İlgili dosyayı indirmek için tıklayın - İletişim Fakültesi
Transkript
İlgili dosyayı indirmek için tıklayın - İletişim Fakültesi
Sayı 26 Kış-Bahar 2008 G. Ü. İ. F. adına sahibi Sorumlu yazı işleri müdürü Editör Prof. Dr. Kadri Yamaç Prof. Dr. Korkmaz Alemdar Prof. Dr. İrfan Erdoğan Yardımcı editörler Doç. Dr. M. Bilal Arık Yrd Doç. Dr. Gökhan Atılgan Gazi Üniversitesi Gazi Üniversitesi Yayın kurulu Prof. Dr. Levent Kılıç Prof. Dr. Ümit Atabek Prof. Dr. Konca Yumlu Doç. Dr. Hamza Çakır Prof. Dr. Merih Zıllıoğlu Prof. Dr. Yüksel Akkaya Prof. Dr. Nazife Güngör Prof. Dr. Hülya Yengin Prof. Dr. Raşit Kaya Doç. Dr. Ayhan Selçuk Prof. Dr. Bayram Kaya Prof. Dr. Dan Schiller Prof. Dr. Vincent Mosco Prof. Dr. Stuart Ewen Prof. Dr. Douglas Kellner Anadolu Üniversitesi Akdeniz Üniversitesi Ege üniversitesi Erciyes Üniversitesi Galatasaray Üniversitesi Gazi Üniversitesi Gazi Üniversitesi Kocaeli üniversitesi ODTÜ Selçuk Üniversitesi Manas Üniversitesi, Kırgızistan University of Illinois, USA Queen’s University, Canada CUNY, USA UCLA, USA Kapak ve sayfa tasarımı İrfan Erdoğan ISSN: 1302-146x Copyright © Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi. Tüm hakları saklıdır Yayın ve türü: Yılda iki kez basılan hakemli, yaygın, süreli bir dergidir. Yönetim merkezi ve adresi: Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi, 06510 Emek, Ankara Tel: 90 312 212 6495 Fax: 0 312 212 1832 e-mail: iletisimdergisi@gazi.edu.tr Yayın tarihi: 15 Mayıs 2008 Basım yeri: Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Basımevi, Emek, Ankara. Dergi Politikası 1983 yılından beri “İletişim” başlığıyla çıkan İletişim Dergisi iletişim kuram ve araştırmalarına odaklanan bir sosyal bilimler dergisidir. Dergi farklı kuramsal yaklaşımlara ve inceleme yönelimlerine açık bir karaktere sahiptir; Türkiye ve dünyada iletişim konularının akademik tartışması için bir forum oluşturur; iletişim alanında kuramsal ve yöntem bilimsel olarak zengin bilgi kazanımı ve gelişmesine katkıda bulunarak toplumsal bağlamda faydalı bilginin oluşmasına ve gelişmesine katkıda bulunmayı amaçlamaktadır. Journal’s Policy The Journal of Communication Theory and Research, launched in 1983 and formerly published under the title Communication, is a social science journal focusing on theory and research on communication. The journal is dedicated to present competing theoretical approaches and study orientations; to develop a forum for the scholarly discussion of communication issues in Turkey and around the world in order to further the field; to expand the frontiers of knowledge by contributing to the literature on communication; to perform its role in the development of theoretically and methodologically enriched multidisciplinary body of knowledge on communication. Makale Sunumu Makale göndermek isteyenler kesinlikle web sayfasındaki makale ve diğer yazıları sunma koşullarını okumalıdır. Makalenin bir kopyası PC word formatında hazırlanmalı ve “iletisimdergisi@gazi.edu.tr” adresine bir niyet mektubuna eklenerek gönderilmelidir. Editör makaleyi okuduktan sonra ya değerlendirmeleri için iki hakeme gönderir ya da değişiklik önerileriyle yazara geri yollar. Yazar, isterse yaptığı değişikliklerle makaleyi göndererek süreci yeniden başlatabilir. Makalenin formatı kesinlikle Dergi’nin belirlediği kurallara uymalıdır. Fazla bilgi için derginin web sayfasına ve son sayılarından birine bakınız. Submissions Manuscripts submitted for publication consideration should be sent in digital form. Digital copy of a manuscript and inquiries of an editorial nature should be e-mailed (iletisimdergisi@ gazi.edu.tr). Please insure that the digital version of the submission is virus-free and created in PC Word format, not Macintosh. The digital copy should be double-spaced, and titles, text, references and formatting should follow the style guidelines of the journal. Editörün notu Dergimizin bu sayısı, hemen her insanın ilgilendiği futbol konusunun incelenmesine ayrıldı. Bu bağlamda on bir makaleye yer verildi. Makalelerin sunum sırası rastlantılı olarak belirlendi. Herhangi bir gruplandırma ölçütü kullanılmadı. İlk makale futbol konusunu incelemede üzerinde durulması gereken yanları sunan giriş yazısı olarak hazırlandı. Bu yazıda, kapitalizmin egemen bilimsel girişimlerinde futbolun ele alınışı bir kenara bırakılarak, futbolun materyal hayatı ve bu hayatın düşünselini (ideolojisini) üretmesiyle ilgili araştırma gereksinimi üzerinde duruldu ve bu bağlamda ayrıntılı bir tartışma sunuldu. Futbol örgüt yapısı ve üretim ilişkileri ile egemenliğin bütünleşik bir parçasıdır. Egemenliğin parçası olması, elbette futbolu toplumsal muhalefetin ifadesinin olmadığı ve tarihsel olarak süregelen mücadelelerin dışında kaldığı anlamına gelmez. Barış Çoban makalesinde futbolu toplumsal muhalefet içine yerleştirmeye çalışmakta ve okuyucuyu muhalefet olasılıkları üzerinde düşündürmektedir. Futbolla ilgili önemli konulardan biri de futbolun örgüt yapısının ve ilişkilerinin karakterinin incelenmesidir. Bu bağlamda Ahmet Talimciler futbolun endüstriyel bir faaliyet olarak örgütlenmesi; Mustafa Şeker ve Abdülkadir Gölcü futbolun televizyonda yeniden üretimi; M. Bilal Arık Futbol ile televizyon arasındaki karşılıklı ilişki yapısını işlemektedir. Futbolu anlama aynı zamanda seyirci/izleyici ve taraftarların incelenmesini gerektirir. Bu bağlamda Berkay Aydın ve Duygu Hatipoğlu taraftarlık konusunu ele alıp irdelemektedir. Futbolu anlamlandırma girişiminin bir bölümü toplum politikaları, işlenen bilişler ve ideoloji üzerine odaklanır. Bu konuda, Füsun Alver kapitalizmde ırkçılık, futbol ve medya bağı üzerinde tartışma sunmakta; Mete Çamdereli ve Mert Gürer futbolda görsel kimlik öğesi olarak kulüp armalarının sundukları “derin anlamlar” üzerinde durmakta; Barış Kılınç futbolun büyüsü ve kahramanlarını irdelemekte; Gülcan Seçkin 1994 Terör ortamında Vanspor’un Fenerbahçe yengisinin siyasallaştırılmasını ele almaktadır. Hemen her makale futbolla ilgili olarak tarihsel bir yan hakkında bilgiler vermektedir. Hamza Çakır makalesinde tarihsel yanın özel bir kesitini bize Türk basınında ilk spor gazetesini tanıtarak sunmaktadır. Dergimizin Forum bölümü de futbolla ilgili olarak akademisyenlerden ve sporla yakından uğraşan insanlardan gelen ve zengin bir içeriğe sahip olan çeşitli yazılara ve söyleşilere ayrıldı. Okuyucularımız Forum’daki sunumlarda oldukça ilginç ve değerli bilgiler bulacaklardır. Bu sıralarda futbol maçlarında gol atıldığında ekranda “iyiler kazanır” yazısı belirmektedir. Sen kazanıyor musun? Kazanıyorsan, iyisin. Kazanmıyor musun? Demek ki iyi değilsin, yeteneksizsin, beceriksizsin, kötüsün. Radyo spikerleri “iyi kazançlar, bol kazançlar” temennileriyle kapatıyor programlarını. Acaba, bu temennileri sunan spikerler ücretli köleliklerinde “iyi kazançlar veya bol kazançlar” sözünün ne anlama geldiğini biliyorlar mı? “Kazanma” anlayışının dayandığı temel, insanlığın dayandığı temelin de göstergesidir. Bu temele “insanca” diyebilmek için “ne olmak” gerekir? Futbolcuların konuşmalarını dinliyoruz hep. Bu konuşmalarda siz şimdiye kadar hiç “kendi tarihsel yerinin bilincinde olan” bir ifadeye rastladınız mı? Neye/nelere rastlıyoruz? Hele, vücuduna dövmeler yaptıran ve vücudunu “endüstrilerin iki ayaklı reklam ve promosyon tahtası” olarak kullanan futbolcuları ve onların gençlere “model” olmasını düşünün? Kendi varlığındaki değeri ancak dövmeden, küpeden, saç modasından, giydiğinden ve yediğinden ve içtiğinden geçerek bulan bir insanlık durumu size ne anlatıyor? Üzücü ve dehşet verici değil mi? Atasözleri vardır, gerçeği gerçekten farklı bir şekilde inşa eden: Tüfek icat oldu mertlik bozuldu. Tüfek icat olduğu için mertlik bozulmadı. Korkaklar, namertler ve bozulan mertlik tüfeğe gereksinim duydu ve tüfek icat edildi. Futbolun durumu futbolcular öyle istediğinden dolayı değildir, çünkü futbolu şekillendirenler sahada yarışan “bol ücretli modern-gladyatörler” değildir. Televizyonun durumu, izleyici “böyle istediği” için değil, “izleyici böyle istiyor” diyenlerden dolayı olduğu gibi. Üniversitelerin ve öğrencilerin durumu, futbolda da gördüğümüz insanlık durumunu yeniden üreten üzücü ve tehlikeli bir durum değil mi? Forum bölümünde tüm yukarıda yazdıklarımı ve daha fazlasını futbol bağlamında anlatan sunumlar bulacaksınız. Katkıda bulunan herkese içten teşekkür ederiz. Sürekli düzeltme talebime rağmen, derginin yazım kurallarına bile uymak için çaba göstermeyen “akademik karakterden yoksun bir çevrede” editörlük yapmak ve akademik bir dergi oluşturmak olanakları yok denecek kadar az ve çok yorucu. Tembelliğin ve vurdumduymazlığın egemenliği! İrfan Erdoğan Sayı 26 Kış-Bahar 2008 MAKALELER İrfan Erdoğan Futbol ve futbolu inceleme üzerine ............................................................ 1 Barış Çoban Futbol ve toplumsal muhalefet................................................................. 59 Ahmet Talimciler Futbol değil iş: endüstriyel futbol ............................................................ 89 Mustafa Şeker ve Abdülkadir Gölcü Futbolun televizyonda yeniden üretimi.................................................. 115 Mete Çamdereli ve Mert Gürer Futbolda görsel kimlik öğesi olarak kulüp armaları .............................. 135 Hamza Çakır Türk basınında ilk spor gazetesi “Futbol” ............................................. 169 M. Bilal Arık Futbol ve televizyon bağı: Simbiyoz beslenme .................................... 197 Füsun Alver Kapitalist üretim sürecinde ırkçılık, futbol ve medya ............................ 223 Gülcan Seçkin 1994 Terör ortamında Vanspor’un Fenerbahçe yengisinin siyasallaştırılması ................................................................................... 249 Barış Kılınç Kapitalist bir etkinlik olarak futbolun büyüsü ve kahramanları ............. 273 Berkay Aydın, Duygu Hatipoğlu ve Çağdaş Ceyhan Endüstriyel futbol çağında taraftarlık .................................................... 289 FORUM Forum hakkında ........................................................................................ 317 Tanıl Bora, Ahmet Çiğdem, Erkan Goloğlu, Yüksel Akkaya Açıkoturum: Futbol üzerine konuşmak .................................................. 321 Tuğrul Akşar Taraftar mı, müşteri mi?......................................................................... 347 Tolga Tellan Futbol üretiminin ideolojisi: Strateji, taktik, organizasyon .................... 353 Kaan Arslanoğlu Kitlelerin afyonu futbol.......................................................................... 363 Sebahattin Devecioğlu Türkiye’de futbolun kurumlaşması ........................................................ 373 Metin Kurt ve Veysel Atayman Futbolda (sporda) küreselleşme söylemiyle birlikte yeni bir örgütlenme arayışının düşündürdükleri .................................... 397 Hüseyin Özkök Futbolda “ultra” taraftar hareketi .......................................................... 403 Kutlu Merih Futbol sektöründe finansal polarizasyona karşı kurumsal yönetişim .... 411 Ruhdan Uzun Mafya ligi: Türkiye’de futbol-mafya ilişkileri ...................................... 419 Barbaros Gürçay Yeşil sahalardan Yeşilçam’a: Futbol ve sinema ................................... 435 Volkan İpek Fenerbahçeli, Galatasaraylı ve Beşiktaşlı olmak: “Üç büyükler” arasındaki kutuplaşma ........................................................................... 441 Gülcan Seçkin Spor gazetelerinin daimi bir içeriği: Erotik ve pornografik reklamlar ... 449 Lale Orta Futbol oyun kurallarının evrimi (1863 – 2008).................................... 461 Şule Y. Öztürk (söyleşi) Fethi Heper ile futbol üzerine söyleşi .................................................... 477 Yavuz Yıldırım Demirsporlar geleneğinin lokomotifi: Adana Demirspor ..................... 485 Lütfü Özel Ah şu futbol! ......................................................................................... 495 Itır Ersoy Bir tuhaf oyun ....................................................................................... 501 İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 26 Kış-Bahar 2008, s.1-58 Giriş Futbol ve futbolu inceleme üzerine İrfan Erdoğan Öz: Futbol her toplumda tarih boyu artan bir şekilde günlük yaşamın önemli parçası haline getirilmiştir. Bu makale futbolu irdelemek ve futbolun incelenmesinde üzerinde durulması gereken olası konuları sunmak ve alışılagelen algılar, tutumlar, davranışlar, şiddet, holiganizm, görevler ve işlevler çerçevesi dışında futbolun ele alınması gerektiğini vurgulamak için hazırlandı. Bu amaçla, önce futbolun tarihinin neler üzerinde durması ve nasıl bir yaklaşımla incelenmesi ile ilgili açıklama sunuldu. Ardından, birbirine bağlı iki ana tema üzerinde duruldu: (1) materyal hayatın üretimi olarak futbolun örgütlenmesi ve faaliyeti ve (2) bilişlerin ve davranışların üretimi olarak futbol. Her tema altında alt-temalar belirlenerek futbolun bu temalar ve alttemalar içinde incelenmesi konusu irdelendi. Ele alınan her tema ve alt tema içinde gerekli eleştirel açıklamalar ve değerlendirmeler sunuldu. Anahtar sözcükler: Futbol, futbolu inceleme, futbol tarihi, futbol pratiği, futbol kulübü, futbol seyircisi, futbol oyuncusu On studying football Abstract: Football has became increasingly an important part of daily life in every society throughout the history. This article was prepared to scrutinize and present the issues that are essential in studying football and to emphasize that it is necessary to study football outside the conventional frameworks of perceptions, attitudes, behaviors, violence, hooliganism, roles and functions. With this objective, first, explanations on the issues and ways of studying football history were presented. The subsequent presentations were done according to two main themes: the organization and practice of football (1) as the production of material life and (2) as the production of consciousness and behaviors. Sub-themes were determined under the each main theme and the study of football was dealt with under each theme and sub-themes. Critical explanations and evaluations were provided under the each theme and subthemes. Keywords: Football, studying football, football history, football practice, football club, football spectators, football players. 2 İrfan Erdoğan GİRİŞ İnsan pratiği olarak futbol, tarihsel insan gerçeğini açıklamaya çalışan bilimsel girişimlerin konusudur. Futbola dair spekülasyonun bittiği yerde, futbol pratiğini anlamaya çalışan bilim başlar. Bilimsel girişimlerin, sistemli ve tutarlı ifadesi kuramdır. Dolayısıyla, kuram ve pratikle ilgili olarak, bilgiçlik taslayan cehaleti yaratan anlayışların bilimde yeri, ancak onları anlamadır, onları gerçekmiş gibi yansıtma değil. “Futbolda/sporda siyaset yoktur, futbolun/sporun ideolojisi yoktur, futbol/spor boş zaman faaliyetleri içindeki oyundur” gibi anlatılar, bu işlenmiş-cehaletin bilgiçlik taslamasıdır ve incelenmesi gerekir. Futbolla ilgili açıklamaları, “kağıt üzerindeki” teori veya “laf ebeliği” gibi klişelerle değersizleştirmek, aynı işlevsel çerçeve içine düşer. Kuram ve pratik, birbirinden bağımsız iki farklı şey değildir. Kuram pratiğin açıklanmasıdır; düşündüğü ve yaptığı üzerinde düşüncesini yansıtarak, yaptığını anlamlandıran, anlayan ve geliştirme ve dönüştürme olanak ve olasılıkları yaratan insanın, mantıklı, sistemli ve tutarlı faaliyetidir. Bunu yapmayan veya yapmayı boş iş veya gereksiz gören insan ve toplum gelişemez ve bunu yapanların kulu, kölesi ve “ganimetini topladığı” bağımlı pazarı olur. Bu pazarın ağzıyla konuşmaya başlayan aydın/akademisyen serbest-köleler, kişisel çıkarları için veya farkında olmadan “futbol oynanır, konuşulmaz, futbolun ideolojisi yoktur, herkesin oyunudur, futbola siyaset sokmayın, futbolda ideoloji olmaz” gibi sözlerle, futbol pazarının ve genel pazarın ideolojik propagandasını yaparlar. Bu propaganda içerikli açıklamalar da pazar yapılarını destekleyen kuramsal açıklamalardan çıkartılarak yayılır. Bu durum futbolu açıklamada kullanılan kuramsal yaklaşımların olduğunu ve bu açıklamaların bazılarının, aslında açıklamak istediklerini, kasıtlı olarak veya farkında olmadan, yanlış açıkladığını göstermektedir. Kapitalizmin “kendisi için ürettiği bilgi ve bilim” ile “kitleler, ötekiler” için ürettiği bilgi ve bilim ciddi farklılıklar taşır. Her ikisi de kapitalist ekonomik ve siyasal pazarlar için işlevseldir. Birincisindeki işlevsellik bilimi kullanarak gelişmeyi anlatır. İkincisindeki işlevsellik “enformasyon toplumu, bilgi toplumu, serbest rekabet, katılımcı demokrasi, özgürlük, ideolojisiz futbol, futbolda şiddet ve holiganizm” gibi “yaratılmış” ve “paketlenmiş” gerçeklerle, kitleleri ve ötekileri yönetme (kullanma, savaştırma, birbirine düşürme, çalıştırma) için ve akademisyenlerin ilgilerini yönlendirme için işlevseldir. Futbolu inceleme üzerine 3 Dolayısıyla, bilim, kuram ve insan pratiği olarak futbolu/sporu örgütlü insan pratikleri içine yerleştirmeyle başlar. İnsan, maddi ve düşünsel hayatını üretirken, doğal ve yaratılmış gereksinimlerini karşılamak için varolan pratiklerini geliştirir ve yenilerini ekler. Futbol bu pratiklerden biridir. Dolayısıyla, futbol, belli yer ve zamanda, belli koşullarda, belli tarihi geçmişi olan insan etkinliğidir. Bu nedenle, futbolu anlamada, futbolu örgütlü insan pratiğindeki konumunu belirleme futbolun insan yaşamında oluşumunun anlaşılmasını, yani futbol tarihini gerektirir. Bu tarih, okullardaki tarih kitaplarındaki tarih gibi, olaylar silsilesini sunan kronoloji değil, futbol denenin üretim ve ilişki tarzının tarihsel doğasının anlaşılmasıyla anlamlı bir tarih olabilir. Dolayısıyla, futbolu ve tarihini anlama, onu oluşturan yapıyı, bu yapıyı oluşturan ve değiştiren örgütlü bağlamda yaşamını üreten insanı “futboluyla” anlamadır. Futbolu üretme ilişkileri örgütlü yerler ve zamanda olur. Bu ilişki ile insan sürekli olarak kendini, ilişkilerini, ilişkileri, gerçekleri, yaşamı ve yaşamla ilişkili birçok şeyi de yürütür ve sürdürür. Böylece hem yaşayan kendini hem de içinde ve ilişkide bulunduğu egemenlik ve mücadele yapılarını yeniden üretir. Futbolu oynarken, seyrederken ve konuşurken, sadece bir oyun veya seyir sınırı içinde hapis kalmaz; aksine, oluşmuş olan ve oluşan kendini, dışını, ilişkileri ve ilişkilerini kurar ve sürdürür; kendini ve dışını sürekli yeniden üretir; kendini ve diğerlerini örgütlü yer ve zamanlarda bulduğu, yerleştirildiği ve yerleştirdiği yerlerde tanımlayarak yeniden-tasdik eder; tanımlanmış olanı inşa edilmiş “bizleri ve onları” yeniden-yerlerine yerleştirir. Yukarıdaki sunumdan açıkça görülebileceği gibi, futbolu inceleme, yaşamın yeniden üretimi içinde “futbol” denilen pratiği tarihsel yer ve zaman içinde anlamaya çalışmadır. Bu makalede, bilimsel inceleme yapma bağlamında futbolu anlamanın neleri içerdiği üzerinde durulacaktır. Bunu yaparken benimsenen kuramsal yaklaşıma göre, futbol, yıldız gladyatörlerin kiralandığı uluslararası alanda iş yapan dev sermayenin (büyük olasılıkla bazıları, kara para aklayan ve diğer işler yapan mafyanın) egemenliğinde yürütülen ticari bir faaliyettir. Diğer birçok insan pratiğinde olduğu gibi, futbol da, hem önceki tarihsel yönetimsel faaliyetlerin hem de geleneksel oyunun parçasıydı. Kapitalist güç (iktidar) futbolu hem yönetimsel faaliyet olarak yeniden biçimlendirdi hem de, halkın ortak mülkiyetindeki konumunu da, futbolu sokaktan alarak, kendi özel mülkiyetine geçirdi. Bunun yanında, futbol, "iş dışı eğlence ve dinlenme" zamanının kapitalist sermaye tarafından kolonileştirilmesine en somut bir örnektir. Bu kolonileştirme hem ekonomik 4 İrfan Erdoğan çıkar hem de bilinç yönetimi ve ideolojik egemenlik bakımlarından kapitalist sınıfa büyük faydalar sağlamaktadır. Futbol toplumda hem sınıf farkını hem de sınıf içindeki cinsiyet farkını üretir; hem ekonomik hem de ideolojik bir görev görür. İzleyen kitleler için sirkteki deşarj görevi gören futbol, “ekmek ve sirk politikalarını” ve “böl, düşmanlık ve ırkçılık işle, birbirine düşür ve yönet politikalarını” işler ve popülerleştirir.1 Topun arkasından koşuşturanlar dahil, olası her şey araç olarak kullanılarak, rekabetçi bireycilik, birlik ve beraberlik, milliyetçilik, cinsiyet farkını destekler; ideolojisizlik fikrini işler; kendini güçlüyle özdeştirme ve vekaleten ezmeden zevk almayı yaygınlaştırır; “iyileri kiralayan güçlüler kazanır” düşüncesi yerine, “iyiler kazanır” masalını yayarak “kazanmayan kötüdür, beceriksizdir, yeteneksizdir ” gibi düşünceleri popüler yapar. Futbol gösterisi, aynı zamanda, birçok şirketin reklam yapmak için geniş kitlelere ulaştığı yoldur. Futbol yayını ile hem futbol kulüpleri hem de televizyon şirketleri büyük gelirler elde ederler. Televizyon çıkıncaya kadar profesyonel futbol gazete ve ardından da radyo tarafından canlı tutuluyordu. Büyük ticari değere sahip değildi. Televizyonla birlikte, seyirfutbolu stadyumdan evlere, kahvelere, birahanelere ve birçok türdeki eğlence yerine taşındı. Televizyonla ve kitle tüketimi için tüketim kültürünün yaygınlaştırılması gereksiniminin artışıyla birlikte, futbolda sönük yıldız sistemi milyarlık uluslararası yıldızlık sistemine dönüştürüldü. Profesyonel lig futbolu kısa zamanda oyunculara milyonlarca dolar ödeyen ve milyarlarca dolar para kazanan bir ticari alan oldu. Futbolun örgütlü yapısı ve futbolda yapısal ilişkiler, profesyonelleşme ve uluslararasılaşma, kapitalist toplumun sömürgen yapısına benzer. Seyretmenin ödülü, (kimin için nasıl bir ödül) izleyicilerin tüketim mallarına ödediği yüksek fiyatlarda ve vergilerde yansır. Aynı zamanda, her profesyonel spor gibi futbol da, futbolla ilişkili olmayan oyuncak, giyecek, yiyecek, içecek ve eğlence endüstrilerinin palazlanmasına yardım eder. Makalede pozitivist gelenek dışında, futbol irdelendi ve futbolu inceleme tasarımlarında içeriksel karakterin nasıl olması gerektiği üzerinde duruldu. Makalenin temel amacı, futbolla ilgili incelemelerin üzerinde durması gereken temel konuları ve öğeleri sunmak ve irdelemektir. Bu makalede, egemen yaklaşımların sınırlı ve yetersiz açıklamalarının ötesine geçip, futbolu daha 1 Popülerin ve popüler kültürün alışagelmiş anlatılar ötesinde ele alınışı için bkz Erdoğan (2004) ve Erdoğan ve Alemdar (2005). Futbolu inceleme üzerine 5 anlamlı olarak açıklama yolları sunuldu, çünkü, makalenin temel varsayımına göre, futbolu sadece eğlence, boş zamanı değerlendirme ve taraftar davranışları içine sıkıştıran yaklaşımlar hem yetersiz hem de yanlış yönlendiricidir. Futbol belli ekonomik ve onu destekleyen ve ondan beslenen siyasal, kültürel ve ideolojik amaçları gerçekleştirmeye yönelik örgütlü etkinlikler bütününü anlatır. YÖNTEM Futbolun anlamlı bir şekilde nasıl incelenmesi gerektiğini ve bu inceleme tarzları üzerinde duran bu sunum, var olan metodolojik bilgi birikimine dayanarak ve bu bilgi birikimini yaşanan örgütlü yaşamla mantıksal bağlarla ilişkilendirerek inşa edilen niteliksel bir değerlendirmedir. İnşaya futbolun tarihinin sunumu hakkındaki açıklama ile başlandı. Bu açıklamadan sonra, futbol “maddi hayatı ve bu hayatın bilincini üretim faaliyeti” olarak ele alındı. Her iki faaliyet bağlamında, inceleme teması ve alt-temalar içinde inceleme gerekliliğini vurgulayan eleştirel sunumlar ve değerlendirmeler yapıldı. Sonuç sunumunda, futbolu anlamlandırmayla ilgili önde gelen inceleme temaları özlüce irdelendi. Sosyal bilimlerdeki her araştırma gibi, sporla ilgili araştırmalar da öncelikle, ya tarihsel ya da güncel bağlamda futbolun oluşum ve gelişim koşulları, futbolda bilişler ve duygular dahil düşünsel ve materyal hayatın üretim biçimi ve üretim ilişkilerinin karakteri, ve tüm bunların toplum ve insan için sonuçlarının doğasının sorgulanması gerekir. Dolayısıyla, futbolu incelemek, holiganizmin, futbolda taraftar şiddetinin, “çekirdek çitleyen aylakların” statlarda ve sokaklarda tezahürat yapmalarının çok ötesindedir. Futbolu incelemeyi hayatın üretimi ölçütüne göre, iki ana grup içine yerleştirebiliriz (ki bu gruplandırma, sosyal bilimin her alanı için geçerlidir): Birincisi materyal hayatın üretiminde futbol ve ikincisi de materyal hayatın üretiminin bütünleşik ve zorunlu bir koşulu olan düşünselin üretiminde spor.2 Materyal hayatın üretiminde futbol, futbolu tarihsel toplum içinde konumlandırmayı ve futbolun üretim biçimi ve üretim ilişkilerini incelemeyi gerektirir. Bu da, futbolun örgüt yapısı ve futbolda örgütsel ilişkilerin karakterinin ya tarihsel gelişim içinde incelenmesini ya da belli bir zaman ve 2 Düşünselin üretimi, materyal olmayan her şeyin üretimini içerek anlamda kullanıldı. 6 İrfan Erdoğan yerdeki koşununun (örgüt yapısı ve üretim ilişkilerinin) ele alınmasını gerektirir. Bu bağlamda, önde gelen konular arasında futbolun tarihsel gelişmesi; futbolun örgütlenme biçimleri ve bu biçimlerdeki değişim (örgüt yapıları, gelişmesi, sermaye yapısı); Futbolda iş koşulları ve sendikalaşma; futbolda zenginliğin üretimi ve bu üretimde, örgüt içinde zenginliğin paylaşımının karakteri, futbolda sermaye ve futbolcu dahil takımda diğer çalışanlar arası ilişki; ücret politikaları; futbolda yaratılan zenginliğin bölüşümü; Türkiye’de futbolun örgütlenmesi; futbolun örgütlü büyük sermaye oluşu; bu sermayenin karakteri; sonu çoğu kez sefalet olan futbolcu işçiden, zengin-futbolcu işçiye ve birkaç zengin futbolcu-sermayedara doğru olan gelişmesi; bu değişimin ve gelişmenin karakteri; sporcu-emtia pazarının yerelliğini yitirip uluslararasılaşması; basit antrenörlükten, takımın yenilmesi ve kazanmasından sorumlu tutulan “yıldız takım yöneticiliğine” doğru değişim; sporun üretiminde “görünmeyen emek” ve bu emeğin karakteri gibi konular vardır. Materyal hayatın üretimi sırasında, futbol ile, aynı zamanda, “seyirci” (ve taraftar) denen kitleler de üretilir. Seyircinin üretimi, materyal zenginliğin ve materyal (ve bilişsel)3 yoksulluğun üretiminin zorunlu koşuludur. Bu bağlamda, stattaki, evdeki, kahvedeki seyircilerin/taraftarların üretiminin tarihsel yanı veya belli zaman ve yerdeki yanı ele alınıp incelenebilir. Her iki durumda da, futbolda seyircinin materyal hayatın (ve bu hayatın düşünselinin) üretiminde yerleştirilmesi ve açıklanması gerekir. Bu açıklamada, seyircinin/ taraftarın, futbolun (ve toplumun) materyal üretim tarzı ve ilişkiler yapısının yeniden-üretilmesindeki yerinin ve sonuçlarının belirlenmesi ve irdelenmesi gerekir. Bu da, aynı zamanda, seyirci/taraftar üretimi, bu üretimin materyal (ve düşünsel) amaç ve sonuçları üzerinde durmayı gerektirir. Bu yapılırken, seyirci/taraftar üretiminin yerel, ulusal ve uluslararası karakteri, bunun materyalin (ve bilişin, özellikle ırkçılığın, milliyetçiliğin, güçlüyle kendini özdeştirmenin, güce tapınmanın) üretimindeki anlamının incelenmesi gerekir. Futbolun materyal üretimi örgütlü yaşamın materyal üretiminin bütünleşik parçasıdır. Futbolla üretim asla futbolun örgütlü yapısı içinde sınırlı değildir ve sınırlı kalmaz: Futbolla üretim, hayatın her tür üretimiyle değişen ölçüde ilişkilidir. Örneğin futbolun televizyonda üretiminin birçok sonuçları arasında 3 Uyarı: Parantez içinde eklediklerim, materyal hayatın üretiminde zorunlu koşul olan düşünselin (bilişin) üretiminin incelenmesiyle ilgilidir. Aynı şeyi, düşünselin üretimi ile ilgili açıklamada tekrarlamamak için yaptım bunu. Futbolu inceleme üzerine 7 kahvehanelerdeki üretim tarzı ve ilişkilerinin değişmesini getirmiştir; spor ve taraftarlık üretimiyle birlikte, stadyum içinde, çevresinde ve sermayenin iş gördüğü her yerde “yan ürünler” çıkmış ve var olan ürünler, yiyecekten giyeceğe ve içeceğe kadar çeşitlendirilmiştir. Bu bağlamda ortaya çıkan yapıların ve ilişkilerin incelenmesi gerekir. Bu incelemelerde ele alınabilecek konular arasında şunlar vardır: Futbolu düzenleyen federasyon ve ligler gibi yapılar; yasal düzenlemeler; hakemlik sistemi; amigoluk; stadyumlar ve stadyum çevresinde oluşan geçici ve kalıcı yapılanmalar; futbolda yasal ve yasa dışı bahis (futbol mafyası dahil) yapılarının oluşması ve bunların karakterleri; Bir kahvede ve bardaki ilişkilerin futbol sırasında değişmesi; seyir sırasında yapılan iddialar; medyada spor sayfalarının, spor eklerinin, televizyon ve radyo spor programlarının oluşması ve bunların karakterleri; promosyon ve reklamın spora girişi ve gelişmesi; futbolla türeyen yan endüstriler; futbolla desteklenen giyecek, yiyecek, oyuncak, moda ve reklam endüstrileri; futbol ve pazarlama. Futbolda, kural dışı olan fakat egemenliğin bir parçası olan, mafyalaşma, şantaj, futbolcu ve takım satın alarak maçta şike, hakem satın alma gibi kirli ilişkiler de örgütlü hayatın önemli parçasıdır ve incelenmelidir. Düşünsel hayatın üretimi hem egemenlikler hem de bu egemenliklerin üzerinde inşa edilen ve mücadelelerle süregiden örgütlü yaşamın üretiminin zorunlu koşuludur. Düşünselin üretimi, insan gerçeğinin ve gerçeklerle ilgili gerçeği yansıtan veya gerçeğin yerini alan hayallerin, imajların, inançların, düşlerin, her tür duyguların yeniden üretimiyle ilişkilidir. Bu bağlamda incelemelerde üzerinde durulması gereken konuların bazıları materyalin üretimini açıklarken parantezler içinde sunuldu, çünkü düşünselin üretimi materyal yaşamın üretilmesini, bu üretimin anlam ve sonuçlarını, insan ilişkilerini açıklamak için yapılır ve materyalin üretiminin her anını içerir. Böylece insanlar materyal olarak inşa edilen dünya düşünsel olarak inşa edilir, açıklanır, tutulur, sürdürülür ve değiştirmek için düşünceler faaliyetler ve düşünceler üzerine yansıtılır. İnsan tarihini ancak bu yolla yapabilir. Futbolla ilgili olarak üretilen bilişlerin yapısı ve sonuçlarının incelenmesinde, örneğin, futbolla yaratılan bilişler, davranış kalıpları ve bunların sonuçları; şiddet ve holiganlık içine sıkıştırılan ilgi ve promosyonun anlamı; futbol, siyaset ve ideoloji bağı; futbol ve “ekmek ve sirk” ve “böl ve yönet” politikaları, futbol ve toplum yönetimi ele alınabilir. Futbolcu üzerinden üretilen bilişler üzerinde durulabilir: “Futbolcu olma” ile ilgili olarak işlenen umutlar, beklentiler; işçi sınıfının kimilerinin az miktar kazandığı bir iş kolundan, işçi sınıfından birkaç 8 İrfan Erdoğan kişinin trilyonlar kazandığı bir mesleğe dönüşümünün bilişlere nasıl işlendiği ele alınabilir. Futbolun ve futbolcunun reklam ve propagandada kullanımı incelenebilir. “İyiler kazanır” gibi sloganlarla gelen reklamlar dahil, futbolun her tür anlatısında işlenen bilişler üzerinde durulabilir: Örneğin, ekonomik fırsat eşitliğinin varlığı, çaba gösterenlerin, yeteneklilerin ve beceriklilerin kazandığı, kazanamayanların da beceriksiz ve yeteneksiz olduğu üzerinde durulabilir. Yasaların, egemen güçlerin kendi aralarındaki mücadelelerin bir ifadesi değil de, herkesin isteğinin ifadesi olduğunu, normal, meşru ve evrensel olduğunu vurgulayan oyunun kurallarıyla işlenen bilişler (normalleştirme, anormalleştirme, egemenlik ve meşrulaştırma) incelenebilir. Futbol, sadece sahadaki “canlı oyunla” değil, “canlı yayınla” ve yayın sonrası iletişimlerle de üretilir: Bu bağlamda, futbol haberleri ve tartışma programları ve gelişmesi, içerikleri, kullandıkları dil, işledikleri bilinç ve bilişler inceleme için ele alınabilir. Yayından sonraki iletişimler nicel olarak oldukça çoktur. Futbol, futbolcular, antrenörler, eşleri, sevgilileri, yaptıkları ve yapmadıkları, futbol ve futbolcuların magazinleşen yaşamları özellikle iletişim medyasında çok işlenir. Bu işleme tarzlarıyla yapılan biliş yönetimi, bunun (materyal ilişkiler dahil) toplumsal anlam ve sonuçları incelenmesi gereken önemli konular arasındadır. Egemenliğin üretimi, materyal üretim tarzı ve ilişkileriyle oluşturulan baskı ve “sıcak ve özellikle soğuk terör” koşullarının düşünsel ile (egemen ideoloji ve egemen inanç ve duygularla) beslenmesi, desteklenmesi gerekir. Özellikle, kitlelerin rızasına dayalı olduğunu iddia eden üretim tarzlarında, üretim ilişkilerinin getirdiği insanlık dışı koşulların meşrulaştırılması teolojik yapılarla karşılaştırılamayacak derecede zorlaşmaktadır. Bu zorluğun, işsizlik ve aç kalma korkusu ve gerektiğinde polis baskısıyla giderilmesi yeterli değildir, her tür baskıcı ve insanlık dışı koşulun meşrulaştırılması gerekir. Bu gereklilik de bu tür üretim tarzlarında (toplum yapılarında) biliş yönetiminin önemini zirveye çıkartmaktadır. Bu nedenle ki, örneğin 21 yüzyılda enformasyon toplumu ve bilgi toplumu gibi “hurafeler” herkesin gerçeğiymiş gibi sunulmaktadır. Bu sunumun futbolla ilgili yanında, sadece materyal ve düşünsel egemenliğin materyal nasıl üretildiği değil, bu egemenliğin üretimi için gerekli bilişsel/düşünsel (ve materyal) yoksunluğun da üretiminin incelenmesi gerekir. Bu bağlamda, Roma arenalarından futbol stadyumlarına eski kölelerin var oluş savaşından modern kölelerin rol modeli olmasına; futbolun ekonomik veya siyasal pazar için bilinç ve biliş yönetiminde kullanılmasına; materyal zenginliğe sahip olmayanlara, övünmeleri ve Futbolu inceleme üzerine 9 korumaları için “taraftarlık ve diğer inançlar” gibi soyut değerlerin ve soyut zenginliklerin verilmesine, yoksulluğun sürdürülebilir kalkınmasının sağlanmasına; yoksulluğu paylaşanlar arasındaki düşmanlıkların yaratılmasına kadar bilişsel ve davranışsal yoksulluğun/yoksunluğun yaradılışı, tutuluşu ve sürdürülüşü araştırma konusu yapılabilir. Özlüce, futbolun incelenmesi yaşanmış ve yaşanan hayatın örgütlü materyalliğinin ve düşünselliğinin incelenmesidir. Sizin seçeneğiniz, tercihler, algılar, tutumlar ve etkiler üzerinde durarak ve liberal çoğulcu, post-yapısalcı, post-modernist, fenomonolojik, pazarlamacı, promosyoncu yaklaşımlarla egemenliğin incelemeden geçerek meşrulaştırılması ve desteklenmesi olabileceği gibi, üretim tarzı ve ilişkilerinin bilimsel soruşturması da olabilir. Bence, en dürüst insan kendini ve çevresini soruşturan ve daha iyiyi arayan insandır. Toplum değişimleri bu tür insanların varlığı nedeniyle olmuştur. Konu bilim adamı/insanı olduğunda, belki de en iğrenç insan (egemen bir sınıfa dahil olup da, bu egemenliği soruşturan insanlar hariç), kendi sınıfsal konumunda kendine düşman olan ve kendi üzerindeki egemenliği savunan insanımsı-insandır: Egemenliklerin ücretli ve ücretsiz bekçileri. 4 FUTBOLUN TARİHSEL BAĞLAMI Futbol tarihi, insanın kendi tarihini yapışın bütünleşik bir parçasıdır. Futbolun tarihsel bağlamda incelenmesi, “futbol” diye adlandırılan insan faaliyetinin tüm öğelerini içerir. Tarihsel bağlam, futbol denen faaliyetin oluşumunu, amaç ve sonuçlarını belirleme ve gelişimini açıklamayı gerektirir. Bu açıklama girişimi tüm öğeleri içereceği gibi tek bir öğeyi de ayrıntılı olarak incelemeyi içerebilir. Öğelerin tarihsel incelenmesi en az üç yapısal özelliğin incelenmesini gerektirir: (1) faaliyetin örgütlenmesinin ve yapılışının doğasını inceleme: Bu bağlamda faaliyet olarak çıkışı, çıkış nedenleri, toplumda gerçekleştirdiği amaçlar, giderdiği gereksinimler, oyuncular, oyunun kuralları ve yürütülüşü açıklanır. Bu oluşumdaki tarih içindeki değişmeler ve bu değişmelerin anlamları üzerinde durulur. 4 Bunun anlamı her egemenliğin “kötü” olduğu değildir. Sorun “kötülük veya iyilik” sorunu değildir, sorun egemenliğin ilişkisel karakteri ve getirdiği sonuçlardır. 10 İrfan Erdoğan (2) Faaliyetin yürütülmesinde kullanılan araç ve gereçlerle ilgili gelişmeler ele alınıp gelişmesi, nedenleri ve sonuçlarının araştırılması: Bu bağlamda öncelikle “top” denen şeyin neyle ve nasıl yapıldığı, oyuncuların giysileri ve bu giysilerin işlevleri ele alınır. (3) Oynanan yerle (sahayla) ilgili gelişmeler ve bu gelişmelerin oluşum, amaç ve sonuçlarının incelenmesi. Genel tarihsel gelişim Futbol dahil herhangi bir insan faaliyetinin tarihinde, öncelikli olan, neyin hangi tarihte çıktığını bulmak değildir; önemli olan, hangi insan gereksiniminden kaynaklandığı, kimin gereksinimine yanıt verdiği, amacının ve aranan sonuçlarının ne olduğudur. Futbol, bir yerlerde birilerinin günlük yaşamlarını sürdürmeleri sırasında ortaya çıkan gereksinimi karşılamak için çıkmıştır. Bu gereksinim, bir grubun kendini gerçekleştirmesiyle ilgili olabileceği gibi gruplar ve geniş toplumsal yapılar arasındaki ilişkisel bir gereksinim de olabilir. Bu gereksinim bir başarıyı kutlamayla ilgili olabileceği gibi, bir ilişkiye başlangıç veya sonuçlandırma, bir egemenliği perçinleme, bir yönetimsel yapıyı yeniden üretme, metafizik güçlerle ilişki kurma ve yürütme ile ilgili bir gereksinim olabilir. Futbol gibi bir faaliyete gereksinim olarak rekabet, savaş, mücadele, yarış, grup veya sınıf farklılığını yaratma ve tutma, savaşa hazırlık, futbol faaliyeti yoluyla beceri geliştirmeyle başka faaliyetlerde başarılı olma, sınıfsal farklılığı ve ilişkileri yeniden üretme, ruhban/teolojik gücün kendini ve gücünü yeniden üretmesi, eğlence ve futbol adı altında “sirk ve ekmek”, “böl, birbirine düşür ve yönet” politikalarını gerçekleştirme, ticari çıkar sağlama, gibi birçok neden verilebilir. Aynı zamanda, her insan faaliyetinde olduğu gibi, futbol için gereksinim de ilişkiseldir. Bu ilişkisellik insanlar arası olabileceği gibi, insan ve doğa veya doğaüstü güçler arasında da olabilir. Bu ilişkisellik sadece futbol denen faaliyetle sınırlı değildir; örgütlü insan faaliyetinin hem materyal hem de düşünsel tümüyle bağıntılıdır. Dolayısıyla, futbol denen şey, ilişkisel yapının kurulması, kurulmuş olanın sürdürülmesi, geliştirilmesi, dönüştürülmesi, egemenliklerin ve mücadelelerin sürdürülmesi faaliyetleri içinde yer alır. Futbol tarihini yukarıda açıklanan şekilde ele alınca, bu tarihi anlamak ve açıklamak için kaynak bulma, veri toplama ve değerlendirmede kaçınılmaz olarak ciddi güçlükler çekilecektir. Yazılı kaynaklardaki anlatılar çoğunlukla futbol denen faaliyetin mekaniksel yapılışı ve görünür örgütlenmesi üzerine inşa edildiği ve kronolojik sıra katarak yapıldığı için, yukarıda belirtilen Futbolu inceleme üzerine 11 bağlamda bilgi edinmeye ve açıklamaya yoruma ender olarak rastlanır. Bu da, gerçeği yakalamada kaçınılmaz olarak ciddi sınırlar getirir. Bunu futbolla ilgili kaynaklardaki açıklamalar örneği somut bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu açıklamaların çoğu ikincil ve üçüncül kaynaklar olduğu için ve çoğu araştırmacılar çeşitli nedenlerle birincil kaynağa gitmedikleri/gidemedikleri, dolayısıyla ikincil kaynaklardan faydalandığı için, belli çerçeveler ve belli anlatı biçimleri egemenlik kazanmaktadır. Bunun anlamı yanlış olduğu değildir, sadece öğelerle ilgili açıklamaların ciddi dengesizlikler taşıdığıdır. Örneğin, açıklamalar, Çin, Mısır, Yunan, Roma, Aztek, Eskimo ve Amerikan yerlileri gibi topluluklarla başlamaktadır ve oyunun çıkışını anlatmaktadır. Ülkeler bazında bu anlatı elbette olabilir, yeter ki bu tarz anlatı için gerekçe olsun. Anlatının nasıl olacağını belirleyen, araştırmada “ne arandığıdır.” Aranan, futbolun çıkışını tarihsel sıralamaya göre ülke bazında almayı gerektiriyorsa, böyle yapılır. Aranan, örneğin, topun yapılışındaki gelişmeler ise, ilk şekillerinde başlayarak sunum yapılır ve bu sunumda, ülke hareket noktası değildir. Genel görüşe göre, tüm tarihte top oyunları birbirinden bağımsız olarak oluşmuş ve yok olmuştur. Bu iddia ancak, bir şekilde bir ilişkinin olmadığı durumda geçerlidir. Futbolun ilk nerede başladığı sorusuyla başlayan araştırma kaçınılmaz olarak kronolojik tarih temelinden hareket edecektir. Futbolla ilgili literatürde futbol m.ö. 5000-2500 arasında Çin’de ve benzer tarihlerde Mısırda başladığını belirtmektedir. Ayakla vurarak Çin’de oynanan bu oyuna Tsu Chu denmektedir. Tsu “ayakla vurma” anlamınadır. Chu ise “içerisi (tüy veya hayvan kılıyla) doldurulmuş deri top” demektir. Oyunda amaç ayakla topu 3040 cm çapındaki ağla örülü bir deliğe sokmaktır (Bu amaç oyunun oyunda düzenlenmiş amacıdır. Aslında oyun birden çok amaçları gerçekleştirir ve bunların da açıklanması gerekir). Futbol anlamına gelen Tsu Chu oyununu için gereksinimin ne olduğu, nasıl ve neden ortaya çıktığı belli değildir. Anlatılara göre, tipik olarak imparatorun doğum gününü kutlamada oynanmaktaydı. Dolayısıyla, egemen güç için bir kutlama gereksinimini gideren bir oyun karakterini taşımaktaydı. Futbolun askeri amaçlarla kullanım tarihine ve biçimine eğilen bir araştırma da kaçınılmaz olarak kronolojik sırayı takip edecektir. Fakat, kronoloji belirleyici değil, sadece tarihsel yerleştirmedir. Bu nedenle, kullanımın doğasının açıklanması gerekir. Örneğin, Milattan 2500 yıl önce Çin'de imparator Huang-ti'nin, askerlerine, yere dikilmiş iki mızrak arasından, 12 İrfan Erdoğan bir topu ayakla tekmelemek suretiyle geçirmeye çalışarak çeviklik talimleri yaptırdığı eski Çin kaynaklarında belirtilmektedir. Çin askeri el-kitapları Tsu Chu’nun askerlerin fiziki eğitiminde kullanıldığını anlatmaktadır. Qin (Tsin) Hanedanlığı (m.ö. 221- m.s. 207) ve Han Hanedanlığı (m. ö. 206 – m.s. 220) sırasında yoğun bir şekilde oynandığı rapor edilmektedir. Bu kayıtlar bize, futbolun, aynı zamanda, askeri amaçlar için kullanıldığını göstermektedir: Askerlerin fiziksel uygunluğunu sağlama gereksinimini gidermek için kullanılmaktadır. Tsu Chu oyunun çeşitli biçimleri gelişmiştir. Bunların bilinenleri arasında topu yere düşürmeden havada tutma (yukarıda tutma stili) ve askeri eğitim sırasında bir oyuncu topu deliğe sokmaya çalışırken 3-4 oyuncunun ona hücum etmesi (gladyatör stili) vardır (Chinese, t.y.). Askeri amaçlarla kullanım açıkça görünür olabileceği gibi, görünmez de olabilir. Örneğin, günümüzde Amerikalıların beyzbol oyunu, sivil hayatta oyun olarak yaygın olarak hemen herkesin yaptığı bu faaliyetle, örneğin, bir el bombasının en isabetli bir şekilde istenen yere atılması becerisini kazandırır. Bilgisayar ve atari oyunlarının hemen hepsi modern araçlarla savaş yapmaya ve modern savaşları ekranda şahane görüntülerle zevkle izlemeye insanları alıştırır. Futbol tarihiyle ilgili yapıtlara bakıldığında, sunumlarda Çin’den sonra Japonya’ya ve ardından Mısır’a geçildiği görülür. Bunun en az üç nedeni olabilir. Birincisi tarihsel olarak futbolun ikinci görüldüğü yer Japonya olabilir. İkincisi, varolan bilginin sınırlılığı ve üçüncüsü de yanlılık olabilir. Kayıtlara göre, Japonya’da futbolun ilk biçimine m.ö. 1004’de rastlanır. Japonya’da m.s. 300-600 yıllarında çıkıp yaygınlaşan Kemari oyunu bilinir. Bu oyun Tsu Chu’nun topu havada tutma biçimine benzemektedir. Ağaçlarla sınırlanmış dikdörtgen sahada oynanan oyunda, talaşla doldurulmuş 20-25 cm çapındaki topu yere düşürmeden havada 10-12 oyuncu paslaşmaktadırlar. Bir yarış yok, paslaşma ve yetenek var. Tsu Chu oyununda olduğu gibi bu oyun da aşağı tabakalara yayılmış ve 10 -16. yüzyılda Japonya’da en yaygın oyun olmuştur. Günümüzde hala oynanmaktadır (Fareast, t.y.). Yukarıdaki açıklama, bize, oynanan yer hakkında da bilgi vermektedir. Mısırdaki kalıntılarda (Beni-Hasan mezarlığındaki boyama), futbolun m.ö. 2500 yıllarında olduğuna işaret eden boyamalar, nesneler ve yazılar bulmuşlardır. Top oyunlarının amacının firavunlar için yapılan dinsel eğlence olduğu veya belli tanrılar için yapıldığı tahmin edilmektedir (Egyptians, t.y.) Mısır'da Merruka mezarlarındaki duvar resimlerinde çeşitli futbolcu figürlerinin yanı sıra ayakla top oynayan insan şekillerine de rastlanmaktadır. Hatta, Mısır'ın kurak iklimi, bu toplardan bir kısmının günümüze kadar Futbolu inceleme üzerine 13 ulaşmasını da sağlamıştır. Kahire, Berlin ve Londra müzelerinde örnekleri bulunan bu topların 7.5 santim çapında, deriden veya sık dokunmuş ketenden yapılmış ve zikzak dikişlerle dikilmiş, içleri kepek ve yosun kurusu gibi maddelerle doldurulmuş olduğu görülmektedir. Bunlar, yaklaşık 2500 yıl önceden kalmadır. Amerika kıtasında Aztek medeniyetinde de futbol oyununa m.ö. 1500’lerde rastlanmaktadır. Azteklerden diğer oyunlar da diğer yerlere yayılmıştır. Meksika’da futbol kutsal oyun olarak nitelenmektedir. Oyun hem izleyici futbolu, hem astrolojik inceleme hem de siyasal girişim olarak betimlenmektedir. Bu çağlarda soylular tarafından oynanan kralların yarış/ rekabet oyunuydu. Oynayanlar ve seyirciler için laik ve dinsel anlamı vardı. Eskimolarda Aqsaqtuk (buzda futbol) adıyla gelen futbolun ne zaman başladığı bilinmemektedir. Alaska’da ve Kanada’da oynanan “buzda futbol” ile ilgili Inuit mitolojilerinde ve efsanelerinde belirtilen inanca göre ölülerin ruhu, mors’un başının top olarak kullanıldığı bir ebedi oyunun oynandığı kuzey ışıklarına doğru seyahat ederler. Oyunu değişen sayıda iki takım oynar. Maçta şarkılar da söylenir. Maç sonrasında herkes cemaat igloosunda kutlama yapar (Eskimos, t.y.). Amerikan yerlilerinin de ne zaman futbol oynadıkları bilinmemektedir. İngilizlerin Amerika’yı sömürgeleştirmesi ve Kızılderilileri köle alması ve kültürlerini yok etmesi sonucunda, oynadıkları futbol da unutulmuştur (Indians, t.y.). Yunanlılardaki oyunda takımda 12 kişi bulunuyordu ve rugby gibi el de kullanılıyordu. Romalılar Yunanlılardan bu oyunu aldılar ve değiştirdiler. Harpastum adını verdikleri oyun günümüzün futbolunun öncüsü olarak nitelenir. Modern futbolun ne zaman, nerede doğduğu hakkında da çeşitli iddialar ileri sürülür. Milattan sonra Roma'da özellikle askerler arasında oynanan Harpatsum’un bugünkü modern futbolun esasını teşkil ettiği ve Romalıların bu oyunu Yunanlıların "Episkyres" adlı oyunlarından esinlenerek ortaya çıkardıkları söylenir. Ancak Harpatsum’un eski Yunancada "el topu" anlamına geldiği ve bundan da bu oyunun hem elle, hem de ayakla oynanan bir oyun olabileceği düşünülür. Pilla, Follis veya Pagonica adı verilen, içi hava veya kuştüyü ile doldurulmuş toplarla oynanan bu oyunun sayı bakımından eşit iki takım arasında oynandığı; amacın bu topu, karşı takımın oyuncuları tarafından savunulan sahaya geçirilmesi olduğu bilinmektedir. Bu oyunda iki takımın da amacı, önce topu kapmak, sonra da el ve ayak vuruşlarıyla bunu rakip takımın savunduğu alana sokmaktır. Bu amaca 14 İrfan Erdoğan ulaşabilmek için iki tarafın da en sert hareketlerden dahi kaçınmadıkları anlaşılmaktadır. Bu durumda Harpatsum’un futboldan çok rugbi (ya da Amerikan futbolu) ile bir benzerliği olabileceği düşünülür (Greeks, t.y.) Romalılar Harpastum’u Fransa’ya (m,ö. 50) ve Avrupa’nın diğer kavimlerine yaydılar. Fransa’nın kuzeyinde yaşayan Celts’ler oyunu kendilerine uyarladılar. Soylular oyuna La Soule ve halk da La Choule adını verdi. Güneş anlamını ifade eden oyun Celts’lerin Romalılara karşı zaferinin sembolik ifadesiydi. Bu oyunun 12. yüzyıldan beri oynandığı bilinmektedir. Aynı yüzyılda, halkın ve soyluların sevmesiyle futbol İngiltere adalarında çok hızlı bir yayılma göstermiştir. Futbol, bugünkü haline en yakın şeklini, 17. yüzyılda İngiltere'de almıştı. Bunda, İtalyanlardan alınan Calcio'nun da önemli etkisinin olduğu söylenebilir. 1857 yılında ilk futbol kulübü kurulmuştur. 1888 yılında ilk profesyonel lig İngiltere’de kurulmuştur. 1861 yılında, Kral II. Charles'in uşaklarının oluşturdukları takımın, Albemarie Kontu'nun uşaklarından kurulu takımı yenmesi üzerine, bu maçı büyük bir ilgi ve heyecanla izleyen İngiltere Kralı, kendi armasını taşıyan formalarla oynayan uşaklarının armağanlarını kendi eliyle vermişti. Günümüz futbolu resmi olarak 19. yüzyılın sonunda, zaten yukarıda belirtilen tarihsel gelişmelerin sonucunda, İngiltere’de çıkmıştır. 1863’de Londra Futbol Federasyonu futbol oyununu elle oynanan futbol (rugby ve, bundan sonradan gelişen Amerikan Futbolu) ve elin kullanılmasını yasaklayan kurum/dernek futbolu olmak üzere iki gruba ayırdı. İşçi sınıfının çocuklarının oynadığı ve seyrettiği amatör bir yapı olarak gelişti. 1888’de İngiltere’de 12 kulüp profesyonel futbol ligini kurdu (Historyfa, t.y.). Şirketleşen futbolda (metalaşan değil, çünkü futbol meta değildir), Avrupalıların uluslararası işbirliği ve rekabet yapılanmalarına uygun olarak 1904’de FİFA kuruldu ve 1906’da uluslararası müsabakalar yapılmasına karar verildi. Kapitalistlerin Avrupa’da birbirine düşmesi, artan çekişmeler ve savaşlar nedeniyle, ilk Dünya Futbol Şampiyonası maçı 1930’da Uruguay’da oldu (Fifa, t.y.). Futbol Türk tarihinde “Tepük” ismiyle bilinmektedir. Osmanlı döneminde Müslümanlara yasaklanmış ve sadece gayrimüslimlerce oynanmasına izin verilen bir oyun olmuştur. Türkiye’ye futbol, tütün ve pamuk ticaretiyle uğraşan ve 19.yy’ın ikinci yarısında Osmanlı İmparatorluğu’na gelip, belli başlı ticaret limanlarındaki kentlere yerleşen İngilizler tarafından getirilmiştir. Önce kendi aralarında takım kurup futbol oynayan İngilizler, daha sonra bu ‘ayak oyununu’ Türk komşularına da tanıtmışlardır (Altkat, t.y. ). Futbolu inceleme üzerine 15 Televizyonun gelişi, reklamcılığın gelişmesi, ulaşımın kolaylaşması ve kitlelerin rızasının ve tercihlerinin biçimlendirme gereksiniminin artmasıyla birlikte, futbol, özellikle 1960’lardan beri, artan bir şekilde tekelci sermayenin (ve yasadışı iş yapan sermayenin) ve biliş yönetimi yapan endüstrilerin ve siyasal gücün gözde aracı oldu. Futbol takımları ve oyuncuları uluslararası ticari yapının bir parçası oldular; hem ekonomik hem de oyun ve oyuncu bazında yerel karakterlerini yitirdiler. Futbol, işçi sınıfının çocuklarının “kısa yoldan zengin olma” düşlerini besleyen alana dönüştü. İdeolojik egemenlik (düşünsel) bağlamında ise, ekonomik ve siyasal güç yapılarının sirk ve ekmek, böl ve yönet politikalarının gerçekleştirildiği yerlerden biri oldu. Futbolun üretiminde teknolojik araç: Futbol topu Top doğadan elde edilerek, bir amacı gerçekleştirmek için işlenmiş teknolojik bir araçtır. Topun fiziksel yapısını belirleyen üretimi, belli yer ve tarihteki teknolojik yapının bir fonksiyonudur. Topla ilgili gelişme tarihinde de yukarıda belirtilen yol izlenebilir. Topla ilgili gelişme araştırması, bir aracın işlevi, yapılması ve bu işlev ve yapmada teknolojik gelişmenin karakterini açıklamayı gerektirir. Futbolla ilgili araştırmalarda, arkeolojik kalıntılardan ve sonraları yazılı kaynaklardan faydalanılarak elde edilen bulgulara göre, her yerde top önce içi çeşitli hafif maddelerle doldurularak, sarılarak ve dikilerek yapılıyordu. Gelişme hafiflik ve mükemmel yuvarlaklığı elde etme ve standart bir büyüklüğü belirleme yönünde olmuştur. Topun yapısal karakterini belirleyen de sokakta veya stadyumda top oynayanlar ve seyirciler olmamıştır. Gelişme, günümüzde içi havayla dolu “meşin veya sentetik maddeyle yapılan topa” doğru olmuştur. Top aynı zamanda, kapitalizmle birlikte pazar için üretilen bir emtiaya dönüşmüştür. Örneğin, Çin’de Tang Hanedanlığı (618-907) sırasında, içi tüylerle veya kıllarla doldurulan meşin topun yerini havayla doldurulan top alır (Chinese, t.y.). Aztekler’de top 2-3 kilo ağırlığında kauçuk/lastikten yapılmıştı. Yunanda, İlk toplar bezden ve ip şeklinde dolandırılan kıldan dikilerek yapılıyordu. Sonradan domuz mesanesi şişirilerek ve üstü domuz derisi veya geyik derisiyle kaplanarak yapılmaya başlandı. Kaşgarlı Mahmud'un 25 Ocak 1072 ila 10 Şubat 1074 tarihleri arasında yazdığı "Divan-ı Lügat-it Türk"ün ilk cildinin 323'üncü sayfasında eski Türk boylarının Orta Asya'da "Tepük" adıyla andıkları bir ayak topu oyunu oynadıklarından bahseder. Türklerin "Tepük" oynarlarken kullandıkları toplar, ilk dönemlerde oval kalıplara dökülen İğ arşağı biçimindeki kurşun kitlesinin 16 İrfan Erdoğan üzerine keçi kılı veya keçe sarılmak suretiyle yapıldığı; zamanla bunların değişime uğradığı ve daha yumuşak cisimlerden yapılmış topların tercih edildiği, bunun için de içi hava ile doldurulmuş ve yuvarlanmış kuzu tulumlarının kullanıldığı aynı eserde belirtilmektedir. (Detail, t.y.). Avrupa’da orta çağlarda kullanılan top, üzeri yağlanmış domuz veya inek mesanesinden yapılıyordu. Top ağırdı, çünkü içi deri, hasır, ağaç, saman, köpük veya kuru otla dolu olan dikilmiş deriden yapılıyordu. Bazen bakır çivilerle (kadaklarla) süsleniyor veya köyün veya bölgenin armasını taşıyan deri bantlarla sarılıyordu. Üretimin yeri: Oyunun oynandığı saha/alan Dünyanın hemen her yerinde, muhtemelen ilk oyun sahaları açık sahalar olmuştur ve gelişme “parayla giriş/kullanım gerektiren kapitalist çitlemeye” doğru olmuştur. Fakat bazı eski imparatorluklarda sanat şaheseri futbol alanları inşa edilmiştir. Aztekler’de, T veya H şeklindeki kutsal kabul edilen çok güzel sahalarda oynanıyordu. Sahanın büyüklüğü iki kişiye yetecek genişlikten günümüzdeki sahaya kadar değişen ölçüdeydi. Meksika İspanyol sömürgesi olduğunda Katolik Kilisesi oyunu dinsiz oyunu olarak yasaklamış ve sahalar yıkılmıştır. Böylece, oyun unutulmuştur. 16. yüzyılda (1528) Meksikalı oyuncular İspanya’ya köle olarak getirilmiş ve oyunu sergilemişler, fakat “büyülü top” Kilise tarafından “barbar faaliyet” olarak nitelenip ve tüm Avrupa’da yasaklanmıştır. Oyun 17. yüzyılda, İngiltere’de, 120x80 metre boyutlarında bir alanda oynanıyordu. El ve ayakla oynanan futbolda (aslında rugby) top olarak, üzeri deriyle kaplanmış ve içi şişirilmiş hayvan mesanesi kullanılmıştır. Bu topun, birer metre arayla dikilmiş iki sırık arasından geçirilmesiyle takımlar birer sayı kazanıyordu. Bıçakla kale sırığı üzerine atılan çentikle sayı tutuluyordu. "Tepük" oyunu, belirli aralıklarla karşılıklı dikilmiş mızrakların arasından topu, ayakla vurmak suretiyle geçirerek sayı kazanma biçiminde oynanıyordu. "Tepük"ün, Orta Asya'da yaşayan Türk boylarında yüzlerce yıl oynandığına dair, "Hıtay-ı Name" ve "Baybars Tarihi" ile Ayasofya Kütüphanesi'nde 3029 numarada kayıtlı değişik kitaplarda da bahis vardır. (Kurallar, t.y.). Ayasofya Kütüphanesi'nde 3029 numarada kayıtlı "Tarih-i Timur" adlı eserde de Timur döneminde Türklerin, içi havayla doldurulmuş kuzu postundan yapılma toplarla oynadıkları; bu oyunda topa elle dokunmanın ve çizgiden dışarı çıkarmanın yasak olduğu; Timur'un bu oyunu askerlerine bir çeviklik talimi için yaptırdığı kaydedilmektedir (Kurallar, t. y.). Futbolu inceleme üzerine 17 Üreten aktörler: Oyuna katılma Oyuna katılma birkaç türde olur. Örneğin, insanlar oyuna oyuncu olarak, oyunu yönetici olarak, saha kenarındaki kadro olarak, seyirci olarak, güvenliği sağlayıcı olarak ve satıcı olarak katılırlar. Bu katılma türleri ve koşullarının oluşumu, gelişmesi ve belli bir zaman ve yerdeki durumunun incelenmesi araştırılması gereken yanlardan biridir. Oyuna katılma, katılmanın tarihsel koşulları ve sonuçlarıyla ilgili araştırma da kaçınılmaz olarak oyunun toplumsal doğası bağlamında oyuncu ve izleyici olmanın doğasını ve bundaki değişmeleri incelemeyi gerektirir. Örneğin, Tsu Chu oyununu imparator dahil diğer ileri gelenler de seyretmekte ve oynamaktadır. Bunu oynayan oyuncular yetişmektedir. Kadınlar arasında da yaygınlaşmıştır. Genel halk da yaygın olarak oynamıştır. Bu nedenle, bir seyirci futbolu karakterini de taşımaktadır ve bu bağlamda bilinmesi gereken “seyirci için” bu oyunun, klasik bilinç yönetimi açıklaması olan “eğlence ve boş zamanını geçirme” anlatısı ötesinde, anlamının ne olduğunun açıklanması gerekir. Aynı açıklama gereksinimi “oyuncu” için de gereklidir: kimin neden oyuncu olduğu veya olamadığı, oyuncu olmanın anlam ve sonuçlarının da incelenmesi gerekir. Elbette, 5000 yıl öncesindeki bir oyunla ilgili olarak bu sorulara yanıt oldukça zordur; fakat araştırmaların bu çerçeveden hareket etmesi, bu zorunluluklara rağmen açıklanması gerekenlerin açıklanmasına önemli katkıda bulunur. Çin’de, oyuncu ve seyircinin anlamı, aşağıdaki örnek açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, oyunun toplumdaki egemen karakterine göre, (örneğin, Mısır ve Meksika’da) ciddi şekilde farklı olacaktır. Azteklerde, oyuncular, oyuncuya özgü giysiler, özellikle koruyucu helmet, kemer, diz ve dirsek koruyucuları ve eldivenler giyiyorlardı, çünkü ağır lastik top nedeniyle sakatlanıyordu. Ayrıca, maç sırasında kullanıp kullanmadıkları bilinmeyen ağır taş ekipmanlar takıyorlardı. Meksika’da (Aztekler’de), maçın sonunda, oyunu kaybeden takımın kaptanının başı merasimle din adamı tarafından kesiliyordu. Kazanan bir savaş kazanmış gibi onurlandırılıyordu. Yunanlılar da m.ö. 2000lerde Episkyros adını verdikleri ayakla vurma ve elle atma oyununu geliştirdiler. Oyun öncelikle erkekler (ve kadınlar) tarafından çıplak oynanıyordu. İtalya’da Calcio oyunu, başlangıçta zengin aristokratların oynadığı üst sınıfa ait bir oyundu. Dolayısıyla, oyun gücün kendini kendine anlatısının ifadelerinden biriydi (Italia Calcio, t.y.). 18 İrfan Erdoğan 17. yüzyılda İngiltere'de futbol tam anlamıyla "gözde" olmuş; kralların dahi halkı ve soyluları bu oyunu oynamaya teşvik ettikleri görülmüştür. Bu çığırı açan hükümdar ise Kral II. Charles olmuştu. 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra, özellikle İngiltere’den başlayarak, dünyada önce amatör futbol işçi sınıfı gençleri arasında yaygınlaştı. Futbol işci sınıfı gençlerinin oynadığı ve işçi sınıfının insanlarının seyrettiği ve bahis oynadığı bir futbol dalı oldu. Oyunun “oynamayla ilişkili” olan üretimi Oyunun oynanışıyla ilgili araştırmalar kaçınılmaz olarak oyunun nasıl yapıldığı/oynandığı ve kuralları üzerinde duracaktır. Bu tür inceleme, tarihsel olarak ele alınacağı gibi, belli bir zaman kesiti ve yerdeki durumu (örneğin şimdiyi) ele alabilir. Örneğin, Azteklerde oyun sadece vücudun belli yeriyle oynanıyordu, fakat topa vurmak için, bazı oyunlarda raket, beyzbol sopası ve sargıyla korunmuş el kullanılmaktaydı. Aztekler’de, oyunu kaybedenler tanrılara adak edilmekteydi. Şimdi “adak edilme” nasıl olmaktadır? İtalya'ya sığınan II. Charles ile beraberindeki soylular, ülkelerine döndüklerinde İtalya'da gördükleri "Giuocco del Calcio" oyununu İngiltere'de, adalarında da oynatmak ve bunu ülke sathında yaymak için özel bir çaba harcamışlardır. İki eşit parçaya ayrılmış geniş bir alanda ve 27'şer kişilik takımlar arasında oynanan Calcio oyununda amaç, ayakla vurularak götürülen topun, rakibin kalesine sokulmasıdır. Bu oyun, günümüzde de büyük şölenler halinde ve o devrin giysilerine bürünmüş gençler arasında Siena'nın tarihi taş meydanlarında yılda bir kez oynanmaktadır. İngiltere’de (Normandy, Brittany, Picardy, Cornwall, Wales, Scotland and Ireland dahil) m.s. 7-9. yüzyıl arasında, çete futbolu adıyla bir oyun çıktı. Avrupa’da oyun çoğu kez iki köy arasında köyün tüm insanlarıyla oynanıyordu. Oyunun amacı topu ya köyün merkezine ya da karşı takımın kilisesinin önüne getirmekti. Oynanan saha doğal alandı ve bazen iki cadde uzunluğunda bazen de iki köy arası uzaklıktaydı. Dolayısıyla, iki köy arasındaki tüm engelleri aşmak gerekiyordu. Oyun bazen bekarlar ile evliler arasında yapılıyordu. Oyuncu sayısı, oyunun kimler arasında oynandığına göre 20 kişiden yüzlerce kişiye kadar değişiyordu. Oyun, oyuncular tümüyle bitik düşünceye kadar oynanıyor ve günlerce sürebiliyordu. Oyunda itme, vurma, ısırma serbestti. Oyunun bazı türlerinde, öldürme dışında her şey yapılabiliyordu. Topa dokunmanın iyi şans getireceğine ve oyunun kazananın Futbolu inceleme üzerine 19 verimli mahsul alacağına inanılıyordu. Oyunun bitişinde topu taşıyan ödül olarak topu alıyordu (French, t.y.). Futbolun şiddete dayanan karakteri nedeniyle, oyun 1314’de İngiliz kralı II. Edward, 1319’da Fransız kralı V. Philip 1349’da III. Edward ve 1388’de V. Charles tarafından yasaklanmıştır. 19. yüzyılda ise, “futeball” kuralsızlığı ve Hıristiyan olmayan karakteri nedeniyle burjuvalar tarafından tümüyle yasaklanmıştır (French, t.y.; Mob, t.y.). Orta Asya Türkleri ile ilgili "La Tartarie" adlı Fransızca eserde, Tsang kentinde, kız ve erkeklerden kurulu takımların ayak topu oynadıkları; bu meraklı ve heyecanlı oyunu izleyen Hiuan adlı bir Çinlinin şunları anlattığı yazılıdır: "... Büyük mabetlerde sık sık ayak topu müsabakaları yapılır. Bu oyunda topa elle dokunulamaz. Ya ayakla, ya da başla vurulur ve böylece topu hasım kaleden içeri sokmak için uğraş verilir...". Seyyid Ali Ekber'in yazdığı "Hıtay-ı Name" de bahsedilen "ayak topu", günümüzün futboluyla büyük benzerlik arz etmektedir. "... Ve top oyunu Hıtay'da güzeller işidir. Ve dahi harabeti (düzensiz kalabalık) çok olan ve sığır kursağından top yüzmüşler (yapmışlar) ve mahbub (erkek) ve mahbubeleri (kadınları) durdurmuşlar. Ve topa ayaklar ile ururlar (vururlar). Şöyle ki; elin ol topa değdirmeye ve ol topu yere düşürmeye ve nazik ayak ile dürde (ite), saklara (baldırlara) ve usulsüz vurmak ve yere düşürmek ve daireden taşra (dışarı) çıkmak vaki olmaz..." (Kurallar, t.y.). Oyunun nedeni ve anlamı Oyunun nedenleri ve anlamlarıyla ilgili olarak günümüzde araştırma yapma olanakları oldukça kolaydır. Fakat geçmişle ilgili araştırmaya gelince ciddi kaynak bulma ve kaynağı anlamlandırma sorunları olacaktır. Çoğu kez neden hakkında yeterli bilgiye rastlanmamaktadır. Sunulan çoğu nedenler tahminlerdir. Örneğin İngiltere’deki ve muhtemelen daha önce Avrupa’da (Fransa’daki) oynanan çete/kitle/yığın futbolunun Romalılara karşı kazanılan zaferi kutlama olarak ortaya çıktığı belirtilmektedir. Oyunun original olarak öldürülen Danimarka Prensi’nin kesik kafası ile oynandığı söylenir (Mob, t.y.). Benzer şekilde, Anadolu’da yirminci yüzyılın ortalarında futbol oyununa karşı çıkanlar, oyunun “Hazreti Hasan ve Hüseyin’in Kerbela’da kafası kesildikten sonra, “depik oyunu” oynandığını söylerlerdi. Öne sürülen çoğu nedenlerin başında hasatta verimlilikle ilgili ayinler ve merasimler gelmektedir. Bu ayinler oyun sonunda, Aztekler’de olduğu gibi, yenilen takımın kaptanının adak olarak kurban edilmesiyle yapılmaktaydı. 20 İrfan Erdoğan Rugby’nin ve futbolun, örneğin İngiltere’de (ve sömürgelerinde) yaygınlaşmasının nedeni olarak endüstrileşmeyle gelen kent yaşam durumu verilir: Kırsal hayattaki zamansal ve mekansal özgürlük, kentteki serbest kölelik yaşamında ortadan kalkmıştı. Dolayısıyla, insanlar ibadet, eğlence ve oyunu iş dışı zaman olan pazar gününde yapmak zorunda kalmışlardı. Futbol İngiliz tüccarları, denizcileri ve işçileri oyunun sömürgelere yayılmasını sağlamışlardır (Soccer, t.y.; Phillips ve Hutchins, 2003). Aztekler’de, top ve topun alandaki hareketi, gökteki kutsal vücutların hareketi olarak görülüyordu. Oyun güneş ve güneşin hayat veren ışığıyla karanlığın prensibini temsil eden ay ve yıldızların savaşı olarak niteleniyordu. Birbirine zıt gündüz ve gece, karanlık ve aydınlık, yaşam ve ölüm güçleri alanda çarpışıyordu. Bu anlayış, güneşe ve ışıkla gelen “dünyanın verimliliğine” gereksinimi olan tarımsal yaşam biçiminin bir ifadesiydi. Muhtemelen kafası kesilenin akan kanı bu verimliliğin temsiliyle ilişkiliydi. Maya medeniyetinde de top oyunu benzer şekilde niteleniyordu ve top oyuncusunun top oyuncu giysisi vardı. Kazanan kaybedeni kurban ettiğinde, aynı zamanda zafer kazanan güçlülerin/yöneticilerin gücü de herkesin katıldığı merasimlerle yeniden-üretiliyordu. Aynı şey günümüzde, materyal kazanç ve güç kaybıyla (gözden düşme, istifa, takımı bırakma) biçiminde ifade edilmekte ve kapitalist pazar yapısı kutsanarak yeniden üretilmektedir. Bu, “gladyatörlerin arenada kansız ölümle kurban edilmesi” olarak nitelenebilir. Meksika’dan yayılan bu oyun dinsel merasim niteliği dışında, günümüzde modernleştirilerek devam etmektedir (Aztecs, t.y.) Futbolun tarihsel gelişimi toplumlardaki üretim biçimi ve ilişkilerindeki değişimin özelliklerine göre olmuştur. Günümüzde futbol, kapitalist pazarın en faal olduğu alanlardan biridir. Futbol halkın serbest kullanımındaki çevreden (kamusal alandan) alınarak sermayenin mülkiyetindeki özel çevreye (özel alana) taşındı. Kapitalizmle birlikte, futbol cemaatin kontrolü ve gündeminden alınarak sermayenin yönetimi altına girdi. Futbolun yapıldığı dış çevre (sokak ve meydanlar), farklı peyzaj düzenlemeleriyle kullanılmaz hale getirildi. Sokak futbolu düzensiz sokaktan alınarak, parklarda düzenlenen alanlara ve Türkiye gibi ülkelerde paralı "halı sahalara" taşındı. Böylece futbolun ekonomisi (siyaseti ve kültürü) değişime uğratılarak yeniden biçimlendirildi. Bu biçimlendirme eğlencenin ve boş zaman etkinliklerinin ekonomik, kültürel ve siyasal anlamlarda kolonileştirilmesinin önemli bir parçasıdır. Futbolu inceleme üzerine 21 FUTBOL VE MADDİ HAYATIN ÜRETİMİ Örgütlü futbol faaliyetleriyle, aynı anda hem futbol denen örgütlü yapı hem de bu yapıyı olası kılan (var eden) ve bu yapıyla var olan örgütlü yapılar (ve bu yapıların kendi ve ilişkisel bilinci) yeniden üretilir. Bu bağlamda, futbol sadece futbol ile doğrudan maddi hayatın üretimi ele alınabilir. Futbol yoluyla doğrudan ve dolaylı olarak maddi hayatın üretimini gerçekleştirme ve gerçekleştirmeye yardım etme “düşünsel hayatın üretim aracı olarak futbol” başlığı altında sunulabilir ki bu makalede böyle yapıldı. Futbol ile maddi hayatın üretimi ile ilgili incelemeler, futbolun doğrudan maddi hayatı üreten bir araç olarak biçimlenmesini (örgütlenmesini), bu biçimlenmenin tarihsel gelişimini, futbolu üretme biçimi ve üretim ilişkilerini, ilişkilerdeki yapıyı açıklamaya çalışır. Futbolun “örgütlü eğlence” diye nitelenerek çıkışı ve gelişmesi hem siyasal yönetim hem de ekonomik amaçlara hizmet rolüyle ilişkilidir ve bunun diğer nedenlerle ve nitelemelerle çıkması ve gelişmesi insanın toplu yaşamasıyla birlikte başlamıştır. Günümüze gelindiğinde futbol siyasal ve ekonomik örgütlenmede oldukça karmaşık bir yapıya ulaşmıştır. Bu yapının anlaşılmasında ilk adımlardan biri resmi/formal özelliklerinin incelenmesidir. Örgütlenme: Futbolda sahiplik/mülkiyet ve mülkiyet ilişkileri Sahipliğin incelenmesi mülkiyetin kime ait olduğunun belirlenmesi araştırmasıdır. Türkiye’deki futbol kulüpleri özel statüye sahip derneklerdir. Dernekler Yasası gereğince kulübün üyeleri, temel organ olan Genel Kurul’a katılma ve Yönetme Kurulu’nu seçme hakkına sahiptirler. Yasal anlamda her üyenin iki yılda bir düzenlenen Genel Kurul’larda bir oy hakkı vardır. Ancak gerçek durum, kulüplerin “sermaye gruplarınca” yönetildiğini gösterir. Fenerbahçe Futbol Kulübü örneğinde olduğu gibi, kulübün geçmişten beri süregelen sahipleri, Kulüp Genel Kongre’sinde oy kullanacak üyelerin üyelik aidatlarını yatırmakta; böylece üyelerin oylarını kendi istekleri doğrultusunda yönlendirme olasılığı elde etmektedir. Sahiplik kulüpler arasında farklılık göstermektedir. Büyük kulüplerde, birkaç sermaye grubunun yönetimi ele geçirmek için mücadele ve ittifakları olurken; küçük kulüplerde bir sermayedarın veya sermaye grubunun dönemsel egemenliği vardır. 1990’lı yıllar, futbolun idaresinde, özerk yönetime geçildiği ve özerkliğe geçilir geçilmez büyük sermaye holdinglerinin, mafyanın, tarikatların kulüplerde örgütlendiği yıllar olmuştur. 22 İrfan Erdoğan Günümüzde, birçok büyük firma, medya kuruluşları, reklamcılar, sponsorlar ve futbol pazarlayıcıları futbol kulüplerine sahiptir veya ortaktırlar. Futbolcular, futbol kulübünün yer aldığı karşılaşmaları gerçekleştiren ve bu iş için para alan elemanlardır ve kulübe sahip değildirler. Futbolda mülkiyet öncelikle futbol takımının kendisidir. Bir futbol takımı, günümüzde, sahiplerinin isteğine bağlı olarak (ulusal-uluslararası) piyasalarda alınıp satılabilen ticari bir maldır (tekrarlıyorum, futbol bir birimdir, meta/emtia değildir, futbol metalaşmaz; bir şeyin meta/emtia olabilmesi için pazarda alışveriş için üretilmiş bir “ürün” olması gerekir). Bu takımın mal varlığı örgütsel taşınabilir veya taşınamaz mülkleridir. Mülkler arasında, değeri üretim performansına göre değişen futbolcular en görünenidir. Futbolcu, futbolda mülk sahiplerinin alıp sattığı ve vergiden düştüğü bir maldır (emtiadır). Bu emtia insandır; emek kiralanmasıyla yapılan ve özgür olarak nitelenen fakat ücretli kölelik biçimini ifade eden kapitalist pazar yapısında, futbolcu ücret köleliği yanında, mutlak köleliğin de ilginç bir biçimi olarak ortaya çıkar. Bu biçimde transfer ve kontrat sistemiyle gelen emeğin yanında, kişinin vücudunu kullanma (bedensel faaliyetler yapma) hakkına sahip olma ve bunu pazardaki alışveriş mekanizmasının bir parçası yapma şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Futbol pazar yapısındaki denge doğal bir değişmezliği ve düzenliliği anlatmaz: Bu denge belli bir zaman ve yerdeki mülkiyet yapısı ve ilişkilerinin egemenlik koşulunu anlatır. Pazardaki egemenlik yapıları değiştikçe, bu yapıların yasal ve ilişkisel özelikleri de yeniden biçimlenir. İlişkiler arttıkça ve karmaşıklaştıkça bu ilişkilerin yasal düzenlemesinde de sayısal ve niteliksel farklılıklar oluşturulur. Bu oluşturma kendiliğinden olmaz; mülkiyet hakları üzerine yapılan güç mücadelelerinin sonucudur. Mülkiyet ilişkileri futbolun sadece kendi yapısı içinde değil, aynı zamanda kapitalist mülkiyet yapıları ve ilişkileri içinde ele alınması gerekir. Ekonomik anlamda pazarda kimin kime ne ödediği, neleri neden ve nasıl aldığı ve sattığı ve bu ilişkideki siyasallık, yani futbolcuyu cezalandırma, ödüllendirme, futbol takımı alıp satmaktan, kara para aklamaya, dış piyasadan kaliteli mal (yabancı futbolcu) ithal etmeye kadar çeşitlenen pazar ve ücret politikaları futbolun siyasal ekonomisinin önde gelen sorunsalını oluşturur. Futbolu inceleme üzerine 23 Örgütlenme: Sahiplikte tekelleşme ve uluslararasılaşma Profesyonel futbol kulüpleri diğer ticari endüstrilerde olduğu gibi benzer nedenlerle tekelciliğe yönelirler: Ürün üretimini kontrol etmek, rekabeti ortadan kaldırarak pazar egemenliği elde etme ve kendi ürününün fiyatını artırmak, rekabeti azaltmak için pazara yeni kulüplerin girişini engellemek, çalışma maliyetlerini kontrol etmek gibi nedenler en başta gelenlerdir. Türkiye’de anti-tröst yasaları olmadığı için, tekelleşme, kartelleşme veya birkaç firmanın oligopolist pazar durumu yaratması daha kolaydır. Örneğin bütün lig maçlarının yayın hakkını tek bir televizyon şirketinin elde etmesi kaçınılmaz olarak hem yayın politikasında hem de seyirciye alternatif tanımayan fiyat ve kullanım koşullarını belirleme politikasında tekelciliği getirmektedir. Futbol (Futbol, Basketbol, Hentbol vb.) Ligleri getirdiği kısıtlamalarla yeni takımların kurulması ve gelişmesi ile ve mevcut takımların bazılarının varlığını sürdürmesini engelleyerek (profesyonel lig takımlarının amatör kümeye düştüğü bir sistem kurarak), güçlü takımlardan yana olan ve başka liglerin kurulmasını engelleyen bir tekel olarak nitelenebilir. Ne Dünyada ne de Türkiye’de hiçbir takım başarısız olup küme düşmekle amatör olmaz; ya da karşılaşmaları kazanarak profesyonelliğe terfi etmez. Kulüpler, federasyon ve tek lig sistemi bu bağlamda soruşturulmalı ve irdelenmelidir. Futbolda uluslararası karakterin güçlenmesiyle birlikte, futboldaki sermayenin uluslararası alana akımı da artmıştır. Bu sermayenin kullanımının düzenlenmesi mülkiyet haklarına karışma olarak nitelenir. Fakat mülkiyetin toplumsal ekonomik-siyasal birimde (ulusta) mutlaklığının toplumsal zarara neden koşuluyla sınırlanabilir olması meşrulaşmıştır ve gereklidir. Türkiye’nin sadece birkaç kentinde birden fazla futbol kulübü vardır ve futbol gündeminde yer alan takımlar İstanbul takımlarıdır. Futbol Birinci Ligi’ndeki 18 kulübün 4’ü İstanbul, 2’si Ankara ve 2’si İzmir; Basketbol Birinci Ligi’ndeki 14 takımın ise 7’si İstanbul, 2’si Ankara ve 2’si İzmir kulübüdür. Diğer kentlerden sadece 10’unda birinci ligde yer alan takım vardır. 50 kulübün yer aldığı Futbol İkinci Ligi için de durum pek farklı değildir: 8 İstanbul, 2 Ankara ve 2 İzmir futbol takımı ikinci ligde mücadele etmekte; gruplarında şampiyonluk mücadelesi vermekte ve ulusal ve yerel basının ilgi odağı metropollerdeki kulüplerin dışına nadiren çıkmaktadır. Üç büyükler diye adlandırılan kulüpler (Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş), kongrede seçilen, medyanın desteğini sağlamış, kişi ya da grupların (sermaye sahiplerinin) mülkiyetinde olurken; diğer kentlerde kulüpler yerel 24 İrfan Erdoğan yönetimler (belediye, il özel idaresi vb.), kente yatırım yapmış sermayedarlar ya da holdingler ile kimi kamu kuruluşlarının öznel bir bölümünün sahipliği ve denetimi altındadır. Türkiye’de kulüplere sahiplik aynı zamanda yatırımda bulunan kapitalist sermayedarın reklamını yapması; futbol kulübünü kullanarak yatırım yaptığı diğer iş kollarında rakiplerine karşı avantaj sağlaması ve sahibi olduğu diğer yatırımlarının tüketimini yönlendirmesi açısından önem kazanmıştır. Özellikle büyük kulüplere sahipliğin ve yönetimlerinde görev alınmasının nedeni bu noktalarda da aranmalıdır. Yerel yönetimlerin ve politikacıların futbol kulübü sahipliği ise gerek siyasal bağların güçlenmesinde gerekse başarının psikolojik doyum sağlaması ve başarıdan yerel yöneticinin kendisine pay çıkarması açısından önemlidir. Üretim: Müsabaka olarak futbolun incelenmesi Futbol takımı denen temel birim kendi başına bir üretim yapamaz; maç/karşılaşma yapamaz; turnuva düzenleyemez. Dolayısıyla, futbolda üretim bir birimle yapılamaz, birden fazla birimin katıldığı müsabaka biçiminde düzenlenen ilişkiyle yapılır. Dolayısıyla, varlıkları hiç değilse, bir futbol ligi oluşturacak sayıda kulübün olmasına bağlı olan bu yapıda futbol olgusu, birim içi ve birimler arasında rekabet şeklinde biçimlendirilmiş; örgütlü ortak ilişkiyle yapılan üretimin sonucudur. Birimler arası rekabet müsabaka şeklinde düzenlenmiştir. Ligler ve özel maçlarla gerçekleştirilen bu ortak üretimle ticari bakımdan geçerli maç denen bir ürün üretilir. Bu üretimin örgütlenmesi ve ilişkileri okul takımlarından, kümelere ve liglere, bireysel performanslara, yerel, ulusal ve uluslararası turnuvalara kadar çeşitlenir. Araştırılması da bu çeşitliliği içermelidir. Oyunu sahada üreten emek: Futbolcu Futbolda oyuncular örgütte zorunlu ve kritik bir yer alır; takım oyunculardan oluşturulur; bireysel ya da takım futbolu yapılması futbolcunun niteliğini önemli ölçüde değiştirmez. Futbolcu “sermayesi oyun becerisi olan” bireydir. Bu beceri “oyuncu-emeğin” kiralanmasıyla (transfer süreçleriyle) emtialaştırılır ve işe koşulmasıyla zenginlik yaratan ekonomik sermayeye dönüştürülür. Bu emtianın değerini belirleyen ise futbol pazarının yapısıdır. Bu yapı futbol becerisini (emeği) sömürürken, aynı zamanda, futbolu kitlelere zenginlik ve ün kazanma yolu olarak sunar. Bu sunumla sistemin demokratik ve rekabetçi karakteri, aşağı sınıflardaki bireylerin becerilerini kullanarak üst Futbolu inceleme üzerine 25 sınıfa geçebilecekleri vurgulanır ve kapitalist sistem meşrulaştırılır. Bu rekabete katılanlar arasında burjuva çocukları yoktur, çünkü onların gelecekleri farklı biçimde ve farklı işler için şekillenmiştir. Oyuncunun emtia olarak değeri becerisi ile ölçülürken, aynı zamanda, en yeteneklinin (güçlünün) en çok ödülü hak ettiği görüşü (Darvinci görüş) beslenir, yeni sağ ideoloji de destek bulur. Dünyanın her takımı tarafından kiralanabilen futbolcu-emtia, küresel pazarda kaliteli-ücretli-kölenin küreselleştirilmesine en tipik örneklerden biridir. İsviçre – Türkiye maçında Türkiye’yi zorlayanlar Türk-asıllı futbolculardı ve Türkiye’ye golü atan İsviçreli bir Türk genciydi.5 Üzerinde durulması gereken bir diğer önemli konu da oyuncuların maaşları üzerindeki kontrol ve oyuncuların transferleri üzerine sınırlamalardır. Gerek Türkiye’de gerekse FIFA/UEFA üyesi ülkelerin futbol liglerinde oyuncu transferlerinin yılın belli zamanlarında gerçekleştirilmesine izin verilmektedir. Son yıllarda yapılan ulusal ve uluslararası yönetmelik değişiklikleri ile oyuncu transferi süresi esnekleştirilmiş ve futbol kulüplerinin profesyonel futbolcularla uzun süreli ya da ileriye dönük anlaşmalar yapabilmelerine olanak sağlanmıştır. Uluslararası oyuncu piyasası tümüyle uluslararası kurumların (FIFA/UEFA) kontrolündedir. Bu kontrolün karakterinin ve sonuçlarının incelenmesi gerekir. Emeğin üretimi ve kullanımı: Futbolcu seçme ve yetiştirme Mevcut oyuncu seçimi metotları verimlilikten ve etkinlikten yoksundur. Her yıl transfer yoluyla genç oyuncular ve diğer takımlardan da yetenekli oyuncular transfer edilir. Bunların özellikle büyük takımlarda becerilerini sergileyemeyerek, harcanmaları olağandır. Çoğu genç, umutla, yedek olarak sırasının gelmesini beklerken unutulup gider. Özellikle büyük takımların her yıl yaptığı transferlerin sayısı ve transfere harcanan para ile bu oyuncuların kaç tanesinin, kaç dakika oynadığının incelenmesi gerekir. Fenerbahçe Futbol Kulübü her yıl şöhretli yıldızlar, genç yetenekler ve amatör altyapı 5 Farklı üretim ilişkilerinde kiralama ve hizmet örnekleri: 1453’de İstanbul’un fethinde, İstanbul surlarını Osmanlılara karşı canla başla koruyanlar Bizanslılar tarafından kiralanan şehzade Mustafa’nın askerleriydi. 2000’lerde Türkiye gibi ülkelerde küresel sermayeye ülke zenginliklerini satmak için özelleştirmeyi yapanlar ise kiralanan emeği değil, satışta işbirliğini anlatır ki bu işbirliği karşılıklı bağımlılık ve küreselleşme olarak nitelenmektedir. Kim küreselleşiyor ve kim küreselleştiriliyor? 26 İrfan Erdoğan oyuncularından bir iki düzinesi ile trilyonlarca liralık anlaşmalar yapmakta; bu oyuncuların çoğu kariyerlerini yedek kulübesinde sürdürmektedirler. Ulusal sermaye karakterini, sermayeyi kullanış biçimiyle yitirmiş olan futbol sermayesi, dışarıdan yıldız futbolcular transfer ederek kazançlarını maksimize etmektedirler. Sermayenin bu karakteri nedeniyle, Türkiye’de futbolcu yetişmesi ve yetiştirilmesinin teşviki gereksinimi futbol yöneticileri için ortadan kalkmaktadır. Futbolcu yetiştirme kaynağı olarak geliştirilmesi gereken mahalle kulüplerine; ilköğretim, lise ve üniversite aşamalarındaki okul futbol kulüplerine yatırım yapmak, onları teşvik etmek, bu kulüplerin kaynak olarak kullanılması düşünülmediği için gerçekleşmemektedir. Futbol kulüplerinin bu gereksinim olmasa bile (kendi altyapısının yeterliliği halinde), isimlerini taşıdıkları yöreye yatırım yapma kültürü de gelişmemiştir. Ayrıca Türkiye’de onları bu tarz yatırıma zorlayacak yasal kurallar da geliştirilmemiştir. Dolayısıyla, sadece futbol sermayesi alanı değil aynı zamanda yasal biçimlendirme alanı da bu anlamda duyarsızdır. Türkiye’de futbol kulüplerinin altyapıya ve futbolcu yetiştirmek için gençlere yönelik yatırımlarının, göstermelik, imaj geliştirici ya da vergilerde avantaj sağlayan bir etkinlik olup olmadığının da incelenmesi gerekir. Üretimde serbest-köle başları ve futbolcuyu temsil edenler Futbolcuların pazarlanmasında yer alan menejerler gibi köle başlarının da incelenmesi gerekir. Bu köle başları futbolcu-gladyatörden geçinen asalak bir yapının asalak bir parçası olarak neyi nasıl temsil etmekte ve üretmektedir? Tarih boyu köleler başkaldırdıklarında ilk öldürdükleri (şimdi azlettikleri ki eğer azledebilirlerse) köle başları olmuştur: Nedenlerine bakmak gerekir. Futbolcuyu temsil demek, futbolcunun çıkarlarını ve hakkını seçtiği birilerinin gerçekleştirmesi demektir. İlk soru elbette, neden futbolcu kendini temsil edemiyor ile başlar ve bunu temsil örgütlenmesinin nasıl oluştuğu, geliştiği ve işlediği soruları takip eder. Temsil, burjuva demokrasilerinde olduğu gibi, temsil edenler temsil edilenler olmadığı veya temsil eden kendi çıkarını temsil etmeye başladığı andan itibaren farklı bir yapıya dönüşür. Temsil sorunu sermaye ile emek arasındaki güç/iktidar dengesizliğiyle ve egemenliğin ve mücadelenin doğasıyla ilgilidir. Bu mücadelede, kapitalizmin kendi için kurduğu ve savunduğu “örgütlü yapılardan geçerek serbest rekabet ilkesini kapitalist düzenin kendisi çiğner ve sosyal üretimle yaratılan artıdeğerden daha fazla pay alma mücadelesine giren emek engellenir. Futbolu inceleme üzerine 27 Futbolda dağıtım, mübadele/alışveriş, dolaşım ve tüketim Futbolda dağıtım yoluyla bireyin üründeki payı belirlenir. Mübadele (örneğin seyir için para verip bilet alma veya 100 lira verip FB forması alma) ile önceden bölüşülmüş payların bölüşümü daha da ayrıntılanır. Futbolda ve futbolla ilgili tüketimle, örneğin maç seyretmeyle ve maçla ilgili bir şeyler satın almayla, birey yaratılmış gereksinimini giderir. Futbolda dağıtım kişinin bulunduğu konumda ona düşen ilişkiyi anlatır. Bu ilişkide kişinin konumu alacağı payı gösterir. Futbolda normal görünen güdümlenmiş mübadele ile kişi (örneğin seyirci, oyuncu, hakem) dağıtımla ona düşen payı alır. Dolaşım mübadelenin süreçsel tümü olarak düşünülebilir. Alışverişi takip eden kullanım/tüketim yaratılmış veya doğal bir gereksinimin faaliyetle (örneğin seyrederek, giyerek, yiyerek, oynayarak, yöneterek) giderilmesidir. Dolayısıyla, futbolda üretim, dağıtım, mübadele ve tüketim birbirinden soyutlanmadan ele alınıp incelenmelidir. Elbette, bir araştırma, örneğin, sadece futbolda tüketimi ele alabilir, fakat bunu incelerken, tüketimin kendisini özgürce belirleyen bir karaktere sahip omadığını unutmamak ve üretime kadar olan bütünlükle ilişkilendirmek gerekir. Ayrıca, şunu da unutmamak gerekir: Üretim, dağıtım, mübadele/alışveriş, dolaşım ve tüketim sanki birbirini takip eden, biri bittiğinde diğerinin başladığı bir şeymiş gibi görünür. Aslında, örneğin üretim içinde diğerlerinin hepsi de vardır ve bunlar üretimi oluşturan dağıtım, mübadele, dolaşım ve tüketimlerdir. Futbolla ilgili dağıtımda, dağıtıcılar arası ilişkiler hem üretim tarafından belirlenmiştir hem de aynı zamanda üretinden tüketime kadar tüm faaliyetleri içerir. Örneğin, futbolda dağıtım konusu iki bağlamda ele alınabilir: Birincisi, doğrudan futbolun üretiminden tüketimine kadar olan bir safha olarak, yukarıda belirtilenler bir kenara itilmeden. incelenmesini içerir. Bu tür incelemeler, futbolda turnuva türlerinin nicel artışı, futbolun oynanma yeri, dönem ve zamanlarıyla ilgili önemli değişmeler ve bu değişmelerin nedenleri ve sonuçları üzerinde durabilir. Örneğin sadece hafta sonunda belli saatlerde oynanan birkaç lig ve turnuva türü içine sıkıştırılmış bir yapıdan günümüzdeki yapıya dönüşümünün nedenleri ve bunun mikro seviyeden uluslar arası makro seviyeye kadar getirdiği sonuçlar incelenebilir. Futbolda “alışveriş” (mübadele) sadece futbolcuların transferi ve kulüp atın alma gibi faaliyetlerle sınırlı değildir. Ürün olarak “futbolun doğrudan üretiminde” alışverişin en somut biçimi “bilet satın” almadır ve dolaylı üretiminde de ilgili nesneleri satın almadır. Bu alışverişe, paralı kanalda 28 İrfan Erdoğan seyretmeyi de eklemek gerekir. Somut şekilde görünmeyen futbol alışveriş “bedava seyir” olarak algılanan televizyon önündeki seyirdir ki bu alışverişte çok yüksek seviyelere ulaşan değer seyircinin cebinden dolaylı olarak çıkar ve futbol kulüplerinin (ve ilgili endüstrilerin) cebine dolaylı olarak girer. Futbolda tüketim: Seyir ve seyirci Bugünkü ticarileşmiş futbol, işçi sınıfı erkeğinin gençken kendi arkadaşları arasında amatör olarak ve ligde seyirci olarak giriştiği bir sosyal, kültürel, siyasal ve ekonomik faaliyettir. Seyir tüketme faaliyetidir: Futbolun tüketimi seyir ile olur ve tüketen seyirci seyirden geçerek üretimin koşulunu yeniden-üretir. Seyir yerinin koşullarına bağlı olarak diğer tüketim faaliyetleri oluşur ve sonraki-tüketim faaliyetlerinin koşulları da üretilir. Diğer tüketim faaliyetleri seyir sırasında stadyumda, kahvede, evde (seyir edilen yerlerde) yapılan tüketimleri içerir. Sonraki-tüketim faaliyetleri koşullarının üretimi, futbolla, promosyonla, reklamla ve medya içi tartışmalar ve kişilerarası ilişkilerle bilişlerin işlenmesi (işlenmiş olanların yeniden üretimi) faaliyetlerini kapsar. Seyircilerin incelenmesi maddi yapının yeniden-üretimi bağlamında veya düşünselin (ideolojilerin, beklentilerin, düşüncelerin, duyguların) yenidenüretimi bağlamında ele alınabilir. Futbolda insanlar (seyirci, müşteri, taraftar, oy ve vergi veren olarak), sadece futbol kulübünün ve futbol etkinliklerinin varoluş koşulu değil; aynı zamanda futboldan geçerek çıkar sağlayan bütün örgütlü yapıların da yeniden-üreticisidir. Seyirciler futbolun var oluşunun zorunlu koşulu olmalarına rağmen, amigolar, çevresi ve örgütlü taraftar yapıları gibi sınırlı bir yapılanma dışında, örgütlü olmadıkları için futbol ve kuruluşlarının ekonomik ve siyasal politikalarında doğrudan bir etkiye sahip değildirler. Futbol seyircisi denildiğinde, ister stadyumda seyretsin isterse stadyum dışında bir yerde seyretsin, en az iki şey akla gelir: (1) Seyirden geçerek materyal zenginliğin yaratılması ve (2) bilişsel ve davranışsal yoksulluğun yaratılması. Futbolda materyal zenginliğin yaratılışı Futbolla ilgili en önemli araştırma konularından biri, zenginliğin yaradılışının doğasının incelenmesidir. Çünkü futbolla aynı anda hem materyal zenginlikler (dolayısıyla materyal yoksunluklar) hem de “bilişsel yoksunluğun zenginleştirilmesi” yaratılır. Futbolu inceleme üzerine 29 Futbol, “olay hazırlamadan” (maç düzenlemeden) geçerek materyal zenginliklerin (ve bilişsel yoksunlukların) yaratıldığı gözde bir faaliyet alanıdır. Olay hazırlama bir zamanlar sadece hafta sonuyla sınırlıyken, özellikle küreselleşmeyle birlikte, futbol ulusal, bölgesel ve uluslararası olay hazırlayan trilyon dolarlık profesyonel ekonomik faaliyete dönüştürüldü. Bu faaliyette, güçlüler ile güçsüzler arasında hem zenginliğin (ve yoksunluğun) yaratılmasında hem de paylaşılmasında farklılıklar derinleşti.6 Kulüpler yoluyla zenginliğin yaradılışı ve paylaşımı Kulüplerin yaptığı iş diğer şirketler gibidir: Eğlence olarak adlandırılan bir ürün satılır. Birim maliyetler, harcamalar, giderler ve gelirler, şirket ekonomisinin bütün özelliklerine sahiptir: kar veya zarar edilir. Futbol işinde kazanç birbirini destekleyen iki temel öğeye sahiptir: Maç kazanma ve ekonomik kar. Futbol işinde, hemen hemen bütün dünyada kazançlarla ilgili muhasebe hilelerinin/sahtekarlıklarının yapıldığı düşüncesi hakimdir. Bu da temelsiz dedikoduların ötesindedir: Çünkü, örneğin, futbol kulüpleri gelir ve harcamaları kulübün diğer yatırımları ile birleştirilerek, muhasebede “kitabına uydurma” yöntemi gerçekleştirilebilmektedir. Eskime/ yıpranma gibi kalemler yoluyla amortisman giderlerini artırma ve vergiden düşme; sahiplere ve yüksek yönetimde yer alan ortaklara yüksek maaşlar ödeyerek masrafları (genel yönetim giderlerini) çoğaltma gibi… Kulüplerin ekonomik gelirlerinin en önemli kalemini ürün satışından elde edilen gelirler oluşturmaktadır: Doğrudan gelirler: Bilet satışından elde edilen gelirlerden alınan pay. Dolaylı gelirler: Forma üzeri reklamlar, stadyum reklamları, televizyon ve radyo yayın hakları, kulüp arması/amblemi taşıyan malların pazarlamasından elde edilenler, futbolcu-kulüp-şirket özel reklam anlaşmaları, stadyumlardaki satış mağazalarından alınan gelirler. Giderlerde ise, iş gücüne (futbolcu, kulüp çalışanı vb.) ödenen ücretler ve futbolcu transferi adı altında gerçekleşen satın almalar en büyük harcama kalemini oluşturmaktadır. Seyahat ve idman harcamaları da bazen oldukça kabarık olabilmektedir. Yöneticilere ödenen ücretler, çoğunlukla haksız kazancın bir örneği olarak, oldukça yüksek bir maliyet kalemi olabilir. 6 Küreselleşmede spor-medya-turizm ilişkisi yoluyla uluslararası eşitsizliklerin derinleşmesiyle ilgili ayrıntılı değerlendirme için bkz: Nauright, 2004. 30 İrfan Erdoğan Türkiye gibi ülkelerde para aklama amacıyla da bu kalemin ne ölçüde kullanıldığı üzerinde düşünülmesi gereken bir sorunsaldır. Bunları donanım/ mekan giderleri takip eder: Futbol takımları için birincil sermaye maliyetleri arasında yer alan futbol malzemeleri popüler futbol tüketimini de sağlayan bir işkolu olmuştur. Kendi futbol tesisleri (stadyumları, futbol salonları ve idman alanları) olmayanlar için kira harcamaları; tesisleri olanlar içinse bakım ve onarım, vergi vb. masraflar ortaya çıkmaktadır. Futbol liginde para kazanma ve kaybetmede koşullar çok dengesizdir. Futbol takımları arasında (hem ligler içinde hem de ligler arasında) uçurum olarak nitelenebilecek kar ve zarar farklılıkları vardır. İngiliz Süper Ligi futbol takımlarından Manchester United’ın yıllık karı ile Avrupa Şampiyonlar Liginde mücadele eden Galatasaray’ın yıllık karı (daha doğrusu mevcut durumdaki zararı) arasındaki fark veyahut Trabzonspor Kulübünün yıllık kazancı ile Altay Futbol Kulübünün yıllık kazancı arasındaki fark bu durumun göstergeleridir. Büyük birkaç takım varlıkları ve ilgili pazarlarla (özellikle medya ve reklam) ticari ilişkilerinin nicel ve nitel fazlalığı nedeniyle diğerlerinden çok büyük avantaja sahiptirler. Futbolun kent ve ulusal ekonomiye katkısı da incelenmelidir. Takımların, stadyumların, karşılaşmaların kentsel ekonomik dinamizmin belirleyicisi olduğu iddialarının ayrıntılı bir biçimde araştırılması gerekir. Seyirden geçerek materyal zenginliğin yaratılması Lig karşılaşmalarının özellikle büyük kentlerde başlaması ve oradan diğer kentlere yayılması seyirci ve sermaye potansiyeliyle ilişkilidir. Kentleşme sermayenin futbola yatırım yapmasını ve takımların kurulmasını da beraberinde getirmiştir. Televizyonun günümüzdeki egemenliğine rağmen, gene de büyük lig maçlarının nüfus bakımından çok olan metropollerde yapılması arzusu egemendir ve böyle de olmaktadır. Futbolda seyirci ilk bakışta giriş parasıyla maç süresince yer kullanımı ve seyir hakkını alan müşteri olarak görünür. Stadyumda maç seyreden seyircinin futbol endüstrisi ve stat içi ve dışında satış yapan hizmetler sektörü için önemi, televizyonun ve reklamcılığın futbola yaygın bir şekilde girmesiyle farklılaşmıştır. Seyirci olmak için stadyuma gitme gereği ortadan kalkmış ve televizyon stadyumdaki maçı evde oturma odasına ve grup izlemesi için kahvehaneye getirmiştir. Böylece seyir konumunun stadyumla sınırlanması ortadan kalkmış ve geniş kitlelere Tv yoluyla ulaşılması gerçekleşmiştir. Futbolu inceleme üzerine 31 Seyirdeki bu yer ve zaman çeşitlenmesi yanında bir diğer önemli değişim daha olmuştur. Bu değişimle, seyirci müşterilik yanında, para getiren emtiaya dönüşmüştür: Televizyon futbol yayınlarında seyirci televizyon firması için paralı yayında müşteridir. Emtia olmasını açıklamak gerekir: Futbol yayını yapan televizyon şirketi maç sırasında reklam veren firmalardan reklam zamanı için para almaktadır. Televizyonun aslında reklamcıya sattığı zamanın değeri hesaplanmış seyirci çokluğuna (rating) göre ayarlanmaktadır. Böylece televizyon şirketi seyircilerin dikkatini (yayın zamanı süresinde televizyon seyredenlerin nicel çokluğunu, yaş ve cinsiyet özelliklerini kullanarak) reklamcıya satmaktadır. Televizyon şirketiyle reklam şirketi arasında el değiştiren değer reklamcının televizyoncuya verdiği para ve televizyoncunun reklamcıya sunduğu belli demografik özelliklere sahip seyircidir. Futbol pazarı: Ekonomik güç, performans ve zenginliğin paylaşımı Futbolda temel pazar yöreseldir. Liglerde ise bu pazar ülke çapındadır. Ligde başarılı olan takımın pazarı sınırlı bir zaman ve dönem için uluslararası (Avrupa) olmaktadır. Pazarın genişliği kazancın kapsamını belirlediğinden takımın başarısı için vazgeçilemezdir. Yerellik içine sınırlanmış bir pazarda finansal başarı kısıtlıdır. Geniş pazardaki takımlar hem karşılaşmalarda hem de iş dünyası faaliyetlerinde çoğunlukla daha başarılıdır. Bunların yanında pazarlama ve takımı yönetim becerileri malî başarıyı etkileyen diğer faktörler arasında önde gelenlerdir. Bu pazarın incelenmesi önemlidir. İncelenmesi gereken bir diğer konu da takım performansının ekonomik güce bağlı olarak değiştiği varsayımının araştırılmasıdır. Futbol (özellikle futbol takımları), güçlü İstanbul sermayesinin zengin üç kulübünün egemenliğinde gelişmiştir. Sermayenin zenginliğiyle takım performansı arasındaki pozitif ilişki bazen ortadan kalksa da, çoğu kez Türkiye Profesyonel Futbol 1. Lig’inde 1959 yılından beri yalnızca 4 takım şampiyon olmaktadır. Bunların üçü ulusal ve uluslararası burjuvazinin sermaye birikimini sağladığı İstanbul takımıdır. Futbolda büyük sermayenin egemenliğiyle birlikte, incelenmesi gereken, oldukça ciddi değişmeler ortaya çıkmıştır: 1. Stadyumda ve stadyum dışında (kablolu, dekoderli, ödemeli Tv ile) seyir için daha fazla harcama yapmaktadırlar. 2. Yerel takımlar geniş taraftardan yoksundur. Bu yoksunluğa sadece seyirci tercihi değil, aynı zamanda seyirci tercihini etkileyen medyanın futbol gündemindeki büyüğe ve büyüklere yönelik sunumu da sebep olmaktadır. 32 İrfan Erdoğan Markaya, iyiye, güçlüye bağlanmayı ve yönelmeyi teşvik eden tüketim kültürü, reklamcılık ve futbol eğitimi buna önemli katkıda bulunmaktadır. 3. Büyüme ve pazardaki tekelleşmenin bir sonucu olarak, stadyum dışındaki yayın hakkını tek bir medya şirketi almaktadır. Böylece medya sunumu bir şirketin imtiyazı olurken, Tv kanalları da parayı ödeyen sayılı seyircilere 90 dakikalık seyir imtiyazı sağlamaktadır. Böylece futbolda iletme ve tüketimde imtiyazlar ve ayrıcalıklar yaratılmaktadır. 4. Oyuncular takım bulmakta zorlanmakta ve bu zorluğu dış pazardan satın almalar (ithaller, transferler) daha da artırmaktadır. 5. Bilet satışı ve stadyumda sağlanan tüketici artı-değerinin paylaşımının büyük kısmını stadyum sahipleri, satıcı şirketler ve futbol takımı sahipleri almaktadır. Stadyum dışı seyirle (Tv sunumları yoluyla) yaratılan değer (son yıllarda dünya genelinde yaygınlaşan ve ülkemizde de tartışmalara yol açan havuz sistemine rağmen) futbol kulüplerinden çok Tv şirketleri, reklamcılar ve diğer aracılar tarafından paylaşılan kazançtır. 6. Kapitalizmde emek sömürüsü ve ücretli kölelik futbolda da kendini gösterir. Futbolcuların emtia olarak alım satımında, satış konusu olan ücretliköleye bir gelir sağlanır. Futbolcuya belli bir değer (para) verilirken, en büyük değer satışa taraf olan sahipler ve aracılar arasında el değiştirir. 7. Futbol tesisleri (stadyum, salon) içi reklamlarda ve satışlarda kazançlar mülk (tesis) sahibinindir. Futbol pazarıyla ilgili olarak araştırılması gereken konulardan biri de pazara giriş sınırlamaları ve bunun sonuçlarıdır. Türkiye’de futbol karşılaşmalarının ve özellikle futbol maçlarının hasılatı kulüplerin temel gelir kalemini oluşturmaktadır. Son birkaç yılda ise futbol karşılaşmalarından elde edilen gelirden çok daha büyük rakamlar, karşılaşmaların Tv kanallarından yayınlanması için ödenen ücretlerden elde edilmektedir. Futbolda yaratılan zenginliğin dağılımının karakteri, dengesizlik ve sonuçlarının incelenmesi gerekir. Zenginliğin üretimi ve paylaşımında diğer yapılanma ve firmalar Futbolun örgütlenmesi sahadaki hakemden FİFA’ya kadar giden bir çıkar yapısı oluşturmuştur. Futbolla yeni yapılanmalar üretilirken var olan yapılanmaların da materyal kazanç sağlamaları olasılıkları artmıştır. Futbolla oluşan ve/veya gelişen yapıların önde gelenleri: • Stadyum ve çevresinde yiyecek, içecek, giyecek ve bayrak gibi mal satış yapanlar ki bu satışlar son zamanlarda büyük süpermarketlere de taşındı. Futbolu inceleme üzerine 33 • reklamcılar: futbolu kullanarak ürün tanıtma ve satmaya çalışanlar. • Sponsorlar: Takım ve turnuvaları finansal bakımından destekleyenler. • Takımla, ligle, olaylarla vb ilgili mal ve hizmet satan firmalar; • Futbol faaliyetlerini destekleyici firmalar (futbol malzemeleri ve egzersiz ürünleri satanlar). • Menajerler\ajanlar ve temsilciler. • Radyo ve Tv: Özel radyo ve Tv’lerin çıkmasıyla, bu ürün mal olarak pazarlanmaya başladı ve ürünün parasal değerini veren kullanma hakkını aldı. Böylece maç, yayınlama ve seyretme mülkiyet ilişkileri içinde trilyonlarca lirayı bulan önemli bir emtia değeri kazandı. Televizyon, futbolu hem büyük futbol kulüpleri hem de kendisi için altın yumurta yumurtlayan tavuk yaptı. Takımlara, liglere, örgütlere ve futbolculara tahayyül edemeyecekleri miktarda mali kaynaklar sundu. Yayın hakları üzerindeki çekişmelere kaçınılmaz olarak taraf oldu. Yeni yasal düzenlemeler getirildi. Bunun sonucu olarak, futbolda siyasalın önemi daha da arttı. Ayrıca televizyon yayınları futbol kulüplerinin geleneksel gelir kaynaklarını kurutacağı korkusunu ve olasılığı da arttı (bilet satışlarının azalması, reklam, hibe gibi). • Basın: Günlük gazetelerle futbol endüstrisi arasında başından beri daima birbirini besleyen karşılıklı bir ilişki olmuştur. Özel futbol gazeteleri ve dergileri bu ilişkiden çıkıp büyümüştür. • “Bahis” kurumları ve yasadışı bahis örgütlenmeleri. • Seyahat ve tourism endüstrileri. Oyunda bahis ve materyal zenginlik umudunun üretimi Oyun sırasında oyun içi ilişkiler sahada olanların incelenmesini içerir. Bu da oyuncular arası, oyuncularla hakemler arası, hakemlerle ve oyuncularla saha kenarındaki yöneticiler arası ilişkiler, stadyumdaki seyirciler arası ilişkiler, seyircilerle sahadaki oyuncular ve hakemler arası ilişkiler, seyircilerle polis gibi görevliler arası ilişkiler, seyircilerle stadyumda satış yapanlar arasındaki ilişkiler olarak ele alınıp incelenebilir. Saha dışındaki seyirci kitlelerini inceleme seyircilerin hangi mekanda seyrettiğine bağlı olarak çeşitlenir. Bu tür incelemeler oldukça yaygındır. Futbolda seyircileri ve diğer insanları içeren bir konu da bahistir. Bahis hem bahsi örgütleyenlerin maddi zenginliğinin hem de insanlar arasında düşünsel yoksunluluğun üretilmesi yollarından biridir. Bahisle, oyuncu olarak zengin olma umudu yanında, çeşitli bahis oyununa katılarak, kısa yoldan, şansla, “köşeyi dönme” umudu da yaygınlaştırılır. Bu bağlamda, incelenmesi 34 İrfan Erdoğan gereken iki temel yan vardır. Birincisi resmi olarak düzenlenen bahis ve diğeri de resmi olanın dışındaki bahis türleridir. Eski çağlardan beri, oyunlarda daima bahis çeşitli ölçü ve biçimlerde olmuştur. Örneğin Aztekler’de, hem asiller hem de genel halk seyrederken yoğun bir şekilde bahis oynamaktaydı. Oyuncular da bahse girmekteydi. Topraklar, evler, zenginlikler, eşler ve çocuklar bahiste kullanılmaktaydı. Sefil halk bahis sonunda özgürlüklerini yitirip köle bile olmaktaydı. Soylular rekrasyon amacıyla bahse girmekte, oyunu oynamakta ve seyretmekteydi. Fakat büyük bahislere girerek krallıklarını kaybedenler de olmaktaydı. FUTBOLUN YASAL DÜZENLENMESİ Örgütlü yaşam, egemenler arası yarışın ifade alanı olan meşrulaştırılmış siyasal güç kullanımından geçerek kurallara bağlanmıştır. Örgütlü yaşamın ticaret ve eğlenceyle ilgili bir parçası olarak futbol kulüpleri siyasal gücün yasal düzenlemeleri ve kontrolü dışında değildir. Dolayısıyla futbol, örneğin, ekonomi, sağlık ve kamu güvenliği, çevre, işçi ilişkileri, mekan kullanımı yasaları ve düzenlemelerini belirleyen politikaların da konusu olur. Birçok ülkede devlet kurumları futbol tesisleri için sermaye sağlayan birinci kaynak durumundadır. Futbolun ulusal ve uluslararası politikalar, ekonomik kalkınma ve bireysel çıkarlarının gerçekleşmesi için siyasal önemi nedeniyle birçok ülkede futbolla ilgili bakanlıklar, futbol otoriteleri ve kuruluşları vardır. Futbolun siyasal yanı, futbolun resmi örgütlenmesi ve ilişkilerinin yasal düzenlenmesi ve futbol kuruluşlarının kendi içi ve dışıyla olan ilişkisindeki politikaları içerir. Siyasal süreç futbolun örgütlenme şeklini ve ilişkilerinde yasal çerçeve ötesinde, aynı zamanda biçimlenme ve uygulamalardaki siyasal etki ve siyasal çatışma, dolayısıyla da futbolda kazananlar ve kaybedenler konuları önem kazanır. Futbolun bu bağlamda incelenmesi, kaynak tayin ve kullanımının karakteri üzerine eğilmeyi gerektirir. Futbolda oyunun kuralları Örgütlü oyun kavramı, ilişki ve iletişimin doğasında kaidelerin olduğunu anlatır. Aksi taktirde, oyun inşa edilemez, olamaz. Oyunda kaidelerin olması için bir kamu yasası veya örgütlü bir yapının bunu düzenlemesi gereksinimi ancak oyunun siyasal veya ticari örgütlülüğün bir parçası olmasıyla birlikte ortaya çıkar. Doğal olarak, oyunun kuralları oyun ilişkisi içinden çıkıp yükselir ve kültürel olarak şekillenir: çelik çomak gibi oyunların kurallarını Futbolu inceleme üzerine 35 dış bir güç belirlemez. Kurallar, oynayan bireylerin bir veya birkaçının egemenliklerinin ifadesi de değildir; yaşamın biçimlendirilişinin ifadesidir. Futbolda bu biçimlendiriliş, oyunun ticarileşmesi ve bilinç yönetimi aracı olmasıyla birlikte, gücün de ifadesi olur. Kuralların oluşturulması, ceza ve ödüllerin belirlenmesi, denetleme ve uygulama için resmi örgütlenmeler geliştirilir. Bunlar kamu kurumu ve özel yapılar olarak biçimlenir. Futbolda, kurallar uluslararası örgütler (FIFA/UEFA) tarafından konulur ve bu futbolun gerçekleşmesi (pazarda emtia olarak kullanılması) konulan kurallara uyulduğu sürece mümkündür. Kurallar kapitalist sermayenin etkin olduğu kurum ve kurullarca konulmakta; malını pazara sunmak isteyen güçler de bu kurallara uymaktadır. Türkiye’de futbol kurallarını (uluslararası düzenlemelerin aktarımını ve ulusal düzenlemelerin yapılmasını) Federasyon düzenlemekte ve cezai müeyyidelere Merkez Hakem Komitesi’nce karar verilmektedir. Oyunun kurallarını belirlemede (her sezon kaç yabancı oyuncunun takımda yer alacağı dahil) ve ceza koyma/kaldırmada (örneğin yıldız oyuncuya ceza verilmemesini sağlayacak ya da verilen cezayı tahkim kurulunda kaldırtacak kamuoyu oluşturmada) kulüplerin kısmen etkili olduğu vurgulanabilir. Sahipliğin ulusal ve uluslararası egemenliğin karakterine bağlı olarak kurallar üzerinde etkisi üzerinde durulabilir. Kuralların oyun sırasında uygulanması hakemlerden oluşan bir kadroya verilmiştir. Hakem, vereceği karar elektronik kayıtla anında yanlış olduğu saptanabilse bile, sahadaki nihai karar vericidir. Hakem sistemi temsil eder ve kararını sahada hiç kimse değiştiremez. Kararına karşı gelme, sisteme karşı gelmede olduğu gibi, ihtardan başlayarak çeşitli derecede cezalandırma yollarıyla çözümlenir. Sisteme karşı gelme risk almadır ve risk alan oyuncu bu karşıtlığını sözlü veya diğer davranış biçimleriyle ifade eder ve sonucuna da katlanır. Hakemlik ve hakeme verilen güç ile, sisteme, uygulamalarında “bazen” yanlış olsa bile, uyulması gereken meşruluk verilir ve insanların bilişlerine bu işlenir. “Yakalanmazsan ve riski alırsan her şeyi yapabilirsin” bilişinin işlendiği bir pazar ortamında, oyuncuların maç sırasındaki davranışlarıyla “dolandırıcılık” yapması, yalan beyanı, hakeme göstermeden veya hakemi yanıltarak sistemin kuralını kendi çıkarına uygun bir şekilde kırmaya çalışması normaldir ve bu “kandırma” ve “çıkarına uygun bir şekilde kazanç sağlama çabası” bol bol kullanılır. Bu tür egemenliğin uygulanması ve “kuralları yakalanmadan çiğneme ve kendi çıkarına göre bükme” çabalarının futbolda kullanımı ve topluma işlenen bilişsel ve davranışsal sonuçları da incelenmelidir. Bu ilişkisel ve kural uygulama yapısının, ticari kültür ve 36 İrfan Erdoğan ilişkiler ile olan paralelliği, teşvik ve meşrulaştırma mekanizması olarak iş görmesi de incelenmelidir. Örgütlü yapılarda oyunun kurallarının oluşması, gelişmesi ve değişmesinde, güç ilişkilerinin ve bu ilişkilerin amaç ve sonuçlarının da incelenmesi gerekir. Böylece, yasalar ve kurallarla ilgili yaratılan mitler, uydurular ve işlenen sahte bilişler de ortaya çıkmış olur. FUTBOL, SİYASET VE İDEOLOJİ BAĞI Futbol kamu politikasında (bilinç yönetiminde) eski imparatorluklardan beri yer almaktadır. Futbolun yaygın sunumları arasında şahsiyet/kişilik kurma, kazanma arzusunu teşvik, gerçek lideri belirleme, haklı oyun vardır. Bunların hepsinde ortak olan yan rekabet ve rekabetteki meşruluktur. Futbol, siyaset ve ideoloji bağı bundan çok daha karmaşıktır. Girişte açıklandığı gibi futbol ekonomiden ve siyasetten soyut etkinliktir değildir. Aksine ekonomi ve siyasetin olmadığı futbol düşünülemez. Futbol ve siyaset oluşumlarından beri birbiriyle iç içedir. Futbolun otorite, istisna, kaynak, kolaylık, kayırma ve imtiyaz için siyasal desteğe ihtiyacı vardır. Bu nedenle, politikacılarla, ekonomik ve diğer çıkar gruplarıyla daima ilişkidedirler. Tartışmalarda futbola, özellikle futbola herkesin katıldığı, sağduyusu olan herkesin futbol ve politika arasında ilişki olmadığı görüşü tekrarlanır durur: Futbol futboldur, politika ise politika. Oysa bu sağduyu görüşü yanlıştır. Sadece yanlış değil, tarafsız sandığımız sağduyu, çoğu kez, egemenliği yeniden üretme aracıdır. Futbolu ideolojisiz bir toplumsal oluşum ve etkinlik olarak açıklamak, gerçekte egemen olan güç ilişkisini ve bu egemen biçimin egemen görüşünü yeniden üreterek sürdürmektir. Siyaseti sadece formal siyasal etkinliklerle (seçimler, parti etkinlikleri, parlamento ve hükümet etkinlikleri gibi) sınırlamak, bu biçimselliğin ötesinde toplumda egemenlik ve boyunsunma, güç biçimi ve ilişkilerinin korunması ve sürdürülmesi ve buna karşı mücadeleyi içeren geniş alanı saklama ve geri plana itmedir. Bu alan ideolojilerin her gün toplumun bütünü içinde sürekli çatıştığı alandır. “Ne solcuyum ne de sağcı, futbolcuyum, futbolcu” sözü belki de futbola yüklenen siyasalsızlık (apolitiklik) karakterini özetlemektedir. Futbolun ve siyasetin yan yana olmadığı, birbirine karışmadığı, futbolun siyasetsiz olduğu iddiası, sadece ideolojik bir uyduru olmanın ötesinde, futbolun politikadan korunması için özel futbol kuruluşları tarafından yürütülmesi gerekliliği apolitikliğin garantisi olarak ileri sürülür, ki bu da bilinç yönetimi amaçlıdır. Futbolu inceleme üzerine 37 “Futbol bir oyundur, bir iş/ticaret değildir; dolayısıyla devlet veya hükümet yasa ve kurallarından, düzenlemelerinden uzak olmalıdır” görüşünün geçersizliğini ispata gerek yok, çünkü profesyonel futbol trilyon liralık bir ticari girişimidir. Öylesine ticari bir girişimdir ki, yeni futbol takımlarının aynı bölgede çıkması veya kurulması olasılığı dahi ortadan kaldırılmıştır. Örgütlü futbol oldukça özelleştirilmiş ve ticarileştirilmiştir. Milli maçlar, uluslararası ve bölgesel turnuvalar, aynı zamanda, “işlenmiş siyasal bilişlerin” yeniden üretildiği faaliyetlerdir. Ayrıca, stadyumların kurulması, işletilmesi ve maçlar daima siyaset ve siyaset ilişkileri içinde olmuştur. Siyasetçiler propaganda için maçları gerektiğinde kullanırlar. Maçlarda ve maç sonrasında futbol siyasetçilerce kullanılarak ideolojik propaganda gerçekleştirilir. Takımların cemaat hayatına pozitif etki ettiği ve birlik ve beraberliği teşvik ettiği iddiasının da üzerinde önemle durulması gerekir. Özellikle takımları maçı kaybettikten sonra taraftarların takıma ve etrafa karşı saldırganlıkları; farklı takımı tutan seyircilerin birbirine karşı düşmanca tutumları bunun böyle olmadığına işaret etmektedir. Futbolun faydaları genelleştirilirken, maliyeti üzerinde durulmamaktadır. Faydanın herkese mal edilmesi yanlış yönlendiricidir, çünkü faydanın önce ne tür bir fayda olduğunun somut olarak tanımlanması ve açıklanması gerekir. Örneğin, materyal fayda futbolun sahiplik ve yönetim kademesinde olanlar için vardır. Giriş ücretleri, paralı seyir, futbolla ilgili karar verme süreçlerinde genel halk siyasal karar vererek katılmanın dışında bırakılmıştır. Bunun sonucu olarak futbol ve futbol politikalarında kamu güveni hem azalmış hem de bazı takımların yönetimine karşı şiddet ve öfke duyguları ekilmiştir. Futbolun temsilinin incelenmesi Futbolun en yaygın temsili kitle iletişim araçlarında ve özellikle futbol dergileri ve televizyonda olur. Televizyona taşınan modern ticari gladyatörlük türlerinden biri olan futbolda, futbol bültenleri, karşılaşma yayınları, futbol haber programları, futbol belgeselleri, futbol magazin programları ve futbol eğitim programları türleriyle yapılan sunumlardan geçerek serbest köle kitleler heyecanlandırılır, duygular okşanır, öfkelendirilir, kendinden olanları sözle ve sözsüz hareket çekerek ezme fırsatı verilir, böylece deşarj edilerek rahatlatılır. Dolayısıyla, futbolun medyada temsil biçimleri, bu temsilin karakterleri, kime ne kazandırdığı ve kimlerden ne alıp götürdüğü de incelenmelidir. 38 İrfan Erdoğan FUTBOLLA BİLİŞ VE DAVRANIŞ YÖNETİMİ Şunu lütfen çok iyi anlamaya çalışalım: Dünyayı yöneten ve egemenliği tutan ve sürdüren asla ideolojiler, düşünceler, inançlar, tutumlar ve söylemler değildir. Dünyayı ve derginin bu sayısında olduğu gibi futbolu anlamak istiyorsak, hareket noktamız futbolun nasıl örgütlendiği ve yürütüldüğüne (yani futbolda üretim tarzı ve ilişkilerine) bakmak olmalıdır. Eğer yasalara, ideolojiye ve söyleme bakacaksak, yasaların, ideolojinin ve söylemin de üretim tarzı ve ilişkilerine bakmamız ve ideolojinin ve söylemin içeriğini örgütlü ilişkiler yapısı içinde anlamaya çalışmamız gerekir. İnsan gerçeğini, bu gerçeğin örgütlenmiş ifadelerinden olan yasalar ve metin içine hapsetmek, düşünsel olarak inşa edilmiş temsil ile bu temsilin açıkladığı ilişkisel olarak inşa edilmiş gerçeği ya reddetmek ya da özdeş tutmak demektir ki her ikisi de insan gerçeğini bilmede doğru yol değildir. Yasalar, ideoloji ve söylem egemeliği yaratmaz; yasalar, ideoloji ve söylemle egemenlikler meşrulaştırılır, sürdürülmesi desteklenir; Fabrikayı oluşturan ve yürüten düşünsel olan (yasalar, ideoloji, söylem) değil, materyal ve ilişkisel olandır.7 Örgütlü futbol, geleneksel eğlencenin parçası olan futbol faaliyetlerini kapitalist sermayenin kendi mülkiyetine geçirmesine bir örnektir. Aynı zamanda, kapitalizmde futbol "iş dışı eğlence ve dinlenme" zamanının kolonileştirilmesini anlatır. Bu kolonileştirme hem ekonomik çıkar hem de bilinç yönetimi ve ideolojik egemenlik bakımlarından kapitalist sınıfa büyük faydalar sağlamaktadır: Adının yarısı Türkçe olmayan TÜRKCELL “şimdi tam zamanı birlikte olmanın” diyen görüntülü ve sözlü anlatıyla izleyicilere birleştirici duygusallık işliyor. Bizi ve vatanı çok sevdiği için olmalı! Futbol çoğu kez toplumsal yapı ve grup ilişkileri dışında dinlenme kavramı içine hapsedilmiştir. Dinlenme kavramıyla birlikte yansız, toplumsal sorunlar/sorular dışında tutulmuştur. Ayrıca, futbol kendi iç özelliği olan gerginlik/heyecan ve zevk arama/bulmada ya ihmal edilmiş ya da basit kişisel dürtüler olarak açıklanmıştır. Futbol kapitalist toplumun ideolojisinin özünü taşır ve aşılar: Egoist ve saldırgan bireyciliği teşvik eder. Futbol izleme saldırgan dürtüleri tahrik eder ve aynı zamanda bu saldırgan dürtülerin boşalmasını sadistçe fiziksel etkinlik 7 Bu konuyu, “ekonomik indirgemecilik” uydurusu ötesinde ayrıntılı olarak incelemek için dergimizin bir önceki sayısındaki Forum bölümüne bakmanızı öneririm. Futbolu inceleme üzerine 39 gösterisine izin vererek bu saldırganlığı tasfiye eder. Serbest ve insafsız rekabet hissini verir, fakat serbest rekabetin sadece serbest-köleler arasında olduğunu gizler. Fırsat eşitliği masalını sunar, ama güçlü ile güçsüzleştirilmiş arasında fırsat eşitliği olamayacağını anlatmaz. Otoriteryanizmi, şovenizmi, seksizmi, militarizmi ve emperyalizmi destekler. Tüm bunların sefilleştirilmiş kitlelerin sefaletinin garantilerinden biri olduğunu da anlatmaz. Futbolla popülerleştirilenlerin önde gelen biliş yönetimi anlatılarından bazıları, ki incelenmesi gerekir, aşağıda sunuldu. Seyir ve seyirci: Bilişsel ve davranışsal yoksulluğun yaratılması Takım tutan seyirciler, süregelen ve gereksinimlere göre eklemelerle zenginleştirilen yerel, bölgesel ve ulusal ayırımlar, sloganlar, giysiler, renkler, semboller, hırslar, duygular, düşmanlıklar, öfkeler, seviler, otoriteler, boyunsunu ve direnişler dünyası içine doğmuştur ve içinde yetişirler. Bu dünyayı belirleyenler, bireyin bireysel tutumları, eğitimi ve saldırganlık duyguları değildir. Sorun, gerçekte, çağımızın insanlık durumu ve bu durumu yaratan ve sürdüren güçlülerin “ekmek ve sirk politikasıyla” rahatlatma ve “böl, birbirine düşür ve yönet” politikasıyla” delirtme ve kudurtma işiyle bağıntılıdır. Bu durum, egemen uluslararası ilişkiler düzeninin beraberinde getirdiği, incelikle işlediği ve beslediği bir durumdur. Dolayısıyla, seyircileri aşağılama ve holiganizm ile suçlama gibi açıklamalar ötesine geçip, seyirci davranışlarını bireysel tutumlar ve eğitim seviyesi içine sıkıştırmadan, endüstriyel ve siyasal biliş yönetimi içine yerleştirerek incelemek gerekir. Gençlerin futbol ilişkisindeki taşkınlıkları ev, çevre ve egemen kültürel ilişkiler içinde duydukları ezilmişlik ve yenilmişliklerinde kendilerine futbolda taraftarlık yoluyla psikolojik ezme fırsatı bulmaları ve düzeni bilinçsizce desteklemeleri incelenmesi gereken en önemli konular arasındadır. Gençlerin seyirci ve taraftar olarak taşkınlıkla elde ettikleri kazanç, belki de ekonomik, siyasal ve seks sıkıntılarından kaynaklanan "psikolojik boşalmadır." Bunun üzerinde durulmalıdır. Fakat asıl üzerinde durulması gerekenlerden biri de şudur: Gençliğin siyasal ve ekonomik alandan uzaklaşarak futbolda şiddete yönelmesi ve bazılarının suç işlemesi, özellikle, meşruluk krizindeki bir siyasal ekonomik sistem için oldukça önemli bir kazançtır. Öfkelerin ve tatminsizliklerin gerçek nedenlerine yönelme yerine, futbol alanına yönelerek insanların deşarj olmasında egemen düzenin kazancı, kendi varlığını koruma, sürdürme ve geliştirmedir. Taraftarların takımlarının amblemi ile övünç duymaları ve sokaklara dökülüp yaptıkları eylemler, Roma 40 İrfan Erdoğan arenalarında gruplaşmış kölelerin ve köle-köylü-seyircilerin zafer çığlıkları ve övünç\gurur hisleriyle paralellik taşır: kölenin farklı üretim tarzı ve ilişkileri içinde zincirine vuruluş örnekleridir bunlar. Bir futbol takımının taraftarına “kazandırdığının” anlamı, İngiliz emperyalizminin Afrika’ya getirdiği ve Afrika’dan götürdüğüne benzer: İngiliz emperyalizmi Afrika'ya tanrının kitabını ve düzenini getirdi ve Afrikalılar tanrı aşkı, aile değerleri ve vatan sevgisiyle dolup taştılar. Afrika'ya bu soyut hisleri getiren ve vatan için aynı vatandaki vatandaşları birbirine düşman eden İngiltere (ve Afrikalı işbirlikçileri) ise Afrika'nın altınına ve maddi zenginliklerine kondular. Herkes memnun: Birileri düşlerle ve tarih boyu birbirini yeme işiyle. Birileri de materyal zenginliklerin kontrolüyle. Birileri birilerine “Kral Harun da mezara kefenle gitti”; “yukarıya bakma, aşağıya bak ve şükret”; “vatan benim için ne yaptı” diye sorma “ben vatan için ne yaptım” diye sor; “ya sev, ya terk et” dedirten gerizekalılığı işlemek zorunda, aksi taktirde, yönetme ve “serbest köleliği sürdürme” işi ciddi ölçüde zorlaşabilir. Sadece Türkiye’de değil, gelişmiş kapitalist ülkelerde de, örneğin kibar (!) İngiliz medeniyetinin ve Avrupa’nın diğer ülkelerinde de, insanlar neden maç öncesi, maç sırasında ve sonrasında etrafına saldırıyor? Bunun önemli bir nedeni insanın yaşadığı ve kontrol edemediği yenilgiler dünyasında, yenme umuduyla geldiği maçtaki yenilgiyi kabul edememesi ve yendiğinde de güçlülüğünü şiddete kadar varan coşkuyla ifade etmesi olabilir mi? Bunu bilmek elbette gerekli; fakat bunu bilmek bizi, “bireyi eğitelim” sahtekarlığına götürüyorsa, bu aslında utanç verici bir bilme ve çözüm olur. Maçla ilgili taşkınlık, ücretli-köleliğin getirdiği iş dünyasındaki (fabrikadaki, iş yerindeki) yenilgiye boyun sunma bağlamından farklıdır. İşten atılma ve işsiz kalma korkusu yoktur. Takım tutma ile gelen davranış, yenilgide (kazandığında) öfkeyi (sevinci) içine atmak zorunluluğunu doğurmaz. “Okulumuza öğretmen istiyoruz” diye pankart açan küçük çocukları “terörist” diye mahkemeye veren hasta bir egemen yapı için, taşkın taraftar ve ırkçılığı teşvik eden medya çok işlevseldir. Seyirci, baskı altında engellenmişliklerinden deşarj olmanın risksiz olasılığıyla şiddet kullanmaya ve “düzene tehlikeli olmayan” kamu düzenini bozmaya yatkındır. Birey, benzer psikolojiyle dolu bu sürü içinde, birikmiş öfkesini çıkartabilecek ve sıyrılıp gidecek güçte hisseder kendini. Bu nedenle, sürü gibi gruplar halinde şehrin sokaklarına dökülür; "takımı" yenildiği için küfürler yağdırarak dolaşır. Burada sürülüğün nedenini sürüde bulan ve beslediği sürüden bile ödü kopan kapitalist sürü psikolojisi anlayışından bahsetmiyorum. Faşist\kapitalist düzende ezilenlerin faşistçe Futbolu inceleme üzerine 41 ezilmelerinin öfkesini faşistçe davranışla, yapabileceklerini anladıkları durumlarda, ifade edip geçici rahatlık sağlamalarından bahsediyorum. Ezilmişin öfke dolu psikolojisini ve bu öfkesinin egemen düzene tehlikeli olmayacak bir şekilde (gerçekte faydalı bir şekilde) ifade alanını ve tarzını açıklamaya çalışıyorum. Özlüce bir bilinç yönetiminin başarısını açıklıyorum. Elbette, milli takımın başarılı olduğundaki sevinç ve mutluluklar da bu durumun bütünleşik bir parçasıdır: Sevinecek, kutlayacak, mutlu olacak, devletin polisi tarafından dayak yeme riski olmadan sokaklara dökülebilecek, bol bayraklı şenlik yapabilecek. Bu, serbest köleye bahşedilen ender ifade özgürlüklerinden biridir; hiçbir şeyi olamayanların ve sahip olamayanların soyut sahipliklerle avunmasına ve avutulmasına bir örnektir. Rekabetçi bireycilik Futbol bireysel beceri, dayanma, çalışma, teknik, kıvraklık vs ister. Başarılar ve başarısızlıklar bireyseldir. İnsanlar arası ilişkilerde doğal bir biçim olarak görünür. Bu görünüm toplumda hayatın "bireysel rekabete" dayandığına bağlanır. Böylece, rekabetçi bireycilik ideolojisi doğal insanlık durumu olarak sunulur. Başarı ve başarısızlık bireyin kendi elinde olan bir şeydir. Herkes aynı yeteneğe sahip değildir ve bu yeteneğini kullanabilme de eşit değildir. Ayrıca daima kazananlar ve kaybedenler vardır. Bu anlayış biçimi (rekabetçi bireycilik) futbol ve siyasal ideoloji arasında gidip gelir. Bir yandan futbolda bu kavram doğallaştırılır; öte yandan birey olarak belli bir siyası hüviyete sosyalizasyonla kendimizi futbolda tanırız. Böylece, futbol bizim kimliğimizi, özdeşliğimizi rekabetçi birey olarak onaylar ve destekler. İyiler kazanır Bir takım gol atınca, Tv ekranında “iyiler kazanır” yazısı beliriyordu son zamanlarda. Futbol yoluyla bilinçlerimize düzenli, disiplinli, gayretli, çok sıkı çalışanların kazandığı kazılır. “Kazanmak için çok çalışma ve zorluk altında çalışma gerektiği” sürekli sunularak, modern üretim sürecinin talep ettiği iş disiplini meşrulaştırılır ve aşılanır. Hem örgütlenme ve iş yapış biçimiyle hem de propagandacıların (reklamcıların, promosyoncuların, pazarlamacıların) kullanımıyla, futbol kapitalizmin arzu ettiği “uysal işgücünün” eğitilmesinde oldukça faydalı görev yapar. Futbolun örgütlenme ve fonksiyonlarında modern rasyonelleştirilmiş endüstrisel üretimin bütün temel karakterlerinin kopyasını görürüz: Yüksek derecede ihtisaslaşma ve standartlaşma, 42 İrfan Erdoğan bürokratlaşmış ve tabakalaşmış idare, uzun dönemli planlama, bilim ve teknolojiye artan şekilde bağımlılık, maksimum verim elde etmeye zorlama (=birinci olma), yapılan işin sayıma/istatistiğe vurulması (=puanlar, her oyuncunun attığı goller) ve hepsinin ötesinde üretici(=futbol işçileri) ve tüketicinin (biz seyirci kalan seyircilerin) yabancılaşması. Tüm bunların incelenmesi gerekmektedir. Bireysel, yerel ve bölgesel kimlikler Hala hemen herkes İstanbul'un üç büyük takımını tutar: FB, BJK, ve GS. Örneğin neden Ankaralılar bu üç büyüğü tutarlar? Bunun anlamı ezen veya ezebilme olanağı çok daha fazla olanla, kendini bağdaştırma mı? Yenilenle, ezilenle ve kaybedenle kendini bir tutmama, yenenin, ezenin ve galip gelenin yanında olma ve böylece soyut kazanmayla psikolojik doyum elde etme mi? Taraftarlar bunun gerçek nedenini tam anlamıyla biliyorlar mı? Takım tutma ve fanatiklik kazanma-kaybetme, yenme-yenilme, gurur duyma-üzülme, alayetme-alay edilme, kendi-sömürüsüne-kendinin psikolojik tatminler elde etmesi için katılma ve bundan haz duyma, kendini eşleştirdiğin (bağdaştırdığın) bir şeyin üstünlüğünden zevk alma gibi duygular ve tutumlarla ilgilidir. Futbolla yapılan bir diğer kimlik işleme, belli yerel özellikler ve ayrılılıklar, farklılıklar, kısaca yerelcilik ve bölgecilik desteklenerek, yerel ve bölgesel düzeyde "birlik, beraberlik" duygusu ön plana çıkartılır, yerel ve bölgesel özdeşlikler vurgulanır ve yöreler ve bölgeler arası kıskançlıklar, düşmanlıkları körüklenir. Bu işlemede kitle iletişiminin aktarıcı ve vurgulayıcı bir rolü vardır. Bu bağlamda bu üç büyükleri tutma yanında yerel takımları destekleme de yaygın hale gelmektedir. Kafatascı/ırkçı milliyetçilik Burjuva demokratik siyasal, toplumsal ve kültürel değişimin başlamasıyla, milliyetçilik, hemen her burjuva devriminde olduğu gibi, önemli bir ideolojik ve bilinç (ve davranış) yönetimi biçimi olarak yaygınlaşmaya başladı. Milliyetçilik dünyadaki bugünkü biçimiyle, özellikle ABD’de yeniden biçimlendirilmiş ve dünyaya İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yayılmış olan neofaşist ve şimdide en aşağılık ve sahtekar şekliyle post-faşist bir karakter taşır. Bu faşizm dünyada Amerikan politikalarının gerçekleştirilmesinde yüz binlerce gencin işkence görmesinde ve öldürülmesinde kullanılmıştır. Bu tür Futbolu inceleme üzerine 43 milliyetçilik kitleleri harekete geçirmede, birbirine kırdırmada, talanda, iç savaşa, katliama ve dış savaşa göndermede, kısaca kapitalist sermayenin politikasının başarılı olarak yürütülmesinde kullanılan en etken silahlardan biridir. Futbol bu bağlamda önemli bir yer alır: Futbolcu ve takım "bizim” olur. Milletlerarası futbol müsabakaları milletler hakkında olan önyargılar ve tutumların belirlediği bir dille sunulur ki bu dil milli şovenizmi, dostluk ve düşmanlıkları ve hayranlıkları ifade eder. Kitle iletişim araçları futbolla milliyetçilik hissini veya en azından bir millete aitlik hissinden gelen birlik duygusunu, özellikle milletlerarası futbol etkinliklerinin yaygınlaşmasından beri, başarılı bir şekilde yaşatıp sürdürmede rol oynamaktadır. Milli maçlar büyük olay olarak büyük tantanalarla sunulur. Bu sunum sırasında, Türkcell’den Ülker’e ve İBM-TÜRK (isme dikkat) ve CocaCola’ya kadar tüm dev şirketler “hararetli destekleyici” olarak boy gösterirler: kitleleri asgari ücretlerle ve işsiz bırakarak yoksun ve yoksul bırakanlar, kitlelerle BİZ olurlar. Bu tür biliş yönetiminin incelenmesi gerekir. Düzen, karışıklık ve burjuva denetimi Futbol, burjuvazinin kolonileştirmeye çalıştığı ve bunda önemli ölçüde başarı sağladığı bir faaliyet alanıdır. Profesyonel futbolda kurallar ve kuralsızlıklar, düzen ve düzensizlik birbirini istikrarsız ve tehlikeli bir şekilde tartarlar. Futbolda olduğu gibi birçok sporda amaç, kazanmak için kuralları son sınıra itmektir, gayrimeşruluk hududunda oynamaktır. Bu düzen ve denetim güçleri ile düzene-karşılık ve düzeni bozma arasındaki emniyetsiz denge sadece spor oyunlarının yapısına has değildir. Sporun toplumsal fonksiyonu ve resmi örgütlenmesinde de vardır. Futbolda cinsel ayrımcılık Futbol örgütlenme ve oyun karakteriyle toplumdaki seksüel bölünmeyi de yeniden üreterek destekler: Futbolun kendisi yaradılıştan ve doğal olarak "erkeğin" oyunu gibi biçimlendirilmiştir. Egemen biçimiyle futbol erkeklik mitini yeniden-üreten bir forumdur; futbol erkeğin aktif, saldırgan, rekabetçi, kuvvetli, düellocu, cesaretli vs olduğunu yeniden kanıtlar. Kadın sadece aşağı düzeydeki konumlara sokulur. Dikkat edilirse, bu erkek egemenliğinin yeniden üretilmesi, burjuva ve radikal feministlerin iddialarının aksine, bir sporun üretim tarzı ve ilişkilerinden doğmaktadır; erkeğin erkekliğinden, cinsel bağnazlığından, değiştirilemez seksist tutumundan değil (bu son 44 İrfan Erdoğan belirtilenler, üretim tarzı ve ilişkileri içinde oluşmuş sonuçlardır. Bu sonuçların neden olarak sunulması, kurnazca kullanılan “böl, birbirine düşür ve yönet politikalarını” işlevsel bir parçasıdır). Çözüm de, kadınların ücretli kölelikteki dağılımda (iş yerinde, mecliste) eşit temsili değildir; doğal cinsel farklılığı cinsel ayrımcılığa dönüştürerek kullananların sürdürdüğü üretim tarzı ve ilişkilerinin değiştirilmesiyle gelir çözüm. Çözüm, sonuçla uğraşarak arazı gidermeyle (örneğin su kirliliğini arıtma tesisleriyle, televizyonlarla işlenen beyin ve davranış kirliliğini “akıllı işaretlerle”) gelmez; çözüm arazı ortaya çıkartan nedenleri anlama ve dönüştürmeyle (örneğin, suyu kirleten endüstriyel iş yapış biçimini “suyu kirletmeyecek biçimde” değiştirmeyle, bilişleri ve insanca ilişkileri kirleten televizyondaki üretim tarzının değiştirilmesiyle) gelir. Dolayısıyla, futbolda cinsel ayrımcılığa burjuva feministlerin liberal çoğulcu hastaca yaklaşımıyla değil, örneğin, futbolla üretilenin üretim faaliyetinin karakterini incelemeyle yaklaşmak gerekir. Futbolcu yıldız: Fiziksel beceriyle kısa yoldan zengin olma Futbol fiziki iş, dolayısıyla fiziksel uygunluk gerektirir. Bu nedenle, örneğin kariyerler yaş ve sakatlık nedeniyle kolayca bitebilir. Futbolda, bazı futbolculara büyük miktarda para verilir ve bu durum iletişim araçları tarafından sürekli sanki futbolcuların hepsi trilyonlar kazanıyormuş gibi sunulur. Böylece zengin olma yolunda önü tıkanmış olan işçi sınıfı çocukları için futbolcu olmak bir umut kapısı olarak görünür. Bu da, toplumda fırsat eşitliği propagandasını destekler. Futbolda çoğu ülkelerde işçi sınıfının çocukları yer alır; diğer sınıfların çocukları daha çok kendi sınıflarının tercih ettiği futbol etkinliklerine girerler. İşçi sınıfının çocukları, özellikle ligde oynayanlar ve meşhur olanlar medya tarafından örgütlü dedikodu ve ideolojik propaganda için kullanılırlar. Ayrıca, futbol yıldızlarının eğlence ve reklam endüstrisinde belli pazar-değerleri vardır ve bu değerlerine göre reklam endüstrisi tarafından "satıcı/tezgahtar" rolünü üstlenirler. Bu yıldızlar sadece belli ürünleri ve kuruluşları örneğin Coca Cola değil, aynı zamanda belli yaşam ve düşünü biçiminin da satışını yaparlar: Rekabetçi bireycilik, becerili ol fırsatları değerlendir, var oluşun bireyselleşmesi gibi. İşçi sınıfıyla doğal ilişkilerini kesmiş olan bu yıldızlar, işçi sınıfı kahramanları olarak, işçi sınıfı gençlerine model olurlar. Bu yıldızların ait oldukları kitlelerin gerçek sorunlarını dile getirmede sessiz kalışı aslında çok şey söyler kendini bilenlere. Futbolu inceleme üzerine 45 Aptalca tüketim kültürünün popülerleştirilmesi Tüketici kültürü, insanların bilinç ve davranışlarının yaşam boyu biçimlendirilmesiyle gelen, kitlelerin aktif katılmasıyla sürdürülen, ahmakça alışverişe ve birkaç kullanımdan sonra atmaya dayanan yaşam ve ilişki biçimidir. Futbol ve futbolcu tüketim kültürünün teşvikinde yoğun bir şekilde kullanılır. Bu kullanımla satılan, futbolun kendisi dahil, gençlik, güzellik, çekicilik, enerji, sağlamlık, sağlıklılık, hareket, heyecan, macera, özgürlük, lüks, zevk alma, eğlence, kısaca "işte bu iyi ve arzulanan hayat" bilincidir. Bu bilinçten geçerek satılan mallar ise, örneğin, temizlik tozları, sabun, araba, dışarıda tatil, moda ve giyim, yeme, içme, kozmetik ve benzerleri ürünlerdir. Tüketim kültüründe toplumsal ilgi toplumu kullanmadan geçerek materyal ve bilişsel çıkar sağlama üzerine kurulmuştur. Toplumun çıkarına olan toplumsal ilgi, sadece belli siyasal, ideolojik çıkarlara uygun olduğu zaman ortaya atılır, diğer zamanlar yok sayılır. İdeolojisizlik ve eğlence diye popülerleştirilenler Günlük konuşmalarda, okullarda, bazı makalelerde ve kitle iletişim araçlarında futbolun “herkesin sporu olduğu, herkesin oynadığı ve herkesin seyrettiği, hiçbir sınıfa ait olmadığı”, dolayısıyla, futbolun “ideolojisiz” ve “politikasız” olduğu, sanki apaçık bir gerçekmiş gibi ileri sürülür. Futbolda ve güç ilişkisinde ortaya çıkan sonuçlar, özellikle, toplum içi bölünmeler, gruplaşmalar ve egemenliğin sağlanması, karşıt çıkarların sürekli olarak çatışmasıyla birlikte gelir. Burjuvazinin diğer sınıflar/gruplar üzerindeki egemenliği hiçbir zaman ebediyen garantiye alınmış değildir; her alanda olduğu gibi futbol ve futbol kültüründe de böyledir. Sınıf egemenliği sürekli her gün her an yapısal, örgütsel ve ideolojik düzeylerdeki iş ve etkinliklerle kazanılmak zorundadır. Futbol burjuva egemenliğine birbiriyle sıkı sıkıya bağıntılı iki önemli şekilde yardım eder: Birincisinde, özellikle taraftarlık (bireysel, futbol kulübü dernekleri, internet blogları) yoluyla sınıfları ve alt grupları birbirine düşman olan parçalara ayırır. İkincisinde, bu parçaları burjuva egemenliği altında, örneğin örgütlenme ve milli maçlar yoluyla toplar. Futbol egemen grupları ve destekleyicilerini birleştirir; diğer grup ve sınıfları böler, parçalar ve örgütsüz kalmalarına yardım eder. Futbol alanında olan mücadele diğer alanlarda olan mücadeleyle bağıntılıdır. Eğer siyasal alanda veya ekonomik alanda mücadele kızışırsa, benzer derecede çekişmeyi futbol alanında da görürüz. 46 İrfan Erdoğan Oyunda şiddetin ve “kuralları çıkar için kırmanın” üretimi Şiddet sadece seyirciler tarafından maç öncesi, maç sırasında ve maç sonrası çeşitli boyutlarda uygulanmakla kalmaz. Oyuncular ayağını, kafasını ve vücudunu kullanma biçimleriyle becerilerini/yeteneklerini sergilerler; topu kontrol ve karşı takımla ve kendi takımı oyuncularıyla olan oyun ilişkisinde, seyircileri duygudan duyguya sürüklerler. Hem oyuncuların sahadaki duygusallığında hem de seyircilerin duygusallığında, diğer bazı eğlencelerden farklı olarak, şiddet ve kurallarla hareket ederken kuralları zorlama ve kuralları “hakemi kandırarak” ve “yanlış olduğunu bile bile kazanç sağlamaya çalışmaya çalışarak” kendi çıkarı için kullanma sergilenir. Saha içindeki mücadelede oyuncular hakem tarafından görülmediklerini tahmin ettiklerinde kuralları “kazanç” amaçlı olarak kırarlar. Kurallara rağmen, gerekli gördüklerinde, şiddet kullanırlar (itmek, çelmelemek, vurmak). Oyunda sadece kurallar içinde hareket ederek bir kazanma elde etmek değil, aynı zamanda kuralları kırma ve bu kırmada yakalanmama, ceza görmeme veya cezayı en aza indirme çabası ve stratejisi uygulanır. Dolayısıyla futbolda şiddet hem futbolcular hem de seyircilerin davranışlarında vardır. Futbolcular maç sırasında “şiddeti” bilinçli ve amaçlı olarak kullanırlar. Bu kullanım biçiminde, firma dünyasının rekabet ve müşteri ilişkilerinde yaptığı gibi, kuralları “kendi çıkarlarına uygun bir şekilde kullanma ve gerektiğinde bükme ve hatta kırma vardır. Bu tür kullanım amaca ulaşmak için şiddeti, sahtekarlığı, yalanı, dalavereyi, kandırmayı, doğru olmayanı savunmayı meşrulaştırır, besler ve yaygınlaştırır. Dürüstlük, hak, hukuk, doğruluk, anlamını yitirir. Bu durumun seyircilerin bilişlerinde ve davranışlarında yansımalarının örnekleri sürekli olarak maç öncesinde, maç sırasında ve maç sonrasında her yerde verilir. Bizim takım, bizim şirket Futbolun pazar tarafından kolonileştirilmesi gelişmiş kapitalist ülkelerde tamamlanmış durumda ve bizim gibi ülkeler de aynı sonuca doğru gidiyor. Futbol takımları sadece kendi takımlarını temsil etmez: Sokaktaki taşıyıcılardan çok daha etkili bir şekilde giysileriyle belli firmaların veya ürünlerin temsilciliğini yaparlar. Fenerbahçe’nin formasının önünde kocaman "Emlak Bankası", G.S.'ninkinde "Emek Sigorta" Beşiktaş’ınkinde "Beko" yazılı. Hemen her takımın bir şirketin promosyonunu yaptığı görülür. Şimdilik, şirket bizliği henüz gelişmedi ve geliştirilmedi; fakat ileride şirket Futbolu inceleme üzerine 47 bizliği birçok bizliklerin önüne geçirilecektir. Bunun için de, elbette, öncelikle, futbol takımlarının kimlik (ve aitlik) yapılarının değiştirilmesi gerekmektedir. Bu değiştirmede de ilk adım isim değişikliğiyle veya ismin bir şirketi çağrıştıracak bir şekilde markalaştırılmasıyla gelir. Bizlik, güçlüyle kendini özdeş tutma ve sadakat 8 Futbolun sunduğu eğlencede takım tutmadan geçerek gelen sadakat vardır. Bu sadakat piknikte veya mahallede oynanan futbolda ki takıma bağımlılıktan farklı olarak süreklilik taşır. Türkiye’de ilginç olan durum, ABD gibi ülkelerden çok farklı bir yansımadır. Örneğin Amerika’da seyirciler kendi yerel takımlarını tutarlar; fakat Türkiye’de metropol İstanbul’un üç takımı Türkiye’nin hemen her yerinde taraftarların büyük çoğunluğu tarafından desteklenmektedir. Yerel takımlar ikincil seviyede kalır. Seyirci bağımlılığı önce bir İstanbul takımına (padişaha) ve sonra (eğer seçerse) kendi kentinin takımınadır (derebeyine, ağaya, şeyhe). Bu sadakatte ırk, sınıf, din, yerel veya ulusal öğeler rol oynamaz; Onun yerine egemenle, güçlüyle ve güçle kendini özdeşleştirme ve kölenin kendini efendisiyle özdeşleştirerek köleliğine katılma vardır. Anadolu’da insanların İstanbul kompradorlarının takımlarını tutması Anadolu insanının cemaat bağlarının zayıf olduğuna da işaret eder. Büyük kentin cazibesi, bu zayıflıkla gelen kendinden olmayan güçlüye hayranlıkla birleşince; FB, GS veya BJK ana seçenek olur. Böylece, kimlik arayışındaki kendini beğenmeyen BEN kendine kendinden olmayan bir kimlik bulur. Normal olarak, takım tutmayla birlikte cemaat kıvancı ve bağlığı gelir. Fakat kendi cemaatinin takımını ikincil plana iten veya hiç önem vermeyen bir yapıda, cemaatin bizlik duygusunu ve dayanışmasını sağlayacak ve sürdürecek önemli bir unsur eksik demektir. Kayseri takımını tutmayan, onun yerine İstanbul takımını tutan Kayserili için özlemler ve özlenen bağlar İstanbul’dur. Takım tutmayla insanlar takımla kendilerini özdeşleştirmeden geçerek kendilerini bir yere bağlarlar. Bu yer ya kendi kentleridir ya da tuttukları takımın kentidir. Futbol takımı o takımın olduğu yere olan ilgiyi artırmak için bir araç olarak kullanılmaktadır. İstanbul seyircisi belki de kendi 8 “Bizlik” kendini özdeştirmeyi ve aitliği, dolayısıyla bireyin “kimliklerini” oluşturur. Kimlik kavramını kullanmadım, bizlik kavramını kullandım ki, bence, çok daha insancıl bir kavram ve kimlikte olduğu gibi, açıkça ırkçılık çağrıştırmıyor. 48 İrfan Erdoğan yaşadıkları bölgenin takımına sadakati olan tek seyircidir denebilir. Fakat gerçek anlamıyla bunun doğru olabilmesi için Beşiktaş semti veya Beşiktaş takımının bulunduğu bölgede Beşiktaşlıların büyük çoğunluğu oluşturması gerekir. İstanbul dışında, belki de sadece Trabzon ve İzmir’de, yerel takımların İstanbul takımları kadar tutulma/desteklenme olasılığı vardır. Kendi bölgesinin takımını tutma veya tutmamak hem bireysel hem de kolektif bir deneyim özelliğini anlatır. Bu özellikte iki tür bizlik vardır: yerel güçsüz bizlik ve İstanbul takımlarından birini tutarak sağlanan güçlü bizlik. Ulusal bizlik Futbolda ulusal/milli sadakat milli maçlarda ve büyük takımlardan birinin diğer ülke takımlarından biriyle yaptıkları maçlarda ortaya çıkar. Ulusal bağlılıkta hareket noktası ulusal kimliktir ve bu kimlikte güçsüz olunduğu bilindiği durumda bile güçlülük iddiası varır. Böylece, hiç değilse “biz Avrupa’dan geri değiliz” düşüncesi genellikle futbol dünyasının günlük bilincine yer etmiştir ve sürekli canlı tutulur. Günlük insanlar arası ilişkilerde en çok iletişilen konulardan birinin futbol olduğu düşünülürse, bunun ekmek ve sirk politikaları açısından ne denli önemli olduğu ortaya çıkar. Siyaset, iş\ticaret ve günlük hayat futbol kavramlarıyla, metaforlarıyla ve dersleriyle zenginleştirilir. Dünyanın her yerinde insanlar her gün futbola önemli ölçüde zaman, para ve duygusal yatırım yapmaktadırlar. Her ülkede futbol kahramanları rol modeli, kültürel ikon ve ulusal sembol olarak nitelenirler. Sürekli olarak özellikle televizyonlarda şirketlerin romantikleştirilmiş duygu sömürüsü bombardımanıyla körüklenen ulusal/milli bizlik ile, sınıfsal farklılıklar ve sömürü ilişkileri yok edilir ve “70 milyon tek vücut ve tek kalp” yapılır. Bu durumu “materyal ilişkiler dünyasında “kervanlarını rahatça yürütmek” için “itlerini ulutma” olarak nitelemeye de hiç kimse cesaret edemez, çünkü Fatih Terim’in modern gladyatörlerinin sahadaki kansız ölümü (maçı kaybetmesi) veya kansız katliamı (maçı kazanması), gururu ve başarısı para ile ölçülen bir küresel pazarın makro-siyasal birimlerinin işlediği bizlik ve sadakat duygusuna ters düşer. Milli maç, ırkçılıktan ve şiddetten nefret ettiğinin propagandasını yapan ırkçı ve şiddet üzerine kurulu bir üretim tarzının işlediği bilişlerle ve duygularla, insanları sistem içinde birleştirerek “kurtarıcı” rolü oynayan önemli “örgütlü faaliyetlerden” biridir. Dolayısıyla, futbol, hem farklılıkların Futbolu inceleme üzerine 49 yaratıldığı ve işlendiği hem de aynılıkların vurgulandığı (entegrasyonu gerçekleştiren) bir karaktere sahiptir. Diğer bir deyimle, futbol, aynı anda, toplumsal entegrasyon aracıdır. Bu entegrasyon ulusal bizlik duygusunu ve aitliği yaratarak, tutarak ve teşvik ederek sağlanır. Fakat siyasal, ekonomik ve kültürel meşruluk krizinde olan ülkelerde, futbolun bağımlı kılıcılığı ve sosyal entegrasyon görevi “baştan çıkarıcı” bir hal alır: Aynı ülke içinde hunhar sömürüye, her gün “iş kazalarıyla” insanları sakat bırakılmasına ve öldürülmesine ve talanla zenginliklerin ve yoksullukların yaratılmasına sessiz kalan kitleler (özellikle gençler), taraftarı oldukları bir spor şirketi bir maçı kazandığında veya kaybettiğinde taşkınlıklar, yağmacılık ve şiddet işine girerler. İşte buna, bilinç ve davranış yönetiminin belli yönde geri-zekalılaştırma, hunharlaştırma, duyarlılık ve duygusallık işlemedeki ve yönlendirmedeki başarısı denir. Bu başarı mutlak mıdır? Hayır, fakat egemen olandır. Bu egemenlikte, bir ticari şirketin taraftarlarının bazıları elbette “futbolun” ve futbolla sunulanların farkındadır. Hatta bazıları şirket ile mücadeleyi özdeşleştirirler ki bu da “yanlış konumlandırılarak” inşa edilen gerçekte oldukça doğru görünür, çünkü devrimleri şirketler yapıyor artık ve hatta Radikal gazetesini bile çıkararak radikal olanı yeniden tanımlıyor ve belirliyor: Beşiktaş bir gerillanın hayata itirazıdır. Susarsa çatışma, konuşursa savaş, yazarsa destan, severse devrim olur. (Çarşı’nın sloganı; http://gencbesiktaslilar.blogspot.com/) Ne yazık ki, Çarşı bitti, çünkü Beşiktaş veya herhangi bir şirket ve bu şirketin çalışanı ve taraftarı “bir gerillanın hayata itirazını” ifade edemez (ederse, Radikal gazetesi gibi eder ki bu çok gülünçtür); konuştuğunda savaş, ancak aynı sınıfın birbirini yemesi biçiminde olur; Beşiktaşlılar (veya başka futbol takımı taraftarları) yazarsa, ki tarihi yazma olanaklarına sahip olmadıkları ve kendi tarihlerini yazacak bilişten çoğunlukla yoksun bırakıldıkları için, sadece efendilerinin tarihini yazmak için gerekli faaliyetleri yaparlar; yaptıklarıyla yazdıkları destanlar onlar için ve onlara ait destanlar değildir (burjuva devrimleri yapmalarında olduğu gibi); Beşiktaşlılar severse (veya başka futbol takımı taraftarları severse), ki seviyor, ama devrim olmuyor, çünkü Beşiktaşı (veya herhangi bir takımı) sevmekle devrim gelmez, aksine bağımlılık gelir. Çarşı (taraftar örgütlenmeleri) elbette toplumsal sorunları dile getiren karaktere sahip olabilir. Eğer Çarşı, şirketlerin çarşılarına giderken, toplumsal sorunları ırkçılığı, farklı kimlikleri birbirine 50 İrfan Erdoğan düşüren bölücülüğü, bilişsel ve davranışsal ahmaklığı teşvik etmeyen şekillerde “dil” kullanırsa, ya Çarşı’yı dönüştürürler ya da Çarşı’yı kapatırlar sonunda. Yukarıdaki açıklamalar, futbolla ilgili olarak seyirci/taraftar örgütlenmeleri, biçimleri, amaç ve sonuçları üzerinde araştırma yapmanın da önemini ortaya çıkartmaktadır. FUTBOL VE DİRENİŞ Şimdiye kadar olan anlatılardan kolayca anlaşılacağı gibi, günümüzde futbol kapitalist pazarın bütünleşik bir parçasıdır. Futbol denince, adil ve hakkaniyet ölçülerine göre bir sosyal fayda yaratma ve bu faydayı bölüşme için bir direniş akla gelmez. Onun yerine, kısa yoldan zengin olma, bu amaçla bireysel rekabet, beceri, yetenek, eşitsizliğin doğal olduğu, zenginliğin ve yoksulluğun evrenselliği, kazananın haklı olduğu ve kaybedenin “iyi olmadığı,” çok çaba gösterilirse başarılı olunacağı gibi egemen bir materyal ilişkiler yapısının düşünsel gerçekleri akla gelir. En kötüsü de faşistçe, şovenistçe, insana ve kendine düşmanca bir karşıtlık akla gelir. Futbol belki de insanca direnişin yoğun bir şekilde katledildiği bir faaliyet alanıdır. Futbol günümüzdeki yapısıyla ve futbolu kullanarak bilişleri iğfal eden egemen iletişim tarzıyla, insanlık için kaybedilmiş bir mücadele alanı karakterini taşımaktadır: Ne gladyatörler ne de seyirciler asıl kimliklerinin farkında! Diğer alanlarda olduğu gibi, futbol alanında da “direniş” veya “karşıtlık” egemen pazar yapısının kontrollü alternatiflerine uygun bir şekilde yeniden tanımlanmıştır. Buna en son örnek, ırkçılığa dayanan bir küresel pazarın insan hakları şampiyonluğu iddiasını sahaya taşımasıdır: 2008 yılındaki Avrupa şampiyonasında, ırkçı Avrupa seyircisi maç sırasında “Irkçılığa Hayır” yazısıyla göz göze geldiler sık sık. Alman ve Türk takımlarının kaptanları çeyrek final maçında ırkçılığa karşı önceden hazırlanmış bir bildiri okudular: “Benim zenci arkadaşlarım var” diyerek ırkçı olmadığını kanıtlayamaya çalışan beyaz Amerikalı gibi, Avrupa da kendisine, birbirine ve bize ırkçı olmadığını kanıtlamaya çalıştı. Maçlarda “karşıtlık” bir başka takıma ve taraftarlarına veya bir başka ülkeye karşı inşa edilir ve işlenir. Bu karşıtlık insanca toplum ve ilişkiler için bir direnişi/karşıtlığı anlatmaz; tam aksine, insanlıkdışılaşmayı, düşmalıkların teşvikini ve kötü sonuçlar taşıyan ayrımcılığı anlatır. Maçlarda, özellikle uluslar arası turnuvalarda yönetici sınıfların yaptığı ülke ile ve ilişkiler ile ilgili propagandalar gerçeklerden ciddi şekilde Futbolu inceleme üzerine 51 uzaklaşan karaktere sahiptir. Bu propagandalar çoğu kez derin sınıfsal ayırımların, derin haksızlıkların ve adaletsizliklerin olduğu ülkelerde “birlik, dirlik, anlayış, beraberlik, sevgi, çıkar” sloganlarıyla gelirler. Bu sloganlar romantik bir şekilde bestelenmiş şarkılara dökülür. Herkes bir duygu seli içine çekilir ve o sırada, örneğin, benzine ve yiyeceklere zam gelir: Vatan sağolsun! Milli takımı veya tuttuğun takımı destekleyen IBM-TÜRK’e, bizi her saniye telefon kullanımına teşvik yolları bularak soyan, ama takımımızı destekleyen TURKCELL’e “direnmek” veya “karşıt olmak” vatan hainliği gibi bir şey olmaz mı? Futbolcu gladyatörler arasından Spartakus çıkabilir mi? Çıkma olasılığı her zaman vardır, fakat bu olasılık giderek ortadan kalkmaktadır. En iyi gladyatör (meşhur bir futbolcu) bir direnişi başlatabilir ve yönetebilir mi? Saçlarını renklerle süsleyen, vücudu düğmelerle kaplı, kulağı küpeli veya sahaya girerken ve gol attığında istavroz çıkaran, otel odasında İncil isteyen ve bir tekkenin müridi olan bir futbol yıldızı, kurulu düzenin haksızlıklarına ve adaletsizliğine karşı bir direnişin öncüsü olabilir mi? Olamaz, çünkü zaten saçının rengi, kulağının küpesi, vücudundaki düğmesi ve tekke üyeliğiyle o, kapitalist pazara en işlevsel olan temsili-karşıtlık biçimini seçmiş durumda. Dikkat edilirse, bu durum bize, aynı zamanda, Marks’ın ve benzerlerinin “işçi sınıfı ve sınıf mücadelesini” ve “devrimleri kimin nasıl yaptığı ve kimleri nasıl kattığı” ile ilgili görüşlerini dikkatle gözden geçirmemiz gerektiğini göstermektedir. “Kendi-başına bir sınıf” ve “kendi-için bir sınıf” ayırımını da doğru anlamamız gerekmektedir. İşçi sınıfının bir bölümünü kiralayarak, işsiz bıraktığı bir bölümünü kiralanma arzusuyla yanıp tutuşturarak, diğer bölümlerini baskı ve terör altından tutan ve gerektiğinde öldürten bir sınıfa karşı, “kendi sınıf bilincinde olan, ama “üretim gücü olma niteliğini yitirmiş veya üretim gücüne sahip olmayan, üretim ilişkilerinde güçsüzleştirilmiş bir konuma hapsedilmiş olan insanlar kitlesi, bu durumuyla direnecek veya devrim yapacak bir yeni koşula ve konuma sahip değildir. Hele bu insanlar, futbolcu örneğinde olduğu gibi, sömürü ve güç ilişkilerinde ayrıntılı bir şekilde kademeleştirilmiş ve bu kademeleştirmede birbirine karşı caka satan ve güç kullanan bir örgütlü ilişkiler yapısı içine yerleştirilmişse ve bu yapıyı yeniden üretime her gün zevkle katılıyorlarsa, bu insanlardan, bu futbolculardan karşı mücadele ve anlamlı direniş beklenemez. Aralarından ender olarak çıkanlar ise, çok geçmeden ya yapıya yeniden-bütünleştirilirler (1960ların devrimcilerinin bir kısmının 1980 ve sonrasının iş dünyasında bol maaşlı özgür-köleler olarak yer alması gibi) veya marjinalleştirilerek sesinin 52 İrfan Erdoğan boğulduğu etkisiz bir duruma düşürülürler, ya da bir şekilde hapse atılır veya öldürülürler (ki artık öldürme yerine ilk seçenek olarak aç ve işsiz bırakma taktiği kullanılmaktadır). Elbette, bu anlattığım durum da, direniş için bir nedendir ve direnişin bir koşuludur. Örgütlü futbol yapısında yer alan ve “görünmeyen” insanların mücadelesi de özellikle yeni-liberal politikalarla getirilen sendikasızlaştırma, insan haklarının ihlalini en yüksek seviyeye çıkartan esnek üretim ve taşeron şirket kullanımı gibi sömürü, baskı ve terör mekanizmalarıyla çok daha zorlaşmıştır: İnsan hakkı isteyenlere karşı insan hakkı ve demokrasi şampiyonluğu sahipliği iddiasıyla tazyikli su sıkan bir dünya pazarında, sahtekarlığın ve hipokrasinin en gelişmiş şekli içinde ödül ancak bu sahtekarlığa ve hipokrasiye katılmayla gelir. Doğrunun yerini yanlışın, dürüstün yerini sahtekarın, haklının yerini haksızın, iyinin yerini kötünün aldığı bir egemenlik yapısında, doğru, dürüst ve iyi olmak çoğu kez kaybetmek demektir. İyinin ve doğrunun, her yolu deneyerek “çok kazanma” ile tanımlandığı bir dünyada, sadece egemenlik biçimi değil, mücadele biçimi de belirlenmiştir. Bu oluşumlar ve biçimler egemenliğin çıkarını perçinlemek için giderek artan bir şekilde incelenmektedir. Bu incelemelerin doğası da incelenmelidir. Futbolda direniş olasılıkları ve karakterinin incelenmesi gerekir. Bu inceleme, sadece seyircilere veya diğer insanlara sınırlanmamalıdır; futbol denen örgütlü faaliyetin, bu makalede ve diğer makalelerde sunulan her anı ve safhası içinde ele alınmalıdır. Bunun başında da, futbol kulüplerinin yapısı ve bu yapıdaki mücadeleler gelir ve federasyonların ve uluslar arası futbol kuruluşlarının yapısal ilişkilerine kadar çeşitlenir. SONUÇ Sosyal bilimlerde araştırma, futbolu ele aldığında, kendini algılar, tutumlar, davranışlar, futbolda şiddet, holiganizm, futbolda kadın temsili, futbolda alt-kimlikler gibi konular içine hapsederse, açıklama gücünü ve çoğu kez dürüstlüğünü yitirir. Futbolun anlamlı incelenmesi, öncelikle tarihsel yapı, örgütlü zaman ve yer bağlamında ele almayı gerektirir. Bunu yaparken temel ilgi, futbolun maddi ve maddi olmayanları üretim biçimi, ilişkileri ve sonuçları üzerine kurulmalıdır. Buna bağlı olarak makalede tartışılan ve aşağıda özetlenen inceleme konuları ve soruları önem kazanır. Futbolu inceleme üzerine 53 Materyalin ve düşünselin üretimi Üretim tarzı ve ilişkilerinden geçerek insan maddi yaşamı üretir. Maddi yaşamın üretimiyle birlikte, maddi yaşamın ve maddi yaşamla ilişkili üretim biçimi ve ilişkilerinin de bilinci üretilir. Yani, insan, maddi yaşamını üretirken aynı zamanda bu hayatın düşünselini de üretir. İnsan yaşam koşulları üzerinde düşüncesini yansıtır, böylece aktif olarak yaşam koşullarını tutmaya, sürdürmeye ve gerekiyorsa değiştirmeye çalışır. Düşünselin üretimi, aynı zamanda hem materyal ve materyalin üretimi hem de üretilmiş düşünsel ve düşünselin üretimi üzerine inşa edilir. Futbolla ilgili olarak, materyalin ve düşünselin üretimi bağlamında üzerinde durulacak en temel iki konu şudur: (1) Futbolun üretime ürettikleriyle nasıl katkıda bulunduğunun incelenmesi ve açıklanmasıdır. Bu soru bağlamında incelemeler futbolun örgüt yapısı, örgütsel ilişkiler ve oyunun nasıl biçimlendirildiği ve yürütüldüğü, bunun sonuçlarının karakterleri üzerinde durulabilir. (2) Futbolun ideolojik egemenliğin ve mücadelenin düşünseline olan katkılarının karakterinin incelenmesi. Bu bağlamda incelemeler futbolun yapısı ve oyunla gelen ideolojinin toplumsal yapı içindeki anlamları; futbol, futbolculuk ve futbol oyunu denince işlenen bilişler; oyundan çıkarılan ve oyuna atfedilen ideolojik değerlendirmeler; futbolun egemen pazar ideolojisini desteklemesi; oyunun ve oyuncunun ideolojik propaganda, reklam ve biliş yönetimi için kullanılmaları; futbolcu olmayla ilgili üretilen mitler, düşler ve umutlar; uluslararası ideolojik egemenliğin futboldan geçerek yansıtılması; direniş ve direnişin düşünsel yapısıyla futbol ve oyun arasındaki bağ üzerinde durabilir. İş dışı zamanın sömürgeleştirilmesi Endüstrileşmeyle birlikte fabrika sistemi zamanı yeni bir biçimde örgütlemeye başladı, iş yerinde harcanan zamanla iş dışında harcanan zaman ayrılığını getirdi: İş yerinde harcanan zaman serbest kölenin hayatını devam ettirebilmek için” para kazandığı” zaman oldu. Bu zaman artık ona ait değildir. İş dışı zaman serbest kölenin kendini fiziksel olarak yenileme (dinlenme) ve mümkünse eğlenme zamanıdır. Bu zaman kapitalizmin ilk dönemlerinde sermaye tarafından gasp edilmemiş, kontrol edilmemiş, düzenlenmemiş, kontrol edilmeyen zamandı. Yirminci yüzyılın başlarında iş dışı zamanı dolduran yeni etkinlikler Amerika ve Avrupa’da hızla yayılmaya başladı: Kapitalizm bu zamana da el atıp kendi çıkarları yönünde düzene 54 İrfan Erdoğan koyma çabalarını arttırdı. Şehirler, salonlar, dans salonları, bilardo salonları, roller-skating ringleri, sirkler, eğlence parkları, gösteriler, profesyonel futbollar, konser salonları ve tiyatrolarda ucuz melodramlar 19'uncu yüzyılın kapitalist ülkelerinin şehirlerinde hızla yaygınlaştı. Bu yeterli değildi: On dokuzuncu yüzyılın kapitalistleri iş gücünü “üretim için” zorunlu gördüler. Yirminci yüzyılın kapitalistleri işgücünü “tüketici olarak” denetlenmesi gerekliliğini ve 21. yüzyıldakiler de zorunluluğunu duymaya başladı. Bu süreçte, şirketler ürünleri, ve reklam, moda, medya ve profesyonel futbol örgütleri de birlikte tüketicileri ürettiler. Futbolda üretim ve tüketimin üretimi Futbolda incelenmesi gereken en önemli konulardan biri de üretim ve tüketimin karakterinin belirlenmesi ve toplumsal sonuçlarının irdelenmesidir. Futbolda üretim, seyircinin seyretmesini (a) seyir için maç sunarak, (b) seyrin tarzını belirleyerek (c) seyircide sadece maça gitme ve maç seyretme değil aynı zamanda diğer ek, yan veya ilişkili ve ilişkisiz ürünler olarak sunduğu maddeler için gereksinim yaratarak tüketimi üretir. Dolayısıyla futbol oyunuyla tüketimin amacı, tarzı ve tüketmek için istek üretilir. Futbolda oyunun üretimi sırasında da tüketim vardır. Bu tüketim üretim araçlarının ve emeğin kullanımıyla olan tüketimdir. Bu tüketimle oyun üretilirken, bu üretimi üreten araçların ve gereçlerin (örneğin futbolcunun giydiklerinin, sahadaki çimlerin) ve futbolcunun ve takımdaki işleri gören diğer emeğin de tüketimi, dolayısıyla dinlenmesi, yenilenmesi veya zamanla tümüyle değişmesi gerekir. Seyircinin futbolu yeniden-üretmesi Futbolda seyirci, futbol denen yapıyı ve oyunu iki şekilde üretir: (a) oyun denen seyir ürünü ancak seyirden/tüketimden geçerek gerçek ürün olur. (b) Seyir yoksa, üretim için gereksinim de ortadan kalkar, dolayısıyla, seyir ürün için gereksinim, dolayısıyla neden yaratır. Seyirciler maçı stadyumda veya tv önünde izleyerek gerçekleştirdikleri tüketimleriyle, sadece futbolun üretiminin koşullarını/doğasını yeniden-yaratmazlar, aynı zamanda, seyir faaliyetiyle doğrudan veya dolaylı çıkar sağlayan bütün örgütlü yapıları ve çıkarları da yeniden-üretirler. Bu nedenle, futbol izleyicileri izleme ve taraftarlık faaliyetleriyle hem futbol şirketlerinin ekonomik varlığının garantisi olurlar hem de özellikle televizyon ve reklam endüstrilerinin Futbolu inceleme üzerine 55 amaçlarının gerçekleşmesi olasılığını artırırlar. Böylece futbol izleyicisi ve taraftarlar izleme ve taraftarlık faaliyetleriyle kendileri için psikolojik doyum sağlama, deşarj olma, rahatlama, dinlenme ve eğlenme sağlama işini (üretimini) yaparken, aynı zamanda, futbol başta olmak üzere ekonomik ve siyasal yapıların üretimden tüketime kadar olan bütün aşamalardaki egemenlik ve mücadele koşullarını yeniden üretirler. İzleyiciler oyunu seyretmenin doğasından gelen üretimin belirlenmiş koşulunu yeniden-üretme ötesinde, üretimin ve dağıtımın ekonomik ve siyasal düzenlenmesi ve üretim politikalarında kendi istemlerine bağlı planlı bir etkiye sahip değildirler. Futbol ticarettir ve seyirci hem müşteri hem de para kazandıran değerli bir emtiadır. Bu yapının işleyişi ve sonuçları incelenmelidir. Oyunun sermaye için düzenlenmesi Egemen yaklaşımlara göre, horoz dövüşü, İspanyolların boğa güreşi ve öteki kırsal kan futbollarını yerini modern futbol alır: Hepsi de fonksiyon bakımından aynı olarak nitelenir, çünkü hepsi de bir zamanlar o zamanın popüler sınıflarıyla popülerdiler. Elbette geleneksel futbol 20'inci yüzyılın turnuva ve lig futboluna benzer. Fakat tarihsel benzerlikler bize çok az şey anlatır. Endüstri öncesi futbol, kapitalist kuralcılıkla karşılaştırıldığında, daha düzensiz, biçimsellikten yoksun, standart kuralları olmayan bir yapı olarak görünür. Bazen çizgisiz sahalarda ve kasaba sokaklarında yüzlerce kişinin katılmasıyla oynanırdı. Aslında her oyunun yerel geleneklere göre belirlenmiş kuralları vardır. Endüstri öncesi oyunların aksine, modern oyunlar standart kurallarla düzenlenmiş ve sistematikleştirilmiştir. Ulusal ve uluslararası olarak gözlemlenen ve hakemli-kurallara göre organize edilmiştir ve merkezi olarak yürütülür. Gerçi yöreselciliğe bağı güçlü olmasına rağmen (örneğin Sivasspor ve Trabzonspor gibi takımların yöre halkı tarafından desteklenmesi, tutulması gibi), sadece turnuvalar, futbolcular bakımından değil, seyirci, organizasyon ve yapı ve yürütülüş bakımlarından milli ve milletler arası niteliğe sahiptir. Katılma yerine seyir futbolu olarak yeniden düzenlenmiştir. Kültürün evrimini ve değişimini, örneğin 18'inci yüzyılda popüler olan horoz dövüşünden yirminci yüzyılda popüler olan futbola kadar izlemek yeterli değildir. İncelemenin anlam kazanması ancak değişimin popüler etkinlikte olduğuna değil, aynı zamanda değişen toplumsal ilişkilere de bakılmasıyla olur: Örneğin, horoz dövüşünden futbola değişim, köy düğünlerinden salon düğünlerine, aristokrasiden burjuvaziye, kırsal işçilerden endüstriyel işçilere, köyden şehre, cemaatlerden banliyölere, geleneklerden 56 İrfan Erdoğan yasalara, genele ortak haklardan özel mal-mülk haklarına, yerel adetlerden sermayenin kontrolündeki kamu düzenine değişimi ifade eder. Anlamlı bir inceleme, bu tür konuları da ele alan incelemedir. Futbolda zenginliğin yaratılması ve paylaşımı Futboldaki kapitalist örgütlenme ve iş yapış biçiminde kazansa da kaybetse de parayı sermaye kendine ayırır ve taraftarlara da soyut duygularla bazen böbürlenmek bazen de saldırmak kalır. Ekmek, sirk ve umut konusunun en açık örneklerinden biri bu: Paylaşılması gereken ekmeği biri alıyor ve zimmetine geçiriyor; diğerlerine de, hizmet karşılığı olarak biraz kırıntı ve en önemlisi umut veriliyor oyalanması için. Taraftar sirkte bazen gülerek, bazen heyecanla soluğu kesilmiş vaziyette, bazen kızgın, bazen üzgün ve bazen gözlerinde yaş kemirip duruyor umudu… Kendi yaşam koşullarının temel gereksinimlerini bile etkileme olasılığından yoksun bırakılmış ve ücretli\ maaşlı köle durumuna düşürülmüş insanlığın bu durumu da incelenmelidir. Toplumsal fayda Futbol kulübü örgüt olarak sahiplik biçiminden başlayarak aşağı doğru inen geniş bir yönetim ve günlük yürütme kadrosuna sahiptir: "Bu yönetim kadrosunu oluşturanlar kimler? Bu futbol kuruluşları örgütsel ve ekonomik çıkar yapısı bakımından bulundukları kenti veya semti mi temsil etmektedir? Bulundukları kentin ekonomisine ve insanına ne gibi yararlar sağlıyorlar? Futbol kulübü o kentteki gençlerin futbolculukta gelişmesine ve takımda yer almasına ne ölçüde öncelik vermektedir? Futbol kulüpleri, futbolun teşviki ve gençlerin gelişmesi için okullara, parklara ve kamu futbol alanlarının açılması ve yürütülmesine ne kadar yardım ediyor? Oyuncu ithali ve yerel değer Küresel pazarda serbest köleleri en verimli ve en ucuz şekilde kullanmada yabancı işçi ve kaçak işçi yolu artık eskidi. Bunların yerini “ucuz pazarlarda üretim” yoluyla gelen yapı aldı. Fakat futbol gibi “yerel” olarak sunulan yapılarda en verimli serbest-köle çalıştırma yarışı uluslararası köle pazarının palazlanmasını beraberinde getirdi. Bu bağlamda araştırmacıların en başta yabancı oyuncu transfer sisteminin anlamı (amacı ve sonuçları) ve futbol politikalarında yerel futbolcu yetiştirmenin yeri (yerel değer yaratma ve uluslararası pazar yapısı ilişkisi) üzerinde durması gerekir. Futbolu inceleme üzerine 57 Futbolcuların pazarlamada kullanımı Günümüz endüstrileri ve siyasal yapıları amaçlarını gerçekleştirmede popüler futbolcuları da kullanırlar. Popüler sporcuları kullanarak yapılan biliş ve davranış yönetiminde, insanlar paketlenmiş popüleri satın alırlar, dudaklarına, saçlarına, yüzlerine, üstlerine, ayaklarına, midelerine ve bilinçlerine “uygulayarak” pazarlama ve satış sürecini tamamlarlar. Yukarıdaki inceleme konuları ve sorularına, futbol takımını ve oyunu örgütleyen çeşitli çıkar yapılarını, futboldan materyal çıkar sağlayan şirketleri, futbolu biliş ve davranış yönetimi aracı olarak kullanan siyasal ve ekonomik güçleri de katmak gerekir. Dikkat edilirse, futbolu inceleme sadece bir oyunun örgütlenmesini, oyunu, oyuna katılanları incelemekle sınırlı değildir, aksine futbolu inceleme toplumsal üretim, dağıtım, bölüşüm ve tüketim tarzlarını ve ilişkilerini anlama ve anlatmadır. Elbette, futbolu inceleme, son kertede, toplumun geneli için fayda getirecek karaktere sahip olmalıdır. Bu fayda, kaçınılmaz olarak daha iyi için mücadeleyle ilgili olacaktır. KAYNAKÇA 9 Altkat (t.y.). Http://www.millitakim.com/altkat.asp? (Erişim: 8 Mayıs 2008) Aztecs (t.y.) Http://users.skynet.be/pluto/texthistory/civ09aztecs.html. (Erişim: 8 Mayıs 2008). Italia Calcio (t.y.). Http://www.expertfootball.com/history/soccer_history_calcio.php. (Erişim: 10 Mayıs 2008). Chinese (t.y.). Http://users.skynet.be/pluto/texthistory/civ01chinese.html (Erişim: 8 Mayıs 2008). Detail (t.y.). Http://mobil.milliyet.com.tr/mobil/Default.aspx?aType=ArticleDetail& articleID =550. (Erişim: 8 Mayıs 2008). Donnelly, P. (1996). The local and the global: globalization in the sociology of sport. Journal of Sport and Social Issues, 23: 239-257. Egyptians (t.y.). http://users.skynet.be/pluto/texthistory/civ03egyptians.html (Erişim: 2 mayıs 2008). Erdoğan, İ. (2004). Popüler kültürün ne olduğu üzerine. Eğitim Dergisi, Özel Sayı: Popüler Kültür ve Gençlik, 5 (57): 7-19). Erdoğan, İ. ve Alemdar, K. (2005) Popüler kültür ve iletişim. Ankara: Erk. 9 İnternette “futbolun siyasal ekonomisi” ve “political economy of football” yazarsanız, oldukça zengin kaynaklara ulaşabilirsiniz. 58 İrfan Erdoğan Eskimos (t.y.). http://users.skynet.be/pluto/texthistory/civ11eskimos.html (Erişim: 4 Mayıs 2008). Fareast (t.y.). Http://www.expertfootball.com/history/soccer_history_far_east.php. (Erişim: 8 Mayıs 2008). Fifa (t.y.). Http://www.expertfootball.com/history/fifa.php. (Erişim: 2 Mayıs 2008). French (t.y.) Http://users.skynet.be/pluto/texthistory/civ06french.html. (Erişim: 10 Mayıs 2008). Giulianotti, R. (1995). Football and the politics of carnival: an ethnographic study of Scottish fans in Sweden. International Review for the Sociology of Sport, 30(2): 191-223. Greeks (t.y.). http://users.skynet.be/pluto/texthistory/civ04greeks.html (erişim: 4 Mayıs 2008) Historyfa (t.y.). http://www.expertfootball.com/history/fa.php (Erişim: 4 Mayıs 2008). Hoch, P. (1971). Rip off the big game. London: Boyars. Hoch, P. (1973). The exploitation of sport by the power elite. London: Boyars. Indians (t.y.). Http://users.skynet.be/pluto/Texthistory/civ10indians.html (Erişim: 4 Mayıs 2008) Jackson, S. J. (1993). Beauty and the beast: a critical look at sports violence. Journal of Physical Education New Zealand, 26 (4): 9-13. Jhally, S. (1989). Cultural studies and the sports/media complex. In L. Wenner (der.) Media, sports and society. (s. 70-93). Newbury Park, CA: Sage. Kurallar (t.y.). Http://www.frmtr.com/kurallara-uygun-olmayan-konular/1397272a.html. (Erişim: 10 Mayıs 2008). McKay, J. (1995). Just do it: corporate sports slogans and the political economy of 'enlightened racism’. Discourse: Studies in the Cultural Politics of Education, 16 (2): 191-201. Mob (t.y.). Http://www.expertfootball.com/history/soccer_history_mob_football.php. (Erişim: 8 Mayıs 2008). Nauright, J. (2004). Global games: culture, political economy and sport in the globalised world of the 21st century. Third World Quarterly, 25(7): 1325–1336. Phillips, M. G. ve Hutchins, B. (2003). Losing control of the ball. Journal of Sport & Social Issues, 27(3): 215-232. Rowe, D. (1996). The global love-match: sport and television. Media, Culture & Society, 18 (4): 565-582. Soccer (t.y.). Http://www.expertfootball.com/history/soccer.php. (Erişim: 2 Mayıs 2008). The Political Economy of Football Website (2008). Club financial profiles and article archives. http://www.footballeconomy.com/reports.htm Türkiye Futbol Federasyonu (2008). 2007-2008 Futbol oyun kuralları. http:// www.tff.org.tr/Resources/TFF/Documents/Oyun%20Kurallar%202007_1.pdf. İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 26 Kış-Bahar 2008, s.59-88 Makale Futbol ve toplumsal muhalefet Barış Çoban1 Öz: Futbol kapitalizm içersinde endüstriyel bir biçim alarak bir oyun olmaktan çıkmıştır. Kitleleri etkileyen gücüyle futbol egemen ideolojiyi, tüketim kültürünü yeniden üreten ideolojik bir aygıta dönüşmüştür. Futbol iktidar mücadelesi bağlamında, egemen ideolojinin yeniden üretimi için kullanılabileceği gibi muhalif anlamda toplumsal özgürleşme sürecinin bir öğesi haline de getirilebilir. Muhalifler, futbolu örgütlenme ve kitleselleşme amacıyla bir iletişim biçimi olarak kullanabilirler. Bu anlamda, toplumsal muhalefetin yeniden biçimlendirilmesi sürecinde kitleleri etkileyecek yeni iletişimsel yönetemler bağlamında futbol önemli bir olanak olarak tartışılmayı haketmektedir. Anahtar sözcükler: futbol, ideoloji, kapitalizm, tüketim kültürü, yabancılaşma, muhalefet. Football and social opposition Abstract: Football became a part of industrial system in capitalism. Football as an ideological apparatus reproduces the hegemonic ideology and consumer culture in society. Football has a global power and it manipulates masses ideologically by using the new communication technologies. In addition to that, football, as an element in power struggle, can also be used as a tool of opposition, it may also help opposers as a communicational apparatus to propogandize and popularize their dissident ideology.. Keywords: Football, ideology, capitalism, consumer culture, alienation, opposition. 1 Yrd. Doç. Dr., İstanbul Aydın Üniversitesi İletişim Fakültesi, Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü e-posta: barishc@gmail.com 60 Barış Çoban GİRİŞ Çalışmanın amacı boş zaman etkinliklerinden biri olan futbolun bir oyun olarak kapitalizm içersinde geçirdiği dönüşümü ve endüstriyel hale gelişini göstermek, futbolun iktidarın tüketim kültürünün bir ürünü olarak toplumsal anlamda egemen ideolojinin üretimindeki rolünü eleştirel bir biçimde ele alarak muhaliflerin futbolla ilişkisini, farklı ülkelerde yaşanan deneyimler üzerinde durarak incelemektir. Çalışmada, asıl olarak, kitleler üzerinde büyük bir etkileme gücüne sahip olan futbolun ülkemizde de toplumsal anlamda dönüşüm gerçekleştirmeyi amaçlayan muhalifler için örgütlenme ve propaganda alanı olarak kullanılabilmesinin olanakları tartışılacaktır. Futbolun toplumdan kopuk durumdaki muhalif yapılar tarafından toplumla yeniden iletişime geçmesini sağlayabilecek bir alan olarak yenidendeğerlendirilmesinin gerekliliği üzerinde durulacaktır. İnsanı özgürleştiren bir toplumsal etkinlik olarak oyun, yaşamın varolan gerçekliğini anlamlandırmasını ve bunun ötesinde ötesinde farklı bir dünyanın kurgusuna da sahip olmasını sağlar. Oyun ütopyacı yönüyle insanı toplumsallaştırır (Huizinga, 1995) ve geleceğe dair umut vaad eder, alternatif eşitlikçi bir yapının mümkün olduğunu gösterir (Bloch, 1986). Kapitalizm, bu gerçekliği tersine çevirir, oyunun olumsallıklarını ortadan kaldırarak, oyunu endüstriyelleştirir ve iktidarın kurgusunun ürünü olan yabancılaşmış onu kitleleri sisteme bağlayan tüketim kültürünü yeniden üreten gündelik pratiklere dönüştürür. Emek zamanını denetim altında tutan sistem, boş zaman üzerinde de hegemonya kurarak (Butsch, 1990), toplumsal öznelerin tüm gündelik pratiklerini belirlemeye çalışır. Varolan sistemin, toplumsal özneleri emeklerine ve sonrasında kendilerine yabancılaştırması sonucunda yaşadıklarının (Marx, 1993: Meszaros, 1999), sistem karşıtı bir yönelim kazanmasını önlemek için, emek zamanı dışında haz üreten boş zaman etkinliklerini de denetim altına alarak tüm yaşam uzam ve zamanlarında iktidarını yeniden üretir. Bu anlamda, tüm yaşam alanları kapitalizmin egemenliği altına alınır, üretim sürecinin karşısında boş zaman bir tüketim süreci olarak konumladırılır. Kapitalist mantık bağlamında, üretim sürecinde tükenen özne, tüketim sürecinde kendisini üretmiş olurTüketim kültürü kapitalist sistemde özneye haz alacağı bir yaşam vaat eder (Featherstone, 1996), tüketmek varoluşu hissedebilmenin tek yolu olarak sunulur. Buna bağlı olarak, tüketim kültürü bağlamında tüm oyunlarda, yeni bir dünya kurgusunun anlamsızlığını vurgulayarak, içersinde yaşanan sistemin varolan sistemler Futbol ve toplumsal muhalefet 61 içersinde en iyisi olduğunu ve buna uygun yaşamanın tek doğru seçim olduğunu kabul etmeye çağırır. Futbol tüketim kültürünün önemli öğelerinden biri olarak, egemen sistemin kitlelerin denetimini sağlamasında etkin bir aygıt haline gelmiştir. Bu süreçte, kapitalist sistemin yeniden biçimlendirdiği futbol endüstriyelleşmiş (Sönmez, 2007) ve kendi egemen sistemi meşrulaştıran ve yeniden-üreten bir aygıta dönüşmüştür (Hargreaves, 1982). Günümüzde kitle kültürünün önemli bileşenlerinden biri olan futbol eleştirel bir açıdan kitlelerinin boş zamanlarını denetim altına alarak, onları sisteme bağlayan kültürel pratik olarak incelenmeyi hak etmektedir. Futbol toplumsal anlamda, insanın insana yabancılaşmasına neden olan egemen ideolojiyi doğallaştırır ve meşrulaştırır (Bambery, 1996). Futbol stadlar bağlamında söylemsel ve eylemsel şiddetin ortaya çıkmasına olanak veren bir alan yaratarak toplumsal tepkinin sisteme yönelmesini engelleyerek rasyonel olmayan bir biçimde toplumsal boşalımın yaşanmasına olanak tanır. Kitlelerin kendi yaşamlarına dair sistemden kaynaklanan sorunların çözümsüzlüğünün nedeni olarak “öteki”leri hedef almalarını sağlayan popüler milliyetçiliği, ırkçı şiddeti kitleselleştirerek ve meşrulaştırarak (van Dijk: 2003) toplumsal parçalanma yaratır ve böylelikle sistem kileleri daha kolay denetim altına alır. Buna karşın kitleleri etkileyen bir alan olarak futbol iktidarın tümel denetimi altında değildir. Yereller bağlamı başta olmak üzere kitleleri bir araya getiren her etkinliğin muhalif örgütlenmenin gerçekleştirilmesi için kullanılması olasıdır. Bunun yanında büyük takımların taraftarlarına seslenmek için de farklı yöntemler kullanılabilir, futbolun kitleleri etkileme gücünü kullanmak zor olsa da imkânsız değildir. Bu anlamda, yeni iletişim teknolojileri üzerinden muhalif taraftar grupları örgütlenerek muhalif düşüncenin propaganda olanaklarının önü açılmaya çalışılabilir. Tarihsel bağlamda futbol muhalif örgütlenmeler tarafından kitleleri yeni bir dünyanın mümkün olduğuna inandırmak için kullanılmıştır. Yeni iletişim teknolojilerin gelişmesiyle beraber, futbolun uluslararası etkisi daha da artmıştır. Futbolun muhalif toplumsal hareketler tarafından propaganda ve örgütlenme amacıyla kullanılmasını mümkün kılacak olanaklar da ortaya çıkmıştır. Yerellerden başlayarak, küresel alanda, futbolun “yeni bir dünyanın mümkün” olduğunu söyleyen muhalif yapılar tarafından kullanılması olasıdır. Şimdiye dek kullanılmamış bu alanı bu muhalifler için kullanıma açmak, toplumla yeni iletişim biçimleri geliştirerek yeniden buluşmanın olanakları yaratmak, iktidar karşısında muhalif bir alternatif sunmanın ilksel çabalarını oluşturacaktır. Muhalifler gündelik yaşamın birçok alanında kendilerini 62 Barış Çoban yeniden var edebilmek için, kitlelerin söylemlerini ve düşünüş biçimlerini iktidarın etkisinden kurtarmak, bu süreçte de futbol üzerinden kitlelerin ırkçılaşmasına ve saldırganlaşmasına karşı, muhalif söylem ve eylemlerle futbol örneği bağlamında daha barışçı ve dayanışmacı toplumsal pratiklerin yaratılması gerekliliği gözden kaçırmamalıdır. Yeni iletişimsel teknoloji ve ortamların sağladığı olanaklarla futbolu farklı bir biçimde yeniden ele alarak, futbol bağlamında geliştirilebilecek muhalefet biçimleri ve kitlelerin muhalif düşünce ile tanıştırılması girişimlerini yaşama geçirmek, iktidarın kültürüne karşı muhalif bir kültürü yaratmanın ve kitleselleştirmenin önünü açacaktır. YÖNTEM Toplumsal anlamda iktidarın kitleleri ideolojik aygıtları aracılığıyla hem düşünsel hem de bedensel olarak sistemi içselleştirmelerini sağlamak için emek süreçleri başta olmak üzere insanların tüm toplumsal pratiklerini belirlemesi, yabancılaşmanın tüm toplumsal ilişki ve pratiklerde yenidenüretilmesini beraberinde getirir. İnsanları özgürleştirebilecek toplumsal pratikler bile yabancılaştırıcı etkinliklere dönüşür. Bu bağlamda tüm oyunlar, sporlar ve özellikle de futbol kitleleri iktidarın belirlediği bir kurgusal dünyanın sınırları içersinde tutar. Buna karşın muhaliflerin kitleler ile olan ilişkisi iktidarın müdahalesi nedeniyle kesintiye uğramakta ve muhalifler toplumsal iletişim alanlarının dışında tutulmaktadır. Bu durum muhalif hareketlerin toplumdan uzaklaşmasını, küçülmesini beraberinde getirmektedir. Bu nedenle, muhaliflerin yeni toplumsal ilişkiler ve iletişim biçimlerine uygun iletişim ve örgütlenme biçimleri geliştirmeleri gerekmektedir. Kitleleri etkileyen gücüyle futbolun kullanımı muhaliflerin şimdiye dek kullanmadıkları bir alanı dönüştürerek, insanları iktidara karşı dayanışma ve mücadelenin içersinde çekerek örgütleme ve propaganda yapma olanağı verebilir. Futbol alanının muhalifler tarafından etkin bir şekilde kullanımının örnekleri tarihsel olarak bulunmaktadır. Bu deneyimleri göz önünde bulundurarak ülkemiz koşullarında futbol üzerinden siyasal muhalefetin örgütlenmesi olanakları üzerinde durulmalı, futbol iktidar mücadelesi içersinde toplumla olan iletişimsizliğin aşılmasının olanakları sağlayan bir alan olarak eleştirel bir biçimde yeniden değerlendirilmelidir. Bu çalışmada ana sorun, toplumsal muhalefetin yeni bir iletişim ve örgütlenme alanı olarak futbolun sunduğu olanakları tartışmaktır. Futbolun kapitalizm içersinde bir oyun olarak ne ifade ettiği, oyun, boş zaman ve Futbol ve toplumsal muhalefet 63 yabancılaşma kavramları bağlamında ele alınmış ve futbol kitleleri egemen ideolojiye eklemleyen bir pratik olarak değerlendirilmiştir. Kitle kültürünün bir parçası olarak futbolun erkek egemen, ırkçı saldırgan mantığı meşrulaştırması ve yeniden-üretmesi, “boş zaman” etkinliklerinin ideolojik yüklemleniminin anlaşılması bakımından önemli görülerek sorgulanmıştır. Futbolun kitleler üzerindeki etkisi egemen ideolojinin yeniden-üretiminde kullanılmasının eleştirisi, temel olarak doğallaşmış bir biçimde ideolojik yüklemlenime sahip olan futbolun muhalifler için ideolojik anlamda ne ifade ettiği ele alınmıştır. Futbolun muhalifler tarafından ideolojik amaçlarla kullanılmasına ilişkin yaşanmış ve yaşanılan deneyimlerin ele alınması ve futbolun barındırdığı muhalefet olanaklarının incelendiği çalışma, ülkemizde muhalif hareketler tarafından yeni yeni kullanılmaya başlayan bu alanı olumsal bir biçimde yorumlayabilmenin mümkün olduğunu göstermeyi amaçlamaktadır. Çalışma, sonuç olarak, futbolun toplumla yeniden iletişime geçme bağlamında muhalifler için sunduğu olanakları irdeleyerek, muhalif hareketin kitleselleşme konusunda yaşadığı sorunları aşması anlamında futbol gibi toplumsal etkinliklerin yeniden değerlendirilerek kullanımının gerekliliği üzerinde durarak, eşitlikçi bir sistem istemine dayanan muhalif kurgunun yeni bir dünya mümkün çağrısının kitleselleşebilmesinin toplumu etkileyen tüm kültürel alanları eleştirellik temelinde ele alıp kullanarak olası olduğunu göstermeye çalışmaktadır. ANALİZ Oyun, boş zaman ve yabancılaşma Futbolun evrim süreci sınıfsal yabancılaşmanın uğraklarından bir tanesidir. Futbol, toplumsallaşmayı sağlayan yapısı ile işçi sınıfının çalışma saatleri dışındaki zamanında kendisini yeniden-üretebilmek, rahatlamak ve çalışma sürecine katılabilmek için kurguladığı oyundur. Futbolun geçirdiği dönüşümün anlaşılabilmesi oyunun kapitalist yapı içersindeki endüstrileşmesi süreci incelendiğinde anlamlandırılabilir. Oyun, toplumsal iletişim bağlamında oldukça önemli bir işleve sahiptir. Bu nedenle, oyunlar çocuklar için olduğu kadar yetişkinler için de büyük önem taşır. Oyun toplumsallaşmanın, toplumsal anlamda iletişim kurmanın olanaklarını yaratır ve özneyi yeniden üreten kültürel sürecin önemli pratiklerinden bir tanesidir. İnsan, oyun ile kendine ait bir dünya yaratır ve iktidar ilişkilerinden kendisini soyutlar: "...oyun başkalarına değil, bize aittir. 64 Barış Çoban Diğerlerinin bizim çemberimiz dışında yaptıkları, bizi şu an için ilgilendirmez. Gündelik hayatın kural ve örflerinin oyun alanı içinde bir değeri yoktur. Biz başkayız ve 'başka bir şekilde' hareket ederiz" (Huizinga, 1995: 30). Oyun, aynı zamanda kurgusal yapısı bağlamında toplumsal imgelemin geliştirilmesinde önemli bir işleve sahiptir. Oyun, kurgu ve gerçek arasındaki çelişkinin üzerinden atlar, hem gerçekten kaçar hem de onu kovalar. Oyun, içerisinde yaşanılan toplumsal koşullardan kısa bir zaman için bile olsa uzaklaşabilmenin ve kendini gerçeklik dışında tutarak faklı bir kurgu içersinde yeniden oluşturabilmenin olanaklarını sunar. Oyun iktidardan kaçışın bir biçimidir; ancak oyun iktidarın denetimine geçtiği anda kişiyi çalışma süreçlerine hazırlayan sahte bir boşalım biçimi halini alır. Oyunun yabancılaşması süreci, aynı zamanda kitle kültürünün bir parçası haline gelmesi ve endüstriyel bir ürüne dönüşmesi sürecine de gönderme yapar: “Üretim ilişkilerinin değişimleri oyunların da yapısını belirler, ancak bazı oyunlar neredeyse tüm üretim biçimleri içersinde kendini var eder. Haz üreten bir öğe olarak oyun, kapitalizm ile birlikte tüketim kültürünün, haz ekonomisinin bir parçası haline gelmiştir; artık çocukların imgelemi fabrikalardan çıkan oyuncaklar tarafından belirlenir, oyun ve oyuncak metalaşır, fetişleşir. Oyun toplumsal olmaktan çıkartılır, bireyselleştirilir” (Çoban, 2004, 37). Oyunun bireyi toplumdan soyutlaması yeni iletişim teknolojileri ile birlikte yalnız başına oynanan ve bedensel etkinliğe dayanmayan oyunların ortaya çıkması ile beraber oyun yalnızlaştıran bir yapı kazanmaya başlamıştır. Haz, paylaşım üzerine kurulu olmaktan çıkmış, bencillikte sabitlenmiştir. Toplu oyunlar insanı üretken kılabilecek bir yapılanıma sahipken, bireysel oyunlar tüketime yönlendirmektedir. Oyun, içersinde yaşanan kapitalist yapının ötesine uzanan, emeğin yabancılaşmasının aşılabileceğini anlatan ütopik bir içeriğe sahiptir. Ancak kapitalizmin endüstriyel hale getirdiği oyunlar insanı hem düşünsel hem de bedensel olarak sistemin sınırları içersine hapseder. İnsanlar gitgide kendilerini tecrit eden bu oyunlardan haz almaya başlar. Haz ve “eğlence modern anlamda boş zamanın ayrılmaz bir parçasıdır” (Dyer, 1992: 7). Boş zamanı emek sürecinin karşısında konumlandıran kapitalist üretim ilişkileri, emek sürecini yaşamdan çalınan bir süreç, insanın kurtulması gereken bir kabus olarak sunar ve insanları “boş zaman”larında kaybettikleri bu zamanı telafi etmeye, hazzı tüketim çılgınlığı ile yaşamaya çağırır. İnsanı emek sürecine daha da yabancılaştıran bu yaklaşım, tüketimi tek yaşamsal amaca dönüştürür, insanın varoluşunu hissedebilmesi için tüketmesi gerekir, insanı Futbol ve toplumsal muhalefet 65 tüketenin ise emek olduğu yanılsaması yaratılmaya çalışılır, insan emek süreçlerine yabancılaştırılır. Bu süreçte, “boş zaman ticarileştirilir... şirketler için bir kâr kaynağı ve ekonominin bileşeni haline gelir” (Butsch, 1990: 3). Oyun da bu sürece bağlı olarak ticari kültürün bir ürünü, bir tüketim biçimi haline gelir, bu nedenle oyun artık özgürleştiren değil tutsaklaştıran bir biçim alır. Muhalif yaklaşım bunun tersine insanın var olan üretim biçimi ve ilişkilerini ortadan kaldırarak, toplumun özgürleşmesini sağlayacak üretim ilişkilerini geliştirmeyi amaçlayan, tüm sistem mantığının tersine çevrildiği bir yaşam anlayışını toplumsallaştırmaya çalışır, yani tepe taklak duran oyunu tekrar ayaklarının üzerine çevirmeye çalışır. İktidar tüm toplumsal alanlara sızarak kitlelerin bilincini kendi doğrultusunda yeniden üretmenin yollarını arar. Oyun, gerçekte özgürleştirici bir yapıya sahiptir, toplumsal anlamda karnavalesk bir biçim taşır ve kitlelerin iktidarın karşısında kendilerini ifade edebilmelerine olanak verir. Oyun, yeni bir dünyanın mümkün olduğunu, farklı dünyaların kurgulanabileceğini gösterir. Var olan sistemin değiştirebilirliğini gösteren her kültürel yapılanım gibi bu anlamda iktidarı tehdit eder; çünkü oyun ütopyacı bir yapılanıma sahiptir ve ütopyalar her zaman için var olan toplumsal koşulların eleştirisi ve bunu aşma eğilimine sahiptirler. Bu anlamda futbol ilk başlarda, olumsal anlamda toplumsal dayanışmanın ve mücadelenin üretilebildiği bir toplumsal kültür ürünü, “boş zaman etkinliği” olarak çalışma zamanı dışında toplumsal biraradalık ve dayanışma duygusu yarattığı için olumsal bir kültürlenme sürecine gönderme yapmaktadır; ancak kapitalizmin tüm toplumsal alanları etkileyen yabancılaştırıcı gücü insanın kendi yaşamı üzerindeki denetimini de ortadan kaldırmaktadır: “emeğin ürettiği nesne, onun ürünü, yabancı bir varlık olarak, üreticiden bağımsız bir erk olarak, ona karşı koyar. Emek ürünü, bir nesne içinde saptanmış, bir nesne içinde somutlaşmış emektir, emeğin nesneleşmesidir. Emeğin edimselleştirilmesi, onun nesnelleştirilmesidir. İktisat aşamasında, emeğin bu edimselleşmesi, işçi için kendi gerçekliğinin yitirilmesi olarak, nesnelleşme nesnenin yitirilmesi ya da nesneye kölelik olarak, temellük yabancılaşma, yoksunlaşma olarak görünür” (Marx, 1993: 62). Emeğin yabancılaşması sorunu, doğrudan insan etkinliklerinin de yabancılaşması sorununu beraberinde getirir. İnsani bir etkinlik olarak oyun da “etkinliğin yabancılaşması, yabancılaşmanın etkinliği” ile damgalanmıştır: “İşçinin yabancılaşmasını, yoksunlaşmasını şimdiye kadar sadece tek bir görünüm, onun kendi emek ürünü ile ilişkisi görünümü altında göz önünde tuttuk. Nedir ki yabancılaşma sadece sonuç içinde değil, ama üretim eylemi 66 Barış Çoban içinde, üretici etkinliğin kendi içinde de görünür. İşçi, eğer üretim eyleminin ta içinde kendi kendine yabancılaşmasaydı, kendi etkinlik ürünü ile yabancı olarak nasıl karşılaşabilirdi? Ürün, gerçekte, etkinliğin, üretimin özetinden başka bir şey değildir. Öyleyse, eğer emek ürünü yabancılaşma ise, üretimin kendisinin de, eylem durumundaki yabancılaşma, etkinliğin yabancılaşması, yabancılaşmanın etkinliği olması gerekir. Emek nesnesinin yabancılaşması, emeğin etkinliğinin kendi içinde, yabancılaşmanın, yoksunlaşmanın özetinden başka bir şey değildir” (Marx, 1993: 65). Emek sürecinde insanın kendi gerçekliği ile olan ilişkisinin kopuşuna gönderme yapan bu süreç, insanın hem bedenini hem de düşüncesini etkiler: “İnsanın türsel varlığı, doğa kadar onun türsel entelektüel yetileri de, ona yabancı bir varlık durumuna, onun bireysel varoluş aracı durumuna dönüşürler. O, onun dışındaki doğayı olduğu gibi, onun tinsel özünü, insanal özünü olduğu gibi, kendi öz bedenini de insana yabancılaştırır” (Marx, 1993: 62). Yabancılaşma insanın kendi yaşamı üzerindeki iktidarını yitirmesi anlamına gelir: “Temel yabancılaşma düşüncesi kapitalist işleyiş altındaki gücümüzün (yaratma gücü, hayatlarımızı kontrol etme gücü - tanrı ya da başka dışsal bir güç olmadığından beri bu güç sadece insana aittir) yabancılaştırıldığı, gücümüze başkaları tarafından el konulduğudur. Bizler kendi hayatlarımız üzerindeki iktidarımızdan yoksun bırakılanlarız. Kişinin kendi hayatı üzerindeki iktidarına yabancılaşması insanın kendisini yitirmesidir” (Holloway, 2008: 1). İnsanın yabancılaşması öncelikle “insanın insana yabancılaşması, emeğin yabancılaşmasının bir sonucudur” (Jakubowski, 1990: 86), ancak yabancılaşma sadece emek sürecini değil tüm yaşam alanlarına sirayet eder. İş yaşamındaki mekanikleşme, robotlaşma tüm gündelik pratiklerde kendisini açığa vurur. Toplumsal tüm pratikler yabancılaşmış insanı yeniden üreten bir yapılanıma sahiptir ve insanı nesneleştirmenin yanında tüm toplumu tektipleştirerek iktidarın nesnelerine dönüştürür: “Bugün ileri kapitalizmde, işin giderek yetkinleşen mekanikliği, sömürüyü tümüyle destekleyerek, sömürülenin tutumunu ve statüsünü değiştiriyor. Teknolojik bütünde zamanını büyük ölçüde (ya da tümüyle) otomatik tepkilere harcayan mekanik iş, daima bütün hayata yayılan bir uğraş, tüketici, sersemletici, insanlık dışı bir köleliktir. Öylesine tüketicidir ki, uyarlıklar durmadan artar, makineleri çalıştıranlar katı denetim altındadırlar, işçiler çevreden kopmuştur. Elbette bu kölelik biçimi, kısıtlı, parçalı bir otomatikleşmenin sonucudur... Tekörnekleştirme (standartlaştırma), alışkı, üretici meslekleri ve üretici olmayan meslekleri benzer kılar.” (Marcuse, Futbol ve toplumsal muhalefet 67 1968: 42). Tektipleşme emek sürecinde insan bilincinin temel belirleyeni haline gelir ve sonrasında tüm yaşam alanları egemen iktidar tarafından tekboyutluluğun denetimi altına alınır. Oyunların da insanın yabancılaşmasında önemli bir etken haline gelmesi, oyunların insanı tektipleştiren endüstriyel etkinliklerin uzantısı endüstriyel oyunlara dönüşmesinin bir sonucudur. İnsan yabancılaşmanın parçalayıcı etkisi ile daha da fazla örselenir. Bu anlamda insanın varoluşunu hissetmesi bağlamında toplumsal etkinlikler olumsaldır, ancak buna karşın tüketim kültürü tarafından denetlendiği için insanları egemen ideoloji bağlamında yeniden-biçimlendirdikleri için gerçekte özgürleşme sağlamak yerine köleleşmeyi yeniden-üretirler. İşçi sınıfının iktidarın denetimi dışında bir araya gelmesi ve eğlenmesi iktidar tarafından kuşkuyla karşılanır, çünkü iktidar alanının dışındaki tüm toplumsallaşma biçimleri muhaliflerin denetimine geçme riski taşır. Bu anlamda, ekonomik iktidar “boş zaman”ın ele geçirilmesinin, daha doğrusu sömürgeleştirilmesinin ve çalışan sınıfların boş zaman etkinliklerinin belirlenmesinin yollarını bulmaya çalışır. Tüketime dayanan kitle kültürünün üretimi ve yaygınlaştırılması sürecinde, tüm özgür/özerk toplumsal alanlara müdahale eden iktidar, toplumsal kültürü iktidarın denetimindeki kitle kültürüne dönüştürmek için çaba harcar: “İş dışındaki zamanın doldurulmasıda kent yaşamının kısıtlı çevresine uygun ve kendisini yaşamın yerine ikame eden edilgen eğlenceler ve seyirlikler üreten pazara bağlıdır. Sonrasında bu eğlencelik ve seyirlikler tüm boş zamanı doldururlar ve her eğlence ve sporu sermayenin yayılmasına hizmet eden bir üretim sürecine dönüştürürler” (Braverman, 1974: 278). Gösteri toplumunu yaratan bu seyirlikler, gösteriler “günümüzde üretilen nesnelerin kaçınılmaz süs, sistemin rasyonelliğinin genel açıklaması olarak ve sayıları giderek artan imaj-nesneleri doğrudan doğruya biçimlendiren ileri bir iktisadi sektör olarak güncel toplumun ‘esas üretimi’dir” (Debord, 1996: 17) Bu anlamda tüm yaşam alanları kapitalistik bir mantık bağlamında kurgulanır ve kitleler tarafından bu yabancılaştırıcı mantık gönüllü bir biçimde içselleştirilir. Kapitalizmin, ticarileştirmiş olduğu boş zaman üzerinde hegemonya kurması süreci (Butsch, 1990: 19), kitlelerin iş yaşamı dışında da sistemin yeniden üretilmesini sağlayacak toplumsal pratiklerin yeniden-üretimini gerçekleştirmeyi, yani sistemin kitleler tarafından içselleştirmesini sağlamayı amaçlar. Ayrıca toplumun muhalif düşüncelere eğilim göstermesinin engellenmesi amacını taşır, çünkü “kültür endüstrisinin en önemli yasası, insanların arzuladıkları şeylere kavuşmamalarını ve bu yoksunluk içinde 68 Barış Çoban gülerek doyuma ulaşmalarını sağlamaktır” (Adorno, 2007: 74). Kitlelerin kültür endüstrisinin tüketicileri kılınması süreci eğlencenin “şeyleşmesini”, kitlelerin gerçek anlamda kendilerini yeniden üretecek ve farkındalık yaratacak bir yaratıcılığa sahip olmasının engellenmesini beraberinde getirir. Bu anlamda “eğlence, geç kapitalizm koşullarında çalışmanın uzantısıdır. Mekanikleştirilmiş emek süreciyle yeniden baş edebilmek için ondan kaçmak isteyen kimselerin aradığı bir şeydir” (Adorno, 2007: 68). Ancak bu kaçış, gerçekte insanın kendisinden kaçışının gizlenmesidir. Kültür endüstrisi kitlelerin üretim süreçlerine isyan etmeden devam edebilmeleri için sahte bir eğlence dünyasında sahte bir rahatlama yaşamasına hizmet eder. Çalışma zamanı ve boş zaman arasındaki kesinti aslında bir yanılsamadır, iki süreç de insanı yabancılaştıran mekanikleşmenin yaşandığı süreçtir. Kitleler tüm yaşam pratiklerinde iktidar tarafından yeniden-üretilirler ve her pratikleriyle iktidarın ideolojisini daha da fazla içselleştirirler. “Meta-fetişizmi” tüm yaşam alanlarında temel belirleyen haline gelir: “Mekanikleştirme, boş zamanı olan kimseler ve onların mutluluğu üzerinde öyle bir güce sahiptir ki, eğlence metalarının üretimini temelden belirleyerek bu kimselerin boş zamanlarında emek süreçlerinin kopyasından başka bir şey yaşatmaz” (Adorno, 2007: 68). Bu anlamda kitle kültürünün kullandığı tüm “oyun”lar “homo ludens”in özgürleştirici oyunları değil, insanı iktidara bağlayan köleleştirici oyunlardır. Oyunun haz üreten yapısının tüketim ekonomisinin bir parçası kılınması ile yaratılan haz ekonomisi, toplumun boş zamanını bir tüketim alanına dönüştürür. Üretim sürecine tüketim sürecinin eklemlenmesi, bu bağlamda insanın kendisini var olan üretim ilişkilerine hapsettiği kesintisiz bir ekonomik yapının içselleştirilmesini beraberinde getirir. Haz zamanı, yani boş zaman sürecinde yapılan tüm etkinlikler insanı yeniden üretim sürecine katmak için canlandırır, yeniler, üretim sürecine dayanması için güçlendirir. “Adorno’ya göre, gelişmiş kapitalizmde eğlence çalışmanın bir uzantısıdır... Spor ekonomik nedenlerle aşağılanmış bedenin özgürleşimini, endüstri toplumu tarafından kendi işlevlerini gerçekleştirmekten mahrum bırakılan bedene geri dönüşü vaat eder. Spor makinenin insanın elinden aldığı bazı insani işlevleri yeniden kazanmasını sağlar, ama yalnızca onu yeniden acımasızca makinenin hizmetine sokabilmek amacıyla” (Brohm, 1989: 56). Bu anlamda, spor da dahil tüm oyunlar, eğlenceler bu süreçte, endüstriyel bir biçim almaya başlar, ekonomik dönüşüm süreçleri ile birlikte dönüşüm geçirerek, toplumsal anlamda önemli “ideolojik öğeler” olarak toplumsal Futbol ve toplumsal muhalefet 69 bilincin yeniden üretilmesinde ve yeni ekonomik politikaların toplumsal olarak daha kolay benimsenmesini de beraberinde getirir. Futbol başta olmak üzere spor, kapitalizm tarafından iş sürecinin bir uzanımı olarak kurgulanır. Futbol bir oyun olarak insanların rahatlamalarını ve toplumsal birlikteliğini sağlamanın ötesinde, iş yaşamının belirleyenleri olan zamansal ve mekânsal kısıtlamalar, kurallar, hiyerarşi ve iktidar biçimlerini yeniden üreten bir yapıya da sahiptir (Bambery, 1996). Futbol özneleri üretim süreci dışında insanları bedensel ve zihinsel olarak iktidara uymaya, disipline olmaya yönlendirir. Kapitalizmin beden politikası çalışma yaşamında insan bedenini en verimli şekilde kullanabilmek için insan bedeninin üretim süreçlerine uygun bir biçime sahip olmasını sağlamaya çalışır. Bu amaçla kitle iletişim araçları aracılığıyla ideal bedenler ortaya konur ve kitlelerden bu ideale benzemeleri istenir. İktidarın etkisi ile çalışma yaşamı dışında bedenlerini iktidarın belirlediği ideal beden ve güzellik anlayışına göre biçimlendirmek için özneler “boş zaman” etkinliklerinde bedenlerini iktidara uygun bir biçimde yapılandırmak için yeni tüketim alanlarına yönelirler; spor salonları, güzellik salonları ve estetik ameliyat yapan hastaneler. Toplumsal beden sınıfsal anlamda farklılaşmış bir şekilde belirlenir ve her sınıf kendisinden beklenileni gerçekleştirmeye çalışır. Bedenlerin, tüketim süreçleri bağlamında, iktidarın kurguladığı bir biçimde yeniden üretimi, insanların ideolojik olarak yeniden üretimiyle koşut bir biçimde gerçekleştirilir. Bu süreçte, bir spor olarak futbol, özgürleştiren karnavalesk bir oyun değil, kitlelerin sistemi hem bedensel hem de düşünsel anlamda içselleştirmesini sağlayan ideolojik aygıt olarak işgörür. Futbol ve ideoloji Egemen sınıf maddi üretim araçlarını denetlediği gibi düşünsel üretim araçlarını, yani düşünce üreten tüm alanları ve araçları, kitle iletişim araçlarını denetler, üzerlerinde kendi hegemonyasını kurar. Egemen sınıf diğer sınıfların rızasını kazanmak için ideolojik aygıtlar üretir ve toplumsal pratiklerde egemenliğini bu aygıtlar üzerinden yeniden üretir. Kapitalist üretim ilişkileri bağlamında ideoloji altyapıdan soyutlanarak ele alınmaz, ideolojik sorunsalın temellendiği yer altyapıda, üretim biçiminde ve üretim ilişkilerinde gizlidir. İdeolojinin sorunsallaştırımı da bu nedenle üretim ve mülkiyet ilişkileri bağlamından ayrı düşünülemez, kapitalist üretim biçiminin ürünü olan ve kapitalizm temel belirleyenlerinden biri olan “meta fetişizmi” (Marx, 2000) yüzünden, şeyler arasındaki gizemli ilişkiler gibi görünür. “Fetişistik” 70 Barış Çoban karakteri nedeniyle ideoloji, toplum ve kendi “gerçek varoluş koşulları” arasında bir yarılmaya neden olur, gerçeği yerinden çıkararak, yerine “üretim ilişkilerinden türeyen” bir ilişkiyi geçirir. Toplumun kendi gerçek varoluş koşullarının üzerini örter, kendi kurguladığı gerçekliği toplumsala yansıtır. Toplum bu yansımada, bu aynada kendini görür, imgesini yakalar. Egemen yapı maddi ideolojik aygıtlarını kullanarak yanılsamalı imgesel ilişkileri tüm topluma dayatır (Althusser, 2003). İdeolojinin varlığı bu ilişkilerin her toplumsal pratikte yeniden-üretilmesi sürecine bağlıdır, ideolojik aygıtlar da toplumsal pratikler bağlamında iktidarı toplumsal özneler üzerinden yenidenüretirler, toplumsal yaşamın birçok alanı doğallaşmış bir biçimde ideolojik yeniden-üretimin gerçekleştirilmesi için kullanılır. Futbol ve ideoloji arasındaki ilişkiyi çözümlemek, toplumsal anlamda iktidar ilişkilerini ve iktidarın kültürel bağlamda yeniden-üretiminin anlaşılmasını olanaklı kılar. Çünkü “futbol asla sadece futbol değildir” (Kulper, 2003). Kitlelerin sisteme eklemlenmeleri bağlamında futbol önemli işleve sahip bir ideolojik aygıttır ve kitlelerin egemen ideolojiyi yenidenüretmelerini sağlayarak onların yabancılaşmış yaşamlarını haz aldıkları, tek gerçek ve doğal dünya olarak kabul etmelerini sağlar: “Bütün ideolojilerde olduğu gibi spor ideolojisi de kapitalist sistemdeki üretim ve toplumsal ilişkilerin gerçek yapısını gizler, bunlar sanki ‘doğal’mış gibi değerlendirilir. Spor kuruluşlarında yer alan bireylerin aralarındaki ilişki, şeyler arasındaki maddesel ilişkiye dönüştürülür: Maç sonuçları, makineler ve rekorlar. Bu süreçte insan bedenine bir meta gibi davranılır” (Bambery, 2002: 84). İdeolojik aygıt olarak futbol tüm özgürleşim yaratan özelliklerinden arındırılır, mekanikleştirilerek kültür endüstrisinin bir ürünü haline getirilir. Futbol ideolojik işlevinin yanında ekonomik anlamda da önemli bir belirleyen haline gelir, finansal piyasaları etkileyen bir güç kazanır: “Futbol, artık kapitalistik bir eğlence sektörü ve milyarlarca dolarlık katma değer yaratılıp paylaşılıyor. Ama, manüfaktür döneminde olduğu gibi hakim ideolojinin ve politik yeniden-üretimin bugün de gerçekleştirildiği bir sektör aynı zamanda” (Sönmez, 2007). Bu durum, boş zaman etkinliklerinin kapitalistik yapının ideolojik bir yeniden-üretim alanı olduğunu ve eşitsizlik üreten üretim ilişkilerinin meşrulaştırılarak yaşamın her alanında temel belirleyen haline getirilmesi gerçeğini göstermektedir. Boş zamanın futbol ile doldurulması, genellikle de erkekler için, içersinde yaşanılan ve anlamlandırılamayan gerçekliğe tahammül edilebilmesinin olanaklarını yaratır. Sınıfsal olarak, çalışan sınıfın erkekler üzerinden Futbol ve toplumsal muhalefet 71 tanımlanması, buna bağlı olarak da boş zamanın erkek egemen mantık bağlamında denetim altına alınmasını beraberinde getirir. Erkeğin sınıfsal sömürüye karşın kendisini “kadınlaştıran” iktidar ilişkilerine karşı muhalefet üretmek yerine, kendisini gerçekten erkek hissedebildiği alanların yaratılması bir zorunluluk haline gelir: “Spor, açık seçik bir kültürel iktidar hiyerarşisi sunacak şekilde erkekliğin kadınlığa karşı inşa edildiği belli başlı araçlardan biri olmuştur” (Rowe, 1996: 229). Erkek egemen yapı, gerçek anlamda erkeği kadınla eşit kılan ekonomik yapıyı ona dayatırken, kültürel olarak onu tekrar erkek olarak tanımlamanın yollarını arar. Futbol, bu anlamda, erkek için özellikle önemli bir alan olarak sunulur; hem bedensel gücün kullanıldığı bir alan hem de ilkel dönemden beri yeniden-üretilen atarerkil yapının temellerinden biri olan erkek dayanışmasının yeni bir biçimini sunan futbol önemli bir kültürel yapılanım haline gelmiştir: “Spor, erkekliğin etkin, saldırgan, rekabetçi, güçlü, meydan okuyucu, cesaretli vb. olduğunu yeniden olumlayarak erkeklik mitlerini yeniden-üreten bir biçimdir. Sporda erkekler, rekabet ederek çabalayarak ve başarılı olmaya çalışarak kendi erkeksi kimliklerini onaylamaya çalışırlar. Spor alanı erkeksi göndermelerle tanımlanan bir alandır” (Clarke & Clarke: 1982). Futbol birçok bağlamda etkili bir toplumsallaşma biçimidir. Erkeklerin kendilerini ifade edip anlamlandırabilecekleri bir topluluğun oluşturulmasında futbol takımları önemli bir role sahiptir; “futbol grup özdeşliğinin iki biçiminin katalizörü olmuştur: yerel grup özdeşliği (kulüp bağı) ile ulusal grup özdeşliği (kulüp oyuncularından toplanan milli takım)” (Hobsbawm, 2008: 92). Futbol takımları içersinde hem kendilerine bir kimlik edinen erkekler, rakipleri olan “öteki” takımlara karşı kendilerini tanımlamakta ve düşman olarak kodlanan “öteki”ye karşı söylemsel ve eylemsel şiddete başvurarak, ilkel bir biçimde de olsa, kendilerini ifade etmekte, kendi gerçeklikleri karşısındaki yenilgilerinin öcünü bir kurgusal bağlamda almaya çalışmaktadırlar. Futbol bu anlamda bir oyun olmanın ötesinde, erkeklerin toplumsal yabancılaşma ve parçalanmaya rağmen toplumsallaşabildikleri, kendilerini yeniden erkek kılabildikleri, sistemle olan sorunlarından kaçıp sahte bir hazla rahatlayabildikleri olanakları yaratan tüketilebilir bir endüstriyel üründür. Futbolun tüketim sürecinde insanlar aslında kendi gerçekliklerine daha da yabancılaşırlar ve toplumsal sorunlardan uzaklaşarak kendilerini ilgilendiren sınıfsal gündemlerini reddederek futbolun kapalı dünyasını tercih ederler. Futbol erkek için tüm gerçekliklerden uzak bir dünya yaratır, başka bir deyişle dünyayı katlanılabilir kılar. Bu nedenle futbol ulusal 72 Barış Çoban anlamda hem toplumsal bütünlüğün sağlanmasında hem de iktidarın denetiminin sağlanmasında önemli bir işleve sahip olur. Kitlelerin boyun eğmesinin sağlanması için haz kültürünün kullanılması yaygındır. Antik çağlardan başlayarak tüm gösteriler kitlelere iktidarın gücünü göstermek ve iktidara bağlamak için kullanılmıştır. Toplumsal anlamda körleşmenin sağlanması için “eğlence” en etkili araçtır. “Cesur yeni dünya”ların yaratılabilmesi de haz ve eğlenceyle kendinden geçmiş, kendi gerçekliğine yabancılaşmış kitlelerle mümkündür. Portekiz’in faşist diktatörü Salazar’ın kitleleri “futbol, fiesta ve fado” ile denetim altında tutması, aynı şekilde İspanya’nın faşist diktatörü Franco’nun Bernabeau Stadyumu’nu ‘150 bin kişilik uyku tulumu’ olarak adlandırması, baskıcı iktidarlar için futbolun önemini göstermektedir. Gerçekte, tüm kitle kültürü öğeleri baskıcı iktidarların ideolojisinin aktarımı sürecinde önemli bir işleve sahiptir ve bu öğeler egemen yapıların toplum üzerindeki baskı ve şiddetini meşrulaştıran ve toplumsal anlamda bütünlüğü sağlamak için onu tamamıyla parçalayan bir mantığa sahiptir. Futbol da aynı biçimde insanları bütünleştirmekten çok parçalamakta, sakinleştirmekten çok şiddete eğilimli kılmakta, toplumsal anlamda ırkçılaşma ve çatışmanın hem yansıtıcısı hem de üreticisi olarak iş görmektedir. Futbolda yaşanan şiddet kişinin sisteme karşı çaresizliğinin, kendisi gibi olanlara yönelen şiddetle bastırılmasından kaynaklanır: “modern toplumsal sistemlerde şiddetin rafine biçimlerinden biri de, modern kitle toplumu insanının birey olmaktan alıkonup başat kültürün içindeki kişi kimliği ile yaşarken duyduğu örselenmişliğini, öfkesini dışa vurması için ona sistemin gözetimi altında sunulan yapay negativite ortamlarıdır” (Oskay, 1996: 195). Futbol, popüler kültür denetiminde ırkçılığın yeniden-üretildiği bir alandır: “Irkçılık söylemde dahil, ayrımcı toplumsal pratikler tarafından yerel (mikro) düzeyde ve kurumlar, örgütler ve genel grup ilişkilerinde küresel (makro) düzeyde üretilen ve ırkçı ideolojiler tarafından bilişsel olarak desteklenen etnik bir eşitsizlik sistemidir” (van Dijk: 2003: 54). Futbol da eşitsizlik üreten bu sistemin popülerleşmesi bağlamında önemli bir işleve sahiptir. Toplumsal anlamda ulus-devlet kendi etnik sorunlarını çözümsüz hale getiren toplumsal politikalar sonucunda toplumsal parçalanmayı olumsal olmayan bir biçimde ırkçılığı popülerleştirerek aşmaya çalışır. Bu süreçte tüm iletişim ve kültür alanlarında söylemsel şiddete dayalı bir biçimde “öteki”lere yönelik saldırgan bir tutumun genel kabul görmesini beraberinde getirir. Futbol bu süreçte iktidara kitleleri yönlendirme gücü bağlamında önemli bir Futbol ve toplumsal muhalefet 73 güç olarak hizmet eder. Sınıfsal, düşünsel hiçbir farkındalığa sahip olmayan kitleler medyanın kendilerine düşman olarak sunduğu “öteki”lere karşı şiddet temelli bir saldırganlık geliştirirler ve bunu hem oyuncular hem de taraftarlar bağlamında meşrulaştırırlar. Milliyetçiliğin yükselişi futbolda “yabancı düşmanı ve ırkçı davranışların gittikçe daha fazla önplana” çıkmasına neden olmaktadır (Hobsbawm, 2008: 95). Irkçı düşüncenin “bizi sürekli tehdit eden bir yabancı fantazisine dayandığını vurgulamak gerekir. “Öteki ne yaparsa yapsın varlığıyla bizi tehdit eder” (Salecl, 1995: 262), bu anlamda toplumsal azınlıklar futbol sahalarında aşağılanırken, rakip takımlar da “öteki”leştiriler ve düşmanla özdeşleştirilir. Futbol toplumsal anlamda travmatik bir durumu süreğen olarak yeniden-üreten ırkçı bir toplumsal pratik haline gelmiş olur: çünkü “ırkçılık, ırkçı kişilerin basit bir hezeyanı değil toplumsal bir ilişkidir” (Balibar, 1993: 55) ve futbol bu tür ilişkileri yeniden üretir. Futbol takımlarında ve taraftarlar bağlamında geliştirilen mikro-ırkçı yaklaşımlar, toplumsal alanı ilgilendiren makro-ırkçılıkla ilintilidir. Taraftar kendisine yabancı olan herşeyi korkutucu bulur, ötekileştirir, düşmanlaştırır. Bu durum toplumsal anlamda parçalanmış bir bütünün daha kolay denetlenmesini beraberinde getirir. Gündelik yaşam süreçlerinden başlayarak söylemsel ve eylemsel şiddet futbol üzerinden toplumsal yaşamın ayrılmaz bir parçasına dönüşür. Irkçı bir içerik taşıyan bu şiddet iktidarın hedef aldığı azınlıklar üzerinde hem iktidarın baskısının yanında bir toplumsal baskının da oluşmasını ve toplumsal anlamda tutuculaşma ve irrasyonelleşmenin yaşanmasını beraberinde getirir. Küreselleşme süreciyle birlikte toplumsal iletişim büyük bir dönüşüm geçirmiştir. Ulus-devlet yapılarının yeniden biçimlendirilmesi ve iletişimsel sürecin kitlelerin bu yeni dönüşüm bağlamında yeniden biçimlendirilmesi sorununu da beraberinde getirmiştir. Yeni ekonomik dönüşümle birlikte yeni tip öznelerin yaratılması da bir zorunluluk olarak kendisini dayatmıştır. Küreselleşme süreciyle birlikte emperyal yapının tüm toplumsal alanlarda homojen kitleler yaratmak için yeni iletişim teknolojileri etkin bir biçimde kullanılmaktadır. Kitleler tüketim süreçlerine daha kolay dahil olabilecekleri yeni iletişimsel sürecin tüketicisine dönüştürülmektedir. Yeni ekonomik yapı, yeni iletişim ve kültür biçimlerini de beraberinde getirmiştir: “Küresel medya, ve özelde küresel yayın (TV yayıncılığı) medyası biçim olarak olduğu kadar içerik olarak da küreselleşir ve küresel pazarın genişlemesine hizmet eden şirket çıkarlarınca kontrol edilirler” (Flew, Mcelhinney, 2001: 6). İletişim, bu süreçte küresel pazarın belirleyici olduğu bir sürece dönüşür ve tüm 74 Barış Çoban iletişimsel süreçler tüketime yönelik bir biçim almaya başlar. Yeni iletişim biçimleri toplumsal kültürün temel belirleyenlerindendir. hem tüm kültürel alanı endüstrileştirir hem de ideolojik olarak yüklemlendirir. Bu süreçte iletişim araçları kullanılarak kitleler bu kültür endüstrisinin tüketicileri haline getirilir ve ideolojik olarak da sisteme eklemlenirler. Futbol, küreselleşme süreci ve küresel iletişim ile birlikte farklı ülkelerde oldukça önemli bir yer kazanmış ve kültür endüstrisinin başlıca ürünlerinden birine dönüşmüştür. Yeni ekonomik, kültürel ve iletişimsel politikalar sonucunda “evrensel düzeyde popüler olan bu spor, artık küresel bir nitelik taşıyan televizyon sayesinde dünya çapında bir sanayi kompleksine dönüşmüş durumdadır” (Hobsbawm, 2008: 92). Bu durum futbolu küresel anlamda tüketilebilir bir ürün haline getirmiştir. Ulus-devletlerin küresel ekonomik yapının parçaları haline getirilmeleri süreci, hem iletişimsel hem de kültürel olarak bu sürece dahil edilmeleri ile paralel bir biçimde gelişim göstermektedir. Futbol da küreselleşmenin en iyi gözlemlenebildiği alanlardan bir tanesidir: “Küresel nitelikli futbol sektöründe egemen olan, markaları dünya çapında değere sahip birkaç kapitalist girişimin emperyalizmidir” (Hobsbawm, 2008: 93). Futbolun küreselleşmesi, yeni emperyalistik yapının kültürünün yaygınlaşması anlamına gelir. Futbol kitleleri küresel kültürün bir parçası kılarken, tüketim sürecinin en etkili araçlarından bir tanesi haline gelir. Futbol ticarileşirken hem izler kitlesini hem de kendisini kendisi dolayımıyla çokuluslu şirketlerin ürünlerini tüketmeye çağırır. Futbolun markalaşması ve tüketim süreci bağlamında, takımların renklerin ve logolarının tüketim amaçlı kullanımı, taraftar kitlelerinin duygusal boyutunun tüketim için kullanılmasını berberinde getirir. Futbol takımları reklamını yaptıkları markalarla endüstriyel sistemin temsilcisi olduklarını gösterirler, bu süreçte tüketim kültürünü meşrulaştırırlar. Futbol takımlarının formalarına aldıkları reklamlar, maçlar sırasında sahada ya da iletişim araçları kanalıyla yapılan reklamlar markaların küreselleşmesini, tüm toplumların markaların ve tüketim kültürünün etkisi altına girmesine neden olur. Futbol ve muhalefet olanakları Toplumsal muhalefetin gelişim süreçleri, içersinde bulunduğu yapı tarafından üst belirlenir. Bu anlamda yapının geçirdiği dönüşümleri anlamlandıramayan muhalif hareketlerin, kendilerini yeni koşullara göre uyarlamaları da olası değildir. Toplumsal değişim ve dönüşümlere göre muhalefet biçimlerini dönüştüremeyen muhalif hareketlerin toplumdan Futbol ve toplumsal muhalefet 75 uzaklaşarak marjinelleşmesi söz konusudur. Bu anlamda, yaşanan toplumsal değişim ve dönüşümlere göre oluşan yeni muhalefet olanaklarını tartışmak ve kullanmak, buna bağlı olarak da geçerliliğini yitirmiş muhalefet biçimlerini terk etmek muhaliflerin yeni açılımlar yapabilmesine olanak sağlar. Bu bağlamda, ülkemizde 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi sonrasında yaşanan toplumsal dönüşümü göz önüne almadan, darbe öncesi koşulların muhalefet biçimlerini kullanmak, kitlelerle aynı dili konuşamamanın ve kitlelerden uzaklaşmanın nedenini açıklayabilir. Muhaliflerin sürekli olarak düşünmeleri, tartışmaları ve şartlara uygun mücadele biçimlerini geliştirmeleri varoluşlarını sürdürebilmelerini sağlar. Yeni muhalefet olanaklarının kullanılması ise önyargıların aşılması ile olasıdır, muhalifler yaşanan toplumsal dönüşümler sonrasında, denetleyemedikleri bir toplumsal ortamda kendilerini var etmenin yollarını bulma gereksinimindedirler. Kitle kültürüne karşı muhalif toplumsal kültürün üretilebilmesi ve kitleselleştirilebilmesi de bu anlamda, toplumsal pratikleri muhalif çizgi doğrultusunda yeniden biçimlendirebilecek müdahaleleri olası kılan muhalefet olanaklarını yaratmayı gerektirir. Bu süreçte, “futbol” vb. alanların sunduğu olanakların tartışılması muhalifler için olumsal bir sürece gönderme yapmaktadır. Futbolun ülkemizde muhalifler tarafından olumsal bir biçimde ele alınışı ve muhalefet olanağı olarak görülmesi oldukça yenidir. Muhaliflerin eski örgütlenme, iletişim ve propaganda yöntemlerinin, kapitalistik dönüşüm süreci nedeniyle etkisizleşmesi ya da geçersizleşmesi toplumla iletişime geçmek için yeni yöntemler bulmaları gerektiğini göstermektedir. Bu bağlamda, kitleler üzerinde etkili bir gücü olan futbolun muhalifler tarafından yeniden keşfedilmesi ve tartışılması, bugüne dek görmezden gelinmiş farklı toplumsal iletişim yöntemlerinin yeniden değerlendirmesi sürecinin bir başlangıcı olabilir. Futbol iktidarın ideolojik aygıtı olarak kullanılabildiği gibi muhalif güçler tarafından da örgütlenme ve propaganda amaçlı kullanılabilir. Her ideolojik alanda olduğu gibi egemen ideolojinin tümel denetimi ve hegemonyasından söz edilemez: “Spor yoluyla egemen ideolojilerin yeniden-üretimi çatışmadan yoksun ve çelişkisiz değildir. İdeoloji yekpare bir tabaka değildir, bu imge ve konuların içinde gerilimler vardır. Onlar, farklı ve bazen de zıt yönlere savrulurlar” (Hargreaves, 1982). Futbolun muhalif amaçlarla kullanımı, iktidarın muhalifleri farklı yöntemlerle kitlelerden uzaklaştırılması, marjinalliklerini aşmalarının bir aracı haline getirilebilir. Ülkemizde sol muhalif hareket futbolu “halkın afyonu” olarak kabul ettiği için uzak durmayı 76 Barış Çoban ve eleştirmeyi seçmiştir: “Sol, şimdiye kadar sadece mahkum etti bu durumu. Sorun da sadece mahkum etmemizden kaynaklanıyor sanırım. Yerine neyin veya nelerin konulması gerektiği kısa sürede çözüme kavuşturulacak şeyler değil... Özellikle futbol gibi büyük, bir o kadar da kirlenmiş, kirletilmiş bir endüstri üzerinde ortaya atılacak her aklı başında fikir sol futbol ilişkisine katkı sağlar” (Durgun, 2007). Futbolun bir muhalefet olanağı olarak tartışılması, muhalifleri toplumdan uzaklaştıran eski alışkanlıkların değiştirilmesi sürecinin bir başlangıcı olabilir. Özellikle, Türkiye’de 1980 Askeri Darbesi sonrasında futbol kültürünün yükseltilmesi ve kitlelerin futbolla “uyutulması”na karşı muhalif bir direniş yaratma gücüne sahip olamayan muhalifler, farklı toplumsal alanlar gibi futbol alanını da kullanarak iktidara karşı direniş örgütleme olanaklarını kullanamamışlardır. Bunun yanında, futbolun iktidar tarafından belirlenen iktidarı yeniden-üreten milliyetçi, ırkçı, erkek egemen yapısı baskıcı sistemin ve faşizan hareketlerin geliştirilmesi için kullanılmıştır. Egemen sistem tarafından üretilen kitle kültürünün ırkçı ve saldırgan içeriği, futbolun da şiddet eğilimli faşizan bir biçim almasını beraberinde getirmiştir (Durgun, 2007a). Bu anlamda, toplumun kendi gerçekliğinden uzaklaşmasına, içerisinde yaşanılan sorunların görünmez kılınmasına ve gündemin değiştirilmesine hizmet eden futbolun muhalif bir biçimde kullanılması oldukça zordur. Bu durum, toplumsal yapıda köklü bir dönüşüm sağlamayı amaçlayan kitlesel bir hareketin yaratılması ile aşılabilir. Bu anlamda, futbolun muhalif amaçlarla kullanımı üzerinde muhalif hareketin özenle çalışması gereklidir. Bir propaganda ve faaliyet alanı olarak futbol, öncelikle muhaliflerin birlikteliğini ve dayanışmasını sağlamak için kullanılabilir. Muhalif güçlerin dağınıklığını ve dayanışma duygusunun yoksunluğunu gidermek için farklı kentler, yerellerde örgütlenecek futbol takımlarının katıldığı turnuvaların ile biraya getirilerek öncelikle muhaliflerin canlandırıp biradalık duygusunu geliştirecek ve toplumsal muhalefete olan inançlarını güçlendirecek bir alan olarak kullanılması da mümkündür. Yurt dışında yaşamak zorunda kalan muhalifler farklı ülkelerde oluşturdukları amatör takımlarla ve düzenledikleri turnuvalarla parçalanmışlığı, dağınıklığı ve moralsizliği aşmaya çalışmışlar, bir ölçüde de başarılı olmuşlardır. Bu bağlamda, sistem karşıtı sol muhalif hareketleri kapsayan, enternasyonalist, erkek egemen olmayan takımların ve taraftar grupları yaratılarak önce muhalifleri biraraya getirmeyi ve sonrasında toplumla buluşmalarını sağlayacak bir yapının oluşturulması muhaliflere bir seçenek oluşturmaktadır. Futbol ve toplumsal muhalefet 77 Bu durum şimdiye kadar muhaliflerin uzak kalmış olduğu birçok toplumsal alanın yeniden-değerlendirilerek kullanımını mümkün kılmaktadır. Büyük takımların (Beşiktaş, Galatasaray, Fenerbahçe) taraftarı olan muhaliflerin girişimleri, futbolun endüstrileşmesine karşı yarattıkları direniş yok olduğu söylenen muhalif hareketlerin her alanda kendisini yeniden var edecek güce sahip olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Bunun yanında egemen iktidarın belirleyiciliğinde olan bir alanda politika yapmak da risklidir, kitle kültürü alanında iktidarın gücü altında ezilip kullanılan bir piyona dönüşme riski göz ardı edilmemesi gereken bir gerçekliktir. Futbolun, bu anlamda, yerellerden başlayarak endüstriyelleştirilmesine karşı, toplumsallaşmanın ve muhalefetin bir aracı olarak kullanılmasının olanakları üzerinde durmak, büyük takımlar üzerinden politika üretmekten daha gerçekçi bir sürece işaret edebilir. Mahalleler ya da ilçeler merkez alınarak futbol takımlarının toplumsal dayanışma ve muhalefetin alanları haline getirilmesi, toplumsal muhalefeti besleyen bir “oyun”a, karnavala dönüştürülmesi gerçekten muhalif bir kültürün oluşturulması bakımından olumsal bir sürecin yaşanmasını beraberinde getirebilir. Örneğin muhaliflerin güçlü olduğu İstanbul Gazi, 1 Mayıs, Gülsuyu gibi mahallelerinin ve muhalif hareketin etkili olduğu diğer kentlerde ve bölgelerde futbol takımı, muhalif kültürün toplumsallaştırılması ve toplumsal dayanışmanın yaratılması bakımından önemli bir olanağa gönderme yapar. Muhaliflerin söz konusu bölgelerde futbol üzerinden örgütlenme pratikleri toplumla başarılı bir iletişim içersine girebilmelerinin yollarını da açmıştır. Bu anlamdaki deneyimler futbolun ezilen toplum kesimlerinin muhalif hareketle tanışması ve iletişim kurmasının olanaklarını yarattığı için oldukça önemlidir. Toplumsal muhalefetin var olan sisteme karşı gündelik yaşamı dönüştürme çabası geniş halk kitlelerini etkileyen iletişim yöntemleri kullanmaları ile olasıdır. Futbol bu olanağı etkin bir biçimde kullanıma sunmaktadır: “İstanbul Maltepe Gülsuyu'nda 5. Geleneksel Sanat ve Hayat Bahar Futbol Turnuvası başladı. Turnuva 6 Mayıs 1972' de idam edilen Deniz Gezmiş ve yoldaşlarının anısına saygı duruşuyla başladı. 11 Mayıs’ta start alan turnuvaya katılan takımlar şunlar: 6 Mayıs, Kızıl Gençlik, İmranlı 58, Akkuş, Doğu Gençlik, Efsane, Emek, Kardelen, Forza, Gülensuspor, Ayaz, Kuzen 52 , Erzincan 24 , Göktepe, Seyranspor” (Atılım, 2008): “Ümraniye 1 Mayıs Mahallesi Güzelleştirme Derneği, yozlaşma saldırısına karşı bir araya getirdiği gençlerle futbol turnuvası düzenledi. Turnuvanın dün akşam düzenlenen finalinde ilk üç takıma ödülleri verildi. Semtte yaşanan yozlaşma ve çeteleşme saldırısına karşı isçi ve işsiz 78 Barış Çoban gençleri bir araya getiren güzelleştirme derneği, 1 Mayıs şehidi Hasan Kızılkaya anısına futbol turnuvası düzenledi. Turnuvaya 16 takım ve 176 sporcu katıldı” (Atılım, 2007); “ESP ve SGD Gazi Mahallesi'nde 30 Ekim günü düzenlenecek olan Lise Kurultayı öncesinde dün bir futbol turnuvası düzenlendi... Mahalledeki gençler tarafından 8 futbol takımı oluşturuldu. Sanat ve Hayat futbol takımı ile Polat Cafe'nin aralarında yaptığı maça gençlerin ilgisi büyüktü. Sanat ve Hayat Takımı 22-7 sonucuyla maçtan mağlup ayrıldı” (Atılım, 2005). Toplumsal muhalefetin kitleselleştirilebilmesi sorunu, toplumsal alanda, yeni muhalefet olanaklarını da içeren, etkin bir mücadelenin gerekli olduğunu göstermektedir. Siyasal parti ve hareketler, sendikalar, gençlik örgütleri ve yerel dernekler denetiminde futbol takımları yaratarak ezilenlerin kendilerini ifade ettikleri bir alan olarak futbolun yeniden-biçimlendirilmesi önemli bir muhalif toplumsal pratiğin iktidarın elinden alınmasını sağlayabilir. Ezilenlerden oluşmuş ve amacı yaşamı tekrar “ütopyacı” yanını koruyan oyunlarla güzelleştirmeyi ve toplumsal iletişim ve dayanışmayı sağlamayı amaçlayan alternatif ligler ya da turnuva türü örgütlenmeler kitlelerin kendi sınıfsal varoluşlarını yeniden anlamlandırabilecekleri bir araya gelişlerini ve egemen kültürel yapıdan kopuşlarının önünü açabilir. Bu süreçte “büyük takımlar”ın kitleler üzerindeki etkisi kırılarak, “tüketim toplumu”nu yeniden üreten endüstriyel futbola karşı gerçek bir direniş hattı yaratılabilir. Ancak, muhalif söylem bu süreçte kesinlikle popüler söylemden kendisini ayrık kılmalı ve kitle kültürü öğelerini yeniden-üreten her toplumsal pratiğe müdahale ederek toplumsal söylem ve pratiklerde dönüşüm yaratmalıdır. Muhaliflerin toplumsal alanda etkili olabilmek için kültürel dönüşümü sağlamak için kitlelerde farkındalık yaratacak müdahalesi, popüler kültürün etkisini geriletebilecek bir etkiye sahip olabilir. Tarihsel anlamda futbolun muhalif hareketlerin kitleselleşmesi bağlamında kullanıldığı örnekler söz konusudur. Futbol kitleleri bir araya getiren ve dayanışma duygusu yaratan yapısıyla, legal alanda baskılanan siyasal hareketlerin kendilerini ifade etme ve örgütlenme alanı olarak da işgörebilir. Bu anlamda, Kıbrıs örneği muhalif yapıların baskı altında toplumla ilişkilenmek için her alanı kullanma becerisinin önemini göstermektedir. Kitlelerle buluşmak için futbol tüm diğer toplumsal pratiklerden daha etkili bir yapıya sahip olduğu için Kıbrıs’ta da futbol sistem karşıtı hareketin kendisini yeniden-ürettiği bir alan olarak etkin bir biçimde kullanılmıştır. Futbol ve toplumsal muhalefet 79 “Güney Kıbrıs'ta futbol takımlarının neden siyasi hüviyetler kazandığını anlamak için, 1940'ların sonuna geri dönmek gerekiyor. Kıbrıs'ta İngiliz sömürge yönetiminin hâkim olduğu o yıllarda, komünist faaliyetler yasaklanmış. Hatta 1911'de kurulmuş olan ve 'diriliş' ya da 'yeniden doğuş' anlamına gelen Anorthosis futbol kulübü ile 1926'da kurulan APOEL gibi kulüpler oyuncularına komünizm karşıtı bir deklarasyonu zorla imzalatmak istemiş. Ne var ki, bu 'anti-komünist' girişim ters tepmiş ve adada giderek güçlenen komünist hareket, futbolu kendini ifade etme kanallarından biri haline getirmiş. Hatta futbol kulüplerine aidiyet hissetmek için Kapital ciltlerini devirmek gerekmediği için, bir kere maça gidip taraftar olan cinsten gençler doğrudan komünist harekete katılmaya başlamış... AKEL (Kıbrıs Komünist Partisi) bu durumdan fayda sağladığını fark edince, işi iyice abartıp, en ücra köylerde bile futbol takımları kurmaya girişmiş. Köydeki futbol takımından ne olacak? Kulüp binası köyün kahvehanesi tabii. Aynı kahvehane daha sonra ya AKEL'in ya da onun gençlik kuruluşu olan İlerici Gençlik Birliği'nin lokali haline gelivermiş” (Gülseven, 2002). Baskı dönemlerinde futbol iktidarların kitleleri körleştirmesinin bir aracı olabileceği gibi muhaliflerin yeraltından çıkıp toplumsallaşmalarının ve propaganda yaparak muhalif hareketi toplumsallaştırabilmelerinin olanağını da yaratır. Kıbrıs deneyimi bu anlamda olumsal bir sürece gönderme yapar. Bu süreçlerde futbol yabancılaşmaya karşı koyan bir içeriğe sahiptir ve toplumsal özgürlük istemlerinin ifade edildiği toplumsal pratiklerden bir tanesidir. Bunun dışında İspanya’da Katalan bölgesini temsil eden “Barcelona” takımı Franco faşizmi altında Katalan dilinin ve simgelerinin yasaklanmasına karşın direnişin bir simgesi haline gelmiştir (Wilkes, 2008). Kitlelerin sisteme karşı direnişi de “Barcelona” takımının maçlarını kullanarak muhalif düşüncenin hâlâ yaşadığını göstermeleri ve statlarda kendi dillerini kullanarak konulan yasakları, daha doğrusu korku kültürünü aşmaları mümkün olmuştur. Formalarına reklam almayan ve etnik kültürlerinin ısrarlı savunucusu olan takım, bu bağlamda futbol ve siyasal tavır arasındaki ilişkinin öneminin başlıca göstergelerinden birisi haline gelmiştir. Futbolun uluslararasılaşması bazı olumsal toplumsal iletişim ve dayanışma olanaklarının yaratılmasının önünü açmıştır. Futbol üzerinden enternasyonalist dayanışma olanaklı örgütlenebilmekte, ezilen halklarla dayanışmalar örgütlenerek, ezilenlerin sesi futbol üzerinden kitlelere aktarılabilmektedir. Bunun örneklerinden bir tanesi de İtalyan “Inter Milan” takımının Meksika’da ezilen yerli halkların örgütü olan EZLN’yi (Zapatist Ulusal Kurtuluş Ordusu) desteklediğini açıklaması ve dayanışma örgütlemesidir. Sembolik bir parasal yardımla EZLN’ye desteğin 80 Barış Çoban somutlaştırılması ve ezilenlerin küreselleşme karşısında başka bir dünyanın mümkün olduğu görüşünün yeniden dillendirilmesi, muhalif düşüncelerin toplumlar tarafından tanınması olanağını yaratmış, iletişim araçları küresel düzeyde bu dayanışmayı haberleştirerek geniş kitlelerin konuyla ilgilenmesini sağlamışlardır. “Inter’in Arjantinli kaptanı Javier Zanetti, kulübün resmi yazışma kağıdında kaleme aldığı bir yazıyla, Zapatistaların özyönetim kurumu olan Oventic’in iyi hükümet meclisine, kendisi ve takım arkadaşları adına, ‘Zapatist düşünceye yansıyan aynı prensip ve idealleri sizlerle paylaştığımızdan eminiz. Bizler iyi bir dünyaya, küreselleşmemiş bir dünyaya, çeşitli kültürlerle zenginleştirilen bir dünyaya inanıyoruz. Sizlerin bu mücadelesini destekleme kararımız, kendi kök ve ideallerimizi de içerdiği içindir’ diye sesleniyor” (http://otonomlar.org/karsi-kultur/65). Bu durum yeni bir muhalif söylem ve eylem yaratan EZLN tarafından uluslararası dayanışma ve küresel iktidarı destekleyen güçlerin maskelerini düşürmek için enternasyonalist dayanışmanın yaratılmasının zorunluluğu gösterme olanağını sunmuştur. Zapatistlerin önderi Subcommandante Marcos’un Milan takımına maç önerisi, kendine özgü esprili dili futbolun iktidar üreten, erkek egemen ve yabancılaşmış yapısını eleştiren bir meydan okumadır. Marcos, Milan takımına “sizin dezavantajlı durumuzu dengelemek için sizlere futbol takımımızla ilgili bazı sırlarımızı vereceğim” der ve futbolun yapıbozuma uğratan futbol olmayan bir futbol ve takım olmayan bir takımı anlatır: “örneğin, Zapatist takım karmadır (kadın ve erkeklerden oluşur); (çelik burunlukları olan) madenci botlarıyla maça çıkarız; bizim geleneklerimize göre, maç iki takımın oyuncularından da ayakta kalan kimse kalmadığında sona erer”. Bu yaklaşım futbolun esprili bir dille eleştirisidir. Marcos tüm bu değişimler gerçekleştiğinde “belki de, futbolu devrimcileştirebiliriz, böylece futbol bundan sonra bir iş olmaktan çıkar ve yeniden eğlenceli bir oyun haline gelir. Gerçek duygulardan yapılmış bir oyun” (Marcos & Moratti, 2005). Ütopyacı bir söylemle yaşamı karnavala dönüştürmeye çalışan EZLN futbolu da bu karnavalesk düzenin gerçek bir oyununa dönüştürmenin mümkün olduğunu göstermeye çalışır ve var olan sistem içersinde futbolun eleştirisini yapmış olur. Futbolda muhalif gücün uluslararası bağlamda tanınır hale gelmesi kitle iletişim araçlarının geçirdiği dönüşümle olası hale gelmiştir. Yeni iletişim teknolojileri, özellikle internet ve uydu yayınları ile birlikte tüm dünyada muhalifler için de uluslararası ilişki ve iletişim olanaklarının önü açılmıştır. Bu süreçte, birçok yerel muhalif hareketler ve bunların toplumsal başarıları Futbol ve toplumsal muhalefet 81 uluslararası tanınmışlığa sahip olmuş ve uluslararası dayanışma duygusunun yeniden yaratılması yönünde açılımlar sağlanmasına katkı sunmuştur. Kitle kültürünün en önemli ürünlerinden biri haline gelmiş olan futbolda da muhalif ideoloji ile hareket eden takımların tanınırlıkları ve yerellerde muhalif taraftar gruplarının ortaya çıkması da internetin etkin kullanımı ile olası hale gelmiştir. Muhalif taraftarlar internet üzerinden kendilerini tanıtmakta ve kitleselleşmeye çalışmaktadır. Bu süreçte ise hem tribünleri kullanarak hem de toplumsal sorunların dile getirilmesi için düzenlenen mitinglere katılarak kendilerini göstermekte ve tanınır kılmaktadırlar. Futbolun toplumsal muhalefet için kullanımının dünyada çeşitli örnekleri bulunmaktadır. Bu anlamda dünyanın en tanınmış muhalif takımı İtalya’daki “Livorno”dur. Muhalif bir işçi kentinin ideolojisini benimsemiş bir futbol takımının, uluslararası endüstriyel futbol sistemi içersinde kendi ideolojisi ve ilkeleri doğrultusunda hareket etmesi takımı ayrıksı kılmakta ve tüm dünya muhalifleri için bilinir kılmaktadır. İtalyan Komünist Partisi’nin 1921 yılında kurulduğu Livorno kenti muhalif sol hareket için merkezi bir öneme sahiptir. Toplumsal mücadelenin merkezi olarak kent diğer tüm toplumsal etkinliklerinde de bu özelliğini yansıtmaktadır. Kentin futbol takımının da muhalif çizgiye sahip olması ve bunu halen sürdürmesi toplumsal muhalefetin gelenekselleşmesinin örneğini oluşturmaktadır. Takım oyuncuları ve taraftarları söylemleriyle olduğu kadar kullandıkları uluslararası muhalefetin sembolleriyle de (orak-çekiçli bayraklar, Che posterleri) dikkat çekmektedir. Livorno takımının dünyadaki muhalif hareketler tarafından empatiyle karşılanması ve birçok ülkede muhalif taraftar gruplarının oluşmasının da önünü açmıştır. Kitle iletişim araçları, özellikle de internet gibi yeni medyalar ile birlikte tanınır hale gelen takım “endüstriyel futbol”a karşı bir hareketin öncüsü olarak kabul edilmektedir. Türkiye’deki büyük takımların muhalif taraftarları da geleneksel ve egemen iktidarı yeniden üreten taraftarlık anlayışının karşısına muhalif bir söylem ve eylem biçimi geliştirmişir. Beşiktaş ÇARŞI, FenerbahCHE, Galatasaray TEK YUMRUK ülkemizde futbolun endüstriyelleşmesine karşı muhalif bir karşı çıkışı ortaya koyma çabasıdır. Kitlelerin ırkçılaşması, saldırganlaşması ve bu anlamda futbolun etkin bir biçimde kullanılmasına karşı yeni bir soluk olmayı hedeflemektedir. Bu anlamda, futbolun endüstriyelleşmesine karşı anti-faşist, ırkçılık karşıtı bir yaklaşımla hareket eden bu yapılanımlar, farklı takımlardan olsalar da ortak bir söylem ve eylem çizgisine sahiptir. Futbolun parçalayan, ötekileştiren yapısına karşı birlik ve dayanışma ruhunu güçlendirmeyi hedeflemektedirler. 82 Barış Çoban Ancak, tüm çabalarına rağmen kitleselleşme sorunları söz konusudur ve Beşiktaş Çarşı grubu dışında küçük ve belki de marjinal birer taraftar grubu olmanın ötesine geçememişlerdir. Ancak, Çarşı grubu da, Livorno örneğinden farklı olarak, tutarlı bir muhalif düşünsel altyapıya ve eylem çizgisine sahip değildir. Siyasal bir çizgisi olmayan örgütlenmelerin popüler imgeler üzerinden kitleselleşebilmesi olanaklıdır, ancak tutarlı bir muhalif yapı olarak varlıklarını sürdürmeleri ve toplumsal muhalefetin etkin aktörlerinden biri haline gelmeleri olası gözükmemektedir. Tüm bu muhalif taraftar gruplarının birleşik anlamda muhalifliklerini ifade etmeleri ise internet üzerinden “forzalivorno.com” ve fanzin olarak yayınlanan Sol Açık adlı dergidir. Temel olarak kapitalizme, ırkçılığa ve faşizme karşı olma çizgisi üzerinden hareket eden yapı, futbolun politik yönünü vurgulayarak, bunu sol muhalif kesimler için kullanılabilir bir ideolojik ve eylemsel alan olarak yeniden kurgulamaya çalışır: “Forza Livorno, endüstriyel futbol’a (spor’a) karşı bilinç oluşturma kaygısı taşır... “Endüstriyel Futbola Hayır” söylemi başlı başına kapitalizm karşıtı bir söylemdir ve bu söylemin savunucuları tabiatıyla anti-kapitalist kişilerdir aynı zamanda. Sporseverlerle en geniş paydalarda buluşmak adına, hayata dair diğer söylemlerinde dışlayıcı olmaktan ziyade kapsayıcı olmayı hedefler. Forzalivorno, ırkçılığa karşıdır; kapitalizmin girdiği her yeri kirlettiğini bilerek, mafyanın ve büyük patronların spor faaliyetleri üzerindeki kirli etkisine karşıdır; doğaya ve insanlığa zarar verecek her türlü kapitalist işbirliğinin, savaşların, nükleer santrallerin ve zorbalığın karşısındadır. Her alanda olduğu gibi sporda da renklerin kardeşliği temel ilkemizdir. Bunlar, bizi biz yapan temel paydalarımızdır” (http://forzalivorno.org). Futbol egemen üretim ilişkilerinin dışında değerlendirilemez; futbol kapitalistik yapının yeniden-üretimi bağlamında önemli bir işleve sahiptir. Kapitalizmin ve ırkçı-faşist düşüncelerin meşrulaştırılmasını sağlayan futbol kültürünün, tersine çevrilmesi ezilen kitlelerde farkındalık yaratılması ve muhalif bilincin oluşturularak tüm toplumsal pratiklerde özelliklede futbol gibi kitleleri etkileyen alanlarda toplumsallaştırılması gerekliliğine gönderme yapar. Forzalivorno girişiminin görüşleri temel olarak tüm muhalif taraftar gruplarının görüşlerini yansıtmaktadır: 1. Forzalivorno, endüstriyel futbola karşı gelişen bir taraftar hareketidir. Paranın egemenliğinin, sporun ruhunu zedelemesine karşı çıkar. Taraftarları müşteri olarak gören yaklaşımların karşısındadır. Her alanda sporun endüstirileşmesine karşı muhalefet ederek amatör ruhu ve yerelliği savunur! Futbol ve toplumsal muhalefet 83 2. Forzalivorno sporda ve yaşamın her alanında ırkçılığa ve her türlü din, dil, ırk, cinsiyet ayrımına karşıdır. Toplumdaki yaygın milliyetçi reflekse karşı ödünsüz bir kardeşlik çizgisini savunur. “Öteki”leştirilerek dışlanan gruplara yönelik, mikro düzeyde de olsa her türlü ayrımcılığa karşı durmayı, yaşamsal bir önemde görür. 3. Forzalivorno, dili söylemi ve duruşuyla sporda şiddeti körükleyen egemen anlayışı reddeder. Taraftarın her şeyden önce “güzel futbola” taraftar olduğunu bilerek, futbol endüstrisinin suni bir şekilde körüklemeye çalıştığı gerilimlere karşı, renklerin kardeşliğini savunur. Futbolu çirkinleştirmeyen rakibini alkışlama erdemi gösterenlerin forumu olma iddiasındadır. 4. Forzalivorno, takım tutmayı mutluluk sayar; fakat tutulan takımın kutsanmasını reddeder! Taraftarizmin körleştirdiği mevcut taraftar profiline karşıdır. Taraftar gruplarının kendi forumlarına, kendi çevrelerine hapsolmuş tek yanlı bakış açısına karşın, farklı takım taraftarlarının birbirlerini anlayıp ortak hareket edebilecekleri zeminleri yaratma misyonunu üstlenmiştir. Tüm üyelerinden de bu çabayı destekleyecek bir performans beklemektedir. 5. Forzalivorno, savunduğu amatör ruhla değer üretimini esas sayar. Bir arada olmanın getirdiği güçle üretkenliği çoğaltmayı ve adilce paylaşmayı savunur! 6. Forzalivorno, futbolda ve tüm sporlarda bahis ve şikenin karşısındadır. 7. Forzalivorno spor yapma hakkını savunur. Bu amaçla spor salonlarının, pistlerin ve sahaların halkın kullanımına açılmasını talep eder. 8. Forzalivorno, sporcuların haklarını bilmek ve savunabilmek için sporcu sendikalarının kurulması düşüncesine destek verir” (http://forzalivorno.org). Bu temel ilkeler tüm muhalif taraftar grupları tarafından paylaşılmaktadır. Sanal ortamı kullanarak tüm muhalif taraftar gruplarının ortak hareket etmesini sağlamaya çalışan bir anlayış yaratılmak istenmektedir. Bu anlamda üç büyük takımın, FB, GS ve BJK, muhalif taraftarları benzer ideolojik yaklaşımlar ve futbolun endüstrileşmesine ve futbol alanında ırkçılığın yükselişine karşı muhalif bir hareket geliştirmeyi amaçlamaktadır. Muhalif taraftar gruplarının görünür ortak simgesi, Livorno takımı tarafından da kullanılan, tüm dünyada enternasyonalist mücadele ve dayanışmanın simgesi haline gelmiş olan “Che” görselleri. Bunun dışında internet sitelerinde kendilerini tanımlama biçimleri benzer olan gruplar, sistem eleştirisi bağlamında alternatif bir futbol anlayışının ve taraftarlığın mümkün olduğunu göstermeyi amaçlıyorlar. Muhalif taraftar grupları ülkemizde popülerleşen ırkçı milliyetçi saldırganlığın futbol üzerinden kitleselleşmesi ve meşrulaştırılmasına karşı koymayı amaçlayan bir çizgiye de sahip, ancak kitle kültürünün bu tür etkilerinin önünün kesilmesi anaakım medya kadar kitleleri etkileme gücüne sahip muhalif medyaların olmadığı bir süreçte çok da olanaklı gözükmemekte. 84 Barış Çoban Muhalif taraftarlar endüstriyel futbola ve futbol üzerinden yenidenüretilen ırkçılık, şiddete karşı duruş geliştirme çabası içersindedir. Muhalif taraftarların söylemi incelendiğinde, futbol teması üzerinden var olan sistemin eleştirisi ve yeni bir açılım yaratma istemi görülmektedir. “Fenerbahche” grubu “Futbolu bir emekçi sporu olarak gördüğümüz için; Futbolun bir gönül bağından çıkarılarak ticari kaygılarla ve para karşılığında yapılan bir aktiviteye dönüştürülmeye çalışılmasına yani endüstriyelleşmesine karşı olduğumuz için; Irkçılığa ve cinsel ayrımcılığa karşı olduğumuz için” (http://www.fenerbahche.biz) bir araya geldik derken, “Galatasaray Tek Yumruk”; “Endüstriyel futbola karşı amatör bir ruhu savunuyoruz. Paralı başkan değil, centilmen başkan istiyoruz. Bir takımın müşterisi değil taraftarı olmak istiyoruz. Para ve medya güçlerinin arkasına sığınmış dünyanın önde gelen futbol takımlarına karşı kendi yağında kavrulan takımları destekliyoruz... Çok olmadığımız kesin ama hayatta bir kere ezilenden taraf olduğumuz gibi, Galatasaray taraftarlığı çatısı altında da hep ezilenden, az olandan taraf olacağız... Şiddete ve kavgaya karşı olmak için yürüyoruz... Futbolun bıçakla değil sahada oynanması gerekliliğini biliyoruz, bu nedenle rakibime dokunma diyoruz” (http://www.facebook.com). Beşiktaş Çarşı ise diğerlerinden farklı olarak daha kitlesel olduğu için homojen bir yapılanmaya ve tutarlı bir muhalif çizgiye sahip değil, grup içersindeki daha radikal grupçuklar bulunmakta ve bunlar “karşı” olmayı sistem karşıtlığı olarak algılamakta. Popüler bir muhaliflik kültürü yaratan yaklaşımı ile Beşiktaş Çarşı kitleler tarafından tanınan bir grup olmayı başarmıştır. “Irak işgalinden önce Savaşa karşı duran yurtseverlerin yanındaki ruhtur. Mitinglerde “Beşiktaşlıyız, Savaşa Karşıyız” tezahüratlarında, Tribün'de “Savaşa Hayır”, “Amerikan Şahinlerine karşı Karakartallar” pankartlarıyla tepkisini koyandır... Çarşı’nın “A”sını Anarşinin “A”sıyla yazan, güce tapmayan isyankarlıktır” (http://www.forzabesiktas .com). Bunların yanında pankartları ve sloganlarıyla da muhalif kimliğini ortaya koymaktadır: “Çarşı ırkçılığa karşı”, “Çarşı Nükleer Santrallere Karşı”, “Kanserden Ölmesin Karadeniz”, “Çarşı Tekelin Özelleştirilmesine Karşı”. Çarşı grubunun eski bir siyasal propaganda biçimi olan “yazılama”yı kullanması geniş kitleler tarafından bilinmesini ve sempati duyulmasını sağlamıştır. Muhalif taraftar gruplarının katıldığı kitle gösterilerinde sayılarının az olmasına rağmen topladıkları destek de kitle kültürünün, muhalifleri destekleyen kitleler üzerindeki etkisini göstermektedir. Futbol ve toplumsal muhalefet 85 SONUÇ Varolan üretim biçiminin getirdiği eşitsizlik üreten, insanı kendisine ve topluma yabancılaştıran, bu süreçte tüm yaşam alanlarını ticarileştiren, endüstriyelleştiren sisteme karşı eşitlikçi bir yaşamın kurulması için mücadele edenlerin, toplumsal dönüşümü gerçekleştirebilmek için gündelik yaşam alanından başlayarak her toplumsal pratiği muhalif bir tartışma ortamına çevirmeleri, iktidarın etkisinin kırılması bağlamında önemli bir sürece gönderme yapar. Bu anlamda, bir muhalefet alanı olarak futbolun tartışılması ve değerlendirilmesi, toplumsal iletişim sürecine dahil olabilmenin yollarının aranması açısından önemli olanaklar sunar. Etkin bir biçimde kullanılmayan muhalefet olanakların tartışılması ve muhalif hareketin kitleselleştirilmesi açısından önemli bir başlangıca da gönderme yapacaktır. Yeni iletişim biçimleri ile kitlelerin muhalif düşünceler doğrultusunda biçimlendirilmesi ve örgütlenmesi, öncelikle toplumsal pratiklerin iktidarın hegemonyasından kurtarılması ve muhaliflerin kendilerini iktidar karşısında, iktidarı hedefleyen, eşitliğe dayanan yeni üretim biçimi ve ilişkilerini yaratabilecek bir güç olarak konumlandırması ile olasıdır. Futbola muhalif bakış ülkemizde yeni başlayan bir süreçtir. Bu sürecin gelişimi muhalif hareketlerin dergi, gazete ve internet sitelerinin alternatif spor sayfaları oluşturmaları ve var olan anaakım medyanın spor yorumları karşısında ezilenlerden yana bir bakışla futbolu ele almaları ile başlamıştır. Sol muhalif gazete ve dergilerin var olan sistemin eleştirmesi, tüm oyunların, sporların özellikle de futbolun kapitalistleşmesine karşı eleştirel bir yaklaşım geliştirilmesi geniş kitlelere seslenen ve muhaliflerin şimdiye dek görmezden geldiği bir alanı yeniden tartışılmasını da beraberinde getirmiştir. Kapitalizmin toplumsal eşitsizlik üreten yapısının, toplumun bu eşitsizliklerine karşı koymak yerine unutmayı tercih etmesi yönünde güdülenmesi ve bu süreçte futbolun kullanılmasının eleştirisi önem taşıdığı, futbolun endüstriyel yapısının da içersinde yaşanılan kapitalistik bir sonucudur. Muhalif ideolojinin kitleselleşebilmesi, iktidarın yeniden-üretim süreçlerinin kırılması ile olasıdır. Muhalif müdahaleler toplumsal pratiklerde, özellikle de iletişim süreçlerinde etkili olarak egemen ideolojinin etkisini zayıflatabilir. Bu anlamda, yeni iletişimsel olanaklarla birlikte sol da toplumsal alanda etkili olan futbol konusuyla yeni de olsa ilgilenmeye başlamıştır. Egemen ideolojinin denetimi altında olan bu alanda mücadele vermenin güçlüklerine rağmen muhaliflerin temel olarak yereller üzerinden 86 Barış Çoban başlayarak toplumun futbola yönelik ilgisinin toplumsal muhalefet tarafından eleştirilerek suçlaması değil bir olanak olarak tartışması, muhaliflerin geçirdiği dönüşümün bir örneğini oluşturmaktadır. Muhalif bir gençlik dergisi olan Yolculuk’ta, muhaliflerin sporu, özellikle de futbolu yeniden değerlendirmelerinin gerekliliği şöyle tartışılmaktadır: “Sanat, bilim, felsefe, edebiyat, spor gibi değerlerin hepsi halkların emeğiyle, halkların ödediği bedellerle üretilmiştir. Bugün emperyalizme karşı verilecek mücadelede bu değerlerin hepsini hayat içerisinde devrimci bir anlayışla var edebildiğimiz oranda emperyalist saldırıları boşa çıkarabilir ve insanlığın kültür bahçesini daha da renklendirebiliriz. Böylelikle emperyalizmin elindeki araçları da birer birer almış oluruz. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, futbol, basketbol ve sporun birçok dalı kendi başlarına birer olumsuzluk öğesi, anti-emperyalist mücadelede kullanılamayacak araçlar değillerdir. Bugün bu araçların emperyalistler tarafından halkları sömürmenin bir aracı olarak kullanılmaları da bu söylediğimizi çürütmez. Bundan dolayı devrimciler, yüreği halktan yana atanlar olarak sporu da devrimci bir anlayışla, rekabet/bencillik öğelerini dışlayarak, hayata geçirmeli ve ona halk kitleleriyle aramızdaki mesafeyi küçültücü bir işlev yüklemeliyiz” (2006). Toplumla iletişim içersinde olmayan muhaliflerin kitlesel hareketler haline gelip var olan üretim biçimini dönüştürmesi olası değildir. Bu anlamda, muhaliflerin dönüşüm geçirmesi, toplumla yeniden buluşabilmek için, şimdiye dek uzak kaldıkları alanları değerlendirerek, yeni muhalefet olanaklarını tartışmaları önemlidir. Muhalifler iktidar özneleri gündelik yaşam pratikleri bağlamında yenidenüretir: “Genel, soyut ve hatta şiddet içeren haliyle devlet yapısı, içimizden her birini kuşatan yerel ve bireysel tüm küçük taktikleri bir tür büyük strateji olarak kullanmazsa, burada kök salmazsa, tüm bireyleri sürekli olarak ve tatlılıkla, bu şekilde tutmayı başaramazdı” (Foucault, 2003: 176). Bu süreçte, futbolun etkin kullanımı sistemin yeniden-üretim sürecinde önemli bir yer edinmiştir. Bu nedenle futbol alanında verilen muhalif mücadelenin toplumsal alanda sınıf mücadelesi ile ilintilenmesi ve tutarlı bir ideolojik çizgi bağlamında hareket ederek kitleselleşmesi iktidarın yeniden-üretimini kesintiye uğratacağı için önemli bir muhalif pratiktir. Muhalif hareketlerin futbol alanını kullanarak kitleselleşmeleri bir olanaktır, ancak popülerleşerek içeriğini kaybetme ya da iktidarın koruduğu sınırlar içersinde hapsolma riski de her zaman için bir tehdit olarak varlığını sürdürmektedir. Buna rağmen, muhalif taraftar grupları, kitlelerin olduğu her alanda kendilerini göstererek iktidarın yekparelik yanılsamasını bozguna uğratmaktadır. Futbol başta olmak Futbol ve toplumsal muhalefet 87 üzere sporun her alanının “endüstriyel” hale getirilmesine karşı yerellerden başlayarak kapitalizm karşıtı bir karşı koyuşun yeniden yaratılması muhaliflere kitleselleşme olanakları sağlayabilir. Futbolu muhalefetin etkin olduğu bir toplumsal alan haline dönüştürmek, başka bir deyişle muhaliflerle toplum arasındaki iletişimi yeniden kurmanın yollarını bulmak çözülmesi gereken önemli bir sorundur. KAYNAKÇA Adorno, T. (2007). Kültür endüstrisi: Kültür yönetimi. İstanbul: İletişim. Althusser, L. (2003). İdeoloji ve devletin ideolojik aygıtları. İstanbul: İthaki. Atılım.(2005).Gazi gençliğinden futbol turnuvası. 23.10.2005. http://www.atilim.org/atilim/modules.php?name=Guncel&file=article&sid=1225 7. (Erişim:1.04. 2008). Atılım.(2007).Hasan Kızılkaya Futbol Turnuvası. http://www.atilim.org/ haberler/2007/06/27/Hasan_Kizilkaya_Futbol_Turnuvasi.html.(Erişim:1.4.2008) Atılım.(2008).Turnuva, denizler anısına saygı duruşuyla başladı. http://www.atilim.org/haberler/2008/05/17/Turnuva__Denizler_anisina_saygi_d urusuyla_basladi.html (Erişim: 29.04.2008) Balibar, E. (1993). Irkçılık ve milliyetçilik. Içinde: E.Balibar, İ.Wallerstein (eds.). Irk, ulus, sınıf: Belirsiz kimlikler. İstanbul: Metis. Bambery, C. (1996) Marxism and sport. International socialism. Quarterly journal Of The Socialist Workers Party (Britain). 73. Bambrey, C. (2002). Marxism ve spor. Birikim, 158. Biz kimiz? http://www.facebook.com/topic.php?uid=5694803&topic=3120. (Erişim: 1.04.2008). Bloch, E. (1986). The Principle of hope. Cambridge: The MIT. Braverman, H. (1974). Labour and monopoly capitalism. N. Y.: Monthly Review. Brohm, J-M. (1989) Sport: A prison of measured time. London: Pluto. Butsch, R. (1990). Leisure and hegemony in America. İçinde: R. Butsch (ed.). For fun and profit: the transformation of leisure into consumption. Philadephia: Temple University. Clarke, A., Clarke, J. (1982) Highlights and action replays: Ideology, sport and media. İçinde: J. Hargreaves (ed.). Sport, culture and ıdeology. London: Routledge&Kegan Paul. Çoban, B. (2004). Kişilerarası iletişim bağlamında söylem ve eylem bağıntısı. Yayınlanmamış doktora tezi. İstanbul Üniversitesi. Sosyal Bilimler Enstitüsü. Debord, G. (1996). Gösteri toplumu. İstanbul: Ayrıntı. Durgun, D. (2007, 14 Nisan). Endüstriyel futbola hayır!. Özgür Gündem. Durgun, D. (2007a, 30 Ocak). Futbolda faşizme evet, barış ve kardeşliğe hayır. Özgür Gündem. 88 Barış Çoban Dyer, R. (1992) Only entertainment. London: Routledge. Flew,T., Mcelhinney, S. (2001). Globalisation and the structure of new media industries, London: Sage. Forzalivorno manifestosu.http://forzalivorno.org/solacik/?page_id=39. (Erişim:1.04. 2008). Forzalivorno renklerin kardeşliği projesi. http://forzalivorno.org/solacik/?page_id =42. (Erişim: 15.04.2008) Foucault, M. (2003). İktidarın gözü. İstanbul: Ayrıntı. Futbol, 2006 Dünya Kupası ya da kupayı tekeller kazandı . Yolculuk Dergisi, 2. Eylül - Ekim 2006. Gülseven, H. (2002, 7 Haziran). Sınır ötesi: Güney Kıbrıs. Radikal. Hobsbawm, E. (2008). Küreselleşme, demokrasi ve terörizm. İstanbul: Agora. Holloway, J. (2008) Yabancılaşma üzerine bir not. Eleştirel Psikoloji Bülteni,1. Http://forum.tekyumruk.com/.(Erişim: 15.04.2008). Http://www.fenerbahche.biz. (Erişim: 15.04.2008). Http://www.forzabesiktas.com. (Erişim: 15.04.2008). Huizinga, J. (1995). Homo ludens. İstanbul: Ayrıntı. Inter Milan ve Zapatistalar.( 2006, 10 March). http://otonomlar.org/karsi-kultur/65. (Erişim: 18.04.2008). Jakubowski, F. (1990). Ideology and superstructure in historical materialism. Pluto. Kuper, S. (2003). Futbol asla sadece futbol değildir. İstanbul: İthaki. Marcuse, H. (1975). Tek boyutlu insan, İstanbul: May. Marx, K. (1993). 1844 elyazmaları. Ankara: Sol. Marx, K. (2000). Kapital I. Ankara: Sol. Meszaros, I. (1999, Ağustos). Marx’ın yabancılaşma teorisinin kavramsal yapısı. Evrensel Kültür, 92. Oskay, Ü. (1996). Efendi/köle ilişkisi açısından şiddet ve görünümleri üzerine. Cogito: Şiddet, 6-7. İstanbul: YKY. Rowe, D. (1996). Popüler kültürler: Rock ve sporda haz politikası (çev.:M.Küçük). İstanbul: Ayrıntı. Salecl, R. (1995). Kimlik krizi ve eski Yugoslavya’da yeni hegemonya mücadelesi. Içinde: E. Laclau (ed.). Siyasal kimliklerin oluşumu. İstanbul: Sarmal. Sönmez, M. (2007).Global, endüstriyel futbol ve sınıflar. http://www.bianet.org/ bianet/kategori/spor/1008/global-endustryl-futbol-ve-siniflar.(Erişim:2.04.2008). Subcomandante, M. & Moratti, M. (2005). Zapatista Soccer. http://www.zmag.org /content/print_article.cfm?itemID=7984§ionID=1. (Erişim:1.04.2008) Van Dijk, T. (2003). Söylem ve ideoloji. İçinde: B. Çoban, Z. Özarslan (der.). Söylem ve ideoloji. İstanbul: Su. Wilkes, W. (2008, 6 February). Soccer and the Spanish civil war. A tale of FC Barcelona, a Dutchman and Franco's facists. http://spanish-history.suite101 .com/article.cfm/soccer_and_the_spanish_civil_war. (Erişim: 16.04.2008). İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 26 Kış-Bahar 2008, s.89-114 Makale Futbol değil iş: endüstriyel futbol Ahmet Talimciler 1 Öz: Halkın oyunu olarak ortaya çıkan futbol günümüzde endüstriyel futbol adı altında bir iş örgütüne dönüşmüştür. Futbolun taşıdığı mitik, dinsel, sınıfsal özelliklerin yanı sıra, sembolik değerlerle kurduğu bağ, oyunun önemini arttırmıştır. Profesyonelleşme süreci, sportif etkinliklerin bir oyun olma özelliğinden çıkartıp, ekonomik düzeyde işleyen bir alana dönüştürmüştür. Bunun sonucunda ise, kapitalist düzenin değerleri spora egemen olmuştur. Kazanma kültürü ve başarı elde etme arzusu her türlü sportif değerin önüne geçmiştir. Profesyonelliğin ve metalaşmanın en büyük etkisi taraftarlar ve oyuncular üzerinde gerçekleşmiştir. Futboldan hızla endüstrileşen yeni futbol anlayışına geçildikçe, futbolun sadece özü değil, hayatlarımız içerisindeki yeri de değişmeye başlamıştır. Bir oyun olmanın ötesinde futbol, toplumsal yaşam içerisinde bir ‘minyatür’ model olarak işlev görmekte ve onun üzerinden toplumsal yaşama bir takım rol ve değer transferleri gerçekleştirilmektedir. İşte bu yüzden futbolun ‘endüstriyel futbol’ olarak adlandırılması sonrasında oynanan oyunun artık futbol olmadığının net bir biçimde dile getirilmesi büyük önem arz etmektedir. Anahtar kelimeler: Futbol, Endüstriyel Futbol, İş, Oyun Not football but business: industrial football Abstract: Football, a folk game, has changed in time and turned into a business organization called industrial football. The ties it has established with symbolic values has increased the significance of the game, in addition to its mythical, religious and class features,. Professionalizing process has transformed this sports activity from a game into a field that functions at economical level. Consequently, the values of the capitalist order have dominated the field of sports and started to shape it. Competition and the desire for success have averted all kind of sportive value. The most significant impact of professionalizing and commodification has been on the supporters and players. With a shift to the new understanding of industrialised football, not only the core of football but also its place in our lives has started to change. Beyond being a game, football functions as a ‘miniature’ model in social life through which some role and value transfers take place. Therefore, it is vital to speak out that the game being played is not football anymore after its designation as ‘industrial football’. Keywords: Football, industrial football, business, game 1 Yrd. Doç .Dr, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü e-posta: ahmet.talimciler@ege.edu.tr 90 Ahmet Talimciler GİRİŞ Her hakim düzen, hakimiyetini yerleştirebilmek, ayakta kalabilmek ve iktidarını sürdürebilmek için astlarına, hayatlarını anlamlandıracak bir takım şeyler sunmak zorundadır. Spor, bu eğlence/anlamlandırma türlerinden birisidir. 19. yüzyılda spor çeşitli amaçlar doğrultusunda yaygınlaştırılmaya başlanmıştır. Günümüzde ise tüm dünyada futbolun spor olgusunun önüne geçtiğini görmekteyiz. Âdeta hayatın yoğunlaştırılmış bir hali gibi görünen bu oyunda, insanlar yaşamları içinde adını koyamadıkları pek çok şeyin yansımasını bulmaktadırlar. Biraz da bu nedenle futbol, artık sadece futbol değildir. Futbol, oynanan oyunun ötesinde pek çok şeyle ilintilendirilen ve anlamlandırılan bir oyun halini almıştır. Futbol, insanoğluna bir oyun olmanın ötesinde eğlence, iktidar, güç, üzüntü, sevinç, ulusal onur ve hepsinden de öte kendi kimliklerini, kendilerini bulabildikleri bir dünyanın anahtarını sunmaktadır. Futbol sadece kimliklerin oluşmasına katkıda bulunmaz, aynı zamanda farklı sosyal kimliklerin karşılaşmasına ve birbirlerinden etkilenmesine de vesile olur. Bu açıdan farklı ülkelerin birbirleri ile oynadıkları milli maçlar ve diğer kulüp takımlarının kupa mücadeleleri küresel bir dünya kültürünün yaratılmasına ve yaşatılmasına da aracı olur. Kimlik, günlük yaşamdaki kültürel aktiviteler içerisinde yeniden oluşturulur ve kimliğin bu oluşum sürecinde spor/futbol gibi etkinliklerin büyük katkısı olur. Futbolun yaşam ile kurmuş olduğu bağ öylesine güçlüdür ki, futboldan uzaklaştığınızı zannettiğiniz bir ortamda aslında futbola daha da yakınlaşmış olursunuz. Çünkü futbol, toplumsal yapı içerisinde her geçen gün daha fazla yer işgal etmeye başlamıştır ve bu işgal sonrasında toplumsal ortak paydanın yaratılmasında, güçlendirilmesinde de daha fazla rol oynamaktadır. 19. yüzyılın ortalarında başlayan modern futbolun serüveni modernleşme ve sanayileşme süreçleri ile üretim ve organizasyon modelleri arasında bir paralellik içermektedir. Futbolun metalaşma/endüstrileşme ya da iş haline dönüşme süreci hızlandıkça, futbol ekonomisi büyümekte buna karşın ise futboldan almakta olduğumuz haz ve heyecanın boyutları değişmektedir. Acımasız bir rekabet ortamının varlığı futbol sahaları için de geçerlidir, artık sadece oynamak ve haz almak değil, kazanmak ve başarmak ön plana çıkmıştır. Endüstriyel futbolun oluşmasında tıpkı sermayenin rahat dolaşımı sürecinde olduğu gibi, futbolcuların da serbest dolaşımının önemi ortaya çıkmış ve bu konuda alınan Bosmann kararları sonrasında futboldaki globalleşme hızlanmıştır. Futbol değil iş 91 Futbol, içinde bulunduğumuz dönemin en etkili iktidar nesnelerinden bir tanesine dönüşmüştür ve bu yüzden de futboldan söz ettiğimiz her an, aynı zamanda ekonomiden-siyasetten-kimlikten-şiddetten-toplumsal yaşamdaki bir takım değişmelerden ve sıkıntılardan da söz ediyor olmaktayız. Bir oyun olmanın ötesinde futbol, toplumsal yaşam içerisinde bir ‘minyatür’ model olarak işlev görmekte ve onun üzerinden toplumsal yaşama bir takım rol ve değer transferleri gerçekleştirilmektedir. İşte bu yüzden futbolun ‘endüstriyel futbol’ olarak adlandırılması sonrasında oynanan oyunun artık futbol olmadığının net bir biçimde dile getirilmesi büyük önem arz etmektedir. Çünkü hayatımızın her alanı ile ilintilendirilen oyun aracılığı ile, yeni dönemde yaratılan sanal kimlikler (taraftarların aidiyet bilinçleri ve kimlik oluşumları) ile ‘mış gibi’ olma hali sonrasında bu oyun üzerinden gerçekleştirilen değerler transferleri arasında doğrudan bir bağlantı söz konusudur. Futbol, günümüzde sadece varolan statükonun korunmasına katkı sağlamamakta fakat aynı zamanda yeni dönemin ekonomik değerlerinin geniş kitlelere ulaştırılması ve benimsetilmesinde de etkili bir ajan konumunda bulunmaktadır. Günümüzde futbol bir iletişim sistemi ve dili oluşturmanın yanı sıra beraberinde futbolla birlikte hareket eden bir takım mekanizma ve kurumları da yaratmaktadır. Bu çerçevede futbol tartışılır iken neo-liberal ekonomi anlayışının ve dünya görüşünün de meşrulaştırıldığı bir zeminden söz etmemiz gerektiğini unutmamalıyız. Yeni futbol anlayışı ve düzenine getirilecek olan eleştiriler bir anlamda var olan ekonomik düzen ve politikalara getirilecek eleştiriler olarak da okunabilir, futbol üzerinden meşrulaştırılan değerlerle, sanayi-ekonomi üzerinden meşrulaştırılan değerlerin paralel olduğunu görebiliriz. Halkın oyunu olarak ortaya çıkan futbol, zaman içinde kabuk değiştirmeye başlamış ve günümüzde endüstriyel futbol adı altında bir iş organizasyonuna dönüşmüştür. Futbolun bünyesinde taşıdığı mitik, dinsel, sınıfsal özelliklerin yanı sıra sembolik değerlerle kurmuş olduğu bağlantı bu oyunun önemini daha da arttırmıştır. Futbolun 1980’li yıllarda ön plana geçmesinde dünyada yaşanan ekonomik gelişmelerle, bu gelişmeleri sağlayan ideolojik yapı ile futbol arasındaki birliktelik etkili olmuştur. 1980’lerde tüm dünyada yaşanan liberal dalga, futbolu da etkilemiş ve futbolun metalaşma sürecinin hızlanmasını sağlamıştır. Kültürel olanın ekonomik olandan ayrı tutulamadığı bu yeni dönemde kültür sanayileri (kitle iletişim araçları, turizm, boş zaman faaliyetleri, spor) ekonomi açısından vazgeçilmez faaliyetlere dönüşmüşlerdir. Tüketim ideolojisi ve yaşam tarzının kitlelere 92 Ahmet Talimciler benimsetilmesinde kitleleri etkileme gücü hayli yüksek olan futboldan yararlanılmıştır. Bu yeni dönemde devletin piyasaya müdahalesini öngören ulusal kalkınma planları-politikaları ile ulusal düzeydeki rekabetin yerini serbest piyasa ekonomisi ve uluslararası rekabet almıştır. Neo Liberalizm ve serbest pazar kriterlerinin (rekabet, üreticilik, serbest değişim, verimlilik) geçerli olduğu bir ekonomi politikası anlayışı tüm dünyada uygulanmaya başlanmıştır. Üretim anlayışındaki bu değişim toplumsal ve kültürel alanda da kendisini gösterecektir. Kapitalizmin dönüşmesine ve dünyanın giderek tek bir pazar haline getirilmesine yol açan bu yeni süreç Küreselleşme olarak nitelendirilmektedir. Boniface’e göre futbol, küreselleşmenin son evresidir. Futbol imparatorluğu tartışmasız en evrensel imparatorluktur. Otoritesi çok daha eksiksiz ve sağlamdır, çünkü barışçıldır. “Futbol, küreselleşmenin demokrasiden, piyasa ekonomisinden ya da internetten kesinlikle çok daha fazla ilk örneğidir (Boniface, 2007:10-11).” Futbolun geniş kitleleri etkileyebilme gücü tüketim ideolojisi ile birleştirildiğinde, içinde yaşadığımız serbest piyasa ekonomisi için vazgeçilmez bir sektörün yaratılması sağlanmış olmaktadır. Pazarlamayı marka yaratmak olarak düşünecek olursak, markalama yolu ile ürün ya da hizmetinizin kullanıcıya daha basit ve etkili bir biçimde satılmasını sağlayabilirsiniz. İşte ‘endüstriyel futbol’ olarak adlandırılan dönemde kulüplerin yeni işlevi de tam budur. Kapitalizmin varlığını devam ettirebilmesinde en hayati unsur verimlilik ve karlılığın arttırılabilmesidir. Esnek üretim modeli sonrasında geliştirilen Toplam Kalite Yönetimi Anlayışı futbol ve futbol kulüpleri içinde kullanılmakta ve futbol kulüplerinin şirketleştirilmesi ve tıpkı birer ekonomik şirket gibi yönetilmesi sonrasında gelişen durum ve koşullara ayak uydurabilecek yeni ve çağdaş değerlere ‘vizyona’ sahip olabilmesi fikri, yine bu döneme özgüdür. Futbol kulüpleri artık sadece birer sportif örgüt gibi hareket edemezler, onlar aynı zamanda birer ekonomik örgüt haline de dönüşmek zorundadırlar. Bu zorunda olmaları ise futbolu ve futbolun özünü yaralamaktadır. Çünkü futbol artık bir meta haline dönüşmüştür ve bu haliyle futbol, yaşantımızı yönlendiren tüketim kalıplarımızı şekillendirmek suretiyle oyun özelliğini yitirerek iş’e dönüşmektedir. Futbolcuların kulüpleri ile kurmuş oldukları yeni etkileşim tamamen paraya endeksli ve kısa süreli yeni bir anlayış üzerinde yükselmektedir. Takımların kimliklerine etkisi bulunan sembol futbolcuların nesli artık tükenmiştir. Futbol, bugün gelmiş olduğu nokta itibari ile taraftarın kulüpleri ile kurmuş olduğu birlikteliğin uç noktasına gelmiştir. Bundan sonraki aşamada futbolun, taraftarlar ile kurmuş olduğu birliktelik eskisi kadar Futbol değil iş 93 güçlü ve candan olmayacaktır. Artık bu birlikteliği belirleyecek olan duygu, hayatın diğer alanlarında olduğu gibi tüketim ve bu tüketimi sağlayacak para olacaktır. Futbolun endüstrileştiği bu yeni dönemi ‘Futbol A.Ş’ kitabında ele alan Authier’e göre; kulüplerin mülkiyetinin çok uluslu şirketlere, iletişim şirketlerine, pazarlama gruplarına geçtiği bir sporda uygarlık değişimidir söz konusu olan. Yeni yaklaşım, sportif sonuçların yapı taşlarından sadece birini oluşturduğu bir küresel ekonomik stratejiyi gerektirir. Artık işin merkezinde görüntülerin ve yan ürünlerin satılması yer almaktadır. “Küreselleşme akıntısına katılan, bütün sınırları (fiziksel, zihinsel ve ahlaki) yıkan futbol, evrenselliğini yitirip akılcılaştırılmış ve sıradanlaştırılmış basit bir eğlence endüstrisine dönüşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu endüstrinin tek amacı azami mali verimliliktir. Bugün yeşil sahaların çimleri kaldırılırsa, altından yeşil banknotlar çıkar, başka bir şey değil. Meşin yuvarlak, küreselleşmenin lüks ve baştan çıkarıcı aynası olarak, halklara çağdaş liberal Mesihçiliğin yeni değerlerini kabul ettirmede etkili bir araç olabilir. Küreselleşmiş futbol bir emperyalizm biçimidir ve imparatorluklar er veya geç çökmeye mahkumdur (Authier, 2002 : 88-98).” Endüstriyel futbol ile bugün, dört farklı kesim ilgilenmektedir: Kulüpler, futbol arzını piyasaya sunmakla görevlidirler. Buna karşın bu metalaşan arzı pazarlayan federasyon ve dijital yayıncı kuruluşlar söz konusudur. Tabii son olarak bu ürünü satın alacak/izleyecek tüketiciler/seyirciler/taraftarlar ya da müşteriler söz konusu olacaktır. Stadyumların birer ticaret kompleksine dönüştürüldüğü ve kulüplerin yan ürünlerinin satışının yapıldığı bu süreçte, özellikle yeni iletişim olanakları üzerine büyük yatırımlarda bulunulmaktadır. Kulüpler, internet ortamını ürün satışları için kullanmaktadırlar. “Bir sonraki aşama ise web üzerinden ilk naklen maç yayınları olacaktır. Meşin yuvarlağın yeni efendileri, işletim hakları ve CD-ROM, DVD, paralı erişim, reklam, sponsorluk, e-ticaret gibi ek gelir kaynakları açısından, interneti geleceği parlak bir alan olarak görüyorlar. Küresel piyasaya küresel arz (Authier, 2002: 35).” Futbolun, televizyon ile birlikteliği sonrasında ortaya çıkan yeni futbol anlayışı, kendi seyircisini/tüketicisini de yaratmıştır. Tıpkı uluslararası firmalar gibi çalışan Avrupa’nın önde gelen kulüpleri (Manchester UnitedReal Madrid-Barcelona-Chealsea-Juventus-Milan-İnter-Bayern Münich ve diğerleri) küresel pazara hitap edebilecek yeni pazarlama stratejileri geliştirmişlerdir. Bu takımlardaki transferlerde, özellikle uzak doğu ülkelerine yönelik TV yayın haklarının ve yan ürünlerin satışını gerçekleştirebilecek uygulamalar benimsenmektedir. Artık futbol, uluslararası bir üründür ve bu 94 Ahmet Talimciler ürünün medyatikleştirilmesini sağlayacak ilahlara gereksinim duyulmaktadır. Bu alanda yaratılan büyük pastadan pay kapmak isteyen büyük medya organizasyonları ise, dijital yayıncılığa milyonlarca dolarlar yatırmakla yetinmemekte, aynı zamanda doğrudan kulüpleri ya da altın yumurtlayan tavukları satın almak ya da hissedarları olma yoluna gitmektedirler… Futbolun kitlesel gücü, aynı zamanda siyasi yönlendirmeye olanak sağlamaktadır. Bu gücü elinde tutmak isteyen medya kuruluşlarının, futbola bu denli iştahla yaklaşmalarının ardında yatan temel etmen de, bu karşılaşmaların yayın hakkını elinde bulunduran TV şirketlerinin, aynı zamanda ideolojik olarak da, kitleler nezdinde en etkin olabilme şansını eline geçirmeleridir (Arık, 2004: 288-292). Endüstriyel futbolun dünyadaki en önemli temsilcisi ise hiç kuşkusuz İngiliz futbol ekibi Manchester United’dir. Manchester United, 2002 yılında Umbro yerine Nike firması ile 13 yıllığına 500 milyon$’lık merscandising ve sponsorluk sözleşmesi imzalamıştır. Türkiye’deki üç büyük kulüp de Avrupa’daki rakiplerinin izinden gitmektedirler. Bu kulüplerimiz, kendi ürünlerinin satıldığı mağazalarında telefondan klimaya, kol saatinden televizyona kadar pek çok farklı ürün yelpazesinde hizmet verebilmektedirler. Futbolun artık futbol olmadığı bir dönemi yaşıyoruz, bu dönemde futbol bir ‘business’ olarak ülke içindeki paranın ve gücün tam orta yerinde yer alıyor. Artık futbolu konuşmak aynı zamanda bu iktidar ilişkilerini ve paranın egemen olduğu değerleri de konuşmak anlamına geliyor. Futbolun, özellikle tüketim toplumunun oluşturulması sürecinde etkili olduğunu ortaya koyabileceğimiz en güzel örnekleri; ulusal ligler içinde takımı şampiyon olan taraftarlar için ‘kendi renklerini’ taşıyan ürünlere yönelmesi ve şampiyonluk kutlamalarının aynı zamanda bir eğlence ve tüketime yönelmesi şeklinde yaşanırken, özellikle şampiyonlar ligi finali ya da dünya kupası organizasyonu döneminde futbola yatırım yapan şirketlerin pazar paylarının yükselmesi, ürün satışlarının artması biçiminde gerçekleşmektedir. Bu makalede, önce futbolun para ve iktidar ilişkileri içerisinde yeniden biçimlendirilmesi sonrasında dönüşüme uğratılmak suretiyle ‘endüstriyel futbol’ biçiminde adlandırılan yeni şeklinin yaratılmasında etkili olan öğelerin neler olduğu üzerinde durulmaya çalışılacaktır. İkinci olarak, futbolun toplumsal yaşantı içerisinde her geçen gün daha fazla yer alması sonucunda ‘endüstriyel futbolun’ bir pazarlama nesnesi olarak özellikle taraftarların ‘müşterileştirilmesi’ sürecindeki etkilerinin neler olduğu ve bu etkilerin oluşumunda rolü bulunan aktörler üzerinde durulacaktır. Futbol değil iş 95 YÖNTEM Genel olarak toplumda eğer bir düşünce sistemi, bir teori, bir açıklama tarzı, bir kavramlaştırma ya da tanımlama toplumdaki iktidar ilişkilerinin üstünü örtüyor ya da bu iktidar ilişkilerinin yeniden üretimine farklı seviyelerde katkıda bulunuyorsa o, bir tür meşrulaştırıcı ideolojidir. İktidarlar sadece kendilerini kurumsal olarak var etmezler ve yeniden üretmezler aynı zamanda kendilerini meşrulaştıracak bir bilgi sistemine de ihtiyaç duyarlar ve bu bilgi sistemini üretirler. Spor, toplumsal yaşam içerisinde kök salan ve kültürün üretilmesinde, dolaşıma sokulmasında katkıları bulunan bir alan olarak, egemen ideolojilerin üretiminde ve toplumsal rızanın sağlanmasında kullanılan bir simgeler sistemidir. Spor, üzerinde egemenlik mücadelelerinin verildiği, toplumsal meşrulaştırma süreçlerinin gerçekleştirildiği bir inşadır. Endüstriyel futbolun geçirdiği dönüşümü ortaya koyabilmek için öncelikle eleştirel teorinin spor ile kültür ve toplum ilişkisi arasında kurmuş olduğu bağlantı ve bu bağlantı sonrasında inşa edilen sporun; toplumu yansıtmanın ötesinde, toplumu yeniden oluşturduğu düşüncesi çalışmamız için yol gösterici olacaktır. Ayrıca ‘kültür endüstrisi’ kavramı ile birlikte metalaşma sürecinin yaratmış olduğu etkilerin, futbol ve futbol üzerinden toplumsal yaşam içerisinde nasıl bir ortamın doğmasına neden olduğunu da yine bu yaklaşım ile irdeleyebiliriz. Eleştirel teorinin yanı sıra neo-marxist yaklaşımların ‘bürokratikleşme-aşırı standardizasyon ve sınıf eşitsizlikleri’ içinde sporun nasıl bir yeri bulunduğuna ilişkin yaklaşımları ile küreselleşme okulunun ortaya attığı çok uluslu şirketlerin sporun içerisindeki yerinin ve küresel sporcu göçlerinin yarattığı yeni ilişki kalıplarının özellikle azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler aleyhine nasıl gelişmekte olduğu üzerinde yoğunlaşan yaklaşımları birlikte eleştirel bir spor perspektifinin ve toplumsal yaşama bu açıdan bakabilecek kuramsal çerçevenin oluşmasını sağlayabilir. Marxist bakış açısına göre sporun kapitalist toplumda örgütlü bir ticari faaliyet alanı olarak ele alınır. Ayrıca işçi sınıfına sömürüyü unutturmak ve toplumdaki egemen olan değer yargılarını ve ideolojiyi kabullenmelerini sağlamak da sporun bir diğer ideolojik etkisidir. Spor, emek gücünün işyerinde verimli ve belirli bir iş disiplini içinde çalışabilmesi için kullanılmaktadır. Spor bütünüyle devletlerarası rekabet, kapitalist üretim ve sınıf ilişkileri çerçevesine oturur. Medyanın büyük ölçüde şişirdiği bir ideoloji olarak iktidardaki burjuva ideolojisinin önemli bir parçasıdır. 96 Ahmet Talimciler Spordaki hiyerarşik yapı, kapitalizmin sosyal yapısını ve onun rekabetçi eleme, terfi, hiyerarşi ve sosyal ilerleme sistemini yansıtır. Sporun itici güçleri olan performans, rekabet ve rekor, kapitalist üretim tarzının itici güçlerinin aynasıdır (Bambery, 2002:90). Spor, kapitalizmin yarattığı yoğun temponun içerisinde sıkışan insanlara bir kaçış olanağı yaratırken, onların farkında olmadan yanlış bilincin esiri olmalarını da sağlamaktadır. Ayrıca spor, kapitalist sistemin devamı için son derece etkili ve önemli bir alan olarak işlev görmektedir. Yapısalcı Marxizm’e göre, spor modern toplumun tüm özelliklerini bünyesinde taşıdığı için, kapitalist sistemle sıkı bir bağlantı içerisindedir. Bu bağlantı ile sportif alan, teknik bir standardizasyon ve bürokratikleşme içerisinde bulunmaktadır. Aşırı bürokratikleşme ve standardizasyon sürecinin spor sahalarına yansıması ise, bireyin her alanda gerçekleşen kontrolünün yaygınlaşmasına yaptığı katkı şeklinde gerçekleşecektir. Bu anlamda popüler sporlar, sınıf egemenliğine ve sömürüye dayalı bir sistemin bütünleyici parçasıdırlar. Hargreaves’e göre (1985); modern rasyonelleştirilmiş endüstriyel üretimin temel özelliklerinin hepsi çeşitli sporlarda tekrarlanmaktadır: Yüksek derecede uzmanlaşma ve standardizasyon, bürokratik ve hiyerarşik yönetim anlayışı, uzun vadeli planlama düşüncesi, bilim ve teknolojiye artan düzeyde bağlılık, maksimum verimlilik güdüsü, performansın nicelikleştirilmesi ve bunun sağlanabilmesi için zaman zaman yasadışı birtakım yollara başvurulması (doping-şike vb.) bütün bunların sonunda ise hem üreticiden hem de tüketiciden yabancılaşma. Toplumsal yaşam içerisinde üretilen her türlü kültür ürünü üzerinde yapmış oldukları saptamalar ile önemli katkılar sağlayan Frankfurt Okulu temsilcilerine göre spor, var olan ideolojinin sürmesine katkıda bulunan mekanizmalardan birisidir. Adorno ve Horkheimer’a göre spor, “sanayi toplumu için tipik bir uyum sağlatma (ayak uydurtma) işlevini yüklenmiştir. Habermas ise sporun çoktan çalışma rasyonalizasyonunun bir sektörüne dönüştüğünü söylemektedir. Çalışma dünyasının ‘ikileştirilmesi’ anlamına gelen modern antreman yöntemlerini bu tezin desteği olarak gösterebiliriz. Çünkü Habermas’a göre, ‘her antreman döngüsü (programı) tıpkı bir üretim süreci gibi başlamaktadır’. Başka aynı doğrultuda düşünen birçok kişi için de örneğin çalışmanın mekanikleştirilmesi ‘sporu da biçim ve yapı değişikliğine uğratmış ve onu mekanik koşullara boyun eğdirmiştir” (Kurt-Atayman ve Kurultay, 1997: 85). Bu yaklaşıma göre, sporun metalaştırılması, spor-insan etkileşiminde, insanın yapmış olduğu sportif etkinliklere yabancılaşması sonucunu doğurmuştur. Futbol değil iş 97 Eleştirel kuramın çalışmamız açısından önemli taşıyan yanı ise, ilk olarak kültürün üretimi ve yeniden üretim süreci içerisinde sporun nasıl bir yeri olduğunu ve bu yer ile güç ilişkilerinin kültürün üretim sürecinde nasıl işlediği üzerinde durmasıdır. İkinci olarak ise, bu bakış açısına göre; spor toplumu yansıtmaktan daha fazla bir şeydir. Spor, toplumsal bir alandır ve bu alan içerisinde kültür-toplum üretilmekte ve yeniden üretilmek suretiyle dolaşıma sokulmaktadır. Spor bu haliyle toplumu yansıtmaktan çok daha fazla bir şeydir. Sporun endüstrileşme süreci içerisinde yeniden ve daha farklı bir biçimde incelenmesi gerekliliğini ortaya koyan spor-küreselleşme okulu yaklaşımına göre ise spor, küresel bir etkinlik ve yerine getirdiği ekonomik işlevler açısından irdelenmelidir. Sporun tüketim kalıplarının yerleştirilmesi sürecinde yaratmış olduğu etki ile birlikte spor-eğlence endüstrisi arasında, medyanın da yardımı ile ayrılmaz bir ortaklık meydana gelmiştir. Özellikle erkek dünyasına yönelik tüketim malzemelerinin pazarlanabilmesi için spordan yararlanılmıştır. Sporun, bu yeni süreçte üzerinde durulması gereken bir diğer önemli yönü ise, sporcuların küresel dolaşıma tabi kılınması ve sporcu göçlerinin bir tür ‘sömürü düzeni’ yaratmasıdır. Bu konuda bazı araştırmacılara göre; “Avrupa futbol takımlarının küresel dünyada ana stratejilerinden birisi, tüm dünya coğrafyasının insan kaynaklarını uluslararası simsarlar ve gelişmekte olan ülkelerde sahip oldukları kulüp ortaklıkları sayesinde sömürmeye dayanıyor. Bu yaklaşımın uzun vadeli bir sonucu gelişmekte olan ülkelerde insan sermayesinin kaçışı olurken, diğer yandan merkez ülkelerde uluslararası atletlere bağımlı bir spor büyüme modeli ortaya çıkıyor” (Emrence, 2005:100). Hatta küresel ölçekte yaşanan sporcu göçünü ‘yeni emperyalist’ sömürü biçimi olarak niteleyen P.Darby gibi, düşünürlerde bulunmaktadır. ANALİZ VE DEĞERLENDİRME Bir Meta Üretim Süreci Olarak Spor/Futbol-İdeoloji İlişkisi Kapitalist üretim biçimi ve spor/futbol örgütlenmesi arasında yakın bir ilişki vardır. Popüler spor uygulamaları aracılığı ile toplumsal yaşam biçimlendirilir. Başarı kavramına yapılan abartılı vurgu, spor-kapitalizm ilişkisini ortaya koyması açısından bir hayli anlamlıdır. Hız kültürümodernite-ölçülebilirlik ve başarı kavramları arasında yakın bir ilişki bulunmaktadır. Modern sporun kentsel ortamın bir parçası olduğunu, caz ve 98 Ahmet Talimciler ritimler ile birlikte 1933’e kadarki popüler kültürün üç ayağından birisini oluşturduğunu ileri süren Hoberman’a göre; “oyun ve spor arasındaki kopma, oyunun eski sporun ise yeni olması dolayısıyla ortaya çıkar. Sporun kitlelerle, kitle iletişim araçlarıyla, makinelerle ve dinamizmle kurduğu bu yakın ilişki onu kentin stilistik bir ifadesi haline getirmiştir. Spor, aynı zamanda hız süreçleri üzerine odaklanmış metropolisin kalabalıklarıyla ve başarı kültüyle de ilişki halindedir (Hoberman,1984:11).” Sporun başarı, rekabet ve toplumsal yaşam içinde nasıl bir yer ihtiva ettiği üzerinde duran bir başka bakış açısı ise; sporun genellikle ‘rekabete kilitlenmiş bireyleri ihtiva ettiğini’ içeren genel ön kabul üzerinde durmak suretiyle, sporun bir ideolojik değer ve aktarım aracı olarak nasıl bir işlev gördüğünü ortaya koymaktadır. Spor oyunları/sporu icra etmek, bireysel yetenek ve güç kullanımı gerektirmektedir; başarı ve başarısızlıklar bireysel başarımlardır. Spor, bireylere başkalarına karşı kendilerini sınama ve onların rekabetçi performanslarıyla kendilerini ölçme imkânını yaratmaktadır ve bu insanlar arasındaki en eski ve en doğal etkileşim formudur. Clarke’a göre, bu durum ‘kendiliğinden apaçık’ gibi görünür fakat bu toplumun doğal durumu gibi bu konuyla ilgili olan öncüllerle ilintilidir. Sosyal yaşam ‘rekabete dayalı bireyciliktir’, bu bakış açısından hareketle spor ve sosyal imajlar arasında kurulan çapraz/karşılıklı bağlantıları görmek olanaklıdır. “Böylece siyasal bir ideoloji olarak rekabete dayalı bireycilik doğal bir insani durum olarak sunulur. Bu sunumda, ‘bu doğallığı inşa etmek için sporla ilgili imaj ve analojilerden yararlanılır’. Böylece toplumsal olarak bireyler, başarının ‘en üstte’ yer almaya olanak sağladığı yarış ve çekişmeye angaje kimseler olarak sunulur. Diğer yandan da bireyler olarak siyasal bir kimliğe ilişkin sosyalizasyonumuz yoluyla biz kendimizi sporda tanıyabiliriz. Zira spor ‘rekabet eden bireyler’ olarak bizim kimliklerimizi tasdik eder ve güçlendirir/pekiştirir… Takım oyunlarında da toplumsal yaşamın diğer alanlarından alınan ideolojik tema ve pratiklere referanslar bulunmaktadır… Bu oyunlarda örgütlü ve sistematik bir iş bölümü önemli hale gelmekte, ‘iş miktarı’ ve 'prodüktivite/verimlilik’ gibi temalar öne çıkmaktadır. Bunlar sanayileşmiş bir ekonomiden alınan uygulama ve imajlardır. Sporun dışında yer alan yöneten ve yönetilen, egemen ve tabi olan sosyal gruplar arasındaki farklılıklar ve çatışmalar da spora ait metafor ve imgelerin kullanılması ile maskelenir. Fabrikadan ulusa, bize bir takımın üyeleri olarak kendimize ilişkin imajlar sunulur. Bize kazanç yarışında diğer fabrika ve diğer ulusal topluluklara karşı rekabet içinde olmamız gerektiği öğütlenir (Clarke&Clarke,1985: 63-64). Futbol değil iş 99 Spor, 1920’lerden itibaren, Frankfurt Okulu’nun tanımladığı şekliyle, tüketim fetişizminin karakteristiklerinden önemli birçoğunu içeren alan halini almıştır ve spor özellikle de futbol, işçi sınıfının kitle toplumuna dahil olma sürecinde önemli bir rol oynamıştır. “Futbol bugünkü örgütlenmesi içinde sanayi toplumunun belirgin özelliklerini simgeler: İşbölümü ve ekip çalışması, şansların eşit olması, rekabet, performans, ödül, kov(ul)ma, bireylerin statülerinin belirsizliği (yerlerinin doldurulabilmesi) (Boniface, 2007:134).” Kapitalist üretim biçimi ve onun yaşama yansımaları, meta üretimi üzerine kurulmuştur. Bu yüzden de sadece üretim sürecinin yapıldığı alanları yani iş’i değil, iş dışında kalan alanları da kontrol altına alacak stratejileri ve düzenlemeleri içerir. Frankfurt okulunun ‘kültür endüstrisi’ kavramı ile vurgu yaptığı bu süreçte, hayatın her alanı metalaştırılmakta ve böylece hakim ideoloji kitlelerin bilincinde yeniden üretilebilmektedir. Ortak duyunun yaratılması için iş dışında kalan ‘serbest zamanların’ planlanması ve örgütlenerek sisteme uygun alanlar oluşturulması gerekir. Serbest zaman diye adlandırılan ve öznelerin kendi istek ve arzularını yerine getirdiklerini zannettikleri süreler bile, önceden planlanmış-düzenlenmiş eğlence/oyun adı altındaki işe dönüşmüş etkinliklerin yerine getirildikleri zaman dilimleri haline dönüştürülmüşlerdir. Eğlence, geç kapitalizm döneminde işin bir uzantısıdır. İşin daha iyi bir şekilde gerçekleşebilmesi için verilen bir aradan ibarettir… Modern özne, sadece çalışırken değil ama daha çok eğlenirken teslim olmaktadır. Kültür endüstrisi, kendi tüketicisi olan modern bireyi kendisi üretmektedir (Dellaloğlu, 2003: 102-103). Hargreaves’a göre (1985) futbol geleneksel katılımcı eğlence ve kutlamaların karakteristiğini en yoğun biçimde taşıyan modern popüler kültür pratiklerinden biridir. Meta alışverişini temel alan kapitalist üretim süreci yalnızca iş hayatını değil, ondan arta kalan boş zaman diye nitelendirilen süreyi de kendi kontrolü altında tutmaktadır. Adorno bu konuda şunları ileri sürmektedir: “İleri kapitalizmde eğlence işin bir uzantısıdır. Makineleşmiş iş sürecinden kaçmayı arzulayanlar, iş hayatına yeniden tahammül edebilmek için eğlence arayışındadır... Spor, makinelerin kendisinden alıp götürdüğü fonksiyonları insanoğluna iade eder ama ne yazık ki onu yeniden aynı makinenin hizmetine sokup insafsızca disipline etmek için... Bütün ideolojilerde olduğu gibi spor ideolojisi de kapitalist sistemdeki üretim ve toplumsal ilişkilerin gerçek yapısını gizler. Bunlar sanki ‘doğalmış gibi değerlendirilir. Spor kuruluşlarında yer alan bireylerin aralarındaki ilişki, 100 Ahmet Talimciler şeyler arasındaki maddesel ilişkiye dönüştürülür: Maç sonuçları, makineler ve rekorlar. Bu süreçte insan bedenine bir meta gibi davranılır (Bambery, 2002: 84). Sanayi sonrası dönemde ekonominin büyük bir kısmı bizzat kültürel mal ve hizmetlerin üretiminden oluşmaktadır. Kapitalizmin mal ve hizmeti tüketecek kitleyi ürettiği bu yeni dönemde; turizm, boş zaman faaliyetleri ve sportif etkinlikler son derece önemli hale gelmişlerdir. Çünkü bu etkinlikler, kapitalist ekonominin arzuladığı birey tipinin üretilmesi için elverişli ortamları sunmaktadır. Artık, uluslar arası futbol karşılaşmaları, olimpiyat oyunları gibi devasa organizasyonlar oyunun ötesinde iş haline dönüşmüş etkinliklerdir ve bu etkinliklere katılacak olan bireylerin neyi-nasıl ve ne şekilde tüketecekleri çok önceden planlanmıştır. Bu planlamada yıldız sporculardan yararlanılmaktadır. Yıldız sporcular, medyanın da etkisi ile toplumsal yaşam içerisinde hayatlarımıza ortak olmakta ve bizlere bir takım rol modelleri olarak yol göstermektedirler. “Şöhret kültürü bireyselliğin ve kişiliğin değerini arttıran çeşitli öznellik biçimlerini dile getirir ve meşrulaştırır. Düzen ve itaat bu araçlar yoluyla üretilir. Örn. Pete Sampras, Magic Johnson, Martina Hingis, David Beckham gibi spor şöhretlerinin sahip oldukları üstünlükler ‘hepimize örnek olsun’ diye öz-disiplin, eğitim ve maddi başarı arasındaki bağın altını çizer. Bu spor şöhretleri, tipik olarak bireycilikten ve toplumdaki kişisel rekabetten oluşan iki yönlü etiğin üstünlüğüne katkıda bulunan, en üst düzeyde yetenekli ve çalışkan bireyler olarak tasvir edilirler. Aynı zamanda şöhretin spordaki başarıda şansın vurgulanması, kitleleri, yaşamın olanaklarını bu kadar eşitsiz dağıtan bir sistemin dağıtım mantığını sorgulamak yerine; yaşama karşı kaderci bir tutum benimsemeye teşvik eder. Bu bağlamda sporun açık işlevi kitleleri eğlendirmek ise, gizli işlevi de toplumsallaştırmak için taklit etmemizi sağlayacak rol modeller sunarak, modern dünyaya bireylerin uyum sağlamasına yardımcı olmaktır (Arık, 2004: 174-175).” Futbolun önde gelen yıldızlarından olan David Beckham, hiç kuşkusuz, futbol endüstrisi için vitrini süsleyen en önemli değerdir. Türkiye’de 2002 Dünya Kupası döneminde milli takım kalecisi Rüştü Rençber’in maçlarda gözlerinin altını kömürle boyamasının ve Ümit Davala’nın saçlarını Kızılderililer gibi kestirmesinin ardından, ülkenin her yerinde benzer eğilimler ortaya çıkmış ve çocuklar bu futbolcuları taklit etmişlerdir. David Beckham’ın yarattığı etkinin çok gerisinde olmakla birlikte aynı dönemde İlhan Mansız da özellikle genç kız dergilerinin kapaklarını süslemiş, posterleri odalara asılmıştır. Futbol değil iş 101 Bu yeni dönemde ‘mış gibi olabilmenin’ koşulu tüketmekten, daha fazla tüketmekten geçmektedir. İşte bunun için de artan boş zaman süreçleri ‘tüketim toplumu’ haline gelen kapitalizmin vazgeçemeyeceği zaman dilimi olmaktadır. Çünkü ekonominin daha fazla tüketime ihtiyacı vardır, bu yüzden de “yaratılan her toplumsal serbest zaman, ekonominin özellikle hizmet ve eğlence sektörüne yeni bir kazanç alanı açar, ideolojik açıdan ise, boş zaman süreçleri kitleleri her türlü toplumsal sorun karşısında kayıtsızlaştırmanın, apolitikleştirmenin bir yolu olarak görülür” (Argın, 1992: 36). Her şeyin paraya endekslendiği, kazanılan kupaların bile getirdiği paraların gerisinde kaldığı bir dönemde kulüpler, tüketim toplumunun istediği gibi birer marka ve ürün haline gelmeye başlamışlardır. Bu konuda dünyanın en başarılı kulübü Manchester United’dır. Manchester kulübü pazarlama stratejisiyle âdeta para basan bir kulüp konumundadır. 1 milyar 180 milyon dolarlık değeri ile dünyanın en zengin futbol kulübü olan Manchester United geçen yıl 289 milyon paund kazanç elde etmiştir. Dünya genelinde 75 milyon taraftarını müşteri haline getirmeye çalıştıklarını belirten Manchester Ürün ve Pazarlama Müdürü Mark Goodfellow’a göre; mesele, taraftarlarla nasıl bir ilişki kuracağımız ve onları kulübün ‘ömür boyu müşterisi’ haline nasıl getirebileceğimiz… Bizi destekleyenlerin çok azı Old Trafford’a geliyor, bu yüzden biz onların ayağına gitmek zorundayız. Kulüp ManUt.com, MU.TV online ve Çince hazırlanan bir web sitesi, MUTV televizyonu ve MU cep telefonları aracılığıyla ‘ayağa gitme’ projesini gerçekleştirmeye çalışıyor. Taraftara ulaşma yollarımız MU kafeleri, MU kredi kartları ile lisanslı ürün satışlarıdır (Milliyet Business, sayı 64, 12). Futbolun renginin parayla karıştığı ölçüde formaların renkleri de yeni döneme özgü olarak değiştirilir hale gelmiştir. Manchester United bu konuda da liderliği kimselere bırakmayacak gibi gözükmektedir. Futbol endüstrisi içinde bulunduğu yeni döneme özgü taraftar tipini yaratmakta gecikmeyecektir. Taraftarların/müşterilerin özeneceği yıldız futbolcuların formalarının pazarlanması ve maçlara bu formalar ile gidilmesi yeni bir süreci başlatmıştır. Bu gelişmenin farkında olan kulüpler de formalarını sürekli olarak değiştirmekte ve müşterilerini bu ürünlerden almaları için yeni yolları/transferleri kullanmaktadırlar. Artık yeni transferler soluğu kulüplerin resmi satış mağazalarında almakta ve kendi adlarını taşıyan ‘yeni’ formaları müşterilere imzalamak suretiyle tanıtımını yapmış olmaktadırlar. Muteber olan taraftar tipi, kulübünün markalı ürünlerini satın alıp, hayatının her alanında kullanabilen, takımının devamlı bir müşterisi 102 Ahmet Talimciler konumunda olan bireylerden oluşmaktadır. (Formaların renklerinin değiştirilmesi Türkiye için de alışılmadık tepkilere neden olabilmektedir. 2003-2004 sezonunda Trabzonsporun turuncu forma ile sahaya çıkması taraftarlarının büyük tepkisine neden olurken, dönemin kulüp başkanı Özkan Sümer ise böyle bir gidişatın kaçınılmaz olduğunun altını çizmişti. Bu konuda verilecek bir diğer örnek ise Turkuaz renkli milli takım forması konusunda yaşananlardır. Klasik bant çizgili kırmızı-beyaz milli takım forması yerine Nike firmasının tasarımı olan ve milli takımı geleceğe taşıyacağı öngörülen (!!!) Turkuaz renkli forma, bu sürecin hangi aşamalara kadar gidebileceğini net bir biçimde ortaya koyması bakımından bir hayli anlamlıdır.) Trilyonların dönmekte olduğu futbol artık basit bir oyun olmaktan çık(arıl)mış dünya ekonomisi içinde 56 katrilyonluk bir gelir kaynağı haline gelmiştir. “Hiçbir program türü futbol yayınlarının kısa sürede topladığı izleyici ve parayı yapamaz. Futbol, kapitalist düzende tüketim endüstrisinin reklamını yaparak geniş kitlelere ulaştığı bir alandır (Erdoğan, 1995: 196).” Yaklaşık 500 milyar dolar gibi bir cironun döndüğü futbol endüstrisinden daha çok pay kapmanın yolu marka olmaktan geçmektedir. Bunu başarabilen kulüpler daha çok tanınma ve küresel ticaret mekanizmalarını kullanabilme gücünü de ellerine geçiriyorlar. Futbol-marka ilişkisinde Türkiye kulüpleri açısından gelişmenin Avrupa’daki kulüpler kadar olmasa bile benzer bir yönde olduğu görülmektedir. “İngiltere, İtalya, İspanya, Fransa ve Almanya’nın dünya futbol pastasından aldığı pay %65’lere ulaşıyor. Maç hasılatı ortalama gelirin sadece %21’i, geri kalan %79 ise medya gelirleri, sponsorluk ve merchandising gelirlerinden oluşmakta. Futbolumuzun en köklü üç kulübünün durumuna bakacak olursak; Galatasaray’ın 34.3 milyon dolarlık gelirinin %27si maç hasılatı, %50’si medya gelirleri, %23’ünün ise sponsorluk, reklam ve ticari gelirlerden oluştuğunu, aynı şekilde toplam 42.9 milyon dolar geliri olan Beşiktaş kulübünün gelirinin %25’inin maç hasılatı; %40’nın medya gelirleri ve kalan %35’inin de sponsorluk, reklam ve merchandising gelirlerinden meydana geldiğini; toplam 39.8 milyon dolarlık bir gelire sahip olan Fenerbahçe’nin ise bu gelirlerinin %24’ünün maç hasılatından, %41’inin medya gelirlerinden, kalan %35’inin ise sponsorluk, reklam ve merchandising gelirlerden oluştuğu görülmektedir. Üç büyük kulübümüzün toplam gelirleri Manchester United kulübünün gelirlerinin yaklaşık dörtte biri kadardır (Akşar, 2005: 164-165).” Futbolun geniş kitleleri etkileyebilme gücü tüketim ideolojisi ile birleştirildiğinde, serbest piyasa ekonomisi için olmazsa olmaz denli önemli bir sektörün yaratılmasını sağlamaktadır. Pazarlamayı marka yaratma olarak Futbol değil iş 103 düşünecek olursak, markalama yolu ile ürün ya da hizmetinizin kullanıcıya daha basit ve etkili bir biçimde satılmasını sağlayabilirsiniz. Üç büyükler örneğinden gidecek olursak hitap edilebilecek 40-50 milyon kişinin uzun yıllardır tanıdığı, bildiği ve sevdiği güçlü bir kulüp imajı bulunmaktadır. Bunu bir marka haline getirebilirseniz, bu iş’ten büyük paralar kazanılabilir (Avrupa’daki kulüplerin yaptığı gibi) düşüncesi kulüplerin çıkış noktası olmuştur ve buradan hareket etmek suretiyle stadyumlarının yeni dönemin koşullarına uygun olacak biçimde inşa edilmesinden, kendi renklerini taşıyan sakız-kredi kartı-telefon-prezervatif-havlu-anahtarlık-kol saati-bardak- hatta televizyon kanalı açmaya kadar gidebilecek kadar geniş bir yelpaze içerisinde ekonominin her türlü açılımından yararlanabilecek bir biçimde piyasada yer almaya ve kendi lisanslı ürünlerini tüm ülkede satışa sunacak mağazalar açmaya başlamışlardır. (Türkiye genelinde Galatasaray’ın 16 mağazası ve 300’e yakın satış noktası, Fenerbahçe’nin ise 600 satış noktası bulunmaktadır.) Bu durum aslında Can’ın da yerinde saptamasında ortaya koyduğu liberal ekonominin spordan çok tüketiciye karşı nezaketi ile ilgilidir. Sporun kendi izleyicisine göstermediği hizmet çeşitliliğini ve özeni, tüketim ekonomisi tüketici için göstermektedir ve çoğul taraftar ve kulüp kimliği yerine, bireyci bir tüketici kimliğine vurgu yapılmaktadır… Futbolda duygudan başka şey üretilmez. Bütün yatırımlar ve harcanan paralar o duyguyu üretmek içindir (Can, 2007:7). Futbolun bir ‘meta’ haline gelmesi, bir marka ve ürün olarak alınıp satılmasına ve büyük paraların bu sektörde dolaşmasına neden olmakla kalmayıp futbol ve futbol sahalarının her türlü müdahaleye daha fazla açık hale gelmesine de neden olmaktadır. Futbolun bu yapısı; zengin ve başarılı kulüpleri daha yukarılara tırmandırırken, geri kalan kulüplerin borç batağına saplanmasına ve büyük kulüplerle baş edebilme olanaklarının ortadan kalkmasına yol açmaktadır. Futbol oyununa güzellik ve heyecan katan en önemli özellik, oyunun sonucunun önceden kestirilemez oluşudur. Oysa şampiyonlar ligi organizasyonlarında çeyrek final sonrası hemen her yıl benzeri takımların mücadelesi ile sonuçlanmaktadır. Profesyonelleşme; oyunun iş’e dönüşümünde medyanın rolü Televizyon ile futbol ya da spor arasında birlikteliğin kurulmasında ve geliştirilmesinde ‘profesyonellik’ anlayışının büyük etkisi olmuştur. Profesyonel spor özünde kapitalist toplumsal yapının bütün özelliklerini taşımaktadır. “Profesyonellik, kitleleri Pazar ideolojisine ve alışkanlıklarına 104 Ahmet Talimciler hazırlamak ve biçimlendirmek ve bu biçimde tutup tüketime sevk etmek için geliştirilmiş paketleme, sunma, kısaca satıcılıkta tecrübe kazanmadır. Profesyonelleşme egemen global medya amaç ve pratikleri kültürüne entegrasyon sürecidir (Erdoğan, 1995: 228-229).” Profesyonelleşme sürecinde oyuncular, takımlar, oyunun oynandığı alanlar, takımların yönetim biçimleri ve yöneticileri de değişmiştir. Paranın ön plana çıktığı bu yeni süreçte, hayatın her alanında yaşanan metalaşma, spora ait bütün değer ve yargıların yeniden yapılanmasına neden olmuştur. Kulüpler artık birer anonim şirket gibi yönetilen, borsada işlem gören işletmeler haline dönüşmüşlerdir. Dünyanın büyük şirketlerinde olduğu gibi, büyük kulüplerinde de ‘CEO’ları bulunmaktadır. Bu kulüpler adına geleceği planlayan, yatırımları yönlendiren, transferleri gerçekleştirenler hep bu kişiler olmaktadır. Henüz Türkiye’deki kulüplerde bu uygulama başlamamış olsa da, yakın bir gelecekte benzer uygulamaların öncelikle ülke futboluna yön veren üç büyük kulüpte başlaması da kaçınılmazdır. Profesyonelleşme süreci, sportif etkinliklerin bir oyun olma özelliğinden çıkartıp, ekonomik düzeyde işleyen bir alana dönüştürmüştür. Bunun sonucunda ise, kapitalist düzenin değerleri spor alanında egemen olmuş ve sporu biçimlendirmeye başlamıştır. Kazanma kültürü ve başarı elde etme arzusu her türlü sportif değerin önüne geçmiştir. Artık, şerefli mağlubiyetlerin ya da ikinciliklerin bir önemi yoktur. Ne pahasına olursa olsun kazananın ve kazanmanın öne çıkartıldığı değer kalıpları spor ortamından, toplumsal yaşamın içerisine yollanmaktadır. Fair-play, dostluk, rakibine saygı, centilmenlik, oyuna ve oyunun değerlerine sahip çıkma davranışları yerini kazanmak için her türlü ortamın zorlandığı, rakibin küçük düşürüldüğü, şiddet ve baskının spor alanlarında uygulanır kılındığı bir ortama bırakmıştır. Profesyonelliğin ve metalaşmanın en büyük etkisi taraftarlar ve oyuncular üzerinde gerçekleşmiştir. “Girişimci yapıların oluşması ve kapitalist eylemlerin meydana getirilmesi sporu dönüştürmeye başladı; bu yapılarla birlikte oyuncu ve spor takımları arasındaki ilişkiler değişti. Sporun profesyonelleşmesi ile beraber ise, öncelikle takım sahiplikleri el değiştirdi. Futbolcuların transfer olanakları ve maaşları da artış göstererek, spor, endüstriye tamamen eklemlendi ve böylelikle önemli bir ekonomik değer yaratılmış oldu (Whitson’dan aktaran Arık, 2004:209).” Oyuncular, alınıp satılan ve üzerlerinde taşıdıkları formalar aracılığı ile aynı zamanda birer reklam panosudurlar. Formanın rengi ve kutsallığı, paranın dolaşıma girmesinin ardından yerine getirdiği işlevi değiştirmiştir. Artık forma rengi, Futbol değil iş 105 daha fazla satılabilmesi için sürekli olarak değiştirilmekte ve formanın üzerindeki reklamlar, kulüplerin önüne geçmektedir. Bunun en güzel örneği 100. yıl için yaptırılan Galatasaray formalarında ana sponsor olan Avea’nın, formanın önüne geçen logosudur. Bir başka önemli örnek de Katalan halkının bayrağının sembolü konumunda olan Barcelona formasına reklam alınmasıdır. Barcelona kulübünün bu alanda önemli bir örnek teşkil ediyor olmasının nedeni; yıllarca her türlü siyasal ve toplumsal baskıya direnen kulübün, ekonomik gücün baskılarına daha fazla dayanamaması ve sonucunda da formasına reklam almasıdır. Bu örnek egemen iktidarların, ekonomik, siyasi, medyatik etkinlikleri kullanarak muhalefetin gücünü, etkinliğini ve dilini nasıl bozabildiğini ortaya koymaktadır. Kapitalizm tüketim ve boş zaman arasındaki ilişkide televizyon aracılığı ile kitlelere ‘carpe diem’ (günü yakalayın) mesajını aktarır. Şimdiki zamanın yaşanması ön plana geçirildiğinde yani geçmiş ve gelecek yerini bugün yaşanmakta olan şimdiki zaman aldığında spor ve televizyon arasındaki birliktelikte güçlenmektedir. Spor olayının şimdiki zamanda yaşanmasında “spor ve oyun sahasının sınırlarının belirlenmesi, saha içi sınırlamalar, spor yapma süresinin sınırlanması, bir tecrit etme , zaman ve mekan sınırları belirli yeni bir ‘dünya’ yaratma anlamıdır... Öyleyse spor ve oyun özleri gereği hep ‘şimdi’de olan bir şeydirler (Kurt, Atayman ve Kurultay, 1997: 73).” Sporun sürekli olarak şimdi’de gerçekleşiyor olması ve onu takip edenlere, her müsabaka için bir ‘yeni’ (yeni bir oyun-yeni bir heyecan hatta yeni bir hayat) sunuyor olması, bu alana yönelik müdahalelerin ve aşırı ilginin nedenlerinden sadece birisidir. Yeni dönemin en büyük özelliği, hayatın her alanını kâr amaçlı bir biçimde yeniden düzenlemesi ve medya dolayımıyla onu metalaştırmasıdır. Bu süreçte özellikle görsellik son derece önemlidir. Televizyon, gündelik yaşama ait değer ve rol kalıplarının oluşturulmasında, geniş kitlelere aktarılmasında ve korunmasında etkili olmaktadır. Statükoyu koruyan, geleneksel değerleri öne çıkartan, eşitsizlikleri meşrulaştıran yapısı ile televizyon, hegemonyanın üretim araçlarından birisidir. ‘Yapılandırılmış bir gerçeklik alanı’ olan spor, medyanın haber oluşturma süreçleri içerisinden geçerken, yeniden düzenlenmekte ve ‘neyi izleyip-izlemeyeceğimiz’, hangi programların ya da hangi spor dallarının öne çıkartılacağına yine bu şekilde karar verilmektedir. Medya, spor olaylarını seçer ve bu seçiş işleminin kendisi nötr değildir. Medyanın belli ön kabullerine ve belirli kriterlere göre bağlı olarak oluşan bir durumdur. Medya, olayları sadece seçmekle kalmaz aynı zamanda bize anlam çerçeveleri de sunar, bizim tercihlerimizi de şekillendirir- 106 Ahmet Talimciler geliştirerek, spor ile ilgili bir takım ideolojik değerlerin güçlenmesini de sağlar. Clarke’a göre; medyadaki spor sunumu sınırları belirlenmiş bölümler şeklinde karşımıza çıkar. Bu bölümlerin adları bazen spor dünyası olur bazen de başka bir şeyler olur. Bu bölümler gazetelerin arka sayfalarında yer alır. Bu durum fiziksel ve görsel olarak sporu medyanın geriye kalan kısmından koparır. Onu farklı ve ayrı bir yerde izole eder/tutar. Bu durum sporun özel bir alan olduğu inancını yeniden üretir. Bu sınırlandırma medyada sıklıkla karşımıza çıkar. O, medya dünyasının düzenli ve öngörülebilir bir yapısını oluşturur. Bizi sporun medyadaki yeri ve içeriği konusunda beklentiye yöneltir. Mesela Cumartesi saat 12’de neler olacağını öğreniriz. Bu rutinleştirme spor dünyasının sürekliliği ve öngörülebilirliği konusunda bize bir duyarlılık kazandırır. Sporun medya vasıtası ile yapılan bu sunumu aktif bir yeniden sunum sürecini de içerir. Gördüğümüz şey olayın kendisi değildir. Bu dönüştürülmüş olay başka bir şeydir. Bu dönüştürme keyfi değildir, izleyicinin dikkatine konsantre olan bir ayıklama kriteri ile gerçekleştirilir (Clarke ve Clarke, 1985: 70-71). Spor müsabakalarının bu şekilde düzenlenmesi, yoğunlaştırılmış ilişkiler toplamına ve sporda sonucun kısa bir süre içerisinde alınmasına yol açacaktır. Bunun en önemli sonucu ise sporun spor yapanlar kadar bir diğer önemli boyutu olan izleyiciler açısından yaşanabilecek heyecan ve gerilim duygusudur. Spor ve sportif etkinlikler artık ‘katılımdan çok izleme’ üzerine kuruludur ve katılım boyutu yerini izleme/seyretme boyutuna bıraktıkça, spor üzerinden toplumsal yaşama yapılan değer transferleri ve ideolojik aktarım hem daha hızlı gerçekleşmekte, hem de kitlenin benimseme düzeyi daha kolay gerçekleştirilmiş olmaktadır. Televizyon ve bir televizyon prodüksiyonuna dönüştürülen spor/futbol, bu izlemeye/seyretmeye dayalı davranış kalıplarının bireylerin zihinlerine yerleştirilmesini sağlamaktadır. Bunu yapmak için de, ‘yaşanan an’ın ‘canlı’ yayınla aktarılmasını kullanır, bu şekilde bireyler yaşanan olaya katılırlar ya da katılmaya zorlanırlar. Modern toplumlarda televizyon, serbest zaman etkinliklerini de, neredeyse bütünüyle, tekeline almış ve bu ‘değerli’ zaman dilimi üzerine damgasını vurmuştur. Toplum, televizyonlarda yer alan ‘estetize edilmiş’ eğlenme biçimleri, haber, drama, mizah, müzik, spor vs. yolu ile kendini rahatlatırken, farkında olmadan iktidar değerlerini yeniden üretmektedir. Kapitalist toplumlarda hegemonyayı sağlayan esas gücün kitle iletişim araçları olduğu ve bu araçların ‘ideolojik’ işledikleri gözden kaçırılmamalıdır. Bir bütünsellik içinde televizyon, günümüz toplumlarında iktidar yapılanmasının en önemli aracı görünümündedir ve toplumsal iktidar seçkinlerinin sahip olduğu muazzam gücü temsil eder (Arık, 2004: 61-63). Futbol değil iş 107 Televizyonun etkinliğinin artması futbolun metalaşma sürecinin hızlanması ve oyunun kendi gerçekliğinden koparılarak yeni bir yapıya bürünmesine neden olmuştur: Televizyon futbolu. “Televizyon futbolu, seyircinin dikkatini her türlü teferruattan arındırılmış futbol maçına odaklaştırıyor, yönlendiriyor. Hedefi ise televizyonun ayrılmaz ilkeleri olan eğlence, gerilim ve dramatikliğin mükemmel bir uyarlaması, böylelikle medyatik işlem futbol sporunun algılanışını değiştiriyor (Klose,1993:374).” Televizyon vasıtası ile oturma odalarımız birer minik stadyuma dönüşürken, futbol stadyumlardan ziyade ekran başında oturan topluluğa hitap eder bir hale bürünmüştür. Bugün pek çok futbolsever için televizyonları başında maç izlemek, stadyumda maç izlemekten çok daha keyif ve heyecan vericidir. Televizyonun yarattığı kurmaca gerçekliğe alışan bu izleyiciler, stadyumlara gittiklerinde televizyonların onlara sunduğu imkânları aramaktalar ve bu yüzden de yenilenen futbol arenalarının büyük bir çoğunda pozisyonların tekrarını bu izleyicilere yeniden gösterebilmek amacıyla dev ekranlar bulunmaktadır. Tüm yeni düzenlemelere rağmen stadyumda maç izleyen seyircilerin en önemli avantajı ‘oyunun her yerini aynı anda görmek değil, maçı bağımsız bir şekilde izleyebilmek, oyunun kulaklarında dırdır eden kimse olmaksızın gönlünce seyredip, gönlünce hissedip, gönlünce yorumlayabilmektir. Endüstrinin futbolu, doğallığı içinde oynanan bir oyun değil, seçilmiş, gerçeğe yakın kurgulanmış görüntülerdir (Can, 2008:7). Televizyon artık her şeye hükmetmektedir ve sadece futbol/basketbol ya da ön planda yer alan spor dallarında değil profesyonel boks müsabakalarında dahi bu reklam süreci, boksörlerin vücutlarına reklam yansıtılmaktadır. Yakın bir gelecekte sadece kulüp takımlarının formalarına değil, ulusal takımların formalarına da reklam almaları süreci başlayacaktır. Bu süreç sponsor olan firmaların amblemlerinin formalarda yer alması ile aslında fiilen de başlamıştır. Oyuncuların âdeta bir reklam panosu haline geldiği bu süreçte özellikle yıldız sporcular, kitlenin yönlendirilmesi için büyük bir misyon yüklenmiştir. Popüler kültür içinde önemli bir yer işgal eden futbolun yaratmış olduğu kültürel metanın televizyona göre paketlenerek ticari yenilikler çerçevesinde kitlelere sunulmasının önemli ideolojik sonuçları da bulunmaktadır. Sportif olayın medya tarafından kitlelere aktarımı sırasında başka bir dünyadan haber veriliyormuşçasına bir yaklaşım söz konusudur. Spor ve politika arasında hiçbir ilişki yoktur anlayışının altının çizilmesi aslında kitle iletişim araçlarının vasıtasıyla sporun ne denli önemli bir ideolojik işlevi yerine getirdiğinin göstergesidir. “Televizyondan yayınlanan 108 Ahmet Talimciler spor, depolitize edici bir eğlence mantığı uyarınca iktidarın asimetrilerini silme eğilimindedir. Bu üretim süreci içerisinde gösterinin tüketilmesinin yarattığı etkiye (ve duyguya) başka her şeyi dışlayacak şekilde ağırlık verilir (Rowe, 1996:247).” Spor, ekranlarda tıpkı zihinlerde olduğu gibi, toplumsalın dışında olan, nötr bir alan şeklinde yansıtılmakta ve spor haberlerinin gerek gazetelerde gerekse de televizyonlardaki sunum sırası da bu anlayışı perçinlemiş olmaktadır. Spor sayfaları, gazetelerin en arkasında yer alan sayfalardır, spor haberleri de televizyonlarda haberlerin arkasından sunulan programlardır. Arık’a göre, televizyon futbolu kendi rasyonalitesi bağlamında yeniden yapılandırmakta ve oyunun daha iyi bir televizyon ürünü haline dönüşebilmesi adına oyunun tüm aktörlerini kendi gerçekliğine uyumlandırmaktadır. Televizyon aracılığı ile algıladığımız şey, özünde bir spor karşılaşması değil, bir ‘gösteri’dir. “Bütün medya metinlerinde olduğu gibi burada da, üreticilerin ideolojileri, televizyonun ekonomi-politiği, kullanılan araç ve gereçler, medyadaki farklı birimler tarafından şekillendirilmekte ve ekrana yansıyacak görüntünün niteliği belirlenmektedir. Bu bağlamda, televizyonun futbolu ‘dönüştürme’ işlevi asla ‘ekonomi politik’ten bağımsız, rastlantısal ve tümüyle teknik bir süreçten ibaret değildir… Sporu TV’den seyrederken çoğu zaman ‘adımıza düzenlenmiş’ bu eğlenceli ve dramatik düzeneğin farkına varamayız; oysa tüm ‘organizasyon’ seyircileri daha çok ekran karşısında tutabilmek ve bu sayede reklam verenlere seyircileri pazarlayabilmek adına kurgulanmıştır (Arık, 2004: 319-336).” Televizyonun futbolu kendi gerçekliğine göre uyarlaması sonucunda Arık’a göre (2004); izleyicilerine bir spor karşılaşması değil, âdeta bir drama vaat etmektedir. 2003 yılında FA CUP maçlarının naklen yayın hakkına sahip olan BBC, bilbordlara BBC’den büyük drama: FA CUP adı ile reklamlar vermiştir. Televizyon futbolu, maç öncesi, maç esnasında ve maç sonrasında çeşitli kameralar ve görüntü akışları ile oluşturmakta ve maçlar artık 90 dakikanın sonunda sona ermemektedir. Bunun en güzel örneği Şampiyonlar Ligi maçlarıdır. Bu maçların başlama saati 21.45’tir, maçlar başlamadan önce bu organizasyonun sponsorlarını gösteren reklamlar yayınlanır, saha kenarında yine bu sponsorların reklamları yer alır. Müsabaka bitiminde futbolcular ve teknik adamlar sponsor logoları önünde demeçler verirler. Bu arada televizyon ekranları başındaki bizlere maçın önemli ve tartışmaya açık pozisyonları defalarca tekrar izlettirilir. Artık izlediğimiz bir oyun olmanın ötesinde bir gösteridir. Futbolun bir gerçeklik olarak televizyonlarda yeniden Futbol değil iş 109 kurulmasının ardından oluşan yeni futbol anlayışı, futbol seyircisinin yapısının da değişmesine yol açmıştır. Futbol, bu yeni dönemde bir orta sınıf sporu haline gelmiştir. Oyunun yeni tüm düzenlemelerinde hakim olan anlayış profesyonelleşme ve daha çok kazanç elde etmektir. Spor-TV arasındaki ilişkide baş rolde yer alan futbol, televizyonun sunduğu yüksek yayın ücretlerinin büyüklüğü nedeniyle sahalardan çok televizyonlara hitap etmeye yönelik yeni bir yapılanmaya doğru gitmekte ve futbolun televizyonla olan birlikteliği, futbolun geleceğini de şekillendirmektedir. Teknoloji--- Reklam----Medya=Yeni Futbol anlayışını yaratırken, Futbol=Taraftar birlikteliği yerini Futbol=Medya+Reklam+Teknoloji+Müşteri/Taraftar’a bırakmıştır. Başlangıçta amatör olarak zevk için oynanan ve seyircileri sahanın hemen yanı başında yer alan futbol oyunu, zaman içinde önce yarı profesyonel aşamaya geçmiş; futbolcular bu süreçte hem zevk hem de para için oynamaktadırlar, seyirciler ise ucuz biletle basit tribünlerde ve daha sonraları televizyonları başında takımlarını izlemektedirler. Futbolun son aşaması profesyonelleşmenin naklen yayın anlayışı ile birlikte egemen olduğu yeni futbol anlayışını ortaya çıkardığı süreçtir. Burada futbolcu bol miktarda para ve şöhrete kavuşmuştur, seyirci ise yüksek ücretle lüks ve konforlu tribünlerde takımını desteklemekte ya da izle-öde sistemi ile naklen yayınları evlerinde takip etmektedir. Parası olmayan taraftarlar ise toplu izleme mekanlarında takımlarını seyretmek için her türlü olumsuz koşulları göğüslemek durumunda kalmaktadırlar. Futbolun amatör ve yarı profesyonel olarak oynandığı dönemlerde şiddetin dozajı ve boyutları alt düzeyde kendisini hissettirmekte iken yeni futbol anlayışının egemen haline geldiği küreselleşme sürecinde futbol sahaları paranın daha fazla etkisi altında, daha çok şiddet ve olumsuzluklarla iç içe geçen bir yer halini almıştır. SONUÇ Futbol, giderek televizyon-sponsorluk ve reklamın oluşturduğu bir üçgen içerisinde oynanmaya başlayan bir oyun halini almıştır. Futbolun bu üç farklı kesime göre belirlenmesi ise, onun özellikle televizyona olan bağımlılığını arttırmıştır. Bunun sonucunda ise daha çok gelir yaratacak organizasyonların düzenlenebilmesi için, sporcular daha fazla efor sarf etmekte, daha çok sayıda maç oynamaktadırlar. Medyanın, futbol oyunu üzerindeki belirleyiciliğinin 110 Ahmet Talimciler artması sonrasında futbol, halka ait bir oyun olma özelliğini yitirmiş ve üst sınıfların çıkarları ve eğlencesi için kullanılan bir oyun halini almıştır. Fox medya kuruluşları başkanı Peter Chernin’in belirttiği gibi; ‘spor; filmler, haberler, kitaplar gibi, TV eğlencesinin pek çok global dilinden sadece biridir’… Maçların naklen yayını ve ardından da spor programlarında tekrar gösterilerek en küçük ayrıntılarına kadar masaya yatırılması, medyanın oyun üzerindeki tahakkümünün maçın ardından da devam etmesine olanak sağlamaktadır (Arık, 2004: 303-309). Futboldaki metalaşma sürecinin hızlanması sonrasında oluşan ‘yeni futbol’ kalıpları ile birlikte futbol, tüketim kalıplarımızı biçimlendiren bir alan haline dönüşmüştür. Bu süreçte seyirci profili-gelir kaynakları ve futbola yüklenilen anlam/değer kalıpları değişmiştir. “Küreselleşmenin avantajlarını paraya çevirme bakımından, yeni futbol ekonomisinin en önemli aracı bugün televizyonlardır. Sosyal anlamda, futbolun bir tüketim kalıbı oluşturmasında, temel araç televizyon olmuştur. Ekonomik anlamda ise televizyon, yeni futbol ekonomisinin kendisini yeniden üretiminde en önemli üretim faktörüdür” (Akşar, 2005: 7-22). Futbolun televizyon ile kurduğu birliktelik, ekonomik alanda yeni tüketim kalıplarının futbol üzerinden hayata transferi biçiminde gerçekleşirken; toplumsal alanda ise yeni değer yargılarının, rol ve statü modellerinin transferine olanak sağlamıştır. Ayrıca bu birliktelik toplumsal yaşam içerisinde kimliklerin üretilmesine ve yaratılan bu kimliklerin birbirleri ile yeni ilişki kalıplarını geliştirmeleri üzerinde de etkisi olmuştur. Futbolun/sporun metalaşması ve televizyona özgü bir etkinlik türü haline dönüştürülmesinin ardından stadyumlar büyük bir yapısal dönüşüm geçirmişlerdir. Futbolun milyonları peşinden sürükleyen dev bir sanayi haline gelmesi, kulüp yöneticilerini-medya patronlarını daha fazla seyirciyi ekrana çekebilmek, onlara daha mükemmel koşullarda hizmet vermek ve hepsinden önemlisi onların tüketimlerini artırmak için çeşitli projeler üretmelerine yol açmıştır. Bunun futbol sahalarındaki yansımalarının başında stadyumların yeni dönemin anlayışına uygun olarak inşa edilmeleri gelmektedir. Stadyumlar fordist dönemdeki standart işlevlerini terk ederek, yeni dönemde fonksiyonel bir niteliğe bürünmüşlerdir. İçerisinde restaurantlardan kafeteryalara, sinema ve oyun salonlarına kadar değişik aktivitelerin yerine getirilebileceği mekanlar olarak stadyumlar kabuk değiştirmişlerdir. Stadyumun içinde koltuklandırılma ve loca sistemi ile konfor arttırılmıştır. Geliştirilen süper tribün koltukları projesine göre, futbolsever evindeki koltuğundan daha rahat bir biçimde maçını izleyecek ve koluna Futbol değil iş 111 bağlanabilecek mini ekran ile önemli pozisyonların tekrarını görebilecek ve saha içindeki konuşmaları da dinleyebilecektir. Önceleri sadece sportif etkinlikler için kullanılan bu mekanlar, yeni dönemin esnek üretim koşullarında olduğu gibi farklı amaçlar için de kullanılabilecek şekilde yeniden dizayn edilmişler ve âdeta birer televizyon stüdyosuna döndürülmüşlerdir. Futboldan hızla endüstrileşen yeni futbol anlayışına geçildikçe, futbolun sadece özü değil, hayatlarımız içerisindeki yeri de değişmeye başlamıştır. Taraftarlar, oyunun özünden kopartılarak tüketim boyutuna indirgenmişler ve birer müşteriye dönüşmeye başlamışlardır. Taraftarların izleyicilikten oyuna katılmaya doğru geçebildikleri alanlar dahi paraya tahvil edilmişlerdir: Halı sahalar, orijinal takım formaları, fever nova gibi pahalı futbol topları ya da yüksek rakamlara satılan spor malzemelerinde olduğu gibi. Taraftarların müşteri haline getirildiği bu süreçte her türlü ürün satışa sunulmaktadır. Kulüplerin resmi ürün satış mağazalarında; battaniye, çocuk giyim ürünleri, çanta, kravat, çorap, terlik, çocuk ayakkabısı, iç çamaşırı, pijama, bilgisayarda futbol oyunları, balon, halı, kilim, küllük, seramik tabak, masa lambası, diş fırçası, genç yatak odası, sakız, taraftar albümü, cep telefonu, kulüp tarihini içeren kitap-VCD ve DVD’ler ve benzeri pek çok ürün satılmaktadır. Taraftarlar sadece takımlarının ürünlerini satın alan müşteriler olarak tanımlanmamakta aynı zamanda takımlarına hissedar olan ortaklar konumuna da getirilmektedirler. Takımların borsaya kote olması sonrasında, futbol bir ‘yatırım aracı’ haline dönüşmüştür. Serbest piyasa ekonomisinin oluşturmuş olduğu tüketim modelinde tüketici merkezli bir yapı söz konusudur ve bunun için de her alanda tüketiciye yönelik yenilikler yaşanmaktadır. Futbol, tüketicilere/ müşterilere yönelik bu uygulamaların yaşandığı alanların başında gelmektedir. Yeni dönemde müşteri odaklı bir yaklaşım içerisine giren kulüpler için müşteri/taraftar memnuniyeti ön planda yer almaktadır ve bunun için de stadyumlarda sunulan hizmet ve hizmetin kalitesi de yeniden düzenlenmiştir. Fenerbahçe kulübünün Avrupa’daki benzerleri gibi yeniden inşa ettiği Şükrü Saraçoğlu Stadyumu’nda 2008-2009 sezonu kombine bilet fiyatları, ‘Maraton Alt Tribünü 2550 ila 5700 YTL, Fenerium Alt Tribünü 2550-6500 YTL, Maraton Üst Tribünü 600-1500 YTL ve Fenerium Üst Tribünü 600-1300 YTL arasında değişmekte ve kredi kartına 7 taksit uygulaması yapılmaktadır (http://www.fenerbahce.org/icerik/ haber/11528) .’ Kale arkasındaki Telsim tribününden takımını seyretmek isteyenlerin ödeyeceği yıllık ücret ise 600 112 Ahmet Talimciler YTL’dir. Ayrıca taraftarlar internet üzerinden www.fenerbahçe.org/stadgezi adresinden istedikleri yeri de seçebilmektedirler. (Kulübün resmi internet sitesi girişinde dört ülke bayrağı bulunuyor ve bu ülkelerin resmi dilleri ile Fenerbahçe kulübünden haberler veriliyor: Türkiye-Birleşik Krallık-Almanya ve Brezilya (Türkçe-İngilizce-Almanca ve Portekizce). Galatasaray ve Beşiktaş kulüplerinde bulunmayan bu yaklaşımın Avrupa’daki örneklerinden alındığını Manchester United sitesini incelediğinizde görebilirsiniz. Manchester United’ın sitesinde de dört ülke bayrağı ve onların dilleri ile yayın anlayışı bulunuyor: Birleşik Krallık-G.Kore-Japonya ve Çin. Avrupa’nın bir diğer önemli kulübü olan Milan’da ise bu sayının altıya çıktığını görmekteyiz: İtalyanca-İngilizce-İspanyolca-Portekizce-Çince ve Japonca.) Futbol, artık mahalle aralarında oynanan ve buralardan yetişen çocukların oynadığı bir alan olmaktan çıktığından beri, yetenekli çocukların daha küçük yaşlardan itibaren transfer edilmeleri ile âdeta yeni bir sömürge dönemi/köle ticareti dönemi yaşanmaya başlanmıştır. Avrupa’nın zengin kulüpleri Afrika ve Güney Amerika’da gelecek vaat eden çocukları çok küçük yaşlardan itibaren ailelerinden kopartarak getirmekte ve bu çocuklardan büyük paralar kazanmaktadırlar. Dünya futboluna yön veren kulüplerin, uluslararası pazar açılımı sağlamak amacıyla uyguladıkları bir diğer yöntem de, özellikle nüfusu kalabalık olan ülkelere yönelik turnuvalara katılmak, o ülkenin takımları ile maçlar düzenlemek ve ayrıca yetenekli futbolcularını transfer etmek suretiyle ilgiyi ve tabii ki parayı çekebilmektir. Avrupa’nın önde gelen kulüplerinden Barcelona-Real Madrid-Manchester United ve Porto gibi takımlar maç yapmak üzere Çin’e gitmeye başlamışlardır. Ayrıca resmi internet sitelerinde Çinceye yer vermek suretiyle 1.3 milyarlık bir pazara hitap etmeye başlamışlardır. Futbol-televizyon birlikteliği, bu yeni oluşumların hayata geçirilmesinde etkili olmakla kalmamakta aynı zamanda bu sayede bir takım ideolojik aktarımlarında gerçekleştirilmesine olanak sağlamış olmaktadır. Televizyon neo-liberal söylemin üreticisi ve dolaşıma sokucusu konumundadır. Arık’a göre futbol, televizyon şirketlerinin, seyirci toplamaları ve bu seyirciyi de reklam endüstrisine ‘pazarlayarak’, paraya ‘tahvil etmeleri’ ni sağlayan, ‘eşsiz’ bir ‘araç’ görünümündedir. “Futbol, televizyon şirketlerine ‘karın maksimizasyonu’ ve ‘sınırları olmayan televizyon projesi’ bağlamında eşsiz bir potansiyel sunmaktadır. Özellikle de sisteme dahil olmamış, Pazar değeri olan 3. Dünya ülkeleri, spor yolu ile ‘ayartılıp’, bu sirkülasyona dahil edilebilir. Spor karşılaşmaları sadece ulusal Pazar değil, doğru yatırım stratejileriyle uluslar arası pazara da servis edilebilir… Premier Futbol değil iş 113 lig karşılaşmaları 48 farklı ülkeye ihraç edilmektedir (Arık, 2004: 279-280).” Futbolun endüstrileştiği bu yeni dönemde, televizyon-reklam-yeni stadyumlar aracılığıyla yeni bir taraftar kitlesi oluşturulmuştur. Küreselleşme sürecinin etkilerinin net bir biçimde görülebildiği alanların önde gelenlerinden birisi olarak futbol ve onun yarattığı müşteri odaklı taraftar tiplemesi, küreselleşmenin istediği insan tiplemesinin futbol sahalarındaki yansımasından başka bir şey değildir. Eleştirel kuramın sporun oyundan iş’e dönüştüğü şeklindeki görüşlerinin, içinde bulunduğumuz dönemde özellikle ‘endüstriyel futbolun’ yerine getirdiği işlevler ve yapısı açısından irdelendiğinde, önemli ipuçları sunduğunu görmekteyiz. Endüstriyel futbolun Şampiyonlar Ligi, Dünya Kupası, Avrupa Şampiyonası gibi organizasyonlarla, özellikle İngiliz Premier Ligi-İtalya Seri A-Almanya Bundesliga ve İspanya La Liga’da oynanan karşılaşmalar televizyona dayalı bir gösterinin ortaya çıkarılmasıdır. Bu organizasyonlar içerisinde dönen para miktarı, sponsorluk, televizyon naklen gelir anlaşmaları ve bilet gelirleri ile birlikte taraftarlık şeklinden müşteri odaklı anlayışa geçilmesi; oyunun iş’e dönüştüğü noktaları ortaya koymaktadır. Bunun yanı sıra bu organizasyonlar içerisinde dünyanın her yerinden gelen oyuncuların oynanması spor-küreselleşme yaklaşımının ‘yeni emperyalist sömürü’ biçimi kavramsallaştırması üzerinde daha fazla durulması gerektiğini göstermektedir. İnsani bütün çelişkiler tüm çıplaklığıyla futbola yansımalıdır. Gerçek futbol bir mozaik olarak bu çelişkileri net bir biçimde bize sunma başarısı gösterir. Çünkü oyun halkın kendi içinden, gereksinmelerinden ve kimliğinden üretilmiştir. Buna karşın endüstriyel futbol da, her şey bir örnekleştirilmiş bir tasarım harikası biçiminde kendisini göstermektedir. Taraftarların aidiyet duygularının oluşumunda ‘mış gibi’ olma anlayışı egemen hale getirilmiş ve tıpkı bir gösteriye dönüştürülen oyunun galasını izlemeye giden izleyiciler gibi olmaları için ne gerekiyorsa yapılmıştır ve yapılmaktadır. Endüstriyel futbol içinde futbol lafı geçen bambaşka bir şeydir. Taraftar algısının varsayımsal hale dönüşümü, oyunun futbol manager bilgisayar oyunlarında olduğu gibi futbola dönüşümüne olanak verecek olan yeni bir sürecin açılmasını da sağlamıştır. Mahalle futbolunun gönüllü bağlılık kavramı yerini profesyonel sözleşme anlayışına terk etmiştir. Mahalle futbolunda herkes söz sahibidir yani oyunun gerçek sahibidir, endüstriyel futbolda ise bu anlayış varsayımsal olarak paket turlarda olduğu gibi bizlere sunulmaktadır. Ancak ince bir ayrıntı ile, tüketime katıldığınız oranda yani 114 Ahmet Talimciler takımınızı bu anlamda desteklediğiniz oranda taraftar (müşteri ya da izleyici) olursunuz ve oyun üzerinde söz sahibi haline gelirsiniz. Onikinci adam kavramsallaştırması dahi bu yeni anlayışın sonucudur. Siz de bu gösterinin bir parçası olun ve oyuna bu şekilde aktif bir biçimde katılın mesajı taraftarlara aktarılmaktadır. Takımına ve onu oluşturan oyuncularına dokunamayan Onikinci adamlar sonrasında oyunun yerini iş ve tüketim almıştır. Endüstriyel futbol, televizyon aracılığıyla paketlenip satışa sunulan bir iş alanından başka bir şey değildir. KAYNAKÇA Akşar, T.(2005). Endüstriyel futbol. İstanbul:Literatür. Argın, Ş.(1992). Boş zamanın toplumsal anlamı üzerine notlar, Birikim, 43, 29-41. Arık, B.(2004). Top ekranda. İstanbul: Salyangoz. Authier, C.(2002). Futbol A.Ş. (çev.: Ali Berktay). İstanbul : Kitap. Bambery, C.(2002). Marxizm ve spor. Birikim, 158:82-93. Boniface, P.(2007). Futbol ve küreselleşme (çev.:İsmail Yerguz). İstanbul: NTV. Can, C. (2007, 27 Ekim). Şehirden uzaklaştırılan spor. Fanatik. Can, C. (2008, 18 Nisan). Futbolda pozisyon dedektifliği. Fanatik. Clarke, A.& Clarke, J. (1985). Hıghlights and action replays: Ideology, sport and media. İçinde: J.Hargreaves (der.) Sport, Culture and Ideology. (s.62-87). London: Routledge&Kegan Paul. Dellaloğlu, B.(2003). Frankfurt okulunda sanat ve toplum. İstanbul: Bağlam. Erdoğan, İ.(1995). Dünyanın çarpık düzeni: Uluslararası iletişim. İstanbul: Kaynak. Emrence,C.(2005). Marxizmden küreselleşme okuluna spor sosyolojisi. Toplum ve Bilim, 103:93-106. Hargreaves,J(1985). Sport, culture and ideology. İçinde: J.Hargreaves (der.). Sport, culture and ideology. (s. 30-61). London: Routledge&Kegan Paul. Hoberman, J.(1984). Sport and political ideology. London: Heinemann Educational. Klose, A.(1993). Televizyon futbolu. İçinde:Bora,T.,Horak,R.,Rester,W.(der.). Futbol ve kültürü. (s.373-383). İstanbul: İletişim. Kurt, M. & Atayman,V. & Kurultay,T.(1997). Modern sporun dünü ve bugünü, İstanbul:Sorun. Rowe, D.(1996). Popüler kültürler: Rock ve sporda haz politikası (çev.:M. Küçük). İstanbul: Ayrıntı. İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 26 Kış-Bahar 2008, s.115-134 Makale Futbolun televizyonda yeniden üretimi Mustafa Şeker 1 Abdülkadir Gölcü 2 Öz: Bu makale televizyonun futbolu kendi anlatı tekniklerine göre nasıl yeniden üreterek bir televizyon ürününe dönüştürdüğünü açıklamayı amaçlamaktadır. Bugün futbol modern toplum üzerinde birçok sosyal ve politik etkiye sahip bir güç olarak algılanmaktadır. Bu güç futbol ve televizyon arasındaki karşılıklı ilişkiden kaynaklanmaktadır. Futbol güçlü bir organizasyon yapısına sahip olmasına rağmen, oyun kendi yapısal özelliklerine göre televizyonda sunulmamaktadır. Gelişen teknolojiyle birlikte televizyon futbolun sunumunu değiştirmeye başlamış ve televizyon anlatı tekniklerinin gerekliliklerine uyan bir içeriğe dönüştürmüştür. Bugün futbol kendi kökeninden soyutlanmış ve televizyon programı formatında televizyon tarafından yeniden üretilen bir ürüne dönüştürülmüştür. Anahtar sözcükler: Televizyon futbolu, televizyon anlatısı, futbolun yeniden üretimi. Reproduction of football in television Abstract: This article aims to explain how television converts football into a television product and reproduce the play according to its narrative techniques. Today football is perceived as a power which has a lot of different social and political effects on modern society. That power results from mutual relationship between football and television. Having been added as television content, football has gained on a popularity not only social life but also political life all over the world. Although it has a powerful organizational structure, play cannot be presented on television according to its structural features. Television with improving technology has started to change presentation of football and it also modified football content to suit requirements of television narrative techniques. Now football is abstracted its origins and converted into a TV product reproduced by television itself as a TV program form. Keywords: Television football, television narrative, reproduction of football 1 Yrd. Doç. Dr., Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi; e-posta: museker@selcuk.edu.tr 2 Arş. Gör., Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi; e-posta: kadir.golcu@hotmail.com 116 M. Şeker – A. Gölcü GİRİŞ Tarihi oldukça eskilere uzanan futbol, özellikle 20. yüzyılda tüm dünyayı etkisi altına alan bir spora dönüşmüştür. Bu oyunun böyle büyük bir yaygınlığa sahip olmasında, kendi içinde taşıdığı değerlerle birlikte, özellikle 1950’li yıllardan sonra televizyon üzerinden kitlelere ulaşması da etkili olmuştur. Televizyon yayıncılığının kâr eksenine oturduğu 1980’li yıllardan sonraki dönüşüm sürecinde, futbolun televizyon açısından önemi artmıştır. Zira futbol geniş kitleler tarafından talep edilen, izleyicisi garanti ve dolayısıyla büyük gelir getiren bir program türüdür. Televizyonlarda bilinen en yüksek izlenme oranları futbol yayınları ile elde edilmiştir. Futbol öylesine yüksek talep gören bir içeriktir ki paralı kanalların temel dayanağıdır. Authier (2002: 26) paralı yayıncılığın futbol, sinema veya porno üçlüsünden en az ikisine dayanmasının zorunlu olduğunu belirtmektedir. Türkiye’de de paralı kanallar futbol yayınlarıyla doğmuş, bu yayınları elinden kaçırdıklarında ise kapanmaya ya da önemsiz yayın kuruluşlarına dönüşmeye mahkûm olmuşlardır (Arık, 2004: 288). Diğer yandan futbol da televizyonla birlikte ekonomik açıdan daha güçlü hale gelmiş, elde edilen reklam gelirinin bir bölümü, maçı yayınlanan kulüplere aktarılmıştır. Temel mantığı karşılıklı gelir elde etmeye dayanan bu ilişki, futbol organizasyonlarının, maçların zamanlarının ve hatta kimi kuralların televizyona uygun hale getirilmesi uygulamaları ve talepleriyle tartışma konusu olmaktadır. Whannel’in (1992: 36) belirttiği gibi basit kuralları, geniş ilgi görmesi, yaratıcılığa izin vermesi gibi nedenlerle futbol esasen televizyonun genel anlatısına uygun bir içeriktir. Önemli olmayan ancak şiddetli tartışmalar yaşatabilen, gerilim, heyecan, yarış, üzüntü, öfke gibi duyguları doğası gereği üreten ve bu duyguların televizyonda abartılmasına uygun olan bu oyun, giderek daha fazla televizyon ürününe dönüşmektedir. Maçların canlı yayını, maçlar üzerine tartışmalar, magazin yönü, bahis oyunlarına ilişkin programlar, futbol belgeselleri ve hepsinin ötesinde ana haber bültenlerinin önemli bir parçası olarak futbol pek çok program formatında yeniden üretilmektedir. Futbol, bir televizyon programı olarak şekillendirilmekte ve dolayısıyla bütün maçlar birbirine benzemektedir (Kıvanç, 2001b). Bu benzerlik televizyona özgü anlatısal özelliklerin tüm içeriklere olduğu gibi futbola da uygulanmasıyla elde edilmektedir. Bourdieu’nun (2000: 26) ifadesiyse gerçekliği yaratma aygıtı olan televizyon, futbolu kendi ekonomik çıkarlarına ve rekabet ilkelerine göre yeniden Futbolun televizyonda yeniden üretimi 117 üretmekte (Kurultay ve Aytayman, 1997: 129), bu oyunu diğer program türleri gibi işlemektedir. Televizyon için futbolun yayınlandığı program formatları ve sunum yöntemleri televizyon merkezli futbol algısının oluşumu için bir zorunluluk olmuştur. Televizyon futbolu aktarmakla yetinmemekte, aynı zamanda yönlendirmekte, müdahale etmekte, her yönüyle yayına uygun bir program hammaddesi olmasını dayatmaktadır. Hammaddeyi işlerken de kendi anlatısal özellikleri doğrultusunda futbolu asıl gerçekliğinden uzaklaştıran, gösteri haline getiren televizyon, futbolcuları mitleştirip kullanmakta, oyunu bir dramatik bir televizüel öyküye dönüştürmekte ve diğer içeriklere uyguladığı anlatısal özellikleri futbola da uygulamaktadır. Bütün bu süreç, futbolun bir spordan çok “show business” işi olmasına yol açmaktadır. Televizyon, futbolu kendi gerçekliğinden koparmakta; eğlenceli, dramatik ve gerilimli bir televizyon gerçekliği olarak yeniden üretmektedir (Klose, 2001: 215). Televizyonun etkisiyle futbol endüstrisinin içindekiler de, izleyiciler de oyunu bu şekilde değerlendirmeyi kanıksamaktadırlar. YÖNTEM Çalışma, futbolun televizyonda yeniden üretimini, televizüel anlatı özellikleri bağlamında tartışmayı amaçlayan niteliksel bir incelemedir. Amaç, futbolun bir televizyon program türü olarak, televizyona özgü anlatısal özelliklerin etkisiyle şekillendiğini, futbola dair içeriğin farklı televizyon program formları şeklinde yeniden üretildiğini, Türkiye’deki futbol programları üzerinden ortaya koymaktır. Çalışmada, futbolun endüstriyel boyutu kapsam dışında bırakılmıştır. Ele alınan ana konu futbolun bir televizyon anlatısı olarak nasıl yapılandırıldığı ve bu yapının doğurduğu etkilerdir. Dolayısıyla futbolun bir televizyon program türü olarak nasıl ele alındığı, yeniden üretildiği araştırılmış, televizyona özgü anlatı yapılarının futbolun sunumundaki etkisi ortaya konmaya çalışılmıştır. Çalışmanın ilk kısmında futbolun küresel önemde bir oyuna dönüşüm süreci özetlendikten sonra, ikinci başlık altında televizyonun anlatısal özellikleri üzerinde durulmuştur. Üçüncü başlık altında ise futbolun televizyonda sunumuna ilişkin kuramsal perspektifler ortaya konmuştur. Çalışmanın son kısmı Türk televizyonlarında yayınlanan futbol programlarındaki anlatısal özelliklere ilişkin örneklerden oluşmaktadır. Çalışmanın tarihsel gelişim yönü ve teorik boyutu için kullanılan kaynaklar futbol ve televizyon literatüründe belirli bir öneme sahip akademik 118 M. Şeker – A. Gölcü çalışmalardan yararlanılarak oluşturulmuştur. Bir televizyon programı türünde formatlanan futbol gerçekliğinin topluma sunulmasında kullanılan program türleri hakkında genel bilgi verilmesinin yanı sıra, bu program türlerinin hangi farklılıklardan dolayı birbirlerinden ayrıştığı gösterilmeye çalışılmıştır. Televizyondaki futbol programlarının sınıflanması ve anlatısal özelliklerinin ortaya konması için karasal yayın yapan kamusal ve özel televizyon kanallarının yanı sıra, uydu ve kablo üzerinden yayın yapan kanallar ve dijital ortamda şifreli yayın yapan televizyon kanallarının da yayın akışları izlenmiş, elde edilen bulgular araştırmanın amacı doğrultusunda tartışılmıştır. Başlangıçta ortaya konan tarihsel ve teorik çerçeve göz önünde bulundurularak, televizyon yayınlarından sağlanan bulguların teorik bilgilerle uyumluluğu araştırılmıştır. KURAMSAL ÇERÇEVE Futbolun gelişimi ve televizyonun etkisi Her ne kadar İngiliz kültürüyle özdeşleştirilse de futbolun Çinlilerle kadar uzanan eski bir tarihi bulunmaktadır (Horak, Reiter ve Bora, 2001: 27). Başlangıçta askerlerin savunma becerilerini geliştirmek gibi bir amaçla oynanan ayak topunun (Stemmler, 2000: 13) Uzakdoğu’da farklı kurallar ve teknikler altında birçok değişik biçimde oynandığı bilinmektedir. Avrupa’da ise futbolun ortaya çıkış tarihi net olarak bilinemese de bazı tarihçiler futbolun Eski Yunan döneminde gerçekleştirilen spor organizasyonlarında oynandığını öne sürmüşlerdir. Stemmler, futbolun Yunanlılar tarafından çok sevildiğini, sıklıkla oynandığını ve Yunan toplumunda yaygın bir spor aktivitesi olduğunu dile getirmiştir (2000: 19-32). Fakat futbolun Yunan toplumundaki bu sürekliliği ve bir anlamda popülerliği uzun soluklu olamamıştır. Rönesans ve Reform hareketlerinin ortaçağ boyunca skolâstik düşüncenin oluşturduğu katı ve değişime kapalı sosyal ve siyasal koşullarda meydana getirdiği görece yumuşama, futbolun da sosyal hayattaki yerini iyileştirmesine ciddi katkılar sağlamıştır. Futbolun toplumun alt sınıflarına ait bir oyun olmadığı sosyal ve siyasal koşullardaki bu iyileşme sonrasında gözlemlenmiştir. Aristokrat sınıflar bile futbola karşı kayıtsız kalamamışlardır. Bu dönemde 16. yüzyıl İtalyası’nda ortaya çıkan ancak daha sonra rugby’ye dönüşen “calcio” adlı oyun futbolun soylular tarafından oynanan şekli olarak bilinmektedir (Stemmler, 2000: 47-49). Futbolun televizyonda yeniden üretimi 119 Modern futbola geçiş ise 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra gerçekleşebilmiştir. Bu dönemde futbol İngiltere’de zenginlerin, aristokratların oynadığı, kolejlerde yayılan bir oyun haline gelmiştir. Böylece yüzlerce yıl avama özgü bir oyun olan futbol seçkinlerin benimsediği bir spor haline gelmiş ve İngiltere dışına da hızla yayılmıştır (Arık, 2004:135) . Futbolu İngilizler icat etmese de, bir futbol misyoneri gibi bu oyunun dünya çapında yaygınlaşmasına büyük katkılar sağlamışlardır. Bugün modern olarak adlandırılan ve dünyanın her tarafında genel geçer kurallara göre oynanmakta olan futbolun temelleri 1863 yılında İngiltere’nin başkenti Londra’da Football Association’un (Futbol Federasyonu) kurulması ile atılmıştır. Osmanlı toplumu ile futbolu ilk tanıştıranlar da İngilizler olmuştur. Futbol 19. yüzyılın sonlarında, İzmir ve İstanbul’a yerleşmiş bulunan ve ticaretle uğraşan İngiliz aileler tarafından Osmanlı topraklarında oynanmış, Türkiye’de ilk futbol takımları İngilizler tarafından kurulmuş, daha sonra Rum ve Ermeni gençler tarafından kurulan futbol takımları da İngilizlerin arasına katılmışlardır (Belge,1983: 2198). Osmanlı toplumundaki azınlıkların futbolu bu kadar kısa bir sürede benimserken, muhafazakâr yapısı ve dönemin baskıcı siyasal atmosferi Osmanlı toplumunun futbolla tanışmasını geciktirmiştir. Fakat bu siyasal baskılar da futbolun Osmanlı tebaası arasında yayılmasını tamamen durduramamıştır. İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra toplumdaki serbestlik daha da artmış ve bu da futbolun çok kısa sürede popülerleşmesini sağlamıştır (Kozanoğlu,1990: 14). Osmanlı toplumunda futbolun popülaritesi birinci dünya savaşının patlak vermesi ile biraz azalsa da mütareke dönemi ve İstanbul’un işgali süresince sanılanın aksine daha fazla atmıştır. “Türk takımları işgal kuvvetlerinin takımlarıyla karşılaşmalar yaptığı, alınan galibiyetlerin dönemin şartları gereği büyük önem taşıdığı bilinmektedir (Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, 1983: 2200). Cumhuriyetle birlikte Batılılaşma ve modernleşme eğilimi futbolun yerleşmesine zemin hazırlamıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndaki zorunlu araya kadar pek çok il ve bölge ligi kurulmuş, milli takım yabancı takımlarla karşılaşmalar yapmıştır. 1963 yılında bütün yerel ligleri birleştirecek olan Futbol Federasyonu kurulmuş, profesyonel birinci lig oluşturulmuştur (Kozanoğlu,1990: 146). Ekonomideki temel yaklaşım değişikliğine paralel olarak 1980’li yıllardan sonra büyük miktarda paralarla yapılan transferler dönemi başlamış ve artık “profesyonel futbolcu” kavramı Türk futbol literatürüne dâhil olmuştur. 120 M. Şeker – A. Gölcü Bugün yılda üç milyardan fazla insanın ilgilendiği ve takip ettiği bir eylem olarak futbol sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasal süreçlerin merkezinde yer almaktadır. Yardım kampanyaları için futbol maçları düzenlenmekte, futbolculardan barış elçileri seçilmekte, ülkeler arasındaki sorunlar futbolla çözülmeye çalışılmaktadır. Bu kesintisiz ve gittikçe kapsamlı bir hal alan etkileşimi sağlayan en önemli araç tabii ki televizyondur. Televizyon teknolojisindeki gelişmeler sonrasında zaman ve mekân sorunsalından kurtulan futbol modern insanın günlük hayatının her anında varlığını kabul ettirmiştir. Televizyonun yaygınlaşmasıyla birlikte futbol herkesin ulaşabildiği, izlenebilir bir oyuna dönüşürken, ilgi çekiciliği ve gelir getiren bir içerik olması dolayısıyla bu araç için önemli bir malzeme oluşturmuştur (Hamil, 1999:23; Tomlison, 1999:192; Holland, 1997; 45). Televizyon içeriğinin futbolla tanışması ve futbolu konu edinmeye başlaması 1950’li yıllarda başlamıştır. Başlangıçta televizyon futbolu bir amaç olarak algılamış, futboldan bilgilendirme ve haber verme bağlamında mikro düzeyde faydalanmıştır. Zamanla futbolun ve televizyonun eşzamanlı olarak yaygınlaşması ya da kitleselleşmeye başlaması, televizyon ve futbol arasında karşılıklı çıkar ekseninde olumlanan bir işbirliğinin oluşmasına sebep olmuştur. Bu işbirliği sonucunda futbol televizyona ciddi oranda bir açılım olanağı sağlamıştır. Örneğin Almanya’nın kazandığı 1954 Dünya Kupası’nın televizyondan naklen yayınlanmasıyla birlikte bu ülkedeki televizyon aygıtı sayısı bir anda 11 binden 85 binin üzerine çıktığı bilinmektedir (Klose, 2001: 375). Televizyonun futbola katkısı ise daha sonraki süreçlerde ekonomik boyutuyla ön plana çıkacaktır. Futbolun kitleselleşmesi televizyonu toplumsal hayatta yaygınlaştırırken, televizyon içeriğinin de futboldan etkilenmesine sebep olmuştur. Çünkü futbol belirli zaman aralıklarında büyük kalabalıkları bir araya getirebilen çok güçlü bir kitleselleştirme aracıdır. Bu doğrultuda kitleler tarafından süreklilik gösterilerek takip edilen bir organizasyonun, reklam üretebilme potansiyeli televizyon için makro düzeyde fayda sağlayabilecek bir unsurdur. Televizyon yayıncıları bu denli cazip bir gelir kaynağına kayıtsız kalmamışlar ve futbol giderek en önemli televizyon içeriklerinden biri haline gelmiştir. Futbol televizyon ilişkisinin tam anlamıyla gerçekleştiği günümüz yayıncılık ortamında, televizyonun futbola etkisi, bu oyunu oyun olmaktan çıkaran yapısal müdahaleleri tartışılmaktadır. Televizyonun futbolu bir program türüne dönüştürmesi, oyunun zamanının, Futbolun televizyonda yeniden üretimi 121 organizasyonların yapısının ve hatta kurallarının bile televizyonun etkisiyle değişiyor oluşu, bu etkiyi tartışmaya değer kılmaktadır. Televizyonun futbola ilişkin etkisinin önemli bir boyutunu da anlatısal özellikler ve gerekliliklerin futbolun aktarılış ve algılanışında yarattığı değişimler oluşturmaktadır. Televizyonun anlatısı ve futbol Televizyon, Fiske ve Hartley’in (1992) bilinen ve yaygın kabul görmüş nitelemelerine göre, bir öykü anlatma aracıdır. Modern toplumlarda televizyon, yazılı kültürden önceki çağlarda, sözlü kültürü aktarmak üzere şarkılar şiirler okuyan ozanların işlevini üstlenmiştir. Dolayısıyla televizyon anlatısının temelini sözlü anlatıma ilişkin özellikler oluşturur. Dahası televizyon eski çağlardaki öykücü ozanlardan çok daha gelişmiş ve yaygın bir öykü anlatma aracıdır ve bu özelliği nedeniyle sözlü kültüre yeniden dönüşü özendirir (Kaplan, 1993; Mutlu, 1999). Elbette televizyon anlatısı sözün yanında görüntüye de dayanır. Bu anlamda televizüel anlatıya en yakın anlatı türünün sinemanınki olduğu düşünülebilir. Ancak sinema ile televizyon anlatısı arasında önemli farklılıklar bulunmaktadır. Sinemada görüntü temel, ses yardımcı bir unsurdur. Televizyonda ise esas olarak bilgi ses ile aktarılır. Sinema kendi içinde bütünlüğü olan bir anlatıya sahipken televizyon parçalı bir akıştan oluşur. Anlatı farkını oluşturan etkenlerden biri, sinemanın yüksek bir dikkatle, özel zaman ayrılarak ve algılamaya uygun bir ortamda izlenmesi, televizyonun ise genellikle dinlenme zamanında, başka etkinliklerin yanı sıra yürütülen, sık sık reklamlarla kesilen ve düşük dikkatle izlenen bir araç olmasıdır. Televizyon için bir öykü anlatıldığında, izleyicinin dikkatini kolayca toplayabilmek birincil amaçtır. Bu nedenle televizyon ürünlerinin sinemaya oranla çok daha tempolu, basit, kolay anlaşılır, yüzeysel olması ve mutlaka sözle desteklenmesi gerekir. Sinemanın, anlatısını kurarken teknik üstünlüklerinden güç aldığını da belirtmek gerekir. Bugünün ilerlemiş televizyon teknolojileri dahi sinema kalitesinde görüntü ve ses üretememektedir. Sinema filmleri karanlık bir salonda ve büyük bir perdede, gelişmiş ses düzenekleriyle sunulurken, günümüzde oldukça büyümüş olan televizyon ekranlarının ve ses sistemlerinin yine de sinemanın kalitesine yetiştiği söylenemez. Diğer yandan sinemadaki öykü, bir dengesizliğin aktarılması, bu durumun aşama aşama çözümüyle sonlanır. Televizyonda bu tür bir bütünlüğe çok rastlanmaz (Mutlu, 1999: 138). Sinema anlatısının sonlanma özelliğine karşılık 122 M. Şeker – A. Gölcü televizyon anlatısı süren bir yapıya sahiptir. Dolayısıyla ilk bakışta benzediği düşünülen sinema ve televizyon anlatısı arasında derin farklar bulunmaktadır. İnal (2001: 258), televizyon anlatısının en çok sinemadan etkilendiğini ancak diğer geleneksel anlatılar olan masal, roman, mit gibi anlatı türlerinin özelliklerini de kullanarak yeni bir anlatı oluşturduğunu belirtmektedir. Televizyonun içeriğini oluşturan ürünlerin bir bölümünün kurmaca (fiction) bir bölümünün ise gerçeğe dayalı (factual) ürünler oluşu, iki farklı televizüel anlatı bulunması gerektiğini düşündürebilir. Hatta belki de ticari televizyonculuk öncesinde bu tür iki farklı anlatının bulunduğu söylenebilir. Ancak Amerikan televizyonları için 1970’lerden itibaren, diğer ülkelerde ise özel televizyonculuğun yaygınlaştığı 1990’lardan bu yana gerçeğe dayalı program türleri ile kurmaca türler arasındaki farkın aşındığı, kurmaca anlatıya ait özelliklerin egemen olduğu görülmektedir. Ellis (1999: 145-158), televizyonun kurmaca ürünlerinin en yaygınlarından olan dizilerle, gerçeğe dayalı türün en önemlisi olan haberlerin anlatı özelliklerini karşılaştırdığı çalışmasında, temel anlatı özelliklerinin farklı olmadığı sonucuna ulaşmıştır. Dizilerde de haberlerde de açık uçlu, kapanmanın olmadığı bir anlatı egemendir. Kurmaca ve gerçeğe dayalı televizyon programlarının tümünde bitimsiz bir güncelleştirme anlatının ana özelliğidir. Diziler belli bir sorunu ele alıp her bölümde tekrar tekrar kurarken, gerçeğe dayalı programlarda da güncel olaylar tıpkı dizilerdeki gibi yenilenir. Dolayısıyla kurmaca olan ve olmayan televizyon türleri, ortak bir anlatıya sahiptir. Eğlence, sansasyon, merak uyandırma, duygusallaştırma, hızlı tempo, soyutlamadan kaçınma, insani ilgi konularına yönelme gibi kurmacaya özgü yaklaşım ve yöntemler 1980’lerde ABD televizyonculuğunda yaygınlaşmıştır (Adaklı, 2001: 241246). Türkiye’de de ilk önce reality show türü gerçeğe dayalı programlarda denenen bu anlatı özellikleri daha sonra magazin ve futbol magazini programlarına, oradan da haber bültenlerine geçmiştir (İnal, 2001: 281). Televizyonun anlatısının oluşumunda izleyicinin medyadan yararlanma biçiminin de etkisi bulunduğuna kuşku yoktur. Televizyon boş zamanları doldurmak, vakit geçirmek, oyalanmak, eğlenmek, dinlenmek için kullanılan bir araçtır ve bu haliyle günlük yaşamın ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Televizyon bu isteğin farkında olarak ve özellikle eğlence isteğini kışkırtarak, her türlü içeriği eğlence formunda sunmaya yönelmiştir (Postman, 1994). İzleyiciler televizyonu ayrıca dünyada olan bitenden haberdar olmak için kullanırlar. Televizyon modern dünyadaki yalnızlık karşısında bir sığınaktır. İzleyiciler inançlarını ve değerlerini televizyonun içeriğiyle pekiştirirler. Futbolun televizyonda yeniden üretimi 123 Kendileriyle aynı programı izlediğini bildikleri diğer insanlarla sanal bir cemaat oluşturmanın hazzını duyarlar. Televizyon izleyerek toplumsal yoksunluklarını bastırırlar (Mutlu, 1999: 79-85). Bu beklentileri gidermek için televizyonun içeriği basit, duygusal etkisi yüksek, abartılı, merak uyandırıcı, popüler konulara dayandırılmaktadır. Bir dinlenme ve eğlenme aracından beklenen içerik Bourdieu’nun (1997: 22-56) belirttiği gibi problem yaratmayacak ya da yalnızca önemsiz problemler yaratacak türde, herkesi ilgilendiren, hiçbir şeye dokunmayan, uzlaşı içeren, bölmeyen, sansasyonel, gösteri ağırlıklı, olağandışı gelgeç olaylardan oluşmalıdır. Dolayısıyla televizyondan beklenen gerçekliği yeniden kurarken eğlenceli, dramatik, magazinel, aksiyon içeren ortalama beğeni düzeyine hitap etmektir (Arık, 2004: 314-316). Futbol, televizyonun bu anlatısal özelliklerine ve içerik tercihlerine son derece uygun bir konudur. Her şeyden önce futbol tam da Bourdieu’nun tanımladığı gelgeç olaylardan biridir. Herkesin konuştuğu, herkesi ilgilendiren, yalnızca önemsiz problemler üreten bir içeriktir. Pek çok tartışma yaşansa da sonuçta bu problemlerin önemsiz ve nihayet bir oyuna ait olduğu bilinir. Bu anlamda futbola ilişkin tartışmaların -örneğin siyasi konulardaki kadar- önemli sonuçlara yol açmayacağı kesindir ve dolayısıyla tartışmalar önemli sorunlar çıkmayacağından emin olunarak, rahatça yapılır. Futbol sansasyona çok uygun bir içeriğe sahiptir. Esasen izleyenler futbolun kendisinden ve futbolla ilgili televizyon programlarından olabildiğince coşku beklerler. Ve televizyon bu beklentiyi sansasyona olan eğilimi ve anlatısal özellikleriyle rahatça karşılar. Futbol dramatize etmeye son derece uygundur. Doğası gereği zaten duygulara hitap eden bir oyundur ve bu yönüyle de televizyonun anlatısına denk düşer. İzleyiciler kendileriyle aynı içeriği seyredenlerle bir sanal cemaat oluşturduklarını en çok futbol yayınları sırasında hissederler. Milyonlarca kişinin aynı maçı izlemek için hazırlık yapması, aynı anda aynı maçı izliyor oluşu, maçtan sonra hep birlikte sokaklara dökülme ihtimali, izleyicilere ayrıca kendi değerlerini ve inançlarını pekiştirme olanağı verir. Tüm oyunlarda olduğu gibi futbolda da topluluklar hayatı ve dünyayı yaşama biçimini ifade ederler (Huizinga, 1995: 67). Futbolun televizüel anlatıya uygunluğunun bir başka yönü, durmamacasına akışıdır. Televizyonun parçalı ama kesintisiz akışı, tıpkı futbola benzer. Futbol da her hafta başka maçların ve bunlara ilişkin tartışmaların yaşandığı ancak anlatının sonlanmadığı bir içeriğe sahiptir. Bir haftanın konuları sona erdiğinde sonraki haftalarla ilgili konular ele alınmaya 124 M. Şeker – A. Gölcü başlanır. Sezon bittiğinde yeni sezona ilişkin konular beklemektedir. Dolayısıyla futbol kesintisiz, sonlanmayan bir konudur ve televizyonun en temel anlatısal özelliği ile uygunluk taşır. Bütün bu özellikleriyle –ve elbette yüksek rating sağlayan, izleyicisi garanti, gelir kaynağı bir televizyon programı olarak- futbol televizyonda yayın süresinin önemli bir bölümünü kaplamakta, pek çok türde programın konusunu oluşturmaktadır. Futbol her şeyden önce soft news türüne giren bir haberdir. İlginçlik özelliği önemlilik özelliğinin önüne geçen, insanların ilginç bulduğu türden konular soft news kapsamına girer. Bu tür haberlerin televizyonun anlatısına ne denli uygun olduğu ise açıktır. Dolayısıyla futbol bir haber formu olarak televizyon haberciliğinde yer işgal eder. Bu yer, önemli gelişmeler yaşandığında ana haber bültenlerinde ön sıralar olabileceği gibi, herhangi bir günde de haber bültenlerinin bir bölümüdür. Bir soft news türü olarak futbol haberleri televizyonun eğlenceli, sansasyonel, merak uyandırıcı, duygusal etki yaratan, dramatize edilmiş anlatısal özelliklerini taşıyarak sunulur. Futbola ilişkin haberler özellikle maç öncesinde ve maç bitiminde canlı haber yayınlarıyla, röportajlarla sürdürülür. Televizyon haberciliğinin canlı yayını kullanma eğilimi en çok futbol haberlerinde görülür. İzleyici, bu yayınlarla antrenmanda, soyunma odasında, stat çevresinde vs. yaşanan gelişmelere tanıklık etme heyecanını yaşar. Maçı yayınlayamayan hatta stada giremeyen haber kameralarının oralarda bir yerlerde bulunması bile izlenmeyi sağlayan bir tanıklık duygusu yaratır. Diğer yandan televizyonun en değerli futbol programı elbette canlı maç yayınlarıdır. Her şeyden önce mekânsal uzaklık nedeniyle maçı statta izleyemeyen başka şehirdeki, ülkedeki milyonlarca insan futbolu televizyondan takip eder. Canlı yayınların hem futbol hem de televizyon için önemli bir ekonomik etkinlik olması bir yana, bu yayınların anlatısal özelliklerinin futbolun sahadaki gerçekliğinden farklı yeni bir futbol tarzı doğurduğu belirtilmektedir. Canlı yayınlar televizyonun tempo, heyecan ve coşku gereksiniminin sonucunda gerçekte olduğundan farklı bir şekilde yeniden üretilmektedir. Maç yayınlarının stattaki gerçeklikten farklı olmasını sağlayan pek çok televizüel etki bulunmaktadır. İlkin, çok sayıda kameranın, farklı kamera açılarından maçı takip etmesi bu farklılığı doğurur. Stattaki bir izleyici maçı yalnızca kendi oturduğu açıdan izleyebilirken, ekran başında 20– 30 kameranın duruma göre kaydettiği görüntüyü izlemek mümkündür. Bu kameralar ayrıca insan gözünün yapamayacağı farklı kamera hareketlerini de yapabilirler. Stattaki izleyici bakışını kaydırarak en fazla sahayı sağdan sola, Futbolun televizyonda yeniden üretimi 125 soldan sağa takip edebilir. Bir başka ifadeyle televizyon dilinde “pan” olarak adlandırılan yatay kaydırma hareketini yapabilir. Yine yukarı aşağı bakarak “tilt” olarak adlandırılan kamera hareketinin bir benzerini gerçekleştirebilir. Ancak örneğin insan gözü optik kaydırma yapamaz. Maçın önemi pozisyonlarını daha ayrıntılı görmek için “zoom in” yaparak görüntüyü yakınlaştıramaz. Bir oyuncunun yüzündeki ifadeyi sahaya en yakın konumdaki seyirci dahi göremez. Kameralar ise tekniğin verdiği güçle oyunun herhangi bir bölümüne, özellikle de topun oynandığı alanlara odaklanabilir. Stattaki izleyici pozisyonları bir kez ve doğal hızında izleyebilirken televizyonda aynı pozisyonun gerektiği kadar tekrarlanması, yavaşlatılarak izlenmesi mümkündür. Statta oyunun durduğu pek çok ölü zaman yaşanırken, televizyon bu anları başka görüntülerle, tekrarlarla, istatistiksel bilgilerle doldurur ve tempoyu düşürmez. Bilgisayar destekli teknolojiden yararlanılarak maçtaki pozisyonlara ilişkin statta görülemeyecek pek çok ayrıntı ekrana getirilir. Örneğin futbolcunun ofsaytta olup olmadığı, topun gol çizgisini geçip geçmediği, yapılan hareketin penaltı olup olmadığı, atılan şutun hızının kaç kilometre olduğu gibi pek çok konu teknik sayesinde ekrana taşınır. Maç esnasında ve sonunda oyuna ilişkin ayrıntılı istatistikler yayınlanır. Duygusal etkiyi artırmak için oyuncuların, teknik direktörlerin, maçı izleyen kulüp yöneticilerinin tepkileri yakın çekimlerle ekrana getirilir. Spikerler ve yorumcular heyecan duygusunu artırmak için sözlü katkıda bulunur. Stattaki gösteriler ve seyircinin coşkusu hem ölü zamanları doldurmak için hem de coşkuyu artırmak için kullanılır. Bütün bu süreç, futbol maçının sahadaki gerçekliğinden koparılması, bir televizyon ürününe dönüştürülmesi anlamına gelir. Televizyonda izlenen futbolun, stattakinden farklı bir anlamı olduğu açıktır. Hatta televizyon futbolunu daha gelişmiş televizüel standartlarda sunmak için yeni çözümler üretilmektedir. Yapay ışığın sağlayacağı kaliteli, gölgesiz görüntü için maçlar gece oynanır. Kamera sayısı, açısı ve kameraların hareketleri, çekim ölçekleri bu anlatıyı kurmak için önceden planlanmıştır. Belli organizasyonlarda, örneğin Şampiyonlar Ligi’nde, Dünya Kupası’nda yayına ilişkin belli standartlar getirilmektedir. Bu televizüel anlatının maç yayınına katkısı, eski yıllara ait maç görüntüleri izlendiğinde ya da televizyonculuğu gelişmemiş ülkelerle yapılan maçların yayını sırasında çarpıcı bir şekilde görülebilmektedir. Sonuç olarak televizyon, futbolu yayınlarken gerçekliği bozmakta, gösteri bir televizyon prodüksiyonuna dönüştürmektedir (Arık, 2004: 317; Kıvanç, 2001a:390). 126 M. Şeker – A. Gölcü Futbolla üretilen televizyon programları elbette maç yayınıyla sınırlı değildir. Maçı takip eden zamanlarda, sonuçlara, oyuna, tartışmalı kararla ilişkin değerlendirmeler yapıldığı analiz programları yayınlanır. Konunun uzmanlarınca yapılan bu değerlendirmeler, birkaç dakikalık özet görüntü üzerinde saatlerce konuşulması, canlı bağlantılarla çeşitli tartışmaların ekrana getirilmesi, iddiaların ortaya atılması gibi yönleriyle oldukça izlenen televizyon programlarıdır. Bu programlar, farklı türsel özellikleri içinde barındırmaktadır. Televizyonun başka konular için kullandığı açık oturum, tartışma programı hatta talk show tarzına ait anlatısal özellikler futbol analiz programlarına taşınmıştır. Konuşmacıların futbolla ilgili bilgileri ve uzmanlıkları yanında, ekrana uygun olmaları gerekir. Heyecanlı tartışmalar yapabilen, eğlenceli konuşabilen, hızlı düşünüp anında yorum yapabilen, argo hatta zaman zaman küfürlü ifadeler kullanan, tanınmış futbol yorumcularının ratingleri yükselttiği bilinmektedir. Bu televizyon yıldızlarının, yarışmalar, reklamlar gibi futbol dışındaki televizyon formlarında da sıklıkla kullanıldığı görülmektedir. Futbolun televizyondaki sunumu Enformasyon çağında televizyonla futbol arasında var olan kurgusal ilişkisinin gözlemlenebileceği mecra kuşkusuz televizyondaki futbol programlarıdır. Futbolun belirli bir oranda kuralsızlığı içeriğinde barındırması, televizyonun futbolu kendi gerçekliğine göre yeniden şekillendirip, kurgulamasını zorunlu kılmaktadır. Bir gerçeklik olan ve anında kendi gerçekliğini üretebilme yetisine sahip olan sahadaki futbolun televizyon için yeniden kurgulanarak üretilmesi gerekmektedir. Futbol stadyumdaki seyircilere özgü bir aktivite olarak bırakılamaz. Kıvanç’a göre (2001a:32) televizyon sahadaki zenginliği hiçbir zaman yansıtamayacağı için, yansıtabileceği kısmı kayırmaktadır. Televizyonda futbol yayını insanlara gol göstermek üzere kurulmuş bir mekanizmadır. Golün de ötesinde izleyiciyi ekrana bağlayacak gerilim, heyecan gibi unsurlar öne çıkarılmaktadır. TV programları aracılığıyla formatlanan futbolun televizyondaki sunumu da programların yapısına, yayın saatine, katılımcılarına göre değişiklikler göstermektedir. Sıradan bir futbol yorum programında futbolun ekonomipolitiğinden futbolcunun eğitim seviyesine, taraftarların sosyo-kültürel yapısına kadar birçok farklı konu üzerinde yorumlar yapılabilmekte ve futbolla ilgili sorunlara çözümler aranabilmektedir. Hatta kendisi de bir futbol yorumcusu olan Haşmet Babaoğlu’na göre (2002), günümüz medyasında Futbolun televizyonda yeniden üretimi 127 izleyici için maçın bitiş düdüğü yorumcuların okunmasından veya dinlenmesinden sonra çalmaktadır. Konu ve yorum bağlamında böylesine zengin bir içeriğe sahip olan bir futbol programının katılımcıları da toplumdaki sosyal ve kültürel çeşitliliği yansıtacak kadar renkli ve farklı kişilikler olmak mecburiyetindedir. Programların sunum ve içeriklerinde yapılan bu düzenlemeler ile yetinilmemiştir. Dekor tercihinden kıyafet seçimine kadar program içerisinde var olan her öğe televizyon sunum tekniklerine göre yeniden tasarlanmıştır. Bu düzenlemelerin yapılmasındaki temel gerekçe futbolun televizyon gerçekliğine göre yeniden üretimini sürekli kılmaktır. Programın her tekrarında televizyon futbolu kendi gerçekliğini yenilemiş olacaktır. “Televizyon, her şeyin süratle ve mümkün olan en göz alıcı, çarpıcı görüntülerle geçip gittiği, gördüklerimizin değil gözümüze çarpanların hesabının tutulduğu bir sonsuz şerittir (Kıvanç, 2001a: 37).” 1985 yılında Brüksel’deki Heysel Stadının tribünlerinde 39 İtalyan seyircinin ölümüne sebep olan Juventus-Liverpool Avrupa Kupası finali televizyon futbolunun ifşa edildiği örnek olaylardan biridir. Televizyonlar birbirlerini ezen insanların görüntülerini yayınlarken aynı zamanda maçın canlı yayınını da sürdürmüşlerdir (Galeano, 1998: 201). Artık stadyum bir seyir yeri olmaktan çıkmış ve içinde barındırdığı bütün unsurlarla birlikte bir sahneye dönüşmüştür. Çupi’ye (2002) göre, futbol teknolojinin baskısıyla, insanla topun kendi uyum ve ritimlerini kullanarak oynadığı bir oyun olmaktan çıkmıştır. Stadyumdaki her şey televizyon ve televizyon futbolu için yayınlanacak bir meta olmuştur. Seyirci özet görüntülerde yer alabilmek için kameralara yapmacık pozlar verirken, oyuncu tartışmalı pozisyonu “akşam daha net göreceğiz” diyerek kendi ürettiği gerçekliğe yabancılaşmıştır. Televizyonun teknolojik imkânları aracılığıyla futbolcu ve taraftar kendi oyununu daha açık bir şekilde ekrandan görebilmektedir. Bugün futbol televizyonda oynanmakta olan bir oyun söylemi içerisine oturtularak aktarılmaktadır. Bu bir değişim sürecidir ve değişimin sürekliliği için televizyon futbolu olarak adlandırılan futbol söylemi toplum genelinde yaygınlaştırılmalı ve toplumsal kabul üretilmelidir. Medya, futbol ağırlıklı spor programlarını kullanarak, sistemi ekonomik, sosyal ve siyasi olarak beslemekte, kitleleri edilginleştirmekte, apolitikleştirmektedir (Şahin, 1998: 17). Vassaf’a (1996) göre, egemen düzen, kitleleri edilginleştirmek için sürekli izlenebilecek bir şeyler düzenlemiştir ve seyirci tarih boyunca daima seyirci kalmıştır. Televizyonun toplumsal rıza üretiminde yaygın bir araç 128 M. Şeker – A. Gölcü olarak kullanılması, futbolun içerik olarak daha fazla televizyon ekranına taşınarak televizyon gerçekliğinde tekrar üretilmesini kolaylaştırmıştır. Bu hegemonik süreçte en çok öne çıkartılan aktör kuşkusuz futbol programları olmuştur. Bu programlar futbol için değil ama televizyon futbolunun yeniden üretilebilmesi için temel zorunluluktur. Türk televizyonlarında futbol programları Farklı formatlarda yayınlanan futbol programları, kanalın ideolojik tercihlerine, sahiplik ilişkilerine ve yayın politikalarına göre değişiklikler göstermektedir. Yayın akışı içerisinde önemli bir yere sahip bu programlar farklı formatlara dönüştürülse de, içerik her zaman televizyon futbolu olup tekrar tekrar sunulmaktadır. Haber saatleri futbol söyleminin yeniden üretilmesi için uygun koşulları oluşturan program türlerinin en başında gelmektedir. Televizyon için seyirci kitleselleşmenin gerçekleştiği anlardan birisi olan haber saatlerinde futbol merkezli spor bültenlerine de yer ayrılmıştır. Futbol bu sayede günün her saatinde gündemdeki konumunu yeniden üretebilmektedir. Fakat bu programların dezavantajı yayın sürelerinin kısa ve gözden kaçırılabilir olmasıdır. Sürekli tekrar edilme gerekliliği ortaya çıkmakta ve bu gerekçeden dolayı futbol haberleri haber bülteninin bir parçası olarak gün boyunca birçok kez tekrar edilmektedir. Örneğin haber kanalı formatında yayın yapan NTV ve CNN’de gün içerisinde toplam sekiz kez futbol merkezli spor bütenleri yayınlanmaktadır. Fox TV her haber bülteninin arkasından yine futbol merkezli spor bültenlerini gün boyunca tekrar etmektedir. Kanal A 20.30 ana haber bülteni öncesinde 20 dakikalık bir spor bülteni yayınlamaktadır. Ayrıca gündemde önemli bir futbol aktivitesi varsa spor bültenlerindeki standart yerinden kurtularak, birçok televizyon kanalının ana haber bültenlerinde günün önemli olayı kategorisinde haberleştirilmektedir. Klasikleşen bu yayın akışının ötesinde; milli birlik ve bütünlük havasında oynanacak olan milli maç ya da “temsilcilerimizin” Avrupa kupası maçlarında ana haber bültenleri stadyumlardan ya da stadyum önlerinden sunulmaktadır. Böyle dönemlerde futbol, televizyonun merkez üssü haline gelmektedir. Anchorman’ler taraftarlıklarını kanıtlayan renklerde kravat ve benzeri göstergeler taşımayı kendileri için milli bir görev olarak kabul etmişlerdir. Haber bülteni aktarılırken ekranın bir köşesinden “Galatasaray korner kullanıyor”, “Fenerbahçe’nin topu direkten döndü”, “Sivasspor atakta” gibi maç esnasında olan biten aktarılmaya çalışılır ve gol Futbolun televizyonda yeniden üretimi 129 anlarında haber akışı kesilir, stadyumlardaki muhabirlere canlı bağlantılar yapılarak kamuoyunu bilgilendirme görevi eksiksiz yerine getirilmektedir. Futbol merkezli spor programlarından en önemlisi genellikle canlı maç yayınlarının sonrasında yapılan yorum programlarıdır. Bu programlar içerik bağlamında yoğunluğunu oynanan oyundaki taktik ve teknik eksiklikler, kazananın neden kazandığı ya da kaybedenin hangi gerekçelerden dolayı kaybettiğini ortaya koymaya çalışan bir sunum tekniğine dayandırmaktadır. Takımlardaki eksiklikler, saha koşulları, takımların fizik ve kondisyon durumları gibi unsurlar istatistiksel verilerle desteklenerek analiz edilmektedir. Bu program türünün katılımcı sayısı genelde iki ya da üç olarak belirlenir. Fakat katılımcı profili oldukça zengindir. Çok farklı alanlardan kişilerin futbol yorumları programa farklılık ve zenginlik kazandırmaktadır. Katılımcıların genel çizgiler çerçevesinde futbol konuşmaya çalıştıkları bu programlarda; maçlardan önemli anlar, maç öncesi ve sonrası renkli görüntüler yükselen bir tempo ile yayınlanarak futbolun “show business” yönü öne çıkarılmaktadır. Kanal 24’te Takım Oyunu’nda Bilgin Gökberk hiç futbol oynamamasına rağmen ilginç yorumlar yapabildiği için yorumcu olabilmektedir. “Stadyum” programında Erdoğan Arıkan maç öncesinde takımların stada nasıl geldiklerini, maç sonrasında hangi futbolcunun ne dediğini ve taraftarlardan gelen e-postaları “tarafsızca” aktarmaktadır. Mehmet Demirkol maçı statta izledikten sonra yapacağı yorumlarını televizyonda tekrar tekrar izleyerek düzeltebililmektedir. Ömer Üründül’ün, Hıncal Uluç’un ve Rıdvan Dilmen’in televizyondan maç izleyerek oyun hakkında yorum yapmaları, futbolun kendi gerçekliğine yabancılaşmış bir topluluğun televizyon aracılığıyla mekanik bir futbol söylemini toplumsal arenada yeniden üretip, dolaşıma sokmalarını göstermektedir. Tartışmalı bir pozisyon sonrasında yapılan “çok net gözükmüyor başka açı var mı?” isteklerine “kameranın görmediği bir açı hep vardır” diyerek yaptığı yorumuyla Mehmet Demirkol televizyon futbolunun yumuşak karnının her zaman bulunacağını belirtmektedir. Futbol programları arasında en ilginç olanı magazinsel futbol yorum programlarıdır. Magazinsel yorum programı genelinde dört ya da dörtten fazla katılımcıyla gerçekleştirilen, benzerlerine göre izleyiciyi futbolun gerçek mekânlarından daha fazla uzaklaştırarak kendi kurgusal mekânına hapseden ve uzun süreli bir program türüdür. Kısmen de olsa belirli maçlardan çok kısa özet görüntüler verilebilir fakat programın ana konusu katılımcılar arasında tartışma üretebilecek her şeydir. Şike, teşvik primleri, hakem hataları, 130 M. Şeker – A. Gölcü futbolcular ve kulüp başkanları arasındaki tartışmalar en popüler konular arasında yer alır. Her hafta bu ya da buna benzer konular masaya yatırılır ve program sonrasında hiçbir çözüm bulunamadan bir başka hafta tekrar ele alınmak üzere masadan kaldırılır. Abartı ve çatışma iyi bir magazinsel futbol yorum program formatının zorunluluğudur. Nasıl olursa olsun birileri canlı yayında tartışmalı, hatta kavga çıkarmalıdır. Katılımcılar çoğunlukla taraftar kimliğiyle ön plana çıkmış ve çatışma üretebilecek yetenekteki eski futbolcular, eski hakemler ya da eski yöneticiler arasından seçilir. Katılımcıların kullandığı dil argo olmalıdır. Ara sıra yanlışlıkla da olsa küfür etmek, programın popülaritesi açısından oldukça faydalıdır. Program formatına uygun olarak, Turgay Şeren’in “Telegol”de canlı yayında “yok anasının ...” diye küfretmesi kahkahalarla geçiştirilecek basit bir sinirlilik anıdır. Eski hakem Ahmet Çakar eğer Fenerbahçe Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek finale çıkarsa bikini giyeceğini vaat etmekten çekinmez. Ömer Çavuşoğlu ve Aziz Üstel canlı yayında “ebedi dostluk” samimiyetinde birbirleriyle alay ederler. Fenerbahçeli eski futbolcu Ziya Şengül, Galatasaraylı Adnan Aybaba’ya bağırıp, hakaret etmeyi takımının şerefini kurtarmak için görev saymaktadır. Bir başka programda Beşiktaşlı Kazım Kanat “G.Saray, Ze Roberto ile anlaştı ancak Fenerbahçeli Alex devreye girip, ‘Gitme, paranı alamazsın’ dedi ve vazgeçirdi. Şimdi Beşiktaş için aynısı söz konusu" diyerek futbolcuyu Türk futboluna ihanetle suçlamaktadır. Televizyon yayın akışı içerisinde sıkça karşılaşılan bir diğer futbol program türü ise canlı maç yayınlarıdır. Canlı maç yayınlarının TV programı kategorisine alınmasının gerekçesi; televizyonun sahada var edilen futbolu, özgün yapısından kopararak kendi gerçekliğine göre yeniden üreterek program formatında yayınlamasıdır. Canlı olarak yayınlanan maç televizyon gerçekliğine dönüşmekten kurtulamaz. Tarihsel çerçevede düşünüldüğünde canlı maç yayınları televizyon futbolunun oluşumunun en önemli aşamasıdır. Zamanla futbola endeksli bir televizyon teknolojisinin gelişmesi ile bu tip programların da formatlarında değişiklikler yapılmış ve teknolojik gelişmelerle futbol daha teknik bir olguya dönüşmüştür. Futbol sahada belirli kurallara bağlı olarak oynanan bir oyun olmaktan çıkmış, stadyumdan futbol dışı birçok ilginç görüntünün maç esnasında aktarıldığı bir karnavala dönüşmüştür. Gol attıktan sonra tribünlere koşan Hakan Şükür’ün sevinen kızı ve eşi, aile saadetleri unutulmadan ekranlara taşınmaktadır. Trabzonsporlu İbrahima Yattara maç esnasında yaptığı sıradan faullerin tekrar tekrar gösterilmesi ve siyahî futbolcu olmanın verdiği olumsuzlukla yılın en hırçın Futbolun televizyonda yeniden üretimi 131 futbolcusu seçilebilmektedir. Maçı izleyici için canlı yorumlayan İlker Yasin, görüntüsüyle olmasa da sesiyle bu eğlenceye eşlik etmektedir. Penaltı olarak yorumladığı pozisyonun görüntü tekrarı sonrasında gönül rahatlığıyla “hiç de bir şey yokmuş canım” diyebilmektedir. Takım elbiseleriyle şeref tribününü dolduran devlet erkânını kameralar selamlamalı ve stadyumdaki taraftara “sayın bakanımız ……. stadyumu teşrif etiler” anonsu televizyon izleyicisine eksiksiz olarak aktarılmalıdır. Maç yayınlarının büyük kazançlar sağlanan bir organizasyona dönüşmesi ile canlı maç yayınları büyük miktarda paralarla ücretli kanallara transfer edilmiştir. Bu süreç sonrasında ulusal lig yayınlarını şifreli kanallara kaptıran televizyon kanalları içeriklerini Avrupa liglerinden maç yayınları ile doldurmayı tercih etmişlerdir. Bugün birçok TV kanalının prime-time yayın saatlerinde; Almanya, İngiltere, İspanya, İtalya, Fransa liglerinden naklen maç yayınları yapılmaktadır. İngiltere ulusal ligi Premier Lige’nin şampiyonunun belirleneceği son haftasında, şampiyon adayları Chealsea ve Manchester United’ın maçları eş zamanlı olarak Fox TV sayesinde futbol severlerle buluşturmuştur. NTV bu atağa İspanya ligi La Liga’dan Real MadridBarcelona maçının yayını ile cevap vermiştir. Kanal 24, İtalya ligi Seri A’yı İtalyan müzikleri eşliğinde verirken, Fransa ligi bir başka kanalda yayınlanmaktadır. İzler kitlenin yoğun ilgisi sonrasında yabancı liglerden maç yayınlarını elde edebilmek için çetin bir mücadele başlamıştır. Bugün televizyon kanalları yabancı liglerden maç yayınlarını alabilmek için ciddi miktarlarda paralar ödemektedirler. Bir yabancı ligin yayın hakkı gelecek sezonda başka bir TV kanalına transfer edilebilmektedir. Bu yayın haklarıyla ilgili transferler haftalar öncesinden futbolseverlerle paylaşılmakta ve futbolseverler bu görsel şova davet edilmektedir. Maç yayınlarının yanı sıra genellikle hafta sonlarında Avrupa liglerindeki puan durumu ve o hafta oynanan bütün maçlardan özet görüntülerin verildiği küçük çaplı programlar da maç yayınlarını desteklemek için yayınlanmaktadır. Yakın dönemde televizyon kanallarında yer almaya başlanan futbol programlarından birisi de, futbol bahis oyunları için yayınlanan “iddaa” programlarıdır. Genel olarak bahis oynanacak olan maçlar hakkında istatistiksel bilgiler ve bahis oranları hakkında bilgiler programın içeriğini belirlemektedir. Bu tarz programların temel işlevi futbolu ekonomik bir getiri unsuru olarak izleyiciye kabullendirtmektir. Programın formatı tamamen bu amaç doğrultusunda kurgulanır. Show TV’de yayınlanan “İddialı Yorum” programını istatistik dünyasının önde gelen ismi olarak sunulan Dr. Gürkan 132 M. Şeker – A. Gölcü Kubilay sunmaktadır. Futbolun ekonomik yönü program formatının merkezinde olduğu için ekonomist ve futbol yorumcu kimliğiyle bilinen Deniz Gökçe ve Avrupa liglerinin uzman ismi olarak tanımlanan Ogan Tarhan da program katılımcıları olmayı hak etmektedirler. İddia programına bir başka örnek program ise TV8’de yayınlanan “Bay Tahmin”dir. Program içerik, yöntem ve format açısından “İddialı Yorum”un birebir aynısıdır. İddia programları ayrıca yerli ya da yabancı maç yayın haklarını elinde bulunduran şifreli yayın kuruluşlarının da yayın akışlarında yerlerini almışlardır. Özellikle Lig TV’de dünya liglerindeki bütün takımların bahis oranları aktarılmakta ve bu takımların son durumları iddia programlarında mercek altına alınmaktadır. Bu programlar ekseninde oluşturulan futbol söyleminde futboldaki şans faktörü tamamen yok sayılarak rasyonel bir futbol gerçekliği üretilmektedir. İstatistik bilimi futbolun merkezinde yer almakla yetinmez, sahada oynanan futbolun iç dinamiklerini dahi etkileyen ve şekillendiren bir güce dönüşmüştür. Varoluşunu insan merkezli bir örgütlenmeden alan futboldan insan öğesi soyutlanmıştır. Herhangi bir futbolcunun yüzde kaç oranında isabetli pas verdiği, hangi kanatta geometrik olarak daha düzgün orta yapabildiği, kaç tane isabetli pas verdiği, hangi hücum organizasyonunda daha verimli olabileceği bilgisayar destekli teknik bir formatta yeniden üretilerek izleyiciye aktarılır. Futbolu böylesine rasyonel bir zemine oturtmaya çalışılan program, futbolu metalaştırarak tamamen ihtimallere bağlı olan bir şans oyununun takipçilerine veri sağlamak için kurgulanmıştır. SONUÇ Günümüz koşullarında futbol, televizyonun sağlamış olduğu teknik koşullar ve onun dramatize ederek uygun bir söylem çerçevesine oturtması ile aktarılmaktadır. Kuşkusuz futbolu bu dönüşüm sürecine zorlayan etmen, televizyonun kullanabileceği bütün içerikleri televizüel biçimlere dönüştürerek kendi gerçekliği olarak sunmasıdır. Televizyon futbol gerçekliğini kırarak kendi bünyesinde yeniden üretir. Futbol televizüel dönüşüm aşamalarından geçirildikten sonra kendi özgün koşullarından kopartılarak, televizyon içeriğinin bir parçası olmuştur. Bir eğlence aracı olarak televizyon ele aldığı her türlü içerik gibi, futbolu da kendi anlatısına uydurmaktadır. Kaldı ki futbol içerik olarak, televizyonun anlatısına uygundur. Yapay ve önemsiz tartışmaların yaşanabileceği konular sunan futbol, tam da televizyonun bu özelliğine uygun düşmektedir. Bir Futbolun televizyonda yeniden üretimi 133 eğlence, dinlenme ve vakit geçirme aracı olarak kullanılan televizyon ve benzer amaçlar için bağlanılan bir oyun olan futbol, birbirlerini karşılıklı olarak geliştirmektedir. Türk televizyonlarında da futbol, yüksek raiting sağlayan ve izleyicisi garanti bir program türü olarak oldukça yaygın şekilde işlenmektedir. Futbola ilişkin içeriğin yeniden üretiminde, Batı ülkelerindeki benzerleri gibi, Türk televizyonlarında da futbol, daha sansasyonel, daha tempolu, çatışma, yarış ve rekabet duygusunun öne çıkarıldığı bir tarzda yeniden üretilmektedir. Televizyona özgü durmamacasına akış özelliğine uygun olan futbol, sürekli haber ve program malzemesi sağlayan bir oyundur. Lig dönemlerinde olduğu kadar, futbolun tatilde olduğu dönemlerde de bu oyuna ve oyunun aktörlerine ilişkin zengin malzeme bulmak olanaklıdır. Futbol Türk televizyonlarında; canlı yayın, spor haberi, magazinsel yorum programları, analiz programları, bahis programları gibi farklı türlerde, çok sayıda programın içeriğini oluşturmaktadır. Farklı anlatısal özellikleri bulunan bütün bu programlara bakıldığında, televizyon anlatısının ana özelliklerini taşıdığı görülmektedir. Dolayısıyla televizyondaki futbol, sahadakinden farklı, gerçekliğinden koparılmış, mekanik bir şekilde yeniden üretilen bir televizyon gerçekliğine dönüşmektedir. KAYNAKÇA Adaklı, G. (2001). Televizyon türlerinde dönüşüm. A.Ü. İletişim Fakültesi yıllık 1999, Ankara: A.Ü. İletişim Fakültesi. Arık, B. M. (2004). Medya çağında futbol ve televizyon arasındaki kaçınılmaz ilişki, top ekranda. İstanbul: Salyangoz. Authier C. (2002). Futbol A.Ş. (çev: Ali Berktay). İstanbul: Kitap. Babaoğlu H. (2002). Maç 90 dakikadan sonra başlar. İçinde: B.Tut (der.). Top bir dünyadır. İstanbul: Yapı Kredi. Bourdieu, P. (1997). Televizyon üzerine (çev:T. Ilgaz). İstanbul: Yapı Kredi. Çupi, İ. (2002). Futbolun ölümü. İstanbul: İletişim. Ellis, J. (1999). Televizyonun anlatısı (çev: A. İnal). A.Ü. İletişim Fakültesi yıllık 1997-1998. Ankara: A.Ü. İletişim Fakültesi. Fiske, J. ve Hartley, J. (1992). Reading television. London: Roudledge. Galeano, E. (1998).Gölgede ve güneşte futbol (çev: E. Önalp &M. N. Kutlu). İstanbul: Can. Hamil, S. (1999). A whole new ball game? İçinde: S. Hamil,& J. Michie, & C. Oughton (eds.). Business of football. Edinburg and London: Mainstream. Holland P. (1997). The television handbook. London – New York: Routledge. 134 M. Şeker – A. Gölcü Huizinga, J. (1995). Homo ludens (çev: M. A. Kılıçbay). İstanbul: Ayrıntı. İnal, A. (2001). Televizyon, tür ve temsil, A.Ü. İletişim Fakültesi yıllık 1999, Ankara: A.Ü. İletişim Fakültesi. Kaplan, Y. (1993). Televizyon. İstanbul: Ağaç. Kıvanç, Ü. (2001a). Kesin ofsayt: Televizyon futbolu ve futbol medyası. İstanbul: İletişim. Kıvanç, Ü. (2001b, 18 Şubat). Aydınlar futbolu anlamak zorunda. Hürriyet Cumartesi. Klose, A. (2001). Televizyon futbolu. Futbol ve kültürü. İçinde:R. Horak & W. Reıter & T. Bora (eds.). İstanbul: İletişim. Kozanoğlu C. (1990). Türkiye’de futbol: Bu maçı alıcaz. İstanbul: Kıyı. Kurultay & Aytayman (1997). Futbol kültürü tartışmaları. İçinde: M. Kurt & V. Aytayman & T. Kurultay (der.). Arena’da show: modern sporun dünü ve bugünü. İstanbul: Sorun. Mutlu, E. (1999). Televizyon ve toplum. Ankara: TRT. Postman, N. (1994). Televizyon öldüren eğlence (çev: O. Akınhay). İstanbul: Ayrıntı. Stemmler T. (2000). Futbolun kısa tarihi (çev: N. Aça). İstanbul: Dost. Şahin, M. (1998). Spor ve ahlâkı. İstanbul: Evrensel. Tomlison A. (1999). The games up: Essay in the cultural analysisi of sport. Leisure and popular culture. Aldershot: Ashgate Arena. Vassaf, G. (1996). Cennetin dibi. İstanbul: Ayrıntı. Whannel, G (1992). Fields in vision. London and New York: Routledge. İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 26 Kış-Bahar 2008, s.135-168 Makale Futbolda görsel kimlik öğesi olarak kulüp armaları Mete Çamdereli1 Mert Gürer2 Öz: Futbolda görsel anlatımın öne çıkaran en temel öğe, kuşkusuz, yoğun bir simgesel değere sahip olan kulüp armalarıdır. Armalar da, doğal olarak, çeşitli özgün çizim, betim ve renksel bezemelerden oluşmuş estetik biçemleriyle, kurumsal öyküleri de özümsemiş olarak bakış öznesine sunulur. Derin yapıya yöneltilmiş derinliğine bir bakış işlemi için, armaları öncel ve sıradan bir bakış taramasından uzaklaştırıp, özgül ve etkin bir bakış odaklanması altına doğru seçilip derlendikten sonra Türkiye Süper Ligi’nde yer alan 18 futbol kuruluşunun arması, görsel gösterge olarak incelendi. Çıkış-metin işlevi gören armaların okumasında, bütünü oluşturan tasarımların yapıbirimlerinin biçimsel özellikleri ve içerik düzlemi açklandı. Çözümlemeler, en sık kullanılan renkbirimlerin beyaz ve kırmızı olduğunu, ulusal ve kent görselleriyle kentlerin ve/ya da kentsel değerlerin vurgunlandığını gösterdi. Anahtar sözcükler: Futbol, arma, logo, görüntü gösterge. Emblems of soccer clubs as visual identity component Abstract: The most essential component which highlights the visual narrative in soccer are, without a doubt, emblems of soccer clubs which have intense symbolic value. Emblems with their aesthetic style, which is formed by their authentic design, description and color ornaments, are also presented to the subject of view that assimilates the corporate stories. 18 Turkish Super League clubs’ emblems were studied. The structural units of formal qualities and the content level were analyzed. The findings showed that white and red were the mostly used color units and national city values and city landmark visuals were reflected in the designs of the emblems. Keywords: Soccer, emblems, logo/type, visual sign. 1 2 Doç. Dr., Kocaeli Üniversitesi İletişim Fakültesi; e-posta: mcamdereli@yahoo.com Arş. Gör., Kocaeli Üniversitesi İletişim Fakültesi; e-posta: mertgurer@yahoo.com 136 M. Çamderelei – Mert Gürer GİRİŞ Futbol kulüpleri, varoluş alanlarında diğer kurumsal yapılar gibi, kendilerini türdeşlerinden farklılaştıran ve kendilerine kolay tanınırlık/ bilinirlik sağlayan kurumsal kimlik tasarımlarını önemserler. Ayırıcı işlev olgusunu üstü kapalı biçimde üstlenen kimlik tasarımları, değişik görsel araçlarca -kartvizitler, zarflar, çıkartmalar, levhalar, alınlıklar gibi- yaygın kitlelere ulaşır ve alımlayıcılarına kulübün bütüncül bilgisini iletirler. Futbolda görsel kimliği öne çıkaran en başat öğe, kuşkusuz, yoğun bir simgesel değer içeren kulüp armalarıdır. Kulüpler, ölçülü ve ölçünlü olarak kurgulanmış armalarda boy verir, kendilerini armalarıyla ifade ederler. Armalar da, doğal olarak, çeşitli özgün çizim, beti, betim ve renksel bezemelerden oluşmuş estetik biçemleriyle, kurumsal öyküleri de içkinleştirmiş olarak bakış öznesinin görsel belleğine sunulur. Her biri âdeta bir görsel şölen ve imge dağarı olan kulüp armaları, görsel belleğe kaydedilmeye ve gerektiğinde sahibi için belleğin dolambaçlı yollarından geri çağrılmaya elverişli donanımlarıyla armalar dünyasında ayrıcalıklı yer edinirler. Kendi dizisel bağlamında bile karşıtlık ilişkileri kurabileceği öteki kulüp armaları arasından seçilebilirlik yetenekleri yüksektir; ve her düzeyden görsel uyarı ve kışkırtıyla alımlayıcı belleğini güncellemeye yatkındırlar. Değişik toplumsal yaşam alanlarında yandaşlarınca baş tacı edilebilecek denli öncelenen kulüp armaları, neredeyse bayraklaştırılan, hatta daha ileri giderek, deyim yerindeyse kutsallaştırılan görüntübirimlerdir; ilk bakışta yalın bir yapıda oldukları düşünülse bile, bakış derinleştikçe girişik ve karmaşık bir bütünlük sundukları öngörülebilirdir. Derin yapıya yöneltilmiş derinliğine bir bakış işlemi için, armaları öncel ve sıradan bir bakış taramasından uzaklaştırıp, özgül ve etkin bir bakış odaklanması altına doğru itmek gerekir. Seçilerek derlenmiş bir bütüncenin çözümleyici bir okuma edimine tabi tutulması amaca uygun sonul bulgular elde etmek için kaçınılmazdır. İnceleme, Türkiye Süper Ligi’ndeki kulüp armalarıyla sınırlandı. Süper Lig’de yer alan futbol kuruluşlarının kimliğini gündelik iletişim ortamına taşıyan, kimliğin öyküsünü alımlayıcıyla buluşturan ve öykülerin anlatı evrenini diri tutan 18 arma, okuma edimi için birer görsel gösterge olarak incelemede kullanıldı. İncelemede, önce futbol ve marka olgusuyla ilgili genel bir gerşplan ve kuramsal tartışma sunuldu ve ardından kulüp armalarının söylemi açıklandı. Takım armaları 137 TARİHSEL GERİPLAN VE KURAMSAL ÇERÇEVE Futbol olgusu: Eğlensel oyundan tecimsel söyleme Gündelik yaşamın vazgeçilmezleri arasında yerini alan ve kitleleri derinden etkileyen futbolun nerede ve ne zaman başladığı konusunda, yazık ki, elde kesin veriler yok. Günümüze ulaşabilen tarihi buluntulardan, top oyununun Sümerlere dek uzandığı anlaşılıyor. İ.Ö. 2500’lerde ise Çin’de, İmparator Huang - Ti’nin askerlerinin, toprağa dikilen iki direk arasından bir topu geçirerek yarıştıkları kayıtlara geçiyor3. Öte yandan, eski Türklerin de futbola çok benzeyen ve adına “tepük” dedikleri bir top oyunu oynadıkları konusunda sağlıklı bilgi ve verilere (Arıpınar, 1992) ulaşmak mümkün. Yönümüzü Akdeniz ile Avrupa’ya doğru çevirecek olursak, çeşitli duvar resimlerindeki ‘top oynayan insan’ figürlerinden, futbolun Mısır Uygarlığı’nda da oynandığı anlaşılıyor. Ayrıca, Sezar döneminde Romalıların, Harun Reşit döneminde de Arapların topla oynadıkları, Yunanlı şair Homeros’un Odissea’sında, ifade ediliyor (Arıpınar, 1992). Futbolun belirli kurallar eşliğinde oynanması, ilk kez İ.Ö. 100’de Sparta’da görülüyor. Günümüzdeki kuralların temeli ise ‘harpastum’ ile atılıyor. Ayakla olduğu gibi elle de oynanabilen bir futbol olarak Harpastum, önce topu kapmak, sonra da el ve ayak vuruşları ile rakip savunma alanına taşımaktan ibaretmiş; sert kurallarıyla Romalı askerlere savaş taktiklerini ve manevra yeteneklerini geliştirme imkânı sağlayan bir oyun olarak biliniyor. Ortaçağda Romalı askerler ve Fransızlar tarafından oynanan ‘La Soule’ de, ayrıca, futbola son derece yakın bir oyun olarak görülüyor (Arık, 2004). Bütün bunlarla birlikte, futbol, bugünkü kurallara en yakın durumuna 17. yüzyıl İngiltere’sinde kavuşuyor. Kuralların şekillenmesinde İtalya’dan gelen ‘Calcio’nun da önemli etkisi bulunmaktadır. II. Charles ile İngiliz soylularının İtalya’da görüp beğendikleri ve kendi ülkelerine götürdükleri Calcio, belirli kurallarıyla günümüz futboluna çok benzeyen bir oyun; iki eşit parçaya ayrılmış geniş bir alanda ve 27’şer kişilik takımlar arasında oynanır ve kural 3 Çin kaynaklarına göre, futbol İ.Ö. 2697 civarında, efsanevi ‘beş imparator’dan biri olan Huang-ti zamanında oynamaya başlamıştır. Çinliler bu oyunun adını ts’u kü demekte haklıydılar: ‘top(kü), ayakla oynamak(ts’u)’. Yaklaşık onar kişiden oluşan iki takım dört köşeli bir oyun sahasında başlangıçta içi tüy dolu masif bir topu, bambu direklerinden yapılmış ve fileyle örülmüş olan yaklaşık beş metre yüksekliğindeki bir kaleye sokmaya çalışırdı. Bkz: Stemmer (2000: 13). 138 M. Çamderelei – Mert Gürer olarak ayakla vurularak götürülen topun rakip kaleye sokulabilmesine dayanır (Arıpınar, 1992). Modern futbol İngiltere'den dünyaya yayılırken, ülkemize, belli başlı liman kentlerine yerleşen İngilizler tarafından getirilmiştir. Osmanlı topraklarında ilk futbol maçının 1875'te Selanik'te oynandığı ve daha sonra 1877’de İzmir'in Bornova düzlüklerinde futbol maçları yapıldığı da biliniyor.4 Tarihçesinden daha çok eğlensel bir işlev okunan futbol olgusu, bugün tecimselleşmiş bir serbest zaman etkinliği olarak dünyaya yayılmış FIFA gibi uluslararası bir federasyon çatısı altında örgütlenmiştir. Ulusal federasyonlar, konfederasyonlar ve kulüpler hep FIFA’nın denetim ve yönetimi altındadır. Günümüzde ulusal federasyonlar, kendi maçlarını düzenlerler. Uluslararası müsabakalardan Olimpiyat Oyunlarındaki Futbol Turnuvası’na ve Dünya Kupası’na dek tüm resmi karşılaşmalar FIFA’nın bilgisi altında gerçekleşir. Her geçen gün kendini fiziki ve kültürel olarak yenileyen ve seyircitüketicinin ihtiyaçlarını önceleyen modern futbol, artık, oldukça devingen bir oyun olarak izleme hazzını diri tutan bir sektör durumuna gelmiştir. 19. yüzyıldan sonra on birer kişilik iki takım ve dört hakem ile 90m x 45m boyutundaki iki yarı alanlı bir çim sahada oynanır olmuş; uluslararası organizasyonlar, farklı statülerde gerçekleştirilen turnuvalar ve her ülkenin oluşturduğu ligler ile kolaylıkla geniş kitlelere yayılabilmiştir.5 Bugün, hemen hiçbir spor dalı futbolla boy ölçüşebilecek durumda değildir. Özellikle gelir getirmeyen spor dalları serbest zamanların değerlendirilmesinde popülerliği olmayan etkinlikler konumundadır. Futbolun beşiği olarak nitelendirilen İngiltere ile başlayan uzmanlaşma süreci, sanayi devrimi ile beraber kurumsallaşmış ve kendi işleyişini sağlamlaştıracak bir organizasyon şemasına ulaşmıştır. Kitlelerin eğlenmeye ve yarışmaya olan açlığını araçsallaşarak doyurmaya girişen futbol da böylece bir serbest zaman hobisi olarak giderek profesyonelleşmiş, kültür endüstrisinin de yardımıyla artı kazanç sağlamaya yönelik bir spora dönüşmüştür. Bu dönüşüm 4 5 Doğrudan futbol ile ilişkili olmasa da, maç, karşılaşma ve ezeli rekabet denince spor tarihimizde önemli yer tutan Bamyacılar ile Lahanacıları burada anmamak olmaz. Bamyacılar ile Lahanacılar, Osmanlı devrinin en büyük ve köklü iki kulübüydü. Saray merkezli spor-savaş oyunu karşılaşmaları çoğu kez günümüzün kulüp maçlarını andırırcasına bu ikili arasında yapılırdı Bkz: Sakaoğlu (2002: 48–51). Ülkemizde de farklı statülerde kademeli olarak mücadele veren birçok futbol kulübü bulunmaktadır. Kulüpler, 7 farklı lig -Turkcell Süper Lig, Bank Asya 1. ligi, TFF 2. ligi, TFF 3. ligi, Amatör Ligler, PAF ligi, Bayanlar Ligi- çatısı altında bulunmaktadır. Bkz: http://www.tff.org/Default.aspx?pageID=119. 20.03.2008. Takım armaları 139 sonucunda, tarihsel serüveni eğlensel bir stratejik oyun olarak başlayan ve bireyin kendisiyle birlikte rakibinin de zihinsel ve fiziksel gelişimine katkı sağlayan futbol, doğal olarak, kapitalist süreçte tecimselleşerek metalaştı; değişim ile kendine bir pazar ortamı oluşturdu. Yaşanan değişim, öncelikle futbolcu transferlerinde kendini gösterdi. Piyasa kurallarıyla oyun olgusundan koparak birer tecimsel meta haline gelen oyuncular, ekonomik değere indirgenmiş oyunlarda kendileriyle birlikte kulüplerin de tecimsel çıkarlarını gözeten tüketim nesnelerine dönüştüler; zevk ve hazzı kara dönüştüren aktörler olmak rolünü üstlendiler. Değişim rüzgarı, kuşkusuz, kulüpleri de önüne kattı; yeni tecimsel açılımlara (borsa, sportif ürün üretimi, transfer gibi) zorladı. Kulüpler de, doğal olarak, futbolcular gibi sıkı ekonomik rekabet koşulları altında kaldılar. Herkesin kolaylıkla anlayabileceği türden tecimsel kurallar manzumesiyle beslenen bu yeni ya da yeniden üretilmiş futbol anlayışı, ürünlerin (forma, şapka, rozet, atkı vb.) satılabilmesi için futbol tüketicisinin hizmetine yeni rol modeller üretti. Futbol için kurgulanan tüketim çevrimi, kitle iletişim araçlarının yoğun desteğini yanına alarak ve gündem belirleme gücünü kuşanarak, ünlendirdiği oyuncuları takımların tecimsel kaygılarına karşılık gelebilecek kıvamda durmaksızın güncelledi. Futbol, böylece, kitlelerin ve gelecek nesillerin yönlendirilmesinde araçsal bir işlev yüklenerek toplumsal, siyasal, ekonomik bunalımları perdeleme ya da küresel insanlık sorunlarını gündem dışı tutabilme gibi görevleri ustalıkla yürütür duruma geldi. Tarihsel birikiminden koparak küresel sermaye içerisinde kendini ideolojik ve ekonomik söylem alanında sürekli yeniden üreten futbolun, tam da bu noktada, kitlelere yepyeni bir yaşam kültürü aşıladığı ve değişik bir inanç ortamı oluşturduğu kolaylıkla söylenebilir; hatta kendi tasarladığı çeşitli ritüelleri -uygun giyinme, uyumlu söz üretimi, bağımlı cemaat davranışı gibitüketici kitlesine dayattığı da. Dahası, bir endüstri kolu olarak, artık neredeyse dinsel bir işlev yerine getirdiği ve dinsel bir dil kullandığı da saklı değildir.6 Futbol, icat ettiği, ardından hızla dolaşıma, tüketime ve kullanıma soktuğu ikonlar, idoller, yıldızlar, deyim yerindeyse, yeni tanrılar aracılığıyla din dışı kutsallar üretmekten geri durmaz (Arık, 2004:185). Sonuçta, sıradan futbol olgusu, kapitalizmin kültürel, siyasal ve ekonomik değer üretim sürecinde kendini birden sıra dışı bir konumda bulur ve 6 Sahanın kiliseye, taraftarın cemaate benzetildiği çalışmalar için bkz: Berger (1996). 140 M. Çamderelei – Mert Gürer üzerinden umut tacirliği yapılan bahisler ile reklam paylarının oyuncağı durumundaki bir söylem alanını belirler. İşlevleri söylemleri korumak ya da üretmek olan bir söylem cemaatinin (Foucault, 2003) istençli ya da istençdışı isterleri doğrultusunda, doğal olarak, markalaşmanın çileli yollarını kat eder ve marka imparatorluğunun dehlizlerinde yönünü ve konumunu yitirmemek için yoğun çaba harcar. Futbolda markalaşma ve görsel kimlik Markalaşma ve marka iletişimi için gerekli konumlandırma, tutundurma ve sadakat oluşturma çabasında görsel kimlik çalışmaları vazgeçilmezdir. Görsel kimliğin vazgeçilmezi ise kurumsal algı ve kültürü her yönüyle betimleyen logo tasarımlarıdır. Kurumsal hedefler açısından yeterince zengin ve yetkin bir imge yüküyle donatılan logolar kurumsal kimliğin dışa açık yüzü ya da kuruluşların muhataplarına gösterdikleri kartvizitleridir. Yukarıda gelişimini izlediğimiz futbol kulüpleri de, markalar deryasına yelken açarken genelde görsel kimliğin özelde logonun güncel öneminin ve ekonomik değerinin farkına vardılar. Bu anlayış değişikliği, iletişim etkinliklerinin markalaşmanın isterleri doğrultusunda harekete geçirilmesine yol açtı. Futbolun oyun ve eğlenceden sektörel söyleme doğru kayması, beraberinde armaların da yalın biçimde yürüttükleri temsili işlev ve yeteneklerinin yitmesini getirdi. Takım armaları, bu durumda, yerlerini kar maksimizasyonu ve tecimsel kimlik inşası gibi amaçları meşru kılan bir dizi ekonomik değere evrildi ve eğlensel hazzın peşinde gözü dönmüş bir tutum geliştiren yeni tüketici kültüründe tıpkı diğer armalar gibi buharlaşarak logolaştı. Artık sıradan bir takım işareti ya da öbürünü berikinden ayıran simgesel düzeyli yalın bir araç değil, bir kuruluşun marka serüveninde öne çıkan tecimsel iletişim öğeleriydiler. İnceleme ve çözümleme süresince “logo” terimi yerine “arma” kavramını, tekil ve içkin bir okuma işlemi gerçekleştirme kaygısıyla kullanıldı. Çünkü içkin bir incelemede ön koşul, inceleme nesnesinin olabildiğince artıkbilgi yükünden arındırılmış olarak kendi içinde ve kendisi için incelenme olanağı bulmasıyla yerine gelir. Armalar marka kimliğinin vazgeçilmezi olarak değil de takım ya da kulüplerin yalın ve hesapsız bir göstergesi, görsel temsilcisi olarak ele alındı, ama öte yandan, amblematik bezemelerle dolu takım armalarının, tecimsel karakterli karşılığı kuşkusuz göz ardı edilmedi. Arma ile logonun terimsel kaygılarını bir yana bırakacak ve yöntemsel tutumu da izleyen başlıklara öteleyecek olursak, iyi tasarlanmış logoların, Takım armaları 141 aşağıdaki çizimde de görselleştirilmeye çalışıldığı üzere, ayırt edici birer işaret ya da alamet olmanın ötesine geçmiş, daha çok ekonomik değer çerçevesinde kaliteyi, güvenirliliği ve özgünlüğü açık ya da gizli biçimde imgeleyen bir sürü bilginin onaylayıcıları haline gelmiş olduklarını (Knapp, 2003: 90) söyleyebiliriz, hatta sadece görüneni değil görünmeyeni anlattıklarını da. Öyle ki, logolar barındırdıkları amblematik simgeler, şekiller, beti, betim ve çizimler ile çağrışımlar yaratarak kurumsal kültüre karşılık gelen kavramsal bir bütüne ulaşılmasına yardımcı olur ve arkalarındaki kurumlar ile o kurumların sahip olduğu imajı betimler; kuruluşların yokluğunda, varolan değerinin zihinlerde görselleşmesini sağlarlar (Çamdereli ve diğerleri, 2006). Kulüp logoları kentsel uzamlar ile kitle iletişim araçlarında sıkça görünürlük sağlamak ve görünürlüğünü artırmak amacıyla çeşitli uzamlara konumlanırlar. Geniş bir yayılım alanına sahip bu konumlandırma konusunda bir fikir edinebilmek ve iletişimsel etkisini alımlayabilmek için konumlandırılma uzamlarını kısaca göz atmakta yarar var: • ana uzam olarak takım ya da oyuncu formalarında, • genel uzam olarak stadlarda, otobüslerde, çıkartmalarda, basın toplantıları yapılan yerlerde, • ardıl uzamlar olarak basketbol, voleybol, izcilik gibi takımlarda ve bu takımların yayılım yerlerinde, • bir endüstri uzamı olarak bizzat kulüp ürünlerinde -kaşkol, şapka, çorap, t-shirt vd., • ekonomik değer üretmede paslaşma uzamı olarak başkaca kuruluşların ürünlerinde -banka kartları, telefon kartları vb. gibi hizmetler ile yalama şekerler gibi kimi gıda ürünleri ya da promosyon ürünler. • kurumsal (görsel) kimlik uzamlarında -kartvizitler, antetli kağıtlar, internet ortamları gibi araçlar. Logoları konumlandırılma uzamlarında bulundurmak, kulüpleri kolaylıkla anlatan temel aracın alıcının her an yanında ve yakınında tutmak demektir. Sıradan bir iletişimsel durum ya da olay logoların konumlanması ve alımlanmasıyla kolaylıkla eğretilenir. Örneğin, karşılaşmalar tamamlandıktan sonra medyaya görsel haber olarak geçilen takımlar, çoğu kez logolarıyla birlikte verilir. Böylelikle, oyun içinde takımlar arasında tamamlanmış rekabet medya uzamında sanki logoların mücadelesi olarak sürmektedir. Rekabet, karşılaşma ya da oyunun, öncesinde ve sonrasında ya da saatler önce ve sonra, logolarda ve logolarla soyutlanarak eğretilendiği pekâlâ ileri sürülebilir. 142 M. Çamderelei – Mert Gürer YÖNTEM Çözümleme modeli kurgulama arayışında örneksediğimiz Hjelmslev, bize, Saussure’ün gösterge kuramındaki iki düzlemin (gösteren ve gösterilen) dönüşümlü ve eşbiçimli açılımını sunar. Hjelmslev, ayrıca, daha sonra Barthes başta olmak üzere, birçok göstergebilimcinin de kullandığı yananlam ve düzanlam olgu ve kavramlarını, göstergenin iki değişik değeri olarak ortaya atar. Bilgin’e göre, herhangi bir sözce ilk anlamının dışında (düzanlam), daha başka anlamlar da taşıyabilir. Sözgelimi, bir konuşucunun sözleri, belli bir anlam taşırken (düzanlam), konuşma biçimi de hangi yöreden olduğunu gösterebilir (yan anlam) (Rifat, 1998:123). İçeriğin biçiminde böyle güncellenen anlamlama kodu, aynı zamanda, bağlamsal olarak üretilmiş gösterge dizgesidir. (Çamdereli v.d., 2006). Kulüp armalarına nüfuz etmeye girişirken, futbolda arma ve logo söyleminin, kulüplerin ürettikleri söz ya da sözlerin göndergeleriyle biçimlendiğini öngörmek gerekir. Arma temelindeki bireysel düzeyli sözün, kendinden çok daha geniş bir kültürel anlamlama dizgesine gönderme yaptığını da. Çünkü, sözün üretken ve çoğul niteliği, aynı zamanda, armanın ya da herhangi bir göstergenin söylem alanının oylumlu kaplamını betimleyicidir. Arma gibi çok üretken bir sözün söylem alanını bulgulama girişimi, çözümlemeci için kuşkusuz tümleşik ve durağan bir alanın kimi zaman kımıltı ve salınımlarına tanıklık etmek demektir. Söylemin çalkantılı belirsizliklerinde yitip kaybolmadan, her düzey ve düzlemde önceden sözcelenmiş bütüncül bir yapıyı, yani söylemi bulgulamak yöntemsel tutamaklara sıkıca yapışmakla mümkündür. Kulüp armalarının sözünü okumaya ve irdelemeye girişince, bütünceyi oluşturan tasarımların belirgin, ayırıcı birimlerine, bir başka deyişle bakışı nesneleştiren kurucu yapıbirimlerine odaklanmak gerekeceği açıktır. Bu yapılırken, bir yandan biçimsel özellikler betimlenmeli diğer yandan yüzeyde öne çıkan yapısal birimlerin içerik düzlemine nüfuz edilmelidir. Öyleyse, anlatımın biçiminde tanıklık edilen üst düzeyli görüntüsel birimlerin anlamlama yapısı, içeriğin biçimindeki alt düzeyli konumları hesaba katılarak ayrı ayrı incelenmeli ve sonul bir bireşime ulaşma çabası gösterilmelidir. Ancak, okuma ve çözümleme işlemlerinin bütüncedeki inceleme nesnelerinin niceliği ile doğrudan ilişkili olduğu ve azlık ya da çokluk olgusunun çözümlemecinin ayrıntılandırma konusundaki yöntemsel tutumunu doğrudan etkileyici olduğu da gözden ırak tutulmamalıdır. Takım armaları 143 Ayrıca burada önerilen yöntemsel kesit, Hjemslev’in dil cebirini (glosematik) (Hjelmslev, 1971) kurgularken kuramsallaştırdığı eşbiçimli göstergesel düzenektir. Eşbiçimli düzende çözümlemeci, birinci eklemleme düzeyindeki anlamlı birimlerin sesbirimleri oluşturması (Martinet, 1970) gibi, çift eklemli bir yapı karşısında anlam evrenini öncelikle bütüncül biçimde algılar, ardından bir töz ve biçimden oluşan iki düzlemli -anlatım ve içerik- ve eşbiçimli -anlatımın biçimi ve tözü ile içeriğin biçimi ve tözü- yapıdaki iletinin söylemini biçimler -anlatımın ve içeriğin biçimi- üzerinden bulgulamaya çabalar. Biz de, bu tutumdan yola çıkarak, iki düzlemli yapıdaki göstergesel birimlerden oluşan inceleme nesnemizi yalın ve ayrıntısız bir çözümleme işleminden geçirmeyi uygun gördük ve anlamsal yapıyı, anlatımın biçiminden okunan ‘içeriğin biçimi’nde aradık; bunu yapabilmek için, çözümleme işlemi sırasında atılacak adımları, dildışı gerçeklik dizgesinde kalan tözsel düzeyleri -anlatımın tözü ile içeriğin tözünü- öteleyerek yalnızca ‘biçim’ düzlemlerini üç düzeyde belirledik: Anlatımın biçimi ya da sözcelem düzeyi: Sınırlar: anlatımın tözünden biçimlendirilmiş ve kurgu-içlemi tekil bir yapısal değer olarak öne çıkarabilen tasarımsal çerçeve. Yüzey: anlatım tözünden biçimlendirilmiş ve tasarımın anlamlama düzeyine gönderme yapan biçimsel göndergeler bütünü ya da anlatımın indirgenmiş biçim düzeyi, sınırlanmış görünürlük içlemi. Renksel örüntü: renk tözünden biçimlendirilmiş ve türlü dönüşüm ve değişkelerle (içlemsel) bağlama uygunlaştırılmış renksel anlatı birimleri. İçeriğin biçimi ya da anlamlama düzeyi: Sınırlar: anlatımın biçiminden alımlanmış ve içeriğin tözünden biçimlenmiş değerler bütünü ya da kavramsal alanı çevreleyen işlevsel içerikbirimler. Yüzey: anlatımın biçiminden alımlanmış ve içeriğin tözünden seçilerek biçimlenmiş değerler bütünü ya da görünürlükten yoksun kurgu-içleme özgü tekil anlamsal yapı. Renksel örüntü: anlatımın biçiminden alımlanmış ve renksel içeriğin tözünden seçilerek biçimlenmiş yüzeye katışmış kavramsal göndergeler bütünü ya da renksel içerikbirimler. 144 M. Çamderelei – Mert Gürer ANALİZ Çözümleme işlemini yöntemsel tutuma koşut biçimde gerçekleştirirken, bir karışıklığa meydan vermemek ve izlenme kolaylığı sağlayabilmek için rastlantısal seçim ölçütü bir yana bırakılarak yeterince yalın bir abecesel sıralama yeğlenmiş; bütünceyi oluşturan armalar yalın biçimde çözümlenirken, doğal olarak, yeterince kısa bir okuma ve açımlama süzgecinden geçirilmiştir. MKE Ankaragücü Anlatımın biçimi ya da sözcelem düzeyi: Sınırlar: ince sarı bir çizgiyle sınırlandırılmış ve alttan sivrilerek yuvarlanmış taçlı bir kalkan görünümündedir. Yüzey: sınırların tasarım ritmine tümüyle uyumlu on bir ayrı dikey satır, yazıbirimler, sayıbirimler ve bir arma bezemesiyle bezenmiştir. Renksel örüntü: ayrıksı ve geçişimli bir görünüm arz eden renkbirim konumlanması, karmaşık bir yapı çizmemek kaydıyla birbirine bağımlı ve koşut olarak düzenlenmiş dikey kalın çizgisel biçimdedir. Renksel örüntüye sarı ve lacivert renkbirimler egemendir. İçeriğin biçimi ya da anlamlama düzeyi: Sınırlar: Tasarımda belirlenen sınırlar, yumuşak hatlarıyla imge derleyici bir görünüm sunmakla birlikte sözcelem düzeyindeki çizimsel birimleri de toparlayıcı bir anlamlama düzlemi ortaya çıkarmaktadır. Çerçeveyi belirleyen taçlı kalkan görünümü ise bir korunma silahı olması bakımından uç çağrışımlara kapı aralamaktadır. Bu soydan tasarımların, -rastlantısallık olasılığı göz önünde bulundurulmak koşuluyla- daha çok Avrupa savunma silahı olan kalkanı anıştırma yetenekleri bulunmaktadır.7 Yüzey: Bir iç-logoyu amblemli bir alınlık gibi öne çıkaran üst-yüzeydeki taçlandırma kurgusu, ikincil düzeyden göndergeleri içkinleştiren bir erk ve önem imgesini üstü kapalı biçimde içselleştirir. Üst-yüzeyde tacı biçimlendiren yazısal ve çizimsel birimler, yüzeye yukarıdan bir egemenlik kurarak alıcıdaki görsel dikkati kendileri lehine uyarırlar. ‘Gücü’ yazıbirimlerinin tasarım sınırlarına koşut biçimde daraltılarak dikey satırlara 7 Taçlı kalkanı anıştıran haçlı bir kalkan ile zambak çiçeğiyle temsil edilen Fransa krallık arması bu biçimsel durumun çoklu yapısına örneklik edebilir. Takım armaları 145 yedirilmesi ve görsel bir dalgalanmaya neden olacak biçimde orta-yüzeye yerleştirilmesi, dilsel okuma edimindeki ‘MKE Ankara’ ile birleştirme işlevini örselememekte, tam tersine kimliğin açınımı işlevini üstlenmektedir. Renksel örüntü: lacivert ile birlikte kolay seçilebilir bir renkbirim olarak sarı sıcaklık ve yakınlık duygusunu tasarımda ayrıcalıklı duruma getirirken belirgin ikinci renkbirim olarak lacivertin olgunluk ve ciddiyet göndergelerini de içselleştirdiğini göz ardı etmemekle birlikte, arma bağlamında daha çok güç ve büyüklük imgesine gönderme yaptıklarını ileri sürmek mümkündür. Ankaraspor Anlatımın biçimi ya da sözcelem düzeyi: Sınırlar: ince mavi çizgi ile sınırlandırılmış, alttan yuvarlanmış üstü düz bir rozet görünümündedir. Yüzey: sınırların tasarım ritmine tikel olarak uyumlu yazıbirimler, leopar illüstrasyonu ve sayıbirimlerle bezenmiştir. Renksel örüntü: yüzeye yayılan leopar görünümü tekil bir renksel karşıtlıkla belirginleştirilmiştir. Renksel örüntüye mavi ve beyaz renkbirimler egemendir. İçeriğin biçimi ya da anlamlama düzeyi: Sınırlar: ince bir çizgiyle anlamlama alanını belirleyen sınır tasarımı, tekdüze bir sıradanlık ve abartısız bir söz ediminin duyurucusu niteliği taşıyor. Yüzey birimleriyle bütünleşik ya da ayrık yapısı sözcelemin sınırlarına esneklik kazandırıyor; anlamlama düzeyinin daralıp genişleyebileceğini sezdiriyor. Yüzey: görüntüsel gösterge yüzeyindeki yazısal, sayısal birimler tanımsal bir sözceyi üretme ve kurumsal kimliği betimleme olanağı verir. Tasarımda üst ve alt yüzeye yayılmalarına karşın kolaylıkla bütünleşebilen ve bütüncül bir okumayı kolaylaştıran adlandırma ve tarihlendirme iletileri kuruma aidiyet geliştirme, geçerlilik ve bilinirlik gibi değerler katma çabasını durmaksızın güncelleme işlevi üstlenirler. Ayrıca, ‘ankara’ ile ‘spor’ yazıbirimlerinin ayrı satırlara yerleştirilmesi kulübün kentsel aidiyeti ile etkinlik alanını da betimlemektedir. Öte yandan, soyu tükenmekte olan ‘Anadolu panteri’ illüstrasyonu kentsel ve kurumsal kimliğin ilişkilendirme edimi üzerinden anlatımıdır. Panter’in derisindeki bezemelerin futbol topunu doğrudan çağrışıtırıcı niteliği ardıl bir ayrıntı olarak dikkati çekmektedir. Renksel örüntü: yüzeyi büyük oranda kaplayan ‘mavi’, genel anlamda, sakinlik, edilginlik, erkeksilik gibi imgeleri içselleştirirken ‘beyaz’ da doğal 146 M. Çamderelei – Mert Gürer olarak temizlik, erdem, seçkinlik, yenilik gibi bir kavram alanına gönderme yapmaktadır. Renksel tasarımdaki yalın örüntü, kullanılan renkbirimlerin bütün bildik göndergelerini içlemine alır; ama bilen bakış için daha çok alışıldığın dışında yeni bir kulüp imgesi çağrıştırır. Tarihsellik ve geleneksellik kimliğini üzerinde taşıyan rakipler karşısında verilen bilinirlik mücadelesi, seyrek karşılaşılan bir hayvan illüstrasyonuyla betimlenmektedir. Yoğun beyaz bir alana yayılarak olarak yüzeye sokulan illüstrasyon, temsil edilen hayvanın seyrekliği sayesinde ortaya çıkan değerlilik imgesini kulübe giydirir. Mavi renkbirim ise, emin adımlarla ilerleyen ‘Anadolu panteri’nin yırtıcılığını edilgenleştirerek durağan ve dingin bir iklim yaratır. Beşiktaş Anlatımın biçimi ya da sözcelem düzeyi: Sınırlar: ince siyah bir çizgiyle sınırlandırılmış, üstten kavisli ya da beli daraltılmış aralıklar ve alttan sivriliği yeterince belirgin bir yuvarlaklık ile bir dizi nesneyi anıştırmaya yeteneklidir. Yüzey: sınırların tasarım ritmine tümüyle uyumlu beş ayrı dikey satır, yazıbirimler, sayıbirimler ve sınırlara özdeş biçimde ortaya yerleştirilen Türk Bayrağı biçemlemesiyle bezenmiştir. Renksel örüntü: odakta faklılaşan değişik renkbirimler geçişli bir yapıya uygun olarak sırasıyla yinelenerek konumlanmaktadır. Renksel örüntüye siyah, beyaz ve kırmızı renkbirimler egemendir. İçeriğin biçimi ya da anlamlama düzeyi : Sınırlar: ince bir çizgiyle sınırlanan ve çoklu sivriliklere doğru esnetilen sınırlar, yüzeyde yinelenerek bir iç-sınır izdüşümü oluştururken sıra dışı bir çağrışım zenginliğine de kapı aralar; bir boğanın yüzü ya da lale kıvamında bir çiçek bile bu çağrışımın halkaları arasındadır. Yüzey: üst ve alt yüzeye ‘BJK’ ve ‘1903’ biçiminde yerleştirilen sayı ve yazı birimler kulübün kimliğini görsel düzeye yayar ve ‘Beşiktaş Jimnastik Kulübü’ ile kuruluş yılının açıkça okunmasını sağlar. Tarihin eskiliği kulübün tarihselliğini üstü kapalı biçimde vurgularken kulüp adını niteleyen kısaltma da kendini kolaylıkla ifade edebilen bir anlatımsallık, kolay ve yaygın bir bilinirlik içerir. Yüzeyi ortalayan Türk bayrağı betisi kulübe diğerlerinden ayrı bir özellik katar; ilk tescil edilen kulüp imgesini günceller.8 8 Bkz: http://www.bjk.com.tr/tr/haberler.php?xl=yazi&h_no=2913 Takım armaları 147 Renksel örüntü: yüzeyde kullanılan siyah ve beyaz renkbirimler kulübü bütüncül olarak anıştırma yeteneğine sahiptir. Tüm ürün ve etkinliklerde kulübü eğretileyen siyah-beyaz, kulübü arması gibi her durumda ifade eden eş düzeyli bir söz edimi olarak işlev görür.9 Beyaza göre daha yoğun biçimde kullanılan siyah renkbirim ‘güç’, ‘yetke, ‘soyluluk’ gibi imgeleri öne çıkarmaktadır. Kulübün mevcut itibarı ile köklü geçmişi ve bu geçmişin yüklenmiş olduğu ayrıcalıklı geleneksellik imge yelpazesinin basamaklarını sağlamlaştırır. Beyaz ise, bildik imgelere gönderme yapar; temizlik, erdemlilik ve seçkinlik kavram alanını siyahın yanına katar. Öte yandan, siyah ile beyaz’ın dikey yollarda kesişmesi görüntüsel bir karşıtsallık ortaya çıkarırken görsel algıya belirgin bir farkındalık sağlar. Bunu yaparken, Türk Bayrağını simgeleyen kırmızı ve beyazı da bütünüyle kucaklamayı ihmal etmez; onun gizlediği ulusal değerleri kulübün imge evrenine eklemler. Bursaspor 10 Anlatımın biçimi ya da sözcelem düzeyi: Sınırlar: ince yeşil bir çizgiyle sınırlandırılmış, altta ve üstte bırakılan sivrilikler, üstten basılı derin kavisli bir kenar ve yanlarda iki eğimli uzun kenar ile üçgenimsi bir kalkanı anıştırmaktadır. Yüzey: sağ üst yandan sol orta kısma kadar verev biçimde yayılan yazıbirimler üstten Türk bayrağı betimi, alttan yıldız çizimleri ve içine sayıbirimler gizlenmiş dikey satırlarla çevrelenmiştir. Renksel örüntü: birbirine koşut biçimde sıralanan yeşil ve beyaz renkbirimler ile birlikte sol üstteki kırmızı ve yıldız çizimlerini dolduran beş değişik renkbirim renksel örüntüyü belirlemektedir. İçeriğin biçimi ya da anlamlama düzeyi: Sınırlar: Kurumsal kimliğin öyküsünü yüzeyde tutma işlevi gören sınırlar önceki yöndeş tasarımlara göre daha üçgen boyutlu bir görünüm taşısa da, korunma ve direnme imgesini dışlaştırmaz; tasarımsal bağlamda sıra dışılık içermez ve çetrefil olmayan bir sözcelemin kavram alanına gönderme yapar. 9 Armadaki siyahın savaşın acılarını yansıtmak bakımından kırmızının yerine kullanıldığını, Beşiktaş renklerinin kökensel olarak kırmızı ve beyaz olduğunu ardıl bir bilgi olarak dağarımıza aktarmakta yarar var. Bkz: http://www.bjk.com.tr/tr/haberler.php?xl=tarihce &l=h&h_no=3275, 25.02.2008 10 Bkz: http://www.bursaspor.org.tr/kurulus.asp. 148 M. Çamderelei – Mert Gürer Yüzey: Yüzeye yeterince yayılan ‘bursaspor’ biçimindeki büyük yazıbirimler ile ‘1963’ sayıbirimleri kulübün adını ve kuruluş tarihini betimleyen başat anlamlama birimleridir. Ama aynı zamanda tasarım içerisine verev biçimdeki dağılımları görsel tekdüzeliği bozundurarak ritmik dikey kalın çizgilere eğimli bir devingenlik katar ve bu sayede farkındalığı artırma işlevi görürler. ‘Bursaspor’un soldan sağa doğru yükselen yolunda sıralanan beş yıldız tasarımı, doğuş sürecinde kulübü oluşturan beş yerel takımı eğretilemekte, tarihsel bir gerçekliği ickinleştirmektedir. Sol üste konumlandırılan Türk Bayrağı betimi de ulusal aidiyet göndergesidir. Renksel örüntü: renksel örüntü çeşitlilik içerse de kentsel aidiyete gönderme yapan renkbirimlerin tasarıma baskın geldiği açıktır. Kenti temsil eden topografik ve coğrafi nitelikler kulübü temsil eden renk niteliği kazanmış; böylece, yeşil (ova) ve beyaz (kar) kulübü kent ile özdeş duruma getirmiştir. Küçük yıldızların siyah, kırımızı, sarı, yeşil ve lacivert biçimimdeki renk dolguları kulübü oluşturan beş ortağın renklerini ayrı ayrı simgesel gönderge alanına alır ve bu durum, yeşilin umuda, doğaya gönderme yapmasını engellemez; özellikle temsil edilen kent göz önüne alındığında, ferahlık, dinginlik, güven, çalışkanlık gibi imgelemden ırak değildir. Çaykur Rizespor Anlatımın biçimi ya da sözcelem düzeyi: Sınırlar: yeterince belirgin turkuaz bir çizgi ile sınırlandırılmış bir daire görünümündedir. Yüzey: yazı ve sayıbirimlerin sınırlara koşut biçimde sarmaladığı bir iç daire ve odak dairenin içine yerleştirilmiş bir yaprak betisi ile bezenmiştir. Renksel örüntü: tramdaki beyazlık yoksanırsa, çizgisel görünüm itibariyle birbirine yöndeş konumlandırılmış üç renkbirim yüzeyi betimlemektedir. Renksel örüntüye yeşil, kırmızı ve turkuvaz renkbirimleri egemendir. İçeriğin biçimi ya da anlamlama düzeyi: Sınırlar: görsel alanı yeterince odaklayıcı bir işlevi üstlenen dairesel yuvarlaklık içlemine aldığı beti, bezek, betim gibi tüm görüntü birimleri bağlamsal bir kurguda belirginleştirir, tasarımı çevreden merkeze merkezden çevreye doğru daralıp genişleyen bir noktasal algı ortamına sunar ve başı ve sonu olmayan her çembersel etkide olduğu gibi burada da, betimlediği kavramsal imgelemin doğrudan belirleyicisi olur. Yüzey: sınırlar ile odak daire arasında yüzeyi bir çember gibi çevreleyen ‘çaykur rizespor kulübü’ yazıbirimleri ile ‘1953’ sayıbirimleri kulübün Takım armaları 149 kendiliğini ve tarihselliğini betimler. Orta yüzeye konumlandırılan ikincil ama görsel dikkati yoğunlaştırması bakımından başat nitelikli odak yüzey bir ‘çay yaprağı’ betisi kulübün kentsel aidiyetine gönderme yapmaktadır. Yalın çizgilerle görselleştirilmiş odak-beti, kulübün bulunduğu kentin temsil ve bilinirlik yetisini güçlendirmekle birlikte, toplumsal sorumluluğunun bilincinde bir kuruluş imgesini üzerinde toplayan ve kentin tanınmış ünlü bitkisini işleyen ‘çaykur’ ile de doğal bir bağlılaşım kurmaktadır –tasarım biçemi Çaykur’un logosuna özdeştir!. Tasarımda çoklu bir gönderge dağarını belirleyen ‘çay’ imgesi, doğrudan, destekleyici kuruluşu, kulübü ve kenti temsil yeteneğine içkin bir anlamlamayı betimlemektedir. Renksel örüntü: yazısal ve sayısal birimler kırmızı renk kesitlenerek kurgulanmıştır. Kırmızı, kulübün heyecanı, gücü, enerjisini temsil etmektedir. Kulübü tanımlayan bir öğe olarak sunulan ‘çay yaprağı’ ise, kendi doğal rengini içkinleştiren yeşil ile bezenmiştir. Yeşil, içerdiği verimlilik, doğa ve tazelik imgesi ile hem kulübün hem de kulübün destekleyici kuruluşun görece yeniliğine gönderme yapmaktadır. Sınırları belirleyen turkuvaz, dinlendirici ve sakinleştirici bir renkbirim olmakla birlikte firüze soyundan bir değerlilik imgesini de içselleştirmektedir. Denizlispor Anlatımın biçimi ya da sözcelem düzeyi: Sınırlar: ince kırmızı bir çizgi sınırlandırılmış, üstten aşağı doğru derinleşen iki kavis ve yanlarda iki eğimli uzun kenar ile üçgenimsi bir kalkanı anıştırmaktadır. Yüzey: sınırların dikey biçimde ortadan böldüğü iki geniş düzlemden oluşan yüzey tasarımı, yazıbirimler, sayıbirimler ve orta yüzeyde ‘horoz’u andıran bir betim ile bezenmiştir. Renksel örüntü: yazısal ve sayısal birimler kırmızı dolguludur, tram ise yüzeyi tam ortadan ikiye ayıran yeşil ile siyahın buluşmasıyla tasarımlanmıştır. Renksel örüntüye kırmızı, siyah ve yeşil olmak üzere üç başat renkbirim egemendir. İçeriğin biçimi ya da anlamlama düzeyi: Sınırlar: önceki tasarımlara yöndeş olarak sunduğu üçgenimsi görünüm korunma ve direnme imgesini ikincilleştirmemekle birlikte üstten eşdüzeyli iki kavis yüzeye iki kanat çağrışımıyla eklemlenmektedir. Yüzey: yüzeyin alt ve üst bölümlerini çizgisel biçimde kaplayan sayısıl ve yazısal birimler kulübün kendiliği ile tarihsel kimliğini yeterince betimler. 150 M. Çamderelei – Mert Gürer ‘denizlispor’ ile ‘1966’ birimleriyle betimlenen yüzey anlatımı, yaklaşık yarım yüzyıllık bir öyküyü ve öykünün kentsel düzeye aidiyetini kesinler. Yüzeyin tam da ortasına konumlandırılan “horoz” dolgusu, kentin bilinirlik ve tanınırlık öğesi olarak temsil göstergesine yalın biçimde görselleştirir. Kentsel aidiyet ve kentsel anılma bağlılaşımında öne çıkan ‘horoz’ imgesi canlılığın, diriliğin, gururun ve uzun solukluluğun imgesi olarak katılır yüzey kurgusuna. Renksel örüntü: yüzeyi kaplayan üç başat renkbirim kulübün kendini başat ifade aracı: yeşil, siyah ve kırmızı. Yazısal, sayısal ve görüntüsel birimler kırmızı dolguları ile enerji, dinamiklik, heyecan iletileri aktarırken kazanma olgusunu güçlü biçimde çevreler ve, kuşkusuz, kulüp ile ilişkilendirilirler. Yüzeyin tramını oluşturan yeşil ve siyah, başkaca göndergeleri11 bilen bakıştan sakınmaksızın, kentin doğasal topografyası ile verimliliğine gönderme yapar. Siyah renk, tasarım bağlamında gücü ve kararlığı simgeler. ‘horoz’ görüngüsü ile bütünleşince, renk kurgusunun örtük önceli kazanma coşkusu olarak görünür. Fenerbahçe Anlatımın biçimi ya da sözcelem düzeyi: Sınırlar: yeterince belirgin siyah bir çizgi ile sınırlandırılmış kapsayıcı bir daire görünümündedir. Yüzey: yazısal ve sayısal birimlerin sınırlara koşut biçimde sarmaladığı bir iç daire ve odak dairenin içine yerleştirilmiş kalkanımsı bir çizim ile bezelidir. Odaksal çizim alttan yükselen bir yapraklı dal betisini kucaklar. Renksel örüntü: çizgisel seyir bakımından birbirine yöndeş konumlandırılmış iki dairenin sınırları ile yazısal-sayısal birimler siyah, dış dairenin tramı beyaz, iç daireninki kırmızı, odak-yüzeyinki ise sarı ve lacivert, yapraklı-dal betisi yeşildir. Renksel örüntüyü beyaz, siyah, kırmızı, lacivert, sarı ve yeşil olmak üzere çeşitli renkbirimlerce kuşatılmıştır. İçeriğin biçimi ya da anlamlama düzeyi: Sınırlar: Çevresi siyah bir çizgi ile belirlenmiş yüzey, geniş sınır-halkaya koşut biçimde konumlanmış ikincil bir daireyi de kapsayıcıdır. Odak-yüzeyi belirleyen ikincil daire görsel alanı da yeterince odaklayıcıdır. dairesel yuvarlaklık içlemine aldığı anlamlı birimleri tasarımsal bir kurguda belirginleştirir. 11 Armadaki renklerin, kulübün kurucu üyelerinden birinin okuduğu lisenin renklerinden geldiği bilgisine sahibiz. Bkz: http://www.denizlispor.org.tr/tr/detail_content.asp?sec=1 Takım armaları 151 Yüzey: sınırlar ile odak daire arasında yüzeyi bir çember gibi çevreleyen ve yıldız bezekleriyle ayrımlanan ‘fenerbahçe spor kulübü’ yazıbirimleri ile ‘1907’ sayıbirimleri kulübün kendiliğini ve yüzyıllık imgesiyle bütünleşen tarihselliğini yeterince betimler. Görsel akışın dayatmasıyla iç içe geçmiş iki dairenin odağına doğru süzülürken, orta yüzeye konumlandırılan bir ‘dalyaprak’ betisi ‘palamut’un görkemini anıştırarak doğrudan ‘güç’ ve ‘kudret’e gönderme yapmaktadır.12 Palamut dal-yaprağının ‘1907’nin üzerinden yükselmesi kulübün köklü geçmişini anımsatmakta; ağaç gibi köklü bir kulüp imgesini güçlendirmektedir. Yoğun renk ve çizimle sarmalanmış odak-beti, kulübün toplumsal bilinme ve anılma dizimi niteliğindeki sarı ve lacivert renkbirimlere yaslanır; iç yüzey kurgusuna güvenilirlik ve koruyuculuk imgesi eklemleyen kalkanımsı sınırlara tutunur. Renksel örüntü: kulübün kendiliğini niteleyen sarı ve lacivert de dahil olmak üzere altı değişik renkbirim sınırlar ile kaplamındaki yüzeyi kurgular. Temizlik, berraklık ve açık yürekliliği ifade eden beyaz üzerine dairesel olarak yayılan yazısal ve sayısal birimler ciddiyet ve resmiyet gösteren siyah ile tasarımlanmıştır. İç yüzeydeki kırmızı tram, kulüp ile taraftar arasındaki bağlılık nedenini de betimleyen Türk Bayrağı göndergesini içkinleştirir. Odak yüzeyi belirleyen sarı, neşe ve umut iletileri aktarırken, lacivert renkbirim soyluluğa gönderme yapmaktadır. Kulübün köklerine dönük bir kavram alanı oluşturan palamut dalının yeşili ise doğallık, büyüklük ve verimlilik imgeleriyle kulübün imgelem dağarını genişletmektedir. Galatasaray Anlatımın biçimi ya da sözcelem düzeyi: Sınırlar: yeterince kalın bir sarı ve kırmızı çizgi ile sınırlandırılmış, üstten yılankavi bir geliş ve altta yuvarlak bir toplanmayla değişik bir imgelemi anıştırmaya yeteneklidir. Yüzey: yazısal birimlerden oluşan sınırları dairesel olarak kaplamına alır. İç yüzey tasarımı, yalnızca sayıbirimler ile bezenmiştir. Öte yandan, sınırları oluşturan ‘g’ ve ‘s’ yazıbirimleri yüzeyde ‘1905’ ile girişiktir. Renksel örüntü: yazısal ve sayısal birimler sarı, kırmızı ve siyah dolguludur; yüzey tramı beyaz bırakılmıştır. Renksel örüntüye sarı ve kırmızı egemendir. 12 Bkz: http://www.fenerbahce.org/kurumsaldetay.asp?ContentID=7, 25.02.2008 152 M. Çamderelei – Mert Gürer İçeriğin biçimi ya da anlamlama düzeyi: Sınırlar: abartısız yüzeyi yalın ve kalın çizgilerle çevreleyen sınırlar kesinlik ve kararlılık imgesini içselleştirmekle birlikte sınır tasarımının sıradanlığı sıra dışı ve çoğul çağrışım halkalarını azaltmaz -bir askı ya da bir armut görünümü bu çağrışımın halkaları arasındadır. Yüzey: biniştirilmiş sınırları açımlayıcı bir işlev üstlenen odak yüzeydeki sayıbirimler kulübün tarihsellik bağlamında değerlilik göndergesini pekiştirir. Sınırlarla birlikte yüzeyi de belirleyen çizimsel tasarımın serüveni13 en az kulüp kadar eskillik vurgusu yapar. Eski yazıdaki ‘gayin’ ve ‘sin’in yeni yazıya uyarlanmasıyla biçemselleşen arma tarihsellik göndergesinin kaplamına Galatasaray Lisesi’ni de alır. Armayı yapılandıran ‘G’ galata’yı ‘S’ ise saray’ı temsil etmektedir. Yüzeye tekil biçimde konumlandırılan ‘1905’ de kulübün eskilliğinin olumlanması ve kesinlenmesidir. Renksel örüntü: tasarımın serüveninde yüzey ve sınırlarla birlikte renksel yapı da başkalaşmıştır. Kırmızı ve beyaz olan ilk renkler sarı ve kırmızıya dönüşmüştür. Tasarıma egemen renkbirim olarak ‘sarı’ canlılığı, parlaklılığı ve dikkat çekiciliği duyumsatırken, kırmızı da enerji, sıcaklık ve heyecan gibi sarıyı tamamlayıcı bir imge dağarı sunmaktadır.14 Alev göndergesiyle bütünleşik bir bağlılaşım kuran sarı ve kırmızı kulübün başarıya ve hedeflere ulaşma kararlılığının göstergesi niteliğindedir. Ardıl önem düzeyindeki beyazlık doğal bir zemin imgesiyle karşımıza çıkarken, siyahlık da sıradan bir noktasal belirleyicilik işlevi görür. Gaziantepspor Anlatımın biçimi ya da sözcelem düzeyi: Sınırlar: kalın kırmızı bir çizgi ile sınırlandırılmış; üstte iki girintinin oluşturduğu sivrilikler, ince siyah çizgiyle belirlenmiş yatay kurdele uçları ve altta sivriliği belirgin bir yuvarlarlık dikdörtgenimsi bir görünüm sunmaktadır. 13 Cumhuriyetin ilk yıllarında Galatasaray Liseli gençlerin çıkardıkları bir dergide kullandıkları ve daha sonra da kulübün kendini ifade ettiği bir simgeye dönüşen kulüp arması “gayin-sin” harflerinden oluşmaktadır. 1930’lı yıllardan sonra “gayin-sin” yerini “GS” ye bırakmıştır. Bkz: http://www.galatasaray.org/kurumsal/tarihce/ amblem.asp, 25.02.2008 14 Kulüp kuruluşundaki kırmızı –beyaz olarak belirlenmiş simge renkler, dönemin siyasal ve sosyal yapısının getirdikleri, kulübün bayrağının ülke bayrağına benzemesi renklerde değişime gidilmesine yol açmış ve kırmızı-beyaz olan renkler sarı-kırmızı olarak değişerek günümüze dek gelmiştir. Bkz: http://www. galatasaray.org/kurumsal/tarihce/kurulus.asp, Takım armaları 153 Yüzey: ‘gaziantepspor’ yazıbirimleri ile ‘1969’ sayıbirimleri arasına bir kartal betisi ve baklava desenli bir bezeme yerleştirilmiş, üst yüzeye renksel çizgilerle tasarlanmış kentsel bir simge konumlandırılmıştır. Renksel örüntü: çizgisel seyir bakımından birbirine yöndeş konumlandırılmış çerçevelerin sınırları ile yazısal-sayısal birimler kırmızı, siyah ve beyaz dolguludur; iç yüzey tramı da aynı renkbirimlerle bezenmiştir. Renksel örüntüye, doğal olarak, beyaz, siyah, kırmızı egemendir. İçeriğin biçimi ya da anlamlama düzeyi: Sınırlar: önceki türdeş tasarımlardaki çizimsel çağrışımların tersine olarak dikdörtgenimsi görünüm üstteki iki girintiye kale ya da sur burçları imgesi giydirirken, tasarımın alınlığında ek sınırlar oluşturan kurdelemsi şerit, ayrıcalıklı bir övgüyü hak eden bir başarıyı dışa vuracak yetenektedir. Yüzey: üst yüzeyde kale burçlarına çağrışım yaratan girintiler, sivriltilmiş alt yüzeye doğru uzanarak kalkanımsı görünümü güçlendirirler; savunma ve koruyuculuk imgesini içselleştirirler. Sınırlardan üst yüzeye yayılan kurdelemsi şerit ise, üzerine konumlandırılan ‘gaziantep’ yazıbirimleri sayesinde kurumsal aidiyeti açığa çıkarma işini üstlenir, ama aynı zamanda bulunduğu kentin kahramanlığına ardıl bir gönderme yapar. Alınlık ile tarihselliği imleyen kale burçları arasında yukarıya doğru sivrilerek yükselen belirsiz illüstrasyon olası bir kentsel simge göndergesini içleminde saklar. Bir başka kentsel simge de iç yüzeyin tabanına döşenmiş ‘baklava’ betisidir. Bu tasarımsal tercih, baklavanın sunduğu kentsel tanınırlık imgesinin kentten kulübe doğru yönelmesini sağlamıştır. Kulübün kente aidiyetini güçlendiren simgesel göndermelerin odağına ‘uçan kartal’ illüstrasyonunun yerleştirilmesi ise yüzey tasarımına güçlülük ve ululuk gibi imgeler eklemlemektedir. Renksel örüntü: kulübün kurumsal kimlik renklerini oluşturan kırmızı ve siyahın yanısıra yeğlenen ve belirgin bir görsel seçicilik olanağı veren beyaz renkbirim hem ötekilerle renksel bir karşıtlık oluşturmakta hem de kentsel göstergeleri betimlemekte; kulübün bilinirliğini destekleyen simgesel göndergeleri de görselleştirmektedir. Kulübün gücü ve büyüklüğü siyah renkbirim ile belirlenirken sporun verdiği sıcaklık, heyecan ve dinamizm kırmızı ile imlenmektedir. Beyazın erdem ve seçkinlik gibi imgeleri de ardıl imgeler olarak ayrıca eklemlenir renksel örüntüye. 154 M. Çamderelei – Mert Gürer Gençlerbirliği Anlatımın biçimi ya da sözcelem düzeyi: Sınırlar: yeterince belirgin siyah bir çizgi ile sınırlandırılmış kuşatıcı bir daire görünümündedir. Yüzey: İç içe geçmiş üç daireden kurulu yüzey tasarımında, her daire, değişik görsel bileşenlerle bezeli olan bir diğerine basamak oluşturur. İç yüzeye yayılan yıldız ve futbol topu çizimleri ile birlikte iki dairenin yukarı bir noktada buluşması sonucu ortaya çıkmış ‘hilal’ biçimi yüzeyi betimlemektedir. ‘gençlerbirliği spor kulübü’, ‘Ankara’ yazıbirimleri ile ‘1923’ sayıbirimleri ise üst sınırlara dayanışık biçimde dizilmiştir. Renksel örüntü: çizgisel özdeşlik taşıyan dairesel çizimler ile odak yüzey ve yazısal-sayısal birimler siyah, dış dairenin tramı beyaz, odak yüzeyi sarmalayan ‘hilal’ betimi kırmızıdır. Renksel örüntüyü beyaz, siyah, kırmızı egemendir. İçeriğin biçimi ya da anlamlama düzeyi: Sınırlar: çevreden iç yüzeye doğru daralıp değişik biçemsel kurgulara uğratılan dairesel yuvarlaklık, önceki amblematik türdeşlerinde olduğu gibi, içlemine aldığı anlamlı birimleri birbirine dayanışık bir tasarımda bütünleştirir; çembersel kuşatıcılığa bırakılmış görüntübirimlere odaklanan noktasal bir bakış üretir. Yüzey: iç yüzeydeki dairelerin belirgin biçimde görselleştirdiği ‘hilal’ betisi, üst bölüme doğru konumlanan ‘yıldız’ simgesi ile bütünlenerek doğrudan dikey tasarımlanmış ay yıldızlı bir ‘Türk Bayrağı’na gönderme yapmaktadır. Hilal simgesinden bağımsız olarak ‘yıldız’ görüntübirimi, çevreye yaydığı çizgilerle güneşin ışıklarını anıştırmakta ve gerek futbolun gerekse bizzat kulübün parlayan yıldızı olarak Gençlerbirliği Spor Kulübü’nün büyüklük ve görkemlilik imgesini ortaya çıkarmaktadır. Ulusallık değerleriyle tarihsellik göndergelerini de içkinleştiren yüzey tasarımı kulübün alansal kimliğini, odağa aldığı eskil görünümlü bir top çizimiyle belirginleştirmektedir. Kurumsal aidiyet iç yüzeyi sarmalayan yazısal birimler ile betimlenirken hilalin alt bölümüne yerleşen ‘1923’ sayıbirimi de Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarıyla özdeş bir dönemselliği imlemektedir. Ayrıca, iki yıldızcık noktalamasıyla ayrıcalıklaştırılmış ‘ankara’ ile taçlandırılan dış halka kulübün kentsel aidiyetini dışa vurur ve bu aidiyetin başkent, cumhuriyet, ulus, bayrak gibi- ardıl açılımları, kentin göndergeleriyle Takım armaları 155 kulübün temsil ettiği tasarımsal yeğlemelerin örtüşme eğiliminde olduklarını gösterir. Renksel örüntü: Kulübün renksel örüntüsü ekonomik koşulların çetinliğiyle ilişkilendirildiğinden bilinçli bir tercihten çok kuruluş yıllarındaki meşakkati simgeler.15 Siyah ve beyaz renkbirimler, kulübün kendiliğini betimleyen yazıbirimlere kolay alımlanabilinirlik olanağı sağlar. İç yüzeyde belirgin biçimde kullanılan kırmızı renkbirim ise ‘hilal’ ve ‘yıldız’ simgeleri ile betimlenmeye çalışılan Türk Bayrağı’nı eğretilemektedir. Siyah, ayrıca, tarihsel süreçte kararlılıkla edinilen yetke ve gücü, beyaz renk ise seçkinliği ve erdemliliği ifade etmektedir. Kırmızı ise, Türk Bayrağı ile birlikte futboldaki zorlu mücadeleye de anıştırma yapmaktadır. Gençlerbirliği Oftaş Anlatımın biçimi ya da sözcelem düzeyi: Sınırlar: ince siyah bir çizgi sınırlandırılmış, üstten alta doğru giderek yuvarlaklaşan ve üstte yukarı doğru bir kavisle birlikte tikel olarak sivrilen üçgenimsi bir kalkan görünümü sunmaktadır. Yüzey: sınırların üçgenimsi görünümüne karşıtlık oluşturan karelerle bezeli tabana sayısal ve yazısal birimler enlemesine yerleşmekte ve yüzeyin üst bölümündeki dikey kalın çizgiler arasında bir top betisi yer almaktadır. Renksel örüntü: siyah ve kırmızı renkbirimlerin girişik yapısı, odaktaki ve üstteki beyaz karşıtlığıyla desteklenmektedir. Renksel örüntüye siyah, kırmızı ve beyaz renkbirimler egemendir. İçeriğin biçimi ya da anlamlama düzeyi: Sınırlar: önceki yöndeş tasarımlara göre yeterince üçgen boyutlu bir görünüm taşısa da, korunma ve direnme imgesini üstü kapalı biçimde saklar; değişik bir biçemsellemeye uğratılmış tasarımsal görünümü yalın bir söylem alanına gönderme yapar. Yüzey: yüzeyin alt bölümüne konumlanmış sayısal birimler kulübün yenilik imgesiyle içkin bir kuruluş geçmişine gönderme yapar. Üst bölümdeki güncel top betisi, çeşitli dallarda etkinlik gösteren diğer kulüplerden ayrı olarak alansal göndergeyi belirginleştirme ve kurumsal kimlikle bağlılaşım 15 Gençlerbirliği renklerini, kıtlığa, darlığa, müşkülâta borçludur buna göre; Halin yanında yer alan Karaoğlan Çarşısındaki o dükkânda, kırmızı-siyahtan başka forma (veya başka anlatımlara göre öğrencilerin evde diktirecekleri kırmızı-siyah basmadan başka uygun malzeme) bulunmamasına. Bkz: http://www.genclerbirligi. org.tr/kurulus.asp, 25.02.2008. 156 M. Çamderelei – Mert Gürer kurma işlevi görür. Top betisinin görünürlük yeteneği yüksek olan ‘GB’ ile bütünleşik (renksel) yapısı ve yüzeyde diğer tasarım birimlerine oranla birlikte kapladıkları alan, yine birlikte hatırlanırlık niteliğini güçlendirici türdendir. Hem tabandaki girişiklik hem de ‘GB’deki binişme kulübün kenetlenmiş bir bütünlük kimliği oluşturduğunu sezdirir. Kulübün tanımlamasını üstlenen alınlık ‘gençlerbirliği’ yazıbirimlerinden kuruludur. Resmi adlandırmada yer alan ‘oftaş’ın tasarıma çıkarılmaması ise ‘tecimsel kazanımları ötelemiş’ bir kurum imgesini ortaya çıkarma çabası olarak değerlendirilebilir. Renksel örüntü: destek etkinlikleri sonucu değişime uğrayan kulüp renkleri kırmızı-siyah olarak belirlenmiş16 ve yeğlenen renksel örüntüyle, birbirleriyle aynı renk ve adlandırmaya sahip iki rakip kulüp ortaya çıkmıştır. Özdeş renksel seçim, aynı kentsel göndergeleri paylaşma ve kenti temsil yeteneğini elde bulundurma bağlamında bir rekabet ya da mücadele imgesinin ipuçlarını taşımaktadır. Tasarımda yeğlenen beyaz renkbirimler, imgesel düzlemde saflık ve temizliği içkinleştirirken tabandaki yazısal ve sayısal birimlerin ayrımsanarak okunabilirliğini artırmaktan da geri kalmaz ve yapılandırılacak olası bir algıda, bilinirliğin desteklenmesi işini üstlenir. Öte yandan, siyah, genel anlamda güç ve yetkeyi imlerken, kırmızı da yeni oluşan kulübün heyecanını, tazelik ve dinamizmini betimlemektedir. İstanbul Büyükşehir Belediyespor Anlatımın biçimi ya da sözcelem düzeyi: Sınırlar: yeterince belirgin kalın bir çizgi ile sınırlandırılmış tam bir daire görünümündedir. Yüzey: ‘İstanbul Büyükşehir Belediyesi Spor Kulübü’ ile ‘1990’ biçimindeki yazısal ve sayısal birimlerden oluşan çevresel yüzey, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin logosu olarak bilinen tasarımı sınırlayıcı bir işlevle odak-yüzeyde kuşatır. Renksel örüntü: tasarımın iç yüzeyine İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin bildik logosu mavi ve beyaz olarak yerleştirilmiştir. Odak yüzeydeki logo yine mavi yazıbirimlerce çevrelenmektedir. Yazı ve sayı birimlerin konumlandığı taban halka ise yoğun biçimde turuncu renkbirimiyle tasarımlanmıştır. Renksel örüntüye mavi ve turuncu egemendir. 16 Gençlerbirliği gibi kırmızı-siyah renklere sahiptir. Gençlerbirliği, kulübü satın almadan önce Mavi-Beyaz renklere sahipti. Bkz: http://www.gboftas.org.tr/kulup_ hakkinda.asp Takım armaları 157 İçeriğin biçimi ya da anlamlama düzeyi : Sınırlar: Çevresi turuncu kalın bir çizgi ve büyük oranda yazıbirimler ile belirlenmiş yüzey görselliği, yeterince belirgin bu bütünleşik sınır-halkanın odaklayıcı işleviyle daha da değerlilik kazanmıştır. Çünkü, kalın çember bezemi, içlemine aldığı tüm görsel öğeleri öne çıkaracak yetenektedir. Yüzey: yüzeyi belirleyen kentsel simge kulübün kurumsal aidiyetini açıklıkla betimlemekte ve tarihlendirme işlevi gören sayısal birimlerle desteklenmiş çevresel yazıbirimler de aidiyet kimliğini olumlamaktadır. Bu yapılırken, kulüp ile birlikte aidiyet göndergesini elinde bulunduran kurum İstanbul Büyükşehir Belediyesi- da doğrudan ve kendiliğinden güncellenerek betimlenme olanağı bulur. Kulübün amblematik göstergesiyle kentsel yönetimin logosunun özdeş ya da türdeş bir tasarıma sahip olması, yüzey tasarımını doğal olarak ikili bir gönderge düzenine sürüklüyor. Bir yanda İstanbul Büyükşehir Belediyesi betimlenir öbür yandan kulüp tanımlanır, ama kentsel logonun İstanbul’u temsil yeteneği gelişkinken kulüp için de yeğlenmesi yalnızca kulüp ve kurumsal aidiyeti temsil etmekle sınırlanmış oluyor. Böylelikle, yüzey tasarımı doğrudan eski kale-kentin topografik yapısını betimleyen yedi tepeyi yedi üçgen eğretilemesiyle içselleştirir; minareler, kubbeler doğrudan tarihselliğe gönderme yapar; ayrıca, tarihi yarımadayı koruyan eski surları ve/ya da kentin sur içi bölümü betimler.17 Renksel örüntü: kulüp kendini mavi, beyaz ve turuncu ile ifade etmektedir. Mavi ve beyaz renkbirimler, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin kurumsal renkleri ile örtüşmektedir. Mavi ile beyazın temizlik, dinginlik ve seçkinlik gibi göndermeler gerek kulübün gerekse kentsel yönetimin kurumsal kimliğini betimler. İstanbul kentinin doğal ve doğasal kazanımlarından deniz de mavi renk ile betimlenince tasarımı renksel düzeyde kentsel yönetimden ayrı ve ayrıcalıklı kılan biricik renkbirim turuncudur. Turuncu, kulübün heyecanını, sıcaklığını ve aktifliğini imleyen göndergeler içermektedir. Kasımpaşa Anlatımın biçimi ya da sözcelem düzeyi: Sınırlar: yeterince belirgin siyah bir çizgi ile sınırlandırılmış, üstte bir yükseklikle, kalın mavi bir bandın iki yanlı çıkıntısını birleştiren bir daire görünümündedir. 17 İlgili çözümlemeler için Bkz: Çamdereli, M. (2006) ve Çamdereli, M. vd. (2006). 158 M. Çamderelei – Mert Gürer Yüzey: ‘kasımpaşa’ yazıbirimi, ‘1921’ sayıbirimi, Türk Bayrağı’ndan kalkanımsı bir kesit ve iç yüzeyi ikiye bölen bir iç daire ile bezenmiştir. Renksel örüntü: yüzeyin üst kısmını sınırları aşan yoğun bir kırmızı doldurmaktadır. İç yüzey ve sınırlardaki iç içe geçmiş görünümlü daireler ile tasarımı ortadan ayıran kalın bant dişil beyazlar dışında mavi ile biçimlenmiştir. Renksel örüntüye mavi ve kırmızı egemendir. İçeriğin biçimi ya da anlamlama düzeyi: Sınırlar: mavi bir çizgi ile belirlenen sınırlar, biri üstten diğeri de ortadan olmak üzere iç yüzeyden başlayan tasarım ritmine uygun aralıklar bırakmıştır. Yüzey, geniş sınır-halkaya koşut biçimde konumlanmış ikincil ama tikel olarak odaklayıcı işlev gören bir daireyi de kapsayıcıdır. Yüzey: yüzeyin alınlığına karşılık gelen bölüme konumlandırılan kalkanımsı ay yıldızlı Türk bayrağı brövesi, kulübün ait olduğu yerleşim alanında simgesel önemi bulunan bir uzama gönderme yapabilecek yetenekte olmakla birlikte, kulüp lehine ulusal değerlerle bütünleşmiş bir kurum kimliğini de dışa vurmaktadır. Sınırlar ile iç yüzeyin buluşmasıyla ortaya çıkmış iç içe geçmiş iki daire görünümü, duyusal olarak kurtarıcı imgesini içkinleştiren can simidi eğretilemesine neden olmaktadır. Kulübün bulunduğu semtin deniz kenarı olması bu eğretilemeyi olumlar niteliktedir. Tanımsal işleviyle öne çıkan ve iç yüzeyi tam ortadan bölen ‘Kasımpaşa’nın kazındığı kalın bant alınlıktaki bayraktan sonra tasarımda dikkat çekici olan ikincil alandır. ‘1921’ ise kulübün tarihselliğini belirgin biçimde betimlemektedir. Renksel örüntü: beyaz taban üzerine mavinin tek renk olarak öne çıktığı tasarımda tamamlayıcı olmakla birlikte dikkat çekiciliği yüzünden başatlık niteliği kazanan kırmızı renksel örüntüyü oluşturmakta. Mavi ferahlık, berraklık, güven ve temizlik gibi gönderme yaparken, kırmızı, kulübe ulusal bir kimlik katan bayrak imgesinin dışında yalnızca seçiciliği belirleme işlevi görür; ayrıca, kulübün sahip olduğu cesaret, tutku, heyecan ve kuvvet hislerini ifade eder. Konyaspor Anlatımın biçimi ya da sözcelem düzeyi: Sınırlar: yeterince belirgin yeşil bir çizgi ile sınırlandırılmış sarmalayıcı bir daire görünümündedir. Yüzey: yüzeyin üst bölümünü yay biçiminde taçlandıran ‘konyaspor” yazıbirimi ile alt yüzeyi kucaklayan başak betimi odak-yüzeyde Takım armaları 159 konumlandırılmış çift başlı kartal betisini çevreliyor. Ayrıca, ‘1981’ sayıbirimi de çift başlı kartal bezemesinin altına konumlandırılmış. Renksel örüntü: ince bir çizgiyle belirlenen sınırlar ile iç çemberi oluşturan alt ve üst yüzey yeşil dolu bir renk seçimini yansıtırken, odak yüzeydeki kartal betisi siyah renkbirim ile bezenmiştir. Renksel örüntüye yeşil ve siyah egemendir. İçeriğin biçimi ya da anlamlama düzeyi: Sınırlar: Çevresi yeşil bir çizgi ile sınırlanmış yüzey, iç yüzeydeki görüntübirimlerle desteklenerek daha kapsayıcı bir görünün kazanmaktadır. Bütünleşik sınırların böylelikle oluşan kalın görünümü, odak-yüzeydeki başat görüntübirimi tek ve tekil bir görsel değer olarak öne çıkarma eğilimindedir. Yüzey: kentsel kimliğin öğeleri arasında yer alan odak-yüzeydeki çift başlı kartal betisi, kentin kimliğini ve kulübün kentsel aidiyetini betimlemekle birlikte, kentin uzamsal ve zamansal olarak Anadolu Selçuklu Devleti’iyle bağlılaşım kuran tarihsellik imgesini de ortaya çıkarır. Çevresel ve örtücü nitelikli ‘konyaspor’ yazıbirimleri odak görüntübirimi kentsel aidiyetten uzaklaştırıp kulüp kimliği düzlemine çekiyor.18 Kartalın kuyruğuna yakın bir bölümde konumlanmış 1981 sayıbirimi kulübün yeniliğine gönderme yaparken çift başlı kartal betisinin tarihsellik göndergesiyle çelişik bir imgelem düzeni oluşturmaktadır. Yüzeyin alt bölümünde tasarımlanmış buğday başağı illüstrasyonu ise bir diğer kentsel simge işleviyle Konya uzamının bitki örtüsünü ve ardıl olarak da bereket imgesini anıştırmaktadır. Renksel örüntü: odak görüntübirim dışında tasarımı genel olarak kaplayan yeşil renkbirim, bereketi, doğayı, verimliliği ve tazeliği imlemektedir. Çift başlı kartal betisinin siyah olması ise tasarımsal kurgunun bütünleşik yapısı içerisinde karşıtsallık oluşturması ve doğal olarak da bakışı üzerine yöneltebilecek gücü elinde bulundurmasıdır. Siyahın ayrıca, kendi özgül değer evreninden getirdiği ciddiyet, vakar ve resmilik gibi imgeler de odak yüzeye içkindir. 18 Konyaspor, 1981 yılında şehrin diğer köklü kulübü İdmanyurdu ile birleşerek ‘yeşil beyaz’ renkleri ve ‘çift başlı kartal’ amblemini kullanmaya başlamıştır. Bkz: http://www.konyaspor.org.tr/menu.php?id=12, 25.02.2008. 160 M. Çamderelei – Mert Gürer Sivasspor Anlatımın biçimi ya da sözcelem düzeyi: Sınırlar: ince kırmızı bir çizgi ile sınırlandırılmış, altta sivriliği yeterince belirgin ve köşeleri yuvarlanmış bir yapı, üstte iki kavisin oluşturduğu sivrilikler ile dikdörtgenimsi bir görünüm sunmaktadır. Yüzey: yüzey ‘sivasspor’, ‘SS’ ve ‘1967’ gibi sayısal ve yazısal birimlerle kaplı olmakla birlikte üç adet yıldız illüstrasyonu ile bezeli görünmektedir. Renksel örüntü: tasarımın sınırları ile yüzeydeki sayısal ve yazısal birimler karşıt iki renkbirimden oluşuyor. Renksel örüntüye, doğal olarak, beyaz ve kırmızı egemendir. İçeriğin biçimi ya da anlamlama düzeyi: Sınırlar: türdeş tasarımlardaki çizimsel düzenekten ayrı olarak üstten iki kavisli dikdörtgenimsi görünüm kalkandan rozete dek çeşitli göstergesel biçimlere gönderme yaparken sınırları belirleyen ince çizgi de, yalınlık, sıradanlık, abartısızlık gibi imgeleri içkinleştiriyor; yüzeye yayılan anlamlama düzeyinin daha da esnetilebileceğini sezdiriyor. Yüzey: yüzeyin üst sınırlarını oluşturan yan yana iki kavis dişil ‘yıldız’ görüntübirimlerini bütünlemekte ve üst bölümde bir taç algısının ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Üç yıldız imgesi kurumsal oluşum ve gelişim serüvenini19 dillendirirken, kulübün kendiliğini ifade eden ve bilinirliliğini sağlayan sayısal ve yazısal birimler odak yüzeyde sarmalanmış tamamlayıcı bir resimyazı olarak yeniden biçemlenmiş; kent ile kulübün birbirine kenetlenmiş, ayrılmaz bir bütün olduğu göndergesini bunu yapmakla içselleştirmiştir. Renksel örüntü: Kırmızı ile beyazın bütünselleştiği belirgin bir imgelem renksel örüntüyü belirlemektedir. Kulübün bilinirliğini ve okunabilirliğini sağlamak amacıyla iki rengin karşıtlık olanaklarından yararlanılmış ve Türk bayrağı ile özdeş bir gönderge alanı kurgulanmıştır. Ulusallık ile kentsel kimlik aynı renkbirimler üzerinden betimlenirken, kırmızının spor ile uyumlu heyecan, dinamizm, devingenlik gibi göndergeleri ve beyazınsa kulübün yeniliğine ilişkin temizlik, saflık imgesi de dışa vurulmaktadır. 19 Üç yıldız, kulübün temellerindeki Sivas Gençlik Kulübü, Yolspor gençlik Kulübü ve Kızılırmak Gençlik Kulüpleri’ne gönderme yapmaktadır. Bkz: http://www. sivasspor.org.tr/kulup.asp, 25.02.2008 Takım armaları 161 Vestel Manisaspor Anatımın biçimi ya da sözcelem düzeyi: Sınırlar: yeterince belirgin ince siyah bir çizgi ile sınırlandırılmış, sağ ve sol üstte bakışımlı kavislerden aşağı süzülen eğimli kenarlar ile üçgenimsi bir kalkan görünümündedir. Yüzey: oldukça zengin bir görsel içerik ile donatılmış yüzey ‘Vestel’, ‘Manisaspor’ yazıbirimleriyle birlikte bir resimyazı, iki ‘üzüm’ betisi, bir top ve ayyıldız illüstrasyonu kaplamına almıştır. Renksel örüntü: sınırlar, resimyazı ve alınlıktaki bant ile siyahın yeterince gelişkin bir kullanım alanı bulduğu renksel kurgu sarı, kırmızı, yeşil ve beyazın da katılımıyla biçimleniyor. İçeriğin biçimi ya da anlamlama düzeyi: Sınırlar: Kurumsal kimliğin kentsel kimlikle bütünleşik yapısını yüzeye sığdırma işlevi gören sınırlar, üçgen boyutlu görünümüyle korunma, direnme ve karşı koyuş imgesini içkinleştirirler. Ayrıca, çerçeveyi alınlığın üstünde değişik bir biçemlemeyle belirginleştiren iki kavis siperlikteki değerlilik imgesini öne çıkarır. Yüzey: kulübün temsilini üstlenen yüzeydeki görüntübirimler, kurumsal aidiyet ve iyeliği de betimlemektedir. Destekleyici kuruluş nitelemesinin siperlikteki Türk bayrağı illüstrayonuyla bütünleşik biçimde ve açımlayıcı işlevle sunulması, hem kentsel hem de ulusal değerleri olumlayan ve perçinleyen, bu nedenle de ‘toplumsal sorumluluğunu yerine getiren kurum’ kimliğini besleyen bir imge dağarına katkı sağlamaktadır. Aynı zamanda kentsel aidiyetin ürettiği uzamsal bilinirlik öğelerinden üzüm, salkım biçemlemesiyle, betimleyici bir bezek olarak yazısal birimleri yineleyen odak yüzeydeki resimyazının iki yanına tutturulur. Kuruluşun alansal edimini belirginleştirme işini ise top illüstrasyonu üstlenir. Renksel örüntü: tasarımsal kurgu, yeğlenen beş değişik renkbirim karmasıyla görselleşmektedir. Türk Bayrağı ile destekleyici kuruluşu belirleyen kırmızı ve beyaz hem ulusal değerlere hem de destekleyicinin kurumsal kimlik renklerine bütünleşik bir gönderme yapmaktadır. Öte yandan, renkbirimlerin birbirleri ile karşıtlık oluşturacak biçimde konumlandırılması yazısal birimleri farkındalık olgusuyla öne çıkarmıştır. Ayrıca, kulübün kentsel aidiyeti, önemli bir kentsel ürün olarak üzümün renklerinin tasarıma yansıması sonucunu doğurmuş; doğallık, dinginlik gibi imgelere gönderme yapan yeşil ve sarı, yalnızca kentsel bir simgeyi 162 M. Çamderelei – Mert Gürer betimleyici bir işlevle tasarımlanmıştır. Alansal edim göndergesi top ile kulüp tanımlamasının bulunduğu alınlık yeterince seçilebilir bir siyahlıkla bezenirken odak yüzeydeki resimyazıya da doğrudan siyah ile belirginlik kazandırılmıştır. Durum bu olunca, kırmızı, siyah ve beyaz renkbirimler kurumsal kendilik ve iyelik belirtkesi olarak yeğlenirken, sarı ve yeşil yalnızca kentsel simgeleri öne çıkarma işlevi görür. Kayserispor Anlatımın biçimi ya da sözcelem düzeyi: Sınırlar: yeterince belirgin kalınlıkta gri tonlu bir çizgiyle sınırlandırılmış, aşağıda birleşen iki eğimli kenar ile doğrudan üçgenimsi bir kalkanı anıştırmaktadır. Yüzey: görsel bir çeşitlilik içeren yüzey kurgusu alınlıktaki ve alt yüzeyden odak yüzeye doğru yayılan yazısal birimler ya da resimyazılardan oluşmaktadır. Odak yüzeyin üst bölümüne bir dağ betisi yerleştirilmiştir. Renksel örüntü: yüzeyde öncelikle görülen sarı ve kırmızı renkbirimler üzerinde dişil beyazın bulunduğu bir taban döşemesini belirlemektedir. İç yüzeyin üst bölümü birbirine karşıtlık oluşturan siyah, beyaz, mavi ve grinin tonlarıyla biçimlenmiştir. oluşturacak şekilde mavi, beyaz ve gri tonlarından oluşmaktadır. Renksel örüntüye sarı ile kırmızı egemen görünmektedir. İçeriğin biçimi ya da anlamlama düzeyi : Sınırlar: Kurumsal kimliğin değerlerinden bir kesiti sunma çabasını yüzeye yansıtan sınırlar kalkanımsı görünümün içkinleştirdiği korunma, direnme, karşı koyma ve/ya da mücadele imgesini yumuşak çizgileri arasına yerleştirir. Yüzey: yüzeyin üst bölümünü belirleyen yazısal birimler ile karlı bir yüce dağ illüstrasyonu kulübün doğrudan kentsel aidiyetini ve topografik niteliğini betimliyor. Kalkanımsı sınırlar dağ imgesiyle bütünlenince kulübün tasarımladığı kentsel kimlik ‘geçilmezlik’, ‘savaşçılık’, ‘yenilmezlik’, ‘yıkılmazlık’, ‘ataklık gibi imgeleri de içlemine alıyor. Yazısal birimleri eğretileyen resimyazı ise odak-yüzeyi belirginleştirici işleviyle renksel örüntünün uzantılarıbiçiminde beliriyor. Renksel örüntü: yüzeyin üst ve alt bölümünde yeğlenen renkbirimler renksel örüntünün de iki renk kümesini içselleştiriyor. ‘dağ’ illüstrasyonuyla ‘kayserispor’ yazıbiriminin konumlandığı üst bölüm, mavi, gri ve beyaz gibi soğuk renkler bölgenin topografik ve iklimsel özelliğini güçlendirme ve kesinleme işlevi görürken, büyük ölçüde Takım armaları 163 odaksallaştırılmış alt bölümde yeğlenen kırmızı ve sarı renkkbirimleri tasarımda algısal seçiciliği sağlayan sıcak renkler olarak öne çıkarlar. Hiç kuşkusuz, sarı, parlaklık, aydınlık ve canlılığı imlerken, kırmızı, kuvvet, cesaret, savaş ve tutku duyularını devindirir. Trabzonspor Anlatımın biçimi ya da sözcelem düzeyi: Sınırlar: altta dolgun bir yuvarlık, üstte dalgalı bir kıvrım ile sınırlandırılmış, aşağı dikey olarak inen iki kenara takılmış tikel renk kesişmeleri ile yalın bir rozet görünümündedir. Yüzey: ‘T’ ile ‘S’ yazıbirimlerinin resimsel biçemlemesiyle tasarımlanmış iç yüzey kurgusu bir eskil bir top illüstrasyonuyla bütünlenmiştir. Renksel örüntü: taban renkbirimi olarak yeğlenen bordo ile birlikte mavi renkbirim tasarımın renksel örüntüsünü betimlemektedir. İçeriğin biçimi ya da anlamlama düzeyi: Sınırlar: önceki tasarımlardan ayrı olarak herhangi bir çizgiyle yüzeyi sınırlandırılmamış tasarım, çerçevesizliğin sunduğu sınırsızlık, sonsuzluk, enginlik gibi bir imgelemi anlamlama alanına getirir; yüzeydeki anlamsal alanı esnetir, genişletir, yayar ve öbürleriyle karşıtlık kuran bu özeliğiyle sıradışılık imgesini de içlemine alır. Sınırların yokluğu, aynı zamanda, yüzeyle özdeş bir (görsel) dildışı gerçeklik düzleminin gönderge sınırsızlığını betimler. Yüzey: kuruluşun alansal etkinliğini belirleyecek biçimde bezenen yüzey tasarımı, devingen resimyazının üst bölümüne koşut biçimde dalgalanan bir alınlıkla belirlenmektedir. Futbol için erken dönem oyun aracı olarak kullanılan top betimi kulübün tikel tarihselliğini ve alansal etkinliğini kolaylıkla betimlemektedir. Sınırların yokluğuyla diğerlerinden ayrılan tasarımsal kurgu yüzeye yansıtılmayan yazıbirlerle de kendini göstermekte; yalnızca ‘T’ ve ‘S’nin resimyazısal eğretilemesiyle yetinilmektedir. Akarsu gibi kıvrılarak yayılan amblematik seçim kulüp tanımlamasını içselleştirmiş, ama öte yandan, kulübün bilinirliğini sağlama işleminde artıkbilginin üretilmesini engellemiştir. Kurgusal enginlikte söz uzatımından kaçınma kulübü -ve kentsel aidiyetini- tanınırlık konusunda eksiltisizliği, bir başka deyişle kendine güven ve büyüklük imgesini tanıtlayıcıdır. Renksel örüntü: bordo ve maviden oluşan iki renkbirim tasarımın renksel örüntüsünü belirlemektedir. Yeğlenen renkbirimler kulübün kuruluş öyküsüne gönderme yapmakta ve kurucu kimliği betimlemektedir. Kurucu iki takımın 164 M. Çamderelei – Mert Gürer renkleri güncel kulübün renksel değerlerini belirler.20 Kentsel aidiyet ve kentin topografik göndergeleri dinginlik, sonsuzluk gibi imgeleri içkinleştiren ‘mavi’nin, doğrudan ‘deniz’ imgesine gönderme yaptığını üstü örtük biçimde duyumsatmaktadır. Mavinin yaslandığı bordo ise, saldırı, rekabet, mücadele, kararlılık soyundan bir imgelemi anıştırmaktadır. SONUÇ VE TARTIŞMA Bütünce kapsamına alarak yüzeysel ve olabildiğince ayrıntısız bir okuma işleminden geçirdiğimiz kulüp armaları futbol uzamında görsel kimliği belirleyen ve betimleyen başlıca öğeler olarak öne çıkarlar. Çözümleme boyunca inceleme nesnesini oluşturan Turkcell Super Lig’deki onsekiz kulüp arması, çevreledikleri söylemsel ve anlamsal alan bulgulanmak amacıyla ve kurumsal kimliğin alımlanmasını sağlayan öncel veriler ötelenmeksizin mercek altına alındı; birer görsel kimlik öğesi olarak temsil ettikleri kurumsal kültürlerin çeşitli biçim ve biçemlerdeki tasarımlarla desteklendiği görgül içerikten kolaylıkla anlaşıldı. Muhatabının bakışını yeterince yakalama ve kurumsal göndergeleri anımsanabilir düzeyde tutma becerisini elinde bulunduran kulüp armalarının gönderge evrenini tikel de olsa açımlama çabamız, inceleme nesnesinin kavramsal yapısını ortaya koyacak yetkinlikte olmakla birlikte, elde ettiğimiz nitel bulguların da armaların kimlik tasarımında vazgeçilmez bir görsel iletişim aracı olduklarını ve marka değeri yaratmada başat işlev üstlendiklerini tanıtlamaya yeter. Bununla birlikte, futbol kulüplerini simgeleyen, öykülendirilmiş marka değerlerini giyinen ve kurumsal kimlik göndergelerinin alımlanmasını sağlayan armaların anlamlama evrenini betimleyebilmek ve gönderge sınırlarını belirgin biçimde çizebilmek için üç alt basamaklı -sınırlar, yüzey ve renksel örüntü- çözümleme işlemi süresince içeriğin biçiminden edinilen bulgusal çıkarımların derlenmesi -ve gerekirse, sayısal verilerle desteklenmesi- kuşkusuz gereklidir: 20 İdmanocağı ve İdmangücü kulüpleri bu kurucu kimliğin başat aktörleridir. Bkz: http://www.trabzonspor.org.tr/bolum.asp?MainID=448&PID=481&HaberID=27645, 25.02.2008; ama, öte yandan, renklerin oluşması konusunda başkaca deyişler de vardır: Trabzonspor (Bordo-Mavi), renklerini Karadeniz'in simgesi olan hamsiden almıştır. Hamsinin gümüş mavi pulları ile bordo rengi gözleri, kulübün renkleri olarak belirlenmiştir. Bkz: http://www.futbol.gen.tr/haber/haber.php?id=90, 4.4.2008. Takım armaları 165 Armalar, öncelikle, kulüplerde içkinleşen tarihsel, söylensel ve/ya da öyküsel anlatımı alımlayıcısına doğru dışlaştırma becerisini gösterebilecek bir marka kurgusu ile tasarlanmaktadırlar. Doğrudan kulübe ilişkin olarak biçimlenen kurgu-anlamlama alanları, yeğlenen kurumsal kimlik öğeleriyle belirlenmekte ve marka değeri böylelikle yeterli ve anlaşılır düzeyde betimlenmektedir. Neredeyse sıradanlaşmış ve kanıksanmış biçimde bütün armalara işlenen yazısal ve sayısal birimler de, bu noktada, derin yapıda kurgulanmış marka kimliğinin iyelik belirtkeleriyle yüzeyde görselleştirilmesi ya da yüzeyde olumlanması işlevi görürler. Kulüp armaları kulüplerin -varsa- tarihsel ve geleneksel değerlerini öne çıkarmakla birlikte daha çok bulundukları kenti görselleştirme ve kentsel değerleri vurgulama eğilimi göstermektedirler. Kenti temsil etme sorumluluğunu futbol yoluyla üstlenme işlevi, armalara kentsel simgelerle bütünleşme gereğini dayatmış ve neredeyse her arma, kenti bilinir kılan tüm simgesel öğelere -Ankara için ‘leopar’ ya da Kayseri için ‘Erciyes dağı’ gibi ilişkilendirici görsellere- tasarımlarında yer vermiştir. Armalar, temsil ettikleri kente özgü göndergeleri tanıtımsal ve açıklayıcı bir işlevle yerine getirdiklerinden, kentler de kulüpleri yoluyla anılırlık ve bilinirliklerini güncellemişler ve güçlendirmişlerdir; ama aynı zamanda, kentine ve/ya da kulübüne sahip çıkarak toplumsal sorumluluklarını yerine getirmiş kimi kuruluşların da kentsel değerlerle -çay (Rize), üzüm (Manisa)bütünleşmelerini sağlamış ve kenti temsilde pay sahipliklerini vurgulamıştır. Kentsel temsilde ayrışma ve yarış görünümlerini dışlaştıran kimi kulüpler -Gençlerbirliği ve Gençlerbirliği Oftaş-, görsellik kurguları neredeyse özdeş seçimlerle kurulu tasarımlarıyla seyrek de olsa özgül iletişim durumları ortaya çıkarabilmektedir. Ortaklaşa yeğledikleri kentsel ya da kurumsal renkler, kulüplerin aynı kenti temsil yetileriyle kimlik benzerliklerini dışlaştırırken, rekabetin tersine dayanışma ya da güçbirliği iletisini içkinleştirmektedir. Biçimsel düzlemde yalnızca armaları sınırlayan çerçeveleme edimi göz önüne alınacak olursa, üç logonun yalnızca tam yuvarlak tasarlandığı, tasarımların daha çok alttan yuvarlanan ve kimi kez sivriltilen ya da çekiştirilen dikdörtgen konumunda olduğu kolaylıkla görülebilir. Yuvarlak logoların odaklanmayı kolaylaştırdığı bilinmekle birlikte çözümleme süresince kalkana nispet edilen dikey oranların ısrarla yeğlendiğini gözlemlemek ilginçtir. Ayrıca, alttan sivrilerek yuvarlanan armaların başkaca bir kült ve/ya da kültürün verilerini içselleştirebildiğini de ardıl bir çıkarsama olarak belirtmek gerekir. 166 M. Çamderelei – Mert Gürer Aidiyet sürecinde varoluşsal bir kimlik tasarımı olarak öne çıkan yerel değerlerle birlikte biricik olma niteliğini içkinleştiren ulusal değerlerin de arma tasarımlarına simgesel çağrışımlar yoluyla baskın çıkma yarışına kolaylıkla tanıklık edilir. Manisaspor, Kasımpaşaspor, Beşiktaş ve Bursaspor da olduğu gibi, ay yıldızlı bayrak görüntübirimlerini arma tasarımlarının başlıca öğesi yapma edimi bu eğilime örneklik oluşturur. Markasal rekabet ve ayrılıklar, ulusal değerler söz konusu olunca başkalaşır ve ayrışıklığı öteleyen özdeş bir değerin iyeliğini elde etme ve ululaştırma yarışına dönüşür. Armaların renksel örüntülerinde kulüpler arasında çeşitli düzey ve oranlarda ayrılıklar olsa da, kullanım sıklığı en yüksek olan renkbirimlerin beyaz ve kırmızı olduğu görülür. Kırmızı ile beyazın birlikte bulunduğu tasarımlardan, kuşkusuz, Türk Bayrağı’nın armalarda yalın biçimde eğretilendiği ve, doğal olarak, ulusallık imgesine son derece önem ve değer verildiği kolaylıkla okunabilir. Kırmızının tek başına yaygın biçimde yeğlenmesi ise tasarımların görsel yakalayıcılık ve belirgin görünürlük sağlama işlevini öne çıkarırken, diğer renk düzenlemelerinin de etkin tasarım düzenekleriyle en az kırmızı kadar işlevsel nitelik taşıdıkları göz ardı edilmemelidir. Ama öte yandan, renkler hatırlanabilirlik düzeyinde öylesine etkilidir ki, deneyimlenmiş gözlemler doğrultusunda armalarla özdeş işlev gördükleri ve armaların bulunmadığı durumlarda armalar gibi kulübü ya da takımı hatırlatıcı işlevi tek başlarına üstlendikleri görülür: ‘siyah beyaz’ denilince ya da sarı kırmızı’ dizimi işitilince her hangi bir yardımcı öğeye gereksinim duyulmaksızın belleklerde saklı duran Beşiktaş ya da Galatasaray’ın birden gün yüzüne çıktığına çoğu kez tanık olunmuştur. Hatta öylesine ki bir köpeğin renklerinin siyahlı ve beyazlı olması bile onun Beşiktaşlı diye ünlenmesi için yeterli görüleceğinden armaların kulüplerin renkleriyle bezenmesine özen gösterilmiştir. Simgesel düzeydeki yeğlemelerin imge düzlemine genellikle ‘canlılık’, ‘güçlülük’, ‘büyüklük’, ‘tarihsellik’, ‘geleneksellik’, ‘değerlilik’, ‘kentsel aidiyet’, ‘erk’, ‘ulusallık’, ‘geleneksellik’, ‘devingenlik’, ‘başarı’, ‘soyluluk’, ‘kararlılık’, ‘kahramanlık’, ‘kendine güven’, ‘yıkılmazlık’, ‘toplumsal sorumluluk’ gibi göndergeleri sızdırması, armaların oluşturduğu ve genel bir birlikteliği gösteren imge haritasının, -ayırıcı bir imgelemin yine de bulunduğunu sezdirmekle birlikte- markalaşma ve rekabet olgusunu içselleştirdiğini tanıtlar. Armaları kurgulayan kurucu görüntübirimler bütüncül bir bakışla derlendiğinde, yukarıdaki bulgular kolaylıkla olumlanır ve kulüplerin, Takım armaları 167 tasarımlarında bilinirliklerini sağlamak niyetiyle kendiliklerini ve kuruluş zamanlarını içeren yazısal ve sayısal birimlere ağırlık verdikleri tüm açıklığıyla görülür. Kulüplerin tanınırlıklarını pekiştiren bu tutumun, bozundurulmuş ya da biçemlemeye uğratılmış kimi yazısal birimler Trabzonspor da dahil olmak üzere, Galatasaray ya da Beşiktaş gibi- göz önüne alınırsa bütüncül ve tümükapsayıcı nitelikli olduğu da ortaya çıkar. Ayrıca, armaların kentsel aidiyetlerini yerellerindeki değişik değerlere -bitki, havyan,…- yaslanarak görselleştirdikleri ve onları tasarımlarında destekleyici kuruluşlarla -MKE, Çaykur, Vestel gibi- özdeşleştirmeye özen gösterdikleri göze çarpar; bunlar yapılmakla, doğal olarak, kent, kulüp ve destekleyici kuruluş birlikteliği tanıtlanmış ve dayanışmanın gücüne yapılan vurgu, marka kimliğinin öyküsü bağlamında burada, bir kez daha kanıtlanmış olur. Çözümlemeler sonucunda elde edilen bulgusal veriler doğrultusunda, burada, sonul bir değerlendirme işleminden geçirdiğimiz armalardan söz etmek kulüplerden ya da kulüp kimliklerinden de söz etmekle eşdüzeyli kabul edilebileceğinden, armaların bir araya gelmesi demenin de, kuşkusuz kulüplerin bir araya gelmesi demek olacağı açıktır. Armaların takımlara ya da takım formalarına konumlandırıldığı anımsanacak olursa, karşılaşmalar da görsellik ortamlarında doğal olarak takımlar arasında değil de onu eğretileyen armalar arasında gerçekleşiyormuşçasına verilebilecektir. Takımlar ya da kulüpler değil armalar yarışır ya da rekabetin şiddetini muhatabına yansıtır karşılaşmaların öncesinde ya da sonrasında ya da oyun esnasında her görsel anıştırma ilgili kulüplerin armalarından bağımsız yapılmamaktadır. Böylelikle, çözümlemeye geçmeden önce yukarıda belirtildiği üzere, karşılaşmalar, özellikle medya uzamında takımların mücadelesinden çok armaların mücadelesine dönüşmekte; olası rekabet, karşılaşma ya da oyun doğrudan armalar ile eğretilenmektedir.Son çözümlemede, birer kurumsal ve kentsel kimlik görseli olarak öne çıkan kulüp armalarının temsil ettikleri kulübün eskilliği oranında geleneksellik, tarihsellik ve kültürellik imgelerini içselleştirdikleri ve kulüplerle birlikte temsil ettikleri kentleri, ayrıcı özgül kentsel simge tasarımlarıyla bezenerek diğerlerinden ayrıştırdıkları söylenebilir. Kulüp armalarının kulüpler için kurumsal marka kimliği oluşturmada diğer görsel marka kimliği öğelerinin yanında, hiç kuşkusuz, öncül yer tuttukları ve yüksek ölçekte bir marka değerini içkinleştirerek logolaştıkları, yapılan çözümleme ve çıkarımlardan kolaylıkla anlaşılmaktadır. 168 M. Çamderelei – Mert Gürer KAYNAKÇA Arık, B. (2004). Top ekranda. İstanbul: Salyangoz. Arık, B. (2004). Top ekranda. İstanbul: Salyangoz. Arıpinar, E. (Ed.) (1992). Türk futbol tarihi. (Cilt 1). İstanbul: TFF. Barthes, R. (1993). Göstergebilimsel serüven (çev. M. Rifat, S. Rifat). İstanbul: Yapı Kredi. Berger A. A. (1996). Kitle iletişiminde çözümleme yöntemleri (ed: N. Ulutak & A. Tunç). (2. baskı). Eskişehir: Anadolu Üniversitesi. Çamdereli, M. (2006). İBB logosu nasıl okunmalı? Reklam arası. Konya: Tablet. Çamdereli, M. ve diğerleri. (2006). Kentsel kimlik göstergeleri olarak kent logoları. II. Ulusal halkla ilişkiler sempozyumu. Kocaeli. (Basımda). Foucault, M. (2003). Ders özetleri (çev. S. Hilav). İstanbul: Yapı Kredi. Hjelmslev, L. (1971). Prolégomènes a une théorie du langage. Paris: les editions de minuit. Http://tr.wikipedia.org/wiki/Horoz. (Erişim : 25.3.2008). Http://www.bjk.com.tr/tr/haberler.php?xl=tarihce&l=h&hno=3275.(Erişim:25.2.2008 Http://www.bursaspor.org.tr/kurulus.asp. Erişim Tarihi: (Erişim : 25.2.2008) Http://www.caykur.gov.tr. Erişim Tarihi: (Erişim : 25.2.2008) Http://www.denizlispor.org.tr/tr/detail_content.asp?sec=1. (Erişim : 25.2.2008) Http://www.fenerbahce.org/kurumsaldetay.asp?ContentID=7. (Erişim: 25.2.2008) Http://www.futbol.gen.tr/haber/haber.php?id=90. (Erişim : 4.4.2008). Http://www.galatasaray.org/kurumsal/tarihce/amblem.asp. (Erişim: 25.2.2008). Http://www.galatasaray.org/kurumsal/tarihce/kurulus.asp. (Erişim: 25.2.2008). Http://www.gboftas.org.tr/kulup_hakkinda.asp. (Erişim: 25.2.2008). Http://www.genclerbirligi.org.tr/kurulus.asp. (Erişim: 25.2.2008). Http://www.konyaspor.org.tr/menu.php?id=12. (Erişim: 25.2.2008). Http://www.sivasspor.org.tr/kulup.asp. (Erişim: 25.2.2008). Http://www.tff.org/Default.aspx?pageID=119. (Erişim : 20.3.2008). Http://www.trabzonspor.org.tr/bolum.asp?MainID=448&PID=481&HaberID=2764. (Erişim: 25.2.2008). Knapp, D. E. (2003). Marka aklı (çev. A. Akartuna). İstanbul: MediaCat. Martinet, A. (1970). Eléments de linguistique générale. Paris: Armand Colin. Rifat, M. (1998). XX. yüzyılda dilbilim ve göstergebilim kuramları. Cilt 1. İstanbul: Yapı Kredi. Sakaoğlu, N. (2002). Osmanlı sarayında spor müsabakaları: Lahanacılar-bamyacılar. Toplumsal tarih, 102. İstanbul: Tarih Vakfı. Stemmer, T. (2000). Futbolun kısa tarihi (çev. N. Aça). Ankara: Dost. Uçar, T. F. (2004). Görsel iletişim ve grafik tasarım. İstanbul: İnkılap. Http://www.bjk.com.tr/tr/haberler.php?xl=yazi&h_no=2913. (Erişim: 25.2.2008) İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 26 Kış-Bahar 2008, s.169-196 Makale Türk basınında ilk spor gazetesi “Futbol” Hamza Çakır 1 Öz: Tanzimat’la birlikte Avrupalı yaşam biçimini benimsemeye başlayan Osmanlı toplumu, bu ülkelerde yapılmakta olan sporlardan da haberdar olur. Azınlıkların da katkısıyla futbol, jimnastik, voleybol gibi spor dalları, birbirlerine yakın tarihlerde İzmir ve İstanbul yaşamında bir yer edinirler. Böylece Osmanlı, Batı dünyasından söz konusu spor dallarıyla birlikte “spor basını” kavramını da hayatına sokmuş ve ardı ardına pek çok gazete ve dergi yayın hayatına başlamıştır. Futbol, bunların ilkidir. 11 Ekim 1910 tarihinde yayın hayatına başlayan, ancak yedi sayı yayımlanabilen Futbol Gazetesi, spor basın tarihi açısından bir mihenk taşıdır. İlk sayısından kapanışına kadar futbolun yaygınlaşmasına ve gelişmesine hizmet etmek için geleneksel ve tutucu kesimle bir mücadeleye girişen gazete, bu bağlamda sporun özellikle de futbolun sağlık, ahlak ve beden gelişimi açısından önemini vurgulayan yazılar yayımlamıştır. Çalışmamızda bu ilk spor gazetesinin içeriğini tanıtma amacı güdülmüştür. Anahtar sözcükler: Futbol Gazetesi, Mustafa Ziya, Burhan Felek The first sports newspaper in turkish press “futbol” Abstract: The Ottoman society, which adopted European way of living with Reorganization, comes to know the sports done in these countries. By the help of the minorities, sports like football, gymnastics, and volleyball earn their places in everyday lives of Izmir, and Istanbul at the same periods. Therefore, The Ottomans led the mentioned sports branches as well as the concept of “sports press” present in the West to its life and consequently a lot of newspapers and magazines start to be published. Football is the first of them. “Futbol Gazetesi”, which started to be published on 11th October, 1910 and was only able to publish seven issues, is the touchstone of the history of sports press. The newspaper, struggling to serve the development and widespread of football right from the first issue to the end against the traditional and conservative people, published articles about the importance of sports’, especially football’s, on health, moral and body development. This study has aimed to present the content of this first sports newspaper. Keywords: Football Newspaper, Mustafa Ziya, Burhan Felek 1 Doç. Dr., Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi; e-posta: hcakir@erciyes.edu.tr 170 İlk spor gazetesi GİRİŞ Bazı kaynaklara göre (Somalı,1989:7) futbol tarihimiz Sümer Türklerine dayanmaktaysa da, özellikle Kaşgarlı Mahmut’un Divan-ı Lügat-it Türk adlı eseri Türklerin futbolun atası sayılabilecek oyunlarla tanışması ile ilgili önemli bilgiler içermektedir: “Ünlü Türk düşünürü Kaşgarlı Mahmut’un 25 Ocak 1072 ile 10 Şubat 1074 tarihleri arasında yazdığı ünlü eseri ‘Divan-ı Lügat-it Türk’ün ilk cildinin 323. sayfasında, eski Türk boylarının Orta Asya’da ‘Tepük’ adıyla andıkları bir ayak topu oyunu oynadıklarından bahsedilmektedir Türklerin ‘Tepük’ oynarlarken kullandıkları toplar, ilk dönemlerde oval kalıplara dökülen kurşun kitlesinin üzerine keçi kılı veya keçe sarılmak suretiyle yapıldığı; zamanla bunların değişime uğradığı ve daha yumuşak cisimlerden yapılmış topların tercih edildiği, bunun için de içi hava ile doldurulmuş ve yuvarlanmış kuzu tulumlarının kullanıldığı yine aynı eserden öğrenilmektedir. Eski Türklerin ‘Tepük’ oyununu, belirli aralıklarla karşılıklı dikilmiş mızrakların arasından topu, ayakla vurmak suretiyle geçirerek sayı kazanmak esasına göre oynadıkları bilinmektedir (Arıpınar, 1992: 8).” Türklerin Orta Asya’dan göçleriyle birlikte, tepük oyunu unutulmuş; tepük’ün günümüzdeki görünümü olan batı kökenli futbolla tanışma da ise 1869 yılında basılan bir kitap önemli dönüm noktası olmuştur. Sultan Abdülaziz zamanında Paris’e gönderilen gençler 1869 yılında orjinali Fransızca olan “Ordu ve Mekteblerde Futbol” isimli kitabı basarak (Kahraman, 1995:670) yıllar sonra ülkenin en önemli ortak paylaşım zeminlerinden biri olacak futbolla Osmanlı Devleti’ni tanıştırmışlardır. Futbolun bir oyun olarak yaygınlaşması ise Abdülhamid döneminde gerçekleşmiştir. II. Abdülhamit döneminde tüm dernek faaliyetleri padişahın baskısı altındaydı. Özellikle gençlerin bir araya gelerek dernek faaliyetlerinde bulunmaları yasaktı. Buna spor etkinlikleri adı altında kurulan dernekler de dahildi. Bu türden dernek faaliyetleri yalnız yabancı uyruklular için serbestti. Dolayısıyla Türkiye tarihinde futbolu ilk oynayanlar İngilizler, Rumlar, Ermenler ve İtalyanlar olmuştur. İzmir’de ticaretle uğraşan İngiliz Giraud, Whittall ve Charnaud aileleri, boş zamanlarında oynadıkları futbolun, Türkiye’de ilk uygulayıcıları sayılırlar. İlk futbol maçının azınlıklar arasında 1875'te Selanik'te oynandığı, ilk futbol kulübünün de İzmir'de 1894 yılında İngilizler tarafından kurulduğu ve adının "Football Club Smyrna" (Durak, 2008) olduğu bilinmektedir. İstanbul'da futbol oynanmaya başlanması ise İzmir'den İstanbul'a göçen İngilizler tarafından 1895 yılında Kadıköy ve Hamza Çakır 171 Moda'da olmuştur. Buradaki Rumlar da futbola merak salmışlar ve futbol İstanbul'da çok büyük bir hızla yayılmıştır. Türkiye’de ilk resmi futbol kulübü ise 1902 yılında Lafontaine ve Mr. Horace Armitage’in önderliğiyle Kadıköy’deki İngiliz ve Rumlar tarafından kurulan Cadikeuy Football Club (Kadıköy Futbol Kulübü)’dır. Türkiye’de ilk defa İstanbul’da dört takım tarafından James Lafontaine’nin başkanlığında 1904 yılında resmi olarak “İstanbul Futbol Ligi” adı ile bir lig kurulmuştur (Pala, 2002: 47). Bu ilk lig maçlarının seyircileri daha çok İngilizler, Rumlar ve nadiren de olsa Türk gençleri olmuştur. Bu arada Türk gençlerinin de ilgisini çeken, ancak yasaklamalar sebebiyle adını bile söylemeye çekindikleri futbol, bir hayal olmaktan ileriye gidememişti. İstanbul'da futbolu İngilizlerden görerek merak salan Deniz Subayı Fuat Hüsnü (Kayacan), Reşat (Danyal) ve Selim Sırrı (Tarcan) sonunda yabancılarla beraber futbol oynamaya başladılar. Daha sonra Fuat Hüsnü Kayacan ve Reşat Danyal büyük bir gizlilik içinde sürdürdükleri faaliyetlerin sonunda ilk Türk takımı “Black Stacking Kulübü”nü kurdular, fakat ilk futbol kulübü istibdat devrinde gelişemeden kapatıldı. Hatta Fuat Hüsnü Bey daha sonra İngilizlerin kurduğu Kadıköy takımında "Bobby" takma adıyla futbol oynamaya devam etti (Sarısoy, 2008). 1905 yılında Galatasaray Sultanisi’nin öğrencilerinden Ali Sami (Yen), ilk resmi anlamda takım kurma girişiminde bulundu. Türkiye'de ilk futbol ligi 1903 yılında İmojen, Moda, Kadıköy ve Elpis takımlarının iştirak etmesiyle Fenerbahçe stadının bulunduğu Papazın Çayırı’nda yapılmıştır. Tamamen Türklerden kurulu ilk futbol takımı olan Galatasaray 1905, Fenerbahçe 1907, Vefa 1908 yıllarında ve 1903 yılında Beşiktaş Jimnastik Kulübü kurulmuş fakat futbol branşının açılması 1911 yılında gerçekleştirilebilmiştir. Aynı gazetenin 16 Aralık 1895 tarihli nüshasında ise Atina’da yapılacak olan ilk Modern Olimpiyat Oyunları ile ilgili ayrıntılı bir haber çıkmıştır. Bu ilk yazıların ardından 1897'de İzmir'de çıkan “Hizmet” adlı gazetede Selim Sırrı Tarcan'ın sporla ilgili yazıları yayınlanmaya başlamıştır (Atabeyoğlu, 1991: 6-8). “1911 yılında Galatasaray Kulübü’nün ilk üyelerinden olan Abidin Daver’in ‘Tasvir-i Efkar’da Galatasaray-Tamşuar (Macar) maçını yayınlatması ile birlikte bir futbol maçı, ilk defa gündelik bir gazetede yer almıştır (Eroğlu, 1987:71).” Futbol, sadece İstanbul gazetelerinde kendine yer bulmakla kalmaz, İzmir’de yayınlanan “Ahenk”, “Anadolu” ve “Köylü” gazetelerinde 1913 yılında futbol yazıları çıkar (Hiçyılmaz, 1985: 12). Yine 1914’te ‘Tasvir-i Efkar’ Gazetesi Romanya karması ile Galatasaray maçını yayınlamış ve okuyucularına Galatasaray’ın 4-2 galip geldiğini bildirmiştir (Perin, 1985: 8). İlk spor gazetesi ise “Futbol” adıyla 11 Ekim 1910’da çıkmıştır. Mustafa Ziya tarafından çıkarılan bu ilk spor gazetesi, yedi sayı sonra ilgisizlik nedeniyle kapanmışsa da II. Meşrutiyet’in sağlamış olduğu özgürlük havası içerisinde ülkemizde futbolun her geçen gün yaygınlaşması ve gelişmene paralel olarak spor ve özellikle de futbola yönelik gazete ve dergilerin çıkmasına da yol açmıştır. Terbiye ve Oyun, İdman, Sipahi Mecmuası, Spor Alemi, ve Şa Şa Şa dergileri ilk dergilerdendir ve yayım tarihleri 1911 yıllarına denk düşer (Sönmez, 2008). YÖNTEM Bu çalışmamızın iki temel amacı bulunmaktadır. Birincisi, spor tarihimiz üzerine çalışan/çalışacak olanlara ilk spor gazetesinin içeriği hakkında bilgi vermektir. İkinci amaç ise spor tarihi üzerine çalışan meslektaşlarımızdan bir kısmının çalışmalarında bu gazeteye hiç değinmemeleri, diğer bir kısmının ise gazetenin orijinalini görmemiş olacaklar ki hem çıkış tarihi, hem kimliği, hem de içeriği hakkında doğru bilgi vermemeleri ile ilgilidir. Örneğin spor tarihimiz konusunda ciddi çalışmalarıyla tanınan Cem Atabeyoğlu, Türk Spor Tarihi Ansiklopedisi’nde Futbol Gazetesi ile ilgili bilgi verirken hem gazetenin çıkış tarihini, hem de gazetenin sahibini yanlış vermiştir. Gazetenin içeriği ile ilgili ise bugüne kadar ciddi bir inceleme yapılmamıştır. Verilen bilgiler yetersiz olduğu gibi tamamı da birbirinden aktarma şeklinde olmuştur. Spor tarihimiz açısından bir mihenk taşı olan ve Osmanlıca-Fransızca olarak toplam yedi sayı çıkabilen Futbol Gazetesi’nin bu bağlamda ciddi bir incelemeye tabi tutulması düşünülerek bu çalışma yapılmıştır. Bu çalışmamızda Türk basın tarihinin ilk spor gazetesi olan “Futbol”, içerik incelemesine tabi tutulmuştur. Giriş kısmında, modern futbolun Osmanlı topraklarına gelişi, ilk uygulayıcıları, ilk spor kulüplerinin kuruluşları, Türk basınına ilk spor haberlerinin ve yazılarının hangi konularda ve kimler tarafından yazıldığı aktarıldıktan sonra spor dallarına özellikle de futbola yönelik Futbol Gazetesi ele alınmıştır. 1910 yılında toplam yedi sayı olarak çıkan bu gazetenin arşivi sadece İstanbul Millet Kütüphanesi’nde Hamza Çakır 173 bulunmaktadır. Fotokopi yoluyla elde edilen sayılar incelenmiş ve Batı tarzı sporların ülkemize yeni yeni girmeye başladığı dönemlerde bu tür spor dallarına özellikle de futbola yönetimin ve kamuoyunun bakış açısı irdelenmeye çalışılmıştır. ANALİZ VE DEĞERLENDİRME Gazetenin kimlik bilgileri Gazetenin Adı: Futbol Alt Başlık: Şimdilik haftada bir intişar eder spor gazetesidir İmtiyaz Sahibi: Mustafa Ziya Mesul Müdür: Mustafa Ziya Sermuharriri: Ali Macit Yayın Tarihi: 28 Eylül 1326 (11 Ekim 1910) Adres: Bâbıâli Caddesinde 77 numaralı İktisat Kütüphanesi Baskı Yeri: Bekir Efendi-Karagöz Matbaası, Dersaadet, Vezirhan Fiyatı: 20 para Abone bedeli: İstanbul’da altı aylığı 10 kuruş, taşra için yalnız posta ücreti ilave olunur. Yayın aralığı: Haftada bir, 6. sayıdan sonra 15 günde bir Yayın Yeri: İstanbul Bulunduğu Kütüp.: Milli Kütüphane Sayı: 1-7 Sayfa Sayısı: Her sayı 4 sahife Özellikleri: Tabldot, ilk sayfalar resimli, her sahifesi 3 sütun, (2, 3, 5, 6 ve 7. sayıların 4. sahifeleri Fransızca). Gazete içeriğinin değerlendirilmesi İlk sayısı 28 Eylül 1326 (11 Ekim 1910) tarihinde 4 sahife ve her sahifesi üç sütuna ayrılmış olarak çıkan “Futbol” gazetesi, logonun üst kısmında (sürmanşet olarak tanımladığımız yere) ağlarla buluşan top ve bu topa hamle yapmakta olan kalecinin bir enstantane görüntüsüne yer vermiş ve bu fotoğrafın sağ ve soluna ise gazete ile ilgili kimlik bilgilerini yazmıştır. İlk sayfanın ikinci fotoğrafı ise üç sütundan oluşan gazetenin iki sütununu kaplayacak şekilde çerçeve içerisine alınmış Galatasaraylı bir defans oyuncusuna ait resimdir. Fotoğraf altı yazıda: “Galatasaray kulübünün enmuzeç (örnek) müdafii” ifadesine yer verilmiş olmakla birlikte futbolcunun adı ve hakkında hiçbir bilgiye yer verilmemiştir. Gazetenin birinci sütununda ilk haber olarak “Beyan-ı İtiraz” başlığı altında bir özür yazısı yer almıştır. Bu 174 İlk spor gazetesi yazıda, gazetenin Türkçe ve Fransızca çıkacağı ilan edilmiş olmasına rağmen önemli bir sebepten dolayı Fransızca sahifesinin bu sayı için iptal edildiği yazılmış, ancak gerekçe açıklanmamıştır. Devam eden özür yazısında bir sonraki sayıda Kadıköy İttihad Kulübü’nün müsabakaları ile beraber gazetenin bir sahifesinin Fransızca’ya ayrılacağı haberi verilmiştir. Sürmanşetin dışında bir fotoğraf ve iki haberden oluşan birinci sahifenin ikinci haberinde ise “Takdim-i Meslek” başlığı altında sporla ilgili görüşler ve gazetenin çıkış amacı ele alınmıştır. İkinci sahifenin birinci sütununu da kapsayan bu yazıda, Futbol Gazetesi’nin çıktığı ana kadar ülkemizde ne spora ne de futbola ait bir gazetenin hatta layıkıyla bir risalenin bile çıkmadığı ifade edilmiştir. Yazıda, Futbol Gazetesi’ne halkın göstereceği ilgiden endişeler dile getirilmekte ve bu endişeleri gidermek için de şekilsel ve içeriksel olarak okuyucuya taahhütlerde bulunulmaktadır. Buna göre gazete mizanpajı titizlikle hazırlanacak, içerik ise hem tarafsız olacak hem de bilgi içerecektir. Bu bağlamda futbol amatörlerinin futbol kuralları noktasındaki tereddütlerini gidermek için İngilizce’den çevrilmekte olan bir eserin tefrikasına başlanacağı haberi verilmektedir. Gazetenin ikinci sahifesinin ikinci sütunu ise futbol karşıtlarına yönelik ele alınmış bir yazıdır. Daha sonraları Burhan Felek ismiyle tanınacak olan Üsküdarlı Mehmet Burhaneddin Bey imzasıyla kaleme alınan yazıda: “…Memleketimizde bu oyunun daha doğrusu bu fennin karşıtları nedendir bilinmez, oldukça çoktur. Futbolu kaba-saba bir oyun olarak görenler az değildir. Biz futbolcular, bunu elbette hoş görmeyiz, görmemeliyiz” sözlerine yer verilmiş, futbola karşı olanlar içerisinde kendilerinin ummanda bir katre kadar az oldukları, hatta İstanbul’da bini bulan oyuncuların dışındaki herkesin bu spora karşı olduğu, bunun da kendilerini cesaretlendirmesi gerektiği dile getirilmiştir. Burhaneddin, her yeni şeyin karşıtlarının bulunmasının doğal olduğunu belirttikten sonra: “İngiltere’de şimendöfer, Almanya’da matbaa ortaya çıktığında karşı olanlar çoğunluktaydı, ama zaman, o taassupları bertaraf etti. Futbol da böyle olacaktır ve futbol artık yolunu almıştır” sözleriyle futbol karşıtlarına cevap vermeye çalışmıştır. Yazının devamında her geçen gün futbol taraftarlarının sayısının arttığını söyleyen Burhaneddin, kısa süre içerisinde hükümetin bile futbolun okullarda ve kışlalarda oynanmasını kabul edeceğini, bunun futbol taraftarları için bir zafer olacağını ve kendilerinin de amaçlarının bu olduğunu açıklamıştır. Gazetenin ikinci sayfa üçüncü sütunu ile üçüncü sayfa birinci sütununun yarıdan fazlası ise “Sporun Muhassenât-ı İctimâiyesi” başlığı altında futbolun Hamza Çakır 175 sosyal yaşamdaki yerine değinilmek üzere ayrılmış, ancak bu ilişki bir sonraki sayıya bırakılarak yazıya mikropların insan vücuduna zararları ile milletleri sefalete sürükleyen içki gibi kötü alışkanlıklar örneklendirilmiş ve Batı’nın medeniyetini alırken kötü alışkanlıklarının alınmaması noktasında uyarılarda bulunularak sporun sağlık açısından önemine bir giriş oluşturulmaya çalışılmıştır. Üçüncü sayfanın yaklaşık iki buçuk sütunu ile dördüncü sahifenin bir buçuk sütunu “Pazar Günkü Müsabakalar” başlığı altında spor etkinliklerine ayrılmıştır. İlk haber atletizmle ilgi olarak verilmiştir. Kısa mesafe koşunun zamanında başlamadığı, çıkış düdüğünün düzenli verilememesinden koşunun birkaç defa tekrarlandığı, koşuya katılan beş sporcunun da kısa mesafeyi bitirdiği, birinciliği Celal Bey’in, ikinciliği ise iki kişinin aynı anda yarışı bitirmesi nedeniyle yapılan itirazlar üzerine tekrarlanan yarışta kazanan Rum cemaatine mensup sabık Elpis Kulübü’nden Mösyö Aleko’nun kazandığı, kaybedenin ise Galatasaray Kulübü’nün kalecisi olduğu yazılmaktadır. İkinci spor haberi olarak “Çit Yarışı” (Engelli Koşu) ele alınmıştır. Bu yarışın başlangıcında da çıkış hatalarının yaşanmış olmasına rağmen sonuçta Aleko çit yarışının birincisi olmuştur. Üçüncü haber olarak “Av Müsabakası” haberi yer almıştır. Üç kişinin katıldığı av müsabakası (atış müsabakası)’nın galibi Mösyö Alberto olmuştur. Dördüncü haber, bisiklet yarışı ile ilgili olup bu yarışın galibi Metin Hafiz olmuş, ikinciliği de Fener Kulübü’nden Niyazi Efendi kazanmıştır. Beşinci haber ise motosiklet yarışıyla ilgili haberdir. Bu yarışın birincisi de Fethi Efendi olmuştur. Son spor haberi olarak futbola yer verilmiştir. Ancak atletizm, çit, atış, bisiklet ve motosiklet yarışlarına kısa kısa değinilmişken Galatasaray ile Strugglers arasındaki futbol müsabakası haberine iki buçuk sütun ayrılmıştır. Bunda bir futbol gazetesi olmanın yanı sıra futbola karşı kamuoyunda bir ilgi uyandırma ve antipatiyi sempatiye çevirme amacı yatmaktadır. Bunu gerçekleştirme adına da maç, akıcı bir üslupla ele alındığı gibi yazıya yer yer yorumlar da eklenerek haber ilgi çekici kılınmaya çalışılmıştır. Bu haberi, ilk futbol haberi olmanın ötesinde aynı zamanda ilk futbol haber ve yorum dilinin örneği olması açısından da önemsiyor ve aynen aktarıyorum: Şimdi futbol meraklıların kulaklarında topun sadâ-yı âhenkdârı çınlıyor. Bu rüyâ-yı nâzeninden tahassül eden zevk-i mesti onların vücud-ı merâk-ı âverlerini garip bir hiss-i harir-i meserretle uyuşturuyordu. Artık sıranın “futbol”a gelişi onlar için büyük bir saadet vâsi bir sevinç teşkil ediyordu. 176 İlk spor gazetesi Vaziyetler o kadar tuhaftı ki güya her tarafları dinliyor, güya her biri reg-i asabiyetleri taassub-ı intizar altında eziliyordu. (Galatasaray)- “Strugglers” oynayacak, acaba hangi taraf ihrâz-ı gâlibiyet edecek. Herkeste bu merak âhengli bir tantana ile ağızdan ağıza gidiyordu. Bu hisli âvânde oyuncular meydan-ı temâşâya çıkmışlar, fotoğraflarını çektiriyorlardı. Bunun bittabii herkes çabuk bitmesini arzu ediyordu. Resim alındı. Nihayet saha-i cenge atıldılar. Oyuna da besmelekeş oldular. İlk önceleri “Galatasaray” lâkayd bir betâetle harakete başladı. Sonra bir parça canlanır gibi oldu. Fakat “Strugglers” arka hattının vuruşları “Galatasaray” ileri hattının da paslarının birbirine adem-i tatâbuku bu faaliyet-i hayatiyyeyi öldürüyordu. Hele o bir hata. Bütün oyunun intizâm-ı şekva şevkini bozdu. Onu kırarcasına mahvetti. Zannedersin geçen sene bir müsabakada idi. Yine böyle bir yanlışlık, yine böyle bir –ileri- nin “arkaya” konulması şiddet-i müsâbakayı rahdâr etmişti. Fuat Bey nasıl arka hattına geçebilirdi. Biz bunu gördüğümüz vakit hayretler ettik. Yine bir eser-i zuhul olduğunu heman anladık. Çünkü Fuat Bey mütemâdiyen geçiyor, gol tehlikelerini sıklaştırıyordu. “Dış sağ”, “dış sol” cidden çok fedakarlıklar yaptılar. Fakat bunların o medhul paslarını hiss-i istimâl edecek “ileri” bir “iç” maateassüf yoktu. Bunun için de muvaffakiyet olanca şevksizliğiyle söndü, gitti. Sonra iş başka zemine döküldü. “Strugglers” ileri hattı “Galatasaray” arka hattının zafiyetinden istifâde etmek istediler. Hücumlarını az daha sıklaştırdılar. Pek mukâvemet edemiyor idiyse de her halde Galatasaray Heyet-i Umumiyesi’nden hemen hemen farklı değildiler. Esâsen Galatasaray Kulübü’nün bu seneki teşkilatı gâyet zayıftır. Eğer bu teşkilat ibka edilecek olursa Galatasaray’ın âti-i gâlibiyeti için söz söylemekte herkes tereddüt eder zannederiz. Bu ânât müşkkilde idi. Bizim Fuat Bey’in bir hatâ-yı sarihi Galatasarayı mağlup etti. Herkes “Strugglers”i alkışladı. Sâhib-i hata artık “arka”yı terk etti. “İleri “hattına, eski oynadığı mevkiye geçti. “Strugglers” sevincinden gayret-i muhâcemâtını artırdı. Ötekilerde de müteessirâne savletler baş gösterdi. Ortaya sağdan, soldan o kadar paslar geldi ki idare edilemedi. Nihayet şöyle böyle istirahat düdüğü çaldı. Teneffüsler edildi. İkinci mübâreze ön aldı. Galatasaray bu sefer iyiden iyiye canlandı. Dâima kale önünde dolaşmaya fakat maataassüf bir çok fırsatlar kaçırmaya başladı. “Orta” o vaziyet-i malûmesiyle karşısındakileri aldatıyordu. Bir çok defalar sıkı, metin (şut)lar çekti. Muvaffak olamadı. (Strugglers) hiç umurunda değilmiş gibi hareket ediyor, “arka” hattı kavi olduğu için korkmuyor, bilakis muvaffakiyetinden ümitvar bulunuyordu. Arada bir ilerilediler fakat Galatasaraylılar da onları fevkalade dûçâr-ı tensîk 177 Hamza Çakır ettiler. Bu hal epey bir müddet geçirdi. Her iki tarafın da bir alay hatalar sâdır oldu. Derken (Strugglers)’dan sağ (arka)nın sıkı bir darbesi topu ileriye yolladı. Bu anda (arka)lar da ileri hattına kadar gelmiş bulunuyordu. Az bir vakit içinde (iç sağ) topu kaptı. Hatta iki kişiyi geçtikten sonra nâil-i maksat oldu. Buna tarafdârânı (hurra)larla mukâbele ettiler, alkışladılar. Bittabi kendileri de sevindiler. Halbuki Galatasaray tarafgîrânı me’yûsiyet-i sâbıkalarına bir daha zamme ediyorlardı. Bundan sonra Galatasaray oyuncularını teşcî’a çalıştılar fakat onlarda zevk-i gâlibiyet çoktan kırılmıştı. Mütebâkî on dakika daha devam etti. Ne bir eser-i tafavvuk…hiçbir şey görülmedi. Bunun üzerine herkesin heyecanı da bütün bütün fazlalaştı idi ki düdük hıtâm-ı müsâbakayı ilan eden sadası bu heyecân-ı umûmiyi teskîne çalışıyordu. Bu spor haberi, bizlere ilk haber-yorum dili olmanın ötesinde 1910’larda İngilizce’den alınan futbol terminolojisinin Türkçe karşılıklarının bulunarak kullanılmaya çalışılması açısından da oldukça önemlidir. Haber içerisinde kullanılan, ileri hat, arka hat, dış sağ, dış sol, ileri iç, iç sağ kelimeleri buna örnek gösterilebilir. Hatta gazetenin bu konuda bir yarışma başlattığını da üçüncü sayfanın son sütununda görüyoruz. Konuyla ilgili olarak şöyle denilmektedir: “Futbol” oyunu İngiliz İhtirâ’ı olduğu için bittabi oyuncuların isimleri İngilizcedir. Biz de diyoruz ki: Mâdem ki beğendik ve kabul ettik bu “futbol” oyununu oynuyoruz. O halde bu isimler Türkçe olmalı ve beynimizde böyle isti’mâl edilmelidir. Çünkü Fransızlar da bizim gibi “futbol”u oynadıkları zaman o andan itibâren o isimlerin hemen kâffesini değiştirmişlerdir. Bizim bir noksanımız yok. Aaa… Niçin biz bu salâhiyetten mahrum kalalım. ..Biz mukâbillerini şöyle bulabildik: Kaleci Sağ orta Dış sağ İç sol Sağ arka Sol orta İç sağ Dış sol Sol arka Orta İleri Bütün oyunun kâffe-i esâmisini bundan daha sehîlül-isti’mâl olarak bulana tarafımızdan gazetemizin altı aylık abonesi hediye edilecektir. 11 Ekim 1910 tarihinde okuyucusu ile buluşan Futbol Gazetesi’nin bu ilk sayısının son yazısı “Futbol Müntesiplerinden Bir Rica” başlığını taşımaktadır. Geleneksel spor dallarının dışında sosyal aktivitelerimiz içerisinde yeni yeni yer almaya başlayan futbol, mutaassıp kesimler tarafından 178 İlk spor gazetesi “gavur icadı” olarak algılanmakta, ilgilenenler ve hatta ilgi duyanlar bile yadırganmaktadır. Futbola karşı yönetimsel ve buna bağlı olarak toplumsal zihniyet değişiminin henüz oluşmadığı bir dönemde futbolla ilgili bir gazetenin yayın hayatına başlaması da ister istemez tiraj sorununu beraberinde getirmiştir. Yaklaşık iki sütuna yakın “Futbol Müntesiplerinden Bir Rica” başlığıyla kaleme alınan yazıda bu endişeler dile getirilerek şöyle denilmektedir: … İşte bugün bizim de elimizde bir işimiz, muhtâc-ı mu’âvenet bir teşebbüsümüz var. Biz de “Futbol” gazetesini çıkarmakla sizin mu’âvenetinizi diliyoruz ve onun muvaffakiyet-i mustakbelesini temin içün sizleri tevkil ediyoruz. Bittabi gazetemizi bir havâdis meraklısı okuyamadığı gibi bir heveskâr-ı edep de gözden geçiremez. Binâenaleyh (Futbol) sizlerin himâye-i şahıslarına sığınmış demektir. Biz futbolcular da bir nokta da ittihad edüp de biri birimize mu’âvenet edemezsek cihân-ı za’fa karşı ayıptır. Mu’âvenetinizin sizce hiç fakat bizce kıymetdâr olan ciheti birer abone olmak ve himmet-i kalemiyede bulunmaktır. (Futbol) ancak bu suretle çıkabilecektir. Yoksa sizden rû- yı iltifat görmedikten sonra insaf edin bir başkasından mı görecek!.. Biz, sizi ittihâda mu’âvenete davet etmekle vazife-i teşebbüsiyemizi îfâ ettik demektir. Eğer (Futbol) mu’âvenet-i himmetinizden bir şey görmez de sekte-i ta’tile uğrayacak olursa teveccüh edecek bütün sadâ-yı ta’yîb doğrudan doğruya size aittir. Çünkü siz ittihad etmediniz. Siz, mu’âvenetde bulunmadınız.” Gazeteyi satın alarak, abone olarak futbol severlerin gazeteye sahip çıkmasını isteyen gazete yönetimi, yazıda okuyucuyu töhmet altında bırakan sert bir üslup da kullanmış ve “gazete kapanırsa tek sorumlu siz okuyucularsınız” demiştir. Son sütunun son satırlarında gazete satış yerlerini de okuyucularına duyuran gazete, bu yerleri; Üsküdar’da Çarşı boyunda Yeni Çeşme yakınlarında Kitapçı Muhtar Efendi, Kadıköy’de İskele önünde Tütüncü Dükkanı, İstanbul’da Bâbıâli yokuşunda Kitapçı Kasım Efendi, Beyoğlu’nda Çarşı-yı Kebir’de Haszzopulos Pasajı’nın yanında ecnebi gazetelerinin deposu olarak vermiştir. Gazetenin 2. sayısı 5 Teşrin-i Evvel 1326 (18 Ekim 1910) Salı günü çıkmıştır. Yine dört sahife olarak çıkan Futbol Gazetesi’nin birinci sayıda da belirtildiği üzere son sahifesi Fransızca olarak çıkmıştır. Bu sayıda da ilk sayıda olduğu gibi iki kare resim kullanılmış ve bu resimler ilk sahifede yer almıştır. Resimlerin ilki “Futbol” logosunun üstünde ilk sayıdaki resmin Hamza Çakır 179 aynısı olmakla birlikte logonun altındaki resim bu kez değiştirilmiş ve Galatasaraylı futbolcu Emin’in vesikalık bir fotoğrafı konmuştur. Fotoğrafın altına ise: “Şutlarından emin! Bir oyuncu Emin Bey” yazılmıştır. İkinci sayının ilk haberi “Futbolun Mümtâziyeti” başlığını taşımaktadır. Yazıda, sporun sağlıklı yaşamla ilgilisi, insanlığın ilerlemesindeki önemli katkıları, etkisinin siyasetin üstünde olduğu, Avrupalıların futbola verdiği değeri hiçbir spor dalına vermedikleri dile getirildikten sonra futbolun İngilizler tarafından bir kış sporu olarak icat edildiği, bunun gerekçesi olarak da kışın insanları ataletten kurtarmak olduğu anlatılmıştır. Bundan dolayı kış aylarının çok uzun geçtiği ve kış hayatının “ev hayatı” olarak algılandığı ülkemizde futbolun tam şark hayatına uygun bir spor dalı olduğu ve gençlerin bu spora yönlendirilmesine çalışılması gerektiği vurgulanmış, futbolun mücadele yönü de ele alınarak gençlerin askere gitmeden önce bu mücadele ruhunu edinmelerine fayda sağlayacağı kaleme alınmıştır. İkinci yazı, Kadıköy İttihâd-ı Osmânî Mektebi Terbiye-i Bedeniye Muallimi (spor öğretmeni) İhsan Ziya tarafından gazeteye gönderilen “Futbol Gazetesinin İntişarı Münâsebetiyle Birkaç Söz” başlığını taşıyan yazısıdır. Yazısında, sporun en önemli dalı olan futbol üzerine çıkan bu gazeteyi gördüğünü ve çok sevindiğini, ayrıca bunun bir ihtiyaç olduğunu söyleyen İhsan Ziya, ülkemizde sporun faydaları üzerine tam bir fikir birliğinin oluşmadığını, hatta jimnastik gibi sporların hokkabazlık ve sokak cambazlığı şeklinde algılandığını ve yerildiğini vurgulayarak eleştiride bulunmaktadır. Artık Meşrutiyet döneminin yaşandığını, her türlü gazetenin çıkabileceğini, bu bağlamda spor gazetelerinin de çoğalması gerektiğini savunan İhsan Ziya; “Sağlam bir vücutta sağlam bir fikrin bulunacağı” darb-ı meselinden hareketle gençlerin hem zihnen hem de bedenen gelişmeleri için spora yönlendirilmelerinin zorunlu olduğunu söyleyip İngiliz milletini örnek göstererek: “ Bugün İngiliz kavmini göz önüne getirelim. Ne görürüz? Göğüs ileride, vücut dümdüz, arkada kambur yok, çehre kıpkırmızı, aslan gibi bir vücut değil mi?... İşte bizim eski Türklerimiz de böyleydi. Fakat bugün gördüğümüz o İngiliz, Alman kavmi gibi o zamana mahsus idmanlarla meşgul olurlar ve sefahattan kaçarlar, namaz kılarlardı…” dedikten sonra yazısının devamında: “ Bizde cılız, çelimsiz, hastalıklı, durmadan öksüren, fazla yol yürüse yetmişlik ihtiyar gibi bayılan gençlerimizde sıhhatin ötesinde sağlam fikir üreten beyinler bulabilir misiniz?” şeklinde düşüncelerini dile getirerek bu durumu, spora önem vermediğimize bağlamaktadır. 180 İlk spor gazetesi İkinci sayfadaki diğer bir yazı “Sporun Muhassenât-ı İctimâiyesi” başlığını taşımaktadır. Birinci sayıda aynı başlıkla ele alınan yazı bu sayıda devam ettirilmiştir. Yazıda, gençlerin kötü alışkanlıklardan uzak tutulması için güzel bir meşguliyet alanı olan spora yönlendirilmeleri önerilmektedir. Ayrıca birinci sayıda sporla ilgili İngilizce’den bir kitabın çevirisinin yapılarak gazetede tefrika edileceği haberi verilmişti. Bu tefrika, ikinci sayının 2. ve 3. sahifelerinin alttan 12 satırı ve üçer sütunları da ayrılarak yayımlanmaya başlanmıştır. Çevirmeni M. Nasuhi imzasını taşıyan bu ilk bölüm tefrika metninde, saha içerisindeki kaleci, sağ arka, sol arka gibi mevki isimleri, futbol sahası ve kale ölçüleri, ceza sahası, çizgiler ve topun büyüklüğü ve ağırlığı ile oynanacak süre hakkında bilgiler verilmektedir. Verilen bilgilere göre 1910 yıllarında futbol sahası ve topla ilgili ölçütler şu şekildedir: Saha uzunluğu: Saha genişliği: Maksimum 120 m. Maksimum 80 m. Minimum 100 m. Minimum 50 m. Topun ağırlığı 370 ile 465 gr. Çevresi 68 - 70 cm. olmalıdır. Çeviri kitaptan aktarılan bilgiye göre maçla ilgili süre 90 dakika olmakla birlikte takımların anlaşmaları halinde bu sürenin uzatılabileceği de yazılmaktadır. Üçüncü sayfanın diğer bir haberi de “Arz-ı Teşekkürât” başlığını taşımaktadır. Gazete yönetimi tarafından kaleme alınan yazıda, “Futbol” gazetesinin yayın hayatına başlaması dolayısıyla Tanin, İkdam ve Jön Türk gazetelerinin tebrik yazılarına karşılık bir teşekkür yazısı ele alınmış ve daha sonra birinci sayıda başlatılan futbol terimleriyle ilgili bir açıklamaya yer verilmiştir. “Havâdislerimiz” başlığı altında ise kısa kısa üç habere yer verilmiştir. Bu haberlerden ilki Üsküdar Mutasarrıfı Faik Bey’in organizasyonunu üstlendiği spor müsabakaları ve bunlar arasında Galatasaray ile Strugglers arasında oynanacak maçla ilgili haber, ikincisi Anadolu Kulübü ile Fener Kulübü arasında bir müsabaka düzenlenmesi girişimleri ve son haber de gazetenin İstanbul’daki satış yerleriyle ilgilidir. Gazetenin ikinci sayısının son sahifesi Fransızca olarak çıkmıştır. Dört haberin yer aldığı bu Fransızca sahifedeki haberler, çok az farklılıklar olmakla birlikte Osmanlıca kısımdaki haberlerin bir derlemesinden oluşmaktadır. Hamza Çakır 181 Fransızca olarak kaleme alınan ilk haber “Birkaç kelime” başlığını taşımaktadır. Yazı işleri tarafından kaleme alınan yazıda, genç Türkiye’nin yeni döneminde sporun, halkın fiziki ve ahlaki gelişiminde önemli bir rol oynayacağı vurgulandıktan sonra 1910’lar itibariyle İstanbul’da 10’a yakın spor kulübünün bulunduğu, bu kulüplerin gözde spor dalının da futbol olduğu dile getirilmiştir. İkinci haberde ise birinci sayıda “Pazar Günkü Müsabakalar” başlığı altında Osmanlıca olarak yayımlanan spor müsabakaları biraz daha kısaltılarak verilmiştir. Üçüncü kısa haber, Futbol Gazetesi’nin satış yerleri, dördüncü kısa haber de Kadıköy İttihat Kulübü’nce gerçekleştirilecek spor karşılaşmalarıyla ilgilidir. Bu haberler de birinci sayıdaki Osmanlıca haberlerin Fransızca çevirileridir. Futbol Gazetesi’nin 3. sayısı 12 Teşrin-i Evvel 1326 (25 Ekim 1910) tarihinde çıkmıştır. Bu sayıda da ilk iki sayıda olduğu gibi sadece ilk sayfada iki fotoğraf kullanılmıştır. “Futbol” logosu üzerindeki resim, önceki sayılardaki resimle aynı olup, logo altında kullanılan resim ise güreşçimiz Kurtdereli Mehmet Pehlivan’a aittir. Ancak Kurtdereli Mehmet Pehlivan’la ilgili yazı, gazetenin ikinci sahifesinde yer almış, ilk sahifede “Bir Hasbihal” başlığı altında futbol tutkusu anlatılmıştır. 2. sayfanın 4/3 ve 3. sayfanın ilk sütununun büyük bir kısmı “Kurtdereli Mehmet Pehlivan” başlığı altında bu ünlü güreşçimize ayrılmıştır. Yazıda, Taksim’de düzenlenen milletlerarası güreş müsabakasında Kurtdereli Mehmet Pehlivan’ın Hint Kaplanı diye anılan Gulam Rüstem, Dobroviç, Hackenschmit, Kazaklı Baradonof ve Chalve ile yaptığı ve kazandığı güreş müsabakalarının öyküsü ile hakem heyetinin Kurtdereli’yi “Türkiye Başpehlivanı” ilan etmesi yer almıştır. Üçüncü sayfadaki diğer bir yazı ise Burhaneddin imzasını taşıyan ve “Tecâribim” (Tecrübelerim) başlığı altında futbola karşı çıkanlara yönelik kaleme alınmış bir yazıdır. Yazıda, futbola karşı çıkanları cehaletlikle suçlayan Burhaneddin, iddia edildiği gibi futbolun insanları sakat bırakacak derecede sertlik içermediğini savunmuştur. “Pazar Günü” başlığı altında ise geliri Osmanlı Donanması’na verilmek üzere Kadıköy Onion Kulübü’nün organize ettiği Galatasaray-Strugglers maçına, Strugglers’in çıkmaması üzerine hükmen mağlup sayıldığı ve Galatasaray ile Fener Kulübü’nün bir antrenman maçı yaptığı haberi verilmiştir. İkinci sayıda başlayan futbolla ilgili tefrika yazısına bu sayıda da devam edilmiştir. Bu sayıdaki yazıda, para atışıyla hangi kalenin seçileceği, maça kimin başlayacağı, rakip takım oyuncularının başlama düdüğünden önce nerede durmaları gerektiği, 45 dakika sonunda 5 dakikalık devre arası 182 İlk spor gazetesi verilmesi gerektiği, taca çıkan topun nasıl kullanılacağı, tacın yanlış kullanılması durumunda taç atışının karşı rakibe geçeceği, topun üst veya yan direklerden geri dönmesi halinde oyunun devam edeceği kuralları anlatılmıştır. Fransızca olarak çıkan dördüncü sahifenin ilk yazısı “Futbolun Ayrıcalığı” başlığını taşımaktadır. Bu yazı, ikinci sayıda Osmanlıca olarak çıkan “Futbolun Mümtâziyeti” başlıklı yazının Fransızca çevirisidir. Fransızca sayfada yer alan kısa üç haberden ilki Üsküdar Mutasarrıfı Faik Bey’in organizasyonunu üstlendiği spor müsabakaları ve bunlar arasında Galatasaray ile Strugglers arasında oynanacak maçla ilgili haber, ikincisi Anadolu Kulübü ile Fener Kulübü arasında bir müsabaka düzenlenmesi girişimleri ve son haber de gazetenin İstanbul’daki satış yerleriyle ilgili haberden oluşmaktadır. Bu haberler de ikinci sayıda Osmanlıca olarak yayımlanmış haberlerin çevirisidir. 20 Teşrin-i Evvel 1326 (2 Kasım 1910) tarihinde 4. sayısı çıkan Futbol Gazetesi’nin ilk sahifesinde önceki sayılarda olduğu gibi biri logonun üstünde diğeri de logonun altında olmak üzere iki kare fotoğraf kullanılmıştır. Logo üstü fotoğraf ilk sayıdan itibaren hiç değişmez iken logo altındaki fotoğraf karesi her sayıda farklı kullanılmıştır. Bu sayıda logo altı fotoğraf olarak Kurtdereli Mehmet Pehlivan’ın Kırkpınar Ağası tarzında çekilmiş boydan bir resmi kullanılmış, ancak bu kare fotoğrafla hiçbir ilgisi olmayan bir habere yer verilmiştir. Fotoğraf ve haber uyumu gazetenin ilk sayısından başlayarak dikkatsizce kullanılmıştır. “Tereddütlerimiz” başlığını taşıyan ilk sayfa haberi, futbolun kurallarına uymanın önemini ele almıştır. Özellikle hentbol, ofsayt ve penaltı kurallarını uygulamada titiz davranılmadığı, bunda bilgi yetersizliği kadar futbolu ciddiye almamanın da etkisi olduğu dile getirilmiş ve bunun da futbolun güzelliğini olumsuz etkilediği vurgulanmıştır. Futbol kurallarının iyi bilinmesi için her sayıda İngilizce’den çevrilerek yayınlanan “Tefrikamız” başlıklı yazının iyi okunması istenmiştir. Birinci sahifede fotoğrafı yayınlanan Kurtdereli Mehmet Pehlivan’ın haberi ancak ikinci sahifenin ikinci sütununda yer alabilmiştir. Bu haber de bir önceki sayıdaki haberin devamı olup Kurtdereli’nin rakipleriyle yapmış olduğu güreş müsabakalarını kazanış öyküsü ele alınmış ve Kurtdereli’nin bundan sonra güreş için Amerika’ya gideceği haberi verilmiştir. Gazetedeki diğer bir haber, üçüncü sahifede yer alan “Pazar günkü müsabakalar” başlığını taşımaktadır. Bu başlık altında kısa kısa bisiklet yarışları, hızlı Hamza Çakır 183 yürüme yarışı, halat çekme, yumurta yarışı, çit ve koşu yarışları hakkında haberler verildikten sonra bir sahife yani üç sütun Galatasaray ile Strugglers arasında oynanan maçın haberine ayrılmıştır. Haberde, maçın başlangıç düdüğünden bitiş düdüğüne kadarki her pozisyonu yoruma dayalı olarak aktarılmıştır. Ancak takımların kadroları verilmemiştir. Maçı, bu kez Galatasaray kazanmıştır. Diğer bir spor haberi de “Mekteplerimizde Jimnastik” başlığı altında ele alınmıştır. Bu haberde, okullardaki jimnastik dersinin zorunlu olmaması, okul yöneticileri ile din adamlarının bu tarz sporlara iyi gözle bakmamaları, velilerin ise tehlikeli hareketler sonucunda çocuklarının sakat kalacaklarını bahane ederek jimnastik sporundan çocuklarını uzak tutmaya çalışmaları eleştirilmiştir. “Tefrikamız” başlığı altında ise futbol kurallarıyla ilgili üçüncü bölüm yayınlanmıştır. Bu bölümde de yan hakemlerden, faullu hareketlerden, kaleci değişikliğinden, penaltı atış kurallarından, topun dışarıda sayılması için çizgiyi geçme şartından, dizlik ve kramponların olması gereken standartlarından bahsedilmiştir. Bu konularla ilgili verilen bilgiler bugünkü futbol kurallarından çok farklı olmadığı için yazının ayrıntılarına girmeye gerek görmedik. Bu sayının son haberi ise gazete yönetiminin bu sayıda 4. sahifeyi Fransızca olarak çıkaramama gerekçesi üzerinedir. Gerekçe olarak da pazar günkü spor olaylarını tercüme ederek matbaaya yetiştirememeleri gösterilmiştir. Bundan sonraki sayılarda bu hatayı yapmamaya gayret edeceklerini ifade ederek okuyucudan özür dilenmiştir. Futbol Gazetesi’nin 5. sayısı 27 Teşrin-i Evvel 1326 (9 Kasım 1910) tarihinde yayınlanmıştır. Yine ilk resim değişmezken logo altı resimde Galatasaray- Strugglers kulüplerinin karma bir fotoğrafına yer verilmiştir. Manşet altı sahifenin 4/3’ünü kaplayan resmin altına Osmanlıca ve Fransızca olarak “Galatasaray-Strugglers kulüpleri/Les Clubs de GalataSarai et les Strugglers” yazılmış, ancak kulüplerle ilgili bu ilk sahifede hiçbir bilgi verilmemiştir. İlk sahifenin tek haberi “Bir sem’-i teessür” başlığını taşımaktadır. Yazıda, Osmanlı topraklarında çıkan ilk spor gazetesi olarak büyük ilgi göreceklerini, heyecanla karşılanacaklarını beklerken geçen dört sayı süresince tam aksine hem eleştirilere maruz kaldıklarını, hem de ilgisiz bırakıldıklarını dile getiren gazete yönetimi: Biz şu teşebbüsümüzle spor hayatına atıldığımız vakit o arsa-i faaliyet ıssız, kimsesizdi. Söyledik, rica ederek dedik ki koca Mülk-i Osmânî’nin yegâne spor gazetesi olan”Futbol” yaşamak içün sizin 184 İlk spor gazetesi sahâbet-i maddi ve maneviyenize sığınmıştır. O, hastalanır, yaşamayacak olursa ayıp bize değil sizedir. Fakat heyhat... Bu sözlerimizi, bu ricalarımızı dinleyen, işiten kimse olmadı…Evet …biz neler, ne büyük mikyâsda mu’âvenetler bekliyorduk…Spor sahasına atıldığımız vakit orayı nasıl ıssız, kimsesiz bulduksa şimdi de aynı öyleyiz. Kimsesiz, yalnızız. Bidâyet-i intişârımızda ittihâdın azametini söyleyerek vifâk vifâk (hemfikir) …diye bağırdıktı, infâksız, vifâksız. Hiçbir şeyin mevki-i husûle gelmeyeceğini söyledikdi. Ne bir eser-i ittihad, ne bir alâmet-i mu’âvenet göremedik, şeklinde devam eden yazıda okuyucu tarafından gazeteye gösterilen ilgisizlik ağır bir dille eleştirmiş, gazetenin yaşaması için son bir iyi niyet göstergesi olarak gazetenin ebatlarının büyütüleceği, sahife sayılarının artırılacağı ve spor alanında uzman kişilerin yazılarına yer verileceği dile getirilmiştir. Bu fedakarlıklarının neticesini alamadıkları takdirde ilk spor gazetesinin yayınına son verileceği de şu kelimelerle ifade edilmiştir: “ …Eğer evvelki gibi buna da, bu da’vet-i mükerrereye icâbet edilmezse o zaman “futbol” saha-i matbû’âtından kendinde büyük bir hakk-ı salâhiyet ve mu’âfiyet görür, görebilir. Bu da onun içün çok görülmemelidir. Sözlerimiz takdir edilemiyor diyemeyiz. Çünkü ondan külliyen teeddüp ederiz” . Bu sayının ikinci yazısı ise bir önceki sayıda kaleme alınan “Mekteplerimizde Jimnastik” yazısının devamıdır. Bu yazıda, okullarda futbol ve jimnastiğe önem verilmesi, “Futbol” gazetesinin öğrencilere aldırılarak sporun sevdirilmesi önerilmektedir. Beşinci sayının üçüncü sahifesinde Y.R. rumuzuyla bir makale ele alınmıştır. “Almanya’da Futbolun Terakkisi” başlığını taşıyan yazıda, Avrupa’da spor ve futbolla ilgili gazeteleri büyük-küçük herkesin okuduğu, spor gazetelerinin tirajlarının yüz binlere ulaştığı bilgisi verilmiştir. Ayrıca sporun Almanya ve Avrupa’da son on yılda başlamış olmasına rağmen büyük önem verdiklerinden hızla gelişip yaygınlaştığı, hatta İstanbul’daki Alman ve Fransız okulları arasında her hafta çarşamba ve pazar günleri futbol turnuvaları düzenlendiği halde bizim okullarımız arasında bu tür spor etkinliklerinin olmamasının çok üzücü olduğunu söyleyen yazar, bedenen ve fikren ilerlememiz için spora yatırımlar yapmamızın kaçınılmaz olduğunu vurgulamıştır. Selim Sırrı Bey’in Fincancılar yokuşunda “Terbiye-i Bedeniye Mektebi” adı altında bir jimnastik okulu açmasına rağmen ilgi görmemesine de üzüldüğünü söyleyen yazar, spora meraklı gençler yetiştirebilmemiz için önce tüm okullarda sporu zorunlu hale getirmemiz gerektiğini, ayrıca spor Hamza Çakır 185 kulüplerinin oluşturulmasının sporun yaygınlaştırılması açısından çok önemli olduğunu da yazısında dile getirmiştir. Bu sayının “Havâdislerimiz” başlığı altında, Galatasaray-Kadıköy veya Kadıköy-Strugglers arasında bir futbol karşılaşmasının olabileceği haberi verilmiştir. “Tefrikamız” başlığı altında ise “hakem”in tarafsızlığı, hakemin faullu oynayan oyuncuları önce uyarı, daha sonra oyundan atabileceği, topun oyun dışında kaldığı süreleri göz önüne alarak süreyi uzatabileceği, hava şartları ve seyircilerin taşkınlıkları sonucu oyunu tamamen veya geçici olarak iptal edebileceği ile yan hakemlerin görevleri anlatılmıştır. Fransızca olarak çıkan son sahifede 4. sayının ilk sahifesinde yayımlanan “Tereddütlerimiz” başlıklı yazı Fransızca’ya tercüme edilerek aktarıldıktan sonra Strugglers Futbol Kulübü adına A. Depont tarafından gönderilen bir düzeltme yazısına yer verilmiştir. Gazetenin üçüncü sayısında çıkan Galatasaray-Strugglers maçına, Strugglers’in çıkmaması üzerine hükmen mağlup sayıldığı haberinin tekzibi ile ilgili düzeltme metni aynen şu şekildedir: İstanbul 31 Ekim 1910 Sayın Futbol Gazetesi Ser-Muharriri Saygıdeğer gazetenizin okuyucularını gayet doğru bir şekilde bilgilendirmeye özen gösteriyor oluşuna güvenerek, üçüncü sayınızda yer alan iki küçük hatanın düzeltilmesi için sütunlarınızın müsafirperverliğine başvuruyoruz. Galatasaray ve Strugglers arasındaki futbol maçından bahsederken diyorsunuz ki: “Pazar günki (23 Ekim) karşılaşması yapılamadı” ve ardından şunu ilave ediyorsunuz: “Strugglers takımı karşılaşmaya davet edilmiş olduğundan kurallara göre mağlup sayılmıştır.” Gerçekten Kulüpler Birliği Komitesi, basına karşılaşmanın 23 Ekim’de olacağına dair bir bilgi gönderdi. Fakat bunu tamamen kendi insiyatifiyle ve ilgili kulüpleri önceden bilgilendirmeyi ihmal ederek yaptı. Bizim kulüp, Kulüpler Birliği’nden davet alır almaz belirtilen tarihte oynamanın mümkün olamayacağını bildirdi. Böylece Kulüpler Birliği Komitesi’nden basına gönderdiği bu bilgiyi tekzip etmesi ve kamuoyunun yanlış bilgilendirilmemesi istendi. Diğer yandan Galatasaray Kaptanı Sayın Ahmet Robinson, bizzat şifahi olarak uyarılmıştı. Eğer bu kulübün üyeleri Kulüpler Birliği’nin çayırına varmışlarsa, bu durum şüphesiz orada rastlantı sonucu bulunanlarla bir idman yapma niyetiyle olmuştur. 186 İlk spor gazetesi Bu detayları müsaadenizle size ulaştırıyoruz ki bizi çok ilgilendiren gazeteniz doğru haberleri kabul etsin, spor konusundaki özellikle futbol ile ilgili haberleri düzeltsin ve böylece okuyucuları doğru bilgilendirsin. İçten teşekkürlerimizle.. Strugglers Futbol Kulübü adına Dapont Sekreter Bu düzeltme yazısının hemen altına gazete yönetimi tarafından “Futbol” başlığı altında bir cevap verilerek şöyle denilmiştir: Bu olayda hiçbir çıkarımız bulunmamaktadır. Fakat, bu yanlışı Kulüpler Birliği’ne izafe etmek doğru değildir. Bunu irade dışı olmuş bir unutkanlık olarak değerlendirmek gerekir. Çünkü Kulüpler Birliği bugün ülkemizde büyük bir hizmet gerçekleştirmektedir. Sizi eleştirmek istemiyoruz. Siz gerçeği dile getirerek bir yanlışı düzeltiyorsunuz. Bizim niyetimiz bu yanlışın irade dışı ve daha çok bir unutma eseri olduğunu belirtmektir. Fransızca sayfada yer alan bu tekzip metni ve gazetenin açıklama yazısı, Fransızca bilmeyen okurlar düşünülerek gazetenin Osmanlıca kısmına Türkçe’ye çevrilerek konmamıştır. Fransızca sayfada yer alan diğer iki haberden biri “Özel Bir Cevap” başlığı altında Futbol Gazetesi’nin düzenli yayımlanmadığı yolundaki haberlerin asılsız olduğu ve ülkenin tek spor gazetesi olan “Futbol”u tanıtmak amacıyla özel bir cemiyetin kurulduğu haberi ile Galatasaray ve Strugglers arasında oynanan maçın 2-2 bittiği haberi yer almıştır. 3 Teşrîn-i Sâni 1326 (16 Kasım 1910) tarihinde çıkan Futbol Gazetesi’nin 6. sayısının ilk sayfa fotoğrafı, sportmen Ali Faik Bey’e aittir. Jimnastikçi Ali Faik Bey’in güçlü fiziğini yansıtan bu bir kare fotoğrafın sol tarafındaki sütunda da “Hayat-ı mübâreze” başlığı altında Faik Bey’in kaleme aldığı yazısı yayımlanmıştır. Ali Faik Bey kaleme aldığı yazısında, sporun özellikle de futbolun vücut sağlığına katkıları ve ahlaki boyutuna vurgu yaparak sağlıklı ve aynı zamanda ahlaklı ve erdemli gençler yetiştirmek için spora önem verilmesi, aileler tarafından özendirilmesi ve devlet tarafından da okullarda zorunlu hale getirilerek yatırımlar yapılması ve teşvik edilmesi üzerinde durmuştur. Ali Faik Bey, spora teşvik amacıyla sporla askerlik arasında da ilişki kurarak şöyle demektedir: Hamza Çakır 187 Toprakları kan ile yoğrulan hudutları mızrak ve kılıçla çizilen vatan-ı mukaddesimizi düşmanların tecâvüzâtından muhafaza için vücudumuzu zahmete alıştıralım da ileride müşkilâta düşmeyerek vatanımıza hakkıyla, layıkıyla acz-ı beyân eylemeyerek hüsn-i hizmet edebilelim. Meydân-ı muharebede futbolcular ehemmiyetli bir taraflarından vurulmadıkça yere düşmeyeceklerdir. Fakat onların gayrisi olanlardan acaba yüzde kaçı daha muharebe meydanına varmadan yolda kalacaklardır. Bunu isbat içün bir defa bir futbol maçı görmek kâfi gelecektir. Futbol, sporların ser-efrâzıdır (en önde gelenidir). Futbolcular yalnız meydân-ı muhârebede değil, hayat mübârezelerinde (kavgalarında) dahi akran ve emsallerine takaddüm ederler. 1 İlk sayfanın diğer bir haberi, 1910’larda Türk insanının futbola bakışını yansıtması açısından önem taşımaktadır. Bu habere göre futbola olumlu bakmayanların futbolla ilgili genel kanıları şöyle aktarılmıştır: “Böyle çırılçıplak yağmur ve kar altında bazen de kızgın güneşin tesiri altında divane gibi hava ile dolmuş bir meşin topun arkasından tulumbacı, beygir ve deve yavrusu gibi koşup, birbirini dürtmek, kakmak, itmek, çamurlara bulanmak ne oluyor? Bunun mazarratından başka ne faydası olabilir.” Y.R. rumuzuyla 5. sayıda başlayan “Almanya’da Futbolun Terakkisi” başlıklı yazıya 6. sayıda da devam edilmiştir. “Devam Etmezden Evvel” başlığı altında Futbol Gazetesi’ne gösterilen ilgisizlikten yakınan yazar Almanya, İngiltere ve Japonya’yı örnek göstererek: 1 1859 yılında doğan Ali Faik (Üstün) Bey, Galatasaray Sultanisi'ne ilk kez bir Türk Beden Eğitimi öğretmeni olarak atandı. Türkiye'nin ilk idmancısı kabul edilir. 1879 yılından sonra çok sayıda sporcu yetiştiren Faik Bey, bu görevde tam 42 yıl kaldı. Olağanüstü yetenekli, kuvvetli ve komple bir sporcu olan Faik Bey, jimnastikte de "Faik Bey Ekolü" denilen bir akım yaratmıştır. Bu arada 1899 yılında "Jimnastik" yahut "Riyazat-ı Bedenniyye" adıyla bir kitap yayınladı. Bu kitap, modern Türk sporuna geçişte yazılan ilk kitap olması nedeniyle çok büyük önem taşır. Faik Bey, okullardaki çalışmalarının yanısıra Beyoğlu'nda özel olarak açtığı salonda Türk gençlerinin bu spor dalında yetişmesine yardımcı oldu. Bu yıllarda kendisi gibi jimnastik tutkunu olan Mazhar Bey, sivil okullarda çalışırken, Faik Bey de askeri okullarda su sporunun gelişmesine çaba gösterdi. Faik Bey’in Galatasaray Mekteb-i Sultanisi'nde öğrencileri; Selim Sırrı, Rıza Tevfik, Dr. Hikmet Ali Rana, Şevki Kamil ve Mehmet Ali Beyler, Erdekli Miltiyadi ve Aleko Milas Efendilerdi (http://celebispor.com, 19 Mart 2008). 188 İlk spor gazetesi Almanlar futbola bidâyet-i mübâşeretlerinde bilhassa bu sâyede, İngiliz spor gazetelerini kendi lisanlarına tercüme etmekle, spor âleminde dördüncülüğü, futbol beynelmilel müsâbakalarında ikinciliği ihrâz etmişlerdir. Halbuki o saadetin bizde henüz tecelli ettiği görülmemiştir. Almanya’da, İngiltere’de bir spor gazetesini okumamak değil, bütün herkes seyyanen cerâid-i spora perestiş eder. Sonra her kulüp nev’ nev’ (çeşit çeşit) spor gazetelerine abonemandır. Düşünün… o diyarlarda yüzlerce, binlerce spor gazeteleri geçinir. Halbuki bizim muhit-i Osmani’de bir tek spor gazetesi var, bunu geçindirmeyelim mi?.. Bunu yaşatmayalım da âleme kendimizi güldürelim?.. Hepimizin hisse-i şahsına düşen bir abone olmak, yahut her hafta almaktır, değerlendirmesini yaptıktan sonra yazısının devamında sporla ilgilenmeyen bir milletin sefih olacağını, Almanya, İngiltere ve Japonya’nın devlet olarak varlık sebeplerini ve güçlerini sporda göstermeye çalıştıklarını, gazetesiz bir milletin cehaleti yenemeyeceği gibi spor alanında gazetesi olmayan bir milletin de medeniyetten uzak kalacağını söyleyerek Futbol Gazetesi’nin yaşatılmasını istemiştir. Gazetenin bu sayısında “Dâimi teselliyetler” başlığı altında içeriği zenginleştirmek açısından futbolla ilgili espirilere de yer vermeye başlanmıştır. İki tanesini örnek olması açısından aktaralım: Monsieur, geçen hafta çektiğim şut nasıldı? Güzeldi ama! Biraz yüksek gitti. Evet, âh bu potinler, bir yenisini alacağız, bunların burnu çok kalkık. *** Olur şey değil. Hiç o pas kurtulur mu idi? Ah bu melun ağrı en fena zamanda bacağıma giriyor…Yoksa onu ben bırakır mı idim?.. Bu sayıdaki bir başka yenilik ise ilk defa Futbol Gazetesi’nde bir reklam metninin yer almasıdır. Üçüncü sahifenin son sütunun en altına konan reklam, Mithat Cemal (Kuntay)’ın kaleme aldığı ve yurt sevgisini işlediği “Kemal” isimli tiyatro eserinin reklam metnidir. Sporla ilgili kısa haberlerden ilki Abdullah Robenson Bey2’in Üsküdar Mekteb-i İdadisi (Üsküdar Lisesi)’ne jimnastik öğretmeni olarak atanması, 2 1890'larda Hindistan'da yaşamakta olan İngiliz asilzadelerinden Spencer ve Sarah Robenson müslümanlığı seçince İngiliz çevrelerinde yadırganıp tepki görürler. Bunun üzerine Robenson ailesi İstanbul’a taşınır. Çift, isimlerini Fatma ve Abdullah Robenson olarak değiştirirler. Hamza Çakır 189 ikinci haber ise olumsuz hava koşulları dolayısıyla Kadıköy ve Strugglers takımları arasındaki maçın ertelendiği haberidir. Bu sayıda da futbol kurallarıyla ilgili “Tefrikamız” başlıklı İngilizce kitaptan çeviri bölümlerin yayımlanmasına devam edilmiştir. Bu bölümde “Baş Ceza” olarak Türkçe’ye çevrilen “Penaltı” kuralları anlatılmıştır. Futbol Gazetesi ilk sayıdan başlayarak Osmanlı ülkesindeki ilk spor gazetesi olması dolayısıyla kamuoyundan ilgi beklediğini, aksi takdirde yayın hayatını sürdüremeyeceğini sık sık dile getirmiş, ancak bu uyarılar beklenen ilgiyi artırmamış olacak ki gazete yönetimi bu sayıda bir duyuru yayınlayarak haftada bir çıkmakta olan gazetenin bundan böyle 15 günde bir çıkacağı haberini verilmiştir. Fransızca olarak çıkan son sayfanın ilk yazısı, bir önceki sayıda yayınlanan “Tereddütlerimiz” başlıklı yazının devamıdır. Diğer bir yazı ise “Futbolun Faydaları” başlığıyla ele alınmış kısa bir yazıdır. Bu yazıda futbolun sadece hoş zaman geçirme işi olmadığı, açık hava oyunu hatta bir jimnastik olduğu üzerinde durulmuştur. Fransızca sayfanın son haberi ise gazetenin satış yerleri ile ilgili bir duyurudur. Futbol Gazetesi’nin 7. ve aynı zamanda son sayısının ilk sayfa fotoğrafı Selim Sırrı (Tercan)’a aittir. Fotoğraf alt yazısı olarak ta “Muallim-i Muhterem Selim Sırrı Bey” ifadesine yer verilmiştir. 17 Teşrin-i Sâni 1326 (30 Kasım 1910)’da çıkan gazetenin ilk sahifesinde Ali Macit Bey tarafından kaleme alınan “Mekteplerimizde…” başlıklı yazı yer almıştır. İkinci sayfada da devam eden bu yazıda Ali Macit Bey, Maarif Nezareti (Milli Eğitim Bakanlığı)’ne okullarda spor dersine verdiği önemden dolayı teşekkür etmektedir. Erdemli ve ahlaklı insanın yetişmesinde sporun rolüne değinen Macit Bey, bir okulun eğitim kurumu olabilmesi için önce terbiyeye önem vermesi gerektiği, bunun da spordan geçtiğini dile getirmektedir. Gazetenin ikinci sahifesinde başlayıp üçüncü sahifesinde de devam eden uzunca bir yazıda, futbola karşı gelenlere yöneltilen eleştirilere cevap verilmiştir. M. Sami rumuzuyla kaleme alınan bu yazıda, futbolun sağlık açısından önemi vurgulanırken tıp ilminin bilimsellik dışında eleştirilmesine şiddetle karşı çıkıldıktan sonra, futbolun sorunlar doğurmadığı yolundaki iddialar da eleştirilmiştir. M. Sami, futbolun sakatlık başta olmak üzere soğuk algınlığı gibi hastalıklara da sebebiyet verebileceğini dile getirmiş, ayrıca futbol oynamayanların futbol karşıtıymış gibi gösterilmelerinin de yanlış olduğunu söylemiştir. 190 İlk spor gazetesi Bir futbol gazetesinde futbol aleyhinde yazılmış bir yazıya yer verdiklerinden eleştirilebileceklerini söyleyen gazete yönetimi, bunun cevabının ancak bir sonraki sayıda verilebileceğini gazete adına taraftarlarına da duyurmayı ihmal etmemiştir. Futbol Gazetesi’nin ebediyen devam edeceğini söyleyen yönetim, ellerine çok sayıda yayınlanmak amacıyla yazı ulaştığını, ancak sayfalarının yetersiz olmasından bu yazılara yer veremediklerini söyleyerek özür dilemiştir. Bu sayıda da devam eden “Tefrikamız” başlıklı yazıda futbol kurallarının tanıtımına devam edilmiştir. “Büyük ceza” diye tanımlanan “penaltı” oluşumunu gerektiren durumlar aşağıdaki gibi sıralanmıştır: Karşısındaki oyuncuya ayakkabı ile vurmak Keza mukabil oyuncuya vurmak Hasmının üzerine sıçramak Topa kasten el ile dokunmak Hasmı tutmak Hasmı itmek Hasmına arkadan yüklenmek Ayrıca futbolla ilgili terimlerin açıklamaları da yapılmıştır. Buna göre: Şut: Darbe, topu havaya yükseltmeyecek derecede vurmak Firikik: Hafif ceza… Hata yapılan noktadan vurulması Gol: Büyük darbe… Topun gol sahasından vurulması Korner: Köşe… Topun köşeden vurulması Penaltı: Baş ceza… Topun penaltı sınırından vurulması Bu sayıda sporla ilgili bir roman tefrikasına da başlanmıştır. İngiliz sporcularından Mıster Rabin tarafından yazılmış olan ve Y.R. rumuzuyla Türkçe’ye “Spor Hayât-ı Neşedârımdan” başlığıyla çevrilen eserden bir bölüm aktarılmıştır. Futbol Gazetesi’nin son sayısının son sahifesi de Fransızca olarak çıkmıştır. İlk yazı, bir önceki sayıda kaleme alınan ve futbolun faydalarını anlatan yazının devamıdır. Futbolun sağlık açısından yararlı olduğu vurgulandıktan sonra şöyle denilmektedir: Korkakları cesur yapsın diye futbola bel bağlamıyoruz. Futbol, cesaret yaratmaz. Dünyada hiçbir mektep bu insani temel erdemi öğretmenin merkezi olamaz. Fakat futbol, araştırma ve gelişim cesareti vermenin bir aracıdır. Şüphesiz her spor zahmetli bir acemilik dönemi geçirmeyi ve yorulmayı göze almayı gerektirir. Her kültür-fizik hareketi bir sabır çilesidir, fakat diğer vücut egzersizlerine nazaran futbol, kendine gönül verenleri daha iyisini yapmaya, başkasını hep geçmeye teşvik eder. Futbol, adam adama mücadeleyi gerektiren bir oyundur…Şüphesiz futbol ne silah kullanmayı ne de arkadaş grubunda hizmet etmeyi öğretir. Fakat uzun Hamza Çakır 191 süre bir eşya, bir çanta taşımak zorunda olacak bedenleri de mi güçlendirmez? Futbol vücuda çekicilik kazandırmak üzere ona esneklik veren en iyi bir jimnastik değil mi?.. Nihayet arzu edilen şu ki bu spor Osmanlı gençliğinin enerjisini canlandırsın ki memurlar ve Cuma tatilinin işsizliğinden kaynaklanan boşluktaki insanları çekip alsın. Pazar öğlen sonları kahvehanelerin ve müzikallerin sıkıntılı zamanlarından kurtarsın. Fransızca sahifenin diğer iki haberinden ilki Galatasaray Futbol Kulübü ile Kadıköy Futbol Kulübü arasında oynanan maçın sonucu ile ilgilidir. Galatasaray’ın ikinci kez Kadıköy Futbol Kulübü tarafından mağlup edildiği haberde verilmektedir. İkincisi ise Futbol Gazetesi’nin satış noktalarıyla ilgili bir duyuru haberidir. SONUÇ II. Abdülhamit döneminde özellikle gençlerin bir araya gelmeleri ve bir çatı altında faaliyette bulunmaları rejime muhalefet hareketi olarak algılandığından kesinlikle yasaklanmıştı. Bu durum, ülkede batı tarzı sporların yaygınlaşmasını ve gelişmesini engellediği gibi kurumsallaşmasının da önünü kesti. II. Meşrutiyet’in ilanı geçici de olsa ülkede bir özgürlük havası yarattı. Bu atmosferden basın da yararlandı. Uzun zaman çatışan birçok fikir birdenbire basın aracılığı ile gün yüzüne çıktı. Herkes her şeyden ve her tarzdan söz etmeye başladı. Sporla ilgili yayın hareketlerinin başlaması da bu özgürlük içerisinde ortaya çıktı. Ancak siyasal, sosyal, ekonomik ve eğitimle ilgili sorunların Osmanlı aydınları ve bürokrasisi nezdinde son 200 yıldır ciddi bir şekilde tartışılması, bu tartışmaların farklı boyutlarda ve düşünce tarzlarında toplumsal zeminde yer edinmeleri, ister istemez Meşrutiyet sonrası yayınların daha çok bu alanlarda çıkmasını sağlamıştır. Geleneksel sporlarımız olarak isimlendirdiğimiz güreş, cirit ve at yarışları gibi sporlarımız dışında Tanzimat sonrası batılılaşma hareketlerinin bir sonucu olarak Osmanlı ülkesinde yaşayan azınlıklar aracılığı ile Türk gençleri arasında kabul görmeye başlayan jimnastik, voleybol ve futbol gibi batı tarzı sporlar, tutucu bürokrasinin değişime özde karşı oluşları nedeniyle arzu edilen gelişmeyi gösteremedi. Türkiye’de spor kulüplerinin kuruluş tarihlerine bakıldığında bu tür girişimlerin Meşrutiyet’ten kısa bir süre öncesine dayanması da bu tutuculuğun ve karşıtlığın bir sonucudur. Batı tarzı spor dallarının gençler arasında ilgi görmesine rağmen yönetimin okullara bu spor dallarını koymaması ve bu tür etkinliklere karşı 192 İlk spor gazetesi duruşu, tutucu çevrelerin dinsel ve geleneksel iç güdüleriyle de birleşince özellikle futbola karşı olumsuz yargılar toplumun büyük bir kesiminde hissedilmeye başlandı. Burhaneddin imzasıyla daha ilk sayıda (11 Ekim 1910’da) Burhan Felek tarafından kaleme alınan bir yazıda: “…Memleketimizde bu oyunun daha doğrusu bu fennin karşıtları nedendir bilinmez, oldukça çoktur. Futbolu kaba-saba bir oyun olarak görenler az değildir. Biz futbolcular, bunu elbette hoş görmeyiz, görmemeliyiz” sözleriyle o günkü atmosferi özetlemiş ve devam eden yazısında futbola karşı olanlar içerisinde kendilerinin ummanda bir katre kadar az oldukları, hatta İstanbul’da bini bulan oyuncuların dışındaki herkesin bu spora karşı olduğunu, bunun da kendilerini cesaretlendirmesi gerektiğini dile getirir. Burhan Felek, bunun kendilerini yıldırmayacağını, her yeni şeyin karşıtlarının olacağının doğal olduğunu belirterek, İngiltere’de şimendöfer, Almanya’da matbaa ortaya çıktığında karşı olanların çoğunlukta olduğunu ama zamanın o taassupları bertaraf ettiğini, futbolun da böyle olacağını söylemiştir. Her geçen gün futbol taraftarlarının sayısının arttığını, kısa süre içerisinde hükümetin bile futbolu okullara ve kışlalara kabul edeceğini ve bunun futbol taraftarları için bir zafer olacağını ve kendilerinin de amaçlarının bu olduğunu dile getirirken o günün futbola bakış açısını özetlemiş oluyordu. 16 Kasım 1910 tarihinde çıkan Futbol Gazetesi’nin 6. sayısında ise futbola olumlu bakmayanların futbolla ilgili genel kanıları şöyle aktarılmıştır: “Böyle çırılçıplak yağmur ve kar altında bazen de kızgın güneşin tesiri altında divane gibi hava ile dolmuş bir meşin topun arkasından tulumbacı, beygir ve deve yavrusu gibi koşup, birbirini dürtmek, kakmak, itmek, çamurlara bulanmak ne oluyor? Bunun mazarratından başka ne faydası olabilir?” Futbol Gazetesi işte böyle bir ortamda çıktı. Yayın hayatını sürdürdüğü yedi sayı boyunca da bu bağnazlıkla mücadele etti. Onun içindir ki ilk spor gazetesi olarak “Futbol”, ağırlıklı olarak futbol ve diğer spor dallarıyla ilgili etkinlikleri aktaran bir haber gazetesi olmaktan ziyade bir zihniyetle savaşan gazete özelliğini taşımıştır. Bu açıdan değerlendirildiğinde futbol, jimnastik, voleybol ve benzeri sporların benimsenmesinde, yaygınlaşmasında, gelişmesinde, organize olmasında büyük katkıları olduğu gibi kendinden sonra yayın hayatına başlayan spor gazetelerine ve dergilerine de öncülük etmiştir. Futbol Gazetesi ilk sayısından başlayarak bir spor dalı olarak futbolu sevdirmeyi ilke edinmiştir. Bunun için de futbol oyununa yönelik ileri sürülen olumsuz argümanlara karşı cevaplar vermeye çalışmıştır. Diğer taraftan Hamza Çakır 193 sporun özellikle de futbolun sağlık, ahlak ve beden gelişimi açısından önemini vurgulayan yazılar yayımlayarak toplumun futbola bakış açısını değiştirmeye çalışmıştır. Burhan Felek, 25 Ekim 1910 tarihli Futbol Gazetesi’nde “Tecâribim” (Tecrübelerim) başlığı altında kaleme almış olduğu yazısında futbola karşı çıkanları cehaletlikle suçlamış ve futbolun insanları sakat bırakacak derecede sertlik içermediğini savunmuştur. Galatasaray Lisesi’nin ilk Türk beden eğitimi öğretmeni Ali Faik Bey’in 16 Kasım 1910 tarihli Futbol Gazetesi’nde kaleme aldığı yazısında ise sporun özellikle de futbolun vücut sağlığına katkıları ve ahlaki boyutuna vurgu yapılarak sağlıklı ve aynı zamanda ahlaklı ve erdemli gençler yetiştirmek için spora önem verilmesi, aileler tarafından özendirilmesi ve devlet tarafından da okullarda zorunlu hale getirilerek yatırımlar yapılması ve teşvik edilmesi istenmiştir. Gazetenin tüm sayılarındaki yazılarda gençlerin kötü alışkanlıklardan uzak tutulması için güzel bir meşguliyet alanı olan spora yönlendirilmeleri önerilmiş, sporla uğraşan İngiliz ve Alman gençlerinin fiziki yapıları örnek gösterilmiştir. Spora ve özellikle de futbola karşı cahilce ve bağnazlıkla karşı çıkanlarla mücadele etmeyi kendine şiar edinen Futbol Gazetesi, ülkemizde henüz yeni kurulan kulüpler arasındaki müsabakaları ve diğer spor alanlarındaki haberleri vermeyi de ihmal etmemiştir. Özellikle Galatasaray ile Strugglers arasında oynanan maçlarla ilgili haberlere ve yorumlara oldukça geniş yer ayırmıştır. Futbolun yeni kurulan takımlar arasında centilmence geçmesi için futbol kurallarına uyulması noktasında uyarılarda bulunan gazete, bu spor dalının ülkemizde yeni olması dolayısıyla futbol kurallarını anlatan İngilizce’den çevirilere yer vermiştir. Gazetenin belki de en önemli hizmetlerinden birisi de Türk diline yapmış olduğu katkılardır. Futbolla ilgili İngilizce terimlerin Türkçe karşılıklarını bulmaya çalışması ve bu kapsamda bir yarışma başlatarak Türkçe karşıtlarını bulan okuyuculara 6 aylık gazetenin ücretsiz verileceğini duyurması da anlamlıdır. Bugün kullanılan kaleci, sağ arka, sol arka, sağ orta, sol orta, iç sağ, iç sol, dış sol, ileri gibi Türkçe terimleri 1910’da Türk spor literatürüne Futbol Gazetesi kazandırmıştır. Spor tarihimiz açısından çok önemli olan Futbol Gazetesi maalesef bu kadar önemli hizmetlerinin karşılığını okuyucudan alamamıştır. Gazete yönetimi daha ilk sayısında, Futbol Gazetesi’nin çıktığı ana kadar ülkemizde ne spora ne de futbola ait bir gazetenin hatta layıkıyla bir risalenin bile çıkmadığını vurguladıktan sonra ülkemizde batı tarzı sporlara yönelik olumsuz havadan yola çıkarak gazeteye gösterilecek ilgiden duyulan 194 İlk spor gazetesi endişeleri dile getirmiştir. İlerleyen zaman dilimlerinde gazete yönetiminin bu endişelerinde haklı olduğunu görüyoruz. Dört sayı sonra gazetenin 5. sayısında yönetim tarafından kaleme alınan bir yazıda, Osmanlı topraklarında çıkan ilk spor gazetesi olarak büyük ilgi görecekleri, heyecanla karşılanacakları beklenirken geçen dört sayı süresince tam aksine hem eleştirilere maruz kaldıkları, hem de ilgisiz bırakıldıkları dile getirilerek şöyle denilmiştir: ...Biz şu teşebbüsümüzle spor hayatına atıldığımız vakit o arsa-i faaliyet ıssız, kimsesizdi. Söyledik, rica ederek dedik ki koca Mülk-i Osmânî’nin yegâne spor gazetesi olan “Futbol” yaşamak içün sizin sahâbet-i maddi ve maneviyenize sığınmıştır. O, hastalanır, yaşamayacak olursa ayıp bize değil sizedir. Fakat heyhat… Bu sözlerimizi, bu ricalarımızı dinleyen, işiten kimse olmadı… Evet... biz neler, ne büyük mikyâsda mu’âvenetler bekliyorduk…Spor sahasına atıldığımız vakit orayı nasıl ıssız, kimsesiz bulduksa şimdi de aynı öyleyiz. Kimsesiz, yalnızız. Bidâyet-i intişârımızda ittihâdın azametini söyleyerek vifâk vifâk (hemfikir) …diye bağırdıktı, infâksız, vifâksız. Hiçbir şeyin mevki-i husûle gelmeyeceğini söyledikdi. Ne bir eser-i ittihad, ne bir alâmet-i mu’âvenet göremedik.. Yazının devamında, okuyucu tarafından gazeteye gösterilen ilgisizlik ağır bir dille eleştirilmiş, gazetenin yaşaması için son bir iyi niyet göstergesi olarak gazetenin ebatlarının büyütüleceği, sahife sayılarının artırılacağı ve spor alanında uzman kişilerin yazılarına yer verileceği dile getirilmiştir. Bu fedakarlıkların neticesini alamadıkları takdirde ilk spor gazetesinin yayınına son verileceği de şu kelimelerle ifade edilmiştir: “ …Eğer evvelki gibi buna da, bu da’vet-i mükerrereye icâbet edilmezse o zaman “futbol” saha-i matbû’âtından kendinde büyük bir hakk-ı salâhiyet ve mu’âfiyet görür, görebilir. Bu da onun içün çok görülmemelidir. Sözlerimiz takdir edilemiyor diyemeyiz. Çünkü ondan külliyen teeddüp ederiz”. Aynı sayıda Y.R. rumuzuyla kaleme alınan “Almanya’da Futbolun Terakkisi” başlıklı başka bir yazıda ise Avrupa’da spor ve futbolla ilgili gazeteleri büyük-küçük herkesin okuduğu, spor gazetelerinin tirajlarının yüz binlere ulaştığı, özellikle Almanya ve İngiltere’de spor kulüplerinin her çeşit spor gazetesine abone oldukları anlatıldıktan sonra ülkemizdeki tek spor gazetesini spor severlerin ve spor kulüplerini yaşatmak adına abone olmaları, aksi takdirde dünyanın bize güleceği uyarıları yapılmıştır. Hamza Çakır 195 Yapılan tüm bu uyarılar maalesef bir netice vermemiş, bugünkü Türkiye coğrafyasında çıkan ilk spor gazetesi “Futbol”, 7. sayıdan sonra yayın hayatına son vermek zorunda kalmıştır. Sonuç olarak, Türk spor tarihinin ilk gazetesi olan “Futbol”, dönemin koşulları içerisinde değerlendirildiğinde özellikle futbolun ülkemizde toplumsal kabul görmesi ve gelişip yaygınlaşması adına büyük katkı sağlamış bir gazetedir. Türk sporunun tarihini yeniden yazacakların, bu gazetenin futbol bağnazlığına karşı vermiş olduğu mücadele ruhunu ve spor diline katkılarını, bundan böyle görmezden gelemeyecekleri kanısındayım. KAYNAKÇA Arıpınar, E. (1992). Türk futbol tarihi. Cilt:1. İstanbul: Türkiye Futbol Federasyonu. Arısoy, S. N. Futbolun tarihsel gelişimi. http://www.sonbaski.com/futbol.htm, (Erişim: 18 Mart 2008). Atabeyoğlu, C. (1991). (1453-1991) Türk spor tarihi ansiklopedisi. İstanbul: Fotospor. Durak, A. Futbolun tarihçesi. http://www.turkfutbolu.net/tarihce.htm (Erişim: 18 Mart 2008). Eroğlu, S. (1987) . Türk spor basını. A.Ü. Basın Yayın Yüksekokulu yıllığı. Ankara: A. Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi ve Basın Yayın Yüksekokulu. Sayı:IX. Futbol , Sayı: 1, 28 Eylül 1326 / 11 Ekim 1910. Futbol , Sayı: 2, 5 Teşrin-i Evvel 1326 / 18 Ekim 1910. Futbol , Sayı: 3, 12 Teşrin-i Evvel 1326 / 25 Ekim 1910. Futbol , Sayı: 4, 20 Teşrin-i Evvel 1326 / 2 Kasım 1910. Futbol , Sayı: 5, 27 Teşrin-i Evvel 1326 / 9 Kasım 1910. Futbol , Sayı: 6, 3 Teşrîn-i Sâni 1326 / 16 Kasım 1910. Futbol , Sayı: 7, 17 Teşrin-i Sâni 1326 / 30 Kasım 1910. Hiçyılmaz, E. (1985). Türkiye’de spor gazeteciliği ve haberciliğinin tarihi. Spor basını ve basında spor 1985 Yılı 7. seminer tutanakları. İstanbul: Hürriyet. Kahraman, A (1995). Osmanlı devleti’nde spor. Ankara: T.C. Kültür Bakanlığı. Pala, İ (2002). Orta Asya’dan Japon adalarına. Karizma dergisi.11. Perin, M. (1985).Türkiye’de spor gazeteciliği ve haberciliğinin tarihi. Spor basını ve basında spor 1985 Yılı 7. seminer tutanakları.İstanbul: Hürriyet Ofset. Somalı, V. (1989). Teknik-taktik yönleriyle futbol ve tarihi (1848-1989). İstanbul: İnkılap. Sönmez, S. Eski harfli spor dergileri. http://www.hafif.org/yazi/eski-harfli-spordergileri (Erişim: 18 Mart 2008). 196 İlk spor gazetesi İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 26 Kış-Bahar 2008, s.197-222 Makale Futbol ve televizyon bağı: Simbiyoz beslenme M. Bilal Arık 1 Öz: Niteliksel tarihsel tasarım olarak hazırlanan bu makale 50’li yıllarda tohumları atılan, 90’lı yıllarla birlikte futbolun endüstrileşmesine ve futbol ile televizyon izlemenin yaygınlaşmasına yol açan televizyon ile futbol arasındaki ilişkiyi ve bu ilişkinin doğasını sorgulamak amacıyla yazıldı. Bu amaçla öncelikle endüstriyel futbolun oluşumunda televizyonun rolü ele alındı. Futbolun televizyona olan etkileri ve ardından esas sorunsalımız olan, televizyon futbolu nasıl etkiliyor sorusunun yanıtı arandı. Çalışmanın temel argümanına göre, futbol endüstrisi medyayı besleyen ve medyadan beslenen bir karaktere sahiptir, ve televizyon oyunun daha iyi bir televizyon ürünü haline dönüşebilmesi için futbolu ve futbolun aktörlerini kendi gerçekliğine uyumlandırmıştır. Anahtar Kelimeler: Futbol, televizyon ürünü, medya, futbol endüstrisi Football and television connection: Symbiotic nourishment Abstract: This article was designed as a qualitative research in order to question the relationship between football, and television that started expanding slowly in the ‘50s and helped football to become an industry in the ‘90s and caused spread of television exposure. In the article, firstly, the role of television in the formation of “industrial football” was presented. Secondly, the effect of football on television was presented, followed by, the discussion on the nature of television’s effect on football. It was argued that football industry has a character that feeds the media and is feeded by the media, and with the aim of making more profit by the game, the television industry reconstructs football according to its own rationality, and also in order to make football a better television product, the television industry harmonizes football and all the actors of football to its own reality. Keywords: Football, television product, media, industry of football 1 Doç. Dr., Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi; e-posta: bilalarik@yahoo.co.uk 198 Futbol ve televizyon bağı GİRİŞ Amerikalı toplumbilimci Wright Mills Toplumbilimsel Düşün isimli, sosyal bilim felsefesinin en önemli eserlerinden biri olan kitabında tarih bilincinin sosyal bilimdeki önemine vurgu yapar ve şöyle bir saptamada bulunur (2000:235): “Günümüzün sorunları toplumsal incelemelerin belkemiğinin tarih olduğunu kavramadan ve böyle bir kavrayışa denk düşecek bir uygulama çizgisi izlemeden ifade bile olunamazlar. Sosyal bilimciler, günümüzde temel bakış açılarını oluşturması gereken sorunların hangileri olduğunu ifade etmek için tarihten mutlaka yararlanmak zorundadır.” Tarihi bilmek bugünü doğru yorumlayabilme adına araştırmacılara son derece önemli katkı sağlar. Bu bağlamda, medya ve spor arasındaki ilişkiye tarihsel açıdan baktığımızda, futbolda doğal olarak algıladığımız, üzerine detaylı bir şekilde düşünmediğimiz ve koşulsuzca kabullendiğimiz pek çok olgunun, tarihin bir noktasında televizyonla girdiği ortaklık ilişkisinin ardından birileri tarafından, birileri lehine organize edildiğini görmekteyiz. Futbol ve televizyonun yolarının kesişmesiyle birlikte oyun, ekonomik anlamda, ciddi oranda zenginleşmiştir; fakat derinlikli bir bakış, medyanın ardındaki endüstrinin bu birliktelikten, gerekirse oyunu manipüle etme pahasına çok daha önemli kazanımlara ulaştığını göstermektedir. Medya, endüstriyel yapının örgütlü endüstriyel bir parçasıdır; bu nedenle diğer yapılarla çıkar ilişkisi içindedir. Bu yüzden futbolla medya arasında kurulabilecek bir ilişkide kullanma ve kullanılmanın güç ilişkisinin doğasına göre şekillenen dinamik bir süreç olması kaçınılmazdır. Futbol ve televizyon ilişkisi, başta İngiltere’de olmak üzere spor sosyologlarının, işletmecilerin, ekonomistlerin ve iletişimcilerin özellikle 90’lı yıllardan itibaren önem verdiği konulardan biridir. Burada iki türlü yönelim söz konusudur. Birinci yönelim, bu birlikteliğin ekonomik getirilerine odaklanan yönetimsel bir bakıştır. Bu açıdan bu birliktelik son derece rasyonel, olumlu bir ilişkidir ve işbirliğinin gelişmesi adına eş deyişle, endüstrinin daha fazla kazanması adına neler yapılabilir sorusunun yanıt bulması bu yönelimin temel argümanıdır (Dobson, 2001; Schaaf, 1995; Gratton, 2005; Kern, 2000). İkinci yönelim ise konuya sadece ekonomik kazanımlar penceresinden değil, geçmişte halkın ortak bir paylaşım zemini olan futbolun, endüstrileşmeyle birlikte, özünden yitirdikleri ekseninden M. Bilal Arık 199 bakmakta ve bu açıdan futbol-televizyon ilişkisini temelde “olumsuz” olarak tanımlamaktadır (Arık, 2004; Kıvanç, 2001; Zeytinoğlu, 2002; Klose, 2001; Talimciler, 2005; Talimciler, 2003; Gökalp, 2005; Boniface, 2007). Bu bakış açısını taşıyan akademisyenler, futbola endüstriyel gücünü veren televizyon ile futbol arasında neredeyse bir “işçi-işveren” ilişkisi kurulduğunun ve futbolun hareket sınırlarının artık televizyon tarafından belirlediğinin kaygısını taşımaktadır. Bu makale, ikinci tür yönelimin bakış açısına göre şekillenmiştir; bu amaçla futbolun televizyonla girdiği ortaklık ilişkisinde kazandıklarından çok kaybettiklerine odaklanmakta ve endüstrinin oyunu ticari bir etkinlik haline dönüştürmesinin sonuçlarıyla ilgilenmektedir. Televizyonun futbolu, “televizyon futbolu”na dönüştürerek âdeta kendisi ile varolabilir bir gerçekliğe büründürmesi, televizyonun modern dünyadaki işlevini ve endüstriyel yapılardaki güç ilişkilerini göz önünde bulundurduğumuzda son derece anlaşılırdır. Özellikle de 80’li yıllardan itibaren televizyon kuruluşları, gerek ulusal gerekse de uluslararası düzeyde “holdingleşmişler” ve kamusal “görevlerini” geri plana atarak, temel önceliklerini “her ne pahasına olursa olsun, kârı maksimize etmek” olarak belirlemişlerdir. Sistem içinde futbola düşen “görev” de, televizyon kuruluşlarına reklam verenlere “sunulmak” üzere “izleyici” sağlamak ve oyundan mümkün olduğunca faydalanmalarına izin vermektir. Futbolun televizyona taşınmasıyla birlikte kendini medyadan geçerek bir “yeniden üretim” sürecinin nesnesi olarak bulması ve geleneksel yapısının “karı maksimize” etmeyi amaçlamış televizyon şirketleri tarafından tehdit edilmesi, endüstrinin doğası ve medya yöneticilerinin maddi çıkarı bağlamında düşünüldüğünde kaçınılmaz bir sonuçtur. Endüstri medya aracılığıyla oyunu beslemekte, yayın hakları adı altında önemli paraların futbola yönelmesini sağlamakta ve kulüplerin en önemli gelir kalemleri artık naklen yayın gelirleri haline gelmektedir. Diğer taraftan futbol, izlenme oranları açısından çoğu kez medya kuruluşlarını memnun eden bir “cazibeye” sahiptir. Bu basit oyun, televizyon şirketlerinin seyirci toplamaları ve bu seyirciyi de reklam endüstrisine “pazarlayarak”, paraya “tahvil etmeleri”ni sağlayan “eşsiz” bir “araç” görünümündedir. Dolayısıyla, futbolun evrensel dili ve halkla arasındaki kopmaz bağ, kitlenin sempatisini kazanmayı hedefleyen firmalara eşsiz bir reklam fırsatı sunmaktadır. Spor karşılaşmalarına ya da sporculara sponsor olan firmalar, hem maçların oynanmakta olduğu stadlardaki, hem televizyon karşısındaki seyircileri etkileyebilecek önemli bir reklam ve halkla ilişkiler fırsatına sahip olmaktadır. Maçların televizyondan yayınlanıyor 200 Futbol ve televizyon bağı olması reklam endüstrisinin de futbola yatırım yapmasını beraberinde getirmekte ve futbolun ikinci büyük gelir kalemini oluşturan sponsor gelirleri televizyonun hızlandırıcı etkisiyle oyuna dahil olmaktadır. Futbol, medyanın etkisiyle zenginleşmekte, buna karşılık medyaya bağımlılığı pekişmekte ve endüstrinin hegemonyası oyunun tüm hücrelerinde kendini hissettirmektedir. Bu makale, televizyonla futbol arasındaki ilişkinin doğasını ve bu birlikteliğin ardındaki görünmeyen ve pek tartışılmayan detaylarını sorgulamayı amaç edinmiştir. Çalışmanın futbol ve televizyon ilişkisini kapsamlı ve çok boyutlu bir şekilde ele almak gibi bir iddiası bulunmakta ve bu özelliğiyle birikmiş bilgi birikimine katkı sağlayacağına inanılmaktadır. Bu yüzden öncelikle günümüzde sonuçları çeşitli sosyal bilimciler tarafından tartışılan endüstriyel futbolun oluşumunda televizyonun rolü tartışılacaktır. Ardından futbolun televizyonu nasıl etkilediğini ve televizyonun bu ilişkiden ne kazandığının açımlanmasının, tartışmanın nesnel bir bağlama oturması açısından faydalı olacağı öngörülmüştür. Bu öngörüyle, birinci olarak futbolun televizyona olan etkileri ele alınacaktır. Futbol, televizyon kuruluşlarına, onlar için en değerli malzemeyi, yani izler kitleyi vaad etmektedir. Bu bölümde, özellikle ulaşılan ampirik veriler doğrultusunda futbol ile televizyon arasındaki “çıkar birlikteliği” ve televizyonun kazanımları konusu incelenecektir. Çoğu futbol tartışmasında görmezden gelinen, “futbolun televizyona olan etkileri” ana hatları ile tartışıldıktan sonra “televizyon futbolu nasıl etkiliyor” sorusunun yanıtı aranacaktır. Futbolun en önemli gelir kaynağı olan televizyon, futbolla kurduğu ortaklık ilişkisinde “parayı veren taraf” olarak, oyunu kendi öncelikleri doğrultusunda yeniden yapılandırmanın çabası içindedir. “Kâr mantığı”yla yönetilen televizyon şirketleri, aynı mantığı futbolla kurduğu ortaklık ilişkisine de yansıtmakta ve kendi kurallarını pasif konumdaki futbola dayatmaktadırlar. Televizyonun futbola olan etkisinin çeşitli örnekler üzerinden tartışılması ve futbolun bu işbirliğinden neler kazandığının, neler kaybettiğinin ayrıntılarıyla ele alınması çalışmamızın sınırlılıklarını belirlemektedir. YÖNTEM Futbol ve televizyon arasındaki ilişki ve bu ilişkinin doğası üzerinde duran bu makale, sosyal bilimlerin farklı disiplinlerinden faydalanarak oluşturulmuş, disiplinler arası niteliksel bir incelemedir. Futbolu toplumsal yaşamda “doğru” yerde konumlandırmak, ancak onun hangi sosyal pratikleri harekete M. Bilal Arık 201 geçirdiğini, hangi sosyal gereksinimlerden kaynaklandığını ve hangi ekonomik ilişkilerin merkezinde yer aldığını anlayabilmekle mümkündür. Bu amaçla tartışılması ve irdelenmesi gerektiğine inanılan “tüm” olgulara, çalışmanın izin verdiği ölçüler doğrultusunda değinilecek ve bütüncül bir bakışın oluşmasında elde edilen “ampirik” ve “teorik” verilerden faydalanılacaktır. ANALİZ VE DEĞERLENDİRME Endüstriyel futbolun oluşumunda televizyonun katkısı Futbol endüstrisi, yıllar boyunca bazı stratejik ve sistemli adımların atılması sonucunda meydana gelmiştir. Bu bağlamda, profesyonelliğin kabul edilmesi, büyük stadyumların inşa edilmesi, iktidarların oyuna yönelik ilgisi, futbolun ulus devletlerin simgelerinden birine dönüşmesi, futbolla bağlantılı olan yeni endüstrilerin gelişmesi (bahis, spor malzemelerinin popülerleşmesi, gazetelerin ve radyoların tirajlarının artması, vs.) gibi birçok faktör oyunun ekonomik değerinin yükselmesinin nedenleri arasında sayılabilir. Fakat, oyuna esas endüstriyel gücünü veren gelişme 50’li yıllarda tohumları atılan televizyonla girdiği “ortaklık ilişkisidir.” Ellias Cashmore’un (1994:131) “eğer cennetten çıkma bir evlilik varsa, bu hiç kuşkusuz televizyon ve spor arasında olurdu. Her birinin ticari başarısı bir diğerinin de doğrudan başarısına yol açmıştır” tanımlamasıyla ifade ettiği gibi, televizyonun devreye girmesiyle futbolun endüstriyel değeri olağanüstü yükselmiş, aynı zamanda oyuna eklemlenen diğer ticari aktivitelerin sayıları artış göstererek, global ölçekte, değeri milyarlarca dolarla ifade edilen “güçlü” bir endüstri haline gelmesine neden olmuştur. Yiğiter Uluğ’un da işaret ettiği gibi, “futbol en büyük mabetlerine, koltuk sayısı yüzbinleri bulan stadlara 50’lilerde kavuştu, ama o dönemde ‘endüstriyel’ bir işkolundan söz etmek, böyle bir tanıma uygun koşulların hazır olduğunu öne sürmek mümkün değildi. Bugün ağızlara pelesenk olan ‘endüstriyel futbol’, aslında varlığını çok büyük ölçüde televizyona borçludur (Yolaç, 2002: 101).” Bugün oyunun “şahdamarı” konumundaki reklam verenlerin ve sponsor firmaların oyuna yönelik ilgisinin en önemli nedeni, oyunun televizyon aracılığıyla stadyumların çok ötesinde milyonlarca evde aynı anda seyredilmesi ve oyunun tüm aktörlerinin televizyonlarda sürekli olarak yer almasıdır. “Bir çok reklamveren firma için eğer spor karşılaşması 202 Futbol ve televizyon bağı televizyondan yayınlanmıyorsa, sponsor olmak için de herhangi bir neden bulunmamaktadır” (Barnett, 1990: 181) . Televizyon ve futbol ilişkisi, artık önü alınamaz ve vazgeçilemez bir kapitalist birlikteliktir; bu birliktelik öylesine birbirini bütünlemektedir ki, modern dünyada televizyonsuz bir futbolun “olabilirliliği” artık neredeyse olanaksız hale gelmiştir. Joan Coakley’in ifadesiyle (2001:357), “Futbol medyadan önce de toplumsal yaşamda yeri olan, sosyal bir olguydu; insanların spor yapmaları ve karşılaşmalar için medyaya doğrudan ihtiyaçları bulunmamaktaydı. Ancak sporun ticari boyutunu ve endüstriyel değerini düşündüğümüz zaman kabul etmek durumundayız ki; televizyon olmadan endüstriyel futbol olmaz.” Özellikle 1980 sonrasında yaşanan bazı köklü değişimler, futbol ile televizyonu birbirine daha da yaklaştırmıştır. 70’lerin sonunda tüm dünyada yaşanan ve “post-fordizm” olarak adlandırılan köklü değişimin ardından, global pazarlama stratejilerinin yörüngesinde yapılanan medya kuruluşları uluslararası etkinliklerini ve hareket kabiliyetlerini son derece arttırmıştır. Neo-liberal politikaların yerleşmesinde yaşamsal bir rol oynayan ve tüm yapılanmasını da kârın maksimize edilmesi yönünde yeniden tanımlayan medya kuruluşları, bu dönemde ellerindeki her malzemeyi kazançlarını çoğaltacak bir meta olarak ele almışlar ve bu amaç doğrultusunda bir aktarım sürecine tabi tutmuşlardır. Futbol da, bir anda kendini bu “gösteri düzeninin” önemli ve kâr getirebilir “araçlarından” biri olarak bulmuştur. Başlangıçta, halkın “haber alma hakkı” doğrultusunda, “beyaz cam”a taşınan futbol karşılaşmalarının naklen yayınının, süreç içerisinde medya şirketlerine ciddi açılımlar sağlayacak bir meta olduğu farkedilmiş ve ilişkinin boyutlarında ciddi bir değişim gözlemlenmiştir. Emre Zeytinoğlu bu süreci şöyle tanımlamaktadır (2002: 10): “50’li yıllarda futbol, televizyonun yayılmasına yardımcı olmuş ve televizyona para kazandırmıştır. 60’lı ve 70’li yıllarda ise futbol ve televizyon birbirinden kâr ettikleri yıllar olmuştur. 70’li yıllardan günümüze değin gerçekleşen üçüncü aşama ise yeni ‘medyatik futbol dünyası’ yaratma sürecini kapsamaktadır.” Bu yeni, medyatik futbol dünyası, tamamen oyun üzerinde egemenlik kuran piyasa güçlerinin ticari çıkarları doğrultusunda yapılandırılmakta; izleyici oranını ve halkın futbola harcadığı paranın miktarını yükseltmek “esas” amaç haline gelmektedir. Post-fordist dönemin “ideolojik” giysisi, futbola da giydirilmiş ve futbol kısa sürede özellikle oyuna para yatırmak isteyen kitleler için farklı alternatifler sunan bir “yatırım aracı”na dönüşmüştür. Fordist dönemin katı ve geleneksel M. Bilal Arık 203 taraftarının yerini, lüks localarda ikamet eden ve sahip oldukları zenginliği gösterişli bir şekilde “gösteren” elitler, klasik stadyum yapılanmalarının yerlerini “hipermarket stadyumlar”, “mahallenin şık ağabeyleri” (Dilek, 2001) olan futbolcuların yerlerini, televizyon yıldızları ve nihayet evinde ailesi ile televizyondan canlı futbol karşılaşmasını izleyen televizyon seyircisinin yerini de oyunu seyretmek için “ayrıca” para ödeyen görece varlıklı ekranbaşı izleyicileri almıştır. Amerikan merkezli, yeni “yaşam kültürü” kısa sürede futbolu ve futbolun tüm aktörlerini ciddi oranda değişime uğratmış, hatta bu değişimden “televizyon futbolu” da nasibini almış ve eldeki “canlı karşılaşma” malzemesinin mümkün olduğunca kapitalize edilmesi öncelenmiştir. Futbol, özellikle 90’lı yılların başından itibaren ‘sınır tanımayan televizyon’ projesinin en işlevsel araçlarından biri olarak görülmüş, bu sayede oyuna yapılan maddi yatırım olağanüstü artış göstermiş, buna karşılık futbolun medyaya bağımlılığı geri dönüş yolları tıkanırcasına pekişmiştir. Televizyonun futboldan kazanımları Futbol öncelikle televizyon için en önemli hedef olan izlenme oranları bakımından neredeyse rakipsiz bir “televizyon programı” görünümündedir. Günümüzde televizyonculuk, diğer kitle iletişim araçlarına kıyasla, paraya ve reklama son derece bağımlı bir endüstridir. Bu yüzden mümkün olduğunca çok izleyiciye ulaşmak ve kitlesel beğeniye sahip programları şirket bünyesinde istihdam edebilmek ve bu sayede reklam veren firmalar için doğru bir yatırım aracı olmak televizyon işletmeciliğin vazgeçilmez prensiplerindendir. Futbol, televizyon şirketlerinin, seyirci toplamalarını ve bu seyirciyi de reklam endüstrisine “pazarlayarak”, paraya “tahvil etmeleri”ni sağlayan “eşsiz” bir “araç” görünümündedir. Spor olayları çoğu zaman yüksek izlenme oranlarına ulaşmakta, bu yüksek izlenirlilik medya organizasyonlarının işletme rasyonalitesi adına da son derece olumlu bir “yatırımı” işaret etmekteir. Micheal Real’e göre, “insanlık tarihinde aynı anda tek bir faaliyetle uğraşmak üzere bir araya gelen ve en fazla sayıda insan kalabalığı, olimpiyat oyunlarını ve Dünya Kupası’nı izleyen televizyon izleyicileridir” (Rowe, 1996: 253). Bu bağlamda televizyonların en değerli reklam kuşakları Dünya Kupaları ve Olimpiyatlar esnasında oluşmaktadır. Özellikle Dünya Kupaları’nda seyirci oranı çok yüksek düzeylere ulaşabilir; sözgelimi “1998 Dünya Kupası Arjantin-İngiltere maçı 23.8 milyon kişiyle, 204 Futbol ve televizyon bağı İngiltere tarihinin en yüksek seyirci oranını yayıncı kuruluşa pazarlama olanağı sunmuştur” (Boyle ve Haynes, 2000: 69). Uluslararası Futbol Federasyonları Birliği (FIFA)’nın resmi verilerine göre (2004), 2002 Dünya Kupası, toplam 213 ülkeye ulaşmış ve turnuva boyunca yaklaşık 41 bin 100 saatlik yayın gerçekleştirilmiştir. Bu rakam 1990 yılında sadece 87 ülke ile sınırlıydı. En son 1998 Dünya Kupası’ndaki, rakamlarla karşılaştırıldığında bu durum yaklaşık yüzde 38’lik bir yükselişe tekabül etmektedir. Bu dönemde Dünya Kupası’nı seyreden toplam izleyici sayısı 49.2 milyar kişiye ulaştı. Aynı şekilde turnuva boyunca birçok maç, özellikle de Brezilya-İngiltere maçı ve Brezilya-Almanya finali tüm dünya genelinde en çok seyredilen karşılaşmalar oldu. Yayın saatlerinin özellikle Avrupa ülkelerinin prime-time’ına göre ayarlanmamasına rağmen, her karşılaşmayı ortalama 352.6 milyon kişi televizyon karşısından seyretti. Futbolun kitlesel gücü, bu gücü elinde bulunduran yayıncı kuruluşlara eşsiz bir reklam ve pazarlama fırsatı sunmaktadır. Türkiye’deki “futbol ilgisi” de dünyadaki örneklerinden pek farklı değildir. 2002 Dünya Kupası’nda, Türkiye ile Brezilya’nın oynadığı yarı final maçı, karşılaşmayı naklen yayınlayan TRT’ye “Türk televizyon tarihinin en yüksek izlenme oranını getirmiştir” (Radikal, 2002). Maç sırasında izleyicilerin yüzde 82.2’si vakitlerini TRT ekranının karşısına geçmişlerdir. Dünya Kupası’ndaki bütün Türkiye maçlarının yüzde 70’in hayli üzerinde seyredildiğini gözönünde bulundurursak, futbol ile kitle arasındaki ilişki biçimi, bu rakamlarla daha da anlaşılır olmaktadır. “2002 Dünya Kupası’nın yayın hakkını 10 milyon dolara satın alan TRT, Kupa sonunda 15 milyon gelir elde ettiğini açıklamıştır. Aynı şekilde 2002 Dünya Kupası sırasında Türkiye’de TV alıcısı ve uydu anteni gibi elektronik ekipman satışları patlamış ve yaklaşık 75 milyon dolarlık bir satış rakamına ulaşmıştır. 2008 Dünya Kupası için beklenen satış hacmi ise 100 milyon dolardır”(Akşar, 2008). Televizyon futbolun endüstriyel değerine “olağanüstü” bir katma değer eklemiştir; fakat gözden kaçırılmaması gereken önemli bir nokta da, futbolun televizyonlar için en değerli malzemeyi, yani “izlenme oranını” medya kuruluşlarına, hem de büyük bir başarıyla sağladığıdır. Futbolun televizyona yönelik ikinci etkisi, program çeşitliliği sağlamasıdır. Futbolun demografik açıdan rakipsiz olması ve varlığının hem izleyiciler için hem de medyanın ardındaki en önemli güç olan reklam endüstrisi için kaçırılmaz bir fırsat olarak görülmesi; süreç içerisinde futbolun ekranlarda kapladığı yerin çoğalmasına ve hatta futbol konulu pek çok uzman M. Bilal Arık 205 televizyonun kurulmasına neden olmuştur. Futbol programlarının çok seyredilmesi bu alana dönük yatırımların çoğalmasına yol açmıştır; bu birliktelik herkes için kârlı bir yatırım aracı olarak görülmektedir. Havas Advertising Sports’un Başkanı Laurent Thıelue’ya göre “spora harcanan para, asla fazla sayılmaz” (Authier, 2002: 13). Televizyon ve reklamverenler arasındaki bu “mutlu” birlikteliğin “sağlayıcısı” durumundaki futbolun, televizyonlarda kapladığı yer bu yüzden gitgide genişleme eğilimindedir. Spor programcılığının yaygınlaşması ve bu programların televizyonlarda yer bulabilmeleri, aynı zamanda kendi dışındaki birçok sektörü de destekleyen bir ekonomik oluşumu işaret eder. McLun De Fleur ve Everette E. Dennis’e göre (2002:280), Spor medyayı tamamen kaplar; gazetelerde, pay TV’lerde, ulusal ve uluslar arası açık kanallarda vb., hakim program türü -hem zaman hem de çeşitlilik olarak- spordur; ama spora esas gücünü veren televizyon şirketlerinin reklam gelirlerine olan katkısıdır. Bu yüzden gazetelerin genelde yüzde 20’si ve hafta sonu TV programlarının yüzde 25’i spora ayrılmaktadır. Bu konuda İngiltere’de yapılmış olan bir araştırmanın sonuçları son derece ilgi çekicidir. Leicester Üniversitesi, Spor Sosyolojisi bölümü tarafından yaptırılan “İngiltere’deki Futbol Televizyonculuğu” (2002) isimli çalışmaya göre, İngiltere’de sadece hafta sonları futbol programlarına ayrılan toplam süre 4 bin 275 dakikadır; eş deyişle cumartesi ve pazar günleri televizyonlarda yaklaşık 71 saat futbol yayını yapılmaktadır. Tecimsel televizyonların artmasıyla birlikte, futbol programlarının sayısında ve televizyonda kapladıkları yer oranında ciddi bir artış meydana gelmiştir. Günümüzde, hemen hemen her ülkede, neredeyse her televizyon kanalı futbola geniş yer ayırmakta, futbol sadece maç günleri ya da ertesinde değil, neredeyse haftanın 7 günü kendine ekranlarda boy gösterebilmektedir. 2008 yılında Türkiye’de Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş kanallarının yanı sıra sadece spor konulu Lig TV, NTV Spor, Süper Sport, D-Spor, vb. pek çok spor konulu uzman televizyon bulunmaktadır. Tüm bu kanallarda 24 saat boyunca başta futbol olmak üzere spor yayını yapılmaktadır. Ayrıca özellikle haber kanallarında da (NTV; CNN Türk, Sky Türk, Kanal 24 ve HaberTürk, vb) futbola bilhassa haftasonları geniş yer ayrılmakta, gerek naklen maç yayınları ve gerekse de spor-tartışma programları aracılığıyla futbol ekranlarda sıklıkla kendine yer bulabilmektedir. 206 Futbol ve televizyon bağı Futbolun televizyona olan etkisinin en somut olarak görülebildiği alanlardan bir diğeri de, ancak futbol karşılaşmalarının, naklen yayınlarıyla çıkış olanağı bulabilen, başlangıçta kablolu olarak başlayan, ardından şifreli ve nihayet de dijital olarak adlandırılan “paralı” televizyonculuğa olan etkisidir. Digital/şifreli yayıncılığın temeli, seyredilen her kanal ya da program için, izleyenlerin ayrı bir ödeme yapması prensibine dayanır. Paralı yayıncılıkta izleyici sadece reklamcılara pazarlanan pasif bir kütle değil, “gereksinimlerini” karşılayan televizyon şirketlerine doğrudan ve açıktan ayrıca ödeme yapmayı göze alan aktif ve bilinçli tüketici konumundadır. Dijital veya şifreli yayıncılığa, izleyicinin doğrudan ödeme yapabilmesi, bu kanalların ancak kendilerinde bulunabilen ve izleyiciyi ücret ödemeye ikna edecek “özel” programları istihdam edebilme koşuluna bağlıdır. Bu mübadele ilişkisi aynı zamanda pahalı bir medya organizasyonunu ve yatırımını da gerekli kılmaktadır; çünkü izleyici televizyona para vermeden de bir dolu program seyredebilme olanağına sahiptir. İşte tam bu noktada spor karşılaşmalarının, özellikle de naklen yayınlanacak spor karşılaşmalarının önemi daha da belirginleşmektedir. Kitlelerin açıktan “para ödemeye değer” buldukları spor karşılaşmaları, bütün dünyada digital veya şifreli yayıncılığın çıkış nedenlerinin başında gelmektedir. İlk paralı televizyon (pay per view) yayıncılığının 1980 yılında bir spor karşılaşması ile başlaması da bu açıdan şaşırtıcı değildir. “Sugar Roy Leonard ile Robert Dion arasındaki profesyonel boks karşılaşmasını 170 bin Amerikalı, 15 dolar vererek televizyonlarından seyretmişlerdir” (Cashmore, 1994: 185). Olimpique Marsilya’nın başkanı Robert Louis-Dreyfus’a göre, dijital yayıncılık yapan büyük iletişim gruplarının futbola yönelik ilgisinin temel gerekçesi şudur: “Ödemeli televizyon kanallarına abone çeken üç şey var sadece: Futbol, sinema ve porno. Eğer bu mesleğin içindeyseniz, bu üç taraktan en azından ikisinde beziniz olması gerek ” (Authier, 2002: 26). Dijital/şifreli yayıncılık ile birlikte geçmişte ulusal açık kanallardan bedava seyredilen bazı maçlar, bu programlar sayesinde bu kez para ödenerek seyredilmek zorunda kalınmıştır. Böylelikle 80’li yıllarla birlikte sürece damgasını vuran, televizyonculuğu “karın maksimizasyonu” için bir araç olarak gören çok uluslu endüstriyel oluşumlar için futbol, ilgili holdinglerin hedeflerine ulaşmada stratejik öneme sahip, işlevsel bir “ürün” haline gelmiştir. Bu süreç aynı zamanda futbolun daha da popülerleşmesine ve zenginleşmesine olanak sağlamıştır. Futbol kulüplerinin paralı televizyonlardan sağladıkları gelir, açık kanalların teklif edebildiği rakamların M. Bilal Arık 207 çok üzerinde seyretmektedir. Aynı şekilde yayın hakkına sahip olan televizyon şirketlerinden sağlanan gelirler de futbol kulüplerinin oyuncu kalitelerinin ve kitleler nezdindeki çekiciliklerin artmasına doğrudan katkıda bulunmaktadır. Futbolsuz paralı yayıncılığın başarıya ulaşması neredeyse olanaklı değildir; Rupert Murdoch’un da dediği gibi “futbol yayın haklarını eline geçiren, şifreli televizyon savaşını kazanır ” (Authier, 2002: 29). Christian Authier de, Fransa bağlamında futbolun paralı yayıncılık yapan medya kurumlarına olan katkısını şu sözlerle dile getirmektedir: Canal Plus’ın elinde çekici futbol ürünü bulunmasa, televizyon kanallarını neredeyse bedava bir kamu hizmeti olarak görmeye alışmış milyonlarca Fransızı paralı televizyon devrine nasıl ikna edebilirdi? Şifreli kanalın başarısı, Avrupa’daki diğer tüm televizyon kanalları gibi, meşin yuvarlağa dayanmaktadır. Seyretmek için para ödemek gerektiği düşüncesi ve görüntülerin özelleştirilmesine yönelik genel kabul, neredeyse hiçbir direnişle karşılaşmadan, hızla ve kitlesel bir biçimde ağır bastı. Futbolcuların kramponlu öncü güçleri olmasa ne kablolu yayına, ne de uydu yayınına geçilirdi (Authier, 2002: 98). Türkiye’deki durum da dünyadaki genel manzaradan çok farklı değildir. 1994 yılında yapılan ilk “havuz ihalesi” ile, Türkiye’de maçlar parasız kanallardan, şifreli kanallara taşınmıştır. O tarihten günümüze, bütün ihaleleri şifreli veya dijital kanallar (Cine 5, TeleOn, Digitürk) kazanmış; futbol adı geçen medya kuruluşlarının kurumsallaşmalarında ve kurulmalarında -elbette sinema ve porno ile birlikte- son derece belirleyici bir rol oynamıştır. Türkiye 1. Futbol Ligi’nin naklen yayın ihalelerini kazanmadan paralı yayıncılık yapan kurumların ne kurulabilmeleri ne de abonelerini çoğaltabilmeleri olanaklıdır. Nitekim, maçların yayın hakkının yitirilmesinin ardından Cine 5 ciddi bir darboğaza girmiş, TeleOn ise kapanmak zorunda kalmıştır. Digitürk yoğun rekabet ortamına Lig TV ile direnebilmekte, ama naklen yayın ihalesini kaybedilirse çok büyük olasılıkla “Türkiye’nin digital platformu” olma özelliğini yitirecek gibi görülmektedir. Zaten bu yüzden D-Smart kulüplerle gizli-açık anlaşmalar yaparak naklen yayın hakkına sahip olmak istemektedir. Futbolu ele geçiremediği sürece de bu projenin yaşayamayacağının farkındadır ve elindeki medya gücünü kullanarak naklen yayın ihalesini alma yolunda ciddi çaba sarf etmektedir. Özetle futbol, tüm dünyada ve Türkiye’de dijital televizyonculuk gibi ciddi bir oluşumun merkezinde yer almakta ve televizyon kuruluşları ile paralı izleyiciler arasındaki “esas” bağı oluşturarak medya kuruluşları için yaşamsal bir fonksiyonu yerine getirmektedir. 208 Futbol ve televizyon bağı Futbol, aynı zamanda medya kuruluşlarına güç ve prestij vaat eden bir etmen görünümündedir. Günümüzde televizyon ve spor arasındaki ilişkinin boyutları geliştikçe, bu birlikteliğe, daha önce düşünülemeyen bazı yeni halkalar eklendiği görülmektedir. Artık büyük medya organizasyonları, dijital yayıncılığa milyonlarca dolarlar yatırmakla yetinmemekte, aynı zamanda doğrudan kulüpleri -ya da altın yumurtlayan tavukları- satın almak ya da hissedarları olma yoluna gitmektedirler. Bütün dünyada yaygın bir şekilde gözlemlenen bu oluşum, televizyon ile futbol arasındaki ilişkinin sadece “kitle iletişimi” ile açıklanamayacak olan boyutlarının varlığını işaret etmektedir. Televizyon şirketleri kendileri için son derece değerli olan futbol “madeninin” sınırlarına daha fazla hakim olabilme adına, kulüplerle sahiplik ilişkisine girmekte, böylelikle de ilgili kulüplerin atacakları stratejik adımlarında daha fazla söz sahibi olmayı amaçlamaktadırlar. Leicester Üniversitesi’ne bağlı bulunan Sir Norman Chester Futbol Araştırma Merkezi’nin 2002 yılında yaptığı bir araştırmaya göre, Fransız Kanal Plus, Paris Saint German ve İsviçre’nin Servette kulübünün sahibidir. İtalyan, Mediaset Grubu, Milan ve Monza futbol kulüplerinin ve İnternational Management Grubu da, Racing Club Strasbourg’un sahipliğini yapmaktadır. Amerika’da da News Cooparation Grubu, LA Dodgers beyzbol, New York Knicks basketbol ve New York Rangers buz hokeyi takımlarının, Time Warner Grubu da, Atlanta Braves beyzbol, Atlanta Hawks basketbol ve Thrashers buz hokeyi takımlarının sahibidir. Aynı şekilde Disney Grubu da, Anaheim Angels ve Chicago Cubs beyzbol ve Mighty Ducks buz hokeyi takımlarına ve Cablevision Grubu da New York Yankees beyzbol takımlarına sahiplik yapmaktadır. Türkiye’de de Uzan, Bilgin ve Doğan grupları zaman zaman bazı futbol kulüpleriyle sahiplik ilişkisine girmişler, ancak ülkenin içinde bulunduğu ekonomik kriz ortamından dolayı, tüm projeler başarısızlığa uğramıştır. Futbolun televizyona olan etkisi sadece sahiplik düzeyiyle sınırlı kalmamaktadır. Bazı Medya yöneticileri, futbol takımlarının yönetim kurullarında görev yaparak, kulüp ile televizyon şirketi arasında aracı rolü üstlenmektedir. Böylelikle medya gruplarıyla, kulüpler arasında farklı stratejik ortaklıklar gündeme gelmektedir. Bu bağlamda Uğur Dündar’ın Fenerbahçe’de, Fatih Altaylı’nın Galatasaray’da, Reha Muhtar ve Birol Güven’in Beşiktaş’ta yöneticilik yapmış olmaları, ilgili şahısların mesleki formasyonlarını göz önünde bulundurulduğunda daha da anlamlı olmaktadır. Spor kulüpleri ile medya arasındaki, bu “sağlıklı olmayan” yakınlaşma, hem kamu hizmeti yapan spor gazetecilerinin, hem medya kuruluşlarının, hem de M. Bilal Arık 209 toplumsal misyonları sadece kulüp yöneticilerine para ve güç kazandırmak olmayan spor kulüplerinin asli fonksiyonlarının arızaya uğramasına neden olmaktadır. Futbolun kitlesel gücü, aynı zamanda siyasi yönlendirmeye olanak sağlamaktadır. Bu gücü elinde tutmak isteyen medya kuruluşlarının, futbola bu denli iştahla yaklaşmalarının ardında yatan bir diğer önemli etmen de, bu karşılaşmalarının yayın hakkını elinde bulunduran televizyon şirketlerinin aynı zamanda siyasi olarak da, kitleler nezdinde etkin olabilme şansını eline geçirmeleridir. Sylvio Berlusconi ve Cem Uzan’nın ardındaki iki büyük güç, medya ve futbol olmuştur. Berlusconi, Fininvest Medya Grubu’nu kendi siyasal emelleri adına kullanırken, futboldan da etkin bir şekilde yararlanmayı bilmiştir. Yine 2001 yılında Genç Parti’yi kurarak, siyasete atılan Cem Uzan da, en büyük propagandayı, kendi kanalının (Star TV) çok yüksek izlenme oranına sahip Şampiyonlar Ligi maçlarının devre aralarında gerçekleştirmiş ve global ölçekte siyasi bir tanınırlılığa ulaşmıştır. Futbolun televizyondan kazanımları Daha öncede belirttiğimiz gibi, bugün hacmi milyar dolarlarla ifade edilen bir futbol endüstrisinden bahsedebiliyorsak eğer, bunu oyuna ciddi oranda yatırım yapan medyaya ve ardındaki endüstriye borçluyuz. Futbolun, televizyon ekranlarına taşınmasıyla birlikte gitgide “özne” olma özelliğini yitirip, bu ortaklığın “nesne”si haline gelmesi ise kapitalizmin doğası içinde son derece anlaşılır bir sonuçtur. John Underwood’un fevkalade betimlediği gibi, “komik olan şudur: Sporun içindekiler, aslında satın alındıkları halde, televizyondan para kazandıklarını düşünürler” (Gümüş, 2004). Fakat bu “satın alma” durumu, medyanın güdülediği kamuoyu gündeminde, anlaşılır nedenlerle pek de tartışılma olanağı bulmamaktadır. Günümüzde futbol ile televizyon arasında neredeyse bir “işçi-işveren” ilişkisi kurulmuş ve futbolun hareket sınırları artık televizyon tarafından belirlenir olmuştur. Andreas Klose’a göre (2001, 376), “profesyonelleşme ve kitlesel medyatik pazarlama süreçlerine bağlı olarak, futbol ‘proleter sporu’ olmaktan çıkmış ve bir serbest zaman eğlencesi haline getirilmiştir. Futbol bu süreçte, toplumsal köklerinden kopmuş, ama geniş toplumsal tabakalar nezdindeki çekiciliğini devam ettirmiştir. Futbol günümüzde, televizyon, sponsorluk ve reklamın oluşturduğu ilişki örgüsüne yakalanmış durumdadır. Sponsorluk ve reklam paraları olmaksızın, profesyonel sporun finansmanı artık olanaklı değildir. Özellikle zirvedeki takımlar için seyirci gelirleri gitgide varoluşsal 210 Futbol ve televizyon bağı anlamını yitirmektedir. Şüphesiz ki, bu gelişmeyi mümkün kılan, futbolu reklam için ilginç hale getiren televizyonun etkisidir. Kapalı bir kamuoyu olarak stadyumdaki topluluk açısından reklamın ilginçliği pek azdır; reklamın asıl hedefi, ekran başındaki seyircilerdir.” Modern toplumlarda gündelik hayatı dolayımlayan televizyon, futbolu da etkisi altına almakta ve tahakkümünü oyunun tüm hücrelerinde hissettirmektedir. Artan rekabet koşulları ve yükselen maliyet, oyunun paraya olan bağımlılığını arttırırken, televizyondan kaynaklanan gelir kalemleri olmaksızın spor kulüplerinin yaşama şansı ise son derece azalmaktadır. Yayın gelirlerinin futbolun maddi boyutuna etkisinin “baskınlığı” bilinen bir ekonomi gerçekliğidir. Sadece ulusal ligler düzeyinde değil, FIFA’nın gelir kalemlerinde de yayın gelirleri en büyük dilimi oluşturmaktadır. FIFA tarafından 6 Haziran 2004 tarihinde Zürich’te düzenlenen ve Sepp Blatter’in de katıldığı “Medya Konferansı”nda açıklanan sayısal verilere göre, FIFA gelirlerinin yüzde 60’ı televizyondan gelmektedir. Sponsorluk ve pazarlama gelirlerinin yüzde 36’lık bir oranı kapsadığı belirtilen raporda, yüzde 4’lük dilimin de diğer finansal gelir kaynaklarından geldiği bildirilmektedir. Sponsorluk ve pazarlama gelirlerinin oluşumunda da, yine en belirleyici güç televizyondur. Sponsorlar açısından da televizyon; spora yatırım yapılmasının temel nedenidir. Dolayısıyla FIFA’nın gelirlerinin yüzde 96’sı medya kaynaklıdır türünde bir çıkarımda bulunmak, son derece olanaklıdır. Bu rakamlar göstermektedir ki, televizyon kuruluşları ile futbol arasındaki ilişki en yukarıdan başlamakta ve kademe kademe ulusal liglere, hatta ikinci ve üçüncü liglere değin, benzer şekilde uzanmaktadır. Durum böyle olunca futbol ile televizyon ilişkisi, oyunun tüm aktörlerinin gönüllü olduğu bir kapitalist gerçekliği işaret eder. Futbolu bir ürün olarak algılayan FIFA, medya yoluyla sponsor firmalarla arasındaki ilişkiyi sağlamlaştırmakta ve televizyon kuruluşları da bu sayede oyun üzerindeki etkinliklerini artırmaktadırlar. Nitekim UEFA Genel Sekreteri Geehald Aigner ‘her şeyi televizyon yönetiyor” (Authier, 2002: 22) derken televizyonun oyun üzerindeki etkisini net bir şekilde dile getirmektedir. Hemen hemen bütün profesyonel sporlar bir şekilde medyaya bağımlıyken, futbol gibi rekabet ortamının çok sert ve organizasyonun da son derece pahalı olan bir spor dalı için bu durum daha da kaçınılmaz bir gereklilik halini almaktadır. Futbol endüstrisi hakkında 16 yıldır kapsamlı ve veriye dayalı uluslararası çalışmaları gerçekleştiren danışmanlık şirketi Deloitte’un, İngiltere’deki Spor İş Grubu’nun hazırladığı Mayıs 2007 tarihli “Annual Review of Football M. Bilal Arık 211 Finance” raporuna göre, 2005-06 sezonu itibariyle Avrupa futbol piyasası büyüklüğü 12,6 milyar Euro’ya ulaşmıştır. Avrupa liglerinin gelirlerinin dağılımına bakıldığında, sponsorluk, yayın ve reklam gelirlerinin toplam gelirlerin %80’ine ulaştığı, geriye kalan %20’lik kısmın ise stad gelirleri olduğu görülmektedir. Avrupa genelinde gelirlerin dağılımında son 20 yıllık dönemde stad gelirlerinin, toplam gelirler içerisindeki %80’ler civarındaki ağırlığının, %20’ler seviyesine gerilemesi, futbolun geleneksel gelirlerinin yanında giderek artan bir oranda yeni gelir kaynakları yaratarak bir endüstri halini almasının açık bir kanıtıdır (İkiz, 2007). Ekonomik büyüklük açısından, İngiltere dünyanın en büyük futbol pazarı görünümündedir. 1992 yılında BSkyB medya kuruluşunun İngiltere Futbol Federasyonu ile imzaladığı sözleşmenin ardından, İngilterenin en üst düzey ligi olan Premier Lig’in tüm takımları değerlerini artırma fırsatı bulmuşlardır. Sky TV’den ve diğer sponsorlardan sağlanan “sıcak para” bir anda ligin kalitesini yükseltmiş ve dünyanın en başarılı futbolcularının İngiliz Ligi’ni tercih etmelerine neden olmuştur. Futbolun yükselen kalitesi, tribün gelirlerini de canlandırmış ve zenginleşen kulüpler adım adım stadyumlarını daha işlevsel hale getirmenin yollarını araştırmışlardır (Lee, 1998: 36). Bu başarı öyküsünün esas aktörü ve sürecin hızlandırıcısı şüphesiz ki Murdoch’un Sky televizyonu olmuştur. Premier lige 4 buçuk yıllığına 674 milyon paund yatıran Murdoch, bu hamlesiyle Sky’ın “İngiliz liginin gelmiş geçmiş en önemli oyuncusu olmasını sağlamıştır” (Edge, 1997: 229). Türkiye’de de kulüplerin en büyük gelir kaynağı yayıncı kuruluştan sağlanan naklen yayın gelirleridir. Hatta Türk kulüplerin, diğer gelir kalemlerinin yeteri kadar tatminkar olmadıkları göz önünde bulundurulduğunda, “havuz ihalesinin” gelen yayın gelirlerinin önemi daha da belirginleşmektedir. “Eşitsiz” dağılıma rağmen, özellikle de 3 büyük kulüp dışındaki takımlar açısından, “havuz ihalesi” yoluyla Futbol Federasyonu’ndan gelen sıcak para, bu kulüpler adına yaşamsal öneme sahiptir. Alanın en önemli ekonomistlerinden Tuğrul Akşar’ın yaptığı bir araştırmaya göre (2007); “2006-2007 sezonunda Türkiyedeki kulüplerin toplam geliri, 472 milyon dolardır. Bu paranın yüzde 30’luk bölümü (139 milyon dolar) yayın haklarından gelmektedir. Tirübün gelirlerinin yüzde 13’lük yer tutabildiği bu tabloda, daha önce de tartıştığımız gibi televizyon kaynaklı diğer gelirler (sponsorluk, saha içi reklam, isim hakkı satışı ve diğer gelirler) toplam gelir portföyünü tamamlayan diğer unsurlar olarak göze çarpmaktadır.” 212 Futbol ve televizyon bağı Diğer gelir kalemlerinin oluşumunda televizyonun hızlandırıcı gücü gözden kaçmamalıdır. Nasıl İngiltere’de SKY Premier Lig’in esas oyuncusu ise, Türkiye’de de parayı veren “Digütürk” futbolun “esas” patronudur. Televizyon reklamlarında kulüplere yaptığı ödemeler ile ilgili olarak, âdeta “ligi ihya ettiği” ve “kulüplere yaşam suyu verdiği” gibi bir “dil”i tercih eden Digütürk, bu yorumunda, serbest piyasa koşullarında çok da haksız sayılmamalıdır. Bu bağlamda 2004 yılında yapılan ve yine Digitürk’ün kazandığı ihaleye mağdur oldukları nedeniyle itiraz edip, ortak bir basın açıklaması hazırlayan Kulüpler Birliği’ne Digitürk’ün yanıtı hayli manidar olmuştur: Digitürk olarak, liglerin başlamasına çok kısa süre kalmasına ve dekoder ile üyelik satışlarının sağlıklı yapılamayacağı bilinmesine karşın futbolun kaosa sürüklenmemesi ve 3,5 yıldır yaptığımız hizmetin bir devamı olarak, büyük bir fedakarlık göstererek 2 taksit tutarını, sözleşme tarihinden itibaren 1 ay içinde ödüyoruz. Türk futbolu için yaptığımız bu yatırımlar karşısında, böyle bir basın açıklamasıyla karşı karşıya kalmak bizleri şaşırtmış ve üzmüştür (Akşam, 2004). Görüldüğü gibi Digitürk futbola yaptığı yatırımı fedakârlık ve hizmet olarak nitelendirmekte ve bu basit mübadele sürecinde varlığının daha çok takdir edilmesini beklemektedir. Gerçekten de Digitürk bir bakıma haklıdır, havuz ihalesinin başladığı 1995 yılından itibaren Birinci Lig’deki tüm kulüpler havuzdan pay almaya başlamışlar ve bu sayede hem altyapı yatırımlarına, hem de uluslararası düzeyde önemli transferlere kaynak aktarabilmişlerdir. Ligin kalitesinin de yıldan yıla artış gösteren naklen yayın gelirleriyle, önemli ölçüde yükseldiği bilinmektedir; ama tabii tüm bunları Digitürk’ün “fedâkarlık” amacıyla yapmadığı da açıktır. Televizyonun, futbola ikinci önemli etkisi, oyunun hareket sınırlarının artık medya tarafından belirlenmesidir. Kulüplerin en büyük gelir kaynağı televizyon gelirleri olunca, futbol üzerinde en büyük söz hakkına televizyon şirketlerinin sahip olması ve bu haklarını diledikleri gibi kullanmaları kapitalist piyasa koşullarında beklenen bir sonuçtur. Medya profesyonelleri gitgide oyunun üzerindeki yönlendiriciliklerini artırmakta ve sistemin işleyişindeki “öncelikli” söz hakkı kulüplerden, televizyon şirketlerine geçmektedir. Günümüz koşullarında televizyon, oyunun bir aktarıcısı olma rolünün çok ötesinde âdeta oyunun yönlendiricisi haline gelmiştir. Televizyon kuruluşları için futbol, bir “spor” değil, değerlendirilmesi gereken bir araçtır. Bu yüzden bu malzemenin olabildiğince “verimli” bir şekilde paketlenerek M. Bilal Arık 213 sunulması, futbolun özgül değerinin hak ettiği saygıdan çok daha önceliklidir. “Son zamanlarda medya endüstrisi, sporu yeniden tanımlama veya şekillendirme adına kulüplerle karşılaştırıldığında çok daha etkin bir güce sahiptir. Yayını gerçekleştiren profesyonellerin oyun içerisindeki belirleyicilikleri sporun doğasını tehdit edecek düzeye gelmiştir” (Kinkema ve Haris, 1998: 16). Öyle ki, naklen yayın anlaşmalarında sorun çıktığı zaman İtalya’da olduğu gibi- ligler ertelenmekte ya da yayıncı kuruluştan kendi üzerlerine düşen yüzde 5’lik hakkı istedikleri için, İngiltere’deki Profesyonel Futbolcular Birliği üyeleri, televizyon yöneticileri tarafından değil, kulüp başkanları (Leeds United’ın başkanı Peter Ridsdale) tarafından azarlanmaktadır: “Futbolcular asıl gelirlerini nereden kazandıklarını çok iyi düşünmeliler. Gelirlerin çoğu televizyondan geliyor; eğer futbolcular Ligi boykot etmeye kalkarlarsa, biz de onlara yaptığımız ödemeleri durdururuz (Gümüş, 2001).” Görüldüğü gibi, bu “kaçınılmaz işbirliği”nin, “esas oğlanı” televizyondur; futbol bu süreçte anlam ve misyonunu, televizyon şirketlerinin çıkarları doğrultusunda yeniden tanımlamak zorunda kalmakta ve oyun neredeyse televizyon için varolan bir yapıya doğru hızla evrilmektedir. Eduardo Galeono futbolseverler tarafından epik bir şahaser olarak tanınan Gölgede ve Güneşte Futbol kitabında televizyonun futbola müdahalesini şöyle betimlemektedir (1998: 208): 1986 Meksika ve 1994 ABD ve 2002 Japonya-Kore Dünya Kupası turnuvalarında maçlar futbolcuları perişan eden öğle sıcağında oynanmıştır. Çünkü maçlar ancak o saatte oynanabilirse, en büyük para kaynağı olan Avrupa’nın “prime time”ında seyredilebilme olanağına kavuşabilecektir. 1986 Dünya Kupası’nda Alman Kaleci Harald Schumacher sıcaktan ne hale geldiğini şu sözlerle açıklamaktadır: ‘Devamlı terliyorum, boğazım kuruyor. Çimenler de kuru bir tezeğe benziyor: sert, tuhaf ve düşmanca. Güneş ışınları stada dik olarak düşüyor ve kafamızda parçalanıyor. Gölge bile vermiyoruz. Televizyon için bunun daha iyi olduğunu söylüyorlar.’ Yayın hakkının satışı, oyunun kalitesinden ve sporcu sağlığından daha mı önemliydi? Futbolcuların görevi koşmaktı, konuşmak değil ve Havalenge devreye girerek tartışmaya şu sözüyle son vermiştir: ‘Çenelerini kapatıp oynamaya baksınlar!’. Görüldüğü gibi, futbolun tüm aktörleri, oyunun kurallarının, maç saatlerinin ve günlerinin medyanın takvimine göre düzenlenmesini kabullenmekte, hatta çoğu zaman “kraldan daha kralcı” davranmaktadırlar. Burada gözden kaçırılmaması gereken nokta şudur: Medya kâr etmek için vardır; spor da bu bağlamda eğlence endüstrisinin en değerli ticari 214 Futbol ve televizyon bağı ürünlerinden biridir. Bu yüzden spor programları izleyiciler ve sponsorların ilgisini çekebilmek için mümkün olan en verimli şekilde paketlenerek sunulmaktadır. FIFA’nın da futbola bir “ürün” olarak ele alması ve paranın sıcak yüzünün sahaya dahil olması, oyunu televizyon dünyasının herhangi bir ürününe dönüştürmüştür. Hatta Fox Medya Kuruluşları Başkanı Peter Chernin’in kelimelere döktüğü gibi, “Spor, filmler, haberler, kitaplar gibi televizyon eğlencesinin pek çok global dilinden sadece biridir ” (Aktaran: Kıvanç, 2001:63). Görüldüğü üzere futbol, bu ilişki sürecinde, televizyonun gerektiği gibi “eğip bükebildiği” ve “özsel” varlığına saygı göstermediği bir “nesne” konumuna indirgenmiştir. Medyanın oyun üzerindeki belirleyiciliğinin artmasıyla birlikte futbol, halka ait bir sosyal olgu olma misyonunu terk ederek, âdeta medyadaki iktidar seçkinlerinin üzerinden para kazandığı bir “araç” haline getirilmiştir. İngiltere’de maçların hangi gün ve hangi saatte oynanacağına yayıncı kuruluşlar karar vermektedir. Hatta bu yüzden zaman zaman kulüplerle Futbol Federasyonu arasında çatışma çıkmakta, bazı kulüpler Avrupa Kupası maçlarının hemen 2 gün ardından, yayıncı kuruluş öyle istediği için bir başka deplasmanda oynamak zorunda kalmaktadır. Aynı şekilde maçların klasik cumartesi-pazar mesailerinin dışında cuma ve pazartesiye sarkmalarının ardında da yayıncı kuruluşların “gösteri”nin süresini daha geniş zamana yaymak istemeleri yatmaktadır. Bu yoğun mesai bazı futbolcuların bünyelerinin zarar görmesine ve sakatlanmalarına neden olmaktadır. 2008 yılında Liverpol Kaptanı Steve Gerard 18 günde 6 maç oynayarak aslında endüstriyel futbolda oyuncuların ne kadar zorlu bir görev yüklendiğini göstermiştir. 6 defa üst üste 3 günde 1 maç oynamak zorunda kalan oyuncular “şovun devam etmesi” gerçeğine çoğu zaman itaat etmek zorunda kalmaktadır. Futbolcular her ne kadar, zaman zaman “biz köle değiliz” deseler de, endüstri için daha fazla maç, daha çok kazanç anlamına geldiği için maç sayısının azaltılması gündeme pek gelmemekte, aksine yeni turnuvalar ve yeni düzenlemelerle hem ligler hem de uluslararası kupalar daha çok karşılaşmaya sahne olmaktadır. Nitekim geçmişte de tartışmaların yoğunlaştığı bir dönemde SKY TV’nin Spor Direktörü John Bromley, kendilerine yöneltilen eleştirileri şöyle cevaplamıştır: “Biz İngiliz Futboluyla tarihinin en yüksek rakamlı kontratını imzaladık. Bu yüzden oyuna bazı ‘yeni’ kuralların dahil edilmesi son derece normaldir ” (Barnett, 1990: 138). Türkiye’de de durum İngiltere’den pek farklı değildir. Avrupa Kupaları’na katılan kulüpler zaman zaman İngiltere’deki gibi fikstür M. Bilal Arık 215 düzenlemelerine itiraz etmekte, ama genelde son sözü hep yayıncı kuruluş söylemektedir. Geçmişte Birinci Lig karşılaşmaları sadece cumartesi ve bilhassa pazar günleri oynanırken, artık cuma günleri de, hatta nadiren pazartesi günleri de takvime dahil edilmiştir. Türkiye Kupası formatı değişmiş ve büyük kulüplerin ilk turlarda elenmelerinin önüne geçilerek, gösterinin süresi uzatılmıştır. Artık Pendikspor’un Fenerbahçe’yi, İnegölspor’un Beşiktaş’ı, Vanspor’un da Galatasaray’ı Türkiye Kupası’nın dışına itebilmesi pek olanak dahilinde değildir. Hatta söylenti düzeyinde de olsa, ligdeki rekabetsizliğin dekoder satışlarını düşürdüğü gerekçesiyle, yayıncı kuruluşların daha rekabetçi bir lig istedikleri ve zaman zaman maç sonuçlarına etki yapabildikleri bile kamuoyu gündeminde tartışılmıştır. Televizyonun futbola yönelik etkisinin en görünür olduğu yerlerden biri, maçların ve turnuvaların endüstri ve medya adına en verimli şekilde organize edilmesidir. Bu bağlamda özellikle uluslararası büyük turnuvalar (Dünya Kupası, Avrupa Şampiyonası, Şampiyonlar Ligi, UEFA Kupası, vs.) âdeta bir televizyon prodüksiyonu olarak ele alınmakta ve televizyonların rasyonalitesine en uygun kurallar katılımcılara (takımlar, oyuncular, seyirciler, hakemler, vs.) dayatılmaktadır. Bu bağlamda özellikle Şampiyonlar Ligi, futbol-televizyon ilişkisinde gerçek bir dönüm noktasıdır. Şampiyonlar Ligi’nin kuruluş felsefesi son derece basittir; rekabeti daha geniş bir zaman dilimine yayarak televizyon ve reklam gelirlerini artırmak. Başlangıçta sadece 4 takımlı, iki gruptan oluşan Şampiyonlar Ligi’nde ibre gitgide güçlü ekonomileri olan ülkelerin lehine işlemiş, katılımcı sayısı yıldan yıla artış göstererek 2002-2003 sezonunda -ön elemeler hariç- 32’ye dek ulaşmıştır. Galatasaray, Şampiyon Kulüpler Kupası’nda 1989 yılında sadece 3 ülkenin, “şampiyonlarını” eleyerek yarı finale kadar ulaşmıştı. Oysa ki günümüz Şampiyonlar Ligi’nde bu “performans” –katılınabilirse- sadece birinci gruptan çıkma anlamına gelmektedir. Her ülkenin sadece bir temsilciyle katıldığı ve iki maçlı eleme turlarına dayalı eski formül, endüstri açısından belli “kayıpları” içerdiğinden tarihin tozlu raflarına terk edilmiştir. Bu arada spor etiğine uygun olmayan gelişmeler de ekonomik rasyonalite bağlamında sürece eklenmiştir. Adı “Şampiyonlar Ligi” olan bu kupaya, Avrupa’nın şampiyonları değil, ülke puanı yüksek liglerin (İtalya, İngiltere, İspanya, Almanya, vs.) ikincileri, üçüncüler hatta dördüncüleri bile katılabilir hale gelmiştir. Bu durum, çeşitli absürdlüklere de yol açmıyor değildir; sözgelimi 2003-2004 Şampiyonlar Ligi’nin yarı finalinde oynayan 4 takımdan (Porto, Monaco, Deportivo, Chelsea) sadece Porto, kendi liginde bir önceki sezon 216 Futbol ve televizyon bağı şampiyonluğu kazanmıştır. 2008 yılında ise daha önce İspanyolların yaptığını bu kez İngilizler yapmışlar ve yarı finalde oynayan 4 takımın 3’ü İngiliz takımlarından oluşmuştur. Sistemin güçlüden yana işlemesine bariz bir örnek olan bu sonuç, aynı zamanda Avrupa’nın “Şampiyonlar Ligi”nin nasıl bir yerel turnuvaya dönüştüğünü göstermesi açısından da son derece önemlidir. Televizyon ve reklam endüstrisi, bu organizasyonun gerçek hakimidir. Her şey âdeta bir televizyon şovu formatında hazırlanır. Maçlar, Avrupa için “prime time” olan Türkiye saatiyle 21.45’te başlar. Şampiyonlar Ligi’nin tüm ülkelerdeki yayıncı kuruluşlara dayatılan çekim kalitesi, dünyanın en estetize edilmiş maç görüntüsü anlamına gelmektedir. Gerçekten de sıradan bir Şampiyonlar Ligi maçı, Dünya ve Avrupa Kupası maçlarından bile daha “estetiktir”; çünkü ekrana gelecek tüm görüntüler, UEFA’nın pazarlama kuruluşu TEAM tarafından belli bir biçimlendirme sürecine tabi kılınmıştır. Kamera sayıları, kamera açıları, tekrar gösterimlerde logolu top ile geçiş yapılması, zoom yapılan oyuncunun ekranda kalış süresi, ekrana yanısıyan istatistiklerin görünümü, seyircilerin tribünde oturma yerleri, seyircinin hangi açılardan çekileceği ve ekranda kaç saniye kalacağı ve yayına giriş ve çıkış saatleri bile belli standartlara bağlanmıştır. Tüm bu karışık sistemde hiçbir arıza olmaması, ekrana yansıyan “gösteri” kalitesinin artmasına neden olmaktadır. Ligin resmi logosu, tüm çekimlerde, yorumcu ve spikerlerde ve hatta stadyumun çimlerinde bile yer almaktadır. Teknik adamlar ve futbolcular mutlaka maçtan bir gün önce ve hemen ardından, sponsor logolarının bulunduğu basın odasında demeç vermek “zorundadır.” Tüm bu teknik özellikleriyle Şampiyonlar Ligi, televizyon ve futbol birlikteliği adına dünyanın en etkili organizasyonudur. Hollandalı Gazeteci Ted Van Leeuven’e göre UEFA ve TEAM maçların TV’den nasıl görüneceği konusuyla son derece ilgilidirler ve maçları tamamen bir televizyon prodüksiyonu gibi ele alırlar. Stadyumların yayın için uygun olup olmadığı, seyircilerin nerelere oturacakları, kameraların nasıl yerleşeceği, bilet satış standartları ve hangi ülkede maçları hangi kanalın vereceği kararını bu kurum verir. Bu yayınlarda herkes şampiyonlar liginin logosunu taşımak zorundadır; bu logo toplardan, sahanın köşelerine kadar her yerde kendini gösterir. Kısacası Şampiyonlar Ligi’yle birlikte özel bir dünya yaratılır. Bu dünya sponsor ve TV’nin oluşturduğu bir işbirliğinin en ileri noktasını işaret eder (Sudgen ve Tomlison, 1998: 98). Televizyonun oyuna yönelik bir diğer etkisi de, futbolun aktörlerini kendi gerçekliğine uyumlandırmasıdır. Futbolun, bir televizyon ürününe M. Bilal Arık 217 dönüşmesiyle birlikte, oyunun aktörleri kendi varoluşlarını televizyonun çizdiği sınırlar yörüngesinde yeniden tanımlamak durumunda kalmışlardır. Kulüpler artık şov dünyasına üretim yapan prodüksiyon şirketleri, uluslararası karşılaşmalar da global medya kuruluşlarının ticari stratejilerinin bir parçası haline gelmişlerdir. Oyuncular da bu süreçte -Beckham örneğinde görüldüğü gibi- birer televizyon yıldızı haline dönüşmüşler, hatta televizyon için uygun figürler olmayan teknik adamlar bile -Şenol Güneş gibi, Emile Jacquet gibi; iyi giyinemedikleri, iyi demeç veremedikleri, taşra kökenli olmaları, kısacası iyi malzeme olmadıkları için- ağır bir şekilde eleştirilerek televizyona “uygun” hale gelmeye zorlanmışlardır. Hatta hakemlerin bile, bu “show business”a karşı sorumlu oldukları zaman zaman kulüp yöneticileri tarafından dile getirilmiştir. Emre Zeytinoğlu (2003), bu vahim anı şöyle dile getirmektedir: 25 Şubat 2003 tarihinde ATV’de yayınlanan Bizim Stadyum programında, Fenerbahçe Asbaşkanı Murat Özaydınlı; kulüp sponsorlarının, maçlara girmek için bilet parası veren taraftarların, kongre üyelerinin vs. bir iş ortağı sayıldığını ve bunların kulüpten mutlak başarı beklediğini söylüyor. Ardından da ekliyor: ‘Bir yan hakem ya da orta hakem, eğer yanlış bir karar ile benim başarımı engelliyorsa, bunu kabul edemeyiz. Çünkü artık futbol bir ‘showbusiness’ hâline gelmiştir.’ Futbolun ‘show’ olduğu zaten yinelenip duran bir şeydi ama; ‘show’ alanı içinde yer alan hakemin -hakem ‘show’ yapmaz ama, yine de o alanın içindedir-, ‘business’ yöneticilerine karşı sorumluluğu hiç dile getirilmemişti doğrusu. Maçların naklen yayını ve ardından da spor programlarında tekrar gösterilerek en küçük ayrıntılarına kadar masaya yatırılması, medyanın oyun üzerindeki tahakkümünün maçın ardından da devam etmesine olanak sağlamaktadır. Asli görevleri, hakemi değerlendirmek olan Erman Toroğlu ve Ahmet Çakar gibi hakem yorumcularının gölgeleri âdeta sahada dolaşmakta ve hakem kararlarından rahatsız olan futbolcular, zaman zaman bu iktidar makamlarına sığınarak, hakem yorumcularından “adalet” beklemektedirler. Oynanan oyunun televizyon ekranlarında yeniden oynanması, atılan golün ofsayt olup olmadığının, faulün aslında öbür oyuncu tarafından mı yapıldığının ve kırmızı kartın haklılığının hesabı, akşam ekranda yeniden sorulur. Maçlar aslında çoğu zaman 90. dakikada bitmez, hakem yorumcuların maçın ardından verdikleri “fetvalarının” ardından sonuçlanır. Sahada adalet sağlaması gereken hakemler, sadece federasyon ve gözlemcilerinin denetimi altında değillerdir, televizyoncuların da düpedüz yoğun baskısı altında işlerini 218 Futbol ve televizyon bağı yapmaya gayret ederler. Oyunun doğallığı ve bütünlüğü medya tarafından tehdit edilir ve futbolun tüm aktörleri ciddi bir parçalanma yaşar: “Futbol, futbolcunun oynadığı değil, kendisini oynarken seyrettiği bir “şey” olmuştur. Gerçeklik yer değiştirmeğe yüz tutar. Sahadaki ve televizyondaki futbolun, birbirlerinden sürekli etkilendiğini ve birbirlerini değiştirdiklerini düşündüğümüzde, sahadaki ve televizyondaki futbolcunun da bu karşılıklı etkileşimi yaşadığı ortaya çıkar ” (Zeytinoğlu, 2002). Günümüz televizyon ortamında futbolcu sadece, futbolcu değildir; aynı zamanda her hareketi ve her mimiği defalarca izlenebilecek, hatta irdelenebilecek bir televizyon aktörüdür. Bu yüzden bir televizyon yıldızı gibi, her hareketini kontrol altında tutmalı ve kameraya “frikik” vermeme konusunda dikkatli olmalıdır. Futbol sahası, tiyatro bile değil, neredeyse her saniyesi tasarlanmış bir televizyon stüdyosuna dönüştürülmüştür. Maçlar 90 dakika sonunda bitmemekte, televizyon ilgiyi toplayabilmek için karşılaşmayı kitleleri en çok cezbedebilecek bir formatta yeniden, yeniden üretmektedir. Oyunun içinde olan birçok durum, futbolcuları “televizyon kameraları tarafından yakalanabilirim” korkusuyla tedirgin etmekte, hatta artık futbolcular ve hakemler kameralara yakalanmamak için ağızlarını elleriyle kapatarak birbirleriyle diyalog kurmaya çalışmaktadır. Televizyondan sağlanan popülerliğin bedelini futbolcular televizyonun, istediği yerde ve biçimde konumlanarak ödemektedirler. Karşılaşmalar hangi ruh hali içinde biterse bitsin, ya da oyuncular o an ne hissederse hissetsin, televizyon kameralarına itaat etmeye mecburdurlar. Oyuncuların, “oyunun gerçek sahibi olan” kameraları reddetme gibi bir lüksleri bulunmamaktadır. Futbol artık show bussiness’tır ve bu şovun gerçek hakimi de televizyondur. Televizyon, futbolu kitlelere yansıtan bir araç olmanın çok ötesinde, mevcudiyetini bütün olabilirlikleriyle hissettiren ve verdiğinin karşılığını oyundan sonuna kadar isteyen, oyunun sahipliğine talip bir “iktidar mercii” görünümündedir. Sadece kulüp yöneticileri, futbolcular, taraftarlar ve hakemler değildir, televizyonun rasyonalitesine uymak zorunda olan; futbol stadyumları da, televizyonların öncelikleri doğrultusunda yeniden yapılandırılmaktadırlar. Bu amaçla stadyumların ışıklandırılması, öncelikle televizyon şirketlerinin çıkarları doğrultusunda yaşama geçirilmiş bir uygulamadır. Böylelikle elde edilen ürünün kalitesi yükselerek televizyon için daha uygun hale getirilmektedir. Stadyumların ışıklandırılmasının ardından maçlar gündüz M. Bilal Arık 219 saatlerinden gece saatlerine alınmış ve televizyonların en önemli zaman dilimi olan prime-time’da yayınlanma olanağına kavuşarak, sadece yayın saati değiştirilerek “aynı” üründen elde edilen karın arttırılması sağlanmıştır. Gece maçları ayrıca, ekrana gelen görüntünün kalitesini de önemli oranda yükseltmektedir. Televizyon futbolu sadece yönlendirmekle kalmaz; onu ekrana taşırken “medya profesyonellerinin” elinde, sahadaki oyundan bambaşka bir kimliğe dönüştürür. Futbol da televizyondaki her program türü gibi -haberler, reklamlar, hatta hava durumu vs.- eğlenceli ve dramatik öğeleri baskın olacak şekilde yeniden üretilmektedir. Andreas Klose’un da belirttiği gibi, “televizyon futbolu aktarırken onun varolan gerçekliğini ‘televizyon futbolu’ haline dönüştürmüştür. Hedef, televizyonun ayrılmaz ilkeleri olan eğlence, gerilim ve dramatikliğin mükemmel uyumlanmasıdır ” (Klose, 2001: 215) Televizyon, sahada oynanan oyunu, televizyon prodüksiyonuna dönüştürürken, oyunun “aslı”nda olmayan pek çok öğeyi, bu prodüksiyona ekleyerek, eldeki ürünün cazibesini artırma çabası içindedir. Heyecanlı spikerler, usta yorumcular, istatiksel veriler, zamanın ve görüntünün ustalıkla manipülasyonu, dramatik, eğlenceli ve aksiyonel parçaların da bütüne eklenmesiyle birlikte maçlar sahadaki görüntüsünün çok ötesinde, bir televizyon prodüksiyonu haline getirilir. Bu bağlamda televizyon futbolunun medyanın manüpile ettiği değil, neredeyse imal ettiği bir televizyon gerçekliği olduğunu ileri sürmek pek yanlış olmayacaktır. Televizyon evreninin egemen söylemi, televizyon futbolunda da varlığını hissettirmekte, gerçek, medya profosyonellerinin elinde, ustalıkla “televizyon gerçekliğine” dönüştürülmektedir. Naklen yayınlanan futbol karşılaşmalarında “gerçek” temsil sürecinin sadece parçalarından bir tanesi olarak bu “iletim sürecinde” yer almakta ve televizyon yaşamı nasıl dolayımlamaktaysa, bu basit oyunu da kendi gerçekliği doğrultusunda yeniden üretmekte ve futbolun algısını da ciddi oranda bozuma uğratmaktadır. Andreas Klose’nin (1998:379) “kitlesel medyatik algılamaya alışmak sahadaki futbolun eksikli görünmesine yol açar” tespiti, modern insanın oyundan beklentisini net bir şekilde ifade etmektedir. Televizyon futbolu, gerçek dışı bir algılama ve bilinç düzeyi dayatmakta ve seyirci gerçekle dolaysız ilişki kurduğu zaman karşılaştığı “dolayımsız” futbolu kitlesel algılamaya alıştığı için sıkıcı bulabilmektedir. Televizyon karşısında “şımartılan” seyirci, artık gerçek maçlara tahammülsüz hale gelmekte ve stadlarda dahi televizyonun konforunu aramaktadır. Nitekim birçok stadyumda elektronik skorbord’lardan goller ve gol anonsları dahili 220 Futbol ve televizyon bağı ses’ten tekrarlanarak, “televizyon kültürüne” alışmış olan seyircinin “oyunun gerçek mekânında” da beklentilerinin, bir nebze olsun karşılanmasına gayret edilmektedir. Aynı zamanda stadyumları birer eğlence merkezi haline getirme çabaları da -maçlardan önce konserler verilmesi, çeşitli gösterilerin tertip edilmesi, vs.- hep oyunu daha medyatik hale getirme, ya da “gösteri”ye alıştırılan seyirciyi, tatmin edebilmenin bir parçası olarak değerlendirilebilir. SONUÇ Son yıllarda akademik ve entelektüel çevrenin, üzerinden toplumsal yapının okunabileceği bir “ayna” işlevi yükledikleri futbol, bu çalışma ekseninde sadece kuramsal açıdan değil, aynı zamanda “pratik gerçekliği” üzerinden çözümlenmeye çalışılmıştır. Bu bağlamda sadece “ne?” sorusunun yanıtı değil, aynı zamanda “nasıl?” da sorgulanarak, konunun daha sağlam temellere oturtulması ve olaylar arasındaki nedensellik bağının, “net bir şekilde” kurulması amaçlanmıştır. Çalışma boyunca vurgulandığı gibi, televizyonla girdiği ortaklık ilişkisinin sonunda futbol, âdeta televizyonun yörüngesinde işlemeye mecbur edilmiş ve oyunun tüm aktörleri televizyon evreninin bir parçasına dönüşmüştür. Şüphesiz ki, televizyonun futbolla olan ilişkisi basit bir aktarım sürecinden ibaret değildir. Televizyon, futbolun sınırlarına tamamıyla hakim olmak ve onun “özsel değerini” yok sayarak, dilediğince yönlendirmenin çabası içindedir. Medyanın oyun üzerindeki belirleyiciliğinin artmasıyla birlikte profesyonel futbol, halka ait bir sosyal paylaşım zemini olma misyonunu neredeyse terk ederek, âdeta medyadaki iktidar seçkinlerinin üzerinden para kazandığı bir “araç” haline getirilmiştir. Başta FIFA olma üzere, ulusal federasyonların ve futbol kulüplerinin en büyük gelir kaynağı yayın gelirleri olmuş ve parayı veren süreci belirlemiştir. Tüm bunların sonunda futbol ve futbolun aktörleri önemli bir değişime uğramıştır; kulüpler, futbolcular, antrenörler, yöneticiler, taraftarlar ve hatta oyuna ev sahipliği yapan stadyumlar 20 yıl öncesine göre ciddi bir değişim yaşamışlardır: Televizyonun “aktif” bir şekilde oyuna müdahil olmasıyla birlikte; bu basit oyun endüstrinin önemli “araçlarından” biri haline gelmiştir. Dolayısıyla; futbolcular ve teknik direktörler yılda milyon dolarlar kazanır hale gelmiş, 2008 yılında bir futbol karşılaşmasının resmi bilet fiyatı 600 YTL’den alıcı bulmuş, stadyumlar, numaralı, kapalı ve açık sisteminden, loca sistemime geçmiş, naklen yayınlanan lig karşılaşmalarını seyretmek üzere seyirciden M. Bilal Arık 221 ayrıca para alınmaya başlanmış, tek, ya da en çok üç kameralı çekimden 40 kameralı çekimlere geçilmiş, taraftar müşteri olarak algılanmış, kulüp armalarının imgesel gücü pek çok sektörü hareketlendirmiş, bazı takımlar kendilerini taraftarlarından çok sponsorlara karşı sorumlu hissetmiş ve taraftar yöneticilerin yerini “profesyonel” işletmeciler alır hale gelmiştir. Tüm bu değişimin ardındaki esas belirleyici güç ise televizyon ve ardındaki endüstri olmuştur. Televizyon, futbolu kendi rasyonalitesi bağlamında yeniden yapılandırmakta ve oyunun daha iyi bir televizyon ürünü haline dönüşebilmesi adına oyunun tüm aktörlerini kendi gerçekliğine uyumlandırmaktadır. Dolayısıyla futbol televizyon ilişkisi çok daha detaylı bir bakışı hak etmektedir ve ilişkinin boyutlarının doğru analiz edilmesi zorunludur. KAYNAKÇA Akşar, T. (2003). Süper Lig’de rekabetçi denge ne durumda? Verkaç yayın portalı (11 Ekim 2007). http://www.verkac.org/?p=2306. (Erişim: 25 Nisan 2008). Akşar, T. (2008). Türkiye Euro 2008’den 300 milyon dolar kazanacak. FESAM yayın portalı. http://www.fesam.org/sur_makale.php?kod=2&url=sur_makale. Arık, B. (2004). Top ekranda. İstanbul: Salyangoz. Authier, C. (2002). Futbol A.Ş. (çev: A. Berktay). İstanbul: Kitap. Barnett, S. (1990). Games and sets. London: British Film İnstitute. Boniface, P. (2007). Futbol ve küreselleşme (çev: İ.Yerguz). İstanbul: NTV. Boyle, R. ve Haynes, R. (2000). Power play. Essex: Longman. British football on television. http://www.le.ac.uk /sociology/css/resources/factsheets/ fs8.html. (Erişim: 25 Nisan 2004). Cashmore, E. (1994). And there was television. London - New York: Routledge Coakley, J. (2001). Sport in Britain. London - New York: Mcgraw Hill Çupi, İ., (1994, 1 Şubat). Fenerbahçe bu canın arkasındadır. Milliyet. De Fleur, M. & Dennis, E. E.(2002). Understanding mass communication (A liberal art perspective). Boston - New York: Houghton Miffin. Dilek, H. (2001). Mahallenin şık abileri. İstanbul: Babil. Dobson, S. & Goddard, J. (2001). The Economics of football. Cambridge: Cambridge. Dünya kupası rekor kırdırdı. ( 2002, 3 Temmuz). Radikal. Edge, A. (1997). Faith of our fathers. London: Two Heads. FIFA's offical partners since 1982. FIFA resmi internet sitesi: http://www.fifa.com/en/marketing/partners/index/0,1355,8,00.html. (Erişim: 2 Nisan 2004). 222 Futbol ve televizyon bağı Galeano, E. (1998). Gölgede ve güneşte futbol (çev: E. Önalp & M. N. Kutlu). İstanbul: Can. Gökalp, E. (2005). Medya ve spor ya da spor/futbol medyası. Toplum ve Bilim, 103: 121-138. Gratton, C. (2005). Economics of sport and recreation. London - New York: E & FN Spon. Gümüş, S. (2001, 27 Temmuz). Futbolcular greve çıkıyor. Radikal futbol dergisi. Gümüş, S. (2004, 10 Şubat). Medya ve spor. Radikal futbol. İkiz, M. (2007, 20 Aralık). Bir endüstri olarak futbol. Referans. İşte yayın gerçeği.(20004,28 Temmuz).Akşam.http://www.aksam.com.tr/arsiv/aksam/ 2004/07/28/spor/spor4.html. (Erişim:1 Temmuz 2004). Kern, W. S. (2000). The Economics of sports. Michington: W.E. Upjohn Institute. Kinkema, K & Haris, J. C. (1998). Mediasport studies: Key research and emerging issues. İçinde: L. A. Wenner, MediaSport (ed.). New York: Routledge. Kıvanç, Ü. (2001). Kesin ofsayt. İstanbul: İletişim. Klose, A. (2001). Televizyon futbolu. İçinde: R.Horak, & W. Reıter, & T. Bora (eds.). Futbol ve kültürü. İstanbul: İletişim. Lee, S. (1998). Grey shirts to grey suits. İçinde: A. Brown (ed.). Fanatics, power, identity& fandom in football. London – New York: Routledge. Mills, W. (2000). Toplumbilimsel düşün (der.& çev.Ü. Oskay). İstanbul: Der. Rowe, D. (1996). Popüler kültürler. (çev: M. Küçük). İstanbul: Ayrıntı. Schaaf,P. (1995). Sports marketing. New York: Promethus. Sugden, J., & Tomlison, A. (1998). FIFA and the contest for world football. Cambridge: Polity. Talimciler, A. (2003). Türkiye’de futbol fanatizmi ve medya ilişkisi. İstanbul: Bağlam. Talimciler, A. (2005). Bir meşrulaştırma aracı olarak Türkiye’de futbol. Toplum ve Bilim, 103: 147-162. TV figures 2002 FIFA World Cup. FIFA resmi internet sitesi: http://www.fifa.com/ en/marketing/newmedia/index/0,1347,10,00.html. (Erişim: 1 Temmuz 2004). Yolaç, M. (2002). Yiğiter Uluğ:Toplumun sahalara yansıyan yüzü: Futbol. Toplumsal Tarih, 102: 64-67. Zeytinoğlu, E. (2002). Futbol endüstrisi. Karizma Dergisi, 64: 4-12. Zeytinoğlu, E. (2002, 30 Haziran). Televizyon futbolunda önemli bir figür: Erman Toroğlu. Gazetem.net: http://www.gazetem.net/ezeytinogluyazi.asp?yaziid=6. (Erişim: 25 Nisan 2004). Zeytinoğlu, E. (2003, 27 Şubat). Hakemler kulüp sponsorlarına karşı sorumlu mu? Gazetem.net: http://www.gazetem.net/ezeytinogluyazi.asp?yaziid=111. (Erişim tarihi: 25 Nisan 2004). İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 26 Kış-Bahar 2008, s. 223-248 Makale Kapitalist üretim sürecinde ırkçılık, futbol ve medya Füsun Alver 1 Öz: Avrupa ülkelerinde farklı toplumsal alanlarda gözlenilen yabancı düşmanı ve ırkçı eylemler, stadyumlada da kendisini göstermektedir. Yabancı futbolculara ve taraftarlara yönelik yabancı düşmanlığı ve ırkçılık, yalnızca yerleşik taraftarlar değil, genç futbolcular arasında da gözlenmektedir. Yabancı düşmanlığı ve ırkçılık, toplumsal huzur, demokrasi ve futbol kültürü için bir tehlike oluşturmaktadır. Sorun neo-liberal ekonomik politikalarla güçsüz bırakılan geniş kitleler için tarihten gelen ve ekonomik kaygılarla biçimlendirilen önyargıların yeniden üretilmesi, endüstrileşen kitle kültürü içinde önemli bir yere sahip olan futbol oyunlarının giderek ticarileşmesi, politikleşmesi ve bu süreçte tarihsel olarak kapitalizmin, ırkçılığın önemli bir üretim mekanizması olarak belirleyiciliğini sürdürmesidir. Bu çalışmanın amacı kapitalizmde ırkçılığın futbola yansımalarının irdelenmesi ve medyanın rolünün belirlenmesi, ve stadyumdaki yabancı düşmanlığı ve ırkçı eylemlere karşı stratejilerin geliştirilmesi için çözüm yollarının üretilmesidir. Anahtar sözcükler: Kapitalizm, ırkçılık, futbol, medya. Racism, football and media ın the process of capitalist production Abstract: Xenophobia and racist activities that had been observed in different social fields in European countries are featured in the soccer stadiums as well. Xenophobia and racism against foreign soccer players and supporters had been observed not only between established supporters but also between young football players. Xenophobia and racism create danger for social peace, democracy and soccer culture. The problem is the reproduction of prejudices that came from the history for large crowds, that are weakened by neo-liberal economical policies, and are formed with the economic anxieties through politicians and media; the gradual commercialization and politicization of soccer games which have an important place in the industrialized mass culture and the continuation of the decisiveness of capitalism as the most important production mechanism for racism.The aim of this study is to examine racism and its reflections on soccer and to determine the role of media. This study aims at finding solutions for developing counter-strategies against xenophobia and racist activities in the stadium during soccer matches. Keywords: Capitalism, racism, football, media. 1 Prof. Dr., Kocaeli Üniversitesi İletişim Fakültesi; e-posta: fualver@gmail.com 224 Irkçılık, futbol ve medya GİRİŞ Futbol, bir yandan bir eğlence oyunu olarak anlaşılmakta diğer yandan ise, yirmi iki oyuncunun top elde etme mücadelesi, izleyici kitlelerin davranışları ve futbol endüstrisi çerçevesinde farklı bilimsel perspektiflerden analiz edilmektedir. Futbol özellikle spor bilimi, sosyoloji, ekonomi, psikoloji, hukuk, dil bilim, teoloji, felsefe, matematik ve iletişim bilimi kapsamında incelenmektedir. İletişim bilimi perspektifinden yapılan futbol çalışmaları kültür endüstrisi, kültürlerarası iletişim, yabancı düşmanlığı ve ırkçılık konularını da kapsamaktadır. Futbolun kitle kültürünün bir ürünü olması ve kitle kültürünün üretiminde ve tüketiminde ve insanların serbest zamanın kullanımının belirlenmesinde, kültür endüstrisi olarak medyanın sahip olduğu önemli rol, futbol ile medya arasındaki yakın bağı göstermektedir. Futbol, grup aidiyetliklerinin tanımlandığı ve kimliğin edinildiği, davranış esaslarının şekillendirildiği, politik ve sosyal temsilin gerçekleştirildiği bir toplumsal alandır. Futbol, bir yönüyle aynı kurallara göre ancak farklı dilden, kültürden ya da sosyal kökenden gelen insanlar arasında kökenlerden bağımsız olarak oynanmakta ve toplumun entegrasyon işlevine sahip bulunmaktadır. Bu perspektiften bakılınca, futbol karşılaşmaları sırasında sosyal farklılıkların anlamsız olarak deneyimlendiği düşünülebilir. Ancak futbol oyunlarının toplumsal, kültürel, ekonomik ve politik bağlamları göz önünde bulundurulduğunda, sosyal mücadelenin ve şiddetin taşınabildiği bir alan olduğu, cinsiyetçiliği, yabancı düşmanlığını ve ırkçılığı kışkırtabileceği görülmektedir. Göç ve göçmenlerin yerleşik topluma entegrasyon sorunları ile karşı karşıya kalan Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa ülkeleri toplumlarında, yabancılara karşı hoşgörüsüzlük ve şiddet gözlenmektedir. Yabancı düşmanlığı ve ırkçılık Almanya, Avusturya, Fransa, İngiltere ve İtalya gibi göçmenlerin yoğun olarak yaşadıkları ülkelerde daha çok ortaya çıkmakla birlikte Polonya ve İspanya gibi ülkelerde de yabancı düşmanı ve ırkçı eylemler görülmektedir. Çeşitli alanlarda yerleşikler ve yabancılar arasında var olan rekabet, toplumsal yaşamı zorlaştırmaktadır. Yabancılar, kültürel bir zenginlik olarak görülmemekte, ekonomik ve sosyal alanlarda rakip olarak düşünülmektedir. Göç sürecinde farklı kültürlerin insanları, farklı değerleri ve normları beraberlerinde getirmekte ve yerleşik toplum tarafından kabul edilmeyebilmektedirler. Sosyal haklardan yeterince yararlanamayan Füsun Alver 225 göçmenler, yerleşiklerle rekabete zorlayıcı politikalar nedeniyle güvensizlik ve şiddetle karşılaşabilmektedirler. Kendilerini en fazla tehdit altında hissedenler saldırganlaşmaktadır. Kitlesel yabancı korkusu ve histeri, rasyonel olmayan korkulara dayanmaktadır. Bunlar; yabancıya, yabancı güce, yabancı kültürel etkilere ve genel olarak göçe karşı gösterilen reaksiyonlardır. Sağ partiler ya da aşırı sağcı gruplar tarafından başlatılan nativist (doğuştancı) hareketler, korkular sayesinde yaşamakta, kendi değerlerinin vurgulanmasını ve yabancılara karşı şiddet kullanılmasını beraberinde getirmektedir (Luger, 1994:27). Batı ülkelerinde farklı toplumsal alanlarda gözlenilen yabancı düşmanı ve ırkçı eylemler, futbol stadyumlarında da kendisini göstermektedir (Fanizadeh, 2000; Pilz, 2000; Wolf, 2007; www.sportbild.de). Yabancı futbolculara ve taraftarlara yönelik yabancı düşmanlığı ve ırkçılık, yalnızca yerleşik taraftarlar arasında değil, aynı zamanda genç futbolcular arasında da gözlenmektedir. Yabancı düşmanlığı ve ırkçılık, toplumsal huzur, demokrasi ve futbol kültürü için bir tehlike oluşturmaktadır. Sorun neo-liberal ekonomik politikalarla güçsüz bırakılan geniş kitleler için tarihten gelen ve ekonomik kaygılarla biçimlendirilen önyargıların eğitim sistemi, politik sistem ve medya aracılığıyla yeniden üretilmesi, endüstrileşen kitle kültürü içinde önemli bir yere sahip olan futbolun giderek ticarileşmesi, politikleşmesi ve bu süreçte tarihsel olarak kapitalizmin, ırkçılığın önemli bir üretim mekanizması olarak belirleyiciliğini sürdürmesidir. Eleştirel Kuram temelli İktidar Çatışması ve Emperyalizm Eleştirisi Yaklaşımı (Carmichael ve Hamilton, 1967; Bailey ve Flores, 1973; Cox, 1978) perspektifinden, kapitalizmin gelişimi ile ırkçılığın ortaya çıkış süreci arasındaki ilişkinin belirlenerek, kapitalist toplum yapısında gözlenen ırkçılığın kitle kültürü ürünü olan futbola yansımalarının irdelenmesi ve bu bağlamda kültür endüstrisinin önemli bir kolu olan medyanın rolünün gösterilmesi önemlidir. Bu nedenle bu çalışmada tarihsel süreçte kapitalizm, göç ve modern ırkçılığın birbirine paralel gelişim gösterdiği Batı ülkelerinde özellikle de Avrupa ülkelerinde kapitalist ideolojinin yansıma alanı olarak stadyumlarda ırkçılık incelenerek; kapitalist üretim sürecinde futbol kulüplerinin ekonomik yönelimi, medyanın yasalarına uygun olarak sunulmaya başlanan futbolun medyatikleşmesi ve bunun dolaylı ve dolaysız bir sonucu olarak futbolda etik değerlerin gerileyişi ortaya konulmaya çalışılacaktır. 226 Irkçılık, futbol ve medya YÖNTEM Bu çalışmada temelleri 16. yüzyılda atılan kapitalizmin, göç ve ırkçılıkla ilişkisinin kuramsal çerçevesinin belirlenerek, ırkçılığın endüstrileşen futbola yansımalarının ortaya konulması amaçlanmaktadır. Eleştirel Kuram temelli İktidar Çatışması ve Emperyalizm Eleştirisi perspektifinden yapılacak olan bu çalışma için Eleştirel Kuram temelli İktidar Çatışması ve Emperyalizm Eleştirisi Yaklaşımı temsilcileri (Carmichael ve Hamilton, 1967; Bailey ve Flores, 1973; Cox, 1978) tarafından gerçekleştirilen kapitalizm, göç ve ırkçılık araştırmaları, temel kaynağı ve dayanağı oluşturmaktadır. İktidar Çatışması ve Emperyalizmin Eleştirisi Yaklaşımı temsilcileri, ABD ve Batı Avrupa ülkelerinde yaptıkları araştırmalarda, göç süreçlerini kapitalizmin ve emperyalizmin genel bağlantılarından ayrı olarak ele almamaktadırlar. Göçmenlerin sınıf durumu ve özellikle de toplumsal üretim sürecindeki konumlarını açıklamaya çalışmakta; iş ilişkilerinin ve yaşam biçiminin göçmen işçilerin alt kültürünü, sosyal davranışlarını ve kişiliklerini biçimlendirdiğini öngörmekte ve bununla yerleşik toplumla ilişki süreçlerini bağlantılandırmaktadırlar. Kapitalizm “serbest pazar”ı ve “uluslararası işbölümü”nü gerçekleştirme sürecinde teknolojik devrimlerle birlikte köklü yapısal değişimlere yol açmış ve bunun ideolojik yansıması ırkçılık boyutuyla kendisini göstermiştir. Günümüzle kıyaslandığında 80’li yılların ikinci yarısına kadar ortak ilginin daha çok futbol oyunu üzerinde odaklandığı, özel televizyonların kurulmasıyla birlikte, futbolun amaçlarının, kriterlerinin ve değerlerinin büyük ölçüde pazarlama yöntemleri ve televizyon ekonomisi mantığı tarafından belirlendiği görülmektedir. Bununla birlikte futbol, ortaya çıkış sürecinden itibaren şiddet gibi olumsuzlukları içinde barındırmış ve egemen yönetici sınıf tarafından pek çok dönemde çıkarlara erişebilmek için araçsallaştırılmaya çalışılmıştır. Bu çalışmada futbolun henüz endüstrileşmediği dönem yüceltilmeye çalışılmamaktadır. Makale yazarının futbola ya da futbolun belirli bir dönemine sempatisi ya da antipatisi yoktur. Bu çalışmanın amacı kapitalist üretim sürecinde kitle kültürünün endüstrileşmesinde medyanın oynadığı rolü ve bunun futbola yansımasını göstermektir. Bu çalışmada, sömürgeciliğin ve emperyalizmin dolaysız bir sonucu olarak ortaya çıkan ırkçılığın eğitim sistemi, politik sistem ve medya aracılığıyla yeniden üretilmesi ve endüstrileşen futbolun oynandığı stadyumlarda kendisini göstermesi ekonomik, siyasal ve toplumsal Füsun Alver 227 boyutlarıyla irdelenmeye çalışılacaktır. 90’lı yılların ikinci yarısından itibaren Avrupa ülkelerinden Avusturya’da, Fransa’da, İtalya’da, İspanya’da ve özellikle de Almanya’da futbol karşılaşmalarında stadyumlarda gözlenen yabancı düşmanlığı ve ırkçı eylemlere karşı, karşı stratejilerin geliştirilmesi için çözüm yolları da üretilmeye çalışılacaktır. ANALİZ VE TARTIŞMA Feodalizmde bir ırk kuramı ya da yapay bilimsel ölçütlere göre insanların ayrımı olmamış; halkın köleleştirilmesi için yöneticilerin, Tanrıdan gücünü aldığının kabul edilmesi, düzenin yeterince haklılaştırılmasını sağlamıştır. Kapitalist dünya düzeninin temelleri 16. yüzyılda oluşmaya başlamıştır; bu süreç 19. yüzyılda hızlanarak gelişmiştir. Kapitalist dünya ekonomisi, Avrupa’da ortaya çıkmış ve dünyanın dört bir yanına yayılmıştır; yeni dünya düzenine giderek daha fazla devlet dahil olmuştur. Kapitalist üretim biçiminin yerleştirilmesi ve doğa bilimlerinin olağanüstü gelişimi, kapalı bir dünya resmi olarak ırkçılığın oluşumuna yol açmıştır. “Irk sözcüğü 16. yüzyıldan, 18. yüzyıla kadar genellikle ‘akraba’, ‘sülale’, ‘yuva’ ve ‘aile’ gibi çeşitli toplumsal kolektivite biçimleriyle yakın anlamlı görülmüş, daha sonraki dönemlerde ise, ‘ırk’ ve ‘kast’ birbirlerinin yerine konulabilir terimler olarak kullanılmıştır. Böylelikle ırk, bir ‘hayali cemaat’in işareti haline gelmiş, hem uluslar hem de ırklar, birlikte yaşayan insanları birbirlerine bağlayan ve onları başkalarından ayıran cemaatler olarak hayal edilmiştir” (Loomba, 1998:143). 17. yüzyılda tüm insanların Adem soyundan geldiği tezi tartışılmaya başlanmış, Kızılderililerin ve Afrikalıların da insan oldukları ama farklı bir insan ırkından geldikleri ileri sürülmüştür. 18. yüzyılda, Aydınlanma Çağı’nda, Fransız ve Amerikan Devrimleri sırasında ırklar arasındaki farklılıklar ve hiyerarşiler yapay bilimsel teorilerle desteklenmeye çalışılmıştır. Doğa bilimleri elementleri, bitkileri, hayvanları ve insanları sistematize etmiş ve kategorilere ayırmıştır. Bilim Ortaçağ’da kiliseyi ve feodal beylerin çıkarlarını temsil ettiği gibi bu dönemde kapitalistlerin çıkarlarını temsil etmiş; sosyal farklılık yapay bilimsel analizlere dayandırılarak, haklılaştırılmaya çalışılmıştır. Bununla aynı zamanda işçi sınıfının durumu, sömürgecilik ve Asya, Afrika ve Güney Amerika’ya yönelik emperyalizm de haklılaştırılmak istenmiştir. Hindistan’ın zenginlikleri, Inka altınları ve köle ticaretinden elde edilen büyük kazançlar, Avrupa’da fabrikaların kurulması için gerekli kaynakları oluşturmuştur. Irkçılık, 228 Irkçılık, futbol ve medya dinamizmine Avrupa sınırlarının ve belirli ulusal sınırların dışında oluşan ulusal topluluğun ötekini belirlemesi ile kavuşmuştur. Etnik bir grubu doğal nedenlerle kalıtsal olarak az değerli görerek lanetleyen, başka bir etnik grubu ise, üstün tutan bir dogma olarak tanımlanan ırkçılık (Benedict, 1983:24) ve uygulamalarının iki temel özelliği vardır. Birincisi; ırkçılık, dogmatiktir ve entegral biyolojiye dayandırılmaktadır; sosyal ve kültürel (ya da genetik) olanın biyolojik determinizmi, sosyal kategorilerin, insan gruplarının, kimliklerin ve kolektif etkileşimlerin biyolojikleştirilmesidir. İkincisi ise, insan gruplarının eşitsizliğinin kabul edilmesidir. Ortaya konulan farklar “ırk” olarak nitelendirilmekte ve insan grupları hiyerarşik sınıflandırmaya tabi tutulmaktadır. Kendi ile yabancı arasında ayrım yapan ve ortak noktalara ilişkin zorunlu bir olumsuzlamayı meşrulaştıran bir ideoloji olan ırkçılığın geniş kapsamlı tanımında, ırkçı tasarım deri rengi gibi bedensel özellikler ya da dinsel, tarihsel ve kültürel özellikler ile zihinsel ve moral özelliklere vurgu yapılmaktadır. Irkçı tasarımda yabancı gruplar genellikle negatif, değersiz ya da radikal öteki olarak resmedilmekte, seyrek olarak pozitif idealleştirme görülmekle birlikte bu karşıt yönde kolaylıkla sapma gösterebilmektedir. Ötekinin negatif değerlendirilmesi ile yapılan ayrımcılıktan çıkar sağlanmaya, iktidar ele geçirilmeye ya da korunmaya çalışılmaktadır (Nestvogel,1994: 40). Irkçı ideolojinin işlevi sosyal karşıtlıkların gizlenmesi ve egemenlik ilişkilerinin kurulması ve sağlamlaştırılmasıdır. Kapitalizmde oluşan sosyal farklılıklar, bireylerin performanslarına, yetenek ve becerilerine dayandırılmaktadır. Başarım ilkesine dayanan ve kendisini evrensel olarak kuran bir toplum, sosyal tasarımlarını dinden ya da gelenekler üreten ve bunlara inanılmasını güvenceye alan feodal toplum biçimlerinden daha az sağlamdır. Bir başarım toplumunda din, sağlam kurulacak bir düzen ve inançlar üretememektedir. Bu noktada ırkçılık, eşitsizliğin ideolojisi olarak ortaya çıkmaktadır. Hannah Arendt’in (1986:24) de belirttiği gibi ırkçılığı, 19. yüzyılda hemen hemen Avrupa’nın tüm ulus devlet biçiminde örgütlenmiş ülkelerinde gözlemlemek mümkündür. Irkçılık, bu yüzyılın sonunda ırk düşüncesinin tarihsel süreçte tüm eski elementlerine içinde rastlanılabilen emperyalist politikaların esas ideolojisi haline gelmiştir. Kapitalizmin gelişmesinin bir koşulu ulus devletlerin kurulması olmuştur. Ulus devlet, kapitalist ekonominin gelişimi için önemli bir işleve sahiptir; çünkü ulus devlet, ekonomiyi politik amaçlarla şekillendirirken, sermaye için farklı yapılanmış pazar, mal ve Füsun Alver 229 hizmet alanları oluşturmaktadır. Ulus devletler, en fazla yatırım oranlarına erişmek için birbirleriyle rekabet etmektedirler. İkinci Dünya Savaşından sonra sermayenin uluslararası hareket kabiliyeti, politik ve teknik açıdan sınırlılık gösterirken, 1960’lı yıllardan itibaren bu alan genişleme sürecine girmiştir. Aynı dönemde Avrupa ülkelerine, sömürgeleştirilmiş Afrika, Güney Amerika ve Asya ülkelerinden ekonomik amaçlı göçler hızlanmıştır. İktidar Çatışması ve Emperyalizmin Eleştirisi Yaklaşımı temsilcilerinden Stokely Carmichael ve Charles Hamilton (1967:14), iş göçü, ırkçılık ve emperyalizm arasında sıkı bir ilişkinin var olduğunu düşünmektedirler. Carmichael ve Hamilton, çalışmalarında beyaz toplumun zencilere karşı tavrını incelemişler ve onların dışlanmasını kurumsal ırkçılık olarak nitelendirmişlerdir. Sömürgecilikte tarihsel analizin önemini vurgulayan Carmichael ve Hamilton, Amerika’da iç sömürgeciliğin tarihsel kaynaklarını ve ilk stabilizasyonu Amerikan özgürlük savaşına kadar dayandırmakta ve eğitim sisteminin, ekonomik sistemin ve politik sistemin, zencilerin beyaz Amerikalılar tarafından sömürülmelerine neden olduğunu ve ırkçı ayrımcılık ve ırkçı sınıflandırma düzeninin uzun bir süre hiç değişmeden varlığını sürdürecek şekilde özenle kurumsallaştırıldığını vurgulamaktadırlar. Bu süreçte göç, emperyalizmin genel bağlantılarından ayrı ele alınabilecek rastlantısal bir olay değildir. Kapitalizmin emperyalist sömürü olmadan var olamadığı gibi kapitalist Avrupa toplumları da yabancı iş gücü olmadan işlevlerini yerine getirememektedirler. Göç politikasının sorgulanması, kapitalist üretim biçiminin de sorgulanmasını gerektirmektedir. ABD’li araştırmacılar Bailey ve Flores (1973:27 v.d) ise, İktidar Çatışması ve Emperyalizmin Eleştirisi Yaklaşımı çerçevesinde, ABD’deki ırk uyumu ve sınıflandırma modelini ortaya koymak için “içeride sömürgecilik” kavramını kullanmışlardır. Bailey ve Flores’in üzerinde çalıştıkları bu kavramın odak noktasında, beyaz olanlarla beyaz olmayanların, iktidar ve araçlara sahip olmada karşılaştıkları fırsat eşitsizliği yer almaktadır. Klasik Avrupa sömürgeciliği ve emperyalizminden oluşan içeride sömürgecilik, kendi dinamizmine sahiptir. İçeride sömürgecilikte kapitalizm himayesinde beyaz ve beyaz olmayan iş güçleri arasında kesin bir ayrımın ve ekonomik sömürünün yapıldığı bir sistem söz konusudur. Beyaz olmayan Amerikalılar, kurulan ekonomik ve siyasal sisteme zorla entegre edilmek istenmiş, daha sonra da uyum yine haksızca sağlanmaya çalışılmış, zorlamayla birlikte sistemli baskı yapılmıştır. Bunun yanında “içeride sömürgecilik” tasarısının ortaya çıkışı, sömürgelerde artan ayaklanmalar ve Üçüncü Dünya uluslarının 230 Irkçılık, futbol ve medya anti- sömürgeci analizleri ile yakın zamana denk gelmektedir. Çeşitli açılardan bağımsız olamayan sömürge toplumlarının kontrolü ve sömürülmesi beyaz egemen gruplara geçtiğinde beyaz sömürgeciler, dış sömürgeciliği, içeride sömürgeciliğe dönüştürmektedirler. Bu perspektifte sömürgelerdeki beyaz olmayan egemen gruplar da içeride sömürgeciliğe katkıda bulunmaktadırlar. Bailey ve Flores (1973:18 v.d.), ABD’nin geniş toprakları ilhak ederek sömürgeci amaçlarla genişletmesinin, beyaz olmayan iş gücünü ele geçirmesine yol açtığını düşünmektedirler. Beyaz olmayan insanların köleleştirilerek ya da çok ucuz ücretler karşılığında çalıştırılması ile tarım ekonomisi ve endüstri kapitalistleri, büyük karlar elde etmeyi amaçlamıştır. Kapital birikimi, kapitalist ekonominin büyümesini sağlamıştır. İçeriden sömürgeciliğe bu perspektiften bakıldığında sınıflandırmanın maddi bir temeli, ekonomik bir alt yapısı olduğu gözlenmektedir. Tabi kılma, ekonomik ilhak ile bağlantılıdır. Beyaz ve Avrupalı olmayan gruplar, Amerikalıların ve Avrupalıların ekonomik gereksinimlerini karşılamak ve çıkarlarını korumak için iş gücü olarak kullanılmışlardır. Bailey ve Flores araştırmalarında, egemen ve tabi grupların temsilinde ideolojinin rolüne odaklanmışlar ve kültürel stereotiplerin oluşturulmasını incelemişlerdir. İnsan ve insan gruplarının tipleştirilmesi ve kategorileştirilmesi, ön yargı ya da stereotip oluşumuna etki etmektedir ve ideolojinin içine eklemlenen stereotipler, uzun bir süre sömürüyü rasyonelleştirmek için kullanılmıştır. Sömürgeleştirilen toplumlar, ırk ideologları tarafından insanlık dışı olarak gösterilmiş, eşitsizlik ve sömürgecilere sağlanan ekonomik ayrıcalıklar böylece haklılaştırılmaya çalışılmıştır. Eşitsizlik, ekonomik iktidarla ilgili olarak ele alındığında genel olarak ekonomik, politik ve kültürel alanların sömürü sistemine bağlı olduğu görülmektedir. Göç süreçleri sonunda farklı etnik kökenden insanlar arasında gözlenen çatışmalar, İktidar Çatışması ve Emperyalizmin Eleştirisi Yaklaşımının temsilcilerinden Oliver Cox tarafından da analiz edilmiştir. Cox (1978:11 v.d.), göç sürecinde kapitalist sınıfın, ırk ve farklı etnik kökenden gelenler arasındaki ilişkideki rolüne dikkat çekerek, iktidar çatışması perspektifini gözler önüne koymuştur. Cox ekonomik konum, iktidar ve sahip olunan araçlarla bağlantılı olarak ırkçı ve etnik eşitsizliği, kapitalist sistemin ekonomik kurumlarındaki hiyerarşik yapının ve ırkçı eşitsizliklerin nedenlerini, kapitalizmde sınıf yapısı ve ırk ilişkilerine etkisini ve tarihsel perspektifte grup ilişkilerini ve çatışmalarını incelemiştir. 1950 ve 1960’lı Füsun Alver 231 yıllarda sivil haklar elde etmek için başlayan eylemlerden kısa bir süre önce zenci köle göçünü istisna durum olarak görmüş ve zencilere uyum sağlamaları için yapılan baskıları araştırmıştır. Alanında ilk sistematik araştırma olan bu çalışmasında Cox, ırkçılık ve sömürü sorununu sınıf sömürüsü sorunlarıyla ilişkili olarak ele almış ve “ırkçı” (siyah / beyaz) sınıflandırmanın Avrupa kapitalist ekonomik sisteminin büyümesi ve genişlemesi nedeniyle oluştuğunu düşünmüştür. İspanya ve Portekiz’den başlayan Afrikalı köle ticareti, iş gücü toplama aracı olmuştur ve böylece Amerika’nın doğal kaynakları sömürülebilmiştir. Cox, Afrikalıların derilerinin renginin bir önemi olmadığını söylemektedir; çünkü, onlar maden ocağı ve plantasyon illeri için aranan işçilerdir. Modern ırk ilişkileri, Avrupa’nın önyargısı nedeniyle oluşmamıştır. Irk sınıflandırması sistemine yol açan, daha çok kar yönelimli kapitalist sınıfın ucuz iş gücü sağlama isteğidir. ABD’deki siyah / beyaz ırk sınıflandırmasından ve bunun stabilize edilmesinden büyük ölçüde kapitalist genişleme sorumludur. İktidar Çatışması ve Emperyalizmin Eleştirisi Yaklaşımı temsilcilerinin (Carmichael ve Hamilton, 1967; Bailey ve Flores, 1973; Cox, 1978) araştırmalarıyla ortaya koydukları gibi kapitalizm, göç ve ırkçılık arasında yakın ilişkiler bulunmaktadır. Sınıflı toplumlarda var olan hiyerarşik yapı doğal olarak sunularak, haklılaştırılmak istenmekte ve ırkçılığın sosyal işaretlerinin kabulü sağlanmaya çalışılmaktadır. Irkçılığın sosyal işaretlerinin kabulü sağlanmaya çalışılırken; kapitalizm, eğitim sistemi aracılığıyla eşitsizliğin ideolojisi olarak ırkçılığı doğallaştırmakta ve düzenli olarak yeniden üretmektedir. Irkçılık ise, kapitalizme içkin olan çelişkileri gizlemektedir. Hollanda’da Teun A.Van Dijk (1993), Almanya’da ise, Detlef Franz (1993) eğitim sisteminin, ırkçı ideolojinin yeniden üretimindeki rolünü belirlemek için okul kitaplarını inceleyerek, ırkçı tasarımları belirlemişlerdir. Van Dijk (1993:80 v.d.), eğitim alanında yaptığı araştırmanın sonucunda şunu söylemektedir: “Geçmişte olduğu gibi günümüzde de okul kitaplarında Batılı olmayan insanlar, toplumlar ve kültürler marjinalleştirilmekte, aşağılanmakta ve sorunsallaştırılmaktadır”. Franz’ın (1993: 45 v.d.), okullarda okutulan kitaplar üzerine yaptığı incelemeler ise, ırkçı yaklaşımın uzun bir geleneğe sahip olduğunu ve günümüzde de sürdüğünü göstermektedir. Franz, biyoloji kitapları başta olmak üzere matematik kitaplarına kadar pek çok branşın okul kitabında kültürel ve biyolojik ırkçı yaklaşımın varolduğunu ortaya koymaktadır. 232 Irkçılık, futbol ve medya Irkçı tasarımlar, eğitim sisteminin yanında politik sistemin aktörleri tarafından da yapılmaktadır. Avusturyalı bilim kadını Ruth Wodak (1994:276 v.d.) Avusturya, İtalya, Fransa, İngiltere, İspanya ve Hollanda parlamenterlerinin söyleminde yabancı düşmanı ve ırkçı ifadeleri belirlemeyi amaçlayan bir araştırma yapmıştır. Wodak, politikacıların söyleminde açık ve gizli pek çok ırkçı ileti belirlemiştir. Göçmenlere karşı stereotiplerin, önyargılı ve hoşgörüsüzlük içeren ifadelerin kullanıldığını ortaya koymuştur. Politik söylem analizleri, politikacıların ifadelerinin çok dikkatli bir şekilde yapılan formülasyonları içerdiğini ve bürokratik dilin ardına gizlenmiş olsa bile ırkçı ideoloji tarafından biçimlendirildiğini göstermektedir. Araştırma sonucuna göre; özellikle İspanya ve Hollanda’da politikacıların söyleminde ırkçı unsurlar gizli ve örtük bir şekilde yer alırken, Avusturya ve İngiltere’de daha belirgindir. Buna karşılık Fransız politikacıların söylemi açıkça ırkçı unsurları içermektedir. Politik söylemin ana konuları, devam eden sosyal eşitsizlik, işsizlik, sosyal programlar, eğitim alanında yerleşiklerin karşısına çıkan dezavantajlar, göçmenlerin ret edilmesinin yaygınlaşması ve yeni göçmen dalgalarının gelişiyle ilgilidir. Günümüzde Batı’ya bir yandan “ağır” ancak “basit” işleri yapmak için niteliksiz iş gücü göç ederken, diğer yandan da “beyin göçü” olmakta veya futbol gibi spor alanlarında yetenekli ve başarılı oyuncular, yüksek transfer ücretleri ile gelişmiş ülkelerin futbol takımlarına alınmaktadırlar. Ancak diğer alanlarda olduğu gibi spor alanında da iş pazarı, ırkçı hiyerarşik yapılanma içine girmekte, kapitalist ekonomi biçimi genişlemekte, etkinleştirilmekte ve muhafazakar hegemonya sürdürülmektedir. Kapitalizm için üretim ve tüketim sürecinde farklı ırktan olmak aslında önem taşımamakla birlikte farklı alanlarda ırk tasarımı yapılarak, ekonomik ve politik yarar sağlanmaya çalışılmaktadır. Avrupa’da politikacıların ekonomik ve sosyal alanlarda yaşanılan sorunlara çözüm getirememeleri ve var olan olumsuz koşullardan yabancıları sorumlu tutarak, onları hedef göstermeleri nedeniyle yabancı düşmanı ve ırkçı iletiler stadyumlarda da yükselmektedir.Politikacılar, politik amaçlarına varmak için göç sürecini araçsallaştırmakta, farklı toplumsal alanlarda olduğu gibi futbolda da yabancı düşmanı ve ırkçı dil ve sembollerden yararlanmaktadırlar. Sembolik-politik alanda ırkçı tasarımlar, futbol aracılığıyla da yapılmakta ve politika aktörleri ile futbol kulüpleri arasında kısa, uzun ve hatalı paslaşmalar yaşanmaktadır. Futbolda, “ırk” tasarımı politikacılar ve egemen sınıf tarafından araçsallaştırılmakta ve ticarileştirilmektedir. Füsun Alver 233 Kapitalist ideolojinin yansıması olarak stadyumlarda ırkçılık Futbol karşılaşmalarında ırkçı semboller ve sloganlar kullanılmakta, futbol ve şiddet stadyumlarda iç içe yaşanmaktadır. “Avusturya’da 1996/97 ve 1997/98 yıllarında Rapid Wien futbol takımında oynayan yabancı oyuncu Samuel Ipoua’ya pek çok kez sözlü ırkçı saldırılarda bulunulmuştur” (Fanizadeh,2000:16). Kasım 2004 yılında, İspanya’da Madrid’de, Kasım 2006’da Fransa’da Paris’te, Kasım 2006’da Almanya’da Leipzig’de ve yine Şubat 2007’de Leipzig’de ve İtalya’da Sicilya’da gerçekleştirilen futbol karşılaşmalarında yabancı futbolculara yönelik ırkçı saldırılar yapılmıştır (www.sportbild.de). Madrid’de, İspanya ile İngiltere ulusal takımları arasında gerçekleştirilen futbol karşılaşmasında, İngiliz futbol takımında bulunan zenci oyunculara yönelik ırkçı saldırılarda bulunulmuş, aynı yılın Kasım ayının sonunda yine Madrid’de gerçekleştirilen Real Madrid ile Bayern Leverkusen futbol takımları arasındaki karşılaşmada Brezilyalı futbolcu Roque Junior’a hakarette bulunularak, “maymun sesleri” çıkarılmış ve Nazi selamı verilmiştir. Leipzig futbol takımında oynayan zenci futbolcu Adebowale Ogungbure, “B.. Zenci” ve “Maymun Kendini Isır” gibi sözlerle taciz edilmiştir. Yahudi bir taraftar ve Kuzey Afrika kökenli bir sivil polis de “Pis Yahudi” ve “Pis Zenci” ifadelerine maruz kalmışlardır. Kuzey Afrika kökenli sivil polis, ırkçılardan birini tabancayla öldürmüş, birini de ağır yaralamıştır. Benzer şekilde Siciliya’da yaşanan ırkçı şiddet içerikli futbol olayları sırasında bir polis öldürülmüş ve yetmişten fazla kişi yaralanmıştır (Wolf, 2007). Yaşanılan bu olaylar futbol, ırkçılık ve şiddet arasındaki ilişkiyi ortaya koymaktadır. Almanya’da futbol karşılaşmaları sırasında III.Rayh dönemine ait savaş bayrakları açılmakta, yabancı düşmanı ve ırkçı sloganlar atılmakta ve şarkılar söylenmektedir (Pilz, 2000:22). “Almanya Almanlara”, “Alman Kadını, Alman Birası”, “Almanya Uyan”, “İş Olanakları Önce Almanlara Verilsin”, “Almanya, Şeref, Kan, Baba Vatan”, “Alman Olmaktan Gurur Duyuyorum; Alman Rayhı, Almanya Benim Baba Vatanım”, “Staufenberg Ve Tüm Solcu Domuzlar Auschwitz’e” gibi sloganlar kullanılmaktadır. Türkler için yapılan Jingle Bells melodili bir tekerlemede ise şöyle denilmektedir: “Ankara, İstanbul, Galatasaray, Döner, kebap hiç (b..) fark etmez Türkiye’ye geri dönün” 234 Irkçılık, futbol ve medya Yabancı düşmanı olanlar ve ırkçılar, Nazi sloganları gibi ırkçı ileti içeren ve açıkça söylenmeleri yasalar nedeniyle mümkün olmayan ifadeleri kapalı kodlarla ifade etmektedirler. Kapalı kodlarla ve sembollerle iletişim kurma yolunu seçmekte ve ırkçı mekanizmalardan beceriklilikle yararlanmaktadırlar. “Stadyumlarda ırkçı iletilerin yazılı olduğu Tişört ya da Sweat-shirts giyen gençlerin sayısı artmaktadır. Bu tişörtlerde, sayı oyunlarından yararlanılarak, ırkçı eğilimler yansıtılmaktadır. Örneğin Alman alfabesine göre, 18 sayısının 1 rakamı, ilk harf olan A’yı, 8 rakamı ise, sekizinci harf olan H’yi temsil etmekte ve AH= Adolf Hitler olarak okunmaktadır. Ya da sekizinci harf olan H, 88 sayısı ile HH= Heil Hitler (Yaşasın Hitler) anlamına gelmektedir” (Pilz, 2000:23). Stadyumlarda yaşanılan yabancı düşmanı ve ırkçı şiddet nedeniyle Avrupa ülkelerinde önlemler alınmaya çalışılmaktadır. “İtalya, İspanya, Fransa, Polonya ve Almanya’dan farklı olarak İngiltere’de stadyumlarda ortaya çıkan ırkçı eylemlere karşı sert yasal düzenlemeler yapılmaktadır. Futbol karşılaşmalarında ayrımcı ifadelerde bulunan ve ırkçı eylem yapanlara üç yıla kadar hapis cezası veya 1.300 EURO para ve beş yıl stadyumlara girmeme cezası verilmektedir” (Wolf, 2007). Futbol stadyumlarında yabancı düşmanlığı ve ırkçılıkla mücadele kapsamında Avrupa Birliği, 1997 yılını, Anti-rasizm yılı olarak ilan etmiş ve Avusturya’da Viyana Üniversitesi Gelişme Sorunları ve İşbirliği Enstitüsü, spor alanında ilk anti-rasist kampanyayı başlatmıştır (Fanizadeh, 2000:19). Kampanya kapsamında “futbolda farklı renkler”in ve “centilmenlik”in önemi vurgulanmıştır. Bu çerçevede kamuoyu üzerinde etki yaratabilecek anti-rasist ve gelişim politikası iletileri spor alanına iletilmiş ve Afrikalı futbolculara yönelik ayrımcılığın ortadan kaldırılması amaçlanmıştır. Ayrıca anti-rasist çalıştaylar düzenlenerek, futbolda varolan ırkçı eğilimlere karşı toplumda duyarlılık yaratılmak istenmiştir. Avrupa çapında futbolda ırkçılık sorunları yaşayan ülkeler arasında işbirliği yapılması ve ortak deneyimlerden yararlanılması amaçlanmıştır. Futbol alanında anti-rasizm için lobi oluşturma etkinlikleri yapılması öngörülmüştür. Futbolda yabancı düşmanlığı ve ırkçılığa karşı yürütülen mücadeleler kapsamında Football Against Racism in Europe’in (FARE) çalışmaları da belirtilebilir. 1999 yılında Avusturya Kampagne FairPlay insiyatifi ile kurulan FARE, anti-rasist kampanyalar kapsamında futbol kulüpleri, oyuncu sendikaları ve göçmen derneklerinin katkılarıyla Avrupa futbolunda yabancı düşmanlığına ve ırkçılığa karşı ortak stratejiler geliştirme çabalarına girmiştir Füsun Alver 235 (Wolf, 2007). FARE, yerel ve ulusal çalışmaları ağlaştırmak, ortak deneyimlerin paylaşılmasını sağlamak ve Avrupa çapında futbolda ırkçılıkla mücadele etmek çabalarını sürdürmektedir. Bu çerçevede FIFA Temmuz 2001’de bir karar alarak, FARE ile ırkçılığa karşı işbirliği yapılmasını amaçlamıştır. Anlaşma kapsamında FARE’nin, Avrupa Komisyonundan finansiyel destek alması da kararlaştırılmıştır. 2006 yılında FARE Aksiyon Haftası kapsamında otuz yedi Avrupa ülkesinde yabancı düşmanlığı ve ırkçılık ile ilgili toplam bin etkinlik düzenlenmiştir. Aralarında Almanya, Avusturya, İngiltere, Belçika, Slovenya gibi ülkelerin de bulunduğu ondört ülkede, Top-Liglerde bir oyun günü elde edilen hasılat ırkçılıkla mücadeleye ayrılmıştır. Kulüplerinin ekonomik yönelimi ve futbolda etik değerlerin düşüşü Dünya ekonomisinin yeniden düzenlenmesi, bilgi iletişim ağlarının yaygınlaşması, zaman ve mekanın sıkışması küreselleşme sürecini hızlandırmıştır. Küresel kapitalizm küresel üretim süreçlerinin hızlanması, uluslararası işbölümüne gidilmesi, uluslararası pazarlama stratejilerinin uygulanması ve finans ekonomisinin ekonomik egemenliği ile karakterize edilmektedir. Bu gelişmeler politika, hukuk, eğitim ve spor gibi farklı toplumsal sistemler üzerinde etki yaratmıştır. Bu etkiler sporun bir alt dalı olarak futbol üzerinde de gözlenmektedir. Futbol, çok yönlü olarak küreselleşme süreciyle ilişki içinde bulunmaktadır. Ekonomi faktörü, tüketim nesnesi ve kültürel bir fenomen olarak bunu belirlemek olasıdır. Salt bir oyun olarak düşünüldüğünde ve ilk ortaya çıkış süreci incelendiğinde futbolun, kapitalizmle ilgisi olduğu söylenememektedir. Modern futbolun anavatanı olarak kabul elden İngiltere’de, futbol oyunun geçmişi 12. yüzyıla kadar uzanmaktadır. “Ortaya çıkış süreci incelendiğinde futbolun uzun yıllar yerel düzlemde, savaşa benzeyen ve kuralı olmayan bir halk oyunu olarak oynandığı görülmektedir. Futbol karşılaşmaları, genellikle farklı köylerin oyuncu takımları arasında gerçekleştirilmiş, oyuncu sayısı ve süresi konusunda kesin kurallar bulunmamıştır” (Wegner, 2006). Futbol ortaya çıkış sürecinde yoksulların oyunu olmuştur. Tek top, sınırlı oynama alanı ve çok oyuncu, modern öncesi futbolun özelliklerini ifade etmektedir. Bu dönemde futbolda beceriden çok kuvvet ve şiddet geçerli olmuş; yönetici sınıf tarafından “vahşi oyun” olarak nitelendirilen futbol, kamusal düzen için bir tehdit olarak görülmüş ve bastırılmaya çalışılmıştır. 236 Irkçılık, futbol ve medya İngiltere’de modern futbolun ortaya çıkışı ise, endüstriyel kapitalizmin geliştiği döneme rastlamaktadır. Futbol oyununa kurallar konulması, kapitalizmin gelişim sürecine paralel olarak gerçekleşmiştir. 1845 yılında futbol kuralları, ilk kez İngiliz Rugby Okulu tarafından yazılı olarak belirlenmiştir (“The Laws of Football as played in Rugby School”). Böylece futbol oyun alanlarına iğne ya da demir parçalarının atılmasının önüne geçilmesi amaçlanmıştır. Rugby Okulu’nun futbola koyduğu kuralların benzerleri, 1849 yılında bu okulun en büyük rakibi olan Eton Okulu tarafından belirlenmiştir. Eton Okulu, futbolda “elle müdahale”yi yasaklamıştır. Böylece futbol alanında sportif davranma, rasyonellik, kurallara bağlılık ve niteliklilik konularında önemli adımlar atılmıştır (www.wienerzeitung.at). 1860’lı yıllarda işçilerin serbest zaman elde etme mücadeleleri sonucunda fabrikada çalışma saatleri arasına futbol oyunları yerleştirilmiş ve aslında bu, günlük çalışma saatlerinin uzamasından başka bir anlam içermemiştir. 1863 yılında ise, futbolun belirli ölçüye sahip bir alanda oynanması kararlaştırılmış, oyuncu sayısı ve oyun süresi belirlenmiştir. Böylece modern futbol, kapitalist ilişkilerin varoluşunu belirgin bir biçimde yansıtmıştır. Futbolun ekonomik kazancın önemli rol oynadığı bir toplumda oynanması ve çok önemli bir endüstri olan ve giderek büyüyen serbest zaman kültürünün bir parçası olması onu kapitalizme içselleştirmekte ve değerlerin değişimini göstermektedir. “Ortaya çıkış sürecinde halk arasında oynanan ve halka ait bir oyun olan futbolun değerleri arasında bulunan adalet, saygı ve neşe aynı zamanda halkın değerlerini yansıtmaktadır. Ancak futbolun endüstrileşme süreciyle birlikte kapitalist ekonomi sistemi için alınıp, satılabilen bir tüketim metasına dönüştüğü ve değerlerinin değiştiği gözlenmektedir” (Azzellini ve Thimmel, 2006:16). Daha büyük cirolar elde etme kaygıları futbolun yapısını da değiştirmiş; futbol, kapitalist ilişkilere içkin olmuş ve futbola özgü olduğu düşünülen bazı idealler göz ardı edilmeye başlanmıştır. “Futbolun temsil ettiği değerler dayanışma, centilmenlik (adalet) ve fırsat eşitliğidir. Bu değerlerin yerine kazanç yöneliminin gelmesi futbol kapitalizmine işaret etmektedir” (Herrhausen, 1999: 224). 90’lı yılların başından itibaren küresel kültür endüstrisine dönüşen futbol endüstrisinde astronomik paralar dolaşmakta ve dünya çapında taraftar ve tüketici bu endüstriye çekilmektedir. Futbol, bu nedenle kapitalist ekonomik sistemin bir yansımasıdır ve kapitalizm hakkında pek çok şey söylemektedir. Her futbol kulübü, kapitalist bir fabrikanın bir kopyasıdır. Futbolda varolan Füsun Alver 237 işbirliği ve işbölümü, kapitalizmde bir fabrikada varolan işbölümü modeline uygundur. “Oyun alanında oyuncuların farklı görevleri bulunmaktadır. Takımın kaptanı, oyunun kurucusudur. Antrenör, oyuncuların ustasıdır; disiplini sağlamak ve oyuncuların performansını yüksek tutmaya çalışmaktadır. Kulüp yönetimi, antrenör ve oyuncular için hedefleri belirlemektedir. Oyun süresinin belirlenmesi, gollerin sayılması ve alınan puanlar, kapitalizmde çalışma süreleriyle uyuşmaktadır” (Buchenberg, 2006). Günümüzde futbol kültüründen ziyade futbol endüstrisinden söz edilebilir. Profesyonel futbolda ekonomik başarı yönelimi ağırlığını göstermektedir. Bunu oyuncuların, antrenörlerin,sporcuların ve kulüp yöneticilerinin davranışlarında gözlemlemek olasıdır. Profesyonel futbolda futbol dernekleri ve kulüpleri, oyuncular, oyun danışmanları, antrenörler, sponsorlar ve pazarlamacılar için ekonomik kazanç her zaman önemlidir. Futbol amaca (para kazanma amacı) varmak için kullanılan bir araçtır. Profesyonel futbolcu, kapitalist sistemde bireyin isteklerini ortaya koyan kişi olmaktadır. Parasını sadece çalışarak değil aynı zamanda oyun oynayarak kazanmaktadır. Oyun oynayarak para kazanmak, pek çok kişi için cazip olmaktadır. Pazar ve kapitalizm koşullarının geçerli olduğu her yerde görüldüğü gibi futbol pazarında da ciroların çok büyük artışı gözlenmektedir. İngiliz futbolcu David Beckham, yılda 50 milyon Euro kazanmaktadır (Quitzau, 2007a). Sadece Şampiyonlar Ligi, 2005 / 2006 yılında UEFA’ya yaklaşık 600 Milyon Euro gelir sağlamıştır (Quitzau, 2007b). Futbol kulüpleri, futbol normlarına göre değil de orta ölçekli girişimler gibi hareket etmektedir. “Futbol klüpleri artık ekonomi amaçlı sermaye şirketleri gibi işletme kriterlerine göre yönetilmektedir. Borussia Dortmund Futbol Kulübü, komandit şirket olarak borsada oynamakta ve sermaye pazarının oyun kurallarına göre hareket etmektedir. Borussia Dortmund, hisse senetlerini ve hatta borsayı etkilemiştir. Futbol kulüplerinin borsa oyunları ile kapitalizmin Alman liglerine girdiği tescillenmiştir” (Quitzau, 2007c ). Futbolda para sarmalı spor pazarlama ajanslarından, danışmanlardan, sponsorlardan, uluslar arası kulüplere ve kurumlara kadar geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır. Para kazanmak ile kulüplerin başarısı arasındaki ilişki, sportif rekabette ekonomik temellerin güçlü olmasının önemli koşullardan biri olduğunu ortaya koymaktadır. Futbol sporundan, futbol kapitalizmine giden süreçte futbol klüplerinin daha fazla kar elde etme çabaları artmaktadır. Ulusal futbol kulüplerinin ülkedeki diğer kulüplerle ve yabancı kulüplerle rekabetleri şiddetlenmektedir. Futbolda ticari yöntemlerin uygulanması, 238 Irkçılık, futbol ve medya büyük futbol kulüplerine diğer ulusal kulüpler ve yabancı liglerdeki kulüpler arasındaki rekabet sürecinde avantaj sağlamaktadır. Futbolun medyatikleşmesi ya da futbol şov Futbol kulüpleri, medya, ekonomik amaçlı firmalar ve politikacılar, futbol pazarının çerçeve koşullarını kendi yararları için etkilemeye çalışmaktadırlar. Futbolun kitleleri büyülemesi medya, futbol klüpleri ve ekonomik amacı olan firmaların sembiyotik (karşılıklı çıkara dayanan ortaklık ilişkisi) bir ilişki içine girmelerini beraberinde getirmiştir. Bu ilişkide tüm taraflar karşılıklı kabul esasında birbirine bağımlıdır. Medya yalnızca futbolu satmamakta, aynı zamanda futbol ile birlikte kendi satışını da yapmaktadır. Futbol karşılaşmalarının yayını sırasında medyada çok fazla reklama yer verilmektedir. Bu çerçevede medya pazarları ile ekonomik amaçlı firmalar birbirine bağımlı hale gelmektedir. Futbol kulüpleri ise, izleyici kitleye erişmeyi hedeflemektedirler. Ekonomi amaçlı firmalar, spor kulüplerine sponsor olup, iletişimsel amaçlarına erişerek, cirolarını artırmayı amaçlamaktadırlar. Futbol klüpleri, reklam alımı nedeniyle firmalarla ilişki içine girmekte, satılmaya çalışılan ürüne futbol takımının ya da futbolcuların sportif, dinamik ve genç imajı eklemlenmektedir. Ekonomi amaçlı kuruluşların geniş iletişim alanları ve reklam adacıkları vardır; böylece televizyon reklamları aracılığıyla satış gelirlerini artırmaya çalışmaktadırlar. Medya, futbolu güçlendirmekte; futbol ise, medyadan yararlanma yollarını geliştirmeyi hedeflemektedir. Özellikle televizyonun kullanımının yaygınlaşması ile birlikte futbol, medyanın yasalarına uygun ve pazar ekonomisi kurallarına göre çok karlı program türleri içinde sunulmaya başlanmıştır. Kulüpler, futbol sunumların erişim alanlarını genişletmeye çalışmakta, medya kuruluşları ise, aktif olaylarla pazar paylarını ve dolayısıyla da reklam paylarını artırmayı istemektedirler. Futbol medyaya para, reklam ve spor türünün popülerliği; medya ise futbola etkinliği, çok geniş izleyici kitlesi ve yayın önemi nedeniyle gereksinim duymaktadır. Futbolun medyaya, reklam verenlere ve sponsorlara gereksinimi vardır. Ne kadar fazla televizyon sunumu yapılırsa, popülarite o kadar artmaktadır. Popülarite ne kadar fazlaysa o kadar çok reklam alınmaktadır. Ne kadar çok reklam alınırsa o kadar çok Top-organizasyonlar gerçekleştirilmektedir. Ne kadar çok Top-organizasyon yapılırsa, televizyonda o kadar çok sunum yer almaktadır. Reklam pastasından büyük pay elde etme çabaları, futbolun artık reklamsız olamaması gibi bir durum yaratmaktadır. Program sponsorluğu, Füsun Alver 239 özel bir reklam türüne işaret etmektedir. Böylece sınırlı olan reklam süresi istenildiği gibi aşılabilmektedir. Reklamlar stadyumda tabelalarda, radyoda, İnternet’te ya da televizyonda yer almaktadır. İzleyici ise, hiç futbol izlememektense reklamlı futbol izlemeye razı olmaktadır. Futbolda profesyonelleşme ve ticarileşme Avrupa ülkelerinde ve Türkiye’de de özel televizyon kanallarının yayına geçtikleri 90’lı yılların başlarından itibaren giderek hızlanmıştır. Futbolun, medyanın, pazarlama ve ulus ötesi tüketim odaklı şirketlerin büyümeleri birlikte gerçekleşmiştir. Futbol profesyonelleşmekte; geleneksel futbol kulüpleri ticari amaçlara yönelmekte, yüksek profesyonel kriterlere erişmeye amaçlamaktadır; böylece rekabetin sistematik biçimde ve hedefe uygun olarak pazarlanması olası olmaktadır. Sporun özellikle de futbolun, güncel toplumsal değerini ve küresel popülaritesini medyanın etkisi olmadan düşünmek pek olası değildir. Futbol, medyanın etkisi ile günlük yaşamın bir parçası olmuş ve özellikle de televizyon futbol, yaşam tazı ve tüketim arasındaki ilişkinin kurulmasında yönlendirici olmuştur. Futbol birinci liglerinde kar oranları, televizyon yayın haklarının satışı ile önemli bir artış kaydetmiştir. Futbol takımlarına yönelik kitlesel ilgi futbol klüplerine, ekonomik amaçlı firmalara ve medyaya geniş ekonomik olanaklar sağlamaktadır. Medya, sağladığı büyük ekonomik kazanç nedeniyle girişimcilerden yoğun ilgi görmektedir. Televizyon yayınlarının dünya çapında yeniden düzenlenmesi, televizyon kanalı sayısının on yıl içinde büyük ölçüde artmasını beraberinde getirmiştir. Yayın saatlerinin artması ve spor / futbol televizyon kanallarının kurulması futbol için ayrılan program süresinin artışına olanak sağlamaktadır. ABD’de 80’li yılların başında kurulan Kablolu Kanal ESPN, geçen zaman içinde ABD hanelerinin üçte ikisine ulaşmıştır ve yılda 200 milyon Dolar’dan fazla ciro elde etmektedir (Friedrichsen, 2006:41). Medyaya sağladığı büyük ekonomik kazanç nedeniyle ulusal ligler ve Avrupa Kupası ve Dünya Kupası futbol karşılaşmaları, en fazla izlenen programlar arasında yer almaktadır. Ulusal ligde yapılan futbol karşılaşmalarının yanında diğer ulusların ligleri de ilgi çekmekte özellikle de uluslararası karşılaşmalarda izleyici oranı artmaktadır. Futbol, izlenme oranlarının yükselmesine hizmet etmektedir. Bu nedenle televizyon kanalları futbol karşılaşmalarını yayınlayabilmek için yüksek meblağlar ödemektedirler. “1996 yılında Atlanta’daki Olimpiyat oyunlarını televizyon ve radyo aracılığıyla izleyenlerin sayısı 3 milyar dolayındadır. Bu sayı dünya nüfusunun yarısına yakındır” (Fanizadeh, 2000:17). Olimpiyat oyunları, 240 Irkçılık, futbol ve medya Dünya ve Avrupa Futbol Şampiyonaları, küresel bir olaya dönüşmektedir. “FİFA’nın verilerine göre, 2002 yılında Japonya ve Kore’de gerçekleştirilen ve yirmi üç gün süren Dünya Futbol Şampiyonası, 213 ülkede 41 bin saat yayın süresini kapsamıştır” (Quitzau, 2007b ). Dünya Kupaları artık sadece bir futbol şöleninin ötesinde, ciddi bir ekonomi potansiyelini harekete geçirebilen, hatta ülkelerin büyüme hızlarına etki yapabilen büyük küresel bir pazarlama faaliyetine dönüşmüştür. Seyircisi, konaklaması, naklen yayını, reklamı, promosyonu, gıda sektörü, hediyelik eşyası, eğlencesi, içkisi, içeceği giyeceği v.b ile Dünya Kupaları çokuluslu şirketlerin önemsediği ve büyük atılımlar umut ettiği organizasyonların başında gelmektedir (Arık, 2004: 211 v.d.). Pazar amaçlarının ve kapitalizmin girdiği her yerde olduğu gibi futbol pazarında da ciroların önemli oranda yükseldiği görülmektedir. Bunu birinci ligde oynayan takımların yıllık ciroları da ortaya koymaktadır. Birinci lig takımlarının gelir kaynakları izleyici ücretleri, sponsorluk ve yayın haklarının satışından sağlanmaktadır. “Almanya’da 1988/89 sezonunda futbol klüplerinin gelirleri yaklaşık 20 milyon Euro dolayındayken, televizyon yayın hakkının satışları ile 2000/01 sezonunda 355 milyon Euro gelir elde edilmiştir. Pay-TV’nin yayına başlaması ise, ek gelir faktörü oluşturmuştur. Günümüzde Almanya gibi Avrupa ülkelerinde birinci ve ikinci lig futbol kulüpleri, her oyun döneminde 400 Milyon Euro civarında ciro yapmaktadır” (Quitzau, 2007a ). Medyada özellikle de televizyonda futbol haberleri ve programları, eğlence endüstrisinin bir kolu olarak gelişme göstermektedir. Futbol karşılaşmalarının sunum biçimi, enformasyon iletiminin ötesine geçmekte ve futbol eğlence formatında kurgulanmaktadır. Futbol yalnızca canlı olarak yayınlanmamaktadır; bunun yanında yorumcular oynanan oyunu yorumlamakta ve futbol uzmanları ile söyleşi ve oyun analizleri yapılmakta, arka plana ilişkin enformasyon da sunulmaktadır. Spor programları ve haberler aracılığıyla futbol, giderek daha fazla kurgulanmaktadır; duygu yüklü görüntü ve iletiler giderek artmakta ve yeni futbolcu kahramanlar yaratılmaktadır. Futbol anlayışı öncelikle başarı / başarısızlık ikili kodu etrafında odaklanmakta ve futbol-medya kompleksi, ekonomik kar yönelimli pazarlama stratejisine göre kurulmaktadır. Yüksek kar yönelimi, spor alanında yapısal değişikliklere yol açmıştır. Ticarileşme sürecinde futbolda “kendine özgü” olan bir yana bırakılmakta; kitle kültürü pazarı futbolu, oyun olarak düzenleyerek vurgulamakta; kapitalist yapı ise, oyunun ardında görünmez Füsun Alver 241 olmaktadır. Oynanan profesyonel futbolun yanında ek başarım olarak televizyon aracılığıyla istenilen şovun yapılmasına da olanak sağlamaktadır. Futbol, eski formundan ayrılmakta, bir spor olma özelliği yok olmakta ve medya aracılığıyla bir şova dönüşmektedir. Medya yasalarına tabi olması ve sunum formatı nedeniyle “futbol”un yerini, “futbol şov” almaktadır. Medyada realite tasarımının bir aracı olarak dil önemli bir göreve sahiptir. Dil, iktidarın bir aracıdır; iktidarın bu aracının nasıl kullanıldığı ise, medyaya göre değişmektedir. Futbol dilinde metaforlar yapılandırılmakta ve futbol haberleri aracılığıyla geniş toplumsal kesimlere iletilmektedir. Futbol kültüründe futbolcuların eğitiminin ve disiplinin askeri eğitim ve disiplin kadar önemli olduğu düşünülmekte ve neredeyse savaş gibi algılanan futbol karşılaşmalarının medya tarafından yapılan sunumunda askeri alanda kullanılan kavramlardan yararlanılmaktadır. “Saldırı”, “savunma”, “akın” ve “püskürtme” gibi sözcükler ve karmaşık oyun durumunda “ikili mücadele” gibi kavramlar, futbol oyun alanında ortaya çıkan olayları anlatmak için sık sık kullanılmaktadır. Medyada yabancı futbolculara ve izleyicilere ilişkin haberlerde kullanılan sözcükler, ekonomi, politik ya da savaş göçmenlerine ilişkin haberlerle benzerlik göstermektedir (Alver, 2001; 2003). Medya, haber üretim sürecinde ticari kaygılarla sansasyonel ve negatif içerikli haber faktörlerine yönelmekte, yabancı futbol takımlarıyla yapılacak karşılaşmalar için aşırı ulusçu hatta yabancı düşmanı ve ırkçı iletilere yer vererek, gerginlik yaratmaktadır; futbol karşılaşmaları sonrasında ise, stadyumlardaki şiddeti sansasyonel sunum biçimi ile yeniden üretmektedir. Medyada yabancı düşmanlığı ve ayrımcılık, yabancı futbolculara yöneltilen sürekli eleştirilerle morallerinin bozulması ve yerleşik oyunculara göre daha fazla güç sarf ederek, oynamaları gereğinin vurgulanmasıyla da ortaya çıkmaktadır. Özellikle zencilere ve diğer Avrupalı olmayan oyunculara Batı Avrupalı oyunculardan daha sıkı oynamaları için baskı yapılmaktadır. Köşe yazarları yabancı futbolcuları, eleştirileri ile zorlamakta, oyun sırasında yaptıkları hataları ve kaçırdıkları fırsatları, “affedilemez” olarak sunmaktadırlar. Yabancı futbolcularla ilgili haberlerde “deri rengi”ni ya da futbolcunun geldiği ülkeye vurgu yapılarak, biyolojik ve kültürel ırkçılık içeren ayrımcı işaretlere yer vermektedirler. Futbol dilindeki metaforlar, spor gazetecileri tarafından dramatürjik stil aracı olarak kullanılmaktadır. Bu çerçevede futbolun tasarlandığı araçlar ve olayların dramatürjik bağlamının sunumu, realitenin tasarlanmasında ve anlam iletiminde önem kazanmaktadır. 242 Irkçılık, futbol ve medya SONUÇ Küreselleşme sürecinde gelişmiş Batı ya da Kuzey ile yoksul Doğu ya da Güney arasında ekonomik refah ve üretim oranları uçurumu giderek artmaktadır. Avrupa ülkeleri tarafından sömürülerek, yoksullaştırılan insanlar, Avrupa’nın refah düzeyinden pay alabilmek için Avrupa topraklarına yönelmektedirler. Bu nedenle gelişmekte olan ülkelerin yurttaşları olarak göçmenler, tehlikeli olma potansiyeline sahip görülmekte, sınırlandırılmakta diğer yandan ise metropollerin iş pazarına entegre edilmektedirler. 60’lı yıllardan itibaren göç, kapitalizm ve emperyalizm arasındaki ilişkileri ortaya koymayı amaçlayan İktidar Çatışması ve Emperyalizmin Eleştirisi Yaklaşımının temsilcileri (Carmichael ve Hamilton, 1967; Bailey ve Flores, 1973; Cox, 1978), ırkçılığın nedenlerine ilişkin sınırlı tartışmaları genişletilerek, ampirik araştırmalara yol açmış ve işçi göçmenlerin kültürel oluşumunu sınıfsal bağımlılıkları kapsamında araştırırken, iç ve dış ilişkilerin de göz önüne alınmasının gerekliliğini vurgulamışlardır. İktidar Çatışması ve Emperyalizm Eleştirisi Yaklaşımının temsilcileri, metropoldeki ve merkez dışındaki sınıf mücadeleleri üzerinde durmuş, tarihsel-fonksiyonel kuram oluşumunu seçmiş, politik ekonomi eleştirisine dayanmış; “sınıf”, “sömürü” ve “bağımlı gelişme” kavramlarını kullanmışlar, sömürü, sosyal kontrol, ırkçı ve etnik aşağılamayla bağlantılı çatışmaları incelemişlerdir. Carmichael ve Hamilton (1967), Bailey ve Flores, (1973) ve Cox (1978) tarafından gerçekleştirilen çalışmalar kapitalizm, göç ve ırkçılık arasındaki yakın ilişkiyi ortaya koymaktadır. Irkçılık, kapitalist üretim biçiminde fonksiyonel bir değere sahip, tarihsel kapitalizm ya da kapitalist dünya ekonomisi ile donatılmış, sömürünün bir mekanizmasını yansıtan ve haklılaştıran, sosyal olanı doğallaştıran ve böylece toplumsal ilişkilere ilişkin yanlış bilinç veren bir ideolojidir. Modern kapitalizmin ideolojisi olarak ırkçılık, uluslararasılaşmakta ve ekonomik sömürü, politik baskı, sosyal ayrımcılık ve insanların yabancılaşmasını haklılaştırmaya çalışmaktadır. Modern biçimiyle ırkçılık, kapitalist toplumların gelişimine paralel olarak ortaya çıkmış ve yabancılara karşı duyulan nefret için gerekli örnek ve stereotipleri oluşturmuş ve kapitalist toplumun bir parçası olmuştur. Kapitalizm olmadan ırkçılığı, ırkçılık olmadan ise kapitalizmi düşünmek pek olası değildir. Uluslararası iş pazarında eşitsizlik ve hiyerarşik yapılanma içinde kendisini gösteren ırkçı ideoloji, Füsun Alver 243 futbol stadyumlarında yabancılara yönelik ayrımcılık ve şiddet eylemleri ile gözlenmektedir. Futbolda ırkçılığın ve şiddetin yeniden üretilmesi sürecinde ve futbolun ticarileşmesinde medyanın küçümsenmeyecek bir rolü bulunmaktadır. Futbolun ticarileşmesi, kapitalist ilişkilerin bir ifadesi olmaktadır. Futbol ticarileşmekte, sömürülmekte ve değerinden yitirmektedir. Film ve müzik gibi kapitalist toplumda üretilen kitle kültürünün bir parçası olan ve kapitalizm tarafından şekillendirilen futbol, küresel öyküler anlatmakta ve tüm televizyon kanallarında, bir medya olayı olarak kurulmaktadır. Televizyon ve futbol, büyüme süreçlerini geliştirmişler ve özel ekonomi açılarına yönelmişlerdir. Reklam ekonomisinin ve sponsorların futbol kulüpleri ve televizyon üzerindeki baskıları artmaktadır. ÖNERİLER Modern futbol kapitalizmin, endüstriyelleşmenin ve rasyonelleşmenin bir sonucudur ve pek çok yaşam alanının ticarileşmesinin bir göstergesidir. Irkçılık ile kapitalizm arasındaki ilişkinin görülüp, futbolun ticarileşmesinin ve ırkçılığın politikacıların ve futbol kulüplerinin çıkarları için kullanılmasının önüne geçilmesi gerekmektedir. Irkçılıkla mücadele etmek öncelikle ırkçılığa temel oluşturan ve beslenmesine olanak sağlayan emperyalist politikaların ve uluslararası ekonomik sistemin sorgulanmasını ve yeniden yapılandırılmasını gerektirmektedir. Ancak var olan uluslar arası ekonomik ve politik gelişmeler, Kuzey ile Güney arasındaki ekonomik refah düzeyi farklılıklarını azaltmaktan ziyade tersi yönde eğilim gösterdiği ve geniş halk kitlelerinin, dünya ekonomik ve politik sistemini değiştirebilecek bir güce erişmesine izin verilmediği için kapitalizm, emperyalizm ve ırkçılık arasındaki bağlantının, nedenlerin ve sonuçların ortaya konulmaya çalışılarak, küçük çaplı da olsa direnç odaklarının oluşturulması için insanları bilinçlendirme yönünde çalışmalar yapılması uzun vadede yarar sağlayabilecektir. Politikacıların göç ve yabancı sorunlarını politik amaçları için araçsallaştırmaları ve geniş kitleleri yönlendirmeleri nedeniyle stadyumlarda ortaya çıkan yabancı düşmanı ve ırkçı eylemlere karşı kampanyalar düzenlenerek, stadyumlarda yabancılara karşı uygulanan şiddetin önüne geçilmeye çalışılabilir. Politikacıların ülkede yaşanılan sorunları ve çözüm önerileri üretememelerinin sonuçlarını yabancılara yükleyerek, onları günah 244 Irkçılık, futbol ve medya keçisine dönüştürme ve bunu stadyumlara yansıtma çabalarına karşı bilinçlendirme programları yapılabilir. Irkçı ve yabancı düşmanı politikacıların yaklaşımlarının, stadyumlardan uzak tutulması çabaları anlamlı olmakla birlikte diğer toplumsal alanlarda olduğu gibi stadyumlarda da yabancı düşmanı ve ırkçı eylemlerin önüne geçilmesi büyük ölçüde politik kararların alınması ve yeni yasal düzenlemelerin yapılması ile gerçekleşebilecektir. Avrupa ülkelerinde yabancı düşmanlığına ve ırkçılığa çözüm bulunması politik kararlardan bağımsız olamayacaktır. Bu nedenle sivil toplum örgütleri, ırkçılığa karşı düzenleyebilecekleri programlar ve yasal düzenlemeler yapılması için yabancı düşmanlığına ve ırkçılığa karşı olduklarını vurgulayan sosyal demokrat partilerden ve Yeşillerden destek sağlamaya çalışılabilirler. Yabancı düşmanlığı ve ırkçılık yalnızca futbol oynanan alanlarda ortaya çıkmadığı ve yabancılara yerleşik toplumun bakış açısını yansıttığı için ırkçılığa ve yabancı düşmanlığına karşı geliştirilen karşı stratejiler, tüm toplumsal gruplara ve alanlara yönelmelidir. Futbol dünyanın en popüler spor türlerinden biridir ve herkesin korkmadan futbol oynama, izleme ve futbolun üzerinde konuşma hakkı vardır. Futbolun ırkçı ayrımcılıktan uzak yaşanılması gerekmektedir. Futbol alanında olduğu gibi toplumsal yaşamın diğer alanlarında da ırkçı iletilerin üretilmesinde ve yeniden üretilmesinde eğitim sistemi önemli bir rol oynamaktadır. Teun A.Van Dijk (1993) ve Detlef Franz (1993) tarafından eğitim sisteminde ırkçılığın yeniden üretilmesine ilişkin yapılan araştırmaların sonuçlarının da ortaya koyduğu gibi tarih bilimine ilişkin okul kitaplarından, biyoloji ve matematik bilimine kadar pek çok branşın okul kitabında, ırkçı iletiler yer almaktadır. Irkçılıkla mücadele edebilmek için öncelikle eğitim sisteminin yeniden düzenlenerek, okul kitaplarının ırkçı iletilerden arındırılması ve farklı uluslar ve kültürler arasında karşılıklı anlayışı geliştirecek iletilere yer verilmesi gerekmektedir. Yabancı düşmanı ve ırkçı eylemlerin engellenmesi için devletler arasında eğitim sisteminde ırkçı iletilerin ortadan kaldırılmasına yönelik işbirliği yapılması önem kazanmaktadır. Bu kapsamda kültürlerarası iletişim ve kültürlerarası eğitimin geliştirilmesi için çaba gösterilmelidir. Yabancı kültürlerle ilişkilerde dogmatik, önyargılı düşüncelerden uzaklaşarak benzerliklerin ve farklılıkların kavranması kültürlerarası eğitim programlarıyla gerçekleştirilebilir. Günümüzde bazı Batı Avrupa ülkelerinde geliştirilmeye çalışılan kültürlerarası eğitimin amacı, kültürel göreceliğin ve çoğulculuğun benimsenmesi, farklı kültürlere mensup insanların düşünce ve Füsun Alver 245 davranışlarındaki farklılıkların doğal kabul edilmesidir. Kültürlerarası eğitim aracılığıyla yabancıyla ilişkilerde korkuların giderilmesi, yabancılarla yerleşikler arasında barışçı ve işbirliğine dayanan ortak bir yaşamın desteklenmesinin gerekliliği anlatılabilir (Alver, 2003:332 ). Irkçılıkla mücadele çerçevesinde taraftarları bilinçlendirme programları düzenlenebilir. Bu kapsamda futbol karşılaşmalarında yabancı düşmanı ve ırkçı eylemlere karşı geliştirilen karşı stratejiler ve projeler önem kazanmaktadır. Bunlar, futbol kulüplerinin uygulaması gereken projeler ve stratejiler, taraftarlara yönelik projeler ve stratejiler, güvenlik görevlilerinin uygulaması gereken projeler ve stratejiler ve medyanın haber üretim sürecinin önyargılardan arındırılması için kültürlerarası medya pedagojisi çalışmalarının yapılması olarak belirtilebilir. Futbol kulüplerinin yabancı düşmanlığı ve ırkçılığa karşı davranış geliştirmeleri açıkça ırkçılığa ve yabancı düşmanlığına karşı olduklarını ifade etmeleri ve kendi taraftarlarına demokratik ve saygılı davranış kurallarına uymaları gerektiğini telkin etmelerini gerektirmektedir. Ancak bunun yalnızca problemlerin ortaya çıktığı zamanlarda değil, sistemli olarak yapılması yararlı olacaktır. Futbol kulüplerinin yabancı düşmanlığı ve ırkçılığa karşı aldıkları önlemler taraftarlar ile birlikte uygulandığı zaman anlam kazanacaktır. Irkçı ve yabancı düşmanı gruplarla iletişim kurulması sorunun çözümüne katkıda bulunabilir. Bunun için uzmanlardan yardım alınabilir. Yabancı futbolcularla, yabancı düşmanı ve ırkçı taraftarlar bir araya getirilerek, demokratik tartışma ortamı oluşturulmaya çalışılabilir. Yabancı nüfusunun yoğun olduğu mahalleler ve sığınmacı kampları ve göçmenlerin yaşam alanları futbol klüplerinin yöneticileri, antrenörler, futbolcular ve taraftarlar ile birlikte ziyaret edilerek, yerleşiğin işini elinden alabilecek potansiyel bir tehdit olarak tasarlanan yabancının pek de kolay olmayan yaşam koşullarının yakından görülmesi sağlanabilir. Birinci ve ikinci lig futbol takımlarının maçlarının yapılacağı stadyumlarda güvenlik görevlileriyle ortak çalışılarak, bir “stadyum düzeni” oluşturulabilir. Stadyumda ırkçı materyallerin dağıtımı engellenerek, ırkçı eylemleri önleyecek anonslar yapılabilir. Stadyumlarda dağıtılan stadyum gazetelerinde ırkçılığa karşı iletiler içeren metinlere yer verilebilir. Stadyumun tabelalarında ilgili futbol klüplerinin ayrımcılığa ve ırkçılığa karşı olduklarını belirten yazılara yer verilebilir. Sürekli futbol izleme kartına sahip olmak isteyenlere ırkçı tacizlere katılmamaları ve bunu yapanları uyarmaları koşulu getirilebilir. Yabancı düşmanlığı ve ırkçılığa karşı ligdeki tüm karşılaşmaları kapsayan aksiyon günlerinin düzenlenmesi, kadınların futbola 246 Irkçılık, futbol ve medya ilgisinin arttırılarak, kadın taraftarların stadyumlarda yer almasının teşvik edilmesi, karşılıklı saygı ve hoşgörünün sağlanması için bir fonun oluşturulması bu kapsamda önerilebilir. Yabancı düşmanı ve ırkçı eylemlere karşı toplumun bilinçlendirilmesi çalışmaları kapsamında medyaya da önemli görevler düşmektedir. Medyanın stadyumlarda meydana gelen yabancı düşmanı ve ırkçı eylemleri, sansasyon yaratmak amacıyla sık sık göstermesi, şiddetin ve öfkenin yeniden üretilmesine katkıda bulunmaktadır. Yabancı düşmanı ve ırkçılığın yeniden üretilmesinde medyanın önemli bir rol oynadığı göz önünde bulundurularak, olabildiğince objektif habercilik anlayışının egemen olması için çaba sarf edilebilir; futbol karşılaşmalarında gerginliği ve şiddeti arttıracak iletilere ve tasarımlara yer verilmemesi ve “yabancı”nın, “düşman”a dönüştürülmemesi için futbolun “dost”luk anlayışı çerçevesinde oynanması teşvik edilebilir. Avrupa medyasının ekonomik, politik ve savaş göçmenlerine ilişkin haber yaparken, göçün yerleşikler arasında yol açtığı işsizlik, kültürel uyumsuzluk gibi sonuçlarını vurgulayıp, nedenlerini ve göç süreçlerine yol açan emperyalist ve kapitalist politikaları ve göçün ekonomik ve politik boyutunu göz ardı etmemesi için medya mensuplarına yönelik kültürlerarası medya pedagojisi seminerlerinin düzenlenerek, meslek içi eğitime ve bilinçlendirmeye katkıda bulunulabilir. KAYNAKÇA Alver, F. (2001). Alman basınında Türkler ve Türkiye. Kurgu Dergisi. Anadolu Üniversitesi İletişim Fakültesi. No:18: 135-155. Eskişehir. Alver, F.(2003). Basında yabancı tasarımı ve yabancı düşmanlığı. İstanbul: Der. Arendt, H. (1986). Elemente und ursprünge Totalitaerer Herrschaft. München: Piper Verlag. Arık, M. B. (2004). Top ekranda. İstanbul: Salyangoz. Azzellini, D. & Thimmel, S. (2006). Futbolistas. Fußball und Lateinamerika: Hoffnungen, Helden, Politik und Kommerz. Berlin: Verlag Assoziation A. Bailey, R.; Flores, G. (1973). Internal colonialism and racial minorities in the U.S: An overwiew. İçinde F. Bonilla, & R.Girling (der.). Structures of dependency. Stanford: Stanford University. Benedict, R. (1983). Die rassenfrage in wissenschaft und politik. Frankfurt am Main: Suhrkamp Taschenbuch Verlag. Buchenberg, W. (2006). Trend onlinezeitung. www.trend.infopartisan.net adresinden 18 Mart 2008’de indirildi. Carmichael, S.; Hamilton, C. (1967). Black power. New York: Routladge. Füsun Alver 247 Cox, O. C. (1978). Caste, class and race: A Study in social dynamics. New York: Routladge. Fanizadeh, M. (2000). Kulturalismus und die globalisierung im fußball. Antirassistische interventionen in der popkultur. Kurswechsel heft. No:1:14-22. Wien. Franz, D. (1993). Rassismus in schulbüchern. Beispiel biologie. Duisburg: Duisburger Institut für Sprach-und Sozialforschung (DISS). Friedrichsen, M. (2006). Fußball und fernsehwerbung. İçinde C.Holtz-Bacha (der.). Fußball - fernsehen – politik. (36-49). Wiesbaden: VS Verlag für Sozialwissenschaften. Herrhausen, A. (1999). Der Kapitalismus im 21. Jahrhundert. München: Piper Verlag. Http://www.sportbild.de adresinden 4 Mart 2008’de indirildi. Http://www.wienerzeitung.at/Desktopdefault.aspx?TabID=3946&Alias=wzo&lexiko n=Sport&letter=S&cob=7485 adresinden 4 Mart 2008’de indirildi. Loomba, A. (1998). Kolonyalizm postkolonyalizm (çev.M. Küçük). İstanbul: Ayrıntı. Luger, K. (1994). Offene grenzen in der kommunikationswissenschaft. Über die notwendigkeit eines interkulturellen forschungsansatzes. İçinde K.Luger; R.Renger (der.). Dialog der kulturen. die multikulturelle gesellschaft und die medien. (s. 22-38).Wien: Österreichischer Kunst-und Kulturverlag. Nestvogel, R. (1994). Fremdes oder eigenes? Freiraeume zwischen ausgrenzung und vereinnahmung. İçinde R. Nestvogel (der.). Fremdes und eigenes. (s.35-52). Frankfurt am Main: IKO Verlag für Interkulturelle Kommunikation. Pilz, A. G. (2000). Deutschland den Deutschen - Gedanken und Fakten zu fremdenfeindlichkeit und rassismus in der fußballfanszene. İçinde U.Arnswald; H. Geisler; W. Thierse, (der.), Sind die Deutschen ausländerfeindlich? (s. 2226). München, Zürich: Pento-Verlag. Quitzau, J. (2007a). Profis mit gehalt. ZEIT online adresinden 11 Mart 2008’de indirildi. Quitzau, J. (2007b). “Angefochtener Monopolist”. ZEIT online adresinden 11 Mart 2008’de indirildi. Quitzau, J. (2007c). Fußball als Markt. ZEIT online 11 Mart 2008’de indirildi. Wegner, E. (2006). Sachsen, sachsen-anhalt, thüringen: Termine von left-action. http://www.left-action.de adresinden 4 Mart 2008’de indirildi. Wodak, R. (1994). Formen rassistischen diskurses über fremde. İçinde G.Brünner, & G. Graefen (der.). Texte und diskurse. Opladen: Westdeutscher Verlag GmbH. Wolf, J. (2007). Fussball und rechtsextremismus in Europa. http://www.bpb.de/ themen adresinden 4 Mart 2008’de indirildi. 248 Irkçılık, futbol ve medya İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 26 Kış-Bahar 2008, s.249-272 Makale 1994 Terör ortamında Vanspor’un Fenerbahçe yengisinin siyasallaştırılması Gülcan Seçkin 1 Öz: 1980’lerde ortaya çıkan ve ülkenin Doğu ve Güneydoğusu’nda tırmanan PKK terörü ağır, sürekli bir travma hali doğurmuştur. Bölücülük, ayrımcılık, kimlik, siyasi çözüm tartışmaları sertleşmiştir. İç istikrarın, milli birliğin, bütünlüğün, milli kimliğin yara aldığı bu süreçte devlet farklı mücadele staratejileri araştırmıştır. Devlet futbol sevgisini, futbol ekonomisini PKK’ya karşı bölgede bir mücadele yordamı olarak kullanmış, Doğu ve Güneydoğu’daki futbol takımlarına destek vermiş, Van’da Vanspor’u 1. Lig’e çıkarmıştır. Takım üç büyüklerden Fenerbahçe’yi yenmekle ülke medyasının gündemine otur(tul)muştur: “Teröre karşı mucize” yaratmış, “milli birlik hissedilmiş”, medyanın söylemiyle, “kansız ve barışçıl bir mücadele yolu“ gösterilmiştir. Medya, egemen politik, ideolojik söylemi abartıyla yeniden üretmiş ve saçmıştır. Anahtar kelimeler: Terör, devlet, futbol, medya, Fenerbahçe, Vanspor, milli birlik. In 1994, in atmosphere of terror; the politicization of Vanspor football team’s beating Fenerbahçe Abstract: In 1980s, in Turkey, the PKK terrorist organization which appeared and increased in the East and South Eastern part of the country caused a continuous trauma. In this process of instability, both The Turkish State and the government at the time sought different types of strategies to deal with the situation. The Turkish state used the love for football as a way against PKK in the region, and it supported the football teams in the east and south east of Turkey. Vanspor was promoted to Turkish Super League. The team was popularised in the Turkish media by having defeated Fenerbahçe football team. As a result of this, “national unity was strongly felt” and according to the discourse of the main media, “a non-violent and peaceful way of struggle was shown”. The media strengthened the dominant, political and ideological discourse. Key Words: Terror, national state, football, media, national solidarity 1 Araş. Gör. Dr. Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi; e-posta: gcansn@gmail.com 250 Vanspor’un Fenerbahçe yengisinin siyasallaştırılması GİRİŞ 17 Eylül 1994’de Olağanüstü Hal Bölgesi kapsamındaki illerden biri olan Van’da, Vanspor kendi sahasında İstanbul’un/Türkiye’nin üç büyük takımından biri olan Fenerbahçeyi 1-0 mağlup etmiştir. Gazeteler ve genç özel televizyon kanalları bu sonucu iki şekilde haber yapmıştır: Bir bölümü Fenerbahçe’nin Avrupa’da Fransa’nın Cannes’a takımına yenilmesinden hemen sonra, 1. Lig’in en yeni, tecrübesiz, toy takımı Vanspor’a yenilmesini ağır ve alaycı bir üslupla eleştirmiş, F.Bahçe’ye odaklandırdıkları maçın teknik ve taktik çözümlemelerine, spor sayfalarında geniş yer vermiştir. Televizyonların spor programlarında spor yorumcuları Fenerbahçe’nin aldığı sonuçlara odaklanmıştır. Medyanın bir bölümü ise Vanspor’un yengisine odaklanmış, maçın sonucunun Van’da yarattığı sevinci ve bu sonucu elde eden Vanspor’u büyük bir “olay” haline getirmişlerdir. Televizyonların ana haber bültenlerinde, haber programlarında, gazetelerin spor sayfaları dışında “insan-yaşam”, “ekonomi”, “spor araştırma” sayfalarında günlerce büyütülmüş, haber ve yazı konusu edilmiştir. Bu metinlerde “Doğu takımı” Vanspor’un başarısı üzerinden pek çok toplumsal, siyasal, ideolojik vb. anlamın (yeniden) üretildiği izlenmiştir. O esnada Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun, “bölücü PKK terörü”nün ve az gelişmişliğin mekanı olarak indirgendiği ve bu anlam yükleriyle, genel söylemsel düzlemde yaygın biçimde “Doğu, Güneydoğu/Öteki” olarak konumlandırıldığı izlenmiştir. Bu bölgelerde terör ve terörle mücadele şiddetlenirken, beraberinde bölücülük, ayrımcılık, kimlik, milli birlik, bütünlük, siyasal çözüm vb. başlıklı politik tartışmalar sertleşme seyrindedir. Bu söylemler gündelik yaşamın ayrılmaz popüler kültürel pratiklerinden futbol metinlerine de hızla ve sert biçimde yansımıştır. Hükümet (askeri önlemlerin yan etkileriyle birlikte yetmeyeceği, hükümete oy kaybettireceği süreçte) Doğu ve Güneydoğu’ya ekonomik ve sosyal yatırımlar, spor yatırımları planını acil olarak hayata geçirmeyi vaadetmiştir. Bu bölgelerde devlet çok sevilen futbolu, futbol takımlarını terörün antidotu olarak desteklemeyi bir strateji olarak benimsemiş ve uygulamıştır. Askeri, mülki erkan futbol takımlarını kalkındırma seferberliği içindedir. Tüm bu makro koşullar ve bunlara ilişkin toplumsal, söylemsel biçimlenmeler içerisinde medyanın Vanspor’un, F.Bahçe yengisini “olağanüstü”, “mucize” düzeyinde ekonomik, sosyal, politik bir başarım ve konumlanmanın vesilesi olarak sunması çözümlenmesi gereken bir olgudur. Sıralanan makro bunalım koşullarının sarmalı içerisinde ilgili dönemde futbol Gülcan Seçkin 251 metinlerine yansıyan toplumsal, siyasal anlamların neler olduğu, ülkede futbola duyulan ilgi patlamasının ne anlama geldiğini, devletin, hükümetin hangi özgül koşullar nedeniyle futbolu politik bir mecra olarak bizzat (her daim) yokladığını, desteklediğini bağlam alarak Vanspor yengisi üzerinden üretilen medya metinleri çözümlenmeye, anlamlandırılmaya çalışılmıştır. Esasen hem “kitlelerin siyasal mekanizmalardan ve devlet aygıtından dışlanması”, öte yandan “ulusal birlik, bütünlük, ulus-devlete aidiyet” (Özkazanç, 1998:30, 39) konusunda yolaçılan sorunların çözümlenmesinde, spora/futbola siyaset bulaştırma/bulaştırmama (Gökalp, 2005) söylemini gülünçleştiren bir biçimde, devletin “milli birliğin sembolü olarak” ( Yarar, 1999: 59) gördüğü futbola bu çerçevede ne tür anlam ve işlevler yüklediğinin, devletle organik bağlara eğilimli medyanın (ötekileştirme’lerinin sorunları pahasına) futbolu milli birliği sağlayıcı, sağaltıcı bir politik, ideolojik araç olarak söylenceleştiriminin somut bir örneği konuşulmaya ve düşünülmeye sunulmuştur. YÖNTEM Bu araştırmada konu edilen çözümleme materyali İnterstar, Show TV, Cumhuriyet, Sabah, Hürriyet ve Milliyet’te Vanspor’un 1. Lig’in üç büyüklerinden F.Bahçeyi 1-0 yenmesini konu alan haberler ve yorumlardır. Bu metinlerin temsil ettiği söylemin varolan egemen söylemlerin bir ürünü olduğu ve haber metni içerisinde yeniden kurulduğu, genişletildiği, güçlendirildiği, dolaşıma sokulduğu düşünülürse, içinde konumlanılan bu söylemlerin kaynağı olan güç/iktidar sahibi mevki/mevzilerin rengi veren toplumsal, siyasal özellikleri konjonktürel düzeyde örüntülenmeye çalışılmıştır. Popüler kültürel bir pratik olarak futbola duyulan ilginin ilgili dönemde daha da yoğunlaşmasının özellikleri çok kısa anlatılmıştır. Ekonomik, siyasal konjonktürün makro gündemi terörün yarattığı sert söylemler, bunların futbol metinlerine yansıması, televizyonlarda yapılan futbol tartışmalarında öne çıkan toplumsal, siyasal anlamların, kimliklerin neler olduğu, hangi düzlemlere bağlandığı kısa örneklerle sunulmuştur. Hükümetin Doğu ve Güneydoğu’ya (askeri yaptırımlar ve) ekonomik yatırımların ötesinde yaklaşma çabaları ve bu stratejilerin en başında futbola duyulan ilgiye duyduğu ilgi üzerinde yine somut örneklerle durulmuştur. Ve tüm bu bağlamsal durumların üzerine Vanspor yengisine ilişkin haberleriyle medyanın olayı (egemen söylemlerin kendisini daha güçlü, daha yaygın 252 Vanspor’un Fenerbahçe yengisinin siyasallaştırılması yeniden kurma çabasının temsili olarak) nasıl çerçevelediği, kavranmaya ve çözümlenmeye çalışılmıştır. Araştırma materyali, gazetelerin 1-30 Eylül 1994 tarihleri arasındaki haberlerinin incelenmesine ve televizyonların ilgili dönemdeki izlenme kayıtlarına dayandırıldı. ANALİZ VE TARTIŞMA Futbola ilginin konjonktürel boyutu Türkiye’de futbolun 1980’lerle birlikte daha çok konuşulur olması, herkesin hayatına girmesi, gündelik yaşantısının ayrıcalıklı, saygın, alkışlanası bir parçası haline gelmesi, toplumun hayatından çıkıp giden bir başka şeye çok tekabül eder: Siyaset. Kitlelerin talepleri için, tüm toplum için örgütlü siyaset yapması dünyadaki çizgi ile de örtüştürülerek, zorlanarak anlamsızlaştırılmıştır. Bu koşullar içerisinde, kendine dönüklüğe (güya) yol veren yeni heyecanlı arayışlar içerisinde “futbol hem toplumsal, hem de bireysel planda bünyemize yayılmış ve derinlemesine nüfuz etmiştir. 1990’ların hemen başlarında akademisyeni, aydını dahil, toplumun neredeyse tamamı tarafından içselleştirilmesi, en muteber bir tutkuya dönüşerek herkesin kimliğinin bir parçası haline geliş süreci, bir başka deyişle daimi biçimde tahtına oturması, öncelikle çok boyutlu bir 12 Eylül sendromunun sonucudur” (Kıvanç, 1993:19). Genellikle örgütlenme, kendisi için toplu halde hak arama, taleplerde bulunma geleneği bulunmayan toplumun bu alanlarda mesafe katetmesi, çatıştırılan karşıt siyasi düşüncelerin ifade ediliş tarzıyla ve ardından en kesin biçimde 12 Eylül’le birlikte sonuçsuz bırakılmıştır. Dayanışma, toplu edimde bulunma eğilimleri, iktidar örüntülerine karşı siyasi kalkışmalar, şu ya da bu düzeyde var olan, olabilecek toplu muhalefet kültürü v.b. itirazlar öylece kavram ve kurumlarıyla birlikte (dünyanın gidişi de saygın bir referans gösterilerek) anlamsızlaştırılmış ve ondan da önce tümden unutulana dek korkutucu sonuçları daima hatırlatılan geçmiş, kötücül bir ergenlik fırtınası olarak, yeri işaretlenmeden, gömülmüştür. Hobsbawm’ın bugün için gözlemlediği şey, insanların artık siyaseti kendi yaşamlarıyla çok bir ilgisi olmayan bir olgu olarak algılama eğilimleri (Hobsbawm, 2007: 131) o dönemde, ‘bir an’a sığdırılacak biçimde tüm topluma ivedilikle buyurulmuştur. Serbest piyasa ekonomisi ve tüketim toplumu dinamikleri tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye için de yeni ufuklar vaadeden bireysel ve toplumsal özgürlüklerin teminatı (Mert, 2001:14) olarak toplumu doğal mecraında uçuracak tek gerçek olarak sunulmuştur. Siyaset de mevcut Gülcan Seçkin 253 olacaksa ( bir zaman sonra spin doctoring, vb. uzmanlıklar eşliğinde) ancak buna hizmet edecektir. 12 Eylül sonrası “bu yeni iklimde insanın hayatta kalabilmesinin, sorunsuz yaşabilmesinin en güvenli yolu ölüymüş gibi, hiç kimse değilmiş gibi davranmasıdır. O artık yapan bir özne değil, yapılmışlığından ibaret bir nesnedir. Nitekim bu suretle yürürlüğe konulan tarihsizleştirme projesi iç, dış faktörlerin genel dünya konjontürü içerisinde, yanyana gelişi ile birlikte çeşitli zamanlar içerisinde oluşmuştur. Öncelikle bütün vatandaşlık hakları askıya alınmış, sonrasında anayasal düzeyde büyük ölçüde ortadan kaldırılmakla terörize edilen insanlar, temelde çoğu kendi öznelliğine dayanmayan, içine çekildiği, yöneltildiği cinsiyet, din, etnik köken, aşiret, cemaat, kimi zaman tuttuğu takım, tükettiği ya da imrendiği marka v.b. şeklindeki kabuklarına çekilmiştir” (Cangızbay,1996:55-56). Hal böyleyken, öte yandan “80’lerde iki strateji, iki iktidar olma biçimi ya da iki farklı söylem: Devletin yasaklayıcı söylemiyle daha modern, özgürleştirici vaadlerle dolu, daha sivil bir söylemin adeta çakıştığı da gözlenmiştir. Kitlelerin taleplerini dile getirebilecekleri kurumların yok edilmesi ile neredeyse ilk kez kitle kültürünün ortaya çıkması da aynı dönemin farklı yüzeyleridir ve bu süreçte kitlelerin umut ve özlemleri de en yoğun bir biçimde kültür endüstrisinin ilgi ve nüfuz alanına girmiştir. Kültür daha önce görülmedik boyutlarda piyasaya tâbi olmuştur. Türkiye’de neredeyse baskı döneminden çıkıldığı yanılsamasını doğuracak yaygınlıkta bir söz, imge ve görüntü patlaması yaşanmıştır” (Gürbilek, 1992:8,16). İnsanların dünyayı değiştirmek, mevcut iktidar örüntülerini eleştirmek uğraşlarının boyu aşan bir girdap olduğu acı biçimde anlaşılmış, kendi için kaygılanma, kendi için haz aramanın şahsi sorumluluğu merkezli arayışlara yol verilmiştir. Mevcut ya da yeni, yenilenmiş, görece sorumluluksuz aidiyet ve haz biçimleri tecrübe edilmiştir. Bu süreçte, belirtildiği gibi en zengin bir anlam, anlamlandırma alanı olan popüler bir takım ve seyir oyunu futbolun (sosyal, siyasi bakımdan görece) tehlikesiz, sorumluluksuz, sınırlı duygudaşlık, ortaklaşma, dayanışma içerimli bir aidiyet, vb., anlamlarıyla yüklenme ve konforlu izlenim olanakları herkesi kendisine daha da fazla çekmiştir. 1980’lerin bu karmaşık, yalnızlaştırıcı ve güvencesiz, aynı zamanda, seyre çağırılan heyecanları, yeni açılımları bol bol tüketmeyi vaadeden ortamında herkes basının/medyanın alkışladığı üzere kardeşlik içerisinde eğlenmeye, konserlerde pop müzikle kendinden geçmeye, şifreli kanallara küfür edilse de kahvehanelerde izlenen, naklenin ardından, banttan verilen futbola yönelmiş (meclisde milletvekilleri taraftar adına şifreli yayına çözüm aramış), aydınlar 254 Vanspor’un Fenerbahçe yengisinin siyasallaştırılması hiç olmadığı kadar futbolu, konuşmuş, yazmıştır. Siyaset ve medya figürleri “konuşan Türkiye”den dem vurmuştur. Bastırdığı şeylerini, cinselliğini konuşan, talk show programlarına açılıp şahsen kendinden sözeden, deli gibi futbol konuşan Türkiye’dir artık izlenesi olan. Bu çerçeve içerisinde, 90’lı yılların başında futbola olan (hemen bir on yılı aşkın süredir tırmanan) ilgi , tv’lerin de yardımıyla patlamış, ve yanı sıra sayısız “popüler kültür ve futbol”, “futbol ve milliyetçilik”, “futbol ve kültürü” başlıklı genellikle ‘’YAŞASIN FUTBOL!” diyen, daha çok sol gelenekten isimlerin kaleminden çıkan yazılar birbirini izlemiştir. Günlük gazetelerin yanında, (geçen üç on yıl boyunca denemeleri yapılmış) futbol yoğunluklu günlük spor gazeteleri, dergiler, özel televizyon kanallarında gece yarılarına uzayan, sayısız futbol programı, özel kanallardan, şifreli ya da banttan sayısız lig maçı yayınlanır olmuştur. “Televizyonların maç yayınları furyası, merak uyandırıcı mevzu edişi ile de seyircide alışkanlık ve bağımlılık yaratılmıştır”(Bora, 1993:11). Televizyonlar maç yayın hakları için birbirleriyle, büyük kulüplerle, seyricilerle bitip tükenmeyen gerilimlere izma atmış, hızla ticarileşmiş futbol endüstrisinin büyük ortaklarından biri olmuştur. “Kitleyi elinde tutmak isteyen kitle iletişim araçları futbolun kitlesel gücünün önemini, çok önemli bir gelir kaynağı olduğunu kavramışlar ve bu yüzden bu “büyülü” oyuna ciddi oranda yatırım yapmayı göze almışlardır” (Arık, 2004: 272, 293). Futbol, gündelik yaşantıların neredeyse doğumdan ölüme kadar konuşulan zengin, vaatkâr, çok zaman konumlanımları içinde kopup gelen söz’ün ipini kopardığı sürekli bir kollektif adiyet alanı olarak yaşanır (olmuştur). İnsanların ruh halini değiştiren, geren, gevşeten, haz veren, ortaklaştıran, odaklanılan bu popüler pratiğin toplumsal öneminin, mertebesinin farkında olan siyasetçiler, olanak buldukça siyaset yapmanın ve destek bulmanın enstrümanı yapmaya çalışmışlardır. Seçim turlarına çıkan liderler gittikleri illerin, il yapma sözü verdikleri yerlerin futbol takımlarının beklentileriyle yakından ilgilenmeyi alışkanlık edinmişlerdir. 1990’ların başlarında da siyasetçiler için ilkin verimkar bir siyasi rüşvet olmuştur. Bu dönemde 1980’lerin tüm tortularını taşıyarak ağırlaşa gelen ciddi toplumsal, ekonomik, siyasi kriz ve demokratikleşme adımlarının atılamaması, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da şiddetlenen terör gibi pek çok makro ve mikro bunalım zeminleri ağır bir kıskaç yaratmıştır. Dahası dünyanın gündemine oturmuş olan kimlik tartışmaları teröre bakış üzerinden dağılmış din, dil, kültür, etnik köken farklılıklarını temsil eden kimlikler, kimliklenmeler, siyaset alanındaki katı kimliklenmeler gerilimli tartışmalara konu olmuştur. Kimliklerin Gülcan Seçkin 255 farklılıklarından sözederken cepheleşme, cemaatleşme, içe dönme ortamını besleyen çizgiler belirginleşmiştir. Ulusal kimlik, etnik kimlik tartışmaları, (yayılan teröre de işaretle) bölücülük, ayrımcılık yapıldığı yolunda eleştirileri de beraberinde getirmiştir. “Birlik ve beraberliğe olan ihtiyaç” söylemi (12 Eylül sendromundan çok, artık “bölücü PKK terörü”ne işaretle) popüler politik söylemden, futbol metinlerine kolayca taşınırak milliyetçi söylemin bir parçası olarak yeniden üretilir, en şiddetli biçimlerine ulaşır, bölünmeci pratik ve söylemlere/ötekilere (ve yakın duruşlar içinde sayılana) en sert bir biçimde tepki gösterilir. Bu konjonktürde, “popüler futbol kültürünün (popüler kültürel bir form olarak çokanlamlılığı ve üstbelirlenimi unutulmamalı) milliyetçi söylemin (yeniden) üretildiği ve milli kimliğin söylemsel olarak yeniden kurulduğu hegemonik-toplumsal pratiklerin bir alanını oluşturduğu” (Erdoğan, 1993:32) en açık ve en endişe verici biçimde örneklenir. Yukardaki dönemden bahisle ve devamla örnek verilirse, 1991-92 sezonundan başlayarak tribün edebiyatında kendisini gösteren başlıca milliyetçi moment, anti-PKK hissiyat olmuştur (Bora ve Erdoğan, 1993:239). Olağanüstü Hal Bölgesi’nde süren terörün (asker ve sivil ölümlerinin) ve askeri uygulamalarla bastırma politikalarının tribünlerdeki yansıması ”bölücülük” ya da “ayrımcılığa” taraf olarak işaret edilenleri hedef alan milliyetçi söylemin kabaran tezahürleri olurken, maçlarda taraftarların (yer yer oyuncuların) mutlak katılması gereken bir tescilleyici girizgahı oluşturmuştur. Zaman zaman bu söylem lig maçlarındaki sürtüşmelerde de belirmiş, hemen yüzeyde bekleyen vurucu bir ayrıştırma aracına dönüşmüştür. Bunun örneklerine geçmeden önce sıradan futbol taraftarının bu kültürel pratik içerisinde (hiç tükenmeyen) hangi anlamları paylaşabileceğine, bulabileceğine, gündelik yaşamda kimliğinin ayrılmaz bir parçası oluşuna işaret eden şu sözler, o dönemden, not düşülesidir. Tuttuğu takımın yengi ve yenilgisini içinde duyan taraftar için dışına itildiği siyasi ve ekonomik alanlardan, görece çok daha fazla söz sahibi olduğu (ya da içine çekildiği) alan futboldur, takımıdır. 17 yaşında, kendisini “fanatik Beşiktaşlı“ diye tanımlayan bir genç Kanal D'nin (6.9.1994) bir sabah programında futbolu tartışırken, kendisine yöneltilen mikrofona şunları söylüyor: “Biz ezgin insanlarız, sosyal hayatımız ölü, hareketsiz, kültür, gelir seviyesi düşük, evinde ekmeği yok, işini bırakıyor, oraya geliyor, seviyor. Kendinden fedakarlık yapıp gidiyor ve futbolcu yenilince üzülüyor. Futbolcu kazanınca, dünyanın parasını kazanıyor. Biz fedakarlık yapıp gidiyoruz. Taraftar olarak bizi tribünde de, dışarda da desteklesinler. Arkadaşımın ağabeyi, Beşiktaş için kendisini jiletledi. Polis değil devlet gelse, yapamaz, tribünde bir taraftarın 256 Vanspor’un Fenerbahçe yengisinin siyasallaştırılması tırnağını bile kesemez." Bir diger taraftar ise: " İnsanları hümanist yapan müzik, dans okulları Batıda sokak aralarında bile varken bizde bunların hiçbirisi yok. Geriye kalıyor futbol seyirciliği..”. “Türkiye’de popüler futbol kültürü, özellikle 1980’li yıllarla birlikte, popüler bilinçteki anlam, tema, kod, mit ve söylemlerin etrafında örgütlendiği anlamlandırma sisteminin yoğunlaştığı bir temel “metin” haline gelmiştir. Toplumsal anlamlarla eklemlenmesi ve toplumsal ve siyasal kimliklerin söylemsel yeniden kuruluşunda oynadığı rolle düşünülmeye değer bir konumdadır”(Erdoğan, 1993:26). Toplumsal ve siyasal kimliklerin yeni vurgulayıcı, zenginleştirici motifleri yaratıcı biçimde içine örüntüleyerek, yenilenimlerle (yeniden) kurulmasında uygun bir mecra ve etkili bir zemindir. En sıklıkla da milliyetçi söylemlerin içlemlendiği, çatışan politik söylemlerin karşılaşma alanlarından biri olmanın yanında futbol kimliğine en uzak mesafede görünenleri dahi içine çeken cezbedici olanakları ile çok geniş toplumsal anlamlandırmaların ve yarar arayışlarının taşındığı bir düzlem olarak işlemeye devam eder. 7 Eylül 1995 akşamı oynanan A Milli Takımı Macaristan maçı öncesi Sabah’ın manşetinde "60 milyonu aşkın Türk olarak bu gece 21:00'da Budapeşte'nin Nep stadının çimlerine çıkacak olan millilerimiz için dua edelim ve onlardan bir galibiyet bekleyelim”, yazar. TRT1’de İzlanda Milli Takımı ve A Millilerin karşılaşması naklen verilirken de belediye bandosu Dağ başını duman almış marşını çalar. Stadyuma banttan İstiklal Marşı yayılır. Tribünlerde:"Avrupa Avrupa duy sesimizi/ İşte bu Türklerin ayak sesleri/ Türklere kimse karşı duramaz/ İzlanda İzlanda kolla kendini", şeklindeki meydan okuma duyulur. Başbakan Çiller, 5-0'lık galibiyetin akabinde, “Türk milletinin gurur kaynağı olan ve göğsünü kabartan milli takım”ı ve “taraftarlarını” kutlar. Sokaklarda coşku içinde İstiklal Marşı okunur, kurt işaretleri, “ne mutlu Türküm diyene” haykırışları, bayraklarla süslenmiş arabalar, akar. Tüm kanallar maç esnasında yaralanan Trabzonsporlu Büyük Orhan'ı hastaneden (tıpkı bir savaş gazisi gibi) verir. Çenesi yarılan Hakan kameralara "burada insanlar canının veriyorlar Türkiye için, burası milli takım, çenem yarılmış ne olacak "der. Tüm bu sözler, gol anları, hastanede yatan Orhan, fonda Türk bayrağı ve hemen TGRT'de Mustafa Yıldızdoğan'ın bağlama eşliğinde (sözleri Dilaver Cebeci’ye ait) “Türkiyem” türküsü tüm bu medyatik kurgulamaya ekleniyor ve duyguları tırmandırmak üzere sesleniyor. İzlanda zaferi sonrası milli takımı ve teknik direktör Fatih Terim'i eleştirdiği iddia edilen ve herkesten tepki alan Fenerbahçe divan kurulu üyesi Gülcan Seçkin 257 Turgut Sevenler, Kanal 6’daki Stadyum programında: "En milliyetçiniz hangisi ise ondan daha milliyetçiyim beyler, canımı cigerimi veririm Türkiye için", diyor (15.10.1994). Öte yandan eski Fenerbahçe yöneticilerinden Ömer Çavuşoğlu'nun UEFA Kupası’nda Galatasaray'ın rakipleri İspanyol ve İngiliz takımlarını desteklemesi belki de ilk kez milliyetçi söylemi kıran, uygunsuz bir tavır olarak değerlendiriliyor. Bir programda spor yazarı Engin Verel tepkisini şöyle dile getiriyor "Kişiler camialararası ilişkileri bozmamalı. Van'da bile İstiklal Marşı okunuyor. Türkiye kara günler yaşıyor. Galata, Fener camiasını birbirine düşürmemek gerek, ayrımcılık ve vahşeti davet ederse kötü olur..” Bir diğer kanal, İnterstar’da Açık Tribün programında Ersan Çelik aynı konuya değiniyor: Şov ve kendi çıkarları için kin ve nefret tohumları atan Fener yöneticilerinin Türk'ü düşman gibi gören İngiliz'i desteklemesini yakıştıramıyorum. Biz Türküz, birlik ve beraberlik içinde olmalıyız. Dışarıya karşı birleşmeliyiz. Galata ile Neşetel'de birlik olundu ve kazanıldı... Elbette Galatalı Feneri ya da Fenerli Galatayı desteklemek zorunda değil ama burada İngiliz'i, İspanyol'u desteklemek olmaz... (İnterstar, 28.9.1994). Futbol karşılaşmalarında yoğunlaşan milliyetçi tezahüratlar, tv programlarında sertleşen futbol tartışmaları, bazı spor gazetelerinin yaptığı kışkırtıcı yayınlar rahatsızlık yaratır. Ana medyada, bazı yazarlarca bu olayların esasen futbolun kendisinden kaynaklanmadığı yorumları yapılırken, futbolun yan sanayi dalları olan bir şov/gösteri niteliğiyle yaratıcı, estetik arındırıcı olduğu kadar ülkenin mevcut koşullarında insanları birleştirici etkilerinin daha önemli hale geldiği hatırlatılır. Futbol ve futbolun üç büyüklerinin büyük şehirlerde artan mezhep, etnik köken, hemşehrilik ve aşiret bağlarına dayalı kümeleşmeler içinde yaşayan, ilişkileri sınırlı, birbirlerine çeşitli mesafelerdeki insanları “birleştirici”, “bütünleştirici” etkilerinin önemi üzerinde durulur. “Yetersiz olan ortak amaçlarda birlikte hareket etme pratiğinin” futbolun buluşturduğu anlarda canlandığı vurgulanır (Sirmen, Milliyet, 4.9.1994). Türkiye’nin çeşitli düzeylerde gerilimler yaşadığı süreçte bu sevilen popüler kültürel pratiğin imkanlarından yararlanmak bir politik strateji olarak görülür. Birlik, bütünlük, beraberlik, bir potada erime olanaklı futbolun bu üst belirler niteliğinin geniş olanaklarına vurgu yapılırken aynı günlerde büyük takımları çatışmamaya, birlik ve beraberliğe önem vermeye çağıran spor yazarlarından bir başkasının, özel bir tv kanalında “Van da bile milli marş okunuyor!” örneğini vermesine vesile olan maç oynanmıştır. Olağanüstü Hal 258 Vanspor’un Fenerbahçe yengisinin siyasallaştırılması Bölgesi’nde terörün odağı olmuş illerden biri durumundaki Van’ın 1. Lig’de oynayan/oynatılan (valiliğin finans ve idari desteğinde ilerleyen) futbol takımının üç büyüklerden birini yenmesi (17 Eylül 1994) büyük yankı uyandırmıştır. Medyanın bir bölümünde mevcut gerilimli koşullara ilişkin bakış açıları, kaygılar ve yargıların deşifre edildiği, ötekileştirmeye dayalı kimlik politikalarının dilinin yeniden üretildiği, temsil edildiği (“Öteki”nin, ülke-si ile barışması, “oynayarak” mutlu biçimde hizaya gelmesi adına) daha çok politik bir olaya dönüştürülmüştür. Bu yengi Türkiye’nin ilgili dönemine, gerilimli, çelişkili makro koşullarına ilişkin toplumsal, siyasal, ideolojik anlamlandırımların taşındığı, (yeniden) üretildiği, sergilendiği bir metin olarak örüntülenmiştir. Yerleşik bakış açılarını, kendini ve ötekini konumlandırmaları, niyetleri, hissiyatları söze döküş patlaması yaşanmıştır. Bu olaylaştırmayı ve çarpıcı haber(leştirme)leri çözümlemeye geçmeden önce dönemin ağır ekonomik, siyasi koşulları içerisinde hükümetin Doğu ve Güneydoğu’ya yaklaşımlarını yeni çabalarla ortaya koyma girişimlerine ait hemen bir kaç örnek verilecektir. “Olağanüstü Hal Bölgesi”ne yönelik ekonomik ve sosyal stratejiler 20 Ekim 1991 genel seçimlerinin ardından (ANAP başarısız olmuştur) 20 Kasım 1991’de iktidara gelen DYP-SHP koalisyonu hükümet programında demokratikleşmeye, sivilleşmeye öncelik verileceği sözü verilmiştir: demokratik değerlere göre yeni bir anayasa oluşturma anlayışı ile 12 Eylül rejiminin yasaları gözden geçirilip, değiştirilecek, işkence önlenecek, yargı güvencesi, olaganüstü hal mevzuatı ve uygulaması düzeltilecek, üniversite özerkliği, sendikal haklar konusu ele alınacaktır. Ancak programın gerçekleştirilmesi çok sınırlı atılan adımlardan ibaret kalmıştır (Tanör, 2002:89). Diğer yandan terörü bitirme sözü veren hükümet Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da PKK ile mücadelede askeri karşılık vermenin yanı sıra bu bölgelere yönelik çeşitli yatırımlar yapma, terörü besleyebilecek koşulları ortadan kaldırma stratejilerinin arayışına da girmiştir (o esnada “bölücülük”, “ayrımcılık” eleştirileri sertleşmekte, futbol tartışmalarında test edici bir söylem olarak her an belirmekte ve kimlik tartışmaları sıkıntılı bir zeminde sürmektedir). Başbakanlık Toplu Konut İdaresi 1992’de PKK baskını yaşayan Şırnak’ta, ayrıca Diyarbakır ve Hakkari’de evler yapmak üzere ihale açar, “üç inek peşinle ev” sloganıyla satışı başlatılır. Turizm Bakanı akan kanın durması ve barış ortamının sağlanması için turizme de görev düştüğünü belirterek, Güneydoğu’da yaşayan vatandaşlara Güney Gülcan Seçkin 259 sahillerinde devlet kampları ve özel turistik tesislerde tatil yaptırma planını “Türkiye’yi, kaynaştıracak” bir proje olarak sunar (Hürriyet, 1.9.1994). Kültür Bakanı Güneydoğu ve Doğu bölgelerini kapsayan bir sanat şöleni düzenleneceğini açıklar. Sanat barış güvercini olacak, sanatın kaynaştırıcılığını bölgeye taşıyarak toplumda bir yumuşama yaratılmakla sorunların uzlaşmayla çözülebileceği gösterilecektir. Kültür zenginliği ve çeşitliliği, etnik, mezhepsel zenginlikler, ulusal birlik ve bütünlüğü kaynaştıracak bir harç olarak yerleştirilecektir (Cumhuriyet, 3.9.1994). Aynı günlerde TRT1 “Kokteyl” programını Doğu’da terörün yoğunlaştığı illerden birinde Van’da yapar: “Sevgi, dostluk mesajı vermek, Doğu’ya çekilen köprünün bir ayağını oluşturmak” amaçlanmıştır (Cumhuriyet, 1.9.1994). Kamu televizyonu TRT’nin yayınlarında özenle çeşitliliklerin zenginlik olarak kabul edildiği bir Türkiye vurgulanır. 1995 yayın dönemi için TRT tüm kanallarında uygulanacak yayın politikasını temsil eden ‘Genel Yayın Planı’ taslağında Güneydoğu ve Doğu bölgelerine yönelik yayınlar üzerinde ayrıntılı biçimde ve titizlikle durulur. Bölgeye yönelik porgramlarda insanlar arasında ırk, dil, din, mezhep ayrımcılığı yapılmadığı işlenecektir. Devletin milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, demokatik, laik ve sosyal hukuk devleti imajı vurgulanacaktır (Cumhuriyet, 19. 9. 1994). Aynı günlerde RTÜK başkanı da sayılarında patlama yaşanan radyoları, televizyon kanallarını ülke bütünlüğü ilkesine uymaları konusunda uyarır. Tüm bu gerilimli koşulların içerisinde gündelik yaşamın rahatlama, eğlenme, (siyaseten) siyasetten uzak yeni hazlar vaadeden piyasalara açılımı yaşantılanırken özel televizyon kanalları bu gereksinimi konu edinme, belirleme rekabetindedir. Arabesk-fantazi müzik sanatçılarının programları, eğlence programları, talk şovlar, reality şovlar, yarışmalar yayınlanır. Özel televizyonlarda arabeskten çok pop müzik patlaması, yanı sıra bir başka büyük keyif daha futbol yayınları, futbol programları patlaması yaşanır. TV kanallarında saatler süren futbol programları, futbol haberleri gece yarılarına uzar. Futbolla yatıp futbolla kalkılan bir dönem olarak da eleştirilir (Özdemir, Cumhuriyet, 8.9.1994). Bu döneme ilişkin olarak Hürriyet köşe yazarı Rauf Tamer Türkiye’nin yarısının Türk popuyla oynadığını, liderlerin gezilerinde, mitinglerde, konserlerde, televizyon şovlarında ülkenin insanının herşeye rağmen fıkır fıkır olduğunu memnuniyetle yazar. Burak Kut konseri için Hürriyet büyük fotoğraflarla “Gençler barıştı” manşetini atar: 260 Vanspor’un Fenerbahçe yengisinin siyasallaştırılması Yıllarca değişik kamplara itilerek kavga etmeye zorlanan gençlerimiz artık, türbanlısıyla mini eteklisiyle aynı şeylere seviniyor, aynı şeylere üzülüyor. Genç şarkıcıların konserleri binlerce kişiyi çekiyor, Kulüplerimizdeki genç futbolcular da başarılı maçlarında binlerce gencin alkışlarıyla coşuyor, gençler parti kongrelerinde konser varmış gibi eğlenerek izliyor (Hürriyet, 8.9.1994). Gazetenin Genel Yayın Yönetmeni E.Özkök 1980’li yıllarda siyasi yasaklara karşı S. Demirel’in “Konuşan Türkiye” sloganına gönderme ile tv’lerde gece yarısı muhabbetlerini ve telefonla katılımları göstererek “Türkiye asıl şimdi konuşmaya başlıyor” yorumunu yapar (Özkök, Hürriyet, 11.9.1994). Ancak bu (oldukça ironili) konuşma koşullarına katılma konusunda ülkenin Doğu ve Güneydoğu’sunda kalıcı bir istikrar, sükunet düzeyi henüz kurulamamıştır. Terör ve OHAL devam etmektedir. Erken seçim beklentilerinin konuşulduğu da bir atmosferde, Başbakan Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesi için “Acil yardım genelgesi” yayımlar. Öncelikle 20 il için ödenek ayrılması kararlaştrılmıştır: “Karayolları, sağlık, eğitim, köy hizmetleri, Tarım, Gençlik ve Spor, Gap için köy toplulaştırmaları için, atıl tesislerin kazanılması, besicilik, dokuma için de ödenek planlaması”nı içerir (Hürriyet, 20.9.1994). Ancak derinleşmekte olan 5 Nisan ekonomik krizi askeri harcamlara ve Güneydoğu’ya yapılması planlanan yatırımlar için ödenek bulma zorluğu çıkaracaktır. Bu stratejilerin ana hedefi bölgenin daha çok ekonomik, sosyal sorunlarından beslendiği düşünülen terörü desteksiz bırakma, ilgi odağı olmaktan çıkarmak ve ayrıca seçmen desteği sağlamaktadır. Başbakan bu planlamaların yanı sıra gezilerinde il vaatlerinde bulunurken ayrıca futbol takımlarını da 1.Lig’e çıkarma yolunda destekleme sözleri de vermektedir. Bu boşuna değildir. Esasen yatırım planları yanında devlet bir süredir hemen en pratik bir stratejiyi uygulamaya koymuş kitleleri cezbeden, ateşini düşüren, boşalım sağlayan, aidiyet, dayanışma, birliktelik duygusu yaşatan ve ülkenin her yerinde çok sevilen futbolun herkesi kuşatabilen, zevkinde birleşilen çekiciliğinden istifade edebilmek için harekete geçilmiştir. Başbakan’ın futbol takımlarını destekleme sözü Doğu ve Güneydoğu illerinde bir strateji olarak hayata geçirilmiş, belli süre uygulanmıştır. Amaç öncelikle terörün ve karşılığında olağanüstü hal uygulamalarının bölge insanının yaşantısı üzerindeki sert kuşatmasını dağıtmak, gündelik hayatına futbolun kapıp götüren seyir zevkini, toplumsal hissiyatların ifadelerine mevki/mevzi sunan çekiciliğini katarak canlılık kazandırmak, terör örgütünün söylem ve pratiklerinden uzaklaştırmaktır. Ekonomik ve sosyal hayatın canlanmasına görece katkılar sağlayabilecektir. Popüler kültürel bir pratik olarak futbol Gülcan Seçkin 261 gençleri terör olaylarından uzak tutabilecek, sertleşen ötekileştirme söylemlerini kırabilecek, devletin hegemonya mücadelesinde farklı, nisbeten yumuşak bir kanal aralayabilecektir. Bütün bu konjonktürel zorunlulukların ivedileştirmesiyle de “devlet baba Doğu takımlarını finanse ederek halkın bu takımlar etrafında birleşmesini sağlamaya çalışmıştır. Bu takımlardan biri de Vanspor’dur”(www.medyavan.com/haber). Devlet, “Doğu takımlarını finanse ederek bölge halkının spora yönelmesini ve meşin yuvarlak etrafında bütünleşmesini istemiştir. Bu anlamda Doğu’nun sembol takımı Vanspor’du. Devlet, OHAL bölgesindeki tüm takımları desteklemiştir, ancak Vanspor’a verilen destek daha fazla olmuştur”(Kola, 2003, 2002). Bu bölgelerde valiler, garnizon komutanları, belediye başkanları, emniyet genel müdürleri tarafından futbol takımlarına kaynak, teknik, organizasyon, yönetim anlamında düzenli destek sağlanmış, bizzat takım yöneticisi, başkanı vb. olarak da görev yapmış, bu sürecin hedeflendiği gibi yürütülmesini sağlamışlardır. Milletvekilliği ve belediye başkanlığı beklentisi olanlar için oy sağlayıcı bir uğraşa da dönüşmüştür. Bu politikanın en başarılı, en çok ses getiren, Doğu, Güneydoğu takımları arasında medyanın günler süren ilgisine en fazla mazhar olan örneği ‘Vanspor mucizesi’dir. Teröre karşı devlet destekli futbol: Vanspor’un F.B. yengisine bakış Kitlelere futbol tutkusu üzerinden, içinden seslenmeyi arzu eden siyaset bu çok olanaklı popüler pratiğe yer yer hep ihtiyaç duymuştur. Devlet bir strateji olarak, 90’ların başlarından itibaren Doğu ve Güneydoğu’da da çok sevilen, ilgi gören futbolun, seyircinin (bölge halkının/ ötekileştirilenin/ ayrılıkçılığa meyil ortamındaki Kürtlerin) arzu edilen yüksek kollektif aidiyete (Devlet, ulusal bütünlük, milli birliğe) eklemlenmesinin mecraı, aracı olarak işlev görmesine çok özel bir önem verilmiştir. Milli kimlik her anlamda yara almış, “belirli ortak anlam, kod, simge ritüel, mit vb. temelinde kurulan bir (eşitlik)biz ve (farklılık) ötekiler ilişkisinin ürünü” (Erdoğan, 1993:28) iken içinden sarsılmış, ya da ortaya çıkan ayrışmalar kolayca aşılabilecek gibi görünmemiştir. Milli kimliğin kurucu unsurlarını gözden geçirme ve inceltmeler, üst ulusal kimlik/Türklük’ün keskin kuşatmasını öne çıkarmadan hemen bir milli kimlikten değil, milli birlikten sözedilmesi kendisini devlet destekli futbolun hassas başarısını takdirde, yer yer belirgin, göstermiştir. “Genelde popüler spor kültürü ve özelde de popüler futbol kültürü, milli kimliklerin (yeniden) kuruluşuna çeşitli biçimlerde katkıda bulunur. “Varolabilecek ‘küçük’ iç bölünmeleri aşarak ve yerinden ederek, milletin 262 Vanspor’un Fenerbahçe yengisinin siyasallaştırılması ‘biz’ olarak kurulmasını sağlayan bir alandır” (akt. Erdoğan, Clarke ve Clarke, 1982: 65-6). Bu kültürel pratik zemininde “biz”in söylemsel kurulması ve yeniden üretilmesi her zaman kolay ya da çelişkisiz ya da her zaman aynı yordamlarla varılan sıkıntısız bir süreç değildir. Toplumsal anlamların yeniden üretilmesinde, çeşitli gerilimlerin form arayışında, boyun eğme/karşı koyma mücadelesinde cezbedici bir zemin olarak işlev görürken bizzat belirli popüler politikaların uygun bir stratejik mecraına da dönüştürülür. Bu mecranın/futbolun Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da PKK’nın “devlete”, “milli birliğe”, “toplumsal yaşama” yönelik ağırlaşan tehditlerine karşılık bölge insanlarının yaşantısındaki daralmaları, artan gerilimleri kıracak bir dünya sunması umulmuş, özellikle gençlerin ülkenin batısındakiler gibi futbol taraftarlığında, izleyiciliğinde kollektif bir aidiyet aramaları arzu edilmiştir. Futbol eğlencenin, hazzın olduğu kadar barışçıl mücadelenin de tek zemini olacak, siyasi, toplumsal kutuplaşmaların yumuşadığı, yer yer aşıldığı, milli birlik ve bütünlüğün yeniden kurulduğu bir ortaklaşma alanı olacaktır. Bu ve buna benzer beklentilerle Doğu ve Güneydoğu’da OHAL illerinde futbol takımları devletin ilgi odağı olmuştur. Askeri ve siyasi stratejinin gereği olarak takımları liglerde yükselterek, küme düşmesini engelleyerek, yöneticilik ve finansörlüğünü üstlenerek çalışılmıştır. Pek çok ilde görece başarılı olunup, verilen destekler ölçüsünde ve süresinde takımlar bölgelerinde nisbeten görünür olmuştur. Futbol gibi “kollektif sporlar, özellikle de kitlesel seyirci desteğiyle ulusal kimliğin ön plana çıkmasını sağlayabilmekte, hatta siyasal gösterilere müsait zemin hazırlayabilmektedir”. Buna göre, Rağıp Duran ilgili dönemlerde de “stadyumlarda, spor salonlarında biraraya gelen kitlenin polis ve askerlere karşı kendilerini daha güçlü, daha birlikte hissettiğini“ söyler (Duran, 1993: 259). Ancak devlet yönetim ve desteğindeki futbol takımı ve seyirciliğinde bunun çok açık tezahürleri ne denli yoğun olabilmiştir, burada bilinmemektedir. İlgili dönemde terörle birlikte Doğu, Ğüneydoğu denildiğinde "terör", "PKK", "bölücülük" “ PKK destekçisi Kürtler”, bu sözcükler kulanıldığında da Doğu, Güneydoğu ile ana anlam, ana yan anlam düzeyinde eşanlamlandırılmıştır. İnsanların terörle ve buna karşılık veren devleti, hükümeti temsil eden askerle, silahla, olağanüstü hal yönetiminin beraberinde taşıdığı sert ya da temkinli bakış açısı ve uygulamaları ile içiçe olduğu tehlikeli, ulusal bütünlüğe yönelik tehditlerin yer yer kaynağı ya da üssü durumuna gelmiş, geniş bir coğrafya olarak konumlanmıştır. Bu bölgelerde en Gülcan Seçkin 263 üst düzey mülki idare amirleri devletin desteği ve sağladığı olanaklarla futbol takımlarının alt yapısını desteklemiş, yöneticiliğini, finansörlüğünü üstlenmiş, reklamını yapmış, illerin ileri gelenlerinden, işadamlarından yardım toplamış, futbol üzerinden (kendilerine ilerde oy da getirebilecek) bir halkla ilişkiler faaliyeti sürdürmüşlerdir. Bu takımlar arasında en büyük başarıyı (en son 3.Lig’deki son maçına kadar) “Doğu’nun Fenerbahçesi” olarak adlandırılan Vanspor yakalamıştır. Devlet desteği ile 1994’de 1.Lig’e yükseltilen Vanspor 15 bin kişilik, gece maçlarına, naklen yayın imkanlarına sahip modern bir stadyuma kavuşturulmuştur. 1993’de Van valisi olan Mahmut Yılbaş, Vanspor kulüp ve şirketinin (o dönem Malatyaspor’un ardından şirket kuran ikinci kulüptür) yönetimini de eline almış, şirkete ait bir tekstil fabrikası açmıştır. Ayrıca İran’la yapılan ticaretin yüzde 1’lik geliri kulübe düzenli gelir olarak aktarılmıştır (Kola, 2003). Uzun zamandır atıl haldeki KİT’ler Van Et, Van Yün İplik, Van Süt ve Van Bes’in yeniden üretime geçirilmesinden sonra Van Et’in yüzde 51’i özel idare tarafından satın alınmış, Valilik tarafından işletilen Van Et, bir yandan da takımın sponsorluğunu üstlenmiştir (Milliyet, 21.9.194). Sezona girerken bir Anadolu takımı için oldukça yüklü bir meblağ olan 80 milyarlık transfer harcaması yapan takıma destek, çok önemli ölçüde devletten gelmektedir. Takım transferlerle güçlendirilmektedir. Bu arada “Van Şehir Stadyumu”na adı 28 Ocak 1994 tarihinde ilgili devlet bakanlığının kararı ile valinin adı verilmiş, “Mahmut Yılbaş Stadyumu” olarak değiştirilmiştir. 1993-94 sezonunda 2. Lig"de şampiyon olan Vanspor, 1. Lig’deki ilk sezonunda oldukça başarılı maçlar çıkartır. Önceki dönemlerde asker ve polislerden ibaret olan seyirciden hariç, takıma destek vermek, futbol izlemek üzere seyirci, taraftar kitlesi stadyuma akın eder. Üç sezon 1. Lig"de başarıyla mücadele eden Vanspor o dönemler pahalı transferler yapan ve 350 kişiye iş imkanı sağlayan bir kulüp durumuna getirilmiştir. Kentin reklamı Vanspor’la yapılır olmuştur. Lig’lerde kaldığı sürece, gazetelerin spor sayfalarında takımın küçük haberleri yer almıştır. Devlet desteğinde güçlenen, diğer takımlardan transferlerle adımları hızlandırılan Vanspor 1.Lig’de kendinde bekleneni yapmış, üç büyüklerin en gözdesi Fenerbahçe’yi yenerek bir bakıma devlete bunun karşılığını vermiş, Van’da/Doğu’da arzulanan zevkli atmosferden sözedebilme olanağı bir düzeyde, bir süre sağlanmıştır. 17 Eylül 1994’de Vanspor kendi sahasında konuk rakip takım Fenerbahçe’yi 1-0 yenmiş ve şehir merkezi (terörün olmadığı kısım) medya kuruluşlarının akınına uğramış, spor sayfalarının, spor programlarının dışında 264 Vanspor’un Fenerbahçe yengisinin siyasallaştırılması özel yazı ve yorumlara, programlara, ana haber bültenlerine bütün hafta konu edilmiş, bu zaferin üzerine adeta takım ve kent üzerine bir söylence (efsâne) yazılmıştır. Devletin futbol yatırımlarını dönemsel de olsa stratejik olarak desteklemesinin abartılı yansımalarını izlemek olanağı verdiği gibi, esasen ülkenin batısında yerleşik, zengin, devletçi İstanbul medyasının bu yengiyi metne dönüştürürken hangi politik, popüler, ideolojik vb..anlamları taşıyarak, eklemleyerek, yeniden üreterek nerelere vardığını görmek son derece çarpıcı sonuçlar vermektedir. Tüm kanalların yoğun ilgi gösterdiği olayı atlayan, tek kanal henüz birinci yılını kutlamaya hazırlanan atv olmuştur. Show TV yengiyi “büyük olay” haline getirmiş, haber dizisi olarak sunmuştur. Show TV muhabiri ve sunucusu Pınar Türenç “uzayan kol(umuz) bizden yana” anlamına yaslanarak Vanspor’un başarısını şu sözlerle yorumlar: "Van, Doğu takımı, Feneri 1-0 yendi. Doğu illerinde pek çok insan Van'a yığıldı. İkinci kurtuluş bayramı gibi” (Pınar Türenç, Show TV, 17.9.1994). Ertesi gün de aynı kanalda yine Pınar Türenç Van’ı, el birliği ile yaratılan Vanspor efsanesini, çok zengin bir zihinsel dışa vurumla karışık ötekileştirdiğini, bağrına basarak kurmaya devam eder: Doğu'da futbol ve Vanspor'un başarısı konuşuluyor. Bölgede kalpler Vanspor için atıyor. Doğu insanı birinci sınıf olmanın keyfini yaşadı. Doğu terör ve PKK ile anılırken Vanspor bunu kırdı.Vanspor sadece futbol değil, Doğu'nun kabuk değişimi ve Batı'ya meydan okuması. Doğu insanı Doğulu olmak istemiyor artık. Vanspor Van 'ın sesini Türkiye'ye duyurdu. Vanlı İstiklal Marşı’nı okudu. Doğunun gururu Van. Adeta Van'ın ikinci kurtuluşu, Doğu'nun Batı'ya isyanıydı (Show TV, 18.9.94). Kanal D’de "Mavi Gözlük" adlı proğramda Van ordu evinden "Vanlıyam şanlıyam" türküleri eşliğinde yapılan kutlamalar verilir. Abartılı içeriklendirmelere de bayılan özel televizyon kanalları takımın başarısı üzerinden bir birlik, bütünlük, dirlik, devletle barışma, Doğulunun, ötekinin (Kürtlerin) silkinip kendine gelme, terörü unutup hayatın hazlarına ülkenin görece zengin batısına imrenme yolculuğu şeklinde çok geniş ve konjonktürel açıdan yerine oturan bildik, egemen bir söylemi iştahla genişletirler. Yazılı basın olaya spor sayfaları yerine ön sayfalardan yer verir: "VAN'’DA BAYRAM", "VAN ESNAFINDAN F.BAHÇE UCUZLUĞU".”Vanspor'un Feneri yenmesi kentte onbinleri bütünleştirerek, kardeşlik ve iç barışı gündeme getirdi, terörü unutturdu “(Milliyet, 19,9,1994). "TERÖR YOK VANSPOR VAR" (Milliyet, 21.9.1994). "TÜRKİYE' VAN'I KEŞFETİ", " 7'DEN 70'E VAN" (Milliyet, 22.9.1994). İlerleyen zamanda Milliyet'te “Ekonomi” köşesinde Meral Tamer, Gülcan Seçkin 265 İstanbul'a kentin ürünleri ile gelen Vanspor'u kazanmış/kazanılmış bir barış mecraı/mevzii olarak yazar: Futbol çimento olmuş, spor faaliyeti olmanın ötesine geçerek kutuplaşmış insanları birbiriyle kaynaştırmış, Vanlılar arası iletişimi ve dayanışmayı güçlendirmiş.. Daha önemlisi devletle halk arasındaki soğukluğun giderilmesini sağlamıştır (Milliyet,19.2.1995). Daha önce lig haftasında Beşiktaş-Van maçı için Van’a giden Hürriyet yazarı Vedat Okyar Vanlıların sıcaklığını, takımlarına olan sevgilerini, kendilerine gösterilen “hürmetkârlığı” yazarken, futbolun sevgi, hoşgörü barış taşıdığına vurgu yapar (Hürriyet, 3.9.1994). Vanspor-Fenerbahçe maçının sonucu medyada da iki şekilde konu edilir: Büyük gazetelerin bir bölümü spor sayfalarının manşetlerinden Fenerbahçe’yi hedef alır ve Avrupa’da Cannes’e yenildikten hemen sonra cılız, amatör küme devşirmeliğinden yeni sıyrılmış bir Doğu takımına da yenilmiş olması ile alay eder, şiddetle eleştirir. Vanspor’un yengisine özel bir anlam yüklenmez, en çok kent halkının bundan büyük sevinç duyduğu haber detaylarında kısa ve yüzeysel geçer. Cumhuriyet, Sabah ve Hürriyet Vanspor yengisinin taraftarlara tarihi bir gün yaşattığını, çok geniş anlamlandırmalara girişmeden kısa bir kaç haberle konu etmişlerdir. Cumhuriyet sonucun sevindirici ama maç hasılatının düşük kaldığını, esnafın Cumartesi işyerlerini kapatamadığından, memur kesiminin de bilet pahalı diye gelmediğini yazar. Güvenlik için sahaya gelen jandarmanın seyirciden büyük alkış aldığını not düşer. Golün yarattığı sevinci bir kaç cümle ile özetlerken daha çok maçın teknik tartışımına yer ayrılır. İzleyen günlerde Cumhuriyet’in bir başka haberinde “Terör nedeniyle turistin uğramadığı belirtilerek tarihi, turistik zenginliğine işaret edilen Van’a ve çevresine Vanspor’un farklı bir hava getirdiğinden bir kaç cümle ile sözedilerek tekrar maçın geniş analizine geçilir (20.9.1994). Hürriyet Vanspor’un galibiyetini birinci sayfasının altında küçük bir başlık olarak verir: “Fener zaferi, Van’da büyük sevinç yarattı”. Devamı spor sayfasında gelir: “F.Bahçe Van’da maskara oldu. Fener Kan Revan. Van’da zafer gecesi. Kırmızı siyahlı taraftarlar, Fenerbahçe galibiyetini çılgınca kutladı”(18.9.1994). Takım bayrakları ellerinde halkın tüm gece kutlama yapması, “Doğu’nun Türkiye 1.Ligi’ndeki tek takımı”nın galibiyetinin yarattığı bayram havası özetlenir ve vali’nin takımı kutlayan sözlerine bir kaç cümle ile yer verilir. Sabah iki gün, iki kısa haberle F.Bahçe’nin Cannes yenilgisinin hemen ardından Van’a yenilmesini eleştiren bir başlıkla haber yapar. Vanspor’un galibiyetini “Van’da hayat durdu, Van’ın kurtuluş yıldönümü gibi, geç saatlere dek eğlendiler” şeklinde özetlerken 266 Vanspor’un Fenerbahçe yengisinin siyasallaştırılması maçın teknik analizine ağırlık verir. Ertesi gün de çok kısa bir haberle takımın Fener galibiyeti bayramını kutlamayı sürdürdüğünü ve oyuncuların alacakları primleri haber verir (Sabah, 18-19,9,1994). Gazeteler arasında Milliyet özel kanallar gibi yengiyi büyük bir olaya dönüştürerek, uzun süre gündeminde tutar. Show TV’nin çizgisinden giden Milliyet Van’a, Vanspor’un başarısının yorumlanmasına özel yer ayırmış, alınan sonuç abartılı bir heyecan ve kurulu üslupla “devlet, futbol, Doğu insanının futbolla ulaştığı, hatırladığı, bulduğu aidiyet duygusu ve esas PKK’ya atılan gol” olarak, “ milli birlik ve bütünlüğün yeniden sağlanması” olarak söylenceleştiren bir dille sunmuştur. “Yaşam ve İnsan’” sayfasında “Van Esnafından Fenerbahçe Ucuzluğu” başlığı ile verilen haberde “Vanspor’un başarısının terörü unutturduğu” ve “insanları bütünleştirdiği, kardeşlik ve iç barışı gündeme getirdiği” yorumları yapılırken, takım taraftarlarının sevincine ve OHAL bölge valisi Ü.Erkan’ın sözlerine yer verilir. OHAL valisi yörede spora yoğun ilgi ve sevgi duyulduğunu, spor tesisi yapımı için çaba harcandığını, gençlerin futbol tutkusunu, Vanspor’un iç turizmi canlandırdığını, esnafa kazanç sağladığını, üç büyüklerin gelmesinin yarattığı havayı anlatırken Güneydoğu’da gençliğin spora yönlendirilmesinin gerekliliğine vurgu yapar (19.91994). İzleyen günlerde Milliyet’in ‘ekonomianaliz’ sayfasınde devletin Vanspor’a destek oluşunun finansman ve idari boyutları, “Devlet, Vanspor’un Arkasında” başlığı ile hemen tam sayfa haber yapılır (21.9.1994). “KİT’ler Vanspor’a çalışıyor”, “Vali takıma yardım topluyor” başlıkları altında takımın finansman koşullarının nasıl sağlandığı geniş biçimde anlatılır. Takımın asbaşkanlığını vali yardımcısının yürütmesi ilgi ve desteğin ifadesi olarak yorulurken, yönetim kurulunda partilerden, esnaf-ticaret odalarından, sanayi sitelerinden temsilcilerin olması Van’ın birlik ve bütünlüğünün Vanspor çatısı altında sağlanması, hiçbir kesimin küstürülmemesi olarak değerlendirilir. Takım yöneticilerinin sözleriyle şehir merkezinde terörün olmaması futbola ve Vanspor’a bağlanır: “Her yerde en çok futbol konuşulmaktadır.” Gazete, Van’ı devletin terörü önlemede Doğu Anadolu’da pilot bölgesi olarak tanımlar. Doğu’nun futbol piyasasının son iki yılda Van’da oluştuğu, çevre illerden gençlerin futbol takım seçmelerine akın ettiği belirtilir. Maç 17 Eylül’de yapılmıştır, Milliyet Vanspor’un futbolunun sihirli değneğe dönüş(türül)mesine tüm katkısıyla, aşırı heyecan ve abartılı üslübuyla devam eder. Spor yazarlarından Ercan Güven’in kaleminden hikâye yeni detaylarla yeniden kurulur. Milliyet Spor sayfası tümüyle bu “olay”a ayırılır, büyük puntolarla “Tükiye Van’ı Keşfetti” başlığı atılır. Tüm sayfa Van Gülcan Seçkin 267 valisi, golü atan Fenerbahçe hayranı genç futbolcu, takımın teknik direktörü, resmi amigoları, kutlamalara katıldıkları belirtilenlerden yaşlı köylü, ticari taksi sürücüsü, davul zurna ekibi ve takımın fotoğrafları ile hareketlendirilmiş, röportajlardan alıntılar bunların arasına serpiştirilerek heyecan yeniden kurulmak istenmiştir. Şehire medyanın akın ettiğini “Vanspor mucizesinin halka etkilerinin tüm boyutlarıyla çözümlenmeye çalışıldığı” abartılı, olağanüstüleştiren, patlatan bir üslupla vurgulanır durmadan. “Vanlı, Vanlı olmaktan gururludur, türküsünü daha içten ve daha güvenle ama dikkatli söyler.." Yazarın izlenimlerine göre ”Yürekler deden toruna futbolla atmakta, Van’da herkes futbolla yatıp futbolla kalkmaktadır.” “Maç’a ilgi öyle yoğun olmuştur ki, ayakta izlenmiştir, zira Vanlıya uzun yıllardan sonra belki ilk kez ait olma duygusunun hazzını” takım ve futbol tattırmıştır yorumuyla, okuru özdeşleşmeye çağırırken, daha farklı ilgili anlamlara bağlanmaya da açılınır. “Resmi amigolar” Vanspor’la özdeşleşmeyi temsil eden figürler olarak sunulurken Vanspor’un başarısı, futbolda 1.Lig’de olmak, birinci sınıf vatandaş olmakla eşdeğer sunulur. Resmi amigoların bu hissiyatı ve ayrıca üç büyükler medyasının Vanspor’u küçümsemesi de kırgınlıkla, sitemle yansıtılır. “Teröre karşı Vanspor mucizesi” olarak değerlendirilen yengiyi Hürriyet köşe yazarlarından E. Çölaşan çok boyutlu, çok büyük bir olay olarak, olağanüstü heyecanlı karşılamıştır. Show TV’den Pınar Türenç’in Vanspor’un başarısını Güneydoğu’nun ekonomik, sosyal hayatı, gündelik yaşamı, terörle mesafesi, milli birlik, bütünlüğe katkıları açısından değerlendirmesini hükümete ve medyaya ders çıkarılacak bir yaklaşım olarak sunar. Üzerinden pek çok anlam üretilmeye devam edilen Vanspor’un bölgeye katkılarının takdir edilmesi gerektiğini, diğer şehirlerin stadlarda seyircinin yaptığı gibi burada da futbol seyircisinin “İstiklal Marşı” ile açılış yaptığını, askerlerin takıma verdikleri açık desteği (“21’nci J. Sınır Tug. K.lığı Vanspor’a 1’nci Ligde Başarılar Diler”), valinin takıma sahip çıktığını, halkın destekleyici tavrını, takımın bölgeye canlılık getirdiğini, futbol keyfinin yanında ekonomisine, küçük esnafa da büyük katkılarının olduğunu, Güneydoğu insanının PKK’nın yarattığı terörden bıktığını huzur, haz duyarak yaşamak istediğini, Van’ın terörü yendiğini, futbolun hazzıyla dolu olduğunu öne sürer. Vanspor’un en büyük rakibinin PKK olduğunu belirterek, takımın Güneydoğu’da yarattığı havanın bunu bastırdığını iddia eder. Hemen kısa süre önce Güneydoğu’ya yatırım yapma sözü veren ve kitapçık halinde yayınlayan DYP-SHP hükümeti gençlere yönelik spor yatırımlarını, “sahalar, stadyumlar, 268 Vanspor’un Fenerbahçe yengisinin siyasallaştırılması kapalı spor salonları” gibi çok sayıda spor yatırımı yapma sözü vermiştir. Bunların çok önemli olduğunu vurgulayarak hükümeti ivedilikle bu türlü sosyal projelere ağırlık vermeye çağırır (Çölaşan, Hürriyet, 25.9.1994). Futbol ve devlet desteğinde yükselen takımın zaferine dair kurulan ortak metinde, medyanın söyleminde karşıtların buluşması, ötekinin/Vanlının kazanarak içe gerektiği gibi dahil olması, zevke tâbî olurken hayatı, normali, normal koşulları, hazları arzulaması, bunları temsil eden güçlere ilişkin egemen anlam ve söylemlerle kesişme, bütünleşme, boyun eğmesi ve de futbolun tattırdığı aidiyet duygusuna gark olmuş bunun etrafında, buna uzanan yaşam tarzlarına yüzünü dönmesi gibi anlamlar (esas anlamlara bağlanmak üzere) üretilmiştir. Medya, siyasetçilerin ağzındaki popüler politik söylemin yeniden üretimine (ötekileştirmeye dayanan çelişkileri de açık ederek) katkıda bulunmuştur. Devletin desteklediği Vanspor’a, Vanlıya, imrenilen ve üzerinden pek çok anlam üretilen Fenerbahçe’yi (bir yerde serzenişlerin odağı baba devleti) yenme olanağı sağlanmıştır. Futbolun hazzında, cezbediciliğinde ve tüm diğer maddi, söylemsel yararlarında buluşan Van halkı milli marşımız “İstiklal Marşını okumuştur”. İletişim/iktidar sağlanmış/sağlamlaştırılmış, birlik, bütünlük yolunda pürüzler azaltılmıştır. Stadyuma gelen jandarmayı alkışlamıştır, asker saha kenarlarına, tribünlere destek yazıları asmıştır. Devletin başaramadığı bütünleşmeyi devletin desteğiyle de olsa futbol başarmış, ”ait olma duygusunun hazzı”nı tattırmış, daha önemlisi “çağdaş, kansız bir mücadele” yolu göstermiştir. “Vanspor PKK terör örgütünün en büyük rakibi “ olmuştur. “Terör yok, Vanspor var”dır. Vanspor/futbol herkesi buluşmaya çağırmıştır. Çok açımlanmadan zikredilip geçildiği gibi “kutuplaşmış insanları kaynaştırmış”, dahası “devlet-halk soğukluğuna son vermiştir”. Futbol kimliğinin, “futbolun zenginliğinin, açılımlarının Vanlıların kendi içlerinde iletişim ve dayanışmalarını da güçlendiren” esasen bir aidiyet duygusu ile buluşturduğu da satır arasında eklenir. Gerilimleri çözümleme düzeylerinden biri somutlaştırılmıştır. Mücadele futbolda olmalı, risksiz, tehlikesiz futbol taraftarlığının zevk ve kederiyle sınırlı kalmalıdır. Haber metinlerinde “Kürt” kimliğine ancak örtülü bir gönderme vardır, açık biçimde (Kürt, Kürtler, Kürtlük) hiç ifade edilmemiştir. “Ulusal kimlik”, “Türklük”, “Kürtlük” gibi çatışmalı düzeyler yaratan yüklü söylemlerden kaçınılmış görünmektedir. Egemen milliyetçi söylem “birlik, “bütünlük, milli marşımız” gibi kavramların içerisinde örtülü olarak yeniden üretilmiştir. Medyanın millici söylemi olayı başından beri olması hedeflenen yere oturtmuştur. Gülcan Seçkin 269 SONUÇ Vanspor efsanesinin koşullarını hazırlayan egemen gücün, figürlerinin, onu en güzel biçimde vitrine taşıyan ana medyanın ürettikleri egemen ilişkilere, anlamlara dair son değerlendirmelere geçmeden önce vurgulanması gereken şudur: “Örgütlü popüler sporu (burada futbolu) ideolojisiz bir toplumsal oluşum ve etkinlik olarak açıklayanlara, siyasetle ilgisi olmadığı” (Erdoğan ve Alemdar, 2005: 178-9) izlenimini içinde olanlara çarpıcı bir olgu örneği sunulmuştur. Bu olguya rağmen aksini düşünmeye çabalamak “gerçekte egemen olan güç ilişkilerini ve bu egemen biçimin egemen görüşlerini yeniden üreterek sürdürmektir”. Ayrıca siyaseti biçimsellikleriyle sınırlamak da aynı şekilde “bu biçimselliğin ötesinde toplumda egemenlik ve boyunsama, güç biçimi ve ilişkilerinin korunması ve sürdürülmesi ve buna karşı mücadeleyi içeren geniş alanı saklama ve geri plana itmedir. Bu alan ideolojilerin her gün toplumun bütünü içinde sürekli çatıştığı alandır. Bu alanlardan biri de kendi başına birşeymiş gibi sunulan spordur“ (Erdoğan ve Alemdar, 2005:178-9). Sporun, burada futbolun hiçte öyle zevk almaklığımızla tümden saflaşan bir alan olmadığını yukarda sunulmaya çalışılmış örnek, açıklıkla anlatmaktadır/temsil etmektedir. Devlet, 1987’de başlatılan olağanüstü hal uygulamasının ciddi sıkıntıları da beraberinde getirerek sürdüğü o yıllarda, en gözde popüler kültürel pratiğin, en başta gençleri çekebilecek özelliklerini keşfetmiş ve ayrıca onun üzerinden de bir süre bir istikrarı sağlama politikası aranmıştır. Başbakan Çiller Kasım 1994’de ‘Ulusa Sesleniş’ konuşmasında üzerinde durur:"Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da yarım kalan yatırımlar devam etmektedir, spor stadyumları gençlerle dolmaktadır”. Devlet bunun için hem futbol takım(lar)ını gerekli ve olanaklı bulunduğu sürece güçlendirmiş, maç koşullarını oluşturmuş, gol atılmasının zeminini hazırlamış, takım(lar) gol atmış ve medya en güzel golü görmüş, “Vanspor mucizesini” farketmiş, mutluluğa hasret Van’ı, Vanlıları (bizdensin bizden, onlar da zaten bizden alkışlarıyla) kucaklamıştır. F.Bahçe’ye golü atan genç oyuncu Kurthan o sezon Mersin’den transfer edilmiştir. Genç golcü doğma büyüme Fener hayranıdır, transfer mevsiminde her ne kadar önce Van dese de hayranı olduğu takıma/camiaya gol atmaktan hüzünlü ve gururlu Fenerbahçe’de olmayı dilemektedir. Futbol hazzının ve davet ettiği tüm diğer hazların hazırlayıcısı görünümündeki asker yüzlü devlet, gücünün başka olanaklarını cömertlikle göstermiştir. Hikâyeyi yazan medyanın kurgusu kaydırılarak 270 Vanspor’un Fenerbahçe yengisinin siyasallaştırılması söylenirse, babanın iktidarına karşı gelen ve bunu, ağır bir şiddeti doğuran şiddete dönüştürerek yol almaya çalışan tekinsiz küçük oğul ve tutulmuş çetesi, ailenin geri kalanı gibi kurallara uyumluluk içinde yol almayı, böylece daha çok sevilmeyi ve hayatın zevklerinden pay almayı öğrenme sürecinden geçmektedir. Tüm sorunlar aşılmamıştır, ancak ortak ve zevkli paylaşımların önemi hatırlanmıştır. Birlikte paylaşılmış ve paylaşılan ortak şey fazlasıyla mevcuttur ve eser miktardaki ayrılıklardan daha güçlüdür. Nitekim ayrımlanmalara şu ya da bu biçimde yakın duran, kayabilecek olanların sonunda kötülerle arasına mesafe koymaya başlaması da görece sağlanmıştır. Tekinsizlik sürse de futbol gibi barışçıl hesaplaşma kanalları üzerinde hemfikir olunabileceği gösterilmiştir. Şiddeti benimsemiş bir (Doğulu, Kürt) öteki yoktur bu kurgulu süreçte. Olanlar terörist örgütün mensubudurlar. Bu söylenceleştirme içerisinde Vanspor olgusunu çevreleyen koşullar konu edilmemiş, medya konumlandığı egemen söylemler içerisinden en abartılı ve en yüzeysel düzeyde futbolun, Vanspor’un mucize yarattığından sözetmiştir. Söylendiği an “mucize” de yaratılmış gibi olmuştur. Ancak takımın kısa bir istikrar sürecinden sonra dağılıp gitmesi, bu mucizeye ve gerçekleştirdiği söylenen şeylere ne olduğu sorusunu yanıtsız bırakmıştır. Bu soru zaten hiç sorulmamıştır. Öte yandan belirtmek gerekir ki, bu çözümlemede İnal’ın hatırlattığı gibi çözümlemecinin “kendisi de toplumsal ve söylemsel formasyon içinde konumlanmıştır”. Dolayısıyla (bu üstbelirlenim içindeki çözümlemecinin) metin çözümlemelerinin bu söylemsel formasyon içine eklemlenmesi sürecine” de (İnal, 1996:96) tanıklık edilmektedir. Vanspor olay(laştırım)ının ardından başka bağlantılı yaklaşımların yansımaları da devamla gelmiştir. Vanspor’un başarısının yankılandırıldığı günlerde Milli Güvenlik Kurulu (MGK) daha önceki toplantılarında da konu edilmiş Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde terörle mücadele ve güvenlik önlemleri dışında bölgeye dönük yeni stratejiler ve politikaların belirlenmesi için çalışmaların başlatılmasını kararlaştırmıştır: “Askeri ve sivil yöneticiler yanında özellikle üniversitelerle, bilim adamlarıyla, yerel yönetimler yetkilileri, iş adamı ve yöresel ekonomik örgütlenmeleri de içerecek geniş tabanlı bir “çalışma grubunun” oluşturulması” benimsenir. Bu grubun “güvenlik önlemleri dışında, yöreye yönelik insani, yerleşim, ekonomik örgütlenmesi, yöre insanının yakıcı sorunlarına çözüm önerileri, bölge insanının kavranması ve benzeri alanlarda strateji ve politikalar üretmesi”öngörülür (Milliyet, 25.9.1994). Bu projenin hayata geçirilip geçirilemediği bilinmemektedir. Öte yandan bir süre çok üretken, büyük bir Gülcan Seçkin 271 olay haline getirilmiş Vanspor 1.Lig’de ancak dört sezon mücadele edebilmiştir. “Asansör takım olmayacağız” iddiasında olsalarda sonra 2.Lig’e düşmüş, yeni atanan Van valisinin desteği ile yeniden toparlandırılan, güçlendirilen takım bir süre yeniden 1.Lig’e yüksel(til)miştir. Ancak futbolun şirkete gelir getiren yanları (naklen yayın havuzu, vs. gibi) bir süre sonra çeşitli gerilimler yaratmıştır. Bu süreçte şirketin özelleştirilmesi ile birlikte ciddi finans sorunları yaşamaya başlayan ve borçlanan takım, eski görünmezlik günlerine geri dönmüştür. Ard arda alınan kötü sonuçların ardından seyirci desteğini de kaybetmiş, en son amatör kümeye kadar düşmüştür. Hakkarispor, Ağrıspor gibi tüm diğer Doğu takımları devletin, ilgili askeri ve mülki erkanının maddi destek sağlayıcı girişimlerini bırakması ile birlikte aynı akıbeti paylaşmıştır. Hakkarispor’un eski bir yöneticisinin sözleri manidardır:“Valinin olmadığı hiçbir yemeğe Hakkariliyi toplayamadık. Vali gelecek ki, zengin gelsin. Vali bey olunca farklı oluyordu” (Doğan, 2005). Bu sözlerin yaşandığı bölgeleri medya daha sonra yeniden izlemeye almamıştır. “Doğu’nun gülü, incisi Van”ı, Vanspor’u mevzu etmemiştir. Ancak haber dergilerinde az sayıdaki yazıda Doğu’da devletin sosyal canlılık için ve politik, ideolojik bir araç olarak ilgi duyduğu futbolun akıbeti konu edilmiş, Doğu, Güneydoğu futbolunun yeniden ilgi ve yardım beklediği hatırlatılmıştır. KAYNAKÇA Arık, M. B. (2004). Medya çağında futbol ve televizyon arasındaki kaçınılmaz ilişki: Top ekranda. İstanbul:Salyangoz. Boratav, K. (2005). Türkiye iktisat tarihi, 1908-2002. Ankara: İmge. Bora, T, & Erdoğan, N. ( 1993). Dur tarih, vur Türkiye. Türk milletinin milli sporu olarak futbol. İçinde: R. Horak, & W. Reiter, & T. Bora (der.) Futbol ve kültürü. (s. 221-240). İstanbul: İletişim. Bora, T. ( 1993). Sunuş. İçinde: R. Horak, & W. Reiter, & T. Bora (der.) Futbol ve kültürü. (s. 11-18). İstanbul: İletişim. Cangızbay, K. (1996). Hiç kimseleşen Türk insanı. Birikim Aylık Sosyalist Kültür Dergisi, 83: 55-68. Mart 1996. İstanbul:Birikim. Çölaşan, E. (1994, 25 Eylül). Doğu’da spor. Hürriyet. Devlet, Vanspor’un arkasında. ( 1994, 21 Eylül). Milliyet. Doğan, İ. (2005, 14 Mayıs). Terör gitti, maç bitti. Aksiyon, 523. Doğu takımları golleri yine devletin atmasını bekliyor.(2002, 5 Kasım) Zaman spor servisi. Duran, R. (1993). Futbolukürdî, Kürtler ve futbol. İçinde: R. Horak, & W. Reiter, & T. Bora (der.) Futbol ve kültürü. (s. 251-260). İstanbul: İletişim. Erdoğan, İ., & Alemdar, K. (2005). Popüler kültür ve iletişim. Ankara:Erk. 272 Vanspor’un Fenerbahçe yengisinin siyasallaştırılması Erdoğan, N. (1993). Popüler futbol kültürü ve milliyetçilik. Birikim Aylık Sosyalist Kültür Dergisi, 49: 26-33. Mayıs 1993. İstanbul:Birikim. Erdoğan, N. (1994). Popüler kültür ve futbol, kültürel popülizm (mi?). Bir eleştirinin düşündürdükleri. Birikim Aylık Sosyalist Kültür Dergisi, 57-58:148-154. OcakŞubat 1994. İstanbul: Birikim. Gökalp, E. (2005), Medya ve spor ya da spor/futbol medyası. Toplum ve Bilim, 103: 121-137. İstanbul. Güneydoğu için çalışma grubu. ( 1994, 25 Eylül). Milliyet. Hobsbawm, E. (2007). Yeni yüzyılın eşiğinde. Söyleşi: Antonio Politi (çev: İ.Yıldız). İstanbul:Yordam. İnal, M. A. (1996). Haberi okumak. İstanbul:Temuçin. Kıvanç, Ü. (1993). Futbolun yeniden anlamlandırılması çağrıları üzerine, aşka bahane aramasak..? Birikim Aylık Sosyalist kültür dergisi, 56: 19-32. İstanbul: Birikim. Kıvanç, Ü. (1993). Halı saha: seyircinin sahaya inişi. İçinde: R. Horak, & W. Reiter, & T. Bora (der.) Futbol ve kültürü. (s. 385-400). İstanbul:İletişim. Kola, N. (1995, 20 Mayıs). Anadolu’nun umuda yolculuğu. Aksiyon Haftalık Haber Dergisi, 24. Kola, N. (1997, 29 Kasım). Belediyeler futbol ligi. Aksiyon, 156. Kola, N. (1997, 22 Mart). Sporu siyasete alet etmeyin. Aksiyon, 120. Kola, N. (2002, 4 Kasım). Doğu golü yine devletten bekliyor. Aksiyon, 413. Kola, N.(2003, 12 Mayıs). Bir zamanlar Doğu futbolunun number Van’ıydı. Aksiyon, 440. Mert, N. (2001). Hep muhalif olmak. İstanbul: İletişim. Medyavan.com/haber_yorumla.php?haber_no=458&kat=8. Okyar, V. Hem Van, hem OHAL. ( 1994, 3 Eylül). Hürriyet. Özdemir, C. Futbola övgü. ( 1994, 8 Eylül). Cumhuriyet. Önce Cannes, sonra Van. ( 1994, 18 Eylül). Cumhuriyet. Özkazanç, A. (1998). Türkiye’de siyasi iktidar tarzının dönüşümü. Mürekkep, 10/11: 14-48. Ankara. Salı günü Kan sillesi 0-1, ve dün de Van tokadı. Fenerde çöküş devri. ( 1994, 19 Eylül). Sabah. Sirmen, A. Futbol üzerine. (1994, 4 Eylül). Milliyet. Talimciler, A. (2005). Bir meşrulaştırma aracı olarak futbolun Türkiye’de son yirmi beş yılı. Toplum ve Bilim,103: 147-162. İstanbul. Tamer, R. Görüntüler. ( 1994, 5 Eylül). Hürriyet. Tanör, B, & Boratav, K, & Akşin, S. (2002). Türkiye tarihi 5, bugünkü Türkiye 19801995. İstanbul:Cem. Tekser’in Şırnak cesareti. ( 1994, 1 Eylül). Hürriyet. Turizm Bakanı’ndan Kürtlere sahil turu. (1994, 1 Eylül). Hürriyet. Türkiye Van’ı keşfetti. (1994, 22 Eylül). Milliyet. TRT 1995’de planlı yayın yapacak.(1994, 19 Eylül). Cumhuriyet. Van’a yeni hava geldi. (1994, 20 Eylül). Cumhuriyet. Van’da zafer gecesi. (1994, 18 Eylül). Hürriyet. Van esnafından Fenerbahçe ucuzluğu. (1994, 19 Eylül). Milliyet. Yarar, B. (1999). Popüler kültür ve siyaset: Türkiye’de 1980’lerde yeni sağ ve futbol. Mürekkep, 13: 40-62. Ankara. İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 26 Kış-Bahar 2008, s. 273-289 Makale Kapitalist bir etkinlik olarak futbolun büyüsü ve kahramanları Barış Kılınç 1 Öz: Bu makale, seyredilen bir etkinlik olarak futbol ile kapitalizm ve medya arasındaki ilişkiyi eleştirel bir bakış açısıyla, analitik açılımlar yaparak açıklamayı amaçlayan betimleyici bir çalışmadır.Günümüzde futbol oynanmak için düzenlenen bir oyun olmaktan çok seyredilmek için düzenlenen akılcılaştırılmış kapitalist bir etkinliktir. Futbolun büyülü çehresi modern hayatın yalnızlaştırdığı ve yabancılaştırdığı bireylerle futbol ortamı ve mitik kahramanlar gibi algılanan futbol yıldızları arasında kurulabilecek iki tür özdeşlik ilişkisi sunar. Futbolun sahip olduğu büyülü çehreyi de tanımlayan bu ilişki biçimleri, kapitalizm ile futbol arasında ideolojik bir ilişkinin kurulmasını da sağlar. Medya ile futbol arasındaki bağ da bu ilişki yardımıyla okunabilir. Anahtar sözcükler: Futbol, kapitalizm, medya, büyü, futbolun kahramanları. Football’s magic and heroes as a capitalist activity Abstract: This descriptive article was designed to discern analytically the relation among football as a spectator activity, capitalism and mass media, using a critical perspective. Football is a rationalized capitalist activity that is organized for watching rather than playing. The magical aspect of football presents two kinds of identity relations that can be established between the football atmosphere and football stars perceived as mythical heroes with the individuals who are isolated and become estranged by the modern life. The relation styles that also define the magical aspect of football provide establishing an ideological relationship between capitalism and football too. The connection between media and football can also be read by the help of this relation. Keywords: Football, capitalism, media, magic, football heroes. 1 Arş. Gör., Anadolu Üniversitesi İletişim Fakültesi; e-posta: bkilinc81@hotmail.com 274 Futbolun büyüsü ve kahramanları GİRİŞ Kapitalizm işlerliği adına içinde belirsizliği barındıran her türlü unsuru – sanat, din ve büyü gibi- hayatın dışına iterken; kendi yararına2 olduğuna inandığı noktada, bu belirsizlik içeren unsurları akılcılaştırarak3 tekrar sisteme dâhil etmektedir. Futbolun kapitalizm ile ilişkisi işte bu bağlamda değerlendirilmesi gereken bir ilişkidir. Daha net bir ifade ile söylemek gerekirse, günümüzde futbol, kitleler üzerindeki etkisi göz ardı edilemeyecek kadar büyük olan önemli bir serbest zaman etkinliğidir ve bu etkinlik, kapitalizmin çıkarı doğrultusunda organize edilmektedir. Bahsi geçen organize etme biçiminde ısrarla üzerinde durulması gereken nokta ise, futbola bireylerin katılımının oyunu oynayan birer oyuncu olarak değil; oyunu seyreden birer seyirci olarak gerçekleşmesidir. Futbol, artık oynanan bir oyun olmaktan çok seyredilir ya da izlenir bir kapitalist etkinlik olarak düşünülmekte ve bu çerçevede, kapitalizmin işlerliğine hizmet etmektedir. Ancak burada kitlelerin ‘düşünmeksizin’ seyirci ya da izleyici olarak katılımı ile gerçekleşen bu etkinliğin bu katılıma olanak sağlayan ve bireylerin arkaiklerine seslenen kendine has özelliğine de değinmek gerekir. Futbolun kapitalizmin çıkarı doğrultusunda kullanılmasına olanak sağlayan bu özelliği, sahip olduğu büyülü çehredir ve bu çehre iki şekilde açıklanabilir: Bunlardan birincisi, futbol sahalarının seyirlik ortamı ile Nietzsche’nin överek bahsettiği Dionysosca4 ortam arasındaki çok yakın benzerliktir. Bu benzerlik, modern hayatın yalnızlaştırdığı ve yabancılaştırdığı bireyleri, büyülü bir çağrışım yoluyla doğal olanın taklidi ile bir özdeşlik ilişkisi kurmaya itmektedir. 2 Yararlılık’, “ekonomik biçimde davranan bir ya da birçok bireyin tasarlayıp şimdi ya da gelecek için özel olarak elde etmeği istediği belirli ve somut, gerçek ya da tasarımsal olanaklar(Weber,1995:106)” olarak tanımlanırken; “her türlü yararlara kaynak olabilecek insan dışı nesneler (1995:106)”e, ‘mal’ denilmektedir. 3 Benjamin, pasajlar sayesinden sanatın sermayenin hizmetine girdiğinden (Benjamin,1995:78) bahsetmektedir ki bu akılcılaştırma ile yarar sağlanmasına bir örnektir. 4 Antik Yunan’da şarap ve bereket Tanrısı. Baharın gelişini ve doğanın uyanışını simgeleyen bir çeşit festival olarak kutlanır. Nietzsche, bireyselliğin ortaya çıkışını ve bireyin doğadan kendini üstün bir varlık olarak ayrılışını Sokrates’in düşünce biçimine bağlar. Düşünen varlığın kendini her şeyden soyutlayarak vardığı nokta, yabancılaşma ve yalnızlıktır ve kapitalizmin öngördüğü vahşi rekabet ortamı, Sokratesçi düşünce biçimi ile başlayan bireysel parçalanmışlığı en üst seviyeye çıkarır. İşte Nietzsche, makale içinde ayrıntısı ile betimlendiği üzere Dionysosca ortam sayesinde, Yunanlıların bu parçalanmışlığa daha antik dönemde bir çare ürettiğini söyleyerek, antik dönem tragedyasının en azından bu ortamın akıllıca bir temsili olduğunu vurgular (Nietzsche, 2005:20). Barış Kılınç 275 Böylece, bu büyülü ortam içinde bireyler, varolan sömürü ilişkilerini olduğu gibi kabullenmekte ve sınıfsal farklılıkları içselleştirmektedir. İkincisi ise, Dionysosca olanın dönüştürülmesi ile elde edilen ve modern hayatın yalnızlaştırdığı bireyler ile mitik kahramanları andıran futbol yıldızlarının özdeşleşmesini sağlayan bir başka ilişki biçimidir. Kurulan bu ilişki sonunda, tek tek bireylerin bileşimiyle kitlelerin sisteme gönüllü bir şekilde itaat edeceği öngörülmektedir. Bu, Homeros ve Hesiedos gibi tarihçilerin ‘edebi’ metinlerindeki insanlaştırılmış tanrıların (anthropomorphism) tersine, tanrılaştırılmış insanların yaratılmak istenmesi ile ilgili bir süreçtir ve yakından bakıldığında ilki gibi ikincisi de bir ‘edebilik (kurgu)’ içerir. Çünkü ilkinde, insanlara özgü tüm ahlaksızlıklar tanrılara yüklenirken(hırsızlık, sapkınlık, yalancılık vb…); ikincisinde insanlar tanrılaştırılarak ‘tanrılar’ gibi ahlaksız kılınmak istenmektedir. Ancak kapitalizm bu kurgu içinde sıradan insanlara yarı-tanrı mitik kahramanları andıran futbol yıldızları yoluyla ‘siz de yapabilirsiniz’ mesajı yollarken, ‘nasıl’ yapacakları konusunda onlara görünürde hiçbir ipucu vermemektedir. Oysa rekabetin ve dolayısıyla acımasızlığın pratik ‘yarar’ uğruna öncelendiği bu kurguda, birileri tanrılaşırken diğerleri köleleşmekte; birileri zenginleşirken diğerleri fakirleşmektedir. Futbolun kapitalizm ile bahsi geçen bütünleşik ilişkisi içinde medyanın yeri ise artık seyredilen ya da izlenen bir etkinlik haline getirilen futbola, stadyumlar dışında gerçekleşmesi istenen katılım ile ilgilidir. Burada hedef, teknolojisi sayesinde artık tüm sınırları aşarak dünyanın en ücra köşelerine dahi ulaşan medya aracılığıyla, kapitalistleştirilemeyen ve sömürülme adına hala bakir olan herkese ve her yere ulaşabilmektir. Kısaca, kapitalizm futbolu, futbola ait büyüyü kullanarak akılcılaştırmakta; onu bürokratikleştirerek kapitalist bir etkinlik haline getirmektedir. Medya ise, tüm dünyaca bilinir olan bu etkinliği yeni haliyle kitlelere sunarak, kapitalizmin evrenselleşme ilkesine hizmet etmektedir. Ancak, tüm bunların aksine, futbol hala masum bir etkinlik ya da daha da ötesi masum bir ‘oyunmuş’ gibi gösterilmektedir. YÖNTEM Tüm bu açıklamalardan hareketle bu makale ilk olarak futbolun akılcılaştırılarak seyredilir (stadyumlarda ve genelde medyada, özelde televizyonda) bir kapitalist etkinlik haline getirildiğini varsayar. İkinci olarak, bu makale seyredilir bir kapitalist etkinlik olarak organize edilen futbolun, 276 Futbolun büyüsü ve kahramanları varolan sömürü ilişkilerini yeniden üreterek ve yarı-tanrı mitik kahramanları andıran ‘yıldızları’ sayesinde sıradan insanlara ‘siz de yapabilirsiniz’ mesajı yollayarak, kapitalizmin işlerliğine ideolojik bağlamda hizmet ettiğini varsayar. Üçüncü olarak bu makale, kapitalizmin futbolu kendine hizmet eden bir organizasyon haline getirirken onun büyülü niteliğini kullandığını varsayar ve bu durum aynı zamanda kapitalizmin büyülü olanı akılcılaştırarak sistem dışına atmak yerine, sistem çıkarına kullanmasına bir örnektir. Son olarak da bu makale, medyanın futbolu izlenilir bir etkinlik haline getirerek, teknolojisi sayesinde dünyanın en ücra köşelerine futbolun mesajlarını ilettiğini ve bu yolla kapitalizmin evrenselleşme ilkesine hizmet ettiğini varsayar. İşte bu makale, bu varsayımları kanıtlamayı amaçlar ve bu amaç çerçevesinde, öncellikle futbolun büyüsü ve özdeşleşme üzerinde durur. Çünkü bu büyü ve özdeşlik ilişkisi ile futbol bir kapitalist etkinlik haline getirilmiştir. İkinci olarak, kapitalizm ve futbol arasındaki ilişki ve medyanın bu ilişkideki yeri incelenir. Burada dikkat çekilmek istenen nokta, futbolun ideolojik işlevleri ve medyanın bu işlevlerin gerçekleştirilmesindeki yeridir. Ayrıca futbol yıldızlarının kapitalizm açısından işlevleri de vurgulanır. Bu vurguda en önemli nokta ise futbol yıldızlarının mitik özelliklerinin, kapitalist ideolojinin evrenselleşebilmesi adına kullanılmasıdır. Tüm bu birbiri ile ilişkili konuların istenilen amaç çerçevesinde işlenebilmesi için yazılı ve görsel bilgi birikimine başvurularak eleştirel kuram çerçevesinde betimleyici bir analiz yapılır. KURAMSAL TARTIŞMA Futbolun akılcılaştırılan özellikleri: futbolun büyüsü ve özdeşleşme üzerine Futbol, iki tür büyüsel özelliğe sahiptir ve bu özellikleri kullanılarak (akılcılaştırılarak) kapitalist bir işletme haline getirilmiştir. Kısaca, futbolu masumca oynanan bir oyun olmaktan çok seyredilen ya da izlenen bir kapitalist etkinlik haline getiren şey, modern bireyin özlemlerine ve pek tabii ki arkaiklerine seslenen büyülü atmosferidir. Bu bağlamda öncelikle futbolun bu büyülü atmosferine ayrıntısıyla değinmek gerekir. Kentlerin, kapitalist ekonominin şekillendirdiği modern hayatın görünürdeki en önemli yaratımları olduğu bilinmektedir. Eric J. Hobsbawn, kentleşmenin hızının 1850’den sonra giderek arttığını ve kentlerin endüstri dünyasının en göze çarpan dış simgeleri olduğunu söylemektedir (Hobsbawn, 1998:229). Şüphesiz, kentler endüstriyel birer merkezdir ve bu merkezler, Barış Kılınç 277 geleneksel yaşam koşullarının giderek daha da zorlaşması ve eski üretim biçimlerinin yetersizliği sonucu, daha zengin ve saygın bir hayat yaşama hevesiyle dolu topraklarından kopmuş, yoksul köylü göçmenler için (1998:220), iş ve zenginlik anlamına gelmektedir. Tüm bu beklentilerin yanında kentlerin bu göçmenler için, yeni bir yaşama biçimini de beraberinde getirdiği bir gerçekliktir. Karakteristik yapısı ve düzenlenişi açısından kentler, bu yeni yaşama biçimin en önemli temsilcileridir (1998:229) ve bu yeni düzen, üretim ilişkileri açısından kapitalist ekonominin akılcılaştırma etkinliğinden nasibini alan ve gelenekselin karşısında konumlanan bir düzendir. Max Weber, belirli ahlaki kurallara bağlı yaşama biçimi şeklinde ortaya çıkan kapitalist ruhun, mücadele etmek zorunda kaldığı ilk düşmanın içinde gelenekselliği barındıran her çeşit duygu ve davranış (Weber, 1999:50) olduğunu söylemektedir. Dolayısıyla kentlerde, geleneksel olan hiçbir şeye izin verilmemektedir ve aslında, kapitalist düzenin yürüyebilmesi için gerekli olan rekabet ortamına uyum açısından, geleneksel olan, bireyin de çıkarına değildir. Geleneksel olandan kopup, kapitalist düzenin öngördüğü modern ilişkiler içine giren göçebeler- yeni adı ile işçiler için, bu düzen tüm vaatlerine rağmen alışılması zor bir yaşam anlamına gelmektedir. Çünkü Georg Simmel’e göre, taşra hayatında alışkanlıklara ve çok az yaşanan değişimlere odaklanmış olan ruh, kent hayatında yaşanan hızlı değişime ayak uyduramamakta, derin ve onarılmaz sarsıntılar yaşamaktadır (Simmel, 2003:86). Modern bireyin yaşadığı varoluşsal problemlerin kaynağı da bu kent yaşamı ve kapitalist düzenin ahlaki standartlarının çevrelediği yaşamdır. Kapitalist düzenin vaatleri uğruna geleneksel olandan kopan birey, yaşadığı rekabet ortamının ve akılcılaştırılmış ilişkilerin içindeki yalnızlığı nedeniyle giderek, kendine, etrafına ve dünyaya yabancılaşmaktadır (Fromm, 1996:117). Eric Fromm’a göre, kendini düşünen farklı bir varlık olarak tanımlayan ‘ben’ modern hayatın yaşattıkları doğrultusunda artık, “kendisini, dünyasının merkezi, edimlerinin yaratıcısı olarak görmez… Nesneleri algıladığı gibi beş duyusu ve sağduyusuyla algılar; ama bunu yaparken kendisiyle ve dış dünya ile üretici bir ilişki içinde değildir(1996:117).” İşte, bu hastalıklı halden kurtuluş, geleneksel olana ve doğal olana gönderme yapan, gizemi ve büyüyü içinde barındıran ve Dionysos şenliklerini andıran festivalvari etkinlikler ile mümkün hale gelmektedir. Kapitalist ruhuna aykırı geleneksel olan her şeyi sınır dışı eden kentler, yine bu düzenin işlerliği ve devamlılığı adına, Dionysosca olanı akılcılaştırarak sistemine dâhil etmekte, bahsi geçen 278 Futbolun büyüsü ve kahramanları festivalvari etkinliklere izin vermektedir. Sinemalar, tiyatrolar, ibadethaneler ve futbol sahaları, bu festivalvari etkinliklerin gerçekleştirildiği bazı önemli kentsel mekânlar olarak bireye sunulabilmektedir. Birey bu alanlarda, rekabetin dayattığı yalnızlığın, çaresizliğin ve yabancılaşmanın etkisinden, doğal olan ile özdeşleşerek, kendisini doğal olanın bir parçası gibi ve üretkenliğini yeniden hissederek kısa süre de olsa kurtulabilmektedir. Nietzsche bu kurtuluş anını, Dionysosca olana gönderme yaparak şöyle tarif etmektedir: Dionysosca olanın büyüsü altında, yalnızca kişi, kişiyle yeniden bağlantı kurmaz, doğanın coşkunluğu içinde sevince kapılarak, birbirine diş bileyenler, yabancılaşanlar, yitirdiği oğlu ile buluşunca sarmaş dolaş olan bir insan gibi, birbiriyle kaynaşır… Her tutsak bir özgür kişidir şimdi, değişmez sanılan bütün düşmanca sınırlamalar kalkar ortadan, insanlar arasında ‘kötü alışkanlık’, sıkıntı kalmaz artık, istekler aydınlığa kavuşur… Artık Maja’nın örtüsü yırtılıp atılmış, yırtıklar içinde gizler dolu temel Bir’in önünde çepeçevre uçuşur gibi sezer özünü kişi. İnsan kendini yüksek bir topluluğun üyesi olarak koyar ortaya, türkü söyler, oynar. Unutur artık yürümeyi de, konuşmayı da, düşer yollara oynayarak yükselmek için göklere doğru (Nietzsche,2005:21). Kapitalist düzenin şekillendirdiği toplumsal yapının en büyük simgesi kentlerde, bu düzenin ahlaki kurallarının çepeçevre sardığı yaşamı ile birey, bir türlü gerçekleşmeyen vaatlere ulaşabilmek adına çizgisel zamanın tutsağı haline gelirken, ölümlülüğün açmazı karşısında duyduğu çaresizlik yüzünden kendini, ötekini ve dünyayı bir yabancı gibi algılamaktadır (Camus,2006:2426). Bu yabancılaşmanın etkisiyle geleneksele duyulan özlemin yaratacağı bir taşkınlığın ya da başkaldırının kendine vereceği zararı gören kapitalist düzen, önlemini almakta, futbol sahalarında (vb. yerlerde) yeniden canlandırılan Dionysosca olanı kullanmaktadır. Bu bir tür akılcılaştırmadır ve kapitalist düzen, işlerliği ve devamlılığı adına, oluşabilecek bir taşkınlığı öncesinde kontrol etmek istemekte, bu amaçla Dionysosca olana gönderme yapan her unsura ihtiyaç duymaktadır. Tek tek bireylerin toplamında kitleler, Nietzsche’nin bahsettiği kurtuluş anını canlandıran futbol gibi etkinliklere katılım yoluyla, bu etkinliklerin yaratıldığı ortam ve kitleler ile özdeşleşerek bir arınma yaşamaktadır ve maç sonrası kaldığı yerden hayatına devam etmektedir. Stadyumlarda, maçlar sırasında bayraklar, flamalar ve pankartlar yoluyla yaratılan rengârenk ortam ve çeşitli müzik enstrümanları aracılığıyla ortaya konan ‘taşkınlık’, Dionysosca olanın iyi bir örneğidir. Bu ortamlar sayesinde bireyler, yabancılaştığı üretkenliklerine yeniden kavuşmakta, Barış Kılınç 279 takımlarını desteklerken duydukları özgüven sayesinde kendilerini ‘doğa’ gibi yaratıcı bulmaktadır. Futbolun Dionysosca büyüsüne dair özdeşleşme biçiminin ilki budur; buradaki özdeşleşme, bireylerin takım ile değil, tuttuğu takım sayesinde ortam ile girdiği bütünleşik ilişkiyi açıklamaktadır. Futbolun büyüsüne dair ikinci tür özdeşleşme ise, Akhilleus, Herakles ve Gılgamış gibi yarı-Tanrı mitik kahramanları hatırlatan futbol yıldızları ile özdeşleşmedir ki bu özdeşleşme, Dionysosca olanın yıkımı sayesinde gerçekleşmektedir. Nietzsche’ye göre bu yıkımın suçlusu, Sokrates ve onun sahnedeki temsilcisi Euripides’dir. Doğayla bir olamamanın eksikliği içinde yaşamanın acısı duyulduğu ilk andan itibaren, sanat, kurtarıcı bir temsil olarak görülmekte ve Grekler elinde tragedya, bir sanat eseri olarak, Dionysosca olanı sahnede yeniden şekillendirmektedir. Bu şekillendirme, akıl-ışık ve görsel sanatlar tanrısı olarak bilinen Apollo’nun ışığı altında gerçekleşmekte, doğayla bir olamamanın eksikliği, onun sahne tasarımı ile giderilmektedir (Nietzsche, 2005:19). Dionysosca olan sahnede koro ile temsil edilmekte, bu taklit sayesinde insanlık Dioysosca olana özlemini gidermektedir. Ancak yine Nietzsche’ye göre, Sokrates ve onun sahnedeki temsilcisi oyuncu ve oyun yazarı Euripides, Sokrates’in “yalnızca bilen kişi erdemlidir” cümlesine uygun bireysel olanı sahneye taşıyarak, koro yerine tanrısallaşmış ya da tanrısallaşmaya çalışan karakteri yaratmaktadır. Yaratılan dramatik öykü içinde eyleyen karakterin ne anlam taşıdığı üzerine düşünen dinleyici ya da izleyici(2005: 80-81), dramatik öykü sonunda oluşan başkahramanın acılarına ya da mutluluklarına odaklanarak, tümün acısını ya da mutluluğunu unutmakta, Dionysosca olan yerine bireysel olan ile (Fuchs, 2003:48) özdeşleşerek rahatlamaktadır. Böylece, Aristoteles’in Poetika adlı eserinde belirttiği tanımlar ortaya çıkmaktadır: “Tragedya, ahlaksal bakımdan ağır başlı, başı ve sonu olan, belli bir uzunluğu olan belli bir eylemin taklididir; sanatça güzelleştirilmiş bir dili vardır; içine aldığı her bölüm için özel araçlar kullanılır; eylemde bulunan kişilerce temsil edilir (Aristoteles, 2006:22)” ve karakter denince, bu eylemde bulunan kişiler(2006:23) akla gelmektedir. Yine Aristoteles’e göre, gerçek hayatta insanlar nasıl ahlaksal bakımdan iyi ya da kötü diye adlandırılmaktaysa, tragedya içinde de eyleyen karakterler iyi ya da kötü olarak ikiye ayrılmaktadır(2006:13) ve iyiler dramatik kurulum içinde yarı-tanrı kahraman olarak kendini göstermektedir. Taklit, tüm sanat eserlerinde olduğu gibi tragedya içinde hayatidir ve taklit eden (sanatçı), insandaki taklit etme iç tepisinin bir örneğini göstermektedir. Dolayısıyla, bu taklidi seyreden bir seyirci, insan için 280 Futbolun büyüsü ve kahramanları karakteristik bir öğe olan hoşlanma duygusu ile tepki vermektedir (2006:1316). Bu tepki, hayatın taklidi olan eylemi gerçekleştiren dramatik karakter ve kahraman ile kendisinin kurduğu özdeşlik ilişkisi için vazgeçilmezdir. Karakterler, ahlaken iyi, temsil ettiği koşullara uygun, izleyicilere benzeyen ve tutarlılık içeren özellikleri (2006:42-43) ile dramatik kurulumun sonunda, yani taklit edilen eylem sonunda seyirci için özdeşleşecek bir kahraman haline gelmektedir. Bu sahneleniş tarzının ve dramatik kurulumun en güncel örneği ise, ‘popüler tür filmleri’dir. İdeolojik işlevleri ile ilgili yapılan eleştirilerden de bilindiği gibi bu filmlerin “seyirciyi, toplumsal düzenin temel önermelerini kabule ve bunların usdışılığını ve adaletsizliğini yok saymaya alıştırdığı (Abisel, 1999:37)” iddia edilmektedir. Bunda, sıradan insanın kapitalizmin ideolojisine uygun bir biçimde kahramanlaştırılarak sunulması ve bu sunu ile kitlelerin sıradanlıklarını, kahraman ile kahramanlaşarak unutması etkilidir. Romantikler tüm çelişkisine rağmen sıradan insana yüklenen bu tanrısallığı kutsallaştırır. Ancak çelişki, kapitalizmin tanrısallaşan ya da tanrısallaşmaya çalışan insana muhtaç olmasındadır. Kitleler tek tek bireyler halinde, kendilerine anlatılan öykünün toplumsal koşulları içerisinde tarihsel bir eleştiri yaparak gezinmek yerine, kendisi gibi tanımladığı kahraman ile özdeşleştiği için, o ideolojinin düşünce sistemini istemese de içselleştirmektedir. Futboldaki yıldızlık olgusu da, bu bilgiler ışığında değerlendirilirse daha iyi anlaşılabilmektedir. Futbol yıldızları, saha içinde, medya aracılığıyla öncesi ve sonrası da (magazinsel haberleri de içerin değişik TV programları ve gazete haberleri ile) kurgulanarak sahnelenen futbol maçının trajik kahramanları olarak izleyicinin karşısına çıkarılmaktadır. Futbol seyircisi de, ahlaken iyi, kendi yaşadığı toplumsal koşullar içinden çıkmış, dolayısıyla kendine benzeyen ve kendisine yazılmış roller içersinde gayet tutarlı davranan bu ‘başarılı’ karakterler ile özdeşleşerek, rahatlamaktadır, ki bu tür özdeşleşme, futbolun büyüsü içerisinde değerlendirilmesi gereken ikinci tür bir özdeşleşmedir ve beraberinde kapitalizm statü endişelerini de getirmektedir. Futbolun kapitalizm ve medya ile ilişkisi: Futbolun ideolojik işlevleri ve futbol yıldızları Futbolun kapitalizm adına akılcılaştırılarak tekrar modern kent hayatı içinde konumlandırılmasının, analitik bir biçimde açıklanması gereken birçok nedeni vardır. Bu nedenler, futbolun kapitalizm ile bütünleşik bir ilişki içinde olduğunu göstermeyi ve dolayısıyla futbolun bu ilişki içindeki ideolojik Barış Kılınç 281 işlevlerini anlamayı kolaylaştırdığı için de oldukça önemlidir. Ancak tüm bu nedenlerin doğru bir şekilde ortaya konabilmesi için öncelikle futbolun kapitalizm adına, oynanan bir oyun olmaktan çok seyredilen ya da izlenen bir etkinlik olarak (Zeytinlioğlu,2002:8) organize edildiği (akılcılaştırılarak bürokratikleştirilmesi) ön kabulünden hareket etmek gerekmektedir. Kısaca, futbolun ideolojik işlevleri üzerine yapılan eleştirilerin daha çok onun seyredilen ya da izlenen bir etkinlik haline getirilmesi ile ilgili olduğu bilinmelidir. Bu bağlamda, futbolun ‘seyredilen’ bir etkinlik haline getirilmesi, stadyumlardaki Dionysosca ortamı hatırlatırken, ‘izlenilen’ bir etkinliğe dönüştürülmesi de, genelde medya özelde ise televizyon aracılığıyla sahnelenen ve yıldız oyuncuları da kapsayan dramatik ortamı hatırlamaktadır ki bu ortam, kapitalizmin bireyi yalnızlaştırıcı etkinliklerini desteklemektedir. Çünkü televizyon sayesinde birey futbol etkinliği ile her türlü dış etkiden uzak birebir bir ilişki içindedir. Dolayısıyla birincide, tek tek bireyler stadyumlardaki büyülü ortam ile özdeşleşirken; ikincide, birey, kendine sunulan dramatik etkinlik ile özdeşleşmektedir. Ancak her iki durumda da, futbol etkinliği kapitalizmin çıkarına hizmet etmektedir. Dionysosca olana gönderme yapan birinci tür özdeşlik ilişkisi, her türlü sınıfsal farklılığın es geçildiği bir ortamı kısa süre de olsa yaratarak, sistemin adaletsizlikleri karşısında yabancılaşan bireylerin, tekrar sisteme kanalize edilmesine imkân vermektedir. Futbol stadyumlarının büyüleyen ortamı, tribünlerde oturan birbirinden farklı sınıfsal aidiyetleri ile binlerce kişiyi tek bir amaç uğruna, takımlarını desteklemek amacıyla bir araya getirebilmektedir. Aslında, bu etkinliğin sınıfsal ya da diğer her türlü farklılığı Dionysosca olanın içinde bir araya getirmesi, sadece modern dönem ile ilgili yeni bir durum değildir. Mikhail Bakhtin’nin zaman zaman kontrol dışına çıksa da kilise tarafından organize edilen ve gülmece türünün tarihsel gelişiminde oldukça önemli yer edinen, Deliler Bayramı, Eşek Bayramı, Paskalya Gülmesi, Noel Gülmesi ve Krallar Bayramı gibi ortaçağın folklorik festivalleri hakkında söyledikleri incelendiğinde, futbol gibi modern etkinliklerin, öncüllerinin ideolojik kullanım biçimlerine benzerliği görülmektedir. Bakhtin’e göre, bu folklorik festivaller iki zıt yönelime sahiptir. Resmi yani dinsel yönelimi, geçmişi de içeren mevcut düzeni onaylarken, halka dönük yönelimi geçmişi ve şimdiyi eleştirmektedir (Bakhtin,2001:101). Bu bağlamda, futbol etkinliği öncüllerininkine oldukça benzemektedir; ancak, kapitalizm, mevcut üretim ilişkilerini onaylayan tek bir yönelime izin vermektedir. Futbol etkinliğine katılan bireylerin de, mevcut 282 Futbolun büyüsü ve kahramanları düzenin dışında herhangi bir eğilimi savunmak için maça geldiklerini söylemek neredeyse mümkün değildir. Tam aksine bu etkinlik, gerçek hayatta var olabilecek başkaldırıları, Dionysosca ortam içinde gidermeyi hedeflemektedir. Bu anlamda da, Louis Althusser’in, Karl Marx’ın altyapıüstyapı benzetmesini temel alarak yaptığı ‘Devleti İdeolojik Aygıtları’ adı altındaki tanımlamalara değinmek gerekmektedir. Althusser’e göre, DİA’ların: din (farklı kiliselerin oluşturduğu sistem), öğrenim (farklı, gerek özel gerekse devlet okullarının oluşturduğu sistem), aile, hukuk, siyasal, sendika, haberleşme (basın, radyo-televizyon), kültür (edebiyat, güzel sanatlar, spor vb.) gibi üst yapı kurumlarının temel rolü, sömürü ilişkileri de olan üretim ilişkilerinin sürdürülmesi ya da başka bir deyişle yeniden üretimidir (Althusser, 2003:120-169). Stadyumların düzenleniş biçimlerine yakından bakıldığında, Althusser’in bahsettiği gibi futbolun da bir üst yapı kurumu olarak sömürüyü içeren üretim ilişkilerini yeniden ürettiği görülmektedir. Birey bu büyülü ortamların yanılsaması ile hem kendinin hem de ötekinin sınıfsal aidiyetini içselleştirmekte ve düzenin işleyişini aynen kabul etmektedir. Bu düzenin stadyumdaki temsili ise şu şekilde betimlenmektedir: Tribünlerde her koltuğun fiyatı, görüş açısı ve konforuyla doğru orantılı olarak belirlenir. Numaralı, kapalı, maraton, açık ve kale arkası gibi gruplara ayrılı tribünlerdeki seyircileri oturdukları bölüme göre kabaca farklı ekonomik sınıflara ayırmak mümkündür. Stadyumdaki yer alış ile gündelik hayatta yer alış neredeyse tamamen örtüşür. Burada anlatılmak istenen çok popüler bir deyişle insanların, oynayanlar ve seyredenler olarak ikiye ayrıldıkları değil; sadece maçın ilk yarısında takımlarının attığı, ikinci yarısında ise yediği (veya tam tersi) golleri net olarak görebilen ve hava koşullarına göre yağmur, kar ya da kızgın güneşe maruz kalan kale arkası seyircileri ile sahanın tümüne hakim bir görüş açısına sahip ve birkaç saat önceden giderek yer kapma gibi bir endişesi olmayan, üzeri kapalı, numaralı tribün izleyicileri arasındaki keskin ayrımı ve bu iki uç arasındaki çeşitliliği ortaya koymaktadır (Yılmaz,1998:17). Birinci tür özdeşleşmenin kapitalizm açısından getirisi, bireylerin sistemin işleyişine gönüllü bir şekilde itaat etmesi ve sisteme yabancılaşmanın giderilmesidir. İkinci tür özdeşleşmenin getirisi ise, futbolun tüketim endeksli yaşam biçimine katkı yapabilmesidir. Bu katkıda medyanın etkisi, göz ardı edilemeyecek kadar önemlidir. Çünkü medya, futbolu, maç öncesi ve maç sonrası yaptığı yayın ya da yayımlarla tiyatral bir gösteri haline getirebilmekte, teknolojisi sayesinde de bu gösteriyi dünyanın en ücra Barış Kılınç 283 köşelerine kadar götürebilmektedir. Özellikle 1970 sonrası, post-fordizm olarak kavramlaştırılan tüketime dayalı ekonomik düzenin (Arık,2004:50) ulus devlet sınırlarının ötesindeki pazar arayışı, futbolu önemli bir küresel pazarlama etkinliği olarak öne çıkarabilmektedir. Çünkü futbolun sahip olduğu evrensel dil, dünyanın her yerinde kolaylıkla anlaşılabilmektedir. Kısaca oyun, sportif bir müsabaka olmaktan çok, bir pazarlama etkinliği olarak görülmekte, yıldız oyuncuların özelinde takımsal simgeler fetişist bir meta haline gelmekte (Doğan,2002:91) ve tüm bunlar bahsi geçen ikinci tür özdeşlik ilişkisi sayesinde yapılabilmektedir. FIFA (Federation of International Football Associations) ve UEFA (Union of European Football Association) aracılığıyla düzenlenen uluslararası futbol organizasyonlarının nedenleri de, tüketim endeksli ekonomik düzenin futbol endüstrisi ile ilişkisi bağlamında açıklanabilir. Sponsorluk ve reklam gelirleri ile takıma ait simgelerin meta haline getirilerek satılabilmesi, şirket mantığı ile çalışan ve hatta şirketleşen futbol kulüpleri açısından hayatidir; ancak bu gerçeklik, futbol severleri bir tüketici, futbolu da bir pazarlama etkinliği haline getirmektedir. Bu duruma başka bir örnek, önemli futbol kulüplerinin gelişen ekonomilerine paralel tüketime yönelen Uzakdoğu ülkelerine yaptıkları ve gösteri maçlarını da içeren geziler verilebilir. Bu gezilerdeki amacın, futbola ait, yıldız oyuncular sayesinde fetişist bir meta haline gelen simgelerin pazarlanması ile sponsorluk ve reklâm anlaşmalarının gerekliliklerinin yerine getirilmesi olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla, futbola ait her ne varsa özellikle yıldız futbolcular ve onlar sayesinde değerlenen diğer simgeler, alınıp satılabilen bir meta olarak görülmekte (Yılmaz,2002:21), futbol severler de kurdurulan özdeşlik ilişkisi ile etkilenen bir tüketici haline getirilmektedir. Futbolun, iki tür özdeşlik ilişkisini de içinde barındıran ve kapitalizm açısından, tüm bu anlatılanların dışında daha hayati başka bir ideolojik işlevi ise kendine ait nesnelerin, seyirlik ya da değil, düzenleniş biçimi ile kapitalizmin toplumsal yapıyı düzenleyiş biçimi arasındaki benzerliktir. Kapitalizm, işlerliğini ve devamlılığını sağlamak amacıyla, akılcılaştırma temelinde birçok unsuru kullanabilmektedir. Tek tek bireyler toplamında kitlelerin sisteme gönüllü biçimde bağlanabilmesi kapitalizm için oldukça önemlidir. Ancak, DİA’ların sisteme gönüllü bağlanmayı sağlayan ve sömürü ilişkilerini içeren üretim ilişkilerini yeniden düzenleyen yapısının işleyiş açısından kapitalist düzenin tüm özelliklerini taşıdığı da bilinmektedir. Dolayısıyla futbol da bu özelliklere sahiptir ve seyirci ya da izleyici futbol (vb. etkinlikler) aracılığıyla bu özellikleri içselleştirebilmektedir. Fromm’a 284 Futbolun büyüsü ve kahramanları göre, kapitalizm temelde şu ortak özellikleri ile işlerliğini devam ettirmektedir: Siyasal ve yasal açıdan özgür insanların varoluşu; Özgür insanların (işçilerin ya da çalışanların) emeklerini sözleşmeyle emek pazarında anamal sahibine satmaları; Ücretleri belirleyen ve toplumsal ürün alışverişini düzenleyen bir mekanizma olarak bir mal pazarının bulunması; Her bireyin kendine kazanç sağlamak amacıyla davranması; gene de pek çok insanın yarışmacı tutumunun sonucunda herkes için en büyük karın sağlanması ilkesi (Fromm, 1996:85). ‘Özgür insanlar’ nitelemesi (kapitalist düzenin çepeçevre sardığı toplumsal yaşantı içinde zaten aksi düşünülemez!) bir kenara bırakılarak analitik bir gözlem yapıldığında futbol etkinliğinin de kapitalist bir etkinlik olduğu anlaşılmaktadır. Futbolcular-işçiler, futbol kulübü sahibine-anamal sahibi, yetenekleri oranında (bu oran ile emeklerinin pazar değeri arasında doğrudan bir ilişki vardır) bir emek vermekte, emeklerine parasal açıdan iktisadi her türlü unsuru içinde barındıran futbol pazarı içinde karşılık verilmekte ve tüm bu bileşenler temelinde bir işletme haline gelen futbol kulüpleri, takımlarının ligdeki galibiyetlerine paralel değer kazanmaktadır. Böylece, hem mal sahibi-futbol kulübü sahibi hem de futbolcu-işçi açısından, yani herkes açısından bir kazanç –kârlılık söz konusu olmaktadır. Bu bağlamda, kapitalist düzenin işleyişi, büyüleyici bir etkinlik yoluyla, bireylerin yaşantısına başka bir biçimle yeniden dâhil edilmekte, kitleler bu etkinliğin niteliği dolayısıyla sistemi içselleştirmektedir. Futbol ile hayat arasında kurulacak bu ilişkinin ortaya çıkardığı başka bir gerçeklik ise, kapitalizmin rekabete dayalı sisteminin kutsanıyor olması ile beraber, bireylerin rekabet sonunda kazanacakları üzerinden sistemin işlerliğinin devam ettirilmesidir. Kapitalist toplumsal yapı için bireyin sistemi içselleştirmesi önemli bir gerekliliktir ama bu gereklilik için sistem, bireyleri motive etmektedir. İşte kapitalist düzenin vaatleri; iş, sağlık, refah ve mutluluk, futbol gibi etkinlikler yoluyla elde edilebilir birer gerçeklik gibi sunulabilmektedir. Maradona ve Pele ya da yeni adlarıyla Metzi ve Ronaldinho gibi futbol yıldızlarının, üçüncü dünya ülkelerinin banliyölerinde yaşayan çocuklar ve ebeveynleri için önemi, taşıdıkları simgesel değer ile ölçülebilir. Bu simgesel değerin niteliği, üçüncü dünya ülkelerinin banliyölerinden çıkmış ve kazandıkları milyonlarca dolar ile sürdükleri yaşamın niteliği açısından yıldız futbolcuların, yine üçüncü dünya üzerinde ya Barış Kılınç 285 da düzeninde yaşayan çocuklara ve ebeveynlerine söylediklerine bakıldığında daha iyi anlaşılabilir: ‘Siz de yapabilirsiniz’ cümlesi, kapitalist düzenin işlerliğini garanti eden bir motivdir. Bu bağlamda, kapitalist hiyerarşinin üstlerine doğru hareket eden ve tam da bu nedenle üçüncü dünyanın sıradan insanlarınca mitik bir kahraman gibi algılanan (çünkü onlar kendilerinin aksine refaha, zenginliğe ve mutluluğa tüm zorluklara rağmen kavuşabilmiştir) futbol yıldızları da eski ya da yeni teker teker incelendiğinde birer üçüncü dünyalıdır ya da birinci sınıf ülkelerin üçüncü dünyayı andıran banliyölerinde yaşayan sıradan kimselerdir. Örneğin, eski yıldız Pele Brezilya’nın Minas Gerais eyaletine bağlı Trés Coraçoes köyünde; dünyanın gelmiş geçmiş en iyi iki oyuncusundan biri olarak gösterilen Maradona Arjantin’de; 17 Temmuz 2003 tarihinde, 27 milyon avro bonservis ücreti karşılığında FC Barcelona’ya transfer olan Ronaldinho futbola bel bağlamış fakir bir ailenin çocuğu olarak Brezilya’nın Porto Alegre şehrinde; CSKA’dan 1990 yılında 4,5 milyon dolarlık tranfer ücreti ile FC Barcelona’ya geçen ve ardından 1994 yılında 15 milyon dolarlık bir ücret karşılığında İtalya’nın Parma takımına transfer olan solak golcü Hristo Stoitchkov bir eski Doğu Bloku ülkesi olan ve komünizm ile yönetilen fakat şimdilerde Avrupa Birliği ülkesi olan Bulgaristan’da; tüm zamanların en yüksek tranfer ücreti ile yani yaklaşık 68,6 milyon dolar karşılığında Real Madrid’e transfer olan Zidane, 1960’lı yıllarda Cezayir kolonisinden ‘merkeze’ yani Fransa’ya göç eden fakir ve Müslüman bir ailenin çocuğu olarak Marsilya’da; Beckham ise kapitalizmin merkezindeki bir banliyöde, Kuzey Londra’nın fakir semtlerinden biri olan Leyton’da dünyaya gelmiştir. Dolayısıyla tüm bu isimler, kapitalist hiyerarşinin tüm kurallarına gönüllü boyun eğme niyeti ile dolan diğerleri için iyi birer örnektir ve sistem bu örnekleri dünyanın artık en ücra köşesine dahi ulaşan yayın ve yayımları ile medyayı kullanarak sergilemekte ve bu sayede kendine, kendi çıkarına çalışacak gönüllü memurlar ya da başka bir deyişle görevliler edinmektedir. Öyle ki bu memurlar ya da görevlileri kendi çıkarına çalıştığı ölçüde ödüllendirmekte, aksi halde sistem dışına itmektedir. Örneğin, 1998 Fransa Dünya Kupası finalinde Ronaldo yaşadığı sara krizine rağmen Nike ile yaptığı 400 milyon avroluk sponsorluk anlaşması gereği zorla maça çıkarılabilmekte; Maradona sistemin işleyişi işe ilgili belirttiği muhalif görüşleri nedeniyle, aforoz edilebilmekte; Zidane artık dayanamadığı ırkçı saldırılar karşısında gösterdiği bir ani hareket nedeniyle uzun süre eleştirilebilmektedir. 286 Futbolun büyüsü ve kahramanları Immanuel Wallerstein’nın tümelin mutluluğunu önemsemeyen ama önemser gibi gözükerek bunun gerçekleştirilebilir olduğunu söyleyen ve sürekli yanılsamalar yaratan bu sistem üzerine söyledikleri, futbolun büyülü içeriği nedeniyle kapitalizm tarafından akılcılaştırılarak, bir yanılsama aracı olarak kullanılmak üzere nasıl ideolojikleştirildiğini kanıtlar niteliktedir. Çünkü Wallerstein’a göre, kapitalizmin en önemli itilimi sınırsız sermaye birikimidir. Sınırsız sermeye birikimi ise, birilerinin başkalarının artık değerini kendine mal etmesi ile gerçekleşebilir. Dolayısıyla, toplumsal dünyanın ekonomik açıdan herkes için iyileştirilebilir olduğunu söyleyen materyalist görüşün ve herkesin yeterli imkânlardan yararlanacağı ve hiç kimsenin başkalarının sahip olmadığı imtiyazlara sahip olmayacağı üzerine kurulacak bir toplumsal düzenin olabilirliğini savunan kolektivist görüşün gerçekleşebilmesi mümkün değildir (Wallerstein,2003:154-155). Yani birileri zenginleşirken diğerlerinin daha da fakirleşmesi üzerine kurulu bu sistemde herkesin zenginlik ve refah içinde yaşaması mümkün değildir. Bu nokta da, Karl Marx’ın, bireylerin gerçekçi olmasa da, kapitalizmin vaatlerine kapılmalarının nedenini açıklayan düşüncelerine değinmek gerekir. Marx’a göre, “maddi yaşamın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel yaşam sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilinçlerini belirleyen toplumsal varlıklarıdır (Marx, 1993:1993).” Dolayısıyla, bu varlıklarının oluşumunda bireylerin bilinçlerini özdeşlik yoluyla etkileyebilen ya da yönlendirebilen futbol gibi etkinliklerin payı büyüktür. Bu bağlamda, futbola ait nesnelerin düzenleniş biçimi ile toplumsal yapı arasındaki benzerlik, kapitalizm açısından değerlendirilmelidir. Medyanın bu anlatılanlar ışığında futbol ile ilişkisi, evrenselleştirilmeye çalışılan kapitalizmin çıkarları açısından incelenmelidir. Wallerstein’a göre, kapitalizmin önceliklerinden biri de evrenselleşmedir (Wallerstein, 2006:73). Bu öncelik, dünyanın en ücra köşelerine kadar kapitalizmin kendi ideolojisinin taşınması anlamına gelmektedir. Küreselleşen medyanın, ulus devletlerin sınırlarını ortadan kaldırarak yeniden şekillendirdiği 1970 sonrası süreç yakından incelendiğinde, kapitalizmin evrenselleşme hedefi ile ne kadar örtüştüğü görülmektedir. Kendi örgütleniş biçimi açısından futbol, kapitalizm çıkarına kullanılabilir bir niteliktedir. Medya ise, bu örgütleniş biçimlerinin her birini kapitalizm ile ilişkisi oranında kitlelere taşıma işini görmektedir. Bu örgütleniş biçimlerinin her biri de tıpkı futbol gibi bireylere, ‘siz de yapabilirsiniz’ demektedir. Barış Kılınç 287 SONUÇ Futbol önemli bir serbest zaman etkinliğidir; ancak, futbol günümüzde kapitalist bir aktivite haline getirilmiş bir serbest zaman etkinliğidir. Dolayısıyla, futbolun oynanan bir oyundan çok seyredilen ve izlenen bir aktivite haline getirilmesi de bir akılcılaştırma örneği olarak değerlendirilmelidir. Bu aktivite, sahip olduğu büyülü çehre sayesinde, modern hayatın yalnızlaşmış ve yabancılaşmış bireylerini sistem adına uyumlulaştırmakta ve sağladığı iki tür özdeşlik ilişkisi yoluyla sistemin devamlılığını garanti altına alan bazı önlemleri hayata geçirmektedir. Bu ilişkilerden birincisi, futbol, Dionysosca olanı çağrıştıran sahalarının ortamı ile kitleleri buluşturarak, doğal olana özlem duyan bireylerin komün ile özdeşleşmesini sağlamaktadır. Böylece, üretim ilişkilerinin yenine üretimine katkı sağlayarak sınıfsal farklılıkların içselleştirilmesini ve bu farklılıklara dayanan kapitalist düzenin devamlılığını garanti altına almaktadır. İkinci tür özdeşleşme biçimi ise, Dionysosca olanın yıkımı ile ortaya çıkan ve bireyselliğe vurgu yapan yarı-tanrı kahramanları andıran futbol yıldızları ile bireylerin özdeşleşmesidir. Bu özdeşleşme yoluyla, tüketim endüstrisinin ihtiyaçları karşılanmakta, futbol izleyicisi metalaştırılan ve fetişist bir unsur haline getirilen futbol yıldızları aracılığıyla takımlarının sembollerini satın alan birer tüketici haline getirilmekte, dolayısıyla da futbol etkinliği de bir pazarlama süreci olarak değerlendirilmektedir. Medyanın bu süreçte etkisi, maç öncesi ve maç sonrası yaptığı yayımlarla ve yayınlarla, futbol takımlarına ait unsurların ve tabii ki futbol yıldızlarının fetişist birer meta haline getirilmesinde oynadığı rol ile orantılıdır. Futbol, kapitalizm ve medya arasındaki ilişkinin esas önemli noktası ise, futbola ait nesnelerin düzenleniş biçimi ile kapitalizmin toplumsal yapıyı düzenleyiş biçimi arasındaki benzerliktir. Bu benzerlik temelinde rekabete dayalı toplumsal düzende, galip gelenlerin yükselişine futbolun yapısı itibariyle örnek olabilmesi ile açıklanabilir. Futbol yıldızları, genelde üçüncü dünya ülkelerinin banliyölerinde yaşayan fakir aile çocukları olmalarına rağmen, ‘meritokratik’ düzenin gerekliliklerini yerine getirerek yükselmiş kişilerdir. Bu bağlamda yine aynı ülkelerin banliyölerinde yaşayan çocuklar ve ebeveynlerine ‘siz de yapabilirsiniz’ mesajını göndermekte ve bu açıdan kapitalist düzenin ideolojik bir örneği haline gelmektedir. Medya ise ulus devletlerin sınırlarını aşan teknolojisi yardımıyla, futbola ait uluslararası organizasyonların dünyanın en ücra köşelerinde dahi izlenmesine imkân vererek, kapitalizmin ‘evrensellik’ 288 Futbolun büyüsü ve kahramanları ilkesine hizmet etmektedir.5 İşte futbol niteliksel özellikleri ile düzenin bu üç noktasında hizmetine giren akılcılaştırılmış bir aktivite olarak değerlendirildiğinde anlaşılabilir bir serbest zaman etkinliği haline gelir. KAYNAKÇA Abisel, N. (1999). Popüler sinema ve türler. İstanbul: Alan. Althusser, L.(2003). İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları (çev: A Tümertekin). İstanbul: İthaki. Arık, M.B. (2004). Top ekranda. İstanbul: Salyangoz. Arık, M. B. (2006). Alain De Botton statü endişesi. Antre parantez. 2: 78-86. Aristoteles (2006). Poetika (çev: İ. Tunalı). İstanbul: Remzi. Bakhtin, M. (2001). Karnavaldan Romana (çev: S. Irzık), İstanbul: Ayrıntı. Benjamin, W. (1995). Pasajlar (çev:A. Cemal). İstanbul: Yapı Kredi. Camus, S. (2006). Sisifos söyleni (çev. T. Yücel). İstanbul: Can. Doğan, G. (2002). Dünya futbolu. Karizma Dergisi, 11:90-94. Fromm, E. (1996). Sağlıklı toplum (çev: Y. Salman, & Z. Tanrısever), İstanbul: Payel. Fuchs, E. (2003). Karakterin ölümü (çev: B. Güçbilmez). Ankara: Dost. Hobsbawn, E. (1998). Sermaye çağı. 1848-1875 (çev: B. S. Şener). Ankara: Dost. Marx, K. (2005). Ekonomi politiğin eleştirisine katkı (çev: S. Belli). Ankara: Sol. Nietzsche, WF. (2005). Müziğin ruhundan tragedyanın doğuşu (çev: İ. Z. Eyupoğlu). İstanbul: Say. Simmel, G. (2003). Modern kültürde çatışma (çev.T. Bora, & N. Kalaycı, & E. Gen). İstanbul: İletişim. Wallerstein, I. (2003). Bildiğimiz dünyanın sonu (çev: T. Birkan). İstanbul: Metis. Wallerstein, I. (2006). Tarihsel kapitalizm (çev: N. Alpay). İstanbul: Metis. Weber, M. (?). Toplumsal ve ekonomik örgütlenme kuramı (çev: Ö. Özenkaya). İstanbul: İmge. Weber, M. (1999). Protestan ahlakı ve kapitalizmin ruhu (çev: Z. Gürata). Ankara: Ayraç. Yılmaz, E. (2002). Futbol ve yaşam. Toplum Bilim Dergisi, 16: 15-22. Zeytinoğlu, E. (2002). Boş zaman oyunu ve televizyon. Karizma Dergisi, 11:7-12. 5 Meritokrasi ‘eşit!’ rekabet koşulları içerisinde bireylerin kendi yetenekleri ölçüsünde toplumsal yaşama katkısı anlamına gelmektedir (Arık,2006:84). Ancak, Alain De Botton’a göre, “Ekonomik meritokrasinin yükselişiyle birlikte fakir insanlar, zenginlerin yardımına muhtaç ‘talihsiz’ kişiler olarak tanımlanamaz oldular; kendi çabalarıyla zengin olmuş, hali vakti yerinde insanların umarsızca aşağılayabildikleri başarısız insanlara dönüştüler (Akt.Arık, 2006:84).” Öyle ya! ‘Siz de yapabilirsiniz’ önerisine karşılık vermemek bir aşağılanma olarak algılanabilir. İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 26 Kış-Bahar 2008, s.289-316 Makale Endüstriyel futbol çağında “taraftarlık” M. Berkay Aydın 1 Duygu Hatipoğlu 2 Çağdaş Ceyhan 3 Öz: Bu makale, futbol alanında özellikle piyasalaşma temelinde belirlenen değişim süreçlerini genel olarak değerlendirme ve bu süreçlerle birlikte tartışılabileceği düşünülen ‘taraftarlık’ kavramının incelenmesi üzerine kurulmuştur. Makalede ‘taraftarlık’ kavramının görece daha pasif bir anlam içeren ‘seyircilikten’ ayrışması ve bu durumun ‘endüstriyel futbol’ çağında yarattığı düşünülebilecek gerilim üzerinde durulmaya çalışılmıştır. Bu çerçevede uluslararası ve ulusal düzeylerde kimi örnekler verilmeye çalışılmış ve bu örnekler özellikle eleştirel sosyal bilim geleneği çerçevesinde tartışılmaya çalışılmıştır. Anahtar Kelimeler: Taraftarlık, seyircilik, endüstriyel futbol, gösteri toplumu. ‘To Be Supporter’ İn The Industrial Football Age Abstract: This article is based on a general consideration of football, particularly the processes of change determined on the ground of marketization, and the analysis of the concept “supporter”, which can be thought as a discussion topic accompanying these processes. In this study, considerable effort is put into the distinction between the “supporter” and the “audience/onlooker”, which has a relatively passive meaning and the tension that can be seen as stemming from this distinction in the age of “industrial football”. In this perspective, the main effort is to give examples in both national and international levels and to discuss these examples from the perspective of critical social sciences literature. Keywords: Supporter (fan), onlooker/audience (fan), industrial football, the society of the spectacle. 1 Arş. Gör., ODTÜ Sosyoloji Bölümü; e-posta: mberkayaydin@yahoo.com Avukat, e-posta: duygu.hatipoglu@gmail.com 3 Arş. Gör., Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi; e-posta: ceyhancagdas@gmail.com 2 B. Aydın - D. Hatipoğlu - Ç. Ceyhan 290 GİRİŞ Avrupa tribünlerinde yaygın kullanılan terimle ‘modern futbol’, Türkiye’de yaygınlaşan kullanım ifadesiyle ‘endüstriyel futbol’ ve hakkındaki tartışmalar son yıllarda artarak sürmektedir. Endüstriyel futbol, ekonomik, sportif, sosyolojik açıdan pek çok tartışma başlığı barındıran bir başlık olarak öne çıkmaktadır. Futbolun modern bir oyun olarak ortaya çıkmasından bu yana oldukça değiştiği ve bu değişim sürecinin farklı aktörleri ortaya çıkardığı söylenebilir. Bu nedenle tek başına 'endüstriyel futbol' başlığı, barındırdığı konular açısından yeterli bir kapsama sahip değildir. Özellikle 90'lı yıllarla birlikte bir ekonomik sektör olarak öne çıkan futbol, şirket kulüpler, hisse senetleri, güvenlik yasaları, bilet fiyatları, şiddet ve benzeri bağlamlarda tartışma konusu edilebilir. Futbolun değişimi ve taraftarlık konusunda Batı Avrupa merkezli birçok çalışma olduğu bilinmektedir. Buna karşın Türkiye’de de futbol, seyircilik ve taraftarlık üzerine son yıllarda dikkat çekici bir literatürün hem özgün ülke futbol hayatıyla ilgili yapıtlarla, hem de çevirilerle oluşmakta olduğu söylenilebilir. Her şeyden önce futbol konusunda son yıllarda yapılan çalışmaların bir bölümü oyunda artan orandaki piyasa hakimiyetini ve şekillenen ilişkileri içeren çalışmalardır (Boniface, 2007; Authier, 2002; Akşar, 2005). Bu konuda birçok çalışma örnek verilebilir, genel olarak değişim süreçlerine eleştirel yaklaşıp yaklaşmadıklarına göre tasnif edilebilecek daha çok futbolun ekonomisi merkezli bu çalışmalar genel olarak yaşanan büyük değişim süreci üzerinde uzlaşmaktadırlar. Türkiye’de taraftarları veya seyircileri konu edinen çalışmalarda ise kulüp futbolseverlerinin anıları gibi çalışmalar dışarıda bırakılacak olursa, genel olarak bu makalede ‘taraftar grupları’ olarak tanımlanan grupların kriminolojik terimlerle ‘etiketlenerek’ ele alındığı çalışmalar dikkat çekmektedir (Talimciler, 2003; Şahin, 2003). Bunun yanında bu alanda Batı Avrupa’daki tartışmaların görece daha zengin olduğunu belirtmek mümkündür. Sadece ‘şiddet’ sorunsalının ele alındığı çalışmalar daha çok taraftar kimliğinin oluşumuna daha mesafeli kalırken; özellikle Ian Taylor(1975)’ın ‘holiganlık’ üzerine tarihsel ve sosyal koşulları daha fazla öne çıkaran çalışması gibi çalışmalar bu alandaki çalışmalar için yeni olanaklar yaratmıştır. Bu çalışmaya, Elias ve Dunning’in başını çektiği Leicester Okulu’nun ‘uygarlaşma süreci’ tezlerine dayanarak ‘holiganizm’ sorunsalını açıklamada sosyal sınıfları aşan şekilde ‘alt-kültür’ü temele almak Taraftarlık 291 gerektiği merkezli eleştirileri literatür açısından önemli bir tartışmadır (Elias ve Dunning, 1986). Daha sonraki dönemlerde ise bu konuda hayli gelişkin bir literatürün ve farklı eğilimlerin ortaya çıktığından bahsetmek mümkündür. Teorik hareket noktalarında ve yaklaşımlarında çeşitli farklılıklar bulunsa da taraftarın kimliğinin anlaşılması üzerine yoğunlaşan, hakim paradigmaya görece eleştirel bakarak taraftarlığın tarihsel ve sosyal bağlarını tanımlamaya çalışan çeşitli çalışmalar dikkat çeker ( Dal Lago ve Moscati, 1992; King, 1998; Marchi, 1994; McGill, 2006). Bunun yanında Türkiye’deki ‘taraftarlık’ tartışmaları, genel olarak, yukarıda da belirtildiği gibi görece etiketlenen ‘şiddet’, ‘holiganlık’ gibi terimlerle ele alınmıştır. Buna karşın özellikle ‘taraftarlığın’ tanımlanmasına yönelik olarak Kozanoğlu’nun (2002) çalışması, Türkiye’de bu konuda önemli bir öncü referans kaynak olarak tanımlanabilir. Bu makale, bir açıdan ‘taraftarlığın’ anlaşılması ve tartışılabilmesi amacını gütmektedir. Bu konu, futbol tartışmalarında aslında kulüp, futbolcu, yönetici isimlerinin, oyun sistemi tartışmalarının, forma reklamlarının gölgesinde kalan fakat hemen her kentte duvar yazılarında, kimi olaylarda gazetelerde manşet olarak ortaya çıkan bir kesimin ‘anlaşılmaya’ çalışılması açısından önemli gözükmektedir. Hakkında onlarca söz söylenen, etkinlik alanları oldukça geniş bir kesim hakkındaki tartışmaların sınırlılığına karşın, bu alanı en azından tartışmaya açmak bir katkı olarak değerlendirilebilecektir. Bu makalede, endüstriyel futbol ve taraftarlık ilişkisinin bir boyutu ele alınmaya çalışılmıştır; çalışmada genel olarak futbol ve ‘taraftarlık’ üzerinden ‘popüler kültürdeki’ mücadele ve gerilimlere odaklanmaya çalışmıştır. Taraftarlık ve futbol tarihsel süreç içinde ele alındığında etkileşimli bir ilişki içinde olmuştur. Bu ilişki ekonomik, politik, psikolojik ve sosyolojik kavramlarla ele alınabilir. Bu makalede, öncelikle futbol oyununun tarihsel süreç içinde endüstriyelleşmesi ve bugün geldiği nokta çeşitli örneklerle açıklanmaya çalışılmıştır. Bunun yanında futbolun yaşadığı ekonomik dönüşümün bir sonucu olarak görülebilecek taraftarlık kurumu da yine ortaya çıkışı ve gelişimi bakımından değerlendirilmiştir. Nihayet, endüstriyel futbolun ve taraftarlık kurumunun ilişkisi, nedenleri ve sonuçları, farklı ülkelerdeki, sınırlı da olsa, kimi tribün pratikleriyle ve kimi somut örneklerle değerlendirilmeye çalışılmıştır. B. Aydın - D. Hatipoğlu - Ç. Ceyhan 292 YÖNTEM Bu makalede, veri toplama ve değerlendirme yöntemi olarak katılımcı gözlem ve niteliksel içerik çözümlemesi kullanılmaya çalışılmıştır. İçerik çözümlemesi ve literatür taraması sırasında, alanla ilgili teorik kitaplar, farklı özellikler sergileyen taraftar grupları hakkında yapılan araştırmalar ve makaleler ‘taraftarlık’ ve ‘endüstriyel futbol’ ilişkisi çerçevesinde incelenmiştir. Ayrıca Türkiye ve Avrupa’daki kimi kulüp taraftarlarının veya doğrudan bir kulüp aidiyeti üzerinden gelişmeyen genel olarak futbolseverlerin oluşturduğu internet forumları taranmaya çalışılmıştır. Bunun yanında çalışmada, 2007-2008 futbol sezonu boyunca kimi Türkiye Süper Ligi kulüpleri tribünlerindeki ilişkiler ve ağırlıklı olarak Ankaragücü tribünlerinden katılımcı gözlem yoluyla edinilen bulgular, ‘taraftarlığın’ ele alınması noktasında, değerlendirme sürecine katılmaya çalışılmıştır. Araştırmanın çerçevesini endüstriyel futbol ve taraftar ilişkisi oluşturmaktadır. Endüstriyel futbolun tarihsel süreç içinde değerlendirilmesi sürecinde, esas olarak olgunun İngiltere'deki gelişimine odaklanılmıştır. Taraftarlık hakkındaki tartışmalarla ilgili olarak ise, özellikle Batı Avrupa'da farklı ülkelerdeki futbol ve tribün kültürlerinin gelişkinliği, alana ilişkin literatürün geniş olması sebebiyle tercih edilmiş ve incelenmeye çalışılmıştır. Bu çalışmalar, genel olarak alan araştırmalarına dayanmaktadır. Araştırmada literatür taramasıyla ve katılımcı gözlemle elde edilen bulgular, özellikle ‘eleştirel sosyoloji’ içerisinde değerlendirilebilecek kimi düşünürlerin çalışmalarındaki kimi temel tartışmalarla beraber incelenmeye çalışılmıştır. ANALİZ VE DEĞERLENDİRME Araştırmada öncelikle kullanılan kavramlara ilişkin genel bilgiler sunulmuş, kavramların ortaya çıkışı ve tarihsel süreç içinde gelişimleri ve kavramlara ilişkin yorumlar ele alınmıştır. Çalışmanın ana ekseni çerçevesinde bu bölüm çeşitli alt başlıklara ayrılmıştır. Öncelikli olarak futbolun piyasalaşma sürecinin yaygınlaşma ve derinleşmesini anlatan ‘endüstriyel futbol’, özellikle 1970’lerle birlikte Avrupa’da ve 1980’lerin başı itibariyle de Türkiye’de geliştiği bu çalışma çerçevesinde iddia edilen ‘taraftarlık’ kavramları alt başlıkların ilk ikisini oluşturmaktadır. Analiz ve değerlendirme için üç alt başlık oluşturulmuştur: Endüstriyel futbol, Taraftarlık, Endüstriyel futbolun gerilimi: Taraftar mı? '12. Adam' mı? Taraftarlık 293 Endüstriyel futbol Futbol, oyun olarak doğduğundan beri, hep geniş kitlelerin ilgisiyle karşılaşmıştır. Oyunun ‘modern’ biçiminin doğuşu 19. yüzyıl ortalarında İngiltere'de gerçekleşmiştir. Önceleri, yüzlerce kişinin birlikte oynayabildiği, kuralları olmayan, yaralanmalar ve sakatlıklarla sonuçlanan, tarihsel süreç içinde defalarca yasaklamalara maruz kalmış bir oyun olan futbol (bkz. Stemmler, 2000), çok kabaca söylenirse kapitalizmin doğuşu ile birlikte kurallara daha bir sıkı şekilde bağlanmaya başlamıştır. Endüstriyel futbolun ve taraftarlığın kökenleri, bir açıdan o dönemde, o kurallarda aranabilir. Kapitalist üretim biçiminin, insan hayatını, zamanı ve mekanları yeniden örgütlemesiyle birlikte bir ‘oyun’ olarak futbol da değişmek zorunda kalmıştır. Gerçekten, daha önceleri, yani köylülerin özgür topraklarında ve boş zamanlarında oynanagelen futbol, toprakların özel mülkiyet konusu haline gelmesi (çit çevirme) ile bir açıdan ‘mekansız’ kalmıştır. Köylülerin, yeni oluşan kentlere işgücü olarak sürülmesi ise oyunu ‘oyuncusuz’ bırakmıştır. Günde ortalama 18 saat çalışan işçilerin, artık bu enerji isteyen oyunu oynayacak halleri kalmaz. Kapitalizmin zaman ve mekân üzerinde bu şekilde tahakküm kurmasıyla futbol da artık popüler, gevşek kurallı, kimi zaman 300 kişinin bir arada oynayabildiği bir oyun olmaktan çıkar. Bu gelişmelerle futbol, okullarda, öğrencilerin beden ve ruh sağlıklarını korumaya ve bazı ahlaki değerlere teşvik etmeye yönelik bir faaliyet olarak benimsenir ve oynanır (Conn, 1999). Futbol oyununun modern kuralları bu nedenle kolejlerde oluşturulur. 1848 tarihli Cambridge yasaları ile futbol, 11'er kişilik iki takımın karşılıklı oynadığı, kurallara bağlanan bir oyun olur. Futbol, kendisine ikinci bir canlanma şansı veren kolejlerde çok durmaz, kitleselleşir, kolejlerden tekrar sokaklara akar. Stemmler, özellikle İngiltere Kupası (1871) ve dünyanın ilk Futbol Ligi'nin (1888) kurulmasından sonra oyuncuların, çalışma saatleri 18’den 12’ye inen işçiler olduğunu, seyircilerin de oyuncularla aynı sınıfta yer aldığını belirtir. Bu seyirciler daha o zamandan deplasmanlara giderler, takımın renklerine bürünürler, kavga ve alkole düşkündürler (Stemmler, 2000:99). Artık işçi sınıfı kentlere iyice yerleşmiş, bu kent, içinde yaşayanların kültürü ile biçimlenmeye başlamıştır. Futbol oyununun işçi sınıfında çok popülerleştiği 1800’lerin sonlarında, pek çok kişi futbolu oynamak kadar izlemek de ister. Yerel kulüpler oyunu seyreden işçiler için eğlence ve sosyalleşme kaynağı haline gelir (Williams ve Netrour, 2002: 7). Tam bu noktada, yani futbolun kitleler arasında yeniden 294 B. Aydın - D. Hatipoğlu - Ç. Ceyhan popülerleştiği dönemde, endüstriyel futbol ve taraftarlık, iki farklı damar olarak uç vermeye başlar. Tarihsel sürece bakıldığında bu iki kurumun birbirinden bağımsız gelişmediği ve aynı zamanda birbirlerine bir karşıtlık barındırdığı görülecektir. Daha doğrusu, özellikle ‘taraftarlık’ kimliğinin öne çıkan unsurları ile endüstriyel futbolun ‘para merkezci’ algısı arasında zaman zaman daha net gözükebilecek bir çatışma zemini dikkat çekecektir. Bugün anladığımız anlamda endüstriyel futbolun gündelik hayattaki yansımaları, pahalı biletler, sponsorluklar, reklam, yıldız oyuncular, profesyonelleşme ve iştah kabartan bir yatırım alanı olmasıdır. Arık, takımların şirketler ya da zengin işadamları tarafından ele geçirildiği ve başka türlü bir biçimin de imkânsızlaştığı günümüzde futbolun ‘masumiyet’ çağının bittiğine işaret eder (Arık, 2004: 220). Arık’ın bu vurgusu, endüstrileşme süreci ile beraber aslında kapitalizmin derinleşme ve yaygınlaşmasının getirdiği bir sonuç olarak bir ‘oyunun’, ‘bir ‘gösteriye’ dönüşmesi sürecine işaret eder. Futbolda profesyonelleşmenin kökenleri ile seyirciliğin oluşumu arasında ciddi bir ilişki bulunmaktadır. Kitleler artık, oyunun modern biçiminde sahada değil, saha kenarındaki tribünlerde yerlerini alırlar. Tribünler ve saha arasında zaman zaman “şiddet”lenen, gerilimli bir ilişki gelişmiştir. Sahada oyuncu olarak, oyunun öznesi olma ihtimali kalmamıştır. Sahadaki oyuncular artık dudak uçuklatan paralar karşılığı yeteneğini satan “özel” kişilerdir. Sahada oynanan oyun ise, TV yayınlarının gözdesidir, pazarlanmaya hazır bir maldır. Bu, endüstriyel futbolun öyküsüdür, endüstriyel futbol ile futbol oyununun kendisi, kapitalist dünyanın nesnesi haline gelmiştir. Bunun yanında süreç içerinde profesyonelleşme ve ticarileşmenin yoğunlaşması ile beraber, ‘seyircilik’ konumunun kendisinde kulüple kurulan kimi ‘özel’ bağlar da para merkezli anlayışın değerleri karşısında silinmeye yüz tutar. Bu konuda Ian Taylor, kulüplerin temsili, kulüplerin kontrolünün değişimi üzerinde durarak ‘oyunun’ ortadan kalkmasının ötesinde bir diğer aşama olan kulüp değerlerinin ‘ticaret mantığı’ ile girdiği çelişik duruma dikkat çeker. Profesyonelleşme sürecinin asıl hızlandırıcı unsuru, özellikle İngiltere özelinde, yerel burjuvazinin ‘ticari mantığının’ hakim olmaya başlaması ve finansal kontrolün kurumsallaştırılmasıyla oluşmuştur (1975: 144). Bu kurumsallaşma bir yandan ‘oyun’ ve özellikle yerel kulüp üzerinden sıkı kural süreci sonrası oluşmuş uzlaşmayı aşındıracak bunun yanında ‘seyircileri’ bir başka çelişik durumun içine sokacaktır. Çünkü, artık ‘rasyonelleşen’ ve piyasa mantığına daha fazla bürünen bu sürecin içerisindeki değerler geleneksel Taraftarlık 295 aidiyet değerlerinden farklı özellikler taşıyacaktır. Tribünlere ‘sürülen’ kalabalığın oyunda yer alabilmesi ise başka türlü bir varlık geliştirmesine bağlıdır, oyunda ‘yeniden’ özne olabilmek başka bir kimlikle oyuna dahil olabilmeyi gerektirir. Futbol oyununda yeniden özne olabilmenin ‘çabası’ da belki bir açıdan ‘taraftar’lığı anlatmaktadır. Endüstriyel futbolun günümüzdeki dönüşümünün önemli göstergeleri olarak gösterileşme ve profesyonelleşme dikkat çekmektedir. İki ana damar halinde, profesyonellik ve gösteri eğilimleri olarak gelişen değişimin toplamı bugün endüstriyel futbol olarak adlandırabilinir. Profesyonellik ve gösterileşme tarihi de ‘modern futbolun’ tarihiyle neredeyse paraleldir. ‘Oyundan anlayan ama oyun oynayamayan’ kalabalığın artması, bu makalede tartışılmaya çalışılacak olan ‘taraftarlığın’ ortaya çıkışı sürecinde bir başlangıç noktası olarak kabul edilebilir. Williams ve Neatrour'a göre yerel kulüpler, oyunu izleyen işçi sınıfından seyirciler için kültürel anlamların ve eğlencenin kaynağı haline gelir. Seyircilerin artmasının birkaç önemli sonucu vardır. Kulüpler, esnek ve düzensiz karşılaşmalar yerine programlı bir fikstüre sahip olmaya, seyircilerin rahatını sağlamak için yenilikler düşünmeye başlarlar, bu da ‘ilkel’ stadyumların doğuşudur. Seyircilerin sayısı arttıkça etkinliğe girmek için küçük ücretler istenmeye başlar, bu da oyuna çok daha fazla ekonomik anlamlar katmaya başlar; son olarak kitle arttıkça ve fikstürler oluşturulmaya başladıkça, oyuncular maçlara hazırlanmak ve yolculuk etmek için daha çok zaman ihtiyaç duyarlar (2002:3). Stemmler, oyuna giriş için ödenen ‘küçük ücretler’ hakkında şunları belirtir (2000: 100): “1870'li yıllardan sonra maç biletlerinin satılmaya başlaması eskiden hayal bile edilemeyecek bir yenilikti. Kupa maçlarında elde edilen gelirin büyük bir kısmı federasyonun o sırada tamtakır olan kasasına akardı. Federasyonun kurulduğu 1863 yılında kasada yalnızca 5 sterlin vardı, bu rakam 1904 yılında 17.000 sterline çıkmıştır” Önceleri oyunculara oynadıkları için para ödemek ‘ayıp’ sayılırken, futbol oyuncusunun, oyun oynayıp çalışmadığı zamanlardaki kayıplarını telafi etmek için küçük ücretler ödenmesiyle başlayan süreç, profesyonelleşmeyi de beraberinde getirir. Britanya’da profesyonel futbolculara yapılan ilk ödeme 1876 tarihinde gerçekleşmiş ve profesyonel oyuncular futbol otoritelerince kısa bir süre sonra, 1885’te resmen tanınmıştır (Williams ve Netrour, 2002: 3). 296 B. Aydın - D. Hatipoğlu - Ç. Ceyhan Futbol, kitleselleştikçe, futbol kulüplerinin yapısı değişmeye başlar. Dernek örgütlenmeleri, kulüplerin işveren hale gelmesiyle, yerini ticari örgütlenmelere, ilerleyen dönemin profesyonel şirket kulüplerine bırakır. Tischler, İngiltere'de 1888–1914 yılları arasında kulüp yöneticilerinin %38'inin ‘sanayici-tüccar’, %13'ünün alkol veya tütün taciri, %30'unun profesyonellerden oluştuğunu, sadece %4'ünün ‘centilmen/ beyefendi’ olduğunu belirtmektedir (Williams ve Netrour, 2002). Elbette bu dönemdeki ticarileşmenin, doğrudan kar amacı taşımadığını, temel olarak, şirket yöneticisi kulüp başkanları açısından yerel statülerini kuvvetlendirmek, futbol alanları çevresindeki küçük iş fırsatlarından yararlanmak amacıyla hareket edildiğini de belirtmek gerekir. Ama yıllar içinde kulüpler, amaç açısından ciddi bir dönüşüme uğramıştır. Bunun yanında günümüzde Türkiye’de futbol dünyasında özellikle 20. yüzyılın başlangıç yıllarına benzer kulüp yöneticisi profilinin rahatlıkla bulunabildiğinden de bahsetmek gerekebilir. Bu hem sınıfların farklı coğrafyalardaki gelişmişlik, durum ve özelliklerine; hem de Türkiye’deki siyaset yapısıyla ilgili bir durum olarak dikkat çeker. Günümüzün reklam ve sponsorluk ilişkilerinin ilkel biçimleri, futbolun kitleselleştiği 1900’lerin başında ortaya çıkmıştır. Walvin, bir dönemin ünlü futbol sigara kartlarının, sigara içmenin özellikle işçiler arasında popüler bir sosyal alışkanlık olduğu 1920'lerde futbola girdiğini ve bilinçli bir şekilde geleceğin tütün pazarını oluşturmak için bir adım olduğunu belirtir (Walvin, 1994). Yine 1930'larda, bazı futbolcular sigara ve erkek kozmetiği de içeren ürünlerin reklâmını yaparlar. 1930'ların sonuna doğru ise FA (Football Association), yeni organizasyonlar düzenlemek için sponsor almaya başlar (Howard ve Sayce, 2002). Yine de tüm bunlar günümüzdeki anlamıyla endüstriyelleşmenin sadece belirtileri olabilir. 1960'larla birlikte, Avrupa ülkelerinde profesyonel kulüpler arasındaki eşitsizliğin daha net görülmeye başlandığı söylenebilir. 1961 yılında oyunculara tavan ücret uygulamasının kaldırılması, özellikle belli başlı liglerde oynayan futbol oyuncularının yeni bir yaşam tarzı kimliğin başlangıç sinyalleri olur. 1970'lerin sonunda ticarî sponsorluk futbola çok daha net olarak girmeye başlar, kulüpler artık formalarında bir sponsorun ismini taşıyabilirler. 1980'lerin başında ilk kez kulüplerin sahalarında oynadıkları maçların gelirlerinin tümünü almasına izin verilir; ki bu durum ‘büyük’ kulüpler lehine ciddî bir avantaj sağlar. 1980’lerdeki bu eğilimlerin İngiltere’de ‘big five’ (beş büyükler) olarak tanımlanan Manchester United, Arsenal, Everton, Liverpool ve Tottenham Hotspur kulüplerinin başarılar Taraftarlık 297 konusundaki ‘tekellerinin’ daha net görülmeye başlandığı yıllar olduğunu belirten King, bu süreçte özellikle televizyonların bu kulüplere odaklanan yayın eğilimlerinin de etkili olduğunu, dolayısıyla buna dayalı olarak geleneksel kulüp takipçilerinden farklı şekilde oluşan yeni bir ‘televizyon takipçisi’ bir kitleden de bahseder (King, 1998: 55-57). İşte tam da bu zamanlarda, televizyon kendini futbol alanında gerçek anlamda belli etmeye başlamış ve çok belirleyici bir rol üstlenmiştir (Williams, Netrour, 2002: 4). Gösteri haline getirilen bu popüler ‘oyunun’ en kitlesel şekilde insanlara ulaştırılabildiği yegane araç televizyon olacaktır. Televizyon en başından beri oyunun küreselleşmesinde ve aynı zamanda bir pazar olarak örgütlenip dönüşmesinde çok kritik bir role sahip olmuştur. Televizyonun, futbolu ‘televizyon futbolu’na dönüştürmesi sürecinden bahseden Arık, televizyonun karakteristik yapısında bulunan gerçeği yeniden üretme, ticari olma, mit üretme vb. özellikleriyle ‘medya profesyonellerinin elinde futbolun sahadaki oyundan çok farklı bir kimliğe dönüştürüldüğünü’ belirtir (2004: 315-317). Özünde artık ‘bir televizyon prodüksiyonuna’ dönüşmüş olan oyun bu şekilde ‘gösteri’ haline gelir. Debord’a göre (1996: 27) ‘gösteri’, metanın toplumsal yaşamı tümüyle işgal etmeye başardığı andır. Bu açıdan kendisinin gösteri toplumu kavramsallaştırması metalaşma sürecinin dışında ele alınamaz. Futbolun televizyon futbolu haline getirilip ‘gösterileşmesi’nde bu süreci hatırlamak önemlidir. Nihayet belirtmek gerekir ki, “futbolda televizyon ve sponsorların hâkim olmaya başladığı 90'lara gelene kadar ticarîleşmenin ancak nüveleri görünür. İki dönemi birbirinden şu şekilde ayırabiliriz: Futbolun ilk dönemlerinden 90'lara gelene kadar, futbolda ekonomik ögeler zaman zaman, ilkel ya da gelişmiş biçimleriyle yer bulmuştur; ancak 90'larla birlikte futbolun kendisi bir ekonomik sektör haline gelmiş ve ilk önce kârlılığı hedefleyen kendi kurallarıyla oynanmaya başlamıştır”(Hatıpoğlu ve Aydın, 2007: 123). İngiltere’de ‘tribünlerin bitirilişini’ 1990’lı yıllarda İngiliz futbolunun ekonomik dönüşümünde arayan King de özellikle 1990’larla beraber gelişen ‘televizyon futbolunun’ ortaya çıkardığı sonuçların en önemli olanlarından birisinin ‘taraftarların’ ve ‘tribünlerin’ bitirilmesi olduğunu vurgular (King, 1998). Burada aslında ‘gösteri toplumunun’ gücü artmış, sistem kendi çerçevesine uymayan unsurların bu ‘gösteri’nin dışına çıkartılması artık bir zorunluluk haline gelmiştir. Bu noktadan itibaren ise, aslında kapitalizmin gelişiminden bu yana insanların türlü şekillerde karşılaştıkları ‘meta merkezli yeniden düzenleme’ süreçlerinin bir başka örneği futbol alanında daha net olarak görülecektir. B. Aydın - D. Hatipoğlu - Ç. Ceyhan 298 Taraftarlık Futbolun çok geniş ve güçlü bir ekonomik sektör haline gelmesi, doğal olarak üreticilerini ve tüketicilerini belirlemiştir. Futbol ekonomisinin üreticileri televizyonlar, şirketler, medya, sponsorlar, oyuncular ise tüketicileri/ alıcıları da, zamanında tribünlere sürülen kitledir. Tartışmanın kendisi de buradan çıkmaktadır. Tribünlere sürülen kitle nedir, nasıl tanımlanacaktır? Başından beri tüketici olarak hedeflenen ‘seyirci’ ile futbola özne olarak yeniden dahil olma amacıyla varolduğu söylenebilecek ‘taraftar’ arasında bir farklılık olduğunu belirtmek gerekir. Aynı sebepten dolayı taraftarlık ile endüstriyel futbol arasında da gerilimli bir ilişki olduğundan bahsedilebilir. Öncelikle kavramsal olarak, bu çalışmada, taraftar ve seyirciyi birbirinden farklı, hatta zıt anlamlarda kullanılmaktadır. Endüstriyel futbol ve taraftarlık tartışmalarında, taraftarlığa, para, medya, profesyonellik gibi kapitalizme özgü bir kurum olarak bakmamakla başlamak gerekir. Her ne kadar taraftarlık bu ticarileşmenin içinde kendi özgün varoluşu, dili, kültürü ile endüstriyelleşen futbolun içinden doğmuşsa da, onun yaratmaya çalıştığı formdan farklı bir biçimde gelişerek, oyundaki birliktelik ve isyan potansiyelini ‘kısmen taşıyan’ bir biçimi olmuştur. Futbol kolektif bir oyundur. Kurallara bağlanmadan, kalabalıklarca oynandığı dönemlerde pek çok yasakla karşılaşmıştır. Bu yasakların en önemli sebeplerinden biri oyunun büyük kalabalıkları harekete geçiren bir özelliğinin olmasıdır. Stemmler, futbol oyununun ‘kamu huzur ve asayişini bozma’ potansiyelinin bu yasakların başta gelen sebeplerinden biri olduğunu belirtir (2000:29). Siyasi amaçlarla ya da çitle çevirmeyi protesto için bir araya gelinen futbol maçlarından (2000:75), büyük kalabalıkları cezbeden ilk futbol kulüplerine kadar futbol oyununda kolektivite potansiyeli varolmuştur. Dünden bugüne bu potansiyel için Stuart Hall şunları belirtir (1999:100): Endüstri öncesi futbol büyük ölçüde düzensizdi, şekillendirilmişti ve standart kaynakları yoktu (top tekmeleneceği gibi, taşınabilir, atılabilir, kapılabilirdi). Bazen yüzlerce kişi katılırdı, işaretlenmemiş alanlarda veya kasaba caddelerinde yapılırdı. Bütün oyunlar yöresel geleneklere göre oynanırdı ve sıklıkla… İsyan Yasa’sının okunmasıyla son bulurdu. Bunun aksine modern oyun ileri derecede düzene sokulmuş ve sistemleştirilmiştir. Evrensel olarak uyulan ve hakemleştirilmiş kurallara göre bir merkezden yönetilir. Doruk noktası cemaat düzeyinde değil yerel bağlar çok güçlü olmakla birlikte ulusal ve uluslararası düzeydedir. Katılım için değil, seyirlik olması için yeniden düzenlenirler. ‘İsyan’ oyun alanında değil tribünlerde gerçekleşir. Taraftarlık 299 Futbolun endüstriyelleşmesi süreci, futbol oyununun peşinden koşan kitlelerin yeniden düzenlenmesini de beraberinde getirir. Artık istenen tuttuğu kulüp için daha fazla para verebilecek, müşteri tipinde seyircidir. Tribünlerdeki kitlenin nasıl oturacağına/nasıl ayakta durmayacağına, nasıl davranacağına, neler söyleyeceğine dair formlar, diğer yandan ‘fair play’ ruhu bir bakıma kitlelere dayatılır. Önceden kralların sevmediği futbol kitleleri, bugün futbol piyasasının patronlarınca eleştirilir. Eleştirilen ve istenmeyen, değiştirilmeye çalışılan bahsettiğimiz ‘isyan potansiyeli’dir. Elbette, yapılan isyanın hedefi ve kendisini nasıl tanımladığından çok ortada duran ‘potansiyel’ hali buradaki tartışmanın merkezindedir. Bunun yanında burada tanımlandığı anlamda ‘taraftarlık’ bugün futbolu takip eden kitleler arasında nicel olarak azınlıkta fakat etki alanı açısından güçlü bir konuma sahip asgari kolektiviteden oluşan beraber ‘hareket etme’ temelli sosyallikleri içerir. Bu tanım için, somut olarak, ‘tribün gruplarının’ içerisinde veya ilişki ağlarında yer almak önemlidir. ‘Seyirci’ seyretmek fiili üzerinden pasif bir kabullenmeyi içerir. Kolektif harekete görece kapalı olduğundan, bir kolektif tanım içinde konumlandırılmaz. ‘Taraftar’ ise taraf olmak fiilinden türer ve ‘gösteri toplumunda’ pasif izleyicilikle kavgalı bir varoluş sergilemesi üzerinde durulabilir (Hatıpoğlu ve Aydın, 2007: 150): “Seyirci yalnızca ‘sunulan gösteriyi takip eden’ iken, ‘taraftar’ taraf olan ve onun ötesinde kendi ‘kolektif’ kimliğini oluşturandır. Sosyal ilişki ağları içerisinde yer alma durumu, taraftar olmanın olmazsa olmazıdır. ‘Taraf olmayı’ yalnızca bir spor takımının destekleyicisi olma anlamında kullanmaktan ziyade, ‘aktif’ olarak sosyal ilişki zemininde yer alanlar üzerinden kurmak daha etkili olacaktır. Taraftarlık bir anlamda, gösteri toplumunun sunduğu ‘pasif izleyici olma’ durumuna inat bir aktiflik çabasıdır. Bunu sadece ‘futbola’ ilişkin veya doksan dakikalık bir duruş olarak almak da yetersiz kalabilmektedir. Burada mevzu olan konu, aslında sınırlı bir parçası da alınsa bir ‘yaşam kurgusunun’ bilinçli veya bilinçsiz bir eleştirisini anlatır. Aslında ‘tribüncüler’ arasında yaygın olan bir ifade bu durumu çok güzel özetlemektedir: “Tribün hayata gider yapmaktır...” Ian Taylor, daha önce de üzerinde durulduğu gibi, taraftarlığın oluşumunun yabancılaşmadan bağımsız olmadığını vurgular (1975). Profesyonelleşme nedeniyle tribünlere sürülen seyirci ile futbol arasında, seyircilerin oyuna yabancılaştırılması nedeniyle her zaman gerilimli bir ilişki olmuştur. Bu gerilimin düzeyi döneme göre farklılıklar göstermiştir. Bu gerilimin bazı unsurları, nereden bakıldığına bağlı olarak 300 B. Aydın - D. Hatipoğlu - Ç. Ceyhan ‘müşterileştirilmeye/pasifleşmeye bir direniş’ olarak da, ‘holiganizm’ olarak da okunabilir, Taylor’un temel vurgularından bu sonucu çıkarmak mümkündür (1975: 162-163). Kimi zaman elbette, nasıl tanımlandığına bağlı olarak her ikisini de barındıracaktır. Marxist bir bakış açısından Taylor, futbol holiganizminin doğuşunda sporun değişen doğasının, özellikle de işçi sınıfının dayanışma kurumu olarak yerel kulüplerin değişen rolünün etkili olduğunu belirtir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra profesyonel futbolun gelişmesiyle, futbolda yerel kulüplerin toplumdaki rolünün azalması ve izleyicilerin daha fazla para ödemesine gayret edilen ticarileşmiş bir faaliyet haline gelmesi oyunun takipçilerinin konumunu da oyunun ve kulüplerinin temsilini de etkileyecektir (Taylor, 1975: 146). Futboldaki bu yabancılaşma süreci, işçi sınıfının geleneksel hafta sonu faaliyetlerinin çöküşünün bir parçasıydı. Bunlar sadece futbolu değil, aynı zamanda köpek yarışlarını, bando takımlarını, okçuluğu da içeriyordu. Bu yabancılaşma nedeniyle tribünlerdeki şiddet, yabancılaşmış işçi sınıfı gençlerinin, geleneksel hafta sonlarını yeniden oluşturma denemeleri olarak görülebilirdi (Marsh, Fox vd., 1996). Taraftarlık bu anlamda, futbol oyununda yeniden varlık kazanma biçimi olarak da okunabilir. Pasif, tüketime yönlendirilmiş seyirci, futbolun şov olarak örgütlendiği çağımızda elbette sistem tarafından tercih edilen bir durumdur. Bu aynı zamanda bir başka açıdan oyuna yabancılaşma anlamına da gelebilir. Taraftar kavramı beraberinde kolektiviteyi getirir. Bu kolektivite, yalnızca maç günleri aynı stadı doldurmak, aynı maçı izlemek gibi pasif bir durum değildir. Taraftarlık bunlara ek olarak ilişki ağları içinde olmayı gerektirir. İlişki ağı, ortak hafıza, ortak dil, ortak tutum alış, diğer taraftarlarla oluşturulan ‘kamusal alan’dır. İlişki ağlarına dahil olma gerekliliği, artık ortak futbol kulübünü tutanların birlikteliğini aşarak, kendi özgün varlığının oluşması demektir. İlişki ağlarının oluşmasını sağlayan çatı, futbol kulübüne olan aidiyettir ama salt takım tutmayı aşan başka bir ortak kültür de oluşacaktır. Düzenli futbol takipçisi olmak da ‘taraftar’ olmak için yeterli değildir. İçinde şenliğin, hüznün, dayanışmanın beraberce yaşandığı bir sosyallik ve ‘sahada olanlar dışında’ bir kollektif hafıza taraftarlığın en önemli koşullarından birisidir. Endüstriyel futbol piyasası tarafından yaratılmaya çalışan futbol kültürü ise, yalnızlığı, bireyselleşmiş hayranlığı ve tüketimi özendirir. Televizyon futbolu, statlardaki kolektivite potansiyelinin yerine evde tek başına yaşanacak sevinç veya üzüntüyü pazarlar. Oyunu doğrudan etkileme Taraftarlık 301 ihtimalini ortadan kaldırır. Kulüp ürünlerinin ya da futbolcu formalarının tüketimine indirgenen ‘sevgi’ ise çoktan karın parçası haline gelmiştir. King’in deyimiyle yeni-tüketici seyirciler4 futbol endüstrisinin sürmesi ve gelişmesi için temel önemdedir (King, 1998). Tüketimle kulüp sevgisi arasında bir doğru orantı yaratılır. Bu tip seyirciliğin taraftarlıkla5 ilgisi yoktur: “Futbolda yaşanan ticarîleşme kasten yeni tip bir taraftar profilini tercih etmektedir; daha zengin ama, daha az ‘sadık” seyirciler. Maçlarda hazır bulunan bu yeni seyirciler, gittikçe ‘taraftarlar’ yerine ‘tüketicileri’, güçlü bireysel kimliği veya bir sadakati ifade etmek yerine eğlence arzusunu sürdürmeyi resmediyorlardı (King, 1997: 235)”. Sistem, ‘seyirci’ kalıbına sokamadığı tipleri, genel olarak ‘suç bilimi’ terminolojileriyle yargılar, ‘holiganizm’ gibi çeşitli etiketleme formülleriyle marjinalize etmeye çalışır. Bu bilindik ve Türkiye’de akademide ve medyada da oldukça yaygın olarak kullanılan kriminolojik genellemelerin yanı sıra, özellikle Avrupa’da 1960’lardan sonundan itibaren gelişen süreçte futbol takipçileri çeşitli kategoriler çerçevesinde ele alınır. Oldukça geniş bir literatürün bulunduğu alanda futbolu takip eden kesimler içerisinde farklı kategoriler oluşturulmuştur. Hemen her kategorileştirmede olduğu gibi bu alanda yapılacak kategorileştirmelerin de sınırlılıklar içerdiği unutulmamalıdır. Bunun yanında elbette oluşturulan kategoriler birbirleriyle ilişkisiz ve geçişsiz değildir. Bu ayrımlaştırmada birbirine geçişler ve ilişkiler elbette önemli bir yere sahiptir, bunun yanında bu tip kategorileştirmeler anlamanın kolaylaştırılmasına hizmet etmektedir. Bu kategoriler genel olarak futbol takipçilerini ‘şov endüstrisi merkezli’, ‘oyun (futbol) merkezli’ ve ‘heyecan merkezli’ sınıflamalara tabi tutabildiği gibi (Crabbe, Brown v.d. 2006), bunun yanında tribünlerdeki insanların el çırpmaya, ortak hareket etmeye ve bağırmaya yatkınlıkları vb. özellikleri üzerinden kolektif davranışları temelinde futbol takipçisi kitleler olarak değerlendirmeye tutulabilmektedir (McPhail, 1991). Bu gelişkin literatürün içerinde farklı 4 (new consumer fans; ‘fan’ veya ‘supporter’ kavramları anlam itibariyle birbirlerine yakındır; fakat kavramlarının kullanılışı çeşitli metinlerde farklı anlamlara gelebilmektedir. Bu çalışmada kullanılan ‘taraftar’ kavramına ‘fan’ kavramı da karşılık gelebilmesine karşın ‘supporter’ kavramı daha yakın gözükmektedir.), 5 (yazarın ve literatürde kimi düşünürlerin zaman zaman kullandığı anlamda ‘supporter’ ) 302 B. Aydın - D. Hatipoğlu - Ç. Ceyhan kulüp taraftar ve seyircilerini çeşitli kriterler temelinde ayrımlaştıran birçok çalışmanın yapıldığı enstitülerin bulunduğunu da belirtmek gerekmektedir. Elbette konuya ilişkin olarak farklı yaklaşımların bulunduğunu belirtilebilir. Bunun yanında Türkiye’deki futbol takipçilerinin sınıflandırılmasına ilişkin olarak medya seyirciliği, seyircilik, tüketim dünyasının etkisiyle ortaya görece son dönemlerde çıkan yeni-seyircilik ve ‘taraftarlık’ ayrıştırmalarının kimi açılardan kullanışlı olduğu düşünülebilir (Hatıpoğlu ve Aydın: 2007). Saaijs’in Avrupa’da çeşitli kulüp ‘holiganları’ üzerine yaptığı çalışmada, ‘holiganlık olgusunun daha fazla araştırmaya gerek duyduğunun vurgulanmasına karşın, evrensel bir fenomen olarak öne çıkabilecek çeşitli unsurlarını vurgular. Bunlar, Saaijs’e göre, heyecan ve zevk almayı canlandırması, katı erkeklik kimliği inşası, bireysel ve kolektif ‘itibar’ sahibi olmak, yerel mekana ait kimliklenme, dayanışma ve ait olma hissi olarak tanımlanabilir (2006:17-29). Saaijs’in çalışmasında kullanılan ‘holiganlık’ teriminin bu çalışmada ‘taraftar’ olarak vurgulandığını belirtmekte fayda var. Gerçekten de farklı ülkelerde taraftarlar üzerine yapılan kimi çalışmalarda bu belirtilen unsurların kimilerinin vurgulandığı dikkat çekmektedir (Guilianotti, 2005; Hatıpoğlu ve Aydın, 2007; Ünsal, 2005; Dal Lago, De Biasi, 1994; van der Brug, 1994). Taraftar gruplarında bulunan bu ortak unsurların sistemin genel ‘edilgenleştirici’ etkisine karşı bilinçli veya bilinçsiz bir karşıtlık taşıdığını belirtmek mümkündür. Bu noktada ‘erkeklik kimliğinin katı inşası’ olgusu özel bir durum olarak ele alındığı ve daha özel bir çalışmayı haketmesi bağlamında dışarıda bırakıldığında, bu ortak ‘kimliklenme’ durumunun özellikle son yıllarda çok daha net olarak kurumsallaştığı gözüken taraftar oluşumlarının ortaya çıkmasında genel olarak etkin olduğu söylenilebilir. ‘Taraftar’ kimliğinin ortaya çıkışında belki de en önemli duraklardan birisi, kulüp takipçilerinin belli bir zaman diliminde ‘kulübün kimliğinin’ yanına kendilerini ortaya koydukları ‘grup’ isimlerinin alınması ve örgütlülüğün bir anlamda deklarasyonudur. Örneğin İtalya’da ‘ultras’, İngiltere’de ‘holigan’ grupları, Latin Amerika’da ‘barras bravas’ olarak anılan taraftar gruplarının kimliklerinin net olarak ortaya çıkışı farklı coğrafyalarda farklı tarihlere işaret etmektedir. İtalya’da 1960’ların sonunda Milan tribünlerinde oluşan Fossa De Leoni taraftar grubu, yaygın olarak tanınan ilk kurumsallaşmış taraftar gruplarından biri olarak ortaya çıkar. Türkiye’de hemen 1980’lerin başlarında, Beşiktaş’ın Çarşı ve Ankaragücü’nün Güçlüler adlı grupları bu örgütlenme ve ‘kimliklenme’ sürecinin Türkiye’deki en önemli ilk örnekleri olarak sayılabilirler. Bunun yanında elbette bugün alt Taraftarlık 303 liglerde yer alan kulüpleri de kapsayacak şekilde hemen hemen tüm futbol kulüplerinin destekleyicisi ‘taraftar grupları’ bulunmaktadır. Özellikle ülkemizde bu oluşumlar 1990’lar boyunca artan bir gelişim süreci yaşamıştır. Genel olarak 2000’li yıllarla beraber kurumsallaşmaları ve etki alanlarının artması oldukça hızlanmıştır. Burada farklı bir ‘isim’ alma durumu, grup adının ve sembollerinin zaman içerinde taraftarlar nezdinde kulüp adının dahi önüne geçmesi süreci basit bir süreç değildir. Bu süreç aynı zamanda ‘taraftar’ın varolması anlamına gelecek ve ‘seyirci/destekçi’ kimliklerinin ötesinde farklı bir ilişkiler ağına ve farklı bir ‘oluşuma’ gönderme yapacaktır. Kimi ‘taraftar’lar üzerine yapılan görüşme ve gözlemlere dayalı çalışmalarda, ‘grup kimliğinin dayandığı çok farklı noktalar ve ‘seyircilik’ konumundan çok farklı gündemleri dikkat çeker (Kozanoğlu, 2002; Girtler, 2006; Toklucu, 2001; Çevik, 2004). Bu gündemler genel olarak oynanan ‘oyun’ ve ‘sahadaki süreçlerle’ ilgili değildir. Taraftarın saha dışındaki ilişkileri, kavgaları ve anıları futbolculardan veya teknik heyetin takımı sahaya sürüş biçiminden çok daha öncelikli ve asli bir konumdadır. Buradaki konum aslında ‘sahadaki futboldan’ çok daha farklı bir gündeme işaret eder ki, bu durum ‘taraftar’ gruplarının ve ‘taraftar’ olarak tanımlanmanın en önemli ayırıcı özelliklerinden birisidir. Hatta, kimi kulüp taraftarlarında, genel olarak stadyumda maç esnasındaki tezahüratların vurgusu bile ‘desteklenmesi’ gereken takıma yönelik değil, çoğunlukla ‘taraftarın kendi dünyasına ait’ söylemleri, üstelik çok baskın şekilde içerebilmektedir (bkz. Hatıpoğlu ve Aydın, 2007). Örneğin, takıma veya futbolculara yönelik cesaretlendirici ve teşvik edici ifadeler yerine, stadyumlarda ‘taraftar’ grubunun kendisini öne çıkardığı ifadelerle karşılaşmak hiç de zor değildir. Hatta ‘taraftar’ oluşumlarının stadın geneline hakim olabildiği çoğu stadyumda bu durum tezahüratların ana eksenini oluşturabilmektedir. Endüstriyel futbolun gerilimi: taraftar mı, ‘12. adam’ mı ? Her şeyden önce özellikle futbol kulübü yöneticileri ve medya tarafından sıklıkla kullanılan “12. adam” vurgusuna dikkat etmek gerekir. Profesyonelleşmiş ve şov endüstrisi olarak takdim edilen çağımızın futbolunda sahadaki oyuncuların ve ‘oyunun’ kendisinin hatta kulübün temsillerinin piyasa malzemesi haline getirilip metalaştırıldığı bir dönemde, bu ifade aslında bu yeni dönemin ihtiyacı olan tip ‘izleyiciyi’ de dile getirmektedir. Debord’un betimlediği ‘edilgenlik imparatorluğunun’ batmayan güneşi olan gösteri toplumunda (1996:16), bu gösterinin “ilan ettiği 304 B. Aydın - D. Hatipoğlu - Ç. Ceyhan gerçek-dışı birlik, kapitalist üretim tarzının gerçek birliğinin dayandığı sınıf ayrımını gizler... Toplumun soyut iktidarını yaratan şey onun somut özgürlüksüzlüğünü de yaratır” (1996:40) diyerek gösteri toplumu çağında kabul ettirilmek istenen ‘birlik’ söylemine ilginç bir örnek verir. Gerçekten de ‘12. adam’ vurgusu üzerinden sözde yaratılan birlik, sistemin sahadaki sporcuya bakışına benzer bir ilişkiyi izleyicilerle kurmasını istemesinin somut bir örneğidir. Meta dünyasının hareketleri ve kabulleri üzerinden yürüyen bir süreçte, insanların tanımlanması da elbette bunun üzerinden olacaktır. En azından asgari düzeyde de olsa ‘örgütlü’ olmayı gerektiren taraftarlık, medya seyirciliğinden de seyircilikten de farklı özellikler arzeder. Her şeyden önce bu konu üzerine yapılmış hemen tüm çalışmalardan da anlaşılabileceği gibi ‘kolektif’ hareket etmeyi zorunlu hissetme ve kolektif harekete yönelme davranışı futbol seyircisi olarak tariflenecek kesimden çok daha net olarak gerçekleşir. Hırvatistan’da stadyumdaki izleyiciler arasında ‘örgütlü olma’ ve ‘örgütlü olmama’ özelliği üzerinden bir ayrıştırma yapan Bjelajac (2005:3) örgütlü grupların yani ‘taraftarların’ dayanışma duyguları, maceracı eğilimleri ve ortak ‘biz’ kimliğinin gelişkinliği yanında, örgütsüz seyirci yığınına karşı, yaş, cinsiyet, sınıfsal özellikler gibi kimi karakteristik farklılıklar da gösterdiğini belirtir. Buna göre örgütlü taraftarlar, örgütsüz seyircilere göre daha işçi sınıfı ağırlıklı, daha az eğitimli ve daha genç olmak gibi özellikler arzederler (2005:7). Bunun yanında Bjelajac’ın bir başka vurgusu, kolektif ritüellerin ve ortak tepkilerin diğer ülkelerdeki taraftar gruplarınınkilere olan benzerlikleridir. Buna göre tribünde meşale yakmaktan, binlerce insanın katılımıyla yapılan tribün kareografilerine, bedensel hareketleri kolektif olarak koordine etmekten tribünde daha az boşluk bırakacak şekilde oturmaya kadar birçok ritüelin evrenselliğinden bahsetmek mümkündür. Aslında tüm bu ‘kolektif’ davranışların etkili bir anlamı olduğundan bahsedilebilir. Beraber hareket etmeksizin taraftarlığın kendisini var etmesi ve ortaya koyabilmesi mümkün değildir. Bunun yanında ‘gösteri toplumunda’ varlığını ispat edip gösteriyi bir açıdan kesmek veya merkezini değiştirmek olarak da okunabilecek meşale yakmak ve tribünde kartonlardan koreografiler gerçekleştirmek çok farklı şekillerde de okunabilir. Ayrıca tribünlerin mekansal olarak taraftarlar tarafından ‘amaçlanandan’ farklı şekilde değerlendirilmeleri de söz konusudur. De Certau’nun özellikle kent mekanının algılanma ve kullanımındaki ‘alternatif haritaları’na veya hikayelerine benzer şekilde (1988:115-131), taraftarların tribünleri, koltukları ve tribünlerdeki çeşitli yükseltileri algılama ve kullanımları ‘planlanandan’ Taraftarlık 305 farklıdır. Örneğin, hemen her taraftar grubunun ortak özelliği olan ‘ayakta durarak maç izleme’ durumu oturmak için planlanan koltuklara, hem de çoğunlukla daha sıkı bir arada durmak için birden fazla kişinin, basılmasıyla oluşur. Tribünlerin giriş yapılan yerlerinin üzeri tribünde liderlik konumundaki insanların makamı olabilir. Beden ve mekan arasında kurulan bu ilişki kimi zaman çeşitli gerilimleri de ortaya çıkarır. Örneğin, ilk örneği 1990’ların hemen başında Hollanda’da yaşanan bugün hemen her yerde varolan, stadyumların birçok alanının ‘reklam panosu’ olarak metalaştırılması süreciyle taraftarların ‘kimliklerinde’ önemli bir yere sahip olan pankartlarını asabilecek alanların yok edilmesi üzerinden ortaya çıkan gerilimler kimi zaman ciddi çatışmaların sebebi olabilmektedir. Buradaki açık örneğinde sistemin ‘metalaştırdığı’ veya metalaştırmaya çalıştığı alana karşı mekan üzerinden bir gerilim oluşmaktadır. Bugün uluslararası düzeyde futbolu yönlendiren kurumlar statların ‘tamamının koltuklu hale gelmesini’ talep ederlerken aslında istenilen izleyici tipini de tarif ederler. Bunun yanında İngiltere’de şu an da yasak olan ayakta maç izleyebilme durumuna karşı Football Supporters Fedaration adındaki, neredeyse tüm liglerin kulüplerinin taraftar gruplarından üyeleri olan taraftarlar federasyonu yıllardır bu yasağa karşı ‘statlarda ayakta durulabilecek yerler’ için mücadele etmektedirler. Son yıllarda ‘stand up sit down’ (kalk-otur) adında yeni bir kampanya daha güçlü bir şekilde ‘futbol maçlarında ayakta durabilmeyi’ savunmaktadır (bkz. http:// standupsitdown.co.uk/). Aslında burada sadece metalaşma ve piyasalaşma mantığının mekan üzerinde bir direnişle karşılaşmasından öte, ‘bedenin’ hareketleri üzerinde kurulan egemenlik de dikkat çeker. Bu noktada bedenlerin kontrolü ve hatta bedenin hareket ve kullanımı endüstriyel futbol isteklerine göre şekillendirilmesi söz konusudur. İngiltere’de zaten alt sınıfların ekonomik imkân anlamında fiilen dışlandıkları tribünlerden, sistem bir açıdan onların miraslarını da temizlemektedir. Buna benzer tartışmalar dünya çapında yaygınlaşmaktadır. Bununla beraber ülkemizde birçok ‘futbol yorumcusu’ sıklıkla ‘ayakta duran’ taraftarların gereksizliğine, bunun olumsuzluklarına ve bu durumun engellenmesi gerektiğine dikkat çekerek zaman zaman konuyu kamuoyu gündemine getirmektedirler. Profesyonel futbol dünyası ve dünyadaki genel ekonomik (neo-liberal) dönüşümün kulüp ve futbol algısına etkilerini Hollanda’daki çeşitli izleyici grupları üzerinden değerlendirmeye çalışan Oppenhuisen ve Van Zoonen çalışmalarında, profesyonel futbolda ticari söylemin tüketicisi ile sportif söylemin taraftarı arasında bir gerilimden bahsetmektedirler (2006:63). 306 B. Aydın - D. Hatipoğlu - Ç. Ceyhan Hollanda’da 7 takımın takipçilerini ise kendilerinin geliştirdiği bir ölçek aracılığıyla değerlendirmeye tabi tutan yazarlar, birçok konuda endüstriyel futbolun taraftarlar arasında ‘söylemsel olarak’ kimi önemli başarılar elde ettiklerini de saptarlar (2006:69). Bunun yanında çalışmalarındaki verilere dayanarak, daha başarılı kulüplerin takipçilerinin endüstriyel futbolun söylemlerine ve değerlerine görece daha yatkın olduklarını söylemek mümkündür. Şiddet ve taraftarlar üzerinden sorgulama ve eleştirel değerlendirme yönü az gelişmiş olan birçok değerlendirme hem akademide, hem medyada sıklıkla karşılaşılan bir durumdur. Genellikle şiddete bulaşanlar kriminolojik terimlerle değerlendirilirler, ‘sapma’ olarak görülen bu tavırların etiketlenerek aslında ‘fair’ (adil) olmayan bir dünyada, altı tam doldurulmaksızın ‘adil oyun’ (fair play)dan bahsedilir. Şiddet ve holiganizm kavramlarını bir arada ele alan birçok çalışma mevcuttur. Genelde her iki kavram da birbirini çağrıştırır. Konu ile ilgili ilginç saptamalardan birisini yapan King , şiddetin aslında taraftarların gereksindiği ‘kolektif hafıza’ için oldukça önemli yeri olduğunu, bunun taraftar grupları içerisinde dayanışmalarını ve sosyal ilişkilerini oluşturmada ilginç bir işlev edindiğini belirtir (2001: 582). Bir açıdan kurgulanan ve aslında çok da yüksek şiddet içermeyen kimi olaylar, taraftar grupları için kolektif hafızanın önemli bir unsuru olur. Taraftar grupları üzerine etkili betimlemeler yapan Avusturyalı sosyolog Girtler, birçok açıdan ‘kabile savaşçıları’na benzettiği taraftar örgütlülüklerinde cesaret ve ‘yiğitlik’ gösterilerinin ciddi bir önem arz ettiğini vurgular. Bu nokta kendisine göre kabile kültürüyle ciddi paralellikler içerir (2005:115). Yiğitliğin ve cesaretin gösterilebilmesi için ise ‘şiddet’ gerektiren gerilimler ön plana çıkacaktır. Taraftarların kendi sosyal ortamları içindeki statülerini belirleyecek bu durumlara örnek olarak polise karşı direniş göstermek ve çatışmaya girmenin önemli ritüeller arasında olduğunu belirten Girtler (2005:116), taraftar topluluklarını genel olarak ‘savaşçı’ bir topluluk olarak tanımlar. Girtler, taraftar gruplarının tribünlerde sayılarının görece azlığına karşı çok baskın bir hegemonyaya da sahip olabildiklerini belirtir. ‘Modern sanayi toplumlarının’ güven duygusu tam oluşmamış gençlere kendilerini özdeşleştirebilecekleri meşru imkân ve seçenek yoksunluğundan dolayı da birçok gencin taraftar gruplarında edindikleri kimlikle bu sorunun üstesinden gelmeye çalıştıklarını belirtmektedir (Girtler, 2005: 114). Futboldaki ve taraftardaki rituelleri ‘kabile topluluklarına’ benzeten bir diğer önemli isim olan Morris, kitabı ‘The Soccer Taraftarlık 307 Tribe’ da taraftarların savaş metaforu üzerinden şekillendiğini, bunun çoğu zaman çok yüksek seviyede şiddet oluşturmamasına karşı ‘kabile topluluklarına’ yapılacak çeşitli benzetmelerle ciddi paralellikler bulunabileceğini belirtir (Morris, 1981). Bunun yanında ‘taraftar’lar arasındaki rituellerin ‘dışarıdan’ anlaşılması, hele endüstriyel futbol değerleriyle değerlendirilmesi hayli zordur. Ayrıca, ‘söylemsel olarak’ endüstriyel futbola eleştirel bir çerçeveden bakarak paranın ve yeni dünyanın kurallarının daha fazla hakim olmasına karşın ‘romantik bir futbol sevgisi’ ve ‘oyunun estetiğini’ ön plana çıkarmak da özellikle ‘taraftarlık’ kimliğini anlamada ciddi sıkıntılar ortaya koyacaktır. Eleştirel olduğu iddia edilebilecek olan kimi yaklaşımlarda da ‘şiddet’ konusu söz konusu olduğunda mevzunun incelenmesi ve algılanmasından çok doğrudan yargılayıcı tavırlar ülkemizde de dikkat çekmektedir. Buna karşı ‘şiddet’ olgusunun tanımlanması ve gerçek anlamda tartışılması aslında konu için önemlidir. Bu konuda Fiske’nin televizyon ve şiddet üzerine yapmış olduğu vurgular, futbol alanında egemen söylemin ve kimi ‘eleştirel’ iddiasındaki yaklaşımların zafiyeti açısından önemli gözükmektedir (1999: 166- 167) : “Şiddet (örneğin fiziksel çatışma) sınıf ya da toplumsal çatışmayla arasındaki eğretilemeli ilişkiden dolayı popülerdir (…) ekranlardan şiddetin kökünü kazıma hareketini başlatanların orta sınıftan ahlakçılar olması hiç de beklenmedik bir durum değildir. Orta sınıftan ahlakçılar, televizyondaki toplumsal şiddeti ‘kınayarak’, en şiddete dayalı ve en çok suç unsuru taşıyan eylemleri gerçekte tahrik eden şeyin kendi ayrıcalıklı toplumsal konumları olabileceği şeklindeki rahatsız edici düşünceyi ele almaktan kaçınırlar” Taraftarlık açısından dünyada önemli bir merkez olarak genelde İtalyan tribünleri kabul edilir. Gerek büyük şovlarıyla gerek geniş ve etkili örgütlülükleriyle İtalyan tribünlerindeki ‘ultras’ grupları(taraftar grupları) tüm dünyada bu konuyla ilgili olarak önemli etkiye sahiptir. İtalya’da 1960’ların sonundan itibaren 1970’lerle daha da egemen olan ‘ultras’ grupları, elbette İtalya’nın yaşadığı sosyo-kültürel ve ekonomik değişim süreçlerinden bağımsız oluşmamıştır. Genel olarak ‘alt-sınıf’ ağırlıklı oldukları bilinen (Marchi, 1994) bu grupların oluştuğu 1960 sonları İtalya’sı birçok anlamda sosyal çalkantıların olduğu da bir dönemdi. Hemen tüm kulüplerin ‘ultras’ grupları oluşmaya başlamış, zaman içerisinde bu gruplar arasındaki ilişkiler de gelişerek ortak bir ‘ultras’ kavrayışı gelişmeye başlamıştır. Özellikle 1990’lı yıllar, ki ülkemizde birçok irili ufaklı kentte-semtte taraftar gruplarının kendilerini en yoğun oluşturdukları dönemdir, kendisini 308 B. Aydın - D. Hatipoğlu - Ç. Ceyhan oluşturmuş ‘ultras’ gruplarının kendi deyimleriyle ‘modern futbola hayır’ sloganını öne çıkarmaya başladıkları yıllar olacaktır. Burada ‘modern futbol’ olarak anılan biçim, futbolu sadece ticari bir meta; taraftarı ise tüketici konumuna indirgemeye çalışan bir anlayıştır (Hatıpoğlu ve Aydın, 2007). Bu ortak duruşun yanında, özellikle statlarda güvenlik görevlisi sayısının artırılması, tribünlerin önde gelenlerinin fişlenmesi, taraftara yönelik şiddetin artması gibi polisiye girişimlerin yaygınlaşması ‘ultras’ grupları arasındaki dayanışma ve diyalogları daha da geliştirici olmuştur. Özgürlüklerin kısıtlandığını belirten ‘ultras’lar bu konularda tüm dünyanın haberi olduğu birçok kampanya ve tepkinin de örgütleyici olmuşlardır. Örneğin, en son 2007-2008 sezonunun ikinci yarısında, çıkan bir arbedede polis tarafından öldürülen bir Lazio taraftarı için, koordine olan tüm kulüplerin ultras grupları o hafta İtalya’da oynanacak birçok maçı ‘fiili müdahalelerde’ bulunarak oynatmamışlar; hemen tüm maçlarda ise olayı protesto etmişlerdir. Kimi yerlerde olay doğrudan güvenlik güçleri ve taraftarlar arasında şiddetli çatışmalara dönüşmüştür. Özellikle 2002 sonrası Ultras Hareketi adında hemen hemen tüm İtalya’da kurumsallaşan bir güç yaratan gruplar, Brescia, Roma, Milano kentlerinde geniş katılımlı ortak gösteriler yapmışlardır. Gösterilerin ana teması Ultras Hareketi’nin manifestosunda yer alan çeşitli talepleri içermektedir. İtalya çapında organize olan ultras gruplarının, tüm dünyadaki taraftar gruplarına da esin kaynağı olan manifestolarında ‘tüketici temelli stat yerine taraftar temelli stat’, ‘yüksek bilet fiyatlarına karşı olmak’, ‘maçların aynı gün ve saatte oynanması’, ‘sis bombası, meşalelerin, koreografilerin engellenmesinin durdurulması’, ‘kulüplerin borsada piyasa değeri olmaması’, ‘güvenlik güçlerinin baskıcı uygulamalarına son verilmesi’ gibi noktaları da içeren birçok talep bulunmaktadır (Il Movimento del Ultras, www.movimentoultras.it/doc/manifesto_ultras.pdf; www.asromaultras.it/mani festo.html). Türkiye’de burada tanımlandığı anlamıyla taraftar gruplarının oluşumu 1980’lerin başına denk gelmektedir. Bu açıdan özellikle İngiltere ve İtalya gibi ülkelere göre görece geç bir zaman diliminden bahsetmek mümkündür. Bunun yanında 1990’larda yaygınlaşan taraftar örgütlenmeleri, 2000’lerin ilk on yılının sonlarına gelinen bu dönemde fazlasıyla yaygınlaşmış, irili ufaklı tüm futbol kulüplerinin taraftar grupları oluşabilmiştir. Taraftar gruplarının ortak noktalarının yanında, özellikle oluştukları mekanın (kentin, semtin vs.) sosyal ve kültürel özelliklerini yansıtan bir yapıya sahip oldukları söylenebilir. Bunun yanında özellikle 2000’li yıllarla beraber yaygınlaşan internet Taraftarlık 309 kullanımının da etkisiyle hem uluslararası gelişmelerden haberdar olma, hem de ülke içindeki taraftar gruplarının ve gruplara üye taraftarların ilişkileri bakımından ciddi bir gelişmeden bahsetmek mümkündür (http://tribundergi.com, http://forzalivorno.org). Ayrıca özellikle 2000’lerle beraber taraftar gruplarının dernekleşme eğilimleri hayli yükselmiş, birçok grup kendi dernekleri aracılığıyla balolar, paneller, piknikler, yemekler, yürüyüşler hatta ufak çaplı festivaller gibibirçok etkinlik yapmanın yanı sıra, atkıdan çakıya, dergiden çakmağa, araba kokularından eşofmanlara kadar farklı şekillerde kendilerine ait ‘ürünler’ de çıkartmaya başlamışlardır. Gruplar arasında oluşturulan çeşitli ‘sınırlı’ dayanışma tavırlarından bahsetmek mümkün olsa da, bu tip eğilimler İtalya’da hemen tüm ‘ultras’ gruplarını kapsayan görece kurumsal bir birliktelikten çok uzak, daha çok en fazla dört vaya beş taraftar grubunu bir araya getirebilen kurumsallaşmamış ilişkiler söz konusudur. Fakat, son yıllardaki özellikle internetin sağladığı kimi gelişmeler, yaşanan sıkıntılar ve sahip olunan koşullarda oluşan ortaklaşmanın daha görünür olması ve taraftar grupları içerisinde uluslararası gelişmelere daha ilgili olan genç bir kuşağın etkinliğinin artması ile ilerleyen yıllarda İngiltere veya İtalya gibi ülkelerde görüldüğü şekilde daha kurumsallaşmış ortak platformalar sağlanması mümkün gözükmektedir. Piyasa merkezli toplumsal projenin etki alanı ve derinliği geliştikçe ve aynı zamanda bu proje ‘kültürel alanı’ da daha fazla etkilemeye başladıkça buna karşı verilebilecek çeşitli tepkiler tarih boyunca görülmüştür. Elbette, futbol taraftarları da birçok açıdan bu sistemin kuralları çerçevesinde konumlanabilmektedir. Hakim sistemin ‘para merkezli’ düzenlemeleri elbette birçok durumda taraftar gruplarını da bu düzenlemelerin bizzat içerisinde olmasını sağlayabilmektedir. Tribünlerde son yıllarda daha görünür şekilde tartışılan ranttan pay alınması ve paylaşımı hakkındaki gerginlikler, taraftar gruplarının kulüp içerisindeki iktidar mücadelelerinde araç olarak kullanılmaya çalışılması belki de bu konuda akla gelebilecek ilk örnekler olacaktır. Fakat bunun yanında ‘taraftarlık’/‘ultras’/‘barra bravas’ vs. kavramlarının ortaya çıkışında da toplumsal alanda çeşitli çatışma ve gerilimlerin rol oynamış olabileceği unutulmamalıdır. Tarihçi E. P. Thompson, kapitalizm sürecini bir açıdan geleneksel/alternatif değer, kabuller ve pratikler ile ‘piyasa toplumunun’ kuruluşu arasındaki çatışma süreci olarak da ele alır. Buna göre, Thompson özellikle 18. Y.Y.İngiltere’sindeki ilk işçi görece düzenli işçi örgütlenmeleri ve çeşitli ayaklanmalardan bahsederken, “ihtiyaçların karşılanmasındaki piyasaya dayalı pratikler” ile “piyasa-dışı 310 B. Aydın - D. Hatipoğlu - Ç. Ceyhan pratiklerin” karşı karşıya gelmesinin gerçek gerilimin kaynağı olduğunu belirterek, ‘kitlelerin/halkın ahlaki ekonomisi’ (the moral economy of English crowd) kavramını geliştirir (1991: 184-189). Bu kavramı yoğun tarihsel materyalle de destekleyen Thompson aslında bu kavramı sadece ‘geriye dönük’ olarak tanımlamamıştır. Kavram ‘piyasa toplumu’ normlarının ve değerlerinin yaygınlaştırıldığı hemen her alanda ve zeminde belki de akılda tutulması gereken bir kavramdır. Thompson, ortaya attığı kavramı daha sonraki yıllarda incelediği bir makalesinde, ‘ahlaki ekonomi’nin ‘serbest pazarın’ ekonomisine direnişe çağrı olduğunu belirterek (1991: 340), kavramın daha geniş olan kapsayıcılığına da vurgu yapar. Aslında futbol dünyasında yaşanan piyasa kurallarının ve değerlerinin geçmişin ‘değerleriyle’ çatışmasını ve burada bir gerilim oluşmasının değerlendirilmesinde esinlenilecek bir yaklaşım olan Thompson’un bu yaklaşımı konu için tam olarak da yeterli olamaz. Çünkü, birincisi Thompson’un kavramı ortaya atarken yaptığı öncelikli vurgu ‘temel ihtiyaçlar’dır ve ikincisi üzerine yoğunlaştığı temel dönem 18 Y.Y. İngiltere’sinde sınıf hareketinin ortaya çıkış dinamikleridir. Taraftarların bilinçli veya bilinçsizce ortaya koymuş oldukları varoluş ve yaratılan gerilim açısından çok önemli bir araç sağlasa da Thompson’ın yoğunlukla incelediği dönem sonrasına ilişkin değerlendirmelerin de konunun tartışılmasına ciddi katkısı olacaktır. Birçok düşünürün kapitalizmin ‘mantığının’ yaygınlaşması ve derinleşmesi anlamında kültürel ve sosyal alanların etkilenmesi üzerine çalışmaları vardır. Özellikle 20. Y.Y.’daki hızlı gelişmeler bu tartışmaları beslemiştir. Örneğin, Marcuse gibi kimi 68 kuşağı düşünürleri kapitalizmin ‘rasyonalitesinin’ yaratmış olduğu ‘tek-boyutlu insana’, Ritzer gibi tüketim kültürü ve kapitalizmin görece gelişmiş koşullarında yaratılan tek düzeleşmiş fakat bir yandan renkli gözüken dünyaya dikkat çekerler. ‘Yaşam dünyasının sömürgeleştirilmesi’ kavramıyla Habermas, benzer tartışmaların en dikkat çekici olanlarından birisine imza atmıştır. Buna göre sistem kültür, toplum ve bireyden oluşan yaşam dünyasına karşı kendi kurallarını dayatarak ‘ideal olanı’ engeller. Bu aynı zamanda sistem ve yaşam dünyasının kopması anlamına da gelir (Habermas, 1987: 283). Bu diyalektik ilişki sistemin kendi değer dünyasını, ki ister istemez piyasacı bir temeli olan ekonomik sistemin, para merkezli değerini dayatması anlamına da gelir. Bu dayatmanın yarattığı gerilim, aslında Thompson’un daha ekonomi temelli kavramsallaştırmasıyla beraber ele alındığında ‘taraftarlığın’ ortaya çıkışı ve sistem içerisindeki Taraftarlık 311 konumu daha ilginç bir hale gelir. Bir yandan piyasacı değerlerle yaşanan bir gerilim, diğer yandan özellikle kültürel ve sosyal alanın yine bu değerler merkezinde değişime uğratılmasına karşı ‘yaşam alanlarının sömürgeleştirilmesine’ karşı bir kendiliğinden karşı koyuş acaba düşünülebilir mi? Burada özellikle işçi sınıfı bilinci ve kültürünün ortaya çıkma sürecine vurgu yapan Thompson’un yanında, 1968 olaylarıyla sembolleşen, aslında gelişen kapitalizme daha farklı tepkileri içerek şekilde bir ‘isyanı’ temsil eden dönemlerinin birlikte alınması belki de tartışma açısından yararlıdır. Ekonomik alandaki ‘yeni-liberal’ uygulamaların hızlandırılması ve toplumsal etkilerinin daha görünür hale gelmesiyle, taraftar gruplarının ortaya çıkış ve canlanması arasında ciddi paralellikler bulmak mümkündür. Özellikle 1970’lerde Avrupa’da taraftar gruplarının gelişimi ve 1980’lerle beraber Türkiye’de gerçek anlamda ortaya çıkmaya başlayan öncü örgütlülükler böyle bir duruma işaret eder. Fakat, bunun yanında kültürel ve sosyal alanlardaki değişim ve dönüşümün daha ‘özgürlükçü’ bir şekilde eleştirildiği 68 döneminin de hemen taraftar gruplarının oluşum yıllarına gelmesi acaba bir tesadüf müdür? Habermas’ın (1987:310-311) önem verdiği sistem tarafından domine edilen yaşam dünyasında iletişim durumunun engellenmesi bir açıdan Debord’un ‘şenliksiz çağ’ dediği gösteri toplumunun (1996:87) insanlar üzerinde yaratmış olduğu hegemonyaya da işarettir. Tribün dilinde ‘tribüncülüğün’, hayata ‘gider yapmak’, isyan etmek anlamına gelmesi (Hatıpoğlu ve Aydın, 2007: 150) aslında bir açıdan bu sömürgeleştirilen alanda, bu duruma duyulan rahatsızlığın isyan olarak ortaya konulmasının önemli göstergelerinden birisidir. Futbol taraftarları üzerine yapılan birçok çalışmada içki içmek, deplasman seyahatlerindeki yüksek dozlu eğlence, taraftar grubu etkinliklerinde bulunabilmek için iş veya okul yükümlülüklerinde yapılan ‘devamsızlıkların’ gururla oldukça sık vurgulanması gibi durumlar dikkat çekerken, aslında burada bir açıdan yaşamın tekdüzeliğine ve sistemin ‘kurallarına’ karşı sahte de olsa, sürekli olamasa da yaratılan şenlik durumu üzerinden bir karşı koyma durumunun söz konusu olduğundan söz edilebilir. Ayrıca Thompson’un piyasa kurallarına karşı gelmeye ‘çağrı’ olarak tanımladığı konum üzerinden taraftarların, endüstriyel futbol dünyasında kendilerine daha çok ‘dayanışma’ içeren bir alan yaratmaları ve ister istemez bunun üzerinden ortaya çıkan gerilim de söz konusu edilebilir. Özellikle futbol taraftarlığının görünür hale gelip, ilk örgütlenmelerinin ortaya çıktığı 1960’ların sonları hatırlandığında, bu yıllarla ilgili olarak 312 B. Aydın - D. Hatipoğlu - Ç. Ceyhan Lefebvre’ın gündelik hayatın artık geçmiş dönemlere nazaran yüzüstü bırakılmış bir alan, uzmanlaşmış faaliyetlerin ortak mekanı, nötr bir alan olmadığını belirtmesi önemlidir (1998:63). Buna göre Lefebvre’in kavramsallaştırmasıyla ‘bürokratik yönlendirilmiş tüketim toplumu’ 1960’lardan itibaren daha baskın hale gelerek birçok farklılaşmayı özellikle ‘gündelik hayat’ üzerinden ortaya koyar. Metropolun bu tip bir tüketim toplumu tarafından sömürgeleştirilmesi (1998:64), modern dünyada gündelik hayatın nesneleşmesinin sonucu olarak ortaya çıkması söz konusudur. Lefebvre, özellikle işçi sınıfı ve ‘gençlerin’ bu dönemde farklı biçimlerde gündelik hayatı ‘reddetmeleri’ üzerinde de durmaktadır. Gençler ve topluma karşı ‘reddediş’ tavırları hakkında Lefebvre şunları belirtmektedir (1998:9596): “....En belirgin olanı, azınlıkta olan fakat sürekli yenilenen ‘gençler’ grubunun, bu topluma karşı yönelttiği reddediştir. Toptan, bütünsel, umutsuz, evrimsiz, mutlak, sürekli yeniden başlanan bir reddediştir bu. Reddeden gruplar, bilindiği gibi, şiddet yanlısı ve şiddete karşı olarak ikiye ayrılır. Reddediş, gündelik hayattan çıkmak ve yapıt üretmenin, uyarlamanın egemen olduğu bir başka hayatı kurmak için harekete geçmeyi gerekli kılar. Bu ‘başka hayat’, farklı araçlarla sınanır: serserilik, uyuşturucular, kendine ait bir dil ve suç ortaklığı vs....” Aslında tribün gruplarının da oluştuğu bu dönem için ve gündelik hayata ilişkin sistemin etkisinin artması durumuna karşı ‘taraftar’ gruplarının da bir tür sunulan nesneleştirilmiş gündelik hayat biçimine bir ‘reddediş’ olarak görülebilmesi olasıdır. Lefebvre’nin üzerinde durduğu dönemden bu yana kendisinin tanımladığı çerçeveden çok daha etkili bir tüketim toplumu gücüyle toplumun karşı karşıya olduğunu ve gündelik hayat üzerindeki sistem etkisinin arttığını belirtmek gerekmektedir. Lefebvre’nin vurguları ‘taraftarlık’ kimliğinin anlaşılması için önemli gözükmektedir. Gündelik hayatın yanında, ‘kamusal alan’ tartışması da özellikle Negt ve Kluge’un ‘proleter kamusal alanı’ ve ‘burjuva kamusallığı’ tartışmalarının da ortaya çıktığı tarih 1970’lerdir. Yazarlar, genel olarak özellikle ‘yeni kamusallıkların’ ortaya çıkışı ve burjuva kamusallığı yanında ondan farklı fakat bağlamla ilişkili olarak gelişen proleter kamusallığına dikkat çekerler (Negt, Kluge: 1993). Bu tartışmaya burada fazla girilemese de, ağırlıklı kısmı işçi sınıfının çeşitli tabakalarından oluşan ‘taraftar’ gruplarının sosyalliğini bu tartışmayla beraber düşünmek de mümkündür. Taraftarlık 313 SONUÇ İzlenmesi ve oynanmasıyla milyonları cezbeden futbolun dünyasında egemen sistem söyleminin dışında farklı konumlar ve farklı durumların olabileceği gözden kaçırılmamalıdır. Ekonomik ve sosyal dünyadaki değişimlerin tek yönlü ve doğrudan belirlenmiş sonuçları olması mümkün değildir. Futbol dünyasında daha fazla hissedilen piyasa kurallarının daha hakim duruma gelmesi ister istemez yanıtsız ve tepkisiz olmayacaktır. Bu yanıtın nasıl ‘olması gerektiği’nden önce, ortadaki gerilimlerin çıkışları üzerine odaklanmak tartışma açısından daha yararlı gözükmektedir. Bugün diliyle, kültürüyle ve temsiliyle endüstriyel-para merkezli futbol dünyasının değerlerinden birçok noktada farklılaşan ‘taraftarlık’tan bahsetmek mümkündür. Bugün özellikle televizyon üzerinden bir şov endüstrisi olarak tanımlanan futbolu, sistemin bu ana söyleminden farklı şekilde anlayan bir olgu olarak taraftarlığın birçok ayrıştırıcı özelliğini bulmak mümkündür. Herşeyden önce günümüzün ‘endüstriyel futbol’ anlayışının paraya ve metaya odaklı yaklaşımına karşın, taraftarın dünyasında para ve meta merkezli anlayış merkezi değil, aksine taraftarların anlam dünyasında bu anlayışa karşı bilinçli ya da bilinçsiz bir karşı koyuş potansiyeli bulunmaktadır. Taraftar grupları bu süreci aynı zamanda ‘izleyicileştirme’ süreçlerine karşı ister istemez yaşadıkları gerilimle somutta yaşamaktadırlar. Şov endüstrisinin değerleri ile taraftarın değerleri arasında farklılıklar bulunmaktadır. Şov endüstrisi hayran olunacak ‘futbol yıldızlarını’ öne çıkarırken; taraftar grupları kendi ‘yıldızlarını’ kendi grup ilişkileri içerisinden çıkarmaya eğilimlidirler. Taraftar gruplarının gündemleri ise yine endüstriyel futbolun sunduğu gündemlerden farklı olabilmektedir. Medyada bir maç hakkında yer alan ‘futbol-merkezli’ değerlendirmelerden çok, o maç öncesi, sırası veya sonrasında taraftar gruplarının ilişkileri, deplasman yolculuğu anıları gibi aslında endüstriyel futbolun gündemleri açısından pek değeri olmayan konular taraftarlar açısından çok daha önemli olabilir. Bu ayrı anlam dünyaları aslında bir açıdan hakim medyaya alternatif olarak da değerlendirilebilecek taraftar forumlarının işlevine ilişkin de önemli veri sunmaktadır. İletişim teknolojisindeki gelişmelerle sistemin belirlenim şansı artarken, bir yandan da alternatif duruşların kendisini besleme kanalları da genişlemektedir. Örneğin, egemen medya tarafından milyonlara sunulan hayran olunacak ‘futbolcu’ veya ‘takım’ tanıtımlarına karşın; bugün dünyada binlerce ‘taraftar’ internet üzerinden farklı ülkelerdeki taraftar gruplarının ‘icraatlarıyla’, ‘yeni 314 B. Aydın - D. Hatipoğlu - Ç. Ceyhan besteleriyle’ tartışmasız çok daha fazla ilgilenmektedirler. Bunun yanında ‘taraftar’ kimliğinin en önemli temsillerinden birisi olan ‘grup ismi’ almanın ve bir açıdan belli bir zaman sonra bunun kulüp temsili yerine geçmesini, kitlelerin elinden, yüzyıllar süren süreç boyunca her geçen gün daha fazla, alınan oyuna karşı bir tepki olarak algılamak mümkündür. Taraftar gruplarının oluşum süreçlerine odaklanıldığında bunların çok temel ekonomik ve sosyal kırılma anlarına denk geldiği görülecektir. Özellikle bu noktada, 1960’li yılların sonu ve1970’li yılların kapitalizmin önemli bir evresine denk geldiğini belirtmek gerekmektedir. Kimi yazarlarca örgütlü kapitalizmden örgütsüz kapitalizme geçiş, kimi yazarlarca dünyanın gördüğü en önemli piyasalaşma süreçlerinden birinin başladığı dönem olarak tarif edilecek bu yılların, birçok düşünürce önemli değişimleri beraberinde getirdiği vurgulanmaktadır. Son dönem sosyal bilimler literatüründeki ana tartışmaların merkezinde de aslında özellikle 1970’li yılları merkeze alan kapitalizmin yeni evresi vurgularının çok önemli yeri vardır. Bir diğer üzerinde düşünülmesi gereken nokta, taraftar grupları içerisinde yer alan bireylerin bu gruplar içerisindeki etkileşimle bir anlamda sosyal olarak ‘güçlenmeleri’ ve aynı zamanda yalnızca futbol alanında değil hayatın başka alanlarında da kendilerine olan güven ve öz-güçlerinin gelişimine de katkı sunabilmesidir. Yani, yalnızca bir taraftar olarak futbol alanında taraftar grubunun kollektivetesiyle yaratılan bir gücün yanı sıra bu grubun üyesi birey hayatın farklı alanlarındaki edilgenleştirilme süreçlerine ve yabancılaşmaya da kısmi de olsa karşı koyuş gerçekleştirebilecek bir olanağın sahibi olabilir. Bu ve benzer konularda son yıllarda sınırlı da olsa tartışmalar yürütülmektedir. Bu duruma ilişkin en önemli anlatımlardan birisini Lexi Aleksander’ın yönettiği 2005 yapımı Green Street Hooligans adlı filmde bulmak mümkündür. Eliah Wood’un canlandırdığı Matt Buckner karakteri orta sınıf, eğitimli ve toplumdaki hakim iktidar ilişkilerinin de kısmi mağduru bir karakterdir. Hayatında hiç karşılaşmadığı ‘holigan’ grubuyla tanışması hayatında ciddi etkilere sahip olacaktır. Filmin sonunda Buckner, büyük oranda bu holigan grubu içerisinde elde ettiği ‘özgüveni’ ile kendisini güçsüz hissettiği iktidar ve güç sembolüne karşı sembolik de olsa zafer kazanacak ve film Buckner’ın tek başına sokakta yaptığı ‘tezahurat’la bitecektir. Film, ‘taraftarlığın’ özellikle bireye etkilerini yalnız tribünde de değil hayatın birçok alanına işaret edecek şekilde çok geniş bir düzeyde ele alması ve isyan temasını işlemesi bakımından hayli özgün bir yapımdır. Bu açıdan bu makaledeki tartışma için çok önemli bir yeri vardır. Taraftarlık 315 Kitlelerin elinden alınan oyunun daha da belirgin hale gelmesi belki kitlelerin bu ‘oyunu’ başka türlü formlarda sahiplenme arayışlarını tetiklemiştir. Ayrıca burada unutulmamalıdır ki, konu üzerine tüm dünya çapında yapılan araştırmalarda da ortaya konulduğu gibi, bu farklı formda sahiplenmeyi yaratanların çok ağırlıklı kısmı toplumun alt katmanlarından gelmektedir. Bunun yanında ‘gündelik’ hayatın tekdüzeliğini eleştiren orta sınıf unsurlar için de, buraya eklemlenmek ciddi bir alternatif yaratabilmiştir. Birçok çalışmada görüldüğü gibi, taraftarlığın dayanışma gözeten ve ‘şenlikli’ havası dikkat çeker. Aynı zamanda en önemli özelliği olan ‘kolektif davranma zorunluluğu’, taraftarların bu dünyada hakim olan birçok değerin tersi değerleri yaşamlarına sokmalarına yardımcı olmaktadır. Elbette, sistemden veya hakim düşünceden ‘bağımsız’ bir taraftarlık kurumundan da bahsetmek mümkün değildir. Birçok zaman birçok taraftar grubu sistemin değerlerine çok farklı şekillerde eklemlenebilmektedir veya uygulanan yatay şiddet sonucu farklı sonuçlar ve sahte durumların hakim paradigmanın işine gelebilecek sonuçları da ortaya çıkabilmektedir. Fakat bu çalışmada temel olarak ‘taraftarlığın’ nasıl ve hangi şartlarda ortaya çıktığı ve endüstriyel futbolun içerisindeki gerilimli durumu üzerinde durulmaya çalışılmıştır. KAYNAKÇA A.S. Roma Ultras manifesto : http://www.asromaultras.it/manifesto.html. (Erişim: 18 Nisan 2008) Akşar, T. (2005). Endüstriyel futbol. İstanbul: Literatür. Arık, M.B. (2004). Top ekranda. İstanbul: Salyangoz. Authier, C. ( 2002). Futbol A.Ş. İstanbul: Kitap. Bjelajac, S. (2005, 11-15 Jul). The social structure of football fans in the city of split. Presentation at the 8th international seminar democracy and human rights in multiethnic societies. Konjic-Bosna-Herzegovina. Boniface, P. (2007). Futbol ve küreselleşme. İstanbul : NTV. Conn, D. (1999). The new commercialism. İçinde: S. Hamil, J. Michie , C. Oughton (der.). A game of two halves? The business of football. London: Mainstream. Çevik, E. (2004). Ankaragücü taraftarından bir kesit. İçinde: Bora, T. (der.). Takımdan ayrı düz koşu. İstanbul: İletişim. Debord, G. (1996). Gösteri toplumu ve yorumlar. İstanbul: Ayrıntı. De Certau (1988). The practice of everyday life. London: University of California. Elias, N. & Dunning E. (1986). Quest for excitement: Sport and leisure in the civilising process. London : Blackwell. Fiske, John (1999). Popüler kültürü anlamak. Ankara: Ark. FSI (2008). Congress invitation. http://footballsupportersinternational.com/en/ (Erişim: 8 Mayıs 2008). 316 B. Aydın - D. Hatipoğlu - Ç. Ceyhan Girtler, R. (2005).Terbiyesizliğin teorisi, İstanbul :Kale. Guilianotti, R. (2005). Towards a critical antropology of voice: the politics and poets of popular culture, scotland and football. Crituque of Antropology, 25 (4):339359. Habermas, J. (1987). The theory of communicative action. Vol 2, Lifeworld and system: a critiqe of functionalist theory. Boston-New York: Beacon. Hall, S. (1999). Popüler kültür ve devlet. İçinde: N. Güngör (der.). Popüler kültür ve iktidar. Ankara: Vadi. Hatıpoğlu D. & Aydın, B. (2007). Bastır Ankaragücü: Kent, kimlik, endüstriyel futbol ve taraftarlık. Ankara: Epos. Howard, S. & Sayce, R. (2002). Branding, sponsorship and commerce in football, Fact Sheet 11, University of Leicister. http:// standupsitdown.co.uk. (Erişim: 18 Nisan 2008). Il Movimento del Ultras (2007). Manifesto Ultras, www.movimentoultras.it/doc/ manifesto_ultras.pdf , (Erişim: 18 Nisan 2008). King, A. (1997). New directors, customers and fans: The transformation of english football in 1990’s. Sociology of Sport. 14(3): 226-244. King, A. (1998). The end of the terraces: the transformation of english football in 1990’s. London: Leicister University. King, A. (2001). Violent pasts: collective memory and football hooliganism. The Sociological Review, 49 (4): 568-585. Kozanoğlu, C. (2002). Bu maçı alıcaz!, İstanbul: İletişim. Lefebvre, H. (1998). Modern dünyada gündelik hayat. İstanbul: Metis. Marchi, V. (1994). Ultra: Le sottoculture giovanili negli stadi d’europa. Roma: Koine. Marsh P., & Fox K., & Carnibella G., & Mc Cann J., & Marsh J. (1996). Football violence and hooliganism in europe. The Amsterdam Group www.sirc.org/ publik/ footballl_violence.ht ml.(Erişim: 1 Mart 2007). McGill, C. (2006) Futbolun kârhanesi. İstanbul: İthaki. Morris, D. (1981) The soccer tribe. London: J. Cape. Negt, O. & Kluge, A. (1993). Public sphere and experience: Toward an analysis of the bourgeois and proletarian public sphere. London: University of Minnesota. Oppenhuisen, J. & Zoonen, L.V.(2006).Supporters or consumers? Fandom, marketing and the political economy of Dutch football. Soccer and Society. 7 (1): 62–75. Stemmler, Theo (2000). Futbolun kısa tarihi. Ankara: Dost. Şahin, M. (2003). Sporda şiddet ve saldırganlık. Ankara: Nobel. Talimciler, A. (2003). Türkiye’de futbol fanatizmi ve medya ilişkisi. İstanbul:Bağlam. Taylor, I. (1975). Soccer consciosness and soccer hooliganism. İçinde: Cohen S.(der.). Images of deviance. Middlesex: Penguin. Thompson, E.P. (1991). Customs In common. London: Penguin. Toklucu, M. (2001). Taraftarın senle. İstanbul: İletişim. Ünsal, Artun (2005). Tribün cemaatinin öfkesi: Ticarileşen Türkiye futbolunda şiddet. İstanbul: İletişim. Walvin, J. (1994). The people’s game the history of football revisited. London: Mains. İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 26 Kış-Bahar 2008, s.317-320 Forum Forum hakkında Forum bu sayısında akademisyenlerin, yazarların, gazetecilerin ve diğer ilgililerin futbol hakkında yazılarından oluşan zengin bir içeriğe sahip. Yazılar futbolun önde gelen önemli yanlarını ele alıp irdelemektedir. Forum “Forum olalı hep acı çekmişti,” çünkü derginin “Editörden” ve “Forum hakkında” başlıklı bölümlerinde sürekli yaptığım kışkırtmalara rağmen, hiç kimse Forum’u Forum yapacak yazılar göndermedi. Yazı gönderme ve akademik tartışma açma yerine, kullandığım kavramlar veya iletişim alanında Türkiye’deki gelişmeler ve durumla ilgili olarak sunduğum “birilerinin hoşuna gitmeyen” eleştirilerim hakkında, örneğin 50 yıla yakın iletişim eğitiminde iletişim alanında hala iletişime hor bakan, iletişimi öğrenmeye çalışmayan, iletişimin ne olduğunu bilmeyen ve bilme zahmetine de katlanmayan, ama (ne yazık ki) iletişim fakültelerini dolduranların yarattıkları “iletişim eğitimi ortamı” ile ilgili eleştirilerim hakkında, dedikodular üretilmekte, “gene hakaret ediyor” gibi laflarla sunduğum içerik “hasır altı” edilmektedir. Aslında, benim beklediğim ve normal bir akademik ortamda beklenen şudur: Kötüyü durdurma ve iyiyi kurma yönünde tartışma ortamını geliştirme. Bunun yerine, tam tersine, dedikoduculukla ve baskıyla desteklenen susturma ve daha kötüsü okutmama ortamı sürdürülmektedir. Aslında durum daha da feci bir karaktere sahip: Örgütlü üretim yapılarının “akıllı işaretler” diye sunduğunun “akılsızlığı” işleme ve “yanlış yönlendirme” olduğunu söylüyorsunuz veya “halka istediğini verme” iddiasının geçersizliğini açıklıyorsunuz veya kurumlarda yapılan (örneğin TRT ve RTÜK’de) araştırmaların hem bilimsel inşa bakımından yanlışlıklarını hem de kuruma faydasızlığını inceliyor ve sunuyorsunuz, sonuçta kimsenin umurunda olmadığını ve, daha kötüsü, çıkarcı düşmanlıkları tetiklediğinizi görüyor ve üzülüyorsunuz: Böyle bir akademik ortam olmamalı, ama ne yazık ki egemen olan bu. İletişim alanındaki üretimin doğasını incelemek gerek ve üretimin doğasını “para kazandırmayan bilginin ve akademik girişimin hiçbir anlamı yoktur” üzerine inşa ettirmeye başlayan bir endüstriyel yapının toplumun şimdisi ve geleceği için getirdikleri ve 318 Forum hakkında götürdüklerinin araştırılması ve bu tür egemenliğe karşı mücadelenin başarısı için bir şeylerin yapılması gerekmektedir. Altı ay içinde bir tersane’de birçok insan “iş kazası” diye nitelenen “cinayetle” öldürülmesine ve bu cinayeti “işin doğasının bir parçası olarak sunan canilere karşı sessiz kalan bir toplum ve akademik dünyanın bu karakterinin incelenmesi ve çözüm yollarının araştırılması ve bunlar üzerinde tartışılması gerekir. Mekaniksel materyalist egemenliğin, “iş kazası” dediği cinayete “beş gün kapatma” cezası vermesinin anlamını (televizyonda örneğin şiddet vb nedenlerle, televizyon yayınlarının bir veya birkaç gün durdurulmasında olduğu gibi), çok iyi anlamak ve bu tür biliş ve çözüm yollarının egemenliğine karşı mücadele etmek gerekir. Sorun tersanede mi veya televizyonda mı, yoksa iş yapış biçimini örgütleyenlerde mi? Sürekli olarak “çevre kirletiliyor” deniyor; kitle iletişim araçlarının içeriği eleştiriliyor. Sorunlara çözüm olarak da daima “halk eğitilmeli” ve “medya okuryazarlığı” yaygınlaştırılmalı deniyor. Asla medya yazarı olamayacaklara “medya okurluğu” öğretilerek, aptalca satın alıcılar ve bilgiçlik taslayan cahil tüketiciler yetiştiriliyor: Pazarın yaygınlaşma politikasının bilişlere işlenerek geliştirilmesi. Bu, aşağılık ve her türlü hakareti hak eden “eğitimle çözüm” üzerine, ender de olsa ciddi eleştiriler sunulur. Çoğu kez, bu tür “kurnazca, alçakça, adi ve ahmakça çözüm önerileri” üzerinde en küçük tartışma bile yapılmaz: Gerçek ortaya çıkar korkusu mu acaba? Çevreyi kirleten, medyayı “işlevsel pisliklerle dolduran” ve yoksulluğu yaratanlar neden halka halkın istediği “maddi zenginliği” vermiyor da “manevi/bilişsel zenginlik” diye bilişleri işlevsel uydurularla dolduruyor? Aslında, çevreyi kirletenler, işlevsel pislikleri üretenler, yoksulluğu ve yoksunluğu yaratanlar “yüksek eğitim görmüşler” değil mi? Tersanelerde ve iş yerlerinde “iş kazası cinayetlerinin nedeni” işin doğası veya işçinin cehaleti değildir, azami çıkar elde etmeye çalışan şirketlerin “yüksek eğitimli yöneticilerinin” oluşturduğu korku ve terör koşuludur. Bu koşul “ekmeğini kazanma” koşuluyla birleşince, insanlık dışı bir durum ortaya çıkar. Ekmeğini kazanmazsa aç kalacak insan, bu koşulların sorumlusu değildir. Öte yandan, demokratik bir hak olan sendikalaşmayı destekleme yerine, “bir eli patronun bir eli de işçinin (aslında iki eli de işçinin) cebinde olan sendikalardaki ilişki tarzını değiştirme yerine, “ekmeğini kazanma” adına kötüleyen her insan bu koşulların sorumlusudur. Bu konular, ne yazık ki, benim anlattığım biçimde gündeme getirilmemektedir. Gündeme getirenler de, efendiler tarafından değil (onların umurunda bile değildir, muhatab bile olmazlar), efendilerin ücretli/maaşlı veya “umutlu” köleleri tarafından aforoz edilir, suçlanır ve gerektiğinde de, tarihte örnekleri bol, İrfan Erdoğan 319 hapsedilir veya öldürülür. “Eğitimsizliği” neden olarak sunarak, materyal ve bilişsel olarak yoksullaştırılmışlara bir kez daha yüklenen ve onların yoksullaştırılmışlıkları ve eğitimsizleştirilişlikleri üzerinden de para kazanan ve çıkar sağlayan alçalmışlar için, en verimli ve en pragmatik seçenek budur; çünkü zenginin sofrasındaki kırıntılardan ve artıklardan ancak bu şekilde pay alınabilirler. Elbette, alçalmış pratikleri yapanların hepsi de bu alçalmışlığın farkında değildir; iyi niyetle “medya okuryazarlığı” denen pazarlama işini yaparak “çözüm” getirdiklerini sanırlar. Evet, çözüm getirmektedirler, fakat bu çözümler, çözmek istedikleri sorunlara çözümden çok, endüstriyel pazarlama ve biliş yönetimi sorunlarına çözüm olmaktadır. Her çözüm, yeni iş alanı ve yeni ürünler kullanma ve böylece para kazanma, hırsızlık ve dolandırıcılık yapma olanaklarını getirmektedir: Suyu temizlemek için arıtma tesislerinin kurulması gibi. Kirletme nedenlerini ortadan kaldır! Forum, bu sayıda birçok kişinin katkıda bulunduğu bir forum oldu. Forum yaratma, yukarıdaki anlatılara bakıldığında, hangi koşulda anlamlı olur? Futbolu bir zamanlar oynuyorduk, belki bazılarımız hala oynuyor; hemen hepimiz seyrediyoruz. Dolayısıyla, futbolun bir şekilde parçasıyız, onun dışında olduğumuzu sanmak veya “akademisyen incelemeci” olarak futbola “nesnel bir şekilde dışarıdan bakmak” gibi bir iddiada bulunmak geçersizdir. Forum bu sayıda “futbola bakışların” forumu oldu. Forumdaki yazılar futbolla ilgili olarak akla gelebilecek önemli konuları ele alıp sunmaktadır. Bu yazıları yazan insanlarla aynı fikirde olabilir veya olmayabiliriz, fakat önemli olan dürüstçe ve iyi niyetle bir amaca (futbolu anlamaya) katkıda bulunmaktır. Bu nedenle, yazarak veya yazılması için arabuluculuk yaparak katkıda bulunan herkese teşekkür ederim. Elbette. En önemli bir diğer sorun, “dergi okuma” (veya kitap okuma) sorunudur. Bu tür bir derginin tüm iletişim fakülteleri akademisyenleri ve öğrencileri tarafından okunması gerekir. Okunuyor mu? İşte araştırma yapmaya teşvik için bir diğer “hakaret,” ki çalışacağını hiç sanmıyorum: Hocaları okumuyor ki, öğrencileri okusun! 143 iletişim fakültesi öğrencisine üç soru sordum: (1). Son bir yıl içinde, akademik bir dergide okudukları makaleleri sordum. Sonuç: Sadece 7 kişi okumuş (onlar da ben zorunlu tuttuğum için olmalı). (2). Son bir yıl içinde, derste hocaların verdiği kitap dışında iletişimle ilgili okudukları kitapları sordum. Sonuç: Yüzde sekseni hiç okumamış. (3). İletişim dışında, kendi istekleriyle, bir yıl içinde, okudukları kitapları sordum. Öğrencilerin dörtte birinden fazlası hiç kitap okumuyor. Okuyanlar ne okuyor? Bir üniversite öğrencisinin “severek okuyorum” 320 Forum hakkında demekten utanç duyması gereken “şeyleri” ve “yazarları” okuyor: Kişisel gelişim kitapları, Harry Porter, Yüzüklerin Efendisi, Don Johnson gibi “best seller” denen şeyler. Siz kaç tane okudunuz? Okuduklarınız “eğitmek gerek” ve “Yüzüklerin Efendisi” gibi mi? Tanıdıklarınızdan kaç tanesi okuyor? Aynı soruları yüksek lisanstaki veya doktora yeterlilik sınavına giren öğrencilere sorun. Hemen hepsinin iletişim alanında yabancı ve yerli akademik dergilerin isimlerini bile bildiklerini sanmıyorum. Okumak mı? Seyretmek gerek; seyredilmek için giyinmek, yemek, içmek ve konuşmak gerek. Düşünmek mi? Görünen gerçeği düşünmeye gerek yok; hele para kazandırmayan düşünceyi düşünmeyi bile düşünmek anlamsız: Gerçek yaşanıyor; Magnum gibi şeyleri yiyerek seksüel tatmin alır ve “Cola” ile “anı yaşarken”, iyilerin kazandığını görmek için Maç seyredersin. Gerçek gözünün önünde: Kazanan iyidir. Sen? Lütfen, okutun da. “Demokrasi” ve insan hakları” diyen “demokrasi ve insan hakları düşmanlarının demokrasi ve insan hakları şampiyonluğu yaptığı bir dünyada yaşıyoruz. Bir neo-faşist veya şeriatçı veya Bush’cu nasıl insan, demokrat ve insan haklarına saygılı olabilir? Ancak, “kardeşçe/arkadaşça faşist” pazarlama işine girdiğinde. Bize işlenen yanlış duyarlılıkların farkında olalım ve okumayan (ve akademide okuyan ve üretene düşman) bir ortamda, “okutmak isterseniz, en azından sevilmezsiniz” gerçeğine rağmen, insanca duyarlılıkların oluşması ve yayılması için okutalım: “Senin özgürlüğünün başladığı yerde, benimki biter” diyerek, karışmamayı ve ilgisizliği yerleştiren ve insanca dayanışmayı ortadan kaldıran işlevsel-saçmalıkların egemenliğini yıkmak, ancak doğru olanı (örneğin, özgürlüğün ilişkisel olduğunu, paylaşmadan başlayarak mutlak köleliğe kadar değişen bir karaktere sahip olduğunu, birinin özgürlüğünün artışının bir diğerinin özgürlüğünün azaldığı anlamına geldiğini) açıklayarak olur. Acaba? Düşüncenin doğasını belirleyen akıl mı ki? Bilmek, bilinen yönde davranmak için yeterli bir koşul mu? Bilmek ile materyal çıkar yapısı ve ilişkileri arasındaki belirleyici bağın karakteri ne? Bilmek ile güç arasındaki bağ ne: bilmek hangi koşulda güç olur? AKP ile şeriat mı geldi? AKP’nin şeriatı getirmesinin koşulu ne ve bunda biliş (birilerinin istemesi) istenen değişimi getirebilir mi? Nasıl? “Halkın iradesi” tarih boyu neden sadece işlevsel bir uyduru olarak süregelmektedir? Elbette, “bilmenin” karakteri önemli; fakat bilme ancak örgütlü güç ve çıkar yapıları içindeki sonuçlarıyla anlam kazanır. Futbolu konuştuk yukarıda (konuşmadık mı yoksa?): futbolu konuşuyoruz hergün hep. Bu sayıda konuştuğumuz futbolu yazarak anlamaya devam ettik. İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 26 Kış-Bahar 2008, s.321-346 Forum Futbol üzerine konuşmak… Yüksel Akkaya, Ahmet Çiğdem, Tanıl Bora, Erkan Goloğlu Futbol, sadece futbol mu? “Güncel futbol” üzerine “teorik” yazılar yazan Ahmet Çiğdem, Erkan Goloğlu ve Tanıl Bora’nın görüşlerinin bu sorunun yanıtına önemli katkı sağlayacağını düşündük. Bu nedenle bir söyleşi ile düşüncelerini bizimle paylaşmalarını talep ettik. Lütfedip, kabul ettiler. Futbol ile hiç ilgisi olmayacağı düşünülebilecek olan bu üç “ahbap”, “marjinal tip”, ciddi meselelerin, neşeli bir söyleşi ile de tartışılabileceğini, konuşabileceğini; futbol’un sadece futbol olmadığını gösterdiler. Okuyun, siz de göreceksiniz.1 Tanıl Bora: Başlık ne olsun? Yüksel Akkaya: Başlık düşünmedim!.. Ama, Ahmet Çiğdem’den esinlenerek, “futbol üzerine konuşmak” olabilir!.. Ahmet Çiğdem: Dersine çalışmışsın! Yüksel Akkaya: Bu talebimizi kabul ettiğiniz, kıymetli vaktinizi bize ayırdığınız için çok çok teşekkür ediyoruz. İzninizle, soruya bir polemikle başlayalım. Soruyu ilkin Tanıl’a yönelteyim. Bu kitapta diyorsunuz ki “şuurlu 1 Bu söyleşi, eskiden 1., 2. ve de 3. lig gibi kategorilere denk düşen, günümüzde futbol endüstrisine uygun bir şekilde yapılandırılan ve “sponsorlukları” içeren futbolun “Bank Asya Ligine” yükselecek son takımının belirlendiği “play-off” maçı olan ve de kökü epeyce geçmişe uzanan Devlet zoru ile kurdurulmuş bir “Kamu İktisadi Teşekkülü” olan demiryolunun bir takımı olan Adana Demirspor ile son zamanların yükselen takımları olan belediye sporlardan biri olan Güngören Belediye Spor arasında oynanan maçın “saatlerinde” yapılmıştır. Söyleşiyi yapan Yüksel Akkaya, Adana’nın “namlı” okullarından ve de “fakirfukara-gurabe” taifesinin çocuklarının devam ettiği, lakin “aptallar koleji” olarak bilinen Karşıyaka Lisesi’nde okurken sıkı bir Adana Demirsporlu olmuştur. Ol sebeple, bu maçı başka bir odada söyleşi sırasında kaçamak olarak “gözetleyen” zat-ı muhteremler duygularını, o gün üzerinde Adana Demirspor renklerini çağrıştıran “esbaplar” ile bir söyleşiyi yapan Yüksel Akkaya ile paylaşmışlardır. Söyleşi içinde anlamlı karşılığı olmayan “cümleler” bu “play off” maçına aittir!... 322 Futbol üzerine konuşmak futbolseverlerin çoğalması için çaba sarf ediyoruz” bu işe girdiğimizde.2 Fakat Hasan Bülent Kahraman da diyor ki, işte “bir gerçek var ki futbol kitleleri uyuşturan onları kendi gerçekliklerinden uzaklaştıran bir oyundur, futbol bir topluluğun lumpenleştirilmesinde önemli rol oynar. Türkiye’nin bütün namlı yazarları, üniversite hocaları, burnundan kıl aldırmayan akademisyenleri, Marxistleri futbol yazıyor ve bu işi meşrulaştırıyor”.3 Şimdi, bir taraftan şuurlu futbolseverleri çoğaltmaya çalıştığınızı düşünüyorsunuz, bir taraftan da böyle bir ithamla karşı karşıya kalıyorsunuz. Ne dersiniz? Tanıl Bora: Hasan Bülent Kahraman 6-7 sene önce bir yazısında aşağı yukarı aynı fikirleri savunmuştu. Yüksel Akkaya: “Kitle Kültürü Kitlelerin Afyonu” adlı kitabında galiba.. Tanıl Bora: Doğru. Daha sonra da o kitabına almıştır. Hatta, Ahmet Çiğdem de müstear isimle, bir internet sitesinde, kendisine soğukkanlı, güzel bir cevap yazmıştı. Bu sefer de Taraf gazetesinde Fikret Doğan, yine çok soğukkanlı, nazik ve güzel bir cevap yazdı Hasan Bülent Kahraman’ın bu söylediklerine. Bir kere bu söylediğinde isabetsiz olan şöyle bir şey var. Bütün Türkiye’deki entelektüeller ya da bunların solcu kısmı işi gücü bırakmış, münhasıran bu işle uğraşıyor gibi bir resim çiziyor. Bu yanlış bir resim. Bu konuyla ilgilenen, yazan çizen solcu ya da Marksist, sosyalist insanlar var, ama, onlar zaten kendi dertlerini anlatabilecekleri mecralarda yazıp söylüyorlar. Televizyonlarda kanal kanal gezerek, başka her işi bırakmış olarak bu işle uğraşıyor değiller. Yani hakikaten Fransızca tabiri ile “egzajere” ediyor, çok abartılı, yanlış bir resim çiziyor. Ayrıca bence söylediği de yanlış. Sonuçta popüler kültür alanından söz ediyoruz. Popüler kültür alanı bir ideolojik mücadele alanıdır aynı zamanda. Bir takım semboller var orda, bir takım mitoslar var, bir takım anlamlar var ve bunlar etrafında bir mücadele hüküm sürüyor. Burada tabi ki milliyetçi faşizan cephe daha güçlüdür, bunları anlamlandırma ve bunları belirleme konusunda ama bu sahayı onlara terk etmek çok daha vahim sonuçlar doğurur. Nasıl ki popüler kültürün bütün branşları müzik, sinema gibi alanlarda da böyle bir ‘itiş kakış’ söz konusuysa, anlamlandırma mücadelesi söz konusuysa burada da söz konusudur, niçin terk edilsin burası? Politik olarak yanlış bence. Ayrıca yine Fikret Doğan’ın o yazısında gayet isabetle belirttiği gibi; kendisinin referans 2 Tanıl Bora (Der.), Takımdan Ayrı Düz Koşu, İletişim Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 2004. 3 H. B. Kahraman, “Medya Katili Aydınlar”, Sabah , 17.05.2008 Y. Akkaya, A. Çiğdem, T. Bora, E. Goloğlu 323 gösterdiği kaynaklar, örneğin Eleştirel Teori vs. de popüler kültür alanını terk etmek ve bunu bir vandalizm, lumpenleşme ve faşizm alanı olarak topyekun karalamak yolunda bir rota çizmez. Tam tersine, bu alanda cebelleşmek gerektiği derdi vardır orada. Bu tabii ki zor bir uğraştır. İki yazıyla buradaki anlam dünyasına nizam verilemeyeceği ortada. Zaten bu işle uğraşan insanlarda da böyle safdil bir beklenti yok. “Ben yazdım ve alana müdahale ettim” demiyorlar, bu mümkün değil. Usul usul, sebatla, laf anlatmaya çalışmaktır yapılan. Tabii her şey kolayca değişmiyor ama ufak tefek olumlu şeyler de oluyor ve bence biraz da bu çabalarla oluyor, ben böyle düşünüyorum. Ahmet Çiğdem: Doğrusu ben o zaman ne yazdım çok hatırlamıyorum!... Şimdi şöyle genel olarak fado, fiesta ve futbol… Tanıl Bora: Hocam, aslı fatima, fado ve futboldur. Ahmet Çiğdem: Şöyle bakalım, burada herhangi bir diktatörlüğün, otoritenin, rejimin ya da faşizmin vs. bütün bu baskıcı rejimlerin futbolla özdeşleştirilmesi futbol üzerinden haklılaştırılması, meşrulaştırılması, banalleştirilmesi, vs. Böyle eleştirilerin çok tadı kaçtı. Bir kere olgunun hem tarihsel, toplumsal dinamiğini açıklamamızda yarar var. Çünkü herkes biliyor ki, otoritelerin de, faşizmin de, totaliterlerin de, diktatörlüğün de vs.nin de kendini yeniden ürettiği daha başka temeller var; daha siyasi temeller var ve burada aslında fadonun da, fiestanın da, fatimanın da çok etkisi yok! Esas, onların böylesine tarihsel okuma yanlışı üzerine düşünmemiz gerekiyor. Şimdi de, mesela, biz Türkiye’de diyelim ki bahse konu yazıda olduğu gibi lümpenleşme, bayağılaşma, sıradanlaşma filan gibi başlıklara baktığımız zaman bunu futbol üzerinden anlamlandırmak, temellendirmek sosyolojik olarak bir kere çok doğru değil. Çünkü herkes biliyor ki sözünü ettiğimiz şeylerin Türkiye’de başka çok nesnel temelleri var ve futbol o temellerin arasında belki sonuncu olmasa bile daha sonra zikredilmesi gereken şeylerden bir tanesi. Dolayısıyla bence böyle bir sosyolojik tarihsel çarpıtma ile karşı karşıyayız. Ben futbola yönelik eleştirilerin hepsinde de böylesine bir perspektif kaydırması olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla ben böyle bakıyorum. Bugün de Türkiye’nin kültürel ortamlarının, siyasal ortamlarının eleştirilerinin kendisi üzerinden konuşulması gereken alan futbol değil. Futbol hakikaten çok ilgisiz bir şey, ama, özellikle 80’lerde Galatasaray’ın Avrupa’daki başarılarıyla sözü edilen türden bir ilginin oluştuğunu filan; ama, bu ilgi çok ayrıştırılabilir bir ilgi zaten. Bize şöyle bir özdeşleştirme imkânı da veriyor. Bugün futbolla ilgilenmesinden çok hoşlanmadığım insanların büyük 324 Futbol üzerine konuşmak bir kısmının futbol dışındaki ilgileri de bence çok eleştirilebilir bir şey. Onların futbolla ilgilenmesi aslında bize bir temyiz imkânı da veriyor; onların futbol dışındaki, siyasal ilgileri, kültürel ilgileri, toplumsal ilgileri konusunda da baştan bize eleştirel bir imkân veriyor. Bir de şöyle bir şey söylemek istiyorum ben. Mesela geçenlerde 39 yaşında bir adamın attığı golle Hull City’nin Premiership’e yükselmesi, 104 yıl sonra filan… Yani, bir de futbolun böyle bir tarafı da var. Başka hangi alan bize böyle destansı bir hikaye sunabilir ki?.. Bu, sadece futbolda mümkün neredeyse. Yani dolayısıyla bu şöyle bir şey belki aslında: İncil’i okuyanlar, Tevrat’ı okuyanların hepsi başka amaçla okuyorlar. O zaman suç İncil’de değil ya da Tevrat’ta değil. Ona göre bunu çok genelleyici bir şey sayıyorum ve aslında zaman zaman bu tür algılara yönelik, entelektüel akademisyenlere yönelik saldırı da bu tür hakikaten “Filistin tutumunun” zaman zaman kendisini ortaya sürmesi olarak algılıyorum. Yani tam da Filistinizm karşıtı bir tutum olarak kendisini ortaya koymasına rağmen, zaman zaman popülist tutumun bir yansıması olarak algılıyorum. Tanıl Bora’nın biraz önce de söylediği gibi, yani, tamam futbol bu, popüler kültür filan buradaki eğilimlerin bir sürüsü, yani milliyetçiliği düzelttiğini, erkekliğin genlerini filan bunların hepsini tartışırız; ama, bütün bunlara şöyle bakmalıyız: Hangi alan bunlardan bağımsız? Yani erkekliğin yeniden üretilmesi olsun, maçismonun yeniden üretilmesi olsun, milliyetçiliğin yeniden üretilmesi olsun, Allah aşkına söyler misiniz toplumsal hayat mı, siyasal hayat mı, kültürel hayat mı, hangi boyutu bunlardan arınmış ki, hangi boyutu bunlara kapalı ki futbolun bunlara kapalı olmasını bekliyoruz? Bu, hakikaten futbola kaldırabileceğinden çok daha büyük anlamlar yüklemek gibi duruyor; futbol bunların hepsine cevap verebilecek gibi duruyor sanki. Böyle gibi anlaşılıyor orası; ama öyle değil, teşekkür ederim. Erkan Goloğlu: Bu tartışma bana bir parça abesle iştigal gibi geldi. Biz 70’li yıllarda amatör kümede top oynuyorduk, dış sahada -bizim takım solcu bir takımdı-. Mesela, Cem Karaca’nın bir kasetini dinleyerek idman yapardık. Yan sahada da faşoların ağırlıklı olduğu bir takım Estergon kalesiyle, Barış Manço’ya haksızlık etmek pahasına, aslında Barış Manço’nun kasediyle yapıyordu, dalaşıyorduk, ediyorduk falan filan. Yani Hasan Bülent isminden söz ettiniz de, Hasan Bülent Bey bundan niye rahatsız oluyor ki, yani kimse Ahmet Çiğdem veya Tanıl Bora yazdı diye “Hadi biz gidelim futbolu sevelim” demiyor. İnsanların futbolu bir sevme biçimi var zaten. Başka bir Y. Akkaya, A. Çiğdem, T. Bora, E. Goloğlu 325 biçim de var. Aslında bir çok sevme biçimi var yani. Ama işte Türkiye’de solcu olmak futboldan bihaber olmak anlamına geliyor. Yüksel Akkaya: Yıllar önce öyleydi… Erkan Goloğlu: Şimdi ben şahsen futbolun da içinden gelen bir adamım. Futbolu bu türlü insanlar yazdığı için ben artık çok seviniyorum yani. Öbür türlü bizim çocuk başka türlü bakıyor. 70’li yıllarda böyle yazan yoktu ki zaten, bu türlü yazanlar yoktu ki. Bundan rahatsız olmasın Hasan Bülent Kahraman, yazan yazıyor ne olacak. Kimse de onun gırtlağını sıkmıyor sen de yaz diye bu konuda diye. O da o konuda eksik kalsın onun da futbol üzerine yazıları olmasın! O da bu memleketin değerli bir evladıdır!... Ben yazılarını çok fazla iyi bilmiyorum. Futbolun da içinde olduğum için ben arkadaşların önce yazılarını okudum, okuduktan sonra diğer çalışmalarına da bu arada vasıl oldum, vakıf oldum, kendileri ile tanıştım. Bugün benim burada Erkan Goloğlu olarak bulunmam… Aslında, ben sadece size teşekkür ederiz. Biz Ankara’dayız yıllardır. Üçümüzü bir araya kimse getirmedi. Ahmet Bey sağ olsun yıllarca birlikte Radikal’de yazdık, ayrıldı şimdi Radikal’den. Aslında ayrılmasa iyi olurdu. Murat Belge ayrıldıktan sonra daha bir itibarı artardı. Çünkü orta sahada sola yatkın bir çalışandı. Orta saha Radikal’de yoktu, sol kulvarı sol kanadı iyi kullanan bir arkadaşımız. Gerçi sağ ayağı da iyi, her iki ayağını da iyi kullanan….. Yüksel Akkaya: Kafası da… Erkan Goloğlu: Ya kimse rahatsız olmasın bundan. Bakın bu iki güzel insan ve daha bu ikisi gibi başka güzel insanlar yazıyorlar. Ahmet Hoca’nın dediği de . Bu ülkede insanlar tribünü kötü gösteriyor: tribün lumpen falan… Futbol mu bu ülkeyi lumpenleştiriyor? Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yıllardır vekiller ana avrat birbirine sövüyor. Yani bu toplumda futbolun steril olmasını kim bekleyecek? Halk çıkacak, tribünde sövecek tabi… Böyle bir şey yok. Siz laboratuarda bir futbolsever yetiştiremezsiniz, yani hayatla hiçbir ilgisi yok söylediğinin, hiçbir ilgisi yok. Yüksel Akkaya: Belki de yıllar önce 2001’de Tanıl’ın yazdığı gibi bir şuurlu futbolseverin oluşturulmasında aslında bu Hasan Bülent Kahraman’ın eleştirdiği kesimin ciddi bir katkısı var. Erkan Goloğlu: Bence de, “şuurlu futbolsever” güzel bir kinaye aslında. Futbolu ben farklı türlü seviyorum diyor Tanıl Bora, Ahmet Çiğdem ben böyle seviyorum diyor. Yani burada bir şuur var tabi. Şuurlu bir futbolsever yetiştirmeye makus yazılar değil aslında bunlar. Bunlar futbola bir başka şuur üzerine… 326 Futbol üzerine konuşmak Ahmet Çiğdem: İnsanların düşünmesine yönelik bir şey o… Futbol izleyicilerini aydınlatmaya yönelik. Temiz, kabul edilebilir insanlar haline getirmek değil Tanıl’ın bahsettiği.. Erkan Goloğlu: Evet, böyle bir şey olur mu hakikaten? Kompleks yani işte… Ahmet Çiğdem: Ya ilgiyi sahici kılmak, daha sürekli kılmak belki Tanıl Bey’in söylediği. Yüksel Akkaya: Bir de, eskiden keyifle okunan bir İslam Çupi vardı. Futbol yazardı ama futbolun içinde her şeyi yazardı. Ama şimdi işte bu yeni akademisyen, Marxist ya da akil yeni yazar kalitesi ciddi ölçüde hakikaten futbolun keyfini almada katkısı olmuştur. Ben kendi payıma mesela her Salı Radikal’i şöyle bir beklerim ve okurum. Hani neler var, neler yok diye; bir de keyifle okurum. Sizin yazılarınızda Erkan Bey oldukça mizah filan koktuğu çok daha güzel oluyor. İslam Çupi’den kalan…..… Ahmet Çiğdem: Goloğlu’nun yazılarını mizah kategorisine koymayın lütfen!.. Yüksel Akkaya: O anlamda söylemedim. Ama mizahi bir dille yazılmasının güzelliğine dikkat çekmek istedim. Ahmet Çiğdem: Haa… Mizahi dil… Yüksel Akkaya: Mizahi bir dilde söylüyorum tabi canım. Öbür anlam da değil… Ahmet Çiğdem: Çok iyi. Yüksel Akkaya: İsterseniz biraz spor kitapları üzerine konuşalım. Son yıllarda spor üzerine epeyce kitap yayınlandı. Daha analitik düşünen, daha iyi yazan bir yazar kuşağı da oluşmaya başladı. Gerçi Bağış Erten ve Mustafa Görkem bu işten rahatsız olmuş durumdalar. Bu alanın fazlası ile “in” olduğu için ahkam kesenlerin de arttığını değerlendirip şöyle demişler:4 “Hatta iş öyle bir hale gelmiş durumda ki Türkiye’nin felsefecisi, tarihçisi, gazetecisi, sosyoloğu içindeki gizli fanatiği keşfediyor/icat ediyor”. Ahmet Çiğdem: Öyle mi yazmışlar? Yüksel Akkaya: Fakat tabii şey, bu kitabı adadığınız Can Kozanoğlu’nun “Bu Maçı Alıcaz” kitabından sonra bir tür “buz kırıldı ve yol açıldı” diyorsunuz. Biraz alandaki kitaplar ve yazarlar üzerine konuşalım. Ne dersiniz? 4 Tanıl Bora, (Der.), Takımdan Ayrı Düz Koşu, İletişim Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 2004. Y. Akkaya, A. Çiğdem, T. Bora, E. Goloğlu 327 Tanıl Bora: O zamana kadar futbola olan ilgisini, sevgisini saklamış olan bir çok insan… Yüksel Akkaya: Gizlemiş olan… Tanıl Bora: Gizlemiş olan, evet, futbola alakasını utana sıkıla sürdüren bir çok insan, artı aslında futbolla çok da yakından ilgilenmemiş bir çok insan futbol popüler hale gelince, genel olarak popüler kültür üzerine konuşmak revaç gören bir söylem alanı kurunca, kimileri mıknatıs gibi oraya çekildiler. Ve hayatında maça falan da gitmeyen bir çok insan kendini futbol tutkunu olarak göstermeye başladı. Bunu estetize etmeye, bunun üzerine bir söylem kurmaya başladı, bu da, bazı ‘harbi’ futbolseverlerde bir antipati doğurdu. Kim oluyor bu, nereden çıktı filan gibi.. Hatta, başka alandaki ilgilerini, bu arada tatmin edemediği politik ilgilerini, futbola yansıtan, futbola transfer edenler oldu. Bir ara Beşiktaşlılar üzerinden çok tartışıldı bu: politik alanda umutlarını yitirmiş bir çok insan, -birçok solcu-, dünya görüşünü yansıtabileceği ve kendisini güçlü hissedebileceği, kalabalık içinde hissedebileceği bir tek yer olarak Çarşı’nın kaldığını düşündü. Böylece Beşiktaşlı kimliği bir çok başka kimliği de ikame edecek şekilde pompalanabildi. Bu gibi abartılı, yerine oturmayan yan tesirler de oldu ama her şey bundan ibaret değil. Bunun yanısıra hakikaten hem düşüncelere hem de duygulara uzanan bir refleksiyonu teşvik etti. Futbolu sevme ve bilme biçimi üzerine düşünme, motivasyonunu da verdi. Böylece hem okuması zevkli, -futbolla alakası olmayanlar için bile zevkli-, hem de futbola başka bir bakış getiren birçok metin üretildi. Bir futbol edebiyatından söz edeceksek, –futbol edebiyatı ile illa “edebiyat olsun” diye yazılmış metinleri kastetmiyorum genel olarak futbol üzerine ‘özenle’ yazılmış yazıları kastediyorum.- bu ‘literatür’ sadece oyunu anlamak, bizi bilgilendirmek için değil bizzat okumanın kendisi de bir zevk, bir temaşa olarak da, olduğu ölçüde de anlamlıdır. Yani illa futbolun gerçekliğini yansıtmakla ilgili bir şeyden söz etmiyoruz sadece. Bu bakımdan epey bir zenginleşme var. Bunun ne kadar karşılık bulduğuna dair çok fazla iyimser olamayız. Yayıncılık açısından bakıldığında bu kitaplar öyle çok büyük rakamlarla satmıyorlar. Daha çok taraftarların heyecanlarına hitap eden kitaplar satıyor, kulüp kitapları daha çok satıyor. Diğer kitaplar çok büyük de bir karşılık bulmuyor. Ama futbol üzerine yazmak, söylemek, düşünmek futbolun kendisinden özerkleşen bir anlama ve değere de sahip, bu kendini göstermeye başladı biraz. Bu da sonuçta hakikaten bizi zenginleştirecek. 328 Futbol üzerine konuşmak Yüksel Akkaya: Yani biraz daha akademik, düşünsel açıdan biraz daha derinliği olan yazılar, kitaplar oluşuyor. Tanıl Bora: Kah akademik açıdan, kah edebi açıdan böyle bir şey var ve bu, yeni boyutlar açılmasını sağlıyor. Yüksel Akkaya: Siz ne dersiniz Erkan Bey? Tanıl Bora: Pardon, bir şey daha diyecektim.. Erkan Goloğlu: Evet söyleyin.. Tanıl Bora: Unuttum ama! Şimdi gelir!.. Erkan Goloğlu: Ben okuma yazmayı söktüğümden beri gazetelere hep arkadan başlıyordum, yani spor sayfasından.. Yüksel Akkaya: Ben de öyle yapardım çocukluk yıllarımda. Milliyet okurduk, ama biz Milliyet’in spor sayfasını okurduk. Erkan Goloğlu: Evet. Hala da öyle. Mesela Tercüman. Ahmet Çiğdem: Tercüman! Benim gazetem Tercüman’dı. Erkan Goloğlu: Bu işin piri Tercüman’dı. Ama orada futbol hakkında yazılanların hepsi ne kadarsa, öyle bir şeydi futbol. Futbol hani seyredilen bir şey değil ki, tribüne gidersin senin seyretmediğin maç hakkında ne yazılacaksa, yani yazılan çizilen ne varsa onları oradan okuyacaksın. Futbol orada anlatılan bir şeydi, futbol şimdi artık yorumlanan bir şey. Öyle olunca tabii sen sadece şunla bakamıyorsun ki; kalkıyor gazetecinin bir tanesi Hollanda milli takımını seçti diye vatan haini yapıyor, 17 yaşında ki bir bebeyi, 60-70 yaşındaki bir kaşar, vatan haini yapınca sen bu meseleye kayıtsız kalamazsın. Çünkü futbol artık böyle yapılıyor yaşanıyor. Ne bileyim ben hani, şimdi ben kendi bu meseleye müdahale tarzım yönünden belki bu işe bakıyorum da, ne bileyim kalkıyor Eskişehirspor’la ilgili olarak bu Unakıtan denilen beyefendi kendi reklamını yapıyor. Ya da Sergen, Metin Diyadin’i yakıyor, filan... Ben Eskişehirspor’un ilk 1. lige çıktığı günü hatırlıyorum, Ankara’da çocukken gittiğim maçları hatırlıyorum.. Ahmet Çiğdem: Bu durumda Unakıtan’a tam olarak, nasıl hitab edeceğiz? Erkan Goloğlu: Uygun bir şekilde hitap etmiş oluruz!... Ahmet Çiğdem: Sayın Akkaya, Erkan Goloğlu anılarını anlatarak beni eziyor. Böyle olmaz! Kendisinden rica ediyorum. Lütfen… Erkan Goloğlu: İhtiyarlar öyledir. Dün yediği yemeği bile hatırlamaz! Ahmet Çiğdem: Hayatımızı anlatmayalım lütfen. Bizim öyle bir sportif geçmişimiz yok.!.. Y. Akkaya, A. Çiğdem, T. Bora, E. Goloğlu 329 Erkan Goloğlu: Eee… Şimdi buna kayıtsız kalamıyorsun. Ortadaki futbol yirmi iki kişinin, dört tane de hakemin, hadi otuz bin de seyircinin izlediği bir işten ibaret değil ki, onun için bu türlü yazılarda, birilerinin bu konuda yazmasına gerek var tabi. Ama artık kayıtsız kalamayacağın bir noktaya geliyor sorun. Sen de oturuyorsun futbolun içinde bunları da yazar bir hale geliyorsun. Ben unutmuşum, Bağış’ın böyle bir laf ettiğini bilmiyordum! Ahmet Çiğdem: Sormak lazım!... Erkan Goloğlu: Kesinlikle! Yüksel Akkaya: Giriş paragrafında var. Erkan Goloğlu: Şimdi, böyle bir şey oluyor yani, bak bu bir tür okumuş adam tavrı, bunlar filan yazılınca biz de bir cevap buluyoruz ve tavır geliştiriyoruz ve birilerini beğenmemeye, birilerini dışlamaya çalışıyoruz. Hocam ‘öteki’ filan diyor buna da.. Ahmet Çiğdem: Estağfurullah. (Gülüşmeler) Erkan Goloğlu: Burada da iyi olmayan aslında bu; bırakın herkes istediği gibi yazsın, istediği gibi konuşsun.. Tanıl Bora: Bir de -büyük politik tabirler kullanarak abartmak etmek istemiyorum ama- bir tür demokratikleştirici bir etki var bunda.Yani hep vardır ya, futbol yazanlara “bengay kokusu bilir misin, ayağını topa değdin mi?” diye çıkışırlar. Bu söylem karşısında herkes kendi durduğu yerden, kendi güzellediği yerden bir şey söyleyebilir; herkesin sözü bir şekilde muhteremdir yani. Ahmet Çiğdem: Genellikle vardır bir bengay kokusu, aslında herkes ilgilenmiş aslında. Tanıl Bora: Tabii herkes tahattür ediyor, kendine bir geçmiş icat ediyor ama bir geçmiş şart da değil, hakikaten. Yazıdan söz ediyoruz, üzerine düşünmekten söz ediyoruz, anlamlandırmaktan söz ediyoruz. Bu kendi nesnesinden özerk bir faaliyet olarak da değerlidir. Biraz da bunu sezdiren yanı var futbol literatürünün, bu da çok olumlu bir şeydir bence. Yüksel Akkaya: İki dakikada toparlıyorsunuz!.. Zira, yeni konulara geçeceğiz! Tabii, espiri anlamında söylüyorum.!... Ahmet Çiğdem: Şöyle bakmak lazım. Benden önceki değerli konuşmacılar Erkan Goloğlu ve Tanıl Bora son derece isabetli bir konuya değindiler. 80’lerden sonra aslında böyle bir sözde öznelliğin yükselişi gibi bir şey görüyoruz. Özellikle köşe yazarlığı bağlamında, köşe yazarının kendisinin anlattığı şeyler olarak. Böyle bir sahte öznelliğin yükselişine tanık 330 Futbol üzerine konuşmak oluyoruz ve aslında bu sizin sözünü ettiğiniz ilginin bir boyutu da bu sahte öznelliğin yükselişine denk düşüyor. Futbol da bu sahte öznelliğin dile getirilmesinin bir yan anlamı olarak ortaya çıktı ve sizin de belirttiğiniz gibi aslında eleştirilecek bir şey. Ama onun dışında mesela bir taraftan futbol üzerine düşünen futbol üzerine konuşan metinlerin -ister akademik olsun ister akademi dışından olsun- bunların sayısının arttığı filan, söylenildiği gibi… Evet öyle ama bir taraftan da şöyle bakın giderek spor basınında aslında başka türlü yavanlaşma, sıradanlaşma, lümpenleşme falan diyebileceğimiz başka eğilimler son derece baskın. Yani işte çoğunlukla futbola yer veren spor gazeteleri çok satıyor filan ve bunların arasında kastettiğimiz anlamda yazı yazan çok az yazar var. Ben şunu önemsiyorum, bu sahte öznellik sözde öznelliğin yükselişinin kendisini temellendirme biçimlerinden birisi olarak futbolun kullanıldığını düşünüyorum. Çünkü bu öznelliğin kendisini ifade etme alanları sadece futbol değil, yemek konusu olduğu zaman da, giyim kuşam söz konusu olduğunda, şarap kültürü söz konusu olduğunda kendisini ön plana çıkartabiliyor. Sizin sözünü ettiğiniz daha doğrusu kimin sözünü ettiği şimdi hatırlamıyorum, herkesin kendi içerisindeki futbol sevgisi, o topa 90 dakikada voleyi çakıp doksana atan adamı aynı algılamıyor; sözde öznelliğin yükselişi ile ilgili bir şey o da tek başına futbol bilgisi değil aslında. Dolayısıyla ona da başka türlü bakmak gerekiyor. Yüksel Akkaya: Craig McGill, “Futbolun Kârhanesi” kitabında5 diyor ki “Spor ve siyaset potasyum ve su gibidir bir araya geldiklerinde sadece sorun doğurur”. Unakıtan ile Eskişehirspor arasındaki bir şeyden başladık… Bir başka durum bu. Ama belki biraz da Malatyaspor’un bir maçında ‘Hepimiz Ogün Samastız’ diyenler ile bir de Adana Demirspor’un Hrant Dink’i anma isteği taşıyanlar vardı… Erkan Goloğlu: Anacaktı, anamadı… Yüksel Akkaya: Biraz da futbol ve siyaset ilişkisi üzerinden konuşabilir miyiz? Çok yakın dönemde artık cemaatlerin futbol kulüplerine el attığı filan söyleniyor, hatta kimi cemaatlerin, futbolcuların bazı futbol takımlarını yapılandırdığı gibi filan bir takım şeyler söyleniyor. Bu futbolun başka mecraya yönlendirildiğini gösteren bir durum, biraz bunun üzerine konuşabilir miyiz? 5 C. McGill, Futbolun Kârhanesi, İthaki Yayınları, İstanbul, 2006. Y. Akkaya, A. Çiğdem, T. Bora, E. Goloğlu 331 Erkan Goloğlu: Bu aslında yeni bir şey değil, mesela çocukluğumun Fenerbahçe’sinin başkanı Faruk Ilgaz’dı. Faruk Ilgaz Adalet Partisi’nin, “mümtaz şahsiyetlerinden” biriydi. Yüksel Akkaya: Eski Galatasaray başkanlarından biri de etkili ANAP milletvekili idi... Erkan Goloğlu: Ama ben şöyle diyorum: 70’li yılların başından söz ediyorum. Hatta yani bu siyaset kitlelerle yapılan bir şey. Futbol da, bu ülkede etrafına en çok karıncanın toplandığı bir şeker, çok değerli bir şeker. Dolayısıyla insanlar bir şekilde bunu kullanacaklar. Ama bunun kullanılması ile istismar edilmesi arasındaki ilişki hiçbir zaman net olmamıştır. Bunun değerlendirilmesi, bunun çok iyi şekilde kullanılmasıyla istismar edilmesi.. Şimdi mesela futbolun bir aktörü olarak seyirci, Çarşı seyircisi -benim çok hoşuma gidiyor- Çarşı seyircisi ne yapıyor, tepki koyuyor bir şeyler oluyor. Ne bileyim ben, yıllar önce Ankara’da Gençler tribününde ‘Savaşa Hayır’ sloganı atıldı. Şimdi bunlar tribünün spontan tepkisi veya tribün içindeki bazı kanaat önderlerinin bu işi örgütlemesi. Bunlar işin aslında çok güzel ve eğlenceli yanı ama futbol gibi bir mesele eğer hayatın bu kadar çok içindeyse kirlenecektir de, birileri bunun üzerine çullanacaktır da. Yüksel Akkaya: Yararlanmak isteyeceklerdir. Erkan Goloğlu: Evet, evet.. Önemli olan buna karşı direniş. Yani şimdi “bize ne, biz bunları niye yazacağız ve niye bir şeyleri göstereceğiz” diyemeyiz. Biz gidelim başka şeyler yapalım. Ne bileyim işte sınıfın içinde örgütlenelim. İşçi sınıfında, sendikada bilmem ne falan filan diye öyle büyük laflar edince ne oluyor? Yüksel Akkaya: İşçinin olduğu yerde siz yoksanız nasıl örgütleyeceksiniz… Erkan Goloğlu: Doğru, futbolla siyaset arasında bir ilişki kurulmasından rahatsız değilim, bu ilişki olacaktır. Bu ilişkiye senin nasıl baktığın, ne kadar direndiğin ve nasıl bir tarzın olduğu önemli. Yani biz orada beş bin kişiysek, on bin kişiysek, benim orada bir lafımla eğer bütün tribün ayaklanacaksa eğer, ben orada çıkarım ve şunu yaparım; ‘Hepimiz Hrant’ız hepimiz Ermeni’yiz’ diye bağırırım. Orada on bin kişi bağıracaksa, bu tepkiye katılacaksa ya ben linç edilirim, ya bağırmaya çalışırım arkadaş. Buna böyle bakacağız. Unakıtan ve Eskişehirspor meselesini söylediğim zaman, Unakıtan’ın zaten Eskişehir ile kurduğu ilişkiye münhasıran Eskişehirspor ile kurduğu ilişkiye karşı değilim. Bu adamın benim okuduğum kadarıyla yumurtacı olduğundan bilmem kime kadar, bu kapkaççı hikayenin kendisine karşıyım. Bu adam 332 Futbol üzerine konuşmak burada sürpriz bir şey yapmıyor. Türkiye’de bunun örnekleri çok. Tanıl Bora’nın yazdığı gibi Saint Pauli gibi yönetilen bir kulüp yok. İdealim de o yani, öyle bir şey olsun bende orada yönetici olayım. Tanıl Bora: Tamamen aynı fikirdeyim. Futbol ortamıyla siyaset arasında bir ilişki hem zaten var, hem de bunu önlemenin bir manası yok. Burada bence düşünülmesi gereken bunun şeffaf ve doğru düzgün bir ilişki olması. Kışlaya, okula, camiye siyaseti sokmamak gibi bir resmi şiar vardır ya, spor alanları da bununla beraber anılır. Sözümona tribünlere siyaset girmemelidir gibi bir kabul var futbol ortamımızda. Ama resmi ideolojik kampanyalar doğrultusunda, özellikle de işte son 15-20 yıldır malum düşük yoğunluklu, gayri nizami harp ortamında belirli vesilelerle birtakım sloganlar sistemli olarak bağırttırılıyor yıllardır ve bu siyasetten sayılmıyor örneğin. Ya da yabancı takımlarla Türkiye takımları maç yaptığında ırkçı, şoven sloganlar atıldığında bu siyasetten sayılmıyor ya da ırkçılıktan sayılmıyor. Sonra işte Diyarbakırsporlular sahaya çıktığında; ‘Kahrolsun PKK, PKK dışarı’ diye bağırılınca bu siyasi slogan sayılmıyor. Ama bu resmi kampanyalar dışında bir slogan atılacak olduğunda bu siyasetten sayılıyor ve “tribüne siyaset sokuldu” oluyor. Bu çifte standartlı, riyakar tutum çok büyük bir kirlilik. Keza örneğin Kemal Unakıtan’ın Eskişehirspor için kulis yapması, adam transfer etmesi, ağırlığını koyması, para aktarması, vs. her ne yapıyorsa, bu siyaset değil de hobi gibi düşünülebiliyor. İnsanlığa karşı suç, ırkçılık, faşizm niteliği taşımadığı ölçüde tribünde siyasal çıkışlar meşrudur bence. Bence en önemlisi tribünlerde ve futbol ortamı üzerinde bu faşizan basıncın kalkması. Tekrar edersem... Irkçı, şovenist, gayri medeni bir kampanya basbayağı teşvik ediliyor bir taraftan; diğer taraftan sadece onun dışındaki çıkışlar, eğilimler “siyasi” olarak damgalanıyor. Öncelikle bu çifte standart teşhir edilmeli, bunun farkında olunmalı. Bence en önemli mesele bu.. Ahmet Çiğdem: Büyük oranda konuşulanlara katılıyorum ama değerli konuşmacıların ifade ettiği boyutlara ek olarak burada bir şeyin altını çizmek gerekiyor. Esas olarak kamusal kaynakların kullanımı konusunda çok titiz olunması gerekiyor. Bu açıdan Kemal Unakıtan ya da (ben adını kullanmayacağım) Maliye Bakanı ve Eskişehirspor hakkında esas olarak itirazım bu. Diğer kulüplere baktığımız zaman -onların mali yapısına- yıllarca üç büyükler olarak tabir edilen kulüplerin hep kamu bankalarından alınan reklamlarla finanse edilmesi, vergi borçlarının affedilmesi daha büyük ayıplar var. Siyaset bölümünde de Türkiye’nin benzer eğilimleri görebilmek mümkün. Ben dolayısıyla Türkiye’de siyaset alanında hangi direniş, hangi Y. Akkaya, A. Çiğdem, T. Bora, E. Goloğlu 333 kendini ifade etme mekanizmalarının hayata geçirilmesini talep ediyorsak bunun futbol sahalarında da, stadta da mücadelesi verilmeli. O açıdan, “Aaaa!” denilebilecek bir şey değil. Ama şöyle bakılabilir belki, biraz pozitif bir tarafı da var; yani aslında bu stadyumlarda atılan her türlü slogan vs çok kristalize oluyor. Yani biz Türkiye’deki faşist söylemi, dışlayıcı söylemi, Erkan Goloğlu’nun öteki dediği -ben kullandım o kelimeyi- ötekileştirici eğilimleri mesela bunlar çok kristalize oluyor futbol sahalarında, stadyumlarda bir de öyle bir şey var. Tanıl Bora: Kimileri sübap işlevi gördüğünü söylüyor ki, o da boş bir sav değil. Ahmet Çiğdem: O da hoş bir şey değil ama kristalize oluyor ve bizim bugün ki tutumu özdeşleştirmemize önayak oluyor. Bunu istemeyiz ama öyle oluyor, tanımlanabilir bir şey oluyor o artık. Yoksa o duracak bir yerde yani linç olarak kendisini ifade ediyor bir taraftan, bir taraftan da kristalize oluyor. Ama şunu da söyleyeyim hakikaten egemen söylem açısından hem de futbolu, futbol sahalarını temizleyici, stabilize edici eğilimlerini futbol ve siyaset üzerine kurdurursa o düşünce biçimi işimize yaramaz bizim, onu terk etmek gerekir diye düşünüyorum. Teşekkür ediyorum ben size Yüksel Bey. Yüksel Akkaya: Tanıl Bey’e bir şey sormak istiyorum, kendisinin uzmanlık alanı.. Tanıl Bora: Estağfurullah, uzmanlık yok, hep bir arada konuşuyoruz burada.. Yüksel Akkaya: Dersimi çalıştım ya! O açıdan söylüyorum. Tanıl Bora: Uzmanlık sorusu yani? Yüksel Akkaya: Evet. Tribünlerde son yıllarda özellikle artan bir ırkçılık ve milliyetçilikten söz edebilir miyiz? Biraz bunun üzerine konuşmak iyi olur. Ne dersiniz? Erkan Goloğlu: Toplumda artıyorsa, tribünde de artıyordur. Tanıl Bora: Doğru, pratik ifadesi budur… Ahmet Çiğdem: Bak, adama uzman dedin, bu pat diye cevabını verdi, o kadar işte. Sen niye küçümsüyorsun bu adamları kardeşim. Yüksel Akkaya: Bunu not ettik hocam.!.. (Gülüşmeler) Erkan Goloğlu: Bir de çalışmış, o yüzden söylemiş, Çalışmasa kim bilir ne laflar edecek… Tanıl Bora: Hakikaten öyle, toplumun her yerinde su seviyesi yükseliyorsa orada da yükselir. Dünyanın her yerinde çok uzun yıllardır, 334 Futbol üzerine konuşmak sadece son 10-15 yıldır değil, yıllardır tribünlerde organize milliyetçi, faşizan, ırkçı gruplar var. Ama bir çok ülkede bunlara karşı organize olan gruplar da var. Mesela bugün Avrupa’da, hem UEFA’nın, futbol federasyonlarının, kimisi yarım ağız da olsa yürüttüğü ırkçılık karşıtı ya da anti faşist kampanyalar var; hem de bunu öyle yarım ağız ya da usulen filan değil canı gönülde yürüten taraftar grupları var. Hatta onlar daha baskın… Ahmet Çiğdem: Daha baskınlar, doğru… Tanıl Bora: İtalya’yı örnek verelim. İtalya bu faşizan grupların en güçlü olduğu yerlerdendir. İtalya’da bunun karşısında anti faşist tribün grupları da yeterince güçlü ve onların etkinliği meşru sayılıyor. Türkiye’de hiç görmediğimiz şey bu. Lağım gibi ırkçı sloganların bağırılmasından edilmesinden rahatsız olan, illa buna politik bir nedenle karşı çıkması gerekmez, buna gıcık olan bir çok futbolsever var. Ama o futbolseverlerin inisiyatifini destekleyen, onların bu ‘sivil, medeni’ rahatsızlığına bir kapı açan, hiçbir şey yok, tersine, böylesi girişimlerin ‘siyaset karıştırıyorlar’ diye damgalanması riski var. Dolayısıyla, evet, ırkçı faşizan yapılanmalar, eğilimler var ama bunlara karşı tepki de yeterince güçlü dünya futbol ortamında. Ahmet Çiğdem: Benim bu konuda sayın Bora’ya ekleyecek bir sözüm yok. Erkan bey’i dinleyelim… Erkan Goloğlu: Yani şimdi şöyle milliyetçilik, ırkçılık tribünde en kolay patlayabilecek şey. Çünkü milliyetçilik, ırkçılık kalabalıkları sever, yani kitleleri sever, o temaşayı, o bağırıp çağırmayı sever. Buna tribünler bir mekan olarak esas itibariyle daha yatkındır yani. Ama bundan dolayı kalkıp tribünü suçlamanın, futbolu suçlamanın bir manası yok, ben bunu söylüyorum. Tanıl Bora: Elverişli bir araç yani… Erkan Goloğlu: Şimdi en baştaki soruya dönüyorum. Be kardeşim Marxist aydınlar iyi ki yazıyor. Bu ülkede bir aydın olarak sen bir aydını niye aşağılıyorsun, bu ülkeyi Kenan Evren yıllardır aşağıladı, yani o aşağılar aydını da sen niye aşağılıyorsun. Bir kere Marxist aydınlar bu işi yazdığı için bazı insanlar da buna başka türlü bakabilelim diyorlar. Güzel Kardeşim şimdi ben yıllar önce daha İstiklal Marşı resmen başlamamış bir halde, ben bir maçta ayağa kalkmadım, ben kalkmayınca 4-5 kişi daha kalkmadı, emekli albay görünümüm var baktılar bu abi bu işi yapıyorsa bir bildiği vardır diye. Polis geldi beni götürmeye kalktı, götüremezsin dedim, bilmem kanun manun bir Y. Akkaya, A. Çiğdem, T. Bora, E. Goloğlu 335 şeylerden bahsettim –bildiğimden de değil de- nerden çıkıyor esas bu İstaklal Marşı’na saygısızlık dedim, beni götüremediler….. Yüksel Akkaya: Madem siyasetten bahsettik, biraz da bu artan belediyesporlardan konuşalım o zaman. Turkcell Süper Ligi’nde Bank Asya Ligi’nde ve alt kümelerde çok sayıda belediyespor var… Tanıl Bora: Sizi de Aytaç Durak destekliyor (Adana Demirspor’u kastediyor). Yüksel Akkaya: Evet. Bizim ikinci başkan olarak. Şimdi araştırmalara göre, sanırım 2000 – 2001 yılı verileri bunlar, toplam 203 futbol takımının 45’i belediye başkanları tarafından, ikinci başkan olarak yönetiliyor; tabii, Belediyespor olarak!... Anadolu kaplanları, filan… Böyle harmanlarsak ne söyleyebiliriz Ahmet hocam? Ahmet Çiğdem: Son söylediğiz yerden başlayalım. Mesela bu Anadolu kaplanları filan dediniz ya, bu aslında çok aydınlatıcı bir şey. Sağ ve solun ya da yerel burjuvazi ile daha muhafazakar burjuvazinin toplumla ve siyasetle ilişki kurma biçimi ile diğerlerinin ilişki kurma biçimi arasındaki farklılığı da yansıtan bir şey. Mesela Kayseri’de sizin sözünü ettiğiniz, oradaki sermaye birikimi popüler bir şeyi kullanmaya, toplumsal talebi karşılamayı da içeren bir şey aynı zamanda. Buna karşılık daha, tırnak içerisinde, sosyal demokrat – nasıl oluyorsa- diyebileceğimiz bir burjuvazinin toplumsal talebi karşılamaya dönük bir projesi yok… Yüksel Akkaya: İzmir de belki bu açıdan oldukça anlamlı… Erkan Goloğlu: Çok lazımdı Tanıl Bora: Lazım diye değil ama Ahmet hocam şimdi söylüyor ya sonuçta popülizm bu. Erkan Goloğlu: Popüler bir talebe cevap.. Ahmet Çiğdem: Ya bu Belediye takımlarına filan girince, eskiden şöyle düşünüyordum ben “küçük ölçekli ya da büyük ölçekli desteklemeler.” Ama , bugün bu tablo artık hakikaten içinden çıkılamaz bir hale geldi. Kamusal kaynakların kötüye kullanıldığı filan, artık bunun lamı cimi yok, bunun engellenmesi lazım bu bitti artık savunulacak hiç bir tarafı yok, çok şiddetli tepkilerle engellenmesi… Yüksel Akkaya: Eskiden kamu kuruluşlarının takımları olurdu. Neredeyse her KİT’e bir takım düşerdi. Yasa gereği olsa gerek, 1940’lı yıllarda… Ahmet Çiğdem: Belediyeler filan çok göz önünde olduğu için biz çok kolay hayır diyebileceğimiz bir şey ama hakikaten ben şeyi çok düşünüyorum; 336 Futbol üzerine konuşmak özelikle bu üç büyükler diye tabir ettiğimiz takımların 1980 ve 2000 yılları arasında -2001 belki- kullandığı kamusal kaynaklar, vergi borçlarının affedilmesi filan gibi hakikaten çok daha gözden kaçırdığımız başka şeyler de var, vergi borçları, vs. Bunlara hakikaten bir dur demek lazım. Bu futbol sermayesini çok denetlenebilir, şeffaf bir hale getirmek lazım. Futbolun bundan sonraki örgütlenmesinde sizin bahsettiğiniz uygunsuz hallerin tekrar edilmemesinin çok etkili olacağını düşünüyorum. Bu nedenle mesela Belediyelerin fiilen futbola kaynak ayırması gibi çok şey bir yerden gitmenin yanı sıra, hakikaten ülke olarak futbol sermayesinin çok denetlenebilir, şeffaf hale getirilebilmesi gerekiyor. Diğer taraftan şöyle düşünebiliriz aslında, Türkiye’nin başta da sözünü ettiğimiz gibi bir aydın tepkisi, falan diyoruz ama öyle değil işte yani, öyle değil. Toplum cebinden futbola para vermek istemiyor bir taraftan, bu takımların büyük bir kısmı kendi kendisine ayakta duracak durumda değil. Hani toplum, futbol filan diyorum ya, öyle değil işte. Belki 25 kuruşa bir gazete alıyor ama 5 lira verip kulübün maçına gitmek istemiyor. Bu hakikaten kabul edilebilecek gibi bir şey değil. Bu açıdan daha sıkı, daha kesin kurallar koyulmalı diye düşünüyorum. Bu da çok etkili bir siyaset biçimi, kamusal kaynakların bu tür faaliyet alanlarına ayrılmamasını savunmak da bence çok önemli bir siyaset biçimi. Çünkü bu tür kamusal kaynakların kullanılması, kamusal kaynakları kullanan insanların sadece kamunun parasını çar çur etmesi değil kamu dediğimiz şeyden gayet irrasyonel ve denetlenebilir bir birikimle elde ettiği bir kaynaktır aynı zamanda. Tanıl Bora: Ahmet Hocam özellikle gariban yerleri ima etti ya, hakikaten taşrada kalmış, iktisadiyatı olmayan, Türkiye sahnesinde yeri olmayan bir çok küçük yer var. İkinci liglerin kurulmasıyla birlikte boy gösteren il takımlarının hepsi aslında 1960’ların başında oluşmuş yapay kulüpler. Köklü geleneklere sahip yerel amatör kulüpler birleştirilerek oluşturulmuş il takımları... Bunlar illerin milli takımları gibiydiler hakikaten. Sivas’ın adını duyuracak, Türkiye’nin her yerindeki Sivaslıları temsil edecek, Sivaslılık bağını güçlendireceklerdi, bu bekleniyordu. Bunların arkasında o zaman da belediyeler vardı. Ama Ahmet Hocam’ın dediği gibi o zamanlar futbol ekonomisi çok daha cılız bir ekonomiydi. Kamu kaynaklarının çar çur edilmesi gibi bir şeyden söz etmek mümkün değildi o zaman için. Bugün hakikaten başka bir ekonomik gerçeklik var. Fakirliğin bu kadar diz boyu olduğu bir memlekette şimdi bu destekler meşru değil. Özellikle İstanbul ve Ankara Büyükşehir belediyelerine bence özel bir yer ayırmak gerekir. İstanbul Y. Akkaya, A. Çiğdem, T. Bora, E. Goloğlu 337 ve Ankara’da hepsi de köklü geleneklere sahip sebil gibi futbol takımı var. Böyle bir yerde Büyükşehir belediyelerinin futbol takımı kurup dünyanın parasını pompalaması gerçekten başlı başına ele alınması gereken bir skandal. Bunun içinde özellikle Ankara Büyükşehir Belediyesi ayrıca ele alınması gereken bir skandal. Çünkü orada şeffaflığa karşı ikinci bir cinayet var. Sözümona bu kulüp özerkleşti şimdi. Yani inanılmaz paralar pompalanarak belirli bir düzeye getirildi, sonra kağıt üzerindeki bir takım düzenlemelerle artık kendi yağıyla kavrulan bir kulüp makyajı yapılarak bize sunulmaya çalışılıyor. Büyükşehir kulüpleri vahim, özellikle İstanbul, Ankara vahim; özellikle Ankara vahim kere vahim. Erkan Goloğlu: Tabii canım, belediyenin, bir ilin, ilçenin takımının arkasında olma meselesi son derece şefkat, himaye, koruma, sevgi üzerine kurulmuş bir bağdır. Otobüsünüz yoktur, deplasmana belediyenin otobüsüyle gidip gelirsiniz, ama bu öyle bir şey değil. Çünkü aşağı yukarı biz aynı şeyleri düşünüyoruz. Ben bu konudaki her türden yasakçılığa karşıyım, yasaklamakla bir ilgisi yok benim söylediğimin, algıyla ilgisi var. Radikal her sene sorar, sezon başlarken: “Kim düşsün filan” diye. Ben Ankara’da yaşayan bir adam olarak Ankaraspor’un düşmesini istiyorum. Belediyeler aslında alt yapıyla ilgilensin, bir altyapı takımı kursun, daha mütevazı ölçülerde bir şey olsun.. Yani bu Ankaraspor’un durumu inanılmaz bir olay, bir de leopar koymuşlar, leoparı nereden buldunuz hay allahım ya rabbim, Ankara’da bu leoparı nereden buldunuz? Gidin Atatürk Orman Çiftliği’nde hayvanat bahçesi var, orada dahi yoktur bu leopar.. Ahmet Çiğdem: Bir konu daha ekleyebilir miyim? Aslında burada söylendi, belediyelerin kaynaklarını daha amatör sporlara kullanması gerekir diye. Bu tür Belediye hizmetlerinden faydalanmak genellikle daha çok orta ve üst sınıfın işi oluyor. Belediyenin bir futbolcuya çok para vermesi, alt sınıflarının işine gelen, kullanabileceği bir durum olmasından çıktığı anlamına geliyor. Yüksel Akkaya: Daha da zorlaşıyor. Ahmet Çiğdem: Orada da aslında bu tip yatırımlara bakıldığında, aslında bu tip hizmetleri başka türlü de satın alabilecek insanlara dönük yapıldığını görüyoruz.. Satın almadan mahrum olmayan insanlar için yapılıyor bu yatırım. Erkan Goloğlu: Bırakın bu eski Sosyalist ayakları!.. Bu ayaklardan konuşuyorsunuz, hayat öyle değil. Bırakın hocam!.. 338 Futbol üzerine konuşmak Yüksel Akkaya: Futbol artık eski, amatör naif görüntüsünden çıktı, profesyonelleşerek bir endüstriye dönüştü. Endüstrinin futbola yansımasını bir parça değerlendirmek gerekirse, bunun faydalı yanları da oldu, güzel bir alt yapı oluştu ama öte taraftan futbolun seyrini, vesairesini örseleyen yanlar da oluştu.. Taraftarı müşteriye indirgeyen… Bu konuyla ilgili neler söylemek istersiniz. Ahmet Çiğdem: Ben başlayabilir miyim? Tanıl Bora: Buyurun hocam, bu konuda siz güzel şeyler söylüyorsunuz. Ahmet Çiğdem: Estağfurullah, Yüksel Akkaya: Hocam siz buzu kırın yolu açın, biz devam edelim. Ahmet Çiğdem: Endüstriyel futbol, futbolla ilgili insanların şikayet ettikleri bir durum, hakikatten hepimiz şikayetçiyiz falan. Ama diğer taraftan bu çok engellenebilir bir şey değil. Sermaye yatırım yapmıştır ve karşılığını istemektedir. Bunu engelleyemeyiz. Bunun hakikaten, futbolseverler açısından çok olumsuz sonuçlar doğurduğunu, kulüpler arası dengeleri bozduğunu falan söyleyebiliriz. Ama diğer taraftan bu aslında bir meydan okumadır. Dünyadaki örneklerine baktığımızda, mesela Chelsea için söz konusu. Tamam belki olumlanacak bir durum değil ama, iyi müşterilerin, yani futbola gelen sermaye aracılığıyla taraftar olmaktan iyi müşteriliğe dönüştürülmeye çalışılan insanların aynı zamanda taraftarlık algılarını da değiştiriyorlar. Bu hepsinin olumlayarak kabul ettikleri bir şey değil ama bunun üzerine düşünüp kulüple ilişkilerini daha rasyonel bir şekilde inşa etmeye çalışıyorlar. Böyle bir süreci de yaşıyoruz diğer taraftan. Bayern Münih, Chelsea, Manchester United, Liverpool olsun. Sözgelimi Manchester United, Chelsea gibi gözle görülür bir patron tarafından yönetilmiyor ama diğer taraftan bu sözünü ettiğimiz sürecin en çok somutlaştığı bir yer. Hakikatten bir açıdan bakıldığında çok tiksindirici bir şey. Ama oraya baktığımızda da, taraftar algısının, takımı sevme biçimlerinin başka türlü geliştiğini gözlemleyebiliyoruz. Bir taraftan bilet fiyatları artıyor ama seyirci sayısı da artıyor. Sadece dünyada değil, İngiltere içinde, hatta Manchester içinde de taraftar sayısı artıyor United’ın. Söylediğim başka bir şey var aslında, bir taraftan United taraftarları böyle davranırken, diğer taratan City taraftarları da başka türlü bağlılık geliştirmeye başladılar. United’ın yaşadığı değişim, City taraftarını da etkiledi, onlar da başka türlü bir bağlılık içine girdiler. Dolayısıyla ben şöyle bakıyorum Yüksel, değerli arkadaşım, sözünü ettiğin bütün çekincelere, bütün bu çekincelerin ima ettiği, açıkça söylediği kötülüklere, olumsuzluklara, çirkefliklere rağmen bunun da kendi içinde bazı Y. Akkaya, A. Çiğdem, T. Bora, E. Goloğlu 339 pozitif dönüşümlere yol açtığını görüyoruz, ama bu çok belirgin değil. Sürecin temel belirleyicisi bu değil. Sonuçta daha önce değindiğimiz gibi kulüplerin sermaye yapısının şeffaflaşmasının, denetlenebilir olmasının vesairenin altında da bunun bir şekilde geriye alınmasının yattığını düşünüyorum. Yoksa nostaljik bir ağız tüm bu söylenenleri içinden çıkılmaz bir hale getirecektir. Elbette geleneksel futbol kültürünün içinde bunu değerli buluyorum ama dediğim gibi, bunu bir hayıflanma vesilesi olarak değil de, belki rasyonel müşteriler, tüketiciler olarak, kulüplerin örgütlenme yapısına, bilet fiyatlarına, kulüplerin kuracakları iktisadi ilişkilere müdahale yetkisinin artması olarak da, başka müdahale imkânlarının hazırlanması bakımından değerlendirilmesi gereğini düşünüyorum. Onun dışında, geleneksel nostaljiye yenik düşmemek gerektiğini düşünüyorum. Tanıl Bora: Ben iki kısa şey söyleyeceğim. Ahmet Hoca’nın dediği gibi, Foucault’cu bir perspektifle söylersek: “Tahakkümün olduğu yerde direniş de vardır.” Evet, kapitalizm genişliyor, bir müşterileşme süreci söz konusu ama taraftarlar ve futbolu bu saf haliyle sevenler de bir şeyler yapmaya çalışıyorlar ve kendilerine bir takım patikalar buluyorlar. Bu gerçekten önemli. Buna ek olarak Türkiye’de bizim şöyle bir feci durumumuz var. Andre Gunder Frank’ın kadim kavramını kullanırsak; lumpen burjuvazi, lumpen kapitalizm, lumpen gelişme. Türkiye’de bir yandan endüstrileşme, kapitalistleşme süreci yürüyor fakat eksik kurumlaşma ve sıfır şeffaflık olduğu için lumpen burjuvazi, lumpen kapitalizm çerçevesinde yürüyor. Örneğin futbol endüstrisinin gelişmesine bağlı olarak güvenlik paranoyası gelişiyor diyoruz, evet, fakat bir yandan da Türkiye’de statlar zinhar güvenli falan değil. Konfor, müşterileşme falan diyoruz, doğru, böyle bir ideoloji var fakat stadlar zinhar konforlu değil. Müşteri memnuniyeti ilkesi zinhar gözetilmiyor; yani hem pahalanıyor, endüstrileşiyor sözümona ama seyircileri asla memnuniyeti gözetilmesi gereken reşit müşteriler olarak görmeyen, çakalca bir yapı söz konusu. Yüksel Akkaya: Nispeten Fenerbahçe… Tanıl Bora: Evet, orada nispeten böyle bir şeyin varlığından söz ediliyor. Görmedik, bilmiyoruz, bahsediyorlar. Türkiye’de berbat bir sentez söz konusu. Futbolseverleri kapitalistleşmenin ‘nimetlerinden’ bile yararlandırmayan lumpen bir yapı söz konusu. Erkan Goloğlu: Taraftarın kulüp idaresinde sözü olabileceğine dair bir talebi yok. 340 Futbol üzerine konuşmak Tanıl Bora: Güngören atmış, çok üzgünüm, Demirspor gol yemiş. Uzatma oynanıyor… (Ki bu bir kara haber olmanın ötesinde başka bir şeydir! Söyleşi mecburen bundan sonra daha mutsuz sürecektir, etmesin çabalarına rağmen!..) Yüksel Akkaya: Gol ofsayt mı hocam? Son bir çare! Futbolda çamura yatmak vardır hani. Bir fani taraftar olarak, hani uzatmadaki gol ofsayttı filan diyip bir sezon daha oyalanabilirdik. Lakin, bu lig Demirspor’suz olmayacak. Öyleyse orada kalalım (mı). Sorunun cevabını böyle iç dünyamızda arayalım.. Tanıl Bora: Golü görmedim, sonucu gördüm, uzatmalar oynanıyor, üzgünüm, söylemek zorundaydım… Erkan Goloğlu: Taraftar, “ben bu işin bir parçasıyım, tamam sen benim etimden, sütümden faydalan ama ben de bu işin bir parçasıyım” diye topa girmiyor. Örgütlü taraftar gruplarının istediği tek şey var, onlar da kendi içinde iktidar ilişkisini bilet, deplasmana götürme üzerinden kurmuş. Taraftar, hakikatten adı üstünde futbolla kurduğu ilişkiyi seyirlik bir ilişki olarak görüyor. Yani bu denklemi önemli ölçüde çözecek olan aslında yine taraftarın kendisi. Bu tür faaliyetler, kapitalizmin, pazar endüstrisinin olduğu her yerde olacaktır. Daha doğmamış çocuğuna Fenerium’lardan tulum alan anne-babalar olacaktır, her zaman var olmuştur da.. Hangisi, hangisini üretiyor, bu çok manalı bir tartışma değil. Yüksel Akkaya: Madem taraftarlığa geldi konu, taraftarlık üzerinden devam edelim: Futbol’un Karhanesi’nden bir paragraf okuyayım: “Ne olursa olsun taraftarın çilesi artarak devam edecek gibi görünüyor. Ekonomik ilerleme açısından futbolcular daha çok kazanmaya devam edecekler. Reklamcılık şirketleri gelirlerini artırmaya devam edecek. Ama birileri buna çok fazla güvenmesin. Şirketler para yatırmaya devam ettiği sürece taraftar da buna para yatırmaya devam edecek”… Tanıl Bora: Burada ‘reşit olma’ ve ‘özne olma’ meselesi var. Taraftarların aktör ve özne olması gerekiyor. Son zamanlarda “taraftarlar kulüplerin önüne geçmesin” uyarısına çok başvuruluyor ya... Taraftarlar elbette her yerde kurum kimliğinin çok önemli bir parçasıdır. Bugün futbol endüstrisi kendi mantıki uç noktasına vardıkça, bir bakıma taraftarı gereksizleştiriyor. Ama bir taraftan da onsuz olamaz, çünkü temaşada rolü çok belirgin. Televizyonda maç seyreden adamın tribünleri dolu ve şenlikli görmesi lazım. Şenlik duygusunu yaratacak adamlar da, kendilerini aktör konumunda görürlerse o temaşayı yaratabilirler, coşarlar, bir gösteri sunarlar. Bu, işin o mantıki uç noktasına varmasını engelleyen hayırlı bir paradoks. Y. Akkaya, A. Çiğdem, T. Bora, E. Goloğlu 341 Erkan Goloğlu’nun vurguladığı ve Ahmet Çiğdem’in de ima ettiği gibi, taraftar gruplarının bilinçli bir insiyatif geliştirmesi bu işin tek çaresi. Onların ufak tefek lokmalara razı olmaması; kendisine saygısı olan bir tutumla, futbola olan sevgilerine sahip çıkan bir aktör bilinci geliştirmeleri bence işin anahtarı. Yoksa, diğer bütün önlemler ve yakınmalar bir şey getirmez… Tutunacak tek halka orası bence. Ahmet Çiğdem: Şöyle bakmak lazım, bu sözünü ettiğimiz süreçlerde, taraftar olmaktan çok takım ve spor sevgisini daha çok önemsiyorum. Futbolun daha çok kendisini sevmeye yönelik falan. Diğer taraftan şöyle bakalım işte futbola paranın girmesi, şirketleşme falanla beraber futboldaki başarı algısının da değişmesi gerekecek.. Çünkü her yede bir tane şampiyon çıkıyor, iki tane şampiyon çıkmıyor. Alın işte Chelsea bile şampiyon olamıyor o kadar paraya; şampiyonlar liginde de şampiyon olamıyor; taman Manchester da ondan aşağı değil ama , olamıyor işte. Ama hakikatten en son şu Hull City’nin Premier Lige yükselmesi, hem de 39 yaşındaki bir adamın golüyle yükselmesi, inanılmaz bir şey. Tarihte pek çok direniş, başarı öyküsü var, Zapatistler falan ama 103 yıl sonra, Birinci lige yükselmesi… Onun için taraftarın kendi bağlılıklarını yeniden üretebilmesi, hikayelerini kurabilmesi, kendi aidiyetlerini öne çıkarması gerekiyor. Zaman zaman taraftarın da endüstriye uyum sağladığı, müşteriye dönüştüğü yazılıp çiziliyor ama bu eninde sonunda bir temaşa sporu. Futbol olduğu sürece, taraftar dediğimiz şey de, biçim değiştirse de var olmak zorunda. Ön sıraları çok pahalı satarsınız ama arkalarda mutlaka birileri olacaktır ve siz de o insanlara muhtaçsınız. Ben ayrıca, sayın Goloğlu da belirtti, yeni doğmuş çocuklara takım forması almayı önemsiyorum. Erkan Goloğlu: Bırak kendi seçsin abi ya. Kendi istesin, kendi seçimini kendisini yapsın. Yüksel Akkaya: Ama bir ata sözü var: “Kızı kendi haline bırakırsan ya davulcuya gider, ya da zurnacıya”… Tanıl da oğluna alıyor… Erkan Goloğlu: Ama herkes Tanıl gibi değil. Taraftarlık mezar teslimi alınır. Adam Galatasaraylıydı, Gençlerbirliği’li oldu. Ama herkes öyle olamaz, bırakın çocuklar kendi seçsin. Çünkü seçtiği zaman bir daha dönemiyor. Ahmet Çiğdem: Aslında esas tehlike çocukların hepsinin, Spiderman, Actionman, Süpermen sevmek yerine anneleri, babaları almış olsa da forma giymelerinin daha değerli bir şey olduğuna inanıyorum. Ben bu konuda sayın Goloğlu gibi düşünmüyorum. 342 Futbol üzerine konuşmak Yüksel Akkaya: Ahmet Hocam 2000 yılındaki karamsarlığınızı devam ettiriyor musunuz? Şöyle demişsiniz: “Türkiye’de taraftar denilen kitle ne yazık ki hep kendine taraftar olan, takım sevgisini, ancak takım kendisini tatmin ettirdikçe sürdüren bir günahtan ibaret”.6 Ahmet Çiğdem: Bütün bunlar bir yana, biz futbolseverler olarak kendi aramızda kaldığımızda bir futbosever olarak tartışacağımız çok şey var. Tanıl Bey’in dediği gibi stadyumların maddi olarak düzenlenmesinden tutun da, rakip takımı yok sayma, takımı futboldan daha çok sevme, şampiyonluk, vesaire gibi başarı ölçütlerinin sorgulanması, artık bir sürü insanın futbolu sevmesi veya nefret etmesi, ben kendi adıma bu kadar çok insanın futbol sevmesini istemem genel olarak. Ortam pek ümitkar değil ama genel olarak karalar bağlamanın aracı olarak futbolu koymamak gerektiğini düşünüyorum. Karalar bağlamak için elimizde çok başka şeyler var ama futbol da bu karalar bağlamamız gereken evrenin bir parçası. O yüzden bu karamsar tutumumu devam ettiriyorum. Erkan Goloğlu: Genel olarak çok farklı düşünmüyorum, başka bir bahis varsa geçelim. Yüksel Akkaya: O zaman başka bir bahse geçelim. Futbolcu kimdir, modern bir köle midir, yoksa bu temaşa oyunun modern gladyötörü müdür? Ne dersiniz? Erkan Goloğlu: Bu sizin nasıl baktığınıza, futbolu nasıl algıladığınıza bağlı. Topçuların aldığı paralar hep konuşulur. 40’lı yıllarda da iyi topçular bu ülkede iyi kazanırlardı. Hayat standartlarına falan baktığımız zaman yüzüne gözüne bakılacak paralar alıyorlardı. Şimdi de iyi paralar alıyorlar. Bunlar öyle çok tartışılacak şeyler değil. “Zenginin malı, züğürdün çenesi” misali. Bu çok para kazanıyor dediğimiz topçular bu paralarını zaten Türkiye’de iyi yönetemiyorlar. Bu onların sorunu diyeceksiniz ama, bunların etrafında babaları var, sakalcısı var, yani onların kazandığı para üzerinden topçulara husumet üretmemek lazım. Onlar daha çok kazansınlar, yani onlar daha fazla kazandığı için ben daha az kazanıyor değilim. Onlar daha az kazansa, bu ülkede yoksulların dertleri hallolur gibi bir şey de yok. Bu bileşik kap hadisesi bu kadar basit değil. Bu futbolcular futbolu bıraktıktan sonra ailelerine bakmak durumunda. Bunlar doğum kontrolünden de pek anlamazlar; 6 Tanıl Bora (Der.) (2004) Takımdan Ayrı Düz Koşu, 3. Baskı, İstanbul: İletişim. Y. Akkaya, A. Çiğdem, T. Bora, E. Goloğlu 343 topçuların alayının Tayyip Erdoğan’ın dediği gibi en az üç çocuğu var. Hakikatten hayatları iyi yürümüyor bu arkadaşların. Yüksel Akkaya: Çok yoruluyorlar, çok yıpranıyorlar… Erkan Goloğlu: Tabii, bunlar yapacak iş de bulamıyorlar, 35 yaşında bitiyor bunların hayatları. 35 yaşından sonra gidip bir benzinci açamıyorlar, hepsi de Tanju Çolak değil ki.. Ahmet Çiğdem: O da batırdı galiba… Erkan Goloğlu: O bile olamadı. Antrenörlük yapmaya başlıyorlar. Ya da bu sektörün içinde kalıp antrenör oluyorlar. Ama baktığın zaman haklısın, bu bir tür endüstriyse, bunlar da bu endüstrinin çalışanlarıdır ve çalışma kurallarına uymak zorundadırlar. Ama bu bir kölelik midir, bence burada bir kölelik yok. Yüksel Akkaya: Sözleşmesi bitmeden başka kulübe gidemez, vesaire o anlamda söyledim ben… Erkan Goloğlu: O işler çok kırılmaya başladı, iyi ki de kırıldı. Ben yıllardır şunu söylerim: Bunların kazandığı parada kimsenin gözü olmasın kardeşim. Biz orda oynayan 22 topçu var diye bugün konuşuyoruz. Tanıl Bora: Beyaz yakalılar, mavi yakalılar ve bir de altın yakalılardan söz edilir ya. Çok üst düzeyde kazanan, özel yetenekli, özel liyakatlı, kalifiye çalışanlar zümresi... Altın yakalılar büyük çoğunlukla örgütsüzdür. Ve altın yakalıların örgütlendiği, hak talebinde bulunduğu durumlar rejimin en fazla tedirgin olacağı durumlardır. Bu genellikle bilgisayarcılar, vs. için söylenmiş bir sözdür ama bunun futbolculara da isabet eden bir tarafı var. Bir tür altın yakalı proletarya gibi bunlar. Buradaki kilit kavram bence yine reşit olmak. Bu insanların, profesyonel futbolcuların soyadlarıyla anılmaya yeni başladığını biliyoruz. Yakın zamana kadar sırf ön adlarıyla anılıyorlardı. Bu alanda işçi haklarından söz edilebilir mi, bir sendika gündeme gelebilir mi konusunu, tıpkı işçiler için de söz konusu olduğu gibi insan ve reşit olmalarıyla beraber düşünmeliyiz. Yüksel Akkaya: Bir Metin Kurt deneyimi yaşadık biliyorsunuz.. Tanıl Bora: Çok doğru. Bu meslek erbabı, altyapılardan itibaren örselenerek, paternalist ilişkiler içerisinde kişilikleri rendelenerek büyüyor. Dolayısıyla bu insanlara reşit insan muamelesi yapan bir yapı bence çığır açıcı olur. Ahmet Çiğdem: Ben şunu söylemek istiyorum. Futbol Federasyonu da onaylasın. Onların da kabul ettiği bir dernekleşmeye ihtiyaç var bence. En azından sözleşme hükümlerinin yerine getirilip getirilmediği falan 344 Futbol üzerine konuşmak sorgulanabilir böylesine bir kaotik durumda, çünkü pek çok sözleşmeye kulüplerin riayet etmediğini görüyoruz. Bu alanda, yetkileri olacak bir kuruluş pek çok şeyi değiştirebilir. Ücretlere bir standart getirilebilir. Diğer taraftan şöyle bakalım, dünyanın en çok para kazanan oyuncusu olabilirsin ama diğer taraftan maçın 89. dakikasında Gentile senin futbol hayatını bitirebilir. Kazanılan para çok tabii ama diğer taraftan risk de çok büyük. Bu çocukların parasına da çok göz koymamak lazım. Biliyoruz, kapitalist sistem içinde popüler ikonlar hep çok para kazanır Yüksel Akkaya: Kazandırttıklarını düşündüğümüzde, kazanılan para çok değil hakikatten. Ahmet Çiğdem: Profosyonel futbolculuk hakikatten ağır işçiliktir. Bugün Avrupa’daki liglere bakalım, buralarda oynayabilmek kolay değildir. Yüksel Akkaya: Her an şiddete maruz kalabilirler. Ahmet Çiğdem: Şöyle de bakalım, bugün şampiyonlar liginde oynayan bir oyuncunun yoksul olmasını bekleyebilir miyiz? Ama şu da var, zorlayıcı bir eşit ücret politikası uygulatmak yerine, kulüplerin genel olarak gelir-gider dengelerinin şeffaflaştırılması ve denetim altına alınması daha doğru bence. Ayrıca şunu söyleyeyim, futbolcuların informal de olsa örgütlenmelerini çok önemli buluyorum. Tanıl Bora: Bence, sırf akçalı konularda değil, örneğin futbolcuların haysiyetlerini ayaklar altına alan yorumların hedefi olabiliyorlar. Bunlarla ilgili gerçekten etkili, söylediğini, söyleyene pişman edecek bir takım önlemler, protestolar gerçekleştirilebilir. Bu alanda güçlü bir örgütlerinin olmasının çok medenileştirici olacağını düşünüyorum ben. Yüksel Akkaya: Son olarak hakemler konusuna değinelim. Erkan Goloğlu’nun uzmanlık alanı olarak… Bu temaşanın olmazsa olmazlarından biri olan hakemler hakkında neler söylemek istersiniz? Kimseye yaranamayan, kellesi hep tehdit altında olan; aslında hep muzaffer olması gereken… Ahmet Çiğdem: Erkan bey, hakemler konusuna geldik, siz bu konuda “i… hakem” tezahüratının kaldırılmasını protesto eden yazarlardan birisiniz. Erkan Goloğlu: Hakikatten çok üzülüyorum o söylemin kaldırılmasından!... Çocukluğumdan bir parça gitti sanki. Çok geleneksel bir yeri vardı o tezahüratın. Şu Ordulu hakem kim, Ali Aydın, “zenci kardeşlerimiz” dedi, orada da bir ayrımcılık vardı. Tanıl Bora: Kötü bir şey kastetmedi. Y. Akkaya, A. Çiğdem, T. Bora, E. Goloğlu 345 Erkan Goloğlu: Bu anlamda, bu ülkedeki eşcinsellere yapılan ayrım bağlamında, “i… hakem” bağlamından kopmuş durumdadır. Orada homofobik bir bakış yok aslında. İçerik sözü aşmış durumda. Ben bunun örneklerini eşcinsel arkadaşlarımla da konuştum Tanıl Bora: Hakemlerle mi? Erkan Goloğlu: Yani bundan hakemler niye alınsın ki. Bu ülkede hakem olmak hakikatten çok önemli bir şey. Zaten bu oyunda hakem olmak o kadar olağanüstü bir şey ki, hakem bir şey üzerine karar veriyor ve o karar üzerinden devam ediyor her şey. Doğru ya da yanlış. Yüksel Akkaya: Ben yine burada bir şey eklemek istiyorum: “Şimdiye kadar 3 puanı kimsenin hakemlere armağan edildiği ne görülmüştür, ne de duyulmuştur” deniyor. Gerçekten de 90 dakika koşuyor, mücadele ediyor , doğmamış çocuğa, taraftara armağan ediliyor, ama hakeme hiç armağan edilmiyor. Tanıl Bora: Bence Erkan Goloğlu hakemlerle ilgili geçenlerdeki yazısında muhteşem bir katkıda bulundu: Önemli bir maçı yönetmeye bir yere geldiklerinde, “şehrin kaderiyle oynamaya geldik” gibisinden demeçler verseler, tartışmalı bir golü verdiklerinde coşkuyla santraya doğru koşup yüzüklerini öpseler... diyordu! Erkan Goloğlu: Doğru (Gülüşmeler) Tanıl Bora: “Biz buraya puan veya puanları gasp etmeye geldik” deseler mesela!... Şaka bir yana, unutmamalı, hakem temaşanın da bir parçasıdır. Jestleriyle, hal ve tavırlarıyla, kararlarıyla… Ahmet Çiğdem: Schmittci bir bakışla karar veriyor ve o karar üzerinde devam ediyor, burası çok önemli.. Tanıl Bora: Bu kadar belirgin. Erkan Goloğlu: Olağanüstü hale karar verebiliyor. Tanıl Bora: Türk hakemlerinde endişe verici husus şudur ki, istisna yaratma erkini çok istismar ediyorlar. Bu kadar çok istisna olmaz yani.. Ahmet Çiğdem: Hakemlerin futbolculara karşı biraz daha hoşgörülü olmaları, biraz daha insancıl olmaları gerekiyor. Esas önemli olan şudur: Bizim tüm konuşma boyunca vurguladığımız gibi, biz futbolun daha eşitlikçi, daha adilâne olmasını istiyoruz. Hakemlerin de bu futbol ortamına katkıda bulunmalarını istiyoruz. Tanıl Bora: Daha eşitlikçi kesinlikle ve daha neşeli. Tabii yine reşitlik meselesine geliyoruz. Sporcularla münasebetlerinde onlara reşit insan 346 Futbol üzerine konuşmak muamelesi eden bir hakem sahici anlamda otoriterliğinden bir şey kaybetmez, tersine saygın bir otorite olur. Yüksel Akkaya: Taraf değil ama bağımsız olsun. Erkan Goloğlu: Zaten bağımsız olmak tarafsızlığı da içerir. Tanıl Bora: Bir hakem arkadaşım hem sempati uyandırmak, hem de iyi ilişki kurabilmek için ertesi gün yöneteceği maçtan önce, takımlarda yer alan yabancı oyuncuların ana dilinde birkaç kelime öğreniyormuş, “yapma”, “sakin” gibi. Böylelikle onların sempatisini, güvenini kazandığını söylemişti. Erkan Goloğlu: Kodum mu oturturum! (Gülüşmeler) Erkan Goloğlu: Bir de şöyle derler ya en sonunda, “sizi bilmiyorum ama benim için çok lezzetli bir söyleşi oldu…” Yüksel Akkaya: Tadından yenmez… Tanıl Bora: Şu Güngören maçı kötü oldu ama. Hakikaten kötü oldu, bak bir belediye daha geldi! Yüksel Akkaya: Makus talihimiz, ne yapalım?!.. Çok teşekkür ederiz, değerli vaktinizi ve fikriyatınızı bizimle paylaştığınız için. İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 26 Kış-Bahar 2008, s. 347-352 Forum Taraftar mı, müşteri mi? Tuğrul Akşar 1 Seyirci, taraftar günümüz futbolunun vazgeçilmez aktörlerinden. Daha doğrusu parasallaşan futbolun altın yumurtlayan tavuğu. Her ne kadar son zamanlarda parasına göre muamele görüyorsa da, o bir taraftar. Yağmurda, çamurda beraber yürür takımıyla kolkola. Bazen destek, bazen istemese de köstek olur, gönül verdiği takımına. Bir cefekar, bir vefakardır o. Tribünde de olsa, televizyon başında da değişmez bu. Zengini, fakiri farketmez. Sınıf farkı ve sosyal statü farkı gözetmez. Aynı tepkiyi, aynı etkiyi birlikte yaşar. Beraber hüzünlenir, beraber sevinir. Doksan dakikayı izlerken, aklını ve beynini dışarıda tutacak kadar “mani’’ seviyesinde bir bağlılık ve tutkuyla takımına yoldaşlık yapar. Yeri gelir teknik direktör olur takım yapar, yeri gelir başkan olur milyonlar akıtır, transfer yapar. Endüstrileşmeyle değişen futbol Taraftarın müşteriye doğru evrilmesi son zamanlarda çok tartışılan bir konu haline geldi. Taraftar bugün desteklediği takımına ayırdığı ciddi büt çelerle, bir tüketici de aynı zamanda. İşte taraftarın müşteri taraftara değişimi ve dönüşümüne neden olan koşullara kısaca değinmemiz gerekiyor. Endüstriyel futbolun temel genel geçer özelliklerine dikkat ettiğimizde, endüstriyelleşme süreci; 1) Seyirci profilinin, 2) Gelir kaynaklarının yapısının, 3) Taraftarın davranış kalıplarının değişmesi sürecidir. Bu süreç içinde yetmişli ve seksenli yılların ortalama seyirci profili yerini artık, yıllık gelirinin belirli bir kısmını ‘’taraftar tüketici’’ olarak, ‘’bağlılık körlüğü’’ temelinde, kulübüne harcayan, gelir düzeyi daha yüksek, konforlu localarında ve yıllık ciddi tutarda harcamayla kombine kart alan, orta ve üst gelir grubu seyirci 1 Ekonomist, araştırmacı e-posta: taksar@gmail.com 348 Taraftar mı, müşteri mi? almıştır. Bu bağlamda, seyirci müşteriye dönüşürken; kulübün arz ettiği her türlü mal ve/veya hizmete yönelik talepte de, karakteristik bir değişiklik yaşanılarak, klasik tüketici profilinin yerini ’’taraftar tüketici’’ almıştır. Taraftardan müşteriye Endüstriyel anlamda ifade edersek, taraftar: kulübünün logolu ürünlerini satın alan, maçlara giderek önemli tutarda kulübüne maç günü geliri bırakan, evlerine aldığı decoderlarla takımına naklen yayın geliri yaratan, ilgisi ve heyacanı kulüpçe paraya tahvil olunan bir gelir kaynağıdır o. Gerçekten de yaşantısınımıza yön veren, tüketim kalıplarımızı belirleyen özelliğiyle, diğer endüstriyel iş kollarından farklı bir mecrada yoluna devam ediyor endüstriyel futbol. Bu değişim ve gelişim çizgisinde aslında taraftarın da sosyolojik ve iktisadi anlamda farklılaşmaya başladığını gözlemliyoruz. Taraftarı, artık kulüpler birer müşteri olarak görüyor ve buna göre taraftarını konumlandıyor. Ve trend de bu yönde devam ediyor. Kısacası futbolun giderek parasallaşması, taraftarın da yapısını değiştirdi. Taraftar bugün artık gerçek anlamda bir müşteri olarak algılanmaya başlandı. Taraftardan müşteriye doğru evrilen bu dönüşüm sürecinde taraftar kulüpler için bir “velinimet” oldu. Şimdi tüm kulüpler bu velinimeti memnun edebilmenin yolunu arıyorlar. Yaptığımız araştırmalar orta üstü gelir grubunda yer alan taraftarın takımına yıllık 1.500 dolar civarında bütçe ayırdığını ortaya koyuyor. Bu konuya birazdan daha detaylıca değineceğiz. Yani taraftar müşteriye evrilirken, ortaya çıkan yeni gereksinimler, taraftarın tüketim kalıplarını da değiştiriyor, yeni gereksinimler doğuruyor. En basitinden evde maç izleyebilme ihtiyacını karşılamanın yolu bir decodera sahip olmaktan geçiyor. Şifreli bir yayının taraftar tüketiciye maliyeti ise minumum 300 dolar civarında. Daha bunun gibi onlarca ürünü futbol aracılığıyla tüketmeye başlıyoruz. Çünkü artık futbol zaten bu ürünleri pazarlayan en önemli araçlardan birisi olarak karşımıza çıkyor. İşte farkında olmadan endüstriyelleşen futbol, taraftarın tüketim kalıplarını değiştirmeye devam ediyor. Artık taraftar, “müşteri taraftar”a dönüşmüş oluyor. Kulüplerin değişen yönetsel ve endüstriyel anlayışları Taraftarın yapısı değişir ve yeni tüketim kalıpları oluşurken, diğer yandan da kulüplerin organizasyonel yapıları değişime uğruyor. Bu değişimin dinamiğini değişen ve çeşitlenen gelir kaynakları oluşturuyor. Endüstrileşme Tuğrul Akşar 349 beraberinde “sponsorluk gelirleri”, “naklen yayın gelirleri”, “merchandising gelirleri” gibi gelir kalemlerini de beraberinde getirdi. Deloitte’un 2006 raporuna göre en zengin 20 kulübün toplam gelirleri içinde bu kalemlerin payı %75 civarında. Bu anlamda Avrupa futbolunun yıllık yarattığı pasta 13 milyar dolara ulaşmış durumda. İşte bu parasal büyüklük ve ortadaki pasta kulüplerin yönetsel anlayış ve yapılanışlarını değiştiriyor. İşte bu gelişime bağlı olarak pastadan en fazla payı alabilmek için kulüplerin taraftar müşteriye daha kolay ve daha çok ulaşmalarını zorunlu kılıyor. Daha doğrusu taraftarı bir müşteri olarak görme alışkanlığı kendiliğinden filizleniyor. Bu durumda da futbol pastasından daha fazla pay alabilmenin yolu müşteri odaklı olmaktan ve ona daha çok ürün satmaktan geçiyor. İşte bu endüstriyel ve yönetsel dönüşüm, kulüpleri yüz milyon dolarlık gelirlere taşıyor ve onları salt sportif organizasyonlar olmaktan çıkartıp, birer ekonomik organizasyonlara dönüştürüyor. Bugün Avrupalı zengin kulüplere bakıldığında yıllık ticari gelirleri yüzmilyon dolarlara ulaşan devasa bütçelere sahip kulüpleri görüyoruz. Ticarileşen ve giderek endüstriyelleşen Avrupa’nın önde gelen kulüpleri, bu değişimi önceden farkederek, rakiplerine ekonomik anlamda da fark atacak yapılanmaya gidiyor. Gelirlerini daha da büyütebilmenin yolunu arıyorlar. İşte bu bağlamda bugün çoğu zengin Avrupalı kulüp taraftarını bir müşteri olarak algılayıp , ona göre aksiyom alıyor. Müşteri İlişkileri Yönetimini (Customer Relationship Management-CRM) bünyelerinde kurarak, taraftar müşterilere daha fazla satış yapabilmenin yolunu arıyor. Bu amaçla Çağrı Merkezleri (Call Centre) aracılığıyla yoğun bir satış ve pazarlama faaliyetlerine de başlamış durumdalar. Kolay değil Avrupa’nın en üst düzey kulüplerinin yıllık ticari gelirleri daha şimdiden yüz milyon dolarlara ulaşmış durumda. Bugün ne yazık ki bizim kulüplerimiz bu yapılanmayı hala gerçekleştirebilmiş değiller. Seyirci tribünden kaçıyor mu? Futbol pastasından pay alabilmenin bir başka önemli ve klasik yolu da tribüne daha fazla taraftar müşteriyi çekmekten geçiyor. Oysa son zamanlarda başta Premiership olmak üzere, Serie-A’da da önemli sayılabilecek oranlarda seyirci kaybı var. Bu oran geçen yıl itibariyle Premiership’te yüzde beş civarındayken; SerieA’da yüzde sekize kadar yükselmiş. Bu nedenle kulüpler taraftarını bir şekilde tribünde de tutmayı önlerine temel amaç olarak koymuş durumdalar. 350 Taraftar mı, müşteri mi? Avrupa’nın beş büyük ligindeki seyirci sayısının gelişimi üzerine yapılan bir araştırmaya göre 35.000 seyirci ortalamasıyla Premiership’in seyirci gelişim eğrisinin 2003-4 sezonundan itibaren hafif te olsa bir düşüş trendine girdiği görülüyor. Bu düşüş özellikle 2005’te biraz daha hızlanmış ve 2005’te bir önceki yıla göre yüzde beş civarında bir düşüş yaşanmıştır. İtalyan serie-A ise 1999-2000 sezonundan bu yana kan kaybetmeye devam ediyor. Bir ara 40.000 ortalamasını yakalamasına karşın, Serie-A’nın seyirci ortalaması 2005 itibariyle 23.000 düzeyine kadar gerilemiştir. Bu dönemde seyirci ortalamasını yükselten iki lig karşımıza çıkıyor. Onlar da Alman Bundesliga ve İspanyol La Liga. Avrupa’nın üst düzey kulüplerindeki seyirci gelişimini de aşağıdaki tablo göstermektedir. Ortalama seyirci sayısı en yüksek kulüplerin aynı zamanda en geniş müşteri taraftar tabanına da sahip kulüpler olduğunu biliyoruz. Bu kulüpler içinde Barcelona yıllık 73.225 ortalama seyirciye maçlarını oynarken; bu tablo içinde en düşük seyirci ortalamasına sahip kulüp olarak 43.055 ortalama ile Benfica’yı görüyoruz. Taraftar müşteriyi tribüne çekmede en başarılı lig olarak Alman Bundesliga’yı görüyoruz. Bu durumu tablodaki 7 Alman kulübü de destekliyor zaten. Ülkemizde bu konuda ne yazık ki sağlıklı bir veriye ulaşabilme şansımız olmuyor. Ama yine de derleyebildiğimiz aşağıdaki verileri sizlerle paylaşmak istiyorum. Ülkemizde Taraftar Kulübüne Ne Kadar Bütçe Ayırıyor? 2004 yılında taraftarın kulübüne ayırdığı bütçenin belirlenebilmesine yönelik yaptığımız bir araştırmaya e-maille katılan toplam 1025 kişinin verdiği yanıtları değerlendirdiğimizde; • Taraftarın gerçek anlamda kulübüne önemli ölçüde finansal ve ekonomik katkı sağladığını, • Ülkemizde bu anlamda kulüplerine en büyük desteği Fenerbahçeli taraftarın verdiğini, • Ülkemiz koşullarında ortalama kişi başına düşen gelirin 4000-4500 dolar olduğu düşünüldüğünde, taraftarın gelirinin önemli bir kısmını kulübüne ayırarak, büyük bir özveride bulunduğunu, • Özetle, kulübüne yıllık ortalama en yüksek harcamayı 1.738 dolarla Fenerbahçeli taraftarın yaptığını; bunu 1070 dolar ile Galatasaraylı taraftarın izlediğini; Galatasaraylı taraftarın hemen arkasından da 875 dolarla Beşiktaşlı Tuğrul Akşar 351 taraftarın geldiğini görüyoruz. Kulübüne kendi olanakları içerisinde en az katkıyı ise yıllık 556 dolarlık harcamayla Trabzonspor’un sağladığını görmekteyiz. Şampiyon olmuş ve önemli taraftar potansiyeline sahip dört büyük kulübümüzün taraftarlarından (diğer kulüplere ilişkin veriler, çok yeterli olmadığından dikkate alınmamıştır); • 1000 ile 1500 dolar arasında geliri olan bir taraftarın kulübüne yıllık ayırdığı ortalama bütçe Fenerbahçe’de 450 dolar iken, bu rakam Galatasaray’da 330; Beşiktaş’ta 325; Trabzonspor da ise 175 dolar civarındadır. • 1500 ile 3000 dolar arasında gelir sahibi taraftar ise Fenerbahçe’ye 750 dolar fon ayırırken; bu tutar Galatasaray için 450 dolar; Beşiktaş ve Trabzospor için sırayla 375 ve 250 dolar düzeyindedir. • 3.000 ile 10.000 dolar arasında gelir sahibi taraftarın kulübüne ayırdığı bütçe Fenerbahçe’de 2150; sırasıyla Galatasaray’da 2250; Beşiktaş’ta 1750 ve Trabzonspor’da 1050 dolar düzeyindedir. • 10.000 dolar üzerinde gelir sahibi taraftarın kulübüne ayırdığı bütçe Fenerbahçe’de 3600 dolar civarındayken, Galatasaray’da bu tutar 2250 dolara yükselmektedir. Beşiktaş’ta ise 1.750 dolar olan bu tutar Trabzonspor’da 1050 dolar düzeyindedir. Dört büyük kulübün değişik gelir gruplarından oluşan bu taraftar kitlesi, yıllık gelirlerinin önemli bir bölümünü kulüplerine ayırarak, gerçek anlamda kulüpler için müşteri konumuna yükselmiş durumda. Aslında taraftar sadece desteklediği takımına gönül bağı ile bağlıyken, müşteri taraftar takımına önemli ölçüde finansal destek de sağlamaktadır. Yine Avrupa’nın en zengin kulüplerinden Chelsea’nin orta üstü gelir grubunda yer alan taraftarları, kulüpleri için yıllık gelirlerinin 25.000 dolarlık kısmını kulüplerinin emrine veriyor. Sonuçta bugün taraftar, desteklediği takımına yıllık ayırdığı ciddi bütçe ile “taraftar tüketici” konumuna yükselmiş durumda. Olaya kulüp açısından bakıldığında da taraftar, kulübün yıllık gelirine önemli katkıda bulunan “taraftar müşteri”ye evrilmiş vaziyette. Hal böyle olunca, bu dönüşümü daha önceden gören ve kavrayan kulüpler, “velinimetini” mutlu ederek, daha fazla ürün satıp, daha çok para kazanmanın yolunu bulmuşlar ve rakiplerine çok önemli iktisadi ve mali farklar atmışlar. Buradan gelen rekabet üstünlüğünü de yeşil sahalara taşıyabilmiş; kalıcı sportif performans üstünlüğüne 352 Taraftar mı, müşteri mi? ulaşmışlar. Henüz bu gelişimin ve dönüşümün farkına varamayan kulüpler ise daha şimdiden rekabette geri kalmamanın yolunun arayışı içindeler. Kulüplerin En önemli Aktifi olarak Taraftar-Müşteri Oluşumları Bugün kulüplerin en önemli varlıklarının başında taraftar geliyor. Daha doğrusu futbolun endüstriyel dinamikleri içinde konuyu ele alırsak, bugünün devasa bütçeli kulüplerinin aktiflerinde yer alan en önemli aktif varlığı olarak karşımıza taraftar-müşteri çıkıyor. Kulüp açısından gerçek anlamda bir müşteri konumunda bulunan taraftarın, destekledikleri kulüplerine yıllık ayırmış olduğu bütçeyi yukarıda detaylıca ele aldık. Bu bağlamda taraftar kendi açısından bir tüketici konumundayken, kulüp bazında milyon dolar gelirlerin elde olunduğu müşteri olarak algılanmakta ve buna göre kulüp satış ve pazarlama politikaları oluşturulmaktadır. Özellikle futboldaki ticarileşmenin giderek, endüstriyel bir mutasyona uğraması kulüp ve taraftar arasında farklı ve parasal bir ilişkinin de gelişimine neden olmuştur. Kulüp taraftarını açıkça ifade etmese de gerçek anlamda bir müşteri olarak görmekte ve buna göre kendisini konumlandırmaktadır. Başta statların reorganizasyonundan tutun da forma dizaynlarına varıncaya kadar yapılan her türlü etkinliğin altında, taraftarın gereksinimlerinin ticari boyuta taşınması amacaı yatar. Bu kendi dinamiklerinde yatsınacak ve ayıplanack bir konu değildir. Gelişim böylesi bir değişimi zorunlu hale getirmiştir. Bu değişimi gerçekleştiremeyen kulüpler, finansal rekabette zorlanmakta ve geride kalmaktadırlar. Ancak olayın bir diğer boyutu da kulüp taraftarını müşteri olarak görüp değerlendirip, buna göre aksiyom alırken, taraftar cephesinde de farklı oluşumlar gündeme gelmektedir. Taraftar tüm saf ve içten duygularıyla tuttuğu takımına gönülden destek vermeye devam ederken, diğer taraftan da kulüp yönetiminde etkin olmak, gidişata yön vermek istemektedir. Bu amaçla özellikle İngiltere’de Supporters’ Trusts diye bilinen taraftar dernekleri oluşturuluyor. “Supporters’ Trusts’ların hareketlerinin ardındaki ana felsefe kulüplerin birkaç kişi değil, tüm camia tarafından yönetilmesidir. Supporters’ Trusts’ların sıradan taraftar oluşumlarından en önemli farkı, toplu halde organize olmuş olmaları, kuruluş amaçları, organizasyonel yapıları ve dayanışmalarıdır. İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 26 Kış-Bahar 2008, s. 353-362 Forum Futbol üretiminin ideolojisi: strateji, taktik, organizasyon Tolga Tellan 1 İlk satırdan ifade etmek lazım ki, okuyanlar şaşırmasın! Materyal ve mental bakımdan üretilmiş olan tüm değerler bir ideoloji barındırdığı gibi, üretim biçimleri de ürettikleri ideolojilerden asla soyutlanamazlar. Bu bağlamda, futbol müsabakaları ve bu müsabakaların neden olduğu bütün ekonomik, siyasi, kültürel, sosyolojik ve psikolojik sonuçların bir ideolojiklik taşıdığını ifade etmenin ötesine geçerek; futbol üretiminin kendisinin (profesyonel sporcuların sahaya çıkıp belirlenmiş kurallar çerçevesinde yerel, ulusal hatta uluslararası düzeyde müsabakalar gerçekleştirmelerinden amatör düzeyde futbol icra edenlerin mahalle arasındaki arsalarda ya da sokaklarda maç yapmalarına dek uzanan bütün bir yelpazede, pas alışverişinden korner atışına, serbest vuruşlardan penaltıya, çalımlayarak adam eksiltmeden taç atışına, kalecinin kurtarışından yedek kulübesindeki oyuncuların davranışına kısacası santra vuruşundan hakemin bitiş düdüğüne –yer yer bu zaman kesitinin öncesine ve sonrasına– değin gerçekleşen tüm eylemlerin) bir ideoloji barındırdığı iddiasını açıkça tartışmamız gerekiyor. İdeolojiyi, bir yanılgılar bütünü ya da belirli çıkar, tarih ve ittifak kümelerine sabitlenmiş gerçeklikler şeklinde görmenin ötesine geçerek, ‘bireyin yaşam biçimini kendi çıkarları doğrultusunda sistemli biçimde anlamlandırma çabası’ şeklinde tanımladığımızda; sporun (özelde de futbolun) gerek sporcuların (futbolcuların) gerek sporseverlerin (futbol izleyicileri, taraftarlar, holiganlar vd.) gerekse de spor işi ile uğraşanların (futbol malzemesi üreticilerinin, 1 Doktora öğrencisi, Atatürk Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Tarım Ekonomisi ve İşletmeciliği ABD. e-posta: ttellan@yahoo.com 354 Futbol üretiminin ideolojisi futbol kulübü yöneticilerinin, ulusal-uluslararası futbol kurumlarının idarecilerinin, futbolcu menajerlerinin, futbol müsabakalarını yayımlayan radyo ve televizyon kanallarının sahiplerinin, finansal piyasalarda ve menkul kıymet borsalarında futbol şirketlerine yatırım yapmış spekülatörlerin, futbolcular ve kulüpler ile reklam anlaşmaları yapmış çokuluslu şirketlerin, futbol kulüpleri ya da futbol organizasyonları ile sponsorluk anlaşması yapmış ulusal-uluslararası şirket topluluklarının, futbol müsabakalarının sonuçlarına odaklanmış ve üretim ilişkilerindeki konumunun dışında ‘bilişsel kaçışlar’ yaşayan bir toplumu yönetmek isteyen siyasi aktörlerin vd.) yaşamlarını anlamlandırmada önemli bir yer tuttuğu görülmektedir. Örgütlenmenin Anlamı Futbol üretiminde ideoloji üç olgu üzerinden işlemektedir: Strateji, taktik ve organizasyon. Oyunun organizasyonu, farklılaşma ve yakınlaşma ikileminin dengede tutulduğu tarihsel bir geçmişe sahiptir. Futbol (soccer), American futbolu ya da rugby olarak da adlandıran oyundan 1800’lerin ikinci çeyreğinde hızla kendini ayrıştırmış ve oyun sürecinde belli koşullar ve kısıtlılıklar dışında elin kullanımını yasaklamıştır. 1863’de İngiltere Futbol Federasyonu’nun oluşması ve ardından oyunun kurallarının ilan edilmesini takiben kulüpleşme hızla artmış, sanayileşmede Kıta Avrupası’na kıyasla çok hızlı bir yol almış olan İngiltere’de 1871’de Federasyon Kupası düzenlenmeye başlamış, 1872’de de ilk uluslararası karşılaşma (30 Kasım 1872’de İskoçya-İngiltere milli maçı) gerçekleştirilmiştir. Dünyanın diğer bölgelerinden hızla farklılaşan “Adalılar”, 1882’de Manchester’da toplanarak, futbol müsabakalarının kural, kaide ve yorumlama tarzı üzerinde tahakküm kuracak olan “International Board” organizasyonuna biçim vermişlerdir. İngiltere, İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda futbol federasyonlarının bir araya gelmelerinden oluşan bu organizasyon, kuralların belirlenmesi ve yorumlanması konusunda halen 1904’de Paris’te kurulan FIFA (Uluslararası Futbol Federasyonları Birliği) ve 1954’de Bern’de kurulan UEFA (Avrupa Futbol Federasyonları Birliği)’dan daha etkili konumdadır. FIFA ve UEFA’nın ulusal liglerin tescilinden uluslararası müsabakalar organize etmeye, sponsorluk sözleşmeleri imzalamaktan sporcu sağlığı ve sosyal hakları ile ilgili çok sayıda karar verme ve denetim mekanizması bulunmasına karşın, kurallar ve kuralların hakemler tarafından nasıl yorumlanacağı konusunda halen en yetkili merci International Board’dır. Dönemin sanayileşmiş ve sömürge imparatorluğu kurmuş ekonomik güçlerinin Tolga Tellan 355 yakınsaması, günümüze değin süren örgütsel güç birliğinin anlamına dikkat çekmektedir (ABD’nin bütün ekonomik, siyasi ve kültürel baskılarına ve FIFA, CONCACAF üzerindeki etkisine rağmen futbol sporunda halen ‘oyunun kurallarını koyan’ ya da ‘oyun üzerinde etkili olan’ bir güç olamaması ile örgütsel yapının temelleri arasında bir bağ olduğu açıkça görülmektedir. Futbol, ABD’de uzun yıllar Avrupa’dan ya da Latin Amerika’dan gelen göçmenlerin oynadığı bir spor ve ‘melting pot’un önündeki bir engel olarak görülmüş ve kitleler ‘basketbol’, ‘beyzbol’, ‘rugby’ gibi ‘ulusal’ (?!) branşlara yöneltilmişlerdir). En önemli kural değişiklikleri olarak görülen, hakemlerin yetki ve sorumluluklarının belirlenmesi (1890), ceza sahası içinde gerçekleşen 9 kusurlu hareketin penaltı olarak yorumlanması (1891), takımların 11 oyuncu ile müsabakalarını gerçekleştirmeleri ve resmi müsabakaların gerçekleştirileceği sahaların ölçülerinin tespit edilmesi (1899), futbol topunun ağırlığı (1900) ve ofsayt kuralının değiştirilmesi (1925), International Board’ın oyun stratejisi üzerindeki rolüne dikkat çekmektedir. Sanayileşmenin buhar gücünden elektrifikasyona dayalı bir yapıya doğru dönüşüm geçirdiği yarım yüzyıllık dönemde (1875-1925), Board, insan gücünün teknoloji parkı ile ikame edildiği fordist üretim/taylorist yönetim sürecinin etkilerini doğru okuyarak; futbolu, rekabeti profesyonelleştiren ve bedenleri antrenman bilgisi, fizik kondisyon çalışmaları ve mental propaganda süreçleriyle emtiaya dönüştüren bir içeriğe kavuşturmuştur. Board’ın futbol kurallarını belirleme ve yorumlama gücünü, FIFA’nın belirlenmiş kurallar ve kaideler dahilinde müsabakalar gerçekleştirme ve bu müsabakaları tescil etme gücü takip etmektedir. 1904’de Paris’te kurulan FIFA, Kurthan Fişek’in yönetim bilimsel açıdan ‘ters düşer görünen’ organizasyonlar olarak tanımladığı (1980:149-153) yapılanmaların örneğidir. Her ülkede sadece bir ulusal federasyonu resmen tanıyan, tanıdığı ulusal federasyonun ülke içindeki müsabakalarını tescil eden (onaylayan) ve bu federasyonlar arasında kulüpler-milletler arası düzeyde müsabakaların nerede, ne zaman ve hangi koşullarda gerçekleştirileceğine karar veren FIFA, işleyiş mekanizmasıyla hükümetler üstü ve yukarıdan aşağıya doğru yapılanmış bir örgütsel karaktere sahiptir. FIFA, üyesi olan federasyonların bazılarından daha eski ve hatta ulusal federasyonların kurulmalarının destekleyicisi bir konuma ve sivil toplum kuruluşlarının taşıdığı hukuki normlara sahiptir. Merkezi İsviçre’nin Zürih kentinde olan FIFA, amacını “futbolun gelişmesini sağlamak ve işleyişin, kuruluş tüzüğü ve mevzuatlara uygun olup olmadığını 356 Futbol üretiminin ideolojisi denetlemek” şeklinde ifade etmiştir. Hukuken kâr amacı gütmeyen 207 ulusal organizasyonun katılımındaki uluslararası bir organizasyon olarak, düzenlediği organizasyonların yayın hakkı ve reklam gelirlerinden yüksek meblağlarda kazanç elde eden ve organizasyonların nerede düzenleneceğinden, hangi şirketlerin sponsorluğunda gerçekleşeceğine, güvenliğinden logolu ürün satışına değin çok geniş bir alanda kararlar veren ekonomik çıkar temelli bir yapılanmadır. FIFA, salt futbol sektöründe faaliyetler gerçekleştiren sivil toplum kuruluşları, sportif malzeme üreticisi uluslararası şirketler, bahis şirketleri, tarih ve istatistik dernekleri gibi yapılanmaları da destekleyerek/kurdurarak, futbol stratejisi üzerindeki örgütsel tahakkümün sonuçlarını açıkça göstermektedir. Futbol stratejisinin ideolojisini Pascal Boniface şu sözlerle özetlemektedir (2007:47): 1959-1974 yılları arasında Liverpool’un teknik direktörlüğünü yapan Bill Shankly şöyle demiştir: ‘Futbol bir ölüm kalım meselesi değildir. Daha da önemlidir!’ Liverpool teknik direktörü, bu keskin ifadesiyle futbolun, sportif amaçların, taraftarların coşku ve heyecanlarının, hatta ekonomik çıkarlarının ötesinde stratejik bir amaç olabileceğini mi belirtmiştir; bu net değildir. Bununla birlikte durum tam da budur. Futbol –artık– hem kitlelerle hem de yüksek çevrelerle ilgisi olan bir spor olarak kalmamakta, ‘küresel bir tutku’ olmaktadır. Futbol stratejisinin bütünüyle ekonomik çıkar temelli bir organizasyon doğurması Aralık 1995’de Avrupa Adalet Divanı’nın aldığı ‘Bosman Kararları’ sonrasına dayanmaktadır. Futbolcuların Avrupa Birliği sınırları içerisinde serbest dolaşım hakkı kazanmaları, hızla herhangi bir kulübün AB üyesi ülkelerin vatandaşı olan sınırsız sayıda futbolcuyla sözleşme yapma hakkına dönüşmüştür. Avrupa kulüplerinin çokuluslu hale gelen oyuncu kadroları, naklen yayın haklarındaki artışa paralel yüksek transfer ücretleriyle bir araya gelmiş ‘paralı ordulara’ dönüşmüş; yıldız oyuncuların kişisel reklam sözleşmeleri ile kulüplerin reklam gelirleri ve sponsorluk sözleşmeleri ise sektörün finansal yatırımcıların spekülasyon sahasına dönüşmesine neden olmuştur. Küreselleşen ve sembolik anlatılarla sanallaşan futbol, forma aşkıyla oynayan oyunculardan, farklı kültürlere ve psikolojik özelliklere sahip genç insanlardan karakter ve kişilik sahibi birer futbolcu biçimlendirmeye çalışan antrenörlerden, sloganları ve taşkınlıklarıyla tarihsel bir birikimin gerçek anlatıcıları olan seyircilerden ve bir kulüple ortak yazgıya, paylaşılmış bir geçmişe sahip amatör yöneticilerden arındırılmaya çalışılmaktadır. Tolga Tellan 357 Taktik okumanın çözümlenmesi Futbol üretim sürecinin örgütlenme tarzına bağlı olarak açığa çıkan ideolojiklik, üretimin taktik bileşenleri içerisinde kendini gizlemeye çalışan önemli bir unsur olarak anlam kazanmaktadır. Futbolun karakteristik yapısı, müsabakaların hem amatör hem de profesyonel düzeyde gerçekleştirildiği koşullarda (mahalle maçından Dünya Kupası’na değin her türden karşılaşmayı düşünebiliriz), katılımcıların (futbolcuların) bir sonuca ulaşmak (galip gelmek ya da daha fazla fayda sağlayacağı düşünüldüğü durumlarda berabere kalmak veya mağlup olmak) için belli bir taktik plan ve yapı doğrultusunda saha içerisinde örgütlenmelerine dayanmaktadır. Futbolda, kurumsallaşma ve bir organizasyon stratejisi belirleme gibi saha dışı örgütlenmelerin nihai amacı, saha içi örgütlenmenin (takımın) istenilen başarıya (şampiyonluk, kupa, TV gelirleri ve reklam paylarında artış, siyasal propaganda vb.) ulaşmasını sağlamaktır. Saha içi örgütlenmede, sporcular belli pozisyonlarla (kaleci, defans, orta saha, hücum) eşleştirilerek, teknik yönetimin denetiminde ve saha dışı organizasyonun yönlendiriciliğinde fiziksel aktiviteler icra etmekte; kendilerine biçilen görev doğrultusunda bedensel emeklerini sağlık sınırlarını zorlayacak biçimde kullanırlarken zihinsel (düşünsel) emeklerini de bu sürece ekleyebildikleri ölçüde yıldızlaştırılmakta ve kurallar dizisine (taktiğe) uydukları için başarılı oldukları medya tarafından ifade edilmektedir. Futbol oyununda top sürme, paslaşma, çalım, şut gibi temel vücut becerilerinin zamanla geliştirilebilir ve sistemleştirilebilir olmasına karşın, oyuncuların sadece teknik özellikleriyle sürdürülebilir bir başarıya ulaşmaları (bir tek maçta galip gelmek yerine bir sezonu ya da bir organizasyonu şampiyonlukla tamamlamaları) mümkün değildir. “Bu nedenle oyuncular giderek çeşitli taktik manevralar geliştirmeye başladılar. Hücum oyuncuları taktik hareket varyasyonlarıyla (yatay ve dikey olarak yer değiştirerek, boş saha yaratarak vs.) savunma oyuncularını pasif konumlara çekmeye çalıştılar. Doğal olarak bu hücum eylemleri savunma oyuncularını da taktik manevralara itti (değişik markaj biçimleri, adam ‘tutmak’, kademe vs.) (Elsner, 2001:29-30). 1800’lerin başında 1 kaleci ve 10 hücumcu’dan oluşan saha içi organizasyon, müsabaka sürecinde saha dışı organizasyonun saha içine yeterince müdahale edememesi, buna karşın sahanın içini kontrol ihtiyacının belirginleşmesi nedeniyle 1 kaleci, 2 savunmacı (bek) ve 8 hücumcu (forvet)’dan oluşan bir yapıya dönüşmüştür. Kulüpleşme ve lig tarzı organizasyonların inşa edilmesi süreciyle (kaybedilecek şeylerin çok fazla 358 Futbol üretiminin ideolojisi olmaya başlamasıyla) birlikte, oyuncuların fiziksel sınırlılıklarını dengeleyecek ve hem savunmaya hem de hücuma yardımcı olarak saha içini örgütleyecek orta saha poziyonları geliştirilmiş ve ‘2-3-5’ olarak özetlenen klasik taktik diziliş açığa çıkmıştır. Son olarak 1930 yılında Dünya Kupası’nı kazanan Uruguay tarafından kullanılan bu saha içi dağılış, 1925 yılında ofsayt kuralında değişiklik yapılmasının ardından yerini Arsenal takımının menajeri Herbert Chapman tarafından geliştirilen ‘WM’ dizilişi ile Avusturyalı teknik adam Karl Rappan tarafından icat edilen ‘Sürgü’ sistemine bırakmıştır. Defans organizasyonunun güçlendirildiği bu yeni dizilişlerde günümüze değin varlığını koruyacak olan pozisyonlar belirginlik kazanmış ve takımların sahaya çıkardıkları 11’lerinde ‘Kaleci-Sağbek-Stoper-Solbek-Sağhaf-SağiçSoliç-Solhaf-Sağaçık-Santrafor-Solaçık’ pozisyonlarında görev yapabilecek özelliklerde oyuncular aranmaya başlamıştır. 1930’ların ilk yarısında Arsenal’a üst üste dört şampiyonluk getiren ve Avusturya’nın 1934 Dünya Kupası’nda dördüncü, 1936 Berlin Olimpiyatları’nda ikinci olmasını sağlayan ‘WM’ ile ‘WM’nin Kıta Avrupası versiyonu ‘Sürgü’ tarzı taktik dizilişler (örneğin Diyagonal, Mezzo, Catenaccio gibi dizilişler de WM’nin farklı varyantlarıdır), II. Dünya Savaşı sonrasına değin geçerliliğini korumuştur. Ancak 1953 yılında İngiltere’nin Wembley’de Macaristan’a 6-3 gibi net bir skorla mağlup olmasının ardından taktik dizilişler yeniden gözden geçirilmiştir. Sanayileşme ve kalkınma dinamiklerinin dünya genelinde hakimiyet kurduğu bu dönemde, gerek Avrupa (Batı’sı ve Doğu’suyla) gerekse Güney Amerika, oyunu ‘yıldız futbolcular aracılığıyla makineleştiren’ bir yapıda kurgulamışlardır. Bu dönemde Macaristan ‘3-3-4’ dizilişiyle dört yıl boyunca yenilmemiş ve bir Olimpiyat Şampiyonluğu (1952) ile bir Dünya İkinciliği (1954) dereceleri elde etmiş; Brezilya ise ‘4-2-4’ dizilişi ile 1952 ve 1956 yıllarında iki Panamerican Oyunları Şampiyonluğu, Pele’li forvet hattıyla da 1958-19621970 yıllarında üç Dünya Şampiyonluğu kazanmıştır. İngiltere menajeri Alf Ramsey’in 1966’da kurguladığı ‘4-3-3’ dizilişi İngiltere’ye tek dünya şampiyonluğunu kazandırmasına karşın, bu dizilişin savunma yönü kuvvetlendirilmiş olan ‘4-4-2’ versiyonu 1980’lerin başına değin geçerliliğini korumuş ve İngiliz takımlarının 1965-1985 döneminde 8 kez Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nı, 4 kez Avrupa Kupa Galipleri Kupası’nı ve 9 kez de UEFA Kupası’nı kazanmasını sağlamıştır (Bu dönem 1985 ‘Heysel Faciası’ nedeniyle İngiliz futbol takımlarının uluslararası müsabakalardan men edildiği ve yabancı kısıtlamasının kaldırıldığı sürecin öncesidir). Tolga Tellan 359 İngiliz futbolunun ‘kontrollü savunma-dengeli hücum’ taktiğine dayanan altın çağına, Kıta Avrupası 1970’lerde teorik bir hamleyle yanıt vermeye çalışmıştır. Bu hamle, 1970’lerde Ajax (Hollanda) takımının antrenörlüğünü yapan Rumen Stefan Kovacs tarafından geliştirilen ve Hollanda Milli Takımı Teknik Direktörü Rinus Michels tarafından sistemleştirilen ‘Total Futbol’ taktiğidir. ‘Total Futbol’da kaleci hariç tüm futbolcuların belli bir pozisyona bağlı kalmaksızın, karşılaşmanın gidişatına göre, sahanın her yerinde her pozisyonda oynayabilecek vasıflara sahip olmaları gerektiği savunulmaktadır. ‘Herkes, her zaman, her yerde’ ilkesi ile özetlenen ‘Total Futbol’a, Hollanda’nın dışında Almanya ve Doğu Blok’u ülkeleri sahip çıkmış; 19701980 döneminde Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nı Hollanda kulüpleri dört kez Alman kulüpleri üç kez, Avrupa Kupa Galipleri Kupası’nı Batı Alman kulüpleri bir kez Doğu Blok’u takımları iki kez ve UEFA Kupası’nı da Hollanda kulüpleri 2 kez Batı Alman kulüpleri üç kez kazanmışlardır. Yine bu dönemde Batı Almanya bir Dünya Kupası Şampiyonluğu (1974), bir Dünya Kupası İkinciliği (1982), iki Avrupa Şampiyonluğu (1972-1980); Hollanda iki Dünya Kupası İkinciliği (1974-1978); Doğu Blok’u ülkeleri de üç Olimpiyat Şampiyonluğu (Polonya-1972, D. Almanya-1976, Çekoslovakya-1980) ile bir Avrupa Şampiyonluğu (Çekoslovakya-1976) kazanmışlardır. ‘Total Futbol’ teorisini (ve bu teorinin 1980’lerde Valeri Lobanovski tarafından Dinamo Kiev ve SSCB Milli Takımı üzerinde güncelleştirilen varyantını) yakından incelediğimizde, dünya ekonomisinde 1970’lerde yaşanan üretim maliyetleri artışı ile enerji krizlerine çözüm olarak geliştirilmeye çalışan ‘post-fordist’ üretim tarzının etkileri açıkça görülmektedir. Sanayileşmenin ve fordist üretim tarzının getirdiği insan emeğini üretim mekanı ile ilişkilendirme (futbolcuyu pozisyonun gerektirdiği özelliklerle bağlantılandırma) yaklaşımı, post-fordist üretim tarzı ile birlikte yerini emeğin mekandan koparılarak zaman ve esneklik unsurları ile ilişkilendirilmesine (futbolcunun her yerde her zaman oynayabilir hale getirilmesine) bırakmıştır. ‘Total Futbol’ sanılanın aksine ilerici bir taktik yorum olmayıp, kazanmak için futbolcuların performansının azamileştirilmesine (sporcunun fiziksel ve zihinsel emeğinin aşırı sömürülmesine) dayanan bir yaklaşımdır. Futbolcuların müsabaka boyunca farklı pozisyonlar arasında sürekli yer değiştirerek görev yapmaları ve kendi beden kompozisyonları (boy, kilo, yaş, antropometrik özellikler, bilişsel kapasite) ile gerçekleştirebilecekleri sınırlı sportif etkinliklerin ötesine geçerek bir makinenin zaman içerisinde yer değiştiren farklı dişlileri olmalarının beklendiği ‘Total Futbol’un en başarılı uygulayıcısı olan 360 Futbol üretiminin ideolojisi Hollanda’nın, 1974 Dünya Kupası’nda ‘Mekanik Portakallar’ olarak adlandırılması durumun bir diğer açık göstergesidir. Fordist üretim tarzının insan yaşamını kısıtlayan, sınırlandıran ve kalıplaştıran özellikleri, postfordizmle birlikte esnemiş ve farklılaşmış; ancak futbolcular açısından saha içi ve dışı sömürü derinleşmiştir. Futbolun pozisyonlara dayalı ideolojisi, son çeyrek yüzyılda yerini bir bütün olarak kapitalist spor ideolojisine bırakmış durumdadır. ‘Total Futbol’un gereksinim duyduğu özelliklere sahip futbolcu sayısının azlığı 1980’lerde saha içi taktik örgütlenmede yeni bir yapılanmaya neden olmuştur. ‘4-4-2’nin getirdiği savunma üstünlüklerini ‘Total Futbol’ ile harmanlayan teknik yönetimler, 1980’lerin ikinci yarısından itibaren ‘3-5-2’ dizilişi ile sahaya çıkmaya başlamışlar ve ‘rakip orta sahadan bir fazla orta saha’ ve ‘rakip forvetten bir fazla defans’ formülünün getirdiği taktik avantajları kullanmaya çalışmışlardır. Müsabakaların gerçekleştirildiği saha ölçülerinin (uzunluk 100-110 m ve genişlik de 64-75 m arasında) orta beşlideki kanat oyuncularına 90 dakikada yaklaşık 9000-12.000 metre koşmayı, defans üçlüsünün orta sahaya yaklaştırılarak rakip üzerinde baskı kurulmasının ‘1 libero ve 2 Stoper’den oluşan savunma oyuncularının yaklaşık 1600 m2’lik bir bölgeyi kontrol etmelerini (hatta bu kontrolün yetersiz kaldığı durumlarda kalecilerin hızlı çıkışlarla ceza sahası dışındaki tehlikelere müdahale etmesini) ve forvet oyuncularından birisi kanatlara deplase olduğundan santraforların da rakip ceza sahası içerinde üç defans oyuncusuyla mücadele edebilecek fizik kondisyonda olmalarını gerektirdiği ‘3-5-2’ , 1990’ların sonuna değin geçerliliğini korumuştur. Bedensel performans esaslı bu taktik dizilişin aynı saha içi kurguya sahip iki takım arasındaki karşılaşmalarda işlevsiz hale geldiğini gören saha dışı yönetimler, 1998 yılında Fransa’nın Dünya Şampiyonu, 2000 yılında da Avrupa Şampiyonu olmasını sağlayan ‘3-4-1-2’ dizilişini geliştirmişlerdir. Benzer biçimde 2002 Dünya Şampiyonu Brezilya ile 2006 Dünya Şampiyonu İtalya da ‘4-1-3-2’ ve ‘3-2-4-2’ tarzı yeni saha içi diziliş versiyonları geliştirerek milli takımlar ve kulüpler bazında başarıya ulaşmışlardır. Orta sahanın kilit bölge olarak tanımlandığı ve orta saha ile defans ve forvet hatları arasına ara kademeler oluşturarak saha içi iletişimin kuvvetlendirilmeye ve yüksek tempolu prese dayalı savunma anlayışları karşısında hazırlık paslarını çoğaltarak rakibin konsantrasyonunun kırılmaya çalışıldığı bu yeni taktik dizilişler bireysel yeteneklerin saha içinde kontrolüne dayalı stratejilerdir. Futbol müsabakalarında gözlemlenen yeni stratejinin açık bir ifadesi İngiltere Tolga Tellan 361 Milli takımının ve Liverpool’un kaptanı Steven Gerrard tarafından şu sözlerle reklam sloganı haline getirilmiştir: “Don’t Visualise Beating the Keeper, Visualise Destroying the Keeper!’ (Şutunla sadece kaleciyi geçmeyi değil, onu yok etmeyi düşün!). Günümüzde kapitalizmin spor içerisinde yapılanmış ideolojisi, organizasyonel ve taktik amaçların ötesinde, insan özgürlüğünü yok edici bir stratejiye sahip çıkmakta, stratejiyi korumakta ve geliştirmektedir. Şaşırtıcı olan ise –ki asıl üzücü olan bu duruma artık pek de şaşırmamamızdır– bu yok edici stratejinin, özgürlüğe en çok ihtiyaç duyan bedenler üzerinden kurgulanmasıdır. KAYNAKÇA Alpman, C. (2002). 1-10’dan 3-5-2’ye. İçinde: B. Erten (ed.). Dünya Kupası. (s. 7080). İstanbul: İletişim. Authier, C. (2002). Futbol A.Ş. (çev: A. Berktay). İstanbul: Kitap. Belgin, K. (1999). Tarih Öldü, Yaşasın Yeni Sistem. Düşünen Siyaset. Yıl: 1 Sayı: 2. (s. 157-161). Boniface, P. (2007). Futbol ve Küreselleşme (çev: İ. Yerguz). İstanbul: NTV Elsner, B. (2001). Teknik, taktik, sistem: Futbol oyununun karakteristiği üzerine. İçinde: R. Horak, W. Reiter, & T. Bora (der.). Futbol ve Kültürü. ( s. 27-37). İstanbul: İletişim. Fişek, K. (1980). Devlet Politikası ve Toplumsal Yapıyla İlişkileri Açısından Spor Yönetimi. Ankara: A.Ü. SBF Yayınları. Kılıç, G., Aykaç. E. ve Özarı, C. (1962). Futbol Bizim Dünyamız. İstanbul: Doğan Kardeş. 362 Futbol üretiminin ideolojisi İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 26 Kış-Bahar 2008, s. 363-372 Forum Kitlelerin afyonu futbol Kaan Arslanoğlu 1 Okuduğunuz bu makaleyi yazdığım sıralarda futbola duyduğum ilgi altı yaş altı dönemimdekine yakın düzeye inmişti. Avrupa Şampiyonası başlamış, Türkiye ilk yenilgisini almış, bense tek maçı canlı yayından izlememiştim. Futbola yönelik söz konusu güdü kaybımın nedenlerini tek tek sıralayıp sizi sıkacak değilim. Yeri geldikçe bazılarına aşağıda değineceğim. Şu yaşımda hala düzenli futbol oynuyorum, o hevesim pek azalmadı, azalan şevkim seyirciliğe. Nedenlerini sıralamayacağımı belirttim ya, birini hemen ima edebilirim. Beşiktaş taraftarıyım desem… Son yıllardaki durumumuz itibariyle benim gibilere sık rastlıyorsunuzdur. Öte yandan milli takım taraftarlığım da genellikle içindeki Beşiktaşlı oranına göre artar azalır. Devam eden turnuvada mavimsi formalıları, pek de canı gönülden alkışlamayacağımı tahmin edersiniz. İnsanı bir takımla, kulüple bu derece özdeşleştiren şey nedir? Tüm ülkelerde durum aynıdır: Genellikle çocuk yaşta bir takım seçilir. Seçimde en yaygın rol oynayanlar, sırasıyla babalar, aileden başka birileri, yaşanılan kentler, seçimin yapıldığı dönemde büyük başarılar elde eden takımlar veya o dönemin parlak futbolcuları gibi etmenlerdir. Taraftarı olunacak bir takım seçilir ve ömür boyu ona bağlı kalınır. Artık o kulüp kişinin kimliğinin önemli bir parçası haline gelmiştir. Takım değiştirmeye neredeyse din değiştirmek kadar seyrek rastlanır. 1 Yazar e-posta: kaanarslanoglu@gmail.com 364 Kitlelerin afyonu Din dedik ya. Ateistler ve deistleri bir yana bırakırsak, dini algılayış insanların kişilik özelliklerine göre ne kadar farklılıklar, ne kadar benzerlikler gösteriyorsa taraftarlık deneyimleri de o kadar benzerlikler, farklılıklar gösterir. Bazısı tribünlerde daima yerini alır, bazısı ara sıra maçları televizyondan izler, bazısı sonuçları gazetelerden takip eder. Özdeşleşme düzeyleriyse çoğun bu fanatiklik düzeyine koşuttur, bazen de hiç koşut değildir. Karşılaşma sonuçlarını kulağına çalındıkça öğrenen biri, yeri gelir bir şampiyonluğun kaçmasına, bir derbinin kaybedilmesine ötekilerden fazla üzülebilir. İnsan garip bir mahluktur. FUTBOL YENİ BİR DİN Mİ? Bazı düşünürler futbolun dinin yerine geçtiğini ileri sürerler modern toplumda. Dindarlarla takım taraftarları arasındaki davranış benzerliklerini sıralarlar. Kuşkusuz benzer yön çoktur, ne ki, futbol dinin yerine geçmiş olsa dinin etkisi toplumlarda zayıflardı. Evet, biraz zayıflamıştır, ama sadece biraz. Boşluğu gerçekten futbol mu doldurmuştur? Başka bir açıdan şunu sorabiliriz: Futbol olmasaydı bu denli geniş yığınları oyalayacak ne uyduracaktı birileri? Bir şeyler uyduracaklardı elbet, insanlık binlerce yıl, asla hayati önemde bulunmasa da kendilerini oyalayacak, eğlendirecek, etrafında birleşecekleri, durmadan sözünü edecekleri çeşitli meşguliyetler bulabilmişler. Ne ki, tüm dünyada bu denli yaygın ve eş zamanlı yaşanan bir oyalanma konusu, geçtiğimiz çağlarda ne yaşanmış, ne duyulmuştu. İzleyicilikle taraftarlık olgunun iki ayrı yönü. Taraftar olmayan izleyiciler bulunsa da, taraftarlık olmasa izleyicilik kesinlikle bu denli yaygınlaşamazdı. Peki nedir bu çağdaş tutkumuzun içimizdeki gerçek kaynağı? Belki de yüz binlerce yıl sürmüş sürü yaşamımızın, kabile yaşamımızın genlerimize dek işlemiş izleridir neden. İlla bir kabileye ait olmak istiyoruzdur. Bir kabileye aidiz ve başka kabile üyeleriyle birlikte yaşıyoruz. Bu da gerilimimizi artırıyor. Yenildiğimizde öbür kabileye esir düşmüş hissediyoruz kendimizi. Yengimizin bize verdiği en büyük tatmin de kendi kabile üyelerimizle zaferi kutlamanın ötesinde ve üstünde başka bir gerçek: Ötekileri bozguna uğratmış oluyoruz, onları öldürmüş, esir almış oluyoruz. Zaferimiz, başkalarının yenilgisiyle daha da anlam kazanıyor. Beyin kabuğumuzun bir fiskeyle soyulan en üst tabakasının emirleriyle bazen takımımızı yenenleri kutluyoruz. Onlar da karşılık olarak “Bu sefer biz iyiydik, bir dahakine şansınızı tekrar 365 Kaan Arslanoğlu denersiniz” diyorlar, sevecenlik göbeklerinden taşmış gururlarıyla. maskesiyle örtmeye çalıştıkları, YANIP SÖNEN YILDIZLAR Futbolun hoş bir özelliği mi, yoksa nankörlüğü mü? Değerlendirme kişiden kişiye değişiyor. Sözü futbol yıldızlarının giderek artan bir hızda birbirlerinin yerini alması olgusuna getireceğim. Futbolu bırakma yaşı aslında yükseliyor, ne ki tepedeki yıldızların parlayıp sönme döngüsü de ivme kazanıyor. Geçmişin en büyük yıldızlarından bazılarının isimlerini günümüzün gençleri, çocukları da az çok duymuşlardır. Pele’yi, Maradona’yı… Fakat Neeskens’i, Overhath’ı, Butragueno’yu anımsatmaya çalıştığınızda yenilerin aval aval suratınıza bakması insanı garipsetiyor. Bu aynı zamanda yaşlandığımızı da gösteriyor. Mamafih, fazla ötelere gitmeyelim, beş-on yıl öncenin büyük yıldızları nerede? Hele bizim kulüplerimizde kadrolar fanatiklerin bile aklını karıştıracak kadar çabuk yenileniyor. Daha iki yıl önce takımınızdaki en güvendiğiniz adamlar başka başka takımlarda oynuyorlar, sizin sahanıza geldiklerinde yuhalanıyorlar. Üç yıl önceki kadronuzu düşünüp birinden söz ettiğinizde, en koyu taraftar arkadaşınız dahi “Öyle biri mi vardı bizde?” diye soruyor, oyuncunun bir özelliğini söylediğinizde, “Ha, evet, tamam tamam, hatırladım” diye kahkahayı basabiliyor. Evet, aktörlerin bu denli sık yenilenmesi bazılarına göre sektörü renklendiriyor, heyecanı artırıyor; ama belli ki tutucu bir yanımız var, o derece nankörlük benim gibileri rahatsız ediyor. Yıllar içinde kimi izleyicinin futboldan soğumasına endüstrinin bu nankör yönü de sebep oluyor. Taraftar ve izleyici olarak yıldızların durmadan yanıp sönmesi bazılarımızın keyfini kaçırmaya yetiyor da, o yıldızlar ne yapsın! Uluslararası veya ulusal futbol piyasasının en üstünde yer alan binlerce, evet binlerce seçkin sporcunun kaliteleri birbirine o kadar yakın ki artık, herhangi bir “süperstar” yüz üzerinden birkaç puanlık bir form düşüklüğü yaşadığında hemen sıradanlaşıyor, bu sıradanlığını üç dört ay sürdürürse, hiç gözünün yaşına bakılmıyor, seçilmiyor milli takıma, hatta bir süre sonra alt kademe takımlardan birine postalanıveriyor. Fevkalade teknik özellikleri yoksa eğer, bir futbolcu artık en üstün fiziksel güçte bulunduğu iki üç yıl zirvede kalıyor, ardından inmeye başlıyor. Modern zamanın gladyatörleri işte böyle canlıyken, oynarken öldürülüyor. Ne büyük bir ruhsal yıkımdır, gelin siz hesap edin. Futbol oynama yaşı her ne kadar artmış olsa da sayılı yıllar çarçabuk geçiyor. 366 Kitlelerin afyonu Gerçi emekli futbolcu daha sonra futbol adamı olabilir. Galiba en çok tatmin edeni teknik direktörlük. O bile oynamanın yanında ne kadar sıkıcı. Neden futbolcu olamadım diye içinde ukte kalmış futbolseverler hiç boşuna hayıflanmasınlar. Bir şeyi bulup da yitirmek bir bakıma daha zordur. Tabii, ben şuralarda oynadım, şöyle başarıların içinde bulundum, demek de bir keyif, lakin pür sevinçli bir keyif değil. İşin sakatlığı da var. Kendini en güçlü hissettiğin bir an, tek saniye içinde iki ay, üç ay ya da tüm sezon sahadan uzak kalabilirsin. Sakatlandıktan sonra bir daha eski günlerine dönemeyen binlerce sporcunun acıklı hikayeleri duyulmuştur, okunmuştur. Duyulmuştur, okunmuştur da, keyif kaçırdığı için çoğu unutulmuştur. Sıradan izleyicinin bilinç altında tatsız bir pürüz olarak durur, çoğu kez de süpürülüp atılır. Öte yandan, her sakatlık başka bir oyuncunun önünü açar, o yüzden gizli bir neşe doğurur. Yine de aynı akıbete uğrama korkusu tüm oyuncuların tepesinde yıldırımlar sallayan kara bir bulut gibi dolaşır durur. SİYASİ GERİCİLİK BESİYERİ OLARAK FUTBOL Yine taraftarlığa ve toplumlardaki genel etkilerine dönelim. Futbolun topluma daha çok olumlu katkılarının dokunduğunu söyleyemeyiz, bunun tam tersini ise rahatlıkla ileri sürebiliriz. Kabahat burada futbolda mıdır, yoksa futbolun temiz özünü bozan yine toplumun kendisinde mi? Düşünen birçok insana göre futbol savaşın devamıdır ya da barışçıl yürümesi öngörülen bir savaştır. Milliyetçilik içinde eriyor, ıslah mı oluyor; yoksa azdırılıyor mu? Her ikisini de söyleyebiliriz. Ne ki yine düşünen kafalar için ikincisi ağır basıyor. Düşünmeyen ezici çoğunluğun kafaları içinse zaten hiçbir şey sorun değil. Milliyetçilik toplumda nasıl yaşanıyorsa futbolda da öyle yaşanıyor. Abartılı, gösterişe, öz tatmine dönük, tuhaf. Ulusal çıkarlarla hiç mi hiç ilgilenmeyen, ülkenin ilerlemesine, doğru ve onurlu bir toplumsal yaşama hiç mi hiç katkı sunmayan, çoğu kez bunun tam tersini yapan geniş yığınlar pek çok kolay alanda görüldüğü üzere milli onur, vatan, millet aşığı kesiliyorlar maçlar vesilesiyle. Çoğu kez kuralları hiçe sayan saldırgan duygu ve davranışlara, kışkırtılmış düşmanlıklara yarıyor spordaki milli çekişmeler. Tuhaf milliyetçilik dedik. Birçok ülkenin kulüp takımları geniş bir ulusal destek topluyorlar arkalarında, fakat bazen tamamı yabancılardan oluşan bir kadroyla sahaya çıkabiliyorlar. Ulusal takımlar ise, devşirme futbolcularla dolu. Bir Kaan Arslanoğlu 367 zaman gelir Türkiye Milli Takımı içindeki Türklerin daha fazla sayıda olduğu yabancı takımlarla karşılaşırsa hiç şaşmayın. Bunun da milliyetçiliği törpülediği iddia ediliyor kimi entelektüellerimizce. Acaba? Yoksa ulusları yok ettiği iddiasında bulunan, fakat bazı ulusları aksine iyice güçlendirip despotlaştıran kapitalizm, yabancılardan oluşan paralı askerleri çarpıştıran ortaçağ beylerinin dönemine mi geriletiyor Avrupa’yı. Karamsar bakış diyeceksiniz. Biraz öyle, yine de yabana atmayın. Futbolun eşliğinde, Avrupa’da yalnızca milliyetçi söylem değil, ırkçılık da yaygınlaşıyor. Şimdi bir de siyasal dincilik çıktı. Takımlarda çete oluşturan tarikat bağlantılı futbolcular, teknik adamlar… İnsanı futboldan soğutan gelişmeler. Başka bir olumsuz gelişme de, futbolun lümpenlik kültürüne her geçen gün daha da büyük katkı sağlaması. Delikanlılık, mertlik gibi her kesime hitap etmesi gereken alt değerleri bile yere, kenara koymuş, ağızlarına küfür, yüreklerine sevgisizlik doldurmuş milyonlarca insan nefretlerini, tüm kötücül duygularını futbolun pek müsait ortamında rahat rahat besliyorlar. Biraz dolaşın internetin futbol forum sayfalarını, kuburu bile pisletecek ne kadar çok yaratık bulunduğunu görürsünüz. O güruhla aynı zevkleri paylaşıyoruz ne yazık ki, aynı takımları tutuyoruz. Çarşı gibi bir efsaneyi bile yedi bitirdi lümpenlik. Televizyonlardaki spor yorumcularının önemli bir bölümü de aynı kültürden geliyor ve o yüzden tutuluyorlar. O kadar çok “geyik muhabbeti” yapılıyor ki ekranlarda, ister istemez bolca teknik hatalar da sergileniyor. Mikrofonun kapalı olduğunu sanıp gerçek konuşma adaplarının sansürsüz yansıtılması gibi. Biz futbol yorumcularının beyni sulanmışını, hantalını, aynı zamanda ahlakın kenarından köşesinden geçmemişini severiz! Yorumculara geçtik, birazcık daha onlardan devam edelim. Medyada taraftar sayısıyla asla açıklanamaz bir Fenerbahçeli müdür, yazar, yorumcu baskınlığı görülüyor. Galatasaylıların oranı taraftar sayısıyla uyum içinde. Beşiktaşlılar yüzde on barajının altında kalıyor. Veya şöyle diyebiliriz. Galatasaray’a yüzde otuzluk bir kontenjan ayrılmış, geri kalanı Fenerbahçe camiasınca belirleniyor, yani hangi Beşiktaşlı yazar öne çıkarılacak, onu bile Fenerbahçeliler saptıyor. İroni yaptığımı, abarttığımı düşünmeyin, gerçek aynen böyle. Futbolseverlerin yüzde doksanı ise muhakkak üç büyüklerden birinin taraftarı. Böyle bir garabet dünyanın başka bir ülkesinde yoktur. Garabet mi güzellik mi? 1980 öncesinde belki güzellik yanı ağır basıyordu, ama darbeden sonra iyice değişen ahlak yapımızla, toplumsal değersizliklerimizle üç büyükçülük tam bir yozlaşmaya dönüştü. Beşiktaş da 368 Kitlelerin afyonu yavaş yavaş büyüklerin içinden siliniyor. Silinmeyi çokça hak ettiğini bir Beşiktaşlı olarak sakınmasızca söyleyebilirim. Bizim kulüpte bu denli kendini küçük düşüren bir yönetim anlayışı tarihi boyunca görülmemişti. Geriye iki takım kalıyor. Fener ve Cimbom. Aslında ikili rekabete ne gerek, birleşseler ve Türkiye halkı tek yürek tek nefes tek takımı tutsa. Bütün galibiyet sevinçleri bu büyük çoğunluğun dışında kalan küçük azınlık karşısında, onlardan yakalananlar meydanlarda kurşuna dizilerek kutlansa! Hep sormuşumdur Fenerbahçelilere, Galatasaraylılara, on milyonlarcasınız, nasıl bir keyif vermektedir bu kadar kalabalık yığınların tuttuğu bir takımı tutmak. Nasıl bir özgünlüktür bu, yoksa kendini denizde damla gibi hissetmenin, özgünsüzlüğün zevki mi? Yoksa tam tersi, kendini yirmi milyonluk bir dev gibi görmenin, ayaklarının altında kendinden olmayanları ezmenin hazzı mı? Anadolu şehirlerinden birinden olup kent takımını tutmanın da toplumbilimde bir özgünlüğü bulunmuyor. Lakin devamlı kaybeden zayıf bir takımı inatla tutmayı sürdürmenin hem şerefi, hem de bilimsel anlamda incelenmeye değer bir yanı var. Başka ülkelerde böyle bir haslet gösteren (yoksa bir tür mazoşizm mi?) çok sayıda insan bulmak mümkün. Türkiye’de öyleleri parmakla gösterilecek kadar az. Bizde emek vermeden, sıkıntıya girmeden kolay başarılar arzulanıyor. Saygı duyulacak bir karakter özelliği diyemeyiz buna. BAŞARILI FUTBOLCU KİŞİLİĞİ Yine futbolcuya dönelim. Teknik adamlara da şöyle bir değinelim. Yüklemleme diye bir şey duydunuz mu? Bu kavram psikolojide bir kişinin başarısının veya başarısızlığının başka deyişle sonucun hangi etmenlere bağlı olarak gerçekleştiğinin o kişi tarafından yorumlanmasıdır. Nasıl bir yüklemleme alışkanlığınız olduğu ve bu yüklemlemenin ne gibi sonuçlara yol açtığı sporda önemlidir. Bizim aklı keskin yorumcularımız tıpkı sıradan taraftarlar gibi isterler ki, yenilmiş bir takımın başarısız oyuncusu mikrofon kendine uzatılınca şunu itiraf etsin: “Aslında kazmanın tekiyim. Bu takımda ne işim var. Çıktım, ama hiçbir şey beceremedim. Beni bu takıma koyan hocanın ….” Teknik direktörden de şöyle bir dürüstlük umarlar: “Takımı ben kurdum, ama size bir şey söyleyeyim mi, bu kadro beş para etmez. Bir taktik tutturmaya çalıştım, onu da beceremedim. Gerçeği bilmek istiyor musun dostum, ben bu işten hiç anlamıyorum…” Gerçi oyuncularını suçlayan antrenörlere sık rastlanır, ama kendileriyle ilgili itirafları hiçbir zaman Kaan Arslanoğlu 369 onlardan duyamazsınız. Zaten duymamanız gerekir, çünkü bu, o sporcunun, o spor adamının bitişi anlamına gelir. Yüklemlemede püf noktası hiçbir sporcunun kendi yeteneksizliğine, kendi temel niteliklerine toz kondurmamasıdır. Öyle düşünmeleri doğrudur. Yüklemleme alışkanlıklarına göre sporcuları ikiye ayırabiliriz. İç denetim odaklı yüklemleme yapan tipler, başarı veya başarısızlıktan ağırlıklı olarak kendini sorumlu tutar. Dış denetim odaklı sporcu ise genelde başarıyı ya da başarısızlığı dış etkenlere bağlı olarak düşünür. Yenildiği zaman saha şartlarını veya hakemi suçlayan futbolcu dış denetim odaklı bir yüklemleme yapıyor demektir. Bu tutum pek makbul sayılmaz. Ancak yenilgiden kendi yeteneksizliğini sorumlu tutan sporcunun yaptığından çok daha iyidir, çünkü öylesi tam bir yıkım anlamına gelir. En iyisi iç denetim odaklı olmak ve kendine güvenini, yeteneklerine olan inancını kaybetmeden başarısızlıktan kendini sorumlu tutmaktır. Başka deyişle yenilgiden sonra şöyle konuşan bir futbolcu veya teknik adam doğrusunu yapıyor demektir: “Biz rakipten kötü değiliz, hatta artılarımız daha çok. Ama yeteri kadar yoğunlaşamadık maça. Hazırlanamadık. Şimdi daha çok çalışıp, daha çok yoğunlaşıp kaybımızı telafi edeceğiz…” Birçok yorumcuya göre böyle bir yaklaşım samimiyetsizliktir, oysa sporcu samimi bir şekilde aynen böyle düşünüyorsa ilerde başarı şansı bulunur, yoksa bulunmaz. “Futbolun Psikiyatrisi” adlı bir kitap yazdım, birçok insan kitabın sadece futbolla, sporla ilişkili olduğunu sandı ve yalnızca bu alanlara ilgi duyanlar okudu. Oysa sporcu başarısının veya başarısızlığının, sporcu ruh halinin, sporcu kişiliğinin incelenmesi spor dışındaki tüm alanlarla ilgili önemli ipuçları verir. Hayatın tüm alanlarında benzer bir mücadele yaşanmaktadır çünkü. Sporda başarının, sporda ilerlemenin ruhsal yolarını öğrenmek, iş ortamında, ailede, sosyal yaşamda başarı ve ilerlemenin yollarını öğrenmektir aynı zamanda. Örneğin başarılı sporcunun kişiliği nasıl bir kişiliktir? Her şeyden önce büyük sporcular motivasyonlarını hiçbir zaman kaybetmeyen insanlardır. Kişiler motivasyon yönelimlerine göre ikiye ayrılırlar. Görev yönelimliler, benlik yönelimliler. Görev yönelimliler öncelikle yaptıkları işten zevk alırlar, en iyisini yapma isteği dış koşullar bunu desteklese de desteklemese de baskın ve güçlü bir istektir. Benlik yönelimliler ise ancak takdir edildikleri zaman, sevildikleri, desteklendikleri zaman güdülenirler. Futbolcu için dış destek demek hakkında iyi yorumlar duymak, ün ve para kazanmaktır. Büyük sporcularda büyük bir genellikle birinci tür motivasyon bulunur. Onlar 370 Kitlelerin afyonu pohpohlanmadıklarında da azimle çalışmayı sürdürürler. Evet, söyledik, büyük sporcular iradeli, çalışkan insanlardır. Çalışma olmadan, irade olmadan en büyük yetenekler bile kısa zamanda ötekiler arasında silinir gider. Büyük sporcular heyecanlarını, duygularını iyi denetim altında bulundururlar. Büyük bir genellikle iddiacı yapıdadırlar, mücadelecidirler, hatta belli ölçüler içinde saldırgan... Ama bu saldırganlıklarını iyi denetlerler, sözlü veya fiili saldırılara başvurmak yerine o duyguyu mücadele azmini artırmakta kullanırlar. Hem antrenman sırasında, hem de maçta. Sergen Yalçın’ı ele alalım misal. Konunun hem olumlu hem olumsuz örneğidir aynı anda. Biraz ilgisiz bir kişilik taşımasa, özel yaşamına, dinlenmesine, yediğine içtiğine dikkat etse dünyanın parmakla gösterilen futbolcularından biri olurdu, Türkiye’nin büyük yıldızı olarak kaldı. Ama bunu büsbütün yatarak mı sağladı? Yaptığı antrenmanları tribünde onu eleştirenlerin yüzde doksan dokuzu göze bile alamaz. Sporculuk çok ağır bir iştir. Tüm sakin görünümüne karşın Sergen Yalçın’ın maçlardaki hırsı pek çok maçı koparıp almıştır. Sergen saldırganlığını topa yöneltmeyi bilen futbolculardan biridir. Her neyse Sergen Yalçın belki güzel bir örnek olmadı, ama bir noktayı daha belirterek konuyu kapatabiliriz. Başarılı sporcu hata yaptığı zaman oyundan düşmez, ne kendinin ayıplamasından, ne tribünün ıslığından etkilenir. Üst üste hata yapsa da karşılaşma boyunca birçok telafisi imkânı çıkabileceği bilinciyle hareket eder ve karşılaşma bitene dek yoğunlaşmasını, kendine güvenini korur. Hayat ve hayattaki her sınav bir çeşit karşılaşmadır aslında ve hepimizin böyle yapması gerekir. HAYRANLIK UYANDIRAN GEREKSİZLİKLER Padişahın huzuruna büyük hüner sahibi olduğu söylenen birini çıkarmışlar. Adam yere bir dikiş iğnesi saplamış, on bir adım uzaklaşmış, elindeki ipliği fırlatmış, iğnenin deliğinden geçirmiş. Padişah buyurmuş: Şuna kırk altın verin hemen ve kırk sopa vurun. Altınlar bu müthiş ustalık için, sopalar da ustalığını böyle lüzumsuz bir işte geliştirdiği için. Futbol da böyle bir şey aslında. Asla küçümsemiyorum, insanın bazı eğlencelere, rekabetli seyirlere de ihtiyacı var. Ama itiraf da etmeliyiz, bazen düşündüğümüzde (ne kadar seyrek başvurduğumuz bir şey şu düşünme işi) futbol büyük bir gereksizlik duygusu veriyor. Adamlar kırk altın değil dudak uçuklatan paralar kazanıyorlar. Televizyonlarda o abuk sabuk yorumları yapan şahsiyetler bile o kadar çok kazanıyor ki insanın aklı şaşıyor. Onca açlık, onca yoksulluk içinde Kaan Arslanoğlu 371 ve dünyanın hızla küresel felakete gittiği gerçeği ortada dururken. Evet, futbol kitlelerin afyonu. Keyif verdiğini, insanı geçici olarak hoşnut ettiğini kimse inkar etmiyor. Ama asıl gerçeği değiştirmek şöyle dursun problemler üstüne kafa yormamızı da engelliyor. Keyif verirken uğrattığı zararlar cabası. Futbol gerçeğini yadsıyalım ve veya ondan uzaklaşalım demiyorum. Ama en azından bu haliyle onun ağır bir alkollü içki, bir afyon, hatta eroin işlevi gördüğünü kabul edelim. Bunu yinelemekten, zaman zaman tartışmaktan kaçınmayalım. Bugün çoğu entelektüel futbola kendilerini fena kaptırmış görünüyorlar. Ama futbol içi çirkinlikleri bile pek azı gündeme getiriyor. İnsan böyle zayıf bir yaratık. Entelektüel bir yeteneği, birikimi varsa, adalet duygusu, bilimsel düşünme alışkanlığı varsa onu bile idareli harcıyor, tek bir alana hapsediyor, gelişmiş bilincini (Hüsnü kuruntum mu yoksa?) o alan dışında kullanmaktan kaçınıyor. Başka bir sorunsa futbolda tutuculuk. Futbolun tekdüzeliği açıkçası birçok insanı sıkmaya başladı. Tüm başka spor dallarında kurallar radikal ölçülerde değiştiriliyor, futbolda neden değiştirilmiyor? Örneğin ofsayt kuralı. Bir insan olarak hakem gözünün ofsayt durumlarının hızla değişen ince ayrımlarını saptayamayacağı bilimsel olarak defalarca kanıtlandı. Hakemlere çok fazla yorum hakkı veriliyor ve artık tuvaletlerde bile kullanılan ileri teknoloji olanaklarından, milyar dolarlarla oynanan futbol sektöründe yararlanılmıyor. Kesin durum saptamalarının hakemlerin kaypak yorum hakkını sınırlamasından korkuluyor. Bir nedeni, hakemler üstünden büyük sermaye güçlerinin futbolu daha sıkı denetlemesini sağlamak. Ama sanırım tek neden bu değil. Tam tersine bazen de güçlü takımın galibiyetinin kolaylaşmamasına çalışılıyor. Örneğin hücum eden takımı kollayıcı önlemler almıyor oyun kuralları, futbolu çirkinleştiren zayıf takımı kollayıcı yönde işliyor. Belki de futbolu yönetenler futbolun sürprizli özelliğinin kaybolmasını istemiyorlar. Ama o da oyun içi hakkaniyet duygusunu zedelemekle kalmıyor, seyir zevkini azaltıyor. Kadın erkek karışık futbol hala uçuk sayılan bir ütopyam örneğin. Neden hiç destek bulmuyor? Belki tepede futbolu yönetenler tüm kural ve düzen değişikliklerinin getireceklerinin götüreceklerinin hesabını yapmışlardır. Ama yöneten kafaların her zaman en iyisini düşündükleri de safça bir yanılsama. Futbol gerçek hayatın dar bir alanda tekrarı, onun bir kopyası mı? Hem evet, hem hayır diyebiliriz. Yaşamda ne güzellik varsa futbolda yoğunlaştırılmış biçimde var. Mücadele, takım ruhu, yenginin sarhoşluğu, yenilgiyi kabullenmenin büyüklüğü, estetik, sağlık, düzen, kural bilinci, 372 Kitlelerin afyonu uygarlık, hoşgörü, sevgi, sevecenlik vs. vs. Yaşamda ne kötülük varsa futbolda da var. Acımasızlık, başkasının üzüntüsünden zevk alma, haksızlık, adaletsizlik, şanssızlık, düşmanlık, hatta cinayet. Özellikle bizimki gibi ülkelerde kirlilik, şike, hakem oyunları saklanamaz boyutta. Fakat futboldaki adaletsizliğin yaşamdaki düzeyde bulunduğunu söylersek hem haksızlık yapmış, hem de gerçeğe saygısız yaklaşmış oluruz. Sporda her türlü kirlilik mevcut, saha dışı oyunlar, bin bir türlü çirkinlik… Ne ki yine de kurallar içinde. Sporun çalışan ve yetenekli sporcuyu her zaman değil, ama çoğunlukla taçlandırma gibi bir özelliği yitirilmemiş hiç değilse. İnanın sporun bu eksik adaleti ne sanatta, edebiyatta, ne bilimde, ne de tabii ki siyasette geçerli. Futbola da tüm olumsuzlukları ve olumluluklarıyla hakkaniyetli yaklaşmalı. İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 26 Kış-Bahar 2008, s. 373-396 Forum Türkiye’de futbolun kurumsallaşması Sebahattin Devecioğlu 1 Milattan önce ayakla ve/veya topla oynanan oyunlar için belgelendirilebilen çeşitli efsane, mit ve rivayetler arasında, bugünkü futbol kökeni olarak Eski Yunan’da “Episkyros, eski Roma’da Harpastum ve Pila paganika ya da eski Çin’de Tsuh-küh gibi oyunlar gösterilmekte, Türk boylarının da bu oyunlarda maharetli olduğu zikredilmekte, Kaşgarlı Mahmud’un XI. Yüzyıla ait Divanü Lûgat-it Türk adlı eserinde Tepük, Çögen, Top yuvarlaşmak gibi oyun ve oyun kavramlarından bahsedilmektedir (Yıldıran,1997:54- 62 ). Ortaçağ'da Romalı askerler ve Fransızlar tarafından oynanan Le Souie olarak adlandırılan bir oyunun da bugünkü futbolla büyük benzerlikleri bulunmaktadır (T.F.F, 1992: 7-18). İngiltere’de de bilinip, XII. yüzyıldan beri oynanan futbol, Kral II. Edward tarafından 1314 yılında tamamen yasaklanıp, unutulan bu oyunu XVII’nci yüzyılda, Kral II. Charles ile beraberindekiler ‘Giuocco del Calcio’ adıyla İtalya’da görmüş ve Britanya adalarında da oynatmak ve yaymak için özel bir çaba harcamışlardır(T.F.F, 1992: 7-18). Tarihsel süreç içerisinde oldukça önemli aşamalar kaydeden futbol, tüm dünyada güncelliğini koruduğu gibi gündem de tayin edebilmektedir. Küreselleşmiş yapısı itibariyle siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik gelişmeleri etkileyip yönlendirebilen futbol, Türk spor örgütlenmesinin başlangıcından itibaren birçok yapısal değişime öncülük etmesi bakımından da Türkiye’de futbol önemli bir yere sahiptir. bilimsel araştırmalara konu olmaktadır. 1 Yrd.Doç.Dr., Fırat Üniversitesi, Beden Eğitimi ve Spor Yüksek Okulu e-posta: sdevecioglu@firat.edu.tr 374 Futbolun kurumsallaşması Bu çalışma; futbolun Türkiye’deki kurumlaşma sürecine ışık tutması amacıyla planlanmış olup, konuyla ilgili birincil ve ikincil kaynaklar “dokümantasyon metodu” kullanılarak incelenmiş; gelişim aşamaları, dönemleri ve yapısal özellikleri, tarihi araştırmalarda kullanılan “retrospektif yöntem” ile değerlendirilmiştir. FUTBOLUN KURUMLAŞMASI İngiltere’de XVII. yüzyılda gerek halk, gerekse soylular arasında ilgi gören futbol, Britanya adalarında hızla yayılırken, XIX. yüzyıla kadar çeşitli olgunlaşma aşamalarından geçerek bugünkü halini almıştır. Örneğin: İngiltere'de 1848 yılına kadar uygulanan değişik futbol kurallarını standart futbol oynanmasını sağlamak amacıyla “Cambridge Kuralları” adı altında birleştirilmesi, Cambridge Üniversitesi öğrencileri arasında yapılan maç, 1857 yılında İngiltere'de resmi ilk futbol örgütü “Sheffield Club” ün açılması, modern futbolun doğuş tarihi olarak kabul edilen 26 Ekim 1863 tarihinde futbolun İngiltere'de uyandırdığı büyük ilgi karşısında 11 kulüp temsilcisinin Londra'da toplanarak futbol dünyasının ilk federasyonu olan “İngiltere Futbol Birliği”ni kurmaları, 1879 yılında para ve parlak iş teklifleriyle futbolcu getirtilmesiyle profesyonellik yolunda ilk adımın atılması ile 1885 yılında bunun resmileştirilmesi, İngiliz kurallarıyla uygulanan futbolun 1889 yılından itibaren Danimarka ve Hollanda'da futbol federasyonları kurulması karşısında 1893 yılında Amerika kıtasında ilk futbol federasyonunun Arjantin'de kurulması, İngiltere’nin şampiyon olduğu 1908 Londra Olimpiyat Oyunlarına futbolun dahil edilmesi, spor tarihinin gelişim aşamaları olarak ifade edilebilir. Dünya futbolunun üst yönetimi olan, “Federation Internationale de Football Association” (F.İ.F.A.), 21 Mayıs 1904 yılında ulusal federasyon kuruluşlarını gerçekleştiren Avrupa ülkelerinden Fransa, Belçika, Danimarka, Hollanda, İsveç ve İsviçre’nin katılımıyla, o güne kadar sadece Britanya adalarında düzenlenen İngiltere, K. İrlanda, Galler ve İskoçya’nın katıldığı uluslararası futbol turnuvasını genişleterek bir dünya turnuvası haline getirmek için Paris’te kurulmuştur (Tercüman Gazetesi,1981: 65-67). F.İ.F.A. hareketinin öncülüğünü, organizasyonun bir süre başkanlığını yapan Fransız futbolcu Rober Guerin ve Hollandalı Hirchman yapmıştır. Kurulduğunda F.I.F.A.da yer almayan Britanya Futbol Federasyonları 1906 yılında bu birliğe katılmışlardır (Durmuş, 1999: 83-84 ). Sebahattin Devecioğlu 375 Dünya Futbolunun yöneticiler kuruluşu olan F.I.F.A. Futbolda kuralların uygulanması, değiştirilmesi, uluslararası maçların ve turnuvaların düzenlenmesi konusunda en yetkili organ olan FIFA’nın merkezi Zürich’te olup, 2002 yılı itibariyle 202 üyesi bulunmakta ve kendisine bağlı 6 konfederasyondan teşekkül etmektedir (Orta, 2000 : 227-239). F.I.F.A. üyesi olarak faaliyetlerini sürdüren bazı Avrupa ülkelerinin Futbol Federasyonlarında görev yapan kişilerden bir kısmı, 1950'li yıllarda, Avrupa Futbol Birliğini (U.E.F.A) kurmayı düşünmüşlerdir. Düşünceyi ortaya atan kişilerin başında, İtalya Futbol Federasyonu eski genel sekreteri ve başkanı Ottorino Barassi ile Fransa Futbol Federasyonu genel sekreteri Henry Delaunay ve Belçika Futbol Federasyonu başkanı Jose Crahay gelmektedir. Bu kişiler daha sonra İngiltere Futbol Federasyonu başkanı Ernst Thommen, genel sekreteri Sir Stanley Rous ve Alman Futbol Federasyonu başkanı Dr. Peco Bauvvens'in de desteğini sağlayarak, U.E.F.A.'nın kuruluşu ile ilgili olarak ilk toplantı Zürich'te, aynı yıl ikincisi Helsinki'de, üçüncüsü 1953 yılında Paris'te yapılmıştır. Bu toplantılar sonunda, Güney Amerika ülkelerinin konfederasyon halinde birleşmeleri örnek alınarak en kısa zamanda U.E.F.A.'nın resmen kurulması için diğer Avrupa ülkeleri ile temasa geçmişlerdir. Merkezi İsviçre'nin Bern şehrinde olan U.E.F.A.’nın ilk kongresi 2 Mart 1955 tarihinde 29 üye ülkenin katılımıyla Viyana'da yapılmıştır. Yönetim kurulu Danimarkalı Ebbe Schwartz başkanlığında belirlenmiştir (Tercüman Gazetesi,1981: 65-67). Türkiye de; Cumhuriyet döneminde kurulan Türkiye Futbol Federasyonu (T.F.F.)’nin tarihi gelişimi içerisinde, hukuki ve idari yapılanması incelenecek olursa, federasyonun oluşumunda dünyanın her yerinde olduğu gibi sporun çekirdek teşkilatı olan spor kulüplerinin önemli bir rol oynadığı görülmektedir ( Fişek, 1985: 52 ). Türk sporunun teşkilatlanma biçimi de birçok Avrupa ülkesinde olduğu gibi futbol kulüplerinin birlikler kurmalarıyla başlamıştır. Türk futbolunun kurumlaşmasına yön veren önemli olay ve dönemleri kronolojik sıraya tabi tutmak mümkündür. Bunları; Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı (T.İ.C.İ) Öncesi Dönem, T.İ.C.İ. Dönemi, Türk Spor Kurumu (T.S.K.) Dönemi, 3530 Sayılı Yasa, 3289 Sayılı Yasa Dönemleri ve Özerk Türkiye Futbol Federasyonu dönemleri olarak sınıflandırabiliriz. 376 Futbolun kurumsallaşması TÜRKİYE İDMAN CEMİYETİ İTTİFAKI (T.İ.C.İ.) ÖNCESİ (1903-1922) Futbol Kulüpleri Birlikleri (1903-1920) Ticaret amacıyla İzmir ve İstanbul'a yerleşen İngiliz askerleri XIX. yüzyılın sonlarında Osmanlı Türk coğrafyasında modern sporların tanınıp yayılmasında önemli rol oynamışlardır. İlk modern spor merakını yayanlar “Kandilli Kriket Kulübü”nü tesis etmiş olan bankacı “Ftansos” ailesidir. Osmanlı Devleti'nin son devrinde ilk modern futbol 1895'de İzmir’in Bornova semtinde ticaretle uğraşan İngiliz gençleri tarafından oynanmıştır. La Fontaine Giraud, Whittall, Charnand, aileleri ilk futbol oynayanlardır. Aynı kişiler Bornova'da olan “Football and Rugby Club” adı altında bir de spor kulübü kurmuşlardır.1899 yılında çoğunluğu Galatasaraylı gençlerden oluşan futbol kulübü “Siyah Çoraplılar” ismiyle kurulmuştur. Kırmızı, Beyaz forma seçen kulüp devlet yönetiminin katı tutumu nedeniyle bir varlık gösteremeden dağılmıştır. 1900 yılında İzmir'de Rumlar “Panaonios” ve “Apollon”, Ermeniler de, “Dork” Kulübünü kurmuşlardır (Somali,1989:48). İstanbul'da 1900 yılında İngilizler tarafından İngiliz elçilik mensuplarına tahsis edilen Imogene asıllı bir yatın mürettebatından kurulu bir takım olan “İmogene”, Rumlar tarafından da “Elpis” kulüpleri kurulmuştur. Daha sonra 1901 yılında “Kadıköy Futbol Kulübü” adıyla Fuat Hüsnü Bey’in önderliğinde kurulan kulübün yaşamı iki ay sürmüştür. Bir yıl sonra aynı ad altında İngiliz ve Rumların kurdukları kulübün çalışmalarına ise izin verilmiştir. Böylece ilk Türk spor örgütü olan “Beşiktaş Basiret Osmanlı Jimnastik Kulübü”nün 1903 yılında doğmasına imkân vermiştir. 1903 yılında Beşiktaş futbol kulübünün kurulmasından sonra aynı yıl İngiliz Kadıköy kulübünden ayrılan bazı İngilizler “Moda Futbol Kulübü”nü hayata geçirmişlerdir. 1905 yılında “Galatasaray” 1907 “Fenerbahçe” Spor kulüpleri kurulmuş, 1908 yılında ülkede meşrutiyetin ilanıyla gelen özgürlük spor alanında da kendini göstermiştir. Bu dönemlerde, gayri resmi olarak faaliyetlerini sürdüren futbol kulüpleri, Meşrutiyet'in ilanı sonunda, “Cemiyetler Kanununun” “Kanûn-ı mahsusuna tebaiyet şartı ile Osmanlılar hakk-ı içtimaa mâliktir. Devlet-i Osmaniyenin temamiyet-i mülkiyesini ihlâl ve şekl-i meşrutiyet ve hükûmeti tağyir ve Kanûn-ı Esâsî ahkâmı hilâfında hareket ve anâsır-ı Osmaniyeyi siyaseten tefrik etmek maksatlarından birine hâdim veya ahlâk ve âdâb-ı umûmiyeye mugayir cemiyetler teşkili memnu’ olduğu gibi alel ıtlat hafî cemiyetler teşkili de memnu’dur”, “Spor kulüplerine Sebahattin Devecioğlu 377 "önceden izin gerektirmeyen özel hukuk, tüzel kişiliği" kazandırmıştır. Cemiyetler Kanunu ile dernek kurulmasına izin verilmesi Beşiktaş, Galatasaray ve Fenerbahçe gibi eski kulüplerin resmen tesciline yol açmıştır. Ayrıca yeni bir çok kulüp de bu kanun hükümlerine göre resmen kurulup tescil edilmiştir. Kanunun çıkmasıyla ilk ruhsat alan Beşiktaş kulübü olmuştur. Bununla beraber hemen aynı aylarda onayını yaptıranlar arasında Altınordu, Galatasaray, Fenerbahçe, Süleymaniye, Vefa, Beykoz, Nişantaşı, Türkgücü, Anadoluhisarı gibi Türk kulüplerinin adı geçmektedir. İlk futbol maçını aileler kendi aralarında iki takım oluşturarak yapmışlardır” (7 Zilhicce Tarihli Kanûn-ı Esâsî’nin Bazı Mevadd-ı Muaddelesine Dair Kanun, 1909: Madde 120, Fişek, 52 : 1985), çıkmasıyla tüzel kişiliğe kavuşmuşlardır (Somali, 1989:49 ). 1910 yılını takip eden senelerde başta İstanbul olmak üzere Anadolu'nun çeşitli kentlerinde Türk sporu, kulüpler bazında belli bir örgüt düzeni içine girmiştir. Hem spor faaliyeti hem de ileride Türk ocaklarının çekirdeğini oluşturmak ve milli mücadeleye çok sayıda vatanperver sağlamak amacıyla “Türk Gücü” spor kulübü kurulmuştur. 14 Mart 1913'de kurulan Türk Gücü Spor Kulübünün özelliği hem kurucusunun, hem de sporcularının Türk olmasıydı. Beşiktaş, Galatasaray, Fenerbahçe, Vefa, Moda spor gibi kuruluşlarını İttihatçılara kabul ettiren kulüplerin kurucuları Türk olmakla birlikte çoğunun sporcuları azınlıklardan oluşmaktaydı. İstanbul, İzmir ve Selanik'te kurulan kulüpleri, Cumhuriyet'in kuruluşuna kadar 1914 yılında “Altay İdman Yurdu”, 1917 yılında “Eyüp”, 1921 yılında “Kasımpaşa”, aynı yılda “Topkapı”, 1923 yılında “Şişli” ve İzmir “Altınordu”, Ankara “Gençlerbirliği” kulüpleri izlemiştir (Özmaden, 24:1999 ) . Yabancılarla birlikte XIX. Yüzyılın başlarında başlayan kulüpleşme hareketleri sonucu, ikili olarak yapılan futbol maçları, futbola gönül verenleri tatmin etmemeye başlamış ve bir teşkilatlanmaya ihtiyaç duyulması nedeniyle, İstanbul’da kurulmuş olan Moda ve Kadıköy kulüpleri adına, James La Fontaine ve Henry Pears, Elpis kulübü adına Aleko ve İmojen elçilik gemisi takımı adına, Horace Armitage bir araya gelerek, İngiltere'de tatbik edilmekte olan futbol kaideleri ve lig statülerini getirterek bir yönetmelik hazırlamışlar ve 17-Mayıs-1903 tarihinde “İstanbul Futbol Birliği”ni (İ.F.B) kurmuşlardır. Kulüplerin, kendi aralarında bir araya gelerek imzaladıkları bu sözleşme ile kurulan birliğin taşra örgütü olmaması yanında, yasal olarak da bir dayanağı yoktu, birlik 1910 yılında dağılmıştır. İ.F.B.'nin dağılmasından hemen sonra, 1908 tarih 1680 sayılı Cemiyetler Kanununa 378 Futbolun kurumsallaşması göre tescillerini yaptırarak, hukuki statüye kavuşan birçok kulüp faaliyetlerini sürdürerek, organizasyonlarını düzenleyebilecek bir üst kuruluşa ihtiyaç duymuşlardır. Galatasaray, Kadıköy, Fenerbahçe, Progres ve Stugglers kulüpleri bir araya gelerek, 1910 yılında “İstanbul Futbol Kulüpleri Ligi” ni (İ.F.K.L.) kurmuşlardır (Sümer, 1990: 20-27). İ.F.K.L. dışında kalan Anadolu Spor, İstanbul Jimnastik Kulübü, Dar’ülfünun Terbiye-i Bedeniyye Kulübü, Şehremini Mümaresat-ı Bedeniyye Kulübü, Sanayi Mektebi Futbol Kulübü ve Fenerbahçe Spor Kulübü bir araya gelerek “Cuma Ligi”ni kurmuşlardır. “Cuma Birliği” teşkilatının kurulması ve “Türk Fan Birliği”, 1915-1916 futbol sezonunda, “Yeni Pazar Ligi” 1920 yılında teşkil edilmiştir. Cuma Birliği lig çalışmalarına devam ederken, Cuma Birliğine karşı, Altınörs, Beşiktaş, Beylerbeyi, Darüşşafaka, Haliç, Fener, Hilal, Kumkapı, Türk Gücü ve Üsküdar, Vefa kulüpleri bir araya gelerek 1919 yılında “Türk İdman Birliği”ni kurmuşlardır. II. Meşrutiyetle birlikte faaliyetlerine son veren etnik kökenli kulüpler, 1920 yılında faaliyete geçen Rum Elpis, Strugglers, Pera, Ermeni Birlik, Ermeni Dork, Musevi Experance, Musevi Maccabi, İtalyan Stello ile Türk İdman Birliğinden ayrılan Beşiktaş, Üsküdar kulüpleri birlikte 1920'de yeni bir “Pazar Ligi” teşkil etmişlerdir (Tayga, 1990:124.162). İdman İttifakı Heyet-i Muvakkatesi (1920-1922) Her geçen gün artan futbol kulübü sayısı ve aynı anda birden fazla lig bulunması sebebiyle çıkan karışıklıklar bu liglerin birleşmesine rağmen giderememiştir. Bu sebeple kulüpler bir araya gelerek aralarında yeni bir birlik oluşturmanın yollarını aramışlardır. 26 Haziran 1920 tarihinde, demokratik spor örgütlenmesi alanında uzun yıllar etkisini sürdürecek olan “Türkiye İdman Cemiyeti İttifakı”na (T.İ.C.İ) kök olacak geçici bir örgüt olarak ortaya “İdman İttifakı Heyet-i Muvakkatesi” çıkmıştır (Sümer, 1990: 20-105). Altınordu, Beylerbeyi, Darüşşafaka, Anadolu, Bakırköy, Fenerbahçe, Hilal İdmanyurdu, Nişantaşı, Süleymaniye, Türkgücü, Vefa ve Galatasaray spor kulüpleri bu birliğin özünü oluşturmuşlardır (Terekli, 1999: 30). Diğer bütün lig ve birlikler gibi “İdman İttifakı Heyet-i Muvakkatesi” de 22 Mayıs 1922'de, Türkiye'nin ilk ulusal spor kuruluşu olan T.İ.C.İ’nin kurulmasıyla noktalanmıştır(Özmaden, 25:1999 ). Böylece, tüzel kişiliğe kavuşan ve resmileşen spor kulüpleri bir araya gelerek, hem futbol hem de diğer spor branşlarının federasyonlarını kapsayan ilk üst örgütü meydana getirmişlerdir. Sebahattin Devecioğlu 379 Türkiye İdman Cemiyeti İttifakı (T.İ.C.İ.) Dönemi (1922–1936) Türkiye'de sporun, dolayısıyla futbolun istenilen seviyede gelişerek örgütlenmesi, Cumhuriyetin ilanı sonrası dönemine rastlamaktadır. Türkiye’de sporun sevk ve idaresi, 1922 yılında 16 spor kulübünün birleşerek oluşturdukları bağımsız, özerk ve yerinden yönetim anlayışına sahip T.İ.C.İ. ile başlar(Morpa,1997:7). 1924 Anayasası’nda sporun yönetimine dair herhangi bir hüküm bulunmamasına rağmen 1922-36 yılları arası devlet, sporu T.İ.C.İ. vasıtasıyla sevk ve idare etmeye çalışmış, bu amaçla kamu yararı gözeten dernek statüsü edindiğini ve ülkeyi yurt dışında temsil etmeye yetkili tek spor örgütü olduğunu kabul etmiştir (Tayga, 1990: 162-164). Bu yıllarda, spor kulüplerinin sayıca artmaları ve çeşitli isimler altında futbol ligleri oluşturmaları, farklı spor dallarında faaliyet göstermeleri, büyük kargaşalıkları da beraberinde getirmiştir. Türk sporunun bu içinde bulunduğu kargaşadan bir an önce kurtarılması fikrinin ağırlık kazanması, günün spor adamlarının en büyük gayesi haline gelmişti (San,1981: 93). T.İ.C.İ’nin kurulmasıyla birçoğu futbol faaliyeti gösteren spor kulüpleri spor alanında kulüpler üstü ilk teşkilatlanmayı gerçekleştirmişlerdir. T.İ.C.İ. tüzüğü içinde yer alan “Federasyon Nizamnamesi”de; “Federasyonların kurulmaları ya da kaldırılmaları, Genel Merkezin teklifi ve Genel kongrenin kararına bağlıdır” (Sümer,1990: 13-25-126). İlk kurulan federasyonlar, atletizm, güreş ve futboldur (Aydın, 1989: 5457). Bu federasyonlar içinde yer alan futbol federasyonu, 31 Temmuz 1922 günü “Futbol Encümeni“ adıyla kurulan ve T.İ.C.İ.'nin 13 Nisan1923 tarihinde İstanbul'da yapmış olduğu olağanüstü toplantısı sonunda, ilk başkanlığına Yusuf Ziya Öniş Bey seçilerek “Futbol Heyet-i Müttehidesi“ olarak adını alan T.F.F, Dünya futbolunun resmi örgütü olan F.İ.F.A’ya üyelik için başvurmuş ve bu başvurusu T.İ.C.İ.'nin kuruluş yıllarında (Keten, 1993: 67). 21 Mayıs 1923 günü İsviçre'nin Cenevre kentinde yapılan genel kurul toplantısında kabul edilmiş, T.F.F. Futbolun Uluslararası örgütü olan F.İ.F.A.'nın 26. üyesi olmuştur (T.F.F, 1992: 3-11). T.İ.C.İ. VIII. Umumi Kongresinde üyeler, ittifak ile fesih kararı almış ve aynı toplantıda Türk Spor Kurumu (T.S.K.) kurularak, bu kurum tek parti teşkilatına bağlanmıştır (Atabeyoğlu, 1991: 29). 380 Futbolun kurumsallaşması Türk Spor Kurumu (T.S.K.) Dönemi (1936–1938) Gazi Eğitim Enstitüsünün, Beden Terbiyesini 1932 yılında Türkiye'ye gelerek kurmuş olan Alman Beden Eğitimi ve Spor profesörü, Dr.Karl Diem, Atatürk'ün isteği üzerine, tekrar gelerek, T.S.K.'nın kuruluş çalışmalarını yapmıştır.T.S.K.'nın kuruluş tüzüğünün birinci maddesine göre amacı “Türkiye'de sporun milli ve fenni esaslara göre yayılmasına ve yükselmesine çalışır, Türk sporculuğunu yurt içinde ve dışında temsil eder.” şeklinde yer almıştır. T.S.K.'nın merkez yapılanması belirli sporlarla ilgili organları olarak kurulan federasyonların görevleri, Ana Tüzüğün 18 ve 20. maddeleri, Vazife ve Salahiyet Nizamnamesinin 10. ve 15. maddelerine göre: …Alakadar olduğu sporun teknik işlerini görmek, gerekirse yardımcı komiteler kurarak hakem ve lisans işlerini yürütmek, ceza ve mükâfat vererek bölgeler arasında çıkan ihtilafları halletmek, uluslararası federasyonlarla münasebete girerek, yabancı temasları programlamak, takımları seçmek, bütçeleri tanzim etmek, yarışmalar için şartlar ve yarışma takvimini belirlemek ( Akdenk, 1980: 17), şeklinde tanımlanmaktadır. Türk sporu 1936-38 yılları arası, bir miktar merkeziyetçi anlayışın hakim olduğu, geçiş dönemi olarak kabul edilebilecek T.S.K. tarafından sevk ve idare edilmiştir (Ekenci, 1997: 72-80) Bu teşkilatlanma içerisinde faaliyetlerini sürdüren T.F.F. spor ve siyaset ilişkilerinin iç içe bulunduğu ilk örnek olma özelliği taşıması yanında, sporda kulüplerin federatif yönetiminden, Devlet yönetimine geçişinin “Ara Rejimi” olarak tanımlanmaktadır (Gençlik Spor, 2001:25). Bu dönemde futbol diğer federasyonlar gibi işlem görmüş ve futboldaki saha, tribün ve toplum olaylarının, iktidarda bulunan Cumhuriyet Halk Partisi (C.H.P.)’ye mal edilmesi ve partinin suçlanması nedeniyle, sporda devletçi bir yönetim şekli düşünülmeye başlanmıştır” (Sümer,1990: 13-25-126). Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü (BTGM) Dönemi (1938–1986) T.İ.C.İ. ve T.S.K. örneklerinden sonraki dönemde Sporu devlete yönettirmekten başka bir yolun olmadığı düşüncesi ile doğrudan hükümete bağlı bir spor teşkilatı kurmak amacıyla, 3530 sayılı Beden Terbiyesi Kanunu (B.T.K.) çıkarılarak kamu otoritesinden sorumlu, tüzel kişiliğe haiz, katma bütçeli Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü (B.T.G.M.) teşkilatı kurulmuştur. Merkeziyetçi idare anlayışının hakim olduğu bu teşkilat Türk sporunu 1986 yılına kadar sevk ve idare etmiştir (Bayansalduz, 2003: 51-59 ). Sebahattin Devecioğlu 381 Bu kanun çerçevesinde Futbol yönetimi ile ilgili bazı uygulamalar bulunmaktadır. Merkez Danışma Kurulunun 31–5–1939 tarihli toplantısında B.T.K.'nın 7. maddesi hükmüne istinaden futbol federasyonu başta olmak üzere atletizm, güreş, su sporları, bisiklet, atıcılık, dağcılık ve kış sporları, eskrim ve jimnastik ile spor oyunları federasyonları merkezi nitelik taşıyan B.T.G.M.’ye bağlanmıştır. Sözü edilen yasa çerçevesinde, futbolla ilgili taşradaki faaliyetleri yürütmek üzere, her vilayette ajanlıklar kurulmuş; her bölgenin amatör futbol faaliyetlerinin organizesi için “Lig Tertip Heyetleri” ve “Hakem Komiteleri” kurulmuştur ( R.G.,1938: 3961) . B.T.G.M. bünyesindeki federasyonların ana hedefi amatör spor faaliyetleri ile ilgili olmuş; bu nedenle etkinlikler hep amatörlük prensipleri dikkate alınmıştır. Ancak, 1930’lu yılların sonlarında Türk futbolunda başlayan gizli profesyonelliğin, amatör olarak faaliyetlerini sürdüren kulüpler üzerindeki baskısı üzerine, İstanbul 1. lig futbol kulüp (FB, GS, BJK, Beykoz, Vefa, İstanbul spor, Kasımpaşa, Emniyet.) temsilcileri futbol orgizasyonlarının profesyonel bir forma kavuşturulması talebiyle federasyona resmi başvuruda bulunmuşlardır (Morpa,1981: 65–67). Bu girişim sonrasında “Beden Terbiyesi Umum Müdürlüğü”nden Saim Seymener, Fenerbahçe Kulübü yöneticisi, Dr. Rüştü Dağlaroğlu ve Beşiktaş Jimnastik Kulübü yöneticisi Sadun Usoğlu;“Futbol Profesyonellik Talimatnamesi”ni hazırlamışlardır. Hazırlanan bu talimatnamenin B.T.G.M. Merkez Danışma Kurulunca 10 Eylül 1951 tarihinde kabul edilip 24 Eylül 1951 tarihinde yürürlüğe girmesiyle futbolda profesyonellik kabul edilmiş; T.F.F. ligleri 61 maddelik bu talimatname çerçevesinde düzenlenmiş ve 1958–1959 sezonunda Türkiye Profesyone Futbol Ligi oluşturulmuştur. “Profesyonel Futbol Yönetmeliği” nin hukuki statüye kavuşması 29.8.1962 Tarih, 1193 sayılı Resmi Gazetede yayınlanması ile gerçekleşmiştir (Aydın, 1989 : 54-57) Ancak, işlerin nasıl yürütüleceğine dair “Profesyonel Futbol Hizmetleri Yönetmeliği”nin, 11.Mayıs.1966 tarih, 12296 Sayılı Resmi Gazetede yayınlanarak uygulamaya sokulması sonrasında gerçek anlamda işlerlik kazana bilmiştir, Böylece, Türk sporunda ilk profesyonelleşme hareketinin, B.T.G.M. bünyesinde yer alan Futbol Federasyonu tarafından gerçekleştirildiği görülmektedir. Spor kulüplerinin profesyonel futbol faaliyetlerinde gerekli kanun, tüzük ve yönetmeliklerin zamanında çıkartılamaması, çıkartılan kanun tüzük ve yönetmeliklerin ise tam anlamıyla ihtiyaca cevap verememesi nedeniyle, büyük kitlelerin ilgi odağı olan futbol sporunda, politikacılar gerçekleştirebilmek amacıyla futbolun içine girmişler 382 Futbolun kurumsallaşması ve futbol sporunda birçok karışıklıkların doğmasına yol açmışlardır. Ulvi Yenal Beyin, 27.2.1978 tarihli Tercüman gazetesinde de yazdığı gibi “Türk futbolunda, profesyonel kulüp enflasyonu ortaya çıkmıştır.” Siyasilerin kadro düzenlemelerinden en çok etkilenen kurumlardan birisi olan T.F.F.,1976-1981 tarihleri arasında on kez federasyon başkanı değişikliğine maruz kalmıştır” (Sümer,1990: 13-25-126). Türkiye Futbol Federasyonunun U.E.F.A.'ya girişi bu döneme rastlamaktadır. 1954 yılında İsviçre'de yapılan F.İ.F.A. kongresi ve dünya kupası maçlarından hemen sonra, 22 Haziran 1954 günü Bern'de bazı Avrupa federasyonlarının temsilcileri bir araya gelerek bu birliği kurmuşlardır. O tarihte Hasan Polat başkanlığında yeni heyetini oluşturan T.F.F.’nu davete olumlu cevap vererek U.E.F.A.’ya kaydımızın yapılmasını istemiştir. Ancak henüz kuruluş halindeki kıta federasyonlarının bünyesinde tescilini yapma yetkisine sahip bulunan F.İ.F.A, 1954 yılında U.E.F.A.'nın kuruluşundan kısa bir süre önce, yapılan kongresinde F.İ.F.A.'nın Asya Grubu'na ait bir icra komitesi üyeliği için Ulvi Yenal'ın adaylığını koyduğunu ileri sürerek, Türkiye'nin Asya Konfederasyonu içinde olduğu görüşüyle itirazda bulunmuştur. Bu engellemeye karşın T.F.F., U.E.F.A.'ya üye olabilmek için çalışmalarını ısrarlı bir şekilde sürdürmüş ve 1955 yılında Viyana'da yapılan ilk genel kurul toplantısında Futbol Federasyonumuzun temsilcisi Eşfak Aykaç, Türk tezini U.E.F.A.'ya sunmuştur.T.F.F.’nun görüşleri genel kurulda büyük anlayışla kabul edilmiş ve F.İ.F.A.'nın tescil edeceği tarihe kadar Türkiye'nin doğal üye olması ve U.E.F.A. tarafından düzenlenecek tüm resmi şampiyonalara katılması kabul edilmiştir. Bu tarihten itibaren T.F.F., U.E.F.A.nın tüm toplantılarına ve şampiyonalarına davet edilmiş ve katılmıştır. Bu arada uzun bir süre direnmesine rağmen F.İ.F.A. İcra Komitesi 1962 yılının Şubat ayında yaptığı toplantıda, T.F.F.’nın Avrupa Konfederasyonu U.E.F.A.'nın tam üyesi olduğunu kabul etmiştir.Bu karardan sonradır ki U.E.F.A., 16 Nisan 1962 tarihinde T.F.F.' ''U.E.F.A.'nın tüm hak ve vecibelerine sahip tam üyesi" olduğunu resmen bildirmiştir.Bu açıklamalardan sonra U.E.F.A.'nın Nisan ayında yaptığı 6. Genel Kurul toplantısına T.F.F.’ yi temsilen Dr. Tarık Özerengin ile Adnan Süvari delege olarak katılmışlar ve ilk kez seçimlerde oy kullanmışlardır, U.E.F.A.'ya yeni seçilen başkan G. Wiederkehr’ de genel kuralda yaptığı konuşmada T.F.F.'nun tam üyeliğini açıklamıştır (T.F.F, 1992: 3-11). Bu yıllar arasında göreve gelen federasyonlar tarafından hazırlanan plan ve programlar kağıt üzerinde kalmış yönetimler süreklilik arz etmediği için, Sebahattin Devecioğlu 383 planlanan programlar ve faaliyetler uygulanamamış kurumlaşma sürecinde önemli mesafeler kat edilememiştir . Bu dönemde Federasyonlarla ilgili çıkarılan kanunlarla birlikte 1982 yılında T.F.F. tarafından çıkartılan yedi ayrı talimatlarla, futbolun yönetimine ve kurumlaşmasına tam anlamıyla işlerlik kazandırılamadığı görülmektedir. Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü (GSGM) Dönemi (1986-…. ) Günün ihtiyaçlarına İhtiyaçlara cevap veremez hale gelerek yetersizliği anlaşılan 3530 sayılı B.T. Kanunu, bazı değişikliklerle yürürlükten kaldırılması ile 1986 yılında 3289 sayılı BTGM’nin teşkilat ve görevleri hakkındaki yeni kanun kabul edilmiştir. Amacı, merkezde katma bütçeli ve tüzel kişiliğe sahip B.T.G.M.’nin, taşrada ise özel bütçeli il ve ilçe müdürlüklerinin kurulmasını, teşkilat görev ve yetkilerine ait esas ve usulleri düzenlemek olan bu kanun,1989 yılında ise 356 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile “Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü” (G.S.G.M) adını alarak Başbakanlığa bağlanmıştır. 3289 sayılı Kanuna ait tasarının genel gerekçesinde belirtildiği üzere, bu kanun, teşkilatı, sporcusu, kulüpleri, özel ve kamu tüzel kişileri ile spor ve spor faaliyetlerini bir bütün olarak düzenlemiş spor kanunu niteliğindedir (Üçışık, 1999: 40 ). 3289 Sayılı Kanunun 24. Maddesi ; Profesyonel dallar, B.T.S.G.M.'nün yapacağı teklif üzerine, Merkez Danışma Kurulunun görüşünün de alınması sonunda, M.E.G.S.B. tarafından tespit olunur şeklinde düzenlenirken, Kanunun 2.bölüm 3.kısmında yer alan "Çeşitli Hükümler" başlığı altında, bir veya daha fazla spor dalının teknik ve idari bakımdan bir federasyona bağlanması, amatör federasyonların adedi ile profesyonel dallar, Merkez Danışma Kurulunun görüşü alınarak, B.T.S.G.M. teklifi üzerine, M.E.G.S.B. tarafından tespit olunarak, amatör ve profesyonel futbolun iki ayrı kurul il tarafından yönetilmesine yer verilmiştir. 3289 Sayılı Kanun dönemine kadar, hukuki açıdan hiç bir dayanağı olmayan profesyonel futbolun, 3289 Sayılı Kanunun 24. Maddesi 1.2.3. bentleri ile hukuki bir zemine oturtularak, yasal desteğe kavuştuğu görülmektedir (R.G.,1986: 19120 ). Bu yapılanmaya kavuşan federasyonunun ayrı ve kendine has bir kanuna göre yönetilmesi gerektiği görüşü ağırlık kazanmaya başlamış ve bu yönde çalışmalara başlanılmıştır. 384 Futbolun kurumsallaşması TÜRK FUTBOLUNDA ÖZERK YÖNETİM UYGULAMALARI (1988-2005) 3461 Sayılı Yasa Dönemi (1988-1989) Daha önceki yıllarda olduğu gibi futboldaki başarısızlığın nedeni, teşkilatlanmadaki aksaklıklara bağlanmış ve bunun sonucu olarak da, futbol federasyonunun özerk olarak yönetilmesi düşüncesi, spor kamuoyunun gündemini teşkil eder olmuştur. 18 0cak 1985 tarihinde, devrin Başbakanı, Turgut Özal, kendi başkanlığında “Spor Danışma Toplantısı” adı altında bir toplantı yapmıştır. Toplantıya katılan Tamer Güney, “Profesyonel Futbolun, İngiltere örneğinde olduğu gibi, Lig Komitesi tarzında bir kurul tarafından yönetilmeli ve federasyonun ekonomik ve idari özerkliği olması gerekir” şeklinde görüş belirtmiş, Ulvi Yenal ise “Futbolun, amatör ve profesyonel olarak ikiye ayrılamayacağını” ifade etmiştir. Sonra, “B.T.G.M. Federasyonlarının Kuruluş Görev, Yetki ve Sorumluluk Yönetmeliği”nin 7.Maddesi değiştirilerek, sadece T.F.F. için geçerli olmak koşulu ile, “Profesyonel Futbol Genel Kurulu” oluşturulmuştur (Sümer, 1990: 20-27). Ancak, başkanın değişmesi ile bu kurulunda görevi sona ermiştir. Profesyonel futbolun idaresinin bu teşkilatlanma içerisinde sürdürülemeyeceği gerekçesi ile, 28.Mayıs.1985 tarihinde Gaziantep Milletvekili Ata Aksu, profesyonel futbolun mali ve idari açıdan özerk hale gelmesi ve amatör futbolun da çağdaş seviyeye yükseltilmesi amacıyla, hazırlamış olduğu “T.F.F. kuruluş Kanunu” tasarısını Türkiye Büyük Millet Meclisi (T.B.M.M.) ne teklif etmiştir. T.B.M.M. sunulan, ancak yürürlüğe girme imkanı bulmadan spor tarihine bir belgesel çaba olarak geçen önerilerden birisi olarak hazırlanan tasarıda profesyonel futbola yasal dayanak hazırlanması yanında, futbol işlerinin yönetimine yeni bir şekil verilmek istenerek yeni bir yapılanma içerisinde T.F.F. kurulması planlanmıştır. Aksu’nun 28 Mayıs 1985 tarihinde T.B.M.M. başkanlığına sunduğu “Türkiye Futbol Federasyonu Kuruluş Yasa Önerisinde” genel gerekçede; 1951-52 senelerinde Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü, Merkez Danışma Kurulu tarafından benimsenerek uygulamaya konulan ve Danıştayın (Fiilen tatbik edildiği için hukuki fiili durum doğmuştur) şeklindeki içtihat kararıyla hukuki temele oturtulmaya çalışılan profesyonellik bazı küçük değişikliklerle günümüze kadar gelmiştir.Bu itibarla profesyonel futbolun mali ve idari açıdan özerk hale gelmesine imkan tanıyacak, profesyonelliği, dünyadaki Sebahattin Devecioğlu 385 benzerlerine ve milli bünyemize uygun bir yapıya kavuşturacak, böylelikle yalnız profesyonelliğin değil, aynı zamanda amatör futbolunda çağdaş düzeye yükselmesine devletin daha fazla kaynak ve imkan ayırmasını sağlayacak bir yasaya ihtiyaç duyulduğu anlaşılmaktadır (Sümer,1990: 13-25-126), ifadeleri yer almaktadır. “Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı” (M.E.G.S.B.) T.F.F’nun özerkliğine dair bir kanun hazırlamaya başlamış ve sonuçta da hükümet, profesyonel futbolun profesyonelce yönetilmesi ve futbolumuzun daha ileri seviyeye götürülebilmesi maksadıyla 27-05-1988 tarihinde, 3461 Sayılı “Türkiye Futbol Federasyonu Teşkilat ve Görevleri hakkındaki Kanun” kabul edilmiştir. 7-6-1988 gün ve 19835 sayılı Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren bu kanunla, T.F.F., B.T.S.G.M'den ayrılarak, tüzel kişiliğe sahip, özel hukuk hükümlerine ve Başbakanlığın gözetim ve denetimine tabi olmasını öngörmüştür. (3461 Sayılı Kanun,m.1,m.27). Amatör futbolu da, bu kanun içinde ancak B.T.S.G.M'ye bağlı bir kurulun yönetimine bırakmıştır (Sümer,1990: 13-25-126). Anılan kanunda T.F.F.'nin görevleri, Türkiye'de profesyonel futbol faaliyetlerini milli ve milletlerarası kaidelere göre yürütmek, teşkilatlandırmak, geliştirmek ve Türk futbolunu yurt içinde ve yurt dışında temsil etmek (m.2) olarak belirlenmiştir (R.G.,1988:19835). 3524 Sayılı Yasa Dönemi (1989-1992) Futbol Federasyonu Başkanı ve diğer kurulların Başbakan tarafından atanacağı hakkında 3524 Sayılı kanun teklifi T.B.M.M. Genel kurulunda görüşüldükten sonra 02.03.1989 tarihinde kabul edilmiş, 18.3.1989 tarih 20112 sayılı Resmi Gazete de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir, Bu kanun gereği T.F.F. başkanlarının, Başbakan tarafından dört yıl süreyle atanmaya başladıkları dönem olarak değerlendirilmiştir. 3461 Sayılı Kanunun 26. maddesinde yer alan "Teşkilatın Çalışma Usul ve Esasları ile ilgili Kanun"un uygulanmasına dair diğer hususlar, Yönetim Kurulunca hazırlanacak ve Bakanlar Kurulu tarafından yürürlüğe konulacak Ana Statü ile belirlenir." hükmü doğrultusunda, Ana Statü üzerinde yapılan çalışmalar sonunda, 16.06.1989 tarih, 20197 sayılı Resmi Gazetede yayınlanmış olan “Ana Statü” yürürlüğe girmiş, böylece T.F.F.’nun çalışma usul ve esasları belirlenmiştir . İlgili 3524 Sayılı Kanunun 1.maddesi ile, 27.05.1988 tarihli 3461 Sayılı kanunun 29. Maddesi değiştirilmiş;“5.7.9.11. ve 13. maddelerin seçimle ilgili 386 Futbolun kurumsallaşması hükümleri bu kanununun yayımından dört yıl sonra ,diğer hükümleri yayımı tarihinde yürürlüğe girer.” şeklinde belirtilmiştir. 3461 sayılı kanunun 5.7.9.11. ve 13. Maddelerinin seçimle ilgili hükümleri yürürlüğe girinceye kadar a)Federasyon başkanının Başbakan tarafından seçilir, b) Başkan vekillerini Yönetin Kurulunun, Genel Sekreter ile Federasyon Yan Kurullarını, federasyon Başkanının seçer, c) Denetleme Kurulunun asil ve yedek üyelerini, Genel müdürün teklifi üzerine başbakan seçer d) Tahkim Kurulunun asil ve yedek üyelerini ise, T.F.F. Başkanının teklifi üzerine Başbakanın seçmesi ve seçilenlerin görev sürelerinin dört yıl olması ve bu kanun hükümlerini başbakan yürütür şeklinde değişiklikler 3524 Sayılı kanunun yürürlüğe girmesiyle kabul edilmiştir (R.G. 1989: 20112 ). 3813 Sayılı Yasa Dönemi (1992 -2000) Türkiye Futbol Federasyonunun, tam anlamıyla demokratik ve özerk bir yapıya kavuşturulması, amatör futbolun da T.F.F. yönetimine devredilerek Türk futbolunun iki başlılıktan kurtarılması, Merkez Hakem Kurulu ile ilgili bir teşkilatlanmaya yer verilmesi, kulüplerin futbol ile ilgili televizyon radyo, basılı yayın ve reklam konularında, ticari ve mali haklarının düzenlenmesi ve eksikliklerin giderilmesi amacıyla hazırlanan, 3813 Sayılı “Türkiye Futbol Federasyonu Kuruluş ve Görevleri Hakkındaki Kanun” 17.06.1992 tarihinde kabul edilerek 3.7.1992 gün ve 21273 sayılı Resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren bu kanunla, T.F.F'nin özerkliği tam anlamıyla ve açık olarak tanımlanmıştır (Güney, 1991: 8-33). Yapılanma biçimiyle 3461 sayılı kanuna göre kurulan Türkiye Futbol Federasyonu ile farklılık arz etmeyen teşkilat, organlarının teşekkülü ve yetkileri açısından tam özerkleşmeye yönelik önemli farklılıklar göstermektedir. Bunlar, aslında çoğu eksik ve hatalı hükümlerin giderilmesini amaçlayan ve Türk sporu adına çağdaş bir gelişme olarak kabul edilmesi gereken yeniliklerdir (Üçışık, 1999: 72-89). T.F.F. özerk bir teşkilat olduğu İdare anlayışı, hizmet bakımından yerinden yönetim esası üzerine kurulduğu ancak bu günkü idari konumu ile ilgili problemlerinin de olduğu bir çok çalışmada vurgulanmaktadır. Türkiye Futbol Federasyonu Başkanlığının, Başbakanlığın “İlgili Kurulu” olarak görünmesi ve Devlet Bakanları arasında görev bölüşümüne ilişkin Başbakanlık genelgelerinde Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü ile beraber bir Devlet Bakanının sorumluluğuna verilmesi de 9-10- 1984 tarih ve 18540 sayılı Resmi gazetede yayınlanan 3046 sayılı Yasanın “ilgili kuruluş” Sebahattin Devecioğlu 387 tanımına göre bir hukuki, idari ve mali statüye sahip hizmet yerinden yönetim kuruluşu kabul edildiğinin bir göstergesidir. Ayrıca; T.F.F. organlarının seçiminde spordan sorumlu Devlet Bakanının gönderdiği “Talimat” ile başkan adaylarının birlikte çalışmak istedikleri Tahkim Kurulu, Denetleme Kurulu ve Merkez Hakem Kurulu listelerini de sunmak zorunda bırakılması bağımsız çalışması gereken kurulları bağımlı hale getirmesi açısından eleştirilmiştir (Gözübüyük, 1998: 137-156). 3461 sayılı Yasadan sonra T.F.F.nin "genel idare dışında yer alan bir özel hukuk tüzelkişiliğine dönüştüğü"nü kabul eden Danıştay'a göre, "özel hukuk hükümlerine tabi olduğunun karara bağlanmasının salt bu nedenle Federasyonca veya Federasyon bünyesinde yer alan kurullarca tesis edilen işlemlerin idari işlem olması niteliğini ortadan kaldırmayacağı ve bazı kurumlar özel hukuk hükümlerine tabi olsalar dahi Anayasa Mahkemesi Kararına göre de “....bu hal onların hukuk rejimi olan idare hukuku ve kamu kanunlarına bağlılık ilkesini ortadan kaldırmaz” ifadelerinden anlaşıldığına göre T.F.F nın bir kamu tüzel kişi olduğu kanun koyucunun taktiriyle özel hukuk alanına tabi olması öngörülmüştür ( Gözübüyük, 1998: 137-156). T.F.F. kamu hizmetine bir tüzel kişilik verilmesi suretiyle bir hizmet yerinden yönetim kuruluşu oluşturulduğu ve her ne kadar özel hukuka tabi olsa da sonuçta bir kamu tüzel kişisi olduğu, personelin ve mali statüsünün diğer kamu tüzel kişilerinden biraz farklı olması sonucu değiştirmediği, bir hizmet yerinden yönetim kuruluşu olarak idari bir kurum olduğu ve idari bir kurum özel hukuk hükümlerine tabi olsa dahi esas bağlı olduğu hukuk düzeni idare hukuku kurallarıdır. T.F.F nın bir organı olarak kurulan, verdiği kararların fedrasyonun bir işlemi sayılan Tahkim Kurulu kararlarına karşı yargı yolunun açılması gerekmektedir. İdari kararlara karşı yargı yolunu kapatmak Anayasa ve hukuk devleti ilkesine ayrılık teşkil etmektedir. Fakat Anayasa mahkemesi ve Yargıtayda Tahkim yolunu kabul ederek bu aykırılığı tanıyarak T.F.F nın klasik bir hizmet yerinden yönetim kuruluşu olmasına rağmen bağımsızlığı güçlendirilmek istenmiştir (Çakmak, 1999: 52 ). 4563 Sayılı Yasa Dönemi (2000-2004) 17-6-1992 tarihli ve 3813 sayılı “Türkiye Futbol Federasyonu Kuruluş ve Görevleri hakkındaki Kanun” nun bazı madeleri 14-04-2000 tarihinde kabul edilerek 20-4-2000 gün ve 24026 sayılı Resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 4563 sayılı kanunla değiştirilmiştir. 388 Futbolun kurumsallaşması Bu kanuna göre 3813 sayılı kanunun; 5.6.(b),7.,9.,10.(f),15.,20.,29. maddeleri değiştirilmiş 8.(h),(ı),18.,23.,31.maddelerine fıkralar eklenmiştir. Bu düzenlemelerde de öncekine benzer spordan sorumlu Devlet bakanlığının denetimi ve gözetimi ilkesine sadık kalındığı, (m.1,3,9,12,) yurt dışında yeteri kadar personelden oluşan temsilciliklerin açılması ve kapatılması Dişişler bakanlığının görüşü alınarak spordan sorumlu devlet bakanın kararına tabi olması (m.9) federasyonun henüz özerkliğin bir ilkesi olan kesin karar alma yetkisine sahip olmadığının birer göstergeleridir (R.G.,2000:24026). 4563 sayılı yasayla yapılan değişiklikler daha önceki ihtilafları nispeten giderici özellikler taşımaktadır. 5175 Sayılı Yasa Dönemi (2004-2007) 3813 sayılı “Türkiye Futbol Federasyonu Kuruluş ve Görevleri hakkındaki Kanun” 4563 sayılı kanunla değiştirilmiştir. Aynı kanun tekrar 5175 Sayılı “Türkiye Futbol Federasyonu Kuruluş Ve Görevleri Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” la birlikte değişime uğramıştır. 25.05.2004 Tarihinde kabul edilerek, 10.06.2004 Tarih ve 25488 sayılı Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 5175 sayılı kanunla birlikte daha önce değişikliğe uğrayan maddeler tekrar değiştirilmiş,yürürlükten kaldırılmış, yeni maddeler eklenmiştir. Bu Kanunda 3813 sayılı Türkiye Futbol Federasyonu Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanunun 1 inci maddesinin ikinci fıkrasının sonuna “İdarî birimlerin görev yerleri Yönetim Kurulunca belirlenir”. cümle eklenmiştir. 3813 sayılı Kanunun 5. 6.(b) 22.maddesinin (e) , 10 uncu maddesinin (a) ve (f) bentleri değiştirilmiş, aynı maddeye (o) bendinden sonra gelmek bentler eklenmiş ve maddenin (ö) bendi (u) olarak teselsül ettirilmiştir. 7 ve 9. maddesinin birinci fıkraları, 25 inci maddesinin üçüncü fıkrası değiştirilmiş,. 8.maddesinin (h) ve (ı) bentleri yürürlükten kaldırılmıştır. 21 ve 23. maddeleri ile birlikte 28 inci maddesine “Millî müsabakalarda protokol tribünü Federasyon tarafından düzenlenir” şeklinde fıkralar eklenmiştir. 3813 sayılı Kanunun 12 nci maddesi başlığı ile birlikte Denetleme Kurulunun görev, yetki ve sorumluluklarını belirleyecek şekilde değiştirilmiş ayrıca 13. 15 ve 29 uncu maddeleri değiştirilmiştir (R.G. 2004: 25488). 3813 sayılı yasaya eklenecek ek madde, federasyon başkanı ve yönetim kurulu üyelerinde aranacak şartları düzenleyecek.. Halen 114 olan genel kurul delege sayısı yeni düzenleme ile 225’e çıkacak, kulüp delegelerinin sayısı 154 Sebahattin Devecioğlu 389 olacak, ligde şampiyonluk kazanmış kulüplere ekstradan 2’şer delege verilecek olması demokratik atılımlar olarak nitelendirilebilir. 5175 sayılı yasadaki en önemli değişikliğin halen genel kurulca seçilecek 5 üyeden oluşan kurul, bundan böyle Yargıtay’ın vereceği 2, Danıştay’ın önereceği 1 ve genel kurulun seçeceği 2 üyeden teşkil edilerek, Tahkim Kurulu’nda olması. Tahkimle ilgili tartışmaları azaltacak niteliktedir. Federasyonun denetimi de yeni değişiklik ile sıkı bir şekilde yapılacak olması ile birlikte harcamaların sportif faaliyetler için yapılıp yapılmadığı, verimli kullanımı, bilançolar, mali tablolar, denetim kurulu tarafından rapor edilecek ve bu rapor genel kuruldan asgari 1 ay önce delegelere gönderilecek olması olumlu gelişmeler olarak nitelendirilebilir. Türk Futbolu’nun geleceğine yön verecek, 3813 sayılı “Türkiye Futbol Federasyonu’nun Kuruluş ve Görevleri” hakkındaki yasada yapılacak değişikleri içeren yasa futbolun tüm unsurlarını yakından ilgilendirecek çok önemli değişiklikler getirmiştir. “Merkez Hakem Komitesi” (M.H.K.) ve Tahkim Kurulları’nın oluşumu, genel kurul delege yapısı, başkan ve yönetim kurulu üyelerinde aranacak şartlar, paralı başkan vekilliklerinin kaldırılması, cezaların üst sınırının 500 milyar liraya çıkarılması, federasyon bütçesinin yüzde 2’sinin M.H.K. bütçesine tahsis edilmesi gibi değişiklikler spor kamuoyunda “devrim” niteliğinde reformlar olarak nitelendirilmiştir. Spor Yüksek Kurumu Kanun Tasarısının 31. maddesinde, “Spordan Sorumlu Devlet Bakanı” ibaresi çıkarılarak, “Federasyonun sportif faaliyetler hariç tüm iş ve işlemleri Spor Yüksek Kurumu’nun gözetim ve denetimine tabidir” biçiminde değiştirilmesi öngörülmektedir (Spor Yüksek Kurumu Kanun Tasarısı: 2004). Anayasa Mahkemesi Başkanlığının 05.01.2006 tarihi 2005/5 Esas 2006/3 karar, sayılı yürürlüğü durdurma kararında olduğu gibi tartışmaların ve doğabilecek ihtilafların halen bulunduğu göz önünde tutularak; 28.4.2005 günlü, 5340 sayılı “Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un;3. maddesiyle 21.5.1986 günlü, 3289 sayılı Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğünün Teşkilât ve Görevleri Hakkında Kanun’a eklenen Ek Madde 10’un “... bu Kanunda öngörülen veya özerk federasyonlar bünyesinde bulunan kurullarda ...” bölümü, 18. maddesiyle değiştirilen 17.6.1992 günlü, 3813 sayılı Türkiye Futbol Federasyonu Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun’un ek 1. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendi,5.1.2006 günlü, E. 2005/55, K, 2006/4 sayılı kararla iptal edildiğinden, bu kuralların uygulanmasından doğacak sonradan giderilmesi güç veya olanaksız durum ve zararların önlenmesi ve iptal kararının sonuçsuz 390 Futbolun kurumsallaşması kalmaması için kararın resmî gazete’de yayımlanacağı güne kadar yürürlüklerinin durdurulmasına, 5.1.2006 gününde oybirliğiyle karar verilmiştir (Anayasa Mahkemesi,2006). T.F.F ilgili yasasında bulunan bazı maddelerin “Spor Yüksek Kurumu Yasasına” göre yeniden uyarlanması gerekmektedir. 5719 Sayılı Yasa Dönemi (2007…..) Türkiye Futbol Federasyonunun yapısı ile denetimini, uluslararası federasyonların kurallarına uygun olarak yeniden düzenleyen 5719 sayılı "Türkiye Futbol Federasyonu Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun", 29/11/2007 tarihinde kabul edilerek 4 Aralık 2007 Tarihli ve 26720 Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. 17/6/1992 tarihli ve 3813 sayılı “Türkiye Futbol Federasyonu Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanunun” 1 inci maddesinin sonuna “Türkiye Futbol Federasyonu, Uluslararası Futbol Federasyonları Birliği (FIFA) ve Avrupa Futbol Federasyonları Birliğinin (UEFA) üyesidir.” Şeklinde fıkra eklenmiştir. ( R.G., 2007: 26720 ). 2007 yılında Deloitte Touche “ AB Sürecinde Türk Futbolu” isimli raporunda ; Denetim, Vergi, Kurumsal Finansman Başlıklarında bir rapor hazırlayarak ; Spor, özellikle de futbol, Avrupa kültürünün ayrılmaz bir parçasıdır ve tabanında amatör, tepesinde profesyonel kulüpler olan piramit yapısı içindeki açık sportif rekabetin şekillendirdiği Avrupa Futbol Profesyonel futbolun ekonomik boyutu Topluluk hukukuna tabidir, Artan profesyonelleşme ve ticarileşme, Topluluk hukukunun etkisinin giderek artmasına ve bu da yasal belirsizliğe yol açmıştır ve UEFA ve ulusal federasyonlar gibi düzenleyici kurumların ne kadar özerk olduğu ve öz düzenleme haklarını kullanırken Topluluk hukukunun prensiplerine nereye kadar bağlı oldukları açık değildir, Bu yasal belirsizlik sadece ekonomik koşullarda değil, özellikle futbolun sosyal, kültürel ve eğitsel işlevinde de sorunlara yol açmaktadır. Profesyonel futbol kulüpleri, takımlar arasında dengeli bir sportif rekabet içinde olmak suretiyle ayakta kalabilecekleri için diğer ekonomik sektörlerle aynı piyasa koşullarında faaliyet gösterememektedir, Diğer nedenlerin yanında ulusal yayıncılık pazarlarının büyüklüklerine bağlı olan yayın haklarının giderek artan önemi ve bazı liglerde yayın haklarının bireysel olarak satılması ile Avrupa'da profesyonel futbolun geleceği ekonomik zenginlik ve sportif gücün giderek yoğunlaşması Sebahattin Devecioğlu 391 yüzünden tehdit altına girmiştir, Avrupa sathında farklılıklar gösteren ulusal kurallar, ekonomik ve yasal olarak haksız bir yarışma ortamına yol açmakta ve bu durum ulusal ve Avrupa liglerinde ve bundan dolayı ulusal takımlar arasında da serbest ve adil rekabete ciddi olarak engel olmaktadır. Pek çok istihdam kaynaklı ve sosyal sorun henüz çözüm beklese de, 1995'te çıkarılan Bosman kuralının Avrupa kulüplerinin oyuncularla yaptıkları sözleşmelere yaklaşımında olumlu etkileri olduğu gerçeğine rağmen yan etkileri göz ardı edilemez . Çok sayıda suç faaliyeti (şike, yolsuzluk), harcama ve maaş enflasyonu sarmalı ve bunu takip eden, pek çok kulübün karşılaştığı mali krizin sonucudur; Komisyon resmi kararlarında, yayın haklarının ortak satılmasının, AB rekabet hukuku ile uyumunu sağlamıştır Şeklindeki ilkeleri dikkate alınmadan değerlendirilen yasalar Avrupa Futbol Modeline özgün uyarlanmalıdır(Deloitte: 2007). Şeklinde öneriler geliştirmiştir. Ayrıca Avrupa Birliği Suç faaliyetleri ile mücadele, Futbolun sosyal, kültürel ve eğitsel rolü, İstihdam ve sosyal konular, Rekabet hukuku ve iç Pazar,Yayın haklarının satılması ve rekabet hukuku, Doping vbg. gibi konularda ciddi anlamda teklifleri bulunmaktadır. Avrupa Futbol Modeli; ..Amatör ve profesyonel futbol arasındaki ortak yaşam ilişkisi ile Avrupa Futbol Modeli'ne olan bağlılığını vurgulamaktadır; Heyecanlı yarışmalar, taraftarların kulüpleriyle yüksek düzeyde özdeşleşmeleri ve yarışmalara yaygın kamuoyu erişimi ile profesyonel futbolun geleceğinin olumlu olmasını sağlamak için belli olumsuz gelişmelere karşı AB düzeyinde düzeltici önlem alınması gereğini kabul etmektedir; Profesyonel futbolun Avrupa'daki geleceğinin mahkeme kararları tarafından belirlenmesini önlemek ve daha fazla yasal kesinlik yaratılması için... isteğini dile getirmektedir; Salt spor kurallarının Anlaşmaların kapsamına girmediği temel prensibini kabul etmekte; bununla beraber, Nice Deklarasyon'unda belirlendiği şekliyle sporun özgüllüğünü göz önüne alarak, profesyonel sporun ekonomik hususlarının Anlaşmaların kapsamına girdiğine dikkat çekmektedir; Yasal açıklığın ve profesyonel futbolda eşit şartlarda rekabetin sağlanması için Komisyon'un ilgilenmesi gereken hususları ve kullanılacak enstrümanları belirleyen bir “Avrupa futbolu eylem planı” oluşturmasını istemektedir. (Belet: 2007 ). 3813 sayılı Kanunun 2 nci maddesinin birinci fıkrasına bentler eklenmiştir. 4 üncü maddesinin birinci fıkrasına (f) bendinden sonra gelmek üzere aşağıdaki bentler eklenmiş, mevcut (g) ve (h) bentleri (ı) ve (i) bentleri olarak teselsül ettirilmiş ve fıkranın sonuna cümleler eklenmiştir. 3813 sayılı Kanu- 392 Futbolun kurumsallaşması nun 5 inci maddesi, 6 ncı maddesinin birinci fıkrasının (b) bendi, 8 inci maddesinin birinci fıkrası, 9 uncu maddesinin sonu, 10 uncu maddesinin birinci fıkrasının (l) bendi değiştirilmiş , 12 nci maddesinden sonraya ekleme yapılmıştır. 13 üncü maddesi , 14 üncü maddesi 15 inci maddesi değiştirilmiştir. 16 ncı maddesinden sonra gelmek üzere madde eklenmiştir. 17 nci maddesinin ikinci fıkrasına (j ) bendinden sonra gelmek üzere aşağıdaki (k) bendi eklenmiş ve mevcut ( k) bendi (l) bendi olarak teselsül ettirilmiştir. Önemli değişiklik 31 inci maddesi başlığı ile birlikte aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir ( R.G., 2007: 26720 ). Denetim; Federasyonun hesapları ve malî durumu, uluslararası spor sektöründe denetim tecrübesi bulunan bağımsız denetim kuruluşlarına denetletilir. Denetim raporları kamuoyuna duyurulur. Rapor, Genel Kurul tarihinden en az bir ay önce Genel Kurul üyelerine gönderilir ve ayrıca Genel Kurula sunulur. Aynı şirket aralıksız olarak beş yıldan fazla denetim görevi yapamaz, şeklindeki değişiklikler, “Avrupa Futbol Modeli” ile uyum sağlamaktadır. Ayrıca Türk Spor Yönetiminde çok tartışılan Federasyonların Özerkliği konusu; 14.07.2004. Tarih ve 25522 Sayılı Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren; GSGM Özerk Spor Federasyonları Çerçeve Statüsü”nde; “Federasyonlara idari ve mali özerklik, talepte bulunmaları durumunda GSGM Merkez Danışma Kurulu’nun uygun görüşü, GSGM’nin bağlı olduğu Devlet Bakanı’nın teklifi ve Başbakan’ın onayı ile verilmektedir. Özerklik statüsü verilen federasyonlar; “organları genel kurul tarafından seçimle göreve gelen, her türlü kararlarını kendi organları nezdinde alan, bütçesi genel kurul tarafından onaylanan ve ibra edilen federasyonlar”dır. Özerk federasyonlar, uluslararası federasyonların öngördüğü kurulları oluşturmak zorundadır. Özerk federasyonların; genel kurulların toplanması ve çalışmalarına ilişkin usul ve esaslar ile kimlerin oy kullanabileceği ve GSGM Tahkim Kurulu ile ilişkileri “GSGM Özerk Spor Federasyonları Çerçeve Statüsü ile belirlenmiştir. Özerk federasyonlarca hazırlanacak ana statü, söz konusu Çerçeve Statü’ye aykırı olamaz (R.G. 2004:25522) şeklinde ifadelere yer verilmiştir. 3813 sayılı Kanunun 7 nci maddesinin birinci fıkrasının son cümlesi ile 17 nci maddesinin ikinci fıkrasının (a) bendi yürürlükten kaldırılmıştır (R.G., 2007: 26720 ). Türkiye Futbol Federasyonunun yapısı ile denetimini, uluslararası federasyonların kurallarına uygun olarak yeniden düzenleyen 5719 sayılı kanunda yapılan değişiklikler ile kısmen de olsa giderilmeye çalışılmıştır. Sebahattin Devecioğlu 393 SONUÇ Dünyada ve Türkiye’de futbolun toplumla iç içe olan yapısı özelliği ile siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik gelişmelerle uyum içerisinde hareket ettiği çok yakından incelendiği zaman görülmektedir, futbol yönetimi ve kurumları her alandaki gelişmeleri izlemek ve onlara uyum sağlamak kendini bu gelişmeler karşısında yenilemek ve geliştirmek mecburiyetindedir. T.F.F.’nin kurumlaşma süreci, Türk futbolu yönetiminde bir çok problemi beraberinde getirmiştir. Bu problemleri kronolojik olarak incelediğimizde her dönem kendi içerisinde, siyasi, idari, hukuki ve ekonomik anlamda bir sonraki dönemin veya çıkarılacak olan yasaların zeminini oluşturacak özellikler taşımaktadır. İdari ve hukuki anlamında yasal düzenlemeler çerçevesinde, bir çok düzenlemeye gidilmesine rağmen, Türk futbolu yönetiminde, çözüm bekleyen bir çok problemler bulunmaktadır. Türk futbolunun kurumlaşma sürecinde, yasal düzenlemeler çerçevesinde, T.F.F.’nin Seçim Sistemi, Tahkim Kurulu, Merkez Hakem Kurulu, Amatör ve Profesyonel futbol organizasyonları ve uygulamaları, Yayın Hakları, Bütçe uygulamaları, Reklam, Sponsorluk, Görev, Yetki, Sorumluluk, gibi uygulamalarında henüz arzu edilen aşamaya ulaşılamamıştır. G.S.G.M. tarafından hazırlanan “Spor Yüksek Kurumu” isimli yeni yasa tasarısı Türk sporunda köklü değişiklikleri içermektedir. Türk spor politikalarına, G.S.G.M’nin yerine Başbakanlığa bağlı olarak kurulacak olan “Spor Yüksek Kurumu”nun bir çok uygulaması, spor kurumları ve organizasyonlarını etkilediği gibi T.F.F’nin kurumsal yapısını, organlarını, sportif organizasyon ve uygulamalarını da etkileyerek, yeni tartışmaları da beraberinde getirecektir. Türkiye Futbol Federasyonunun yeniden yapılanması sürecinde Türkiye’deki “Sponsorluk, Şiddet , Türkiye Spor Yüksek Kurulu, Spor Kulüpleri Yasa Tasarısı” gibi yasal düzenlemeler göz ardı edilerek ve aceleye getirilerek çıkarılan “Yeni Futbol Yasası” Modern Futbol Yönetimi anlayışı ile çelişeceği ve önümüzdeki günlerde de, yüzyıldır süren futbola dair tartışmalar, Türkiye gündeminde hiçbir zaman düşmeyecektir. Oysaki; Futbola dair yasaların, Bilimsel Metodlar ışığında, futbol yönetimi uzmanları ve kuruluşları ile birlikte, günümüz şartlarına uygun geniş katılımlı ve paylaşımcı platformlarda ele alınarak “Modern Futbol Yönetimine” uygun planlanıp değerlendirilmesi….Özlenen Türk Futbolunu uluslararası arenada, rekabet şansını artırarak, verimlilik esasına dayalı, 394 Futbolun kurumsallaşması istihdam ve katma değer yaratarak, kitlelere ulaştırılması, Türk Futbolunun Markalaşma şansını artıracaktır. Türk Spor yönetiminde demokratikleşme çabalarında bir adım önde olan futbolun, kurumsal yapısındaki iyileştirme çabalarının, Türk futbolu yönetimindeki idari ve mali problemlerin çözülerek, uygulamaların çağdaş yönetim anlayışı çerçevesinde gerçekleştirilmesi; Türk futbolunun sportif ve organizasyon yapısının gelişmesine önemli ölçüde katkıda bulunacaktır. KAYNAKÇA Akdenk, M. (1980 ), Türkiye’de spor elemanlarının yetiştirilmesi politikası. Türk spor şurası tebliği. Ankara. Atabeyoğlu, C. (1991). Türk spor tarihi ansiklopedisi. İstanbul: An Grafik. Aydın, N. (1989). Futbol 1. Ankara: Başkent. Bayansalduz.M. (2003).Türk spor yönetiminde finansal kaynak sağlama çabalarının değerlendirilmesi. Milli Eğitim Dergisi. 160 (3): 51-59. Belet.I. Avrupa'da profesyonel futbolun geleceği hakkında taslak rapor (çev: K. Merih). http://www.fesam.org, adresinden 2 Nisan 2007’de indirildi. Çakmak, N.M. (1999). Türkiye Futbol Federasyonu’nun hukuki statüsü.Y.Lisans Tezi. Ankara Üniversitesi, Sos.Bil.Enst. Kamu Hukuku A.B.D. Doğan, İ. (1999). Türk futbolunda potansiyel istanbul ruhu ve şiddet, düşünen siyaset. Aylık Düşünce Dergisi, 1 (2): 73-85. Ekenci.G. (1997).Gelişim aşamaları bakımından Türk Spor Teşkilatı değerlendirmesi. Gazi Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Bilimleri Dergisi, (2): 72-80. Avrupa da sporun finansmanı. (2001, 23 Haziran). Fanatik. Fişek, K. (1985). 100 Soruda Türkiye spor tarihi, İstanbul : Gerçek. Genç,D.A. (1999). Futbol kulüplerinin stratejik yönetimi, Beşiktaş örneği. Ankara: Bağırgan. Gençlik Spor (2001). Geçmişten günümüze Spor Toto, 1 (2): 25. Gözübüyük,A.Ş.,Tan,T.(1998). İdare hukuku, genel esaslar,(1). Ankara: Turhan. Güney,T.(1991). Profesyonel futbolda yönetim uygulamaları. İstanbul:Futbol Federasyonu. Keten, M. (1993), Türkiye’de spor , 2. ( s. 67). İstanbul: Polat. Orta, L.(2000). F.İ.F.A. Dünya Kupası finallerinin analitik olarak incelenmesi. 1.Gazi beden eğitimi ve spor bilimleri kongresi, (2): 227-239. Morpa (1997). Spor ansiklopedisi, 3. İstanbul: Kültür. Özmaden, H. (1999). Cumhurriyet dönemi ilk spor teşkilatı Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı (1922-1936)’nın yapılanma sürecinde beden eğitimi ve sporun fonksiyonları, fonksiyonlardaki değişmeler ve toplumsal hayata etkileri. Yayınlanmamış Doktora Tezi, M.Ü.Sağ.Bil.Enst, İstanbul. Beden Eğitimi Ve Spor A.B.D. Sebahattin Devecioğlu 395 San, H.(1981). Belgeleri ile Türk spor tarihinde Atatürk. Ankara: TSV. Somali,V. (1989). Teknik ve taktik yönleriyle futbol tarihi. İstanbul: İnkılap. Sümer, R. (1990). Sporda demokrasi. 2. (s. 20-27). Ankara: Şafak. Sümer,R. (1989). Sporda demokrasi. (2.bas.). (s. 13- 25-269). Ankara: Şafak. Tayga,Y. (1990).Türk spor tarihine genel bakış,87.(s.124,162-164)Ankara : G.S.G.M. Tercüman (1981) Spor ansiklopedisi:Futbol. İstanbul:Tercüman. Türk futbol tarihi (1904-1991),1 (1992). Türkiye Futbol Federasyonu. Türk Futbol Tarihi (1991-1996), 2 (1992). Türkiye Futbol Federasyonu. Üçışık,H.F. (1999). Sporda sorunlar ve çözüm önerileri. İstanbul: Ötüken Neşriyat. Yıldıran,İ. (1997). Tepük futbol mudur?: XI. Yüzyıl Türk spor faaliyetlerinden “tepük” oyununun mahiyeti üzerine bir araştırma. Beden Eğitimi ve Spor Bil. Dergisi 2 (1): 54-62. -Deloitte Touche .AB sürecinde Türk futbolu. http://www.deloitte.com adresinden erişim tarihi 29 Mart 2007’de indirildi. -3530 Sayılı Beden terbiyesi kanunu 16.07.1938 Tarih 3961sayılı Resmi Gazete -3289 Sayılı, Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü’nün teşkilat ve görevleri hakkında kanun. 28.5.1986 Tarih 19120 Sayılı Resmi Gazete. -7 Zilhicce Tarihli Kanûn-I Esâsî’nin bazı mevadd-I muaddelesine dair kanun, (Cemiyetler Kanunu) 5 Şaban 1327. 8 Ağustos 1325 (1909). -Profesyonel futbol yönetmeliği, 29.8.1962 Tarih, 1193 Sayılı R.G. -Profesyonel futbol hizmetleri yönetmeliği, 11.Mayıs.1966 Tarih, 12296 Sayılı R.G. -Spor yüksek kurumu kanun tasarısı. (19.03.2004). -G.S.G.M. Özerk spor federasyonları çerçeve statüsü, 14.07.2004. Tarih Ve 25522 Sayılı R.G. -Türkiye Futbol Federasyonu çalışma usul ve esaslarına ilişkin ana statü. 16.06.1989 Tarih, 20197 Sayılı R.G. -3461 Sayılı, Türkiye Futbol Federasyonu teşkilat ve görevleri hakkındaki kanun” 7.6.1988 Tarih,19835 Sayılı R.G. -3524 Sayılı, Türkiye Futbol Federasyonu kuruluş ve görevleri hakkındaki kanunun bazı hükümlerinin değiştirilmesine dair kanun. 18.3.1989 Tarih, 20112 Sayılı R.G. -3813 Sayılı, Türkiye Futbol Federasyonu kuruluş ve görevleri hakkındaki kanun. 3.7.1992 Tarih, 21273 Sayılı R.G. -4563 Sayılı, Türkiye Futbol Federasyonu kuruluş ve görevleri hakkında kanunda değişiklik yapılmasına dair kanun. 20.4.2000 Tarih 24026 Sayılı R.G. -5175 Sayılı, Türkiye Futbol Federasyonu kuruluş ve görevleri hakkında kanunda değişiklik yapılmasına dair kanun. L10.06.2004 Tarih Ve 25488 Sayılı R.G. -5719 Sayılı, Türkiye Futbol Federasyonu kuruluş ve görevleri hakkında kanunda değişiklik yapılmasına dair kanun. 4 Aralık 2007 Tarihli Ve 26720 R.G. 396 Futbolun kurumsallaşması İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 26 Kış-Bahar 2008, s. 397-402 Forum Futbolda (sporda) küreselleşme söylemiyle birlikte yeni bir örgütlenme arayışının düşündürdükleri Metin Kurt Veysel Atayman Yıllarca “spor” söyleminin ideolojikleştirilmiş, siyasallaştırılmış haline vurgu yapıp durduk. “Sporu” Althuser’in popüler tanımıyla “devletin ideolojik aygıtları” arasında işlevselleştiren iktidarların bu çabasını deşifre edebilmek için, hem teorik hem de pratik birçok yazı yazıldı; doğrudan sözlü tartışmalar yapıldı. “Sporu” ideolojik aygıt olarak kullanan aklın yöntemi özetle şuydu: Sporun bir oyun olduğuna hem toplumu hem de sporcuyu inandırmak; sterilleştirmek, ve manipülasyonlarda kullanmak. Çünkü “oyun” sadece oyun olarak anlaşıldığında, kendi amacından başka amacı olmayan tarihsel çizgide, çok çeşitli biçimlere bürünmüş bir “insan faaliyetiydi”. (Elbette oyun sadece bu değildi, ama “sporu” “oyuna” tahvil etmek isteyen yaklaşım, “oyunu” böyle kurguluyordu kendi söyleminde.) Kurallarının hiçbir anlam taşımadığı, uyulması gereken, hatta gerçek hayattaki şiddet mücadelesinin yerini alabilen bir insan buluşu, tarihsel bir kültürel faaliyet, elbette temel insan davranışları gibi, doğal ve amacı kendinde olmalıydı. Dolayısıyla “oyun” fairplay’di; boş zaman değerlendirmesiydi. Dostluğu bozmayan rekabet gösterisiydi vb. Oysa daha Nazi dönemi olimpiyatlarından başlayarak, başta doğrudan yarışma sporları, bireysel müsabakalar olmak üzere, “sporun” nasıl ideolojikleştirilmek ve siyasallaştırılmak istendiğine çarpıcı örnekler verilmişti. 398 Futbolun kurumsallaşması Futbolun burada yaygınlaştırılması 60’lı yıllarda ülkemiz sporu güreş ağırlıklı “iftihar” gösterilerinden futbola doğru kaymaya başladı. Futbol ligleri Anadolu’ya yayılmaya yöneldi. Futbol, iyi kötü bilinçli bir siyasallaştırılmanın, ideolojikleştirilmenin sürecine girdi. 90’lı yıllarda hâlâ “futbol” burada ilk belirleyici sırayı tutan (sözde) “spordu”. Siyaset 1980 darbesiyle tatil edilmiş; özellikle aydın kesimi, göstergebilimin o yıllardaki yaygınlığına bağlı olarak seyircinin, oyunun, bütün bir tribün davranışının “yapısal” analizlerine yönelmişti. Tribündeki seyirci, epey öne çıkmış, göstergeler, semboller, tribünlerde nasıl bir siyasal dil oluşturuyor, bunlar analiz edilmiş durmuştu (Bkz.Birikim tartışmaları, Ümit Kıvanç, Tanıl Bora vb.) Ama 90’lardan itibaren “futbol” Batı’da, küreselleşme adı verilen sermaye hareketleriyle birlikte (aradaki bağ çok dolaylı da olsa) artık öteki “spor” gösterileri arasında belirleyici olma rolünün gelecekte gerileyebileceğinin işaretlerini vermeye başladı. Tarihsel dönüşüm şuydu: Devletlerin ideolojik, siyasal aygıtlarından biri olan “spor”, (başta da futbol) finans kapitalin, piyasa sektörünün en sevilen medyatik-reklam araçları arasına hızla ve daha çok girmeye başladı. Ülkelerin eğilim ve tercihine göre, futbol, basketbol vb. artık çok daha belirgin biçimde pazar mantığının “araçları” olmaya doğru evrilmeye başladılar. Ne “oyun” vurgusu ne de “spor” vurgusu gerekli manipülasyonların gerçekleştirilmesine yetememeye başladı (özellikle son birkaç yılda). Bu dönüşüm, önceki siyasallık-ideolojiklik işlevini de zaten dolaylı içeriyordu; ama “piyasa”, sporu dönüşümsüz bir evrime yönlendirmişti. Sermayenin küresel dolaşımı, yatırım alanlarının dünya çevresine dağılması yönündeki kolaylaştırmalar, spora, en başta futbola da gösterilmeliydi. Ligler (futbol, basketbol) ulusal kimliğini zorlayıcı bir sürece doğru evriliyorlar. Resmen belli bir ulusal alana ait takımlar (ülke takımları), karışımca “küresel” olmaya yöneldiler. Bu dönüşüm süreçleriyle birlikte: • Ülkelerin özel-kültürel yapılarına bağlı olarak futbol dışındaki müsabakalar da hem doğrudan hem medya üzerinden seyircilerin ilgi alanına sokulmaya çalışıldı. Sebahattin Devecioğlu 399 • Futbol, oyun kuralları ile oynanarak, oyuncu sağlığını hiçe sayan mücadelelerin zemini haline getirildi (Ayağa yerden müdahale vb gibi). • Futbol ile gündelik hayatın ekonomisi, özellikle orta-alt sınıflar üzerinden sıkılaştırılmaya çalışıldı: İDDAA, spor toto, vb. Üst gelir grupları ile de BORSA üzerinden kurulan bağlar, • Futbolda “başarının” ölçüsünü küresel düzlemde arama zorunluluğunu getirmeye başladı. • Borsa, kazanç baskısı, ülke takımlarının ve tek tek oyuncuların değer belirleme kriterlerini spekülatif boyutlara taşıdı. Borsa simsarları ile sporcu simsarları bir kazanç sisteminin tamamlayıcı iki parçasına dönüşmeye başladılar. Sporcu da borsa spekülasyonunun parçası olarak yeni bir nitelik daha kazanmaya başladı. (O hâlâ sadece top oynadığını vehmetse de). • Küreselleşmeye bir başka eklemleme olarak, futbol üzerinden oynanabilen bu oyunlar, ülke sınırı engelini yok etmeye yöneldi. • Futbolun ekonomiyle kurduğu bu ilişki, onun özünde içerdiği iddia edilen bütün “özellikleri” (fairplay olma, insan sağlığına yararlı olma, kardeşlik-dostluk bağlarını güçlendirme vb.) tartışılır hale getirebilecek bir sürece yol açtı. Sporcular (başta futbolcular) piyasa ekonomisinin en etkili medyatik aktörleri olarak modern tüketim toplumu insanının imgesine dönüştüler (traş losyonundan, jiletten, cep telefonuna, kredi kartı reklamına kadar) pazarlamanın bütün taleplerinde rol alabileceklerini göstermeye başladılar. Sermaye gibi dolaşım sınırları ortadan kaldırılmış futbolcuların “küresel” hareketi, “ulusal” futbol, ülkeye özgü futbol kimliği vb. tanımları da zorlamaya başladı. Paranın küresel sınır tanımaması gibi, oyuncuların da küresel sınırlar üzerinden harekete sokulması sonucu, işleyen diyalektik, ulusal takım vurgusunu ve arayışını da inandırıcılıktan çıkardı. Bir başka deyişle, devletin ideolojik aygıtları arasında yer alan futbol kurumlaşması, burada da, paranın küresel dönüşümüne bağlı olarak “millilik” özelliğini ancak eski çağrışımlara dayanarak koruyabildi (son Avrupa kupasında olduğu gibi). Paranın küresel hareketi, sadece ucuz emek gücünü bulduğu ve olduğu yerde artı-değer üretme yönünde kullanmayı mümkün kılmıyor; 400 Futbolun kurumsallaşması Sermaye dolaşımının süreçleri, futbola (öteki sporlara da ülke özelinin ilgisine bağlı olarak) yüklenen ideolojik-siyasal manipülasyon görevi, aksama sürecine girdi. Yoksul Üçüncü Dünya ülkelerinde “futbolcu” pazarları kuruluyor; simsarlar 10 binde, 20 binde bir şansın peşinde belli merkezlerde topladıkları insanların sunduğu görünümlerde, futbolun çoktan küresel ve herkesin gönüllü katıldığı bir “oyun” olduğu izlenimini yaratıyorlar. Dahası, yükselmenin, refah toplumlarında bir yer edinmenin aracını sundukları izlenimini vererek, eski köle ticaretine yeni versiyonlar ekliyorlar. Ayrıntılar çoğaltılabilir. Otomobil yarışları parkurlarının öteki ülkelere yayılması; dünya pazarının önemli bir ürünü olan arabaların zihinlerde sürekli canlı tutulması, öte yandan teknolojik çağ denen çağımızın bu doğa ve çevre düşmanı ürünlerinin tüketiminin (sigara ürünleriyle birlikte) özendirilmesi de (Schumacher vb örneği) idol sporcu kimliği üzerinden gerçekleştirilmektedir. NBA gibi bir basketbol ligi, küresel ölçekte oyuncu kullanımına (biçimde) yer vererek, yeni süreçleri kendi düzleminde de işletir görünümü vermektedir: ABD basketbolu dünyanın bütün oyuncularına açıktır. Evet, bugün küreselleşen “futbol”, insan acılarından bir piramit kuran küresel sermaye gibi, futbolcu adaylarından oluşan bir piramit kurmuş, tepedekileri her türlü çıkarın aracı haline getirmiş, altları da hazır ordular olarak bekletmekte, tepeye özendirmektedir. Daha önce 68’lerde, herhangi bir örgütlenmeye çağrı, düzen değişikliği zorunluluğu içinde tanımlanmış, teorik-siyasal tartışmalar da bu odakta düğümlenmiş, buna bağlı olarak bir “amatörlük” hali, profesyonelliğin karşısına çıkartılmak istenmişti (Sosyalist ülkeler modeli olarak). 68’in geleneğinden etkilenen ülkede Türk Solu’nun bu alana da ilgi duymasıyla, “sporcunun” en geniş anlamda aydınlatılması girişimlerinin başını TKP, TİP e TSİP gibi oluşumlar çekmeye başladılar. Vurgu daha çok, futbolun hakim sınıf iktidarlarınca “ideolojik/siyasal kullanılışıyla ilişkiliydi. Profesyonellik ile amatörlüğün de birbirinden kalın çizgilerle ayrılması, bu bağlamda anlaşılır bir model oluşturuyordu. Futbolcu ise, kişisel haklarının bilincine varsın isteniyordu. Artık modern köle olmamalıydılar, ideolojik aygıtın çarklarından kurtulmalı, sporu gerçek kökenine, insan sağlığına, mutluluğuna hizmet eden işlevine geri çekmeye katkıda bulunmalıydılar. Atelitizm Fedarasyonu Başkanı Kurtan Fişek, varını Sebahattin Devecioğlu 401 yoğunu, bu alandaki ilişkilere, karanlıkların aydınlatılması amacına yöneltti. Kitaplar yazdı. Beden terbiyesi Genel Müdürü Fikret Ünlü aynı zamanda Amatör Sporcular Derneği (ASD) genel başkanlığını üslendi. Kısacası: 68’in sonrasındaki nispi özgürlükler ortamında, resmi yapının içinden önemli destekler gelebilmekteydi örgütlenmeye. ASD’nin İstanbul ayağında, Alican Ay, Vural Adamey gibi boksörler, Ankara ayağında milli atletler aktif rol almış, İstanbul İnönü Stadı’nda, “sembolik anlamda” sağlıklı gençlik gösterisi, bir tür mitingler düzenlenmiş, Cüneyet Arkın, Aytekin Kotil, Halil Ergün gibi isimler bu buluşmada yer almışlardı. Milli Cephe hükümetleriyle birlikte sağ saldırılar artınca, resmi kurumlardaki destek unsurlar görevlerinden uzaklaştırılıp etkisizleştirildiler. Spor akademilerinde örgütlenmelere destek veren ulusal sporcular bu kurumlardan atıldılar. Dağıtma adımları, 12 Eylül Cuntası ve sonrasındaki “piyasalaşma” hareketiyle geçen yüzyılın sonuna kadar burada sadece “sporun” değil, öteki kültürel alanların yapılarını da hedef alıp, büyük dönüşümlere yol açtı: Spor, futbol, her türlü siyasal tartışmanın dışında (sözde) yeniden inşa edildi. Bu inşada “medayitkleşen” spor, başta futbol ve basketbol olmak üzere, “eğlence kültürü ürünü” olarak steril bir faaliyet, eğlendirici “oyun” olarak öne çıkartılıp duruldu. Tekvando, basketbol, voleybol, oto yarışları, el topu gibi kimi dallar “futbolun” yanında medyatik tüketime malzeme olarak gecikmiş bir “keşif” yaşadılar. Ancak başta sözünü ettiğimiz “finansın küreselleşmesi” yasaları uyarınca dayatan gelişme, en çok futbolu ve basketbolu belirleyici hale geldi. Örgütlenmenin gereği ve hedefi Bizimki gibi ülkelerde en başta futbol alanındaki bir örgütlenme, artık eskiye göre, çok daha farklı amaçlara dönük olmalıdır: Geçmişin siyasal örgütlerinin sahip çıktığı hareketlerde olduğu gibi, doğrudan yerleşik düzenin temsiline yönelik hak arayışları sürüp gidecektir. Ama asıl yapılması gereken, küresel denen bu yeni kapitalist piyasa koşullarının biçimlendirdiği dünyada “futbolu” tanımlayabilmektir. Örgütlenme, kültürel-teorik birikimin derinleştirilmesi, küresel piyasalaşmanın, futbolun geleneksel manipülasyonlarını zorlaması (milli takım, ülke futbolu vb) borsa eğrileri ile sahadaki başarılar arasındaki bağın 402 Futbolun kurumsallaşması tek tek kişiler (oyuncular, öteki aktörler) bakımından ne anlamlara gelebileceğinin tartışılması vb vb. Sporcunun “insan” olduğunu hatırlaması, kimliğine geri dönebilmesi için, yeni tip bir örgütlenmeye ihtiyacı var. Çünkü bütün sporlar, ülkeden ülkeye değişse de, burada başta futbol, finans kapitalin kölesi olacak yıldızlar yetiştirmek üzere, neredeyse paralı askerler arayışındaki gibi, dünya çapında insan avını sürdürüyor. Siyahlar, Latin Amerikalılar, binlerce aday, on binde birlik bir ihtimalle küreselleşen bu yeni “sporun” emek-gücü kurbanı artık. Evet, bir zamanların siyasal-ideolojik aygıtı, artık küresel sermayenin artı değer aracı… Batı eksenli dünya futbolundaki şaşırtıcı, ama anlaşılır çöküş, ulusal takımların irtifa yitirmesi vb. küreselleşmenin bu anlamadaki kaçınılmaz yıkım etkisinden başka bir şey değil. Futbol, futbolcu, spor, sporcu varolacaksa, kapitalizmin küresel evresinde işlettiği ekonomik- (siyasal-ideolojik) manipülasyonların alanı dışında, yepyeni bir varoluşun şartlarını aramak ve kurmak zorundadır. İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 26 Kış-Bahar 2008, s. 403-410 Forum Futbolda “ultra” taraftar hareketi Hüseyin Özkök İtalya’da Sicilya Adası’nda 2 Şubat 2007 günü oynanan Sicilya derbisi Catania-Palermo maçında ve sonrasında çıkan olayların ciddiyeti ve bir polisin kasten öldürülmesi tüm dünyanın dikkatini yeniden İtalya’ya ve futbolda şiddete çevirmesine neden oldu. Bu olayı yaratanlar Catania kulübünün Ultralar adlı taraftar grubuydu. Futbol dünyasında adı bilinen ancak bu derece ön plana çıkmayan grubu Ultralar böylece bir anda bütün dünyada tanındılar. İşte bu satırlarda artık bir kavram haline gelen Ultra taraftar organizasyonun ortaya çıkış ve gelişim hikayesini okuyacaksınız… ORTAYA ÇIKIŞ Ultra hareketi ilk olarak İtalya’da 50’li yılların sonları ile 60’lı yılların başlarında futbol delisi genç grupların kendi takımlarını organize bir şekilde desteklemek amacı ile bir araya gelmesi ile kuruldu. Ultra adını bu gruplara Torino taraftarlarının bir maç sonrası maçın hakemini hava alanına kadar takip etmesi sonucunda bir İtalyan gazetesi verdi. Ultralar başta çaldıkları korna ve davullarla diğer taraftar gruplarından ayrılıyorlardı. İlk deplasman organizasyonları da bu sıralarda gerçekleşmeye başladı. Bu hareket Avrupa’da da kendine hızlı bir şekilde taraftar buldu ve çeşitli ülkelerdeki grupları etkisi altına aldı. Futbolun ana vatanı İngiltere ise Ultralar’a sıcak bakmayan az sayıdaki ülkelerden biri oldu ve holigan grupların beşiği haline geldi. 404 Ultra taraftar AMAÇ VE AKTİVİTELER Ultralar tamamen fanatik ve ana amaçları takımlarını “her zaman her yerde mümkün olan en iyi şekilde” desteklemek olan taraftarlardan oluşmakta. Ultralar’da stadyumlarda toplu akustik desteğin dışında marşları başlatan bir kişi (amigo) hep bulunur. Bu şarkılara ise davullarla eşlik edilir. Ultralar ayrıca gözle görülen şovlara da çok önem verirler. Konfeti yağmuru, bengal ateşi denen meşaleler ve çok sayıda dev bayrak da tribünlerde hep görülür. Bunun yanında Ultralar masraf ve koreografi gerektiren renkli güzel tribün şovları da organize ederler. Bu şovlar için maç başlamadan önce Ultralar tarafından tüm hazırlıklar yapılır ve hatta bu gruba dahil olmayan seyirciler de bu şovlara katılırlar. Önemli bir nokta da Ultralar’ın bu şovlar için harcadıkları paralar için sponsor veya kulüpten asla yardım kabul etmemeleridir. Bu masrafları kendi üyelik aidatları ve kendi ürettikleri taraftar ürünlerinden sağlanan gelirlerden karşılamaktadırlar. Ultralar’ın bir özelliği de kulüplerine karşı diğer bir gruba bağlı olmayan taraftarların aksine çok daha fazla eleştirel bir bakış getirmeleridir. Özellikle kulübün ekonomisini ilgilendiren kararlar alındığında ya da kulübün taraftar kültürü ile ilgili yaklaşımlarında Ultralar bu kararları alan kişilere karşı eleştirel bir bakış sahibidirler. En önemli konulardan biri ise polisin ve saha içinde güvenliği sağlamakla görevli kişilerin bu taraftar gruplarına yaklaşımını protesto eden bir tavrın hep olmasıdır. Polisleri özellikle hedef alan sloganlar en çok görülenlerdir. Almanya’da ise bu gruplar güvenlik güçlerini “biz taraftarız suçlu değil” şeklinde protesto ederler. Her Ultra grubunun bir bayrağı bulunur ve bu bayrak onların âdeta sancakları gibidir. ULTRALAR İLE HOLİGANLAR ARASINDAKİ FARK Ultralar’ı holiganlardan ayıran en büyük özellik bu oluşumlarda şiddetin değil sporun daima ön planda olmasıdır. Ancak kavga ve mücadele de Ultra kültürünün ayrılmaz bir paçasıdır. Takımları adına kavgadan kaçmazlar. Fakat Almanya’daki gruplar yine de polisin bu konuda taviz vermemesi nedeni ile kavgadan da uzak durmayı tercih etmektedirler. Bu gruplarda son yıllarda rakip taraftarların taşıdıkları ait oldukları kulübün ürünlerini kapıp kaçma daha yaygın hale gelmiştir. Hüseyin Özkök 405 ÜLKELERDE ULTRA HAREKETLERİ Almanya: Ultra hareketi Almanya’ya ilk olarak 80’li yılların sonlarında ulaştı. İlk grup 1986 yılında Fortuna Eagles adı altında Fortuna Köln takımı taraftarlarınca kuruldu. Onu 1989 yılında Leverkusen taraftarlarının kurduğu Soccer Boyz grubu izledi (1994’ten bu yana Mad Boyz). Binding Szene (Eintracht Frankfurt), Blaue Bomber (Stuttgarter Kickers), Promillos Ultras (Freiburg) 1995 yılında kurulan Ultra gruplarıydı. Bir yıl öncesinde ise Nürnberg taraftarları Ultras adlı grubu kurmuşlardı. Şu anda Almanya’da en küçük kasaba takımlarına kadar bütün kulüplerin taraftarları arasında kendisini Ultralar olarak adlandıran gruplar mevcut. Almanya’da bugün taraftarlar arasında kendilerini ön plana çıkaracak ve Ultralar’ı sorgulayacak başka gruplar olmadığı için Ultralar organize taraftar denilince ilk akla gelen gruplardır. İşte tam bu noktada Ultralar ile organize olmamış taraftar grupları arasında, Ultralar’ın özellikle kale arkası tribünlere egemen olma ve taraftarı yönetme çabaları nedeni ile sürekli sorunlar yaşanmaktadır. Almanya’daki Ultra grupların büyük çoğunluğu politikayı futbola karıştırmazlar. İstisna olarak Almanya’da üç sol Ultra grubu, Sankt Pauli (St. Pauli), Filmstadt Inferno 99 (Babelsberg 03), Diablos (Sachsen Leipzig) ve iki sağ görüşlü Inferno Cottbus (Energie Cottbus), Ultras (Lok Leipzig) gösterilebilir. Bunlar içinde özellikle Lok Leipzig takımının aşırı sağcı taraftarlar çıkardıkları olaylarla ön plandadır. Bir süre önce de Lok LeipzigUnion Berlin amatör bölgesel lig maçında büyük olaylar yaşandı. Ancak Alman polisi bu taraftarlara sıfır tolerans göstermekte ve özellikle de maç günleri tüm şehirlerin ana tren istasyonlarında geniş güvenlik önlemleri almakta. Almanya’da Ultralar’ın ana amacı stadyumlarda atmosferi en güzel hale getirmek ve kendi gruplarının gelişimini sağlamaktır. Alman Ultraları kendilerini hiç bir kritik yapmadan stadyumlarda oturup maç seyreden ve para harcayan taraftar gruplarının karşıtı olarak görürler. Almanya’da stadyumlarda meşale yakılması kesinlikle yasak olduğundan Alman Ultraları çok nadiren stadyumlarda meşale yakmaktadırlar. Meşaleler daha çok amatör liglerdeki maçlarda görülmektedir. İtalya: İtalyan Ultraları ünlerini tüm dünyaya 2 Şubat 2007 günü duyurdular. Catania kulübünün Ultraları büyük olaylara neden olurken bir polisi öldürdüler. Ultralar’ın üye sayısını rekor seviyeye ulaştırdıkları yıllar 406 Ultra taraftar İtalya’da 80’li yıllar olmuştur. Ancak şu an hala 10.000’in üzerinde üyesi olan gruplar mevcuttur. İtalya’daki önemli gruplar ise şunlardır. Irriducibili Lazio, Brigate Ressonete Milan, Brescia MU 1911, Curva Nord Bergamo, Ultras Granata. İtalya’daki ünlü Ultra gruplarının Lega-Calcio (Futbol Ligi) ve polisle sürekli bir uyuşmazlık içinde olmaları İtalyan ultra hareketine yönveren en önemli etkenlerden biri olmuştur. Bu gruplardan bazıları, Brigade Gialloblu 71 Verona, Fdl Milan, Bna Atalanta, Commando Ultras Napoli ve Verona Front’tur. Bazı taraftar gruplarının üye sayısının çok yüksek olması bu taraftarların kulüp politikasına karışmaları durumunu ortaya çıkarmıştır. Bunlar içinde en çarpıcı örnek şu an var olmayan Fossa dei Leoni grubudur. Bu grup zamanında oturdukları tribünde kimin ne satacağına kendi grup üyeleri karar vermekteydi. Ayrıca bir çok taraftar grubu kulüpleri şiddetle tehdit edip istediklerini yaptırmakta ve kulüp yöneticileri buna göz yummakta. Son olaylara kadar İtalya’da verilen cezalar stadyum yasağı ile sınırlı kalmaktaydı. Ancak son cereyan eden olaydan sonra artık çok daha radikal önlemlerin alınacağı açık. İtalya’da bu tür grupların yarıya yakını politik tavır içindedirler. Bunlardan %10 kadarı da aşırı sağcı gruplardan oluşmaktadır. Bu gruplar özellikle bazı kulüplerin politik olarak doğrultusunu da belirlemektedir. Örneğin Lazio kulübünün aşırı sağcı taraftarları (Irrıdubicili Lazio) buna en büyük örnek olarak gösterilebilir. Aşırı sağcıların asıl düşman olarak gördükleri hedefleri rakip taraftarların aksine tamamen polislerdir. Sol gruplardan ise en ünlüsü Livorno kulübünün taraftar grubudur. (Brigade Autonome Livornesi) Fransa: İtalya’ya olan yakınlık seksenli yıllarda Fransa’da özellikle de ülkenin güneyinde Ultra hareketinin başlamasında etkili oldu. İlk Ultra grupları Marsilya’da Commando Ultra 84 ve South Winner 87 adları ile kuruldu. Bu iki grup da hala faaliyetlerini sürdürüyor ve Fransa’nın en yaratıcı ve saygı gören grupları olarak anılıyorlar. Özellikle bu iki grup ırkçılığa ve faşizme olan karşıtlıkları ile ön plana çıkıyorlar. Paris’te ise ilk Ultra grubu 1985 yılında Boulogne Boys adı ile kuruldu. Zaman geçtikçe Utra grupları Fransa’nın her yerine yayıldı ve büyük gruplar kulüpler üzerinde etkili olmaya başladılar. Özellikle de Marsilya’da Ultralar kendi tribünlerinin bilet satışını kulüpten aldılar ve Marsilya kulübü üzerinde büyük bir etkiye sahipler. Ülkedeki en etkili gruplar ise Paris ve Marsilya’da bulunuyor. Paris’te Boulogne Boys’un yanı sıra Supras Auteuil, Lutece Falco Hüseyin Özkök 407 ve Tigris Mystic gibi gruplar bulunuyor. Stadyumlarda şiddete meyilli olan Boys grbunun bazı üyeleri ve aşırı sağcılar ise bu gruplardan dışlandılar ve artık stadyumlara alınmıyorlar. İsviçre: İsviçre’ye baktığımızda özellikle son yıllarda çok hızlı bir şekilde Ultra taraftar gruplarının ülkenin her yanında arttığını görüyoruz. Zürih kentinde en ünlü gruplardan biri FC Zürih takımın Ultra taraftar grubu olan Zürcher Südkurve’dir. Aynı şehrin bir başka takımı olan Grasshoppers’ın da iki büyük Ultra taraftar grubu mevcut. Bunlardan en ünlüsü ise Estrade Ost. İsviçre’de kendinden geçen yıl çok bahsettiren Ultra grubu ise FC Basel takımının Inferno Basel isimli Ultra grubu oldu. Ligin son ve şampiyonun belli olacağı maçında rakip FC Zürih takımın 93. dakikada Inferno Basel grubunun oturduğu taraftaki kaleye attığı gol çıkan olayların ateşleyicisi oldu. Inferno Basel taraftarları ayrıca özellikle Zürih takımlarının geldiği her maçta olay çıkarmakla ünlüler. Bundan birkaç yıl önce Baselli Ultralar Grasshoppers’ın stadını ateşe verip büyük zarara yol açtılar. Her gittikleri Zürih deplasmanında mutlaka olay çıkardılar. Ancak 2004 yılında da bu defa Zürih polisi bir skandala imza attı. Zürih’te Grasshoppers ile oynayacakları maç için trenle Zürih’e gelen ve çoğunluğu Ultra olan ancak aralarında çocukların da bulunduğu 650 kişilik Baselli taraftar grubunu polis sardı ve 427’sini gözetim altına aldı. Bazı taraftarlar 24 saat gözetim altında kaldılar. Tuvalete gitmelerine ve telefon etmelerine izin verilmedi. Bu tüm İsviçre’de büyük tepki yarattı. Zürih polisi ve kanton yönetimi ağır eleştiriler aldı. Geçtiğimiz yıldan bu yana ise İsviçre şehir yönetimleri hem Lig yönetimini hem de kulüp yöneticilerini her maç için güvenliği sağlamakta gerekli olan 100.000 Frank’ı ödemedikleri için suçluyorlar. İsviçre’de futbol maçlarında Ultralar ve holiganların yarattığı şiddet son yıllarda oldukça arttı ve bu konu hem medyanın hem de politikanın önemli konularının başında geliyor. Diğer ülkeler: Avrupa’nın diğer ülkelerine baktığımızda Avusturya, Portekiz, Yunanistan, Hırvatistan ve Sırbistan gibi ülkelerde Ultra gruplarına rastlıyoruz. Avusturya’da en etkili ve tanınmış olan grup Ultras Rapid 1988’dir. Bu grup Avrupa’da takımının her maçına koreografi hazırlayan sayılı gruplardan biri ve 2005 yılında T.I.F.O. (Torcida International Fans Organisation) tarafından en iyi koreografi yapan taraftar grubu seçildi. Red Bull tarafından satın alınan Austria Salzburg takımının Ultra taraftar grupları olan Union 408 Ultra taraftar Ultra 99 ve Tough Guys Salzburg 92 kulüplerinin satışına şiddetle karşı çıkmalarına rağmen şu an takımlarını destekliyorlar. Portekiz’e baktığımızda en ünlü iki grubun Benfica kulübünün taraftar grubu olan Diabos Vermelhos ve No Name (NN) Boys olduğunu görüyoruz. Ayrıca Porto ve Sporting kulüplerinin de Ultra taraftar grupları mevcut. Ancak ülkenin diğer taraftar grupları diğer ülkelerdeki kadar aktif değiller. Yunanistan’da başkent Atina’da bulunan Ultra gruplar Avrupa’daki en ateşli gruplardan sayılıyorlar. Atina kentinin üç takımı Panatinaikos, Olympiakos ve AEK maçlarında bu gruplar arasında büyük kavgalar yaşanıyor. Bu nedenle son yıllarda Yunanistan’da Ultra hareketine ait grupların rakip stadyumlarda maçları izlemeleri yasaklanmış durumda. Hırvatistan’da Ultra hareketinin başlangıcı 1950 yılına rastlamakta. O yıl Hajduk Split taraftarları Torcida adı altında ligin şampiyonunu belirleyecek bir maçta Ultralar’ın kullandığı metotlarla bir organizasyon yapmıştı. Ancak Yugoslavya Devleti’nin her türlü örgütlü organizasyonu yasaklamasından sonra Torcida Ultra hareketi ancak seksenli yıllarda tekrar ortaya çıkabildi. Bugün ise en büyük rakipleri Dinamo Zagreb’in taraftar grubu olan Bad Blue Boys. Sırbistan’da ise ülkenin iki büyük kulübü Kızılyıldız ve Partizan’ın Delije ve Grobari adlı Ultra grupları ülkenin en büyük iki taraftar grubu. Bu takımları tutan insanlar otomatik olarak bu gruplardan sayılmakta çünkü taraftarlar bu takımları orijinal adları ile değil bu taraftar gruplarının adları ile anmakta. Bu iki grubun dışında da ülkede sayısız Ultra gruplar bulunmakta. Meşale yakmak tribünlerde günlük olaylardan sayılıyor. Özellikle büyük maçlarda sürekli olay çıkıyor. TÜRKİYE’DE ULTRA HAREKETİ Türkiye’de kendilerini Ultralar olarak tanımlayan tek taraftar grubu Galatasaray taraftarlarınca kurulan ultrAslan grubu. Grubun kuruluş amacı aynen Avrupa’daki Ultralar’da olduğu gibi takımı koşulsuz desteklemek ve stadyumda güzel bir atmosfer yaratmak. Fenerbahçe’nin Genç Fenerbahçeliler ve Beşiktaş’ın Çarşı taraftar grupları aynı amaçlarla faaliyet gösteren gruplar, ama bu gruplar her ne kadar Avrupa’daki Ultralar ile benzerlikler taşısalar da en büyük rakiplerinin Ultra adı ile bir grubu olması nedeni ile bunların kendileri Ultralar olarak tanımlaması olası değil. Hüseyin Özkök 409 Bu üç grubun siyasi yanına baktığımızda hepsinin ortak paydasının milliyetçilik olduğunu görüyoruz. Ancak bu gruplar bazı zamanlarda kendi kulüp ideolojilerini milliyetçiliğin üzerinde görüp örneğin milli maçlarda oynanan stadyuma göre kendi takımları lehine tezahürat yapabiliyorlar. İçlerinde çok sayıda “Milli Takım’dan bana ne ben şu takımlıyım” diyebilen kişiler mevcut. Yine bu grupların içinde siyasi ve sosyal mesajlar vermeyi en çok tercih eden grup Beşiktaş’ın Çarşı’sı. ultrAslanlar ve Genç Fenerbahçeliler’de zaman zaman kendi milliyetçilik görüşleri doğrultusunda siyasi mesajlar veriyorlar. Türkiye’de aynı takımın fanatik taraftar grupları arasında da bölünmüşlük yaşanıyor. Bir grup hiçbir beklentisi olmadan kulübünü destekleyip para harcarken diğer bir grup “biz takımı her koşulda destekliyoruz o zaman kulüp bize bedava bilet versin, seyahat masraflarımızı karşılasın” gibi bir beklenti içinde. Tabii ki en büyük istek de stadyuma hakim olmak yönünde. Tribünlerinde bu konuda en çok bölünmüşlük yaşayan taraftar grubu Fenerbahçe’de yer alıyor. Genç Fenerbahçeliler’in yanında önemli gruplar Kill For You, Cefakar Kanaryalar, Esenler gibi gruplar. Daha irili ufaklı bir çok grup da mevcut. Bunda da stadyum kapasitesinin büyümesi en büyük etken. Her grup kendine ayrıcalık sağlanması ve stadyumda kendi hakimiyetini kurma arayışı içinde. Beşiktaş’ta ise Çarşı grubunun yanında Asya Kartalları ve Karagümrük ön plana çıkan gruplar olarak göze çarpıyor. Bu üç grup da söz sahibi olmak için uzun süre büyük mücadele verdiler. Sonunda kapalının paylaşımı konusunda aralarında anlaşma yapıldı ve anlaşmazlık şimdilik bitti. Bir de kendilerini Eagle Clan olarak adlandıran ve Numaralı tribünde oturan, her türlü kötü yönetime karşı tavrını koyan bir grup da mevcut. Şu anda Türkiye’de Beşiktaş’ın Çarşı grubu adından en çok söz ettiren en etkili taraftar grubu konumunda. Galatasaray’da ultrAslan dışında başka bir oluşum yok. Daha önce Yürüyedur adı altında oluşan üniversiteli grup bir takım başka grupların baskısı ile etkisini kaybetti ve artık bu grup yok. Galatasaray tribünlerinin tek hakimi ultrAslan grubu olarak belirlenmiş durumda. 410 Ultra taraftar . İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 26 Kış-Bahar 2008, s. 411-418 Forum Futbol sektöründe finansal polarizasyona karşı kurumsal yönetişim Kutlu Merih 1 Futbolun ulusal düzeydeki yönetimi konusunda ülkeler arası sistem farklılıkları bulunması, ticarileşemenin de polarizasyon etkileri ile birleşince, sportif sonuçlar üzerinde anlamlı etkiler oluşturuyor. Kulüplerin faaliyet alanı olan farklı yasal ve ekonomik ortamlar oyunda da adaletsizliklere yol açıyor. Daha sıkı regüle edilen ülkelerde daha sağlam finansal yapılar gözlenirken bunlar daha gevşek regüle edilen ülkelere karşı rekabet etmekte güçlük çekiyorlar. Avrupa futbolunun artan önemi ve kulüp rekabeti üzerinde etkili olan farklı düzenleyici sistemler ulusal ver kıtasal düzenleme sistemlerinin yeniden gözden geçirilmesini gerektiriyor. Avrupa çevresinde daha standart bir düzenleme rejiminin gerçekleştirilmesine ihtiyaç duyuluyor ve UEFA bunu gerçekleştirebilecek temel organ olarak görülüyor. Yerel ve kıtasal futbolun düzenlenmesi Avrupa çevresinde spor ver futbol yönetişimi açısından bir çok farklılık gözleniyor. Öncelikle kulüplerin, liglerin ve ulusal federasyonların sistem üzerindeki etkisi ülkeden ülkeye değişebiliyor. Özellikle İngiltere'de Premiyer Lig (FAPL) ile Federasyon (the FA) arasında ilginç bir rekabet ve otorite kavgası var. İtalya'da büyük kulüplerin ligler ve federasyon üzerinde yoğun etkisi söz konusu. Kulüp başkanları ve yöneticileri aynı zamanda federasyonda da görev alabiliyor. Benzer olarak İspanya'da Barcelona ve Real 1 Doç.Dr. İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi (emekli), araştırmacı e-posta: kutlu@merih.net 412 Kurumsal yönetişim Madrid İspanya futbolu karar mekanizması üzerinde olağanüstü etkinlik sahibi olarak görülüyor. genel olarak Avrupa'daki beş büyük lig içinde TV yayın sözleşmelerinin merkezi olarak yapıldığı (İngiltere, Fransa, Almanya) liglerde federasyonların, kulüpler tarafından yapıldığı liglerde (İspanya, İtalya) kulüplerin kulüplerin daha çok etki sahibi oldukları görülmektedir. Ulusal federasyonlar, ulusal liglerin yönetişimi için stratejik organlardır. Burada düzenleyici bir otorite ile serbest rekabet koşullarının birlikte çalışmasının etkinleştirilmesi gerekir. Federasyonların futbolun üç boyutu olan sportif, yasal ve ekonomik boyutlarının birlikte düzenleme çabaları bazı sorunların da yaşanmasına neden oluyor. Günümüz futbolunda FIFA, UEFA ve Ulusal federasyonlar arasındaki ilişkiler ve yetki paylaşımları bazı sorunların da yaşanmasına neden oluyor. UEFA ile AB arasındaki ilişkiler, UEFA'nın bir düzenleyici kuruluş olarak Avrupa futbolu üzerinde giderek artan bir etki kazanmasına da yol açıyor. Bosman uygulaması ve sınırların Avrupalı futbolculara açılarak futbolun "Avrupalılaştırılması", futbolun geleneksel olan ulusal düzeyde federasyonlar ve küresel düzeyde FIFA tarafından düzenlenmesi kuralı ile çatışmaya başladı. Avrupa futbolundaki dönüşümler, yönetici organların yetkileri ve etkileri konusunun yeniden değerlendirilmesini gerektiriyor. Bosman uygulamaları, yayın teknolojisindeki gelişmelerin yarattığı fırsatlar ve seçkin kulüplerin hem yerli hem de Avrupa kupalarında daha etkin olmayı sürdürmeleri sonucunda kurallar yeniden tartışılır hale geliyor. Şampiyonlar liginin hem sportif hem de finansal olarak artan çekiciliği, futbol sektörünün kontrol ve düzenleme mekanizmalarının özellikle Avrupa ortamında gelişeceğini gösteriyor. Diğer taraftan başarılı ve etkili kulüpler ulusal federasyonların yetki ve otoritelerini tartışma ortamına çekiyorlar. Bu ise futbol için daha etkili düzenleme ve yönetişim kurallarının araştırılmasına yol açıyor. Futbolu yöneten organlar arasındaki ilişkilerin yeniden değerlendirilmesi önümüzdeki yıllarda "futbolun etkin yönetişiminin" temel başlangıç noktasını oluşturacak. Avrupa kulüp futbolunu düzenleme modelinde değişimler Bosman kuralı ile ulusal sınırlar arasında daha yoğun bir futbolcu trafiğinin yaşanması, futbolcu yeteneklerinin saha geniş ve daha güçlü pazarlarda yoğunlaşmasına yol açtı.. Bunun sonucu ise Avrupa kupalarında başarılı olan kulüplerin ve ülkelerin sayısının giderek azalması oldu. Ulusal düzeyde ise Şampiyon Kulüpler kupasını elit kulüplerin monopolize etmesi, sportif ve ekonomik başarının da elit kulüplerde yoğunlaşmasına neden Kutlu Merih 413 oluyor. Matematik olarak olanaksız olamasa bile, diğer kulüplerin elitler arasına katılabilmesi giderek daha zorlaşıyor. Fransız profesyonel ligi kıta düzeyinde fırsat eşitliği için düzenleyici çerçevenin standardize edilmesi gerektiğini ileri sürüyor. Burada UEFA tarafından geliştirilen ve uygulanması istenen "Kulüp Lisans Sistemi" , rekabet koşullarının standardize edilebilmesi için önemli bir adım olarak görülüyor. UEFA Kulüp Lisans Sistemine ulusal düzeyde farklı reaksiyonlar verildi. İtalya olumsuz bir yaklaşım sergilerken diğer ülkeler Fransa başta olmak üzere, sistemin finansal kontrol mekanizmalarının yeterli olmadığını ileri sürdüler. Sistem bazı kurallar getiriyor fakat bunun denetlenmesi için gerekli mekanizmaları önermiyordu. Bir çok ülke liginde bunun bir ilk adım olduğu fakat finansal dengeyi sağlayacak daha ileri tekniklere ihtiyaç olduğu düşüncesi ağırlık kazandı. Sistemin deklare edilen amaçları başlangıçta: kulüplerin ekonomik ve finansal yeteneklerini geliştirmek, şeffaflığı ve kredibiliteyi artırmak ve borç verenler için güvenli bir finansal ortam sağlamak, uluslararası kupaların sürdürülebilirliğini sağlamak ve bu kuplardaki finansal fair playi gözetmek olarak veriliyordu. Sistemin talepleri giderek ağırlaşan bir şekilde idi. Verilen amaçlar ile uygulanan yöntemlerin tutarlı olması gerekirken burada bazı yetersizlikler ve amacı aşan talepler profesyonel gözlerden kaçmıyordu. Fransız ligi uygulanan sistemin UEFA tarafından verilen amaçları karşılayamadığın ileri sürdü. "Uygulamanın ilk fazı oldukça ileri bir dönemle ilgili idi ve kontrol ancak olay gerçekleştirdikten sonra yapılabiliyordu. Bu da beklenen faydayı yok ediyordu." . İkinci faz ise 20087/09 sezonunda başlayacak ve ileriye dönük bütçelemeleri kapsayacak. Bunun da amaca ne faydası olacağı açık değil. Burada önemli olan diğer bir nokta, UEFA Kulüp Lisans Sisteminin fayda sağlayabilmesi için yeterli bir titizlikle uygulanması gerektiği. Bu da sistemin diğer bir zayıf noktası, çünkü uygulama ulusal federasyonlara devredilmiş durumda. Bu federasyonların ise, kulüplerinin Avrupa Kupalarına katılmalarını engelleyecek önlemleri almaları hemen hemen olanaksız gibi. Ayrıca çeşitli farklılıklar gösteren ulusal muhasebe sistemlerinin temelinde finansal standartların nasıl sağlanabileceği de belirsiz. Burada Fransız Liginin bir alternatif önerisi var: "Kulüpler için Avrupa Finansal Kontrol Komitesi". Avrupa liglerinde bu yaklaşımın üzerinde durulmaya değer olduğu düşünülüyor. 414 Kurumsal yönetişim ‘Subsidiarity’ ilkesi ve düzenlemenin sınırları Futbol sektöründe yaşanan ve çözümlenen bazı sorunlar düzenleyici sorumluluğun sınırlarının da tartışılmasını gündeme getirdi. Bunlar arasında Bosman Kuralları, TV yayın teknolojisinin uyarlanması, zenginliğin az sayıdaki ulusal liglerde toplanması ve UEFA Şampiyonlar Liginde gözlenen gelişmelere bulunuyor. Bu olgular yerel ve kıtasal futbol perspektifini radikal bir şekilde değiştirdiler. Bunun sonuçlarının yerel liglerde bozulan rekabet dengeler, yerel liglerin az sayıdaki zengin kulüp tarafından etki altına alınması ve başarı ile zenginliğin Avrupa çapında az sayıda kulüp ve ülke etrafında toplanması olduğu söylenebilir. Diğer taraftan Avrupa perspektifinde futbolun ekonomik, sosyal ve dolayısı ile yasal olarak perspektifinin genişlemesi, futbolun düzenlenmesi konusunda yeni sorumlulukların tanımlanmasını ve genel olarak futbolun yeniden yapılanmasını gerektiriyor. Burada Avrupa hukukunun yerindelik ilkesi olan "subsidiarity" son derecede dikkatli ve mantıklı bir şekilde uygulanmalıdır. Bu düzenlemeyi gerekli hale getiren ve düzenlemenin konusu olacak olan organizasyonlara "yetki devri" olarak anlaşılmamalıdır. Futbolun küresel ve kıtasal organizasyonu düzenleyici organların sorumsuz bir bağımsızlığı yerine sorumlu bir "karşılıklı bağımlılık" ilkesi etrafında oluşmalıdır. Burada subsidiarity ilkesi kararların uygun olan en uygun düzeyde alınmasını gerektirir. UEFAtarafından önerilen "Kulüp Lisans Sistemi" ve "Kulüpte (alt yapıdan) Yetişen Futbolcular" kuralı bu nedenle sadece Avrupa kupaları için değil fakat yerel ligler için de uygulanmalıdır. Buradan Avrupa çapındaki düzenleyici ilkelerin yerel liglerin de harmonizasyonunda önemli bir rol oynayacağı görülebilir. "Altyapıdan yetişen" futbolcu inisyatifi UEFA kupa maçları için uygulanacak yeni, düzenlemeler getirdi. Bunlar: • 25 ile sınırlı takım oyuncusu • Kulüpte yetişmiş minimum oyuncu sayısı. kademeli olarak aşağıdaki gibi uygulanacak i) 2006/07 Sezonu: 4 ‘takımda yetişmiş’ oyuncu ii) 2007/08 Sezonu: 6 ‘takımda yetişmiş’ oyuncu iii) 2008/09 Sezonu: 8 ‘takımda yetişmiş’ oyuncu "Takımda yetişmiş" oyuncular, kulüpte veya aynı ulusal federasyonda lisanslı olacak ve bu oyuncuların yarıdan fazlası federasyon lisanslı tipten olmayacak. Kulüpte yetişmiş oyuncu yanımı, oyuncunun 15 ve 21 yaşları arasında en az üç sezon kulüpte lisanslı olması koşulunu gerektiriyor. Kutlu Merih 415 Federasyon lisanslı oyuncu kavramı ise oyuncunun en az 3 yıl kulüp veya bağlı olduğu federasyona lisanslı olması anlamını taşıyor. Kulüpler 21 yaşın altında olmak ve kulüpte 15 yaşından sonra en az 2 yıl lisanslı olmak koşulu ile 25 kişilik takıma istenildiği kadar genç oyuncu ekleyebilir. Burada UEFA'nın beklentisi genç oyuncuların gelişimini ve eğitimini gerçekleştirebilmek. Burada sadece kulüplere bir katkı değil, gençlerin eğitimi ve sosyalleştirilmesi ile topluma da katkı öngörülüyor. Ayrıca bu yaklaşım Avrupa futbolundaki yetenek havuzunu genişletecek ve ulusal takımlar arasındaki rekabete de katkı sağlayacak. Böylece kulüpler daha fazla kendi oyuncularını yetiştirerek futbolun bir "en iyi oyuncuları satın alma" rekabeti olmayıp "yetenek yetiştirme" rekabeti olması bekleniyor. Buna karşılık bu kurallar UEFA kupalarında rekabet edecek olan kulüpleri ilgilendiriyor. UEFA ulusal federasyonların bu kuralları yerel liglerde zorlamasını beklemiyor. Yine de UEFA bu kuralların bir sportif ilke olarak Avrupa düzeyinde olabildiğince uygulanmaya çalışılmasını öneriyor. UEFA üyesi ülkelerin çoğunluğunda bu kuralları kendi yerel liglerinde hayata geçirme çabası gözleniyor. İngiltere'de ise bu kurallara serbest dolaşımı engellediği ve liglerin kalitesini sulandırdığı gerekçesi ile yoğun bir direniş söz konusu. Burada futbolun bir tek merkezi organ tarafından düzenlenmesindeki zorluklar göze çarpıyor. Yine de yetenek ve servetin az sayıda ülkede yoğunlaşmasını engellemek için bazı yöntemler geliştirmek ve bunları uygulamaya koymak acil bir zorunluluk. Futbol sektöründe "iyi yönetişim" Yeni bir yönetim anlayışını yansıtan "Yönetişim" kavramının futbol sektöründe giderek artan bir ilgi yarattığını görüyoruz. Son on yıl içinde bu kavram politik bilimde, kamu yönetiminde ve uluslararası ilişkilerde yaygın bir kabul görürken futbol yönetimi içinde gündeme getirilir oldu. Bu sözcüğün bu kadar popülerleşmesindeki temel neden, yönetim sürecindeki organlar ve ilişkiler konusunda kapsamlı bir kavram ve açıklama potansiyeli sunmasıdır. Yönetişim, en basit tanımı ile, genel olarak hiyerarşik ve emirkomuta tipinde olmayan yatay organizasyonların yönetim teknikleri ile ilgilidir. Bu ise federatif yapılı futbol yönetim organları için oldukça uyumlu bir modeldir. Buna göre yönetişim olan yapılarda tepede her şeye kadir egemen bir organ bulunmaz. Buna karşılık yönetim süreci yarı otonom birimlerden oluşan yapılar, yerel otoriteler, kamu kurumları, yarı kamusal örgütler ve çeşitli gönüllü organizasyonlar ve federatif yapılar söz konusudur. 416 Kurumsal yönetişim Buna karşılık Yönetişim bir çok durumda akıl karıştıran karmaşık anlamlar da yüklenebilir. Bazı durumlarda hiyerarşik yapıda olmayan organizasyonların nasıl yönetildiği ile ilgili iken, başka durumlarda değişime uğrayan yapıların nasıl yönetilmesi gerektiğine ışık tutabilir. Biz burada bu kavramı futbolun yönetim yapısını anlamak ve bunu olması gibi değiştirmek süreci ile ilintili olarak kullanacağız. Bu hedefe ulaşmak için yönetişim, networklerin yönetişimi ve doğrudan "İyi Yönetişim - Good Governance" anlamlarına da gelecektir. Burada yönetişimin üç farklı anlamı söz konusudur: Bir strateji olarak yönetişim, bir analitik araç olarak yönetişim ve bir normatif model olarak yönetişim. Bunları açarsak; strateji olarak yönetişim bir kurum veya yapının stratejik hedeflere ulaşmak için yönlendirilmesi anlaşılmalıdır. Bu genel olarak modern demokrat