sehrengiz 3 - WordPress.com
Transkript
sehrengiz 3 - WordPress.com
“çoktan beridir vardı benim bir derdim” M. Âbid el-Câbiri ve Felsefi Mirasımız ve Biz adlı eseri üzerine Mustafa Özçelik ile hasbihal nuri pakdil okuyoruz hafize betül durmuş + abdulkadir akdemir + leyla marankoz + aişenur fidan + ayhan aslan + fatih kaşçıoğlu muhammet çelik + emine sümeyye genç + buket bostancı + abdulkadir altınhan + mustafa kadir medsus + zeliha akkaya seher ortaöner + berfe + emre yakıcı + ahmet hamza şahinbey + ahmet eren + iklima mert + fatih dağlar + abdulsamet kılınç esma mine saraç + bilal can + recep karaman + merve ayata + erman çekiç + necat akay + nebiye arı + billur dilber fahriye şahap + gülnaz eliaçık + hasip çifçi + cihat karaman + ömer kemiksiz + emel benli + elif alaca + ali cançelik İmtiyaz Sahibi ve Yazı işleri Sorumlusu: Cihat Karaman Yayın Ekibi: Fatih Kaşçıoğlu Erman Çekiç Merve Ayata H. Betül Durmuş Tasarım: Muhammet Çelik Merhaba Diktiðimiz fidan yeþermek üzere ve biz her defasýnda suyunu ve dallarýný kontrol etmekteyiz. Ve bahçemizde yeþerecek tüm egzotik tatlarýn meyvesi, Her gün yeni bir harf canlý bir yeþillik olacak, Tutkusu ne ise dallarda yeþerecek, Yeni bir beste deðil bizimkisi, Her baharýn çýngýraðýndan çýkarmýþ olduðu melodi, Bize ilham oldu. Büyüklerin bestesi, Heybemizde saklýdýr. Beslendiðimiz tuba aðacý… “Sen olmadan nereye?..” Demiþtik ilkin, seni önemseyerek “Bir garip veya bir yolcu gibi ol” Hadisini rehber edinmiþtik, hayata geçici gülümseyerek “Çoktan beridir vardý benim bir derdim” Diyoruz bu defa Âkif'in diliyle… İletişim: Nuri Pakdil'in kitaplarýný okumaya baþlýyoruz, Sonra diðer üstatlarýmýzý okuyacaðýz, Sonra diðerlerini, Diðerlerini, Ve diðerlerini… sehrengizdergisi@hotmail.com Görüþmek dileðiyle… Satış Sorumlusu: Bayram Çiftçi 0 536 287 38 72 Posta Çeki Hesap No: 5997263 Adres: Çınar mah. Esenler cad. No:57/9 Bağcılar İstanbul Baskı: Milsan Basın San A. Ş. 0212 471 71 50 Cemal Ulusoy Cad. No:38/A Bahçelievler / İSTANBUL -onlar ermiş muradına(!)- büyükçe masallar keşke hep çocuk kalsaydık o masum, hassas yüreğimizle… büyüdük, bozuldu dünya… kötüyüz biz, çok kötüyüz anne… keşke hep oyunlar oynasaydık ellerimizi silah yapıp giriştiğimiz savaşlar, oyunlarda kalsaydı… büyüdük, kara kara lekeler yapıştı yüreğimize isli ellerimiz, kanlı dişlerimiz var bizim anne… keşke hep çocuk kalsaydık o sevgi dolu, kıpır kıpır hayallerimizle… büyüdük, bitti iyilerin kazandığı masallar… sevgiden yana olamadık anne… keşke hep masallarda yaşasaydık gökten bomba değil, elma düşseydi… büyüdük, unuttuk tekerlemeleri… sömürdük, sömürüldük… kerevetine çıkamadan toprağa gömüldük diri diri… gökten binlerce bomba düştü; bini günahsızların başına, bini haksızlığa göz yumamayanların... biri, öteki, beriki derken, kalmadı masaldan payını almayan… bu masal baştan yazılmalı artık… hasret kaldığımız mutlu son, nerede anne?!!... uzun zaman oldu nehirlerden geçmedi gözlerim uzun zaman oldu tutmadım ellerinden bir menekşenin. hani alını yanağına morunu saçına takar gelirdi bahar kaf dağının ardından girerdi dünyamıza masallarla… çocukluğumuz; uçurtmasını yitirmiş düş kelebeği… koşarken ellerimiz o kelebeğin ardından biz sevdayı ateşe verdik açmasın diye bahar yağmasın diye ab-ı hayat… bize fazlaydı bu çok renkli dallar kendimizi hapsetmeliydik siyah-beyaz bir fotoğrafa… bu aşk bizde inadına gökkuşağı, perdeleri çektikçe deliklerden sızan güneş ve fındık kabuğunu doldurmayan sebepler tebessüme… bu aşk bizde ağaç ve toprak anne sesinden bir ninni… yeniden doğmuş gibiyiz ikimiz de ellerimiz öylesine kenetli… … uzun zaman oldu nehirlerden geçmedi gözlerim, yerini ürkek ceylanlara bıraktı... iz abdulkadir akdemir Şehirler bizi sordu caddelerine Ateşin düştüğü yer sulak bir alandı Demir attık kan denizine, dibe indi gözlerimiz Yağmura artan hüznüyle karışan kadın sustu Müstakil yıkıntılar, her insan basamaksız yükseliş sanarken Milattan öncesine yuvarlanan ilerleyişlerdik mesela Baş eğmeyen kelimeler sayıkladık uykumuzda Uyanınca erittik buz dağlarını ve boğulduk sonunda Kırdık mızrakları, kerkenez yarım kanat başucumuz Ölümü koklayarak yaşamış, yolumuzu bulmuşuz İz sürmüş melek, toprak yarılmış, karanlık kusmuş Yürüyen uzaklara varmış, koşanlar çok yorulmuş Zamane pencereler ardı isli önü sis bakınca Alabildiğine göz kuşatmış karanlığın koynunu Mahremiyet yalınayak dağılmış ortasından Bebek suskun, anne küskün gidenin arkasından Gök denizinin dibinde yürüyen insan Vurgun en çok sana yakışır Bırak sen gelmeyeni Yosun bağlasınlar Ardından … KÜÇÜK VALİZ BÜYÜK AYRILIK Leyla Marankoz Bir baba var İşi başını aşmış Bir baba var İşi başını almış Buradan sonrası valize çıkar Şiirin solundan bakarsak Babalar bazen yakın Babalar bazen ırak Valize koyacak ne kalır Babaları saymazsak Annelerin umudunu onarmazsak Kısırlaşmaz mı babaların elleri Sol yanından bir çiçeği koklama vakitlerinde Bugün, yeniden başlamalıyım hayata, tüm hataları geride bırakıp yeniden başlamalıyım. Küçük bir çocuk gibi mutlu ve kaygısızca oynamalıyım oyunumu. İlk defa içimden geldiğince, korkusuzca ve kusursuzca… Mızıkçılık yapmamalıyım bu sefer hayata. Fakat nasıl? Isırılmış bir elmam var avucumda. Bugün, yeniden başlamalıyım hayata. Her şeyi geride bırakıp başlamalıyım, masumca. Renkli balonlar misali, neşeli görünmeliyim, rengârenk, cıvıl cıvıl… Ve tıpkı onlar gibi özgürlüğe susamalıyım biraz. Fakat ipim çekilince itaatkâr olmalıyım. Bilirim, bağlanmamaktan, bağlanamamaktan, çektiğim bunca cefa. Isırılmış bir yarım elmam var avucumda. Gitsin! Derim, kaybolsun, yok olsun! Korkarım, gölgesi kalır, kabuğu kalır, kokusu kalır avucumda. Bugün, yeniden başlamalıyım hayata. Önceki her şeyi unutmuşçasına, tüm kirlerden arınmışçasına… Bugün, saklamak isterim kendimi. Saklamak isterim tüm olmamış, ulaşılamamışlardan alıp fırlatmak isterim avucumdaki elmayı. Ve bugün, ağlamak isterim hıçkırarak. Ortak olamadığım her acıya, başını okşayamadığım her çocuğa, dolduramadığım her boşluğa ağlamak isterim. Hissetmek isterim, ağlamaktan yorgun düşmüş halleri vücudumda. Bugün… Çekip gitmeliyim en uzaklara. En bilinmeyenlere sarmalıyım bedenimi. Bilindik hiçbir şeye yüz vermemeliyim. Yüz vermemeliyim artık duygulara. Fakat vakit geç! Yapamam, bu günde olamam asla! Çünkü bilirim, tövbeyle yıkanmayı bekleyen, ısırılmış bir elmam var hala avucumda… aişenur fidan AYHAN ASLAN CEHALETİN BİLİRKİŞİLİĞİ MATEMATİKSEL Ardımıza bakmadan pişkinleşir, Günah üzeri günah, işleriz de. Bir ayağımız çukura girmeden, Düşünmeyiz bir âh'ın karekökünü bile. İlişkilerin bozuk ayarı Ağzı olan gecenin yandaşı Hoşgörünün mezarcısı. Kâbusa yataklık eden Kör inançlar hâkim Cılızlaşan akıl kalelerinde. Beslenme çantalarında Kokuşmuş düşüncelerin Özenle hazırlanmış salamura versiyonu. Ve marifet; Çamurlu sokakların, kör patikaların Uç noktasına varabilmek. Uçurumu hissetmek Cehaletin bilirkişiliğiyle. EYLÜLDEN BİR YAPRAK Fatih Kaşçıoğlu «Güz geldiğinde, kelimelerin üzerine sönmüş bir ateşin külleri savrulmaya başlar.» Yapraklar sararır, benzemek için yüzüme. Rüzgâr alıp götürür paltosuyla beraber bir öğrenciyi, eczacı kalfasının gözlerini üşütür rüzgâr; bir hademe bütün yorgunluğuyla siler yerleri, yolcu yağmurun dinmesini bekler.. Kolkola girmiş iki sevgili heyecanla ıslanırlar sulusepken altında, yaşlı bir nine uzak ülkeye gönderdiği evladını düşünür. Her bulut şanslı bir anne değildir, kimileri çocuklarını düşürür. Mecaz da olsa, bu böyledir... Hasan Cihat yeni bir besteyle meşguldür, Tuluyhan notaları kovalar ısrarlı, bir çocuk gibi, gözde büyütülür normal olan her şey. Profesör amfide ders verir, oysa en hakiki dersi insana bulutlar öğretir. Yağmur madden kirletse de (!) manen temizler, bu da böyledir... Duyuyor gibiyim; Üsküdar eski bir sultan hicranını taşıyor yeniyetme kırgınlığın üzerinde, ağlıyor. Gözyaşlarının sesi geliyor buraya kadar. Önümde üstüste dizilmiş kitaplar, kulağımdan yüreğime fısıldayan güzel ses, keman vü farjâd. İlişmesin kimse hüznüme, göğsümde yetişen bîreng ve kokusuz güldür O. Bilirim kaç eleğimsağma gördü hayatında, kaç ezanla yıkadı kendini, öz suyuna batırıldığını da bilirim, yine de renksiz ve kokusuzdur hüznüm benim... Kimliği belirsiz acılarla savaştım, yaralandım, mutluyum... Yaşamadım şimdiye kadar, ama yaşarım bir gün, umutluyum... Doyumsuz kurşunlarla arkadaş oldu kalbim, yahut şöyle söyleyeyim; yaşadıkça kurşunlanır, kanayan kalbim; -sen, o- rüyama girdiğinden beri orada atıyor, ben aranızda unutulmuş bir cesedim... Muhammet Çelik ökçelerime basarak diyarlar dolaştığım rahatlığım, nerdesin? belki dik duruşunla vitrinlerdesin secdeye kapanmış kızıl saçlılar yeşil gözlü ejderha ağızlı uzun tarayışlı ordularıyla ve keratalar, banyodan her çıkışımda ne yazsam para ediyor sarsam saklasam muska gülüşlerim güneş gibi doğup batıyor yastıklara elesem elenmiyor işmarlarım muştu oluyor kırlangıçlara her sözüm küfür kadar kıymetli konu komşunun diline dolanıp savruluyor trenlerin ardı sıra oysa geceleri dolgun elmalar gibi hüznüm kırmızıdır etlidir ve etkilidir ne çöller sulanır ağzımın kuruluğundan yürürken elli yerimden akar yalnızlığım sarkık dudaklar ölüm öncesi yanaklar nasibini alır sevgili ısırıklardan yeni dosyalar açıyorum yıldızların altında öpüyorum günü arpayla sabahları şımarık bir sarı oluyor gözlerimi kör eden öğlenleri uyumak iyidir diyorum bir tenha aranıyorum dinginliğime abanıyor bir kumsal kızarıklığı ikindi ve akşam ve yatsı ve yatağa gönderiliyorum böyle hesapsız parfümlerin çağrılarıyla güzel şey Bir güzel şeydi sevdiğim Gökyüzüne açılan eller gibi sabaha karşı, Ya da yeryüzünde toprağa değen alınlar Bir gece vakti Bir güzel şeydi sevdiğim Galata' ya çıkmak gibi mesela Salacak'tan Kız Kulesi'ne bakmak belki de, Sevgiliyle birlikte Bir güzel şeydi sevdiğim Ağaçların belinde sarmaş dolaş mor salkım, Ya da Boğaziçi'nde erguvan seyri Bir Mayıs günü Bir güzel şeydi sevdiğim Nefes almak gibi mucizevi Son nefesi verirken şahit edebilmek gibi Güzel bir şeydi işte Bir güzel şeydi sevdiğim Yağmurdan önceki mavi bulut mesela Ya da yağmurdan sonraki renk cümbüşü Belki de Yağmur altında yaşanan Bir romantik an Güzel bir şeydi sevdiğim Yok yok sen değildin sevgilim Sevdiğim bendim belki de, Aynalarda gördüğümse sen… emine sümeyye genç yetişkinlik treni Suyu çıplak ayaklarıyla geçti. Ayaklarını çıplak yapan şey çorabının olmaması değil, suyun lastiklerine dolmasıydı. İçinden çırılçıplak bir su geçti. Suda aksini görüp geçiyordu her seferinde. Kendi aksini ve güneşin, dağların aksini ve ormanların… Karanlığa çalan bir yeşilin aksini… İçinden tatlı küfürler geçti. O genç sesini hatırladı. Nasıl da kız sesiydi, bağırırken ardından hayvanların ve bütün doğanın. Bağırırken ardından, koşan çocukluk arkadaşlarının ve bükülen aşk boyunlarının… Bir ağıt güzelliği bile vardır kaderimizde sessizce. İçinden sulu sepken iniltiler geçti. Trenlerin soğuk bölmelerinde yalnızlık bestelenirdi. Ölülerin arkasından sıralanıp giden gölgeler, o pencerelerden gözlenirdi. Tıkır tıkır trenlere bakıp duran, pusup kalmış bir hüzün. Yılların neşeli sesleri yerini ciddiliğe bırakmış denize doğru sonsuz bakışlar gibi… Böylece yakınmayla geçti yetişkinlik treni. İçinden toprağını kaybetmiş yollar geçti. Hasta ve umutsuz bir çocuk… Uyutmaya çalışan annenin sesi… Bir dua ninnisi, bir ağlama şarkısı… Ama çocuk da yok artık hastalığı da yok ve artık ninniler, yakarışlar da yok… Sadece sis var gece gündüz demeden karşıki tepeleri aşıp giden örtüsü rüzgârın. İlahi bir zikir gibi salınan dallar altında kalmış bir mezar ve ilahi bir zikir gibi sessizlik. Sis o kadar büyüyor o kadar büyüyor ki… O kadar kaplıyor ki bütün tepeleri… İstediği kadar büyük bir patırtı çıkarabileceğini ama sessizliği tercih ettiğini de ima ederek sanki… Yamacı kartal gibi tırmanarak… Pürüzsüz bir süzülüşle… Karşısında sadece durup bakmak düşer bize, belki biraz da hayale düşmek. Bırakıp geri dönmekten daha büyük bir çığ düşmüş müdür dağlarımıza? İçimizden geçmiştir bir çığ gibi ölümler. Atlara özenmek düşer bize ve çocuklara… Çünkü onlardır saçlarını savura savura sislerle yarışan bu dağlarda… Bize düşen yine bir tepeye daha ulaşmak ve bir diğerine bakmak, sırtımızda Muhammet Çelik yorgunluklarla… O da öyle yaptı, sırtından asla indirmedi yorgunluğunu, bir tepeden diğerine taşıdı ve her tepebaşında durup diğer hedeflere dikti şahin bakışlarını… İçinde bir kısrak sancılandı. Dudağında bir kıpırdama var ama şimdilik uçsuz bucaksız yaylalar anlayacak bu okumayı sadece. İçinde bir umut haleleniyor, Tanrıyı gören biri ancak bu kadar mutlu ve kendinden emin olabilir, yüzündeki gülümsemeyi bir görseniz ve elinde sıkı sıkı tuttuğu dağ çiğdemini… Çiğdemi ve diğer eline de aldığı papatyaları yüzüne dokunduruşunu ve dokundururken gözlerini yüreğine kadar kapatışını, kendinden geçişindeki vecdi… Hiçbir kızın yüzü bu yaşlı kadınınki kadar parlamamıştır belki de. Bu duruş bir böceğin kanadını ve yumurtalarını bile önemseyen bir tabiat bilinci… Ne varsa içinde var böylelerinin. Bu yaylalarda suyun nereden çıkacağını bilemezsin ve gözyaşının. Ve bilemezsin nerede ayaklarının seni bir tavşanın karşısına çıkaracağını. Ya da birden kayan ayakların gibi kayan yıldızlar, düşler, herkesler, ince sesli delikanlılar, düğünler, şekerler… Bilemezsin… İçindeki sese doğru gitmelisin. Köylerin veya yayla evlerinin uzaktan beliren siluetlerine karşı durup evrenin genişliği içinde küçücük aşklarla mutlu olmak ve ölene dek mutlu kalmak, ölüm de böyle bir günde işte… Peri masallarında olmaz böyle şeyler. Kültür atlaslarına bakarak da anlaşılmaz. İlla ki soğuk suyundan bir maşrapa içmek, kırık köprüsünden bir soluk geçmek nasip olmalı insana. Orada yaşamak, orada aş yemek gerek. İlgiyle dokundu hatıralara. Onları elinde dudağında ve karşısında ilgi ve saygıyla seyretti ve sonra sevgiyle bağrına bastı. Göğüslerindeki sütü on yıl sonra bir kere daha ona fışkırtmak istercesine bastırarak… İnsana güvenden başka bir şey vermeyen bu sessiz tabiat, bu dağlar, bu serin rüzgâr… İnsanı da alıp güvenli bir sessizlikle koynunda saklıyordu. Son gün olmuyordu sanki bir gün daha kalıyordu geriye beklenilen. YÂR(')E Ey gamzesi kalbimi tarumar eden! Ey çekip gidince âleme karalar bağlatan güneş sima! Diyeceklerim bakışlarının bir anlık yalımına dairdir. Yâr! Evvelde ben, yalnız hayal ederdim gözlerini görmeyi, o şarabî buğuyu, o toprak kokusunu; ama işte hayal gibi, gerçek olmazmış gibiydi. Derdim ki, görsem gözlerini, kalbimdeki tüm sevdayı dillendiririm; ama işte hayal derdim, gönlüm, hayallere kapılma! Sonra… Ben ki mutluluktan aklımı yitirecekken o an, sustum yalnızca. Konuşamadım ey efsunkârım! Dilim dönmedi kalbimdeki buğuya. Nefesim daraldığında, sen bir baktın öyle güzel, ılık ılık nehirler süzüldü kalbimde; işte o an lâl oldum aslında. Evvelde ismimdi lâl, kaderim oldu. Ben ki diyecekken, gözlerin efsununu kalbime saldı, kalbim buğulandı, lâller gözlerime bulandı, yâr, aklım divane oldu; sustum yalnızca. Anladım, yâr dilimi lâl eylemiş bir bakışıyla. Artık nasıl diyeyim, ey güzel, ben divaneyi sensiz koma! Yâr, ben divaneyi hor görme. Seni beklediğim günlerde kara divanlar düzdüm, zehir kıldım her satırı. Satır satır içtim zehri. Zahir, sen kalbimi bilirsin. Kalbimin ateşleri ancak sana aşikârdır. Ancak sen bilirsin kalbimi, yâremi ve dahi merhemi. Salma bakışlarını başka diyarlara. Kölen olurum kapında, kölenin de kölesi olurum istersen, yeter ki… Ey efsunkâr, efsunkâr, yâr! Gülümse gözlerinle öyle güzel güzel, diyeyim ki yâr beni şefkatine sarmış, saklar. Diyeyim ki kalbimdeki buzlar tarumar. Lakin bakışlarının efsununu öyle her yana salma, ben garip, rayihadan sarhoş olur sonra. Zamanı donduran bir şeyler vardı. Sen soluk alıp verdikçe nefesin içerime doldu. Ilık ılık bir rüzgâr sandım eser. Nefesin buz kesti kalbimde de sanki zaman durdu. Sanki kalbim ebede değin öyle mecnûn kalmak istedi de aldı nefesini, dondurdu içerimde. Artık kalbimin atışında sen, nefesimde sen ( nefesine denk olmasa da), kanımın her damlasına sinen efsunda sen… Sonra bir gülümsedin, ama öyle usul usul, ninni gibi… Ağlamak istedim efsunkârım, bunca sükûneti kaldıramadı kalbim. Ben hiç bu kadar huzurlu olmadım bir tebessümle, üstelik yalnız bir tebessümle. Kalbimdeki tüm öksüzlüğü silip aldın sanki… Ey güzel, bir daha gülümsesen de ben ölsem… Hülâsa derim ki, yârin gözlerinin değmediği eller yıkılsın! Buket Bostancı “FELSEFİ MİRASIMIZ VE BİZ” ADLI YAPITIN ELEŞTİREL ANALİZİ MAĞRİB Mİ? MEŞRİK Mİ? YOKSA… Abdulkadir Altınhan İlk olarak üçlü tasnifin modern babası ya da çağdaş Kuşeyri diye tanımlayacağımız Câbirî'den Entelektüel Arap- İslam Tarihine farklı bir bakış diye ifade edeceğimiz bu eser için çok değerli bölümlerinin olduğu kadar reddedilmesi kaçınılmaz bölümler olduğunu söylemeyi bir sorumluluk biliyorum. Zîra Câbirî çağımızın büyük bir problemine el atarak Müslüman dünyada makamı güzel bir ses, göz kamaştırıcı bir görüntü oluşturmuş ve bu konuya temas edenler korosunda bir ahenk yakalamıştır. Lakin aşırı batılı bir paradigmayla da bu koroda tiz bir ses olarak ahengi bozmuştur. Niye mi?... Malum Mağribli yazarımız Arab-İslam Tarihini ayrı ayrı dört cilt olarak ortaya koymuş; ilk ikisinde oluşumu ve yapıyı anlatmış, üçüncü kitab olan 'Siyasal Akıl'da İslam Kelamının özgünlüğünü ve arka planındaki siyasal ve ekonomik olayları ustaca incelemiştir. Dördüncü kitab olan 'Felsefî Mirasımız ve Biz' de ise Faslı yazarımız; felsefenin İslam dünyasına girişini ve bunu sağlayan filozofların eserlerini ve epistemolojilerini, dönemin tarihsel verilerini de ortaya koyarak incelemiştir. Lakin bu kitabın diğer üç kitap gibi mahzâ değer taşıdığını söylemek oldukça zor. Çünkü bu eserinde araştırmacımız; 1) İdeolojik yaklaşmış. 2) Çelişkiler had safhada. Öyle ki aynı sayfada hatta art arda gelen paragraflarda mevcud. 3) Tanım(lama)lar yerine oturmamış ve gereksiz açılımlarla okuyucuyu boğmuş. Amma velakin bu kadar hatanın yanında üstadın bir ehemmiyeti var ki şu an çökmekte olan kuvvet uygarlığı olan batı düşüncesinin yerini İslam'a bırakacak olan bir Hakk medeniyeti hissetmiş, amma bunun oluşumunu söylerken biraz milliyetçi duygular ve nostalji bunalımı ile bu yeni medeniyeti mağrib ekolüne hamletmiş. Sanki ilk İslam Medeniyetinin mimarları da onlarmış gibi. Bu meseleyi şöyle isimlendirebiliriz: BİR MEDENİYET PROBLEMİ VE GELECEĞİN D Ü N YA S I N D A İ S L A M D Ü Z E N İ N İ N ALACAĞI ROL. İşte söylediğimiz gibi yeni oluşacak İslam Medeniyetinin bizzat kendisi, yazarın dediği gibi Mağribî düşünceden (mahzâ rasyonalite) mi çıkacak? Meşrîki-hikmet(hermetik) düşüncesinden mi çıkacak? Yoksa…. Bu noktada Câbirî ilk sınıfı esas almış ve eserini bu düşüncesini kanıtlamak üzere oluşturmuştur. Aynen Seyyid Hüseyn Nasr'ın eserlerini Meşriki düşüncenin bu medeniyeti meydana getireceğini düşünerek oluşturması gibi. Zira üstad bunu yaparken çok kurnaz davranmış. Önce ikinci grup olan doğu irfanının çelişkilerini tespit etmiştir ve bunun için de İbn-i Sîna'yı yerden yere vurmuştur. Gazzali'yi gerçekten felsefeyi iyi anlayan fakat felsefeyi yıkmaya çalışırken ideolojik davranan ve başarılı olan bir dahi olarak lanse etmiştir. Mağrib içinde bu toplumun zirvesi olarak İbn-i Rüşdü görmüş, lâkin çözümü ve kendisini yeniden değerlendirme projesini İbn-i Haldun'a tevdi etmiştir. Şimdi yazarın kitab incelemesine geçip oradan kendi çözüm önerisini sunduktan sonra biz kendi çözümümüzü sunalım. “Arab-İslam toplumunda felsefenin tarihi bu toplumun bilincinde yer eden iki lahzanın tarihidir diyebiliriz. Birinci merhale epistemolojik açıdan sudur metafiziği sistemine dayanılarak kurulmuş; ideolojik açıdan ise dinin felsefeye sokulması esasına istinâd edilmiştir. İkinci merhale; epistemolojik açıdan İbn-i Hazm ve İbn-i Tumert'in eleştirelliğini esas almış; ideolojik açıdan ise dini dünyaya, dünyayı da dine sokan tek hilâfet devletiyle, varoluşu dahi dinde birliğin çerçevesi korunmasına rağmen dünyada egemenliğin birden fazla olabileceğini teyit eden Mağrib ve Endülüs devleti arasında ki siyasi kavgayı esas almıştır.” (bkz.sf.37 4. Par.) Bu paragrafta da ifade edildiği gibi; 1) İslam toplumunda felsefenin tarihi diye başlıyor.. Yani İslam felsefesinin tarihi değil. Bu da gösteriyor ki felsefe, bu topluma özgün bir ürün değil. Zaten yazar 28. ve 29. sayfalarda felsefenin zuhurunu bir kültür devrimi olarak görmemiş; bir karşı devrimi engellemek adına yükselen Fars aristokrasisini durdurmak adına ortaya atılan Yunan felsefesinin bir tercemesinden başka bir şey değildir adeta, demekten de imtina etmemiştir. Evet, bu noktada yazarı eleştiremeyiz. Zira bu tarihsel bir realitedir. Zaten bunu sadece Mağribli yazar değil tüm İslam tarihçileri anlatıyor. Lakin bir farkla; onlar bu olaylara rağmen bu vakayı bir kültür devrimi olarak ele almışlar, sanki Emevî yandaşı bir rol üstlenmişlerdir. Neden acaba? Evet, bu noktada yazarımızı eleştiremeyiz dedik ama, şimdilik. Çünkü bu paragrafın altındaki paragrafın ikinci cümlesinde yazarın bu yorumun tam zıddını teşkil eden bir yorumu göze çarpmakta: 2) Dinin felsefeye ve felsefenin dine sokulması (idhal edilmesi) mevzuu… Bu noktada yazarın din tanımı oldukça dar ve felsefe tanımı ise felsefeyi aşacak şekilde geniş. Haliyle siz 300 cm3 lük bir kutuyu nasıl 30 cm3 lük bir kutuya yerleştiremezseniz, yazara göre de felsefeyi dinin içine sokamazsınız. Peki çözüm ne? Çözüm belli; dinin ve felsefenin yeniden tanımlanması… Zira yazar burada hepimizin yaptığı gibi felsefeyi epistemoloji ve ontolojiden ibaret saymıyor. Ya ne yapıyor? Felsefenin içine bilimi de katıyor ve haliyle bilimsel düşünceyle dinî (takva anl. Zira yazar dini böyle anlıyor ama dinin tanımı bunu da kapsayan çok farklı bir manayı ihtiva ediyor.) düşünceyi dengeleyen doğu düşüncesini, tabiri caiz ise düşünce yoksunu ve yoksulu olarak tabir ediyor. Ne kadarı doğru, sizin tercihiniz? Şimdi gelelim Câbirî'den okuduğumuz ilk paragraftan çıkarsadığımız tezi eleştirmek için hemen bir alttaki paragraftaki yazıyı okumaya: “…. İşte Müslümanlığın doğu ve batıdaki felsefî düşüncesinin problematiğine ait derin ve geniş boyutlu macera budur. O halde ister burada(=batı) isterse orada (=doğu) olsun. Arab-İslam toplumunda felsefe hiçbir zaman yabancı bir meta olmamıştır. Tersine, bu toplumdan çıkmış ve yine bu topluma dönmüştür. Buranın problem ve acılarını yansıtmış yine buranın rüya ve emellerini taşımıştır.” Evet buradaki;“…Arab-İslam toplumunda felsefe hiçbir zaman yabancı bir meta o l m a m ı ş t ı r. ” cümlesi, yazarın ilk paragraflarından yola çıkarak ortaya koyduğumuz teze taban tabana zıt bir nitelik taşımaktadır. Hatta bu cümle bu kitabın tüm bölümlerinde uyandırdığı izlenimlerle hafî bir şekilde çelişmekle beraber, yazarın 27. 28. ve 29. sayfalarda bizzat kendisinin ortaya koyduğu tezle celî bir şekilde çelişmektedir. Bunlardan sonra yazar filozoflarımıza geçer ve onları ince eleyip sık dokuduktan sonra hepsinin temel verilerini eleştirel bir süzgeçten geçirerek bugün bizim işimize yarayanları söyler. Lakin doğu düşüncesine dair yazar iki isme bölüm açmış ve üç ismi de satır aralarında eleştirmekten imtina etmemiştir. Mesela Fârâbi'ye ayrılan bölümde yazar en insaflı ona davranmış ve birçok eserinin içinde sadece “ELMEDİNET'ÜL FADILA” adlı eserini bugünün insanı için değerlendirmeye layık bulmuştur. Dini ve felsefeyi ilk buluşturanlardan biri olması hasebiyle onu yermiştir, ama sonunda her şeyi dönemin siyasi kavgalarına hamletmiş ve onu münzevî bir yıldız olarak toplumunun dertlerine çözüm arayan bir filozof olarak da nitelemiştir. Ama ne yazık ki aynı şeyi İbn-i Sina için söyleyemeyeceğiz. Yazarımız sözü Şeyhu'rreise getirdiğinde onu kafası karışık bir filozof olarak bölüm sonunda söyler ve onu felsefe adına Gazzalî'den daha tehlikeli bulur; çünkü o felsefeyi içten içe hermetik kültürle yıkmıştır. Yazar burada haksız sayılmaz, hatta çok da haklıdır. Çünkü yüzyıllardan beri felsefe yıkımını İslam tarihinde başlatan adam olarak Gazzali'yi bilirdik buna mukabil İbn-i Sina'yı da felsefeyi Fârâbi'den sonra geliştirip Aristo'yu bize ilk anlatan bir aydın ve filozof kimliği ile tanıyorduk. Özellikle de Kitabüş'şifa adlı ansiklopediyi görünce… Fakat burada şu sorulabilir: Felsefenin dibine baltayı vuran iki kişi birbirini niye eleştirsin(Gazali'nin İbn-i Sina yı eleştirdiğini hatırlayın)? İşte yazar buna mükemmel bir yerden yaklaşıyor. Özetle; İbn-i Sina felsefe ile hermetizmi(tasavvuf) birleştirmeye çalıştı. Harrani kültürün felsefi açıklarını kapatmakta zorlandı ve bunlara girift cevablar verdi. Felsefi kültürü iyi seviyede olan Gazzali de “El-iktisad fi'l itikad” kitabında Şeyhur'reisle felsefeye öldürücü darbeleri indirdi ve bu açıkları bırakan bu cinayetin büyük zanlıları arasına girdi. Aslında yazar doğudaki hermetik kültürün eleştirisini çok iyi bir şekilde yapmakta, ama aynı zamanda pireye kızıp yorgan da yakmıyor değil… Mağribli yazarımız önce de söylediğimiz gibi üç ismi de satır aralarında eleştirmekte bunlar Gazzali, Sühreverdi, İhvan-ı safa. Bunları ideolojik gören ve hepsini bu minvalde ilim için değil siyasal devamlılık için ya da birilerini devirmek ve devrim ruhunun epistemolojik boyutunu üstlenen kimseler olarak görmüştür(bu satırlar daha çok ihvan-ı safanın muhalif kimliğini anlatmakta). Gazzali meselesinde de özellikle meşhur 20 eleştri mevcuddur bunlar Gazzali'nin filozofların kuran ile çatıştığı ve mantık ilmiyle çatıştığı noktalardır. Zaten Gazzali'nin bir özelliği de Yunan kültür mirasından gelen felsefeyi yine aynı kültürün ürettiği mantıkla yıkmıştır. Her ne kadar İbn-i Rüşd sağlam delillerle Gazzali'nin temellendirmelerini yıkmak için “tehafütün tehafütün” ü kaleme alsa da pek başarılı olduğu söylenemez. Ama Faslı yazarımız bunu kabul etmez ve İbn-i Rüşd'ün 5 meselede yıkıcı darbelerini indirdiğini söyler. Bunlar da daha çok varlık bilimi(ontoloji) ile ilgili mevzulardır. 1) HUDUS VE KIDEM 2) NİHAYET VE EN'LA NİHAYET 3) MÜMKİN VE VACİP 4) FEYZ YAHUT BİRDEN ÇOĞUN TÜREYİŞİ 5) İLİM KAVRAMI İşte bu noktalarda Câbirî'nin deyimiyle Kurtuba filozofu mükemmel bir matematiksel deha ile bu mevzuları çözmüştür. Lakin Gazzali'nin ortaya koyduğu 15 mesele hala açıkta kalmakta peki bunlara ne oldu? Evet Faslı yazar Endülüs düşüncesinin zuhurunu İbn-i Bacce ile başlatır ve okumalarını Tedbîr-ul Mütevahhid üzerine başlatıp Endülüs namına İbn-i Haldun'un Mukaddime'sinde bitirecektir. Yazarın mukaddimeyi derin bir şekilde ve objektifliğe biraz daha yakın bir şekilde incelemesi ise takdîre şayan bir olaydır bana göre; çünkü bugün kendi dünyamızı sosyolojik olarak bizden çıkan bir sosyoloji eseri tanımamızın yöntemini verecektir. Bugün hala Müslüman dünyada bu eseri aşan bir sosyoloji eseri yayınlanmamıştır(bir kısım batılı araştırmacılar ise bunu dünya geneline hamleder). Ama yazarımız bunca mevzunun ardından bugün kapısında bulunduğumuz medeniyetin felsefî bir mirastan çıkacağını ve buna elverişli yerin de Mağrib olduğunu söylemekten imtina etmemiştir. Doğru, meşrikî düşüncenin bize medeniyet noktasında yarar söylemesi beklenemez, ama bu Mağribin felsefî açımlımı içinde böyledir. Zira bu felsefe de batı kuvvet uygarlığının ürettiği ideolojik bir felsefeden başka bir şey değildir. Yani Ernest Renan'ın tabiri ile “…Yunan efsanesi koca bir palavra.” Peki hala bu palavranın peşinde koşup bu medeniyeti orada mı arayacağız? Tabiî ki hayır. Peki çözüm ne? İşte çözüm FIQH MEDENİYETİ. Nasıl ilk Kuran medeniyeti bu isimle anılmışsa, bugün de bu medeniyet bizim temel düşüncelerimizle hatta bu fıqhın usuluyle de bize gelen bilgilerin sınıflandırılması ve her ilmî disiplinin de kendi fıqhını ya da usulunü kurarak bu alanlarda ilerlemeyi kendi paradigmam açısından doğru buluyor ve bugün İslam coğrafyasında bunun oluşacağı mekanı da Seyyid Hüseyin Nasr misali 'hermetik- doğu'da görmediğim gibi Câbirî misali 'mağrib'de de bulmuyorum. Zira orası da doğu irfanının getirdiği kültürle harmanlanmış ve oluşmuştur. O zaman o da Meşrikiliğin Mağribleşmiş ahvalinden başka bir şey değildir. Zaten siyasi konjonktür olarak da müsait değil. Aynı şekilde Bağdat ya da Harran ekolü de; ilki hem epistemolojik hem de siyasî olarak mümkün değildir. ikincisi ise epistemolojik açıdan aynı çıkmazları taşımaktadır. Peki neresi? O yer der-saadet İstanbul'dan başkası olamaz; hem usul-i fıqhda Molla Hüsrev gibi bu işin ehli adamlar yetiştirmiş, hem de son dönem İslamcılığın siyasal versiyonu olarak usulun değerini bilen Akif gibi, Mahmud Es'ad(Seydişehirli), Seyyid Bey vs. gibi kaliteli insanlara ev sahipliği yapmıştır. Jeopolitik olarak da burası mühim ve rahat nefes almayı sağlayan bir mekân olma özelliğini taşımaktadır. Sonuç; yeni hem de yepyeni bir medeniyet. Yazarımızın da belirttiği gibi temelde bir medeniyet problemi ve kültürel mirasın bu mevzuda değerlendirilmesi(usul ya da felsefe) ve İSTANBUL'DA HEM MAĞRİBİ HEM MEŞRİKİ KUCAKLAYAN BİR MEDENİYETİN HAZIRLIĞININ YAPILMASI. Son olarak muhterem yazarımız Prof. Dr. M. Abid el Câbirî de iki sene evvel İstanbul'a geldiği konferansta İstanbul'un Endülüs ve Bağdat arasında bir köprü konumunda olacağını belirtmiş, görüşlerinin 1980 yılından bu yana biraz daha yumuşadığı izlenimini vermiş, ama fıqh meselesini ıskalamıştır. Demek ki Mevla bu meseleyi de ondan sonra gelen gençlerin ifade etmesini takdir etmiştir. Ne diyelim takdir-î ilahi. Bir Şehir Dolusu Kavga Korkma unutmaktan Dokunmaz bana korkma Çok mu ıslandım ne Yoksa kesilen bunca fatura Gelip geçer her şey Bu da geçer yahu Yahu yalan Kıyacaklar işte Hiçbir şey demeden Birinden caysak diğeri hangar yorgunu Ağlama diyemem Hem de kıymık kıymık Aşikâr da edemem Kıyacaklar işte Ne ise alıp götürdüğünüz hiç de iyi etmediniz Kim emrettiyse bir şehir dolusu kavga Konvoy konvoy öldük kırmızı halılarda Hiç önemi yoktu hırpalanan düşlerimizin Neyin uğruna ki bu yapay bir hatıra Ne ise alıp götürdüğünüz çok da iyi ettiniz aslında Öleceğiz işte hiçbir şey götüremeden Biri melekse diğeri şahdamarın Ağlama diyemem Hem de gıdım gıdım Kal da diyemem Öleceğiz işte Çok mu toz yuttum ne Kapanmaz ki sahne de Yoksa oynanan o kadar oyun.. Çok mu toz yuttum ne Mustafa Kadir M e d s u s Zeliha Akkaya Zavallılığını idrakten çok uzak, sol tarafına düşen iki bina arasındaki boşluğa bakıyordu. Gördüğü şey karşısında, gözleri nefretle doldu. Gözlerindeki nefret dolgularının sebebi olan, iki bina arasında büzülmüş titreyen bu bedene, yardım etme isteğini bastıramıyor, hiç bir güven kırıntısı göremiyordu bu ülkenin insanları üzerinde. Kalan son kırıntıları da süpürmüşler miydi? *** Bu ülkenin insanları ondan ve yandaşlarından daha çok nefret ederken, onunki nefret bile sayılmazdı aslında. Bu insanlar; evleri yakılmış, hayalleri yıkılmış, ırzlarına geçilmiş, aç bırakılmış, haksızlık ve zulme uğramış bir millete mensuptular. Misilleme yapan değil, çaresizliğinin adını nefret koyanlardandı belki de. Buraya getirildiklerinden beri kendi ile çelişiyor, buranın bir ülke olduğundan çok bir köy olduğuna inanmak istiyordu. Bir kültürün, bir bayrağın altında toplanmış aynı dine mensup insanlar vardı. Burası bir ülkeydi. Petrolü olan bir ülke! Petrol için gelmedik ki biz! Size huzuru vaat ediyoruz! Siz bilmiyorsunuz ülkenizdeki nükleer silahları, biz biliyoruz. Biz özgürüz, siz değilsiniz! Size özgürlüğü vaat ediyoruz. 'Biz savaşı değil, barışı getirdik yanımızda' diye geçirdi içinden. Sonra çantasına baktı, vaat edilen her şey yalandı, çantada adaletsizlikten başka bir şey yoktu. *** Gece nöbetinin sabaha sarkan saatlerinde, bu manzara ile karşılaştığında, harekete geçmişti düşünceleri. Bir iç sıkıntısıyla soluna döndü. Hava oldukça sisliydi. Puslu havayı, gece boyunca evleri hedef alan bombaların dumanı ve enkazlardan kalkan toz bulutu destekliyordu. Son yarım saattir aralıksız yağan yağmur ne bu toz bulutunu, ne acıları, ne de vahşice akıtılan kanları alıp götürmeye güç yetiremiyordu. Sol tarafına doğru etrafını kolaçan ederek yürümeye başladı. Postalları bağcıklarının başladığı yere kadar çamurun içindeydi. İki bina arasındaki boşluğu, bir kafes görünümünde sunan demir parmaklıklı kapıya yaklaştı. Titreyerek ağlayan bedenin genç bir kıza ait olduğunu neden sonra anladı. Buraya geldiğinden beri, ilk defa yüzü açık bir kadın ile karşılaşıyordu. Heyecanlandı. Doğrusu neye benzediklerini merak ediyor ne sebeple örtündüklerini anlayamıyordu. Burada kadını kadın yapan bu olmalı diye düşündü. Değerli olanı korumak, kıymetli olanı saklamak? Geldiği yerde kadını kadın yapan değerlerin ne kadar dumura uğradığını fark etti. Artık demir kapının önündeydi. Islanmış tahtaların yanına sinmiş, titrek vücut, onu çoktan fark etmiş, elleri çamura bata çıka kendini geri çekiyordu. Postallarının gömüldüğü çamurda, parmaklıklarını kaybeden kapıyı var gücüyle iterken, son bir kez daha etrafı kolaçan etti mavi gözleriyle. Erketelik yapan gözlerine, titrek vücuttan geleceğini umduğu seslere, dikkat kesmiş kulakları eşlik ediyordu. Kızın hiçbir inilti ve ses çıkarmıyor olmasına şaşırdı. Sanırım korkudandı. Kapı ile arasındaki mücadelede galip gelmiş, kızcağıza doğru iyice yaklaşmıştı. Örtünün altındaki gözler korkunun zirvesindeydi. Kız, çoğu katları harabe olmuş apartman duvarlarının kesiştiği köşeye iyice sinmişti. Asker, omzunda asılı namlusunun ucu yağmurluğunun altından belli olan tüfeğini indirmemişti. Eğildi ve yüzüne baktı. Sonra diz çöktü ve gözlerine bakarak“sakin ol!”dedi. “Buraya nasıl ve nereden geldin?'' diye ekledi. Az önce korku ile dolup taşan kocaman kara gözler şimdi merakla dolup taşıyordu. Sözcüklerin döküldüğü bu ağza, fazlasıyla mana yüklemeye çalışıyor, dikkatle bakıyordu. Anlam veremediği bu dikkatin sebebini, kız zayıf vücudunun içinde kaybolduğu abasının altından, çamurlu ellerini çıkardığında anladı. Çamurlu, fakat kibarlığı ve güzelliği aşikâr elleri ile askere yalvarmaya başladı. Yalvaran ellerine, yağmurluğun altındaki namluya korku ile bakan gözleri eşlik ediyor, çaresizliğini büsbütün ortaya koyuyordu. / Dilsizliğinden dolayı, kendini ifade etmesinin zorluğu, her zaman karşılaştığı bir şeydi. Fakat bu sefer şaşırdı. Mavi gözleriyle ona bakan asker, onu anlamakla kalmamış, elleri ile “sakin ol!”karşılığını vermişti. / Asker, kıza bakarken bir an annesine baktığı gibi baktığını fark etti. Yıllarca hareket etmesini beklediği felçli yatalak annesi ile tek iletişim yolu idi elleri. Ellerine baktı. İlk defa bu yolla konuşmasına bir karşılık buluyordu. Annesinden tek bir tepki beklediği yılları anımsadı. Tüm benliği ile annesini düşünürken, mavi gözleri, merak dolu kömür madeni gözlerin içinde kaybolup gitmişti. Hızlıca ve soğuk bir rüzgâr yalayıp geçince yüzünü, veda etti annesine. Asker üşümüyordu fakat kızcağız hem korkudan, hem soğuktan titriyordu. Ona nereden geldiğini sordu. Sivillerin olduğu en yakın bölge 13km uzaklıktaydı. Kaldı ki; 100 metre bile olsa bu keşmekeş içinde buraya kadar yürüyerek veya koşarak gelmesi mümkün değildi. Kız askerin arkasındaki cama baktı, “Burası benim evim” dedi. “Evimdi” diye ekledi içinden. “Ta ki siz gelene kadar”. Asker “nereden geldin?” diye tekrarladı dili ile değil bu sefer elleri ile.. Kızcağız korkuyordu “Bunları neden sana anlatayım? Neden sana güveneyim? Siz değil misiniz beni bu hale getiren?”diye bağırmak istedi. En azından diyebilmeyi diledi. Kız gözleri ile kurduğu cümleleri askerin okumasını beklerken, elleri başka cümleler kurmaya başladı. Askerlerin karargâh olarak kullandığı, esir aldıkları sivillerin bulunduğu okul binasında tutuklu bulunduğunu, dün akşam ise, okul binasından daha rahat(!) ve büyük olduğu için, yakındaki plastik fabrikasına yapılan nakil sırasında kaçarak, ailesini görme umuduyla evine geldiğini, fakat hepsini yataklarında ölü bulduğunu anlattı. Tüm bunları anlatırken bir an bile gözlerini ayırmadığı mavi gözlerden nihayet gözlerini çevirdi. Gözleri; kardeşlerini, annesini, babasını kanlar içerisinde bulduğu yatak odasının camına doğruldu. İçinden “Beni görmedikleri için seviniyorum şimdi. Ben evimin tek kızı iken sebepsiz yere kolumdan tutup götürdükleri günden beri deli gibi beni merak ediyorlardı eminim”. Asker devam et dercesine susuyordu. Eğildi, yüzüne bakmaya çalıştı. Neden bu kadar uzun zaman sustuğunu anlayamıyordu. İçinden geçen bir şeyler olduğunu kızcağızın yüzüne oturan utancı görünce anladı. “İyi ki görmedi babam, annem. İyi ki bakmadı yüzüme kardeşlerim, iyi ki bakmadılar bu asker gibi, merakla yüzüme… Çok utanırdım, çok utanırdım” dedi kendi kendine. İçinden geçen tüm düşünceleri askerin de duymasını isterdi. Bir utanç da askerin yüreğine oturmuştu. Asker şimdi kendinden ve kendi ülkesindekilerden nefret ediyordu. Bu utançtan kurtulmak için hızlıca kalktı. Kızın, çelimsiz omuzlarından tuttu ve kaldırdı. Ne yapabilirdi ki? Bu kızı daha fazla neyden koruyabilirdi? Görebileceği daha kötü ne olabilirdi bu kara gözlerin? Kendisine bir kaçak ihbarı gelmemişti. Ellerinde oldukça fazla tutuklu vardı. Kızın fark edilmemiş olması olağandı. Bunu fırsat bildi ve içindeki ezilmişlikten kurtulmanın tek yolunun bu kızcağızı kurtarmaktan geçtiğini anladı. Tan yeri ağarmaya başlamış, güneş tüm heybeti ile kendini göstermişti. Nöbeti bitmiş, yemek bulabilmeyi umut ettiği, çadıra doğru ilerliyordu. Kısa zaman sonra, umduğunu bulamasa da, ceplerinde birkaç parça ekmek ve matarasına doldurduğu su ile kızın yanına dönüyordu. Telsiz kulaklığından iyice hızlanan konuşma trafiğini takip ediyor, karargâh naklinin tamamlandığı haberleri arasında, bir kaçak ihbarı olup olmadığına dikkat ediyordu. Saat 8'i geçmiş, nöbetler değişmişti. Bu saate kadar anlaşılmadıysa bu saatten sonrada kimse bir kaçak olduğunu anlayamazdı. Gece nöbetinin son saatlerini geçirdiği iki bina arasına yaklaşmıştı. Fakat yerine geçen askeri tanımıyordu. Askerin görüş mesafesinden uzaklığını fırsat bilerek adımlarını hızlandırdı. Kızcağız gizlediği yerde, tahtaların altında büzülüp atılmış bir mendil gibi bekliyordu. Kız yemeğini tedirginlik ve korku ile yerken, asker onu binaya girmesi için ikna etmeye çalışıyordu. Fakat ısrarları beyhude çıktı. Daha fazla ısrar edemedi, bir an önce oradan uzaklaşmak istiyordu. Güneş yükseldikçe yükseliyor, içindeki korku daha da büyüyordu. Kömür gibi gözler, içini güneşten daha da çok ısıtıyordu. Bu bile korkusunu azaltmaya yetmiyordu. Eğer ona tecavüz etmiyorsa, ya da vuracağı bir hedef değilse, hiçbir şekilde onunla muhatap olması kabul edilemezdi. Korkusu bundandı. Karargâha döndü. İçeri girdiğinde, yüzüne çarpan sıcaklık dün geceden kalma yorgunluğu gözlerine bindirdi. Fakat uyuyabilmesi için rahat olmalıydı. Beynini kemiren düşünceler, zihninde canlanan insan cesetleri, kulaklarında uğuldayan tank ve bomba sesleri olmamalıydı. Fakat tüm bunlara rağmen oturduğu sandalye rahat gelmeye, kolları ağırlaşmaya başlamıştı. Yavaşça uykusunun içinde yitiverdi. *** Uykudan sıçrayarak uyandığında, odanın penceresinden gördüğü, yakıtı insanlar olan devasa ateşin ışıkları, güneşin ışıkları ile cebelleşiyordu. Sanki güneş utanmış da, gidiyordu. Hızlıca dışarı çıktı ve ateşe doğru koşmaya başladı. Etraftaki cesetler iki bina arasındaki boşluğun tam karşısındaki meydan da toplanmış, yakılıyordu. Başını sola çevirdi. Merakla tahtaların olduğu tarafa baktı. Ne tahta yığını ne de kızcağızdan bir eser vardı. Rahat olmaya çalıştı. Kimseye bir şey soramıyor, merak içerisinde yumruklarını sıkıyordu. Az sonra, ailesine mezar olan binanın kapısından, kollarına birer yılan gibi kolların dolandığı tüm acizliği ile kızcağız çıkarıldı. Elleri daha çok çamurlanmış, elbisesi yer yer kana bulanmıştı. O uykuda iken kızcağız fark edilme korkusu ile yatak odasının camından içeri girmiş, binanın en üst katında saklanmak istemişti. Fakat binanın içindeki cesetler toplanırken, ailesinin cesetlerinin sürüklenmesine, bir çöp gibi yığılmasına göz yumamamış, olduğu yerden fırlayıvermişti. İşte şimdi ateşin karşısında, ailesinin yanan cesetleri yanındaydı. Sıkıca bağlanmış, kana ve çamura bulaşmış elleri tükenmişliği ile beraber son çırpınışlarını yaşıyordu. Sadece mavi gözlü asker anlam vermeye çalışıyordu o kibar ellerin ne demek istediğine… Gizlice izliyor, “sen elinden geleni yaptın, sen iyi bir insansın” der gibi bakan gözlere, yavaşça hareket eden parmaklara, ne demek istediğini anlamak için bakıyordu. “Bekleyeceğim”. Evet, eğer yanılmadıysa kızın parmaklarından dökülen ifadeler bu anlama geliyordu. Kızcağız son bir kez kara gözlerini dikti askerin mavi gözlerine. .Sessiz çığlıklar atan gözlerindeki sesler, yitip gitmişti şimdi. Ne güvenmiştim sana diyordu gözleri, ne de kurtar beni! Başından yitip gitmişti örtüsü. Beline dökülen saçları uçuşuyordu şimdi ateşin harlı rüzgârı ile… Farkında idi kendi çaresizliği gibi, askerin de çaresizliğini… *** Askerlerin verdiği selamdan teğmenin geldiğini anladı, selam için elini başına götürdü. Teğmen “ kaçtığı birlik tespit edildi, götürün” emrini verdi. Asker aniden atıldı ve “öldürelim efendim” dedi. Eğer geri götürülürse her gün ölmeyi isteyeceğini biliyor, burada ölmesinin onun için en iyisi olacağını düşünüyordu. Tahmin ettiği gibi sırıttı teğmen! Beklediği, istediği cevap buydu çünkü. Evet, tam da buydu. Onun arzularını okşayan şeydi; öldürmek! Ne işe yarıyordu ki zaten karşısında ki zavallı! “Öldürün” dedi bir baş hareketi ile. Ardından 'gidelim' dedi. Ve arkalarını döndüler vahşete, katliama, adaletsizliğe… Önlerine aldılar barışı, huzuru, özgürlüğü ve selameti. Askerin önü, arkası, sağı, solu boşluktu. Çaresizlik içindeydi. Ateş alan silah sesiyle çıktı bocaladığı girdaptan. Nefes almak için hızla yukarı doğru yüzen dalgıcın, su üstünde hava ile buluşması gibiydi aldığı nefes. Derin ve kesik kesik içini çekti. Gözlerini yumdu önce, sonra hızla açtı. Her şey aynıydı. Demek ölmesini istemediği zaman birinin insan böyle yaparmış. Bunu ilk defa yapıyordu. Oysa bu ülkenin insanlarının her biri kim bilir kaç kere yaşamıştı bunları. Duvara kanlar sürerek aşağı süzülen aciz vücuda baktı. Tırnaklarına mücadelen kalma çamurlar dolmuş, kana bulanmış, yine de kibarlığı aşikâr elleri suçsuzdu. Hiç bir şey duymamış olan kulakları, tek bir harfi bile meydana getiremeyen dili suçsuzdu. Savaşı ve özgürlüğü, adaletsizliği ve vaat edilen barışı, bir yerlere koymaya çalışıyordu. Fakat bulduğu yanıt, son nefesini vermeden önce, kara ellerin aklına çaktığı soru işaretinin cevabıydı. 'Beni bekleyeceği yer cennet' dedi. Cennetin harfleri sıralandı bir bir dudaklarında. 'C-E-N-N-E-T' Masumların buluşma noktası. İyilerin çıktığı yolculuğun nihai durağı. Zavallılığını idrak etti. Sanırım buluşmaya gidemeyecekti. Figan /.. Vurgun, iki satıra sığmazmış... Lakin serseri bir düşten uyandı kalem../ / sesi titreyen bir göreceyle anlatabilseydim meçhul virdimi / naif bir üslupla sığındım nicedir kayra kapısına serendip midir dedim çoğu kere bu miskin ülkeye yoksa kanmak mıdır gece baldıranına unuttum soğuk duvarların arkadaşlıklarını unuttum her şeyin kısalığını sonra düş kuruntularına kandı ifadeler ve yasak tılsımlar değiştirdi zamanı kısalttı / bitirdi İsmailce bir yudum aşk sundu hülasa susturdu neydi insanın bu nüktedanlığı fenomen bir salınım mı ya da çarmıha gerilen bitmek tükenmek bilmeyen arzuları mı - sahip çıkmadı bulvarlar asıllarına mecalsiz notalar ki, artık sokak ortasında siyahın avazlığında vakit beyazın siteminde ihtimaller işte yine sen çıktın karşıma anlat gölgenden mi arta kaldı bu zikir yoksa varlığından mı / dilimdeki pelesenkle bir nevi yakaza halidir bu anladım / Seher Ortaöner Ey sözüme sadığım diyen!.. Bu meydandaki zaferi, beni öldürüp elde etmeyecektin. Gerçeğe tutsak sözlerin içinden seçtim bu yemini. And olsun ki; tek bir kıvılcımla ateşe verdin hilali, Sayende can çekişmede bu ten, sevin. ... Sözle ifşa ettiğin, aleme soğan kokusu gibidir. “RAHATIM” senden aldıklarımla dersen, Kapına düşmüş bu aciz, Ahireti, tutuşmuş bir kalple dünya huzuruna tercih eder. Ey ben(biçare) Dua niyetiyle yalvar. Düşerse avuçlarına gök, seni yakanın yüreğindendir bu kor. Bil ki; hoyrat bir bahardır yaşadığı... Senin üstüne... Bu yine sana... Bağında açarsa gül, o zaman bağbanın olur. Yok eğer, güzel koku sadece benim duyduğum dersen, O ebedi cennet sana haramdır. ... Şimdi harap olmuş bir viraneyim. Heyhat ki çehremi mamur edecek, Musa'nın elinden mahrumum. Musa ise Rabbin sözünden uzak, Ellerinde kızıldeniz, ruhunda kızılca kıyamet. İzin verirsem eğer, Korkum o dur ki, kendi gözyaşlarında boğulacak... e f r e B Mevlâna Hazretleri İle Hoşbeş Geçtiğimiz haftalardan birinin herhangi bir gününün dünü veya ertesinde gönül dünyamızın serumlarından olan Mevlana Hazretlerine rastladım. Bir iki ikazını dinledikten sonra kendisinden daha evvel duymadığım bir söz çıktı, alt ve üst dudağı arasından dilinin yardımıyla. Dedi ki hazretleri: "Bir insanın neye güldüğü zekâsını, nasıl güldüğü ahlâkını gösterir." Allah Allah, irkilmemek mümkün değildi. Hazretlerinin dedikleri ile zihnim karman çorman olmuş bir şekilde kendisinin yanından ayrıldım, günlük işlerim nedeniyle. Mevlana Hazretleri sanki başta şahsım olmak üzere, hepimizi yerden yere vurmuş idi. Zira, neye güldüğümüzü düşündüğümüzde zekasız sayılabileceğimiz kadar akli melekelerimizden mahrum olduğumuz; nasıl güldüğümüzü düşündüğümüzde ahlâksız sayılabileceğimiz kadar da edepten yoksun olduğumuz ayan beyan ortaydı. Şimdi, tefekkür etmenin tam zamanı idi. Güldüklerimiz üzerine tarihe ve günümüze müteallik lehte ve aleyhte birçok değerlendirmeyi, her gün duyabiliyor, okuyabiliyoruz. Bu hususlarda tenkit edilebiliyor, “yahu bunun neresi komik” serzenişine maruz kalabiliyoruz. Anadolu coğrafyasının fiziki niteliklerinin de çok etki ettiği mizahi sermayemiz her geçen gün artıyor; ancak, ne yazıktır ki, biz bu sermayeyi artıran unsurların gelecekte sermayenin yok olmasına sebep olup olmayacağı üzerinde mülahazada bulunmuyoruz. Her duyduğumuzu, her gördüğümüzü sorgusuz sualsiz asırların birikimi olan ve Hoca Nasreddin'in kıvrak zekasını, Karagöz ve Hacivat'ın ince atışmalarını, unutulan orta oyununu, 70-80'li yılların buhranları arasında halkın bir nebze olsun gülümsemesini sağlayan sinema tarihimizin en iyi oyuncularının sunduklarını ihtiva eden sermayemize katabiliyoruz. “Kanaatkâr olamayıp ekmek derdinden kafanın malûm yerlerini sıyırmış bir garibin pantolonunun indirilmesine, bilmem neresinden bir nev'i gaz çıkaran adamın yüz ifadesine, İslami değerlerin ayaklar altına alındığı bir takım sinema ve tiyatro eserlerine gülüyoruz, Ya Hazreti Mevlana!” desek, acep hazretleri der mi; “ne olursan ol, yine gel” diye? Mü'minlerin birbirlerine tebessüm etmelerini sadaka addeden bir dinin mensupları olarak, Tekirdağ'ın eski ve yeni tüm rakılarını kafaya dikmiş adamın gece yarısı kahkahalarıyla mahalleyi inletmesi gibi güldüğümüzü, mahalleliyi kale almadığımızı söylesek, yine der mi acep Mevlana Hazretleri; “yüz kere tevbeni bozmuş olsan da yine gel” diye? Söylediklerimiz söylenenin tekrarından başka bir şey değildir. Demiyoruz ki; gülmeyelim, mizah ile iştigal etmeyelim. Neye güldüğümüze ve nasıl güldüğümüze ehemmiyet verelim. Ehemmiyet verdiğimiz bu hususların Allah(c.c.) ve halifeleri olarak gördüğü insanlar ile yakınlaşmamızın, muhabbetimizin Bâki uğruna daim olmasına vesile olmasının müsebbipleri olmasına gayret sarf edelim. Mevlana Hazretleri'nden ayrıldıktan, zihnim karman çorman bir şekilde gezindikten sonra zikrettiğim hususlar üzerinde bir kanaate varmış idim, böylece. Tam olarak hatırlamamakla beraber yine, başka bir günün yine dünü veya ertesi olduğundan emin olduğum günlerin birinde bu sefer de Üstat'a rastladım. Necip Fazıl'a… Çok sevdiğim dizinin yeni bir bölümü başlıyordu, sanki. Yine, yeni bir söz duyuyordum. Genellikle Marmara Denizi'nde bulunan çarpan balığının insanı çarpması gibi çarpıldığım bir sözdü. Din ve akılcılık arasındaki farkı nokta vuruşu ile tespit etmişti, Üstat. “Gözüm, aklım, fikrim var deme hepsini öldür Sana çöl gibi gelen, "O" göl diyorsa göldür.” Rabbim nasip ederse ve editör de bu yazımdan sonra bana Şehrengiz'de yer verirse (ki sanmıyorum) bu söz üzerinde de diğer sayıda durmaya gayret edeyim, inşallah. Bakalım daha kimlerle nerede rastlaşacağız. Kısmet… Mütebessim kalabilmek ümidiyle… ı c ı k a Y e r Em SON SIR DA DÜŞTÜ Ahmet Hamza Şahinbey Kırılsın son nefes çıkmadan bir çengel gibi boğazımdan Kurusun ve takılsın mermer soğukluğunda Meçhul inleyişlerle tazelensin sabrımız Bugün de sabahı görmek nasip olur mu bilmem lakin Ağır aksak da olsa bitmeye yüz tutsun yaşadığımız Her an yeniden başlayan bir perişanlık bu Ne kadar sürer bilinmez bu ulvi temaşa Galip gelmesin felek tufan temizlemesin. Şafakta Biraz da olsa kalsın güneş, kararmasın mezarımız Kaburgamızda bir ölüm canlanmasın. Yaşamalıyız. Son fasıl dedik ağladık, arklardan gelip geçti tuzlu sel Vefasızı hayal ettik, yine hüsran ezdi bizi Varoş doğmuş bir aşkın çıkmaz sokaklarında yapayalnız Rutubetlenmiş duvarlar gibi dökülüyordu gözlerimiz Eşip saklamadık da kıtmir gibi bir yerlere huzuru Zannederdik ki bedel ödemeden de üstümüzedir rahmet Hangi ağır ıstırapla pişman olsak da fayda etmez şimdi Çıldırtmayan kışı ne edelim, dizimize vurmayan yağmuru ki vursun Ve anılsın ismimizden göveren zaman yangınları Bulutlu bir kışın sağanak akşamında sırrımıza sarılalım Gözlerimizi kanatsak da beş vakit çıkmaz kirleri Cesaret de bulamadık gitmeye dair, nice fırsat küflendi Kaç ağıt yuttu, hala işleyen bulanık bir girdap bu Kanlı bir sükûn yani ansızın ısırır dilimi Ve cereyana tutulmuş bir korku gibi titriyorum şimdi MENKIBE Ölüm, aşk, sevda ve hüzün Mayın dolu hisler ağzımda tütün Huzur sana, bana taş sana yün Gelme üzerime gece ve üçler “sadece bir geceye mahsustur” Bu gece hüzünlü, saat sekiz on iki İçimde bir sızı, eskilerin izi Ve sen kısık gözlüm es geçemem seni Hüznüme randevun var masan bekler Geceye ilerlerken zaman ve dönemeç Beni de al götür bilmediğim, vazgeç Ruhumu sar sadece, bedenimi ez geç Bu gece uzun dayanmaz bu yürek tekler Hüzün sürat yapıyor ciğerlerimde İhlal ediyor tüm duygu yasalarımı ve Ve diye biten bir mısra kafiye Zaman gidiyor gözlerim geceyi zor seçer Bende değilim ben, insin kapaklar Mevsim atsın dökülsün yapraklar Ötelerden bugüne seslenenler var Kalanlar bihaber, geri gelmez gidenler Hüzünle başlayan gecem muhtel Bırak öyle kalsın dokunma el Buruşuk bir nazar, birkaç beyaz tel Ne bir iz ne de nam, kimsesiz göçer Gecenin sihrinde, hüznün elinde Yoruldu bana ayrılan vakit testide Gitme vakti şair, yine bir şiir bitiminde Bir iz, bir nam, haberdar olsun bizden Bizden sonra gelenler… BU, BİR ÖZRÜN PROVASIDIR Filistin anısına.. Göğüne güneş değmeyen bir kentin serin hüznüne verdim kendimi. Her taraf ölüm içinde… Bahçelerden ölüm saçılıyor sokaklara, taze yemiş yerine. Taze ölüm kokuyor yeryüzü. Her dönemeç bir hüsran yortusu, her kelime aczin başörtüsü… Bu bir özrün provasıdır... Gözlerinde kurşunlar büyüten çocuk! Kinim kendimedir, susuşum sana. Bir efkârı düğümleyen ahvalinle düştün kalabalık caddelerin işlek yalnızlığına. Herkesin her yerde olduğu (öldüğü) bir vakitte oradaydın. Gözlerinden kan damlıyordu senin. Bedenin esir edilmişti zulme. En çok kırmızı vardı üstünde o gün. Beyazın kalmamıştı kana boyanacak.. İntizar yüklü bir türkünün nakaratıydı dilindeki feryatlar. Hangi esrik nota hangi kutsal ezgi tamamlar ki bakışından artan gözyaşlarını. Eksik kalır lügatler ve sayfası düğümlenir. “Ahh keşke!” yerine “İyi ki!” diyebilseydim. Kelimelerce yol olup düşebilseydim önüne, bu kadar çoğalmazdı adın. Bir heceden akıp giderdin... Şimdi; kaç ağıt biriktirsem içimde sesine ulaşmayacak nefesim bilirim. Sözlerden ırak düşünce, halin keyfin yerinde sandım. Gözüm görmeyince, gönlüm katlandı çocuk(!) Oysa ne çok biriktirip de yitirdin çocuk kahkahalarını cebinde sen. Ertelenmiş sevinçlerinle umut ördün gökyüzüne. Örselenmiş hayallere tutunma çaban vardı senin. Mücadelen görünmez adsız bir zaferdi. Bir günlük hırsların peşinde koştuğumuzu fark ettiğimde anladım davan(m)ın kutsal meşalesinin neden hiç sönmediğini. Çocuk kadardı yaşın ama zaman kadar eskiydi adın. Gönül hanesinden satırlar arasına sızan kadar değildi elbet Filistin ve çocuklarının haykıran bakışları. Firakını yitirmiş gönüllerde bir yangındı Filistin. Kan revan sözünün kendisine biçildiği kalplerin başkenti... Ve; gözleri bulutlu çocuk! Şimdi bayrağın(m)a sardım utancımı sırtımda taşıyorum. Affet beni!... SAĞLIKLI BİR RUH İÇİN BEYİN KANAMASI Ali Cançelik dinmeyen acılarını anlatırken “karanlık düşünceleri benliğimde toplayarak inliyorum. (…) Üzerine ölümü hak etmediğim hiçbir düşünce yoktur. (…) Her şey karanlığın kucağında dinleniyor. Yalnız ben geceleyin kederimin başında uyanık duruyorum ve yere uzanmış, sanki kendimi tüketiyorum.”(4) diyor. “Beyni kanayan tek kişi yok” N. Fazıl Dünyaya gelmiş insanların çok azı düşünmüş; çok azı soru sormuş ve çok azı cevap bulmuştur. Egzistansiyalist kabul edilen Danimarkalı Sören Kierkegaard, var oluş gerçeğinin anlatılamayacağını ve bu realiteye ait kavramları tarif etmekten kaçınmanın bir hüner olduğunu savunmuştur.(1) Ayrıca, Vincent Van Gogh gibi herhangi bir sisteme yapışmaktan ya da kendini bağlı duyumsamaktan çok uzak durmuştur.(2) Allah'ın Maşrık'ta ve Mağrıb' ta nice kulları var ki, iklimler değiştikçe değişen isimlerdir onlar. Toprak yalnız kendinde yazılanı kutsar. Neden? Oysa samimi ıstırap çeken isimler var. Hayatları boyunca hep arayış halindeler. Onların vardığı yeri bir yana bırakıp, ıstıraplarına eğilmek 'ev ödevi'miz kabul edilmelidir. Bizde “Çile, ıstırap, fikir…” anlamını kaybedeli, başka toprakta neşv ü nema bulmuşsa, sadece din-dil-ırk-coğrafya farklarından dolayı bu, “hakkı inkâr” hastalığına düşmemek gerekir. Hatta “O kullarım ki, onlar sözü dinlerler, sonra da en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah'ın kendilerine hidayet verdiği kimselerdir. İşte temiz akıllılar da onlardır.”(3) uyarısını hatırlamak gerekir. Dışımızdakilerin(!) ıstıraplarını, çıkmazlarını 'idrak' gayreti, kendi aydınlığımızın yolunu açacaktır. Mikelanj'ın, Russo'nun, Byron'un ve daha nicelerinin derin ve elemli sıkıntılarına hissimizi çevirmemiz ilim ve irfanımıza halel getirmeyecektir. Mikelanj sebepsiz ve Bende “şeyhini bulamayan derviş” intibaını uyandıran Kierkegaard, kendini 'ıztırap'ı anlamaya adamış ve “İbrahim'in ıstırabını anlayamadığını; yalnız hayret edebildiğini” i t i r a f e t m i ş d ü ş ü n ü r d ü r. “ K o r k u v e Titreme”sinde hayret/anlama emeliyle, tayy-ı zaman ederek, İbrahim (Efendimiz) ile bir eşek üzerinde, ağır aksak adımlarla Moriah dağına doğru üç günlük sehayat eder. Ateş yakmak için odun keser, İshak'ı bağlar ve bıçağını keskinler. Aklında daima İshak(5) vardır.(6) Kierkegaard Bugüne dönüştürülemeyen bir geçmişi hatırlamaya değer bulmaz. “İbrahim' in hikâyesini kalpten bilen, sözcük sözcük ezberleyen sayısız kuşaklar vardı. Bu bilgi kaç tanesini uykusuz bıraktı?”(7) sorusu önemlidir. “Istırabı idrak” vazifemiz olmalı, çünkü “ıstırap, harfsiz, sözsüz ve sessiz konuşabilen kalbin dilidir. Onun diliyle, canlılarla, cansız varlıklarla, mazi ve mekânla, sonsuzlukla konuşabilenler vardır ve onun belâgati bizim zahir dilimizi sonsuz bir şekilde geçmektedir. İnsanı insan yapan kahramanca karşılanmış ıstıraplardır.”(8) der Merhum Nurettin Topçu. (Allah'ın rahmeti üzerine olsun.) ....................................................................... 1) Topçu Nurettin, Varoluş Felsefesi-Hareket Felsefesi, Dergah Yay.,İstanbul 1999, s.28. 2) Van Gogh Vincent, Theo'ya Mektuplar, Ada Yay., Nisan 1985, s.79. 3) Elmalılı Hamdi Yazır, Kur'an-ı Kerim ve Yüce Meali,Huzur Yay., Zümer-18 4) Topçu Nurettin, İradenin Davası, Dergah Yay., İstanbul 2004, s.104. 5) Moriah Dağı' ve 'İshak' kitapta geçtiği şeklinde alınmıştır. 6) Kierkegaard Sören, Korku ve Titrme, Anka Yayınları, İstanbul 2002, s.97. 7) Kierkegaard, s.70-72. 8) Topçu Nurettin, Var Olmak, Dergah Yay., İstanbul 2005. s.79. kelimelerim şairin kalbine zarar Abdulsamet Kılınç Gör işte. Vuruldum yine bu gece çatına inmiş kuşlar üşüdü. Yüreğim sarsıntılı bir aşkın ilk girizgâhında. Sitem, bin yüklü kervan iner suyuma. Göç ey karanlık, içime vaveyla düşürmüş tomurcuklar bir bahar depreminde taksimlerini söyletiyor. Hani çocuklar apansız oyun zamanlarında düşürdükleri misketleriyle kaldırır ya gözlerini uçurtmalara… İşte bir feryadın ilk senaryosudur bu. Ölümler inerken şehre, çocuklar vuruşmalarda kalpten bir söz düşürür şairin kalbine. Vecibeli bir yol söyle bana. Kelimelerim şairin kalbine zarar. Vermesin seni güneş, ben seni güneşten çalan bir bakışım. Rüzgârlarda kokunu içime çeken bir deli, kalbine değen çarpıntı ve siyahın gazelinde sönmez bir şafak. Kesilirken ellerim sayfa aralarında bana mürekkep kondur, yüreğim islenmiş bir duvarın en bedbaht hali. Göster yüzünü aydınlansın bahar. Bahar insin kuşatılmış kervanlarımın üzerine. Bil. Bu bir hasret ifadesidir. Yani mecnun güzellemelerinde elimin ''elim'' kelimelerde dolanıp içimi döküp sayfaya, kurmaca yalanlardan sıyrılıp sana en gerçek halimle, en sade tarafımla uyanışımdır. Sen de ki bana, nerden başladı bu türkü, ben sana hicaz olup çekeyim çöllerin sahralarını. Sen de ki hasret bir aşkçıl mevsimin girizgâhıdır ben sana tarihimi dereyim. Anlatayım bin mevsimli kırağının içerime düşürdüğü zemheriyi. Yeniden sen. Yani ezberimi bozan duruşunda beklettiğim onca zamanların sana gelişimdeki tasvir. Aç kapılarını geldiğim gün senin baharını ilan ettiğim gündür. Aç kapını sana geldiğim gün tüm zamanların en bitimsiz kıyamında bir duanın kabulüdür. Aç kapını, bu geliş mecnunun Leyla'sına geldiği haldir. Bir hasret pullu sayfa dökülür önüme. Sana adarım tüm cümlelerin sevincini. İçerime düşen cemrelere inat yeniden bahar, yeniden tomurcuk yeniden kan gülleri adadığım bu gecede, ilan ediyorum şahsımdaki karanlıkların aydınlanan taraflarını. Şimdi seç ve ispat et. Kalbime değen bakışın hangi düşten uyanmak olduğunu. Ben sana akan çağlayanım. İçin doludizgin akarken sana, sana mevsimlerin derinliğinden derdiğim serinliğimle, ateş topluyorum aşkına. Artın diye. Sevdiğim… Yeniden, bitimsizce atıldım uykusuzluğuma. Artık zamanın değerini ''sen mihengine'' vurup değerlendiriyorum. Sensiz bir an en atılası kötülüğümdür. Damarlarımda şahlanan haline selam ver. Sahiplen. Açılan en güzel yaranın hatırına biraz bakış fırlat ırağımdan. Sana geldim. Senin… Senin olmaya geldim… Aşktır bu. Tüm cümleleri yerinden eden ve kalbimi bir sağanakta boydan boya ''sana'' boyayan adımlarda yolu kesip sana çeviren bir ifadedir bu. Hangi tarafını döküp ortaya bir ''sen'' çıkartmalıyım şimdi. Bilemedim. Bilmiyorum. Bilirsem şayet o zaman hasretin alevi yakıp tüm benliğimi sana benzeyen bir hal olmuşumdur. Kovma yüreğinden. Sakla beni… Isıt. Kucak açalım baharların en sevinçli yanlarına. Korkularımızdan aşk kadar emin olalım. Yok edelim ıslaklığını gecenin, yakalım yıldızları. O zaman anlayalım ellerinde uçurtmalarla çocukların, ağız dolusu kahkahalarıyla neden semaya baktıklarını. P KineTSaU E M ç a r M a m s E Selam olsun en değerliye.. Bugün cümlelerime sen katıp kavurmak istedim! Mektubun ucunu yakıp küllendirmek, senden geriye ve benden ilerisi için bir hatıra diledim! Siyah beyaz resimler gibi satırlarımı nostalji aşklara boğmak biraz da… Her şeyi bir kenara bırakıp bugün son kez seni düşünmek istedim... Düşümde gözlerimden aşağı düşmesine izin veremediğim şımarık zade var, olması gereken ama kabul buyrulmayan bir dua... Sarstığım tüm beşiklerdeki bebekler büyüyünce başıma üşüştüler senin dilinden ninni söyleyişlerimin kalıntısı... Gönlümün yaşlanmış olduğunu tahmin etmeyi denemediler bile... Gönlüm ki seni severken yaşlanmıştı, yar dediğin aslında yar değildi... Tek taraflı bir sevginin başucundayım, gözlerinden düşerken geceleri de mi tembihledin... Ben bırakıyorum geceler koynunuzu açın onun saçlarının teline zarar gelmesin sahi der miydin beni düşünür müydün bir kez olsun iyiliğimi... Susayan kelamlarına hasret iken bir sonun yol kıvrımında manevra atar oldu sözlerim... Kalbimin seçtiği harfler hazan estiriyordu yüreğime satırlarda sen olmalısın dedim, gözlerim yaşlı(lık) işte kabahat bende yar seni haddinden fazla sevdim... Bulutlara haber salmıştım oysaki rahmet bildiğim yağmur damlaları yüzüme akarken dua etmiştim... Geleceğini sanmıştım... Ağlarken sevinen bir kul ben miyim ya Rabbim; ağlarken o'nun sevdasını bildiğim için... Ayrılırken sözlerini kendime zırh ettiğim... Rabbim O kulun bir tane... Bu sevgili Hazretlerinin hürmetine beni ona bağ(ış)la... Kalbimin derinliklerindeki aşkı sökme, bendim yanan yanamasa da... Üşüyorum Habibim... Halet-i ruhiyem ne halde bilmiyorum, karmakarışığım içerimde kayboluyorum... Demiştin ya giderken yar ben bu hengâmeden düzlüğe nasıl çıkarım... Seni bilmiyorum ama o hengâmeye beni de sürükledin... Şimdi söyle halimin gözcüsü; ben bu hengâmeden düzlüğe nasıl çıkarım! Hangi el tutar gözlerimden... Hangi sebebim fırsat kollar yola düşmeye... Hangi çamur bırakır bu günahkârı çekene dek toprağın içine... Şimdi sen yine suskunlardasın bir garip serçe gibi, bense yine bülbül gibi şakıyorum susaraktan... Susuşlarımın her biri bir cümleye bedel bilirsin, ağlayışlara haykırışlara gebe fişekler atıyorum gök kubbeye şahit ruhdaşım sahi sen bilmiyorsun sen gittin bir yel estirdi Rabbim, beni benden iyi bilen bir dost eli dokundu omzuma.. Ben bile benden öteye gitmeye korkar iken, yaşadıklarımı sundu dilim feryad-i figan ederken.. Ben şimdi firakın eşiklerinde yatıp kalkıyorum her sızışımda sağımda bir can beliriyor, kalk üşüyeceksin diyip koluma giren.. İşte böyle bir zamanın bekçiliğini üstlendim Şımarıkzade.. Sözlerimin yangınında kendini bulabilir misin bilmem ama ben bu hayatta bir hu diyişim ile kapıldım senin rüzgârına hem de hiçbir zaman benden ileriye gitmeyecek bir rüzgâra! Tek kişilik bir sevdanın diliminde sana bunları yazıyorum ve söz kendime.. Her gün biraz daha seni seveceğim lakin yaşamayacağım bu kaderi affet.. Affet sözlerini yüreğime bedenini Toprağa defnettiğim yar! OKUMAYI YAŞAMAKLA ZENGİNLEŞTİRMEK LAZIM Hazırlayan:Bilal Can 1-Türkçeye 'yazın' olarak geçirilmiş, yedi sanattan biri olan edebiyatı nasıl anlıyoruz veya nasıl anlamamız gerekir? Edebiyat, varmak istenilen hangi amacın aracıdır? Hayatın nesidir edebiyat ve nasıl yapılır? Çok mu zordur bunu yapmak? insan yapan, hayatı anlamlı kılan “her şey”dir. Varoluşu anlamlandırmak, kendimizi, insanı ve hayatı tanımak şeklinde özetlenebilecek bir süreçte edebiyat bize çok büyük imkânlar sunar. Bu noktada hayatın asıl rengine dönüşür. Varlığın esrarı edebiyatla görünürlük ve anlaşılırlık kazanır. Bunu yapmak ise emek ister, zordur ama imkânsız değildir. İnsan, dünya görüşünden bağımsız bir varlık değildir. Öyle olduğunu düşündüğünde ise onun bir “kutsal”ı kalmaz zaten. Durum böyle olunca edebiyat anlayışımızı da dünya görüşümüz şekillendiriyor demektir. Buna göre edebiyatı dünya görüşümüze bağlı olarak vücut bulan bir faaliyet olarak görmek durumundayız. 2-Tabiatın dilini çözmeli ve hayatın şiirini yazmalıydık diyorsunuz... Hayatın şiirini yazmanın yolu tabiatın dilinizi çözmekten geçiyorsa, şiirin hayatı nereden geçiyor? Kaynağı nedir şiirin? Şairin kalbine zembille mi iniyor şiirler. Söz, basit bir tanımlama ile “anlatma ve anlama” vasıtasıdır. Öyle olunca da bu temel fonksiyonuna göre onunla bir şeyler yapabilir ve ondan bir şeyler bekleyebiliriz. Bu bağlamda edebiyatın malzemesi söz(kelime) olduğuna göre, edebiyat öncelikle sözü “etkili ve güzel” kullanma becerisini öğrenme noktasında öncelikle kendisi bir amaçtır. Fakat hadise burada biterse “sözperest” oluruz sadece. Söz ehli olmayı öğrenebilenler, edebiyatı bu defa daha “yüksek değerler” için bir “araç” hükmünde kullanmak durumundadırlar. Bu yüksek değer ise, insanı Tabiat da yaratılmış her varlık gibi bir “âyet” hükmündedir. Üstelik bozulmamış yani saf gerçekliktir. Dünya görüşümüzde hayat-tabiat ikilemi, çelişkisi yoktur. Her şey “bir” olanın etrafında döner. İkilem, çelişki var deniliyorsa bu bizim ortaya çıkardığımız bir sorundur. Bu sorunu aşabilmek için, “Yaratılmışı Yaratandan ötürü” sevebilecek bir gönle sahip olmak ve vahdet(birlik) bilincine ulaşmak gerekir. Biz böyle bir gönle ve bilince sahip olursak evet rahatlıkla diyebilirim ki ilham çiçekleri kalbin bahçesinde açar. Burada bir tezat varmış gibi görünebilir. Bu durumda şunu söyleyebilirim. Şiiri oluşturan duygu, konu vb. bazen dıştan içe, bazen de içten dışa doğru yapılan yolculukların sonucunda yeşerir. Yani kimi zaman bir karanfile bakıp ağlarsınız. Kimi zaman içinizdeki hassasiyet, başka gözlerin görmediği o karanfili görmenizi sağlar. Sözün kısası, şiir kalbin dilidir. Bu yüzden ilham, lirizm çok önemlidir şiirde. Bu da şairin tabiatla kurduğu içsel bağla sağlanabilir ancak. 3-Fıtratını şiirle bezeyen kişinin kaç hezimet görmesi, kaç zaman geçirmesi gerektir künyesine “şair” yazılabilmesi için? Şairlik makamına geçiş sürecinde olmazsa olmazlar nelerdir? Şiir, çile elbisesini giymeyi göze almayı gerektirir. Klasik bir mazmun olarak kullandığımız mum-pervane örneğinde olduğu gibi yanmadan olmaz. Yanınca bu “yokluk” olur mu? Evet, zahirde yokluktur. Ama yokluk elbisesini giymeyen varlık kapısının önünde duramaz. Şaire yazıldıysa adımız şair oluruz ama bu süreçte yol haramilerine dikkat etmek lazım. En önemlisi de dünyaperestliktir. En büyük tehlike odur. Hedefimiz dünya ise şiiri de bir varoluşsal mesele olarak anlamaz ve onu dünyevi kaygıların aracı yaparız. Alkışlara tutunur, şan şöhret elbiselerini giyerek mutlu olabiliriz ancak. Bunlar, şairin yol haramileridir işte. Bu tuzaklardan emin olarak bu yolculuğu sürdürmek gerekir. 4- “Ellerimde bir demet karanfil” adlı şiiriniz Selçuk Küpçük tarafından bestelendi… Şiirin müziğe yakınlığı nedir? Şiir midir müziği doğuran yoksa müzik midir şiiri yaşatan? Neden şiirleşen şarkılar/ şarkılaşan şiirler vardır? Bu paradoks şairin elinde midir? Tümden gelimden tüme varım haline mi dönüşüyor yoksa bestekârın dilinde bir ısırgan gibi belirirken şair ile bestekâr aynı rüyada mı birleşiyor? Şirinin bir kendi içsel müziği vardır ve bu sayede insan gönlünde bir karşılık bulur. Bu bakımdan şiirle müzik iç içe olgulardır. Şiir, güçlü değilse müzik onu yaşatamaz. Yani burada asıl olan şiirin gücüdür. Buradan müziği küçümsediğimiz anlamı çıkarılmamalı… İyi bir besteci, şiirdeki müzikal zenginliği duyumsar ve onu daha da güçlü hale getirebilir. 5-“günümüz şairleri meselesizdir. Suya sabuna dokunmazlar. Kudüs ve Filistin dramı onları ırgalamaz bile. Oysa bu yüzyılın en dramatik ve acı durumu insanlığın gözleri önünde yaşanıyor. “Bu, insanlıktan çok, şairleri ilgilendirmeli.” diyor Ali Haydar Haksal. Siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Şairin kendi yüreğinden başka yüreklere âyinelik yapması ne ile mümkün olur? Ahmet Arif'in işaret ettiği “namus işçisi, yürek işçisi” şair nasıl olunur? Şiir, mutlu zamanların ürünü değildir; çünkü hayatta sevinçlerden çok acılar vardır. Bu da doğaldır; çünkü hayat bir imtihandır. Şair, duyarlık gücünün daha güçlü olması sebebiyle bu acıları daha derinden duyar, duymalıdır. Ama siz, şiiri, sanatı sadece kendinden ibaret bir olgu olarak görür, dünya görüşünüzden, insandan ve hayatta bağımsız bir olgu olarak ele alırsanız bu acıları hissetmez, dolayısıyla anlatmazsınız. Şeytan, sizi iğfal eder. Kelimelerin kısır döngüsü içinde sıkışıp kalırsınız. Şair, bütün insanlığın vicdanı olmak durumundadır. 6-“…gerek resmî baskılar ve kültürü, edebiyatı da farklı bir dünya görüşüne göre biçimlendirme çabaları ve buna bağlı olarak çeviri kültürün kapılarını sonuna kadar açma, gerekse gelenek birikimine sırt çevirme şiirimizi de sokmuştur.” diyorsunuz gelenekten geleceğe şiirimizi tahlil ederken. Geleneğin şiirde boy göstermesi günümüz edebiyatçılarının ne kadar umurundadır? Gelenek şiire nasıl bir renk, nasıl bir zenginlik katar? Modern şiirde bunun öncülüğünü yapan isimler var mıdır? Gelenek, yaşanmışı, tecrübe edilmişi ifade eder. Gelenekten bugüne ulaşan, onun hayatiyetini yitirmemiş taraflarıdır. Çağdaş sanatçı, kendini bu halkaya eklemlemek, geleneğin dünyasında çağının hayatını yaşamak ve yazdıklarını da ona göre şekillendirmek durumundadır. Zira, kökü olmayan ağaç çiçek, açmaz, meyve vermez. Bu ülkede gelenek düşmanlığının ardında din karşıtlığı fikri yatar. Çünkü geleneğimizi şekillendiren en önemli unsur dindir. Ama geleneğin ölü tarafları elbette bizim benimseyebileceğimiz bir husus olamaz. Bu yüzden gelenekten beslenmekle gelenekçi olmak ayrı şeyleridir. Yine, gelenekten beslenmeyi bir şekil meselesi olarak düşünmemek lazım. Geleneğin yaşayan ve bizi zenginleştiren canlı damarı özüdür. Bu anlamda modern şiirde bunun öncülüğünü yapan en önemli isim bana göre Sezai Karakoç'tur. 7-“dünle beraber gitti cancağızım/ ne kadar söz varsa düne ait, şimdi yeni şeyler söylemek lazım” diyor Mevlana Celaleddin. Yeni şeyler söylemekten murat nedir sizce? Yıllardır derinliğine inilmeyen, üzerine konuşulmamış hiçbir kelime, hiçbir duygu kalmamışken söylenecek yeni şey nedir, nasıl söylenecektir? Her insan, ayrı bir dünyadır. Cenab-ı Hak, hepimizi ayrı bir şahsiyet olarak yaratmıştır. Bu farklılıktan, özgünlükten dolayı, aynı konular etrafında yazsak bile, bu yazılanlara Yaradılış'ın getirdiği farklılıktan dolayı farklı anlatımlar söz konusu olur, olmalıdır. Bu da zamanın idrakine sahip olmayı gerektirir. Asıl çağdaşlık budur. Yaşadığımız zamanı iyi kavramak ve ona uygun bir dil geliştirmek gerekir. Dünyada bir saniyelik bile aynı kalış söz konusu değildir. Sürekli yenilenme, sürekli oluş vardır. Şiir de buna göre olmalı, şair de dilini buna göre ayarlamalıdır. 8-Özüyle arası açılan bir gençlikle karşı karşıyayız. Değişen ve değiştikçe “öteki” olan gençliğe bakışınız nedir? Hayatımızı istila eden ve bizi yordukça, hızıyla kavurdukça güzelliğimizden bir şeyler götüren bu zamanda genç olanın kendine sahip çıkması ne ile mümkündür? Dünyada öyle çok fazla değişen bir şey yok… İnsan, aynı insan çünkü… Sadece “öteki”, “beriki” kavramlarında samana, zemine göre birinin yahut diğerinin ağırlığı, çokluğu söz konusu olabilir. Ama ne olursa olsun, insan insandır. Özüyle arası açılmışsa bunu k a p a t m a n ı n m ü c a d e l e s i v e r i l e c e k t i r. Peygamberler bunun için gelmedi mi? Öyleyse, bir mücadele gerekmektedir. Çalışan kazanacak, emek sahibi olan hak sahibi olabilecektir. Umudu yitirmemek lazım. İnsan, eninde sonunda özüne döner. Yeter ki, onu özüne döndürecek sözler söyleyebilelim, işler yapabilelim. Edebiyatın özellikle de şiirin bu anlamda çok önemli bir imkân olduğunu düşünüyorum. Yeter ki yazdıklarımız hakikat merkezli, insan merkezli olsun. 9-Gençlerin yazma heveslerini nasıl karşılıyorsunuz? Bir şiiri analiz ederken öncelikleriniz nelerdir? Gençleri izlemeye çalışıyorum. Çünkü bizden sonra sözün sahibi onlar olacaktır. Her şeyin metalaştığı bir dönemde onların yazı ile ilgilenmeleri sevindirici bir durumdur. Bu bakımdan kutlanacak bir uğraşı içindeler. Fakat ortada bana göre bir problem vardır. Gençler, doğaları gereği acelecidirler, ürünlerinin bir an önce yayımlanması onların en büyük arzusudur. Bu durum anlaşılır olmakla birlikte, edebiyatın bir sabır, olgunlaşma meselesi olduğun göz ardı etmemek lazım. İşte bu noktada genç yazarların/şairlerin gelenekle bağı daha bir önem kazanıyor. Beslenme kaynaklarının neler olduğu meselesi çok önemli… Bu noktalarda ortada bir sorun görüyorum. Yazarlık önce iyi bir okur olmayı gerektirir. Bu süreç sağlıklı olarak işlememişse ortaya “erken doğum”lar çıkar. Tabi böyle bir ürünün yaşama şansı hiç yoktur. Bu başarısızlık, o genci bu defa agresif yapmakta, sağa sola saldırtmaktadır. İşin ahlaki ilkeleri aşınmaktadır bu süreçte. Analiz meselesine gelince; bir ağacın gölgesinde kalan hiçbir bitki yeşerip büyüyemez. Büyüklerden beslenmeye evet, taklide, onların tarzı etrafında yazarak şahsiyet bulmaya hayır. Büyüklere saygı duyulmalı fakat onlar putlaştırılmamalıdır. Bu, şahsiyeti öldürür. Bu yüzden ben okuduğum bir şiiri analiz ederken özgün söyleyiş, dile şahsi tasarruf gibi unsurları öncelikli olarak ele almaya gayret ederim. O şiirde başka bir şairin gölgesinin olup olmadığına bakarım. Bir de yeniğin doğal bir gelişim içinde olmasını önemserim. Köksüzlük, yenilik değildir. Şiirde mısra önemlidir. Mısra kurmayı beceremeyen, cümle kurup şiir yazıyor, sözü yoğunlaştıramayıp uzun metinler ortaya koyuyorsa, bir de bunu neo-epik gibi “cafcaflı” bir etiketle sunuyorsa buna gülünür sadece… Çünkü ortada şiir yoktur. 10-Şair- yazar güruhuna ulaşmak, onlar tarafından muhatap alınmak pek kolay olmuyor. Yazdıklarımızın kaleme ehil olmuş isimler tarafından okunup, değerlendirilmesini istiyoruz ve bu istediğimiz çoğu defa istek olmaktan öteye geçemiyor. Sizce şair-yazar neden bu kadar uzak durur? Bahsettiğiniz türde şairler elbette vardır ve bu camianın yüzkarasıdırlar. Yazdıkları/ söyledikleri onların nefislerini kabartmış ve kendilerini başkalarından üstün görme psikozuna yakalanmışlardır. Dolayısıyla “küçük dağları kendilerinin yarattığını sandıkları için” başkalarını küçük görmektedirler. İnsanı değerli kılan, ahlakıdır. Yazdıkları değil. Yazılanlar bu ahlakın bir sonucu ise anlamlıdır. Yalnız gençlerin yazdıklarının usta yazarlarca değerlendirilmesi konusunda şunu söylemem gerekir. Gençler, bunu beklememelidirler. Olgunluk süreçlerini kendi içlerinde, kendilerinden önce yazılan önemli örneklerle kıyaslayarak tamamlamalıdırlar. Bu gün usta bir yazarın kendine gelen yüzlerce şiiri tek tek okuyup gençlere yol göstermesi pratikte de mümkün olmaz. Öte yandan böyle yapan biri kendi ürünlerini de yazacak vakit bulamaz. Onların yol göstericilikleri dolaylı olmalıdır. Geçler onları okumalı, edebiyatın, şiirin tekniğini, ustalığını bu şekilde öğrenmeli, kendi yazdıklarını buna göre bizzat kedileri değerlendirmelidir. Zaten ortaya kayda değer bir ürün çıkmışsa bu bir yerlerde birilerinin dikkatini çeker ve gerek okur gerek eleştirmen düzeyinde bir karşılık bulur. 11-Edebiyat dergilerinin editörlüğünü ya da içerik sorumluluğunu yapan büyüklerimiz isim yapmış, kendini ispatlamış kişilerle yürümeyi tercih ediyorlar. Ve kimi zaman “şiir”den çok uzak şeylere bakılıyor. Doğru kapıları, doğru zamanda çalabilmek için ne yapmamız gerekiyor? Dergicilik, bir kadro işi olursa yürüyebiliyor. Bunun örnekleri ortadadır. Bu bakımdan editörlerin belli isimlerle yürümelerini anlayışla karşılamak lazım. Fakat bu durum, onlara bu isimlerin dışındaki isimlere kapıları kapatma hakkını da vermemelidir. Genç yazarlar/şairler mutlaka önemli görülmeli ve belli bir düzeye ulaşmış ürünleri bu tür dergilerde yer bulabilmelidir. Ama bunun yapılmadığı da bir sorun olarak ortadadır. Yani eleştirinize katılıyorum. Zaten ortada bu kadar çok derginin olmasının bir sebebi de budur. Açık kapı bulamayan kendi dergisi kendisi kurma yoluna gidiyor. Bu, tabi ki edebiyatımız adına sağlıklı bir gidişat değildir. Burada bir genel sorun da çok etkili oluyor. Yazarlar/şairler başkalarını okumaktan sanki “ar” ediyorlar. Bu n e f s a n î b i r t u t u m d u r. H i ç b i r e m e k küçümsenmeyi, yok saymayı hak etmez. Çünkü onu yazan bir insandır. 12-Şiir, deneme, antoloji, inceleme, biyografi ve çocuk kitapları yazdınız. Kitaplarınızda kullandığınız elit dil ve konuların ne kadar anlaşıldığını düşünüyorsunuz? Kitabın geniş bir kitleye hitap edebilmesi için neler gereklidir? Ben, dilde aşırı bir tutumun sahibi olduğum düşünmüyorum. Son derece yalın bir dil kullandığımı hemen herkes söyler. Esas olan ağır, karmaşık, anlaşılmaz dil kullanmak değil, yalın, anlaşılır ama iç zenginliği olan bir dil kullanmaktır. Önümüzde Yunus Emre gibi bir örnek var. Mesela Yunus'u okumadan ve dilini de bu manada çözmeden şiir yazma gibi bir cüretimiz olmamalıdır. Geniş kitleye hitap meselesine gelince, edebiyat eseri doğası gereği çok geniş kitlelere hitap etmez. Çünkü edebiyat eserinin okuru olmak da bir olgunluk seviyesi gerektirir. 13-Edebiyata meyilli gençlere yazarken yaşamak, yaşarken yazmak, yazdıklarını yaşamak, yaşadıklarını yazmak noktasındaki tavsiyeleriniz nelerdir? İyi bir yazıcı olmak, iyi bir okuyucu olmaktan mı geçiyor? Sizin vazgeçilmez yazarlarınız kimlerdir? Evet, asıl mesele burada…. İyi bir okur olmak. İyi yazarlarla sabahlamak akşamlamak… Onların gizli dünyalarına nüfuz edebilmek… Onları iyi yazar yapan sırları çözebilmek… Okumayı yaşamakla da zenginleştirmek lazım. Tabiatın dilini çözebilmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Yine yazar, hayata ve dünyaya sırtını dönmemeli… Yazının malzemeleri onlardadır çünkü… Vazgeçilmez yazarlarıma gelince, bu konularda isim vermenin riskleri olmasına rağmen hiç değilse bir bölümün adını vermek isterim. Genel anlamda edebiyatımızın, bölge ve dünya edebiyatımızın bütün önemli isimleri elbette tanınmalı ve okunmalıdır. Bu, pratikte neredeyse imkânsız olduğu için hiç değilse ruh akrabalığı kurabildiklerimiz derinliğine okunmalı… Benim vazgeçilmezlerimden bazıları şunlardır: Yunus Emre, Şeyh Galip, Mehmet Akif, Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu, Behçet Necatigil, Ahmet Muhip Dranas, Ziya Osman Saba, Rilke, Tolstoy, Muhammed İkbal, Sadi, kendi kuşağımdan Arif Ay, benden sonraki kuşaktan Adem Turan… HAFAKAN Bu gün bende bir hal var, bana bakmayın dostlar Görünmez bir hançerle ta sinemden vurgunum Ümitler beslediğim, bel bağladığım yıllar Saçıma ak düşürdü, bu yaşımda yorgunum. Çölde su arar gibi, ararım mutluluğu Ben peşinden koştukça, o hep seraba döner Yoklukta varlık görür, varlıkta da yokluğu Gayrı dayanmaz yaşa, gözümün feri söner. Gülerken ağlamayı öğretti bana hayat Gözyaşıma yol olur, yanağımda gamzeler Acılar sevincimi bilir bulunmaz fırsat Ne zaman yüzüm gülse; bir dert başıma çöker. Ah çekerken veririm, aldığım her nefesi Her bela beni bulur, her dert bende kördüğüm Gelir karşımda durur, her Allah'ın gecesi Kâbuslar gerçek olur, hayal diye gördüğüm. Köhnemiş düşünceler gelir bende dirilir Cehennemi bir azap görür gözüme bakan Bir tek fikir çilesi çeken bu derdi bilir Halimin müsebbibi; ruhumdaki hafakan. Recep Karaman ///Nefesimin koyu yalnızlığı aynadan yüzüme çarpıyordu. Ilık baharlar yerini ayaz getiren poyrazlara bırakmıştı. Canhıraş bir çığlık tenimde patlamaya hazır bombaydı. Pimi ha çekildi ha çekilecek… Saçlarımı sırattan toplarcasına yanıyordum. Kıvılcımlar elenen gözlerimden fırtınalar geçiyordu./// Ki uzaktan bir sesle irkildi bedenim. Benzeyen bir şeyler vardı bu seste. İçimin öksüz yanını andırıyordu sesin sahibi. Gözleri bir o kadar masum bir o kadar ürkekti uzaktan. Kirpiklerinin yüzüne düşen gölgesi O'nun yaratma sıfatının en güzel hallerinden sayılırken; öyle masum duruşun, Yusufu kıskandırabilir. Dikkat et! Evet sen tanımadığım ten… Dikkat et ki yazıcı meleklerin başını döndürmesin güzelliğin. Cevher gibi parlayan, su gibi arındıran bir susuştu dillendirdiğin. Dilin ki Mecnunun pervasızlığını kıskandıracak kadar şaibesiz. Havva'dan Adem'den bu yana yaratılmışların ezberini bozuyor yüzün… Yaklaşma… /Uzaktan öyle güzelsin ki…/ Kalbin örtülü dualarında ismin canlansa aşk namaza duracak. Secde ağlayacak suretinden. Toprağa hayat verip canlandıranın, sonra yeryüzüne elçi diye gönderenin tasdikçisi ellerin. Dikkat et! Küsüşün dağları devirebilir. Sabahın nuru ayinesinden fışkırmış gibi duran cisminden memnun musun ki sen? Memnuniyetin gözlerinin sebep olduğu günah kadar büyük olmasın.. O kadar olmasın ki emanete hıyanetin cezası ağırdır. Ruhuna vurulmuş damgadan sefir yağıyor yeryüzüne. Dikkat et! Züleyha'dan bu yana kimse böylesi sınanmadı. İffetine gölge düşürme ey sen! /Susarken de öyle güzelsin ki…/ Kalbin şehrayininden akan her damla ter diye düşüyor yüzüne bakınca. Ateşte yanmak da ne ki başımı kaldırsam içine düşeceğim. Tut ensemden başım düşmesin içine. İçimdeki boşluk öylesi büyükken isminden şiirler çıkartacak kadar küçülemem. Kimse bilmez ki sis kokan bir eylülde defnettim beni. Bulduklarımda kayboldum hep. Bulunma ey sen! Saklan… /Gayb iken öyle güzelsin ki…/ Namluya sürülmüş gülüşlerim var benim. S/aklımda… Şimdi sen de düşün ey tanımadığım. Kendine ne kadar kalacaksın? Kendinde ne kadar kalacaksın? Güzelliğin bir ahu gözlüye zebun mu olacak? Yoksa bulunmayı mı umuyorsun? Dikkat et!!! .:: MERVE AYATA ::. SAHABENİN SÖZ BİRLİĞİNE VERDİĞİ ÖNEM VE TEFRİKA Selam ve Rahmet tüm dostların üzerine olsun... Gerek Peygamber efendimiz zamanında, gerekse efendimizin ölümünden sonra, söz birliğinin önemi büyüktü. Görüş ayrılığı efendimiz ve sahabenin en çok çekindiği hadiselerden biriydi. Ebu Bekir (r.a) Benisaide kabilesinin mahalle odasında yaptığı bir konuşmada: “Müslümanlar için başlarına iki emir tayin etmek caiz değildir. Zira böyle bir şey olursa, birlikleri bozulmuş, anlaşmazlığa düşmüş ve dini hükümleri görüş ayrılığında bulunmuş olurlar ki o zaman sünnet terk edilir, bid'atlar ortaya çıkar ve büyük bir fitne ve anarşi ortalığı kaplar. Böyle olduğu zaman da hiç kimse durumu düzeltmeye muktedir olamaz.” diyerek görüş ayrılığından doğan anlaşmazlığın fenalığından duyduğu kaygıyı anlatmıştır. Ebu Bekir (r.a)'ın kaygısının özellikle günümüzde ne denli haklı olduğunu şimdi daha iyi idrak edebiliyoruz. Efendimiz (s.a.v) hayatta iken çok fazla ayyuka çıkmayan bu durum özellikle vefatından sonra gündeme gelmiştir. Selim b. Ubeyd'in rivayetine göre Resulullah'ın vefatından sonra ensardan bir adam: - Bizden bir emir, sizden bir emir seçilsin, dedi. Bunun üzerine Ömer (r.a): - İki kılıç birden, bir kına sığabilir mi? diyerek, seçilecek iki emirin düşeceği görüş ayrılığından duyduğu korkuyu bu şekilde dile getirmiştir. Söz birliğine dair birlik ve beraberliğin önemine İbn-i Mesud şöyle değinmiştir: “Şunu iyi bilin ki hoşunuza gitmeyen birlik ve beraberlik, hoşunuza giden tefrika ve ayrılıktan daha iyidir.” Peygamber Efendimiz(s.a.v) fikir alış verişinde bulunmanın önemine birçok kez değinmiştir. Ömer(r.a)'in rivayetine göre, Efendimiz(s.a.v), Bedir Savaşının esirleri hakkında, Ebu Bekir, Ali ve Ömer(r.a)'e danışmıştır. Ebu Bekir(r.a) fikrini Efendimize aktardıktan sonra, Efendimiz bu kez Ömer(r.a)'e dönüp onun görüşünü de almıştır. Ebu Bekir'in görüşünü daha uygun bulan Nebi(s.a.v), bu fikir doğrultusunda hareket etmiştir. Peygamber Efendimizin vefatından sonraki ilk dönem; sahabenin sözbirliğine, birlik ve beraberliğe ihtiyacı olduğu en hassas dönemdir. Bunun bilincindeki sahabe, içlerinden halifeliğe en layık olan ismi seçmeleri hususunda söz birliğine varmış ve Ebu Bekir(r.a)'e “Bizim en iyimiz sensin.” diyerek bu ağır görevi vermişlerdir. Erman Çekiç İçlerinde Ömer ve Osman(r.a) gibi önemli ve lider özelliklere sahip olan zatların bulunduğu sahabe, büyük çoğunlukla görüş birliğine vararak, Peygamber Efendimizin bıraktığı kıymetli mirası en iyi şekilde teslim almışlardır. Biz Müslümanlar, Efendimiz (s.a.v)'in vefatından hemen sonraki mübarek sahabenin nasıl bir tutum sergilediğinden ve Efendimizin bıraktığı o yüce mirasa nasıl gözleri gibi baktıklarından önemli dersler çıkarmalı ve bunu derhal davranışlarımıza aktarmalıyız. Biliyor ve inanıyoruz ki kurtuluş yolu ancak Efendimiz(s.a.v)'in sünneti ile bulunup takip edilebilir. Cenab-ı Allah birlik ve beraberliğimiz konusunda bizlere, birbirimize sımsıkı sarılmamızı, doğru yolda bulunana yardım etmemizi, yanlış ve kötü yoldaki mümin kardeşlerimizi de doğru yola teşvik için elimizden ne geliyorsa yapmamızı emretmiştir. Anlaşmazlık ve tefrika müminlere hiç bir yarar sağlayamayacağı gibi gerek bu dünyada gerekse ahirette hüsrana uğratacak önemli nedenlerdendir. Peygamber Efendimiz (s.a.v), Ebu Zerr'in rivayetine göre bir hutbesinde: “Benden sonra gün gelir ki devlet idaresi hükümdarlık olacaktır.O zaman sizden kim başındaki kimseyi hor görüp ona değer vermezlik ederse, boynundan İslam boyunduruğunu çıkarmış olur ve açtığı deliği bir daha kapatmadıkça kendisinden hiçbir zaman tövbe kabul olunamaz. Bunu da ancak, hatasından dönüp başlarında bulunan kimseye değer verenler arasında yer almakla yapabilir.” buyurmuştur. Ayrıca Efendimiz, üç hususta onlara boyun eğmememizi emreder: İyiliği emretmemek, kötülükten nehyetmemek ve dinin ahkâmını göstermemek. Efendimiz (s.a.v)'in sözlerinde açıkça bahsettiği tefrikanın sakıncaları mübarek sahabenin zihninde hep yer almış ve omuzlarına yüklenen bu yüce kutsal mirası gerektiği gibi en nadide şekilde taşımışlardır. Sözümüzün sonunda Cenab-ı yüce Mevla'nın bir ayetine gönül verelim: “Şüphesiz ki Allah adaleti, iyiliği ve akrabaya bakmayı emreder; kötü işleri, azgınlığı ve fenalığı da yasak eder. O düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl suresi 30.ayet) Cenab-ı Allah'ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun... Güneş doğarken doğudan, umutlarım birden uyanıverir… /Karlara isyan edip yeşeren bir kardelen gibi… /Kendimi kaybettiğim yerde bulurum kendimi /Seni bulduğum yerde benliğimi yitirdiğim gibi… … Bir çoban kaval çalar, bir ozan türkü söyler Şu aşığın gönlüne birer tercüman gibi… Ucuz aşk pazarının sahte bülbüllerine bak! Naylon güllere konmuş ötüşüp duruyorlar! Sen ise edebine bürünmüşsün ve susuyorsun Meryem gibi… Aman gülüm aman! Ne olur sus! Bırak masumiyetin konuşsun! Bir rüzgâra fısılda rüzgâr konuşsun! Yüreğini dinle yüreğin konuşsun! Sevdamın adını 'sen' koydum bırak sevdam konuşsun!.. /Bırak ben konuşayım! Yıldızlar sırdaş bana yıldızlar konuşsun!.. … Bırak acılar biriksin yüreğime, dağlarıma karlar konsun! /Sen sus gülüm, sen sus! Senin yerine güller konuşsun! … Bırak kâh alevlenen, kâh sönüp yokluğa gömülen umutlarımla yaşayıp gideyim… Varsın evimin damına baykuşlar konsun, karalar bağlayayım… /Yeter ki sen üzülme ne olur! senin yerine ben ağlayayım!.. /Sus ne olur gülüm senin yerine ben konuşayım!.. /Ama kelimeler kilitlenirken kalemimin ucunda bu sancının yankılarını sana nasıl aktarayım?!.. Sedâm boğazımda düğümlenirken sana neyi nasıl anlatayım?!.. /Gözlerime mahcûbiyet perdeleri inmişken söylesene bana seni nasıl göreyim?!.. /Bütün umut ışıklarını söndürmüşken, umutsuz karanlıkta nasıl yol bulup da sana geleyim?!.. … Yine de sen sus gülüm! Bırak ben konuşayım!.. Sen üzülme gülüm hüzünlerini ben yükleneyim!... /Gurbete şemsin gurûbu karışsın, Geceye gömülen umutlarımın cenaze namazını ben kıldırayım!.. …. Sen sus gülüm sen sus senin yerine güller konuşsun /Ben dinleyeyim… Ve sen üzülme senin yerine ben ağlayayım!.. ÂŞIKLAR DENİZİ II Nebiye Arı Âşıklar denizi sular altı mezarlığına siyah bir hüzün bulutu uzanır… Ölünce bedenimin hislerinden arınacağını sanırdım, oysa deniz suyunun, bedenimden sıcak oluşunu, bedenimdeki heyecan dalgalarını hissedebiliyorum. Düşüncelerden kurtulacağıma sevinirdim, ama hala karmaşık düşünce nöbetlerinde savrulmaktayım. Kimseyle karşılaşmamak için kulaç atmayı bıraktım, hikâyelerden öteye sakin bir kıyıya çekildim sessizlik arzusu ile. Ölmek 'ne hoş' demek istiyorum, işte aradığım huzur! Kıvrılsam ılık suyun üzerine, uyusam son güne değin (Ölüler uyur mu ki!). Kıyamete dek beklesem öylece… Hayalimin önünü kesiyor bir kadın bedeni, düşüyor dibine doğru suyun sakinliğine uyumsuz bir hızla. Uzun sarı saçları ışıltılı bir güzellikle savruluyor, bedeni gürültüyle dibe ulaştığında. Yüzünde, bu düşüşe bir cevap ararcasına gözlerimi gezdirdim. Gözlerim geriye aynı meraklı hal ve boş bir bakış ile geldiler. Kadın vebalıymışçasına uzaktan bakmakla yetinmek istedim. Kalbim, insana dair bu duyarsızlığıma sinirlenmiş, aklım ise bu tavrımı desteklemişti. Genç kadın otuz yaşlarında gösteriyordu. Bedeni hareketsiz, sürmeli boncuk misali gözleri belirli bir noktaya sabitlenmiş gibiydi. Aniden doğrulup ayağa kalktı, etrafına göz gezdirip beni görünce hızlı adımlarla yaklaşmaya başladı. (Yumruk haline gelmiş elinin içerisinde bir kâğıt parçası görünüyordu) Gözlerimin derinine değdi bakışları (siyah gözleri öfke ve hüzünle kavruluyordu.) Elimi tutup avucumun içerisine kâğıt parçasını usulca bıraktı. Katlanmış kâğıt parçası epey yıpranmış görünüyordu, üzerindeki leke ve parçalanmalara rağmen el yazısının güzelliği kaybolmamıştı. Kâğıdı ve yazıyı merakla incelemeye koyulmuştum ki; kadının ağlamaklı tondaki sesiyle irkildim: —Meraklı gözlerinin derdini dindirecek satırlar işte buradalar. Şimdi beni huzurla baş başa bırak! Rahatsız olmak istemezken, verdiğim r a h a t s ı z l ı k l a y ü z ü m k ı z a r ı y o r, h ı z l a uzaklaşıyorum. Bu denizin garipliğine karşın, olayları normal görmeye başladığımı fark ederek, anormal hale gelişimden huzursuz oluyorum. Bakışlarımı geriye çevirip kadına göz gezdiriyorum (hâlâ kovulmaya doymamış bir halde, istemsiz bir merakla). Genç kadın, bir kayaya sırt üstü uzanarak kendini denizin durağanlığına kaptırıyor. Parıltılı bir karaltı olan kadını siyah bir inciye benzetiyorum, sönük denizin renksizliğine bulaşmış ışığı, yitiriyor parlaklığını. “Alışırım gözlerimi kapamaya”* deyip de hayallere dalmıştım, fakat kirpiklerim yenik düştü duygularıma. “Bu mektup senin için sevgili Şair! Sana yazmak zor, belki de devrik cümlelerim oynaşacak dört bir yanında kâğıdın. (Ama hepsi benden, birer duygu parçaları sarkıttım kalbimden, cümle kalıbına sokup saldım mektubumun köşelerine tutunsunlar diye.) Sarışın güzelin hüzünleri gözlerine, mavi gözlü kızın neşeli dudaklarına, Irak'ta cesaretine âşık olduklarına, Filistin'de onuruna hayran kaldığına, Türkiye'de duruşuna destek olduğun herkese harikulade şiirler yazdın. Şiirlerini okumaya doyamadım, belki de hiç okumamalıydım. Binlerce hayranın var, kalem tutuşunu fotoğraflayan. Yüzlerce hayranın var, tanışmak için sıra bekleyen. Sigara dumanını bile paketlemeye hazır insanların olması şaşırtıyor beni. Toplumsal, duygusal, insana dair ne var ise, şiirlerinde süslü cümlelerle evrimini tamamlıyor, okuyanları büyülüyordu. Şair! Seni tanıyalı uzun zaman oldu; fakat sevgili eşim, seni tanıyamamıştım. Aşka dair kurduğun cümlelerin, gözlerimin görmesine mâni idi. Belki başkasına aittir bu satırlar, diye düşünür buldum kendimi bu aralar. Aşka dair böylesi süslü satırlar yazan birinin, aşktan bihaber olacağını düşünmezdim. Oysa sevgili eşim! 'Seni seviyorum' cümlesini dahi duyamadığım kişi sendin. Şiirlerinde severdin Belkıs'ı, Yasemin'i, Leyla'yı… Beni hiç sevmediğin gibi… Aşkı anlatırdın uzun düşünce nöbetlerinde; hasretin tatlı acısından, vuslatı beklediğinden bahsederdin. Ben de vuslatı bekler oldum, şiirleri yazan Şairle tanışmayı umdum bu zamana kadar. Geceleyin denizde olmak gibi varlığını tatmak, buğulu camdan ötesini görmeye çalışmak gibi, yorucu. Hissetmekse eğer şiir, neden duygusuzca yazar ki Şair? Senin gibi acımı süsleyip sunamam altın tabakta belki, yapabileceğim ancak duygularımı basit kelimelere dökmekten ibaret. Seni seviyorum sevgili eşim, martının denize âşık oluşu gibi. Koca denizde bir başıma bağırmaktayım, sesime karşılık veren bir ses var mı? Hep aynı yankı: Bir Ses Var mı? Ses Var mı? Var mı? Yok. Denizin ortasında benden başka yüzme bilmeyen yok! İlgisizlik, sevgisizlik, mutsuzluk, hepsi bende toplandılar bu gece. Seni çekiştirdik, biraz da kızgındık bize değer vermeyişine. Ağladık, huzuru bize hiç getirmeyişine. Bu sana ilk yazışım, boş vaktin olursa okursun belki. Uzatmaya niyetim de yok aslında, senin gibi büyük bir şairi kendi küçük meselelerimle oyalamak haddim değil. İşte sana yazarken bu mektubu kapıdan girdin sessizce, belki de uyuduğumu zannederek, böylesi incelikler yakışmaz ya sana yine de teşekkürler. Her zamanki gibi uyumlu ve şıksın, gecenin bu saatinde bile. Sana hayran oluşuma üzülüyorum bazen, kuşun altın kafese âşık olmasına benziyor bu saçma halim. Beni masanın başında otururken görünce şaşırıyorsun, bir de kalem ve kâğıdı gördüğün zaman gülüyorsun seslice. -Hayırdır sen de mi yazmaya başladın? Aman çok özenme! Beni geçersen rezil olurum. Deyip, yaptığın espriye uzun uzun gülerek uzaklaşıyorsun yanımdan. Gülüşünün güzelliğine aldırmayıp, bu tavırlarına takılıyor aklım. İşte yine sen, sevgili eşim! Ağlamaktan değişmiş gözlerime, dağılmış saçlarıma ve sessizliğime aldırmayıp geçiyorsun işte. Sanırım zamanı geldi seni terk etmemin, gerçi bilmem ki terk edişimi fark eder misin? Artık şiirlerine beni de konuk edeceksin, Belki beni de seveceksin şiirinin bir köşesinde. Seni seviyorum sevgili eşim! El-veda..” Mektup burada bitiyor gibi görünse de farklı bir el devamını getirmişti. “Bitkin bir halde oturduğum yerden kalkıyorum, ayaklarımı ilerletebilmek için dizlerimi zorluyorum sanki. Evin dış kapısını yavaşça açıp kendimi merdivenlere atıyorum. Merdivenleri çıkmakta zorlanıyor vücudum, açlık ve yorgunluğun etkisiyle sarılıyken bedenim. Merdivenlerin sonunu tırmanıp çatıya ulaştım. Süreyi uzatmanın, beni kararımdan vazgeçirmesinden korkarak hemen binanın kenarına koştum. Soğuk havanın iliklerime kadar işleyip bilincimi aydınlattığını fark ettim. Şehir aldatıcı ışıklarıyla göz alırcasına parlıyordu, insanlar karınca büyüklüğündeki görünümleriyle sürekli hareket halindeydiler. Parmaklarımın ucunda yükselip korkuyu hissetmek istedim; başım döndü, sarsıldı bedenim. Gözlerimi kapatıp kendimi boşluğa bıraktım hızlıca, kuşlar misali süzüleceğimi düşlememiştim ki. Şehrin parlaklığı ve kalabalığın uğultusu dağıldı, hayat durakladı ve ömür bitti. Şair! Artık satırlarında anarsın beni...” Aşk karşılıksız başlar, hasretle büyür, acıyla yoğrulur... Vuslata uzaklaştıkça harmanlanır ateşi, vazgeçilmez olur. Âşık ağlar, sevginin tatlı acısından haz alır, Alışır bu ıslaklığına, hasretini azık edinir yolculuğunda.. Şair! Şiirlerini unutup, eşini hatırlayacağım. Sahi! Neden burada olduğumu anlamadığım halde, bu denizden kabirde hikâyelerin arasına sıkışıp kaldım ben de… *Manga'nın Şehr-i Hüzün albümünden. Viyana'dan çıktık yola... 13 saatlik bir yolculuğun ardından bir ara uyuyakalmışım, sonra gözümü açtığımda mola yerindeydik. Almanya'daki mola yerlerine hiç benzemiyordu indiğimiz yer, baktım kapılarda "poussez" ve "tirez" yazıyor. Zannedersem Metz'deyiz. Başka bir ülkeden geçerken en sevdiğim şeydir mola yerlerinde tüm reklâm tabelalarının, yiyeceklerin üzerindeki yazıların, markaların ve kapılardaki “itiniz” , “çekiniz” ibarelerinin değişmesi. Birkaç saat sonra Paris'e geldiğimizde gözlerimiz fal taşı gibi açıldı. Yolları incelerken kimseden çıt çıkmıyordu. Paris'te şehir merkezi ve görülesi yerlerin çok büyük bir kısmı Seine nehrinin etrafında toplandığı için hem gezmek bizim için zor olmadı, hem de şehri gezerken sürekli nehrin etrafında olmak içimizi açtı. İlk olarak Place de la Concorde'da indik… Hani şu Marie Antoinette (halkı için “ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” kelamının sahibesi) ve 16. Louis'nin Fransız İhtilali sırasında katledildiği mekân… Giyotinle idam etmişti halk hani… Ve yine dikili taş da bu meydandaydı. Place de la Concord'un yan tarafında Seine nehri akıyordu. Hemen ilerisinde Louvre Müzesinin bahçesi vardı... Bu yüzden ilk istikamet Louvre Müzesiydi bizim için. Fakat gittiğimizde gördük ki cuma günü 18.00'den sonra 26 yasından küçüklere bedava… Boşuna 8 bucuk euro ödememek için istikametimizi değiştirdik ve Seine nehrinin üzerindeki bir köprüden geçip Orsay Müzesine gittik. Seine Nehri'nin sol yakasındaki eski tren garı Gare d'Orsay'ın içindeydi Orsay Müzesi. 1848 – 1914 yılları arasına ait sanat eserlerine ev sahipliği yapan müzede o döneme ait resimler, heykeller, eşyalar ve fotoğrafların yanısıra, Monet ve Renoir'ın başyapıtlarını içeren koleksiyonlar bulunmakta… Van Gogh'un orijinal tablolarının olması da en sevdiğimiz yanıydı müzenin. Eskiden tren garı olduğu için dış cephede kocaman iki saat, içte de yine kocaman bir saat var. Bu arada buraya gelirken yolda cana yakın bir amca “Sizin fotoğrafınızı çekeyim verin makinenizi” dedi. Önce makineyi alıp kaçmasından korktuysak da sonradan anladık ki sadece iyilik yapmak istemiş. Yol sorarken herkes çok sabırlı ve yardımsever davrandı. Yani benim gördüğüm Paris'te insanlar gayet kibar ve sıcakkanlıydı. Sonra metroyla Notre Dame kilisesinin olduğu yere İle de la Cite'ye (şehir adası) gittik. Küçük bir ada burası, Seine Nehrinin ortasında. Notre Dame kilisesinin içini gezdik. Notre Dame'ın kamburu filmindeki o ejderhaya benzeyen korkunç heykelleri seyrettik ve tekrar metroyu kullanalım dedik. Avrupa'da metroları en karışık şehrin Paris olduğuna ben de kani oldum kullandığım zamanlarda. Tunuslu bir amca metroda “Siz Polonyalı mısınız” diye sordu. Oysaki biz de Cezayirli ya da Tunuslu olabilirdik ama Polonyalı değil. Daha botla Seine Nehri turlarını sorduk soruşturduk. Ama binemedik, vakit yoktu. Saat 6'ya geliyordu. Hemen gidip Eiffel Kulesine çıkmamız lazımdı. 8'de otobüs bizi alacaktı Eiffel Kulesi yakınlarından. Metroyla Eiffel Kulesinin olduğu durağa geldik. Aslında çok da önemsemeyeceğimi düşündüğüm bu an bana idrak etmekte zorlandığım bir rüya gibi geldi. Bir ara sokaktan girip karşımıza bir ihtişamla çıkmasını beklemiyorduk sanırım. Ve altındaki kuyruklar da inanılmazdı. 3–4 saati bulur çıkmamız diye “En iyisi biz bir Nehir turu yapalım” dedik. Bir sürü köprü, Notre Dame kilisesi derken nehirde gezinti böylece sona erdi ve otobüse binip otele döndük. Ertesi gün otobüs bizi Moulin Rouge'un (kırmızı degirmen) sokağından geçirip, Sacre Coeur (gizli kalp) diye bir tapınakta indirdi. (Amelie'nin çekildiği cafenin yakınında, Amelie'nin Nino'ya fotoğraf albümünü geri verdigi meydan) Sonra tapınağı gezdik. Tapınak şirindi. Camiye benziyordu. Bunun hikâyesi de şu; sevgilisine kavuşamamış bir kız kendini dine adıyor ve bu tapınağa kapatıyor. Tapınak da ismini buradan almış. Daha sonra plan yaptık: Arc de Triomphe'u (zafer abidesi) görüp Champs-Elysee'ye (aşırı zenginlerin alışveriş yaptıgı dev cadde. Bir “ Louis Vuitton” çantayı 25-30 milyar civarında bulabilmeniz mümkün), sonra Paris Camiine ve İnstitut du Monde Arab (Arap Dünyası Enstitüsü)'ne, Louvre müzesine ve oradan Eiffel Kulesine gideceğiz. Arc de Triomphe ve Champs-Elysee bizi çok tatmin etmedi açıkçası. Champs-Elysee, Arc de Triompha (zafer abidesi)'ya çıkan bir cadde zaten… Yani Arc de Triomphe'dan aşağı yürüdük Champs-Elysee üzerinden. Caddenin bittiği yer de ilk gün indiğimiz Place de la Concorde... Biz hepsini yürüyemedik cadde çok büyük, alışveriş etmek niyetinde de değiliz zaten… Sonra metroya bindik, cuma namazı için Paris Camine gittik. Araplarla doluydu cami. 2 saat istisnasız hutbe dinledikten sonra 2 rekat namaz kıldık ve Arap Dünyası Enstitüsü'ne gittik. Oradan önce Plantes bahçesi diye kocaman bir botanik bahçesinde bir şeyler atıştırdık ve Arap Dünyasi Enstitüsü'ne geldik. Orda hoş bir sergi vardı. Nancy Agram çalıyordu kafesinde de... mükemmeldi... Sonra inerken yine her katta asansör bekledik. Baktık saat 01:00 olmuş, metrolar kapanmış… Kaldık mı Şehrin ortasında... Taksiyle otele gitmek için 1 taksi 90 euro, 3 taksi 270 euro yapıyordu. Bu imkânsızdı bizim için ve Bu yüzden de gece otobüslerine talim... 2 -3 saatlik yoldan sonra sabaha karşı otelimize döndük. Enstitünün en üst katındaki cafede manzara çok güzeldi. Notre Dame, İle de la Cite görünüyordu. Seine nehri ayaklarının altında… Büyüklü küçüklü evler, şirin bi sürü insan… Oradan çıktık Louvre müzesine… Aslında düşündüğünüz üzere, Louvre Müzesini gezmek için bir gün yetmez belki. Ama biz seçtiğimiz kısımlarını gezdik, bunlar da tatmin etti bizi. Louvre da en belirgin eser tabi ki Mona Lisa tablosu ve bizim için İslami eserler kısmı; içinde bilumum Kütahya çinilerimizin olduğu… Louvre'un bana göre en önemli özelliği ise, söküp söküp getirmişler dünyanın her yerinden bilumum eserleri... Louvre Müzesinde bizden 7 kişi vardı; Eiffel'e gece çıkmayı düşünen. Otobüs bizi 10'da alacaktı, ama biz otobüsle dönmekten vazgeçtik. Her ne kadar otel ucuz olsun diye şehir dışından tahsis edilmiş olsa da, şehre 25 km olsa da, metroyla döneriz diye umut ettik... Eiffel'e çıkabilmek bir ölüm kalım meselesine dönüştü sonra. Tam 5 saat bekledik ve bir sürü grupla kavga ettik. Ancak en son önümüze geçmeye çalışan İtalyanları geride bırakarak son grup olarak gururla içeri girdik. Sonra her katta tekrar asansör bekledik. Çıktığımızda hava yeni kararıyordu, bu nedenle gündüz görmüş gibi de olduk ve gece olduğunda ışık gösterileri oldu, Son günümüz, gezdiğimiz yerleri şöyle bir tekrar gezmekle ve şehrin tadını çıkarmakla geçti. Versailles Sarayı'na gidecek vaktimiz yoktu, fakat kimileri Disneyland'a gidecek vakti buldular. Her gün yaptığımız şeyi yaptık, son bir kez kreplerimizi yedik ve dönüş yolunu tuttuk... Paris, Avrupa'da gezdiğim yerler içinde gettolarıyla ve çarpık kentleşmesiyle İstanbul'a en benzettiğim şehir olmuştur... Binaları küçüklü büyüklü, her köşesinde bir farklılık olan, görülmeye değer bir şehirdi benim için... DUA VE TEVEKKÜL Yolculuk önce bir damla suda başlar. Sonra kan pıhtısı oluruz, ardından et parçası, en son ruh üflenir ve insan oluruz. Dokuz ay süren bu evrelerden sonra zorlu bir yolculukla geliriz yeryüzüne. Gözlerimizi hayata açtığımız ilk andan itibaren önümüzde uzunca bir yol vardır, hayat yolu… Hayat bazı zamanlarda bize büyük sevinç ve mutlulukları yaşattığı gibi bazen de çıkardığı sorunlarla ruh dünyamızın altını üstüne getirir. Ve biz insanlar, uzun süren mutluluk ve rahat zamanlarında Yaradan'a şükretmeyi çoğu zaman aklımıza getirmezken, küçük bir sıkıntıda hemen şikâyete başlarız. Aslında onu, ona şikâyet etmek yerine neye uyarı ya da neyin imtihanı desek belki daha huzurlu olacağız. Bu gibi şikâyet durumları kişilerde alışkanlığa dönüşür ve hayattan memnuniyetsizlik, kadere rıza göstermeme yol açar ve bazı psikolojik sıkıntıları da beraberinde getirir. Bu durumlarla başa çıkabilmemiz için Allah(cc) ile aramızdaki iletişimin kuvvetli olması gereklidir. Rabbi ile iletişim kanalları açık olan kişiler “Beni zikredin ki ben de sizi zikredeyim” ayetinin gereği olarak o kanalları daima açık tutarlar. Burada rabbimizin müjde ve ihtarı açıktır: Beni anın ki ben de sizi anayım, anmazsanız!.. Rabbini hakkı ile bilen kişiler mutlulukların, hastalıkların, sıkıntıların geçici ve imtihan vasıtası olduğunu bilirler ve ona göre davranırlar. An olur ki kalp iki taş arasında kalmış gibi sıkışır, daralır. Bütün kalabalıklar üstüne gelir insanın, ağlamak ister fakat hıçkırıklar boğazında düğümlenir. Ruh öyle bir haldedir ki ölüm ile yaşam arasında bir yerlerde can çekişmede… İşte o an imtihan anıdır. O anda karşısına iki kapı çıkar kişinin, birinin üzerinde dua ve tevekkül yazar, diğerinin ise isyan… Tevekkül yolu görünüşte biraz sıkıntılı ve zordur, fakat meyvesi tatlıdır. Sonunda Rahmanın rızası vardır… Rabbimiz bize bu durumu Bakara Sûresinde açıkça bildiriyor “Andolsun ki sizi hem biraz korku ve açlıkla, hem de mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle mutlaka deneriz. (Ey Resulüm!) Sabredenlere de müjdele; öyle ki onlar kendilerine bir bela isabet ettiği vakit, 'Biz Allah için (teslim olmuş) kullarız, elbette biz yine ona döneceğiz' derler.” (Bakara 155/156). Ayetten de anlaşılacağı üzere hayatta imtihan gereği bazı sıkıntılar karşımıza çıkacaktır. Yaratıcıyı seven, ondan gelene razı olur. Razı olunca da, bizlere zor görünen, aslında manen mis kokulu cennet yollarına benzeyen tevekkül yolundaki birkaç diken ve cam kırığı ayaklarımızı yaralasa, ellerimize batsa da canımız yanmayacaktır. Dua ve tevekkül kapısı rahmanın cennet vatanına açılır. İsyan kapısı ise ondan milyonlarca fersah uzağa… İsyan kapısını aralayan kul için bundan daha büyük bedbahtlık, acı ve elem; ahireti için ise daha acı bir helak ve felaket düşünülemez. Hem mademki Sultanımızın kapıları kıyamete kadar açıktır; (o kapı öyle bir kapıdır ki gidenler asla boş gönderilmez ve kimsede o kapıdan kovulmaz.) işte şimdi o sultanın kapısına yönelme vaktidir, günahkâr yüzümüzü secdelere sürerek aramızda bir kez rabbim diyecek kadar mesafe bulunan o sultanı ezeli ve ebediye yaklaşma vaktidir. Uzatıp günahlardan kirlenmiş titreyen ellerimizi, gözyaşı dökerek günahlarımıza, affı kazanma zamanıdır. Rahman ve rahim olanın, merhametine mazhar olmamız duası ile… SÖZ MUSKASI Kelimelerin içi delinmiş, hüzün damlıyor deliklerden. Anlatmak istemiyor artık hiçbir kelime kendini. Sözlükteki görevinden istifa etmek istiyor biri. Cümle durdurmaya çalışıyor diğerini; “sen olmazsan ben anlam kazanmam” diyor… Ve günceme saklanıyor harfler aşk niyetine, bir cümle kuruyorlar sayfanın sol yanına. Parçalı bir bulut aşk şimdi güncemde, dokunsam yağacak içime! Kayda alınmış sözcükler dilimden birer birer dökülenler. Sahi, az evvel ne diyecektim ben? Ya da biraz evvel ne söylemiştim? Hatırda kalmayan onca kelime yığını! Kurtarmalıyım içimi bu cümlelerden. Kimseye kâr etmeyen kelimelerimi düşmeliyim cümlelerimden. Düşen kelimeleri kendi aralarında istif edip, gönül kervanından aşağı doğru yuvarlamalıyım. Bu olmadı deyip baştan sona silmeliyim tüm yazılanları. Ne çok gereklilik kipi kullandım böyle! Hâlbuki cümle kurarken gereklilik hissetmemeliydim! Yazdıklarımı acımadan silmeliydim! Keşke alın yazısı da silinebilen cinsten olsaydı, beğenmediğiniz vakit üzerine yeni cümleler kurulsaydı. Sahi o zaman yaşamak, yaşamak olur muydu? Ya da soluk alış verişimizin sebebi mahremiyeti, kime zimmetli olurdu? Bazen böyle sorulara boğuluyor cümleler kendi içinde, sonra birisi çıkıp; “Ben cevabım” diyor. Kolay iş değil, zor bir soruya cevap olmak. Sorunun manasını tam anlamıyla karşılamak… Cevap olmaya aday cümle, kesinlikle içlerinden en cesaretlisi diyorum kendi kendime. Onca kelime yığını arasından bir teki göze çarpar ya hani, cümle olur kaleminizin ucunda, aşk olur gönül hanenizde, acı olur dökülür gözyaşı niyetine yanaklarınıza, sevinç olur tebessüm ettirir aynalarda… Sonra sözler var insanı ağlatan, düşündüren, sinirlendiren. Söylenesi sözler var içimize içimize işlenen. Aslında hayatımızda izi olan o kadar çok kelime var ki… Ağızdan çıkmaması gerekenler var mesela, insanın canını kanata kanata acıtanlar yani. Ağzınızdan çıktıktan sonra telafisi olmayan cümleler ve daha nicesi. Bunca cümlenin üzerine insanın söyleyesi gelmiyor daha fazla. Ama dil susmak bilmiyor ne fayda! Gönül bağlarını daha sıkı düğümlemeye çalışıyor kelimeler. Kelimeler bir olup cümleleri, cümleler bir olup satır başlarını oluşturuyor. İnsan insana eklenirse ne oluyor peki? Anlamlı bir cümle edebiliyor mu acaba kendi içinde? Zor sorular cevapsız kalmaya mahkûm kendi bendinde! İnsanız, eksiltili bir cümle niyetiyle yüklemimizi arıyoruz öznesi gizli yarınlarda. Kimi cümleler kurtarmıyor artık bizi tükettiğimiz bu dünyada. Kelâmın hükmü geçmiyor artık kaleme, sayfalar dolusu ağlamışlıklar var ellerimde. Hiç birisi halimi arz etmeye kifayet değil. Ömrü vefa etmiyor kalbimden çıkardığım kurşun kalemin uzun cümleler kurmaya. Ucunu aşk yemişti oysa kısa cümlelerle anlatılmak adına! Özü tek olana kaç cümle kurulabilirdi acaba? Alfabeden firar eden harfler, ben görmeden cümle heybemin içine g i r m i ş l e r. S u ç u y o k kimsenin bu işte! Ne onları yirmi dokuz sayıya sığdıranların, ne de benim! Ya l n ı z c a y a n y a n a gelmemek adına kaçtılar birbirlerinden. Sevda, hasretin gölgesi üzerine sinmesin istedi. Sıla, gurbeti içine hiç sindiremedi mesela. Ve aşk, ayrılıktan yaka paça kaçtı, gönlümün en ücra köşesine saklandı. Boynuna allı pullu bir muska taktı! Kim bilir kaç insan, kaç sözcük okuyup üfledi o muskaya? Hepsinin yarasını sözcüklerle taşıyor boynunda. Hani en çok aşka düşen insan yaralanır derler, yalandır! Aşk, insanlardan daha çok yara alır. Üzerine öyle cümleler devrilir ki, hicabından hiçbir kelime varmaz eline. Kelime bağından cümleler devşiriyoruz yarınlara, hudutlar çiziyoruz ömrümüze. Sükût etmenin de harfleri mevcutmuş, kelime yolunda adım attıkça öğreniyoruz. Susmayı ve iç çeke çeke kelimelerce ağlamayı. Kelimelerin yükü omuzlarımı ağrıtıyor. Dua niyetine yaşlı bir harf sözler savuruyor yüzüme. Gücümün yetmediği cümleler dolanıyor yüreğime. Yüreğimden akanlar ellerimin ucuna varıyorlar. Olmaz yazamam sizi diyorum, anlamıyorlar! Söz dinlemez öyle çok cümle var ki içimde, yarınlarda söylenmeye gebe! Kalemin rahmine dolan cümleler sükûtuma dolanan, sancıyı veren tek kelime, tek cümle! Aşk! Üzerine cümle cümle kilit vurmuştum hâlbuki biliyorum ayrılık açtı kapısını. Aşk en çok ayrılığa yakışıyor çünkü! Defterin solundan başladık yazmaya, sağına geldikçe cümle kelimeler tükendi ellerimde. Hepsi sol tarafa yazılmak istedi bu yazgıda. İkra! Dedi cümleyi yüreğe ilham eden Rab. Kün! Dedi sonra. Cümle secdeye vurdu başını, kurulup çıktı sol yanımdan. İkra! Dedi kendine. Cümle kurulup da zuhur edince içimde, aşk söz muskasını çıkardı boynundan. Cümleler muskanın başında tir tir titremekte, içinden nasıl bir cümle çıkacak diye. Aşk namına her cümlede, şükrettik gönlümüze ilham verene. Söz muskasının içinden çıkan tek cümle: “Nun ile kaleme ve yazmakta oldukları şeylere andolsun!” Şükrolsun cümle sözlerin sahibine… Bir Şair Yanar… 1 Son matemini taşıyor sol yanım Yanımda eczası zor bulunur yâreler Kanımda taşıdığım başka bir hüzün var bu gece… Bu gece taşar gözyaşlarım sığmaz içime İçimde sezgilerden paçavra Kırılmış gök kubbe Hesaba alınmış son kalan şiirler Nerdesin şimdi Ruhuma gül yağından yangınlar süren sevgili Sinemde kalan bir nar-ı amber var Yalanlar söyle benim varlığım için İçinde körpe tümceler devrilsin Yalanlardan kızarmış yanakların olsun avuçlarıma düşen Omuzlarım kırılgan yağmurlarda Alnımda senden kalan kurşun… Sevgiliye diyorken geç kalıyorum Geç kaldıklarımdan başlıyor zaman Her döngünün kısır anında Yanım parçalanıyor Yarınlarım yığınlarca molozlarda kalıyor… 2 Son veda demiştik şu son demde Rüzgârlar vuruyor saçlarıma Saçlarımda kanlar Sürüngen bakışlarla dağlanıyor Düşürdüğüm yaşlarım ağlıyor ardımda Ağlarım dağılıyor her atışımda Sinemizde hüzünden kalma bir hançer Bir söz söylenir bu gece Aşk ölü bir kentin üzerine yığılırken Aşksız gecelerin tövbekâr zindanlarında boğulurum Oysa ne çok sevdim ben seni Sen yalanlardan bir yuva kurarken kaderime İpek yüzlü bir şeytan kadar Bir gece karanlığı vurur yanıma Bir duvar karartısı altında Dökülür yağmurlarca vurgunlar Ne yazık bir şiir kadarmış aşkın Bir şairin gözyaşlarında boğulacak kadar Bir çöl yağmurunda eriyecek kadarmış yalnızlığa meydan okuyuşlarım… 3 Gecenin şakağına bir namlu dayanır şimdi Kan damlar içimden İçimde yangınlarca hüzünler Ve içimin içinde sonsuz kesifler… Dök yangınlarını biraz daha içime Ateşin suya hasreti gibi Suyun yağmura muhtaç olduğu gibi Bir zerre hüzün kat ellerinle içime Narından bir ateş Çöl yağmurlarından bir kuraklık Bir şiir ver ellerime Kan dökülsün satırlarından Satırlarından süzülsün aşkın nameleri Yansın gece magmalarca Ve kudursun sensizlik vursun beni bir sözün… Umutlar yüklerken kervanlara Aç ve susuz kalsın sensiz kalan ne varsa Bir bade bir efsun gibi yayılsın içime Kendimi kendimden çıkardığım gibi Kendini kendimden çıkar şimdi Kolayı var mı hasretin Var mı bir yolu bu şehrin Şehzadeler yürürken dökülürdü adımlarca bu kaldırımlar Ve şehzadelerin aşkı olurdu boş sokaklar Şimdi bir sokağın başında Bir kandil suretimde yanar Bir sema dökülür başımdan aşağı Semaları yakarım baştan aşağı Aşağılık aşklarım olur benim de hüzünlendiren yanlarımda… 4 Şimdi bir şiir yanar talihsiz bir tepede Bir şairin gözyaşları yağmur olup yağar en kurak zamanlara Sürüklenir ardım sıra sırtımda dağlar Dağlar kadar sevdalar… Bahar gitti… Şafağındaki kızıllığı ile cıvıl cıvıl kuşların ötüşünü ve tüm rengârenkliği Yemyeşil bayırları festival havalarını bütün yayla şenlikleriyle Güneşin çekilişi ile soğuğun bir yorgan gibi bürümesi insanları, yolların çamurlaşması Yağmurlar arasında dolaşan âşıklar, köşe bucak saklanan memurlar, Allahın rahmetine basmamak için koşuşan insanlar. Bahar bitti. Her şeyi ile bütün varını yoğunu toplayıp, bir bavula bile koymadan gitti. Rüstem abi soğuktan büzüşmüş ellerini ovuşturarak Bu güz ebemizi ağlatacak diye söylenir üfleyip durur top gibi yaptığı avuç içine ısıtmak için… “Ulan Rüstem abi baharda bu sıcaklar anamı ağlatıyor” diyen de sendin dedi Hayri on kiloluk boş zeytinyağı tenekesine attığı odunla ısınırken… Ve bahar… Dönüp bakmadı ardında kalakalmışlara Mimoza soldu ellerin elinde Ne güzeldi bir çiçekle gelişinin haberi Ama şuan yerinde soğuk yeller fırtınalar var Dolu yağıyor yağmurla karışık Âşıklar ıslanıyor… Kediler kaçışıyor kendine güvenen kuşlar uçuyor Kış uykusuna geçiyor hayvanlar insanlar koşturuyor Soğuğun vermiş olduğu havayı kırmak için Bir çocuk düşüyor resimde üstü çamur lekesi Diğer yanda bir bayan sarmaş dolaş erkeğine soğuktan korunuyor Bahar gitti bu âşıklar kentinde Cüzamlı çiçekler aldı yerini bu fahişe toprakta Kimsesiz kaldı kardelen “Der, Herkese yeter, bahardan arta kalan Razı olursak kışa…”* *(i.tenekeci) FARKLILIKLARA SAYGI DUYABiLMEK Bir insana yapılabilecek en büyük kötülük sanırım onun “varlık”ığını “yok” saymaktır. Hani halk arasındaki tabiriyle “adam yerine koymamak”tır. Çünkü bireyin, toplumdan en büyük isteği kendisini k a b u l l e n m e s i d i r. K ü ç ü k çocukları hatırlayalım; kendilerine cevap verilinceye kadar ne kadar da çırpınırlar. İsterler ki karşısındaki kişi onu fark etsin, onu muhatap alsın ve onunla ilgilensin. Psikoloji, eğitim psikolojisi derslerinin önemli konularından biri olan “Maslow'un İhtiyaçlar Hiyerarşisi”ni bilenlerimiz vardır. Bu hiyerarşide bir piramit üzerinde insanın ihtiyaçları aşağıdan yukarıya doğru bir silsile şeklinde gösterilir. Piramidin yukarısına doğru çıktığımızda kişinin, topluma ait olma ve toplum tarafından sevilme, saygınlık görme gibi ihtiyaçlara eğilimli olduğunu görürüz. İnsan için fark edilmek, varlığının benimsenmesini istemekten daha doğal ne olabilir? Her ne kadar dünyada yaklaşık yedi milyar insan olsa da her insan aslında başlı başına bir dünyadır. İnsanın kendince kocaman bir dünya olmasının sebebi de sanırım farklı olmasındandır. Düşünsenize, yeryüzündeki bireylerin birkaç gruba ayrıldığını ve bu gruplardaki bireylerin yüzde yüz aynı özelliklere sahip olduğunu. Böyle bir durumda karşımızda bin tane insan da olsa bizim onu bir tane olarak nitelendirmemiz oldukça normaldir. Demek ki bizleri farklı kılan şey, adı üstünde “farklı” oluşumuzdur. Asıl erdem ise bu farklılıkları kabul edip insanları o farklılıkları içinde sevebilmek ve varlıklarına saygı duyabilmektir. Hiçbir kimse, bizim gibi düşünmek, bizim sevdiğimiz şeyleri sevmek zorunda değildir, olamaz da. Bizim gibi olmadığı için bir kişiyi “öteki”leştirmek veya yok saymak, varlığına tahammül etmemek/edememek ne bencilce bir yaklaşımdır! Böyle bir tutum içine girmek, en başta kendi varlığımıza ters düşmek/kendimizle çelişmek demektir. Zira bizden olmadığı için dışladığımız kişiye göre de biz, ondan değilizdir. Bu durumda onun da bizim varlığımıza tahammülsüzlük göstermesi veya bizi o l d u ğ u m u z g i b i kabullenmemesinden doğal bir şey olamaz. Tabiî ki olması gereken/istenen bu değildir. Olması gereken/istenen farklılıkları zenginlik olarak görüp, bu zenginliğin değerini bilmek ve zenginliği d e ğ e r l e n d i r e b i l m e k t i r. Yeryüzünde tek bir mevsimin, tek bir rengin, tek bir tadın, tek bir kokunun olduğunu varsayalım; sanırım bu çok sıkıcı bir şey olurdu. Fransız düşünür Voltaire'ye ait olan ve Aydınlanma Devrimine öncülük ettiği ifade edilen “Düşüncelerinizin tamamına karşıyım. Ama onları söyleme hakkınızı hayatımın sonuna kadar savunacağım." sözü ne kadar manidar bir vecizedir. Çünkü düşünceye saygı, bizim hoşumuza giden bir düşünce ortaya atıldığında gösterilen saygı demek değildir. Herkesin beğenileri farklı olduğu gibi, düşünceleri de farklıdır, öyle de olmalıdır. Çünkü bu, insanın yaradılış fıtratının gereğidir. Farklı fikirler ortaya atılmalıdır ki, güzel şeyler yapılabilsin. Herkesin aynı şeyleri düşündüğü bir toplulukta ilerlemeden nasıl bahsedeceğiz? Bir fikir bir projeyse, yüzlerce fikir yüzlerce proje demektir. Buna rağmen düşünceler, kavga sebebi haline geliyorsa ortada büyük bir “düşüncesizlik” var demektir ki bu da istenen bir şey değildir. Farklı düşünceler ortaya atılmalı, bunlar üzerinde tartışılmalı, kafa yorulmalı, sonunda da ortaya güzel bir “düşünceler armonisi” çıkmalıdır. Bugün “tartışma kültürü” denen olgunun “tartışma kültürsüzlüğü” durumuna gelmesinde en büyük pay, düşüncelere saygı duymayan insanlara aittir. Belli bir eğitim almış, üst düzey yerlere gelmiş kişilerin, ekranlarda düşüncelerini ortaya atarken (Düşüncelerini paylaşırken demek isterdim lakin bizde genelde düşünceler paylaşılmaktan ziyade dayatılma noktasına gelir.) birbirlerinin üzerlerine yürüyecek kadar sınırı aşmaları yoksa başka nasıl izah edilebilir? Benim gibi düşünenlere “bravo”, benim gibi düşünmeyenlere “tu kaka” demek, farklı fikirlere tahammül edememek, “kaşının üstünde gözün var” bahanesine s ı ğ ı n m a k , “ s e n i sevmediğimden ne söylersen söyle fikirlerini de beğenmem” anlayışıyla hareket etmek kime ne fayda getirir? Seyredenler bilir, bir filmde Şener Şen, Kemal Sunal'a sık sık –hem de çoğu zaman hiç sebep yokken-, “Seni hiç sevmedim süt oğlan, babanı da sevmezdim!” der. Önyargının olumsuz sonuçlarını göstermesi bakımından güzel bir repliktir bu. Hani Einstein'in dediği gibi “ İ n s a n d a k i ö n y a rg ı l a r ı parçalamak, atomu parçalamaktan daha zordur.” Daha diyalog kurmadığınız bir kişiyi, sırf sizin kriterlerinize uymadığı için yaftalamak, “öteki” saymak, belki de kurulabilecek çok güzel dostluklara set çekmek daha da kötüsü bu dostlukların temeline dinamit koymaktır. Yapılacak şey aslında çok basittir: Anlamaya çalışmak. Anlamaya çalışmadan anlaşılmayı istemek abesle iştigal bir durumdur. Kendi düşüncelerine saygı duyulmasını isteyen birinin ilk yapacağı şey olmalıdır başka düşüncelere saygı duymak. Başkasının fikirlerini kabul ederiz veya etmeyiz, bu bizim bileceğimiz bir şeydir ama o fikirlere saygı duyma mecburiyetimizin olduğunu asla hatırdan çıkarmamalıyız. “Barış, sevgi ve dostluk”un pekiştiricisi olarak gördüğümüz/görmek istediğimiz sporun bile bugün “şiddet” içerikli bir alana dönüşmesinin altında yatan sebeplerden biridir tahammülsüzlük. Farklı renklere saygısı olmayan birinden de zaten başkalarının başarısına saygı duyabilmesini ve o başarıları, başarıyı gerçekleştirenleri alkışlamasını bekleyemezsiniz. Fanatizm, ş i d d e t d e m e k d e ğ i l d i r. Kendisinden olmayanı yok saymak hiç değildir. Zaten sporun amacı, farklı renkleri, farklı milletleri bir araya getirmek ve arada sevgi köprüleri kurmaktır. Sporun olduğu yerde sevgi olmalıdır. Sevgiyi sahalardan, salonlardan söküp aldığınızda orada sadece kazanma üzerine kurulu bir sistem kalır ve kaybetmeye tahammül kalmaz. Kaybetmeye tahammülü olmayanların da kaybettikleri kişi veya takımları tebrik etmeye cesaretleri olmaz. Her maç öncesi ortaya çıkan “intikam senaryoları” seneler boyu sürer gider. Birileri sahada mücadele ederken birileri de tribünlerde mücadele eder ve ortalığı savaş alanına çevirir. Çevresindeki eşyalara ve insanlara verdiği zarar onun umurunda değildir. Çünkü o, kendisinin sevmediği takıma karşı mağlup olmuştur. Onun için mutluluk, sadece kendi takımının kazanması, herkesin kendisi gibi düşünmesi, kendi sevdiği şeyleri sevmesidir. Bu düşüncede olan biri de hayal ettiği mutluluğu bulamadan yaşamaya devam eder. Mevlânâ, “Ne olursan ol yine gel.” derken hoşgörünün ö n e m i n e v u r g u y a p a r. İnancıyla, inançsızlığıyla, yaşam tarzıyla, dünya görüşüyle, daha aklımıza gelebilecek birçok özelliğiyle herkese kucak açabilmek, herkese saygı duyabilmektir marifet. “Ayrı” olmak ama “aynılık”ları paylaşabilmektir. Ayrılıklara tahammül etmektir. Ben, sen ayrımı yapmadan “biz”de buluşabilmektir. Yunus ne güzel der: “Sevelim, sevilelim/Dünya kimseye kalmaz.” Gerçekten dünya kimseye kalmıyor. Başka dünya da yok ki, bizim gibi olmayanları, bizim gibi düşünmeyenleri, bizim gibi yaşamayanları toplayıp oraya gönderelim ya da biz oraya gidelim. Zaten öyle yapmaya kalksak milyonlarca belki de milyarlarca dünyaya ihtiyacımız olacak. Öyle bir şansımız da olmadığına göre, elimizde olan tek dünyada birbirimizi severek, varlığımızı kabul ederek, birbirimize saygı duyarak, tahammül ederek yaşamalıyız, yaşamak zorundayız. Dünya oldukça geniş, hem de hepimize yetecek kadar. Bu dünyaya sığamayanların, kinle, ihtirasla, kıskançlıkla, nefretle dünyayı çekilmez kılanların en sonunda sığacakları yer iki metrelik bir mezar değil mi sanki? Giriş İstanbul'a “İstanbul” olma özelliğini veren denizdir. Boğaz, Marmara ve Haliç, şehri değerli kılan unsurlardır. Şehir denizle iç içe olunca halk da ulaşım için denize başvurmuştur. Hal böyleyken Osmanlı döneminde birbirinden renkli ve değişik özelliklere sahip deniz ulaşım araçları, İstanbul sularını süslemiştir. Bu deniz taşıma araçlarının en çok kullanılanı olan teknelere milletimiz “Milli” olma özelliğini katmış ve bu işe ilk olarak denizin üzerinden kayarak gitmesi nispetiyle “kayık” adını vererek başlamıştır. Gündelik yaşamın önemli bir parçasını teşkil eden kayıklar zamanla Osmanlı motifleriyle süslenmiş, oymacılık sanatının değerli örnekleri haline gelmiştir. Dönemin sosyal hayatına münasip olarak gelişme devam etmiş ve kayıkların etrafında başlı başına bir kültür meydana gelmiştir. Kayık Çeşitleri İstanbul kayıkları; kullanım alanına, kullanan kişilere, yapı ve şekil özelliklerine göre zamanla çeşitlenir. Kayık cinslerinin başında sarayın kullandığı saltanat kayıkları gelir. Saltanat kayığı tarih boyunca İstanbul sularında görülen en zarif, en estetik deniz taşıtı olarak kabul edilir. Gemi sanatımızın oldukça başarılı bir temsilcisi olan saltanat kayıklarında güzellik ve ihtişam, mütevazı Osmanlı geleneklerinde olduğu gibi “sade” bir üslupla ortaya konur. Saltanat kayıklarının yanında dünyanın ilk toplu taşıma araçlarından sayılan dolmuş kayığı da denilen “Pazar kayıkları” da, bilinen ve en çok kullanılan kayık türüdür. Pazar kayıklarında seyahat etmek bir intizama bağlıdır. Kadın, erkek, yaşlı ve çocukların kayık içinde oturacakları yer önceden belirlenmiştir. Örneğin; kadınlar rahat etmek için kayığın orta bölümünde seyahat ederlerdi. Belli başlı bu kayıkların dışında hızları ve zarafetleriyle göz dolduran “piyade kayıkları”, hanımların seyahati için kullanılan “hanım iğnesi kayıkları”, tulumbacıları taşıyan ve ilk deniz itfaiyesinin temeli sayılan ateş kayıkları, diğer bilinen kayık türleri arasındadır. Kayık Kültürü Kayık gündelik hayatın can damarlarından biri olunca etrafında bir kültür teşekkül etmiştir. Kayığa binme şekilleri, kimin kayığın neresinde oturacağı, kayıkta yolculuk yapılırken uyulması gereken kurallar, kayıkların şekil özellikleri, kayıkçıların (kürekçi veya hamlacı) nasıl giyineceği, yolculara nasıl davranacağı, kayığın hızı belirli bir düzen dâhilinde gelişmiştir. Bir süre sonra bu düzen kalıplaşmış ve bir ulaşım aracı olan kayık, kültürel ve yapısal özelliklerle İstanbullu olmuştur. Kayıkların şekli, sürati ve kayıkçıların kendilerine has tavırları, bu ulaşım aracını İstanbul'a mal etmiştir. “İstanbul kayıkları, şekilleri ve süsleri ile bir sanat eseri sayılacak derecede zevkli yapılmış kayıklardı.”( Türk Ansiklopedisi, Kayık, MEB Basımevi, Ankara, 1974, s. 421) Osmanlı devrinde kayıkçılık önemli bir sanat olarak kabul edilirdi. Bu kayıklara ince ölçüyü veren ustalar, becerikli nakkaşlar, yaldızcılar bulunurdu. üzerine, isterlerse kayıkların döşemelerin rengindeki cepkenlerini alırlar, bazen da beyaz şalvarları üzerine hep döşemelerin renklerine uygun birer kuşak sararlardı.” Görüldüğü gibi baştan sona birtakım kurallara bağlı olan kayıkçıların kıyafeti dahi Türklük bilincindedir. Kırmızı ve beyazın hâkim olduğu elbiseler, Türklerin değer verdiği renkler ve şekillerle bezelidir. İstanbul kayıkları genellikle ıhlamur ağacından inşa edilirdi. Denize değen kısmı verniklenir, küpeştenin hemen alt kısmı sahibinin istediği renge boyanırdı. Türk oymacılık sanatının eşsiz temsilcisi olan kayıklar oldukça zarif süslenirdi. Bu süsleri nakışlar ve oymalar teşkil ederdi. Renk bakımından ilk dönemlerde Türk kırmızısı ve yeşil tercih edilirken, son yüzyıllarda beyaz veya açıklı koyulu sarı tercih edilirdi. Tahtanın verniklenerek doğal halinin korunduğu piyade kayıklarının kenarlarında ise süs amaçlı, bir iki sıra lacivert, siyah, yeşil, mor renkten veya som yaldızdan çizgiler çekilirdi. “Bakımlı bir ev kayığı başlı başına bir sanat eseriydi. Klasik telakki edilen portakal rengindeki bu kayıkların kenarlarında yaldızla çizilmiş bir çift zıhın arasında, eflatun yahut sular renginde mavi veya havai lacivert bir şerit vardı. Kadife çuhadan döşemesiyle yastıkları o zaman sevilen renklerden birinde, al, vişne çürüğü, açık mavi yahut kahve rengi olurdu.”( Abdülhak Şinasi Hisar, Boğaziçi Yalıları, Bağlam Yayıncılık, İstanbul 1997,s. 20) Hamlacıların diğer bir özelliği ise üstün fiziki güçleridir. Hamlacılar kürek çekerek kayığı harekete geçirdiklerinde uzaktan onları gören kimseler tek bir küreğin hareket ettiğini zanneder. Yorulmak bilmeyen hamlacılar kayıkları süratli bir şekilde hareket ettirir, kayığın sulara da kuş gibi süzülmesini sağlar. Bu üstün fiziki güçlerinin yanında kayıkçılar kibarlıklarıyla da göze çarpar. Her zaman memnun ve güler yüzlüdürler. Özellikle hanımlara karşı nazik davranırlar. Kayıkların, kürekçileri, hamlaçları dönem dönem muhtelif kıyafetler giyerler, kayıkçıların en önemli özelliklerden biri de kuşkusuz bu elbiseleridir. Kürekçiler, biri çuha, diğeri kalikot patiskasından birer dizlik, ipek fermane işlemeli yelek ve salta bürümcük hilali gömlek, uzun konçlu sakız beyazı çorap rugan gül fiyonklu yemeni ve fes giyerler. Piyade hamlacının kıyafetleri ise diğer kayıkçılardan kalite itibariyle ayrılır. Abdülhak Şinasi Hisar, Boğaziçi kayıklarını anlatırken hamlacıların kıyafetlerinden şöyle bahseder: “Hamlacılar da, kayık takımlarının kadife ve çuhasiyle bir renkte, hep bir örnek elbiseler, terlememeli için boyunları açık hilali gömlekler, beyaz şalvarlar, beyaz çoraplar, ayaklarının arkalarına basık yemeniler ve başlarına da hep birbirinin eşi fesler giyerlerdi. Krem renkli bol kollu hilali gömlekler Bu kayıklara binme ve kayıklardan inme şekilleri dahi zamanla bir gelenek halini almıştır. Kimin hangi kayığa, kayığın neresine bineceği kat'i kurallarla düzenlemiştir. Örneğin kadınlar yanlarında erkek olmadığı zamanlarda gayr-i müslim kürekçilerin bulunduğu kayıkları kullanamazdı. Hanımların kayığa binerken kayıkçıdan destek alması gerekir. Bu desteğin ne şartlarda gerçekleştiğini Abdülhak Şinasi Hisar şu sözleriyle açıklar: “Hanımlar kayıklarına binerler veya kayıklarından çıkarlarken, en öndeki kayıkçı, ayakta, ellerini değil, bir destek olması için, ancak omzunu hafifçe uzatır ve hanımlar, bu kuvvetli omuza bir an için konup kalkmış olurlardı.” Dönemin sosyal şartlarında kadınların erkeğe el uzatmamaları bu yöntemle çözümlenmiştir. Tabii burada kadına omzuyla destek veren kayıkçının gücü de ortaya çıkmış olur. Çünkü suda, dalgaların arasında sallanan kayığa binmek hayli güçtür. Hanımlara omuzlarıyla yardımcı olabilmeleri kayıkçıların ne kadar maharetli olduğunu ortaya koyar. KAYNAKÇA:GÖKTAŞ, Uğur, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, İstanbul 1994 /Türk Ansiklopedisi, MEB Yayınları, Ankara, 1988 /HİSAR, Abdülhak Şinasi, Boğaziçi Yalıları,Bağlam Yayınları İstanbul,1997 /SONMAN, Teryy, Su Yolunun Dilberleri, Kültür AŞ Yayınları, İstanbul 2003 Elif Alaca 'Yarattığı herşeyi en güzel yapan' Allah, insanın ruhunu güzelliklere karşı bir duyarlılıkla yaratmıştır. İnsanın imanı ve imanı vesilesiyle kazandığı akıl, bu estetik anlayışının açığa çıkması ile doğrudan iliş kilidir. İmanının olgunlaşması ve cennete duyduğu özlem, kişinin Allah'ın benzersiz sanatıyla yarattığı güzelliklerden alacağı zevki de artıracaktır. Kuran'da, samimi iman sahiplerine vaat edilen cennet ortamındaki güzellik ve estetik anlayışı detaylarıyla bildirilir. Sonsuz güzellikleri sanatının içinde yaratan Allah, cenneti insan ruhunun en çok hoşlanacağı, en çok lezzet alacağı ve en çok etkileneceği nimetlerle donatmıştır. Allah'ın 'en güzel surette' var ettiği insan, her türlü güzellikten, estetikten ve sanattan zevk alacak yaratılışa sahiptir. İnanan insan da dünyada, cennet ortamlarının benzerleriyle karşılaştığında büyük zevk ve haz alır. İnsan ruhu doğada yaratılmış sayısız türdeki çiçeklerden, muhteşem görünümdeki ağaçlardan, dinginleştiren denizlerden, eşsiz manzaralardan tarifsiz haz alır. Bu saydığımız doğal güzellikler, cennetin muhteşem nimetlerindendir. Eşsiz barınma yurdu cennetteki köşklerin ve gölgeliklerin, bahçelerin içinde, pınarların yanı başında, nehirlerin üzerinde kurulmuş olması da ayrı bir güzelliktir. Cennet, "... ne (yakıcı) bir güneş, ve ne dondurucu bir soğuk..." (İnsan Suresi, 13) şeklinde bildirilen; insanı rahatsız etmeyen ferah bir iklime sahiptir. İnsanı sıkan, bunaltan sıcaklar ya da üşüten, titreten soğuklar orada yoktur. Yüce Allah müminleri cennette, "... ne sıcak-ne soğuk, tam kararında bir gölgeliğe..." yerleştirir. "Tam kararında" ifadesi, ikliminin yanı sıra, cennetteki bütün ortam ve koşulların da insan ruhunun gerçek anlamda tatmin bulacağı, rahat edeceği şekilde hazırlandığına işaret eder. Cennetteki her koşul ve ortam, mümin için 'tam kararında' olacaktır. Cennetle ilgili ayetlerde en çok haber verilen doğal güzelliklerden biri de, "Durmaksızın akan su(lar)"dır. (Vakıa Suresi, 31) İnsan ruhu sudan, özellikle de akan sudan büyük keyif alır. Bir akarsu veya bir şelale, ormanın içinden akan bir ırmak, hatta durgun bir göl insana büyük haz verir. Akan suyun görüntüsü, çıkardığı ses insanın yüreğini doyuma ulaştırır. "İçlerinde durmaksızın fışkırıp-akan iki pınar vardır." (Rahman Suresi, 66) ayetiyle bildirilen de bir başka cennet güzelliğidir. Yükseklerden akan şelalenin görüntüsü ve sesi insanı ferahlatır. Sarayların, konakların ya da villaların bahçelerindeki göletler, havuzlar, yapay akarsuların yapılma amacı, genellikle ruhtaki bu estetik ö z l e m i n e d e n i y l e d i r. E s t e t i k görüntülerin hoşa gitmesinin gerçek nedeni ise, inanan insanın ruhunun cennete göre yaratılmış olmasıdır. İnsan ruhunda güzel duygular uyandıran bir başka güzellik de sestir. Müzik de insan ruhunu derinden etkiler ve her dönemde insan yaşamında önemli bir yere sahip olmuştur. Bu nedenlerledir ki insan ruhu, müzikten, güzel insan sesinden, akan suyun ve dalgaların sesinden coşku, huzur ve haz duyar. Güzel görüntü ve güzel seslerden haz alan insan ruhu, kötü görüntülerden ve kötü seslerden de sıkıntı duyar. Yüksek insan sesi, parazitli bir müzik, gürültülü ortam, trafikteki sesler kısa da sürse kişiyi rahatsız eder. Bunlar da insanın cehennem ortamını hatırlatan seslere verdiği olağan tepkidir. Yüce Allah Kuran'da, “İçine atıldıkları zaman, kaynayıp-feveran ederken onun korkunç homurtusunu işitirler.“ (Mülk Suresi, 7) ayetiyle, cehennemdeki ürkütücü seslere insanların dikkatini çeker. İnsanda güzel duygular uyandıran güzelliklerden biri de temizliktir. Temizlik, Allah'ın bir buyruğudur ve “…Allah arınanları sever. (Tevbe Suresi, 108) Müminler din ahlakının getirdiği berrak akılları vesilesiyle temizliği bir ibadet olarak uygularlar. Ruhlarına ve yaratılışlarına uygun bir tutum olan temizlik, onlara çok büyük bir huzur ve rahatlık verir. Din ahlakında temizlik anlayışı, dinden uzak yaşayan bir toplumun kavrayışından ve uygulamalarından tamamen farklıdır. İnanan insan temizliği öncelikle ruhunda yaşar. Allah'ın Kuran'da tavsiye ettiği ahlaka uygun olmayan tüm davranışlardan ve yaşam tarzından tam anlamıyla uzaklaşmak ve çarpık mantık örgülerinden arınmak, insana manevi bir temizlik sağlar. Manevi temizliği gerçekleştirmiş, arınmış bir insan, her an doğruyu fısıldayan vicdanının sesine uyar ve içinden tüm kötülükleri uzaklaştırır. Kuran ahlakının üstün özelliklerini üzerinde taşımayan kimselerin yaşadıkları kıskançlık, kin, acımasızlık, bencillik gibi çirkin özellikleri ruhunda asla yaşamaz. Sahip olduğu yüksek ahlak nedeniyle, toplumda genellikle normal karşılanan saydığımız bu özelliklerden arınmıştır, masumdur. Samimi ve arınmayı dileyen inananlar yalnızca görünen temizliği değil, içlerinde yaşadıkları temizliği de aynı oranda önemserler. Allah Katından bir başka nimet olan iç açıcı, aydınlık, ferah ve estetik görünümlü temiz ortamlar, insanın ruhsal yapısını dengeli ve huzurlu hale getirir. Bu ruh hali karşısındaki insanlara da olumlu yönde yansır. Karanlık, kasvetli ve pis bir ortam ise farkında olmayan kişiye dahi sıkıntı verir. İnanan insan bu kasvetli ortamlardan sıyrılır ve o an cenneti düşünürse kalbi tatmin bulur. İnsan ruhunun en çok zevk aldığı güzellik kuşkusuz güzel ahlaktır. Kuran ahlakı, Allah'ın hoşnutluğunu bildirdiği tüm güzel özelliklerin toplamıdır. Bu ahlak fedakârlık, ince düşünceli olmak, merhamet, sadakat, dürüstlük, adalet, sevgi, güzel sözlü ve ılımlı olma, barış, kardeşlik, hoşgörü, anlayış gibi birçok üstün ahlaki değerleri kapsar. Kendisi ihtiyaç içinde olduğu halde, yemeğini yoksula ikram eden fedakâr insana karşı, sevgi ve saygı duyulur. Yalnızca kendini düşünen benmerkezci kişiye karşı ise doğal olarak soğukluk hissedilir. Dürüst olmak da, insan ruhunu olumlu duygulara yönelten bir sebeptir. İnsan ruhu dürüst ve güzel ahlaklı kimselere sevgi ve yakınlık duyar. Bu Allah'ın yaratmasıdır; Allah insan ruhunu güzel ahlakı yaşayan kişilere karşı sevgi ve muhabbet duyacak şekilde yaratmıştır. Allah'ın, ruhlarının hoşuna gidecek şekilde tüm insanlara sunduğu bu güzelliklere karşılık yerine getirilmesi gereken tek sorumluluk, O'nun gücünü gereği gibi takdir edebilmek, O'na şükredebilmek ve O'nun istediği gibi bir yaşam sürmektir. O gün inanan insanların alacakları güzel sonuç, “Takva sahiplerine vaat edilen cennet; onun altından ırmaklar akar, yemişleri ve gölgelikleri süreklidir. Bu korkup-sakınanların (mutlu) sonudur, inkâr edenlerin sonu ise ateştir.” (Rad Suresi, 35) ayetiyle haber verilir. Gerçek güzellik için, içimizi temiz tutmamız gerek; nefsimizin bencil tutkularıyla birlikte olduğumuzda çirkinleşiriz. “…(Güzel) sonuç takva sahiplerinindir.” (Kasas Suresi, 83) uyarısını dikkate alarak nefsimizi arındırmanın ve temizlenmenin yollarını düşünmeliyiz. Çünkü cennette nefis kalmayacağı için, pislik de olmayacaktır. En önemli sorumluluğumuz, kapıları sonsuzluğa açılacak cennet yurduna layık güzel insan olabilmek için hazırlanmak: “…Sonunda oraya geldikleri zaman, kapıları açıldı ve onlara (cennetin) bekçileri dedi ki: "Selam üzerinizde olsun, hoş ve temiz geldiniz. Ebedi kalıcılar olarak ona girin." (Zümer Suresi, 73) NURİ PAKDİL'İ ANLAMAK Ortalıklarda bir söylenti dolaşıyor ne zamandır. Bir grup genç topla'ş'mışlar, “Nuri Pakdil” okuyorlarmış. Nerden çıkmış ki birden bu Nuri Pakdil okuma sevdası? Acaba bu gençler ne yapmaya çalışıyor? Bir yandan “Bu gençlik nereye gidiyor böyle?” diye yakınırken insanlık, öte yandan “Şehrengiz Dergisi” etrafında toplanmış olan bu grup, gittikleri yolu çizmiş gibi görünüyor. Edebiyata gönül verdikleri her hallerinden belli olan grup, usta birer edebiyatçı olma yolunda kendilerini daha çok daha çok geliştirmek adına çeşitli girişimlerde bulunmuş, şimdi de Nuri Pakdil üstadımızı okumaya kalkışmışlar. Üstadı anlama, ondan bir şeyler edinme çabası içine girmişler. Kendileri de dâhil toplam 35 kişiyi toplamışlar etraflarına. Üstelik bu gençler Türkiye'nin ve dünyanın birçok farklı şehrinden katılıyor okuma çalışmasına: İstanbul'dan, Viyana'dan, Ankara'dan, Konya'dan, Malatya'dan, Saraybosna'dan… Okumaya şimdilik Pakdil'in 8 kitabıyla başlayan gençler ilerde bunu çoğaltmayı, bu çerçevede seminerler, sohbetler düzenlemeyi de düşünüyorlar. Nuri Pakdil gibi bir üstadı okuyup anlayabilmek de her yiğidin harcı değil tabi… Ne diyelim, Allah alınlarını pak, yollarını açık etsin… Şimdi madem bu şekilde bahsettik bu çalışmadan, katılan arkadaşlarımızın isimlerini de zikredelim: Betül Vural, Ayşenur Çelik, Hanife Yaşkın, Aişenur Fidan, Hafize Saliha Memiş, Mahmut Öztürk, Cihat Karaman, Merve Ayata, Ferhat Toka, Leyla Marankoz, Abdulsamet Kılınç, Fatih Kaşçıoğlu, Muhammet Çelik, Hafize Betül Durmuş, İhyanur Bahçe, M. Yasin Akbaş, Hatice Ebrar Kırtıl, Hande Asutay, Elif Safiye Cengiz, Elif Bulut, Şeyma Sayımlar, Ahmet Altuncu, Ruhan Öz, Sena Babacan, Esra Abaoğlu, Zeynep Hicap, Tuba Keleş, Nebiye Arı, Nafiye Yıldız, Ahmet Çakırca, Gülden Menekşe, Fatıma Arslaner, Gülnaz Eliaçık, Erman Çekiş, Şeyma Derbeder, Gübsem Duru ...