uyuyanlar takımı
Transkript
uyuyanlar takımı
UYUYANLAR TAKIMI MURAT LAPTALI - 2011 1 BÖLÜM 1 ADEM Mayıs, İki bin dokuz ANKARA Başka bir yurdum yok, bedeninde yaşıyorum. Yannis Ritsos Dayak yiyeceğini bildiği için, bu ıssız, trafiğe kapalı sokağı seçmişti. Dar sokağı oluşturan bütün apartmanlar ofislerle doluydu ve gündüz ana baba günü olan sokak, gece terk edilmiş gibiydi. Mehlika, kör sokak lambasının küçük aydınlığında duruyor, Recep’in gelmesini bekliyordu. Geri kalan her nokta öylesine karanlıktı ki on metre ötesinde duran siyahlar içindeki adamın farkında bile değildi. Adam durduğu yeri özellikle seçmişti; bulunduğu yerde karanlığın onu örttüğünü biliyordu. Mehlika’yı son bir kez gözden geçiriyordu: Boyu bir elli beş civarıydı. Elleri ve ayakları göze batacak kadar iri değildi. Mini beyaz dekolte elbisesinden şaha kalkmışçasına duran göğüsleri net bir şekilde görünüyordu ki; orta büyüklükteki bir erkek elini tas tamam doldururdu. Bacakları hafif kaslıydı ama kalın sayılmazlardı. Alt bacağının arkasındaki kas, yüksek topukluların da tesiriyle epeyce kendini belli ediyordu. Vücudunun alt bölümündeki en belirgin yer dizleriydi; kalın ve kabaydılar. Kafası büyükçeydi ama üzerindeki kuzguni siyah peruk öyle kıvır kıvır, kabarık ve hacimliydi ki kafası küçük, yüzü kaşık kadar gözüküyordu. Düğme gibi gözlerini belirginleştirmek için sürdüğü kalem, kavruk yüzünü örtmek için kullandığı ucuz fondöten, Çingene pembesi allığı, cart yeşil farları ve burnundan ince ince akan kan, gözyaşlarını silmek için elini her yüzüne attığında birbirlerine karışmış; yüzü Çarşamba pazarına dönmüştü. Mehlika’nın, istenen özelliklere tam olarak uygun olup olmadığını anlamak için son bir kontrol kalmıştı. Kontrol için harekete geçmeden önce, adamın zihnine ansızın bir görüntü 2 saplandı. Kalabalık bir pazar yerinde elinde iki yeşil eriği sıkı sıkı tutan yedi sekiz yaşlarında mahcup bir çocuk ve ona bir şeyler anlatmaya çalışan bir adam!.. Görüntü saplandığı kadar hızla silindi zihninden. **** **** **** ***** ***** Mehlika ile diğer konsomatrislerden biri, Reçel Bar’da saç saça, baş başa birbirlerine girmişler, sonunda barın sahibi Cülük Ömer birkaç tokat atıp, biraz hırpalayıp, yaka paça dışarı atmıştı Mehlika'yı. Yüzüne inen sillelerin acısından değil, herkesin ortasında yediği dayağın hırsından ağlıyordu. Cülük, belki de Mehlika’dan bile kısa, kırk- elli kilo ağırlığında, zargana gibi bir adam bozmasıydı. Tüm gücüyle üzerinde tepinse bile canını yakamazdı Mehlika’nın. Mehlika, bu konuda antrenmanlıydı. Kendini bildi bileli birilerinden dayak yiyordu. El kadarken, ilk babası tanıştırmıştı onu dayakla. Mehlika’yı hiç sevmemiş, hiç benimseyememişti babası. Mehlika’nın herkesten farklı, değişik, alışılmadık tavırları babasını her zaman ifrit etmiş; en ufak halini, tavrını sebep saymış; diğer çocuklarına atmadığı dayağı Mehlika’ya atmıştı. Dayak ya bayılıncaya ya da ağzından, burnundan kan gelinceye dek sürerdi. Babası kadar olmasa da annesi de çok hırpalamıştı, Mehlika’yı. Özellikle, küçükken makyaj malzemelerini sürüp sürüştürdüğünde, büyük topuklu ayakkabıları minik ayaklarına geçirip mahallede gezindiğinde ya da bacak bacak üstüne atıp örgü şişleri ile cilveli cilveli örgü örüyormuş rolü yaptığında annesinden hatırı sayılır dayaklar yemişti. Ablası, abisi, mahallesindeki bıçkınlar, öğretmenleri, bazı sınıf arkadaşları, hepsi katkıda bulunmuşlardı bu dayak antrenmanlarına. Sanki hiç kimse onu istemiyor, herkes ondan nefret ediyordu. Bu nefreti yaşamayan bir tek anneannesi vardı. Anneannesi, Mehlika’yı her zaman sevmiş, olabildiğince kollamış, her haliyle kabullenmişti. Birbirlerini çok sevmelerine rağmen, anneannesiyle ancak Çorum’dan kendilerini ziyarete geldiğinde, senede en fazla on beş yirmi gün görüşebiliyorlardı. Anneannesinin o seneki ziyareti, on sekiz yaşına henüz yeni girmiş Mehlika’nın aşağı mahalleden kırklık bir adamla hayatındaki ilk ilişkisini yaşadığı günlere denk gelmişti. Hayata dair bir ispatı vardı artık. Onu da isteyen birisi olmuştu. Bu, onu şımartmış, şımarınca da nazlı, cilveli davranışları koyulaşmıştı. Bir gece anneannesinin varlığının da verdiği güvenle, sofra hazırlanırken, babasının tam da nefret ettiği bol kırıtkan haller takınmıştı. Babası bu davranışlarına dikkat etmesi yönünde küfürlü bir uyarıda bulunmuş, bunun karşılığında Mehlika kendini tutamayıp; “anlamıyorsun ben kadın oldum artık!” diye haykırmıştı. Tabii bu ona pahalıya patlamış, dayak bayılana kadar sürmüştü. Kendine geldiğinde evin bütün ışıkları 3 sönmüş, anneannesi dışında herkes uyumuştu. Derme çatma gecekondunun küçük oturma odasında, anneannesi onu bağrına basmış; kısa cılız saçlarını okşayıp arada bir de fısıltı halinde ” benim güzel kızım!“ diyerek gözyaşı dökmüştü. Bu onun hayatı boyunca en mutlu olduğu an olmuştu. Gerçek bir mutluluğu tekrar asla tadamayacaktı. Olaydan birkaç gün sonra anneannesi evine geri dönmüş, o da bir daha dönmemek üzere evden kaçmıştı. Evden kaçtıktan sonra esas adını hiç kullanmamış, hep kendini anneannesinin adıyla tanıtmıştı: Mehlika! **** **** **** ***** ***** Karanlıkta duran siyahlar içindeki adam zihnindeki görüntü silinir silinmez harekete geçti. Adamın yavaş ama kararlı adımlarının ikincisinde Mehlika ruh gibi sessiz birinin ona yaklaştığını fark etti. Hafif sağına dönünce karanlığın içinde adamın siluetini gördü ve görüntüyü netleştirmek için elinin tersiyle iki gözünün de buğusunu hızlı bir şekilde sildi. Bu arada, siyahlar içindeki adam Mehlika’ya dört, beş metre kala, netice hamlesini yapmadan önce, etrafı son bir kez dinlemek ve gözlemek için durdu. Adamın, kafası hariç tüm vücudu artık aydınlığa girmişti. “Sen kimsin bee?” deyiverdi Mehlika, çatlak sesiyle. Adam yanıt vermedi. Mehlika, aydınlığın yardım ettiği kadarıyla adama yeniden bir göz gezdirdi. Uzun boyu, çevik yay gibi duruşu bu karanlıkta bile fark ediliyordu. Siyah bağcıksız ayakkabıları, siyah takım elbisesi, siyah gömleği ve siyah deri eldivenleri ile adam, karanlık gecenin bir parçası gibiydi. Bir an, siyahlar içindeki adamın zihnine; bir avucunda ilaç kutusu, diğer avucu haplarla dolu üç dört yaşlarındaki bir çocuk görüntüsü ile birlikte “içme” diyen bir feryat saplandı ve kayboldu. Zihnine saplanan anlık görüntü ve sesten dikkati dağılan adam bir adım daha ileri attı ve istemsizce durdu. Mehlika artık adamın yüzünü de görebiliyordu. İtinayla geriye taranmış gür siyah saçları; muntazam kaşları; kalın dudakları; köşeli, güçlü çenesi vardı. Gözleri mat siyah, donuk, ifadesiz ve derindi. Öyle derinlerdi ki sanki Mehlika’ya o gözler değil daha arkasında başka bir çift göz bakıyordu. Adamın duruşu ve bakışı Mehlika’nın kafasını karıştırdı. Hâkim olamadığı birçok düşünce kafasının içinde şimşek gibi dolaşmaya başladı. ”Eldiven…, tepkisiz…, simsiyah…, donuk…, tanımıyorum…, güçlü…, kararlı…, tecavüz…, korkuyorum…, karanlık…, çaresizim…, savunmasızım…, sapık..., katil…, manyak... ” Bu duygu ve düşünce karmaşasında bir iki küçük adımla gerileyerek, çatlak sesiyle yüksek bir şekilde böğürdü. 4 “N’oluyooo bee ? Ne istiyorsun ? Manyak mısın, nesin?” Adamın duruşunda ya da bakışında hiç bir değişiklik olmadı. Gözlerini Mehlika’nın gözlerinden hiç ayırmadı. Korku, Mehlika’nın tüm vücuduna yavaş yavaş yayılmaya başlamıştı. Bu korku, çok kısa bir zaman içinde bütünüyle vücudunu saracak, tüm enerjisini emecek ve Mehlika’nın ufak bir hamle için bile takati kalmayacaktı. Siyahlar içindeki adam, çevik birkaç adımla, bir kol mesafesi kadar yanaşıp; sol elinin başparmağı ve işaret parmağını maşa gibi kullanarak, Mehlika’nın omzuyla boynunun birleşme noktasından Mehlika’yı yakaladı. Parmaklarıyla, hesaplı ve çok tesirli bir baskı yapıp, Mehlika’yı rüzgârda cılız bir sonbahar yaprağıymışçasına salladı. Bütün hâkimiyet adamdaydı ve Mehlika iki kolu yanda, bacakları dizlerinden hafif kıvrık, ipinin çekilip hareket ettirilmesini bekleyen bir kukla gibi duruyordu. Tüm vücudu kendi kontrolünün dışında ve hissizdi. O kadar hissizdi ki Recep’ten saklamak için kıçının arasına sıkıştırdığı iki tane yüzlük banknotun batışını bile hissedemiyordu. **** **** **** ***** ***** Cülük Ömer, Mehlika’yı dışarı atıp, sonra da pezevengi Recep’i aramış ve orospusunu bir daha barında görmek istemediğini söylemişti. Recep, küplere binmiş, anında Mehlika’yı arayıp nerede olduğunu sormuş; Mehlika da barın yakınındaki bu sokağı tarif edip, telefonunu tamamen kapamıştı. Herkesin ortasında dayak yiyip, eğlence olmaktan bıkmıştı artık. Burası ıssızdı; yediği dayağı kimse görmeyecekti. Dayağın depresyonundan kurtulmak her seferinde daha güç oluyor, intihar düşüncesi daha da koyulaşıyordu. Kaçınılmaz dayaklar en azından n başkalarının gözünün önünde gerçekleşmezse belki toparlaması daha kolay olabilirdi. Evden kaçarken artık kimseden dayak yemeyeceğini düşünmüştü; ancak evdeki hesap çarşıya hiç uymamıştı. Ondan bundan o kadar çok dayak yemişti ki bazen evi bile arar hale gelmişti. Ama eve geri dönmeyi hiçbir zaman düşünmemişti. Onu en çok üzen, en çok gururunu kıran, en çok yaşamdan uzaklaştıran, öz babasının, ağza alınmayacak küfürler ve aşağılamalar eşliğinde, sanki mide bulandırıcı bir et parçasına vururmuşçasına attığı dayaklardı. Son bir yıldır da bu konuda Recep kimseyi aratmıyordu. Her yerde ve her an Mehlika’nın üstüne atılıp, yumruklamaya hazırdı; yeter ki ona karşı küçük bir itaatsizlik, ona ters gelen bir hareket veya duymak istemediği bir söz olsun! Recep’e sorarsan bu onun işinin bir parçasıydı ve her zaman “yanında çalışan orospuların kafasını ezeceksin,” derdi. Gel gelelim bu kadar dayağa rağmen, Mehlika’nın kafası pek de ezilmişe benzemiyordu. Recep’ten yediği her dayaktan sonra yaşamak isteği biraz daha azalırken, Recep’e karşı hissettiği nefret biraz daha 5 büyüyordu. Fakat nefret ettiği Recep, şimdi, bu türünü daha önce görmediği adamın iki parmağı arasında sallanırken, en büyük umuduydu. Recep, dayak atma hırsıyla hızla oraya doğru geliyor olmalıydı. Mehlika “gerzek orospu çocuğu nerede kaldı? “diye geçirdi içinden. Kalan son takatiyle konuşmaya çalıştı; çatlak sesi güçsüz ve geriden geldi. “Recep…Recep gelince, seni…..” Siyahlar içindeki adam parmaklarıyla oluşturduğu baskıyı artırdı. Mehlika’nın ağzı açık; sesi soluğu kesildi. Bacaklarındaki az kalmış, en son direnç de iflas edince iri dizlerinin üzerine develer gibi çöktü. **** **** **** ***** ***** Recep soluk soluğaydı. Öfkesinden deliye dönmüş; sokakları birbirine karıştırmış; yanlışlıkla girdiği bir ilerdeki sokağı koşarak baştanbaşa geçip Mehlika’nın orada olmadığını görünce öfkesi ikiye katlanmıştı. Doğru sokağa yönlendiğinde ise kesilen soluğu koşmasına engel olmaya başlamıştı. O yüzden yoluna hızlı adımlarla yürüyerek devam edebildi. Baba mesleğiydi pezevenklik ama Mehlika gibi arızasını görmemişti. Babası, seneler önce Ankara otobüs terminalinde, geceleri taksicilik yapan bir kurnazdı. Anadolu’dan gelen garibanları en uzak yollardan dolandıra dolandıra gidecekleri yerlere götürür; çok safını bulursa bagaj başına ekstra alır; denk getirebildiğinden de kelle başına fazladan paralar koparmaya çalışarak milleti yolardı. Sonraları, civar pavyonlarda çalışan gece kadınlarını otellerinden iş yerlerine, iş yerlerinden otellere taşırken bulaştı, pezevenkliğe. Uyanık adam, ilk zamanlar kadınları Ankara’ya iş takip etmeye, mal almaya gelen küçük iş adamlarına satıp komisyon alıyordu. Sonraları iki genç kızı kendine bağlayıp sermaye yapınca, taksiciliği bırakıp pezevenkliğe tam olarak başlamıştı. Babası pezevenkliğe başladığında Recep on yaşındaydı. Dört çocuğun en büyüğü ve tek erkekti. On iki yaşında, zaten çok az gittiği okulu bırakıp babasına yardım etmeye başladı. Çekirdekten yetişiyordu. Gündüzleri sermayelerin ufak tefek işlerini hallediyor, çarşıya inmesi gerekenlerin başında çarşıya iniyor, alışverişlerine yardım edip onlara göz kulak oluyordu. On altı,on yedisine geldiği zaman, satış işleriyle de artık Recep ilgileniyordu. Gençliğinden beri her geçen gün daha fazla içen babası sirozdan öldüğünde Recep yirmi bir yaşına gelmişti. Babasından işi öğrenmişti öğrenmesine ama babası kadar işe hâkim olamayıp sermayelerin bir kısmını elinden kaçırmış; kendi de içkiye kumara kapılmıştı. Yıllar, onu 6 elinde birkaç sermayesiyle, orta yaşlarda, alkolik, kumarbaz, borç içinde, öfkeli bir pezevenk yapmıştı. **** **** **** ***** ***** Recep, Mehlika’yı pataklamak arzusuyla yanıp tutuşuyordu. Mehlika’nın Reçel Bar’da konsomatrislik yaptığı her gece için Cülük Ömer’den o günün rakı parasını koparıyordu. Bu kazançtan olacağını düşündükçe Recep fıttırtıyordu. Sokağın başına geldiğinde gördükleri, öfkesini bir süreliğine unutturdu. Sokaktaki tek aydınlık nokta, elli metre ötedeydi. Aydınlığın içinde Mehlika siyahlar giymiş bir adamın önünde, teslim olmuşçasına dizlerinin üstüne çökmüş halde iken adam onu omzundan tutuyordu. Olanı biteni tam anlayamadan kart sesiyle bağırdı; “n’oluyor laan orda?” Recep’in bağırtısı sokakta yankılandığında, siyahlar içindeki adam, parmaklarıyla yaptığı basıncı aniden arttırarak Mehlika’yı bayıltıp, Recep’e cevap vermesini engelledi. Mehlika’nın tamamen gevşemiş vücudunu, zarif bir hamleyle koltuk altlarından yakalayıp, yüzüstü kaldırıma yatırdıktan sonra doğruldu. Bu sırada Recep hareketlenerek aradaki elli metreyi nefes nefese adımlamaya başlamıştı bile. Recep’in geldiği yöne sırtı dönük olan adam, yüzünü o yöne çevirmeden, kendine doğru yaklaşan ayak seslerini dinledi önce. Ayak sesleri koşan bir adama ait değillerdi, hatta adımlar çok güçsüz atılıyordu. Bacaklarda ayakları tamamen yerden kesip, yere sürünmelerini engelleyecek kadar bile güç kalmamış gibiydi. Sonra yaklaşan soluğu dinledi. Soluk, kesik kesikti; ciğerler harap olmuş, büzüşmüştü. Kiloca zayıf, kuvvetsiz, takatinin çoğunu buraya gelirken harcamış bir adam diye düşündü, siyahlar içindeki. Recep’in nabzı çoktan yüz yirminin üstüne çıkmıştı. Artık kalp atışlarını kafasında hissediyordu. Dikkati, toplayabildiği kadarıyla, siyahlar içindeki adamdaydı. Mesafeyi adımlayıp, ara kapandıkça Recep’in enerjisi azalmış; siyahlar içindeki adamın cüssesi irileşmişti. Recep, siyahlar içindeki adama, adımlarını yavaşlatmak zorunda olacak kadar yaklaştığında, adam aniden geriye döndü. Adamla yüz yüze gelen Recep, adamın gözlerinde sonsuz bir boşluk gördü.. Yüzünde ise ne öfke, ne telaş, ne korku, ne heyecan, ne de bunlara benzer herhangi bir ifade vardı. Siyahlar içindeki adamın zihnine Recep’le ilk yüz yüze geldiği anda bir görüntü saplandı. Gürül gürül yanan bir kalorifer kazanının içinden kesik bir baş, cam gibi açık mavi 7 gözlerini dikmiş, kalın tonda bir sesle ”öldür!” diye emrediyordu. Görüntü zihninden kaybolur kaybolmaz belindeki Zigzaver’ı çekti. Adam, Recep’i tek kurşunda öldürebilecek kadar yakınındaydı ama amatör işi görünmesi için birkaç kurşun fazladan harcayacaktı. Tetiğe bastığı anda Zigzaver’ın sesi sokakta yankılandı. Kurşun, Recep’in sağ bacağına saplandı. Bir yetmiş beşlik adam, hafif sağa bükülüp elini belindeki yedi atmış beşe götürmeye çalışırken sokak ardı ardına gelen üç silah sesi ile yeniden yankılandı. İkinci kurşun Recep’in karnına, üçüncü kalbine saplandı; dördüncü ise sol elmacık kemiğinden girip çiçek bozuğu yüzünü dağıttı. Son kurşundan sonra atmış beş kiloluk vücut yüz üstü yere düştü. Yerde, fıstık yeşili ucuz takım elbisesi, vücuduna giren kurşun yuvalarından sızan kanla kırmızıya boyanmaya başladı. Recep’le işi biten adam, son kontrolünü yapmak için Mehlika’ya yöneldi. Yüz üstü yatan Mehlika’yı kollarından tutup, bir hamlede çevirdi ve üzerindeki mini elbisenin eteğini yukarı doğru sıyırdı. Beyaz donunu da aşağıya çekince Mehlika’nın büyükçe penisi göründü. Mehlika, istenilen tüm kriterlere uygundu. Mehlika’nın sağ elini tutup, biraz önce dört el ateş ettiği Zigzaver’ın üstüne parmak izlerini çıkarmak için bastırdı. Silahı, Recep’in cesedinin yakınına doğru fırlatıp, Mehlika’yı omzuna alarak yerden kaldırdı ve hızlı adımlarla yürüyerek, sokağın girişindeki en karanlık köşeye park ettiği siyah Cadillac’ın yanına geldi. Bagajı açıp Mehlika’yı içine yerleştirdikten sonra, arabanın torpidosundan çıkardığı içi dolu enjektörü Mehlika’nın elbisesinin üstünden kalçasına batırdı. İşi bitince bagajı kapattı ve iç cebinden çıkardığı cep telefonunda süratle numaraları çevirdi; karşısına çıkan telesekretere mesajını bıraktı. “Maça, Sineği kaptı efendim!” 8 BÖLÜM 2 ŞEKER PEMBE Nisan, Bin dokuz yüz seksen dört İSTANBUL “İnsanlar yorgun, hayat tarafından cezalandırılmış, ya sevgiyle ya da sevgisizlikle sakatlanmış. “ Bukowski Şehir pis, caddeler kalabalıktı. Yollarda arabalar sel olmuş akıyor; motorların homurtusu, mutsuzluğun melodisi kornalara karışıyordu. Kaldırımlarda ise ayrı bir mahşer yaşanıyordu. Ayrı tiplerde insanlar, aynı tip düşüncelerle, telaş içinde bir yerden bir yere savruluyorlardı. Mahşeri kalabalıkta gülen yüzler, ancak büyük Sahra’daki güller kadardı. Bahar güneşi sanki sadece kaldırımların üzerinde duran büyük çöp konteynırlarından biraz daha koku yayılması için parlıyor; serin bahar esintisi yüksek apartmanların tepesinden aşağı indiğinde etek giymiş kadınlara öfke oluyordu. Beton ayakları ile kırların üstüne kurulmuş şehirde, kırdan arta kalan, sadece çarpık kaldırımların çatlaklarından boynunu uzatmış, şehir insanının farkında bile olmadığı, sarı küçük çiçeklerdi. İnsanlar kurgulandıkları gibi devam ediyorlardı hayatlarına. Efendiler, baharı şehirle bastırmış; köleler rollerindelerdi. Koyu gri kalabalığın içinde yürüyen şeker pembesi kadın ise heyecanlıydı. İçinde büyüyen mutluluk ona bütün baharı hissettiriyordu. Güneş ılık ılık içine işliyor, rüzgârın etrafında muzır bir biçimde gezdiğini fark etmek içindeki mutluluğu arttırıyordu. Çatlaklardan boynunu uzatmış her küçük çiçekte; kelebekleri, uğur böceklerini, kuşları ve uçsuz bucaksız kırları görüyordu. Karnındaki çocuğuna aldığı ilk hediyeyi sıkı sıkı tutuyor, gökyüzüne baktıkça çocuğuna dokunur gibi hissediyordu. Aldığı bir çift mini minicik bebek çorabı bu bahar günündeki gökyüzü ile aynı renkteydi. 9 Şeker pembesi kadın, caddenin çarpık kaldırımında yürürken sürekli bebeğini düşünüyor, yüzünden gülümseme düşmüyordu. Bugüne kadarki her çocuğunu sevmişti ama bunu içinde hissediyordu. Kalabalık etrafından akarken, yetmiş yaşlarında, fötr şapkalı, kahverengi takım elbiseli, siyah şemsiyeli bir beybaba yanından geçti. Beybaba, oğlunun borçları yüzünden evine gelen son icrayı düşünüyordu. “Elde avuçta kalmadı. Bu çocuğa her şeyi vermemeliydik!” diye geçiriyordu içinden. Bu esnada, şeker pembesi kadın, çocuğuna vereceği büyük sevginin onu nasıl da güneş gibi ısıtacağını düşünüyor ve yürümeye devam ediyordu. Yürürken bağıra bağıra şarkılar söyleyip, dans etmek istiyordu. Bu sefer yanından uzun basma eteği, ayağında lastik terlikleri, çiçekli gömleği ve çenesinin altından bağladığı başörtüsüyle; eroinman kızından yediği dayak yüzünden tüm kemikleri sızlayan, çilekeş bir anne geçti. “Allah’ım bize nasıl bir kader yazdın?” diye tekrar tekrar yakarıyordu içinden. Şeker pembesi kadın çilekeş anneden habersiz, “benim çocuğumun şansı da, bahtı da çok açık olur inşallah” dedi kendi kendine, Tanrı duysun diye. Kız olursa çok güzel olacaktı! Erkek olursa yiğit ve yakışıklı! Kız olursa akça pakça olsun, erkek olursa buğday tenli! Sonra içinden bağırdı; “ne olursa olsun sağlıklı olsun!”. Yüzündeki tebessüm, ruhundaki kocaman kahkahaların yansımasıydı. Ruhundaki koca kahkahalar, karnındaki çocuğunu besliyorlardı. Şeker pembesi kadının yanından bir başka anne, çocuğunun derslerindeki başarısızlığına üzülerek; bir başka baba oğlunun homoseksüel olup olmadığını düşünerek geçti. Yanından yüzlercesi geçerken, o da yüzlerce defa karnındaki mutluluğu düşündü; güzel temennilerini Tanrı’ya duyurdu. **** **** **** ***** ***** İçindeki öfkenin verdiği enerji ile apartmanın dar tuvalet aydınlığından bir örümcek gibi üçüncü kata kadar tırmandı ve üçüncü kattaki küçük tuvalet penceresinden içeri cıva gibi aktı. Evde kimse yoktu; zaten bunu önceden biliyordu. Loş evde ilk önce mutfağı buldu. Karnı açtı. Ekmekliğin içindeki kahvaltıdan kalma yarım ekmeği aldı, tezgâhın üzerine koydu. Gürültücü buzdolabını açınca kâseler içinde biraz zeytin, bir kalıp peynir ve bir paket yağ gözüne çarptı. Kalıp peyniri kâsesiyle alıp onu da tezgâhın üzerine ekmeğin yanına koydu. Mutfak tezgâhının altındaki, boyaları yeni, kendileri eski, zor çalışan çekmeceleri açıp içlerine göz atmaya başladı. İlk çekmecede çatallar, kaşıklar ve meyve bıçakları vardı; çekmeceyi kapadı. Bir alttakini açtı. Çay bardakları ve altlıkları özenle sıralanmıştı; onu da kapadı. En alttakini açınca bıçakları gördü. Çekmecede yan yana konulmuş irili ufaklı sekiz tane bıçak vardı. Sekizini de gözleriyle tek tek taradı ve aralarından yeni bilenmiş, keskin, 10 irice bir et bıçağını aldı. Çekmeceyi kapattıktan sonra, elindeki bıçakla yarım ekmeği ortasından yardı. Sonra kalıp peyniri dörde bölüp peyniri ekmeğin arasına yerleştirdi. Peynir biraz fazla gelmişti ama umursamadan ekmeğin üstüne bastırarak peyniri iyice sıkıştırdı. Bıçağın üzerindeki kırıntıları, kendine biraz da büyük gelen solgun tişörtüne silip temizledikten sonra bıçağı bir silah gibi beline taktı. Elinde yarım ekmek peynir, ısırarak mutfaktan çıktı ve kalın perdeleri sıkı sıkı çekili salona girdi. Salonda iki koltuk, bir kanepe, bir siyah beyaz televizyon vardı. Televizyonun yanında küçük bir vitrin, vitrinin içinde birkaç biblo, bir nikâh şekeri, kaliteli olduğu düşünüldüğü için konulmuş basit bir Türk kahvesi takımı duruyordu. Takımın yanında gümüş çerçevede birbirlerinin gözünün içine sevgiyle bakan gelin ile damadın düğün fotoğrafı vardı. Gelini hemen tanıdı ve vitrinden resmi alıp, yere attı. Yere düşen çerçevenin camı çatlaklarla doldu. Elinde tuttuğu ekmeğini hırsla ısırdıktan sonra diğer eliyle fermuarını açtı ve küçük aletini çıkarıp resmin üzerine ne varsa işedi. İşi bittikten sonra, salondan koridora çıktı. Kısa koridorun bir başında evin mini antresi ve apartmana açılan kapısı, diğer ucunda ise karşılıklı iki odanın kapıları vardı. Odalara yöneldi ve soldaki kapısı açık odaya girdi. Burası, evde oturan çiftin yatak odasıydı. Kalın perdeleri çekiliydi. İçeride çift kişilik bir yatak ve büyükçe bir gardıroptan başka bir de iki çekmeceli makyaj masası vardı. Dört kapaklı gardırobun iki kapağını açtı; askıda kadın elbiseleri, birkaç gömlek, bir kaç pantolon ve kravatlar asılıydı. O bölümü açık bırakıp gardırobun diğer iki kapağını açtı. Bu bölümde de manzara hemen hemen aynıydı ama bu kanadın tabanında ilave olarak dört tane de çekmece vardı. Hemen çekmeceleri açıp yoklamaya başladı. Çorapların olduğu çekmeceyi elleriyle yoklarken arka köşede siyah bir erkek çorabının içinde bir şeyler olduğunu fark etti. Çoraba ellini daldırdı; içinden iki altın ray bilezikle beş tane yarım cumhuriyet altını çıktı. Çıkanları pantolonunun sünmüş ceplerine koyup başka bir şeyler bulurum hırsıyla odanın altını üstüne getirdi ama hepsi bu kadardı. Yatak odasıyla işini bitirip diğer odaya girmek için hareketlendiğinde peynir ekmeği çoktan bitmişti. Karşı odanın kapısı kapalıydı ama kapının buzlu camından dışarı sızan parlak ışık kendini epeyce hissettiriyordu. Belinde bıçak, ceplerinde altınlar, kapıyı açtı. İlk anda odanın aydınlığı gözlerini aldı. Perdesi olmayan odanın içine bütün bahar güneşi dolmuştu. Her köşesi loş evden ayrı bir parçaydı sanki bu oda. Sinirini bozan ışık düzeyine gözü alışınca odanın tam ortasında duran eski tahtadan beşiği fark etti. Bir düşmana saldırır gibi beşiğe saldırıp, yerden yere vurarak beşiği paramparça etti. Soluk soluğa kapıyı çarptı, odadan çıktı ve antrede, sokak kapısının hemen karşısında, yere hırs içerisinde oturdu. İçinde tereddütten eser yoktu ve olmayacaktı. Yapacaklarına dair vicdani bir sorgulama da yaşamıyordu çünkü içindeki vicdan olgusu olgunlaşamadan ölmüştü. Vicdanı yoktu. Zekâsı ise üst düzeydeydi ve 11 öfke, hırs ve kararlılıkla besleniyordu. Solukları yavaşlayınca belindeki bıçağı çıkartıp ucunu ritmik bir biçimde zemine vurarak beklemeye koyuldu. **** **** **** ***** ***** Şeker pembesi kadının yüzündeki gülümseme ve içindeki mutluluk, kalabalık caddeden evinin sokağına saptığında da eksik olmadı. Sokaklarda değil, sanki bahar bulutları üzerinde yürüyordu. Gerçek bir mutluluktu içinde büyüyen. Oturduğu apartmanın dış kapısının gıcırtısı kuş cıvıltısı gibi geldi kulağına. Apartmanın nem kokan karanlık merdivenlerini içsel aydınlığı ile bir bir çıktı. Üçüncü kata geldiğinde ritmik bir tıkırtı fark etti ama umursamadı. Omzuna asılı büyük siyah çantayı, anahtarını aramak için karıştırmaya başlayınca ritmik ses kesildi. Anahtarını bulunca yuvasına soktu ve iki kere çevirdikten sonra kapıyı açtı. Kapıyı açar açmaz on bir yaşındaki kızıl saçlı çelimsiz çocuğu karşısında görünce bir an nutku tutuldu. Şaşkınlıktan elindeki anahtarı ve omzundaki büyük siyah çantayı yere düşürdüğü halde bebek çoraplarını diğer elinde sıkı sıkıya tutuyordu. Kapıyı açtığından beri yüzündeki gülümseme yerini büyük bir şaşkınlığa bırakmıştı. Tasarlamadan istemsizce sordu; “senin… Senin ne işin var oğlum burada?” Kızıl saçlı küçük çocuğun gözlerinde öfke coştuğu anda; yüzünde, ileri çıkık alt ve üst çenesine bağlı iri dişlerinin tamamen göründüğü, köpek hırlamasına benzer bir gülümseme oluştu. Gülümsemeyi bırakmadan sesindeki öfkeyi arkaya iterek; “anne!”dedi. Şeker pembesi kadın ürkek; “oğlum?!” dediği anda, çocuğun hafif çapraz duruşunun elindeki iri bıçağı saklamak için olduğunu fark etti. Kızıl saçlı küçük çocuk ileri atılıp, elindeki iri bıçağı tek hamlede üç aylık hamile kadının karnına tümüyle soktu. Şaşkınlık ve acı, kadının gözlerini yuvalarından oynattı. Kadın, kocaman açılmış gözleriyle kızıl saçlı küçük çocuğun hala sapından tuttuğu, karnına saplanmış bıçağa bakakaldı. Çocuğun gözlerinden öfke ateş gibi fışkırıyordu. Bıçağın iki ucunda bir an göz göze geldiler. Kadının biraz önce mutlulukla parlayan gözlerinde şimdi acı, şaşkınlık, üzüntü vardı ve öfke içinde eriyorlardı. 12 Kızıl saçlı küçük çocuk, bıçağı şeker pembesi kadının karnından sertçe çekip çıkarttı. Kesikten kan sızıyordu. Şeker pembesi kadın, konuşup feryat etmek, çok şeyler söylemek istiyordu ama içinde ölen çocuğuna tek bir damla gözyaşı dökecek zamanı bile kalmamıştı artık. Karnının üstüne bastırdığı eline bulaşan kan yere damlamaya başladığında, kızıl saçlı küçük çocuk bir makine gibi hızla ve defalarca elindeki bıçağı kadına saplayıp çıkarmaya başladı. Her darbede kadının gözündeki fer biraz daha söndü, bacaklarındaki kuvvet azaldı ve sonunda kapının eşiğine yüz üstü yığılıp kaldı. Kızıl saçlı küçük çocuk, elindeki bıçağı yere bırakıp, kapının eşiğine yığılan kadını örgülü saçlarından çekerek evin içine sürükledi ve giriş kapısını kapadı. Antrenin beyaz kalebodurlu tabanı, kanla dalga dalga kırmızıya boyanmıştı. Kadının gözleri yarı açıktı; zor da olsa nefes alıyordu. Çocuk, kadının çantasını alıp, içindekileri antrenin kan olmamış bir köşesine döktü. Fırça, cımbız, allık, küçük bir ayna, saç tokası ve küçük leylak rengi cüzdan yerdeydi artık. İçlerinden cüzdanı aldı; cüzdanın içinde kadının kimliği vardı. Kimlikte yazan doğum tarihine göre genç kadın bin dokuz yüz atmış doğumluydu ve iki gün sonra yirmi dört yaşına girecekti. Kızıl saçlı küçük çocuk, elinden kan bulaştırdığı kimliği fırlatıp yere attı. Kanlı elleriyle cüzdanı karıştırdıktan sonra içindeki az miktardaki parayı bulup cebine attı ve kanlar içindeki kadını omzundan kavrayıp sırt üstü çevirdi. Bıçağı bıraktığı yerden alarak kadının şah damarının üstüne batırdı ve damarı kesip, ayırmak için tüm gücüyle çekti. İlk anda koridor duvarına sıçrayan kanın basıncı sonradan yavaşladı. Kadının gözlerindeki ışık tamamıyla söndü. Boğazından hırıltılar, ağzından kanlı pembe köpükler çıkarken tüm kasları gevşeyip eli açıldı ve sıkı sıkı tuttuğu açık mavi bebek çorapları yere düştü; üzerlerine kan bulaştı. 13 BÖLÜM 3 KÜÇÜK EFENDİLER Bu dünya başlangıcı ve sonu olmayan güçten bir canavardır, ne daha büyür ne de daha küçülür. Kendini tüketmez.Tersine sadece değişir.. Nietche Siyahlar içindeki adam, ikinci katta asansörden indi. Uzun beyaz koridordan geçip makam salonunun girişindeki sekreter odasına gidecekti. Oda binanın her yeri gibi bembeyazdı. Beyaz bir sekreter masası, masanın üzerinde beyaz bir telefon, beyaz bir diz üstü bilgisayar, masanın karşısında iki tekli ve bir ikiliden oluşan çok sade ama bir o kadar da şık bembeyaz koltuk takımı. Beyaz gömleği, beyaz pantolonu, beyaz yüksek topuklu ayakkabılarıyla uzun boylu bir de sekreter vardı. Sekreter, sırtına kadar uzanan parlak siyah düz atkuyruğu saçları, siyah keman gibi kaşları, uzun kıvrım kıvrım kirpikleri, okka gibi ağzı, kalkık burnu, buğday teni ve ideal çıkıntı ölçüleri ile çok güzel bir kadındı. Sol gözünün çevresindeki morluğu etkili bir şekilde kapatan makyajı da profesyonelce yapılmıştı. Ama kadının görsel bütünlüğüne uyumsuz bakan gözleri tüm çıplaklığıyla ortadaydı. Elaya çalan açık kahve gözleri öyle boş, hissiz, donuk bakıyorlardı ki, sanki o güzel yüzün ortasında iki koca dipsiz kuyu vardı. Sekreter, siyahlar içindeki adamın odaya girişiyle ayağa kalkıp, küçük bir kafa hareketiyle selam verdikten sonra; “hoş geldiniz!” dedi. Sesi renksiz ve soğuktu. Sekreterin yüzünü görünce, siyahlar içindeki adamın zihninde rengârenk giyinmiş gülen yüzüyle küçücük bir kız çocuğu belirdi ve kayboldu. Selama karşılık vermeden tekli koltuğa oturdu, bakışlarını karşı duvara sabitledi. Sessiz geçen bir kaç dakikanın ardından sekreterin masasındaki telefon çaldı. Güzel kadın; “buyurun efendim” diye açtı telefonu ve bir süre diğer uçta konuşanı dinledi. “Tamam, efendim!” deyip kapattıktan sonra siyahlar içindeki adama dönüp; “sizi bekliyor, “dedi ve diz üstü bilgisayarından komut vererek salona açılan büyük beyaz kapının aralanmasını sağladı. 14 Siyahlar içindeki adam, oturduğu yerden kalkıp kapıdan geçerek, büyük beyaz salona girdi. Salonun hiç penceresi yoktu ama içeriye öyle kaliteli bir aydınlık hâkimdi ki sanki içeride dolaşan gün ışığı dolaşıyordu. Kapının tam karşısında, uzak duvarın önüne yerleştirilmiş kocaman bir makam masası ve masanın önünde, konukların oturması için konulmuş, iki tekli devasa koltuk dışında, koca salonda belirgin hiçbir şey yoktu. İçerideki her şey bembeyazdı. Bu ahengi tek bozan; beyaz takım elbisesinin içinde, büyük makam masasının yüksek patron koltuğunda oturan, kısa boylu adamın koyu kızıl saçlarıydı. Saçlar, koca salonun içinde, bembeyaz bir çarşafın ortasındaki salça lekesi gibi duruyorlardı. “Gel… Gel, orospu çocuğu, gel otur!” derken kızıl saçlı adamın tiz sesinde öfke vardı. Siyahlar içindeki adam hiç mimik vermeden yürüdü, koltuğa oturdu. Oturduğu anda zihninde bir el parmak şaklattı ve kayboldu. “Hiç giymesen bile ölünce giyeceksin beyazı ulan ibne!...Sırf, beyaz giydiğini görmem için vurdurtma kendini !” dedi dişlerini sıkarak. Son üç senedir, siyahlar içindeki adama hiçbir şartta siyahtan başka bir renk giydirememişlerdi. Kızıl saçlı adam oturduğu yerde öfkeden sol bacağını yukarı aşağı sallamaya başladı. “Peki, bu Maça kim? Sinek kim? Arızalı göt!……..Her yeni gün, kıçından yeni bir tavşan daha çıkıyor…Ne anlamam gerekiyor bıraktığın bu siktiğimin mesajından?” Aslında mesajdan operasyonun olumlu neticelendiğini anlamıştı ama mesaj istenildigi gibi bırakılmadığı için çok hiddetlenmişti. Oturduğu patron koltuğundan hışımla kalktı, siyahlar içindeki adamın oturduğu koltuğun arkasına geçti ve tüm gücüyle ense köküne okkalı bir yumruk attı. Siyahlar içindeki adam aldığı darbeyle ilkin öne doğru yığıldı, sonra toparlanıp eski halini aldı. Yüzünde herhangi bir acı ifadesi yoktu. Kızıl saçlı adam, siyahlar içindeki adamın ensesinden ayrılmadan sordu; “aldın mı travestiyi?” Siyahlar içindeki adam mekanik bir şekilde yanıtladı; “evet efendim!” “İyi bok yedin aldın da!… Denildiği gibi, istenilen kriterlere uygun mu aldığın?” 15 “Tamamen uygun efendim.” “Nereye yatırdın ibneyi?” Kızıl saçlı her şeyin planlandığı gibi yürüdüğüne emindi ama içindeki hararetli öfke sorduruyordu soruları. “Benim evimde efendim.” “İki ibne iyi anlaşırsınız artık ininde.” dedi, yüzünde aşağılayıcı bir gülümsemeyle. Ardından siyahlar içindeki adamın ensesine sertçe bir tokat atıp, karşısındaki büyük beyaz misafir koltuğuna oturdu. “Yüklemeye başladın mı?” diye sordu. Siyahlar içindeki adam yanıtladı; “evet, efendim!” **** **** **** ***** ***** Beş dakikadır bu bembeyaz sekreter odasında bekletiliyordu. Normal olarak onu hiçbir güç bu Kızıl Yahudi’nin kapısında bekletemezdi. Buraya gelmeden önce yaptığı küçük araştırmadan öğrenmişti adamın lakabını. ‘Kızıl Yahudi!’. Esas adı Adil Akyol’du ve koyu kızıl saçlarından dolayı bu lakap ona takılmıştı. Üç sene önce babası İshak Akyol gizemli bir şekilde ortadan kaybolunca Akyol Kuyumculuk’un bütün işlerini genç yaşında üstlenmişti. Ana işkolu olarak altın, elmas ve benzeri değerli taşların alım satım işlerini yapıyorlar; bunun yanında inşaat işlerinde de bir kısım tasarruflarını değerlendiriyorlardı. Babasının da, kendisinin de, türlü kirli işlerle alakalı oldukları belli bir camiada konuşulsa da sonuçta ortaya somut bir şey koyan olmamıştı. Hoca Efendi’nin özel mesajcısı, randevunun tarihini, saatini, yerini bildirince bütün programlarını iptal edip, bu kızıl kafanın yanına sadece koruması ile şoförünü alıp, gizlice gelmişti. Şoför ve korumasını binanın girişinden içeri almamışlardı. Normalde, Bakan’ın bunu hazmetmesi mümkün değildi ama Kızıl Yahudi’yle görüşme emrini, tüm benliğiyle bağlı olduğu, Hoca Efendi vermişti. Her ne olursa olsun bu adamla görüşmesi gerekiyordu. İsmail Çimçim yedi bakandan oluşan ve direkt Hoca Efendi’ye bağlı bir kurulun üyesiydi. Altı ay önce Hoca Efendi’nin emriyle bakan ve otomatik olarak bu kurulun bir parçası olmuştu. Zaten milletvekili oluşunu da Hoca Efendi’ye borçluydu. Bunun da ötesinde, 16 küçük yaşlardan beri Hoca Efendi’nin yurtlarında barınmış,yemiş, içmiş, Cemaat’in sağladığı burslarla okumuştu. Mezun olduktan sonra, Cemaat onu Devlet Planlama Müsteşalık’ına yerleştirmiş, verimli olacağını düşünüp zaman içinde üst düzey mevkilere getirmişlerdi. Cemaat, ona, yine Cemaat’in içinden helal süt emmiş bir eş bulup, dört çocuklu büyük bir aile kurmasını da sağlamıştı. Her ne yaparsa yapsın, Hoca Efendi’ye borcunu ödeyemezdi. Saf, fakir bir dağ köylüsü olan babası onu küçük yaşta Hoca Efendi ve Cemaat’ine teslim etmese, ancak yarı aç, yarı tok bir koyun çobanı olurdu. Bu durumda, Bakan’ın gözünde ona ne bu devlet, ne bu millet bir şey vermişti; ne verdiyse Hoca Efendi ve Cemaati vermişti ve bu borç ödemekle bitmezdi. **** **** **** ***** ***** Adil Akyol, Bakan’ı bilinçli olarak bekletmişti. Yeteri kadar beklettiğine karar verdiğinde, siyahlar içindeki adamın karşısında oturduğu koltuktan kalkıp, makam masasının heybetli koltuğuna geçti. Tek bir dokunuşla, masanın üzerinde duran bilgisayarın ekranına, sekreter odasında bekleyen Bakan’ın görüntüsünü yansıttı. Açık gri takım elbisesi, hafif keli, beyaz güneş görmemiş yağlı cildi, etli dudakları, itinayla kesilmiş dudak üstü bıyıkları, kısa boyu, ileri fırlamış göbegi, hımbıl vücudu, küçük gözleri ve kolormatik gözlükleriyle Adil’e “tam bir mürit!” diye düşündürdü, Bakan. On beş dakikadır bekliyordu ve yeterince sıkıldığı görünüyordu. Adil telefonu alıp güzel sekreterine bağlandı. “Buyurun efendim!” “Şu acemi göt yalayıcısını yolla!” “Tamam efendim!” Güzel sekreter ilk önce bilgisayarı marifetiyle kapıyı açıp araladı, sonra ayaga kalkıp boş gözler ve donuk sesiyle Bakan’a; “buyurun efendim, Adil Bey sizi bekliyor.”dedi. Bakan beklemenin verdiği hışmı gizlemeye çalışarak kalkıp hızlı adımlarla salona girdi. Onun salona girdiğini görünce Adil, hemen siyahlar içindeki adama, sanki bir şeyler konuşuyorlarmış edasıyla; “pırlantalarla ilgili konuyu sonra konuşuruz Osman Bey”dedi ve koltuğundan kalkıp küçük adımlarla Bakan’a doğru bir miktar yürüdü. 17 “Efendim kusurumuza bakmayın. Osman Bey ile çok önemli bir mesele hakkında toplantı halindeydik; bölemedik, tekrar hoş geldiniz!”dedi. El sıkıştılar; Bakan boş olan tekli koltuğa otururken Adil makam koltuğuna geri oturdu ve devam etti; “efendim zannedersem tanışmıyorsunuz. Osman Bey, Akyol Kuyumculuk’un alım işlerinden sorumlu müdürüdür. Dün gece uzun zamandır peşinde olduğumuz bir alım gerçekleştirdi, onunla ilgili bir bilgilendirme toplantısındaydık.” Bakan sağ elini kalbinin üstüne götürerek Osman’ı selamladı. “Memnun oldum!” Osman; “ben de!”diye karşılık verdi. Bakan, söyleyeceklerini dinlemek için, bakışlarını Adil’e çevirdi. “Efendim, ilk önce davetimize karşılık verip buralara kadar yorulduğunuz için teşekkür ederim.” dedi Adil ve gülümsedi. Adil’in alt ve üst çenesi öne doğru çıkık, dişleri de büyüktü. Koca ağzını gerip bütün dişlerini sergilediği, ama gözlerinden hiçbir tebessümün okunmadığı, bu kısa süreli yapay gülüş, Bakan’a daha çok köpeklerin saldırmadan önce dişlerini gösterdikleri hırıltı anını anımsatmış ve Bakan’ı fazlasıyla germişti. Bu koca bembeyaz salon ve bu iki adam ona rahatlık hissi vermiyorlardı. Oturduğu bu koca beyaz koltukta kendini güçsüz ve kaybolmuş hissediyordu. Bu arada Osman’ın zihninde siyah zemin üzerine beyaz bir maça işareti belirdi ve yok oldu. “Efendim, sizin değerli vaktinizi daha fazla heba etmek istemediğim için burada benim üzerime düşen görevi hemen yerine getirmek istiyorum.”dedi Adil ve masanın üzerindeki beyaz telefondan sekreterine çok kibar bir tonda seslendi; “Handan’cım, olabildiğince süratli ve kaliteli bir bağlantı yapmanı istiyorum canım.” 18 Bakan’ın; neden burada olduğuna, Kızıl Yahudi’nin görevinin ne olduğuna, kendisinden ne istendiğine, nereye bağlanıldığına, neyi beklediğine, neyle karşılaşacağına dair hiçbir fikri yoktu. Bir emir… Ve işte buradaydı. Meraktaydı! Gerçi, adamın, kendisine karşı nazik tavırları olumluydu. Fakat adamın bakışlarından yayılan enerji, Bakan’a tehlike hissi veriyordu. Adil telefonu kapattıktan sonra lafa devam etti. “Efendim, sizin gibi böyle genç yaşta, siyasette bu kadar etkin olmak büyük başarı. Tebrikler!” Daha genç olduğunu bildiği halde; “yaş kırk bir değil mi?” diye sordu. “Hayır, otuz sekiz,”derken Bakan genç yaşıyla gururlandı ve yüzünü büyük bir kibir kapladı. “İcraatlarınızı yakından takip etmeye çalışıyoruz, ama size yetişmek kolay değil!” Bakan gülümsemiyordu ama Adil söylediklerinin hoşa gittiğinin farkındaydı. Oyununa devam etti. “Sizi Başbakan olarak buralarda ağırlayacağım günleri tüm samimiyetimle iple çekiyorum.” Bakan hafif gülümser bir halde yanıtladı. “Allah razı olsun!” Bu kadar genç yaşta bakan olmuştu...”Neden olmasın?“diye geçirdi içinden. “Efendim, ben eminim ki Allah sizin Başbakan olmanıza razıdır; yoksa bu hitap kabiliyetini, bu duruşu, bu kafayı, bu güçlü karakteri size bahşetmezdi.” Bakan gerginliğini üzerinden atıyor, rahatlıyordu; bekletilmiş olmayı unutmuştu. İlk girdiğinde fazlasıyla büyük buldugu bu salonun, artık çok da büyük olduğunu düşünmüyordu. Oturduğu dev gibi koltuk ta zihninde küçülmüş, varlığıyla tamamını kapladığı bir hal almıştı. “Adil Bey’in şu gülüşü de pek fena değilmiş,” dedi bilinçaltı. Adil, lafı bırakmadan devam etti; sanki tevazuda bulunan varmış gibi. 19 “Yok, yok hiç tevazu etmeyin! Halkla temasınız, diyaloglarınız, onların üstündeki etkiniz çok kuvvetli. Bunu görmezden gelmemi istemeyin lütfen benden!” Bakan, sanki arkadaşlar arasındaki bir espriye güler gibi dolu dolu sırıtıyordu artık. Adil masasının üzerindeki diz üstü bilgisayarının ekranına yansıyan görüntüyü fark edip; “evet, efendim, bağlantımız hazır,”dedi. Bilgisayarın birkaç tuşuna basarak, ilk önce içerideki gün ışığı düzeyindeki aydınlığı bir miktar azaltıp salonu loşlaştırdı, sonra giriş kapısın da bulunduğu uzak duvara görüntüyü yansıttı. Görüntünün boyutu, geniş boş beyaz duvarı kaplayacak kadar büyüktü. Işıkların hafiflemesinden sonra, Bakan’ın olanı biteni anlayıp, duvarın üstüne yansıyan görüntüyü keşfetmesi biraz zaman aldı. Keşfiyle birlikte Bakan’ı büyük bir şaşkınlık dalgası vurdu. Duvardaki kare donuktu ama yansıyan belli ki görüntülü bir telefon bağlantısıydı. Mazlum oturuşu, her zamanki açık gri takım elbisesi, içine giydiği bembeyaz gömleği ve kafasında takkesiyle, tam da gözünü kapattığı anda donmuştu Hoca Efendi’nin görüntüsü. Görüntü epey parçalıydı; net değildi ama müridi efendisini hemen tanımıştı. Nasıl tanımazdı? Hoca Efendi’nin vaazlarının olduğu ses ve videokasetleriyle büyümüş, Hoca Efendi’nin konuşmalarındaki gözyaşlarına ortak olmuş, onunla ağlamış, başka hiç kimseyi o kadar dikkatli dinlememiş ve önemsememişti. Dört kere özel sohbetinde bulunmuş, onunla geçirdiği bu vakitleri beynine an be an, hiç unutmamak üzere, en derin şekilde kazımıştı. Son beş senedir yüz yüze görüşmemişlerdi ama İsmail Çimçim’e kritik durumlarda ne adım atması gerektiğini Hoca Efendi bir şekilde hep bildirmişti. Geri kalan durumlarda ise, iyi bir mürit olan İsmail Çimçim, yapılması gerekenleri zaten eksiksiz yerine getiriyordu. Derken, salonda yankılı bir ses duyuldu! “Bismillahirrahmanirahim!…….. Adil Bey!…… Selamünaleyküm!” Ses duyulunca Osman’ın zihnine yüzünde açık gri, deri bir maske olan; ayaklarına yüksek topuklu, yine açık gri ayakkabılar giymiş; elleri belinde, çıplak, yaşlı bir adam görüntüsü belirdi ve yok oldu. Bakan sesi hemen tanımıştı ve heyecanlandı. Adil; 20 “Aleykümselâm, efendim!….. Afiyettesinizdir inşallah?” derken görüntünün buzları çözüldü; görüntü hareket kazandı ve netleşti. Artık Hoca Efendi’nin oturduğu iri kırmızı koltuk ve arkasında dikilen koyu füme takım elbisesi içindeki sarışın, kalıplı, CIA ajanı da net gözüküyordu. Görüntünün içinde yoktu ama Hoca Efendi’nin de hemen önündeki bir ekrana Akyol Kuyumculuk’un beyaz salonunu gösteren görüntü yansıyordu. “Allah’a şükürler olsun iyiyiz buralarda. Siz nasılsınız evladım?” “Çok şükür efendim.”diye yanıtladı Adil. Bu arada Hoca Efendi önündeki görüntüden, Adil’den sonra Bakan’ı yakaladı. “İsmail evladım sen nasılsın?” Bakan heyecandan titreyen sesiyle; “efendim, hamdolsun!”dedi ve sağ elini kalbinin üstüne götürerek, biraz da oturduğu yerde öne eğilerek selamlarken devam etti; “sağlığınıza duacıyız efendim!.. İyi haberlerinizi alıyoruz ama bir de sizin ağzınızdan iyi olduğunuzu duyarsak kalben daha çok ferahlarız.” “Şükür iyiyiz evladım!“ Hoca Efendi önündeki görüntüden Osman’ı da tanıdı; yüzünde ufak bir tebessüm oluştu ve kayboldu. Adil, beklediği tepkiyi hemen yakalamıştı. Aslında gerçeği bildiği halde; “Efendim, Osman Bey’le tanışıyor musunuz, bilemiyorum?” diye sordu ve ardından köpeklerin öfkeli anlarında dişlerini göstermesine benzer gülüşünü taktı suratına. “Osman Bey de bir başka evladımızdır. Mübalağa olmasın, elimizde büyüdü diyebilirim. Rahmetli babanızla çalışmaya başladığında bıyıkları bile terlememişti.” Osman’ın boş bakışlarında hiçbir değişiklik olmadı; sadece zihnine gözleri, ağzı ve elleri arkadan bağlı on beş, on altı yaşlarında, dizleri üstüne çökmüş, çıplak bir kız çocuğunun görüntüsü geldi ve kayboldu. “Rahmetli babanız mı? Adam kayıp değil miydi?” “Hoca Efendi çok dikkatli bir insandır. Kayıp bir adama neden rahmetli dedi” diye düşündü Bakan. Sonra bu düşüncesini, öğretildiği gibi, “Hoca Efendi’nin bir bildiği vardır!” düşüncesiyle savdı aklından. 21 Gerçekten de Hoca Efendi bilerek seçmişti sözcüklerini. Adil ve Hoca Efendi’nin birbirleri hakkında bildikleri de vardı; bilmedikleri de. İkisi de karşısındakinin kendi hakkında ne bildiğini biliyordu. Aynı zamanda karşı tarafın ne bilmediğini ve ne öğrenmek istediğini de biliyorlardı. Tüm bu bilinenler ve bilinmeyenler, hassas bir denge için, her birine aynı menfaat birliğinden beslenen bilgilerdi. “Osman, iyi misin evladım?” “İyiyim, efendim!”diye cevapladı Osman, mekanik bir ses tonuyla. Küçük bir öksürükle boğazını yokladıktan sonra, büyük hatip Hoca Efendi , İsmail Çimçim’e hitaben devam etti. “ İsmail evladım, mümkün olduğunca çalışmalarınızı takip ediyorum…… İlk önce sizi tebrik ederim; beni onurlandırıyorsunuz. İyi yetiştirilmiş bir çocuğumuz olarak yolunuza sadakatiniz ile devam ederken, beni hep memnun ettiniz. Cemaatinize ve büyüklerinize olan bu kutsal bağlılığın ödülünü Yüce Allah’ım hem bu dünyada hem de ahir dünyada tüm cömertliğiyle size verecektir. Bu nur yolu, gün gelecek her kulun yolu olacaktır. İşte o gün geldiği zaman, arkadaşların ve sen bu nur yolunun en büyük yol göstericileri olacaksınız.” Bakan’ın küçük yaşlarından beri yıkanıp, kurgulanan beyni, Hoca Efendi’nin sözlerine anında reaksiyon vermiş; içindeki; bu nur yolu uğruna, sorgulamadan her şeyi yapmaya hazır, kutsal nefer hissi tüm gücüyle kabarmıştı. İsmail Çimçim, Hoca Efendi’nin istediklerini, hiç sorgulamadan yapmaya çalışan, çalışkan bir evladıydı. Bu yüzden, ona Bakanlık verirken Hoca Efendi’nin hiç gözü arkada kalmamıştı. Hoca Efendi zaten hazır olanı, fazladan hazırlamaya gerek yok diye düşünüp sözü fazla uzatmamaya çalışarak devam etti. “Evet, yolumuz uzun ve zorlu. Bu uzun, zorlu yolun içinde olan bizlere hiç şüphesiz dışarıdan yardımcı olan kadim dostlarımız var. Allah’ın emriyle kulları için nur ile aydınlatmaya çalıştığımız bu yolun daha da güçlü aydınlanması için, bizim yanımızda duran dostlarımıza aydınlığımızdan yansıtmamız yine Allah’ın emridir.” “İşte bu dostlukların en eskilerindendir, Adil Bey ve babasıyla olan dostluğumuz!” İsmail Çimçim otomatik olarak “Allah yolu için bir Yahudi'yle dostluk… Ne büyük bir özveri! Ne ulvi bir insandır Hoca Efendi!” diye düşündü. 22 “İşte, bu dostluk çerçevesinde Adil Bey’in küçük bir ricasını yerine getirmemiz farzdır evladım.” Adil, dişlerini gösterdiği köpek gülüşüyle Bakan’a döndü. Kaşları havada, başını onaylar şekilde aşağı, yukarı salladı ve kısık bir sesle; “dostluk!”dedi. Hoca Efendi devam etti; “Bakanlığın bünyesindeki bazı tasarrufları Adil Bey’in yönlendirmesine müsaade etmemiz cemaatimiz adına çok fayda sağlayacaktır. Adil Bey’le tam bir işbirliği içinde olmanı istiyorum.” Bakan kendine verilen görevin heyecanıyla atıldı; “siz nasıl emrederseniz efendim!” “Ben evvelden Adil Bey evladıma da söyledim. ‘İsmail, cemaati için, cemaatinin Allah yolu için hiç tereddütsüz, her kılıcın altına ensesini koyar,’ dedim. ” Bakan destekledi; “Allah’a şükürler olsun! Bu ebedi yolu sizsiz bulamazdık. Allah herkese bu yolu bulmak nasip etsin, Yarabbi!” Hoca Efendi, artık müridinin zembereğini tam olarak kurduğunu düşündü. Bu andan itibaren, görüşmenin kendi saffından neticelendirilmesi, Hoca Efendi’nin İsmail Çimçim üzerindeki ağırlığı açısından daha doğru olacaktı. “Allah’ın izniyle artık ben huzurunuzdan ayrılıp, işlerime devam etmek isterim.” “Efendim, zaten yeterince değerli vaktinizi alıp, büyük yorgunluk verdik. Artık affınıza sığınıyoruz.”dedi Adil dişleri ortada, köpek gülüşüyle. İsmail Çimçim, bu temasın bittiğinden dolayı üzüntülü, ama görev almış bir müridin heyecanıyla, veda için lafı aldı; “efendim kendinize dikkat ediniz. Allah’ın izniyle Adil Bey’in tüm ricaları sanki sizin emirlerinizmiş gibi yerine getirilecektir. Allah’a emanet olun efendim. Ellerinizden büyük saygı ile öperim.” 23 “Sizler de Allah’a emanet olun, hayırlı günler!”dedi Hoca Efendi ve arkasındaki gorilimsi CIA ajanı oturduğu koltuktan kalkmasına yardım ederken görüntü dondu. Donmuş kare bir müddet duvarın üzerine yansımaya devam edip, sonra kayboldu. Adil, salonun ışık düzeyini arttırınca her şey görüşmeden önceki halini aldı. Adil masasının üst çekmecesini açıp, içinden bir dosya kâğıdı çıkardı. Kısa boyu ve geniş masa yüzünden kâğıdı Bakan’a uzatabilmek için makam koltuğundan hafif kalkıp, masanın üzerinden biraz öne eğilmesi gerekti. “Küçük ricamız!”dedi ve sırıttı. Kâğıdın üzerinde beş firma ismi, firma isimlerinin karşılarında da Bakanlık ihalelerinin isimleri ve tarihleri vardı. Her firma ayrı gözükse de, hepsi aynı odak için çıkar bütününü oluşturan parçalardı. Her firmanın karşısında dört beş iş yazılıyken, en son sıradaki firmanın karşısında tek bir iş yazıyordu. Bu, tüm gümrük kapılarının modernizasyonuyla ilgili çok büyük bir işti. “Firmalar ve talip oldukları işler! Tabii, sizin varlığınızla, artık ben onu, firmalar ve sahip oldukları işler listesi olarak görüyorum.”dedi, kısa, kesik, yapay ve tek parça bir kahkaha atarak. Bakan, Hoca Efendi’nin konuşmasından sonra istek ne olursa olsun, emir telakki edecekti ki; listeyi de öyle kabul etti. “Allah’ın izniyle!”dedi Bakan ve bakışlarını kâğıttan ayırmadan ekledi; “ama ilk ihale, On dört Haziran İki bin dokuz’da!” Gözlerini kısarak kısa bir hesaplama yaptı; “yani, on altı gün gibi bir vaktimiz var. Zaman çok az, hazırlıklarınız ne durumda?” “ Bilemiyorum, ama çok kısa zamanlarda bile hazırlanılır, hiç merak etmeyin! Listedeki bütün firmalar üst düzey, profesyonel kadrolardan kurulu, köklü firmalardır. Sorun ya da eksik olmaz!” Bu sefer Bakan, yüzünde oluşan gülümsemeyle konuştu; “eee, o zaman Allah’ın izniyle merak edilecek bir durum yok!” 24 “Benim de zaten merak ettiğim bir şey yok!”dedi Adil sertçe. Adil’in yerinden kalkışı da sert oldu. Kolunu uzatarak, avucunun içiyle “buyrun!” dermişçesine kapıyı gösterdi ve ekledi; “daha çok vaktinizi almayalım!”. Bakan hayli şaşırmıştı. Adil’in tavır rengi birden koyulaşmıştı. Bu değişime pek bir anlam verememişti ama artık kalkıp gitme zamanı olduğunu düşündü. Listeyi katlayıp iç cebine koyduktan sonra yavaşca ayağa kalktı. O ayağa kalkarken, Adil yerine oturup, bilgisayarında bir şeylerle uğraşmaya başladığı için Adil’le el sıkışma niyeti gerçekleşemedi. Osman’a uzattığı el de, Osman’ın boş ve sabit bakışları eşliğinde havada kaldı. Bakan şaşkın ve yutkunarak; “Allah’a emanet olun, hayırlı günler!”dedi, fakat hiç bir yanıt alamadı. Arkasına dönüp salonun kapısına yöneldiğinde, Adil’den mırıltılı bir ses geldi. Ne söylendiğini anlayamadığı için arkasına dönüp; “efendim?” diye sorduğunda, Adil, gözünü bilgisayardan ayırmadan; sol kolunu havaya kaldırıp; elini, bileğinden bir yukarı bir aşağı ‘hadi git!’ manasında sallıyordu. Bakan, kafası karma karışık kapıdan çıktı gitti. “Ne efendi mi?... ‘Siktir git, göt!’ dedim, duymadın mı?” diye mırıldandı Adil. **** **** **** ***** ***** Bakan gideli yarım saat olmuştu. Adil bilgisayarını kurcalıyor; Osman, Bakan’ın gittiği andaki pozisyonunda oturuyordu. Osman, bir ara saatine bakıp, aynı pozisyonda oturmasına devam etti. Bir müddet sonra Adil, iç cebinden platin bir tabaka çıkartıp tabakanın içindeki olanca kokaini masanın üzerine döktü. Masanın üzerinde duran bir kartviziti alıp; kokaini, pratik bir şekilde, onar santimlik dört şerit haline getirdi. Cebinden çıkardığı küçük borucukla, dört şeridi ardı ardına, büyük bir hırsla burnundan çektikten sonra kafasını arkaya atıp, kokaini daha derinlere yollamak için bütün gücüyle, titreyene kadar, burnundan kesintisiz nefes almaya devam etti. Ilık enerji içine dağılırken göz bebekleri büyüyüp, alev aldı. İçinde dolaşmaya başlayan uyuşturucuyu daha iyi hissedebilmek için koca makam koltuğunda kendini olabildiğince rahat bırakıp, gözlerini yavaş yavaş kapadı. Malı sevmişti! Sanki içindeki ateşe benzin dökülmüş gibiydi. Birden bire gözlerini kocaman açıp, koltukta aniden dikleşerek ellerini şaklattı. 25 “Güzeeel!”dedi, sesindeki büyük hazla. Ardından masasının alt çekmecesini açıp, içindeki özel porno çekimlerle dolu büyük CD çantasını çıkardı ve çantanın içindeki CD’lere tek tek bakmaya başladı. Platin rengi CD’lerin üzerlerine keçeli kalemle notlar düşülmüştü. Birinde durdu; üzerinde, ‘Handan-Hoca Efendi’ yazıyordu. CD’yi yavaşça geçti. ‘OsmanHoca Efendi’ yi de geçti. ‘Os.-han.-hoca ef’! Kısaltma olarak not düşülmüş Cd’yi de geçti. Sıradaki ‘Handan- Osman Özel’ yazan Cd’yi kutudan çıkarttı; bilgisayarının CD haznesine yerleştirip hazneyi kapattı. Handan’ın on dört, Osman’ın on yedi yaşlarında, görüntüde gözükmeyen çok kalın sesli bir adamın talimatlarıyla gerçekleşen sevişme sahneleri duvarın üzerine yansımaya başladı. Adil, masasının üzerindeki telefondan hemen dışarıda bekleyen Handan’a bağlandı ve “buraya gel orospu!”deyip telefonu kapattı. Handan hemen kapıda belirdi. Kadını görünce Adil ayağa kalkıp, bir yandan da pantolonun kemerini, düğmesini ve en son fermuarını açarken; “bak orospu!”dedi. Açılmış kemer, düğme ve fermuardan dolayı serbest kalmış pantolonu bıraktığında pantolon belinden aşağı doğru kayıp dizinde toplandı. “Bak, işte tam orada yaptığın gibi yapmanı istiyorum.” dedi görüntüyü işaret ederek. Görüntüde çocuk Handan, ergen Osman’a, kalın sesli adamın talimatlarıyla oral seks yapıyordu. “Aynısını, hatta daha iyisini yapmazsan dünkü gibi ucuz kurtulamazsın. Bu sefer o güzel burnunu kırarım. Anlıyor musun orospu?” Handan; “anlıyorum efendim!”dedi. Adil, donunu da dizlerinin üstüne indirdi ve koltuğuna oturdu. Handan, koltuğun önüne diz çöküp, işine başladı. Bu sırada, Osman’ın zihninde “hadi, beyaz kanatlım!” diyen şefkat dolu bir ses yankılanıyordu. Osman saatine baktı; ayağa kalktı ve Handan, Adil’e oral seks yapmaya devam ederken salondan sessizce ayrıldı. 26 BÖLÜM 4 HEPSİNİN FÜHRERİ Nisan, Bin dokuz yüz seksen dört İSTANBUL Ben Dünya'ya insanları güçlü yapmak için gelmedim, onların güçsüzlüklerini kullanmak için geldim. Hitler Akyol Kuyumculuk’un ofisinde bütün duvarlar venge rengi lambri kaplıydı. Patron odasındaki patron koltuğunda uzaklara bakar tavırla oturan İshak, odanın yarı karanlık haline aldırmadan gözlerinin üzerine kapkara büyükçe bir gözlük takmıştı. İnce yapılı adam, kahverengi takım elbisesi içine siyah bir gömlek giymişti. Damarlı elleri ile venge rengi patron masasının üzerindeki kül tablasında duran puroyu aldı, derin bir nefes çekip dumanını odaya yayarken puroyu yavaşça tekrar yerine koydu. Sanki odada başkası yokmuş gibi davranıyordu. Hâlbuki masasının önündeki misafir koltuğunda şirketinin muhasebe müdürü sıkıntı dolu heyecanıyla haftalık raporunu veriyordu. Muhasebe müdürü, İshak’tan hayli çekiniyor; karşısında çok heyecanlanıyordu. Bu heyecan, fazla kilolu müdürde aşırı terleme ve ses çatlamalarına yol açıyordu. Adamın şakaklarından akan terin dışında, vücudundan dışarı akın eden ter öyle kuvvetliydi ki, giydiği takım elbisenin rengi her rapor verişinden sonra adeta bir ton koyulaşıyordu. Aslında İshak ne raporları ne de kuyumculuk işlerini umursuyordu. Karanlık adam, dünya kaynaklarının büyük bir bölümünü yönlendiren adı konmamış çıkar birliğinin, bölgedeki yeraltı işlerinin yürütülmesini sağlayan hücrenin efendisiydi. Devasa çıkar çarkları dönerken, düzeni aksatabilme ihtimali olanları terbiye edip düzene sokan; bazen de onları ortadan kaldıran ve dünya üzerinde onlarcası bulunan hücrelerden birinin efendisi! Kendi ipleri başka ellerde, kendi elinde de başkalarının ipleri vardı. Yaptıklarının karşılığında, yüzlerini hiç görmediği, seslerini hiç duymadığı yeryüzü 27 tanrılarından maddi “aferinler” alan, onların takdir ettiği kadar olanaklar sunulan, ama bir terslik olursa o çarkların arasında kalıp hiç tanınamayacak kadar ezilerek yok olacak bir efendi! Bu hücre efendisi, muhasebe müdürünün korkmuş, telaşlı, heyecanlı haliyle içten içe eğlenip, küçük orgazmlar yaşarken, masasının üzerindeki kırmızı telefonun çınlayan zil sesi duyuldu. Muhasebe müdürü telefonun sesiyle sustu ama dindirmeye çalıştığı derin solukları halen duyuluyordu.Telefon birkaç kez daha çalarken, İshak telefonu umursamadan muhasebecisinin engelleyemediği soluklarının biraz daha tadını çıkarttı. Telefon dördüncü kez çaldığında, İshak, çok sakin bir tavırla telefona uzanıp açtı; herhangi bir şey söylemeden karşıda konuşanı dinledi ve sonunda kalın sesi ile, “bağla!” dedi. Hemen ardından, elinin tersiyle muhasebe müdürüne ‘git’ işareti yaptı ve şişman adam, vücuduyla bağdaşmayacak kadar atik hareketlerle, önündeki sehpaya koyduğu evrakları çantasına tıkıştırıp soluğu odanın dışında aldı. Muhasebeci dışarı çıktığı anda İshak’ın kulağındaki telefona ses geldi. “Alo, İshak Bey, iyi günler! Ben Dr. Özcan! Nasılsınız?” Sadece telefon hatlarındaki cızırtının duyulduğu bir sessizliğin ardından, verilen cevap kısaydı. “Evet!” Doktor bu cevabı duyunca, “İyi misiniz? Hoş musunuz?” bölümünü geçmesi gerektiğini anladı. “Elimde bir tane var. Tam size göre ilgilenir misiniz?” “Saat yedide yanıma gel, görüşelim.”diye yanıtladı İshak ve telefonu kapattı. **** **** **** ***** ***** Dr Özcan, devletin dört ayrı yetiştirme yurdunun psikiyatrı olarak görünüyordu. Çok bir şey yaptığı söylenemezdi. Arada sırada yetiştirme yurtlarına uğrar, biraz gezer dolaşır, birkaç imza atar, sonra çeker giderdi. Bu güzel işi, general olan bir yakını sağlamıştı ona. İshak’la telefonda konuşurken, “elimde bir tane var,” diye bahsettiği de bir çocuktu. Doktor Özcan İshak’a bu güne kadar kızlı erkekli on, on bir yaşlarında sekiz çocuk satmıştı. Bu çocukların yurtlarından kaçtıklarını veya ortadan kaybolduklarını bildirip, işi kılıfına uyduruyorlardı. Elbette, düzeni tek başına yürütemezdi. Yurtta çalışan birkaç kişiyle ortak 28 çalışıyordu. Ortaklarına çocuk başına İshak’tan aldığı okkalı paranın çok küçük bir kısmını dağıtıyor, aslan payını kendi alıyordu. Özellikle kimsenin peşine düşmeyeceği çocukları seçiyorlardı. Bilinen hiçbir yakınının olmamasına dikkat ediyorlardı. Doktor Özcan, çocukları İshak’a teslim ettikten sonra ne olduğunu hiç bilmiyor, düşünmeye de çalışmıyordu. Zaman zaman vicdanında azap krizleri yaşıyorsa da, çocukları satmak için kendince çok geçerli bir gerekçesi vardı: Para! **** **** **** ***** ***** İshak, bu çocukları bitmiş bir projenin son parçaları olmaları için topluyordu. Projenin başlangıcı İkinci Dünya Savaşı’na kadar dayanıyordu. İkinci Dünya Savaşı sırasında Hitler, topladığı bir grup bilim adamından askerlerdeki korku, sorgulama, vicdan ve buna benzer duyguları yok edecek metotlar üzerinde çalışmalar yapmalarını istemişti. Hatta özel harekâtlarda kullanılacak askerlerin bir operasyondan sonra temel eğitimlerine, becerilerine, öğretilerine, askeri maharetlerine dokunulmadan sadece yapılmış olan operasyonla ilgili bilgileri zihinlerinden silebilecek ilaçları veya cerrahi müdahaleleri geliştirmelerini istiyordu. Hitler isteklerinde çok daha ileri gidiyor ve son noktada bütün hatıraları silinmiş, ailesini bile hatırlamayan, mazisini aramak aklına bile gelmeyecek, zihninde biriken hatıralar her operasyon sonrasında silinebilen, hatırladıkları sadece; daimi olarak emir alacağı komutan ve içinde bulunduğu operasyonla sınırlı olacak askerler istiyordu. Duyguları, hatıra stokları, ahlaki değerleri, geçmişle ve aileleriyle bağları, gelecek beklentileri, hayat kaygıları olmayan; her zaman ve her durumda sadece Führer’den emir alan mangalar, kıtalar, bölükler ve ordular istiyordu. Hitler’in bu isteği, savaş sırasında ordusunun durumu kötüye gittiği takdirde askerlerinin ona karşı itaatlerini kaybedecekleri paranoyasından doğuyordu. Böylece şartlar nasıl olursa olsun kendine tamamen itaatkâr bir ordu bulmakta zorluk çekmeyecekti. Aslında bu Hitler’in yaşadığı en yersiz paranoyası oldu. Yakın çevresindeki askerleri ona o kadar sadık kaldılar ki öldükten sonra bile onun emirlerini tamamen yerine getirdiler. Bu projeye en çok sahip çıkan, projenin başına getirilen otuz dokuz yaşındaki hırslı genç bilim adamı Profesör Hans Von Grosse oldu. Genç bilim adamı ve çalışma arkadaşları, Berlin’de kendileri için tahsis edilmiş büyük imkânları olan laboratuarda faaliyete başladıklarında tarih, bin dokuz yüz kırk üç senesinin son aylarıydı. Führer'lerine gönülden bağlı otuz bilim adamı, gece gündüz, hiç durmadan, büyük bir inançla çalışıyorlar, varlarını yoklarını vererek projeyi ilerletiyorlardı. Laboratuarın dışındaki dünyada kıyametler koparken 29 Hans Von Grosse başkanlığındaki topluluğun tek dünyası bu proje olmuştu. Führer'lerine düzenli aralıklarla raporlar gönderip, projenin gidişatıyla ilgili bilgiler sunuyorlardı. Bir gün laboratuardaki hummalı çalışmalar tam hızıyla sürerken, büyük laboratuarın yüksek kapıları sertçe açıldı ve içeri giren en irisinden on iki SS, karşılıklı iki sıra halinde durarak bir koridor oluşturdular. Laboratuarda çalışan herkes donmuş, olanı biteni merak ve şaşkınlıkla izlerken, o koca adamların arasından Adolf Hitler kısa boyuna rağmen sanki oradaki en heybetli adammışçasına belirdi. On iki asker birden kollarını ileri uzatarak Führer'lerini selamlayıp kutsadılar. Hitler bu sert selamı geçiştirircesine, elini bir an kaldırarak cevapladı. Bu ufak tefek adam, yüksek tavanlı, en az iki bin metrekarelik laboratuara girdiğinden beri enerjisiyle her santimetrekareyi adeta doldurmuş, zamanı durdurmuştu. Laboratuarda çalışanlar, Führer'lerini karşılarında görmenin yaşattığı zihin tutulmasını kısa bir andan sonra üzerlerinden atıp, onu kollarını havaya kaldırarak selamladılar. Hitler, askerlerinin oluşturduğu koridoru geçince durup, laboratuarı şahin bakışlarla süzmeye başladı. Çok geçmeden dikkatli gözleri laboratuarın en dibindeki Profesör Hans Von Grosse’yi yakaladı. Hitler sakin bir sesle; “Profesör!” diye seslenip, eliyle, beyaz önlük içindeki kısa, tombul, dağınık saçlı Hans Von Grosse’yi yanına çağırdı. Profesör, buzlarını kırmakta zorlansa da harekete geçti ve Hitler’in yanına geldiğinde heyecandan kilometrelerce yürümüşçesine yorgun ve bitaptı. Sanki içindeki tüm enerjiyi birisi çekip çalmıştı. Führer’le aralarında artık üç dört metre kalmıştı ve kalbi çılgın gibi çarpıyordu. Führer’ini tekrar selamladı ve titrek sesiyle; “emredersiniz Führer’im!” dedi. Hitler, bakışlarını profesörden hiç ayırmadan sordu; “çalışmalarınız hangi aşamada Profesör?” Hans Von Grosse bayılmak üzereydi. Yutkunarak cevapladı; “Führer’im, sayenizde çok yol kat ettik… Çok ilerledik!” Hitler; “vaktimiz her yönden kısıtlı, Profesör. Anlatın!” 30 Profesörün hayatındaki en uzun dokuz dakikaydı. Bu konuşma boyunca Hitler, Hans Von Grosse’ye müdahale etmedi; sadece birkaç soru sordu o kadar. Lakin Profesör son cümlesini bitirmeden sözünü kesti. “Denekleri görelim Profesör!” Profesör bir an duraksadı çünkü o anda hiçbir denek hazır değildi ama Profesör’ün yapabileceği de bir şey yoktu; Führer denekleri görmek isterse görürdü. “Emredersiniz, Führer’im!” “Lütfen beni takip ediniz, Führer’im!” Profesör laboratuarın arka köşesine doğru yürümeye başlayınca, Hitler ve on iki kişilik takımından ona her zaman en yakınında refakat eden iki SS, Hans Von Grosse’yi takip ettiler. Laboratuarın arka köşesine varınca Hans Von Grosse yere eğilip, alt kata açılan büyük demir kapağı iterek rayların üstünde kaydırdı. Açılan büyük boşluktan aşağıya doğru inen yüksek demir basamaklara basarken, laboratuarda çalışanlara yüksek tonda seslendi. “Işıklar!” Profesörün ardından iki metrelik SS, basamakları adımlarken ışıklar kırpışarak yanmaya çalışıyordu. SS, kendisi içeriyi tam olarak görmeden Führeri’nin inmesini istemediği için basamaklarda duraksadı. Işıklar tam olarak yandığında bile içerisi epeyce loştu. SS, dikkatlice etrafı süzdü. Burası, penceresiz, kocaman bir salondu. Salonun içine yerleştirilmiş yüz, yüz elli tane üç metrekarelik demir kafes, demir kafeslerin içinde yırtık pırtık kıyafetleriyle zincirlenmiş; kimisi kendinden geçmiş, kimi inleyen, kimi bir şeyler mırıldanan, çocuktan büyüğe, erkekten kadına, hepsi zayıflıktan kemikleri sayılan onlarca Yahudi vardı. Profesör basamakları bitirip zemine bastığında, iki yakın koruma ve Hitler, basamakları, işkence haneye benzer koca salonu süzerek, ağır adımlarla iniyorlardı. Nem, sidik ve kan kokuları birbirine karıştığı için içerinin havası epey ağırdı. Hitler aşağıya indiğinde, kendini boynundan ayaklarına kadar örten kahverengi, kalın, deri pardösüsünün cebinden gri, köşesinde isminin baş harfleri işli bir mendil çıkartıp, burnuna tuttu. Lafı dolandırmayı pek bilmeyen bilim adamı, Führer’inden izin alarak söze girdi; “Führer’im, izninizle!” Hitler, kısa ve kesik; 31 “Evet!”diyerek izin verdi. “Führer’im, burada sekiz yaşından atmış yaşına kadar deneklerimiz var.” Bu sırada, Hitler’in liderliğinde küçük adımlarla, kafesler arasında yürümeye başlamışlardı. Birkaç kafes geçtikten sonra Hitler, içinde vücudundaki iltihaplanmış derin kesiklerden kan sızan, sol gözü oyularak çıkartılmış, yarı ölü bir kadının bulunduğu kafesin önünde durdu. Profesör sözüne devam ediyordu; “her biri üzerinde ayrı ayrı denemeler yaptık. En iyi sonuçları on ikisini geçmemiş çocuklarda aldığımızı söyleyebilirim.” Hitler gözlerini kafesin içinde zorla soluk alan ağır yaralı kadından ayırmadan sakin bir sesle konuştu; “bize çocuk değil, güçlü savaşçılar lazım Profesör!” Aheste yürüyüşüne devam ederek, kafeslerin önünde bir kaç yumuşak adım attıktan sonra sert bir dönüş yaptı. Bu sefer sesi yüksekti. “Benim burada gördüğüm; boşu boşuna beslenen, hiç bir işe yaramaz, bir sürü Yahudi!” Hitler’in önünde durduğu kafesin içinde yerde oturan; ellili yaşlarında ama seksen gibi gözüken; zayıflıktan iğne ipliğe dönmüş; kafası, fazla şişirilmiş ve patlamaya ramak kalmış bir balona benzeyen bir adamdı. Hitler öfkeyle adama bağırdı. “Sen! Ayağa kalk!” Adam büyük zorlukla ancak kafasını kaldırabildi. Gözlerindeki çaresizlik, herkesin okuyabileceği kadar açıktı. Bir zamanlar zengin bir demir tüccarı olan adamın ayağa kalkabilmesi olanaksızdı; iki gün önce yapılan bir deney belden altını felç bırakmıştı. Adam, iki iri SS’ in arasından kendisine tiksinti verici bir böceğe bakar gibi bakan Hitler’i tanımış ve içindeki son enerjisi de öfke olup gözlerine dolmuştu. Bu arada, adamın halen Hitler’in emrine uymadığını gören koruma, tüm gücüyle bağırdı. “Führer’in emrini yerine getir! Ayağa kalk!” Ölümü yakın adam, Hitler’in gözlerine öfkeyle bakarak; 32 “iblis!…iblis! Sen iblissin!” diye haykırmaya başladı. O anda, adeta tüm dünya Profesör’ün üzerine yıkılmış, profesör ne yapacağını bilemez halde taş kesmişti. Az önce adama bağıran SS, hemen belindeki silahına davrandı. Hitler, en basit emrinin bile bir zavallı tarafından yerine getirilmemesine hayli öfkelenmesine rağmen küçük bir el hareketiyle SS’i durdurdu. Tüm ailesi katledilmiş Yahudi, zor da olsa sözlerine devam etti; “sonunda… biz kazanacağız!” Hitler yüzünü buruşturup, biraz önce silahına davranan SS’ e parmağıyla Yahudi’yi işaret etti. SS, büyük bir zevkle dokuz milimetre Parabellum’unu kılıfından çıkartıp, Yahudi’ye doğrulttu ve ateşledi. Son anında bile gözlerindeki öfkeyi Hitler’den ayırmayan Yahudi, alnının ortasından giren kurşunla hemen öldü. Profesör’ün beyaz teni tamamıyla kıpkırmızı olmuştu. Vücudunun her yanı ütü basılıyormuşçasına yanıyordu. Führer’inin ziyaretindeki bu rezaletle hayatının en büyük yıkımını yaşıyordu. Hitler, Profesör’e dönüp; “burada bu gün ne gördüm?” diye haykırdı. Profesörün ağzını açacak hali kalmamıştı. Hitler kendi sorusunu, yüksek sesle, kendi yanıtladı. “Koca bir hiç!” Profesör titriyor ve sadece; “özür dilerim Führer’im!... Çok özür dilerim, Führer’im!” diyebiliyordu. Hitler tekrar söze başladığında, Profesör gözlerinden sicim gibi akan yaşlara hâkim olamıyordu. “Profesör, sana bir şans daha vereceğim.” Yerde kafasında koca bir kurşun deliğiyle ölü yatan Yahudi’yi işaret ederek; “eğer bir dahaki sefere istediğimi göremezsem onun yerinde sen olursun.” dedi. Sonra haykırırcasına; “ben sana ne istediğimi ilk gün söyledim!” 33 “Sen benim ne istediğimi biliyorsun, Profesör!” Profesör sadece başını “biliyorum!” anlamında sallayabildi. Bu ziyaretin ardından bile Hans Von Grosse’nin Führer’ine olan sevgisinde bir azalma olmadı. Profesör projeye daha da bağlanmıştı. Sürekli, “Führer’in geleceğini bilsem ona daha çok şey gösterebilirdim,” diye geçirip duruyordu içinden. Hitler, bir daha ziyarete gelmedi. Dediği gibi zamanları kısalmıştı; artık yavaş yavaş savaşın sonuna geliyorlardı ve bu sefer de, Birinci Dünya Savaşı misali Almanların lehine sonuçlanacakmış gibi gözükmüyordu. Bu sonucu, Hans Von Grosse’nin takımında çalışan bilim adamları da artık net olarak görebiliyorlardı. Savaşın sesi daha yakınlardan duyulmaya başladıkça; çalışma, keşfetme ve sonuca ulaşma isteklerinin yerini, endişe ve korku almaya başlamıştı. Hans Von Grosse, ekibini diri tutmak için, çeşitli defalar hepsini bir araya toplayıp isteklendirme konuşmaları yapmıştı ama bu otuz kişilik topluluğun öncelikleri projenin başladığı ilk günlere nazaran epey değişmişti. Çoğu evliydi; çocukları, eşleri ve aileleri vardı. Oysa kimi kimsesi olmayan bekâr Hans Von Grosse’nin en büyük aşkı; bilimi ve işi, en sağlam bağlılığı ise Führer’ineydi. Bu projeyi saplantı düzeyinde sahiplenmişti ve yaşamı pahasına olsa da sonucunu getirmek istiyordu. Fakat bin dokuz yüz kırk beş senesinin ilk aylarında, projede çalışan bilim adamları artık birer ikişer Berlin’den kaçmaya başlamışlardı. Dağılma süreci hızlı gelişiyordu ve laboratuarda gün be gün eksilen kadronun etkisiyle çalışmalar çok yavaşlamıştı. Bahar aylarına girildiğinde tüm kadrodan sadece dört bilim adamı kalmıştı fakat Profesör’ün projeyi başarma ve neticelendirme isteği ilk günkünden bile fazlaydı. Lakin artık ne Hitler ne de onun adına başka birileri, çalışmaları veya ihtiyaçları ile ilgileniyorlardı. Projeyi yürütebilmek için büyük olanaklara ve büyük bir kadroya ihtiyaç vardı ve Profesör mevcut şartlarda proje çalışmalarının yürütülemeyeceğini kabullenmek zorunda kaldı. Kararını, son ana kadar emrinde kalan dört bilim adamına da açıkladıktan sonra, ekibi kendi elleriyle dağıttı. Artık Almanya’da kalamazdı. Deneklerden birinin pasaportunu kullanarak kendine sahte bir kimlik hazırladı. Artık o Hans Von Grosse değil; Ruben Levi idi. Ruben Levi, projeyle ilgili en önemli dokümanları doldurduğu iki bavuluyla, epey maceralı bir yolculuktan sonra New York’a ulaştı. Bu sırada savaş tamamen neticelenmiş, Almanya feci bir yenilgi almıştı. Yeni Ruben Levi, eski Hans Von Grosse’nin en çok düşündüğü Führer’inin ve kendi projesinin akıbetiydi. Projesine Amerika’da devam etmek istiyor ama bunu nasıl gerçekleştirebileceğini bilemiyordu. Ayak bastığı ilk andan itibaren hiç 34 hoşlanmadığı New York’ta günlerce yarı aç yarı tok gezdikten sonra küçük bir laboratuarda iş buldu. Sonraki beş yıl boyunca çeşitli laboratuarlarda çok da üst düzey olmayan pozisyonlarda çalıştı. Bu arada, projesi üstüne küçük çalışma ve araştırmalar yapıyor, yeni teoriler geliştiriyordu. Hafızalarında birikenleri tekrar tekrar silerken, yetenekleri ve temel eğitimleri olduğu gibi kalacak, tamamen kontrol altında insanlar yaratabileceğine dair kati bir inanç içersindeydi. Bu inancını gerçekleştirebilmesi ise ancak kendisine kaynak ve maddi destek sağlayabilecek birilerini bulabilmesine bağlıydı. Son çalıştığı laboratuar Amerika’nın en büyük kimya devlerinden birine aitti. Ruben Levi, uzun uğraşlar sonucunda dev şirketin büyük patronundan bir randevu koparmayı başardı. Bu randevu, sonradan olma ile anadan doğma iki Yahudi’yi bir araya getirecek, yalnızca onların hayatlarını değil birçoklarının hayatlarını değiştirecekti. **** **** **** ***** ***** Ruben Levi, geniş bekleme salonunda heyecanla bekliyordu. Güzel sekreterin “sizi bekliyor” demesiyle ayaklanıp patronun odasına girdi. Odaya girer girmez onu muhteşem bir yetmişinci kat Manhattan manzarası karşıladı; patron odada yoktu. Ruben biraz çekingen koltuklardan birine oturdu; manzaranın keyfini çıkaramayacak kadar kafası doluydu. Oturduğu yerden odayı incelemeye başladı. Büyük patron masasının tam ortasında bir tespih, masanın köşesinde de kristalden yapılma bir Yahudi Yıldızı vardı. Ruben, Yahudi Yıldızı’na odaklanmış, Führer’ini düşünmeye öylesine dalmıştı ki büyük patronun odaya girişini bile fark etmemişti. “Profesör Levi!” Profesör birden yerinden sıçrayıp ayağa kalktı; sesin geldiği yöne dönüp patrona baktı. Patronun üzerinde çok pahalı olduğu belli açık mavi bir takım elbise vardı. Profesörün üzerinde ise yirmi dolara ikinci elden aldığı tuhaf kahverengi bir takım elbise vardı. Profesör, çekingen, güvensiz ve mağlup bir biçimde elini uzattı; tokalaşıp yerlerine oturdular. Oturur oturmaz patron iri kol saatine baktı. “Tam olarak dokuz dakikamız var. Sizi dinliyorum Profesör!” Hans Von Grosse’nin ikinci, Ruben Levi’nin ilk dokuz uzun dakikasıydı hayatındaki. İlk önce kısaca kendinden bahsetti. Kendini Nazilerin bu projede zorla çalıştırdıkları Polonyalı bir Yahudi profesör olarak tanıttı. Savaş sırasında tüm ailesini kaybettiğini, savaş 35 sonunda da tüm laboratuar bulgularını çalarak Amerika’ya geldiğini anlattı. Patron hikâyenin bu kısmıyla çok da ilgilenmemişti. “Lütfen elinizde ne olduğunu anlatın.” Ruben Levi hemen projeye geçti. Bütün projeyi olabildiğince hızlı, tesirli ve açık şekilde anlatmaya çalıştı. Büyük patrona, her türlü donanımın yüklenebileceği etten robotlar olarak algıladığı proje, çok çekici geldi. Duyguları, sorgulamaları, bağları ve hafızaları alındıktan sonra insanlar her yerde ve her şekilde kullanılabilirlerdi. Bu düşünceyle fazlasıyla heyecanlanan büyük patron, Ruben Levi’den çalışmaların ne safhada olduğunu, nereye kadar gidebileceğini gösteren bir sunum istedi. Büyük patrondan bu sunum için biraz olanak koparmayı başaran Ruben Levi ise hemen kolları sıvayıp ona tahsis edilen, Hitler’in emrine verdiğiyle mukayese edilemeyecek kadar küçük laboratuarında zamana karşı yoğun bir çalışmaya koyuldu; etrafına da kimya çalışmalarında yapılacak zararsız deneyler için dolgun maaşlarla ikiz kardeşler aradığı haberini yaydı. Gelen birçok ikiz içinden en genç ve en uygun olanları seçmek için epey uğraştı ve en sonunda Teksaslı, yirmi iki yaşlarında, işsiz, başarısız, umutsuz ve yılgın, tek yumurtadan olma Dick ve Mick’i seçti. İkizlerin ne kadar mülayim, sıradan ve şiddetten uzak, normal heteroseksüel erkekler olduğunu göstermek için onları işe alır almaz büyük patronla tanıştırdı. Geliştirdiği teknikleri, ikizler üzerinde denemeye başladığında ilk zamanlarda, ikizler, damarlarından zerk edilen serumların, içtikleri yüzlerce hapın, uyurken dinletilen seslerin, vücutlarının ayrı bölgelerine bağlanan cihazların ve çeşit çeşit testlerin neden yapıldığını ve sonuçlarının ne olacağını merak eder ve sorar haldeydiler. Aylar geçip çalışmalar ilerledikçe merakları ve soruları eriyerek yok oldu. Levi ve denekleri sunum gününe gelindiğinde büyük bir uyum içindeydiler. Sekiz ay sonra, büyük patrona sunum büyük bir hangarın içinde gerçekleşti. Kocaman boş hangarın içinde iki yatak, bir de uzunca masa vardı. Yatakların üzerinde Nick ve Mick, kollarında serum takılı uyuyorlardı. Uzun masanın üzeri türlü türlü kesici aletlerle doluydu. Büyük patronun hangara gelişiyle, Ruben Levi sunumuna başladı. Bir parmak şaklatmasıyla ikizler derin uykularından uyandılar, serumlarını çıkartıp ayağa kalktılar. Levi büyük patrona, yarım saat için ikizlere ne söylenirse sorgusuz sualsiz yapacaklarını söyledi ve büyük patronun ne yapmalarını istediğini sordu. Böyle bir duruma hazırlıksız olan patron biraz tutuk davranınca Levi izin isteyip inisiyatifi eline aldı ve ikizleri yönlendirmek için emirler vermeye başladı. İkizlere verdiği ilk emir masanın üzerinde duran neşterlerle birbirlerinin sol gözlerini oymaları oldu. İkizler tereddütsüz neşterleri alıp birbirlerinin boş ve manasız bakan 36 sol gözlerini, hiçbir acı ifadesi göstermeden, oydular. İşlem bittikten sonra kan revan içindeki yüzleri ve manasız bakan sağ gözleriyle yeni emirler için hazırdılar. Her şey iyi gidiyordu; Ruben Levi coşmuştu. Birine diğerinin ırzına geçmesini söyledi. Bu emri de hemen yerine getirildi. Bu arada vakit ilerlemiş son on beş dakikaya girmişlerdi. Sunum müthiş gidiyordu ama daha da iyi gidip, zirvede noktalanmalıydı. Bilim adamı masada duran baltalarla birbirlerinin kollarını jilet gibi bıçaklarla meme uçlarını ve kulaklarını kestirtti. Ortalık kan gölüne dönmüştü. Büyük patron kusmaktan bayılmak üzere ama bir o kadar da heyecanlıydı. İnsanları bu derece kontrol edebilmek inanılmaz bir güçtü. Son dakikalar yaklaşırken Ruben Levi ikizlerden birine diğerinin kalbini masanın üzerinde duran iri kamayla dışarı çıkarmasını emretti. Emri alan, kan kaybının verdiği takatsizlikle zorlanarak ta olsa söyleneni yaptı ve ikizini öldürdü. Ruben Levi, son emir olarak, hayatta kalan ikizden kendi şah damarını kesmesini istedi. Emir yerine getirildiğinde koca hangarın ortasında bir kan gölü, kan gölünün ortasında yatan iki tane ceset vardı. Ruben Levi sunumun sonunda aslında projenin daha başlarında olduğunu, projenin mükemmelleşmesi için daha çok imkâna, paraya ve zamana ihtiyaç olduğunu söyledi. Büyük patron, projeyi kendisinin de bir parçası olduğu, dünya kaynaklarının büyük bölümünü yönlendiren, adı konmamış çıkar birliğine götürdü. Gizli birlik, büyük konseyinde, projenin gelişmesi için Ruben Levi’nin desteklenmesi ve gözlerden uzak güvenli bir yerde sürdürülmesi kararına vardı. Ruben Levi’ye çalışmalarını sürdürmesi için kuracağı üs için iki seçenek sunuldu. Birisi Arjantin’in dağlık bir bölgesindeki ıssız bir vadi; ikincisi ise Ortadoğu çöllerinden birinin tam ortası idi. Ruben Levi ikincisinin daha uygun olduğunu düşünüyordu. Bomboş, lekesiz bir tuvali andıran koca çöl, artık Ruben Levi’nin yeni yuvası olacak; bu boş tuvali, o ve ekibi dolduracaklardı. Kendisini bu boş tuvali doldurması için gönderenler, Ruben Levi’nin aslında Hans Von Grosse olduğunu çoktan öğrenmişler ama bunu hiç önemsememişlerdi. Onlar için tek önemli olan sahip olacakları güçtü. Çölün ortasında oluşturulacak kampus için öncelikle ana laboratuarın inşaatıyla işe başlandı. Levi’nin önünde uzun ve zorlu bir yol vardı ama bu onu korkutmuyor bilakis mutlu ediyordu. Ana laboratuar inşaatının tamamlanmasıyla, Ruben Levi, emrinde çalışacak ekibi oluştururken projeyi kaldığı yerden sürdürme imkânını da yakaladı ve yıllarca hem kendi projesinde hem de süregelen inşaat işlerinin denetlenmesinde geceli gündüzlü durmadan çalıştı. Kırk yıla yakın bir zaman sürecinin sonunda Bin dokuz yüz seksen iki senesi başlarında adını UYUYANLAR TAKIMI koyduğu projesinin geldiği noktadan büyük ölçüde 37 tatmin olmuştu. Yaşı seksenleri bulmuş; sağlığı kötüye gitmeye başlamış ve fazla ömrü kalmamıştı. Artık tek istediği, geliştirdiği metotlarla kurgulanan insanların gerçek hayatın içindeki icraatlarını görmekti. Uyuyanlar Takımı projesinin geldiği son noktada Ruben Levi, üzerinde belli bir zaman çalıştığı kişiler üzerinde uzun vadeli tam hâkimiyet kurmayı başarmıştı. Kullanılan metotların daha verimli olabilmesi için hâkimiyet kurulacak insanların üzerinde küçük yaşlarından itibaren çalışmaya başlamaları önemliydi. Çocukların küçük yaştayken sınırlı olan hatıraları tamamen silinerek beyinleri kısa mazilerinden arındırılıyor, aylar alan bu ilk aşamanın ardından çocuğun artık geçmiş yaşamına dair hatırladığı hiçbir şey kalmıyordu. Annesi, babası, kardeşi, halası, teyzesi, oturduğu şehir, gittiği okul, sevdiği renkler, doğrular, yanlışlar, aile öğretileri ve buna benzer hiçbir şey yoktu artık bellekte. Bu süreç içinde duygular ve buna bağlı, mutluluk, acı, kin, sorgulama gibi kavramlar da körpe beyinlerden siliniyor; içi istendiği gibi doldurulabilecek boş bir vücut ve boş bir beyin kalıyordu. Uyuyanlar Takımı’na kazandırılacak elemanın ne gibi nitelikleri olması isteniyorsa teknik bilgilerin yanı sıra fiziki marifetler de kazandırılıyordu. İyi bir atlet, dirençli bir asker olmaları için çok yoğun antrenman programları, sıkı silah talimleri yaptırılıyor, kurgulanan sistemin iyi çalışabilmesi için de her gün dokuz ayrı hap içiriliyordu. Son aşamada, bu hapların her gün her ne şartta olursa olsun içilmesi gerektiği beyinlerine şartlandırılıyordu. Ve en sonunda, efendisi tarafından her şartta, her şeyin yaptırılabileceği Uyuyanlar Takımı elemanı derin bir uykuya uyandırılıyordu. 38 BÖLÜM 5 HİPOKRAT İnsan tümüyle suçlu değildir çünkü tarihi o başlatmadı, ama tümüyle suçsuz da değildir çünkü tarihi sürdürdü. Camus Dr Özcan hışımla telefonu kapattı ve kulübeden dışarı çıktı. Dışarıda ahmakıslatan yağıyordu. Caddenin karşısındaki birahaneye yöneldi. Cılız trafik onu kısa bir an bekletip sonra yolu geçmesine izin verdi. Birahaneden içeri girerken hafif ıslanmıştı. Köhne mekânda kapıya en yakın masaya oturdu ve elindeki jetonları masaya sert bir şekilde bıraktı. İshak’ı aradıktan sonra, daha üç ay önce açtığı muayenehaneyi de aramıştı. Muayenehanedeki sekreterin gevşekliği kendini deli ediyordu. Şişmanca, çirkin, dul kadın başlangıçta işine karşı sorumlu davranıyordu ama sonraları, Özcan kadının maaşını veremeyip, üstüne üstlük, içkili olduğu bir gün kadın ile birlikte de olunca, kadın artık sekreterden çok bir baş belasına dönüşmüştü. Ne arayanları not tutuyor, ne de temizlik yapıyordu. Dr Özcan’a karşı çok hırslanmıştı. Parasını alamayışı bir yana, yakışıklı adamın hafif sarhoşken söylediği hoş sözlere kanıp onunla yatmış olması başka bir yanaydı. Bunlar aklına geldikçe köpürüyor; hıncını almak için, Dr Özcan muayenehaneyi her aradığında tek bir arayan olduğunu söylüyordu. “Ökkeş Şenbak aradı. Beş kere!” Gününe göre ‘keresi’ değişiyordu ama cümlenin sonundaki hırslı ve küçümseyen “hıh!” ünlemi hiç değişmiyordu. **** **** **** ***** ***** Dört sene önce eski karısı, Özcan’ın metresi olduğunu duyunca elinde avucunda ne var ne yok alıp; doktoru dımdızlak bırakıp, boşamıştı. Teselliyi metresinde bulan yakışıklı doktor, para harcamayı ve harcatmayı seven seksi kadınla bir sene sonra evlenmiş; eski metres, yeni eşle geçen üç senenin sonunda epeyce borçlanmıştı. Çok alacaklısı vardı ama kimyasını bozan isim Ökkeş Şenbak’tı. Eli silahlı tefeciden korkuyordu. Başlangıçta küçük olan borç, Ökkeş Şenbak’ın ellerinde devasa bir hal almıştı. Diğer alacaklıları öyle ya da böyle idare edebiliyordu ama bu tefecinin korkusundan yeni açtığı muayenehaneye bile doğru dürüst 39 gidemez olmuştu. Sekreteri durumu biliyor; doktor ne zaman arayan soranı öğrenmek için muayenehaneyi arasa, hırsını almak için abartarak, ama öfkeli bir zevk içinde, Ökkeş Şenbak’ın defalarca aradığını söylüyor; diğer arayanlardan hiç bahsetmiyordu. **** **** **** ***** ***** Dr Özcan’ın masanın üstüne sertçe koyduğu jetonların sesini duyan hımbıl ve pasaklı birahane sahibi, ellerini yıkamadan tuvaletten çıktı. İçerde, girişe en yakın masada oturan adamdan başka hiç kimse yoktu. Birahaneci yalnız oturan adama bir göz attı. Adamın tanıdık olmadığı gibi, bu kenar mahalleye ait olmadığı da açıkça görünüyordu. İtinayla taranmış hafif kırlaşmış saçları, güzel çehresi, pahalı lacivert takımı, şık kravatı ve parlak ayakkabılarıyla başka bir mahalle değil hatta başka bir gezegenden gelmiş gibiydi. Dr Özcan da varlığının burada sırıttığının farkındaydı. Kafasında bin bir düşünce, arabasıyla bilinçsizce dolaşırken, telefon açmak için telefon kulübesinin önünde durduğunda birahaneyi görmüş, telefon konuşması bitince de gelip oturmuştu. Bu semte de, bu birahaneye de ilk defa geliyordu. Derdi, iki saat sonra İshak’la olan randevusuna kadar birkaç bira içip, hem rahatlamak hem de vakit geçirmekti. Bu yüzden tam bir buçuk saatini pasaklı birahanecinin elinden üç bira içip, bir porsiyon patates kızartması yemeye harcadı. Randevu zamanı yaklaştığında, pasaklıya hesabı ödeyip, birahaneden çıktı ve arabasına binerek yola koyuldu. Doktor tam vaktinde İshak’ın ofisindeydi ama her halükarda bekletileceğini bildiği için İshak’ın güzel sekreterinin gösterdiği büyükçe koltuğa gömülürcesine yerleşti ve dolgun memeli sekreteri seyretmeye koyuldu. Güzel ve zeki kadın seyredildiğini bildiği için davranışlarındaki dişiliği koyulaştırıyordu. Kalın dudaklarını inceden ısırıyor, saçlarını ufaktan savuruyordu. Narin ellerinde kalemi tutuşuna bile bir seksapel katabilen yetenekli kadın, sekreterden öte adeta İshak’ın sağ koluydu. Özcan kadının hem dişiliğini, hem de işine hâkimiyetini beğeniyordu. Bu kadını her gördüğünde türlü fantezilere dalıyor, genelde kadınla kendini muayenehanesindeki salonda duran gösterişli deri kanepede çılgınlar gibi sevişirken hayal ediyordu. Yakışıklı, evli, borçlu, kadın düşkünü doktor; içtiği üç biranın verdiği rahatlık ve fantezilerinin rengiyle gömüldüğü koltukta yirmi dakikayı su gibi akıtıp geçirdi. Güzel sekreterin “ buyurun, İshak Bey sizi bekliyor,”demesiyle hayal dünyasından çıkıp, oturduğu rahat koltuktan ve seksi sekreterden ayrılması zor oldu. Büyük odaya girdiğinde, İshak önündeki bir takım kâğıtlara göz atıyordu; kafasını kaldırıp Özcan’a bakmadı bile. Doktor sessiz, İshak’ın masasının önündeki misafir koltuklarından birine, yayılmadan, usturupluca, oturdu ve beklemeye başladı. İshak doktorun varlığını hiçe saydığı birkaç dakika süresince de 40 önündeki kâğıtları incelemeye devam etti. Sonra kâğıtları bırakıp kafasını kaldırdı ve koyu gözlüklerinin ardından pek de nereye baktığı anlaşılmaz bir halde, hiç mimik vermeden bakarak; boru gibi sesiyle tek kelimelik bir giriş yaptı. “Evet!” Bunu duyan Özcan, öğretmeninden konuşmak için müsaade alan küçük bir öğrenci misali, heyecanla konuşmaya başladı. “Efendim, çocuk on bir yaşında. Kimi kimsesi yok. Epeyce de problemli! Bunun içindir ki herkes yokluğundan memnun olur, kimse peşine düşmez.” İshak satın almadan önce, kızların değil ama bütün erkek çocukların hikâyesini sorardı. Bununkini de beklemeden sordu. “Hikâyesi?” Özcan hikâyeyi anlatmaya başladı; “efendim çocuk bir varoş çocuğu…” Boğazını temizleyip, loş salonda koyu gözlüklerle nereye baktığı anlaşılmayan adama hitaben devam etti; “gecekonduda doğmuş. Babası inşaat işçisi, annesi evlere temizliğe giden bir kadınmış. Üç yaş küçük bir de kız kardeşi varmış.” “Fakirlik fukaralık anlayacağınız...” “Bizim çocuk altı yaş civarındayken babası cinnet geçiriyor; karısını evde çocukların önünde bıçaklayarak öldürüyor. Daha sonra kendisini ve çocukları gecekondunun önünde gaza bulayıp yakmaya çalışıyor. Kızıyla kendisi çıra gibi cayır cayır yanıyorlar ama bizim oğlan nasıl yaptıysa bu vahşetten kurtuluyor.” Doktor küçük bir nefes aralığında dinlendi. “Kimi kimsesi olmayan çocuğu yurda alıyorlar ve bu denli bir vahşete tanık olmuş çocuğun psikolojisini bir daha düzeltmek mümkün olmuyor,” Bu arada İshak’ın mermersi donuk hali, her zaman olduğu gibi Doktor Özcan’a sıkıntı vermeye başlamıştı. 41 “İlk altı ay kimseyle konuşmamış sonra yavaş yavaş çevresine alışmış ama yedi yaşından sonra tam manasıyla zıvanadan çıkmış.” İshak tepkisiz dinliyordu. Doktor ise İshak’ın yaydığı enerjisinin kendisinde yarattığı iç tedirginliğinin artmasına rağmen, mecbur konuşmasını sürdürdü. “Defalarca yurttan kaçmış. Yurtta kaldığı zamanlarda arkadaşlarıyla kavga etmiş, onları yaralamış. Bazen yurtta çalışanlara bile kimi bahanelerle saldırıp zarar vermiş.” “Üç sene boyunca her şeyle, herkesle kavga etmiş; ta ki yurda yeni bir bakıcı anne gelene kadar. Kadın, çocuğa kendini çok sevdirmiş. Çocuk kadını annesi yerine koymuş; yeri gelmiş kadını kendince korumuş kollamış.” “ Bir keresinde yurt müdürünün kadını azarladığını görünce mutfaktan koca bir bıçak kapıp müdürün boğazına dayamış. Kadın, zavallı müdürü, çocuğun elinden yalvara yalvara zor kurtarmış.” “Kadın bu arada evlenmiş, birkaç ay içinde de hamile kalmış. Ama ne evlendiğini ne de hamile olduğunu yurtta mesuliyetini üstlendiği çocuklara duyurmamaya gayret etmiş. Özellikle, hamile kaldığını, birkaç çalışma arkadaşından başka kimseyle paylaşmamış…” Konuşmasına devam ederken, Doktor’un zihninde sürekli ” acaba İshak sıkıldı mı?... Ne düşünüyor?...Beni dinliyor mu?”düşünceleri birbirini kovalıyordu. “Çocuk kadının hamile olduğunu, diğer iki bakıcı anne aralarında konuşurken tesadüfen duymuş….Bu, çocukta tahminimce müthiş bir öfke ve aldatılmışlık hissi yaratmış. Olayı, büyük bir bağ ile anne olarak sarıldığı birinin ihaneti olarak algılamış. Kendinden başka birilerinin, kadının dünyasındaki önceliği duygusu delirtmiş de olabilir çocuğu. Çok keskin duygularla harekete geçmiş. Kendi tarzında, bildiği yöntemlerle, bu ihanetin cezasını vermiş. Hiçbir pişmanlığı yok. Yapması gerekeni yaptığından öyle emin ki bence hayatı boyunca bunu tek bir an bile sorgulamayacaktır.” İshak kalın sesiyle sordu; “ne yapmış?” Doktor hemen anlatmaya koyuldu. 42 “Efendim, üç beş gün önce… belki gazetelerde okumuşsunuzdur….Gerçi iç sayfalarda yer aldı; dikkatten kaçmış olabilir ama Pembe Şeker adındaki kadının faili meçhul bir biçimde evinde hunharca katledilip öldürülmesi olayı…” Doktor birden bir iç telaşa kapıldı; aklına acaba İshak bu kadar sorunlu bir çocuğu istemeyebilir mi sorusu takıldı. Çok fazla mı anlatmıştı? Lakin geri dönüşü yoktu artık. Hikâyeyi bitirmek ve bu çocuğu satmak zorundaydı. Beli silahlı tefeci Ökkeş Şenbak, artık kapısında yatıp kalkıyordu. Son zamanlarda muayenehaneyi bırak, eve bile gidemez hale gelmişti. Kendine kızıyordu. En azından dışarıda İshak’ı beklerken sekreterinin kıçına başına bakıp fanteziler kurana kadar bu görüşmenin hazırlığını zihninde yapabilirdi. Ama yapmamıştı ve şimdi, hazırlıksız, hikâyeyi olduğu gibi anlatıyordu. Gerçi İshak öyle kapalı kutu bir kişilikti ki hazırlık yaparak ona karşı ne denli başarılı olunabilirdi, bunu da bilmiyordu. Anlatmaya başladığına göre sonunu da getirecekti artık. “İşte, bu kadın, Adil’in, yani bizim çocuğun, bakıcı annesiydi. Kadın üç günlük bir izine çıkmış, Adil de ardından yurttan kaçmış ve kadının evini bulup içeri girmiş, kadının parasını altınlarını falan çalmış; sonra da kadın eve gelince defalarca bıçaklayarak öldürmüş. Cinayeti, gazeteler üçüncü sayfalarında faili meçhul bir vaka olarak geçtiler. Polis de üstün körü bir soruşturmayla işi geçiştiriyor. Tahminim, niyetleri olayı uğraşmadan kapatıp geçmek.” Doktor, “bu çocuk tam bir canavar!”dememek için kendini zor tuttu ve devam etti; “çocuk sonra hiçbir şey olmamış gibi yurda geri dönmüş. Geri döndüğünde, üstünde başında yeni kıyafetler, ayaklarında yeni ayakkabılar olması müdür de şüphe uyandırmış.” “Müdür çocuktan habersiz, çocuğun yatağını, dolabını falan arayınca bileziklerle birlikte bir miktar da para bulmuş. Çocukla hiç konuşmadan hemen beni aradı. Yurda gelip çocuğu bir yoklamamı istedi.” “Çocuğu odama çağırdım. Fazla da konuşmuyor zaten. Biraz öylesine konuştum, sonra açıkça sordum. Sorularıma gayet net yanıtlar verdi. Çok sakin ve rahattı. Kadını kendisinin öldürdüğünü hiç tereddütsüz söyledi bana.” “Müdüre çocukla olan konuşmalarımızı anlattım. Hayli tedirgin oldu, ne yapacağını bilemedi. Ona sakin olmasını söyledim; hemen yer yaptım. Çocukta kaçma eğilimi olduğunu ve konuşmalarından da eğer kaçarsa bir daha buralara dönmeyeceğini anladığımı söyledim. 43 Çocuk ortalıkta olmazsa cinayet çözümsüz kalır, senin de işine, düzenine dokunacak bir şey kalmaz ortada falan dedim.” “Müdür bir nebze olsun rahatladı ama çocuk yok olduktan sonra bile tam olarak huzura ereceğini zannetmiyorum. Bu olayın, sahibi olduğu mevkie zarar vermeden kapanmasını istediği için herhangi bir ihbarda falan bulunamıyor. Yani diğerlerinden öte, bu çocuğun yokluğu etrafına fazladan bir rahatlama ve mutluluk verecek.” Doktor cümlesini bitirir bitirmez ,”Allah kahretsin neler söylüyorum ben! Elimdeki malın değerini düşürüyorum, bu kadar sorunlu bir çocuk için ya her zamankinden daha az öderse” diye endişelendi ama başka bir düşünce bu endişeyi kafasından uzaklaştırdı. “Adamın parayı umursadığı yok. Hiçbir zaman pazarlık yapmadı ve eğer çocuğu alacaksa ödemeyi umursamadan yapar. Ama ya çocuğu almazsa! İşte o zaman boku yedim! Ökkeş Şenbak ciğerimi söker.” Doktor, endişe yumağının içinde debelenirken, acizliğini belli etmemesi gerektiğini kendine hatırlatıp, konuşmasını daha fazla uzatmamaya karar verdi. “Efendim, sizin daha fazla zamanınızı almayayım. Benim de acelem var. Malumunuz işler! Siz uygun görürseniz, bana muayenehanemden ulaşırsınız.” Kısa bir sessizliğin ardından, İshak davudi sesinin en kısık tonuyla konuştu. “Doktor….”dedi ve yavaş hareketlerle masasının üzerinde duran puro kutusundan kalın bir puro çıkartıp ağzına götürdü. Doktor kalkıp gitmek için ufaktan hareketlenmişti ama İshak’ın seslenişiyle yerinde kaldı. İshak bir an bekledi ve ardından masasının üzerinde duran altın kaplama iri çakmağıyla purosunu yaktı. Bir nefes çektikten sonra dumanını üfleyerek tekrarladı; “Doktor!… Kime yetişiyorsun?” “Bazı hastalarımla görüşmelerim var da…” “Ökkeş mi?” Doktor bir an irkildi ve “kim?”diye sordu. 44 İshak elindeki koca purodan bir derin nefes aldı; dudaklarını büzüp, dumanı Doktor’dan yana üfleyerek; “Ökkeş Şenbak!” dedi. İsmi, soyadıyla birlikte duyunca Doktor’un kimyası iyiden iyiye bozuldu. Midesi dört yandan burulmaya, rengi atıp eli ayağı titremeye başladı. İshak devam etti; “Ökkeş Şenbak, bu aralar senden biraz şikâyetçiymiş Doktor!” Doktor şaşkındı. İshak, Ökkeş’i nereden, ne kadar tanıyordu? Aralarındaki borçalacak ilişkisinin ne kadarını biliyordu? Ökkeş, İshak’la olan ilişkisini biliyor muydu?... Zihninde uçuşan sorulara hâkim oldu ve İshak’ın sorusunu cevapladı. “Evet, aramızda sonuca bağlayamadığımız bir mesele olduğu doğru!” “Hiçbir şey sonuçsuz kalmaz.”dedi İshak ve ekledi; “yarın saat on birde yurda çocuğu görmeye geleceğim”. 45 BÖLÜM 6 EVLADA İLK DERS Çocuk dünyanın en büyük saadetidir. Dostoyevski Yurdun açık mavi duvarlarının yağlı boyaları yer yer kabarmış ve dökülmüştü. Loş koridorları zaman zaman kırpışan flüoresanlar, metalik ışıklarıyla huzursuzca aydınlatıyorlardı. Küçük odada pencere yoktu ve flüoresanın renksiz aydınlığı burada da iş başındaydı. Odada üç basit iskemle bir de üç çekmeceli bir masa vardı. Masanın arkasında Özcan, beyaz doktor önlüğünü giymiş oturuyordu. Bir iskemle boş, diğerinde ise Adil vardı. Doktor derin düşüncelere dalmıştı. İshak erkek çocukların hikâyesini her zaman dinlemiş, ama hiç birini şahsen görmek istememişti. Çocuklar, orada burada birilerine teslim edilmiş; her seferinde, teslimattan bir gün sonra, doktor parasını almıştı. Şimdi neden ta buralara gelip çocuğu görmek istiyordu? Hem de bu çocuğu! Doktor’a, Adil, her an oturduğu iskemleden fırlayıp boğazına sarılacakmış hissi veriyordu. On bir yaşındaki bu küçük çocuk, koca adamı müthiş tedirgin ediyordu. Her göz göze geldiklerinde hep kaçan doktor olmuştu. Ateş gibi kızıl saçları, öfke dolu hareketleri, hırs içindeki sözleri ve keskin bakışlarıyla bu çocuk doktor için nerede nasıl patlayacağı belli olmayacak bir bombaydı. Doktor, bu bombayla ne mesleki açıdan ne de insani açıdan uğraşmak istiyordu. Tek isteği, bir an önce bu psikopat çocuğu paraya dönüştürmekti. Alacağı parayı Ökkeş Şenbak’a verip, korkulu rüyasından kurtulacaktı. Uzun zamandır, kendi hayatı için başka hayatları, akıbetlerinin ne olduklarını bilmeden, satıyordu. Bu, onda büyük iç sıkıntıları ve azap duygusu yaratsa da kendini soktuğu bu borç girdabından başka türlü kurtulması mümkün görünmüyordu. Her satışta kendinden daha çok nefret ediyordu ama bir hayatı daha satmak için yine İshak’ı umutla bekliyordu. İshak yoldaydı. Kırmızı zırhlı Mercedes’inin arka sağ koltuğunda oturmuş, koyu gözlüklerinin ve arabasının siyah camlarının arkasından yola doğru bakıyordu. Elli yaşlarındaki adam kendini bildi bileli yer altındaydı. Hayatı boyunca tehlikeli oyunlarda roller üstlenmiş, hepsinin üstesinden de şeytanı bile kıskandıracak kadar kıvrak manevralarla gelmişti. İnsanları kullanmış, dengeler kurmuş, cezalar kesmiş, hayatlar almıştı. Suç zekâsı 46 yüksek adam hiç hapse girmemiş hatta hiç ceza bile almamıştı; hiçbir sabıka kaydı yoktu. Zekâsı; yeraltındaki parmak izlerini silmiş; kamuoyu önündeki el izlerini o kadar süslemişti ki onu tam da istediği gibi seçkin bir iş adamı olarak sunmuştu. Hayatına yüzlerce kadın girmiş; en güzelinden en çirkinine, en kültürlüsünden en cahiline kadar hiç birisine bağlanmamış, âşık olmamış, merhamet duymamıştı. Kadınlar onun dünyasında seks eşyasından öteye geçmemişlerdi. Bu algılayış onu, çocuk yapma ya da aile kurma gibi düşüncelere ve girişimlere de sürüklememişti. Bir eş, bir çocuk, bir aile onun hiçbir zaman kurmadığı hayallerdendi. Fakat iki sene önce kafasında bazı soru işaretleri belirmeye başlamıştı. Sağlığı yerindeydi; hayatı boyunca tehlikeli bir toprak yolda üzeri toz olmadan yürümüştü ama çok güçlü düşmanları vardı ve eceliyle ölmeme ihtimalinin yüksek olduğunu düşünüyordu. Her an ortadan kaldırılabilirdi. Hayatı boyunca ölüm, korktuğu ya da çekindiği bir olgu olmamıştı. Zaten korkuları kısıtlı olmayan bir insan, İshak’ın yaşadığı tarzda bir hayat yaşayamazdı ama artık öldükten sonrasını düşünüyordu. Büyük servetini, bilgilerini ve kendi kendine kurduğu bu hayat yolunu, yine kendi doğrularına göre yetişmiş birine bırakmak isteği hâsıl olmuştu içinde. Böylece o yok olduktan sonra da dünyadaki etkisi var olacak, işler onun kurduğu dengeler üzerinden yürüyecek, bir nevi her şey yine onun kontrolünde olacaktı. İşte, yetiştireceği, işini öğreteceği bu çocuk; onun yolunun takipçisi, varlığının devamı olacaktı. Akyol durmamalı, devam etmeliydi. İshak takipçisine keskin bir hayat bırakacaktı. Bu, her psikolojinin kaldırabileceği bir hayat değildi. Bu keskin hayatı ancak keskin bir kişilik kaldırabilirdi. Ona bırakılan keskin kılıcı kullanırken merhamet, çelişki, korku, karasızlık, vicdan gibi insani duygulardan arınmış; sürmesi gereken dengeleri koruyabilecek; ölmeyi de öldürmeyi de işin bir parçası olarak görebilecek bir kişilik… İshak, iki senedir, satın aldığı ya da başka kanallardan kaçırdığı çocuklarda, aradığı özelliklere uygun bir karaktere rastlayabileceğini umarak, çocukların hepsinin hikâyelerini dinlemiş; kafasında tartmış, biçmiş ama aradığını bir türlü bulamamıştı. Son çocukta gelişmekte olan karakter yapısı ise tam istediği gibiydi. Bu yaşta ölüm görmüş ve öldürmüştü. Bir kadını annesi olarak kabul etmiş; kendince sahiplenmiş; ona müttefik olmuş ama ihanetini yakalayınca da en ağırından cezasını kesmişti. Cezayı keserken sevgi, vicdan, vefa, acıma gibi duygulardan soyunmuş; intikam, öfke gibi başka duygular giymişti üzerine. İşte, tüm bu duyguları içinde barındıran bir çocuğa duygularını daha verimli, daha dengeli ve kontrollü kullanmayı öğretebilir; onu da kendi içinde bulunduğu dünyanın büyük bir oyuncusu yapabilirdi. Herkesin kaçacağı bir çocuk, İshak için uygun bir evlat olabilirdi. 47 Kırmızı Mercedes trafikten sıyrılıp yurdun önünde durdu. İri koruma, çevik bir hareketle arabadan inip İshak’ın kapısını açtı. Arabadan inen İshak, arkasındaki korumasıyla birlikte yurdun bahçe kapısından geçerken, yurdun kapısında bekleyen ve her gelene ahret soruları soran ihtiyar bekçi oradaydı ama ne korumaya ne de İshak’a hiçbir şey söyleyip, soru sormadı. Bekçinin gözünde arabası, fedaisi ve tavırlarıyla büyük bir adamdı gelen. O yüzden karışmadı. İkili, küçük bahçeyi geçip binaya girdiklerinde ikinci kattaki doktor odasına gitmeleri gerektiğini biliyorlardı. Merdivenleri çıkarken İshak’ın kafasındakiler çok netti. Çocuğa birkaç soru soracak ve gözlerinin içine bakacaktı. Esas hikâyeyi oradan okuyacak; esas kişiliği gözlerde görecekti. Çocukla ilgili yanılma ihtimalinin çok küçük olduğunu düşünüyordu ama çocuğun birkaç sene içinde istediği noktaya geldiğini göremezse onu da Uyuyanlar Takımı’nın bir elemanı olmak üzere Ortadoğu çöllerine yollayabilir ya da ondan tamamen kurtulabilirdi. Koridorun sonunda, kapısında ‘Doktor’ yazan odanın önüne geldiklerinde, iri koruma hızlı bir iki adımla İshak’ın önüne geçip kapıyı tıklatmadan açtı; açar açmaz odanın içine yarım adım kadar girip odayı hızla kolaçan etti. İçerinin uygun olduğuna karar verince kapının girişinden çekilip İshak’ın içeri girmesi için yolu açtı. Kara gözlüklü, kahverengi takım elbiseli, ince adam, kapıdan içeri iri korumadan sonra girince, Doktor’un gözüne olduğundan daha ufak tefek göründü. Doktor, adamı görünce ayağa kalktı ve gülümseyen bir yüz ve biraz heyecanlı bir sesle; “İshak Bey, hoş geldiniz!”dedi. İshak kendine uzatılmış eli, elin sahibine bakmadan umarsızca sıktı ve Adil’in karşısındaki boş iskemleye oturdu. Odaya girdiğinden beri bakışları çocuğun üzerindeydi ama bunu ne çocuk ne de doktor, koyu gözlüklerden dolayı net olarak seçemiyorlardı. Doktor biraz duraksadıktan sonra konuşması gerektiğini düşünerek, sesindeki yapmacık sevecenlikle Adil’e hitaben lafa girdi. “Oğlum bak, İshak Bey seni görmeye gelmiş.”deyince Adil aniden ok gibi bakışlarını Doktor’a yöneltti. Göz bebeklerindeki enerji öyle kuvvetliydi ki Doktor’un ruhu sanki beş adım geri kaçtı. “Ben senin oğlun değilim!”dedi ve Doktor’un gözünün içine içine bakmaya bir müddet daha devam edip sonrasında bakışlarını biraz da İshak’a yöneltti. Çocuk adamın ne olduğunu, neden geldiğini anlamaya çalışıyordu. Odaya girmeden önce onun için etrafı 48 kolaçan eden kocaman bir adamı vardı. Belli ki giyimi çok pahalıydı; taktığı saat, giydiği ayakkabı, üzerindeki her şey bugüne kadar insanların üstünde gördüklerinden çok daha temiz, çok daha parlak ve çok daha etkileyiciydi. O kara gözlüklerin arkasındaki gözler başka bir merak konusuydu. Adamın sakin ve donuk hali ise hiç dinmeyen öfke ve meydan okuma duygularını pompalamaya başlamıştı bile. Doktor hafif bozulmuş bir suratla İshak’a dönüp, ellerini iki yana açarak “ne yapalım?” anlamında sırıttı. İshak’ın Doktor’la ilgilendiği yoktu. Doktor’un kaderini kafasında çoktan çizmişti; şu anda tek ilgilendiği Adil’di. Doktor tekrar söze girmeye yeltenince İshak eliyle ‘dur!’ anlamına gelen bir hareketle Doktor’un lafını ağzına tıktı ve çok sakin, bir o kadar da açık bir ifade ile sordu; “kadını sen mi öldürdün?” Doktor bu soru karşısında hayli şaşırmıştı. “Evet!” dedi çocuk, aynı açıklıkla ama bir o kadar da sert bir şekilde. İshak bu cevaptan hemen sonra, sakin bir tavırla iç cebinden kocaman bir puro çıkarttı; diğer cebinden çıkarttığı altın kaplama büyük çakmağı ile purosunu yaktı. İshak’ın bu sakin ama kendinden emin tavırları, çocuğu anlamlandıramadığı şekilde öfkelendiriyordu. Dişlerini sıkarak, bu kalın sesli adama hitaben biraz da fısıltı şeklinde konuştu; “seni de öldürebilirim!” Doktor’un içinden büyük bir “eyvah!” koptu. İçine ateş gibi düşen yoğun endişeyle, bir saniyede yüzlerce defa kendi kendine “satış bozuluyor mu?” diye sordu. Doktor’a göre, çocuk her şeyi alt üst edebilecek bir çıkış yapmıştı. Bununla kalmayıp, şimdi bir de, öfkesi göz bebeklerinden fışkırır bir halde gözlerini İshak’a dikmiş duruyordu. Doktor’un, durumu hemen toparlaması gerekiyordu. Bu satışın olmaması Ökkeş Şenbak kâbusunun devamı demekti. Borcunu en kısa zamanda ödemezse, kâbusunun felakete döneceğini ve canından bile olabileceğini düşündü. Ama duruma nasıl müdahale edeceğine bir türlü karar veremiyordu. İşin sarpa saracağı, hayatında düşmediği kadar zor ve tehlikeli bir duruma düşeceği ve Ökkeş Şenbak’ın onu lime lime edeceği düşüncesi tüm beynini ele geçirmiş, olayı toparlamasına yardımcı olabilecek düşüncelere geçit vermiyorlardı. Doktor, kitlenmiş kalmıştı. Hayatındaki tehlike odağını Ökkeş Şenbak olarak görüyordu ve yanlış kişiye odaklandığının henüz farkında değildi. 49 İshak gidişattan şikâyetçi değildi. Çocuğun, sorgulamaya tepki veren ve meydan okuyan kişiliği, İshak’ın istediği gibiydi ama kontrol altına alınmazsa yenilgi bir gün kaçınılmaz olurdu. İşte, buna dair ilk ders şimdi geliyordu ve ilk dersinde İshak çocuğa, kendine has üslubuyla: ”Görmeden saldırma! Yenilir, esir düşersin! ”diyecekti. İshak, derse başlamak için, her zaman olduğu gibi sakin hareketlerle kara gözlüklerini ağır ağır gözünden çıkarttı. Gözlükler ne kadar karaysa, gözler o denli açıktı. Beyazından zor ayırt edilebilen açık mavi göz bebeklerinin ortasında leke gibi birer siyah nokta vardı. Bakışlardaki buz etkisi, karşısındakini kör edebilecekmiş gibi güçlüydü. İçine düşeni buzdan bir yanardağda eritecekmiş gibi korkutan ve sahibini baktığı yerde korkudan yapılmış bir kulenin zirvesine oturtacak gözlerdi bunlar. İnsana açık mavide zifiri karanlığı, eksi ellide yanmayı tattıracak gözlerdi. Şeytandan bir parçaymış gibi bakan gözlerdi. Sanki Tanrı’nın kullarını sahiplenmediğinin haberini vermek için bakıyordu bu gözler. “Buradaki kaderi, bu andaki kaderi ben çizerim!” diyerek bakıyor, karşısındakileri teslim alıyor ve çok ürkütüyordu bu gözler. Doktor, İshak’ı o kara gözlükler olmadan hiç görmemiş olduğunu fark etti. Görseydi unutması mümkün değildi; bakışlar Azrail etkisi yapıyorlardı. Doktor’da Ökkeş Şenbak korkusunun yerini bakışların yarattığı korku almaya başladı. Zihnindeki son kilit taşı da yerine oturmuş, Doktor oturduğu yerde donup kalmıştı. Çocuk ise şimdilik bu gözlerin içine bakabiliyordu. Ama bakışlar onun da içine işlemeye başlamış; çocuğun göz bebekleri de büyümeye başlamıştı. Gözlerden gelen korku fırtınası, çocuğu da sallıyordu sallamasına ama çocuğun direnci Doktor’unkiyle mukayese edilemeyecek kadar yüksekti. Çocuğun biraz önce çılgın bir öfkeyle bakan gözlerinin ateşi süratle düşüyor ve çocuk teslimiyete doğru hızla yol alıyordu. Bu oyunun galibi aslında oyun başladığı an belliydi. Adil, gözlerindeki öfke ve meydan okuyuş, teslimiyet ve merhamet beklentisine tamamıyla dönüşmeden, bu daralan çemberden çıkıp kafasını öne eğdi ve bakışlarını yere çevirdi. O anda İshak’ın kalın sesi kara bir sis gibi odaya yayıldı. “Ben sana sorular soracağım; sen de bunları yanıtlayacaksın!” Purosundan bir nefes alıp üfledi ve sordu; “tamam mı?” 50 Çocuk kafasını, kaldırmadan, küçük bir sallayışla soruyu onayladı. Aslında teslim oluş gibi gözüken bu an; dipten yüzeye doğru yükselişe geçen bir intikamın, bir öfkenin vücut bulması için gerçekleşmesi gereken sabırlı bir sürecin başlangıcı olmuştu. Yarım saat boyunca İshak çocuğa basit sorular sordu; basit yanıtlar aldı. “Soyadın ne?”,” en iyi arkadaşın kim?”, “hangi yemeği seviyorsun” gibi sorular... Bu yarım saat esnasında çocuk çok nadir anlarda kafasını kaldırabildi. O anlarda da denemesine rağmen o derin gözlere bakamadı. Çocuk, uzun seneler o gözlerin içine gerçek manada bakıp onlara meydan okuyamayacak; sabırla oyunun son perdesini bekleyecek; son perdeyi de bir parmak şaklatmasıyla indirecekti. Doktor, bu yarım saat boyunca hiç konuşmadan sadece olanları izledi. Yarım saatin sonunda, Doktor’un buzları hafif hafif çözülmeye başlamıştı ki İshak, çocukla olan konuşmasını bitirip, siyah gözlüklerini takarak ayağa kalktı. Doktor da İshak’ın hareketini takip edip, aceleyle ayağa kalktı. İshak odadan çıktığında Doktor da arkasındaydı. Koridorda kısa bir süre arkalı önlü yürüdükten sonra, İshak durdu ve Doktor’a yüzünü dönmeden; “yarın sabah dokuzda şirketi ara; sekreterim sana çocuğun nereden teslim alınacağını söylesin.”dedi. 51 BÖLÜM 7 MAÇA Mayıs, Bin dokuz yüz seksen dört ANKARA Hayatımızda en yüce, en güçlü, en faydalı dayanağımız, ana baba evinden kalan hatıralarımızdır Dostoyevski Bu küçük ev onun sıcak yuvasıydı. Doğduğundan beri bu evde yaşıyordu. O doğduktan dört yıl sonra küçük kız kardeşi Handan da aralarına katılmış; dört kişilik bir aile olmuşlardı. Kardeşinin doğduğu günü anımsıyordu. Babası, onu büyük bir adam gibi karşısına alıp, bir çocuğun anlayacağı kadar yalın bir şekilde onun artık ağabey olduğunu; bunun güzelliklerinin yanında bazı sorumlulukları ve zorluklarının da olduğunu anlatmıştı. Her zaman kız kardeşini koruması, kollaması, ona yardımcı olması ve yaptığı hatalarda onu mazur görmesi gerektiğini; ona doğruyu göstermesinin her zaman bir ağabeylik sorumluluğu olduğunu ve en önemlisi ağabeyliğin bir ömür boyu karşılık beklenmeden yapılacak bir özveri olduğunu iki duvarında boydan boya kütüphanesi olan salonlarında anlatmıştı. Babası kütüphane için “beynin mutfağı burasıdır, çünkü beyin gıdasını kitaplardan alır,” derdi. Şimdi çocuk mutfak masasına oturmuş, hem erik yiyip vücuduna hem de kitap okuyup beynine vitamin alıyordu. Evlerinde yaz kış mutfak masasının üzerinde bir kâse erik olurdu. Bu bir gelenek, bir sembol ve öğreti olmuştu. Yedi yaşındayken, bir gün babasıyla pazara gittiklerinde alışverişlerini bitirip arabalarına doğru yürürlerken, önünden geçtikleri bir tezgâhtan üç dört tane eriği gizlice alıp cebine atmıştı çocuk. Babası çocuğu görünce, çocuğa, bedelini ödemeden bir şeyler almanın hırsızlık olduğunu ve bunun dürüst bir hareket olmadığını ve hayatında her şeyi kaybetse bile dürüstlüğünü kaybetmemesi gerektiğini söylemişti. Erik tezgâhının önünde babasından bunları dinlerken çocuk çok mahcup olmuş, cebindeki erikleri çıkartıp tezgâha koymuştu. Buna karşılık babası ona o gün tam üç kilo erik almış ve o günden sonra, en ücra manavlardan arayıp bulmak zorunda kalsa bile, evden eriği hiç eksik etmemişti. İlk zamanlar çocuk her erik gördüğünde kendinde utansa da sonraları bu dersi ve dürüstlüğü gerçek anlamda özümsedi. Artık baba ve oğlun dürüstlük adına sembolleri erik olmuştu. Son zamanlarda evin dışında ne zaman erik görseler göz göze gelip birbirlerine gülümsüyorlardı. 52 İşte o gün bu eriklerden yiyor ve en sevdiği kahramanının kitabını okuyordu. Bu bir dizi kitaptı. Her kitap Jimmy Waits adındaki bir dedektifin başından geçen farklı maceraları anlatıyordu. Çok marifetli ve zeki dedektif her bölümde üstlendiği görevleri yerine getiriyor, en zor görevlerin üstesinden geliyordu. Uzun boylu, çevik ve yakışıklı bir adamdı Jimmy Waits. En sevdiği renk siyahtı. Arabası dâhil bütün kıyafetleri, takım elbiseleri ve ayakkabıları hep siyahtı. Bu yüzden de lakabı ”maça” idi. Onu yakın tanıyanlar ona hep ”maça” diye hitap ediyorlardı. Çocuğun okuduğu dizinin dördüncü kitabıydı. Her birini yutar gibi okumuş; bu kitabın da son sayfalarına gelmişti. Merak içinde bitirmeye çalışıyordu ki salondan Meryem halanın yumuşak sesi duyuldu. “Osman, oğlum hadi yatağa! Bak Handan da yattı.” Osman kitabın son sayfasına gelmişti ve bunu bitirmeden asla yatmayacaktı; hemen cevapladı. “Halacığım bir sayfa kaldı” ve hararetle okumaya devam etti. Aslında Meryem hala Handan ile Osman’ın öz halaları değildi. Osman'ın babası Hasan, İletişim Fakültesinde okurken, Meryem hala onun hocasıydı. Meryem hoca yokluk içinde okumaya çalışan Hasan’a destek verip okulunu dereceyle bitirmesinde büyük katkıda bulunmuştu. Hasan, okulu bitirdikten sonra da Meryem hocayla hiç bağını koparmamış, yaptığı büyük özveriden ve asil kişiliğinden dolayı ona her zaman büyük saygı ve sevgi beslemişti. Hasan üniversiteden mezun olduğu günden beri Meryem hocaya “abla” dediği için çocukları da babalarının öz ablasıymışçasına, ona “hala” diyorlardı. Meryem hala’nın Cem adında evli bir oğlu vardı. Cem Amerika’da bir üniversitede öğretim görevlisi olarak çalışıyordu. Meryem hala, kendisi gibi öğretim görevlisi olan kocasını ise yedi sene önce bir trafik kazasında kaybetmişti. O günden sonra yalnız kalan kadını Hasan hiç ihmal etmemişti. Her ne olursa olsun yardımına koşmuş, zaman zaman evine yatıya getirmiş, aile gezilerine dâhil etmişti. Bayramlarda hiç aksatmadan ailecek Meryem hocanın ziyaretine giderlerdi. Bir tek Hasan değil, Hasan’ın eşi Arzu da kadını çok seviyor ve saygı duyuyordu. Kadın da Hasan’ı küçük erkek kardeşiymişçesine seviyor, çocuklara öz yeğenleriymişçesine sahip çıkıyordu. İşte son dört gündür de çocuklara bakıp göz kulak olmak için buradaydı. Bu küçük evde çocuklarla kalıyordu. Arzu ile Hasan son dört gündür çok amaçlı bir seyahatteydiler Şu sıralar arabayla dönüş yolundaydılar ve planları yarın sabah çocuklar uyanmadan tekrar yuvalarında olmaktı. 53 Osman ”maça, sineği kaptı!” bitiş cümlesini büyük bir mutluluk içinde okudu. Bu sefer de korkusuz ve dürüst dedektif Jimmy Waits, namı diğer “maça”, kötülere karşı kazanmıştı. Kitabı kapatıp mutfak masasının üzerinde bıraktı. Odanın ışığını kapatıp salona geçti. Evlerinde nadir zamanlarda açık olan televizyon Meryem hala izlediği için çalışıyordu. Işıkları sönük salonu, televizyondan yansıyanlar hafiften aydınlatıyordu. Meryem hala üçlü kanepede yatacak yerini hazırlamış, uzun oturur halde televizyondaki açık oturumu izliyordu. Osman salona girince, Meryem hala; “hadi iyi uykular, Osmancığım “dedi “Sana da halacığım.”dedi ve halasını iki yanağından öpüp dişlerini fırçalamak için banyoya yöneldi. Mini banyoda, yarım küvetin yanındaki lavabonun üzerinde duran aynalı ecza dolabını açtı. Dolabın içinde tentürdiyot, oksijen, pamuk, diş macunu ve diş fırçalarının yanı sıra birkaç ilaç şişesi içinde basit ilaçlar vardı. Osman küçücük bir çocukken, yine bu banyoda, renklerinin verdiği cazibeye kapılıp bütün bu hapları şişelerinden çıkarıp avucunda biriktirmiş leblebi şekeri gibi yemek üzereyken, annesi, son anda görüp, “sakın içme!”diye bir feryatla belki de Osman’ı büyük bir felaketten kurtarmıştı. Bu feryat, Osman’ın kulaklarından akıp, zihnine bir kırbaç vurmuş, derin bir iz bırakmıştı. Osman’ın o günden sonra bu dolapta diş macunuyla diş fırçasından başka hiçbir şeye eli uzanmamıştı. Hatta haplara ve ilaçlara karşı büyük bir çekincesi oluşmuş; hasta olduğu zamanlarda ilacı annesinin elinden içmesi için bile uzun ikna konuşmaları gerekmişti. Dişlerini fırçalayıp kendi yatak odasına geçerken kız kardeşi Handan’ın odasının açık kapısının önünde durdu. İçerideki gece lambası minik odayı hafiften aydınlatıyordu. Odanın duvarları minik ayıcık resimleriyle dolu duvar kâğıdıyla kaplanmıştı. Yatağının kasası kırmızıya yakın pembeydi. Küçük kızın üzerini, gökkuşağı resmi olan bir yorgan örtüyordu. Odasının iki köşesinde, rengârenk bezden bebekler ve hayvanlardan oluşan düzenli iki öbek, odayı daha da renklendiriyordu. “Handan’cığım, iyi geceler!”dedi Osman, yorganına sarılmış Handan’a. İri gözlerinden ağabeyine olan sevgisi loş ışıkta hissedilecek kadar güçlüydü. “İyi geceler ağabeyciğim!” diye karşılık verdi küçük kız. “Korkmuyorsun değil mi?” diye sordu. Sesinde büyük ağabey tonu vardı. Küçük kız tedirgin yanıtladı; 54 “Birazcık korkuyorum.” Osman kendinden emin bir tavırla; “biliyorsun, yan odadayım. Kapım da açık! Bir şey olursa bana seslenirsin, hemen gelirim. Zaten halamız da içeride. Evimizdeyiz; korkacak hiçbir şey yok.” “Beni korursun değil mi ağabey?” “Her şeyden korurum. Ben senin ağabeyinim. Hem zaten yarın sabah annemle babam da burada olacaklar. Şimdi uyursan sabahleyin annemin “hadi beyaz kanatlım, uyan artık!”demesiyle uyanırsın.” Ertesi sabah kendisini annesinin uyandıracağı düşüncesi Handan’ın içini ısıttı ve kıkırdattı. Kızın kıkırdamasına ağabeyi tebessümle yanıt verdi. Kız ekledi; “annemle babamı çok özledim.” “Sık dişini! Yarın sabah seni annem uyandıracak. Şimdi tek yapman gereken iyi bir uyku uyumak, oldu mu?” “Oldu!”dedi minik kız ve uykuya dalmak için gözlerini sıkı sıkı kapadı. Osman ağabeylik görevini yapmanın gururuyla iki adımda kendi odasına geçti. Sabah okula götüreceği kitaplarını kitaplığından alıp çantasına koydu. Okul kıyafetlerini de gardırobundan çıkarıp çalışma masasının sandalyesine geçirdi. Tüm bunları yaparken aklı okuduğu kitabın kahramanı Maça’daydı. Büyüyünce onun gibi gözü kara bir dedektif olacaktı. Odasını aydınlatan başucu lambasını kapatmak için uzandığında komodinin üzerinde duran ailece çekilmiş fotoğrafta babasını görünce bir an “gazeteci de olabilirim” diye düşündü. Ama ne olursa olsun, Maça gibi siyah bir araba alıp, hep siyah takım elbise giyecekti. Işığı, sonra da gözlerini kapadı. Hayalinde kurduğu dünyada, Maça gibi siyahlar içinde maceradan maceraya atılmak üzere kendini uykuya bıraktı. **** **** **** ***** ***** Küçük bahçeli evlerden oluşan mahallenin üzerini örten geceyi, sarı renkli, zayıf ışıklarıyla sokak lambaları aydınlatmaya çalışıyordu. Bahçelerdeki ağaçlar, dar kaldırımlara kadar eğilip gece gölgeleri yapıyorlardı. Hemen hemen her evin önüne park edilmiş arabalar, karanlığın içinde dinlenmeye çekilmiş; sabahı bekler gibiydiler. En son beş dakika önce bekçinin geceyi yırtan düdüğü çok uzaklardan duyulmuştu ki Seksen beş numaralı sokağa 55 olabilecek en hafif motor sesiyle mavi bir minibüs süzüldü. Minibüsün farları kapalı, plakası sahte, camları gece kadar karanlıktı. Şoför, on yedi numaralı evin önünde durup, kontak kapattı. Minibüsün içindeki üç adam, gecenin rengini seçmiş; siyah giyinmişlerdi. Bir müddet minibüsün içinde bekledikten sonra dışarı su gibi akıp, on yedi numaralı evin bahçesine girdiler. En önde giden belli ki üç kişilik ekibin başıydı. Evin giriş kapısına gelince eliyle durun işareti yaptı ve diğer ikisi evin kapısının önünde put gibi durdular. Ekip başı, on saniyeye yakın evin içine kulak kesildi; içeriden hiçbir ses gelmiyordu. Zaten adamlar, iki saattir, evin etrafında minibüsle turluyorlardı. Televizyonun ışığı söneli bir saat olmuştu. Ekip başı, ev ahalisinin tamamen uykuda olduğuna kanaat getirince, arkasında duran iki adamdan birine kapıyı işaret etti. İşareti alan adam cebinden bir maymuncuk çıkarıp iki sessiz adımda kapının dibine kadar yanaştı. Dizlerinin üzerine çöküp maymuncuğu anahtar yuvasına soktu ve kapıyı açması on beş saniyesini bile almadı. Kapı açılırken beli belirsiz bir şıkırtı duyuldu ama evdeki hiç kimse sesi duymamıştı. Kapı açılır açılmaz kapıyı açan adam aceleyle ayağa kalkarak birkaç adım geri çekildi ve kapının önünü boşalttı. Ekip başı, ekipteki diğer adama eliyle “hadi!” dedikten sonra adam elindeki ucunda iki metre boyunda hortum olan oksijen tüpüne benzer tüpü kapının önüne yatırdı. Ucundaki hortumu eliyle çok hafif bir biçimde iterek aralanan kapıdan içeri uzattı. Tüpün vanasını açtı ve güçlü gaz tıslayarak hortumun ucundan evin içine dolmaya başladı. Tüpten çıkan gaz ilk önce salona ulaştı ve Meryem halanın uykusu derinleştikçe derinleşti. Belki kendi haline bıraksalardı iki gün sonra uyanırdı ama buna müsaade etmeyeceklerdi. Bu, onun son uykusu olacak ve nerede uyuduğunu sonsuza dek oğlu dâhil kimse bilmeyecekti. Sinsi gaz, koridordan geçip rengârenk odaya girdi. Rengârenk yorganının altıda rengârenk pijamasıyla yatan küçük kızın körpe ciğerlerine doldukça, bütün renkler, küçük kızın uykusuyla birlikte yavaş yavaş öyle derinlere gömüldü ki bir daha asla o renkler gömüldükleri derinliklerden çıkamayacaklardı. Gaz eve dolmaya devam edip son ziyaretini Osman’a yaptı. Hayallerini rüya yapmış bu çocuk, yıllarca sürecek derin uykusuna hızla dalıyordu ve yıllar sonra çok zorlu bir kâbusa uyanacaktı. Yerde yatan tüpün tısırtısı bitince ekip başı işaretini verdi. İşareti vermesiyle, üçü birlikte alınlarındaki gaz maskelerini, ağızlarını ve burunlarını kapatacak şekilde yüzlerine indirdiler. Ceplerinden çıkarttıkları, dolma kalemi andıran fenerlerini yakıp, tek tek evin içine girdiler. Her biri ayrı yöne yönlendi. Evi önceden gözlemiş oldukları için içeride üç kişi olduğunu biliyorlardı. Ekip başı salona girip etrafı fenerinin ışığı ile taradı. Yaşlı kadın, kanepede, üzerinde battaniye örtülü, sol kolu dışarıda kalmış, uyuyordu. Meryem hoca, adam için bir hayat değil taşıyacağı bir bedendi. En ağır bedenin onda kalması adam da ufak bir 56 öfke yarattı. Handan’ın gece lambasıyla loşça aydınlanan rengârenk odasına giren diğer adam; ayağı, kapı girişine yakın öbek halinde duran bez bebeklere takılınca, bebekleri tekmeleyip iki tanesini odanın öbür ucuna kadar yolladı. Kızı yorganının altından hışımla çıkartıp bir cisim gibi kucakladı. Osman’ın odasına giren üçüncü adam ise on bir yaşlarında, nabzı epey yavaşlamış çocuğu görünce, yedi senedir görmediği, hemen hemen bu yaşlardaki oğlunu hatırladı; içi buruldu ama yapması gerektiği gibi çocuğu kucaklayıp yataktan aldı. Üç adam, gecenin karanlığında birer ruh gibi sessiz, evden teker teker çıktılar. Bahçeden geçtikten sonra, derin uykudakileri mavi minibüsün açık kapısından içeri sokup, çıplak zemine yatırdılar. Ekip başı adamlarına elinin başparmağıyla ‘tamam’ işareti yaptıktan sonra iki adam da başparmaklarıyla ekip başını onayladılar. Bunun üzerine, ekip başı büyük bir hışımla, Handan’ı taşımış olan adamın ensesine bir sille attı. Deri eldivenin de tesiriyle adamın ensesinden gelen ses, sokaktaki sessizlikte yankılandı. Ekip başı kısık ama öfkeli bir sesle; “ne tama mı, geri zekâlı! Siktir git, tüpü al!”dedi. Adam sillenin verdiği öfkeyle, ama öfkesini belli etmeden, yürüyüp sessizce bahçeyi geçti ve tüpü, çocuğu kucakladığından daha narin bir şekilde yerden alıp, aynı sessizlikle minibüse geri döndü. Tüpü minibüsün arkasında yatanların yanına yatırdıktan sonra kendisi de minibüsün arka tarafına girdi, kapıyı kapattı ve zemine çöküp Handan, Osman ve Meryem halanın yanına oturup gaz maskesini çıkarttı. Diğer adamlar çoktan minibüsün önüne oturup gaz maskelerini çıkarmışlardı bile. Ekip başı; “hadi” der demez direksiyondaki adam marşa bastı ve minibüs hareket edip gecenin karanlığında sakince kayboldu. Beş dakika sonra gece bekçisi on yedi numaralı boş evin önünden düdüğünü uzun uzun ötürerek geçti ama kimse bekçiyi duymadı; herkes derin uykudaydı. 57 BÖLÜM 8 GAZETECİ Kuşkusuz ki en büyük ön yargı; etrafımızdaki herkesi 'insan' sanmamızdır... Bukowski Yeşil Renault On iki, Akdeniz’in benzersiz sıra dağları Toroslar’a keçi gibi tırmanıyordu. Mütevazı arabanın tırtıllı asfaltı aydınlatan farlarına, en parlak döneminde, dünyanın sadık dostu ay da yardımcı oluyordu. Araba kıvrım kıvrım dar yolda yukarılara tırmandıkça, kocaman ay pürüzsüz gecenin içinde kendini kraterlerine kadar göstermeye başlamıştı. Toroslar’a tırmandıkça yıldızlar daha bir parlak ışıldıyorlar; elini şöyle biraz uzatsa bir tanesini yakalayacakmış gibi geliyordu insana. Sık olmasa da bazı bazı, Renault’un lastiklerinin dişli asfaltı çiğneme ve motor sesine rağmen, buz gibi akan Toros sularının sesleri duyuluyordu. Gökyüzü örtüsünün altında, dağların eteklerinde kurulmuş küçük köylerin cılız ışıkları, uzaktan huzur içinde kırpışıyorlardı. Arabanın aydınlığına, doğayı bölen yolu geçmekte olan iki kirpi bir de sincap girmiş; her biri tekerlerin altında kalmadan karşıya geçmeyi becermişlerdi. Mayıs ayında Antalya’da yaz başlangıcıydı ama Toroslar hala çok serindi. Yukarılara çıktıkça da serinlik sertleşip, soğuk oluyordu. Arabanın iki parmak açık camından taptaze Toros havası içeri doluyordu. Hasan, serinlikten hoşlanmıştı ve kısa kollu gömleğiyle yola devam ediyordu. Arzu ise biraz önce, küçük bir kasabada telefon açmak için arabadan indiğinde üşümüş, ince hırkasını giymişti. “Çocuklarla da konuştun mu?”diye sordu Hasan gözlerini yoldan ayırmadan. “Yok!”dedi Arzu; “sadece Meryem Abla’yla konuştum.” “Eee, nasıllarmış?” “Meryem Abla bir problem yok, dedi;” 58 “çocuklar iyiyiymiş. Akşam yemeklerini yemişler. Handan ile Meryem abla biraz resim çizmişler. Osman da mutfakta kitap okuyormuş. ‘Birazdan çocukları yatıracağım’ diyordu.” “Yaramazlık yapmamışlar mı?”diye sordu Hasan hafif bıyık altı gülerek “Meryem Abla’ya karşı sence bir şansları var mı?”diye sordu Arzu ve ikisi birden kıkırdaştılar. Meryem Abla çok iyi kalpli olmasının yanı sıra müthiş otoriter ve sertti. Yıllarca üniversitede hocalık yapmış; her zaman en sevilen hoca olmuş; ama tek bir öğrencisi bile derslerinde dersini bölecek, aksatacak bir davranışta bulunamamıştı. Tüm ders onun kontrolünde başlar; onun kontrolünde biterdi. Buna rağmen sınıfında, görüşlerin ve fikirlerin dillenmesine ve tartışılmasına her zaman öncü olmuş; bu konuda öğrencilerine asla hiçbir kısıtlama getirmemişti. Çok ince bir espri anlayışı vardı ve pek sık olmasa da ara sıra güzel bir espri yapar; taşı tam gediğine oturtur; tüm sınıfı kırar geçirir ama asla kendi esprilerine gülmezdi. İşte bu efsanevi Hoca’dan Hasan da üniversitenin ilk sınıfında” Haber Sosyolojisi” dersi almıştı. İlk dersten, hocasının; bilgi birikimine, sınıfa hâkimiyetine, anlatımındaki netliğe ve diksiyonundaki berraklığa hayran kalmış ve ona büyük saygı duymuştu. Zaman geçip de Meryem Hoca’yı daha fazla tanıdıkça, içindeki sevgi ve saygı dağın tepesinden yuvarlanan kartopu misali büyümüştü. Meryem Hoca da, sınıfta Hasan’ın yüksek kavrama yeteneğini, dürüstlüğünü ve çalışkanlığını fark etmiş; hissettirmeden takibine almıştı. Hasan’ın dört erkek kardeşten en büyüğü, babasının Adanalı bir pamuk ırgatı, annesinin ise sağır-dilsiz çilekeş bir Anadolu kadını olduğunu öğrenmişti. Hasan’ın ne büyük zorluklar içinde okuduğunu biliyordu. Zaten bu, kavruk Çukurova delikanlısının üstünden başından da anlaşılıyordu. Birinci sınıfın sonunda, Çukurova’nın sıcaktan kaynayan tarlalarında babası gibi ırgatlık yapıp ikinci senesi için para biriktirmek için evine dönmeye hazırken, Meryem Hoca, Hasan’ı odasına çağırdı. Hasan, tedirgin; ‘bir kusurum mu var acaba?’ diye düşünerek gitmişti Meryem Hoca’nın yanına. Oysa ortada hiç de düşündüğü gibi bir durum yoktu. Meryem Hoca ona, eski bir öğrencisi aracılığıyla, küçük bir gazetede yaz için geçici ama parası da fena sayılmayacak bir iş ayarlamıştı. Hasan işi hemen kabul etti; nede olsa memleketinde bu parayı kazanması mümkün değildi. Aslında, alacağı maaşın bir kısmını el altından Meryem Hoca veriyordu ama bunu Hasan hiçbir zaman öğrenmedi. Bu, Meryem Hoca’yla işi ayarlayan eski öğrencisi arasında sonsuza kadar bir sır olarak kaldı. 59 Hasan hemen ertesi gün gazetenin deposundaki işine başladı. Depo sorumlusuydu! İlk günden işine dört elle sarılmıştı. Epey başıboş bırakılmış, karmakarışık depoya hemen el atıp; temizleyip tertipledi. Her şeyi saydı; döküm çıkarttı. Artık depodan ne alınırsa imza karşılığı alınıyor; giren her malzeme detaylı olarak kayda alınıyordu. Genç Çukurovalı, giriş-çıkışı bol olan bu depoda kaçağı sıfıra indirmeye azimliydi. Gazete çalışanları arasında, bunu yaptığı için onu takdir edenler olduğu kadar, ona diş bilemeye başlayan küçük kaos kemirgeni kimi kimseler de vardı. Hasan için her şey yolunda gitmeye başlamışken, sıcak bir Ağustos sabahının hummalı iş yoğunluğu sırasında memleketinden kötü bir haber geldi. Babası tarlada çalışmaya giderken traktörün römorkundan düşmüş; bacağını üç yerinden kırmıştı. Zavallı adamın bir güvencesi ya da birikmiş parası da yoktu. Uzun zaman çalışamayacaktı; üstüne üstlük tedavi masrafları da cabasıydı. Hasan, haberi alır almaz cebindeki bütün parayı ailesine yolladı; yaz döneminden dolayı yurtta kalamadığı için tuttuğu çıplak yataklı, küflü odadan da ayrılmak zorunda kaldı. Sonuçta harcamadığı her kuruşun, ailesine faydası olacaktı. Birkaç gün parklarda yatıp kaktı; kışın yaptığı gibi Kızılay’ın aş evinde karnını doyurdu. Sonraları gizlice, depoda kâğıt balyalarının üzerinde uyumaya başladı. Tabii, duyulması fazla uzun sürmedi ve şikâyet mekanizmaları hemen çalıştı. Şikâyet, Hasan’ı işe kabul ettiren Meryem Hoca’nın eski öğrencisine kadar gitti ve Hasan depoda kalmaması yönünde yönetimden uyarı aldı. Hasan daha sonraları esprili bir şekilde, iyi bir gazeteci olmanın kâğıt balyalarının üzerinde uyumaktan geçtiğini söyleyecekti. Hasan, yeniden parklarda gecelemeye başlamıştı. Bir akşamüstü, işten çıkmış; karnını doyurmak için yürüdüğü on iki kilometrelik yolu adımlarken; fakülteden, o zamana kadar sevdiği, o günden sonra ise çok seveceği; o güne kadar arkadaş kabul ettiği, o günden sonra ise dost kabul edeceği Arif’e rastladı. İkili, ayaküstü biraz lafladıktan sonra Arif Hasan’a yakındaki bir birahanede bira ısmarlamak istedi. Hasan hem aç hem de içkiyle pek arası olmamasına rağmen Arif’in teklifini çekingen bir şekilde kabul etti. Etrafı çok iyi bilen Arif, arkadaşını alıp şık bir birahaneye götürdü. Oturup gazetecilikten, güncel politikadan falan bahsettiler. İkinci biralarını yarılarlarken, alışık olmayan damarlarda gezen alkol; Hasan’ı epey rahatlatmıştı. Bu durum, Arif’in; “eee dostum, daha neler yapıyorsun? “sorusuna karşı, yaz tatiline girdiğinden beri yaşadıklarını eksiksiz ve bir çırpıda anlatmasını sağlamıştı. Olan biteni anlattıktan sonra 60 Hasan nasıl böyle bir çırpıda, utanmadan, sıkılmadan konuştuğuna kendi de şaşırmıştı ki Arif bir kahkaha atarak; “dostum, bizi kader karşılaştırdı. Artık parklarda yatmaya son! “dedi. Annesi ile babasının üç haftalık bir Avrupa gezisinde olduklarını, kendinin koca evde tek başına sıkıntıdan patladığını, hemen gelip evde kalmaya başlaması gerektiğini söyledi. Hasan teklifi kabul etmek istememesine ve olanları böyle bir teklif almak için anlatmadığını defalarca söylemesine rağmen, Arif’in ısrarı ve birkaç biranın da etkisi ile kendini Arif’lerin evinde buldu. Arif’in babası ünlü bir avukat, annesi iyi bir doktordu. Halleri vakitleri çok iyiydi. Güzel üç katlı bir villada yaşıyorlardı. Hasan hayatında hiç böyle bir ev görmemişti. Evin her köşesi pahalı eşyalarla çok şık bir biçimde döşenmişti. Burası Hasan’ın gözüne, memleketindeki evinden sonra, saray gibi görünmüştü. Arkadaşının böyle bir evde yaşıyor olması onu çok sevindirmişti. O gece ve onun ardından gelen yirmi gün boyunca çok güzel bir yatakta güzel güzel uyudu. Yirmi gün sonra, yurtlar açılmış ve Arif’in annesiyle babası da seyahatlerini bitip dönmüşlerdi. Hasan, yurttaki odasına geri döndü ve Gazete’deki işini de bırakmak zorunda kaldı. Koca yaz çalışmış ve tüm kazancını ailesine yollamıştı; elinde beş kuruş kalmamıştı ve ne yapacağını da hiç bilmiyordu. Yeme- içme işini bir şekilde halledebilirdi ama daha yurt parası ve harcını yatıramamıştı. Dersler başladıktan sonra Meryem Hoca Hasan’ı sınıfta göremeyince arkadaşlarına sordu ve kendisini gördükleri anda yanına yollamalarını istedi. Arkadaşlarının Hasan’a hemen haber vermelerine rağmen Hasan birkaç gün Meryem Hoca’nın yanına gitmek konusunda tereddüt etti. Sonuçta Meryem Hoca’ya mahcuptu. İşini alnının akıyla yapmıştı yapmasına ama depoda yattığı için şikâyet konusu olması hiç de hoş olmamıştı. Meryem Hoca’nın yanına başı önünde gitti. Beklediğinin aksine, Meryem Hoca neden derslere girmediğini sertçe sordu. “Harcımı yatıramadım hocam.” “Neden oğlum? Yazın çalıştın işte.. Ne yaptın kazandıklarını?” “Hocam, aileme yollamak zorunda kaldım.” “Hasan senin annen baban çalışmıyorlar mı evladım?” “Hocam çalışıyorlar! Fakat babam traktörden düşüp bacağını kırınca…” 61 “Geçmiş olsun!” “Sağ olun hocam” “Şimdi nasıl?” “İyileşiyor ama daha tam olarak ayağa kalkmış değil.” “Anladım!” “Hocam tedavi masrafları falan… Bütün kazandığımı yolladım sizin anlayacağınız” “O yüzden mi depoda yatıp kalktın?” Hasan’ın mahcubiyeti yüzüne vurdu; kıpkırmızı oldu. “Hocam bundan dolayı çok üzgünüm. Sizin yolladığınız bir işte şikâyet konusu oldum; bu yüzden sizden özür dilerim.” “Neyse önemi yok!” Aslında, Meryem Hoca Hasan’ın gazetede çalıştığı dönemle ilgili çok olumlu sözler duymuştu. Eski öğrencisi, Meryem Hoca’ya Hasan’ı tavsiye ettiği için teşekkür bile etmişti. Hasan’ın bir kaç gece depoda yatmış olması eski öğrencisinin Meryem Hoca’ya fazla da önemsemeden anlattığı bir olaydı. Yine de Hasan’ın bu olaydaki hatasını önemsemesi Meryem Hoca’yı memnun etmişti. Meryem Hoca’nın ailesinden kalan eski bir iş hanında kendisine her ay kira geliri getiren küçük bir hissesi vardı. Üniversitede hocalık yapmaya başladığından beri bu geliri, hiç dokunmadan, ihtiyacı olan öğrencilere burs olarak pay ediyordu. Bursu alan örgencilerin de birbirlerinden habersiz olmasına önem veriyordu. “Senden birkaç konuda söz alırsam sorunlarını çözebilirim.” “Hocam ben size yeterince yük oldum zaten.” “Söz vermekten mi korkuyorsun?” “Yok Hocam! “ “O zaman anlaştık!” “Peki, Hocam, siz nasıl derseniz!” “Zaten istediklerim senin yapamayacağın şeyler olmayacak.” 62 “Elimden geleni yaparım.” “Birincisi: Olan biten hep aramızda kalacak kimseye anlatmak yok!” “Tabii hocam.” “Ben senin yurt paranı ve harcını halledeceğim. Sen de hemen derslere girmeye başlayacaksın. Her ayın on sekizinde de gelip benden burs paranı alacaksın” “Hocam!” “Daha diyeceklerimi bitirmedim. Dinle! Bunların elbet karşılığı olacak… Senden mezun olurken derece istiyorum. Söz mü?” “……. Söz!” dedi kısık sesle. “Duyamadım bu ‘sözü’! Daha yüksek sesle ve daha kararlı vermeni istiyorum.” “Hocam SÖZ!” Hasan sözünü tuttu; İletişim Fakültesini dereceyle bitirdi. Diplomasını aldığı gün Meryem Hoca’yı odasında elinde bir paket kuru pastayla ziyarete gitti. “Hocam size borcumu ödeyemem.” “Ödedin ya oğlum!” “Yok, yok hocam… Yoluna halı olsam yine de ödeyemem!” “Hasancığım artık okul bitti. Yapacağın güzel işlerle senin bize öğretme vaktin geldi.” “Aman estağfurullah hocam!’” “Estağfurullahı falan yok oğlum, durum bu! Bundan böyle artık öğretmen-öğrenci değil de abla- kardeş oluruz.” “Hocam siz öyle diyorsanız sizin gibi bir ablam olması beni gerçekten çok mutlu eder” **** **** **** ***** ***** Hasan düşüncelere dalmış arabayı kullanırken son dönemece biraz sertçe girmişti. “Ne düşünüyorsun sen?” 63 “Yok, bir şey Arzu’cuğum.” “Hasan, sen ‘yok bir şey Arzu’cuğum dediğine göre muhakkak derinlere dalmışsın demektir” “Yok bişeeey!” Doğrusu, kafasında gerçekten ‘bir şey’ yoktu; birçok düşünce birden geziniyordu. Arif’e takılmıştı kafası. O yazdan sonra çok gitmişti; çok kalmıştı evlerinde. Arif’in annesi ve babasıyla da tanışmıştı. Onlar da çok sevmişlerdi Hasan’ı Mücadele azminden dolayı da çok takdir etmişlerdi. Hasan dört senenin sonunda dereceyle mezun olmuş; Arif’in mezun olması ise yedi seneyi bulmuştu. Arif’in mezuniyetinde babasının nüfusunun da büyük payı olmuştu. Aralarındaki akademik başarı farkı, iki gencin Arif’in anne ve babası tarafından sık sık kıyaslanmasına; Arif’in sürekli iğnelenmesine neden olmuş; Hasan’ı zamanla dayanamayacağı kadar çok rahatsız etmeye başlamıştı. Hırpalayan anne ve babası da olsa, Hasan arkadaşının böylesine ezilişini izlemek istemiyor fakat bu duruma engel olmak için elinden de bir şey gelmiyordu. Hasan, bu yüzden Arif’in ailesine ziyaretlerini zaman içinde tamamen kesti. Fakat Arif’in verilen imkânlar doğrultusundaki başarısızlığı, evde anne ve babasının en sık açtığı konulardan biri olarak kaldı; bu konunun açılması için Hasan’ın varlığına ihtiyaç yoktu. Arif mezun olduktan sonra, babasının avukatlık işlerini yürüttüğü ülkenin büyük gazetelerinden birinde kabarık bir maaşla işe başlamıştı. Hasan ise iş hayatına nispeten küçük bir gazetede başladı. Ama ilk gününden itibaren gazetecilik adına hep iyi işler yaptı. Daha çok, araştırma yazıları yazıyor; gizli kapaklı işleri gün yüzüne çıkartmaya çalışıyordu. Zamanla bu konuda güvenilir bir gazeteci oldu; türlü ödüller aldı; dört tane kitap yazdı. Arif ile hiçbir zaman bağları kopmadı; her zaman iyi dost oldular. İkisi de evlendiler ve iki dostun eşleri de birbirleriyle iyi anlaştılar. Hasanların iki çocuğu oldu; Arifler ise hiç çocuk yapmadılar. **** **** **** ***** ***** “Hasan?” “Efendim canım?” “Hatırım için biraz yavaşla lütfen. Bak evde çocuklar bizi bekliyor. Sağ salim, kazasız belasız varalım olur mu?” 64 Hasan hemen gazın üzerindeki ayağını hafifletip, hızı biraz düşürdü; “olur canım.” “Hasan Allah aşkına ne düşünüyorsun? Merak ettim şimdi.” “…..Arif’i!” “Allah ,Allah, Arif nereden çıktı şimdi? Hali keyfi yerinde nesini düşünüyorsun?” “Pek te öyle olduğunu düşünmüyorum.” “Neden?” “Sanırım gazetecilik adına henüz ortaya dişe dokunur bir şey koyamamasının sıkıntısını yaşıyor.” “Nereden anladın?” “Arzu’cuğum Arif benim çok eski dostum. Bir sıkıntısı olduğunda anlarım.” “Peki, sıkıntısının bu olduğunu nereden biliyorsun? Son gittiğimiz piknikte bizden ayrı fısır fısır bunları mı konuştunuz?” “Hayır, sadece tavırlarından çıkartıyorum. Bana bir şey söylemedi. Piknikte konuştuklarımız bu konularla alakasız şeylerdi. …neyse!” Gerçekten de aralarında başka bir konu hakkında konuşmuşlardı. Daha doğrusu Hasan Arif’e, uzun uzun, araştırdığı suç örgütüyle ilgili neler öğrendiğini anlatmıştı. “Arif, çok büyük bir suç örgütü bu!” demişti o piknikte Hasan heyecanla. “Sen zaten küçüğünü yakalamazsın ki!” İkisi birden kikirdeşmişlerdi. “Kim biliyor musun?” “Kimmiş o?” “Kesin tanıyorsun. Bilmeyen, tanımayan yok. Sıkı dur!” “Duruyorum!” Arif, ağaca tutunuyormuş gibi yapıp sırıttı. “İshak Akyol!” Arif’in sırıtışı yüzünde donmuştu; biraz sustu; 65 “Hasan, adam düzgün bir iş adamı!” “İşte herkes böyle biliyor.” Arif merakla sordu; “neler biliyorsun?” Esasında haber Hasan’ın ayağına kendi gelmişti. O da İshak Akyol’u başarılı bir iş adamı olarak biliyordu; bir gün gazetedeki telefonu çalana dek. “Efendim?...Alo!… Alo!” “Alo!... Hasan Bey ile görüşecektim.” “Ben Hasan!” “Hasan Küfeli?” “Evet, benim buyurun.” “…Hasan Bey bazı konular hakkında sizinle yüz yüze görüşmem gerekiyor.” “Buyurun gelin; ben gazetedeyim burada görüşelim. İsminizi alayım. Konu nedir?” “İsim… Adnan diyelim” “Adnan mı, yoksa ‘Adnan’ mı diyoruz?” “Adnan!” “Adnan Bey, dediğim gibi ben gazetedeyim; buyurun görüşelim.” “Orası uygun değil.” “Adnan Bey biraz hızlı olalım; bakın çok işim var. Konu önemli değilse uğraşmayalım lütfen. Bana konunun ne olduğundan biraz bahsedebilir misiniz?” “Cinayetler… Suçlar… Şimdi ben telefonda ne anlatayım? Dedim ya yüz yüze olmamız gerekir.” “Gel diyorum; buraya gelmiyorsun!” 66 “Anlamıyorsunuz; beni arıyorlar. Beni de öldürecekler; güvende değilim. O gazete binasında bulunamam.” “Sizi neden öldürmek istiyorlar? Hem bundan nasıl böyle eminsiniz?” “…eminim çünkü bir kere öldürmeye çalıştılar ve kurtuldum. Beni görünce anlayacaksınız.” Gerçekten de, Hasan adamı gördüğünde ilk gözüne çarpacak, iki kulağının üçer parmak aşağısından başlayıp boynu boyunca devam eden yarım parmak kalınlığındaki kesik iziydi. “Tekrar soruyorum, sizi neden öldürmek istiyorlar ve konu nedir?” “…çünkü ben yıllardır onlar için öldürüyorum ve çok şey biliyorum. Artık benden kurtulmaları gerektiğini düşünüyorlar.” “Kim bunlar, Adnan Bey? Bana bir isim verebilirseniz belki benim de bildiklerim vardır?” “Mümkün değil! Üzerlerinde leke yok. Çok titiz ve profesyonel işlerden bahsediyorum.” “Peki, artık bir isim lütfen!” “…İshak Akyol!” “…şu geçen sene yılın iş adamı seçilen Akyol Kuyumculuğun sahibi İshak Akyol mu?” “Evet! “ “İshak Akyol bahsettiğiniz konunun neresinde?” Hasan telefonun ucundan bir takım patırtı ve gürültüler duydu. “Alo! Alo!” “Şimdi siktir git!” Hasan, Adnan’ın ağzından duyduğu küfre anlam veremedi ve tekrar etti; 67 “alo!… Alo!…” “Alo! Ya… Hasan Bey seni yarım saate ararım.” Bu arada Adnan’ın konuştuğu kulübenin dışında bir adam Adnan konuşmasına başladığından beri cama elindeki jetonla tıklayıp; ‘hadi çabuk’ deyip duruyordu. Adnan sonunda dayanamayıp kulübenin kapısını açtı; tokmak gibi yumruğunu adamın yüzünün ortasına indirip, adamın burnunu kırıp, dümdüz etti. Ardından da; “şimdi siktir git!” diye haykırdı ve telefonu kapattı. Yumrukladığı adam biraz ileride, kan revan içinde kaldırımın kenarına oturmuş; feryat figan, etrafına toplanmış kalabalığa polis çağırmalarını söylüyordu. Adnan boğayı andıran fiziğiyle kalabalığı yarıp; adamın yarım metre kadar yanına yanaştı. Herkesin ortasında, yerde kanlar içinde oturan adamın boynuna bir alçak tekmeyle öyle bir darbe indirdi ki adam anında bayılıp kaldırımın üzerine yığıldı. Bu sefer Adnan kalabalığa bağırdı; “bu orospu çocuğu, ırz düşmanının teki! Karıma askıntılık yaptı şerefsiz. Allah’ını seven bu ibneyi yerden kaldırmaz.” Sonra kalabalığın arasından ayrılıp oradan geçen bir taksiye binip uzaklaştı. Yarım saat sonra başka bir kulübenin içinden Hasan’ı aradı ve onu yüz yüze görüşmeye ikna etti. Hasan bu bilinmez randevuya giderken, hayatı boyunca hiç ateşlemediği silahını da beline taktı. Ama sonradan silah belini rahatsız edince arabanın torpidosuna bıraktı. Buluşma yeri, şehrin dışında eski terk edilmiş bir tekel ambarıydı. Etrafta kimsecikler yoktu ve ambarın içi sanki anason kokuyor gibiydi. Hasan loş ambarın içine doğru birkaç adım atınca biraz ürperdi. Adnan’ı dışarıda beklemenin daha doğru olacağını düşünüp, girdiği kapıya doğru geri dönünce Adnan’ın yassı suratı ile burun buruna geldi. Bu şok Hasan’ı yerinden sıçratınca Adnan geniş ağzını yayarak güldü; ardından elini uzattı. Kısa bir donukluğun ardından Hasan da elini uzattı. Adnan’ın gücü gevşek bir el sıkışından bile anlaşılıyordu. Hasan, Adnan’ın elini sıktığında, dünyanın en sert betonunun içinde elinin kaybolduğu hissine kapıldı. Adnan’ın enerjisi o kadar yoğundu ki, adam Hasan’ın elini incitici bir biçimde sıkmadığı halde Hasan’ın içinde bir dalgalanma oldu. Hasan, vasat fiziki özelliklere sahip bir adamla karşı karşıya olmadığını anında fark etti. “Şöyle biraz daha aydınlığa çıkalım.” “Olur, Hasan Bey.” 68 Hasan aydınlığa çıkar çıkmaz adamın gözlerine baktı. Adamın gözleri kocamandı ve her zaman sonuna kadar açıkmış gibi bir hali vardı. Göz bebeklerinde sanki bazen, fazla elektrik gelen ampullerin ani parlamalarını andıran enerji patlamaları yaşanıyordu. Kırk yaşını yeni yeni geçmiş, adamın yüzündeki çizgiler derinleşmeye başlamıştı. Huzursuz oluşu, bu kadar sakin bir yerde bile gözleriyle her noktayı tekrar tekrar kolaçan etmesinden ve ellerinin duruş pozisyonunun sık değişmesinden belliydi. Adnan kapı ağzına yakın bir yerde duran eski bankı işaret edip; “buyurun Hasan Bey “dedi. Hasan önceden orada olduğunu fark etmediği banka oturdu. Belli ki Adnan bir süre önce gelip etrafı iyice kolaçan etmişti. “Hasan Bey, öbür tarafa!” Hasan hemen bankın öbür köşesine kaydı. Onun boşalttığı yere de Adnan oturdu. “Bu taraftan çok daha fazlası görünüyor.”deyip güldü. Gerçekten de Adnan’ın oturduğu nokta ambarın içine de ve dışına da çok daha fazla hâkimdi. Hasan etrafa bakınca yerdeki tozun bir noktadan itibaren sıyrıldığını fark etti. Belli ki bank bu noktaya kadar kaydırılarak getirilmişti. Bu da Adnan’ın Hasan’dan önce ortalığı kolaçan edip, hazırladığı hissini veriyordu. O bankta tam iki saat oturdular. Anlatma kabiliyeti çok kısıtlı olan Adnan, bu iki saat boyunca çok şey anlatmaya çalıştı. En anlaşılır olanı ise Adnan’ın onlarca cinayet işlemiş bir kiralık katil olduğu; bundan başka da bir iş bilmemesiydi. Ünlü-ünsüz birçok kişinin öldürülmesinde yer almış; kimi zaman tetiği çekmiş; kimi zaman tetiği çekenlere imkân sağlayıp destek vermişti. Her şeyi detaylarıyla anlatmaya çalışıyordu, ama bazen, karmaşık ilişkilere aklı ermeyen bu katil anlattıklarını tam bir çorbaya çeviriyordu. Bu anlarda Hasan Adnan’a çeşitli sorular soruyor; kendini ifade etmesinde yardımcı olmaya çalışıyordu. Fakat adam icraatlarındaki becerisini, bunları iletirken gösteremiyordu. Adnan’ın, İshak’tan ‘direk emir alarak’ öldürmesi otuz beşini aştıktan sonralara denk geliyordu. Ondan önce de çeşitli yaralamalara, kavgalara, kundaklamalara karışmıştı ama hepsi mahalle işiydi. Hiç birinin içinde büyük hesaplar yoktu. Esnaf kapışmaları, kıraathane kavgaları, küçük kumar tahsilâtları… O zamanlar bir çeşit, kenar mahalle çakallıydı. Sonralarda keşfedilip, aracılardan aldığı emirlerle İshak için kimi suçlar işledi. Mesaj vermek için işlenen suçlardı bunlar; araba yakıyor; işyerlerine uyarı amaçlı ateş açıyordu. Kime hizmet ettiğini bilmeden üç kere de orman yangını çıkartmıştı. Yavaş yavaş daha ince 69 görevler verildi. Kimi ders alması gereken kişileri, özellikle öldürmeden, yaraladı. Genelde diz ve diz altı bölgelerine ateş ediyordu. Fakat küçük hatalar yapıp vücudunun tehlikeli bölgelerinden de vurdukları olmuştu. Lakin şansının da yardımıyla ölmesi istenmeyenlerin hiçbirisi ölmedi. Bu süre zarfında yeni teknikler öğrenmesi için çeşitli terörist kamplarına öldürme, sabotaj ve bomba eğitimine yollandı. Hali hazırda İshak’la bir araya gelmemiş; ismini bile duymamıştı. Bu işlerin arkasında büyük bir patronun olduğunu biliyordu ama kim olduğunu vakit geçip bir gün yüz yüze geldiklerinde öğrenecekti. Seksenlerin başına gelindiğinde peynir ekmek gibi cinayet işlemeye başlamıştı. Artık küçük bir ekibi de vardı. Küçük işleri ekibindeki diğer tetikçiler işlerken önemli gördüklerini bizzat yine kendi hallediyordu. İcraatlarının bazılarını televizyonda ve gazetelerde görmeye başladığı zaman, öldürdüğü veya zarar verdiği insanların bir kısmının gerçekten önemli, söz sahibi ve kalburüstü olduğunu anlamıştı. O sıralar ard arda kahve, lokal, parti binası bombalama ve tarama emirlerinin geldiği bir dönem geçirmişlerdi. Adnan ve ekibi hepsinin altından büyük başarılarla kalkmış; tanımadıkları, ne dediklerini bilmedikleri, kimin oğlu, kimin kızı, kimin babası, kimin annesi, olduğunu bilmedikleri bir sürü insanı öldürmüşlerdi. Umurlarında da değildi. Derken bir gün yeni bir emir geldi. Bir Sendika Başkanı öldürülecekti. Önemi vurgulanan ve temiz olması gereken bir işti. Adnan işi tek başına titizlikle yapıp bütün parayı kendi almayı uygun görmüştü. Zaten ekibine gereğinden az para veren Adnan bu kararıyla ekiptekilerin dişlerini biraz daha sivriltmişti. Adnan incelikle planını yapmış; günlerce takip ettiği Sendika Başkan’ın eve girip çıkma vaktini tam olarak belirlemişti. Harekete geçmek için haftanın en uygun günü cumaydı. Yalnız yaşayan adam cumaları sendikada geç saatlere kadar çalışıp eve geç geliyordu. Bir Cuma günü adam evine geldiğinde saat bir buçuktu. Adnan cılız kapıyı kolaylıkla açmış; içeride küçük bir keşif yapmış, beş saattir adamın gelmesini bekliyordu. Bu uzun bekleyiş Adnan’ı hayli sinirlendirmişti. Adam içeri girip kapıyı kapatır kapatmaz; Adnan elindeki ince boğma teliyle adamı arkadan boğazlamaya başladı. İlk anda boğazı yırtılan adamın çırpınarak ölmesi çok uzun zaman almamıştı. Fakat öfkeli Adnan’ı ölüm durduramamıştı. Eline geçirdiği boynu öyle güçlü sıkmıştı ki tel adamın boğazını boydan boya parçaladı. Adnan işini bitirdiğinde adamın kafasıyla vücudunu bir arada tutan ensesindeki küçük bir et parçasıydı. Öfkesi yatışınca Adnan tuvalette ellerini ve kollarını yıkadı. Üstüne başına kan bulaşacağını tahmin ettiği için naylon torbasının içinde getirdiği ipek gömleğini, pahalı pantolonunu ve 70 rugan ayakkabılarını giydi. Saçlarını Sendikacının tarağıyla taradı; gayet şık olduğunu düşünüyordu. Buradan pavyonda çalışan sevgilisinin yanına gidip geceyi onunla geçirecekti. Kanlı elbiselerini torbaya tıkıştırdı ve yerde yatan adamın üzerinden atlayıp dışarı çıktı. Gördüğü ilk taksiye atlayıp pavyona gitmesi yirmi dakikasını almadı. En öndeki masasına kurulmuş, ilk duble rakısını içip sevgilisinin yanına gelmesini beklerken sekiz tane iri kıyım polis başında bitti. Ellerini kelepçeleyip Adnan’ı hemen aldılar ama kanlı elbiselerin olduğu torba masanın altında kalmıştı. Ekibinden birinin gammazladığını bileğinde kelepçelerle polislerin arasında giderken anlamıştı. Aç gözlülüğünün nelere mal olacağını kestirememişti; Hayatının en zor sekiz gününü geçirdi. Bu sekiz gün boyunca sürekli işkence gördü; Filistin askısına çekildi, ıslatılıp coplandı, hayâlarından ve penisinden elektrik verildi; yetmedi tırnakları söküldü. Sekiz gün boyunca toplam uyuduğu ya beş ya altı saatti; yemeği ise günde iki dilim kuru ekmekti. Kuru ekmeği getiren polis her gün aynı espriyi yapıyordu. İlk önce dilimlerin üstüne tükürüyor sonra da ”yumuşatır.. yumuşatır.” deyip gülüyordu. Son iki günde dört tane kuvvetli spotun aydınlattığı küçücük bir kafesin içinde iki büklüm kaldı. Üç saatte bir kafesten alıp öldüresiye dövüyorlardı. Sormadıkları soru kalmamıştı ama tek bir yanıt bile alamamışlardı; ismini bile söylememişti. Sadece küfür ediyordu; kimi görse küfür ediyordu; ne yapsalar küfür ediyordu. Sekizinci günün sonunda ölmesi için zifiri karanlık duvarlarından su süzülen yataksız, tuvaletsiz bir hücreye attılar. Hücrede tam altı ay kaldı. Altı ay boyunca menü; günde bir tas bulanık suyu andıran çorba ve bir parça ekmekti. Çorbayla dolu tas öğlen vakitlerinde kapının altından uzatılıyordu. Adnan çorbasını içtikten sonra bazı günler çaresiz büyük tuvaletini tasa yapıyor; dolu tasla takribi sekiz saat baş başa geçirip, akşam saatlerinde tası gelen gardiyana kapının altından geri veriyordu. Ne kadar yıkandığı meçhul tas ertesi gün aynı döngü için öğlen tekrar Adnan’ın önüne sürülüyordu. Altı ayın sonunda bir gün anahtar şakırtılarıyla açmışlardı Adnan’ın hücre kapısını. Hücreye girdiği gün yüz iki kilo olan adam kapı açıldığında, üzerinde çürümüş ipek gömleği, lime lime olmuş pantolonu, nemden büzüşmüş rugan ayakkabılarıyla bir tartıya çıksa anca elli kilo çekerdi; tam bir enkaza dönmüştü. Lakin kapıdan çıkıp birkaç adım attıktan sonra olduğu yere yığıldı. Bir kaç gün sonra gözlerini açtığında yirmi iki kişinin paylaştığı kırk metrekare bir koğuştaydı artık. Kendine geldikten bir müddet sonra ülkenin yönetiminin iki hafta önce askere geçtiğini öğrendi; aslında bu kendisini çok da ilgilendiren bir şey değildi. Ama kısa bir 71 süre içinde yanıldığını anlayacaktı. Ona düzinelerce suç işleten İshak Akyol’ un eli bu geçişle çok güçlenmişti ve Adnan’ı iki hafta içinde sorgusuz sualsiz dışarı aldıracaktı. Dışarı çıktığının ikinci günü İshak’la önceden İshak’ın emirlerini getirenler tarafından şehrin çok dışında, büyük bir arazinin ortasındaki küçük evde buluşturuldu. İshak adamın tüm hikâyesini biliyor ve ondan daha uzun vadelerde yararlanabileceğini düşünüyordu. Adnan da işine geri dönmek için sabırsızlanıyordu. Dört kişi başlayan buluşma diğer iki kişinin İshak ve Adnan’ı baş başa bırakmasıyla ikisi arasında devam etti. Emirleri artık direk İshak’tan alacaktı. İshak son işini çok beğendiğinden bahsettikten sonra Adnan’a uyguladığı boğma tekniğiyle ilgili sorular sordu. Adnan ise tekniğin detaylarını uzun uzun anlattı. Buluşma biterken İshak Adnan’a bir tomar parayla sicili tertemiz bir kimlik verdi. Artık Adnan, Ahmet Yılmaz Iğdırlı idi. Ayrılırken İshak’la gelen adam pis bir tebessümle Adnan’a yeni kimliğindeki isimlerin ve soyadının baş harflerine bakmasını söyledi. AYI! Adnan, İshak’tan aldığı parayla şehrin en iyi otellerinden birinde büyük bir oda tuttu. Bütün gün güzel yemekler yiyip, kilo almaya başlamıştı. Geceleri dışarı çıkıyor; fahişeler bulup onlarla sabahlıyordu. Bir ayda tam yirmi kilo aldı; daha da alacak, eski kilosuna kısa zamanda çıkacak, büyük gücüne erişecek, takılan yeni lakabın hakkını verecekti. İki ay sonra tam olarak kendine gelmişti. İntikam için eski ekibinden adamları aramaya başlamıştı ki İshak’tan emirler gelmeye başladı. İntikamı erteleyip emirleri yerine getirmeye koyuldu. Basit işlerdi. Ne taşıdığını bilmediği tırlara Suriye sınırından Edirne’ye kadar bazen kendi kullandığı bir arabayla bazen de bizzat tıra binerek eşlik ediyordu. Hiç bir sıkıntı olmuyordu gümrüklerde; aranmıyorlar yolda da hiçbir polis ya da asker tırları durdurup bakmıyordu. Adnan sadece önlem olarak oradaydı; geri kalan her şey ayarlanmıştı. Bu arada yavaş yavaş anlamıştı ki İshak’ın emrinde benzeri işler yapan tek adam kendisi değildi. Tam da bu tır gel gitlerinden artık sıkılmaya başlamıştı ki; İshak iki yeni görev hedef birden verdi. Adnan’dan iki Ermeni asıllı iş adamını öldürmesi istendi. Yeni kurduğu ekiple iş adamının birini sabah yürüyüşünde diğerini de işinden evine dönerken çapraz ateşe alıp öldürdüler. İki cinayet için de olayla hiç ilgisi olmayan dört kişiyi parayla ayarlayıp; suçları üstlenmelerini sağladılar. Bu tür işlerle geçen birkaç senenin ardından Adnan artık İshak’tan çok yüksek meblağlar istemeye başlamıştı. En nihayetinde yaptıkları iş riskliydi; bir ekibi vardı ve bu ekibe bol para vermesi gerekiyordu ve ayrıca işlerle ilgili sırların da saklanması gerekiyordu ve sır saklamak pahalı bir işti. 72 İshak yüksek meblağlar ödemeye başladığını görünce bu işi nihayetlendirmek için kolları sıvadı. Adnan ve ekibinden bir çiftlik evini basarak evde kalmakta olan üç kişilik aileyi ortadan kaldırmalarını istedi. Adnan ve ekibi, bir dağın eteğinde, en yakın yerleşim birimi yirmi kilometre uzaklıktaki küçük bir köy olan çiftlik evini gözetlemeye başladılar. Küçük bir çocukları olan aile tatilde oldukları görüntüsü veriyorlardı. Adnan’ın başındaki ekip harekete geçmek için bir pazartesi gecesini seçti. İş kolaydı; yanlarına yalnızca bellerine takılacak büyüklükteki silahlarını almışlar ve ekstra teçhizat bulundurmamışlardı. Üç kişilik ekip sessizce eve sızdığında ilkin evde kimseyi göremediler ve önceden planlandıkları gibi ikiye ayrıldılar. Adnan, iki katlı evin giriş katını ararken; diğer ikisi ise yukarı çıktılar. Adnan bir müddet sonra yukarıdan gelen bir patırtı duydu; sakin adımlarla yukarıya çıktı. Çıkar çıkmaz da ekip arkadaşının birini oda kapısının önünde yerde yatarken gördü. Bu manzarayı görünce bir tuzağın içinde olduğunu anlamıştı ama kaçmaya yeltenmedi. İlerleyip odaya girdiğinde dört kişi Adnan’ı zapt etmek için üstüne atladı ve bu dört kişiden biri sağ kalan ekip arkadaşıydı. Adnan kısmen hareketsiz hale geldiğinde, takım elbisesinin üzerine giydiği siyah balıkçı yağmurluğuyla odada İshak beliriverdi. Adnan İshak’ı odada görünce sağanak halinde küfre başlamıştı. İshak ise istifini bozmadan Adnan’ın arkasına geçti ve cebinden çıkarttığı iki ucu tutmaçlı boğma telini Adnan’ın boynuna sarıp sıkmaya başladı. Bütün gücünü vererek boynunu sıkmaya devam ederken, Adnan’ı tutan adamlardan biri istemsizce konuştu; “boyun değil; köşker kütüğü mübarek!” Tel Adnan’ın boğazını yırtmış; boğazından epeyce kan akmaya başlamıştı. Fakat bu anda ne olduysa oldu ve güçlü adam büyük bir çırpınışla sol yanındaki iki kişiden kurtuldu. Kurtardığı eliyle sağ yanındaki adamın tekine balyoz gibi bir yumruk indirince yumruğu yiyen, diğerini de altına alarak yere yuvarlandı. Adnan’ın serbest kaldığını gören İshak ise boğma telini yere atıp iki adım geri çekildi ve İshak’a doğru ani bir dönüş yapıp onu haklamak isteyen Adnan geri döndüğünde İshak’ın çoktan silahını çekmiş ateş etmeye hazır olduğunu gördü. Adnan kendini atabilmek için pencereye hızla yöneldiği anda İshak silahını ateşledi ve Adnan’ı beline yakın bir yerden kurşun sıyırdı. Ama bu, diğer adamlar kendilerine gelip yerden kalkmaya çalışırken Adnan’ın odanın penceresinden atlamasına engel olamadı. İri adam aşağıya biçimsiz düşmüş ve yerdeki büyükçe bir taş iki kaburgasını birden kırmıştı. Arkasından açılan ateşe rağmen karanlığın içinden çiftliğin yanındaki ormana ulaştı. Büyük orman yaralı adamı, İshak ve adamlarının köpeklerle ve helikopterle aramasına 73 rağmen, dört gün sakladı. Dört gün sonra bir dağ köylüsünün hurdaya benzer kamyonetinin kasasında gizlice ormanı terk ederken yaralı adamın içinde büyük bir intikam duygusu vardı. İşte bu intikam duygusu Adnan’ı Ankara’ya yeni yeni isim yapmaya başlamış gazeteci Hasan Küfeli’ye kadar getirmişti. Terk edilmiş binada geçirdikleri iki saatlik buluşmanın ardından üç defa daha buluşmuşlar her seferinde Adnan olan biteni ince detaylarına kadar anlatmaya çalışmış; Hasan da tüm bunları kayda almış ve anlatılan suçları başka kaynaklardan da araştırarak haberin çapını genişletmeye çalışmıştı. Hasan Adnan’a bazı somut delilere de ihtiyaç olduğunu söylediğinde Adnan bazı cinayetleri işlerken kullandıkları iki Kaleşnikof'u gömdüğü yerden çıkartıp getirebileceğini söylemişti. Hasan’ın daha fazlasına ihtiyacı olacaktı ama nafile; Adnan’ın elinde daha fazlası yoktu. Bütün para alışverişleri elden yapılmış; suçlar işlenirken kullanılan bütün teçhizatlar hemen yok edilmişti. Yazı yoktu, resim yoktu, kayıt yoktu. Düşününce kimi neden öldürdüğünü bile bilmiyordu. Onun işi nedenini sorgulamak değil; verilen işi yapıp parasını almaktı. Bildiği, beraber çalıştığı, işin içinde olan bütün herkesin isimlerini vermiş ve haklarında bildiği ne var ne yok anlatmıştı; ötesi yoktu. Bu arada Adnan’ı sadece İstanbul’da değil; her yerde arıyorlardı. Bir taraftan değil çok taraftan aranıyordu. İshak’ın ekiplerinden ayrı polisler ve askerler de arıyorlardı. Şundan emindi ki onu asker ya da polis de bulsa teslim almayacak; bulduğu yerde öldürüp işini bitireceklerdi. Etrafındaki çemberin daralmaya başladığını hissediyordu. Hasan’a son telefon konuşmalarında bundan bahsetmiş ve artık bu şehirde de kalamayacağını söylemişti. Bunun üzerine Hasan ile Antalya’da buluşmak için anlaşmışlardı. Tüm bunları, gittikleri son piknikte, Hasan Arif’e anlatmıştı. Saatler süren konuşmayı Arif sesiz ve büyük bir dikkatle dinledi fakat Hasan büyük sırdaşı Arif’in yüzündeki ifadeyi hiç unutamadı; o güne kadar bu ifadeyi onun yüzünde hiç görmemişti. İlkin ‘kıskançlık mı?’ diye sordu; Hasan kendi kendine. Sonra içindeki ses ‘mümkün değil’ dedi. Onlar kardeşten öte bir dostluğu sürdürüyorlardı. Hasan’ın başarısını Arif kendi başarısı olarak görürdü. Hasan bundan emindi. Acaba Hasan’ın bu denli büyük bir haber yakalamış olması bugüne kadar gazetecilik adına dişe dokunur bir şey yapmamış Arif’i ezmiş miydi? Hasan şundan emindi ki biraz geç kalmış olsa da Arif ileride bir gazeteci olarak kesinlikle müthiş işler başaracaktı; Arif’in içindeki cevherin bir gün ortaya çıkacağına ve bunu herkesin görüp takdir edeceğine emindi. Belki de ona birinin biraz el vermesi gerekiyordu. Bu el en iyi dostu Hasan’ın eli olmalıydı. Bir zamanlar Arif’in Hasan’a verdiği eli bu sefer Hasan’ın Arif’e verme zamanı gelmişti. Onun, parklarda yatarken kendisine evini açtığını nasıl unutabilirdi. Hasan planını yapmıştı; Antalya dönüşü haberi genişletip hazır hale getirirken Arif’ten yardımlar isteyecek, 74 onu da yavaş yavaş bu habere ortak edecek ve sonunda haber yayıma girince altında hem Hasan’ın hem de Arif’in ismi olacaktı. **** **** **** ***** ***** Hasan ve Arzu Antalya’ya geleli dört gün olmuş; uzun zamandır baş başa vakit geçirememiş çift, ilk iki gün Antalya’da oradan oraya turistler gibi gezip eğlenmişlerdi. Hasan uzun zamandır ihmal ettiği eşini eğlendirmek için her şeyi yapmıştı; türlü şebeklikler, şakalar, danslar, yemekler… . Arzu’ya birkaç küçük hediye de almış, Arzu’yu çok mutlu etmişti. Tabii onun mutluluğu Hasan’ı da mutlu etmişti. Birbirlerine ilk gördükleri günden beri âşık olan çift çok güzel iki gün geçirmişlerdi. Arzu yoğun istekleri olan, devamlı ilgi bekleyen bir kadın değildi ama böyle bir tatile de çok ihtiyaçları vardı. Üniversitenin üçüncü yılında tanışmışlardı. Arzu istatistik bölümü öğrencisiydi. Ayrı binalarda okuyorlardı ama ne zaman fırsat bulsalar bir araya geliyorlardı. Arzu bürokrat bir babanın, zengin bir aileden gelen annenin tek kızıydı; evin göz bebeğiydi. İlk zamanlar Arzu’nun anne ve babası Hasan’a burun kıvırmışlar, ama sonradan bu Çukurovalıyı epeyce sevip benimsemişlerdi. Gözü tok kız, üniversite bitip de Hasan işe girince Hasan’ın mütevazı imkânlarına aldırmadan aldığı evlilik teklifini hemen kabul etti. Ufacık bir merasimle küçük evlerine yerleştiler. Evlendikler gün Hasan uzun boylu, incecik, güzel Arzu’ya gülerek; “benim gibi kara kuru, fakir bir adamda ne buldun da evlendin, hiç bilemiyorum! “dedi Arzu gözleri ışıldayarak yanıtladı; “benim gördüğüm yakışıklı, gönlü zengin, müthiş adamı gören herkes seninle evlenirdi!” Evliliklerinde zaman zaman pürüzler yaşamalarına rağmen, mutlulukları her zaman ağır bastı. Arzu zaman içinde babasının yolunu takip edip devlette çalışmaya başladı. Seneler içinde iki çocuk sahibi olup, onları en iyi şekilde yetiştirmek için ellerinden geleni yapmaya koyuldular. 75 Antalya seyahatinin üçüncü gününde farklı bir mutluluk yaşadılar. Akdeniz Üniversitesi öğrencilerinin verdikleri ‘yılın en iyi araştırmacı gazeteciliği” ödülünü Hasan güzel bir törenle aldı. Ödülü alırken hayli alkışlanınca; “bu alkışları eşim adına kabul ediyorum. Eğer büyük desteğiyle sevgili Arzu her zaman yanı başımda olmasaydı ortaya koyduklarımın yarısını bile gerçekleştiremezdim.”diye seslendi hararetle alkışlayan kalabalığa. Alkışlar daha da coşunca Arzu’yu kürsüye çağırıp ödülü herkesin önünde eşine teslim etti. Bu jest karşısında Arzu gözlerinin dolmasına engel olamadı. Akşamüstü otellerine geri döndüklerinde Hasan Arzu’yu odada bırakıp Adnan’la önceden kararlaştıkları buluşma noktasına doğru yola çıktı; yürüyerek Kaleiçi’ne gitti. Eski evlerin oluşturduğu dar sokakları kafasında bin bir düşünceyle geçip, muhteşem yat limanına indi. Tam olarak buluşma noktaları yat limanındaki amfi tiyatroydu. Henüz hava kararmamıştı ve buluşma vaktinin gelmesine daha yarım saat vardı. Güneş salına salına batarken Hasan amfi tiyatroda oturup güzeller güzeli Akdeniz’i seyre daldı. Deniz onu alıp epeyce uzaklara götürmüştü ki kendine geldiğinde buluşma vaktinin beş dakika geçtiğini fark etti. İlkin bu durumu fazla önemsemedi; ama daha sonra bugüne kadar Adnan’la dört kere buluştukları ve Adnan’ın bir dakika bile gecikmediği aklına geldi. Hatta her seferinde Hasan, Adnan’ın erken gelip bir müddet etrafı kolaçan ettiğini de hissetmişti. Etrafına bakındı; belki de Adnan buralarda kuytu bir köşeden ortalığı izliyordu. Hasan yarım saat boyunca her köşeyi gözleriyle taradı. Etrafta çok insan yoktu ve her birine tek tek baktı; Adnan’ın yanına gelmesine engel olabilecek tipte birileri de yoktu. Buluşma vaktinin üstünden bir buçuk saat geçtikten sonra ortalıklarda pek de kimseler kalmamıştı. Amfi tiyatronun öbür köşesinde üç beş üniversite öğrencisi ellerindeki gitarla tıngırdayıp, şarkılar söyleyip, biralarını yudumluyorlardı. Kırk beş dakikada öğrencilerin tıngırtıları ve sohbetlerine kulak kabartarak geçirdi. Sonunda yeterince beklediğini düşünerek uzun zamandır oturduğu beton zeminden kalkıp geldiği yoldan geri oteline doğru yola koyuldu. Yol boyunca Adnan’ın neden gelmediğini düşünüp durduğu için birbirine benzeyen Kaleiçi sokaklarında iki kere kayboldu. En nihayetinde otelini bulup odasına çıktığında Arzu henüz uyumamıştı. Hasan içeri girince yüzünden bir şeylerin pek de Hasan’ın istediği gibi gitmediğini anlamış, hiçbir şey sormamış ve onu kendi haline bırakmıştı. Planlarına göre ertesi sabah yola çıkacaklardı ama Hasan en azından bir gün daha otelde kalıp Adnan’dan gelebilecek bir haberi almak için beklemeleri gerektiğini düşünüyordu. Ne de olsa Adnan’a 76 kaldıkları bu otelin yerini ve telefonunu vermişti. Arzu’nun çocukları çok özlediğini biliyordu - afacanları kendi de özlemişti- ama bu durumu Arzu’nun olgunlukla kabul edeceğine emindi. Öyle de oldu! Arzu akşam yola çıkıp ertesi sabah evde olmaları kaydıyla Antalya’da bir gün daha geçirmenin onun için bir problem olmadığını söyledi. Ertesi gün kahvaltıdan sonra Arzu etrafı gezip, çocuklara hediyeler, kendine de birkaç kitap aldı. Otele döndüğünde Hasan’ı bıraktığı gibi, gelecek bir haber için lobide oturup beklerken buldu. Düşüncenin verdiği yorgunluk Hasan’ın yüzünden okunuyordu. Akşam geç saatlere kadar pek konuşmadan bekledi. Aklı hep Adnan’daydı. Neden gelmemiş olabilirdi? Adnan’ın planını biliyordu; Hasan’la son bir kez görüşecek, elindeki delilleri teslim edecek sonra Kaş’a, oradan Meis’e, Meis’ten de Yunanistan’a geçecek ve Avrupa’da izini kaybettirecekti. Acaba başına bir şey mi gelmişti? Yoksa anlattıklarının hepsi safsataydı da anlatacak konusu, verecek delili mi yoktu? Bu son ihtimal çok zayıftı. Adnan, kötü bir anlatıcı da olsa, anlattıkları tutarlı ve inandırıcıydı. Alelade adamların veremeyeceği detaylar vermişti. Eğer Adnan’la tekrar görüşüp konuşamazsa haberde anlatacaklarının havada kalmaması için çok uğraşması gerekecekti. Adnan eğer acele edip yurt dışına erkenden kaçtıysa, yerini bildirdiği anda, Hasan daha fazla bilgi için dünyanın öbür ucuna bile gidebilirdi. Adnan’dan haber alamadığı takdirde, Adnan’ın işledikleri cinayetleri üstlenmiş ve para için hapiste yatan adamlarla konuşacak, onları konuşturmaya çalışacaktı. Bu önemli bir adım olabilirdi. Cinayetlere kurban gidenlerin aileleri ile de görüşmeler ayarlayabilirdi. Onların da ellerinde haberini destekleyici bilgiler olabilirdi. Kafasında sıraladığı yapması gereken yığınla işin düşünceleri içinde akşam saat onu buldu. Artık Antalya’dan ayrılma vakti gelmişti. Yola çıkarken, kafasından bu düşünceleri atmaya çalışmıştı ama yol boyunca ihtimallerin üzerine ihtimaller koyarak düşünceleri büyüdü de büyüdü. Düşüncelere daldığı bir anda Hasan’ın hâkimiyeti zayıflamış, arabanın sağ tekeri toprak zemine çıkarak, gövdesine çakıl taşları sıçramıştı. Taşlardan çıkan ses Hasan’ı düşüncelerinden sıyırmış, hemen dikkatini direksiyona vermişti. Ama bu arada Arzu da durumun farkına varmış ve sitem etmekten kendini alıkoyamamıştı. “Hayatım lütfen dikkatli ol!” “Olur canım!” “Bak son gittiğimiz piknikte de zaten Osman neredeyse arabanın altında kalıyordu. Allah’tan bir şey olmadı. Biz de şimdi sağ salim evimize varalım; olur mu?” 77 “Olur canım!” Hasan’ın kafasındaki ağır düşüncelerden kurtulması gerekiyordu. Aklına, bütün gün düşünmekten vakit bulup da göz okuyamadığı gazetesi geldi. Gazete bayatlamadan bir göz atmak kafasını arındırabilirdi. “Arzu!” “Efendim?” “Bu gün bizim gazeteyi okuyamadım; arka koltukta olmalı. Alıver de bana şöyle bir oku. Ne olmuş, ne bitmiş bir duyayım.” Arzu uzanıp arka koltuktan Sekiz Mayıs Bin dokuz yüz seksen dört tarihli gazeteyi aldı. Arabanın iç aydınlatmasını yakıp gazeteye göz atmaya başladı. Bu arada Hasan yola çıktıklarından beri uzak mesafeden onları takip eden arabanın farlarını fark etti ama zihninde bu uzak farlara dair henüz hiçbir düşünce oluşmamıştı. “Eveeet…” Arzu başlayacağı haberi ilk sayfada bulmuştu. Başlığı okudu; “gazetemizin başarılı yazarlarından Hasan Küfeli’nin mutlu günü!” “Gazetemiz yazarlarından Hasan Küfeli Akdeniz Üniversitesi öğrencilerinin her sene verdikleri ‘yılın en iyi araştırma gazetecisi’ ödülünü Antalya’da aldı. Gazetemize verdiği özel röportajda çok mutlu olduğunu söyleyen Küfeli, böyle bir ödülü üniversite gençliğinin yaptığı tercih sonucunda almış olmanın kendine büyük bir sevincin yanı sıra büyük bir mesuliyet de yüklediğini belirtti.” “Küfeli şöyle devam etti: ‘Duyarsız, apolitik, bastırılmış ve tek tip gençler yetiştirilme politikalarına karşı, Atatürk gençliğinin tüm bunlara karşı çıkıp, memleketlerindeki kirli oyunların takipçisi olmaları ve okullarını bitirdikleri gün tüm bu kokuşmuşluklarla mücadele edecek olmaları geleceğe bakarken içimde büyük bir umut ateşinin büyüyerek yanmasını sağlıyor. Bu yüzden gelecekte de, verdikleri bu ödüle laik işler çıkarmak için elimden ne gelirse yapacağım.” “Hasan Küfeli bu ödülü ‘İhalelerle Satılıyoruz! ” yazı dizisiyle aldı. Sırada ne olduğunu sorduğumuzda yazarımız hayli ketum davrandı. Yeni gelecek yazı dizisi için biraz 78 zamana ihtiyacı olduğunu belirten Küfeli, çok çarpıcı bir yazı dizisi olacağı ve çok ses getireceğinden öteye başka bir ipucu vermedi. Gazetemiz aracılığıyla eşine ve çocuklarına olan şükran duygusunu da dile getiren Hasan Küfeli’ye biz de başarılarının devamını diliyoruz.”Arzu hoş bir gülümsemeyle haberi bitirdi. Hasan dikiz aynasından uzaktaki arabanın far yansımasına tekrar baktı. Arzu birkaç siyasi haber okuduktan sonra köşede kalmış bir haberi okumaya başladı. Temiz yüzlü bir erkek resminin altında ‘Psikiyatr Dr. Özcan Dardan’ yazıyordu. “Psikiyatr Doktor Özcan Dardan iki gün önce boş bir arazide ölü bulundu. Doktoru kafasından aldığı bir kurşun yarasının öldürdüğü belirlendi. Doktoru öldürmekte kullanılan silah, polis ekiplerinin yaptığı çevre araştırması sırasında yakındaki çalıların arasında bulundu. Silahın tefecilikten sabıkalı Ökkeş Şenbak’a ait olduğu tespit edildi. Yapılan araştırma sonucunda Doktor Özcan Dardan’ın Ökkeş Şenbak’a yüklü miktarda borcu olduğu ve son dönemde bu borçla ilgili doktorun tehditler aldığı belirtildi. Bu gelişmeler ışında gazetemizi arayıp kendinin Ökkeş Şenbak olduğunu iddia eden şahıs, Doktor Özcan’ı tanıdığını, aralarında mal alışverişinden bir anlaşmazlık olduğunu ancak doktoru asla tehdit etmediğini ve öldürmediğini ileri sürdü. Silahının bir hafta önce sahibi olduğu emlak şirketinin ofisinden çalındığını, bunu da en yakındaki Üsküdar Karakolu’na bildirdiğini, yetkililerin bununla ilgili zabıt tutuklarını, bir komployla karşı karşıya olduğunu ekledi. Bu konuşma üzerine muhabirimiz Tekin Onat’ın yaptığı araştırma sonucu böyle bir müracaata dair karakol kayıtlarında bir bildirim olmadığı ortaya çıktı. Polis soruşturmasını sürdürürken olayla ilgili Ökkeş Şenbak ve iki adamını cinayet zanlısı olarak her yerde aramaya devam ediliyor.” **** **** **** ***** ***** Toroslar'ın tepesindeki düzlüğe çıktıklarında, önlerindeki Renault’u uzak bir mesafeden izliyorlardı. Çalıntı Mercedes’in içindeki iki adam eski iki arkadaştı. Hiçbir ideolojileri yoktu. Seksen darbesinden önce sol grupların bazı kanlı eylemlerinin taşeronluğunu yaparken birlikte çalışmışlardı. O günlerde takılan lakaplarını benimsemişlerdi ve hala kullanıyorlardı. Direksiyondaki, iki yaş genç olan ‘Çekiç’; sağda oturan ise ‘Orak’tı. Bin dokuz yüz yetmiş altı senesinde Lübnan’da altı ay üst düzey komando eğitimi almışlar ve bu günlere kadar işlerini icra etmişlerdi. Bu işte de yine birlikteydiler. İkisinin de üzerinde koyu mavi havacı kamuflajları vardı. Heyecanlı değillerdi ama sabırsızlanıyorlardı. En nihayet Orak’ın elindeki telsizden ses duyuldu; 79 “yüz metreye kadar yaklaşın.” Çekiç, gaza bastı ve güçlü araba hemen tepki verip, ileri hamle yaptı. Kısa bir sürede Renault’un yüz metre arkasına kadar yanaştılar. Bu arada Renault’un içinde Arzu gazetenin iç sayfalarındaki gündeme dair köşe yazılarına geçmiş; Hasan ise daha fazla dikiz aynasına bakar olmuştu; arkadaki arabanın ışığı yavaş yavaş gözünü almaya başlamıştı. Telsizden gelen ses tekrar duyulana kadar Mercedes’in in takibi yüz metreden devam etti. “Yaklaşın ve bekleyin!” Orak emri Çekiç’e tekrarladı; “yaklaş!” Çekiç’in gaza yüklenmesi ile araba şaha kalkıp son deparını koşmaya başladı. Kısa bir süre sonra, bomboş yolda iki araba üç metre mesafeyle gidiyorlardı. Arkadaki arabanın farı tümüyle Renault’un içine dolduğunda, Arzu gazete okumayı bırakıp telaşla sordu; “ne oluyor Hasan?” “Bilmiyorum canım!”dedi Hasan, sesindeki tedirginliği örtmeye çalışarak. “Neden bu kadar yakınlar?” “Herhalde geçmeye hazırlanıyorlardır.” Arzu yola baktı; yol boştu. Etrafta iki arabanın farları dışında küçücük bir aydınlık dahi yoktu. Sadece iki araba, yol ve yolun etrafındaki bomboş tarlalar… “İyi de hayatım, yol bomboş!” Hasan gaza olabildiğince yüklenip, hızlandı ama arkadaki koca motorlu Mercedes’ten kopup ayrılmaları mümkün görünmüyordu. Renault hızlandıkça Mercedes de hızlanıyordu. Bu sırada siyah Mercedes’in içindeki iki adamı telsizden gelen ses yeniden tetikledi; “ başlayın!” Çekiç gaza asılıp Renault’a hafifçe çarptı. Arzu korkuyla bağırdı “Hasan!” “Sakin ol, Arzu.” 80 Orak, bacaklarının arasındaki Kalaşnikof'u kavrayıp camdan yarı beline kadar cıktı; nişan alıp tetiği bastı. Kalaşnikof üç kurşunu ardı ardına kustu. İlk kurşun arka camı ve sol ön kapı camını içten patlatıp karanlığa karıştı. İkincisi Hasan’ın kulağının dibinden vızıldayarak geçti; ön camı patlattı. Üçüncüsü ise Hasan Küfeli’nin kafasının sağından girip sol gözünden çıktı. Hasan direksiyonun üzerine yığıldı. Arzu bir yandan bağırıyor diğer yandan Hasan’ı omzundan silkeliyordu “Hasaaan… Hasan…” Renault artık kontrolsüzdü. Çekiç, hemen arkadan Renault’a ikinci kez kontrollü bir şekilde vurup, yolun sağ tarafına doğru yönlendirdi. Bu arada Orak yeniden nişan aldı ve Kalaşnikof'u tekrar ateşledi. İki mermi sağ arka ve ön kapı camlarını kırıp ön konsüle saplandı. Üçüncüsü ise Arzu’nun sağ omzunun arkasından girip önünden çıktı. Araba iyice yolun sağına kayıp yoldan çıktı; tarlaya daldı. Bu esnada Arzu kendinden geçmiş, sağ kapıya doğru yığılmıştı. Renault tozu toprağı birbirine katarak tarlada yavaşlayarak ilerlerken Mercedes de tam arkasından ilerliyordu. Yoldan çıktıktan elli metre sonra Renault stop etti ve iki araba tozun toprağın ortasında dip dibe durdular. Renault’un farları halen yanıyor, farlarının aydınlığı tozun içinde eriyordu. Çekiç Mercedes’in motorunu susturup farlarını kaptı; arabadan dışarı çıkıp Renault' un yanına geldi. Direksiyona yığılı Hasan’ı görünce belinden ateşe hazır silahını çıkartıp iki el daha Hasan’ın kafasına sıktı. Arabanın önünden dolanıp sağ kapıya yanaştı. Zorla kafasını kaldırıp Çekiç’e bakan Arzu; yalnızca mırıltı şeklinde; “lütfen…”diyebildi ve Arzu’nun zihnindeki son görüntü sonsuz bir boşlukta el ele tutuşmuş iki çocuğu oldu. Adam umursamadan silahını doldurup iki el de Arzu’nun kafasına ateş etmişti. Silah sesinin yankıları havadan silinirken, alçalmakta olan helikopterin sesi de iyice duyulmaya başlamıştı. Arabadan yeni inmiş Orak ise Mercedes’in geniş bagajından ağzına kadar benzin dolu yirmi litrelik iki bidonu çıkarıyordu. Tiz bir ıslıkla Çekiç’i yanına çağırınca Çekiç koşarak Orak’ın indirdiği bidonlardan birini kaptı. İkili kırk litre benzini iki arabanın her yerine döktüler. Orak, Çekiç’e; “silahın!”dedi. Çekiç, biraz önce Arzu ve Hasan’ın kafasına ateş ettiği silahını Mercedes’in zemininde duran, seri numaraları silinmiş Kalaşnikof'un yanına atıp arkasını döndüğünde, Orak ona bir yedi altmış beş doğrultmuştu. Göz göze geldikleri an Orak tetiği çekip Çekiç’i anlının 81 ortasından vurdu. Elindeki yedi atmış beşi diğerlerinin yanına attı. Çekiç’i sürükleyerek Renault’un arka koltuğuna yerleştirip kapıyı kapattı. Kafasını yukarıya kaldırıp, artık rüzgârını hissettiği helikoptere bir baktı. Bütün operasyonu yöneten ses telsizden sordu; “her şey tamam mı?” Orak kemerine taktığı telsizi çıkartıp yanıtladı; “her şey tamam büyük ateş için sizden onay bekliyorum.” “Yak!” dedi ses. Orak cebindeki çakmağı çıkarıp küçük bir parmak hareketiyle benzini ateşledi. Kısa bir anda iki arabayı da alevler sarmıştı. Helikopter yarım metreye kadar alçaldı ve Orak kalkan topraktan koluyla yüzünü sakınarak helikopterin arka bölümüne bindi. Pilot levyeyi ölçülü bir biçimde çekince araç yavaş yavaş yükselmeye başladı. Pilotun yanındaki adam ise elindeki telsizi bıraktı ve belindeki silahı hissettirmeden çıkartıp, arkaya döndü; “bitti mi?” “Bitti İshak Bey!” “Peki ya AYI?” Orak bilmişçe güldü; “onu artık Antalya açıklarındaki balıklar kemiriyorlar.” Bir an silah sesiyle birlikte karanlık helikopterin içi namlunun ucundan çıkan ateşle aydınlandı. Orak’ın kalbine saplanan mermi orada kalmıştı. İshak pilota eliyle aşağıda yanan arabaları işaret etti. Pilot büyük bir ustalıkla helikopteri yanan arabaların üstüne getirip olabildiğince alçalttı; İshak arkaya geçip Orak’ın cesedini aşağıya attı. Orak hızla yanan Mercedes’in ön kaputuna düşüp, ateşe bulandı. İshak tekrar helikopterin önündeki yerini aldı. Pilota; “hadi!”dedi. Helikopter geldiği yere döndüğünde İshak pilotu en sevdiği silah olan boğma teliyle öldürecekti. 82 BÖLÜM 9 PRENS VE PRENSES Haziran, İki bin dokuz İSTANBUL Her insanın aynalara göstermediği bir yüzü ve kimseye göstermediği bir yüzü vardır. Yannis Ritsos Çok mutluydu. Kalbi pır pır bir oraya, bir buraya konuyor, kendini de çok seviyor, çok beğeniyordu. Ellerini uzatıp uzatıp bakıyordu da, doyamıyordu görmeye. Eskisi gibi kaba ve büyük görünmüyorlardı; basbayağı narin, zarif kadın elleriydiler. Ayaklarına, bacaklarına bakıyordu; ne kadar da seksiler diye geçiriyordu içinden. Bir de şöyle güzel, ipek bir jartiyerin içinde daha da seksi görünürler diye düşündü. Memeleri tam bir avuçluk ve sımsıkılardı. Bunları sıkmak istemeyen erkek olamazdı. Göğüslerini bir gören bir daha gözünü ancak kalçalarına bakmak için ayırabilirdi. Kalçalarını göremiyordu ama hissediyordu; müthişlerdi. Kendisi görmeden bu kadar etkileniyorsa, gören erkekler ne yapacaklar! Eskiden hiçbir yerini beğenmediği için şimdi kendine çok gülüyordu.’Ne kadar da aptalmışım!’ diye düşündü. Sırları dökülmüş küçücük aynasını, demir karyolaya bağlı olmayan sağ eliyle yukarı kaldırıp yüzüne bakınca gözlerini gördü. “Allah’ım!”diye fısıldadı kendi kendine.”Gözlere bak sanki bir çift ceylan gözü!” diye geçirdi içinden. “Ne kadar da büyükler; ne kadar da parlaklar; ne kadar da manalılar!” Aynayı biraz kaydırıp; bu sefer de elmacık kemiklerine bakmaya başladı. Al aldılar; makyaja, allığa hiç ihtiyaçları yoktu. “Taze kırmızı birer elma!”dedi neşe içinde. Biraz daha bakmaya devam etti. Elindeki aynayı kafasının üstünü görecek kadar yukarı kaldırıp eğdi. Buraya ilk geldiğinde kirli çarşafın kenarından yırttığı grimsi, etrafından iplikler sarkan bez parçasını saçlarını örtmek üzere başına bandana gibi bağlamıştı. Bandanasıyla gurur duydu. “İşte müthiş bir kadın zekâsı!”dedi kibirle. Nasıl da hemen yoktan var edip bu şık bandanayı yapmıştı. Elindeki aynayı yavaşça yere bıraktı; sol elinden kelepçeli olduğu demir 83 karyolaya uzandı. Uzanırken karyolanın çıkarttığı gıcırtılar kulağına bahar aylarında en marifetli kuşların ötüşü gibi gelmişti. Küçük penceresiz odadan rüyalarıyla çıktı. Üzerindeki beyaz mini minnacık pilili etek enfes bacaklarını ortaya koyuyordu. Derin v yakalı, ip askılı, mavi sıkı badisi göğüslerinin vitrini gibiydi. Kıvır kıvır saçlarının üzerine oturtulmuş mavi denizci şapkası, omzundan sarkan küçük beyaz çantasıyla bomba gibiydi rüyasında. Bir mahallenin ana caddesinde yürüyordu. Bütün hayat durmuş, caddedeki araba trafiği donmuştu. Bütün esnaf müşterileriyle birlikte dışarı çıkmış, evlerin balkonlarından çoluk çocuk sarkmışlar, nefes bile almadan bu dünya güzelini seyrediyorlardı. Etrafta çıt yoktu. Duyulan sadece her adım atışında yüksek ökçeli, simli mavi ayakkabılarından çıkan topuk sesiydi. “tak… tak…tak…” Bu büyüleyici yürüyüşü yüksek bir haykırış bozdu. “Kızıııııım!” Arkasını döndüğünde donmuş kalabalığın içinden gözyaşları içinde kendisine kollarını açmış babasını koşarken gördü. Arkasında annesi ve iki kardeşi de gözlerinde yaş, yüzlerinde ağız dolusu gülümsemeleriyle geliyorlardı. Babası yanına gelip onu sıkı sıkı kucakladı. Sonra bir adım geriye çekilip, tepeden tırnağa kızına baktı; “bu ne olağanüstü bir güzellik!” ve tanrıya şükredermişçesine gözlerini yumdu. Annesi ve iki kardeşi etrafında pervane gibi dönüyorlar; onun güzelliğine, kadınlığına dair övgü dolu konuşmalar yapıyorlardı. Derken sordu; “anneannem nerede?” Birden hepsi kalakaldı. Annesi yukarıyı, gökyüzünü işaret etti eliyle; “bak orada! “ Anneannesi gökyüzünde beyazlar içinde uçuşuyordu. “Anneanne!”diye bağırdı. Kadın da ona bir şeyler söyledi ama anlayamadı Sonunda gökyüzünün derinliklerinde kayboldu gitti. Gökyüzünün derinliklerinde bir müddet gözleriyle anneannesini aradı çaresiz. Derken muzır bir rüzgâr eteğini havalandırınca bacaklarının 84 arasında sallanan büyükçe penisi göründü. Babası, annesi, kardeşleri, donuk kalabalık, herkes görmüştü. Babası hemen ileri atıldı; “işte bu penis bir kadının sahip olabileceği en güzelidir!” Adam bir eliyle eteği penisin üstünü örtmemesi için havada tutarken, diğer eliyle Mehlika’nın penisini işaret ediyordu. “Şu ihtişama, şu zarafete bakın! Şu orantıya bakın! Şu renge bir bakın, adeta su gibi akıyor.” Herkes adamı dinliyordu. “Bu dünyada bizlerin arasında olduğun için ne kadar teşekkür etsek azdır.” Donuk kalabalık çözülüp dile gelmiş homurtularla; “evet, evet, çok haklı, doğru söylüyor…”diye adamı onaylıyorlardı. Babası dizlerinin üstüne çöktü; ellerini tanrıya açtı ve gözleri yaşlı haykırdı; “Allah’ım böyle bir kız evladım olduğu için sana binlerce teşekkürler!” Mehlika’nın gözlerinin içine bakıp tekrar haykırdı; “seninle gurur duyuyorum!” Bütün kalabalık bir an sessizce dinledi; bir müddet sonra alkış başladı. Herkes deliler gibi Mehlika’yı alkışlıyordu. Mehlika ailesini orada bırakıp hayatına giren akraba, eş dost, tanıdık insanların oluşturduğu kalabalığın içinde, geçmesi için oluşturulan koridordan alkışlar arasında yürüyüp geçti. **** **** **** ***** ***** Üzerinde siyah donuyla pis kanepeye yatmıştı. Lavabo musluğundan hızla damlayan sinir bozucu su sesini duymaksızın, gözlerini bütünüyle sarı yağmur suyu lekesi olmuş tavana dikmiş bakıyordu. Zihninin bütünüyle bomboş olduğu birkaç dakika geçirmişti ki beynine anlık görüntülerden biri daha saplandı. Açık mavi su gibi gözleriyle İshak, elinde tuttuğu bir fotoğrafı göstererek kalın sesiyle “öldüreceksin!”diyordu. Görüntünün etkisiyle gözlerini kırpıştırdı. Ardından kızıl saçları köpek hırlamasına benzer gülüşüyle Adil belirdi zihninde; parmağını şaklatıyordu. Görüntü beynine dört beş kere şimşek gibi çaktı. Hemen sonra, hızla, kanlar içinde değişik bedenler bir şeyler söylemek istercesine geçti gözünün önünden ve 85 aniden tekrar zihni tamamen boşaldı. Tavanı seyretmeye devam etti. Dakikalar bu rutinle akıp geçerken birden kolundaki siyah saate baktı. Vaktiydi! Kalktı; odanın köşesindeki kırık kapaklı dolabı açıp içinden dokuz ayrı bölmesi olan ilaç kutusunu aldı. Her bölmeden ayrı renklerdeki iri haplardan alıp avucunda biriktirdi; lavabonun kenarında duran dibi kahverengileşmiş cam bardağa musluktan su doldurdu. Hapların hepsini bir çırpıda yutmak için harekete geçecekti ki zihnindeki görüntüde bir kadın, avucunda ilaçlar dolu küçük bir çocuğa olanca gücüyle bağırıyordu "sakın içme!". Anında avucundaki dokuz hapı lavaboya, damlayan suyun erittiği diğer hap kalıntılarının yanına attı. Bunlar da kaçak damlalarla eriyeceklerdi. Bu anlık görüntü, son kırk beş günde altı defa, alması gereken dokuz hapı yutturmamıştı. Tekrar kanepeye uzandı ve tavana odaklandı; bir süre bir adamın bir cesedi testereyle parçalara ayırış görüntüleri zihnini esir aldı. Biraz vakit geçtikten sonra ses “hadi beyaz kanatlım!” dedi. Saatine baktı; zihni yine ‘zamanıdır!’ dedi. Ayağa kalktı biraz önce açtığı kırık kapaklı dolabı açtı. Bu sefer yukarı raftaki kutuyu alıp odanın köşesinde duran, üzeri bardak izleriyle dolu masanın üzerine koydu. Büyükçe kutuyu açıp, içinden rengârenk on üç tane hapla dolu poşet ile birlikte bir de anahtar aldı. Evin karanlık kısa koridorundan geçip, koridora bakan ve en üstünde küçük bir pencere olan demir kapıyı elindeki anahtarla açtı. Kapının şangırdayarak açılması bile Mehlika’yı uyandırmamıştı. Donuk sert bir tonda seslendi; “uyan!” Mehlika derin rüyalara dalmış, mutluluk içinde uyuyordu. Mehlika’dan tepki gelmeyince yüksek tekrarladı; “uyan!” Mehlika’nın uyanmaya hiç niyeti yoktu. Osman son çare olarak içeri gitti; eski büyük bir yoğurt kabına su doldurdu ve olanca suyu Mehlika’nın kafasına boca etti. Yüksek sesle son kez tekrarladı; “uyan!” Mehlika, yüzünden tebessümü kaybolmadan, mırıldana mırıldana uyandı. Gözlerini açıp da başucunda sadece donuyla, atletik yapılı adamın siluetini görünce daha da mutlu oldu ve “canım beniim!” dedi. Osman elindeki haplarla dolu poşeti sallayarak; 86 “içeceksin!” dedikten sonra donuna elini daldırıp karıştırmaya başladı. Bu sırada Mehlika iç çekerek “canıııım!”deyip duruyordu. Osman elini donundan çıkarttığında küçücük bir anahtar tutuyordu. Anahtarla Mehlika’yı elinden yatağa bağlayan kelepçeyi açtı ve anahtarı tekrar donunun içindeki yerine yerleştirdi. Arkasını dönüp odadan çıkarken, Mehlika’nın duyduğu tek şey Osman’ın elindeki hap poşetinden çıkan hışırtıydı. Her şey durmuş, her şey önemini yitirmişti. Bütün renkler solmuş sanki yalnızca o haplar renkli kalmıştı. Evet içmeliydi! Tek arzusu Osman’ın elinde içeri gitmiş mucize hapları içmekti. Vakti gelmişti! Uyumaktan pelteleşmiş bedeni hapların heyecanı ile enerji doldu. Hemen ayağa kalkıp Osman’ın arkasından karanlık koridoru geçti ve soluğu damlatan musluklu ana odada aldı. Osman odanın tam ortasında dikiliyordu ve atletik vücuduyla Yunan tanrılarından biri gibiydi. “Canım hadi ver, içeyim hepsini!” Osman dibi kir bağlamış bardağı gösterip; “doldur!”dedi. Mehlika atılıp bardağı kaptı; musluğu açıp bardağa kireçli suyu doldurdu ve Osman’ın karşısına dikildi. Mehlika karşısına dikildiği anda Osman’ın zihninde, rengârenk giyinmiş bir kız çocuğu zıplayarak, “hadi! hadi!”diyordu. “hadi canııım ver de içeyim… hadi erkeğim… hadi canıım!” Osman içi iri haplarla dolu küçük poşeti açtı; içinden seçmeden bir tane hapı aldı ve parmaklarının arasında Mehlika’ya gösterdi. Mehlika’nın gözleri büyüdü. Ödül bisküvisini alacak bir köpek kadar heyecanlıydı. Osman hapı uzatır uzatmaz, Mehlika hapı kapıp ağzına attı; üzerine bir yudum su içip yutkunarak hapı midesine yolladı. Ardından ağzını açıp; dilini sağa sola uzattı. “Bak yuttum! Bak yuttum! Hadi öbürünü ver. Hadi, hadi, hadi!” Osman sakince diğer hapı çıkartıp verdi. Her hapta Mehlika’nın heyecanı büyüyordu. Sekizinci hapı da yuttuktan sonra heyecandan yerinde hoplayıp zıplarken kateter bağlı sol elini masaya çarptı. Kateter yerinden oynamış, elinin üst kısmı morarmıştı ama acı namına bir şey hissetmiyordu. Aldığı haplar, enjekte edilen serumlar, kayıtlarıyla; hisleri, duyguları, istekleri kontrol altına kulağından akıtılan ses alınmış; yönlendirilip 87 yapılandırılıyordu. Bu yapının son katı da o akşam tamamlanıp, bir gün sonrası için hazır hale getiriliyordu. Son hapı da yuttuktan sonra isterik bir çığlık atıp, Osman’ın boynuna sarıldı; “seni seviyorum aşkımmmm!” Osman her zaman ki gibi donuktu. Bu kucaklamaya karşı tepki vermemiş ama karşı da çıkmamıştı. Mehlika’nın kollarını boynunda hissettiği anda kardeşi Handan’ın, annesinin ve babasının görüntüleri ardı ardına zihninde belirip kayboldu. Son beliren görüntü kesik bir başın kalorifer kazanında yanışı olunca, Osman sert bir şekilde Mehlika’yı itip, kendinden uzaklaştırdı. Gördüğü yüzlerin kime ait olduğunu bilmiyordu. Kafası karışıyordu ama kafa karışıklığının ne olduğunu da bilemiyordu. “Neden?”, “niçin?” diye soramıyordu. Sorgulama, yorum yapma mekanizması bilincinin çok aşağılarına sıkıştırılıp, bastırılmıştı. Zihninde çakıp duranlar ise aslında bilincinin en altında, küçücük bir odacığa sıkıştırılarak hapsedilenlerdi. Kalın duvarlarla çevrili bu odacığa sıkıştırılanlar çoğalıp içerdeki basınç artınca, duvarlarda küçük çatlaklar oluşmuş ve bu çatlaklardan en güçlü anılar yavaş yavaş derinlerden çıkıp, parça parça Osman’ın zihin sahiline vurmaya başlamışlardı. Osman kirli kanepede oturup bakışlarını sabitlemişken Mehlika odanın içinde, yüzünde koca gülümseme, bir kavanoz balığı misali turlar atıyordu ve çok mutluydu. Damlayan musluktan çıkan tıpırtı kulağına dev bir orkestranın nağmeleri gibi geliyor, O da bu orkestraya mırıldanarak eşlik ediyordu. Odanın içinde attığı her turda yeni bir şey daha görüyor keşfediyordu. Bu sırada musluğun üzerindeki aynadaki yansımasına baka kaldı. Üzerindeki beyaz lekeli, büyük erkek fanilasına bakıp içinden “ne muhteşem bir elbise! Ne müthiş bir kadınım!”diye coşkuyla geçirdi. Sonra başındaki bez parçasına ve kendine methiye sundu. “Ancak gerçek bir kraliçeye tacı bu kadar yakışır!” Aynaya olan ilgisi dağılınca kafasını tavana kaldırdı. Tavanı bütünüyle kaplamış sarı yağmur suyu lekelerini görünce sanki Sistina Şapeli’nin tavanına bakmışçasına etkilendi. Sarı lekeler onu muhteşem çizilmiş tavan portreleriymişçesine kavradılar. Lekeler gözüne tanrılar, tanrıçalar, melekler gibi görünüyorlardı. Tavanı saatlerdir seyrediyormuş gibi hissediyordu; oysa kırk beş saniye ya olmuş ya olmamıştı. Küçük bir adım atıp, bakışlarını duvara monte edilmiş rafa yöneltti. Rafın üzerinde sekiz-on tane kitap vardı. Kitaplar, Uyuyanlar Takımı için özel hazırlanmış; sadece teknik bilgiler içeren kitaplardı. Bunlar, Osman’ın kullanması 88 muhtemel silahlara ait teknikler, patlayıcı teknikleri, çeşitli araç kullanma teknikleri, anatomik bilgiler ve ilaç içerikleriyle ilgili bilgiler içeren kitaplardı. Mehlika kitaplara bakarken bir kaçına dokununca Osman seslendi; “bırak onları!” Mehlika hemen denileni yaptı; ellerini arkada birleştirip Osman’a döndü. Bu sefer odağındaki Osman’dı. Bakışları Osman’a sabitlendi. Ne muhteşem bir erkekti! Vücudunun her noktası ilmik ilmik özenle dokunmuştu. Kasları güçlü iskeletine altın oranla yerleştirilmişti. Vücudunun belli kısımlarındaki kıllar sanki serpiştirilmiş simler gibiydi. En son… Gözler ve bakışlar! Aşk dolu, şehvet dolu, istek dolu idiler. Bu adam tanrıların tanrısıydı. “Aşkıııım!”dedi Mehlika. Osman hiç ilgilenmedi. “Aşkım beni bu kadar sevip, âşık olduğun için çok mutluyum.” Osman Mehlika’ya dipsiz bir kuyuyu andıran gözleriyle boş bir bakış attı. Mehlika Osman’ın bakışlarını davetkâr bulmuştu. Hemen gidip kanepede yanına oturdu; başını omzuna koydu. “Seni seviyorum aşkım.”dedi. On beş dakika sonra Mehlika, başı Osman’ın omzunda uyuya kalmıştı. Osman donuk halinden sıyrılıp saatine baktı. Vaktiydi! Mehlika’nın ağzını elleriyle açıp hapların tamamını yutup yutmadığını kontrol etti; morarmış elindeki yerinden oynamış kateteri yerine yerleştirdi ve hapları aldığı kutudan bir şişe serum aldı. Mehlika’yı kucağına alarak demir kapılı odaya geçti ve gıcırtılı yatağa Mehlika’yı yatırıp kateterli elini yatağın demirine kelepçeledi. Arkadan sızan ışığın yardımıyla serumu katetere bağladıktan sonra serumun hızlı bir şekilde Mehlika’nın damarlarına akabilmesi için gerekli ayarlamayı yaptı. Geldiği odaya geri dönüp; kutudan İPod’u alıp geldi. Ertesi günün programını beynine işlemek için kulaklıkları Mehlika’nın kulaklarına yerleştirdi ve İPod’u çalıştırdı. Ertesi sabah Osman’ın göz kapakları şimşek gibi açılarak, tam zamanında erkenden uyandı. Odanın köşesinde duran gıcırtılı kapaklı dolabı açıp, içlerinde siyah gömlekler asılı üç siyah takım elbiseden birini alıp giydi. Siyah çorapları ve siyah ayakkabılarını da giyip 89 tamamen siyahlara büründü. Dağınık saçlarını taramak için musluğun karşısına geçti ve bir avuç jöleyi yapıştırıcı gibi kullanıp, saçlarının tamamını tarakla geriye yatırıp sabitledi. Aynada kendisine bakınca kulaklarında net duyabildiği bir fısıltı yankılandı;”MAÇA!” Yattığı kanepenin altından fermuarlı bir ceset torbası alıp Mehlika’nın odasına geçti. Mehlika çok mutlu derin bir uykudaydı. İlk önce Mehlika’nın kelepçesini açıp serumunu çıkarttı, sonra da derin uykudaki Mehlika’yı ceset torbasına koyup fermuarını boynuna kadar çekti. Rahat nefes alması için torbanın ağzını tamamen kapatmadı. Ceset torbası içindeki Mehlika’yı çuval gibi sırtına vurup küçük beton evden çıktı. Evin önünde duran siyah Cadillac’ın bagajına Mehlika’yı yerleştirdiğinde, Mehlika hâlâ derin uykusundaydı. Osman direksiyona geçtikten bir buçuk saat sonra, varması gereken yere gelmişti. Otel şehre çok ta uzak olmayan bir gölün kenarındaydı. Otelin arka tarafındaki yangın merdivenine yanaşıp arabasının motorunu durdurduktan sonra tek duyduğu bolca kuş cıvıltısıydı. Bagajı açtığında Mehlika hâlen derin uykusunda prenses rüyaları görüyordu. Osman, Mehlika’yı bagajdan çıkarıp sırtlamadan önce, fermuarın Mehlika’nın yüzünü açıkta bırakan kısmını da sertçe çekip torbanın ağzını iyice kapattı. Etrafı son bir kolaçan etti. Sırtında yüküyle, demir yangın merdiveninden dördüncü kata bir solukta tırmandı. Kata girdiğinde koridorda dört yüz on iki numaralı odayı buldu ve kapıyı kararlaştırılan şifreye uygun tıklatarak çaldı. Kapıyı açan donuk bakışlarıyla Handan oldu. Handan’ı görünce, Osman’ın zihnine Handan’ın küçükken rengârenk paltosu üzerinde, kartopu oynarken ki hali saplanıp, yok oldu. Bu sırada Handan hemen kapıdan çekilmiş ve Osman’a yol vermişti. Hızla odanın içine dalan Osman torbanın içinde uyuyan Mehlika’yı odanın çift kişilik yatağına yatırıp, ceset torbasının fermuarını boydan boya açtı. Mehlika tatlı uykusundan uyanmamıştı. Odada Handan ve Osman dışında Uyuyanlar Takımından bir kadın eleman daha vardı; Seda. O da Handan gibi bembeyaz giyinmiş odanın köşesinde görev sırasının gelmesini bekliyordu. Handan ve Seda yatağın üzerinde derin uykuda uyuyan Mehlika’yı ceset torbasından çıkartmaya çalışırken orta sınıf odanın tuvalet kapısı açıldı ve içeriden beyaz takım elbisesiyle Adil çıktı. Gözlerinde avına saldırmak üzere hazır bir yırtıcının patlamaya yakın enerjisi vardı. ”Bu mu?”diye sordu Osman’a, yatakta yatan Mehlika’yı göstererek. “Evet!” 90 “Tamam, şimdi git şifonu çek!” Osman tereddütsüz tuvalete gitti biraz önce Adil’in pislettiği tuvaletin sifonunu çekip odaya geri döndü. Bu arada Handan ve Seda Mehlika’yı torbadan dışarı çıkarmış; kafasındaki bandanayı, üzerindeki sünmüş erkek fanilasını çıkarıp çırıl çıplak uyur vaziyette yatağın üzerinde bırakmış; köşede duran valizin içinde bir şeylerle uğraşıyorlardı. Adil bağırdı; “ uyandırın şu ucubeyi artık!” Adil’in bağırtısı üzerine Handan bavulun içinden süratle bir şırınga çıkartıp, içine küçük bir ampulden Mehlika’yı uyandıracak ilacı çekti. Seda ise bavulun içindeki makyaj malzemelerini itinayla yatağın başucundaki komodine diziyordu. Handan yatağa doğru yöneldi ve şırınganın içindeki ilacı Mehlika’nın elindeki kateter vasıtasıyla damarından zerk ettikten sonra kateteri elinin üzerinden söküp aldı. Mehlika’nın uyanmasını beklerken Handan, Osman ve Seda birer köşede sessizce duruyorlardı. Adil ise odada kafesinde sıkışmış bir kaplan gibi dolaşmaya başlamıştı. Adil, ilk önce maun masanın üzerinde duran minik monitör ve kayıt aletlerine biraz göz attı. Monitördeki görüntü yan oda dört yüz on birin boş ve hareketsiz haliydi. Sonra biraz camdan gölü seyretti, odanın içinde kısa bir iki volta attı ve Handan’a dönüp bağırdı. “Tokatla lan şunu! Uyanacaksa uyansın!” Handan’ın hiç düşünmeden suratına attığı birkaç sert tokattan sonra hafif mırıltılar ve gülümseyen bir ifadeyle yavaş yavaş uyanan Mehlika’nın ilk duyduğu ses Adil’in sesi oldu. “Uyan lan hoşaf!” Uyanırken gözleriyle seçebildiği ilk kişi ise Osman’dı. “Canıııım”diye fısıldadı Mehlika. “Canını siktirme lan! Götürün şunu yıkayın!”dedi Adil. İki kadın halen yatakta uzanan Mehlika’yı kollarından tutup kaldırdılar ama Mehlika çok takatsizdi. Banyoya giden dört beş adımlık yolu iki kadının iki taraftan desteklemesiyle zor yürüdü. İki kadın Mehlika’yı küvete oturtup üzerine ılık suyu akıtmaya başladıklarında Mehlika ancak kendine gelmeye başlamıştı. Kendini yıkayan kadınlar melekler gibi beyazlar içindeydiler; pervane misali uçuyorlardı etrafında.”Evet! Evet!” dedi kendi kendine. Bunlar ona bahsedilen hizmetkârlardı. Kendini tamamen onlara bırakmalıydı; çünkü onlar kendisini 91 prensine hazırlıyorlardı. Ne kadar da güzel yıkıyorlardı Mehlika’yı! Etrafı köpüklerden bulut buluttu. Lavanta akıyordu kafasından aşağıya. Sütten bir göldü içinde olduğu... İki kadın Mehlika’yı güzelce yıkadıktan sonra küvetten çıkarıp kurulamaya başladılar. Bu arada iyice kendine gelen Mehlika’nın günlerdir, beynine işlenmiş duygu dolu dünyasında her şey yolunda gidiyordu. Kurulanırken aynadan kendini görüyor, tekrar tekrar hayran kalıyordu. “Ne muhteşemim!” diye düşünüyordu. Kim bilir prensi, prensesini görünce ne kadar beğenecekti. Yıllardır prensini beklemişti. Melekleri tüm vücudunu ne de güzel pamuklarla kuruluyorlardı. Bu, cennetin kapısından girmeden önceki hazırlıkların başlangıcı olmalıydı. Kadınlar kurulama işini bitirdiklerinde Mehlika’nın takati de yerine gelmişti. Kadınlar Mehlika’nın beline ve kafasına birer havlu sarıp onu banyodan dışarı çıkarttıklarında, “çabuk olun şunu görünce midem bulanıyor!”dedi Adil. Ama Mehlika’nın yüzünde süregelen gülümseme hiçbir şekilde düşmüyordu ve odanın bir köşesinde duran Osman’a bakmaya başlamıştı. İçinden birisi gıdıklıyormuşçasına kıkırdayıp, açıkta duran göğüslerini elleriyle örterek; “canıııım… Prensesini görmek için bu kadar acele etmeseydin. Daha hazır değilim.”dedi. Adil şimşek gibi bakışlarını Osman’a çevirdi; “ulan siktir git tuvalete. Ben çık diyene kadar da çıkma. Geri zekâlının kafasını karıştırıyorsun.”dedi. Osman banyoya girerken Mehlika, “seni seviyorum.”diye mırıldandı. Osman içeri girip kapıyı kapattı. Banyonun ortasında durup buğulu aynadan yansımasına bir hiçliğe bakarcasına kitlendi. Buharın gizemlediği aynada ardı ardına yüzler görmeye başladı.Tanıdığı ama hatırlayamadığı yüzler, hayatına girmiş yüzler, en son ona bakmış yüzler tekrar tekrar , yüzlerce flaş patlaması gibi alt bilincinin çatlaklarından sızanlar, puslu aynada patlıyordu. Annesi, babası, kardeşi, İshak , Meryem Hala, Adil, Hoca Efendi...gülen yüzler,kanlı yüzler,parçalanmış ölü yüzler,yanan yüzler,toprak sıvaşmış yüzler,yaşlı yüzler genç yüzler. Aynadaki buğu dağıldıkça yüzlerin sağanağı da yavaşladı. Son olarak Mehlika’nın yüzünü gördü ve aynada yansıyan sadece kendi yüzü kaldı. Odadaki hazırlıklar sürüyordu. Handan ve Seda Mehlika’nın vücudunda yer yer kalmış kılları ve kafasındaki cılız saçlarını kazıdılar. Mehlika kazınan bölgeleri elleriyle 92 okşayıp, cildinin ipek gibi olduğunu düşünüyordu. Bu iş bittikten sonra Seda, Mehlika’nın önce ayak tırnaklarının daha sonra da el tırnaklarının üzerine kırmızı takma tırnaklar yapıştırmaya başladı. Handan ise Mehlika’nın morarmış elini kuvvetli bir fondötenle kapatıp, kazınmış kafasına güçlü bir Handan yapıştırıcıyı iyice yedirdikten sonra kocaman kıvır kıvır kuzguni siyah bir peruğu tepesine oturttu. Peruğu Mehlika’nın kafasına öyle güzel oturttu ki peruk Mehlika’nın gerçek saçlarıymış gibi duruyordu. Bu sırada Mehlika hayli mutlu, gözlerini odanın tavanına dikmiş gülümsüyor, Allah’a onu bir prenses yaptığı için teşekkürler ediyordu. Adil ise kapanını kontrol eden bir avcı edasıyla, her biri başka isimler adı altında tutulmuş, kattaki diğer boş odalara göz atıp, katta davetsiz birisinin olup olmadığından emin olmaya çalışıyordu. En son, generali ağırlayacakları dört yüz on bire göz atmak için girdi. Her şey iyi gözüküyordu.İşte tam burada yakalayacaktı Reha Tozer’i. Küçük şeytan, büyük general buraya adımını attığı anda onun kuklası olmaya başlayacaktı. Onu zaafından yakalayıp, kuyruğuna teneke bağlayacaktı. General ordunun büyük alımlarında kullanılmak üzere elinde tuttuğu büyük bir lobi oluşturmuştu. Her büyük alımda hep onun parmağı vardı. Silahlar, tanklar, uçaklar, teçhizatlar… Ordunun kasasının bir kısmının üstünde sanki görünmez eli duruyordu. Çok insanın ipini tutuyordu. İpleri istediğinde gerip, istediğinde gevşeterek insanlarla kukla gibi oynuyordu. Bu ipleri onun eline verenler, onun için bilgi toplayanlar, onun için tehdit edip, onun için öldürenler vardı. En nihayetinde Generalin de belki bir, belki birkaç suretbazı vardı. Vakti gelmişti ve General’i oynatan suretbaz değişecekti. General yemi yuttuğu anda, Adil büyük efendilerin General üzerindeki kontrolünü onlar adına ele almış olacak, General’in tuttuğu ipleri de kendisi tutacaktı . Adil son kez kapanına baktı. Avına yaklaşan yırtıcı avcının coşkusuyla ilk önce ellerini birbirine vurup şaklattı, sonra ovuşturarak hırlarmışçasına; “GE NE RAL!”dedi ve ardından dört yüz on ikiye geçti. “Bitiremediniz mi daha orospular?” İki kadın hızla Mehlika’yı hazırlıyorlardı. El,ayak tırnakları ve peruktan sonra dört elden makyaja geçmişlerdi. Yaptıkları makyajla hatlarının altını profesyonelce çiziyorlardı. Mehlika’nın yüzüne bu kadar doğru bir makyaj daha önce hiç yapılmamıştı. Mehlika bazı anlar, odada duran aynaya kafasını uzatarak kendine bir göz atıyor, mutluluktan parendeler 93 atacakmış gibi olup kıpırdanmaya başlıyor bu sırada makyajını yapan kadınlar işlerine devam edebilmek için kafasını döndürüp onun aynadan yansımasını görmesine engel oluyorlardı. Artık çıplak vücuda yapılacaklar bitmiş, iş Mehlika’nın giydirilmesine kalmıştı. İlk önce Handan’ın elindeki daracık beyaz dantelli g-stringi Mehlika’nın penisini sıkıştıra sıkıştıra giydirdiler. Penisin kabarıklığı fark ediliyordu ama eteği de giyince görünürde penis namına hiçbir şey kalmadı. Etek beyaz pilili ve kısacıktı; üzerine giydirilen mavi ip askılı derin v yakalı badi ise altından göğüs uçlarını mermi gibi gösteriyordu. Mavi denizci şapkası kabarık kıvırcık peruğun üstüne oturtulup yüksek ökçeli, simli, mavi ayakkabıları da giydirilince Mehlika sevinçle etrafında dönerek ; “artık tam bir prensesim! Artık tam bir prensesim!”diye çığlıklar attı. Adil’in “oturtun şunu! İş bitmeden benden dayak yemesin.” komutuyla iki kadın, Mehlika’yı makyaj masasının önündeki iskemleye oturtup aynadan yansıyan görüntüsüyle baş başa bıraktılar. Mehlika aynadaki yansımasına bakıp bakıp kendi kendi ne kadar güzel olduğunu, ne muhteşem olduğunu mırıldanıp durmaya başladı. Adil, efendilerden gelen talimat üzerine General’i aylardır takip ettirip dinletmişti. Avcı olan avı çok dikkatliydi; telefondan uzak duruyor, odasında sık sık dinleme böceği olup olmadığını kontrol ettiriyor, değişik arabalara biniyor, birden bire ortadan kaybolup sonra aniden tekrar ortaya çıkıyordu. Ortadan kayboluşu ve kaybolduğu zamanlarda neler yaptığı tam bir muamma idi. Adil sadece General’i değil etrafındaki herkesi dinletip izletmişti. Karısını ,çocuklarını,emir subayını,şoförünü…. Herkesi ve her şeyi izliyorlardı. Evinden çıkan çöpleri bile takip edip, ele geçirip, inceliyorlardı. Ama uzun zaman hiçbir şey bulamadılar. Ne kirli ilişkilere dair bir telefon konuşması, ne bir ekstra harcama, ne de çöpe atılan sapıkça bir porno dergi. Hiçbir şey! Aylar geçmişti ama Adil’in elinde hiçbir şey yoktu. İş uzadıkça Adil’in iplerini tutan yeryüzü tanrılarının homurtuları yükselmeye başlamıştı. Bu efendilerin fazla vakit kaybına tahammülleri yoktu. Bu kadar işin içinde olduğu bilinen bir adam, kendisi telefonla görüşmüyorsa ve kendi adına da birileriyle bir şeyler konuşanlar yok ise bir yerlerde birileriyle buluşuyor, bir şeyler konuşuyor olmalıydı. Adamın hayatı genel olarak evden işe, işten eve şeklinde sürüyordu. Fakat arada kopukluklar olmuştu. Çok sık olmasa da bazı akşamlar General karargâhtan evine döndüğü halde sabah evinden makam aracı onsuz ayrılmış ve General birden bire karargâhta ortaya çıkmıştı. 94 Adil filmin eksik karelerini bulmak için bizzat takiplere katılmaya başlamıştı. General on bir katlı lüks bir blokta oturuyordu. İçinde çocuk parkı, oto parkı ve bakımlı bir bahçesi olan bağımsız bir bloktu. Bloğun bahçeye açılan tek bir kapısı mevcuttu. Bu kapıdan çıkıp bahçeyi geçince otoparka ulaşılıyor, oradan da önünde yirmi dört saat bir bekçinin nöbet beklediği, elektrikle hareket eden sürgülü otopark kapısına çıkılıyordu. Bloktan arabasıyla ya da yaya çıkan birisi bu yolu takip etmek zorundaydı. Bloğa her giriş çıkış göz önündeydi ve ayrıca General’in eskort arabası ve beş korumasıyla olan giriş çıkışları gözden kaçırılamayacak kadar tantanalıydı. General akşam işten döndükten sonra eskort arabası karargâha dönüyor, makam arabası ile bir şoför ve bir koruma sabaha kadar kapının önünde bekliyordu. General’in varlığından bir komşusu hariç tüm komşuları memnundu çünkü onun varlığıyla ekstra güvenliği bedavaya alıyorlardı. Memnun olmayan komşu General’in iki kat altında, beşinci katta, oturan doğulu bir kumaş tüccarı olan Muhammet Tebrit’ti. Adamın iki karısı vardı ve ikisi de kara çarşaflıydı. Son aldığı karısı başka bir yerde otururken ilk karısıyla bu blokta General’le komşuluk yapıyorlardı. Mevkii gereği Reha Tozer’in Muhammet Tebrit’ten hoşlanması mümkün değildi. Muhammet Tebrit’in de General’e karşı hiçbir sempatisi yoktu ve minibüsü yüzünden General'in korumaları ile sık sık münakaşalar yaşıyordu. Muhammet Tebrit kapalı kasa minibüsünü girişe yakın bir noktaya park ettiği zaman General’in korumaları güvenliği gerekçe göstererek ileriye park etmesini istiyorlardı. Tabii bu, adamı ifrit ediyor, sık sık korumalarla gerilim yaşamasına sebep oluyordu. Oysa blokta oturanlardan birinin aracı da onunkine benzerdi ve bu araçla ilgili hiçbir kısıtlama söz konusu edilmiyordu. Muhammet Tebrit bu durumdan duyduğu rahatsızlığı sık sık diğer komşulara anlatıyor, General’den yakınıp duruyordu. **** **** **** ***** ***** Hava kararmış, General evine gireli yarım saate yakın bir zaman geçmişti. Adil General’in evini gözetlemek için General’in oturduğu bloğu net gören bir diğer bağımsız apartmandan tuttuğu daireden gece görüş dürbünüyle etrafa göz gezdiriyordu. Güçlü dürbün, perdesi açık evlerin içine rahatça giriyordu. Genelde aile manzaralarıydı. Kimileri yemek için bir masanın etrafında toplanmış, kimileri televizyon karşısında pinekliyorlardı. Aile manzaraları Adil’in midesini bulandırdı ama bir yatak görüntüsü yakalamak için de vakit erkendi. General’in koyu perdeleri tamamen kapalıydı. Dışarıya varla yok arasında bir ışık sızıyordu. Blok ta dışarıya varla yok arasında ışık sızan bir başka ev de beşinci kattaki Muhammet Tebrit’in eviydi. General’in evinin camlarını kuşatanlar çelik alaşımlı özel perdelerdi. Evi hem dışarıdan yapılacak silahlı ve bombalı saldırılara karşı koruyor hem de 95 dışarıdan içeriye yöneltilen dinleme cihazlarının içeriye sızıp kulak olmalarına engel oluyordu. Bu yüzden Adil elindeki ters tutulmuş şemsiyeyi andıran dinleme cihazını ne zaman General’in evine yönlendirse parazitten başka bir şey duyamıyordu. Adil elindeki dürbünü General’in perdelerine zoom’ladı. Düz siyah perdeler hayli sadeydi fakat biraz daha bakınca perdenin üst kösesine doğru kırmızı küçük bir kısım gördü. Güçlü dürbünü hızla küçük kırmızı noktaya odakladığında dürbün hemen görüntüyü verdi. Bu perdenin etiketiydi ve üzerinde altın varakla “Bonikostav” yazıyordu. Adil markayı hemen tanıdı. Kendisi de Akyol Kuyumculuk binasının dışarı bakan pencerelerinde bu Rus markasını kullanmıştı. Güzel görünümlü ve etkili bir perdeydi ama çok pahalıydı. Adil dudakları gergin gülümseyip fısıldadı; “vaaay General, pahalı adamsın!” Adil dürbünle göz gezdirmeye devam ettiğinde bu sefer gözleri General’in iki kat altındaki komşusunun perdelerine takıldı. Füme perdeler aynı generalinki gibi duruyorlardı. Adil perdelerin dört bir yanına bakınca ondaki etiketi de yakaladı.”Bonikostav!” Yanında duran dinleme cihazını bu sefer beşinci kata yöneltti; oradan da kulağına cızırtıdan başka bir şey gelmiyordu. Dinleme cihazını kontrol etmek için aşağıda makam arabasının yanında, sigara içip sohbet eden General’in şoförü ve korumasına yöneltti.Sohbet gayet net duyuluyordu. İkili üçüncü katta oturan pilotun genç kızının kıçının ne kadar güzel olduğundan bahsedip gülüşüyorlardı. Evet, beşinci kat komşusu Muhammet Tebrit’in perdeleri gerçek Bonikostav’lardı. Adil hemen küçük bir hesap yaptı. Bu evin perdeleri bu markadan en az kırk bin dolara patlardı. Yani kiracı olarak gözüken bu kumaş tüccarının perdeleri arabasından kat be kat daha pahalıydı. Bu perdelerin General’in evinde olması anlaşılabilirdi ama iki kat altında oturan, aşırı muhafazakâr, orta ölçekli bir kumaş tüccarının evinde bu perdelerin asılı olması pek anlaşılır değildi. Adil küçük not defterine bozuk yazısıyla ‘beşinci kat Muhammet Tebrit’ yazıp yanına kocaman bir soru işareti koyarken bloğun kapısındaki ışık yandı. Belli ki apartmandan dışarı çıkan birisi vardı. Adil dürbününü hemen gözüne götürdü. Apartmandan çıkan koyu füme takım elbisesi, elbisesinin altından bile belli olan koca göbeği, gür saçları, fırça gibi öne öne bıyıklarıyla Muhammet Tebrit’ten başkası değildi . Adam General’in şoförü ve korumasının ters bakışları arasından yürüyüp otoparkın en uzak köşesinde duran kapalı kasa minibüsüne bindi. Aracı apartmanın çıkışına yanaştırıp durdurunca General’in koruması minibüsün yanına gelip aracın camını tıklattı. Tebrit camı açtı; “buyur ciğer!” 96 “Burada durmayın.” “Neden gardeşiiim? Aha burası benim apartmanımın önü.” “ Muhammet Bey aracınızı ileri alın.” “Da get oglım!” “Aracınızın burada olması güvenlik anlamında sakıncalı! Burada duramazsınız.” “Yav, ne güvenlikmiş bu gardeşim?” “aracınız kapalı kasa. O yüzden girişe yakın durmanız uygun değil” “He arabanın içi bomba doluydu. Oğlum karımı bekliyorum. Kadın yürüyemiyo. Şimdi inecek beni uğraştırma loo.” Adil yönlendirdiği dinleme cihazından dinliyor, büyük dürbünüyle de gözlüyordu. Koruma bir an duraksadı; “iki dakika… İki dakika sonra çekmenizi isteyeceğim.” İki dakika geçmeden apartmanın çıkış ışığı yandı. Adil dürbünü zoom'ladı; gelen kadın kara çarşaflara bürünmüştü fakat hiç de zor yürüyor gibi değildi. Kadın General’in korumasının yanından geçerken Adil kadının en az korumanın boyunda olduğunu fark etti. Kadın çarşafla öylesine örtünmüştü ki Adil’in kadınla ilgili herhangi başka bir detayı yakalayabilmesi imkânsızdı . Fakat bu sırada, kadın minibüse binmek için çarşafını birazcık toparladığında Adil kadının ayağındaki kahverengi Nike ayakkabının fosforlu sarı çek işaretini gördü. Kadın minibüse binince, araç hareket edip, uzaktan kumandayla açılan elektrikli kapıdan çıkarak gözden ağır ağır kayboldu. Adil çarşafın altında nasıl bir kadın olduğunu tahmin etmeye çalışırken yüzü tiksintiyle buruştu.”İri kazulet ve yağlı olmalı. Kadınlıktan da bihaberdir. Çarşafın altına bu tarzda bir ayakkabı giyen kadın, o çarşafın altında terden sası sası da kokuyordur. Hamamböceği! diye geçirdi içinden ve aklından arka arkaya geçen bir dizi düşüncenin ardından aceleyle yanındaki sehpanın üzerinde duran gözlem raporlarının tutulduğu laptopa eğilip” günce” adındaki dosyayı açtı. Raporlar gün be gün yapılmış, gözlemledikleri her şey düzenli bir şekilde kayıt altına alınmıştı. General’in evden kaçta ayrıldığının, eve kaçta girdiğinin, hangi arabaya bindiğinin, kaç kişinin ve kimlerin kendisine refakat ettiğinin, ellerindeki çantaların ve buna benzer taşıdıkları nesnelerin, ayrıca giyilen kıyafetlerin tek tek notları...Doğal olarak, General’in kıyafet 97 detaylarında çoğunlukla ‘ resmi üniforma’ yazıyordu. Ancak, bazı Pazar günleri karısı ve dört kişilik koruma takımıyla yürüyüş yaptığı zamanlarda kıyafet detayları farklılaşıyordu. En son, on gün önceki Pazar günü yürüyüş yapmışlardı. Adil, güncede hemen on gün önceki Pazar’a geldi Kaçta girildi, kaçta çıkıldı, General’in karısı ne giydi bilgilerini hızla geçtikten sonra General’in giydiklerini okumaya başladı. Kahverengi spor şapka… Kahverengi eşofman takım… Kahverengi sarı çekli Nike ayakkabılar! Hızla laptopunu kapadıktan sonra telefonuna sarılıp alt sokakta hazır bekleyen Osman’ı aradı. “Alo!” “Alo! Bak, ya geçti ya biraz sonra geçecek gri Starex’i takip edeceksin.” Osman’ın hafızasına blokta oturan herkesin arabalarının plakaları uyku dinletilerinde aktarılmıştı. Bu haliyle Osman, iki sokak aşağıda bekleyen bir radar gibiydi. “Muhammet Tebrit! Henüz geçmedi. ” “İyi! Otomatik kafa! İyi! O arabayı takip et. İnen binen olursa haber ver. Ben sana yetişeceğim.” Telefonları kapattıkları anda gri Starex ağır ağır Osman’ın önünden geçti. Osman marşa basıp takibe başladı. Bu sırada Adil gözetleme işini Uyuyanlar Takımı elemanı Oğuz’a devredip hızla arabasına atladı. Yol bilgisayarını çalıştırdı. Bir kaç tuşla ekranda şehrin en ücra sokaklarına kadar detay veren haritasını açtı. Haritanın üzerinde yanıp sönen minik ışık Osman’ın arabasındaki vericiden gelen sinyallerle besleniyordu. Adil gaza yüklendi; bilgisayardan gelen metalik sesin yönlendirmeleriyle Osman’a yetişecekti. **** **** **** ***** ***** Adil’i bilgisayardan gelen ses uyardı. “me sa fe üç yüz met re.” Adil hemen telefonunu kaptı ve Osman’ı aradı. “Üç yüz metre arkandayım. Gördün mü beni?” Osman dikiz aynasına baktı. “Gördüm!” 98 “İyi! Dinle o zaman, otomatik kafa! İlk kavşakta kırmızı yanarsa, kalkmadan önce on beş saniye bekle. Ben arabamı park edip senin arabana geçeceğim. Eğer geç kalırsam takibe devam et. Ben sana yetişirim.” Adil ancak ikinci kırmızı ışıkta dediğini gerçekleştirebilip kan ter içinde Osman’ın kullandığı arabaya binebildi. Biner binmez de Osman’a bir yumruk salladı. Yumruk Osman’ı çenesinden sıyırdı. “Ulan amına koyduğumun çocuğu, arkandan bağırıyorum! İlk ışıkta niye beklemedin?” “On beş saniye…….” Osman lafını bitiremeden tam isabet bir tokat yedi. “Cevap verme bana lan! Yorum yapma! O çöllerdeki götlere diyorum bu orospu çocuğunda bir bokluk var diye, ama hepsi kafayı yemiş.” Belinden silahını çıkarıp Osman’ın kafasına dayadı. Osman gayet donuk öndeki Starex’i takip etmeye devam ediyordu. Bir an zihninde İshak’ı gördü; zihni “öldür!”dedi ve görüntü kayboldu. Adil öfkeden köpüren bir halle devam etti; “Seni öldürürüm. Kafana sıkar atarım bi kenara, göt!” “Şimdi şu amına koyduğumun Starex’ini doğru dürüst takip et!”dedi ve silahını Osman’ın şakağından ayırıp beline yerleştirdi. Osman buz gibi bakışları ile takibe devam etti. Kapalı minibüs bir müddet kentin merkezine doğru yol alıp sonra yönünü arka mahallelere çevirdi. Varoşlara vardıklarında gizli takip yarım saattir sürüyordu. Minibüs, köhne caddelerden dar sokaklara daldıktan sonra, iki tarafı bakımsız gecekondular ile dolu sokaklarda ağır ağır ilerleyip küçük bir ilkokulun köşesindeki telefon kulübesinin önünde durdu. Osman fark edilmemek için sokakta duran iki eski arabanın arasındaki dar alana bir hamlede girip farlarını kararttı. Minibüs ise halen çalışır vaziyetteydi. Adil; “bizi mi fark ettiler?”diye sordu öfkeyle. “Fark edilmedik.” 99 “Sana mı sordum ulan ben; sana mı?” Dişlerini ve yumruğunu sıkıp kısık sesle bağırdı. Minibüs çalışıyordu ve herhangi bir hareket yoktu. Hareketsizlik Adil’in nabzını yükseltmişti. İçinden, gidip minibüste olan bitene bakmak geliyordu ama öfke ve heyecanını kontrol etmesini üstadı olan babasından yıllar içinde öğrenmişti ve doğru zamanın gelmesini sabır içinde bekleyebilirdi. Ama bu ‘sabır’ sürecini biraz gürültülü ve gergin geçirenlerdendi. Dizine ufak yumruklar atıp sert bir fısıltıyla; “hadi!….. hadi!….hadi!….”diye söyleniyordu. Derken ağırdan minibüsün sağ kapısı açıldı. Adil hareketlenmeye dikkat kesildi ve zaman sünmeye, hareketler de zihnine kare kare işlenmeye başladı. İlk karede minibüsten inmek için uzatılan ayaktaki ayakkabı vardı; kahverengi fosforlu, sarı çekli Nike! Daha sonra; yere basan, kot pantolon giymiş bir bacak ve en nihayetinde karanlık sokakta, minibüsten inmiş, bozuk asfaltta durup içeri doğru bir şeyler söyleyen bir siluet! Ama bu siluet kesinlikle bir kadının değil, bir erkeğin siluetiydi! “Ha, ha! Muhammet’in karısı erkek çıktı. Bakalım kimmiş?” Minibüsten inen adam direksiyondaki Muhammet’e söyleyeceklerini bitirdikten sonra kapıyı kapatıp, birkaç adımda telefon kulübesine girdi. minibüs geldiği gibi ağır ağır hareket edip uzaklaşırken Adil planını yaptı: “Ben iniyorum. Sen minibüsü takip et!” Arabadan dışarı çıkıp karanlık sokakta elektrik direğini siper ederek kulübeyi gözlemeye başladı. Adil kulübenin içindeki adamı bulunduğu noktadan sadece bir karartı olarak görüyordu. On dakika boyunca bu karartıyı dikkatlice gözledi. On dakika sonra kulübenin kapısı açıldı ve adam dışarı çıkıp minibüsün gittiği yöne doğru yürümeye başladı. Adil fark edilmeyeceğini düşündüğü bir mesafe ayarlayıp adamın peşine takıldı. Bir müddet yürüdükten sonra adam başka bir telefon kulübesine girdi. Bu kulübe bir öncekinden biraz daha aydınlıktaydı ama yine de Adil adamı tam olarak seçemiyordu. Üç- beş farklı telefon konuşmasından sonra adam bu kulübeyi de terk edip çıktı. Adam, kısa bir yürüyüşten sonra varoşu ortadan ikiye bölen caddeye vardı ve caddeyi oluşturan düzensiz duruşlu dükkânların önünden takipli yürüyüş devam etti. Adil adama biraz daha yakınlaştı ve caddeyi aydınlatan floresan, renkli sokak lambalarının yardımıyla adamı arkadan tam olarak görebildi; kahverengi ayakkabılar, mavi kot pantolonun üzerinde koyu mavi ince naylonumsu mont, kafasında da yine lacivert beysbol şapka. Adil ileriye doğru baktığında tenha caddede bir 100 minibüsün park edilmiş bekliyor olduğunu fark etti. Gözlerini kısarsak görüşünü kuvvetlendirmeye çalıştı ama minibüsün biraz önce takip ettikleri minibüs olup olmadığından emin olamadı. Emin olmak için biraz daha yaklaşması gerekti. Minibüs cadde üzerinde açık olan bir pastanenin önünde duruyordu. Adam yaklaşınca Muhammet minibüsten indi. Bunu gören Adil bir an duraksadı ama Muhammet pastaneye girince Adil de minibüse yaklaşmaya devam etti. Muhammet’in on saniye ardından adam da içeriye girdi. Adil yürüyüş temposunu yavaşlatıp pastanenin önünden geçerken hissettirmeden içeriye baktı. İki adam en köşedeki masaya oturmuşlardı bile. Adil pastanenin yirmi metre ötesinde durup telefonuna sarıldı; “nerdesin?” “Seni görüyorum.” “Yavşak beni görüp görmediğini sormadım sana. Nerdesin?” Yanıt gelmedi. Tekrar sordu; “nerdesin?” Ses tamamen gidince telefonun ekranından bağlantıyı kontrol etmek için baktığı an omzuna bir el dokundu. Adil’in gergin refleksleri bir an onu yerinden sıçrattı ve anında geri döndüğünde kendinden en az yirmi santim daha uzun, siyahlar içindeki Osman ile burun buruna kaldı. Osman’ın kar soğuğu bakışları tam da Adil’in gözlerinin içindeydi. Adil yukarıdan aşağı inen sıcaklığı vücudunda şimşek gibi hissetti. “buradayım!” “kor……” Adil ‘korkuttun beni’ cümlesini son anda içinde tutabildi ve Osman’ın kolunu sıkı sıkı kavradı. Osman’da ters giden bir şeyler olduğunun farkındaydı. Bazen bir kelime de olsa yorumlar yapıyor, bakışları değişiyordu Osman’ın . Ara sıra kendinden MAÇA diye bahsediyor, kimi zaman gözlerini süratle kırpıştırıyordu. Verilen görevleri eksiksiz neticelendiriyordu ama Adil çok yakından idare ettiği ve yıllardır tanıdığı bu Uyuyanlar Takımı askerindeki değişiklikleri çok net görebiliyordu. Bugüne kadar herhangi bir Uyuyanlar Takımı elemanında aksaklık veya yoldan çıkış olmamıştı ama bu olmayacak anlamına gelmiyordu. 101 Adil’e her türlü olasılığı düşünme alışkanlığını İshak vermişti. Osman’la ilgili ters bir durum oluştuğunda kendinin zarar göreceğini biliyordu ve bu durumu sürekli rapor ediyor, ilgililere bildiriyordu. Çöldekiler ilaçlarının üzerinde ufak değişiklikler yaptıklarını, programlamalarını güçlendirdiklerini söyleseler de Osman’ın durumunda hiç bir değişiklik olmuyordu. Osman’ın Çöldekilere göre bir şeyi yoktu ama Adil, Osman’ın içinde bir şeyler fokurduyormuş gibi hissediyordu. “Geri zekâlı! … Geri zekâlı!….” Adil soluklarını düzenledi. “takip ettin mi lan adamı?” Boş bir soruydu bu. Takip etmese burada işi neydi. “Evet!” “Ne yaptı peki?” “Üç ayrı telefon kulübesinden görüşmeler yapıp buraya geldi.” “Tamam! Kulübelerin yerlerini unutma. Lazım olacak!” “Tamam!” Adil biraz da kendi kendine konuşur gibi devam ederken, bulundukları yerden gözleriyle caddeyi taramaya başladı; “şimdi iki hödük içerde oturuyor. Birisi Muhammet. Diğeri ….Diğerinin kim olduğunu net görebilmemiz için neresi neresi…….” “Araba nerede?” “3408 sokakta.” Osman cevap verdi dişlerini sıkarak. “3408 sokak nerede lan hödük?” Osman parmağıyla caddeyi kesen ilk sokağın levhasını gösterdi; 3408 sokak. Karanlık sokağın köşesinden park edilmiş Cadillac’ın ucu gözüküyordu. “Sen şimdi arabaya git ve ben gelmeden hareket etme.” 102 Osman denilene uyup arabaya doğru yollanırken Adil pastaneye yöneldi. Kapıdan içeriye ağır adımlarla girdi. İçeri girdiğinde suratına en masum ve salak sırıtışını oturttu. Pastanede dört masa, bir de vitrinli pasta dolabı vardı. Masalardan en köşede olanında Muhammet Tebrit ve karşısında biraz önce takip ettiği adam oturuyordu. Adamın sırtı kapıya dönüktü. Doğal olarak Adil adamın yüzünü ilkin direkt göremedi ama gecikmeden pastanenin duvarlarındaki aynaların yardımıyla sırtı dönük adamın yüzüne ulaştı. Fakat adam önündeki not kâğıtlarını incelediği için başı öne eğikti ve şapkasının siperinden yüzü gözükmüyordu. “Evet!” Adil kafasını tok sesin geldiği yöne çevirdi. Kendini sırtı dönük adamın yüzünü görmeye öyle adapte etmişti ki yanında aniden beliriveren bu iri yarı adamın nerden çıktığını fark etmemişti. İri adam pastanenin sahibi olmalıydı. Adil biraz tutuk davranarak zaman kazanıp, peşinde olduğu suratı net görmek istiyordu. “ııı… şey… “ Vitrine baktı; vitrin dım dızlaktı. “Şey …. Pasta var mı?” Aynadan sırtı dönük adama yeniden baktı; kafası hala önündeydi ve adamı yine göremeyince bakışlarını tekrar boş vitrine çevirdi. “Yok!” İri adam çok keskin ve netti. “Tatlı türü bir şey var mı?” Burası pastaneydi ve olmalıydı. “Yok, kapatıyoruz.” Adil masada Muhammet’in önünde duran limonatayı gördü. “şey…. Iııı…peki…. ben bir limonata içeyim o zaman.” Adil Muhammet’in dikkatini çekmişti. Muhammet bakışlarını bir an Adil’e dikince Muhammet’in bakışlarını fark eden sırtı dönük adamın kafasını kaldırması ile Adil aynadan yüzü yakaladı. Adil’in güçlü dikkat yeteneği, beyninde flaşı patlatıp aynaya yansıyan yüzü beynine kazıdı. Şapkası, top sakalı, okuma gözlüklerinin üzerindeki küçük gözleri, silik 103 dudakları, kara- sarı teni, koca kulakları… Adil yüzü görmüştü artık. Anında gözünü aynadan çekti ve cevabını aldı; “limonata yok!” “Bugün her şeyi satmışsınız herhalde.”dedi arkasını dönüp çıkarken; yüzünde iblisi kıskandıracak bir gülümseme vardı. Adil, yüzü görür görmez, şapkasız ve takma keçisakalsız halini gözünde canlandırdı. Hiç yüz yüze gelmemişlerdi ama onlarca defa resmine ve görüntülerine bakıp ezberlemişti bu yüzü! Muhammet Tebrit’in karşısında oturan General Reha Tozer’den başkası değildi. İşin şifresinin bir kısmı Adil’in kafasında artık çözülmüştü. Adil o günden sonra pastaneyi de izletmeye başladı. Pastahane herhangi bir ticari kaygı gözetilmeden işletiliyordu. Sabah geç açılıyor, akşam erken kapanıyordu. Vitrine göstermelik birkaç pasta konuyor; pastalar satılmazsa umursanmadan çöpe atılıyordu. Ara sıra tezgâhta bir büyük sürahi limonata görünüyor, onu da pastanenin tek çalışanı olan iri adam içiyordu. Dükkânın yarısı bölünerek arkada gizli bir kısım oluşturulmuştu. İri adam da bu gizli bölümde kalıyordu. İzlenen günlerde, pastanenin hiç de mahalleye uygun görünmeyen, pahalı arabaları ve elbiseleri olan müdavimleri olduğu ortaya çıktı. Bu müdavimler belli aralıklarla pastaneye uğruyorlar; iri adama zarflar, paketler bırakıyorlar; birkaç cümle konuşup çıkıyorlardı. İşin enteresan yanı, bu köhne dükkânı üstün bir alarm sistemi koruyordu. Adil buranın bir üs olarak kullanıldığını tespit etmişti. Bu tespit doğrultusunda etraftaki kırk tane telefon kulübesine dinleme cihazı yerleştirtti. Bütün konuşmaları kayda almak istiyordu. Bu arada Muhammet Tebrit ve iri adamla da ilgili araştırma yapmaya başlamışlardı İri adam, Azeri asıllı Hüseyin Ensar’dı ve Afgan asıllı Rus ajanı Muhammet Tebrit’in yardımcısıydı. Çarşaflı eşler, kumaş tüccarlığı, köhne pastane, tiyatro dekoru; Muhammet Tebrit’in ağır doğulu aksanı ise tiyatrocu performansıydı. Lakin altı gün sonra Muhammet ve General çarşaf numarasıyla dışarı çıkıp kulübelerden konuşmaya başlayınca Adil Muhammet Tebrit’in ne müthiş akıcı Rusça ve bir İstanbul beyefendisini kıskandıracak kadar nazik ve yanı sıra akıcı Türkçe konuştuğunu çok net duymuştu. Çarşaf numarası ile genel olarak haftada bir dışarı çıkan ikili gerekli görüşmelerini yaptıktan sonra pastanede oturup birbirlerini bilgilendiriyor; notlar alıp, aldıkları notları karşılaştırıyorlardı. Adil telefon kulübesinden yapılan bütün konuşmaları artık kaydedebiliyordu. Konuşmalar genelde aynı on- on iki telefondan yapılıyordu ki bu telefonlar dinleme cihazı yerleştirilmiş telefonlardı. Muhammet ve General bu kadar önleme rağmen konuşmalarında küçük, basit şifreler de 104 kullanıyorlardı. Bunları çözmek Adil ve emrindeki Uyuyanlar Takımı adına hiç de zor olmadı. General, Ruslara askeri sırlar, istihbarat bilgileri aktarıyor; onlar da General için, ismini verdiği kişiler hakkında, özel bilgiler topluyorlardı. Bu kişiler genelde üst düzey askerler oluyordu. General, bu özel bilgilerle kişiler üzerinde baskı mekanizmaları oluşturup, daha çok askeri bilgi ve menfaatleri için hizmet alıyordu. General, elinde bulundurduğu; özel hayata, askeri sicile, yapılan hatalara, alınan rüşvetlere,cinsel sapkınlıklara, kirli ilişkilere dair yoğun bilginin onu bir gün Genel Kurmay Başkanı yapacağına inanıyordu. Adil iki ay boyunca dinlediği telefon konuşmalarından General’in birçok bağlantısını, baskı altında tuttuğu insanların kimler olduğunu, kimlerle ilgili araştırmalar yapılmasını istediğini, hangi üst düzey askerlerin gerçekten temiz olduğunu ve bunların General’i nasıl çıldırttığını, hangilerinin her tarafından pislik fışkırdığını üç aşağı beş yukarı deşifre etmişti. Kişilerle ilgili tüm bu bilgilerin pastanedeki bilgisayarın belleğinde dosyalar halinde saklandığını öğrenmişti. Adil, General ile birlikte ne kadar çok insanı ve imkânı ele geçireceğini düşününce iştahı kabarıyor, zevk çığlıkları atmak istiyordu. Muhammet telefon konuşmalarında General’den bahsederken ‘bir arkadaş’, ‘o arkadaş’, ‘güzel arkadaş’ olarak bahsediyordu. Yine bir akşam Muhammet Tebrit, General adına, orduya yüklü ilaç satma peşindeki bir firma yetkilisiyle konuşuyor ve yetkiliden özel bir istekte bulunuyordu. “biliyorsun o arkadaş, dolma kalemi olan, sekreter arıyor” “biliyorum ağabey de…Biz işi gücü bıraktık ona iki tane sekreter bulup yolladık, beğendiremedik.” “Biliyorum canım.” “Vallahi ilkini geri çevirince kendim çıktım; tüm travesti barlarını gezip, bizzat seçtim ama arkadaş onu da beğenmedi” “öhü… öhü… ne işin var canım kardeşim o tür yerlerde? Biz sekreter arıyoruz.” Telefondaki iki taraftan da kıkırdamalar geliyordu. “Ağabey öyle deme. Önemli diyorsun o arkadaş. Biz de önem veriyoruz.” “Güzel arkadaştır da böyle bir merakı var işte.” 105 “Ağabey ben ne seçeceğimi bilemiyorum, bana biraz tüyo ver de ona göre seçelim bu dolmakalemli sekreteri.” “Olur, olur… Ben kendisiyle biraz daha sohbet edeyim bu konuda; sana daha net ne istediğini söyleyeyim.” “İyi olur ağabey yoksa ben takıp takıştırıp gideceğim arkadaşın yanına!” Yeni kıkırdamalar geldi. “Canım ben seni arayacağım bu konuyla ilgili. Bunu aşarsak gerisi önemli değil. İşi bağlanmış bil; bunu arkadaşın yerine getirilmesi gereken küçük bir kaprisi olarak gör.” “Tamam ağabey. Ben senden haber bekliyorum.” Birkaç gün sonra Muhammet General’in tam olarak ne istediğini bildirmek için aradı. “Alo!” “Alo ağabey sen misin?” “Benim canım. Nasılsın iyi misin?” “İyiyim ağabey. Ben de senden telefon bekliyordum” “Ben arkadaşla konuştum.” “Hııı..” “Derdini anladım canım.” “Evet ağabey.” “Şimdi… İlk önce, aradığımız sekreter ufak tefek olacak.” “Ne kadar ufak tefek ağabey?” “Epeyce.. Bir elli beşi geçmeyecek.” Firmanın yetkilisi Murat Savran “offf, nelerle uğraşıyoruz!”diye geçirdi içinden ama buna katlanmak zorundaydı. Bu ilaçları bu karla başka hiçbir yere satamazlardı. Büyük kar yapacak ve bununla batmakta olan şirketi kurtaracaktı. İşin içinde pezevenklik varsa bunu da yapacaktı; sonuçta bir işadamıydı ve bir iş adamı omurgasız olmalıydı. 106 “Ağabey, ben o kadar kısasını daha görmedim.” “Canım benim uzununu al kısalt o zaman!” Bu ukala cümleye Murat uyuz olmuştu ama espriye güler gibi yaptı. “Kilolu olmayacak, çıtı pıtı olacak.” Murat’ın sinirleri zorlanmaya başlamıştı; “anladım ağabey, hem dolma kalemi olacak hem çıtı pıtı olacak!” “Canım, bu önemli arkadaş senden böyle bir beklentiye girdi artık. Bu arkadaş senin benim gibi ortalıkta rahat dolaşan bir arkadaş değil; kendi arayıp bulamaz bunları.” “Ağabey arkadaş işimizi bağlasın da gerisini hallederiz; ne yapalım!” “Di mi canım?…. Di mi canım?… Vereceğiz artık bu hizmeti ona.” “Tabii… tabii…” “Yumruk gibi göğüsleri olsun istiyor.” “Olur, olur ağabey!” “Canım, yalnız birkaç şey daha var.” “Buyur ağabey!” “Sekreter, denizci renkleri giyip, denizci şapkası takacak; güzel arkadaşımıza prens gibi âşıkmış gibi davranacak.” “Olur ağabeycim! Boyutları tutturalım da onlar basit. Bastırırız parasını ejderha gibi de davranır.” “Canım benim bak bu önemli! Bulunca ara; ben sana nereye ne zaman göndereceğini bildiririm.” “Ne kadar zamanımız var ağabey?” “Canım…. Iıııı…. güzel arkadaş yirmi gün kadar yoğun….ıııı…. biz bir ay diyelim. Ama bu sefer her şey net! Bu da kapıdan dönmesin yani! İşimizi zora sokmayalım. Bu arkadaş bir alerji olup kaşınmaya başlarsa….” 107 “Bu sefer tamamdır ağabey. İşi olmuş bil!” “Dolmakalemli haaa…” Murat’tan zoraki bir kıkırdamanın ardından konuşma sonlandı. İşte bu tam da Adil’in kapanını kurmak istediği konuydu. Adil istihbarat ağını çalıştırınca istenilene uygun penisli kadının varlığı Ankara’dan bildirildi. Osman’a kriterlere tam olarak uygunsa alıp getirme görevi verildi. Penisli kadının bu işe hazırlanacak bolca vakti de, yeterince kimyasal destek de vardı. Bir süre sonra Murat Savran ile Muhammet Tebrit’in telefonları tamamen kontrol altına alınmıştı. Ne zaman Muhammet, Murat’ı arasa hat Uyuyanlar Takımı’na yönlendiriliyor, sanal ortamda oluşturulmuş Murat Savran sesiyle Adil hattın diğeri ucunda konuşuyordu. Aynı şey Murat’ın aramaları için de geçerliydi. Ne Murat ne Muhammet, farkında olmadan, birbirleriyle konuşmuyorlardı; konuştukları sadece Adil’in kurgusuydu. “Alo!” “Alo canım!” “Buyur ağabey!” “Sekreteri buldun mu?” “Buldum ağabey.” “Ne diyorsun bu sefer arkadaş içeri alır mı?” “Ağabey ne diyorsun; tam tipi!” “Ooo, çok iyi! Güveniyorum seçimine.” “Ağabey hazırladık ta sekreteri!.... nasıl davranacağını… ne giyeceğini…” “ Hıı…. bravo, bravo!” “Âşıkmış gibi….. prens gibi…” “Çok iyi canım, çok iyi!” “Ağabey… ne zaman, nereye gönderiyoruz?” 108 “Canım, öbür Pazartesi gölün kenarında Hotel Göl büyüsü var...” “Evet ağabey!” “O arkadaş saat tam birde orada dört yüz on birde olacak. Sekreter de biri beş bilemedin on geçe orada olsun, görüşsünler.” “Tamam, ağabey biri on geçe ….” “Aman gecikme olmasın! Arkadaş dakiktir.” “Olmaz ağabey, sen hiç merak etme!” “Tamam canım. Sana güveniyorum. Bak bu son şansımız; iyi kullanalım yani!...” “Tabii ağabey!” Adil telefonu kapattıktan hemen sonra bilgisayar üzerinden Muhammet sesiyle Murat’a bağlandı. “Alo!” “Alo canım!” “Ağabey sen misin?” “Benim canım!” “Buyur ağabey!” “Canım… Bu sekreter işi ertelendi, haberin olsun.” Murat hem rahatlamış, hem de kaygılanmıştı. “Ağabey, hayırdır?” “Yok, yok bir şey!” “Yaa ağabey… İş yine de bizim değil mi?” “Tabii, tabii!” “Ya ağabey, biz her an hazırız; ne gerekirse her zaman.” “Biliyorum canım eksik olma.” 109 “Ağabey sorması ayıp; neden iptal oldu?” “Özel bir durum var. Endişe etme! Senin iş tamam! Sonra konuşuruz; ben seni arayacağım.” “Olur, ağabey, iyi günler!” “İyi günler canım!” **** **** **** ***** ***** Operasyonunun diğer ayaklarının planlanması Adil ‘in fazla zamanını almadı. Ne de olsa çocukluğundan beri, babası tarafından bu tip operasyonların içinde yetiştirilmiş, hem plan yapabilme hem de bunları pratiğe dökme konusunda ustalaşmıştı. Babası Adil’i birçok konuda yıllarca yontup, şekillendirmiş ama ona kazandırdığı en önemli özellik bir başkası için felaketler hazırlayabilecek öfke, asabiyet, hırs gibi duygularını hedefe ulaşma enerjisine dönüştürme becerisi olmuştu. Bunu yaparken babası kendi sakinliğinin Adil de olmasını beklememiş, Adil’in mizacını değiştirmek için uğraşmamıştı. Zıt mizaçlara sahip olmalarına rağmen baba oğul iyi anlaşmışlar, hedeflerine de hep ulaşmışlardı. Adil babasından çok şey öğrenmiş ve zamanı geldiğinde öğrendiklerini babasını devirmekte kullanmıştı. Bugün, bu operasyonu babasıyla birlikte değerlendirebilseydi, babası kendini kesin kutlardı. Adil’in kafasında operasyonla ilgili taşlar yerli yerine oturmuştu. Mehlika ve General’in buluşacağı gün, Muhammet ve Hüseyin ortadan kaldırılacak, aynı anda General ve ekibinin hazırladığı tüm dosyalar ele geçirilecekti. Muhammet’le ilgili kısmı, farklı olasılıkları hesaba katarak esnek bıraktı. General’le Muhammet’in Pazartesi birlikte hareket edebileceklerini düşünüyordu. Bu nedenle operasyonun Muhammet’le ilgili kısmı, beraber hareket ederlerse başka, etmezlerse başka şekilde işleyecekti. pastaneyi ele geçirme planı ise, büyük bir terslik olmazsa, sabitti. Pastanenin duvarını paylaştığı yan dükkân boştu. Adil dükkânı, sahibinin reddedemeyeceği bir teklif götürerek hemen kiraladı ve ilk Pazar Uyuyanlar Takımı elemanlarından birkaçı tadilat yapıyormuş gibi dükkândaydılar. Pastane kapalı; Hüseyin Ensar da pastanenin arkadaki bölümündeydi. Yan dükkândan gelen matkap ve benzeri aletlerin seslerinden ara ara rahatsız oluyor fakat hiç sesini çıkarmıyordu. Yıllar önce babasının kullandığı metodu şimdi Adil kullanıyor; duvarda görünürgörünmez incecik bir delik açtırıyordu. Deliği, Hüseyin Ensar’ı uzun süre derin uykulara daldıracak gazı gece boyunca pastanenin içine doldurmak için kullanacaklardı. 110 Sabah olduğunda, pastanede gezinen gaz, Hüseyin’i hayatının en derin uykusuna çoktan daldırmıştı bile. **** **** **** ***** ***** Adil saatini kontrol etti; saat bire geliyordu. Camdan dışarıyı bakmayı sürdürdü. Biraz önce aldığı telefonda, Uyuyanlar Takımı elemanı Oğuz sabahtan beri izlediği yeşil Starex’in otele doğru yaklaşmakta olduğunu söylemişti. Arkasına dönüp; “hazır olun!”dedi ama zaten her şey hazırdı. Ardından telefonuna sarılıp bir numara aradı ve “başlayım!”dedi. Başlamasını istediği şey pastaneye yapılacak operasyondu. Pastahanenin yakınında emri bekleyen altı kişilik ekip Adil’in komutuyla harekete geçti. Ekibi oluşturanların hepsi Uyuyanlar Takımı elemanıydı. Her operasyon sonrası olduğu gibi, bu operasyondan sonra da tümünün zihni silinip temizlenecek ve olanlarla ilgili hiçbir şey hatırlamayacaklardı. Lakin şu anda hepsi rollerini biliyorlardı; polis, hamal, haciz memuru, avukat, çilingir. Minibüsü kullanan da şoför rolündeydi. Beklenmedik bir durumda güçlü olmak için Adil ekibi kalabalık tutmuştu. Ekip, Adalet Bakanlığına ait resmi görünümlü bir minibüsle pastanenin önüne yanaşıp durunca, şoför dışında tüm ekip minibüsten indi. Böyle bir grubun pastanenin önündeki faaliyeti çevre esnafta haliyle merak uyandırdı. Avukat kadın rolündeki Uyuyanlar Takımı elemanı Ece, tiyatroyu başlattı. pastanenin kapısını yokladı; kapı doğal olarak kilitliydi. Sonra camı sert bir biçimde tıklatmaya başladı. Kapı içeriden açılmayacaktı. Ece bir müddet sonra etraftan da duyulacak tonda polis üniformalı Uyuyanlar Takımı elemanına dönüp; “memur bey siz de gördünüz yanıt alamıyoruz. Haciz işlemleri için kapıyı çilingirle açtırmak zorundayım” dedi. Polis kılığındaki eliyle kapıyı işaret edip; “buyurun!”dedi. Çilingir ufak çantasını alıp kapının önüne diz çöktü ve çantasından çıkarttığı aletlerle kapıyı kurcalamaya başladığı anda alarm bütün gücüyle çalmaya başladı. Bir müddet bu yüksek sesin içinde çalışmaya devam edip kapıyı açtı. Alarmın yüksek sesi hiç durmadan 111 devam ediyordu. Çilingir hızla içeri girdi ve pastanenin içinde alarmın ana kumandasını aramaya koyuldu. Kısa zamanda ana kumandayı pastanenin arka bölümünün en kösesinde fark etti. Kanepenin yanında, yerde derin uykuda yatan Hüseyin Ensar’ın üzerinden atlayıp, ana kumandaya ulaştı. Ana kumandaya giden enerji kablosunu kesince alarmın sireni sustu. Fakat bu zaman zarfı içinde alarm sistemi iki kişiyi telefonla aramıştı bile. Aranan telefonlardan biri, Hüseyin Ensar’ın telefonuydu. Çilingir Ensar’ın elinde sıkı sıkı tuttuğu telefonunu alıp kapattı. Daha sonra, dışarıda bekleyen ekibe; “girebilirsiniz.”diye seslendi. Kapıda polis kılığında duran ve direksiyondaki şoför dışında tüm Uyuyanlar Takımı elemanları pastaneye girdi. Ece ve haciz memuru pastanenin görünen kısmında duruyorlardı. Hamal kılığındaki eleman ise elinde iki büyükçe ama hafif fiber koli ile pastanenin arka bölümüne geçti. İki koliden daha büyük olanını uykudaki Hüseyin’in başucuna koydu; diğerini ise bilgisayar ve kasanın yanına bıraktı. İşler plana göre gidiyordu ve sıra Hüseyin’deydi. İki adam Hüseyin’i adeta katlayarak ki bu katlama işlemi sırasında bazı kemiklerini de kırmış olmayı umursamadan, fiber koliye tıkıştırdılar. Adamı koliye tıkıp kapağını kapatmadan önce hamal kılığındaki eleman belinden çektiği susturuculu silahını Hüseyin’in artık bacakları arasında duran kafasına doğrultup ateşledi. Kolinin içinde kırık kemikleriyle ikiye katlanmış adam artık otuz iki yıllık hayatını tamamlamıştı. Kutunun kapağını hamal aceleyle kapatıp açılmayacak şekilde oturturken, çilingir büyük elektronik kasayı açma çalışmalarına girişmişti. Kasaya bağladığı şifre kırıcının ekranında rakamlar hızla değişiyordu. Bu sırada hamal masada duran bilgisayarın kasasını diğer parçalarından ayırmış daha küçük olan fiber koliye yerleştirmişti; vakit geçirmeden Hüseyin’in cansız bedeniyle dolu koliyi sürükleyerek pastanenin ön kısmına oradan da dükkânın kapısına taşıdı. Polis üniformalı elemanının yardımıyla ağır koliyi minibüse yerleştirdi. Hamal tekrar içeri girip arka kısma geçtiğinde kasaya bağlı şifre kırıcı hızla neticeye doğru ilerliyordu. Bu arada dışarıda meraklı bir esnaf polis kılgındaki elemana sorular soruyorlardı. “Hayırdır memur bey, konu nedir?” “Haciz işlemi gerçekleştiriyoruz.” Meraklı esnaf birkaç adım daha atıp dükkânın girişine yaklaşınca polis kılığındaki hemen kapının girişine geçip, duruşuyla ‘geçit yok’ dedi. “Uzaklaşın!” 112 “Yok, yani…..”diye söze başlayan esnafın cümlesini bitirmesine izin vermeden daha soğuk bir ses ve donuk ifade ile “sizi ilgilendiren bir şey yok. Uzaklaşın lütfen!” dedi polis kılığındaki eleman. “Yani biz de burada esnafız da… ondan şee etmiştik …….” Ton aynı, ifade donuk tekrarladı; “uzaklaşın!” “Olur! “dedi meraklı. Polisin net tavrını kırıp merakını daha fazla tatmin edemeyeceğini anlayınca isteksiz geri dönüp iki dükkân yandaki bakkalına yollandı. Bu sırada arka taraftaki faaliyet neticelenmiş kasa açılmıştı. Kasanın içinden şantaj malzemeleriyle dolu dört tane harici hard disk çıkmıştı. Çilingir kasadan çıkanları kolinin içine, bilgisayar kasasının yanına yerleştirdi. Hamal da kapağını kapatıp, koliyi kucakladı. Bu koli diğeriyle kıyaslanmayacak kadar hafifti. Hamal seri bir biçimde minibüse yürüdü.Çilingir de aletlerini toplayıp pastanenin arka kısmından çıkınca hepsi birbiri ardına minibüse bindi. Şoförün çalışan motora gaz vermesi ile arkalarından merakla bakan birkaç esnafın görüşünden hızla çıkıp kayboldular. **** **** **** ***** ***** Adil, General’in otele girişini camdan seyrederken telefonu çaldı. Adil’in bu dakikalarda beklediği telefondu bu; hemen açtı. “Alo!” “Adil Bey!” “Evet!” “Pastayı aldık.” “Bütün dilimleri tamam mı?” “Evet!” 113 Adil telefonunu kapadı. Keyfinin üçte biri yerine gelmişti. Sonuca varılabilmesi için diğer iki ayağın da eksiksiz halledilmesi gerekiyordu. Muhammet, General’i göl kıyısındaki otele getirirken belinde ısrarla titreşen telefonuna bakmamıştı; General’le kesintiye uğramaması gereken bir konuda konuşuyorlardı. General’i otelin önüne bırakıp oradan uzaklaşırken cep telefonuna göz attı; arayan alarm sistemiydi. Bu önceki günlerde iki defa daha olmuştu. Önemsiz olabilirdi ama yine de hemen Hüseyin’i aradı; telefonu kapalıydı. Muhammet endişelenir gibi oldu ve Hüseyin’i tekrar aramak için tuşlara yoğunlaştı. Telefon arama işlemini gerçekleştirdiği anda kafasını yola bakmak için kaldırdığında, hemen yanında seyreden polis arabasını gördü. Telefon hala kulağındaydı ve Hüseyin’in telefonun kapalı olduğuna dair mesaj tekrarlanıyordu. Bu sırada polis arabasının sağ ön koltuğundaki polis, eliyle ‘kenara çek’ işareti yapıyordu. Muhammet’in zihninin yarısı Hüseyin’deyken, diğer yarısı da bu kadar tenha yolda polisin varlığında bir gariplik olduğunu düşündü. Fakat şu anda yapabileceği fazla bir şey de yoktu. Denilene uydu, arabasını kenara çekti ve dikiz aynasından polis arabasını gözlemeye başladı. Polis arabası onun hemen ardında durmuştu. Yolcu tarafında oturan polis aracından çıkıp Muhammet’in minibüsüne geldi , arabasının camını açmış Muhammet’e; “iyi günler!” dedi. “İyi günler memur bey!” Polisin gözündeki donuk bakış Muhammet’i iyice tedirgin etmişti ama ‘henüz olan bir şey yok’ diye düşündü. “Memur bey beni neden durdurdunuz öğrenebilir miyim acaba?” “Aracı kullanırken telefonla konuşuyordunuz.” “Yalnız gerçekten çok kısa sürdü ve çok önemliydi. Bana lütfen yardımcı olun memur bey!” “Ruhsat, ehliyet lütfen!” “Olur.”dedi Muhammet. Eğilip, torpidodan ruhsatı çıkartıp verdi. Daha sonra, oturduğu koltukta biraz kaykılarak arka cebinden cüzdanını çıkartıp, içinden ehliyetini çıkarttı. “Memur bey biraz yardımcı olursanız çok sevinirim.” 114 Muhammet yardım isteğiyle nabzı tutuyordu. Evraklara bakan polis evraklardan gözünü ayırmadan, “Muhammet Bey nasıl yardımcı olalım size hadi söyleyin?” Bu yaklaşımla Muhammet, olayın iki polis memurunun rüşvet koparma girişimi olduğu kanaatine vardı ve rahatladı. “Memur bey lütfen söyleyin sizin şahsınız adına ne yapabilirim?” “Ne gibi?” “Yani buralarda hep bizler için görev yapıyorsunuz. Bu kabahatime karşı sizin için küçük bir hediye fazla olmaz kanısındayım.” Muhammet’in aklından yüz lira geçiyordu. Yüz lira verip yoluna devam edecek soluğu pastanede alacaktı. “Nasıl bir hediye?” “Tabii burası sapa bir yer.Ben size bir miktar katkıda bulunsam sizde hediyenizi ken…” cümlesini tamamlayamadan, diğer polisin fark ettirmeden yanaştığı sağ camdan ateşlediği kurşun, ensesinden girip Muhammet’in canını oracıkta almıştı. Ateş eden polis hemen polis arabasına döndü; diğeri ise minibüsün kapısını açıp Muhammet’in cansız bedenini sağ koltuğa ittirip, direksiyona oturdu. minibüs ve polis arabası asfalt yolda iki kilometre arkalı önlü seyrettiler, ardından sağdan asfaltı kesen bir toprak yola saptılar. Toprak yolun getirdiği son noktada, başında durdurdular. arabaları, ağaçların arasında açılmış kocaman bir çukurun Koca çukuru açan iş makinesi da çukurun yanında park halinde bekliyordu. Starex’i kullanan polis, minibüsü çukurun olabildiğince kenarına yanaştırdı, minibüsten inip iş makinesine bindi. Büyük kepçe marşına basılınca aslan kükremesini andıran bir motor sesi çıkarttı ve polis beş dakikayı bile bulmayan bir zaman içinde minibüsü koca çukura iterek yuvarlayıp, üzerini çukur açılırken yan tarafa biriktirilmiş toprakla örttü. **** **** **** ***** ***** General takma keçisakalı ve koyu renk gözlükleri ile resepsiyonun önünde resepsiyonistin anahtarı vermesi için telefon konuşmasının bitmesini bekliyordu.Biraz heyecanlıydı. Karşısına çıkacağın, istediği gibi olması umudu içindeydi. Bu sefer de sunulan, kendinden iri olursa bütün hevesi kursağında kalacak;. boş bir otel odasında bir iki boş saat geçirip belki biraz kafasını dinleyecekti ama bundan fazlası için çok hevesliydi. Eğer gelen 115 umduğu biçimlerde ve istekli olursa kısa bir süre için bile olsa bulunduğu dünyayı çok arkalarda bırakacak, başka âlemlere dalacaktı. Hatta şimdiden dalmaya başlamıştı bile. Şiddet içeren bir sevişme hayal ediyordu. Karşısındakini biraz hırpalamak hiç de fena olmazdı. Bir iki tokat atsa, saçlarını çekse daha da rahatlardı. General’in ağzından görünmez salyalar akarken, oynak resepsiyonist kız telefon konuşmasını bitirmiş yuvarlıya yuvarlıya; “hoş geldiniz, buyurun!”demişti. General’in ayaküstü fantezilerinden sıyrılması kısa bir an aldı. “İyi günler adıma ayırtılan odanın anahtarını alabilir miyim?” Oynak resepsiyonist, bakımsız denemeyecek elleriyle, ucuz sarıya boyanmış saçlarını arkaya atarken sordu; “isim neydi efeenim?” Kadının kendinde uyandırdığı tiksinti halini yüzüne yansıtarak yanıtladı General; “Vahdi Şeker.” Kız önündeki bilgisayara hayli yavaş, tek parmak, ismi girdi ve “dört yüz on iki. Vahdi Bey dii mi?” dedi, yine yuvarlaya yuvarlaya. General Reha Tozer kızdan bir kere daha tiksinerek, kısacık; “evet” dedi ve kendine uzatılan pirinç anahtarlıklı oda anahtarını alıp asansöre bindi. Dördüncü kata eski asansör yavaş yavaş çıktı. Koridor bomboştu. Bir kaç adımda dört yüz on ikinin kapısına varıp, kapıyı açtı. Odaya girdiğinde içinde biraz hırs, biraz öfke hepsinden daha çok seksüel istek vardı. Yatağın üzerine uzandığında tavana bakarak hislerini köpürtecek düşüncelere daldı. **** **** **** ***** ***** “eeveet… kuş kafese girdi!”dedi Adil General’i ekranda görünce. “Şunu hazırlayın “diye ekledi, yatağın üzerinde büyük bir tebessüm ile uzanmış Mehlika’yı göstererek. 116 Handan ve Seda hemen Mehlika’yı yataktan kaldırdılar; üstünü başını düzeltip, son kez gözleriyle Mehlika’yı kontrol ettiler. Ardından Handan mini buzdolabından bir şişe su alıp Mehlika’nın eline tutuşturdu ve cebinden çıkarttığı kocaman bir hapı Mehlika’ya uzatıp; “ağzını aç! “dedi. Mehlika tereddütsüz ağzını kocaman açar açmaz Handan Mehlika’nın dilinin üzerine eski Gırıpinlere benzer koca hapı koydu. “Şimdi suyla yut!” Mehlika şişeden büyük bir yudum suyla koca hapı zorlanarak ta olsa yuttu. Adil saatine baktı; General odaya gireli tam yedi dakika olmuştu. Handan’a dönüp; “hadi söyle” dedi. Handan eğilip Mehlika’nın kulağına; “sekiz üç dokuz dört “dedi. Şifre, bu kadar zaman hazırlandığı sunumun başladığını zihnine haber veren şifreydi; General’e karşı oynayacağı rol tüm benliğine yayıldı. Artık hazırdı! “Nerede prensim?” Adil yanıtladı; “yan odada dört yüz on ikide. Hadi git!” Mehlika yüksek topuklarının üzerinde dört yüz on birden çıkıp, dört yüz on iki numaralı odanın önünde durdu; kapıyı çaldı. Kapının çalınınca General heyecanlandı. “ Gelen nasıl bir şey acaba? “ diye geçirdi içinden. “Kim o?”diye seslendi General kapıya doğru. “Aşkııım…benim! Hadi aç kapıyı!” Ses fena gelmiyordu. General’in içine ılık bir istek doldurmuştu. Yatakta doğrulup ayağa kalktı, kapıya yöneldi; “Açıyorum!” “Aç canım aç!” 117 General kapıyı açtığında karşısında gördüğüne inanamıyordu; çıtı pıtı bir kadın gibiydi karşısında duran. Çok beğendi. Mehlika için bu an prensine kavuştuğu an olarak kurgulanmıştı ve iliklerine kadar böyle hissediyordu. “Hayatım beni içeri almayacak mısın?... Kapıda mı bekleteceksin?” General ağız dolusu sırıttı. Keyfi çok yerindeydi ama ilk önce bu güzelliğin gerçek olup olmadığını kontrol etmesi gerekiyordu. “Seni içeri almamak mümkün mü prensesim ama ilk önce her şey tamam mı, eksik var mı bir bakalım.”dedi ve Mehlika’nın mini eteğinin altında iç çamaşırına sıkıştırılmış penisini avuçladı. Penisi hissedince mutluluğu arttı, nabzı yükseldi. Joker kadar büyük bir gülümsemeyle; “hımmm her şey yerindeymiş.” dedi ve birlikte içeri girdiler. Mehlika hayatının prensine ulaşmanın kelebek mutluluğunu yaşıyor, kalbi pıt pıt atıyordu. Artık prensinin olmak için can atıyordu. Yatağın üzerine oturdular. General; “sen ne kadar güzel bir şeysin. adın ne bakayım?”diye sordu “Mehlika!”diye yanıtladı cilveli bir mahcubiyetle. “Çok güzel! Peki, beni nasıl buldun Mehlika?” Mehlika yatakta oturan elli beş yaşındaki saçları çirkince dökülmüş, kara sarı tenli, takma keçisakallı, şişmanca adama baktı; gözlerinin içi parlıyordu. “Sen benim prensimsin. Nasıl bulabilirim ki?”dedi. General zevkten yüksek bir kahkaha attı ve Mehlika’nın boynuna kolunu dolayıp kendine doğru çekti. Dip dibe geldiklerinde General’in suratında hırs, Mehlika’nınkinde aşk vardı. General, Mehlika’yı olanca gücüyle saçlarından çekerek sırt üstü yatağa yatırdı ve düşlediği sert sevişmeyi başlattı. Mehlika'ya ufak tokatlar atıyor, etini sıkıştırıyor, sarsıyor sallıyordu. Ancak Mehlika’nın dünyasında bunların hepsi sevgi dokunuşlarıydı. Sonunda prensine kavuşmuştu ve prensi prensesini seviyor ve istiyordu. Mehlika, çok mutluydu. 118 Kısa bir zamanda ikili soyunmuştu. General’in daracık düşük omuzları, yağlı sarkmış göğsü ve karnı, patatese kürdan geçirilmiş gibi duran bacakları tam olarak ortadaydı artık. Ekrandan bu manzarayı gören Adil espri yapmakta gecikmedi; “bizim General pek Rambo’ya benzemiyor haa!” Sevişmeden ziyade seyreltilmiş kafes dövüşünü andıran görüntüler on dakikaya yakın devam etti. Sonra birden General ayağa kalktı. Mehlika yatağın üzerinde koca gülümsemesiyle sere serpe yatıyor, sevgi dolu gözlerle General’e bakıyordu. General tek eli belinde, diğeri serbest; serbest elini sallayarak, çırıl çıplak odanın içinde bir ileri bir geri voltalar atıyordu. Sanki bir grup askere konuşma yapmaya başlayacakmış gibi bir hava vardı üzerinde. “Evet!” dedi sertçe ve tekrar etti; “Evet, seni beğendim!” “Hoşuma gittin Mehlika!” Yüzünde sert bir ifade, gözlerinde akıl dışı bir bakış vardı. Çok hoşuna giden bir oyundu oynadığı. Gerçekten de hoştu Mehlika’nın tavrı General’e göre. Ufak tefek sertliklere mızmızlanmıyor, müsaade ediyor ve bundan keyif alıyordu. Eti bir erkek gibi sımsıkıydı. General güçlü bir erkekti ve onu kadınların muhallebi gibi gevşek vücutları tatmin edemezdi. “Güzeeel…. güzeeel!”diye yüksek sesle tekrarladı. Mehlika prensini memnun etmenin derin memnuniyetiyle elini General’e doğru uzattı; “ama hadi gel yanıma!”diye cilvelendi. General sert ve keskin bir şekilde yanıtladı. “Gelicem, bekle!” Voltalarına devam ederken Almanca bir marş mırıldanıyordu. Derken, birden durdu ve odanın köşesinden, yatakta çıplak uzanan Mehlika’ya, gözlerini kısarak keskin bakışlarla baktı. Bir an ayakuçlarında dikilerek, “geliyorum!”dedi. “Gel prensim!” 119 Birkaç küçük ama yavaş adımla Mehlika’nın başucuna geldi. Mehlika sevgi dolu elini General’e uzattı. General elini tutup, Mehlika’yı biraz kendine doğru çekerek yatakta doğrultu. Kendine sevgi dolu bakan gözlerin içine baktı ve olanca gücüyle yüzüne bir tokat attı. “Nasıl?” Mehlika ifadesinde bir değişiklik olmaksızın yanıtladı; “harikasın prensim!” Bu sırada General kendini Mehlika’nın üzerine atıp; orasını burasını ısırmaya, öpmeye, cimciklemeye ve sevişmeyi andıran boğuşmaya başladı. Mehlika ve General kendi âlemlerinde zirveye tırmanırken, olan biteni ekrandan izleyen Adil, artık vaktin geldiğine karar verdi ve Handan’a; “ver!”dedi. Handan cebinden kibrit kutusu büyüklüğünde üzerinde kırmızı bir tuş olan uzaktan kumandayı çıkartıp Adil’e verdi. Adil bir müddet daha ekrana baktı ve uzaktan kumandanın üzerindeki kırmızı butona bastı ve kumandanın verdiği sinyal Mehlika'nın en son içtiği büyük hapın içindeki az miktardaki patlayıcıyı hareketlendirip patlattı. Derinden gelen tok bir ses ve küçük bir sarsıntı ile birlikte Mehlika olanca ağırlığıyla General’in üzerine yığılıp kaldı. General ilk anda ne olup bittiğini anlayamamıştı. Üzerinde yatan Mehlika’yı yana devirip, yüzünün üstüne düşen kıvır kıvır peruk saçlarını arkaya doğru sıyırdığında Mehlika’nın gözünün altından kan sızdığını gördü; irkilip biraz geri çekildi. Mehlika’nın vücudundaki kan sadece gözaltlarından değil; burnundan, kulaklarından ve göbek deliğinin biraz üstünden açılan yaradan da dışarı akıyordu. Mehlika’nın yüzündeki tebessüm sabitti ama gözündeki fer an be an soluyordu. General hızla ayağa kalktı.Yatakta yavaş yavaş kana bulanan Mehlika’ya bakarken titriyor ve alfabenin sadece bir harfini kullanarak anlamsız ama daimi bir ses çıkarıyordu; “aaaaAAaa…aaaAAA……”. Aklı ne olduğuna dair küçük bir ipucu veremeyecek kadar tutulmuştu.Bütün beyin hücrelerine panik ve korku hâkimdi. Birden odanın içinde beyaz takım elbisesi ve kızıl saçlarıyla kendini alkışlayan bir adam fark etti. Adam alkışlarken bir şeyler de söylüyordu ama General adamın sesini uğultu şeklinde duyabiliyordu. General tekrar tekrar sormaya başladı; 120 “ne? ..ne? …ne? …ne?..” Adam biraz daha yaklaştı ve tir tir titreyen General’e sesini duyurmak için bağırdı. “Tebrikler diyorum!…Sike sike öldürmek diye buna diyorlar herhalde!” Biraz önce Adil’in odaya girdiğini bile fark edip duyamayan General, şimdi onu derinden de olsa işitmişti. Tekrar bakışlarını Mehlika’ya yönelttiğinde, yatak hayli kana bulanmıştı. General tutulmuş beyniyle büyük bir savaş vererek sordu; “bunu……. bunu… ben mi yaptım?” General’in kendi sorusu bir anda beyninde yüzlerce defa yankılandı. “Bunu ben mi yaptım? Bunu ben mi yaptım? Bunu ben mi ....”? “Evet! Tekrar tebrikler!” General’in gözünden sicim gibi gözyaşı akmaya başladı. “Çok üzme kendini paşam! “ “Altı üstü bir travesti, kendini üzmeye gerek yok!”dedi Adil alaycı bir tavırla. General titreyen çenesiyle bir şeyler söylemeye çalışıyordu ama Adil beklemeden devam etti. “Hemen her şeyi temizleriz. Kimse bir şey bilmez. Sen merak etme paşam!” Yaşadığı kaos, korku ve şok General’in biraz önce içinde barındırdığı hırslı enerjisini yakıp bitirmişti. Ayakta sonbahar yaprağı gibi düştü düşecek, titreyerek sallanıyordu. “Paşa sen söyle otur bakalım.” dedi Adil makyaj masasının sandalyesini göstererek. General söylenene uydu fakat sandalyeye oturmaktan ziyade yığıldı. General’in direnci tamamen düşmüş, hiçbir şey yapacak hali kalmamıştı. “Beğenmiştin değil mi Mehlika’yı?” General kafasını, yatakta kanlar içinde yatan Mehlika’ya çevirdi. Mehlika’yı gözünü dolduran yaşlardan dolayı belli belirsiz görebiliyordu. Yeniden hıçkırıklara boğuldu. “Beğenmiştiiin!…. Beğenmiştiiiin!” 121 “Paşa utanma. Biz onu sen beğen diye bulup tasarladık.” General ıslak bakışlarını Adil’e çevirdi. ”Bu adam kim?”diye sormak daha yeni aklına gelmişti. Adil sanki soruyu duymuş gibi devam etti; “bu arada ben Adil Akyol!” General’e o anda isim hiçbir şey ifade etmedi. “Paşam sen beni tanımıyorsun ama biz her şeyi düşündük.” Adil’in yüzünde yine o şeytani gülümseme vardı. “Sizin Mehlika’yla geçirdiğiniz bu sevgi dolu anları belki bir gün anmak istersiniz diye kaydettik.” “Ama tabii, isterseniz! Size bağlı! Yani sizin bizimle ilişkilerinize bağlı! Artık siz belirlersiniz… bu görüntüleri kimse seyretmeyecek mi?... yoksa herkes mi seyredecek?...” General’in kafasında yüzlerce soru beliriyordu ama ağzını açıp birini soracak bile takati yoktu. “Şimdi!”dedi sertçe Adil; “şimdi size tek bir soru soruyorum. Bunun buradan kalkıp sonsuza kadar yok olmasını istiyor musunuz?” General Adil’in işaret parmağıyla gösterdiği Mehlika’ya zoraki baktı. Gözyaşları içinde başını ‘evet’ anlamında salladı. “Hadi!” diye yüksek sesle seslendi Adil. Hemen ardından içeri Handan, Seda ve Osman girdi. Üçü birlikte cesedi yatağın çarşafına ve çarşafın altına yatağa kan bulaşmaması için serilmiş naylon pete sardıktan sonra, otele getirildiği ceset torbasına koyup, fermuarını sonuna kadar çektiler. 122 BÖLÜM 10 UYANIŞ Temmuz, İki bin dokuz İSTANBUL Suskunluk kimseyi yanıltmasın, Çünkü susan konuşursa kimse kaldıramaz. W. Butler Büyük beyaz cip senfonik homurtusuyla otoyolda gidiyordu. İki buçuk tonluk büyük aracı boşluklardan zarifçe geçirip trafiğin içine bir motif işlercesine süren Osman’dı. Küçük bir oda büyüklüğündeki taşıtın geniş arka koltuğunda Adil oturmuş ön koltuğun arkasına adapte bilgisayardan günlük gazetelerde geziniyordu. Aslen tüm gazetelerde baktığı tek bir haberdi:”Çöl humması”. Ortak çıkar birliğinin ürettiği var olmayan bir virüstü bu. Medya desteğiyle dünyanın her noktasında bu virüsle ilgili korku yaratılıyordu. Yakında bu korku pazarına tek ve yegâne kurtarıcı olan “çöl humması aşısı” sürülecek pazarın tek malı kapış kapış satılacaktı. Dünyanın her bölgesinde bu korku pazarını oluşturmakla görevli hücresel efendilerden görevini en iyi şekilde yerine getirenlerden biride Adil’di. Kısa aralıklarla kazanç amaçlı tezgâhlanan bu küresel aldatmacaları bu topraklarda şişirip uçurmak çok kolay oluyordu. Toplumun psikolojik alt yapısı birçok yönden buna çok müsaitti. Toplumun sorgusuz satın alan kesimi, görsel ve yazılı medyanın bir yalan sahnesi olduğunun kesinlikle farkında değildi. Medyanın küçük dalları dışında ana gövdesi, küresel sermayenin pazarlama ve satış departmanı gibi çalışıyordu. Adil de bu dev reklam panolarını kullanmayı iyi biliyordu. Dev ekranlarda küresel korku filmlerini tekrar tekrar oynatıyorlardı. Ama filmler yavan olmamalıydı. Topluma, ağızdan anıza dolaşacak sahneler verilmeliydi. Sahnelerden ilki ölümdü. Ana tema: bundan sonra söylenenlere uymazsan, kafana göre davranıp sürünün gittiği yöne doğru gitmezsen ölürsün idi. Bu sahnelerin güçlü verilmesi için bazı garibanların ölümleri kullanılır; bir kaç ölüm çöl hummasıyla ilişkilendirilir; çoban Ali, terzi yamağı Cevdet, ev kızı Belma… Medyanın anlattığına göre hep çöl hummasından ölmüşlerdi. Bu insanlar artık küçük trajedileriyle büyük tezgâhın istemeden bir parçası olurlardı. Sonra küçük isimler evresi kapanır rakamlar evresi başlardı. Medya artık görülmeyen, bilinmeyen 123 yüzlerin, binlerin öldüğünü bildirirdi. Ardından tezgâhta payı olan herkes açıklamalar yaparlar; bakanlar, müsteşarlar, toplumun güvendiği doktorlar, pop yıldızları… Payı olan herkes bu konuda toplumu korkutup sonra da yol gösterirdi. Ne de olsa büyük tezgâhtan hepsi birer şekilde nemalanıyordu; direk ya da dolaylı! Paylarını beğenmeyenler biraz akortsuz çıkışlar yapsa da korku korosunun sesi öyle gür çıkıyordu ki bu çatlak sesler duyulmayacak kadar arkalarda kalıyordu. Korkunun tek çaresi vardı; olmayan hastalığa hiçbir tıbbi içeriği olmayan “çöl humması aşısı!”. Kollar sıvanmış herkes kameraların önünde büyük gülücüklerle aşı olmaya başlamıştı. Artık sürünün sorgulamadan katılacağı bir moda bir akım başlamıştı. Küresel tezgâhın kumbarasına sen de küçük bir katkıda bulun, hem korkularından kurtul hem de toplumun önde gelenleriyle aynı aşıyı olmanın büyük gururunu yaşa. İşte tüm bu evreleri ve adımları Adil organize ediyordu. Her adımı dikkatlice ve zevkle yapılandırıyordu. Her gün çöl hummasıyla ilgili en küçük habere kadar bulup okuyor, çatlak ve aykırı sesler tespit ederse durdurup susturuyordu. Bu ün yakaladığı tüm haberler kendi cephesinden olumluydu. Gazeteler harıl harıl çöl hummasının yol açtığı olmayan ölümlerden bahsediyordu. Adil her birini ağzı kulaklarına vararak keyifle okuyordu. Bu arada beyaz cip artık otoyolda balerin gibi dans etmiyor, koca bir kamyonun arkasına sabitlenmiş seksen kilometre hıza takılmış ilerliyordu. Son üç dakikadır Osman’ın zihnine saplanan anlık görüntüler sağanak olmuş yağıyorlardı. Değerlendirme yapamadığı bir sürü yüz, an, olay ardı ardına zihnine saplanırken kullandığı araca ve yola yoğunlaşamıyor; manevrasız sabit bir kullanımla zor da olsa yola devam ediyordu. Çatlaklar büyümüş yarık olmuş, artık zihnindeki küçük odacığa sıkıştırılmış her şey hızla yüzeye vurmaya başlamıştı. Duvarların yıkılıp, yaşanmışlıklarla dolu deponun içindekilerin özgürlüğe kavuşması an meselesiydi. Yirmi bir gündür, her gün alması gereken dokuzar hapı almıyordu. Zihninin parçalarını kurgulanan boyutta tutmaya yarayan, çimento misali, bu dokuz hapı günlerdir yutmamak ondaki dengeleri tamamen altüst etmişti. Birden ensesinde yanma hissiyle irkildi. “Sana çabuk dedim. Sallanalım demedim geri zekâlı!” Osman ensesine yediği şamarın acısını artık çok daha net hissediyordu; haplar yardımıyla kapatılan bazı algılar artık açılmaya başlamıştı. Hisler, duygular artık sıkıştırıldıkları deliklerden yüzeye çıkıyorlardı. Ensesindeki yanma hissi kalp gibi atarken zihnindeki görüntülerden az da olsa sıyrılan Osman, cipi biraz daha etkili kullanmaya başlamıştı. 124 Adil son zamanlarda Osman’ı dikkatlice takip ediyordu. Verilen görevlerde eksik kaldığı noktalar olmuyordu ama bazı kısa tutulmaları ve birtakım tepkileri, endişe verici ve aşırı derece sinir bozucuydu. Adil yıllardır tanıdığı bu adamın eskisi gibi tamamen sorunsuz olmadığını görüyordu. Gördüğü aksaklıklar onu çileden çıkarıyordu. Bunların anlaşılıp giderilmesi için onu çöle yollamaya hiç niyeti yoktu. Osman’ın, bir makinenin revizyon görmesi gibi, baştan aşağıya yeniden yapılandırılıp eski mükemmel haline gelmesinin olası olduğunu düşünmüyordu. Osman Adil için eskimiş bir el aletiydi ve eski bir el aleti hiçbir zaman yenisi gibi çalışmazdı. Adil’in beklediği, son bir damlaydı. Ne de olsa Osman’ı n geldiği çölde ondan çok vardı. Akyol Kuyumculuk'un binasına gitmek için Osman otoyoldan ayrılan sapağa girdi. On dakika geçmeden koca cip Akyol Kuyumculuk binasının önüne ulaşmıştı. Cipin geldiğini görünce, kapıda nöbette olan Uyuyanlar Takımı elemanı hemen hareketlendi. Osman cipi giriş kapısına en yakın yere yanaştırıp, Adil’in kapısını açmak için cipten indi. Osman iner inmez Uyuyanlar Takımı elemanı Tahir cipin direksiyonuna geçti. Bunlar olurken, iki tarafında da arabalar park halinde olduğu için tek şeritten geçiş veren sokakta, trafik durmuş Adil’in cipten inmesini bekliyordu. Adil cipin arkasında biriken araçları umursamaz tavırlarla Osman’ın kendi için açtığı kapıdan rahvan indi. Osman kapıyı kapatır kapatmaz Tahir koca cipi ok gibi, ilerdeki park yerine doğru sürdü. Cipin ilerlemesiyle, sokakta trafik yeniden akmaya başladı. Adil, Akyol Kuyumculuk binasına doğru yavaş adımlarla ilerlerken, Osman her zaman olduğu gibi hemen arkasında, bir gölge gibi takipteydi. Adil bir an durdu; gerisin geriye döndü ve tam aksi istikamete yürümeye başladı. Arabaların arasından sıyrılıp sokağın öbür tarafına geçti. Kaldırımın köşesinde duran simit tezgâhına doğru yavaş, hatta parmak ucunda adımlarla yürürken biraz sonra ulaşacağı küçük orgazma yaklaşmanın hazzıyla sırıtıyordu. Simit tezgâhının sahibi, bin dokuz yüz doksan dört senesinde Eruh’da askerliğini yaparken çıkan çatışmada yanında patlayan bir el bombası sebebiyle iki gözünü ve sol kolunun dirsekten altını kaybetmiş olan Şükrü Toprak’tı. Sekiz aya yakın hastanede yattıktan sonra taburcu olmuş ama tüm yaşam isteğini de kaybetmiş ve tamamen içine kapanmıştı. Bir buçuk sene sonra karısı bu duruma daha fazla katlanamayacağını söyleyip, küçük kızını da yanına alıp evi terk etti. Ne karısının ne de kızının peşine düştü. Onlar için bunun daha iyi olacağını düşünüyordu. Küçük kız ve karısı için her şey onun gibi bir adamla olmaktan daha iyi olacaktı. Daha sonraki zamanlarda, erken yaşlarda babasını kaybetmiş Gazi’ye, ihtiyar anası baktı. Ama yıllar yorgunu çilekeş kadını, oğlunu böyle görmenin verdiği üzüntü hızla eritti. Kadıncağız öldüğünde otuz beş kiloya düşmüştü. Gazi annesini de gömünce iyice 125 yapayalnız kalmıştı. Kapısını çalan, gelen giden tek bir arkadaşı vardı. Ali Atsız. Ali Atsız Şükrü’nün askerden arkadaşıydı. Şükrü, gazi olmadan bir hafta önce, sarp kayalıklarda dokuz kişilik bir timle keşif yürüyüşündelerken, daracık bir keçi yolunda Ali’nin ayağı kaymış; hemen hemen iki yüz metre yükseklikteki uçurumdan aşağıya düşmekten Ali’nin tam önünde yürüyen Şükrü’nün atik bir hareketi kurtarmıştı. Bu yüzden Ali içinde Şükrü’ye karşı büyük bir vefa borcu hissediyordu. Gazi olduğundan beri sevdiği arkadaşını belli aralıklarla daima ziyaret edip ona moral vermeye çalışıyordu. Ancak Ali, arkadaşının annesini kaybettikten sonra tutunacak hiçbir dalı kalmadığını da görüyordu. Şükrü evden hiç çıkmıyor; perdeleri sonuna kadar kapalı yaşıyor ve uyumadığı zamanlarda devamlı düşünüyordu. Bu evin Şükrü’ye mezar olmaması için buradan çıkıp ufaktan da olsa hayata karışması gerekliydi. Ali, Şükrü’ye az da olsa yaşam enerjisi vermesi için hayatında bir hareket olması gerektiğini düşünüyordu. Birkaç ayın ardından aklına bir fikir geldi. Gazi için küçük bir tezgâh kurulursa orada oyalanır, hatta belki biraz hayata bağlanırdı. Ali belediyeye birkaç git- gelden sonra Gazi’ye bir tezgâh yeri ayarlamayı başardı. Geriye Gazi’yi ikna etmek kalmıştı. Ali soluğu arkadaşının yanında aldı. “Peki, oraya nasıl gideceğim?” Ali hemen yanıtladı: “İlk birkaç gün beraber gideriz; alışınca artık sen tek başına gidersin.” Ali arkadaşını cesaretsiz ve sessiz görünce; “ya zaten şuradan dümdüz yürüdün mü durak elli metre ya var ya yok. Duraktan on üç numaraya bindiğin zaman tezgâhın çok yakınında iniyorsun. Oradan da iki adım… Yapılmayacak iş değil. Hadi ama!” “Ya… Peki simitler?” “Simitler için yakında bir fırınla konuştum. Her sabah ekmek dağıtan arabaları oradan geçip tezgâhına simitleri yerleştirecekler.” Şükrü biraz düşündü; pek istekli değildi ama cılız da olsa “olabilir” diye geçirdi içinden. Arkadaşı bu iş için o kadar uğraşmış, emek vermişti. Bunu görmezden gelemezdi. Geri çevirmenin Ali’ye karşı pek de hoş olmayacağını düşündü. Buruk bir tebessüm attı; “Ali lan…” 126 “Söyle Şükrü!” “Tezgâhın bir köşesine de “gazilere ve şehit yakınlarına simit ikramdır” diye yazalım mı?” “Olur, oğlum, sen yeter ki iste!”dedi coşkuyla. İş Ali’nin planladığı gibi yürüdü. Şükrü bir hafta, on gün içinde gidiş dönüş yoluna alıştı. Kendi gider gelir oldu. Ali’nin fırına dair şüpheleri vardı ama onlar da Ali’nin şüphelerini yersiz çıkarttılar. Hiç aksatmadan, her sabah, tezgâha erkenden simitleri getirip dizdiler; tezgâhı kendilerinde olan anahtarla kilitleyip Şükrü için hazır bıraktılar. Her sabah tezgâhının başına geldiğinde Şükrü’ye kalan, kendi anahtarıyla cam kapaklarını açıp, nasibini beklemek oluyordu. Aslında tezgâhında nasibini beklemekten çok fazlası olmuştu yıllar içinde. Onu hayata bağlayan bir hal almıştı bu küçük simit tezgâhı. Biraz da olsa bir şeylere yaradığını hissediyordu. Çok hevesli olmasa da insanlarla konuşuyor, ama daha çok onları dinliyor, dinledikçe de karanlığından bir nebze olsun uzaklaşıyordu. Tezgâhı şehrin en varlıklı semtlerinden birindeydi. Beş yılı aşkın bir süre Şükrü huzurla tezgâhında çalışmış; tezgâha el uzatan tek bir kişi bile olmamıştı. Hatta camdaki "şehit ve gazi yakınlarına simit ikramdır” yazısına dayanarak simit dahi isteyen olmamıştı. Hatta bir gün Ali de merak edip sormuştu. “Şükrü hiç simit ikram ettin mi? Yani şehit yakını ya da gazi?” “Yok ya, Ali hiç olmadı. Hani onu bırak, gelip işte benim yakınım şehit oldu ya da gazi… Akrabam var… diyen bile olmadı.” “Yapma ya!” “Valla zengin semtlerde fazla öyle şehit yakını, gazi falan olmuyor galiba!” Ancak bir buçuk sene evvel tezgâhın karşısındaki binayı Akyol kuyumculuk aldı. Altı ay süren tadilat tamirattan sonra şirket binaya taşındı. İşte o zamandır bazı günler, bir tane simit Şükrü’nün ikramı olamamasına rağmen bedel verilmeden yeniyordu. Şükrü hırsızlığın farkındaydı ve kimin yaptığını da biliyordu ama sesi çıkmıyordu. Daha doğrusu çıkamıyordu. İçindeki enerji buna itiraz edebilecek kadar yeterli değildi. Hatta bir gün birisi gelip de bütün tezgâhı alıp götürse “ne yapıyorsunuz?” diyememekten korkuyordu. Bu tezgâhı seviyordu. Hayatta ondan başka da bir şeyi yoktu. Ama artık mücadele edecek gücü de yoktu. İçindeki 127 güç sadece buraya gelip gitmeye, birkaç kelam etmeye yetiyordu; ötesine değil! O yüzden bugün de hırsızlığın kokusunu almış, taburesinde olup bitmesini bekliyordu. Evet, kokusunu gerçekten alıyordu. Adil’in sürdüğü ağır, yoğun, pahalı koku gittikçe yaklaşıyordu. Sonunda Adil, Şükrü’nün tezgâhının içine usulca elini sokup simidi aldı ve geri dönüp şirket binasına doğru yürüdü. Şükrü kendini tecavüze uğramış gibi hissediyordu. “Gözlerim görse, kolum da olsa onu anasından doğduğuna pişman ederdim,” diye düşündü ama bu düşünce onu daha çok üzüp karanlığa itti. Bir zamanlar aslanlar gibi bir delikanlıydı; şimdi ise kendini solucan gibi hissediyordu. Artık vatan millet muhabbetlerinden de, düşüncesinden de sıkılıyordu. “Bana ne bunlardan. Bana gözlerimi ve kolumu geri verin!”diye haykırmak geliyordu içinden ama daha sonra tüm bunları düşündüğü için kendi kendine suçluluk duygusu hissediyordu. Bazen de içinde bu suçluluk duygusunu enayice bulan bir taraf, bu duyguya kızıyor; iyice kaoslara, iyice diplere ve karanlığa sürüklendiği bir kısır döngüye giriyordu. Bazen “hayatım başka türlü gelişebilir miydi acaba?” diye geçiriyordu içinden. “Askerden kaçabilir miydim mesela? Ya da bir iki dönem geç gitseydim ne olurdu?” benzeri düşüncelere boğuluyordu. Ama mümkün değildi bunlar. Çocukluğundan beri askerliğin ne kutsal bir görev olduğunu dinleyerek büyümüştü. Askerden kaçmak ya da geç gitmek aklının ucundan bile geçmemişti. O da o zamanlar, tüm büyükleri gibi, bir an önce askere gidip, askerlik hikâyelerini anlatmak istiyordu. Kaçmak mı?... Geç gitmek mi?... Söz konusu bile olamazdı o zamanlar. Mahallelerinde, aslanlar gibi askerlik yapmamış adama adam derler miydi hiç? İş güç de askerliğe bağlıydı. Gencecik evlenmiş, çocuk yapmıştı. Ailesine daha iyi bakabilmek için sağlam bir iş bulması lazımdı. Askerliğini yapmamış birinin sağlam bir iş bulması olanaksızdı. Hepsinden ötesi zaten gitmek istiyordu; buna kurgulanmıştı; milyonlarcası gibi onun kaderi de böyle tayin edilmişti. O, bu esas üstüne temellenmiş bir ülkenin evladıydı. Davullarla, zurnalarla, halaylarla, konvoylarla, marşlarla havalara atılarak uğurladılar mahallesinden. Şehrinden ilk defa böyle uzaklara çıktı. Bir daha anasını, kızını, karısını, arkadaşlarını, akrabalarını, şehrini, mahallesini ve kendini göremeyeceğini bilmeden gitti askere. Adil elindeki simitten büyük bir ısırık aldı sonra yere tükürdü. “Yavşağın simitleri bayatmış.” Elindeki simidi olanca gücüyle uzağa doğru savurdu. Simit park halindeki bir arabadan sekip yere düştü. Osman Adil’in tam arkasındaydı ve Adil’in simidi çalmak için elini tezgâha uzattığı andan beri, zihnine babasının, erik tezgâhından gizlice erik aldığı 128 günkü, konuşmaları ve görüntüler ardı ardına ok gibi saplanıyordu. Belki de beş saniye içinde yüzlerce defa Osman babasının “bedelini ödemeden bir şey alamazsın,”cümlesini duydu. Tekrar tekrar zihninde duyduğu ses dile gelmek için adeta diretti. İçinde biriken baba öğüdü, alçak sesle ama güçlü bir vurguyla tam önünde Akyol Kuyumculuk binasına girmek üzere olan Adil’in duyacağı şekilde dile geldi. “Bedelini ödemeden bir şey alamazsın.” Adil gülümsedi; “benim babam şehit bilmiyor musun?” Osman Adil’in ağzından “babam “lafını duyar duymaz zihninden İshak’la ilgili görüntüler ve sesler kayıp geçmeye başladı. Cam gibi açık mavi gözleri, damarlı elleri, koca puroları, purosunun dumanını üfleyen büzük dudakları, koyu gözlükleri… Karanlık bir mahzen… Mahzende duyulan bir el şaklatması... Ardından kalorifer kazanında yanan kesik bir baş… Osman dehşet, korku ve şaşkınlık dolu bir tonda konuştu. “Babanı ben öldürdüm.” Duyduğu bu cümle adeta Adil’in aklını yerinden zıplattı. Bunlar Osman’ın zihninden tamamen silinmiş olmalıydı. Bu dile gelmemesi gereken bir cümleydi. Osman’ın önceki cümlesindeki yorumunu simit keyfinin rehavetinden atlamıştı ama bu atlanacak gibi değildi. Adil’in sinir çanları bütün gücüyle çalmaya başladı. Binanın giriş kapısına az kala durup hışımla geri dönünce tam arkasında onu takip eden Osman’la burun buruna geldi. Osman’ın bakışlarında artık tamamen başka bir ifade vardı; dehşet ve korku! Hayatına dair kareler, kısıtlı miktarda olsa da, dehşet vericiydi. Adil bir adım geri çekilip olanca gücüyle Osman’ın yüzüne sert bir yumruk attı; “ne diyorsun lan sen, ne diyorsun lan sen…” Adil aynı lafı tekrarlayıp dururken Osman’ı yakasından yakalamış hiddetle sarsıyordu. Osman’ın yediği yumruktan sol kaşı açılmış kan sızıyordu. Gözleri tamamen kapalı; her sarsılışında ayrı bir an, ayrı bir kişiyle yüzleşiyordu. Ona unutturulanlar artık bölük pörçük, sırasız ve anlaşılmaya muhtaç, karşısına dikiliyordu. Bu bombardıman Osman’ı teslim almıştı. Adil teslim olmuş Osman’ı sarsmayı bırakıp yumruklamaya, tekmelemeye başladı. Müthiş öfkeliydi; 129 “seni orospu çocuğu… Nerden çıktı ulan bu?” “Arızalı ibne!… Uyanıyor musun lan sen?” diye Osman’ın yüzüne çok yakın mesafeden bağırdı. Osman gözleri kapalı, zihnine hücum edenlerin altında her an daha fazla eziliyordu. Adil ittire kaktıra Osman’ı binanın kapısından içeri soktu. Binanın girişinde Uyuyanlar Takımından dört eleman görev yerlerinde tepkisiz ve donuk bekliyorlardı. “uyaaan… uyaaaan… “diye tekrar etti öfkeyle; “sen uyanınca göreceğin kâbusa dayanabileceğini mi zannediyorsun?” Ama Osman’da uyanış başlamıştı artık ve bunun geri dönüşü yoktu. Osman’ın dermanı kalmamıştı ruhen ve bedenen devrilmek üzere sallanıyordu. Adil Osman’ın yakasına tekrar yapıştı; hırslı kısık bir sesle konuştu. “Babamı sen öldürdün ha!” Sonra tüm gücüyle bağırarak devam etti; “bana bilmediğim bir şey söyle” Osman’ın sağ gözünden bir damla yaş aktı. Fısıltı gibi bir ses tonuyla; “bilmiyorum bilmiyorum …”diye ardı ardına tekrar etti. “bilmiyorsun çünkü sen de uyanınca buna dayanacak yürek yok ama uyanıyorsun işte. Ben bu acına son vereceğim.” “Baban… Baban… İshak…” Gözünün önüne binlerce görüntü gelirken beyni tek tek kelimelerden ileri bir şeyler üretemiyordu. “baban, baban, baban!….” Adil ağzını bükerek Osman’ın taklidini yaptı. “Biraz da senin babandan bahsedelim…”der demez Osman’ın zihin ekranına yapışan ardı arkası kesilmeyen görüntüler durdu. Bir an ekran bembeyaz oldu ve hemen ardından bu beyaz perdeye ardı ardına babasıyla ilgili görüntüler yansımaya başladı. İlk yansıyan babasından koca bir gülümsemeydi. Koca bir gülüş… Mutlu bir an… İlk görüntüden sonra yansıyan görüntüler yavaş yavaş hızlandı. Osman adeta babasına dair büyük bir fotoğraf albümünde geziniyordu. Evet, bir babası vardı. Babasının adını, ne iş yaptığını, son 130 gördüğünde kaç yaşında olduğunu anımsamıyordu ama babasının varlığını hissetmek, anlayamadığı bu büyük karanlık azap ve üzüntünün tam ortasında yanan bir ışık gibiydi. Zaman içinde yavaş yavaş bütün hayatına dair yaşanmışlıkların buzları çözüleceği gibi babasıyla olan anılarının da buzları çözülecekti, bunu hissediyordu. Sonra görüntü dondu, babası dile geldi sert bir şekilde; “gözlerini aç… Gözlerini aç…”diye tekrarladı. Seslenen aslen Adil’di. Osman zorlanarak gözlerini açtı. Gözlerini açınca belik de karşısında babasını bulacaktı! Ama Adil tam karşısında, yirmi santim aşağıdan ona nefes nefese bakıyordu. “Açtın mı lan gözlerini?… “ Osman’ın gözleri kıpkırmızıydı. “Kim var karşında? “ Osman’ın dudakları titredi ama ağzından bir şey çıkmadı. “Kim var ulan? Konuş!” Adil okkalı bir tokat attı. Osman’ın biraz önce açılan kaşından akan kan, Akyol Kuyumculuk’un binasının lobisindeki bembeyaz mermer zemine damlacıklar halinde yayıldı. Osman zor da olsa konuştu; “Adil… Adil… Adil bey!” “Evet bildin… Bak sana bilmediğin ne söyleyeceğim?” Adil bütün gücüyle bağırdı; “baban öldü geri zekâlı. Bunu biliyor muydun?” Osman’ın ruhu az önce babasından bir kaşık tadıp, içindeki koyu karanlığı bir mum kadar aydınlatmışken, şimdi birisi onun öldüğünü söylüyordu. Osman’ın gözlerinden sicim gibi gözyaşı boşalmaya başladı. Adil, Osman’ın kulağına fısıldayacakmış gibi yanaştı ve “günaydııııın!”diye bağırdı. “Daha öğreneceğin çok şey olduğu için bu zulümden kurtaracağım seni.” Adil elini Osman’ın beline attı, kemerine takılı tabancasını aldı ve lobinin uzak köşesine doğru fırlattı. Bu arada lobide duran dört Uyuyanlar Takımı elemanı hiçbir şey yokmuş gibi duruyorlardı. Adil Osman’ın kravatını sertçe boynundan çekip aldı. Osman’ı 131 omzundan tutup, arkasını döndürdü. Kravatı gözlerini örtecek şekilde bağlayıp, kafasının arkasında sertçe düğümledi. Sonra yakasından tutup asansöre doğru çekiştirerek yürütmeye başladı. Adil Osman’da böyle bir çözülme olabileceğini öngörmüştü. Tüm uyarılarına rağmen, Çöldekiler kendilerinden emin; böyle bir çözülmenin- uyanmanın, kendine gelişin, öze dönüşün ve hatırlamanın- mümkün olmadığını söylemişlerdi. Ama işte, Osman çözülmüş, hatırlamaması gerekenleri hatırlamaya başlamıştı. Adil bunun sonunu da öngörebiliyordu ve bu sonun gerçekleşmesine asla izin veremezdi. Çöldekiler ne derse desin onları bu konuda dinlemeyecekti artık. Tek bir planı vardı. Uyuyanlar Takımı’ndan kim olursa olsun, ağzından geçmişe dair tek bir cümle bile duysa onu öldürecekti. Defolu bir elemanın tamir olmasıyla uğraşamazdı. Osman’ı da şimdi, gözleri bağlı, ikinci kata ölüme çıkarıyordu. Osman’ın nereye ve neye gittiğine dair hiçbir fikri yoktu. Kaçırdığı senelerde neler olup bittiğine dair görüntüler ardı ardına zihnine çakıyor, hayatı bir sel gibi üzerinden akıyordu. Görüntülerde kahkaha atan, çığlık atan, koşan, duran, ağlayan, seks yapan insanlar vardı ama hangisi kimdi hiçbir fikri yoktu. İnsanlar dışında arabalar, evler, silahlar, mezarlar, saatler, bilgisayarlar, musluklar, kıyafetler, şırıngalar… görüyordu. Hiçbirisi zihninde bir zamana, bir yere oturmuyor boşlukta oradan oraya sürükleniyorlardı. Aklının bir köşesinde sürekli babası vardı; fakat o ölmüştü! Babasının dışında, zihninde onlarca defa aynı kadının yüzü belirdi; genç güzel bir kadındı. Bu kadına dair içinden ılık bir his aktı. Osman’ı sanki sadece bu kadın acıdan ve kaostan koruyabilirdi. Bir an zihninin içi bu kadının üst üste patlayan görüntüleriyle doldu. Osman kendini görüntülere bırakmıştı ki kadının sesini de duymaya başladı. Narin elini Osman’a doğru uzatmış yüzünde sonsuz bir sevgi ifadesiyle onu çağırıyordu. Beyni sancılandı; zorlanıyordu. “Oğlum!” Kadının varlığını Osman tamamen içinde hissetti. Boşanmış eklemleri ılık bir enerjiyle ısınırken, ruhu da kadına doğru yaklaşıyordu. Tam bu sırada Osman’ın ağzından kutsal iki hece döküldü; “an…ne” “Yaaa…Annen de vardı bir zamanlar, o da geberdi. Haberin yok mu?” Osman annesinin ölüm haberini aldığında asansör ikinci kata gelmiş, kapısı açılmıştı. Annesinin öldüğünü duymak sanki koca bir buzdağını üzerine devirdi. İçine dolan ılık enerji birden buz kesti. Adil yakasından çekiştirerek Osman’ı asansörden çıkarmaya çalışıyordu. 132 “Yürüsene lan!” Osman yerine çakılmış gibiydi ve bu sefer içindeki kocaman karanlıkta yankılanan kendi çocukluk sesiydi. Hıçkırıklarla ağlarken tekrar tekrar ‘anne’ diye feryat ediyordu. Adil Osman’ı yakasından çekerek asansörden çıkartmayı başardı. Uzun, beyaz koridordan odasına doğru, sürüklercesine, çeke çeke yürütüyordu. Osman koridorda attığı birkaç tutuk adımın ardından nerede olduğunu az da olsa algılamıştı. Gözü bağlı olduğu halde koridoru zihninde eksiksiz olarak görüyordu. Koridor bomboştu. Derken… Uzun koridorun öbür ucunda rengârenk paltosu, beresi ve eldivenleriyle, şarkı mırıldanarak seksek oynayan küçük bir kız çocuğu belirdi. Kız çocuğu her zıpladığında duvarlarda çatlaklar oluşuyor, oluşan çatlaklardan da kan sızıyordu. Osman sersem adımlarla yaklaştıkça kız büyüdü, güzel bir kadın halini aldı. Bu sırada Adil, Osman’ı çeke çeke koridoru geçirmiş, sekreter odasına yani Handan’ın odasına getirmişti. Osman zihnindeki kadının yanından geçerken artık her yer kan kırmızı olmuştu. Kadının gözlerine baktığında gözlerinin yerinde iki büyük boşluk gördü. Bu boşluklardan gözyaşı misali kan damlıyordu. Kadının ağzı kıpırdamadı ama Osman bir fısıltı duydu; “ağabey!” “Handan …Handan…” Osman kafasını sağa sola döndürerek Handan’ı aradı. Ama çoktan Handan’ın önünden geçip, Adil’in koca odasına gelmişlerdi. Adil gözleri bağlı Osman’ı odanın tam ortasına dikti. Geriye doğru birkaç adım atıp aralarındaki mesafeyi açtı ve belinden silahını çıkartıp Osman’a doğrulttu. Öldürecekti ve bu mesafeden ıskalaması imkânsızdı. Öldürmekle ilgili her hangi bir tereddüdü yoktu. Ömrü boyunca hiç kimse ile ilgili ölüm kararı alırken tereddüt etmemişti. Aldığı canlardan ötürü hiçbir zaman vicdan azabı çekmemiş bilakis zevk duymuştu. Esasında hiçbir konuda vicdan azabı çekmemişti. Zaten İshak zamanında ondaki bu özelliği görmüş ve onu herhangi bir Uyuyanlar Takımı elemanı yapmak yerine evlat yapmıştı. İshak onu ilk gördüğü anda, bu kadar kanın döküldüğü, bu kadar yalanın söylendiği, en ucuzun bir insanın hayatı olduğu dünyasında -----büyük zevk alacağını görmüştü. Adil’in dünyasında ölüler ya da diriler; yok edilmişler ya da yaşatılanlar yoktu. Onun için sadece yeniler ve eskiler vardı. Miatlarını doldurdukları anda eskilerden kurtulunurdu. Vefa veya sevgi içinde barındırmadığı hislerdi. Bir şey ya da biri artık aksıyorsa, can sıkıyorsa, işi bittiyse, şüphe varsa, engelse; at gitsin, ez geç, öğüt yok et, gebert göm. İşte şu anda Adil için Osman da miadı doldurmuş bir nesneydi. Herhangi birinin elindeki eski bir eşyasını çöpe atarken hissettiklerinden tek farkı, Adil’in Osman’ı öldürürken 133 büyük keyif ve zevk alacağıydı. Ruhu anlık ta olsa bu zevk zirvesine çıkacaktı. Osman gözleri bağlı kaderini beklerken Adil’in parmağı tetiğe dokundu ve odada ardı ardına tüm şiddetiyle iki el silah sesi duyuldu. 134 BÖLÜM 11 MERCİMEK PEHLİVAN’IN AMCASI Şubat, İki bin on İSTANBUL Bu kadar iyi niyetli olmayın, Çünkü en yakın bildiğiniz vefasız çıkabilir ve sizi düşmanlarınız değil de dostlarınız yıkabilir. Bukowski Akşam çökmüş, yağmur kurşun gibi yağıyordu. Yaşamın ve temizliğin ilahı su, sanki şehri kirletmişti. Her yer çamur olmuş , su varlığıyla memnuniyetsizlik yaratmıştı. İşlerden çıkıp evlere dönüşün pis telaşı bütün caddeleri ve sokakları sarmıştı. Arabalar, otobüsler egzozlarından ölüm saçarak santim santim ilerliyorlardı. Trafiğin her aktörü kendini başrol zannediyordu. Kırmızı stop lambalarının, ön farların, vitrinlerin, sokak aydınlatmalarının, trafik lambalarının ışıkları bir birine karışıp şehrin üstünü örten karanlığa kısmen direniyorlardı. Korna bağımlılarının milyonlarca defa bastıkları tek notalık öfke patlamaları o kadar yoğundu ki sanki sonsuzlukta hiç durmadan yankılanıyordu. İnsan selinin etrafta yeni kelimelerden oluşmayan, yeni şeyler söylemeyen konuşmaları, haykırışları, şarkıları; anlamsızlığıyla anlam kazanmış akşamüstü senfonisinde arı kovanından çıkan uğultu gibiydi. İşte tam bu kaosun içine bir şehir tanrısı katılmak üzereydi. Şehir tanrısı, gazetenin kapalı otoparkında, üç arabanın sığabileceği ama sadece onun arabası için özel ayrılmış köşeye doğru yürüyordu. Arabasını yeni almıştı. Fakat bu pahalı oyuncak onu en fazla iki üç ay tatmin edecek, üç ay sonra yeni bir arabanın peşine düşecekti. Son model Bentley’ini görünce başarılı çocuğunu görmüş bir baba gibi gururlandı. Tertemiz pırıl pırıl pahalı arabanın yanına yeterince yaklaşınca kapıların kilidi tok bir sesle açılıp, iç lambası hızlı doğan bir güneş edasıyla yandı. Ağır kapıyı yavaşça açtı; sürücü koltuğuna büyük bir itinayla oturup kapıyı kapattı. Kalın zırhlı arabasının en az bir tank kadar güvenli olduğunu düşünüyordu. CD çaların düğmesine bastığında, içerde nadide bir ‘soft jazz’ albümü tüm netliğiyle çalmaya başladı; sanki orkestra arabanın içindeydi. Arabasın çalıştırdı. Koca motorun ne sesi ne de titreşimi içeri geliyor, aracın çalıştığı ancak göstergelerden anlaşılıyordu. Arabanın iç dizaynı öyle güzeldi ki sanki göz kamaştırıcı bir 135 mücevherin içinde oturuyormuş hissi veriyordu. Ayağını gaza biraz bastırınca on iki silindir birden bolca benzinle beslendi ve araba nazik homurtusuyla yürümeye başladı. Sabun gibi kayarak kapalı otoparktan dışarı çıkıp caddedeki mahşeri trafiğe karıştı. Üç yüz elli beygirlik arabasına rağmen herkes gibi oda arabasıyla ıslak asfaltı santimlemeye başladı. Her zamanki gibi ilerideki kavşağa kadar adım adım gidecek, kavşaktan sonra daha hızlı bir trafiğe dâhil olacaktı. Kısa mesafeyi, mesafeye göre uzun bir vakitte, on dakikada, aldı. Bir dahaki yeşil ışıkta bu yoğunluktan kurtulacağını düşünüp, bunun verdiği mutlulukla kendini caza biraz daha verdi. Kafasını ritme göre hafiften sallamaya başladı. Yağmur iyice şiddetini arttırmıştı ki, birdenbire arabaların arasından on- on iki yaşlarında sıska bir çocuk fırlayıp elindeki pis bir bezle üç yüz bin Euro’luk arabanın camını silmeye başladı. Adamın aklı başından gidecek gibi oluyordu fakat ‘serin’ halini muhafaza edip yalnızca kornaya bastı. Yağmurun altında bir kazak, bir pantolon olan çocukla bir an göz göze geldiler ama çocuk gözlerini kaçırıp işine devam etti. Camda bezin değdiği her nokta temizlenmek bir yana lekeleniyor ,kirleniyordu. Adam uzun uzun kornaya bastı ama çocuk vazgeçecek gibi görünmüyordu. Hararetle bezi cama sürmeye devam etti. Çocuğa seslenmek için kapısının camını hafifçe aralayıp kafasını cama doğru döndürdüğünde, camın aralık kısmından içeri bakmak için eğilmiş bir adamla bir anda göz göze gelip irkildi. Çocuğa öyle kitlenmişti ki dibine kadar girmiş adamı fark bile edememişti. O anda, camı silen küçük çocuk, bezi yere fırlatıp koşarak uzaklaştı. Arabanın dışındaki, yağmurdan hayli ıslanmış pejmürde adam sordu. “Beni tanıdın mı?” Yağmurun yoğunluğundan arabadan dışarıyı net görebilmek mümkün olmuyordu. Lüks arabada oturan yaşlı adamın, dışarıdaki adama dair görebildiği en net şey gözleriydi. Yaşlı adam dışarıdaki adamın gözlerine bir müddet daha baktı. Adamın kafasındaki kapüşonundan sular damlıyordu.Sırıl sıklam adam devam etti; “sen…. sen demez miydin…..seni yıllarca görmesem….. o koca kara gözlerinden yine tanırım diye?” Yaşlı adam gözlere daha dikkatli baktı. Aynı gözlerdi!.. Aynı koca karagözlerdi!...Sadece manaları değişmişti. Yıllar önce enerji ,zekâ ,sevgi dolu bu gözler artık yıkkın,üzgün ,tedirgin ve tereddütlü bakıyorlardı. Bu arada ışık kırmızıdan yeşile dönmüş, arkadaki arabalar kornalarına basmaya başlamışlardı. Yaşı adam hafifçe gülümsedi; “mercimek pehlivan sen misin?”diye sordu. Bu ona dedesinin ilk doğduğunda taktığı lakaptı. Arif lakabı çok sevmiş ve zaman içinde onu bu lakapla çağıran tek kişi olarak 136 kalmıştı. Ama Arif bugün ona hoşluk olsun diye değil, sadece hafızasını yoklamak için çocukluk lakabıyla hitap etmişti. Pejmürde adamın yüzünü acı bir tebessüm kapladı. “Evet!…”dedi “…Benim!” Yaşlı adam yüzündeki gülümsemeyle gözlere bakakalmıştı. Kornalar şiddetini arttırırken pejmürde adam konuştu; “yardımına ihtiyacım var!” “Ne olursa!...” “Pazar günü akşam dokuzda İstiklal’de Guavera Kafe’nin önünde bekleyeceğim.” Yaşlı adamın donuk baktığını görünce; “lütfen gel!” dedi. Artık kornalar bir koro halinde çalmaya başlamıştı. Yaşlı adam gaza yüklenip araba ilerlemeye başladığında; sırılsıklam ıslanmış adam asfaltın ortasında dikilmiş, arabaların kornalarına aldırmadan, giden arabanın ardından öylece bakıyordu. **** **** **** ***** ***** Yetmiş yaşındaki adam iki gün boyunca, gördüğü gözleri düşünüp durdu. Geçmişi düşündü; şimdiyi düşündü. Buluşmaya gitmek her şeyden evvel onun üzerine düşen bir görevdi. Artık her şeyin çözümlenip, bir sonuca bağlanması gerekiyordu ve bunu en iyi yapacak ta kendisiydi. Neyle karşılaşacağını, neler duyabileceğini, neler olabileceğini düşündü; olasılıkları sıraladı; olasılıklara karşı planlar yaptı. En nihayetinde yola koyuldu . Yola çıkmadan önce gideceği yere en yakın ve en güvenli kapalı otoparkı tespit etmişti. Kapalı otoparka arabasıyla girdiğinde buluşma vaktine on beş dakika vardı. Yürüyeceği mesafe çok uzun değildi ve on beş dakika bol bol yeterdi. Rahat ve yavaş adımlarla kapalı otoparktan ara sokağa; oradan da trafiğe kapalı ,kalabalık, dünyaca ünlü ana caddeye çıktı. Cadde temposundan hiçbir şey kaybetmeden akmaya devam ederken, hava çoktan kararmıştı. Yaşlı adam kalabalığın arasına karışıp tünel tarafına doğru yürümeye başladı.Yürürken kafasındakileri son bir defa gözden geçiriyordu ve yıllardır bu caddede yürümediğini fark etti. Başka bir zaman olsa etrafına dikkatlice bakar, geçen yıllar içinde nelerin değiştiğini 137 gözlemlerdi. Ama şimdi etrafa şöyle bir bakmakla yetiniyordu. Guavera Kafe’nin önüne geldiğinde Paris’ten yeni aldığı kaşmir paltosunun kolunu sıyırıp, Rolex’ine baktı; saat dokuza üç vardı . Kafenin giriş kapısına yakın bir noktada beklemeye koyuldu. Saat tam dokuzda on- on iki yaşlarında bir çocuk adamın yanına yanaştı; “Arif sen misin?” Yaşlı adam çocuğa baktı ve sıska çocuğu hemen tanıdı. İki gün önce, üç yüz bin Euro’luk arabasının pırıl pırıl ön camına zulmeden pasaklı çocuktu bu! Çocuğun üzerine giydikleri epey eskiydi; söküklerle dolu bir kazak ve içini dolduramadığı koyu gri bir kumaş pantolon. Pantolon, uzun ince bacaklarına en az on santim kısa geliyordu. Siyah botunun üzerindeki büyük yarıklardan ayakları gözüküyordu. Ayazdan çatlamış, araları kir dolu yenmiş tırnaklı ellerini soğukta biraz ısınsın diye ovuşturup duruyordu.Yaşlı adam çocuğu baştan aşağıya süzdükten sonra; “evet, ben Arif’im de...Sen kimsin?”diye sordu. Çocuk yaşına göre kart sesi ve yüzünde biraz da tiksinti ifadesiyle yanıtladı; “bana Okyanus derler” Arif çocuğun adını beğenip kıskandı ama belli etmedi. Esasında, sokaklarda yatıp kalkan çocuğun adını bilen yoktu. Geceleri genelde Okyanus Tekel Büfesi’nin önündeki bankta yattığı için onu sokaktakiler böyle çağırıyorlardı. “Osman ağabey yolladı. Beni takip et!” Koca adama küçücük sokak çocuğu emrediyordu. Arif hafiften aşağılayıcı bir tebessümle; “edelim bakalım! “dedi. Fakat içi çocuğa karşı hırsla doldu. Çocuğun suratına bir tokat atıp” sen kiminle konuştuğunun farkında mısın küçük sokak sıçanı ?“diye bağırmak istedi ama o an bunu yapamazdı. Çaresiz; küçük çocuğun peşine takıldı. Bu sırada bir çift koca kara göz; caddenin karşısında, Guavera Kafe’yi ve çevresini çok net gören bir kuytu köşeden, Okyanus’u, Arif’i ve etrafta olup bitenleri gözlüyordu. Uyanışının başlamasından sonra geçen bu sekiz aylık zaman içinde yaşadıkları, anıları, beyninin içinde sıkıştırılmış her şey parça parça sırasız ve karma karışık zihninin yüzeyine vurmuştu. Kimi zaman, gördükleri, geçmişte yaşananları hatırlatıyor; kimi zaman geçmiş , kendi kendine ayaklanıp, kendini hatırlatıyordu. Uyanış onun için zorlu ,anlaşılmaz bir kâbus halini almıştı. Hatırladığı hiç bir şeyden emin olamıyordu. İçgüdüleri tamamen parça parça olmuş gibiydi. Baktığı, gördüğü, hiçbir şeyden 138 emin olamıyor, kafası sürekli karışıyordu. Bazen uyanış öncesi yaşadıklarını bir sıraya koymak; kimin ne olduğunu tüm açıklığı ile anlamak için o kadar çok çaba sarf ediyor; o kadar çok kendini zorluyordu ki olduğu yere yığılıp kalıyordu. Ayrıca ona yaptırılanlar kolay kolay yüzleşilinecek şeyler değildi. Geçmişe dair birleştirip çözebildiği her an, her olay ona çok büyük üzüntü ve ızdırap veriyordu. Çoğu sabah yeni bir utancı, pisliği, cinayeti veya tecavüzü anımsayarak uyanıyordu. Zihni, kocaman ve sanki hiçbir zaman tamamlanamayacak bir yap-bozdu. Ne kadarını tamamladığını, hangi parçanın gerçek, hangisinin yalan olduğunu bilemeden; bir sonraki parçayı ise tahmin bile edemeden; elindeki her parçayı yerleştirdiğinde yerinin doğruluğundan kuşku duyarak, hiç durmadan tamamlamaya çalıştığı ama parçaları yerleştirdikçe kendini daha derin karabasanlara sürükleyen, bir yap-boz. Her yanı sorularla ve bilinmezliklerle doluydu. Kendini bazen bir travestiyi, bazen bir iş adamını, bazen alelade bir kadını, bazen yaşlı bir adamı takip ederken buluyordu . Niçin bu insanları izlediğini bilmiyor, bilemiyordu. Uyanmaya başladıktan sonra da birilerine zarar verip vermediğinden pek emin değildi. Yaşadığı her anın kontrolünün kendinde olup olmadığını bilemiyordu. Yarı deli miydi yoksa tam bir deli miydi?.. Yaşıyor muydu, yaşamış mıydı, yoksa korkunç bir hayalin içinde miydi?... Bunlar zihninde dolaşan binlerce sorudan bir kaçıydı. Düşüncelerinden sıyrılıp bir şeylere odaklanması çok zor oluyor; bazen, yürümek, bir bardak su içmek, eğilmek veya kalkmak gibi günlük, düşünmeden otomatik yapılan hareketler safha safha düşünerek ve zorlanarak yaptığı hareketler halini alıyordu. Fakat bazen de farkında olmadan yaptığı hesaplar, tespitler veya gözlemler onu şaşırtıyordu. Örneğin; uyanmaya başladıktan sonra ilk defa bulunduğu kapalı bir mekânın ikinci bir giriş çıkışı olup olmadığını, ortama en hâkim noktayı, içerdeki eşyaların herhangi bir saldırıda nasıl kullanılabileceğini, dışarıdan içeriyi gören kaç nokta olduğunu, bu noktaların içeriye ne kadar hâkim olduğunu, dışarıdan içerinin gözlemlenmesi esnasında nerelerin kör noktalar olarak kalacağını, hangi patlayıcının bu iç mekânı en çok tahrip edebileceğini, patlayıcının yerleştirileceği en uygun bölgenin neresi olabileceğini ve buna benzer yüzlerce tespiti zihni otomatik olarak ve büyük bir süratle yapıyordu. İnsanlara baktığında da beynindeki otomatik analiz mekanizması hayata geçiyordu. Bir insanın kilosunu ve boyunu anında tahmin ediyor; duruşundan, yürüyüşünden, ellerinden, ayaklarından veya yara izlerinden o insanla ilgili bin bir türlü çıkarımlar yapıyordu. İnsan vücudunun bütün can alıcı ve zayıf noktaları sanki beynine kazılıydı ve beyni karşısındaki insanı en rahat nasıl alt edebileceğini bu zayıf noktaları inceleyerek belirlemeye çalışıyordu. 139 Dışarıda yürümek bile bir azaptı onun için. Sokakları, caddeleri, apartmanları sanki bir operasyon yapacakmış gibi sürekli inceliyor ve bu düşünceler içinde olduğunu fark ettiği an kendinden daha çok nefret ediyordu. Sinsi sinsi insanları izlemek, onlara zarar vermek, tuzaklar kurmak, etrafa tahribat vermek, bunlar için planlar yapmak… gibi utanç verici birçok şey içine işlemiş, hatta onu teslim almıştı. Normal ve sakin geçen bir anı bile olmuyordu. Huzurlu, arınmış bir ruh halinin ne olduğuna dair hiçbir fikri yoktu. Çocukluk yıllarında ailesiyle birlikte geçirdiği birkaç güzel hatırayı anımsadığı kısa dakikalar ılık bir bahar esintisi gibi içine ara ara sızsa da, bunlar ruhunu ancak, denize düşen birkaç yağmur damlası kadar etkileyebiliyorlardı. Bazen olaylara gereğinden fazla tepkiler verdiği de oluyordu. Üç hafta önce, sokak arkadaşı Okyanus’u yattığı yerde iki genç serseri rahatsız edince adamları öyle bir dövmeye başlamıştı ki kendine geldiğinde iki genci de inleyerek, kanlar içinde, soğuk asfaltta yatıyor buldu. Bir iki dakika içinde kemiklerini kırmış, yüzlerini tanınmaz hale getirmişti. Etraftakiler dehşete düşmüş ama en büyük dehşeti yaptıklarını fark edince kendisi yaşamıştı. Buna benzer kendini kaybedişleri, uyanış başladıktan sonra çokça yaşamıştı. Sürekli kendinden şüphe ediyordu. Farkındalığını yitirdiği anlarda neler yapıp yapmadığı kendisi için büyük bir muammaydı. Acaba insanlara zarar veriyor muydu, onları öldürüyor muydu? Uyuyanlar Takımı elemanıyken koca bir testereyle cesetleri bir ağaç kesermiş gibi kestiğini hatırlıyordu. Bunları halen yapıyordu da hatırlamıyor muydu? Hatırlamaya çalışıyordu ama yalnızca zihninin içindeki şeytanın müsaade ettiği biçimsiz, sırasız hatıralara ulaşabiliyordu. Gördüğü, duyduğu, kokladığı, tattığı veya dokunduğu herhangi bir şey zihninde beklenmedik etkilere, beklenmedik görüntülere, zorlayıcı seslere, içinden çıkılmaz ikilemlere sebep oluyordu. Her an, derinlerdeki hatırlanamayan bütünden bir parça kopup yüzeye çıkabiliyor; yaşadığı andaki görüntüler ile birbirine karışabiliyordu. Görüntüler üst üste binince zihninin ürettiği gerçek dışı manzaralarla karşı karşıya kalabiliyordu. Yağan yağmuru kan rengi, ıslanan herkesi tamamıyla kana bulanmış olarak görebiliyordu. Nesneleri durdukları yerde eğilip bükülüyormuş, yer değiştiriyormuş gibi algılayabiliyordu. Küçük bir kızla konuşurken onun sesini kalın bir erkek sesi olarak duyabiliyordu. İşte bu yüzden, daima, üzerindeki eski parkanın kapüşonunu kafasına geçirip, yere bakarak yürüyor; fazla bir şey görmek ya da duymaktan kaçınıyordu. Okyanus’la Arif’i gözleriyle takip ederken de parkasının kapüşonu kafasındaydı. Kafasının içi ise çeşit çeşit sorularla doluydu ve kendini tüm soruların cevabını arayamayacak kadar güçsüz hissediyordu. Acaba bugün olanlarla ilgili bir şeyler öğrenebilecek mi; bir karar verebilecek mi; bir neticeye varabilecek miydi? Bilemiyordu! Bir 140 hayalİ mi yoksa gerçeği mi yaşadığına dair şüpheleri vardı. Bu arada, caddede akan kalabalığı görmekten kaçınması da imkânsızdı. Binlerce insan caddede aritmik yürüyorlardı. Sağdan sola, soldan sağa, yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya... Konuşmalar, gülüşmeler, bağrışmalar, müzik sesleri birbirine karışmış sanki tek düze bir homurtu oluşturuyorlardı. Milyonlarca led, ampul, spot alışveriş hipnozu için yanıp sönüyor; metaları süsleyip, cazip kılmaya uğraşıyorlardı. Osman kalabalığa bir an daha baktığında görüntü gerçekliğini yitirdi. Birden bütün kalabalığı olduğu yerde kefenlere bürünmüş bir şekilde dururken gördü. Nefes alıyorlardı ve gözleri kapalı uyuyorlardı. Göz alabildiğine her yer; ayakta, kefene sarılmış vücutlarla doluydu Osman’ın zihni allak bullak olmuştu ama bakışlarını mahşeri kalabalıktan ayırmadı. Biraz önceki uğultudan eser yoktu ve etraf bir tabutun içi kadar sessizdi. Bu, dayanılması zor ve çıldırtıcı bir sessizlikti. Aydınlık ta tek düzeydi; bütün ışıklar belli bir seviyede donmuş gibiydi. Olduğu yerden ayrılmak; bir adım da olsa atmak istiyordu ama olduğu yerde taş kesilmişti. Vücudundaki tek hareket sağ elinin zangır zangır titremesiydi. Asırlar gibi süren birkaç saniyenin ardından, sessizliği, birbirine karışan iki çift ayak sesi deldi. Osman büyük bir çabayla kafasını ayak seslerine doğru çevirdi. Donmuş kefenli kalabalığın içinde yürüyen siyah takım elbiseli iki adamın ayak sesleriydi, duyulan. Adamlar durgun kalabalığın içinde yürüyor ve Osman’a yaklaştıkça ayaklarından gelen sesler artıyordu. Yanından geçerlerken, Osman’ın kulaklarında binlerce kişilik atlı bir ordunun sesleri yankılanıyordu. Adamlar birbirlerine benziyorlardı. İkisinin de göz çukurlarında gözleri yoktu. Gözler yerine birer çift koca siyah boşluk vardı. Osman bu boşluklara daldığında ayak sesleri artık dayanılacak gibi değildi; zorla ellerini kulaklarına kapadı ve birden bire bütün gürültü kesildi. Bir anlık derin bir sessizliğin ardından uzun, acı bir kadın çığlığı duyuldu ve ardından her şey normal akışına döndü. Osman hafif öne doğru eğilip böğürdü ama kusamadı. Böğürtünün etkisiyle yaşaran gözlerini elinin tersiyle hemen sildi ve bakışlarını biraz önce önünden geçen iki adamı aramak için kalabalığın içine yöneltti. Acaba gerçekler miydi?...Acaba gerçekten önünden geçmişler miydi?.. Biraz daha bakındığında en fazla otuz metre ötede soğuğa aldırmadan pardösüsüz yürüyen siyah takım elbiseli iki adam gördü. Hemen gözleri Okyanus ile Arif’i aradı. Onları da kalabalığın içinde, hemen hemen yüz metre ötede yakaladı. Sıska Okyanus önden yürüyor, Arif de arkasından onu takip ediyordu. Henüz caddeden ayrılıp sokağa girmemişlerdi. Osman, durduğu kuytudan ayrılıp kalabalığın içine karıştı ve buz gibi havada paltosuz yürüyen iki siyahlı adamın peşine düştü. Otuz metre kadar yürüdükten sonra kafasını kaldırıp iki adama baktı; aralarındaki mesafe biraz açılmış olsa da adamlar hala önünde yürüyorlardı. Daha 141 uzağa baktığında ise Okyanus’la Arif’i göremedi. Caddeyi kesen dar sokağa girmiş olmalılar diye geçirdi aklından. Siyahlı adamları daha yakın bir mesafeden takip edebilmek için adımlarını hızlandırdığında, görüntüleri kesik kesik algılanmaya başlamıştı. İki üç saniyede bir gelen görüntünün ardından her şey kararıyor, sonra görüntü tekrar geliyordu. Kalabalıkta ona buna çarparak, adamları takip etmeye çalışıyordu. İki adam, biraz önce Arif’le Okyanus’un girdiği, karanlık, izbe sokağın başına gelince bir an durup etraftaki kalabalığa göz gezdirdiler. İçlerinden daha iri olanı hızla sokağa daldı, diğeri sokağın başında etrafını süzerek beklemeye devam etti. Osman’ın algıları bu arada biraz dengeye girmiş, hareket halindeki büyük kalabalığın içinde herhangi biri gibi yürümeye başlamıştı. Sokağın başına vardığında, yakınında duran siyah takım elbiseli adam ile göz göze geldiler. En fazla yirmi beşindeki yakışıklı adamın gözlerinde gördüğü manasızlık Osman’da bir kara delikte boğuluyormuş hissi yarattı. Ama sonra nedense Osman’ın dikkatini adamın elleri çekti. Adamın elleri değil, kocaman uzun tırnakları olan pençeleri vardı.”Bir yırtıcı! “diye geldi geçti Osman’ın içinden. Osman adamın yanından geçtikten sonra hızlanıp, Okyanus ile Arif’in girdiği sokağın bir paralelindeki dar, karanlık sokağa girdi. Sokağın karanlığında bir miktar ilerleyip, ana caddenin ışıklarından ve gürültüsünden iyice uzaklaşınca durdu. Bu sokaklar tek edilmiş virane binalarla doluydu. Koca cadde ne kadar canlıysa elli metre ötesi o kadar ölüydü. Eskiden binlerce insanın yaşadığı bu binalar, şimdilerde özelikle geceleri, insanların girmeye, yürümeye, oturmaya korktuğu sokakları oluşturuyorlardı. İçlerinden bazıları halen kullanılsa da, ışıkları derin bir karanlıkta sönük yanan birkaç mum gibi kalıyorlardı; büyük caddeden birkaç adım sonra başka bir dünya vardı. **** **** **** ***** ***** Osman, aklından on dokuz rakamını tekrarlayıp duruyordu. Avucunu açıp içine baktı ama sokağın karanlığından, avucunun içindekini göremedi. Parkasının cebinden bir kutu kibrit çıkardı. Elleri titreyerek kutudan bir kibrit çıkartıp çakmaya çalıştı ama ilki kırılıp yere düştü; ikincisini yakmayı becerdi. Sağ avuç içini havanın esintisiyle oynaşan ateşe yaklaştırdı ve avucunun içine tükenmez kalemle, titrek ve çirkin yazılmış on dokuz yazısını gördü. “Evet, evet, on dokuz!”diye mırıldandı. Sağındaki terk edilmiş binanın kapı numarasını okumak için hemen bir kibrit daha yaktı. Numarayı kibritin aydınlığında görür 142 görmez, ince kısık bir kadın sesi beyninde “yedi! “diye fısıldadı. Her binanın önünden geçerken, yüksek sesle sayarak devam etti; “dokuz…..on bir……on üç…..on beş…..on yedi…… on dokuz…” on dokuz numaralı binanın önüne geldiğinde binanın kapısına yanaştı, bir kibrit daha yakıp ilk önce elinin içindeki rakamı, daha sonra binanın numarasını tekrar kontrol etti. “İkisi de on dokuz!”dedi . Binanın giriş kapısından içeri girerken kendi kendine tekrarladı. “Üçüncü kat! …. Üçüncü kat!” Terk edilmiş, virane, ahşap binanın merdivenlerinden çıkarken derinlerden piyano sesleri ve konuşmalar duyuluyordu; duymamaya çalıştı. Üçüncü kata çıktığında bir müddet olduğu yerde dikildi ve yanlış katta olduğunu fark etti. Kendi kendine doğru katı fısıldadı; “dört… dört… dört.” Süratle karanlık içinde dördüncü kata çıkıp, kattaki bir odaya o odan da başka bir odaya girdi. girdiği odada bir adamın eğilerek geçeceği ebatta bir delik vardı. Bu delik iki paralel sokakta sırt sırta yapılmış iki binanın arasında bir geçit oluşturuyordu. Buradan diğer binaya geçip, çatısına çıktı. Sokak boydan boya bitişik nizam binalardan oluşuyordu. Çatılardan çatılara atlayarak, atlarken de sayarak altı bina geçti. Bir an binalar yaprak gibi sallanıyormuş gibi hissetti ama bir süre sonra sallantı durdu. Bulunduğu binanın çatısından sokağı ip gibi görüyordu. Yavaşça çatının ucuna doğru yürüdü; aşağıya doğru baktığında Arif’le Okyanus’u karşılıklı dikilirlerken gördü. sokağın cadde tarafına uzanan kısmına göz atınca karanlığın içinde siyah takım elbiseli adamın siluetini zor da olsa seçti. Çatının ucunda, aşağıdaki ovayı göz hapsine almış bir şahin gibi durdu. Ne beklediğini bilmiyordu ama bekledi. Zamanın geldiğini düşününce bulunduğu çatıdan karşı binaya önceden gerilmiş halata doğru çatının kenarından küçük adımlarla yürüdü. eğilip halatı iki eliyle sıkıca kavrayacakken halatın uç uca birleşmiş yarasalardan oluştuğunu gördü. Gözleri fal taşı gibi açıldı. Yarasalar tiz kahkahalar atıyormuşçasına sesler çıkarıyorlardı. Cesaretini toplamaya çalışırken gözaltları hızla seğiriyordu. Yarasalara güvenemezdi ama bunu yapmak zorundaydı. Çömeldi ve açık kalmak için direnen gözlerini sımsıkı kapayıp iki eliyle halatı kavradı. 143 “halat….. halat… halat!”dedi ve kendini boşluğa bıraktı. Artık halatta asılıydı ve ilerleyip karşı çatıya geçmesi gerekiyordu. On metre ilerlemişti ki gözlerini açtı ve sokağın tam ortasında olduğunu fark etti. Halatta sallanıyordu ve tekrar sokağı gözledi. Bu sefer karanlığın içindeki diğer takım elbiseli adamı da görebildi. “İki kişi! İki kişi!”dedi. Sonra direk altına baktığında sokak yükselip çok yakına gelmiş gibi gözüktü.Biraz zorlasa ayaklarının ucuyla sokağa dokunacakmış gibi hissediyordu. Bu arada kolları yorulmuş, halatı kavrayan parmakları yavaş yavaş açılmaya başlamıştı. Gözlerini kapattı, ayakuçlarını aşağıya doğru uzatabildiği kadar uzattı fakat zemine dokunamıyordu. Gözlerini açıp aşağıya yeniden bakınca en az yirmi metre yüksekte olduğunu fark etti. Gücünü toplayıp, kollarının yardımıyla karşı çatıya doğru ilerlemeye devam etti. Hedefine ulaşmasına bir metre kala takati çok düşmüş, parmakları halatı bırakıp açıldı açılacaktı ki son hamlesini yapıp çatıyı yakalamayı becerdi. Bitkin kolları vücudunu çatıya çekmeyi başarmıştı ama bir müddet ayağa kalkamadı ve yüzükoyun yığılıp çatının üzerinde öylece kalakaldı. Ayağa kalkıp sokağa tekrar baktığında iki adamı da gördü; “iki kişiler!… Eminim iki kişiler!…İşte iki kişiler!...” gördüklerinden emin olup, tespitlerini özümsemek istiyordu. “Evet, iki kişiler buna göre düşün!” dedi kendi kendine. Hareketlenip bulunduğu binanın küçük çatı penceresinden içine girdi. Bina, civarda kullanılan birkaç binadan biriydi. Her katı dört odaya ayrılmış, zemin hariç üç katlı bir binaydı. Binayı sahiplenen Muş’lu adam, odaları el altından kiraya vererek geçimini sağlıyordu. Fiyatları çok ucuz olduğu için binada her türlü adama rastlamak mümkündü; eroinmanlar, kaçaklar, hırsızlar, çulsuzlar, uğursuzlar…. Kimi zaman travestiler ve bağımlı fahişelerin de kaldığı oluyordu ama çoğunlukla kiracılar erkekti. Osman çatı katından bir kat aşağıya inip birbirine yakın dört kapıya baktı. Eski kahverengi kapıların hepsinin üstüne açık mavi yağlı boya ile iri iri numaraları yazılmıştı. Fakat Üç yüz ikinin üstüne ayrıca tebeşirle “burası” yazılmıştı. Osman üç yüz ikinin kapısını ittirdi; çürümüş eski kapı, feryat figan açıldı. İçeri girdiğinde hemen pencereye doğru yöneldi; aşağıya baktığında Arif’le Okyanus’u gördü. Okyanus göz ucuyla üç yüz ikiden gelecek sinyali kolluyordu. Bu karanlıkta odanın ışığı ne kadar güçsüz de olsa görünecekti. Osman mırıldandı; 144 “ışığı yak söndür!... ışığı yak söndür!” Hemen kapının yanındaki düğmeden kör ampulü dört beş kez yakıp söndürdü ve uyanık çocuk hemen işareti aldı. Arif’e dönüp; “üç yüz ikiye çık! Seni orada bekliyor!”dedikten sonra ıssız sokakta caddenin tam ters istikametine doğru koşturup, bir viraneye girerek gözden kayboldu. Arif önünde durduğu viraneye baktı; virane bütünüyle çökecek gibi görünüyordu. Sokaktaki diğer viranelerden farkı ,içeriden dışarıya sızan cılız aydınlık ile kapının üzerine açık mavi yağlı boyayla yazılmış ‘kiralık odalar’ ibaresiydi. Binanın önündeki birkaç basamağı çıktıktan sonra, bir anlık duraksamanın ardından, kirli bir şeye dokunuyor edası ile kapıyı iterek hafifçe araladı. Kafasını aralıktan içeri uzatıp baktığında içeride kimsecikleri göremedi. Büyükçe hol epeyce loştu ve binadaki her bağımsız bölümü olduğu gibi burayı da yirmi mumluk sarı ışık huzursuzluk hissi vererek aydınlatıyordu. İçeri girdi. Kapının hemen karşısında bir masa, biri masanın arkasında olmak kaydıyla üç iskemle vardı. Yerler çıplak, eski ahşaptı. İçerdeki ağır nem kokusu hemen kendini hissettiriyordu. Holün sağ ucundan yukarı doğru çıkan merdivenler sanki saklanıyor gibiydiler. Ağır adımlarla, gıcırtılı zeminde, merdivenlere doğru yürüdü. Herhangi birini fazlasıyla tedirgin edecek izbe ortam, Arif’in çok da önemseyeceği türden değildi. Yetmişlerinde olmasına rağmen herhangi bir saldırı veya olaya karşı kendini rahatlıkla savunabilecek zindeliğe, bilgiye ve donanıma sahipti. Bu yaşına kadar birçok tehlike atlatmıştı. Hayatta tutkuları, hırsları, keskin istekleri olan insanların tehlikeli anlar yaşamasını hep doğal bulmuştu. Sonuçta bir bakkal, memur ya da tezgâhtar değildi. Hayatı boyunca birçok tehlikeyi göze almış, birçok keskin karar almış, birçok riske girmişti. Hayatın keskin virajlarında bazen yalpalasa da her zaman toparlamayı becermişti. Geldiği noktaya vasat yetenekleri olan, ortalama zekâya sahip, gereksiz değerleri olan birinin yaklaşabileceğini bile düşünmüyordu. Bugün o büyük bir gazetenin aleni, bunun yanında gündemi ve kamuoyunu oluşturan onlarca medya kuruluşunun da görünmeyen sahibiydi. Bir uçtan bir uca, her renkte, her tonda söz söyleyen onlarca medya kuruluşu onun kontrolündeydi. Elinde, onlarca kefesi olan, her kefesinde ayrı dünyalar taşıyan, dengesini gramlarla hesap ettiği, hassas bir terazi olduğunu düşünüyordu. İstenileni, her seferinde, bu çok kefeli, her an dengelenmeye muhtaç teraziyle, döküp saçmadan, istenilen yere, koşarak götürmek hiç de basit değildi. Bugüne kadar koşmasını ve konuşmasını bildiği kadar, durmasını ve saklanmasını da bilmişti. Öne çıkmayı çok sevdiği halde, kendine zarar vereceğini düşündüğünden bu isteğinden sık sık feragat etmişti. Özünde; elde ettiği her şeyi , alt ettiği herkesi, kendi adına başarı saydığı her adımını, bağıra bağıra tüm dünyaya anlatmak; annesiyle babasının yüzüne haykırmak isteği vardı. Fakat bunu hiçbir zaman yapmadı, 145 yapamadı. Yaşamının büyük kısmını geride bıraktığı bu günlerde bile, ailesiyle bitiremediği hesaplaşmasını içinde taşımaya devam etti ve son nefesine kadar da taşıyamaya devam edecekti. Bu ülkenin yüzde doksan beşinin tanımadığı bu adam bu ülkenin yüzde doksan beşini bir şekilde etkileyip yönlendirebiliyordu. Gözler önünde sahip olduğu gazete herkese aynı mesafede gözüküyor kimseye ya da hiçbir kuruma ani ataklarla ve vahşi bir suratla saldırmıyordu. Her zaman tam ortada durma çabasında idi. Gazetenin ilkeli ve düzeyli bir politikayla yönetildiği imajı oluşturulmuştu ve Arif bu gazetenin takdir edilen ve saygı duyulan gazeteci patronuydu. **** **** **** ***** ***** Arif, merdivenleri çıkıp birinci kat holüne ulaştığında yüz dört numaranın kapısı hafif aralanıp, bir çift meraklı eroinman göz Arif’i süzdü. Arif, kapı tarafına doğru kafasını çevirince, kapı hızla kapandı. İkinci kat ise tamamen ıssız görünüyordu. Arif temkinli adımlarla üçüncü kata doğru yöneldi. Üçüncü kata çıkan ilk basamağa adımını attığı anda, basamakların sonunda, kapüşonu kafasında, yeşil parkası ve uzun boyuyla dikilen Osman’ı gördü. Basamakları çıkarken gözlerini Osman’dan hiç ayırmadı. Osman ise bakışlarını, sabitlediği zeminden ayırmıyor, Arif’in gelişini ayak seslerinden takip ediyordu. Arif üçüncü kata çıktığında, Osman’ın karşısına dikilip, hiç bir şey söylemeden ve gözlerini Osman’ın üstünden ayırmadan bekledi. İlk sözü Osman’dan bekliyordu, hayli gergindi ve Osman‘ın kapüşonunu kafasından çıkarmak için kolunu yukarı doğru kaldırmasına bile neredeyse refleks verecekti. Osman’ın yer yer kırlaşmış saçı, sakalı pisti ve birbirine girmişti. Zayıflıktan elmacık kemikleri öne fırlamış, gözleri ve yanakları içine çökmüş, yüzündeki düşünce çizgileri hayli derinleşmişti. Gözlerinin feri kaçmış ve içlerine üzüntü, yorgunluk ve endişe öyle bir yerleşmişti ki aslı simsiyah olan gözler gri gözüküyordu. Yeşil parkasının içine yer yer sökülmüş, boğazlı, gri bir kazak giymişti. Kendine büyük gelen komando desenli pantolonunun belini kemer yerine bir iple büzüp, üzerinde durmasını sağlamıştı. Bağcıklı botlarında ise ip yoktu. Karşılıklı delikler soğuk demircilerin kullandığı bağ teliyle tutturulmuştu. Osman kafasını yavaş yavaş yerden kaldırdı. O da artık Arif’in gözlerine bakıyordu. İki adamın gözlerinin bir birine kilitlendiği çok uzun ve derin iki üç saniyenin ardından 146 Osman’ın yorgun gözleri dolup, gözlerinden sicim gibi gözyaşı dökülmeye başladı. Atılıp, yaşlı adama sıkı sıkı sarıldı ve “Arif amca! Arif amca! Sensin değil mi?” diye hıçkırıklara boğuldu. Yaşlı adam rahatlamıştı. Hıçkırıklara boğulmuş Osman’a gevşek bir şekilde sarıldı. “Benim, oğlum! Arif amcan!”diye yanıtladı. Osman, Arif amcasına dokunduğu anda sanki çocukluğuna dönmüştü. Çocukken onu çok severdi. Onunla oyunlar oynarlar, koşturup boğuşurlardı. Hele hele Osman’a sekizinci yaş gününde hediye ettiği bir basketbol topu vardı ki o günden sonra küçük çocuk sevgiden Arif amcasının gözünün içine bakar olmuştu. Hareketleri ve tavırlarında ayrı bir karizma olan bu genç adam, küçük Osman’ın örnek aldığı bir rol modeli olmuştu. Osman ile Handan , Meryem Hala’yı ne kadar içten bir ‘hala’ olarak kabul etmişler ise Arif’i de o derece içten bir sevgiyle ‘amca’ olarak kabul etmişlerdi. Arif, Osman’a sarıldığında, kısa bir an, zihninin derinliklerinden ”annemle babamın yere göğe sığdıramadıkları Hasanın oğlu!”diye geçti. Ağlaması dindiğinde Osman, Arif amcasına sarılmayı bırakıp, yüzündeki gözyaşlarını elinin tersiyle sildi. Karşısındakinin Arif amcası olduğuna artık emindi. Kattaki kapısı açık tek kapı üç yüz iki idi. Osman titrek bir ses ve çekingen bir el hareketiyle açık kapıyı gösterdi ve “Arif amca, gel!”diyerek Arif’i içeri davet etti. Arif, Osman’ın beline nazik, yönlendirici ve dostane bir şekilde dokunarak arkasından odaya girdi. Odanın içi tüm bina gibi kötü durumdaydı. Tabanı kaplayan pis, yeşil halı lime lime ve sigara yanıklarıyla doluydu. Duvarlar nemliydi. Odanın penceresinden hem rüzgâr üfürüyor, hem de belli ki yağmurlu günlerde su sızıyordu. Yanından geçerken bile gıcırdayan çarşafsız yatağın üstünde dağınık halde duran, eprimiş bir battaniye atılıydı. Rengi beyazdan griye dönmüş, kir içinde bir yastık ta yatağın hemen yanında yerde duruyordu. Osman yatağa oturdu; dirseklerini dizlerine koydu; avuçlarının içine kafasını yerleştirip bakışlarını yere sabitledi. Arif ise kısa bir süre etrafı süzdükten sonra odanın bir köşesinde duran sararmış plastik masaya yanaştı. Masanın yanındaki plastik sandalyeyi çekip, masaya olan mesafesini de ayarladıktan sonra, Kaşmir paltosunun eteğini dikkatlice kıvırıp, sandalyeye oturdu. Bunca zamanın ve olanın ardından, Arif sözlerine nasıl başlayacağını düşündü. Sesi sevecen ve meraklıydı; “oğlum nerelerdeydiniz bunca zaman?” 147 Osman’ın yaşadığı derin zihin karmaşasında özellikle geçmişe dair sorulara net cevaplar bulmak hayli zordu.Osman, kendi kendine geçmişe dair sorular soruyor fakat çoğunu yanıtlayamıyordu. Bazı soruları yanıtlandığını zannediyor ama kısa bir anın ardından yanıtların doğruluğuyla ilgili şüpheler içini kemiriyordu. Ama Uyuyanlar Takımı elemanı yapılmak için kaçırılmadan önceki döneme ait cevaplar zihnindeki en net yer alanlardı. Daha sonrası sisli ve karmakarışıktı. “Nerelerdeydik?......Her şey çok karışık…” Osman burnunu çekip devam etti; “anladığım kadarıyla buralardaydık……bu hayatın içindeydik…..ama bir o kadar da uzaktık.” “Kaçırıldığınızı biliyorum…..yani öyle olmalı.” “Evet, öyle olmalı! Kaçırıldık…..çalındık..esirdik galiba!” “Peki, bunca sene sizi neden tutular ? Nerede sakladılar?” Osman toparlamak ve cevap vermek için biraz kendini sıktı. “Ben… ben…. ilk hatırladığım…..hemen hemen aynı yaşlarda yüzlerce çocuğun kollarında…evet kollarında serumlarla yattığı büyük bir salon hatırlıyorum…” Emin olmaya çalışıyordu. “Hep orada mıydınız?..yani kollarınızda serumlarla öylece yattınız mı?” Osman zemine sabitlenmiş gözlerini kapattı; zorlanan beyninin etkisiyle göz kapaklarını sıkmaya başladı. Göz kapakları büzüş büzüş oldu. “Yok, hayır! Sonra dışarıya çıktığımızı hatırlıyorum…….hatta küçük sınıflarda olduğumuz zamanları da hatırlıyorum,” dedi Osman ve birden gözlerini açtı. Yeni bir şey keşfetmiş gibi heyecanla devam etti sözüne; “bu bir doğumdu!….Evet, evet …doğum!” Sesindeki heyecan giderek düştü; “belki de ölümdü!”dedi kısık bir sesle. 148 “Onların istediklerini eksiksiz yapmamız için bildiğimiz her şeyin unutturulduğu bir ölüm!” Tekrar heyecanla; “ve…. ve ….. veee ….onlar için doğum!” Söyledikleri kendi kafasını karıştırmıştı. Üzerine müthiş bir karanlık çökmüş gibi hissetti ve ruhu bu karanlığın altında bir an debelendi. Hızla gözlerini açtı, kafasını kaldırıp Arif amcasına baktı. Arif, kaşmir paltosunun üzerindeki görünür görünmez bir iplik parçasını bakımlı tırnaklarının ucuyla almaya çalışıyordu. Tam o anda, Osman’ın gözlerini odanın diğer yanından gelen bir parlaklık aldı. Bembeyaz kocaman bir kardan adamdı gördüğü. Çocukken babasıyla, kimi zaman onlara katılan Arif amcasıyla, evlerinin bahçesine yaptıklarındandı. Gözleri siyah kömürlerden, burnu kocaman iri bir havuçtandı; kafasında siyah bir fötr, boynunda rengârenk bir atkı vardı. Lekesizdi; tertemiz gözüküyordu; sanki el değmeden yapılmıştı. Ardından kardan adam şekil değiştirmeye başladı. Yavaş yavaş, bembeyaz, saf ve şeffaf kristalimsi buzdan, küçük bir çocuk halini almaya başladı. Kardan adam tam olarak buzdan çocuk şeklini aldığında Osman gözlerini kısarak dikkatlice baktı. Bu, kendinin on bir yaşındaki halinden başkası değildi. Hareketsiz duran buzdan çocuk çatırdayarak büyümeye başlarken, ete kemiğe de bürünüyordu. Kısa bir değişim evresinin ardından Osman’ın birkaç sene evvelki, fiziki anlamda en zirvede olduğu, halini almıştı. Çırıl çıplaktı ve tüm haşmetiyle mitolojideki yarı tanrılar gibi duruyordu fakat göz çukurları bomboştu. Osman kendi gözlerini görebilmek için gözlerini biraz daha kıstı ama iki göz çukurunda iki sonsuz karanlık vardı. Derin göz boşluklarında kıpırdanmalar başladı ve ardından binlerce küçük siyah kurtçuk dışarı akın etmeye başladı. Osman bir an irkildi; öğürüp kusabilirdi ama kendini tuttu. Kurtçuklar süratle bütün vücudu sarıp sarmaladılar ve vücut görünmez oldu. Görünen sadece, kurtçukların oluşturduğu sivri bir tepeydi. Kurtçuklar odaya da yayılmış Osman’ın ayağının dibine kadar gelmişlerdi. Gözlerini kapadı; hayli zorlanarak eğilip, yerde ayaklarını etrafına yığılan kurtçuklara titreyen elini uzattı ama dokunduğu kurtçuklar değil, zemin tahtası oldu. Gözlerini açtığında tüm görüntü silinmiş, oda eski halini almış, Osman da nispeten rahatlamıştı.Başını öne eğip tekrar gözlerini kapattı.Kendini toparlamaya çalışırken sesi biraz titriyordu; “Arif amca bana yardımcı olman lazım!” “Oğlum, hangi konuda istersen!” diye Osman’ın beklentisini yanıtladı Arif. 149 “Anlayamadığım çok şey var!…….Cevaplayamadıgım çok soru var!….” “Bazı soruların yanıtlarını sadece seninle bulabilirim.” Arif lafa girdi; “ama oğlum, bu kadar zaman sonra ben de sana ait ne tür bir sorunun yanıtı olabilir ki?” “Arif amca sen babamın en yakın arkadaşısın. Bana yardımcı olmalısın!” “Bundan hiç şüphen olmasın. Tabii ki yardımcı olacağım. Ama olan biteni anlamam için belki de önce senin, benim sorularıma yanıt vermen lazım.” Arif Osman’dan bir yanıt gelmeyince sordu; “sorduğum soruları yanıtlayabilir misin?” “Denerim……denerim.” Arif yumuşak ama sorgulayan bir tavırla başladı; “baştan başlayalım. O kollarında serumlarla yatan çocukların bulunduğu yere nasıl gittiniz?” “Bilemiyorum!… ama ilk hatırladığım o büyük salon. Herkes uyuyor gibiydi. ..Ama uyuyorsak ben nasıl hatırlıyorum?.” “Orayla ilgili daha başka neler hatırlıyorsun? Ne olursa….fark etmez! “ “Ben….şey…ilkokulda yaptığımız bir şey hatırlıyorum.” Arif hemen irdeledi; “neymiş o?” “Hani …hani ilkokulda pamuğun arasına fasulyeler koyardık ta…..”doğru kelimeyi bir an aradı; “evet….evet…. Filizlenmesini beklerdik ya... işte sanki bizi de öylece yatırmışlar, sanki filizlenmemizi bekliyorlardı.” “Tohum gibi hı?…”deyiverdi Arif fısıltıya yakın bir tonla. 150 Osman kafasını hemen kaldırdı ve Arif’e baktı. Arif de Osman’a dikkatlice bakıyordu. Tohumluk: Çölün ortasına yapılan kampüsün sahip olduğu en büyük salona verilen isim. Büyük salonda hiç kolon yoktur ve dört bin metre kare salonda bir uçtan bakılınca her köşe, hiçbir engel olmadan görünür. Duvarlarda pencere ya da farklı renkte hiç bir nokta yoktur ve her noktaya beyaz hâkimdir. Salon, tasarımı ve tek renk seçimi ile içeride bulunan kişiye anında hiçlik duygusunu hissettirir. İçeriye bin tane yatak yerleştirilmiştir ve bu yataklardan hiçbiri binanın yapımından bu zamana kadar boş kalmamıştır. Bu yataklarda her daim; kaçırılan, çalınan veya satın alınan, on üçünü geçmemiş çocuklar yatırılır; serumlarla, ilaçlarla ve bazı müdahalelerle bu çocukların hafızalarıyla oynanır, içleri boşaltılır ve ilerde Uyuyanlar Takımı elemanı olacak tohumlar elde edilir. “Evet, evet! Sanki tohum gibi!” Osman’ın içinde kuvvetli bir ışık yanıp söndü. Arif amcasının suratına bakmaya devam etti. İlerlemiş yaşına rağmen hayli iyi görünüyordu. Bu kış gününe rağmen gayet bronz bir teni vardı. İnce telli saçları azalmıştı ama onu kel bırakmamıştı. Yıllar öncesinde olduğu gibi saçlarını hala yana tarıyordu. Uzun ince suratına biraz da büyük gelen ağzı ve kalın dudakları kendine özgü havasını daha da karizmatik hale getiriyordu. Bunca yaş farkına rağmen yüzündeki çizgiler Osman’ınkilerden daha silikti. Ara sıra yüzüne oturan esrarlı gülümsemenin samimi olup olmadığını ayırt etmek ise mümkün değildi. Osman bakışlarını tekrar yere sabitledi. “Sonra ne oldu?” “Sonra ….sonra…,”hatırladıklarını bir sıraya koymaya çalıştı; “şey galiba…. Bir oda hatırlıyorum hayal meyal. Duvarları rengârenkti!” “Ne oldu o odada?” “Bilemiyorum. Sorular hatırlıyorum…birçok soru!” “Ne tür sorular?”diye sordu Arif. “Bilemiyorum...hatırlayamıyorum!” “Kim soruyordu?” 151 Osman kendini hayli zorluyordu ama hatırlayamıyordu. “Hatırlamıyorum!” Boşluk sınavı: Tohumlukta yeterince kaldığı düşünülen Uyuyanlar Takımı elemanı adayı, boşluk sınavı için genişçe odalara alınır. Kampüste bu odalardan yüze yakın vardır. Odaların duvarlarına, farklı çağrışımlar yapmaları için ayrı temaları içeren yirmi santimetrekare büyüklüğünde binlerce resim yerleştirilmiştir Uyuyanlar Takımı tohumu bir hafta boyunca bu odanın içinde tutulur. Burada yatar, kalkar, yer ve içer. Bir haftanın sonunda yine bir hafta sürecek sorgulama başlar. Her gün dört saate yakın süren sorgulamada, çocuğa genellikle geçmişe dair sorular sorulur. Sınav değerlendirmesi bilinen yanıtlardan değil, bilinemeyen yanıtlardan yapılır. Hiç bir soruya yanıt veremeyen tohum , sınavı geçer. Sınavda başarı oranı yüzde doksan beştir. Başarısız adaylar, daha fazla işlenmeden, organları alınıp yok edilir. “Çok şey hatırlamıyorsun?”dedi Arif yüzünde bir gülümsemeyle ve ardından ekledi; “daha iyi hatırladığın zamanlar var mı?” “Mesela bu bahsettiğin yer nerede? Kimler ne için kaçırıp götürdü sizi oralara? O odanın ardından neler oldu? Bunları hatırlayabiliyor musun?” Osman ardı ardına gelen bu soruları yanıtlamak için karışık zihnini toparlamaya çalıştı ama bu hiç de kolay değildi. “Kimler?....Kimler?...” diye tekrarladı. “Kimler olduğunu bilmiyorum!….Oralarda geçirdiğim günlere ait hiçbir yüz ya da isim hatırlayamıyorum.” Burnunu çekip devam etti; “birilerini hatırlamak için çok düşündüm…… ya da neredeydik? …Kocaman bir hiç!.. Hatırlayamıyorum!” “Peki!”dedi Arif. “O zaman hatırlayabildiklerini anlat. Biz de ne olup bittiğini anlamaya çalışalım.” 152 “Odanın sonrasında hatırladıkların neler? Yani bu zamana kadar o odada tutmadılar herhalde seni?” “Ben… sonra dışarı çıktığımı hatırlıyorum…Etrafta benim boylarımda, belki benim yaşlarında çocuklar da vardı. Bazen de içeride… sınıf gibi bir şeyin içinde oturup bir şeyler öğreniyorduk galiba.” Gerçekten de Osman’ın zihnindeki o döneme dair görüntüler çok sisliydi. Bazen geçmiş zamanı örten bu perdeyi aralamaya çalışırken, olduğu yere bayılıp kaldığı bile olmuştu. Ama bugün ayakta kalmalıydı ve en azından birkaç sorunun cevabını bulmalıydı. İçindeki en kuvvetli hislerden biri de bu konuda ona en fazla yardımı Arif amcasının sağlayacağıydı. Arif sordu; “ ……soluk soluğa kaldığımı……yerlerde süründüğümü…..yüksek yerlerden atladığımı….bunları hatırlıyorum.” Sınıflandırma: Geçmişlerinden tamamen arındırılmış Uyuyanlar Takımı eleman adayları en iyi verimin alınabilmesi için bazı testlere tabii tutulur. Bu testler iki ana başlık altında yapılır: fiziki testler ve zekâ testleri. Bu testlerin sonucunda Uyuyanlar Takımı eleman adayının dâhil olacağı on yedi gruptan biri ya da bir kaçı tespit edilir ve bu tespitler dâhilinde eğitimleri başlar.Eğitimde tam başarı yüzde seksen düzeyindedir. İşte bu tespitler sonuncunda Osman, yırtıcılar ve beyaz işçiler grubunda eğitim görmüştü. Yırtıcılar yalnızca erkeklerden oluşuyordu ve bu grup elemanlarında ilk aranan özellik fiziki güçtü. Kas ve iskelet yapıları detaylıca incelenip seçiliyorlardı. Büyüdüklerinde tahmin edilen boylarının en az yüz seksen beş santim olması gerekiyordu. Vücutlarında güç, atiklik, sürat ve dayanıklılık aranıyordu. Bu özellikler mevcut olsa da, bu grup, zekâ testlerinden üst düzey sonuçlar alamayan adayların dâhil edileceği bir sınıf değildi. Adaya ağır kondisyon antrenmanlarıyla birlikte en ileri düzeyde dövüş ,yakın koruma ,sürüş,tırmanma,paraşütle atlama ,sualtı taarruz teknikleri öğretilmekten öte yıllarca süren pratikler sonucunda adeta beyinlerine kazınıyordu. Bunların yanı sıra en basitinden en karmaşığına kadar patlatıcı ve silah eğitimleri, acil durumlarda kendilerine veya başkalarına müdahalede bulunabilmeleri için bir doktorunkine yakın tıbbi eğitimler de veriliyordu. Operasyonel durumlarda hızlı stratejiler ve çözümler üretebilmeleri için üst düzey askeri bilgiler de beyinlerine işleniyordu. Uzun seneler sonunda, dünya üzerindeki en donanımlı suikastçılar ve koruyucular oluyorlardı. En büyük avantajları ise önlerine engel olarak çıkabilecek; vicdan, acıma, affetme,pişmanlık gibi duyguların içlerinden çekip alınmış olmasıydı. 153 Beyaz işçiler ise güzel kızlardan ve yakışıklı erkeklerden seçiliyorlar; her tür ilişkiye girebilen ve sınırları olmayan seks işçisi olarak kurgulanıyorlardı. Düzgün fiziklerinden dolayı bazı erkek beyaz işçiler, yırtıcıların içinden seçiliyorlar ve genelde hizmetine sunuldukları efendilerinin çok yakınında görevler alıyorlardı. Bunlar da hem efendilerine seks hizmeti sunuyorlar hem de kurulan şantaj ve buna benzer düzeneklerde aktif rol alıyorlardı. “Tüm bunları sanki büyük bir hiçliğin ortasında yapıyorduk!” Arif anlamak için hemen sordu; “nasıl bir hiçlik bu? Ne demek istediğini anlayamadım!” “Yani ….. günlerce düşündüm …bizi alıp bir yerlere götürdüler….orada kaldık,…yaşadık,…galiba eğitildik…yani eğitilmiş olmamız lazım!….Çünkü bu gün düşündüğüm ….ya da yapınca benim bile şaşırdığım şeyler var ….. Bunları ….bunlar bize öğretilmiş olmalı!…Bunlar için talimler yapmış olmalıyız!…..Orada ne kadar zaman geçirdim? Bana kimler bunları öğretti?” Biraz heyecanlanıp sesi yükselerek; “neredeydik? hiç bilmiyorum! …Sanki etrafta hiçbir şey yoktu…….Kocaman bir boşluk!..kocaman sonsuz bir boşluğun ortasındaydık!...Kafam çok karışık ….bilemiyorum!” “ne kadar oralarda kaldığınızı hiç kestiremiyor musun?” Osman kafasını kaldırıp tam karşısında oturan Arif amcasına baktı; gözlerinde bilememenin öfkesi vardı. “Bilemiyorum!. ..Belki de yıllar….”sesi fısıltıya düştü; “galiba yıllar…,” gözlerini Arif’ten ayırmadı. Arif’in gözlerinden yaşlar akıyordu fakat gözyaşları simsiyahtı ve akan gözyaşlarına rağmen Arif ağlamıyordu. Ağzı büyük bir gülümseme için en geniş şekilde açıktı. Ağzının içini kocaman, kırık, sapsarı dişlerle doluydu. Kravatı kirli, kanlı bir el olmuş; Osman’a doğru uzanıyordu. Osman hemen kafasını eğip görüntüden kurtulmaya çalışırken içinden “gerçeği görmeliyim!.. gerçek bu değil! ” diye tekrar tekrar geçiriyordu. Bu sırada Arif yeniden sordu; “daha iyi hatırladıklarından bahset!.. Mesela buralara nasıl geldin?” 154 Osman bekleyip gözünün önünden Arif amcasının sevimsiz görüntüsünün tam olarak kaybolmasını bekledi. Zihnindeki kirli görüntü silinmeye başlayınca söze başladı. “Buraya nasıl mı geldim? Buradan uzaklara gittiğime emin olduğum anlar oluyor; sonra emin olduğum her konuda olduğu gibi şüpheler tereddütler…….Bende emin olma duygusu çok kısa sürüyor. Buralardan uzakta olduğum duygusu bir gün tam olarak yerleşirse, belki de buralara tam olarak nasıl geldiğimi hatırlayabilirim.” Burnunu şiddetle çekti ve devam etti; “hatırlamıyorum!… Yani belleğimde bir şeyler söyleyecek kadar kırıntı bile yok!” “Dedim ya hatırlayabildiğini!” Arif Osman’ın hatırlayabildiklerini, aklından geçenleri, vereceği isimleri merak ediyordu. Cenaze: Osman’ın hiç hatırlamadığı evre! Bütün beyin, zihin kurgusu ve eğitimleri eksiksiz tamamlandığı zaman, Uyuyanlar Takımı eleman adayı , aday olmaktan çıkıp gerçek bir Uyuyanlar Takımı elemanı olmuştur. Artık onu yönetecek efendinin emrine yollanmak için bir haftalık derin bir uykuya alınır; özel bir tabuta konulur. Gideceği yer,e gömülmeye giden bir ceset kimliğiyle gider. Duruma göre bir haftaya yakın bir zamanın bir kısmı yolda geçer. Kargo gideceği yere ulaşınca, teslim alınır; uygun ortamda sahte mevtanın uyanması beklenir. “Uzaktan mı geldim yoksa yakında mıydım bilemiyorum! Ama en çok hatırladığım bu şehir!” Devam etti; “buralarda çok vakit geçirdiğimi biliyorum…..buralardaydım.” “Peki, buralarda neler yaptın?.. Hatırlayabildiğin kadarıyla…” “Aldığım emirleri yerine getiriyordum.” Arif merakla sordu; “kimden emir aldığını hatırlıyor musun?” “İlk efendim ….ilk efendim…. onun cam gibi donuk gözleri hiç aklımdan çıkmıyor.” 155 Cam gibi açık mavi gözler Osman’ın zihninde güçlü birer spot gibi yandı ve ruhunu şiddetli bir biçimde sarstı. Arif merakını gizlemeden sordu; “kimdi?” Osman zorlanarak cevapladı; “İshak!….İshak!…” “İshak! Ama kim ? İshak adında binlercesi var.” “İshak …..Akyol!” Arif ismi çok iyi tanıyordu ve Osman’ın kimden bahsettiğini biliyordu. Osman kafasını kaldırıp Arifin yüzüne baktı. “Tanıyor musun onu? “diye sordu, gözünden ağır ağır inen birkaç damla gözyaşına engel olamadan. Gözlerinde oluşan buğuyu eliyle silince Arif’i daha net gördü. Arif’in gözlerinin etrafı parlak koyu yeşil; yanakları açık; yüzünün geri kalan yerleri ise koyulaşan gri renkte milyonlarca pulla kaplıydı. Arif’in ağzı hafifçe aralandı ve ince uzun, çatallı bir dil kısık aralıktan çıktı. Dil, aşağı yukarı hızla sallanıyordu. Osman tüm vücudunun katılaştığını hissetti; görüntüden kurtulmak için başını öne eğmeğe çalışsa da yapamadı. Bu, zihnen çok zorlandığı zamanlarda kendinden geçmeden önce yaşadığı kasılmaydı. Ama şu anda olmamalıydı! Şu anda kendinden geçmemeliydi! Duvarlar eğilip bükülmeye başladı. Zemin ayağının altından kayıyor, tavan yükselip alçalıyordu. Bütün renkler, bütün görüntüler birbirine girerken Arif’in çatal dilli, pullu suratı her şeyden netti. Osman’ın vücudu dışarıdan fark edilecek derecede titremeye başladı. Her an bir yana devrilebilirdi. Kendini sıktı ve dişlerini adeta birbirine geçirdi. Son zamanlarda bunu o kadar çok yapmıştı ki dişlerinin tümü çürükmüşçesine sızlıyorlardı. Zor da olsa kafasını öne eğdi ve gözlerini kapadı. Arif, biraz sertçe tekrar sordu; “ne tür emirler alıyordun?” Osman dişlerini gevşetmeyi becerince diş etlerinden sızan kanın tadını aldı. “tanıyor muydun onu?…..Yani İshak'ı?” “Tabii, ismini duymuştum ama şahsen tanımıyorum.”diye cevaplandırdı Arif. 156 “Hiç konuşmadın mı? Hiç görmedin mi?” “Hiç!”dedi kendinden emin ve sakin bir sesle; “tanımam mı lazım?” “Yok, ….belki tanıyorsundur!…Sen gazetecisin ….tanıyorsan bana onunla ilgili bir şeyler anlatabilirsin…..Bilmiyorum!...Belki de bildiğimi zannettiğim bazı şeylerden emin olabilirdim.” “Maalesef tanımıyorum!” Osman, düşmüş tansiyonun da tesiriyle sık nefes alıp veriyordu. “Ne tür emirler aldığını hatırlıyor musun?” Osman’ın zihnine binlerce çıplak, yaşlı,genç,sakat, şişman, zayıf ,kısa, uzun, esmer, sarışın, erkek, kadın ve çocuk görüntüsü yansıdı. Kimi ellerinde bir takım seks oyuncakları tutuyordu; kiminin yüzleri masklarla kapalıydı. Bazı adamlar jartiyerler giymiş; bazı kadınlar yapay penisler kuşanmışlardı. Bazıları keyif alır gibiydi;,bazıları da gerçekten acı çekiyor gibi… “Yanılmıyorsam….bilemiyorum ama ilk zamanlarda beni sanki bir işçi gibi kullandılar.” Hızla devam etti; “sunuldum!…. herkese sunuldum!” Arif sakindi; “ne işçiliği? Ne tür bir sunum bu?” Osman doğru anlatabilmek için kafasını toparlamaya çalıştı. Çünkü anlatmaya çalışacakları da zihninde net değildi. İçinde büyük bir bulantı vardı. Sesi titrek, sözüne devam etti; “işçilik işte…..seks işçiliği...her türden seks oyunu için işçilik!” “Nasıl ?” hafif bir gülümsemeyle sordu Arif. 157 “İşte öyle!….Herkesle her şeyi yapmışım gibi geliyor…..Zihnimdeki sislerin arkasından pek çok çıplak resim gözüküyor….İnsanları tatmin etmek için, …..onları eğlendirmek için…..sunulduk.” Sesi öfkeyle yükseldi; “öyle bir azap yaşıyorum ki,…bilemezsin!….Bir sabah kalkıyorsun ve hatırlıyorsun!…Ne hatırlıyorsun biliyor musun?….” “Ne?” “Küçük kız kardeşinle yatmışsın!…” “Hem de defalarca!...Sırf birilerine görüntü sağlamak için!...Sırf birileri eğlensin diye!” Yüksek sesle öğürdü. Kusacaktı ama midesinde dışarı çıkacak bir şey yoktu. Pis halıya biraz mide suyu tükürdü . “İyi misin?”diye sordu Arif. Osman kafasını kaldırıp Arif’e baktı. Gözlerinin içi daha akmamış yaşlarla doluydu. Yaşların ardında hüzün vardı; “ben mi? Ben iyi olabilir miyim sence?……Ben iyi değilim!….Ne tür bir insan kız kardeşini ayırt etmez!….İçimdeki insanı ne kadar almışlar ki ben bunları yapabildim?….İçime ne soktular benim?…” Osman’ın gözleri sonuna kadar açılmış, yaşlar yanağından süzülürken ; delirmeye birkaç adım kalmış gibi bakıyordu. “Sakin olmalısın!“dedi Arif sakince. Osman devam etti; “bunları hatırlıyorum!…..” “Ona buna eğlence olduk! …….Kimler kimler!….Birini iyi hatırlıyorum! …..Mavi, derin gözleri; yanarken bile buz gibi soğuktu….” “Yanarken mi?” Arif İshak’ın nasıl öldüğünü bilmiyordu. 158 “Evet, yanarken!”dedi Osman tereddütsüz. Arif’e doğru bakıyordu ama odanın içinde onun gözünü alan sapsarı bir ışık vardı. Işığa dikkat kesildi. Işık, Adil’in yakasından geliyordu. Dayanamadı ve gözlerini tekrar zemine dikti. Bir kaç saniyenin ardından derinlerden kısık ve yankılı bir ses fısıldadı. “Çocuk!” Osman; bu, büyük büyük babamın sesi olmalı, diye düşündü. Kendi kendine fısıldadı; “büyük büyük babam!” Onu hiç tanımamıştı. Osman doğmadan çok önce ölmüştü. Babası büyük büyük babayla ilgili uzun uzun çok şeyler anlatmıştı. Onun herkese” çocuk!” diye seslendiğini de biliyordu. Çünkü o herkesin büyük büyük babasıydı. Çocukluğunda büyük büyük babasını rüyasında görmek için çok uykuya yatmış ama hiç görememişti. Bunları net hatırlıyordu! O dönemi net hatırlıyordu! Uyutulmadan önceyi hatırlıyordu. Arif amcasını da hatırlıyordu. “Evet!”dedi üzerine basarak ve tekrarladı; “evet, yanarken!” “Nasıl yani İshak Akyol yandı mı?” “Evet, yandı! Hem de cayır cayır!” “Hatırlıyor musun?” “Evet!”dedi Osman ama der demez şüpheler ve ‘galibalar’ zihninde dolaşmaya başladı. “Ne hatırlıyorsun? Anlatsana!” Osman kafasını kaldırıp Arif’e baktı; o göz kamaştırıcı sarı ışık yoktu artık.her şey netti. Nasılsa… öyleydi! Rahatsız plastik sandalyede oturmak Arif’in kıçını uyuşturmuş olmalıydı ki sandalyeden hafifçe kalkıp tekrar geri oturdu. Osman’ın ona baktığını görünce suratına yapay bir gülümseme taktı ama Osman bakışlarını Arif’te fazla tutamadı; oturduğu gıcırtılı alçak yatakta tekrar gözlerini zemine dikti. 159 “Geçen yıllarda…en çok hatırladığım o….İshak! Hep ondan emir alıyordum….Yani başka birini hatırlamıyorum….Onun dediklerini yapıyordum…..Çok yakındık herhalde!…..İçime işlemiş ….hala her anımda var gibi.” Halının altında bir şeyler kıpırdamaya başladı. Zeminden bir şeyler kabararak çıkmaya çalışıyordu sanki. Birden halının bir kısmı gerilerek yırtılmaya başladı. Oluşan koca yırtığın altında gürül gürül yanan bir ateş; ateşin içinde kulakları, burnu, ağzı, dudakları yanık içinde yer yer kararmış, yer yer kanlanmış bir surat göründü. Suratın her noktası birbirine girmiş; yarı sıvı, yarı katı bir haldeyken gözler dipdiriydi. Cam gibi… beyaza yakın derin mavi gözler! Osman’a tam oradan bakıyorlardı . Sanki şeytanın imzası gibiydiler. Ama şimdilik, bundan kurtulmanın bir yolu vardı. Gözlerini kapattı; titreyen eliyle zemini yokladı; dokunduğu sadece halıydı. Gözlerini açınca her şey yolundaydı; halı olduğu gibi duruyordu. Devam etti; “gördüğüm, duyduğum her şey bana bir şeyler hatırlatıyor. Bazen kalabalıkta bir yüz…bazen bir sokak … bir araba… bir kelime… bir yol,” “her şey kopuk kopuk!…..Bir türlü toparlayamıyorum…..Hatlar bir gidip bir geliyor; senin anlayacağın!” Acı bir tebessüm oturdu yüzüne; ardından hemen yok oldu. “bir yüz …evet, bir bakış… bana aldığım bir canı hatırlatıyor….Kimdir nedir bilmeden çok can almış olmalıyım… Bazılarını hatırlıyorum. Ben bir katilim!….Çok can aldım!” “Nerden biliyorsun? Aklının karışık olduğunu sen söylüyorsun. Belki de bunlar senin sadece kafanda yarattığın şeylerdir” dedi, Arif. “Hissediyorum! Beni bununla doldurmuşlar. Beni bunun için yoğurmuşlar …..İçime yerleştirdikleri vahşet makinesini durduramıyorum ….Gözlerim hep bunun için bakıyor, …kulaklarım hep bunun için duyuyor, …aklım hep bunu planlıyor….İçimdekini fark edebiliyorum….” “Anlamadım!” “Mesela, sen! Senin en zayıf noktan sol dizin.” Gerçekten de beş altı sene önce kayak yaparken düşüp, sol diz kapağını kırmıştı. Çok iyi bir tedavi görmesine rağmen sol dizi ona epey uzunca bir zaman eskisi gibi güven vermemişti. Ama şu sıralar bunu kendisi bile unutmuştu. 160 “Evet, evet sol dizin! Seni yere indirmenin en kolay yolu sol dizine bir darbe olur.” Osman heyecanla oturduğu yatakta dikilince, Arif Osman’ın ne yapacağına dair gerildi. Osman gözlerini kocaman açıp, bir deli edasıyla bağırarak; “sen benim Arif amcamsın! Ben sana neden vurmayı düşünüyorum?” dedi. Ardından tekrar eski kambur oturuş halini aldı; kollarını dizlerine dayadı; bakışlarını yere yöneltti. Arif gerginliğinin bir kısmını atıp, şakacı bir tavırla sordu. “Yanında tehlikede değilim değil mi?” Osman ağlamaklı cevapladı; “asla asla !…..Özür dilerim,…. çok özür dilerim!” “Özür dileyecek bir şey yok!… Sakin ol, yeter!” diye rahatlatmak istedi Arif. Osman devam etti; “içinde ince bir çelik yelek, belinde de tahmini... tahmini……..beş yüz gramlık bir silah var.” Arif yorumsuz kaldı. Osman Arif’in adım atışından sol dizini; duruşundan da çelik yeleğini ve silahını tespit etmişti. Bunlar, içine kazınan suikastçının engelleyemediği otomatik tespitleriydi. Zihni bu denli kaostayken bunları nasıl tespit ettiği Osman’ı bile çok şaşırtıyordu. Bunlar, onun için istemsiz refleksler gibiydiler. “İşte benim gözlerim bunları görüyor …..Benim içime bunlar kazınmış….Ben…ben katilim!” “Peki, kimleri öldürdün hatırlıyor musun?” “Pek değil!….İsimler…isimleri pek hatırlamıyorum….Daha çok yüzler!..Bazen yüzler sağanak gibi geliyor gözümün önüne.” “Belki onlarca, belki yüzlerce, bilemiyorum!” “ Yüzler önemli değil, isimler önemli. hatırladığın hiç mi isim yok?” “İsim…..isim yok!” “Peki!”dedi Arif; 161 “peki, bir takım çağrışımlar ilerde hafızada isimleri canlandırabilir mi?” “Bilemiyorum! Olabilir. Ama her şeyi mi?.. .Her detayı mı?...Ne kadarını ?Ne zaman? Bilmiyorum!” Osman zihnen zorlanıyordu ama devam etti; “ama bir ismi hatırlıyorum.” Arif merakla sordu. “Kimmiş o?” “Belki de ondan sonra bende bu kaos başladı?” Arif; “İsim?” Osman duymamışçasına devam etti; “emir babamı değiştirdiler,….efendimi değiştirdiler…” “Neden, kimden bahsediyorsun?” Bayrak operasyonu: Bu operasyonda, büyük örgütün kararıyla bölgesel hücrenin efendisi değişiyordu. Bir şekilde, kimi dönemlerde, örgüt bölgedeki efendinin tasfiyesine karar veriyordu. Bu tasfiye kararı çeşitli nedenlerden olabiliyordu; yetersizlik, uyumsuzluk, deşifre ihtimali ve bunun gibi birçok neden... Yaşına bağlı küçük rahatsızlıkları olsa da yapacaklarını engelleyecek bir sağlık problemi yoktu İshak’ın. Ama son zamanlarda yaptığı bir iki operasyonda aksilikler yaşanmış; bu da, yeryüzü tanrıları büyük efendilerin pek de hoşuna gitmemişti. Aslında, aksiliklerin arkasındaki büyük unsur Adil’di; kendini büyük efendilere pazarlamak için operasyonları sabote ediyordu. Babasının oğlu; zeki ve ince manevralarıyla, birkaç yıllık bir uğraşıdan sonra bayrağı almayı başardı. Bayrak operasyonu sonucunda yıllardır İshak’tan emir almaya kurgulanmış Uyuyanlar Takımı elemanlarının Adil’e itaatleri sağlandı. Artık, onların efendisi Adil’di! Osman’ın gözleri, halıdan kopmuş uzunca bir iplik parçasına takıldı. İplik parçası hafif hafif kıpırdanmaya başlarken bir yandan da kalınlaşıyor, renkten renge giriyordu. Mavi ,sarı beyaz, siyah,kırmızı ve en sonunda parlak koyu kuvvetli bir kızıl oldu. Kızıl ince uzun 162 bir et parçasına benziyordu. Kıpırtılar artarken et parçasının sırtlanı andıran bir başı ve kertenkeleyi andıran bacakları oluştu. Otuz santim kadar uzunluktaki ucube, dört ayağının üzerinde, yerde, bir sürüngen gibi duruyor; ten rengi gözleriyle Osman’a bakıyordu. Osman’ın kuyruğuna bakmasıyla birlikte ucubenin kuyruğunun ucu aniden beyaza döndü. Bu onu memnun etmişçesine ağzını açtı; dişleri keskin, büyük ve kanlıydı. Avına yaklaşan bir avcı edası ile yavaş adımlarla Osman’a doğru yaklaşmaya başladı. Yürüdükçe arkasında sümüksü bir iz bırakıyordu. Yaklaştı… yaklaştı… ağzını açıp Osman’ın ayak bileğinden ısırmak üzereyken, Osman gözlerini kapadı; fısıltıyla, “git, git!”dedi. Tekrar gözünü açtığında, halının üzerindeki iplik parçası oracıkta duruyordu. Osman biraz da kendi kendine konuşuyormuş edasıyla devam etti; “evet… evet.. onu da bu durum etkiledi…..O da hatırlamaya başladı…..Kesin ….beni hatırlıyordu….Hem yazmış zaten!” Arif, Osman’ın mırıldandıklarından bir şey anlamıyordu. Biraz daha somut şeyler duymak istiyordu. Tekrar sordu; “kimi öldürdün?” “Karanlıktı!… Üçümüzdük!” “diğer iki kişi kimdi?” Arif kimin ismini duyacağını merak ediyordu. Osman’ın neleri, ne kadar, hangi detaylarla hatırladığı; bunları kimlere anlattığı; elinde neler olduğu önemliydi. Bu kapıdan çıkmadan önce bunları olabildiğince öğrenmeliydi. Osman son soruyu duymamışçasına devam etti; “evet, evet, mahzendeydik!….Ben galiba Adil’den ilk emrimi orada aldım….Onun öncesinde bana emretti mi?……” Gözlerini kıstı ve düşündü... Kafasını çaresizce sallayarak; “hatırlamıyorum!” dedi. Arif söze girdi; “İshak’ın oğlu Adil değil mi?” 163 Osman kafasını kaldırmadan yanıtladı. “Tanıyor musun?” “ıııııı.. Adını duymuştum.” Osman devam etti; “evet, evet!...mahzendeydik... karanlıktı….İshak, galiba Adil’e şaraplarla ilgili bir şeyler anlatıyordu.” “Ben….. ben hatırlıyorum! ……Evet, beni harekete geçiren Adil’in parmaklarını şaklatması oldu.” “Ne hareketi?” “Ondan emir aldım, işte!” “Hani sen İshak’tan emir alıyordun?” “O güne kadar, …..evet İshak’tan alıyordum ama parmaklardan çıkan o sesle her şey değişti. Emirleri Adil’den almaya başladım.” Osman kafasının içinde ardı ardına binlerce parmak şaklatması duydu. “Nasıl oldu bu?” “Bilmiyorum!…..Artık İshak diye biri yoktu benim için. ” Arif sordu; “Harekete geçtim demiştin?” “Evet, ….İshak’ın tam arkasına geçtim …..Cebimden boğma telini çıkartıp İshak’ın boynuna doladım ve tüm kuvvetimle sıktım.” “Onu sen öldürdün yani.” “Evet! “ “O zaman… aldığın komut, hem sen de emir komutayı değiştirdi, hem de harekete geçirdi.” “Ya ben iyi anlattım …..ya da ……sen ..sen iyi anladın!” 164 Arif güldü; “İkimiz de iyiyiz, bence.” “Ben iyi falan değilim!”dedi Osman öfkeyle ve devam etti “galiba ölürken direnmedi…Bilmiyorum ama hiç direndiğini hatırlamıyorum.” Gerçekten de İshak boğma ipi boynuna dolandığı an mutluydu. Boynunda teli hissettiğinde tüm taşlar yerine oturmuş oğlunun ne kadar ince manevralarla ve akıllıca onu alaşağı ettiğini anlamıştı.Hayatının en derin mutluluğunu tam da ölmeden önce yaşıyordu. Bu, onun büyük zaferiydi. Doğru çocuğu almış; doğru şekilde yetiştirmişti. Baba olarak başarıyı hissetmek bu olmalıydı. Çocuğunu tam da istediği noktaya getirmişti. Sonuçta, bütün bu işleri oğluna bırakması mümkün olmayacaktı; onun işleri kendi alması gerekiyordu ve şimdi alıyordu. Ölse de artık oğluyla yaşayacaktı dünyada. Ayrıca oğlunun son nokta tercihini de beğenmişti. İshak ta her zaman boğma telini sevmiş ve tercih etmişti. Osman suratında bir tiksinti ifadesiyle devam etti; “öldüğünde suratında gülümseme gibi bir şey vardı galiba...” “Sonra?”diyerek sordu Arif. “Sonra ne oldu biliyor musun?” ,kafasını kaldırıp bakışlarını Arif’e yöneltti. Arif kollarını açıp omuzlarını yukarı kaldırdı. Sessizce “hayır!” dedi. Osman’ın bakışları tekrar yerdeydi; “onuuuuu… orada tam olarak altıya ayırdım….Her parçayı şehrin ayrı bölgelerindeki altı ayrı kömür kazanında yaktığımı hatırlıyorum…..En son kafasını!” Birden gözünün önüne İshak’ın kafasının yandığı an geldi. Gürül gürül yanan kazanın içinde, her yanından alev almış kafanın gözleri hala canlı gibi bakıyor; sanki kuvvetli ateşe meydan okuyordu. Osman için bu görüntü gündelikti ama yine de bir an irkildi. “Demek böyle oldu?” “Evet, galiba!”dedi Osman; şüphe her zaman içindeydi ve emin olamamak onu çok yoruyordu. “Peki, bunları birilerine anlattın mı?” 165 “Hayır! “ Osman’ın uyanmaya başladıktan sonraki sekiz aydır en çok konuştuğu gün bu olmalıydı. Zorlukla konuşuyordu ama bugün konuşmalı ve bazı şeyleri kendince bir açıklığa kavuşturmalıydı. “Belki de konuştun ama hatırlamıyorsun?” Osman birden “olabilir mi?” diye düşündü. Gerçekten de konuşmuştu da hatırlamıyor muydu? Böyle bir şey olabilir miydi? Olabilirdi! Zihnini zorladı; hatırlamaya çalıştı; etrafa şapşal bakışlar atarak bir müddet düşündü sonra; “yok, yok kimseyle konuşmadım!” dedi. “Emin misin?” “Neden? Çok mu önemli?” Arif soruya yanıt vermedi; yeni bir soruyla Osman’ın sorusunu savuşturdu. “Daha sonra neler oldu?” Osman, sorduğu sorudan uzaklaşıp Arif’in sorusuna cevap verebilmek için kafasını toplamaya çalıştı; “daha sonra ….. daha sonra… Esasında hatırladığım kadarıyla yine aynı şeyler oluyordu, galiba. Görevler,… işler,… cinayetler, …yatak hikâyeleri ama zihnimde kırılmalar ondan sonra başlamış olmalı.” “Neyden sonra?” “Şeyyy….Bana emir veren adamın değiştirilmesinden sonra olsa gerek!” “Neden?” Bilmiyorum…. Yıllarca aynı adamdan emir alıp ta sonra birden başka birinin emrine verilmem belki de bende dengeleri bozdu…Ya da dengeyi oturtamadılar!” “Kimler?” Arif’in ardı ardına kısa kesik soruları Osman’ın sinirlerini bozmuştu. Birden bağırdı; “ne bileyim ben be kimler!……. Onlar, bunlar!” Gözlerini Arif’e dikmiş sertçe bakıyorken çenesi titriyordu. 166 “Sakin ol!”dedi Arif ama ses tonu yumuşak değildi. Sonra biraz daha yumuşatarak yineledi; “sakin ol, oğlum!” Osman utanmıştı. Kafasını öne eğdi; “özür dilerim. Sen bana yardım için buradasın, ben bağırıp çağırıyorum.” Devam etti; “gerçekten bilmiyorum ama o günden sonra galiba yavaş yavaş bir şeyler hatırlamaya başladım. Hissetmeye başladım… İçimdeki koca boşluk damla damla dolmaya başladı. Çocukluğumdan beri zihnimde kurgulanan odağın birden bire değiştirilmesi zihnimi dinamitlemiş olmalı. Düşünsene; yıllarca varoluş nedenim o adam için ölmek ve öldürmekken, bir parmak şaklatmasıyla adamı öldürüyorum.” Devam etti; “kimlere gelince….kimler olduğunu bilsem …..bana …..bize bunları kimlerin yaptığını bilsem, zaten şimdi senin yanında olmam; onların karşısında olurdum….Bilmiyorum kimler olduğunu. Bilsem de onlarla hesaplaşmaya mecalim var mı bunu da bilmiyorum….İşte, bu yüzden sana geldim…..Bana yardım et!…Ben bu yarım aklımla bir şey yapamam. Sen babamın en yakın arkadaşısın. Sen gazetecisin. Gazeteciler kötülerle mücadele etmez mi?.. Babam hep öyle derdi!” Ağlıyordu; “bana yardım et!….Kim bunlar söyle!” “Bilmiyorum!”dedi Arif. Osman gözyaşlarını dindirmeye çalışırken; “bil o zaman! “ “Bul onları, hesap sor!” “Peki, sen nasıl kurtuldun?” Arif’in bu sorusu Osman’a Arif’in Handan’ı hiç sormadığını fark ettirdi. “Handan’ı hiç sormadın.” 167 “Evet! Handan nerelerde?”diye görevini geçirtircesine sordu. “Biliyor musun?. .küçük kız kardeşim öldü!” “Çok üzüldüm!”dedi Arif ama ne sesi ne de yüzü üzgündü. “Öldürüldü!” “Kim öldürdü?” “Öldürdüğü adam!” “Öldürdüğü adam da kim?” “Benim için öldürdü….. ve öldürüldü….. Hâlbuki babama söz vermiştim! ….Onu hep koruyacaktım!” “Biraz daha açık anlatsana!” “Bir gün ama hangi gün bilmiyorum,…benim uyanışımın tam olarak su yüzüne çıktığı bir gün olsa gerek,..artık kullanılmaz olduğumu, artık faydasız olduğumu düşündüğü bir gün…” Arif sabırsız ve sertçe sordu; “kim?” Osman Arif’e baktı; gözüne gözüne ismi söyledi. “Adil!……İshak’ın oğlu Adil!….Şu ismini duyduğun adam!” “Gözüm bağlı beni yukarıya odasına çıkarttı……. Handan bizi görmüş olmalı!……her şeyi fark etmiş olmalı! …..Adil’in beni ortadan kaldıracağını anlamış olmalı!…..Benim tatlı küçük kardeşim!….” “O da Uyuyanlar Takımı elemanı değil mi? Nasıl harekete geçti?” Arif sanki kendi kendine sormuştu. Osman duyduğu tabiri düşünmeye başladı.”Uyuyanlar Takımı mı? Uyuyanlar Takımı... Bu ismi kim koymuştu? Acaba biraz önce fark etmeden kendi mi böyle söylemişti? Ya da Arif amcası şimdi mi koymuştu bu ismi? Kendisi ve Handan Uyuyanlar Takımından mıydılar? Dayanamadı sordu. 168 “Uyuyanlar Takımı da nedir?” Arif’in gözleri, soruyu duyunca, bir nebze büyüdü. Biraz düşündü; gözlerini kıstı ve Uyuyanlar Takımı tabirini ilk defa duyuyormuşçasına sordu. “Uyuyanlar Takımı mı? O da nedir?” “Biraz önce sen söylemedin mi?” “Ben mi?” , Arif şaşırmış gibi gözüküyordu. “Evet, sen söyledin, galiba!” “Emin misin?” Osman biraz düşündü cevap vermeden. Arif sözü tekrar aldı; “bence değilsin ! Emin olsan ‘galiba’ demezsin. Kafanın karışık olduğunu sen söylüyorsun,” suratında küçük kurnaz bir gülümseme vardı. Osman parkasının cebine elini soktu. Arif dikkatlice onu takip ediyordu. Cebinden birkaç kırışık kâğıt parçası çıkarttı. Her birine tek tek baktı; birini ayırıp diğerlerini tekrar cebine tıkıştırdı. Yerinden biraz uzanıp, kâğıt parçasını Arif’in oturduğu plastik pis masaya bıraktı. Arif kâğıt parçasını aldı. Kısıtlı ışığa rağmen zorlanarak ta olsa kâğıdı okudu. Üzerinde güzel bir el yazısıyla, defalarca, kâğıt dolup taşana kadar aynı şey yazılmıştı.”Osman benim ağabeyim” Arif sordu; “bu nedir?” “Yukarıda o büyük beyaz salondaydık. Gözlerim bağlıydı….ama görüntüler, düşünceler sağanak gibiydi……Sanki içimde bir dinamit patlamış ben de milyonlara ayrılmıştım……Ardından her şeyi dindiren silah sesini duydum. Sanki ses biraz uzundu… biraz sünmüştü. Biraz öylece gözlerim bağlı beklediğimi hatırlıyorum. Gözlerimi açtığımda…..tam karşımda, üç- beş metre ötede, beyaz büyük masanın önünde Adil boylu boyunca yatıyordu……Yanına gittim; yüzüne baktım.…Sol gözünün üstündendi galiba……vurulmuştu .Ölmüştü!………Kafam karışıktı. Öylece ona bakarken acaba ben mi öldürdüm diye düşünüyordum…..Sonra oradan çıkmam gerektiğini düşündüm ya da bilemiyorum refleksif bir düşünceydi . Arkamı dönüp tam gidecekken kapının ağzında, onu 169 yerde yatarken gördüm.” Gözleri dolmuş, sesi titremeye başlamıştı. Adeta o anı tekrar yaşıyordu. “Ona doğru attığım her adımda yerde yatanın küçük kız kardeşim olduğunu daha net anlıyordum……Adil’in kurşunu küçük kalbine saplanmıştı…….Kanıyordu!……Yıllardır ilk defa yüzünü görüyordum ve o ölmüştü…..Ölmüştü!…..Küçük kız kardeşim ölmüştü!…….,” yutkundu. Arif elindeki kâğıdı gösterip sordu; “bu nereden çıktı?” “elinde sıkı sıkı tutuyordu. Avucunun içinde…..O da benim yaşadığım çözülmeyi yaşıyor olmalıydı….Ama benden epey önde ……ağabeyini tanıyacak ….koruyacak kadar önde!…..Benden daha kuvvetliymiş demek ki!”devam etti; “ne yazık! Bir de babam bana ‘ sen ağabeysin!’ diyordu…..Olanlardan sonra, kimin ağabey olduğunu düşünecek acaba?” Arif küçük bir detayı hatırlatırmışçasına konuştu; “baban öldü!” Osman babasının öldüğünü biliyordu ama Arif amcasının ağzından da duyunca içinden koca bir dünya koptu gitti. “Biliyorum!”dedi “Annem de öldü.” Annesinin hemen derinden gelen şefkat dolu sesini duydu ;”beyaz kanatlım!” Arif Osman’ın gözyaşı döktüğünü tekrar görmek istemiyordu; aceleyle söze girdi. “Bak Osman, anlattıklarını dinliyorum. Ben sana inanabilirim ama eğer sen bana bu adamları bul dersen ben sana elinde ne var derim. Yani bana ne verebilirsin somut olarak? Geçmişe dair ne varsa hepsini bana vermen gerekir,” dedi ve Osman’a baktı. “Anlattıklarının dışında elinde ne var?” “Bir haline bak, anlattıkların deli saçması gibi. Ama zaten sen benden başka kimseye bir şey anlatmadın değil mi? Yani şu Uyuyanlar Takımı ile ilgili?” 170 Osman Uyuyanlar Takımı tabirini duyunca hemen kafasını kaldırıp merakla Arif’e bakmaya başladı. Arif sırıtıyordu; “…ben demedim. Biraz önce sen dedin.” Arif’in suratında birden koyu bir ciddiyet belirdi ve sert bir sesle sordu; “iyi düşün bu konuştuklarımızı bir başkasıyla konuştun mu?” “Konuşmadım.” “Güzeeeel. O zaman bana elinde ne olduğunu söyle.Bana ne verebilirsin? Elinde bu kâğıttan daha çoğu var mı? Mesela sadece senin bildiğin bir başkasının bilmediği bir şeyler.” “Var!” “Evet, ,her şeyi, elindeki her şeyi bana vermelisin. “ Sen, benim Arif amcamsın. Beni aydınlatman için sana geldim ve ne varsa sana vereceğim.” “Hadi, bekliyorum! Bu önemli!” “Dedim ya sana…. gördüğüm her hangi bir şey, yaşamış olduğum bir anı anımsatabiliyor” “Evet!”dedi Arif, biraz sabırsızdı. “Kardeşimi kaybettiğimi anladıktan sonra kaçtım. Bu bir içgüdü veya refleksti. Bilmiyorum!……Uzunca bir zaman kafam karmakarıştı. Sokaklardaydım. Orda burda yatıyor; zihnime düşenlerden yola çıkarak olan biteni anlamaya çalışıyordum.” “Epey zaman geçmişti….bilmiyorum ne kadar ama en azından bana çok gelmişti. O gece de, sokakta yatmış; çöpten yemiştim. Uyandığımda gördüğüm sokak, bana bir şey hatırlatmıyordu ama beni sanki yönlendiriyordu. Yürüdüm... caddeye cıktım …….caddeden çevre yoluna……yürüdüm, yürüdüm ..saatlerce yürüdüm…..ama fark ettim ki gidecek yolum çok uzundu. Nereye gideceğimi bilmiyordum ama yolumun yaya bitmeyeceğini düşünüyordum…..Buralardan hep geçmiş gibiydim ama yaya değildi galiba. Arabaya ihtiyacım vardı. Çalacak siyah bir araba aradım ve buldum. Galiba arabayı çalmam otuz 171 saniyeyi geçmedi……Her şeyi o kadar otomatik yapmıştım ki sanki ben değil içimdeki bir başkası çalmıştı arabayı.” Osman o gün kendini yolun akışına bıraktığı gibi şimdi de akışına bırakmış anlatıyordu. “Arabayı çalan ‘ben’ kullanıyordu arabayı. Hızlıydı; kararlıydı! Varacağım yeri bilmiyordum ama ‘ben’ gittiğim yolu iyi biliyordu. İçimdeki sürücüyle epey yol alıp, şehrin hayli dışına çıkınca bir tali yola döndük. Toprak yolda giderken artık varmak üzere olduğumuzu anladım………Koca arazinin ortasında, o yıkık dökük virane evi gördüğümde anladım bu yolun nasıl böyle içime işlediğini……….” Arif sabırsızdı ama dinliyordu. “Bu yolu yıllarca gidip gelmiştim. Bu ıssız yer yıllarca benim evim olmuştu. Bu viranenin içinde yatıp kalkmıştım…….. İçine girdim; bomboştu. Gelip birileri boşaltmış olmalı! Bir müddet yıkık viranenin etrafında dönüp dolaştığımı hatırlıyorum…..Bir ara kendimi boş bir arazide yürürken buldum…. Orada da epeyce yürüdüm. ..etraftaki ağaçları, küçük tepeleri, taşları tanıyordum…. Yol beni götürüyordu…..” Elini eski parkasının içine sokup biraz önce cebine sokuşturduğu kâğıt parçalarını tekrar çıkarttı. Hepsine sırayla baktı ve birini ayırıp diğerlerini cebine geri koydu. kâğıt parçasını yatağın üzerinden yarım kalkarak Arif’in önündeki plastik masaya koydu. Arif hemen kâğıdı incelemeye koyuldu. Kâğıdın üzerinde kargacık burgacık çizilmiş bir kroki vardı. Krokinin başlangıç noktasında da Osman’ın bahsettiği virane ev! Yönler belirtilerek dört kilometrelik yol tarif edilmeye çalışılmıştı. Çizilen krokinin noktalandığı yerde mağara yazıyordu. Kroki, kabataslak ve basitti ama işe yarayabilirdi. Arif; “bu nedir?”diye sordu. “Harita!” “Ne haritası?” “Elimdekilerin!” Osman devam etti: 172 “İçimdeki kılavuz beni ağaçların arasında bir çalılığın önünde durdurdu. Çalıları aralayınca bir mağara gördüm. Mağaranın içi kapkaranlıktı; hiç düşünmeden girişteki bir oyuğun içine uzanıp oradaki feneri buldum. İçeri bakmaya başladım…… Mağaranın dibindeki toprak yumuşaktı. Elimle eşelemeye başladım…. Eşeledikçe pis kokular yayılıyordu…. Dayanılmaz derecede pisti!…. ilk önce ceset torbasına konularak gömülmüş erkek cesedini buldum. Öylece gömülmüştü kıyafetleriyle. Hemen yanını biraz daha eşeleyince bir ceset torbası daha buldum. İçini açtım; bu sefer bir kadındı!……..” Osman öğürecek gibi oldu; bir an elini ağzına götürdü; kendini sıktı. Orada yatan bütün bedenler sanki üstüne oturmuştu da nefes alamıyordu. O karanlık mağaradaki korkunç görüntüler aklını sallıyordu. Sadece o görüntüler değil, hatırladığı her şey onu daha küçük parçalara ayırıp boğuyordu. Neler olduğunu, tüm bu senelerde neler yaptığını, tüm açıklığıyla hatırlamak istiyor ama hatırladıkça da içinde bulunduğu dipsiz karanlık kuyuya biraz daha gömülüyordu. Artık dayanacak gücü yoktu. Konuşmasına devam etti; “esasında oraya gömdüğüm altı cesetten tek kadın oydu.Etleri yarı yarıya çürümüştü.Kocaman kıvır kıvır bir peruk takmıştı. Kırmızı küçük çantasının içinde de defalarca katlanmış iki banknottan başka bir şey yoktu…”Bir an duraksadı; uzaklara dalmış gibi bakıyordu. “Altı tane ceset! Elimdeki her şey bu! Neden öldürdüğümü bilmediğim, ne zaman ve neden yan yana gömdüğümü bilmediğim altı tane ceset! İsimlerini, yüzlerini hatırlayamadığım altı kişi orada yatıyorlar………Belki daha fazlası var ama benim bildiğim bu.” “Senden başka bunu bilen var mı?”diye sordu Arif. “Olmamalı!…….Olsaydı, birileri oraya gidip onları ya alırlardı ya da ortaya çıkarırlardı.”Gerçekten de sadece Osman biliyordu onların yerini. Bir Uyuyanlar Takımı elemanıyken verilmiş görevlerdi bunlar. Gidecekti, gömecekti ve unutturulacaktı. Bu sır da Uyuyanlar Takımı elemanlarının içine gömülmüştü. “Bunları kimseye anlattın mı?” “Hayır,…anlatmadım!” “Emin misin? Bak bir şeyler çizmişsin ve bana veriyorsun. Belki başkalarına da böyle çizimler verdin, bunları anlattın. Hadi, iyi düşün! “Arif devam etti; 173 “mesela şu küçük arkadaşın Okyanus...belki de ona bir şeyler anlatmışsındır. Belki de ona saklaması için bir şeyler vermişsindir.” “Yoo, yoo anlatmadım …. Ne çocuğa, ne başka birine!” “Sen dedin ya, Arif amca……kim inanır bana?” “Başka bir şey var mı?”diye sordu Arif. “Yok! “ “İyi düşün! Bir isim ya da başka bir yerlerde gömülü birileri…” “Yok……yok gibi...” Arif’in sesi epeyce sertleşti; “gibisi yok! Var mı yok mu?” Osman kafasını kaldırdı, Arif’e baktı. Arif, ucundan kan damlayan bir orak tutuyor, çatal yılandili de hızla sallanıyordu. “Yok!” “Peki, isimleri hatırlamıyorsun madem, beni nasıl hatırladın? O çocuğu benim yanıma iki defa ne anlatarak yolladın?” Bu sert ses tonuyla sorulmuş sorular Osman’ı sarsmıştı. “Seni….. seni… “ Osman tekrar elini cebine attı. Cebindeki kâğıtları tekrar çıkartıp, içlerinden kırış kırış bir gazete kâğıdını seçip Arif’e uzattı. Arif hayli yıpranmış gazete parçasına baktı. Kendi gazetesine sahip olduktan sonra her sene aksatmadan bastırdığı klasik bir haberdi bu . Hemen hemen her sene, aynı metinle ve aynı resimle çıkıyordu.Metin Arif’in ağzından yazılmıştı. ”Canım kardeşim, gazeteci yazar Hasan ve güzel eşi Arzu Küfeli’nin katledilişinin yanı sıra dünya güzeli çocukları Osman , Handan ve kıymetli hocamız Meryem Ilıca’nın kaçırılışının üstüne bugün tam yirmi altı yıl geçmiştir. Geçen çeyrek asırlık bu uzun zamanda ne cinayetle ne de kaçırılma olaylarıyla ilgili devlet sorumluluğuna yaraşır tatmin edici adımların atılmamış olması, konuya dâhil tek bir kişinin bile yakalanmamış olması, bunun ötesinde tek bir ismin bile devlet yetkilileri tarafından zikrediliyor olmaması, ülkemizin üzerindeki en büyük utançlardan biri olarak kalacaktır . Tüm yetkilileri geç kalınmış ta olsa göreve davet eder; sevgili kardeşim Hasan Küfeli, ailesi ve Hocamız Meryem Ilıca’yı saygı, sevgi ve hasretle anarım.” Metni destekleyen resimde Hasan ve Arzu ağız dolusu gülüyorlar; Arif’in karısı Ece ise güzel bir tebessümle onlara katılıyordu. Arif’in 174 yüzünde gülümsemeden çok düşünce vardı. Küçük Handan yine rengârenk giyinmiş, tam da fotoğrafın çekildiği anda kolunu ileriye uzatmış parmağının ucuyla abisine bir şey gösteriyordu. Osman’ın bakışları, küçük kız kardeşinin parmağıyla işaret ettiği yöne doğruydu. Kucağındaki kocaman kiremit rengi basketbol topuna adeta sarılmıştı. “Hepimiz ordayız….annem, babam, ….sen, ….Ece Abla, …..Handan ve ben. Bir Meryem halam yok.” Osman devam etti; “etrafımda gördüklerimin hatırladıklarından yıldığım bir gün kafamı önüme eğmiş bir bankta oturuyordum…,” tam da sanki mevcut oturuş pozisyonunu anlatıyordu; “rüzgâr getirdi koydu bu gazete parçasını önüme.” “Sonra da beni buldun öyle mi?” “Evet! “ “Peki, kucağımdaki topu hatırlıyor musun?” Arif resme tekrar baktı. “Yok!.. Ne hatırlamam lazım?” “O topu sen bana almıştın doğum günümde.” Arif hatırlamıştı. “Ben almadım; baban almıştı.” “Ama sen vermemiş miydin?” “Ben hediye alamamıştım sana; baban da kendi hediyesini bana vermişti.” Osman kafası önünde yere baka kalmıştı. Uyanıp yine evde olmak istiyordu. Annesinin saçlarını okşamasını, babasının onunla boğuşmasını istiyordu. Kız kardeşine yeniden ağabey olup, bu sefer onu gerçekten koruyabilmek istiyordu. Bu sırada zemin tahtalarından çıkan gıcırtılardan anladığı kadarıyla Arif amcası ayağa kalkmıştı. Osman Arif’i, kafasını kaldırmadan göz ucuyla, yere düşen zayıf gölgesinden takip etti. Arif, Osman’a doğru ufak sakin birkaç adım atıp, hayli yakınında durdu.Bakışları zeminde olan Osman, artık Arif’in pahalı ayakkabılarının uçlarını görüyordu fakat Arif’in hareketlerini gölgesinden takip etmeye 175 devam etti. Yarısı duvara, yarısı zemine düşen gölge silikti ama Osman Arif’in kolunu hafifçe kaldırdığını fark etti. 176 BÖLÜM 12 PİKNİK Nisan, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört ANKARA Artık şaşırtmıyor beni dostun kahpeliği, elimi sıkarken sapladığı bıçak. Nafile, artık kışkırtamıyor beni düşman. Nazım Hikmet “Gazeteden bizim Gündüz’ü çağırsak şimdiye yetişip çekmişti fotoğrafı.”deyip Hasan kıkırdamaya başladı. Arzu dirseğiyle hasanı dürterek; “ayıp, ayıp! “diyordu ama gülmekten de kendini alamıyordu. Meryem hoca beş metre ötede yeni aldığı fotoğraf makinesini ayarlamakla uğraşırken, gözlerini makineden ayırmadan konuştu: “ Biraz sonra sevgili Gündüz, seni benim elimden kurtarmaya gelir artık.”dedi gayet ciddi. Cevap Arzu’yla Hasan’ın kıkırdamasını büyütüp kahkaha atmalarına neden olmuştu. Ece ise Meryem hocayla mesafeli ilişkisinden dolayı rahat bir gülümsemeden geri duruyor, ağzını kapalı tutup sessizce gülümsüyordu. Arif ise sanki orada değil gibiydi. Suratı, olan bitenle alakasız, kafasının başka düşüncelerde olduğunu söylüyordu. Meryem hoca, son uyarılarını yapıp tam ayarına getirdiğine inandığı Polaroid makinesinin deklanşörüne basmadan; “Osman sen de şu topu yere vurmayı kes oğlum.”dedi ve makineyi gözüne yerleştirdi. Arkada Hasan, Arzu,Ece, Arif; tam önlerinde de iki yumurcak Osman ile Handan tam kadrajdalardı. Açıyı, arkadaki ağaçları ve gölü alacak şekilde hafifçe değiştirdiğinde her şey tamamdı. “Çekiyoruuuuum!” 177 Tam o sırada küçük Handan’ı dalda gördüğü rengârenk kuş çok etkilemiş, içine dolan tertemiz çocuk sevinci ile bu mutluluğu ağabeyiyle paylaşmak için kolunu olabildiğince uzatıp küçük parmağıyla işaret etmişti. “Ağabey kuşa baaak, rengârenk!” Osman bakışlarını küçük kız kardeşinin işaret ettiği tarafa çevirdiğinde; “şılak!” Meryem hoca tebessümlü tatlı bir sitemle; “küçük hanımı da uyarmalıydım.” Polaroid makine yavaş yavaş resmi dışarı verirken, Hasan; “Meryem ablacığım, üzme kendini! Ne olursa olsun bir başyapıt olacağından eminim.” “Neden, resimde sen varsın diye mi?” “Yok, yahu, on beş dakika ayar yapıp sonra çektiğin için.” “Tamam, o zaman, ben fotoğraf çekmeyi bırakıyorum. Bundan sonraki pikniklere Gündüz’ü de getirelim.” Gündüz, gazetenin fotoğrafçılarından biriydi. Hasan, Gündüz’ü çok severdi ama yarım saatten fazla da katlanamazdı. Gündüz tam bir ‘çenesi düşüktü’. Hiç durmadan, hiç nefes almadan, karşıdakinin ne dediğini umursamadan, günlerce konuşabilirdi. Hasan, Meryem hocanın ne demek istediğini hemen anlamıştı. “Yooo, yooo.. Gündüz olmaz!”dedi gülerek. “Biraz önce sen değil miydin Gündüz’ü çağırmaktan bahseden?” “Evet, ama düşündüm de, fotoğraf konusunda senin eline su dökemez.” “Hah şöyle!”dedi Meryem hoca. Polaroid makine fotoğrafı dışarı vermiş, Meryem hoca fotoğrafı sallayarak kurutuyordu. Arif Meryem hocanın yanına geldi. “Hocam bakabilir miyim?” 178 “Al bakalım!” Arif, hocanın elinden fotoğrafı alıp kısa bir an gözden geçirdi. “Hocam, ben de kalabilir mi?” Meryem hoca gönülsüzdü ama belli etmedi. “Tabii, oğlum!” Artık toparlanmaya başlamışlardı. Piknik için kullandıkları tüm tabak çanak ve mangal Arif’in son model Mercedes’inin bagajına kolaylıkla sığmıştı. Hasan, çıkan bütün çöpleri, ortalıkta çöp bırakmamaları gerektiğini öğretmek için özellikle çocuklara attırmıştı. Bu derece güzel bir göl kenarından ayrılmak hepsinin içine küçük bir hüzün bırakmıştı ama arabaya doluşup tozlu yolda ilerlemeye başlamışlardı bile. Handan arabanın arka camından dikkatlice ağaçlara bakıyor, fotoğraf çekilirken gördüğü rengârenk kuşu tekrar görmeyi umuyordu. Osman’ın dikkati ise Arif amcasının üzerindeydi. Ön koltukta, Ece ablasının kucağında, Arif amcasının bu kocaman arabayı nasıl sürdüğünü izliyordu. Arkada Hasan, camdan dışarıyı seyrederken güzel bir türkü mırıldanmaya başlamıştı. Ona ilk Meryem hoca katıldı; sonra da Arzu. Üçü birden keyifle türküyü mırıldanırken, Ece gayet dalgın gözüken Arif’e; “ne oldu Arif?” “Yok, bir şey! Ne oldu ki?” “Çok düşünceli gözüküyorsun.” “ Gazete ile ilgili..” Meryem hoca, Arif ile Ece’nin konuşmalarını duymuş; lafa girmişti. “Ya oğlum, hep iş düşünülmez ki. Zaten piknikte geçtiniz ağacın dibine iki saat fiskos fiskos... Kesin yine işten konuşmuşunuzdur. Bu günü tatil ilan etmedik mi?” “doğru söylüyorsun Meryem abla” dedi Arif. “Ama yolda durup gazeteye bir telefon açmam şart.” “Bak işte, ben ne diyorum !..Neyse, aç bakalım.” 179 Lacivert Mercedes toprak yolu geride bırakmış asfaltta hızla yol alıyordu. Günün yorgunluğu herkesin üzerine çökmüştü. Handan’ın gözleri şimdiden kapanıyordu ama Osman’ın dikkati hala içinde bulundukları bu güzel arabadan kopmamıştı. Arif ise arabayı kullanırken bir yandan da bir telefon kulübesi görebilmek için sağa sola bakıyordu. Bir süre daha yol aldıktan sonra, yolun karşısında gördüğü kulübenin yakınında sert denebilecek bir frenle durdu. Bu frene herkes biraz hazırlıksız yakalanmıştı. Ece bunu dile getirdi. “Hayatım, biraz yavaş! Ne oluyor sana?” Arif, umursamadan torpidoyu açmış içindeki jeton dolu torbayı arıyordu. Arabadan çıkarken; “belki biraz uzun sürebilir.”dedi ve kapıyı kapattı. Ece, biraz öfkelenmişti ama çok belli etmeden; “bekletme bizi fazla. “dedi Arif’in ardından. Ama Arif Ece’yi duymamıştı bile. Ece, kendi kendine söylendi; “nerden çıktı bu anlayamıyorum!” Hasan, gözleri kapalı arka koltukta dinlenirken gayet rahatlamış bir sesle dostuna koltuk çıktı. “İş beklemez! Bırak biraz bekleyelim; bir şey olmaz. “ Arzu lafa daldı; “kendine yer yapıyooor.” Osman büyük bir enerjiyle sordu; “anne yer yapmak ne demek ?“ Arzu’nun üzerinde tatlı bir yorgunluk vardı; Handan da kucağında uyumuştu; Osman’a bir şeyler anlatmaya içinde enerji hissetmedi. “oğlum daha sonra hatırlat, söz sana anlatırım. Belki de baban anlatmak ister.” Hasan’ın yüzünde hafiften bir tebessüm oluştu. 180 “Bak Handan da, Meryem Abla da uyuyor şimdi. Konuşup ta onları rahatsız etmeyelim.” “O zaman ben arabadan inmek istiyorum.”dedi Osman. “İyi, in. Hem Ece ablan da dizlerini dinlendirmiş olur. Ama yola çıkma, uzağa gitme. “ Osman, herkesi mayışmış halde bırakıp, arabadan indi; etrafına bakınmaya başladı. Daha şehrin tam içinde değillerdi. Etrafta tek katlı, bakımsız, kimi yarım, kimi çatısız, dip dibe gecekondular vardı. Yolun tam karşısında, Arif amcasının telefon görüşmesini yaptığı kulübenin tam dibinde, mini minicik bir köpek yavrusu fark etti. Köpekleri çok seviyordu; üstüne üstlük bu simsiyah bir yavruydu. Osman köpeğin yanına gitmek için yolu kontrol etti; gelen giden tek bir araba görünmüyordu. Yolu sürekli kontrol ederek karşıya geçti. Adım adım sevimlilik yumağına yanaşıyordu. Minik köpek ta Osman’ın ona yaklaştığını görüp, minik kuyruğunu olanca gücüyle sallıyordu. Osman, köpeğin yanına geldiğinde eğilip, onu okşamaya başladı. Köpek, çok kirliydi ve pis kokuyordu ama Osman hiç aldırmadan köpeği sevmeye devam etti. Camları kırık telefon kulübesinin o kadar yakınındaydılar ki, Arif’in her konuştuğu çok net duyuluyordu. Arif ise arkası dönük; Osman’ın kulübenin önünde küçük köpeği sevdiğini hiç fark etmemiş; sekreterin bağlantıyı yapmasını bekliyordu . “Alo, İshak Bey!” “Efendim, rahatsızlık verdiğim için üzgünüm ama konu önemli.” Osman konuşmaları dinlemiyordu ama duyuyordu ve çocuk hafızası kayıttaydı. “Biraz önce Hasan Küfeli bana Adnan’la temasta olduğunu ve Adnan’ın ona her detayı anlattığını bahsetti.” Babasının adını duyduktan sonra Osman artık konuşmayı dinlemeye başladı. “Bir yazı dizisi yapmayı planlıyor. Bütün detayları anlattı bana. Tehlikeli olabilir!” “Evet, evet, nerede ve nasıl tekrar temasa geçeceklerini de biliyorum.” “Antalya….ama tüm bunların şimdi size telefonda anlatamayacağım detayları var. En kısa zamanda yüz yüze görüşmemiz lazım.” “Kanımca bu kökünden halledilmesi gereken bir konu,” der demez arabaya bir göz atmak için arkasını döndü ve yerde çömelmiş, küçük köpeği seven, Osman’ı fark etti. Göz 181 göze geldiler. Küçük çocuk, ancak yıllar sonra hatırlayıp, anlayabileceği bu konuşmayı duymuş olmanın şaşkınlığıyla, Arif amcasının gözlerine bakıyordu. Fakat Arif’in gözlerinden bakan, ‘Arif amcası’ değildi. Bugüne kadar ruhunu böyle ezip, un ufak eden başka bir bakışla karşılaşmamıştı. Sanki karşısında biraz sonra onu güçlü ateşinde eritecek bir yaratık, bir ejderha vardı. Karşısındaki, tanıdığı Arif amcasından çok farklı bir adamdı. Korkunç bir yabancıydı o gözlerdeki. Arif’in püskürttüğü müthiş korku ile istemsizce ayağa kalkıp, hayatındaki bu en derin korku anından kaçıp kurtulmak için hızla yola koştu. O anda, acı bir fren sesi, büyük bir haykırış gibi etrafa yayıldı. 182 BÖLÜM 13 KİBRİT ÇÖPÜ İnsanı ayakta tutan iskelet ve kas sistemi değil, prensipleri ve inançlarıdır. Einstein Çocukluğunda olduğu gibi başını okşamaya mı gelmişti yanı başına? Olabilir miydi?.... Olabilirdi!... Kolunu da uzatmıştı. Kolu, galiba tam kafasının hizasındaydı. Gölgesinden tam seçilemeyen bir şey tutuyordu elinde. O da neydi acaba? “Biraz önce söyledim ya!” dedi kendi kendine. ”Beş yüz gramlık bir metal parçası!” Olabilir miydi?...... Olabilirdi!... Beynine girecek bir kurşunun kafasını darmadağın etmesine hiçbir itirazı olmazdı. Tam aksine! Tüm olanlardan kurtulurdu. Ailesini özlemişti. Annesi, babası ve kız kardeşi sanki onu çağırıyorlardı. Belki de on bir yaşına geri dönecek, her şey kaldığı yerden devam edecekti. Annesiyle babası hiç dönemedikleri seyahatlerinden dönecekler, kız kardeşiyle kendi de bir daha göremediği yuvasında annesinin o şefkat dolu sesiyle uyanacaktı. ”Beyaz kanatlım, hadi uyan!” Annesini duydu uzaktan. Ardından babası, “oğlum dikkat et!”diye fısıldadı kulağının içine. Uyandıktan sonra annesine sarılıp, ona, ne kadar da kötü bir rüya gördüğünü anlatacaktı. Annesi saçlarını okşayıp, ona, varlığıyla başka hiçbir kimsenin veremeyeceği gücü verecekti. O da gidip küçük kız kardeşine sarılacaktı. Babası gelip her ikisini de öpecek ve kahvaltıya çağıracaktı. Annesi, babası, küçük kız kardeşi ve kendi tekrar bir sofranın başında olacaklardı. **** **** **** ***** ***** Bütün her şeyi dinlemişti. “Deli zırvası!” Yoldan geçen aklı başında bir adamın, tüm bu konuşmayı dinlediğinde tek söyleyeceği laf bu olurdu. Ama Arif’ten daha iyi bileni yoktu ki; anlattıklarının hepsi doğruydu. Arif, görevi ve sorumlulukları için buradaydı; başka bir şey için değil! Ona bu denli kolay yaklaşabilecek tek kişi olduğu için bu görevi kimseye vermemiş, kendisi üstlenmişti. Bu pisliği süpürüp temizlemek gerekiyordu. Ama bunu yapmadan önce neyi ne kadar hatırladığı ve ne kadarını kime anlattığını tespit etmek zorundaydı. Birilerine bir şeyler anlattıysa bu kişilere karşı da önlem almak gerekecek, konu daha da büyümeden hemen kapatılacaktı. Bu gün yaptıkları tüm konuşmalar Arifin yaka rozetindeki vericiyle kayıt altına alınmıştı. Kayıtlar, Çöldekiler tarafından deşifre edilecek; on binde üç olasılığı olan bu zihin çözülmesinin sebeplerini aramakta kullanılacaktı. Çöldekiler cesedini de incelemek üzere istiyorlardı. Arif tümüyle istenilenleri verecekti. Adil’den sonra yeryüzü tanrıları onu bu bölgenin efendisi seçmişlerdi. Yıllardır taşımak için uğraştığı bayrak artık elindeydi ve bu bayrağı taşırken de çemberi dâhilindeki her pürüzü dümdüz etmeye azimliydi. Şu anda yaşayan ve zihin kurgusu bozulmuş tek Uyuyanlar Takımı elemanı, kendi bölgesinde ve namlusunun bir iki santim ötesindeydi. Silahı kuruluydu ve parmağını tetiğin boşluğunu almıştı. Karşısında, bir zamanlar kendisini en iyi dostu olarak bilen adamın oğlu değil, halledilmesi gereken bir iş duruyordu. Bu işi hemen halledecekti. Aklında tek bir soru vardı: ”Acaba bu mesafeden kaşmir paltoma kan sıçrar mı?” **** **** **** ***** ***** Gözlerine inanamıyor, gördüklerinden emin olamıyordu. Duyduklarından da şüpheliydi ama zamanı daralıyordu. Ailesinin yanına bu hesabı doğru görmüş olarak gitmek istiyordu. Yaşadığı bu hayatın ardından, tam bir doğrusu olsun istiyordu. Ama bu kolay olmayacaktı. Karşısında dikilmiş, yüzüne bile bakamadığı adam, babasının en iyi dostum dediği Arif amcasıydı. Kafasına bir silah mı doğrultmuştu? Neden? Neden böyle bir şey yapsın? Kendisini hep sevmişti. “Belki de elini uzattı, beni oturduğum yerden kaldıracak! Belki de bunlar gerçekten de deli saçması. Ben deliyim ve tımarhaneden kaçtım. Belki de bu yaptıklarım annemi, babamı ve Handan'ı çök üzdü; onlar gelemedi, Arif amcam beni almaya geldi. Ben bu yaşa geldiğime göre Handan da büyümüştür, hatta evlenmiştir. Çocuğu da olmuştur. Çocuğuna ne diyecek? ‘Dayın deli! Deli dayı!’ Ya kocası?... El âlemin adamı! Şu halime bak, pislik içindeyim. Evet, evet! Utanmışlar ve gelememişler...Arif amcayı yollamışlar. Peki, Arif amca beni nereye götürecek? Tekrar tımarhaneye mi götürecek beni? Kaç defa kaçtım acaba tımarhaneden? Bir daha kaçıp insanları utandırmayacağım. Deliyim ben! Artık olmam gereken yerden 184 ayrılmayacağım. Annem ne kadar da üzgündür. Belki de ağlıyordur. Ya babam? Aslan oğluna bak! Yeğenim bana benziyor mudur? Beni seviyor mudur?” Deliliğini kabul etmeye ramak kala birden zihninden tüm bu düşünceler silindi. Osman gözlerini sıkı sıkı kapattı, kafasını yavaş yavaş kaldırıp ileri doğru uzattı. Alnı ona uzatılmış buz gibi namluya değdiğinde tüm zihni berraklığa kavuştu. O gün küçük köpeği severken duydukları, koca bir resimmişçesine, bir an tüm benliğini bir flaş gibi aydınlattı. O anda, sol eliyle, Arif’in silahı tuttuğu sağ el bileğine ani ve şiddetli bir darbe indirdi. Aldığı darbeyle, Arif’in sağ el bileği kırılmıştı. Silahın yere düşme sesini duyunca, Osman gözlerini açıp sesin geldiği yöne doğru baktı. Silah yerdeydi; Arif de kırılan bileğini diğer eliyle desteklerken gözleri fal taşı gibi açık, zihnen donmuş halde kendisine bakıyordu. Birbirlerine baktıkları yarım saniye saatler gibi uzamıştı. Osman, yatağın üzerinde duran eski incelmiş battaniyenin altına sakladığı silahını süratle davranıp aldı ve oturduğu yerden kalkmadan ateşledi. Kuvvetli ses ‘sonu’ haber veriyordu. Arif alnındaki kurşun yarasıyla ayakta kısacık bir an daha kalabildi. Kaşmir paltosuna endişe ettiğinden çok kan damlamıştı. Derken yatakta oturan Osman’ın üzerine bir ağaç gibi devrildi. Osman, tiksinme duygusuyla Arif’i hemen üzerinden ittirip, ölü bedenini zemine yuvarladı. Artık zihni daha berraktı. Kararının doğruluğundan ve bu karar doğrultusunda yaptığından şüphesi yoktu. Yeryüzündeki iblisin kökünü kurutmamıştı ama en azından kirli sokakta yerde duran ailesinin fitilini ateşlemiş, kibriti çöpe atmıştı. Şüphe rüzgârı başlamadan önce zamanı azdı. Bu berraklığı kaybetmeden ailesine kavuşmak istiyordu. Elinden bırakmadığı silahını şakağına dayadı ama yapması gereken son şey aklına geldi. “büyük büyük babam!” Silahını hemen yatağın üstüne bıraktı; yataktan kalkıp yerde yüz üstü yatan cesedi çevirdi. Arif’in yakasındaki altın rengi, vericili Atatürk rozetini sökercesine çekip aldı. Rozeti öptü ve sonra rozetten dinleyenler olduğunu bildiği için avazı çıktığı kadar bağırdı; “uyanıııııın!” Rozeti elinde sıkı sıkı tutarken tekrar yatağa oturdu. Merdivenlerden yukarıya çıkmakta olan Uyuyanlar Takımı elemanının ayak seslerini duyuyordu. Takım elemanına, eğer bir gün uyanırsa hatırlayabileceği başka bir cinayet daha işletmek istemiyordu. Kendi göbeğini kendi kesecekti. Kafasına silahı dayadı; artık ailesine kavuşmasına küçük bir parmak hareketi kalmıştı. Onlara katılacağını düşündükçe yüzünde bir tebessüm oluştu. Onları 185 görebiliyordu; onu bekliyorlardı. Zamanın olmadığı bir yerden, cennet gölünün kıyısında, incecik, sapsarı kumu olan bir küçücük kumsaldan, kocaman gülümseyerek ona el sallıyorlardı. Gökyüzü kız kardeşinin çok sevdiği o rengârenk kuşlarla doluydu. Arkada görünen, kütükten yapılmış, şirin kulübe yeni yuvaları olmalıydı. Her yer yemyeşil; ağaçlar uzun uzun, kalem gibiydi. Muhteşem nilüferlerle bezeli, cam gibi berrak gölün üzerinde, küçük bir sandalları bile vardı. Gölü çevreleyen, etekleri kristal karlarla kaplı sonsuzluğa uzanan dağlar, onları koruyacaklarına söz veriyorlardı. 186