kapitalist modernitenin yıkıcısıdır, aynı zamanda yeni toplumsallaşmanın da öncü-kurucu gücüdür. Toplumlarda üretim alanından tutalım, savunma alanına, temel toplumsal değerlerin geleceğe taşırılmasına kadar, temel toplumsal işlerde gençlik, belirleyici bir güçtür. Gençliğin kendisine katılımını gerçekleştiremeyen bir sistem, bu işlerini ve dolayısıyla kendi varlığını sürdüremeyecektir. Bu tespitlerden hareketle şunu söyleyebiliriz, özgür bir gençlik yaratmak özgür bir toplum ve özgür bir gelecek yaratmaktır. KOMALÊN CİWAN olarak temel mücadele alanımız budur. - Kapitalist moderniteyi aşıp, demokratik komünal sistemi kurmada öncü güç olarak gençliğin temel mücadele araçları ve argümanları nedir? Apocu gençlik olarak en temel mücadele argümanımız özgürlüktür. Kapitalist modernitenin gençliğe sunduğu, özünde hepsi aynı şey olan ancak üzeri farklı renklerle boyandığından, farklı gibi görünen tercihlere, sistemin sınırları içerisinde sınırlandırılmış sahte özgürlük anlayışına karşı, kendisine ulaşmaktan başka bir şeyin aracı olmayan bir özgürlük anlayışını savunuyoruz. Böylesi bir özgürlük düzeyini yaratmak ancak onun anlam gücüne ulaşma arayışını güçlendirmek ve yaşamsal kılma mücadelesini vermekle olacaktır. Bunun için gençlik olarak amansız bir hakikat arayışında olmalıyız. Kapitalist modernitenin tanımladığı, isimlendirdiği her şeye kuşkuyla bakmalıyız. Çünkü modernitenin en ustaca yaptığı şey çarpıt- STÊRKA CİWAN maktır. Bilimden tutalım felsefeye kadar her alanda temel olgular çarpıtılmış, tuzaklarla doldurulmuştur. Bu yoğun çarpıtmalar içerisinden hakikati bulmak, etrafımızdaki her şeyi yeniden anlamaya, tanımlamaya çalışmakla olabilir. Ancak kapitalist moderniteyi onun düşünce kalıpları ile değil, temel toplumsal değerler olan özgürlük, eşitlik ölçülerine göre sorgulayarak bu hakikat arayışını doğru sürdürebiliriz. Yani en temel şey, bizi özgürlük ve eşitliğin anlam gücüne, zihniyetine ulaştırabilecek bir arayışı gençlik içerisinde esas kılmaktır. Böylesi bir arayış içerisinde olmak gençlik açısından kendi doğasına dönmektir de aynı zamanda. Bu arayış ve sorgulamayla demokratik komünal toplumun temel değerlerine, cinslerin eşitliği ve özgürlüğünün sağlandığı bir yaşama, çevrenin korunması ve insanın doğası olan toplumun kendi doğal mecrasında sürdürüldüğü yeni yaşama ulaşabiliriz. Hiç kuşkusuz bu mücadele sadece zihniyet, anlam alanında değildir. Bununla paralel olarak ulaştığımız doğruları hayata geçirecek eylem ve yapılanmaları da geliştirmek gerekecektir. Bu pratik adımları atmadan sadece doğru düşünmüş oluruz, doğruları hakim kılmış olmayız. Bunun için de en temel pratik adım örgütlü olmaktır. Apocu gençliğin öncü, konfederal örgütlenmesi olan KOMALÊN CİWAN olarak; gençliğin potansiyelini sınıflı-devletli yapılanmayı yıkma, demokratik komünal toplumu kurma gücüne dönüştürebilecek örgütlenmeleri her alanda geliştirmek temel hedefimizdir. Başta Kürdistan gençliği olmak üzere, komşu halkların da farklı gençlik kesimlerini bu kapsamda örgütlenmeler içerisinde birleştirip etkili bir özgürlük gücüne dönüştürerek demokratik komünal toplumun kuruluşunda, öncülük mis- yonumuzu yerine getirme gücüne ulaşabiliriz. Bu örgütlenmeleri yaşamın bütün temel alanlarında etkin olacak düzeyde geliştirmek temel hedefimizidir. Sistemin zihinleri köreltip ezbercileştiren eğitim kurumlarına karşı gençliğin özgür düşünce akademilerini geliştirmek, gençliğin ekonomik bağımlılıkla denetlenmesine karşı kolektif üretim ve eşit paylaşım anlayışının esas olduğu üretim kooperatifleri kurmak, gençliğin kendisiyle ilgili kararlar alıp uyguladığı siyasal organizasyonları daha da yaygınlaştırarak demokratik komünal toplumun hayat bulduğu alanları yaratabiliriz. Bu örgütlenmelerin dili olarak da mücadelemizi zafere taşıyacak eylem hattını açığa çıkarmak esaslı bir görevdir. Çünkü salt örgütlenerek de yeni bir toplumsal sistem oluşturulamaz. Mevcut sistem bunu engellemek için birçok yol-yönteme başvuruyor, çok yönlü 17 saldırılar tertipleyip, uyguluyor. Bunu yapmaya da devam edecektir, kendisinin kaybettiğini gördüğü noktada, direnecek, saldıracaktır. Buna karşı sistemin değişime direndiği noktada bu direnci kıracak bir eylem çizgisi gerekir. Bu eylem çizgisi mevcut yasalar ve hukukun elverdiği mücadele zeminini değerlendirmek kadar bununla sınırlı kalmanın, sistemin sınırları içerisinde kalmak olduğunu göz önünde bulundurularak oluşturulmalıdır. KOMALÊN CİWAN olarak yasal zeminden daha çok meşru mücadele zeminlerinin ve eylemlerinin sistemi zorlayıp çözmede daha etkili olduğunu düşünüyor, eylem çizgimizin eksenine meşruiyeti koyuyoruz. Bu yaklaşımdan hareketle eylem çizgimizi Önder Apo’nun geliştirdiği meşru savunma stratejinin temel toplumsal örgütlenmesi olan öz savunma anlayışı doğrultusunda geliştiriyoruz. Mijdar 2010 STÊRKA CİWAN Siz Kürdistan gençliği içinde en dinamik örgütsel yapı olarak öne çıkıyorsunuz. Esas aldığınız demokratik-komünal toplum hedefini gençliğe taşırmada ne kadar sonuç alabildiniz? Kapitalist modernite toplumsal ve ekonomik alanlar başta olmak üzere, tarihinin en derin krizini yaşamaktadır. Bu kriz sıradan reform veya restorasyonlarla atlatılacak düzeyde bir kriz değildir. Bu durum karşısında kapitalist merkezler de arayış içerisindedir, ancak bunu aşacak zihniyet olmadığından çeşitli imaj yenileme girişimleri ve taktiklerle kriz atlatılmaya çalışılıyor. Halkların da bu yönlü kapitalist moderniteden pek bir beklentisi kalmamıştır. Bundan dolayı gençlik başta olmak üzere toplumun tüm kesimleri tarafından kapitalist moderniteye gittikçe daha çok kuşkuyla bakılmaya başlanmıştır. Bu durum hiç kuşkusuz demokratik komünal toplum mücadelesi için uygun bir zemin sunmaktadır. Bu yönüyle demokratik komünal toplum değerlerini özümsemede gençlik içerisinde büyük bir gelişme yaşanıyor. Örgütlü olduğumuz, çalışma yürüttüğümüz alanlarda biraz anlatılınca gençliğin demokratik komünal toplum yaratma mücadelesine büyük bir heyecan ve coşkuyla yaklaştığını gördük. Bu durum Kürdistan gençliği içerisinde daha yoğun, Özgürlük hareketinin, Kürt halkı ve gençliği içerisinde yarattığı özgürlük ve eşitlik değerleri bunda belirleyicidir. Ancak demokratik komünal toplum anlayışının, tüm gençlik içerisinde yeterince örgütlendiği, temel hedef haline geldiğini de söyleyemeyiz. Aksine bu konuda daha almamız gereken çok yol var. Bir taraftan gençlik üzerindeki modernist etkilere karşı bir zihniyet savaşı yürütürken bir taraftan da demokratikekolojik, cinsiyet özgürlüğüne dayalı demokratik komünal toplum hedefini gençlik içerisinde temel yaşam iddiası haline getirmek uzun, yoğun ve çok yönlü bir mücadele işidir. - Gençlik komünal sistemin tüm toplumsal kesimlere mal edilmesinde ve örgütlendirilmesinde bağlayıcı bir rol oynayabilir mi? Bunu nasıl yapabilir? Gençlik toplumsal değişimin öncüsüdür derken kastettiğimiz şey tam da budur, bu objektif bir tespittir. Kapitalist modernitenin etkisinden çıkan bir gençlik demokratik komünalizmin değerlerini özümsemede öncü olacağı gibi, bu değerlerin tüm toplumsal yapılara taşırılmasında da etkili olacaktır. Gençlik toplumsal yaşamın her alanında dinamik ve en yoğun aktivite içerisinde olan bir güç olduğundan gençliğin özümsediği değerler, toplumsal yaşama hakim olacaktır. Tabii bu sadece kendiliğinden olan bir şey değil, örgütlenen gençlik ulaştığı zihniyet, eylem, örgütlenme düzeyini tüm topluma taşırmakla yükümlüdür. Bu gençliğin tarihsel misyonudur. Bu konuda, bir grup genç ile başlayıp tüm Kürt toplumunu, giderek tüm Ortadoğu’yu etkileyen PKK’nin, kuruluş yılları pratiğini esas almak gerekir. Bu bizler açısından en büyük tarihsel miras ve perspektiftir. Bu tarihsel mirastan çıkardığımız ders; kararlı bir duruş, doğrularda sonuna kadar ısrar, mücadele yol-yöntemlerini doğru belirleme ve yüksek bir öz güvenle hareket edildiğinde gençliğin başaramayacağı hiçbir şeyin olmadığıdır. Böyle bir duruş sergilendiğinde, Yurtsever, Apocu Kürdistan gençliği demokratik devrimci gençlik mücadelesinin merkez gücü olacak, tüm dünyadaki gençlik hareketleri açısından emsal teşkil edecektir *** Mijdar 2010 18 STÊRKA CİWAN T O P L U M Emek ve İnanç Deniz KARER sistemin mekanizmasının yürümesi için kullanmaktır. Yine, Anadolu ve Mezopotamya topraklarında yeşeren halklar mozaiğini yaratan kültürel zenginlik görmezden gelinip âdete inkâr edilerek her şey bu çarkın dişlilerine feda edilmektedir. Hâlbuki barış dini olan İslam; iyilik, doğruluk, güzellik esasına dayanan ve insanlar arasında adalet, kardeşlik ve sevgi ilişkilerini kurmaya ve huzurlu bir dünya yaratmaya yöneliktir. Ayrıca iktidara her gelen yeni parti veya partiler, sistemin tüm çürümüşlüklerini bu yolla kapattılar. Yine Kürt halkına yönelik asimilasyonu bu kurum en iyi bir şekilde yaptı. Halklar, emekçiler ve mezhepler arasında ki eşitlik ve kardeşliği zehirlemek de yine bu kurum vasıtasıyla gerçekleştirildi. Bu listeyi daha da uzatmak mümkündür. Listeyi burada keselim ve biraz vicdan sahibi olan araştırmacılara bırakalım. Tabii bu işin en iyi yürütenleri ve yürütücüleri imamlar oldular. Çünkü imamlar en sadık kadrolardırlar. Ben aynısıdır demek istemiyorum, ancak bu projeye benzer, bir zamanlar Türkiye Cumhuriyeti’nin ideolojik olarak beyinlere şırınga edilmesinde nasıl ki Köy Enstitüleri kullanılmışsa (burada da en sadık kadrolar öğretmenlerdi, akıbetleri biliniyor.) şimdi de “yeşil sermaye” Türk-İslam sentezi bağlamında emekçilerin ve halkların o saf, temiz, gönül bağıyla bağlandığı ve inandığı inançları zehirlenmek isteniyor. Dikkat edilirse Demokratik Özerkliğin inşasının başlanılması sürecinde böylesi bir proje gündeme getirildi. Biliyorum, bu ve benzeri projeler çok önceleri gizli bir şekilde özellikle Türkiye’deki yoksul halkın, emekçilerin ve Kürt halkının üzerinde uygulanmak için hazırlanmıştı. Bu bir devlet politikasıdır. Bir başka yönü de “yeşil sermaye”nin referandumdan sonra aldığı güvenle hegemonyasını kurumlaştıracak kurumların başında Diyanet İşleri Başkanlığı’nı seçmesi tesadüf değildir. Bu proje güya Avrupa’da ev papazları örnek alınarak ele alınmış. Hâlbuki yaşadığımız topraklar insanlığa beşiklik yapmış ve birçok dine de mekân olmuştur. Bu taklitçiliğin yanında bir de küresel sermayeye yaranmadan başka bir şey değildir. Yoksa her şeyin esas kökleri bellidir. İnanç, emekle yoğruldukça anlam buluyor. Anlam bulan inanç yaşam biçimini belirliyor. “İlk yaratılış, ilk varoluş” ana-kadının ilk ve temel var olma tarzında yatar. İmtiyazsız, sınıfsız, hiyerarşisi olmayan, sömürü tanımayan toplum biçimdir. Doğayı bağrında büyüdüğü bir “ana” olarak hafızasına yerleştirir. Bu yüzden de doğurganlığı, beslenmesi, barınması ve güvenliği için yararlandığı her şeyi kutsar ve saygı duyar. Burada yaratılan gönül bağı ve bilinç ilk sembolleri yaratır. Bu sembollerde kendini kutsar ve ilk ahlak kavramına bu yolla ulaşır. Toplumsallaşmayı böyle yaratır. Bu yüzden de toplumsal varlıkları kutsaldır ve en yüce değer olarak sembolleştirilip tapınılmalıdır. Din böyle çıkıyor ve ilk toplumsal bilinç formu oluyor. Bu, ilk toplumsal bilinç ve formu temel olmasına rağmen uygarlık tarihi, yarattığı kendi toplumsal bilinç ve formun günümüze kadar esas köklerinde ve özünde bir “sapmayı” yaşadığını görmek mümkündür. Tarihçesine uzun uzun girmek istemiyorum. Bu günlerde Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından “Aile İmamlığı” sistemini geliştirileceğini ve bunun 5 pilot bölgede(Ankara, Karabük, Elazığ, Tekirdağ ve Amasya) uygulamasının başlatıldığını da vurguladı. “Bu projeyle imamlar daha sosyal olacaklar” deniliyor. Nedir bu “Aile İmamlığı”? İmamlar artık sadece camilerde yaptığı işlerle sınırlı kalmayacaklar. Peki, bunun dışında ne yapacaklar? Yapacaklarının bazılarını sıralayalım: Aileleri ziyaret edecekler ve haklarındaki bilgileri not edecekler, okula gitmeyenlerin takip durumunu öğrenecekler, okula gitmeyen kız çocuklarını okula yazdıracaklar, esnafları ziyaret edecekler, geziler düzenleyecekler, İrşad(doğru yolu gösterme, uyarma) faaliyetlerine kültürden sosyal ve spor aktivitelerini de katacak olan mahalle imamları, ayrıca çocuklarla da yakından ilgilenecekler. Bunlar bazıları... Peki, bu bilgileri ne yapacaklar? En yakın bulunduğu Müftülüklere götürecekler. Edinilen bilgiler burada toplanacak. Müftülükler artık birer fişleme ve istihbarat mekânları olacaklar. Bu projenin en önemli ayaklarından birisidir. Diğerleri sadece Aysberg’in görünen yüzü. Diğer önemli ayaklarından birisi de sistemin siyasi kanadının yapamadığını, İslam’ın sünni yanını kullanarak- *** 19 Mijdar 2010 STÊRKA CİWAN G U N C E L Özgür ve ortak bir gelecek ancak gençliğin ortak mücadelesiyle yaratılabilir Derwêş MİLİTAN “Türkiye gençliği artık kendisini sorgulamalıdır. Şu anda Türkiye’de bir numaralı ‘demokrasi savunucuları’ militarist şoven milliyetçilerdir. İşte Türkiye gençliği, öğrencileri, aydınları bu tablo karşısında kendi sorumluluklarını ve duruşlarını sorgulamak durumundadır” Mijdar 2010 Kürdistan’daki ulusal demokratik gelişme sürecinden en fazla etkilenmesi ve sonuç çıkarması gereken Türkiye toplumu ve gençliğinin yasadığı durum; oynanmayan roller bakımından hala ciddi bir değerlendirme konusu olmaya devam ediyor. Türkiye’de yaşanan ağır ekonomik, sosyal siyasal kültürel vb. sorunlarla bu sorunları çözmek durumunda olan toplumsal güçlerin içinde bulunduğu örgütsüzlük, dağınıklık ve etkisiz mücadele konumu tam bir tezatlık oluşturmaktadır. Çelişki süreci kendini çözecek güçleri de ortaya çıkarır. Eğer bir yerde çelişkiler ve sorunlar ağırlaşmış ve bir çözüm sınırına gelip dayanmışsa, orada çözümü isteyen güçlerin etkili bir biçimde devreye girerek çelişkinin çözümüne müdahalede bulunması gerekir. Bu toplumsal gelişmenin kanunudur. Ancak Türkiye söz konusu olduğunda adeta bu gelişme diyalektiği işlememektedir. Veya daha doğru bir ifade ile kendiliğinden işleyen sürece bilinçli müdahale yapılmamaktadır. Oligarşik devlete egemen olan şoven militarist güçlerin uyguladığı ekonomik, sosyal, kültürel politikalar toplumu nefes alamaz duruma getirmiştir. Halkın açlık sınırında seyreden yoksullaşması, artan işsizlik ve pahalılık karşısında Türkiye’de ekonomiyi hortumlayan hırsızlar, rantçılar almış başını yürüyor. Düşünce ve örgütlenme özgürlüğü gasp edilmiş, her türlü antidemokratik uy20 gulama topluma reva görülmektedir. Hem de “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesiyle yaşadığını övüne övüne söyleyen bir Türkiye’de. Okulunu bitiren yüz binlerce üniversite öğrencisi çalışacak iş bulamamakta, YÖK’te ifadesini bulan eğitimdeki antidemokratik uygulamalar devam etmektedir. Tepeden tırnağa antidemokratik, oligarşik sistemden kaynaklanan bu sorunlar, herhalde güçlü demokratik toplumsal bir muhalefetin ve mücadelenin geliştirilmesi için haklı ve yeterli gerekçeleri oluşturmaktadır. Ama olup bitenlere bakıldığında, Türkiye’de yıllarca bu haklı olan beklentilerin cevapsız kaldığını görüyoruz. Toplumun ezici çoğunluğunun yaşadığı acılardan oligarşik sistem sorumludur. Ancak yeterli mücadele gerekçeleri, bu sistemden kurtulma ve demokratikleşme istemleri olmasına rağmen bunu doğru bir örgüt ve mücadele anlayışı ile yürütmeyen güçler de bu durumun devam etmesinden sorumludurlar. Açık ki, bu güçlerin başında da gençlik gelmektedir, özellikle de devrimci aydın gençlik yer almaktadır. Türkiye gençliği büyük bir dinamizme ve potansiyele sahiptir. Mücadeleyi örgütleyip geliştirmesi için sayılmayacak kadar haklı gerekçeleri var, ama mücadeleyi geliştirmemek için kendisinden kaynaklanan nedenler dışında ciddi bir sebep yoktur. Türkiye devrimci demokratik hareketinin temel bir sorunu olan doğru STÊRKA CİWAN bir ideojik siyasal program ve öncü örgüt yaratma sorunu hala devam ediyor. Bir dönemlerin Türkiye’sinde devrimcilik yapmış olan bazılarının “Biz faşizme karşı örgütlenmediğimiz için değil, örgütlenemediğimiz için suçluyuz” biçiminde itiraf ettikleri suçu Türkiye gençliği işlemeye devam ediyor. Hiç şüphesiz bu bir kader ya da tedavisi mümkün olmayan bir hastalık değildir. Doğru teşhis, tedavinin olmazsa olmaz koşuludur. Bu nedenle Türkiye gençliği, her şeyden önce tarih ile ve kendisiyle yüzleşme cesaretini ve samimiyetini ortaya koymalıdır. Denizlerin mirası Türkiye gençliği için büyük tarihsel bir mirastır Unutulmamalıdır ki, Türkiye devrimci gençlik hareketinin küçümsenmeyecek tecrübelerle dolu ve doğru yaklaşıldığında büyük güç ve ilham alınacak bir geçmişi vardır. İşte Denizlerin Mahirlerin İboların, damgasını vurduğu ‘68’ler Türkiye’sine bakıldığında, halkına karşı sorumluluk duyan bilinçli, cesur, doğasına ihanet etmemiş onurlu gençliğin nasıl bir duruş sergilemesi gerektiğini görmek mümkündür. Türkiye gençliğinin bağrından çıkmış bu büyük dava adamlarının mücadelesi, bu günkü Türkiye gençliği için büyük bir tarihsel miras ve güç kaynağıdır. Denizler Mahirler ve İbolar Kürt ve Türk halkları için mücadele ettiklerini haykırarak kimileri idam sehpasına yürüdü, kimileri direnerek öldürüldü. PKK, bu onurlu devrimci gençlik önderlerinin direnişinden etkilendi ve onların anısını Kürdistan da ulusal demokratik devrime dönüştürdü. Ancak bugünkü Türkiye gençliğine bakıldığında, yanı başında gelişen Kürt özgürlük hareketini bir güç kay- nağı ve gelişme nedeni olarak değerlendirip mücadelesinde sıçrama yapmak yerine bu devrimci gelişmeden etkilenmemek için adeta bir çaba içerisindedir. Büyük bir kesimin yaşadığı durum budur. 26 yıllık savaş döneminde de durum budur. Demokratik özerklik ve özgür birlik çözümünün geliştirildiği günümüzde de yaşanan, bundan pek farklı değildir. Örgüt ve mücadele alanında yaşanan etkisizlik nedeniyle bugün demokrasi ve Devrim cephesinde saf tutması gereken önemli bir gençlik potansiyeli, farklı noktalara kanalize olmuş durumdadır. Fanatik dini akımların etkisine terk edilmiş gençlik kesimi az değildir. Şoven milliyetçi ideoloji ve örgütlenmeler, önemli bir kesimi kontrol altında tutmaktadır. Globalleşen dünyada etkili olmaya çalışan emperyalist kültürün yozlaştırıcı etkisi karşısında gençlik savunma mekanizmalarından yoksundur. Türkiye 21 de uygulanan şoven milliyetçi politikalar ve antidemokratik uygulamalar, tüm toplumu olduğu gibi gençliği de siyasetin dışına iterek toplum sorunlarından uzak, amaçsız ve günü birlik yaşayan; yönlendirilmeye ve kullanılmaya açık bir konuma getirmek istemektedir. Türkiye gençliği artık kendisini sorgulamalıdır. Şu anda Türkiye de bir numaralı ‘demokrasi savunucuları’ militarist şoven milliyetçilerdir. İşte Türkiye gençliği, öğrencileri; aydınları bu tablo karşısında kendi sorumluluklarını ve duruşlarını sorgulamak durumundadır. Tüm bu değerlendirmeler, büyük bir potansiyele sahip olan Türkiye gençliğinden, demokrasi ve özgürlük mücadelesinin gelişmesinden umutsuz olduğumuz anlamına gelmiyor. Bugün oligarşik sisteme karşı toplumun büyük bir kesiminden, başta Kürtler olmak üzere, değişik kesimlerden yükselen olumlu sesler Mijdar 2010 STÊRKA CİWAN ve tepkiler vardır. Vazgeçilmez bir ihtiyaç olan demokrasi, adalet ve özgürlük herkesin talebi durumuna gelmiştir. Bu doğrultuda yetersizlikleri olmakla birlikte, ciddi bir tartışma süreci başlamıştır. Bu durum toplumun her zamankinden çok mücadeleye eğilimli olduğunu gösteriyor. Ancak tüm bunlar örgütsüz, kendiliğinden ve uzun vadeli perspektiften yoksundur. Tam da bu noktada Türkiye devrimci gençliğinin rolüne uygun olarak ve etkili bir biçimde devreye girmesi, tüm toplumu kucaklayan demokratik hareketi örgütlemesi ve eyleme geçmesi gerekiyor. ‘Küçük olsun, benim olsun’ anlayışında ifadesini bulan ve yıllardır Türkiye solunu marjinal konuma mahkum eden dar grupçu çemberi kırarak demokrasiyi isteyen tüm kesimlere ulaşmalı, onlarla ittifak ve dayanışma içerisinde olmalıdır. Zamansız tepkileri ve kendiliğinden hareketleri örgütlü kanallardan ana hedefe yöneltebilmeli ve demokrasi mücadelesinde sürekliliği sağlayabilmedir. Ölümü değil yaşamın tutkusunu yaşamalıyız Kürt özgürlük hareketi, demokratik özgür birliğin en temel çözümleyici gücü olarak devrededir. Buna karşılık, Türkiye’deki demokrasi ve emek cephesinin örgütlenip harekete geçmesi gerektiği ortadadır. Bunun için Türkiye’nin şiddetle yeni Mahirlere İbolara Denizlere ihtiyacı vardır. Gerçek yurtseverliği, sosyalist demokrasiyi, özgürlük ve eşitlik temelinde halkların kardeşliğini savunan, mücadele ruhuyla dopdolu dava adamları olmadan koşullar ne kadar elverişli de olsa demokrasi ve özgürlük mücadelesi gelişemez. Kürt ve Türk halkının demokratik özgür birlik temelinde eşitçe ve kardeşçe bir arada yaşaması için demokrasi Mijdar 2010 ve özgür birlik mücadelesini birlikte omuzlaması ve başarması gerekiyor. bunun başka yolu yoktur. Bu Kürdistan ve Türkiye gençliğinin ortak mücadele cephesindeki birliğini de ifade eder. Dar ulusçu ve şoven milliyetçi yaklaşımlardan arınarak; sosyalist demokrasinin bir gereği olan halkların özgür demokratik birliğini yaratma bilinciyle mücadeleyi geliştirmekten başka seçenek yoktur. Demokrasi ve özgürlüklerin olmadığı yerde, Türkiye ve Kürdistan gençliğini bekleyen hiç bir gelecek yoktur. Özgürlüksüz ve Önderliksiz Yaşam Asla Olamaz ilkesi, en başta onurlu gençliğin yaşam ve mücadele felsefesi olmalıdır. Kemal Pir’in “yaşamı uğrunda ölecek kadar seviyorum” sözü büyük özgürlük tutkusunu ifade etmektedir. Bugün de Kürdistan ve Türkiye dağlarında bu büyük değerleri yaşatan 22 ve onları zafere kadar taşıma kararlığında olan binlerce özgürlük gerillası Türkiye ve Kürt halkının eşit ve özgür birliktelik temelinde yaşamının teminatı ve bu çizginin fedaisidirler. Bu gün de yaşanan her şahadet, Mahirlerle, Denizlerle başlayan Haki Karer, Mazlum Doğan, Kemal Pir, Beritan, Zilanlarla ve binlerce kahraman şehitle devam eden, devrim şehitleri zincirinin birer halkası olarak halklarımızın özgürlüğüne giden yolu aydınlatmaktadırlar. Bu gün bizlere düşen bu değerlere sahip çıkmak ve bu şehitlerin anısını kendi mücadelemizde yaşatarak zafere kadar yürümektir. Bu temelde tüm şehitleri Eylül ayında şehit düşen Şiyar Militan (Aziz) yoldaş şahsında saygıyla anıyoruz. *** STÊRKA CİWAN S A N A Sanatın Öyküsü T Siti ÇİYA ‘Sanat’ diye bir şey yoktur aslında. Yalnızca sanatçılar mutlaka bir neden vardır. Miki, gerçek bir fareye benzemez vardır. Bir zamanlar bazı insanlar renkli toprakla bir ama kimse kalkıp Miki’nin kuyruğunun uzunluğu konusunda mağaranın duvarına kabaca bizon resimleri çiziktiriyordu, öfkeli yazılar yazmaz gazetelere… Disney’in büyülü bugün de bazıları boya satın alıp duvar ya da tahta dünyasına giren herkes, artıl büyük S ile başlayan sanatı perdeleri resimliyor. Tüm bu etkinlikleri sanat diye umursamaz. Bir resmin doğruluğunda bir kusur bulduğumuztanımlamakta hiçbir sakınca yok. Yeter ki bu sözcüğün da her zaman şu iki soruyu sormalıyız kendimize: Birincisi yer ve zamana göre birbirinden değişik anlamlara gelebi- sanatçının çizdiği nesnenin görüntüsünü değiştirmesinde leceği unutulmasın. Ve günümüzde neredeyse bir korkuluk bir neden olup olmadığıdır. İkincisi ise bir yapıtı sadece ve bir tapınma aracı haline gelen, büyük S ile başlayan gerçeğine benzer çizilmedi diye sanatçının hiçbir zaman Sanatın var olmadığının bilincinde olunulsun. Bir suçlanmaması gerektiğidir. Böyle bir suçlama için sanatçıya yapmış olduğu şeyin bir bakıma kendimizin haklı, sanatçının haksız olduğunu güzel sayılabileceğini ama ‘sanat’ olkesinlikle kanıtlamış olmamız gerekir. “Doğada var madığını söyleyerek onu yıkıma süHepimiz ‘nesneler böyle görünmez’ olduklarını hiç rükleyebilirsiniz. Aynı biçimde bir diye ayaküstü yargılara varmaya düşlemediğimiz yepyeni tabloyu güzel bulan herhangi bir yatkınız. İşin tuhafı, doğanın hep güzellikleri görmeyi bize öğreten kimseye bu tabloda beğendiği geleneksel tablolardaki gibi göonlardır. Eğer onları izleyip, şeyin sanat değil de, başka bir ründüğünü sanırız. Çok uzun şey olduğunu söyleyerek kasayılmayacak bir süre önce geronlardan bir şeyler öğrenirsek, kendi fasını karıştırabilirsiniz. penceremizden şöyle bir dışarı bakmak bile çekleştirilen şaşırtıcı bir bulgu, Sanatla yeni ilgilenmeye heyecan verici bir serüvene dönüşecektir. böyle bir kuramın temelsiz başlayanların ilk yaptığı şey, olduğunu kanıtlamıştır. Yüzyıllar Büyük sanat yapıtlarının tadına kendi gördüklerini ortaya çıkaran boyunca binlerce kişi koşan atları varılmasında, alışkanlıklarımızı ve sanatçıya hayranlık duymalarıdır. seyretmiş, at koşularında ve sürek önyargılarımızı aşmaktaki En çok beğendikleri şey, ‘gerçek’ avlarında bulunmuş, savaşlarda isteksizliğimizden daha büyük gibi görünen yapıtlardır. Görünen şahlanıp fırlayan veya av köpekleri bir engel yoktur” dünyayı olduğu gibi resmetmedeki ardından koşan atları betimleyen resim sabır ve yeteneğin, kuşkusuz övülmesi ve baskılardan hoşlanmıştır. Bu insanların gerekir. Geçmişin tanınmış sanatçıları, en ufak hiç biri bir atın gerçekte nasıl koştuğuna dikkat ayrıntının bile özenle saptandığı yapıtlarına çok çaba etmemiş gibidirler. Fransız ressam Gêricault, ünlü harcamışlardır. ‘Gerçek’ tablolardan hoşlananlar, Eıvjpsom betiminde yaptığı gibi diğer ressamlar ve oyma detaylandırılmamış kabataslak resimleri sevmezler. Sadece ressamlar, atları her zaman, sanki koşunun atılımı içinde bu da değil. Doğru çizilmemiş olduklarını düşündükleri havada süzülürcesine dört bacağı da gerili olarak resmetyapıtlardan da hoşlanmazlar. Aslında modern sanat üzerine mişlerdir. Oysa hızlı çekim yapan fotoğraf makinelerinin yapılan tartışmalarda, doğanın bunca yakınma yaratan icadı ardından anlaşıldı ki, hem ressamlar, hem de seyirciler çarpıtılmasının anlaşılmaz bir tarafı yoktur. Walt Disney’in yanılmışlar. Çünkü dört nala koşan hiçbir at bize ‘doğalmış’ filmlerini veya çizgi kitapları görmüş olan herkes şunu gibi görünen şekilde hareket etmez. Aslında bacaklarını bilir ki, nesnelerin kimi zaman şu ve ya bu anlamda, ol- yerden birbiri ardına kaldırır. Ne var ki ressamlar bu yeni duklarından başka değişmiş ve çarpıtılmış olarak çizilmesinde bulguya dayanarak, hareket eden atları gerçekteki gibi çiz23 Mijdar 2010 STÊRKA CİWAN meye başladıkları zaman, tabloları yanlış olduğu gerekçesi ile herkes tarafından eleştirildi. Bu kuşkusuz abartılmış bir örnek. Ancak benzer yanılgılar, ilk bakışta sanıldığı gibi pek de seyrek değildir. Hepimiz alışılmış renk ve biçimleri, biricik doğru renk ve biçimlermiş gibi kabul etme eğilimindeyiz. Çocuklar kimi zaman yıldızların aslında hiç de olmadıkları halde, yıldız biçiminde olduğuna inanırlar. Bir tabloda gökyüzünün mavi, otunda yeşil olmasında direnen kimselerin, bu çocuklardan pek farkı yoktur. Kürt Halk Önderi Öcalan, “toplumsal gerçeklikler, inşa edilmiş gerçeklerdir” diyor. Bizler de mavi gök ve yeşil çayırlara ilişkin duyduğumuz her şeyi unutmayı bir denesek; sanki bir keşif yolculuğunda başka bir gezegenden şimdi gelmiş ve dünyayı ilk kez görüyor gibi olsak, işte o zaman nesneler daha değişik ve şaşırtıcı renklerle görünebilirdi bize. Evet, sanatçılar da bazen bir keşif yolculuğuna çıkmış gibi sanırlar kendilerini. Onlar dünyaya yeniden bakmak, ten renginin pembe, elmaların sarı ya da kırmızı olması gibi kabul edilmiş kavram ve önyargılardan kurtulmak ister. Bu basmakalıp düşüncelerden kurtulmak kolay değildir elbette. Ama bu kalplardan en çok kurtulan sanatçılar, çoğunlukla en ilginç yapıtları verirler. Doğada var olduklarını hiç düşlemediğimiz yepyeni güzellikleri görmeyi bize öğreten onlardır. Eğer onları izleyip, onlardan bir şeyler öğrenirsek, kendi penceremizden şöyle bir dışarı bakmak bile heyecan verici bir serüvene dönüşecektir. Büyük sanat yapıtlarının tadına varılmasında, alışkanlıklarımızı ve önyargılarımızı aşmaktaki isteksizliğimizden daha büyük bir engel yoktur. Bilinen bir konuyu alışılmamış bir şekilde canlandıran bir sanat ürünü, ‘doğru olmadığı’ gerekçesiyle eleştirilir çoğu zaman. Bir öykünün sanatta canMijdar 2010 landırıldığını ne kadar sık görmüşsek, aynı konunun hep aynı örneğe uygun olarak betimlenmesi gerektiğine o kadar körü körüne bağlanırız. Kutsal konulara geldiğinde duygular doruk noktasına ulaşır. Yapıtlardaki her ayrıntı sanatçının ulaştığı bir karardır Bilindiği gibi kutsal kitaplar, İsa’nın dış görünüşüne ilişkin en ufak bir ipucu vermezler. Ama tanrının bile insan biçimli olarak hayal edilemeyeceği ve giderek, alıştığımız imgeleri ilk kez ilk o sanatçıların yarattığını bildiğimiz halde, birçokları hala bu geleneksel biçimlerden uzaklaşmanın ‘günah işlemek’ gibi bir şey olduğuna inanır. Kutsal kitabı yepyeni bir gözle okuma çabası çoğu zaman etrafı şaşırtıp, sinirlendiriyor. Bu konuda yaşanan tipik bir skandal 1600 yıları dolayında etkinlik gösteren cesur ve devrimci İtalyan ressamı Caravaggio’nun çevresinde koparılmıştır. Bir Roma Kilisesinin sunak masasına konulmak üzere, kendisine bir Aziz Matta tablosu sipariş edilmişti. Aziz, vahiyleri yazarken betimlenecek ve vahiylerin Tanrı’nın sözü olduğunu kanıtlamak için Aziz’in yanına bir melek konulacaktı. Büyük bir hayal gücüne sahip ressam, Aziz Matta’yı hiç beklemediği bir anda kitap yazma olayı ile karşı karşıya kalan yaşlı, yoksul bir emekçi, sıradan bir halk adamı olarak tasarlamaya çalıştı. Sonunda, koca bir kitabı kabaca tutmaya çalışan ve alışmadığı yazma eylemi nedeniyle tedirginlikle alnını kırıştıran, ayakları çıplak ve kirli, başı kel bir Aziz Matta çizdi. Yanında, hemen o an göklerden inmiş, öğretmenin küçük bir öğrenciye yaptığı gibi, Aziz’in elini yumuşakça yöneten genç bir melek koydu. Caravaggio, tabloyu kiliseye teslim ettiğinde, halk bunu Aziz’e 24 karşı yapılmış bir saygısızlık olarak saydı ve ortalık birbirine girdi. Tablo, kilise tarafından geri çevrildi. Caravaggio ise yeni bir çalışma yapmak zorunda kaldı. Başına yeni bir belanın gelmesini önlemek isteyen sanatçı da geleneksel betimlere bağımlı kaldı. Bu olay, sanat yapıtlarını, onlardan tat almalarını önleyen yanlış nedenlere dayanarak yadsıyan ve eleştiren kimselerin yol açabilecekleri zararı ortaya koymaktadır. Daha önemlisi ‘sanat yapıtı’ olarak nitelemeye alıştığımız şeyin gizemli bir etkinliğin sonucu olmayı, insanın insan için yaptığı bir nesne olduğunu da bize kanıtlar. Bir tablo verniklenip, çerçevelenip duvara asıldığında, insana pek uzak gelir. Müzelerimizde de sergilenmiş nesnelere dokunmak haklı olarak yasaklanmıştır. Ama aslında o yapıtlar, başlangıçta ellenmek, evrilip çevrilmek, pazarlık konusu edilmek, üzerine tartışılmak için yaratılmışlardır. Yapıtlarındaki her bir ayrıntının da, sanatçının ulaştığı bir kararın sonucu olduğunu hatırlamamızda yarar var. Sanatçı bu ayrıntıları kim bilir kaç kez değiştirmiş olmalıdır. Belki de ‘arkadaki şu ağacı olduğu gibi bırakmalı mı, yoksa yeniden mi boyamalı?’ diye kendine sormuş, belki de güneş ışığı vurmuş bir buluta ansızın ve beklenmedik bir parlaklık veren şanslı bir fırça vuruşundan mutlanmış, belki de hiç istemediği halde salt alıcının ısrarıyla, bir takım figürler eklemiştir. Nitekim şimdi müzelerimizin ve galerilerimizin duvarlarında sıralanmış tablo ve heykellerin çoğu hiç de sanat yapıtı olarak sergilenmek için yapılmamışlardır. Bunlar sanatçının işe koyulduğu andan itibaren karşısında var olan belirli bir amaç ve belirli bir neden sonucu ortaya konulmuşlardır. *Kaynak: E. H. Gombrich *** STÊRKA CİWAN K Ü L T Ü Bireyci Kapitalist Modernist Kültüre Karşı Toplumsal Kültür R Kasım ENGİN “Kapitalist modernitenin asıl gücü ne parasından ne silahından kaynaklanmaktadır. Tüm ütopyaları her renge bürünen en değme sihirbaza taş çıkartan liberalizminde boğması asıl gücünü oluşturmaktadır.” Bugün ana topraklardan uzak binlerce hatta yüz binlerce Kürt yaşıyor. Bunların çok büyük bir kısmı ise Avrupa’dadır. Avrupa sadece Kürtleri etkileyip kendine çekmekla kalmamış adeta dünyanın tüm topraklarını ve insanlarını etkileyerek kendine çekmesini bilmiştir. Biz bunu iyi ya da kötü görebiliriz ancak değiştirilemeyecek bir gerçek de vardır; o da bugün Avrupa’nın her sahasında farklı kıtalardan gelmiş yüz binlerce insanın yaşıyor olmasıdır. Neredeyse 500 yıldır küresel emperyal bir güç olarak Avrupa tüm insanlığı etkiliyor. Bu etkileme her zaman pozitif olmamıştır. Avrupa küresel emperyal gücü yüzlerce halkı tarihten silip atmıştır. Köleleştirmediği, ezmediği, ekonomisini talan etmediği, sömürmediği, toplumların değer yargılarını zoraki değiştirmediği, ekonomisini felç etmediği ve tabii ki en önemlisi de kültürel olarak bir silindir gibi üzerinde geçip halden düşürmediği bir dünya parçası bulmak herhalde çok zordur. Aynı küresel emperyal güç halkları kültürel olarak gelişmişliğiyle, teknik donanımıyla, bilgi birikimiyle, edebiyle, normlarıyla, hukuk anlayışıyla, demokrasi, felsefe, politik kültürüyle ve tabii ki fizik bilimlerindeki yaratıcılığıyla, sanatıyla, sporuyla, sinemasıyla, ekonomik kalkınmasıyla, derken korkunç bir etkileme gücüyle de kendisini var etmiştir. Kimi halklar Avrupa’nın baskıcı ve zulümkar kültürü sonucu Avrupalara 25 kadar gelmiştir kimisi de onun pozitif nimetlerinden yararlanarak Avrupalara kadar göç etmişlerdir. Kimileri de biz Kürtler gibi “Allah’ın üvey çocukları” muamelesi gördükleri, horlandıkları için ülkelerini terk ederek Avrupa’ya sığınmışlardır. Bu horlanmanın silah zoruyla yapılmadığı yerlerde ise ekonomik olarak aç bırakarak, gelişebilecek olası bir kurtuluş dalgasına katılmamaları için öncelikli olarak genç nüfuslar yurtdışına adeta pazarlanarak gönderilmişlerdir. Ya da çıkarılmışlardır. Avrupa’ya bugün yukarıda söylenenler temelinde gelen ve yaşayan yüz binlerce Kürt vardır. Yeni gidenlerden tutalım da on yıllardır orada yaşayanlara kadar bu yelpaze genişletilebilir. Ortak noktalarından bir tanesi: Avrupa kültürünün etki sahasını derinden yaşamalarıdır. Avrupa kültürü derken biz bireyci kapitalist modernist kültürü kastettiğimizi özenle vurgulayalım. Çünkü Avrupa’da bu kültürün dışında halen kendi varlığını koruyan onlarca hatta yüzlerce halk, komünal halk kültürü tüm sindirme girişimlerine rağmen yaşamaktadır. Avrupa’da yıllardır yaşayan binlerce Kürt genci vardır. Küresel emperyal güç deyip geçmemek gerekir. Küresel emperyal güç demek öncelikli olarak güçlülüğünü kabul ettirmiş olmak demektir. Avrupa sadece Avrupa’da etkin değildir. Avrupa aynı zamanda dünyada da bir marka olarak insanlığı etkilemektedir. Ve tabii ki Avrupa en çok da Avrupa’da yaşayanları etkilemektedir. Mijdar 2010 STÊRKA CİWAN Biz Kürt gençlerini bu bireyci kapitalist modernist kültür nasıl etkilemektedir? Bu soruya ya da sorulara cevap vermeden önce bu bireyci kapitalist modernist kültürün tanımını yapalım. Kapitali ya da kapitalizmi Kürt Halk Önderliği bir değerlendirmesinde: “Sermaye anlamındaki kapitalin en yoğunlaşmış biçimi fabrika olmaktadır. Sermayenin başlangıçta ticaretle yakın bağlar içinde geliştiği, bunun sermayenin ilkel birikim hali olduğu, kökeninin ise ta Sümerlere kadar uzandığı bilinmektedir. Manifaktürden fabrikaya geçiş, üretim biçiminde o döneme kadar eşi görülmemiş bir üretim artışına yol açmaktadır” diye ele almaktadır. Başka bir yerde de kapitalizmin yarattığı karakter yapısına vurgu yaparken de: “Bireycilik, kapitalist toplumu doğuran sistemin temel ruh özelliğidir. Nasıl bilim bu toplumun temel zihniyet durumunu ifade ediyorsa, bireycilik de esas ruhsal özelliğini teşkil etmektedir. Bireycilik, kapitalizmin doğuşunda zincirinden boşalmış bireyin çılgınlığa varan, kendisinin çıkarından başka hiçbir kutsallığı olmayan kükreyişidir; benliği en temel sürükleyici güçlerden başta gelenidir. Bilimden bile öncelikli bir güç olarak rol oynamaktır.” “Kapitalist birey, toplum olgusundan intikam alma hareketidir. Özellikle doğuş sürecinde bireyci tutku hiç sınır tanımamaktadır. Kendini geçmişin tüm bağlarından koparmış saymakla özgürleştiğine inanmaktadır. Para gücünü tanrıyla eşitlemektedir. Yani tanrı=para formülü en çok kapitalist topluma yakışmaktadır. Para, sistemin ruhunun somut ifadesi olmaktadır. Sihirli güçtür, çevrilemeyeceği hiçbir değer yoktur. Toplumun daha önceki biçimlerinde simgeleri totem, tanrı, tanrı-krallar gibi değerlendirilirken, kapitalist biçimlenişte Mijdar 2010 toplumun en özlü güç yansıtıcısı, bireysel ruhu en çok çeken, uğruna her şeyin göze alındığı, gerektiğinde tüm insanlığa kan kusturacak savaşlara götüren güç para olmaktadır. Para etrafında şekillenen bir ruh kimliği geçerli olmaktadır.” Kapitalizm esas gücünü bireycilikten almaktadır “Kapitalist aşamaya gelindiğinde, aşırı yük bağlanan toplumsallaştırmanın bireycilikle patlatılarak görülmemiş bir güce ulaşılacağı adeta keşfedilmiş gibidir. Toplumu en hassas noktalarından bireycilik bombasıyla patlatmak muazzam servete yol açmaktadır. İlk denemeler başarılı sonuç verince, geriye kalan şey sistemleştirmedir. Bireyin dergâhı artık tapınak değildir. Yüzler Allah’a çevrilmemektedir. Günahkârlık ortadan kaldırılmıştır. Yeni Kâbe fabrikadır, yeni tanrı paradır, kutsal olan bireysel çıkardır. Günahkârlık kârlılığın önünde bir tür engeldir.” “Kapitalist modernitenin asıl gücü ne parasından ne silahından kaynaklanmaktadır. Tüm ütopyaları kendi her renge bürünen en değme sihirbaza taş çıkartan liberalizminde boğması asıl gücünü oluşturmaktadır.” Evet, kapitalizmin asıl gücü toplum karşısında öne aldığı bireydir, daha doğrusu bireyciliktir. Bireycilik esasta kendini ama sadece kendini önemsemektir. Elbette insan kendisini de önemsemelidir. Ancak insan adeta kendisini dünyanın merkezine koyarsa ve dünya etrafımda dönüyor diyerek adeta narsist yani kendi benliğine sevdalı bir tarzda dünyaya bakarsa orada çıkacak olan sadece ve sadece toplumdan ve tabii ki tüm insanlıktan kopmaktır. Bir de kapitalizm yukarıda Kürt Halk Önderliği’nin vurguladığı gibi paraya tapar. Para adeta her şeydir. 26 Paran varsa sen de varsın, yoksa sen de yoksun. Para, ahlaki değerler ve ilkeleri belirler. Bir kere böyle şekillenmiş bir bireyin gideceği yer kesinlikle toplum dışılıktır. Hatta insanlıktan çıkmaktır. Konuyu bu eksende enine boyuna ele almak istemiyoruz. Özcesi kapitalist toplum, bireyi maddiyatçılık temelinde ele alır. Maddiyatın varsa varsın başka da yoksun. Yani değerin elinde var olan maddeler ya da çaldığın maddeler kadardır. Toplum böyle şekillenmiştir. Yaşam ilişkileri maddiyatçılık temelindedir. İnsan ilişkileri yine bu temeldedir. Yaşamın kendisi ya da insanın kendisi esasta nesneleştirilmiştir, başka bir deyimle mülk haline getirilmiştir. Böyle olunca bu toplumda şekillenen bireylerin hücrelerine kadar bu karakter ekilir. Bireycilik maddiyatçılığı, maddiyatçılık bireyciliği körükler. Biz de biliyoruz ki özel mülkiyet insan vicdanının kirlenmesine giden yolun kendisidir. Bir kere bu yola sapmışsan adım adım vicdanen kirlenirsin. Kendinle olursun, sade kendininsin toplumun ve de tabiatın dışındasın. Avrupa işte böyle bir birey yaratıyor. Toplumun dışına çıkan ya da toplumdan uzaklaşan bir birey. Bu var olan kapitalist kültür değerlerini ret ederek toplumun dışına çıkma değildir. Bizim kastettiğimiz toplumsallıktan kaçan, ortaklaşmadan uzak, dayanışmaya gelmeyen, birlikte yaşamaktan aciz ve gerçekten ama gerçekten asosyal bir tiplemenin yaratılmasıdır. Avrupa’da böyle bir tipin özenle yetiştirilmek istendiğini biz yaşam tecrübemizle biliyoruz. Toplumsal olay ve olgulara lakayt yaklaşan, duyarsız, kültürel olarak dejenere olmuş, adeta her koyun kendi bacağında asılır misali sadece ve sadece kendisini kurtarmayı hedefleyen, dar, bön, bencil, çıkarcı, insanlık sorunlarına vurdumduymaz, yüzeysel yaklaşan, ufku sınırlı ve hatta STÊRKA CİWAN yaşayıp da bu kadar muhafazakârlaşmayı nasıl izah edeceğiz! Sen kendini ne kadar görebiliyorsun? romantizmden uzak, maceraya bile gelmeyen bir tip. Bir de Avrupa modernist kültürün teknolojik olarak insan üzerinde geliştirdiği hâkimiyetle adeta ürkütmesini, sindirmesini o meşhur “büyük kardeş seni gözetliyor” durumuyla birlikte göz önüne getirdiğimizde ortaya çıkacak tip gerçekten de sıradan, vasat, robotvari düz bir insan olacaktır. İnsanların bir de daha derinlemesine özünden boşalmaları için sanat, futbol, eğlence (Futbol, Fuhuş, Fiesta) eklenince -ki bunlara İspanya’nın faşist diktatörü Franco “3 F’lerim” demiştisistem tamalanmış oluyor. Bu 3 F’lere 3 S’ler de deniyor, yani Spor, Seks, Sanatla yartılan hakikaten bencilliğin en üst sıralarına yerleşmiş bir kişilik görmüş olacağız. Ve tabii siz buna toplumdan uzaklaşması için sunulan imkânları da ekleyin. Siz bunlara uyuşturucuları, pervasızca geliştirilen cinselliğin tatmini, cinsinden çıkarmaları derken adeta sözde doyumun son noktasına kadar getirilişi de eklerseniz geriye bu kişilikten bir şey kalmaz oluyor. Bu yukarıda sıraladığımız kültürel yozlaşmaya bir de kendi topraklarından uzak yaşayan, belki de kendi kültüründen kopartılmış bireylerin kendi öz kültürlerini tanımamalarını da ekleyince ortaya gerçekten çarpıklıkların çıkmaması düşünülemez. Bir kez kendi kültürünü tanımayan bireyler başka kültürlerle sağlıklı ilişki kuramazlar. Kendi kültürlerini tanımayan bireyler başka toplumların değer yargılarını ya da kültürlerini sağlıklı edinemezler. Entegre olamazlar. Böyleleri ancak asimile olurlar. Yani bütünleşmezler, özümlenirler, erirler, eritilirler. Yamalanırlar, yama haline getirilirler. O meşhur dillendirilen asimilasyon insanlık suçudur durumu ortaya çıkar. Denilecek ki bu topluma ayak uydurmayan o kadar çok tip ya da kişi var ki! Ancak unutulmamalıdır ki kendi kültürüyle büyümeyen, kendisini tanımayan ya da tanımamış olan, köklerine oturmayan -bunu ırk anlamında kastetmiyoruz- kökler derken kendi şekillenmesine yabancı olarak büyümeyen, bununla uyumsuz olanların karşı karşıya kalacakları ya erimedir ya sekter olarak kafa tutmalardır, ya da bir ayyaş olmadır -ki bunun içerisinde sözde isyankârların çoğu eninde sonunda yer alır,- ya da olup bitenlerin karşısındaki şaşkınlıktan dolayı içine kapanmadır. Hem de korkunç bir şekilde. Başka da bugün Avrupa’da 27 Şimdi tekrar konuya dönelim ve soralım: Kaç tane Kürt genci yukarıda söylenenlerin dışına çıkabilmiştir? Kaç tane Kürt genci bu kafesten kendisini kurtarabilmiştir? Bazı kendince akıllı olanlar diye bilirler ki: “Bakın biz köşeyi döndük.” Evet, “köşeyi” döndün de ne kadar insanlıktan uzaklaştığını da görüyor musun? Ne kadar bireycileştiğini görüyor musun? Ne kadar toplumun dışına çıktığını, ne kadar kendi öz kültüründen uzaklaştığını da görebiliyor musun? Ve ne kadar bu durumunla kompleksli hale geldiğini görebiliyor musun? Ne kadar ruhsal olarak bunalımlar yaşadığını algılayabiliyor musun? Ne kadar kaprisli, kibirli, kendini beğenmiş olduğunu da görebiliyor musun? Ve yer yer toplumumuzun diliyle ne kadar serserileştiğini görebiliyor musun? Ve bugün Kürdistan dağlarında kan gövdeyi götürürken, insanlık için kıyasıya bir direniş sürdürülürken sen meyhanelerin bilmem hangi köşelerinde ne kadar insanlıktan çıktığını görebiliyor musun? Ve bu “ne kadarla” soruları daha da fazlalaştırarak sorabiliriz. Evet, devam edelim. Böyle bir kapitalist modernite, iliklerine kadar insanı insan özünden boşaltma sistemidir. Anti insanidir, anti ahlakidir, anti hukukidir, anti törecidir. Ve kapitalist modernite mülkçüdür. Mülkçülük ise zincirlerinden boşanmışlıktır, insanlıktan çıkmaktır. Kapitalist modernite bu asosyal durumu herkese ama herkese dayatmaktadır. En kötü dayatmasını da kendisinden geri, ikinci hatta üçüncü sınıf gördüklerine uygulamaktadır. Bu dayatmanın onlarda yarattığı kültürel dejenerasyondur. Mijdar 2010 STÊRKA CİWAN Peki, biz Kürt gençleri olarak böyle bir dejenerasyona karşı nasıl duracağız? Biz kapitalist modernist kültüre karşı kendimizi nasıl koruyacağız? Biz nasıl kapitalist modernist kültürün yalnızlaştıran, bireycileştiren, sadece kendisiyle uğraşır kıldıran, ufkunu daraltan, yaşamı sadece cinselliğe, karın doyurmaya ve bir de pis bir nefese indirgeyen bu kültüre karşı direneceğiz? Öncelikle Kürt gençleri olarak: 1-Kendimizi tanıyacağız. 2-Kendi kültürümüzle buluşacağız. 3-Kendimizi bileceğiz. Yani biz neyiz, nerelerden geldik, neden buralara hizmetçi olarak getirildik, kimler hangi çıkarları için bunu yaptılar? Buna cevap vereceğiz ve tabii peşinden de kişilik şekillenmemizi sağlam kılmamız için içerisinde doğduğumuz kültürü tanıyacağız. Bu kültürün geri yanları varsa onları aşarak yeniden bir insan ve kültür yaratan Özgürlük herketini tanyacağız. Kendimizi şekillendirirken bu kültürün bizim olmazsa olmaz bir parçamız olduğunu bileceğiz. Ve bir de kendimizi bileceğiz. Yani o meşhur “Kendini Bil” ilkesine göre kendimizi tanıyacağız. Bize yukarıda sıraldadığımız hastalıklar nasıl bulaştı önce bunları tespit edeceğiz. Peşinden de bu hastalıkları aşmanın yollarını arayacağız. Kendimize döneceğiz. Hastalıklı olmayan bir bireyin karakter hatlarına bakacağız. Kendisine güvenen, aşırı sekter ve sinirli olmayan, duygusallığıyla adeta her gün oturup ağlamayan, iş bitiren, kimseye ama kimseye boyun eğmeyen, rahatlamış, dengeli, kendi içerisinde uyumu yakalamış, kendisiyle olumlu anlamda barışık olan bir kişiliğin nasıl yakalanacağına bakacağız. Ve ardından da: “Liberalizmin tahrik ettiği birey ve toplumunu çözüp, kendi doğal, insani mecrasına akıtmadıkça sonuç toplumsal Mijdar 2010 Liberalizmin önündeki “liberal” yani “hür” kelimesi sadece ve sadece para babaları ve devletlerin egemenleri için kabul edilen “hür”lüktür. Dediğimiz gibi bu hileleri, aldatmacaları bilerek komünal olana doğru yol almasını bileceğiz kanserle ölüm olmaktan öteye gitmez. Kapitalist liberalizmin birey özgürlüğünden ziyade insan toplumunu kemirme sanatı olduğunu kaynağını ise geleneksel tüccar kültüründen aldığını tespit etmek zor değildir” diyerek kapitalizmin bizde yok etmek istediği komünal değerlerimize sarılacağız. Kapitalist modernitenin sözde maddiyatından kaçınacağız. Mülkiyeti her şey sanmayacağız. Bir de kapitalizmin o göz boyayan şaşalı yaşamına aldırmayacağız. İnsanlığı özünden boşaltan cinsel tatmin güdüsünden ve sahte yaşam arayışlarından da uzak duracağız. Özcesi biz kendimizi terbiye edeceğiz. Özelde nefsimizi terbiye edeceğiz. Ve bireyciliğin yaşam bulduğu ortamlarda eninde sonunda insanlığın biteceğini, yok olacağını bilerek bu hastalıktan kendimizi sıyıracağız. Topluma, toplum değerlerine sarılacağız. Ortakçı olacağız. Ortaklaşacağız. Beraberliğe birlikte yaşamaya daha fazla anlam vereceğiz, kolektifleşmeyi esas alacağız. Yani komünalleşeceğiz. Bir de kendi kültürel değerlerimize sarılacağız. Benliğimizin birer parçası olan, bizi oluşturan kültür değerlerine sarılacağız. Otantik olan, gerçek anlamda klasik olan, ölmeyen, bize uyumlu olan kültürle bezeneceğiz. Bu da esasta kendin olma, kendine anlam verme yoluna girmenin başlangıcı olabilir. Devasa etkili olan kapitalist modernist kültüre karşı direniş ancak ve ancak kapitalist modernist kültürün yok etmeye çalıştığı kültürü yeniden yeşertmekle mümkündür. Kapitalist modernist kültüre karşı durmak istiyorsak öncelikli olarak bu bireyci, egoist, kendinden 28 memnun, maddiyatçı kültürden kendimizi arındıracağız. Kendimizi bunlardan arınmış hale getireceğiz. Bunu yaparken Avrupa’nın yarattığı kültürden yararlanmayacak mıyız? Elbette Avrupa’nın ortaya çıkardığı birçok değeri kendi topraklarımızdan, tarihten süzülerek gelen değerler olarak görerek bunlara da sarılacağız. Düşünce zenginliği, bakış açısı, bilimsel gelişmişlik bunlardan sadece birkaç tanesidir. Ve daha da sıralayabiliriz. Sonlandırırken, bireyci kapitalist modernist kültüre karşı toplumcu olan komünal kültüre sarılarak, bu kültürü elimizde bir bayrak ederek ileriye doğru yürüyeceğiz. Bunu yaparken de kapitalist kültürün insanı kendi içine alarak eriten, yozlaştıran, kendi karşıtına dönüştüren kirli oyunlarına da dikkat edeceğiz. Liberalizmin o şirin gösterilmeye çalışılan yüzüne aldanmayacağız. Liberalizmin önündeki “özgürlük” kelimesi bizim anladığımız ve özlediğimiz özgürlük kelimesi değildir. Liberalizmin önündeki “liberal” yani “hür” kelimesi sadece ve sadece para babaları ve devletlerin egemenleri için kabul edilen “hür”lüktür. Dediğimiz gibi bu hileleri, aldatmacaları bilerek komünal olana doğru yol almasını bileceğiz. Bugün dünyada belki de en geniş bir sahada hem derinliğine hem de genişliğine yaygın bir şekilde böylesine komünal olan bir yaşamın Kürdistan dağlarında özgürlük sevdalısı Kürt gençleri tarafından uygulandığını söyleyerek Kürt gençlerini bireyci kapitalist kültürün panzehiri olan bu sahalara çağırıyoruz. *** STÊRKA CİWAN G E R İ L L A DAĞ BAŞLARINDA ATEŞ BAŞI ZAMANLARINDA Jêhat Nuda YAYLA “Ve çoğunlukla açık havada yakılan ateşlerden başımı kaldırıp gökyüzüne baktığımda yıldızları görüyorum. Ateş ve yıldızlar birbirine o kadar karışıyor ki, her yıldız önümde yanan ateşten göğe savrulmuş bir kıvılcım gibi duruyor. Zaman siliniyor.” En çok ateş başı sohbetlerini sevdim bu dağların. Ve ne zaman bir fırsat bulsam bir ateş yakıp yanıbaşına oturuyorum. Bazen saatlerce, bazen sabahlara kadar alevleri izliyorum. Tutuşan yaprakların, ağaçların nasıl kıvrandığını, kıvrıldığını, ince bir dalın nasıl ateşe hareket ve canlılık kazandığını izlemenin o tuhaf duygusunu nasıl anlatacağımı düşünüp seyrediyorum. Ateş seyirleri herkesi şaşırttığı kadar beni de şaşırtıyor çoğu zaman. Dans eden alevler, can kazanan ağaçlar, yapraklar, kuru odunlar bana hep bir şeyler anlatıyor. O kadar çok şey düşünüyorum ki, bir yerden sonra düşüncelerimin bittiğini, beynimin kıvrımları arasında sadece yakıcı bir sıcaklığın gezindiğini hissediyorum. Beynim ateşi bir yere kadar algılayabiliyor, sonrası yüreğimde tatlı bir huzur ve ferahlık oluşuyor. Her şey siliniyor. Sadece ateş ve dans eden alevler. Ve çoğunlukla açık havada yakılan ateşlerden başımı kaldırıp gökyüzüne baktığımda yıldızları görüyorum. Ateş ve yıldızlar birbirine o kadar karışıyor ki, her yıldız önümde yanan ateşten göğe savrulmuş bir kıvılcım gibi duruyor. Zaman siliniyor. Mekân siliniyor. Ben siliniyorum. Her şey ateş, her şey alev ve ritmi yürek atışı bir dans. Her şey ben oluyorum. Nasıl, bilmiyorum ama en çok ateş başında ‘ben’ oluyorum. Kendimi ne kadar çok yerde aradım ve ne kadar çok yerde buldum. Bir dağlı; ilişkilerime, davranışlarıma, 29 dağ yürüyüşlerime, gülüşlerime ve en çok da ateş başı sohbetlerime bir ad ve anlam koyma arayışlarıma dair yaptığımız bir ateş başı sohbette her şeyden fazla bir kıvılcıma benzediğimi söylemişti. Nedenini sorduğumda, “nereye düşsen küçük bir yangın çıkıyor. Etrafındaki her şey ateşe düşmüş gibi oluyor. Yanmaya hazır olanlar aleve dönüşüyor. Çiğ olanlar dumana boğuluyor. Ama en çok sen yanıyorsun gibime geliyor. Sana baktıkça hep bir kıvılcım görüyorum. Kendine ad koy. Anlam bul. Yoksa hep yanarsın. Ve hiçbir ateş söndüremez seni. Adını ateşten al. Anlamını ateşte bul. Sade dağ yetmez sana. Sen dağdaki kayada, çiçekte, börtü böcekte, suda, gecede değil, ateşte bulabilirsin kendini. Unutma, sen en çok ateşte aradın kendini. Ve orada buldun. Şimdi, seni yakan gerçek ateşin, dağ ateşi olduğunu öğrenmenin zamanı geldi. Bak, ad koy, anlam bul. Yoksa hep yanarsın. Bulursan, kıvılcımdan yangın olursun,” demişti. Sevmiştim bu sözleri. Ama biliyorum, ateşi kendi dilimce adlandırmalıyım. Yüreğimce anlamlandırmalıyım. Onun için, o güne, o an’a dönmeliyim. Daha doğrusu, bir türlü çıkamadığım o an’dan çıkabilmeliyim. Ateş başlarında düşünemiyorum. Sadece yanıyorum. Ve geriye hızla çarpan bir kalbin ritmi ve dans kalıyor. Ve ateş olmuş bir kelebek, bir kıvılcım. Kıvılcım kendini anladığında bozkırlar Mijdar 2010 STÊRKA CİWAN limi. Ateşte buluyorum adımı. Bakıyorum, yavaş yavaş giyiniyorum alevlerimi. Herkesin yanmadığı için, hep yanarak seyrettiği alevlerde kendimi bulup seviniyorum. Dağlıların hüzne bulanmış tebessümlerini ben hep ateş başlarında ediniyorum. Ne zaman bir alev görsem Beritani bir halaya duruyorum tutuşur. Biliyorum. Öğrendim. Şimdi, ad koymalıyım. Anlam bulmalıyım. Ben, ben olmadan önce sadece bendim. Ateş olmadan önce sadece bendim. Bir kıvılcım çaktı, ondan sonra nereye gitsem sadece yanan bir alevdim. Neden başka bir şey değil de, alevde buldum kendimi? Tenim neden bu kadar alışık ateşe? Ve ben ateşte neden yanmadım? Hala öyleyim. Ateşte bir türlü yanmıyor bedenim. Sadece büyüdüğümü ve dans ettiğimi hissediyorum. Ateşin yakıcılığı, neden arındırıcı bu kadar? Ad koyamıyorum. Hissediyorum. Ama bilinen bilmeler bilmeme yetmiyor. O ânı hatırlıyorum. Benzin kokuları içindeyim. Elimde çakmak var. Çaksam yanacağım. Ateşin yakıcılığını biliyorum. Acısını biliyorum. Bir tutuşsam bütün tenim yanacak, biliyorum. Ama bilmem yetersiz kalıyor. İçimden derinden bir yerlerden yansam, yanmayacağımı söylüyor. Kıvılcımı çakmasam yangınım büyüyecek. Acım katlanacak, biliyorum. Yanmasam yanacağım. Hep acı çekeceğim, biliyorum. Bir kere ıskalamıştım. Ve yıllarca yanmıştım. Bu sefer ıskalayamam. Bir şehrin meydanında, benzin kokuları içinde, yitirdiğim her şeyimi avucumda tuttuğum bir çakmağın Mijdar 2010 kıvılcımlarında hissediyorum. Gözler üzerimde. Kendimi çıplak hissediyorum. Utanıyorum çıplaklığımdan. Bir şehrin orta yerinde, dünya denen mekânın orta yerinde bana ait her şeyim ateşlere verilmiş. Dilim yasak! Adım yasak! Beynim ve yüreğim dört duvar arasında esir ve çırılçıplak. Bana ait her şeyim yangına verilmiş. Ben yangının dışında çırılçıplak, örtünmem lazım, utanıyorum. Her şeyim yanarken, beni bu utançtan hangi giyit kurtarabilir? Giyinmeliyim. Yanan dilimi, yanan adımı, yanan ruhumu ve yüreğimi giyinmeliyim. Ki, hepsi alev alev. Utanıyorum. Alev alev giyinmeliyim. Biliyorum. Beni ancak alev giydirebilir. Avucumda yüreğimi tutuyorum. Avucumda kendimi tutuyorum. Ben o an sadece bir kıvılcım olduğumu biliyorum. Kendimi yanlız hissediyorum. Yanlız, çırılçıplak. Ve üşüyen ve utanan bir kıvılcım. Yanmasam yanacağım, biliyorum. Dağ başında ateş başlarında, her kıvılcımda, zamanın durduğu bir ana sıkıştığımı hissediyorum ve o anda buluyorum kendimi. O an bana geliyor her kıvılcımda ve ben, her kıvılcımda, her alevin dansında o an’a gidiyorum. En çok ateş başlarında kendimi giyinik hissediyorum. Ateşte buluyorum di30 Ne zaman bir alev kopup yükselse ateşten, ben de onunla karışıyorum karanlıklara. Parlıyorum, bir dans, bir ritim ve karanlığın içinde ateş ritminde ben. Karanlıkta ben ancak alev olabilirim. Alev olsam ben olabilirim. Bir şehrin ortasında güpegündüz bir karanlıkta o kadar gözün önünde sadece bir karaltıyım. Avucumda kıvılcım karanlıktan sıyrılıp alev giyitlerimle utanmadan ve gururla bakabilirdim o hor gören gözlere. Alevden giyitlerimle hiç utanmadan bakabilirdim en tepeden bakan gözlere. Çıplak dans edemezdim. Ama içimdeki ritim dansa çağırıyordu beni. Giyinip giyitlerimi bu meydana inmeliyim. Dans etmesem, yanmasam utanacağım. Biliyorum. Bir kıvılcım, dans ve bütün utanmalarımdan sıyrılmış ben olan ben. Iskalayamam. Zaman geldi. Giyinmeliyim. Ne zaman bir ateş başına otursam, bir şehrin meydanında alevden giyitlerimle utanmalarımdan sıyrılıp dansa duruyorum. Ne zaman bir alev görsem, Beritani bir halaya duruyorum. Yüreğimin ritmi, dilimin ezgisi hep Beritani bir halayın coşkusunda çağlıyor. Dağ başında, ateş başı sohbetlerde en çok bir şehrin meydanında, şebabi zamanların Beritanistanlı çocuğu oluveriyorum. Ve beni en çok dağlılar, Beritanistanlılar anlıyor. Aradığım anlam dağlı. Adım Beritanistan. Hiçbir şehrin meydanındaki ateş beni giydiremez. STÊRKA CİWAN Anlatacak çok şeyim var. Anlatacak dilim yok. Ad konacaksa, adım ateş. Dil konuşacaksa, dilim alev. Ben o şehrin meydanında yanan bir dağ ateşi, bir dağlı ateşi olabilirdim. Bir dağ, bir dağlı en çok bir şehrin meydanında, şehirlilerin bakışları altında çıplak ve utangaçtır. Bir dağ, bir dağlı en çok bir şehrin meydanında yanar. Bir dağlıyı en çok bir şehirlinin bakışları yakar. Avucumda tuttuğum kıvılcım mıydı beni yakan, yoksa bana yabancı o şehirlilerin hor gören bakışlarındaki kıvılcımın bende yarattığı utancın kıvılcımı mıydı? Şimdi biliyorum. Bir dağ başında, ateş başında anlıyorum. Adını koyuyorum. Ben o şehrin meydanında en çok, utancımla yandım. Ne zaman ki kıvılcım oldum, utançlarımdan sıyrılıp halaya durdum. Ben o meydanda kendimi değil, en çok, o bakışları yaktım. Kıvılcım çaktı, o gözlerdeki bütün hor görmeler, tuhaf bakışlar alevlere karışıp yandılar. Ben o kıvılcımda, beni yakan bakışları yaktım. O yüzden hiç yanmadım. Yanmadı canım. Adımı buldum. Dilimi konuştum. Adım ateş. Dilim güneş. Hangi bakış yakabilir ki güneşi ve ateşi? Dağ başında, ateş başı zamanlarında hep kendi zamanıma dönüyorum. Zamanım, güneşin ve ateşin kutsandığı toprakların ürün zamanı. Zamanım, bana ait ne varsa, asri zaman bakışlarında utanca boğulduğum zamanlardan alevle giyindiğim zaman. Anlatacak çok şeyim var. Anlatacak dilim yok. Ad konacaksa, adım ateş. Dil konuşacaksa, dilim alev. Beni bir şehrin meydanında kıvılcıma kesen neydi? Asri zamanların bütün iyileştirici güçlerinin çaresizliğinde, yüzümde hüzni bir tebessümle beni iyileştiren, arındıran neydi? Herkes ateşlerde yanıp acı çekerken, içimdeki bütün yangınları bitiren hangi alevdi? Dağ başlarında, ateş başı zamanlarında en çok da, kadına benzettiğim alevin dansında buldum bütün kayıp sorularımın bilinmez cevaplarını. Tenimi gören herkes bana yanmanın nasıl bir şey olduğunu soruyor. Ne zaman kendimle başbaşa kalsam bunu nasıl anlatabilirim diye soruyorum kendime. Ad koyamadığım, anlamını bulamadığım soruların yangınında yanıp durdum yıllarca. Nasıl yandım? Neden yandım? Şimdi, biliyorum. Ben, nerede olursam olayım kendimi ancak, bir dağ başında, dağlıların binlerce yıldır sönmeyen ateşlerinde bulabilirdim. Bir 9 Ekim karanlığında ben ancak Newroz olarak kendimi bulabilirdim. Şerevdin’de kara kıl çadırlarımızın altında en çok da, dengbêj sohbetlerinde, bir Newroz efsanesi dinlerdim. Her yer karanlığa kesmiş. Beyinler karanlığın ejderhalarına kurban edilir. Herkes utanç içindedir. Her yerde ölüm ve karanlık hüküm sürmektedir. Ve karanlıkların en zifiri olduğu dağ doruklarında, birileri, ellerinde bir kıvılcımla beklemektedir. Dağlarda, dağlıların kaçakları, o anı beklemektedir. O an gelir, kıvılcım çakar. Dağ başlarında ateşler yanar. Ve aydınlanır bütün karanlıklar. Newroz’u getiren, görünmezi görünür kılan, adsıza ad koyan, manasıza mana bulan dağın ateşi. Bu bir efsanedir. Ve Ekim’in asri zaman karanlıklarında ad konacaksa, mana bulunacaksa ancak bir kıvılcımda yeşerebilir yaşam. Bir şehrin meydanında, bir Ekim sabahında bir dağlı ancak, bir kıvılcım olarak bulabilirdi kendini. Ben o yüzden dağ başlarında ateş başı zamanlarımda, en çok Newroz ve kıvılcım oluveriyorum. Ve Newroz, en çok da Mem û Zin’de anlatıldığında güzellik kazanır. Ve 31 güzel yanma, aşk ateşinde yanmadır. Peki, beni yakmayan yangın, o güzel yangın, hangi aşk ateşinin yangınıydı? Şimdi biliyorum. İnsan, aşk ateşinde yanmaz. Önce yanar, sonra aşık olur. Yanarken aşık olur. O şehirde, o meydanda, o kıvılcım, kaybolmuş aşki zamanlarının yitik ben’imin çakışıydı. Ben ancak ateşte, ateşle giyinip halaya durduğumda dönebilirdim aşki zamanlarıma. Hangi aşktı ateşlerde aradığım? Ateş öncesi zamanlarda hep sevdim bir şeyleri, birilerini, birini ama hiç aşık olmadım. Yanmadan aşık olunamaz. Aşık olan yanmadan duramaz. Eğer ortada bir aşk varsa ve yangın yoksa, yalan vardır. Eğer aşık olunmuşsa, hiçbir yangın yakamaz seni. Dağ başlarında, ateş başı zamanlarımda her şeye aşık oluyorum. Ateşten yükselen bir kıvılcımda, karşımda hüzni tebessümlere bulanmış bir yüzün gamzesinde ne yangınlar, ne aşklar görüyorum, o meydandan, o andan bu yana. Beni yakmayan o şehrin meydanındaki o yangın, şimdi, dağ başında, ateş başında hep karşımda duruyor. Kıvılcım hep yangınını arar. Kıvılcım ateş değildir. Ne zaman ki yanacak yer bulur, o zaman yanar, ateş olur. Dağ başlarında, ateş başlarında yangınımı buldum. Şimdi, her gece dağlıların ateş başı sohbetlerinde en çok aşık olduklarını biliyorum. Ateş aşkı. Dağlının aşkı. Yakmayan yangın. Yanmayan aşk. Gerisi ateşlere verildi. Bundandır dağlılar kıvılcım koydular adımı. Ben ise, ben olan tek manayı buldum. Aşk. Gerisi ateş. Yanan kim? Yakan kim? Gören kim? Ateş görmez kendini. Sadece yanar. Bilmek yanmaktır. Yanmak bilmeyi aşmaktır. Aşmak, aşık olmaktır. Ben mi? Bilmiyorum ki... *** Mijdar 2010 STÊRKA CİWAN P E R S P E K T İ F DEMOKRATİK ÖZERKLİK Abdullah ÖCALAN “Görüşme notlarından derlenmiştir” “Tarihsel koşullar nasıl 19. yüzyılda daha çok ulus-devletçilikten yana idiyse, günümüz koşulları da yani 21. yüzyıl gerçeklikleri de demokratik uluslardan ve her düzeyde güç kazanmış kent, yerel ve bölgesel özerk yönetimlerden yanadır” Mijdar 2010 Tarihte her zaman büyük ağırlığı olan kent, yer ve bölge çaplı özerk yönetimler, ulus-devletçiliğin kurban ettiği diğer çok önemli kültürel gelenekler arasındadır. Uygulanan tüm toplumsal ve devletsel yönetimlerde kentin, yerelin ve bölgelerin kendine has yönetimleri, özerklikleri hep olagelmiştir. Zaten başka türlü özellikle büyük çaplı devlet ve imparatorlukları yönetmek mümkün olamaz. Katı merkeziyetçilik esasında modernitenin tekelci karakteri olarak bir ulus-devlet hastalığıdır. Azami kâr kanununun bir gereği olarak dayatılmıştır. Ur gibi büyüyen orta sınıf burjuva bürokratlarının iktidar olmaları için düzenlenmiştir. Bir değil, bin kral düzenleri tesis etmek için, ancak faşizmle yürüyen bir model olarak geliştirilmiştir. Klasik modernitenin çözülüşü hızlandıkça ve postmodernite türü çoğu liberal nitelikli de olsa bazıları da radikal kopuş anlamına gelen kültürel hareketler geliştikçe, bunda en büyük payı kentin, yerelin ve bölgelerin özerklik hareketleri omuzlamıştır. Aslında tüm çağlar boyu güçlü yaşadıkları siyasi, ekonomik, sosyal boyutlar da taşıyan kültürlerine dönüş, yeniden canlandırma söz konusudur. Çok önemli tarihsel-toplum anlamı olan ve olması gereken hareketlerin başında gelmektedirler. Kentin, yerelin, bölgenin kurtuluşu olmadan, ulus-devlet hastalığından kurtuluş mümkün değildir. Bunu en iyi anlayan ve uygulamaya geçiren oluşum AB üyeleridir. Gerek modernite adı altında yaşadıkları dört yüz yıllık 32 barbarlıklar, gerek Birinci ve İkinci Dünya Savaşları Avrupa kültürüne yeterli dersi vermiştir. İlk uygulamaya koydukları adımların kent, yerel ve bölgesel özerklik yasaları olması tesadüf değildir. Ulus-devletçiliğin soykırım başta olmak üzere tüm kültürel varlıklar için ne menem bir soykırım olduğunu kavramalarıyla ilgilidir. Bugün Avrupa Birliği’nde en gözde çalışmaların kent, yerel ve bölgesel kültürler kapsamında gerçekleştirilmesi, tüm küresel sorunların çözümünde en önemli unsurların başında gelmektedir. Fazla radikal olmasa da önemli, gerekli bir kültür hareketidir. Zaten dünyanın tüm kıtalarında merkezi yönetim homojenliği tam dayatılıp geliştirilemediğinden, birçok kentin, yerelin ve bölgenin özerkliği canlılığını korumaktaydı. Rusya Federasyonu’ndan Çin ve Hindistan’a, tüm Amerika kıtasından (ABD federaldir, Kanada’da özerklik yaygındır, Latin Amerika zaten bölgesel özerklik konumundadır) Afrika’ya (Afrika’da geleneksel aşiret ve bölge yönetimi olmadan devletler oluşup yönetemez) kadar özerk konumlar ve özerklik çalışmaları en aktif ve aktüel konulardır. Ulus-devletçiğin katı merkeziyetçi hastalığı, sayıları sınırlı bazı Ortadoğu devletlerinde ve diğer diktatörlüklerde uygulanmaktadır. Klasik modernitenin en önemli boyutu olan katı merkeziyetçi ulus-devlet yapılarının üstten küresel sermaye, alttan kültürel hareketler tarafından sıkıştırılmasıyla yaşadığı çözülmeler en STÊRKA CİWAN çok kent, yerel ve bölgesel özerklik yönetimleriyle ikame edilmeye çalışılmaktadır. Günümüzün gittikçe güçlenen bu eğilimi, demokratik-ulus hareketiyle de iç içe gelişmek durumundadır. Demokratik ulus, yönetim biçimi olarak konfederalizme çok yakındır. Konfederalizm bir nevi demokratik ulusların siyasal yönetim biçimidir. Güçlü kent ancak yerel ve bölgesel özerk yönetimlerle varoluş kazanabilir. Yönetim biçimi itibariyle her iki hareket de özdeş ve çakışma durumundadır. Demokratik uluslaşma ve uluslar kent, yerel ve bölgesel özerklikler olmadan yönetim gücü kazanamaz. Ya kaosa düşüp dağılır ya da ulus-devletçiliğin yeni bir modeliyle aşılır. Her iki duruma düşmemek için, demokratik ulus hareketi mutlaka kent, yerel ve bölgesel demokratik özerklikleri geliştirmek zorundadır. Buna karşılık kent, yerel ve bölgesel özerk yönetimler hepten yutulmamak, ekonomik, sosyal ve siyasal güçlerini tam kullanabilmek için demokratik ulusal hareketle demokratik ulus olarak bütünleşmek ihtiyacındadır. Ulus-devletçiliğin her iki hareket için sürekli kapıda tuttuğu ve dayattığı aşırı merkeziyetçi güç tekellerini ancak aralarındaki sağlam ittifakla aşabilirler. Aksi halde her iki hareket ve hatta olgu olarak, geçmişte çokça yaşadıkları gibi yeniden homojenleştirme tehdidi altında tasfiye olmaktan ve erimekten kurtulamazlar. Tarihsel koşullar nasıl 19. yüzyılda daha çok ulus-devletçilikten yana idiyse, günümüz koşulları da -yani 21. yüzyıl gerçeklikleri de- demokratik uluslardan ve her düzeyde güç kazanmış kent, yerel ve bölgesel özerk yönetimlerden yanadır. Ortaçağda benzeri kent özerklik politikaları daha da yaygın uygulanabilmiştir. Büyük imparatorluklara karşı direnen kentlerin yıldız âlemi ile karşı karşıyayız sanki. İslami imparatorluklardan (Emevi, Abbasi, Selçuklu, Timur, Babûr, Osmanlı) Cengiz İmparatorluğuna, Hıristiyan İmparatorluklarından (Bizans, İspanya, Avusturya, Çarlık Rusyası, Britanya) Çin İmparatorluklarına karşı yüzlerce kent (Büyük Okyanus’tan Atlas Okyanusu’na, hatta Amerika Kıtasına, Büyük Sahra Çölünden Sibirya’ya kadar) özerklik politikası adına gerektiğinde tarihten silininceye kadar direnebilmiştir. Kartaca’nın tarla haline getirilişine benzeyen örnek, Cengiz Han’a karşı direnen Otrar kentidir. O da tarla haline getirilmiştir. Avrupa kentlerinin hem imparatorluk güçlerine, hem de ulus-devletçiliğin merkeziyetçiliğine karşı yüzyıllarca süren direnişçiliğine yüzlerce örnek sunulabilir. Özellikle İtalya ve Almanya kentlerinin 19. yüzyıl ortalarına kadar özerk yapılarını korumak için büyük direniş sergiledikleri çok iyi bilinmektedir. Bunlardan Venedik, Amsterdam ünlü örneklerdir. 19. yüzyılda ulus-devletin her tarafta zafer kazanması, tarihte binlerce yıl süren kent özerkliklerine büyük darbe olmuştur. Ancak postmodernite 33 ile kent özerklikleri yeniden yaygınlaşmaktadır. Kent politikacılığı öne çıkmaktadır. Uygarlık tarihi boyunca hâkim eğilim boyun eğme değil, direniştir Tarihte uygarlık güçlerine karşı sadece kent politikacılığı değil, belki de daha fazla kabile, aşiret, dini cemaat, felsefi ekol vb. belli başlı toplumsal grupların özerk politik güç halinde kalabilmek uğruna sergiledikleri sayısız direniş vardır. İbrani kabilesinin üç bin beş yüz yıllık (M.Ö. 1600 – günümüze kadar) özerklik öyküsü belki de en ünlü örnektir. Yahudilerin tarihte ve daha çok da günümüzde çok zengin ve yaratıcı olmalarında İbrani kabilesinin özerklik politikası belirleyici rol oynamıştır. İslam dininin imparatorluk ve iktidar aracına dönüştürülmesine karşılık, çok büyük direniş mezhepleri ortaya çıkmıştır. Alevilik ve Haricilik mezhepleri kabile ve aşiretlerin özerk yaşama politikalarını yansıtır. Sünni hükümranlık, sultanlık geleneğine karşı her kavim bünyesinde görülen Mijdar 2010 STÊRKA CİWAN yaygın muhalif mezhep çıkışları, özünde aşiret ve kabile halklarının direnişçi ve özgürlükçü politikalarının sonucudur. Bir nevi Sünni İslam sömürgeciliğine karşı halkların ilk özgürlük ve bağımsızlık hareketleridir. Hıristiyanlık ve Musevilik’te de benzer çok sayıda direniş mezhebi vardır. Ortaçağ boydan boya bu tür yerel, kentsel, kabilesel ve dini cemaatlerin özgürlük ve özerklik politikası uğruna mücadeleleriyle dolu geçmiştir. İlk Hıristiyan cemaatlerinin üç yüz yıllık yarı-gizli direnişçi manastır yaşamı, çağdaş uygarlığın hazırlanmasında başrolü oynamıştır. Antikçağ Yunan felsefi ekollerinin özerk politikaları bilimin temel hazırlayıcı rolünü oynamıştır. Günümüze kadar ulaşan halklar, uluslar bu gerçeği en çok dağ başlarında ve çöl ortalarında yüzlerce, binlerce yıl direnen kabile ve aşiret atalarına borçludur. Modern çağın ulusal kurtuluş hareketleri bu geleneklerin devamıdır. Bağımsız devlet olarak saptırılmış da olsa, hepsinin peşinde koştuğu amaç politik bağımsızlıktır. Liberalizmin politik bağımsızlığı sahte Mijdar 2010 ulus-devlet bağımsızlığına dönüştürmesi politikayı gerçek işlevinden alıkoysa da, yine de çok önemli bir politik direniş geleneğinin sürdürülmesi anlamına gelir. Tarihte yerel ve bölgesel özerklik politikaları hep olagelmiş, ahlaki ve politik toplumun varlığını sürdürmesinde önemli rol oynamışlardır. Dağlar, çöller ve ormanlık alanlar başta olmak üzere, yeryüzünün çok geniş bir coğrafyasında kabile, aşiret, köy ve kent toplumu halinde yaşayan halklar ve uluslar, uygarlık güçlerine karşı sürekli özerklik ve bağımsızlık politikaları ile direniş sergilemişlerdir. Tarihte bu nedenle ağırlıklı olarak demokratik konfederal gelenek ağır basar diyoruz. Uygarlık tarihi boyunca hâkim eğilim boyun eğme değil, direniştir diyoruz. Öyle olmasaydı, dünya Firavun Mısır’ı gibi olurdu. Direnişin, politikanın olmadığı tek bir insan yerelinin, bölgesinin kalmadığını bilmeden tarihi doğru yorumlayamayız. Latin Amerika, Afrika, Asya halkları halen bütün renkleri ve kültürleriyle direniyorlarsa, bu demektir ki tarihleri de böyledir. Çünkü tarih ‘şimdidir’. 34 Demokratik konfederalizm özünde ahlaki ve politik topluma dayanır Uygarlık güçleriyle demokratik güçler arasında çoğu kez gerçekleştiği gibi, kapitalist modernite güçleriyle demokratik modernite güçleri de birbirlerinin varoluş ve kimliklerini kabul etme ve demokratik özerk yönetimlerini tanıma temelinde barış içinde bir arada yaşayabilir. Bu kapsam ve koşullar altında ulus-devletin sınırları içinde ve dışında demokratik konfederal siyasi oluşumlarıyla ulusdevlet oluşumları bir arada barış içinde yaşayabilir. Demokratik konfederalizm ulus-devlet sistematiğinden kaynaklanan olumsuzlukları aşma potansiyeline sahip olduğu gibi, toplumu politikleştirmenin de en uygun aracı konumundadır. Basittir ve uygulanabilir. Her topluluk, etnisite, kültür, dini cemaat, entelektüel hareket, ekonomik birim vb. birer politik birim olarak kendilerini özerkçe yapılandırıp ifade edebilirler. Federe veya özerklik, kendilik denilen kavramı bu çerçeve ve kapsamda değerlendirmek gerekir. Bu durum gözetildiğinde demokratik konfederalizme ilişkin şunları söyleyebiliriz: Demokratik konfederalizm farklı ve çok katmanlı siyasi oluşumlara açıktır. Yatay ve dikey farklı siyasi oluşumlar mevcut toplumun karmaşık yapısı nedeniyle zorunludur. Merkezi, yerel ve bölgesel siyasi oluşumları denge içinde bir arada tutar. Her biri somut koşullara cevap verdiğinden, çoğulcu siyasi yapı, toplumsal problemlerin en doğru çözüm yollarını bulmaya daha yakındır. Kültürel, etnik, ulusal kimliklerin kendilerini siyasi oluşumlarla ifade etmeleri en doğal haklarıdır. Daha doğrusu, ahlaki ve politik toplumun gereğidir. İster STÊRKA CİWAN ulus-devlet, ister cumhuriyet, ister burjuva demokrasileri biçimlerinde olsun, devlet gelenekleriyle ilkesel uzlaşmalara açıktır. İlkeli barış temelinde bir arada yaşayabilir. Demokratik konfederalizm ahlaki ve politik topluma dayanır. Kapitalist, sosyalist, feodal, endüstriyalist, tüketimci, toplum mühendislerine dayalı benzer şablonist proje toplum çabalarını kapitalist tekellerin kapsamında görür. Bu tip toplum özünde yoktur, propagandası vardır. Toplumlar esas olarak politik ve ahlakidir. Ekonomik, siyasi, ideolojik ve askeri tekeller toplumun bu temel doğasını kemirerek artı-değer, hatta toplumsal haraç peşinde koşan aygıtlardır. Kendi başlarına bir değerleri yoktur. Devrim bile yeni toplum yaratamaz. Devrimler ancak toplumun aşındırılan, kadük bırakılan ahlaki ve politik dokusunu asıl işlevine kavuşturmak için başvurulan operasyonlar olarak olumlu rol oynayabilirler. Gerisini ahlaki ve politik toplumun özgür iradesi belirler. Demokratik konfederalizm demokratik siyasete dayanır. Ulus-devletin katı merkezli, düz çizgili, bürokratik yönetim ve idare anlayışına karşılık, tüm toplumsal gruplar ve kültürel kimliklerin kendilerini ifade eden siyasi oluşumlarla toplumun özyönetimini gerçekleştirirler. Çeşitli düzeylerde atamayla değil, seçimle başa gelen yöneticilerle işler görülür. Asıl olan meclisli, tartışmalı karar yeteneğidir. Başına buyruk yönetim geçersizdir. Genel merkezî koordinasyon kurulundan (meclis, komisyon, kongre) yerel kurullara kadar her grup ve kültürün bünyesine uygun, çok yapılı, farklılıklar içinde birlik arayan kurullar demetiyle toplumsal işlerin demokratik yönetimi ve denetimi gerçekleştirilir. Demokratik konfederalizm öz savunmaya dayanır. Askeri tekel olarak değil, toplumun iç ve dış güvenlik ihtiyaçlarına göre demokratik organların sıkı kontrolü altında öz savunma birlikleri temel güçtür. Görevleri, ahlaki ve politik toplumun özgür ve farklılıklar temelinde eşitlikçi karar yapısı olarak, demokratik siyaset iradesini geçerli kılmaktır. İçten ve dıştan bu iradeyi boşa çıkaran, engelleyen, yok eden güçlerin müdahalesini etkisiz kılmaktır. Birliklerin komuta yapısı hem demokratik siyaset organlarının, hem de birlik üyelerinin çifte denetiminde olup, gerek görülürse karşılıklı öneri ve onaylamalarla rahatlıkla değiştirilebilir. Merkezi eğilim toplumun değil, tekelin gereksinim duyduğu bir idari modeldir. Demokratik konfederal örgütlenmede genelde hegemonyacılığa, özelde ideolojik hegemonyacılığa yer yoktur. Hegemonik ilke klasik uygarlıklarda geçerlidir. Demokratik uygarlıklarda ve modernitede hegemonik güçlere ve ideolojilere hoşgörüyle bakılmaz. Farklı ifade ve demokratik yönetim sınırlarını aşınca, özyönetim ve ifade özgürlüğüyle etkisiz kılınırlar. Toplum işlerinin kolektif yönetiminde karşılıklı anlayış, farklı önerilere saygı ve demokratik karar esaslarına bağlılık şarttır. Bu konuda genel klasik uygarlık ve kapitalist modernite yönetim anlayışıyla ulus-devletin anlayışı çakışmasına rağmen, demokratik uygarlık ve modernitenin yönetim anlayışlarıyla aralarında büyük farklar ve aykırılıklar vardır. Aynı zamanda ideolojik hegemonya söz konusu olamaz. Çoğulculuk, farklı görüş ve ideolojiler arasında da geçerlidir. Yönetimin kendini ideolojik kamuflajla güçlendirmesine ihtiyacı yoktur. Dola35 yısıyla milliyetçi, dinci, pozitivist bilimci, cinsiyetçi ideolojilere ihtiyaç duymadığı gibi, hegemonya kurmaya da karşıdır. Toplumun ahlaki ve politik yapısını aşındırmadıkça, hegemonya peşinde koşmadıkça, her görüş, düşünce ve inanç serbestçe ifade edilme hakkına sahiptir. Demokratik konfederal örgütlenme süper hegemonik güç denetimindeki ulus-devletlerin BM’li birlik anlayışına karşılık, ulusal toplumların Dünya Demokratik Konfederal Birliği’nden yanadır. Gerek sayısal gerek niteliksel olarak, çok daha geniş toplulukları demokratik siyaset kriterlerince Dünya Demokratik Konfederasyonu’nda birleştirmek, daha güvenlikli, barışçıl, ekolojik, adil ve üretimsel bir dünya için şarttır. Demokratik konfederalizm sanıldığı gibi günümüze özgü herhangi bir yönetim biçimi değildir. Tarihte olanca ağırlığıyla yer bulan bir sistemdir. Tarih bu anlamda merkezi devletsel değil, konfederaldir. Devlet formu çok resmileştiği için tanınmıştır. Fakat toplumsal yaşam konfederalizme daha yakındır. Devlet hep merkeziyetçiliğe koşarken, dayandığı iktidar tekellerinin çıkarlarını esas almaktadır. Aksi halde bu çıkarları koruyamaz. Ancak çok sıkı bir merkeziyetçilik güvence sağlayabilir. Konfederalizm de tersi geçerlidir. Esas aldığı tekel olmayıp toplum olduğu için, mümkün olduğunca merkeziyetçilikten kaçınmak durumundadır. Toplumlar homojen (tek kütle) olmayıp çok sayıda topluluktan, kurum ve farklılıktan oluştuğu için, hepsinin ortak bir ahenk içinde bütünlüğünü sağlamak, korumak zorunluluğunu duyar. Dolayısıyla bu çokluklar için aşırı merkeziyetçi bir yönetim sık sık patlamalara yol açar. Tarihte bunun sayısız örnekleri vardır. Demokratik konfederalizm ise her topluluk, kurum ve farklılığın Mijdar 2010 STÊRKA CİWAN kendini yansıtmasına uygunluğundan ötürü daha çok yaşanır. Çok tanınmış bir sistem olmaması, resmi bir varlığın hegemonik yapısı ve ideolojisinden ötürüdür. Resmi tanımı olmasa da, toplumlar tarihte esas olarak konfederalisttir. Tüm aşiret, kabile, kavim yönetimleri hep gevşek ilişkiler niteliğindeki konfederalizme izin verir. Aksi halde iç özerklikleri zedelenir. Bu ise varlıklarını dağıtır. Hatta imparatorluklar bile iç yapılarında sayısız farklı yönetime yaslanırlar. Her türlü kabile, aşiret, kavim yönetimleri, dinsel otoriteler, krallık, hatta cumhuriyet ve demokrasiler bir imparatorluk bünyesinde birleşebilirler. Bu anlamda en merkezi sanılan imparatorlukların bile bir nevi konfederalizm olduğunu kavramak önemlidir. Merkezi eğilim toplumun değil, tekelin gereksinim duyduğu bir idari modeldir. Kapitalist ve demokratik modernite farklılıkları, karşıtlıkları sadece bir idea değil, somutta yaşanan kocaman iki dünyadır. Tarih boyunca bu iki dünya diyalektik karşıtlıklar halinde bazen birbirleriyle amansızca savaşan, ama aralarında barışları da eksik olmayan bir yolculukla günümüzde de benzer biçimde ilişki ve çelişkileriyle bazen çatışmakta, bazen barışmaktadırlar. Sonucu şüphesiz entelektüel, politik ve etik olarak mevcut sistemik yapısal bunalımdan doğru, iyi ve güzel çıkış yapanlar belirleyecektir. Benim çözüm projem demokratik özerkliği esas almaktadır Kapitalist modernitenin sermayecilik, endüstricilik ve ulus-devletçilik temelinde varoluş kazanmasına karşılık, demokratik modernitenin demokratik komünalite, eko-endüstriyel ve demokratik ulus olarak varoluş kazanabileceğini de kapsamlıca çöMijdar 2010 zümlemeye ve çözmeye çalıştım. Demokratik komünaliteyi homojen bir toplum eşitçiliği olarak değil, tek bir kişiden milyonlarca kişiye kadar nicelik kazanıp, ahlaki ve politik toplum niteliğini taşıyan her tür topluluk (kadından erkek topluluğuna, spor ve sanattan endüstriye, entelektüellerden çobanlara, kabileden şirketlere, aileden uluslara, köyden kentlere, yerelden küreselliğe, klandan küresel topluma kadar her tür toplum) olarak tanımlamaya çalıştım. Ekoendüstriyel toplum gerçeğini, köytarım toplumuyla kent endüstrisi toplumunun birbirini beslediği ve ekolojiye kesin uyarlanmış eko-endüstriyel topluluklar olarak tanımladım. Demokratik ulusu ise, temel politik biçim olan demokratik konfederalist uygulamalarla etnisiteden dine, kentsel, yerel, bölgesel ve ulusal topluluklara kadar her tür kültürel varoluşların demokratik özerk siyasi oluşumlar halinde oluşturacakları yeni bir ulus türü, daha doğrusu ulusdevletçi canavarlara karşı çok kimlikli, çok kültürlü ve çok siyasi oluşumlu ulus olarak tanımlayıp çözümlemeye ve çözmeye çalıştım. Bu tarihi gerçeklik doğrultusunda demokratik özerklik için şunları söyleyebilirim; Benim çözüm projem demokratik özerkliği esas almaktadır. Benim demokratik özerklik projem bir yandan kendi içinde sınırlarla çatışmayan bir çözüm, öte yandan da esasında evrensel hegemonyayı reddeden ama çatışmayan, kendi ilkelerini korumak şartıyla, bu “imparatorluk” da denen küresel hegemonyanın içinde erimeden varlığını sürdürebilen bir çözümdür. Bu çözüm demokratik konfederalizmin ilkelerini de ihtiva eder. Siyasal, sosyal-kültürel, ekonomik, diplomatik, güvenlik ve hukuk demiştim. Demokratik özerklik belirttiğim bu 36 altı ilkeyi ihtiva eder. Bu meselenin demokratik özerklik temelinde çözümü bütün Ortadoğu’yu aydınlatacaktır. İtalya ve İspanya için de bir model olacaktır. Benim devlet ve iktidar konusundaki görüşlerim Gramsci’nin görüşleriyle paraleldir. Marks, ulus-devleti kabul etti. Fakat ben kabul etmiyorum. Avrupa’nın şu an yaşadığı krizin temel sebebi de, yine bu ulus-devlet yapılanması ve anlayışıdır. Bizim öngörümüz ve amacımız bu çözümü barışçıl yollardan en az hasarla sağlamaktır. Demokratik özerkliği şöyle izah edebiliriz; Demokratik ulus bir ruh ise demokratik özerklik ise bedendir. Demokratik özerklik demokratik ulus inşasının ete kemiğe bürünmüş halidir.Onun somutlaşmış, bedenleşmiş halidir. Demokratik özerkliğin birkaç unsuru veya boyutu vardır: 1-Siyasi Boyut: Bu boyutta bir meclis olur. Ya da halkın bir kongresi olur. Bu kongre demokratik toplum kongresidir. Bu kongrenin bir de küçük bir yürütme kurulu olur. 2-Hukuki Boyut: Demokratik özerklik projesinin hukuki statüsünü ifade eder. Biz buna statü diyelim. Katalanlar da bunu ‘status’ olarak ifade ediyorlar. Bu çok önemli. Hukuki olarak Kürtlerin statüsü ne olacak? Siz hukuku biliyorsunuz. Anayasa ve yasalara yansıtılır. Yasalar demokratik özerkliğin çerçevesinin içeriğini belirler. 3-Ekonomik Boyut : İnşa edilen demokratik ulusun bir de ekonomik politikası olur. Nasıl bir ekonomi olmalıdır, bu belirlenir. Barajlar, yeraltı-yerüstü kaynakların bir politikası olur. Vergiler alınacak ise nasıl ve ne kadar alınır? Ekonomik boyutla bunlar belirlenir. Ekonomik sistem olarak kapitalizmi kabul edemeyiz. Belki kapitalizmi tam olarak ortadan kaldıramayız ama önemli oranda ka- STÊRKA CİWAN pitalist ekonomik sistemi değiştirebilir, onu aşındırabilir, kendi ekonomik sistemimizi kurabiliriz. Bu sistemde halkın ekonomisi olur. Bir kısmını da özel ekonomi oluşturur. Yani özel şirketler olur. Bütün bunlar tartışılmalıdır. 4-Kültürel Boyut: Kültürel boyut daha çok dil, anadilde eğitimi, tarih ve sanatı kapsar. Kürtçe’nin Türkçe ile ilişkisi nasıl olmalıdır, anadilde eğitim nasıl yapılabilir, demokratik ulusun dil politikası nasıl olacak, bunlar tartışılmalıdır. Bir eğitim politikası oluşturulmalıdır. Kürtler kültürel soykırımı da tam olarak nasıl aşabilir? Kültürel soykırım bu konuda yapılacak tartışmalarla aşılmalıdır. 5-Öz savunma Boyutu: Biz buna güvenlik boyutu da diyebiliriz. Burada soykırımı ele alıyoruz. Kürtler soykırımdan nasıl kurtulabilir? Bu durumu somutlaştırmalıdırlar. Burada soykırım tüm soykırım çeşitlerini kapsar. Sadece fiziki değil, kültürel ve her çeşit soykırımdan bahsediyorum. Kürtlerin bir öz savunma durumuna kavuşması sağlanır.Toplum burada kendi öz savunmasını kurar. Bununla sadece elde silah bir durumu kastetmiyorum. Öz savunma KCK, PKK tarzı silahlı yapıyı değil halkın kendi güvenliğini sağlamasıdır. Demokratik toplumun her alanda örgütlenmesini, kurumsallaşmasını, kendi güvenlik sistemine kavuşmasını ifade ediyorum. Bunu daha fazla halk tartışır, farklı sonuçlara ulaşabilirler. Mesela çocuklarını askere gönderecekler mi? Askeriyede yer alacaklar mı, bunlar tartışılır. Mesela korucular nasıl lağvedilecek, koruculuk meselesi nasıl halledilecek? Bunlar tartışılmalıdır. Bu güvenlik boyutu, halkın öz savunması ekmek-su-hava kadar önemlidir. Bu olmadan yaşanmaz. Demokratik özerkliğin güvenlik boyutu bazı aydınlar tarafından farklı devlet arayışı olarak yorumlanıyor. Bunun da farkındayım. Bu konu yanlış anlaşılıyor. Şunu söylemek istiyorum. Mevcut askeri yapı içinde Kürtler yer alacak mı, almayacak mı? Polis-emniyet yapısı içinde Kürtler yer alacak mı, almayacak mı? Bu kurumların Kürtlere bakışı ne olacak? Kürtler kendisini nasıl koruyacak, güvenliğini nasıl garantiye alacak? Bunlar çok önemli konulardır. Bu konular üzerinde ileride çok geniş duracağım. Bu güvenlik boyutunu BDP de, PKK de tek başına yapamaz, bunu ben yürüteceğim, bu konulara ileride ayrıntılı olarak değineceğim. 6-Diplomasi Boyutu: Bu da Kürtlerin diğer halklarla, toplumlarla olan ilişkilerini ele alır. Komşu-çevre ülkeler ve diğer parçadaki Kürtlerle ilişkiler olur. Diğer toplumlar ile nasıl bir ilişki istiyoruz, onlarla nasıl yaşamalıyız? Diplomasi boyutu bunu karşılar. Daha fazla uzatılabilir, ancak bu altı boyut yeterlidir. Bir çerçevedir, ana hatları bunlardır. Bu boyutların her birine ilişkin birden fazla komisyon olur ve bunlar üzerinde çalışmalar olur. 37 Demokratik özerklik ve demokratik anayasa ayrı şeylerdir. Demokratik anayasa çalışmalarını tüm Türkiye genelinde yapacak ve Türkiye genelindeki sivil toplum örgütleriyle görüşecek BDP’dir. BDP’nin görevidir. BDP’nin demokratik anayasaya ilişkin yoğun bir çalışması olmalı. Demokratik anayasaya ilişkin bir projeleri olsun. KCK, PKK demokratik özerklik sistemi içinde kendi yerini belirleyecektir. Bu onların bileceği bir iştir. Kürtler, DTK, BDP bunlar nasıl bir yaşam isteyeceklerini tartışacaklar, buna karar verecekler. Bunu gece gündüz tartışacaklar. Demokratik özerklik kurumları kapsamlıdır. Kültürel, ekonomik, siyasi, hukuki, güvenlik ve diplomasi. Her konuda derin tartışmalar yapılabilir. Akademilerde bu tartışmanın zemini oluşturulabilir. Halk analiz ve çözümlerini Kent Meclislerinde karara bağlayabilir. Örnek olsun diye söylüyorum, mesela Diyarbakır’da yoğun örgütlenmelerle birlikte bazı birlikler oluşturulabilir. Demokratik Esnaflar Birliği, Demokratik Sanatçılar Birliği, Mijdar 2010 STÊRKA CİWAN Demokratik Sporcular Birliği... gibi. Bunun gibi pekçok demokratik birlik oluşturulabilir. Bu birlikler temsilini Kent Meclislerinde bulur. Demokratik özerklik, demokratik ulusla ruh ve beden gibidir. Demokratik ulus ruhsa, demokratik özerklik bedendir. Yani demokratik özerklik bedense demokratik ulus ruhtur, birbirlerini bu şekilde tamamlarlar, birbirlerinden ayrılmazlar. Ruh-beden ilişkisi de bu şekildedir. Beden olmazsa ruh, ruh olmazsa beden olmaz. Demokratik ulus olmazsa demokratik özerklik olmaz, demokratik özerklik olmazsa demokratik ulus olmaz. Bizim ortaya koyduğumuz demokratik özerklik projesi etnisiteye ve coğrafi sınırlara dayanmıyor. Bizim demokratik özerklik anlayışımızda tek etnisite anlayışı, tek coğrafya anlayışı yok. Bu konulara “Özgürlük Sosyolojisi” adlı savunmamda oldukça ayrıntılı olarak değinmiştim. Bizim anlayışımız Kürtlük anlayışı değildir. Bizde tek başına Kürtlük anlayışı yoktur. Bu anlayışla hareket etmiyoruz. Bizim ortaya koyduğumuz demokratik Mijdar 2010 özerklik modeli tek başına Kürtlüğe, Türklüğe, Araplığa dayanmıyor. Demokrasiye dayanıyor. Örneğin Hatay’da, Adana’da da bir demokratik özerklik kurulabilir. Orada Araplar kendilerini ağırlıklı ifade ederler. Bizim demokratik özerklik anlayışımız tek bir inanca da dayanmıyor. Halklara dayanıyor, hatta tek başına halklar diye ifade etmem de eksik kalır. Değişik toplumsal tabakalara, toplumsal sınıflara, toplumsal kesimlere dayanır. Bahsettiğimiz demokratik özerklik sadece Kürdistan’a ilişkin değil, Ege, Karadeniz, Orta Anadolu’ya da ilişkindir. Burada önemli olan kapitalist moderniteyle ortaya çıkan ulus-devlet anlayışının sorgulanması ve aşılmasıdır. Tartışmalar bunun üzerinden gelişmelidir. Biz kapitalist moderniteyle ortaya çıkan dört yüz yıllık ulus-devlet deneyimini sorguluyoruz. Ulus-devlet modelinin halklara, toplumsal sınıflara, toplumsal tabakalara, toplumsal kesimlere dar geldiğini, yetmediğini görmek zorundayız. Nitekim Avrupa bile bu konuları tartışmaya ve aşmaya başladı. Ulus-devlet merkezli kapitalist 38 anlayış aşılmak zorundadır. Sosyolog Weber’in benim de katıldığım “Demir Kafes Teorisi” var. Bu teoriye göre ulus-devlet, toplumu boynundan demir kafese alıyor ve kendine tutsak ediyor. Toplum bu demir kafesin içinde esir ediliyor. Ulus-devletin toplum üzerindeki tahribatı bu teoriyle izah edilebilir. Ulus-devletin kurduğu bu kafes topluma dar geliyor. Bizim de yapmaya çalıştığımız ulus-devletin bu tahribatlarını gidermektir. Demokratik özerklik, ulus-devlet karşısında en doğru, uygulanabilir bir seçenektir Türkiye’de de mevcut ulus-devlet anlayışı sorunları çözmekten ziyade sorunun kaynağını teşkil etmektedir. Bu sistem Ortadoğu ve Türkiye toplum gerçekliğine aykırıdır, aşılmak zorundadır. Türkiye mevcut haliyle hiçbir kesime cevap olamamaktadır, tatmin edememektedir. Türkiye’de varolan bu ulus-devlet anlayışı her taraftan yontulmaya başlanmıştır. Böyle bir süreç başladı Türkiye’de. Her kesim bir köşeden bu ulus-devleti yontmaya çalışıyor. Burada biz Kürtlere düşen görev belki de bu konularda öncülük etmektir. Biz demokratik özerklik projesini kendimizle sınırlandırmıyoruz. Salt Kürtlük etnisitesine dayandırmıyoruz. Kürtler bugün bunun öncülüğünü yapabilir ancak bu demokratik özerklik anlayışı bütün Türkiye’yi kapsayan bir projedir. Burada görülmesi gereken ulus-devlet anlayışıyla Türkiye’nin yönetilemeyeceğidir. Demokratik özerklik, ulus-devlet karşısında en doğru, uygulanabilir bir seçenektir. Sadece Kürtler için değil her yerde, Türkiye’de, Ortadoğu’da uygulanabilir bir seçenektir. Burada demokratik özerklik yönetiminde önemli olan toplumun yönetim iradesidir. Toplum devletin belli yetkilerini ele geçirip STÊRKA CİWAN kendi yönetim anlayışını geliştirir. Devletin elinde kalan yetkiler sınırlı bazı yetkiler olacaktır. Toplum, merkezi devleti sınırlayarak kendi yetkileriyle kendini yönetecektir. Önemli olan devletin sınırlandırılmasıdır. Ben buna merkezin yetkilerini topluma devretmek diyorum. Burada sadece halk da demiyorum, toplum diyorum. Bahsettiğim gibi Kürtler sadece Türkiye’de bunun öncülüğünü yapmıyorlar. Bu proje Türkiye ile de sınırlı değildir. Irak için de Ortadoğu için de geçerlidir. Burada da uygulanır, gelişir. Bu gelişmeler birbirlerini besler, birbirlerinden haberdar bir şekilde gelişir. Ulus-devleti hemen ortadan kaldıracağız demiyorum. Fakat ulusdevleti olduğu gibi de kabul edemeyiz. Ulus-devlet belki hemen aşılamaz. Bunun farkındayız. Ancak ulus-devletle yetinmeyeceğiz. Ulus-devleti idare etmeye de niyetimiz yok. Türkiye’de de yaratılmaya çalışılan tek ulus inşaasıdır. Cumhuriyet tarihinde yaratılmak istenen ulus kimliği Türklük kimliğidir. Hatta ben buna daha önce “Türk olmayan Türkçü ideoloji” demiştim. Böyle tanımlamıştım. Burada yanlış anlaşılmasın, daha önce de söylemiştim, Yahudi düşmanlığı, anti-semitislik yapmıyorum. Ancak tarihsel bir gerçeklik olarak “Türk olmayan Türkçü ideoloji”de Yahudilerin rol aldığını söylemek zorundayım. Ben daha önceleri buna “Anadolu Siyonizmi” de demiştim. Yahudiler bu Türkçü ideolojiyi geliştirerek Türkiye’de ulusdevleti inşa ettiler. Türkiye’deki ulusdevletin temelinde bu ideoloji vardır. Kürtler kendi iç güvenliklerini kendileri sağlamalıdırlar Bu faşist-Türkçü anlayış biliyorsunuz,0 İttihat Terakki’de de ifadesini bulur. Bir ulus inşa etme adına bütün farklı dil ve kültürler, kimlikler ve inançlar tek tipleştirilmeye çalışılmıştır. Bu İttihat Terakki faşizmi Hitler faşizmine bile fikir babalığı yapmış, Hitler faşizmini cesaretlendirmiştir. Biz demokratik özerklik derken bu tarihsel haksızlığa vurgu yapıyoruz. “Cumhuriyetin kuruluşunda varsınız ama içinde yoksunuz” haksızlığıdır bu. İlan edilecek demokratik özerklik Türkiye’nin cumhuriyet tarihine de bir eleştiri sunmalıdır. Hatta kendilerine benim adıma şu da iletilebilir: Demokratik özerkliğin 39 ilanı 1919-1922’nin güncellenmesi olmalıdır. Biliyorsunuz, o yıllarda Mustafa Kemal, Erzurum’daki kongreye delegeliği düşen Bitlis delegesinin yerine Bitlis delegesi olarak yani Kürt delegesi olarak Erzurum Kongresi’ne katılıyor. İşte biz, bu tarihin güncellenmesini istiyoruz. Niye güncellenmesi gerektiğini söylüyorum. Bu yıllar arasında demokratik özerkliğin tarihsel kökleri var. Bir de 1925’teki kırılmanın-provokasyonun-komplonun, ilişkilerdeki bozulmanın iyi anlaşılması gerekir. Demokratik özerklikle birlikte Kürtler ulus olma hakkını, tarihsel haklarını, diğer kimlikler de kendi demokratik haklarını, azınlık haklarını elde ederler. Kürtler sosyal, siyasal, kültürel konumları gereği demokratik özerkliğe en yatkın toplumsal kesimdir. Kürtler bu özelliğiyle demokratik özerkliğin ve Türkiye demokrasisinin öncülüğünü yapabilirler. Kürtlerin demokratik özerkliği, kademe kademe Türkiye’nin her tarafına yayılır. Sadece Kürtlere ait bir proje değil. Aslında Başbuğ’un korktuğu, tehlike olarak gördüğü husus budur. Çözümün gelişmemesi durumunda Kürdistan’da ikili iktidar durumu ortaya çıkar. Bir taraftan KCK iktidarı diğer taraftan devlet iktidarı olur. Bu şekliyle yürür. İşte Kosova, Kuzey Kıbrıs gibi bağımsızlığını ilan eder. Devletle ilişkilerini de tümden keser ve bir beklenti içine girmez. Demokratik özerklikte devlet karşıtlığı yoktur. Kürtler güvenlikten spora kadar tüm alanlarda devlete ihtiyaç duymadan kendi toplumsal örgütlüğünü geliştirmelidir. Sosyal, ekonomik, kültürel örgütlenmelerini gerçekleştirmelidir. Kürtler kendi iç güvenliklerini sağlamalılar. Bunun için devletin bunları kabul etmesini beklememeliler. *** Mijdar 2010 STÊRKA CİWAN G E R İ L Dağların İntikam Yemini L A Berivan SİİRT “Amed arkadaş, yaşam duruşu, komutanlık tarzı, ideolojiye yaklaşımı ve kadın özgürlük hareketine yaklaşımıyla farklı ve mütevazi bir arkadaştı. Her davranışıyla örnek alınabilecek bir arkadaştı” Mijdar 2010 Adı, namı, tarihteki kadim yeriyle bilinen Zagroslarda gerillacılık yapıyordum. Gerillaya katılmadan öncede Zagroslar hakkında çok şey okumuş ve duymuştum. Çocukluk günlerimde ninem Zagroslara ilişkin anlattığı hikayelerle bizi uyutuyordu. Tabii bunları o zaman anlamıyordum. Büyüyüp dağlara bir gerilla olarak geldiğimde ve Zagroslarda gerillacılık yapmaya başladıktan sonra ninemin bizi uyutmak için anlattığı hikayelere anlam vermeye başladım. Sadece ninemin anlattığı hikayelere anlam vermeye çalışmıyordum. Aynı zamanda yeni hikayelerin birer kahramanı olarak bu dağlarda yaşamaya başladığımızın da farkına varıyordum. Çünkü artık bundan böyle Zagroslara ilişkin anlatılan hikayelere bizim de hikayemiz ekleniyordu. Zaten bizden önce o dağlarda yürüyen, mücadele eden yüzlerce, binlerce yoldaşımızın hikayeleri bu hikayelere yenisini eklemişti. Biz de onların hikayelerinin üzerine yeni hikayelere ekleyecektik. Ve gelecek tarihi kesit bu kez bizim hikayelerimizle dolu olacaktı. Hareket olarak yeni bir tarih yazmak amacıyla yola çıkmamış mıydık? Ters yüz edilen tarihi ayakları üzerinde doğrultmak için kadim tarihin yaşandığı ve gerçek yaşam alanı olan yerleri mekan tutmamış mıydık? Ama ne yazık ki eski tarihte olduğu gibi yeni tarihte büyük acılarla yazılacaktı. Zaten bizden önce canını feda eden yoldaşlarımızın acıları bunu kanıtlamıştı bile. 40 2006 yılında Zagrosun güzelliklerini yaşayarak mücadelemize devam ediyorduk ve etmeye devam edecektik. Ama düşmanımız geçmiş tarihte olduğu gibi günümüzde de bize Zagrosların güzelliklerini yaşatmamaya kararlıydı. Çünkü durmadan bizi imha etmek amacıyla operasyonlar gerçekleştiriyordu. Bizi kendi ülkemizin dağlarından koparmak için her şey yapıyordu. Her şeyi bizi vurmak, Kürt halkının acılarına yeni acılar eklemek için yapıyordu. Bu amaçla yazın sonlarına doğru gerçekleştirdiği bir nokta baskını operasyonuyla altı arkadaşımızı şehit düşürmüştü. Söz konusu operasyonda Levent, Zilan, Şaho, Latif, Agit, Seyvan adında altı arkadaşımız şehit düşmüştü. Gerilla ne ahını ne de intikamını yerde bırakmamıştı bu güne kadar ve bu günden sonra da böyle olacaktı. O yüzden biz de onların intikamını almak için yemin ettik. Hiç bir yoldaşımızın kanını yerde bırakmadığımız gibi bu yoldaşlarımızın da kanlarını yerde bırakmamaya kararlıydık. Öyle ki birçok arkadaş, bu arkadaşların intikamını almadan yiyeceğimiz yemek bize haramdır, diyordu. Zaten Zagroslarda da Cilo gücü olarak hareket ediyorduk. Ve o sırada Geliyê Zap taraflarında kalıyorduk. Arkadaşlarımızın intikamını almak için yönelebileceğimiz hedefler arasında Geman karakolu vardı. Yönetimdeki arkadaşlar o karakola yönelik bir intikam eylemi yapmamızı kararlaştırdılar. Geman’a intikam eylemi için gidecektik. STÊRKA CİWAN Bu eylem uzun zamandan sonra Zagrosta yapılan ilk saldırı eylemi olacaktı. Eyleme kol komutanı olarak çok değer verdiğim Amed arkadaş geliyordu. Amed arkadaş eski bir arkadaştı Amed alanından yeni gelmişti. Zagroslarda daha önce kalmıştı. Ancak Amed Eyaletine gidip geldikten sonra Zagroslara geri dönmüştü. Eylemin temel amacı şehit düşen arkadaşlarımızın intikamını almaktı. Ama bu eylemin benim açımdan çok farklı anlamı vardı. Birincisi bu katılacağım ilk eylem olacaktı. O heyecanla gidecektim. İkinci ve asıl olanı ise arkadaşlarımızın intikamını almak amacıyla gerçekleştireceğimiz eylem olmasıydı. Eylem yerine varmak için üç dört günlük yol yürümemiz gerekiyordu. Eylem kararı alındıktan sonra eylem yerine gitmek için dört günlük yürüyüşle eylem yapacağımız Geman karakolunun yakınlarına vardık. Eylem geçekleştirmeyi planladığımız gün 1 Eylül 2006’ya denk geliyordu. Yani eylemimiz o geceye denk gelmişti. Eylem öncesi böyle bir tarihte böyle bir şey olabilir mi diye tartışmıştık. Hatta eylemi bile yapıp yapmama konusunda bile tartışmalar yürüttük. Ama üç dört günlük yürüyüş gerçekleştirmiştik, her şey planlanmıştı. 1 Eylül Dünya Barış Gününde böyle bir eylem yapmak ideolojimize de yakışmıyordu. Hepimiz bunun bilincindeydik ama koşullarımız zamanı ayarlamak için uygun değildi. Realitemiz istediğimiz zaman eylem yapmamızın önünde biraz zorlayıcı oluyordu. Çünkü bir eylem planlamak, gerçekleştirmek için hazırlıklar yapmak o kadar kolay bir şey değil. Büyük riskleri göze alarak bunların hepsini yapıyorsun. O yüzden ertelemeyi de düşünmedik. Çünkü bir daha öyle bir fırsat da yakalamayabilirdik. Kaldı ki savaş zaten an meselesidir. Yani yakaladığın anda bir şeyler yap- mak zorundasın. Önceleri tarihi çok iyi hesaplayamamıştık, arkadaşlarımız şehit düşmüştü ve biz onların intikamını almak istiyorduk. Biz devrim yolunun yoldaşlarıyız Yolda Amed arkadaşla bu durumu epey tartıştık. İçimizdeki en tecrübeli arkadaş oydu. Hani içimizde mayınlama ya da suikast eylemlerine katılanlar olmuştu ama içimizde onun kadar tecrübeli olan yoktu. Onun dışında öyle ciddi eylemlere katılan yok denecek kadar azdı. Geman’a vardıktan sonra planlama temelinde bir saldırıyla eylemi başlattık. Uzun yıllardan sonra gerçekleşen ilk saldırı eylemi olduğu için düşman bir şoku yaşıyordu. İlk saldırıdan sonra düşman kısa süre içinde yaşadığı şoku atlatınca eylem çatışmaya dönüştü. Ancak düşman şoku atlatana kadar 10 ölü 12 yaralı vermişti. Yaklaşık bir saat kadar çatışma sürdü. Eylemden alacağımız sonucu almış ve artık geri çekilme yapmamız gerekiyordu. 41 O sırada eylem Koordine cihazları durmadan Amed arkadaşa çağırı yapıyordu. Ama Amed arkadaş cevap vermiyordu. Hepimizde bir panik bir merak yaşanmaya başladı. Hepimiz acaba Amed arkadaşa bir şey mi oldu diye kendi kendimize sormaya başladık. Biz de seslenelim dedik çünkü sesimiz gidecek kadar yakın mesafedeydik. Biz seslendik ama bize Amed arkadaş değil de başka bir arkadaş cevap verdi. Artık yavaş yavaş geri çekilmeye başlamıştık. Tepeden çıkmaya başladığımız zaman yavaş yavaş toplanıyorduk. Amed arkadaşın bulunduğu kol biraz ağır geri çekiliyordu. Geldiklerinde yanlarında Amed arkadaşın cenazesinin olduğunu gördük. Korktuğumuz ama hiç kimseye söyleyemediğimiz başımıza gelmişti. Kol komutanımız Amed arkadaş şehit düşmüştü. Durumu koordineye aktardık. Koordine acil bir şekilde Amed arkadaşın cenazesini alıp geri çekilmemizi istedi. Bu saldırı esnasında yaralananlar da olmuştu. Yine kol komutanlarımızdan Rıfat arkadaş yaralanmıştı. İki yaralımız ve bir kaybımız vardı. Çok ağır bir şekilde geri çekilme Mijdar 2010 STÊRKA CİWAN yapıyorduk. Düşman bunu fırsat bilerek her yerden bize saldırmaya başladı. Mermi yağmuru altında çekiliyorduk. Eylem gerçekleştirdiğimiz karakol ve tepe Hakkari’ye çok yakın olduğu için erkenden kobralarda geldi. Saldırılar yoğunlaşınca artık cenazeyi götüremez olduk. O yüzden Amed arkadaşın cenazesini sakladık. Ardından yaralılarımızı alıp hızla oradan uzaklaştık. Geri çekilmemizi sağlam bir şekilde gerçekleştirdik ve noktaya ulaştık. Noktaya ulaştık ama bir eksikle ulaşmıştık. Noktaya ulaştıktan sonra kaybımızın ağırlığı daha da çok üstümüze çökmeye başladı. Çünkü Amed arkadaşın şahadeti hiçbirimizin beklemediği bir kayıptı. Amed arkadaş, yaşam duruşu, komutanlık tarzı, ideolojiye ve kadın özgürlük hareketine yaklaşımıyla farklı ve mütevazi bir arkadaştı. Her davranışıyla örnek alınabilecek birisiydi. Hep “biz devrim yolunun yoldaşlarıyız” derdi. “Birbirimize bir yaklaşımız olacaksa yoldaşça olmalı, bizi birbirimizle tanıştıran bu devrimse bu devrime yakışır olmalı” diyordu sürekli. Sağlam bir ideolojik duruşa Mijdar 2010 sahip bir arkadaştı. Amed arkadaş “insan, PKK’de büyüyecekse emeğiyle büyümeli” diyerek emekten yana devrimci duruşunu ortaya koyuyordu her zaman. İnsanın kendi öz emeğine çok değer verirdi. Hem yaşam boyutuyla hem ideolojik anlamda herkesin kendisini eğitebilmesi kendi kendine yetebilmesi gerektiğini ve bunların temel noktalar olduğunu bize öğütlerdi. Bunları bize söylerken kendi yaşam tecrübesinden aktardığı için hepimiz onu dinlemekten onun dediklerini uygulamaktan heyecan duyardık. İç eyaletlerde çok kalmıştı zaten en son olarak da Amed eyaletinden gelmişti. Yoldaşlığında sınır tanımazdı. Nerede Yoldaşlıkta bencillik yoktur bir yoldaşının ona ihtiyacı olsaydı bayan erkek ayrımı yapmadan yanında olurdu. Yaşamda üstten bir duruşu olmadığı için herkes onu kendisine çok yakın bulurdu. Amed arkadaş sigara içerdi. Yine bölüğümüzde de bir çok arkadaş sigara içiyordu. Amed arkadaşın farklılığı şöyleydi. Sigara varken kimseye sigara ikram etmezdi. Sigara olduğu dönemler kendi cebinden sigarasını çıkarır kimseye ikram etmeden içerdi. Ama sigaramız olmadığı zaman o hemen sigarasını cebinden çıkarır arkadaşlara ikram ederdi. Biz merak ederdik neden bize sigara olduğu zaman ikram etmiyorsun da böyle olmadığı zaman42 lar ikram ediyorsun diye sorduğumuzda, O “sigara varken ben arkadaşlarımı zehirlemek istemem ama bir ihtiyaca dönüştü mü arkadaşlarımın ihtiyacını karşılarım” diye cevaplardı. Yoldaşlıkta bencilik yoktur diyerek PKK gerillalarının yoldaşlığının sınırlarını çiziyordu. O geri çekilmeden sonra iki üç defa Amed arkadaşın cenazesini almak için gittik her seferinde pusuya düşüp geri gelmek zorunda kaldık. Ama hiçbir zaman cenazesini almaktan vazgeçmedik. Kışa kadar cenazesini alma mücadelesini verdik. Kışa doğru gittiğimizde cenazesini aldık. Getirip Zagroslarda adına yaptığımız şehitliğe gömdük. Amed arkadaş bir dağ ve dağlar içinde de bir Zagroslar sevdalısıydı. Çok sevdalısı olduğu dağlarda yıllarca yaşadı. Yanında yüzlerce arkadaş şehit düşmüştü. Bu arkadaşların hepsinin acısı Amed arkadaşın yüz hatlarını oluşuyordu. İnsan yüzündeki hüznünden arkadaşlarına olan bağlılığını görürdü. Zaten sonuçta yine şehit düşen arkadaşlarımız için gerçekleştirdiğimiz bir eylemde şehit düştü. Yoldaşlarımızın intikamını almak için canını verdi. Kendisini toprağa emanet etti. Ve yüreklerimizde büyük acılar bırakarak aramızdan ayrıldı. Yüreklerimize bir fide olarak ekildi. Yarının meyve veren ağacı olarak yeşerecek. O hep yüreğimizde yaşayacak. Yoldaşı için canını veren bir yoldaşı bırakalım unutmayı ona layık olmadan yaşamayı bile asla hiçbir Kürt gerillası düşünemez. Gerilla yaşamımda hiçbir zaman unutamayacağım bir anım bu olurken, hiçbir zaman unutamayacağım bir komutanım da bu eylemde şehit düşen Amed arkadaş oldu. *** STÊRKA CİWAN T A R İ H Kürdistan’da yeni bir tarihin miladı PKK’nin kuruluş kongresi Duran KALKAN “PKK kuruluş kongresine doğru giderken Apocu hareket; gençlik hareketi olmayı aşmış, bir halk hareketi düzeyine özellikle de Kürdistan’ın orta kesimlerinde; Urfa, Mardin, Diyarbakır ve Batman’da yine Bingöl- Dersim ve Serhat hattına kadar ulaşmıştır” "Neden parti?" sorusu, doğal olarak "nasıl bir parti?" sorusunu da gündeme getiriyor. Bu çerçeve de verilecek olan cevap da, ancak koşullara uygun özellikler taşıyan bir partileşme olursa anlam buluyor. O nedenle de PKK doğuşu ve gelişimi içerisinde; “nasıl bir parti olmalı?” sorusu her zaman önemli bir gündem oluşturmuştur. Burada öncelikle şunu belirtmemizde yarar vardır: Önder Apo, hem örgüte, hem de partiye çok yüksek değer biçmiş ve önem vermiştir. Her zaman Önderliksel yaklaşım böyle olmuştur. Kürdistan toplumunun atomlarına kadar parçalanmış olması, hücrelerine kadar örgütlenmesinin dağıtılmış bulunması böyle bir yaklaşımı gerekli kılmıştır. Kürt toplumunun örgütten başka herhangi güç kaynağına sahip olmaması, kuşkusuz Kürt toplumu için; özgür, demokratik gelişimi açısından örgütün ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Önder Apo daha baştan itibaren bu gerçeği gömüştür ve bu nedenle de örgütü, disiplinli ve örgütlü duruşu her zaman önemsemiş, her şeyin üstünde tutmuştur. Önder Apo, parti örgütüne çok büyük ciddiyetle yaklaşmıştır. Partiyi, sadece bir örgüt olarak görmemiştir. (Kaldı ki, örgüte de çok büyük bir önem vermiştir) Onunla birlikte parti örgütünün, salt bir örgüt olmaktan öteye, Kürt toplumu için bir ulusal ruh, duygu, bilinç, karakter, duruş, davranış, tutum ortaya 43 çıkartacağını daha baştan bildiği için; partinin Kürt insanının ve halkının kimliği olacağını, ancak Kürdistan’da işlerin böyle bir öncü örgütle başarılabileceğini daha baştan değerlendirmiş ve partiye her şeyin başında, her şeyden öncelikli ve önemli bir yer biçmiştir. Önder Apo partiyi adeta kutsallık derecesinde ele almıştır. Her şeye hakaret edilmesine göz yumabileceğini, ama partiyle oynanmasına asla göz yummayacağını her vesileyle dile getirmiştir. Çünkü Kürdistan’da, Kürt toplumunda yaratılacaksa her tür değer, en küçüğünden en büyüğüne kadar herşey ancak parti ile, parti bilinci, ruhu, disiplini ve örgütlülüğü ile yaratılabileceğine, partisiz hiçbir şeyin Kürdistan’da elde edilemeyeceğine daha baştan itibaren inanmıştır. O nedenledir ki, PKK mücadelesi içerisinde örgüt ve parti konusu her zaman önem taşımıştır. Daha ilk çıkışla birlikte bir parti olunma hedefi ortaya konulmuştur. Ama “nasıl bir parti?” sorusuna da yanıt aranmıştır. Sonuçta bulunan cevap ise; gerçekten her şeyiyle Kürt insanını, Kürt toplumunu yeniden yaratacak, Kürt insanının ve toplumunun ruhu, bilinci, duygusu, davranışı olacak, Kürt insanını ve toplumunu şekillendirecek ve yeniden biçimlendirecek bir partinin oluşturulması öngörülmüştür. PKK’nin oluşumuna gidilirken, PKK gibi bir partileşme öngörülürken, parti anlayışı bu biçimde Mijdar 2010 STÊRKA CİWAN şekillenmiştir. Yoksa öyle sokakta var olan egemen düzen partileri gibi ya da reel sosyalizmin çürümüş, bürokratikleşmiş partileri gibi bir parti asla düşünülmemiş, öngörülmemiş ve kabul edilmemiştir. Onun için de daha ilk başlardan itibaren bütün görevlerin başarıyla yerine getirmenin ön koşulu olarak partileşmek öngörülürken, aynı zamanda böyle bir parti yaratma çabası düşünsel ve pratik olarak sürekli geliştirilmiştir. Bu çerçeve de “Nasıl bir partileşme gerçekleşmeli?” sorusu hep tartışılmıştır. Adeta böyle bir parti adım adım yaratılmıştır. PKK’yi bir anlaşmayla ya da bir program ve tüzüğün kabul edilmesiyle, bir-iki günlük yapılan toplantıyla kurulmuş bir parti olarak görmek, değerlendirmek kesinlikle yanlıştır. PKK, bir doğuştur, bir şekillenmedir, mücadele süreci içerisinde ortaya çıkan bir oluşumdur. Öğrenci gençlik yaşamı grup döneminde ölçü kazandırdı Belli bir ideolojik çerçeve oluşup, ideolojik gruplaşma yaratıldıktan sonra, hem partileşme kaçınılmaz hale gelir, hem de partinin özelliklerinin ne olacağı, nasıl şekilleneceği ip uçları biçiminde ortaya çıkmış olur. Nitekim bir ideolojik grup olarak şekillendikten itibaren PKK’nin nasıl oluşacağı, hangi özellikleri üzerinde gelişen bir parti olacağı da az çok belirginlik kazanmaya başlamıştır. Şunu iyi biliyoruz ki, PKK’nin doğuşu ve gelişimi Önder Apo’nun ölçü, özellik ve yaşam tarzıyla belirlenmiştir. Bununla birlikte bir de, öğrenci dayanışması ve komünalizmi etrafında doğup gelişen bir ideolojik gruplaşma dönemi vardır. Öğrenci gençlik; ütopik, idealleri çok olan, düşünen, tartışan, iddiası ve iradesi büyük olan, Mijdar 2010 yeni arayışçılığı fazla olan, özgürlük, eşitlik, demokrasi ilkelerine bağlı, tutkulu ve açık olan bir kesimi ifade ediyor. Genellikle de gençlik bu özelliklerle tanımlanır. Kuşkusuz öğrenci gençlik bu anlamda tüm gençlik kesiminin öncü kolu niteliğindedir. Hem gençlik ölçü ve özelliklerini en çok bilince çıkartan, anlayan bir kesimdir, hem de gençlik dayanışmasını okul ortamında en güçlü bir biçimde geliştiren, yaşayan, örgütlenmeye en açık, örgüt bilinci ve tecrübesini hızla geliştirebilen bir kesim konumundadır. PKK komünalizminin öğrenci gençlik yaşamı temelinde çıkış yapmış olması aslında bir avantaj olmuştur. Bu kesinlikle yanlış görülmemeli ve yadırganmamalıdır. Belki bazı yönlerden eksik bırakan, tutucu kılan yönleri olmuştur. Ama insan dayanışmasının, ilkeler etrafında yoldaşça bütünleşmenin, arkadaşlık ölçü ve özelliklerinin yoldaş düzeyinde ilke ve amaç bağlılığı etrafında gelişmesinin çekirdeği adeta öğrenci gençlik yaşamı olmaktadır. Öğrenci gençlik komünalizmini bir tür sosyalist partileşmenin öncüsü olarak görmek hatalı değildir. Bir süre Ankara’da, yüksek öğrenim gençliği içerisinde böyle 44 bir komünal yaşam etrafında oluşan ideolojik gruplaşma, Önder Apo’nun özgürlükçü, eşitlikçi, demokratik, paylaşımcı anlayış ve yaşam duruşuyla da bir bilinç ve sistem kazanarak Kürdistan’a taşırılmıştır. Öğrenci gençlik ortamında komünal yaşam geliştirilmiştir Ankara’da öğrenci gençlik içerisinde oluşturulan ideolojik gruplaşma, 1976– 77 yıllarında Kürdistan’da orta öğrenim gençliğine dayalı dinamik bir gençlik örgütü düzeyine vardırılmıştır. Orta öğrenim gençliği daha tecrübesiz, daha genç, daha fazla eğitim isteyen bir gençlik olduğu gibi; örgütsel yaşam konusunda da daha ham, aileye ve aileci özelliklere daha yakın bir gençlik olmaktadır. Yüksek öğrenim gençliği ise bu alanlarda daha ileri bir durumu ifade eder. Nitekim yüksek öğrenim gençliği içerisinde ilk ideolojik gruplaşmasını gerçekleştirmiş olması PKK açısından her türlü gençlik kesimini eğitecek, tecrübe kazandıracak bir kadro adayı, gücünü ortaya çıkartmayı sağladığı gibi, yüksek öğrenim gençliğinin komünalizme açık yaşam tarzını her türlü gençlik örgütlenmesi STÊRKA CİWAN içerisinde egemen kılmayı olanaklı hale getirmiştir. PKK kuruluş kongresine doğru giderken Kuzey Kürdistan’ın hemen hemen bütün şehirlerinde, kasabalarında, okulların olduğu her yerde böyle bir gençlik örgütlülüğü ve komünal gençlik yaşamı söz konusudur. Özellikle 18 Mayıs 1977’de Haki Karer’in şahadetinden sonra içine girilen gençlik örgütlenmesi ve partileşmeyi geliştirme süreci, çalışmalarda ve örgütlülükte daha ileri ve yetkin bir düzeyin ortaya çıkartılmasına yol açmıştır. PKK’nin Kuruluş Kongresine doğru giderken, örgütsüz gençlik ortamı, özellikle de öğrenci gençlik ortamı yok denenecek kadar azdır. Diğer yandan kongreye doğru giderken parti ve örgüt tartışmalarında da önemli bir düzey yakalanmıştır. Önder Apo, Haki Karer yoldaşın katledilmesi ardından onun anısına sahip çıkmanın gereği olarak partileşmeye karar verdiğini ve parti program taslağını bu temelde hazırladığını birçok kez dile getirmiştir. Kısaca belirtecek olursak, 1977 yazından itibaren partileşme süreci özgürlük hareketinin gündemine girmiş ve her yerde; nasıl örgütlenilmeli, parti nasıl olmalı? Sorusu tartışılır hale gelmiştir. Program taslağının hazırlanıp Nasıl örgütlenmeli Nasıl partileşmeli kadro kesimlerine sunulmuş olması da ister istemez bu tartışmaları daha örgütlü ve planlı bir hale getirmiştir. Bu temelde 1977 yılının Kasım ayında, “Nasıl örgütlenmeli, partileşmeli?” sorusunun tartışıldığı bir kadro toplantısı Amed’de, Kurban Bayramı sürecinde yapılmıştır. Buradaki tartışmalar kuşkusuz ilginçtir. Önder Apo’nun örgüte ve onun da içinde partileşmeye büyük önem veren, bu hususları gündemleştirip, tartışan tutumuna karşı; Şahin Dönmez’in partileşmeye isteksiz, erteleyici yaklaşımı ortaya çıkmıştır. Böyle bir tartışma yaşanmış, başta Mazlum Doğan olmak üzere, ağırlıklı toplantıya katılan kadro bileşimi Önder Apo’nun partileşme düşüncesine destek vermişlerdir. Bu toplantı örgütlenme konusunda her hangi bir karar almamış, ancak bir tartışma sürecini; “Nasıl bir örgüt ve parti olmalı?” tartışmasını daha ciddi ve kapsamlı bir biçimde gençlik hareketinin gündemine sokmuştur. Ardından 1978 baharında Elazığ’da benzer bir toplantı gerçekleştirilmiştir; gündem yine aynıdır, “Nasıl bir örgüt ve parti olmalı.” Sorusu üzerine burada da benzer tartışmalar yapılmıştır. Bu toplantı da, Amed toplantısından farklı olarak belli 45 bir örgütsel ayrışma ve ilerleme yönünde adım atıldığı gibi, bunu sağlayacak olan kararlarda alınmıştır. Böylece bu toplantıyla birlikte bir yandan her türlü pratik-örgütsel çalışmaları yürüten gençlik örgütlenmesi geliştirilirken, diğer yandan teorik çalışma, ideolojik mücadele geliştirmek üzere yayın faaliyetinin örgütlendirilmesi ve basın-yayın çalışmalarının geliştirilmesi yönünde de bir karar alınmış; buna göre bir iş bölümü ve örgütsel görevlendirme içine girilmiştir. Bunun sonucunda “Kürdistan Devriminin Manifestosu” ortaya çıkartılmış, hazırlanmıştır. Hem program hem manifesto basılıp en geniş çevrelere dağıtılmış ve Serxwebûn dergisinin yayını 1978 Ekimi’nde başlatılmıştır. Kuşkusuz bütün bunlar da PKK kuruluş kongresinin hazırlanması açısından çok büyük önem arz eden çalışmalar olmuştur. Üçüncü olarak, kongre hazırlığı anlamında pratik,taktik gelişmeleri ve mücadeleyi ifade etmek gerekir. Özellikle 18 Mayıs 1977 katliamının bu konuda PKK açısından bir dönemeç oluşturduğu bilinmektedir. Önder Apo da bu gerçeği savunmalarda netçe ifade etmiştir. Antep katliamı, Apocu gençlik gruplaşmasının önüne şu realiteyi koymuştur: Kürdistan’da ulusal kimlik ve özgürlük için propaganda çalışması bile meşru savunma temelinde yürütülmek zorundadır. Kendini savunmayan bir çalışmanın hayatta kalma ve başarılı olma şansı yoktur. Bu Antep katliamının açıkça ortaya çıkardığı ve öğrettiği bir ders olmaktadır. Bu temelde çalıma tarzında, örgütsel işleyişte yeni sistemler, tedbirli, kontrollü bir düzey giderek ortaya çıkartılmıştır. Kendini savunan, saldırılar karşısında yenilmeyen, ayakta kalan, saldırgandan hesap sormayı bilen, deyim yerindeyse intikam alma gücünü gösMijdar 2010 STÊRKA CİWAN teren bir hareket giderek şekillenmiştir. En başta Antep katliamının intikamı alınmış, ardından da değişik yerlerde gençlik kadrolarına dönük faşist, gerici, feodal, sosyal-şoven kesimlerden gelen saldırılara karşı bir aktif savunma içerisinde olunmuştur. Buda giderek Apocu hareketi; ajanlaşmış yapı, kişi ve kurumlara karşı şiddet temelinde mücadele taktiği biçiminde bir taktik anlayışa götürmüştür. Özellikle 19 Mayıs 1978’de Halil Çavgun yoldaşın feodal çetelerin, faşistlerin ve polisin işbirliğiyle katledilmesi, böyle bir taktik temelinde mücadele yürütme görevini bütün açıklığıyla ortaya çıkarmıştır. Bu temelde özellikle bu saldırının intikamını almak üzere Hilvan direnişi örgütlenirken, bu taktik anlayış gerici, faşist saldırıların, polis ve sosyalşoven kesimlerin saldırılarının olduğu her tarafa yayılmıştır. Bu şekilde 1978 yaz mevsimi sürecinde Hilvan başta olmak üzere, Kürdistan’ın bütün alanlarında faşistlere, polis saldırılarına, gerici, sosyal-şoven çevrelerden gelen silahlı saldırılara karşı, giderek yaygınlaşan ve yoğunlaşan bir silahlı direniş konumu içerisinde olunmuştur. Bu savunma direnişi, Kürdistan’ın bütün alanlarına yayıldığı gibi, önemli bir yoğunluk arz etmiş ve giderek siyasi ortamı, değişik sosyal kesimleri daha derinden etkiler hale gelmiştir. Bu da hareketi gençlik hareketi olmaktan çıkararak toplumun diğer kesimlerine; kadınlara, emekçilere, köylülüğe taşırmıştır. PKK kuruluş kongresine doğru giderken Apocu hareket; gençlik hareketi olmayı aşmış, bir halk hareketi düzeyine özellikle de Kürdistan’ın orta kesimlerinde; Urfa, Mardin, Diyarbakır ve Batman’da yine Bingöl- Dersim ve Serhat hattına kadar ulaşmıştır. Mijdar 2010 Kongre hazırlıkları büyük bir gizlilik içerisinde gerçekleştirildi PKK’nin Kuruluş kongresine doğru giderken Apocu hareketin genel durumuna ilişkin bunları belirtebiliriz. Tabii kongre hazırlıkları olarak daha farklı çalışmalarda yapılmıştır. Örneğin, kongrenin yerinin hazırlanmasında belirli bir arayış olmuş, sonunda Lice’nin Fis köyünde Seyfettin Zoğurlu arkadaşın evi uygun görülmüştür. Ev, önceden tanıdığımız bir evdir. Seyfettin arkadaş Dersim öğretmen okulundan katılım göstererek profesyonel çalışma yürüten bir arkadaşımızdır. Ayrıca buranın tercih edilmesinin bir nedeni de evin bir yanının asfaltın kıyısında olması, iniş çıkışlarda fazla dikkat çekmeden gizli bir biçimde eve giriş-çıkışların sağlanabiliyor olmasıydı. Ailenin sempatizanımız olması elbette diğer sorunların çözümü açısından da önemli faktör olmaktadır. Zaten Kasım ayı sonu Amed yağışlı ve her taraf da sislidir. Bu bakımdan gizliliğin korunması açısından böyle bir yer tercih edilmiştir. Öyle bir süreçte, mücadelenin bu kadar şiddetlenmiş olduğu bir ortamda elbette gizlilik, polisi atlatacak bir tarzda çalışmaları örgütlemek önem taşımaktadır. Nitekim 1978’in 26 Kasım’ı çok yağışlı ve sisli bir ay olmuştu. Değişik alanlardan çağrılan kadrolar önce Amed’e gelip, bazı yerlerde verilen adreslerde toplanmışlardır. Örgütlenen bir araçla 25 Kasım gecesi Fis ovasına grup grup sabaha kadar arkadaşlar taşınmıştır. Araçlar farlarını söndürmeden ve daha tam durmadan insanlar araçtan inerek eve girmişlerdir ve böylece araçlardan inenlerin olduğunun anlaşılmasına bile müsaade edilmemiştir. Araç yoluna devam etmiş ve belirli bir mesafeden sonra dönüşünü yapmıştır. Böylece dikkat çekmemeye özel bir önem verilmiştir. Yine o zaman 46 bir sempatizanımız ve aynı zamanda asker kaçağı durumunda olan Alaattin arkadaş sürekli nöbet tutmuştur. Seyfettin arkadaşın babası, orada bulunan çay ocağı ve lokantada sürekli gelişgidişleri kontrol etmiş ve denetlemiştir. Evin kadınları da yemek vb işleri yapmışlardır. Bu aile fertleri her hangi bir itirazda bulunmadıkları gibi; heyecanla, coşkuyla çalışmışlardır. Gerçekten de tarihi bir görevi yerine getirmişlerdir. Yer ile birlikte, çağrılacak kadroların belirlenmesi Önder Apo tarafından organize edilmiştir. Her bölgeden yeterli sayıda delegenin getirilmesi, o alanda yarı resmi temsilci düzeyinde çalışan arkadaşlardan istenmiştir. Sayı belirlenmiş, bazı yerlerde isimler belirlenmiş, bazı yerlerde ise orada çalışan arkadaşların takdirine bırakılmıştır. Böylece çağrılan delege sayısı -yanlış hatırlamıyorsam- 25’tir. Belirlenen sayı içerisinden üç arkadaş toplantıya katılamamış, 22 delegenin katılımıyla PKK Kuruluş Kongresi 26 ve 27 Kasım günleri içerisinde Lice’nin Fis ovası köyünde yapılmıştır. 25-26 gecesi toplantı yerine gidilmiş, 26 sabahı son grup olarak Önder Apo ve yanındaki arkadaşlar gelmiş, 26 Kasım günü çalışılmış, 26-27 Kasım gecesi evde kalınmış, 27 Kasım günü çalışma sürdürülmüş ve aynı günün akşamı tamamlanarak 27 Kasım akşamı yine aynı yöntemle köyden Amed’e delegeler taşınmış, oradan da dağılım ve örgütsel düzenleme gerçekleştirilmiştir. PKK kuruluş kongresi, bu çalışmalar yanında bir de örgütlenme ve eylem alanında kapsamlı bir çalışma planı, önemli bir hedefler programını önüne koymuştur. Hem örgütsel, hem eylemsel alanda güçlü bir parti hamlesinin geliştirilmesine karar vermiştir. Kongrenin ardından da merkez komitenin oluşturulmasından başlamak üzere; o zamana kadar var olan kadro ve kadro STÊRKA CİWAN adayları yeniden bir örgütlenme ve görev dağılımı içine alınmış, var olan örgütsel sistem yeniden düzenlenmiştir. Tüzüğe göre merkez komitesi iş bölümü yapmış, örgütleme komitesi, yayın komitesi, askeri komite oluşmuş; Kürdistan eyaletlere bölünmüş, ona göre bölge komiteleri, yerel komiteler temel parti örgütlerini kurmak üzere hemen kongre ardından adım adım güçlü bir örgütlenme hamlesi başlatılmıştır. Parti bilinci en büyük gücü ortaya çıkarmaya kadir bir bilinçtir Parti kuruluş kongresinin, partileşmesinin kuşkusuz özgürlük ve demokrasi mücadelemiz içerisinde büyük bir anlamı ve yeri vardır. Parti bilinci her şeye hükmedebilen, her türlü zayıflığı yenmeye ve en büyük gücü ortaya çıkarmaya kadir bir bilinçtir. O nedenle de Kürdistan’da her hangi bir örgüt değil, parti örgütünün oluşturulması öngörülmüştür. Bu her hangi türden bir partinin örgütlendirilmesi anlamına da gelmemiştir. Bu PKK gibi: öncü, mücadeleci, fedai çizgisinde bir partinin oluşturulması anlamına gelmiştir. Bu şekilde “Nasıl bir parti?” Sorusu, fedai çizgisinde bir parti olarak tanım bulmuştur. Bu soruya cevap; savaşçı, eylemci, mücadeleci bir parti olarak verilmiştir. Bu sorunun hem felsefik-ideolojik olarak derinliği olan; topluma, halka yön veren, toplumu eğiten bir parti, hem de eylemle gericiliği yenen toplumsal örgütlenmenin ve demokratik duruşun önünü açan bir parti biçiminde somutlaştırılmıştır. PKK, böyle bir parti olarak şekillenmiştir. Bütün pratikteki hata ve eksikliklerine rağmen çizgisi böyle olmuş, pratiği ve eylemi böyle bir çizgiye bağlı olarak gelişmiştir. Bu da güçlü bir parti bilincinin oluşmasına yol açmıştır. Kadroda parti bilinci oluşmuş, halkta parti bilinci oluşmuştur. Kadro parti bilinciyle büyük bir cesaret, fedakarlık, coşku, moral, heyecan, azim, gayret, çaba kazanmış, bu temelde fedai çizgisinin yaratıcı, yaşatıcısı olarak ortaya çıkmıştır. Halkta oluşan parti bilinci; partiye ve onun kadrosuna, önderine büyük bir güveni, bağlılığı ortaya çıkarmış; kendinden en yakınından, akrabasından, arkadaşından daha fazla parti önderliğimize, parti gerçeğine, parti kadrolarımıza güven duyan bir Kürt toplumu, Kürt kadını, Kürt insanı ve köylüsünü yaratmıştır. Bu temelde parti topluma taşmış, çeşitli halk kesimleri içerisinde taraftar ve sempatizan kazanmıştır. Bütün evler, aile ortamları PKK çalışmasına açılmış; PKK, her yerde örgütlenebilen, çalışabilen, her türlü 47 insanı ulusal-demokratik mücadele içerisine çekebilen bir örgüt haline gelmiştir. Bütün bunları yaratan kuşkusuz parti bilincidir. Böyle bir bilinci moral ve güvenle edinen halk her zaman Önderliğe ve Partiye sahip çıkmış, en zor koşullarda bile PKK’ye bağlılıklarını, Önder Apo’ya bağlılıklarını korumuştur. Nitekim bu sürecin ardından gelen 12 Eylül faşist-askeri darbesi ortamında, her türlü katliamcı saldırgan yaklaşımlar karşısında halkın PKK’ye ve Önder Apo’ya bağlılığı, güveni hiç sarsılmamış, her zaman canlı ve diri kalmıştır. Bu gerçek, 15 Ağustos Atılımıyla birlikte halkın PKK öncülüğünde yeninden ayağa kalkışıyla herkes tarafından bir kere daha görülmüştür Varolan bu güçlü parti bilincinin etkisiyledir ki; zindanlara düşen, Diyarbakır zindanı gibi her tür baskı, zulüm ve işkencenin uygulandığı, tarihte insanlık üzerinde zulüm uygulamasında ender örnekleri bulunan bir zulüm düzeninin kurulduğu, her türlü işkence ve katliamla birlikte ihanet ve teslimiyetin dayatıldığı bir ortamda PKK kadroları Önder Apo’ya, önderlik çizgisine, PKK gerçeğine sonuna kadar bağlı kalmışlar ve büyük bir direnme gücü ortaya çıkarmışlardır. 1982 yılındaki o büyük zindan direnişini var etmişlerdir. Mazlum, Hayri, Kemal öncülüğünde o büyük zindan direnişçiliğini, 14 Temmuz ölüm orucu eylemciliğini ortaya çıkarmışlar, böylece parti bilincinin her türlü düşman gücünü yenmeye kadir ve onun üzerinde bir güç olduğunu herkese kanıtlamışlardır. *** Mijdar 2010 STÊRKA CİWAN Çelengê Bajarê Dîroka Serhildanan Cizîra Botan Çekdar Stêrka CIWAN “Evîneke bi înad bû li dijî zemheriya ewrûpayê. Rêzên welat, nasnav û azadiyê yên ku çekdar bi zimanê xwe pêçabû. Hevalên wî strana wî bi germahiya bedirxan, bi xwîn û nijada cizîra botan dijiyabûn di rêzên çekdar de. Hevalê wî bedirxan aslan, ango seyîd rojhat bû, yê ku ew stran di newala dojehê de dilîland” Mijdar 2010 Strana çekdar ku ji dilê serhildanên cizîrê derket berê xwe da rêwîtiya ber bi zaxoyê. Avsûmawiyî kurdayetiyê av dabû di her dîsgotinê de.... Koçberkirina wî nikarîbû li dîsgotinan xwe bipêça, lê di strana çekdar de qalikê xwe dabû şikandin. Çekdarê ku dilê xwe bi hêvîrê têrnebûnan xwe mezinkiribû, dizanîbû ku nîv perçeyeke çûyîna wî ya ewrûpayê. Strana çekdar ya ku ji ser zimanan nedihat xwar bi evîneke wisa destpêkiribû. Ne valahiyeke demê ya ku dika- 48 ribe were ravekirin li pey xwe hişt vê stranê û ne jî peyvên ku wê li rewşa wan bifikiriya... yeko yeko dîsgotin hemû dagirtibû çekdar. Heta wî ji yezdan jî ji dil hezkiribû û di înada evînên sexte de. Strana serpêhatiyeke destpêkeke wisa bû çekdar û wî bi rengê nasnama xwe şîvere çêkiribû di dilê xwe de. Wî her şîvereyek bi kulîlkên nefspiçûkiyê xemilandibû. Bi çavên candostekî mêze kiribû li kulîlkên xwe. Û navê berxwedan, nasnav û welat li wan kiribû. Her ku dimeşiya şîvere dirêj dibûn. Li pey xwe çavên dostaniyê dihişt bi awayekî fediyok û ewqasî jî bi wêrek. Heger pêwîst bûya wî dizanîbû hembêz kiriba ew kesên ku wî ji wan kulîlkên xwe dida hev û dikirin rêz. Çekdar wê wan kulîlkan li çiyayên kurdistanê bineqişanda. Wî bi gavên bi lez û ji xwe bawer dimeşiya. Hevalên wî yên li çiyayên kurdistanê jî pêjna strana wî ya bi dengê wî dikirin. Bi awayekî bêhempa jiyan dida gotin û jiyanek li pey xwe hişt çekdar. Ew yekî wisa bû ku dostaniyeke bêhempa, evîneke bêhempa û kurdayetiyeke bêhempa dida gotin. Tarîtiya ku jê re dibêjin mirin di heyecana wî ya sê mehan de kemîn li pêşiya wî danîbe jî strana çekdar dîsgotinên dirêj hiştibû li pey xwe. Stranên ku bi strandinê re dirêj û hey dirêj dibû. Rêzên wan yên bi heybet hebûn bi qasî ku peyvên kedê yên her dos- STÊRKA CİWAN tekî di nava xwe de bihewînin. Çekdar ev valahî hiştibû, da ku hevalên wî li ser navê mirovahiyê bi ser de zêde bikin. Lewra strana çekdar li wargeha serhildanê û li keleha berxwedanê li bajarê cizîrê dengvedabû. Çekdar li zaxoyê xemilandibû hişmendiya dîrokê ya kurdayetiya xwe. Evîneke bi înad bû li dijî zemheriya ewrûpayê. Rêzên welat, nasnav û azadiyê yên ku çekdar bi zimanê xwe pêçabû. Hevalên wî strana wî bi germahiya bedirxan, bi xwîn û nijada cizîra botan dijiyabûn di rêzên çekdar de. Hevalê wî bedirxan aslan, ango seyîd rojhat bû, yê ku ew stran di newala dojehê de dilîland. Hevalê wî rojhat, rengîniya strana çekdar bi keda dayîkekê li pişta xwe kir û li ser zendê xwe anîbû heta deşta hezexê. Seyîd di sala 2001ê de dema ku li çiyayê kurdistanê konê xwe veda di çavên jinê de ken weke çavên xwe dîtibû. Gotinên dirûstiyê ji wan difiriyan. Dîsgotina strana seyîd bi qasî hesreta çekdar ya ji bo cizîrê bû. Xizmê wî yê dilê kedkar seyîd dengê strana azadiya welat ya çekdar di newala dojehê de weke gulê ku li ber seyîd ketibû... ji ber vê yekê bû ku wî meheke din jî ew stran bi keda dayîkekê mezin kir li ser zimanê xwe. Wî jî ew stran ji hevalên xwe re hişt berî ku ji nav wan koç bike. Zû hatibû dîsa xebera reş ya çekdar û rojhat. Careke din vê xebera reş cizîr, zaxo û heta zemheriya ewrûpayê şewitandibû. Ji demsalan zemherî ji wextan cotmeh neqedandibûn ji xwe re wê xebera reş. Hîn hûn baş negeriyabûn di nava germahiya welatê xwe de. Hûn bêwext bûn mêvanê karwanan çekdar û seyîd. Lê belê em weke rêhevalên te dizanin ku ti mirin ne bi wext e. Ji ber vê yekê me nizanîbû li dilnebûna xwe jî bipirsin. Ji ber vê laneta ku bûye bela serê me em xwe dispêrin stargeha dilê te çekdar. Li me bibore em di nefesa te ya dawî de ne li kêleka te bûn. Lê belê em ê heta nefesa xwe yî dawî bibin şervanên hêvî û têkoşîna te. Bila ev soz û peymana me be ji te re lawikê çeleng yê cizîra botan. Rêhevalên te yî pir ji te hez dikin û bêriya te dikin xwendekarê dewreya perwerdehî ya erdal îsyan... *** şehit çekdarın anma resmi 49 Mijdar 2010 STÊRKA CİWAN Kurdistan wird das Grab des Faschismus Firat AMED Wenn ihr Probleme oder Fragen an Azadî habt, meldet euch einfach unter:Azadî e.V., Graf-Adolf-Str. 70A,40210 DüsseldorfTelefon: 0211-8302908 e-mail: azadi@t-online.de Ansonsten schaut einfach mal auf die Azadî-Internetseite oder lest den infodienst unter: http://www.nadir.org/azadi Der Begriff Anitfa ist die im Deutschen gängige Abkürzung für “Antifaschistische Aktion”. Sie bildet einen Widerstand gegen faschistische, rassistische, sexistische und zumeist kapitalistische Menschen und Gruppen. Woher kommt die Antifa? Die erste Antifaschistische Aktion gründete sich bereits 1923, als Teil der revolutionäre Linken, zuerst von den KommunistInnen ins Leben gerufen und später von allen sozialistischen Parteien und Gruppen unterstützt. Ihr Ziel war es den aufkommenden Faschismus der Nationaldemokraten entgegenzutreten und die schon erkämpften Ziele, sowie die politische und öffentliche Landschaft nicht den Nazis zu überlassen. Nach der Machtergreifung durch die Nazis unter Adolf Hitler führten die meisten AntifaschistInnen ihren Widerstand im Untergrund fort. Die Antifa heute. Erst 1980 gründeten sich aus der deutschen Linken heraus wieder Antifa-Gruppen. Ihren Ursprung hatten sie meistens in der Autonomen Linken oder der HausbesetzerInnen-Szene. Mittlerweile gibt es in vielen Städten Antifa-Gruppen, ihr erstes Anliegen ist es, sich und ihre eigenen Leute gegen Faschisten zu schützen und die Öffentlichkeit über die Machenschaften von rechten Gruppen aufzuklären. AntifaMijdar 2010 50 Gruppen, die auch unter diesem Namen und Logo arbeiten, gibt es nicht nur in Deutschland, sondern auch in anderen Ländern, etwa Irland, den Niederlanden, Dänemark, Schweden, Tschechien, der Slowakei, Serbien, Italien oder dem Baskenland. Die Antifa setzt dabei nicht immer nur auf die Selbstverteidigung. Einer ihrer Slogans heißt “Antifa heißt Angriff!”, was zeigt, dass sich AntifaschistInnen auch bereit seien müssen selbst sktiv ztu werden, wo sie mit Rechten konfrontiert werden. Wichtig für die antifaschistische Arbeit ist, dass man die eigenen GegnerInnen kennt. Die Antifa sammelt Informationen über Rechte, die sie dann veröffentlichen. Es geht also darum sich selbst zu schützen und Faschisten überall zu bekämpfen, wo man sie antrifft. Was interessiert mich das alles?! Faschismus, dessen Bekämpfung das Ziel der Antifa ist, ist kein deutsches Problem. Der Faschismus der Nazis hat zwar unglaubliche und unvergleichbare Ausmaße angenommen, aber Faschismus gibt es überall, auch heute. Die KurdInnen sind mit dem Faschismus des türkischen Staates und der türkischen Rechten ausgesetzt. Parteien wie die MHP oder CHP stellen genauso eine Gefahr für das Leben und die Freiheit der KurdInnen dar, wie rechte Gruppen, etwa die Grauen Wölfe (türkisch: bozkurtlar), oder STÊRKA CİWAN rechtsgesinnte Einzelpersonen. Gerade gegen diesen Faschismus der kulturellen und physischen Vernichtung hat sich die Freiheitsbewegung erhoben und kämpft gegen ihn, woimmer sie ihn antrifft. Dabei spielt es keine Rolle, ob FaschistInnen türkischer, deutscher oder kurdischer Abstammung sind. Ein Spruch der Freiheitsbewegung, der auf Demonstrationen und bei ähnlichen Angriffen gerufen wurde lautet: “Kürdistan faşizme mezar olacak!” (deutsch: Kurdistan wird das Grab des Faschismus!) In Kurdistan wird offen gegen den täglich spürbaren Faschismus gekämpft, dort entsteht eine freie Gesellschaft, die einen Faschismus in ihr nicht mehr akzeptieren wird. Deshalb ist es wichtig den Kampf gegen den Faschismus – egal ob in Kurdistan, Deutschland oder sonst wo auf der Welt – mit dem Kampf um ein freies und sozialistisches Kurdistan zu verbinden! Selber aktiv werden!! Der Kampf gegen den Faschismus ist unerlässlich, wenn ein freies und gerechtes Leben ermöglicht werden soll. Dieser Kampf geschiet nicht von allein - Kurdistan befreit sich auch nicht von allein! Es wird immer Menschen geben müssen, die selbst anfangen zu kämpfen und nicht warten, dass irgendwann irgendjemand kommt und das für sie erledigt. In Kurdistan hat sich die Freiheitsbewegung auf den Weg gemacht und kämpft seit nunmehr 32 Jahren für ein neues Kurdistan und gegen den Faschismus. Auch in Deutschland gibt es einzelne Gruppen, die versuchen dem Faschismus entgegenzutreten. Das kann aber nicht reichen. Wenn Die kurdsiche Jugend spielt immer eine Vorreiterrolle für die Freiheitsbewegung in Kurdistan. Sie sind es, die sich am meisten engagieren, die am härtesten kämpfen und vielleicht auch die größten Träume haben. Wir als Jugendliche in Europa müssen auch aufwachen und wieder anfangen den Traum von einem freien Kurdistan nicht nur zu träumen, sondern auch umzusetzen. Rubrik: dass... der Kampf so wichtig ist, warum solltet ihr dann nicht auch kämpfen? Werdet aktiv, organisiert euch, kämpft! Von (den Fehlern) der Antifa lernen. Wichtig ist den ersten Schritt zu machen, sich zusammenzusetzen und zu diskutieren: Wer sind wir? Was wollen wir? Und wie werden wir das was wir erreichen wollen schaffen? Redet mit den FreundInnen in euren Städten, sprecht mir euren FreundInnen darüber, was ihr gegen Faschismus und Unterdrükkung tun könnt. Wenn ihr euch in Gruppen organisiert, ist es wichtig, dass ihr nicht wie viele deutsche Antifas als Gruppe allein bleibt, sondern dass ihr den Kontakt zu den kurdischen Gruppen haltet, in den Vereinen seid, die kurdischen Gruppen und Menschen in euren Gemeinden kennt, denn das ist der erste Schritt, um sich selbst zu schützen. Dann informiert euch, nehmt Kontakt mit anderen kurdischen Jugendgruppen auf, überlegt euch, wie ihr aktiv am Widerstand des kurdischen Volkes teilhaben könnt. 51 Schon gewusst, ...ihr euch bei Problemen mit der Polizei oder dem deutschen Staat, die durch euer politisches und soziales Engagement entstehen, nicht nur an eure FreundInnen vor Ort wenden solltet (das ist nämlich das erste, was ihr auf jeden Fall machen solltet), sondern Kontakt mit der Organisation Azadî aufnehmen sollt. Azadî (Kurmancî für “Freiheit”) ist der “Rechtshilfefond für Kurdinnen und Kurden in Deutschland e.V.”, der sich darum kümmert, dass politisch aktive KurdInnen, bei rechtlichen Problemen eine ordentliche politische und materielle Unterstützung bekommen. Er hat sich im April 1996 gegründet, als Reaktion auf das PKK-Betätigungsverbot in Deutschland und hat mittlerweile sein Büro in Düsseldorf. Desweiteren kümmert sich Azadî um FreundInnen, die bereits in Gefängnissen sitzen oder zu anderen Strafen verurteilt wurden, und veröffentlicht regelmäßig den online-infodienst, der über aktuelle Geschehnisse im Zusammenhang mit der Verfolgung politisch aktiver KurdInnen in Deutschland. *** Mijdar 2010 STÊRKA CİWAN L’ETAT TURC REFUSE LA PAIX Ali HAYIRLI Référendum et boycott Le président kurde a souligné que l’attentat du 16 septembre, qui a fait neuf morts et plusieurs bléssés à Hakkari, est destiné à dynamiter les pourparlers encours avec certains hauts responsables de l’état Le référendum du 12 septembre sur la révision de certains articles de la constitution était un test pour les islamistes modérés avant les éléctions de 2011. Le MHP ( milliyetçi hareket partisi c’est-à-dire le parti du mouvement nationaliste) est le grand perdant de ce référendum car une grande partie de son électorat a voté pour la révision de la constitution. Il est important de souligner qu’une grande partie de la population turque ne croit plus aux discours classiques des ultra-nationalistes et réclame un véritable changement. Le boycott du référendum du 12 septembre qui a été suivi par une grande majorité des kurdes constitue une grande victoire pour le BDP. Le gouvernement turc doit interprêter de manière juste le boycott qui représente le désir de paix des kurdes et leur volonté de s’autogérer. Le boycott est donc la volonté du peuple kurde d’instaurer le système de l’autonomie démocratique en Turquie. Après le référendum, les enfants kurdes ont réclamé un enseignement en langue kurde en boycottant les écoles turques durant une semaine. Cette action qui a relancé le débat sur la langue kurde a été très largement suivie par les kurdes. Les Kurdes ne devraient plus reconnaître un état qui refuse de reconnaitre leur identité. Le BDP et les associations kurdes doivent intensifier les actions similaires envers les différentes institutions de l’état turc. L’hypocrisie de l’état turc Le cessez-le-feu déclaré par le PKK, la prise de décision des kurdes de ne pas se rendre aux urnes et les déclarations du président kurde ont fait naître à nouveau l’espoir d’une solution politique. Il s’est avéré que l’état turc n’est pas prêt à résoudre la question kurde par le dialogue. Le gouvernement tente de retarder par tous les moyens le processus entamé par le PKK pour résoudre la question kurde par le dialogue. L’état turc considére que la résolution de la question kurde passe par la liquidation des kurdes et de leur organisation (PKK). Mijdar 2010 52 STÊRKA CİWAN Dans le passé, les pourparlers entre le président kurde et l’état turc ont été sabotés par les approches belliqueuses de l’état. Une nouvelle période d’affrontements Le président kurde a souligné que l’attentat du 16 septembre, qui a fait neuf morts et plusieurs bléssés à Hakkari, est destiné à dynamiter les pourparlers encours avec certains hauts responsables de l’état. Le gouvernement turc a tenté d’imputer l’attentat au PKK mais les preuves retrouvées sur le lieu de l’explosion et le contexte général innoncentaient le PKK. Jadis, les forces de l’état turc ont perpétré des attentats similaires pour saboter les processus de paix entamés par le PKK. Cet attentat est un message envoyé par les ennemis de la paix au peuple kurde et à ses représentants. Il est important de souligner que l’attentat intervient un jour avant la rencontre hebdomadaire entre le président kurde et ses avocats, et quatre jours avant la fin du cessez-le-feu proclamé le 13 août. Le KCK a d’abord prolongé le cessez-le-feu d’une semaine jusqu’à la rencontre de Aysel Tugluk et du président kurde le 27 septembre. Lors de cette rencontre, le président kurde a également mis l’accent sur le développement de l’hégémonie du fascisme vert turc qui succède au fascisme blanc turc au pouvoir depuis la création de la république. Le 30 septembre, le président du conseil exécutif du KCK, Murat KARAYILAN, a annoncé le prolongement du cessez-le-feu jusqu’à la fin du mois d’octobre. En prolongeant le cessez-le-feu d’un mois, les responsables de la guérilla espérent l’instauration d’un cessez-le-feu permanent. La décision de prolonger le cessez-le-feu fait suite aux déclarations du président kurde concernant les entretiens encours avec certains hauts responsables de l’état. 53 Le gouvernement turc qui espérait que le PKK prolongerait le cessezle-feu jusqu’à la fin des élections de 2011 a de nouveau approuvé la motion autorisant des operations militaires hors de ses frontières et a entrepris de nouvelles démarches pour liquider le PKK. L’état turc pense qu’il peut résoudre la question kurde avec des régimes totalitaires (Syrie, Iran), les USA et certains états de l’Europe. Le gouvernement turc donne l’illusion de pouvoir résoudre la question kurde avec les pays étrangers alors que la solution au conflit se trouve à l’intérieur du pays. Le gouvernement turc réalise les préparatifs d’une nouvelle guerre totale contre les kurdes. Le gouvernement turc a accéléré ses efforts diplomatiques sur le plan régional et international pour liquider le PKK. Les rencontres du ministre ATALAY, considéré comme le ministre coordinateur de l’alliance antikurde, avec ses homologues (iraniens, syriens ) sont destinées à renforcer la politique anti-kurde et à mener des opérations communes contre la guérilla kurde. L’armée turque qui n’a pas encore fait de déclarations concernant les pourparlers entre le président kurde et des hauts responsables de l’état attend l’occasion de mener une nouvelle opération contre les bases de la guérilla. Les militaires turcs continuent de mener des opérations contre la guérilla dans les différentes régions kurdes. Le gouvernement turc et ses médias préMijdar 2010 STÊRKA CİWAN sentent les opérations militaires de l’armée comme un non respect par le PKK de son propre cessez-le-feu. Les autorités turques ont fait savoir aux hauts responsables américains en visite à Ankara qu’une invasion du Kurdistan irakien est indispensable pour éliminer le PKK. Les négociations entre les turcs et les américains ont portés sur la lutte contre le PKK et le bouclier antimissile. Les américains veulent installer un bouclier antimissile sur le territoire turc pour protéger leur territoire et leurs alliés d’une éventuelle attaque iranienne. Les turcs espèrent que les américains leurs apporteront un plus grand soutien dans leur lutte contre le PKK. La visite d’Atalay et du chef des services secrets turcs (MIT) au Kurdistan irakien sont destinées à impliquer les kurdes irakiens dans une guerre contre le PKK. Les turcs espèrent créer une guerre fratricide entre les kurdes comme dans les années nonante. Le gouvernement turc veut obtenir l’accord des autorités du Kurdistan du sud pour mener Mijdar 2010 une nouvelle incursion contre les bases de la guérilla. La mise en place d’une zone tampon le long de la frontière avec l’Irak et la création d’une armée de métier ont été accélérés par la Turquie. On remarque que les islamistes modérés qui sont au pouvoir reproduisent les mêmes politiques que leurs prédécesseurs. Les rencontres entre les autorités turques et européennes s’inscrivent dans le cadre du plan de liquidation du mouvement de libération national kurde.En Europe, les kurdes peuvent s’attendre à des arrestations, à des opérations policières contre leurs différentes institutions et à des pressions destinées à fermer la télévision kurde (ROJ TV). Le gouvernement turc présente à sa population ses démarches à l’étranger comme de nouvelles voies dans la résolution de la question kurde. Dans le passé, la coopération entre l’état turc et ses alliés occidentaux (Europe, USA) est restée vaine face à l’attachement du peuple kurde à son organisation et à son président. Les islamistes modérés tentent 54 d’effacer l’influence du BDP ( Parti de la Paix et de la Démocratie ) dans les régions kurdes. Les arrestations de 42 membres du BDP dans la ville d’Urfa et les visites des membres du gouvernement de l’AKP dans les régions kurdes s’inscrivent dans le cadre de cette politique globale de liquidation. Le gouvernement du parti de la justice et du développement procédera à de nombreuses arrestations parmi les milieux kurdes avec l’approche des élections. Le gouvernement tente de désorganiser et de déstructurer le BDP pour permettre à des kurdes pro-AKP de s’imposer dans les régions kurdes. L’état turc envisage une opération globale et commune contre les kurdes avec l’appui de ses différents alliés. Une fois de plus, le gouvernement turc n’est pas prêt à résoudre la question kurde par des voies pacifiques. Le gouvernement d’Erdogan considére que la résolution de la question kurde passe par l’élimination des kurdes et du PKK. Le gouvernement turc tente d’étouffer le mouvement de libération national kurde en l’assiégeant sur le plan régional et international. Il est évident que le gouvernement turc qui est obsédé par la liquidation du mouvement de libération kurde ne changera pas de politique. Ce huitième cessez-le-feu n’aura pas permis de résoudre la question kurde par des voies pacifique. L’état turc est le seul responsable de l’échec de ce processus de dialogue avec ses approches guerrières. Si l’état ne réalise pas des actions concrètes en faveur de la paix, le président kurde n’interviendra plus dans les décisions du KCK après la fin du cessez-le-feu le 31 octobre. *** STÊRKA CİWAN 16. Kongre ya YXKʼê Siyamed SÎPAN Yekîtiya Xwendekarên Kurdistan (YXK) di nava rojên 15 – 17ê Cotmeha 2010’a li Elmanya bajarê Neuss’ê 16mîn Kongre ya xwe yî asayî pêk anît. Di roja pêşî de, hemû endam û xebatkarên YXK’ê li hev civiyan û li cîhên xwe bi cîh bûn û bi şano yekê desptê kirin. Roja 2 ya Kongrê (ango destpêka Kongrê) bi rêzgirtina ji bo şehîdên Kurdistanê destpê kir. Piştî hilbijartina Dîwanê Kongre yê bi xwendina Notên Rêberê Gelê Kurd Abdullah Öcalan destpê kir. Di vê rojê de hemû endamên rêveberiyê raporên xwe xwendin û xwerexne kirin û rexnê li xwe girtin. Her wiha hemû Komîsyonên Xebatê yên mîna Komîsyona Ronahî, Komîsyona Kurdî, Komîsyona Navnetewî, Komîsyona Jinan, Komîsyona Înternetê, jî xebatên xwe yî di nava sala xebatê de bi awayî nivîskî pêşkêşî endam û xebatkaran kirin. Piştî nîqaşên dirêj yên li ser raporan, ji Komalên Ciwan mêvanê ku beşdar bûbû peyama Komalên Ciwan xwend û derbarê rewşa siyasî ya dawî de agahî da. Girêdayî peyama Komalên Ciwan derkete holê, ku YXK’ê di sala 2009/10 de xebatên qels meşandine û dibê di sala xebatê ya pêşiya me de, xebatên hîn berfirehtir were meşandin. Piştî peyam û axaftinê pirs hate kirin û bersiva pirsan hate dayin. Bi taybetî jî pirs li ser Xweseriya Demokratîk û pêre girêdayî li ser Pêngava 4a hate kirin. Wek ku tê zanîn Rêber Apo ji sala avakirina PKK’ê heya niha ev dem li 4 pêngavan belav kir. Li gora vê belavkirinê ev pêngav wisa nin: * Pêngava 1ê: Dema Avakirinê (di navbera salên 1978 û 1984): Dema avakirina PKK’ê û destpêka karê birêxistinkirinê û destpêka şerê Gerîla. * Pêngava 2a: Dema Serhildanê (di navbera salên 1984 û 1992): Dema ku li her deverên Kurdistanê serhildan bilind bûn û dijmîn jî ev serhildan bi şewitandina gundan û êrîşbirina ser bi hezaran kurdan bersiv dida. * Pêngava 3a: Dema Komployan (di navbera salên 1992 û 2000): Dema komployan li ser Rêber Apo û di kesayetiya Rêber Apo de li ser Gelê Kurd. * Pêngava 4a: Dema Êrîşa Şoreşî – Dema Avakirina Xweseriya Demokratîk (ji sala 2000 û virde): Ev pêngav, dema ku em niha têde nin û pêngava herî girînge. Di vê pêngavê de ji aliyê aborî, siyasî, civakî, çandî û perwerdehiyê ve dibê amadekariyên Xweseriya Demokratîk were kirin. Heger bi awayekî aştiyane Xweseriya Demokratîk ne pêkan be, wê demê ewê bi „Êrîşek Şoreşî“ were rûniştandin. Piştî ku ev her çar pêngav hate zelal kirin, diyar bû ku Rêveberî, Koordînasyon, hemû Komîsyonên xebatê û hemû endam û xebatkarên YXK’ê hîna xwe ji bo vê Pêngava 4an baş amade nekiriye. Emê hewl bidin ku zelal bike, bê ka di vê Pêngava 4an de çi berpirsyarî û peywir dikeve ser milên YXK’ê. Di vê dema pêşiya me de, û ne şaşe ku em bînin ziman ku ev dema pêşiya me ewê mîna „Meşa li ser Ta“ be. YXK’ê êdî bi xebat û çalakiyên ku heya niha wisa wek rûtîn pêk tanî, nikare bibe bersiv ji bo Pêngava 4a. YXK’ê dibê xwe bi qat bi qat xurtir bike di warê rêxistinkirinê de û karê dîplomasiyê de. Dibê YXK’ê bi plannameyek gelekî berfireh xwe ji bo vê sala pêşiya me amade bike, daku bikaribe bibe bersiv ji bo vê Pêngava girîng. Di roja dawî yê ya Kongrê de jî xebatên ku di koman de hatibû amadekirin hate pêşkêşkirin û pêşniyar ji bo rêziknameyê û ji bo xebat û peywirên Rêveberî û Komîsyonên Xebatê hate kirin. Piştî pêşkêşkirina xebatên koman, êdî dem hatibû dema amadekirina plannameya ji bo sala xebatê ya pêşiya me. Li gora sala din, YXK’ê yê hewl bide ku di nava vê salê de kar û barên xwe zêdetir û xurtir bike. Xebatên birêxistinkirinê dibê were xurtkirin û zêdekirin û herwiha bernameyek berfireh ya rêzeçalakiyan hate amadekirin. Piştî plannameya çalakiyan Rêveberiya YXK’ê hate hilbijartin. Piştî hilbijartina Rêveberiya YXK’ê Kongre hate bi dawî kirin. Bi hêviya ku YXK’ê di vê Pêngava 4a de bibe bersiv ji bo avakirina Xweseriya Demokratîk yajî bibe hêz ji bo „Êrîşa Şoreşî“ ji hemû xebatkar û endamên YXK’ê re serkeftin. *** 55 Mijdar 2010 STÊRKA CİWAN B i l i m & T e k n i k Aptallık geni” bulundu öğrenme ve anıların biçimlenmesi sırasında etkinleşen “hipokampus” bölgesinde yer almakta. Genin devre dışı bırakılması halinde hipokampus anıları depolamaya itiliyor ve böylece beynin çalışma belleği aniden büyüyor. Bu gen aslında on yıl önce bulunmuş ve o zamandan bu yana ayrıntılı bir şekilde araştırılıyordu. Geçen yıl gerçekleştirilen bir araştırmayla yüksek seviyede RGS14’ün belleği önemli ölçüde iyileştirdiği ortaya çıkmıştı. Son araştırmada ise aynı genin devre dışı bırakılmasının da belleğe yardımcı olduğu görüldü. Farelerde bu genin hapla etkisizleştirilmesinden sonra, hayvanlar labirentteki en iyi yolu diğer farelerden daha çabuk buldukları gibi daha sonraları da daha kolay hatırlamışlar. İnsanların (ve farelerin) kendilerini olduklarından “aptal” kılan bir gene niçin sahip olduklarını bilim insanları henüz bilemiyor. Genetikçilere göre uygulama insanlar üzerinde de gerçekleştirilebilir. Farelerde devre dışı bırakılan “aptallık geni” sayesinde hayvanlar daha iyi öğrenmeye başladıkları gibi bellekleri de güçlenmiş. İnsanın da aynı gene sahip olması nedeniyle buluştan insanların da yararlanabileceği sanılıyor. Yeni keşfedilen gen sayesinde insanlar daha akıllı olabilecek ve buluş aynı zamanda Alzheimer tedavisinde de işe yarayabilecek diyor uzmanlar. “Homer Simson geni” veya RGS14 geni olarak da isimlendirilen genetik kot, hatırlamayı tetikleyen sinyallerin işlenmesinde önem taşıyor. Söz konusu gen, Bir dogma daha çöktü Araştırmacılar, 1990 ile 2007 yılları arasında yapılan, 1,3 milyon kişinin ilköğretimden lise ve hatta üniversitedeki matematikteki başarılarının yer aldığı 242 araştırmayı gözden geçirip, bazı uzun dönemli bilimsel çalışmaları inceleyerek, kadınların matematik konusunda erkekler kadar başarılı olduğu sonucuna vardı. Araştırmanın sonuçları “Psychological Bulletin” dergisinde yayımlandı. Toplum bilimciler her iki cinsiyetin de matematik alanında eşit kabiliyete sahip olduğu konusunda hemfikir olmasına rağmen, pek çok ebeveyn ve öğretmen, matematikte erkeklerin kızlardan daha iyi olduğunu düşünüyor. Araştırmayı kaleme alan Wisconsin-Madison Üniversitesi’nden Psikoloji ve Kadın Araştırmaları Profesörü Janet Hyde, bu tür düşüncelerin kadınların kariyer seçiminde olumsuz anlamda büyük etkisi olduğunu belirtti. Mijdar 2010 56 STÊRKA CİWAN Dünyanın en büyük ve en sağlam örümcek ağı Sihirli Yazılım Dev örümcek ağı Namorana Nehri üzerinde Caerostris darwini olarak isimlendirilen örümcek tarafından örülmüş. Bilim insanları öte yandan ağın, dünyanın en sağlam biyolojik malzemesi olduğunu da fark etmişler. Son derece sağlam ve elastik örümcek ağları bozulmadan önce yoğun miktarda kinetik enerji soğurdukları için dayanıklı biyometrik elyaf üretiminde polimer modeli olarak kullanılırlar. Yaklaşık 41.000’in üzerinde örümcek türü var ve bunların birçoğu farklı tiplerde örümcek ağı üretir. Bilim insanları şimdiye kadar 200.000 farklı örümcek ağı saptamış ve Caerostris darwini örümcek ağının çok hafif karbon kökenli sağlam liflerden üretilen kevlardan on misli kaliteli olduğunu söylüyorlar. Akron Üniversitesi’nden Todd Blackledge, Puerto Rico Üniversitesi’nden Ingi Agnarsson ve Slovenya Bilimler Akademisi’nden Matjaz Kunther ayrıca bu örümcek türü tarafından üretilen ipliğin bilinenden yüz misli dayanıklı olduğunu da bulmuşlar. Ilmenau Üniversitesinde geliştirilen yeni yazılım sayesinde, bir yandan dokunmatik ekranlı bir bilgisayarın kamerasıyla çekim yapılırken, diğer yandan görüntüde yer alması istenmeyen herhangi bir nesne işaretlenerek anında ortadan kaldırılabiliyor. Sihri hatırlatan yazılımda, istenmeyen nesneyi dijital kalem kullanarak çember içine almak yeterli. İlk olarak seçilen nesnenin çözünürlüğünü azaltarak görüntüyü ortadan kaldıran yazılım, daha sonra görüntüyü iyileştiriyor ve çözünürlüğü ilk baştaki düzeyine ulaşıncaya kadar artırıyor. Yazılımın sırrı ise tüm bu işlemlerin sadece 40 salisede, yani insan beyninin fark edemeyeceği bir zaman diliminde yapılması. Yazılımın şimdilik sadece Windows'da çalıştığı belirtiliyor. “Risk alan beyin diğerlerinden farklı Son olarak uzmanlar, dopamin yoğunluğunun bir kişinin garip, yeni veya değişik şeyleri deneme arzusuyla bağlantılı olduğunu ve dopamin düzenlemesinin iyi olmadığı kişilerde, dopamin salgısını tetikleyen garip davranışlara karşı bir eğilim oluştuğunu belirtiyor. Bilim adamları gerilim peşinde olan ve düşünmeden hareket edip, tehlikeye atılan kişilerin beyin yapısının farklı olduğuna dair fiziksel kanıtlar buldu. Amerika’da Vanderbilt Üniversitesi tarafında yapılan araştırmada, en çok risk alan kişilerde, bir çeşit beyin ödülü olarak, özellikle neşe, keyif duygusu yaşatan dopamin hormonunun farklı bir şekilde salgılandığı ortaya çıktı. Normalde dopamin hücrelerinde hormonun aşırı salgılanmasını engelleyen ve hormon üretimini azaltan otoreseptörler mevcut. Araştırma, risk ve tehlikeye atılan kişilerde bu otoreseptörlerinin daha az sayıda olduğunu gösterdi. BBC’de yer alan bilgilere göre, bu bulgular ışığında, bazı insanların uyuşturucu ve benzeri bağımlılıklara karşı daha meyilli olma sebeplerinin anlaşılabileceği düşünülüyor. Tıpkı hayvanlarda yapılan deneylerde olduğu gibi, sağlıklı insanlar üzerinde yapılan incelemeler ve taramalar da bazılarının garip ortamlarda farklı tepkiler verdiğini gösterdi. Örneğin, düşünmeden para harcamak ve fevrilik gibi düşüncesizce davranışların ve tehlikeye atılmanın otoreseptörlerin düşük seviyesiyle ilgili olduğunu açıklandı. 57 Mijdar 2010 STÊRKA CİWAN JI ROJÊ RE TÊGÎNÊN BÊ PEYV Yek hevok, hezar silava tîne bi xwe re Bi lingê kevokê ve girêdidim ramanê xwe ber bi wê Giravê ve, ji dîlê azadiyê re rêdikim têgînên ji xwe re li peyvan digerin di hêşê min de digerin û rêwî ne lê, yekcanên wan tûne ne Ji xwe re digerin di dil û mejî de, caran komdibin, dikevin di nav gilî û gazincan de, dikelîne volqana teqenadinê, Hîroşîma,Nagazakî û weke pêlên Tsûnamî, mejiyê min sîtem dike Weke Helebçe dişweitînin, mîna Dêrsim ser î hildidin e lê, dema xwe gihandin şevên tarî di xwin û xeyalan de dvebûne yek wê demê xwe didin germahiya ‘Rojê’ serdema ku Kapîtalîzma xwe, li ser lingê sosyalîzma Marx dida jiyankirin “We” qidûm lê şikand û “ Jiyaneke Azad” gelek bi sinc afirand hinava duruşmeyên azad serî rakirin “Heqîqet eşq e, eşq jî jiyana azad e” di bin siya şagirtiya jiyana we de her tîrêjên ronahiya dilê me neg,hêje ya we jî bi hewildana bûyîna şervanê we û bi bîr û baweriya hişmendiya we em ê hemû rondikên Amedê bikne barana jiyanê Em ê axa Îmraliyê bi kuman bikêşînin peytexta dilan Em ê nehêlin bihar li ser xwe bigrî Û zivistan biweşîne putên berfê Ji germahiya havînê em ê hêviyan bikolin Xweliya kînê bi serê Îmralıyê dakin Êşa tenduristiya we êşa hemû canê me ye Wê her kevokên hêviyan li nava germahiya jîna me de Bibe ronahiya ramên we Baran FERHAD Mijdar 2010 58 STÊRKA CİWAN Ey Marmara MELEK RUHLU YOLDAŞIM Dalgalarınla al beni götür Güne küskün aydınlık Çarp İmralı kayalıklarına Göğe küskün ay yıldız. Taşır tenim araratın Toprağa küskün papatya Bozkırından esen yeli Bir tebessümün, gülüşün olmayınca Taşır bedenim Dağlar inzivaya çekildi Amed’de, Batman’da intihara Sular durgundu köpürür Bir tebessümün, gülüşün olmayınca Küs çocukların yüreğini Seni arar, seni sorar Kürdistan’ın kara yüzlü Koydum Nuh’un gemisine Genç kızların yüreği Cudi’den, Zagros’dan kar namelerini Zılgıtlarla, çığlıklarla Bin bir renkli çiçekleri Çalarlar türküleri Yol ver Marmara Melek yüzlü yüzünü görmeyince Sana kalkar Tufan görmüş gemiyi Samuray, Semedar Güneş bekler artık Solar Karadağı Şahlan Marmara Çıldırır Ava Spi, Zap Senin sularında gitmek için Melek ruhlu yüzünü görmeyince Beklermiş Cudide Yarım kaldı Cilo’nun Emri verilmiş bir asker gibi Renkli efsaneleri Son görevimizi yerine getirmek için Karın kanlı papatyaları Yuvaya küser güvercinler Med’lerden bu yana Bir tebessümün, gülüşün olmayınca Güneş tüm parlaklığıyla Gücü yolda kalır Güzereşin İlk kez Mezopotamya da doğudan doğdu Gönlü yaşlı anaların Batı da sende tutsak edildi Marmara Özgürlüğün çiğdemleri Güneş seni de yakacak ey Marmara! Tebessümün, gülüşüne doyamayınca GERİLLANIN KALEMİNDEN... 59 Mijdar 2010 STÊRKA CİWAN L Ê K O L Î N Gurgum (Meraş) Bajarê WELATÊMİN “Li gorî Ewliya çelebî behs dike; Mereş di dema kevin de bajarê Siltan Dehaq e. Marên li ser milên xwe bi laşên bajariyan xwedîkiriye. Ji ber zilmê bajariyan bi serkêşiya hesinkaran siltan dehaq kuştin. Ji ber ku mirovên vî bajarî ji maran re bûne xwarin navê bajar Mereş yanî bûye marê reş. Yanî ji xwarina maran maye û paşê jî bûye mereş” Mijdar 2010 Bajarê Meraş, yanî Gurgum di tixûbê Kurdistan û Anatolyayê de wekî pirekê ye. Axa Kurdistan û Anatolyê li Gurgumê gihîştine hev û bi piranî li bakûrê bajêr Kurd, li Rojavayê bajêr Tirkmen dijîn. Gurgum, li Rojavayê başûrê Kurdistanê di nava paralelên bakûr yê 27 û 38 û di nava merîdyenên rojhilat yên 36 û 37an de cih digire. Nîspetê axa Gurgumê 14327 kîlometre qare ye. Ji sedî şêst jî bajêr çiya ye. Di axa gurgumê de noqteya herî bilind li çiyayê Nurhaqê ye û 3081 metreye. Çiyayê Gurgumê yê dun jî evin, çiyayê Engîzek, çiyayê Bînboxe, çiyayên Axir, Çiyayên Helî, çiyayê qoç, çiyayê berît û çiyayê qeman. Axa bajêr ji sedî 40 deşt û platone. Deşt û mexelên Gurgum wekî hemû deverên Kurdistanê ji bo kişt û kal û lawirvaniyên bi xêr û bere. Li axa bajêr deşta ceyhanê, deşta Elbîstanê, Deşta Gurgum, Deşta Goksunê, Deşta ava Sipî û çend deştên bi navê Narli, Andirîn, Avşîn û Mizminê jî hene. Ji zeviyên bajêr berhemên wekî genim, ceh, nîsk, nok, pembû, îsot, silqa şekir û gelek cureyên fêkiyan têne hilberîn. Her wiha lawirvanî jî pêşde çûye û bi milyonan lawirên piçûkmezin Gurgumê kirine wekî navenda goştê teze. Axa Gurgumê ji aliyê madenên din erdê ve dewlemende. Wekî mînak di nav axa navçeyên Elbîstan û avşînê de sê milyar û nîv ton rezerveyên Lîn60 yitê hene. Rejîma dewletê Tirk ji bo pêdiviyên enerjiya senayiya xwe bi dest bixe ev çavkaniyên Lînyitê bi kar anîn û di sala 1973an de sentrala Termîk a Avşînê avakir. Ev santral li tirkiyê di wextê xwe de tesîsa herî mezin bû. Her wiha di axa bajêr de li nêzî navçeya kurd oxlu baret nêzî Elbîstanê jî hesin têne derxistin. Li gurguma dewlemend ji hatina neteweya tirkiyê serê mirovekî 1200 dolar dikeve. Lê ev hejmar li rojavayê anatolyayê di ser 5000 dolarî ye. Axa gurgumê ji aliyê avên şêrîn ve dewlemende. Çemê ceyhan, goksun û ava sipî avên herî mezin in. Ev çem ji kurdistanê dizên ber bi derya sipî ve diherikin. Dîsa çemên weke sersap, çetexan, soxûtlû, xurman, suhul, û ava ruju zeviyên gurgumê av didin. Ji ber ku axa gurgumê ji aliyê avên ser erdê re dewlemende. Li ser axa bajêr jî bendavên mezin hatine çêkirin. Li ser çemê ceyhanê, li keviya çiyayê engîzek bendava menzelek, li nêzî pazarcixê bendava qertelqaya hatine avakirin. Bajarê gurgumê ji aliyê erdnîgarî û xwezaya xwe ve devereke xweşik û dewlemende. Li axa navend û navçeyan gelek deverên geştê û germav hene ku her sal bi hezar turîst tên van deran. Di nava van deveran de şikeftên dungene, daristana şinaran, çamlix tekîr, firnis û permavên û zeytûn navdarin. Gurgum ji bakûr ve cîranê sêwas û qeyserî, ji rojava cîranê edenê, ji başûr STÊRKA CİWAN ve cîranê dîlokê, ji rojhilat ve jî cîranê meletî û semsûrê ye. Nifûsa bajêr di ser milyonekî re ye. Bajêr li gor sîstema rêveberiya tirkiyê vîlayete. Bi navê Elbîstan, Avşîn, Bazarcix, Çaxlayan gerîp, Nurheq, Ekîn ozû, Goksun, Kurdoglu û Andirîn 9 navçe û 506 gund û mezra Gurgumê ve girêdayîne. Nifûsa Gurgumê li gorî hejmara îro nêzî milyonek û nive. Ji nîvê nifûsa wê zêdetirîn kurdin. Kurdên vê deverê jî bi piranî Elewî ne û bi zaravayê kurmancî diaxivin. Diroka Gurgum (Meraş) Di dîroka nivîskî de cara yekemîn navê gurgumê di çavkaniyên Asurî de derbas dibin. Li gorî van çavkaniyan navê bajêr wê demê Markasî ku navê dewleta Hîtîtiyan li herêmê avakiribûn Gurgum bû. Heta dema ku Romayiyan Kurdistan bi dest dixin navê bajêr weke Markasîm ma. Piştî vê împaratoriya romayê Qalegula navê bajêr weke gemanîciyan guherand. Heta ku artêşa Ereb hat herêmê navê bajêr wiha ma. Piştî ereban navê herêmê bûye mahraş. Bi erebî tê wateya cihê lerzê. Wê demê ji ber ku li herêmê birinc dihat çandin. Nexweşiya tayê hebû û kesên ku bi tayê diketin laşên wan dilerizîn. Tê texmînkirin ku ereban ev nav ji ber vê yekê dabe bajêr. Gurgum, piştî ereban jî ku ji aliyê Bîzansiyan ve hate dagirkirin pêşî weke Marasyon, paşê dîsa weke Maraş hate binavkirin. Bajêr di nava kurdan de weke Gurgum an jî Mereş, di nava tirkan de jî weke Qehreman Maraş tê binavkirin. Efsaneya ku gerok Evliya Çelebî di seyahatnameyên xwe de behsa Mereşê dike balkêş e. Li gorî Ewliya çelebî behs dike; Mereş di dema kevin de bajarê Siltan Dehaq e. Marên li ser milên xwe bi laşên bajariyan xwedîkiriye. Ji ber zilmê bajariyan bi serkêşiya hesinkaran siltan dehaq kuştin. Ji ber ku mirovên vî bajarî ji maran re bûne xwarin navê bajar Mereş yanî bûye marê reş. Yanî ji xwarina maran maye û paşê jî bûye mereş. Bajêr jî weke navê xwe gelekî hatiye guhertin. Bajarê antîk, ku li başûr rojhilatê bajêr hatiye avakirin di dema Romayiyan de barkiriye ser peravên çemê ava reş. Di dema navîn de navê herême reban e. Paşê jî bûye herêma kevirê zer. Navenda bajêr, yanî herêma kevirê zer di herdhejekê de xerabûye. Rûniştvanan malên xwe barkirine û çûne herêma mereş ê. Navenda bajêr di dema Mîrantiya û zorqedriyan de hate avakirin û her wiha li herêmê cihê herî kevin û baregeha rûniştinbûyînê dema Palawlotîk, yanî diçe çar hezar sal beriya zayînê. Di şikeftên nêzî gundê Dungulê de bermahiyên vê demê hatine dîtin. Piştî ku împaratoriyan Hîtîtan belav bû, li kurdistan û anatolya 61 navîn dewletên sîteyan yanî bajaran derketin holê. Li vê herêmê jî dewleta gurgum hate avakirin. Navenda gurgumê bajarê markasî bû. Ew dewleta biçûk di nava asurî û urartuyan de dest guhertiye. Gurgum beriya zayînê di sala 612an de ji aliyê bav û kalên kurdan, yanî Medan ve hate bidest xistin. Piştî desthilatiya Medan a 150 salan Pers ketin Gurgumê û bi herêmê bi navê Kapadokya dewleteke otonom hatiye avakirin. Artêşa îskender beriya zayînê di sala 300î de hate herêmê û tevî gurgumê herêm jî dagirkir. Desthilatdariya Makedonî, Romayî û Bîzansiyan lu gurgumê heta sala piştî zayînê 1100î dewam kir. Di vê pêvajoyê de bajar di sala 632an de ji aliyê artêşa ereban ve çend caran jî ji aliyê Sasaniyên Îranî ve hate dagirkirin. Di sedsala 1100î de jî Selçukî hatin herêmê. Vê demê li gurgumê malbata Zulqedriyan Mîrantiyek avakiribûn. Bajar sala 1521ê, di dema Yavuz Sultan Selîm de kete destê Osmaniyan û bi navê dewleta Zulqedriyê hate Mijdar 2010 STÊRKA CİWAN birêvebirin. Sultan Ebdulezîz, di sala 1867an de Gurgum weke Sancixekî bi bajarê Helebê ve girêda. Bajarê berxwedan û qehremanîyê Bajêr piştî damezirandina Komara Tirkiyê jî weke wilayet hate qebulkirin. Piştî yekemîn şerê cîhanê, împaratoriya Osmanî têk çû. Herêma Mereş ku ji aliyê ewrûpayê ve weke Qewliye dihate binavkirin pêşî ji aliyê Îngîlîzan ve, paşê jî ji aliyê Fransizan ve hate dagirkirin. Di dema dagirkirinê de Kurdan Gurgumê bi hevkariya Kemalîstan di sala 1920an de li dijî Fransizan şer kirin û wan ji bajêr avêtin. Bi taybetî li Bazarcix, Kurdoglu û li navenda Gurgumê şerên dijwar qewimîn. Li ser vê helwesta Mereşiyan di sala 1973an de Meclîsa Tirk Payeya Qehremaniyê dan bajêr û navê bajêr weke Qehreman Meraş guhert. Di pêvajoya şer de rejîma îttîhat û terakî di sala 1915an de li dijî ermeniyan û suryaniyan fermana qirkirinê dan. Di van deman de li gorî salnameyên osmanî nifûsa mereşê 150 hezar e. Ji wan 27 hezar kes ermenî û suryanî ne. Ermenî û Suryanî bi taybetî li navenda Mereş û li bajarokên zeytûnê bi cih bûne. Di encamê de dewleta Osmanî, ermeniyên li gurgumê bi tevahî ji herêmê koçber kir û bi hezaran kes qetilkir. Piştî damezirandina komara tirk wê demê hejmara tirkmenan gelek kêm bû. Macar, Misilmanê bulgarîstanê û çerkezên kafkasan li navenda bajêr û li navçeyên weke andrîn, goksu, turkoglu û dîsa tirkmenên çiyayê oxir piştî qira ermaniyan li navenda bajêr bi cih kirin. Ji aliyekî ve ji bo piraniya elewiyan ji bajêr derxînin ji Riha û Bazîdê di demên kevin de gelek kurd û erebên sunnî surgunî herêmê kiribûn. Mijdar 2010 Piştî qanûna Dêrsimê rejîmê xwest li gurgumê hejmara kurdan kêm bike. Bi vê armancê gelek rêbazên taybet bikaranîn. Yek ji van rêbazan valakiran gurgumê bû. Ku bi sedan malbat ji bo koçberiya ewrûpayê teşwîq kirin. Ji aliyekî din ve jî di nava elewî û suniyan de nakokiyên mezhebî derxistin. Qetlîama salên paşê jî li gorî parçeyek vê pîlanê çêbû. Her çiqas siyaseta rejîmê dor li geşbûna welatparêzan girtibû jî hin hewldanên kurdayetiyê hebûn. Weke mînak, di sala 1958an de 49 welatparêzên kurd ji aliyê rejîma nijadperest ve hate girtin. Okkeş Karadagê Bazarcixî jî di nava wan de bû û piştî salên 1970yî weke hemû kurdistanê li mereşê jî welatparêzî dest pê kir. Rejîmê di heman demê de dijberî vê pîlanê yanî nijadperestiya tirk û paşverûtiya olî derxist holê. Di encama vê pêvajoyê de qetlîama sala 1978an pêk anî. Di 23ê kanûna sala 1978an de li navenda bajêr bi sedan 62 faşîst û sîxûrên fermî êrîşî taxên kurdan kirin. Di nava sê rojan de li taxên yûkselen, serî tepe, qehreman maraş û yenî mahalle gelek ji wan zarok, jin û kal 111 kurd hatin qetilkirin. Di dema bûyeran de polês û eskerên bajêr alîkarî dan nijadperestan. Piştî vê bûyerê kurdên li bajêr ji sedî heyştêyê wan koçkirin û paşê jî rejîmê li kurdistanê rewşa awarte îlan kir. Ji alîkî din ve piştî vê qetlîamê kurdên gurgumê xwe sipartin tevgera azadiyê. Xebatên PKKê li bajêr di nîvê salên 1970yî de dest pê dike. Di vê demê de li bajêr û navçeyan serdestiya rêxistinê çepê tirkan heye. Bi xebatên qadroyên weke Hakî Qarer û Kemal Pîr PKK bi taybetî li derûdorên bazarcixê bi cih dibe. Piştî desthilatdariya cuntaya eskerî ya sala 1980yî gelek şoreşger li çiyayên gurgumê li dijî rejîmê şer kirin. Di sala 1981ê de çend kesên wekî Besê Anuş, Ahmet Atlan, Velî Geçît, Abbas Dol- STÊRKA CİWAN dur, Battal Efsen, û Huseyîn Efsen li Mereşê di şerekî li dijî artêşa dagirker de jiyana xwe ji dest didin. Ji van Besê Anuş di têkoşîna Rizgariya neteweyî de yekemîn jine ku şehîd ketiye. Her wiha Alî Erek yê ji bazarcixê ku di Berxwedana zindana Amedê de a di sala 1982an de di Rojiya Mirinê de şehîd ket. Piştî di salên 1984an de li kurdistanê şerê çekdarî dest pê kir. Li mereşê jî xebatên welatparêziyê yên sekinîbûn dîsa dest pê kir. Di sala 1988an de komeke gerîla li çiyayê Nurhaq, Engîzek û Bînboxayan bi cih bûn û Gurgum bu navenda Tolhildanê. Piştî vê pêvajoyê jî li vê derê bi dehan keç û xort tevlî refên gerîla bûn û li herêmê gelek caran di nava hêza kurdan û rejîmê de şerê dijwar derket. Ji mereşê gelek şervanên weke Xelîl Şahîn, Murat Çek, Nasir Goksungur, Zubeyde Sonmez, Denîz Omûrcan, Alî Yuksel, Zeynep Talan, Zelîha To- rap, Dogan Okmen, Nacî Dolat, Mustafa Yondem, Şêxo Dîrlîk û Engîn Sîncer di şerê azadiyê de jiyana xwe ji dest dan. Li gurgumê berhêmên dîrokî Bi pêşketina tevgera welatparêz li gurgumê rejîmê jî tedbîrên xwe sitend. Tîmên taybet, cerdevan û sîxûr sewqî herêmê kirin. Ji bo têkiliyên gerîla û gundiyan qut bikin gelek welatparêz girtin. Malbat koçber kirin, mal şewitandin, tarûmar kirin û êrîşên çekdarî pêk anîn. Hêzên rejîmê li vê herêmê gelek qetlîam pêk anîn. Sala 1992an şeş xortên ku bi çek hatin girtin li bazarcixê hatin qetilkirin. Di sala 1995an de serokê partiya demokrasiyê ya elbîstanê, di sala 1996an de jî li heman navçeyê çar mamoste ji aliyê kontrgerîlla ve hatin qetilkirin. Şerê ronahî û tariyê weke li hemû kurdistanê li bajarê mereşê jî li hizûra dîrokê bû. 63 Kela Mereşê li ser Gir e ku li nava bajêr hatiye avakirin. Keleh berî zayînê di sedsala yekemîn de avabûye û heta îro gelek caran tamîr bûye. Hê jî dîwarên keleh û sê birc li ser piya ne. Beşên din yê kelehê xerabûn e. Dîwarên birca jî ji kevirên birandiye, yê hûndir jî ji kevirên molozan e. Deriyê ku di bircê de hatiye vekirin ji daran e. Ser daran jî bi tebeqeyên hesin hatiye nixûmandin û bi bizmarên mezin hatiye zexim kirin. Kela Gurgumê avahiyeke çar anîşke. Li gurgumê berhêmên dîrokî jî Mizgefta li qada şaredariyê ye. Ji kîtabeya serderiyetas tê fêm kirin ku mizgeft ji aliyê begê zulqadriya ve hatiye avakirin. Pîlana mizgeftê çar anîşke. Avahiyên bakûrê mizgeftê di demên paş de hatine pê ve kirin. Mînara ku ji mizgeftê serbixwe ye li ser bingeheke çar anîşke. Lê ku bilind dibe weke sîlindirekê girover dibe. Beşên jorîn yê mînarê di demên paş de hatine guhertin. Medresa kevir, li taxa serê pirê ye. Di sedsala 14an de hatiye avakirin. Lê ji ber ku li ser tu kîtabeyek tine ye kes nizane ji aliyê kê ve hatiye çêkirin. Beşên medresê li dora hewşek çar anîşk û fireh rêz bûne. Li milê rastê odeyên medresê li hember deriyê mezin mescîda çar anîşk, li milê çepê turbeyeke ku banê wê weke pîramîdan hatiyê çêkirin. Zêdetir berhemên kevin yê navenda bajêr li navçeya avşînê ye. Mizgefta mezin, Kuliya li Eshabîkêf, Kela Xurman. Li elbîstanê jî navenda arkeolojîk girê reş, Kela keçikan, Mizgefta mezin û mizgefta baba hîkmet jî heye. Dîsa li navçeya bazarcixê gelek bermahiyên dema roma û bîzansiyan hene. Rûyek jê kolan û taxên modern, rûyê din jî adet û kevneşopiyên berdewama sedan salan e. *** Mijdar 2010 STÊRKA CİWAN :) :) Mizah Kurd û tirkek derdikevin nêçîrê lê encamek bi dest naxe. Pars wan diye û bi ser wan ve tê. Tirk dest davêje bêrîka xwe şûşeya eraqê derdixe ziwa-ziwa bi serê xwe de dike û li benda Çarenûsa dawî ya li ber diranê pars dimîne. Kurd bilez û bez solên nigên xwe derdixe Çaroxên bezê li nigê xwe dipêçe. Tirk di nav şaşwaziyek de ji kurd dipirse: Gelo te dil heye ku tu ji pars bezatir bibezî. Kurd lê dizivire û dibêje na. Û wiha didomînê: Armanc û miraziya min ev e ku ji te lezgîntir bibezim! Kurd û tirkek derdikevin nêçîrê. Tirk G3êya xwe û kurd jî keleşa xwe girtine ber xwe. tirk bi G3êya xwe û yê kurd jî bi keleşa xwe dixwazin pozbilindiyê bikin. Di nêçîrê de yek ji wî, yek jê yê din nêçîrê li ser nêçîrê dikin. Her du jî helalî naynin ser nêçîrvaniya xwe. Lê di wê kelogerma nêçîrê de şêrê erdnîgariya Kurdistanê ku jê re dibêjin ‘pars’ rastê wan tê. Nêçîrvanê tirk darê G3êya xwe li milê xwe dişidîne derb ser derbê ber dide pars, lê tev vala Nêçîrvanê kurd jî bi keleşê xwe diceribînê Kökten dinci New York’ta küçük bir çocuğu azgın bir köpeğin dişlerinden kurtaran ve hayvanı boğan iri yarı delikanlının yanına koşan muhabir sormuş: -Kahraman Amerikalı, çocuğun hayatını kurtardı diye yazabilir miyim? Adam, ben Amerikalı değil Afganistanlıyım demiş. Ertesi gün gazetede manşet: “Kökten dinci müslüman Central Park’ta bir köpeği boğdu. FBI olayın El Kaide bağlantısını araştırıyor...” Mijdar 2010 64