kaynakça - Bahçeşehir Üniversitesi
Transkript
kaynakça - Bahçeşehir Üniversitesi
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Ö ÖN NSSÖ ÖZ Z 2005 Yılının Mart ayında başlayan ve 4 ay boyunca çok değerli devlet adamlarını Türk halkı ile buluşturan Siyaset Okulu Projesi Başarıyla tamamlandı. Bu süre zarfından mesleki anlamda birbirinden çok farklı alanlarda bulunan bazı katılımcılarımız Hükümet ve Liderlik Okulunun Düşünce Grubu çatısı altında buluştular. Gerek kendi kişisel birikimleri gerekse Siyaset Okulu müddetince almış oldukları bilgileri birleştirerek siyaset okulunun gerçek amacına yönelik çalışmalara başladılar. Gerçek hedefi Türkiyenin içinde bulunduğu durumu ve hali hazırda yaşamakta olduğu farklı sorunları dile getirip bu sorunlara çözüm üretmek olan değerli Düşünce grubu üyelerimiz bu çalışmalarını ilerlettiler ve geliştirdiler. Neticede yazarlarımız ele aldıkları konuları en iyi şekilde değerlendirip,sorunları masaya yatırdıktan sonra bu sorunlara çözüm ürettiler. Yazmış oldukları makaleler Türkiyenin belli başlı bazı sorunlarına çözüm üretmekle kalmadı ve bu tarz çalışmaların yapılması gereğini bir kere daha gözler önüne serdi. 1 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Türkiye’de sadece eleştirinin ön planda olduğu ve maalesef yapılan eleştirilere fazla çözüm üretilmediği bu dönemde bu çalışma belli bir ölçüdede olsa sistematik konusunda topluma ışık tutacaktır. Yapmış olduğu çalışmalardan dolayı değerli yazarlarımızı ve Siyaset Okulu projesine yaptıkları büyük katkılar ve desteklerden ötürü Bahçeşehir Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Süheyl Batum’a ve Bahçeşehir Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Sayın Enver Yücel’e şükranlarımı sunarım. Bu denli açık fikirli ve bünyesinde farklı düşünceleri barındıran bir düşünce gurubu ancak bu denli açık fikirli ve özgürlükçü bir yönetim kadrosuyla gerçekleşebilirdi. Burak KÜNTAY Bahçeşehir Üniversitesi Hükümet Ve Liderlik Okulu Bşk. 2 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu TTÜ ÜR RK KİİY YE E’’D DE E K SİİY YA AS Sİİ KE EN NTTLLİİLLE EŞ ŞE EM ME EM ME EN NİİN NS N NE ED DE EN NLLE ER Rİİ H HA AZZIIR RLLA AY YA AN N D Ceem mB BE EY YG GO O Drr.. C 3 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu T TÜ ÜR RK KİİY YE E’’D DE E K KE EN NT TL LİİL LE EŞŞE EM ME EM ME EN NİİN N SSİİY YA ASSİİ N NE ED DE EN NL LE ER Rİİ 11..G GİİR RİİŞŞ Türkiye’deki kentleşme olgusu, ülkenin toplumsal ve ekonomik yapısını biçimlendiren temel ögelerden biridir. Yalnız tarımdaki değişmelerin ve sanayileşmenin bir sonucu değil, toplumsal değişme sürecinin de bir göstergesidir. Ayrıca siyasal, toplumsal ve ekonomik yapı üzerinde kendisine özgü nitelikleri vardır. Ülkenin kentsellik niteliği 1980’den sonra hızla artmaktadır. Yalnız bu konuda “belediyelerde” yaşayanların da kentli sayıldığı ve nüfusu 1000’i aşan yerleşim yerlerinin belediye kabul edildiği anımsanmalıdır. Öte yandan Türkiye’nin kentleşme süreci de oldukça hızlıdır. Bir başka deyişle, kentleşme oranı yüksektir. Kentli nüfus, özellikle 100.000’den kalabalık yerlere doğru kaymaktadır. Son yapılan sayıma göre, 1997 yılında, nüfusun yarıdan fazlası milyonluk kentlerde yaşamaktadır (Kongar, 1998:549). Kırsal alanlardaki yaşam koşullarının elverişsizliğinden doğan “itici ögeler”, Türkiye’deki kentleşme süreci açısından çok önemli bir etki sahibi olarak 4 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu gözükmektedir. Tarım kesiminin bugünkü durumu ve bu kesimde ortaya çıkmış olan değişiklikler, itici ögelerin ardında yatan temel nedenlerdir: 1. Tarımsal etkinliklerin düşük ekonomik verimliliği, 2. Tarımsal üretimin makineleşmesi, 3. Türkiye’deki ekilebilir toprakların sınırına ulaşılmış olması, 4. Türkiye’de tarım kesiminin ulusal gelir içindeki payının küçülmesi ve işgücünün azalması. Her ne kadar Türkiye’deki kentleşme sürecinin ardındaki temel ögeler köylerin ve küçük kasabaların elverişsiz yaşam koşulları, yani “itici ögeler” olarak görünüyorsa da, kentlerin çekiciliği de göç konusunda daha önemli bir işleve sahiptir: 1. Kentlerdeki iş olanakları ve yüksek ücretler, 2. Toplumun kültürel değerleri (“İstanbul’un taşı toprağı altındır”), 3. Büyük kentlerin eğitim ve sağlık konularındaki olanakları. Kentleşme, kendisi toplumsal ve ekonomik değişmelerin bir sonucu olmasına karşın, Türkiye’nin gelecekteki 5 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu siyasal ve toplumsal yapısını biçimlendirecek olaylardan biridir. Türkiye’deki kentleşme yalnızca sanayileşme ile özdeşleştirilemez. Büyük kentlere doğru görülen korkunç akın, kırsal alanlarda toprak üzerindeki nüfus baskısı, tarımın makineleşmesi, toprağın çok küçük parçalara bölünmesi, küçük kasabalardaki düşük gelir düzeyi ve halkın gittikçe yükselen beklentileri gibi ögelerin bir sonucudur. Böylece büyük kentlerdeki iş olanakları, özellikle sanayi kesiminde, dışarıdan gelen nüfusun çok gerisinde kalmaktadır. Bunun sonucunda, niteliksiz işçiyi de içinde barındıran hizmet kesimi, ülke koşullarına göre olağanüstü bir gelişme göstermektedir. Türkiye’deki kentleşmenin ardında yatan temel ögeler olarak, sanayileşme ile birlikte, kırsal yaşamın ve kasabaların sağladığı olanakların yetersizliği de çok önemli bir yere sahiptir. Kentleşme olgusu, büyük kentlerde bir yığılma biçiminde kendisini göstermektedir. Büyük kentlerdeki yaşam koşulları, kasaba ve köylere oranla çok üstün görülmekle birlikte yeterli değildir. Bu nedenle, kentleşme, kentsel olanakların büyük nüfus kesimlerinin yararına sunulması sonucunu doğuracak bir yaygınlaşmayı değil, tam tersine, halkın kentsel merkezlerde birikerek, 6 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu buradaki olanak ve hizmetleri daha da yetersizleştirmesi sürecini belirlemektedir. Ayrıca kentleşme, ülkenin çeşitli bölgelerinde de, bu bölgelerin toplumsal ve ekonomik gelişme düzeylerine göre değişik görünümler kazanmaktadır. Bu değişik görünümlerin temel niteliği, bölgeler arası dengesizlikleri pekiştirmektedir. Bölgeler arası dengesizliklerin artmasıyla birlikte, büyük kentlerde, kaynaklar ile gereksinmeler arasında görülen uyumsuzluk da gittikçe büyümektedir. Kaynakların dağılması yönünden planlı etkinlikler yapılmazsa ve gerekli önlemler alınmazsa, yakın bir gelecekte, büyük kentlerdeki yaşam olanakları dayanılmaz bir nitelik kazanacak ve bölgeler arası dengesizlikler, bütün toplumu sarsacak bir düzeye erişecektir. Bir başka terminoloji ile ifade edilirse, Türkiye’deki kentleşme, devletin ve resmî örgütlerin denetiminde ve belli kent planlarına göre değil, devletin boş bıraktığı alanlarda at oynatan yasadışı grupların devlet ve birbirleri karşısındaki göreli güçlerine göre biçimlenmiştir. Bu süreç sadece fiziksel planlama ve kent hukuku açısından yasadışı kaçak yapılaşmayı değil, aynı zamanda toplumsal olarak bir değer yozlaşmasını da birlikte getirmiştir: Bu bölgelerde esas olan, meşruiyet 7 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu ve yasalar değil, kaba kuvvet ve hemşehrilik ya da akrabalık ilişkileri gibi dayanışma örüntüleridir (Kongar, 1998:578). 22..TTA AR RİİH HS SE ELL G GE ELLİİŞ ŞİİM M Osmanlı İmparatorluğu döneminden beri bölgeler arasındaki dengesizlikler Türk toplumsal yapısının temel niteliklerinden biri olagelmiştir. İmparatorlukta gördüğümüz bu dengesiz gelir dağılımı Cumhuriyet döneminde de egemenliğini sürdürmüştür. Gelir ve hizmet dağılımındaki dengesizliklerin sonucu olarak kentleşme süreci de Türkiye’de ayrı bölgelerde son derece değişik yoğunluklar göstermektedir. Kentsellik yönünden, bölgeler arasında görülen bu dengesizlik hiç kuşkusuz, ülkenin dengesiz sanayileşmesinin de bir sonucudur. 2.1.1950’ler: Demokrat Parti Dönemi 1950-1960 dönemini anlayabilmek için Demokrat Parti yönetimine son veren 1960 askeri müdahalesine dek süren “Menderes iktidarının” temel niteliklerini ortaya koymak gereklidir. 8 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Demokrat Parti yönetiminin sivil ve asker bürokrasi ile aydınlara karşı olumsuz bir tutum sahibi olması, gerçek demokratik ilkelere uygun davranışlar yerine, tek parti dönemine öykünen uygulamalara yönelmesi, Batı dünyası ile ekonomik ve siyasal bütünleşmeye kesin inanç beslemesi, kimi Atatürk devrimlerine karşı olumsuz bir tutum sahibi olması ve belki de en önemlisi, halkla olan bütünleşmesi şeklinde özetlenebilecek nitelikleri ekonomik, toplumsal, kültürel ve siyasal olarak ciddi bir hareketliliğe yol açtı. Ekonomik açıdan devletin kamu yatırımları içindeki yeri pek de azaltılmamakla birlikte, “devlet eliyle özel kesimin desteklenmesi” olayı hızlandırıldı. Böylece hem “yeni zenginler” yaratılarak, burjuvazinin gelişmesi hızlandırıldı, hem de sermaye sınıfından Demokrat Parti’ye destek veren yeni bir taban oluşturuldu. Yüksek enflasyon ile bu “ekonomik ve sınıfsal hareketlilik” desteklendi. Böylece, sınıfsal oluşumlar hızlandırıldı. Toplumsal açıdan, kırsal alanlara makineleşme sokularak, buradaki nüfusun yatay hareketliliği özendirildi ve hızlandırıldı; bunun doğal bir sonucu olarak da kentlere akını sağlanarak, “gecekondu” adı altında yeni bir fiziksel yerleşim ve “gecekondu halkı” diye anılan yeni bir toplumsal katman yaratıldı. Bu 9 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu katman, yani gecekondu halkı, bir süre sonra, kendi içinde de farklılaşarak, işçi, esnaf ve tüccar gibi farklı sınıflara ayrıştı (Kongar, 1998:151-152). Bu katman, başlangıçta pek de farkında olunmadan beşeri tripodun ikinci ayağını ülkenin tercihen en büyük kentinde, İstanbul’da oluşturmaya başlamıştı. 2.2.1960’lar: Siyasi Yelpazenin Detaylanması 1960-1970 yıllarına damga vuran olayların başlıcaları İnönü Hükümetlerinin sonu, Demirel’in yükselişi, muhafazakar ve devrimci unsurların merkez partilerinden ayrışması ve Türk siyasal yaşamında şiddet eylemlerinin gelişip yaygınlaşmasıdır. 1968 yılı tüm dünya ile birlikte Türkiye’de de öğrenci eylemlerinin başlangıç yılı oldu. Bu yılın sonuna doğru üniversite eylemleri siyasal nitelik kazandı; emperyalizme ve o günkü iktidara karşı gösteriler başladı. Öğrencilerin siyasal yaşamda şiddet kullanılmasının yarattığı kargaşalıktan etkilendiklerinde hiç kuşku yoktu (Kışlalı, 1974:51-52). 10 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Ekonomik açıdan ise, DPT tarafından 1963 yılından itibaren uygulamaya konan hemen hemen tüm Kalkınma Planları amaç olarak Kaba Ulusal Ürün’ün (GSMH) yılda ortalama %7 dolayında (kimi zaman biraz yüksek, kimi zaman biraz düşük) arttırılmasını belirlemiştir. Fakat düzenli olmayan bu yıllık Kaba Ulusal Ürün artışının ardındaki temel nedenlerden biri, tarım kesiminin ekonomideki hâlâ devam eden egemenliğidir (Kongar, 1998:400). Yurtiçi göç nüfusu, bu yıllarda, büyük kentlerde genellikle kamu, varsa da özel üretim tesislerinin yakın civarındaki hemşehri mahallelerine giderek artarak ilişmeye başladı. Sağlık, zanaat ve cesaret olarak uygun olanlar, savaş yaralarını sarabilen Batı Avrupa ülkelerinde boy gösteren sanayinin işgücü ihtiyacını karşılamak üzere trenlere binip hareket etti. Tripodun üçüncü ayağı, yine başlangıçta pek farkında olunmadan kapitalist bir Batı ülkesine atılmıştır. 2.3.1970’ler: Sosyalist Devrim Arayışları Çok çeşitli şiddet gruplarının gerçekleştirdiği eylemler, Silahlı Kuvvetler’in, 12 Mart 1971 günü çıkarılan muhtıra ile siyasal yaşama bir kez daha el 11 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu koymasına neden oldu.Muhtırayı takip eden süreçte Batı tipi sınıflı toplumları andıran ve 1973 seçimleri sonuçlarıyla somut olarak ortaya çıkan toplumsal ve ekonomik yapı değişmesi, Türk siyasal yaşamında yeni bir dönemin başladığının ilk belirtisiydi (Özbudun, 1975:193-200). Ekonomik açıdan bakıldığında bu yıllarda Türkiye’de birey başına düşen Kaba Yurtiçi Ürün, OECD ülkelerine göre son derece düşüktü. Örneğin, 1970’li yılların başında Birleşik Amerika’da birey başına düşen Kaba Yurtiçi Ürün, Türkiye’dekinin 14 katıdır. Öte yandan, OECD içindeki en geri ülke olan Portekiz’de bile bu rakam Türkiye’dekinin iki katıdır. Türkiye 1970’li yıllar itibarıyla ancak, üyesi olduğu OECD örgütü üyelerinin ortalamasının dokuzda birine erişebilmiştir (Uluatam, Aysun, 1975:150). Bu bozuk ekonomik düzeninin yanısıra 1970’lerin başında hayata geçirilen 1. Boğaz geçişi ve çevreyolu sistemi de, devrin ortamı içinde İstanbul’un büyümesindeki plansızlığın, düzensizliğin, çarpıklığın, yasadışılığın, gecekondulaşmanın ve spekülasyonun “atılım yaptığı” bir dönüm noktası olmuş (Ekinci, 1992:41), İstanbul özelindeki bu örnek, ülke genelindeki eğilimleri de ateşleyen bir fünye görevi görmüştür. 12 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu 1970’ler, toplumsal ve siyasal çalkantıların çatışmaya dönüştüğü yakıcı yıllar olarak anılacaktır. Bu yıllarda artık varoşlaşmaya başlayan gecekondu mahalleleri artık sosyalist devrimin yeşereceği kurtarılmış bölgelerdir. Transformasyon (gecekondu) nüfusunun, kentli burjuvazinin değerlerine mümkün olduğu kadar düşmanlaştırılması devrimci güçlerin temel ödevlerinden biri haline gelmiştir. Kaçınılmaz olarak sanatın pek çok dalında siyasetin derin etkileri hissedilir olmuştur. Sinema filmlerinde, tiyatro oyunlarında, zaman zaman abartılı kentli hicivleri, toplumsal içerikli üretim yapan sanatçının aydın bakış açısının gerek şartı olarak ortaya çıkmıştır. Teknik ve sosyal altyapıdan yoksun vadilere yerleşme savaşı veren transformasyon nüfusunun hatt-ı bâlâda ışıkları parlayan apartmanlara ve içindekilere karşı yeterince hınç nedeni vardır artık. Bugün yüksek yüzdelerle kat karşılığı verilen furya-konduları, Turhan Selçuk’un fırçasından 3. sayfaya yerleşmiştir. 2.4.1980’ler: “Artık Zenginleri Sevebiliriz” Türkiye’nin demokratikleşme ve hukuk devleti hedeflerinde 25 yıldır en büyük engeli oluşturan “12 13 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Eylül 1980 Darbesi”, sadece insan hakları ve özgürlüklerde değil, “kent, çevre, kültür ve mimarlık” alanında da hâlâ sürmekte olan kalıcı tahribatlar yaratmıştır. 1980 ve bunu takip eden yıllarla birlikte özelikle arsa ve arazi rantının temel ekonomik tercihler arasında yer alması, toplumsal hakları her alanda yok saymanın doğal sonucudur (Mimarlar Odası Bildirgesi, 2005). 1984 yerel seçimlerini de kazandıktan sonra Özal, artık bir yandan zam politikasını, öte yandan ekonomiyi dışa açma programını tüm gücü ile uygulamaya koydu (Gökmen, 1992:123). Toplumun tüm değer yapısı, “yeni dönemde yeni insan”, “endüstriyel toplumda en yüce değer paradır, nasıl kazanırsan kazan” anlayışı içinde “köşe dönücülüğün yüceltilmesiyle” birlikte, bizzat Özal’ın konuşma, tutum ve davranışlarıyla ciddi bir değişime tabi tutuluyordu. Bu arada tarikatlar da işbirliği yoluyla İslam dini “siyasallaştırılarak” toplumsal değişmenin önemli bir ekseni olarak kullanılıyordu (Kongar, 1998:220). 1980-1990 arasındaki bu on uzun yılda, bir yandan binlerce kişi yaşamından, işinden, aşından, 14 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu evinden, yurdundan ve özgürlüğünden olurken, öbür yandan binlerce dönüm yeşil alan, doğal ve tarihsel SİT alanı, kentlerdeki parklar ve ormanlık kıyılar, 1980’den sonra yürürlüğe giren yasalarla yerli ve yabancı çıkar gruplarının yağmasına açıldı (Ekinci, 1991:116). 1980 sonrasında Türkiye’nin dünya ekonomisiyle kurduğu yeni ilişkiler, yeni eklemlenme biçimlerinin etkilerini birinci derecede hissettirdiği İstanbul, üretiminin bileşiminde, nüfusunun tuttuğu işlerde ve toplumsal sınıfların birbirlerine karşı durumlarında önemli değişimler yaşıyor. 1980-1990 döneminde, İstanbul faal nüfusunun ekonomik ve sosyal niteliklerinde gözlemlenen değişimler ve ağır basan eğilimler şöyle özetlenebilir: o İstanbul’un, hem nüfusa hem de milli gelirin bölgeler arasında dağılımı açısından payı artıyor. İstanbul, geleneksel ağırlığını “küreselleşme” sürecinde de artırıyor. o İstanbul’da 1980’lerde, nüfusun daha çok bölümü çalışma yaşamına katılmış durumda. Genel katılma oranının yükselmesinde haneye gelir sağlamak için çocuk, kadın, yaşlı nüfustan çalışma yaşamına katılmanın artmış olmasının, 15 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu legal ve illegal dış göçler sonucu faal nüfusun artmasının da etkisi var (Sönmez, 1996:73). “Ekonomide üretim yerine talanın yeğlendiği, kentleşmede de planlama yerine fırsatçılığa dayalı politikalar”, kent ve çevre haklarının ihlali ile ancak yaşama geçebileceğinden, sözkonusu dönemin bu yöndeki temel işlevi ve karakteri “yağmacılık ve çıkara dayalı imarcılık için en uygun siyasal ortamı” oluşturmuştur. 1980 sonrası dönemin sadece rantı temel alan ve kamu yararını gözetmeyen imar politikalarının yarattığı kentsel tahribatın başlangıcı da yine Milli Güvenlik Konseyi tarafından 1982’de yürürlüğe konulan imar afları ve bunlara dayalı olarak 1984’de çıkartılan ıslah imar planları yasasıdır. Bu planlar ile gecekondu ve kaçak yapılar, aynı arsalarda apartmana dönüştürülerek affedilmekte ve ruhsata, hatta tapuya bağlanmaktadır. Son zamanlarda yaygınlaşan kentsel dönüşüm söylemine de öncülük eden bu bilim dışı talan yasasına göre, düzensiz apartman yığınlarına dönüştürülen kaçak kent alanlarında, imar hukukundaki sosyal, kentsel, kültürel altyapı ve toplumsal gereksinmeler için gerekli düzenlemelerin yapılması koşulu bile yoktur. 16 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu “Plansızlığı planlama” ve “yasadışılığı kentleştirme” denilebilecek bu uygulama da 25 yıldır imar düzeninin temeli haline gelmiş ve düzensiz, altyapısız, yeşil alansız, otoparksız, yolları ve açık alanları yetersiz, kimlik ve mimarlık yoksunu apartman yığınlarından oluşan 1980 sonrası kentleri yaratılmıştır (Mimarlar Odası Bildirgesi, 2005). 1980’lerin başındaki “Şimdi bunları nasıl antikomünist yapacağız?” temel sorunu 1980’lerin ortasında kent çeperlerinde işgal edilmiş arazilerin, işgalcilerine peşkeş çeken işbitirici yöntemlerin icadı ile hallolmuştu. Tehlikeli bölgelere gerekli müsekkin zerk edildiğinden, büyük ölçekli talanın önünde, havaya uçurulması kolay eski püskü arabalarla dolaşan yarım avuç vatanseverden başkası kalmamıştı. Transformasyon nüfusu yine kentlileşememiş ama kente yerleşmişti. Artık yetkileri arttırılmış yerel yönetimler üzerinde yeniden fark etmeye başladığı feodal ağlarla örülmüş yakın kontrole sahipti. Mitinglerde yorulmadan, grevlerde sürünmeden, çatışmalarda kırılmadan güce ve hatta varlığa sahip olmuştu; yaş da zaten kemale ermiş,devrimci bıyıklar sünnetlenmişti 17 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu 2.5.1990’lar: Vakt i Hidayet Türkiye uzun bir süredir Güneydoğu Anadolu bölgesinde zaman zaman ülkenin öteki bölge ve kentlerini de etkileyen bir sıcak çatışma yaşıyor (Kongar, 1998:295). Bir yabancı gözlemci bu olay için “Türkiye’nin bugün karşı karşıya olduğu en büyük politik sorun” tanımlamasını kullanıyor (Mango, 1995:48). Bu olayın boyutları ile ilgili birkaç rakamsal veri: Toplam 370.000 kişi köyünden ayrılıp kente göçtü. Bunlardan sadece 11.000’i geri döndü. İşsizlik oranı %40. Topraksız köylü oranı %60 (Balbay, 1997). Bölge halkının %53,4’ü bölgeden göç etmek istiyor. Daha önce akrabaları başka yerlere göç etmiş olanların %45’i İstanbul’a, %18,5’i İzmir’e, %12’si Bursa’ya, %8,5’i Ankara’ya gitmek istiyor (Güllülü, Öner, Kaçmazoğlu, 1997:16). Diğer yandan, 12 Eylül yönetiminin “depolitize” etmek istediği ve bunun için büyük çaba harcadığı gençlik, Özal döneminde de sürdürülen bilinçli eğitim ve politikalarıyla, “kendine karşı, toplumsallaştırma yakınlarına karşı, topluma karşı ve dünyaya karşı hiçbir 18 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu sorumluluk duymayan, tersine onları kendine karşı sorumlu sayan” bir nitelikte yetiştirilmek istenmiştir. Bu gençlik, “hiçbir şeyi bilmeye meraklı değildir, bilenleri önemsemez, bilgiye yalnız kendi çıkarları için ilgi duyar. Esas olan bencil ve çıkarcı ilgi eksenidir.” Özal’ın gençlik modelinin en önemli özelliklerinden biri de “elde etmek istedikleriyle haklı olmak arasında hiçbir ilişki kurmamak, elde etmek istediklerinde kendini haklı saymak” olarak ortaya çıkmaktaydı.. (1993) Çiller, Demirel’in Çankaya’ya çıkmasından sonra, başına geçtiği DYP aracılığı ile hem Demirel’in hem de Özal’ın mirasçısı biçiminde bir görünüm sergiledi. Bir yandan “köylü ve muhafazakâr çevrelerden gelen geleneksel oyları” korumaya, öte yandan “kentli ve çağdaş çevrelerin yeni oylarını” arkasına almaya çalıştı (Kongar, 1998:334). Kamuoyu Körfez Savaşının “savaş ve barış planlarıyla” ilgilenirken kentlerimiz ve özellikle İstanbul için de yeni bazı “planlar” yapılıyordu. Savaştan sonra Türkiye’nin Ortadoğu’da üstlenmeye niyetlendiği “işleve” yakışır bir imar düzeni için yeni modeller geliştiriliyor, yasal dayanaklar hazırlanıyordu... 19 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Nedir bu işlev? Söylenene göre “bir koyup üç -hatta- yirmi alacağız” (Ekinci, 1992:59). Türkiye’deki kentleşme, bir ölçüde de olsa, hükümet uygulamalarının bir sonucudur. Hükümetler, kalkınma planlarının sanayileşme yolunda önerdiği önlemleri alarak kentleşmeyi desteklemişlerdir. Ayrıca 1996-2000 yılları arasını kapsayan Yedinci Beş Yıllık Plan’a kadar, kentleşme kendi içinde bir olumlu olgu olarak da görülmüştür. Özellikle büyük kentlerin içine düştüğü kaos, ancak Yedinci Beş Yıllık Plan’da dikkati çekmiş ve büyük kentlere doğru olan göç eğiliminin yavaşlatılması gündeme gelmiştir. Tarımdan sanayiye nüfus kayması, bir ülkede izlenen sanayileşme siyasetinin kaçınılmaz sonucudur. Fakat Türkiye’de kentsel alanlardaki kamu hizmetlerinin ve çeşitli olanaklarının yetersizliği, ana kent planlarının yapılmamış ya da yapılanların uygulanamamış olması kentleşmeyi, temel toplumsal sorunlardan biri durumuna getirmiştir. Bu sorunlu kentleşmenin ardında yatan temel öge ise Türkiye’de sanayileşme ile kentleşme arasında 20 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu bir uyum olmamasıdır. Tarihsel olarak büyük kentlerdeki nüfus, sanayide çalışan nüfustan daha hızlı büyümüştür (Yücel, 1970:18). Çünkü, kentlere gelen nüfus, sanayileşme süreci çerçevesinde yaratılan yeni iş alanlarının çok üstündedir. Bunun sonucu olarak kentsel nüfusun önemli bir bölümü hizmet kesimine kayıp bu kesimin beklenmedik ölçüde büyümesine yol açarken, kentlerdeki gizli ve açık işsiz oranı 2000’li yıllara girerken de sürekli artmaktadır (Kongar, 1998:559). 1990 larda ,transformasyon nüfusunun aile reisini, hacca gitmiş,torununu mahallenin İmam Hatip Lisesine kaydettirmiş,amcaoğlu ile mutlaka farklı partilerden belediye meclisine girmiş,dayıoğlu ile en yakın orman arazisini işgal etmiş olarak görüyoruz.Tam herşey yoluna girmişken,on yılın iki önemli kırılması yeni binyıla iyice yaklaşmışken Maramara Fayında ve Milli Güvenlik Kurulunda aniden gerçekleşivermiştir.Mutlak İktidar gelecek ‘minelyuma’ kalmıştır. 21 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu 2.6.2000’ler: İktidar ı Mutlak 21. yüzyılda Türkiye ekonomisinin en önemli belirleyicisi hiç kuşkusuz dış dünya olacaktır. Dış yatırımlar ve dış borçlar, Türk ekonomisinde özel girişim kesiminin gelişmesine destek olmuş ve bu arada, ekonominin tüm olarak dışa bağımlı bir nitelik kazanmasına yol açmıştır. Bu bağımlılığın son aşaması, Avrupa Birliği (AB) ile bütünleşme olarak gözükmektedir. Nitekim, 21. yüzyılın ilk yıllarında Türkiye’nin attığı en önemli adımlardan biri Avrupa Birliği’ne aday olmaktır. Hem ekonomiyi rekabete açmak, hem de Türkiye’yi siyaseten Batı dünyası ile bütünleştirmek amaçlarını güden bu hareket, 21. yüzyıl birini Türkiye’sinin en önemli sorunlarından vurgulamaktadır: Batı ile bütünleşme ve ekonomik büyümenin dışa açık olarak sürdürülebilmesi. Sonuç olarak, Türk ekonomisinin, belli aşamaları gerçekleştirmiş olmakla birlikte, henüz sağlam ve sağlıklı bir yapıya kavuşamadığı ve 21. yüzyılda, büyük ölçüde dış dünyaya bağımlı bir nitelik taşıyacağı söylenebilir. Bu arada, 21. yüzyılda ilerlerken, ilginç ve çelişkili olan nokta, büyük illerin sürekli olarak daha çok yatırıma gereksindiğidir. Çünkü, büyük nüfus baskısından dolayı, bu kentlerdeki yaşam koşulları gün geçtikçe kötüleşmektedir. Bu kentlerin pek çoğu su, 22 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu elektrik, havagazı, konut ve kanalizasyon gibi temel hizmetlerden yoksundur. Fakat, yine de bugünkü dağılımlarına bakıldığı zaman, bunların gelecekteki büyük birleşik kentsel yapıları oluşturacağı anlaşılmaktadır. Bu kentler bütün ötekilerden daha hızlı büyümektedir. Çünkü, buralara gelen nüfus, daha çok kamu ve özel kesim yatırımları yapılmasına yol açacak, bu ise, daha fazla nüfus çekecektir. Böylece iç göç ile yatırımlar arasında bir kısırdöngü başlayacak ve bunun sonunda da İstanbul, Ankara, İzmir, Eskişehir ve Adana gibi iller son derece hızla büyüyecektir (Kongar, 1998:558). Yeni Bin Yılın ilk seneleri,Avrupa Birliği Adaylığının gereklerini yerine getirmek,ve bu gereklerin istismarının sağlayacağı manevra sahasında,Transformasyon İktidarının Mutlak Kadrolaşmasını tamamlamakla geçeceğe benzemektedir. 33..D DE EĞ ĞE ER RLLE EN ND DİİR RM ME E Her toplumun evriminde ortak olan bu şemanın çerçevesi içinde Türk toplumu, onu ayrı kılan özellikler gösterir. Bu toplumun iç dinamizmi, bütün tarihi boyunca, toptan bir dönüşümü bir üretim tarzından daha gelişmiş bir başka üretim tarzına tam bir geçişi 23 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu engelleyen, sürekli tıkanıklıklarla doludur. Bu tıkanıklıkları tahlil etmeye kalkıştığımızda karşımıza hep, ülkenin tarihinde birbiri ardısıra gelen bürokrasilerin çıktığını görürüz (Yerasimos, 1989:544). Bu bürokrasilerin bir sonucu olarak gecekondulaşma olayı, beraberinde, hem kentsel toprakların yağmasını, hem kentsel planlamanın rafa kaldırılmasını, hem de kentsel rantın paylaşımında, yasadışı örgütlenmelerin (toprak mafyasının) toplumsal ve ekonomik egemenliğini getirmiştir. Bunun sonunda da hem yasadışı toprak yağması, hem plansız kentleşme, Türkiye’de büyük kentlerdeki yaşamı dayanılmaz bir noktaya getirmiş ve 21. yüzyılın en önemli gündem maddelerinden birini oluşturmuştur (Kongar, 1998:151). Esas olarak “hukuk dışı konut edinme” olayı biçiminde görülebilecek olan gecekondulaşma, kendisiyle eşzamanlı ortaya çıkan ve birlikte gelişen iki başka süreç ile tam bir etkileşime girmiş ve bu nedenle de “karşı konulmaz bir güç” olarak, içinde bulunduğu yapıyı etkilemiştir. Gecekondulaşma ile birlikte gelişen ve hem onu güçlendiren, hem de ondan güç alan iki süreçten birincisi “kentsel arsa spekülasyonu” 24 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu olgusudur. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra hızlanan kentleşme olayı, Türkiye’de kentsel arsa fiyatlarını birdenbire yukarıya doğru sıçratmıştır. Bu oluşum sadece, kentlerin “varoşları” diye nitelenen, “çevre alanlar” açısından değil, kent merkezi de dahil olmak üzere, tüm kentsel alanlarla ilgili olarak yaşanan bir süreçtir. Bir başka değişle, yalnız gecekondu bölgeleri değil, düzenli ve yerleşik nitelik taşıyan kentsel alanlar da bu baskıdan büyük ölçüde etkilenmişlerdir. Gecekondu olgusu ile birlikte gelişen ikinci süreç, yerel ve merkezi politikada ortaya çıkan yozlaşmadır. Bu yozlaşma her türlü rantın ve özellikle kentsel rantın, politikacılar ile ya mafya türü kişiler ya da örgütler veya üst gelir grupları ile birlikte paylaşılmasının yol açtığı “yasa dışı” ittifakları ortaya çıkarmıştır. Aslında siyasal yozlaşma ve ekonominin her alanında, çeşitli tahsislerden ve fon transferlerinden kaynaklanan kaydırmacılık, rüşvet ve yolsuzluk, kent arsalarının yağmasından bağımsız olarak kendi başına bir sorun olarak gelişmiştir. Tüm yapıyı bir ahtapot gibi saran bu eğilim, özellikle 1980’den sonra o denli güç kazanmıştır ki, içinde bulunduğumuz sistemi tanımlama ve eleştirme açısından bazı yazarları, halk yönetimi anlamına gelen 25 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu “demokrasi” yerine hırsız yönetimi anlamına gelen “kleptokrasi” teriminin kullanılmasına yöneltmiştir. (Aktan, 1992:120) Kleptokrasi’nin özel bir biçimi olan kent arsalarının yağmalanması, hem yerel hem de ulusal düzeydeki politika alanında görülmektedir. Kentsel alanların çevrelerindeki “gecekondu” alanlarının yağmalanması, yerel düzeyde politikacı-mafya ilişkisine dayalı olarak gelişirken, kent merkezlerindeki yağma, daha üst düzeyde, “parti-holding”, “lider-holding” ve mafya ilişkileri çerçevesinde gerçekleştirilmiştir. Burada yer alan yerel düzeydeki “mafya” terimi, yasadışı iş yapan her türlü kişi ve örgütler için kullanılmaktadır. Mafya, bu anlamda, kimi zaman kaba güç kullanan ihaleci “babalar”, kimi zaman ülkücü ya da devrimci adıyla anılan terör örgütleri, kimi zaman doğrudan yerel politikacıların hemşehrileri ya da akrabaları olabilir. Erder bu konuda şöyle yazmaktadır: “Büyük kentlerdeki yerel yönetimler üzerinde yapılan araştırmalar, yerel yöneticilerin birinci nesil göçmen olduklarını ve ilgi alanlarının kentsel “alanlardaki iş piyasasından çok, yasadışı gelişen konut alanları sorunlarının çözümü noktasında yoğunlaştığını ortaya çıkarmıştır. Bu durum bir taraftan kente göç eden 26 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu grupların kent içindeki yerel iktidar odaklarına ulaşabildiklerini, diğer taraftan da yerel yöneticilerin kentsel alanların yeniden dağılımıyla yakından ilgili olduklarını göstermektedir.” (Erder,1996:22) Aslında “kent hukuku dışında gelişen alanlar” sistemi tam bir “yağma” düzeni çerçevesinde işlemektedir: Çevre arsaları, kimi zaman doğrudan kaba güç, kimi zaman yerel siyasal güç, ama her zaman “mafyasal” ilişkilerle (çünkü pazarlamanın yasal dayanağı yoktur) kente göç edenlere pazarlanırken, kent içi arsalar siyasal güç kullanılarak ve doğrudan imar planlarına ya da inşaat izinlerine müdahale yoluyla yağmalanmaktadır. Gecekondulaşma, arsa spekülasyonu ve siyasal yozlaşma, birbirini destekleyen ve güçlendiren üç süreç olarak, bugün artık ülkenin genel kentsel dokusunu, bu doku aracılığıyla da genel yapısını etkiler duruma gelmiştir.Çünkü bir yandan bu bölgelerde garip ve yoz değerler sistemine sahip, “yeni kentli” bir nüfus ortaya çıkarırken, öte yandan, siyasal düzlemde de bu yeni yağma kültürünün egemen olmaya başlaması, “kent hukuku dışı oluşan alanlar” sürecinin tüm ülkeye doğru yayıldığını göstermektedir. Kentsel bölgelerdeki yaşam koşullarının zorluğu, bütünüyle, büyük kentlerin çevrelerini sarmış olan 27 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu gecekondulara yansımaktadır. Önceleri yasadışı bir olgu olan gecekondular, sonradan yasallaşmış ve büyük kentlerin işlevsel bir parçasını oluşturmuştur. Gecekondular, böylece kentlerle bütünleşerek, konut sorununa getirilen hukuk dış bir çözümü belirlemiştir. Büyük kentlerde yaşayanların çoğunluğu gibi hizmet kesiminde çalışan gecekondu nüfusu, kentsel koşullara büyük bir uyum yeteneği göstermiştir. Üstelik, kentsel halkın eylemli ve etkin bir kesimini oluşturmaktadır. Geleceğe ilişkin yüksek beklentilere sahip olan gecekondulular, bu beklentilerini gerçekleştirebilmek için büyük bir çaba harcamakta ve kişisel olarak büyük bir uğraşa girmiş gözükmektedirler. Üstelik, bu çabalarının sonucunu da almakta, salt “gecekondu sahibi” olarak kentte belli bir “varlık” oluşturmuş bulunmaktadırlar (Kartal, 1983:202203).Zaman içinde, kent hukuku dışındaki bu bölgelerdeki nüfus da kendi içinde farklılaşmış ve tabakalaşma süreci, hem farklı gecekondu bölgeleri hem de aynı bölge içinde farklı gelir gruplarının birlikte yaşadığı mahalleler yaratmıştır. Bütün bu çözümlemeler çerçevesinde, gelecek için birtakım yargılar verilebilir. 28 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu 1. Türkiye’nin bugününün ve geleceğinin önemli ölçüde gecekondu nüfusu tarafından etkilendiği ve etkileneceği (...), 2. büyük kentlerin toplumsal ve siyasal patlamalara gebe olduğu (...). İster belli önlemler alınsın, isterse alınmasın, Türkiye’nin yakın gelecekteki yazgısı, kentlerde çizilecektir. Kentleşmeyi etkilemek ve denetim altına almak konusunda yapılacak bütün çabalar, olsa olsa büyük patlamaları önler, fakat kentlerin etkisini hiçbir biçimde azaltamaz (Kongar, 1998:576-577). Türkiye’nin nüfusu oldukça genç bir nitelik taşımakta ve sanayileşme ve kentleşme süreçlerinin etkilerine ek olarak uygulanan aile planlaması programlarına karşın artmasını, azalan bir hızla da olsa sürdürmektedir. Toplumun iş olanakları çalışabilir nüfusun artış hızına ayak uydurabilecek bir düzeyde yükseltilememektedir. Çalışabilir nüfus ile iş olanakları arasındaki dengesizliğin sonucu, açık ve gizli işsizlik biçiminde ortaya çıkmaktadır. Bir başka sonuç da yurtdışına önemli ölçüde işçi göçü olmuştur. Sanayileşme ve kentleşme süreçlerinin uzun dönemde okur-yazarlık sorununu çözeceği konusunda hiç kuşku yoktur. Fakat, çalışma çağına girmiş olan ve 29 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu yüksek göç eğilimlerine sahip olan nüfusun yeterli ölçüde iş olanakları bulunmaması Türkiye’nin toplumsal ve ekonomik yapısını büyük değişmelere zorlayacaktır. Bugünkü düzen, nüfusun artan beklentilerini karşılayacak olanakları yaratabilirse, toplumsal ve ekonomik gelişme oldukça sarsıntısız bir biçimde gerçekleşebilir. Yoksa, Türk toplumu sözü edilen büyük patlamalara kaçınılmaz şekilde tanık olacaktır. Kente gelen bu nüfusun “kentlileşememesi”, yani kentsel değerleri benimseyememesi, bu insanların, içinde yaşadıkları toplumla bütünleşmek için bir yandan hemşehrilik bağlarını, bir yandan siyasal partilerin il ve ilçe teşkilatları gibi yerel örgütlenmelerini, öte yandan da “tarikatlar ve cemaatler” olarak, “Siyasal İslamı” kullanmalarını gündeme getirmiştir. Toplumsal açıdan “köylülükten” çıkmış ama “kentlileşememiş” olan bu nüfus, bir yandan endüstri için ucuz işgücü sağlarken, öte yandan, hizmet sektörünün ve “marjinal sektör” denilen, simitçilik, ayakkabı boyacılığı gibi işlerin de yaygınlaşmasına yol açmıştır (Tekeli, Gülöksüz, Okyay, 1976:197-216). 30 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Kültürel açıdan, feodaliteden endüstriyel topluma geçiş aşamasında “iki arada bir derede kalmış gözüken” bu nüfus, “arabesk kültür” denilen, akıldan çok duyguya, kentten çok kasabaya, endüstriyel değerlerden çok fırsatçılığa dayalı olan ve kendine özgü olan bir kültür geliştirmiştir. Bir süre sonra “pop kültür” anlayışı içinde evrensel ve ulusal etkileşimlere de açılan bu “arabesk kültür” 21. yüzyılda da hem günlük yaşamda hem de sanat ve edebiyatta daha uzun süre kendini hissettirecektir (Kongar, 1998:151-152). TÜSİAD, yolsuzluk konusuna değindiği bir raporunda çarpıcı sayılacak üç tanım ortaya koymaktadır: “yasadışı”: ağır suçlardan küçük ihlallere kadar yasalara aykırılık, “etik dışı”: etik kural, ilke ya da değerlere aykırılık, “uygunsuz”: teamül veya uygulamaya aykırılık. Yolsuzluk, bu üç başlıktan herhangi biri altında ele alınabilir. Belirleyici özelliği, kamu makamı, rolü ya da kaynaklarının özel çıkarlar için (maddi veya diğer) kötüye kullanılmasıdır (TÜSİAD, OECD, 2003:19). Bunların ışığında buraya kadar değinilen tüm siyasi manivelalar, Türk toplumu üzerindeki olumsuz etkileri de göz önünde bulundurularak, kimi zaman “yasadışı”, 31 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu ama sürekli olarak da “etik dışı” ve “uygunsuz” biçiminde değerlendirilebilir. Akgüç’ün şu sözleri gerçeği yeterince özetliyor: “Küreselleşme olayının gerek ekonomik gerekse (tüketime dönük, bir örnekleştirici etki yapan) kültürel ayağı, hem “yükselen beklentileri” hem de “tüketim toplumu normlarını”, 21. yüzyıl için Türkiye’nin de temel belirleyicilerinden biri yapıyor. “Gösterişe, makyaja, şekle, olduğumuzdan farklı görünmeye düşkünlüğümüz her alanda, her davranışımızda kendini gösteriyor. Özle uğraşmayıp makyaja, gösterişe yönelik tutumumuz, hemen her alanda gereken ölçüde başarıya ulaşmamızı engelliyor. Ekonomik altyapıya, kentlerin altyapısına hatta kişisel bilgi altyapımıza gereken özeni göstermiyor, önemi vermiyoruz. Bu nedenle ulaşım, iletişim olanaklarımız yetersiz; eğitim, sağlık tesislerimiz yetersiz olarak bile nitelemenin ötesinde az, kanalizasyon, su dağıtım ağı gibi kentsel altyapımız yeterlilik bir yana sağlığa dahi zararlı.” (Öztin Akgüç) (Kongar, 1998:429) Özetle;Türkiye’nin kentlileşememesi son yarım asırlık tarihin gizli siyasi tercihi olarak önümüze çıkmaktadır,1950 lerde Demokrat Parti,1960 ve 1970 lerde Sosyalist Devrimci Güçler,1980 lerde ANAP 32 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu iktidarı Transformasyon Nüfusunun kentlileşememesinden siyasi çıkar ummuşlardır.1990 lardan ötesini büyük olasılıkla,artık Transformasyon İktidarının, Avrupa Birliği yolundaki siyasi muhalefetsiz ama müphem yürüyüşünde, Askeri Bürokrasi ve onun arkasına sığınmaktan başka çaresi kalmamış ,çocuklarını yurtdışına kaçırmış yarım avuç sözde ulusalcı aydın arasındaki satranç hamleleri belirleyecektir. 33 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu K KA AY YN NA AK KÇ ÇA A Aktan, Coşkun Can, 1992, Politik Yozlaşma ve Kleptokrasi, İstanbul, AFA Yayınları. Balbay, Mustafa, 1997, “Güneydoğu Gerçeği”, Cumhuriyet, 4 Şubat, 1998. Devlet İstatistik Enstitüsü, 1973a, Türkiye’de Toplumsal ve Ekonomik Gelişmenin 50 Yılı, Ankara, D.İ.E. Ekinci, Oktay, 1991, “Çevremiz” de Demokrasi Bekliyor, İstanbul, E Yayınları. 1992, İnsan Hakları ve Çevre, İstanbul, Anahtar Kitaplar Yayınevi. Erder, Sema, 1996, İstanbul’a Bir Kent Kondu: Ümraniye, İstanbul, İletişim Yayınları. Gökmen, Yavuz, 1992, Özal Sendromu, Ankara, Verso Yayıncılık. Güllülü, Sabahattin; Öner, Sevil; Kaçmazoğlu, H. Bayram, 1997, Doğu Anadolu’da Göç Eğilimi, Nedenler ve Çözümler, Erzurum, Atatürk Üniversitesi FenEdebiyat Fakültesi Yayınları. Kartal, S. Kemal, 1983, Ekonomik ve Sosyal Yönleriyle Türkiye’de Kentlileşme, Ankara, Yurt Yayınları. Kışlalı, A. Taner, 1974, Öğrenci Ayaklanmaları, Ankara, Bilgi Yayınevi. 34 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Kongar, Emre, 1998, 21. Yüzyılda Türkiye: 2000’li Yıllarda Türkiye’nin Toplumsal Yapısı, İstanbul, Remzi Kitabevi. Mango, Andrew, 1995, Türkiye’nin Yeni Rolü, (çev.) Erhan Yükselci, Şükrü Demircan, Ankara, Ümit Yayınları. Mimarlar Odası, 2005, 12 Eylül’ün 25. Yılı Bildirgesi, İstanbul. Özbudun, Ergun, 1975, Türkiye’de Sosyal Değişme ve Siyasal Katılma, Ankara, Hukuk Fakültesi Yayınları. Sönmez, Mustafa, 1996, İstanbul’un İki Yüzü: 1980’den 2000’e Değişim, Ankara, Arkadaş Yayınevi. Tekeli, İlhan; Gülöksüz, Yiğit; Okyay, Tarık; 1976, Gecekondulu, Dolmuşlu İşportalı Şehir, İstanbul, Cem Yayınevi. Türkiye Sanayicileri ve İşadamları Derneği (TÜSİAD), Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD), 2003, Kamu Hizmetinde Etik: Güncel Konular ve Uygulama, İstanbul, Lebib Yalkın Yayımları. Uluatam, Aynur; Aysun, Cengiz, 1975, Dünya Ekonomisindeki Gelişmeler, Ankara, D.P.T. Yerasimos, Stefanos, 1989, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, Kitap 3: Dünya Savaşından 1971’e, (çev.) Babür Kuzucu, İstanbul, Belge Yayınları. 35 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Yücel, Asuman, 1970, The Squatter Areas and Their Employment Problems with Special Reference to the City of Ankara, Ankara, D.P.T. Dr.Cem BEYGO 1.KİŞİSEL BİLGİLER GENEL Doğum Tarihi : 1966 Doğum Yeri : İstanbul Medeni Hali : Bekar Yabancı Dil : İngilizce Fransızca (Orta derecede) (Çok iyi derecede), Askerlik Görevi : Kara Kuvvetleri Eğitim Komutanlığı, Doktrin Ar-Ge Başkanlığı, Mütercim Tercüman, 1991 EĞİTİM DURUMU • 2004 Uluslararası Kurs Diploması Erasmus Üniversitesi, Rotterdam, IHS-Institute for Housing and Urban Development Studies, 36 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Inner City Development Economies-10 in Transitional • 1993-2001 Doktora Derecesi İ.T.Ü. Fen Bilimleri Enstitüsü, Şehir ve Bölge Planlaması Anabilim Dalı, Şehir Planlama Programı • 1989-1993 Yüksek Lisans Derecesi İ.T.Ü. Fen Bilimleri Enstitüsü, Şehir ve Bölge Planlaması Anabilim Dalı, Şehir Planlama Programı • 1989-1990 Lisansüstü Sertifika Programı İ.Ü. İşletme İktisadi Enstitüsü, İnşaat İşletmeciliği Sertifika Programı • 1985-1989 Lisans Derecesi İ.T.Ü Mimarlık Fakültesi, Mimarlık Bölümü • 1978-1985 Ortaöğretim Derecesi İngiliz Erkek Lisesi (Nişantaşı Anadolu Lisesi) 1. MESLEKİ VE AKADEMİK BİLGİLER 37 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu AKADEMİK POZİSYON 1993 yılından itibaren İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlaması Bölümü Şehircilik Ana Bilim Dalı’nda Araştırma Görevlisi olarak çalışmaktadır. YAYINLAR VE ÇALIŞMALAR • Tezler T-1. “An Analytic Aproach To The Shopping Centers in Istanbul Metropolitan Area, Case Study Levent- Etiler District Akmerkez Shopping Center” Doktora Tezi, İ.T.Ü Fen Bilimleri Enstitüsü, Şehir Planlama Programı, Mart 2001. T-2. “Kent Dışı Alışveriş Merkezleri Üzerine Bir Araştırma” Y. Lisans Tezi, İ.T.Ü. Fen Bilimleri Enstitüsü, Şehir Planlama Programı, Şubat 1993. • Bildiriler 38 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu B-1. “Gayrimenkulde Stratejik Planlama”, REMAX Gayrimenkul Piyasasında Yeni Yaklaşımlar Sempozyumu, İstanbul 2002 B-2. “Türkiye’de Hava Yolculuklarının Artışını Etkileyen Faktörler”, 8. Ulusal Bölge Bilimi/ Bölge Planlama Kongresi, İstanbul, 1998 B-3. “Analysis Of Market Areas Of Mega Malls in Istanbul”, European Regional Science Association, Viyana, Avusturya, 1998 B-4. “Spatial Distribution of Restaurants in Istanbul Metropolitan Area, European Regional Science Association, Roma, İtalya, 1997 B-5. “Recent Developments On Shopping Malls in Istanbul Metropolitan Area”, Consumer Services Science, Buchen Insburk, Avusturya, 1996 B-6. “İstanbul 2000 Olimpiyat Oyunları Yerleşme Ve Düzenleme İlkeleri”, Türkiye Olimpiyat Sempozyumu, İstanbul, 1994 • Projeler P-1. “Ulus Platin Konutları Avan Projesi” 1992, İstanbul (Çinici Mimarlık, Behruz ÇİNİCİ) P-2. “Silkar Tatil Köyü Avan Projesi”, 1989, Antalya (Atölye T, Tuncay ÇAVDAR) 39 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu P-3. “Güvercin Resort Otel Avan Projesi”, 1988, Bodrum (Kemal İPEK) • Eğitimler / Kurslar / Seminerler E-1. Yeni Ekonomi ve Perakendecilik, Alışveriş Merkezleri ve Perakendeciler Derneği 6. Bölge Konferansı, 2001, İstanbul. E-2. Sürdürülebilir Ulaşım Politikaları Uluslararası Sempozyumu, IUAP, 2001, İstanbul. E-3. Strategic Planning in the Real Estate Business -Prof. Daniel Gat-, İTÜ SEM, 2000, İstanbul. E-4. Real Estate Finance and Investment Analysis Seminar, İTÜ SEM, 1999, İstanbul. E-5. 21. Yüzyılda Perakende Eğitimleri, Alışveriş Merkezleri ve Perakendeciler Derneği 5. Bölge Konferansı, 1999, İstanbul. E-6. Sivil Toplum İçin Kent, Yerel Siyaset ve Demokrasi Seminerleri, Dünya Yerel Yönetim ve Demokrasi Akademisi, 1997, İstanbul. E-7. Turyap Emlak Danışmanlığı Kursu, 1994, İstanbul. • Ödüller 40 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Ö-1. İ.T.Ü Taşkışla Kampüsü Ek Binalar Yarışması, Satınalma, 1997 Ö-2. “Convival Spaces” International Ideas Competition U.İ.A Mansiyon, Profesyonel Kategori Bölge II, 1996 • Uygulama Danışmanlıkları U-1. 1000a Dekorasyon Merkezi, Konsept Tasarımı, Shop-Mix Tasarımı, 2002, İstanbul U-2. Baransu Binası, 2001, Yıldız, İstanbul U-3. Canan Tekstil Alışveriş Merkezi, 2000, Gaziantep U-4. Ece Han, 1997, Dikilitaş, İstanbul U-5. Arayıcı Villası, 1989, Tuzla, İstanbul • Workshoplar W-1. “Time and Space – Amasya Case”, Workshop Çalışması, İTÜ ve University Of Illinois, 2002, Amasya W-2. HABİTAT II “İstanbul Case” Workshop Çalışması, İTÜ, 1996, İstanbul ARAŞTIRMA PROJELERİ 41 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu A-1. “İstanbul Metropolitan Alanında Kentsel Gelişim ve Dönüşüm Projelerinde Kullanılabilecek Fayda-Maliyet Analizi ve Finansman Modelleri Geliştirilmesine Yönelik Araştırma Projesi”, İBB-İTÜ UY-GAR Stratejik Ortaklığı, Yrd.Doç.Dr. Özlem ÖZÇEVİK, Yrd.Doç.Dr.Elçin TAŞ, Dr. Cem BEYGO, 2002, İstanbul A-2. “İstanbul Metropolitan Alanı Kıyı Bölgelerinde, İmarlı Gelişmiş Alanların Deprem Kaynaklı Risk Önceliklerine Göre Tespiti, Doku Analizi, Güçlendirme Ve Rehabilitasyonuna Yönelik Araştırma Projesi”, İBB-İTÜ UY-GAR Stratejik Ortaklığı, Doç.Dr. Necdet TORUNBALCI, Dr. Cem BEYGO, 2002, İstanbul JÜRİ ÜYELİĞİ J-1. Gayrimenkul Sektöründe Girişimcilik Fikirleri Yarışması, Remax Türkiye, Baybars ALTINTAŞ, Dr.Cem BEYGO, Prof.Dr.Esin ERGİN, Murat GOLDSTEIN, Erbil TÖRE, 2002, İstanbul 42 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu S SİİY YA AS Sİİ P PA AR RTTİİLLE ER RİİM MİİZZD DE ED DE EM MO OK KR RA AS Sİİ S RU UN NU U SO OR V VE EP PA AR RTTİİ İİLL B BA AŞ ŞK KA AN NLLIIĞ ĞII H RLLA AY YA AN N HA AZZIIR O Orrhhaann K KE ESSİİK KO OĞ ĞL LU U 43 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu PPA AR RT Tİİ İİL LB BA AŞŞK KA AN NL LIIĞ ĞII 11..G GİİR RİİŞ Ş İnsan doğası gereği çoğulcudur. Diğer deyişle, bir toplum içinde yaşamaya başladığı andan itibaren insanlar tek bir görüşün, tek bir düşünüşün peşine takılmamışlardır. Aksine çeşitlilik esas olmuştur. Bunlar içinde birinin ağır basması ise hiçbir zaman diğerlerinin mevcut olmadığı anlamını taşımamıştır. İnsanoğlu, toplumsal yaşamın düzenlenmiş kuralları içinde alınan kararlara katılmak, karşı çıkmak, çıkarlarını korumak amacıyla düşüncesini kabul ettirmeye çalışmak ve hatta bu süreçte kendisi gibi düşünenlerin de olmasına yönelik çaba göstermek için bir dizi roller üstlenmiştir.İnsanın toplumsal yapının içinde yaşamını sürdürürken, toplumdaki rolünün tam olarak bilincine varması, uzun bir tarihsel süreçten sonra gerçekleşmiştir. Bu süreç içinde, hümanist akımların gelişmesi, evrensel özgürlük kavramlarının oluşması, bireyin ekonomik bağımsızlığının gerçekleşmesi gibi bir dizi bireysel ve sosyal bilinçlenme dönemleri yer almaktadır. Demokrasi, insanlık tarihinin bugün için ulaşabildiği son sentezdir. Bu son sentez, sosyal 44 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu yaşamın bütününe, bir arada yaşamanın koşul, kural ve becerilerine baştan sona bir düzenleme getirmiştir. Öyle ki demokrasi, bir yandan siyasal yönetim anlayışı olurken öte yanda bir bütün olarak toplumsal yaşamın tüm hücrelerine girerek, günlük yaşamın soluk alıp verme düzenleyicisi durumuna yükselmiştir. Siyasal yönetim anlayışının bir gereği olarak ve günlük yaşamın tüm kurumlarıyla birlikte işlevsel ve sağlıklı olarak işletilebilmesinin aracı kurumlarından biri de Siyasal Partilerdir. Siyasal partilerimizin demokrasi anlayışındaki yeri, demokratik yaşamdaki konumları ve işlevleri ile bu partilerimizin toplumsal yapı içindeki örgütlenme anlayış ve becerileri, aslında bir yönüyle de toplumun kendini ifade edebilme düzeylerini belirlemektedir. Siyasi parti örgütlenmesinde yer alan en önemli birimlerden birini de bu çalışmanın ana temasını oluşturan Parti İl Başkanlığı oluşturmaktadır. Çalışma bu çerçevede; öncelikle demokrasi kavramı ve anlayışını incelemekte, daha sonra demokrasinin bir kurumu olarak Siyasal Partiler konusunu ele almakta ve son olarak da örgütlenme içinde yer alan temel unsur olarak İl Başkanlığını yaşamın içinde yerini bulmuş deneyimlerden yola çıkarak ifade etmeye yönelik bir akış izlemektedir. 45 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu 22.. D DE EM MO OK KR RA AS Sİİ V VE ES SİİY YA AS Sİİ P R PA AR RTTİİLLE ER 2.1. Demokrasi Yunanca kökenden gelen Demokrasi kavramı, öz olarak halkın yönetimi anlamı taşımaktadır. Kent yerleşimlerinin yoğunlaşması, bir arada yaşamanın gerektirdiği yeni yaşam biçimleri ve ortak amaçlar, kaygılar, değerler etrafında toplanma süreçlerinin başlaması, bunun sonucunda da kent devletlerinin oluşması sonucu, bir sistem düzenleyicisi olarak, demokrasi ortaya çıkmıştır. İnsanlık tarihi içinde yaşam alanı bulmuş, toplumsal yaşamı düzenleyici ve toplumsal yönetimi sağlamaya yönelik birçok sistem bulunmaktadır. Ancak hiçbiri Demokrasi kadar sevilen, kabul gören, bireyin ve toplumun gelişmesine katkı sağlayan, adil ve katılımcı bir yönetim biçimi olmamıştır. Bugün çağdaş dünyanın ve hemen her alanda kalkınmışlığın temeline bakıldığında demokrasinin varlığı, demokratik yönetim biçimlerinin başarıları görülmektedir. Bu nedenle demokrasi insanoğlu için artık vazgeçilemez bir unsur halini almıştır. “Demokrasi günümüzde, azınlıkta olanların haklarına saygı gösterildiği ve onlara bir gün çoğunluğa 46 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu dönüşebilme yollarının açık tutulduğu özgürlükçü bir çoğunluk yönetimi biçiminde tanımlanabilir. Demokrasi tarihi, insanlar arasında toplumsal kökenli eşitsizlikleri gidermek için verilen savaşımın tarihidir. Demokratik düşüncenin tarihi de eşitlikçi ve özgürlükçü düşüncenin evrimini yansıtır. Demokratik düşüncenin evrimi, insanın akıllı bir yaratık olduğu, kendisi için iyi olanla kötü olanı ayırt edilebileceği inancın da kaynaklanan, insana saygıya dayalı, iyimser bir dünya görüşünün evrimidir.”( 1) Demokrasi rejiminde, bir ülkede yaşayan, o ülkenin ortak paylaşımcıları olan, o ülkenin katılımcıları arasında yer alan bireyler, daha doğru deyimiyle o ülkenin vatandaşları, elbette ülkenin yönetiminde de söz sahibidirler. Vatandaşlar ülke yönetimine pratik olarak seçtikleri temsilcileri aracılığıyla katılırlar. Fikirleri alınmayan, dert ve istekleri dinlenmeyen yığınlardan oluşan bir rejime demokrasi adı verilemez. Demokrasi olgun insanların kavrayabildiği ve sahip olduğu bir rejimdir. Sağlıklı bir toplum ve sağlıklı bir aileden geçmektedir.(2) Kendilerini, duygu ve düşüncelerini, çıkarlarını, kalkınma çabalarını temsil etmesi için seçtikleri temsilciler ve bu temsilcilerden oluşan meclisler ise bir anlamda ülkenin yönetim kadrosunu meydana getirirler. 47 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Ülke yönetim kadrolarının seçimle belirlenmesi, ülkede yaşayan herkesi bağlayıcı yasaların yapılması, eşitlik, adalet, özgürlük ve bağımsız yargı unsurlarının bir araya gelmesi ve düzenli bir biçimde işlemesi, demokrasinin hem varlığını hem yaşam alanını hem de düzenleyici zorunluluğunu oluşturmaktadır. Demokrasinin tüm kurumlarının birlikte, eşgüdüm içinde ve doğru olarak işletilebilmesinin olmazsa olmazı ise demokratik bir siyasal sistemin ve buna bağlı düşünsel ve kültürel yapının var olması ve hatta yerleşik olmasıdır. Demokratik siyasal sisteme sahip bir toplumsal yapıda, farklılıklar, farklı anlayış, yaklaşım ve yönelim içinde olanlar bulunabilirler. Zaten aslolan da bunların olmasıdır. Bu farklılıkların varlığı, çabaları, ya da birbirleriyle uzlaşım içinde olmaları sonuç olarak toplumsal yapı içinde yer alan tüm birey ve kurumların kalkınmasına yönelik olduğu için, görüş ve karşı görüş gitgelleri bir anlamda toplumsal yapının nefes alması anlamına da gelmektedir. “Demokratik siyasal sistemler, çoğulcu sistemler olarak da nitelendirilebilir. Çoğulcu sistemlerde tek doğru yoktur ve dolayısıyla, yasal bir muhalefet ya da muhalefetler vardır. Çağdaş çoğulcu sistemler, toplumda çıkarları ve dolayısıyla dünya görüşleri farklı 48 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu kesimlerin bulunmasını doğal sayarlar; bu farklı çıkar ve dünya görüşlerinin barışçı yollardan savunulmasına, siyasal iktidarın da bu barışçı savaşım sonunda oluşmasına olanak verirler.”(3) Bu durum sağlıklı bir demokratik yapılanmanın toplumda var olabilmesi için, öncelikle o toplumda demokrasi anlayışının ciddi anlamda kendini ifade edebilecek ortamı bulması ve kabul görmesi gerektiğine de işaret etmektedir. Kışlalı, demokrasinin temel niteliklerini şu şekilde bir sınıflandırma ile anlatmaktadır: “1- Siyasal iktidarın özgür genel seçimlerle oluşması. 2- Gerektiğinde siyasal iktidarın karar ve uygulamalarını da denetleyebilen bağımsız yargı. 3-Farklı toplumsal çıkar ve görüşleri temsil eden siyasal partiler. 4-Farklı toplum kesimlerini temsil eden ve siyasal katılımı kolaylaştıran dernekler ve sendikalar gibi kitle örgütleri. 5-Yurttaşların gelişmelerden doğru bilgi edinme haklarını sağlayacak özgür kitle iletişim araçları.” (4) 49 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Gerek Türkiye’nin ve gerekse demokrasi ile yönetilen diğer ülkelerin elde ettikleri tarihsel birikimlere bakıldığında, Kışlalı’nın sıraladığı bu temel niteliklerin gerçekten de toplumsal yaşamın düzenlenmesinde, sağlıklı bir biçimde ve süreklilik içinde işletilmesinde hem vazgeçilemez hem de sistemin niteliğini oluşturan bütünün parçaları olduğu görülmektedir. Bugün özgürlükçü demokratik sistemlere sahip ülkelerde, belirli dönemlerde yapılan seçimlerin en temel faktör olduğu kabul edilmektedir. Ancak yine kabul edilmelidir ki demokrasi yalnızca seçimlerden ibaret bir sistem değildir. Seçim sandığının gerçekten de ülkenin tüm sorunları için, toplumsal kalkınma ve demokrasi kültürünün yerleşmesi için tek çare olarak görülmesi, çağdaş demokrasi anlayışı ve demokratik yönetim biçimi açısından yeterli kabul edilmemektedir. Örneğin İran’da da adı Cumhuriyet olan bir yönetim biçimi ve seçim sandıkları yoluyla halkın iradesine başvurulması süreci bulunmaktadır ancak tüm bunlar İran’ın demokrasinin hâkim olduğu bir yaşam ve yönetim biçimine sahip olduğunu göstermemektedir. Tüm sistemi bir seçim sandığından ibaret görmek, her fırsatta halkın önüne seçim sandığını koymak bugün bir anlam ifade etmemektedir. Demokrasi için, 50 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu demokrasiyi toplumsal yapının bütününe yayabilmek için, bireysel ve günlük kullanım alanlarına sokabilmek için, demokratik bir devlet anlayışına sahip olabilmek için, diğer toplumsal ve siyasal güçlerin de devreye girmesi, toplumsal dinamikte yer alan tüm kurumların katılımı ve kamusal görev anlayışının bu kurumlar tarafından da paylaşılıyor olması gerekmektedir. Bu anlamda demokrasinin esasını çoğulculuk oluşturmaktadır. Çoğulculuk yalnızca farklı düşüncelerin varlığı ve kendini ifade edebilmesi boyutu ile değil demokratik kurumların sayısal olarak çeşitliliği ile de ilgilidir. Batum çoğulculuğu şöyle değerlendirmektedir: “Çoğulculuğu hep ideolojik çoğulculuk olarak alırız, yani farklı düşünceler, farklı ideolojiler. Oysa bir de olayın kurumsal boyutu vardır. Montesquieu’nun da söylediği gibi, elinde kuvvet bulunduran onu kötüye kullanmaya meyleder. Kuvvetleri birbirinden ayırmak, 1789’lardan beri sistemin özü olmuştur. Bugün baktığımızda, nitelik değiştirmiştir ama kurumsal çoğulculuk, demokrasilerin vazgeçemediği bir sistem haline gelmiştir. Bu yasama, yürütme ayrılığı olarak olabilir. Yasama, yürütme bir tarafta yargı bir tarafta 51 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu olabilir. Önemli olan devletin iradesinin farklı farklı kuruluşlar tarafından dile getirilip, bir ortak irade etrafında birleşmesidir. Tek elden tek ağızdan çıkmamasıdır.(5) İçel de demokrasideki kuvvetler ayrılığı ilkesi ile konuyu değerlendirmekte ve bu aşamada basının bir dördüncü kuvvet olarak üstlendiği role işaret etmektedir: “Çağdaş özgürlükçü demokrasilerde iktidardaki çoğunluk partisi veya koalisyon partileri yürütme gücünü ellerinde tuttukları gibi, parlamentoda çoğunluğa sahip olmaları nedeniyle yasama gücüne de egemen durumdadırlar. Hatta bu derecede olmasa dahi, iktidar partisinin yargılama faaliyetine de etki yapabileceği gözlenebilmektedir bazı zamanlar. İşte bu durum, çağdaş demokratik düzenlerde diğer üç kuvvetten bağımsız dördüncü bir kuvvete ihtiyaç duyulmasını sağlamıştır ki bu da basındır. Basın yasama, yürütme ve yargı güçleri karşısında onlardan bağımsız bir kontrolcü olarak, bir denetleyici olarak dördüncü gücü oluşturduğu bugün genel kabul görmektedir.” (6) 52 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Demokrasiye ilişkin bir diğer esası da yönetimin meşruiyeti oluşturmaktadır. Meşruiyetini yitirmiş bir yönetimin demokratik çerçeveler içinde ya yeniden meşruiyet kazanması için gerekli olan süreçleri işletmesi ya da yerini meşru olana bırakması gerekmektedir. Yönetime yönelik yönetilenlerin rızası yoksa burada meşruiyetin sorgulanması başlamaktadır. Bu nedenle gerçek anlamda siyasal sistemlerin demokrasiyi hem kullanabilmesi hem de kamuoyunun kullanımına açabilmesi için, kamuoyunun tepkilerini öğrenmeye, görmeye ihtiyacı bulunmaktadır. Bu tepkileri almadan hayata geçirilecek bir siyasal kararın başarı şansı bulunmamaktadır. Bu çerçeveden bakıldığında, bir siyasal partinin, demokratik kurallar içinde ve halkın özgür iradesinin gerçekten temsil edilebildiği koşullarda, seçimle iş başına gelmesi, ülke yönetimine Hükümet olarak oturması ve halktan aldığı yetki ile programını hayata geçirmesi gerekmektedir. Özgürlükçü demokrasiler, kamusal çıkarlara ilişkin tüm sorunların açıkça tartışılmasını toplumsal bir yarar ve gereklilik olarak görmektedirler. Elbette, toplumun içindeki tüm fikirler konuşulabilir, tartışılabilir ve bunlardan sonra en doğru sonuca, en çok yarar 53 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu sağlayanına yönelik karara varmaya çalışılır. Kamuoyunda var olan fikirlerin oluşturduğu birikim ise artık yöneticilerin üzerindeki bir baskı unsurudur. Elbette devlete hükmedenler, halktan aldıkları yetkiyle icraat gerçekleştireceklerdir ancak bu icraatlarında bile hukuka bağlı kalmaları, keyfiyetten uzak olmaları, tam tarafsızlık, eşitlik ve şeffaflık ilkelerine bağlı kalmaları gerekmektedir. Zira bu demokrasinin seçimlerden önce olduğu kadar seçimlerden sonra da seçilenlerden beklentisidir. Diğer deyişle bu bir demokratik zorunluluktur. “Demokraside kurallar ve kurumlar bulunmaktadır. Bunlar işletilirken, tabandan tavana doğru bir yol izlenmesi gereklidir. Yönetilenlerin dilek ve talepleri, beklentileri kurum ve kuruluşlar içinde belli kurallara uygun; siyasal bir talep olarak idare edenlere hükümete ulaşması demokratik bir haktır. Bu siyasal talep hükümetlere ulaşamadığında; nimet ve külfet, eşit ve adil dağıtılamayacak, halk-yönetilenler ile yönetenler arasında kopukluklar, hoşnutsuzluklar meydana gelecektir. İşte bu kopukluğu giderecek, açıklık ilkesi içinde bir yönetimi düzenleyecek, siyasal kararların uygulanmasını yapacak bürokrasidir.” (7) 54 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Bu çerçeveden değerlendirildiğinde, demokratik süreçlerin işletilebilmesindeki en temel faktörlerden birini de halkın doğrudan yönetime katılma kanallarının en sağlıklı ve adil biçimde düzenlenmesi, her zaman ve her koşulda açık tutulması oluşturmaktadır. 2.2.Siyasal Partiler Bir önceki bölümde de belirtildiği gibi, siyasal partiler demokrasinin vazgeçilemez unsurlarıdır. Siyasal yaşamın düzenleyicileri olan partiler sahip oldukları önem, misyon ve işlevleri ile bir anlamda toplumsal - siyasal yaşamın en önemli kurumlarından başında gelmektedirler. Vatandaşların siyasal yönetim biçimine ve siyasete katılmalarının en temel aracı olan siyasal partiler, bir anlamda toplumda var olan düşünce, beklenti ve değişimlerin de meşru araçlarıdır. Halkın egemenliğinden söz edebilmek de ancak siyasal partiler aracılığıyla mümkündür. “Demokratik toplumlarda, partilerin “örgütlenmiş siyasi kuvvet” olarak ortaya çıktığı görülmektedir. Günümüzde, hemen hemen her anayasada yer verilen, anayasalarda olmaması eksiklik olarak görülen ve 55 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu siyasal hayatın içinde demokrasinin vazgeçilmez unsurları olarak siyasi partiler büyük bir önem taşımaktadır. Siyasi partilerin, uzun bir dönem içinde birçok denemelerden sonra, partilerin örgüt ve kurum olarak, iç ve dış yapıları ile ideolojik boyutlarının ancak şekillenebildiği görülmektedir. Kısaca bir tanımlama yaparsak; siyasi partiler, “bir program çerçevesinde siyasal kararları etkilemek ve bu amaçla siyasal iktidarı ele geçirmek üzere örgütlenmiş kuruluşlardır.” (8) Siyasal katılımın temel işlevi olan, siyasal yöneticilerin belirlenmesi ve toplumsal isteklerin gerçekleşmesi için seçim süreçlerinin işletilmesi, sınırlı bir demokrasinin uygulandığı sistemlerde de mevcuttur ancak, çağdaş ve gelişmiş demokrasilerde, kişinin kendisini yönetecekleri ya da kendisine dayatılanları seçmesi ve bundan sonra da hiçbir şeye karışmaması anlayışına yer bulunmamaktadır. “Siyasal katılma, çeşitli toplum kesimlerine temsil olanağı sağlayarak, toplumda belirli bir dengenin ve uzlaşmanın oluşumunu kolaylaştırır. Katılım olanakları değişik bir biçimde arttıkça, toplumdaki güçler dengesinin siyasete barışçı yollardan yansıması ve siyasal istikrarın artması doğaldır. Eğer toplumdaki bazı kesimler yeterli katılma olanaklarına sahip değilseler bir 56 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu katılma bunalımı doğal. O toplum kesimleri kendilerine güçleri oranında etkin olma fırsatı tanımayan sisteme karşı çıkarlar. Siyasal katılma, sistemin barışçı yollardan zaman içinde değişmesine olanak tanırken, aynı zamanda karşı güçleri sistemle bütünleştirmiş ve bir anlamda sistemi de güçlendirmiş olur. Siyasal sistemin ve toplumsal düzenin, değişen koşullara göre kendilerini yenilemelerine olanak verir.” (9) Siyasal partiler, demokratik süreçte, siyasal katılımın doğrudan en temel başvuru kurumudur. Bir yandan bugünkü siyasal kadroların oluşmasını sağlarken öte yandan geleceğin siyasal kadrolarının bünye içindeki partilileşme diğer deyişle eğitim süreçlerinden de sorumludurlar. Aslında siyasal partilerin işlevleri her ülke için farklılık arz edebilir. Bir ülkenin gelişmişlik düzeyi, sahip olduğu partilerin yapıları, ideolojileri, o partilerin toplumsal uzlaşmaya katılma oranları, sahip olduğu anayasal düzenlemeler, ülkenin geleneksel yapısı ve değerleri, ile nihayet kültürel düzeyi, siyasal partilerin çalışma ve işlevleri açısından oldukça belirleyicidir. Tuncay, siyasi partileri nitelemeye yönelik tanım ve özellikleri incelerken, J.La Palambora ve Weiner’dan 57 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu yaptığı aktarma ile, siyasi partilerde olması gereken ve günümüzde de geçerliliğini koruyan dört önemli özellik üzerinde durmaktadır. Bunları ise şöyle sıralamak mümkündür: —Siyasi partilerin devamlılığı yöneticilerinin varlığına bağlı değildir. —Siyasi partiler hem ülke hem de yerel düzeyde örgütlenmelidir. —Siyasi partiler, siyasi iktidara sahip olmak için kurulmuşlardır. —Çeşitli anlayış ve görüşler için genel dayanışma içinde mücadele ederler. (10) Tuncay, siyasi partilerce, kamuoyu yaratılarak, halkın desteğinin sürekli hale getirilmesinin esas olduğunu, en büyük desteğin, seçimlerde verilen oylar ile sağlandığını, aynı siyasal ideolojiye inanan insanların tercih ettikleri partilerde buluştuklarını belirterek şöyle devam etmektedir: (11) “Siyasi partilerdeki ilk şartı da farklı fikirlerin ortaya konması yani muhalefet anlayışının doğması ile mümkün olabilmektedir. Demek ki, gerek parti içi gerekse partiler arası muhalefetsiz bir demokrasi asla mümkün değildir. Batı demokrasilerinde en az çoğunluk kadar, muhalefetin de gerekli ve oldukça önemli bir 58 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu kurum olduğu, demokrasinin ancak bu şekilde yürütülebildiği belirtilmektedir. Parti içi demokrasinin işletilmesi, partilerin kamuoyunda işlevlerinin boyutlarının artıracak; tartışma ve görüşmelerin parti zemini dışına taşmasını önleyerek, aynı zamana “parti kimliği” ve disiplinine de katkı sağlayabilecektir. Örgütlerin en önemli kaynağı insandır. Parti içi demokrasi olgusu, demokrasinin yaşaması için oksijendir. Bu oksijen ne kadar bol olursa, demokrasi o kadar sağlıklı olacaktır.” (12) Siyasal partilerin işleyişinde ortaya çıkan her tür tıkanıklık, her tür sorun aynı zamanda siyasal sistemin işleyişinde de büyük sorunların, tıkanıklıkların ortaya çıkmasına neden olur. “Günümüzde seçim sistemleri aracılığıyla istikrar arayışı öne çıkmış görünmektedir. Oysa siyasal istikrar yalnızca seçim sistemlerine bağlı değildir. Bir ülkede siyasal istikrarın, toplumun demokratik birikimiyle, kurumlaşma, kültür, refah düzeyiyle, ekonomik gelişmelerdeki dalgalanmalarla, siyasal önderlik kurumuyla ve nihayet siyasal partilerin yapılanma ve işleyişleriyle yakında ilişkili olduğu unutulmamalıdır.” (13) 59 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Siyasi partiler, demokratik yaşamın, çok sesliliğin ve halkın siyasete katılımının bir aracı olmaları nedeniyle, en üst düzeyde koruma altına alınmış kurumlardır. Pek çok ülkede olduğu gibi ülkemizde de siyasi partiler Anayasa ile güvence altına alınmışlar ve düzenlenmişlerdir. Özbudun, siyasi partilerin hukuksal düzenlenmelerine ilişkin olarak şu görüşleri ifade etmektedir: “Siyasi partilerin hukukça düzenlenmesinde iki uç alternatif, siyasi partileri hiçbir özel düzenlemeye tabi tutmaksızın dernekler ve benzeri hukuk tüzel kişileri ile aynı hukuki çerçeve içinde mütalaa etmek ya da onları anayasa ve özel bir kanunla düzenleyerek kendilerine özgü bir anayasal statüye bağlamaktır. Aslında siyasi partilerin Anayasa tarafından düzenlenmesine, onların demokratik siyasi hayattaki özel önemlerinden kaynaklanan ve siyasi partilere bu özel önemleriyle orantılı bir takım anayasal güvenceler sağlama amacını güden bir düşüncedir. Diğer bir deyimle bazı anayasa koyucular, siyasi partileri herhangi bir özel hukuk tüzel kişisinden daha güvenceli bir hukuki statüye kavuşturmak istedikleri içindir ki onları anayasayla düzenleme yolunu seçmişlerdir. Siyasi partilerin 60 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu anayasada düzenlenmesi, hemen daima onların özel bir kanunla da düzenlenmesini gerektirir; çünkü anayasada bu düzenlemenin bütün ayrıntılarının belirtilmesi mümkün değildir.”(14) Siyasal Partilerin anayasal koruma altına alınmış ve buna bağlı yasalarla düzenlenmiş olması, siyasal partilerin demokrasi ve demokratik kurumlar sıralaması içinde sahip olduğu o çok özel konumu göstermesi açısından elbette önemlidir. Bununla birlikte Kabasakal, ülkemizde yerleşik yönetim anlayışının, toplumsal hayatı tüm ayrıntılarıyla düzenleme eğilimi taşıdığını, her sorunun çözümünü mutlaka bir yasa maddesinde arama, eğer böyle bir yasa yoksa bu yasa maddesini hemen koyma alışkanlığında olduğunu belirterek, toplumda sorunlara uzlaşmayla çözüm arama yerine, çözümü yasalarda ve yasa maddelerinde arama alışkanlığının yerleştiğini vurgulamaktadır. (15) Kabasakal, partilerin yapısına yönelik olarak da şunları belirtmektedir: 61 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu “Siyasal bilimciler, partilerin yapısı incelenirken genellikle şu temel etkenlerin göz önünde tutulması gerektiğini belirtmektedirler: 1. Liderlerin rolü ve seçilme yöntemi, 2. Örgütte merkeziyetçilik derecesi, 3. Liderlerin örgüt hiyerarşisi içindeki gücü, disiplin yetkilerinin genişliği, karar almaya ve politika belirlemeye katılma derecesi, 4. Parti bürokrasisinin denetimi, 5. Parlamento kanadının partinin diğer bölümleriyle ilişkisi, 6. Üyeliğin temeli ve yaygınlık derecesi. Bu etmenlere bakarak siyasal parti örgütünde merkeziyetçilik derecesini inceleyebilirsiniz. Yani Genel Merkez-Taşra Örgütü ilişkisinin yönünü belirleyici yanıt, bu etmenlerde, özetle siyasal kültürdedir. Başka bir deyişle, ülkenin yönetim geleneği, partilerin büyüklüğü, partilerin parasal ve kadro desteklerinin niteliği, ideolojiye verilen önem, parti liderliği, partililerle ilgili yasalar ve partilerin kendi tüzükleri, bu ilişkinin ve yapının niteliğini belirlemektedir. O yüzden, çeşitli partilerde ve aynı partinin çeşitli dönemlerinde, merkez yönetimi ile yerel örgütün ne derece söz sahibi oldukları incelenirken temel kaynak ve hareket noktası, 62 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu siyasal partilerle ilgili yasalar ve tüzükler olmaktadır.” (16) 33.. SSİİY YA ASSİİ PPA AR RT TİİL LE ER RİİM MİİZ ZD DE E D OR RU UN NU UV VE E DE EM MO OK KR RA ASSİİ SSO PPA AR RT Tİİ İİL LB BA AŞŞK KA AN NL LIIĞ ĞII 3.1. Siyasi Partilerimizde Demokrasi Sorunu Siyasal partiler sistemimizin bugün gerçekten en temelde üyelik, yapılanma ve örgütlenme olmak üzere, birçok sorunları çözüm beklemektedir. Bu sorunların toplumdaki değişime uygun bir yaklaşımla ele alınması zorunluluğu vardır. Parti içi demokrasinin işleyişinde hemen tüm partiler düzeyinde bir tıkanma yaşanmaktadır. Çalışmalar katılımcı anlayışa ters bir çerçevede gerçekleşmekte, böylelikle bir anlamda demokratik anlayışla da örtüşmeyen bir durum ortaya çıkmış olmaktadır. “Çalışmalara katılımcı bir anlayışın egemen kılınması, böylece nitelikli kadroların siyaset sürecine kazandırılması hususları, siyasal sistemin sağlıklı işleyişi ile yakından ilgilidir. Partilerle toplumun örgütlü kesimleri arasındaki kanalları tıkayan yasal engellerin kaldırılması, aktif politik kadrolarla, seçmenler 63 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu arasındaki yabancılaşmanın ortadan kaldırılması halen kamuoyunun tartışma gündemindedir.” (17) Siyasi partilerin toplumla iletişim kurabilmeleri, onların dili, gözü, kulağı olabilmeleri, onların duygu ve düşünceleri ile beklentilerine cevap vermeleri ile liderlerin demokratik, anlayış, yöntem ve uygulama performansı arasında da önemli bir paralellik bulunaktadır. “Parti içinde kararların alınmasına, demokratik yönetimin kurulmasına etki edebilecek bir içyapının oluşumu demokratik işleyiş açısından önkoşuldur. Ancak bunun için parti yönetim kademelerinde, bilgi, azim, cesaret, gayret ve fedakârlığa, yarışma ve iddiaya dayalı bir rekabetin de bulunması gerekir. Çünkü günümüz dünyasında siyaset tek başına değil; bir ekiple birlikte yürütülmektedir”(18) “Partiler aracılı ile yürütülen siyasi hareketlerin siyasal sistemdeki tıkanma nedenlerini, öncelikle ideolojilerde aramamak gerekir. Bunda daha çok parti ideolojilerini yürüten kişilerin tutum ve davranışları, siyasi partileri yöneten genel başkanların ve dar bir oligarşik kadrolarının ikbal ve menfaatleri etkilidir. Doğu Blok’unda bireylerin “bizim yerimize parti düşünür” mantığı, statik, yarışmasız, rekabetsiz, bir parti 64 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu içyapısını hâkim kılmıştır. Ülkemizde de “liderlerimiz nerde biz oradayız” gibi geleneksel siyasi kültürün etkisi ile yerleşen düşünce kalıpları sistemin tıkanmasına neden olmaktadır. Bu durum, siyasi kültür açısından Doğu Bloğundaki oligarşik yapıyı da hatırlatmakta, üyelerin delegelerin, hatta alt yönetim kademelerinin de böyle bir parti yapılmasında düşünce ve yarışma etkinliği bulunmamaktadır. Bu partilerde özgürce düşündüklerini savunmak, yeni alternatif fikirler ve görüşler oluşturmak, lidere karşı gelmek anlamına gelir. Böyle bir yapılanma ve ortaya çıkabilecek eylem, parti fikirlerine, parti ilkelerine ve parti disiplinine aykırı kabul edilir. Daha da ilerisi, bunlar partilerden ihraç istemi ile karşılaşır.” (19) Tuncay, ülkemizde seçmene yönelik hizmetlerin, milletvekillerini en çok zaman ayırdıkları işlerin başında geldiğini, aslında, kamu bürokrasisi içinde bulunan kişilerle milletvekillerinin bir dizi ilişki içinde olduğuna değinerek, bu kişilerin de her parti içinde ilişki kurduğu üyeler, parti yöneticileri ve milletvekilleri olduğunu söylemektedir. Kamu yönetimi içinde işleyiş ve uygulama ile ilgili sorunları, talepleri ve beklentileri bürokratlar ve memurların; parti teşkilatlarına ve milletvekillerine ilettiğini belirten Tuncay, bu hususlarla ilgili partilerin tüzüklerinde yer verilen “danışma 65 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu kuralları”nın, il teşkilatları ve genel merkezlerde çalışmakta; sorunları irdeleyerek raporlar hazırladığını da vurgulamaktadır. (20 Bununla birlikte Tuncay, daha sonraki aşamalarda sistemin tıkanmasına yönelik olarak şu saptamayı yapmaktadır: “Araştırma kurullarında irdelenerek hazırlanan tebliğler yerel teşkilatlarca genel merkezlere sunulmaktadır. Doğal ki bu hususlarda parti içi demokrasinin geliştirilmesi, yeni fikir ve görüşlerin değerlendirilmesi isteniyorsa, üst yönetimlerce siyasi parti programlarına yansıması mümkündür. Aksi halde bu raporların işlevsel olması mümkün değildir. Siyasi partilerdeki parti içi demokrasinin işletilmesiyle, bürokrasideki denetimlerin halkın rızasına uygun geliştirilmesi mümkündür. Mademki kamu yönetimi içinde bulunan personel ve bürokratlar halkın bir parçasıdır, bu grupların da siyasi partiler içinde yasal olarak temsil edilmesi demokratik gelişmeye olumlu katkıda bulunabilecektir. Türkiye’de bu sorunların asıl sebebi ne yazık ki kurallar ve kurumların tahrip olmuş vaziyette bulunmasındandır. Özellikle iktidarı elde etmek için, demokrasinin vazgeçilmez unsurları saydığımız siyasi partilerin bürokratik yapısı ve parti içi demokrasinin işletilmesi, bürokrasiyi daha da önemlisi demokrasiyi olumsuz yönde etkilemektedir. Her ne kadar siyasi partilerin 66 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu bağlı olduğu yasalar ve tüzükler vasıtasıyla yönetildiği öne sürülse de; Türkiye’de partilerin üst kurullarının – Genel Başkan ve Genel İdare Kurulu- seçilmiş teşkilatları görevden alması ve genelgeler çerçevesinde teşkilatların aynen bürokrasi gibi yönetilmesi, aday belirleme yöntemlerinde seçimlerin yeni atama listeler bırakılması katı bir hiyerarşiyi ortaya koymaktadır. Kısacası Türkiye’de hemen hemen hiçbir partide sağlıklı bir üye kaydının bulunmadığı söylenebilir.” (21) Batum da Türkiye’de, parlamenter sistemin özüne de bağlı olarak, monist bir sistem olduğunu, bu monist sistemin, Türkiye’de partici demokrasinin çok fazla olmaması ve liderlerin üstün konumuyla özdeşleştirildiğinde, çoğulculuğun yerini tek sesliliğe götürdüğünü, partilerin sistemin tamamına hâkim olduğunu, partilerde de liderin sisteme hâkim olduğunu söylemektedir. Batum şöyle devam etmektedir: “Türkiye’de partiler sistemi, Türkiye’deki siyasal rejimlerin krizine yol açmaktadır. Siyasal rejimlerin krizi, hukuk devletiyle pekişmeyince veya hukuk devletiyle dengelenmeyince, tartışılagelen bir siyasal rejim krizi oluşmaktadır (22). Türkiye’de temel siyasi sorunların nedeni, Türkiye’deki siyasal yapılanmadır ve o da Türkiye’deki partiler sistemidir. Türkiye’deki var olan 67 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu siyasal sistemin içerisindeki çok fazla unsurun yer almaması olanların da maalesef liderlere bağlı partiler sistemi olmasıdır. (23) Türkiye’de maalesef parti örgütlerinin sahip oldukları anlayış, yapılanma biçimi, buralarda oluşturulan hâkimiyet ve kadrolaşma ile işleyiş, hem demokrasimiz adına hem de siyasal partilere yansıyan demokratik uygulamalarımız adına bir aynadır. Demokrasinin işleyişine ivme kazandıracak olan Siyasal Partilerdir. Dolayısıyla öncelikle onların demokratik bir yapılanmaya sahip olması beklenir. Parti içi demokrasinin var olabilmesi gerekir ki demokrasi adına çareler üretilebilsin. Parti içi demokrasinin işleyebilmesi için de öncelikle, çok güçlü, demokratik ve ideal bir örgütsel yapıya ihtiyaç duyulmaktadır. Tuncay, Türkiye’de her ne kadar partilerin içyapıları kurallara bağlı görülse de, taşra örgütleri ile genel merkez arasında bağlar kuvvetli değildir. Çünkü taşra örgütlerinin hükümet kararlarının alındığı merkezlere, isteklerini iletemedikleri, siyasal kararlara katılamadıkları görülmektedir” demektedir. ( 24) Tuncay, Türkiye’deki siyasal partilerde hâkim olan görünümü ve tıkanma noktalarını da şöyle değerlendirmektedir: 68 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu “Ülkemizde siyasi partiler kurulduktan sonra teşkilatlanırken kurucular kurulunun belirlediği Genel İdare Kurulu veya Merkez Yürütme Kurulu’nun atamalarıyla il ve ilçe’lerde organlar oluşturmaktadır. Bu durum bir takım sakıncalara yol açmaktadır. Genel merkezin tanıdığı isimler gündeme geldiğinde, il ve ilçelerin oluşumu sırasında kayıtlar belli merkezlerin blok kayıtları olacağından ve karşı grup gibi algılanacak kişilerin kayıtları daha başlangıçta karardan geçmeyeceğine göre, oluşum süreci içinde hiyerarşik yapılanma ve merkeziyetçilik gündeme gelecektir. (25) Lider sultasında, genel başkan ve onun katmaları partiyi çete gibi ele geçirdiğinden otuz sene sonra aynı kişiler yani –liyakatli değil, sadakatli kişiler- siyasi partiyi ve devleti yönetirler. Liderlerin çevresinde genellikle uzman nitelikli kadrolar bulundurulmaz. Lidere itaat edenler parti yönetiminde egemendir. Böylece, siyaset parti yapısı bozulduğundan katılımda daralma olur. Sınırlı kişiler siyasetle ilgilenir. Bu nedenle iktidara gelen parti de dar bir kadro ile devleti yönetmektedir. Türkiye’de partiler liderleriyle özdeşleştirilmişlerdir. Örneğin, Demirel’ciyim, Özal’cıyım, Ecevit’ciyim vb. gibi. Siyasal yaşamımız içinde sürekli bir diyalog kopukluğu ve uzlaşmazlıklar yaşanmış, liderlerin tutumundan veya kişisel çekişmelerden, yeni partiler doğmuş, yine de ikinci adamlar ve kadro hareketi bilinci yerleşmemiştir. 69 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Türkiye’de liderlerin partilerini yönettikleri sürece kıskanç davrandıkları, kendilerinden sonra göreve gelebilecek “Potansiyel Liderleri” yetiştirme ya da onlara şans tanıma yönünde gayret göstermedikleri görülmektedir. Parti liderinin herhangi bir sebeple liderlikten ayrılması, ölümü ya da zorda olsa çekilmesi gibi hallerde, siyasi partilerin yönetim kadrolarının sürekli eridikleri, oy tabanını yitirdikleri veya bölündükleri ortak bir kanaat olarak gündeme gelmektedir. (26) Türkiye’de tüm partilerde delege seçimlerinin demokratik ölçüler içinde yapıldığını söyleyebilmemiz mümkün değildir. Bu durum zaman zaman basın organlarına da yansımaktadır. Siyasi partilerde en yoğun şekilde tüzük ihlalleri delege seçimlerinde yaşanmaktadır. Bu nedenle, delege seçimlerinin sağlıklı ve demokratik usullerle yapılabilmesinin temini Kongreler gibi “delege seçimlerinin de hâkim teminatı altında yani yargı denetiminde” yapılması fevkalade yararlı olabilir. Oysa siyasi partilerimiz bu uygulamayı “iç işlerine müdahale” gibi görmektedirler. Hizip-ekipler bir birlik içine gelerek, delege seçimlerinde üstünlük kazanmaya çalışırlar. Yönetimi ellerinde tutanlar delegelerin kendilerini veya kendilerine yakın kişilerin olması yönünde büyük gayret gösterirler. Bu kişiler, 70 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu delegeleri genellikle “masa başında” belirlerler. Birkaç sorun çıkacak mahallede sandık kurdurularak görünüşte bir seçim yapılmak suretiyle; muhalif grubun önerdiği isimleri de ihtiva eden bir “uzlaşma listesi” ile delege adaylarını belirlerler. Temsilcisiz ve sahipsiz mahallelerin delegelerinin tümü yönetim kurullarınca masa başında yazıldığından, kongre üstünlüğü yönetimi ellerinde tutanların eline geçmektedir. (27) Muhalif ekiplerde bir birlik içine girerek, gerçek seçimlerle delegelerin belirlenmesi için çaba sarf ederler. Yönetim kurullarının listelerde ve adreslerde hile yaptığı, başka bölgelerden kaydırılan blok üyelerin bulunduğu, belirtilen adreslerde delege seçimlerinin yapılmadığını veya bu üyelerin kendi mahallelerinde oturmadığını noter aracılığı ile tespite dahi çalışırlar. İşte bu şekilde delegelerin “masa başı” tabir edilen, adil olmayan yöntemlerle belirlenmesi ve bu delegelerle İlçe, İl ve Genel Merkez Yönetim organlarının oluşması, partilerde sürekli bir hizip-ekip çatışmasına dönüşmektedir. Ortak rakibin yer ve yön değiştirmesi hizipleri de etkilemekte, parti içi müdahalede enerji kaybına yol açmakta, delegelerin boşu boşuna birbirleriyle kötü oldukları, başkalarının kullanımına alet oldukları ve daha sonra aynı ekiplerde birleşebildiklerini veya mücadeleden vazgeçtikleri görülmektedir. Uzun süre “dinamizmini ve işlevselliği muhafaza edemeyen partide” haksızlığa ve 71 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu vefasızlığa uğrayan demokratik yapılı mücadeleci kişiler, antidemokratik yöntemleri aşamadıklarından siyasi partilerini değiştirmeye karar veririler, ya da “siyasi faaliyetlere karşı ilgisizleşirler” Sonuç olarak delege seçimlerindeki oyunlar ve sorunlar bütün partilerde ne yazık ki devam etmektedir. Parti içi demokraside en başta gelen ve en önemli sorulardan birisi olan delege seçimleri; partilerin hayati fonksiyonları sayılan parti organlarını, hatta daha üst kurullarıyla birlikte genel başkanlarını seçtiğinden son derece önemlidir. Partiler ve adaylar için son derece önemli, “parti aday belirleme yöntemleri”nden birisi de; milletvekilleri ve Belediye Başkanı, İl Genel ve Belediye Meclisi adaylarının delegeler tarafından seçilmesidir.” (28) Tüm bunlar göstermektedir ki ülkemizde yaklaşık yüzyıl önce başlayan ilk denemeleri ve 82 yıllık bilfiil uygulamalarına rağmen, demokrasinin kavranması, yerleşmesi ve uygulanması konusunda halen ciddi sorunlar bulunmaktadır. Ne var ki vahim olan durum, demokrasinin en ciddi, en önemli ve temel kurumu olan siyasal partiler, tüm bu yapı içinde en sorunlu olan kurumdur. Öyle anlaşılmaktadır ki Batılı anlayış ve uygulama biçimlerine göre demokrasinin, öncelikle 72 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu partileriçi ve partilerarası demokrasi anlayışının yaşama geçirilmesi gerekmektedir. Yine görünen o dur ki parti üst düzey yönetiminin yetki alanlarının olabildiğince sınırlandırılması, atılması gereken ilk adımı oluşturmaktadır. Özellikle seçimler öncesi aday saptamada üst düzey kadronun sınır tanımayan seçim yetkisi, milli iradenin sandığa tam olarak yansımasını önlemekte ve bu durum da demokratik işleyişi aksatmaktadır. Altun, haklı bir değerlendirme ile 12 Eylül Askeri Müdahalesinin parti diktatöryasına yönelik yapılmış olmasına rağmen, bunun tam tersi bir sonuçla, söz konusu diktatöryanın artarak yerleştiğinden söz etmektedir. Altun, “12 Eylülün gerekçesinde lider diktatöryasından bahsediliyordu. Fakat 12 Eylül öncesi, İsmet Paşa’ya basın mensupları soru sordukları zaman, “bu konuyu yetkili kurullarıma götürerek alacağım kararı daha sonra size arz ederim” diyordu. Bülent Ecevit’e sorulduğunda, “bu aşamada olanakların, olasılıkların üzerinde durmak istemiyorum, yakın bir gelecekte bu konuda kurullarımızı toplayarak görüşlerimizi arz ederiz” diyordu. Demirel de aynısını yapardı. 12 Eylül’den sonra ise 12 Eylül’ün gerekçesi olan bu durum azalmamış daha da artarak devam etmiştir” demektedir. (29) 73 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Amerikalı yazar Schattschneider, parti içi demokrasi ve kitlelerle paylaşmaya iyi bir niteleme olması açısından, aday belirlemenin önemini şu sözlerle vurgulamıştır: “Aday belirleme süreci, partinin en hayati işi olmuştur. Aday belirleme sürecinin niteliği, partinin niteliğini tayin eder. Adayları kim seçebiliyorsa, partinin sahibi de odur. Dolayısıyla bu süreç, parti-içi iktidar dağılımının gözlemlenebileceği en iyi noktalardan biridir.” (30) Deneyimli bir siyasetçi ve bir partinin çok uzun yıllar süren başkan yardımcılığını yürütmüş olan Mehmet Keçeciler de tartışılan noktalara ilişkin düşünce ve deneyimlerini şöyle paylaşmaktadır: “Bütün Türkiye’de örgütleneceksiniz, örgütlenme ihtiyacı duyacaksınız, kapılarınızı vatandaşa açacaksınız ve size müracaat eden insanları da partinize kaydetme noktasında oldukça serbest hareket edeceksiniz. Mademki siyasi partiler, temsili demokrasinin vasıtasıdırlar, ben de seçme ve seçilme hakkımı siyasi partiler aracılığı ile kullanacağım. Vatandaşlara siyasi partilerin kapılarının açık olması lazımdır. Ama tatbikatta il ve ilçe teşkilatları kurulduktan sonra, ilçe teşkilatları kongrelerini 400 kişiyle, il teşkilatları da 600 kişiyle yaparlar. 400 kişiden fazlasını kaydetmemeye, kendi arkadaşlarından başkasını, 74 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu kendisini seçecek insanlardan başkasını partiye sokmamaya – bilhassa büyük partilerde – çok dikkat ederler ve orada büyük sorunlar çıkar. Demek ki siyasi partiler, iç dinamiklerinde teşkilatlanırken buraya da çok dikkat etmelidirler. Yani siyasi partilerin üye girişleri açık olmalıdır, şeffaf olmalıdır, partilere rahatça girilebilmelidir. Çünkü mademki ben siyasi hakkımı kullanacağım, bu siyasi partiyi de tercih etmişim, oraya üye olabilmeliyim, girebilmeliyim. Müracaatım herhangi bir şekilde, sudan bahanelerle reddedilmemeli. Neticede ne oluyor? Bakın, ta İttihat Terakki Cemiyeti’nden bu yana görünen odur ki siyasi partilerin kongreleri yapılıyor, bu kongrelerden sonra o partinin içerisindeki bir kısım insanlar ayrılıyor, başka bir parti kuruyor. Demokrat Parti bile böyle kuruldu. Yani kongre yapılıyor, kongrede dediğini, arzu ettiğini alamamak, parti içi demokrasinin işlememesinden dolayı sıkıntıya düşmek sebebiyle yeni kurulan siyasi partiler hep ana partiden ayrılmak, bölünmek şeklinde kurulup geliyor. Bu ise, bizim demokrasimizin, siyasi partiler açısından bir noksanıdır ve asıl üzerinde durulması gereken nokta budur. Siyasi Partiler Kanunu’nu elbette ki yasaklardan arındırmalıyız ama siyasi partilerimizin iç dinamiğini mutlaka demokrasi kurallarının işleyebileceği hale getirmeliyiz. Bu mümkün mü? Mümkün, buna imkân verebilecek hükümler bugünkü Siyasi Partiler 75 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Kanunumuzda bile var ama onları geliştirmek lazım. Demokrasinin vazgeçilmez unsuru olan siyasi partilerin içerisinde çok antidemokratik olaylar meydana gelir. Bu meydana gelen olaylar da demokrasi adına yapılır. Netice itibariyle millet, siyasi partilerin yaptığını tasdik etmek durumunda kalır. Bu antidemokratik uygulamalar sonucu çıkan listeleri millet tasdik etmektedir. Efendim ferden müracaat hakkı yok mu? Teorik olarak var, bağımsız olarak istediğiniz yerden gidersiniz, aday olursunuz. Ama benim kanaatim odur ki siyaset ferden yapılan bir iş değildir. Türkiye’de siyaset ferden yapılan bir iş olmaktan çıkmıştır. Güneydoğu’daki bazı bölgelerimiz hariç, bazı küçük yerlerimiz hariç, siyaset artık bir parti işidir, bir ekip işidir, bir arkadaş grubu işidir, bir felsefi beraberlik, siyasi inanç beraberliği işidir ve sonuçta bir siyasi parti işidir. Siyasi partileri kendi iç bünyelerinde demokratik hale getirmeliyiz. Dikkat edeceğimiz konu neresi? Bir, teşkilatlanmada mutlaka siyasi partilerin yöneticileri, mevcut üyelerinin tam iştirakiyle görev başına gelebilmeli, kongrelere çok dikkat edilmeli ve siyasi partiler kongrelerden çıkan yöneticiler tarafından idare edilmeli ve o kongreler sağlıklı bir tarzda yapılmalı. Bütün üyelerin iradesi orada serbestçe tezahür edebilmeli. Aday belirlemelerinde partiye kayıtlı üyelerin, büyük ölçüde iradeleri ortaya çıkabilmelidir.” (31) 76 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu 3.2. Türkiye’de Parti İl Başkanı Olmak Türkiye’de demokrasi ve onun kurumlarının yapılanma ve işleyişte sahip olduğu sorunların ilk yaşandığı yerlerden biri olduğu kadar, ülkenin içinde bulunduğu, kültürel, eğitimsel, ekonomik, sosyal ve coğrafi gerçeklerin düzeyini görme açısından da en uygun statünün il başkanlığı olduğunu söylemek, bir abartı olarak kabul edilmemelidir. Türkiye’de ya da daha özel ve yerleşik siyasal nitelemesiyle Anadolu’da İl Başkanlığı statüsünden, özellikle parti tabanında önüne gelen tüm işleri yapabilecek, kudretli, her kapıyı açabilecek bir siyasetçinin makamı anlaşılmaktadır. Daha en başta bu anlayış, bir silsile olarak hem tüm siyasal yapıyı algılayış biçimini hem de demokrasinin gerçek anlamda işlemesinin önündeki temel açmazı göstermektedir. Türkiye’deki siyasal yapılanmanın ve siyasal kültürün hastalıklı bir hal almasının temelinde, en üst yapı olan liderlik olduğu kadar en alt yapı olan üyelik ve delegelik tipi ve sistemi de yatmaktadır. En üst yapıdaki hastalıklı işleyiş bir önceki bölümde irdelenmeye çalışılmıştı. Ancak en alt yapı 77 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu olan delegeliğin işleyişi ve bunun ilk düzeyden muhatabı olan il başkanlığı, işlevleri, önemi ve misyonu da en az liderlik kadar irdelenmeyi gerektirmektedir. 12 Eylül 1980 Askeri Müdahalesi ile değiştirilen Siyasal Partiler Yasasının ülkenin aydın kesimini dışarıda tutmaya özen göstermesi, oluşturulmaya çalışılan siyasal yapılanmanın daha en baştan yapmacık ve kurmaca bir yapı olması ve sorunlara sahip olsa da elde edilmiş siyasal birikimin bir anda silinip atılması, bugün kangrenleşen yapının nedeni olarak gösterilebilir. Siyasetteki partileşme ve partilileşme öylesine düzeysiz hale getirilmiş ve öylesine kişisel çıkarlar anlayışına dayandırılmıştır ki artık bir toplumsal politikadan, topyekun kalkınma siyasetine yönelik arayışlardan söz etmenin olanağı kalmamıştır. Yerini alan yapılanma ve anlayışı genel çerçeveleri ile şöyle ortaya koymak mümkündür: Partiye kayıtlı olan üye veya delegenin, partiye, siyasal düşünceye ya da yaşadığı kente katkı sağlayacak vasıflara sahip olması aranan, beklenen bir özellik değildir. Önemli olan, kayıtlı üyenin delege olmayı bir biçimde başarmasıdır. Delege, il başkanına kongrede oy vererek onu bu makama getirdikten sonra artık kendi hayatına ilişkin yaşadığı tüm sorunlarda ve çevresiyle ilişkilerinde, onu ilk başvuru kaynağı ve bir tür sorun çözücü olarak görmektedir. Örneğin, mahallesindeki sorunları çözebilecek ilk mercii olarak 78 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu onu görmekte, işsiz olan kızı ya da oğlunu mutlaka işe sokmasını beklemekte, talep ettiği iş için oğlu ya da kızının uygun ya da vasıflı olup olmamasını önemsememekte, hatta kendi sosyal çevresindeki kişisel saygınlığı için bile il başkanı ile olan ilişkisini kullanmaktadır. Delege için, yalnızca seçilmiş olan il başkanına oy vermiş olması yeterlidir. Dolayısıyla il başkanı onun her sorununu çözmeli, devletteki her başvurusunun mutlaka gerçekleşmesini sağlamalıdır. Bu başvuru çocuğunun geçemeyeceği bir iş için açılan sınav, polis ya da belediyeye yansımış bir sorun, tapu dairesindeki bir tıkanma, gelinin ya da kızının tayini, oğlunun askerlik sorunu, altından kalkamayacak bile olsa girmek istediği ihale için olabilir. Bu amaçlarla teklifsiz ve randevusuz bir biçimde il başkanının (eğer delege ilçede ise bu kez de aynı şekilde aynı beklentiler ilçe başkanına yönelik olarak) evine gitmek, onu baskı altına almak, gecenin herhangi bir saatinde, örneğin sabaha karşı 03’te bile telefonla aramak, delege açısından doğal davranışlar olarak kabul edilebilmektedir. Durumun bu çerçevede geliştiği koşullarda, kabul edilmelidir ki il başkanlığı makamı tamamen partililerin, delegelerin iş takipçiliğini yapmak için işgal edilmiş bir makam vasfı taşımaktadır. Oysa demokrasi kültürünün geliştiği bir siyasal yapılanma içinde, ilçe ya da il başkanı partisinin ideoloji, plan, proje 79 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu ve programını vatandaşa tanıtmakla sorumlu, bulunduğu yörede yapılması gereken hizmetlerin, çözüm bekleyen sorunların ya da projelerin parti yönetimine taşınması ve takibi ile yükümlü bir kişiliktir. Ancak, Türkiye gibi demokrasi kültürünü bir türlü yerleştiremeyen bir ülkede maalesef olması gereken bu sistem işleyememektedir. Devlet dairesinde iş yapma cesareti olmağı için o devlet dairesine ancak il başkanıyla beraber gitmek zorunda olduğunu düşünen partili için bu kadar sorunlu ve bürokrasi ile kuşatılmış bir ülkede engelleri aşabilecek, bu işsizlik ortamında iş bulabilecek en yakın güç, doğal olarak il başkanı olmaktadır. Bu durum belki İstanbul ve Ankara gibi büyük kentlerdeki il başkanları için bu kadar vahim boyutlarda olmasa da Anadolu’nun diğer tüm kentlerindeki il başkanları için gerçekten de bu boyutlardadır. Anadolu’da özellikle küçük illerde il başkanının bulunamaması gibi bir sorun yoktur. İl başkanı parti binasında, işinde, evinde, kahvede, sinemada, sokakta, lokantada, meyhanede rahatlıkla bulunabilmektedir. İş takipçiliği yapmak ve partilinin sorunlarını çözmek zorunda olan bir il başkanı da doğal olarak sık sık bürokrasi ile karşı karşıya gelmektedir. Partilisinin 80 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu işini çözmekle yükümlü il başkanı hangi düzeyde olursa olsun o bürokrata sürekli talepte bulunan, belki de olmayacak şeyler örneğin partilisinin yakınını şefliğe, müdürlüğe atamasını isteyen, sürekli bir biçimde kayırılmayı bekleyen, her talebinin gerçekleşmesi için her tür baskı aracını gerektiğinde kullanan bir siyasi kişilik görüntüsü çizmektedir. İşlerin, atamaların böylesi süreçlerle gerçekleştiği bir ülkede de ister istemez, liyakat, başarı, deneyim, beceri, dürüstlük gibi vasıfların bir anlamı kalmamakta, en önemli makamlar, yalnızca bir siyasetçiye olan yakınlığı nedeniyle bilgi ve beceriden uzak insanlar tarafından işgal edilmektedir. Bu da hemen her kurum ya da kuruluş düzeyinde sorunların aşılamamasına, gelişmenin gerçekleşmemesine, sağlıklı işleyişin tıkanıklara gömülmesine neden olmaktadır. İl başkanı bulunduğu yörede partisinin genel başkanı ve genel merkezi adına partinin en üst düzey yöneticisidir. Genel başkan ülke siyaseti ile ilgili bir takım kararları alıp, sorunları ekibi ile saptayıp, ülke siyasetine yön verecek çalışmalar yaparken, il başkanı da o yöredeki siyaseti en ince detaylarına kadar inceleyip yine ekibi ile birlikte o yöreye hizmet getirmek için var olan bir işlevsel makamdır. Bu noktada 81 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu muhalefet il başkanlığı ile iktidar il başkanlığı arasında temel de bir farkın bulunmadığını da belirtmek gerekmektedir. Muhalefetteki bir partinin il başkanlığını yapmak ne kadar zor ise iktidarda ki bir partinin il başkanlığını yapmak ta o derecede zor olmaktadır. Ancak en büyük sorunun koalisyon hükümetleri dönemlerinde ortaya çıktığı görülmüştür. Koalisyona mensup kaç parti var ise o kadar sayıda il başkanı, aktif işlev görmesi gerekmektedir ki bu çok zor bir durumdur. Liderlerin üst yapıda anlaşıp uzlaşması ve birlikte hareket etmesi ile aynı anlaşma, uzlaşma ve eylem birliğinin o ilde il başkanları düzeyinde gerçekleşmesi arasında ciddi farklar bulunmaktadır. Örneğin, yörede görev yapan bir bürokratın görevden alınmasını koalisyona mensup il başkanlarından birinin isteyip diğerinin istemediği durumda, hem bürokrat hem de görevli olduğu birim tıkanma yaşamakta, hizmet ya da görevler aksamaya başlamaktadır. Bürokratın, koalisyon ortaklarından bir partinin il başkanına yakın olması, koalisyon ortağı partinin diğer il başkanı ile aynı yakınlığı kuramaması durumunda, bir il başkanı tayin ettirmek diğeri yerinde kalmasını sağlamak için mücadele eder hale gelmektedir. Aynı 82 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu mücadelelerin milletvekilleri ve bakanlar düzeyinde de yaşanması durumu iyice içinden çıkılmaz hale getirtmedir. Bu durumda da ne ülkeye ne de o yöreye sağlıklı hizmetler, projeler, kalkınma hamleleri getirilememektedir. Bu nedenle istikrarlı ve tek parti hükümetini, liderler ve milletvekilleri kadar il başkanları da istemektedir. Bu çalışma çerçevesinde deneyim ve görüşlerinden yararlanmak için kendisiyle yüzyüze görüşülen TBMM eski Başkanı, hukukçu, siyaset adamı Hüsamettin Cindoruk, il başkanlığına yönelik olarak şu çarpıcı bilgileri vermektedir: “Türkiye’de il başkanının önemi devlet yönetimine katkısı ve gayesinden tanınır. Aslında başka ülkelerde il başkanları daha çok parti konularını çözen, partiye görüşlerini bildiren ve partiye etkisi olan kişilerdir. Biz de bürokrasinin güvencesiz oluşu, zaman zaman da kararsızlığı il başkanının etkisinin artmasına neden olmaktadır. İl başkanları bir süre sonra valinin yerine geçebilmektedir. Diğer deyişle il başkanı iktidar partisinin il başkanıysa valinin yerine geçer, vali kadar etkili hale gelir. Belediye başkanının yerine geçer belediye başkanını yönetir. Kudretli il başkanları, Türkiye gibi henüz kalkınmasını bitirmemiş bir ülkenin en önemli otoritesi haline gelirler. Her şey onlardan sorulur. Bu doğru mudur? Bu yanlıştır ama yanlışlığı 83 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu kadar da pratik değeri de vardır. Bir boşluğu doldurur. İl başkanının otoritesinin artışı o ilde bürokraside var olan kararsızlığı, tartışmayı, valilin korkarak yerinden olma duygusuyla hareket etmesi durumunda, il başkanının inisiyatifini artırır. Siyasi hayatımızda toplayıp yöneten, o ili yönlendiren çok il başkanı olmuştur ama bazı il başkanları da bu çerçevenin içine girmez. Bir il başkanı partisine ve yöresine büyük yararlar da sağlayabilir zararlar da. Yapılacak iş nedir? Yapılacak iş yerel yönetimin güvence altına alınmasıdır. O yerel yönetimdeki vali, belediye başkanı hatta mahalli idareciler güvence altına alınmalıdır. Devlet idaresinde müdür, başmüdür, bölge müdürü gibi görev alacak kişilerin daha doğru seçilmesi ve görevlerinden rasgele alınmaması, yükseltmelerin başarı, liyakat, ahlak kriterlerine göre yapılmasıdır. Ancak bu sağlanırsa il başkanlarının siyasi çerçeveye çekilmesi mümkün olur.”(32)Gerçekten de deneyimli siyaset adamı Cindoruk’un da önemle vurguladığı gibi, tüm bu sorunlara çözüm olabilecek kısa vadedeki çözüm, hem yerel yönetimlerin güvence altına alınması hem de il teşkilatlarında siyasetten bir şeyler kazanmaya yönelik değil siyasete bir şeyler kazandırabilecek nitelikli, saygın ve dengeli kişilerin yer almasının sağlanmasıdır.Siyaseti tesadüfen yapan, siyasetten 84 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu kişisel çıkarlar bekleyen, beklediği kıdeme layık olmadığı halde o kıdeme gelmesini istediği kişi için Ankara yollarını aşındıran, yeterli niteliklere sahip olmayan bir iş adamı veya müteahhide ihale alabilmek için iltimas bekleyen, bakanların zamanların işgal eden, kalifiye olmayan birinin devlet dairesine alınmasını sağlamak için milletvekilleri üzerinde baskı kuran il başkanlarıyla, ne demokrasinin ne siyasetin ne de ülkenin düzlüğe çıkmasının olanağı bulunmamaktadır. Devlet dairesinde, aldığı eğitimle ilgisi olmayan ve konumuyla bağdaşmayan kişilerin işgal ettiği makamlardan ya da söz de iş adamlarından o il başkanına yönelik bir takım özel menfaatlerin akışı, bir tür karşılıklı paslaşma olarak değerlendirilmektedir. Ne var ki bu tür konumları ellerinde tutan kişilikler, bulundukları konumları ya da elde ettikleri kolay ve haksız kazançları yitirmemek adına, hangi parti iktidar olursa bu kez o partinin il başkanı ile benzer ilişki biçimine yönelmektedirler. Örneğin, bir devlet dairesindeki vasıfsız bir çalışan, bir partinin iktidar olduğu bir dönemde, o partinin il başkanına yakın durarak şefliği, bir sonraki iktidar döneminde bu kez yeni iktidar partisinin il başkanına yakın durarak müdürlük makamını elde edebilmiştir. En acısı da tüm bunların artık Anadolu’da olağan şeyler haline gelmiş 85 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu olması ve bunu gören nitelikli kişiliklerin de siyasetten ve bürokrasiden uzaklaşmış olmasıdır. Oysa beklenen o olmalıdır ki il başkanı hiç değilse, boş olan bir devlet kadrosunun ya da aksayan bir kadronun, mutlaka vasıflı ve hizmet üretecek kişi ya da kişilerle doldurulmasını sağlamak için çalışmasıdır. Şahsı için değil, yöresi, ülkesi ve milleti için faydalı olabilecek en doğru kişilerin bir takım kadrolara gelmesini ve bunu yaparken de adil yöntemleri kullanmasıdır. Bu adil yöntem tarafsız kurumlar tarafından gerçekleştirilecek bir sınavın düzenlenmesini teklif etmek ya da sağlamak şeklinde olabilir. Örneğin böylesi bir durum, 1999 yılında Eskişehir Tülomsaş Fabrikaları için 425 kişilik işçi kadrosu açıldığı zaman 4000 kişinin başvurması sonucu doğrudan tarafımızdan, tüm parasal ve duygusal baskıların bertaraf edilerek, ilgili bakandan ÖSYM’nin yapacağı sınavla, bu kadrolara uygun kişilerin alınması yönündeki teklif ve bu teklifin kabul görmesi ile gerçekleştirilmiştir. Bu olay sonrası pek çok partilinin öfkesine muhatap olunmuş, il başkanı hedef gösterilerek partiden istifalar gerçekleşmiştir. 86 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Bir parti il başkanı elbette, partiye emek veren kişilere karşı özel bir hassasiyetle davranmasını bilmelidir. Ancak bunun dışında bir il başkanı partisini büyütmek istiyorsa, partililer üzerinde etkili olmak istiyorsa, bunu örnek davranışlarıyla, adaleti, çalışkanlığı, hak ve hukuka olan teslimiyeti ve kendisine duyulan güven ile başarmak durumundadır. S SO ON NU UÇ Ç Siyaset ve partiler aynı ideolojiyi, ülküyü, ufku, amacı taşıyan, kalkınmayı topyekun planyan, idealizme inanmış kişilerin ortak bilinç ve eylemle yürütebileceği, iktidar olabilme aracıdır. Lider kendiliğinden mi ortaya çıkmakta, yoksa çevre ve koşullar ile ihtiyaçlar mı liderleri doğurmaktadır. Demokrasinin tam, sağlıklı, katılımcı, çoğulcu, tüm kurumlarıyla birlikte işlemesinin yolu nasıl olmalıdır? Demokrasi nasıl tabana yayılabilir? Ne zaman müdahalelere gerek bırakmadan kendini koruyabilir ve geliştirebilir. Bu ve daha çoğaltılabilecek pek çok sorunun cevabı için öncelikle demokrasi kültürü, demokrasi deneyimi, demokrasi bilinci ve demokrasi kurumlarının çağdaş ülkelerin sahip olduğu koşul ve standartlara erişmesi gerekmektedir. Ancak 87 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu daha öncesinde bunların bir ön koşulu da unutulmamalıdır ki refah toplumu olabilmekten geçmektedir. Ekonomik gelişme ve refah toplumu olabilme, eğitilmiş ve eğitim kalitesini sürekli yükselten, diğer deyişle kalkınmış ve sanayileşmiş bir toplum olabilmektir esas olan. Bilgili, becerikli, başarılı erdemleri olan, dürüst ve sözlerine güvenilen kişilerin, yani liderde bulunabilecek özelliklere göre “Yarışabilenlerin” lider olması demokrasinin gereğidir. Demokrasi böylece kitlelere yönelik sağlıklı işleyebilecek, sağlıklı siyasal kararlar, alınabilecek, böylelikle toplumsal mutluluk, barış ve gelişme sağlanabilecektir. Bu koşullar, kendiliğinden, çalışmanın temasını oluşturan il başkanlığı makam ve kişiliğinin de genel çerçevesini belirlemiş olacaktır. Donanımlı, bilgili, vizyonu olan, politika üreten, etkili konuşma ve ikna kabiliyeti olan bir il başkanı, kendisinden üstesinden gelemeyeceği bir işe yerleştirilmesi için teklifte bulunan eğitim düzeyi düşük birini kırmadan, bunun neden olamayacağı yönünde ikna edebilecektir. Yöresindeki bürokrata saygılı ve destek olan, yerel medya ile doğru, sağlıklı ve güvene dayalı bilgi akışı içinde iletişim kurabilen, ekibinde bilimsel yeterliliğe ve vizyona sahip danışmanlar bulundurabilen, araştırmalar yapan, projeler üreten, partisi ve partilisi için çalışırken diğer insanları düşman bellemeyen, topyekûn kalkınmayı 88 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu hedefleyen il başkanları ile ülke demokrasisi ve kurumları elbette gelişecektir. Ne var ki bugün itibariyle halen, tabanca ruhsatı vermeyen valinin merkeze alınmasını, trafik suçu ya da kazası yapınca zabıt tutan trafik polisinin görevden uzaklaştırılmasını, çocuğuna fazla ödev veriyor diye öğretmeninin tayinini, selam vermeyen Milli Eğitim Müdürünün sürgününü isteyen ve en kötüsü de bunları başarabilen il başkanları ile Türkiye, maalesef yol alamamış, tıkanmış, demokrasisi de demokratik kurumları da güdük kalmıştır. Sadece zenginleşmiş ve imparatorlaşmış il başkanları türemiştir. 89 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu K KA AY YN NA AK KÇ ÇA A (1). Kışlalı, A. T. Siyasal Çatışma ve Uzlaşma, İmge Kitabevi, Ankara, 1993, s. 201. (2). Tuncay, Suavi. Parti İçi Demokrasi ve Türkiye, Gündoğan Yayınları, İkinci Baskı, Ekim 2000, Ankara, s. 54. (3). Kışlalı, A. T. s. 200. (4). Kışlalı, A. T. s. 210. (5).Batum Süheyl. Türkiye’de Siyasi Yapılanma ve Temel Siyasi Sorunlar Sempozyumu., Toplumsal Ekonomik Siyasal Araştırmalar Vakfı Yayınları, 11-12 Şubat 2000, Ankara. s. 77 (6). İçel, Kayıhan. Devletle Basın Arasındaki Karşılıklı İlişkiler, Basın ve Basının Karşılaştığı Hukuki Sorunlar Semineri, Hürriyet Vakfı Eğitim Yayınları. Yayın No:3, İstanbul 1983. s. 51 (7). Tuncay, Suavi. s. 20. (8). Tuncay, Suavi. s. 26. (9). Kışlalı, A. T. s.187. (10). Tuncay, Suavi. s. 27 (11). Tuncay, Suavi. s. 27 (12). Tuncay, Suavi. s. 52–53. (13).Tuncer, Erol. Siyasi Partiler ve Demokrasi Sempozyumu, TESAV-Toplumsal, Ekonomik, Siyasal Araştırmalar Vakfı, Yayın No: 8, Ankara, 1995. s.III. 90 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu (14). Özbudun, Ergun. Siyasi Partiler ve Demokrasi Sempozyumu, TESAV-Toplumsal, Ekonomik, Siyasal Araştırmalar Vakfı, Yayın No: 8, Ankara, 1995. s. 1–2. (15). Kabasakal, Mehmet. Türkiye’de Siyasal Parti Örgütlenmesindeki Kısıtlamalar”, Siyasi Partiler ve Demokrasi Sempozyumu, TESAV-Toplumsal, Ekonomik, Siyasal Araştırmalar Vakfı, Yayın No: 8, Ankara, 1995. s.132–133. (16). Kabasakal, Mehmet. s.132–133. (17). Tuncer, Erol. s. II. (18). Tuncay, Suavi. s. 19. (19). Tuncay, Suavi. s. 20. (20). Tuncay, Suavi. s. 95. (21). Tuncay, Suavi. s. 96. (22). Batum Süheyl. s. 78. (23). Batum Süheyl. s. 88. (24). Tuncay, Suavi. s. 171. (25). Tuncay, Suavi. s. 173. (26). Tuncay, Suavi. s. 186. (27). Tuncay, Suavi. s. 196. (28). Tuncay, Suavi. s. 197. (29).Altun, Ahmet. Siyasi Partiler ve Demokrasi Sempozyumu. TESEV-Toplumsal Ekonomik Siyasal Araştırmalar Vakfı Yayınları, Yayın No 8., Ankara, 1995. s. 86. (30). Özbudun, Ergun. s. 10. 91 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu (31). Keçeciler, Mehmet. Siyasi Partiler ve Demokrasi Sempozyumu. TESEV-Toplumsal Ekonomik Siyasal Araştırmalar Vakfı Yayınları, Yayın No 8. Ankara, 1995. s. 32. (32). Cindoruk, Hüsamettin. Kendisiyle 10 Eylül 2005 tarihinde, İstanbul’da yapılan yüzyüze görüşme. Orhan KESİKOĞLU 01.01.1954 Eskişehir doğumluyum. İlk-Orta-Lise tahsilimi Eskişehir Yeni Kolejde tamamladım. Anadolu Üniversitesi Mimarlık-Mühendislik Fakültesi Kimya Mühendisliği bölümünü bitirdim. Kısa dönem 8 aylık askerliğimi tamamlayıp, serbest ticaret yapmaya başladım. 25 yıllık Eskişehir Ticaret Odası üyesi olup, 20 yıldır yetiştiğim şehirde aktif siyasetin içindeyim. Bulunduğum ve onur duyduğum DYP’nin Delegesi, İlçe 2. Başkanı, İlçe Sekreteri, İl 2. Başkanı, İl Muhasibi, DTP ’ nin Kurucu İl Başkanı, seçilmiş İl Başkanı görevlerinde bulundum. 1991 genel seçimlerinde Sn. Hüsamettin Cindoruk ’un listesinde yer aldım. Ana sıralamadaki yerim seçilmeme yetmedi. 92 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu 1994 senesinde Büyükşehir Belediye Başkanı aday adayı, 1995-1999 senelerinde milletvekili adayı oldum. 1992-1994 seneleri arasında ESİAD (Eskişehir Sanayici ve İş Adamları Derneği) Başkanlığı, Eskişehir Spor Yönetim Kurulu Üyeliği, Sanayici ve İş Adamları Dernekleri Konsey Başkanlığı görevlerinde bulundum. 1997-2004 seneleri arasında Türkiye Bilardo Federasyonu As Başkanı olarak görev yaptım. 2000 senesinde İstanbul Mutfak Dostları Derneği üyesi ve 2002 yılından bugüne kadar Yönetim Kurulu Üyeliği görevindeyim. Eskişehir Spor ve Fenerbahçe Spor Klüplerinin kongre üyesiyim. 2005 Doğru Yol Partisi Olağan Kongresinde Merkez Karar Kurulu Üyeliğine getirildim. 93 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu K KİİR RL Lİİ SSU U,, PPE ET TR RO OL LV VE ET TÜ ÜR RK KİİY YE E H HA AZ ZIIR RL LA AY YA AN N M Muurraatt D DE EM MİİR RC Cİİ 94 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Ö ÖN NS SÖ ÖZZ Savaşlarda yakıcı malzeme olarak keşfetti insanlık önceleri onu, sonraları romatizma ve diş ağrılarını dindirmek amaçlı kullandılar. 1870 yılına gelindiğinde aydınlatma aracı oldu, artık sokak ve evleri aydınlatmaya başlamış, içten yanmalı motorun icadı ile insanlığın değişmez enerji kaynağı oluvermişti. Kullanıldığı alanlar genişledikçe kendi değerini arttırmaya ve zor elde edilen bir kaynak olmaya başlamış, insanlık onunla birlikte rahat bir yaşama kavuşmuş bazı zamanlarda ölüm, açlık ve sıkıntıyı görmüştü. Kimi zamanlar savaşlara sebebiyet vermiş ve bu savaşlarda, onu depolarında taşıyan savaş araçları ölüm kusmuşlardı. Dünya ekonomisinin önemli bir unsuru olmuş, kimi ekonomileri şahlandırırken kimi ekonomilere zor anlar yaşatmıştır. Evet bu madde Yunanca-Latince’de taş anlıma gelen (petra) ile yağ anlamına gelen (oleum) sözcüklerinden oluşmuş petroldür. Bu çalışmada sizlere, ayrıntılara fazla girmeden petrolün bulunuşundan sonra geçirdiği dönemler kısaca anlatılmaya çalışılmış, sıkıcı olmaması ve ana konudan sapılmaması için gereksiz ayrıntılardan kaçınılmıştır. 95 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Özenle seçilmiş kaynaklardan zenginleştirilmiştir. yapılan alıntılarla Farklı meslek guruplarına mensup ve farklı görüşlerdeki kişilere ait makalelerin, bir araya getirildiği bu güzel çalışmanın gerçekleşebilmesi amaçlı bütün imkanlarını ve değerli zamanlarını harcayan, başta Bahçeşehir Üniversitesi Rektörü, Prof. Dr. Sayın Süheyl Batum olmak üzere, Bahçeşehir Üniversitesi Hükümet ve Liderlik Okulu Direktörü, Sayın Burak Küntay ve ekibine teşekkür eder, ülkemiz geleceğine ışık tutmasını dilerim. Murat Demirci 96 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu 11..P PE ETTR RO OLL’’Ü ÜN N TTA AN NIIM MII V VE EÖ ÖZZE ELLLLİİK KLLE ER Rİİ Petrol sözcüğü, Yunanca-Latince’de taş anlamına gelen (petra) ile yağ anlamına gelen (oleum) sözcüklerinden oluşmuştur. Her dilde aynı anlamı taşımaz. Petrol deyince, yalnız belirli bir yakıtı [Benzin, Gazyağı, Dizel(motorin), Motor yağı, Fuel oil] değil, Doğal halde bulunan ve yeraltından çıkarılan ham petrol kastedilir. Petrol bir takım hidrokarbonların karışımından meydana gelmiş olup, muayyen bir kimyevi bileşimi yoktur. Hidrokarbon denilen ise, karbon ve hidrojenin uygun bileşimleriyle meydana gelen Metan, Etan, Propan, Bütan, v.s dır. Ancak bunlarda değişik kimyevi bileşimlerde olup değişik petrol tiplerini meydana getirirler. (örneğin: parafin bazlı, asfalt bazlı,petroller gibi). [1] 1.1.Petrolün Fiziksel Özellikleri Petrol sıvı halinde genellikle kahverengi, koyu yeşil veya siyah renkte olup, yoğunluğu kimyasal bileşimine ve viskozitesine göre değişir. En hafif olarak bilinen bir Rus petrolünün özgül ağırlığı (Ö.A.) 0.650 gr/cm3 ve en ağır olarak bilinen bir Meksika petrolünün (Ö.A) ise 1.080 gr/cm3 dır. Bugün petrol endüstrisinde 97 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu petrolün özgül ağırlığı yerine A.P.I. Grafite derecesi kullanılır. Petrolün özgül ağırlığı ile A.P.I. Grafite derecesi arasında ters bir orantı vardır. Grafite büyüdükçe yoğunluk küçülmekte ve petrolün kalitesi yükselmektedir. Grafite küçüldükçe yoğunluk artmakta ve petrolün kalitesi düşmektedir. Petrol genel olarak sudan hafiftir. Petrolü özgül ağırlığına veya A.P.I. Grafite derecesine göre 3 gruba ayırmak mümkündür. Petrol suda erimez; benzin, alkol, eter, aseton içerisinde erir. Petrol ile su az miktarda karışabilirler. Bilhassa petrol yataklarında petrol ile suyun kontak halinde bulunduğu yerlerde su ile petrol belirli oranda karışmış bir emülsiyon halinde bulunurlar. Petrolün viskozite değeri çok önemlidir. Çünkü bu değer petrolün özellikle boru hattı içerisinde akıcılık derecesini gösterir Viskozite değeri yüksek olan bir petrol boru içerisinden zor akar, viskozite değeri düşük ise kolay akar. Petrol esas itibariyle birçok hidrokarbonların karışımından meydana gelmiştir. Ayrıca az miktarda azot (N), kükürt (S) ile, eser halinde de olsa metalik elamanlar mevcuttur. [2] 1.2.Petrolün Oluşumu Petrol eski deniz diplerine çöken hayvan ve bitkilerin üzerine tabii olaylarla yer tabakalarının 98 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu yığılması ve meydana gelen bu havasız ortamda uygun, ısı, basınç altında bakterilerinde yardımı ile teşekkül eder. Bundan milyonlarca yıl önce mevcut kıtaların büyük bir kısmı denizlerle kaplıydı. Bugün denizlerde yaşayan bitkilerin o zaman yaşayan benzerleri, zaman, zaman öldükçe tabaka tabaka denizin çamurlu dibinde biriktiler ve bakterilerin etkisi ile çürümeye başladılar. Bir yandan da bunların üzeri tabaka, tabaka çamur, kum, alüvyonla örtüldü. İşte tortul kütleler böylece meydana geldi. Bu tabakaların altında kalan hayvan ve bitkiler zamanla yağ damlacıkları ve gaz kabarcıkları haline geldiler. Yine milyonlarca yıl sonra yer kabuğunun hareket etmesi, kıvrılarak yükselmesi ile deniz altındaki karalar yükselip kıtaları meydana getirdiler. İşte bu hareketler esnasında, basınç altında kalan petrol, boşluklu ve geçirgen (porous ve permeable) ortamlara doğru göç etti ve Rezervuar denilen bir yerde birikti. Petrolün içinde oluştuğu taşlara, petrolün anataşı adı verilir. En iyi anataşlar olarak; killikalkerli (marn) taşlarla, kalkerler (kireçtaşı) bilinmektedir. Petrol hiç bir zaman yer altında petrol havuzunda birikmez, toplanmaz veya birilerinin dediği gibi yer altında petrol denizi, petrol okyanusu yoktur. [3] 99 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu 1.3.Petrolün Tarihçesi MÖ 450 yıllarında Heredot, Tunus ve Yunan adalarındaki petrol sızıntılarından bahseder. İlk dönemlerde su yalıtımı malzemesi ve savaşlarda yakıcı malzeme olarak kullanılmıştır. Amerika’daki kızıldereliler petrolü romatizma, kas ve diş ağrılarını geçirdiği sebebi ile şifa kaynağı olarak kullanmışlardır. 1745 yılında Fransa'da Pechelbronn'daki Petrollü kıyılarda ilk petrol kuyusu açılmış, Kral XV. Louis tarafından M. de la Sorbonniere'ne lisans verilmiş ve bu kişi dünyanın ilk petrol rafinerisini kurmuştur. 1847 yılında İskoçya'da James Young tarafından petrol ürünleri işlenmiş, 1860 yıllında Amerikalı John Rockfeller Standart oil firmasını kurmuş ve petrolü romatizma ilacı olarak küçük şişelerde satışa başlamıştır. Romatizma ilacı satışından çok büyük paralar kazanan Rockfeller, Amerikan petrol sahalarına el atmaya başlamış ve dev bir tröst olmuştur. 1870 yılına gelindiğinde Amerikalı avukat George Bissel ile kimya profesörü Benjamin Silliman petrolü aydınlatma aracı olarak kullanmışlar, Ardından içten 100 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu yanmalı motorun icadı gelmiş ve artık bu kirli ve pis görünümlü su insanlık için aydınlık geçecek gecelerin habercisi ve yaşamın değişmez bir unsuru olmuştur. İngiltere Başbakanı Churchill "Bir damla petrol, Bir damla kana eşittir" sözü petrolün nedenli değerli bir madde olduğunu anlamamız açısından çok önem arz eden bir yaklaşımdır. Standart oil büyük bir hızla büyümeye başlarken, karşısında bir rakip belirmiştir. Bu rakip Hollandalı Royal Dutch şirketidir. Royal Dutch şirketini yöneten İngiliz Kraliyet Dizbağı Nişanına sahip, Hollanda asıllı Yahudi bir ailenin çocuğu olan Sir Henry Wilhel Deterding’di, Maddi yokluklar yüzünden genç yaşta bankacılık sektöründe çalışan, Deterding daha sonra Royal Ducth şirketinin başına geçivermiş, İnanılmaz manevralar yaparak bu şirketi dünyanın en büyük şirketleri arasına katmıştı. Royal Dutch ile Standart oil artık karşı karşıya gelmeye başlarlar ve ilk randevu Çin pazarında gerçekleşir. Royal Ducth kıvrak bir manevra ile dünyanın en büyük gemi ve nakliyat şirketi olan Shell ile ortaklık kurarak, Uzakdoğu ‘da ürettiği petrolü daha az maliyet ile Avrupa pazarına getirmeyi başarmış ve artık şirket isim değiştirerek Royal Ducth-Shell ismini 101 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu almıştır. Petrolün tarihçesinde önemli bir noktaya gelinmiş, diplomasi ve istihbarat bu dönemden sonra hızla büyümeye başlamıştır. İnsanlığa hizmet eden Petrol gelişimini hızlandırırken, Dünya üzerindeki bilhassa Ortadoğu ve Balkanlardaki dengeleri alt üst edecek Pulutokrasi (Zenginlerin hakim olduğu idare) Emperyalizm (Sömürgecilik) Terörizm (Sürekli ve sistemli şiddet hareketleri ile siyasi fikrini yayma ve kabul ettirme) Revolasyon (İhtilal, İnkilap, Ayaklanma) Oligarşi (Bir zümrenin, birkaç kişinin, küçük bir gurubun idaresi) Lağv (Kaldırma, hükümsüz kılma, feshetme) Gibi kavramlarla birlikte adlandırılmaya başlanacaktır... 1.4.Osmanlı Devleti Ve Petrol 1870 yıllarında Amerikan ve İngiliz şirketlerinin girişmiş oldukları mücadele Osmanlı topraklarına sıçramış, Dünya petrol rezervlerinin üçte ikisini elinde bulunduran Ortadoğu’da ağırlıklı söz sahibi olan Osmanlı devletini bu acımasız ve kanlı sürece sürüklemeye başlamıştır artık. Bu süre içerisinde Galiçya,da petrol bulunması Avrupa Devletlerinin 102 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu iştahını kabartmaya sebep olmuş ve balkan harbi patlak vermiştir. İngiliz istihbaratı ve diplomasisi sebebi ile Osmanlı, Arap yarımadasındaki hakimiyetini,de yitirmeye başlamış ve bu topraklarda bir çok küçük devletçikler oluşmuştur. [6] 31 Ağustos 1876’da otuz üç yıl devlet idaresini elinde tutacak, aslında Osmanlının çöküşünü otuz üç yıl erteleme başarısı göstermiş olan otuz dördüncü Osmanlı padişahı 2.Abdülhamit tahta çıkmıştır. 2.Abdülhamit döneminde yaşanan olumsuz durumlar ve 1881’de Teselya, 1882’de Mısır topraklarının işgal edilmesi, padişahın büyük devletlerin Ortadoğu’ya yönelik politikalarına karşı şüpheci bir tutum sergilemesine sebep olmuş, Sultan tarafsız politika yolunu izlemeye dikkat etmiştir. Musul ve Kerkük’te yaşanan olumsuz durumun petrolden kaynaklandığını anlayan Sultan 1890 yılında bu bölgeyi Memalik_i Şahane (Padişah mülkü) olarak ilan eder, bu sürecin hemen ardından Osmanlı topraklarında milliyetçilik hareketleri başlar ve petrol sebebi ile Sultana darbe ve suikast girişiminde bulunulur, İttihat ve terakki yönetimi döneminde çok büyük bir hata yapılacak, Musul ve Kerkük bölgelerindeki padişah mülkü bir kanun ile kaldırılacakdır. Bu karar Osmanlıyı bölgeden ve petrolden uzak kılacak, Artık petrol tröstleri istedikleri 103 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu gibi cirit atacaklardır. Irak’ın işgali sırasında büyük bir sorun olarak karşımıza çıkan Musul ve Kerkük meselelerinde İttihat ve Terakki yönetimin aldığı bu karar Türkiye Cumhuriyeti Devletinin diplomasisini kısıtlayan sebepler arasında karşımıza çıkmaktadır. 1.5.Petrolün Dünya Ekonomisindeki Yeri Ve Geleceği Dünya,da ve ülkemizde sosyal ve ekonomik kalkınmanın en ağırlıklı girdisi olan enerjiye, gün geçtikçe daha fazla ihtiyaç duyulmaktadır. Dünya nüfusunun hızlı artışı ve teknolojinin gelişimi ile birlikte enerji tüketiminin çoğalması, kullanım alanlarının yaygınlığı ve arz talep dengesi içinde bu ürüne bağımlılığı arttırmış ve sonuçta; bu özelliği ile petrol, yerküre içindeki diğer enerji kaynaklarından ayrılarak stratejik bir konuma yerleşmiştir. Petrolü sanayi ve endüstrilerinde kullanmaya başlayan milletler, petrolün bu stratejik önemi ile petrole dayalı siyasi paylaşım ve hareket tarzı belirlemişlerdir. Dünya petrol sektörü 1950 ve 1960 yıllarında büyük petrol şirketlerinin kontrolü altında geçmiş, 1970’li yıllarda ise millileşme hız kazanmış ve OPEC (Petrol ihraç eden ülkeler) etkinliği altındaki yıllar olarak 104 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu gözlenmiştir. Ülke bazında petrol üretimi aşağıdaki grafikte sunulmuştur. PETROL ÜRETİCİSİ ÜLKELER (1000 VARİL/GÜN) 9.230 7.995 6.170 3.800 3.500 3.353 3.215 3.205 2.800 73.105 Suudi Arabistan Meksika İngiltere 2.710 ABD venezuella BAE RUSYA Norveç Dünya Toplam İran Çin [1] Grafikte yer verilmemiş olan, Nijerya ve Senegal gibi ülkeler aslında dünya rezervlerinin büyük bir kısmına sahiptirler yalnız teknoloji eksikliğinden dolayı petrol çıkaramamakta ve açlık çeken ülkeler arasında yer 105 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu almaktadırlar. Ülkemizde bakıldığı zaman Senegal ve Nijerya ile aynı kaderi paylaşıyor gibi gözüküyor tek farkımız açlık sınırında olmamamız bu konuya Türkiye ve petrol kısmında değinmeye çalışacağım. Millileşmenin hız kazanacağı yıllara kadar Ortadoğu petrollerini British Petroleum, Irak Petroleum Company, Shell, Apoc, Standart Oil of California gibi yabancı şirketler işletir. 1960 yılının eylül ayında Bağdat’ta, İran, Irak, Kuveyt, Suudi Arabistan ve Venezuella tarafından, petrol politikalarının belirlenip koordine edilmesi amacı ile OPEC (Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü) kurulmuş, bu ülkelerin ardından sırayla, Katar (1961), Endonezya (1962), Libya (1962), Birleşik Arap Emirlikleri (1967), Cezayir (1969) ve Nijerya (1971) de birliğe üye olmuşlardır. Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin 1946 yılında üretimde sahip olduğu %18’lik oran 1978’de %60 ulaşır ve böylece Ortadoğu çağımızın en büyük enerji kaynağı olan petrolün ana yurdu haline gelir, Petrol üretiminin kontrolünü eline geçiren Araplar petrolü siyasi bir enstrüman olarak kullanmaya başlarlar ve 1972 yılında (Yom Kippur) Savaşı sonrası OPEC, İsrail’in müttefikleri olarak gördüğü batılı devletlere karşı ambargo kararı alır. Kasım1973’de 2,5-3 $/Varil olan 106 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu ham petrol fiyatları 1974 yılında 11-12 $/Varil’e yükselir ve petrol fiyatları bir anda 4 katına çıkar, batılı Devletlerde yaşamı durma noktasına getirir bu kriz, 1979 yılında İran devrimi sırasında 1979-1980’de ikinci şok patlak verir. ikinci petrol krizi yaşanmış ve ham petrol fiyatları 30-35 $/Varil’e yükselmiştir. 1980’lerden sonra petrol getirilerinin inanılmaz rakamlara ulaşması ile bu bölgede israf yaşam tarzına dönüşmeye başlamış, bu kötü gidişin farkında olan Kral Faysal, Mısırlı gazeteci Muhammed Heykel’e gelecek için şöyle yakınmıştır ‘‘Dedelerimiz deve kullandı, babalarımız ise araba...Biz ve çocuklarımız uçak kullanıyoruz...Ancak korkuyorum, eğer bu şekilde paraları çarçur etmeye devam ederlerse, torunlarımız develerine geri dönmek zorunda kalacaklardır.’’ [4] 1986 yılında ham petrol fiyatının 10 $/Varil’e düşmesi ile diğer krizlerin tersine bir petrol şoku yaşanmıştır. Dünya petrol endüstrisinin yeni bir döneme girdiği ve dünya ekonomisinde bilgi ve teknolojik gelişimlerin yaygınlaştığı 1990’lı yıllarda, Sovyetler Birliği’nin dağılması sonucu kurulan bağımsız Orta Asya Cumhuriyetlerinde yüksek teknolojiye sahip bir çok batılı dev şirketlerin arama ve sondaj faaliyetleri içine girdikleri görülmektedir. 1990 körfez krizi sebebi ile 107 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu dünya petrol endüstrisinde belirsizlik yaşanmıştır. 1998 yılı yüzyılın başından bu yana petrol fiyatları açısından 1986 sonrası yıllık düşüşün en fazla gerçekleştiği dönem olmuştur. Mart 1999 yılında uzun zamandır düşük seyreden petrol fiyatının toparlanmasını sağlamak için OPEC üyesi 10 ülke ve üye olmayan 3 ülke petrol Bakanlarının katıldığı toplantıda, dünya üretiminin %5’ine eşit olan günde 4 milyon v/g’lük miktarı kısma kararı almışlar ve mart 1999 sonrası ham petrol fiyatı istikrarlı bir çıkışa geçmiştir. Fiyatların dengeli bir çizgide seyretmeye başlamasının ardından bu seferde Kuzey Amerika ekonomisinin etkisi ve Asya ekonomilerinin iyileşmeye paralel olarak arz ve talep dengesi bozulmuş bunun sonucunda stoklar hızla erimeye başlamış ve fiyat hareketleri üzerinde olumsuz etki yaratarak 1999 nisan ayı sonrasından itibaren hızla yükselmeye başlayarak OPEC hedeflediği 2000 yılında 22-28$/Varil seviyesinin üzerine çıkarak 30$/Varil’e ulaşmıştır ABD’de yaşanan 11 eylül saldırısı sonrası 33$/Varil düzeyine çıkan fiyatlar birden düşüşe geçmiş, Aralık 2001’de 18$/Varil’e inmiştir. Siyasi ve ekonomik gelişmelere karşı son derece hassas olan petrol fiyatları 2002 yılı içerisinde çok inişli çıkışlı bir dönem geçirmiştir. Aralık 2002 tarihinde Venezuella’da ulusal petrol şirketi PdVSA işçilerinin de 108 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu katılımı ile yayılan genel grevin etkisi fiyatları yükselişe geçirmiştir. Dünya rezervlerinin %65’ine sahip Ortadoğu’da Irak’a yapılması muhtemel askeri müdahale ile bölgede istikrarsızlığın artacağı ve Venezuella’daki grevin ocak 2003’tede sürmesi ile petrol fiyat artışının devam edeceği beklentisi ile yükselen spot fiyatlarının önüne geçebilmek için OPEC 12 Ocak 2003’te yapılan acil toplantı ile tekrar üretim kotalarını arttırma kararı almıştır. Mart 2004’de ABD’nin Irak’a askeri müdahalesi başlamış ve daha önce OPEC üyesi ülkeler kararlaştırdıkları kotanın üzerine çıkmışlardır. ABD’nin Irak’ta yavaşta olsa hedefine ulaşmasının etkisi ile petrol fiyatları düşmeye başlamış, Düşüşü engellemek amacı ile OPEC üretim kotalarını düşürme kararı almıştır. Kerkük-Yumurtalık boru hattına düzenlenen saldırının ardından fiyatlar tekrar yükselişe geçmiştir. [5] 2005 yılı içinde petrol fiyatları tekrar yükselerek 61$ ulaşmış.Yükselen fiyatlardan yararlanmak isteyen OPEC, 2005 Haziran ayında 29.95 milyon varil olan üretimini, Temmuz 2005’de 30.24 milyon varile çıkartarak Aralık 1979’dan bu yana en yüksek üretim rakamına ulaşmıştır. OPEC üyelerinden Irak’ ve Birleşik Arap Emirlikleri üretimini en hızlı arttıran ülkeler olmuşlardır. Üretimin arttırılmasına rağmen petrol 109 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu fiyatlarının artışı devam etmekte ve Amerikan petrolünün fiyatının 80$ bulması beklenmektedir. Petrolün geleceği ile ilgili olarak önümüzdeki 20 yıl içinde “süper-güç” konumuna gelmesi beklenen Çin ile ABD arasında kıyasıya bir mücadele olacağı ve ABD’nin Ortadoğu ve Orta Asya’da, başta Fransa olmak üzere bu bölgeye yatırım yapan, Avrupa ülkeleri ile çıkarları doğrultusunda çatışmaya girebileceği ve bir çok ülkenin gelecekte ithal petrole olan bağımlığının artacak olması, Ortadoğu’nun dışındaki petrol rezervlerinde petrol arama ve çıkarmanın maliyeti çok yüksek olduğu düşünüldüğünde Ortadoğu’da kan ve göz yaşının dinmeyeceği gözüküyor. Uluslararası Eneri Ajansı (IEA) tahminlerine göre petrol talebi önümüzdeki 30 yıl boyunca artmaya devam edecek 2003 yılı için 78 milyon varil/gün olarak belirlenen dünyanın petrol ihtiyacı, 2030 yılında 120 milyon varil/günü geçeceği, İthalata bağımlılığı en fazla artacak başta Çin olmak üzere Asya ülkeleri ardından Avrupa ülkeleri olması bekleniyor. Bu nedenle özellikle Ortadoğu, Hazar bölgesi ve Kafkasların geniş rezervlerini elinde tutacak gücün (veya güçlerin) Çin ve Avrupa’yı da kendine bağlayacağı düşünülüyor.Dünya nüfusunun %15’ini gelişmiş ülkeler oluşturmakta bu 110 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu ülkeler petrol ve doğalgazın %11’ne sahipler ve %59 petrol ile %74 doğalgaz tüketimleri gerçekleşmekte, üretim ve tüketimleri arasındaki, uçurum dünyada kaos ve istikrarsızlığa sebep olmaktadır. Konumuzun dışında olmakla birlikte yaşam kaynağımız suyun çok büyük bir azalma olmazsa 30 yıl yeterli olduğu düşünüldüğünde insanoğlu için yaşam koşullarının ilerideki yıllarda nedenli zorlu geçeceği bir gerçek, daha öncede belirtildiği gibi Siyasi ve ekonomik gelişmelere karşı son derece duyarlı olan petrol globalleşen dünyada, alternatif bir enerjiye yerini bırakmadığı sürece Dünya gündemini belirlemeye devam edecek gibi gözüküyor 1.6.Türkiye Cumhuriyeti Devleti Ve Petrol Konumuzun son bölümü olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve petrol ile ilgili olarak Ülkemizde petrolün kısa tarihçesine ve petrol politikalarımızın neler olması gerektiği ile ilgili düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum. Ülkemizde petrol ilk kez 18 Yüzyılda Evliya Çelebi tarafından kaleme alınmıştır. İlk bulgular Trakya yarımadasında yapılmış, 1930 yılında İktisat Bakanı 111 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Celal Bayar’ın ve Başvekil İsmet İnönü’nün girişimleri ile bir petrol arama dairesi kurulmuş, bu dairenin başına Jeoloji mühendisi olan Cevat Taşman getirilmiş 1935 yılında bu daireler birleştirilerek Maden Tetkik Arama Enstitüsü kurulmuştur. Maden Tetkik Arama Enstitüsü’nün kurulması ile petrol arama faaliyetleri hız kazanmış ve 1939 yılında Kuzey Irak’taki petrol yatakları dikkate alınarak sınıra en yakın yer olan Nusaybin çevresinde Hermis, Kerbent ve Basprin kuyuları açılmış, Sondajlarda sadece emarelere rastlanılmış ve kuyular kapatılmıştır. Daha sonra Raman bölgesinde arama çalışmaları başlatılmış, O devrin imkansızlıklarına rağmen Almanya’dan getirilen sondaj makinesi ile 1941 yılında Raman Dağı eteklerinde Maymune Boğazı’nda, Raman-1 petrol arama kuyusu sondajı yapılarak çok az petrole rastlanılmış yalnız ticari değeri olmadığından terk edilmiştir. Daha sonraları yine aynı yerde Raman-2,3.4 ve 5 kuyuları açılmış yine emareli olarak terk edilmiştir. 1941 ve 1945 yılları arasındaki savaş ortamında arama faaliyetleri durmuş, 1945 sonrası Raman Dağı’na çıkılarak Raman-6 ve 7 sondajları yapılmış yine petrol emaresine rastlanılmış ve terk edilmiştir. 1945 sonlarına doğru Raman-8 kuyusunun sondajına başlanılmış ve 1946 yılında Türkiye’nin ilk ticari petrolü ortaya 112 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu çıkmıştır. Ancak günlük olarak sadece 30-40 varil arasında bir üretim kapasitesine sahip ve gravitesi (saflığı) çok düşük olan bu petrolün ne yapılacağı bilinemiyordu, petrolün bulunuşu yapılan masrafa nazaran çok da anlamlı sayılamadı ve arama faaliyetlerinin bitirilmesi amaçlı siyasi ve bürokratik engeller çıkmaya başladı. 1947 yılında MTA genel müdürü İ.Ruhi Berent’in özverili çalışmaları ile Amerika’dan getirilen bir sondaj firması ile Raman-8’in 1.5 km uzağında Raman-9 kuyusu açıldı ve başarılı olundu. Önceleri günlük 150 varil kapasiteli görünüyordu ama uygulanan kuyu temizleme operasyonları ile kapasite 2 katına çıkartıldı ve günde 300 varil ham petrol elde edilmeye başlanıp gravite ölçüm sonuçları 21 olarak belirlendi, artık Türkiye’de petrol konusunda bir dönüm noktasına gelinmişti. 1954 yılında Raman’ın biraz daha ilerisinde yer alan, Daha hafif ve kaliteli petrol sahası Garzan keşfedildi ve çalışmalar başlatıldı. Ancak ortada bir sorun vardı üretilen petrol ne yapılacaktı? Raman’da çıkartılan petrol asfalt olması amaçlı yollara dökülüyor ama aktif çalışan kuyulara pompa indirilip üretime geçilemiyordu. 1954 yılına kadar bulunmuş ve üretime hazır olan petrol kuyularda bırakıldı. Yapılan araştırmalar sonucunda Rulf Parson Company şirketi ile anlaşma sağlanıp Batman’da bir rafineri kuruldu. Bu rafineri günlük 7.000.- 113 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu varil petrol işleme kapasitesine sahip, ağır petrol işlemek üzere dizayn edilmiş küçük bir rafineri idi. Bu rafineriye boru hattı ile %70 Raman, %30 Garzan petrolü karıştırılarak iletiliyordu. Türkiye’nin kendisine ait petrol üretimi ve bunu işleyecek bir rafinerisi mevcuttu. İşin artık profesyonel olarak devam ettirilmesi gerekli idi ve bu amaç doğrultusunda, tarihler 1954 gösterdiğinde MTA Enstitüsü bünyesindeki petrol dairesinin bütün varlıklarının devredilmesi suretiyle TPAO Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı kurulmuş ve petrol arama faaliyetlerine hız verilmiştir.1936 ve 1954’den günümüze kadar 76 adet petrol kuyusu ve 95881 ton üretim yapılmıştır.[7] Türkiye’de birçok ülke gibi petrolle ilgili krizler yaşamıştır bu krizler sırası ile, 1974 yılında petrol fiyatlarının patlayarak 4 katına çıkması ve aynı zamanda Kıbrıs Barış Harekatı ile birlikte batılı ülkelerin üstü örtülü ambargolarına bağlı kalınması sebebi ile büyük bir krize doğru sürüklenmeye başlamış, Dünya petrol tasarrufuna giderken Türkiye petrole sübvansiyon vererek tüketimi arttırmış ve bunun sonucunda dış ticaret açığı 769 milyon dolardan 2.3 milyar dolara fırlamıştır. Türkiye o yıl 303 milyon dolarla rekor bir bütçe açığı vererek bir darboğazın eşiğine gelmiştir. OPEC üyelerinin petrol fiyatını 1979 ve 1980’de ikinci 114 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu kez %150 oranında arttırması Türkiye’yi yoğun ekonomik kriz döneminde yakalamış, işsizlik oranı bir anda %20’lere, enflasyon %63.9’a ulaşmıştır. 1979 ve 1980 petrol krizi, halkı 1974 petrol krizinden daha fazla etkilemiş ve pek çok temel tüketim maddesinin karaborsaya düşmesine sebep olmuştur. Hükümet enflasyonu kontrol altına almak, dış kaynak açığını kapatmak ve ekonomiyi yeniden işler hale getirmek için ünlü “24 Ocak Kararlarını” yürürlüğe koymuş. 24 Ocak kararları ile birlikte TL yüzde 48.6 oranında devalüe edilmiştir. 24 Ocak kararları ile alınan tedbirler sonucunda 1978’de 2.3 milyar dolar olan ihracat 1983’te 5.7 milyar dolara çıkmıştır. Türkiye’nin petrol konusunda neler yapması gerektiği ile ilgili olarak, öncelikle gelecekteki elli yıl içinde rezervlerin ortaya çıkarılması ve tüketilmesi gerekmektedir. Çünkü alternatif enerji kaynakları üzerinde araştırma ve geliştirme faaliyetleri hız kazanmıştır. Bir petrol sondajının günlük maliyetinin 18 bin dolar olduğu ve iki yada üç ay arama faaliyetlerinin devam ettiği, bu zaman sonucunda petrol çıkartılamayıp kuyunun kapatılma ihtimalini göz önüne getirdiğimiz zaman petrol araştırmalarının nedenli zor ve masraflı olduğu gözükmektedir bu sebeple devletin özelleştirmeyi hızlandırması, yerli sermayenin katılımı 115 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu ile petrol arama ve sondaj faaliyetlerine devam etmesi gereklidir. Petrol ve yer altı kaynaklarımızla ilgi olarak eğitime önem verilmeli, Üniversitelerimizde bölümler oluşturulmalıdır. Ülke ekonomisine büyük kayıplar yaşatan kaçak petrolün kesinlikle kontrol altına alınması gerekli ve özellikle karasularımızdan geçiş yapan gemiler takip altında tutulmalı kaçak petrol nakline izin verilmemelidir. Yukarıda özelleştirmeye hız verilmelidir denilmiş yalnız sadece arama ve sondaj faaliyetlerinin özelleştirilmesi gerektiği vurgulanmıştır. Üzülerek belirtmekte fayda olduğunu düşündüğüm 4 adet rafinerisi, bir petrokimya şirketi ve birde deniz taşımacılığı şirketi olan, yıllık 27.6 milyon ton ham petrol işleme kapasitesine sahip, 2004 yılında ortaya koyduğu 8.2 milyar dolar katma değerle ülke hazinesine giren vergilerin yüzde 20’sini karşılayan, Avrupa’nın beşinci büyük kuruluşu olan TÜPRAŞ’ın özelleştirilmesinin ülkemiz geleceği için alınmış hatalı bir karar olduğunu düşünmekteyim. Aslında en acı olan mesele yabancı sermayeye satılma ihtimalinin yüksek olması çünkü bu kuruluşu eline geçiren, ülke ekonomisinin büyük bir kısmını eline geçirecektir. Uluslararası İlişkilerde bir ülkenin güçlü olabilmesi o ülkenin ekonomik gücüne bağlıdır Türkiye Cumhuriyetinin en büyük ekonomik 116 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu gücü bu tesislerdir. Daha öncede belirttiğim gibi TÜPRAŞ’ın satılması yanlış bir karardır, Yabancı sermayeye satılması ise bu ülkeye ve insanlarına yapılan en büyük hatadır. Türkiye, enerji kaynakları son derece zengin olan ülkelerle sınır durumundadır. Dünya üzerindeki ispatlanmış petrol rezervleri Türkiye'nin çevresindedir. petrol rezervi zengini olan Ortadoğu ülkeleri ile enerji ihtiyacı olan sanayileşmiş batı ülkeleri arasında, Anadolu yarımadasının en güvenli koridor olduğu herkes tarafından kabul edilmekte bu da Türkiye'yi 21. yüzyılın "enerji koridorunun anahtarı" yapmaktadır. Doğal geçiş kapısı olma özelliğine sahip olması, ülkemize ekonomik daralmayı aşma fırsatını da sunmaktadır. 117 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu K KA AY YN NA AK KÇ ÇA A [1] Ali Rıza TANRIVERDİ (TÜPRAŞ) www.pmo.org.tr [2] Ali Rıza TANRIVERDİ (TÜPRAŞ) www.pmo.org.tr [3] Ali Rıza TANRIVERDİ (TÜPRAŞ) www.pmo.org.tr [4] Ömer TURAN (Medeniyetlerin çatıştığı nokta Ortadoğu/Acar matbaacılık Aş-09/04/2003-7.Bölüm, 302. Shf) [5] Didem AKYEL (Garanti Bankası Dergisi) [6] Erdal ŞİMŞEK (Türkiye’de İstihbaratçılık ve Mit) [7] Şenol YANMAZ (www.pete.metu.edu.tr/) 118 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu S SO OĞ ĞU UK KS SA AV VA AŞ ŞS SO ON NR RA AS SII A AV VR RA AS SY YA A JJE Ğİİ V VE E TTÜ ÜR RK KİİY YE E EO OP PO OLLİİTTİİĞ H HA AZZIIR RLLA AY YA AN N K mD DE EM MİİR RE ER R Kaazzıım 119 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu 11..G GİİR RİİŞ Ş Geride bıraktığımız 20. yüzyıl, pek çok yeni devletin ortaya çıkışına, aynı coğrafyada farklı devlet yapılarının kurulmasına; aynı zamanda da köklü geçmişi bulunan devletlerin de ortadan kaybolmalarına ve tarihe karışmalarına sahne olmuş çok ilginç bir yüzyıl olma özelliğini taşımaktadır. İki topyekün savaşı barındırması ve ortaya çıkardığı sonuçlar, bu yüzyılın en belirgin özelliğidir. Dünya üzerinde bulunan tüm hammadde kaynaklarının paylaşım mücadelesi olarak ortaya çıkan ilk büyük savaş sonrası 600 yıllık geçmişiyle Osmanlı İmparatorluğu tarihe karışırken, Alman ve Rus İmparatorlukları da Osmanlı ile aynı kaderi paylaşmıştır. İlginç olan nokta ise yıkılan bu imparatorluklar sonrası Türk, Rus ve Alman milletlerinin kendilerine, yüzyıllardır süregelen yönetim şekilleri yerine dünyada ilk örneklerini temsil ettiğini söyleyebileceğimiz yeni yönetim şekilleri benimsemiş olmalarıdır. Çünkü Rus milleti Bolşeviklerin önderliğinde sosyalist yaşam tarzını devlet sistemine dönüştüren ilk millet olmuş, Türk milleti Batı’nın emperyalist saldırılarına karşı koyarak tüm İslam dünyasına örnek olacak şekilde laik ve demokratik bir devlet yapısı benimsemiş, Almanlar ise 120 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu savaşın sonunda kurulmuş olan fakat başarısız bir Weimar Cumhuriyeti deneyimi sonrasında Hitler’in aşırı milliyetçi, ırkçı sisteminin kucağına düşmüştür. İdeolojilerin savaşı olan ikinci topyekün savaş sonrasında ise dünya, bir uluslararası politika terimi haline gelen “Soğuk Savaş” ile tanışmıştır. Bu dönemde Avrupa, dünyayı yönlendiren kutup özelliğini yitirerek sahneyi Atlantik ötesindeki ABD’ye ve Soğuk Savaş boyunca hep tehdidi altında kalacağı Sovyetler Birliği’ne bırakmıştır. Avrupa’nın doğusu tek tek sosyalist rejimlere teslim olurken NATO şemsiyesi hem Batı Avrupa’yı hem de Türkiye ve Yunanistan’ı Bolşeviklik tehlikesine karşı korumayı başarmıştır. ABD’nin ve Sovyetler Birliği’nin yaklaşık yarım asır sürdürdüğü güç mücadelesi Sovyetler’in dayanamayarak yenilmesi ve son bulmasıyla yerini “Küreselleşme” adı altında, kurallarını ve işleyişi ABD önderliğinde serbest piyasa ekonomisinin belirlediği sürece bırakmıştır. Bu, tüm dünyada mal, para ve bilgi transferinin önündeki engel ve sınırlamaları kaldırmaya yönelik bir süreci ifade eden bir kavramdır. Küreselleşme sürecinin bu güncel anlamıyla ortaya çıkışı ile birlikte pek çok kavram da yeniden 121 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu tanımlanmak zorunda kalmıştır. Bu kavramların başlıcalarından biri de “Avrasya” kavramıdır. Kelimenin kökenine bakıldığında hemen göze çarpacaktır ki Avrasya, dünyanın en önemli iki anakarasını ifade eden Avrupa ve Asya’dan türemiş bir sözcüktür. Ancak günümüzde de devam eden asıl tartışma Avrasya kavramının bu iki kıtanın kesişimi mi yoksa birleşimini mi ifade ettiğidir. Bu çalışmanın başlıca amaçlarından biri de bu kavrama kullanılabilir bir anlam vermek olacaktır. Bunu yapmadan önce, 20. yüzyılda ortaya konan ve ileride ele alacağımız teorilerle gelişme gösteren “jeopolitik” kavramı, değişen ve değişmeyen unsurlarıyla Avrasya’yı daha iyi anlamamıza yönelik kavramlar da açıklığa kavuşturulacak şekilde ilk bölümde ele alınacaktır. Tarih boyunca toplumlar ve onları barındıran devletler, bulundukları coğrafi konuma göre bir dünya algılaması ortaya koymuşlardır. Bu algılamalar kıtalar, dağlar, şehirler, devletler gibi çeşitli coğrafi ve toplumsal oluşumları ifade etmede de kullanılmış; bu oluşumların boyutları, uzaklığı, coğrafi yapısı gibi özellikleri adlarına işlemiştir. Örneğin; Yunan mitolojisinde güneşin batışı anlamına gelen “erep” sözcüğü Yunanistan’a göre 122 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu güneşin batış yönü olan Avrupa kıtasına isim olmuştur. 1 İzlanda, ada devleti ve topraklarının büyük bölümü kar ve buzla kaplı olması nedeniyle İngilizce’de “Iceland” olarak ifade edilir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Köklü geçmişi incelendiğinde Türk tarihinden de elde edeceğimiz örnekler çoktur. “Türk” kelimesinin tarihte ikinci kez devlet adı olarak geçtiği Türkiye Cumhuriyeti, yeryüzünde hiç kimsenin önemini yadsıyamayacağı eşsiz bir toprak parçası üzerine kuruludur. Bu önemin bilincinde olarak bu coğrafyayı ele geçirmeye veya elde tutmaya yönelik pek çok eylem ve düşüncenin ortaya çıkmış olması da bu toprakların önemini arttırıcı bir başka unsurdur. Bu önemi anlamak için dünyanın genel haritasına bakmak en kolay yoldur. Hemen görülecektir ki Türkiye üç kıtanın kesişim noktası ve siyasal, ekonomik ve kültürel bakımdan doğu ile batı arasındaki bir köprüdür. Bu çalışmada bu konumun Avrasya jeopolitiği bakımından ne anlam ifade ettiği de son bölümde ele alınacaktır. Jeopolitik, günümüzdeki durum, Avrasya ve Türkiye kelimelerini zaman ve mekan sınırları çizerek kaynaştırmayı düşünen bu çalışma, son yıllarda bu 1 “Got to know”, Discovery Channel, Avrupa kelimesinin en olası kökeni olarak bu sözcüğü göstermektedir. 123 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu konudaki araştırmalara artan ilginin de farkında olarak onlara bir yenisini daha eklemek amacını da taşımaktadır. 22.. JJE EO OP PO OLLİİTTİİK KK KA AV VR RA AM MII,, JJE EO OR RİİLLE ER RV VE EG GÜ ÜÇ Ç EO OP PO OLLİİTTİİK K TTE M ME ER RK KE EZZLLE ER Rİİ Son iki yüzyılda değişen koşullar da göz önünde tutularak büyük gelişme gösteren bu kavramı tanımlamadan ve onun unsurlarını açıklamadan önce birbirine bağlı olarak sıkça kullanılan hedef, politika ve strateji terimlerini açıklamak yararlı olacaktır. 2.1.Hedef, Politika ve Strateji Bu kavramları uzun soyut cümleler yerine somut bir örnekle açıklamak daha yararlı olacaktır: Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği bir hedef mi, yoksa bir strateji midir? Bu üç kavram içinde bunu en iyi hangisi ifade etmektedir? Osmanlı’nın son üç yüz yılında dünyada ve kendi içinde meydana gelen politik, ekonomik ve toplumsal değişimleri ve bu değişimin hayati önemini kavrayamaması sonucu yıkılması, Türkiye 124 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Cumhuriyeti’ni sıkıntılı günlerin sonucunda kuran Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki kadro için, bir daha böyle sonuçlar doğurmayacak bir ulusal hedef koymayı gerekli kılmıştır. Bu hedefi bizzat Atatürk “çağdaş uygarlık seviyesi hatta onun üzerine çıkmak” olarak nitelendirmiştir. Bu ulusal hedefe ulaştıracak yollar ulusal politikayı ifade eder. Türkiye, çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkmanın yolu olarak yine Atatürk tarafından ortaya konan “Yurtta barış, dünyada barış” politikasını benimsemiştir. Bununla dünyaya verilmek istenen mesaj, dünyada ve dahi Türkiye’de gelişmenin ve ileriye gitmenin tek koşulu barış içinde bir dünyada yaşamaktır. Barış içinde bir dünyada Türkiye’yi çağdaş uygarlık düzeyine ve onun üstüne taşıyacak her türlü araç da stratejiler olarak ifade edilebilir. İşte Avrupa Birliği, hedefe varmak yolunda yarar sağlayacaksa eğer, bu kavramlar içerisinde strateji olma konumuna uygun düşmektedir. Kısacası hedef, ulaşılmak istenen yer; politika o yere varan yol ve strateji de ulaşmak istediğimiz yere varan bu yolda kullandığımız araçlardır. 125 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu 2.2. Jeopolitiğin Tanımı, Unsurları ve Alt Birimleri İsveçli coğrafyacı Rudolf Kjellen (1864-1922), 1916 yılında yazdığı “Bir Hayat Şekli Olarak Devlet” adlı eserinde, yaşayan bir organizmaya benzettiği devletin beş aktif unsurunu “Sosyopolitik, Ekonopolitik, Kratopolitik, Demopolitik ve Geopolitik” olarak adlandırmış ve böylece JEOPOLİTİK terimi doğmuştur. 2 Kjellen, jeopolitiği “devletin coğrafyası ile ilişkisini inceleyen bir disiplindir” şeklinde tanımlamıştır. Jeopolitiğin doğuşunu coğrafyacılar hazırlamış, 3 geliştirmiştir. coğrafyacılar, siyasi siyaset bilimcileri Jeopolitik unsurları ve hudutları dikkate alınarak şu şekilde tanımlanabilir: “Bir ulusun, uluslar topluluğunun veya bir bölgenin; kendi coğrafi platformu üzerinde güç değerlendirmesini yapan, etkisi altında kaldığı o günkü dünya güç odaklarını, bölgedeki güçleri inceleyen, 2 Servet CÖMERT, “Jeopolitik ve Türkiye’nin Yer Aldığı Yeni Jeopolitik Ortam”, Jeopolitik Dergisi, http://www.jeopolitik.org/jeo-1/cömert-11.asp 3 Suat İLHAN, “Türklerin Jeopolitiği ve Avrasyacılık”, Bilgi Yayınevi, İstanbul, Haziran 2005, s: 24 126 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu değerlendiren, hedefleri ve hedeflere ulaşma şart ve aşamalarını aştıran, belirleyen bir bilimdir.” 4 Kısacası jeopolitik, mekanın kendisini ilgilendiren politikalar üzerindeki etkisini inceler. Jeopolitik ve stratejinin unsurları genel olarak mekan, kuvvet ve zamandır. Ancak jeopolitik değişen ve değişmeyen olarak ayrılıp anlatılması gereken unsurlar da içerir. Jeopolitiğin değişmeyen unsurları: (1) Ülke veya bölgenin hudutları, dünya üzerindeki yeri, işgal ettiği alan, coğrafi bütünlük. (2) Coğrafi karakteri yani ada, kıta, kenar ve kıta içi devleti olma durumu. Değişen unsurlar ise: (1) (2) (3) (4) (5) Sosyo-kültürel değerler Ekonomik değerler Politik değerler Askeri değerler Zamandır. 5 4 a.g.e., s: 30 Atilla SANDIKLI, “Küreselleşen Dünyada Birlik Oluşturma Stratejisi ve Egemen Devletler Birliği”, Harp Akademileri Yayını, İstanbul, 2003, s: 147-148 5 127 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Bütün bunların yanında jeopolitiğin jeostrateji, jeoekonomi, jeokültür ve astropolitik gibi alt birimleri de vardır. Jeostrateji, coğrafi unsurları stratejiler bağlamında inceleyen ve ortaya sonuçlar koyan bir bilimdir. Pascal Boniface, Jeopolitik ve Jeostrateji kavramları arasındaki farkı açıklarken, jeostratejiyi daha ziyade güvenlik ve savunma konuları ile ilgili kullanmakta, jeopolitiği ise uluslararası ilişkilerde tarafların genel yaklaşımlarını ortaya koyan, ilgili aktörlerin satranç hamlelerini analiz etmeye yarayan bir sistem yaklaşımı olarak açıklamaktadır. 6 Jeoekonomi, farklı ekonomik konu ve çevrelerin, bulundukları coğrafyalarla birlikte dikkate alınarak, ilişkilerinin, jeopolitiğe katkılarının değerlendirildiği bir alandır. 7 Günümüzde küreselleşmenin de etkisiyle uluslar arası ilişkilerde ekonomi önemli bir yere sahip olmuş ve APEC, NAFTA, EFTA, AET gibi uluslararası politikada etkin olan organizasyonlar kurulmuştur. Jeokültür ise kültür çevrelerinin bulundukları coğrafi konum ile birlikte değerlendirilmesini, ilişkilerinin ve jeopolitiğe etkilerinin araştırılmasını yapar. 1990’lı 6 7 CÖMERT Servet, a.g.e. İLHAN Suat, a.g.e., s: 41 128 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu yıllarda oluşan jeokültür kavramı Huntington’ın tezi ile jeopolitik tartışmalara yeni bir boyut kazandırmıştır. Huntington’a göre dünya dini ve etnik blok oluşum ve çatışmalarının eşiğinde olduğu bir çağa girmektedir. Sınırlar artık ulusal devletleri değil kültür bölgelerini gösterecektir ve politik çatışmalar bu kültürel sınırların etkisinde olacaktır. Astropolitik, henüz hayata geçmemiş olmakla birlikte uzay jeopolitiğini ifade eder. 2.3. Jeopolitik Teoriler Jeopolitik genç ve gelişimini henüz tamamlamamış bir bilim dalı olarak görülebilir. Dr. Erich Obest, “Jeopolitik iyice öğrenilmeden meşgul olunursa tehlikeli yolların ve polemiklerin açılmasına neden olunur. Jeopolitik devletin coğrafi vicdanı olmak ister” diyerek kaygılarını dile getirme ihtiyacını duymaktadır. 8 Bugüne kadar ortaya konan jeopolitik teoriler iki savaş arası dönem, II. Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş boyunca önemini ve geçerliliğini korumuştur. Soğuk Savaş sonrası dönemde ise ilk kez karşılaşılan durum karşısında bu durumu ve yeni jeopolitik ortamı 8 CÖMERT Servet, a.g.e. 129 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu açıklamada bu teorilerin yetersiz kaldıkları görülmektedir. Ancak değişmez unsur olan coğrafi temele dayanmaları ve Rusya gibi ülkelerin evrensel etkinlik gücüne tekrar ulaşmaları söz konusu olursa tekrar gündeme gelme olasılıkları nedeniyle bilinmesi gereklidir. Mevcut toplanabilir 9: jeopolitik teoriler iki başlık altında (1) Fiziki coğrafyaya dayalı teoriler: a. Kara Hakimiyet Teorisi b. Kenar Kuşak Teorisi (2) Kuvvete Dayalı Teoriler: a. Deniz Hakimiyet Teorisi b. Hava Hakimiyet Teorisi 9 İLHAN Suat, a.g.e., S: 35 130 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Kara Hakimiyet Teorisi İngiliz Jeopolitik ekolün temsilcilerinden olan Sir Halford Mackinder (1861-1947), dünya coğrafyasını politik ve dünya egemenliği açısından incelemeye almış ve 1918 yılında yayınladığı çalışma ile “Kara Hakimiyet Teorisi”ni açıklamıştır. Teoriye göre Asya, Afrika ve Avrupa kıtaları bir bütün olarak “Dünya Adası”nı oluşturur. Batıda Volga Nehri, kuzeyde Buz Denizi, doğuda Sibirya ve güneyde Himalayalar’la çevrili bölgeyi de “Kalpgah” (Heartland) olarak adlandırmaktadır. Mackinder daha sonra Avrupa Rusyası’nı da içerecek biçimde görüşünü şöyle açıklar: “Doğu Avrupa’ya hükmeden Kalpgah’a hükmeder, her kim Kalpgah’a hükmederse Dünya Adası’na hükmeder, Dünya Adası’na hükmeden de dünyaya hükmedebilecek güce sahiptir.” Mackinder bunu açıkladığı dönemde, Rusya’nın bu alana hükmeden tek devlet olduğunu söylemiş ve bu devletin açık denizlere inmesinin kesinlikle önlenmesi gerektiğini belirtmiştir. Bu teori Soğuk Savaş boyunca da geçerli ve önemli kalmıştır. 131 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Kenar Kuşak Teorisi Amerikan jeopolitik ekolünden Nicholas J. Spykman tarafından ortaya konan bu teori özellikle Soğuk Savaş dönemi boyunca yararlanılan en önemli teorilerden bir teori olmuştur. Spykman 1942 ve 1944 yıllarında yayımlanan eserlerinde, Dünya Adası’na ve Kalpgah’a hakim olmanın, kaynak ve imkanları daha geniş kuşağa egemen olmakla mümkün olabileceğini söylemiştir. Bu kenar kuşak (Rimland); Avrupa, Türkiye, Irak, İran, Pakistan, Afganistan, Hindistan, Çin, Kore ve Doğu Sibirya’dır. Bu açıklama ile Soğuk Savaş boyunca NATO, CENTO ve SEATO gibi oluşumlar; Kore, Vietnam, Afganistan gibi çatışmalar ve bunların dayandığı temel görüş açıklığa kavuşmuş olmaktadır. Spykman aynı coğrafi değerlendirme içerisinde Mackinder’den farklı olarak dıştan merkeze gelişimi olanaklı görmüştür. Deniz Hakimiyeti Teorisi 1840-1914 yılları arasında yaşamış olan ABD’li Amiral Alfred Mahan, sanayi devrimi sonrası hammadde ihtiyacının artışı ve buna bağlı olarak denizcilikte ilerleme kaydedilmesi sonucu dünya hakimiyetinin esasını denizlere hakimiyette görmüştür. Mahan’ın 1890’da yayımlanan “Deniz Kuvvetlerinin 132 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Tarihe Etkisi” adlı çalışması ABD, İngiltere, Almanya, Rusya ve Japonya’nın politikalarında etkisini göstermiştir. ABD’nin güvenlik stratejisinin oluşumunda benimsediği Kenar Kuşak ve Deniz Hakimiyet Teorileri günümüze kadar aktüelliğini devam ettirmişlerdir. Hava Hakimiyeti Teorisi Genellikle havacıların ortaya koydukları bir teoridir. Hava hakimiyeti, tüm dünyaya hakim olmanın en önemli koşulu olarak görülmektedir. Bütün bu anlatılan teorilerin geçerlilikleri, hangi zamanlarda ve nasıl uygulandıkları incelendiğinde ortaya çıkacaktır. II. Dünya Savaşı içinde ve savaş sonrası ortaya çıkan Soğuk Savaş döneminde uygulanan politikalar üzerinde teorilerin büyük etkisi olmuştur. İki büyük savaşın da Kara Hakimiyet Teorisi’nin genel harekat mihveri olan Paris-BerlinVarşova-Moskova hattında cereyan etmiş olması en belirgin örnektir. 10 Soğuk Savaş sonrası dönemde ortaya çıkan yeni durum, bütün bu teoriler yanında güç merkezleri incelemesinin de yapılmasını gerekli kılmaktadır. 10 a.g.e., S:36 133 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu 2.4. Güç Merkezleri Tarihin her döneminde bulundukları devirlerin jeopolitik yapılarını şekillendiren güç merkezleri olmuştur. Soğuk Savaş döneminin güç merkezleri de ABD ve Sovyetler Birliği’nin önderliğini yaptığı Batı ve Doğu Blokları etrafında toplanmışlardır. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle güç merkezleri de jeopolitiğin değişen ve değişmeyen unsurları çerçevesinde yeniden tanımlanmaya ve sınıflandırılmaya tabi tutulmaktadır. Kendi coğrafyası içinde ve dışında sahip olduğu ve kontrolü altında bulundurduğu jeopolitik güç kaynaklarını, diğer ülkelere oranla geliştirerek onları, milli çıkarları yönünden kendi lehine etkileyebilen devletler veya devletler topluluğu birer güç merkezidir. 11 Güç merkezlerinin etkinlik durumlarını belirtmekte ölçüt olarak da milli güç unsurları olarak kabul edilen demografik, coğrafi, ekonomik, politik, askeri, psiko-sosyal ve teknolojik güçler kullanılabilir. Bu unsurların etkinlik derecelerine göre güç merkezleri aşağıdaki gibi sınıflandırılabilir: 12 11 SANDIKLI Atilla, a.g.e., S: 156 Nevzat DENK, 21. Yüzyıla Girerken Türkiye’nin Jeopolitik Durumu ve Stratejik Öneminin Yeniden Belirlenmesi, Harp Akademileri Basımevi, 12 134 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu (1) Küresel Güç Merkezleri: Şu an için dünyadaki tek örneği ABD olup, bu tür güç merkezlerinin ilgi alanı uzay, etki alanı da tüm dünyadır. (2) Kıtasal Güç Merkezleri: Bütün dünya ilgi alanı olmasına rağmen küresel anlamda bir etki alanları olmayıp yer aldıkları kıtada, onun yakın çevresinde ve varsa deniz aşırı toprakları üzerinde etki yaparlar. Avrupa Birliği, Çin ve Rusya günümüzün başlıca kıtasal güç merkezleridir. (3) Bölgesel Güç Merkezleri: Bu tür güç merkezlerinin ilgi alanları bulundukları bölge ve bunların yakın çevresi etki alanları ise tek başına bulundukları bölgedir. Türkiye, Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslarda bölgesel bir güç merkezidir. (4) Sınırlı Güç Merkezleri: Kendi varlıklarını devam ettirebilen ancak uluslararası etkinliği sınırlı olan devletlerdir. Tarihin çeşitli devirlerinde dünyanın önemli güç merkezleri Asya’da, Avrupa’da veya Ortadoğu’da yer almıştır. Eğer güç merkezleri yer ve el değiştirdiği zaman teorilerin geçerlilikleri zayıflıyorsa veya tamamen İstanbul, 2000, S:23-24. Bu kaynaktan aktaran SANDIKLI Atilla, a.g.e. S: 167-158 135 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu ortadan kalkıyorsa hakim unsuru güç merkezleri olarak kabul etmek gerekir. Arz politikasının esasları (deyim yerindeyse teoriler) mevcut ve görülebilen geleceğin güç odaklarına; bunların coğrafi konumlarına, olanak ve yeteneklerine, niyet ve amaçlarına göre belirlenebilir. 13 33.. A AV VR RA AS SY YA AK KA AV VR RA AM MII V VE E G KO OR RTTA AM MII GÜ ÜN NC CE ELL JJE EO OP PO OLLİİTTİİK Ortaya çıkışı ve ortaya atanların kaynağı neresi olursa olsun, aşağı yukarı tüm teoriler adına Avrasya adı verilen ve sınırları tartışılmaya devam edilen bir coğrafyanın egemenliği içindir. Bu bölümde ilk olarak Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan yeni durumu da göz önünde tutarak Avrasya’nın coğrafi konumu ve sınırları ortaya konacaktır. Bu sınırlar içerisinde kendi başına da jeopolitik önem arz eden bölge ve ülkeler de jeopolitiğin değişen ve değişmeyen unsurları çerçevesinde bir sonraki inceleme konusu olacaktır. 3.1. Avrasya Neresidir? Avrasya kelimesinin köken olarak dünyanın en önemli iki kıtası olan Avrupa ve Asya’dan türediğini fakat tam olarak hangi sınırları tarif ettiği konusunda 13 İLHAN Suat, a.g.e. 136 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu görüşlerin farklı olduğunu daha önce de belirtmiştik. Konunun kimi uzmanlarına göre Avrasya, Avrupa ve Asya’nın kesişim bölgesini ifade etmektedir. 14Bu görüşte olan uzmanlar Avrupa ve Asya’nın coğrafi bakımdan kıtasal bütünlüğünü kabul etmekle birlikte insanlığın eski çağlardan beri yaşadığı Doğu-Batı sorununu da göz önünde bulundurarak Avrasya’yı Doğu ile Batı olarak ikiye ayrılan bu kara parçasının kesişme noktası olarak görmektedirler. Her ne kadar Avrupa ile Asya halklarının sosyokültürel farklılıkları önemini koruyarak devam etse de yapacağımız Avrasya değerlendirmesi iki kıtanın birleşim coğrafyası üzerinde olacaktır. Bu görüşün coğrafi temeli Alp-Himalaya dağ sırasının iki kıtayı birleştirici yönü ve Avrupa ile Asya’yı birbirinden ayırdığı öne sürülen sınırların (Volga, Boğazlar) bu özelliğinde yetersiz kalışıdır. Avrasya’nın bir birleşim olma özelliğini tarihsel ve politik bir nedene bağlamak gerekirse; eski çağlardan beri iki kıtanın sağlam ekonomik, kültürel, siyasal ilişkileri neden olarak açıklanabilir. Avrasya’yı sonuç olarak batı kanadını tüm Kıta Avrupası’nın, güney kanadını Türkiye, İran, Ortadoğu 14 Örnek olarak bkz. Anıl ÇEÇEN, “Atatürk ve Avrasya”, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul, 1999 137 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu ve Hindistan’ın, kuzey kanadını tüm Rusya Federasyonu topraklarının ve doğu kanadını ise Çin Halk Cumhuriyeti ve Güneydoğu Asya’nın oluşturduğu, (Mackinder’in “Dünya Adası” hariç) yeryüzünün en geniş alana sahip coğrafi kavramı olarak tanımlayabiliriz. Şüphesiz ki Avrasya’yı salt bu coğrafi tanımla açıklamak kavramın tam olarak neyi ifade ettiğini anlamaya yetmez. Avrasya coğrafyası, tarihin belli başlı olaylarının yaşandığı, çok çeşitli dilin, dinin, kültürün, siyasi ve felsefi görüşün yaşama olanağı bulduğu dünyanın en önemli ve zengin toprak parçasıdır. 3.2. Avrasya’nın Jeopolitik Değişimi Dünya tarihine bakıldığında 15. yüzyıldan itibaren belli devletlerin uluslar arası alanda güç kazandığı, uluslar arası gelişmeleri daha fazla etkileme gücüne sahip olduğu görülmektedir. 15. yüzyılda Portekiz, 16. yüzyılda İspanya, 17. yüzyılda Fransa ve 18.-19. yüzyıllarda da İngiltere bu tür güce sahip devletler olarak karşımıza çıkmaktadır. 15 Görüldüğü üzere tüm bu devletler Avrasya’nın en batısında yer 15 İlhan UZGEL; Hegemon Güç kutusu; Baskın ORAN (ed.); Türk Dış Politikası, Kurtuluş Savaşı’ndan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar; cilt I; 6. Baskı; İstanbul; iletişim Yayınları; 2002; s: 31 138 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu alan ve aynı zamanda deniz gücü imkanına sahip devletlerdir. 20. yüzyıl ile birlikte pek çok şey değişime uğradığı gibi bu gelenek de değişmiştir. İki büyük savaş iki büyük gücün ortaya çıkışına zemin hazırlamış ve Avrupa yüzyıllardır sürdürdüğü üstünlüğünü İkinci Dünya Savaşı sonrası yitirmiştir. Uluslararası politika gündemini yaklaşık 50 yıl meşgul eden Soğuk Savaş, en önemli etkilerini ve sonuçlarını şüphesiz ki Avrasya coğrafyası üzerinde bırakmıştır. Avrupa’dan küresel güç olma özelliğini devralan ABD ve Sovyetler Birliği Avrasya’da Soğuk Savaş boyunca sürecek bir üstünlük mücadelesine girişmişlerdir. ABD’nin tüm gayreti “Kalpgah”ı elinde bulunduran Sovyetler’in tüm “Dünya Adası”nda kurabileceği üstünlüğü önlemek ve hatta Kalpgah egemenliğini kırabilmek üzerine olmuştur. Bunun için ABD’nin Avrasya’da kullandığı en etkili araç NATO’dur. Batı Avrupa devletlerinin üyeliği batı kanatta, Türkiye ve Yunanistan’ın üyeliği de güney kanatta Sovyetler’i durdurmaya yöneliktir. Bütün bunlara rağmen Sovyetler önderliğinde sosyalist devletleri temsil eden Varşova Paktı, Macaristan’a kadar Avrupa’nın doğusunu ele geçirmeyi başarmıştır 16. Bunun yanında Soğuk Savaş 16 Tito’nun önderliğinde Yugoslavya, sosyalizmi benimsemesine rağmen Varşova Paktı üyesi olmayıp, her iki blok haricinde Bağlantısızlar Hareketi içinde yer almıştır. 139 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu döneminin belli başlı sıcak çatışmaları olan Kore, Vietnam ve Afganistan savaşları da yine Avrasya coğrafyasında yaşanmıştır. Sovyetler Birliği coğrafyası içerisinde yaşanan birtakım rahatsızlıkların krize dönüşmesi ve bunun aşılamaması nedeniyle dayanamayarak çökmesi, yarım asır süren güç mücadelesinin galibini ABD önderliğindeki demokratik blok olarak ilan etmiştir. Bu olayla birlikte Sovyetler Birliği’ni oluşturan devletler bağımsızlıklarını kazanmış, Sosyalist rejimi benimseyen Avrupa ülkelerinde demokrasiye geçiş süreci başlamış, Berlin duvarı yıkılarak Almanya yeniden birleşmiş ve ABD de “Yeni Dünya Düzeni” adı verilen tüm fırsat ve tehdit unsurlarının yeniden tanımlandığı sistemi uygulamaya koymuştur. Soğuk Savaş ve sona ermesinde Avrasya’nın taşıdığı jeopolitik önem kısaca böyle anlatılabilir. Yeni oluşan jeopolitik durum ise Avrasya’yı oluşturan ve kendine has özellikler barındıran tüm alanların tek tek incelenmesiyle açıklanabilir. 3.2.1.Batı ve Orta Avrupa Üzerinde bulunduğu alan diğer kıtalara oranla pek büyük olmasa da Avrupa, çok milletli ve çok devletli 140 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu yapıyı her zaman korumuştur. Bu durum Avrupa için bir zenginlik ifade etmenin yanında kıtada bugüne kadar yaşanan sorunların temelini de oluşturur. İkinci Dünya Savaşı ile yıkıma uğramış bir coğrafyada hiçbir devletin tek başına büyük görünemeyeceğinin anlaşılması, Avrupa’yı birlik oluşturma düşüncesine sevk etmiştir. Avrupa Kömür Çelik Topluluğu ile başlayan süreç bugün gelinen noktada 25 üyeli Avrupa Birliği sonucunu ortaya çıkarmıştır. Bir zamanlar Batı ile Doğu Bloku arasındaki sınır olması yanında Avrupalılar için bir utancı da ifade eden Berlin Duvarı’nın 1989’da yıkılışı bu birlik düşüncesinin en önemli zaferlerinden biri olarak görülebilir. Bugün gelinen noktada İngiltere, Fransa ve Almanya üç önemli kıtasal güç merkezi özelliğini devam ettirmektedir. Fransa ve Almanya 1963 Elysée Anlaşması ile işbirliği temelleri atmış olmasına ve AB içinde müttefik bir konumda bulunmasına rağmen birlik içinde tarım başta olmak üzere pek çok konuda anlaşmazlığa düşebilmektedir. Buna karşın Irak’ta ABD’nin başlattığı operasyona birlikte karşı çıkmaları ve İngiltere’nin ABD’nin Avrupa’daki Truva Atı olmasını engelleme düşünceleri Fransa ve Almanya’yı birbirine yakın ve muhtaç kılmaktadır. İngiltere ise birliğin ortak para birimi Euro’yu kullanmamakta ve Kıta Avrupası 141 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu yerine okyanusun öbür tarafına yakın olma geleneğini devam ettirmektedir. İspanya, Portekiz, İtalya, Hollanda ve Belçika gibi ülkeler de yukarıda bahsettiğimiz üç ülke kadar önem taşımasa da hem Avrupa Birliği hem de NATO içerisinde dengeler açısından önemli ve bu yönüyle kendine yarar sağlayan ülkelerdir. Varşova Paktı’nın dağılmasıyla NATO ve AB için doğuya doğru ilerlemenin bir engeli kalmamıştır. Nitekim bu iki oluşum da gelecek planlarını doğu için kurmaktadırlar. Bu durumun şu ana kadar en çok Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine yaradığı düşünülebilir. Zira Sosyalist bloğun dağılmasıyla arayış içerisine giren bu ülkeler için AB ve hatta NATO üyeliği toparlanma imkanını kısıtlı da olsa sunmuştur. 3.2.2.Balkanlar Ortadoğu ve Türkiye’nin Avrupa’ya karasal bağlantı noktası olan Balkanlar, aynı zamanda Avrupa coğrafyasında İslam ve Hıristiyanlığın buluştuğu, ortak yaşam imkanı bulduğu alandır. Bunun yanında çok uluslu yapıda olması tarihin her döneminde Balkanlar’ın sorunlu bir alan olmasını getirmiştir. Avrupa kıtasının İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gördüğü ilk sıcak 142 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu çatışmalar olan Bosna ve Kosova Savaşları NATO’nun geç kalan müdahaleleriyle son bulmuş, Soğuk savaş sonrası NATO’nun varlık sebebi sorgulanır olmuştur. Bölgenin ağırlıklı olarak Slav ve Ortodoks nüfus barındırması Rusya’nın lehine görülebilir. Ancak hem Avrupa Birliği hem de NATO’nun Balkanlardaki etkinliği ve buraya atfettikleri önem düşünüldüğünde Rusya’nın Balkanlar üzerinde etkinlik kurma ihtimali zayıf görünmektedir. 1981’de Yunanistan’ı üyeliğe kabul eden Avrupa Birliği, bundan sonraki ilk genişleme harekatı ile eski Varşova Paktı üyeleri Bulgaristan ve Romanya ve eski Yugoslavya Cumhuriyeti’nin önemli bir unsuru olan Hırvatistan’ı birliğe dahil etmeyi düşünmektedir. Böylece tam olarak ortadan kaldırılmasa bile sorunların birlik içerisinde çözülmesi düşünülebilir. Makedonya ve Arnavutluk ile Yunanistan arasında yaşanan sorunlar, Kosova’nın belirsiz statüsü ve Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunlar Balkan coğrafyasında yaşanan güncel sorunları oluşturur. Yugoslavya’nın dağılmasıyla bağımsızlığına kavuşan “Makedonya Cumhuriyeti”nin, kullandığı bu resmi adı Yunanistan itirazla karşılamıştır. Yunanistan Makedonya’nın bu ülkeye komşu kendi bölgesinin ismi ve Makedonya bayrağının Büyük İskender’in krallık 143 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu amblemi olduğunu ileri sürerek Makedonya’yı yayılmacı amaçlar gütmekle suçlamaktadır. Makedonya’yı kullandığı bu resmi adıyla tanıyan ilk ülke Türkiye olmuş ve son başkanlık seçimlerinden sonra ABD yönetimi de bu devleti resmi adıyla tanıdığını ilan etmiştir. Bu olayla birlikte Yunanistan’ın ulusal güvenliği tehdit eden ülkeler sıralamasında her zaman birinci durumda olan Türkiye’nin yerini Makedonya ve Arnavutluk almıştır. 3.2.3.Ortadoğu Ortadoğu coğrafi olarak kuzeyinde Anadolu yarımadası, doğusunda İran, güneyinde Arabistan yarımadası ve batısında Süveyş Kanalını aşarak Mısır’la çevrili bir alanı ifade eder. Avrasya’nın güney kanadını oluşturan bu bölge uluslararası politikanın en sıcak gelişmelerinin yaşandığı bir bölgedir. Petrol yatakları, zengin su potansiyeli ve sahip olduğu kültürel zenginlik Ortadoğu’yu her zaman için küresel güçlerin ilgi alanı haline getirmiştir. Bu nedenle hem bölge ülkeleri hem de bölgeye ilgi duyan diğer güçler sayesinde Ortadoğu karmaşanın, çatışmanın, belirsizliğin sürekli olduğu bir coğrafyaya tekabül eder. Ortadoğu politik sistemler bakımından geleneksel ve modern demokratik sistemlerin birlikte yaşadığı bir bölgedir. Bölgenin laik ve parlamenter sisteme sahip en 144 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu modern ülkesi Türkiye’dir. İsrail parlamenter demokrasiyi kabul etmesine rağmen Yahudiliğin resmi nitelik kazandığı bir devlet görünümündedir. Son seçim süreci ile tekrar gündeme gelen Mısır parlamenter rejimle yönetilmekle beraber Hüsnü Mübarek’in uzun yıllardır süren devlet başkanlığı ve demokratikleşme hızının düşük olması eleştiri konusudur. Halkının büyük bir çoğunluğu Sünni fakat yönetimi elinde tutan grubun Şii olduğu Suriye’de yeni devlet başkanı Beşhar Esad, iç ve dış politika açılımlarıyla modernleşme sürecini devam ettireceği izlenimi vermektedir. Suriye’nin güneyinde bulunan Ürdün ve Lübnan ise etnik ve dinsel çeşitlilik sahibi ülkelerdir ve bunun yol açtığı karmaşık ortam her iki ülke için demokratikleşme adımlarının yavaş atılmasına neden olmaktadır. Ortadoğu’nun en güney ucunda bulunan Birleşik Yemen Devleti ise demokratikleşme yolunda fakat ekonomik ve kültürel altyapının olmaması nedeniyle zorluk çekmektedir. Bunun tam tersi durum monarşik yönetimlere sahip Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt, Bahreyn ve Umman’da yaşanmaktadır. Bu ülkelerde demokratik sisteme geçiş, liberalizm ve serbest piyasa ekonomisine geçişten daha yavaş şekilde 17 yaşanmaktadır . 17 Benzer yorum için bkz. Tayyar ARI, “Geçmişten Günümüze Ortadoğu; 145 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Terörizm, II. Körfez Harekatı ve Genişletilmiş Ortadoğu Projesi (GOP) 11 Eylül 2002’de New York Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’u hedef alan terörist saldırılar, ABD için yeni bin yılda öncelikli mağlup edilmesi gereken düşmanın adını koymuştur: Bu, var oluş nedenini dine dayandıran ve Batı tipi alt ve üst yapıyı düşman belleyen terörizmdir. Saldırıların sorumlusu olarak görülen Suudi petrol ve silah zengini Usame Bin Ladin’ın Afganistan’da yönetimi elinde bulunduran Taliban güçleriyle beraber olduğu anlaşılınca ABD’nin ilk harekat noktası Afganistan olmuş, Taliban yönetimi devrilerek ülkeyi yeniden yapılandırma süreci başlamış fakat bu arada Bin Ladin Afganistan’dan sağ salim kaçmayı başarmıştır. Afganistan’da alınan sonucun yeterli olmadığını düşünen ABD, aslında ilk körfez harekatı sırası ve sonrasında yapmayı düşündüğü fakat cesaret edemediği harekat için ortam ve şartların oluştuğunu düşünerek ve Saddam Hüseyin’in elinde bulunduğu söylenen nükleer tehlikeyi de öne sürerek bu diktatörü ve bölgede ipleri ele geçirmeye yönelik bir operasyona girişmiştir. Siyaset, Savaş ve Diplomasi”, Alfa Yayınları, İstanbul, 2004, s: 28-29 146 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Her ne kadar nükleer silahlar ve otoriter bir yönetim bu harekatın nedeni olarak öne sürülse de asıl neden, Fransa-Almanya-Rusya üçlüsünün şiddetli itirazları ile de görüldüğü üzere, bölgenin su ve enerji kaynakları üzerinde kaybolmaya başlayan ABD etkinliğinin yeniden sağlanması ve ABD’nin, büyük pasta payını başta yukarıdaki ülkelere kaptırmamak istemesidir. Bunu gerçekleştirmeye yönelik projeye önceki adıyla Büyük, yeni adıyla Genişletilmiş Ortadoğu Projesi denilmiştir. Cebelitarık Boğazı’ndan Orta Asya’ya kadar tanımlanan coğrafyada ABD; El-Kaide, HAMAS, Hizbullah ve benzeri terörist oluşumları yok etmeyi ve bölge devletlerinde kendi çıkarları ile çelişmeyecek düşüncelere sahip yönetimlerin oluşmasını hedeflemektedir. Fakat dünya petrol rezervlerinin %80’i ve doğalgaz rezervlerinin %50’sini barındıran, bunun yanında Anadolu ve Mezopotamya gibi sulak alanların yer aldığı bu coğrafyada önceden de söylendiği gibi ABD’nin asıl hedefi bu kaynaklar üzerinde tam denetim kurmak ve ABD’ye karşı birlik oluşturarak denetim alanlarını genişletmek isteyen Rusya ve Çin’in önünü kesmektir. Bugün gelinen noktada Saddam yönetimi devrilse de Irak’ta istikrar sağlanamamış, ABD bu ülkede askeri ve ekonomik anlamda yıpranmış ve 147 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu kendini bir çıkmazın içinde bulmuştur. Iraklı şeklinde bir milletin olmadığı ve İngiltere tarafından Birinci Dünya Savaşı sonrasında yapay bir Irak devleti oluşturulduğu Irak’taki etnik ve dinsel grupların Saddam sonrası eylemleriyle ortaya çıkmış, Kürtler istediklerini aşağı yukarı elde etmiş fakat her zaman göz ardı edilen ve zarar gören Türkmenler olmuştur. Karşı karşıya kaldığımız bu gelişmelerin devamında ABD’nin zaman zaman dile getirdiği Suriye veya İran’a bir operasyon olasılığı zayıf ve mantıksız görünmektedir. Zira ne İran ne de Suriye Irak’a benzemektedir. Çünkü ikisi de Irak’a nazaran daha homojen ve özellikle İran köklü geçmişe ve ulus bilincine sahip bir ülkedir. Suriye önceden bahsedildiği üzere zaten demokratik bir açılım süreci, şu an gelinen nokta yetersiz de olsa, yaşamaktadır. İran’da muhafazakar görüşe sahip Ahmedinecat’ın devlet başkanı olması ve ilk konuşmalarında nükleer faaliyetlerin geliştirileceğine yönelik beyanatları göz korkutsa da ABD’nin ne zaman kurtulacağı belirsiz bir Irak batağından çıkıp hemen İran’a müdahalesine ne İran, ne bölge güçleri ve uluslar arası kamuoyu, ne kendi yurttaşları, ne de ekonomik durumu imkan verecek şekilde değildir. 148 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Sonuç olarak Ortadoğu her zaman içinde bulunduğu kaotik özelliğinden uzun bir süre daha kurtulamayacağı izlenimi vermektedir. Irak’ın toprak bütünlüğünün korunup korunamayacağı veya ne şekilde bir değişim yaşanacağı jeopolitik birtakım değişimlere neden olabilir. 3.2.4. Kafkasya Adını bölgenin büyük bir bölümünü kaplayan dağ sırasından alan Kafkasya, Rusya’dan Ortadoğu ve Anadolu’ya kuzey-güney ekseninde, Orta Asya’dan Karadeniz’e doğu-batı eksenindeki geçiş yollarının kesişim noktasıdır. Rusya için Kafkasya’nın anlamı Ortadoğu enerji kaynaklarına ve Anadolu’nun sulak topraklarına açılan kapı oluşudur. Öte yandan Hazar havzasının enerji kaynaklarını Karadeniz veya Anadolu yoluyla Akdeniz üzerinden Avrupa’ya ulaştıracak olan yolun başlangıcı yine Kafkasya’dır. Bu kadar büyük önem arz eden bu bölge iki kesim şeklinde ele alınabilir. İlk kesim olan kuzey bölümü bugün Rusya Federasyonu içerisinde yer alan özerk cumhuriyetlerden oluşur ve Rus kesin egemenliği kendini gösterir. Her ne kadar Çeçenistan başını ağrıtmaya devam etse de SSCB’nin dağılmasını bu alanda durdurması Rusya’nın bölgede yeniden toparlanması ve etkinlik kurması için yararına olmuştur. 149 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Kafkasların güney bölümü SSCB’den bağımsızlığını kazanan üç bağımsız devlet olan Gürcistan, Azerbaycan ve Ermenistan’dan oluşur. Kafkasya’nın kuzeyi ne kadar Rus hakimiyet ve denetiminde ise güneyi de o kadar küresel, kıtasal ve Türkiye dahil bölgesel güçlerin ilgisi ve etkisi altındadır. Güney Kafkasya’da dikey ve yatay olarak belirtilebilecek iki bloklaşma vardır. Dikey blokta Rusya, Ermenistan ve İran yer almaktadır. Ermenistan’ın ülke bütünlüğünü koruyan Rusya ile önceden beri sıkı ilişkileri bulunmaktadır. ABD’nin bölgede söz sahibi olmasını açıkça istemeyen, ayrıca ülkesindeki Azeriler yüzünden Azerbaycan’la arası iyi olmayan bir İran’ın da bu dikey blokta yer alması doğaldır. Yatay blok ise Azerbaycan, Gürcistan ve Türkiye’den oluşur ve BaküTiflis-Ceyhan hattı ile somutlaştırılmış bir avantaj elde etmiştir. Azerbaycan, Hazar petrollerini dünyaya sunması bakımından ABD tarafından önem ve dikkatle izlenen bir ülkedir. Şu an için Azeri yönetimle önemli bir sorunu yoktur yalnız bölgede diğer güçlerin Azerbaycan üzerinde etki kurmasından ve kendi çıkarlarının zarar görmesinden çekinmektedir. Azerbaycan’ın yaşadığı en büyük sıkıntı ise ülkenin batı kesimindeki toprakların önemli bir bölümünün komşusu Ermenistan tarafından işgal edilmiş olmasıdır. Gürcistan ise son yıllarda moda haline gelen kadife devrimlerden nasibini almıştır. 15 150 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu yıldır süren Shevardnadze iktidarını ABD desteğiyle sona erdiren Saakaşvili, Batı’ya yakın bir duruş sergilemekte ve Gürcistan ülke bütünlüğünün Rusya tarafından tehdit altında olduğunu öne sürmektedir. Gürcistan’ın Rusya ile sınır bölgeleri olan Güney Osetya ve Abhazya iktidar değişikliği sırası ve sonrasında gerginliklere ve karışıklıklara sahne olmuştur. Bu durum Gürcü yönetiminin daha çok batı ekseninde tutum sergileyen bu yatay blokla hareket etmesini gerekli kılmaktadır. Kafkasya ve Ortadoğu’ya birlikte bakıldığında iki bölge için de benzerlikler ortaya konabilir. Her iki bölge de başta küresel güç ABD olmak üzere AB, Rusya gibi kıtasal güçlerin ve uluslararası sermaye temsilcilerinin iştahını kabartan bir enerji potansiyeline sahiptir. Açıkça söylemek gerekir ki bölge dışı güçlerin bu pastadan doyurucu pay almaları için bölgede istikrarın engellenmesi, bölgeye sürekli çözümsüzlük ve belirsizliğin egemen olması gerekmektedir. Şu an için her iki bölgede de durum böyledir ve bölge devletleri yukarıda açıklandığı durum üzerine güç dengesi içinde yer almaya mecbur bırakılmaktadır. 151 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu 3.2.5.Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla kalan mirasın yeni kurulan devletler arasında adil paylaşımının sağlanması için ortak paydalarda birleşme ihtiyacından doğan BDT, Baltık Cumhuriyetleri hariç diğer 12 eski cumhuriyetten oluşur. 18 BDT ilk olarak 8 Aralık 1991’de Rusya, Ukrayna ve Beyaz Rusya devlet başkanları tarafından Minsk’te ilan edilmiş, kurucu anlaşması ise 21 Aralık’ta Alma Ata’da imzalanmıştır. 19 Kurumsal yapının tamamlanması için BDT üyeleri ilk beş yılda beş temel hedef ortaya koymuşlardır: Ortak para biriminin belirlenmesi Para ve kredi politikalarında işbirliği Ortak değer yargılarını içine sindirmiş ve bu çerçevede gerekli reform sürecinden geçmiş bir hukuk sisteminin oluşturulması Ortak dış ticaret prosedürü oluşturmak suretiyle adım adım Gümrük Birliği’ne gidilmesi 18 Bu 12 cumhuriyet Moldova, Belarus, Ukrayna, Rusya Federasyonu, Gürcistan, Azerbaycan, Ermenistan, Tacikistan, Türkmenistan, Kazakistan, Özbekistan ve Kırgızistan’dır. Eski Sovyet cumhuriyetleri olmalarına rağmen Baltık ülkeleri olan Litvanya, Letonya ve Estonya BDT’ye katılmamışlardır. 19 Erel TELLAL; “Bağımsız Devletler Topluluğu” kutusu; Baskın ORAN (ed.); a.g.e.; cilt II; s: 543 152 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Yabancı sermaye yatırımcılarına cazibeli imkanlar sunabilecek şartların yeniden düzenlenmesi 20 BDT ülkelerinin milli çıkarlarının çok taraflı çıkarlarla çatışması, sonuçta hem SSCB mirasının paylaşımını hem de yukarıdaki hedeflerle ortaya konan sağlıklı bir bütünleşme çabasını engellemiştir. Ekonomik açıdan Moskova’ya bağlılıklarını sürdüren topluluk üyesi ülkeler zamanla bölgesel çıkarlar çerçevesinde alınan kararlarda söz sahibi olamadıklarını görünce BDT’nin karar mekanizmalarından birer birer çekilmeye başlamışlardır. Son dönemde BDT alanına dış güçlerin gelmesi, ayrışmayı hızlandırmıştır. 26 Ağustos 2005’te gerçekleştirilen son zirvede açıkça dile getirilmese de bir Rus gazetesinin ele geçirdiği bilgilere göre 1 Ocak 2006 tarihine kadar BDT’nin İstatistik Komitesi, Ekonomi Mahkemesi ve Hukuk Servisi lağvedilecek, askeri kurumların kadrosu azaltılacak, BDT Askeri İşbirliği Koordinasyon Karargahı lağvedilip yetkileri BDT Savunma Bakanları Konseyi’ne devredilecektir. 21 20 Savaş GENÇ. “Bağımsız Devletler Topluluğu’nun Değerlendirilmesi”, Anar SOMUNCUOĞLU, “BDT’nin Adı Kaldı”, Cumhuriyet Strateji, Sayı 63, 12 Eylül 2005 21 153 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu 3.2.6.Rusya Federasyonu 22 SSCB’nin büyük oranda ekonomik nedenlere dayanan çöküşü Rusya’nın jeopolitik konumunu kuşkusuz büyük ölçüde değiştirmiş, Rusya açısından bazı olumsuz ve olumlu sonuçlar doğurmuştur. Olumlu sonuçlardan daha fazla görünen olumsuz sonuçlara bakacak olursak: Rusya, yüzölçümünün %25’ini, nüfusunun da %50’sini kaybederek 17-18. yüzyılın sınırlarına dönmüştür. Limanlarının çoğunu kaybederek, yalnız Karadeniz ve Baltık Denizi aracılığı ile sınırlı bir ölçüde çıkışa sahip bulunmaktadır. Kazakistan ve Ukrayna gibi bazı zahire ambarları ile yine önemli kaplıca alanları (Gürcistan ve Ukrayna) ülke dışında kalmıştır. Rusya daha kuzeye çekilerek Boğazlar ve Süveyş gibi bazı uluslar arası ulaşım yollarından uzak kalmıştır. Ülke sınırları yapılanmamış bir şekildedir ve bir de esklav alanı (Litvanya sınırları içerisinde fakat Rusya’ya bağlı Kaliningrad şehri) oluşmuştur. 22 Bu bölüm ile ilgili bilgiler için Yaşar ONAY, “Küresel Jeopolitik Durum ve Rusya Değerlendirmesi” ve Aydın İBRAHİMOV, “Rusya’nın Jeopolitiği, Gerçekler ve Gelişmeler”, Jeopolitik Dergisi, Sayı 1 154 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Sınırlarında (Abhazya, Güney Osetya gibi) ve ülke kenarlarında (Çeçenistan) sıcak çatışma alanları oluşmuştur. Hudutların dışında yaşayan etnik Ruslar, milli azınlıklara dönüşmüşlerdir. Kayıpların sıralanabilir: olumlu sonuçları ise şöyle Rusya’da diğer eski Sovyet Cumhuriyetlerine oranla daha kaliteli ve dünya piyasasında rekabetçi olan doğal kaynaklar kalmıştır. Burada eski SSCB’nin en kuvvetli bilim potansiyeli toplanmıştır. Karasallığı büyüse de hala Karadeniz (Novorosiysk) ve Baltık Denizi’ne (St. Petersburg) çıkışlarını korumaktadır. Rusya komşusu olan tüm gelişmiş ülkelerle temaslarını korumuştur. Ülke Avrasya içindeki “emsalsiz transit koridoru konumunu” korumuştur. Bugün dünyanın bir çok bölgesinde ulus-devlet olma sürecine yeni başlayan ülkeler mevcuttur. Rusya da bu adaylardan birisidir ve bugün karşı karşıya kaldığı sorunların hemen hepsi, gerçek anlamda bir ulus-devlet olma sürecine yeni başlamasından kaynaklanmaktadır. 155 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Rusya tarihinde ilk kez nüfusunun %80’inden fazlasının Rus olduğu homojen bir yapıya sahip olmuştur. Parçalanma sonrası Rus dış politikasına egemen olan güdüler üç temel kategoride açıklanabilir. Bunlar: Saygınlık: Rusya’nın uluslar arası arenada yeniden sözü geçen, saygı duyulan hatta korkulan aktörlerden olma arzusudur. Askeri ve Stratejik Çıkar: Muhtemel saldırganları caydırmak ve aynı zamanda da, bir çatışma durumunda kazanmak için gereken olanaklara sahip olma arzusu Batının bir kenara bırakılması: Özellikle batıdan istediği maddi yardımın gelmemesi buna karşılık Macaristan, Polonya ve Batlık ülkelerine yardım sağlanması Rus halkının büyük çoğunluğunda, batılıların Rusya’nın güçlenmesini özellikle istemedikleri şeklinde algılanmıştır. Rusya Federasyonu için bugün izlenilen yol, yeni bir devletin zorunlu olarak izlemek zorunda olduğu politikalar gibidir. Öncelik kendi sınırları içinde mutlak egemenliğin tesisine verilmiştir. Uluslar arası sistemin ortağı ve katılımcısı olmaktan çok, bu ortamda nasıl ayakta kalabilir, kendi güvenliğimi hangi temeller üzerinde oluşturabilirim gibi kaygılardan 156 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu kaynaklanmaktadır. Buna örnek teşkil edecek şekilde Rusya, NATO’nun Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan’ı da içine alacak biçimde genişlemesine Mayıs 1997’de izin vermiş; “Rusya-NATO Güvenlik Anlaşması” imzalanarak Rusya’ya NATO faaliyetlerinde söz hakkı verilmiş fakat veto hakkı verilmemiştir. Bunun yanında bu anlaşmadan bir ay önce Yeltsin, Beyaz Rusya ile bayrak, egemenlik, toprak bütünlüğü öğelerini saklı tutacak biçimde ekonomik, askeri, enerji, ulaştırma ve dış politika alanlarında sıkı koordinasyon ve işbirliğini öngören bir birlik anlaşması imzalamıştır. Ayrıca Rusya yine Mayıs 1997’de Ukrayna ile yapılan anlaşma gereği Sivastapol’un kontrolü yılda 100 milyon dolar karşılığında tekrar Rusya’ya geri verilmiş ve böylece Rusya yeniden Karadeniz’e dönmüştür. Sovyetler Birliği’nde yasaklanan Jeopolitik araştırmalar, yeni Rusya’da büyük bir patlama göstermiştir fakat uygulamalı jeopolitik açısından bir tek Aleksanr Dugin adı ortaya çıkmaktadır. Aşırı sağ jeopolitik düşünceleri savunan Dugin’in esas özelliği Batı karşıtlığıdır. Dugin fikirlerini aldığı Lev Gumilyov’un Avrasya’da Türk ve Slavları birlikte ana unsur olarak gören yaklaşımından farklı olarak Avrasya’yı Rus egemenliğinde “mega alan” gibi görmektedir. Onun düşüncesine göre bu “yeni imparatorluk”ta etnik ve dine 157 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu dayanan idari birimler kurulmalı; bu birimlere büyük kültürel, ekonomik ve hukuki özerklikler verilerek siyasi, stratejik, jeopolitik ve ideoloji egemenliği de sert bir şekilde sınırlandırılmalıdır. Batı yanlısı jeopolitik ekol ise bilimsel olmaktan çok köşe yazarlığı düzeyinde bulunmaktadır. Bu tür yaklaşımlarda öne çıkan nokta Rusya’nın gelişimi ve geleceğinin ABD-Avrupa-Japonya üçgeninde görülmesidir. Bununla birlikte Çin, Hindistan ve “Yeni Sanayileşmiş Ülkeler”e de önem verilmektedir. Son zamanlarda Rusya’da uzlaşmacı; ılımlıvatansever; yeni milliyetçi-Bolşevikçiliğin, Avrasyalılığın, Rus milliyetçiliğinin ve Batı taraftarlığının aşırı uçlarından sakınan jeopolitik gelişme modelinin rağbet gördüğü söylenmektedir. Kendisinden doğan bu görüş ile Vladimir Putin, siyasi anlamda daha güçlü bir Rusya arayışına girecek, ekonomik anlamda liberal reformlara devam ederek küresel boyutlarda olmasa bile bölgesel aktör olarak çok daha ciddiye alınacak bir Rusya yaratmak için çalışacaktır. Nitekim Putin’in şu ana kadar izlediği politikalar da bu tespiti doğrulamaktadır. Putin, Çin, Hindistan, İran gibi ülkelerle yakın işbirliği içine girmiş, ABD ve batı ile olan ilişkilerini ise çok esnek bir zemin üzerinde sürdürmeye devam etmiş ve etmektedir. 158 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu 3.2.7.Orta Asya Orta Asya, batısında Hazar Denizi ve İran, kuzeyinde Rusya, doğusunda Çin ve güneyinde Hindistan ve Pakistan’la çevrili, Avrasya’nın jeopolitik bakımdan başka bir önemli bölgesidir. Sınırlarını çizerken belirtilen bu ülkelerin hemen hepsi belirli bir nükleer potansiyel sahibidir ve bu Orta Asya’nın önemini bir kat daha arttırmaktadır. Orta Asya’da etnik ve kültürel yapı ağırlıklı olarak (Moğolistan ve Afganlar hariç) Türk ve Müslüman bir yapıdadır. Sovyetler Birliği döneminde oluşturulmak istenen kolektif yaşam modelinin ve Rus kültürünün etkilerinden kurtulma çabaları halen devam etmektedir. Bunu oluşturma yolunda daha fazla kökten dinci hareketlerin gelişebilme ihtimali bölge ülkelerini, batı ve özellikle ABD’yi endişelendirmektedir. Orta Asya jeopolitiğinde her uluslararası aktör, aynı amaçlar hedefleyen politika ve stratejiyi uygulamaktadır. 23 Orta Asya’yı pek çok devlet gibi Rusya için de önemli kılan faktörler petrol, doğalgaz, yüksek rezervli doğal kaynaklar ve jeopolitik derinliktir. Nitekim 1990 sonrası dönemde Rusya Orta Asya ve 23 Dr. Mehmet ATAY, “21. Yüzyıl Başlarında Türkiye ve Orta Asya’nın Yeni Jeopolitik Konumu”, Jeopolitik Dergisi 159 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Kafkasya’yı “hayat alanı” olarak görmeye devam etmiştir. Çin’in Orta Asya’da yakın gelecekte oynayacağı rol açıkça görülmektedir. Kazakistan’dan batı Çin’e kadar 3000 kilometrelik uzunlukta ve 10 milyar dolarlık boru hattı döşeme kararı ile Pekin, Orta Asya’nın hammadde kaynakları üzerinde Rusya ve Amerika’ya rakip olduğunun işaretlerini vermiştir. Amerikan siyaseti ise esas olarak bölgede bir RusAlman ortaklığına engel olmayı hedeflemekte; ABD bir yandan Rusya’yı desteklerken özellikle Orta Asya ülkeleri ile ilgili stratejisinde güvenlik konularında işbirliğini temel unsur olarak görmektedir. 24Bu üç önemli güç unsuru yanında Türkiye, İran ve Pakistan gibi bölgesel güçlerin de Orta Asya’daki stratejik kaynakların kontrolü üzerinde pasif kalmaktan memnun olmayacağı açıktır. 3.2.8.Çin Yaklaşık 150 yıl önceye kadar Çin, tarımsal verimlilikte, sanayi buluşlarında ve hayat seviyesinde dünyanın lider devletlerinden biri konumundaydı. Fakat sonraki dönemde etkisinin azalmasında Afyon Savaşları sonucu Çin’e itibar kaybettiren İngiltere; Stalin’in Çin’in özsaygısına duyarsızlığından dolayı Rusya; Çin halkına 24 ATAY Dr. Mehmet, a.g.e. 160 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu geçen yüzyılı kapsayan savaşlarda çok acı çektiren Japonya ve Asya’daki varlığı ve Japonya’ya desteği ile Amerika baş aktörler olarak karşımıza çıkmıştır. İngiliz ve Rus imparatorluklarının tarih tarafından cezalandırıldığını düşünen Çin’in bölgesel ve küresel rolü ABD ve Japonya ile karşılıklı eylemleri sonucunda belirlenecektir. 1979’da Deng’in devlet başkanı olmasıyla Çin’in ekonomik gelişme hızında artış yaşanmıştır. Deng, konuşmalarında demokratik yöntemlerle siyasi istikrara kavuşulması, devletin ekonomik alandaki denetiminin zayıflatılması ve tarım ürünleri alım fiyatının yükseltilmesinin üzerinde durmuştur. Bu gelişme Çin’in 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne üye olmasıyla yeni bir ivme kazanmıştır. 2005 yılı itibariyle DTÖ’nün tekstil kotalarını ve AB’nin silah ambargosunu kaldırması Çin’in 21. yüzyılın küresel bir gücü olup olamayacağı tartışmalarını başlatmıştır. Günümüzde küresel bir güç olabilmenin koşulu dünyadaki dengeleri değiştirebilecek siyasi, askeri ve ekonomik potansiyele sahip olabilmektir. Çin’in bu koşullardan yalnızca askeri potansiyeli ile avantajlı fakat siyasi ve ekonomik bakımdan sıkıntı içinde bulunduğu görünmektedir. Çin dünyanın 3. büyük nükleer gücüdür. Ülkede halen 15 tane nükleer reaktör bulunmakta olup 161 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu 10 tane daha inşası söz konusudur. 2050’li yıllarda Çin’in en büyük nükleer enerji sistemine sahip olması beklenmektedir. Ayrıca Çin Deniz Kuvvetleri şimdiden “açık denizde etkin savunma” stratejik doktrinini benimsemiştir ve gelecek 150 yıl içinde Tayvan Boğazı ve Güney Çin Denizi’ni kastederek “birinci adalar zinciri içindeki denizlerin etkin kontrolü” için okyanusa çıkma kapasitesini elde etmeyi hedeflemektedir. Çin askeri bakımdan avantajlı bulunmasına karşın şu anki siyasi ve ekonomik durumu ile küresel bir güç olma potansiyelinde değildir. Tek parti yönetiminin ve komünist üretim ve yaşam tarzının devamı dünyanın geri kalanı tarafından hoş karşılanmayabilir. Ayrıca ülkenin Doğu Türkistan-Uygur bölgesinde sorunların devam etmesi, Tayvan sorunun bir türlü çözülememesi, bölgede kendisini yakından ilgilendiren Tibet ve Keşmir sorunlarının çözümü için somut politika ve stratejiler geliştirememesi siyasal dezavantajlarıdır. Bunun yanında ekonomide her şeyin yolunda gittiğini söylemek zordur. Çin’in doğal kaynakları kıt ve enerjisi ithaldir. Önemli bir ekonomik dezavantaj da bölgeler arası gelir dağılımın adaletsizliği ve 1,3 milyarlık nüfusunun 800 milyonunun açlık sınırında olmasıdır. Bütün bunlara rağmen, kurulan Şanghay İşbirliği Örgütü güçlendirilerek ABD’nin bölgedeki etkinliğinin 162 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu kırılması, bunun yanında siyasi ve ekonomik bozuklukları giderici tedbirler alınması ve uygulanması durumunda Çin, 21. yüzyılda dengeleri değiştiren bir küresel güç olarak karşımıza çıkabilir. 3.2.9.Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) 25 Avrasya’da kurulan en önemli uluslararası örgütlerden olan Şanghay İşbirliği Örgütü 1996 yılında devletler arasında güvenlik alanında işbirliği çabalarının gündeme gelmesiyle oluşturulmaya başlanmış ve 1997’de aktif hale gelmiştir. Kurulduğu dönemde “Şanghay Beşlisi” olarak adlandırılan ve Çin, Rusya, Kazakistan, Tacikistan ve Kırgızistan’dan oluşan bu örgüt, Özbekistan’ın da katılımıyla 7 Haziran 2001’de bugünkü yapısına kavuşmuştur. 23 Nisan 1997’de Boris Yeltsin ve Jiang Zemin’in Moskova’da imzaladıkları “Dünyanın Çok Kutuplu Hale Gelmesine İlişkin Ortak Deklarasyon”, ŞİÖ’nün günümüzde yaptığı çalışmalara önemli bir kaynak teşkil etmektedir. Örgüt üyelerinden Rusya Çeçenistan; Çin, Doğu Türkistan ve diğer Orta Asya ülkeleri ise Fergana Vadisi merkezli radikal teröre bölgesel önlem alma çabası 25 Bu bölümdeki bilgiler için bkz. Gürol KIRAÇ; “Avrasya’nın NATO’su: Şanghay İşbirliği Örgütü”; Cumhuriyet Strateji Dergisi; Sayı 38, 31 Mart 2005 163 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu içine girmişlerdir. 11 Eylül saldırıları ve sonrasında ABD’nin Afganistan merkezli olarak Türkistan coğrafyasında askeri üsler edinmek suretiyle yerleşmesi, Moskova ve Pekin’in beklemedikleri bir gelişme olarak karşılarına çıkmıştır. Haziran 2002’de imzalanan deklarasyonla ŞİÖ üyeleri “uluslararası terör, etnik ayrımcılık ve radikal dinci gruplarla mücadele etme” kararı almışlardır. Bu özelliğiyle ŞİÖ terörle mücadeleyi hedef olarak belirleyen ilk uluslararası örgüttür. ŞİÖ bünyesinde 6-12 Ağustos 2003 tarihlerinde ilk askeri tatbikat gerçekleştirilmiş ve üye ülke ordularının eşgüdümü konusunda önemli bir adım atılmıştır. Rusya ve Çin’in öncülüğündeki ŞİÖ, uluslar arası alanda yakından takip edilmeye başlanan ve Asya kıtası ve dünyada önemi gitgide artan bir örgüt haline gelmiştir. Nitekim, Pakistan, Hindistan ve İran gibi devletler ŞİÖ’ye katılma isteklerini açık bir şekilde dile getirmekteyken, Türkiye’nin de bu örgütle ilişkilerinde açılım yapma girişimleri söz konusudur. 164 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu 44.. TTÜ ÜR RK KİİY YE E’’N NİİN NG GÜ ÜN NC CE ELL JJE ON NU UM MU UN NU UN N EO OP PO OLLİİTTİİK KK KO JJE EO OP PO OLLİİTTİİK KU UN NS SU UR RLLA AR R Ç VE ES SİİN ND DE E ÇE ER RÇ ÇE EV D DE EĞ ĞE ER RLLE EN ND DİİR RİİLLM ME ES Sİİ İçinde yaşadığımız dünyada gelişmeler ne yönde olursa olsun bazı coğrafyalar önemini yitirmeksizin kendine özgü jeopolitik önemini korurlar. Bu özel coğrafyalardan olan Avrasya kavramı ve güncel jeopolitik konumu bir önceki bölümde geniş bir biçimde ele alınmıştır. Bu bölümde ise Avrasya’nın pek çok bakımdan kilit noktası ve sahip olduğu değerlerle tüm Avrasya coğrafyasının vazgeçilmezi olan Türkiye Cumhuriyeti’nin güncel jeopolitik konumu jeopolitik biliminin unsurları çerçevesinde ele alınacaktır. Öncelikle jeopolitiğin unsurlarını tekrar hatırlatmak gerekirse, bunlar; İlk bölümde Değişmeyen unsurlar olarak açıkladığımız ülke sınırları, dünya üzerindeki yeri, işgal ettiği alan, coğrafi bütünlük ve ülkenin coğrafi karakteri akla gelmektedir. 165 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Jeopolitiğin değişen unsurları ise, sosyo-kültürel, ekonomik, askeri, politik değerler ile zamanın koşullarıdır. 4.1. Değişmeyen Unsurları ile Türkiye Jeopolitiği Dünya haritasına şöyle bir bakıldığında Türkiye’nin bulunduğu hemen göze çarpacaktır ki bu bile pek çok özel durumunun anlaşılması için yeterli olacaktır. En geniş şekilde anlatılacak olursa Asya, Afrika ve Avrupa’nın oluşturduğu birbirine bağlı kara bloğunun bağlantı noktasında bulunmaktadır. Bu üç kıtanın arasında bulunan tüm denizlere de kıyısı olan bir yarımadadır ve hatta bunları birbirine bağlayan stratejik bağlantı noktalarına egemendir. Türkiye Cumhuriyeti 1939’da Hatay’ın anavatana katılmasıyla 779.452 km² yüzölçümüne, 8333 km.lik sahil ve 2875 km.lik kara uzunluğuna, Anadolu yarımadasının tümüne sahip bir ülkedir 26. Bu özelliğiyle İran hariç tüm sınır komşularından daha geniş alana sahiptir. En uzun sınır komşusu Suriye olup, 26 Sayısal veriler için Türkiye İstatistik Yıllığı, T.C. Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü, Ankara, 1997, s:4-5. Bu kaynaktan aktaran SANDIKLI Atilla, a.g.e., s: 149 166 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Azerbaycan’ın Nahcivan bölgesiyle sınırı en kısa olanıdır. Türkiye Alp-Himalaya dağ uzantısı ekseninde yer almakta olup bu nedenle yüksek bir görünüm arz etmektedir. Bu dağ uzantısının Türkiye ayağını kuzeyde Kuzey Anadolu ve güneyde Toroslar adı ile anılan sıradağlar oluşturur ve bu dağlar Karadeniz ve Akdeniz kıyısı boyunca uzanarak denizden iç kesimlere geçişi zorlaştırır. Ege kıyılarında ise dağların denize dik olarak uzanışı iç kesimlere geçiş imkanı sunmaktadır. Dünyanın en önemli ve zengin petrol rezervlerine sahip Ortadoğu ve Hazar havzasını Avrupa’ya bağlayan Türkiye’dir. Bu bölgelerdeki petrol ve doğalgaz Türkiye üzerinden geçen hatlar vasıtasıyla Avrupa’ya ulaşır. Ayrıca Avrupa Birliği, Rusya ve ABD gibi güç merkezlerinin Ortadoğu, Akdeniz ve Kafkasya gibi stratejik noktalara açılan yollarını kontrol eder. Ayrıca Tuna nehri ile orta ve doğu Avrupa’dan ya da Karadeniz üzerinden gelen deniz ulaştırma yollarını İstanbul ve Çanakkale Boğazları aracılığıyla Ege ve Akdeniz’e bağlar. Yukarıda anlatılan coğrafi konum büyük bir güç olması durumunda Türkiye’ye, kuzeydoğuda Kafkasya üzerinden Orta Asya’ya; güneydoğuda Ortadoğu 167 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu üzerinden Hint Okyanusu’na ve kuzeybatıda Balkanlar üzerinden Avrupa’ya açılma imkanı vermektedir. Türkiye, zayıf bir güç olması durumunda bu istikametleri kullanacak büyük güçlerin etkisi altında kalır. Türkiye eğer bölgesel bir güce sahip olursa, ki böyledir, büyük güçler arasında denge politikası uygulaması 27 muhtemeldir. 4.2.Değişim Gösteren Unsurlarla Türkiye Jeopolitiği 4.2.1.Sosyo-Kültürel Değerler Türkiye yetmiş milyon civarındaki nüfusuyla dünyanın 15., Avrupa’nın Almanya ve Rusya’dan sonra 3. kalabalık ülkesidir. Nüfusun okur-yazarlık oranı henüz batı dünyası ortalamasının altında olmasına rağmen yükseliş trendindedir. Avrupa’ya oranla daha genç bir nüfusa sahip olan Türkiye’de insanların yarısından fazlası kentlerde yaşamaktadır. Türkiye Cumhuriyeti zengin tarih ve kültür birikiminin bulunduğu bir coğrafya üzerine kurulmuştur. Anadolu’da kurulan Hitit, Urartu, Lidya, Frigya, İyonya, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı uygarlıklarının mirasına 27 SANDIKLI Atilla, a.g.e., S:149 168 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu sahiptir. Etnik unsurlar öznel ve hissiyata dayanan “Türk” üst kimliğinde birleştirilmiştir. Resmi dil Türkçe olarak yaygın şekilde kullanılmakla birlikte ülkenin çeşitli bölgelerinde Kürtçe, Lazca, Çerkezce gibi dil ve lehçeler de zengin kültürel yapının gerektirdiği biçimde konuşulmaktadır. Türkiye’nin sosyo-kültürel değerleri, üç ilahi din için de çok önemli bir coğrafya olması bölgede etkinlik kurmak isteyen devletlerin politika ve stratejilerine temel teşkil ettiği de olmuştur. Örneğin Yunanistan’ın Megali İdea politikası eski topraklarında Bizans’ı yeniden kurmaya yöneliktir. Ayrıca Doğu ve Güneydoğu Anadolu toprakları İsrail tarafından vaat edilmiş topraklar olarak görülmekte ve Büyük İsrail’in bir parçası olarak düşünülmektedir. Türkiye’nin toprak bütünlüğünü ve yaşama imkanını tehdit eder nitelikteki bu düşüncelere karşı en büyük kozlarından biri de bahsi geçen öznel kimliği ve manevi değerleridir. Bunun korunması ile tüm bu zararlı düşünceler boşa çıkarılabilir. 4.2.2.Ekonomik Değerler Türkiye, Dünya Bankası’nın GSMH verilerine göre çevresinde Rusya’dan sonra ikinci büyük ekonomidir ve dünyanın da en büyük 20 ekonomisi 169 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu arasındadır. Dünya Bankası’nın sosyal ve ekonomik göstergelere “Kalkınan Dünyanın Gelişen Devleri” tanımlamasını yaptığı 10 ülke içerisinde Türkiye de vardır. Ayrıca Türkiye, Dünya Ticaret Örgütü tarafından yüksek dış ticaret dinamizmine sahip “tüccar ülkeler” arasında gösterilmiştir. 28 Osmanlı’dan günümüze miras kalan tarım ve hayvancılığa dayalı geçim modeli halen büyük oranda sürdürülmektedir. Özellikle 1930’lardaki sanayileşmedeki hızı bir daha yakalanmamış olmakla birlikte tarıma dayalı sanayileşmenin baskın olduğu gelişim devam etmektedir. İhracat ve İthalat partnerleri genellikle bölge ülkeleri ve Avrupa’dır. Önemli ihracat ürünleri tekstil, gıda, ağaç ürünleri; en önemli ithalat ürünleri de petrol, doğalgaz ve işlenmiş ürünlerdir. Türkiye, yer altı kaynakları ve özellikle hidroenerji bakımından enerji potansiyeli zengin bir ülkedir. Krom, Bor, Neptünyum gibi gelecek teknolojilerinin ihtiyaç duyduğu madenleri işleyecek endüstrilerin kurulması ile Türkiye bu kaynakları ham şekliyle değerinden daha düşük satmaktan kurtulabilir ve kendisi de faydalanabilir. Türkiye’nin elektrik ihtiyacı GAP ile büyük oranda karşılanır hale gelmiştir. Ancak 28 a.g.e., S: 151 170 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu özellikle yoğun sanayi ve kentleşmenin yaşandığı İstanbul ve çevresinin enerji talebinin bir bölümünü karşılayacak şekilde Bulgaristan gibi bazı bölge devletlerinden elektrik ve doğalgaz ithalatı söz konusudur. İthal ikameci sınaileşme adı verilen yurtiçi üretimi artırıcı ve dış alımı kısıtlayıcı modelinin 1930’lar ve 1960-80 arası dönemde uygulanması sonrasında, 1970’lerde dünya ekonomisinde başlayan finanssal serbestleşme eğilimine Türkiye de 24 Ocak 1980’de aldığı ekonomik kararlarıyla katılmıştır. 29Ayrıca 1995’te imzalanarak 1996’da yürürlüğe giren Gümrük Birliği Anlaşması ile Türkiye, tam üye olmadan Gümrük Birliği’nin getirdiği yükümlülükleri kabul eden ilk ve tek ülke durumundadır. Ayrıca bulunduğu coğrafi konumun bir avantajı olarak İslam Konferansı Örgütü Ekonomik ve Ticari İşbirliği Daimi Komitesi, Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı gibi bölgesel kuruluşlarla ekonomik ilişkiler içerisindedir. 30 29 Ayrıntılı bilgi için bkz. Erinç YELDAN; “Küreselleşme Sürecinde Türkiye Ekonomisi: Bölüşüm, Birikim ve Büyüme”; İletişim Yayınları; İstanbul, 2004 30 Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Atilla SANDIKLI, Türkiye’nin Dış Politikasında Avrupa Birliği ve Alternatifleri, Harp Akademileri Yayını, İstanbul, 2001 171 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Türkiye ekonomisinin yıllardır Uluslararası Para Fonu (IMF) ile birlikte yürüttüğü ekonomik istikrar çabaları olumlu sonuç verir ve yalnız AB ve IMF ekseninde politikalar uygulanmayıp bölgedeki gelişmeler de dikkate alınırsa Türkiye’nin daha güçlü ve bölgesinde etkili bir ekonomik yapıya sahip olması kaçınılmaz görünmektedir. 4.2.3.Politik Değerler a. Siyasi Sistem ve İç Politika “Türkiye Devleti bir cumhuriyettir”. Anayasanın ilk maddesini oluşturan bu cümle ile Batı dünyasının emperyalist yönünü mağlup ederek kurulan yeni devletin Batı’nın üst yapısını kabul ettiği anlatılmaktadır. İkinci madde ise cumhuriyetin Atatürk’ün koyduğu çağdaş uygarlık seviyesi yolunda “demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” niteliğinde olduğu vurgulanmıştır. Bu yönüyle Türkiye mensup bulunduğu İslam dünyasına örnek teşkil edecek şekilde bir model kurmuş, yıllardır toplumsal ve siyasal gelişmenin önündeki engel olan devletin yönetiminde dini kuralların üstünlüğünü ortadan kaldırmıştır. Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti modern bir toplum olmanın gereği olarak 172 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu dünyada kadınlara siyasal ve toplumsal haklarını resmi olarak veren ilk devletlerdendir. Demokrasinin vazgeçilmez unsuru olarak erkler ayrımı ve sivil yönetimin asker üzerindeki konumu prensibine rağmen cumhuriyet tarihinin bazı dönemlerinde ordunun siyasal iktidarı ele geçirdiği olmuş fakat olağan durumlara geri dönüş itibariyle devletin yönetimi tekrar sivillere devredilmiştir. Türkiye’nin son yıllarda iç politik gündemini en çok meşgul eden konular irticai ve bölücü nitelikteki faaliyetler olmuştur. Devletin toprak bütünlüğü ve siyasal sistemini tehdit edici bu tür eylemler, bazen yoğunluk ve aktör değişimleri yaşayarak günümüzde de önemli bir sorun olarak iç politika gündeminde yer tutmaktadır. Diğer bazı önemli konular ise devlet yönetiminde merkezileşme, siyasi patronaj, eğitim ve kentleşmedeki sıkıntılardır. b.Türk Dış Politikası 24 Temmuz 1923 Lozan Anlaşması ile anlam kazanan cumhuriyet dönemi Türk Dış Politikası’nın (TDP) iki temel ilkesi vardır: Bunlar Batıcılık ve 173 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Statükoculuktur. 31Batıcılık, üst yapısını insan hakları, demokrasi, laiklik gibi değerlerin oluşturduğu alt yapının ise serbest piyasa ve finanssal serbestleşme düşüncesi ekseninde gelişen ve “Batı” adı verilen coğrafi anlam dışı kavramın egemen olduğu bir dış politika anlayışıdır. Türkiye, bağımsızlığını kazandığı ve cumhuriyeti ilan ettiği günden günümüze kadar ilişkilerini Batı’yı öncelikli planda tutacak şekilde kurmuştur. Kendini Batı’nın bir parçası olarak görmüş ve Batı dünyasının önderliğini ettiği oluşumlara da büyük ilgi göstermiştir. Statükoculuk ise iki şekilde anlam ifade etmektedir: İlki mevcut sınırları, ikincisi de mevcut dengeleri sürdürmektir. Birincisinde Misak-ı Milli sınırlarının hemen hepsini sağlayarak bağımsız bir devlet kurmuş, bunun yanında Lozan’da tam olarak çözümlenmemiş sorunları da son olarak 1939’da Hatay’ın Türkiye’ye katılmasıyla halletmiş ve bu sınırları genişletmeye yönelik bir eyleme girişmemiştir. 32İkinci olarak ise karşıt görüşe sahip güçler karşısında hep denge politikasını benimsediği görülmektedir. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’nda İsmet İnönü’nün bu politikayı 31 Ayrıntılı bilgi için bkz. Baskın ORAN (ed.); “Türk Dış Politikası, Kurtuluş Savaşı’ndan Bugüne, Olgular, Belgeler, Yorumlar”; cilt I-II; İstanbul; İletişim Yayınları; 2002 32 Hatta Misak-ı Milli içindeki bazı toprakları elde edememeye razı da olmuştur. Örneğin, Batum, Batı Trakya ve Musul. 174 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu çok iyi ve dikkatle uygulayarak ülkeyi bir sıcak savaş alanı olmaktan kurtarması büyük bir başarıdır. Soğuk Savaş boyunca Sovyetler’in boğazlarda üs ve Doğu Anadolu’daki toprak talepleri nedeniyle ibre Batı bloğuna doğru kaymıştır. 1990’larda tek küresel güç olarak ABD’nin ortada kalışı ve Ortadoğu’ya yönelik stratejileri ile AB’ye üyelik sürecinin hep gündemde kalması Türkiye’nin Batı ekseninde bir dış politika izlemesini getirmiştir. Türkiye’nin bugünkü dış politika gündemi Avrupa Birliği, onunla paralel süreç izlemeye başlayan Kıbrıs Sorunu, Türk-Yunan ilişkilerindeki sorunlar, Irak Savaşı ağırlıklı bir seyir takip etmektedir. 4.2.4.Askeri Değerler ve Ulusal Güvenlik Kuruluş tarihi M.Ö. 209 olarak gösterilen Türk Silahlı Kuvvetleri tarihin her döneminde disiplin ve zaferleriyle dünyanın en güçlü orduları arasında olmuştur. Soğuk Savaş sırası ve sonrasında Kore, Somali, Bosna, Kosova ve son olarak da Afganistan’da göstermiş olduğu üstün hizmetlerden ötürü hem bu ülkelerin insanları hem de BM ve NATO gözünde vazgeçilemez bir konumdadır. Askeri teknoloji bakımından çoğu konuda dışa bağımlı olmasının 175 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu yanında Türk Silahlı Kuvvetleri F 16 C-D uçaklarını, CN235 nakliye uçaklarını, firkateyn ve denizatlılarını kendisi üretebilmektedir. 33 Komşularının hemen hepsiyle ulusal güvenliği tehdit edici sorunları olan Türkiye’nin elindeki en büyük kozu ordusunun caydırıcı yeteneğidir. Kıbrıs ve Kardak harekatları ve Yunanistan’ın TSK’nın ikinci büyük ordusu olarak İzmir’de konuşlanan Ege Ordusu’ndan özellikle çekiniyor olması bu görüşü doğrular niteliktedir. Dış dünyanın gözünde bu derece saygın bir konumda bulunan TSK, İç Hizmet Kanunu’nun ilgili maddelerinin kendisine verdiği yetkiyle yurt çapında huzur ve barışın sağlanmasına yönelik faaliyetlerini de başarıyla devam ettirmektedir. 4.2.5.Zaman Zaman faktörü, içinde bulunulan dönemin ekonomik, toplumsal ve siyasal alanda geçerli ve yaygın olan gelişim şeklini ve devletlerin bu durum karşısında nasıl davranmaları gerektiğini ifade eder. Ortaya çıktığı zamana (iki savaş arası dönem gibi), 33 SANDIKLI Atilla, “Küreselleşen Dünyada…”, S: 154 176 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu niteliğine (Soğuk Savaş) veya amacına (Aydınlanma Çağı) isim alabilmektedir. göre Bugün dünyanın genelinde yaşanan sürece “Küreselleşme Süreci” adı verilmektedir. Küreselleşme olgusu, pek çok farklı şekilde tanımlara sahip olması yanında kısaca ulusal ekonomilerin dünya piyasalarıyla eklemlenmesi ve bütün iktisadi karar süreçlerinin giderek dünya kapitalizminin sermaye birikimine yönelik dinamikleriyle belirlenmesi 34 olarak ifade edilebilir. Küreselleşme ile dünyanın her yerinde mal,hizmet ve sermaye dolaşımının önündeki engellerin kaldırılması hedeflenmektedir. Bu ekonomik anlamı içermesinin yanında küreselleşme olgusu; kentleşme ve özel mülkiyete dayalı seküler bir toplumsal yaşam modelini; Batı tipi parlamenter rejime sahip, insanın temel hak ve özgürlüklerine saygılı, ekonomik bir aktör olmaktan uzak ve yasalarıyla özel sektör rekabetinin denetçisi bir devlet ve uluslararası politikada ulus-devletlerin baskın rolünün yerini uluslar üstü kurumlara bıraktığı bir sistem modelini önermektedir. Türkiye gibi ekonomik manevra alanı kısıtlı ulusdevletler için küreselleşme bazı handikaplar getirecektir. Ulusal ekonomilerini küreselleşmenin gereklerine 34 YELDAN Erinç; a.g.e., S: 13 177 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu kayıtsız şartsız teslim etmeleri hazır olmayan ve dar ölçekteki ekonomik yapılarında sıkıntıya neden olabilir. Yapılması gereken ise devletlerin küreselleşme olgusunun getiri ve götürülerini iyi analiz ederek siyasal, ekonomik ve toplumsal yaşamda bu analizin gereklerine göre davranmalarıdır. Türkiye’nin şu an için bu analizi yeterince yapamadığı söylenebilir ancak yapması için de henüz geç kalmış değildir. S SO ON NU UÇ Ç Dünya yeni bir yüzyıla ilk kez Avrasya dışında bir oluşumun süper güç oluşuna şahit olarak girmiştir. Gelenek olduğu üzere ABD’nin süper güç konumu yalnızca 20. yüzyıl ile anılırsa Avrasya coğrafyası doğusu ve batısıyla 21. yüzyılın süper gücünü ya da güçlerini çıkarmaya yeniden adaydır. Bu güç ya da güçler devletler olabileceği gibi belki de ilk kez uluslararası örgüt veya örgütler de olabilir. Bu bakımdan gelişme trendleri dikkate alındığında Şanghay İşbirliği Örgütü ile Avrupa Birliği’nin şansı yüksektir. Bu iki uluslar arası yapı kendilerini belki de birbirlerine karşı bir güç mücadelesi içinde bulabilirler. Bu durumda Avrupalı ve Asyalılık kimlikleri yeni bir anlam kazanacaktır. Bunun yanında Avrasya coğrafyasında yeni devletler ortaya çıkabilir veya şu an var olan bazı 178 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu devletler başka bir devletle bütünleşmeye gidebilir. Bu bütünleşmenin temelini eskiden beri var olan ilişkiler oluşturabilir ve katılım zorla ilhak şeklinde değil barış içinde sağlanacaktır. Şu an gelinen nokta, Avrupa’da en uzun süren birlik ortamını işaret etse de üye devletlerin kendi iç sorunları ve ekonomik alandaki açmazlar birliği tehdit eder boyutlara ulaşabilir. Avrupa Birliği’nin sınırlarının çok kısa zamanda (Baltık ülkeleri hariç) Rusya’ya dayanma ihtimali yüksekse de birlikten istediğini bir türlü alamayıp da ayrılmak isteyen devletler ortaya çıkabilir. Eğer böyle bir ayrılık yaşanırsa bu birden fazla da olabilir. Bütün bunların yanında birliğin devamını zorunlu ve yararlı kılacak gelişmeler de yaşanabilir. Şu an için terörle mücadele böyle bir neden gibi görülmektedir. Eğer başta belirttiğimiz şekilde ŞİÖ ve AB, Avrasya’da çıkarları doğrultusunda bir mücadeleye girişirse Avrupalılık düşüncesi birliği tutan harcı olarak tepkisel bir biçimde yarar sağlayabilir. Tam tersi ŞİÖ ve oluşturacağı etki alanı için geçerlidir. Asyalılık düşüncesi de AB’dekine benzer bir işlev görebilir. Mevcut ortamda Orta Asya ŞİÖ’ye ve Balkanlar da AB’ye yakın durmaktadır. Oluşabilecek rakip güçlerin mücadele alanı ise Kafkasya, Ortadoğu ve Türkiye 179 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu olacaktır. Eğer AB, Türkiye’nin birliğe alınmasını sağlarsa Kafkasya’ya açılımı daha da kolaylaşacaktır. Bu ihtimali düşünmeyip yalnız Gürcistan ve Azerbaycan’la istediğini elde etmeye çalışırsa kuzey ve güneyden sıkıştırılmış bu ülkeleri zor durumda bırakır hatta elden çıkmaları riski ile karşı karşıya kalabilir. Bunun yanında eğer ŞİÖ’ye kabul edilirlerse İran ve Hindistan çok önemli stratejik açılımlar yapabilirler. İran Ortadoğu, Hazar ve Orta Asya doğal kaynakları üçgeninde önemli ve ŞİÖ içinde etkin bir güç unsuru olabilir. Türkiye, eğer fırsatları iyi değerlendirirse, hem AB hem de ŞİÖ’den yarar sağlayabilir. Bulunduğu jeopolitik konum, küresel güç olmak isteyen hiçbir unsurun göz ardı edemeyeceği değerdedir. Olası bir güç mücadelesini bu değerini anlayıp da Türkiye’yi yanına çekebilen kazanacak, bunu başaramayan veya görmezden gelen kaybedecektir. 180 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Kazım DEMİRER KİŞİSEL BİLGİLER Doğum Yeri : Afyonkarahisar Doğum Tarihi : 28/12/1983 EĞİTİM 2000-2005 İlişkiler Bölümü : Ege Üniversitesi, Uluslararası 1997-2000 Lisesi : İzmir Konak Nevvar-Salih İşgören İŞ DENEYİMİ 11/2003 – 03/2004 İzmir Büyükşehir Belediyesi Dış İlişkiler Koordinatörlüğü, Stajyer - Kurumun dış ilişkileri ile ilgili yazışmaların tercüme edilmesi 181 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu - Kardeş kentlerle ilgili projelere teknik destek sağlanması - 4-6 Haziran 2004 İzmir Yerel Gündem 4. STK Fuarı İnfo Desk görevi 11/2002 – 01/2003 : Opel Türkiye Ltd. Şti., Finans Koordinatörlüğü, Stajyer GÖREV ALDIĞI ÇEŞİTLİ ETKİNLİKLER - 08/2005 Universiade İzmir 2005, Yaz Üniversite Oyunları FISU Headquarter Akreditasyon Gönüllüsü - 05/2005 Ege Üniversitesi 4. Uluslararası İlişkiler Öğrenci Kongresi, Proje Yürütme Kurulu Üyesi - 06/2004 – 05/2005 Ege Üniversitesi Uluslararası ilişkiler Topluluğu İnsan Kaynakları Koordinatörü - 05/2004 Ege Üniversitesi 3. Uluslararası İlişkiler Öğrenci Kongresi, kayıt masası görevlisi 182 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu - 04/2004 “NATO’s Transformation and the Position of Turkey” adlı İzmir’de gerçekleştirilen konferansta proje yürütme kurulu asistanı 183 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu B BU UG GÜ ÜN ND DE EN N Y YA AR RIIN NA AK KA AD DIIN N S EÇ ÇÖ ÖZZÜ ÜM MÖ ÖN NE ER RİİLLE ER Rİİ SO OR RU UN NLLA AR RII V VE H HA AZZIIR RLLA AY YA AN N M Naallaann D DÜ ÜM MR RO OLL Meevvhhiibbee N 184 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Ö ÖZZE ETT Temsil gücü olmayan olmaması olanaksızdır. kadınların sorunlarının Sorunların ana nedeni ise toplumun yarısını oluşturan kadınların “karar verme” mercilerinde yok denecek kadar az olmalarından kaynaklan- maktadır. Toplumsal cinsiyet ayırımcılığı nedeniyle bugün karşı karşıya kaldığımız kadın sorunları, gerçekte tüm toplumun sorunları olup, çözümü de, büyük ölçüde toplumsal sorunların çözümüdür. Bu çalışma, başlıca kadın sorunlarından eğitim, sağlık, şiddet, yaşlılık, siyaset ve ekonomik problemlerle ilişkili olanlarının bir kesitini alıp, ileriye dönük çözüm önerilerine katkıda bulunmayı amaçlamaktadır. 185 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Ö ÖN NS SÖ ÖZZ Gerçeği arayan ünlü bazı filozofların bile kadına sıcak bakmadıklarını biliyoruz. Schoponhauer, Kant ve Nietzche bunlardan yalnızca birkaçıdır… Erkeklerin kadın cinsine kemikleşmiş bakış açısı bazı kadınları öyle ürkütmüştür ki, eğitimin bile uzun vadede erkek egemen değerlerini kendilerine benimsetecek bir araç olmasından çekinip korkmuşlardır(1). Bu çalışmada ayağımıza bağ olacak kuşkuları bir yana bırakıp, kadın sorunlarına ve çözüm önerilerine odaklanacağım. Kadın sorunlarına tarih boyunca yapılan katkıları, daha çok yarına bakan bir çalışma hedeflediğimden bu makale kapsamına almadım. Yoksa, bize kalan her güzel mirasın değerini bilmekte ve sahip çıkmakta kararlıyım. En önemlisi, hukuki yaptırımlar olmadan sorunların çözülemeyeceği gerçeğini çok iyi bilmekteyim. Çözüm önerilerimde de sık sık hukukun önemini vurgulayacağım. Bu nedenle kadın sorunları ve hukuk ilişkisinin ayrı bir makale konusu olarak ele alınması gereğine inanıyorum. 186 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu 11..G GİİR RİİŞ Ş Ülkemiz kadınları Tanzimat’dan beri erkeklerle eşit haklarla var olma ve çalışma mücadelesi veriyor. Emek dünyasında 1897 yılından beri ücretli işçi olarak, 1913 yılından beri devlet memuru olarak varlar. Daha kadınlara daha oy hakkı tanınmadan, 1923 yılında Kadınlar Halk Fırkası kuruluşu için başvurulmuş(2). Erkek-kadın karışık tedrisat da kadın öğrencilerin bir eylemi sonucu başlatılmış. Kadın valimiz de oldu, bakanımız da, hatta başbakanımız da… Bu kazanımların hepsi önemli ama asla yeterli değil. Çünkü ne yazık ki hepsi sembolik! Kadınlarımızın her konuda mağduriyeti devam ediyor. Amacımız kadın erkek eşitliğini vitrinsel örneklerden günlük hayatın olağan gerçeklerine dönüştürmektir. 22..K KA AD DIIN NS SO OR RU UN NLLA AR RII 2.1.Eğitim 2.1.1.Eğitimde neredeyiz? Toplumsal cinsiyet uçurumu tablosunda(3), eğitime erişim sıralaması kadınların ilk, orta ve yüksek öğretimdeki oranlarına göre hesaplanıyor ve Türkiye 58 ülke içinde 55.sırada, İsveç ise ilk sırada. Türkiye’de hiç eğitim 187 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu almayanların oranı kadınlarda %25.4 iken erkeklerde %10.7 , erkeklerin %75 i en az ilkokulu bitirmişken kadınlarda bu oran %60 (4). Okuma yazma bilmeyen her bir erkeğe karşı dört kadın var. Kız çocuklarının yaşları ilerledikçe okula devam etme oranları da düşmektedir.15 yaşından büyük kızların %40 ı ailelerinin izin vermeyişi sebebiyle okulu terk etmektedirler.Zorunlu öğrenimin 8 yıla çıkması devam oranını yükseltmiştir(5). Okulu terk eden kızlar ev işleri ve varsa kardeş-lerinin bakımıyla sorumlu olmakta, kırsal alanlarda yaşıyorlarsa bunlara tarım işçiliği de eklenmektedir. Tanzimat’da ebelik, öğretmenlik mesleklerine açılan öğrenim kapıları, bugün kızlar için çeşitlenmiş görünse de, genelde kadınlara yaraştığı düşünülen meslekler için eğitim ağırlığı devam etmektedir. Yani eğitim sistemi genelde söz sahibi olma olasılığı az kadınlar yetiştirmektedir. Okul kitaplarındaki erkek egemen bakış da kadınların ikincil cins olarak zihinsel terbiyelerine hizmet etmektedir. 2.1.2.Eğitim Problemleri Neleri Etkiliyor? Kadın ve çocuk sağlığını,doğurganlığı, yaşlılık kalitesini etkiliyor. Kadının aile içinde ve sosyal hayattaki statüsünü etkiliyor. Kadının karar verme mercilerinde olmasını etkiliyor. Kadının ve ailesinin ekonomik gücünü etkiliyor. Toplumun sağlığını, kültürel düzeyini ve 188 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu zenginliğini etkiliyor. Atatürk’ün de arzu ettiği demokratik topluma dönüşmemizi etkiliyor. Acı ama, eğitimsizlik bizleri zavallı kılıyor !... Güçlü olan, gücünü eşitlikten, kişisel gelişimden değil de, ötekinin yani kadının çaresizliğinden, hatta onu çaresizleştirmekten beslediği sürece bu zavallı görünüm değişemez. 2.2.Sağlık 2.2.1.Genel Sağlık Sorunları Karşısında Kadın Gelir getirici işlerde çalışma,yeterli eğitim görme ve kendi sorunları hakkında karar verme yetkisi sınırlı olan kadının genel sağlık hizmetlerin den faydalanma şansı çok azdır. Hatta, yaşam boyu doktor yüzü göremeyen kadınlarımız vardır. Bunlar, kulaktan dolma bilgiler ve reçetesiz ilaçlar ile tedavi olmamakta, yalnızca semptomların hafifletilmesiyle yetinmektedir. Bugün yanlış ve yetersiz beslenme ile demir eksikliği anemisi kadınlarımızın en önemli sorunlarındandır. Yetişkin kadınlarımızın %50 sinden çoğu fazla kilolu, %20 si ise obez tanımına girmektedir.Bu da kalp ve damar hastalıklarını davet etmektedir. 189 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu 2.2.2.Üremeyle İlgili Sağlık Sorunları Üremeye yönelik sağlık hizmetlerine erişimi gösteren Toplumsal Cinsiyet Uçurumu Tablosu(3), Türkiye’yi 58 ülke arasında 50.sırada, İsveç’ i ise birinci olarak göstermektedir. G.Birsel Kadının Adı yok adlı gazete yazısında(6), bir şirketin 18 ilimizi kapsayan araştırmasında, konuşulan kadınlardan %65 inin hiç jinekoloğa gitmediğini aktarıyor. Aslında, Türkiye genelinde yapılan her dört doğumdan yalnızca biri sağlık kuruluşlarında gerçekleşmektedir. Bebek ölümlerinde Türkiye’nin dünya sıralamasının başlarında yer alması şaşırtmamalıdır. Anne ölümlerinin önemli sebeplerinden biri de, erken yaşlardaki gebeliklerdir. Erken evlilikler erken anneliklere yol açmakta, kadının fizik-sel ve ruhsal açıdan küçük yaşlarda yıpranmasına ve erkeğe ekonomik açıdan bağlı kalmasına yol açmaktadır. 2.2.3.Kadınlar Ve Ruh Sağlığı a.Kadınların Mal Olarak Görülmesi Bu iki kademede yaygındır. İlkinde evlilikler aileler tarafından çıkar karşılığında organize edilmektedir. 190 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Dünyanın çok yerinde ve Türkiye’mizde her gün rastlanır. Yol açtığı psikolojik problemler son dönemde çeşitli sanat kollarınca ve özellikle sinema tarafından sık sık işlenmiştir. İkinci ve en kötü oluşum, kadınların açıkça pazarlanmasıdır. Bu insanlık ayıbı da dünyada ve Türkiye’de gizli ve açık sürdürülmektedir. b.Kadınların Toplumda İkinci Planda Bırakılması Kadın ve Toplum kitabında(7) ifade edildiği gibi: kadının kendini ortaya koyamaması, ikinci planda yer alması, depresyon sorunlarıyla psikiyatri hastanelerine başvurmasına yol açmaktadır. Tabii, psikoloğa gidebilenlerin çok az sayıda olduğunu hepimiz biliyo-ruz. Oysa depresyondaki kadınlar için, psikolojik destek olmazsa olmaz bir unsurdur. c.Yaşlılık Sorunları Dünya Sağlık örgütünün yaşlanma ve sağlık programına göre, cinsiyet insan sağlığını belirleyen ana faktörlerden biridir(8). Kadınlar genellikle erkeklerden fazla yaşamakta, gelişmiş ülkelerde fazladan ömür süresi 6 ile 10 yıla kadar çıkmaktadır.Türkiye’de de 2000 yılı verilerine göre 65 yaş 191 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu ve üzeri 3 milyon 800 bin kişi yaşıyor. Bunun 1 milyon 700 binini erkekler, 2 milyon 100 binini ise kadınlar oluşturmaktadır(9). Kadınlar nispeten uzun yaşamanın bedelini çeşitli hastalıklara daha yatkın olarak ödüyorlar. Daha uzun ama daha sağlıksız bir yaşam sürdürmek, fakir ve çaresiz olan için yaşamak değil de sürünmek değil midir?... Menapozda ,östrojen hormonu kaybı nedeniyle kadınların osterepoz geliştirme riski 4 kat fazladır. Bu durumda kemikler daha kolay kırılır. Zamanla zihinsel aktivitelerde yavaşlama, görme yeteneğinin zayıf-laması, işitme kaybının ortaya çıkması olağan gelişmelerdir.Bunlara yaş-lılığın kadının ruhsal durumuna getirdiği ek zorlamaları da ekleyebiliriz.Ayrıca yaşlılıkta nasıl, kim yada kimler tarafından bakılacaklar? Bu soru en önemli sorulardan biridir.Yönetimlerin etkin planlama yapmadıkları ve yeterli bütçe kaynağı ayırmadıkları sürece de çok önemli bir soru olmaya devam edecektir. 192 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu 2.3.Şiddet Kadına yönelik şiddet dünyanın her yerinde büyük bir problemdir. Önlenmesi, hiç değilse azaltılması için her ülkede çalışmalar yapılmaktadır. En önemli iki özelliğinden ilki genellikle aile arasında gizli olarak yaşanması, ikinci özelliği ise bir kerelik uygulama değil ama su yüzüne çıkmadan defalarca tekrarlanan bir eylem olmasıdır(10a). Kadına uygulanan şiddet, çeşitli şekillerde görülebilir(10b): A-Kadın bedenine fiziksel zarar veren şiddet eylemi, B-Sözel olarak uygulanan şiddet(Hakaret,özgüven sarsıcı sözler vb) C-Psikolojik şiddet(Devamlı kontrol etmek,duygusal sömürmek) D-Sosyal şiddet(Yakın çevre ve toplumla olan ilişkileri sınırlamak) E-Ekonomik özgürlüğü sınırlayarak uygulanan şiddet, F-Cinsel şiddet Çoğu zaman yukarıdaki şiddet şekillerinden birkaçı veya hepsi bir arada uygulanır. Fakirseniz, eğitimsizseniz, yaşlıysanız, engelliyseniz, farklı kimlik ve kültürlerden geliyorsanız şiddete maruz kalma riskiniz artar. 193 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu İstanbul’da 1999 yılında sonuçlanmış boşanma davalarında boşanma nedenlerinin değerlenirilmesi üzerine yapılan bir araştırmada(11), cana kasıt ve pek fena muamele üçüncü sırada sebep olarak ortaya çıkmıştır ki, bu da kaygı verici bir sonuçtur. Yine kadın üniversite gençliği ve mezunlarına yönelik cinsel saldırı mağdurları araştırmasında, bu eylemlere yüksek oranda maruz kalındığı,eylemlerin çoğunlukla tanıdık kişilerce gerçekleştirildiği ve çok büyük oranda adli makamlara yansımadığı ortaya konmuştur.(12) Şiddetle baş etme yolunu bulamayan kadınların bir kısmı, karşı şiddete başvurup, cezaevine düşebilmekte, diğer bir kısmı da daha da vahim sonuçlara yol açabilecek şekilde, içlerindeki öfkeyi çocuklarına yansıtıp, onlara şiddet uygulayabilmektedir. 2.4.Siyaset Ve kadın 2.4.1.Siyasette Kadınların Bugünü Toplumsal cinsiyet uçurumu raporunda(3,)politik güçlendirme sıralaması kadınların karar alıcı yapılardaki temsil edilme ağırlığını veriyor.Türkiye 58 ülke arasında 53.sıradayken Yeni Zelanda ilk sırada, İzlanda ise ikinci sırada 194 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Tansu Bele diyor ki “Tarihe baktığımız zaman kadınlar açısından cinsiyet ayrımının en yoğun olarak yaşandığı alanın siyasal etkinlikler alanı olduğunu görürüz”(13). Yine Tansu Bele, kadınların kurdukları derneklerle siyasal yaşama destek verseler de partilerde ve parlamentoda yeterince yer alamadıkları-na işaret ediyor.Ama bu kadın kuruluşlarının önemini azaltmaz.Aksine, kadınlara dışında tutuldukları genel siyasetin dışında, kendi eleştirilerini ve taleplerini dile getirebilecekleri,sivil siyasi aktörler olarak aktif çalışabilecekleri bir alan da açmaktadır(14). Ama sorunların gerçek çözümünün de siyaset ve hukuk alanında olduğu hiçbir şekilde gözden kaçırılmamalıdır. İlk kez 1930 belediyeleler yasası ve 1934 anayasa değişikliği ile seçme ve seçilme haklarını alan kadınlarımız(5), 1935 yılında 18 kadın milletvekili ile %3.8 oranında temsil edildiler ve bu oran 1999 seçimlerine kadar aşıla-madı. 1946 ve 91 yılları arasında ise %2 nin altında kaldı. Son beş milletvekili genel seçimi sonuçlarına göre kadın milletvekili sayı ve oranları şöyledir(15): 87 seçimi 6 milletvekili %1,33 91 seçimi 8 milletvekili %1,78 95 seçimi 13milletvekili %2,36 99 seçimi 22 milletvekili %4 02 seçimi 24 milletvekili %4,36 195 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Kadınların yerel yönetimlerdeki temsil oranı ise %1 bile değil. Oysa Habitat 2. Küresel eylem planına göre yerleşim birimleri cinsiyete duyarlı biçimde planlanmalı ve yönetilmelidir. Kadınların olmadığı bir yerel yönetimden bunu kim bekleyebilir?... Siyasette yer alan kadınların da genellikle zaten siyasetin içinde bulunan ailelerden geldiği, siyaseti de aile ortamında öğrendiği Ayşe Güneş Ayata’nın bir tespitidir(1). Politikada yetersiz sayıda temsil edilen kadınlar için, bu da ayrı bir soruna işaret etmektedir. Çünkü temsil edebilmek için ünlü olmak, güçlü olmak, siyasi ilişkilere zaten uzak olmamak şansı arttır-maktadır. Dar gelirli, eğitimsiz kadın ise yeterli destekten uzak olduğu için kendi sözünü duyurmakta zorlanmakta, kendi sorunlarının temsilcisi olama- makta,dolayısı ile demokratik tablo da aksamaktadır. Kadın Adayları Destekleme Ve Eğitme derneği (KA-DER) Türkiye çapında örgütlenerek kadınlara hem aday olabilmeleri için eğitim fırsatı sunmakta, hem de parti farkı gözetmeksizin seçilebilmeleri için destek vermektedir. Ancak Ka-Der’e göre sorun sadece kadın sivil toplum kuruluş-larının çabalarıyla çözülemeyecek kadar ağırdır. 196 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu 2.4.2.Kadınların Siyasette Ağırlıklarının Artmasının Beklenen Sonuçları En önemli kazanım siyasete daha geniş bir kitlenin katılımıyla Türkiye’nin daha demokratik bir yapıya kavuşması olacaktır. İkinci kazanım toplumun daha değişime açık, dinamik bir yapıya kavuşması olacaktır. Kadın ruhundaki bu özelliğe orta doğudaki tutucu ve liberal güçlerin dinamiğini incelerken Bernard Lewis işaret etmiştir. Kadın erkek eşitliği ile demokrasinin gücü ve adaleti gerçeğe dönüştü-rülmelidir 2.5.EKONOMİK PROBLEMLER 2.5.1.Ücretli Ve Ücretsiz Çalışma İle Girişimcilik Gülse Birsel, Kadınların %69 unun eşinden aldığı parayla geçindiğini ama bunu yaparken %53 ünün zorlandığını aktarıyor(6). Meral Tamer’in deyişiyle yoksul kadın, utancını, saygı görememesini, umutsuzluğunu, güvensizliğini hane halkı içinde saklıyor(16). 197 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Türkiye kadınların ekonomik yaşama katılımlarında 58 ülke içinde 22. sırada, sunulan ekonomik fırsatlarda ise son sırada(3). Kadınların işgücü arzına katılım oranını Faruk Selçuk %60 ile dünya ortalamasının altında buluyor.Bu oranın son 30 yıldır değişmediğine de işaret ediyor(17). OECD’nin 2005 yılı istihdam raporuna göre: Avrupa ülkelerinde toplumlar yaşlansa da kadın istihdam oranı yükselirken, Türkiye’mizde son 15 yıl içinde %33 den %24’e gerilemiştir(18). Ekonomik krizlerde ilkönce kadınların işten çıkarıldığını hatırlarsak bu sonuç ne yazık ki kaçınılmazdır. DİE işgücü anketi verilerine göre çalışan kadınların çoğu tarım sektöründe ücretsiz aile işçisi konumundadır. “Parasal karşılığı olmayan her türlü iş(çocuk ve yaşlı bakımı, ev işleri vb.)çalışmadan sayılmamış, kadının yapması gereken yükümlülükler olarak görülmüş,önemsizleştirilmiştir’’(5). Ücretli kadınlar ise, ya nispeten düşük kademe ve ücretli görevlerde istihdam edilmekte, ya da karar mekanizmalarına yükselmeleri yavaş ve zorlu olmaktadır. Dünyada genel olarak, erkeklerin %80 i kadar ücret alan kadınlar için durum Türkiye’de de farklı değildir. TÜSİAD Kadın Erkek eşitlik raporuna göre üst düzey yönetici kadınların aynı 198 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu düzeydeki erkeklere göre ücretleri %47 daha azdır. Sadece kamu sektöründe nispeten bir eşitlik vardır. Bankacı/sigortacı kadınlar ile bayan öğretmenlerin meslekteki oranları ile üst düzey yönetici olarak oranları(19) şöyledir: Bankacı/sigortacı Öğretmenler %43 %44 %4 %7 Devlet istatistik Enstitüsü verilerine göre, evli kadınların iş gücüne katılımlarının hiç evlenmemiş veya boşanmış kadınlardan daha düşük oluşu da oldukça ilginçtir. Bu, kadınların evlilik ve iş hayatı sorumluluklarını birlikte götürmekte ne kadar zorlandıklarını gösterdiği kadar, işverenlerin problemsiz çalışan işçi aradıklarının bir göstergesi de olabilir(5). Kendi hesabına veya işveren konumunda çalışan kadınların yarıya yakını ise informal sektörde faaliyet göstermektedir.İnformal sektörün krizlerden ilk etkilenen sektör olduğunu da biliyoruz. DİE 2000 yılı verilerine göre Türkiye’de çalışan kadınların %1 i bile işveren değildir. 199 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu M.Kurtman’a göre Türkiye’de girişimci kadınların yarısından azı banka hesabına sahiptir.Gayrimenkul sahipliği ise %9 dolaylarındadır. Bu da bankalardan girişimci olarak kredi almanın önünü kesmektedir(20). 2.5.2.Kadınlar Ekonomide eşit Oranlarda Ve Güçlü Olarak Yer Alırlarsa... 1-Ülke insan kaynaklarının tamamını değerlendirilmiş olur, 2-Nüfus planlanması daha başarılı uygulanabilir, 3-Aileler daha zenginleşir ve çocuklarına daha iyi olanaklar sunabilir, 4-Ülkenin uluslar arası rekabet gücü ve zenginliği artar, 5-Gelir dağılımındaki adaletsizlik azalır. 6-Demokratik mekanizmalar daha iyi çalışabilir. 7-Kadınlardan alınacak sosyal güvenlik pirimleri ile sosyal güvenlik kurumlarının gelirleri de artar, 8-İş dünyasındaki kötü pratikler(rüşvet ve yiyicilik)azalır 33..Ö ÖN NE ER RİİLLE ER R 3.1.Eğitim İçin Öneriler 3.1.1.İlk Üç Yaş Kişiliğin belirlenmesinde ilk üç yaşın baskın bir önemi bulunmaktadır. 200 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Kız bebeklere oyuncaklarla, çizgi filimlerle, oyunlar ve ailenin birebir ilişkisi ile pasif olması gerektiği, ikincil önemde cinsiyet olduğu mesajı verilir. Masallarda bile genç kız seçmez, beyaz atlı prens kimi seçerse mutluluk onun hakkıdır. Aslında, günümüz Türkiye sinin koşullarında, her kız anne babasında, kızlarının hayatla başa çıkabileceğini görme özlemi vardır. Yeter ki, onlara hem pratik yani kolayca uygulayabilecekleri, hem de toplumsal değerleri gözardı etmeyen iletişim ve davranış modelleri gösterilsin… Bir yandan aileler interaktif eğitilirken, diğer yandan da TV de, sinemada, tüm kitle iletişim araçlarında cinsiyet eşitliği vurgulanmalıdır. Oyun kitaplarındaki şablonlar taranarak yenileriyle değiştirilmelidir. Okul öncesi eğitim (ana okul) programlarında da eşitliğe yönelik önlemler alınmalıdır. 3.1.2.Okullarda yeni Düzen Öğrenim kitapları kadın bakış açısını da kapsayacak şekilde yeniden gözden geçirilmelidir. Örneğin tarih kitaplarına göre dünyayı değiştirenler hep erkeklerdir. Kadınlar ancak dipnotu olarak veya olumsuz öykü ve örneklerin kahramanları olarak geçerler. Edebiyat kitapları da kadın yazar ve şairleri genel olarak görmezden gelmeyi tercih eder. 201 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Çocuklarımıza ve gençlerimize önyargılardan arınmış tarih,edebiyat ve sanat kitapları hazırlayarak, sunmalıyız. Ders kitaplarının iyileştirilmesi yanında, öğrenim yılı boyunca gerçekleştirilen spor, tiyatro, müzik vb etkinliklerde kız öğrencilerin mutlaka eşit ağırlıkta yer alması sağlanmalıdır. Gerek mesleki orta öğrenim, gerekse yüksek öğrenimde genç kızlarımız toplumsal beklenti ve şartlanmaların etkisinde kalmaktadırlar. Böylece nispeten daha az gelir getiren, toplum hayatında yönetim ağırlığı ve prestiji sınırlı alanlara yönelmektedirler. Çözüm, kız öğrencilerin beklenti eşiklerini yükseltmek, eğitim kurumlarının yapılanmasını eşitlikçi olarak yeniden organize etmek, okul kitaplarını iyileştirerek, okul dönemi ekonomik destekleri yoğun olarak sağlamaktır. 3.1.3.Kadın Eğitiminin Finansmanı Kadınlar için öğrenim mücadelesinin bir boyutu da eğitimlerinin finansmanıdır. Öncelikle devlet bütçesinden ciddi olanakların yaratılması şarttır. Devlet bütçesinden kız öğrencilere yönelik eğitim burslarına ve yeni öğrenim yurtlarına ayrılan parasal kaynaklar arttırılmalıdır. Bu erkeklerle bir eşitsizliğe asla yol açmaz, aksine var olan eşitsizliğin giderilmesinde önemli bir basamak olur. 202 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu 3.2.Sağlık Sorunu İçin Öneriler 3.2.1.Eğitim Ve Bilinçlendirme Çalışmaları Gerek okullarda yardımcı dersler koyarak, gerekse medyada kadın sağlığını koruyucu programların yapımını özendirerek, bilinçlendirmeyi arttırmak gerekir. Üremeyle ilgili problemler için de sürekli sağlık taramalarına paralel seminer ve konferanslar düzenlemeli, broşürler hazırlanarak, dağıtılmalıdır. 3.2.2.Koruyucu Ve Tedavi Kurumlarının Yaygınlaştırılması Edici Sağlık Kadınlar için erişimi kolay,başvuru bürokrasisi en az, masrafları halkın ortalama geliriyle uyumlu sağlık kurumlarının yaygınlaştırılması şarttır. Her anne adayının çocuğunu uygun sağlık koşullarında ve doktor gözetiminde dünyaya getirmesi sağlanmalıdır. Kadınların yaşlılık problemlerinde uzmanlaşmış sağlık kuruluşları da açılmalıdır. Tüm bu sağlık hizmetleri sosyal devlet ilkesi gereği ihtiyacı olanlara ücretsiz ve bölgeler arası fark gözetilmeksizin götürülmeli ve bütçeden her türlü destek sağlanmalıdır. Devlet sağlık politikası gereği bu hizmetlerin kesintisiz sürdürülmesi esastır. 203 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu 3.3.Şiddete Karşı Tedbir Önerileri 3.3.1.Eğitim Ve Kültür Programlarıyla Bilinci Arttırmak Bir çok kadın insan olarak, kadın olarak, haklarının bilincinde değildir. Kendisine uygulanan şiddete karşı koymaması, sadece korkudan veya ekonomik çaresizlikten kaynaklanmaz. Hem doğru ve yanlışın gerçek sınırlarını ayırt etmesine yarayacak bilgiden, hem de hakkını nasıl arayacağını gösterecek rehberlerden yoksundur. Okul dışı eğitim kanalları ve medya bu amaçla kullanılabilir. “Kol kırılır yen içinde kalır” sözünde olduğu gibi, şiddetin ailenin içinde gizlenmesi mutlaka önlenmelidir. Farkında olmadan, bilgi sahibi olmadan hiçbir probleme çözüm bulamayız. Bugün, birçok kadın şiddetle karşılaştığında, ailenin korunmasına dair kanuna göre harç, tanık ve rapor gerekmeksizin mahkemeden tedbir kararı çıkartabileceğini bilmiyor. Üstelik mahkemenin bunun için duruşma bile yapmasına gerek yoktur. Tüm kitle araçları ile bu konuların sıklıkla işlenmesi gerekiyor. Öyle ki, bilgi düzeyi yükselsin, kuvvetli bir kamuoyu oluşsun… 204 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu 3.3.2.Şiddete Çıkmak Maruz Kalan Kadınlara Sahip a. Önce bu kadınlara güvenli ortamlar sağlamalıyız. Kadın sığınma evleri gibi örnekleri yaşatmalı ve sayılarını arttırmalıyız. Unutmayalım ki 1987-89 yıllarında yürütülen “Dayağa karşı şiddet”kampanyasından sonra açılan ilk iki kadın sığınağını da yaşatamamıştık. b. Bu kadınların fiziksel ve ruhsal tedavilerine yardımcı olmalıyız. c. Ekonomik güce sahip olmayan mağdurların iş bulmalarına, iş bulmalarını kolaylaştıracak eğitim almalarına katkıda bulunmalıyız. d. Şiddet gören kadınların mahkemelerden tedbir kararı alabilmeleri, maddi ve manevi zararlarına karşılık tazminat talep edebilmelerine yardımcı olmalıyız. Ayrıca yapılan araştırmalarda mağduriyet oranının yüksekliğine karşı adli makamlara iletme oranının düşük olması, özellikle adli tıp açısından olayı ispatlama zorluğunu aşacak çalışmaların(etkin muayene ve delillerin değerlendirilmesi)önemini ortaya koymaktadır(12) 205 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Bu problemin çözümü için yerel yönetimler, STK’lar ve medya işbirliği yapmalıdır. 3.3.3.Şiddeti Uygulayanlar Cezasız Kalmamalıdır Kadına karşı şiddetin konu olduğu bütün davalar takip edilmeli, kuvvetlinin zayıfı ezmesi, yeterli ceza almadan kurtulması önlenmelidir. Erkek cinsini hedef almayan uygar bir kadınlar dayanışması ile şahit ve delilleri bulmak daha da kolaylaşır. Üstelik izlenen davalarda yasaların aksayan yerleri tespit edilerek, hukuksal iyileştirmeler de gerçekçi olarak yapılabilir. Kadına uygulanan şiddetin cezası da caydırıcı olmalı, ciddi şekilde ağırlaştırılmalıdır. Cinsel taciz gibi davalar gizli görülmeli, kadının toplum içindeki itibarı ve gururu korunmalıdır. 3.3.4.Devletin Şiddete Yönelik Politikasını Etkilemek Eğer bu konularda etkili unsurlarla daha yoğun iletişim kurulabilse, yani yerel yönetimler, akademisyenler, medya kanalları tek bir amaç için harekete geçebilse, devletin gerek şiddete karşı politikalar üretmekte daha aktif olacağını, gerekse bütçeden daha fazla kaynak aktaracağını umabiliriz. 206 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu 3.4.Siyasal Katılım İçin Öneriler Bunun için özellikle sıradan kadının , “sade vatandaşın” önü açılmalı-dır. Gerekli olan tüm destek medya, sendikalar ve STK’ lar kanalıyla sağlanmalı, yasalar ve yönetmeliklerle hayata geçirilmelidir. A- Kadınlara küçük yaşlardan başlayarak yönetime talip olma bilinci verilmelidir. Öğrenci kuruluşlarından başlayarak, sendikalar,dernekler ve vakıflarda erkek yönetimin koltuk değneği olmak yerine kendi başına mücadele vermeleri sağlanmalı, edinilen bilgi ve deneyimler paylaşılmalıdır. B- Siyasi partilerde bugün erkek egemenliği sürmektedir. Gerek üye olarak katılmak, gerekse parti içinde yönetim kademelerinde biryerlere yükselmek, erkek üyelere göre daha zorlu bir mücadeleyi gerektirir. Öncelikle partiler yasasında kadınları erkeklerin hertürlü engellemelerinden kurtarıcı düzenlemeler yapmalı, sonra da kadınların parti yönetimlerinde yeterli dengeyi sağlamaları için mücadele etmelidir. Demek ki parti tüzüklerinin eşit katılımı sağlayacak şekilde değişmesi şarttır. 207 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu C- Parlamentoya daha çok kadın adayın talip olması sağlanmalıdır. Adaylar için: a- Seçim çalışmalarında kadın adaylarca harcanmak üzere ek finansman kaynakları sağlanmalıdır. b- Mevcut eşitsiz şartlarda, parlementodaki kadın varlığı ancak KOTA uygulamasıyla bir dengeye getirilebilir. Bunu zorunlu kılmak üzere kamuoyu oluşturmalı ve gerekli yasa değişiklikler yapılmalıdır. Kuzey avrupa ülkelerine bakıldığında, yasalarla güvenceye alınmış bir pozitif ayrımcılık politikası olmaksızın sorunu çözmenin olanaksız olduğu anlaşılır. Bunun başka bir etkili yolunu bulmak da mümkün değildir. Bir görüşe göre kadınların siyasetin vitrininde değil ama gerçekten mutfağında olabilmeleri için sosyolojide kritik temsil eşiği denilen en az üçte bir oranında temsil edilmeleri gerekiyor(21). Kotanın, kadının siyasete katılımı için gerekli olduğunu kabul etmeli ve buna yönelik ciddi baskı gurupları oluşturmalıdır. Bu eşitlik bilinci için de gereklidir. 208 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu 3.5.Ekonomik Güç İçin Öneriler 3.5.1.Toplumsal Roller Yeniden Düzenlenmelidir. Toplumda kadınların cinsiyetlerinden dolayı üzerlerine biçilen roller vardır. Rollerin vurgusu, sosyoekonomik duruma, kentli köylü oluşa, eğitime göre değişebilir.Ama kadının ekonomik güçlenmesi için bu rollerde daha radikal farklılaşmalar olmalıdır.Bu rolleri belirleyen ana kabul aşağıdadır: “Kadın çalışmamalıdır. Kadının yeri evidir. Kadın ev işleriyle uğraşmalı ve çocuk doğurarak büyütmelidir.” Dr.Warren Farrel “Erkekler Neden Daha Fazla Kazanıyorlar” kitabında konuyu incelemiş, sorunun aile ya da çocuk sahibi olmaktan çok ebeveynlerin iş bölümü konusunda verdikleri kararlar olduğu sonucuna varmıştır(22). 209 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu 3.5.2.Kadınlara Hukuki Ve Ekonomik Destek Siyaseti Hayata Geçirilmelidir 3.5.2.1.Ücretsiz Çalışan Kadınlar Tarım işlerinde, ev işlerinde ücretsiz aile işçisi olarak çalışan kadınların ailece edinilen menkul ve gayrimenkullerin tasarrufunda bir oran dahilinde söz sahibi olmaları sağlanmalıdır.Bu önlem kadınların okuldan alınıp, küçük yaşlarda bedava emek kaynağı olmalarını ve eğitimsiz kalmalarını da sınırlayabilir. Yasal düzenlemelerle sosyal güvence bir şekilde sağlanmalı, sigorta zorunluluğu getirilmelidir. 3.5.2.2.Ücret Karşılığı Çalışan Kadınlar İş koluna göre bazı işlere eleman alırken cinsler arası eşitlik uygulanmalı, bazı iş kolları için de belirli oranlarda kota uygulamasına gidilmelidir.Bu uygulamalar yasalarla güvenceye alınmalıdır. Ücretlendirme ,eğitim ve terfi konularında kadınlara karşı olumsuz ayırımcılık yapanlar izlenmeli ve ispatlandığında derhal cezalandırılmalı-dır. Cezaların caydırıcı olması esastır. Türkiye’de, şirketlerdeki ortalama kadın istihdamı düşük sayılarda olduğu için, kreş vb. zorunluluğu pratiğe kolay kolay geçemekte, küçük çocuğuna bakmak ve işine 210 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu vakit ayırmak ikilemi arasındaki kadın çalışanların kariyerleri riske girmektedir. Hamilelik döneminde ve küçük çocukların bakımında, kadınlara destek olacak kurumlar(kreş, çocuk yuvası vb) yaygınlaştırılmalıdır. 3.5.2.3.Kadın Girişimciler Girişimci olmak isteyen kadınlara, eğitim olanakları, hukuksal ve mali danışmanlık hizmetleriyle, kredi destekleri sağlanmalıdır.Krediler için istenen teminat ve her türlü kefalet için de kolaylıklar getirilmelidir. Gelişmekte olan yörelere uygulanan vergi, harç indirimleri ve istisnaların benzeri kolaylıklar, kadın girişimciler için de uygulanmalıdır 44..S SO ON NU UÇ Ç Yukarıda sorunların bir kesitini ve çözüm önerilerini sıraladık.Yüzümüzü yarına çevirerek düşünüp, çalışmaya devam edeceğiz. Yeni bilgi ve görüşlere her zaman açık olacağız. Sonuçta birkaç şeyin altını yeniden vurgulamakta fayda var: Tüm kitle iletişim araçlarıyla bu adaletsizliğe karşı kamuoyu oluşturmak ve toplumsal bilinci yükseltmek için yayınlar yapılmalıdır. 211 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Kadın ve erkeğin, karar verme mercilerinde dengeli ağırlıkta yer almamaları durumunda, demokrasinin asla gerçekleşmeyeceği, toplumun her kesimine anlatılmalıdır. Kadın sorunları için ciddi politikalar oluşturulmalı, kısa ve uzun vadeli hedefler belirlenmelidir. Belirlenen politika ve hedefleri destekleyen araçlardan kota uygulaması asla ödün verilemeyecek kadar önemlidir. Gerekli yasalarla desteklenmeyen ve yeteri kadar bütçe payı almayan planlar sonuçsuz kalmaya mahkumdur. Yine ceza yaptırımları caydırıcı olacak kadar ağır olmalıdır. Unutmayalım ki milletler kadınlar ve erkeklerin toplamından oluşur. En güzelini ve doğrusunu yine Atatürk’ün bir sözünde buluyoruz “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir !” 212 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu K KA AY YN NA AK KÇ ÇA A Ayata,A.G., Aile, Özel Yaşam, Eşitlik ÜçgeniGöğüş,Z.,Kadınlar olmadan Asla, Sabah Yayınları, 1998 Özel dosya-Türkiye’de kadın olmak, CNN-Türk, 11 mart,2005 Uçurumun Dibindeyiz, İnsanca Dergisi,temmuz 2005 sayısı Bilker, M.A., Türkiye’de Kadın Sağlığı Ve Planlaması, Dicle Üniversitesi web sitesi Türkiye’de kadın olmak,Rapor,KESK web sitesi Birsel G., Kadının Adı Yok,Sabah gazetesi, 26 haziran 2005 Sürekli D., Kadın ve Toplum,Evrim Yayınevi,2002 Women, Aging And Health, WHO internet fact sheet,Haziran 2000 Nüfusumuz Yaşlanıyor,NTVMSCN internet haber, 21 Ekim 2003 Homeoffice.Uk’nin Domestic Violence Web sitesi Şiddet ve Kadın,Rapor,KESK web sitesi İşsever H - Dişçi R., Boşanma Nedenlerinin Değerlendirilmesi, Adli Tıp Bülteni,Sayı:5/3 Kayı Z.,Yavuz F.,Arıcan N.,Cinsel Saldırı Mağduru Araştırması, Adli Tıp Bülteni-Sayı:5/3 Bele T.,Kadın Yazın Siyasa, Pencere Yayınları,2001 213 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Esin Ç.,Türkiye’de Kadın Kuruluşları Ve Etkinlik Alanlar Hacettepe T.H.Bülteni, sayı:2, nisan 2003 Milletvekili Genel Seçimlerinde Kadın Milletvekili SayıOranları belge-net web sitesi Tamer M., Yoksul Kadın Yoksulluğunu Nasıl Tarif Ediyor?,Milliyet Gazetesi,25 Haziran 2005 Selçuk F., İstatistiklerde Kadın,Kadınlar.com web sitesi Tamer M., Kadın İstihdamında Nal Toplamak,Milliyet Gazetesi, 10 Temmuz 2005 Özkaya M.,Kadınların iş hayatında başarılarını etkileyen faktörler, Çukurova Üniversitesi, sempozyum bildirisi,eylül 2001 Kurtsan M.,Kadın Girişimcilere Kurumsal Destek,İnsan Kaynakları.com web sitesi Kadınlar Nerede ?,Kadın.bianet.org web sitesi Tekinay A.,Kadınlar Niye Az Kazanıyor?, Capital Dergisi, Mayıs,05 214 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu TEŞEKKÜR Bu makalenin yazımı için teşvik eden ve yol gösteren Bahçeşehir Üniversitesi Rektörü Sayın Prof. Dr. Süheyl Batum, Stratejik Araştırmalar Başkanı Sayın Ercan Çitlioğlu ve Hükümet ve Liderlik okulu Başkanı Sayın Burak Küntay’a, her türlü idari sorumuzu elbirliği ile en kısa zamanda cevaplandıran Hükümet ve Liderlik Okulu İdari İşler ve İletişim Direktörü Sayın Funda Bağdatlı ve Hükümet ve Liderlik Okulu Mali İşler Direktörü Sayın İsmail Şakcı’ya , ayrıca bu makalede işlenen Kadın ve Siyaset konusunda eğitim ve pratik saha çalışmaları yürüttüğümüz KA-DER yöneticilerine ve üye arkadaşlarıma içten teşekkürlerimi sunarım. Saygılarımla, Mevhibe Nalan Dümrol 2005-İSTANBUL 215 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Mevhibe Nalan DÜMROL 1958 de Ankara’da doğdu.İstanbul Kadıköy Kız Lisesini bitirdi. Genç yaşta katıldığı bankacılık mesleğinden 2.müdür olarak emekli oldu. Sigortacılık dergisinde sinema eleştiri yazıları yayımlanmıştır. Aldığı sertifikalar: • İstanbul Üniversitesi Basın Yayın Y.Okulu-Halkla ilişkiler • DC Gardner & CO-Problem Çözme ve Karar verme • Kadıköy Belediyesi-Avrupa Birliği İnsanca Yaşam Projesi • Bahçeşehir Üniversitesi-Hükümet ve Liderlik Okulu Atatürkçü Düşünce Derneği ve Ka-Der üyesidir. 216 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu TÜRKİYE’DE ÖZELLEŞTİRME VE YAPISAL UYGULAMALAR HAZIRLAYAN Cengiz ERDEM 217 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu 11..Ö ÖZZE ELLLLE EŞ ŞTTİİR RM ME E Özelleştirmenin ana felsefesi, devletin, asli görevleri olan adalet ve güvenliğin sağlanması yolundaki harcamalar ile özel sektör tarafından yüklenilemeyecek altyapı yatırımlarına yönelmesi, ekonominin ise pazar mekanizmaları tarafından yönlendirilmesidir. 1.1.Özelleştirme Programının Amaçları Özelleştirme ile devletin ekonomideki sınai ve ticari aktivitesinin en aza indirilmesi hedeflenirken, rekabete dayalı piyasa ekonomisinin oluşturulması, devlet bütçesi üzerindeki KİT finansman yükünün azaltılması, sermaye piyasasının geliştirilmesi ve atıl tasarrufların ekonomiye kazandırılması, bu yolla elde edilecek kaynakların altyapı yatırımlarına kanalize edilebilmesi mümkün olacaktır. Özelleştirmenin temel amacı nihai olarak, devletin ekonomide işletmecilik alanından tümüyle çekilmesini sağlamaktadır. Öte yandan borsa ve sermaye piyasalarını geliştirmeden Türkiye’de sağlıklı bir ekonomik gelişmeden bahsetmek mümkün değildir. 218 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Şirketlerin yalnızca bankacılık sektörüne bağlı olmadan hisse senedi, tahvil veya bono ihracı yoluyla kaynak temin edebilmeleri ve bu kaynak maliyeti ile enflasyon arasında sağlıklı bir ilişkinin olabilmesi için, sermaye piyasalarının geliştirilmesi gerekir. Sermaye piyasasının gelişimi ise, tasarrufların daha büyük bir kısmının mali piyasalara yönlendirilmesi ve bu suretle oluşan fonların sermaye piyasasına akışına imkân verecek bir ekonomik yapının oluşturulması ile mümkündür. Bu açıdan değerlendirildiğinde özelleştirme uygulamaları ile bir yandan mali piyasalara ve dolayısıyla sermaye piyasalarına yönelmeyen yerli ve yabancı tasarrufları bu piyasalara yönlendirerek yeni kaynaklar yaratılması, diğer yandan da kamu kesiminin fonlar üzerindeki talebi nedeniyle sıkışan mali piyasa üzerindeki olumsuz baskının engellenmesi hedeflenmektedir. 1.2.Özelleştirme Teorisi Son elli yıldan beri devletler pek çok ülkenin ekonomik faaliyetlerinde daha büyük roller üstlenmişlerdir. Makro ekonomik planlama ve yönetim üzerinde daha fazla etkiye sahip olmuşlardır. Ayrıca, kamu sektörü bütçeleri hem mutlak anlamda hem de 219 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu özel sektör faaliyetlerinin hacmi ile ilgili olarak gelişme göstermişlerdir. Kamu bütçelerindeki bu büyüme refah programlarında askeri harcamalarda ki hızlı artış ile kamu alt yapısı ve hizmetlerin alanı ve hacminde çok büyük bir artış sonucu meydana gelmiştir. Aynı şekilde az gelişmiş ülkelerde işletmeci bir devlet fikrini benimseyerek devletin faaliyet hacmini büyütmüşlerdir: Bu ülkelerde bir taraftan, devletin büyüme ve kalkınmanın motoru olduğu görüşü ileri sürülürken; bir taraftan da gerek millileştirilmiş endüstrileri işleterek gerekse özel firmaların ve piyasaların işleyişine ciddi şekilde müdahale ederek büyüme hedefine ulaşmaya çalıştığı görüşü benimsenmiştir. (Devlet kapitalizmi). Tabii ki, bazı ülkeler gönüllü, fakat daha çok gönülsüz olarak ideolojik sebeplerle sosyalist ve komünist ekonomik sistemleri kabul etmişlerdir. Ekonomide devletin giderek daha aktif bir rol alması ciddi problemlerin doğmasına yol açmıştır. Gerçekten kaynakların tahsisinde, düzenlenmesinde serbest piyasalara daha fazla güven duyulmaya başlanmıştır. Özellikle, özelleştirmeye ve kamu alt yapısı ve hizmetlerinin özel tedarikine doğru anlamlı bir hareket olmuştur. Özelleştirme A.B.D.' de ve İngiltere' de moda haline gelmiştir. Özelleştirme A.B.D.' de merkezi ve mahalli idareler seviye-sinde çokça görülmektedir. Yeni 220 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu tahvil ihracına seçmenlerin soğuk bakması ve vergileri arttırmaya karşı muhalefetin artması, fonların federal hükümetten transferini azaltmış, merkezi ve mahalli politikacılar pek çok olayda kamu alt yapısı ve hizmetlerine mal ve hizmet temininde özel sektöre dönüş yapmak zorunda bırakılmışlardır. Politikacılar özel sektör tedariklerinin maliyet etkinliğini sağlayabildikleri için, diğer durumlarda faaliyetleri kolayca özelleştirmişlerdir. Federal seviyede özelleştirme bir cari yönetim politikası olmaktadır. Mesela Başkan Reagan, başkanın İdari Biriminin bir parçası olarak bir Federal Emlak Tetkik Kurulunu tesis eden, 25 Şubat 1982 tarihli ve 12348 sayılı İdari Kararı onaylamıştır. Bu kurulun görevi federal devletin sahip olduğu fazla reel değerleri (varlıkları) özelleştirmektir. Bununla beraber, zaman içinde idare, özelleştirme politikasının uygulanmasında yavaş hareket etmiştir. Yönetimin özelleştirme ile ilgisi de yine, genel olarak Grace Komisyonu olarak bilinen, Başkanın Maliyet Kontrolü konusundaki özel sektör araştırma birimince belirlenmektedir. Bu birim bir özelleştirme raporu hazırlamış ve bu raporunda gelecek üç yıl içinde Federal Hükümetin 28,4 milyar dolar tasarrufta 221 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu bulunmayı öngören özelleştirme önerisinde bulunmuştur. Federal Hukukçularda yine özelleştirme hareketinde bir rol üstlenmişlerdir. Örneğin, Federal Hükümet yine, özel sektör tarafından icra edilen 11.000 ticari faaliyeti halen üzerine almış durumdadır. Posta hizmetlerinde çalışanlar hariç, federal yönetimde görevli her dört memurdan birisi, bu faaliyetleri yürütmektedir. Senatör Warren Rudman tarafından sunulan bir kanun tasarısı Senato' da müzakere edilmektedir. Bu tasarı ile getirilen bir hükümle, bu gibi federal yönetime ait ticari faaliyetlerin pek çoğu yasaklanmaktadır. Senatörler ve Kongre üyeleri, raportörlüğünü Senatör Steve Symms' in yaptığı "Federal Yönetimin Özelleştirilmesi" görüşlerini değerlendiren ortak Ekonomik Komite' nin federal özelleştirme hakkındaki önerilerini müzakere etmektedirler. Ayrıca, özelleştirilecek spesifik federal faaliyetler hakkındaki teklifler de dikkate alınmaktadır. Bakanlığının Conrail' in satılması konusundaki tavsiyesi Kongre' de kısa bir süre içinde görüşülecektir. Aynı şekilde, Senatör Steve Symms ve Kongre üyeleri Jack Kemp kamu konutlarını özelleştirmeyi amaçlayan bir kanun tasarısı sunmuşlardır. A.B.D.' deki merkezi ve mahalli idarelere büyük ölçüde benzeyen şekilde, Başbakan Margaret Thatcher İngiltere' de geniş kapsamlı bir özelleştirme programını 222 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu süratle ve etkili bir tarzda uygulamaya koymuştur. Geçen beş yıl içinde M. Thatcher 22 farklı metodu kullanmak suretiyle bir kaç yüz kamu teşebbüsünü özelleştirmiştir. Uluslararası alanda önceleri devlet müdahalesine taraftar olanlara hakim olan tavırlar bir dereceye kadar kamu mülkiyetinin ve devlet müdahalesinin en düşük seviyede kalmasını isteyenlerden etkilenmiştir. Bu durum Uluslararası Para Fonu ve A.B.D. Uluslararası Kalkınma Dairesi tarafından desteklenen çalışmalarda ortaya konmuştur. Ayrıca, Dünya Bankası yayını olan 1984 yılı Dünya Kalkınma Raporunda, az gelişmiş ülkelerin ekonomik kalkınma problemlerinin serbest piyasa analizlerine yer verilmiştir. Ekonomik kalkınma konusundaki akademik düşüncelerde ve uluslar-arası teşkilatlardaki davranışlarda meydana gelen değişmeler yanında, pratik açıdan az gelişmiş ülkelerdeki özelleştirme uygulamalarını hızlandıran pek çok faktörde ortaya çıkmıştır. Örneğin; — IMF istikrar politikaları, pek çok ülke için, gerekli şartların gerçekleştirilmesine bağlı olarak kamu harcamalarını azaltıcı baskının meydana gelmesine ve 223 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu keza, etkin kaynak kullanımı ile büyümeyi teşvik edecek politikaların uygulanmasına imkân vermiştir. Şartların tüzük olarak özelleştirmeyi gerektirmediği durumlarda bile, bu politika ekseriya IMF tarafından konulan sınırlamalarda en mantıki araç olarak kullanılmıştır. — Gerek Dünya Bankası ve gerekse Uluslararası Kalkınma Bankası bazı faaliyetlerin kısmen veya tamamen özelleştirilmesi imkânlarına daha açık olmuşlardır. Bu açıklık eğer başka sebep yoksa önemli uluslararası teşkilatların özelleştirme hareketlerini ertelememeleri sorununu doğurmuş, bazı durumlarda da uluslararası teşkilatlar özelleştirmeyi teşvik etmişlerdir. — Ekonomik kalkınma için hayati önem arz eden sektörler hakkındaki değişen kanaatler, keza özelleştirme tercihi üzerinde etkisi olmasa dahi bu konuda düşünmeyi teşvik edici rol oynamıştır. Örneğin, yurtiçi sanayileri dış rekabete karşı koruyarak döviz temini üzerine yoğunlaştırılmış politikalar yerine pek çok az gelişmiş ülke ihracat hacminin artması ve genişlemesi yoluyla döviz harcamalarını arttırmaya ağırlık vermeye başlamışlardır. Özelleştirme dahil bu uygulamalar az gelişmiş ülke ekonomilerini uluslararası piyasalarda rekabet edebilir hale getirmiştir. 224 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu — Özelleştirme, uluslararası firmaların etkinliklerinde de değişiklikler meydana getirmiştir. Uluslararası firmalar az gelişmiş ülkelere yatırım sermayesinden daha fazla transfer yapmaktadırlar. Bunlar arasında, teknoloji, yönetim bilgisi, piyasaya giriş ve girişimci bilgisi yer almaktadır. — Bazı durumlarda, özelleştirme, özelleştirme politikalarının devamından başka bir şey değildir. Bu politikalar ile devlet kamu girişimlerine yatırım yapar. Bununla birlikte, bu strateji ile prens endüstrileri koruma düzenle-meleri söz konusu olabilir bu da uygulamadaki özelleştirme politikalarını olumsuz yönde etkiler. a.Özelleştirme Ekonomisi Tam rekabet piyasaları ve piyasa sosyalizminin ileri sürdüğü teorik modellerde; kamu ve özel mülkiyet ile elde edilebilen kaynakların tahsisinde statik ekonomik etkinliğin nasıl olduğu açıklanmaktadır. Tam rekabet piyasasında tüketiciler kendi faydalarını maksimize etme çabasındadırlar. Bütçe sınırlamaları ise bireylerin gelirleri ile mal ve hizmetlerin fiyatları ile belirlenmektedir. Gelir, fiyatlar ve kaynakların miktarı ile oluşturulmaktadır. Fiyatlar ise alıcı veya satıcıların piyasa fiyatları üzerinde kontrolünün olmadığı bir rekabet piyasasında oluşmaktadır. Bu arada, doğa ve 225 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu teknoloji ekonomide bulunmaktadır. kaynak stoku ile sınırlı Piyasa sosyalizmindeki kaynak dağılım modeli tam rekabet piyasası modeline benzemektedir. Ancak bu modelde bir istisna olarak kaynaklar kamusal olup, fiyatlar teknokratlar tarafından merkezi olarak belirlenir. Her iki model de kurumsal bir çerçevede ve mekanik bir şekilde çalışmaktadır. Örneğin her iki modelde de işlem maliyetinin ve düzenleme maliyetinin sıfır olduğu; tüm kaynakların tam çalışma seviyesinde bulunduğu ve kaynakların tamamıyla parasal kaynaklara tahsis edildiği varsayılır. Ayrıca, aynı nitelik ve nicelikteki enformasyonun merkezi planlama ile meydana geldiği varsayılır. Gerçek dünyada ise, kaynaklardan meydana gelen gelir ve diğer kaynakların transfer edilebilme gücü kullanılan kaynakların üzerinde bir etkiye sahiptirler. Diğer deyişle, özel mülkiyet düzenlemeleri iki yönlü (neutral) değildir. Haklar sistemi, birey kararlarından meydana gelen fayda ve maliyetlerin karar sahiplerine ve diğerlerine nasıl tahsis edileceğini kapsayan birbirinden farklı organizasyonel düzenlemeler ve fiyat mekanizması ile belirlenir. 226 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Bir bireye kaynaklardan gelir elde etme ve kullanma hakkını veren ve gönüllü olarak diğerlerine kaynak transferi yapmasına yol açan özel mülkiyet haklarının varlığıdır. Bu haklar ile birey hem ortaya çıkacak maliyetlerden sorumlu olacak hem de toplam faydaya sahip olacaktır. Bu nedenle, karar vericiler (servet sahipleri) tüm fayda ve maliyetleri göz önünde bulunduracaklardır. Özel mülkiyet hakkı ile birey kararlarının yaratacağı tüm sonuçları yüklenecek ve kaynakları en etkin bir şekilde kullanacaktır. Birey bunu yaparken sıfır düzeyli enformasyon ile işlem maliyetleri ve mülkiyet haklarının başlangıçtaki dağılımını göz önünde bulundurmayacaktır. Bununla birlikte, pratikte, enformasyon ve işlem maliyeti pozitiftir ve mülkiyet hakları çoğunlukla azaltılmaktadır. Bu özel bir firmada karar alıcıların ve idarecilerin kendi faydalarını sağlama fırsatını arama ya da karları yükseltmek amacıyla çalışmaları anlamına gelmektedir. Sonuç olarak, özel girişimci davranışı, firmanın karını maksimize etme amacından sapmaktadır ve özel girişimci davranışı bu durumda teokratiksel idealden sapacaktır. Ancak, firma kaynaklarını maksimize etme eğilimi devam edecektir. 227 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Mülkiyet haklarının azaltılması ile ilgili bir ekstrem nokta, kamu mülkiyetidir. Kamu ve özel girişim arasındaki fark gerçekte kamunun malının "sahipli" mal olmayışıdır. Çünkü kamuda etkin bir transfer olmaz. Sadece vergi mükellefleri "kendileri" kamu varlıkları portföyünü (portfolio of public assets) ya başka bir hükümet seçerek ya politikacıları bu varlıkları değiştirmeye ikna ederek ya da kamu teşebbüslerinin işleyiş biçimlerini değiştirerek bu değişikliği yapacaklardır. Ancak bu tercihler tipik olarak çekici değildir. Çünkü bunlar vergi mükellefleri üzerine çok büyük maliyetler yükler. Sonuç olarak, kamu idarecilerinin ve memurlarının işlemlerini kontrol etmede özel sektördeki emsallerine nazaran daha zayıf kaldıkları söylenebilir. Ancak, kamu bürokratları, ihtiyatlı davranışta özel sektördeki duruma göre daha büyük bir fırsata sahiptirler. Örneğin, bürokratlar kamu sektörü varlıklarının değerini maksimize etmekten ziyade, kendi kariyer ve faydalarını arttırma ve personellerinin yerini değiştirme gibi fırsatlara sahiptirler. Çünkü bürokratların maaşları statüleri ile sınırlıdır. Ayrıca bürokratlar, parasal olmayan diğer faydaları ve iş güvenliklerini arttırmada kaynakları tahsis etme eğilimindedirler. Diğer deyişle, bürokratlar çalışma yükünü daha hafifletecek 228 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu ve işlerini daha zevkli, çekici hale getirecek politikaları benimsemektedirler. Örneğin, idaresi daha kolay olan fiyat politikalarının benimsenmesi ya da fiyat-dışı araçlarla ürünlerin belirlenmesi, güçlü politikacılara ve seslerini duyuran özel çıkar gruplarına yakın olma, ürünlerin arz ve talep koşullarını belirlemede etkin olmama gibi. Sonuçta, kamu girişimci davranışı talep ve arz koşullarında daha az hassas olacaktır ve özel girişime göre daha yüksek maliyetle çalışacaktır. Özel mülkiyet hakları teorisi en iyi şekilde Adam Smith' in Milletlerin Zenginliği (Wealth of Nations) adlı eserinde işlenmiştir. Smith' e göre, "hükümdar ve tacirden daha çok birbirine benzemez, bağdaşmaz hiç bir karakter yoktur." Smith, bu durumu gözlemlemiş ve şunu görmüştür. İnsanlar diğer insanların zenginliğini kendilerininkinden çok daha fazla müsrifçe harcamaktadır. Bu durumda kamu idaresi ihmalci ve israfçı olmaktadır. Çünkü kamu memurları ticari gelirlerde direkt bir çıkara sahip değillerdir. Smith, örneğin kamu topraklarının özel topraklarla kıyaslandığın-da ancak % 25' inin verimli olduğunu ileri sürmüştür. Sonuçta Smith kamu mallarının özel hale getirilmesini tavsiye etmiştir. Ona göre, eğer bu yapılırsa, mal sahipleri varlıklarının değerlerini maksimize etme ve israftan kaçınma eğiliminde 229 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu olacaklardır. Smith şöyle devam etmektedir: "Hükümdar genellikle kendi egemenliğini daha da büyütecek en iyi tarım alanlarına sahip olmak isteyecektir. Toprak sahibi ise, mülkü olan her toprak zerresinden en avantajlı bir şekilde yararlanacaktır. Özelleştirme tartışması kapsamında, mülkiyet hakları teorisi önemli bir yere sahiptir. Eğer bizim amacımız ekonomik etkinliği arttırmak ve kamu sektöründeki israfı azaltmak ise, bu durumda piyasa sosyalizmi reformlarına güvenmemeliyiz. Eğer biz etkinliği düzeltmek ve kamu sektörü israfını gidermek istiyorsak özelleştirme politikalarını benimseyerek özel mülkiyet hakları düzenlemelerini yapmalıyız. b.Kamu Malları - Dışsallık Problemi Kamu ve özel mülkiyet arasında tercih yapıldığı zaman kamu girişimi üzerinde özel girişimin üstünlüğü olduğu teori tarafından da ileri sürülmektedir. Bu üstünlüklerden biri dışsallıktır. Yani satıcı ve alıcı arasındaki işlemde üçüncü bir kişinin (kişilerin) fayda ya da maliyet yüklenmesidir. Bu şekildeki dışsallıkların varlığının çok sık tartışılması kamu girişimini haklı çıkarmaktadır. Örneğin, demokratik bir toplumda eğitimin çok geniş bir dışsallığı olduğu ileri sürülür. Sosyal etkinlik görüşünden 230 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu hareketle, özel girişim eğitiminin dışsal faydasının özel okullar ve öğrenciler arasındaki işlemlerde dikkate alınmadığını söyleyemeyiz. Bu yüzden, kamu okullarına ihtiyaç olduğu çoğunlukla ileri sürülür. Kamu malları ile ilgili kavram kamu sektöründeki bazı faaliyetleri yapılması zorunlu faaliyetler olarak ortaya çıkarmaktadır. Bir kamu malı herkesin kullanımına arz edilen ve herkesin beğenisine sunulan bir mal veya hizmettir. Örneğin, radyo istasyonu dinleyen herkese bedava sunulur. Bir kamu malının potansiyel kullanıcıları mallar için rekabet halinde değillerdir. Bu yüzden kamu malının tüm kullanıcıları "bedavacı" (free riders) olma eğiliminde olup, özel olarak sağlanan kamu malına ödememe veya az ödeme isteğindedirler. Sonuçta, kamu malları arzı konusunda tartışmalar çoğalmaktadır. Kamu malları ve kamu girişimciliği konusunda klasik bir örnek, böcekleri yok etmek için ilaçlama yapılmasıdır. İlaçlanan bölgede yaşayan herkes bunun maliyetine katılsın ya da katılmasın faydasından yararlanacaktır. Böylece, bu faaliyet, kamu sektörünün yapması gereken bir faali-yettir, çünkü kamu malı özelliği taşımaktadır. 231 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Kamu malları ve dışsallıklar sorununun çözümüne ilişkin ileri sürülen iddialara baktığımızda, bu malların kamu girişimini yoksa özel girişim tarafından mı arz edildiğini anlamamız gerekir. Sözü edilen malların arzı kamu tarafından yapılıyorsa kullanıcılar ücret ya da vergi şeklinde ödeme yaparlar. Bir malın arz ve finansmanı özel ya da kamusal olsun bunlar arasında önemli bir farklılık vardır. Şayet kamu malı ve dışsallıklar varsa ve devlet kamu müdahaleciliğini uygun görüyorsa, mal bu karakterde de olsa finansmanı yalnızca kamu ya da hem özel hem kamuca karşılanmış olsa da ürünlerin arzı özel olabilir. Örneğin, okullar özel olabilir, böcekle mücadele hizmeti "uygun" bir seviyede özel firmalarca yapılabilir, hatta bu firmalar bunu yaparken tamamıyla ya da bir kısım finansmanlarını kamudan karşılaya-bilirler. Kamu finansmanı ya da kamu-özel finansman ve özel arz, özel arzın çoğunlukla optimalın altında kalmasıyla ortaya çıkan sorunlar, dışsallıklar ya da kamu malları sayesinde giderilebilir. Burada belirtmeliyiz ki, üzerinde durduğumuz asıl konu kamu ve özel girişimde arz ve mülkiyettir. Kamu malları ve dışsallıklarla çevrilmiş konunun finansman kısmı bu çalışmanın konusu değildir. 232 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu c. Doğal Monopol (Tekel) Problemi Kamu girişimciliği için diğer ileri sürülen problem doğal monopol koşullarının varlığıdır. Eğer bir firmanın ortalama ürün maliyeti, çıktı arttığı halde düzenli olarak azalıyorsa firma "doğal tekel" haline gelmiş olur. Bu durumda, şayet piyasaya birden çok firma arz yapıyorsa, her firma ortalama maliyet seviyesinde üretim yapmalıdır. Bu durumda her firma, piyasa payını arttırmak ve ortalama maliyetini azaltmak için fiyat kırma eğiliminde olacaktır. Ekonomik savaş ise böyle bir ortamda sağ kalanın olacaktır ve o da doğal monopol olacaktır. Her hangi bir monopol durumunda, doğal monopolist, fiyatları yükseltecek, çıktıları sınırlayacak ve ekonomik israfa yol açacaktır. Birçok analist doğal monopollerin varlığının bu sonuçları kapsadığını ileri sürmektedir. Böyle bir durumda yalnızca kamu girişimciliğinin çözüm olacağını düşünmek yanlış olur. Ancak kesin bir çözüm olmasa da, yüksek birim maliyetlerini azaltacağı ve düşük rekabet koşullarından meydana gelen israfı önleyeceği söyleyebiliriz. 233 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Ondokuzuncu yüzyıl ekonomist ve filozofu John Stuart Mill, doğal monopol koşulları altında özel firmaların israfa yol açan bir rekabete yol açtıklarını tartışan ilk kişidir. Ona göre, alt yapı yatırımlarını ve hizmetleri kamu girişimi üstlenmelidir. Ancak Mill' in analizi itiraz kabul etmez de değildi. Edwin Chadwick 1859' da Mill' in analizini tartışmış ve rekabetin hiç bir zaman bertaraf edilemeyeceğini ileri sürmüştür. Buna rağmen doğal monopol koşullarında rekabetin müşterilere doğru bir hizmet vermede israfa yol açtığını kabul etmiştir. Chadwick tarafından bu konuda öne sürülen önemli bir nokta daha vardır. Buna göre, rekabet bir hizmet alanında tüketici birey yerine hizmet üzerine yönelmelidir. Kısaca, Chadwick özel firmaların bu hizmet alanı içinde bazı özel imtiyazlar ve muafiyetler elde etme çabası ve rekabetinde olduklarını tartışmıştır. Harold Demsetz doğal monopol koşullarının elimine edileceği durumlarda dahi rekabetçi sonuçların elde edilebileceği şeklindeki Chadwick fikrini yeniden keşfetmiş ve geliştirmiştir. Ona göre, bir imtiyazın kolayca elde edilmesiyle ve böylece, tüketici bireyden ziyade böyle imtiyazların elde edilmesi için yapılan rekabet ile istenen sonuçlar elde edilebilecektir. Bu durumda, kamu girişimi ve onun etkinsizliği Demsetz' e 234 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu göre gizlenmiş olacak ve özel bir doğal monopol ile birlikte ortaya çıkan etkinsizlik ve israflar göz ardı edilecektir. Demsetz'in sisteminin anahtarı bir istekler prosedürü olmasıdır. Serbest rekabetin istenen sonuçlarının ve özel arzın maliyet etkinlik ile ilgili istenenlerin elde edilmesinde imtiyaz piyasadaki düşük fiyatlara uyum sağlayabilen firmalara verilen bir ödül olmalıdır. Kamu otoriteleri ya da imtiyaza sahip özel birlikler imtiyazlı bölgede müşteriler için bir pazarlık acentesi gibi hareket edeceklerdir. Kamu otoritesi nitelikli ve nicelikli ve düşük fiyatla mal arz eden firmalara imtiyaz verme arayışında olacaktır. Başarılı bir şekilde fiyat arttıran imtiyazlı bölgede tüm tüketiciler için bir kontrasta sahip olacaktır. Böylece, doğal monopol problemi kamu kaynakları dışında çözüme kavuşmuş olacaktır. Ancak şunu belirtmeliyiz ki Birleşmiş Milletler' de çok sık kullanılan doğal monopol problemi yaklaşımında, eğer, rekabetçi imtiyaz sistemi benimsenseydi kamu faydası düzenlemeleri de talep edilmeyecekti. Doğal monopol problemi ile ilgili dört nokta üzerinde durulabilir: (1) Fiyatlar arzın artan maliyeti üzerinde ya da yönetimsel olarak belirlenmelidir; (2) 235 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Ürünlerin arzı nitelik ve nicelik yönünden uygun olmalıdır; (3) Üretim maliyetlerin minimize edilmesiyle yapılması gerekir; (4) Karların üretimi belirli bir çizgide devam ettirecek yeterli sermayeyi sağlayacak düzeyde olmalıdır. Demsetz' e göre özel rekabetçi imtiyaz düzenlemeleri bu özellikleri yaratacak şekilde sonuçlar meydana getirecektir. Bununla birlikte, Demsetz bu özelliklerin kamu girişimleri tarafından gerçekleştirilirken, özel girişimcilerce de düzenlenebileceğini ileri sürmektedir. Bir imtiyaz elde etme sisteminde başlıca iki safha vardır: Bunlar ihale aşaması ve işletme aşamasıdır. İhale aşaması boyunca, etkin rekabet olabilecek bir problemi ileri sürer. Örneğin, imtiyazın varlığının son bulmasında, imtiyaz sahibi sık sık kendi imtiyazını yeniden gözden geçirecek, yeniden görüşmeler yapacaktır. Bu durum monopol gücünün ve zayıf performansın ortaya çıkarılmasında yardımcı olacaktır. Çünkü rekabetçi güçler imtiyaz düzenlemesiyle ilgili çalışmazlar. İmtiyaz elde edilmesinin kritiği firmaların orijinal imtiyazları kazanma eğiliminin ve iddiaya göre başarısız görünen bir rekabetçi tehlikenin nedenleri üzerinde yapılmaktadır. İmtiyazların varlığının potansiyel 236 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu rekabetçiler üzerinde bir avantaj sağlayacağı, zira imtiyazların varlığının imtiyazla birleşmiş maliyet koşulları ve talep hakkında çok daha fazla ve çok daha iyi enformasyon temin edileceği ve potansiyel fiyat arttırıcıların yanıltılabilme ihtimallerinin olduğu ileri sürülmektedir ve potansiyel fiyat arttırıcılar intikaller ya da harekete geçen maliyetler nedeniyle istekten kaçınacaklardır. Bu faktörlerin imtiyaz sisteminden potansiyel rekabeti elimine edeceği tartışılmaktadır. İmtiyaz sisteminin sunulmasında, Fransız su ve atık su endüstrilerin-den söz etmemiz gerekir. Bu endüstriler yaşadığımız yüzyılda en başarılı şekilde imtiyaza konu olmuş endüstrilerdir. Bu endüstrilerde, güçlü ve etkin bir rekabet vardır. Benzer güçlü rekabet imtiyazları kullanan diğer sektörlerde de vardır. (Fransa' da). Örneğin, Holcombe Paris gaz sisteminde böyle imtiyazların öteden beri var olduğu bilinmektedir. Fransa' daki su ve atık su endüstrileri için imtiyaz sisteminin etkinliği sosyalist hükümet döneminde de devam etti. Hatta bu endüstriler 1981' de pek çok ticari faaliyette bulunan firma kamu faydası adına millileştirilirken bu endüstriler millileştirilmedi. Belediye Başkanları kendi politik parti etkilerini önemsemeksizin su ve atık su endüstrilerinin millileştirilmelerine karşı 237 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu çıkmışlardır. Neden olarak da millileştirmenin hizmetlerin maliyetlerini arttıracağını ileri sürmüşlerdir. İmtiyazlar için bir kaç teklif veren kişi olduğu durumlarda dahi, eğer piyasa periyodik bir şekilde rekabetçi ihaleye açılırsa bu durumda rekabetçi sonuçlar elde edilir. "Rekabetçi piyasalar (contestable markets)" olarak adlandırılan yeni teoretiksel alanda yapılan son araştırmalar iki teklif veren kişinin olması halinde dahi rekabetçi sonuçlar alınabileceğini göstermektedir. Bu araştırma eğer piyasalar (bu durumda imtiyaz halinde) rekabetçi ise normal rekabet piyasaları var olsa dahi, "doğal monopol-imtiyaz" koşulları altında piyasa disiplini için rekabet olacağını göstermektedir. Şayet bir imtiyaz için rekabet edilebilir ise, bu şekilde bir rekabet tarzına ulaşılacaktır. Fiyatlandırma konusunda ihale boyunca bazı problemlerin yaşanacağı ileri sürülmektedir. Örneğin, eğer imtiyaz hizmetleri azalan maliyetleri de kapsıyorsa, bu durumda rekabetçi ihalenin meydana gelmesi çok mümkündür. Ayrıca ihale edenin vereceği fiyat çıktının marjinal maliyetine eşit olacaktır. Demsetz ihalede hem fiyat farklılıklarına hem de çift-kısımlı tarifelere izin verilmesiyle marjinal maliyetlerde sıfır karların ve fiyat setlerinin elde edilebileceğini ileri sürmektedir. Bununla birlikte, bu karışıklık ihalede fiyat veren imtiyaz 238 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu kollayanla ilgili daha fazla spesifik bilgi elde edilmesini gerektirmektedir. Ayrıca, imtiyazın ihale safhası boyunca meydana gelen problemler, bir imtiyazın uygulanma safhası boyunca karşılaşılabileceği problemlerle ilgili olarak çeşitli şekillerde ifade edilmektedir. İmtiyazlar zamanla doğru orantılı olarak devam etmektedirler. İmtiyazların yaygın ve sermaye alt yapılarının imtiyaz sahiplerince yapıldığı ve işletildiği Fransa' da, imtiyaz 30 yıldan bu yana devam etmektedir. Özel firmaların yalnızca bir kamu girişiminin sahip olduğu sermayenin işletilmesi ve korunmasında bir imtiyaza sahip olduğu durumlarda, ülkede imtiyazın maksimum müddeti 12 yıldır. Bu periyot boyunca, belki de talep, maliyet ve teknolojide önemli değişiklikler meydana gelecek ve fiyatlandırmada kompleks bir hal alacaktır. Bu yüzden imtiyaz ile ilgili olarak bir uzman raporu gerekecektir. Böylece orijinal fiyatlar layıkıyla değerlendirilebilecek ve imtiyaz devam ettiği müddetçe kontrol edilecektir. Ayrıca beklenmedik "şoklar" ile fiyatların düşme ihtimali göz önünde tutularak anlaşma maddeleri genellikle yeniden gözden geçirilir. Eğer yeniden değerlendirmeler sıklıkla yapılıyorsa, imtiyaz ihalesi, rekabetçi piyasa süreci ile belirlenen fiyatlara dayanarak bu tür 239 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu imtiyazların karakteristik özelliği yararlanmaların olacağı söylenebilir. olan haksız Fiyatlamanın karmaşıklığının nedenleri ve anlaşma müzakerelerinde yer alan uzun dönemli imtiyazların nedenleri çeşitli örneklerle açıklanabilir. İlk imtiyazlar için düşük fiyatlara dayanarak fiyat verilmiyordu. Ancak, genellikle imtiyaz devam ettiği müddetçe söz konusu olan maksimum fiyatlar üzerinden fiyat teklifleri geliyordu. Bu durum para kısıtlaması dönemi boyunca tüketicilerin, enflasyon dönemi boyunca da imtiyazların aleyhine işliyordu. Enflasyon ve deflasyon dönemleri boyunca, söz konusu olan hoşnutsuzluk birçok imtiyazdan vazgeçilmesine ya da imtiyazların hükümet bünyesine alınmasına yol açmıştır. Buna rağmen bazı durumlarda imtiyazlar muhafaza edilir ve bu noktada genel fiyat seviyesindeki değişmelerle beraber durum daha kompleks hale gelir. Örneğin, Paris' e gaz veren imtiyaz için hem maksimum bir fiyat belirlenmiştir, hem de firma için minimum bir kar düzeyi saptanmıştır. Bu düzenlemeler kent için bazı önemli problemler yaratmıştır. Çünkü Birinci Dünya Savaşı boyunca gaz fiyatlarında çok hızlı artışlar olmuştur. Sonuç olarak, gazın ortalama maliyeti imtiyaz halinde maksimum 240 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu fiyatların iki katı olacaktır. İmtiyaz minimum kar garantisi sağlanması halinde, kentte imtiyaza verilecek yardımlar vergi gelirlerinden sağlanacaktır. İlk imtiyazların yarattığı problemlerin üstesinden gelmede çok fazla karmaşa yaşanmıştır. Özellikle fiyatların belirlenmesi ve imtiyaz sahibi tarafından verilen maliyet ve talep koşullarını gerçeğe yakın yansıtan fiyatlar konusunda çeşitli karmaşalar olmuştur. Buna rağmen imtiyaz fiyatın değerlendirilmesi ve imtiyaz boyunca artan maliyetlerin karmaşıklığı, şayet imtiyaz yeniden görüşmeler müddetince rekabet edilebilir ise imtiyaz özelliklerini kaybetmez. İmtiyazların uygulanma safhası boyunca söz konusu olan ikinci potansiyel problem imtiyazın süresinin bitimine yakın meydana gelir. Teşviklerin varlığı imtiyazın yenilenme şansı olmadığı zaman firmaların yatırımlarını azaltmalarına yol açar. Yatırımların yapılması ve devamının sağlanmasında ortaya çıkan problemlerin üstesinden gelinebilir. Bunun için, imtiyaz boyunca firmalara yatırımlarını amortize etme izni verilebilir. Bundan başka imtiyazların firmaların performans kriterlerine bağlı olarak yararlandırılmaları sağlanabilir. Özellikle bu koşul, firmaların kontrakta bağlı olarak kontrol edilmelerini ve bunun tüm sorumluluklarını taşımalarını garanti eder. 241 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Ancak yine de imtiyazı sağlayan (devlet) bunun tüm sorumluluklarını firmaya bırakmayarak, zaman zaman tüketici adına/lehine kontrollerini yapar. 1.3.Siyasi Bir süreç Olarak Özelleştirme Sicilya'da mafyanın ortaya çıkışını inceleyen Diego Gambetta, açıkça tanımlanmamış mülkiyet hakları, yargı mekanizmalarının yokluğu gibi Sicilya mafyasının ortaya çıkmasına neden olan koşulların halen Rusya'da da bulunduğuna dikkat çekerek, mülkiyet hakları açısından feodalizm ile sosyalizmi karşılaştırıyor. Her iki sistemde de sadece sınırlı bir grup insan mülkiyet haklarına sahiptir ve genellikle, bu tür haklara sahip olanlar aynı zamanda güç kullanmak konusunda da tekel durumundadır. Ancak, bu sistemler sona erdiğinde, güç kullanmak konusundaki tekel, mülkiyet hakları kadar yaygın bir şekilde dağılmaz. Özel mülkiyet haklarının tanınması ile birlikte, mülklerin konu olduğu işlemlerin hacmi da artar. İşlem hacminin artması ile birlikte, mülkleri kaybetmek veya aldatılmak korkusu da güçlenir ve mülk sahiplerinin kendilerini ve mülklerini güvence altına almak yönündeki ihtiyaçları da artar. Eğer devlet bu korumayı sağlayamazsa, Sicilya 242 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu ve Rusya'da olduğu gibi, mülk sahipleri özel koruma satın almak yolunu seçecekler ve işsizliğin yoğun olduğu ülkelerde de her zaman bu tür korumayı sağlayacak bireyler olacaktır. Bireyler arasında devletin mülkiyet haklarını açık ve kesin bir şekilde tanımlayacağı ve gerektiğinde bu hakları sonuna kadar koruyacağı konusunda yaygın bir beklenti bulunmaktadır. Dolayısıyla, özelleştirme sadece mülkiyet haklarının devri olmayıp, bu mülkiyet haklarının devlet güvencesi altında rahatça kullanılabildiği bir ortamın yaratılması ile çok yakından ilgilidir. Böyle bir güvencenin olmaması, bireyler arasında güvenin olmadığı bir ortamın yaratılmasından başka bir sonuca neden olmayacaktır. Bu sebeple, özelleştirmenin, sonuçlarının neler olacağı bilinmeden yapılacağı göz önüne alındığında, yeniden yapılanmaya yönelik diğer reformlar konusundaki öncelik sırası üzerinde gerek siyasi gerek ekonomik açıdan durulması gerekmektedir. Özelleştirme, farklı ve muhtemelen çakışan çıkarlara sahip bireylerin rol oynadığı bir ortamda gerçekleştirilecektir. Bu nedenle, David Stark, özelleştirme ile ilgili araştırmaların, sosyal gruplar ve bu grupların piyasa ekonomisine geçişi kolaylaştıracak 243 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu veya zorlaştıracak tutumlarına yönelmesi gerektiğine dikkat çekmektedir. Geçiş süreci içinde bireyler, sınırları kesin olarak tanımlanmamış bir ortamda, komünist rejim zamanında yerleşmiş kuralların değiştirilerek, yeniden tanımlanması ve mümkün olduğunca kendi çıkarlarına uygun bir hale getirilmesine çalışacaklardır. Bu nedenle, özelleştirme çalışmaları için hangi yöntem seçilirse seçilsin, yöntem iki şey üzerinde etkili olacaktır. Birincisi, geçiş sürecinin maliyeti değişecektir. İkincisi, özelleştirme sonucunda ortaya çıkacak olan kurumsal yapı, daha sonra kazançların nasıl dağıtılacağını etkileyecektir. Doğu Avrupa'daki geçiş sürecinin bir diğer önemli özelliği, devletin tıpkı komünist rejimlerin kurulduğu dönemde olduğu gibi, serbest piyasa ekonomisinin kurulmasında da çok önemli bir rol üstlenmiş olmasıdır. Dolayısıyla, devlet, yaptırım gücü olması nedeniyle, bir yandan sosyal grupların çekişmelerine sahne olacak bir arena haline gelirken, diğer yandan da geçiş sürecini başlatan, yeni kuralları koyan, uygulayan ve uygulamayı izleyen bir aktör haline gelecektir. 244 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Dolayısıyla, devlet kendisine geçiş sürecinin amacına ters düşen bir rol biçmiş olacaktır. Bir yandan, bireylerin öncü oldukları bir serbest piyasa ekonomisini kurmayı hedeflerken, diğer taraftan, bu süreçte başrolü kendisi oynayacak ve geçişi yönlendirecektir. Devletin böylesine önemli bir rol üstlenmesi kaçınılmaz görünmektedir. Öncelikle, böylesine kapsamlı bir değişimi, güvenli bir ortamda sağlayabilecek tek güç devlettir. İkincisi, devlet, kamu kuruluşlarının sahibi durumundadır. Yasal malik olarak haklarını bireylere, özel sektöre devredecektir. Dolayısıyla, bir yandan haklarını devrederken, diğer yandan, bu devir işlemi sırasında ve sonrası dönemde oyunun kurallarını koyacaktır. Geçiş süreci esasen, liberal ademi merkeziyetçi bir ekonomik yapının, merkezi karar mekanizmaları ile kurulması sürecidir. Devlet kendini ekonomik alandan çekse bile, özelleştirme, piyasaların işleyişi açısından beklentileri karşılamaktan uzak olabilecektir. Çünkü özel sektör bir yandan ekonomik güç kazanırken, bunu siyasi güç elde etmek için kullanarak, devlet eliyle rant elde etmeye çalışacaktır. Nitekim Doğu Avrupa'da bu yönde bazı örneklere de rastlanmıştır. 245 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Örneğin, Macaristan'da Fransız, Avusturya ve İngiliz şeker üreticileri Macar hükümetinden şekerin fiyatının yükseltilmesini ve ithalata karşı kotalar uygulanmasını talep etmişlerdir. Keza, Polonya'da da yeni kurulan TV üreticisi bir özel firma, pazarın korunmasını ve yeni üreticilerin pazara girişlerinin sınırlanmasını talep etmiştir. Bu nedenle, özelleştirme ile birlikte, mülkiyet haklarının elde edilmesinin, kamu kurumlarının piyasalardaki tekelci konumlarının da elde edilmesi olarak değerlendirildiği gözlenmektedir. Hâlbuki özelleştirmenin en büyük amaçlarından birisi, bu tür tekelci yapılaşmayı ortadan kaldırmaktır. Nitekim merkezi planlama sonunda firmaların büyük bir kısmı kendi sektörlerinde tekel haline gelmişlerdir. Serbest piyasa ekonomisi ve özelleştirme ile birlikte artan rekabet ile karşı karşıya kalmışlar ve COMECON’ UN dağılmasıyla birlikte kaybettikleri pazarların yerine, yeni pazarlar bulmakta çok büyük güçlüklerle karşılaşmışlardır. Bu halde, bu tür tekeller hala hükümet müdahalesi ve koruma talep edeceklerdir. Dolayısıyla, rekabeti arttıracak hükümlere de karşı çıkabileceklerdir. 246 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Hatta piyasalardaki tekelci yapıyı da korumayı amaçlayacaklardır. Özelleştirme ile mülkiyet yapısı değiştirilmeyecek, ancak rekabete kapalı, tekelci, fakat özelleştirilmiş firmaların olduğu bir piyasa ortaya çıkacaktır. Dolayısıyla, böyle bir yapının önlenmesi amacıyla da devlet müdahalesi gerekecektir. Sonuç olarak, verimliliğin arttırılması açısından özelleştirmenin sonuçları Batı Avrupa'da bile açık değilken, diğer reformlardan bağımsız olarak izlenen bir özelleştirme programının kaynak dağılımında verimliliği sağlamak açısından Doğu Avrupa'da ne kadar etkili olacağı daha da karışıktır. Diğer taraftan, özelleştirmeye, orta sınıfın tekrar yaratılarak, demokratik sistemin ve serbest piyasanın güçlendirilmesi gibi siyasi bir misyon da yüklenmekle birlikte, son olarak Arnavutluk'ta da görüldüğü üzere, bu yöndeki beklentiler henüz gerçekleşmemiştir. Sınırlı da olsa bir girişimciler sınıfı yaratılmışsa da, komünist rejimlerden devralınan ekonomik ve siyasi düşüncenin geçiş ülkelerinin tamamında değiştiğini söylemek için çok erkendir. Bir özelleştirme programı, toplum içinde mülkiyet haklarının dağıtılmasını gerektirmektedir. Böylesine bir 247 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu sonuç ise bazı politikacılar için çok önemli avantajlar sağlayabilecektir. 1992 yılında Vaclav Klaus'un Çek Cumhuriyeti'ndeki başarısı buna benzer bir örnektir. Keza, Rusya'da da özelleştirmeye karşı oluşan güçlü komünist ve milliyetçi muhalefetin baskısının önüne set çekilmesinde de 1992–1993 yıllarında işçi ve yöneticilere önemli tavizler tanınmasının çok büyük bir etkisi bulunmaktadır. Özelleştirmenin yapılabilmesi için, gerekli siyasi desteğe ihtiyaç duyulmaktadır. Dolayısıyla, siyasi açıdan zamanlamanın sorunlara neden olabileceği ortaya çıkmıştır. Polonya'da özelleştirme fikri ilk kez 1986 yılında ortaya atılmış ancak, özelleştirme çalışmaları 1990 yılında başlatılmış ve bu ilk ivmenin kaybedilmesinin ardından mülkiyetin toplumun geniş kitlelerine yayılmasını sağlayacak özelleştirme programları bile toplumun muhalefeti ile karşılaşmıştır. Polonya'nın yeniden yapılanmasının başarısı, büyük ölçüde yeni kurulan özel işletmeler ile özelleştirilen küçük ve orta ölçekli işletmelerden kaynaklanmıştır. Büyük ölçekli ağır sanayi işletmeleri ise hala devlete aittir. Nitekim özelleştirme konusundaki tartışmalar Slovenya'da süreci yavaşlatırken, Bulgaristan'da 248 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu tamamen durma noktasına getirmiştir. Dolayısıyla, özelleştirmenin hızı, sürecin en önemli unsurlarından birisidir ve mükemmelliğinden ya da elde edilecek gelirlerden daha önemli bir etken haline gelmiştir. Nitekim bütçe gelirlerini de temel hedef olarak kabul eden Polonya, Macaristan gibi ülkelerde özelleştirme gelirleri bütçe gelirlerinin %0,5’ini aşmamıştır. Dolayısıyla seçim, siyasi güç ve gelir dağılımını etkileyecek hızlı bir özelleştirme programı ile bir işletme üzerinde etkili kontrol mekanizmalarının kurulmasını sağlayacak daha yavaş ancak daha nitelikli bir özelleştirme programı arasındadır. Özelleştirmenin Hızı Özelleştirmenin hızı ve kalitesi arasındaki seçim sorunu, belki de geçiş sürecinin en önemli gündem maddelerinden birisidir. Tartışmaların odağında, hızlı ve kapsamlı ve genel olarak şok terapi olarak adlandırılan radikal bir değişim programı ile daha yavaş ve reformların adım adım gerçekleştirilmesini öngören daha yavaş bir strateji arasında yapılacak seçim yer almaktadır. 249 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Bu çerçevede, öncelikle Jeffrey Sachs ve Martin Lipton gibi özelleştirmenin mümkün olan en hızlı, eşit ve mali açıdan tutarlı bir şekilde yapılmasını savunan akademisyenler vardır. Diğer yanda ise, Janos Kornai gibi daha yavaş ve kuralların daha açık bir şekilde ortaya konulduğu ve istikrarlı bir makro ekonomik alt yapının kurulmasının ardından daha yavaş bir özelleştirme programının izlenmesini savunan akademisyenler de bulunmaktadır. Sachs ve Lipton, özelleştirmemenin maliyetinin gün geçtikçe arttığını, bu nedenle, hızlı bir geçişin yaratacağı maliyetin önümüzdeki dönemde verimsiz yapıların korunmasından doğan kayıplardan daha düşük olacağını, ayrıca, özelleştirmenin geciktirilmesi ile birlikte, siyasi çekişmelerin artacağını ve bunların özelleştirmeyi daha da geciktireceğini ileri sürmektedirler. Ayrıca, mevcut hakların belirsiz olması ve bunların yönetici, işçi gibi kesimlerce birlikte kullanılmasının yarattığı belirsizlikler sayesinde firmaların varlıklarının hızla elden çıkarıldığını ve bu olumsuzlukların önlenmesi amacıyla, hızlı bir özelleştirme programının uygulanması gerektiğini öne sürmektedirler. Dolayısıyla, bu akademisyenlere göre, söz konusu gelişmelerin sonucu, sonu hiç gelmeyecek gibi görünen siyasi tartışmalardır. Ayrıca, bu ülkelerin 250 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu demokratik yapısı göz önüne alındığında, yeni kurulan demokratik hükümetlerin baskılara karşı koyamayacakları ve özelleştirme hedefinden taviz verecekleri belirtilmektedir. Geçiş süreci açısından bakıldığında, özelleştirme konusunda kaydedilecek gelişmenin geçiş sürecinin başarısı ile doğrudan ilgili olacağı ve üretim düşüşünü önlemek için gerekli olacağı iddia edilmektedir. Nitekim Polonya'daki ekonomik büyümenin en önemli nedeni özel ve özelleştirilmiş küçük ve orta ölçekli işletmelerdir. Devletin serbest piyasa ekonomisine geçişi sağlayacak tek güç olması, Sachs ve Lipton'un öne sürdükleri en önemli nedendir. Özelleştirme geciktirildiği sürece devlet, piyasalardaki konumunu koruyacaktır. Sonuç olarak geçiş, yıllar alacaktır. Bu kısır döngüyü kırmanın en iyi ve çabuk yolu hızlı ve kapsamlı bir özelleştirmedir. Bu tezi savunanlar Bulgaristan’ı örnek göstermektedir. 1991 yılı başında oldukça başarılı bir istikrar ve liberalizasyon programı izleyen Bulgaristan'da sadece küçük ölçekli işletmeler özelleştirilmiş, büyük işletmelerin bütçe ve dolayısıyla para politikaları üzerinde yarattıkları baskı yüzünden makroekonomik istikrar 1994 yılında büyük ölçüde bozulmuştur. Siyasi olarak güçlü gruplar, KİT'lerin varlıklarını özel sektöre aktarmaya başlamışlardır. 251 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Nitekim benzeri gelişmeler diğer bazı ülkelerde de yaşanmıştır. Diğer uçta ise, daha yavaş bir özelleştirme programını savunanlar bulunmaktadır. Öncelikle, daha yavaş bir program teknik nedenlerle zorunlu görülmektedir. Sermaye piyasalarının yokluğu ve sermaye birikimin yetersiz olması gibi nedenler bile, özelleştirmeyi yavaşlatacak unsurlardır. Ayrıca, bu tür araçların yokluğunun doğal olarak kamu kuruluşlarının doğru bir şekilde fiyatlandırılmasını engelleyeceği düşünülmektedir. Bu şekilde yapılan özelleştirmenin, kamu kuruluşlarını yabancılara peşkeş çekmek olacağı ileri sürülmektedir. Bu nedenle, her bir kuruluşu tek tek ele alarak gerçekleştirilecek özelleştirme, bu tür sorunların önüne geçebilecektir. Ancak, böyle bir fiyatlandırma yapılsa bile, bu tür kuruluşları alacak yeterli sermaye bulunmamaktadır. Siyasi açıdan da yavaş bir program tercih edilebilecektir. Özelleştirmenin nimetlerinden daha fazla yararlanacak bir toplumsal kesimi, diğerlerine tercih etmenin haklı bir gerekçesi olamayacağı için KİT'lerin her birini ayrı ayrı özelleştirmek, sürecin maliyetini ve nimetlerini toplumsal kesimler arasında adil olarak dağıtmanın, kazançları ve sorunları daha geniş bir katmana yaymanın bir yöntemi haline gelebilecektir. Dolayısıyla, böyle bir yaklaşım özelleştirme için gerekli 252 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu siyasi desteğin sağlanmasına da yardımcı olacaktır. Kaldı ki, özelleştirmenin hızı, amaçlara da dikkat çekmektedir. Örneğin, amaç ne olursa olsun KİT'leri elden çıkarmak ise, hızlı bir özelleştirme haklı görülebilir. Ancak, unutulmaması gereken, özelleştirme ile etkili bir yönetim ve piyasalardan alınan mesajların doğru bir şekilde değerlendirilebileceği ve kaynakların da bu fırsatların en iyi şekilde kullanılabileceği yerlere tahsis edileceği bir sistem kurmaktır. KİT'lerde mülkiyeti çok geniş bir tabana yaymak, bu kuruluşlar üzerindeki etkili kontrolü büyük ölçüde olumsuz olarak etkileyecektir. Dolayısıyla, mülkiyet haklarının devri yanında, kontrol mekanizmasının da kurulması gerekmektedir. İşçiler ve yöneticiler de KİT'ler üzerinde hak iddia ettiklerinden, verimliliğin daha rasyonel hale getirilmesi yönünde çaba harcamamaktadır. Diğer taraftan, halkın tamamının vergileri ile kurulmuş olan KİT'lerin, sadece işçi ve/veya yöneticilere verilerek özelleştirilmesinin de, haklı gerekçesini bulmak çok güç olacaktır. Yeniden yapılanma yerine, KİT'ler yatırımları azaltacak veya karşılıklı olarak borçlanarak mevcut durumu devam ettirmek isteyeceklerdir. Bu açıdan bakıldığında, yavaş bir özelleştirme piyasalara ve geçiş sürecine bir düzen getirilmesine yardımcı olacaktır. Dolayısıyla, bu tür bir 253 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu alt yapıyı kurmak, özelleştirmenin ve daha da önemlisi geçişin zorunlu bir parçası olarak düşünülebilir. Bu çerçevede, bu yapının kurulmadığı bir ortamda özelleştirme, KİT'lerin sorunlarının özel sektöre devredilmesinden başka bir fayda sağlayamayacaktır. Bu tür bir yapılanmanın kurulması, Batı Avrupa'da yıllar almıştır. Ancak, devlet müdahalesi aracılığıyla, bu sürecin daha da hızlandırılması mümkündür. Bu bizi, bu süreçteki en önemli çelişkilerden birisine getirmektedir. Devlet kendi etkisini azaltmak için piyasalara müdahale edecektir. Özelleştirmenin hızı ve kalitesi arasındaki seçim ve denge sorunu geçiş sürecinin en önemli gündem maddelerinden birisini oluşturmaktadır. Doğaldır ki, pek çok yapısal değişimi bir gece içinde gerçekleştirmek mümkün değildir. Kaldı ki, şok terapi gibi yöntemlerin siyasi açıdan da maliyeti yüksek olmaktadır. Geçiş süreci açısından kaydedilecek gelişme, özelleştirmenin hızına bağlıdır. Ayrıca, özelleştirme, geçiş sürecindeki üretim düşüşünü sona erdirmek için de gereklidir. 254 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu 22..TTÜ ÜR RK KİİY YE E’’ D DE EÖ ÖZZE ELLLLE EŞ ŞTTİİR RM ME EV VE E Y SA ALL U UY YG GU ULLA AM MA ALLA AR R YA AP PIIS 2.1.Yasal Çerçeve Ülkemizde 1983 yılından sonra gündeme gelen özelleştirme programına yönelik ilk hukuki düzenleme, 1984 yılında çıkarılan ve kamu iktisadi teşebbüsleri ile bunlara ait tesislere, hisse senedi ihracı yoluyla gerçek ve tüzel kişilerin ortak edilebilmesine veya bu tesislerin işletme hakkının belli sürelerle devrine olanak tanıyan 2983 sayılı Kanun’la getirilmiştir. Daha sonra 1986 yılında çıkarılan 3291 sayılı Kanun’da, kamu kuruluşlarının özelleştirme kapsamına alınması ve uygulamaların yürütülmesine ilişkin esaslar belirlenmiştir. Buna göre, 233 sayılı KHK’ da adı geçen, tamamı devlete ait ve kamu iktisadi teşebbüsü statüsünde faaliyet gösteren kuruluşların özelleştirme kapsamına alınmasına Bakanlar Kurulu, KİT’lerin müessese, bağlı ortaklık, işletme ve işletme birimleri ile iştiraklerindeki payların özelleştirme kapsamına alınmasına da Yüksek Planlama Kurulu yetkili kılınmıştır. Özelleştirme programının yürütülmesi konusunda ise, 2983 sayılı yasa ile oluşturulan ‘Toplu Konut ve Kamu Ortaklığı 255 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu İdaresi’ görevlendirilmiştir. Bu idare, özelleştirme programının yanı sıra, toplu konut uygulamalarının yürütülmesi, Kamu Ortaklığı Fonu’nun yönetimi ve Çalışanların Tasarruflarını Teşvik Hesabı’nda biriken paraların nemalandırılması gibi görevler de üstlenmiştir. 3291 sayılı kanunla, özelleştirme uygulamaları konusundaki karar mercii, “Toplu Konut ve Kamu Ortaklığı Kurulu” olarak belirlenmiştir. Nisan 1990’da yürürlüğe giren 412 sayılı KHK ile Toplu Konut ve Kamu Ortaklığı İdaresi, “Kamu Ortaklığı İdaresi” ve “Toplu Konut İdaresi” adı altında iki ayrı kuruluş olarak yeniden örgütlendirilmiştir. Kamu Ortaklığı İdaresi, özelleştirme uygulamalarının yürütülmesi ve Kamu Ortaklığı Fonu ile Çalışanların Tasarruflarını Teşvik Hesabı’nın yönetimi konusunda görevli kılınmıştır. 6 Ocak 1992 tarihinde yürürlüğe giren 473 sayılı KHK ile de, özelleştirme uygulamaları konusundaki karar mercii “Kamu Ortaklığı Yüksek Kurulu” olarak değiştirilmiştir. Bu mevzuat dışında, doğrudan özelleştirme ile ilgili olmamakla beraber birçok kanun ve kanun hükmünde kararnamede özelleştirmeye ilişkin hükümlere yer verilmiştir. Ancak bütün bu düzenlemeler, bir takım genel esasların 256 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu belirlenmesinden öteye gidememiş, uygulamaların gerektirdiği ihtiyaca cevap verecek sağlam bir hukuki altyapı oluşturulamamıştır. Gerek karar verme, gerekse uygulamalar konusunda getirilen yetki sınırlamaları, özelleştirme sürecinin uzamasına ve işlemlerin aksamasına yol açmıştır. Bunun yanı sıra, uygulamalar esnasında veya daha sonra ortaya çıkabilecek, başta sosyal problemler olmak üzere muhtemel sorunların çözümüne yönelik yasal düzenlemelerin (işsizlik sigortası, anti kartel yasası vb.) mevcut bulunmaması da özelleştirmenin karşılaştığı en önemli yapısal sorunlardan biri olmuştur. Özelleştirme programından beklenen hedeflere ulaşılmasında karşılaşılan güçlüklerin giderilmesi amacı ile uygulamalara esas teşkil eden 2983 ve 3291 sayılı yasalarda çeşitli tarihlerde değişikliğe gidilmiştir. Ancak bu değişiklikler, zaten dağınık olan mevzuatı daha da karmaşık hale sokmuştur. Gerek bu karmaşık yapıdan kaynaklanan sorunların, gerekse özelleştirme uygulamalarının sonucuna bağlı olarak karşılaşılan sosyal, ekonomik ve hukuki problemlerin çözümü için yeni düzenlemeler yapılması kaçınılmaz olmuştur. Özelleştirmede karşılaşılan sorunların giderilmesi ve programa hız kazandırılması amacı ile uygulamalar 257 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu konusundaki yasal ve yönetsel yapının değiştirilmesine yönelik ilk somut adım 1992 yılında atılmıştır. Bu tarihte başlayan mevzuat değişikliği çalışmaları 1994 yılında tamamlanmış ve konuya ilişkin ayrıntılı düzenlemeler içeren bir dizi kararname çıkarılmıştır. 11 Mayıs 1994 tarihinde yürürlüğe giren ve hükümete özelleştirme uygulamaları konusunda düzenleme yapma yetkisi veren 3987 sayılı yetki kanununa dayanılarak çıkarılan 530, 531, 532 ve 533 sayılı kanun hükmünde kararnameler 6 Haziran 1994, 546 sayılı kanun hükmünde kararname ise 7 Temmuz 1994 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Ancak, söz konusu 5 kararnamenin dayanağı olan 3987 sayılı yetki kanunu 7 Temmuz 1994 tarihinde Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiştir. Daha sonra ise, bu kanun çerçevesinde çıkarılan 530, 531, 532, 533 ve 546 sayılı kanun hükmünde kararnamelerin iptali ve bu konuda yürütmenin durdurulması amacı ile Anayasa Mahkemesi’ne yapılan başvuru değerlendirilerek 21 Temmuz 1994 tarihinde karara bağlanmış ve söz konusu kararnameler iptal edilmiştir. Anayasa Mahkemesi’nin iptale ilişkin gerekçeli kararı, 5 Ağustos 1994 tarihli Resmi Gazete’nin mükerrer sayısında yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Bu iptal 258 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu kararları sonucu, özellikle yapısal açıdan getirilen değişiklikler nedeniyle doğacak hukuki boşluğa, Bakanlar Kurulu’nun 31 Temmuz 1994 tarihinde aldığı prensip kararı ile açıklık getirilmiştir. Konuya ilişkin olarak 3 Ağustos 1994 tarihinde yayınlanan Başbakanlık genelgesinde, Anayasa Mahkemesi’nin gerekçeli iptal kararının Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bu konudaki idari eylem ve işlemlerin, iptal kararından önceki mevzuat çerçevesinde yürütülmesi öngörülmüştür. Bu çerçevede İdare, 5 Ağustos 1994 tarihinden itibaren yeniden Kamu Ortaklığı İdaresi adı altında ve eski statüsünde faaliyetlerine devam etmiştir. Yine aynı tarihten itibaren, özelleştirmeye ilişkin esasların, üzerinde fikri ve siyasi açıdan uzlaşma sağlanabilecek bir kanun çerçevesinde yeniden düzenlenmesi konusunda çalışmalara başlanmıştır. 4046 Sayılı Özelleştirme Kanunu Bu çalışmalar sonucunda, bütün siyasi partilerin ve sendikaların önerileri de dikkate alınarak hazırlanan 4046 sayılı Özelleştirme Kanunu, 27 Kasım 1994 tarihinde yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Bu Kanun ile 259 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu getirilen yeni düzenlemeler, ana başlıklar itibariyle şöyledir: * “Özelleştirme Yüksek Kurulu” oluşturulmuştur. * “Özelleştirme İdaresi Başkanlığı” kurulmuştur. * Özelleştirme uygulamaları sırasında veya sonrasında işini kaybedenlere, kanunda belirtilen hükümler çerçevesinde, yasalardan veya toplu iş sözleşmelerinden doğan tazminatları dışında ek bir iş kaybı tazminatı ödenmesi öngörülmüştür. * “Özelleştirme Fonu” oluşturulmuştur. * Özelleştirmenin kapsamı genişletilmiş, iktisadi devlet teşekkülleri ile bunlara ait kurum ve payların yanı sıra, diğer kamu kurum ve kuruluşlarının da özelleştirilebilmesine imkân tanıyan düzenlemeler yapılmıştır. * Erken emekliliğin teşviki amacıyla, özelleştirme kapsamına alınan kuruluşlarda Emekli Sandığı’na tabi personelden hizmet süresi itibariyle emeklilik hakkı kazananlara, bu hakkı kazandıkları tarihten itibaren iki ay içinde emekli olmayı istemeleri halinde ikramiyelerinin %30 fazlası ile ödenmesi hükme bağlanmıştır. 260 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu * Özelleştirme kapsamındaki kuruluşların, özelleştirme uygulamaları sonucu kamu payının %15’in altına düşmesinden veya tasfiyesinden yahut tüzel kişilikleri sona erecek şekilde kapatılmasından önce sosyal yardım zammına hak kazanmış olan personele 17.7.1964 tarihli 506 sayılı Kanunun Ek 24 üncü maddesi gereğince ödenen sosyal yardım zamları, ödemenin yapılmasını müteakip Sosyal Sigortalar Kurumu’nun yazılı talebi üzerine İdare tarafından Özelleştirme Fonundan en çok iki ay içinde adı geçen kuruma ödenir. Özelleştirme Fonunun diğer yükümlülükleri de dikkate alınarak sosyal yardım zamlarının süresinde Sosyal Sigortalar Kurumu’na ödenmesinin mümkün olmadığı hallerde sosyal yardım zamları Hazinece karşılanır. * Kapsamdaki kuruluşlarda uygulamalar sonucu kadrosu iptal edilen memur ve sözleşmeli personelin diğer kamu kurum ve kuruluşlarındaki boş kadro ve pozisyonlara atanmalarına ilişkin düzenlemeler getirilmiştir. * Özelleştirme uygulamalarından elde edilecek gelirlerin, genel bütçe harcama ve yatırımlarında kullanılmaması hükme bağlanmıştır. * Stratejik nitelikteki kuruluşlarda imtiyazlı hisse bulundurulması öngörülmüştür. 261 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu 4046 Sayılı Özelleştirme Kanununda yapılan değişiklikler 4046 sayılı Kanunun uygulanmasından bugüne kadar 4105 sayılı Kanun ve 4108 sayılı Kanun ile 4046 sayılı Kanunda bir takım değişiklikler ve düzenlemeler yapılmıştır. 4046 sayılı Kanun’un özelleştirme programına alınan kuruluşların özelleştirme yöntemleri, değer tespiti ve ihale usullerini kapsayan 18 inci maddesi; Anayasanın 7 inci maddesine aykırılığı savıyla, 9 Nisan 1997 tarihinde Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiştir. Söz konusu madde, 3.4.1997 tarih ve 4232 sayılı Kanunla Anayasaya uygun olarak yeniden düzenlenmiş, 8 Nisan 1997 tarihli resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Ayrıca 4046 sayılı Kanunun 10 uncu maddesinde yer alan bu Kanunun geçici 8inci maddesi gereğince “Kamu Ortaklığı Fonu’na yapılan aktarmalar hariç Özelleştirme Fonu’ndan genel bütçeye kaynak aktarılmaz” ibaresi 26 Mayıs 2000 tarihinde yürürlüğe giren 4568 sayılı Kanunla “Özelleştirme Fonunun nakit fazlası, Hazinenin iç ve dış ödemelerinde kullanılmak üzere Hazine 262 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu hesaplarına intikal ettirilir” şeklinde değiştirilmiştir. Geçici 8 inci madde ise yürürlükten kaldırılmıştır. 4971 Sayılı Kanun ile 4046 sayılı Kanunda yapılan değişiklikler Özelleştirme çalışmalarının daha hızlandırılması amacıyla hazırlanan 4971 sayılı “Bazı Kanunlarda ve Milli Piyango İdaresi Genel Müdürlüğü Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun” 15 Ağustos 2003 tarihinde yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Söz konusu Kanun çerçevesinde 4046 sayılı Kanunda yapılan değişiklikler ve getirilen yeni düzenlemeler ana başlıklar itibariyle şöyledir; * Özelleştirme Yüksek Kurulunun oluşumu ve Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın bağlı bulunduğu Bakanın belirlenmesine yönelik düzenlemeler yapılmıştır. Önceden ÖYK üyelerinin hangi bakanlar olacağı Kanunda yazılı iken, değişiklikle ÖYK üyelerini belirleme yetkisi Başbakana verilmiştir. Böylelikle makro özelleştirmelerde sektörle veya konu ile ilgili Bakanın ÖYK üyesi olabilmesinin yolu açılmıştır. 263 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu * 4046 sayılı Kanunun 7 inci maddesinde yer alan yasaklara ilişkin olarak çalışanların halka arz yoluyla yapılan özelleştirme uygulamalarına katılmaları sağlanmıştır. Önceden, kuruluşlarda çalışanların hiçbir şekilde halka arza katılmaları mümkün değilken, değişiklikle yasak sınırı (yönetici konumunda olanlar) daraltılmıştır. * Özelleştirme Fonu’nun kullanım alanları ile değer tespit metotlarının en az ikisinin uygulanması suretiyle değerleme yapılacağı yolunda düzenleme yapılmıştır. Ayrıca belirli istekliler arasında kapalı teklif usulü ile yapılacak ihaleler yeniden düzenlenmiştir. Önceden, arsa ve atıl işletmelerin değer tespitinde zorluk yaşanırken, yapılan değişiklikle teknik olarak rahatlık getirilmiştir. * Kuruluşlarda çalışan personelin nakline ilişkin madde yeniden düzenlenerek uygulamada ortaya çıkan sorunlar giderilmiştir. Bu arada ilave emeklilik ikramiyesi ödemesi ile ilgili maddede düzenleme yapılmış ve sosyal yardım zammı ödemelerine ilişkin madde yürürlükten kaldırılmak suretiyle uygulamalardaki problemlerin giderilmesi amaçlanmıştır. Önceden, nakle tabi personelin özlük hakları, makam ve temsil tazminatları, emekli ikramiyeleri, sosyal yardım zamları, kıdem tazminatları, 264 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu kadro durumlarında yaşanan sorunlar bu madde ile ortadan kaldırılmıştır. * Milli Piyango İdaresi Genel Müdürlüğü tarafından şans oyunlarını planlamak, tertip ve çekilişini düzenlemek üzere lisans verilmesi suretiyle özelleştirilmesine yönelik düzenlemeler yapılmıştır. Milli Piyango İdaresi icracı kurum olmaktan çıkarılarak düzenleyici kurum haline getirilmiştir. Şans oyunları, lisans verilmesi suretiyle, özel sektör ve yabancı sermaye vasıtasıyla, çok daha çeşitli ve güçlü olarak yapılabilecektir. * T. Telekomünikasyon A.Ş.’in özelleştirilmesi ile ilgili strateji belirlenmesi yönünde düzenlemeler yapılmıştır. Telekom hisselerinin hisse senedine dönüştürülebilir tahvil yoluyla satışına imkân verecek düzenleme yapılmıştır. Ayrıca 4971 sayılı Kanunla, 4046 sayılı Kanun’da yapılan diğer düzenlemeler ile özelleştirme uygulamalarının hızlandırılması yolunda hükümler getirilmiştir. Özelleştirme uygulamalarının idari ve hukuki yönden hızlanması için bürokratik işlemleri basitleştirici ve kolaylaştırıcı düzenlemeler yapılmıştır. 265 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu 2.2.1985 – 2005 Dönemi Uygulamaları a.Özelleştirme Kapsamına Alınan Kuruluşlar 1985 yılından itibaren 243 kuruluştaki kamu hisseleri, 22 yarım kalmış tesis, 198 taşınmaz, 6 otoyol, 2 boğaz köprüsü, 89 Tesis, 6 Liman, şans oyunları lisans hakkı ile Araç Muayene İstasyonları özelleştirme kapsamına alınmıştır. 19 kuruluştaki kamu payı ile 4 taşınmaz daha sonra özelleştirme işlemine tabi tutulmaksızın kapsamdan çıkarılmak, tasfiye edilmek veya kapsamda olmayan başka bir kuruluşla birleştirilerek tüzel kişiliği sona erdirilmek üzere devredilmiştir. Bunlar arasında yer alan T. Öğretmenler Bankası Mayıs 1992’de Halk Bankası’na, Denizcilik Bankası Kasım 1992’de Emlak Bankası’na, Ardem A.Ş. Ağustos 1999’da Arçelik A.Ş.’ye devredilmiştir. TÜLOMSAŞ, TÜDEMSAŞ ve TÜVASAŞ, TCDD’ye iade edilmiştir. Nisan 1987’de özelleştirme kapsamına alınan Gübre Fabrikaları A.Ş. 1989 yılında kapsamdan çıkarılmıştır. Yine kapsama alınan Boğaziçi Hava Taşımacılığı A.Ş. ise tasfiye edilmiştir. TEAŞ’ın bazı şirketlerinde iştirak payı olan AKTAŞ, NURTEK, TGT ve SOYTEK Elekt. Sant. Tes. İşl. Ve Tic. A.Ş., ETİTAŞ Elekt. Teç. İmal. Tesisat A.Ş., MİTAŞ Madeni İnş. İşleri A.Ş. ile Kayseri ve Civarı Elekt. T.A.Ş. Mart 266 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu 1998’de kapsam ve programdan çıkarılmış, eski statülerine iade edilmiştir. Eylül 1997’de kapsama alınan OYAK Sigorta şirketleri Ekim 1998 tarihinde kapsamdan çıkartılarak eski statülerine iade edilmiştir. Aralık 2000’de kapsama alınarak hazırlık işlemine tabi tutulmasına karar verilen Eti Holding A.Ş. Temmuz 2001’de kapsamdan çıkarılarak eski statüsüne iade edilmiştir. Eylül 2003’de kapsama alınan TİGEM Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü Ağustos 2004 tarihinde kapsamdan çıkarılmıştır. Ayrıca, 14.6.1995 tarihinde 4046 sayılı Kanun çerçevesinde hisseleri özelleştirme kapsamına alınarak Özelleştirme İdaresi’ne devrilen Türk Telekom, bu işlemin 28.2.1996 tarihli Anayasa Mahkemesi kararı ile iptal edilmesi sonucu kapsamdan çıkarılmıştır. Şirketin özelleştirme çalışmaları 4161 sayılı Kanun çerçevesinde yürütülmektedir. Ayrıca BASF – Sümerbank Kimya Sanayii A.Ş. ile Güney Sanayi’ndeki kamu payları, 1993 yılında, daha önce bu paylara sahip olan Sümer Holding’e, ETAĞ A.Ş. ise Ağustos 2001’de Turban Turizm A.Ş.’ye devredilmiştir. Bunun yanı sıra, çeşitli tarihlerde özelleştirme kapsam ve programına alınan kuruluşlardan 15 iştirak hissesinin özelleştirme çalışmalarının Sümer Holding A.Ş. tarafından yapılabilmesi amacıyla, söz konusu 15 kuruluşta bulunan İdare’ye ait azınlık hisseleri, Özelleştirme Yüksek Kurulu’nun 12 Mart 2001 tarihli 267 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu kararı ile Sümer Holding A.Ş.’ye devredilmiş, 4 kuruluşun özelleştirme işlemleri tamamlanmıştır. Yasataş A.Ş. ile MEYBUZ A.Ş.’ye ait İdare hisselerinin özelleştirme çalışmalarının Et ve Balık Ürünleri A.Ş. tarafından yapılabilmesi amacıyla, 10 Eylül 2001 tarihli Özelleştirme Yüksek Kurulu kararı ile Et ve Balık Ürünleri A.Ş.’ye devredilmiş, Mey buz A.Ş.’in özelleştirme işlemleri tamamlanmıştır. İGSAŞ İstanbul Gübre San. A.Ş. ise 15 Nisan 2002’de TÜGSAŞ Türkiye Gübre San. A.Ş. bünyesinde birleştirilmiş ve özelleştirilmiştir. 2003 yılında kapsama alınan Manisa Pamuklu Men. A.Ş. ise Sümer Holding A.Ş.’ye devredilmiştir. Bunların dışında 1995 yılında özelleştirme kapsamına alınan Hamit abat, Kemerköy, Soma-B ve Yeniköy elektrik santralleri 1997 yılında kapsamdan çıkarılmış ve Enerji Bakanlığı’na iade edilmiştir. Maliye Bakanlığı ve Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü’ne ait 4 taşınmaz ise 2000 yılında kapsamdan çıkarılmıştır. Ancak söz konusu santraller yeniden 2003 yılında yeniden özelleştirme kapsamına alınmıştır. Özelleştirme çalışmaları 1985 yılında bazı yarım kalmış tesislerin özel sektöre devriyle başlamıştır. 268 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Özelleştirme uygulamalarının başlatıldığı 1985 yılından 2005 yılına kadar geçen 20 yıllık sürede kapsama alınan kuruluşların yarısından fazlası tamamen özelleştirilmiştir. Bu kuruluşlardan, daha önce ÇİTOSAN’ın bağlı ortaklığı statüsünde faaliyet gösteren çimento fabrikaları dışında, bu kuruluşların büyük bir kısmı varlık veya kamunun azınlık hissesine sahip olduğu iştiraklerdir. Bugüne kadar, SEK ve YEM Sanayii, ÇİTOSAN, TESTAŞ ve ORÜS’e bağlı tüm üretim birimleri tamamen özelleştirilmiş ve devlet bu alanlarda işletmecilikten çekilmiştir. YEM Sanayii A.Ş. ve SEK Süt Ürünleri A.Ş.’in Kasım 1997’de, ÇİTOSAN ve TESTAŞ’ın ise Temmuz 1999’da, tüzel kişilikleri Ticaret Sicil’den silinmiş, söz konusu şirketler EBK Et ve Balık Ürünleri A.Ş. bünyesinde birleştirilerek tasfiye edilmiştir. Bunun yanı sıra, 7 giyim tesisi ve 34 gayrimenkulü özelleştirilen KÖYTEKS Yatırım Holding A.Ş. de, Aralık 1998 tarihinde Sümer Holding A.Ş. bünyesinde birleştirilerek tasfiye edilmiştir. Ayrıca ORÜS Orman Ürünleri A.Ş. bünyesinde bulunan 21 işletmesi özelleştirilmiş, kalan 2 işletme SEKA’ya devredilerek, kuruluş Mart 2000 tarihinde tasfiye edilmiştir. Öte yandan, İSDEMİR 31 Ocak 2002 tarihinde imzalanan devir sözleşmesiyle tüm varlıkları ile birlikte ERDEMİR’e devredilmiş ve tüzel kişiliği sona ermiştir. ÇELBOR A.Ş.’de bulunan %100 oranındaki 269 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu hisselerin tamamı 31 Mayıs 2002 tarihinde ERDEMİR’e devredilmiştir. T. Gemi Sanayii A.Ş. ise T. Denizcilik İşletmeleri A.Ş. bünyesinde birleştirilerek Mayıs 2002’de tüzel kişiliği sona ermiştir. DİTAŞ Deniz İşletmeciliği A.Ş.’de bulunan %50.98 oranındaki hisselerin tamamı 21 Kasım 2002 tarihinde TÜPRAŞ’a devredilmiştir. Turban Turizm A.Ş., T. Zirai Donatım A.Ş. ve TÜMOSAN Türk Motor Sanayii A.Ş. 7 Şubat 2003 tarihinde SÜMER HOLDİNG A.Ş. bünyesinde birleştirilerek tüzel kişilikleri sona ermiştir. KARDEMİR özelleştirmesiyle ilk defa yöre halkı, sanayici ve çalışanlara bedelsiz devir suretiyle gider tasarrufuna yönelik bir uygulama yapılmıştır. NETAŞ ve TOFAŞ’ DA bulunan kamu hisseleri ilk defa uluslararası piyasalarda halka arz edilmiş, böylece İMKB’nin yabancı borsalarla entegrasyonunun sağlanmasında bir adım atılmıştır. 1990’lı yılların başında birçok şirketteki kamu hisseleri kısıtlı da olsa halka arz edilmiş, hisse senedinin kurumsallaşması ve sermayenin tabana yayılmasında bir başlangıç yapılmış, 1998 yılında da T. İŞ BANKASI’NDAKİ kamu hisseleri ile 2000 yılında TÜPRAŞ hisselerinin büyük bölümünün özelleştirilmesiyle yurtiçi ve yurtdışı piyasalarda bugüne kadar yapılan en büyük halka arz gerçekleştirilmiştir. 270 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu SÜMERBANK, DENİZBANK, ETİBANK ve ANADOLUBANK’ın özelleştirilmesi ile de kamu bankalarının özel sektöre devredilmelerine ilişkin ilk adımlar atılmıştır. DENİZ NAKLİYATI T.A.Ş.’in özelleştirilmesi, TDİ’nin İzmir Körfez Hattı ile Şehir içi Yolcu ve Araç Taşımacılığı’nın da devri sonucunda devlet, deniz taşımacılığından da çekilmeye başlamıştır. Yine 2000 yılı içerisinde POAŞ’ın % 51 oranındaki hissesinin blok satış yöntemiyle özelleştirilmesi sonucunda bugüne kadar yapılan en büyük özelleştirme uygulaması gerçekleştirilmiş, 2002 yılında ise kalan kamu hisselerinin İMKB’de satışı sonucunda POAŞ’ DA bulunan kamu hisselerinin tamamı özelleştirilmiştir. Ayrıca bu süreç içerisinde devletin, turizm, tekstil ve hayvancılık sektörlerindeki işletmelerinin yaklaşık % 90’ı da özelleştirilmiştir. Halen özelleştirme kapsamında 3, kapsam ve programda 27 olmak üzere toplam 30 kuruluş bulunmaktadır. Bu kuruluşların 21 tanesinde % 50’nin üzerinde kamu payı vardır. Söz konusu 3 kuruluşun programa alınması yönündeki çalışmalar sürdürülmektedir. Bunun yanı sıra, özelleştirme kapsamında 174 taşınmaz, 87 tesis, 6 liman, 6 otoyol, 2 boğaz köprüsü, şans oyunları lisans hakkı ile Araç Muayene İstasyonları da yer almaktadır. 271 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu b.Gerçekleştirilen Uygulmalar Özelleştirme çalışmaları, 1984 yılında kamuya ait yarım kalmış tesislerin tamamlanması veya yerine yeni bir tesis kurulması amacı ile özel sektöre devri uygulamaları ile başlamıştır. 1986 yılından itibaren hız kazanan ve tamamı kamuya ait veya kamu iştiraki olan kuruluşlardaki kamu paylarının özelleştirme kapsamına alınması yoluyla yürütülen program çerçevesinde, İdare tarafından bugüne kadar 185 kuruluşta hisse senedi veya varlık satış/devir işlemi yapılmış ve bu kuruluşlardan 173’ünde hiç kamu payı kalmamıştır. Blok satış, halka arz, uluslararası arz, İMKB’de satış veya varlık satışı biçiminde kısmen özelleştirme işlemi gerçekleştirilen diğer 12 kuruluşta ise halen kamu payı bulunmaktadır. 1985 yılından bugüne kadar gerçekleştirilen özelleştirme uygulamalarının toplam tutarı 6,2 milyar YTL (10,4 milyar $) düzeyindedir. Bir bölümü vadeli ve döviz cinsinden gerçekleştirilen bu hisse senedi ve varlık satış işlemlerinden 31 Aralık 2004 itibariyle 4,5 milyar YTL (8,6 milyar $) net giriş sağlanmıştır. Yıl bazında uygulama tutarı ile net giriş tutarı arasındaki fark, vadeli 272 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu işlemlere ilişkin kaynaklanmaktadır. taksit ödemelerinden Özelleştirme kapsamındaki kuruluşlardan elde edilen 0,9 milyar YTL’lik (2,3 milyar $) temettü geliri ve 4,1 milyar YTL’lik (3,4 milyar $) diğer kaynaklarla birlikte 1985 – 31 Aralık 2004 dönemi toplam kaynakları 9,5 milyar YTL (14,3 milyar $) düzeyine ulaşmaktadır. Aynı dönemde özelleştirme uygulamaları çerçevesinde 9,2 milyar YTL (13,9 milyar $) tutarında kullanım gerçekleştirilmiştir. Özelleştirme uygulamalarına ilişkin kullanımların % 98’lik bir bölümü, kapsamdaki kuruluşlara sermaye iştiraki, kredi borçları ve personel ödemeleri, özelleştirme bonoları ve Hazine’ye aktarmaya ilişkin ödenen tutarlardır. Özelleştirme uygulamaları sonucunda elde edilen kaynakların kullanımı 3 ana başlık altında toplanmaktadır. Bunlardan ilki özelleştirme kapsamındaki kuruluşlara yapılan ödemelerdir. 6.1 milyar $ düzeyinde ve toplam kaynakların %44’ünü kapsayan bu tutar, kuruluşlara yapılan sermaye iştirakleri, verilen krediler, 273 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu çalışanlara yönelik iş kaybı ve özelleştirme sonrası tazminatları ile emeklilik primi ödemeleri gibi kullanım kalemlerinden oluşmaktadır. İkinci büyük kullanım kalemini ise, aynı tarih itibariyle 3,6 milyar $ düzeyinde ve toplam kullanımların % 26’sını kapsayan ve Hazineye ve Hazine bünyesinde bulunan Kamu Ortaklığı Fonu’na yapılan aktarmalardan oluşturmaktadır. Bu Fon’un kullanım alanı ise mevzuatla sadece baraj, otoyol ve içme suları gibi altyapı tesislerinin finansmanıyla sınırlandırılmıştır. 26 Mayıs 2000 tarihinde yürürlüğe giren 4568 sayılı Kanun çerçevesinde, 2001 yılından beri aktarma yapılmamıştır. Üçüncü kullanım kalemi ise, özelleştirme uygulamaları için çıkarılan bono ve tahvil ödemeleri gibi tutarlardan oluşmaktadır. Bu ödemelerin toplamı da yine aynı dönemde 3,9 milyar $ düzeyinde olup, toplam kullanımların %28’ini kapsamaktadır. Yukarıda belirtilen üç ana kullanım kalemi toplamı olan 13,6 milyar $ düzeyindeki tutar, toplam kullanımların % 98’ini kapsamakta ve özelleştirme 274 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu olgusu var olsa da, olmasa da, devletin bir şekilde Hazinesinden yapmak zorunda olduğu tutarlardan oluşmaktadır. Bu arada özelleştirmeye bağlı olarak yapılan ve gider-masraf olarak tanımlanabilecek, uygulamalar için yapılan danışmanlık, ihale ilanları ile reklam ve tanıtım giderleri ise toplam kullanımların yalnızca % 1’ini oluşturmaktadır. c.İhale Veya Satış/Devir Prosedürü Devam Eden Kuruluşlar Emek İşhanı, TCDD Mersin Limanı, Hilton Oteli, TÜGSAŞ,Erdemir,Adapazarı Şeker Fabrikası Aş.,KTHY,Tekel,Erciyes Sosyal Tesisi,Kuşadası Tatil Köyü,Eti Alüminyum Aş., Samsun Gübre Sanayi Aş.,Araç Muayene İstasyonları,Sümer Holding Aş.,Türk Telekomünikasyon Aş.,TÜPRAŞ 275 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Özelleştirme uygulamaları sonucunda elde edilen kaynakların kullanımına ilişkin dağılım aşağıda gösterilmiştir. KULLANIMLAR ÖZELLEŞTİRME KAPSAMINDAKİ KURULUŞLARA İLİŞKİN ÖDEMELER Sermaye İştiraki (% 30.6) Kredi Biçiminde Verilen Borçlar (% 9.3) Sosyal Yardım Zammı Ödemeleri (% 0.4) HAZİNE’YE AKTARMA (% 24.5) BORÇ ÖDEMELERİ (% 28.4) Özelleştirme Bono/Tahvil Anapara Ödemesi (% 19.6) Özelleştirme Bono/Tahvil Faiz Ödemesi (% 7.5) İş Kaybı Tazminatları (% 0.5) Özelleştirme Sonrası Tazminat Ödemeleri (% 0.7) Erken Emeklilik Primi Ödemeleri (% 0.3) Özelleştirme Gelirinden İlgili Kuruluşlara Ödemeler Diğer Borçlar Faiz, Kur Farkı, Komisyon ve Vergi Ödemeleri (% 1.3) DİĞER GİDERLER (% 3.0) Denetim Danışmanlık (% 0.4) İhale İlanları Giderleri (% 0.4) Reklâm ve Tanıtım Giderleri (% 0.1) İMKB’de Hisse Alımı Giderleri (% 0.9) İdari Bütçe’ye Aktarılan (% 0.5) 276 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Türk Telekom ve Tüpraş gibi büyük özelleştirmelerin art arda gerçekleştirilmesiyle birlikte, özelleştirmede 2005 yılı içinde rekor kırılırken, özelleştirme rakamı 20 milyar dolara gidiyor. Özelleştirme İdaresi Başkanlığı (ÖİB) tarafından bu yıl gerçekleştirilen özelleştirmelerin tutarı 13 milyar 894 milyon doları geçerken, Atatürk Havalimanı ihalesi ile birlikte özelleştirme toplamı, şimdiden 16,9 milyar dolara ulaştı. Eylül sonunda son tekliflerin alınacağı ERDEMİR’ DE özelleştirmenin gerçekleştirilmesi durumunda, özelleştirme rakamının daha da yukarı çıkması bekleniyor. Verilere göre 2005’den bu yana "satış veya devri" tamamlanan kuruluşların özelleştirme tutarı, 1 milyar 348 milyon doları buldu. Bunlar içinde Ataköy Turizm, Otelcilik ve Marina, Eti Alüminyum’un satışı, KTHY’ DE hisse satışı ve Petkim'in halka arzı gibi özelleştirmeler yer alıyor. İhalesi yapılan, ancak devri henüz gerçekleşmeyen ihaleler ise 12 milyar 546 milyon doları 277 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu bulurken, bunların başında Türk TELEKOM ve Tüpraş geliyor. TEKEL'e ait ikiz kuleler ile araç muayene istasyonları ve Mersin Limanı da devir için sırada bekliyor. Bunun yanında, Ulaştırma Bakanlığı'nca gerçekleştirilen ve 3 milyar doları bulan Atatürk Havalimanı Terminal İşletmesi'nin 15 yıllığına kiraya verilmesi ile birlikte, bu yıl yapılan özelleştirmelerin tutarı (araç muayene istasyonları dahil) 16 milyar 894 milyon doları buluyor.Öte yandan özelleştirmeden elde edilen gelir, Hazine'ye "gelir" kaydedilerek, özellikle borç azaltışında kullanılıyor. Bunun yanında "özelleştirme giderleri" kapsamında, özelleştirme programında yer alan KİT'lerin finansman ihtiyacı karşılanıyor, borç ödemeleri gerçekleştiriliyor 33..S SO ON NU UÇ Ç Son yıllarda özelleştirme konusunda kaydedilen gelişmeler incelendiğinde, belki de Polonyalı bir yetkilinin konuya ilişkin olarak yaptığı bir değerlendirmeye dikkat çekmek yararlı olacaktır:"....piyasaların işlemeye başlamasından önce 278 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu mülkiyet haklarının düzenlenmesi gerekmektedir. Ancak, bugüne kadar edinilen tecrübe, bunun gerekli olmakla birlikte hemen hemen imkânsız olduğunu göstermektedir. Özelleştirme, insanların kendisinden çok şey bekledikleri sihirli bir sözcük haline gelmiştir"(Myant, 1993, p.139). Özelleştirme konusunda süren tartışmalar göz önüne alındığında, özelleştirmenin ve bunun sonuçlarını almanın yıllar sürebileceği anlaşılmaktadır. Hatta süreç içindeki bütün değişkenleri kontrol etmenin güçlüğü göz önüne alındığında, sonuçların neler olabileceğini tahmin etmek bile güç görülmektedir. Kamu sektörünce yapılan sosyal yatırımların ve hizmetlerin özel sektörce etkin bir şekilde yapılmasının mümkün olacağına dair önemli teorik destekler söz konusudur. Mülkiyet haklarının fazla olduğu durumlarla az olduğu ya da kamusal olduğu durumlar karşılaştırıldığında en iyi sonuçlar birinciden yana alınır. Teorik bakış açısından hareketle kamu sosyal yatırım ve hizmetlerinin özel sektörce karşılanması halinde daha etkin olacağı sonucuna varılabilir. Ancak kamu malları ve dışsallık problemleri nedeniyle kamu girişiminin gerekli olduğunu düşünenlerde az değildir. Bununla birlikte, çalışmada görüleceği gibi, bu problemler hizmetlerin bir özel ya da kamu girişimi tarafından yapılması kararını etkilemez. Bu yüzden, biz 279 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu hala kamu arzı yerine özel girişimi güçlü bir şekilde destekliyoruz. Yine de, kamu arzı ile ilgili düzenlemelerde doğal tekel problemleri söz konusudur. Doğal tekel problemleri, birçok ekonomist tarafından kabul edilmemektedir. Ancak bazı durumlarda, özellikle varlıklarla ilgili olarak yüksek düzeyde ihtisaslaşma ve önemli yatırımların olması halinde bu problemler söz konusu olmaktadır. Ancak, doğal tekel problemleri rekabetçi ihale sistemi ve imtiyazlar için bir rekabet piyasasının yaratılmasıyla bertaraf edilebilir. Böylece, hatta bu özel durumlarda dahi teokratiksel bakış açısından hareketle, kamu arzına karşılık özel arzı savunabiliriz. . 280 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu K KA AY YN NA AK KÇ ÇA A Özelleştirme İdaresi Başkanlığı Yayınları Ankara – TÜRKİYE 2005 Steve H. Hanke, "The Theory of Privatization", in: Stuart M. Butler, (Ed). The Privatization Option. A Strategy to Shrink the Size of Government - Washington D.C. The Heritage Foundation, 1985. sf.1–14 Dış Ticaret Müsteşarlığı Yayınları Ankara – TÜRKİYE 2005 Cengiz ERDEM 11 Aralık 1975 Bursa'da doğdum.İlk,orta ve liseyi Bursa'da tamamladım.A.Ü. > A.Ö.F. Yerel Yönetimler bölümünde okumaktayım.İngilizce biliyorum.Evli ve > bir çocuğum var.SAYGILARIMLA Cengiz Erdem > > 1993-2002 Yılları arasında inşaat şirketinde yönetici olarak çalıştım. > > 1998-2000 Yılları arasında Bursa Filarmoni derneği Yönetim kurulunda görev > yaptım. > 281 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu > 2002 Yılında Ak Partiye üye oldum. > > 2005 Ocak ayında yapılan seçimle AK Parti Bursa İl Gençlik Kolları Başkan > Yrd. olarak İl Sekreterliği görevini sürdürmekteyim. > > 2003 Yılından itibaren Bursa-Yenişehir Belediyesi Kültür-Sanat Danışmanı > olarak çalışmaktayım. > > 2005 Yılında Bahçeşehir Üniversitesinin düzenlediği Siyaset ve Liderlik > Okulunda eğitim aldım. 282 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu İİD DE EA ALL B BİİR R H HU UK KU UK KE EĞ ĞİİTTİİM Mİİ N OLLM MA ALLIID DIIR R ?? NA AS SIILL O H HA AZZIIR RLLA AY YA AN N G ÜÇ ÇB BA AŞ ŞA AR RA AN N Güülliizz Ü 283 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Ö ÖZZE ETT Bu makalenin konusu, Türkiye’de var olan hukuk eğitiminin nasıl geliştirilebileceğine ilişkindir. Hangi yöntemler izlenirse ve mevcut sistemdeki hangi hatalı noktalar değiştirilirse başarıya ulaşılacağı örneklerle anlatılmıştır. Makale çalışmamın amacı, Türkiye’nin en büyük sorunlarından biri olan eğitimi ele alıp bunu üniversite düzeyinde hukuk alanı bakımından inceleyerek ve varolan yanlışlıkları belirterek, durumun nasıl daha iyiye gidebileceği hakkında öneriler sunmaktır. Bu sayede gerek politik gerkse sosyal alanda bir çok kurumun ve düzenin daha iyi işleyeceği kanısındayım. Makalenin içeriğinde, önce sorunlar ve bunların yol açtığı aksaklıklar anlatılmakta, daha sonra bu sorunların nasıl aşılacağı ve yeni yöntemlerin faydalarının neler olacağı örneklerle belirtilmektedir. Bu makalede bir hukuk fakültesi öğrencisi olarak bizzat yaşadığım ve diğer arkadaşlarımızın yaşadığını gördüğüm zorlukları dile getirdim. Çözüm önerileri de yine mevcut olan bazı istatistiki bilgiler ışığında sunulmuştur. Bu araştırmanın sonucunda; öğrenci, öğretim görevlisi ve halkın duyarlılığını birleştirerek ne gibi kaynaklar yaratılacağı, eğitim sürecindeki motivasyonun nasıl sağlanacağı ve şu anki durumdan nasıl bir duruma geçileceği örneklerle açıklanmıştır 284 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu 11..G GİİR RİİŞ Ş Hukuk, adaleti sağlayan ve içinde bulunduğumuz ortamı yaşanabilir kılan bir uyuşmazlık çözüm mekanizmasıdır. Varlığı, hukuk kurallarını içeren kanunlar sayesinde sağlanır. Bireylerin bunlara uyması ve uymayanların da cezalandırılması biçiminde bu varlığını sürdürür. Belli bir devletin idaresi altında yaşamayı ve kurallarına tabi olmayı zımni bir akitle kabul etmiş vatandaşlar cephesinden de hukuk biliminin ne kadar önem teşkil ettiği aşikardır. Dolayısıyla bu bilimin eğitim yoluyla kuşaklara aktarılması ve bu yolla toplumun aydınlatılması da kuşkusuz aynı önemi haizdir. Eğitim sayesinde bilmeyenler öğrenir, bilenler kendini geliştirir yani kişiler aydınlanır ve bilinçlenir. Ancak, böyle bir eğitim için gerekli olan kriterler vardır ve ancak eğitimde belli bir kalite sağlandığı takdirde toplumsal yarar elde edilebilir. Hukuk eğitimi, Türkiye’de dört senelik fakülteler tarafından lise eğitimini tamamlayan ve akabininde gerçekleştirilen öğrenci seçme sınavı ile yeterli puanı alan öğrencilere sunulmaktadır. Ülkemizde yüksek öğrenime hak kazanmak yorucu ve zor bir iş olduğu gibi, bu okullarda lisans eğitimini sürdürmek de bir o 285 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu kadar emek gerktirir. Öğrenciler derslere devam etmeli ve düzenli çalışmalı, öğretmenler ise anlattıkları konular hakkındaki güncel gelişmeleri takip edip, bir takım temel ve doktrinel bilgilerin yanında bunları da öğrencilere aktarmalıdır. Ancak bu öneriler bir çerçeve niteliğinde olup içinde bir çok ayrıntıyı barındırır. Bu ayrıntılar gözden kaçırıldığı veya önemsenmediği takdirde bu bütünü etkiler ve ortaya tamlık arzetmeyen bir eğitim sistemi çıkar ki, belki de en sakıncalı eğitim, hiç verilmeyenden çok, eksik ve yanlış metodlarla verilendir. Hataların farkına varılmadığı ve kabul edilmediği ortamlarda ilerleme kaydedilemez ve netice itibariyle harcanan emek, zaman, belki de para ve kaynaklar boşa gitmiş olur. Zaten hukuk eğitiminin doğasında vardır eleştirel gözle bakmak olaylara ve var olanı sorgulamak. Bunun devamında ortaya çıkan farklı görüşlerdir hukuk doktrininin vazgeçilmezleri. Teknolojik gelişmedir hukuka işlerlik sağlayan, felsefe sayesinde önlenir at gözlüğüyle olaylara yaklaşmak ve sosyolojik boyuttur hukukun toplum üzerindeki etkisini inceleyen. Tekdüze bir eğitim anlayışı; deneyden, sunumlardan, araştırmadan uzak bir şekilde bir bilimi inceleyip aktarma yöntemi, çağlar öncesinde kalmıştır. Ezberci eğitim, kafa çalıştırmayı ve mevcut bilgileri kullanma yetisini körelttiği için toplumlara zarar vermiş, 286 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu yoruma dayalı eğitim ise mantık silsilesi geliştirerek düşünme gücünü olumlu yönde etkilemiş ve ilerlemeye ışık tutmuştur. Bu araştırmanın ve sonucunda sunulan çözümlerin amacı, halihazırda mevcut olan hukuk öğrenimimizi öğrencilerin beklenti ve memnuniyeti doğrultusunda şekillendirmek ve uluslararası örnekleriyle karşılaştırıp eksik yönlerini tespit etmek ve bunları telafiye yönelik çözüm önerileri getirmektir. 22..İİD DE EA ALL B BİİR RH HU UK KU UK KE EĞ ĞİİTTİİM Mİİ N NA AS SIILL O OLLM MA ALLIID DIIR R ?? Hukuk fakültelerimizde beliren en büyük problemlerden biri, aynı derslikte öğrenim görmek zorunda olan öğrenci sayısının çokluğudur. Bu, öğrencinin ders içindeki verimliliğini azalttığı gibi, aynı zamanda kendini özel hissetmeyen öğrencinin okula gelmemesi sonucunu da doğurur. Öğrenci kalabalık yüzünden derse katılma imkanını yakalayamaz, öğrenciyle iletişim içinde olmayan hocalar da öğrencileri bireysel olarak tanımadıkları için öğrenci de yokluğunun farkedilmediğinden de cesaret alarak gelmemeyi bir alışkanlık haline getirir. Okul yönetimleri de yoklama zorunluluğu getirmedikleri takdirde bunu bilen öğrenci 287 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu derse katılma zahmetinde bulunmaz. Bu noktada, on sekiz yaşından büyük gençlerin bilinçli olmaları gerektiği doğrudur ancak öğrenciyi adeta okula gelmemeye teşvik eden bir sistemin de haklılığından bahsedilemez. Ortaya çıkan başka bir sorun da, derslere girilmemesi sonucu dersi takip etmenin tek yolunun katılım gösteren öğrenciler tarafından tutulmuş ders notları olmasıdır. Bu ders notlarının hocaların anlattıklarını içerdiği düşünülse de; hukuk kitapları okunmadan, kanunlar incelenmeden, derse katılmadan ve çoğu zaman tanımadığınız birinin tuttuğu ders notlarıyla sınıf geçmek mümkün olmamaktadır. Öğrenci çalıştığını düşünmekte ancak yanlış bir yöntem izlediği için ve belki de yanlış bilgiler öğrendiği için başarıyı yakalayamamaktadır. Sonuçta, okul hayatı boyunca yığılan dersler öğrencinin motivasyonunun düşmesine, bu suretle de neticede okulunun uzamasına ama en önemlisi hukuk biliminin ürkütücü ve vakıf olunması son derece zor bir hale gelmesine neden olmaktadır. Hukuku, zevkine ve bilincine varmadan okuyan mevcut kitlenin de ileride adalet ve hakkaniyet mevhumlarında söz sahibi olmaları ise hayli güç gözükmektedir. Okula gelinmemesinden kaynaklanan eğitim yılının uzaması/ tekrarı tabiki mazur görülemez ancak sadece, dört 288 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu senede okulu bitiremeyen ve çoğunluk olduğu bilinen kitleyi de suçlamak doğru değildir. Sınavlara çalışan öğrencilerin de okullarını beş senede bitirdiklerine sıklıkla rastlanmaktadır. Öğrencilerin, hukuk derslerinin yanında ilişkili bilim dalları olan uluslararası ilişkiler, uluslararası ticaret, ekonomi gibi konulara da ilgi duyabilmeleri mümkün hatta sevindirici olduğu gibi gereklidir de. Bunun yanı sıra, demokrasinin çoğulculuk ilkersinin en önemli göstergelerinden biri olan sivil toplum örgütlerinde gönüllü çalışma da bir çok Avrupa ülkesinde yaygındır. Gençlerin de bu kuruluşlarda çalışma hak ve özgürlükleri mevcuttur. Ancak derslerinin yanında bu tür aktivitelere yer veren hukuk fakültesi öğrencisinin okulunu zamanında bitirme şansı gerçekten azdır. Hukukun mantığında çok yönlü olmak yatar çünkü hukuk hayatın içinden çıkmış bir bilim dalıdır ve yaşamımızda da bir çok değişik olayla karşılaşırız. Bir hukukçunun değişik olayları çözebilmesi için onlar hakkında bilgi sahibi olması ve bunu takiben görüş sahibi olması gerekir. Yani, hukuk harici diğer sosyal bilimleri incelemek ve sosyal faaliyetlerde bulunmak hukukçu için bir olmazsa olmazdır. Bu da bize gösterir ki müfredatın ağırlığı veya eğitim süresinin kısalığı bunu 289 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu imkanlı kılmaz ve ancak öğrencinin okulunun uzamasına yol açar. Globalleşen dünyanın en büyük gereksinimlerinden biri de yabancı dil bilmektir. Başta İngilizce olmak üzere Rusça, Japonca ve İspanyolca gibi dillerin de önem kazanmasıyla bu dilleri öğrenmek bir gereklilik halini almıştır ve öğrenmenin en yaygın yolu da kurslara gitmektir. Kurslar da haftanın bir kaç günü öğrenciyi haliyle meşgul edecektir. Ayrıca, dil öğrenimi devamlı tekrar gerektiren bir olaydır. Hukuk derslerinin yanı sıra dil öğrenimine de zaman harcanması gerektiği muhakkaktır. Kaldı ki, öğrencinin bir ya da birden fazla yabancı dil bilmesi ve hatta bu dile mesleki düzeyde vakıf olması mezun olan gençlerimizden beklenmektedir. Dolayısıyla derslerin yanında dil eğitimine de hatrı sayılır bir vakit ayırmak günümüzde bir kaçınılmaz zorunluluk haline gelmiştir. Özellikle Avrupa Birliği’ne adaylık sürecini yaşadığımız şu günlerde yabancı dil bilen hukukçuların önemi büyük olacaktır. Şu anda bile Türkiye bir çok yabancı ülkeyle ticari ilişkiler içindedir ve yabancı dil bilmek bir avukat için büyük bir avantaj teşkil eder. Mevcut durum gösteriyor ki; iş bulmak ve en önemlisi kendini geliştirmek isteyen gençler; kitap okumak, kurs ve seminerlere katılmak, dernek, kulüp ve 290 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu vakıflara üye olmak durumundadır. Ancak bu tarz etkinlikleri yerine getiren öğrencilerin de ders notlarının düşüklüğü gözden kaçmaz, özellikle hukuk fakültelerinde. Yani diğer fakültelerde bu tarz etkinlikler bölüm dersleriyle birlikte yürütülebilirken bu, hukuk bölümü için pek de mümkün olmamaktadır. Hukuk fakülteleri objektif olarak bakıldığında yabancı dil, S.T.K, kurs ve seminerlere katılmak suretiyle derslerdeki yetkinliğin arttırılacağı ve derslerin daha iyi anlaşılacağı bölümlerin başında gelmektedir. Oysa ki mevcut sistem adeta bunu önlemekte ya da cezalandırmaktadır. Halbuki bu etkinliklerden uzak kalan öğrenciler zamanında mezun olsalar bile meslek hayatında zorlanacaklar, adeta yetersiz birer mezun olmuş olacaklardır. Bunu farkeden avukat adayı belki de mesleğinden soğuyacak ve aldığı hukuk eğitimine, üniversitesine ve hocalarına olan inancını daha mesleğinin ilk senelerinde yitirecektir. Hukuk eğitimi müfredatının doluluğu bir çok sorunun kaynağı olmaktadır. Sene/ dönem başına ortalama yedi ila on ders düşmektedir. Bu derslerin kitapları çok kalın olduğu gibi kanun bilgisi, okunması şart olan makaleler ve yardımcı kaynakları da işin içine katınca tek bir dersin bile çalışılması son derce zorlaşırken yediden fazla dersin çalışılması öğrenciye 291 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu ciddi bir külfet yükler. Diğer fakültelerde ders sayılarının nisbeten daha az olduğu görülmekte ancak hukuk fakültelerinde senede oniki ders dahi okutulabilmekte ve bu durum öğrenci açısından güçlük yaratmaktadır. Dört senede bitirme oranının da az olduğuna bakılırsa belki de dört seneye indirgenmiş hukuk eğitiminin sağlıklı ve doğru olmadığı sonucu ortaya çıkar. Ayrıca unutulmamalıdır ki, hukuk dersleri orta öğretim boyunca hiç görülmemiş, tamamen mesleki bilgiye dayalı derslerden ibarettir. Diğer fakültelerde olduğu gibi orta okul ve lisede okutulan derslerin devamı niteliğinde değildir. Yani hukuk öğrencisi hukuk dersleriyle ilk kez üniversiteye girdiği anda tanışır, hem de böylesine yoğun bir program eşliğinde. Müfredat böyleyken öğrencinin ne bir kursa devam etmesi ne de bir hobisinin olması mümkündür. Sosyal bir birey olmakta ısrar eden öğrenci ise sınavlarda başarılı olmamaya mahkum bırakılmıştır. Birçok konuda olduğu gibi, eğitimin bir kolu olan hukuk eğitiminde de diğer ulusların uygulamalarını inceleyip, mantıklı ve işlerliği olduğunu düşündüğümüz yöntemleri Türk eğitim sistemine uyarlayabiliriz. Nasıl ki hukuk eğitiminde çeşitli hukuk ekollerinden faydalanıyor ve hocaların görüşlerinden yararlanıyorsak, kanunlarımızı yabancı ülkelerinkilerden örnek alıyor, 292 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu hatta tercüme yapıyorsak bunu, eğitim metodlarına ve içeriğine de uygulamak da doğru olacaktır. Ancak taklitçilikten kaçınmaz ve ülkemizin şartlarını göz önünde bulundurmassak bu bize yarardan çok zarar getirecektir. Kaldı ki biz, bir ülkenin eğitim modelini mutlak surette benimsemek zorunda değiliz ancak, faydalı gördüğümüz yönlerini sistemimize adapte edebiliriz. Bunun yanı sıra artık uluslararası eğitimde ülkeler arası değişim programları büyük önem taşımaktadır, bu sistemi uygulamayan üniversitelerimiz de bu uygulamaya ivedilikle yer vermelidirler. Common Law adı verilen hukuk sistemi ; Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Avustralya gibi ülkelerde uygulanmaktadır. Amerika’da uygulanan hukuk eğitimi modelini incelersek görürüz ki ise öncelikle tarih, siyaset bilimi, sosyoloji başta olmak üzere herhangi bir alanda lisans derecesi edinmek, ardından da lisansüstü hukuk okuluna gitmek gerekir. Hukuk okulunun ardından da baro sınavlarından başarılı olunduğu takdirde avukat olunabilir. İngiliz sisteminde ise; diğer meslek öğrenimlerinde de olduğu gibi hukuk fakültesi için de üniversiteler üç senedir. Ancak bazı üniversitelerin sunduğu alternatif programlar doğrultusunda yarı zamanlı olarak veya başka bir ülkede bir sene öğretim 293 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu görmek suretiyle de dört seneye çıkarılması mümkündür. Bu örnekler gösterir ki farklı ülkelerde farklı eğitim metodları izlenmektedir. Farklı olduğu için de doğru veya yanlış olarak nitelendirmek pek de sağlıklı olmaz. Rasyonel bir şekilde bu metodları irdelemek, eksilerini ve artılarını değerlendirmek gerekir. Bu değerlendirmeden sonra da, hukuk fakültelerimiz kendi yapılarına uygun olacak bir kaç değişikliğe gidebilirler. Türk hukuk eğitimi sistemindeki çarpıklığın belki de ilk halkasını sınıflarda yoklama yapılmaması, yani devam zorunluluğunun olmaması teşkil etmektedir. Buna sunulan sebep, devlet okullarındaki öğrenci fazlalığı ve dolayısıyla yoklama yapmanın uzun bir vakit alacağı ve neticede bunun imkansızlığıdır. Peki bu bakış açısı öğrencinin iyiliğine midir? Okul idaresinin ihmali ve kayıtsızlığından kaynaklanan bir davranış sene sonuna gelindiğinde devam edilmeyen derslerden ötürü derslerin geçilememesi sonucunu getirdiğinde bu durum en nihayetinde yine öğrencilerimize zarar getirir. Hukuk kitapları ve metinleri bir kere okunmakla çoğu zaman bir anlam ifade etmez, bir kaç kez okunduklarında anlaşılır ve ancak daha da fazla okunarak ve de özellikle bu konulara vakıf biri tarafından, ki bu kişi öğrenci için hocalardır, 294 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu anlatıldıklarında kafaya yerleşir ve öğrenci yorum yapmaya müsait dereceye gelir. Zaten nitelikli bir hukuk eğitiminden beklenen de iyice özümsenmiş bilgi vasıtasıyla yorum yapma yeteneğine sahip olmak değil midir? Ayrıca şunu da belirtmeliyiz ki bir bilgi akılda ilk öğrenildiği şekilde kalır ve bu bize normal şartlar altında öğretmenlerimiz aracılığıyla anlatılır. Derslere girmeyerek konuyu sınıfta öğrenmeyen öğrenci, kitaptan ya da daha vahimi ders notlarından kendince yaptığı yorumlardan yola çıkarak konuyu anlamaya çalışır, kafasına takılan bir soru olduğunda da çoğu zaman bu cevapsız kalır. Görüldüğü gibi, derse devam hususundaki bu denetimsizlik öğrenciyi adeta okula gelmemeye sevketmektedir, bu da öğrencinin başarısızlığıyla sonuçlanmaktadır.Yoklama almamak, okul yönetiminin derslere devam etmemeye gösterdiği zımni bir onayı anlamına gelmektedir. Öğrencinin yararını en çok düşünmesi gereken şüphesiz ki eğitim kurumudur. Kişinin en çok kendisini düşündüğü veya kişiye en çok kendinden fayda olduğu ve iradesine hakim normal bir bireyin kendi çıkarlarını gözetmesi gererktiği söylenebilir. Bu da doğrudur. Ancak bundan daha kuvvetli bir gerçek de; kurumların kendilerinde var olan yetkiyi kamu yararına kullanmaları gerktiği, bu yönde de önlem almak ve yaptırım 295 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu uygulamanın da kurumların asli görevlerinden biri olduğudur. Hukuk fakültelerinin görevi de öğrencilere en iyi ve kaliteli hukuk eğitimini vermek ve bu eğitimin öğrenciler tarafından alınıp alınmadığını kontrol etmektir. Sadece öğretim verildiği takdirde işin eğitim kısmı unutulmuş olur ancak öğrenim bir bütündür. Bu fakültelerden mezun olan öğrenciler avukatlık ruhsatı aldıkları vakit artık vatandaşlara hizmet eder duruma gelirler. Eksik veya okulda edinilmemiş eğitimin acısı da müvekkillerden yani eğitim kurumlarına güvenip onların yetiştirdiği avukatlara iş veren vatandaştan çıkacaktır. Peki hukuk fakülteleri bu tabloyu önlemek için, öğrencilerin derslere katılımını sağlamak için ne yapmalıdır, nasıl bir metod takip etmelidir? Hukuk fakültelerinde öğrenci sayısının fazla oluşundan hareketle öğretmenlerin ders saatinde yoklama almaları mümkün olmamakta olduğundan fakülte bu çok önemli iş için anfi kapılarında bir personel bulundurarak kimlik göstermek suretiyle imza toplayarak ve her ders başlangıcında bunu tekrarlayarak denetimi sağlayabilir. Böylece bu yük öğretmenlerden alınmış olur ve öğrenciler de işin ciddiyetini kavrarlar. Rapor edileceğini bildikleri için de derslere girme oranları artış gösterir. Ders aralarının kısa ve sınıf mevcudunun kalabalık olduğu doğrudur ancak yoklamanın yapılması 296 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu zorunluluğu ve önemi düşünüldüğünde ve bu vaktin dersten alınması yerine bu yöntem daha mantıklı olacaktır. İkinci bir yöntem ise yoklama almayarak ancak dolaylı yoldan öğrenciyi devama teşvik etmektir. Bunun için, öğretmenler pratik çalışma saatinde, derse katılan öğrencilere not vererek ya da ders esnasında bir ödev verip bu ödevi yine derste öğrencilerin katılımıyla cevaplatarak motivasyonu sağlayabilirler. Ayrıca habersiz bir şekilde ve her ay yapılacak kısa bir yazılı suretiyle de hem öğrencilerin derse katılımı artacak hem de o dersi daha iyi öğrenmeleri sağlanmış olacaktır. Bu yöntem ile öğrenci vizeden finale kadar boş oturup, hatta okula bile gitmeyip yalnızca sınav vakitleri çalışma alışkanlığını zorunlu olarak değiştirecektir. Bu da öğrencinin başarısına önemli bir ivme kazandıracaktır. Biraz da Türkiye’de hukuk eğitiminin içeriğine değinirsek, durumun bu hususta da pek iç açıcı olmadığını görürüz. Hukuk derslerinin kitapları son derece kalındır ve harfiyen okunmadığı müddetçe dersleri geçmek mümkün olmamaktadır. Bunun nedeni derslerin zor olmasından dolayı öğrenilmesi için bir kaç defa tekrar edilmesi gerekmesidir. Toplamdaki ders 297 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu sayısı kırkı bulurken bunun dört senede okunması gerçekten çok güç olmaktadır. Diğer fakültelerde hem ders sayıları hem de ders içerikleri hukuk fakültesine göre az olmasına rağmen hepsinde dört senelik eğitim süresi bulunması her ne kadar eşit görünse de aslında tam bir eşitsizliktir. Bu sürede diğer fakülte öğrencileri dersleri özümseyerek öğrenirken, hukuk fakültesindeki öğrencilere iki seçenek düşmektedir. Ya asosyal öğrenci kimliğine bürünerek kendini sadece derslere adamak ve sosyal aktivite/ yardım faaliyetlerinden uzak kalmak ancak, okulu zamanında tamamlamak. Ya da dış dünyayla bağlarını koparmamak gibi çok doğal bir yolu seçip beşinci sene de ( hatta altı veya yedi) okulun yolunu tutmak. Ayrıca bir önemli nokta da, fakülteler arası ders içeriği ve sistem farklılıklarıdır. Bütüncül bir eğitim sistemi olması idealken, kimi üniversitelerde dersler dönemlik olarak okutulup çan eğrisine göre not verilmekte, kimi üniversitelerimizde ise dersler senelik olarak okutulup dersi geçmek için her öğrencinin en az belirli bir puanı alması gerekmektedir. Sonuçta aynı eğitimi aldıkları farzedilen öğrecilerin bir kısmı öğrenimleri süresince kitapların yarısından sınava girerken, senelik okuyan öğrenciler tüm kitaptan sorumlu tutulmaktadır. Eğer bu yöntemlerden biri hukuk 298 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu eğitiminin doğasına daha uygun ise, o zaman fakülte dekanları topluca o sistemde karar kılmalılardır. Bir fakültemizde herhangi bir dersten varsayalım ki yirmi beş puan alan öğrenci, sınıfın ortalaması düşük olduğu için dersi B notu ile geçerken, kredili sistem olmayan bir okulda yirmi beş puan ancak F notuna tekabül eder ve sonuçta öğrenci kalır. Bunun bir eşitsizlik olduğu son derece açıktır. Ancak madalyonun öteki yüzünde de diğer taraf için bir eşitsizlik vardır. Elli puan üzeri not alan öğrencinin geçtiği bir sistem mevcutken diğer okulun öğrencisi yetmiş puan alarak kalabilmektedir. Mezuniyet ortalamaları da bu hususlara istinaden farklılık arzetmekte ancak bu nüansın işverenler tarafından dikkate alınıp alınmadığı ise merak konusu olmaktadır. Fakülteler arası farklılıklar aşikardır ancak yüksek lisans ve iş başvurularında başarılı öğrencilerin nisbeten düşük not ortalaması ile yarışmaları en basitinden şekli açıdan adil değildir, adalet ve hakkaniyeti temel alan hukuk eğitimi için. Devlet okulu ve özel okul ayrımı da ayrı bir sorun teşkil eder. Vakıf hukuk fakülteleri, gerek sınıfların tenhalığı, gerek öğretim görevlisi ile kurulma imkanı olan birebir ilişki ve gerekse sosyal aktivitelerin bolluğu bakımından devlet hukuk fakültelerinden keskin çizgilerle ayrılır. Devlet okullarında öğrencilerin sınav 299 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu tarihlerini ve notlarını bile öğrenmeleri zorluk teşkil ederken, öğretim görevlilerinin çoğu zaman yerlerinde bulunmadıkları da yadsınamaz bir gerçektir. Okulda personelden görülen muamele, eğer ki muhatap bulunabilrse, gerçekten yetersiz, araştırma ve sosyal aktivite imkanları ise son derece sınırlıdır. Öss sonuçlarıyla yerleşilen üniversitelerdeki tablo bize; sınavda başarı gösteren kişilerin yüksek puandan ötürü devlet üniversitelerini seçtiklerini ancak maddi olanaksızlıklar yüzünden vizyonu genişleyememiş, hakettiği muameleyi ise haketmediğine inandırılarak yetişen bir gençliğin ortaya çıktığını göstermektedir. Diğer tarafta ise devlet üniverisitelerine nisbeten daha düşük puanla vakıf üniversitelerine girmiş ancak daha çağdaş bir eğitim, daha hoşgörülü bir idari kadro ve imkanlarını daha yoğun kullanan bir akademik kadroyla karşı karşıya kalan bir öğrenci grubu mevcuttur. Burada bir adaletsizlik olduğu açıktır. İdeal olan, tüm fakültelerimizin çağdaş ve gelişmiş imkanlara sahip olmasıdır ancak öncelikle sınavda daha başarılı olmuş, çalışmaya daha çok önem vermiş öğrencilerin daha azla yetinmek zorunda bırakılan taraf olması oldukça düşündürücüdür. Devlet üniversitelerini geliştirmek, modernleştirmek adına halihazırda tahsil edilen üniversite harçlarının 300 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu yetersiz olduğu aşikardır. Ancak öğrenci kitlesinin çoğunluğundan da daha fazla bir harç ödemesi beklenemez. Gerekli kaynağın öğrencilerden veya velilerden tahsil edilemediği açıktır. Dolayısıyla; hayırsever vatandaşlarımızdan, holding yöneticilerimizden, vergi vermeyen futbolcularımızdan, devleti dolandırdığı mahkeme kararıyla sabit olmuş kişilerden, çıkarılacak bir yasayla veya kanun hükmünde kararname ile zorunlu eğitim bursu adı altında alınacak cüzi miktarlar , üniversitelerin imkanlarının artmasına şüphesiz ki katkı sağlayacaktır. Öğrencilere bireysel veya kurumsal anlamda burs olanakları sunulduğu doğrudur. Ancak bununla öğrenci ya sadece okul kitaplarını satın alabilir ya da ancak okul harcını öder. Ama bu yine de öğrenciye kendini geliştirmek için gerekli yardımı sağlamaz. Bu burslar, öğrencinin okulunda bilgisayar bulunması, sosyal kollar kurulması, okul kütüphanesinin geliştirilmesi türünde imkanları sağlayamaz. Örneğin her bir futbolcumuz bir öğrencinin harç ücreti kadar miktarı o üniversiteye yatırsa toplanan meblağayla o okulumuza neler yapılmaz ki? Bütün sanatçılarımız da verdikleri vergiyle saptanan kazançlarına bakılarak aynı yöntemi uygulayabilirler. Böylece hem bu kimseler toplumsal bir rol üstlenip fayda sağlarlar hem de ülkemiz çok daha 301 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu ileriye gider. Bir kaç yüz milyon ila bir milyar arası bir miktarı yılda bir kere vermek hiç bir iş adamı, futbolcu veya ses sanatçımızı etkilemez. Özellikle de vermek zorunda olduğumuz vergileri düşünürsek. Kaldı ki böyle bir uygulamanın iyice tanıtımı yapıldığı zaman ve bu verilen paraların nelere yarayacağı somut olarak belirlenip açıklandıktan sonra bu iş için yasa çıkarmaya bile gerek olmayacağı, gönüllü olarak bunun yapılacağı kanaatindeyim. Bu sayede belki de hukuk fakültelerimize birer sembolik mahkeme salonu kurulur, öğrenciler de orada pratik çalışma yaparlar veya kütüphaneler ulusal ve uluslararası kaynaklara abone olur böylece hukuk eğitiminin kalitesi arttırlabilir. Bunun sonucu ise; eğitimde geri kalmamış, diğer fakültelerin eğitimi ve üniversite yaşamına özenmeyen, bilinçli ve donanımlı gençlerin yetişmesidir. Bu da daha aydınlık bir ülke olmamızı sağlar. Hukuk eğitiminin süresi de öğrenciler için çok büyük bir problem teşkil etmektedir. Eğitim süresinin beş seneye çıkarıldığı varsayımında, eğer dört senede yine de dersleri tamamalayan bir grup öğrenci olursa, bir sene boyunca başka bir üniversiteye veya başka bir bölüme konuk öğrenci olarak gidebilir ve bu diplomasına yansıtılabilir . Bu öneri mantıklıdır çünkü hukuk eğitimi çok yönlüdür. Bir avukatın iletişimi için ve 302 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu özellikle bazı hukuk dalları (kriminoloji) açısından, psikoloji dersi çok gerekliyken, örneğin hukuk felsefesi ve sosyolojisi alanında yoğunlaşmak isteyen öğrencilerimiz de sosoyolji ve felsefe fakültelerinde okutulan bir takım dersleri alabilirler. Görüldüğü gibi dört senede okulu bitiren öğrencilerimiz, kalan bir senelerini bu ek dersleri alarak değerlendirebilirler. Diğer öğrenciler ise beş senede okulu tamamlar ve her derse gerektiği kadar vakit ayırabilir ve strese girmeden daha çok zevk alarak, daha bol vakitte konuları öğrenebilirler. Eğitim müddeti için söz konusu olabilecek bir başka seçenek de, dört yıl süren hukuk eğitiminin üstüne üç sene sürecek bir ihtisaslaşma sürecidir. Ceza avukatı olmak isteyen ceza dalında, boşanma avukatı olmak isteyen medeni hukuk dalında vs. ihtisaslarını yapacak ve böylece, konusunda çok daha bilgili ve yetkin avukatlarımız olacaktır. Bu ihtisas zorunlu tutulmasa bile isteyen öğrencilerimize bu imkan sağlanmalıdır. Bunun neticesinde avukatlık mesleği tıpkı Avrupa ve A.B.D de olduğu gibi çok saygın bir meslek ayarına gelecektir. Elbette yedi yıl emek verilmiş bir fakülte, dört yılda bitirilebilecek olandan daha çok bilgi sunar öğrenciye. Hatta ikili bir ayrım da yapılabilir ve bu, eğitimin bütünlüğüne zarar vermez çünkü 303 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu herkesin ancak yetkisi yönünde hareket etmesi sağlanır. Nasıl tıp fakültelerinde ilk altı seneden sonra pratisyen hekim olunuyor ve ancak dört yıl ihtisastan sonra uzmanlaşılıyorsa, hukukta da ilk dört yıl okunduktan sonra stajyer avukat olunabilmeli ve ancak bir avukatın yanında çalışmaya hak kazanılmalıdır. Stajyer, ihtisaslaşmadan önce mahkemelerde çalışıp uygulamayı görebilir ya da isterse yüksek lisans programlarına katılabilir ve ondan sonra üç sene daha fakülte eğitmi görür. Sosyal etkinlikler; ilkokul çağlarından itibaren küçük beyinlerin gerek sosyal çevreye gerekse eğitimin öğretimden ayrılan kısmına adapte olmalarını sağlayan önemli bir husutur. Orta okul, lise döneminde ise bu etkinlikler daha büyük rol oynarlar öğrencinin yaşamında. Spor kolu, müzik kolu, dergicilik kolu, sosyal yardım kolu bunlardan sadece bazılarıdır. Bu sayede öğrenciler, belki de üniversitede alacakları eğitimin de temellerini atarlar. Eğitim sistemimizdeki en büyük eksikliklerden biri de öğrencilerin kulaktan dolma, öğrenilmiş değil edinilmiş bilgilerle geleceğe yönelik kararları vermek zorunda kalmalarıdır. Bunu doğuran başlıca sebep ise öğrencilerin pratiğe yönelik çalışma yapmamaları ve bunun sonucunda istediklerini “düşündükleri” karaları vermeleridir. Yani öğrencilerimiz, 304 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu on sekiz yaşına gelene kadar, staj yapmadıkları için, meslekleri veya en azından üniversite bölümlerini inceleyemedikleri bir ortamda yetişirler. Sonuç hiç de içi açıcı olmamaktadır. Lisede alan seçiminde (tm-ts-fm) başlayan hatalar, üniversitede yanlış bölüm seçmekle devam eder ve istenmeyen meslek dallarını icraya kadar gider. Tablo; yakınan öğrenciler, mutsuz çalışanlar ve ilerleyemeyen bir ülkeyi işaret eder. Sosyal etkinlikler tam da burada devreye girer. O güne kadar bazı konuların dersini görme imkanı bulamayan öğrenciler bu aktiviteler sayesinde kendilerine yeni ufuklar açarlar. Neyi yapmaktan zevk aldıklarını görme fırsatına kavuşurlar ya da yapmaktan zevk aldıklarını düşündükleri şeyin aslında sıkıcı, zor ve kendilerine uygun olmadığını görmüş olurlar. Bu da, yıllarca düzeltilmeyecek bir hatadan geri dönüş imkanı sunar. Üniversitelerimiz, bize meslek olanağı tanıyan en önemli eğitim kurumlarıdır. Yaş itibariyle bu kurumlarda okuyan öğrenciler de hayata atılmaya uygun konumdadırlar. Tam bu sırada üniversitede kollar ve kulüplere katılmaları, onlara dünya görüşlerini geliştirmek açısından ve de hangi alanlarda yetenekli olduklarını, neler yapabileceklerini görmeleri açısından yarar sağlar. Belki de kariyerlerine giden ilk adım olur bu etkinlik. 305 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Peki ya üniversitelerimizin sosyal aktivite bakımından mevcut durumu nedir? Bu hususta, hukuk fakültelerine geçmeden önce yine devlet ve vakıf üniversiteleri ayrımı yapmak gerkiyor. Şu bir gerçek ki sosyal faaliyet ile okulun mali imkanları yakından ilintilidir. Ancak devlet okullarının da kısıtlı olan imkanları buna elverişli değildir. Havuz, spor salonu, tenis ve basket kortu olan bir okuldaki spor aktivitesi ile olmayan okulu karşılaştıramayız. Ya da yurt dışı üniversitelerle irtibat içinde olanlarla olmayanları. Ancak maddi imkansızlıkla, üniversitenin amaçları doğrultusunda çalışmasını birbirine karıştırmamak gerekir. Üniversitelerin amacı eğitim vermekse, aşikardır ki bu yalnız öğretim sunmakla sağlanamaz. Öğrencilerden belirli alanlarda eğitimli ya da ilgili olanların önderliğinde kurulacak olan kollar için başlangıçta gerekli olan şeyler bir derslik ve de bu etkinliğin okul tarafından duyurulmasıdır. Herkes bilgi ve becerisini birbiriyle paylaşır ve bu sayede, on sekiz yirmi iki yaş arası gençler derslerin yanında meslekleriyle ilgili ya da başka dallara ilişkin yetilerini geliştirirler. Hukuk eğitimiyle ilgili olmayan faaliyetler de hiç olmazsa öğrencinin okula olan ilgisini arttırır, dışarıda geçirecekleri boş vakti okulda değerlendirme olanağı sunar.Bir taraftan da spor, müzik vs. alanlarda öğrenciye başarı sağlar. 306 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Hukuk fakültelerinde, dersler bazında kollar kurulabileceği gibi, okullarda bulunmayan seçmeli derslerle alakalı kolar da kurulabilir. Kriminoloji, çevre hukuku, “Sermaye Piyasası Hukuku, İnternet hukuku, Bankacılık hukuku, Dış Ticaret hukuku” [1]gibi. Bu kolların başında duracak kişiler, araştırma görevlisi olan asistanlar ve bu konularla ilgili öğrencilerimiz olmalıdır. Eğer hocaların veya araştırma görevlilerinin katılacak vakitleri yoksa bu kolların başındaki öğrencilerle iletişim içerisinde olmaları yeterlidir. Derslerle ilgili uluslararası gelişmeler takip edilebilir, makaleler okunup tartışılabilir. Sonuçta, o alanda daha başarılı öğrencilerimiz yetişmiş olur. İlk önce okul yönetimi dalları belirterek ya da öğrencinin insiyatifine bırakarak kollar düzenlemeyi sağlamalıdır. Bunu gerek panolara asarak, gerekse internet sitesinde yayınlayarak öğrencilere duyurmalıdır. İlgilenen öğrenciler yönetimle irtibata geçmeli ve başkan oldukları takdirde neler yapabileceklerini, planlarını sunup okuldan bazı taleplerde bulunurlar. Son olarak da, öğretim yılının başında koridorlara veya bahçeye standlar kurulması suretiyle ilgili öğrenciler bu kollara kanalize edilir. Sonuçta ortaya; öğrenci- eğitimci diyaloğuna dayalı ve hukukun temelinde yer alan uzlaşma faktörünü içeren bir yapı çıkar. Bunun 307 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu sonucunda oluşacak fayda ise çok yönlüdür. Tabi ki okul yönetimi bu kol veya kulüpleri devamlı surette denetlemeli, yardımcı ve yol gösterici olmalıdır. Öğrencilerin yapabileceği ve hukuk eğitimi için kanaatimce büyük önem taşıyacak başka bir düzenleme de, öğrencilerin kendi aralarında mahkeme kurup, taraflar oluşturup farazi davalara bakmalarıdır. Bunu gerçekleştirmek için hocalarından yardım isteyebilirler ve denetçi olan hoca da, öğrencilere takıldıkları noktalarda yardımcı olur ve onlara yol gösterir. Öğrenciler de mübaşir, avukat, müvekkil, hakim, tanık olmak suretiyle okul bitmeden bu tarz bir deneyim yaşamış olurlar. Bu sayede, kanun inceleme alışkanlıkları gelişecek, başarılı olmak ,için konuyla ilgili dersleri daha çok çalışacak ve ileride mesleklerini icraya yönelik olarak bir deneyim kazanmış olacaklardır. Tabi ki bütün bunlar öğretim görevlilerinin yardımıyla gerçekleşebilir. 33..S SO ON NU UÇ Ç Hukuk eğitiminin önemini anlamak gerekli olduğu kadar hayatidir de. Dünya, eski tarihlerden beri adalet ve hakkaniyet bütünüyle beraber yaşanılır kılınmıştır. Eski tarihlerde var olan Hz.Ömer’in adaleti 308 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu ifadesi bile günümüze kadar ulaşabilmiştir. Bu bize, hakkaniyetin insan hayatındaki yeri ve adaletin vatandaş için ifade ettiği önemi gösterir. “Ünlü bilge Kant, tehlike karşısında bir adayı boşaltmaya karar veren insanların gemiye binip adadan ayrılmadan önce ivedilikle yerine getirmeleri gereken ödevin borçluların borçlarını kapatmak ve suçlulara cezalarını çektirmek olduğunu yazar. Hak yerini bulmadan ayrılmamalıdır gemi adadan.” [2] Hukuk; bireyi vatandaş konumuna sokan ve bir ulusu meşrulaştıran unsurlardan en önemlisidir. Din, dil, ırk gibi temel unsurlar her ne kadar milletlere ilişkin vazgeçilmez ve benliği oluşturan etkenlerse de, bu unsurlar altında yaşamayı mümkün kılan, haklar ve yetkilerimiz çerçevesinde varolmamızı sağlayan neden hukuk kuralları, bunun uygulanmasına vesile olan da hukuk devletidir. Ancak bu devlet sayesindedir ki, vatandaş kimlikleriyle, bireyler kurulu düzene istinaden kurallara uyar, talimatları uygular ve hukuka aykırı davranış sergilediklerinde ise yaptırıma tabi tutulurlar. Bu da hukukun, adaleti sağlamak suretiyle toplumun medeni bir yaşama kavuşmasını ve bireyler adına güvenceyi sağladığının kanıtıdır. 309 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Hukuktan ayrı bir yaşam olmayacağı çok açıktır, doğduğumuz anda hukuki yükümlülüklere tabi olur, yaşam boyunca da gerek okullara kayıt olurken, gerek evlenip boşanırken ve en sonunda da ölüm sebebiyle hukuki düzenlemelere muhatap oluruz. Dolayısıyla hukuk; kişileri birinci dereceden etkileyen yaşam olaylarının oluşum ve gelişiminde en büyük rolü oynar, kaldı ki onların varlık sebebini teşkil eder. Bu kadar önemli bir mevhum ancak fakültelerde verilecek bilinçli bir eğitim anlayışı ile hayat bulacaktır. Bu sayede öğrencilerimiz doğru yöntemler ve çağdaş bir eğitim sistemi ışığında bilgi edinip ve bunu özümseyeceklerdir. Bir ülke için bu kadar hayati nitelik taşıyan bu konunun öneminin farkına devletler varmalıdır ki, yöneticiler bunun işlemesi adına projeler geliştirebilsin, uygulamalara geçsin ve devlet politikası olarak bir hukuk eğitimi stratejisi geliştirsin. Hukuk eğitimi, görmesi gereken değeri ancak devletin bu işi ele almasıyla bulabilir. Hükümetimiz, ilk olarak devlet üniversitelerini ele almalı ve buralardaki eksiklikleri saptadıktan sonra gerekli önlemleri alıp seri bir şekilde uygulamaya geçmelidir. Bunun ayrımında olan bir devlet bilir ki uygulamanın yolu teoriden, yani hukukun işlemesi sağlam bir hukuk eğitiminden geçer. 310 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Dolayısıyla bugün A.İ.H.M’ne ödenen tazminatlar da dahil olmak üzere, yeni gelişen telif hakları meseleleri gibi hadiseler hukukun ne derece iyi işlediğine bağlıdır. Bu meseleler halledilmeden, hukukumuz, uluslararası kanun ve hukuk modelleriyle kıyaslanıp modernize edilmeden, devletin de gelişmesi mümkün değildir. Bunun yolu da sağlam ve rasyonel bir eğitimden geçer. 311 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu K KA AY YN NA AK KÇ ÇA A [1] Bayraktar K. , Hukuk Eğitimi Güncelleşme Sürecine Girmelidir, Güncel Hukuk, 11 (2004) 7 [2] Serozan R. , Hukuk Öğreniminin Önemi, Artıları ve Eksileri, Güncel Hukuk, 11 (2004) 12-14 Güliz ÜÇBAŞARAN 1983 yılında İstanbul’da doğdu. Orta ve lise öğrenimini Üsküdar Amerikan Lisesi’nde tamamladı. Şu anda Marmara Üniversitesi hukuk fakültesinde öğrenim görmektedir. İngilizce ve Almanca dillerini bilen Güliz Üçbaşaran çeşitli hukuk bürolarında stajlar yapmış ve sivil toplum örgütlerinde gönüllü çalışmalarda bulunmuştur. 312 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu K KIIS SA ALLTTM MA AV VE ES SİİM MG GE ELLE ER R S.T.K Sivil Toplum Kuruluşu A.İ.H.M Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi TM Türkçe - Matematik TS Türkçe – Sosyal FM Fen - Matematik 313 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu S SİİY YA AS SE ETT V VE EK KÜ ÜLLTTÜ ÜR RS SA AN NA ATT P KA ALLA AR RII PO OLLİİTTİİK H HA AZZIIR RLLA AY YA AN N A KA AN N Avv.. H Hüüllyyaa Ö ÖZZK 314 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu TTÜ ÜR RK KİİY YE E’’N NİİN NK KÜ ÜLLTTÜ ÜR R --S SA AN NA ATT P ALLA AR RII V VE ES SiiY YA AS SE ETT PO OLLİİTTİİK KA 11..G GİİR RİİŞ Ş Aşağıda yer alan yazıda; Türkiye’nin ,Genel Kültür Sanat Politikalarına ilişkin konularda hali hazır durumu ile olması gereken durumu anlatılacaktır. Öneriler sunulacaktır. Kültür Ve Sanat kelimeleri bir arada yada ayrı ayrı kullanılınca, insanların kafasında birbirinden farklı fikirler oluşmaktadır. Aslına bakılırsa, hemen hemen hepsi olumlu yaklaşımlardır . Ama ne yazık ki sesleri cılız da olsa (belki de tepkiden korkulduğu için cılızdır) olumsuz yaklaşımlar da mevcuttur. Yaşanılan hayatın ve içinde bulunulan dünyanın ve ülkenin gerçekleri ile karşılaştırıldığında, dağ gibi yığılan (sosyal) sorunlar içinde uğraşılması abesle iştigal ya da zul gibi geldiği düşünülen yaklaşımlar gibi. Toplumda kimi kesimler; çocukları yada çevrelerinden birileri kültürel yada sanatsal herhangi bir faaliyet içine girdiklerinde “ işin mi yok?” yada “Memlekette ne sorunlar var bunlarla mı uğraşıyorsun? ” tarzında sorular yada dudak bükme şeklindeki küçümseyici ifadelerle insanların içinde var olan şevki bilinçli yada 315 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu bilinçsiz öldürmektedir. Kültür ve sanata yaklaşım konularında en büyük handikaplardan biri de budur. Kültür yada sanat faaliyetlerinin, belirli bir standarda sahip insanların işi olduğu düşünülür. Ne yazık ki bu husus da , bu konuda yaşanan en büyük sıkıntılardan biridir. 22..TTÜ ÜR RK KİİY YE E ;; K KÜ ÜLLTTÜ ÜR R V VE ES SA AN NA ATT Kültür ve Sanat; insan hayatında ne anlama geliyor? Varlığı neden gereklidir yada hayatımıza neler katabilir ? Bu soruların cevapları aranacaktır. Hayatın her döneminde , medeniyetin başlangıcından beri sanat ve kültür vardır. İlk insana ilişkin bilgiler bile onun “sanatçı kişiliği” sayesinde öğrenilmiştir. Şu meşhur “Duvar Resimlerin” de olduğu gibi… Sanata değer veren toplumlar , tarih sahnesinden silinmiş olsalar bile bıraktıkları eserler ile varlıklarını unutturmamışlardır.M.Ö. 2000 – M.Ö. 600 arasında yaşamış olan Hititler ‘in Kayaları düzleştirerek 316 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu tanrı kabartmaları yaptıkları İvriz ve Yazılıkaya Kabartmaları,Urartular’ın Patnos ,Kayalıdere Kaleleri, Efesteki Artemis Tapınağı,İyonya ‘lı Homeros’un İlyeda ve Odesa’sı ,Felsefe’de Diojen’i,Bergama Krallığı döneminde yapılan Zeus Tapınağı ,Babilin Asma Bahçeleri vesaire yada Etnografya müzelerine yapılacak birkaç ziyaretle bunu görmek mümkündür. Ulu Önder ATATÜRK’ÜN ; “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir” sözlerinde ifadesini bulan ;Bir toplumun hayat damarlarını neler oluşturabilir. Sağlık,eğitim,ekonomik gelişmişlik,sanat,kültürel değerler vesaire … Bunlardan biri olmazsa ne olur? Sağlıklı , eğitimli , parası olan ancak sanat ve kültürel değerlere sahip olmadığı için kuru, sıradan , sığ bir hayat yaşayıp manasız bir şekilde gelen ve giden insan toplulukları kulağa hiç hoş gelmiyor. Kuru,yavan ve sığ bir hayat yaşamayı kim ister ? 317 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu 2.1.Kültür ,Sanat, Siyaset, Politika Kelimelerinin Anlamları; Aşağıdaki tanımlamalar Türk Dil Kurumu İnternet sayfası Güncel Türkçe Sözlükten alınmıştır. a.Kültür İsim, Fransızca kökenli, cultura 1-Tarihsel toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada , sonraki nesillere iletmede kullanılan , insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü , hars ekin 2-Bir topluma veya halk topluluğuna özgü düşünce ve sanat eserlerinin tümü 3-Muhakeme, zevk ve eleştirme yeteneklerinin öğrenim ve yaşantılar yoluyla geliştirilmiş olan biçimi 4-Bireyin kazandığı bilgi 5-Bir meslekte uyulması gereken kuralların tümü 318 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu 6-Tarım İlk tanıma bakarak , kültürün ; değerler ve araçlar bütünü olduğu sonucuna varabilir, ancak tanımda dikkat çeken bir husus daha var. O da “ Yaratıcılık “ faktörüdür.Yaratıcılık her insanın sahip olmadığı çok özel bir yetenek, bir lütuftur. Tarih boyunca toplumun gelişme süreci içinde ortaya koyduğu ve o topluma ait maddi ve manevi değerler. Kültür öncelikle bir topluma aittir bireyin malı olamaz .Toplum yaşadığı süre içinde bireylerin kendilerinden , birbirlerinden , yaşadığı çevresel faktörlerden ve diğer toplumlarla olan alışveriş ve ilişkilerinden etkilenerek ortaya kendi değerlerini koyar. Bununla beraber bireylerden oluşan o toplumda bireyler yaratıcılıkları ile kültürlerine sürekli katkıda bulunurlar. Ortaya çıkan bu değerler kendinden sonraki nesillere somut ve soyut araçlarla aktarılır; yazı, şarkı, şiir , mimari, el işi, resim, süsleme sanatı , heykel gibi . “.İnsanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü..”tanımın bu kısmını bireyler bilse idi yada ülkeyi yönetmeye talip olan kesimler muhakkak kültür’e , kültürel değerlere siyaset politikalarında ,parti programlarında,yaşam 319 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu felsefelerinde daha çok yer verirlerdi. Doğal ve toplumsal çevre üzerinde egemenlik sağlamak hem toplumlar için hem tek tek bireyler için önemli bir amaçtır. Toplum; kendi kültürünü meydana getirirken kendi öz özellikleri ile meydana getirir. Zaten toplumları da diğer toplumlardan ayıran kendi öz özellikleridir. Türk toplumu Orta Asya’dan Hunlar, Göktürkler, Uygurlar gibi Türk topluluklarının sanata ve kültüre katkısı ile gelip Anadolu’ya yerleşirken kendi kültürünü getirmenin yanı sıra geçtiği yerler ve yerleştiği Anadolu topraklarında kendinden önceki toplumların Hititler Sümerler ; Etiler gibi kültürlerinden etkilenmiş İslamiyet’in kabulü ile Anadolu Kültürünü meydana getirmiş ve bu arada kendi “öz” kültürünün özelliklerini de muhafaza edebilmiştir. Türk Kültürü öncesinde bulunan imparatorluk mirasını devralmış bir topluluk olarak aynı zamanda batının Rönesans ile ortaya çıkardığı çağdaş, yeni ve çeşitli kavramalar ile yoğrulmuştur. Ancak ne olursa olsun diğer dış faktörlerin etkisinin yanı sıra sahip olduğu “öz “kültürü korumayı başarmıştır. İçinde bulunulan dünya düzeninde de geçmişte olduğu gibi Türk toplumu gibi diğer toplum ve milletleri birbirinden ayıran en önemli faktör kültürleri olacaktır . 320 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Kültürün önemini anlamak için Samuel P. HUNTİGTON Medeniyetler Çatışması isimli çalışmasında yer alan şu cümlelere değinmekte fayda var. “Benim tezim bu yeni dünyada mücadelenin esas kaynağının öncelikle ideolojik ve ekonomik olmayacağı…İnsan soyu arasındaki büyük bölünmeler ve hakim mücadelenin kaynağı KÜLTÜREL olacak“ “… Bir medeniyet ..; insanların kendilerini diğer türlerden ayırt edici yönünden başka onların sahip olduğu en yüksek kültürel gruplaşma ve en geniş kültürel kimlik düzeyidir. Medeniyet hem dil, tarih, din , adetler , kurumlar gibi ortak objektif unsurlar aracılığıyla ve hem de insanların sübjektif olarak kendi kendilerini teşhis etmeleri suretiyle tanımlanır. ” Kültürel değerler , gittikçe karmaşık hale gelen dünyada insanların aidiyet sorusunu sorarken verecekleri cevapta etkili olacak faktördür. Huntigton’un fırtınalar koparan bu çalışmasında da her ne kadar dönüp dolaşıp “dini” en önemli kültürel faktör olarak işaret etse de kültürel faktörlerin ayırıştırıcı özelliğinin vurgulanması açısından önemle üzerinde durulması gereken bir noktadır. 321 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Bu çalışma , insanlara kültürel değerlerin önemi ve muhafazası konusunda uyarıcı nitelik taşımalıdır. (Huntington’un ileri sürdüğü bu tezin ardından dünyada patlak vermeye başlayan “din terörü“ olarak adlandırılan ve ne yazık ki batılı ülkeler tarafından terör kelimesini; kültürel değerlerden birini oluşturan “din” faktörü ile bir tanımlamalarına sebep vermiştir. Oysa dünyada yaşanan terörün gerçek sebebi “gelişmiş toplumlar ile gelişmemiş toplumlar” arasında yaşanan gerginliğin bir sonucudur. Batı yani Hıristiyan dünyası tamamı böyle düşünmese de yaşanan terör olaylarını “İslami Terör” kelimeleri ile isimlendirmiş her Müslüman’ı potansiyel terörist olarak algılama eğilimine girmiştir ve radikal önlemler uygulamaya başlamıştır.) Atatürk’ün Kültür Tanımı ise şöyledir; “Kültür ; okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden mana çıkarabilmek , uyanık davranmak, düşünmek , zekayı terbiye etmektir. ” Diğer bir kültür tanımı ise ; “Bir insan cemiyetinin devlet hayatında , fikir hayatında yani ilimde , içtimaiyatta (isim,Arapça,toplum 322 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu bilimi)ve güzel sanatlarda , iktisadi hayatta yani ziraatta ticarette, kara, deniz ve hava münakalatcılığına (isim, Arapça, ulaştırma)yapabildiği şeylerin muhassalasıdır. (İsim,Arapça, elde edilen sonuç)” Atatürk milli kültürün yükseltilmesini ve sahip çıkılmasını istemiş ve “Milletimizin dehasının gelişmesi ve bu sayede layık olduğu medeniyet seviyesine ulaşması , şüphesiz ki yüksek meslekler erbabını yetiştirmekle ve milli kültürümüzü yükseltmekle mümkündür. ” Demiştir.(Belgelerle Türk Tarihi Dergisi Kasım 1987 Dr. Müjgan CUMBUR “Atatürk’e göre Bilim,Kültür,Kitap ve Kütüphane” Dr. Müjgan CUMBUR bilim adamlarının bu güne kadar 134 kültür tanımından bahsettiğini belirttikten sonra 1-Kültür; üretme, yetiştirme, çoğaltma 2-Kültür; okumuşluktur. 3-Kültür; umumi bilgiye sahip olmaktır. 4-Kültür; sanat ve fikir hareket ve faaliyetidir. 5-Kültür; sosyal akrabalık bağlarını güçlendiren unsurdur. Şeklinde bu tanımların beşe indirilebileceğinden söz ediyor. 323 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Makale için önemli olan tanım ise ; sanat ve fikir hareket ve faaliyeti şeklinde ifade edilen tanımdır .Şunu husus açıkça itiraf edilebilir ki bu tanımları birbirlerinden tamamen ayırmak da oldukça zordur.Kültürün ;sosyal akrabalık bağlarını güçlendiren unsur şeklindeki tanımı ;toplumda yaşayan bireylerin aralarındaki ilişkinin nitelendirilmesi açısından önemlidir. b.Sanat İsim Arapça kökenli 1-Bir duygunun, tasarının veya güzelliğin anlatımında kullanılan yöntemlerin tamamı veya bu anlatım sonucunda ortaya çıkan üstün yaratıcılık. 2-Belli bir uygarlığın veya topluluğun anlayış ve zevk ölçülerine uygun olarak yaratılmış anlatım. 3-Bir şey yapmada gösterilen ustalık 4-Bir meslekte uyulması gereken kuralların tümü 5-Zanaat 324 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Bu tanımlama da ortaya çıkan unsur ise duygu ve yanında ortaya çıkan üstün yaratıcılık. “Sanatçıları” diğer bireylerden ayıran en önemli nokta. Dünyada çok az sayıda insanın sahip olduğu doğuştan gelen ancak çalışarak geliştirilen çok önemli bir özellik yaratıcılık. Hayatın her alanında sanat vardır. ”Hukuk güzel bir sanattır” sözü bu durumu teyit etmektedir. c.Siyaset İsim Arapça 1-Politika , siyasa 2-Devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatı ile ilgili özel görüş ve anlayış Devlet işi olan siyasetin tanımında bile sanat kelimesi kullanılmaktadır. d.Politika İsim , İtalyanca politica 1- Devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatı, siyaset, siyasa 325 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu 2- Yöntem 3- Mecaz bir hedefe varmak için karşısındakilerin duygularını okşama , zayıf noktalarından veya aralarındaki uyuşmazlıklardan yararlanma vb. yollarla işini yürütme Makalenin başlığını ve dolayısıyla konusunu oluşturan bu dört kelimeye bir arada bakılırsa aralarındaki bağ rahatlıkla görebilir. Kültür; toplumun maddi manevi tüm birikimi, sanat; duygu , yaratıcılık , politika ve siyaset; sanatı içinde bulunduran kavramlardır. Yani kimilerinin düşündüğü gibi şaşırtıcı bir biçimde birbirlerinden pek de kopuk kavramlar değil, devletin siyasi hayatı ve uygulanan politikaları ile ilgilenen her bireyin sanat ve kültürel anlamda da kendini yetiştirmesi ve ilgilenmesi gereğinin ifadesidir. 2.2. Eğitim İnsan ve toplumların en önemli “hayat damarlarından” biri Eğitimdir. Dolayısıyla toplumların olmazsa olmazı eğitimdir. 326 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Eğitim Önce aile içinde, aile içinde de , önce çocuğun sürekli yanında olan yada çalıştığı için kısa zamanlarda ancak “kaliteli zamanlarda “ çocuğun yanında olan annenin eğitimi. Ardından Okul çağında eğitim; bunu da çocuğa direkt veren Öğretmenler Önce Kadınların yani annelerin eğitim durumları ne durumda bu konu irdelenecektir. Nedense dünya geneline bakıldığında toplumlar ve Türk toplumu da kızın, kadının , annenin eğitimine pek değer vermez! Sadece Türk toplumu değil, Dünyada da bir çok toplum hatta Türk toplumunun kendine medeniyet konusunda hedef aldığı kimi toplumlarda bile kadının eğitimi , görgüsü ve bilgisi pek ciddiye alınmaz. Bu yüzden AB üyelerinden bazılarında yaşayan kadınlar Türk Kadınından çok sonra medeni haklardan yararlanma hakkını elde etmemiş midir! 1935 yılında tüm kadın nüfusunun %90.2 sı; tüm erkek nüfusunun %70.7si okuma yazma bilmemektedir. 1935 yılındaki bu okur yazar oranları ; çok büyük bir savaştan çıkılmış , yeni bir devlet kurulmuş , devlet teşkilatlanmasını gerçek anlamda tamamlayamamış , ekonominin zayıflığı , yetişmiş eğitimli gençlerin savaşta ölmesi , yokluk bu ve bunun gibi sebepler çok kabul edilir olmasa da mazur 327 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu gösterebilir. 1990 yılına gelindiğinde okuma yazma bilmeyen kadın ve erkek oranında nispeten bir azalma görülmüş. Okuma yazma bilmeme oranı; Kadınlarda %28.0 erkeklerde % 11.2’e inmiştir. Ancak 2000 yılında Okuma yazma bilmeyenlerin oranı; kadın nüfusunun %19.4ü erkek nüfusunun %6.1 dir. Millenyum kabul edilen , bilgi çağı olarak isimlendirilen 2000li yıllar da Türkiye’de hala kadın yada erkek okuma yazma bilmeyen insanların varlığı ; (kadın nüfusunun %20 ye yakını Türkiye’de hala okuma yazma bilmiyor.)eğitim sisteminin sadece kültür ve sanat açısından değil sosyal ve ekonomik açıdan da düşünülmesi ve tartışmaya açılması gerektiğini net bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu sefer mazur görülebilecek bir bahane bulma konusunda insan düşündükçe zorluk çekiyor. 2003 yılı itibari ile Türkiye nüfusunun %87 si okur yazardır. Aşağıda yer alan Tablo 2 de daha çarpıcı bir durum ortaya çıkmaktadır. Bazı ülkeler ile Türkiye’nin okur yazar yetişkin oranı ve yıllık ortalama nüfus artış hızı; 2003 yılı için karşılaştırıldığında Türkiye’nin üyesi olmak için çalıştığı 328 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu AB ülkelerinden; Almanya ve İngiltere’nin okur yazar yetişkin oranı %100 , Süper Güç kabul edilen ve dünya imparatorluğu kurma çabasında olan ABD’nin okur yazar oranı %100, Türkiye’ye komşu, soydaşı Azerbaycan’ın okur yazar oranı %100 (ki toplumda kimi kesimler Türkiye’yi Azerbaycan’dan gelişmişlik açısından daha ileri kabul ederler)dür. Gittikçe dünyanın büyük ekonomik gücü olmaya başlayan ve kimi ülkeleri korkutan Çin’in okur yazar oranı %91 . Bir Güney Amerika ülkesi olan Kolombiya’nın okur yazar oranı %92 , Büyük Orta Doğu Nüfus (000.000) 2003 Türkiye Almanya ABD İngiltere İran Çin Kolombiya Azerbaycan 70.7 82.6 291.0 59.3 66.4 1.288.4 44.4 8.2 Yıllık ortalama nüfus artış oranı 19902003 (%) 1.8 0.3 1.2 0.2 1.5 1.0 1.8 1.1 Okur Yazar Yetişkin Oranı(15>yaş)(%) 2002 87 … … … 77 91 92 …. 329 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Projesi ile adı daha sık dünya gündemine gelen ve Türkiye’ye rejim ihraç etme çabası içinde olan İran’ın okur yazar oranı ise %77dir. (Kaynak World Development Report,2005) Okur yazar oranının yüksek hatta %100 olması , eğitim seviyesinin artması , sanat ve kültürel faaliyetlere önem verilmesi; gelişmiş ülkeler arasında yer alma ve söz sahibi olma açısından dolayısıyla uluslar arası arenada “BEN DE VARIM” deme açısından ne denli önemli olduğu herkesçe bilinen bir gerçektir. ”Ben de varım “ diyerek istek ve niyetini ortaya koyma gücü ve iradesi olmazsa , ”ben varım“ diyenlerin istek ve niyetlerini uygulamak durumunda kalınır. a)Okul Öncesi Eğitim Eğitim aile ile başlar , aile içinde de çocukla en fazla zaman geçiren anne ile başlar. Çalışan kadınları göz önüne alırsak babanın da en az anne kadar çocuğun eğitimi üzerinde etkisi olduğu yadsınamaz artık güzel bir görev paylaşımı başlamıştır. Çocuğun; dünyayı ilk kez tanımasında , kendi dünyasının biçimlenmesinde ilk ve en etkili faktör annesinin eğitimi, kültürü, görgüsüdür. Bu anlamda kadınların dolayısıyla annelerin çocuğun kültürel ve 330 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu zihinsel gelişmesinde; vereceği eğitimin son derece kaliteli , toplum ve dünya gerçeklerine uygun ve doğru olması gerekmektedir. Annenin, çocuğunu eğitirken ona sanatı aşılaması kültürel değerlerini aşılaması çocuğun ileriki yaşlar da , toplum içinde birey olduğunda ve özellikle toplumsal konularda söz sahibi olduğunda daha medeni, kendine güvenen , hoşgörülü , sanatı seven olmasında temel faktör olacaktır. Medeni, kendine güvenen , hoş görülü ve sanatı seven , bilgili ve kültürlü bireylerden oluşan bir toplumun kime zararı olabilir ki?...... Bu özelliklere sahip bireyler toplumda olursa , birey ” talep etme hakkını” kendinde görür ve “talep etme hakkını” kendinde gören birey de “MEDENİ VE GELİŞMİŞ TOPLUM” olma aşamasını hızlandırır. Kadının; eğitiminin önemi, çocuğun yetişmesi konusunda da kendini bir kez daha göstermektedir. b)Okul çağında Eğitim; Okul çağındaki çocukların kültürel ve sanatsal eğitimi konusunda; devlete yani Milli Eğitim Bakanlığına dolayısıyla öğretmenlere büyük görevler düşmektedir. Bütçe her zaman sebep gösterilir de acaba bu yeterli bir sebep midir.? 331 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Türkiye’de Kaç kişi veya kaç kişinin çocuğu ilk okul (artık ilk öğretimi ) u bitirdiğinde şiirden, resimden , edebiyattan haberdardır? Kaçı Dünya ve Türk Edebiyatından klasikleri okumuş veya Dünya veya Türkiye’den başarılı ressamları tanımıştır.? Yada Çanakkale Zaferinin kazanıldığı Gelibolu’yu görmüş yaşananları orada tekrar hissetmiştir.? Yada piknik ile beraber yapılan müze gezileri neden eğitimin ileriki yıllarında çocuklar için ders müfredatına dahil edilip kültür ve sanat ruhu; eğitim alan çocuklarda canlı tutulmaz.? Gezilen resim sergileri, izlenen tiyatro eserleri …..bu örnekler daha da artırılabilir. Yaratıcılığı ön plana çıkaracak eğitimler verilmeli; Öncelikle müfredatta olmasa dahi anneler babalar , öğretmenler her hafta en az bir kitap şeklinde Türk yada Yabancı Klasiklerin okutulmasını sağlamalı, ders müfredatlarına kültürel geziler dahil edilmeli . Bu gezilerin ardından öğrencilerden - belki önceleri isteğe bağlı olarak, sınıfları yükseldikçe zorunlu olarak gözlemlerini anlatan yazılar yazmaları istenmeli ki öğrenci bu gibi kültürel faaliyetler hakkındaki gözlem ve 332 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu düşüncelerini yazarak düşünmeye itilsin ve yaratıcılıkları teşvik edilsin. Milli Eğitim Bakanlığı müfredata “ yıl içinde en az dört defa tiyatroya gidilecek yada konser izlenecek “ diye etkinlikler koymalıdır. Sayıları az da olsa (tablo 3,4 ) devlet tiyatroları , belediye tiyatroları , kültür merkezleri mevcuttur . Eğer kendilerinden talep edilirse sanatçıların da seve seve daha düşük ücretler karşılığında hatta bazılarının sembolik rakamlar karşılığında bile eğitim alan öğrencilerin sanatı görmeleri, yaşamaları, hissetmeleri için kendilerini izlemelerini kabul edeceklerdir. Türkiye’nin sanatsal ve kültürel etkinliklerine istatistiksel açıdan bakış. (Tablo3,4,5,6) “Türkiye’de İstatistik Yıllığının kökeni 1897 yılında Osmanlı İmparatorluğu döneminde yayımlanan “Mahsus İstatistik-i Umumi” dir. Devlet İstatistik Enstitüsü tarafından yayınlanan ilk yıllık ise 1928 yılında Osmanlıca hazırlanmıştır”. (Türkiye İstatistik Yıllığı 2004,Doç.Dr. Ömer DEMİR Enstitü Başkanı) Üç kıtaya hükmetmiş Büyük bir imparatorluk olan Osmanlı İmparatorluğu neden “ istatistik” oluşturmak için 1897 yılını beklemiştir? 333 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu 1993 ila 2003 yılları arasında Türkiye’ deki Kültürel ve Sosyal hayatın ne boyutta olduğuna ışık tutan Devlet İstatistik Enstitüsünün “Türkiye İstatistik Yıllığı 2004 “ Yıllığında şu çarpıcı rakamlar mevcuttur. (Kaynak:www.die.gov.tr/yillik/06-Eğitim.pdf) a.Tiyatrolar Tablo 2’de Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü,Belediye ve Özel Tiyatro Müdürlüklerinden alınan bilgiler Türkiye’deki tiyatro sayısını , Oynanan Eser Sayısını ve bunları izleyen seyirci sayısını göstermektedir., Buna göre ; 1998/1999 döneminde tüm nüfusun sadece 2.792.830 ( iki milyon yedi yüz doksan iki bin sekiz yüz otuz dokuz) ‘u tiyatro izlemiştir. 2000/2001 döneminde 67.803.927 (altmış yedi milyon sekiz yüz üç bin dokuz yüz yirmi yedi) olan nüfusun sadece 2.570.120 (iki milyon beş yüz yetmiş bin yüz yirmi)’si tiyatro izlemiştir. 1999/2000 Sezonun da izleyici sayısı artmış 2000/01 sezonunda ciddi bir düşüş olmuştur. 2002/2003 334 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu döneminde izleyici sayısı artmış ancak bu rakam 99/00 dönemine dahi ulaşamamıştır. Bununla birlikte 99/00 sezonunda 108 olan tiyatro sayısı , 2002/03 sezonunda 97 e düşmüştür. Her geçen gün daha fazla tiyatro salonu açılması ve seyirci sayısı artması gerekirken tiyatro salonu sayısı da düşüyor , seyirci sayısı da azalıyor. Bunun tek sebebi her zaman bahane olarak gösterilen ekonomik nedenler olamaz.Acaba , bunun nedeni “kültür “ ve “sanata” toplumda hak ettiği değeri vermemek olabilir mi? Sanatçıların üzerine düşeni yaptıkları da oynanan eser sayısının her sezon daha artması ile görülebilir. Kısa bir bilgi İngiltere’nin başkenti Londra’da tiyatro sayısı 250 dir. Tablo 2 98/99 Tiyatro 99/00 2000/01 2001/200 2002/200 2 3 100 108 99 102 97 522 735 630 713 898 2.792.839 3.746.161 2.570.120 2.634.841 2.758.206 sayısı Oynana n eser Sayısı Seyirci sayısı 335 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu b.Opera Ve Bale Tablo 3 de görüleceği üzere yıllara göre Türkiye’de oynanan eser sayısı , opera ve bale sayısı ve izleyen seyirci sayısı açısından daha vahim bir durum olduğu ortadadır. Opera ve Bale sayısında azalma söz konusudur. 2001/2002 sezonunda seyircilerin sayısında ciddi bir azalma söz konusudur. Bununla beraber memnuniyet verici bir şekilde oynanan eser sayısı artmaktadır. Bu veriler Devlet Opera Ve Balesi Genel Müdürlüğünden sağlanmıştır. Tablo 3 98/99 99/00 00/01 01/02 02/03 6 6 6 5 5 80 94 95 98 135 248.413 258.547 207.360 165.154 273.271 Opera ve Bale sayısı Oynanan eser Sayısı Seyirci sayısı 336 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu c.Müzeler Anadolu tarihi o kadar eski ve zengin bir tarihtir ki ( bunu ilk okula başladığımızdan beri çok net duyarız) buna rağmen anlaşılamaz bir şekilde Türkiye’de müze sayısı en fazla 180 ‘e ulaşmıştır. Zengin bir tarih olmasaydı müze sayısı kaç olurdu bu konu üzerinde ciddi ciddi düşünülmesi gereken bir konudur. Bu arada Fransa ‘da müze sayısı 9.500 , Almanya’da müze sayısı on binin üzerindedir. Tablo 4 yıllara göre; müze ziyaretlerine ilişkin verileri göstermektedir. 1999 yılında 79 olan Arkeoloji müzesi sayısı gelinen 2003 yılında kültürel değerlere sahip çıkılmayışın sonucu olarak 66 ‘a inmiştir. Ne oldu “zengin Anadolu Tarihinin” aslında zengin olmadığı mı ortaya çıktı? 2003 yılında ; yaklaşık yetmiş milyon olan nüfusun , ortalama sekiz milyonu müzeleri ziyaret etmiştir..Tüm nüfusunun nerede ise %80-90 ı hiç müzeye gitmemiş . Bu veriler Anıtlar ve Müzeler genel Müdürlüğünden sağlanmıştır. 337 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Tablo 4 99 2000 01 02 03 172 177 171 178 180 Etnografya 44 41 41 44 43 Arkeoloji 79 85 76 62 66 Ziyaretçi 5.582.917 6.892.655 8.133.473 7.471.612 8.048.905 Müze sayısı Tablo 5’de Yerli ve Yabancı Ziyaretçilerin Müze ve Müzelere Bağlı Açık Ören Yeri Ziyaretlerine ilişkin rakamları vermektedir. Yabancı ziyaretçilerin sayısının bu denli az olmasının sebebi ,yurt dışında etkin bir tanıtım yapıl(a)mamakta olmasıdır. Fransa Eski Kültür ve Devlet Bakanı, Cumhurbaşkanı aday adayı Jack Lang Figen YANIK1005-2005 Sabah Gazetesi Aktüel Pazar’a verdiği röportajında 338 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu “Kendinizi Avrupa'ya tanıtamadınız “ ”…..AB'nin kültürel hayatında daha aktif olmalısınız. Türkiye'ye karşı büyük bir cehalet var.” Sözlerini sarf etmiştir. Jack Lang ;burada büyük ve çok önemli bir noktaya dikkat çekiyor. Kabul edin kültür ve sanat sizin için çok önemli kavramlar değil ve siz bu kavramlara hiçbir değer vermeden ABne girmeye çalışıyorsunuz farklı konularda tavizler veriyorsunuz . Kültür ve sanata değer vermeden ; medeni olmak ,uluslar arası arenada söz sahibi olmak zor ihtimaldir. Tablo 5’e geri dönersek ;2001 yılında Yabancı ziyaretçi sayısı; yüksek rakamlara ulaşmışken sadece iki yıl sonra 2003 yılında yabancı ziyaretçi sayısı neredeyse bu rakamın yarısında kalmıştır. İmajda düzeltilmesi gereken bir şeyler mi var? Terör korkusu ile Türkiye’ye gelen yabancı ziyaretçi sayısında azalma söz konusu olabilir mi?Ama aynı terör Newyork’u Londrayı’da vurdu!!! 339 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Bu veriler Anıtlar Müdürlüğünden sağlanmıştır. ve Müzeler Genel Tablo 5 99 2000 2001 2002 2003 5.623.170 6.175.652 6.658.093 8.949.820 9.155.761 5.254.584 7.282.923 11.313.154 8.319.919 6.609.272 Yerli Ziyaretçi sayısı Yabancı Ziyaretçi Sayısı d.Kitap Türkiye'de yayımlanan kitap sayısı her yıl biraz daha artıyor. Bunda , açılan kitap fuarlarının etkisi yadsınamaz. Toplum okuma alışkanlığını yavaş yavaş kazanmış. Fakat ulaşılan bu okuma oranı ne kadar yeterlidir? Türkiye nüfusunun yetmiş milyon olduğu göz önüne alınırsa aşağıda da görüleceği üzere rakamlar pek iç açıcı değildir. “Kültür Bakanlığı tarafından her kitaba verilen ISBN'lere (Uluslararası Standart Kitap Numarası) göre, yayıncıların da sayısında artış var. 340 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu ISBN verilerine göre 2001 yılında yayıncı sayısı 879, basılan kitap sayısı 13 bin 675 iken 2002'de yayıncı sayısı 1032'ye, kitap sayısı 16 bin 426'ya yükseldi. 2003 yılında ise yayıncı sayısı yaklaşık yüzde 30 artarak 1331'e ulaşırken, yıl içinde 19 bin 551 adet farklı kitap basıldı. 2003'te 3 bin 600 çeviri, 11 bin 342 edebiyat ve inceleme kitabı basıldı. Türkiye Yayıncılar Birliği Başkanı Çetin Tüzüner, "Türkiye'de okuma oranının her geçen gün arttığı bir gerçek. Bu durum, son derece ümit verici" dedi.(13ocak 2005 tarihli Radikal Gazetesi)” “……..Burada tek boyutlu bir ölçüden yola çıkıyorum. Okumak ve kitap üzerinden. Farklı ülkeleri Türkiye ile karşılaştıran bazı araştırmalar bizim uygarlığımızın koordinatlarını yansıtıyor. Örneğin, kitaba harcanan para; Kişi başına, yılda Norveçli 137, Alman 122, Belçikalı 100, Avusturyalı 100, Güney Koreli 39 dolar harcıyor. Dünya ortalaması 1.3 dolar. Bir Türk yılda kitaba ortalama 45 cent harcıyor. Dünya ortalamasının altında. Örneğin, kitap okumak için ayrılan zaman; Bir Türk’ün ayırdığı zamanın Norveç’li 300 katını, Amerika’lı 210 katını, İngiliz 87 katını, Japon 86 katını 341 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu ayırıyor. Dünya ortalaması, bizim ayırdığımız zamanın üç katı. Örneğin, kişi başına düşen kitap sayısı; İsrail’de 1169 kişiye bir kitap, Almanya’da 1022 kişiye bir kitap, Japonya’da 622 kişiye bir kitap düşüyor. Türkiye’de 10. 600 kişiye bir kitap düşüyor. Bu düşündürücü rakamlar …. insanın yüreğini sızlatıyor. “diyor Hürriyet gazetesinde köşesinde yazan Yalçın DOĞAN. İsrail,Almanya,Japonya’nın gelişmişlik düzeyi ve Uluslar arası politikadaki etkinlikleri ile Türkiye’nin gelişmişlik düzeyi ve uluslar arası politikada etkinliği karşılaştırılınca İnsanın yüreği nasıl sızlamaz ki … “UNESCO tarafından yapılan bir araştırmaya göre bir yılda, ABD'de 51.058 adet, Yunanistan'da 35.000 adet kitap basılıyor, Türkiye'de ise bir yılda basılan kitap sayısı sadece ve sadece 6.101 adettir. Bir Japon yılda 25 kitap okurken, bir İsveçli yılda 10, bir Fransız yılda 7 kitap okuyor, Türkiye'de ise bir yılda 6 342 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Türk yalnızca bir kitap okuyor.” 6-Temmuz-2005 Tercüman Gazetesi Mehmet PAKSU Bu veriler gerçekten tüyler ürpertici fakat yine de umutsuz olmamak gerekir.Yeni kuşakların okuma isteğini ve ilgisini arttırmak için başta anne babalar ,devlet ,STÖler ve en önemlisi bireyler çaba harcamalı , başarısız olunsa da yılmadan devam edilmeli. Çünkü süre giden dünya düzeni bu konuda bir tembelliği kaldırabilecek durumda değildir. Kütüphane konusunda da bir iki rakam vermek gerekir; AB üyesi ve dünya siyasetini yönlendiren baş aktörlerden Almanya’da 11.332 adet, Fransa’da 4.000 adet kütüphane bulunmakta , AB üyeliğini kendisine hedef almış bunca yıllık çalışmaya rağmen kendisi hakkında “imtiyazlı ortaklık” kelimeleri telaffuz edilen Türkiye’de Kütüphane sayısı 1435 dir.Bu rakamlar insanın kafasını kurcalıyor.Kişi,dönüp dolaşıp “bir yerde bir problem var “; “bunu bulup acil çözüm üretmek gerekir” diye düşünmekten kendini alamıyor.Küçük bir not ; M.Ö. 2000- 1800 lü yıllar arasında kurulan Asurlular Tüm çivi yazılı eserleri başkentleri Ninova’da 343 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu toplayarak ;ilk kütüphanecilik ve arşivcilik faaliyetlerini başlatmışlardır. 2.3.Sivil Toplum Örgütleri Anne baba ,devlet,birey ve Sivil Toplum Örgütleri; “Üçüncü sektör ,beşinci güç olarak adlandırılan Sivil toplum Örgütlerinin dünyada her geçen gün ne kadar güçlendikleri ortadır. Yasama , Yürütme, Yargı ve Medyadan sonra Beşinci güç haline gelmiştir. Devlet ve ekonomi sektörlerinin yanında üçüncü bir sektör olarak da varlığını göstermektedir . ” Sivil Toplum kuruluşları gönüllü çalışma esasını ön planda tutarak “ toplumun kendisi “ olarak etkinliğini gösterebilmektedir. Fethi Güngör’ün “Yıldızı Yeni Parlayan Bir Sektör :Sivil Toplum Kuruluşları” isimli çalışmasında da ayrıntıları ile belirttiği gibi STÖler Avrupa ve Amerika’dan sonra Türkiye’de de somut bir güç haline gelmektedirler. 344 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Sivil Toplum Örgütlerinin şu açıdan önemi daha fazla olmaktadır; Devlet , hükümet, yöneticiler , idare yada medya elemanları seçimle, atama yada görevli olarak iş başına gelip; görevleri olan işlerini yaparlar. Günün politikası gereği vatandaşın yararına olmayabilen, çıkarlarına ters gelebilen kararlar alabilirler ancak “bir güç odağı olan bilinçli bireylerden oluşan sivil toplum örgütleri” halkın içinde olduğu için vatandaşın ve halkın duyarlılığını ; istek ve şikayetlerini daha net bilir ve oluşturulacak güçlü baskılar ile her şeyi devletten beklememek gerekildiğine dair inancı destekler nitelikte, herhangi bir konuda kamu oyu oluşturup istenilen kararın alınmasında etkili olabilirler. Yerel bazda sorunları daha objektif görüp değerlendirme ve sorunların çözümü için gerekli çare ve yol üretmede etkin olmaktadırlar,var olan veya hali hazır koşulların iyileştirilmesi için ortak çalışmalar yürütülür. Bu anlamda gittikçe daha önem , güç ve meşruiyet kazanan Sivil Toplum Örgütlerine de önemli görevler düşmektedir. Nedir bunlar ? Kültür ve sanatın tüm topluma yaygın ve etkili bir şekilde paylaştırılması açısından çalışmalar yapılabilir. Hali hazırda çok başarılı çalışmalara imza attıkları da ortadadır. 345 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Kültürel faaliyetler ve sanatsal çalışmalarda, devlet ile Sivil Toplum Örgütleri işbirliği yaparak her alanda olduğu gibi kültür ve sanat alanında da başarılı çalışmalara imza atabilirler. Ayrıca yapılacak böyle bir çalışmada yani devlet kurumlarından herhangi biri örneğin valilik, kaymakamlık; seçimle iş başına gelen belediye ile Sivil Toplum Örgütlerinin yapacağı ortak bir çalışma , basının da desteği ile hem çok ses getirir, hem halk tarafından daha kısa bir zamanda ve daha etkili bir şekilde özümsenir. Böylelikle kültürel çalışmalar ve sanatsal faaliyetler , cılız birer ses olmaktan çıkıp hak ettiği desteği alır. Sivil Toplum örgütlerinin üzerinde daha fazla çalışması gereken konulardan biri de yapıcı nitelikteki etkinliklerini sadece üyeleri arasında değil , toplumun diğer bireyleri arasında da etkin hale getirmektir.Yapısı gereği yeni katılımlara açık olması sebebi ile STÖler, diğer oluşumlardan farklıdır. Etkinliklerine ve oluşturdukları baskı gruplarına katılımın sınırı; birey bazında yoktur (istisnalar olabilir) . Kültür ve sanatın , birey ve toplum hayatında büyük öneme sahip olduğu , devlet organları ile birlikte üzerine büyük görevler düşen Sivil Toplum Örgütleri ile yapılacak ortak çalışmalarla anlatılmalıdır. 346 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Kültür ve Sanat Faaliyetlerini yürüten dernek, vakıf gibi sivil toplum örgütleri ile bu faaliyetleri yürüten devlet organları arasında sürekli bir iş birliği, fikir alış verişi olmalı sivil toplum örgütleri ‘oto kontrol’ yoluyla devletin bu görevini ve işin kalitesini sürekli takip etmelidir. 2.4.Devletin politikası Kültür ve Turizm Bakanlığı Bu bankalığın başına neden bir sanatçı getirilmez? Yoksa sanatçılar bu bakanlık koltuğuna oturacak kadar ehil değil mi , gerekli yeteneklere sahip değil mi? Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın görevleri bakanlığın internet sayfasından alınmıştır. Kuruluş Amacı Kültür ve Turizm Bakanlığı 16.4.2003 tarih ve 4848 sayılı kanun ile kurulmuştur. Bu Kanunun amacı; kültürel değerleri yaşatmak, geliştirmek, yaymak, tanıtmak, değerlendirmek ve benimsetmek, tarihî ve kültürel varlıkların tahribini ve yok edilmesini önlemek, yurdun turizme elverişli bütün imkânlarını ülke ekonomisine olumlu katkı sağlayacak şekilde değerlendirmek, turizmin geliştirilmesi, pazarlanması, teşvik ve desteklenmesi için gerekli önlemleri almak, kültür ve turizm konularıyla ilgili kamu kurum ve 347 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu kuruluşlarını yönlendirmek ve bu kuruluşlarla işbirliğinde bulunmak, yerel yönetimler, sivil toplum kuruluşları ve özel sektör ile iletişimi geliştirmek ve işbirliği yapmak üzere Kültür ve Turizm Bakanlığının kurulmasına, teşkilât ve görevlerine ilişkin esasları düzenlemektir. Görev Kültür ve Turizm Bakanlığının görevleri şunlardır: a)Millî, manevî, tarihî, kültürel ve turistik değerleri araştırmak, geliştirmek, korumak, yaşatmak, değerlendirmek, yaymak, tanıtmak, benimsetmek ve bu suretle millî bütünlüğün güçlenmesine ve ekonomik gelişmeye katkıda bulunmak, b) Kültür ve turizm konuları ile ilgili kamu kurum ve kuruluşlarını yönlendirmek, bu kuruluşlarla işbirliğinde bulunmak, yerel yönetimler, sivil toplum kuruluşları ve özel sektör ile iletişimi geliştirmek ve işbirliği yapmak, c) Tarihî ve kültürel varlıkları korumak, d) Turizmi, millî ekonominin verimli bir sektörü haline getirmek için yurdun turizme elverişli bütün imkânlarını değerlendirmek, geliştirmek ve pazarlamak, 348 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu e) Kültür ve turizm alanlarında her türlü yatırım, iletişim ve gelişim potansiyelini yönlendirmek, f) Kültür ve turizm yatırımları ile ilgili taşınmazları temin etmek, gerektiğinde kamulaştırmak, bunların etüt, proje ve inşaatını yapmak, yaptırmak, g) Türkiye'nin turistik varlıklarını her alanda tanıtıcı faaliyetler ile her türlü imkân ve araçlardan faydalanarak kültür ve turizmle ilgili tanıtma hizmetlerini yürütmek, h) Kanunlarla verilen diğer görevleri yapmak Devletin yürüttüğü ; kültür ve sanat politikası bakımından birkaç öneri sunmak mümkün; Kültür politikaları , toplumun her kesimini kucaklayıcı olmalıdır. Yapılan çalışmalarda ; kültürel ve sanatsal faaliyetlerde dünyada meydana gelen değişime ve gelişime kapalı olmadan ,toplumun bir an evvel ama doğru biçimde özümsemesi için hızlı hareket edilmelidir. Kültürel değerlere güçlü ve kararlı bir şekilde sahip çıkılmalı , herhangi bir saldırı olduğunda bilinçli ve etkili 349 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu yöntemlerle sorun çözülmelidir, tepki ve kamu oyu oluşturulmalıdır. Oluşturulacak etkili bir politika ile birey , devlet, sanatçı arasındaki etkileşimler olumlu yönlendirilmeli, birey yada sanatçıyı devlet küstürmemeli, Sanatın ve sanatçının arkasında olduğunu , destek verdiğini her ortamda hissettirmelidir. Yapılacak uluslar arası kongrelerde (yabancılar açısından) , ulusal kongre ve seminerlerde (Kültürü halka vatandaşa daha iyi tanıtmak açısından) , konferanslarda , temsil açısından devlet, sanatçılarını da yanına alarak eserleri ile başarılı çıkışlar yakalamalıdır , bu çalışmalarda yapılacak karşılıklı fikir alışverişleri ile kültürel değerler birincil ağızdan tanıtılmalıdır. Milli kültürün canlı tutulması; gelişen teknoloji, globalleşen dünya , iletişim vasıtalarının sınırsız artması , modern hayatın tüketiciliği karşısında üzerinde önemle durulması gereken bir noktadır. “Yurt dışında kendimizi en güçlü silah olan kültür ve sanatımızla doğru ve etkin tanıtabiliriz.” Bu husus ,kesinlikle unutulmamalıdır. 350 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Eğitim politikaları ile kültür ve sanat politikalarını beraber ele alıp ilk öğretimden başlayarak Türkiye ve dünya kültürleri , tarihi açıdan gelişimleri, hangi aşamalardan geçtikleri ve sonuçları ile hali hazırda devam eden gelişmeleri ve muhtemel sonuçları (çok iyi değerlendirip) yeni kuşaklara öğretilmelidir. Uluslar arası arenada var olabilmek , kendini kabul ettirebilmek , tanıtabilmek özellikle de diğer ulusların halkına, insanlarına anlatabilmek için - bu husus çok önemli - sanatsal ve kültürel etkinliklerde bulunulması gerektiği su götürmez bir gerçektir. Bu noktada hem bireylere (gönüllü elçiler de olabilirler ) hem sivil toplum örgütlerine hem de yönetim kademesinde bulunan devlete özellikle de Kültür ve Turizm Bakanlığına çok iş düşüyor. Projeler hazırlamak, sanatçılardan destek almak ve bunları en kısa zamanda hayata geçirmek ciddi, samimi, etkili çalışmalar yapmak gerekmektedir. Nitekim dikkat edilecek olunursa ; toplumlarda yabancı milletleri ; yabancı kültürleri halk ve birey bazında kültür ve sanatları ile tanırlar. Japonları teknoloji de başarılı olmalarının yanı sıra dansları yemekleri,çay törenleri; Avusturyalıları valsleri; Fransızları şarapları, sanata olan düşkünlükleri, Meksikalıları ekonomisi ne durumda pek bilmese de, dünya politikasında etkinliği ne? pek ilgilenmese de şapkaları ve siestaları(öğle 351 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu uykusu) ile Hintlileri yerel kıyafetleri , takıları ,dansları vesaire tanırlar ve bu şekilde örnekler attırılabilir. Dikkat edilirse bir de Türkleri Batıda resmederken fesli göstermektedirler, amaç burada Osmanlı İmparatorluğu’nun devamı olunduğunu ifade etmekten ziyade Türkiye’nin hala yarı-kapalı bir toplum olduğu ve kültürel gelişmişliğinin Osmanlı döneminde kaldığını ön plana çıkarmaya çalışmaktır. Oysa Kültürel gelişmişlik Osmanlı zamanı ile kıyaslanamayacak boyutlara ulaşmıştır (dünya genelin de olduğu gibi) fakat ciddi ve etkili bir kültürel tanıtım olmadığı için uluslar arası karikatürlerde fesli olarak resmedilme durumu devam etmektedir Ş.Kaya SEFEROĞLU’nun “AET ve Kültür Birliğimiz” başlıklı yazısında şu saptaması ilgi çekicidir. (Belgelerle Türk tarihi Dergisi sayı 31 Eylül 1987 ) “Bize duygu milliyetçiliğinden ziyade fikir ve kültür milliyetçiliği gereklidir…Kültür milliyetçiliğine kendini aday gören genç ; dilci, tarihçi, etnograf, sosyolog, demograf, sanat elçisi, politalog ( siyaset bilimcisi) v.b. diğerleri de branşlarının verdiği yetki ile inançlarının birleşmesi sonucu bir perspektif oluşturabilmeli. Bu bakış açıları aynı geniş açı içerisinde birleşerek ortaya bir takım “doğrular” koyabilmelidir…” 352 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Fikir ve Kültür Milliyetçiliği ile hem halka hem yabancı ulusların halklarına kendinizi doğru tanıtır hem de hakkınızda oluşan ‘Olumsuz Önyargıları’ fikir teatisi ve kültürel etkinlikler ile olumlu yöne çevirebilirsiniz. Kuru eylemlerden ziyade içeriği dolu, toplumu kavrayıcı, kucaklayıcı kültür sanat politikalarının yürütülmesi gerekmektedir. Ezbere sözlerden ziyade özümsenmiş milliyetçilik gereklidir. Bu milliyetçiliğinde kültür milliyetçiliği olması yada en azından bunun ön plana çıkarılması gereklidir. “…Keza sanat adamları bölücülerden çok daha etkili ve güçlü silahlara sahiptir….” Ş.Kaya SEFEROĞLU’ Sanat adamlarının ne kadar güçlü bir silaha sahip olduğu tarihin sayfaları incelenirse çok net bir şekilde görülecektir. ‘Kültür Milliyetçiliğinin ‘ öneminin ,bir anlamda teyidi olan Attila İLHAN’IN şu satırlarına göz atmakta fayda var. “Sömürgecilik , 3. Dünya Halkının “kişiliğini” derinliğine hedef alan , geniş bir “beyin yıkama“ kalkışımı olmaktadır. Sömürgeleşmiş ülke , sömürgeciyi taklit etmesi gerektiğine , inandırılmak istenmektedir.(…)Bağımsızlık elde edildiği zaman bile, özellikle kültür alanında, sömürgecinin taklit edilmesi 353 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu süregelir….” ( ‘Az gelişmişliğin mekanizması’ s.141,142 1974 ) Attila İLHAN ‘Eritme ve Yönetmenin yeni adı: Küreselleşme 02-11-2001 Kültür alanında sömürülmek , bireylere ve toplumlara benliklerini unutturmak ; ‘dünya gereklerine’ , ‘zamana ayak uydurmak’ adı altında şahsiyetini , öz benliğini, kültürünü kaybettirmektir. Şahsiyetini, kültürünü kaybeden birey; rahatlıkla istenilen kıvama getirilebilir. Böylelikle piyon olup vezirin önünde harcanabilir. Fikir üretmek ve kültürel değerlere sahip çıkmak , var olan uluslar arasında kimliğini muhafaza etmek açısından son derece önemlidir. Toplumda sanatçıların güç kazanması sayılarının artması, özgür çalışma ortamlarına sahip olması , daha başarılı ve toplumun kültür seviyesini daha ötelere götürmesini sağlayacaktır, her hangi bir dış faktörün saldırısı karşısında toplum daha sağlam ayakta kalabilecektir, birbirine daha çok sarılabilecektir. Sanat yapısı gereği bağımsızdır , özgürdür. Talimata gelmez, bir sanatçıya asla emir veremezsiniz. Belki sipariş verebilirsiniz ama sanatçı yine neler hissediyorsa onu eser haline getirir. Sanat bu anlamda da diğer kültürel değerler arasında farkını hissettirir. Bilge Kagan M.732 de Ötüken İlinde hala ayakta duran Abide ‘de şöyle seslenmektedir. 354 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu “….Ülkemiz ,töremiz var idi…” Bu kelimelerle Bilge KAĞAN yüzlerce yıl öncesinden seslenerek “kültürel değerlere sahip çıkılması gerektiğini” ifade etmiştir. Kültürel değerler arasında örf, anane, gelenek, töreler de bulunmaktadır. Kendi diline, örfüne , kültürüne sahip çıkamayan milletler alacakları basit darbelerde bile ciddi sarsıntılar yaşayabilir. Ancak “Bu benim kültürümde var “deyip düğünlerde , maçlarda yada asker ocağına evladını yollama sırasında silahla güç gösterisinde bulunma eylemi ; içinde bulunulan zamanda geri kalmış ortadan kaldırılması gereken bir kültürdür. ”At, Avrat ,Silah “ üçlemesinde Gücü temsil eden silahın yerini günümüzde BİLGİ almıştır. Bu üçleme de atın yeri günümüze nasıl uymuyorsa silahın yeri de günümüze uymamaktadır. Madem bu üçlemeye sahip çıkılıyor ,”bu benim kültürümdür “ deniliyor GÜCÜ temsil eden silah her alanda ön plana çıkarılıyor , günümüzde silahın temsil ettiği gücün yerini “bilginin” aldığı da var olan bir gerçek , bilgiyi ön plana çıkarmak için çalışmalar yapılması gerektiği de gün gibi aşikardır. 355 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu DİL Kültürel öğeler içindeki yeri tartışmasız olan “DİL” konusuna gelince ; Yıllar önce Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK ; “Ülkesini, yüksek İstiklalini korumasını bilen Türk Milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.” Demiştir.Peki ; günümüzde durum ne? Günümüzde ,konuşma ve yazma dilinde yabancı dillerin etkisi ne yazık ki çok fazladır.Markalar,teknolojik aletlerde kullanılan kelimeler vesaire .. Dil de yozlaşma, yabancı kelimeleri günlük konuşma diline tereddütsüz alma, teknoloji ve bilimin gelişmesi karşısında paralel bir şekilde bu ihtiyacı karşılayacak kelimelerin üretilememesi ; zaman içinde çelişkili durumların ortaya çıkmasına sebep olabilir ve bunlar da topluma ait bireyler arasında kopukluk yaratabilir. Bireyler kendilerini ifade etme konusunda kısır döngü içine girebilirler. Günlük konuşma dilinde kullanılan kelimelerin sayısı dil zenginliğini ifade etme açısından son derece önemlidir. Kişi kendisini ifade ederken üç aşağı beş yukarı aynı kelimeleri kullanırsa ; ifade etmeye çalıştığı duygu ve düşünceleri ne kadar zengin olursa olsun , kuru bir şekilde ortaya çıkar. Bu da zengin hislerin,düşüncelerin 356 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu kuru , zayıf bir ifade ile ortaya çıkmasına ve eksik anlaşılmaya sebep olur. Merak edilen bir soru da şudur . Neden Türkiye’deki üniversiteler de “Türk Dili” dersi var? Acaba üniversiteye gelen yetişkin genç; hala ‘Türkçe’yi’ gerçek anlamı ile kullanamıyor mu yada ifade etmek istediği düşüncelerini ifade etmek konusunda, başarısız eğitim politikaları sebebi ile zorlanıyor mu? Toplam on bir yıl süren eğitim hayatı boyunca öğrencilere yeterince temel derslerden biri olan Türk Dili , Dilbilgisi, Edebiyatı dersleri yeterince verilemiyor mu? Aslına bakılırsa üniversiteler de Türk Dili derslerinin veriliyor olması acı bir durum. Üniversite eğitimi aşamasına gelmiş gençliğin dil bilgisi ve eğitiminin ; ne denli içler acısı bir durumda olduğunun açık bir göstergesidir. 2.5. Sosyal hayat üzerindeki etkisiengelliler de düşünülmüş mü?(aslına bakarsanız hayatın hangi alanında düşünüldüler ki?) “Sanat , bize geçici ve bireysel olanın ardındaki , sonrasız ve evrensel olanı göstererek , hayatın acılarını hafifletmekte hatta onlara estetik bir değer 357 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu kazandırabilmektedir.” Öyküsü,Will DURAT Schopenhaur Felsefenin Hayatın acıları vardır. Her şekilde bireyin karşısına çıkabilir. Bu sıkıntılı durumda sadece eğitim , para ve sağlıklı olmak ruhsal sağlığın dinginliğe kavuşması , bireyin karşılaştığı sıkıntılar ve zorluklar da bunları kolaylıkla atlatmasını sağlamayabilir. Eğitim , para ve sağlığın yanında sanat ve kültürel değerlerinde varlığı; bu sıkıntılı zamanları atlatmakta faydalı olacaktır. Mesela Engelliler; Engelli İnsanların ; toplum hayatı ve sosyal hayata katılımlarını arttırmak için kültürel ve sosyal hayatın olduğu yerlerde uygun imkanlar sağlanmış mı? Çevreye şöyle bir bakınca evet bazı kaldırımlarda , alışveriş merkezlerinde uygun imkanlar sağlamak için birkaç çalışma yapılmış, ancak hali hazırda kültür merkezlerinin , tiyatroların, konser salon ve alanların , müzelerin bir çoğunda (hatta okullarda , üniversitelerde, devlet kurumlarında , toplu taşıma araçlarında …) uygun ortamların olmadığı üzülerek tespit edilen bir durumdur. Daha sayılır , daha yaşanır hayat için yapılacak birkaç çalışma; kültür ve sanatın asıl amaçlarından biri olan “ bireyleri bir araya getirmek ve 358 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu kaynaştırmak” durumuna da hizmet edecektir. Engellileri sosyal hayatın içine almak, yaratıcılıklarından istifade etmek , yaşam sevinçlerini arttırmak , bilim ve teknolojinin yanında ( imkanlar dahilinde bir çoğu çok iyi internet kullanıcısıdır) sosyal ve kültürel faaliyetlere seyirci , izleyici gibi pasif katılımın yanı sıra oynayan , yöneten ,çizen ,yazan olarak aktif katılımı da arttırmak gerekir, evlerinden odalarından dışarı çıkarmak gerekir. 2.6. Sanat ve kültür ile günümüz magazin anlayışı arasındaki gerçek fark; Türk Dil Kurumu İnternet sayfası Güncel Türkçe Sözlükte yer alan tanıma göre ; Magazin: isim İngilizce magazine < Fransızca 1-Halkın çoğunluğunu ilgilendirecek,çeşitli konulardan söz eden bol resimli yayın 2-Daha çok eğlence ve spor dünyasında tanınmış kişilerle ilgili haber ve yorum. 3-Teknoloji ,teknik depo 359 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Bu tanımda dikkat edilmesi gereken husus , ”tanınmış kişilerle ilgili haber ve yorum “ kısmında , tanınmış kişilerin “özel hayatlarına ilişkin” haber ve yorum olmayışıdır. Üzülerek görülmektedir ki medya (Türk ve Yabancı medya) tanınmış kişilerle ilgili haber ve yorumları , ürettikleri eserler, başarıları , başarısızlıklarından ziyade özel hayatlarında olan bitenleri anlatmak üzerine kurgulamaktadırlar, vermektedirler. Magazin tanımından da yola çıkılarak , insanların özel hayatından ziyade bu tanınmış kişilerin spor camiasından da olabilir , iş dünyasından da olabilir,sanatçılardan da olabilir; gençlere, bireylere örnek olacak , imrendirecek , başarının yollarını gösterecek mesleki hayatlarından bahsedilmesi , kimseyi yargılamak gibi bir amaç taşımaksızın bu insanların yaşamında; gençlere , toplumdaki bireylere kötü örnek teşkil edecek nitelikte olmayan haber ve yorumların verilmesi gerekir. 360 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Türk kültürünün kıskanılası zenginliği… Hali hazırda okumakta olduğunuz makalenin yazımı sırasında dünyaca ünlü Newsweek Dergisinde “İstanbul” kapak yapıldı ve muhtemelen her bireyin göğsünü kabartan şu hususlar yer aldı. “..Dergi İstanbul'un farklı kültürel yapısına dikkat çekerken bir yandan da bu farklı özelliği sayesinde çoktan Batılı olduğunu yazdı. Kentin tam bir yeniden doğuş yaşadığının altını çizen dergi, dünyanın kesişme noktasında olan İstanbul'un farklı ezgilerinin çok önemli bir birleşim yarattığını belirtti,…….. Türk ressam, yapımcı,modacı, müzisyen ve yazarların tüm dünyada etkilerinin hissedildiğini kaydetti.. “ Söz konusu yazı Türk kültüründe var olan “hoş görü “ ile birbirinden farklı güzel çok güzel “renklerin” ayırıştırıcı yanından ziyade birleştirici ve bütünleyici özelliğini vurgulamaktadır. Kolay kolay hiçbir toplumun sahip olmadığı, olsa da bir arada huzur içinde yaşamayı beceremediği bu renklerin birbiriyle yoğrulduğu Türkiye’de bu kültürel özelliğe sahip çıkılması gerektiğini hatırlattı. "….. İstanbul sokaklarının sesini hatırlayın. Avrupa, Türk, Balkan, Ortadoğu ezgileri; hepsi bir arada farklı 361 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu fakat çok güzel bir armoni oluşturuyor.” “… Şehrin tarihi, zaten dünyanın şu an bildiğinin yarısını oluşturuyor….” (www.haberturk.com 23-08-2005) Saptamalar doğru ve memnuniyet verici belki birkaç cümle daha eklenebilir. Bu kadar zengin bir kültür ve tarih birikimine sahip çıkılması gerekli olduğu gibi eşine az rastlanır bir durumdur, kıymetini bilmek gerekir. Bu güne kadar bir arada yaşamayı başaran bu zengin kültüre , toplum olarak birey olarak daha sıkı sarılır inatla sahip çıkılırsa bir çok politikacının harcadığı çaba ile karşılaştırıldığında , verdiği uğraş ile karşılaştırıldığında daha kesin , uzun vadeli ve net sonuçlar alınır. 2.7.Para (Ekonomik Güç) Kültür Sanat faaliyetleri de diğer hayat damarlarında olduğu gibi belirli bir bütçeye ihtiyaç duymaktadır. Kültür ve sanat alanlarına devletin veya bireylerin bütçelerinden ayırdıkları pay ne kadar az ise toplum ve bireylerin hoş görü, gelişmişlik, medeniyet ve görgüleri de ona paralel olarak zayıf olur. Genel kanı kitap fiyatlarının , tiyatroların , operaların çok pahalı olduğu daha uygun rakamlara çekilirse daha fazla talep göreceği yolundadır. Bu kanı ile tezat oluşturan bir durum vardır. Şöyle ki; eğlence yerlerinde 362 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu harcanan paralar, içki ve tütüne harcanan paralar yada bireysel silahlanma için harcanan paralar yanında giyim kuşam ve kozmetik sektörüne harcanan paralara bakılınca “pahalılık” kavramını tekrar yorumlamak gereği doğuyor. Alış veriş merkezleri şöyle bir gezilirse ; insanların çılgınlar gibi alış veriş yaptıkları rahatlıkla görebilir. Ama ayda bir kitap okumak üzere , aylık bir kitap harcaması yapma konusunda yada tiyatroya gidilmesi söz konusu olunca yukarıdaki yakınmalarla karşılaşılır. O zaman sorun nerede ? 33..S SO ON NU UÇ Ç Bu güne kadar devletin, bireyin kültür ve sanata verdiği değer, toplumda kendisini yavaş yavaş hissettirmektedir. Hoş görüden uzak , gülümsemeyi bilmeyen , mutsuz bir topluluk. Tartışma kültürünü bilmeyen sevincini veya öfkesini belinden çıkardığı silahla gösterip masum insanların canına kasteden veya bir ömür bakıma muhtaç hale getiren , trafikte sabırsız ; yeşil ışık yanmadan kornaya basan, sosyal hayatı maçlara gidip küfür ederek rahatlamak zanneden onlarca gençliği olan, sevgisini ifade etmek için şiir yazmak veya çiçek vermek yerine çatılara veya köprülere çıkıp intihar etme 363 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu tehditleri savuran , konuşma kültürüne sahip olmadığından dolayı eşiyle yaşadığı ufak bir tartışmada bile bıçağı alıp çocuğunun boğazına dayayan, kendi tarih ve kültürünü iyi bilmediği için üzerine bir de tembelliği ekleyip “Sözde Ermeni Soykırımı” için esaslı çalışmalar yapmadan ezbere konuşup her Nisan ayında bu konu gündeme geldiğinde siyasetçisi, medyası , insanı ile esip yağan sonra tekrar unutan, yine kendi kültürüne sahip çıkamayışının sonucu “yoğurdu bulan bir toplum” olarak yoğurt piyasasında yabancı kökenli yoğurtlar satılan , sanatçısı ile kavga eden, eğer aslı varsa sorunu çözmek yerine halka sanatçısını şikayet eden bir bakanı bulunan , yetkili kurumun üzerine düşen görevi hakkıyla yerine getirmediği için yaşanan sosyal veya teknik gelişmeler karşısında kısa zamanda uygun kelimeler üretemediğinden konuşma ve yazma dilindeki yabancı kelime sayısı her geçen gün artan , sanatı ve kültürel değerlerini çocuklarına gençlerine aşılamadıkları için her geçen gün daha dejenere bir gençliğe sahip olan, televizyonlarda sanat ve kültür programları yerine insanların kavgalarını izleyen yüksek bir seyirci kitlesi olan , haksızlığa uğradığı zaman konuşma , ikna etme , hukuk yoluna başvurmak yerine farklı yollar arayan bireyleri olan , ” fast food” kültürüne teslim edilmiş tüketici çocukları olan , ”akıllıca üret aptalca tüket “ politikasını kusursuz 364 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu uygulayan , yetmiş milyonluk nüfusunun sadece iki buçuk milyonu tiyatroya gitmiş olan, opera ve baleyi sadece iki yüz yetmiş beş bin kişinin gördüğü,tarihi ile her zaman aslanlar gibi övünen ama yetmiş milyonluk nüfusunun sadece sekiz milyonunun müze gezdiği, yılda altı kişiye sadece bir kitap düşen insanların yaşadığı, suç oranının toplumda her geçen gün arttığı , globalleşme adı altında “tek kültürlülüğe” doğru alınan yolun memnuniyet verici olarak görüldüğü , kıskanılası kültürel zenginliğinin bütünleyiciliği yerine ayırıştırıcı kabul ediliyor olması bu ve bunlar gibi sonuçlar …. İnsanın keyfini kaçırıyor. Kültür ve sanat faaliyetleri toplumun her kesimine hitap etmeli yerel veya ülkesel bazda izlenen kültür sanat politikalarında; nüfusun tamamına yayılan , etkileyecek , hoşgörü ve beğenisini kazanacak çalışmalar yapılmalıdır. Her dönem , her yönetim, iktidar yada anlayışın ürünü olarak kültür ve sanat konularında da farklı politikalar izlenmiş olabilir. Kültür ve sanatın hizmet ettiği asıl alan ; temelde toplumda yaşayan bireyleri bir araya getirmek , medeni ilişkileri arttırmak bu alan olmalıdır ve nitekim bu duruma örnek hem Türkiye’de hem de dünyada bir çok etkinlik yapılmaktadır.Büyük zenginlik olan törelere, 365 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu folklora, yöresel tatlara, müziğe, danslara, adet ve geleneklere sahip çıkılarak sahip olunan mozaiği muhafaza etmek ve geliştirmek gerekir. 366 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu K KA AY YN NA AK KÇ ÇA A Huntington . Samuel P. “ Medeniyetler Çatışması” CUMBUR. . Dr. M. “Belgelerle Türk Tarihi Dergisi” Kasım 1987 (Atatürk’e G öre Bilim, Kültür, Kitap ve Kütüphane) DEMİR . Doç. Dr. Ö.”Türkiye İstatistik Yıllığı” Sabah Gazetesi Aktüel Pazar 10-05-2005 YANIK . F. Radikal Gazetesi 13-01-2005 Hürriyet Gazetesi DOĞAN . Y. Tercüman Gazetesi 06-07-2005 PAKSU. M. GÜNGÖR . F. “Yıldızı Yeni Parlayan Bir Sektör:Sivil Toplum Kuruluşları” SEFEROĞLU . Ş.Kaya “Belgelerle Türk tarihi Dergisi “ Eylül 1987 ‘AET ve Kültür Birliğimiz İLHAN. A. “Az Gelişmişliğin Mekanizması” “Eritme ve Yönetmenin Yeni Adı: Küreselleşme” DURAT . W. “Felsefenin Öyküsü” Türkçesi ender GÜROL 367 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Hülya ÖZKAN 1975 İstanbul doğumludur. Özel Çavuşoğlu Lisesi 1993 yılı mezunudur. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi 2000 yılı mezunudur. Halen aşağıda sayılan görevleri yürütmektedir. İstanbul Barosu ‘Kültür Sanat Komisyonu’ Başkanı, İstanbul Barosu ‘Bireysel Silahsızlanma Komisyonu’ Başkan Yardımcısı, KİYAD Yardımlaşma Derneği ‘Kadınlar Kolu’ Sekretaryası, LODER Derneği Üyesidir. Halen kendi bürosunda serbest avukat olarak çalışmaktadır. 368 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu T TA AR RIIM M SSE EK KT TÖ ÖR RÜ ÜN NÜ ÜN NG GE EN NE EL L D OR RU UN NL LA AR RII DU UR RU UM MU U,, SSO V VE E Ç ÇÖ ÖZ ZÜ ÜM MÖ ÖN NE ER RİİL LE ER Rİİ H HA AZ ZIIR RL LA AY YA AN N A Addnnaann A AY YD DIIN N 369 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu TTA AR RIIM MS SE EK KTTÖ ÖR RÜ ÜN NÜ ÜN NG GE EN NE ELL D UN NLLA AR RII V VE E DU UR RU UM MU U,, S SO OR RU Ç ÇÖ ÖZZÜ ÜM MÖ ÖN NE ER RİİLLE ER Rİİ Ö ÖZZE ETT Türkiye sahip olduğu; iklim, toprak, su ve orman kaynakları ile yaklaşık 67,8 milyonluk bir nüfusun beslenme ve giyim ihtiyacını karşılayan önemli bir sektördür. Tarım sektörü, yıllara göre değişmekle birlikte 2 milyar $’ın üzerinde bir ihracat gerçekleştirmektedir. Gelişmiş ülkeler tarım sektörünü yıllardır destekleyerek modern üretim yöntemlerini kullanarak üretim ve verimliliği artırmışlardır. Dünya Ticaret Örgütü (WTO) tarımsal ürün ticaretinin de serbestleşmesi yönünde çalışmalar yapmaktadır. Uzun vadede bu konuda alınacak kararlar gelişmiş ülkelere avantaj sağlarken Türkiye gibi tarımını yeterince destekleyemeyen ülkelerin uluslar arası rekabet koşullarına uyumu oldukça zor olacaktır. Tarım sektörü gıda güvenliği ve güvenli gıda açısından çok önemli bir sektör olmasına karşın yıllardır kaynak yetersizliği ve ekonomik sorunlar gerekçe gösterilerek gereken düzeyde desteklenememiştir. 370 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Tarımın karşılaştığı yapısal sorunların başında; arazilerin küçük ve parçalı olması, kadastro çalışmasının tamamlanmamış olması ve buna bağlı mülkiyet sorunları, örgütlenme yetersizliği, eğitim düzeyinin düşüklüğü, sulama olanağı bulunan arazilerin sulamaya açılamaması gelmektedir. Tarımda görülen sorunların çözümü ve sektörde sürdürülebilir gelişmenin sağlanabilmesi devlet desteği olmadan mümkün değildir. Özellikle uluslar arası rekabet şartlarının eşit olmadığı günümüzde sektörün sorunlarının çözümü hem üreticiler hem de tüketiciler açısından oldukça önemlidir. 11.. G GİİR RİİŞ Ş Türkiye’deki tarım sektörü, nüfus ve genel ekonomi açısından önemli bir sektör olup özellikle gıda güvenliği ve artan nüfusun besin ihtiyacının karşılanabilmesi açısından oldukça önemlidir. Toplumun fizyolojik ihtiyaçlarının giderilmesi artan nüfusa paralel olarak tarım sektöründe yaşanacak gelişmelerle mümkündür. Türkiye, tarım alanında dünyadaki gelişmeleri ve Avrupa Birliğine üyelik sürecinde Türk tarımının Ortak 371 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Tarım Politikası (OTP)’na uyumu da göz önünde tutulduğunda, kaynakların etkin kullanımı ile; ekonomik, sosyal, çevresel ve uluslararası gelişmeler boyutuyla, gıda güvenliği ilkesi çerçevesinde, artan nüfusun dengeli, yeterli, sağlıklı ve ekonomik beslenmesini esas alacak şekilde, rekabet gücü yüksek, sürdürülebilir bir tarım sektörünü oluşturacaktır (www.tarim.gov.tr). Tarım sektörünün genel ekonomi açısından önemli katkıları bulunmaktadır. Bunlar, nüfus ve işgücü, üretim ve verim, toplum beslenmesi, sanayi sektörüne (tarıma dayalı sanayi, tarımsal girdi sanayi), milli gelire ve dış ticarete katkısıdır (İnan, 2001). 22.. TTA AR RIIM M S SE EK KTTÖ ÖR RÜ ÜN NÜ ÜN N G GE EN NE ELL D DU UR RU UM MU U 2.1. Tarımsal İşletmeleri Nüfus ve Tarım 1927 yılında 13.6 milyon olan nüfus 2000 yılı itibariyle 67,8 milyona ulaşmıştır. Aynı şekilde 1927 yılında toplam nüfusun %75,8’i kırsal nüfus iken 2000 yılında bu oran %34’lere kadar gerilemiştir. 2000 yılında Türkiye’deki tarımsal nüfus 20,3 milyon iken ABD’de 6.1 milyon, AB’de 4,9 milyon gibi çok düşük düzeydedir. 372 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Grafik 1. Yıllara Göre Tarımsal Nüfus (%) Tarım, nüfusun önemli bir bölümüne işyeri sağlayan önemli bir sektör durumundadır. Çizelge 1’de Türkiye’nin ekonomik yönden aktif nüfusun tarım sektörüne dağılımı gösterilmektedir. Çizelgeye göre ekonomik yönden aktif nüfus içerisinde tarım sektöründe çalışanların oranı 1975 yılında %67,27 iken 1990 yılında bu oran %53,66’ya gerilemiştir. 2000 yılı itibariyle de %48,38 olarak hesaplanmıştır (Grafik 1). Tarımda ekonomik yönden faal nüfus başına düşen tarımsal amaçlı arazi miktarları incelendiğinde 1975 yılında 24 dekar iken 2000 yılında 21 dekara gerilediği görülmektedir. 373 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Tarım Faaliyetinde İstihdam Edilen Nüfus (12 yaş üzeri) Toplam Nüfus İktisaden Faal 1975 1980 1985 1990 2000 40.347.719 44.736.95 50.664.45 56.473.03 67.803.92 7 8 5 7 18.522.32 20.556.78 23.381.89 25.997.14 2 6 3 1 11.104.50 12.118.53 12.547.79 12.576.82 1 3 6 7 10.993.89 12.037.88 12.460.07 12.527.28 9 3 3 4 28. 50 91.137 58.433 65.908 27.941 14.677 19. 465 22.217 21.815 21. 602 67.27 59.95 58.95 53.66 48.38 42 39 44 45 48 24 26 23 22 21 17.383.828 Nüfus Tarım Kes. 11.694.513 İktisaden Faal Nüfus Tarla Ziraatı Orman. ve 11.650.986 Tomrukçuluk Balık. ve Süngercilik Tarım Kes. Faal Nüf. İkt. Faal Nüf. Oranı 1000 dekar Tar. Amaçlı Alana Düşen Tar. İkt. Faal Nüfus (kişi) Tar. İkt. Faal Nüf. Düşen Tar. Amaçlı Alan (dekar) 374 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Türkiye’de toplam 3.076.650 adet tarım işletmesi bulunmaktadır. Bu işletmelerin de %67,4’ünü hem bitkisel üretim hem de hayvancılık yapan işletmeler, %30,2’sini yalnız bitkisel üretim yapan işletmeler, %2,4’ünü de sadece hayvancılık yapan işletmeler oluşturmaktadır. İşletmelerin sahip oldukları arazi büyüklüklerine göre dağılım incelendiğinde arazisi olmayan işletmelerin oranı %1,7 olup, 20 dekardan küçük araziye sahip olan işletmelerin oranı % 32,78 ve 20–49 dekar araziye sahip olan işletmelerin oranı yaklaşık %31’dir. Ayrıca 50–99 dekar arası araziye sahip işletmelerin oranı % 18,2 olarak hesaplanmıştır. 200 dekarın üzerinde araziye sahip olan işletmelerin oranı ise %5,71 gibi küçük bir orandır. Buna göre işletmelerin %93’ünün arazisi 1-9 parçadan oluşmaktadır. 10 parçadan fazla araziye sahip olan işletmelerin oranı ise %7’dir. 2001 yılı tarım sayımı sonuçlarına göre işletmelerin sahip olduğu arazi büyüklüğü ortalama 61 da. olarak belirlenmiştir (www.die.gov.tr). Gelişmiş ülkeler incelendiğinde 2001 yılı verilerine göre ABD’de ortalama arazi genişliği 1800 da., AB ülkelerinde 174 da., olarak tespit edilmiştir. 375 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Bu verilerden de anlaşılacağı gibi Türkiye’deki işletme büyüklüğü oldukça küçük ve parçalı bir arazi yapısına sahiptir. 2001 genel tarım sayımı sonuçlarına göre Türkiye’deki tarım işletmelerinin %81,34’ü yalnız kendi arazisini işlemektedir. Kendi arazisi dışında kira, ortakçılık, yarıcılık vb. şekillerde arazi işleyen işletmeler ise toplam işletmelerin %3,56’sını oluşturmaktadır. Kendi arazisi olmayan işletmelerin %51,03’ü de yalnız kira ile arazi işletmektedirler (www.die.gov.tr). Türkiye’deki tarım ve orman alanları çizelge 4’te verilmiştir. 2003 yılı verilerine göre 17,5 milyon ha. ekilen alan, 5 milyon ha. nadas alanı olmak üzere yaklaşık 22,5 milyon ha. tarım alanı bulunmaktadır. 2.2. Tarımsal Durumu Arazilerin Sulanma 2001 yılı genel tarım sayımına göre 3 021 189 adet tarım işletmesinin 1 295 339 adedi sulama yapmakta ve 35 052 264 da. alan sulanmaktadır. (çizelge 5). Sulama yapan işletmelerin %88,5’i salma sulama sistemi ile sulama yapmakta, %8,6’sı 376 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu yağmurlama sulama yapmakta ve %2,9’u da damla sulama sistemini kullanmaktadır. Türkiye’deki toprak kaynaklarının 27,7 hektarı (%35,56) işlenebilir tarım arazisidir. Bunun 25,8 milyon hektarı (93,32) sulanabilir nitelikte olup, ekonomik olarak sulanabilecek tarım arazisi 8,5 milyon hektar (%30,69) olarak hesaplanmıştır Günümüze kadar yapılan yatırımlar ile ekonomik olarak sulanabilecek nitelikteki arazi varlığının %53,59’u sulamaya açılabilmiştir (Bilen 1997; Özçelik ve ark. 1999). Türkiye sahip olduğu sulanabilir arazilerinin yaklaşık yarısını sulu tarıma açamadığı için her yıl ekonomik kayba uğramaktadır. Artan nüfusun ihtiyacı yanında, tarıma dayalı sanayinin ihtiyaç duyduğu tarımsal ürünlerin karşılanabilmesi için Türkiye’de sulama seferberliği ilan edilmelidir. Sulama yatırımları kendini kısa bir süre içerisinde karşılamaktadır. Sulanan alanlarda gelir artışı ürüne göre değişmekle birlikte 4 ila 10 kat arasında artmaktadır. 377 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu 2.3.Bitkisel Üretim Üretilen ürünler incelendiğinde 2003 yılında 55,7 milyon tarla ürününün üretildiği görülmektedir. Toplam üretim içerisinde 19 milyon ton ile buğday ilk sırada yer alırken şekerpancarı 12,6 milyon ton ile ikinci sıradadır . 2001 yılı genel tarım sayımı sonuçlarına göre Türkiye’deki toplam 668.819.000 da. arazinin yaklaşık %23 tarla arazisi, %28 koruluk ve orman arazisi, %14’ü tarıma elverişsiz arazi’den oluşmaktadır Türkiye’deki bitkisel üretimin; yaklaşık olarak %17’si tahıllar, %3’ü baklagiller, %27’si endüstri bitkileri, yağlı tohumlar, yumru bitkiler ve diğerleri dahil olmak üzere, toplam %47’si tarla ürünleri ile, %29’u meyve, %16’sı sebze, %8’i diğer yan ürünler ve çiçekçilik olmak üzere toplam %53’ü bahçe bitkileri ürünlerinden oluşmaktadır. 1998 yılında 2002 yılına kadar üretilen tarla ürünleri miktarında azalma gözlenirken, sebze ve meyve üretiminde artış olmuştur. Tarla ürünleri içerisinde üretimi en çok azalan ürünler endüstri bitkileridir. 1998 yılında 23 497 milyon ton olan endüstri bitkileri üretimi 2002 yılında yaklaşık %24 azalarak 17 777 milyon tona gerilemiştir 378 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Tarla Arazisi 14,47% 22,78% Sebze ve Çiçek Bahçeleri (Örtüaltı dahil) Meyve ve Diğer Uzun Ömürlü 0,88% Bitkilerin Kapladığı Alan (Kavaklı ve Söğütlük dahil) Nadas 3,87% 7,64% 5,60% 2,91% 21,85% Tarıma Elverişli Olduğu Halde Kullanılmayan Arazi Daimi Çayır ve Otlak Arazisi Korluluk ve Orman Arazisi (Fundalık ve Makilik Dahil) Grafik Arazi Kullanımı (bin dekar) (2001 genel tarım sayımı) Türkiye’deki buğday ekim alanı yıllara göre değişmekle birlikte 9 milyon hektarın altına düşmemektedir. Üretim iklim koşullarına göre dalgalanmakta, verimin en yüksek olduğu yıl olan 2000 yılında (2234 kg/ha) toplam buğday üretimi 21 milyon tona kadar yükselmiştir. Pirinç üretiminde de 2003 yılı itibariyle 65000 hektar alanda üretim yapılmış, hektardan 3434 kg verim alınarak toplam 223 bin ton pirinç üretilmiştir. 1998 yılında 1 407 milyon ton olan yağlı tohumlar üretimi 2002 yılı itibariyle 2 515 milyon tona yükselmiştir. 379 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Sebze tarımı bitkisel üretim içerisinde birim alanda yüksek gelir getiren tarım kollarından birisidir. Türkiye, dünya sebze üretimindeki %3,2’lik payı ve açıkta ve örtü altında her mevsim sebze yetiştirme özelliği ile, dünya sebze üreticisi ülkeler arasında ilk sıralarda yer almaktadır. Zamanla genişleyen sebze alanları, teknoloji ve bilginin tarıma aktarılması ve kaliteli tohum kullanımının yaygınlaşması sonucunda artan verimlilik nedeniyle, son yıllarda sebze üretiminde büyük artışlar kaydedilmiştir. 1980 yılında 12 milyon ton olan sebze üretimi, 2003 yılında 23 milyon tonun üzerine çıkmıştır (www.tarim.gov.tr). Kurutulmuş meyveler ve ihraç ürünleri fındık, Antep fıstığı, kayısı, incir ve üzüm dışında aile ihtiyacını karşılamak amacıyla yapılan taze meyve üretimi, 1937 yılında başlayan bölgesel ve konu bazında uzman araştırmalar ve işletmelerin kurulması ile ülke düzeyine yaygınlaşmış, özel sektörün katılımı ile genişleyerek, ülke meyveciliğinin gelişimine ivme kazandırmıştır. 1950’li yıllarda 452 bin ton olan toplam meyve üretimi, 1970 yılında 2,5 milyon ton, 1994 yılında 11 milyon ton ve 2003 yılında zeytin dahil olmak üzere 14 milyon ton olarak gerçekleşmiştir. 380 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Türkiye 2003 yılı DİE verilerine göre yaklaşık olarak 2,5 milyar $ tarımsal ürün ithalatı yapmaktadır. Bu ürünlerin değer olarak yarıya yakın bir bölümü yağlı tohumlar ve ham yağ ithalatı ile pamuktan oluşmaktadır. Türkiye sadece bu ürünlere ödediği döviz ile sulama yatırımlarını kısa bir süre içerisinde kademeli olarak tamamlayabilir. Bu nedenle sulama yatırımlarının yıllarca yeterince önemsenmemesi anlaşılır gibi değildir. Çünkü gelişmiş ülkelerin tamamı sulanabilir alanlarının tamamına yakın bir bölümüne sulama hizmeti götürmüş ve su kaynaklarının sürdürülebilir kullanımını planlamıştır. Başka bir ifadeyle Türkiye’nin kalkınması sulama yatırımlarına vereceği öneme bağlıdır. Türkiye’de tahıllardan sonra en çok baklagil tarımı yapılmaktadır. Bunun en büyük nedeni toprakların bakliyat tarımı için uygun olmasıdır. Türkiye’de yıllara göre değişmekle birlikte yaklaşık olarak 1,2-1,3 milyon hektar kuru fasulye, nohut ve mercimek tarımına ayrılmaktadır. Toplam tarım arazilerinin %7’sinde b ürünlerin tarımı yapılmaktadır. Bakliyat üretimi yaygın olarak Güneydoğu Anadolu, Orta Anadolu ve Geçit bölgelerinde yapılmaktadır. 1980’li yıllardan önce bakliyat üretiminde kendine yeterli bir ülke olan Türkiye, günümüzde ithalatçı ülkeler 381 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu arasına girmiş, bu da tüketilen bakliyat miktarında azalmaya neden olmuştur (Gaytancıoğlu ve ark., 2003). 2003 yılında nohut 630 000 hektar, kuru fasulye 162 000 hektar, yeşil mercimek 62 000 hektar, kırmızı mercimek 380 000 hektar alanda yetiştirilmiştir. Birim alandan elde edilen verimler incelendiğinde 2003 yılı rakamlarına göre nohutta 952 kg/ha, kuru fasulyede 1543 kg/ha., yeşil mercimekte 887 kg/ha., ve kırmızı mercimekte 1276 kg/ha.’dır. Türkiye’deki ayçiçeği üretimi ortalama 800 000 ton civarındadır. Soya fasulyesi üretimi 1985 yılında 125 000 ton iken 2003 yılında 85 000 tona gerilemiştir. Şekerpancarı üretimi ise 1980 yılında 9 380 060 ton iken 2003 yılında 12.622.934 tona yükselmiştir. Tütün üretimi 2002 yılı verilerine göre toplam 191 bin hektar alanda, Ege, Karadeniz, Marmara, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerimizde yapılmaktadır. Türkiye’de ağırlıklı olarak şark tipi tütün üretilmekte, yabancı tütün üretimini artırmak amacıyla çalışmalar devam etmektedir. Tütün üretiminin fiyatlara karşı duyarlılığı ve uygulanan fiyat politikaları nedeniyle üretim alanları zamanla genişleyerek bu bölgelerde değerlendirilemeyen tütün stoklarının oluşmasına yol açmıştır. Bu nedenle, tütün üretim miktarı iç ve dış 382 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu talepler doğrultusunda kotalar sınırlandırılmıştır (www.tarim.gov.tr). çerçevesinde Türkiye’de tüketilen bitkisel yağların yaklaşık %48’ni ayçiçeği yağı teşkil etmektedir (www.tarim.gov.tr). Trakya Bölgesinde yoğun olarak üretilen ayçiçeğinde, 1990 yılında 716 bin hektar olan ekim alanı, 2003 yılında 545 bin hektara ve 1990 yılında 860 bin ton olan üretim, 2003 yılında 800 ton seviyelerine düşmüştür. 2.4. Hayvansal Üretim Türkiye hayvancılık yönünden potansiyeli olan bir ülkedir. 2001 yılı genel tarım sayımı sonuçlarına göre 3 076 650 tarım işletmesinin 2 074 439 adedi hem bitkisel üretim hem de hayvansal üretim yaparken, 72 629 adet işletme sadece hayvancılık yapmaktadır. 2002 yılı rakamlarına göre Türkiye’deki hayvan sayıları 9,8 milyon sığır, 25,2 milyon koyun olarak belirlenmiştir. İnek sütü üretimi 2002 yılına göre 7,5 milyon ton, sığır eti üretimi ise 142, 1 milyon ton olarak gerçekleşmiştir (Çizelge12, Çizelge 13). Sığır varlığının genetik seviyesini iyileştirmek ve miktarını artırmak için, 1987–1996 yılları arasında damızlık yetiştiricilik amacıyla yaklaşık 292 bin adet 383 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu kültür ırkı gebe düve ithal edilmiştir. Son 10 yıl içerisinde kültür hayvanı ile kültür melezi sayısında belirgin bir artış, yerli hayvan sayısında ise düşüş gözlenmektedir. İthal edilen damızlık düvelerin büyük çoğunluğu Holstein Friesian’dır. Türkiye’ye giren kültür ırkı hayvanı nedeniyle son yıllarda ortalama yıllık süt üretimi ve karkas veriminde artışlar kaydedilmiştir. Ortalama sığır başına düşen yıllık süt verimi 1800–2000 litre, karkas verimi ise 170–190 kg. olmasına rağmen, bu verim düzeyleri yetersizdir (www.tarim.gov.tr). 2.5. Tarım Katkısı Sektörünün Milli Gelire Türkiye ekonomisi içerisinde tarımın yerine bakıldığında 1920’li yılların başında gayrisafi milli hâsıla’nın (GSMH) yaklaşık %45’i tarımdan elde edilirken, 1960’lı yılların sonlarında bu oran hala %40’lar düzeyinde seyretmiştir. 1980 yılında tarımın GSMH içerisindeki payı %25’lere kadar gerilemiş, 1997 yılında %12,7’e düşmüştür (http://tarimsurasi.tarim.gov.tr). 2004 yılı cari fiyatlarıyla toplam 428,9 katrilyon TL. olan GSMH içerisinde tarımın katkısı önceki yıllara oranla daha düşerek 48,3 katrilyon TL. ile %11,3’e gerilemiştir (Çizelge 14). Bu oranın yaklaşık %93’ünü 384 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu çiftçilik ve hayvancılık teşkil ederken, %3,5’ini ormancılık, geriye kalan %3,5’ini de balıkçılık oluşturmaktadır. Gelişmiş ülkelerde tarımın GSMH içerisindeki payı incelendiğinde ABD ve AB’de sırasıyla %1,7 ve %1,9 olduğu görülmektedir (www.tarim.gov.tr). Ancak ABD’de yapılan hayvancılık genellikle büyük ölçekli olup ölçek ekonomisinin avantajları dikkate alınarak yapılmaktadır. AB ülkelerinde de yine işletmelerin hayvan varlığı dikkate alındığında Türkiye ile kıyaslanması mümkün değildir. Türkiye de yapılan büyükbaş hayvan yetiştiriciliğinin büyük bir bölümü küçük aile işletmeleri şeklinde olup birkaç hayvanı geçmemektedir. Ayrıca bu işletmelerden elde edilen süt yine soğuk zincir olmadan süt işleme tesislerine pazarlanmaktadır. Ancak son yıllarda hayvancılık ve soğuk zincir konusunda gelişmeler yaşanmaya başlamıştır. Ancak bu gelişmeler daha çok Trakya bölgesinde yaşandığından ülke genelinde oldukça yetersizdir. 385 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu 2.6. Tarım Sektörünün Dış Ticaretteki Payı Toplam ihracat ve toplam ithalat yıllara göre artış göstermektedir. 2000 yılında 27,7 milyar $ olan toplam ihracat 2004 yılı itibariyle 63 milyar $ olmuştur. Tarım ve ormancılık ürünleri ihracatı da 2000 yılında 1,6 milyar $ iken, 2004 yılında 2,5 milyar $ olmuştur. İthalat rakamları incelendiğinde 2000 yılında 54 milyar $, 2004 yılında da 97,3 milyar $ olduğu görülmektedir. Tarım ürünleri ithalatı da artarak 2004 yılında 2,7 milyar $’a ulaşmıştır. Türkiye tarım ürünleri ithalatını uygulayacağı kararlı politikalarla daha aşağı çekebilir. Özellikle yağlı tohum ve ham yağ, pamuk, bakliyat ve pirinç için ödenen döviz GAP bölgesinde sulama yatırımlarının hızlanmasıyla birlikte çözülebilir. Bu ürünler dışında tropikal ürünler için alım yapılması doğaldır. Ayrıca turizm sektörünün bu ürünlere ihtiyaç duyduğu göz ardı edilmemelidir. Ancak yıllar itibariyle tarımın toplam ihracat ve toplam ithalat içerisindeki oranı giderek azalmıştır. 2000 yılı toplam ihracatı içerisinde %5,97’lik bir orana sahip olan tarım 2004 yılında %4,03’e gerilemiştir. Aynı 386 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu şekilde 2000 yılındaki toplam ithalatın %3,9’unu oluşturan tarım ve ormancılık, 2004 yılında %2,8’e gerilemiştir. Tarım ürünleri ihracat ve ithalatının toplam içerisindeki payı yıllara göre oransal olarak azalıyor olarak görünmesine rağmen rakamsal olarak artmaktadır. Ancak toplam ihracat ve ithalat arttığı için oransal bir azalma gibi görülmektedir. 33.. S SO ON NU UÇ ÇV VE EÖ ÖN NE ER RİİLLE ER R Türkiye nüfusu 2000 yılı nüfus sayımına göre 67,8 milyon kişiye ulaşmıştır. Tarım sektörü her yıl artan nüfusun beslenme ihtiyacını karşılarken 2003 yılı verilerine göre 2,1 milyar doları da tarımsal ürün ihraç etmektedir. İhraç ürünleri, geleneksel olarak ihraç ettiğimiz; kuru üzüm, incir, fındık, narenciye, sebze vb. ürünler yanında işlenmiş ürünlerdir. Türkiye sahip olduğu iklim, toprak ve su varlığı ile önemli bir tarım potansiyeline sahiptir. Ancak tarımın önemi hala kavranamamış ve bu sektöre gereken önem verilmemektedir. Özellikle sulama yatırımları konusunda yıllardır gösterilen çabalara rağmen halen Türkiye sulanabilir arazilerinin %45’ini kuru tarımda 387 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu kullanmaktadır. Ayrıca kadastro çalışmalarının tamamlanamaması nedeniyle halen mülkiyet sorunlarının bulunmaktadır. Bunun yanında arazilerin küçük ve parçalı olması en önemli yapısal sorunlar arasındadır. Ayrıca gelişmiş ülkelerin hepsinde tarım kooperatifleri etkin olmasına rağmen Türkiye’de merkezi yönetimin etkileyebileceği birliklere önem verilmesi anlaşılamamaktadır. Merkezi yönetim ve yaklaşımların başarılı olamadığı 1990’lı yıllarda Sovyetler Birliğinin yıkılmasıyla görülmesine rağmen demokratik kooperatifler yerine birliklerin savunulması Türk tarımının geleceği açısından bazı sorunlara neden olacağı ortadadır. AB ve ABD gibi gelişmiş ülkelerde tarım sektörü büyük oranda desteklenmektedir. Gelişmiş ülkelerde yıllardır desteklenen tarım sektörü modern yöntemlerle üretim yapabilmektedir. Bu nedenle Dünya Ticaret Örgütü küreselleşme mantığı içerisinde tarım sektöründe de korumacılığın kalkması için çaba göstermektedir. Bu durum yıllardır yeterince desteklenmeyen Türk tarımını olumsuz bir şekilde etkileyeceği ortadadır. Uluslar arası piyasalarda rekabet edebilmenin ön koşulu maliyetleri minimize edecek modern yöntemlerin tarımda kullanılması ve ölçek ekonomisinin avantajlarından yararlanma ile 388 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu mümkündür. Ancak Türkiye’de arazilerin küçük ve parçalı olduğu dikkate alındığında yaşanabilecek zorluklar ortadadır. Türkiye’nin bazı bölgelerinde halen karasabanla tarım yapıldığı göz ardı edilmemelidir. Bunun yanında 2005 yılında kadastro çalışması yapılmamış birçok arazi bulunmaktadır. Türkiye’de tarım sektörünün desteklenmemesinin en önemli nedeni olarak yıllardır kaynak yetersizliği ve ülkenin içinde bulunduğu ekonomik sorunlar gösterilmiştir. Son yıllarda bankacılık sektörü vb. yaşanan bazı gelişmeler nedeniyle ülke kaynaklarının verimli ve adil kullanılamadığı tüm toplum kesimleri tarafından görülmüştür. Unutulmamalıdır ki tarım sektöründe yaşanacak sorunlar sadece üreticileri değil 70 milyonluk bir nüfusu ilgilendirecektir. Türk tarımı ve sorunları basın ve yayın organlarında yeteri kadar tartışılmamakta veya konuyla ilgisi olmayan kişi ve uzmanlar bu konuda kamuoyunu yanlış yönlendirebilmektedir. Bu nedenle tarımın sorunları ve çözümü konusunda izlenecek yöntemler kamuoyunda tartışmaya açılmalı ve gereken önlemler zaman geçirilmeden alınmalıdır. Bu konuda yapılacak çalışmalar üreticiler kadar toplumun diğer kesimlerini de 389 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu ilgilendirmektedir. Gıda güvenliği ve güvenli gıda konusu ülkemiz açısından oldukça önemlidir. Sürdürülebilir bir tarım için modern üretim yöntemleri uygulanmalıdır. Üretimde organik tarım ve kontrollü üretim yöntemlerinden yararlanılmalı ve aşırı girdi kullanımından kaçınılmalıdır. Elde edilen tarımsal ürünler gelişmiş ülkelerdeki gibi demokratik üretici kooperatifleri aracılığı ile işlenip pazarlanmalıdır. Ayrıca tarımsal ürünlerin uluslar arası piyasalarda rekabet edebilmesi için gelişmiş ülkelerdekine benzer yöntemlerle desteklenmelidir. Üreticilerin eğitimine önem verilmeli ve modern alet ve donanım ile kimyasal ilaç ve gübre kullanımı konusunda uzmanlarla sürekli işbirliği yapmaları sağlanmalıdır. En önemlisi Türkiye’de sulama seferberliği başlatılmalı ve bu konuda DSİ’ye daha fazla kaynak sağlanmalı ve sulama yatırımları hızlanmalıdır. Unutulmamalıdır ki Türkiye 2003 yılı DİE verilerine göre 2,5 milyar $ tarımsal ürün ithal etmektedir. Bu maliyet Türk tarımına aktarıldığı takdirde birçok yapısal sorun çözülmüş olacak ve yine kendi kendine yeterli bir ülke durumuna gelebiliriz. 390 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu K KA AY YN NA AK KÇ ÇA A Özçelik,A.,Tanrıvermiş,H.,Gündoğmuş,E.,Turan,A.,“ Türkiye’de Sulama İşletmeciliğinin Geliştirilmesi Yönünden Şebekelerin Birlik ve Kooperatiflere Devri ile Su Fiyatlandırma Yöntemlerinin İyileştirilmesi Olanakları, S.14, TEAE, Ankara, 1999 www.die.gov.tr www.tarim.gov.tr Gaytancıoğlu, O., İnan, İ. H., Hurma, H., Demirkol, C., 2003, “Türkiye’de Bakliyat Üretimindeki Sorunların Çözümü ve Dışa Bağımlılığı Azaltacak Politikaların Geliştirilmesi, İstanbul Ticaret Odası, Yayın No: 200330, İstanbul. İnan,İ.H.,Tarım Ekonomisi ve İşletmeciliği, Tekirdağ Ziraat Fakültesi Tarım Ekonomisi Bölümü, ISBN:97593281-0-0, İstanbul, 2001 Adnan AYDIN Doğum Tarihi : 05.09.1981 Doğum Yeri : Çorlu/Tekirdağ Trakya Ünv.ÇMYO.Muhasebe Bölümü 2000 Anadolu Ünv. İşletme Fakültesi 2002 Trakya Ünv.Ziraat Fakültesi Tarım Ekonomisi Bölümü Yüksek Lisans 2005 391 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu TTÜ ÜR RK KİİY YE E’’D DE EK Kİİ E EĞ ĞİİTTİİM ME EŞ ŞİİTTS SİİZZLLİİĞ Ğİİ:: G ELLİİŞ ŞM MİİŞ ŞV VE EA AZZ G GE ELLİİŞ ŞM MİİŞ Ş İİK Kİİ Ö ÖR RN NE EK K GE İİLLÇ ÇE EÜ ÜZZE ER RİİN ND DE EV VA AK KA AÇ ÇA ALLIIŞ ŞM MA AS SII H AZZIIR RLLA AY YA AN N HA H Haam mddiiyyee Y Yüükksseell U UĞ ĞU UR RLLU U 392 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Ö ÖZZE ETT Eğitim globalleşen dünyada ulusların gelişmesi ve muhasır medeniyet seviyesinde yer alabilmelerini sağlayan en önemli faktörlerden biridir. Bir ülkenin gelişmesi, ilerlemesi de eğitim de attığı adımlarla doğru orantıldır. Özellikle Türkiye gibi büyük nüfuslu ve geniş coğrafyaya yayılmış ülkelerde tüm yurtta bir eğitim standardı yakalanması çok zordur. Ancak tüm ülkelenin kalkınması ve ilerlemesi düşünüldüğünde bölgesel farklılıkların minimize edilmesi ve özellikle geri kalmış bölgelerdeki eğitimin kalitesinin artırılması bir zorunluluktur. Bu çalışmada Türkiye’nin geri kalmış bölgelerinden Güneydoğu Anadolu bölgesi ve Marmara bölgesinden birer ilçe ve okul seçilmiş ve her iki bölge arasındaki eğitim seviyesi farklılıkları rakamlar ve sonuçlar ortaya konmuştur. Son bölümde ise bu farklılıkların azaltılması ve geri kalmış bölgelerdeki eğitimin daha iyi seviyelere gelmesi için yapılması gerekenler, her iki bölgede de öğretmenlik yapmış olan araştırmacı tarafından yorumlanmış ve çözüm önerileri açıkça ortaya konmuştur. 393 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu 11..G GİİR RİİŞ Ş Ülkelerin kalkınmasının ve gelişmiş ülkeler arasında yerini almasını nitelikli insan gücüyle mümkün olabileceği tüm kesimlerin onayladığı bir olgudur. Bir toplumdaki tam donanımlo insanların çokluğu o ilkenin ilerlemesinde ivme kazandıran etkenlerin en önemlilerinden biridir. Tam donanımlı insan,iyi bir eğitim almış çağın gereklerine uygun donatılmış ve bunu toplumuna yansıtarak, eylem haline dönüştürülebilen insandır. Bu tarz insanların artması ülkedeki eğitim düzeyinin genel olarak artmasına da bağlıdır. Fırsat eşitliği ve potansiyel değeleri çıkarabilmek de bu artış için çok önemli faktörlerdir. Çağdaşlıktan ve geri kalmışlıktan kurtulma çabaları ancak çağdaş eğitim olanaklarının tüm yurttaşlarımıza eşit olarak sunulmasıyla başarılabilir. Bu araştırmada ülkenin iki ucundan iki ilçe ve bu ilçelerdeki eğitim verileri incelenmiş,farklılıklar ortaya konmuş, farklılıkların sebep ve sonuçları incelenmiş ve oluşan olumsuz çözüm önerileri sunulmuştur. Öncelikle ilçeler hakkında genel bilgiler (demografik , 394 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu fiziki vs.) verilmiştir. Kullanılan bilgiler ilçelerin en üst mülki amirleri olan kaymakamlarla bizzat yapılan görüşmeler sonunda alınan veriler kullanılmıştır. Aynı kaynaklar vasıtasıyla alınan eğitimle ilgili verilerdeki ilginç sonuçlar ortaya çıkarılmış ve bu sonuçların sebepleri belirtilmiştir. 22..TTÜ ÜR RK KİİY YE E’’D DE EE EĞ ĞİİTTİİM M E EŞ ŞİİTTS SİİZZLLİİĞ Ğİİ 2.1.Örnek İlçelerin Seçimi Araştırmada düşünen tüm kesimlerin farkında olduğu, en büyük eğitim seviyesi farklılıklarının olduğu Türkiye’nin gelişmiş ve az gelişmiş bölgelerinden örnek ilçeler seçilmiştir. Bu bölgeler ülkenin sanayileşmiş ve GSHM’ye en büyük katkıyı yapan bölgesi Marmara bölgesi ve her geçen süre ilerleyen ancak hala Türkiye’nin en az gelişmiş bölgelerinden olan Güneydoğu Anadolu bölgesi olarak belirlenmiştir. Bu bölgelerin seçiminde sonuçların daha etkileyici ve belirgin olması açısından iki uçtan birer örnek alınmıştır. Belirtilen bölgelerden seçilen ilçeler de İstanbul’un Büyükçekmece ilçesi ve Şanlıurfa’nın Viranşehir ilçeleridir. Bu ilçelerin seçiminde de belirtilen ilçelerdeki 395 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu datalara araştırmacının kolaylıklar dikkate alınmıştır ulaşması konusundaki 2.2.Örnek İlçeler Hakkında Genel Bilgiler YÜZÖLÇÜMÜ NÜFUS MERKEZ B.ÇEKMECE VİRANŞEHİR 196 km2 1843 km2 41513 121000 NÜFUSU BELDE VE 361586 68338 KÖYLER TOPLAM 403099 189338 Büyükçekmece’de nüfusun , her yerleşim birimine dağıldığı görülmektedir. Viranşehir’de ise nüfus, merkezde yoğun, kırsalda seyrektir. Viranşehir’deki bu dağılım okullaşmayı zorlaşturmakta ve eğitim kalitesini düşürmektedir. 04-19 YAŞ ARASI NÜFUS KIZ 50429 31816 ERKEK 52687 34114 TOPLAM 103116 65930 396 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Öğrenim çağındaki nüfus genel nüfusa oranı Büyükçekme’de ¼ iken Viranşehir’de 1/3 tür. İlçe ortalamasındaki dersliğe düşen öğrenci sayısı bazı kırsalda 15-20 iken merkezde 70-80’lere çıkmaktadır. 2.3 Örnek İlçelerdeki Eğitim Teşkilatının Yapısı UNVAN B.ÇEKMECE VİRANŞEHİR MÜDÜR 1 1 ŞUBE MÜDÜRÜ 6 2 ŞEF 2 0 MEMUR 15 2 HİZMETLİ 4 9 TOPLAM 28 14 397 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Milli Eğitim Müdürlüğü Personel Yapısı Büyükçekmece İlçesi’nde okuma-yazma oranı %94 olup okulu olmayan yerleşim bulunmamaktadır. İlçe dahilinde 3 adet özel üniversite bulunmaktadır. RESMİ: 58 İlköğretim Okulu , 1 Anadolu Lisesi , 8 Genel Lise (Yabancı Dil Ağrılıklı Lise), 2 Çok Programlı Lise, 3 Meslek Lisesi ,1 Anadolu Meslek Lisesi , 2 Müstakil Anaokulu, ÖZEL: 11 Özel İlköğretim Okulu , 13 Özel Lise , 16 Özel Anaokulu, 1 Özel Akşam Lisesi , 7 Dershane , 7 Muhtelif Kurs , 19 M.T.S.K. ve 3 Özel Öğrenci Yurdu ile eğitim faaliyetleri sürdürülmektedir. Büyükçekme’de bütün ilköğretim okullarında bilgisayar laboratuarı bulunmaktadır. Viranşehir İlçesi’nde 6 merkez ilköğretim okulunda toplam 147 bilgisayar bulunmaktadır. Büyükçekmece’de 3 yüksek öğrenim yurdu , Viranşehir’de 58 öğrenci kapasiteli 1 özel erkek öğrenci yurdu vardır. Viranşehir ilçesinde okuma yazma oranı &40 olup 1 Meslek Yüksek Okulu ,1 Anaokulu , 160 398 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu İlköğretim Okulu , 2 Genel Lisesi, 2 Meslek Lisesi , M.T.S.K., 1 Y.İ.B.O. bulunmaktadır. Viranşehir ilçesinde 14 ilköğretim okuluna 129 köyden 2828 öğrenci taşınmaktadır. Büyükçekmece ilçesinde 1 ilköğretim okuluna 40 öğrenci taşınmaktadır. Başta yönetim kadrosundaki rakamlar işlerin gidişi hakkında açıkça fikir vermektedir. Personelin ihtiyaca cevap vermesi çalışmalara sürat kazandırmaktadır. Büyükçekmece’de çok sayıda çalışan varken, Viranşehir’deki tablo bir kişinin üç-beş işe koşturduğunu gösteriyor. Kapasite fazlası çalışmada bir insanın başarılı olamayacağı kesindir. 2.4 Özel Okul , Dershane ve Kurslarla İlgili Bilgiler KURUM TÜRÜ KURUM SAYISI B.ÇEKMECE ANAOKULU 16 İLKÖĞRETİM ÖZEL OKUL ORTAÖĞRETİM VİRANŞEHİR 0 0 13 0 ÖZEL DERSHANE 7 3 ÖZEL KURS 19 0 TOPLAM 66 3 399 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Özel eğitim kurumlarının sayısı arasındaki dramatik fark da dikkat çekicidir. Eğitim ortamının en önemli kurumlarından olan özel eğitim kurumları Viranşehir’de yok denekcek kadar azdır. Bu ilçenin ekonomik yapısının güçsüzlüğünden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla devletin sağladı imkanlar arasındaki farklılıkların yanı sıra bölgeler arasındaki sosyo-ekonomik farkların doğal sonucu olan özel eğitim kurumları sayısındaki fark da eğitim seviyeleri arasındaki farkı açmaktadır. 2.5 Öğretmen Durumu İle İlgili Bilgiler BRANŞLAR GÖREV YAPAN ÖĞRETMEN SAYISI B.ÇEKMECE VİRANŞEHİR OKUL ÖNCESİ 86 20 SINIF ÖĞRETMENİ 1157 459 BRANŞ ÖĞRETMENİ 1419 140 TOPLAM 2662 619 Okul öncesi ve branş öğretmeni sayısındaki yetersizlik Viranşehir’de (Doğu ve Güneydoğu 400 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Anadolu’da) eğitimin en büyük kaybıdır. Yıllardan beri bu durum görmezden gelinmiştir. Bu sorunun en kısa sürede çözümlenmesi ülkemizdeki eğitim farkları ortadan kaybolmasında büyük bir etken olacaktır. Burada sadece miktar değil kailte ve tecrübe de öne çıkmaktadır. Doğu bölgelere genelde tecrübesiz ve genç öğretmenler yollanmakta öpretmen sayısının eşit olması durumnda bile bir eşitsizlik yaşanmaktadır. Az gelişmiş bölgelerde öğretmenler konusundaki problem sadece kantitatif değil kalitatif olarak da karşımıza çıkmaktadır. 2.6 Öğrencilerin Durumu İle İlgili Bilgiler Okul Derslik ve Öğrenci Sayıları OKUL TÜRÜ ANAOKULU OKUL SAYISI DERSLİK SAYISI ÖĞRENCİ SAYISI B.ÇKMC V.ŞEHİR B.ÇKMC V.ŞEHİR B.ÇKMC V.ŞEHİR 2 1 8 7 200 92 127 11 2096 319 ANA SINIFI İLKÖĞRETİM 58 160 1469 371 81383 27297 ORTAÖĞRETİM 30 6 385 106 15871 2225 TOPLAM 90 167 2180 495 99550 29933 401 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Okullaşma Oranları B.ÇEKMECE VİRANŞEHİR OKUL ÖNCESİ %48 %2 İLKÖĞRETİM %99 %30 ORTAÖĞRETİM %85 %20 okula gidenler 48 52 okula gitmeyenler 2 okula gidenler okula gitmeyenler 98 402 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Ekonomik durum bütün ailelerin yaşamlarını olumsuz etkilemektedir. Güneydoğudaki kız çocuklarının yapılan çeşitli kampayanlara rağmen çok az bir kısmı okula kazandırılmaktadır. Kazanılan bu öğrenciler 8 yıllık ilköğretim süresinde %91 gibi ciddi bir kayba uğramaktadır. Bunların nedenleri Güneydoğudaki evlenme yaşının çok düşük olması ve ailelerin yaşadığı ekonomik olarak yaşadığı zorluklardır. Ayrıca hızla artan nüfus ve ailelerdeki çocuk sayısı ,ailelerin çocuklarına karşı ilgisizliğini ön plana çıkarmaktadır. Erkek öğrencilerin %59 kaybının açıklanması, okuyan çocukların eğitime inanmamasındandır. OKS ve ÖSS’de genel başarının çok düşük olması bu güven kaybının nedenlerinden biridir. Güneydoğuda branş öğretmeni eksikliği, ikinci kademede eğitim ve öğretimi etkilemektedir. Bu eksiklik lise öğreniminde , OKS ve ÖSS sonuclarında kendini göstermektedir. Eğitimin başladığı birinci sınıflarda ortalama okumaya başlama dönemi Büyükçekmecede Kasım-Aralık iken Viranşehirde Mart-Nisan’dır. Çok çocuklu ailelerdeki ilgisizlik, kalabalık sınıflar ikili (hatta bazı okullarda üçlü öğretim) öğretmen 403 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu eksikliği , boş geçen dersler , yukarıdaki ve aşağıdaki tabloyu şekillendirmektedir. Sınav Kazanan Öğrenci Sayısı 1200 1128 1000 800 600 420 400 200 0 47 5 349 312 149 120 24 0 Fen lisesi Anadolu meslek lisesi Büyükçekmece TOPLAM Viranşehir Sınavları Kazanan Öğrenci Sayısı Fen Anadolu Anadolu DPY ve Toplam Lisesi Lisesi Meslek Burslu Lisesi B.çekmece 47 420 Viranşehir 5 120 349 312 1128 24 149 404 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Türk eğitim sisteminin gerçeklerinden olan sınavların sonuçlarına baktımığızda da, iki bölge arasındaki büyük farkı görebiliyoruz. Ve bu sonuç aradaki farkın daha da açılmasını sağlıyor. Gelişmiş bölgedeki öğrenciler bir sonraki sınav olan ÖSS sınavı öncesinde de daha iyi okullarda okuyarak avantajlı duruma geçiyorlar. Az gelişmiş bölgelerdeki başarı potansiyeli olan öğrenciler ise eğitim eksikliği ve imkan yetersizliklerinden tespit edilemeden kaybolmaya mahkum oluyorlar. 33..TTA AR RTTIIŞ ŞM MA A Yapılan araştırma,inceleme ve çalışmalarda az gelişmiş bölge olan Viranşehir ilçesinde eğitim-öğrenimi olumsuz yönde etkileyen faktörleri şu şekilde sıralamak mümkündür. 1. İlçede bina ve derslik yetersizliğine bağlı olarak ilköğretim okulları ve genel liselerde okul ve sınıf mevcutlarının çok kalabalık olması (semtlere göre değişmekle birlikte) sınıf mevcutlarının 50-70 arasında değişmektedir. Bazı okullarda sınıf mevcutları 70’in üzerindedir. 405 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu 2. Eğitim yatırımları için yeterli ödeneğin ayrılmaması yeni okul ver dersliklerin yapılmasını olumsuz yönde etkilemektedir. 3. İlçe merkezinde okul yapımı için uygun ve yeterli sayıda kamuya ait arsa bulunmaması nedeniyle yeni okul ve ek derslik yapımında zorluklarla karşılaşılmaktadır. Şehir imar planında okul yeri olarak yer alan, şahıslara ait arsaların kamulaştırılması (ilçe merkezindeki arsa fiyatlarının yüksek olması sebebiyle) çok pahalıya mal olmakta, yatırım ödeneğinin önemli bir bölümünün kamulaştırmaya ayrılmasına yol açmaktadır. 4. Görevli öğretmenlerin önemli bir bölümü hizmet süresini doldurmadan veya doldurur doldurma başka illere atanmakta, buna bağlı olarak sürekli yeni mezun ilk atama aday öğretmen(stajyer) atanmaktadır. Bu durum eğitim öğretimi olumsuz yönde etkilemektedir. 5. Bazı branşlardaki öğretmen sürekli devam etmesi sorun oluşturmaktadır. açığının 6. Geçici çözüm olarak düşünülen Taşımalı Eğitim Uygulamasının kalıcı hale gelmiş olması bir olumsuzluk olarak devam etmektedir. 406 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu 7. İlçenin sosyol kültürel ve ekonomik yapısına bağlı olarak kız çocuklarının okula gönderilmesindeki isteksizlik ve okula kaydedilen çocukların devamsızlık yapmaları. Tarım işçisi olarak başka il ve yörelere giden ailelerin çocuklarına okula geç başlamaları eğitim ve öğretimi olumsuz etkilemektedir. 44..S SO ON NU UÇ ÇV VE EY YO OR RU UM MLLA AR R Eğitim öğretim faaliyetleri esnasında , Türkiyemizi Türk kültürünüü teşkil eden Atatürk ilkeleri ile dil , din , tarih ,sanat , örf ve adetlerimizi , dünya görüşünü, Milli Birlik ve Beraberlik duygusunu öğretmek hedeflenmektedir. İlerleme yolundaki entellektüel sermaye ihtiyacı konusunda eğitim sürecindeki ana hedefler şunlardır : Milli Eğitimin genel amaçları ve temel ilkelerine bağlı bireyler yetiştirmek Öğrenci merkezli ; öğretmen, öğrenci ve veli işbirliğini sağlam temellere oturtan, dinleyen, düşünen , 407 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu tartışan, sorunlar karşısında çözüm yolları üreten bireyler yetiştirmek Öğrenmeyi zorunluluk değil , bir ihtiyaç kabul eden ; öğrenilen bilg ve becerileri davranışa dönüştürebilen bireyler yetiştirmek. Hızla değişen dünyanın ihtiyaçlarına cevap verebilecek, geçmişin sağlam temelleri üzerinde, geleceğe güvenle bakan; kendinden emin, başaramama korkusu yerine başarma hırsıyla dolu, dürüst, çalışkan, çağdaş, akılcı, iletişim kurmakta güçlük çekmeyen, çoşkulu ve istekli bireyler yetiştirmek. Millet olarak bilgi çağında bilgiye ulaşabilen, bilgiyi kullanabilen, akılcı ve objektif bireyler yetiştirmek. Bu hedeflere doğru giderken bölgesel farkların eğitimde yaratacağı uçurumlar mutlak surette engellenmelidir. Kalkınma , bölgesel gelişmelere değil, tüm ulusun toptan gelişmesiyle sağlanabilir. Araştırmamızın konusu olan bölgeler arasındaki eğitim eşitsizliğine temel olan sorunların Türkiye’nin siyasal hayatındaki çözümleri için önerileri ise şunlardır. 408 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu 1. Bölgenin eğitim-öğretim sorunlarının nitelik ve nicelik olarak net bir şekilde tespit edilmesi ve çözüm yollarının belirlenmesi için bakanlık ve il yetkililerince bir master planı hazırlanmalı , çalışmalar bu plan doğrultusunda sürdürülmektir. 2. Bölgede eğitim-öğretim alanındaki gelişmenin ve kalitenin artırılması için özel eğitim kurumlarının daha fazla açılmasının gerekli olduğu ve özel öğretimin teşvik edilesmi gerektiği düşünülmektedir.yasalarda ve diğer mevzuatta gerekli düzenlemeler yapılarak özel eğitim kurumu (özellikle okullar) açılması kolaylaştırılmalıdır. Bu bağlamda ; özel eğitim kurumlarından belirli bir süre vergi alınmaması veya çok az alınması, özel okul açmak isteyenlere teşvik uygulanması, açılanla veya açılacaklara uzun vadeli ve düşük faizli işletme kredisi gibi düzenlemelerle gerçekleştirilmesi sağlanmalıdır. Bunun bölgemizde devlet okullarında öğrenci sayısının azaltılmasına, kalitenin artırılmasına önemli katkılarda bulanacağı değerlendirilmektedir. 409 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu 3. Bölgenin sosyal , kültürel , ekonomik ve iklim şartları bölgemieze atanan öğretmenler için caziba alanları oluşturacak durumda değildir. Bölgeye atanan öğretmenlerin bölgede uzun süre kalmalarını sağlayacak gerekli yasal düzenlemelerin yapılmasında zorunluluk vardır. Bölgede görev yapan öğretmenlere emsalleriyle mukayese edildiğinde dikkat çekici bir maaş artışı sağlanması , öğretmenlerin bölgede daha uzun süreli kalmalarını sağlayıcı bir önlem olarak değerlendirilmektedir. Ayrıca başta küçük yerleşim birimleri olmak üzere bütün yerleşim birimlerinde öğretmen lojmanlarının sayılarının artırılması bir başka önlem olarak düşünülebilir. Bu ve benzeri önlemler bölgedeki personel hareketliliğini önemli ölçüde azaltacaktır. 4. Bölgede okula hiç gönderilmeyen veya devamsız çocuklar arasında kız çocuklarının oranının fazla olduğu bilinmektedir. Bölgenin sosyal ve kültürel yapısı göz önüne alınarak makul bir süre sonra karma okullar haline getirilmek şartıyla sadece kız öğrencilerinin devam edeceği kız YİBO’su açılmalıdır. 410 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu 5. İlçe merkezlerinde bulunan ilköğretim okulları ile genel liselerin sınıf mevcutları çok kalabalıktır. Yine okul ve derslik yapımı için yeterli arsa temin edilmemektedir. İlçe merkezlerinde arsa maliyetlerinin çok yüksek olması ilçelere ayrılan eğitim merkezlerinde arsa maliyetlerinin çok yüksek olması ilçelere ayrılan eğitim ödeneğinin önemli bir bölümünün arsa kamulaştırmasına ayrılmaktadır. İlçe merkezlerinde nüfus artışı ve göç nedeniyle acilen yeni okul ve ek derslik yapılması gerekmektedir. 6. Bölgede Sağlık Bakanlığı olarak çok ciddi bir nüfus planlamasına gidilmelidir. 7. İlçelerin nüfusunun önemli bir bölümünün kırsal kesimde çok küçük yerleşim birimlerinde bulunuyor olması nedeniyle sürdürülen ve yıllar önce ülkemiz genelinde geçici bir çözüm olarak başlanılan “Taşımalı İlköğretim Uygulaması”ndan vazgeçilmesini sağlamak üzere halen taşıma merkezi olarak belirlenmiş okullarımızın yanlarına kız ve erkek öğrenci pansiyonları yapılmalıdır. 411 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu 8. Halen hizmet veren kapasitesi artırılmalıdır. YİBO’ların pansiyon 9. Eğitim ve öğretim faaliyetleri doğrudan göz önüne alınarak bölgede özellikler kırsal kesimlerde yaşayan kadınlarımızın eğitimi, bölgenin sosyal ve kültürel özellikleri dikkate alınarak Milli Eğitim Bakanlığı, Tarım Bakanlığı, Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı , Sağlık Bakanlığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı Merkez ve Taşra Teşkilati yetkililerinin katılımı ile yapılacak bir plan dahilinde gerçekleştirilmelidir. 10. Öğretmen okulları ve Anadolu Öğretmen Liseleri yeniden yapılandırılarak yurt satına yayılmalı yükselen öğretmen kalitesi eğitimin kalitesinin de yükseltecektir. “Bende bir yumurta var , sende bir yumurta var. Eğer,sen bana bir yumurta verirsen, ben de sana bir yumurta verirsem yine sende bir yumurta bende de bir yumurta olacak. Şayet sende bir bilgi bende bir bilgi varsa ben sana bir bilgi versem sen bana bir bilgi verirsen, sende iki bilgi bende iki bilgi olur” Konfüçyüs 412 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu K KA AY YN NA AK KÇ ÇA A ALTUNOK H., “BÜYÜKÇEKMECE İLÇESİ BRİFİNG” ,İstanbul, Nisan 2005 ERTURK E. “ADEM ÇELİK İLKÖĞRETİM OKULU ÖZDEĞERLENDİRME RAPORU”, İstanbul, Ocak 2005 HAMAZ M., “MİLLİ EĞİTİM’DE REFORMU”,İstanbul ,Mart 2004 EĞİTİM UYANIKOĞLU H., “DOĞU VE GÜNEYDOĞU’NUN EĞİTİM SORUNLARI”, Şanlıurfa, Haziran 2005 YILMAZ Y., “GÜNEYDOĞU’DA EĞİTİM” Şanlıurfa ,Haziran 2005 “VİRANŞEHİR KAYMAKAMLIĞI Viranşehir Kaymakamlığı , Temmuz 2005 RAPORU”, http//www.sabah.com.tr/2005/07/28/biz101-1.html 413 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu Hamdiye Yüksel UĞURLU Belediye Başkanı Celal Güllüoğlu kızı ve Meclis-i Mebusan milletvekili Mahmut Nedim Kürkçüoğlu’nun torunu olarak 1950 yılında Urfa’da doğan H.Yüksel UĞURLU, kökleri 2.Meşrutiyete ve AP’ye uzanan siyaset geleneğine sahip siyaset kültürüyle iç içe bir aileden gelmektedir. İlk-orta ve lise eğitimini Urfa’da tamamladı ve daha sonra Anadolu Ünv. Eğitim Fakültesi’ni bitirdi. 1972 yılında Urfa Siverek’te öğretmenliğe başlayan UĞURLU, Ağrı da dahil Doğu ve Güneydoğu’da çalıştıktan sonra İstanbul’da öğretmenliğe devam etti. 20 yıllık öğretmenlik hayatından sonra Büyükçekmece’nin ilçe olmasıyla Büyükçekmece Halk Eğitim Merkezi Müdürü oldu. Yurtdışı görevlendirme sınavını kazanarak bir süre yurtdışında yöneticilik de yapan Yüksel UĞURLU 1992’de emekli oldu ve ticaretle hayatına atıldı. 10 yıl boyunca da Sümerbank A.Ş. Büyükçekmece Bayii’ni başarıyla işletti. Bugüne kadar çeşitli dernek, vakıf ve sivil toplum örgütlerinde başkanlık ve yöneticilik yaptı. Çeşitli mesleki eğitim kurslarına ve sertifika programlarına katıldı. Sahip olduğu seyahat tutkusuyla Avrupa, Amerika ve Orta Doğu’da birçok bölgeyi gezdi. Sıkı bir 414 Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu futbol izleyicisi olan ve spora olan merakı halen süren UĞURLU torunlarıyla çok sevdiği kayak sporuna büyük bir keyifle devam etmektedir. Aile ve okul hayatında aldığı eğitim ve birikimleri önce memuriyet, sonra ticaret şimdi de siyasette değerlendirmeyi düşünen Hamdiye Yüksel UĞURLU evli, 2 çocuk, 3 torun sahibidir. 415