Dergi Eylul-2007
Transkript
Dergi Eylul-2007
ÖV-DER Tüm Öğrenci Velileri Dayanışma Derneği Genel Merkezi Adına Sahibi İÇİNDEKİLER Milli Eğitim Bakanlığı’nın Karnesi...............3 Enver ÖNDER Bizim Deniz Karşıyaka’da, Onların Abdullah Çankaya’da...................................4 Yaygın Süreli Yayın Öğrenci Sağlığı Merkezleri ve Okul Hekimliği............................................5 Sorumlu Yazı İşleri Müdürü İsmail GÖKTAŞ Bir Veliden Mektup Var!...............................6 Yayın Kurulu Mehmet ERÇEN Ziya GÜRGÜR Bahar GÜLER Jale KİRMAN Burjuva Demokrasisi Rıza Üretir.................10 Tasarım ve Mizanpaj H. Emre HAZIR emrehazir@hotmail.com Küçüklere (?) Bir Masal…..........................15 Ekmek İstiyoruz Ama Gül de!.......................8 Bir Elin Nesi Var?......................................11 Mutluluğun Pedagojisi................................12 Devlet Nedir, Nasıl Olmalı?........................14 12 Eylül’ün 27. Yılı Vesilesiyle...................16 Benim Çocuğun Durumu Nasıl?..................18 Baskı Mattek Matbaacılık G.M.K Bulvarı 83/32 Maltepe- Ankara Tlf: 229 15 02 pbx Yönetim Yeri ve İletişim Adresi Yeniankara sok. No: 6 İçcebeci- ANKARA Tel-Fax: (0312) 362 58 99 E-Mail: ovder@mynet.com Web Sitesi:www.ovder.com Posta Çeki Hesabı: ÖV-DER/1014256 2 | ÖVDER Şiirce….....................................................19 Çocuklarımız İçin Seçtiklerimiz..................20 MİLLİ EĞİTİM BAKANLIĞININ KARNESİ Enver ÖNDER Bir öğretim yılına daha yoğunlaşmış sorunlarla giriyoruz. Mili Eğitimin çürümesi her geçen gün biraz daha artmaktadır. Özellikle son OKS (Ortaöğretim Kurumları Sınavı)ve ÖSS (Öğrenci Seçme Sınavı) sınavlarında alınan sıfırlar, Milli Eğitim Bakanlığının karnesini gözler önüne serdi. O sıfırlar özünde Milli Eğitim Bakanlığının notlarıdır. Şimdiye dek başarıda öncelik daha çok kamu okullarının elinde idi. Ancak özelleştirmeci anlayış başarıyı yapaylaştırıp, okul eğitimini dışlayarak özel okullarla paylaşılır duruma getirdi. Ayrıca daha önce başarı oranları Anadolu illerine göre yüksek olan büyük şehirlerde dershane sayı sı o ku l sayısı nı aşı nca bu kesiml er de beklenmedik düşüşler görüldü. Bütün bunlar eğitim hakkının sistematik bir biçimde yozlaştırılması çabalarının ürünüdür. Eğitimde deneyimli kadroları darmadağın ederek, ekip çalışmasını dışlayarak sınavların güvenilirliğine bile gölge düşürüldü. Sağlıklı bir sın av uygulaması ve değerlendirmesi yapamayan bu bakanlık hangi tutarlı davranışını eğitime dayanak olarak gösterecektir. MEB yaptığı değerlendirme yanlışının faturasını bile öğrencilere çıkarmakta ve itiraz incelemesi için 10 YTL. Para istemekte duraksamadı. ÖSS’ de durum daha acı bir gerçeği ortaya çıkardı: Matematik sorularının yarısından fazlasını y anı t l ay a n öğ r enci l er i n ora n ı % 28’ di r. Yani ortaöğretimde sorulan soruların yarısını d o ğ ru y an ı t l ay am a yan ö ğr enc i geç er not alamayacağına göre, üniversite sınavına giren öğrencilerin % 72’ si geçer not alamamış demektir. İşte bu durum, Milli Eğitim Bakanlığının öğretim e ğ i t i m d ek i b a ş ar ı s ı zl ı ğı nı n d a be l ges i d i r Kimi bilim adamlarının bu konuya değgin önerileri ise tam anlamı ile evlere şenlik. “Matematik öğrenmek istemeyen öğrenciler varsa bırakın öğrenmesinler” deniyor. Böyle bir yaklaşımı anlamak olası değil. Dört işlemi aşan bir matematik bilgisine ulaştıramadığınız öğrenciye sistematik düşünmeyi, güzel konuşmayı nasıl öğreteceksiniz.? Hangi dalda matematiksiz bilim yaptıracaksınız, nasıl başarılı kılacaksınız.? Eğer başarılı insan yetiştirmek gibi amacınız varsa. Öğretim-eğitimi; sözleşmeli, ücretli ve vekil öğretmenlerle yürüterek, önce öğretmenliği meslek olmaktan ve sürekliliği gerektiren bir görev alanı olmaktan çıkarırsan gerçekten bir yetişim amacı güttüğüne kimseyi inandıramazsın. Sonuç olarak OKS ve ÖSS ile iki yadsınamaz gerçek ortaya çıkmıştır:Artık sınavlar güvenilirlikten yoksundur. Bu sınavlarla Milli Eğitim Bakanlığının sınıfta kaldığı belgelenmiştir. Öyle görünüyor ki Milli Eğitim Bakanlığının, aynı sınıfta bir yıl daha okuması bile bir yarar getirmeyecek. Parasız, Bilimsel, Özgür ve Demokratik Eğitim İçin Umut Sensin! ÖVDER 3|3 Bizim Deniz Karşıyaka’da, Onların Abdullah Çankaya’da İnönü ALPAT Tür ki ye ’ni n son 40 yıl ının bir bilânçosunu çıkartmaya kalksak, sanırım yazının başlığı nice tartışmanın, değerlendirmenin önüne geçecek; ülkenin haldeki durumunu özetleyecektir. Evet, 40 yılın sonunda olan budur: Bizim Deniz gencecik yaşında idam edilmiştir. Onların Abdullah ise Cumhurbaşkanı olmuştur. İşin doğrusu, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olmasını diğer sebepler baki kalmak kaydıyla sırf bu yüzden hazmedemeyenlerdenim; ama bunda Abdullah Gül’ün bir dahlinin olduğunu da düşünmeyenlerdenim. Abdullah Gül’ün Çankaya’ya çıkmasından bilinen nedenlerle rahatsız olanlara, dönüp kendi yarattıkları Türkiye’ye bakmalarını salık vermekten başka elimizden bir şey gelmiyor. Deniz’i idam sehpasına gönderenler, üniversitelerin yeni Denizleri ortaya çıkarmaması için, Abdullahların önünü açanlar, hatta hızlansınlar diye arkadan itekleyenler, Abdullah Gül’ün Çankaya’ya çıkması nedeniyle dizlerine vuranlardır. Üniversiteleri, mahalleleri, işyerlerini, hayatı Deniz’siz bırakırsanız; bütün Denizleri derdest eder, kimisini darağacına, kimisini işkence tezgâhına yollarsanız, kimisini yıllarca hapiste tutarsanız olacağı budur. Bu yüzden, Abdullah Gül’ün Çankaya’ya çıkmasında asıl “ Deniz olun malı” diyenler rahatsızdır. D i ğ e r l e r i n k i t i m s a h ı n g ö z y a ş l a r ı d ı r. Bırakalım en fazla imam hatip lisesinin 12 Mart döneminden sonra açıldığı gerçeğini, 12 Eylül darbesinin lideri Kenan Evren’in “İslamı komünizme karşı panzehir olarak kullandık” mealindeki sözleri olan biteni a n l a m a m ı z ı s a ğ l a y a c a k ö n e m d e d i r. İronik bir durumla karşı karşıyayız. Han i sorsalar şimdi Cumhurbaşkanlığı makamında Deniz’i mi isterler Abdullah’ı mı diye, şimdi dizlerine vuranlara; hiç tereddüt etmeden ikincisi diye yanıt verecekleri tartışılmazdır. Bir başka soru ise; Abdullah Gül’ün ısrarla istediği makamı Deniz’in isteyip istemeyeceğidir. Deniz, o bütün iktidar 4 | ÖVDER nimetlerini elinin tersiyle itip, yeni bir devrime yol alan, Che’ nin arkadaşıdır. Deniz’i Cumhurbaşkanlığı makamına götürecek kadar bir alt üst oluş yaşansaydı, hiç kuşkuya yer yok, Deniz’in denizleri aşıp bir başka ülkeye geçtiğinin haberlerini yazardı gazeteler. AKP’ yi birinci parti yapan, soldan uzaklaşmakta beis görmeyen CHP’yi ikinci ve miting meydanlarında ip atan MHP’yi üçüncü sıraya yerleştiren, Deniz’in arkadaşlarının kurduğu partileri son sıralara iten Türkiye’nin nasıl oldu da bu hale geldiğini resmeden tabloda elbette “Deniz olunmalı” diyenlerin de etkisi bulunmaktadır. Deniz olunmadığı için çuvaldızı kendimize batırılalım ama kimi sol aydın, yazar, çizer, gazetecilerin yaptığını da yapmayalım. Son yarım yüzyılında üç darbe ve bir o kadar muhtıra görmüş bir memlekette, solun neden güçsüz düştüğüne dair tartışmalarda “vurun abalıya” da demekten imtina edelim. “Hırsızın hiç mi suçu yok” deme nezaketini ve korumacılığını gösterelim. En azından solu, sosyalistleri acımasızca eleştiren aydınların, haldeki du ru mu n sorumluluğundan kendilerini kurtarmalarının, adaletsizliğe yol açtığını görelim, bu çerçevede sorumluluğu ve çözümü ortaklaştıralım. Yıldönümünde; 12 Eylül’ün sonuçlarının kolay telafi edilebileceği askeri darbe olmadığını, politik sonuçlarının çok ötesinde, toplumsal bir tramvaya yol açtığını, görelim. Açıkçası, darbe sonuçlarının yeni yeni kendisini gösterdiğini fark edelim. Kültürel değişikliklerin bir iki kuşak sonra açığa çıktığını bilelim. Bu noktaların farkında olmak, solun vazifelerini netleştirmesi, popüler ifadeyle; yol haritasını çizmesini sağlayacaktır ki, bu, yeniden inandırıcı olmayı önemsemeyi, küçük başarılardan büyük sonuçlara ulaşmayı değil, belki de bir süre küçük başarılarla yetinmeyi gerektirecektir. 12 Eylül’ ün yıldönümünde; nihai galibiyetin aslında vicdanen ve siyaseten huzurlu olmaktan geçtiğini hiçbir zaman unutmadan… ÖĞRENCİ SAĞLIĞI MERKEZLERİ VE OKUL HEKİMLİĞİ Dr. Haluk BAŞÇIL Ülkemizde 50’den fazla işçi çalıştıran işyerlerinin, çalışanların sağlıklarının korunması ve geliştirilmesi için işyeri hekimi bulundurması yasal zorunluluktur. Özel okullarda çalışan sayısının 50’yi geçmesi durumunda özel okulların bir kısmı yasal zorunluluk gereği olarak işyeri hekimi bulundurmaktadır. Kamuya bağlı okullarda ise böylesi bir kadro tanımı bulunmadığı gerekçesiyle işyeri hekimi dahi çalıştırılmamaktadır. Bazı özel okullarda yasal zorunluluk gereği bulundurulan işyeri hekimi aynı zamanda okul hekimliği görevlerini de üstlenmektedir. Ancak ülkemizde görev tanımı yapılmış okul hekimliği anlayışı olmadığı gibi buna uygun bir uygulama da yoktur. I- Avrupa Ülkelerinde Okul Hekimliği Avrupa ülkelerinde görev tanımı belirlenmiş ve okul öncesinden liseye kadar tüm okulları kapsayacak şekilde okul hekimliği bulunmaktadır.Okul Öğrenci Sağlığı Merkezleri; okul hekimi, okul hemşiresi, sosyal hizmet uzmanı ve sekreterden oluşmaktadır. Bu merkezlerin görevi aşağıda özetlenmiştir: 1-Tüm Öğrencilere Hizmet Verecek Şekilde a. Öğrencilerin fiziksel ve ruhsal sağlık durumu, kişilik gelişimine bağlı okul uyum zorluklarının tespiti ve bunların giderilmesine, uygun planların yapılmasına katkıda bulunmak. b. Zorunlu aşıların takibini ve uygulamasını yapmak. c. Öğrencilere yaşam ritmi ( beslenme, uyku, spor, eğlence vb) üzerine danışmanlık hizmeti vermek. d. Gerektiği durumlarda her bir öğrenciyle ailesi ile birlikte veya yalnız olarak görüşmek. e. Öğretim kadrosu ile işbirliği içinde sağlık çalışmalarını planlamak ve sürdürmek. f. Öğrencilerin sağlık sorunları, okul öğretim durumu, öğretmenlerin çalışma ortam ve koşullarına ilişkin veriler göz önüne alınarak, öğretmenlerle işbirliği içinde öncelikli hedeflerin belirlenmesi amacıyla epidemiolojik verileri toplanmak. 2-Periyodik Sağlık Kontrolleri ve Psişik - Nörolojik Gelişime Bağlı Zorlukların Erken Tanısı Okul hekimi yaptığı sağlık kontrolleri ile • Öğrencilere velisi eşliğinde sensoriyel, somatik, nöro-motor, fonoloji muayeneleri ile öğrencinin sağlık durumunun belirlenmesi, eğitim için gerekli olan nöro-motor ve dil gelişim düzeyi sonuçlarına uygun olarak okuldan beklentilerin ve ihtiyaçların belirlenmesini, • Fizik ve sportif aktivitelere uyum durumunu, • Görme, işitme keskinliğinin belirlenmesi ve • öğrencinin sınıftaki yerinin buna uygun belirlenmesini, Motor zorluk durumu, konuşma güçlüğü olanların sınıf yerlerinin bu konumlarına uygun olarak belirlenmesini, sağlar Yazılı ve sözlü ifade güçlüğü tanısı, sağlık sorununa bağlı öğrenme zorluğu tüm okul yaşamı boyunca süren bir sağlık sorunudur. Bu tip tıbbi sorunlar küçük yaşta başlar, nedenlerinin araştırılması ve öğrencinin okula uyumu ve okul başarısı için öğretmenler, okul hemşiresi, sosyal hizmet uzmanı, ailesi, okul hekimi, psikolog ve danışmandan oluşan bir ekip çalışması gereklidir. 3-Sağlık raporu Öğrencinin tedavi olduğu sağlık kuruluşundan getirdiği kısmi veya tam olarak spor yapamazlığa ilişkin sağlık raporu okul hekimine sunulur. Okul hekimi de öğrencinin sağlık durumuna uygun fizik aktivite konusunda spor öğretmeni ile iş birliğine gider. 4-Tehlike Makinelerde İş Yapamaz Raporu Okul hekimi meslek okullarındaki öğrencilerin tehlikeli makinelerde çalışıp çalışamayacaklarına ilişkin rapor düzenler. Her sene eğitim başlangıcında okul hekimi öğrencinin sağlık durumunu değerlendirerek raporunu yeniler. Okul hekimi aynı zamanda öğrencinin seçeceği meslek alanının sağlığı için uygun olup olmadığına ilişkin ailesine danışmanlıkta bulunur. 5-Tedavi hizmetlerinin düzenlenmesi Okul hekimi okula başlayacak olan özürlü veya kronik hastalığı bulunan bir öğrencinin; • okulda bulunduğu sürede alması gereken ilaçların düzenlenmesini, • okula uyumunda öğretmenleri ve tedavisini takip eden uzman hekim ve ailesi ile işbirliğine yönelik bir özel programı yapar ve takip eder. 6-Bulaşıcı Hastalıklarla Mücadele Besin zehirlenmeleri ve herhangi bir bulaşıcı hastalık durumunda okul hekimi anında bilgilendirilir. Okul hekimi ilgili resmi kuruluşlarla birlikte koruyucu önlemlerin sağlanmasını düzenler. ÖVDER 3| 5 BİR VELİDEN MEKTUP VAR! İzmir’den Bir Veli 7- Tehlikeye Maruz Öğrencilerin Sağlık Gözetimi • Okul hekimi öğrencilerin ve eğitici kadronun acil bir sağlık durumunda, fiziksel şiddete maruz kalmalarında, cinsel istismarlarında müdahalede bulunur. • Çeşitli risklere maruz kalan öğrencilerin belirlenmesi ve bunlara ilişkin koruyucu önlemlerin alınmasına katılır. • Okulda yaşanan sorunların çözümünde oluşturulan ekipler içinde yer alır. 8-Sağlık Eğitimi Öğrencilerde sağlık bilincinin geliştirilmesi ve sağlıklı yaşam davranışlarının sağlanmasına dönük eğitim faaliyetlerine katılır. Öğrencilerin fiziksel ve ruhsal sağlıkları, sağlık ve okulun karşılıklı etkileşimleri alanlarında okuldaki eğiticileri bilgilendirme çalışmaları yapar. 9-Sınıfların ve Okulun Sağlık Açısından Kontrolü Okul hekimi düzenli aralıklarla sınıfların ve ortak kullanım alanlarının sağlık yönünden kontrollerini yapar. Çalışma alanlarının ışık, gürültü, ısı, oturma yerlerinin ergonomikliği, vücut pozisyonlarının vb. düzeltilmesi geliştirilmesine katkıda bulunur. II- Ülkemizde ilk ve Orta Öğretimdeki Durum Türkiye İstatistik Yıllığı 2004’ün verilerine göre okul öncesi, ilköğretim, genel lise, mesleki ve teknik lise eğitim kurumlarının sayısı (özellerde dahil) 56.258’dir. Bu kurumlarda eğitim gören nüfus ise 13.852.429 olup toplam nüfusumuzun %20’sini oluşturmaktadır.Bu nüfus kesimine yukarıda belirttiğimiz temel hedefler doğrultusunda sağlık hizmetlerinin; onların yaşam ortamını oluşturan okul yerinde, Öğrenci Sağlık Merkezlerinde götürülmesi ve sağlık haklarının korunup geliştirilmesi gerektiği açıktır. Sağlıklı bir toplum oluşumunda sağlık eğitimiyle sağlık bilincinin geliştirilmesinde okul hekimliği önemli bir işleve sahiptir. Toplumda gelişen şiddet eğilimi, zararlı alışkanlıklar (tütün, uyuşturucu kullanımı vb), sağlıklı beslenmeme (yetersiz beslenme ve obezite), kişisel hijyen, bağışıklama, kişilik gelişimi (okul öncesi kişilik gelişimi, buluğ çağı sorunları, cinsellik vb) ve fizik gelişim, sağlık hakkı vb. ve genel sağlık bilgisine sahip kuşakların yaratılmasında okul hekimliği uygulamasının hayata geçirilerek Öğrenci Sağlık Merkezlerinin kurulmasını gerekmektedir. 6 | ÖVDER Yine okullar açılıyor. Dertlerimiz başlıyor. Bizim oğlan büyüdü, okula gitme zamanı geldi. Kız ile aynı okula gitsin istedik. Kızımı daha önce torpille ve bir miktar bağışla merkezdeki okula yazdırmıştım. Oğlumu da beraber gitsinler diye, aynı okula yazdırmak istedim. Ama başıma neler geldi. O okul bizim bölgede değilmiş, müdür bey kayıt etmek istemedi. Ben ısrar ettim. Dedim ki, kapıda birçok servis var, bunlar nereden geliyor. Bizim mahalleden bile birçok çocuk buraya gelip, gidiyor. Ben de buraya yazdıracağım. — Mademki istiyorsun, sen de onlar gibi yaparsın. — Onlar ne yaptı? — Bak, onlar yüklü bir bağış yaptı. Sonra gittiler muhtardan bu bölgede bir yerin adresine taşınmış gibi ikamet aldılar, ben de kayıtlarını yaptım. Dediğin doğru , burada okuyanların çoğu dışardan geliyor.Bu bölgede olsa bile ben hepsinden kayıt parası alıyorum. — Hani bakan açıklama yaptı ya, kayıtlarda para alınmayacak diye. — Bakan, başbakan, vali ve kaymakam hepsi açıklama yapar, yazı gönderirler. Ama para göndermezler. Bu işler lafla değil, para ile dönüyor. — Devletten para istemiyor musunuz? - İstetmiyorlar ki, Milli Eğitim Müdürü toplantılarda, “herkes kendi işini kendisi görsün” diyor. Daha onlar bizden para istiyor. Neymiş? Bayramda tören parası. Neymiş? Plaket parası. Neymiş? Şölen parası. Daha bir de onları besliyoruz. — Burası devletin okulu, giderlerini devletin karşılaması gerekmez mi? - Sen öyle bil. Biz yazılanları değil, yaşadıklarımızı biliriz. Okulda hizmetli yok. Üç tane sözleşmeli temizlikçi tuttuk. Kapıda siz girerken gördünüz, güvenlikçi var ya, onun da parasını biz veriyoruz. Elektrik, su paraları da bize yükleniyor. — Kaç para vermem gerekiyor? - Valla, bu yıl giderlerimiz daha fazla, okulu badana yapacağız, yeni teknoloji sınıfı oluşturacağım, odayı yenileyeceğim ve öğretmenler odasına koltuklar alacağım. Bunlar şimdiki ihtiyaçlar. - Hepsi bizim sırtımızdan mı çıkıyor? Ben de kız için gönderdiğim katkı paylarının nereye gittiğini merak ediyordum. - Haa, bu yıl katkı payını artıracağım. Fotokopi parasını artıracağım. —Müdür bey. İlköğretim parasız ve zorunlu deniyor. Siz para toplamakla uğraşıyorsunuz. İşletme müdürü gibi olmuşsunuz. — Ne yapalım yani, bırakalım mı? Ben otuz yıldır, müdürüm. Bu okulu herkesin tercih ettiği bir okul yaptım. Neyle, bakanlık mı verdi sanıyorsun? Bu koltuğu bile bir velimiz aldı. — Bakan özel okullara o kadar kıyak geçiyor. Neden bu okullara ödenek ayrılmıyor? İyi ki kitapları bedava dağıtıyorlar. —Okullara kitap veriliyor. Ama biz kitaplarla yetinmiyoruz. Bir taraftan dergi alıyoruz, test kitabı alıyoruz, bir taraftan da yeni müfredat programı nedeniyle, çalışmaları öğretmenler fotokopi yapıyor onun parasını ayrıca alıyoruz. — Kızımdan biliyorum, müdür bey. Burası özel okul gibi oldu. Servis ücretlerine de zam geldi. — Şimdi siz kayıt yaptıracak mısınız? — Ne yapayım? Çocuğumun geleceği için kayıt yaptıracağım. — İyi, o zaman kime, yani hangi öğretmene vermek istersiniz? Çocuğunuzun ilgisi var mı ? Haa, kızın hangi sınıfta? — 3/A sınıfında — Evet, o sınıf iyi, öğretmeni çok çalışkan hiç izin almaz, rapor kullanmaz, planlı, programlıdır. — Oğlum da ilgilidir. - O zaman Hasan Hocaya yazdıralım. Hasan Hoca burada bir numaradır. Onun öğrencileri sınavlarda hep başarılıdır. Bu yıl 1. sınıfları okutacak. - Olur müdür bey, ben de öyle öğretmen istiyorum. Onun için bu kadar para ve zahmete katlanıyoruz. — Paraya dayanacaksın. Zaten buraya fakirin çocuğu gelemez. Bende almam. Onlarla mı uğraşacağım, para veremez, iyi giydiremez, çocuk aç gelir, buradan bir şey alamaz . Kendisine bakamaz. Kursa gidemez. Yani uyum sağlayamaz. — Demek okullar artık gelire göre ayrıldı. Bizim oradaki okulun fakirlerin okulu olduğu belli. Bakımsız. Biz de zaten bu tarafa taşınmayı düşünüyoruz, oradaki evi satmak istiyoruz. Ama alan yok hepsi fakir, işi yok çalışmıyorlar. — Şimdi içerde okul aile birliğinden yöneticiler var. Oraya git, sana banka hesap numarası verirler, oraya 1000 YTL yatır, dekontu getir. Ayrıca muhtara da bir adres göster, belgeyi al gel. Kayıt yapalım. —Müdür bey, 1000 YTL çok. - Biz daha fazla alıyoruz. Hasan Hoca için çok değil, herkes ona vermek istiyor.Bizde ona göre fiyatı belirliyoruz. Ablası da burada olduğu için az istedim. — Bunu ne diye yatıracağım? — Onlar biliyor. Bağış diye yatıracaksın. - Bağışsa istediğim kadar yatırayım müdür bey . — Öyle olmaz. 10–50 YTL’ye öğrenci almam buraya. Kalitesini düşürür. Burası MLO ve kaliteli okuldur. Bak kalite belgesi de var. Bunun için kimlerle görüşmedim, kimlere yemek vermedim, bunların hepsi para. — Neyse, çocuğum için katlanacağım. Elbette katlanacaksın. Kim demiş ” eğitim bir haktır” diye. Eğitim bir fırsattır. İmkânı olan yararlanır. Herkesi okutmak zorunda değiliz ki. Eee, ne diyelim. Sadece çocukları değil, özelleştirmecileri de eğitmek gerek. Üniversite har(a)çlarına yine zam geliyor! Üniversiteler bu yılda zamla açılıyor. Adım adım eğitimi özelleştirenler, har(a)çlara her yıl olduğu gibi bu yılda zam yaptı. Üniversite öğrencilerinden bu yıl alınacak har(a)çlara ortalama yüzde 5'lik zam yapıldı. Resmi Gazete'de yayımlandıktan sonra yürürlüğe girecek Bakanlar Kurulu kararına göre, mühendislik fakültelerinin harcı 317 YTL' den 332 YTL' ye çıkacak. Hukuk, iktisat, işletme ve siyasal bilgiler fakültelerinin harcı ise 256'dan 269 YTL' ye yükselecek. İlahiyat, eğitim bilimleri ve fen-edebiyat fakültelerinin harcı da 244 YTL olacak. Tıp fakültesinin harcı ise 508 YTL olacak. Üniversite yönetim kurullarına verilen yüzde 20'lik zam yetkisi de bu rakamlara dahil edilince öğrencilerin ödemesi gereken har(a)ç miktarı 600 YTL' nin üzerine çıkabilecek. Bu rakamlara bir de neredeyse her üniversitede uygulamaya konulan zorunlu bağış, kimlik parası gibi haraçlar eklenince daha üniversite kapısındaki soygunun miktarı artıyor. ÖVDER3| 7 EKMEK İSTİYORUZ, AMA GÜL DE! Bahar GÜLER Masalların, aşk şarkılarının, romanların, filmlerin… vazgeçilmez ikincil kahramanı kadınların; cinsiyetçi kültürün hegemonyası altında ve de salgın bir yabancılaşmanın tam orta yerinde şuursuzca salındığı ve Türkiye toplumu olarak inanılmaz bir bellek yitimiyle tarihsizleştiğimiz anda yazılmalıydı bu yazı. Yazdım ve hatırlatmak istedim kim olduğumuzu… Biz kadınız. Tarih boyu, yerkürenin her yerinde, insanlığa karşı geliştirilen her hareketin, sömürgeleştirme politikalarının, faşizmin, ırkçılığın, ulusal baskının, şeriatın… karşısında gelişen her mücadelede, en kadın haliyle yer alanlarız. Amerikan emperyalizmine karşı savaşarak ölen Vietnamlı kadınlarız, Sandino' nun kızlarıyız, Arjantin'in Mayo Meydanı analarıyız, Güney Afrika'da ırkçılığa meydan okuyan alınları ak ama simsiyah bacılarız, Filistinli kadın gerillalarız ve çok uğraşsa da birileri, beyinleri sömürgeleştirilemeyen Türkiyeli kadınlarız…Bizim kadınlarımı z, mahallelerde f abrikalarda, imalathanelerde, bürolarda… insan olmanın güzelliğini yaşamak adına mücadele edenlerin arasındaydı. 12 Eylül’ün ardından ve de bugüne kadar uzun yıllar boyu sayısızca, ülkede biz ezilenlere karşı estirilen terör ortamında gözaltına alınanlar, işkencelere maruz kalanlar, gözaltında tecavüze uğrayanlar, polis baskınlarında katledilenler arasında yine onlar vardı. Peki onlar çığlık çığlık söylerken sevdayı, emeği; neden çoğunluk babasının hep söz dinleyen akıllı-hanım kızı, kocasının hizmetkarı, gerçeğin yerine kozmetiğin geçtiği içeriksizleştirilmiş dünyanın hep imrenilen, özenilen kuklaları… olmayı seçti. Şimdi kara sayfalar anlatacak bize faili belli gerçekliği… Ataerkil topluma geçişin ve kadının sosyal ezilmişliğinin başlangıcı; ev içi hizmetlerin toplumsal bir iş olmaktan çıkıp, özel bir hizmet haline dönüştüğü tarihsel döneme denk düşer. Erkeğin toplumsal olarak ayrıcalıklı bir statüye kavuşması ve kadınlar için (ama yalnız kadınlar için!) tek eşlilik döneminin başlaması, mirasın erkek üzerinden devrediliyor olması ile doğrudan bağlantılıdır. Bu da aynı zamanda mülkiyet ve sınıfların ortaya 8 | ÖVDER çıkmasıyla ilintilidir. O tarihsel dönemden bugüne, kadın “baş hizmetçi” haline dönüştürülmüş ve bu cinsel baskının nesnel temelini oluşturmuştur. Kadın, sadece bir köle, serf ya da işçi olarak bırakılmamıştır. Sabahtan akşama tarlada emek tüketen erkek köylünün, yeniden kendi emeğini üretebilmesi için, kadın evde hizmetkâr olarak kullanılmaya zorlanmıştır. Oysa aynı kadın, tarlada, erkeğin yanında, emek de tüketmiştir. ( Bir hatırl atalım. Bugün kadı nl ar vası fsız emek kullanılmasını gerektiren tekstil, gıda vb. gibi sektörlerde son derece düşük ücretlerle ve son derece olumsuz koşullarda çalışmaktadır. Türkiye´de 1 milyonun üzerindeki ücretli kadının yalnızca 303.919´u SSK´ya kayıtlıdır.) Kadın, hiçbir ücret ödenmeksizin, emekçi erkeğin sömürücü sınıflara daha ucuza mal olmasını sağlayan bir araç haline getirilmiştir. Şu bilinmelidir; kadın sorunu yalnızca feodal üretim ilişkilerinin üst yapıdaki etkisinin sürüyor olmasından kaynaklanan bir sorun değildir, aksine kapitalist düzen, kendi özgün yanlarına karşın, feodal kültürün etkisinden yararlanarak, kadının ezilen cins konumunu yeniden üretir. Fabrikadan posası çıkmış bir halde eve gelen işçi erkek, evde kendisine sadece bir imzayla bağlanmış hizmetkârın sunmak zorunda olduklarını bilerek yaşar. Ama ne yaparsak yapalım, erkeğin emeği gelir, kadının emeği ise ailenin gider hanesine yazılır. “Ne yapıyorsun ki, akşama kadar yatıyorsun”, diye küçümsenen ve beş para etmeyen 'ev işi' sürekli tüketime karşı, hiç bitmeyen yeniden üretimdir. Sevgi, dayanışma, neslin üretimi, çocukların yetiştirilmesi, beslenmesi, bakımı, çamaşırların yıkanması, evin temizlenmesi, maddi ve manevi duyguların doyurulması, aile bireylerinin sosyal yaşama hazırlanması... ücretsiz emekçi tarafından gerçekleştirilir. Topl u msa l i li şki le r a la nı nd a erkeğ in belirleyiciliğini esas alan mevcut düzenin ideolojik kavrayışı, demokrasi mücadelesinin içerisinde de peşimizi bırakmaz. Erkeklerin, doğdukları andan itibaren, kadına göre daha farklı yetiştirilmeleri, ister istemez etkisini hissettirir. Mesela, kadınların bireysel olarak kurabilecekleri ilişkiler, gidebilecekleri yerler neredeyse tümüyle belirlenmiştir. Erkekler ise, kadınlara nazaran daha özgür hareket edebilmektedir. Oysa ki, tüm toplumsal ilişkiler alanında olduğu gibi, demokrasi ve özgürlükler mücadelesinde de kadınların, en olumsuz koşullar altında bile, kendi kimliklerini, kendi kişiliklerini, onurlarını koruyabildikleri ve koruma yeteneğine sahip oldukları defalarca doğrulanmış bir durumdur. Kadının baş çelişkisi kimlik sorunudur. Yani kadının özgürleşebilmesi için kendini tüm yönleriyle tanımlaması (sınıfsal, siyasal, sosyal, cinsel…) ve kendi gerçekliğiyle buluşması gerekir. Ne var ki bunun gerçekleşmesi çok zordur. Çünkü bugüne kadar kadın; düşüncede, duyguda, davranışta erkeğe-erkekliğe bağımlı olarak şekillenmiştir. Kendi kimliğine yabancılaşmış kadın, geleneksel rolünün getirmiş olduğu pasif ve edilgen konumunu gi zlemek i çin, kendi özgücü ve özgüveninden yoksunluğunun sonucu, hep erkeğin gücüne sarılmış ve o gücü kendine dayanak yaparak kendini güçlü göstermeye çalışmıştır. Bu durum, hemcinsine yabancılaşmayı da doğurmuştur. Bazen de kadın, düzenin kendine biçmiş olduğu kimliğin ve rolün özgürleşmesinin önünde engel olduğunu kabul lenerek, düzenin erkeğe biçtiği rolün özgürleşme olduğu yanılsamasına kapılarak, kendi kimliğinden sıyrılıp erkeğin kimliğine, erkeğin rolüne özenmiştir. Kendi özgünlüğünü, kendi cinsinin özelliklerini bir kenara bırakarak, "erkeğe benzeme" temelinde yeni bir role giren kadın, bu tavrıyla tam bir erkek karikatürüne döner ve her şeye yaklaşımı kaba ve düz bir tarza bürünür. Düşünsel dünyasında yaşadığı ise geriliktir, hantallıktır, yaratıcılıktan-özgürleşmeden uzaklaşmaktır. Kendi kimliğinden giderek soğuyan kadın ne kendi emeğine sahip çıkabilir ne de ülkedeki demokrasi mücadelesine katkı s u n a b i l i r. Bence sorun özgürleşmeinsanlaşmadır. Özgürleşme, kendine, kendi cinsinin gücüne inanarak, başarıyı da, gelişimi de kendinde, kendi cinsinde görmek ve bunu örgütleyebilmek, bunun araç ve yöntemlerini yaratabilmektir. Kadın, kendine has birçok güzel özelliğini; sahiplenme duygusunu, özverisini, cesaretini, üslubunu-hitabını, duygularının yumuşaklığını-inceliğini..., yaşamın dokularına katabildiği oranda yaşam daha da zenginleşecek, güzelleşecektir. Dedimya yukarıda, kara sayfalar anlatacak faili belli gerçekliği, özgürleştikçe biz, bembeyaz sayfaların yazarı olacağız ve “bizi” anlatacağız. Diyeceklerimiz bitmedi ama bu yazı şöyle bitsin: Biz ekmek de istiyoruz, gül de! Yalnızca bedensel açlığımızı doyurmak değil, hayatı tüm güzellikleriyle birlikte yaşamak; ekmek yiyebileceğimiz ama gül de alabileceğimiz, şarkı söylemeye, dans etmeye, doyasıya gülmeye ve sevmeye de zaman ayırabileceğimiz bir dünya istiyoruz. Sürekli gelişen güç ve onun ideolojik yansımalarının önünde, onun bir insan ürünü olduğunu ve insan ürünü olan her şeyin yine insan tarafından değiştirilebileceğini bilerek, baş eğmeyen erkeklerimizle omuz omuza yürümek istiyoruz. Birlikte değiştirebilmek inancıyla ve kadınca bir merhaba şimdi, yeniden merhaba! Eğitim parasızmış! Eğitim-Sen tarafından hazırlanan bir raporda, devlet okuluna yeni başlayacak çocuğu olan velilerin yapacağı harcamanın 2 bin 460 YTL' ye kadar çıkabileceği belirtildi. "Eğitim hakkının, velileri büyük harcamalara ittiği için artık hak olmaktan çıkarak, parası olanların yararlandığı fırsat haline geldiği" belirtilen raporda, çocuğunu devlet okuluna yazdıracak velilerin, bu yıl yapacağı eğitim harcamaları şöyle sıralandı: Kayıt parası 380; katkı parası (1 yıllık) 40; silgi, tahta, kalem, ampul (1 yıllık) 20; spor parası (1 yıllık) 30; karne, takdir, teşekkür 10; diploma 15; kaynak kitap, kitaplık, hikaye, roman 75; etüt ya da kurs (1 yıllık) 360; fotoğraf çekimi 20; fotokopi ücreti 60; Servis ücreti (yıllık) 660; perde, masa örtüsü 20; müze, gezi, tiyatro 30; temizlik parası 20; bayrak, flama 15; paso 15; Giyecek 150; folklor, bayram kostümleri 120; kırtasiye malzemesi, çanta, suluk 140; kantin, kooperatif giderleri (1 yıllık) 250, teknik bakım giderleri 30 YTL, toplam 2 bin 460 YTL. ÖVDER3| 9 BURJUVA DEMOKRASİSİ RIZA ÜRETİR Mehmet Ali YAZICI Burjuvazinin, insanlık için en ideal yönetim şekli olarak ileri sürdüğü ve savunduğu demokrasi, bilindiği gibi burjuva demokrasisidir. Fransa’da ortaya çıkmış ve burjuvazinin sınıf egemenliğinin aracı olarak oturtulduktan sonra yaygınlaştırılmıştır. Uygulanma biçimi, temsil sistemine dayanır. Bu sistemin özü; bireyleri, azami olarak siyasetin dışında tutarak toplumu apolitikleştirmekten başka bir şey değildir. İnsanların aktif politika içinde olmaları istenmez. Egemen sınıflara göre politik insan tehlikeli insandır. Söz, yetki ve karar hakkını kullanmak ister. Sürekli sorgulayan ve hesap soran kitleleri yönetmek zorlaşır. Bundan dolayı, kitleler siyasetin genellikle dışında tutulur ve dört beş yılda bir yapılan seçimlerle toplumun kendi yöneticilerini seçme özgürlüğüne sahip olduğu imajı verilir. Burjuvaziye göre en güzel yönetim biçimi budur ve başka bir modeli denemeye gerek yoktur. Bu, sözde özgürlüğün işlevsel olmadığı artık anlaşılmıştır. Burjuva demokrasisinin geçerli olduğu ülkelerde siyaset çok kârlı bir sektör halini almıştır. Sermaye birikimi yaratmanın ciddi bir aracı durumuna getirilmiştir. Parasal olarak karşılığı, örneğin milletvekili seçildikten sonra alınması düşünülen büyük ihale ve yatırımlara, rüşvete, kara paraya vb. dönüşmüştür. Parası olmayan milletvekili seçilemez ve toplumsal kesimler içerisinde temsil ve seçilme hep zengin kesimler arasından olur. Bu nedenle “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ibaresi safsatadan başka bir şey değildir. Ya da büyük sermaye kesimleri, temsilcilerini, kendileriyle işbirliğine giren diğer sınıfların içerisinden atarlar. Bir tür yetkilendirme işlemidir bu ve bu işin finansmanını da kendileri yaparlar. Ülkemizden örnek verecek olursak, bugün TBMM üyelerinin bir dökümü yapıldığında, halkı temsil ettiği iddia edilen milletvekillerinin neredeyse tamamı, orta ve üst sınıflardan gelmektedir. İşadamı, sivil ve askeri bürokrasiden gelenler ağırlıktadır. Bunların seçim finansmanını ayarlayan da güçlü sermaye tekelleridir. Cumhuriyet tarihi boyunca ( buna CHP’nin tek parti dönemi de dahil), çalışanların, işçi ve emekçilerin Mecliste temsil oranı %3’ü geçmemiştir. Bazı dönemler, kimi partiler tarafından göstermelik olarak denense de, ön seçim ya da aday adayı seçimi diye bir süreç, siyaset kültüründe kabul görmemiştir. Parti tabanlarının bu konuda hiçbir yetkisi bulunmamaktadır. Genel başkanlar ya da parti merkezleri atamaları yapmışlardır. “Seçilecek olanların atanması” gibi tuhaf bir durum yaşanır hemen hemen her seçim döneminde. 10 | ÖVDER Bu ve benzeri nedenlerden dolayı bugün dünyada temsili demokrasi ömrünü tamamlamak üzeredir ve doğrudan demokrasi arayışları kitleler için cazip bir durum haline gelmiştir. Bunda, teknolojinin ve kitle iletişim araçlarının gelişmişliğinin de büyük bir etkisi vardır. Kitlelerde, uzaktan ve iletişim araçlarıyla da olsa merkezlere müdahale etme talepleri gelişmektedir. Demokrasi, son tahlilde bir devlet biçimidir. Devlet ise bir sınıflı toplum gerçekliğidir ve egemen olan sınıfın yönetme aygıtıdır. Burjuva demokrasisi demek, bir başka açıdan burjuva devleti demektir. Burjuva demokrasisi en ideal noktasına temsili demokrasiyle ulaşmıştır ve içinde bulunduğumuz dönemde temsili demokrasi, dolayısıyla burjuva devlet kriz içerisindedir. Seçme-seçilme hakkının olması, pratikte ise insanların kendi iradeleri doğrultusunda bu haklarının istedikleri gibi kullanamamaları, bu sistemin “özgürlükçü bir yönetim biçimi” olduğu tezini de sorgular hale getirmiştir. Sorun, bunun yerine koyulacak olan “doğrudan demokrasi”nin nasıl olacağı ve hangi a ra ç l a rl a g e r çe k l e ş t i r i l e ce ğ i n o k t a s ı n d a düğümlenmektedir. Son yıllarda yapılan tartışmalarda ortaya çıkan sonuçlardan biri de, düşüncenin kontrol altına alınmasında despotik ve militarist rejimlerden daha çok, sözde özgürlükçü ve halka dayalı yönetimlere ihtiyaç olduğu gerçeğidir. Genel görüntü, medya, basın-yayın ve kanaat önderleri aracılığıyla “her şeyin” konuşulduğu ama hiçbir şeyin ko nu şu lmadığı dır. Bu radaki amaç sadece, gelişmelerden ve yaşananlardan rahatsızlık duyan kesimlere bir rahatlık vermek ve tansiyonu düşürmektir. Burjuva demokratik toplum, maniplasyon, yanıltma gibi yöntemlere dayalı olarak rıza üretmede çok başarılı bir toplum modelidir. Aynen seçim dönemlerindeki temsil olayında olduğu gibi, kitlelerin bilinci, organize alışkanlıkları ve kanaatleri, bilerek ve isteyerek, en akılcı yollardan maniple edilir. Bu, demokratik toplum için son derece önemlidir. Egemenler bunun propagandasını sistemli olarak, aydınlara ve önde gelen entelektüellere yaptırırlar ve kitleleri politikadan yalıtmaya çalışırlar. Örneğin bugün ülkemizdeki burjuva medya ve televizyonlarda ‘kanaat önderleri’ olarak ortaya çıkarılanların , bu toplumsal rızanın oluşması için kullanılan birer araç oldukları ve bu görevi severek, isteyerek üstlendikleri ve yerine getirdikleri açık bir biçimde görülmektedir. BİR ELİN NESİ VAR ? Jale KİRMAN Hatta bu tartışmalara katılmanın ve insanlara yalan söylemenin, ahlâksızlık da olsa maddi anlamda bir karşılı ğı da vardı r. Bu model, ‘razı etme mühendisliği’nin işini rahat bir biçimde yapma ve kitleleri buna ikna etme serbestliğidir. Bilindiği gibi, “ikna etmek”, kitleleri herhangi bir konuda kandırma anlamına da gelir. Burjuva demokrasisi ile yönetilen demokratik toplumlarda demokrasi adına yapılan şudur: ‘Çoğunluk elini eteğini gerçeklerden çekmeli, bir hayal alemine dalmalıdır. Fukaralara zenginlik hayalleri, baskı altında tutulanlara özgürlük masalları, üstelik güçsüz olup, yenik düşmüş bulunanlara zafer hayalleri satılmalıdır.’ (N. Chomsky) İçinden geçtiğimiz süreçte, çarpık bir burjuva demokrasisine sahip olan ülkemizde, yaşananları bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. Yukarıdan aşağı geliştirilen çarpık demokrasi denemesi rıza üretmeye ve kitleleri telkin etmeye çalışıyor. Ancak, sistemin sakatlığı rıza biçimlerine de yansıyor. Bundan dolayı, örneğin, “ulusalcı güçler”, “kızıl elma ittifakı” gibi bir araya gelişler bizleri fazla şaşırtmamalıdır. Bu tür kümelenişler ve bir araya gelişler, yukarıdan aşağıya geliştirilmeye çalışılan çarpık burjuva demokrasisinin resmi rıza üretme biçimlerinden başka bir şey değildir. Sürekli dillendirilen “sağcılık”, “solculuk” kalmadı, “bütün toplum bir arada duruyor” tezi bunların başında gelmektedir. “Toplumsal rıza üretme” sisteminin işlevini yerine getirebilmesi için yığınla iş yapılmaktadır. Kültürden sanata, edebiyattan spora bir çok alanda işlevsel bir mekanizma kurulmuş durumdadır. Kitlelerin köşelerine çekilmeleri ve sessiz kalmaları için her türlü araç (baskı araçları da dahil) kullanılmaktadır. Chomsky, bu iş görmeyi şu şekilde ifade ediyor: “Hedeflerinden biri salaklar ve cah il l erd ir. Bu n l ar di lekl eri n de t ut u lma lı , anlayabilecekleri kadar basitleştirilmiş martavallarla uyutulmalıdır… izole edilmelidir. En ideali, bunların her birini ve tek başına olmak üzere TV ekranının karşısına oturtmak, spor müsabakalarını, Brezilya dizilerini seyrettirmektir. Organize olmalarına izin verilmemelidir. Bir araya gelirlerse nelere sahip olabileceklerini düşünmeye fırsatları olmamalıdır.” Toplumsal rızayı kabul etmeyen ve telkinlere kanmayanlara ise neler yapıldığı, özellikle bizim gibi yeni-sömürge ülkelerde çok net bir şekilde bilinmektedir. Aldım kalemi elime. Parmaklarım başladı anlatmaya. Merak ettim ne anlatacaklarını. Anlattıklarını dökmeye başlayınca satırlara; hatırladım hikâyeyi. Daha önce bizzat kendilerinden dinlemiştim. Tanık olduğunuz ya da tanık olmadığımız bütün insan hikâyeleri gibi o kadar gerçekti ki hikâyeleri, ben sözü daha fazla uzatmadan bıraktım kalemi onlara, onlar başladılar anlatmaya. Biz bütün parmakların ayrı düştüğü, birbirlerine kelepçelenmiş iki eldik. Serçe parmak başladı anlatmaya. En küçükleri oydu çocukluk işte içlerinde en heyecanlı olandı. Dünyayı olduğu gibi gören, ne görüyorsa onu söyleyen yalansız, dolansızdı. Parmak ucundan görse de dünyayı “anne bak kral çıplak” diye bağıran da ilk oydu. “Önceleri dünya sadece benim parmak ucundan dönüyor zannederdim. Bilmezdim benden başka parmak olduğunu, başka eller olduğunu. Yıldızlar hep uzak gelirdi. Hiç kavuşmayacak kadar uzak. Ellerimize takılan o kelepçeleri kırmaksa, o yıldızlar kadar uzaktı. Umutsuz türküler söylerdim hep, bu parmak hiç çalmayacak sanırdım umut kapısını.” Ta ki… Küçük parmağın söyleyecekleri daha bitmemişti ki orta parmak atladı söze. En ortadaydı o ama ortada kalanlardan değildi. Herkesin iki yol sunduğunda bile, başka bir yolu, üçüncü bir yolu bulan, en puslu havada bile yolunu en iyi görendi. Orta yolcu derlerdi kimileri ona, orta yolcuydu ama ortada kalanlardan değildi. O tam ortadaydı. Hepsine eşit uzaklıktaydı. Aslında bu buluşmanın en önemli parçasıydı. İçlerinden en uzunu oydu ve bir el olacakları günü bekliyordu. Görüyordu her şeyi. Biliyordu bir gün bütün parmakların birleşip bir el olacağını. İşte o günü bekliyordu. Sonra da sonrasını orta parmak anlattı. “Sen bir parmaksın sadece dokunduklarını hissedebilirsin ve dokunarak yaratırsın. Ama ben görüyordum. Başka parmaklar başka eller görüyordum. Başka ellerle buluşamayalım diye nasıl kelepçelendiğimizi görüyordum. Gördüklerimi bağırıyordum her gün işitmeyen kulaklara. Sesimi duyan olmuyordu önceleri. İlk, yanımdaki parmaklar duydu söylediklerimi. Ama onlar bizden başka pa r m a kl a r y ok, bi z de n b aş ka e l l e r y o k zannediyorlardı.” Hepsinin hayatlarına tanık oluyordu orta parmak ve şunu biliyordu; ne zamanki bütün parmaklar birleşip bir el olur, bu eller kavuşup her biri sıkılı bir yumruk olur, işte o zaman uzanabilirlerdi yıldızlara. İşte o zaman yıldızları tutabilirlerdi ÖVDER 3 | 11 MUTLULUĞUN PEDAGOJİSİ Faruk ADIGÜZEL kenetlenmiş yumruklarıyla. Bir el, bir el daha gökyüzünde ne kadar yıldız varsa tutabilirlerdi. Yayılı rd ı bu yıldızlar bütün bir dünyaya, yayılabilirlerdi o zaman başka hayatlara. Bir el olmanın verdiği umutla kırabilirlerdi kelepçeleri özgürleşebilirlerdi. Parmaklar sadece bir parmak olmaktan çıkıp bir el olduklarını anladıklarında her şey daha güzel olabilirdi. Artık yalnız değildi orta parmak. Başka bir parmak, sonra bir başkası bir bir atlıyordu söze. “Toprağı ekmeye, demiri dövmeye, sabanı tutmaya makineyi işlemeye yarayan bu eller güzel olanı insandan yana olanı neden yaratmasın? Yaratılan bu güzellikleri bu eller neden bölüşmesin?” Sadece kendileri için çalışsınlar, sadece kendileri için üretsinler istiyordu onları kelepçeleyenler. Kavuşmasın diye kelepçelenmişti hepsi ayrı ayrı. Üzerindeki nasırlardan tanıyorlardı birbirlerini. Kan bulaşmıştı ellerine. Oysa kan vardı ötekilerin ellerinde. Atılan bombaların altında can veren, sıkılan kurşunda can veren minicik bedenlerinin kanları vardı ellerinin üzerinde. Tanırlardı bu yüzden dost ellerini. Bilmezdi bu kan emiciler gökyüzünde ne kadar çok yıldız olduğunu ve bu yıldızları tutacak ne kadar çok yumruk olduğunu. Bir parmak sanırdı onları. “Hadi bir el olsunlar bir elin nesi var” demişti içlerinden biri. Ama onlar bir el değillerdi artık. Dünyanın her yerinde yıldızlara uzanan onlarca rengârenk ellerdi artık onlar. Ve aynı türküyü söylüyorlardı: “Görüyorsun işte küçük adamları Köhnemiş silahlarıyla saldıran sana Kimi tutsak düşmüş kendi dünyasına Kimisi düpedüz halk düşmanı Diren öyleyse, diren, yılma Yürüt daha bir inatla kavganı Yıkılma sakın geçerken günler Yaralayarak gençliğini Onurlu, güzel geleceklerin Biziz habercileri düşün ki Ve halkın bağrında bir inci gibi Büyüyüp gelişmektedir zafer.” O kadar içten anlatıyorlardı ki parmaklarım, bana fazla da söyleyecek bir şey kalmamıştı. Demiştim ya bütün insan hikâyeleri gibi o kadar gerçekti ki hikâyeleri bıraktım kalemi onlara ve anlattılar hikâyeyi baştan sona. 12 | ÖVDER “Mutsuzluk kötülüğün nedenlerini anlamayanlara çıkar yolu göremeyenlere mücadele yeteneğinden yoksun olanlara özgüdür.” Hiç düşündün mü yaşamın anlamı nedir? Bu soru yüzyıllardır sorulur durur ve bir türlü ikna edici yanıt alınamaz. Bu zor bir sorudur aslında. Yanıtı da dünyaya nasıl baktığına, yaşamdan ne beklediğine göre değişir. “Hayatın anlamı nedir?” sorusunun altını farklı bir biçimde doldurmak mümkün olsa da, genel bir cevap verilebilir: Hayatın anlamı mut lu olmakt ır. İnsan mu tlu olmadan yaşadığında yaşamının anlamı kaybolur. Diyeceksin ki peki mutluluk nedir? İşte sorun burada başlar. İnsanların gerçek mutluluk düşleriyle, sahte mutluluklar üreten yaşantısı birbirine karışır. Mutluluk göreceli bir kavram olduğundan gerçek mutluluk ile sahte olanını çoğu zaman ayrılmaz. Bize öğretilmiş mutluluk anlarını bütün hayat sürecine yayıp “mutluyuz” deriz. Gerçek mutluluğu bilmeden yaptığımız bu kıyaslama, aslında sadece bizden daha olumsuz şartlarda yaşayanlara göre yapılmış bir değerlendirmedir. İnsan doğası gereği toplumsal bir varlıktır ve bir toplum içinde yaşar. Mutlu insan için mutlu toplum, mutlu bir dünya gereklidir. Ama toplum uzlaşmaz sınıflara bölünmüşse, insanlar çıkarları uğuruna birbirlerini potansiyel düşman olarak görüyorsa ortak mutluluk mümkün olamaz. Bu nedenle çoğu kez bir kesimin mutluluğu diğerlerinin m ut su z luğ u an lamın a gelir . Şöy le de denebilir:Hayatı ortak olarak anlamlı kılmak mümkün olmaz.Hayatın anlamları çarpışır. Bireysel olarak mutlu olmak olanaklıdır ama başkasının mutsuzluğuna gözünü kapamak ve mutsuz olana kendi mutluluğun için saldırmak şartıyla. Tabi mutluluk derken kapitalist sistemin vaat ettiği kadarını k as t edi yo ru m . B u mu t lu lu k ek si k bir mutluluktur. Toplumu yöneten zengin azınlık için mutluluk olanağının daha fazla, yönetilen çoğunluk içinse çok az olduğunu ikimiz de biliyoruz. Toplum içindeki sınıf çelişkisini ortadan kaldıramadığımız sürece ortak bir mutluluk tablosu çizemediğimizden, sınıflara ve bireylerin yaşam tarzına göre mutluluk tanımı yapmak zorunda kalıyoruz. Yani mutluluk olanaklarla koşullandırılmıştır. Olanakların ne kadar çoksa o kadar mutlu olursun bu düzende. Bireysel mutlulukların rekabet etmek ve birbirini yenmek zorunda kalmadığı bir dünyayı düşünebilirsek ortak bir mutluluktan bahsedebiliriz. Mutluluğu da daha kolay tanımlayabiliriz. İşte o zaman hayatın anlamı nedir sorusuna ortak bir cevap verebiliriz. Ha y at ı n a n l a m ı h e r k es i n m u t l u olmasıdır. Birisinin mutluluğunun ön koşulu diğerinin mutlu olmasına endekslenmiştir. Bu durumda bu gün böylesi bir dünyadan çok uzaktayız. Onun için hayatın anlamını bulma arayışının kendisi aslında başlı başına bir anlamsızlıktır. Hayatı anlamlı hale getirmekte de zorlanıyoruz. O yüzden mutlu insandan değil mutlu anlardan söz ediyor, daha çok da mutsuz insanı konuşuyoruz. Çünkü insanların çoğunluğu mutsuzdur bu dünyada. Bu insanlar özgür değiller. Kendilerini gerçekleştiremiyorlar. Yabancılaşmanın mutsuzlaştırıcı etkisinden kurtulamıyorlar, kurtulamıyoruz. Bizim düşlediğimiz dünyada mutsuzluk anları olacaktır ama mutlu insanın mutsuzluk anlarıdır o anlar. Şimdi ise tersi bu durum var. Mutsuz insanın mutluluk anları olabiliyor. Bu yüzden de ben sevincin saadetle şekillenmiş bir yaşamın başı ve sonu olduğunu ileri sürüyorum. Sevincin yaşam amacımız olduğunu söylediğimizde salt haz almaya önem veren ‘yosma’ neşelerini kastetmiyoruz. Bilmeyenler öğretimizden anlamayanlar ya da kötü niyetli yanlış anlayanlar böyle algılıyorlar. Mutluluğun ne olduğunu ararken, mutluluk üzerine yazmak ve söz söylemek oldukça zor. İkiye bölünmüş bir hayatın üretemediği ortak mutluluktan bir mutluluk yazısı da doğal olarak türemez. O nedenle bu da hayatın mutsuzluğunu ifade eden bir yazı olmanın ötesine geçmiyor. Ama aynı zamanda insanlığın mutluluk arayışının da bir parçası olarak yaşamlarımızın çelişkileri ve onun içerisindeki arayışlar da gelecekteki mutlu günlerin şimdiden işaret fişeği olarak görülmelidir. İnsanlığa yalnızca bireysel kurtuluş masallarının anlatıldığı, daha çok tükettikçe insanlaşacağı yalanlarının söylendiği, marka ve imaja dönüşmüş bir hayata meydan okumak yalnızca bizim sahip olduğumuz sıradan yaşam deneylerinin sunduğu acı, hüzün ve sevinçlerle mümkün olabilir. Dayanışma dediğimiz, mutluluğun en sihirli sözcüğünün anlamı da bütün bu sahici duyguların paylaşılmasından geçer. Geleceğin mutluluğu bugün yaşadığımız bu mutluluk arayışında gizlidir…Her şeye rağmen bizler birer mutluluk üreticisi olarak mutluluk arayışımızı sürdürmeye devam edeceğiz.Çünkü “kimi zaman umutsuzluktur gemileri yaktıran, kimi zaman da yakılan gemilerdir umudu yaratan”. Bütün insanlığın kurtuluşu inancında olanla ra , kuca k dolusu kara nfi ll er… Efendiyi yaratan kölenin kendisidir, köle özgür olduğunda artık köle olmayacaktır ve dolayısıyla da efendi de ortadan kalkacaktır. Kölenin özgürlüğü efendiyi tutsak etmez, ikisini de yok eder. Kaygusuz Abdal ÖVDER |3 13 DEVLET NEDİR, NASIL OLMALI? İsmail GÖKTAŞ İnsanlık tarihi mücadeleler tarihidir. Bu mücadeleler insanlığın gelişimine ve de geliştirdiği yanlarına göre boyutluluk ve çeşitlilik göstermiştir.İlkel dönemlerde mücadele daha çok doğayla idi.İnsanlar birlikte avladığı avlarını paylaşırlardı, vahşi hayvanlara karşı savunmalarını birlikte yaparlardı.Herkes eşit konumdaydı.Yıllar süren evrimleşme, beyinlerin gelişmesi ile farklı koşullarda ve farklı gelişimler sonucu üretim araçları da gelişmeye ve çeşitlenmeye başladı.Yerleşik düzene geçilmeye başlanmasıyla birlikte insanlar arası (veya kabileler arası) ilişkiler ve de çelişkiler (mücadeleler) de başladı. Bu savaşların sonucunda “esirler” elde edildi ve esirler “köle” olarak kullanıldı.Bundan dolayı da çalışan “köle” ve çalıştıran “köle sahipleri” oluştu.Başka kabilelere karşı savunma güçleri(asker) ve kölelerin üzerinde köle sahiplerinin “haklarını” belirleyen(satma, öldürme vb.) yazılı metinler (bugünkü kanunlar) , uyulmadığı zaman uygulanacak cezayı belirleyen yazılı metinler (hukuk) ve cezayı verecek olanlar (yargıçlar) belirlendi.Yani ilkel bir devlet (KÖLECİ DEVLET) oluşmuş oldu.Yine insanlığın ve kültürlerinin gelişmesi sonucu, yönetenler yönetemez hale gelince, yönetilenler de eskisi gibi yönetilmek istemeyince , çalışanların (kölelerin) haklarının da biraz iyileştirildiği yeni sistemler kuruldu.Bu sistemler kolay kurulmadı tabi, devrimlerle oldu.Köleci sistemden Feodal sisteme (ağalık sistemine) geçildi. Devletlerin adları da o sistem yapıları ile birlikte anılır oldu. (KÖLECİ SİSTEM, FEODAL SİSTEM, KAPITALİST SİSTEM) Feodal sistemden de günümüzdeki kapitalist sisteme geçilmiş oldu.Köleci sistemde nasıl “KÖLE SAHİPLERİ İLE KÖLELER” varsa ve devlet köle sahiplerini koruyorsa, Feodal sistemde de “FEODAL BEYLERLE(AĞALAR) TOPRAĞA VE AĞAYA BAĞLI IRGATLAR”(MARABALAR) vardı ve FEODAL DE (PADİŞAHLIK) ağaları koruyordu ve onların yanında yer alıyordu.(ÖRNEK: Doğu ve Güneydoğu bölgemizde FEODALİZMİN etkisi olduğu için orada AĞALAR VE AŞİRETLER etkindir. Kanun v e h u k u k t an ço k A Ğ A L A R- Ş I H L A RI N s ö zü geçmektedir.Seçimlerde bugünkü sistemi savunan partiler onlarla hareket etmektedirler.KAPİTALİST SİSTEMDE (bu günkü sistem) ise KAPİTAL SAHİPLERİ (SERMAYE S A H İ P L E R İ : B A N K A , FA B R İ K A , T O P R A K SAHİPLERİ,BÜYÜK TÜCCARLAR) ile çalışanlar vardır.Günümüzdeki kapitalist devletin ve sistemin bazı 14 | ÖVDER demokratik yanları olmakla birlikte esas olarak çalışanlardan, işsizlerden, çocuklardan yana olmadığı uy gulama ve hizmetler inden anlaşılmaktadır. DEVLET NASIL OLMALI? Yukarıdaki anlatımda devletin doğuşunu ve günümüze gelişini kısaca anlatmaya çalıştım.Çalışan emekçi sınıflar açısından da eskiye göre daha iyi koşulların da olduğu bugünkü sistem ve devlete geçişler kolay olmamıştır ve emekçi sınıfların mücadelesi sonucu gerçekleşmiştir. Günümüzde de NASIL BİR SİSTEM VE NASIL BİR DEVLET istiyorsak onun için mücadele etmeliyiz. Bizim gibi olanlarla (İşçi, işsiz, kamu çalışanı, küçük çiftçi, küçük esnaf vb.) birlikte dayanışma içerisinde mücadele etmeliyiz. DEVLET, tüm vatandaşlarının eğitimini (ilköğretim, orta öğretim ,üniversite…) ücretsiz karşılamalıdır.Çünkü eğitim bir insan ve vatandaşlık hakkıdır. Karşılamıyorsa görevini yapmıyordur.DEVLET, tüm vatandaşlarının devletin sağlık kuruluşlarından ücretsiz yararlanmasını sağlamalıdır.Yapmıyorsa T.C.. vatandaşının sağlığını düşünmüyor demektir. DEVLET, tüm vatandaşlarına barınacağı bir konut vermelidir. Eğer v erm iyo r sa T.C . v atand aşlar ın ı so kağa atıy or demektir.DEVLET, tüm vatandaşlarına insanca yaşayabilecekleri gelir sağlayan bir iş vermelidir veya olanağı sunmalıdır.Yoksa T.C. Devleti vatandaşlarının açlıktan, yoksulluktan, acı çekerek ölmesine ya da bataklığa sürüklenmesine (uyuşturucu, hırsızlık, fahişelik, kumar vb) göz yumuyor demektir.DEVLET, çiftçisine, hayvancısına, balıkçısına, sanatçısına, KOSGEB’lerine daha üretken olabilmeleri için destek vermelidir. DEVLET,(Yönetenler,hükümetler) kendi ülkesi ile ilgili kararları kendi meclisi ile, kendi sendika ve demokratik kitle örgütleriyle görüşerek, tartışarak almalıdır. Yoksa şu an bir çok alanda olduğu gibi ülkemizin nasıl yönetileceğine karışırlar ve bağımsızlığımız tehlikeye girer. DEVLET, tüm vatandaşlarımızın siyasi, etnik, kültürel, dini inançlarını özgürce yaşamasının ortamını hazırlar, güvenceye bağlar, kardeşlik ve bir arada yaşama kültürünün gelişmesini teşvik eder.Yapmıyorsa bölücülük ve kışkırtmacılık yapmış olur. BEN BÖYLE BİR DEVLET İSTİYORUM. SİZLER NE DÜŞÜNÜYORSUNUZ? KÜÇÜKLERE (?) BİR MASAL... Necmettin TAPINÇ Çok uzaklarda olmasına karşın, beş adım kadar yakın olan, hatta bir çoğumuzun içinde yaşadığı, dağları, tepeleri, ovaları, tertemiz berrak sularıyla şirin mi şirin bir köy varmış. Köyde karlar erimiş, otlar bitmiş, çiçekler açmış, aylar süren kıştan, evde geçen tatilden sonra artık işler güçler başlamış. Mesleği çobanlık olan köyün en yakışıklısı, en güçlüsü, en akıllısı, en yanık seslisi, en güzel kaval çalanı… çoban Ahmet, almış sürüsünü götürmüş yemyeşil dağ eteklerine. Ahmet ağzı olup da konuşamayan koyunlarını çok severmiş. Koyunlar da Ahmet’i çok sever sayarmış. Nerede yeşillik varsa, nerede karınları doyarsa, Ahmet usanmadan, yorulmadan onları oraya götürürmüş. Koyunlar en çok da Ahmet’in kavalını severmiş. O kaval çalmaya başladı mı, adeta dünya durur, onu dinlerlermiş.Ahmet uzun bir aradan sonra baharın ilk kavalını çalmış, çaldıkça çalmış, uzattıkça uzatmış, en dertli, en yanık ezgilerini kavalının ucundan döktürmüş. Koyunlar kavalın sesiyle mest olmuş, hatta bazıları, bilerek kırık cam parçalarına basıp kanatmışlar kendilerini. O sırada, dağın arkasındaki mağarada, bir ayı ailesi kış uykusundan yeni yeni uyanıyormuş. Ayı baba biraz güç toplayıp mağarasının önündeki kayayı kenara itmiş; günün ışığı, baharın kokusu, kuş cıvıltıları ve bir de uzaklardan geldiği anlaşılan bir kavalın sesi, mağaraya doluvermiş. Ayı havayı koklayıp, derin bir nefes içine çektikten, güzelce esneyip gerindikten sonra, vermiş kulağını kaval sesine. Oturup dayamış sırtını mağaranın duvarına ve bir de efkarlı bir cigara tüttürüp derin derin çekmiş içine. Çocukluğunun geçtiği ormanlar, annesi ve kardeşleri gelmiş aklına. Annesini hep insanlara benzetirmiş küçükken. Ayının daldığı hayalleri, karısının, o tiz bağırtısı bölmüş. Karısı ona kızarak bağırmış: “Sana kaç defa dedim aç karna sigara içme diye! Neredeyse açlıktan gebereceğiz sen oturmuş keyif sigarası içiyorsun, hem açken keyif mi olurmuş, aç ayı oynamaz diye bir söz var duymadın mı! Kimin sözü bilmem ama bence çok doğru!”. Ayı, hayran olduğu karısının yüzüne gülümseyerek bakıp şöyle demiş: “ama karıcım baksana şu sesin güzelliğine, seni de etkilemiyor mu?” Dişi ayı: “geri zekalı seni, sen beni ruhsuz mu zannettin, tabi ki etkiliyor beni ama, sadece midemi etkiliyor. Daha önceki tecrübelerimden biliyorum; o ses nereden geliyorsa orada bir sürü koyun var demektir. Çabuk git birkaç koyun getir de yiyelim, açlıktan öleceğiz yoksa hayatım.” Karısından çok korkan ayı hemen kalkmış, sesin geldiği yöne doğru yol alırken bir yandan da kendince kavala eşlik etmek için hırıltılar çıkarıp yürümüş. Ayı sese iyice yaklaşmış ve artık Ahmet de ayının hırıltısını duymaya başlamış. Ahmet kaval çalmayı kesmiş, sopasından başka silahı olmayan Ahmet, sopasının en kavranır yerinden tutarak koyunlara şöyle demiş: “Birazdan ayı gelecek ama merak etmeyin. Benim ne kadar güçlü olduğumu, daha önce kurtlarla kavgalarımdan siz de biliyorsunuz. Şayet zor bir durumda kalırsam, koçlar beni boynuz darbeleriyle desteklesin.” Ahmet sözlerini tam bitirmişken, ayı arkasında belirmiş bile. Ahmet tekrar koyunlara dönerek; “ben size söylemiştim ayı gelecek diye, siz bana güvenin” demiş. Ahmet sopasını iyice kavrayıp cesaretle ayının üstüne yürümüş. Ayı, iki ayağı üstüne kalkınca dev bir canavara dönüşmüş adeta ve o da Ahmet’in üstüne yürümeye başlamış. Bir pençesiyle Ahmet’in sopasını indirirken, bir pençesiyle kafasını yarmış, yumruklarla, ısırıklarla, pençelerle Ahmet’i kan revan içinde bırakmış. Boğuşma sırasında Ahmet koçları ne kadar çağırdıysa da, koçlar korkularından sadece olayı seyretmekle kalmış. Ahmet’i duymazlıktan gelip kendi aralarında; “ ulen bu ne canavarmış, Ahmet ağabeyi öldürecek vallaha. Vay beee, yazık, gitti Ahmet ağabey.” demişler. Ayı, et yığınına dönmüş Ahmet’i oracığa bırakarak, tekrar iki ayağının üstüne dikilmiş ve koyunların içinden en irilerini seçmek için onlara şöyle bir göz gezdirmiş. Koyunlar korka korka ayıya bakıp kendi aralarında şöyle konuşuyorlarmış: “ Ne kadar güçlü değil mi? Bize çobanlık eder mi sence?” “etse iyi olur, ne kadar güçlü baksana, hangi kurt bize saldırmaya cesaret edebilir ki artık”, “Ahmet abinin hakkını yemeyelim, o da bizi kurtlardan çok kurtardı, iyi adamdı meeeeeee.” Ayı iki tane koçu gözüne kestirip, almış omzuna ve mağarasına doğru yol almış. Ayıdan korkan koçlar başlamışlar yalvarmaya: “Abi affet bizi, vallahi Ahmet’in sürüsüne katıldığımıza bin pişmanız. Ne olur bırak bizi. Hem o sürüde daha iyileri de var. Kıvırcık Cumali, Kara Rıza, Tiftik İsmail, Şişko Süleyman, sonra abi dikkat ettiysen orada tüylerini hiç kesmeyen biri daha vardı; hippi Kenan… Onları al, onu al, o Ahmet abinin en sevdiği koçtu zaten.” Ayı bu sözlerin hiç birine aldırmamış, Ahmet’in kavalının sesini taklit edip, bozuk bir ıslık çalarak yoluna devam etmiş. Aynı günün akşamı ayı tekrar gelip bir iki koç daha almış, bu ertesi gün de devam etmiş. Koyunların, iki ayağı üstüne kalkınca insan sanıp kendilerine çobanlık edeceğini sandıkları ayı, her gün gelip kendilerinden birer, ikişer götürmüş. Koyunlar: “O da çok yiyip şişmanlamasaydı” demişler, götürülen her koyun için. Sonra içlerinden kara sakallı bir keçi: “arkadaşlar, zayıfız diye sevinmeyin, sıra bize de gelecek elbet. Hepimiz şu dünyada birer fani yolcuyuz. Ecel gelmiş cihane, ayı saldırısı bahane. Arkamdan gelirseniz, sizi alabildiğine geniş, yemyeşil ovalara, kayaları tuzlu dağlara, suyu berrak çaylara götüreceğim. Bir koyun daha ne ister ki.” Demiş. Koyunlar, öyle bir yerin varlığını yokluğunu sorgulamaksızın düşmüşler keçinin peşine. Yolda açlıktan ölenler, hasta düşenler olmuş. Sonra kurtlar tarafından kıstırılmışlar, ne Ahmet abileri varmış onları koruyacak, ne de korkup boyun eğdikleri ayı. Koyunların bir kısmını ÖVDER | 3 15 12 Eylül’ün 27. Yılı Vesilesiyle… kurtlar almış, bir kısmı, melemeyi bırakıp ulumaya başlamış. Koyunlar, artık birbirlerinden korkar olmuş. Ama kara sakallı keçinin bahsettiği yerin hayali hiç silinmemiş kafalarından, bu yüzden açlıktan ölümlere, hastalıklara, saldırılara , korkulara… katlanmaya devam etmişler. İşleri güçleriyle meşgul köylüler, artık Ahmet’i ve sürüsünü merak etmişler ve aramaya koyulmuşlar. Sonunda bulmuşlar Ahmet’i. Ahmet günlerce orada aç, susuz, kan içinde ölüme direnmiş. Köylüler Ahmet’i alıp köye götürmüş, yaralarını temizleyip, merhemlemişler ama ayı pençesinin bıraktığı izler, vücudundan hiç silinmemiş. Ahmet, ayıyı bu yaptıklarından ötürü öldürmeye karar vermiş ama, köylüler Ahmet’e, ayı da olsa öldürmenin suç olduğunu, bunun yerine ayıyı yakalayıp köy meydanında yargıladıktan sonra, hayvanat bahçesine kapatmanın daha iyi olacağını söylemişler. Ahmet düşüncesinden vazgeçmemiş ama ayıyı da öldürmek için bulamamış. Ahmet artık evlenmiş çoluk çocuğa karışmış. Çobanlığa hevesli köyün gençleri, Ahmet abilerinin yanına sık sık uğrar, ondan kendilerine çobanlık deneyimlerini, kurtlarla ve ayıyla nasıl mücadele ettiğini anlatmasını isterlermiş. Ahmet de bunları zevkle anlatırmış. Gel zaman git zaman Ahmet yaşlanmış, saçı sakalı ağarmış, kulakları ağır işitir olmuş artık. Gene gençler uğramışlar Ahmet amcalarının yanına, hal hatır sormaya: “Nasılsın Ahmet amca?” “Ayı mı dedin? Ayı çok kötü bir hayvan!” “N a s ı l s ı n d i ye s o rd u k A h m et a m ca ” “ O ne zalimdi o, hiç sorma. Beni öyle evire çevire dövdü ki, yerlerde süründürdü, öldüğümü sandı da bıraktı beni.” “Bir görelim halini hatırını soralım dedik Ahmet amca” “Yaaa, ya, imkansız değil mi ayıyla başa çıkmak. Bakın şu halime; topallıyorsam sebebi o ayıdır. O ne zalimdi o” İhtiyarlık hali, kim ne sorarsa sorsun, ne söylerse söylesin, Ahmet ayıyı anlar ve ayıyı anlatır olmuş. Köyde gençleri bir korku sarmış, kimi evine kapanmış, kimi köyünden kaçmış, kimi artık tek gezip sürü gibi görünmemeye çalışmış… Bu masal da burada bitmiş. Korkuyla biten bu masalın sonu, korkuyla başlayacak bir masalın girişidir aslında. Yazılacak olan bu masal, cesaretle gelişip, mutlu sonla biterse, gelecekte çocuklara okutulacak en güzel masal olacaktır. 16 | ÖVDER Dünyanın “yedinci” harikası, Eylülog ve centilmen Mustafa Kamil Zorti, 12 Eylül’ün 27. yılı m ünasebet iyle, Marmaris’teki Çaml ıhemşin Özkaradeniz Pide ve Lahmacun Salonu’nun çekme katında bir 27. yıl nutku verdi…Mustafa Kamil Zorti’nin “12 Eylül’ün 27. Yıl Nutku” aynen şöyle: “Türk milleti! Huzur, istikrar, sevinçli bir telaş ve sulh harbine başladığımızın 27.senesindeyiz. Bugün 12 eylülün 27. senesini kazasız belasız ikmal ettiği en büyük bir bayramdır.Kutlu olsun netekim! Efendiler 27 sene evvel bugün, memleketin uçuruma baş aşağı gitmekten men edildiği gündür. Bu böyle olmasaydı, belki de memleket şimdi uçurumun dibinde bitap ve pejmürde yatıyor ve akbabalar tarafından gagalanıyor olacaktı.Zira bu hainane emelin gerçekleştirilebilmesi içün her türlü hazırlık yapılmış, memleketin bütün dershanelerine girilmiş, kapı ve pencereleri kırılmıştı. 12 Eylül’ün ertesinde yapılan seri operasyonlar neticesinde ortaya çıkarılanlar bunun en güzel bir kanıtıdır. Bu operasyonlarda, 3 bin 344 adet uzun namlulu tüfek, 172 adet çitlembik borusu ve mühimmatı, 265 adet aküyle çalışan tabanca, 2 bin 175 adet otomatik tabanca, 28 adet çeşitli örgütlere ait otomatik çamaşır makinesi, çok sayıda kirli çamaşır, örgüt dokümanı, sahte paso, şebeke ve kimliklere muhafaza ile define haritaları ele geçirilmiş, memleketi bölme ve kızıl ihtilal hazırlığı boşa çıkarılmıştır. 12 Eylül sayesindedir ki, kardeş kavgasına son verilebilmiş; birbirlerini vura vura tükenip geriye sadece 3 çift kalan ikiz kardeşler muhafazaya alınmış ve bunların yeniden çoğalmaları sağlanmıştır. ……. Efendiler Türkiye’de 50 yılı aşkın bir süredir demokrasi rejimi vardır. Devletin temel yapısı “hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” inancı üzerine bina edilmiştir.Amma hatırlayınız ki, memleketimiz deprem kuşağı üzerindedir. Ve maalesef binalarımız da depreme karşı dayanıksızdır. Depremi gördü mü yıkılır. Gönül ister ki böyle olmasın, lakin mukadderat işte. Türk milleti çalışkandır,Türk milleti zekidir, Türk milleti gamsızdır. Türk Silahlı Kuvvetleri, 12 Eylül’den 8 ay evvel bir uyarı mektubu vermiş, bu mektup üç sene sonra Güzin Abla’nın çekmecesinden açılmamış olarak çıkmıştır. Bu sebeple idareye el koymak kaçınılmaz olmuştur. Şarkısını da yaptılar netekim. ‘Erken kalkmak mecburen, darbe yapmak mecburen,mecburiyetten’ diye. Dikkat ederseniz o grup da 3 kişi, 12 Eylül idaresi de 5 kişi… Aziz Türk Milleti 12 Eylül ile birlikte ekonomi alanında büyük işler başarıldı. Arz ve talep yasaları yeniden düzenlendi. Hep direnmiş olan talep, askeri idare devrinde esnetildi. Ankaragücü birinci lige alındı.Her sahada müsrifliğe son verildi. Tasarruf aşılandı. Bunun tabii bir neticesi olarak insan haklarından da bir miktar tasarruf etmek icap etti. Sevgili müşteriler,garsonlar,hamurkarlar dinleyin.Dinle şimdi…Nasıl ki bir baba oğlunu evlatlıktan reddedebilir; işte öyle,devlet baba da 12 Eylülden sonra bazı oğullarını vatandaşlıktan tard etmek durumunda kaldı. Fakat bunlar yine de vatansız kalmadılar. Netekim, küçük bir okyanus adası olan, öyle ihbar olunan Haymatlos’ a yerleştiler. Biz maalesef bu adayı haritada bugün bile bulabilmiş değiliz. Efendiler hukuk sahasına da el atıldı. Davalara hız verildi. Öyle ki, saatte 140 kilometre hızla bakılan davalar oldu. Yavaş giden davalar da oldu, olmadı değil.Mühim olan adaletin er ya da geç tecelli etmesi ve hainlerin kafalarının kopartılmasıdır. 10 sene gibi kısa bir müddette bütün bir memleket demir ağlarla örüldü. Ankara DGM ve İstanbul DGM arasına demir yolu döşendi. Anayurdun bütün DGM’leri birbiriyle alakalandırıldı.İstiklal mahkemeleri hortlatılmak istendi, lakin lüzum kalmadı. Bunlarla da iktifa edilmedi, yetinilmedi. Müzikte reformlar yapıldı.Halk müziğinin yüce Türk milletine yakışmayan, kırık hava, bozuk düzen ve hoyrat gibi türküleri lağvedildi. Ayak vermek şarta bağlandı. Aşıkların neticede uzlaşmak şartı ile atışmalarına göz yumuldu. Örovizyon’da ileri dereceler elde edildi. Hevy Metalciler çökertildi. Aziz Türk Milleti daha fazla uzatmayacam.Memleketin yine uçurumun yanına sürüklenirse sakın ola ki unutma, muhtaç olduğun kudr et bakkal daki kutu kol ada mev cu tt ur. Ne mutlu 12 Eylülcüyüm diyene! (Mustafa Kamil Zorti, Netekim, Papirus Yayınları) ÖVDER3 | 17 BENİM ÇOCUĞUN DURUMU NASIL? Sevtap EMİR Hani olurda bir gün okul bahçesinde veya öğretmenler odasında bir veli size yaklaşıp “Ben şu sınıftan bilmem kimin velisiyim; benim çocuğun durumu nasıl?” veya “Anlamadık çok iyi bir öğretmeni vardı gitti; Çocuk çok üzüldü, siz de gidecek misiniz?”diye sorarsa ve soruya muhatabı ise bir ‘ücretli’ öğretmen arkadaşımız ise vay haline! Öğretmenimiz içinde dolaşıp durduğu ve çıkmayı başaramadığı soru odalarından bir duvara daha toslamış bulur kendini. Kendini biraz olsun çocuklara bakarak avuttuğu bu labirentin içinde “benim çocuğun durumu nasıl” türlü sorulara yakalanıverir birdenbire hem de hiç hazırlıksız. Sonra bir film şeridi gibi şu iç sesler geçer aklından: -Hay Allah! Ne demeli ki şimdi bu veliye? -Hangi sorusundan başlamalı cevaplamaya? -Ya doğru şıkkı işaretleyemezsem? -Peki, bu yapılandırmacı yaklaşımın nesiydi? -Öğrenci mi, öğretmen mi merkezdeydi? -Pavlov, Freud, Wundt ve diğerlerinin bununla ilgili araştırmaları nasıldı? -Pardon çocuğunuzun hangi dönemde olduğunu biliyor musunuz?” Kısa duraksamadan sonra öğretmen mağrur cevap verir: -Henüz yeni geldim; zamanla inşallah… Der söze başlar. Arkadaşımızın velisine verebileceği tek bilgi aslında o okula yeni gelmiş olduğu bilgisidir. Ancak sonrası için çaresiz diğer sorulara cevap veremez. Oysa her an yerine bir başkasının gelebileceğini ve okuldan gönderilmek zorunda kalabileceğini bilir. ÖSYM’nin her yıl bir kere önüne koyduğu KPSS’ ye ait optik formu doldurmasını bilir. Bilir, atama zamanı geldiğinde yeterli kadro açılmadığını ya da hiç kadro açılmadığı için herhangi bir okulda tüm sosyal haklardan mahrum kölece koşullarda emek sömürüsüne nasıl maruz kaldığını bilir. Buna ilave bir dahaki sınavda daha iyi bir puan alabilmenin stratejilerini düşünmesini bilir. Arkadaşımız fazla daldığını fark eder ve hemen bu durumdan kurtulduğunda “Ne oluyor buna, bu da öğretmen mi? İki lafı bir araya getiremiyor?” diyen gözlerle karşılaşmamak için gecikmiştir. Öğretmen, “Hele I. sınavlarını olsunlar” der, “Henüz çocuklarla birbirlerini çok iyi tanıyamadıklarını birkaç çalışmadan sonra kendilerine daha iyi değerlendirmeler yapabileceğini” der ve olay yerinde bir ince sızı kalır. Veli çıkar, yürür gider, aklında hala çocuğum, canım, içim, derdim, gülüm, biricik oğlum, biricik kızım… Öğretmen çıkar, yürür gider, koridorda gözlerinde gülücükleriyle çocuklara… Ancak bir anlık duygu bombardımanından sonra 18 | ÖVDER öğretmen arkadaşım o korkunç veli görüşmesinden kendini sıyırır ve geri dönüp veliyi çağırır ve ona şunları söyler: -Bizler eğitim sisteminde “ek ders karşılığı” ile çalışan öğretmenleriz. Aslına bakarsınız bizlere eğitim camiasında “ücretli öğretmen” ya da kısaca “ücretli” de denmektedir. Her eğitim-öğretim yılında gerekli olan öğretmen ihtiyacı istihdam edilmediği için farklı farklı konumlarda çalıştırılmaktayız. Yani her birimiz öğretmen ihtiyacının var olduğunun birer kanıtıyız aslında. Her birimiz değişik adlar altında Milli Eğitim Bakanlığı’nın gerçekte ihtiyacı olan öğretmen ihtiyacını karşılamaktayız. Ailelerimizin büyük umutlarla okuttuğu bizler, aslında öğretmeniz ama maalesef öğretmen haklarından mahrum bırakılarak birçok sorunla boğuşarak “Geleceği(nizi)mizi” yetiştirmeye çalışıyoruz. Bu uygulama sandığınız kadar da eski değil özellikle 2000 yılında daha da net bir şekilde uygulanmaya başlandı. Hatta 2001 yılı kriziyle ve hemen ardından gelen IMF Stand-by antlaşmalarının yapıldığı ve Kamu’yu yeniden inşa etmek için Dünya Bankası kredilerin alındığı ‘’Kamu Personel Reformu’’ çalışmalarının bir sonucu. Kamu Personel Reformunun amacıysa memurun sözleşmeli statüye geçirilmesidir. Böylece iş güvencesinden yoksun her an işini kaybetme korkusuyla yaşayan insanlar ortaya çıkarmak. Bil ki eğitim ‘süreklilik’ gerektiren bir iştir ve Anayasa’da da bu özelliği vurgulanmıştır. Ancak bizler her türlü olumsuz koşula rağmen “evlatları(mı)nızı.” yetiştirmeye çalışıyoruz. Ancak tüm bu olumsuzluklara rağmen işsiz ve iş güvencesiz öğretmenler olarak ortak örgütlenme ve mücadele yürüteceğiz; sen de bu örgütlenmenin en dinamik saç ayağısınız.” Öğretmen arkadaşımız birden bire kendisini daha mutlu hissetmiştir; çünkü velisine kırbaç izlerini göstermemeyi başarmıştır. Ancak öyle ki, bizler bu kırbaç izlerinden utanan kişiler olmamalıyız. Aksine görmeyen gözlere resim, duymayan kulaklara ses olmalıyız; çünkü tüm devrimlerin ilk ayağını ören öğretmenler olmuştur. Her ne yaşarsak yaşayalım bu meşaleyi her zaman taşımalıyız ve eğer ki eğitimde uygulanan bu revasızlığa dur demek istiyorsak öğrenci velilerimizi bu durumdan haberdar edip bu ayağı da bizler örmeliyiz. Eğer bizler bu ayağı öremezsek yaptığımız tüm çalışmalar “ipe un serpmekten” öteye gitmeyecektir. Eğitim Sen, İzmir 1. No'lu Sendika, İşsiz ve İş güvencesiz Öğretmenler Komisyonu E-posta: kadrosuzogretmenler@hotmail.com Web sitesi: http://kadrosuzogretmenlerdayanismaplatformu.tr.gg ŞİİRCE... 19 Aralık tarihin çarkını çevirmek için ileri yaşama sevdalı bir grup çocuktuk kendimi bildim bileli. düşler ülkesinde çelik çomak oynanmaz demişti hücrede gençten birileri dinlemedik uyduk şeytanın sözüne ve tükürünce zulmün yüzüne kırdılar çemberimizi topaçlarımız özgürce dönmedi bir daha ve kurşunladılar düşler ülkesinin semalarında mavi gözlü uçurtmalarımızı. zulmün çemberinden geçerken bedenlerimiz kan kesti tarih utandı doğan günü karşılayan daldaki kuşlar ve sırrı henüz çözülemeyen kesif bir duman kuşattı bizi dağladı ciğerlerimizi tam otuz üç yerden kırıldı karanfiller ve güneşe yolculuk başladı ilk bombanın düştüğü hücreden. ve sen ey tarih çevir yapraklarını bir 19 Aralık sabahına şafakla gelen bir halkın zaferi değil utancıydı yetmiş milyonun. gökyüzü kızarırken bir nokta kadar bile kızarmadı yüzleriniz işte bir ders daha acı bize kaldı utanç sizlere. ve öldüysek alev kanatlı şahinler gibi, karanlığın yüzünü çevirmek için güneşe ateş dansları çoğaltsın diyedir bizi. daha gün o gün değil bekle ey tarih tüm suskunluğun ve susamışlığınla bekle kanla yazılan sayfalar diriltecek yerde sürünenlerimizi ve unutmayacak altın çağın kızıl yürekli çocukları toprakta tohum olan isimlerimizi… Mehmet Ali Yazıcı Tecridin insanlık suçu olduğunu haykıran güzel insanları bizlere bir kez daha hatırlatan bu şiir, Mehmet Ali Yazıcı arkadaşımızın Sen Hiç Ağlamazdın (2007) isimli şiir kitabından alınmıştır. Kitabı temin etmek ve Mehmet Ali arkadaşımızın diğer dizeleriyle buluşmak isteyenler Öv-der Genel Merkezi aracılığıyla kitaba ulaşabilir. ÖVDER3 | 19 ÇOCUKLARIMIZ İÇİN SEÇTİKLERİMİZ… Şeker Portakalı Jose Mauro de Vasconcelos Brezilyalı ünlü yazar Jose Mauro de Vasconcelos, 1920'de Rio de Janerio yakınlarında, Bangu'da doğdu. Çok yoksul olan ailesi, onu Natal kasabasındaki amcasının yanına yolladı. Orada dokuz yaşındayken Potengi Irmağında yüzmeyi öğrendi ve hep günün birinde yüzme şampiyonu olmanın hayalini kurdu. Liseyi Natal'de bitirdikten sonra iki yıl tıp öğrenimi gördü. Öğrenimini yarıda bırakıp yeni hayaller peşinde Rio de Janerio’ya döndü. İlk işi, hafif siklet boks antrenörlüğü oldu. Yaşamı boyunca çeşitli işlerde çalıştı, bu onun yazarlığına büyük katkılar sağladı. İlk kitabı 'Yaban Muzu' 1940'ta yayımlandı. 1945'te yayımlanan 'Beyaz Toprak' adlı romanı çok beğenildi. Daha sonra 'Evden Uzakta' (1949), 'Sular Çekilince' (1931), 'Kırmızı Arara' (1953) ve 'Ateş Çizgisi' (1955) romanlarını yazdı. 'Kayığım Rosinha' (1961) ile ününün doruğuna çıktı. En ünlü kitabı 'Şeker Portakalı' (1968) on iki günde yazılmıştı. 'Ama onu yirmi yıldan fazla yüreğimde taşıdım,' der yazar. Bu kitaptaki küçük Zeze'nin serüvenleri 'Güneşi Uyandıralım' (1974) ve 'Delifişek' (1963) adlı romanlarında sürer. Bu ünlü yazar 1988'de öldü. Güneşe Vurgun Çocuk İhmal AMCA İhmal Amcanın bu masallardaki diline ediniz. Ben, O'nun sözcüklerinin dizilişinde akide şekeri tadı buluyorum. O ne tatlı dil..."İhmal Amca", bu masallarında şiir söylüyor tatlı tatlı...Bilirsiniz ya, akide şekeri çiğnenmez, dişler arasında ezilmez, emile emile yenilir. Siz de "İhmal Amca"nın bu tatlı masallarını eme eme okuyun çocuklar. Aziz NESİN