Yıl 9. Sayı 18. GÜZ 2013 - CTAD:Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları

Transkript

Yıl 9. Sayı 18. GÜZ 2013 - CTAD:Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları
Hacettepe Üniversitesi
Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü
CUMHURİYET
TARİHİ
ARAŞTIRMALARI
DERGİSİ
Yıl 9. Sayı 18. Güz 2013
Hacettepe University
The Atatürk Institute for
Modern Turkish History
JOURNAL of
MODERN
TURKISH
HISTORY
Year 9. Issue 18. Fall 2013
YÖNETİM YERİ / CONTACT:
Hacettepe Üniversitesi
Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü
Beytepe/Ankara P.K 06800
Tel: (+90) 312 297 68 70 Fax: (+90) 312 299 20 76
Tel (ed.): (+90) 312 297 68 70/129
Web: www.ait.hacettepe.edu.tr
E-mail: ctad.editor@gmail.com
CUMHURİYET TARİHİ ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
ISSN 1305-1458 E-ISSN 2147-1592
Hacettepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü’nce yılda iki kez
yayınlanan yaygın süreli hakemli bir dergidir. Yayın dili Türkçe ve İngilizce’dir.
The Journal of Modern Turkish History is a peer-reviewed scholarly journal,
published biannually by The Atatürk Institute for Modern Turkish History, Hacettepe
University. The Journal consists of manuscripts in Turkish and English.
Basıldığı Yer: Hacettepe Üniversitesi Basımevi
06100 Sıhhıye/Ankara
Tel: 0312 310-97-90
Bu dergide yayınlanan yazılardaki fikirler yazarlarına aittir.
The board claims no responsibility for the arguments asserted in the published
manuscripts.
C U M H U R İ Y E T T A R İ H İ A R A Ş TI R M A L A R I D E R G İ S İ
Yıl 9. Sayı 18. GÜZ 2013
JOURNAL of MODERN TURKISH HISTORY
Year 9. Issue 18. FALL 2013
SAHİBİ / OWNER
Hacettepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü adına
Adnan SOFUOĞLU
EDİTÖR / EDITOR
İdris YÜCEL
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ / MANAGING EDITOR
Seyfi YILDIRIM
EDİTÖR YARDIMCILARI /ASSOCIATE EDITORS
Emre SARAL, Çiğdem DUMANLI
İNGİLİZCE DİL EDİTÖRÜ / ENGLISH EDITING
Defne JONES
YAYIN KURULU / EDITORIAL BOARD
Fatma ACUN
Ayten Sezer ARIĞ
Sadık ERDAŞ
M. Derviş KILINÇKAYA
Mehmet ÖZDEN
Adnan SOFUOĞLU
Seyfi YILDIRIM
Mustafa YILMAZ
İdris YÜCEL
ULUSLARARASI HAKEM KURULU / INTERNATIONAL ADVISORY BOARD
AKBULUT Dursun Ali, Ondokuz Mayıs Üniversitesi.
ARI Kemal, Dokuz Eylül Üniversitesi.
BİLİCİ Faruk, Institut National des Langues et Civilisations Orientales.
ÇAKMAK Biray, Uşak Üniversitesi.
ÇETİNSAYA Gökhan, YÖK.
DAYI S. Esin, Atatürk Üniversitesi.
EGAMBERDİYEV Mirzahan, Al-Farabi Kazakh National University.
ERTAN Temuçin Faik, Ankara Üniversitesi.
FORTNA Benjamin, University of London.
GÜNEŞ İhsan, Anadolu Üniversitesi.
GRASSI Fabio, Roma “La Sapienza” University.
HESENLİ Cemil, Hazar University.
HORNYÁK Árpád, Pécs University.
KÖSTÜKLÜ Nuri, Karamanoğlu Mehmet Bey Üniversitesi.
PHILLIOU Christine M., Columbia University.
SARINAY Yusuf, TOBB ETÜ.
SEYİTDANLIOĞLU Mehmet, Hacettepe Üniversitesi.
SABEV Orlin, Institute of Balkan Studies.
ŞAŞMAZ Musa, Niğde Üniversitesi.
TOLZ-ZILITINKEVIC Vera, University of Manchester.
TURAN Mustafa, Gazi Üniversitesi.
VIRIJEVIĆ Vladan, Kosovska Mitrovica University.
CUMHURİYET TARİHİ ARAŞTIR MALARI DERGİSİ
YIL 9. SAYI 18. GÜZ 2013
JOURNAL of MODERN TURKISH HISTORY
YEAR 9. ISSUE 18. FALL 2013
İçindekiler/Contents
İdris YÜCEL, Sunuş
1
Makaleler
Selda GÜNER, Irak Sâbiîlerine Dair Bir Asayiş Dosyası
3
(1873-1898)
Çağla D. TAĞMAT, 1921 Londra Barış Konferansı’nda Yunan
Heyeti ve Tezleri
29
Hazel KUL, Saltanatın Kaldırılmasının Trabzon Basınına
Yansıması
55
Arkan H. MUHAMMAD, Iraklı Kürtlerin Özerklikten De Facto
Federalizme Geçiş Aşamaları (1918-2005)
79
Sabit DOKUYAN, İkinci Dünya Savaşı Sonrasında Sovyetler
Birliği’nin Türkiye’den İstekleri
119
CTAD Yayın İlkeleri
137
Yazarlar
139
Sunuş
İdris YÜCEL
Hacettepe Üniversitesi
Osmanlı Ülkesi, tarih sahnesindeki son asrı boyunca, Saraybosna’dan Basra
Körfezi’ne kadar bütün sathıyla düvel-i muazzamanın ilgi odağındaydı. Bu ilgi,
şüphesiz, mezkûr saha üzerindeki eşi görülmemiş, kusursuz bir konsolosluk ağı
üzerinden gerçekleşti. Bu ağın en temel vazifelerinden birisinin, hasta adamın
zaaflarına dair veri ve analizleri merkez ülkelere ulaştırmak olduğunu söylemek
mübalağa olmaz. Bölgesel etnik ve dinî unsurlara dair gözlemler ile ekonomik ve
askerî tahliller, bu bilgi akışının önemli yapıtaşlarıdır. Selda GÜNER, Irak Sâbiîlerine
Dair Bir Asayiş Dosyası (1873-1898) başlıklı çalışmasında, işte bu alışverişin mikro
ölçekli analizini gerçekleştirdi. Güner, çalışmasında, İngiliz ve Osmanlı birincil
kaynakları temelinde, Basra Vilayeti’nde, Sûku’ş-Şuyûh bölgesi Sâbiîleri’nin Britanya
himâyesine girme isteklerini ve bu çerçevede Majesteleriyle (Her Majesty) kurdukları
iletişimi ele aldı.
Aradan geçen yaklaşık bir asırlık zamana rağmen Kurtuluş Savaşı yılları kolektif
belleğimizdeki sıcak yerini sıkı sıkıya muhafaza ediyor. İster travmatik bir tarihsel
fırtına, ister ulus inşa etme sürecinin temel safhası olarak algılansın, Kurtuluş Savaşı
tecrübesi, uluslararası ilişkilerdeki orman kanununun bütün çıplaklığıyla su yüzüne
çıkmış olduğu bu talihsiz safhadan yeni nesilleri haberdar etmek adına bir hayli
önemi haizdir. Bu sayımızda, millî mücadele dönemine dair, araştırmacılar Çağla D.
TAĞMAT ve Hazel KUL tarafından gerçekleştirilen iki çalışmaya yer verdik.
Tağmat, çalışmasında İstanbul ve Ankara hükümetlerinin 1921 Londra Barış
Konferansı’na katılma sürecini, Yunan Heyeti’nin konferansta öne sürdüğü tezleri
ve konferansın sonuçlarını Yunan kaynakları desteğinde analiz ediyor. Benzer
minvalde Kul, Saltanatın Kaldırılmasının Trabzon Basınına Yansıması başlıklı
çalışmasıyla Lozan görüşmeleri öncesi Saltanatın lağvedilmesini ve bunun Trabzon
basınındaki yankılarını değerlendiriyor. Kul’un çalışmasında sadeleştirerek aktarmış
olduğu, Mustafa Kemal Paşa’nın saltanatın kaldırılması hususundaki meclis
konuşmasının tam metni, içerdiği çarpıcı tespitler itibarıyla tarihî bir nitelik taşır.
Bu sayımızda yer verdiğimiz bir diğer çalışma, Irak Kürtleri’nin Kuzey Irak’ta
oluşturdukları federal yapılanmanın tarihçesine ışık tutuyor. Araştırmacı Arkan H.
MUHAMMAD, Iraklı Kürtlerin Özerklikten De Facto Federalizme Geçiş Aşamaları
(1918–2005) başlıklı çalışmasıyla, Iraklı Kürtler’in etnik ve kültürel yapılarına dair
2
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
analizlerde bulunurken, aynı zamanda Kürtlerle uluslararası güçler arasındaki flörtün
tarihî zigzaglarına ve İngiltere, Rusya, ABD, İran ve Türkiye’nin bölgeye yönelik
politikalarına dair tespitler sunmaktadır. Uluslararası ilişkiler zemininde bir diğer
çalışma Sabit DOKUYAN tarafından, Türk-Sovyet ilişkileri ekseninde
gerçekleştirilmiştir. Dokuyan, İkinci Dünya Savaşı Sonrasında Sovyetler Birliği’nin
Türkiye’den İstekleri başlıklı çalışmasıyla, Türkiye’nin savaş sonrası süreçte adeta
Batı’ya yönelimini ivmelendiren Sovyet talep ve tehditlerinin içeriğine
odaklanmaktadır.
Dergimizin Güz 2013 sayısına hakemlik yapmak suretiyle son derece değerli
katkılarda bulunan akademisyenlerimize ve sayının hazırlanmasında emeği geçen
herkese içtenlikle teşekkür eder, sizlere ulaştırmakta olduğumuz inceleme eserlerinin
Modern Türk tarihinin anlaşılmasına katkı sağlaması temennisiyle iyi okumalar
dileriz.
20 Aralık 2013, Beytepe / Ankara
Irak Sâbiîlerine Dair Bir Asayiş Dosyası
(1873-1898)
Selda GÜNER
Hacettepe Üniversitesi
GÜNER, Selda, Irak Sâbiîlerine Dair Bir Asayiş Dosyası (1873-1898), CTAD, Yıl 9,
Sayı 18 (Güz 2013), s. 3-28.
“John Baptist’in Müridleri / Sabaeans” başlığı ile 1873-1898 yıllarını kapsayan İngiliz
Konsolosluk yazışmaları (FO/602/39), Basra’daki İngiliz siyasî temsilcisi aracılığıyla
Sûku’ş-Şuyûh bölgesi Sâbiîleri’nin inançları sebebiyle iyi muamele görmediklerini ve
Britanya himâyesine girme isteklerini detaylı bir biçimde anlatan 69 varaktan mürekkep
bir dosyadır. 19. Yüzyıl itibariyle Britanya’nın Irak’taki siyasî ve iktisadî varlığı dikkate
alınacak olursa, mezkûr yazışmalar, okuyucuya Sultan II. Abdülhamid döneminde
(1876-1908) Irak topraklarındaki Sâbiî cemaatinin, kabilelerin ve bölgedeki Osmanlı
mevcudiyetinin hâlini Britanyalı memurlar gözüyle sunmaktadır.
İngiliz temsilcisi Earl Granville’in Sâbiî şeyhine ve bölgedeki İngiliz temsilcilerine
yazdığı mektuplar, Kraliyet ailesinin “sıkıntı çekmekte olan” Sâbiî cemaatine bir sempati
duyduğunu göstermektedir. Yaşadıkları sıkıntılar sebebiyle Sâbîîlerin Britanya
himayesine girme isteğinin nasıl neticelendiği bir problematik olarak karşımıza
çıkmaktadır. Bunların yanı sıra, İstanbul ve Irak’taki temsilcilikleri vasıtasıyla cemaatin
problemlerinin takipçisi olan Britanya’nın, meseleye doğrudan bir müdahalede
bulunmak yerine, “temkinli” davranarak, Osmanlı Devleti iradesine bırakması,
dönemin Osmanlı-İngiliz ilişkilerine dair bilgi de vermektedir.
Anahtar Kelimeler: Sâbiî, Sûku’ş-Şuyûh, Müntefik, Basra, Osmanlı İmparatorluğu,
İngiltere.
GÜNER, Selda, A Public Order File About Iraqi Sabaeans (1874-1896), CTAD, Year
9, Issue 18 (Fall 2013), p. 3-28.
4
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
British Consular reports covering the period 1873-1898 with the title "Followers of
John Baptist / Sabaeans” (FO/602/39) contain correspondence that describe in detail
through the British political representative in Basra that Sabaeans were subjected to illtreatment because of their belief and their demands for British protection. This
correspondence, also, explains the status of the Sabaean community, the tribes, and the
Ottoman presence in Iraq during the Hamidian era (1876-1908) to the reader through
the perspective of British officers.
Undoubtedly, The British representative Earl Granville’s letters to the Shaykh of the
Saboeans and British consuls in the region denote that Her Majesty sympathized with
the Sabaean community in trouble. It appears to be problematic how the request of
Sabaeans about British protection was concluded. However, Britain did not intervene
directly in the issue and acted “cautiously”. This also provides information on AngloOttoman relations in the period.
Keywords: Sabaeans, Suq al-Şuyukh, Muntafiq, Basra, Ottoman Empire, England.
Giriş
Osmanlı Güney Irak’ında, Müntefik Sancağı’nın Sûku’ş-Şuyûh kazasında,
Şeyh Yahya’nın cemaatinden beş kızın civardaki Araplar tarafından kaçırıldığı
iddiası, 1875 senesinde Basra’daki İngiliz Konsolosluğu’na bildirilir. İddiaya
göre; kızlar kaçırılmakla kalmamış, zorla Müslümanlaştırılmış ve isimleri
değiştirilmişti. Şeyh Yahya, bu hadise üzerine Kraliçe Victoria’dan “yüksek
himaye” talep eden bir istida kaleme aldı. Dört sene sonra 1879’da, bu kez
Basra’daki İngiliz Konsolosu, iki gümüş ustasının iş için gittikleri Amara’dan,
memleketleri Sûku’ş-Şuyûh’a dönerken, öldürüldükleri bilgisini Bağdat’taki
meslektaşına haber verdi.
Gümüşçülerin mensup olduğu topluluk, bu
cinayetten yörenin güçlü Arap şeyhlerinden birini sorumlu tutmuş ve gene
Majestelerinin konsolosuna başvurup, Türk yetkililerin meseleyi yeteri kadar
soruşturmadıklarından bahisle, İngilizlerin tetkik etmesini istemişlerdi. Belgelere
geçmiş son ‘mü’essif hadise’ ise 1895 yılında, Kurna yakınlarındaki Medine’de,
Osmanlı aleyhtarı çıkan isyan neticesinde, Şeyh Sa’han’ın, Türk yetkililerce
isyana iştirak ettiği gerekçesiyle tevkif edilmesiydi. Bu üç hadisede de, yani
kaçırılan kızlar, öldürülen gümüş ustaları, İngiltere’den himaye isteyen Şeyh
Yahya ve tutuklanan Şeyh Sa’han, Kuran’da kendilerinden ehl-i kitap olarak
bahsedilen Irak Sâbiîlerinin üyeleri ve önderleriydi. Bu çalışma; kaçırma, cinayet,
isyan vb. hadiselerin Basra vilayetinin, sayıları ancak 260 hane olarak tahmin
edilen Sâbiîlerle meskûn yerlerinin 19. yüzyılın son çeyreğinde daha geniş bir
okumasını/yorumlamasını vaat etmektedir. Bunun için ilk sorumuz, Sâbiîler
kimlerdir, nerede ve nasıl yaşamaktadırlar ve inanç repertuarları nelerdir
olacaktır. Bu sorunun cevabı, Sâbiîlerle ilgili literatürden sağlanmıştır. İkinci
Selda GÜNER, Irak Sâbiîlerine Dair Bir Asayiş Dosyası..
sorumuz, Sâbiîleri kuşatan ve Sâbiîlerin de içinde bulunduğu Basra vilayeti Arap
ahalisinin Tanzimat praksisinden nasıl etkilendikleridir. Irak, Tanzimat’ın
merkeziyetçi tatbikatına maruz kalmıştı. Zira Midhat Paşa, muktedir bir ıslahatçı
vali olmaklığını Tuna vilayetinde ispatladıktan sonra, 1869-1872 yılları arasında
Bağdat valililiğinde bulunmuş, göçebe aşiretleri yerleşikliğe geçirmek, araziyi
tapulandırmak ve böylelikle ticarî tarımı artırmak ve İngilizlerle rekabet adına
Fırat ve Dicle nehirlerinde vapur gezdirmek gibi kayda değer hamlelerde
bulunmuştu. Dolayısıyla Sâbiî kızların kaçırılmasından bahsedildiği 1873 yılında
Midhat Paşa görevden ayrılmış olsa da onun politikalarının etkisinin sürmüş
olması iktiza eder. Bu bilgi ışığında cevabını aramamız gereken sual şu
olmaktadır: Midhat Paşa’nın Tanzimat’ı Irak’ta kuvveden fiile geçirme
girişimleri ne suretle civardaki Arap aşiretlerinin Sâbiîler üzerine ‘tecavüz’ünü
mümkün kılmıştır? Son sorunun muhatabı ise, Sâbiîlerin sürekli kapısını
çaldıkları Konsoloshane,
yani Basra’da temsil edildiği haliyle Britanya
hükümetidir. Britanya niçin ve ne zamandır Basra’dadır? Ve Sâbiî şikâyetlerine
karşı nasıl bir yol izlemiştir? Başka türlü sormak gerekirse Sâbiîler ne sebeple,
halife-sultan II. Abdülhamit dururken, Britanya konsolosunu halâskâr olarak
görmüşlerdir?
Bkz. Henry Field, The Anthropology of Iraq (Chicago: Field Museum Press, 1949), s. 236.
5
6
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
Bir Dinî Cemaat Olarak Sâbîiler
“Şüphesiz (bütün) iman edenlerle, Yahudîler, Hıristiyanlar ve Sâbiîlerden Allah’a ve
ahret gününe inanıp da sâlih ‘amel işleyenler var ya, artık onların mükâfatı Rableri
katındadır. Onlar için hiçbir korku yoktur, onlar üzüntü de çekmeyeceklerdir”.1
Şüphe yok ki (bütün) iman edenlerle, Yahudiler, Sâbiîler ve Hıristiyanlardan kim
Allah’a ve ahiret gününe inanıp da sâlih amel işlemiş (ve böyle ölmüş)se, artık onlara hiçbir
korku yoktur ve onlar (hiçbir şeye) üzülmeyecek (ve cennete girecek)lerdir”. 2
Ortadoğu’da Gnostik geleneğin günümüzdeki son temsilcileri olan Sâbiîler
(subbâ, subbî), literatürde Al-Sâbi’a (‫ )اﻠﺻﺎﺒﺌﮫ‬ismiyle tanınmaktadır. Sâbiîler,
bugün Güney Irak’ta, Fırat ve Dicle kıyıları boyunca yer alan yerleşim
merkezlerinde ve Fırat ile Dicle’nin birleştiği bataklık alanda yer alan kasaba ve
köylerde yaşayan bir topluluktur. 3 Sâbiîlerin tarihiyle ilgili olarak bilinenler
oldukça sınırlıdır. MS. 1. Yüzyılda, Filistin-Ürdün bölgesinden Partlıların
himayesinde Medye bölgesine (Musul) göç ettikleri ve bundan sonra da gruplar
halinde Güney Mezopotamya’ya yerleştikleri bilinmektedir.4
Sâbiîler (subbâ, subbî), bir birinden farklı iki dinî inancı işaret etmektedir.
Birincisi Mandeîler veya Subbaler olarak bilinen, Yahya Yahudi-Hristiyan (vaftizci
Yahya Hristiyanları) cemaatidir. İkincisi, Harran Sâbiîleridir. Ancak bu
çalışmanın konusu Irak Sâbiîleri, yani Mandeîleridir. Diğer taraftan Kur’an’da,
Yahudi ve Hıristiyanlar arasında “kitap ehli”, yani kendilerine peygamber
gönderilmiş ve vahye dayalı kitaba sahip topluluk olarak anlatılan Sâbiîler,
Mandeîlerdir. Bu kelime; Mandence’deki “batırmak, daldırmak” kökünden
türemiştir ve “vaftiz edenler, daldırmak suretiyle vaftiz işini yapanlar” anlamına
gelen sabaa kelimesinden gelmektedir.5
1
Bkz. Kur’an 2:62.
2
Bkz. Kur’an 5:69.
3
Bkz. Ebu’r-Reyhân Muhammed El-Bîrûnî, The Chronology of Ancient Nations, Ed. ve Çev. C.
E. Sachau, London 1879, s. 188, 314. Ayrıca bkz. Jennifer Hart, “The Mandaeans, a People of the
Book? An Examination of the Influence of Islam on the Development of Mandaean literature”,
(Yayınlanmamış Doktora Tezi, Indiana: Indiana University, 2010), s. 2-3.
4 Şinasi Gündüz, Son Gnostikler Sâbiîler İnanç Esasları ve İbadetleri, Vadi Yayınları, İstanbul,
1999, s. 29-30, 75.
5 Bkz. B. Carra De Vaux, “Sâbiîler”, İA, Milli Eğitim Bakanlığı, Ankara, 1967, C.10, s. 9-10;
Şinasi Gündüz, “Sâbiîlik”, DİA, Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara, 2008, C. 35, s. 341. Diğer
taraftan Sâbiîler, kendilerini Mandaye ve Nasuraye isimleriyle adlandırmışlar, cemaat üyeleri için
Mandaye (Mandenler, bilenler), cemaat içinde bilgi ve otoritesiyle önde gelen kimselere; kanaat
önderlerine de Nasuraye (Nasuralar, doğru inancı koruyup gözetenler) isimlerini vermişlerdir. Bkz.
Şinasi Gündüz, “Sâbiîlik”, s. 341-342.
Selda GÜNER, Irak Sâbiîlerine Dair Bir Asayiş Dosyası..
Mandaencilik’in iki ana kitabı, Ginza (hazine) ve Kolastra (öz)dır. Bunlar
cemaate mahsus mitleri, yaratılış öykülerini, terennüm edilen ilâhileri ve tatbik
edilecek tören yöntemlerini kapsar. Daha popüler olan bir diğer Mandaen kitabı
da, daha sonra ortaya konan “Yahya’nın Kitabı”dır ve Vaftizci Yahya’nın
hayatını anlatmaktadır.6
Sâbiî inancına göre; kişiyi kurtuluşa ulaştıran asıl yol, ilâhî bilgiyi (Manda ya
da Gnosis) elde etmektir. İbadetler olmadan kişinin ilahî bilgiye ulaşması
mümkün değildir. Bu sebeple, Sâbiîlerin hayatı dinî kurallarla disipline
edilmiştir. 7 Kurtuluşa ermek, bir ritüeli, vaftizi gerekli kılar. Bu tören, bir
akarsuya dal/dırma şeklinde olur. Ruhun yükselmesini güven altına almak için
vaftiz, ölmek üzere olanlara, hatta ölülere bile uygulanır. Bu vaftiz töreni, çok
yakın akrabalar içinde olur. Diğer taraftan Sâbiîler, iyilik ve kötülük dikotomisini
esas alan kozmolojilerine paralel olarak, temizlik ve kirlilik kavramlarına da
sahiptirler. Bu sebeple temizliğin ve aydınlığın sembolü olan beyaz rengi, ilke
alırlar, bütün giysilerin beyaz olması zorunluluğu vardır.8
639’da Irak’ın Müslümanlar tarafından alınmasıyla, Sâbiîlerin dinî lideri Anuş
bar Danqa, Müslümanlarla zımmîlik anlaşması yaparak, Irak’ta yeni kurulan
İslam cemaatinin içinde kendi dinine ve toplumuna emniyet tesis etmiş ve daha
sonra, Osmanlı hâkimiyetinde de bu statü, millet sistemi 9 içerisinde devam
etmiştir. 10 Sâbiîlerin tarih boyunca devlet gücünden soyutlandıkları aşikâr
6 Sabi dini açısından hayat, ‘kötülük ve iyilik’in mücadelesidir. Doğaldır ki ‘İyi ve Kötü’’nün
spesifik-cemaate özgü tanımları vardır. Sâbiîliğe özgü bir diğer esas, diğer varlıkların varoluşlarının
kendisinden neşet ettiği a priori gizsel bir Varlık tasavvur etmesidir. Bu Varlık’tan tanrısal
kişiliklerin ard arda gelişi (suduru), Mandadi-Haiye’ sayesinde olur. Sabiîliğe (Mandaenciliğe) göre,
mümin ruh selametini daim kılmak için kendini Mandadi-Haiye’ye yöneltir. Bkz. C. Huart, Arap ve
İslâm Edebiyatı, Çev. C. Sezgin, TİSA Matbaacılık, Ankara, 1971, s. 41-42.
7
Bkz. Gündüz, age., s. 166.
8
Bkz. Huart, age., s. 42.
9
Osmanlı İmparatorluğunda millet sistemi hakkında bkz. İlber Ortaylı, “Osmanlı
İmparatorluğu’nda Millet”, Tanzimatt’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yayınları,
İstanbul, 1985, C. 4, s. 996-1001; Gülnihal Bozkurt, Gayrimüslim Osmanlı Vatandaşlarının Hukuki
Durumu (1839-1914), TTK Yayınevi, Ankara, 1989; M. Macit Kenanoğlu, Osmanlı Millet Sistemi:
Mit ve Gerçek, Klasik Yayınları, İstanbul, 2004.
10 Bkz. Christopher Buck, “The Identity of the Sābi’ūn”, Muslim World, 74, 1984, s. 172-186;
Hart, s. 19. Diğer taraftan, 1529 senesinde kutsal metinleri ilk defa Avrupa’ya taşınmıştır. 1560
senesinde Portekizli Cizvit rahipler tarafından Basra’daki Sâbiîlerle ilgili bilgiler, Avrupa’da
duyulmaya başlanacaktı. Bunun akabinde 1650 yılında P. Ignace de Jesu tarafından Sâbiîlik bir dinî
öğreti olarak tanımlanmıştır. P. Ignace de Jesu, Sâbiî öğretilerinde, Hz. Yahya’nın öğretilerindeki
ilkeleri gördüğünden, bunlara Ermiş Yahya Hıristiyanları (Chretisin de Saint Jean) adını vermiştir.
1681 yılında, R. Huntington, Oxford’daki Bodleian kütüphanesi adına Sâbiî literatürünü
toplamıştır. Yaklaşık 170 sene sonra, 1852’de, H. Petermann Sûku’ş-Şuyûh’taki Sâbiî cemaatini
ziyaret etmiş ve yaşayan dinî kültür ve yazılı kaynaklarına dair bilgiler toplamıştır. Sâbiî dili üzerine
en önemli çalışmaları ise, 1862’de, Th. Nöldeke yapmış ve 1875’de, Sâbiî diliyle ilgili gramer
kitabını yayımlamıştır. 1958’de ilk defa Irak Cumhuriyeti, Sâbiîleri eşit hukukî statüde tanımıştır
7
8
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
olmakla birlikte -kaldı ki böyle bir talepleri de olmamıştır- güçlü toplumsal
bağları, hem güney Mezopotamya’ya, hem de Basra Körfezi’ne yakın olmaları
sebebiyle devam etmiştir. Sûku’ş-Şuyûh, Amara ve Nasıriye gibi Sâbiîlerin
yaşadığı bölgelerdeki aşiret-devlet çatışmasını, bu bölgenin de facto hâkimi
durumdaki Müntefik Kabilesi ekseninde görmekteyiz. Yani, 19. yüzyılın ikinci
yarısından itibaren Osmanlı Devleti ile Sâbiî cemaati arasında bir husumetin
bulunduğuna dair kanıta rastlanmamakla birlikte, Müntefik kabilesi içindeki
aşiretler arası mücadelelerin ve savaşların yaşandığı topraklarda emniyet
problemleriyle karşılaştıkları anlaşılmaktadır.
19. Yüzyılda Değişen Aşiret-Devlet İlişkileri ve Sûku’ş-Şuyûh
Sâbiî cemaati üyelerinin gizlilik prensibine önem verdikleri bilinmektedir.
Kendilerinin gizli ve kutsal bilgiye (gnosis) sahip olan seçkin ruhlar olduklarına
inanır ve buna ilişkin kült ve ritlerin yabancılara açıklanmasını istemezlerdi.
Doğallıkla bu, kısmen içe dönük bir hayatı beraberinde getirir. 11 Böyle bir
grubun, 19. yüzyılın ikinci yarısında, Irak’ta değişmekte olan siyasî-toplumsal
faktörlere bağlı olarak varlığını devam ettirme mücadelesine şahit olmaktayız.
Bu faktörler arasında, aşiret, Irak’ın nüfusunun büyük kısmının Şiî ve Sünnî
Müslümanlardan meydana gelmesi ve ticarî-iktisadî alanlarda İngiltere’nin
nüfuzunun hissedilmesi ve Osmanlı idarî ve toplumsal reformları sayılabilir.
Mezopotamya ve Arap Yarımadası, aşiret baskın bir tarihe sahipti. Hatta
Osmanlı hâkimiyeti döneminde Müntefik, Şammar, Duleym ve Hazâil
konfederasyonları gibi kabilevî grupların oluştuğu görülmektedir. Böyle bir
parça-bütünün içinde Sâbiî cemaatinin farklı bir vaziyet sergilediği aşikârdır.
Güney Mezopotamya’da Müntefik sancağındaki Sûku’ş-Şuyûh 12 kazası en
fazla Sâbiî nüfusunu barındırmasının yanı sıra önemli bir ticaret merkezi ve
aşiretlerin en yoğun olduğu yerdi. 13 Sûku’ş-Şuyûh’dan bahsederken Buckley,
burayı “şeyhlerin ya da ekâbirin pazarı” olarak adlandırmış, Basra ve hattâ Büşîr
(Bkz. Huart, s. 42; W. Brandt, “Mandeans”, Encyclopaedia of Religion and Ethics, Ed. James Hastings,
T. and T. Clark, Edinburgh, 1915, s. 380-393. Ayrıca Sâbiî toplumunun kronolojik tarihi için bkz.
Gündüz, Son Gnostikler, s. 219-220.
11
Gündüz, age. s. 201-216.
12
Sûkü’ş-Şüyûh=Sûk al-Şuyûh, Fırat’ın sağ kıyısında küçük bir Irak şehri olup, Nasıriye’nin
doğusuna takriben 40 km mesafede, Şatt el-Hây’dan ayrılan el-Bad’a kanalının karşısındadır.
Basra’dan uzaklığı, 140 km’dir. Şehri çevreleyen ve Basra’ya kadar uzanan bataklık bölge, havayı
sağlık açısından olumsuz etkilemektedir (Bkz. J. H. Kramers, “Sûk-üş-Şüyûh”, İA, Milli Eğitim
Bakanlığı, Ankara, 1979, c. 11, s. 8).
13
Sûku’ş-Şuyûh ise 1855 senesinde Müntefik kabilesi kontrolünde ve Bağdat ve Şehrizor
Eyaleti’ne bağlıyken, daha sonra Basra eyaletine tâbi bir kaza hale gelmişti (Bkz. Tahir Sezen,
Osmanlı Yer Adları, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Ankara, 2006, s. 468).
Selda GÜNER, Irak Sâbiîlerine Dair Bir Asayiş Dosyası..
ve Bombay ile ticarî bağı olan bir şehir olarak tasvir etmiştir. 14 Buradaki
Sâbiîlerin en önemli geçim kaynakları, diğer yerlerde olduğu gibi, kuyumculuk
(sarraflık), demircilik ve koyunculuktu.15 Basra, Bağdat, Müntefik (Nasıriye16 ),
Amâra 17 gibi Dicle ve Fırat’ın Basra körfezine uzanan kolları üzerindeki
yerleşimlerde meskûn Sâbiîler de bulunmaktaydı. 18 Bir pazar bölgesi olan
Sûku’ş-Şuyûh, aynı zamanda 18. yüzyılın ortalarından itibaren Necidli tüccarın
yerleştiği bir merkezdi. 19 Sûku’ş-Şuyûh kabile pazarlarından Necid, Basra ve
Bağdat arasındaki ticarî sirkülâsyonda önemli bir yere sahipti.20 Diğer taraftan
19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren neredeyse tüm Irak sahasına tesir etmeye
başlayan Tanzimat reformları, göçebe aşiretlerin yerleşik hayata geçmeleri ve
tarımla meşguliyetin artması şeklinde etkisini göstermişti. Bu dönüşüm Sûku’şŞuyûh’a da tesir etmiş ve tarımsal bir merkez haline gelmiştir.21
14 18. yüzyılın sonuna doğru, Sûku’ş-Şuyûh bir câmii bulunan, etrafı toprak bir sur ile
çevrilmiş küçük bir şehir idi. 19. yüzyılın başında 6.000 ailenin yaşadığı, yüzyılın sonuna doğru
nüfusu; 2.250’si iki câmiisi bulunan Sünnî ve 8.770’i yalnız bir mescidi bulunan Şi’î olmak üzere
12.000 olarak verilmiştir. Bunun dışında kalan nüfus, Yahudilerden (280) ve 700 Mandeîlerden ve
Şubbâlardan ibaret bulunuyordu (Bkz. Şemseddin Sami, Kâmûsu’l-a’lâm, C. 4, s. 2687; H.
Petermann, Reisen im Orient, Leipzig, 1861, C. 2, s. 83-93; Kramers, s. 8-9). Diğer taraftan Buckley,
Sûkuş-Şuyûh’da, 1854 senesinde yaklaşık bin kadar Sâbiî’nin yaşadığını iddia etmektedir (Bkz.
Jorunn J.Buckley, “Glimpsesof a Life: Yahia Bihram, Mandaean Priest”, History of Religions 39,
1999, 1, s. 43-44). Ancak 1314 (1896/1897) yılına ait Basra Vilayeti Salnamesine göre, aynı yıl Basra
genelinde yaşayan erkek Sâbiî sayısı 171’tür. Aynı tarihte Sûku’ş-Şuyûh’un toplam nüfusu 7 bin,
büyük kısmı da Şiî olarak verilmiştir Bkz. Basra Vilayet Salnamesi, Basra Matbaası, 1308/1890, s.
18-19, 106, Osmanlı Vilayet Salnamelerinde Basra, ed. Cengiz Eroğlu, Murat Babuçoğlu, Orhan
Özdil, ORSAM, Ankara, 2012, s. 107
15 1314 (1896/1897) yılına ait vilayet salnamesinde; Sâbiî ailelerin kuyumculuk zanaatıyla
uğraştıkları ve bunların yerli halk ile giyim ve gelenekler bakımından farklılık arz ettikleri
belirtilmektedir (Osmanlı Vilayet Salnamelerinde Basra, ed. Cengiz Eroğlu…, s. 94).
16
Nasıriye (Müntefik), 1855’de, Bağdat ve Şehrizor eyâletlerine bir sancak olarak bağlanmış,
daha sonra sırasıyla, 1867’de Bağdat, 1875’de Basra, 1880’de Bağdat ve 1884 senesinde ise Basra
vilâyetine dâhil olmuştur (Bkz. Sezen, age., s. 386; ayrıca bkz. Gündüz, Son Gnostikler, s. 23).
17
Amâra, 1862’de Bağdat eyâletine tâbi bir sancak iken, 1887’den itibaren Basra vilâyetine
bağlanmıştır (Bkz. Sezen, age., s. 25).
18
Bkz. Buckley, agm., s. 47.
19
Özellikle Necid’den gelen aba ve benzeri tekstil malları bu pazarda satılırken, Sûku’şŞuyûh’tan Necid pazarına arpa, pirinç ve yağ gitmekteydi. Diğer taraftan Sûku’ş-Şuyûh’tan Basra
ve Bağdat’a da tahıl, hayvan derisi, yağ ve yün gönderilirdi (Bkz. NA FO 78/907).
20
Müntefik kabilesinin idareci hanesi olan Sadun ailesi, Necid ve Basra arasında finansal
işlerle meşguldü ve aynı zamanda sarraflık yapmaktaydı. Şeyh Suveynî, Sadun ailesinin reisi ve
Sûku’ş-Şuyûh’un kurucusuydu. Diğer taraftan arpa, pirinç, deri, yağ, yün, at ve deve en önemli
ticarî mallardı (Bkz. Samira Haj, “The Problems of Tribalism: The Case of Nineteenth-Century
Iraqi History”, Social History, 16, 1991, 1, s. 53-54).
21 19. yüzyılın ortalarında Sûku’ş-Şuyûh, Hindistan’dan İngiliz malları, ayrıca İran’dan kına,
kök boya ve başka boyalar, ayrıca Yemen’den kahve ithal etmekteydi. Bağdat’tan ise yerel
zanaatkârların ürettiği mallar ve tütün gelmektedir. S’uku’ş-Şuyûh ise Arabistan kıyıları, Kuveyt,
9
10
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
Sâbiîlerin de yaşadıkları bölgenin hâkimi Müntefik kabilesi, en ciddî darbeyi
Midhat Paşa’nın valiliği (1869-1872) döneminde almıştır. 22 İki mühim güç,
merkezileşmeye çalışan devlet ve pazar ekonomisi, Irak’ta aşiret yapısını ve
devlet ile ilişkileri değiştirecekti. Müntefik sahasında idare, mukataanın
iltizamıyla birlikte aşiret şeyhlerine veriliyor ve bu durum, keyfi uygulamalara
sebep oluyordu. Vilayet sistemine geçilmesiyle birlikte, Müntefik Emirliği
sancağa dönüştürülerek, üç kaymakamlığa bölünmüş, dolayısıyla kabilenin
bölgedeki nüfuzu zayıflatılmaya çalışılmıştı. Zira Irak’da, Osmanlı-Müntefik
ilişkilerinin gerilimli tarihi, Osmanlıların nüfuzunun bölgedeki zaaflarından
biriydi. 1860’lı yıllardan itibaren daha hızlı ve güvenilir iletişim ve taşımacılık
Yemen ve aşağı Irak’ın ticaret merkezlerine (Bağdat, Basra, Zübeyir, Necef ve Kerbela) ihracat
yapmaktaydı (Bkz. FO 78/907; Hala Mundhir Fattah, “The Development of the Regional Market
of Iraq and the Gulf 1800-1900, (Basılmamış Doktora Tezi, Los Angeles, University of
California, 1986); Fattah, The Politics of Regional Trade in Iraq, Arabia and the Gulf 1745-1900, Albany:
State University of New York Press, 1997, s. 171). Sûku’ş-Şuyûh’da at yetiştiriciliği ve satışı da
yapılmaktaydı (Bkz. William Tweedie, The Arab, His Horse and His Country, Calcutta: Goverment
Press, 1894, s. 85). Diğer taraftan 1308/1890 tarihli Basra Vilayeti Salnamesi ayrıntılı olarak Sûku’şşuyûh kazasında yetiştirilen ürünlerin adlarını şöyle sıralamıştır: Arpa, çeltik, susam, mısır,
mercimek, patlıcan, bamya, hınta, salatalık, kavun, karpuz, soğan, hurma, incir, üzüm, üzüm,
zerdali ve nar (Bkz. Age., s. 102). Bir pazar olarak Sûku’ş-Şuyûh’da rüsûmat müdürlüğünden ilk
defa 1311(1893/1894) tarihli vilayet salnamesinde bahsedilmekte, ama ne zaman ve nasıl
kurulduğundan kaynaklar bahsetmemektedir. Ayrıca, 1314 (1896/1897) tarihli Basra vilayet
salnamesine göre; burada 400 dükkândan ibaret olan dört çarşı, bir hamam ve 400 kârgîr bina ile
200 kamıştan yapılı sârife diye tabir edilen kulübeler bulunmaktaydı (Bkz. Osmanlı Vilayet
Salnamelerinde Basra. s. 76, 94, 163).
22 Bkz. Adem Korkmaz, “Midhat Paşa’nın Bağdat Valiliği (1869-1872)”, Tarih Dergisi, 49,
2009, 1, s. 113-178; Faleh A. Jabar, “Şeyhler ve İdeologlar: Aşiretlerin Irak’taki Baba Tarafından
Kalma Totalitercilik Altında Yapı Bozumuna Uğraması ve Yeniden Yapılanması, 1968-1998”,
Çev. Ö. Öğünç, Aşiretler ve İktidar Ortadoğu’da Etnisite ve Milliyetçilik, Der. Faleh A. Jabar-Hosham
Dawood, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2013, s. 72). Midhat Paşa’nın Irak’ta
idarenin yeniden organizasyonu için yaptığı reformlar hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Kamal
Abdal-Rahman Salman, “The Ottoman and British Policies Toward Iraqi Tribes: 1831 to 1920”,
(Yayınlanmamış Dr. Tezi), The University of Utah, 1992, s. 95, 108-110. Diğer taraftan, Irak’ta
merkezî hükümetin kendini inşa süreci, Tanzimat reformlarıyla başlamış, Necib Paşa’nın valiliği
döneminde 1844’de Bağdat’ta, Vecihi Paşa’nın valiliği sırasında 1847’de Musul’da uygulamaya
koyulmuştu. Yine de 1849’da, Necip Paşa’nın yerine Bağdat valiliğine Abdulkerim Nadir Paşa ve
Mehmed Namık Paşa, Irak ve Hicaz orduları komutasına tayin edilinceye kadar büyük değişimler
görülmemişti (Gökhan Çetinsaya, “Ottoman Iraq in the Tanzimat Period: Some Political, Social
and Economic Aspects”, HÜ. Edebiyat Fakültesi Dergisi (Osmanlı Devleti’nin Kuruluşunun 700.
Yılı Özel Sayısı), 1999, s. 107-108; Sinan Marufoğlu, “19. Yüzyılda Irak Vilayetlerinde Toprak
Düzeni, Tapu ve Mülkiyet Sorunlar”, Tarihin Peşinde, 5 (9), 2013, s. 238). 1851 senesinde Irak ve
Hicaz ordusu komutanı (Müşir) Namık Paşa, Bağdat ve çevresinde kontrolü sağlamış, kabileleri
pasifize etmiş, nüfus sayımı yapılarak, birlikler için para bulunmuş, nehir taşımacılığı ve
tarımyapılan arazilerin sulama sistemleri geliştirilmişti (Ahmet Nuri Sinaplı, Şeyhü’l Vüzera Serasker
Mehmet Namık Paşa, Yenilik Basımevi, İstanbul, 1987, s. 144; Ebubekir Ceylan, “Namık Paşa’nın
Bağdat Valilikleri”, Toplumsal Tarih, 186, 2009, s. 80).
Selda GÜNER, Irak Sâbiîlerine Dair Bir Asayiş Dosyası..
sistemlerinin (telgraf hatları, buharlı gemiler ve demiryolları) Irak’a getirilmesi,
Osmanlı Devleti’nin kontrolünü arttırmasını sağlamıştı. Diğer taraftan Tanzimat
reformları, toprağın kullanımını yeniden düzenlemeyi sağlamıştı. 12 Mart
1866’da, Namık Paşa’nın Bağdat valiliği döneminde, mîrî toprağın halka
dağıtılması yönündeki karar kanunlaşmış, ancak Midhat Paşa’nın valiliği
döneminde uygulanabilmiştir.23 Aşiretlerin yerleşik hayata geçirilmesi yönündeki
teşviklerle tarımsal üretimin artması, ayrıca göçebe aşiretlerin, Müntefik Sancağı
dâhilindeki Sûku’ş-Şuyûh veya Nasıriye gibi ticaret şehirlerine yerleşmeleri
amaçlanmıştır. Yerleşik hayata geçerek tarımla uğraşmaya başlayan aşiretler,
askerî ittifaklardaki önemlerini kaybedeceklerdi. Bundan sonra toprak için
mücadele, gündemlerini meşgul edecekti.24 Bir zamanların savaşçı şeyhleri, birer
mültezime, koyun yetiştiren, ziraatle uğraşan daha küçük aşiretlerin mensupları
da köylülere dönüştü. Aslında Osmanlı Devleti’nin vergi toplama işini bu
bölgede iltizam sistemiyle yapmasının sadece iktisadî değil, siyasî neticeleri de
olacaktı.25 İlk merhalede bu durum, şeyhler ve devlet bağlamında karşılıklı bir
bağ(ım)lılığa sebep oldu.
Midhat Paşa, Bağdat valisi iken (1869- 1872), Irak’ın bereketli topraklarında
ticarî tarımı teşvik etmek, Fırat ve Dicle’de, Osmanlı bayrağı taşıyan vapurlarla
seyr ü sefere koymak gibi ıslahatçı bir rol de üstlenmişti. Böylelikle o, yerleşik
23
Bkz. Korkmaz, agm., s. 121-122. Ayrıca Bkz. Hanna Batatu, The Old Social Classes and the
Revolutionary Movements in Iraq: A Study of Iraq’s Old Landed and Commercial Classes and of its
Communists, Ba’thists and Free Officers, Princeton Universty Press, Princeton, 1989, s. 68-71; Faleh
A. Jabar, “Şeyhler ve İdeologlar: Aşiretlerin Irak’taki Baba Tarafından Kalma Totalitercilik
Altında Yapı Bozumuna Uğraması ve Yeniden Yapılanması, 1968-1998”, Çev. Ö. Öğünç, Aşiretler
ve İktidar Ortadoğu’da Etnisite ve Milliyetçilik, Der. Faleh A. Jabar-Hosham Dawood, İstanbul Bilgi
Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2013, s. 73.
24
Jabar, agm., s. 72-73; Phebe Marr, Modern History of Iraq, West View Press, Boulder, 1985,
s. 22.
25 Osmanlı Devleti’nin aşiretlere karşı tavrında bir tutarlılık sergilediği aşikârdır. Zira onları,
siyasî-idarî hayatın bir gerçeği olarak kabul etmiş, fakat her zaman merkezden atanan memurlarla
onların nüfuzunu sınırlandırmaya çalışmıştır (Şerif Mardin, “Osmanlı Bakış Açısından Hürriyet”,
Çev. Mehmet Özden, Makaleler 4 Türk Modernleşmesi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2000, s. 111;
Çetinsaya, “Ottoman Iraq…”, s. 108). Diğer taraftan hükümetin atadıkları ile Irak’ın yerli
tüccarları ya da eşrafı arasındaki ilişki oldukça kompleksti. Buradaki Osmanlı memurları ve
tüccarlarının kendi ticarî ve malî çıkarlarının teminatı için birbirlerine ihtiyaçları vardı. 1840 ve
50’ler gibi erken dönemlerde, Irak’ta Osmanlı memuru, yerel tüccarın aktif desteği olmaksızın
iktisadî bir ıslah gerçekleştiremezdi. Bu sebeple Osmanlı valisinin hububat ticaretini kontrol
altında tutabilmesi için, nehir kıyısındaki bölgelerde vergi toplayan ve ulaşım ücret ve vergilerini
kontrol altında tutan şeyhlerle ortaklığa girmeleri kaçınılmazdı. Ancak 1860’ların başında, Avrupa
mallarının Irak, Körfez, Necid ve Hindistan pazarlarında dolaşımının arttığı görülmektedir ve
burada Osmanlı bürokrasisi, kendini Avrupa iktisadî istilası altında bulmuştu (Bu konuda bkz.
Fattah, age., s. 11). Özellikle, nehir yolu taşımacılığında İngiliz vapur şirketleri karşısında, Midhat
Paşa’nın idare-i Nehriyye ve Ummân-i Osmanî’yi kurduğunu görmekteyiz (Bkz. Yusuf Halaçoğlu,
“Basra: Osmanlı Döneminde”, DİA, Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara, 1992, C. 5, s. 112-114).
11
12
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
hayata yeni geçen aşiretlere ziraattan da gelir elde edilebileceğini göstermiş ve
aynı zamanda Britanya’nın ticarî cazibesine karşı ve/ya rakip olarak mezkûr
nehirler üzerinde Osmanlı vapurlarının dolaşımını sağlamıştır. Zira İngiltere
devlet-i fehimanesi, Basra Körfezi ile Kızıldeniz ve Süveyş arasındaki sahada
giderek, ticarî-siyasî bir alan yaratmaktaydı.
Tanzimat reformlarının özellikle de Midhat Paşa döneminde uygulananların
Irak sahasında göçebe nüfusun yerleşikliğe geçirilmesini amaçladığı
söylenebilir.26 Ancak kabileler de dâhil çeşitli sosyal grupların, bu yeni politikaya
direnç göstermeleri sürecin doğasına uygundu. Zira kabile şeyhlerinin, aşiretler
üzerindeki iktidar ve kontrolü kaybetme endişesi anlaşılabilir bir durumdu.
Nitekim Midhat Paşa’nın arazi reformunun en ciddî kısmı olan tapu
uygulaması, 27 şeyhler nazarında eski gelenek ve değerleri değiştireceğinin bir
işaretiydi. 28 Her ne kadar bir kısım kabile, göçebelikten vaz geçirilmeye
çalışılmışsa da, yüksek vergiler sebebiyle tarımla uğraşan aşiretlerin ilk isyanları
da 1863’de, Aşa’irü’l-Hindiyye tarafından tertip edilmiştir. Bu isyan, vergileri
toplayan Zubeyd Şeyhine karşı, normalde alınandan daha fazlasını köylüden
talep ettiği için çıkmıştı. İkinci köylü isyanı ise 1870’de, orta Fırat bölgesindeki
26
Longrigg’e göre, merkezîleşme eğilimi ağır basan bir idarenin kendisine karşı çıkan
unsurlara karşı şiddet kullanması kaçınılmazdı. Bu sebeple Osmanlıların kabileleri yerleşik hayata
geçirme stratejisi sadece kabile bataklığının yok edilmesi politikası olarak değerlendirilebilir (Bkz.
Stephen Longrigg, Four Centuries of Modern Iraq. Clarendon Press, Oxford, 1925, s. 288-290;
Marion Farouk-Sluglett, Peter Sluglett, “The Transformation of Land Tenure and Rural Social
Structures in Central and Southern Iraq, 1870-1958”, International Journal of Middle East Studies, 15,
1983, s. 492; Farouk-Sluglett, Marion- Peter Sluglett, “The Historiography of Modern Iraq”, The
American Historical Review, 96, 5, 1991, s. 1411-1412; Batatu, s. 22; ayrıca bkz. Toby Dodge, “Son
Dönem Sömürgeciliğin Sosyal Ontolojisi: Irak’ta Aşiretler ve Manda Devleti”, Çev. Ö. Öğünç,
Aşiretler ve İktidar Ortadoğu’da Etnisite ve Milliyetçilik, Der. Faleh A. Jabar-Hosham Dawood,
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2013, s. 269.
27 Arazi kanunnamesi ile Bâb-ı Âlî, tapuların o toprakta 10 yıllık dönem için çalışmış olanlara
verilmesi zorunluluğunu getirmişti. Bu tarz kullanım hakkı, devletin kullanılmayan toprakları geri
alma hakkını saklı tutmakla birlikte, vergilendirme muafiyetini de beraberinde getiriyordu. Bu
reform, köylülerin özel mülk sahibi olduğu bir yönetim ortaya çıkardı ve aşiretin merkezinde ve
dış dünya ile ilişkilerinde geçerli olan sosyal ve siyasî ilişkileri değiştirdi (Hosham Dawood,
“Aşiretin “Devletleşmesi” ve Devletin Aşiretleşmesi: Irak Örneği”, Çev. Ö. Öğünç, Aşiretler ve
İktidar Ortadoğu’da Etnisite ve Milliyetçilik, Der. Faleh A. Jabar-Hosham Dawood, İstanbul Bilgi
Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2013, s. 120).
28 Bkz. Longrigg, s. 307. Fakat Jwaideh, Midhat Paşa’nın arazi reformunun bölgelere göre
değişiklik arz ettiğini söylemektedir. Orta Fırat bölgesinde, mirî araziyi çiftçiye tapulu olarak
vermeyi hedeflerken, güney Mezopotamya’da, Müntefik konfederasyonun hâkimiyetindeki
arazileri ise Sadun ailesi üzerinden tapulandırmayı planlamıştı. Şüphesiz bu politikanın arkasında
yatan fikir, Sadunların, Müntefik kabilesinin diğer üyeleriyle olan bağlantılarını kesmekti (Albertine
Jwaideh, Midhat Pasha and the Land System of Lower Iraq, St. Antony's Papers, London, 1963, s. 121).
Selda GÜNER, Irak Sâbiîlerine Dair Bir Asayiş Dosyası..
Daggara’da meydana gelmişti.29 Reform sürecinde Müntefik kabilesi şeyhlerinin
işbirliğine açık olmaları, reformların tatbikini kolaylaştırmış görünse de,
Müntefiklerin artan gücü, bölgede asayiş problemlerini beraberinde getirmişti.
Zira daha bağımsız hareket etmeye başlayan kabile, devlet müdahalesi karşısında
ayaklanma tertip edebiliyordu. Hatta 1880-1881 yılında Müntefiklerin
yenilgisiyle sonuçlanan bir ayaklanmadan sonra 30 Sûku’ş-Şuyûh, bir Osmanlı
müfrezesinin merkezi olacaktı.31
Konsolosluk Raporlarına Göre “Sâbiî Meselesi”
Cevabını aradığımız üçüncü suale; yani müştekî Sabiîler ile hâmî adayı
Britanya arasındaki ilişkilerin değişen doğasına geçmeden önce tekrar belirtmek
gerekir ki bu çalışmaya konu olan bilgilerin tedarikçisi İngiliz konsolosluk
raporlarıdır. Bu raporlar “John Baptist’in Müridleri / Sâbiîler” başlığı altında,
1873-1898 yıllarını kapsayan 69 varaktan ibaret olup, ağırlıklı olarak BasraBağdat konsoloslukları ile Londra arasındaki yazışmaları içermektedir
(FO/602/39). Dosyanın muhteviyatını, Sûku’ş-Şuyûh bölgesi Sâbiîleri’nin
inançları sebebiyle iyi muamele görmediklerinden bahisle Britanya himâyesine
girme talepleri oluşturmaktadır. Mezkûr yazışmalar, okuyucuya, İmparatorluğun
Irak topraklarındaki Sâbiî cemaatinin, kabilelerin ve bölgedeki Osmanlı
varlığının hâlini Britanyalı memurlar gözüyle sunmaktadır. Osmanlı vesikaları
ise bölgedeki ‘asâyiş ihlâl’cisi Arap aşiretlere ağırlık verir.
Diğer taraftan Sâbiîler niçin İngiltere’ye müracaat ettiler veya Britanya’nın
bölgedeki varlığının kronolojisi nedir? sorularına cevap verebiliriz. Britanya,
ilkin Bağdat’ta 1798 yılında görünür; lakin devlet olarak değil, şirket olarak. Bu
şirket, meşhur Doğu Hindistan Kumpanya’sıdır. Doğu Hindistan Şirketi’nin
Basra Körfeziyle ilişkileri, neredeyse tamamen ticarî olup, 18. yüzyılın başlarında
Basra’da, daimî bir İngiliz temsilciliği de bulunmuyordu. İngiltere, 1763
senesinde Bender Abbas’daki fabrikasını İran’daki iç meseleler sebebiyle
Basra’ya taşımış,32 1802 yılında Bağdat’ta ilk defa konsolosluk açmıştır. Diğer
taraftan 1836 yılında İngiliz vapurları, Dicle ve Fırat nehirlerinde görünmüş,
1861 yılında da telgraf hattı döşemişlerdi. İngiltere için Osmanlı Irak’ı,
Hindistan’a gidecek alternatif bir yoldu ve bu sebeple önemi haizdi. Musul,
Bağdat ve Basra’daki konsoloslukları sayesinde bölgeden haberdar olmaktaydı.
29
Bkz. Haj, agm. s. 55-56; Salman, age., 111, 126-127; Fattah, The Politics of Regional Trade in
Iraq, s. 201.
30 Bkz. J. G. Lorimer, Gazatteer of the Persian Gulf, Oman and Central Arabia, Archive Editions,
Oxford, Redwood Burn Ltd., 1986, C. 3, s. 1506.
31 Bundan sonra Sûku’ş-Şuyûh’un şeyh ve tüccarları başka bir şehre –Hamisiyye’yeyöneleceklerdiFattah, age., s. 184).
32 M. E. Yapp, “The Establishment of the East India Company Residency at Baghdād, 17981806”, Bulletin of the School of Oriental and African Studies, 30, 2, 1967, s. 323.
13
14
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
Mezkûr dosyadaki ilk belge, 27 Mayıs 1873 tarihlidir ve İstanbul’daki İngiliz
elçisi Lord Granville tarafından, zor durumda olan Sâbiî cemaatine, Majesteleri
Kraliçenin duyduğu sempatinin bir işareti olarak, Şeyh Yahya’ya, 100 pound
gönderdiği bilgisini, Basra’daki konsolos Colonel G. Herbert’e tebliğ
etmektedir.33 Bu tebligat ve mütevazı ödemenin ne için yapıldığını bilmiyoruz.
Muhtemelen Basra’daki İngiliz konsolosuna bölge Sâbiîleri, zor durumda
olduklarına dair şikâyette bulunmuşlar ve yardım istemiş olmalılar. Zaten 1871
yılında sadece Sâbiîleri değil, tüm Irak ahalisini etkileyen bir kıtlığın hâkim
olduğunu biliyoruz. Hatta vali Mithat Paşa, Şii kutsal yerlerini de ziyaret edecek
olan İran şahını, o kıtlık ortamında Bağdat’ta layıkıyla misafir edememekten
çekinmekteydi. Dolayısıyla kıtlık yıllarında muhtemelen Sâbiîler, ayrıca kötü
muameleye da maruz kaldılar. Bu ilk belgeden sonra ilgili dosyada yaklaşık beş
yıl Sâbiîlerle ilgili bir yazışma bulunmamaktadır. Zira, bu yıllar, harp yıllarıdır.
1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı, Irak’ın da gündemini değiştirmiş, askerî
garnizonların çoğu ve başıboş çeteler askere alınarak, Rusya ile olan savaşa sevk
edilmişti. Bu durum tahmin edileceği üzere Irak coğrafyasında anarşi, kabile
savaşları ve soygunlara sebep olmuştu.34
Beş yıllık fasıladan sonra, 5 Eylül 1878’de, karşımıza gene bir mektup çıkar;
bu kez, Bağdat’tan Basra’daki konsolos yardımcısına yazılmıştır ve ona, Şeyh
Yahya’yı himayesi altına alması öğütlenmiştir. 35 Aşağı yukarı aynı tarihlerde
Basra’dan Bâb-ı âlî’ye başka bir mektup ulaşır, altında isim olmayan bu
mektubun Arapça değil Osmanlıca yazıldığına bakılırsa, Basra’daki bir Osmanlı
memurunun kaleminden çıktığı anlaşılmaktadır. Mektup, bir ihbar niteliğindedir.
Mektubu yazan kişi, Sâbiî Şeyhi Yahya’yı ihanetle suçlamakta ve İngiliz
himayesinde olduğundan bahsetmektedir.36 Bu mektup, Sabiî-İngiliz flörtünün
Osmanlı memurlarının takibatına uğradığının da işaretidir. Zaten 93 Harbi’nden
sonra, Britanya’nın, sırasıyla Memâlik-i Mahrûse-i Şâhâne’den Kıbrıs adası ve
Mısır kıtasını işgali, İstanbul ve Londra arasındaki münasebetleri kökten
değiştirmişti.
Sair Osmanlı evrakı, Sâbiîler, Arap aşiretler ve bölgedeki Osmanlı idarecileri
arasındaki münasebetlere dair bilgi vererek, mezkûr coğrafyadaki iç hareketliliğe
değinir. Söz gelimi, 18 Aralık 1878 tarihli Arapça olarak yazılmış ve Basra valisi
Abdullah Paşa hakkında şikâyetleri içeren bir telgraf, İstanbul’a çekilir. Telgraf,
Nasıriye'de yaşayan Sâbiîler tarafından çekilmiş ve yetmiş iki imza ile
gönderilmiştir. 37 Basra vâlisiyle ilgili 20 Aralık 1878 tarihli bir diğer şikâyet
33
Bkz. FO 602/39, s. 5.
34
Bkz. Lorimer, age., s. 1491.
35
Bkz. FO 602/39, s. 6.
36
FO 602/39, s. 7.
37
BOA. HR. TO. 555/135. 23 Zilhicce 1295/18 Aralık 1878
Selda GÜNER, Irak Sâbiîlerine Dair Bir Asayiş Dosyası..
telgrafının altında Nasıriye’de mukim Arap Sadun ailesinin imzasına rastlanır.38
Oysa, Müntefik aşiretinin yönetici hanesi olan Sadunlar, yakın geçmişte, Midhat
Paşa’nın valiliği döneminde, Osmanlı’nın tapu dağıtımı döneminde
müttefikiydiler ve şimdi bağımsız hareket etmeye başlamaları üzerine ikamet
ettikleri Nasıriye’ye daha fazla asker sevk edilmekteydi.39
Başka örneklerin de te’yit ettiği üzere Osmanlı Devleti’nin güney
Mezopotamya’da aşiretler ile kurduğu ilişkiler kırılgandı. Bugün ittifak kurulan
bir aşiretin, yarın isyana kalkışmayacağının bir garantisi yoktu. Bağdat’taki
Osmanlı idarecileri, aşiret asabiyesinin sürekli bir tehdit kaynağı olduğunu
görmüş ve Müntefikler gibi bazılarını, yerleşik hayata geçmeğe ikna etmişti.
Ancak, bu kez alınan vergi miktarının yüksek olması aşiretleri tekrar asi kılmıştı.
Bu açıdan bölgedeki Osmanlı ıslahatçılığının kusurlu olduğu, bir eliyle verirken
diğer eliyle geri aldığı görünmektedir. Diğer yandan Osmanlı idaresi, aşiretler
arası anlaşmazlıklar ile bir zamanlar işbirliği yaptığı yerel aileler arasında
kalıyordu. Örneğin aşiretler arası çatışmaları bastırmak ve asayişi sağlamak üzere
Nasıriye’ye asker sevk edilmesi üzerine, Sadun, Şebib ve sair Müntefik şeyhleri,
İstanbul’a, şikâyet telgrafları çekmişlerdi.40
Sâbiî Kızlar Vak’ası
Çalışmanın başında zikredilen kaçırılan Sâbiî kızlar bahsi, ilk defa 1 Mart
1879 tarihli belgede geçer. Bağdat’ta bulunan konsolos yardımcısı General
Nixon, Basra’daki mevkidaşı Robertson’a gönderdiği telegramda, Şeyh’in
cemaatinden Sûku’ş-Şuyûh’da mukim beş kızın kendi rızaları dışında
alıkonulduğunu ve Osmanlı valisinin bu konuda adım atması gerektiğini
yazmış,41 cevaben Basra’daki Konsolos yardımcısı meseleyi araştıracağını, ayrıca
“kötü muamele”ye maruz kalan Sûku’ş-Şuyûh Sâbiîlerinin durumunun tetkik
edilmesini Abdullah Paşa’ya yazdığını belirtmiştir.42 Basra’daki konsolos, 9 Mart
1879 tarihinde yazdığı raporda; Araplar tarafından kaçırılan beş Sâbiî kız
hakkında alınan istihbarattan bahsetmektedir. İstihbarat, Sâbiî iddiaları aleyhine
malumat içermektedir.Sûku’ş-Şuyûh’daki Osmanlı kaymakamına göre, kızlardan
38
BOA. HR. TO. 555/137. 25 Zilhicce 1295/20 Aralık 1878
39
Mansur Paşa tarafından asker sevkiyatı hakkında Dâhiliye Nezareti’ne gönderilen 20
Haziran 1881 tarihli telgraf için bkz. BOA. HR. TO. 388/64; BOA. HR. TO. 388/81; BOA. HR.
TO. 388/82. Ancak Sadunîlerin liderliğini yaptığı “aşiretler birliği”, Osmanlı askerinin kendilerine
haksız yere saldırdığını ve askerin bir an evvel geri çekilmesini istedikleri bir arîzayı, Dâhiliye
Nezareti’ne göndermişlerdir. Kırk dokuz imza ile Nasıriye’den gönderilen 30 Temmuz 1881/3
Ramazan 1298 tarihli arîza için bkz. BOA. HR. TO. 388/85.
40 29 Mart 1881/27 Rebiulahir 1298 tarihli telgraf için bkz. BOA. HR. TO.338/55; 30 Nisan
1881/30 Cemaziyelevvel 1298 tarihli telgraf için de bkz. BOA. HR. TO.338/58
41
FO 602/39, s. 8-9.
42
FO 602/39, s. 10-11.
15
16
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
biri Nasıriye’de kaçırılmak şöyle dursun, Müslüman olarak Aysah el-Amiş elHaravi’yle evlenmiştir. Bir diğer kız ise Kaida (Kaidi)’lı Müslim bir Arap’la yedi
ay önce izdivaç etmiş bulunmaktaydı. Bu tarihlerde Sâbiîlere bir tecavüz
olduğuna dair bilgiyi Kaymakam reddetmiştir. 43 Diğer taraftan Sûku’ş-Şuyûh
kaymakamı, Basra’daki konsolos yardımcına gönderdiği mektubunda; eğer
Sâbiîlerin şikâyetlerinin sağlam bir dayanağı varsa, kaymakamlığa müracaat
etmeleri gerektiğini söylemiştir.44 Bu son yazı, esasen Sâbiîlerin bir şikâyeti varsa,
muhatabın İngilizler değil, resmî-egemen yönetici Osmanlılar olduğunun
hatırlatılmasına dönük bir ihtardır.
İlk mektuptan yaklaşık iki ay kadar sonra; 29 Nisan 1879 tarihinde,
Basra’daki konsolos yardımcısının mektubunda kullandığı ifadeye bakılırsa,
mezkûr kızların Müslümanlar tarafından kaçırıldığı kanaatinin İngilizler arasında
yaygın olduğu anlaşılır. Konsolos yardımcısı, Bağdat’daki Colonel Nixon’a
gönderdiği mektubunda, Kaymakam Abdullah Paşa ile görüştüğünü, ancak
farklı bir haber olmadığını söyleyerek, gerçeklerin kesin olarak tespit
edilebilmesi için güvenilir bir ajanın Sûku’ş-Şuyûh’a gönderilmesini talep
etmiştir. Bu meselenin, ayrıca Müslüman memurların sempatisi kazanılarak
soruşturulabileceğini de yazmıştır.45
16 Mayıs 1879 tarihli cevap mektubunda Robertson, Sâbiîlerle ilgili görevin
zorluğundan ve hassaslığından ve bu görev için görevlendireceği uygun bir
kişinin olmadığından 46 bahsederek, kızların yaşadığı evler ve yaşları hakkında
bilgi vermiş, ayrıca evlerini kendi rızalarıyla mı, yoksa zorla ya da baskı altında
mı terk ettiklerinin muğlâk olduğunu söylemiştir.47
28 Mayıs’ta, yine Basra’dan Bağdat’taki Colonel Nixon’a gönderilen başka
bir mektupta, Robertson, Sâbiî kızların kaçırılması iddiasını araştırmak için
gelecek ay Müntefik’e gideceğini belirtmiştir. Ayrıca mektubu yazmadan bir gün
önce Abdullah Paşa’ya uğradığını ve bu meseleyi kendisiyle görüştüğünü de
söylemektedir. Abdullah Paşa’dan, Müntefik mutasarrıfı ve Sûku’ş-Şuyûh
kaymakamından konuyla ilgili bilgi alma ve bunun yanı sıra Şeyh Yahya’nın
43
FO 602/39, s. 12.
44
FO 602/39, s. 13. Colonel Nixon, 4 Nisan 1879 tarihli mektubunda, Bağdat’ta bulunan
Şeyh Yahya’dan, 15 Şubat’ta, Sûku’ş-Şuyûh’da, cemaatinden beş kızın Türkler tarafından
kaçırıldığı şikâyetini içeren bir telegram aldığını bildirmekteydi. Ayrıca Nixon, Bâb-ı âlî’ye, konun
soruşturulması yönünde bir mektup gönderdiğini de yazmıştır. Daha sonra 29 Nisan 1879 tarihli
mektubunda, Bağdat’taki konsolos, Şeyh Yahya’nın kızların iade edilmesi ve akıbetlerinin
soruşturulması için Sûku’ş-Şuyûh’a gittiğini belirtmiştir (FO 602/39, s. 15-16).
45 FO 602/39, s. 187. Mayıs 1879’da, Bağdat’daki İngiliz konsolosluğundan Basra’daki
Yardımcı siyasi ajan ve ikinci konsolos Robertson’a gönderilen yazıda, Suku’ş-Şuyuh’da meseleyle
ilgili soruşturma yapmak üzere bir kişiyi tayin etmesi istenmiştir (Bkz. FO 602/39, s. 19).
46
FO 602/39, s. 20.
47
FO 602/39, s. 21-22.
Selda GÜNER, Irak Sâbiîlerine Dair Bir Asayiş Dosyası..
şikâyetlerinin dinlenmesi ve araştırılması hususunda söz aldığını da
eklemektedir. Şeyh Yahya’ya da Basra’ya gelmesi konusunda bir telgraf çekildiği
belirtilmektedir.48
4 Temmuz 1879 tarihinde Robertson, Bağdat’a yazdığı mektubunda, Şeyh
Yahya’nın buraya gelmeyi kabul ettiğini, fakat Sûku’ş-Şuyûh’daki hükümet
otoritesinin oldukça zayıf olduğunu yazmıştır. Robertson’a göre Türk yetkililer,
ne Şeyh Yahya’nın kızlarının Araplar tarafından kaçırıldığı iddiası, ne de
Arapların mezkûr kızların sevdikleri adamlara kaçtıkları iddiasını gerektiği gibi
soruşturamayacaktır. Robertson’un mektubunda, Sûku’ş-Şuyûh ve Müntefik
bölgesindeki Osmanlı otoritesinin zayıflığı, Osmanlı memurları ile yerel önde
gelenler arasındaki anlaşmazlığa bağlanmaktadır. Bu anarşi döneminde Araplar,
vergi ödemeyi de bırakmışlardır. Bu arada, Bâb-ı âlî, Zabit Paşa’yı, Bağdat’a, vali
Abdullah Paşa ve Fahd Paşa arasındaki meseleyi soruşturması için
görevlendirdi. Zabit Paşa’nın görevinin, Abdullah Paşa veya Fahd Paşa ya da
her ikisinin birden görevden alınmasıyla ve ayrıca Müntefik kabileleri üzerinde
tam olarak kontrolün sağlanmasıyla sonuçlanacağı beklentisi hâkimdi. Bu
sebeple Robertson, Sûku’ş-Şuyûh’a yapacağı ziyareti, buranın idarecileri
değişinceye kadar ertelemeyi düşündüğünü yazmıştı.49
Şeyh Yahya’nın şahsî emniyetiyle ilgili endişeleri, bu dönemde Nakr
Ömer’de, Sâbiî gümüşçülerin Amâra’dan Basra’ya giderken Dicle üzerinde
soyulup öldürülmeleriyle haklı çıkacaktı. Bu bizim Sâbiîlere dair ikinci tecavüz
dosyamızdı. Cinayetler, maktullerin ailelerinin, Abdullah Paşa’ya, suçluların
yargılanması için Basra’ya getirilmesi hakkında bir dilekçe vermeleriyle ortaya
çıktı. Abdullah Paşa, dilekçeye verdiği cevapta, suçun Kurna 50 kaymakamlık
bölgesinde işlenmesi sebebiyle, ailelerin şikâyetlerini kaymakama yapmaları
gerektiğini söylemişti. İkinci dilekçelerinde Sâbiîler, Kurna ahalisinin kendilerine
düşmanlığının büyük olduğunu ve bu sebeple oraya gitmeye cesaret
edemeyeceklerini belirterek, önceki dilekçelerinin dikkate alınmasında ısrar
etmişlerdir. Bunun üzerine Robertson mektubunda, Abdullah Paşa’yla bu
meseleyi görüştüğünü ve Paşa’ya böylesine ciddî bir suçun tetkik ve tahkik
edilmeden kapanmasına nasıl izin verdiğini sorduğunu,51 ancak açık bir cevap
alamadığını belirtmiştir. Robertson, Sâbiîlerin mevcut idarî vaziyette, adaletin
yerine geleceğine dair bir umutları olmadığını ve idarî bir değişikliğin olmasını
beklemeyi tercih ettiklerini belirtmiş ve onların bekleme tercihlerini haklı
bulduğunu da ifade etmiştir. Dikkat çeken husus ise, mektubunun sonlarına
48
FO 602/39, s. 23-24.
49
FO 602/39, s. 26.
50
Kurna, 1884 senesinde, Basra vilayetine bağlanarak kaza haline getirilmiştir (Bkz. Sezen, age
s. 337).
51
Bu konu için bkz. BOA. HR. TO. 257/61.
17
18
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
doğru Robertson’ın, Abdullah Paşa’yı “fanatik” ve “zayıf” biri olarak tasvir
etmesidir.52
Şeyh Yahya, 24 Haziran 1879 tarihinde, Basra’da ikinci konsolos
Robertson’a, kızları kaçıran Hüsevrîlerden birinin, adam öldürmek suçundan
tutuklandığı haberini vermiştir. Hatta Hüsevrîler, Sûku’ş-Şuyûh’daki hükümet
konağına saldırıp, bazı askerleri yaralamış ve bu olay üzerine tutuklunun serbest
bırakıldığını yazmıştır. Şeyh Yahya, Basra’daki konsolosla görüşmesinin
yasaklandığını, bunu yaparsa öldürüleceğini de bildirmiştir. Şeyh, mektubunda,
can güvenliği olmadığı için Nasıriye’ye sığındığını da yazmıştır. Mektubunun
sonlarında Şeyh, Nasıriye ve Sûku’ş-Şuyûh’da hükümet otoritesinin artık
olmadığını, “güçlünün zayıfa zulmettiğini” yazmıştır53.
27 Şubat 1879 tarihinde, Sâbiî Cemaatinden Ayeş ibn Molla Avad, Basra’daki
İngiliz yetkililere, Ebu’l-Hasib’ 54 de yaşayan Sâbiî cemaati adına bir dilekçe
yazmış, kendisinin ve cemaatinin maruz kaldığı “kötü muamele” sebebiyle
Majestelerinin himayesini talep etmiştir. Ayeş’in dilekçesinde anlattığı hikâyeye
göre, bir süre önce cemaatten Soli, Avad, Jehan Bakş ve Haddad isimli dört kişi,
iş için Amâra’ya gitmiş ve bir müddet sonra da köylerine dönmek için buradan
ayrılmıştır. Bu dört kişi, Neşve’ 55 ye vardıklarında Soli ve Avad, tekne ile
yollarına devam etmiş, Jehan Bakş ve Haddad Dair’e doğru yola çıkmıştır.
Neşve’den güvenle ayrıldıkları kabul edilmektedir. Bunlardan Dair’e gidenler,
burada, Dair şeyhi Suud el-Kavnass’ın evinde misafir olarak kalmış, ama
bilinmeyen sebeplerden Suud el-Kavnass, bu iki Sâbiî’ye, derhal Dair’den
ayrılmalarını söylemişti. Ancak El-Kavnass’ın adamları, bu iki Sâbiîyi
öldürmüştü. Bundan sonra beş ay boyunca Huveyze, 56 Muhammera, Kurna,
Amâra ve Sûku’ş-Şuyûh’da onları aramak için her yere haber verildi. Sâbiîler,
kendi yaptıkları aramaların neticesinde, maktullerin Dair’in yerli halkı tarafından
öldürüldükleri ve tüm sahip oldukları eşyaların da yağmalandığı bilgisine
ulaşmışlardı.
Ayeş’e göre; Dair halkı, katiller aleyhine şahitlik yapmayacaklardı. Burada bir
ayrılığı vurgulamaktadır Ayeş; “Biz Sâbiî cemaatiyiz, onlarsa Müslüman”, bu
cinayetin gerçek sorumlusu Suud el-Kavnass’dır. Ayeş, İngilizlerin merhametine
52
Ayrıca Robertson’un iddialarına göre; Abdullah Paşa’nın rüşvet ve önyargılarla beslediği
mahkeme, Sâbiîlere karşı hiç de adil olmayan bir tavır takınmıştır (FO 602/39, s. 26-27).
53
Bkz. FO 602/39, s. 27.
54
Bugünkü adıyla Ebulhasib, 1884 yılında, Basra vilâyetine bağlı bir nahiye haline gelmiştir
(Bkz. Sezen, age., s. 163).
55
Neşve, 1875 senesinde, Basra Vilâyeti’ne bağlı Kurna kazasının nahiyesi haline gelmiştir
(Bkz. Sezen, age., s. 392).
56
Huveyze, Basra’ya bağlı bir kasabaydı (Bkz. Sezen, age s. 248).
Selda GÜNER, Irak Sâbiîlerine Dair Bir Asayiş Dosyası..
sığındıklarını ve el-Kavnass’ın sorgulamak için Basra’ya getirilmesi ve adaletin
yerini bulması için kendilerine yardım edilmesini istemektedir.57
12 Mart 1879 tarihinde Ayeş bin Molla Avad, Basra Konsolosu’na yazdığı
ikinci dilekçede, daha önce yazdıkları dilekçenin Basra konsolosu tarafından
Kurna kaymakamına iletilmesinden mutlu olduklarını yazmıştır. Ancak Sâbiî
oldukları için, Şiî Kurna halkının kendilerinden nefret ettiğini ve güvende
olmadıklarını, ayrıca burada kendilerini öldürmeye teşebbüs edecek Dair’li
halkın da bulunduğunu söylemektedir. Diğer taraftan Kurna’da, cemaatlerinin
yaklaşık kırk haneden oluştuğunu ve yerli halkın eziyeti neticesinde mallarını
bırakıp, yerlerini terk etmeye mecbur kaldıklarını belirtmektedir. Bu sebeple
önceki dilekçelerinde yazdıkları gibi, Suud el-Kavnass ve adamlarının
soruşturma için Basra’ya getirilmesini ve Kaymakama da kendilerine eziyet
edilmemesi ve meselenin adil bir şekilde soruşturulması için baskı yapmalarını
rica etmişlerdir.58
19 Temmuz 1879 tarihinde ise Bağdat’taki konsolos, Basra’daki Sâbiîler’in iyi
muamele görmedikleri konusundaki şikâyet mektubunun kendisine ulaştığını,
ayrıca Basra’daki muhatabına, öldürülen iki gümüşçünün davalarını
soruşturması için elindeki en iyi memurları, Sâbiîlerin yardımına vermesini
istemiştir.59
Tüm bu yazışmalardan sonra Sâbiîlerin hayatlarında nasıl bir değişim
olduğunu bilmiyoruz. Zira 1891 yılına kadar kaynaklar sessiz kalmaktadır.60
20 Mart 1891 tarihinde ise bu kez şikâyet ve yardım talebinin yerini açıkça
himaye talebi almıştır. Bu tarihte dört Sâbiî cemaati üyesi, Basra’daki İngiliz
elçisine Arapça bir dilekçe bırakmışlardı. Dilekçede ismi geçen ve mühürleri
bulunan Ebu’l-Muşrî, Gafil bin Nasan, Lafi bin Nasar ve Nali bin Nasar,
dilekçelerinde yaklaşık yirmi kişiden mürekkep Sâbiîler olduklarını, İngiltere
57
Bkz. FO 602/39, s. 28.
58
Bkz. FO 602/39, s..29-30. Diğer taraftan 4 Haziran 1879’da, A. Henry Layard’tan Bağdat’ta
bulunan Colonel Nixon’a giden mektupta, Sâbiî kızların kaçırılmasıyla ilgili yapabileceği ne varsa
yapması istenmektedir. Aynı mektupta, Layard, eğer Osmanlı otoriteleri Sâbiîleri himaye etmeyi
reddederlerse ve kadınların kaçırılmasına izin verirlerse, kendisine en ayrıntılı şekilde rapor
edilmesini emretmektedir (FO 602/39, s. 31). Ayrıca Colonel Nixon’un kendisine gelen bu
mektubu, Basra’daki ikinci konsolosa gönderdiği de görülmektedir (FO 602/39, s. 32).
59 Ayrıca devamında Zabit Paşa, görevini tamamlayıp, sukûneti ve otoriteyi yeniden tesis
edinceye kadar, Sûku’ş-Şuyuh’a yapacağı ziyareti ertelemesini onayladığını söylemiştir (FO
602/39, s. 32-33).
60 Bu arada Basra'nın Müntefik Sancağı'na bağlı Sûku'ş-Şuyûh aşiretlerinden el-Hasan, elHammam ve Nevaşi aşiretleri arasında süre gelen bir anlaşmazlık olduğu görülmektedir. Bu
aşiretler arası münazaanın sona erdiği ve bir daha bir münazaaya meydan verilmemesi için orada
bir bölük asker bulundurulması gerektiği yönünde İstanbul’a bir rapor yazılmıştır (BOA. DH.
MKT. 1420/1221, 21 Şaban 1304/15 Mayıs 1887). 2 Nisan 1888/20 Recep 1305’de, Sûku’şŞuyûh kazasında, asayişin yeniden tesis edildiği bildirilmektedir (BOA. Y. PRK. ASK. 45/45).
19
20
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
himayesine girmek istediklerini, fakir olduklarını, Allah’tan başka koruyucuları
olmadığını söylemekteydiler.61 Bu dilekçenin altında, bunların Nasıriyeli halktan
ve Türk tebaası oldukları, ayrıca, içlerinden birinin (Abu’l-Muşrî) Basra’da
olduğu ve diğerlerinin geçici olarak Magil’de kaldıkları belirtilmiştir. Bunların
kuyumculuk yaptıkları ve şeyhlerinin isminin de Sa’han olduğu yazılmıştır.62
24 Mart 1891 tarihinde Bombay’daki İngiliz temsilciliği, Bağdat’a gönderdiği
mektupta, Nasıriyeli bazı Sâbiîlerin İngiltere’nin himayesine girme isteklerini
belirten mezkûr dilekçenin incelendiğini yazmıştır. Bununla birlikte Sâbiîlerin,
bütün kabile İngiltere’nin himayesine girdikleri takdirde Basra’ya göç etmeye
hazırlandıkları haberini aldıklarını da belirtmiştir. Ancak Basra’daki konsolosun
böyle bir himaye için gücü ve yetkisi olmadığı belirtilmiştir. Devamında
konsolosa, Sâbiîlere karşı iyi niyetlerini ve güçleri yettiğince onlara yardım
edeceklerini iletmesi söylenmektedir.63
Hapisteki Sâbiî Şeyhi64
11 Aralık 1895’de yazılan raporda, Sâbiîlerin şeyhi Sa’han’ın Basra’da
Osmanlı idaresince tutuklandığı, Şeyhin oğlunun, babasının davasının çözülmesi
için Kraliçeye başvurmak istediği belirtilmiştir. Daha önceki şeyhin (Yahya)
kraliçeyle iletişim kurduğu bilinmektedir. Hatta Kraliçe’nin sâbık Şeyh Yahya’ya,
kıtlık zamanında para gönderdiği mezkûr raporda bahsi geçen konular
arasındadır.65
61
Dilekçenin altına düşülen notta, bu kişilerin tanınıp tanınmadığı, nerede yaşadıklarının
bilinip bilinmediği gibi sualler yazılmış, ayrıca bunlardan herhangi birinin Sâbiîler hakkında
konuşmak için ofise gelip gelmediği de sorulmuştur (FO 602/39, s. 34).
62 Not kısmında, bazı Sâbiî kızların kaçırılması hakkındaki eski yazışmaların (1879) ilişikte
gönderildiği yazmaktadır. Ayrıca dosyanın bir kenarına “Ebu’l-Muşri’yi bir dragomanla birlikte
bana gönder” 4/3/91 şeklinde ekleme yapılmıştır (FO 602/39, s. 34-35).
63
FO 602/39, s. 35-37.
64
FO 602/39, s. 39.
65
Bkz. FO 602/39, s. 40-41. Burada bahsi geçen “kıtlık” meselesinin izahını yapmak
gerekmektedir. Eylül 1877 senesinde Bağdat’taki İngiliz temsilci Kolonel Nixon, Foreign Office’e
acil başlıklı çektiği telegramda, Bağdat’taki Osmanlı otoritelerinin hububat ihracını yasakladıklarını
yazmıştı (NA FO 78/2650). Buğday ve benzeri gıda maddesinin ihracının yasaklanmasının sebebi
oldukça açıktır, ekin hasadını gerçekleştiren erkek köylü nüfus, Rus muharebesinde savaşması için
askere alınmıştı. Bunun yol açtığı erken hasat, ürünün kalitesini düşürmüştür (NA FO 78/2846). 1
Aralık 1877 tarihinde bu işin ticaretini yapanlar, Bağdat valisi Akif Paşa ile görüştülerse de bir
netice alamadılar (NA FO 78/2615). Dolayısıyla 1877-1878 tarihinde mahsulün iç piyasayı
besleyecek kadar yeterli olmayışı, bir açlık döneminin yaşanmasına sebep olmuştur (NA FO
78/2872; FO 195/142).
Selda GÜNER, Irak Sâbiîlerine Dair Bir Asayiş Dosyası..
28 Aralık 1895 tarihli başka bir raporda, Sâbiîlerin Şeyhi Sa’han’ın
tutuklandığı ve Medine (Yukarı nehir) 66 ’den Basra’ya getirildiği yazılmıştı.
Medine’de Türk idaresine karşı gerçekleşen Arap ayaklanmasına karıştığı
şüphesiyle şeyhin tutuklandığı ve ayrıca Sâbiîlerin, şeyhlerini ziyaret etmelerine
ve yemek getirmelerine izin verildiği yazmaktaydı.67
Yazarı bilinmeyen bir notta, Medine’de (Kurna’nın biraz yukarısında, Fırat
üzerinde) Arap şeflerden (Benû Esad kabilesi) Hasan Kaıyun’un, Ağustos
1895’de Türk idaresine karşı ayaklandığı 68 ve Osmanlı birliklerinin Hasan
Kaıyun’un üzerine bir sefer düzenlediği belirtilir. Osmanlı memurlarına göre
gerekçe, Sâbiî şeyhi Sa’han’ın, Hasan Kaıyun’un Cannon marka silahlarına
kurşun ve sair cephane temin etmesiydi.69 Bu gerekçe doğru ise, bunun Sâbiîlere
ilişkin asayiş dosyasının en dikkat çekici vakası olduğu açıktır. Zira bütün diğer
vakalar, Sâbiîlerin Araplardan gördükleri zulüm üzerinde iken, bu kez şeyh
sıfatını haiz bir Sâbiî, Arap asilere silah sağlamakla suçlanmaktadır.
21 Ocak 1896 tarihli İngiliz raporu, Şeyh Sa’han’ın, suçlamaları reddettiğine
yer verir.70 İki ay sonraki; 23 Mart 1896 tarihli başka bir yazarı meçhul notta ise
bazı Sâbiîlerin İngiliz konsolosluğuna gelerek, Türk yetkilileri, şeyhlerine karşı
tarafgir davranmakla, sağlıklı bir soruşturma yapmamakla itham ettikleri
görülmektedir. İlginç nokta, şeyhlerini kurtarmaya gelen Sâbiîlerin beyanlarının,
görüşmeye muhatap olan İngiliz tarafından ikna edici bulunmamasıdır. Takip
eden süre zarfında şeyh hakkında açılan soruşturma tamamlanmış ve şeyhin
tutukluluğunun devamına karar verilmiştir. Üstelik Osmanlı valisi, İngilizleri
Sâbiî şeyhinin davasına karışmaması konusunda uyarmıştır. Zira onlar, Osmanlı
vatandaşıdır.71
18-19 Mart 1896 tarihlerinde, Muhammara’daki ikinci konsolostan
Huzistan’daki konsolosa giden mektuptan anlaşıldığı üzere, şeyhin kurtarılması
çabasına oğlu ve cemaatinin bazı önde gelenleri karışır. Bu kez muhatap
Londra’daki Kraliçe’dir. Ona iki dilekçe gönderilir. Viktorya’nın yardımı
66
Medine ya da diğer bir ismiyle Medine-i Beni Mansur, 1871’de Basra vilayetinin Kurna
kazasına bağlı bir nahiye haline gelmiştir (Sezen, age s. 365).
67
Bkz. FO 602/39, s. 42-43
68
Lorimer’in eserinde isyanın başlangıç tarihi, 1899-1900 olarak geçmektedir. Diğer taraftan
Kaıyun, daha önceleri Kala-yı Salih ile Kurna arasındaki nehir yolunun ve telgraf hattının
koruması görevini valilikten aldığı izinle gerçekleştiren bir kişiydi. Ancak Müntefik şeyhlerinden
bazılarının “entrikaları”, onun Osmanlı idaresiyle arasının açılmasına sebep olmuştu (Bkz.
Lorimer, age s. 1508).
69 İsyancılar, 13 Eylül 1898 tarihinde, Medine’den Basra’ya getirilmiştir (Bkz. FO 602/39, s.
43-44).
70
Bkz. FO 602/39, s. 45-46.
71
Bkz. FO 602/39, s. 46-47.
21
22
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
istenir.72 Şeyhin oğlunun babası adına Kraliçeye Arapça olarak yazdığı mektupta
dikkat çekici olan, Sâbiîlerin, kendilerini sanki Hıristiyan gibi takdim etmeleridir;
ifade şudur; “Biz Sâbiîler; John Baptist’in dininin papazlarıyız’. ‘Fırat kıyısındaki
Kurna’da, Nehr-i Salih’de yaşamaktayız”. Şeyhin oğlu, “onların dininden değiliz,
ibadetlerimizi yapmamıza izin vermiyor, kötü muamele ediyorlar” diyerek,
babası hakkında herhangi bir kanıt olmadığı halde tutuklandığını ve serbest
bırakılması için tek umudunun Majesteleri olduğunu söylemiştir.73
18 Mart 1896 tarihinde birçok kişinin mührünü taşıyan Majestelerine
yazılmış başka bir mektupta, Irak’ta ve İran’ın bazı yerlerinde Sâbiîlerin ciddî
sorunlarla karşı karşıya oldukları ve dinlerinin zayıfladığı iddia edilmekteydi.
Majestelerinden, hem Sâbiî din adamının serbest bırakılması, hem de dinlerinin
korunması hususunda yardım etmesi için himayesi talep edilmişti.74
25 Mayıs 1896 senesinde Muhammara’dan, Bağdat’taki Konsolosluğa, Şeyh
Sa’han’ın tutukluluğunun devam ettiği, cemaatin birkaç üyesinin valiyle görüşüp,
Şeyh’e iyi davranılması talebinde bulunduğu bildirilmiştir. Ayrıca, mektubun
sonunda Türk yetkililerin kendilerine açıkça, Şeyh Sa’han’ın bir Türk vatandaşı
olduğu ve onun lehinde İngilizlerin bu işe karışmaya hakkı olmadığının
söylendiği eklenmiştir.75
13 Haziran 1896 tarihli Arabian Mission’dan yazılan rapor, Britanya’nın
genel tavrını özetler. Önce Sâbiîler, yıldıza tapan eski bir mezhebin üyeleri
olarak tarif edilir. Ayrıca raporda, Sâbiîlerin yaşadıkları yerlerde inançları
sebebiyle Osmanlı idaresi tarafından eziyete maruz kaldıklarının bir ispatı
72 4 Nisan 1896 tarihinde, Colonel Nixon, Basra Körfezi’nden, Büşir’deki İngiliz
Konsolosluğuna yazdığı mektuba, Şeyh Sa’han ve bazı Sâbiî üyelerinden Kraliçeye gönderilen
dilekçelerin orijinallerini de ilave etmiştir. Şeyh Sa’han’ın Basra’daki tutukluluk hali devam ettiği
için, Türk otoritelerin Sâbiîlere baskı uyguladığı yönündeki iddiaları destekleyici görünmektedir
(Bkz. FO 602/39, s. 47-48). Aynı mektupta bahsedilen bir diğer mevzu ise, 30 ya da 40 sene evvel
cemaatin önceki lideri Şeyh Yahya’nın Majestelerine başvurduğu ve Majestelerinin de onlardan
bazılarını himaye altına aldığıdır. Şeyh Yahya’nın oğlunun sahibi olduğu belgelerde, Earl
Granville’in imzası bulunmaktadır ve Majestelerinin, iki defa, bu insanlara kıtlık zamanlarında
parasal yardımda bulunduğu görülmektedir (Bkz. FO 602/39, s. 48-49).
73
Bkz. FO 602/39, s. 49-50.
74
18 Mayıs 1896 tarihinde yazarı bilinmeyen bir rapora göre, Sâbiîlerin dinî lideri Şeyh Sa’han
3 sene Medine’de hapis yatmaya mahkûm edilmişti (Bkz. FO 602/39, s. 52-55).
75 Hapiste şeyhi ziyaret için izin verildiği de rapordan anlaşılmaktadır. Şeyh Sa’han,
Müntefik’te, adliyeye gelirken öldürülmeye de çalışılmıştı. Diğer taraftan şeyh, yeğeni Aden bin
Damarg’ı öldürmekten suçlu bulunmuş ve 3 sene hapis cezası verilmiştir. Dahası Şeyh Sa’han ve
oğullarından ikisi, Medine’de meydana gelen ayaklanmaya karışmakla itham edilmişlerdi. Şeyh ve
oğulları, Medine’de tutuklandıklarında demircilik ve ticaret yapmaktaydılar. Medine’de bu sırada
Hasan Kaıyun isyan etmişti ve Muhammed Paşa komutasındaki askerî birlikler buraya gelmişti.
Türk yetkililer, asi Hasan Kaıyun’un destekçileri için mermi ve top üretildiğinden
şüphelenmişlerdir. Nihayet şeyh ve oğullarının da bu işte yer aldıkları iddia edilmiştir (FO 602/39,
s. 56-57).
Selda GÜNER, Irak Sâbiîlerine Dair Bir Asayiş Dosyası..
olmadığı açıkça ifade edilir. Ayrıca Türk Arabistanı’nda onlara karşı baskıcı
yasalar ya da uygulamalar olduğu yönünde bir kanıt olmadığı da eklenir. Dahası
Sâbiî dininin doğası hakkında bilginin az ve onlardan Kuran’da saygıyla
bahsediliyor olması sebebiyle de Müslümanların Sâbiîlere eziyet etmesi için bir
sebep olmadığı söylenir. Arabian Mission’un raporuna göre, Şeyh Sa’han ve
oğullarının tutukluğu mevzusu, dinî bir baskı olduğuna delil değildir.
Mahkemenin neticesine göre Şeyh Sa’han suçlu ya da değildir.76
11 Temmuz 1896 tarihinde Londra Foreign Office’den Constantinople’a
giden yazıda, Majestelerinin Basra’daki Konsolosluğunun bu davada herhangi
bir müdahalesinin olmadığı yazılmıştır. 77 Ancak Bağdat’dan Büşir’deki
temsilciliğe giden yazıda, vali ile görüşmelerinde hapisteki Şeyh Sa’han’a iyi
muamele edilmesi ve yaşlılığının dikkate alınmasının konuşulduğu
söylenmektedir.78
Yaklaşık iki yıl sonra, 12 Mayıs 1898’de, yazılan rapordan anlaşıldığına göre;
Sâbiîler, Şeyhin yargılanması sırasında mahkemenin süreci iyi işletmediğini iddia
etmiş, ayrıca İngiliz konsolosluğunun yerel mahkemede kendilerini temsil
etmesini de istemişlerdi. Buna dayanak olarak her ne kadar Osmanlı vatandaşı
olsalar da inançlarının Hıristiyanlığa yakın olmasını göstermişlerdi.79
1895 senesinde Medine’de çıkan isyanda, isyancılara top ve mermi desteği
vermekle suçlanan Şeyh Sa’han’ın masum olduğu, ısrarla cemaatinin üyeleri
tarafından dile getirilmişti. 13 Mayıs 1898 tarihli son raporda Sâbiîlerin,
Sa’han’ın tutukluluğunun sona erdirilmesi yönündeki taleplerinden
bahsedilmektedir. Ancak Konsolos ve vali tercümanı, Şeyhin suçunun
mahkemede kesinleştiğini söylemişlerdir. Ayrıca, Vali Hamdi Paşa konsolosa,
Şeyhin hapishanede iyi muamele göreceğini ve az sayıda Sâbiî’nin şeyhi ziyaret
etmesine izin verileceğini belirtmişti.80 Neticede Sâbiî dosyası bize Britanya’nın
Sâbiîlere yönelik ilgisinin centilmence ve mesafeli bir ilgi olduğunu
göstermektedir. Aksi durumda İngiltere, Selanik, Beyrut veya İzmir’deki gayr-i
Müslimlere yaptığı gibi Sâbiî cemaatinin üyelerine de pasaport vererek
himayesine alabilirdi.
76 Bunların yanı sıra, 23 Haziran 1896’da, Bağdat’taki İngiliz konsolosluğundan gelen başka
bir raporda, Şeyh Sa’han’ın tutukluluğunun, dinî bir baskının neticesi olmadığı söylenmektedir
(Bkz. FO 602/39, s. 64-65).
77
FO 602/39, s. 65.
78
FO 602/39, s. 65.
79
FO 602/39, s. 67.
80
FO 602/39, s. 68.
23
24
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
Sonuç
Güney Irak’taki Sâbiî cemaatinin 1873-1898 yılları arasındaki vaziyetine dair
bu mikro tarih çalışması, doğrudan İngiliz ve dolaylı olarak Osmanlı arşiv
belgelerine dayanmaktadır. Mezkûr belgeler, asayiş ve idare sarmalına sahiptir,
antropolojik malzeme yoktur. Sâbiî merkezli tarihi makro ölçekte genişlettiğimiz
takdirde, imparatorluk analizi, merkezden tasarlanan ıslahatın taşrada karşılaştığı
güçlükler bahsine girmek gerekir. Zira imparatorluk tek bir kavram ve fakat
farklı ve geniş coğrafya demektir. Islahat bizim bahsimizde merkeziyetçilik,
Müslim-gayr-i Müslim eşitliği gibi gündemiyle Tanzimat’tır. Ayrıca o Tanzimat
âyân egemenliğindeki Balkanlar’da farklı, Kuleli vakasında olduğu gibi
İstanbul’da başka türlü, köle ticaretinin yasaklandığı Habeşistan’da da değişik
tepkilere maruz kalmıştır. Tanzimat, Güney Irak’ta ise Midhat Paşa tarafından
temsil edilmiştir. Güney Irak’ta büyük resim ise yerleşikliğe geçirilmeğe çalışılan
Arap aşiretlerdir. Sâbiî şikâyetlerine göre esas fail de onlardır. Diğer yandan
Sâbiîler, acaba Müslüman olmadıkları için midir ki Müslüman Arapların
saldırılarına maruz kalmışlardır? Bu soruya evet demek mümkün görünmüyor.
Çünkü Müslüman Arap aşiretlerinin şiddet potansiyeli birbirlerine yöneldiği gibi
bölgedeki Osmanlı idaresini de hedef almıştır ki son Sâbiî şeyhi, asi Araplarla
işbirliği yapmak suçundan hapse atılmıştır. Başka bir ifadeyle, gerek İslamcıreformcu sultan Abdülhamit için ve gerekse kendisine dilekçeler yazılan
Britanya kraliçesi için bölgedeki ağırlıklı ve kaale alınan unsur Arap aşiretlerdir.
Nitekim Britanya devleti, Sâbiîlerle alâkâlı son yazışmaların kaleme alındığı
1898’den yirmi yıl kadar sonra ‘Büyük Oyun ‘için Sykes-Picot (16 Mayıs 1916)
görüşmelerinde taksim planları yapılır ve isyan için bir şef aranırken, Arap
coğrafyası ve Arapları dikkate alacaktır.
Kaynaklar
Başbakanlık Osmanlı Arşivi
BOA. HR. TO. 555/135, BOA. HR. TO. 555/137, BOA. HR. TO. 388/64, BOA. HR.
TO. 388/81, BOA. HR. TO. 388/82, BOA. HR. TO. 388/85, BOA. HR.
TO.338/55, BOA. HR. TO.338/58, BOA. HR. TO. 257/61, BOA. DH. MKT.
1420/1221, BOA. Y. PRK. ASK. 45/45
National Archives:
NA FO 78/907, NA FO 602/39, NA FO 78/2650, NA FO 78/2846, NA FO
78/2615, NA FO 78/2872, FO 195/142
Kitap ve Makaleler
ABDULLAH Thabit A. J. (1992) The political Economy of Merchants and Trade in
Basra, 1722-1795, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Georgetown University,
Washington D.C.
Selda GÜNER, Irak Sâbiîlerine Dair Bir Asayiş Dosyası..
AL-QAYSİ Abdul Wahhab Abbas (1958) The Impact of Modernization on Iraqi
Society During the Ottoman Era: A Study of Intellectual Development in Iraq
1869-1917, Yayınlanmamış Dr. Tezi, University of Michigan
BAKER Karen (2007) The 21st Century Mandaean Diaspora: New Opportunities to
Reach Iraqi Mandaean Refugees with the Gospel, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi,
Liberty University
(1308) Basra Vilâyeti Salnâmesi, Basra Matbaası
BATATU Hanna (1989) The Old Social Classes and the Revolutionary Movements in Iraq: A
Study of Iraq’s Old Landed and Commercial Classes and of its Communists, Ba’thists and Free
Officers, Princeton Universty Press, Princeton
BRANDT W. (1915) Mandeans, Encyclopaedia of Religion and Ethics, Ed. James Hastings,
T. ve T. Clark, Edinburgh, s.380-393
BAYLY C. A. (2007) Distorted Development: The Ottoman Empire and British India,
Circa 1780-1916, Comparative Studies of South Asia, Africa and the Middle East, 27, 2, s.
332-344
BOZKURT Gülnihal (1989) Gayrimüslim Osmanlı Vatandaşlarının Hukuki Durumu (18391914), Ankara: TTK Yayınevi
BUCKLEY Jorunn J. (1999) Glimpses of a Life: Yahia Bihram, Mandaean Priest,
History of Religions, 39, 1, s. 32-49
BUCK Christopher (1984) The Identity of the Sābi’ūn, Muslim World, 74, s. 172-186
CARUS Paul (1915) The Sabians, The Monist, 25, 2, s. 294-297
CEYLAN Ebubekir (2009) Namık Paşa’nın Bağdat Valilikleri, Toplumsal Tarih, 186, s.
76-84
CUNNİNGHAM Allan (1993) Anglo-Ottoman Encounters in the Age of Revolution Collected
Essays, Ed: E. Ingram, London: Frank Cass and Co. Ltd., c.1, s.3
ÇETİNSAYA Gökhan (1999) Ottoman Iraq in the Tanzimat Period: Some Political,
Social and Economic Aspects, HÜ. Edebiyat Fakültesi Dergisi, Osmanlı Devleti’nin
Kuruluşunun 700. Yılı Özel Sayısı, s.105-114
ÇETİNSAYA Gökhan (2008) Ottoman Administration of Iraq, 1890-1908, New York:
Routledge
DAWOOD Hosham (2013) Aşiretin “Devletleşmesi” ve Devletin Aşiretleşmesi: Irak
Örneği, Çev. Ö. Öğünç, Aşiretler ve İktidar Ortadoğu’da Etnisite ve Milliyetçilik içinde,
Ed. Faleh A. Jabar-Hosham Dawood, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,
İstanbul, s.109-131
DAWSON Harbutt (1923) Forward Policy and Reaction 1874-1885, The Cambridge
History of British Foreign Policy, 1783-1919 içinde, Cambridge University Press,
Cambridge, s.72-148
DE VAUX B. Carra (1967) Sâbiîler, İA, Milli Eğitim Bakanlığı, Ankara, c.10, s.9-10
DODGE Toby (2013) Son Dönem Sömürgeciliğin Sosyal Ontolojisi: Irak’ta Aşiretler
ve Manda Devleti, Çev. Ö. Öğün, Aşiretler ve İktidar Ortadoğu’da Etnisite ve Milliyetçilik
içinde, Ed. Faleh A. Jabar-Hosham Dawood, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,
İstanbul, s.250-274
25
26
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
DOWER E. S. (1937) The Mandaeans of Iraq and Iran Their Cults, Customs, Magic, Legends
and Folklore, Clarendon Press, Oxford
DOWER E. S. (1956) Scenes and Sacraments in a Mandaean Sanctuary, Numen, 3, 1,
s.72-76
EL-BÎRÛNÎ Ebu’r-Reyhân Muhammed (1879) The Chronology of Ancient Nations, Ed. ve
Çev. C.E. Sachau, London
ERASLAN Cezmi (1994) Irak’ta Türk-İngiliz Rekabeti 1876-1915, İÜ. Tarih Dergisi, 35,
s. 223-251
FAROUK-SLUGLETT Marion- Peter Sluglett (1983) The Transformation of Land
Tenure and Rural Social Structures in Central and Southern Iraq, 1870-1958,
International Journal of Middle East Studies, 15, s. 491-505
FAROUK-SLUGLETT Marion- Peter Sluglett (1991) The Historiography of Modern
Iraq, The American Historical Review, 96, 5, s.1408-1421
FATTAH Hala Mundhir (1986) The Development of the Regional Market of Iraq and the Gulf
1800-1900, Doktora Tezi, University of California, Los Angeles
FATTAH Hala Mundhir (1997) The Politics of Regional Trade in Iraq, Arabia and the Gulf
1745-1900, State University of New York Press, Albany
FİELD Henry (1949) The Anthropology of Iraq, Field Museum Press, Chicago
FUCCARO Nelida (1999) Communalism and the State in Iraq: The Yazidi Kurds
c.1869-1940, Middle Eastern Studies, 35, 2, s.1-26
FUCCARO Nelida (2013) İlk Dönem Modern Irak’ta Yezidi Aşiretleri, Din ve Devlet,
Çev. Ö. Öğünç, Aşiretler ve İktidar Ortadoğu’da Etnisite ve Milliyetçilik içinde, Der.
Faleh A. Jabar-Hosham Dawood, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, s.
177-194
GÜNDÜZ Şinasi (1999) Son Gnostikler Sâbiîler İnanç Esasları ve İbadetleri, Vadi Yayınları,
Ankara
GÜNDÜZ Şinasi (2008) Sâbiîlik, DİA, Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara c.35, s.341-344
HAİDER Saleh (1942) Land Problems of Iraq, Basılmamış Doktora Tezi, London
University
HAJ Samira (1991) The Problems of Tribalism: The Case of Nineteenth-Century Iraqi
History, Social History, 16, 1, s.45-58
HALAÇOĞLU Yusuf (1992) Basra: Osmanlı Döneminde, DİA, Ankara, Türkiye
Diyanet Vakfı, c.5, s.112-114
HART Jennifer (2010) The Mandaeans, a People of the Book? An Examination of the
Influence of Islam on the Development of Mandaean literature, Yayınlanmamış
Doktora Tezi, Indiana University, Indiana
HASAN M. S. (1958) Growth and Structure of Iraq’s Population, 1867-1947, Bulletin of
the Oxford University Institute of Statistics, 20, s.339-352
HASAN Mohammad Salman (1978) The Role of Foreign Trade in the Economic
Development of Iraq, 1864-1964: a Study in the Growth of a Dependent
Economy, Studies in the Economic History of the Middle East from the Rise of Islam to the
Present Day içinde, Ed. M. A. Cook, Oxford University Press, London, s. 346-372
Selda GÜNER, Irak Sâbiîlerine Dair Bir Asayiş Dosyası..
HASHİMİ Rasool M. H., Alfred L. Edwards (1961) Land Reform in Iraq: Economic
and Social Implications, Land Economics, 37, 1, s.68-81
HUART C. (1971) Arap ve İslâm Edebiyatı, Çev. C. Sezgin, TİSA Matbaacılık, Ankara
INGRAM Edward, (1984) In Defence of British India Great Britain in the Middle East, 17751842, Frank Cass and Co. Ltd London
ISEMİNGER Gordon Liewellyn (1965) Britain's Eastern Policy and the Ottoman Christians
1856-1877, Norman, Oklahoma
JABAR Faleh A. (2013) Şeyhler ve İdeologlar: Aşiretlerin Irak’taki Baba Tarafından
Kalma Totalitercilik Altında Yapı Bozumuna Uğraması ve Yeniden Yapılanması,
1968-1998, Çev. Ö. Öğünç, Aşiretler ve İktidar Ortadoğu’da Etnisite ve Milliyetçilik
içinde, Der. Faleh A. Jabar-Hosham Dawood, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,
İstanbul, s.65-107
JWAİDEH Albertine (1963) Midhat Pasha and the Land System of Lower Iraq, St. Antony's
Papers, London, s. 106-136
KENANOĞLU M. Macit (2004) Osmanlı Millet Sistemi: Mit ve Gerçek, Klasik Yayınları,
İstanbul
KORKMAZ Adem (2009) Midhat Paşa’nın Bağdat Valiliği (1869-1872), Tarih Dergisi,
49, 1, s.113-178
KRAMERS J. H. (1979) Sûk-üş-Şüyûh, İA, Milli Eğitim Bakanlığı, Ankara, c.11, s. 8-9
LONGRİGG Stephen (1925) Four Centuries of Modern Iraq, Clarendon Press, Oxford
LORİMER J. G. (1986) Gazatteer of the Persian Gulf, Oman and Central Arabia, c.3,
Archive Editions, Redwood Burn Ltd., Oxford
MARDİN Şerif (2000) Osmanlı Bakış Açısından Hürriyet, Çev. Mehmet Özden,
Makaleler- 4 Türk Modernleşmesi, İletişim Yay., İstanbul
MARR Phebe (1985) Modern History of Iraq, West View Press, Boulder
MARUFOĞLU Sinan (2013) 19. Yüzyılda Irak Vilayetlerinde Toprak Düzeni, Tapu ve
Mülkiyet Sorunlar, Tarihin Peşinde, 5, 9, s. 235-248
ONLEY James (2007) The Arabian Frontier of the British Raj: Merchants, Rulers, and the
British in the Nineteenth Century Gulf, Oxford University Press, Oxford
ORTAYLI İlber (1985) Osmanlı İmparatorluğu’nda Millet, Tanzimatt’tan Cumhuriyet’e
Türkiye Ansiklopedisi, İstanbul: İletişim Yayınları, c.4, s. 996-1001
(2012) Osmanlı Vilayet Salnamelerinde Basra, Ed. Cengiz Eroğlu, Murat Babuçoğlu, Orhan
Özdil, ORSAM, Ankara
PETERMANN H. (1861) Reisen im Orient, c.2, Leipzig
SAKAİ Keiko (2013) Irak’ta Devletin Kontrol Aracı Olarak ‘Aşiretleşme’: Ordu,
Kabine ve Ulusal Meclis Üzerine Gözlemler, Çev. Ö. Öğünç, Aşiretler ve İktidar
Ortadoğu’da Etnisite ve Milliyetçilik, Der. Faleh A. Jabar-Hosham Dawood, İstanbul
Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, s.133-156
SALMAN Kamal Abdal-Rahman (1992) The Ottoman and British Policies Toward
Iraqi Tribes: 1831 to 1920, Yayınlanmamış Dr. Tezi, The University of Utah
SAWYER Lynn Massie (2012)
Orientalism and Three British Dames: Deessentialization of the Other in the Work of Gertrude Bell, Freya Stark, ve E.S.
27
28
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
Drower, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Liberty University, School of
Communication
SEZEN Tahir (2006) Osmanlı Yer Adları, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel
Müdürlüğü, Ankara
TWEEDİE William (1894) The Arab, His Horse and His Country, Goverment Press,
Calcutta
YAPP M. E. (1967) The Establishment of the East India Company Residency at
Baghdād, 1798-1806, Bulletin of the School of Oriental and African Studies, 30, 2, s. 323336
YÜCEL Yaşar (1986) Midhat Paşa’nın Bağdat Vilâyetindeki Alt Yapı Yatırımları,
Uluslararası Midhat Paşa Semineri Bildiriler ve Tartışmalar Edirne, 8-10 Mayıs 1984, TTK
Basımevi, Ankara s.175-183
1921 Londra Barış Konferansı’nda Yunan
Heyeti ve Tezleri
Çağla D. TAĞMAT
Ankara Üniversitesi
TAĞMAT, Çağla D., 1921 Londra Barış Konferansı’nda Yunan Heyeti ve Tezleri,
CTAD, Yıl 9, Sayı 18 (Güz 2013), s. 29-54.
Genellikle savaşları sona erdirmek amacıyla toplanan barış konferansları güçlü devletler
tarafından belirlenen ilkeler ve planlar üzerine odaklanır. 1921 Londra Barış Konferansı
da 1920 yılına damgasını vuran Sevr Barış Antlaşması üzerine inşa edilmiş bir
konferanstır.
Türkiye, Yunanistan, Fransa, İtalya ve Japonya’nın katıldığı, İngiltere’nin ağırlığını
hissettirdiği ve Sevr Antlaşması’nın gündemde olduğu Londra Konferansı, 21 Şubat
1921 tarihinde toplanmış ve hararetli görüşmelere sahne olmuştur. Bu konferansta
Yunan heyeti Doğu Sorunu konusunda Sevr esaslarına dayanarak ortaya koyduğu
tezleriyle İngiltere’nin desteğini muhafaza etmeyi amaçlamış, Türk heyeti de Misak-ı
Milli esaslarını ortaya koymuştur. Fransa ve İtalya’nın, politik duruşlarındaki
değişikliklerini belirttikleri konferans, İtilaf Devletleri arasındaki ayrışmayı su yüzüne
çıkarması açısından da önem taşımaktadır.
Yunanistan’ın İzmir ve Trakya’nın statüsü konusundaki beklentisini Sevr esasları
çerçevesinde masaya yatırması İngiltere tarafından desteklenmiş ve konferans
İngiltere’nin desteklediği Yunan tezleri ile barış konferansından çok, savaş komisyonu
niteliğine bürünmüştür.
Bu çalışma, Yunanistan’ın Birinci İnönü Savaşı’nda yaşadığı yenilginin ardından,
Anadolu Harekâtı’na yönelik planlarına ne şekilde yön verdiğini ve 1921 yılında İtilaf
Devletleri ile ilişkisinin nasıl bir boyut kazandığını ortaya koymayı amaçlamaktadır.
Anahtar Kelimeler: 1921 Londra Barış Konferansı, Milli Mücadele, Sevr Barış Antlaşması,
Türk-Yunan, Yunan heyeti.
TAĞMAT, Çağla D., The Greek Delegation and Its Ideas at the London Peace
Conference of 1921, CTAD, Year 9, Issue 18, (Fall 2013), p. 29-54.
Peace conferences that are organized to end wars usually focus on plans and principles
of the great powers. The London Peace Conference in 1921 was built on the Peace
30
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
Treaty of Sevres that made its mark in 1920. The London Peace Conference was
commenced by the participation of Turkey, Greece, England, France, Italy and Japan
on the 21st of February 1921. In this conference, where the main case was the Treaty
of Sevres, Greece aimed to sustain the support of England within frame of the famous
Eastern Question. In return, Turkey expressed the principles of the National Pact. The
expectation of Greece regarding the status of Izmir and Thrace in the context of Sevres
was supported by England and the conference turned into a war commission rather
than a peace conference. The conference, in which France and Italy specified changes
about their political standing, was also important for crystallizing the disagreements
between the Allied Powers. This paper aims to shed light on the changing policies of
Greece on Anatolian Campaign after the defeat at the First Inonu Battle and her
relation with Allies in 1921.
Keywords: 1921 London Peace Conference, Greek Deputation, National Struggle, Sevres
Peace Treaty, Turco- Greek.
Giriş
Birinci Dünya Savaşı, nedenleri ve sonuçlarıyla dünyanın siyasi, sosyal ve ekonomik
düzeninde önemli değişimlere yol açmış, birçok merkezi imparatorluk yıkılırken, hem
sömürge paylaşımı hem de kıta Avrupası’ndaki sınırlar açısından yeni bir dünya haritası ortaya
çıkmıştır. Osmanlı Devleti penceresinden bakıldığında 1918 yılında imzalanan Mondros
Mütarekesi, ilk bakışta her ne kadar silahlı çatışma dönemini sona erdiren bir ateşkes
görünümünde olsa da, Anadolu’da başlayan işgaller nedeniyle Türk direniş hareketinin
kıvılcımlanmasına yol açan bir gelişme olarak görülmüştür. Bu mütareke gereği Osmanlı
toprakları; İngiltere, Fransa ve İtalya tarafından işgal edilmişse de,1 1919 yılının Mayıs ayında
Yunanistan da bu hisseden kendine düşen payı almak için Batılı devletlerin planlarına ortak
olmuştur. Yunanistan’ın İzmir’i işgal ederek mevcut durumdan fayda sağlamaya çalışması,
başta Batı Anadolu olmak üzere bütün Anadolu’ya sirayet eden bir direniş ruhunun ve
anlayışının gelişmesinde doğrudan rol oynamıştır.
1919 yılında Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkarak Anadolu’ya geçmesi, direnişin
ulusal düzeyde örgütlenmesi açısından bir başlangıcı işaret etmiş ve Türk halkının da desteğini
alan Mustafa Kemal Paşa bu yeni dönemin lideri olarak belirmiştir. 1920 yılında İstanbul’un
itilaf devletlerince resmen işgal edilmesi ve Meclis-i Mebusan’ın tatil edilmesi ise Ankara’da bir
meclis açma düşüncesinin hızla hayata geçmesini sağlamış, Mustafa Kemal Paşa’nın 19 Mart
1920’de Heyet-i Temsiliye Başkanı olarak yayınladığı genelge doğrultusunda seçimler
1
Mondros Mütarekesi’nde İngiltere, Fransa ve İtalya’nın işgal ettiği yerler ve mütarekenin
detayları hakkında bkz. Türk İstiklal Harbi I Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı, 3. Baskı, Genelkurmay
ATASE Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1999.
Çağla D. TAĞMAT, 1921 Londra Barış Konferansı’nda Yunan Heyeti..
yapılmıştır.2 Seçimler sonunda 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi açılmış ve bu Meclisin
hazırladığı 1921 Anayasası ile Meclis yasallığını ortaya koymuştur.
Ağırlıklı olarak Batı Anadolu’da gerçekleşen savaşlarla şekillenen Türk Milli Mücadele
dönemi, sahne gerisinde İngiltere, Fransa ve İtalya’nın hazırladıkları plan, öneri ve antlaşma
taslaklarına karşı verilmiş diplomatik bir mücadele sürecini de kapsamaktadır. Başka bir
deyişle Milli Mücadele döneminin diplomasi boyutu da en az iç politik gelişmeler kadar
önemli ve araştırılmaya değerdir. Bu bağlamda özellikle 1920 yılında yaşanan iç ve dış
gelişmeler birbiriyle bağlantılı olarak 1921 yılı için bir alt yapı hazırlamıştır. İtilaf Devletlerinin
yani Müttefiklerin asıl hedefi Ankara Hükümetine Sevr Barış Antlaşması’nı kabul ettirmek
iken, bu hedefe ulaşmak için kullandıkları öncelikli yol, savaşı Yunan ordusu vasıtasıyla
kazanmaya çalışmak olmuştur. Daha açık bir deyişle İtilaf Devletleri, Sevr’i Türk tarafına
kabul ettirmek için Yunan ordusunun başarısına güvenmiştir. Böylesi bir tabloda İngiltere,
Yunanistan’ın baş destekçisi konumunu muhafaza ederken, 1921 yılının Ocak ayında
gerçekleşen Yunan saldırısı karşısında direnen Türk kuvvetleri önemli bir aşama kaydetmiş ve
Yunanların 3 taarruz hattına çekilmelerini sağlamıştır. 4 İsmet Paşa komutasındaki Türk
kuvvetlerinin Batılılar açısından beklenmedik olarak nitelendirilebilecek bu başarısı, hem
Yunan liderlerde hem de İtilaf Devletlerinde tedirginlik yaratmış ve Sevr’i Ankara’ya kabul
ettirme yolunda diplomasi seçeneğinin önünü açmıştır.
Türk kuvvetlerinin özellikle işgalci güçlere karşı elde ettiği başarılardan dolayı, İtalya ve
Fransa’nın Türk Milli Mücadelesine bakış açılarındaki olumlu değişim, Ankara Hükümetinin
uluslararası görüşmelere katılmasının yolunu açarken, İtilaf Devleri de Yakın Doğu’da barışı
sağlamak amacıyla Sevr Antlaşması’nı görüşmek üzere harekete geçmişlerdir.
Londra Konferansı’na Giden Süreçte Yunanistan
Londra Konferansı’na giden süreçte, Anadolu’daki Türk-Yunan çatışmasının seyri kadar,
Yunanistan’daki iç siyasi dengeler de etkili olmuştur. Bu siyasi dengeleri iyi anlayabilmek için
Yunanistan’da 1920 yılında yapılan seçimlerin sonuçlarının sağlıklı bir şekilde analiz edilmesi
gereklidir.
1920 yılının Kasım ayında yapılan seçimler, 1919 yılının Mayısında başlayan Anadolu
Harekâtı konusunda Yunan halkının görüşlerini yansıtması açısından önemli bir dönemeç
olmuştur. Bu seçimler sonucunda Yunan halkı Megali İdea5 politikasını reddederek yıllardır
2
Nutuk, C. I., 13. Baskı, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1973, s. 421.
3
Bu araştırmada Yunanistan’da yaşayan ve Yunan halkından olan kimseler Yunanlı yerine
Yunan olarak belirtilmiştir.
http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts&arama=kelime&guid=TDK.GTS.52a56996
6be0b6.75442403
4
Birinci İnönü Savaşı hakkında detaylı bilgi için Bkz. Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam
(1884-1938), Cilt I, 14. Özel Basım, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2011, s. 169-172.
5 Megali İdea konusunda detaylı bilgi için bkz. Outkou Kirli Ntokme “Ulus Devlet
Oluşturmada Yunanistan Örneği: Büyük Ülkü Megali İdea”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi
Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, S. 46, Güz 2010, ss. 401-424.
31
32
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
savaşıyor olmanın yorgunluğunu oylarına yansıtmış ve siyasi liderlere bir mesaj vermiştir.
Seçimler sonrasında kurulan Kral yanlısı Dimitrios Rallis Hükümeti, Yunan halkının vermiş
olduğu mesajı iyi anlayamamış ve Batı Anadolu’nun işgaline devam etmek konusunda fikir
değiştirme cesaretini bulamamış olacak ki, Küçük Asya Harekâtına devam etme kararı
almıştır. Aynı dönem, Ankara Hükümetinin düzenli orduyu kurarak işgalci güçlere karşı daha
organize bir şekilde mücadele etme kararını alması ve bu kararı uygulaması açısından da
önemlidir. Gerçekten de Yunanistan’da biraz da beklenmedik şekilde Kral yanlısı bir
hükümetin kurulması6 istikrarı sağlamak bir tarafa, ülkedeki kaotik ortamı daha da hissedilir
hale getirmiştir. Türkiye ve Yunanistan ile ilgili olarak 1920 yılı sonlarına dönük karşılaştırmalı
bir analiz yapılacak olursa, Yunanistan’ın gün geçtikçe siyasi ve ekonomik açıdan bir
belirsizliğe doğru gittiği, Türkiye’nin ise Anadolu hareketinin aldığı kararlarla planlı ve
programlı bir direnişe yöneldiği görülmektedir.
Yalnızca 1920 seçimlerinden 1921 yılı sonuna kadar geçen dönemde Yunanistan’da üç
farklı hükümetin görev yaptığı düşünülürse, ülkedeki istikrarsızlık ve huzursuzlukla
Anadolu’daki başarısızlık arasında ciddi bağ olduğu ortaya çıkacaktır. Öyle ki 1921 yılının
hemen başındaki Birinci İnönü Savaşı sırasında Yunan Hükümetinin başında Dimitrios
Rallis varken, Londra Konferansı’nın hemen öncesinde gerçekleşen bir hükümet değişikliği
sonucunda Nikolaos Kalogeropoulos Başbakan olarak göreve başlamıştır. Rallis’in istifasında
iç politikadaki bir gelişmeden çok Anadolu Harekâtıyla ilgili dış politik bir gelişmenin
belirleyici olması ilginçtir. Rallis’in Londra Konferansı’nda Yunanistan’ı kendisinin temsil
edeceğini açıklaması ve Eleftherios Venizelos’un görüşlerinin etkisi altında kalması istifasında
büyük rol oynamıştır. 7 Rallis’in Venizelos ile olan ilişkileri Yunanistan’da eleştirilmiştir.
Bununla birlikte Rallis’in Londra Konferansı’na gitmek istememesi ve Sevr 8 ’in revize
edilmesi konusunda pasif kalmasının da istifasında etkili olduğunu belirten görüşler
6
Küçük Asya Seferi konusunda radikal kararlar alınacağı umuduyla gerçekleştirilen halk
oylaması sonucu, Kral Konstantinos sürgünden dönmüş ve Kral yanlısı Dimitrios Rallis
önderliğinde bir hükümet kurulmuştur. Michael Smith, Yunan Düşü, Ayraç Yayınları, Ankara,
2002, s. 234.
7
8
age., s. 264.
Burada açıklanması gereken nokta; Türk Sevr’i ve Yunan Sevr’inin farklı antlaşmalar
olduğudur. Yunan Sevr’i de Türk Sevr’i gibi 10 Ağustos 1920 tarihinde imza edilmiş ancak Yunan
Sevr’i yalnızca Yunanistan ile İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya arasında imzalanmıştır. Bu
antlaşma Yunanistan’daki azınlıkların korunmasına ilişkindir. Londra Konferansı’nda tartışılan
Sevr Antlaşması Türk Sevr’idir. Baskın Oran, Türk-Yunan İlişkilerinde Batı Trakya Sorunu, 2. Basım,
Bilgi Yayınevi, Ankara, 1991, s. 72.
Çağla D. TAĞMAT, 1921 Londra Barış Konferansı’nda Yunan Heyeti..
bulunmaktadır.9 Bundan da anlaşılacağı gibi Londra Konferansı öyle ya da böyle daha
başlamadan Yunan iç siyasetindeki dengeler üzerinde etkili olmuştur.10
Türkiye ile Yunanistan için dönemsellik içeren paralel bir inceleme yapılacak olursa, 1921
yılı başlarının her iki ülke için, geleceklerinin belirlenmesi açısından önemli siyasi ve askeri
gelişmelere sahne olduğu görülür. 1920 yılının Temmuz ayından itibaren Sovyetler ile
TBMM Hükümeti temsilcileri arasında görüşmelerin başlaması,11 Ankara Hükümetinin elini
güçlendirmiş ve Batılı devletlerle diplomatik ilişkilere yönelmesini kolaylaştırmıştır.12 Birinci
İnönü Savaşı’nın Türklerin lehine sonuçlanmasının ardından Batılılar boş durmamış ve
İngiliz Hükümeti Doğu Sorunu’nun görüşülmesi ve Sevr Barış Antlaşması’nda bazı
değişikliklerin yapılması amacıyla Başbakan ve Dışişleri Bakanını 20 Ocak 1921’de Paris’e
göndermiştir. Bundan bir gün sonra Fransa Başbakanı Aristide Briand, İtalya Dışişleri Bakanı
Kont Sforza, İngiltere Başbakanı David Lloyd George ve İngiltere Dışişleri Bakanı Lord
Curzon arasında Paris’te gerçekleşen görüşmede Briand, Sevr Antlaşması’nda bazı
değişikliklerin yapılması gerektiğini savunurken, Kont Sforza İtalya’nın bir uzlaşmadan yana
9
Yuluğ Tekin Kurat, “Mustafa Kemal’s Instructions (An Intercepted and Decyphered
Telegram) To Bekir Sami In London –A Reassessment of the London Conference (21 February12 March 1921) and Its Immediate Consequences”, Belleten, Cilt XLVIII, Sayı 189-192, No 189192, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1985, ss.55-93, s. 56.
10
Londra Konferansı’nın ve onu takip eden İkinci İnönü Savaşı’nın yapıldığı dönemde
Kalogeropoulos Yunanistan’da başbakanlık görevini sürdürmüş ancak, Yunanistan’ın İkinci
İnönü Savaşı’nda yaşadığı yenilginin sonunda, bir başka hükümet değişikliği ile Yunan siyasetinde
hatırı sayılır bir çoğunluğu arkasında toplayan Dimitrios Gounaris başbakan olmuştur. Bu kadar
kısa bir süre içerisinde yaşanan üç hükümet değişikliği, Yunan siyasetindeki istikrarsızlığı
gösterdiği gibi, her bir hükümet değişikliğinin bir askeri yenilgi sonunda gerçekleşiyor olması,
istenilen hedefe ulaşılamamasının bedelinin Yunan liderlere çıkarıldığı şeklinde bir algı
oluşturmaktadır.
11
1920 yılının Kasım ayında Ali Fuat Paşa’nın Moskova’ya elçi olarak atanması Moskova ile
müzakerelerin başlamasının yolunu açmıştır. Sovyet Büyükelçisinin Kemalist Türkiye ile antlaşma
imzalamaya hazır olduklarını bildirmesi üzerine Yusuf Kemal Bey Başkanlığındaki Türk Heyeti
1920 yılının Aralık ayında Moskova’ya hareket etmiş ve 18 Şubat 1921’de Moskova’ya varmıştır.
26 Şubat 1921’de başlayan Moskova Konferansı, Türk Heyetinin Misak-ı Milli’den fedakârlık
yapmaması ve Sovyetler Heyetinin Gümrü Barışını kabullenmemesi sonucu ilk aşamada çıkmaza
sürüklenmiştir. Moskova’daki TBMM temsilcisi Yusuf Kemal Bey’e göre aynı anda Bekir Sami
Bey ve Heyetinin Londra’da İtilaf Devletleri ile görüşme yapıyor olması Ruslar üzerinde olumsuz
etki yaratmıştır. 9 Mart 1921 tarihinde Türk Heyeti ve Stalin arasında gerçekleşen görüşmede
Moskova Antlaşması’nın temelini oluşturacak önemli maddelerde anlaşma sağlanmış ve 18 Mart
günü Moskova Antlaşması imzalanmıştır. Taraflar bu tarihi İstanbul’un işgal edildiği gün olan 16
Mart günüyle değiştirmeyi kabul etmişlerdir. Salahi Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, Cilt
II, TTK, Ankara, 2003, s. 118-119; Salahi Sonyel, Kurtuluş Savaşı Günlerinde İngiliz İstihbarat
Servisinin Türkiye’deki Eylemleri, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1995, s. 51-57.
12 Mehmet Gönlübol, Cem Sar, Atatürk ve Türkiye’nin Dış Politikası 1919-1938, Atatürk Kültür
Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 1990, s. 23.
33
34
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
olduğu vurgusunu yapmıştır.13 Böylelikle İtalya ve Fransa’nın, Sevr Antlaşması ve doğal
olarak Anadolu’daki ulusal hareketle ilgili politik duruşlarındaki değişim belirgin hale gelmiştir.
İngiltere, Fransa ve İtalya siyasi liderlerinin yapmış olduğu toplantıdan çıkan sonuç, Sevr
Antlaşması’nın revize edilmesi için bir konferans düzenlenmesi yönünde olmuştur. Batılı
devlet liderlerinin bu toplantısı sonrasında İstanbul’daki Müttefik Yüksek Komiserleri
Londra Konferansı’na ilişkin Sadrazam Tevfik Paşa’ya, Londra’da düzenlenecek olan
konferans için 26 Ocakta bir davet göndermiştir.
Konferansa yapılan davetin İstanbul Hükümeti tarafından kabul edilmesinden hemen
sonra gönderilecek heyet üzerinde çalışmalar başlamıştır. İstanbul Hükümeti Sadrazamı
Tevfik Paşa, Osmanlı heyetinde, Ankara Hükümetinin de temsili için Mustafa Kemal Paşa
ile temasa geçerek kendisinden, tümüyle yetkili bir heyet göndermesini istemiştir.14 Ancak
TBMM Hükümeti tarafından Hariciye Vekâleti Vekili Bekir Sami Bey başkanlığında
Osmanlı heyetinden bağımsız bir kurul oluşturulmuş ve kurul, resmen çağırıldığı takdirde
konferansa katılmak üzere Antalya yoluyla Roma’ya geçmiştir.15 Resmi bir çağrı alındığı
takdirde Londra’ya hareket etme konusunda zaman kazanmak amacıyla Roma’ya giden
Bekir Sami Bey’in, İtalya Dışişleri Bakanı Kont Sforza ile gerçekleştirdiği görüşmeler dikkat
çekicidir. Görüşmelerde Kont Sforza, Müttefiklerin konferansta İzmir ve Trakya için bir
soruşturma komisyonu kurulmasını önereceklerini Bekir Sami Bey’e gizlice bildirmiş ve
Türklerin bu öneriye karşı çıkmamalarını, soruşturmanın yansız bir şekilde gerçekleşmesi
koşuluyla bunu kabullenmelerini istemiştir. 16 Bu durum konferansın hangi eksende
yoğunlaşacağını ortaya koyması açısından önemli bir noktadır. Biraz daha özele inildiğinde
Mustafa Kemal Paşa’nın Londra Konferansı konusunda umutsuz olduğunu ve hatta
İngiltere’ye şüpheyle baktığını söylemek mümkündür. Özellikle Ağa Han’ın da konferansa
katılacak olması Mustafa Kemal Paşa’da İngiltere’nin bir oyun hazırlığı içinde olabileceği
şüphelerini artırmıştır. 17 Ankara Hükümeti tarafından görevlendirilen Bekir Sami Bey
başkanlığındaki heyet İtalya’da iken Kont Sforza’dan konferansa resmen çağırıldıkları bilgisini
aldıktan sonra Londra’ya hareket etmiştir.18
Yunanistan’ın konferansa davet edilmesi de Fransa aracılığıyla gerçekleşmiştir. Fransa,
Yunanistan’a Londra Konferansı’nın toplanacağına dair göndermiş olduğu nota ile
konferansın toplanma amacını açıklarken, İstanbul ve Ankara Hükümetlerinin de konferansa
katılacağı bilgisini Yunanlara iletmiştir. Yunanistan Hükümetinin Londra Konferansı’na
davet edilmesi Yunanlarda, Kral Konstantinos rejiminin Müttefiklerce tanındığı şeklinde bir
izlenim yaratmış ve konferans daveti Müttefikler tarafından dışlanmamak ve Yunan tezlerini
13
Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, C. II, s. 147.
14
Aynı yer.
15
Nutuk, C. II, S. 577.
16
Sonyel, Kurtuluş Savaşı Günlerinde…, s. 151.
17
Sonyel, Kurtuluş Savaşı Günlerinde…, s. 150.
18
Nutuk., C. II, s. 577.
Çağla D. TAĞMAT, 1921 Londra Barış Konferansı’nda Yunan Heyeti..
savunmak düşüncesiyle kabul edilmiştir.19 Davetin gerçekleştiği dönemde iktidarda bulunan
Rallis Hükümeti, konferans programına bağlı kalınacağını ve Anadolu’daki sorunun Sevr
Antlaşması esaslarına dayalı bir şekilde çözüleceğine olan inancını belirterek davete olumlu
cevap vermiştir.20
Bununla birlikte Yunanistan’da konferansa gidecek heyetin belirlenme sürecinin sancılı
geçtiğini söylemek mümkündür. Özellikle Başbakan Rallis ve Savunma Bakanı Gounaris
arasında konferansta Yunanistan’ı temsil etme konusunda bir anlaşmazlık yaşanmıştır. Konu
hakkında Pinelopi Delta21 “bir hükümet krizi tehlikesinin” varlığından söz ederken,22 daha
önceden Londra Konferansı’nda Yunanistan’ı kendisinin temsil edeceği yönünde açıklama
yapan Rallis, 5 Şubat 1921 tarihinde istifa etmiş ve yerine Kalogeropoulos Hükümeti
kurulmuştur.23
Rallis’in başbakanlıktan ayrılması, konferansta Yunanistan’ı temsil etme konusunda, yeni
hükümette Başbakan Yardımcılığı görevini üstlenen Gounaris’e beklediği fırsatı hemen
vermemiştir. İngiliz ve Fransız kamuoyunda Gounaris’in “Müttefik karşıtı” olduğunu ima
eden yayınların yapılması, 24 Yunan siyasi çevrelerine, Gounaris’in konferansa katılması
halinde Yunanistan’ın tüm çıkarlarının zedeleneceği ve pazarlık durumunun zayıflayacağı
tedirginliğini hissettirmiştir.25 Bu bağlamda Yunan siyasi çevresinin Gounaris’e karşı ihtiyatlı
bir tavır takındığını söylemek mümkündür.
Yunanların konferansa katılacaklarını belirttikleri yazıda, konferans programı; “Tüm
Müttefiklerce kaleme alınan Sevr Antlaşması’nın Doğu’da saptadığı statükonun olduğu gibi korunması
ilkesiyle bağdaştığına inandıkları konferans programı…” olarak nitelendirilmiştir. 26 Bu ifade
Yunanların konferanstan beklentilerini açıkça ortaya koyması açısından önemli olmakla
birlikte, aynı zamanda konferansta nasıl bir tavır takınılacağının da ipuçlarını vermesi
açısından dikkat çekicidir. Zaten Londra Konferansı’nda Yunan heyetinin izlediği temel
19
T. Hristodoulidi, Themata Ellinikis Diplomatikis İstorias 1912-1934, Paratiritis, Athina, 1986. s.
142.
20
age., s. 142.
21
Pinelopi Delta Yunanistan’da, yazdığı çocuk kitaplarıyla ünlenmiş bir yazardır. Aynı
zamanda tarihsel yazılarını genelde ulusal kimlik üzerine inşa eden Delta pek çok tarihsel sürece
de şahitlik etmiştir. Babası Emmanuel Benaki’nin 1916 yılında Atina’da belediye başkanı
olmasıyla, Benaki ailesi ve Eleftherios Venizelos yakın aile dostu olmuşlardır. Delta’nın
Eleftherios Venizelos adını taşıyan anı kitabı döneme ışık tutması açısından oldukça önemlidir.
22
Pinelopi Delta, Eleftherios Venizelos, Ermis, Athina, 2002, s. 85.
23
Kral Konstantinos yeni hükümetin kurulması görevini, Liberal Parti mensupları dışında
çağırmış olduğu tüm komutan ve Yunan siyasilerin bulunduğu bir toplantıda, Kalogeropoulos’a
vermiştir. Yunan basını Kalogeropoulos’un hükümeti kurmakla görevlendirilmesi bir sürpriz
olarak değerlendirmiştir. Delta, age., s. 86.
24 Nilüfer Erdem, Yunan Tarihçiliğinin Gözüyle Anadolu Harekâtı (1919-1923), 2. Basım, Derlem
Yayınları, İstanbul, 2010, s. 328.
25
Delta, age., s. 86.
26
Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, C. II, s. 123.
35
36
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
politika, Küçük Asya harekâtına desteğin devam ettirilmesi ile Türklerin mağlup edileceği
konusundaki kararlılığın vurgulanması ve Müttefiklerin de buna ikna edilmesi üzerine inşa
edilecektir.27
Öte yandan Yunanistan’ın, konferans davetine olumlu cevap vermesi, ilk andan itibaren
Yunan iç politikasında hareketlilik yaşanmasına neden olmuştur. Yeni Başbakan Nikolaos
Kalogeropoulos Meclis’te Yunan tezini Sevr Antlaşması’na dayanarak savunacağı konusunda
güvence vermiş ve güvenoyu alarak 28 konferansa gidecek Yunan heyetinin başkanlığı
görevini üstlenmiştir. Konferansta Yunan heyeti başkanı sıfatını alan Kalogeropoulos
çalışmalarına hız vermiştir. Bu arada Yunan siyasetinin diğer önemli bir ismi olan ve yeni
hükümette Başbakan Yardımcısı ve Meclis Başkanı sıfatını alan Gounaris de boş durmamış
ve Müttefik temsilcilerle görüşmeler yapmıştır. Atina’daki İngiliz elçisi Granville’in 27 Ocakta
Curzon’a bildirdiğine göre, Granville yeni Yunanistan hükümetinde Yunan parlamentosu
başkanı ve başbakan yardımcılığı görevini üstlenmiş olan Gounaris’i ziyaret ederek Londra
Konferansı’nı görüşmüştür. Gounaris Yunan yönetiminin bu daveti kabul ettiğini aktarmış
ve konferansta Yunanistan’ı Başbakan Kalogeropoulos ve kendisinin temsil edeceklerini
söylemiştir. 29 Granville’in Lord Curzon’a çektiği telgrafta, Yunan heyetinin konferans
davetini kabul ettiği belirtilirken, Ankara Hükümetinin de konferansa davet edilmiş olmasının
Yunanistan Başbakanını oldukça sinirlendirdiği aktarılmıştır.30
Yunanistan’da gündem kısa bir süre konferansta Yunanistan’ı kimin temsil edeceğine
odaklanmış, bu sorunun çözümlenmesiyle Yunanistan ve Müttefikler arasındaki temaslara
hız verilmiştir. Konferansla ilgili olarak yapılan çalışmalar hükümet çevreleriyle sınırlı
kalmamıştır. Yunan hükümeti görevlileri dışında Yunanistan eski Başbakanı Eleftherios
Venizelos da girişimlerini yoğunlaştırmıştır. Öyle ki, Londra Konferansı öncesinde ve
sırasında Venizelos’un çok aktif bir Yunan diplomatı gibi çalıştığını söylemek mümkündür.31
Londra’ya giderek 29 Ocakta İngiltere Başbakanı Lloyd George ile görüşen Venizelos, İngiliz
devlet adamından Yunanistan’a yardımı sürdüreceklerine dair teminat almayı ihmal
etmemiştir. Venizelos her ne kadar başbakan unvanını 1920 Kasımında kaybetmiş olsa da,
etkinliğini tümüyle yitirmemiş ve Yunan dış politikasına uzaktan müdahaleyi sürdürmüştür.
Lloyd George, Venizelos’a Kral Konstantinos’un Yunanistan’a döndüğünden beri İngiliz
kamuoyunun Yunanistan’a bakışının değiştiği vurgusunu yaparken, Venizelos’tan arka
planda kalarak da olsa konferansla olan ilgisinin devam etmesini özellikle istemiştir.32 Lloyd
27 Salahi Sonyel, İngiliz Gizli Belgelerinde Türk-Yunan İlişkileri 1821-1923, Remzi Kitabevi,
İstanbul, 2011.s. 267.
28
Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, C. II, s. 124.
29
Sonyel, İngiliz Gizli Belgelerinde Türk Yunan İlişkileri, s. 258
30Standford
J. Shaw, From Empire To Republic The Turkish War of National Liberation 1918-1923
A Documentary Study, Volume 3, Part 1, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2000, s. 1208.
31
Yahya Akyüz, Türk Kurtuluş Savaşı ve Fransız Kamuoyu, Türk Tarih Kurumu Yayınları,
Ankara, 1975, s. 169.
32
Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, C. II, s. 124.
Çağla D. TAĞMAT, 1921 Londra Barış Konferansı’nda Yunan Heyeti..
George’un bu isteği onun aslında Kralcı Kalogeropoulos Hükümetine tam anlamıyla itimat
etmediği şeklinde bir düşünceyi akıllara getirmesi açısından önemlidir. Venizelos’un, İngiliz
Dışişleri Bakanlığı yetkilisi Harold Nicolson’dan, İngilizlerin Türkleri zor durumda bırakacak
öneriler hazırladığını öğrenmesi, Londra Konferansı’nı İngilizler ve Yunanlar tarafından
Mustafa Kemal Paşa ve Anadolu Hareketine karşı kurulmuş bir tuzak olarak görmesine
neden olmuş ve kendi deyimiyle rahatlamasına yol açmıştır.33 Buna ek olarak Londra’daki
faaliyetlerini İngiliz ve Fransız basınına verdiği demeçlerle sürdürmüş ve konferansın
Yunanistan aleyhinde bir karar almaması gerektiğini belirterek kamuoyunu etkilemeye
çalışmıştır.34 Böylelikle Venizelos, Sevr’in değiştirilmesi ya da yok olması tehlikesine karşı
önlemler almış ve başlattığı askeri harekâtı nihayete erdirmek için sahne gerisinden
müdahalelerini sürdürmüştür.
Venizelos’un Lloyd George ile gerçekleştirdiği bu görüşme göreli olarak etkili olmuştur
denilebilir. Öyle ki konferans resmen başlamadan önce Müttefiklerin kendi aralarında yaptığı
bir görüşmede Lloyd George, Kral Konstantinos’un Yunanistan’a dönüşünden dolayı
Yunanların dışlanmaması gerektiği ve Müttefik politikalarının Yunan hükümetlerinden
ziyade Yunan halkı üzerine inşa edildiği vurgusunu yapmıştır. Türkiye’de Mustafa Kemal
Paşa’yı, Yunanistan’da ise Kral Konstantinos’u, İngiltere tarafından onaylanmayan liderler
olarak gören ve bu nedenle de bu iki lideri problem olarak niteleyen Lloyd George, yine de
Yunanların Türklere tercih edilmesi gerektiğini ifade etmiştir.35
Öte yandan konferansın yaklaştığı günlerde hem Yunanlar hem de Türkler tezlerini
sağlam temellere oturtmaya çalışmışlar ve kararlı bir görüntü vermeye özen göstermişlerdir.
Türk ve Yunan tezleri hakkındaki önemli tespitlerden biri de, her iki tarafın da kendi
isteklerinde direnmiş olmasıdır. Yunanlar, kendi görüşlerinde yani Sevr statükosunun
değiştirilmemesi konusunda ısrar ederken, eğer antlaşmada bir değişiklik yapılacaksa, bu
değişikliğin İstanbul’un Türklerden alınarak kendilerine verilmesini olanaklı kılacak36 yönde
olması gerektiğini öne sürmüşlerdir. Buna karşın Kemalistler de işgal altında bulunan
33
Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, C. II, s. 124.
34
Akyüz, age., s. 169.
35
Standford J. Shaw, age., s. 1202.
36
İstanbul konusunda bir parantez daha açıldığında Londra Konferansı sonrasında (Nisan
1921) gerçekleşecek olan Dimitrios Gounaris- İoannis Metaksas (Küçük Asya Seferine karşı
çıkması ile bilinen Yunan asker ve devlet adamı) görüşmelerinde Metaksas, hükümet üyelerine
ilginç bir teklifte bulunmuş ve İstanbul’u işgal edebileceklerini söylemiştir. Gounaris ise
Metaksas’a İstanbul’un Müttefiklerin kontrolü altında olduğunu bunu deneyemeyeceklerini ifade
etmiştir. Burada Londra Konferansı sonrasında Yunan liderlerin İstanbul konusundaki fikirlerinin
tam tersi bir istikamete yöneldiğini söylemek mümkündür. Bunda Gounaris’in ılımlı yapısının mı
yoksa Müttefikleri karşısına alma korkusunun mu ağır bastığının tahlilini yapmak ise güç değildir.
Metaksas, İoannis Metaksas, To Prosopiko Tou İmerologeio H Epanastasi Tou 1922, Cilt 3, Govosti
Yayınları, Athina, (T.Y.)., s. 90.
37
38
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
toprakların geri verilmesi, bir başka deyişle Misak-ı Milli’nin kabul edilmesi konusundaki
ısrarlarını sürdürmüşlerdir.37
Konferansa çok az bir süre kala, 17 Şubatta, Yunanistan heyeti Londra’ya ulaşmıştır.38
Konferanstan iki gün önce Yunanistan heyeti Başkanı Kalogeropoulos ve İngiltere
Başbakanı Lloyd George arasında gerçekleşen görüşmede Lloyd George, Yunan devlet
adamından konferansta Yunan tezlerini daha etkin biçimde savunmasına yardım edebilmesi
için önemli noktaları kendisine açıklamasını istemiştir.39 Bu bağlamda konferans başlamadan
önce Kalogeropoulos ve Lloyd George arasında ikili görüşmelerin gerçekleşmesi, konferans
esnasında Yunanlar ve İngilizler arasındaki fikir birliğini sağlama çabalarını göstermesi
açısından önemlidir. Venizelos-Lloyd George ve Kalogeropoulos-Lloyd George görüşmeleri
arasında ufak bir kıyaslama yapıldığında, Sevr’in değiştirilmemesi konusunda Yunanistan
Başbakanı Kalogeropoulos’un daha da ileri gittiğini, tavizkar davranmadığını ve kararlı
olduğunu söylemek mümkündür. 18 Şubat tarihinde gerçekleşen Lloyd GeorgeKalogeropoulos görüşmesinde, Lloyd George İzmir’e özerklik verilmesi konusunda Yunan
heyetini ikna edici bir konuşma yapmış ve konferansın bu konuda başarısızlıkla sonuçlanması
halinde, sorumluluğu Türk tarafına yıkarak, varılan sonucun Türk heyetinin uzlaşmaz
tutumundan kaynaklandığı gerekçesinin alt yapısını hazırlamıştır.40
Bu ikili görüşmede Lloyd George’un, Türklerin olası bir saldırısında, Yunanistan’ın
savunma konusunda yeterli olup olmadığı sorusuna Kalogeropoulos, Mustafa Kemal Paşa
ve kuvvetlerini Müttefiklerce verilecek ufak bir yetkiyle dağıtılabileceği cevabını vermiş ve
Kemalist kuvvetlerin dağılmasıyla Yunanların İzmir’den üç koldan ilerlemeye devam
edeceğini söylemiştir. Lloyd George ise açıklayacağı planını Kalogeropoulos’a sunmadan
önce buna cevap vermek için acele etmemesi gerektiğini belirtmiş ve barış için belki de en
uygun çözümün İzmir’e Hıristiyan bir vali yönetiminde özerklik verilmesi olduğunu ifade
etmiştir.41 “İzmir Sistemi” olarak adlandırılan bu fikrin daha önceki Doğu Rumeli örneğinden
hareketle uyarlanabileceğini belirten Lloyd George, ancak Müttefiklerin çağrısı ya da bir Türk
istilası olduğu takdirde Yunanların Türklere müdahale edebileceğinin altını çizmiştir. Bu
teklife yönelik Kalogeropoulos, hükümetine danışması gerektiğini ifade ederken, İzmir’in
Yunan idaresine bağlanma konusunda büyük aşama kaydettiğini, Türkler tarafından
İzmir’den gönderilen Yunanların geri dönmeye başladığını, İzmir’in de artık Yunanistan’daki
gelişimi kabul ettiğini belirtmiştir. Buna ek olarak Yunanların yaşayacağı olası bir geri çekilme
durumunda mücadele edileceği vurgusunu yapan Yunanistan Başbakanı, geri çekilmenin bir
kere başlaması halinde İzmir’in bir daha Yunanistan’a bağlanmasının çok zor olacağını
sözlerine eklemiştir. Dolayısıyla olası bir Yunan geri çekilişinin İzmir’in özerkliği durumunu
37
Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, C. II, s. 125.
38
Smith, age., s. 273.
39
Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, C. II, s. 125.
40
Smith, age., s. 273.
41
CAB 23/35, s.1.
Çağla D. TAĞMAT, 1921 Londra Barış Konferansı’nda Yunan Heyeti..
da tehlikeye atacağı ve şüpheli hale getireceği açıklamasını yaparak özerklik konusuna olan
mesafesini korumuştur.42 Konuşmasına İtalya’yı kastederek başka güçlerin de varlığının
farkında olduklarını belirterek devam eden Kalogeropoulos, İtalyanların ve Türklerin özellikle
Yunanlara karşı aktif propaganda yaptıklarını belirtmiş ve Anadolu’daki Türk-İtalyan
işbirliğini ima etmiştir. Bu sözlere karşılık Kemalist kuvvetlerin İzmir ve Trakya’yı Türkiye’ye
katmak istediklerini belirten Lloyd George, Kalogeropoulos’tan böyle bir durumun imkânsız
olduğu şeklinde bir karşılık almış ve memnuniyetini dile getirmiştir.43 Lloyd George’un bu
görüşmedeki son sözleri, Yunanların İzmir konusunda bir fedakârlık yapabilmeleri halinde,
İngiliz hükümetine yardımcı olacakları, konferansın Yunanlar yüzünden kesintiye uğraması
ya da sonuçsuz kalmasının olumsuzluk yaratacağı, konferanstan sonuç sağlanamaması
halinde bunun sorumluluğunun Türklere yüklenebilmesi için Yunanistan ile İzmir
konusunda uzlaşmaları gerektiği yönünde olmuştur. 44 Konferans öncesindeki bu ilk
görüşmede Lloyd George’un İzmir konusuna yoğunlaşması, onun, Kalogeropoulos’un
konferansta sergileyeceği tutumun ön izlemesini yaptığı şeklinde yorumlanabilir.
Buna ek olarak Kalogeropoulos Londra’daki çalışmalarına ikili görüşmeler dışında basına
demeçler vererek devam etmiş ve destek kazanmaya çalışmıştır. Yunan Başbakanın
basındaki demeçlerine bakıldığında Yunan tezini, Sevr’de Yunanlara tanınan haklara ek
olarak, başka hak ve avantajlar üzerine inşa ettiğini söylemek mümkündür. Kalogeropoulos
Paris basınına verdiği demeçte, “Sevr Antlaşması asırlardan beri esir binlerce kişiye hürriyetlerini iade
ediyor. Halkların hürriyeti için dövüşen Müttefiklerin, bu kurtuluş antlaşmasını uygulamaktan vazgeçmeleri
mümkün değildir…” derken bir başka Fransız gazetesine de “Yunanistan’ın Küçük Asya’da yerine
getirmeye mecbur olduğu bir medeniyet misyonu vardır ve bu görevi yerine getirecektir” şeklinde bir açıklama
yapmıştır.45 Neredeyse Sevr’den daha ileri bir toprak paylaşımını öneren Kalogeropoulos’un,
görüşmelerdeki tutumu ve basındaki demeçlerine bakıldığında, Anadolu’da sürdürülen Milli
Mücadele’nin boyutlarını hala anlayamadığını ve Birinci İnönü Savaşı sırasında geri çekilen
tarafın Yunan ordusu olduğunu görmezlikten geldiğini söylemek mümkündür.
Bütün bunlara karşın Kalogeropoulos’un Londra’da yayınlanan Daily Telegraph
gazetesine yapmış olduğu röportaj ise diğer açıklamalarından farklı ve Yunanistan’ın
ekonomik gerçeklerini yansıtır niteliktedir. Kalogeropoulos, Yunan ordusunun Anadolu’da
ilerlemeye hazır olduğunu ve buna karşılık Yunanistan’a, Londra bankalarından özel olarak
kredi verilmesi için yardımda bulunulmasından başka bir şey istemediklerini belirtmiştir.46
Kalogeropoulos’un İngiliz gazetesine yapmış olduğu bu açıklama onun para kaynağını
nerede araması gerektiğinin bilincinde olduğunu ortaya koymaktadır. Ayrıca Anadolu’daki
her türlü harekât için hala İngiliz desteğine ihtiyaç duyduklarını açıklaması, konferanstan
beklentileriyle zıtlık teşkil etmektedir.
42
CAB 23/35, s.2.
43
CAB 23/35, s.2.
44
CAB 23/35, s.3.
45
Akyüz, age., s. 170.
46
Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, C. II, s. 125-126.
39
40
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
Konferansın Başlaması ve Yunan Tezleri
21 Şubat 1921’de Saint James Sarayı’nda toplanan47 Londra Konferansı’na İngiltere
adına Lloyd George, İtalya adına Kont Sforza, Japonya adına Vikont Hayaşi, Fransa adına
Briand katılırken, Yunanistan heyetine Başbakan Kalogeropoulos başkanlık etmiştir.
Kalogeropoulos’un başkanlık ettiği heyette Sarıyannis, Baltatzis ve Kaftancıoglou gibi
temsilciler de yer almıştır. Gounaris ise heyete daha sonra katılacaktır. Türk tarafı ise Osmanlı
ve TBMM Hükümetleri tarafından ayrı ayrı temsil edilmiştir. Nizami Paşa, Yarbay Kadri
Bey, Kazım Bey, Cemil Bey, Balcque Bey gibi isimlerin bulunduğu Osmanlı Hükümeti
heyetine Sadrazam Tevfik Paşa48 başkanlık ederken, TBMM Hükümeti Dışişleri Bakanı
Bekir Sami Bey başkanlığında Cami Bey, Yunus Nadi Bey ve Sırrı Bey tarafından temsil
edilmiştir.49
Londra Konferansı’nın, Türk heyetinin katılamadığı50 21 Şubat tarihli birinci gününde, ilk
olarak Yunanistan Başbakanı ve temsilcisi Kalogeropoulos söz almış ve Doğuda sağlanması
amaçlanan barış için Türkiye’ye ödün verilemeyeceğini belirten bir açıklama yapmıştır. Buna
ek olarak Yunanların Türk kuvvetlerini Anadolu'dan çıkarmak dileğinde birleştiklerini
belirten Kalogeropoulos, Mustafa Kemal’in Yakın Doğu’da giriştiği hareket ve eylemlerin
karışıklık ve katliamlara sebebiyet verdiğini iddia ederek kendilerine tazminat ödemeleri
gerektiğini ifade etmiştir. Yunan heyeti başkanı sözlerine, Yunan ordusunun Anadolu’ya
düzen getirdiği, 126 bin Yunan göçmenin Anadolu’ya yani “vatanlarına” iade edildiği, tarım ve
sağlık konusunda düzenlemeler yapılmakta olduğu gibi açıklamalarla devam etmiş ve
İzmir’de bir üniversite dahi kurulduğunu ve her şeyi kontrol altına alma amacını taşıdıklarını
açıklamıştır.51
Konferansın ilk gününü basın da büyük ilgiyle takip etmiş ve tartışılan konuları gazete
sütunlarına yansıtmıştır. Konferans esnasında yaşanan tartışmaları ticaret kahvesinde girişilen
uzun stratejik tartışmalara benzeten Fransız basını, Lloyd George’un Yunanlardan cevabını
istediği soruları satırlarına taşımıştır. Lloyd George’un “Yunan ordusu Mustafa Kemal ve dostlarının
silahlı mukavemetini yalnızca kendi imkânlarıyla kırabilir mi?” şeklindeki sorusuna,52 Yunanların her
47 Sabahattin Selek, Anadolu İhtilali Mondros Mütarekesi’nden Türkiye Cumhuriyeti’nin Doğuşuna
Kadar Ulusal Savaşımızın Belgeseli, II. Cilt, Kastaş Yayınları, İstanbul, 2010, s. 572; Bülent Kara,
“Savaş Hazırlayan Barış Konferansı: Londra Konferansı”, Gazi Akademik Bakış, Cilt. 3, Sayı. 5,
Ankara, Kış 2009, s. 159.
48 Sadrazam Tevfik Paşa ve Heyeti 17 Şubat 1921 tarihinde Londra’da hazır bulunmuşlardır.
Kurat, agm., s.58.
49
Sonyel, Kurtuluş Savaşı Günlerinde…, s.152-154.
50
Türk heyetinin ilk durağı İtalya olmuş ve konferansa katılmaları konusunda resmi davet
beklemişlerdir. Resmi davetin gelmesiyle İtalya üzerinden önce Paris’e sonra Londra’ya geçen
heyet konferansa gecikmeli olarak katılmıştır. Konferansın ilk gününde TBMM Heyeti henüz
Paris’te iken, Osmanlı Hükümeti temsilcileri ilk toplantıya çağırılmadığından toplantıda
bulunmamışlardır. Karal, agm., s. 160.
51
Shaw, age., s.1224.
52
Akyüz, age., s. 171.
Çağla D. TAĞMAT, 1921 Londra Barış Konferansı’nda Yunan Heyeti..
zaman kendilerinden beklenileni başaracak durumda oldukları şeklinde cevap veren
Yunanistan Başbakanı, orduda hiçbir şeyin eksik olmadığını ve Büyük Yunanistan İdealine
(Megali İdea’ya) candan bağlı olan Yunan halkının, büyük fedakârlıklara hazır olduğunu ifade
etmiştir.53 Yunan devlet adamı, ordusunun üç ay içerisinde Ankara’yı ele geçirebileceğini,54
eğer şehrin alınmasıyla Türkler pes etmezse Yunan ordusunun Sivas’a ve bu da beklenileni
vermezse Trabzon’a kadar ilerleyebileceğini ileri sürmüştür. Kalogeropoulos’un bu sözleri,
konferans öncesinde Daily Telegraph gazetesine vermiş olduğu demeçle çelişmektedir.
Diğer yandan, konferansın ilk gününde yapılan görüşmelerle ilgili detay bilgileri
Kalogeropoulos’un Londra’dan Atina’ya, Dışişleri Bakanlığına gönderdiği 21 Şubat 1921
tarihli yazıda bulmak mümkündür. Kalogeropoulos tarafından kaleme alınan yazıda, öğleden
sonra saat 16.00’da yalnızca Müttefiklerin bulunduğu bir toplantıda, Lloyd George’un Yunan
delegelere yönelttiği sorular konusunda bilgiler verilmektedir. Yazıda yer alan bilgiye göre
Kalogeropoulos’un toplantıda bulunmasından duyduğu memnuniyeti dile getirerek sözlerine
başlayan Lloyd George’un ilk sorusu Yunanların Küçük Asya’daki askeri durumuna yönelik
olmuştur. Kalogeropoulos bu soruya mevzilenmelerinin mükemmel olduğu şeklinde cevap
vermiştir. Lloyd George’un subaylar konusunda bir değişiklik olup olmadığı yolundaki
sorusuna, yalnızca 50 subayın İstanbul’a gittiği55 yönünde cevap veren Kalogeropoulos, ileri
harekâtın sonucu konusundaki öngörüleri sorulduğunda da üç ay içerisinde kesin sonuç elde
edebilecekleri garantisini vermiştir. Üç ay daha askeri güçlerin muhafaza edilebileceği bilgisini
veren Yunanistan Başbakanı, bu üç ay içinde Yunanistan’ın savaş halinden çıkacağı
konusundaki inancını yinelemiştir.56
Fransız basını ise Lloyd George’un, Kalogeropoulos’un bu sözlerine tebessüm ettiğini
belirtmiştir. Fransız basını ayrıca Lloyd George’un Mustafa Kemal’in kuvvetleriyle ilgili bir
sorusuna Kalogeropoulos’un Kemalist kuvvetler hakkında, kötü teçhiz edilmiş, iyi
beslenmeyen 45-50 bin adamdan oluşan bir kuvvet olduğu şeklinde açıklama yaptığını
aktarmıştır.57
Gotthard Jaeschke sonraki dönemlerde kaleme aldığı eserinde, Kalogeropoulos’un
Kemalist kuvvetleri ayak takımı olarak nitelediğini, buna karşılık Briand’ın “Bu ayak takımına
mutlak saygım var” şeklinde karşılık verdiğini belirtmiştir. 58 Bundan da anlaşılacağı gibi
Kalogeropoulos, Türk kuvvetleriyle ilgili olumsuz düşüncelerini Fransa Başbakanı Briand’a
53
Aynı yer.
54
Smith, age., s. 275.
55
Belgede 50 Yunan subayının ne amaçla İstanbul’a gönderildiği açıklanmamıştır. (Venizelos
Benaki Arşivi 173.028.10-1/2 nolu belge).
56
Venizelos Benaki Arşivi 173.028.10-1/2 nolu belge. (Londra’dan Yunanistan Dışişleri
Bakanlığına gönderilen belgede 21 Şubat 1921 tarihinde Lloyd George ve Kalogeropoulos
arasında geçen görüşmeye yer verilmiştir.)
57
58
Akyüz, age., s. 171.
Gotthard Jaeschke, Türk Kurtuluş Savaşı Kronolojisi Mondros’tan Mudanya’ya kadar 30 Ekim
1918-11 Ekim 1922, Türk Tarih Kurumu Basımevi Ankara, 1989, s. 141.
41
42
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
da iletmiş ancak beklediği desteği alamamıştır. Briand, Kilikya bölgesinde 6 bin kadar iyi
eğitilmiş ve disiplinli Fransız askeriyle faaliyette bulunduklarını ve bir yıla yakın bir zamandır
Türklerle savaş alanında karşı karşıya kaldıklarını aktarırken,59 Türkleri iyi tanıdığı izlemini
vermiş ve hafife alınmamaları gerektiği konusunda Yunan Başbakanı adeta uyarmıştır.
Kalogeropoulos’un Müttefiklerden Türkiye ile ilgili istekleri de olmuştur. Türkiye’nin
boyun eğmemesi halinde savaş tazminatı isteneceğinin Türklere bildirilmesini isteyen
Kalogeropoulos, Sevr Antlaşması’nın Yunanistan’ın hukuki ve milli haklarını saptayan tarihi
bir gerçek olduğunu vurgulamıştır. Yunan Başbakan, Küçük Asya’daki Yunan ordusunun,
Kemalistlerin gücünü dağıtmak, Müttefiklerin Sevr’de yansıtılan isteklerini zorla kabul
ettirmek ve üç ay içerisinde arzu ettikleri düzeni tümüyle hâkim kılmak yeteneğine sahip
olduklarını öne sürmüştür. 60 Kalogeropoulos’un bu denli iddialı konuşmasında Yunan
kurmaylarının kendisine verdiği bilgiler ve garantilerin de etkisi vardır. Kalogeropoulos
Mustafa Kemal Paşa ve kuvvetlerine karşı geniş çapta bir saldırı başlatmak ve İngilizlerin
desteğini sağlamak amacıyla onları memnun etmeye çalışırken, iddiaları konusundaki temel
dayanağı, üst düzey Yunan subayların,61 Müttefiklerin yardımı olmadan Eskişehir-Afyon
hattının 6 gün içerisinde ele geçirilebileceği ve Mustafa Kemal’in ordusunun iki ay içinde
Anadolu’dan atılabileceği konusunda vermiş oldukları teminat olmuştur.62
Kalogeropoulos’un iddialı açıklamalarını Türk heyetinin konferansta bulunmadığı bir
sırada dile getirmiş olduğunun altını tekrar çizmek gerekmektedir. Konuya Yunan gazeteleri
çerçevesinde bir parantez açtığımızda, Makedonia gazetesi Kalogeropoulos’un Yunan
tezlerini açıkladığını kamuoyuna duyururken, Kont Sforza ve Briand’ın Sevr Antlaşması’nın
Türkler lehine yeniden düzenlenmesi gerektiğini savunduklarını belirtmiş ve özellikle Kont
Sforza’nın İzmir’deki işgalin kaldırılması yönündeki fikrini okuyucularına duyurmuştur.63
Böylelikle konferansta ortaya çıkan fikir ayrılıklarına ve bölünmelere dikkat çekilmiştir.
59
Shaw, age., s. 1225.
60
Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, C. II, s. 126.
61 Michael Llewellyn Smith, Albay Sarıyannis’in hükümet üzerinde hatırı sayılır bir etkisi
olduğunu ve Ankara üzerine yürümenin çok basit bir iş olacağı konusunda Papoulas ve
hükümetini inandırdığını ifade etmektedir. Smith, age., s. 275; Salahi Sonyel de Yunan tarihçi
Sifneos’tan alıntı yaparak, General Papoulas ve Albay Sarıyannis’in Müttefik Devletler’in yardımı
olmadan Eskişehir-Afyon Karahisar hattını 6 gün içerisinde ele geçirerek Mustafa Kemal’in
ordusunu üç ay içerisinde ezeceklerine dair Gounaris’e söz verdiğini belirtmektedir. Sonyel, İngiliz
Gizli Belgelerinde Türk-Yunan İlişkileri, s. 266.
62
63
Aynı yer.
Makedonia, 11 Şubat 1921. Yunanca gazetelerden düşülen dipnotlarda bir tarih
uyumsuzluğu dikkati çekecektir. Yunanistan’ın 1923 yılına kadar kullanmış olduğu Julius takvimi
Gregorius takviminden 13 gün geridedir. Dolayısıyla araştırmacı ve okuyucuları yanlış
yönlendirmemek için gazete tarihleri orijinal haliyle verilmiştir. Ama 13 gün farkı eklendiği
takdirde Gregorius esasına dayalı Miladi takvim tarihi ortaya çıkacaktır. Yani 11 Şubat tarihli
Yunan gazetesine yansımış olan haber 24 Şubat tarihinde yaşananları aktarmaktadır. Çalışma
içerisinde belirtilen olaylara dair tüm tarihler Gregorius (miladi) takvimine uygun şekilde
belirtilmiştir.
Çağla D. TAĞMAT, 1921 Londra Barış Konferansı’nda Yunan Heyeti..
Türk heyetinin bulunmadığı bu ilk oturum konusunda kısa bir değerlendirme
yapıldığında, ortaya çıkan manzaranın çözümden çok, sorun yaratacak nitelikte olduğu
söylenebilir. Dolayısıyla Kurat’ın belirttiği gibi konferans ilk günkü oturumuyla bir uzlaşı
konferansından çok, savaş kurulu toplantısı niteliğine bürünmüştür. 64 Türkiye’nin
katılmadığı konferansın ilk günü hakkında, Yunan heyetinin, görüşmelerin merkezinde
olmak için çaba sarf ettiklerini ve Anadolu’daki mevcut durumlarından daha geriye gitmemek
konusunda kararlı görünmeye çalıştıklarını söylemek mümkündür.
Uzlaşılamayan Bir Teklif: Soruşturma Komisyonu ve “İzmir Sistemi”
Konferansın Türk heyetlerinin katıldığı, ancak bu kez de Yunan heyetinin katılmadığı,65
23 Şubat 1921 tarihli oturumunda66 Lloyd George konuşmasına, Sevr Barış Antlaşması’nın
Türkiye’de barışı sağlamak amacıyla hazırlandığını, ancak taraflar arasında imzalandığı halde
barışın sağlanamadığını vurgulayarak başlamıştır. Konuşma sonrasında Tevfik Paşa, İstanbul
Hükümetinin görüşlerinin özetini içeren bir belgeyi konferansa sunmuş ve sözü Ankara
Hükümeti heyeti Başkanı Bekir Sami’ye bırakmıştır.67 Bekir Sami Bey ise Büyük Millet
Meclisi’nin Doğuda sürekli bir barışın sağlanmasını içtenlikle dilediğini belirterek sözlerine
başlamış ve Türklerin kabul edebilecekleri asgari sınırın Misak-ı Milli ile belirlendiğini
hatırlatmıştır. Sevr Antlaşması yürürlükte kaldıkça Türklerin bağımsız ve ayrı bir ulus olarak
varlıklarını sürdürmelerinin olanaksız olduğunu da özellikle vurgulamıştır.68
Konferansın 24 Şubat 1921 tarihli görüşmelerine 69 katılan Kalogeropoulos, öğlen
oturumunda Yunan tezini açıklamaya devam etmiştir. Konferansta, daha önce Venizelos
tarafından da Müttefiklere sunulmuş olan, 1912-1913 yıllarında hazırlanmış İzmir nüfus
istatistiklerini ortaya koyan Kalogeropoulos, Aydın’da 548 bin Rum, 300 bin Türk olduğunu
iddia etmiştir. Yunan heyeti ayrıca İzmir’deki Rum nüfusun 1913 ve 1914 yıllarında yapılan
işkenceler sonucunda Yunanistan’a göç ettiğini ve 50 bin Rum’un da sınır dışı edildiğini de
ileri sürmüştür. 70 Yunan heyetinin tezlerini, anlaşmazlık konusu olan bölgelerin
etnografyasına dayanarak açıklaması karşısında, İtalya Dışişleri Bakanı Kont Sforza, bahsi
geçen bölgelere yani Trakya ve İzmir’e bir soruşturma komisyonu gönderilmesini önermiştir.
Briand tarafından hemen desteklenen bu öneri71 Türk Delegasyon Başkanı Bekir Sami Bey72
64
Kurat, agm., s. 59.
65
Erdem, age., s. 325.
66
Müttefik Devletler ilk aşamada Türk ve Yunan Heyetleriyle birebir görüşmeler yapmayı
tercih edip onların tezlerini dinlemeyi tercih etmiş ve iki heyeti karşı karşıya getirmemişlerdir.
67 Salahi Sonyel, “Kurtuluş Savaşında Batı Siyasamız”, Belleten, Cilt XLV/1, Sayı 177, Ocak
1981, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1981, ss.327-417, s. 392.
68
agm., s. 392.
69
Bir önceki gün yani 22 Şubatta Tevfik Paşa’nın rahatsızlığından dolayı toplantı
yapılmamıştır.
70
71
Shaw, age., s. 1236.
Bige Yavuz’un bir Fransız belgesine (24 Şubat 1921 tarihli Berthelot’un Fransız Dış İşleri
Bakanlığına gönderdiği telgraf) dayanarak aktardığı bilgide, soruşturma komisyonu
43
44
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
tarafından da kabul edilmiştir.73 Bekir Sami Bey komisyon oluşturulması teklifini kabul
ederken, Trakya’nın varlığı için gerekli temel hakları ihlal eden koşulları kabullenmeyeceklerini
ve Sevr’in diğer koşulları konusunda ise Ankara’dan onay almaları gerektiğini de sözlerine
eklemiştir.74 Sevr Antlaşması ile Yunanistan’a bırakılan Doğu Trakya’nın ve İzmir’in nüfus
yapısı konusunda ortaya çıkan görüş ayrılığını göz önüne alan Büyük Devletler,75 soruşturma
komisyonu fikrini bu bölgelerde savaş öncesi ve sonrasına ait nüfus rakamlarının tetkik
edilmesi ve çalışmalara gecikmeksizin başlanması amacıyla öne sürmüşlerdir.76 Soruşturma
komisyonu oluşturulması fikrinde belirtilmeden geçilemeyecek diğer bir ayrıntı ise hem
Türkiye hem de Yunanistan’ın bu soruşturma sonuçlarını baştan kabul etmeleriyle, Sevr
Antlaşması’nın öteki hükümlerini de doğrudan kabul etmiş sayılacak olmalarının zorunlu
olduğunun bir koşul olarak öne sürülmesidir.77 Görülen o ki, Kalogeropoulos’un Yunan
tezini savunurken kullandığı nüfus istatistikleri bilgisi, kendisinin pek de hoşlanmayacağı bir
sonuç doğurmuştur. Fransız ve İtalyan heyet başkanlarının sunmuş olduğu soruşturma
komisyonu gönderme önerisi, Yunan devlet adamına deyim yerindeyse soğuk duş etkisi
yapmıştır. Yunanistan heyeti bu öneriye, Yunan Meclisi’nden “kendisine Sevr Antlaşması’nı esas
alma talimatı verildiği” gerekçesiyle sıcak bakmamıştır.78 Kalogeropoulos’un ve Yunanların
komisyon önerisine sıcak bakmamasının nedenini Sevr Antlaşması’nın 83. maddesinde79
aramak gerekmektedir. Sevr Antlaşması’nı kısa bir sürede içselleştiren ve böylesi bir şansı
kaybetmek istemeyen Yunanlar, komisyon önerisini, 83. maddede İzmir’in Yunanistan
sınırlarına dâhil olarak belirtildiği gerekçesiyle reddetmişlerdir. Yerel Parlamentonun oy
çokluğuyla Milletler Cemiyeti’nden, İzmir kentiyle 66. maddede80 tanımlanan toprakların
gönderilmesinin Briand’ın girişimleriyle ortaya atıldığı ve kararlaştırıldığı belirtilmektedir. Bige
Yavuz, Kurtuluş Savaşı Döneminde Türk-Fransız İlişkileri Fransız Arşiv Belgeleri Açısından 1919-1922,
Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1994, s. 109.
72
Bekir Sami Bey konusunda ayrı bir parantez açıldığında gerek İtalya’nın önerilerini göz
önünde bulundurması gerekse uzlaşmacı bir tavır sergilemesi onun bu Konferanstan eli boş
dönmeme çabalarını göstermektedir. Nitekim Bekir Sami Bey İngiltere, Fransa ve İtalya ile ikili
antlaşmalar imzalayacak ancak bu antlaşmalar TBMM tarafından onaylanmayacaktır. Bu
antlaşmaların detayı için bkz. Yusuf Hikmet Bayur, Türkiye Devleti’nin Dış Siyasası, Türk Tarih
Kurumu Yayınları, Ankara, 1973, s. 86-94; Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, C. II, s. 132140.; Selek, age., s. 586-590.
73
Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, C. II, s. 128; Yavuz, age, s. 110.
74
Yavuz, age., s. 110
75
Arnold Toynbee bu ifadeyi kullanmıştır.
76
Arnold Toynbee, Türkiye’de ve Yunanistan’da Batı Meselesi, Yeditepe Yayınevi, İstanbul, 2007,
s. 109.
77
Smith, age. s. 277.
78
Toynbee, age., s. 110.
79
Seha Meray -Osman Olcay, Osmanlı İmparatorluğu’nun Çöküş Belgeleri (Mondros Bırakışması,
Sevr Andlaşması İlgili Belgeler),Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları No:409,
Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara, 1977, s. 72.
80
age., s. 68-70.
Çağla D. TAĞMAT, 1921 Londra Barış Konferansı’nda Yunan Heyeti..
(halk oylamasıyla) kesin olarak Yunanistan Krallığı’na bağlanmasını isteyebileceklerini
öngören 83. madde, Yunanların İzmir konusundaki ısrarlarının tek dayanağıdır denilebilir.
24 Şubat 1921 tarihindeki öğlen oturumları birkaç aşamada gerçekleşmiş ve birinde
yalnızca Yunanlar, diğerinde ise yalnızca Türklerle görüşülmüştür. Sadece Yunan heyeti ve
Müttefiklerin katıldığı oturumda, Yunan heyetinin öncelikli hedefi, kendi görüşlerinin
desteklenmeye değer olduğunu göstermek olmuştur. Yunanların ortaya koydukları plan,
Kemalist kuvvetlerin dağıtılması ve Sevr Antlaşması’nın Türklere zorla kabul ettirilmesini
sağlamak şeklinde planlanmıştır. Ayrıca belirlenmiş olan ilk hedefin Adapazarı, Eskişehir ve
Afyonkarahisar demiryollarının işgal edilmesi ve bu bölgenin doğusuna yerleşilmesiyle, Türk
kuvvetlerinin bozguna uğratılması olduğu ifade edilmiştir. Ancak Yunan heyetinin konferans
esnasında İngiltere’ye yapmış olduğu başka bir teklif oldukça dikkat çekicidir. Heyet, Sevr
Antlaşması’nın hükümleri Türkler tarafından yerine getirilinceye kadar Boğazlardaki geçiş
serbestliğinin korunması ve Kemalist kuvvetlere karşı savunulması için 100 bin kişilik bir
Yunan ordusunun gerekliliğini öne sürmüştür. 81 Yukarıda belirtilen Yunan tezinde,
İstanbul’un Türklerden alınıp Yunanistan’a verilmesi ihtimali de dikkate alındığında
Yunanların kullandığı çekingen ve “yarım ağız” üslupla, asıl amaçlarının İstanbul’u ele
geçirmek olduğu izlenimi ortaya çıkmaktadır. 82 İçerisinde Müttefikler açısından olumlu
karşılanmayacak öneriler bulunsa da, Yunan heyetinin bu açıklamaları, özellikle İngilizlerin
finansal desteğini kazanmak için Yunan ordusunun hizmetini Müttefiklere tüm cömertliğiyle
sunması anlamında dikkat çekicidir.
Müttefikler konusunda özele inildiğinde, İtalya ve Fransa’nın Anadolu’nun işgaline ve
paylaşılmasına eskisi kadar sıcak bakmamaları, Yunanları İngilizlere daha da yakınlaştırmıştır.
Ayrıca konferansta ileri sürülecek her türlü Yunan görüşü, Yunanların İngiltere gibi büyük bir
devletin güvenini kazanabilecek ciddi bir ulus olduklarını kanıtlamaları yönünde
düğümlenmiştir. 83 Londra Konferansı bu yönüyle Fransız-İtalyan; İngiliz-Yunan
yakınlaşmasının arttığı bir süreç olarak değerlendirilebilir. İngiliz-Yunan yakınlaşmasında ise
çabanın daha çok Yunan tarafından geldiğini iddia etmek de yanlış bir yaklaşım değildir.
Londra’daki gelişmeler Atina’dan da yakından izlenmiş ve Yunan basını özellikle İzmir ve
Trakya’ya komisyon yollanması fikrini hep gündeminde tutmuştur. Yunan Embros gazetesi
konu hakkında “Trakya’ya dokunulmayacak gibi görünüyor fakat İzmir değişiklik karşısında isyanda”
şeklinde bir manşet atmış ve soruşturma komisyonu önerisine duyulan tepkiyi dile
getirmiştir.84 Türk tarafının ise bu teklifi kabul etmesi, Türk tarafında bazı kesimlerde, Türkler
lehine bir sonucun çıkacağına olan inançla, Lloyd George siyasetine zarar vereceği şeklindeki
fikirleri akıllara getirmiştir. 85 Aynı gelişmeye İngiltere özelinde bir parantez açıldığında,
81
Smith, age., s. 274.
82
Metaksas, age., s. 90.
83
Smith, age., s. 275.
84
Embros, 13 Şubat 1921.
85
Toynbee, age., s. 110.
45
46
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
komisyon kurulması fikri karşısında Lloyd George, İzmir ve Sevr konularının ayrı
bağlamlarda değerlendirilmesi gerektiği sonucuna varmış ve Mustafa Kemal’in İzmir’i
işgalden kurtarsa bile Sevr’i kabul edebileceği düşüncesinin çok iyimser bir yaklaşım olduğunu
ifade etmiştir.86
Pinelopi Delta, komisyon gönderme fikrini “haberler kötü” şeklinde yorumlarken,
İngiltere’nin Yunan delegelerin konferanstaki yetersizliğinden usanmış durumda olduğunu ve
artık Yunanların hakları için ısrar etmediklerini belirtmiştir.87 Komisyon önerisi karşısında
adeta panikleyen Kalogeropoulos açısından, gelişmeler hızlı ve planlı olarak seyretmiştir.
Kalogeropoulos komisyon önerisi karşısında Atina’ya yolladığı telgrafta, bu önerinin
reddedilmesini ancak konferansta olumsuz bir izlenim yaratmamak için Atina’dan uzlaşmacı
bir karşılık gönderilmesini istemiştir.88
Londra Konferansı ve komisyon gönderme fikri, konferansa katılan devletler kadar
Ankara Hükümetinin dış politikada yakınlaşmaya başladığı Sovyetler Birliği tarafından da
dikkatle takip edilmiştir. Londra Konferansı, Batılı devletlerle diplomatik ilişkilerin kurulması
ve uzlaşının sağlanması açısından bir kırılma olmakla beraber, bu konferansın önemli
gelişmeleri konusunda Sovyetler ile yazışmaların yapılmış olması, Sovyet Rusya’nın duruma
ilgisini gözler önüne sermesi açısından dikkate değerdir. Konferans Sovyet Rusya gözüyle
değerlendirildiğinde, Londra Konferansı’nın toplandığı dönemde Dışişleri Bakanlığına
vekâlet eden Ahmet Muhtar Bey’in 3 Mart 1921 tarihinde Çiçerin’e Londra Konferansı
hakkında bilgi veren bir mektup yolladığı görülmektedir. Yalnızca formalitelerin yerine
getirilmesi için Türk heyetine Sevr Antlaşması’nın imzalanmasının önerildiğini belirten
Ahmet Muhtar Bey, Sevr Barış Antlaşması ile ilgili görüşlerini “jandarma birliklerinin yabancı
subayların denetimine girmesine, Doğu sınırlarının ve hiçbir zaman var olmamış olan Kürdistan sorununu da
konferansın onayına bırakılmasının, yabancı finans kontrollerine evet denilmesinin, İzmir’de ve Trakya’da
plebisitin uygulanmasına izin verilmesinin istenmesi” şeklinde aktarmıştır.89 Ahmet Muhtar Bey,
oylamadan kuşku duyulmamasına rağmen plebisite ancak, tüm düşmanlar ülkeden çıktığı
takdirde izin verileceğinin altını çizmiştir.90 Aslında konferansın işleyiş sürecini özetleyen bu
açıklamadan, Sevr’in farklı bir kılıf uydurularak Türklere sunulduğu ve Türk tarafının da olaya
bu şekilde yaklaştığı yorumunu yapmak mümkündür. Ahmet Muhtar Bey’in Londra
Konferansı konusunda Sovyetleri bilgilendirmesi, Dışişleri Bakanı Bekir Sami Bey’in
Londra’da, konferansta olduğu bir dönemde Türk dış politikasının aktif olduğunu ve
temaslarda bulunulduğunu göstermesi açısından da önemlidir.
86
Kurat, agm., s. 63.
87
Delta, age., s. 92.
88
Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, C. II, s. 129.
89 Stefanos
Yerasimos, Kurtuluş Savaşı’nda Türk-Sovyet İlişkileri 1917-1923, 2. Basım, Boyut
Kitapları, İstanbul, 2000, s. 293
90
Aynı yer.
Çağla D. TAĞMAT, 1921 Londra Barış Konferansı’nda Yunan Heyeti..
Görüldüğü gibi Londra Konferansı’nda ortaya atılan komisyon önerisi pek çok açıdan
gündemi meşgul etmiş ve bu sıcak gündem, durumun muhatabı birçok ülke tarafından
hararetle tartışılmıştır. Bu gelişmeler ışığında Yunan Meclisi; Küçük Asya ve Trakya’ya bir
soruşturma komisyonu gönderilmesini oy birliği ile reddetmiştir.91 Yunan Meclisi komisyon
kurulması önerisini, Türkiye’deki azınlıklara duyulan manevi sorumluluk duygusuyla, sürecin
Mustafa Kemal’e kendi ordusunu örgütlemek için zaman kazandıracağı ve Anadolu’daki
askeri durumun gevşeyerek Sevr Antlaşması’nı hasıraltı edeceği gibi gerekçelerle
reddetmiştir.92 Müttefikler ve Yunan temsilciler arasında 4 Mart 1921 tarihinde gerçekleşen
görüşmede Kalogeropoulos, soruşturma komisyonu hakkında Yunan Meclisi’nin 1 Mart
günü almış olduğu bu kararı Müttefiklere sunmuştur. Müttefiklere yapılan açıklamada yer
alan diğer bir bilgi de Liberal Parti (Eleftherios Venizelos’un partisi) milletvekilleri, Musevi
milletvekilleri, Trakyalı Ermeni milletvekilleri ve Trakya’dan 6 temsilcinin bu öneriyi
reddettiklerine dairdir. Yunan Meclisi’nin aldığı kararlar iki başlık halinde Müttefiklere
iletilmiştir. Bunlardan ilki Sevr revizyonu fikrine karşı olunduğu, bu antlaşmanın savaş
esnasındaki Yunan çabalarının karşılığını içerdiği ve Yakın Doğu’da barışı garanti ettiği iken,
ikincisi Yunan hükümeti ve Londra Konferansı’na gönderilen temsilcilerin Yunan Meclisi
adına konuşma yetkisi taşıdıkları ve Müttefiklerin soruşturma komisyonu konusunda ısrar
etmeyeceklerinden emin olduklarıdır.93
Ancak Yunanların asıl tereddüdü, komisyonun İzmir’in Türklere geri verilmesi gibi bir
karar alabileceği konusundadır.94 Sadece Yunan Meclisi’nin değil, Anadolu Rumlarının da
komisyona karşı tepkisi gecikmemiş ve Anadolu Derneği konferansa bir protesto metni
göndermiştir.95
Yunanların komisyon önerisine karşı öne sürdüğü bu gerekçelere yönelik Lloyd George,
Trakya ile ilgili bir sorun olmadığını ve asıl zorluğun İzmir konusunda yaşandığını ifade
etmiştir. Sözlerine devam eden İngiltere Başbakanı, Yunan heyetine Trakya ve İzmir’in yalnız
Yunanların çabalarıyla elde edilmesinin oldukça zor olduğunu,96 Yunanistan’ın sınırlarının
başta İngiltere olmak üzere Müttefiklerin desteğiyle genişlediğini, İngiltere’nin Türkiye’ye karşı
1 milyon asker ortaya koyduğunu ve bunun İngiltere’ye 1 milyar sterline mal olduğunu dile
getirmiştir.97
91
Delta, age., s. 92.
92
Sonyel, age, C. II, s.130.
93 Documents on British Foreign Policy 1919-1939, First Series, Volume XV, London, 1967, S. 265,
No. 32.
94
Smith, age., s. 278.
95
Erdem, age., s. 337.
96
Documents on British Foreign Policy 1919-1939, First Series, Volume XV, London, 1967, S. 265,
No. 32. Belgede Lloyd George’un konuşmasını içtenlikle yaptığına dair bir yorum da
bulunmaktadır.
97 Documents on British Foreign Policy 1919-1939, First Series, Volume XV, London, 1967, S. 266,
No. 32.
47
48
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
Lloyd George’un bu sözlerine Kalogeropoulos, İtalya’nın tutumunun ortada olduğunu
ve Fransa’nın görüşünün ise değişmeye başladığını, Kral Konstantinos’un Yunanistan’a
gelişinin Fransız kamuoyunu olumsuz etkilediğini belirttikten sonra, Fransa’nın o ana dek hiç
olmadığı kadar Türk dostu olduğunun altını çizerek karşılık vermiştir. Lloyd George
görüşmeyi komisyon meselesine yoğunlaştırmış ve komisyon önerisini Türklerin kabul ettiği
halde Yunanların kabul etmemesinin yalnız konferansı değil, kamuoyunu da olumsuz
etkileyebileceğinden bahsederek Yunan heyetine gözdağı vermiştir.98
Konferansta bu gelişmeler yaşanırken, Mart ayı başında Dimitrios Gounaris ani bir
şekilde Londra’ya hareket etmiştir. Yunan Skrip gazetesi, Dışişleri Bakanı Baltatzis’in
Londra’dan çektiği bir telgrafla Meclis Başkanlığı görevini de üstlenmiş olan Gounaris’i
Londra’ya çağırdığını satırlarına taşımıştır. 99 Pinelopi Delta ise konferans esnasında
Kolaogeropoulos’a baskı yapıldığından ve Gounaris’in ağırlık koymak amacıyla Londra’ya
gittiğinden bahsetmektedir.100 Bir başka Yunan gazetesi Makedonia da Yunan hükümet
çevrelerinden aldıkları bilgiye göre, Gounaris’in İngilizlerle bir Yunan-İngiliz Antlaşması
imzalamak konusunda hevesli olduğunu satırlarına taşımıştır. Aynı yazıda, Gounaris’in,
taarruza geçmek için bu anlaşmayı imzalaması gerektiği ve şansının yüksek olduğu da
belirtilmiştir. İngiltere’nin Yunanistan’a 32 milyon dolar ve 300 milyon frank vereceğini ve bu
miktarın daha önceden vaat edilen miktar olduğunu belirten Makedonia gazetesi, soruşturma
komisyonu konusuna da değinmiş ve konferansın komisyon fikrinden vazgeçtiğini
okuyucularına aktarmıştır. Gazetenin vermiş olduğu bir diğer bilgi de, “Büyük Devletlerin”
Yunanistan’ın harekâta geçmemesi konusundaki ısrarlarıdır.101
Gounaris’in Londra’ya doğru yolda olduğu 9 Mart 1921 tarihinde sadece Müttefik
temsilcilerinin katıldığı öğleden sonraki görüşmelerde, sabahki oturumda Bekir Sami Bey ve
Lord Curzon arasında geçen diyalogdan bahsedilmiştir. Curzon tarafından aktarılanlara göre,
Yunanlar İzmir’e girmişlerdir ve başarı kazanmışlardır. Curzon’ın bu iddialarına karşılık Bekir
Sami Bey Birinci İnönü Muharebesi'ni kastederek Yunanların son savaşta hezimete
uğradıklarını belirtmiş ve Türklerin savaşmaktan başka çareleri olmadığını ifade etmiştir.102
Müttefikler arasında gerçekleşen bu bilgi alışverişinin yanı sıra konuşmaların Yunanistan
konusunda düğümlendiği bir sırada Briand, Gounaris’in Kalogeropoulos’tan daha güçlü bir
siyasetçi olduğunu belirtmiş ve İzmir konusunda uzlaşma sağlanabileceğini sözlerine
98 Documents on British Foreign Policy 1919-1939, First Series, Volume XV, London, 1967, S. 266,
No. 32.
99
Skrip, 21 Şubat 1921.
100
Delta, age., s.94.
101
Makedonia, 22 Şubat 1921.
102
Documents on British Foreign Policy 1919-1939, First Series, Volume XV, London, 1967, S.
361, No. 51.
Çağla D. TAĞMAT, 1921 Londra Barış Konferansı’nda Yunan Heyeti..
eklemiştir. 103 Konuya Fransa’nın görüşleri penceresinden bakıldığında ise Briand’ın
Gounaris’ı daha ılımlı ve kolay ikna edilebilir bir siyasetçi olarak gördüğü yorumu yapılabilir.
Müttefikler arasında gerçekleşen aynı görüşmede, Lloyd George’un, Gounaris’in
Londra’ya gelmesi konusunda, Kalogeropoulos’un önemli bir meslektaşının varlığını
avantaja çevirebileceği vurgusunu yapması, aslında onun Kalogeropoulos ile uzlaşmak
konusunda çektiği sıkıntıyı ve belki de Yunanistan Başbakanının yetersizliğini ortaya koyması
açısından önemlidir.
Gounaris’in Londra’ya gelmesiyle birlikte, 10 Mart 1921 tarihinde Başbakanlık
konutunda Lloyd George, Gounaris, Kalogeropoulos ve Lord Curzon arasında gerçekleşen
görüşmede Lloyd George, Yunan heyetinin Bekir Sami’si olarak tanımladığı Gounaris’e104
Türklerin güçlü bir heyetle çıkarlarını savunmak amacıyla geldiklerini ve İzmir konusunda
uzlaşmaz bir tutum sergilediklerini aktarmıştır.105 Ayrıca Türklerin, Yunanların İzmir’den
tamamen çekilmelerini istediklerini açıklamıştır. Gounaris ise bu durumun, soruna uzlaşma
yoluyla bir çözüm bulunması ihtimalini ortadan kaldırdığını, Yunanların askeri gücünü
kullanarak Sevr’i zorla kabul ettirme görevini yerine getirmek istediğini ifade etmiştir.106 Lloyd
George, Yunan heyetine “Yunan ulusunun geleceği konusunda Yunan heyeti bugün tam kararlılıkla
cevap vermek zorundadır” demiş ve Sevr’in biraz daha değiştirilmiş şeklini sunmuştur. Bu teklife
göre;
“İzmir Türk hâkimiyetinde kalacak, bir Yunan silahlı gücü İzmir şehrine yerleşirken İzmir Sancağının
geri kalan kısmında kanun ve nizam Müttefik subaylarınca ve Müttefikler arası Komisyonun verilerine göre
nüfuslarına uygun oranda bölge ahalisi içinden seçilecek Jandarma kuvvetince temin edilecektir. Milletler Cemiyeti
tarafından bir Hıristiyan vali tayin olunacak ve seçim sonucu işbaşına getirilen bir meclis ile bir encümen, valiye
yardımcı olacaktır. Bu düzenleme beş yıllık bir süre sonunda taraflardan herhangi birinin talebi üzerine Milletler
Cemiyeti tarafından yeniden incelemeye açık olacaktır.”107
Aynı şekilde benzer bir teklif de Türklere sunulmuştur. Bu teklifte; Türk jandarma
birliklerinin cüzi ölçüde arttırılması, Türkiye sınırları içinde yabancı güvenlik güçlerinin
sayılarının azaltılması, adli kapitülasyonlar, yabancı postaları ve Kürdistan gibi konularda bazı
düzenlemeler mevcuttu.108 Pinelopi Delta ise Lloyd George’un teklifini109 şu şekilde kaleme
almıştır; “Boğazlar komisyonu sınırlandırılacak ve uluslararası bir kurul tarafından denetlenecek, Müttefik
kuvvetleri İstanbul’dan uzaklaşacak, Boğazlar uluslararası bir statüye kavuşturulacak ve bir komisyon
103
Documents on British Foreign Policy 1919-1939, First Series, Volume XV, London, 1967, S.
363, No. 51.
104
Smith, age., s. 281.
105
Sp. B. Markezinis, Politiki İstoria Tis Neoterias Ellados İ Singhronos Ellas, C. II, Athina, (T.Y),
s. 124.
106
Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, C. II, s. 132.
107
Toynbee, age., s. 111.
108
Nutuk,C. II, s. 577-578.
109Pinelopi
Delta bu teklifin Yunan Meclisi’nde görüşülmek üzere Gounaris tarafından kabul
edildiğini belirtmektedir. Delta, age., s. 95.
49
50
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
tarafından yönetilecek, Gelibolu’da Yunan yönetimi görev yapacak, İzmir özerk olarak Türk ve Yunan
yönetimine bırakılacak, Türkler ya da Yunanlar bunu kabul etmezlerse veya bir taksim anlaşmazlığı çıkarsa
Müttefiklerin hakemliğinde süreç işleyecek.”110
Bu teklifte Müttefikler ve Yunan heyeti arasında müzakere konusu, İzmir ile ilgili madde
olmuştur. Lord Curzon’un İzmir’in Hıristiyan bir vali tarafından yönetileceğini belirtmesi
karşısında Gounaris detaylı bilgi istemiş, ancak Curzon detayların sonra konuşulacağını ifade
etmiştir.111 Lord Curzon bu görüşme esnasında Gounaris’e Fransız ve İtalyanların henüz
görmediği bir plan vermiş ve incelenmesini istemiştir. Bu plan, yukarıda belirtilen maddeler
üzerinde yapılan değişiklikleri içermesi ve Rumların çoğunlukta olduğu kazalarda Yunan
yönetiminin kurulacağını belirtmesi açısından önemlidir. Ayrıca Lord Curzon’un yanı sıra
Lloyd George da beş yıl içinde yeniden bir düzenleme yapılacağını belirtmiş ve son planın bir
kopyasının Yunan heyeti tarafından incelenmesini istemiştir.112 10 Martta sabah yapılan
görüşmelerde Yunan heyetine verilen plan, öğleden sonraki oturumda Kalogeropoulos ve
Gounaris’in cevaplarını almak amacıyla tekrar tartışmaya açılmıştır. Bu oturumda
Kalogeropoulos planın birtakım değişiklikler ile kabul edilebileceğini belirtirken, Gounaris
Sevr esaslarının terk edilmesinin Yunanistan için imkânsız olduğunu ve değişiklikleri bu
nedenle istediklerini eklemiştir.113 İzmir’deki Rum azınlığın da yönetimde temsil edilmesi,
özellikle Rumların toplam nüfusun üçte biri oranında olması halinde yönetimde de aynı
oranda temsil edilmeleri gerektiği konularında değişiklik isteyen Yunan heyeti, Lloyd
George’dan seçilecek valinin Rum ve Türk olmayacağını, ancak Hıristiyan unsurlardan
olabileceği cevabını almıştır. Yunan heyetinin, azınlıkların da toplam nüfus oranlarınca
yönetimde söz sahibi olmalarını istemesi, akıllara Rumların azınlıkta olduklarını
kabullendiklerini ve İzmir Rumlarını garantiye almak istediklerini getirmektedir. Ayrıca Lloyd
George’un bunun Türkler için daha iyi olacağını belirtmesi üzerine Yunanistan heyeti yeni bir
Stergiadis114’in zor bulunacağını ifade etmiştir.115 Sonuç olarak Yunanlar cevaplarını kabul
ettikleri ve etmedikleri maddeleri sıralayarak İngilizlere yazılı olarak bildirmişlerdir.116
110
Delta, age., s. 94.
111
Documents on British Foreign Policy 1919-1939, First Series, Volume XV, London, 1967, S.
369, No. 52.
112 Documents on British Foreign Policy 1919-1939, First Series, Volume XV, London, 1967, S.
369-370, No. 52.
113 Documents on British Foreign Policy 1919-1939, First Series, Volume XV, London, 1967, S.
382, No. 54.
114
İzmir’de bulunan Yunan Yüksek Komiseri.
115
Documents on British Foreign Policy 1919-1939, First Series, Volume XV, London, 1967, S.
384, No. 54.
116 Documents on British Foreign Policy 1919-1939, First Series, Volume XV, London, 1967, S.
386, Appendix To No.54.
Çağla D. TAĞMAT, 1921 Londra Barış Konferansı’nda Yunan Heyeti..
Lloyd George tarafından ortaya atılan bu plan hakkında Michael Smith, önemli
değişikliklerin yapılması koşuluyla Yunanların bu öneriyi kabul ettiğini belirtirken,117 Pinelopi
Delta da bu görüşü “İzmir’in özerkliği Yunanlar tarafından kabul edilirken, Yunanistan’ın İyonya
Devleti118 hayali yok olmuştur.”119 sözleriyle doğrulamış ve Yunanların tek umudunun bu planın
Türkler tarafından reddedilmesi olduğunu belirtmiştir.
Vurgulanması gereken bir diğer nokta da İngiltere ve Yunanistan arasında zor da olsa bir
uzlaşı sağlanmasına rağmen, Lloyd George’un Müttefiklerden ve hatta kendi Dışişleri Bakanı
Lord Curzon’dan gizli girişimlerde bulunmasıdır. İngiliz Başbakan, Yunan devlet adamlarına
9 Mart 1921’de koşulların saldırıyı gerektirmesi halinde Yunanların engellenmeyecekleri
konusunda bir haber yollamıştır.120 Dolayısıyla tüm konferans boyunca beklediği yetkiyi son
anda alan Yunanistan, artık rahatlamış ve Curzon’un kendilerine sunmuş olduğu İzmir
Planını formalite gereği ufak değişikliklerle kabul etmiştir.
Lloyd George’un Yunanlara vermiş olduğu taarruz yetkisi Yunanların dikkatini bu yöne
çevirmiştir. 19 Martta Gounaris ve Lloyd George arasında gerçekleşen görüşmede121 Lloyd
George, Ankara Hükümetinin dönüş yolunda olduğu için122 Müttefiklere konferansla ilgili
24 günden önce cevap veremeyeceklerini, ancak kendisinin onlara bu 24 günlük süreç
içerisinde herhangi bir saldırı olmayacağına dair garanti veremeyeceğini belirttiğini ifade
etmiştir.123 İki taraf arasında gerçekleşen görüşme esnasında dikkati çeken belki de son
önemli nokta Gounaris’in mali açıdan kaynaklarının tükenmekte olduğunu belirtmesidir.124
Lloyd George’un planlanan harekât ile ilgili Yunanlara son sözü; Yunan ordusunun bu
harekât esnasında beklenmedik bir sonuç alması halinde Ankara Hükümeti ile görüşme
olasılığının ortadan kalkacağı olmuştur. Yunan yetkililer bu uyarıya tüm olasılıkların göz
önünde tutulduğu şeklinde cevap vermişlerdir.125
117
Smith, age., s. 281.
118
İyonya Devleti hakkında bkz. Adnan Sofuoğlu, “Yunanlıların Batı Anadolu’ya Yerleşme
Girişimleri ve İyonya Devleti Macerası”, Prof. Dr. Haluk Çay’a Armağan, Ankara, 1987; Alptekin
Müderrisoğlu, “Batı Anadolu’da Kurulan Kısa Ömürlü Bir Devlet: İonya”, Atatürk Araştırma
Merkezi Dergisi, http://atam.gov.tr/bati-anadoluda-kurulan-kisa-omurlu-bir-devlet-ionya/, Erişim
Tarihi: 15/03/2013.
119
Delta, age., s. 94.
120
Smith, age ., s. 281.
121
Son toplantı tarihi bazı kaynaklarda 18 Mart olarak belirtilmiştir. Smith, age., s. 282.
122Bekir
Sami Bey ve heyeti 17 Mart 1921’de Londra’dan ayrılmıştır. Jaeschke, Türk Kurtuluş
Savaşı Kronolojisi, s. 145.
123
Sonyel, İngiliz Gizli Belgelerinde Türk Yunan İlişkileri, s. 268.
124
Yunan Makedonia gazetesi hükümet çevrelerinden edindiği bilgiye göre Gounaris’in
Londra’ya iktisadi destek sağlamak amacıyla gittiği haberini 22 Şubat (7 Mart) tarihli haberinde
vermiştir. Ayrıca bkz., Murat Hatipoğlu, Yunanistan’daki Gelişmelerin Işığında Türk-Yunan İlişkilerinin
101 Yılı (1821-1922), Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1988, s.122.
125
Smith, age., s. 282.
51
52
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
Londra Konferansı’nın genel anlamda somut bir sonuç sağlayamadan bitmesi, her kesim
tarafından farklı yorumlanmıştır. Yunan Diplomasi Tarihi adlı Yunanca bir kaynakta ise
konferansın sonuca ulaşamaması üç nedenle ifade edilmiştir. Bunlardan ilki Ankara
Hükümetinin Müttefiklerin uzlaştırıcı önerilerini kabul etmemesi, ikincisi Yunan heyetinin
Küçük Asya konusunda Müttefikler tarafından desteklenecekleri şeklindeki yanlış öngörüleri
ve sonuncusu Müttefiklerin Türk-Yunan sorununa karşı alışılagelmiş bir politika takip
etmeleridir.126
Sonuç
Londra Konferansı, hiçbir somut sonuç üretmemesine rağmen, tarafların tümünün
geçmişteki, o dönemdeki ve gelecekteki tezlerini ortaya koymaları, bu tezlerin uluslararası
ortamda gücünün ölçülmesi ve hukuksal anlamda da TBMM’nin siyasal bir varlık olarak
kabul edilmesi sonucunu doğurmuştur. Somut bir sonuç elde edilememesi nedeniyle
Anadolu’daki Türk-Yunan çatışmasının sona ermesi bir buçuk yıl kadar ertelenmiştir.
Konferans esnasında Yunan devlet adamlarının görüş ve tutumları konferanstan sonraki
sürecin nasıl şekilleneceğinin ipuçlarını vermekle beraber, Yunan tarafında nasıl bir panik ve
sabırsızlık havasının hâkim olduğunu göstermesi açısından da önem taşımaktadır. Birinci
İnönü Savaşı’nın siyasi bir sonucu olan Londra Konferansı, Yunanlar açısından savaş
alanında (Birinci İnönü) yaşanan yenilginin telafisini sağlamak ve İngiltere’yi yeni bir taarruza
ikna etmek üzerine odaklanılan bir toplantı niteliği taşımaktadır. Nitekim bu süreçte Yunan
devlet adamları bir taraftan Fransa ve İtalya’nın değişen siyasetleriyle baş etmeye çalışırken bir
taraftan da İngiltere’nin güvenini kaybetmemek için her yolu denemişlerdir.
Buna ek olarak Konferans, devletlerin yalnızca dış politikasında değil iç politikasında da
etkili olmuştur. Konferansa sonradan katılan Gounaris’in yükselişi ona Başbakanlık kapısını
açarken, Bekir Sami Bey, Konferans sonrasında İngiltere, Fransa ve İtalya ile imzaladığı ikili
antlaşmalar ile gözden düşmüştür.
Londra Konferansı Ankara Hükümetinin Müttefiklerle ilk diplomatik denemesi olmakla
beraber Türk Milli Mücadelesi’nin ilerleyişini değiştirmemiştir. Ancak İngiltere ve Yunanistan
birbirlerinin görüş ve tezlerini bu konferansta tüm açıklığıyla öğrenmişlerdir. İngiltere’nin
İzmir’e özerklik verilmesi, Yunanistan’ın ise yeniden taarruza geçme konusundaki ısrarları
sonucunda prensipte iki tarafın da isteği karşılıklı olarak kabul edilmiştir. Konferansta
gerçekleşen görüşmelerde ortaya konan fikirler Sakarya Savaşı’ndan sonraki barış görüşmeleri
sırasında, bire bir aynı olmamakla birlikte yeniden gündeme getirilmesi açısından da oldukça
önemlidir. Nitekim İngiltere’nin yenilgi istemediği ikinci savaş, Yunanlarda ve İngilizlerde
hayal kırıklığı yaratacak ve İngiltere Sakarya Savaşı’ndaki Yunan yenilgisinden sonra İzmir’e
özerklik konusunu 1922 yılında yeniden gündeme getirecektir.
126 Aretis Tounda Fergadi,
Yayınları, Athina, 1989, s. 146.
Themata Ellinikis Diplomatikis İstorias 1912-1934, Paratirisis
Çağla D. TAĞMAT, 1921 Londra Barış Konferansı’nda Yunan Heyeti..
Kaynaklar
Arşiv Belgeleri
CAB 23/35 (Foreign Office War Cabinet Papers)
Documents on British Foreign Policy 1919-1939, First Series, Volume XV, London, 1967.
Venizelos Benaki Arşivi 173.028.10-1/2 (Londra’dan Yunanistan Dışişleri Bakanlığına gönderilen 21
Şubat 1921 tarihinde Lloyd George ve Kalogeropoulos arasında geçen görüşmeyi içeren belge)
Kitap ve Makaleler
AKYÜZ Yahya (1975) Türk Kurtuluş Savaşı ve Fransız Kamuoyu, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara.
AYDEMİR Şevket Süreyya (2011) İkinci Adam (1884-1938), Birinci Cilt, Ön Dördüncü Özel Basım,
Remzi Kitabevi, İstanbul.
BAYUR Yusuf Hikmet (1973) Türkiye Devleti’nin Dış Siyasası, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara.
DELTA S, Pinelopi (2002) Eleftherios Venizelos, Ermis, Athina.
ERDEM Nilüfer (2010) Yunan Tarihçiliğinin Gözüyle Anadolu Harekâtı (1919-1923), 2. Basım, Derlem
Yayınları, İstanbul.
FERGADİ Aretis Tounda (1989) Themata Ellinikis Diplomatikis İstorias 1912-1934, Paratirisis Yayınları,
Athina.
GÖNLÜBOL Mehmet- SAR Cem (1990) Atatürk ve Türkiye’nin Dış Politikası 1919-1938, Atatürk
Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara.
HATİPOĞLU Murat (1988) Yunanistan’daki Gelişmelerin Işığında Türk-Yunan İlişkilerinin 101 Yılı (18211922), Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara.
HRİSTODOULİDİ T. (1986) Themata Ellinikis Diplomatikis İstorias 1912-1934, Paratiritis, Athina.
JAESCHKE Gotthard (1989) Türk Kurtuluş Savaşı Kronolojisi Mondros’tan Mudanya’ya kadar 30 Ekim
1918-11 Ekim 1922, Türk Tarih Kurumu Basımevi Ankara.
KARA Bülent (2009 Kış) “Savaş Hazırlayan Barış Konferansı: Londra Konferansı”, Akademik Bakış,
Cilt. 3, Sayı. 5, Ankara.
KİRLİ NTOKME Outkou, (Güz 2010) “Ulus Devlet Oluşturmada Yunanistan Örneği: Büyük Ülkü
Megali İdea”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, S. 46, , ss. 401-424.
KURAT Yuluğ Tekin (1985) Mustafa Kemal’s Instructions (An Intercepted and Decyphered
Telegram)To Bekir Sami In London –A Reassessment of the London Conference (21 February12 March 1921) and Its Immediate Consequences, Belleten, Cilt XLVIII, Sayı 189-192, No 189192, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara.
MARKEZİNİS Sp. B. (2007) Politiki İstoria Tis Neoterias Ellados İ Singhronos Ellas, Cilt 2, Athina,
Toynbee Arnold (T.Y) Türkiye’de ve Yunanistan’da Batı Meselesi, Yeditepe Yayınevi, İstanbul.
MERAY Seha – OLCAY Osman (1977) Osmanlı İmparatorluğu’nun Çöküş Belgeleri (Mondros Bırakışması,
Sevr Andlaşması İlgili Belgeler), Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları No:409, Ankara
Üniversitesi Basımevi, Ankara.
METAKSAS İoannis (T.Y.) To Prosopiko Tou İmerologeio H Epanastasi Tou 1922, Cilt 3, Govosti
Yayınları, Athina.
53
54
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
MÜDERRİSOĞLU, Alptekin, Batı Anadolu’da Kurulan Kısa Ömürlü Bir Devlet: İonya, Atatürk
Araştırma Merkezi Dergisi, http://atam.gov.tr/bati-anadoluda-kurulan-kisa-omurlu-bir-devletionya/, (Erişim Tarihi: 15.07.2013)
Nutuk (1973) C. I.,II 13. Baskı, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul,.
SELEK Sabahattin (2010) Anadolu İhtilali Mondros Mütarekesi’nden Türkiye Cumhuriyeti’nin Doğuşuna Kadar
Ulusal Savaşımızın Belgeseli, II. Cilt, Kastaş Yayınları, İstanbul.
SHAW Standford J. (2000) From Empire To Republic The Turkish War of National Liberation 1918-1923 A
Documentary Study, Volume 3, Part 1, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara.
SMİTH Michael (2002) Yunan Düşü, Ayraç Yayınları, Ankara.
SONYEL Salahi (1981) Kurtuluş Savaşında Batı Siyasamız, Belleten, Cilt XLV/1, Sayı 177, Ocak 1981,
Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara.
SONYEL Salahi (1995) Kurtuluş Savaşı Günlerinde İngiliz İstihbarat Servisinin Türkiye’deki Eylemleri, Türk
Tarih Kurumu Yayınları, Ankara.
SONYEL Salahi (2003) Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, Cilt II, Türk Tarih Kurumu Yayınları,
Ankara.
SONYEL Salahi (2011) İngiliz Gizli Belgelerinde Türk-Yunan İlişkileri 1821-1923, Remzi Kitabevi, İstanbul.
Türk İstiklal Harbi I Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı (1999) 3. Baskı, Genelkurmay ATASE Başkanlığı
Yayınları, Ankara.
ORAN Baskın (1991) Türk-Yunan İlişkilerinde Batı Trakya Sorunu, 2. Basım, Bilgi Yayınevi, Ankara.
YAVUZ Bige (1994) Kurtuluş Savaşı Döneminde Türk-Fransız İlişkileri: Fransız Arşiv Belgeleri Açısından 19191922, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara.
YERASİMOS Stefanos (2000) Kurtuluş Savaşı’nda Türk-Sovyet İlişkileri 1917-1923, 2. Basım, Boyut
Kitapları, İstanbul.
Süreli Yayınlar (Yunanistan)
Makedonia
Skrip
Embros
İnternet Kaynakları
http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts&arama=kelime&guid=TDK.GTS.52a569966be
0b6.75442403 (Erişim Tarihi 01.12.2013)
Saltanatın Kaldırılmasının
Trabzon Basınına Yansıması
Hazel KUL
Karadeniz Teknik Üniversitesi
KUL, Hazel, Saltanatın Kaldırılmasının Trabzon Basınına Yansıması, CTAD, Yıl 9, Sayı
18 (Güz 2013), s. 55-78.
I. Dünya Savaşı ile başlayan Osmanlı Devleti’nin dağılma sürecinde Anadolu’da bir milli
direniş hareketi doğmuş, milli devlete geçiş aşaması olan bu dönemde yayınlanan
genelgeler ve toplanan kongrelerle milli egemenlik ilkesi yayılmaya çalışılmıştır. Bu ilke,
20 Ocak 1921’de TBMM’de egemenliğin millete ait olduğunu belirtilen anayasa ile
yürürlüğe konulmuştur. Ancak halen var olan padişahlık kurumu, milli egemenlik
ilkesinin önünde engel olarak kalmaya devam etmiştir.
Lozan görüşmelerinin başlamasıyla beraber, milli mücadele boyunca ulusal direnişe karşı
ve Müttefik Devletler ile işbirliği içerisinde olan İstanbul Hükümeti’nin de görüşmelere
çağırılması, saltanatın kaldırılmasının haklı gerekçesi olmuş ve bu hususta hukuki süreç
başlatılmıştır. 1 Kasım 1922’de, TBMM Hükümetince kabul edilen kanunla saltanat
kaldırılmış ve böylece ulusal egemenliğin önündeki en büyük engel ortadan kalmıştır.
Türk Tarihi’nde önemli bir yere sahip olan bu olaya yerel basında geniş yer verilmiş, bu
alandaki gelişmeler, Karadeniz Bölgesi’nin önde gelen gazetelerinden biri olan İstikbâl
Gazetesi’nde de gün gün takip edilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Saltanat, Milli Egemenlik, TBMM, Trabzon, İstikbâl Gazetesi.
KUL, Hazel, Abolition of the Ottoman Sultanate and Its Reflection in Trabzon Press
CTAD, Year 9, Issue 18, (Fall 2013), p. 55-78.
A historic national resistance movement was born in Anatolia among the ashes of the
Ottoman Empire right after the World War I. The principle of national sovereignty
became the motto and spread to the public via circulars and congressional meetings in
this period. The principle that guarantees that the public has sovereignty in the
constitution was put into force in January 20, 1921. Yet the existence of the sultanate
was still a tremendous obstacle for the public sovereignty. The invitation of the
government of Istanbul, which cooperated with western powers and acted against the
56
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
National Struggle following the Great War, by the Allied Powers to the Lausanne
Conference along with the government of Ankara gave an opportunity to oust the
government of Istanbul, thus the sultanate. Accordingly, the Turkish National
Assembly in Ankara abolished the sultanate on November 1, 1922 and eliminated the
obstacle against the absolute national sovereignty. This event as a crucial step in historic
journey of the Turkish modernization was covered by the local and national
newspapers. Istikbal, one of the leading newspapers in Trabzon and The Black Sea
Region, was also excitedly interested in the event. The study aims to survey and analyze
the discourse of Istikbal to capture clues on the local reactions towards the abolishment
of the Sultanate.
Keywords: Sultanate, National Sovereignty, Turkish National Assembly, Istikbal
Newspaper.
Giriş
Rönesans, Reform ve Coğrafi Keşifler sonrasında siyasi yapısı değişmeye
başlayan Avrupa, Fransız İhtilâlinin getirdiği milliyetçilik düşüncesiyle yeni bir
aşama kaydetmiştir. Bu düşünce, kısa bir süre sonra ortaya çıkan Sanayi Devrimi
ile birlikte Avrupa devletlerinin sömürge politikalarına da zemin oluşturmuştur.
Ekonomilerini güçlendirmek isteyen Batılı devletler arasındaki sömürge
yarışının zaman içerisinde giderek hız kazanması, 20.yüzyılın hemen başlarında
bir dünya savaşına neden olmuştur.1 Bu savaş sonrası Osmanlı Devleti yıkılmış
ve ülke topraklarının önemli kısımları İtilaf Devletlerinin işgaline uğramıştı. Bu
gelişmelere karşı Anadolu’nun çeşitli kesimlerinde yer yer tepki ve direniş
hareketleri meydana gelirken, M. Kemal Paşa 19 Mayıs 1919’da bölgede asayişi
sağlamak maksadıyla 9. Ordu Müfettişi olarak Samsun’a gönderildi.
Mustafa Kemal Paşa, bir yandan asayişi sağlamaya çalışırken diğer taraftan da
Anadolu’daki milli örgütlenmeleri birleştirmek ve ülkeyi içinde bulunduğu
durumdan kurtarmak için çalışmalara başladı. Bu amaçla önce 21-22 Haziran
1919’da Amasya’da, ülkenin içinde bulunduğu durumu ve yapılması gereken
hususları ifade eden bir genelge yayınladı. Daha sonra Erzurum’a geçen Mustafa
Kemal, burada düzenlenen kongreye katılarak halkın ülke kaderine el koyması
yolunda başlıca rol oynadı (23 Temmuz-7 Ağustos 1919). 4-11 Eylül 1919’da
ise; Sivas’ta daha önce planlanan bir kongre gerçekleştirildi. Gerek Amasya
Genelgesi, gerek Erzurum Kongresi ve gerekse Sivas Kongresi’nde ön plana
çıkan en önemli husus “kuvay-ı milliyeyi âmil ve irade-i milliyeyi hâkim kılmak
1 Rahmi Doğanay, Milli Mücadele’de Karadeniz, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara
2001, s. 1.
Hazel KUL, Saltanatın Kaldırılmasının Trabzon Basınına Yansıması
esastır” düşüncesiydi.2 Aynı amaç ve düşünceleri içeren bir metnin “Misak-ı
Milli” adı altında 28 Ocak 1920’de Son Osmanlı Mebusan Meclisi’nde kabul
edilmesi, 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgalinin nedenlerinden birini teşkil ettiği
gibi Anadolu’nun İstanbul’dan kopmasına da yol açtı.3 Nitekim bu gelişmeler
üzerine 23 Nisan 1920’de Ankara’da yeni bir Meclis açıldı. Halkın seçtiği
temsilcilerden oluşan ve Türkiye’yi zafere ulaştıran bu Milli Meclis, kendisinin
üstünde başka bir kuvveti tanımayan, olağanüstü yetkilere sahip bir meclisti. Bu
meclise dayalı olarak yürütülen Milli Mücadele’nin başarıyla sonuçlanması
üzerine, Lozan’da toplanacak konferansa TBMM temsilcisi ile birlikte
İstanbul’dan da temsilcilerin çağırılması, milli egemenliğin tam olarak
gerçekleştirilmesi yönünde en büyük engeli teşkil eden saltanatın kaldırılmasının
haklı gerekçesini oluşturdu.4
Saltanatın Kaldırılması ve Yankıları
Yüzlerce sene süren bu yönetim biçimi 5 öylesine kökleşmişti ki Türk
Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanmasından sonra bazı kişiler vatanın artık
2 Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, C.I, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 3. Baskı, Ankara 1989, s.
87-117; Salâhi R. Sonyel, Atatürk-The Founder of Modern Turkey, Türk Tarih Kurumu Yayınları,
Ankara 1989, s. 13,22,27; Dursun Ali Akbulut, Saltanatın Kaldırılması ve Yankıları, Türkiye
Cumhuriyeti Tarihi, C. I, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 2009, s. 164, 190; Kılıç Ali,
Atatürk’ün Hususiyetleri, Yenigün Haber Ajansı Yayınları, İstanbul 1998, s. 99; Fahri Belen, Türk
Kurtuluş Savaşı, Başbakanlık Basımevi, Ankara 1973, s. 95; Hikmet Denizli, Sivas Kongresi Delegeleri
ve Heyet-i Temsiliye Üyeleri, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1996, s. 52, Mahmut Goloğlu, Milli
Mücadele Tarihi III, Üçüncü Meşrutiyet (1920), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2006, s.
90,117,157.
3
Sebahattin Selek, Milli Mücadele (Ulusal Kurtuluş Savaşı), C.II, Örgün Yayınları, 2. Baskı,
İstanbul 1982, s. 678-680.
4 Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, C. II, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 3. Baskı, Ankara 1989, s.
911,915; Selek, age., s. 690-698.
5 Saltanat, Osmanlı Devleti’nde babadan oğula geçen tahtın adıdır ve yeni Türk Devleti’nin
siyasal yapısını sağlamlaştıracak ilk adım, saltanatın kaldırılması olacaktır. Yalnız bu ilk adımın
atılması kolay değildi. Türk ulusu tarih boyunca başında bir hükümdarın bulunmasına alışmıştı.
Eski Orta Asya Türklerindeki ‘Hakanlar’, Selçuklu ve Osmanlı devirlerinde ise ‘Padişah’ bir
şekilde yaşamıştı. Eski Türk anlayışına göre, hâkimiyet kutsal kavramdı ve bu kutsallığı gök tanrısı
bir aileye vermişti. Yeryüzünün hükümdarı sayılan Türk Kağanları, Tanrı’dan dünyadaki bütün
ülkeyi idare etme yetkisi almışlardı. Ailenin üyelerinden başkası, ulusu yönetme hakkına sahip
değildi. İşte zamanımızda halkın oylarıyla belirlenen milli irade, eskiden Tanrı’nın ilahi gücünü bir
şahsa yansıtarak onu kutsal idare kabiliyeti ile donattığı inancına bağlanmakta idi. Türkler,
İslamiyet’i kabul ettikten sonra Büyük Selçuklu Devleti’nde ve Anadolu Selçuklu Devleti’nde
egemenliğe sahip olma hakkı eski geleneklere göre devam ederken, Osmanlı Devleti döneminde
bu kutsal hâkimiyet kavramı, yepyeni dinsel kurallarla desteklenmiş; Bizans İmparatorlarının
kayıtsız şartsız hükümdarlık etme anlayışını benimsemiş olan Osmanlı Padişahları, XVI. yy’dan
sonra kendilerine Halife şanı da vererek saltanat ve hilafeti, padişahlık bünyesinde
birleştirmişlerdir. Mehmet Okur, Milli Egemenlik ve Teşkilât-ı Esasiye Kanunu, Atatürk Dergisi, C.
III, S. I, Erzurum 2000,s. 290-91.
57
58
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
düşmandan temizlendiğini, dolayısıyla saltanat makamının yine aynı şekilde
muhafaza edilmesini, eskiden olduğu gibi padişahın Türk milletinin
mukadderatına hâkim olması gerektiğini ve zaferden sonra Mustafa Kemal’in
askeri ve siyasi vazifesinin artık sona erdiğini düşünüyordu.6 Ancak Anadolu’ya
çıktığı günden itibaren ulusal egemenliğe dayalı bağımsız bir devlet kurmayı
hedefleyen Mustafa Kemal, ilk iş olarak asırlardan beri Türk Milleti’nin
hâkimiyet7 ve saltanatını elinde bulunduran Osmanoğulları’nın şahsi saltanatına
son vererek, milli egemenlik ilkesini gerçekleştirmeyi hedeflemişti. 8 Ancak
zamanlamanın doğru bir şekilde yapılması gerekmekte idi. Aksi durumda ulusal
savaşa katılmış olan bazı saltanat ve Osmanlı Devleti’nin devamından yana
olanların tepkisi çekilebilir ve bu durum birlikteliğin giderek bölünmesine yol
açabilirdi.9 Böyle bir ortamda öncelik ülkenin kurtuluşuna verilmiş, bu sebeple
saltanata dokunulmamış ve uygun ortamın oluşması için bir süre beklenmiştir.
Mudanya Mütarekesi’nden hemen sonra sulh konferansı hazırlıkları
başladığında, Kurtuluş Savaşı süresince Kuva-i Milliye Hareketi’ni bölmeye
çalışan ve padişahlık makamının devamı uğruna İtilaf Devletleri ile işbirliğini
sürdürmüş olan İstanbul Hükümeti varlığını sürdürebilmek için zaferi
sahiplenen bir davranışa bürünmüştür. Bu düşünceyle 17 Ekim 1922 günü
Sadrazam Tevfik Paşa yoluyla Ankara Hükümeti’ne, anlaşarak birlikte hareket
6 Selami Kılıç, II. Meşrutiyetten Cumhuriyet Türkiye’sine Türk İnkılâbının Temelleri, Kaynak
Yayınları, Erzurum 1998, s. 18.
7 Hâkimiyet (egemenlik), devlet kudretinin bir vasfıdır. İç hukukta en üstün kudret,
milletlerarası hukukta da bağımsız bir gücü ifade eder. Devletin iç hukuka egemen olması, yani
üstün gücü ile milletlerarası hukuk alanında bağımsız olması birbiriyle bağlantılıdır. Esasında
hâkimiyet, daha çok devletin ülke ve milleti üzerindeki otoritesini, yukarıdan aşağıya doğru,
duruma hâkim ve sahip olmasını anlatır. Egemenliğin kaynağı, egemenliğin erkini meşrulaştırma
vasıtası olarak düşünülmüş, dolayısıyla egemenliğin kaynağının ya ilahi irade ya da beşeri irade
olduğu varsayılmıştır. Zaten üçüncü bir seçenek de yoktur. Bu bağlamda Eski Türkler, kadir-i
mutlak bir Allah’a ve onun hâkimiyetini kendilerine ihsan ettiğine derin bir imanla ve samimiyetle
inanıyorlardı. Oğuz Han, hâkimiyetini ilahi bir menşeden almış; Uygur hanları semavi bir nurdan
doğmuş bulunuyor, Avrupalılar tarafından “Allah’ın Kamçısı” kabul edilen Asya ve Avrupa Hunları
Tanrı’nın cihan hâkimiyeti kendilerine verdiğine inanıyor, “Ben Tanrı gibi gökte yaratılmış Türk Bilge
Kağan tahta oturdum…” diyen Gök-Türk Hanı da hâkimiyetin semavi menşeini tekrarlıyordu. Bu
husus, Hakanların kitabe ve mektuplarının başına koydukları ibare veya formüllerde ve bilhassa
yabancı hükümdarlara gönderilen mektupların başlangıç formüllerinde daha kat’i bir şekilde
ortaya çıkar. Gök-Türk hükümdarı İşpara Han’ın (581-557) Çin İmparatoruna yazdığı “Tanrı
tarafından gönderilmiş Büyük Gök-Türkler İmparatorluğu’nun bilge kağanı…” ve Tardu Han’ın 598
yılında Bizans İmparatoru Maurikianus’a gönderdiği “Dünyada yedi iklimin efendisi ve yedi ırkın
kağanı…” ibaresi ile başlayan mektuplar örnek gösterilebilir. Okur, a.g.m., s. 289; Zeki
Hafızoğulları, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Fikri Temelleri Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı
Yayınları, Ankara 2001, s. 36; Osman Turan, Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, Ötüken
Neşriyat, 15. Baskı, Ankara 2005, s. 113-115.
8
Kılıç, age., s. 18.
9
Metin Hülagü, Yurtsuz İmparator Vahdeddin, Timaş Yayınları, İstanbul 2008, s. 219.
Hazel KUL, Saltanatın Kaldırılmasının Trabzon Basınına Yansıması
etmeyi amaçlayan ve ülke artık düşmandan kurtarıldığına göre Padişah ile
Ankara Hükümeti arasındaki ayrılığın da kaldırılması gerektiğini anlatan bir
telgraf gönderilmiştir. Bu telgraf, gerek Mustafa Kemal Paşa’nın gerekse Büyük
Millet Meclisi’nin sert tepkisine yol açmıştır. 10 Nihayetinde Sadrazam Tevfik
Paşa’nın bu son hatası, yaklaşık üç yıldır tesis edilmeye çalışılan milli
egemenliğin gerçekleşmesi için saltanatın kaldırılması sürecini hızlandırmıştır.11
Nitekim 30 Ekim 1922 günü TBMM’nde yapılan oturumda, bir tarafta
yasallığını yitirmiş ancak hak iddia eden bir hükümetin, bir tarafta da ulusal
egemenliğin sembolü TBMM Hükümeti’nin bulunmasının gerek Türk ulusu
gerekse yabancı devletler nezdinde yarattığı ikilemin tartışılmasına başlanıldı.
Tevfik Paşa’nın telgrafıyla başlayan görüşmelerin bitimindeki hedef, saltanat
yönetiminin yürürlükten kaldırılmasıydı.12
Mecliste, vekiller tarafından ardı ardına verilen önergelerin akabinde Sinop
Mebusu Doktor Rıza Nur Bey tarafından Halifelik ile Saltanatın birbirinden
ayrılması ve Saltanatın kaldırılmasına yönelik 81 13 Mebusun imzasını taşıyan
önergenin, Başkanlık Divanı’na verilmesiyle Saltanatın kaldırılması için hukuki
süreç artık başlamış oldu. Gün boyu süren tartışmalardan sonra saltanatın
sonunu getiren 6 maddelik önergenin 14 okunmasının ardından, Erzurum
Mebusu Hüseyin Avni (Ulaş) Bey, teklifin içeriğine katılmakla birlikte konu
önemli olduğundan Lâyıha Encümeni’ne gitmesini ve Meclis’e daha sonra
gelmesini istemişse de Mustafa Kemal, hiçbir tartışmaya meydan vermemek için
teklifi hemen oylamaya sunmuştur. Ancak bu meclis içerisinde bir gruplaşma
10 Seçil Karal Akgün, Halifeliğin Kaldırılması ve Lâiklik (1924-1928), Temel Yayınları, İstanbul
2006, s.65;
11
Ali Naci Karacan, Lozan, Haz. Hulûsi Karacan, İş Bankası Kültür Yayınları, 3. Baskı,
İstanbul 2011, s. 41.
12 Ahmet Emin Yalman, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim, C. III, Pera Turizm
Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 1970, s.101.
13 İstikbâl Gazetesi’nin haberinde “Dr. Rıza Nur ve 78 Arkadaşı…” denilmesine rağmen
önergenin altındaki imza sayısı 81’dir. Bkz. TBMM Z.C, Devre: 1, İçtima’i Senesi: 3, C. 24,
Ankara 1960, s. 293.
14
1) Osmanlı İmparatorluğu, otokrasi sitemi ile beraber çökmüştür.
2) Türkiye Devleti namıyla genç, dinamik, milli, halk hükümeti esasları üzerine kurulu
TBMM Hükümeti teşekkül etmiştir.
3) Yeni Türkiye Hükümeti çöken Osmanlı İmparatorluğu yerine geçmiş olup onun milli
sınır dâhilinde yegâne varisidir.
4) Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ile hükümranlık hukuku milletin nefsine verildiğinden,
İstanbul’daki Padişahlık yok olmuş ve tarihe intikal etmiştir.
5) İstanbul’da meşru bir hükümet mevcut olmayıp, İstanbul ve civarı da TBMM’ne aittir.
Binaenaleyh, oraların idare işleri de TBMM Hükümeti memurlarına verilmelidir.
6)Türkiye Hükümeti meşru hakkı olan hilafet makamını esir bulunduğu ecnebilerin elinden
kurtaracaktır. Bkz. TBMM Zabıt Ceridesi, Devre 1, İçtimai Senesi 3, C. 24, s. 269-297.
59
60
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
mevcuttu ve oluşan bu gruplardan biri olan II. Grup üyelerinin 15 , Hilâfet
makamının durumunun açıkça belirtilmediği gerekçesiyle oylamaya
katılmamaları sonucu yeter sayısına ulaşılamadığı için sonuç alınamamış ve
önergenin karar yeter sayısı için 1 Kasım’da tekrar oylanmasına karar
verilmiştir.16
1 Kasım 1922’de Dr. Rıza Nur, teklifin Hilâfet ile ilgili 6. maddesini tekrar
kaleme almış ve Mustafa Kemal Paşa’nın, Hilafetin mahiyeti ve Saltanat ile
Hilâfetin birbirinden ayrılabileceğini anlatan uzun konuşmasının ardından
tekliflerin Şer’iyye, Adliye ve Kanun-ı Esasi Encümenleri üyeleri arasından
oluşturulan Müşterek Encümene 17 gönderilmesine oy birliği ile karar
verilmiştir.18 Ancak mebusların hatırı sayılır bir kesiminin saltanat makamının
devamından yana olan görüşleri ile İslamcıların saltanat ve hilafetin
ayrılamayacağı yönündeki tutumları, komisyonun bir neticeye varmasını
zorlaştırmışsa da Mustafa Kemal Paşa’nın tasarının kanunlaşmasının önünü
açan konuşmasının19 ardından komisyon teklifi meclise sunmuş ve yapılan açık
15 I. TBMM Hükümeti’ne karşı muhalefet görevini yapan bu grup, bir süre isimsiz olarak
çalıştıktan sonra “Biz de Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ne mensubuz, biz de o cemiyet
tarafından intihâb olunduk, bizim de ismimiz aynı fakat iki numaralı grubuz” diyerek kendilerine ‘İkinci
Grup’ adını takmışlardır. Bu grubun görünüşte önayak olanları Selahattin ve Hüseyin Avni Beyler
görünüyordu. Birinci sırada ve kışkırtanların ise; Rauf ve Kara Vasıf Beyler olduğu anlaşılıyordu.
Başlangıçta 120 milletvekiline sahip olduğu belirtilen ikinci grubun daha sonra giderek üye
sayısının azaldığı, hatta saltanatın kaldırılmasından sonra dağıldığı ileri sürülmüştür. İhsan Güneş,
Birinci TBMM’nin Düşünce Yapısı (1920-1923), Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara 1997, s. 183;
Nutuk, C. II, s. 847.
16
Ali Satan, Halifeliğin Kaldırılması, Gökkubbe Yayınları, İstanbul 2008, s. 145-146.
17
“… Müşterek Komisyon, odada saltanatın kaldırılmasına dair kanun maddesini
görüşüyorlar ve içeriden gürültülü sesler geliyordu. Saatler geçiyor, akşam oluyor, gece basıyor
görüşmenin bittiği yok. Meraktan çatlayacağız. Duramadım, ben de içeri girdim. Üç komisyonun
azalarıyla oda tıka basa dolu. Birçok milletvekili ayakta istifleme duruyor. Kimi masaların üstünde
dikilmiş, kimi de pencerelerin içinde oturmakta… Duvarın dibinden iki büklüm ilerliyorum. Karşı
köşede bulunan Kılıç Ali gülerek “nasıl girdin?” diyor. “Gazeteciyim, görülüp çıkarılıncaya kadar
gördüklerim de kârdır” diyorum. “Öyleyse gel seni yamacımda saklayayım” diyor. Ortadaki
genişçe masanın çevresinde görüşmeyi yapan üyeler sıralanmış. Çoğu sarıklı. Zaten başkanlığı bile
Hoca Müfit Efendi yapıyor. Gazi, masadan biraz açıkta oturmuş. İlk defa gördüğüm yeni Dışişleri
Bakanı İsmet Paşa, masanın yakınında… Görüşme çok gürültülü ve çok hararetli. “Saltanatla
Hilafet birbirinden ayrılır mı? Kitap ne diyor, şeriat ne diyor?... Birden Gazi sabrı tükenmiş şekilde
ayağa kalktı ve “…Sizler, fiil halindeki bu gerçeğin yalnızca formülünü bulacaksınız yoksa bunu
anlamayanların kafaları kesilir!” dedi. Bkz. İsmail Habib Sevük, Atatürk’le Beraber, Haz. Lütfü
Tınç, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2008, s. 11-12.
18
19
Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi, C. II, Bilgi Yayınevi, Ankara 1992, s.279-280.
Mustafa Kemal Paşa: “Efendiler egemenlik ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye bilim gereğidir
diye görüşme ve tartışmayla verilmez. Egemenlik ve saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osman oğulları
zorla Türk ulusunun egemenlik ve saltanatını el koymuşlardır. Bu haksız durumu altı yüzyıldan beri
sürdürmüşlerdir. Şimdi de Türk ulusu bunlara artık yeter diyerek ve bunlara karşı ayaklanarak egemenliğine ve
saltanatını kendi eline eylemli olarak almış bulunuyor. Bu bir oldubittidir. Söz konusu olan ulusa saltanatını,
Hazel KUL, Saltanatın Kaldırılmasının Trabzon Basınına Yansıması
oylamada Meclis, oy birliği20 ile alınan kararla şahsi hâkimiyete dayalı Osmanlı
Devleti’nin 16 Mart 1920 yılından itibaren tarihe karışmış olduğunu belirtip,
saltanatın resmen ortadan kalktığını ilan etmiştir.21 Mustafa Kemal’in deyimiyle
“Osmanlı egemenliğinin çökme ve ortadan kalkma töreninin son evresi” böylece kapanmış
ve yine onun deyimiyle “Yeni Türkiye Devleti’nde saltanat, milletin” olmuştur.22
Yeni Türk Devleti’nin kuruluş aşamasında meydana gelen bu önemli
gelişme, Karadeniz Bölgesi’nin önde gelen gazetelerinden biri olan İstikbâl
Gazetesi’nde23 de geniş yankı bulmuş ve gelişmeleri okuyucularına;
“Büyük Millet Meclisi Padişahlığın Hal’ine, Padişahlığın Meclise İntikaline
Dair Verilen Takrirleri Müzakere Eylemiş Oldu”, “Padişahın Hal’ Edileceği
Muhakkaktır, Hanedandan Bir Halife İntihab Olunacaktır”, “Büyük Millet
Meclisi’nde Gece Yarılarına Kadar Tarihi Celse”, “Tevfik Paşa’nın Meclise Bir
Telgrafı, Büyük Millet Meclisi’nde Nahoş Aks Amiller Uyandırmıştır”,
“Padişah’ın ve İstanbul’da Hükümet İsmi Altındakilerin Tecziyesi Kararlaştı”,
“Rıza Nur Rüfekasıyla Birlikte Verdikleri Takrirde: Padişahlığın Meclise
İntikâlini ve Hilafeti Kurtarmayı Teklif Ettiler” ve “Padişahlığın Hal’ine
Muhakkak Nazarıyla Bakılıyor. Hanedandan Yalnız Bir Halife İntihab Edecek”
şeklindeki başlıklarla duyurmuştur.24
İstiklal Gazetesi, bu manşet haberlerinin devamında ise; olayı şöyle
yorumlamıştı:
“…İstanbul’daki Hükümet karikatürünün Reisi Tevfik Paşa, Büyük Millet
Meclisi’ne bir telgraf keşide ederek davet edildiğimiz Lozan Sulh Konferansı’na
egemenliğini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız sorunu değildir. Sorun zaten gerçekleşmiş bir olayı yasa ile
saptamaktan başka bir şey değildir. Bu, ne olursa olsun yapılacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes
sorunu doğal bulursa sanırım ki uygun olur. Yoksa yine gerçek yöntemine göre saptanacaktır; ama belki birtakım
kafalar kesilecektir…” Bkz. Nutuk, C. II, s. 921.
20
Oy birliği ifadesi kullanılmasına rağmen bu kararın onaylanması sırasında ret oyu veren ve
çekimser kalan milletvekilleri de mevcuttu. Ret oyu kullanan Mebuslar, İsmail Şükrü Bey
(Karahisar-ı Sahip), Necati Bey (Lazistan); çekimser kalan Mebuslar ise; Hamis Bey (Biga),
Hüseyin Bey (Erzincan) ve Bekir Sami Bey (Malatya)’dir. Bkz. TBMM Z.C., Devre I, İçtima’i
Senesi: 3, C. 24, Ankara 1960, s. 298.
21
Kılıç, age., s. 33.
22
Nutuk, C. II, s. 921.
23
Mütareke sonrası dönemde yayınlanan Epuhi ve Farosianadolis gazeteleri merkezi Trabzon
olan bir Rum Pontus Devletinin kurulması yönünde propaganda yapan yayınlar çıkarıyorlardı.
Bölgede milli hakları savunmak, Rum ve Ermeni propagandalarına büyük ölçüde cevap
verebilmek için Faik Ahmet Barutçu ve Mehmet Salih (Ongan) Bey, 10 Aralık 1918’de İstikbâl
Gazetesi’ni çıkarmaya başlamışlardır. İlk dönemlerde Trabzon’daki Rumlara ait Mihallidi
Matbaası’nda basılan gazete 1920 yılından itibaren Faik Ahmet Bey’in babasının Sakız
Meydanındaki hanında, kendi matbaasında basılmaya başlamış, 17 Mart 1925’te Takrir-i Sükûn
Kanunu ile kapatılmıştır. Bkz. Hikmet Aksoy, Trabzon Basını (Gazeteler-Gazeteciler) 1869-1998,
Trabzon Gazeteciler Cemiyeti Yayınları, Trabzon 1998, s. 28-34.
24
İstikbâl, 1 Kasım 1922.
61
62
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
Bâb-ı Âli’nin de iştirakini talep etmiş ve Ankara’dan gidecek millet
murahhaslarıyla kendi murahhaslarının birleştirilmesini teklif etmiştir. Bu garip
telgraf, Büyük Millet Meclisi’nde çok şiddetli aks amilleri uyandırmıştır. Bu
telgraf üzerine Meclis, Mustafa Kemal Paşa’nın riyasetinde tarihi bir celse akd
etmiş ve müzakereler pek hararetli surette gece yarılarına kadar devam etmiştir.
Bu celsede birçok hatipler îrâd-ı nutk etmiş: ‘Hala mı Bâb-ı Âli hala mı Padişah?
Bu en büyük hıyanet-i vataniyedir. Hainler cezalandırılmalı!” diye bağırmışlardır.
Bunun üzerine Meclis, Padişahın ve İstanbul’da hükümet ismi altındaki
hainlerin tecziyesini kararlaştırmıştır. Badehu Sinop Mebusu ve Sıhhiye Vekili
Dr. Rıza Nur Bey ve rüfekası tarafından verilen takrir kıraat olunmuştur. Takrir
sahipleri bu takrirde Padişahlığın meclise intikalini, İstanbul’dakinin
ma’dûmiyyatını ve Hilafeti kurtarmaklığımızı teklif etmişlerdir. Takririn kıraatini
müteakip birçok hatipler tekrar söz almışlardır. Vaktin gecikmesi hasebiyle
içtima’ın ta’liki zaruri olduğundan Rıza Nur Bey ve rüfekasının teklifi yarınki
celsede reye vaz’ olunacaktır. Padişahın hal’ine muhakkak nazarıyla
bakabilirsiniz. Hanedandan yalnız bir halife intihap olunacaktır.”25
İstikbâl Gazetesi, 3 Kasım 1922 tarihli sayısında ise; Saltanatın kaldırılmasını:
“Meclis Padişahlığın Merfû’yetine, Halifenin Âl-i Osman’dan İntihabına
Müteakiben Karar Verdi ve Bugünü Bayram Yaptı”, “Büyük Millet Meclisi’nde
Hararetli Müzakereler”, “Tevfik Paşa’nın İki Telgrafı: Hararetli Hutbeler ve
İttihat Olunan Kararlar” şeklinde okuyucularına duyurmuştu.
Gazete ilgili başlıklı haberlerin devamında mecliste hararetli tartışmalara
sebep olan Tevfik Paşa’nın telgrafına ve başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere
bazı mebusların bu telgrafla ilgili yorumlarına yer vermiştir.
Mustafa Kemal Paşa’nın, Tevfik Paşa’nın telgrafı ile ilgili TBMM’de yaptığı
konuşma gazetede şöyle yer almıştı:
“Bu ayın 20’sinde İstanbul’da bulunan bir zatın delaletiyle doğrudan
doğruya şahsıma hitaben bir telgrafname aldım ve onun üzerine şahsım namına
cevap verdim. Şimdi okunacak telgrafname ile alakası olduğundan ve daha
doğrusu bunun işitilmesi cihetinden bunu aynen okuyorum. Tevfik Paşa oğlunu
bendenize göndererek âtîdeki telgrafnameyi verdi. Meselenin gayet mahrem
tutulması ricasıyla beraber vuku bulan tahkikata nazaran İngilizler, konferansta
Anadolu ile İstanbul’un ayrı ayrı cephe arz etmesinden istifade ile Hilafet hamisi
sıfatını iktisâb etmeye çalışacağından meseleye lâzım geldiği gibi ehemmiyet
verilmesini arz etmemi tebliğ ettirdi. Okuyorum telgrafnameyi:
Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine,
“Allah’ın yardımı ile kazanılan zafer, bundan böyle Ankara ile İstanbul
arasında ortaya çıkmış olan anlaşmazlık ve ikiliği kaldırmış ve milli birliğimizi
temin etmiş olup, ancak Müttefik devletler ile aramızda barış henüz yapılmamış
olmasından dolayı Avrupa şehirlerinden birisinde yakında toplanacağı bilinen
barış konferansına eskisi gibi her iki tarafın davet edileceği malum
25
İstikbâl, 1 Kasım 1922.
Hazel KUL, Saltanatın Kaldırılmasının Trabzon Basınına Yansıması
bulunduğundan dolayı, milli selametimizle alakalı mühim maddelerin evvelce
aramızda müzakere ve tespiti hakkında hazırlıklarda bulunarak, söz konusu
konferansta birleşmiş olarak millet hukukunun müdafaasına sarf-ı mesai
edilmesi nezd-i âlilerinde dahi rehini tasvip olunacağına kanaatim tam
olduğundan, ol babda taraf-ı senaverleri ile görüşüp anlaşmak üzere ahvale
vakıf ve ehemmiyetinize sahip bir zatın buraya gayet gizlice talimatla ve
mümkün sürat ile gönderilmesi temenni olunur efendim.
Sadrazam Tevfik”
Mustafa Kemal Paşa’nın Tevfik Paşa’ya gönderdiği; Türkiye Devleti’nin her
türlü teşebbüsünü daima göz önünde tutan Türkiye Büyük Millet Meclisi
Hükümeti’nin mukabil tedbirleri düşündüğünü, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ile
şekil ve mahiyeti beliren Türkiye Devleti’nin kuruluş tarihinden beri Türkiye
mukadderatına el koyduğunu ve bundan mesul yalnız ve ancak Türkiye Büyük
Millet Meclisi olduğunu ifade eden cümleleriyle başlayan telgrafı da İstikbal
gazetesinde eksiksiz yer almıştır.26
Yine Mustafa Kemal Paşa’nın meclis kürsüsünden okuduğu ve Tevfik
Paşa’nın Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’na gönderdiği telgraf da
gazetede aşağıdaki şekilde yayınlanmıştır:
“Ankara’da Büyük Millet Meclis-i Riyaset-i Celilesi’ne
Gayet müstaceldir
Konferansa Babıâli de Büyük Millet Meclisi de davet olundu. Bâb-ı Âli’nin
icabet etmesi, devletin altı asrı mütecaviz zamandan beri müesses ve mahfuz
olan bütün âlem-i İslam’ın alâkadar olduğu hüviyet-i tarihiyesini yıkılmaya
mahkûm etmek, Büyük Millet Meclisi’nin icabet etmemesi ise, cihanın özlediği
ve beklediği barışı akim bırakmaktır. Bu mühim mesuliyetleri bittabi ne Babıâli
ne de Büyük Millet Meclisi kabul ve tahammül eder. Zaten Babıâli ile Büyük
Millet Meclisi arasında hakiki bir ikilik mutasavver olmadığı ve her türlü ısrar ve
baskıya karşı Sevr Antlaşması’nın tasdik edilmemesinde mukavemet ve tesadüf
olunan müşkilat-ı azimenin göğüslenmesi ile idare işlerinin yürütülmesi ve
işgalin tesirinin azaltılması hususunda elinden geleni yapan ve bu meyanda
muvaffakiyatı vakıanın husulüne olabildiğince
hizmet eden heyetimiz,
Hâkimiyet-i Milliye’yi tahkim ve tevsik suretiyle idare birliğini temin için
müzakereye hazır olduğu halde mesaiî harbiyenin faydalı bir barış ile semerat-ı
siyasiyesini toplamak zamanında millet mücahedesinden ayrı kalmayı ve bu
sebeple birlikte elde edilmesi mümkün olan menâfi’-i âliye-i vatandan en küçük
bir parçayı bile kaybetmeyi asla caiz görmez. Ayrılık şöyle dursun, en ufak bir
muhalefeti dahi reva görmez hatta düşman ayağını kesmek ve istila pisliğini
temizlemek yolunda seyfen mesaiî cansiperane ve hüdapesnidane bulunanları
nefislerine tercih eyler. Binaenaleyh, anlaşmazlık sebebiyle devlet ve milletin
başına maazallahu taalâ bir musibet-i uzma getirmek ve maddi yardım ve
manevi desteklerine nail olduğumuz Âlem-i İslamı müteellim etmektense
menafi-i âliye-i vatan uğrunda birliğin temini evvelce vacip ise bugün farz
26
İstikbâl, 3 Kasım 1922.
63
64
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
olmuştur. Şu halde hem İstikbâl-i memleket hem müdafaa-i hukuk-u vatan
hakkında müzakerede bulunmak üzere Büyük Millet Meclisi’ne tayin olunacak
bir zatın talimat-ı mahsusa ile hemen gönderilmesi bilhassa temenni ve bu şık
tensip buyurulmadığı halde heyetimizden Ziya Paşa Hazretleri’nin oraya
gönderileceği beyan ve cevabının telgrafla bildirilmesi niyaz olunur.
Sadrazam Tevfik”
İstikbâl gazetesinin verdiği habere göre, bu telgrafların okunmasından sonra
mecliste heyecanlı tartışmalar cereyan etti. Özellikle Antalya Mebusu Rasih
Efendi, Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey, Diyarbekir Mebusu ve Nafia
Vekili Fevzi Bey, Kırşehir Mebusu Yahya Galip Efendiler İcra Vekilleri Heyeti
Reisi Rauf Beyefendi, Dâhiliye Vekili Fatih Bey, Hariciye Vekili İsmet, Edirne
Mebusu Kâzım Karabekir ve Müdafaa-i Hukuk Reisi Ali Fuad Paşalar, Sıhhiye
ve Muavenet-i İctimaiye Vekili Rıza Nur, Mersin Mebusu Selahattin Bey,
Erzurum Mebusu Nusret Efendi, Hakkâri Mebusu Mazhar Müfid Bey Tevfik
Paşa’nın bu telgrafını sert sözlerle eleştirdiler.27
Saltanatın kaldırılması ile ilgili mecliste cereyan eden bu görüşmeleri
kamuoyuna duyurmaya devam eden İstikbâl gazetesi, saltanatın kaldırılması ve
hilafet meselesi ile ilgili verilen kararı, 5 Kasım tarihli nüshasında şu başlıklarla
duyurmuştu:
“Hilafet, Hanedan-ı Âli Osman’a Aittir. Halifeliğe, İlmen, Ahlâken, Eslah
ve Erşadı Büyük Milet Meclisi Tarafından İntihab Olunur”, “Büyük Millet
Meclisi’nde Saltanat ve Hilâfet Meselesi”, “Büyük Millet Meclisi İstanbul’daki
Şekl-i Hükümeti Tarihe Müntakil Add Etmiştir”, “Halifeliğe Hanedanın Erşâd
ve Eslah Olanı Meclis Tarafından İntihab Edilir”, “Büyük Millet Meclisi işbu
kararın kabul olunduğu günü bayram ad etmeye karar vermiş ve yüz bir pare
top endâhtıyla teyid olmuştur.”28
Saltanatın kaldırılmasına dair kanun da yine aynı tarihli İstikbal gazetesinde
tam metin olarak aşağıdaki şekilde yayımlanmıştır:
“1. Teşkilât-ı Esasiye Kanunu ile Türkiye halkı, hukuk-u hâkimiyet ve
hükümraniyesini mümessil-i hakikisi olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin
şahsiyeti maneviyesinde gayr-i kabili terk ve tecezzi ve ferağ olmak üzere
temsile ve bil fiil istimale ve irade-i milliyeye istinad etmeyen hiçbir kuvvet ve
heyeti tanımamaya karar verdiği cihetle Misak-ı Milli hudutları dâhilinde
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nden başka şekl-i hükümeti tanımaz.
Binaenaleyh, Türkiye halkı, hâkimiyet-i şahsiyeye müstenid olan İstanbul’daki
hükümet şekli 16 Mart 1336’dan itibaren ve ebediyen tarihe müntakil ad
eylemiştir.
2. Hilâfet, Hanedan-ı Âli Osman’a aid olup, halifeliğe Türkiye Büyük Millet
Meclisi tarafından bu hanedanın ilmen ve ahlaken erşad ve eslah olanı intihap
olunur. Türkiye Devleti, Makam-ı Hilâfet’in istinatgâhıdır.
27
İstikbâl, 3 Kasım 1922.
28
İstikbâl, 5 Kasım 1922.
Hazel KUL, Saltanatın Kaldırılmasının Trabzon Basınına Yansıması
İş bu kararın Büyük Millet Meclisi âliyesince oy birliği ile ve alkışlarla
kabulünü müteakip İcra Vekilleri Heyeti Reisi Rauf Beyefendi, kürsüye gelerek
bu gecenin ve yarın 2 Teşrin-i Sânî, Sene 38’in bayram ad olunmasını teklif
etmiştir. Meclis teklifi alkışlarla kabul etmiş ve dua ile celseye hitam verilmiştir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bu tarihi mukarreratı yüz bir pare top atışıyla
ilân edilmiş ve halk, kıtaât-i askeriye fener alaylarıyla ve mızıkalarla tezahürata
başlamıştır. Tezahürat devam ediyor, herkes büyük bir sevinç içerisinde
yekdiğerini tebrik ile muktedir. Anadolu Ajansı, veladeti risalet penahiye
müsâdif olan bu milli bayram münasebetiyle Büyük Türkiye Milleti’ne ve onun
temsil-i yegânesi Türkiye Büyük Millet Meclisi âliyesine arz-ı tebrikât eyler.” 1
Teşrin-i Sânî, Sene 38.”
Milli egemenlik ve Saltanatın kaldırılması ile ilgili tartışmaya katılan İstikbâl
gazetesi, bu haberlerin devamında Sinop Mebusu Rıza Nur Bey ve 80 mebusun
meclise verdiği takriri şu şekilde neşretmiştir:
“…Birkaç asırdır Saray ve Bâb-ı Âli’nin cehalet ve sefahati yüzünden Devlet
ve millet azim felaketler içinde müthiş bir surette çalkandıktan sonra nihayet
hufre-i inkıraza atılmış bulunduğu bir anda Osmanlı İmparatorluğu’nun
müessis ve sahib-i hakikisi olan Türk Milleti, Anadolu’da hem harici
düşmanlarına karşı kıyam etmiş hem de o düşmanlarla birleşip millet aleyhine
harekete geçmiş olan Saray ve Babıâli aleyhine mücadeleye atılarak Ankara’da
Büyük Millet Meclisi ve onun hükümet ve ordularını teşkil ederek harici
düşmanın Saray ve Babıâli ile fiilen ve müsellahan ve malûm müşkülat-ı şedide
ve mahrumiyet-i elime içinde cidale girişmiş ve bugünkü halâs gününe vâsıl
olmuştur. Türk Milleti, Saray ve Bâbıâli’nin hıyanetini gördüğü zaman Teşkilat-ı
Esasiye Kanunu’nu ısdar ederek onun birinci maddesiyle hâkimiyeti padişahtan
alıp bizzat millete ve ikinci maddesiyle de icra ve kanun yapma kuvvetlerini
onun yed-i kudretine vermiştir. Yedinci maddeyle harp ilânı, sulh akdi gibi
bütün hukuku hükümraniyeyi milletin nefsinde cem eylemiştir. Binaenaleyh, o
zamandan beri eski Osmanlı İmparatorluğu münhedim olup yerine yeni ve milli
bir Türkiye Devleti, yine o zamandan beri Padişah merfu olup yerine Büyük
Millet Meclisi kaim olmuştur. Yani bugün İstanbul’da bulunan heyet
mevcudiyetini usulen himaye edecek hiçbir meşru ve gayr-i ecnebi kuvvete,
müzahereti milliyeye malik olmayıp zıllı zâil halindedir. Millet, şahsi
hükümranlık ve saray halkı ve etrafının sefahati esasi üzerine müessas bir
saltanat yerine asıl millet kitlesinin, köylünün hukukunu himaye ve saadetini
tekeffül eden bir halk hükümeti idaresi tesis ve vaz’etmiştir. Hal böyle iken
İstanbul’da düşmanlar ile teşrik-i mesai etmiş olanların el’an hukuk-u Hilâfet ve
Saltanat ve hukuk-u Hanedandan bahseylemelerini görmekle müstağrak-ı hayret
bulunuyoruz…”29
Gazete bir sonraki sayısında ise; İstanbul Hükümeti’nin istifa ettiğini,
İstanbul’daki memurların Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti adına görev
yapmaya başladıklarını ve İstanbul’un genel anlamda endişe içerisinde olduğunu
29
İstikbal, 5 Kasım 1922.
65
66
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
yazmakta ve Saltanat ve Hilafet müzakerelerinde Mustafa Kemal Paşa ile bu
konu hakkında konuşan diğer mebusların beyanatlarına yer vermeye devam
etmektedir.
Mustafa Kemal Paşa’nın 1 Kasım 1922 tarihli TBMM’deki konuşmasının,
gazetede tam metin olarak yer aldığı görülmektedir. Mustafa Kemal Paşa, tarihî
ve siyasî derinliği olan bu konuşmasına, İstanbul’da gayr-i meşru bir sıfatı
şahsında muhafaza eden Tevfik Paşa’nın evvela hususi ve mahrem olarak
ordularınızın Başkumandanına, müteakiben onu jurnal eder tarzda açık bir
telgrafname ile Büyük Millet Meclisi’ne müracaatta bulunduğunu, bu
telgrafname ile İslam âleminin karıştırılmak istendiğini, bu zihniyetin
bağımsızlığımızı imhaya çalışan düşmanlarımıza karşı mukaddes davamızı
müdafaada milli hükümetimizi zaafa uğratmaya yönelik olduğunu ifade ederek
başlamış ve şöyle devam etmiştir:
“…Mana ve mantıktan uzak olan bu telgrafnamenin muhteviyatı, yüce
Meclis’inizin mevcudiyeti ile tahakkuk eden bir şekli, bir hakikati tekrar mevzu’
bahs etmemizi gerektirdi. İdare şeklimizde mevcut bulunan hakikat, Türkiye
halkının mukadderatına bil fiil ve bizzat el koymuş olması, Hâkimiyet-i
Milliyesini, Saltanat-ı Milliyesini üç seneden beri kendi elinde bulundurarak
dava-ı mukaddesini müdafaa etmekte bulunmasıdır. Bu hakikatin tecellisi bir
batılın yok olmasına oldu. Bu batıl gayr-i meşru, gayr-ı makûl olan şey, bir
milletin hâkimiyet ve saltanat hukukunun bir şahıs uhdesinde temsil edilmesine
müsaade edilmesiydi. Bu nokta üzerinde bütün milletin ve millet arzusuna
tebaan milletvekillerinden meydana gelen Hey’et-i Celilenizin tabiî surette
vermiş olduğu kararı birçok defalar, birçok arkadaşlarımızın muhtelif vesilelerle
ifade etmiş olmalarına rağmen ben de bir arkadaşınız sıfatıyla bu kürsüden aynı
şeyi tekrar edeceğim. Beni beş on dakika daha dinlemek lütfunda bulunmanızı
rica ediyorum.
Arkadaşlar! Hakikati aydınlatmak için hep beraber Türk Tarihi ve İslâm
Tarihi üzerinde kısa ve seri bir nazar geçirmeye muvafakat buyurur musunuz?
Efendiler, bu dünya üzerinde yüz milyonu aşan nüfustan mürekkep bir Türk
Milleti vardır. Ve bu milletin yeryüzündeki genişliği nispetinde tarihte de bir
derinliği vardır. Efendiler, bu derinliği isterseniz iki mikyasla ölçelim. Birinci
ölçü birimi, tarih öncesi devire ait mikyastır. Bu mikyasa göre Türk Milleti’nin
atası olan Türk namındaki insan, ikinci Ebülbeşer Nuh Aleyhisselam’ın oğlu
Yafes’in oğlu olan zattır. Tarih devrinin belge tedarikinde pek müsamahakâr
olan ilk safhalarına biz de müsamaha edelim; fakat en bariz ve an kat’i ve en
maddi tarihi delillere dayanarak beyan edebiliriz ki, Türkler on beş asır evvel
Asya’nın göbeğinde muazzam devletler teşkil etmiş ve insanlığın her türlü
kabiliyatına tecelligâh olmuş bir unsurdur. Sefirlerini Çin’e gönderen ve
Bizans’ın sefirlerini kabul eden bu Türk Devleti ecdadımız olan Türk Milleti’nin
teşkil eylediği bir devletti. Efendiler! Yine malûmdur ki; dünya yüzünde yüz
milyonluk bir Arap kütlesi vardır ve bunların Asiyaî kısmı Arabistan
Yarımadası’nda yoğun olarak arzı mevcudiyet eder. Peygamberliğe ve resullüğe
mazhar olan Fahr-i Âlem Efendimiz, bu Arap kütlesi içinde, Mekke’de dünyaya
gelmiş bir vücud-u mübarek idi. Ey arkadaşlar! Tanrı birdir, büyüktür. İlahi
Hazel KUL, Saltanatın Kaldırılmasının Trabzon Basınına Yansıması
adaletlerin tecellilerine bakarak diyebiliriz ki insanlar iki sınıfta, iki devrede
mütalâa olunabilir. İlk devir, beşeriyetin çocukluk ve gençlik devridir. İkinci
devir, beşeriyetin erginlik ve olgunluk devridir. Beşeriyet birinci devrede tıpkı
bir çocuk gibi, tıpkı bir genç gibi yakından ve maddi vasıtalarla kendisiyle iştigal
edilmeyi istilzam eder. Allah, kullarının lâzım olan olgunluk noktasına
varmasına kadar içlerinden vasıtalarla dahi kullarıyla meşgul olmayı tanrılığın bir
gereği saymıştır. Onlara Hazreti Âdem Aleyhisselam’dan itibaren kaydedilmiş
ve edilmemiş ve sayısız denecek kadar çok Nebiler, Peygamberler ve Resuller
göndermiştir. Fakat Peygamberimiz vasıtasıyla en son dini ve medeni hakikatleri
verdikten sonra artık beşeriyetle bilvasıta temasta bulunmaya lüzum
görmemiştir. Beşeriyetin idrak, aydınlanma ve olgunlaşma derecesi her kulun
doğrudan doğruya ilahi ilhamlar ile temas kabiliyetine vasıl olduğunu kabul
buyurmuştur ve bu sebepledir ki Cenab-ı Peygamber, Hatem-ül Enbiya
olmuştur ve kitabı, en mükemmel kitaptır. Son Peygamberimiz olan
Muhammed Mustafa Sallallahü Aleyhü Vessellem 1394 sene evvel Rumi Nisan
içinde ve Rebi-ül Evvel ayının 12’nci Pazartesi gecesi sabaha doğru tan yeri
ağarırken doğdu, gün doğmadan…30
Çocukluk ve gençlik günlerini geçirdi. Fakat henüz peygamber olmadı.
Yüzü nurani, sözü ruhani, doğruluk ve görüşte eşsiz, sözünde sadık ve halim ve
mürüvvetçe saire faik olan Muhammed Mustafa, evvelâ bu özel ve seçkin
vasıfları ile kabilesi içinde Muhamed-ül Emin oldu. Muhammed Mustafa,
peygamber olmadan evvel kavminin muhabbetine, hürmetine, itimadına
mazhar oldu. Ondan sonra ancak kırk yaşında nübüvvet ve kırk üç yaşında
risalet geldi. Fahr-i Âlem Efendimiz, nâ-mütenahi tehlikeler içinde, bitmez
mihnetler ve meşakatler karşısında yirmi sene çalıştı ve din-i İslam’ı tesise ait
peygamberlik vazifesini ifaya muvaffak olduktan sonra cennetin en yüce katına
erişmiş oldu. Kendisinin doğru yolu göstermesine mazhar olan bütün müslimin
ve bilhassa ashab-ı güzin birçok gözyaşları döktüler. Fakat insanlık gereği olan
bu hale üzülmenin faydasız olduğunu derhal idrak eden erbab-ı fatanet,
Peygamberin arkasından ağlamak değil ümmetin işlerini bir an evvel iyi
yürütmeye mazhar edecek tedbir almak kanaatiyle toplandılar. Resûl-i Ekrem’e
halife olacak bir emir intihâbı mevzuu bahsedildi. Zat-ı Risaletpenahi Yârîgari
olan Hazreti Ebubekir’den şahsen çok hoşlanırdı. Ve son nefeslerini yaşarken
Ebubekir’in kendisine halef olması muvafık olacağını muhtelif tarzlarda işaret
dahi buyurmuşlardı. Buna nazaran toplanıp resmen bir seçim yapmaktan başka
bir iş kalmamış olduğuna hükmolunabilirdi. Hâlbuki bu intihap keyfiyeti o
kadar basit olmadı. Bilakis mesele çok müzakerelere, çok münakaşalara ve çok
esaslı ihtilaflara mâruz kaldı. Seçim işinde mühim olarak üç muhtelif görüş
ortaya çıktı. Bu görüşlerden birisi, Makam-ı Hilâfete hak kazanabilmek, ümmet
işlerini yönetebilmek için lazım olan kudret ve kifayetin kaide alınması idi. Buna
nazaran Makam-ı Hilâfet en kuvvetli ve en nüfuzlu ve en reşid kavmin olacaktı.
30
Mustafa Kemal Paşa yaptığı konuşmaya: “Bugün o gündür. İnşallah bu hayırlı tesadüftür.
Filhakika Arabi tarihiyle bu akşam yevm-i veladetin sene-i devriyesine tesadüf ediyor.” şekilde devam etmiş,
mebuslar bunu güzel bir tesadüf olarak nitelemişlerdir. Ancak bu kısım gazetenin haberinde yer
almamıştır. Bkz. TBMM Z.C, Devre: 1, C. 24, İçtima’i Senesi: 3, Ankara 1960, s. 306.
67
68
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
Bu görüş, cumhûru sahabenindi. İkinci görüş, o güne kadar İslâm’ın başarısında
hizmet eden kavmin hilâfete müstahak addedilmesiydi. Bu, ensarın görüşüydü.
Üçüncü fikir ise, akrabalık kuvvetini lüzumlu saymak idi. Bu da Haşimilerin
görüşüydü. Bu üç görüşten ittifak-ı ara ile birini tercih etmek ve seçim işini
neticelendirmek mümkün olmadı. En nihayet bölünmenin ve fetretin derhal
önüne geçmek lüzumuna kani olan Hazret-i Ömer’in tesiriyle Hazreti
Ebubekir’e biat olundu. Görülüyor ki ilk halifenin seçiminde genel eğilimlerin
tabiî toplanmasından ziyade şahsi tesir, tesbiti şekletmiştir. Efendiler, bu
muhalefet ve münakaşatın yersiz olduğunu zannetmeyelim. Hakikaten hilâfet
işi, millet-i İslâmiyece en büyük bir maslahattır. Çünkü efendiler hilâfet-i
nebeviye ehl-i İslâm arasında rabıta olan bir emarettir ve ehl-i İslâm’ın kelime-i
vahide üzere toplanmalarını temin eden bir emarettir. Emaret ise; Cenab-ı
Hakk’ın bir sır ve hikmetidir ki, teessüsü daima şiddet ve kudret şartına bağlıdır.
Ve ondan asıl maksat da fesadı def etmek ve şehrin asayişini korumak ve cihat
işlerini tanzim ile kamu işlerini iyi tanzim ve tevsiyeden ibarettir. Bu dahi ancak
şiddet ve kuvvete bağlıdır. Âdetullah bu veçhile cari olagelmiştir. Buna nazaran
yukarıda izah ettiğim üç muhtelif görüşten birincinin ki kuvveti ve nüfusu olan
kavmin, milletin hilâfet varisi olması noktasıydı. Diğer görüşlere tercih edilmesi
ve galip olması tabidir ve Hazreti Ebubekir’in tesirle Makam-ı Hilâfet’i işgal
etmesi isabet oldu. İşte bu suretle zaman-ı saadetten sonra hilâfet unvanıyla bir
emaret-i İslamiye teşekkül etti. Fakat efendiler, Peygamberin vefatıyla derhal
her tarafta irtidat başladı, irtica başladı, isyan başladı. Hazreti Ebubekir bunları
bertaraf etti. Vaziyete hâkim oldu. Bir taraftan da İslam emirliğinin sınırlarını
genişletmeye girişti. Ebubekir son dönemlerine yaklaşınca kendi seçimindeki
müşkülatı hatırladı ve Hazreti Ömer’i vasiyetname ile bizzat seçti ve millete
takdim eyledi. Hazreti Ömer zamanı hilâfetinde memalik-i İslâmiye fevkalade
denecek derecede süratle genişledi. Servet çoğaldı. Hâlbuki bir milletin içinde
servet ve bolluk hâsıl olması, insanlar arasında dünyevi garazların ortaya
çıkmasına ve bunun da ihtilal ve fitnenin baş göstermesine sebep olması bu
dünyanın ahvali gereğidir. İşte bu nokta Hazreti Ömer’in zihnini kurcalıyordu.
Bir de Hazreti Ömer hatırlıyordu ki Resul-ü Ekrem sırdaşı olan havas-ı
esbabına şunu demişti:
___ “Ümmetim düşmanlarına galebe edecek, Mekke, Yemen, Kudüs ve
Şam’ı fethedecek. Kisira ve Kayser’in hazinelerini taksim eyleyecektir ve fakat
ondan sonra aralarında fitne ve ihtilâl ve nefsaniyetler meydana gelerek önceki
hükümdarların mesleğine gideceklerdir. Hazreti Ömer, bir gün Hüzeyfe İbn-i
Eman Radiyallahüanh Hazretlerine deniz gibi dalgalanacak fitneyi sorduğu
zaman aldığı cevapta:
___ “Senin için ondan beis yok. Senin zamanında onun arasında kapalı bir
kapı vardır.” dedi.
Hazreti Ömer sordu:
___ “Bu kapı kırılacak mı, yoksa açılacak mı?
Hüzeyfe:
___ “Kırılacak” dedi.
Hazreti Ömer:
Hazel KUL, Saltanatın Kaldırılmasının Trabzon Basınına Yansıması
___ “Öyle ise artık kapanmaz” dedi ve izharı tesadüf etti. Hakikaten kapı
kırılmak mukadderdi. Çünkü İslam memleketleri genişlemişti, iş çoğalmıştı. Bu
şekl-i emaret ve bu tarz-ı idare ile her yerde adaleti kâmile icrası müşkil olmuştu.
Hazreti Ömer bunu idrak ediyor ve sıkılıyor ve Allah’a yalvararak diyordu ki:
___ “Ya Rab, Ruhumu al.”
Ömer bir gün ağlarken sebebi soruldu:
___ “Nasıl ağlayayım ki Fırat kenarında bir oğlak zâyi olsa korkarım ki
Ömer’den sorulur” diye cevap verdi. Evet, Hazreti Ömer Radiyallahüanh artık
hilâfet unvanı altındaki emirlik tarzının bir devlet idaresine kâfi olmadığını, bir
zatın kendi faziletinde, kendi kudretinde ve hatta kendi heybetinde olsa dahi bir
devletin idaresine kâfi olmadığını bütün kapsamlı manasıyla idrak eylemişti.
Hatta bu endişe ile idi ki Ömer kendinden sonra artık bir halife düşünemez
oldu. Kendisine oğlunu tavsiye ettikleri zaman bir hanedandan bir kurban
yetişir dedi. Abdürrahman bin Avf’ı çağırdı:
___ “Ben seni veliahd eylemek istiyorum” dedi. O da :
___ “Bana kabul et diye rey ve nasihat eyler misin?” dedikte Ömer:
___ “Edemem” dedi. Abdürrahman:
___ “Vallah ben de ebediyen bu işe giremem” dedi. En nihayet Ömer, en
makul noktaya temas etti. Emaret, devlet ve millet işini meşverete havale etti.
Ömer’den sonra ashab-ı şûra ve bütün halk mescidi ağzına kadar doldurdu ve
orada bazı şayan-ı dikkat vaziyetlerle yine idare-i ümmeti, seçtikleri bir halifeye
tevdi ettiler. Hazreti Osman, halife oldu. Fakat kırılmaya mahkûm olan kapı
artık kırılmıştı. İslam memleketlerinin her tarafında bin türlü dedikodu ve
hoşnutsuzluk başladı. Zavallı Osman, aciz ve naciz bir vaziyete düştü. O kadar
ki, Şam Valisi Muaviye onun hayatını muhafaza etmek için kendi himayesine
davet etti. Buna muvafakat edemeyen Hazreti Osman’a valiliği tarafından
kendini koruması için asker göndermeyi teklif etti. Bunların hiçbirisine meydan
kalmadı. Her tarafta isyan eden muhtelif mıntıkalar, halkı Medine’de evinin
içinde Hazreti Osman’ı kuşatmaya aldı. Ve muhterem zevcesinin yanında şehit
etti. Birçok gürültü ve kanlı olaydan sonra Hazreti Ali, Makam-ı Hilâfete
getirildi. Tekrar edelim ki kapı kırılmıştı. Aynı ırktan olmakla beraber Irak başka
bir şey, Yemen başka bir şey, Suriye başka bir şey ve Hicaz diyarı da bambaşka
bir şeydi. Hicaz’da bir halife, Suriye’de kuvvete istinat eden bir vali ile Sıffin’de
karşı karşıya gelmeye mecbur oldu. Muaviye, Hazreti Ali’nin hilâfetini tanımıyor
ve bilâkis onu hunu Osman ile itham eyliyordu. Vazifesi âlem-i İslâm’da Kur’an
hükümlerinin tatbikatından ibaret olan Halife, mızraklarına Kur’an sayfaları
geçirilmiş Emeviye ordusunun karşısında muharebeyi kesmeye mecbur oldu.
Zaruri olarak iki taraf hakemlerinin vereceği hükme tabi olmaya söz verdi.
Muaviyenin murahhası Amr bin As ile Hazreti Ali’nin murahhası Ebu Musa
El’eşari tahkimnameyi tanzim için karşı karşıya geldikleri zaman, Hazreti Ali
hazır bulunuyordu. “Emir’ül Mü’minin Ali ile Muaviye arasında
tahkimnamedir” diye yazılan cümleye derhal Muaviye’nin murahhası itiraz etti
ve dedi ki:
___ “O Emir’ül Mü’minin kelimesini oradan kaldır. Sen yalnız emrinde
bulunanların emiri olabilirsin. Şam ahalisinin emiri değilsin.”
Hazreti Ali, isminin başındaki sıfatının kaldırılmasına muvafakat etti.
Bundan sonra iki taraf murahhasının yekdiğerine karşı kullandığı adi hile,
69
70
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
cümlece malûmdur. Bunda muvaffak olan Amr İbn-ül As Muaviye’ye hilâfetini
müjdeledi. Diğer taraftan Hazreti Ali de hakemeynin hükmüne sadık kalacağına
söz verdiği halde biraz tereddüdü müteakip icra-ı hilafete devam etti. Görülüyor
ki, Resulallah’ın vefatından yirmi beş sene kadar kısa bir zaman sonra İslam
âlemi içinde İslam’ın en büyük zevatından ikisi karşı karşıya hilâfet iddiasıyla
arkalarından sürükledikleri aynı din ve aynı ırktaki insanları kanlar içinde
bırakmakta beis görmediler. En nihayet hilesinde muvaffak olanı, saf ve nezih
olanını mağlup ve çoluk çocuğunu mahv ve perişan eyledi. Ve bu suretle hilâfet
unvanı altındaki İslam emirliği yine hilafet unvanı altında İslam saltanatına
dönüştürdü. Emevi saltanatı büyük istilalar yapmakla beraber baştan nihayete
kadar kanlı ve elim vekayi ile ancak doksan seneyi doldurabilmiş ve Hicret’in
132’nci senesinde Arap milleti Emevi sultanlarını başlarından atmış ve yerine
başka namda bir devlet tesis eylemiştir. Bu devlete Abbasi Devleti ve devletin
başında bulunan insanlara da Halife derlerdi. Merkez-i faaliyeti Irak’ta bulunan
Abbasi Hilâfeti’nin mevcudiyetine rağmen Endülüs’te dahi Halife-i Resulallah
ve Emir-ül Mü’minin unvanlarıyla asırlarca saltanat sürmüş hükümdarlar
mevcuttu. Beyanatıma mukaddeme olarak izah etmiştim ki, bundan bin beş yüz
sene evvel, yani Hicret-i Nebevi’den iki buçuk asır evvel, Orta Asya’da
muazzam bir Türkiye Devleti mevcuttu. İslâm öncesi mevcut olan bu
devletlerin sahibi Türkler, bundan bin sene evvel İslam’ı kabul ettiler. Evvelâ
Şark’a doğru memleketlerini genişleterek Çin hududuna kadar nüfuz icra
eylediler. Abbasi halifeleri zamanında da bu civanmert Türkler, asalet ve
şecaatle nam salmış olan Türkler, asker olarak Suriye’ye, Irak’a kadar geldiler.
Abbasi halifelerinin taht-ı idaresinde bulunan bu yerlerde nüfuz kazandılar. En
yüksek idare ve emr-i kumanda makamatına yükseldiler. Dördüncü asr-ı hicride
idi ki Selçuk Hükümeti namı altında muazzam bir Türk devleti teşekkül etti. Bu
devletin namı altında faaliyet icra eden Türkler, bir taraftan Kafkasya’ya diğer
taraftan güneye, İran ve Irak’a ve Suriye’ye Anadolu’ya nüfuz eyledi. Bağdat’ta
oturan Abbasi halifeleri bu muazzam Türk devletinin nüfuz dairesine girmişti.
Filhakika bu Türk Devleti beşinci asır ortalarında Maveraünnehir ve Harezm,
Şam ve Mısır’ı ve Anadolu kıtasının çoğunu ve birçok mmleketleri zabt ile
hududunu Kaşgar’dan ve Seyhun mecrasından Akdeniz’e ve Bahr-i Ahmer ve
Bahr-i Ummana kadar genişletti ve Bağdat’ta bulunan Abbasi halifelerini irade
ve idaresi altına aldı. Bağdat’ta aynı merkezde Melikşah namında Türk
hâkimiyetini temsil eden bir zat ile halife namını taşıyan Muktadibillah yan yana
oturdular ve akraba oldular. Bu vaziyeti ve bu manzarayı biraz tahlil etmek
isterim:
Türk Hakanı ki, muazzam bir Türk devletinin hâkimiyet ve saltanatını
temsil ediyor, temasında bir hilafet makamının ayrıca muhafaza edilmesinde bir
beis görmüyor. Eğer böyle bir mahzur görseydi zaten idaresi altına aldığı
makamı ortadan kaldırmak ve o makama ait sıfat ve salâhiyeti kendi makamında
toplamış bulundurmak mümkündü. Hazreti Selim’in takriben beş asır sonra
Mısır’da yaptığını eğer isteseydi Melikşah daha o zaman Bağdat’ta yapmış
olurdu. Müşârün-ileyhin belki yalnız düşündüğü bir şey var idiyse o da Türkiye
Selçuk Devleti’ne daha sadık ve hilafet makamına daha layık diğer birinin halife
Muktedibillâh’a halef olmasını temin idi. Filhakika Muktedibillâh’ın veliahdı
Hazel KUL, Saltanatın Kaldırılmasının Trabzon Basınına Yansıması
olan oğlunu azil ve onun yerine kendi torununu ikame için halifeyi tazyik etti.
Melikşah ölmeseydi bu böyle olacaktı.
Şimdi efendiler, hilâfet makamı mahfuz olarak onun yanında hâkimiyet ve
saltanat-ı milliye makamı ki, Türkiye Büyük Millet Meclisidir, elbette yan yana
durur ve elbette Melikşah’ın makamı karşısında aciz ve naçiz bir makam sahibi
olmaktan daha âli bir tarzda bulunur, çünkü bugünkü Türkiye Devleti’ni temsil
eden Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Çünkü bütün Türkiye halkı, bütün
kuvvetleriyle o hilâfet makamının dayanağı olmayı doğrudan doğruya yalnız
vicdani ve dini bir vazife olarak taahhüt ve yükleniyor. Tarihi düşünceler silsilesi
üzerinde birkaç adım daha beraber atalım. Bu adımlarımız bizi bugünkü idare
şeklimizin ne kadar tabiî, ne kadar zaruri ve Türkiye için ve bütün İslâm âlemi
için ne kadar faydalı ve isabetli olduğu neticesine ulaştıracaktır. Efendiler, Orta
Asya’da devlet üstünde devlet teşkil etmiş olan Türkler, daha batıda İran
Selçukluları ve Anadolu’da da Rum Selçukluları namı altında pek muazzam ve
pek medeni devlet teşkil etmişlerdir. Konya’da hükümet merkezlerini tesis
etmiş olan Rum Selçukluları malûm-u âlileri olduğu üzere 699 (1308) senesine
kadar mevcudiyetlerini muhafaza ediyorlar. Arz olunan İslâm-Türk devletleri
faaliyet icra ederken Cengiz Han namındaki cihangir, Karakurum’dan çıkarak
559 (1227) senesinde hudutlarını Çin Denizi’ne, Bahr-i Baltık’a, Bahr-i Siyah’a
kadar tevsi eyliyor. Cengiz’in torunu Hülâgü idi ki 656 (1258) hicri senesinde
Bağdat’ı zapt ederek Abbasi halifesi Mu’tasım’ı idam ediyor ve bu suretle dünya
yüzünde fiilen hilâfete hatime veriliyor. İrtihâl-i fahr-i âlemden sonra Resûl’ün
birinci halifesi Ebubekir, ne dünyayı istemiş ne de dünya ona teveccüh
eylemişti. İkinci halife Hazreti Ömer, toplum hayatındaki dalgalanmaların
durdurulamaz olduğu kanaatini hayatında yakinen idrak ederek ruhu ıstırap
içinde vefat etti. Hazreti Osman’a gelince, mukadder olan hücumlar içinde
kanını Kitabullah’a akıtarak terk-i dünya eyledi. Hazreti Ali, hilafeti uhdesinde
tutmamak ve Ehl-i Beyt’i Resulün hukukunu muhafaza edememek bahtsızlığına
uğradı. Emeviler, doksan seneden fazla hilâfeti muhafaza edemediler. En
nihayet hilafet nüfuzunu Bağdat surlarına çekmeye mecbur olan Abbasi
halifelerinin sonuncusu Mu’tasım’ı çoluk çocuğuyla ve sekiz yüz bin kişi Bağdat
ahalisiyle beraber Hülâgü’ya kurban verdiler. Abbasi halifelerinin zaafını
görmekle Halife-i Resullallah ve Emir-ül Mü’minin unvanlarını almış olan ve
hilâfet nüfuzları El-Hamra Sarayı’nın kapısından çıkmamaya mahkûm kalan
Endülüs’teki halifelerin de hicri beşinci asır başlarındaki feci akıbeti malûmdur.
Bağdat’ta Hülâgü’nün ihdas eylediği mühim vakıa neticesinde yerküre üzerinde
Halife ve Makam-ı Hilâfet yok olmuş bir hale getiriliyor. Bundan üç sene sonra
yani 659 (1261) hicri tarihinde idi ki, Abbasi halifeleri neslinden El- Müstansır
Billâh isminde bir zât Hülâgü’den kurtulup Mısır Hükümeti’ne iltica etti ve bu
zât Mısır Meliki tarafından Halife tanındı. Bundan sonra on yedi zat halife
unvanını haiz olarak ve fakat hiçbir salahiyeti, hiçbir tesir ve nüfuzu olmayarak
doğrudan doğruya Mısır Hükümeti’nin himayesinde yekdiğerinin yerini alarak
hayat sürmüştür.
Selçuki Devleti’nin idaresinde genel bölümde hâsıl olması üzerine Türkler,
699 (1300) hicri tarihinde Selçuk devleti yerine Osmanlı Devleti’ni
canlandırarak tesis eylediler. Bu devletin ulularında Yavuz Hazretleri 924 (1517)
hicri tarihinde Mısır’ı zapt eylediği zaman orada idam eylediği Mısır
71
72
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
hükümdarlarından başka, unvanı halife olan bir zat buldu. Halife sıfatının böyle
bir şahs-ı aciz tarafından kullanılması İslâm âlemi için leke olduğuna şüphe
etmediğinden o sıfatı Türkiye Devleti’nin kuvvetlerine dayanarak canlandırmak
ve yüceltmek üzere aldı.
Efendiler, Osmanlı Devleti ki 669’da (1300) teessüs etmişti. Hilâfeti aldığı
924 (1517) tarihinden ancak elli sene sonrasına kadar tarih-i cihanda yükselme
devri denilen devamlı ve büyük muvaffakiyetler ile dolu olan takriben üç asırlık
bir devir yaşadı. Ondan sonra… Ondan sonra efendiler, gerileme, gerileme
başlıyor.
Efendiler, gerileme devrinin her safhası Türkiye Devleti’nin hudutlarını
biraz daha darlaştırıyor, Türk milletinin maddi ve manevi kuvvetlerini biraz
daha fazla taksir ediyor, devletin istikbâlini biraz daha darbeliyor, arazi, servet,
nüfus ve millet haysiyeti azami bir süratle mahv ve harap oluyor. Nihayet Âl’i
Osman’ın otuz altıncı ve sonuncu padişahı Vahidettin’in devr-i saltanatında
Türk Milleti en derin esaret çukurunun önüne getiriliyor. Binlerce seneden beri
istiklâl mefhumunun asil timsali olan Türk milleti bir tekme ile bu çukurun içine
yuvarlanmak isteniyor. Fakat bu tekmeyi vurdurmak için bir hain, şuursuz,
idraksiz bir hâin lâzımdı. Nasıl ki kanunen idamı lazım gelenlerin bile ipini
çekmek için kalp ve vicdanı, insani yüceliklerden soyutlanmış bir mahlûk aranır.
İdam hükmünü verenlerin böyle adi bir vasıtaya ihtiyaçları vardır. O kim
olabilirdi? Türkiye Devleti’nin istiklâline son veren, Türk halkının hayatını,
namusunu, şerefini imha eden, Türkiye’nin idam kararını ayağa kalkarak bütün
endamıyla kabul etmek istidadında kim olabilirdi?
Maatteessüf bu milletin hükümdar diye, sultan diye, halife diye başında
bulundurduğu Vahdettin, bu hareketi yalnız kendinin lâyık olduğu bir
muameleyi kabul etmiş olmaktan başka hiçbir şey yapmadı. Vahdettin, bu
hareketiyle kendini öldürdü ve temsil eylediği idarenin şeklinin yıkılışını zaruri
kıldı. Fakat efendiler, millet hiçbir vakit bu hıyanetkârane hareketin kurbanı
olmaya razı olamazdı. Çünkü Millet, teamül icabı olarak başında bulunanın
mahiyet-i hareketini kolayca idrak edecek anlayış ve kabiliyette idi. Millet,
tarihin vuzuhundan asırlardan beri uğradığı felaketlerin sebeplerini bir anda
hülasa edebilecek hassasiyet ve uyanıklıkta idi. Millet, şahısların saltanat hırsı,
tahakküm hırsı, istila hırsından başlayarak menfaat ve rahat temini ve sefahat ve
rezaleti genişletme, bolca israflar gibi hasis maksatları için vasıta ve kuvvet
olmak yüzünden kendi benliğini unutacak mertebede geçirdiği gafletlerin elim
neticelerini derhal hülasa edebilecek anlayış ve olgunlukta idi. Artık milletin en
makûl ve en meşrû ve en insani salâhiyetini istimal etmek zamanı geldiğinde
tereddüdü kalmamıştı. Tarih-i cihanda bir Cengiz, bir Selçuk, bir Osman
Devleti tesis eden ve bunların hepsini hadisat ile tecrübe eyleyen Türk Milleti,
bu defa doğrudan doğruya kendi nam ve sıfatında bir devlet tesis ederek bütün
felaketlerin karşısında yaratılmış olduğu kabiliyet ve kudretle mevki aldı. Millet,
mukadderatını doğrudan doğruya eline aldı ve milli saltanat ve hâkimiyetini bir
şahısta değil, bütün efradı tarafından seçilmiş vekillerden meydana gelen bir
Meclis-i Âli temsil etti. İşte o Meclis, Melis-i Âlinizdir, Türkiye Büyük Millet
Meclisi’dir. Milletin saltanat ve hâkimiyet makamı yalnız ve ancak Türkiye
Büyük Millet Meclisi’dir. Ve bu hâkimiyet makamının hükümetine, Türkiye
Hazel KUL, Saltanatın Kaldırılmasının Trabzon Basınına Yansıması
Büyük Millet Meclisi Hükümeti derler. Bundan başka bir saltanat makamı,
bundan başka bir hükümet heyeti yoktur ve olamaz.31
Kendine hilâfet sıfatını izafe eden bu şahsi mevkii yıkılınca hilâfet makamı
ne olacaktır, suali akla gelir. Efendiler, Abbasi halifeleri devrinde Bağdat’ta ve
ondan sonra Mısır’da hilâfet makamının asırlarca müddet saltanat makamıyla
yan yana ve fakat ayrı ayrı bulunduğunu gördük. Bugün dahi saltanat ve
hâkimiyet makamıyla hilâfet makamının yan yana bulunabilmesi en tabiî
hallerdendir. Şu farkla ki, Bağdat’ta ve Mısır’da saltanat makamında bir şahıs
oturuyordu. Türkiye’de o makamda asıl olan milletin kendisi oturuyor. Hilâfet
makamı dahi Bağdat ve Mısır’da olduğu gibi kudretsiz ve mülteci bir aciz şahıs
değil, dayanağı Türkiye Devleti olan yüce bir şahıs oturacaktır. Bu suretle bir
taraftan Türkiye halkı asri bir medeni devlet halinde her gün daha sağlam
olacak, her gün daha çok insanlığını ve benliğini anlayacak, şahısların hıyanet-i
tehlikesine kendisini mâruz bulundurmayacak ve diğer taraftan da hilâfet
makamı de bütün İslâm âleminin ruh ve vicdanının ve imanının irtibat noktası,
İslâm kalplerin ferahlığının başlangıcı olabilecek bir izzet ve ulviyette tecelli
edecektir.
Efendiler, Türkiye Devleti’nin, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve onun
Hükümeti mefhumlarının millet memleketimiz için ne kadar kuvvet ve feyz ve
kurtuluş ve saadet vaat ettiğini izaha lüzum göremem. Üç senelik fiili tecrübeler
ve bunun mesut semereleri kâfi fikir ve kanaat verebilir inancındayım. Bundan
sonra hilâfet makamının dahi Türkiye Devleti için ve bütün İslâm âlemi için ne
kadar feyz dolu olacağını da istikbâl bütün vuzuhu ile gösterecektir. Bu maruzat
ve izahatıma nihayet vermek için yüksek heyetinize şunu arz edeyim ki, bütün
arkadaşlarımın mevzu’u bahs olan meselenin esasında tamamen birleşmiş ve
müttefik olduğunu, büyük bir vicdani kanaat ve fikrî muhakeme ile beraber
olduğunu görüyorum. Bu hal, milletimizin cidden teşekkürünü mucip bir haldir.
Yüksek heyetinizin sonsuz takdirleri ve tebrikleri gerektiren bir hakkıdır.
Deminden tafsilatlı bir önerge okunmuştu. Şimdi okunan bir iki takrir daha var.
Her üçünün muhteviyatı arz ettiğim gibi esas noktalarda birdir. Binaenaleyh,
yapılacak şey, bu üçünün daha açık ve daha güzel bir tarzda tespit etmek ve
yüksek heyetinizin kat’i oyuna kavuşturarak bir an evvel ilân etmek ve bu
sayede bütün düşmanlarımızın aleyhimizde aldığı tedbirlere mani olmaktır.”32
Gazete, Mustafa Kemal Paşa’nın beyanatına devamla Meclis’te devam eden
müzakeratları neşre şöyle devam etmiştir:
Paşa Hazretlerinin şiddetle alkışlanan bu nutuklarından takrirler tetkik
olunarak mezcedilmek üzere Kanun-u Esasi, Adliye ve Şer’iye encümenlerine
havale edilerek ilk celseye hitam verildi.
Meclis kararı üzerine Kanun-u Esasi-i Şer’iye ve Adliye derhal müştereken
içtima ederek takrirler hakkında müzakerelerde bulunmuş ve üç saat devam
eden müzakereden sonra ittifak ara ile ittihaz olunan karar, Heyet-i Umumiye’ye
31
32
İstikbâl, 6 Kasım 1922.
İstikbâl, 7 Kasım 1922.
73
74
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
arz edilmiştir. Heyet-i Umumiye’nin ikinci celsesi Reis-i Sâni Adnan
Beyefendinin refakatinde in’ikat ederek müşterek encümenin kabul ettiği
mazbatası kıraat olunmuştur.
Hukuk-u Hilâfet ve Saltanat hakkında Sinop Mebusu Dr. Rıza Nur Bey ve
rüfekasıyla Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey ve rüfekasının ita eyledikleri
tekâlif buna müteallik takatür ile Şer’iye, Adliye ve Kanun-u Esasi
Encümenlerine havale ve tevdi’ buyurulmuş olmakla müşterek encümenimizin
1.11.38 (1922) tarihli içtima’ında mumaileyh Rıza Nur Bey’in teklifinin istinad
eylediği esbab-ı mucibenin tashihan ve Hüseyin Avni Bey’in teklifinin dahi
tadilen buna zeyl olunarak iki madde halinde zeylen neşr ve ilân olunmak üzere
Heyet-i Umumiye’ye arzına müttefikan karar verildi.
Müşterek encümenin mazbatası ve Heyet-i Umumiye’nin kabulüne arz
eylediği mevad ve mukarrerat, dün gece aynen neşr edilmiştir.
Kıraat olunduktan sonra Kemal Paşa Hazretleri söz alarak tespit olunan
nikat-ı esasiye üzerine kanaatlerin toplandığı ve memleket ve milletin istiklâlini
ebediyen koruyacak olan bu esasların Meclis-i Âliyece müttefikan kabul
edileceği ümidinde olduğunu beyan etti. “Reye! Reye!” sesleri arasında Erzurum
Mebusu Hüseyin Avni Bey’in Türk Milletinin hâkimiyet uğruna binlerce insanı
kurban vererek üç yıl boyunca savaştığı ve gerekirse aynı fedakârlığın tekrar
yapılacağını, Tük Milleti’nin öteden beri iradesizce sürüklenen bir koyun sürüsü
olmadığı, saray sefahati ile makamlarından ayrılmak istemeyenlerin tüm
engellemelerine rağmen Türk Milleti’ni kimsenin hizmetçi edemeyeceği
yönündeki şiddetle alkışlanan nutkunu müteakip müzakere kâfi görülmüş ve
Encümen, müttefikken ihraz ettiği yasama ve mevad-ı itikad ile sürekli alkışlar
arasında kabul edilmiştir. Celseye, saat 6.40 geçe hitam verilmiştir. Bu karar
üzerine şehrimiz dün gece ve bugün hakiki bir bayram manzarası arz ediyor.
Gece fener alayları ve gündüzün de ahali her tarafta toplanarak icra-ı şad
etmektedir.33
İstikbâl gazetesi, 8 Kasım tarihli nüshasında Galip Bey (Kırşehir), Mazhar
Müfid Bey (Erzurum) ve Rıza Nur Bey (Sinop)’in meclisteki konuşmalarını neşr
etmiştir.
Galip Bey, milli his ve insaniyetten uzak olan Tevfik Paşa’nın göndermiş
olduğu telgraflara şaşırmadığını belirtmiştir. İstanbul Hükümeti’nin Paris
Konferansı’nda takınmış olduğu tutumun bugün neden değişikliğe uğradığını “ o
sırada hasta bulunuyorlardı ve ölmeden önce hakkı yerine teslim etmesi gerekiyordu, ancak
daha sonra anladı ki ölmeyecek, hakkı teslim etmedi” sözleriyle özetleyen Galip Bey,
konuşmasını milletin gerçek temsilcisinin TBMM olduğunu bitirmiştir.34
Rıza Nur Bey ise; İtilaf Devletleri’nin Türkiye’de iki hükümetin varlığını
kabul sebebinin menfaatleri gereği olduğunu ve bu noktada Türk Milletine
düşen vazifenin tüm dünyaya hâkimiyetin gerçek sahibini göstermesi gerektiğini
33
İstikbâl, 7 Kasım 1922.
34
İstikbâl, 8 Kasım 1922.
Hazel KUL, Saltanatın Kaldırılmasının Trabzon Basınına Yansıması
belirten bir konuşma yapmış ve konuşmanın ardından hazırladığı takriri riyaset
makamına sunmuştur.35
Mazhar Müfit Bey de, Bâb-ı Âli’yi divaneler yeri olarak niteleyip oradan
gelmiş bulunan telgrafların hiçbir kıymeti olmadığını belirtmiş, devamında Gazi
Mustafa Kemal ve kendileri vatanı kurtarmak için uğraşırlarken İstanbul
Hükümeti’nin onları vatan haini olarak ilan edip sahte fetvalarla idamlarını
emrettiği zamanı hatırlatan bir konuşma yapmıştır. Tevfik Paşa’nın Londra
Konferansında “Söz TBMM’nindir” diyerek takındığı tutumun 1 yıl sonra
Lozan Konferansı sürecindeki değişimine vurgu yapan Mazhar Müfit Bey,
hâkimiyetin kayıtsız şartsız milletin olduğu ve TBMM tarafından gerçekleştiğini
belirtmiştir. Konuşmasını İstanbul Hükümeti’nin açık bir ihanet içerisinde
olduğunun kendilerine bildirilmesini teklif ederek sonlandırmıştır. 36
9 Kasım tarihli nüshasında Mazhar Müfit Bey’in konuşmasının devamını
neşreden gazete, Rasih Efendi ve Hüseyin Avni Beylerin konuşmalarına da yer
vermiştir.
Rasih Efendi, Tevfik Paşa’nın gönderdiği telgrafta kullanmış olduğu “Ankara
Büyük Millet Meclisi” ifadesi ile “BMM’nin İstanbul Hükümeti ile birlikte
hareket etmeyerek sulhu kesintiye uğrattığı” ve yine “TBMM’nin Osmanlı
Devleti’nin 600 yıldan beri İslâm âlemi ile olan tarihini yıktığı” suçlamaları
üzerine açıklama yapmıştır. Ankara Hükümeti ifadesini kullanan İstanbul
Hükümeti’nin, Müttefik Devletler ile aynı düşünce yapısına sahip olduğunu
ifade eden Rasih Efendi, Tevfik Paşa’nın TBMM’nin sulhu kesintiye uğratması
hakkındaki suçlamalarını ise; bir propaganda olarak nitelemiş, konferansa ancak
Türk Milletinin hakkını savunacak bir meclisin yani TBMM’nin katılacağını
söylemiştir. Rasih Efendi, İslâm âlemi ile olan tarihi bağların yıkıldığı
suçlamalarına ise; Misak-ı Milli ve Teşkilat-ı Esasiye Kanunları’nın Hilafetle ile
ilgili maddeleriyle cevap vermiş, İstanbul Hükümeti’nin kazanılan zafere ortak
olmaya çalıştığını ancak Türk Milletinin tek temsilcisinin TBMM olduğunu ifade
ile nutkunu bitirmiştir. 37
İstikbâl Gazetesi 10 Kasım tarihli nüshasında Rasih Efendi’nin nutkunun
devamına müteakiben Hüseyin Avni Bey’in konuşmasını neşretmiştir.
Hüseyin Avni Bey, Türk Milleti’nin bugün gelmiş olduğu durumun
müsebbibinin düşmanlarımız değil alınan yanlış kararlar olduğunu ifade ile bu
felaketlerden örnek alan milletin bir inkılaba doğru yol aldığını ve türlü
eziyetlerle kazanılan İstikbâli hiçbir kuvvet ve hiçbir kimsenin geri alamayacağını
söylemiştir. Tevfik Paşa’nın göndermiş olduğu telgrafta yer alan İslâm âlemi ile
olan muhabbetin TBMM Hükümetince yıkıldığı suçlamasına cevaben Hüseyin
35
İstikbâl, 8 Kasım 1922.
36
İstikbâl, 8 Kasım 1922.
37
İstikbâl, 9 Kasım 1922.
75
76
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
Avni Bey, Babıâli tarafından Sevr Muahedesini imzalarken hiçe sayılan İslâm
âleminin, bugün İstanbul Hükümeti’ni tanımadığını söylemiştir. 38
İstikbâl Gazetesi, 12 Kasım tarihli nüshasında “İngilizler Vahdettin’i İstifa
Ettirmiyorlarmış”, “Herif Yıldız’da İngiliz Muhafızlarının Himayesinde Selamlık
Yapmış”, “Herifi Saltanat ve Hilâfetten İstifa Ettirmiyorlarmış”, “Herif Dün
İngiliz Muhafızlarının Himayesinde Yıldız’da Selamlık Yaptı”, “İngilizler
İstanbul’da Karışıklık Yapmak İstiyorlar” “Dünkü Gün İstanbul Afakında
Uçurdukları Tayyarelerle Bir Nümayiş Yapmışlardır”, “Saltanat-ı Milliyenin
Avrupa’da Uyandırmış Olduğu Tesirat” başlıkları ile saltanatın kaldırılmasının
İstanbul ve Avrupa’daki akislerine yer vermiştir. Gazete, İngilizlerin Vahdettin’i
saltanat ve hilâfetten istifa ettirmeyerek millet ve memlekete karşı silah olmak
üzere himaye ettiklerini ve de İstanbul’da karışıklık çıkarmaya çalıştıklarını
yazmıştır.39
Gazete, saltanatın kaldırılması Avrupa’da uyandırmış olduğu akislere
örnek olarak,
“Fransız gazetelerinin büyük kısmı, padişahın sukutunu Şark meselesini işgal
edebilecek bir mahiyette görmemektedirler ve Türkiye’de şekl-i idarenin tebdiline ait haberler
İngiliz matbuatında muhtelif neşriyata zemin olmaktadır. Gazeteler umumiyetle yeni
Türkiye’de demokrat usulünün ihraz galebe edeceği fikrindedirler. Türkiye, eski batıl siyasi
itikadını sarsmıştır. Onun ricali askeri muvaffakiyetlerden geldi. Şimdi siyaseti tecrübe
sahibi olduklarını göstermelidirler40” şeklinde haberleri de yayınlamıştır.
Sonuç
Saltanatın kaldırılmasıyla beraber 600 yıllık Osmanlı Saltanatı sona ermiş ve
milli egemenliğin gerçekleşmesi yolunda önemli bir adım atılmıştır. Padişahın
kişiliğinde toplanmış olan sultanlık (dünya işleri yönetimi) ile halifelik (din işleri
yönetimi) birbirinden ayrılmış, dünya işlerinin yönetimine ait bütün yetkiler
millet adına Büyük Millet Meclisi’ne verilerek Padişah’ın sultanlığı kaldırılmış,
sadece din işlerine ait görev ve yetkileri kalmıştır. Padişah’ın sultanlık yetkileri
kalmayınca, bu yetkiye dayanarak kurduğu hükümetin de varlık sebebi ortadan
kalkmış, 4 Kasım 1922’de İstanbul Hükümeti’nin istifası ile birlikte Ankara’daki
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, artık fiilen yeni devletin tek temsilcisi
olmuştur. 41
Türk inkılâbının bu önemli gelişmesi ulusal ve yerel basında geniş yer
bulmuş, saltanatın kaldırılmasına dair TBMM’de yapılan görüşmeler an be an
gazetelere yansımıştır. Bu bağlamda Karadeniz Bölgesi’nin önde gelen
38
İstikbâl, 10 Kasım 1922.
39
İstikbâl, 12 Kasım 1922.
40
İstikbâl, 12 Kasım 1922.
41
Mahmut Goloğlu, Milli Mücadelede Tarihi IV (1921-1922), Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, İstanbul 2010, s. 400-401.
Hazel KUL, Saltanatın Kaldırılmasının Trabzon Basınına Yansıması
gazetelerinden biri olan ve merkezi Trabzon’da bulunan İstikbâl Gazetesi’nde
yer alan haberler ve yapılan yorumlardan da anlaşılacağı üzere saltanatın
kaldırılması tüm yurtta sevinçle karşılanmış, asırlar sonra milli egemenliğini
kazanan halk, sokaklarda sevinç gösterileri yapmış ve bu kutlu gün milli bayram
olarak ilan edilmiştir.
Kaynaklar
Atatürk’ün Bütün Eserleri (2004), C. 14 (1922-1923), Kaynak Yayınları, İstanbul.
Atatürk’ün Sırdaşı Kılıç Ali’nin Anıları (2005), Der. Hulûsi Turgut, Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınları, İstanbul.
AKSOY Hikmet (1998) Trabzon Basını (Gazeteler-Gazeteciler) 1869-1998, Trabzon
Gazeteciler Cemiyeti Yayınları, Trabzon.
AKBULUT Dursun Ali (2009) Saltanatın Kaldırılması ve Yakıları, Türkiye Cumhuriyeti
Tarihi, C. I, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, s. 359-367.
BELEN Fahri (1973) Türk Kurtuluş Savaşı, Başbakanlık Basımevi, Ankara.
DEMİREL Ahmet (1995) Birinci Meclis’te Muhalefet “İkinci Grup”, İstanbul.
DENİZLİ Hikmet (1996) Sivas Kongresi Delegeleri ve Heyet-i Temsiliye Üyeleri, Ankara.
DOĞANAY Rahmi (2001) Milli Mücadele’de Karadeniz, Atatürk Araştırma Merkezi
Yayınları, Ankara.
ERASLAN Cezmi (2010) Siyasi Alanda Yapılan İnkılaplar, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi II,
Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, s. 15-42.
Gazi Mustafa Kemal (1989) Nutuk, C.I, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara.
Gazi Mustafa Kemal (1989) Nutuk, C. II, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara.
GOLOĞLU Mahmut (2006) Milli Mücadele Tarihi III, Üçüncü Meşrutiyet (1920), Türkiye
İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul.
GOLOĞLU Mahmut (2010) Milli Mücadelede Tarihi IV (1921-1922), Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınları, İstanbul.
GÜNEŞ İhsan (1997) Birinci TBMM’nin Düşünce Yapısı (1920-1923), Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınları, Ankara.
HAFIZOĞULLARI Zeki (2001) Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Fikri Temelleri, Atatürk
Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara.
HÜLAGÜ Metin (2008) Yurtsuz İmparator Vahdeddin, Timaş Yayınları, İstanbul.
İstikbâl Gazetesi (1922) 1 Kasım, 2 Kasım, 5 Kasım, 6 Kasım, 7 Kasım, 8 Kasım, 9
Kasım, 10 Kasım, 12 Kasım.
KARAL Akgün Seçil (2006) Halifeliğin Kaldırılması ve Laiklik (1924-1928), Temel
Yayınları, İstanbul.
KARACAN Ali Naci (2011) Lozan, Haz. Hulûsi Karacan, Türkiye İş Bankası Yayınları,
İstanbul.
Kılıç Ali (1998) Atatürk’ün Hususiyetleri, Yenigün Haber Ajansı Yayınları, İstanbul.
KILIÇ Selami (1998) II. Meşrutiyetten Cumhuriyet Türkiye’sine Türk İnkılâbının Temelleri,
Kaynak Yayınları, Erzurum.
KİNROSS Lord (2007) Atatürk, Bir Milletin Yeniden Doğuşu, Çev. Necdet Sander, Altın
Kitaplar Yayınevi, İstanbul.
77
78
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
KÜÇÜKKAYA İsmail (2008) Cumhuriyetimize Dair, Aşina Kitaplar, İstanbul.
OKUR Mehmet (2000) Milli Egemenlik ve Teşkilât-ı Esasiye Kanunu, Atatürk Dergisi,
C. III, S. I, Erzurum, s. 289-304.
SATAN Ali (2008) Halifeliğin Kaldırılması, Gökkubbe Yayınları, İstanbul.
SELEK Sebahattin (1982) Milli Mücadele (Ulusal Kurtuluş Savaşı), C.II, Örgün Yayınevi,
İstanbul.
SEVÜK İsmail Habib (2008) Atatürk’le Beraber, Haz. Lütfü Tınç, Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınları, İstanbul.
SONYEL Salâhi R. (1989) Atatürk-The Founder of Modern Turkey, Türk Tarih Kurumu
Yayınları, Ankara.
ŞİMŞİR Bilal (2012) Lozan Günlüğü, Bilgi Yayınevi, Ankara.
TURAN Osman (2005) Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, Ötüken Neşriyat,
Ankara.
TURAN Şerafettin (1992) Türk Devrim Tarihi, C. II, Bilgi Yayınevi, Ankara.
TBMM Zabıt Ceridesi, Devre I, İçtimai Senesi: 3, C. 24, Ankara 1960.
YALMAN Ahmet Emin (1970) Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim, C. III, Pera
Turizm Yayınları, İstanbul.
Iraklı Kürtlerin Özerklikten
De Facto Federalizme Geçiş Aşamaları
(1918–2005)
Arkan H. MUHAMMAD
Ankara Üniversitesi
MUHAMMAD, Arkan H., Iraklı Kürtlerin Özerklikten De Facto Federalizme Geçiş
Aşamaları (1918–2005), CTAD, Yıl 9, Sayı 18 (Güz 2013), s. 79-117.
Saddam ile Kürtler arasında 11 Mart 1970’te Özerklik Anlaşması imzalanmıştır. Bu
özerkliğin temeli I. Dünya Savaşı sonrasında atılmıştır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra da
Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyetler Birliği iki süper güç olarak ortaya çıkmıştır.
Böylece ülkeler bu iki kutbun etrafında yer almışlardır. Kürtler bulundukları devletlerin
jeopolitik, ideolojik ve etnik konumları itibarıyla süper güçler tarafından merkezi
yönetimlere karşı sıklıkla kullanılmışlardır. Bu süreçte Kürt siyasi hareketi de
şekillenmeye başlamıştır. Bu bağlamda Iraklı Kürtler, merkezi yönetimle güçlü oldukları
dönemlerde siyasi taleplerini özerklikle sınırlandırırmış, yani bu dönemlerde
federalizmden bahsedilmemiştir. Ancak I. Körfez Harekâtı'ndan sonra Sovyetler
Birliği'nin dağılmasıyla birlikte, dünya Amerikan hegemonyası altına girmiş ve Iraklı
Kürtler bu süreçten karlı çıkmışlardır. Nitekim yetmişli yıllarda Saddam ile özerklik
anlaşmasıyla sınırı çizilen özerk bölge bu tarihten sonra federal yapıya kavuşmuştur.
Saddam sonrasında da, 2003 yılı itibarıyla "Kürdistan Bölgesel Yönetimi" adı altında
defacto federal devlet statüsü ortaya çıkmıştır.
Anahtar Kelimeler: Iraklı Kürtler, ABD, Türkiye, İran, Sovyetler Birliği, Saddam,
Özerklik, De facto Özerklik, Federalizm, De facto Federalizm.
MUHAMMAD, Arkan H., The Iraqi Kurds: From Autonomy to De Facto Federalism
(1918-2005), CTAD, Year 9, Issue 18, (Fall 2013), p. 79-117.
The Autonomy Agreement, whose foundation reaches back to the First World War,
was signed on 11 March 1970 between Saddam and the Kurds. Historically, Kurds have
80
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
been used as an instrument against central governments with respect to their location
and its strategic, political and economic importance. Regional and Great Powers such as
France, UK, US, Russia, Turkey, Iran and Syria have frequently interfered in the region
and took role in shaping the political and geographical developments. Within this
chaos, the Kurdish political movement began to take shape throughout the 20th century
and the first decade of the 21st century. The extent of Iraqi Kurds’ autonomy demands
was mostly depended on the power and stability of the Bagdad government: federalist
demands were hidden when the central government held power. However, after the
first Gulf Operation, with the dissolution of the Soviet Union, the American hegemony
over the world was strengthened. Therefore, the Iraqi Kurds greatly profited from this
process. In fact, following the US military intervention in the region, the autonomy
agreement signed in the seventies with Saddam gained a federal structure. As of 2003,
after Saddam administration, "Kurdistan Regional Government" with a federal status
has been organized and recognized.
Keywords: Iraqi Kurds, The U.S., Turkey, Iran, The Soviet Union, Saddam, Autonomy,
De facto Autonomy, Federalism, De facto Federalism.
Giriş
I. Dünya savaşı sonrasında Ortadoğu bölgesinde izlenen politikaların
şekillenmesinde belirleyici bir rol üstlenmiş olan İngiltere, egemenliğini
sürdürmek için etnik temelli politikalar üretmiş ve bu çerçevede bir Kürt
politikası geliştirmiştir. Bu politika, bölgede hem Türk kökenli halkların bir
arada yaşayabilmesini engellenmeyi, hem de Kürtleri bir enstrüman olarak
kullanarak Irak, İran ve Türkiye gibi ülkelerde denetlenmesi kolay de facto
yapılar inşa etmeyi hedeflemiştir. Ancak, Türkiye ile Musul sorununun
İngiltere’nin istediği biçimde sonuçlanması durumu değiştirmiştir. 1920
ortalarında Suriye’de Fransızlara karşı yürüttüğü egemenlik mücadelesini
kaybeden ve İngilizler tarafından Irak Krallığına getirilen Faysal bin Hüseyin
yeni politikada önemli bir aktör oldu. İngilizler, Kürtleri, İngiltere mandaterliği
altındaki Irak’ta bir iç-denge unsuru olarak kullanılmak üzere yeni bir politika
geliştirildi. Ancak, II. Dünya savaşı sırasında Almanya’nın bölgeye sızma
çabasından kaynaklanan gelişmeler Kürt milliyetçileri ile İngiltere arasında 1941
yılından 1945 yılına kadar devam edecek olan bir yakınlaşmanın ortaya
çıkmasına yol açmıştır.
1940 yılına gelindiğinde Irak'ta iki muhalif grubun yükselişi söz konusu idi.
Bu iki gruptan birisi Irak Komünist Partisi, diğeri ise; Irak Milliyetçi
Hareketi'dir. İngiltere için kabul edilemez bir değişim olarak, Orta Doğu'da iki
savaş arası dönemde yükselen Arap milliyetçiliğinin Irak kanadını temsil eden
milliyetçi Iraklı subaylar bir askeri darbe yaparak, koyu bir İngiliz karşıtı olan
Raşit Ali Geylani’yi başbakanlığa getirdiler. Yeni Bağdat rejimi, İngiltere'nin
Arkan H. MUHAMMAD, Iraklı Kürtlerin Özerklikten..
düşmanı olan Almanya ve İtalya ile yakınlaşarak, bir takım diplomatik ilişkiler
kurmuş ve neticesinde İngiliz – Irak ilişkilerinde büyük bir krizin yaşandığı bir
safhaya girilmiştir. Bunu ihanet olarak niteleyen İngilizlerin cevabı sert
olmuştur. İngiltere Irak'a sert biçimde müdahale ederek, etkin bir hava
harekâtının ardından, direnen Irak ordusunu yenilgiye uğratarak devrik
Başbakan Nuri Sait'i tekrar koltuğuna oturtmuştur. Bu sırada Irak hükümeti ile
IPC (Iraq Petroleum Company) arasında petrol imtiyazları üzerinde yeni
pazarlıkların yaşandığı bir süreç başlamıştır. Bu süreçte Bağdat hükümeti İngiliz
destekli Kürt ayaklanmasıyla sarsılmıştır. Dolayısıyla değişen dengeler artık
oyunu bitirme zamanını getirmiştir. Irak hükümeti ile İngiltere arasındaki petrol
krizinin aşılmasının ardından eli güçlenen Irak hükümetinin Kürt isteklerini
karşılamaması ve görüşmelerin askıyla alınmasıyla birlikte, 1945 yılında Kürt
ayaklanması şiddetlenmiştir. Ancak elde edilmiş olan statüyü korumaya kararlı
görünen İngiltere, Kraliyet Hava Kuvvetlerinin desteğiyle bu ayaklanmayı sert
bir şekilde bastırmış ve bunun üzerine ayaklanmaya öncülük eden Barzani İran'a
kaçmak zorunda kalmıştır.1 Bu gelişmeden sonra Kürtler İngiltere’den uzaklaşıp
yüzünü Sovyetlere dönmüştür. Bu dönemde Sovyetler Birliği Kürtler üzerinde
etkinlik kazanmış, komünizmin yayılması amacıyla İran’ın batısında bir özerk
Kürt bölgesinin inşası yoluna gitmiştir. Soğuk Savaş döneminde Iraklı Kürtler
Sovyetler Birliği’nin safında yer almakla birlikte diğer ülkelerle de ilişkilerini
kesmemişlerdir. 2 Aşağıda anlatılacak olan gelişmelerin sonucunda İran’da bir
özerk bölge elde etme imkânını kaybeden Iraklı Kürtler, 1970 yılında bu sefer
Irak’ın kuzeyinde De facto özerk bölge hakkı elde etmişlerdir. Yani bu bölge
yasal bir statüye kavuşmuş ve varlığını da 1991 yılına kadar devam ettirmiştir.3
Bu tarihten sonra Irak'ın kuzeyindeki yapılanma 36. Paralel adı altında ABD
başta olmak üzere, İngiltere ve Fransa tarafından korunmuştur. Bu koruma
görevini ise Türkiye topraklarına konuşlanan çekiç güç üstlenmiştir. Böylece
Irak’ın kuzeyinde Saddam yönetimindeki Irak hükümeti tarafından Kürtlere
dönük her türlü müdahale engellenmiştir. Bu gelişmenin sonucunda Kürt
Federal bölgesinin oluşmasına yönelik siyasal altyapının da hazırlanmış olduğu
söylenebilir. 4 Neticede 2003 sonrasında “Kürdistan Bölgesel Yönetimi” adı altında
fiili olarak federal bir yapılanma haline getirilmiştir. Bu durum 2005 yılında
kabul edilen Daimi Irak Anayasası'nda yasal statüye kavuşarak daha da
perçinlenmiştir. Başka bir deyişle Kürtler bu tarihten sonra anayasa zırhına
1 İsmail Dursun, İsrail/ABD ve İngiliz Üçgeninde Kürt Tezgahı, IQ Yayınları, İstanbul, 2006, s.
124–126.
2 Serhat Erkmen, “1945–1989 Yılları Arasında ABD'nin Kuzey Irak Politikası”, Akademik
Orta Doğu, Cilt 3, Sayı 1, 2008, s. 70–73.
3
Yevgeniy Primakov, Kapalı Kutu Rusya, Çev. Nuri Eyüpoğlu, Der. Ayşe Edirne, y.y., Mataş
Yayınları, 2002, s. 44.
4
Dursun, age., s. 214-215.
81
82
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
bürünerek statülerini belirlemeye başlamışlardır. Bu gelişmeler aşağıda dört
başlık altında tahlil edilecektir.
Özerk Bölge’nin Oluşması (1918 – 1970)
Birinci Dünya Savaşı sırasında İngilizler Kürtleri yanlarına çekebilmek için
bağımsızlık da dâhil olmak üzere, birçok sözler vermişlerdir. Bu nedenle Iraklı
Kürtler İngilizlerin Irak politikasını başlangıçta memnuniyetle karşılamışlardır.
1918 baharında Irak’ın kuzeyindeki Süleymaniye şehrinde yapılan bir toplantıda
bölgenin önde gelen Kürt aşiretleri, İngilizlere kendi bölgelerini yönetmelerini
önerme kararı almışlardır. 5 Başka bir deyişle söylemek gerekirse, işgalin ilk
yıllarında İngiliz karar vericileri arasında Irak’ın kuzeyinin geleceği konusunda
bir fikir birliği yoktur. Kürtlerin bağımsız bir devlet kurmasına destek mi
verileceği yoksa Irak devletine entegre mi edileceği sorusu ciddi bir tartışma
yaratmıştır.6 Ancak 1921’in sonlarından itibaren İngilizler, Irak’ın kuzeyinde bir
veya birden fazla ayrı özerk Kürt bölgesi kurup bunu aşağıdaki Arap devletine
eklemleme politikasını benimsemişledir. 7 Bağdat’ta kuracağı Sünni bir Arap
yönetimi görüntüsü altında Irak’ı dolaylı olarak yönetmeyi planlayan İngiltere
için Kürtlerin dengeleyici rolü oldukça önem kazanmıştır. Bu nedenle İngiltere,
Irak’ın kuruluş aşamasında Sünni ve Şii Araplar arasında bir denge kurabilmek
için Kürtleri Sünni Arapların tarafında tutarak denklemin içine sokmak
istemiştir. 8 Bu politikayı göz önüne alan İngiltere, bölgeyi Irak’a gevşek bir
şekilde bağlama kararı almıştır.9 Bunun için de bölgede birlikte çalışabilecekleri
bir lider aramaya girişmişlerdir. Bu lider arayışının sonucu olarak İngiltere,
bölgenin önde gelen aşiretlerinden birisinin lideri olan Mahmut Berzenci’yle
ortaklık kurmuştur. Bu sırada İngilizler Kürtlere özerklik teklifinde
bulunmuşlardır. 10 Bu konu İngiliz subayı Binbaşı Soane'in raporunda yer
almaktadır.11 Ancak Berzenci İngiltere’nin kendisine biçtiği rolden daha büyük
5
Ahmet Mesut, İngiliz Belgelerinde Kürdistan 1918–1958, Doz Yayınları, İstanbul, 1992, s. 20–
21.
6
Saad Eskander, “Southern Kurdistan Under Britain's Mesopotamian Mandate: From
Separation to Incorporation, 1920-23", Middle Eastern Studies, Vol. 37, No. 2, April 2001, pp. 153155.
7
Cecil J. Edmonds, Kurds, Turks and Arabs: Politics, Travel and Research In Northeastern Iraq
1919–1925, London, 1957, p. 38.
8 Robert Olson, The Kurdish Question and Turkish Iranian Relations From World War I to 1998,
Mazda Publishers, California, 1998, p. 7.
9
Edmund Ghareeb, The Kurdish Question In Iraq, Syracuse University Press, Syracuse, 1981, p.
29.
10
Wadie Jwaideh, Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi, Kökenleri ve Gelişimi, Çev. İsmail Çekem, Alper
Duman, İletişim Yayınları, İstanbul, 1999, s. 55.
11 Gertrude Bell, Mezopotamya'da 1915–1920 Sivil Yönetimi, Çev. Vadi İlmen, Yaba Yayınları,
İstanbul, 2004, s. 126-127.
Arkan H. MUHAMMAD, Iraklı Kürtlerin Özerklikten..
düşünmüş ve kendini Kürt topraklarının Kral Faysal’ı olarak görmeye
başlamıştır. Berzenci’nin bağımsızlık arayışı başka bazı Kürt aşiretleri tarafından
da desteklenmiştir.12
Şeyh Mahmut Berzenci (Önde Ortada)
İngiltere, Sevres’den sonra Kürtlere yönelik politikasını değiştirmeye, Kürt
nüfusunun çoğunlukta olduğu bölgeleri Irak’a katma politikası izlemeye
başlamasına rağmen, bu politika Berzenci’ye pek inandırıcı gelmemiştir. Musul
konusunda anlaşmazlık içinde bulunan Ankara hükümeti ve İngiltere, mevcut
durumdan rahatsız olan Kürtleri kullanmaya başlamıştır. 18 Ekim 1921’de
İngiliz Hava Kuvvetleri Rania ve Revanduz’daki Türk garnizonları üzerinde
başarı sağlamış ve bunun üzerine Türk kuvvetleri geri çekilmek zorunda
kalmıştır. 1922’de sıcak çatışmalar yaşanmıştır. Barış görüşmeleri başlamadan
Musul konusunda konumlarını güçlendirmek isteyen Ankara ve Londra
diplomatik yolları bir kenara bırakarak, sınırda karşılıklı askeri saldırılar
başlatmışlardır. Mustafa Kemal’in emriyle İngilizleri taciz etmek için Revanduz’a
gönderilen Özdemir Bey (asıl adı Ali Şefik el Mısrî) askeri hazırlıklarını
tamamlayarak İngiliz güçleriyle mücadeleye başlamıştır. Eylül’de güçleri
zayıflayan İngiltere Bağdat’ta bulunan Şeyh Mahmut Berzenci ile bir anlaşma
yapmıştır. Buna göre, Türkleri yöreden çıkaracak olan Berzenci yönetimi ele
alacaktır. Ancak 30 Eylül’de Süleymaniye’ye gelen Berzenci krallığını ilan ettiği
gibi, Türkler ile temasa geçmiştir.13 Bu temas Süleymaniye şehrine geldikten bir
ay sonra gerçekleşmiştir. Berzenci’nin Ahmet Taki başkanlığında gönderdiği
12
13
David McDowall, A Modern History of The Kurds, I.B. Taurus, London, 2004, p. 155-180.
Atay Akdevelioğlu, Ömer Kürkçüoğlu, “Orta Doğu'yla İlişkiler”, Türk Dış Politikası Kurtuluş
Savaşından Bugüne Olaylar, Belgeler, Yorumlar 1919-1980, Edi. Baskın Oran, 10. Baskı, Cilt: 1,
İletişim Yayınları, İstanbul, 2004, s. 203.
83
84
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
heyet Özdemir Bey ile Revanduz’da bir görüşme gerçekleştirmiştir. Bu
görüşmenin temelinde Berzenci’nin Süleymaniye şehrinde kuracağı bağımsız bir
yönetim karşılığında Kemalistlerin desteği istenmiştir. Özdemir Bey de bunu
kabul etmiştir. Ancak bunun bir taktik olduğunu anlayan Berzenci, Türklere
maddi ve manevi taahhütten vazgeçmiştir. Bu gelişme üzerine İngilizler ile Irak
Yönetimi, 12 Aralık 1922 tarihinde, ortak bir bildiri yayınlamışlardır. Bildiride
hem İngilizler hem de Irak yönetimi Irak sınırları içinde bir Kürt yönetimin
kurulmasına itiraz etmeyeceklerini ifade etmişlerdir. Bu gelişme üzerine Kürtler
ile Özdemir Bey arasındaki ilişkilere son verilmiştir. Nitekim Özdemir Bey’in
vaatleri Berzenci’ye pek inandırıcı gelmemiştir. Böylece Berzenci Türklere
vereceği maddi ve manevi destek sözünden vazgeçmiştir. Türkler ile
Berzenci’nin arasını açmayı başaran İngilizler, bu tarihten sonra da Özdemir
Bey’e karşı askeri taarruza geçmiştir. Ankara’dan istenilen destek gelmeyince,
Özdemir Bey askerleri ile birlikte İran topraklarına sığınmak zorunda kalmıştır.
Bunun yanı sıra İngilizler Şimzini ile işbirliğine giderek Süleymaniye yakınındaki
Ranya bölgesinde Türklere karşı hava destekli bir taarruza geçmişlerdir. Türkler
ise, Revanduz’da olduğu gibi Ranya bölgesini de tahliye etmişlerdir.14 Bu şartlar
altında Berzenci Süleymaniye şehrinde bir ayaklanma başlatmıştır. Dolayısıyla
Kürt ve Türkmen aşiretleri İngilizlere karşı ayaklanan Şey Mahmut Berzenci’nin
çevresinde toplanmış, ona var gücüyle destek vermişlerdir. Buna biraz geç olsa
da Barzan ve Zibar aşiretleri de katılmışlardır. Bir süre kaçak olarak yaşayan
Ahmet, Şeyh II. Abdüsselam’ın yakın dostu olan Molla Mahmud’un talebesi ve
meşhur bir Nakşibendî Şeyhi olan bu zatın halifesi olmuştur. Bu nedenle
Mahmud’a destek olmuştur. Irak yönetiminin ayaklanmayla baş edemeyeceğini
anlayan İngilizler harekete geçerek ayaklanmayı bastırıp ayaklanma lideri olan
Berzenci’yi Hindistan'a sürmüştür.15
Soran bölgesinden sonra İngiliz güçleri Behdinan bölgesine yönelmişlerdir.
Ahmet Barzani ve Zibar aşiret liderleri, Barzan bölgesini terk ederek dağlara
kaçmak zorunda kalmışlardır. Bu operasyon bir süre Barzani aşiretini sindirmiş,
inzivaya çekilmesine neden olmuştur. Irak Devleti bağımsızlığını kazanmadan
bir yıl önce, Irak’ı yöneten İngilizlerle Kürtler arasında çatışma başlamıştır.
İngiliz Sir A. Wilson’a göre İngilizlere bağlı Irak yönetimi Kürtlere, otoritesini
kuvvet zoruyla kabul ettirmeye çalışmış ve İngiliz yönetimi de bölgedeki bütün
askeri gücü, özellikle uçakları ile bu operasyona destek vermiştir. Bir aşiret
kavgası gerekçe gösterilerek Temmuz 1931’de çatışmalar başlamış, Irak
hükümet güçlerinin Barzaniler karşısındaki başarısızlığı, İngiltere’nin takviyesi ile
14 Abdurahman İdris el Beyati, “el Biritaniyun İsted'u Melik Kurdistan İla Bağdat”, (İngilizler
Kürdistan Kral'ın Bağdat'a çağırdılar), Az Zaman, 16 Eylül 2008.
15 “Hukumet Kurdistan İkteşefne 4 Milyarat Bermil Nafıt”, (Kürdistan Hükümeti 4 Milyar
Varil Petrol Bulduk), Az Zaman, 18 Nisan 2009.
Arkan H. MUHAMMAD, Iraklı Kürtlerin Özerklikten..
başarıya dönüştürülmüştür. Ayaklanma bölgeleri, Kasım 1931’den Nisan
1932’ye kadar aralıklı, Nisan 1931’den Haziran 1932'ye değin bombardıman
altına alınmışlardır. Sonunda 21 Haziran 1932 tarihinde, Şeyh Ahmet Barzani,
400 kadar adamıyla birlikte sınırı geçip Türk yetkililerine sığınmışlardır. Çok
ilginçtir ki, İngiliz kaynakları Kasım 1931’de “Kendimi İngiliz uçaklarına teslim
etmektense açık düşmanlarım olan Türklere teslim olmayı yüz kere yeğ tutarım” dediğini
bildirmektedir. Şeyh Ahmet ve adamlarını; aşiretin diğer mensupları izlemiştir.
Üç komutan ve toplam 1.700 kişilik mülteci grubu, Binbaşı Şükrü Kanatlı
yönetimindeki Türk ordusu tarafından çok iyi karşılanmıştır. İki yıl önce
Oramar’da Türk ordusunu arkadan vuranlar, bu sefer misafirperverlik ve
“teslim olana” dokunmama geleneği ile karşılanmıştır. Nitekim bunu yıllar sonra
Molla Mustafa Barzani de itiraf etmiştir:
“Biz Türkiye’de asılmayı bekliyorduk. O tarihlerde İngilizlerle Türkler ve Iraklılar iyi
ilişkiler kurmuşlardı. İngilizlerin talebi üzerine Türkler bizi asabilirdi. Ancak biz
Türkiye’ye seve seve ölüme gelmiştik. Fakat Türkiye’de beklediğimiz akıbet bizi
karşılamadı. Nitekim orda iyi muamele gördük. Bizi şehirden şehre alıp götürdüler. Daimi
bir yerde oturtmadılar. Büyük ağabeyim Şeyh Ahmed’i Erzurum’a gönderdiler. Bizi
birbirimizden ayırıyorlardı. Herhangi bir harekette bulunmamızdan endişe olunuyordu.
Bunu seziyorduk. Bize iyi muamele ettiler”16
Bu şartlar altında İngiltere, Irak’ın bağımsızlığını tanıyabilmiştir. Irak, 1932
tarihinde, İngiltere’nin mandaterliğinden kurtularak bağımsızlığını ilan etmiştir.
Irak Bağımsızlık Anlaşması 30 Ekim 1932 tarihinde yürürlüğe girmiştir. 17 Bu
sırada Irak devleti, İngilizlerin direktifiyle Milletler Cemiyeti’ne sunduğu belgede
Kürtlere bazı kültürel haklar tanımıştır. Irak’ta istikrarın nispeten sağlanmasıyla
birlikte, Şeyh Ahmet, Kardeşleri Muhammed Sadık, Molla Mustafa ve
adamlarının Barzan’a geri dönmesine izin vermiş, ancak Irak hükümeti onlara
karşı Türkiye’den operasyon talebinde bulunmuştur. Türkiye de böyle bir
operasyon yapmamıştır. Fakat daha sonra Barzani ailesi, 1934’te yeni Irak
yönetimine teslim olmuştur. Irak yönetimi de bunların bir kısmını tutuklamıştır.
13 Mayıs 1934 tarihinde, Irak yönetimi genel bir afla Barzani aşiretinden
tutuklananları serbest bırakmıştır. Ancak Şeyh Ahmet, Kardeşleri Muhammed
Sadık ve Molla Mustafa, Bağdat’ın güneyinde yer alan Babil’e sürülmüşlerdir.
Molla Mustafa Barzani Babil’den Kaçarak Halil Hoşevi’ye katılmış ve yönettiği
milis güçleriyle de Revanduzu ele geçirmiştir. 1936’da Barzaniler, yakalanan
Molla Mustafa ile birlikte, Süleymaniye şehrine sürülmüşlerdir. Bu tarihten
sonra aşiretin yönetiminde ipler Şeyh Ahmet’ten Molla Mustafa Barzani’ye
geçmiştir. Böylece Molla Mustafa, Kürt hareketinde Mahmut Berzenci’den
sonra yeni bir figür olarak ortaya çıkmıştır. Molla Mustafa tıpkı Şeyh Mahmut
gibi dini motiflerden yaralanmakla ve ailesinin dini nüfuzunu kullanmakla
16
Ahmet Uçar, “Hahamların Torunları”, Tarih Düçünce, Sayı: 12, Aralık 2002, s. 28.
17
Sayim Türkmen, ABD Orta Doğu ve Türkiye, Nobel Yayınları, Ankara, 2007, s. 117–118.
85
86
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
birlikte Kürtlerin bağımsızlık kavgasını başlatmıştır.18 Kürt hareketi II. Dünya
Savaşı başladığında yine tırmanışa geçmiştir. Dış destek olgusundan tarih
boyunca hiçbir zaman bağımsız olamayan Kürt hareketinin bu yeni
yükselişindeki zamanlama elbette ki tesadüfî değildir. Zira 1941 yılına
gelindiğinde, Irak’ta iki muhalif grubun yükselişi söz konusu olmuştur. Bu iki
gruptan birisi Irak Komünist Partisi, diğeri ise, Irak milliyetçi hareketidir.
Neticede Ortadoğu’da yükselen Arap milliyetçiliğinin Irak kanadını temsil eden
milliyetçi Irak subaylarının yaptığı darbe sonucu, İngiliz karşıtı olan Reşit Âli
Gaylani başkanlığa getirilmiştir. Bunun üzerine İngiltere Irak’a müdahale etmiş
ve etkin bir hava saldırısından sonra da direnen Irak ordusunu püskürtmüştür.
Bu dönemde İngilizlerin desteğiyle Kürtler rejime karşı ayaklanma planları
yapmışlarsa da, Gaylani rejiminin kısa sürmesi bunu gereksiz kılmıştır.
Dolayısıyla 1941 yılında Kürt milliyetçileriyle İngilizler arasında başlayan
yakınlaşma, 1943 yılına kadar devam etmiştir. Bu tarihten sonra kopma
noktasına gelmiştir. 1943 yılında Molla Mustafa sürgünde bulunduğu
Süleymaniye’den kaçıp kuzeydeki Barzan bölgesine yerleşmiş ve burada Kürt
hareketini başlatmıştır. Başlangıçta Irak kuvvetlerini yenilgiye uğratmıştır. Ağır
bir baskı altına alınan Nuri Sait hükümeti, Barzani’nin isteklerine olumlu yanıt
vermek zorunda kalmış ve neticede bu görüşmeler Nuri Sait hükümeti devrilip
yerine Adnan Paçacı hükümetinin geçmesine dek devam etmiştir. Ancak Irak
hükümeti ile İngiltere arasındaki krizin aşılmasıyla birlikte, Nuri Sait tekrar
Irak’ın başbakanı olmuştur. Bu sırada Irak yönetiminin Barzani tarafından öne
sürülen özerklik talebini kabul etmemesi üzerine, Kürtler tekrar
ayaklanmışlardır.19
1946 yılında başlayan ayaklanmanın, İngiliz Hava Kuvvetleri’nce bastırılması
sonucunda, Molla Mustafa Barzani 10 bin adamıyla birlikte İran topraklarına
sığınmıştır. Bu tarihlerde İran, Müttefikleri olan Sovyetler Birliği ve İngiltere
tarafından işgal edilmiş durumda idi. Savaş sonunda İngiliz kuvvetleri İran’ı terk
ederken, Sovyetlerin İran’dan çıkması başta İngiltere olmak üzere, müttefik
kuvvetleri kuşkulandırmış ve bu nedenle Amerikan Başkanı Harry Truman,
Sovyetler Birliği’ne sert mesajlar göndermiştir. Molla Mustafa Barzani burada
Irak Kürdistan Demokratik Partisi’ni (KDP) kurmuştur. Amaç, Sünni dindar
Kürtler tarafından tasvip edilmeyen Komünist Partisi (IKP) çatısı altında
faaliyet gösteren Kürtleri bu partiye kazandırmaktı. Nitekim öyle de oldu. Bu
gelişmeyle birlikte, İran’daki bu karışık ortamda Sovyetler Birliği’nin desteğiyle
18
Vedat Durmaz Uçar, Orta Doğu'da Suyun Artan Stratejik Değeri, IQ Yayınları, İstanbul, 2002,
s. 17–18.
19
Dursun, age., s. 124.
Arkan H. MUHAMMAD, Iraklı Kürtlerin Özerklikten..
Kadı Muhammed önderliğinde "Mahabad Özerk Kürt Cumhuriyeti" ilan edilmiştir.
Molla Mustafa Barzani de Özerk Cumhuriyet’in savunma bakanı olmuştur.20
Amerika Birleşik Devletlerinin baskısıyla Moskova, Mahabad’a olan
desteğini çekmiş ve Rus askerleri İran’ı terk etmiştir. İran’ın tekrar Şah’ın
kontrolüne girmesiyle Kadı Muhammed ile birlikte bazı Kürt liderler idam
edilmiştir. 27 Mayıs 1947 tarihinde Molla Mustafa 500 Peşmergeyle birlikte,
Sovyetler Birliği’ndeki Nahçivan bölgesine yerleşmiştir.21 Bu süreçte Barzani’nin
Sovyetlere sığınmasıyla Kürdistan Demokratik Partisi içindeki sol gruplar
güçlenmiş, bu da parti içinde sağ – sol çekişmelerine sebep olmuştur. Nitekim
bir müddet sonra, İbrahim Ahmed’in genel sekreterliğe gelmesiyle, sağı temsil
eden aşiret liderlerinin parti ile olan ilişkileri kesilmiş ve sol eğilim daha da
güçlenmiştir. Marksist – Leninist bir dünya görüşüne sahip olan İbrahim
Ahmed, İngiltere ikinci vatanımdır dediği için birçok Kürt tarafından İngiliz
ajanı olarak itham edilmiştir. İbrahim Ahmed’in liderliğindeki Kürdistan
Demokratik Partisi (KDP), 1957 yılında Irak Komünist Partisi’nin (IKP)
Kürdistan seksiyonunun partiden ayrılarak Kürdistan Demokratik Partisi’ne
(KDP) katılmasıyla isim değiştirmiş ve Birleşik Kürdistan Demokratik Partisi
olmuştur. Bu gelişmelerin hemen ardından 1958 yılında General Abdülkerim
Kasım askeri bir darbeyle Kraliyet rejimine son vererek iktidarı ele geçirmiştir.
Yeni rejim kısa bir süre sonra da, 1926 Irak Anayasası'nı iptal ederek, yerine bir
"Geçici Anayasa" ilan etmiştir. Geçici Anayasa'nın 3. Maddesinde, Irak
Kürtleri'nin varlığını kabul etmesine rağmen, Türkmenleri göz ardı etti. Bunun
yanı sıra,22 yine geçici anayasada, "Arapça ve Kürtçe Irak'ta resmî dildir" hükmü yer
almıştır. Böylece, âdemi merkeziyet veya özerklik sistemini savunan Kürtlerin
bir kısmı, Irak Geçici Anayasası'nın 3. ve 9. maddelerini esas alarak, Irak
Cumhuriyetinin Araplar ve Kürtler tarafından kurulduğunu ifade etmişlerdir. Bu
nedenle Kürtlerin hedefi Irak çatısı altında bir özerk ya da ademi merkeziyete
dayalı bir yönetime sahip olmak idi. Nitekim bu tez hem Barzani hem de büyük
bir Kürt camiası tarafından desteklenmiştir. Bu düşünceleri hayata geçirmek
isteyen Molla Mustafa Barzani, Kasım’ın çıkardığı aftan yararlanarak Sovyetler
Birliği’nden Irak’a dönmüştür. Irak’a dönen Molla Mustafa Barzani partinin
yeniden başkanlığına getirilmiş, parti ise 1960 yılında yeniden isim değiştirerek
bugünkü şekli olan KDP’ye dönüşmüştür. Kasım’a dönük içeride Arap
milliyetçi tabanın tepkisi yükselişe geçmiştir. Kasım bunları dengelemek için,
Aralık 1960 tarihinde partilerin siyasi yaşama katılmasını sağlayan bir yasa
çıkarmıştır. Bu arada Irak Komünist Partisi (IKP) ile Kürdistan Demokratik
20 Hakkı Öznur, Cahaşların Savaşı Kuzey Irak Kürt Hareketi ve Musul-Kerkük Meselesi, Altınküre
Yayınları, Ankara, 2003, s. 62–63.
21
22
Türkmen, age., s. 119.
Hasan Özmen, el Turkuman Fil Iraq ve Hukuk el İnsan, (Irak Türkmenleri ve insan hakları), 2.
Baskı, Kozan Yayınları, Ankara, 2004, s. 149.
87
88
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
Partisi (KDP) legal partiler olarak siyasi sürece katılmışlardır. Kasım, Arapları
Kürtler ile dengelemek istemiştir. Kasım ile Kürdistan Demokratik Partisi
(KDP) arasındaki bahar havası uzun sürmemiştir. Kasım Kürtlerin özerklik
talebine karşı çıkınca, Molla Mustafa hemen Sovyetler Birliğine giderek General
Kasım’ın kendilerine vaad ettiği özerklik hakkının verilmesini istemişlerdir.
Ancak Sovyetlerden olumlu yanıt alamamıştır.23
Bu gelişmeyle birlikte Kürtler İngiltere ile Amerika’ya yakınlaşmaya
başlamışlardır. Nitekim 23 Şubat 1960 tarihinde İngiltere’nin Bağdat Büyükelçisi
ile Barzani arasında Türkiye’nin de sert tepkisini çeken ilk görüşme
gerçekleşmiştir. Bunla yetinmeyen Kürtler Amerikan desteğini aradığı yeni bir
sürece girmiştir. Ancak bu tarihte beklenen destek İsrail’den gelmiştir. Bunun
yanı sıra Amerika da Kürtlerden İran üzerinden desteğini esirgememiştir. Daha
sonra Kürtler Kasım’a karşı ayaklanmışlardır.24 Bu ayaklanma Kasım tarafından
bastırılsa da, sorun 1963’e dek devam etmiştir. 1958 darbesinden sonra Irak’ta
gücünü artırmaya başlayan Baas’ın 8 Şubat 1963 tarihinde General Kasım’a karşı
yapılan darbenin içerisinde yer alması ile beraber bu ülkede denetimi ele
geçirmesi söz konusu olmuştur. Nasırcı General Abdüsselam Arif mareşal
rütbesiyle Devrim Komuta Konseyi Başkanlığı’na getirilirken, başbakanlığa
darbe liderlerinden Ahmet Hasan el Bekir getirilmiştir. İşte bu dönemde
Baasçılar ile Molla Mustafa Barzani arasında müzakereler tekrar başlamıştır.25
Arif, Komünizmle savaşım ve Irak’ın bağımsızlığını koruma yönündeki
açıklamalarının ardından 11 Şubat 1963’te yeni yönetimi tanımıştır. Önce
darbeye destek veren Molla Mustafa Barzani’ye özerklik tanıması gündeme
gelmiştir. Arap sosyalizmi düşüncesinin Liderlerinden Nasır ve Bin Bella
Kürtlere özerklik verilmesini destekleyen açıklamalar yaptılar. Irak, 6 Mart
1963’te Kürtlere özerklik tanımanın söz konusu olmadığını açıklarken, 9 Mart
1963’te de “ademi merkeziyet esası içinde Kürtlerin milli haklarını tanıdığını” resmen
açıklamıştır. Özerklik dışişleri, ulusal savunma ve maliye dışında yönetimin diğer
alanlarını kapsamaktaydı. Baas yönetimi özerkliği kabul etmiştir. Ancak,
uygulamada sorun çıkmıştır. 10 Haziran 1963’te Devrim Komuta Konseyi,
Irak’ın kuzeyindeki durum hakkında bir bildiri yayınladı. Barzani’ye 24 saat
içinde silah bırakmazsa operasyon başlatılacağı duyuruldu. Molla Mustafa’nın
silah bırakmaması üzerine operasyon başlatıldı. 26 Baas ağırlıklı yönetim
nedeniyle Irak’ta konumu oldukça zayıflayan Sovyetler Birliği, yaptığı resmi
23 Charles Tripp, A History of Iraq, Published by Cambridge University Press, Cambridge,
2006, s. 220-224.
24
Dursun, age., s. 137.
25
Tayyar Arı, Geçmişten Günümüze Orta Doğu Siyaset, Savaş ve Diplomasi, Alfa Yayınları, İstanbul,
2004, s. 288.
26 Eral Tellal, SSCB-Türkiye İlişkileri 1953–1964, Mülkiyetler Birliği Vakfı Yayınlar, Ankara,
2000, s. 173-174.
Arkan H. MUHAMMAD, Iraklı Kürtlerin Özerklikten..
açıklamada “Irak Devletinin Kürtlere karşı sürdürdüğü mevcut politikanın Orta Doğu
barışını tehlikeye sokması halinde, Sovyetler Birliği’nin buna ilgisiz kalmayacağını” ilan
etmiştir.27 Bu bağlamda, Temmuz 1963’te İran başta olmak üzere, Türkiye ve
Suriye’ye bir nota yollayarak Kürt katliamının durdurulmasını istemiştir. 28 Bu
süreçte Kürt hareketi Batıya açılma çabalarına rağmen, İngiltere ve Amerika’nın
bu konuda netleşmeyen politikaları yüzünden, halen Sovyetler Birliği’ne daha
yakın olan konumunu muhafaza etmiştir. Irak’taki Sovyet ağırlığı yeniden
hissettirilmiş, 18 Kasım 1963’te aciz kalan Arif, Molla Mustafa Barzani ile gizli
bir işbirliği içinde gerçekleştirdiği bir darbeyle tüm Baasçılarla beraber, Baasçı
Başbakan Ahmet Hasan el Bekri’yi de görevden uzaklaştırmış ve 1964 yılında
sermayenin Irak’tan kaçışına neden olan büyük bir millileştirme politikasıyla
beraber sosyalist bir devlet politikasını Irak’ta hâkim kılmıştır. Bu da İngiltere’ye
ve Amerika’ya yakın duran Irak’ın yeniden Sovyetlerle ve Nasır’la
yakınlaşmasına neden olmuştur.
Doğal olarak Arif ile Barzani arasında gerçekleşen ateşkesle, iki yıl süren bir
sessizlik dönemi yaşanmıştır. Fakat bu sessizlik dönemi ayrılıkçı Kürt hareketi
içinde hizipleşmelerin yaşandığı bir dönem olmuş, KDP içinde sözde sol kanadı
temsil eden Talabani ve İbrahim Ahmet, Barzani’yi “feodallikle ve ABD ve İran
Şahı ile işbirliği yapmakla” suçlayarak partiden kopmuşlardır. Fakat ilginçtir ki,
Molla Mustafa Barzani’yi İran Şahı’yla işbirliği yapmakla suçlayan bu sol söylem
sahibi Talabani partiden ihraç edilince yine İran’a sığınmıştır. 1966 yılının Nisan
ayına gelindiğinde, sol eğilimi güçlenen Arif bir helikopter kazasında ölmüştür.
Bu gelişme üzerine, Irak’ın liderliğine kardeşi Abdurrahman Arif
getirilmiştir. Başbakanlık koltuğuna da koyu bir İngiliz taraftarı olan
Abdurrahman Bezzaz getirilmiştir. Bu da İngilizlerinin Irak’taki konumunu daha
da güçlendirmiştir. Nitekim kısa bir süre sonra Barzani’ye karşı kapsamlı bir
askeri operasyon gerçekleştirilmiştir. Bu askeri operasyon sırasında Talabani
kendine bağlı güçlerle Bağdat’ın yanında yer almış, fakat hükümet ayaklanmayı
bastırmakta zorluk çekince, 15 Haziran 1966’da yeni bir ateşkes yapmak
zorunda kalmıştır.
“Kürtçenin resmi dil olması, eğitim, sağlık ve belediye hizmetlerine yönelik bölgesel bir
meclis kurulması, bölgede çalışacak kamu görevlilerinin Kürt olması ve Kürtlerin nüfusları
oranında diplomatik ve askeri hizmetlerde temsil edilmeleri” gibi oldukça geniş
imtiyazlar içeren Bezzaz’ın bu anlaşması Kürtler için tarihi ve büyük bir siyasi
kazanım olmuştur. Fakat iç kamuoyunda zayıflayan Bezzaz yönetiminin bir süre
sonra istifa etmesi bu anlaşmanın askıya alınmasına neden olmuştur. Bu olayla
birlikte Baas tekrar iktidarı ele geçirmiştir.29
27
Dursun, age., s. 141-142.
28
Tellal, age., s. 175.
29
Dursun, age., s. 142-144.
89
90
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
De Facto Özerk Bölge (1970 – 1991)
Baasçılar 17 Temmuz 1968 tarihinde, kansız bir darbeyle tekrar iktidara
gelmeyi başarmışlardır.30 Baasçılar mevcut durum karşısında, her şeyden önce
dış müdahaleyi önlemek ve Kürtlerin tehdit mahiyetindeki isteklerine karşı
koyabilmek için, iç politikalarını düzenlemek zorundaydılar. Bu amaçlar
doğrultusunda, Yevgeniy Primmakov'un çözüm formülü üzerinde mutabakat
sağlamışlardır.31 Böylece Baas Partisi’nin ikinci adamı olan Saddam Hüseyin ile
Molla Mustafa Barzani arasında, Navpırdan'da küçük bir okulda, 11 Mart 1970
Anlaşması imzalanmıştır. 11 Mart 1970 Anlaşması, Sovyetler Birliği’nin
desteğiyle sağlandığı için, bir süre sonra Amerika Birleşik Devletleri tarafından
sağlanan yardım kesilmiştir.32 Kürdistan Demokratik Partisi’nin (KDP) bölgesel
ve uluslararası dengelerde elindeki en önemli iki koz olarak görülen 1970
Anlaşması ve 1974 Özerklik Yasası, Bağdat’ta monarşinin yıkıldığı 1958 yılından
bu tarafa Kürtlere en çok hak tanıyan belgeler olarak tanınmaktadır. Bir diğer
değişle 1970 Anlaşması, Kürdistan Demokratik Partisi’nin Bağdat’la 1961, 1963,
1964, 1966 ve 1970 yıllarındaki müzakere ve fikir alışverişinden sonra ulaştığı
bir noktadır.
1970 Anlaşması ana hatlarıyla kültürel, idari ve siyasi hakların geliştirilmesi,
örgütlenmeye konan sınırların kaldırılması ve toprak reformu vaadi
içermektedir.
15 Maddelik 1970 Anlaşması’nın maddeleri şöyle sıralanabilir:
1. Kürtçe dili, Kürt bölgelerinde resmi dil olup, Kürt okullarında eğitim dili
Kürtçedir.
2. Hükümet, Kürtlere karşı bakanlık, kamu hizmetleri, askeri ve diğer
görevlerde ayrımcılık yapılmayacağını taahhüt etmektedir.
3. Hükümet, Televizyonda Kürtlerin meseleleri hakkında özel programlar
hazırlamayı planlamakta olup, Kürt bölgelerinde daha fazla sayıda ve daha iyi
okullar açacaktır.
4. Kürt bölgeleri, polis ve güvenlik görevlileri dâhil olmak üzere, Kürt
yetkililer tarafından idare edilecektir.
5. Kürtler kendi öğrenci, gençlik, kadın ve öğretmen örgütlerini kurabilirler.
30 İbrahim Halil Ahmed, Cafer Abbas Humidi, Tarih el Irak el Muasır, (Çağdaş Irak Tarihi),
Dar el Kutup Yayınları, Musul, 1989, s.242; Muhammed Hassan, David Pestieau, (2005), İşgal
Altındaki Ülke Irak, Papirüs Yayınları, İstanbul, 2005, s. 88.
31
32
Primakov, age., s. 43-44.
Ersal Yavi, Kürdistan Ütopyası 1. Dosya, Yazıcı Yayınları, İzmir, 2006, s. 404; Jothan Randel,
Durub Kurdistan Kema Selektehu, (Kürdistan yollarından izlenimlerim), Arapçaya Çev. Fadi
Hammud, Darul Anhar Yayınları, Bayrut, 1999, s. 198.
Arkan H. MUHAMMAD, Iraklı Kürtlerin Özerklikten..
6. Ayaklanma sırasında hükümetteki memuriyetlerini bırakan Kürtler,
yeniden işe alınacaktır.
7. Kürt bölgelerinin geçmişte çektikleri zorlukların tazmin edilmesi ve
savaşta ölen Kürtlerin ailelerinin ücretsiz barınmalarının sağlanmasının yanında,
ekonomik kaynaklar adil olarak dağıtılacaktır.
8. Kürt ve Arap köylüler evlerine döneceklerdir.
9. Toprak reformu Kürt bölgelerinde hızlandırılacaktır.
10. Kürt dili ve milleti tanınacaktır.
11. Kürtler yayın istasyonlarını ve ağır silahlarını hükümete devredeceklerdir.
12. Devlet başkan yardımcılarından biri Kürt olacaktır.
13. Kürt eyaletleri, anlaşma doğrultusunda idare edilecektir.
14. Devlet, Kürt çoğunluğunun bulunduğu yerleri belirlemek üzere nüfus
sayımı yapacaktır.
15. Kürtler mecliste orantılı olarak temsil edileceklerdir.33 (EK: 1)
Anlaşmada yer alan maddeler Baas Partisi içinde yoğun tartışmalara neden
olmuştur. Irak yönetimi ayrıca, Kerkük’ün özerk Kürt bölgesine dâhil olup
olmayacağının belirleyeceği referandum meselesi üzerinde Kürtler ile
anlaşmıştır.
Bu durum üzerine Sovyetler Birliği yöneticileri, Irak
Cumhurbaşkanı Ahmet Hasan el Bekir’e gönderdikleri telgrafta; "Biz bu
anlaşmanın yerine getirilmesinin Irak Cumhuriyeti'nin iki kardeş halkı Araplarla Kürtler
arasındaki dostluğun ve ulusal birliğin pekiştirilmesine yardımcı olacağı inancındayız"
ifadesi yer almaktadır. Baas rejimi 1 Haziran 1972’de Baas partisi Irak petrolünü
millileştirdikten sonra,34 Sovyetler Birliğiyle on beş yıllık bir dostluk ve işbirliği
anlaşması imzalanmıştır.35 Bu da Baas rejiminin elini daha da güçlendirmiştir. 11
Mart 1974’e gelindiğinde Özerklik Yasası Devrim Komuta Konseyi tarafından
açıklanmıştır.36 Böylece Cumhurbaşkanı Ahmet Hasan el Bekir ve Yardımcısı
Saddam Hüseyin dört yıl önce Kürtlere verdikleri sözü yerine getirmiş oldular.
Aslında Özerklik Yasası Baas’ın bir önceki yasasından daha da ileri olmasına
rağmen, Kürtler tarafından kabul görmemiştir. Baas ile Kürtlerin arasında
anlaşmazlığın temelinde 1., 13., 17., 18. ve 19. maddeler vardı. Başka bir deyişle,
Kürtler, Kerkük şehrinin Özerk Bölge sınırlarına dâhil edilmesini istemişlerdir.
Ancak bu talep Baas rejimi nezdinde kabul görmemiştir. Çünkü Baas Kerkük’ü
33 Muhammed İhsan, Kurdistan ve Dewamet el Harp, (Kurdistan ve ), Dar al-Hikma Publishing
and Distribution, London, 2000, s. 253-270.
34
Türkmen, age., s. 257.
35
Randel, age., s. 199; Mesud Barzani, Barzani ve Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi-II, Doz
Yayınları, İstanbul, 2005, s. 279.
36 Chris Kutschera, Kürt Ulusal Hareketi, Çev. Fikret Başkaya, Avesta Yayınları, İstanbul, 2001,
s. 352.
91
92
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
bir Türkmen şehri olarak görüyordu. İşte Kerkük meselesi yüzünden Kürtler
müzakereleri askıya almışlardır. Bunun üzerinde hükümetteki Kürt bakanlar ve
Kürt valilerin tamamı istifa ederek Bağdat’tan ayrılmışlardır. Bu gelişme üzerine
Bağdat, Kürtlerin Ulusal Cephe’ye dönmeleri için on beş günlük süre tanıdığını
belirten bir ültimatom verdi. Bağdat Kürtlere verdiği ültimatoma uymadıkları
gerekçesiyle, beş Kürt Bakan’ın yerine beş ayrı bakan atamıştır. Bu bakanların
başında Kürtler tarafından hain olarak nitelendirilen Bağdat güdümlü Kürdistan
Demokratik Partisi’nin (KDP) Başkanı Haşim Akravi gelmektedir. Bu
bakanlarla birlikte Kürt kökenli Taha Maaruf devlet başkanı yardımcılığına
getirilmiştir. Böylece 11 Mart Anlaşması askıya alınmıştır. Bu gelişme üzerine
Irak ordusu ani bir taarruza geçerek Kürtlerin hâkimiyeti altında olan toprakları
geri almıştır. Kürtler Şah’ın küçük çaplı desteğiyle ayakta kalabilmişledir.
Sovyetler Birliği, Bağdat ile ilişkilerinin iyi olduğu için Kürt milislerine mesafeli
yaklaşmıştır. Ancak İran Sovyetler Birliği’nin aksine Kürtlere desteğini
esirgememiştir. Çünkü bu dönemde Bağdat ile Tahran arasında Şattül Arap krizi
doruk noktalara ulaşmıştır. Bu faktörün farkına varan Irak yönetimi, İran ile
masaya oturarak bu sorunun çözmeye çalışmıştır. Bunun üzerine Irak, İran ve
Türkiye Dışişleri Bakanları Amerika Birleşik Devletleri’nin bilgisi dâhilinde
İstanbul’da bir araya gelmişlerdir. Bu toplantıda İran – Irak sınırını yeniden
tayin eden bir anlaşma metni üzerinde mutabakat sağlanmıştır. Buna göre; İran
ve Irak sınırının 25–30 km. derinliğinde yer alan Kürt yerleşim merkezlerini
tahliye edip ahalisinin de şehirlerde iskân edilmesi üzerinde anlaşılmıştır.
Bununla da yetinmeyen Irak yönetimi, İran Şahı’nın Kürtlere sağladığı desteği
kesmesi durumunda, İran’ın Ervendrud üzerindeki hâkimiyetini tanıyacağını
taahhüt etmiştir.37 Bu toplantıdan altı ay sonra, Cezayir’in başkentinde, Saddam
ile İran Şah’ı arasında Cezayir Anlaşması imzalanmıştır. 6 Mart 1975 tarihinde,
Şattül Arab sorununu çözümleyen Cezayir Anlaşması Kürtlere yönelik İran
desteğinin tamamen kesilmesine yol açmıştır.38 Böylece Kürtler hem askeri hem
de siyasi açıdan büyük bir yenilgiye maruz kalmışlardır. Bu da Kürt siyasi
hareketi için bir dönüm noktası olmuştur. Talabani sertlik yanlısı çevresi ile
birlikte, Kürdistan Demokratik Partisi’nden ayrılmış 39 ve 1976 yılında da
Kürdistan Yurtseverler Birliği’nin kurulduğunu ilan etmiştir. 40 Dolayısıyla
37
Ali Rıza Şeyh Attar, Kürtler Bölgesel ve Bölge Dışı Güçler, Çev. Alptekin Dursunoğlu, Anka
Yayınları, İstanbul, 2004, s. 163.
38 Milton J. Esman, Itamar Rabinovich, Orta Doğu'da Etnisite Çoğulculuk ve Devlet, Avesta
Yayınları, İstanbul, 2004, s. 334; Hişyar Özalp, “Tarihi Perspektifiyle Güney Kürdistan'ın Hukuki
Statüsü”, Serbesti, Sayı 22, Güz 2005.
39 İrfan Kaya Ülger, “Düşman Kardeşler: KDP ve KYB”, Avrasya Dosyası, Cilt 2, Sayı 3,
Sonbahar 1996, s. 212.
40 Kreyenbroek Sprel, Kürtler Güncel Bir Araştırma, 2. Baskı, Çev. Yavuz Alogan, Cep Yayınları,
İstanbul, 2003, s. 32.
Arkan H. MUHAMMAD, Iraklı Kürtlerin Özerklikten..
Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) üç farklı gruptan oluşmaktadır: 1) Marksist
– Leninist, çoğunluğu Kürt öğrencilerden oluşmaktadır 2) Kürdistan Sosyalist
Hareketi grubu 3) Celal Talabani’nin kişisel taraftarları. 1978 yılında iki parti
arasında kanlı bir çatışma yaşanmıştır. Bu çatışmada Kürdistan Yurtseverler
Birliği yenilerek parçalanmıştır. Kürdistan Yurtseverler Birliği’nde (KYB) bir
grup olan Kürdistan Sosyalist Hareketi, daha önce Kürdistan Demokratik
Partisi’nden (KDP) ayrılan ve Kürdistan Birleşik Sosyalist Partisi’ni kuran
Mahmut Osman ile birleşerek, “Irak Kürdistan Sosyalist Partisi’ni
kurmuşlardır.41
Aslında Kürdistan Demokratik Partisi (KDP) ile Kürdistan Yurtseverler
Birliği (KYB) arasındaki anlaşmazlığın temelinde siyasi çekişme vardır. Bu
ayrışmanın tekabül ettiği sosyo-kültürel ayrışmaya da vurgu yapmak
gerekmektedir. Bugün Irak Kürtçesinin iki farkı lehçesi konuşulmaktadır: Sorani
ve Behdinan (Kurmançi). Sorani Lehçesi daha çok Süleymaniye’yi de için alan
Zap Suyu’nun doğu kesiminde konuşulurken, Behdinan Lehçesi ise Duhok’u
içine alan Zap Suyu’nun batı kesimlerinde konuşulmaktadır. Bu iki lehçe aynı
zamanda siyasi bir kırılma noktasına tekabül etmektedir. Celal Talabani’nin
partisi Kürdistan Yurtseverler Birliği’nde (KYB) Soranca konuşulan bölgelerde
etkinken, Barzani’nin partisi Kürdistan Demokratik Partisi ise Behdinan Lehçesi
konuşulan bölgelerde hâkimdir. Aşiret sistemi daha çok Behdinan Lehçesi
konuşulan bölgede güçlüyken, Sorani bölgeleri bir asır boyunca Kürtçe
kitapların, dergilerin ve gazetelerin basıldığı ve milliyetçi söylemlerin üretildiği
bir merkez konumunda olmuştur. Bunun sonucu olarak bu bölgeler kültürel ve
ekonomik olarak Behdinan bölgesinden daha ileridedir. Bu durum grupların
birbirine algılamalarına da yansımaktadır. Soranca konuşanlar diğerlerini feodal
ve dini konularda fanatik olarak algılarken, Behdinanca konuşanlar Soranca
konuşanları güvenilmez ve kibirli görmektedirler. 42 Bu iki grup İslam dinine
mensup olmakla birlikte aralarında inanç farkı vardır. Bahdinan Kürtleri
arasında Nakşibendî tarikatı yaygındır. Soran Kürtleri arasında ise Kadiri
Tarikatı yaygındır.43
Kısaca özetlemek gerekirse, Baas, Irak’ın kuzeyine hâkim olduktan sonra,
1991 yılına kadar bölgeyi, kurduğu Kürdistan Demokratik Partisiyle birlikte
“özerk bölge” adı altında idare etmiştir. Bu tarihten sonra da bölge iki Kürt
grubun himayesine girmiştir.
41
Yaşar Yazıcıoğlu, Kuşatılan Türkiye, Algı Yayınları, Ankara, 2004, s. 165.
42
Kemal İnat, “Irak: ABD ve Saddam Hüseyin “İşbirliği” ile Gelen Yıkım”, Dünya
Çatışmaları, Kemal İnat, Burhanettin Duran ve Muhittin Ataman (Edi.), 1. Cilt, , Nobel Yayınları,
İstanbul, 2010, s. 235.
43 Hasan Özmen, “Kuzey Irak’ta Kürt İhtilaflarının Nedenleri”, Avrasya Dosyası, Cilt 3, Sayı 1,
İlkbahar 1996, s. 56.
93
94
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
Federal Bölge (1991 – 2003)
Kuveyt’in işgali ile beraber Güvenlik Konseyi derhal harekete geçirilmiştir.
Buradan, Irak’ın “Kuveyt’ten çekilmesine” ve “ambargo uygulanmasına” dair üst üste,
660 ve 661 (1990) sayılı kararlar alınmıştır. Sürdürülmekte olan diplomatik
çalışmaların ve arabulucu faaliyetlerin sonuçsuz kalması üzerine BM Güvenlik
Konseyi, 30 Kasımda aldığı 678 (1990) sayılı kararla, Irak’ın Kuveyt’ten
çıkmasını talep eden daha önceki 660 (1990) sayılı karar gereğinin yerine
getirilmesini sağlamak üzere “her imkâna başvurulması”nı, yani kuvvet
kullanılmasını kabul etmiş, Irak’a 15 Ocak 1991 tarihine kadar Kuveyt’i
boşaltmasını tebliğ etmiştir. 12 Ocak 1991’de Amerikan Kongresi, Başkana
kuvvet kullanma yetkisi vermiş ve 17 Ocakta Irak’a karşı devam eden şiddetli
bir hava ve 24 Şubatta da kara saldırısı başlamıştır.44 Askeri ve ekonomik açıdan
önemli kayıplara uğrayan Irak, 27 Şubat 1991 tarihinde Kuveyt’ten çekileceğini
ilan etmiş ve ertesi gün de ABD Başkanı George Bush’un açıklamasıyla II.
Körfez Harekâtı son bulmuştur.45
Savaşın sona ermesiyle birlikte, Şiiler Saddam’a karşı ayaklanarak Irak’ın
güneyini ele geçirmişlerdir. Bunun üzerine örgütlü Kürt grupları da kısa bir süre
sonra Dohuk, Erbil ve Süleymaniye şehirlerini ele geçirmişlerdir. Baas’ın Şii
kentleri almaya başladığı 20 Mart 1991’de, Kürtler Kerkük şehrindeki Baas
Partisine ve askeri tesislere saldırmışlardır. Ertesi gün Kerkük Kürt grupların
denetimine geçmiştir. 28 Mart’a gelindiğinde ise gelişmeler Kürtlerin aleyhine
işlemeye başlamıştır. Irak birlikleri, helikopterlerin desteğiyle Kerkük’e karşı bir
saldırıya geçmişlerdir. Bu saldırıdan kısa bir süre içinde kanlı çatışmaların
yaşandığı Kerkük tekrar Saddam’ın kontrolüne geçmiştir. 31 Mart’ta Dohuk’un
Baas’ın eline geçmesini takip eden günlerde Kürt grupları Süleymaniye, Erbil ve
Zaho’dan ayrılarak tekrar dağlara geçmişlerdir. Bu gelişmeyle birlikte on binlerce
Kürt, İran ve Türkiye sınırına göç etmişlerdir.
Türkiye'nin bu bölgede uluslararası önlem alınmasına yönelik ısrarı üzerine,
BM Güvenlik Konseyi tarafından Nisan 1991'de alınan 688 sayılı kararla, ağır
coğrafi şartlarda ölümle burun buruna yaşayan Iraklı mültecilere insani yardım
için uluslararası ortam hazırlanmıştır. Bu karar doğrultusunda, TBMM'de 17
Ocak 1991 tarihinde, 126 sayılı karar alınmıştır. Böylece Türkiye'nin yardım ve
katkısıyla Irak'ın kuzeyinde bir güvenlik şemsiyesi ve insani yardım köprüsü
oluşturulmuştur. Bu arada 688. ve 126. kararlara dayanarak Çekiç Güç
kurulmuştur. Bununla birlikte, Amerika tarafından 36. enlemin kuzeyinde Irak
44
45
Tuncer Topur, Yıkımın Adı Barış Orta Doğu, IQ Yayınları, İstanbul, 2006, s. 226–227.
Serhat Erkmen, “I. Körfez Savaşı Sonrası İran - Irak İlişkileri”, Avrasya Dosyası, Cilt 6, Sayı
3, Sonbahar 2000, s. 205.
Arkan H. MUHAMMAD, Iraklı Kürtlerin Özerklikten..
topraklarındaki Kürtleri koruma amacıyla, Irak kuvvetlerine karşı "Uçuşa Yasak
Bölge" kuruldu.46
36. paralelin kuzeyinin, Irak’ın askeri faaliyetlerine yasaklanmasının ardından
Saddam, 14 Nisan 1991’de Baas’ın resmi yayın organı olan Al Es-Sevre’de
Kürtler ile ilgili bir yazı yayınlandı. Kürtlerin Irak’ın yerli halklarından olduğunu
belirten yazıda Saddam, Barzani’yi dış güçlerin oyununa gelmemesi için
uyarıyordu. Ancak yazıda önemli olan asıl vurgu, Saddam’ın, Irak’ın “Monarşi’den
beri, Arap ve Kürt halklarından oluşmuş bir devlet” olduğunu belirtmesiydi. Saddam
bu kez Kürt gruplarını yanına çekmek istemiştir. Nitekim bu açıklamadan sonra
Nisanın ortasından itibaren Kürdistan Cephesi’ne bağlı örgütler ile Saddam
arasında özerklik görüşmeleri başlamıştır. Saddam Kürt cephesiyle 1970
Özerklik Anlaşması’na dayanarak bir otonomi konusunda prensipte anlaşıldığı
Talabani tarafından açıklanmıştır. 47 Kürtlerle Bağdat, özerklik kanununun
gelişmiş bir formülü üzerinde mutabakat sağlamışlardır. Söz konusu kanun
basılmış, okunmuş ve bütün maddeleri satır satır ve harf harf tartışılmıştır.
Nitekim Kürtler bu formülü kabul etmişlerdir. Bununla birlikte partilerinin
ülkenin her yerinde siyasi faaliyet göstermesine izin verilmiştir. Ardından “çok
partili sistem”e geçmek için de bir yıl zarfında kalıcı bir Irak Anayasası
hazırlanması planlanmıştır. Bundan başka Kürtlerin Devrim Komuta Konseyi
bünyesinde yer almalarına da izin verilmiştir. Ayrıca Peşmergelerin “Sınır
Muhafızları” statüsüne getirilmesi anlaşma maddeleri arasında yer almıştır. Bu
sırada Talabani başkanlığında bir heyet Amerika Birleşik Devletleri’ni ziyaret
etmiştir. O dönemde Dışişleri Bakan Yardımcısı Edwar Georgian’dır. Georgian,
Talabani’ye “siz deli misiniz? Saddam’la anlaşma yapacaksınız” demiştir. Böylece
Saddam’la Kürtler arasındaki müzarekereler askıya alınmıştır. Amerikan
yetkilerinin telkinlerini bir kenara bırakacak olursak, Taraflar arasında en önemli
anlaşmazlık konusu Kerkük meselesi olmuştur. Yani Kürtlerin asıl amacı
Kerkük’ün özerk bölge içine dâhil edilmesidir. Bu gelişmelerden hemen sonra
Irak’ın kuzeyinde orduya, emniyet mensuplarına ve devlet memurlarına karşı
saldırılara hız verildi. Bu gelişme üzerine Bağdat, ani bir kararla Irak ordusunu
ve sivil yönetimlerini 36. Paralelin batısına çekerek, bölgeyi Kürtlere terk
etmiştir.48 Yani Saddam 1970 Özerk Anlaşması’nda belirlenen sınırların haricine
çekilmiştir.49
46 Levent Kalyon, Türkiye'nin Savunma Politikaları Üzerine Kırmızı Kim?, Nobel Yayınları,
Ankara, 2010, s. 258.
47 Veysel Ayhan, Ferhat Pirinççi, Saddam Hüseyin & Tarih Yeniden Yazılırken, Ankara, Platin
Yayınları, 2008, s. 181-182.
48 Türkmen kazası Kifrî bu dönemde Bağdat’ın kontrolünde idi. Ancak Kürtlerin baskısı
sonucunda bu kent Kürtlere bırakılmıştır. Bu nedenle kentteki Türkmenler ya evlerini Kürtlere
kiralayarak ya da satarak Karatepe, Diyala, Bağdat, Tuzhurmatu ve Kerkük gibi yerlere
yerleşmişlerdir. Dolayısıyla bu kazanın Diyala şehrinin idari sınırları içersinde yer almasına
95
96
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
Bağdat yönetimi 23 Ekim 1991’de bölgedeki bütün memurlarını çekerken,
bölgeye yönelik bir ekonomik ambargo başlatmıştır. Bunun sonucunda Irak’ın
kuzeyinde tam bir siyasi ve idari kaos yaşanmıştır. Müttefiklerin izledikleri
politikanın ve bölgenin Irak idari bütünlüğünden koparılmasının bir sonucu
olan bu kaostan çıkmak için önerilen çözüm, yapılacak genel seçimler
sonucunda, bölgede yerel bir siyasi otorite tesis ederek, siyasi ve idari
düzenlenmeleri yapmak şeklinde gerçekleşmiştir. Washington’un teklifi üzerine
Ankara’ya gelen Kürdistan Cephe temsilcileri, Irak’ın kuzeyinde 1970 özerklik
anlaşmasına göre yerel yönetimleri oluşturmak için, seçim yapmak istediklerini
bildirmişlerdir ve Ankara’nın olurunu almışlardır. Bunun neticesinde Ocak
1992’de 4 Nisan’da bölgede genel seçimlerin yapılacağı açıklanmış ise de, teknik
nedenlerden dolayı seçimler önce 30 Nisan’a sonra 17 Mayıs’a sonra da 19
Mayıs’a ertelenmiştir. Dolayısıyla 19 Mayıs’ta yapılan seçimlere, Kürdistan
Cephesine bağlı partiler ile Kürdistan İslami Hareketi adlı Cephe dışı bir örgüt
ve bir grup Hıristiyan bağımsız bir liste ile katılmışlardır. Diğer taraftan Irak
Milli Türkmen Partisi Genel Başkanı Muzaffar Arslan seçimlerin Irak’ın toprak
bütünlüğünü tehlikeye atacağını söyleyerek partisinin seçimlere katılmayacağını
açıklamıştır.
Seçimlere 18 yaşını geçmiş, Kürdistan vatandaşı olarak nitelendirilen 1.1
milyon seçmen katılmıştır. Her 300.000 seçmene bir milletvekili düşmüş, yani
kurulacak meclis 105 üyeden oluşmuştur. 17 Mayıs’ta yapılan seçimlerde KDP
oyların %45’ini KYB ise %44’ünü almıştır. Sosyalist parti oyların %3’ünü,
Komünistler %2’sini alarak meclise girmek için gerekli olan %7’nin altında
kalmışlardır. Kürdistan İslami Hareketi ise %5’lik bir oya ulaşmıştır. Yapılan
görüşmelerden sonra KDP ve KYB’nin %50’şer milletvekili çıkarmaları,
Hıristiyan azınlığa ise 5 milletvekili verilmesi kararı alınmıştır. Bahdinan
bölgesinde Barzani, Soran bölgesinde ise Talabani üstünlük kazanmıştır.
Seçimlerden sonra kurulan parlamentonun başkanlığına KDP’li, yardımcılığına
ise KYB’li getirilmiştir. Meclis ilk toplantısını 4 Haziran 1992 yılında Erbil’de
Saddam Hüseyin’in yaptırdığı bölgesel parlamentoda yaptı ve bütün üyeler
“Kürdistan halkını ve topraklarını koruyacakları”na dair yemin ederek göreve
başladılar.50
4 Temmuz’da ise KYB’den Dr. Fuat Masum’un başkanlığında ilk bakanlar
kurulu oluşturuldu. Kabinede KDP ve KYB, Emekçiler Partisi, Demokratik
rağmen, hâlâ haksız bir şekilde Kürtlerin işgali altındır. Ne yazık ki, bu mesele bugüne dek hiçbir
platformda dile getirilmemiştir.
49 Hamide Nana, Tarıq Aziz Recul ve Qaddıyye, (Tarık Aziz adam ve sorun), el Muessesa el
Arabiyye Yayınları, Amman, 1998, 159–161.
50 Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin Resmi sitesi,
http://www.krg.org/p/p.aspx?l=14&s=030000&r=366&p=261
Arkan H. MUHAMMAD, Iraklı Kürtlerin Özerklikten..
Asuri Hareketi ve Komünist Partisinden 1’er temsilci vardı.51 Bölgesel hükümet
teşkil edilmiş, yerel parlamentonun 5 Ekim 1992 tarihinde aldığı kararla federe
devlet statüsü onaylanmış ve bu yapının Erbil, Süleymaniye, Dohuk ve
Kerkük’ü içerdiğ açıklanmıştır. 52 Böylece fiilen bir devletin temeli atılmıştır.
Nitekim Fuat Masum “Geldiğimiz nokta ne özerklik ne de bağımsızlıkır. İkisinin
ortasında bir yerdeyiz nereye doğru gideceğimizi zaman gösterecek” demekteydi.53
Dolayısıyla Kürtler, federasyon fikri telaffuz edilir edilmez dostun da
düşmanın da şimşeklerini üzerine çekmiştir. Bağdat, federasyon fikrini
ayrımcılık olarak algılarken, komşu ülkeler bunu, ülkelerine pandora’nın kutusu
misali yansımaları olacağı kanaatini taşımıştır. Federasyon düşüncesi öylesine
tedirgin ediciydi ki; Suriye, Türkiye ve İran zaman zaman üçlü toplantılar
yapmışlardır. İhtiyatlı hareket etme lüzumunun farkında olan Kürtler ise
niyetlerinin Irak devletinin bir parçası olmak mı yoksa self-determinasyon hakkı
elde etmek mi olacağı konusunda net olmayan beyanlarda bulunmuşlardır.54 Bu
arada ortakların rolleri de değişmiştir.
1970’li ve 1980’lı yıllarda Suriye ve İran, Irak’a karşı Kürtleri desteklemişler,
Irak'ın kuzeyindeki yapının ayakta kalmasını istemişlerdir. Türkiye de bu
dönemde Iraklı Kürtleri desteklemiştir. Türkiye'nin Irak’ın kuzeyi ile ilgili
izlenen politikalarda Kürt devleti taktik tehdit, PKK ise stratejik tehdit olarak
algılanmıştır.55 Türkiye, Kürtleri dış dünyaya bağlayan tek can damarı; ancak bu
rol sayesinde Irak Kürtlerini herkesten daha iyi dizginleyip, baskı altına almayı
düşünmüştür. Öte yandan Irak’ın kuzeyinde üslenen Kürdistan İşçi Partisi
(PKK)’nin üzerine Irak Kürtlerini salmayı ihmal etmemiştir.56 Bu çerçevede her
iki grubun Ankara’da temsilcilik açmalarına izin verilmiştir. 57 Aslında bu
temsilcilikler sayesinde Iraklı Kürtler dış dünya ile irtibata geçmişlerdir.58 Irak’ın
kuzeyinde kurulan Kürt yönetimin üzerinden daha bir buçuk sene geçmemiştir
ki ciddi sorunlar baş göstermiştir. Irak’ın kuzeyi fiilen iki bölünmüştür. Talabani
ve Barzani kontrol ettikleri bölgelerde kendi yönetimlerini kurmuşlardır.59
51 Ümit Özdağ, (1999), Türkiye Kuzey Irak ve PKK, Bir Gayri Nizami Savaşın Anatomisi, ASAM
Yayınları, Ankara, s. 80–81.
52
Sait Yılmaz, (2011), Irak Dosyası, Kum Saati Yayınları, İstanbul, s. 142.
53
Özdağ, age., s. 80-81.
54
Ofra Bengio, (1996), “Irak'ın Toprak Bütünlüğü”, Avrasya Dosyası, Cilt: 2, Sayı 3, Sonbahar,
s. 70.
55
Kalyon, age., s. 261.
56
Bengio, agm., s. 67.
57
“Kerkük’te Gözdağı”, Cumhuriyet, 10 Ekim 2006.
58
Bengio, agm., s. 68.
59
Özmen, agm., s. 59.
97
98
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
Soran bölgesi coğrafi konumu itibarıyla İran’ın jeopolitik ilgi alanıdır.
Behdinan bölgesi ise, Türkiye’nin jeopolitik ilgi alanıdır. Dolayısıyla Türkiye ve
İran bu bölgeler üzerindeki mücadelelerini bu iki grup üzerinden yürütmeye
çalışmışlardır.1993 yılında Irak’ın kuzeyinde bir Başkanlık Konseyi kurulmuştur.
Bu konsey her iki Kürt grubu tarafından desteklenmiştir. Bu gelişmeden kısa bir
süre sonra İran Kürdistan Demokratik Partisi (İKDP) İran ordusuna dönük
faaliyetlerini artırmıştır. Mart 1993’te İran’ın Kürt bölgesinin İran – Irak sınırı
boyunca giriştiği ve Eylül’e kadar devam ettirdiği saldırılar birkaç bin Kürdü bir
kez daha bölgesinden uzaklaştırmıştır. İran resmi açıklamasında, saldırıların Irak
Kürt bölgesinde faaliyet gösteren İran Kürdistan Demokratik partisine bir tepki
olduğunu bildirmiştir. Gerek İran Kürdistan Demokratik Partisi gerekse Celal
Talabani'nin partisi Kürdistan Yurtseverler Birliği partisi bu iddiaları kabul
etmemişlerdir. İran buna rağmen saldırılarını sürdürmüştür. Aslında Batı
destekli olarak Irak’ın kuzeyinde güçlenen yeni yapılanma İran'ı çok rahatsız
etmiştir. Bu nedenle İran bölgedeki istikrarsızlığı yaygınlaştırmak için, bölgede
konuşlanan İran muhalif gruplarını gerekçe göstererek yapılanmayı
bombardıman altına almıştır. Diğer taraftan güdümündeki Kürdistan İslami
Hareketi'ni Talabani'nin partisi Kürdistan Yurtseverler Birliği partisi ile bir
nüfuz mücadelesine sevk etmiştir. Bu nüfuz mücadelesi sonucunda bir Kürt –
Kürt kavgası bölgeyi baştanbaşa sarmıştır.
İran, Kürdistan Yurtseverler Birliği'ni İslami Hareket üzerinden kıskaç altına
almakla da iktifa etmemiş, aynı zamanda bu partiye ekonomik yaptırımlar da
uygulamıştır. Bilindiği üzere, Kürtler iki gümrük kapısından elde ettikleri parayla
ayakta kalabilmişlerdir. Bunların en önemlisi Habur (İbrahim Halil) kapısıdır.
Habur, mazot ticareti başta olmak üzere Irak’a yapılan ticaretin şah damarıdır.
Bu gümrük kapısı Kürdistan Demokratik Partisi’nin (KDP) kontrolündeydi.
İkinci kapı ise İran kapısıdır. Burası da Irak’a yapılan ticaretin bir diğer
kaynağıdır. Ancak İran’ın izlediği politika yüzünden Talabani’nin hâkimiyeti
altında olan Soran bölgesinde yaşam durma noktasına gelmiştir. Bu baskı altında
Talabani, kuzeydeki Habur Sınır Kapısı’na yönelmek zorunda kalmıştır. Habur
Kapısı’ndan gelen gelirlerin yönetim maliyesine sağlıklı bir şekilde
kaydedilmemesi ve transferlerin düzenli yapılmaması iki partiyi çatışma
noktasına getirmiştir. 60 Hepsinden de önemlisi Kürdistan Demokratik
Partisi’nin ilkin arabuluculuk rolüne soyunup gümrük paylaşımında da
Kürdistan Yurtseverler Birliği ile anlaşmazlık yaşayınca, İslami hareketle işbirliği
içine girip Kürdistan Yurt Severler Birliği’nin karşısında yer almıştır. 1994’te iki
grup arasında Kaladize’de çıkan çatışmalar kısa bir süre içinde Erbil ve
Süleymaniye gibi şehirlere de sıçramıştır.61 Türkiye 30 Mayıs 1994’te Silopi’de
60
Özmen, agm., s. 59.
61
Sami Kohen, “Kuzey Irak'ta Dikkat”, Milliyet, 14 Mayıs 1994.
Arkan H. MUHAMMAD, Iraklı Kürtlerin Özerklikten..
Talabani ile Barzani’yi bir araya getirmiş ve iki grubun barışa yanaşmaması
sonucu çatışmalar devam etmiştir. Aslında Türkiye Irak’ın kuzeyindeki bu iki
grup arasında ayrılıkların devamından yararlanarak güçlü bir Kürt varlığının
gerçekleşmesini engellemeye çalışmıştır. 62 Türkiye’nin girişimleri sonuçsuz
kalınca, Temmuz 1994’te Fransa eski Cumhurbaşkanı Mitterand’ın devreye
girmesiyle birlikte bir anlaşma taslağı hazırlanmıştır. Ancak Türkiye başta olmak
üzere bazı bölge ülkelerinin şiddetli tepkileri karşısında anlaşma
imzalanmamıştır. 63 Bu gelişmeler üzerine Dublin süreci başlamıştır. Bu süreç
Amerika Birleşik Devletleri’nin her iki Kürt grubunu bir araya getirerek, Irak’ın
kuzeyinde Saddam Hüseyin’e karşı tekrar birleştirmek için çalıştığı bir süreçtir.
İrlanda’nın başkenti Dublin yakınlarındaki Orogheda şehrinde yapılan
görüşmelere, Amerika Birleşik Devletleri, Kürdistan Yurtseverler Birliği,
Kürdistan Demokratik Partisi, Irak Ulusal Kongresi ve gözlemci statüsü ile
Türkiye katılmıştır. Türkiye, Dublin sürecinden rahatsız olmuştur. Ancak
sürecin dışında kaldığı takdirde alınacak kararlardan zarar göreceği endişesiyle
sürece katılmak zorunda kalmıştır. 64 Amerika’nın başlattığı bu süreçten de
olumlu bir sonuç alınmamıştır. 65 Mayıs 1995’te Şaklava’da şiddetlenen
çatışmalardan sonra Kürdistan Yurtseverler Birliği güçleri Erbil şehrini ele
geçirmiştir. Ekim 1995’de, 12 Eylül 1995’te Dogheda’da yapılan ve Dublin
süreci’nin ikinci adımını oluşturan sonuçsuz görüşmelerden sonra, Amerika
Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanlığı Kuzey Körfez Daire Başkanı Robert
Deutsch, Ankara ve Irak’ın kuzeyinde temaslarda bulunarak Dublin sürecini
tamamlamak istemiştir. Nihayet 9 Aralık 1995’de her iki Kürt grubundan nihai
cevaplarını istemiştir. Kürdistan Demokratik Partisi bu isteğe barış için,
Kürdistan Yurtseverler Birliği güçlerinin Erbil şehrinin boşaltılmasının ön şart
olduğu cevabını vermiştir. Ancak karşı taraf henüz cevabını vermemiştir. Dublin
sürecinden rahatsız olan İran ve Suriye, Amerikan yetkililerinin bölgeye dönük
girişimlerini engellemek için Şam’da bir toplantı gerçekleştirmişlerdir.
Toplantının amacı Dublin sürecini başarsız kılmaktır. İran ve Suriye yetkililerin
girişimleri sonucunda, her iki Kürt grubun temsilcilerini İran’ın başkenti
Tahran’da bir araya getirilmişti. 11 Ekim’de de bir bildiri yayınlayarak, bazı
noktalarda anlaştıklarını ifade etmişlerdir.66 Böylece İran’da faaliyet gösteren Şii
grupların milisleri Irak’ın kuzeyine konuşlandırıldı. Dolayısıyla İran, İslami
Kürdistan Hareketi üzerinden Irak’ın kuzeyine yönelik politikasını geliştirmeye
çalışırken, bu sefer Kürdistan Yurtseverler Birliği ile de ilişkilerini
62
“Kürt Liderler Silopi'de”, Hürriyet, 14 Haziran 1994.
63
Özmen, agm., s. 60.
64
Ümit Özdağ, “PKK ve Kuzey Irak”, Avrasya Dosyası, Cilt: 3, Sayı: 1, İlkbahar 1996, s. 98.
65
Özmen, age., s. 60.
66
Özdağ, agm., s. 100.
99
100
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
güçlendirmeye başladı. 67 Talabani grubu Erbil’i almasıyla birlikte, coğrafi
konumunu genişletmiştir. Irak’ın kuzeyindeki gelişmelerin hem Türkiye hem de
Bağdat’ı rahatsız ettiği bilinmektedir. Bu noktadan sonra bu iki ülke kozlarını
Kürdistan Demokratik Partisi’nden yana kullanmaya başlamışlarıdır. 31 Ağustos
1996 tarihinde Saddam destekli Kürdistan Demokratik Partisi güçleri Erbil
başta olmak üzere Süleymaniye’yi de ele geçirmişlerdir. Böylece Soran ve
Behdinan bölgesinin tamamı Kürdistan Demokratik Partisi’nin kontrolüne
girmiştir.68
Irak’ın kuzeyinde iki grup arasındaki sorunların çözülmesi için, 1996 yılında
4 turdan oluşan Ankara toplantıları yapılmıştır. Ankara toplantılarına Kürt
partileri başta olmak üzere, Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Türkiye ve
Türkmenler de katılmışlardır. Bu toplantıda Kürt partileri arasındaki ihtilaflı
konular büyük ölçüde giderilmiş ve bir ateşkes anlaşması üzerinde mutabakat
sağlanmıştır. Bu ateşkesi Türkmen akıncılarından oluşturulan 350 kişilik bir
barış izleme gücü sağlamaya çalışmıştır. Bu arada gücün eğitimi ve silah
donanımı Türkiye tarafından temin edilmiştir. Bu gelişme sonucunda Talabani
Süleymaniye merkezli idaresiyle yetinmiştir. Ankara sürecinden sonra bölge
çatışma yaralarını nispeten sarmaya başlamıştır. İki grup arasında anlaşmazlığın
temelinde ekonomik faktör olduğunu anlayan Amerika, bu tarihten sonra da
konuyu BM Güvenlik Konseyi’ne taşımıştır. Nitekim Petrol Karşılığı Gıda
Anlaşması yürürlüğe girmesiyle beraber, bölgeye %13 pay tahsis edilmiştir. 69
Böylece Kürtler arasında anlaşmazlıklar büyük ölçüde ortadan kalkmış oldu. Bu
gelişme üzerine bölgenin adı uluslararası belgelerde geçerek meşruiyet
kazanmıştır. 1998 yılına gelindiğinde de Amerika Birleşik Devletleri’nin
başlattığı Washington sürecinde, Kürt partileri arasında bir mutabakat
sağlanmıştır. Bu mutabakat sayesinde Kürt partileri Saddam sonrasında birçok
kazanım elde etmişlerdir. Bütün bundan anlaşılıyor ki; Kürt bölgesi, 1991 –
2003 tarihine dek Amerika Birleşik Devletleri tarafından iki yönteme başvurarak
korunmuştur. Bunlardan ilki Çekiç Güç, diğeri ise BM Güvenlik Konseyi’nin
687 sayılı kararıdır. Çekiç Güç, BM Güvenlik Konseyi’nin 688 sayılı kararıyla
TBMM’nin 126 sayılı kararlarına dayanarak kurulmuştur. Bununla birlikte,
Amerika tarafından 36. enlemin kuzeyinde Irak topraklarında Kürtleri koruma
amacıyla, Irak kuvvetlerine karşı "Uçuşa Yasak Bölge" oluşturuldu. Ertesi yıl
(1992) ek olarak 32. paralelin güneyinde de uçuşa yasak bölge oluşturuldu.
Ancak bu gücün daha sonra PKK'ya göz yumması Türkiye kamuoyunda
67
68
Özdağ, age., s. 101.
Kıvanç Galip Över,
Sonbahar 2000, s. 153.
“Irak'ta Bütünleşmeye Doğru”, Avrasya Dosyası, Cilt 6, Sayı 3,
69 Bülent Aras, “Türkiye ve Irak Krizi”, Irak Savaşı Sonrası Orta Doğu, Bülent Aras, (Der.),
Tasam Yayınları, İstanbul, 2004, s. 167.
Arkan H. MUHAMMAD, Iraklı Kürtlerin Özerklikten..
tepkilere neden olmuştur. Bu gelişme üzerine, ABD yetkilileri ile Türk yetkileri
arasında görüşmelere hız verilmiştir. Bu arada da Gücün merkezi Zaho'dan
Silopi'ye getirilmiştir. Bir süre sonra da bölgede Huzur Harekâtı adı verilen
operasyon başlatılmıştır. Temel amacı insani yardım olan bu harekât, 1 Ocak
1997'den itibaren "Kuzeyden Keşif Harekâtı" adını almış ve her seferinde görev
süresi altı ay uzatılmak suretiyle yaklaşık 12 yıl sürmüştür. 70 BM Güvenlik
Konseyi’nin 687 sayılı kararına gelince, BM Güvenlik Konseyi’nin 3 Nisan
1991’de aldığı 687 sayılı kararı tarihinin en büyük ve en uzun kararıdır. Bu karar
ABD’nin Mart 2003 Irak Savaşı’na ve Saddam rejimin yıkılmasına dayanak
oluşturan karardır. Bir başka ifade ile “Kararların Anasıdır”. 687 sayılı karar
gereği Irak’taki kitle imha silahlarının, kimyasal, biyolojik ve nükleer madde ve
materyallerin, menzili 150 km’yi aşan füzelerin bir komisyon tarafından
incelenmesi ve Irak hükümetine Atom Enerjisi Kurumu’na bu silahları ve
yerlerini gösterme zorunluluğu getirilmiştir.71
De facto Federal Bölge (2003 – 2005)
I. Körfez Harekâtı'ndan sonra Irak, Koalisyon güçleri tarafından işgal
edilmiştir. Bu sırada Irak, Koalisyon Geçici Otoritesi (Coalition Provisional
Authority) tarafından idare edilmiştir. Bu yönetimin en önemli icraatlarından
biri, ülkenin yönetiminde kendisine yardımcı olmak üzere, 13 Temmuz 2003’te
Irak Yönetim Konseyi (Iraqi Governing Council – IGC) adında bir kurul
oluşturulması olmuştur. 72 15 Kasım 2003 tarihinde Irak'ın Sivil Yöneticisi
Bremer, Irak Yönetim Konseyi üyeleriyle “İktidarın Devri” adı altında bir
anlaşma imzalamıştır. Bu anlaşmada yer alan en önemli maddelerden biri de bir
geçici anayasanın hazırlanması olmuştur. 73 Nitekim bu anlaşma sonrası ABD
Dışişleri Bakanı Colin Powell, hazırlanması düşünülen geçici anayasasının en
geç 15 Aralık 2003 tarihinde tamamlanması gerektiğini vurgulamıştır.74 İşte bu
sırada federalizm tartışmaları hız kazanmıştır. Türkiye, etnik esaslı değil coğrafi
70
Kalyon, age., s. 259.
71
Haydar Çakmak, Uluslararası Krizler ve Türk Silahlı Kuvvetleri, Platin Yayınları, Ankara, 2004,
s. 126.
72 Kemal İnat, “Irak: ABD ve Saddam Hüseyin “işbirliği” ile Gelen Yıkım”, Dünya Çatışmaları,
Edi. Kemal İnat, Burhanettin Duran ve Muhittin Ataman, Cilt: 1, Nobel Yayınları, Ankara, 2010,
s. 39 – 40.
73 Anthony H. Cordesman, “Tahlil el İntihabat Fil Irak” (Irak Seçimlerinin Analizi), el
Mustekbal el Arabs, Yıl 26, Sayı 301, Mart 2004, s. 25; International Crisis Group, What Can The
U.S. Do in Iraq?, Middle East Report, No. 34, December 22, 2004, p. 7.
74
Abdul Hüseyin Şaban, “el Destur ve Nidam el Hukum”, (Anayasa ve Siyasi Sistem), İhtilal
el Irak ve Tadaiyetihi Arabiyen Aklimiyen ve Develiyen, (Irak İşgalinin Arap, Bölgesel ve Uluslar arası
Yansımaları, Merkez Dirasat el Vıhda el Arabiyye, Beyrut 2004, s. 510. (499 – 544).
101
102
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
esaslı bir federasyonun Irak için daha uygun olduğunu dile getirmiştir.75 Ancak
Kürtler coğrafi ve idari esaslı federasyona karşı çıktıkları için, Irak Yönetim
Konseyi'nde yer alan muhalif partileri arasında etnik esaslı bir federasyon
üzerinde mutabakat sağlanmıştır. Bunun nedeni, konseyde yer alan muhalif parti
lider ve temsilcilerinin daha önce Viyana ve Salahattin toplantılarında Kürtlere
resmi taahütlerde bulunmalarıdır.76 Her ne kadar bu federal modelin Kürt parti
liderleri tarafından biçildiği iddia edilse de, daha sonra Brendan O’leary, John
McGarry gibi Batı’nın önde gelen Kürdologları tarafından tezgâhlandığı ortaya
çıkmıştır. Dolayısıyla uzun bir süre tartışılan bu federasyon önerisinin etnik
temelli, çok uluslu bir federasyonu öngörmesinden de öteye, Kanada usulü
melez birçok uluslu bir federasyon ön plana çıkarması adı geçen şahsiyetlerin
meseleye bakış açılarının ortaya konması açısından önemlidir. Zira McGarry’ye
göre, daha dar görüşlü olan Kürtlerin istediği iki veya üç birimli bir federasyon
modeli, ortaya çıkaracağı Kürtler aleyhindeki güç dengesizliğiyle istikbalde
Kürtleri zor durumda bırakacaktır. Dolayısıyla onlar, Kürtleri tek bir çatı altında
toplayan, buna mukabil Arapları daha küçük birimlere bölen bir federatif
yapılanmada ısrarlı olmuşlardır. Bunun sonucunda istenilen model Amerika'da
hazırlanan Geçici İdari Yasa'ya (Transitional Administrative Law-TAL)
eklenmiştir.77
Yasanın 61/C Maddesi “Kalıcı anayasanın kabulünü üç eyaletin toplam nüfusunun
üçte ikisinin reddetmesi” şartına bağlamaktadır. Böylece Kürtler istediklerini
almışlar ve etnik temelli bir federasyonla gayet geniş yetkilere sahip bir özerklik
hakkını elde etmişlerdir. Bu suretle Kürtler daimi anayasayı veto etmek gibi
orantısız bir güce sahip olmuşlardır. 78 İlginç olan Geçici İdare Yasası'nda
Kürtlerin lehine geçen maddelerin tamamı 2005 tarihinde kabul edilen Irak
Anayasası'nda da yer almıştır. 2005 Irak Anayasası’nın 124. maddesinde; “Federal
anayasaya tezat teşkil etmeyecek şekilde otorite, görev alanları ve bunların uygulanmasını
belirleyen bölgesel bir anayasa hazırlanır” denilmek suretiyle bölgesel bir anayasanın
hazırlanmasını istemiştir. Bu çerçevede Kürtler 2002 yılında 78 maddeden
oluşan hazırladıkları taslağa 82 madde ekleyerek yeni bir taslak hazırlamışlardır.79
Bu da doğrudan Kürtlere iç hukuk zemininde bir meşruiyet kazandırmıştır. Bu
açıdan Irak'ın kuzeyini yöneten Kürdistan Demokratik Partisi ile Kürdistan
75
"el Ceyiş el Turki Yuhaddir Min Mustakbel Demeviyi İda Ukima el Federaliye" (Türk
Askeri Irak'ta Federasyonun Hayata Geçmesiyle Birlikte Kanlı Çatışmaların Meydana
Geleceğinden Endişelenmektedir", el Şark el Avsat, 17 Ocak 2004.
76
Şaban, agm., s. 505 – 506.
77
İnat, agm., s. 42.
78
Dursun, age., s. 210-212.
79
Serhat Erkmen, “Kuzey Irak'ta Yeni Anayasa Taslağı Üzerine Değerlendirmeler”, Günde
Analiz ORSAM, No: 4, Ağustos 2009, s. 2.
Arkan H. MUHAMMAD, Iraklı Kürtlerin Özerklikten..
Yurtseverler Birliği Partisi, aralarındaki ihtilaflı konuları bir kenara koyarak
bölgenin yeniden dizayn edilmesine yönelmişlerdir. Her şeyden önce 1991
yılından beri Erbil ve Süleymaniye merkezli iki idarenin birleştirilmesi için çaba
sarf etmeye başlamışlardır. Ocak 2006 tarihinde iki yerel yönetim arasında
anlaşma sağlandıktan sonra "Kürdistan Bölgesel Yönetimi" adı altında ortak bir idare
kurulmuş 80 ve idarenin merkezi de Erbil seçilmiştir. 81 Bu ortak idarenin
kurulmasında Kürdistan Yurtseverler Birliği ile Kürdistan Demokratik Partisi
arasında bir pazarlık söz konusu olmuştur. Bu pazarlık sonucunda Talabani
ikinci kez Irak cumhurbaşkanlığına, Barzani ise; Kürdistan Bölgesel Yönetimi
başkanlığına aday gösterilmiştir. 82 Tam da bu sırada 20 Şubat 2007 tarihinde
Kürdistan Bölgesel Yönetimi iki yeni konseyin (Kürdistan Komuta Konseyi ve
Kürdistan Siyasi Partiler Yüksek Konseyi) oluşturulduğunu açıkladı.83 Başka önemli
bir adımla da Şubat 2009'da aldığı bir kararla "Irak Kürdistan Ulusal Meclisi"
ibaresini "Irak-Kürdistan Meclisi" ibaresiyle değiştirilmiştir. 84 Bu arada 2006
yılında hazırlanan anayasa taslağı 24 Haziran 2009 yılında Irak Kürdistan Meclisi
tarafından kabul edilmiştir. 85
Özetleyecek olursak, atılan bu somut adımlarla birlikte Kürt yapısı gerek
Irak'ta gerekse bölgede bir de facto federal yapıyı elde edebilmiştir. (EK: 2)
Sonuç
Irak sınırları içersinde yaşayan Kürtlerin devletleşme yolunda attıkları
adımların temeli 1918 yılına dayanmaktadır. Bu temel 2005 yılında tamamlanma
aşamasına gelmiştir. Dolayısıyla çalışmamıza farklı bir açıdan yaklaşmak
gerekirse şöyle bir sonuç ortaya çıkmaktadır; Kürt yapılanması (1918–2005)
yılları arasında dört aşmalı bir program sonucunda bugünkü statüye
kavuşabilmiştir. Birinci aşamada İngilizler ile Kürtler arasında her ne kadar inişli
çıkışlı bir ilişki yaşansa da, İngilizlerin Kürtlere aşıladığı ve sınırlarını çizdiği
80
Internationa Crisis Grup, Iraq and The Kurds: The Brewing Battle Over Kirkuk, Middle East
Report No. 56, July18, 2006, p. 10.
81 “el Akrad Yettefikun Ala Tevhid el İdareteyin Erbil ve Suleymaniye”, (Kürtler Erbil İle
Süleymaniye Yerel İdarelerinin Birleştirmesi Üzerinde Anlaştılar) el Halic, 8 Ocak 2006.
82 “el Akrad Yettefikun Ala Tevhid el İdareteyin Erbil ve Suleymaniye”, (Kürtler Erbil İle
Süleymaniye Yerel İdarelerinin Birleştirmesi Üzerinde Anlaştılar), el Şark el Avsat, 8 Ocak 2006.
83
“İstihdat Mecliseyin Reiseyyin Fi Kurdistan”, (Kürdistan'da iki yeni konsey kuruldu), el
Hayat, 21 Şubat 2007.
84 “el İntihabat el Teşriiye Fil Eklim Kurdistan”, (Kürdistan Bölgesinde Parlamento
Seçimleri), el Hayat, 14 Nisan 2009.
85 “Berleman Kurdistan el Irak Yakır Dusturen Tavassuien”, (Kürdistan Parlamentosu
Yayılmacı Bir Anayasa Kabul Etti), el Halic, 25 Haziran 2009.
103
104
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
özerk bölge vaatleriyle başlamıştır. İkinci aşamada Sovyetler Birliği desteğiyle
İngilizler tarafından Kürtlere vaat edilen özerk bölge De facto bir yapıya
kavuşmuştur. Üçüncü Aşamada Amerika aktör olarak devreye girmiş ve 36.
paralel çizgisiyle Saddam yönetimini 1970 yılında Kürtler ile imzaladığı özerklik
anlaşmasının belirlediği sınırlar dışına çıkmasını sağlamış, müttefiki olan
İngiltere ve Fransa’nın desteğiyle de Kürt yapılanmasının özerklikten
federalizme dönüşmesini sağlamıştır. Dördüncü aşama 2003 yılından sonra
yaşanmıştır. Bu tarihte Irak ABD tarafından işgal edildiğinde ABD'nin Iraklı
Kürtlere ilgisi daha da artmıştır. 1 Mart Tezkeresi'nin TBMM'den geçmemesiyle
beraber ABD ile Türkiye arasındaki ilişkiler kırılma noktasına gelmiştir. Bu
nedenle Amerika uzun yıllardan beri en yakın müttefiki olan Türkiye'ye yüz
çevirerek Iraklı Kürtlere yakınlaşmaya başlamıştır. Bu yakınlaşmanın sonucunda
Amerika'da hazırlanan 2005 Irak Anayasası'nda Kürt federal yapısı defacto bir
federal yapıya dönüştürülmüştür. Dolayısıyla Iraklı Kürtlerin devletleşme
sürecinde attıkları bu adımlar ışığında, ister istemez oyunun bundan sonraki
perdesinin, Suriye, Türkiye ve İran gibi Kürt unsuru barındıran ülkelerde
oynanacağı kanısındayız.
Kaynaklar
Kitap ve Makaleler
AHMED İbrahim Halil, HUMİDİ, Cafer Abbas (1989) Tarih el Irak el Muasır, (Çağdaş
Irak Tarihi), Dar el Kutup Yayınları, Musul.
ARAS Bülent (Der.) (2004) “Türkiye ve Irak Krizi”, Irak Savaşı Sonrası Orta Doğu, Bülent
Aras, Tasam Yayınları, İstanbul.
ARI Tayyar (2004) Geçmişten Günümüze Orta Doğu Siyaset, Savaş ve Diplomasi, Alfa
Yayınları, İstanbul.
ATAY Akdevelioğlu, KÜRKÇÜOĞLU, Ömer (2004) “Orta Doğu'yla İlişkiler”, Türk
Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne Olaylar, Belgeler, Yorumlar 1919–1980, Baskın
Oran (Edi.), 10. Baskı, Cilt 1, İletişim Yayınları, İstanbul, s. 194–212.
ATTAR Ali Rıza Şeyh (2004) Kürtler Bölgesel ve Bölge Dışı Güçler, çev. Alptekin
Dursunoğlu, Anka Yayınları, İstanbul.
AYHAN Veysel, PİRİNÇÇİ, Ferhat (2008) Saddam Hüseyin & Tarih Yeniden Yazılırken,
Platin Yayınları, Ankara.
BARZANİ Mesud (2005) Barzani ve Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi-II, Doz Yayınları,
İstanbul.
BELL Gertrude (2004) Mezopotamya'da 1915–1920 Sivil Yönetimi, çev. Vadi İlmen, Yaba
Yayınları, İstanbul.
BENGİO Ofra (1996) “Irak'ın Toprak Bütünlüğü”, Avrasya Dosyası, Cilt 2, Sayı 3,
Sonbahar, s. 61–80.
Arkan H. MUHAMMAD, Iraklı Kürtlerin Özerklikten..
CORDESMAN Anthony H. (2004) “Tahlil el İntihabat Fil Irak” (Irak Seçimlerinin
Analizi), el Mustekbal el Arabs, Yıl 26, Sayı 301, Mart, s. 25–29.
ÇAKMAK Haydar (2004) Uluslararası Krizler ve Türk Silahlı Kuvvetleri, Platin Yayınları,
Ankara.
ÇEVİK Halis (2005) Uluslararası politikada Orta Doğu, NKM Yayınları, İstanbul.
DURSUN İsmail (2006) İsrail/ABD ve İngiliz Üçgeninde Kürt Tezgahı, IQ Yayınları,
İstanbul.
EDMONDS Cecil J. (1957) Kurds, Turks and Arabs: Politics, Travel and Research In
Northeastern Iraq 1919–1925, London.
EL BEYATİ Abdurahman İdris (2008) “el Biritaniyun İsted'u Melik Kurdistan İla
Bağdat”, (İngilizler Kürdistan Kral'ın Bağdat'a çağırdılar), Az Zaman, 16 Eylül.
ERKMEN Serhat (2000) “I. Körfez Savaşı Sonrası İran - Irak İlişkileri”, Avrasya
Dosyası, Cilt 6, Sayı 3, Sonbahar, s. 198–218.
ERKMEN Serhat (2008) “1945–1989 Yılları Arasında ABD'nin Kuzey Irak Politikası”,
Akademik Orta Doğu, Cilt: 3, Sayı: 1, s. 67–96.
ERKMEN Serhat (2009) “Kuzey Irak'ta Yeni Anayasa
Değerlendirmeler”, Günde Analiz ORSAM, No: 4, Ağustos.
Taslağı
Üzerine
ESKANDER Saad (2001) “Southern Kurdistan Under Britain's Mesopotamian
Mandate: From Separation to Incorporation, 1920-23", Middle Eastern Studies, Vol.
37, No. 2, April, pp. 153-180.
ESMAN Milton J., RABİNOVİCH, Itamar (2004) Orta Doğu'da Etnisite Çoğulculuk ve
Devlet, Avesta Yayınları, İstanbul.
GHAREEB Edmund (1981) The Kurdish Question In Iraq, Syracuse University Press,
Syracuse.
HASSAN Muhammed, PESTIEAU, David (2005) İşgal Altındaki Ülke Irak, Papirüs
Yayınları, İstanbul.
International Crisis Group (2004) What Can The U.S. Do in Iraq?, Middle East Report,
No. 34, December 22.
Internationa Crisis Grup (2006) Iraq and The Kurds: The Brewing Battle Over Kirkuk,
Middle East Report No. 56, July 18.
İNAT Kemal (2010) “Irak: ABD ve Saddam Hüseyin “İşbirliği” ile Gelen Yılım”, Dünya
Çatışmaları, Kemal İnat, Burhanettin Duran ve Muhittin Ataman (Edi.), 1. Cilt, ,
Nobel Yayınları, İstanbul, s. 9–98.
JWAİDEH Wadie (1999) Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi, Kökenleri ve Gelişimi, İsmail Çekem,
Alper Duman, (Çev.), İletişim Yayınları, İstanbul.
KALYON Levent (2010) Türkiye'nin Savunma Politikaları Üzerine Kırmızı Kim?, Nobel
Yayınları, Ankara.
KOHEN Sami (1994) “Kuzey Irak'ta Dikkat”, Milliyet, 14 Mayıs.
KONGAR, Emre (2012) ABD’nin Siyasal İslam’la Dansı,5. Baskı, Remzi Kitabevi
Yayınları, İstanbul.
KUTSCHERA, Chris (2001) Kürt Ulusal Hareketi, çev. Fikret Başkaya, Avesta Yayınları,
İstanbul.
105
106
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
MCDOWALL David (2004) A Modern History of The Kurds, I.B. Taurus, London.
MESUT Ahmat (1992) İngiliz Belgelerinde Kürdistan 1918-1958, Doz Yayınları, İstanbul.
NANA Hamide (1998) Tarıq Aziz Recul ve Qaddıyye, (Tarık Aziz adam ve sorun), el
Muessesa el Arabiyye Yayınları, Amman.
OLSON Robert (1998) The Kurdish Question and Turkish Iranian Relations From World War
I to 1998, Mazda Publishers, California.
ÖVER Kıvanç Galip (2000) “Irak'ta Bütünleşmeye Doğru”, Avrasya Dosyası, Cilt 6, Sayı
3, Sonbahar, s. 146–160.
ÖZALP Hişyar (2005) “Tarihi Perspektifiyle Güney Kürdistan'ın Hukuki Statüsü",
Serbesti, Sayı 22, Güz.
ÖZDAĞ Ümit (1999) Türkiye Kuzey Irak ve PKK, Bir Gayri Nizami Savaşın Anatomisi,
ASAM Yayınları, Ankara.
ÖZDAĞ Ümit (1996) “PKK ve Kuzey Irak”, Avrasya Dosyası, Cilt 3, Sayı 1, s. 81–104.
ÖZMEN Hasan, (1996) “Kuzey Irak’ta Kürt İhtilaflarının Nedenleri”, Avrasya Dosyası,
Cilt: 3, Sayı: 1, s. 55–60.
ÖZMEN Hasan (2004) el Turkuman Fil Iraq ve Hukuk el İnsan, (Irak Türkmenleri ve
insan hakları), 2. Baskı, Kozan Yayınları, Ankara.
ÖZNUR Hakkı (2003) Cahaşların Savaşı Kuzey Irak Kürt Hareketi ve Musul-Kerkük Meselesi,
Altınküre Yayınları, Ankara.
PRİMAKOV Yevgniy (2002) Kapalı Kutu Rusya, Nuri Eyüpoğlu (Çev.), Ayşe Edirne
(Der.), Mataş Yayınları, Yayın yeri yok.
RANDEL Jothan (1999) Durub Kurdistan Kema Selektehu, (Kürdistan yollarından
izlenimlerim), Arapçaya Çev. Fadi Hammud, Darul Anhar Yayınları, Bayrut.
SARIGÖL Adem (2012) “Arap Baharı’nın Son Darbesi Suriye’de Muhtemel Bir Kürt
Oluşumun Türkiye’ye ve Orta Doğu’ya Etkileri”, Arap Baharı ve Suriye, Barış
Adıbelli (Edi.), IQ Yayınları, İstanbul, s. 197–272.
SPREL Kreyenbroek (2003) Kürtler Güncel Bir Araştırma, 2. Baskı, Yavuz Alogan
(Çev.), Cep Yayınları, İstanbul.
ŞABAN Abdul Hüseyin (2004) “el Destur ve Nidam el Hukum”, (Anayasa ve Siyasi
Sistem), İhtilal el Irak ve Tadaiyetihi Arabiyen Aklimiyen ve Develiyen, (Irak İşgalinin
Arap, Bölgesel ve Uluslar arası Yansımaları, Merkez Dirasat el Vıhda el Arabiyye,
Beyrut, s. 499 – 544
TELLAL Eral (2000) SSCB-Türkiye İlişkileri 1953 – 1964, Mülkiyetler Birliği Vakfı
Yayınlar, Ankara.
TOKTAR Ebru (2006) “Kürtler Kerkük-Yumurtalık Boru Hattı'nın Kontrolünü Ele
Geçirebilir”, Tempo Dergisi, Sayı: 52/995 28, Aralık, 18–22.
TOPUR Tuncer (2006) Yıkımın Adı Barış Orta Doğu, IQ Yayınları, İstanbul.
TRIPP Charles (2006) A History of Iraq, Published by Cambridge University Press,
Cambridge.
TÜRKMEN Sayim (2007) ABD Orta Doğu ve Türkiye, Nobel Yayınları, Ankara.
UÇAR Ahmet (2002) “Hahamların Torunları”, Tarih Düçünce, Sayı: 12, Aralık, s. 16-24.
Arkan H. MUHAMMAD, Iraklı Kürtlerin Özerklikten..
UÇAR Vedat Durmaz (2002) Orta Doğu'da Suyun Artan Stratejik Değeri, IQ Yayınları,
İstanbul.
ÜLGER İrfan Kaya (1996) “Düşman Kardeşler: KDP ve KYB”, Avrasya Dosyası, Cilt 2,
Sayı 3, Sonbahar, s. 207, 216.
YAVİ Ersal (2006) Kürdistan Ütopyası 1. Dosya, Yazıcı Yayınları, İzmir.
YAZICIOĞLU Yaşar (2004) Kuşatılan Türkiye, Algı Yayınları, Ankara.
YILMAZ Sait (2011) Irak Dosyası, Kum Saati Yayınları, İstanbul.
Gazeteler
Az Zaman (18 Nisan 2009) “Hukumet Kurdistan İkteşefne 4 Milyarat Bermil Nafıt”,
(Kürdistan Hükümeti 4 Milyar Varil Petrol Bulduk).
Cumhuriyet (10 Ekim 2006) “Kerkük’te Gözdağı”.
el Halic, (8 Ocak 2006) “el Akrad Yettefikun Ala Tevhid el İdareteyin Erbil ve
Suleymaniye”, (Kürtler Erbil İle Süleymaniye Yerel İdarelerinin Birleştirmesi
Üzerinde Anlaştılar).
el Halic, (25 Haziran 2009) “Berleman Kurdistan el Irak Yakır Dusturen Tavassuien”,
(Kürdistan Parlamentosu Yayılmacı Bir Anayasa Kabul Etti).
el Hayat (21 Şubat 2007) “İstihdat Mecliseyin Reiseyyin Fi Kurdistan”, (Kürdistan'da iki
yeni konsey kuruldu).
el Hayat, (14 Nisan 2009) “el İntihabat el Teşriiye Fil Eklim Kurdistan”, (Kürdistan
Bölgesinde Parlamento Seçimleri).
el Şark el Avsat (8 Ocak 2006) “el Akrad Yettefikun Ala Tevhid el İdareteyin Erbil ve
Suleymaniye”, (Kürtler Erbil İle Süleymaniye Yerel İdarelerinin Birleştirmesi
Üzerinde Anlaştılar).
Hürriyet (14 Haziran 1994) “Kürt Liderler Silopi'de”.
107
108
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
(Ek: 1)
11 Mart 1970 Anlaşmasının Orijinal Metni
Arkan H. MUHAMMAD, Iraklı Kürtlerin Özerklikten..
109
110
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
Arkan H. MUHAMMAD, Iraklı Kürtlerin Özerklikten..
111
112
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
Arkan H. MUHAMMAD, Iraklı Kürtlerin Özerklikten..
113
114
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
Arkan H. MUHAMMAD, Iraklı Kürtlerin Özerklikten..
115
116
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
Arkan H. MUHAMMAD, Iraklı Kürtlerin Özerklikten..
(Ek: 2)
2005 Irak Anayasası
117
İkinci Dünya Savaşı Sonrasında
Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den İstekleri
Sabit DOKUYAN
Düzce Üniversitesi
DOKUYAN, Sabit, İkinci Dünya Savaşı Sonrasında Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den
İstekleri, CTAD, Yıl 9, Sayı 18 (Güz 2013), s. 119-135.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye, Sovyetler Birliği ile yürüttüğü diplomatik
ilişkiler çerçevesinde dış politikasına yön vermiştir. Türkiye’nin, Amerika Birleşik
Devletleri’ne yakınlaşmasında Sovyetler Birliği’nin büyük etkisi olmuştur. Boğazlar ve
sınırlar konusunda tavizler koparmaya çalışan Sovyet yönetimi, Türkiye’yi doğrudan
ABD’nin yanına itmiştir. Bu yöneliş, Türkiye’nin dış politikada daha özgür ve seçici
davranması önünde engel teşkil etmiştir. Cumhuriyetin kuruluşundan beri devam eden
batıya yakınlaşma hız kazanmış ve tek seçenek haline gelmiştir. Türk devletinin İkinci
Dünya Savaşı’na kadar devam ettirmeye çalıştığı Sovyetler Birliği ile ılımlı ilişkileri
sürdürme politikası da kesintiye uğramıştır. Yeni durum, dönem iktidarları için sıkıntılı
olmuş ve dış tehdit barındıran bir sürecin başladığı anlamını taşımıştır. Bu çalışmada;
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Türkiye’yi zor durumda bırakan ve zorunlu müttefik
arayışına iten Sovyet tehdidi değerlendirilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Sovyetler Birliği, Türkiye, II. Dünya Savaşı, Boğazlar, Dış Politika.
DOKUYAN, Sabit, Claims of the Soviet Union on Turkish Territories after the World
War II, CTAD, Year 9, Issue 18, (Fall 2013), p. 119-135.
After the World War II, Turkey’s foreign policy was mainly shaped within the
framework of diplomatic relations with the Soviet Union. The Soviet Union has a great
effect on Turkey’s rapprochement with the United States of America from 1945
onward. It could be stressed that the Soviet threat concerning especially the Straits and
eastern frontiers right after the war fueled Turkey’s journey towards west and the
United States. On the other hand, this one-way journey partially restricted Turkey’s
foreign policy in terms of having multiple alternatives. Turning towards the West,
reaches back to the establishment of the Turkish Republic, became the only choice and
gathered speed at this era. Thus, Turkish Republic’s moderate relationships with Soviet
120
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
Union, in 1920’s and 1930’s, until the Second World War has been interrupted during
the rearrangement on the post war foreign policy. This new situation posed threats for
the Turkish governments through prospective and unpredictable external threats. This
study focuses on the nature of the Soviet threat that pushed Turkey to look for reliable
allies following the World War II.
Keywords: Soviet Union, The World War II, The Straits, Foreign Policy, Turkey.
Giriş
Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında, Birinci Dünya Savaşı sonrasında
imzalanan 16 Mart 1921 tarihli Moskova Antlaşması ile bir dostluk dönemi
başlamıştır. Savaş sonunda da devam eden bu yakınlaşmanın sonucu olarak
1925 yılında Türkiye ile Rusya arasında Tarafsızlık ve Dostluk Antlaşması hayata
geçirilmiştir.1 Fakat İkinci Dünya Savaşı’nın başlaması ile iki devlet arasındaki
ilişkilerde inişli çıkışlı bir süreç cereyan etmiştir. Sovyetler ile Almanya savaş
sırasında ters düşünce, Rus tarafı Dostluk Anlaşması’nı yürürlükte tutmaya
gayret göstermiştir. Fakat 1942 yılında gerçekleşen Stalingrad Savaşları ile Ruslar
Almanlara karşı üstünlük sağlayınca, Sovyetlerin Türkiye üzerinde baskısı da
artmaya başlamıştır. 2 Savaş sonrasında ise ABD ve Sovyetler Birliği arasında
yaşanan Soğuk Savaş sürecinde Türkiye’nin de içerisinde yer aldığı Orta Doğu
çatışmaların önemli merkezlerinden birisi haline gelmiştir.3
Türkiye ile ilgili iyi niyet taşımayan Rus yaklaşımlarının ilk sinyalleri 4-11
Şubat 1945 tarihleri arasında gerçekleşen Yalta Konferansı’nda kendini
göstermiştir. Konferans sırasında Sovyet lider Josef Stalin, Montrö Boğazlar
Sözleşmesi’nin geçerliliğini kaybettiğini ve yenilenmesi gerekliliğini gündeme
getirmiştir.4 ABD Başkanı Franklin Roosevelt, Stalin’in önerisini tasdik ederek
Rusların sıcak denizlere rahatça inme hakkına sahip olması gerektiğini
belirtmiştir. İngiltere Başbakanı Winston Churchill ise daha temkinli yaklaşarak
1 Kemal Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, İmge Kitabevi, Ankara, 2008, s. 473., 17 Aralık 1925
tarihli Türk-Sovyet Antlaşması üç maddeden oluşmuştur. Birinci maddeye göre; Taraflardan
birisine başka devletler tarafından saldırı olursa diğer taraf bitaraf olarak kalacaktı. İkinci maddeye
göre; İki taraf birbirine tecavüzde bulunmamayı, diğer tarafın aleyhinde bir oluşum içerisine
girmemeyi ve karşı tarafa zarar verecek bir girişime destek vermemeyi taahhüt etmekteydi.
Üçüncü maddeye göre; taraflardan birisi altı ay önceden haber vermediği müddetçe anlaşma
devam edecekti. Akşam Gazetesi, 22 Mart 1945, s. 2.
2 Mehmet Gönlübol, Cem Sar, Ahmet Şükrü Esmer vd., Olaylarla Türk Dış Politikası(19191973), Sevinç Matbaası, Ankara, 1974, s. 421.
3
4
Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik, Küre Yayınları İstanbul, 2009, s. 135.
Feridun Cemal Erkin, Türk- Sovyet İlişkileri ve Boğazlar Meselesi, Başnur Matbaası, Ankara,
1968, s. 266.
Sabit DOKUYAN, İkinci Dünya Savaşı Sonrasında...
yapılacak değişikliklerin Türkiye’nin bağımsızlığı ve toprak bütünlüğüne uygun
olmasını istemiştir.5
Yalta Konferansından sonra Türkiye’ye karşı daha net bir üslup sergilemeye
başlayan Rus tarafı, 24 Şubat 1945 tarihinde Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi
Selim Sarper ile Sovyet Dışişleri Bakanı Vyaçeslav Molotov’un yaptığı
görüşmeler sırasında, boğazlar konusunda Türkiye ile ikili olarak görüşmek
isteğini dile getirmiştir. Sarper ise Montrö Boğazlar Sözleşmesinin çok taraflı bir
antlaşma olduğunu belirterek teklife sıcak bakamayacaklarını belirtmiştir. 6 19
Mart 1945 tarihinde Molotov, Sarper ile bir daha görüşerek; Sovyet
hükümetinin yeni oluşan şartlar ve harbin getirdiği ortam dolayısıyla 17 Aralık
1925 tarihli Türk–Sovyet Antlaşması’nı feshettiğini bildirmiştir.7
Türkiye, 4 Nisan 1945 tarihinde Sovyetlerin Ankara Büyükelçisi’ne verdiği
bir deklarasyonla; iki devlet arasında uzun zamandır dostluk ve iyi ilişkileri
sağlamada önemli bir yeri olan Dostluk Antlaşması’nın yerine, günün şartlarına
göre her iki tarafın çıkarlarının da dikkate alındığı, yeni bir anlaşma imzalamak
adına Sovyetlerden gelecek her türlü teklifin dikkatle değerlendireceğini
bildirmiştir.8 Sovyet tarafı Türkiye’nin yeni anlaşma isteğine yazılı olarak cevap
vermemiştir. Sovyet Büyükelçisi ise, konuyla ilgili sorulan sorulara; konunun
henüz incelenmediği ve Türkiye’nin öncelikli olarak bir teklifte bulunmasının
beklendiği yönünde cevap vermiştir.9
7 Haziran 1945 tarihinde Molotov’la tekrar görüşen Sarper sözlü bir nota
almıştır. 10 Molotov, feshedilen 1925 yılına ait antlaşmanın yerine yeni bir
anlaşma imzalanabileceği bilgisini vermiştir. Fakat Sovyet Rusya bu yeni
anlaşma için taleplerde bulunmuştur. 11 Ruslara göre; 16 Mart 1921 tarihli
Moskova Antlaşması imzalanırken Rusya zayıftır ve toprak tavizlerinde
bulunmuştur. O dönemde belirlenen Türk-Sovyet sınırında Rusya lehine
düzeltmeler yapılmalı 12 , Kars ve Ardahan, Gürcistan ve Ermenistan’a
5
Kamuran Gürün, Dış İlişkiler ve Türk Politikası, AÜSBF Yayınları, Ankara, 1983, s. 137.
6
Kamuran Gürün, Türk- Sovyet İlişkileri(1920-1953), TTK Basımevi, Ankara, 2010, s. 276.
7
Cumhuriyet Gazetesi, 22 Mart 1945, s. 1. Ayrıca Bakınız: Ivar Spector, The Soviet Union and The
Muslim World, University Of Washington Press, Seattle, 1959,, s. 204., George E. Kirk, A Short
History Of The Middle East, Frederic A. Praeger, Inc., New York, 1963, s. 257., George S. Harris,
Troubled Alliance (Turkish-American Problems in Historical Perspective 1945-1971), American Enterprise
Institute For Public Policy Research, Washington, D.C 1972, s. 15.
8 Tan Gazetesi, 7 Nisan 1945, s. 1., Ayrıca Bakınız: Vatan Gazetesi, 7 Nisan 1945, s. 1., Akşam
Gazetesi, 7 Nisan 1945, s. 1.
9
Erkin, Türk-Sovyet…, s. 250.
10
Selim Deringil, Denge Oyunu, İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin Dış Politikası, Tarih Vakfı
Yurt Yayınları, İstanbul, 1994, s. 252.
11 Feridun Cemal Erkin, Dışişlerinde 34 Yıl, Cilt 1, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara,
1980, s. 148., Ayrıca Bakınız: Necdet Ekinci, Türkiye’de Çok Partili Düzene Geçişte Dış Etkenler,
Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, 1997, s. 264-265.
12 A. Haluk Ülman, Türk-Amerikan Diplomatik Münasebetleri(1939-1947), Sevinç Matbaası,
Ankara, 1961, s. 56.
121
122
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
bırakılmalıdır. 13 Molotov’un talepleri karşısında Sarper, yapılan 1921
antlaşmasının zorlama ile olmadığını ve hatta bu antlaşma ile Türkiye’nin bahsi
geçen topraklarla ilgili olarak haksızlığa uğramaktan korunmuş olduğunu
hatırlatmıştır. Molotov ikinci olarak; boğazların müdafaası konusunda Sovyet
Rusya’nın emin olmak istediğini ifade ederek, Türkiye’nin boğazları ne kadar
koruyabileceğini sormuştur. Sarper ise; ellerinden geldiği kadar koruyacaklarını,
eğer ki kendi güvenlikleri tehdit altındaysa, o zamanın şartları içinde,
Sovyetlerden silah ve malzeme alarak boğazların güvenliğini artırabileceklerini
söylemiştir. 14 Molotov açıkça boğazların, Türkiye- Sovyet Rusya ortak
savunması altına alınması ve boğazlarda Ruslara kara ve deniz üsleri verilmesi
yönünde taleplerde bulunmuştur. Molotov ayrıca; boğazlarla ilgili bir düzenleme
yapılmadan önce, Türkiye ile Sovyetlerin kendi aralarında anlaşarak ortak
hareket etmesinin doğru olacağını belirtmiştir. Bunun üzerine Sarper; başka
devletleri şüpheye düşürecek böyle bir anlaşmanın doğru olmayacağı ikazında
bulunmuştur.15
Sarper ile Molotov 18 Haziran 1945 tarihinde yeniden görüşmüşlerdir.
Molotov ilk görüşmedeki isteklerini tekrarlamış ve ek olarak da Gürcistan ve
Ermenistan’ın haklarının korunacağı yönünde açık ifadelerde bulunmuştur.
Sovyet isteklerinin gündeme geldiği süreçte, 5 Temmuz 1945 tarihinde, İngiltere
Rus isteklerinin yanlış olduğu ve Türkiye’nin toprak bütünlüğüne karşı harekete
geçmesinin iyi karşılanmayacağını anlatan bildirisini Rus Dışişlerine iletmiştir.
Sovyet Rusya bu ikaza cevap vermemiştir.16 Türkiye ise ABD görüşünü duymak
istemiş ve bu ülkenin Türkiye lehinde yapacağı bir açıklamanın Sovyet Rusya
üzerinde daha etkili olacağına inanmıştır. 7 Temmuz 1945 tarihinde ABD
Dışişleri Bakanlığı; Türk- Rus ilişkilerinin dostane devam ettiği, her hangi bir
tehdidin bulunmadığı yönünde açıklamada bulunmuştur. Böylece ABD,
Türkiye’nin Sovyet Rusya aleyhinde bir tutum içine girme isteğine sıcak
bakmadığını belli etmiştir.17
Türk kamuoyu ve basını, Sovyetlerin Türkiye’den isteklerini tepkiyle
karşılamıştır. Konuyla ilgili bir yazı yayınlayan Tan Gazetesi, istekleri mantıksız
bulan şu yorumu yapmıştır:
“Birleşmiş Milletler Anayasası mucibince bütün milletlerin hükümranlık haklarına ve
bütünlüğüne riayet etmek taahhüdü altına giren Rusya’nın daha imzasının mürekkebi
kurumadan böyle muazzam bir hata işlemesi aklın alacağı şey değildir. Kars, Ardahan ve
Artvin ne bir askeri zaferin mükâfatı olarak zorla alınmış, ne de istila edilip bir oldu bitti
13 Spector, age., s. 204, Ayrıca Bakınız:
Nejat Eralp, “İkinci Dünya Savaşı Sonrasında
Boğazlar Sorunu, İngiliz ve Amerikan Basınındaki Akisleri”, Beşinci Askeri Tarih Semineri Bildirileri
I, 23-25 Ekim 1995, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1996, s. 103.(Sayfa Aralığı 101-109)
14
Gürün, Türk- Sovyet…, s. 284-285.
15
Eralp, agm., s. 103.(Sayfa Aralığı 101-109)
16
Gürün, Türk- Sovyet…, s. 287-290.
17
Ülman, age., s. 58-59.
Sabit DOKUYAN, İkinci Dünya Savaşı Sonrasında...
ile Ruslara zorla kabul ettirilmiştir. Bu vilayetler Lenin Rusya’sının kendi rıza ve
muvaffakiyetiyle iki taraf arasında dostça anlaşılarak Türkiye’ye bırakılmıştır.18”
Rus istekleri karşısında taviz verilmemesi yönünde bir kamuoyu yaklaşımı da
ağırlık kazanmıştır. Bu düşünce, verilecek tavizlerin Ruslar tarafından yeni taviz
istekleriyle takip edileceği yönündeki endişelerden kaynaklanmıştır.19
17-25 Temmuz ve 28 Temmuz-2 Ağustos 1945 tarihleri arasında ABDİngiltere ve Sovyet Rusya’nın katılımıyla Berlin’de toplanan Potsdam
Konferansı’nın 22 Temmuz tarihli 6. oturumunda boğazlar konusu gündeme
gelmiştir. Churchill, Sovyet gemilerinin boğazlardan serbest geçişine sıcak
bakmakla birlikte Türkiye’nin telaşlandırılmaması taraftarı görünmüştür.20 ABD
Başkanı Harry Truman hatıralarında Konferans sürecinde Churchill ve Stalin’in
tavırlarını şu şekilde tasvir etmiştir: “Anladığıma göre, Stalin kendisinden evvel
Rusya’da gelip geçmiş bütün çarlar gibi, Karadeniz Boğazlarının Rusya’ya
verilmesini istiyordu. Churchill ise, İngiltere’nin Akdeniz’de icra etmekte olduğu
kontrolü bırakmak niyetinde olmadığını; hatta bu kontrolü daha da sıkı bir şekle
sokmaya taraftar bulunduğunu ima etmekteydi.21” Sovyetler Birliği’nin boğazlar
meselesini Türkiye-Rusya arasında ikili bir sorun haline getirmeye çalışması
konferansta tepki toplamıştır. Truman boğazların uluslararası su yolları
statüsünde değerlendirilmesini istemiştir. ABD ve İngiltere’nin, boğazlardan
Sovyet gemilerinin geçişini üç büyük devlet ve boğazla ilgili diğer devletlerin
güvencesi altına alma teklifi Stalin tarafından reddedilmiştir. Ortak bir noktada
anlaşılamayınca üç tarafın görüşlerini ayrı ayrı olarak Türkiye’ye bildirmesine
karar verilmiştir.22
İngiltere, Potsdam Konferansı’nda alınan karar gereği konuyla ilgili
görüşlerini içeren notasını 1 Kasım 1945 tarihinde Türkiye’ye ulaştırmıştır. Bu
notada, boğazlar konusunun Sovyetler ile Türkiye arasında değil uluslararası bir
konferansta konuşulması isteği belirtilmiştir. 23 ABD ise boğazlarla ilgili
Türkiye’ye nota göndermeden önce Potsdam Konferansı’ndaki tavrında
değişikliğe gitmiştir. Truman, boğazların uluslararası su yollarında olduğu gibi
bütün milletlerin kullanabileceği bir statüde olması gerektiği fikrinden
vazgeçmiştir. ABD boğazlar konusundaki değişen tutumunu, Türkiye’ye
gönderdiği 2 Kasım 1945 tarihli notada ortaya koymuştur.24 Bu notada; Birleşik
Devletlerin, boğazlardan serbest geçiş konusunda hassas olduğu ve Türk
Boğazları ile ilgili alınacak kararın uluslararası güvenliği artıracak tarzda olması
gerektiği bildirilmiştir. Konuyla ilgili toplanacak bir konferansa davet edilmesi
18
Tan Gazetesi, 28 Haziran 1945, s. 1.
19
Erkin, Dışişlerinde…, Cilt 1, s. 147-149
20
Türkkaya Ataöv, Amerika, NATO ve Türkiye, Aydınlık Yayınevi, Ankara, 1969, s. 51.,
Ayrıca Bakınız: Gürün, Türk- Sovyet…, s. 291.
21
Harry S. Truman, Hatıralarım, Ulusal Basımevi, Ankara, 1968, s. 144.
22
Spector, age., s. 204.
23
Ekinci, age., s. 283.
24
Ülman, age., s. 62-64.
123
124
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
halinde katılma isteğini bildiren ABD, boğazlar üzerinde ciddi değişiklikler
yapma fikrinden vazgeçmiştir. 25 Türkiye ABD notasını olumlu karşılamış ve
Sovyetlerle anlaşma yolları arayan ABD’yi kışkırtacak bir yaklaşımdan uzak
durmaya gayret göstermiştir. Sovyet tarafı ise ABD notasını kesin bir dille
reddetmiştir.26
Türkiye Aleyhindeki Ermeni-Gürcü İstekleri ve Sovyetler Birliği’nin
Tavrı
25 Nisan-26 Haziran 1945 tarihleri arasında gerçekleşen San Fransisco
Konferansı sırasında Ermeni Milli Komitesi katılımcılara, Türkiye’de bulunan
Ermenilerin Sovyet Rusya’ya nakledilmesi isteğini içeren mektuplar
göndermiştir. Bu isteğin sebebi olarak ise; Türkiye’deki Ermenilerin imhadan
kurtarılmak istenmesi gösterilmiştir. 27 Ermeniler ayrıca Türkiye’nin BM’ye
alınmasının yanlış olacağından ve Türklerin Ermenilere yaptıkları zulümlerin
unutulmaması gerektiğinden de bahsetmişlerdir. İngiliz ve Amerikalı yetkililer
Türk gazeteleri aracılığıyla bu mektuplara cevap vererek, aslında Ermenilerin
katliam yaptıklarını hatırlatmıştır. Özellikle Milli Mücadele sırasında Anadolu’da
olan İngilizler, Ermeni zulmünü yakından görmüşlerdir. Bu karşı saldırı üzerine
Ermeni lobileri susmak zorunda kalmıştır. Türkiye’den Amerika’ya göçen
Ermeniler ise Türk temsilcilerine dostça yaklaşmış ve bu iddiaların yanında
olmadıklarını belirtmişlerdir.28
Gürcüler de yaşanan sıkıntılı süreçte farklı iddialarla gündeme gelmişlerdir.
Gürcistan Bilimler Akademisi’nde iki profesör Türkiye üzerindeki toprak
isteklerini dile getiren bir makale yayınlamıştır. 14 Aralık 1945 tarihinde
yayınlanan makale 29 “Gürcistan’dan Zaptedilmiş Topraklar Geri Verilmelidir”
başlığını taşımıştır.30 Bridzneşvili ve Canayşa adlı profesörler Gürcü sınırlarının
2500 yıl önce Van Gölü’nden Karadeniz’e kadar uzandığını öne sürmüşlerdir.
Böylece Türkiye’ye ait olan Kars, Ardahan, Artvin, Oltu, Tortum, İspir,
Bayburt, Gümüşhane, Trabzon ve Giresun üzerinde hak iddia etmişlerdir.
25
Gönlübol vd., age., s. 212-213., Ayrıca Bakınız: Tan Gazetesi, 5 Kasım 1945, s. 1., Necati
Sözüöz, Türk-Amerikan İlişkilerine Genel Bir Bakış(1923–1950), Fakülteler Matbaası, İstanbul, 1992,
s. 43.
26 Ayşegül Sever, Soğuk Savaş Kuşatmasında Türkiye, Batı ve Orta Doğu(1945-1958), Boyut
Matbaacılık, İstanbul, 1997, s. 30.
27
Cumhuriyet Gazetesi, 9 Mayıs 1945, s. 1.
28
Vatan Gazetesi, 5 Ağustos 1945, s. 1.
29
Erel Tellal, “SSCB’yle İlişkiler”, Türk Dış Politikası(Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler,
Yorumlar) 1919-1980,(Editör: Baskın Oran), İletişim Yayınları, İstanbul, 2001, s. 504. (Sayfa aralığı:
499-521)., Ayrıca Bakınız: Yahya S. Tezel, Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi, Tarih Vakfı Yurt
Yayınları, İstanbul, 1994, s. 221.
30
Akşam Gazetesi, 21 Aralık 1945, s. 1.
Sabit DOKUYAN, İkinci Dünya Savaşı Sonrasında...
Aslen Gürcü olan Josef Stalin, ortaya atılan bu iddiaların temel dayanağını
oluşturmuştur.31
20 Aralık 1945 tarihinde Mecliste konuşan Kazım Karabekir, Rusların ve
Gürcülerin Kars, Ardahan ve Artvin üzerindeki isteklerini değerlendirmiş ve
Kars’ın verilmesinin Türkiye’nin işgalini kolaylaştıracak bir kapı açacağını ve
bunun mümkün olmadığını vurgulamıştır.32 Başbakan Şükrü Saraçoğlu ise doğu
topraklarımızdan Ermeni ve Gürcülere pay verilmesi isteklerini basın
mensuplarına şu şekilde değerlendirmiştir:
“Bütün dünya biliyor ki bütün bu yerlerde bir tek Ermeni mevcut değildir.
Memleketin başka yerlerine dağılmış olan ve çoğu İstanbul’da bulunan Ermeni
vatandaşlarımıza karşı emniyetimiz vardır. Dışarıdaki tahriklere ve şüphe
uyandırmak isteyen çalışmalara karşı, Ermeni vatandaşlarımızla olan
münasebetlerimizde en ufak bir gölge hasıl olmak ihtimali yoktur. Bütün
vatandaşların dışarı oyunlarına karşı birbirlerine ve cumhuriyet kanunlarına olan
güvenlerini hiç şüphelenmeden muhafaza edeceklerine eminim…”
Saraçoğlu, Gürcü profesörlerinin istedikleri topraklar için ise şu yorumu
yapmıştır: “Vakıa bu illerde Gürcü dilini de konuşan ve kendilerini Türk dinine, Türk
vicdanına, Türk kültürüne ve Türk diline sahip sayan insanlar vardır, fakat bu insanlar
çarların ve çar ordularının önünden kaçıp ana vatana iltica eden Türklerdir.33”
23 Aralık 1945 tarihinde Times Dergisi’nde yayınlanan “Rusya ve Türkiye”
başlığını taşıyan makalede Gürcü iddiaları yorumlanmıştır ve özetle şu ifadeler
yer almıştır: İki Gürcü profesör tarafından Türkiye’den toprak talebi yönünde
açıklamalar yayınlanmış, Sovyet Rusya tarafından resmi bir talep olmamasına
rağmen, Rus basınında geniş yer bulan bu gelişme Sovyet yönetimi tarafından
tepki görmediğine göre tasvip ediliyor imajı kazanmıştır. Türkiye gelişmeleri
Sovyetlerin Türkiye’ye karşı besledikleri düşmanca hislerin bir yansıması olarak
kabul etmektedir. Karadeniz sahilinde Giresun limanına ve geniş bir hinterlanda
sahip Gürcü istekleri tarihi ve ırki bir temele sahip değildir. Gürcülere yakın bir
asıldan gelen Lazlar, Müslümanlaşmış ve Türk milli şuurunu kazanmışlardır.
Sovyetlerin Türkiye’ye bu kadar hasmane yaklaşmasının Rusya adına anlamı;
Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’na katılmayarak Almanya’ya avantaj sağlaması
ve Almanya’nın Rusya’ya saldırmadan önce Türkiye ile anlaşma yapması
gösterilebilir.34
Washington’dan United Press Gazetesi ise Gürcü istekleriyle ilgili olarak;
ABD’nin Türkiye ve Sovyet Rusya’yı ziyaret eden dışişleri komisyonu
üyelerinden Karl Mundt’un yorumunu yayınlamıştır. Mundt şu ifadeleri
kullanmıştır: “Rusya’nın hakikatte ne istediğini bilmiyorum. Fakat bana kalırsa,
31 Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam(1938-1950), Cilt II., Remzi Kitabevi, İstanbul, 2011, s.
285-286. Ayrıca Bakınız: Vatan Gazetesi, 21 Aralık 1945, s. 1., Tellal, agm., s. 504.
32
Türkiye Büyük Millet Meclisi Tutanak Dergisi(TBMMTD), 20 Aralık 1945, 7. Dönem, Cilt 20, s.
259.
33
Akşam Gazetesi, 7 Ocak 1946, s. 2., Ayrıca Bakınız: Gönlübol vd., age., s. 422.
34
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi(BCA), Dosya: F11, Fon Kodu: 30..1.0.0, Yer No: 101.623..3.
125
126
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
Rusya’nın istediği askeri emniyetten de fazla bir şeydir. Zira kendisine nispeten daha zayıf
olan bir komşudan korkması için hiçbir sebep yoktur. Ruslar, Baltık memleketlerinden
başlayarak Balkanlar ve son zamanlarda İran’a kadar bütün memleketlere karşı buna
benzer bir program tatbik etmişlerdir.35”
Sovyetler Birliği aynı süreçte; Ermenilerin ülkelerine dönerek nüfus
yoğunluğunu artırıp, toprak taleplerini güçlendirmelerini amaçlayarak,
Türkiye’nin de içinde bulunduğu birkaç ülke Ermenilerine çağrıda bulunmuştur.
Bu çağrı üzerine İstanbul’da dört gün içinde 1.500 Ermeni, Rus
Başkonsolosluğu’na başvurarak ülkelerine geri dönme talebinde bulunmuştur.
Bunların çoğunluğu işsiz ya da maceraperest insanlardır. 36 Türk hükümeti
gitmek isteyenlerin işlerini kolaylaştırılmak için, emniyet birimlerine
başvurmaları yönünde 22 Aralık tarihinde bir tebliğ yayınlamıştır.37 Yayınlanan
tebliğ sonrasında yapılan blöfün Türkiye tarafından dikkate alınmadığı
anlaşılınca başvurular kısa sürede azalarak bitmiştir. Başvuranların götürülme işi
gerçekleşmeyince ise bu kişilerin kimlikleri geri dağıtılmaya başlanmış ve
Rusya’ya gidişin ancak daha sonra gerçekleşebileceği belirtilmiştir.38
Sovyetler, sonraki süreçte isteklerini gayri resmi yollardan Türkiye’ye
iletmeye devam etmiştir. 22 Şubat 1946 tarihinde Ermeni bir profesörün eski
Ermeni toprakları üzerinde hak iddia ettiği konuşması Türkiye’ye
duyurulmuştur. 39 Diğer yandan 30 Nisan-4 Mayıs 1947 tarihleri arasında
ABD’de gerçekleştirilen Dünya Ermeni Kongresi sonrasında Ermeniler BM’ye
başvurmuşlardır. Gönderilen Ermeni mektubu içerisinde Ermeni toprak
istekleri yinelenmiş, bu isteklerin BM tarafından yerine getirilmesinin gerekliliği
izah edilmeye çalışılmış ve şu ifadeler kullanılmıştır: “…Sükûnetle ve doğrulukla
halledilmesi lazım olan Ermeni Meselesi bütün dünya milletleri arasındaki itimadı
sağlamak için elzemdir. Bu mesele ne bir hudut meselesi ne de Ermeni milletinin
mukadderatı meselesi değildir. Doğrudan doğruya Birleşmiş Milletler Kurulu’nun ideali ile
alakalıdır.40”
Sovyetler sadece Ermeni ve Gürcülerle ilgili değil, Anadolu’da bulunan diğer
etnik unsurlarla ilgili propaganda yapma yolunu da kullanmıştır. Bu manada
olmak üzere Moskova Radyosu Türkiye aleyhinde propaganda amacıyla bir
konuşma yayınlamıştır. Konuşmada azınlıklar meselesi gündeme getirilerek şu
ifadeler kullanılmıştır: “Bunların vaziyetleri çok nazikleşmiştir. Kürtlerin, Ermenilerin,
Yunanlıların ve Yahudilerin siyasi ve iktisadi hakları son derece kısılmıştır.” Radyonun
iddiasına göre 1.5 milyon Kürt zorla Kürdistan’dan çıkarılmakta ve sistematik
bir şekilde, kitleler halinde imha edilmektedir. Konuşmanın devamında şu
ifadeler mevcuttur: “Milli Cumhuriyet Partisi(CHP) memleketin askerileştirilmesini,
35
Akşam Gazetesi, 22 Aralık 1945, s. 1-2.
36
Erkin, Türk- Sovyet…, s. 274-275., Ayrıca Bakınız: Gürün, Türk- Sovyet…, s. 302.
37
Akşam Gazetesi, 22 Aralık 1945, s. 2.
38
Tanin Gazetesi, 4 Aralık 1946, s. 1.
39
Gönlübol vd., age, s. 423.
40
Son Saat Gazetesi, 15 Haziran 1947, s. 1-6.
Sabit DOKUYAN, İkinci Dünya Savaşı Sonrasında...
sulh şartları içinde bir milyon kişilik bir ordu tutulmasını ve antidemokratik polis
tedbirlerinin alınmasını haklı göstermek için dış tehlikenin mevcudiyetini ileri sürmektedir.
Hâlbuki buna inanan pek az Türk vardır.41”
Sovyetler Birliği’nin 7 Ağustos 1946 Tarihli Boğazlarla İlgili Notası
20 Temmuz 1936 tarihinde imzalanan Montrö Boğazlar Sözleşmesi yirmi
yıllık bir antlaşmadır. 42 İmzacı devletlerden herhangi birisi anlaşma üzerinde
değişiklik isterse her beşinci yılın başlangıcında tekliflerini iletme hakkına
sahiptir. Ruslar bu haktan yararlanarak 1946 yılı Ağustos ayından itibaren
boğazlar konusunda kendi lehlerine değişiklikler yapılmasını istemeye
başlamışlardır.43 7 Ağustos 1946 tarihinde Rus Büyükelçisi tarafından verilmiş
olan boğazlarla ilgili nota, Sovyetlerin Potsdam Konferansı kararlarına
dayanarak vermiş oldukları bir nota olarak değerlendirilmiştir.44 Rusların nota ile
talep ettikleri boğazlar statüsündeki değişiklik istekleri, Potsdam Konferansı
sırasında ortaya koydukları tekliflere çok benzemektedir. 45 Nota eş zamanlı
olarak İngiltere ve ABD’ye de gönderilmişti. Rus istekleri şu şekildedir:
1. Boğazlar her zaman ticaret gemilerine açık olmalıdır.
2. Boğazlar Karadeniz ülkelerinin savaş gemilerine her zaman açık olmalıdır.
3. Özel şartlar dışında Karadeniz’e sınırı olmayan devletlerin savaş gemilerine
boğazlar kapalı olmalıdır.
4. Boğazlarla ilgili kurulacak olan cemiyet sadece Karadeniz devletlerinden
oluşmalıdır.
5. Boğazların savunulması noktasında Sovyetler ile Türkiye ortak hareket
etmelidir.46
Nota içerisinde yer alan beşinci madde öncelikli olarak tepki toplamıştır. Bu
madde ile Ruslar açıkça boğazlar üzerinde bir denetim sağlama amacı
gütmüştür. Maddeyi değerlendiren Newyork Times Gazetesi, şu ifadeleri
kullanmıştır: “Eğer Türkiye, her hangi yabancı bir devlete kendi toprakları üzerinde üs
kurmak müsaadesini verecek olursa hükümran bir millet olmaktan çıkar…47”
Türkiye, Sovyet notasına cevap vermeden önce ABD ve İngiltere’nin fikrini
almak istemiştir. ABD nota meselesiyle yakından ilgilenmiş ve 15 Ağustos 1946
41
Son Saat Gazetesi, 3 Şubat 1947, s. 1., Ayrıca Bakınız: Akşam Gazetesi, 3 Şubat 1947, s. 1.
42
Boğazlar rejimi hakkında Montrö’de 20 Temmuz 1936 tarihinde imzalanan sözleşmenin
tam metni için bakınız: Erkin, Türk- Sovyet…, s. 397-410.
43 Akdes Nimet Kurat, Türk-Amerikan Münasebetlerine Kısa Bir Bakış(1800-1959), Doğuş
Matbaası, Ankara, 1959, s. 47.
44 Akşam Gazetesi, 13 Ağustos 1946, s. 1., Ayrıca Bakınız: Erkin, Türk- Sovyet…, s. 295.,
Ahmet Mumcu, Türk Devrimi’nin Temelleri ve Gelişimi, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1982, s.
185.
45
Gürün, Türk- Sovyet…, s. 305-306.
46
7 Ağustos 1946 tarihinde Sovyetler tarafından verilen notanın tam metni için bakınız:
Erkin, Türk- Sovyet…, s. 414-415., Ayrıca Bakınız: Spector, age., s. 205., Kirk, age., s. 258.
47
Ulus Gazetesi, 15 Ağustos 1946, s. 1.
127
128
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
tarihinde Beyaz Saray’da yapılan toplantıda konu gündeme alınmıştır. Dışişleri
Bakanı Dean Acheston konuyla ilgili olarak özetle şu ifadelerde bulunmuştur:
Sovyetler Birliği’nin Türkiye üzerindeki talepleri, bu ülkeye hâkim olma amacına
yöneliktir, sıra Türkiye’den sonra Yunanistan’a gelecek, bu iki ülkenin kaybı ise
Orta Doğu ve Akdeniz’de daha büyük felaketlere neden olacaktır. Türkiye’ye
karşı bir saldırı gerçekleşirse ABD doğrudan Türkiye’ye destek vermelidir.
Acheston’un görüşleri Başkan Harry Truman tarafından da kabul görmüştür.
ABD hükümeti sıcağı sıcağına 16 Ağustos tarihinde, uçak gemisinin de dahil
olduğu bir deniz kuvvetini Akdeniz’e göndereceğini açıklayarak olayların dışında
kalmayacağını somut bir adımla kanıtlamıştır.48
ABD, Türkiye’nin notaya sert cevap vermesini istemiş ve kendisi de 19
Ağustos 1946 tarihinde Sovyet notasına cevap vermiştir. ABD notasında;
Sovyetlerin Türkiye’den istediği ilk üç madde konusunda hem fikir olduklarını
belirtmiştir. Fakat dördüncü maddede, boğazların sadece Karadeniz devletleri
kontrolünde tutulmasına karşın ABD’nin de konuya müdahil olması istenmiştir.
Beşinci maddede yer alan, Türkiye ile Sovyetlerin ortak boğaz savunması ise
yine Amerika tarafından reddedilmiştir. 49 21 Ağustos 1946 tarihinde İngiltere
tarafından Sovyetler Birliği’ne verilen cevabi nota ise, ABD cevabına benzer bir
içerik taşımıştır.50
ABD ve İngiltere desteğini arkasına alan Türkiye 22 Ağustos 1946 tarihinde
Sovyetlere verdiği cevabi nota ile ABD notasını tasdik eder bir tutum
sergilemiştir. Boğazların, Karadeniz devletleri dışında kalan devletlerin
denetiminden alınmasının boğazlardan menfaati olan devletlerin hakkına
tecavüz olduğu, ortak savunma fikrinin ise Türkiye’nin egemenlik hakkına
saldırı sayılacağı bildirilmiştir. Türkiye’nin, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin
tadiline açık olduğu ama sözleşmenin tamamen iptaline karşı bulunduğu
vurgulanmıştır.51
Sovyetler Birliği’nin 24 Eylül 1946 Tarihli Yeni Notası
7 Ağustos 1946 tarihli Sovyet notası, Türkiye’nin sert bir reddi ile
cevaplanınca, 24-25 Eylül 1946 gecesi Türkiye Dışişleri Bakanlığı’na yeni bir
Rus notası verilmiştir. 52 Bu nota diğerine göre daha ayrıntılıdır. Sovyetlerin
boğazlar ile ilgili görüş ve önerilerini dinlemeden reddeden Türkiye’nin bu
tavrının, dostluk anlaşması imzalama isteğiyle bağdaşmadığı belirtilmiştir. Sovyet
tarafının boğazlarla ilgili bir konferansın toplanmasına karşı olmadığını ama
48
Yusuf Sarınay, Türkiye’nin Batı İttifakına Yönelişi ve NATO’ya Girişi, Kültür ve Turizm
Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1988, s. 56., Ayrıca Bakınız: Sever, age., s. 43.
49 ABD notasının tam metni için bakınız: Fahir Armaoğlu, Belgelerle Türk-Amerikan
Münasebetleri, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1991, s. 148-149.
50
Gürün, Türk- Sovyet…, s. 306.
51
Erkin, Türk- Sovyet…, s. 299.
52
Boğazlarla ilgili 24 Eylül 1946 tarihli ikinci Sovyet notasının tam metni için bakınız: Erkin,
Türk- Sovyet…, s. 423-428., Ayrıca Bakınız: Spector, age., s. 206.
Sabit DOKUYAN, İkinci Dünya Savaşı Sonrasında...
konferanstan önce Türkiye ile konunun etraflıca görüşülmesinin uygun olacağı
notada yer almıştır. 53 Notada, boğazların Rusların güvenliğini tehdit eder
vaziyette olduğu ve savaş sırasında bu tedirginlik sonucu Karadeniz’i savunmak
amacıyla yüklüce bir gücü buraya kanalize etmek zorunda kaldıkları iddia
edilmiştir. Ayrıca; Karadeniz devletlerinin boğazlar üzerinde haklarının fazla
olması gerektiği ve ortak savunma isteğinin ise Karadeniz devletlerinin güvenliği
açısından önem arz ettiği için BM prensiplerine de uyacağı belirtilmiştir.54
ABD ve İngiltere, Rus tehlikesinin yayılma eğilimi içerisinde olduğunu
görünce ortak olarak 9 Ekim 1946 tarihinde Sovyet Devleti’ne, boğazların
hâkimiyetinin Türkiye’de olduğunu hatırlatan bir nota vermiştir. ABD-İngiltere
ortak notasında; Türkiye ile Sovyetler arasında ikili bir müzakere sürecinin
olamayacağı, bu sürece ABD ve İngiltere’nin de katılması gerektiği, boğazlara
karşı olacak bir saldırının BM Güvenlik Konseyi’ne taşınacağı iletmiştir. 55
Hüseyin Cahit Yalçın gazetedeki köşesinde, ABD ve İngiltere’nin desteğini şu
şeklide değerlendirmiştir:
“…İngiltere ve Amerika tamamen Türk nokta-i nazarına iştirak
etmektedirler. Türkiye bir taarruza silah kuvvetiyle karşı koyacağında şüpheye hiç
yer bırakmamıştır. Türkiye’ye bir taarruz vukuunda, İngiltere bütün imkânlarıyla
yardımımıza gelmeyi aramızdaki ittifak muahedenamesi ile taahhüt etmiş
bulunmaktadır. Amerika, Rusya tarafından girişilecek bir cebir ve şiddet
hareketinden bile çekinmeyerek boğazlardaki Türk hâkimiyetini destekleyeceğini
bildirmiştir.56”
Türkiye ise İngiltere ve ABD’nin yanında olmasından memnun bir şekilde,
ilk cevabi notasına benzer bir notayı 18 Ekim 1946 tarihinde Sovyetlere
göndermiştir. Notada; Potsdam Konferansı’nda öngörülen, üç devletin Türkiye
ile karşılıklı görüşmesi önerisinin, konferanstan sonra bu devletler arasında
verilen notalar aracılığıyla tamamlanmış olduğu, artık ikili bir görüşmeye gerek
kalmadan bütün tarafların birbirlerinin görüşlerini öğrendiği belirtilmiştir.
Boğazların ortak savunulmasının Türkiye’nin egemenlik hakkına tecavüz
anlamına geldiği ve ortak savunma gerekçesiyle yabancı bir devlete üs verme
taraftarı olmadığı da bir kere daha hatırlatılmıştır.57
Rusya’da yayınlanan Pravda Gazetesi’nde, Türkiye’nin Rusya’ya vermiş olduğu
son ret cevabı eleştirilmiştir. Gazete bu gelişmeler ışığında Türkiye ile ilgili
olarak; “Amerikan Harcı İle Türk Böreği” şeklinde bir yorum getirmiştir.
Gazetenin muhabiri David Azlavsky, Potsdam Konferansı’na göre ABD,
İngiltere ve Sovyetlerin Türkiye ile tek tek boğazlar konusunu görüşmesi
53 Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, Cilt 3, İstanbul Matbaası, İstanbul, 1974, s. 15801581., Ayrıca Bakınız: Gürün, Türk- Sovyet…, s. 306.
54
Erkin, Türk- Sovyet…, s. 303-304., Ayrıca Bakınız: Ülman, age., s. 82.
55
Gürün, Türk- Sovyet…, s. 307.
56
Tanin Gazetesi, 12 Ekim 1946, s. 1.
57
18 Ekim 1946 tarihli ikinci Türk cevabi notasının tam metni için bakınız: Erkin, TürkSovyet…, s.429-440.
129
130
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
gerekirken, bu kararın uygulanmadığını belirtmiştir. Türk cevabi notasının, ABD
ve İngiltere kaynaklı hazırlandığını ve bir nevi İngilizceden çeviri olduğunu iddia
etmiştir. 58 Türkiye tarafından gönderilen cevabi notaya Sovyetlerden bir yanıt
gelmemiştir. Artık boğazlarla ilgili bir konferans isteği ortaya atılmamış ve
Montrö Boğazlar Sözleşmesi uygulanmaya devam edilmiştir.59
1 Kasım 1946 tarihinde, Meclisin açılış konuşmasını yapan Cumhurbaşkanı
İsmet İnönü, boğazlar konusuna da değinerek yaşanan süreci şu ifadelerle
değerlendirmiştir:
“…Biz Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin, yeni şartlara uygun ve Montrö’nün açıkça
söylediği usuller ve hudutlar içinde iyileştirilmesi lüzumunu takdir ediyoruz. Sözleşmenin,
milletlerarası bir konferansta görüşülmesini iyi niyetle alıyoruz. Türkiye’nin toprak
bütünlüğünü, egemenlik haklarını sağlayan esaslar içinde, bütün ilgililerin meşru
menfaatlerini göz önünde tutan değişmeleri geniş yürekle karşılayacağız. İkinci Cihan Harbi
içinde, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne, tarafımızdan en büyük dikkatle riayet edildiğine
tam bir vicdan istirahatıyla kanmış bulunuyoruz… Hep beraber hükümleriyle bağlı
olduğumuz Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın toprak bütünlüğü ve egemenlik hakları
kayıtlarına riayet edildikçe, Sovyetler Birliği ile aramızdaki münasebetlerin düzeltilmesine ve
iyileşmesine hiçbir engel olmamak lazımdır.60”
Diğer yandan, Manchester Guardian Gazetesi adına Philips Price tarafından
Başbakan Recep Peker ile 15 Kasım 1946 tarihinde yapılan mülakat içerisinde
Rus notaları öncelikli olarak konuşulmuştur. Peker; Rus notasının Boğazlar
Sözleşmesi’ne aykırı olduğunu ve Türk bağımsızlık hakkını yaraladığını
belirtmiştir. Türkiye’nin verdiği cevabi notalar sonrasında Sovyet Rusya’yla
yapılacak bir şey kalmadığını, Türkiye’nin de katıldığı bir müzakere ile sorunun
çözümünün sağlanması gerektiğini vurgulamıştır.61
Sonuç
1947 yılında Sovyet tarafı Türkiye ile ilgili olumsuz tavrını sürdürmüştür.
Yeni Zamanlar adlı Sovyet dergisinde çıkan bir habere göre ABD Türk
limanlarına ve boğazlarına binlerce asker yerleştirmiştir. İddialar karşısında ABD
Dışişleri Bakanlığı bir yalanlama bildirisi yayınlamış ve Türkiye ile Irak’ta
bulunan asker sayılarının BM tarafından bilindiğini, bunun dışında bir birliğin
bahsi geçen topraklarda olmadığını ifade etmiştir.62 Sovyet isteklerinin devam
edip etmeyeceği konusunda ise Türkiye’nin Bern elçiliğinden çekilen 25 Mart
1947 tarihli şifreli telgrafta; Sovyetlerin yeniden boğazlar ve doğu illeri ile ilgili
istekleri gündeme getirebileceği bildirilmiştir. Ayrıca, Sovyetlere bağlı devletlerin
kamuoyunda, Sovyet tarafınca yapılan isteklerin bir prestij meselesi olarak kabul
58
Son Saat Gazetesi, 21 Ekim 1946, s. 1-6.
59
Gürün, Türk- Sovyet…, s. 308.
60
TBMMTD, 1 Kasım 1946, 8. Dönem, Cilt 2, s. 3-4.
61
BCA, Dosya: A6, Fon Kodu: 30..1.0.0, Yer No: 11.67..3.
62
Tanin Gazetesi, 3 Ocak 1947, s. 1., Ayrıca Bakınız; Ulus Gazetesi, 3 Ocak 1947, s. 1.
Sabit DOKUYAN, İkinci Dünya Savaşı Sonrasında...
edildiği ve asla geri adım atılmayacağı yönünde propaganda yapıldığı da
eklenmiştir.63
1947 yılında gündeme gelen Truman Doktrini ve Marshall Planı girişimleri
ise Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki ilişkileri derinden etkilemiştir.
Sovyetlerin, Truman Doktrini’nin açıklanması sonrasında Türkiye’yi
Amerika’nın denetimine girmekle suçlaması üzerine, Türk tarafı bunu
reddederek, güvenliği için gerekli ittifaklara girebileceğini belirtmiştir. 64 Türk
basını, Truman Doktrini sonrasında, Sovyetler aleyhindeki yorumlarını
sertleştirmiştir. Bunun üzerine 18 Eylül 1947 tarihinde toplanan BM Genel
Kurulu’nda Rus delege Andrey Vişinski basının tavrını şiddetle eleştirmiş ve şu
ifadeleri kullanmıştır: “Harpçilik Türkiye'de de hüküm sürmektedir. Türk Basını her
gün Sovyetler Birliğine karşı menfur iftiralarda bulunmakta ve Türk Milletini harbe teşvik
etmektedir.65”
Marshall Planı’nın varlığı da Türkiye-Sovyetler Birliği ilişkilerini derinden
etkilemiştir. Planın gidişatından memnun olan Türk basını konuyu sürekli
gündemine almıştır. Son Saat Gazetesi planın önemiyle ilgili bir haber yapmıştır.
Bu haberde; ABD Senatosu’nun Demokrat üyelerinden Brien Mc. Mahon’un
açıklamalarına yer verilmiştir. Mahon bahsi geçen açıklamasında; Avrupa’nın
tamamen Rus yönetimine geçmemesi için Marshall Planı’nın derhal uygulamaya
geçmesi gerektiğini belirtmiştir. Mahon şöyle devam etmiştir: “Bu plan tehlikesi
hesaplanmış bir teşebbüstür. Muvaffak olursa-temenni ederim ki muvaffak olur- büyük bir
devlet tarafından şimdiye kadar deruhte edilmiş en muazzam işi teşkil edecektir. Muvaffak
olmadığı taktirde, milli emniyetimizi korumak için sarf edeceğimiz gayret ve paraların
yanında Marshall Planı hiç kalacaktır.66”
1947 yılı biterken Times Dergisi’nde 17 ve 18 Aralık 1947 tarihlerinde çıkan
yazılarda Sovyetler Birliği’nin sahip bulunduğu diplomatik anlayış tahlil
edilmiştir. Bu yazılarda; Sovyetlerin savaş içerisinde batılı devletler tarafından
vaat edilenlerin gerçekleştirilmesini istediği öncelikle vurgulanmıştır. Tahran,
Yalta ve Potsdam konferanslarının, Sovyetlerin Doğu Avrupa’daki girişimlerini
tasvip eder nitelikte olduğu, savaş sonrasında barışın sağlanması sürecinde,
kazanan devletlerin nüfuz genişletme girişimlerinin Sovyetler tarafından da
alenen uygulanmaya çalışıldığı belirtilmiştir. Ruslara göre Batı devletleri, savaş
sonrası süreçte Sovyetlerin nüfuz alanlarını daraltmak niyetindedirler.67
1948 yılına gelindiğinde Sovyet yönetimi, savaşın bitiminden itibaren Batı
Bloğu karşısında istediği üstünlüğü sağlayamamanın sıkıntısını yaşamaktadır.
Tehditlerle istediği başarıları sağlayamayacağı da aşikârdır. Sovyetlerin içinde
bulunduğu durumu en iyi şekilde 6 Ocak 1948 tarihinde Londra Basın
Ateşeliği’nden gelen bir yazı özetlemektedir. Bu yazının mahiyetini Amerikalı
63
BCA, Dosya: İ, Fon Kodu: 30..1.0.0, Yer No: 111.700..3.
64
Gönlübol vd., age., s. 423.
65
Ayın Tarihi, 19 Eylül 1947.
66
Son Saat Gazetesi, 22 Aralık 1947, s. 1.
67
BCA, Dosya: F11, Fon Kodu: 30..1.0.0, Yer No: 101.625..6.
131
132
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
yazar Walter Lipmann’ın, Newyork Herald Tribune Gazetesi’nin Paris nüshasında
Türkiye ile ilgili yayınladığı makale oluşturmuştur. Makalede özetle şu ifadeler
yer almıştır: Rusya, Batı Avrupa’da komünist yönetimler iktidara getirmek için
çabalamış ve İtalya ile Fransa’da bu amacına ulaşamayarak Batı Avrupa’daki
komünizm hayallerinden uzaklaşmıştır. Bu bölgede komünizmin iktidarlara
gelebilmesi için Rusya’nın gerçek bir savaş içerisine girmesi gerekmektedir. 68
1948 yılı ayrıca Türk-Sovyet ilişkilerinde bir belirsizliğin de yaşandığı yıl
olmuştur. Önceki yıllarda Türkiye’den çeşitli isteklerde bulunan Rusların bir
sonraki hamlesi kestirilememiştir. Bu belirsizlik Türkiye’de tedirginlik yaratmış
ve Türk ordusunun askeri gücünü silah altında tutması zorunluluğunu
beraberinde getirmiştir.69
1948 yılı Nisan ayı içerisinde Ekonomist Dergisi’nde yayınlanan bir yazıda
Türk-Rus ilişkileri değerlendirmeye tabi tutulmuştur. Bu metinde öncelikli
olarak Rusların yakın ve uzak hedeflerinden bahsedilmiştir. Ruslar kısa vadede
ABD ve İngilizlerin ekonomik menfaatlerini ve bilhassa Orta Doğu petrolleri
üretimini zarara uğratmak istemektedirler. Uzun vadede ise bir güney deniz
limanına çıkabilmek hedeflenmektedir. Bir de Rusların Bakü’den Karadeniz’e
uzanan petrol yollarını ele geçirmek gibi sürekliliği olan hedefi mevcuttur.
Sovyet Rusya bu hedeflerini gerçekleştirmek için öncelikle Türkiye üzerinde
faaliyette bulunmayı uygun görmektedir. Rusya’nın, Türkiye üzerinde savaşsız
bir hâkimiyet kurması zor görünmektedir.70
1948 yılından sonra, 1951 yılına kadar, Türk-Sovyet ilişkileri bir durgunluk
evresi geçirmiştir. İki devlet arasındaki ilişkiler konusunda hiçbir gelişmenin
yaşanmadığı Türk yöneticiler tarafından defalarca yinelenmiştir. 1950 yılında
işbaşına gelen DP iktidarının hükümet programında da Sovyetler ile ilgili bir
ifade yoktur. Yeni hükümetin Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü yaptığı
açıklamalarda, iki kutuplu dünyada hürriyet cephesine(batı devletlerine)
geçmeyenlerin ileride sıkıntıya düşeceklerini dile getirmiştir. Böylece DP
iktidarının da, Sovyetlere değil de Batı Bloğu’na yakın bir siyaset izleyeceği
ortaya çıkmıştır. Türkiye’nin NATO içerisinde yer almaya çalışması71 ve Kore
Savaşı’na asker göndermesi ise sonraki süreçte Türk-Sovyet ilişkilerinde yeni bir
gerginlik ortamı doğuracaktır.
Kaynaklar
Arşiv Belgeleri
1. Yayınlanmamış Arşiv Belgeleri
68
BCA, Dosya: F11, Fon Kodu: 30..1.0.0, Yer No: 101.625..12.
69
BCA, Dosya: F11, Fon Kodu: 30..1.0.0, Yer No: 101.627..7.
70
BCA, Dosya: F11, Fon Kodu: 30..1.0.0, Yer No: 101.627..10.
71
Gönlübol vd., age., s. 424-425.
Sabit DOKUYAN, İkinci Dünya Savaşı Sonrasında...
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi
BCA, Dosya: F11, Fon Kodu: 30..1.0.0, Yer No: 101.623..3.
BCA, Dosya: A6, Fon Kodu: 30..1.0.0, Yer No: 11.67..3.
BCA, Dosya: İ, Fon Kodu: 30..1.0.0, Yer No: 111.700..3.
BCA, Dosya: F11, Fon Kodu: 30..1.0.0, Yer No: 101.625..6.
BCA, Dosya: F11, Fon Kodu: 30..1.0.0, Yer No: 101.625..12.
BCA, Dosya: F11, Fon Kodu: 30..1.0.0, Yer No: 101.627..7.
BCA, Dosya: F11, Fon Kodu: 30..1.0.0, Yer No: 101.627..10.
2. Yayınlanmış Arşiv Belgeleri
ARMAOĞLU Fahir, Belgelerle Türk-Amerikan Münasebetleri, Türk Tarih Kurumu
Basımevi, Ankara, 1991.
Ayın Tarihi, 19 Eylül 1947.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Tutanak Dergisi, 20 Aralık 1945, 7. Dönem, Cilt 20.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Tutanak Dergisi, 1 Kasım 1946, 8. Dönem, Cilt: 2.
Kitap ve Makaleler
ATAÖV Türkkaya (1969) Amerika, NATO ve Türkiye, Aydınlık Yayınevi, Ankara.
AVCIOĞLU Doğan (1974) Milli Kurtuluş Tarihi, Cilt 3, İstanbul Matbaası, İstanbul.
AYDEMİR Şevket Süreyya (2011) İkinci Adam(1938-1950), Cilt II., Remzi Kitabevi,
İstanbul.
DAVUTOĞLU Ahmet (2009) Stratejik Derinlik, Küre Yayınları İstanbul.
DERİNGİ Selim (1994) Denge Oyunu, İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin Dış Politikası,
Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul.
EKİNCİ Necdet (1997) Türkiye’de Çok Partili Düzene Geçişte Dış Etkenler, Toplumsal
Dönüşüm Yayınları, İstanbul.
ERALP Nejat (1996) “İkinci Dünya Savaşı Sonrasında Boğazlar Sorunu, İngiliz ve
Amerikan Basınındaki Akisleri”, Beşinci Askeri Tarih Semineri Bildirileri I, 23-25 Ekim
1995, Genelkurmay Basımevi, Ankara . (Sayfa Aralığı 101-109)
ERKİN Feridun Cemal (1980) Dışişlerinde 34 Yıl, Cilt 1, Türk Tarih Kurumu Basımevi,
Ankara.
ERKİN Feridun Cemal (1968) Türk- Sovyet İlişkileri ve Boğazlar Meselesi, Başnur Matbaası,
Ankara.
GÖNLÜBOL Mehmet, Cem Sar, Ahmet Şükrü Esmer vd. (1974) Olaylarla Türk Dış
Politikası(1919-1973), Sevinç Matbaası, Ankara.
GÜRÜN Kamuran (1983) Dış İlişkiler ve Türk Politikası, AÜSBF Yayınları, Ankara.
GÜRÜN Kamuran (2010) Türk- Sovyet İlişkileri(1920-1953), TTK Basımevi, Ankara.
HARRİS George S. (1972) Troubled Alliance (Turkish-American Problems in Historical
Perspective 1945-1971), American Enterprise Institute For Public Policy Research,
Washington, D.C.
KARPAT Kemal (2008) Türk Demokrasi Tarihi, İmge Kitabevi, Ankara.
133
134
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
KİRK George E. (1963) A Short History Of The Middle East, Frederic A. Praeger, Inc.,
New York.
KURAT Akdes Nimet (1959) Türk-Amerikan Münasebetlerine Kısa Bir Bakış(1800-1959),
Doğuş Matbaası, Ankara.
MUMCU Ahmet (1982) Türk Devrimi’nin Temelleri ve Gelişimi, İnkılap ve Aka Kitabevleri,
İstanbul.
SARINAY Yusuf (1988) Türkiye’nin Batı İttifakına Yönelişi ve NATO’ya Girişi, Kültür ve
Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara.
SEVER Ayşegül (1997) Soğuk Savaş Kuşatmasında Türkiye, Batı ve Orta Doğu( 1945-1958),
Boyut Matbaacılık, İstanbul.
SÖZÜÖZ Necati (1992) Türk-Amerikan İlişkilerine Genel Bir Bakış(1923–1950),
Fakülteler Matbaası, İstanbul.
SPECTOR Ivar (1959) The Soviet Union and The Muslim World, University Of
Washington Press, Seattle.
TELLAL Erel (2001) “SSCB’yle İlişkiler”, Türk Dış Politikası(Kurtuluş Savaşından Bugüne
Olgular, Belgeler, Yorumlar) 1919-1980, (Editör: Baskın Oran), İletişim Yayınları,
İstanbul. (Sayfa aralığı: 499-521).,
TEZEL Yahya S. (1994) Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları,
İstanbul.
TRUMAN Harry S. (1968) Hatıralarım, Ulusal Basımevi, Ankara.
ÜLMAN A. Haluk (1961) Türk-Amerikan Diplomatik Münasebetleri(1939-1947), Sevinç
Matbaası, Ankara.
Süreli Yayınlar
Akşam Gazetesi, 22 Mart 1945.
Akşam Gazetesi, 7 Nisan 1945.
Akşam Gazetesi, 21 Aralık 1945.
Akşam Gazetesi, 22 Aralık 1945.
Akşam Gazetesi, 7 Ocak 1946.
Akşam Gazetesi, 13 Ağustos 1946.
Akşam Gazetesi, 3 Şubat 1947.
Cumhuriyet Gazetesi, 22 Mart 1945.
Cumhuriyet Gazetesi, 9 Mayıs 1945.
Son Saat Gazetesi, 21 Ekim 1946.
Son Saat Gazetesi, 3 Şubat 1947.
Son Saat Gazetesi, 15 Haziran 1947.
Son Saat Gazetesi, 22 Aralık 1947.
Tan Gazetesi, 7 Nisan 1945.
Tan Gazetesi, 28 Haziran 1945.
Tan Gazetesi, 5 Kasım 1945.
Sabit DOKUYAN, İkinci Dünya Savaşı Sonrasında...
Tanin Gazetesi, 12 Ekim 1946.
Tanin Gazetesi, 4 Aralık 1946.
Tanin Gazetesi, 3 Ocak 1947.
Ulus Gazetesi, 15 Ağustos 1946.
Ulus Gazetesi, 3 Ocak 1947.
Vatan Gazetesi, 7 Nisan 1945.
Vatan Gazetesi, 5 Ağustos 1945.
Vatan Gazetesi, 21 Aralık 1945.
135
CUMHURİYET TARİHİ ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
(CTAD)
Yayın İlkeleri
1.Ulusal hakemli bir dergi olarak yayınlanan Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi’nin
amacı, dünyadaki gelişmeler ışığında; Türkiye Cumhuriyeti tarihini Osmanlı
modernleşme döneminden başlayarak siyasî, toplumsal, kültürel ve ekonomik
yönleriyle ele alan bilimsel çalışmaları ortaya koymak; bu alanda tartışma zemini
oluşturmak ve yapılan çalışmaları kamuoyu ile paylaşmaktır. Cumhuriyet Tarihi
Araştırmaları Dergisi’nde Türkiye’nin jeopolitik konumu ve sahip olduğu zengin tarihî
mirasın bir gereği olan coğrafî komşuluk ilişkilerini inceleyen bilimsel çalışmalarla,
pek çok farklı disiplinden (sosyoloji, iktisat, siyaset bilimi, felsefe, antropoloji, sosyal
psikoloji vd.) faydalanılarak eleştirel bir yaklaşımla tarih bilimini inceleyen yazılara
yer verilmektedir.
2. Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi’ne gönderilecek yazılarda özgün bir makale
veya daha önce yayımlanmış çalışmaları değerlendiren ve bu konuda yeni ve dikkate
değer görüşler ortaya koyan bir inceleme olma şartı aranır.
3. Makalelerin daha önce başka bir yerde yayımlanmamış veya yayımlanmak üzere
kabul edilmemiş olması gerekir. Bilimsel bir toplantıda sunulmuş bildiriler, bu
durum belirtilmek şartı ile kabul edilebilir.
4. Yazarlar, 10.000 kelimeyi geçmeyecek şekilde Microsoft Word programında
yazılmış
olan
makalelerini,
e-posta
adresine
göndermelidirler:
ctad.editor@gmail.com. Makalenin başında 100-150 kelimeden oluşan Türkçe ve
İngilizce özetler ile 5 sözcükten oluşan anahtar kelimeler verilmelidir. Başlığın sağ alt
kısmında yazarın adı, sayfa altında ise görev yeri (veya adresi, iş telefonu, GSM
numarası ve e-posta adresi ) ve unvanı yazılmalıdır.
4.1 Yazılar 1.5 satır aralığı ile 11 punto, Times New Roman karakteri ile yazılmalı,
alıntı veya notlar sayfa altında yer alan dipnotlarda aşağıdaki örneklerde gösterildiği
şekilde belirtilmelidir. Örnek: Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Çev. Metin
Kıratlı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1993, s. 150. (İlk atıfta Yayınevi
veya basıldığı matbaa varsa mutlaka, ayrıca ilgili eser ilk baskı değilse
kaçıncı baskısı olduğu da belirtilmelidir.), Eserin ikinci veya devam atıflarında
ise: Lewis, age., s. 200. şeklinde olmalıdır. Makaleler-Bildiri alıntılması ise: Suat İlhan,
“Türk Çağdaşlaşması”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt VII, Sayı 19, Kasım
1990, s. 7 (Cilt, Sayı, Yıl, mutlaka yazılmalı) İlgili Makalenin tam sayfa aralığı
Kaynaklar içinde belirtilmelidir. Makalenin ikinci atıflarında, İlhan, agm., s…
Sayfa içinde yer alan beş satırı geçen alıntılar girintili paragrafta, 10 punto ile
yazılmalıdır. Metin içinde resim, şekil ve çizelge kullanılabilir. Bunların basımına ait
teknik imkânlar yazar tarafından sağlanmalıdır. Türkçede Türk Dil Kurumu’nun
yürürlükteki yazım kılavuzuna uyulması gerekmektedir. Dolayısıyla inceltme ve
uzatma işaretleri, nisbî (î) kullanımına uyulmalıdır; aslî, millî, fikrî gibi, kâr, mebusân
vs. Yararlanılan kaynaklar, metin sonunda yazarların soyadına göre alfabetik
138
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 9 Sayı 18 (Güz 2013)
olarak yazılmalı, aynı yazarın birden fazla eseri olduğu takdirde yayım tarihine göre
sıralanmalıdır. Kaynaklarda eserler/kitapların gösterilmesinde şu yol izlenmelidir:
Örnek: LEWIS Bernard (1993) Modern Türkiye’nin Doğuşu, Çev. Metin KIRATLI,
Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara. Kaynaklarda Makaleler/Bildiriler ise:
[Makale Yazarı], Soyad Ad (Makalenin yayınlandığı dergi/Gazetenin, Bildiri
Kitapları, edisyon kitapların basım yılı) Makalenin başlığı (İtalik yazılmamalı),
Eser adı (Kitap, Dergi vb.İtalik olmalı), Yayın Yılı, Sayfa tam aralığı belirtilmelidir.
Örnek: İLHAN Suat (1990) Türk Çağdaşlaşması, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi,
Cilt VII, Sayı 19 (Kasım). Arşiv Malzemesinde, ilgili arşivin (yerli veya yabancı)
standart bir kısaltması var ise ona itibar edilmelidir (özellik Başbakanlık Osmanlı
Arşivi ve Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi ve Genelkurmay ATASE Arşivi için), fakat
ilk atıfta bu kısaltma yapılmadan uzun açılımı (Başbakanlık Osmanlı ve Cumhuriyet
ve ATASE arşivlerinin varsa arşiv rehberleri esas alınmalıdır, Örnek: Başbakanlık
Osmanlı Arşivi, Dahiliye, Kalem-i Mahsus Müdüriyeti, BOA DH.KMS) mutlaka
verilmelidir. Arşiv malzemesinde belgenin ayrıntılı künye bilgisi verilmelidir. (Belge
tanımlaması, Belge tarihi yazılmalıdır.). Yazar eğer özel şahıs ve kendi arşivinden bir
belge kaynak kullanıyorsa, belge/lerin tasnifli veya tasnifsiz olduğunu belirtmeli,
tasnif tarafından yapılıyor ise kendi kısaltma tasarrufunun uyarısını yapmalıdır.
Araştırma döneminin süreli yayınları kullanıldığında, ilgili gazete/dergiden bir
makale veya yazı alıntılamasında ve bunun kaynaklarda gösterilmesinde şu kurala
uyulmalıdır: Örnek Dipnotlarda; Yusuf Akçura, “Muallime Dair”, Türk Yurdu, Gün
Ay (ismi) Yıl, s… Kaynaklarda Makalalerin gösterilmesinde makaleler tırnak içine
alınmamalıdır; AKÇURA, Yusuf (1913/veya Hicrî) Muallime Dair, Türk Yurdu, Gün
Ay (ismi), s…, Gazetenin tümü referans alınıyorsa yine aynı şekilde gösterilmelidir:
Örnek: Türk Yurdu (1913) Gün, Ay. Kaynaklarda makale, kitap, arşiv, sözlük vs.
kaynakların iç tasnifine gerek yoktur.
5.Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi’ne gönderilen yazılar önce Yayın Kurulu
tarafından incelenerek, uygun görülenler konusunda uzman iki hakeme gönderilir.
Yazar ve hakem adlarının gizli tutulduğu raporlar olumlu olduğu takdirde makale
yayımlanır. Yayın Kurulu veya hakemlerin yazıya ilişkin eleştiri ve önerileri varsa
yazının yazara gönderilmesinden itibaren bir ay içinde gerekli düzeltmeler
yapıldıktan sonra makale yayımlanır. Yayın Kurulu ve Editör tarafından esasa
yönelik olmayan düzeltmeler yapılabilir. Yayımlanması kabul edilmeyen makaleler
iade edilmez. Yazara yazısı ile ilgili bilgi verilir.
6.Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi’nde yayımlanacak makalelerin telif hakkı
Hacettepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü’ne devredilmiş
sayılır. Yayımlanan yazılardaki görüşlerin sorumluluğu yazarlarına aittir. Yazı ve
fotoğraflardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Dergide yazısı çıkan yazarlara
çıkan sayıdan 5 dergi verilir.
7.Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yüksek Öğretim Kurumu tarafından
yayınlanan “Üniversitelerde Ders Aracı Olarak Kullanılan Kitaplar, Teksirler ve
Yardımcı Ders Kitapları Dışındaki Yayınlarla İlgili Yönetmelik” hükümlerine tâbidir.
Yazarlar/The Authors
Sabit DOKUYAN, Yrd.Doç.Dr., Düzce Ü Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih
Bölümü, Düzce. E-Posta: sabitdokuyan@gmail.com
Selda GÜNER, Yrd.Doç.Dr., Hacettepe Ü Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü,
Ankara. E-Posta: sguner@hacettepe.edu.tr
Hazel KUL, Yüksek Lisans Öğrencisi, Karadeniz Teknik Ü Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Trabzon. E-posta: hazel__cool@hotmail.com
Arkan H. MUHAMMAD, Doktora Adayı, Ankara Ü Siyasal Bilgiler
Fakültesi
Uluslararası
İlişkiler
Bölümü,
Ankara.
E-Posta:
erkan_hashim@yahoo.com
Çağla D. TAĞMAT, Araş.Gör., Ankara Ü Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü,
Ankara. E-Posta: cagla.tagmat@gmail.com