6. sayı : Edirne nin Kaybolan Kültür Hazineleri
Transkript
6. sayı : Edirne nin Kaybolan Kültür Hazineleri
ocak-haziran 2016 eğitim-kültür-sanat dergisi ŞİİR: HASRET SENFONİSİ HİKÂYE: HİÇ MAKALE: EVLİYA KASIM PAŞA VE EDİRNE’DEKİ ESERLERİ GEZİ: BİR BAŞKA ÜLKE, BİR BAŞKA DENİZ ELEŞTİRİ: HAYAL PERDESİNDEN BEYAZ PERRDEYE Şaheste Kevser NURANİ / EGSL Öğrencisi DOSYA: EDİRNE’NİN KAYBOLAN KÜLTÜR HAZİNELERİ SABAHLARI SEVERİM OLDUM BİTTİM Kalktım sabahı dinledim 4.20 bir yaz günü sabahı Evlerin yüzü ağardı Ağaçlar yeşile çıktı Ben sabahları severim oldum bittim Sabahları, çocukları, bütün başlangıçları Kalktım sabahı dinledim Kente giren caddelerde köylülerin Geceden yola çıkan sebze arabaları -Fırınların kepenkleri nedense hep aralıktırÇıplak ampul ışıklarıyla karışır sabahlara Taze ekmek kokuları Kalktım sabahı dinledim Hanların önünde geceleyen Koca koca kamyonlar kalktı İşçi kahvelerinde çaylar demli İstasyonlarda salepler dumanlı Kalktım sabahı dinledim Analar uğurladı çocuklarını -Her serüvenden ilk sayfaÜstlerinde henüz yatakların doyulmamış sıcaklıkları Bakışları otobüslerin trenlerin soğuk camlarında -Hep ansıyacaksınız bundan sonraAyrılıklar izleyecek ayrılıkları Kalktım sabahı dinledim Dudaklarımda okuldan kalma bir şarkı Hani yorgundum, yeniktim, çaresizdim Dündü – Evet, dün Dün bir kentti geride kaldı Bu sabah bir başka kente indim Necati CUMALI Yüksel ŞENER / Edirne GSL Öğrencisi Asıl uğraşmaya mecbur olduğumuz şey, yüksek kültürde ve yüksek fazilette dünya birinciliğini tutmaktır. Kültür, zeminle orantılıdır; o zemin, milletin seciyesidir. 3.8.1932 İÇİNDEKİLER 8 14 BEN GELDİM 08 SARDUNYA 09 BİR BİLYE 10 HASRET SENFONİSİ 13 BİR BAŞKA ÜLKE BİR BAŞKA DENİZ 14 BENİM KÜÇÜK ÖĞRETMENİM 18 ŞARKILARIN GİZEMLİ DİLİ 20 24 DOSYA:EDİRNE’NİN KAYBOLAN KÜLTÜR HAZİNESİ CADI DEĞNEĞİ VE YEL ÜFÜRÜĞÜNDEN KALAN 24 MERİÇ NEHRİNDE KAYBOLAN TAŞIMACILIK VE TİCARET 26 28 MİHRAN HANIM KONAĞI 46 4 28 FATİH DESTANI 30 BİR SEVDADIR EDİRNE 31 32 HİÇ 40 22 32 EDİRNE HAMAMLARI 36 EDİRNE’DE SU KÜLTÜRÜ VE KADIN ÇEŞMELERİ 40 YİTİK ÇEŞME 43 EDİRNE’NİN MİRASI: ŞAİR NAZMİ 44 MÜZECİLİK TARİHİMİZDE EDİRNE 46 49 EDİRNE’NİN SAKLI HAZİNESİ 50 EVLİYA KASIM PAŞA VE EDİRNE’DEKİ ESERLERİ 54 KALEİÇİ’NDE BİR KONAKTA 56 EDİRNE MEZAR TAŞLARI 58 BİR EDİRNE MASALI 60 EDİRNE SEVDALISI RATİP KAZANCIGİL İLE RÖPORTAJ 64 SAKLI HAZİNE 66 MUTFAK KÜLTÜRÜMÜZ VE EDİRNE MUTFAĞI 69 SÖZ VERİYORUM 70 EDİRNE DARÜLHADİS MEDRESESİ 72 EDİRNEDE KIŞ SPORLARI 74 SEVDAM’A 75 NEREDEN NEREYE... 76 KIYAMETE KADAR YAŞAYACAK ŞEHİR 78 TÜRKÜLER, HAYALLER, HÜZÜNLER... 80 TARİHTEN İZLER 82 HAYAL PERDESİNDEN BEYAZ PERDEYE: KARAGÖZ HACİVAT 84 SAKLI LEZZET 49 54 60 72 76 82 84 5 Elçin CİGARA / Edirne GSL Öğrencisi Ocak-Haziran2016 eğitim-kültür-sanat dergisi İmtiyaz Sahibi: Hüseyin ÖZCAN Edirne İl Milli Eğitim Müdürü Genel Yayın Yönetmeni: Filiz SUGÖZLEYEN Zübeyde Hanım Anaokulu Müdürü Editör: Arzu ULAŞDIR 80. Yıl Cumhuriyet Anadolu Lisesi Türk Edebiyatı / Dil ve Anlatım Öğretmeni Yayın Kurulu: Elif ACAR Edirne Anadolu İmam-Hatip Lisesi Türk Edebiyatı / Dil ve Anlatım Öğretmeni Filiz MANDACI Edirne Anadolu İmam-Hatip Lisesi Tarih Öğretmeni Nilgün ISSIGÜN 80. Yıl Cumhuriyet Anadolu Lisesi Türk Edebiyatı / Dil ve Anlatım Öğretmeni Şadi KULOĞLU E.Halk Eğitim Merkezi ve Akşam Sanat Okulu Türk Edebiyatı / Dil ve Anlatım Öğretmeni İsmail KASAPOĞLU Edirne Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi Tarih Öğretmeni Genel Sanat Yönetmenleri: Nadide Dilek ALTAY Edirne Lisesi Müdür Yardımcısı Levent TOSUN Edirne Güzel Sanatlar Lisesi Görsel Sanatlar Öğretmeni Tasarım: Çivi Yaratıcı Fikirler www.civi.com.tr +90 (482) 290 23 38 Basım: Seçil Ofset www.secilofset.com +90 (212) 629 06 15 Yönetim Yeri: Edirne İl Milli Eğitim Müdürlüğü Vilayet Binası EDİRNE İletişim: Tel: (284) 225 30 75 – 225 16 32 Web: edirne.meb.gov.tr E-posta: edirnemem@meb.gov.tr Edirne Valiliği İl Özel İdaresi Tarafından Bastırılmıştır. Ocak - Haziran 2016 *Dergide yer alan yazı ve fotoğrafların sorumluluğu sahiplerine aittir. Yazılar ve fotoğraflar izinsiz kullanılamaz. arzu ulaşdır editörden 80. Yıl Cumhuriyet Anadolu Lisesi Türk Edebiyatı / Dil ve Anlatım Öğretmeni Değerli Edirne Eğitim Okurları, Tüm dünyaya huzur ve barış getirmesini temenni ettiğimiz yeni bir yılda yedinci sayımızla sizlerle birlikteyiz. Ocak-Haziran 2013 tarihli ilk sayımızla başlayan heyecanımız, şevkimiz üç yıl içinde her sayımızda daha da arttı. Balkan Savaşlarının 100. yılı münasebetiyle hazırlanan ilk sayımızı “İstanbul’un Fethi Edirne’den Başlar” konulu dergimiz takip etti. “Edirne’de Çok Kültürlülük ve Hoşgörü”, “Edirne’de Eğitimin Dünü Bugünü”, “Edirne’de Sanat ve Zanaat” dosyalarında Edirne’yi farklı açılardan inceledik. Bir önceki sayımızda ise ülkemizle Balkanlar arasında hem kültürel hem de coğrafî açıdan bir köprü olan Edirne’mizin Eğitim dergisinde “Balkanlarda Yaşam ve Balkan Kültürü”nü ele aldık. Okuyucularımızın teveccühü; birbirinden değerli akademisyenlerimizin, araştırmacılarımızın, öğretmenlerimizin ve öğrencilerimizin eserleriyle her sayımızda daha da zenginleştik. Bu sayımızda büyük şairimiz Yahya Kemal Beyatlı’nın “Kökü mâzîde olan âtîyim” dizesini şiar edinerek “Edirne’nin Kaybolan Kültür Hazineleri”ni ele aldık. Milletleri ayakta tutan, geleceğe taşıyan kültürleridir. Birçok medeniyete ev sahipliği yapan, ev sahipliği yaptığı tüm medeniyetlerden az veya çok kültürel mirasa sahip olan Edirne’de şüphesiz Osmanlı kültür mirası en yoğun olanıdır. Camileri, kiliseleri, sinagoguyla; köprüleri, hamamları, çarşılarıyla bize “ikinci bir zaman” yaşatır Edirne. Yaşadığı savaşlara, yıkımlara yenik düşen bazı kültür hazinelerimizin ise birer devlet politikası olarak yeniden canlandırılması mutluluk vericidir. Edirne’nin kaybolan kültür hazinelerini irdelediğimiz bu sayımızda bizlere maddi ve manevi desteğinden dolayı İl Milli Eğitim Müdürümüz Sayın Hüseyin Özcan’a teşekkürlerimizi arz ediyorum. Dergimizin hazırlanmasında büyük emeğe sahip olan dergi ekibimize; eserleriyle dergimizi zenginleştiren değerli akademisyen, araştırmacı, öğretmen ve öğrencilerimize minnetlerimi sunuyorum. Dergimize büyük emek veren; bizleri bilgi ve tecrübeleriyle aydınlatan değerli meslektaşımız Sayın Sultan Güney’e emeklerinden dolayı teşekkür ediyor, yeni görev yeri olan İstanbul’da kendisine başarılar diliyorum. Yeni sayımızda görüşmek dileğiyle... Hoşça kalın. KÜLLERİNDEN DOĞAN GÜÇLÜ TÜRKİYE Hüseyin ÖZCAN / Edirne İl Milli Eğitim Müdürü Binlerce yıldır insanlarla hayat bulan, insanlara vatan olan, gelişen, geliştikçe değişen topraklar… Gün gelir Traklara yurt olur Edirne. Traklar bu toprakları terk ederken tümülüslerini bırakır gelecek nesle. Akaların “Polis”i, Makedonların “Orestia”sı, Romalıların “Hadrianapolis”idir. Değişir, gelişir bu topraklar ama Bizans’ta huzur bulamaz. Haçlılarla yağmalanan şehirler arasında Hadrianapolis de vardır. 8 Uğradığı değişiklikler, felâketler, işgaller yıpratsa da bu toprak; Osmanlı’yla yeniden canlanmaya, neşvünema bulmaya başlar. I. Murad yalnız Hadrianapolis’i değil, insanların gönüllerini de fetheder. İşgallerle huzur bulamayan insanlar, Osmanlı’yla barışa kavuşacak; asırlar sonra “Osmanlı barışı”nı yad edeceklerdir. I. Murad’la birlikte Hadrianapolis, Edirne’dir artık; Osmanlı’dır. Balkan Savaşlarıyla birlikte Balkanlarda huzur da barış da sırra kadem basar adeta. Gün gelir Bulgar askerleri, gün gelir Yunan askerleri arşınlar sokakları. Mehmet Âkif, meslek hayatının ilk günlerini geçirdiği Edirne’nin işgalinden duyduğu acıyı, öfkeyi dizelere döker: Edrine şehri bu ya gülşen-i me’vâ mıdur Anda kasr-ı pâdişâhî cennet-i a’lâ mıdur Cenneti görmiş bir âdem var ise gelsün desün Tarhı anun dahi böyle dil-keş ü ra’nâ mıdur Habbezâ cây-ı neşât-efzâ ki Rıdvân görse ger Hayretinden derdi bu cennet midür dünya mıdur 1 Nef’î Birçok padişahı bağrına basan, Fetret’te kardeş kavgasına şahit olan Edirne; payitahtlığın verdiği sorumlulukla acı günleri de tatlı günleri de barındırır hafızasında. Önce ezanlar duyulmaya başlanır semalarında, yarım asır sonra da Osmanlı Sarayı’nda bir bebek sesi… Hüma Hatun, Mehmed’ini kucağına alırken hisseder yavrusunun ikbalini. Evet, gün gelecek o bebek, Batı’nın “Büyük Türk”ü, Doğu’nun “Ebu’l-Feth”i olacak; “Konstantinapolis”i “İstanbul” yapacak ve bir çağı kapatıp yepyeni bir çağ açacaktır Dünya tarihinde. Payitahtlığın İstanbul’a verilmesiyle hüzünlenmiş midir bilinmez ama padişahlarını ağırlamaya, akıncılarını uğurlamaya devam eder Edirne. Saray-ı Cedîde-i Âmire’nin konuğu gün gelir yıllar sonra “Muhteşem Süleyman” olan Şehzâde Süleyman’dır, gün gelir Edirne’ye ruh veren II. Selim... Edirne, Selimiye ile ebedî bir ruha bürünecek; büründüğü bu ruhla sonsuza dek Müslüman kalacaktır. Akıncılar da eksik olmaz Edirne’de. Garb’a açılan kapı, Viyana’ya uzanan yolun başıdır Edirne. “Ak tolgalı Beylerbeyi” Edirne’de “İlerle!” der akıncılara. O akıncılar ki Mohaç Ovası’na da Viyana kapılarına da bu topraklardan ilerler. Kâh zaferle kâh mağlûbiyetle dönülen seferlerde akıncıların kahraman nidaları duyulur: Uçtuk Mohaç ufkunda görünmek hevesiyle, Canlandı o meşhûr ova at kişnemesiyle! Fethin daha bir ülkeyi parlattığı gündü; Biz uğruna can verdiğimiz yerde göründü. … Lâkin kalacak doğduğumuz toprağa bizden; Şimşek gibi bir hâtıra nal seslerimizden. Yahya Kemal Beyatlı Osmanlı’nın büyümesiyle büyüyen, zenginleşmesiyle zenginleşen Edirne; İmparatorluğun zor günlerini melül mahzun geçirir. Yangınların, depremlerin ardından en büyük felaketini 93 Harbi’yle yaşar. Ölümü de hayatı gibi hüzünlerle dolu olan Cem Sultan’ın bahtsızlığı, doğduğu Saray’a nüksetmiştir sanki. Bir zamanlar cihan padişahlarını bağrına basan Saray’ın bağrı yanar bu kez öz evlatları tarafından yok edilince. Yok olan binalar değildir aslında; yok olan bir kültürdür, bir medeniyettir. Sinan’ın yaptığı Adalet Kasrı, belki mahzun ama daha çok kırgın kalır geride. Edirne kal’asıdır gördüğün hisâr-ı mehîb Şu zirvesinde biten simsiyah ağaç da salîb Murâd-ı Evvel’i koynunda gezdiren tepeler Nasıl rükû’ ediyor Ferdinand’a bak bu sefer? Bizim midir sanıyorsun şu yükselen bayrak? Çeken Savof, Lala Şahin değil kuzum, iyi bak! Edirne! İşte o İslâm’ın âhenin sûru Edirne! İşte o şarkın cebîn-i mağruru İkinci asr-ı teâlîsi Âl-i Osmân’ın Birinci mevki-i feyyâzı belki dünyanın Edirne! İşte o şarkın demir kilidi Sefîl ayakları altında Bulgar’ın şimdi! Balkan Savaşlarını I. Dünya Savaşı takip eder. Yıkımların, işgallerin yaşandığı bu acı günlerde mücadeleden vazgeçilmez. Kendi küllerinden yeniden doğan Zümrüdüanka misali yıkılan bir İmparatorluktan bir Cumhuriyet doğar. Savaşlardan bitap düşen Edirne’de bir medeniyetin mirası olan eserlerin bazıları kara ayak direyen kardelenler gibi yokluğa, duyarsızlığa rağmen ayakta kalmayı başarırken bazıları can çekişerek yok olur. Papasoğlu Ali Efendi Camii’nden geriye kalan mahzun minare, ibretiâlem için ayak direr zamana. Yeniçeriler Hamamı dargın, Kasım Paşa Camii kırgındır biraz. Ancak günden güne güçlenen, günden güne büyüyen, mazisinden kuvvet alan bu millet bilir ki “İstikbâlin kuvveti, hatıralardadır.” Kendimiz olarak yaşayabilmek için maziden güç almak; devletin ve milletin adeta tapusu, kalkınmanın anahtarı olan kültürümüzü yaşatmak, canlandırmak gerekir. Cemil Meriç’in ifadesiyle “Tefekkür vuzuhla başlar, kurtuluş şuurla…” Büyük ve güçlü Türkiye’nin inşası da gençlerimizin dilini, kültürünü, tarihini tanıması ve sevmesiyle mümkündür. İşte o yüzden Selimiye kurşunlara, çinilerinin sökülüp Moskova’ya götürülmesine boyun eğmez ve maziyi âtiye taşımaya devam eder. İşte o yüzden onurlu direnişiyle düşmanını bile kendine hayran bırakan Şükrü Paşa’nın kullandığı tabyalar, yeniden canlandırılır ve gelecek nesillere adeta “Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür. Mazini unutma!” diye seslenir. İşte o yüzden kahramanca şehit düşen Ressam Hasan Rıza’nın adı genç ressamların, müzisyenlerin yetiştiği bir ilim yuvasına verilir. Çünkü kültürünü tanıyan, tarihinden güç alan yeni nesil; “muasır medeniyetler seviyesine ulaşmış”, daha güçlü ve daha büyük bir Türkiye inşa edecektir. 1. Bu Edirne şehri midir, yoksa sığınılacak gül bahçesi (Cennet-i Me’vâ) mıdır? Buradaki padişahın köşkü Cennet-i A’lâ mıdır? Cenneti gören bir insan varsa gelsin, söylesin; cennetin çiçek tarhları da böyle gönül çekici ve güzel midir? Bu ne güzel neşe artıran bir yer ki eğer Rıdvan burayı görseydi hayretinden, “Burası cennet midir dünya mıdır?” derdi. 9 Füsun BAYRAMKÖYÜ / Edirne GSL Öğrencisi M İ M İ D D L L E G BBEENN G Cevat Mert ÇETİN / Edirne Lisesi Öğrencisi Kara bulutların gözyaşlarına basarak yükseldim gökyüzüne, Tan yelinin ışıklarında kayarak geldiğim bu gemiden. Nuh’a selam vermek için gelmiştim kaptan, Selamımı verdim de geri geldim. Uçsuz bucaksız şelaleden balıklama atlayarak indiğim derin çukurdan, Mezarlıkta yer kalmadığı için kendimi denize attım da geldim. Kimse okumasa da okkayı kâğıda boca ettim de geldim. Delirmemek işten değildi, delirdim de geldim. Anlamadığımdan değil, ağzıma ne geldiyse söylediğimden delirdim. Delilikte iş yok dediler, bu çağda varsa yoksa dâhiler. Katılmadığım bu görüşe inat, çok yaşasın deliler. Yel değirmenine kılıç sallamış şövalyenin yolundan yürüdüm de geldim. Kırk çerimle Çin’in sarayını bastım da geldim. Kapıları ardına kadar açtım da geldim. Açlara, ekmeğimi böldüm de geldim. İyi adam fakir kalır, fakir ölür dediler. Gülüp geçtim de geldim. Cebimden gazoz kapağı çıkarıp ödedim, hırkayla ekmeği. Param yetmedi, kefene cep yaptıramadan geldim. Dualardan çıkımda paraya yer olmadı hiçbir zaman. Yolu bildiğimdendir sağ salim geldim. 10 Atamer BOZ / Keşan Fen Lisesi Öğrencisi Bir avuç umut istiyorum dedi çocuk; insanlığa armağan… Bir tutam özgürlük, barış, neşe, kardeşlik. Bir çalım mavi turkuazdan, Biraz yeşil zümrüdünden, kırmızı bir de… Biraz da toz pembesinden. Barış gelecek dedi dünya gördüğümüz gün çiçekleri, Bir çimdik umut yeter, inan, umut olsun yarına emanet; En çok yakışandır umut sana, bütün çocuklara. Çocuk, büktü boynunu: Evet, ama yeterince çiçek yok, Dalında soldurduk hepsini, hoyratça yağmaladık bahçeleri. Güllerimiz açmaz, bülbüllerimiz ötmez oldu, Koklamaya kıyamadığımız manolyamız soldu. Çaldılar leylağı İstanbul’un Boğazı’ndan. Son kuşlar da göçüp gitti diyarımızdan. Plastik tadında naylon sevgilerimiz, Sarkıyor bahçesiz evlerimizden kirli hayallerimiz. Bir avuç tohum ver bana, dedi dünya; masumiyete armağan… Bir tutam hatmi, mimoza, leylak, petunya… Bir çalım gül yabanından, sarmaşık arsızından; Hercaisinden menekşe, bir de sardunya Bak nasıl mislere kokacağız yarınlarda. SSAARRD DU UN NYYAA Gülümsedi çocuk aniden: İlk kardelenler müjdelemeli barışı Papatyalar hep ‘Seviyor!’ demeli Bodrum’da bir akşam sefası, fesleğenli avluda Begomvilden nihavend bir şarkı dinlemeli. Kalkmalı altın laleler şerefine özgürlüğün; Değmeli dünyaya bir hanım’eli. Ne gam boynu bükükse sümbülün, menekşenin. Küstüm çiçeği yine mi dargın, kolayı var, Nergis kendi mi beğeniyormuş, bize ne! Yediverecek ya karanfillerimiz, Beş mevsim açacak ya güllerimiz, Her daim ötecek bülbüllerimiz. Alnımızda defneden çelenklerimiz Lavanta kokulu firuze dağlardan Gelincik tarlalarına yol buluruz biz. Çiçek umudun tohumu, umut çiçeğin… Bir tohum umutla düştü toprağa, bir tane daha, bir tane daha… Barış, umut, çiçek; sar dünyayı, sar dünyayı… 11 BİR BİLYE Şaheste Kevser NURANİ Edirne Güzel Sanatlar Lisesi Öğrencisi Çocukluğumuz büyünün ta kendisidir. Çocukken sokaklar sıradan kokmaz, yerde biriken yağmur suları insanı sinirlendirmezdi. Sokaklar olması gerektiği gibi kokuyordu. Sıradanlığın kokusuyla harmanlanmış alışılagelmiş, farkına varılmayan bilindik bir kokuydu bu. Yerler önceki gecenin yağmurundan hâlâ ıslaktı, aylardır yağan yağmurların sadece bir başkasıydı bu yağmur da. 12 Tüm bu sıradanlık yaşamın büyüsünü unutturuyordu insana. Oysa sıradanlık kelimesi anlamını bulana kadar hayat en büyülü haliyle önümüzdedir. Çocukluğumuz büyünün ta kendisidir. Çocukken sokaklar sıradan kokmaz, yerde biriken yağmur suları insanı sinirlendirmezdi. Böyle düşünceler içine dalmışken yavaş adımlarla yürüyordum. Varmam gereken bir yer de yoktu aslında. Sıradan gözlerim etrafa bakınırken sıradan kulaklarım çocukların kahkahaları ve bağrışmalarıyla doldu. Gözlerim kulaklarıma yetiştiğinde ise dört beş çocuğun oyun oynadığını gördüm. Yerlerinde duramayan, oyun içinde oyun oynayan ip atlarken polis olan, seksekten kovalamacaya geçen evreni kendilerine göre döndüren enerji toplarıydı onlar. Kendime rahat bir köşe bulup çocukları izledim bir süre. Kırmızı montlu beyaz tenli bir kız çocuğu koşarak uzaklaştı aralarından. Hemen sonrasında da geri döndü. Elinde bir poşet bilye vardı. Çocuklar hemen yerlerini aldılar, bilyeleri dizdiler ve en ciddi yüzlerini takındılar. Onlar bilyeleri yuvarladıkça ben de bu oyunun hayat kadar gerçek olduğunu düşündüm. Sürekli bir yerlere doğru yuvarlanıyoruz. Hiçbir kontrolümüz olmadan. Önemli olan varılacak noktayı ne kadar düzgün hedeflediğin. Yeterince güçlü atılınca bilye ve şansın da olunca diğer bilyeyi alıyorsun, hedefe varıyorsun. Hayat gibi bir şans oyunu… Fakat beş on metre ileride bilyeler ile oynayan çocuklar için bu sadece minik toplar ile minik topları vurmaya çalışmaktı. Daha karmaşık bir şey değil. Ben oyuna anlamlar yükleyerek oyunu sıradanlığından kurtarmaya çalıştım. Oysa kenarda benim gibi çocukları izleyen bir başka çocuk olduğunu gördüğümde ise onun bambaşka anlamlar yüklediğini, bu öykünün sıradanlıktan çok çocuklukla ilgili olduğunu gördüm. En sonunda çocuk durdu ve “ Sus artık, ne istiyorsun?” dedi. Kız, “Bilyemi istiyorum.” diye cevapladı. Tekrar yürümeye devam eden çocuk, “Bilyen bende değil!” dedi. Kız ısrarla bilyenin onda olduğunu, bilyeyi aldığını gördüğünü söyleyerek çocuğu bıktırdı. En sonunda kıza doğru dönüp elini cebine attı ve bilyeyi çıkarıp uzattı. Kız yavaşça elini uzatıp aldı. Bilye hırsızı evine doğru yürürken kız tekrar ona seslendi, bilyeyi eline koydu ve artık senin olsun, dedi. Minik hırsız bilyeyi istemediğini, oyuncaklarla hiç oynamadığını söyledi. Kız şaşırmıştı. Önce çalıp sonra çaldığını istemiyor olması mı yoksa böyle bir şey demesi daha tuhaftı, bilememişti. Yine de bilyeyi tatlı bir sevecenlikle zorla minik hırsızın eline koyup kaçmıştı. Günler aynı sıradanlıkta akarken küçük kız, minik hırsızı her gördüğünde yanına koşuyor, ona bir şeyler anlatıyor, arkadaşlarıyla onu oynamaya çağırıyordu. Fakat çocuk, onunla konuşmuyordu. Kırmızı montlu kız, bu duruma çok üzülüyordu. İş büyüyordu, çünkü çocuklar birbirine yardım etmeyi büyüklerden daha iyi biliyordu. Durumu arkadaşlarına anlattığında hep beraber minik hırsızın evine gidip annesinden oyun oynamak için izin almaya karar verdiler. Kapının önüne dizildiler ve zili çaldılar. Kadın sert bakışlı, iri yarı biriydi. Kapısında duran çocukları görünce beton gibi sert sesiyle “Ne var, ne istiyorsunuz?” diye söylendi. Çocuklar korkmuştu, neden bu kadar sert olur ki bir insan? “Oğlunuz bizimle gelip oynayabilir mi diye soracaktık da…” dediler her kelimede sesleri biraz daha incelerek. Kadın, zaten sert olan ses tonuna kızgın bir surat da ekleyerek, “Benim oğlum küçük çocuklarla oyun oynamaz, o çocuk değil sizin gibi, şimdi gidin buradan, hadi!” Sözcükler bittiği anda kapıyı yüzlerine kapatmıştı. O; biraz kıskançlık, biraz da özlemle bakmıştı keyifle oynayan diğer yaşıtlarına. Henüz ben de bilmiyordum ne düşündüğünü ama bilyelerden biri yuvarlanıp ayağına geldiğinde gözlerinde bir saniyeliğine görünen duygular dikkatimi çekmişti. Nefes alışverişindeki en ufak duraksamayı bile hissettim. Bir anda olup bitmişti her şey; fakat bana yavaş çekimdeymiş gibi gelmişti. Ayağına yuvarlanan bilyeyi alıp koşmaya başladı. Bunu gören çocuklar da peşinden koşturdular; fakat yakalayamadılar minik bilye hırsızını, geri döndüler ve oyunlarına devam ettiler tatlı bir umarsızlıkla. Ben de gözlerimi onlarla bırakıp gittim oradan. Olanların ayrıntısını görebiliyorum her ne kadar orada bulunmasam da. Olanlar ise ertesi gün de devam ediyordu. Çocuklar aileleri tarafından evlerine çağrılmıştı, oyun saati bitmişti. Kırmızı montlu küçük kız olabildiğince minik adımlarla yürüyordu. Birkaç saniye sonrasında ise bilye hırsızını görmüş ve hızlıca yanına koşmuştu. Bilye hırsızının koluna yapışıp bulduğu en kızgın ifadeyi suratına yerleştirirken söyleyecek bir şeyler arıyordu. Minik hırsız kolunu kurtarmaya çalışıyor, kız da onu daha sıkı tutuyordu. “Bilye hırsızı!” diye bağırdı küçük kız. Çocuk kolunu kurtarıp yürümeye başladı fakat küçük kız inatçıydı. Peşinden koşup “Bilye hırsızı!” diye sesleniyordu yaşıtına. Şaheste Kevser NURANİ / Edirne GSL Öğrencisi 13 Neye uğradıklarını şaşırmıştı çocuklar. Bilye hırsızı onlardan çok da büyük görünmüyordu. Gerçi babasının kıyafetlerini giyer gibi görünüyordu ama basbayağı çocuktu işte, bütün çocuklar gibi çocuk. Sürekli bir yetişkin gibi giyinmesi, hiç oyun oynamaması hatta okula bile gitmemesi onun çocuk olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Annelerinden öğrendikleri kadarıyla meğer bilye hırsızı, evde eğitim görüyormuş, annesi okula gitmesini istemiyor daha ileriki sınıfların konularını evde kendisi öğretiyormuş. Babası yokmuş. Eskiden bir oyuncakçı dükkânı olan sürekli bir kitap yazma hayali ile yanıp tutuşan bir adammış babası. En sonunda kitabını tamamlayıp yayımlatmak için uğraşlara girmiş fakat başarılı olmayınca üzüntüden ölmüş. Bu yüzden kadın çocuğuna oyun oynatmaz, macera kitapları okutmaz, hayal peşinde bir çocuk olmasına izin vermezmiş. Çocuklar böyle annelerinden duyduklarını anlatırken birbirlerine bilye hırsızının onlara doğru yürüdüğünü gördüler. Bilye hırsızı, “Siz niye evime geliyorsunuz ki? Kim sizinle oyun oynamak istediğimi söyledi? Bir daha gelip böyle bir şey yapmayın ben sizin gibi hayalci bir çocuk değilim!” diye bağırarak koşar adım uzaklaştı oradan. Şaşkınlıktan donakalan çocukların arasından kırmızı montlu kız ayrılarak bilye hırsızının peşinden “Oyun oynamadan nasıl yaşıyorsun?” diye seslendi. “Oyunlar çocuklar içindir.” “Sen de pek yaşlı bir amca gibi görünmüyorsun. Annen izin verse bizimle bir kerecik oynamana, gelirsin değil mi aslında?” Küçük kız gözleri sevgiyle baktı. Bu, oyun oynamayı bilen çocukların çağrısıydı. Oyun tanıdığı her çocuğun en büyük zevkiydi ve o bu özlemi bilye hırsızında görüyordu. “Annem asla izin vermez.” dedi bilye hırsızı. Çocukların oyunlarını çalan asıl hırsız çıkıyordu ortaya. Aradan günler geçiyordu. Çocuklar, okula gidiyorlar, derslerde hayallere dalıyorlar, dışarıda oyun oynayıp hayallerini birleştiriyorlardı. Kız hala çocuğun kurtarılması gereken bir esir olduğunu düşünüyordu. Yine hayaller içinde olduğu bir derste kulağı öğretmene kaymıştı küçük kızın. Çocuk hakları konusunu işliyorlardı. Biraz dikkat kesildiğinde gözleri büyüdü, büyüdü. Ne yapacaklarını biliyordu. Tüm arkadaşlarını topladı ve anlattı planı. Hepsi buldukları en ciddi, yetişkin kıyafetlerini giymişler ve çocuğunu evinin yolunu tutmuşlardı. Kadın kapıyı açtığında gördüğü manzaraya önce minik bir şaşkınlıkla sonra ise bıkmış bir ifade ile “Yine mi siz?” diyen gözlerle baktı. “Merhaba, acaba sizinle ciddi bir konu üzerine konuşabilir miyiz?” dedi çocuklar. Kendilerini zorla içeri davet ettirdikten sonra da okulda öğrendikleri şeyleri düzgün kelimeler seçerek anlatmaya çalışıyor, oyun oynamanın yasaklayamayacağı bir şey olduğunu on sekiz yaşına kadar bir çocuğun oyun oynama hakkına sahip olduğunu eğer izin vermez ise de onu şikâyet edeceklerini söylüyorlardı. Nereye şikâyet edeceklerini bile bilmiyorlar, fakat olabildiğince ciddi görünmeye çalışıyorlardı. Kadın uzun süre sessiz kaldıktan sonra, “Oyunlar ve hayaller herkesin sonunu getirir.” dedi kadın. Çocukları kapı dışarı etti. Çocuklar şaşkınlık içindeydi. Bir yetişkin gibi davransalar da sorunu çözemiyorlar, kadını hiçbir şekilde ikna edemiyorlardı. Kadın ise evde oturmuş, düşüncelere dalmıştı. Hayatın sıradanlığına o kadar alışmıştı ki kendi çocuğuna çocuk olmayı öğretmemişti. Hayallerin kocasını öldürdüğünü düşünmüştü hep. Fakat kendisi de çocuğunu öldürüyordu. Oyun oynamak hayata giriş dersidir.” derdi kocası hep. Bir oyuncakçı olarak da onun görevi biraz daha eğlence katmaktı her şeye. Şimdi yağan yağmurun güzelliğini göremediğini, sokakların kokusunu duyamadığı bir yaştaydı kadın. Çocuğunu da sıradanlıkla kaplamıştı. Kadın oturduğu yerden kalktı. Çocuğunun önünde dizlerin üstüne çöktü. Bu esarete artık bir son vermeliydi, çektiği acıyı bastıramıyordu artık, dışarıdaki çocuklar bile görebiliyordu artık bu haksızlığı. “Artık dışarı çıkıp oynayabilirsin. Bu senin en doğal hakkındı zaten. Sen bir çocuk olduğun için oynayacaksın. Yaşam bir oyundan başka bir şey de değil zaten. Git ve istediğin oyunu oyna. Oyun bu demek, çocukluk bu demek zaten. Beni affedebilecek misin, oğlum?” dedi kadın büründüğü sert kılıfı atarcasına üstünden. Çocuk şaşırmıştı. Şuncacık hayatı “Oyun oynamak saçma bir şeydir.” cümlesini duymak ile geçmişti. Şimdi ise oyun oynayacaktı. İçinde daha önce tatmadığı bir heyecan hissetti. Kapıya ürkek adımlarla yaklaştı, her adımda geri çağrılmayı bekleyerek. Kapıyı açtı, elini cebine attı ve çaldığı o bilyeyi buldu. O artık tekrar bir çocuktu. * 2015 Yaratıcı Çocuklar deneği Çocuk Hakları Öykü Yarışması Türkiye İkincisi 14 HASRET SENFONİSİ Okyanusa koşanlar da bizlerdik Boğulacağımızı bile bile Ellerimdi saçlarını okşayan Bir gün kelepçeleri olacağını bile bile Gözlerimdi gözlerine sarılan Bir gün yanacağını bile bile Kulaklarımdı seni dinleyen Bir gün hasretimin senfonisi ol diye Gecelerdi seni benden ayıran Sen gecelerden korkarsın diye Gündüzlerdi canımı acıtan Gözlerin daha iyi ortaya çıkıyor diye Cennetin ağaçlarını serpiştirdim saçlarına Sen yeşili seversin diye Ölümdü bizi buluşturan Sen ölünce bana yaşamak yakışmaz diye Fotoğraf / N. Dilek ALTAY locobatii 15 , E K L Ü A K Ş A B BİR Z İ N E D A K Ş A B BİR Özlem GÜZELHARCAN / 80. Yıl Cumhuriyet Anadolu Lisesi İngilizce Öğretmeni 16 17 Sanki bütün şehir uykuda. Binlerce yılın yorgunluğu var gibi üstlerinde. Sanki deniz yok da sadece büyük, mavi bir su, bir serap orada yaşayanlar için. Belki de kentin yorgunluğu bu. İnsan bir şehri tek bir şiir yüzünden sevebilir mi? O şiire olan tutkusu onu kendi memleketinden, yaşadığı şehirden binlerce kilometre uzağa, şiirde anlatılan kente sürükleyebilir mi? Benim başıma gelen aynen bu işte! Konstantin Kavafis’in doğduğu, ünlü Şehir’ini yazdığı yer burası: İskenderiye. Afrika kıtasından Akdeniz’i selamlayan, yollarında palmiye ağaçlarının dizili olduğu, sokakları toz kokan, kalabalık ve kirli, çöle kıyısı olan bir liman kenti…* Yaşlı ozan, ömrünün kara yıkıntılarına bakarak bundan daha iyi bir deniz, bundan daha iyi bir ülke bulunabileceğini söylüyor ünlü dizelerinde: “Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim.” dedin, “Bundan daha iyi başka şehir bulunur elbet. Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya; -Bir ceset gibi- gömülü kalbim. Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede? Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam, Kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün, Boşuna bunca yıl tükettiğim ülkede.” 18 Büyük İskender ve Şehrin Harikaları Kavafis’ten çok önceleri bir başka şehir aşığı, Makedonya’dan Hindistan’a kadar imparatorluklar kuran ünlü komutan Büyük İskender gelmiş bu topraklara. Milat öncesinde 332 yılını gösteriyormuş takvimler. Şehirleri ve şehir kurmayı çok seven III. Alexander, adım attığı bu yeni toprağa da tıpkı karşı kıyıdaki komşusu İskenderun’a yaptığı gibi kendi ismini vermiş. Mısırlıların sevgisini kazanan ve “Firavun” lakabı alan İskender, Cleopatra’yı burada tanımış. Dev surlarla çevrelenen kente pazarlar kurmuş. Böylece zengin, pek çok kültürün bir arada yaşadığı bir ticaret kenti; Akdeniz görünümlü bir Afrika şehrine dönüşmüş İskenderiye. İskender’in ölümünden sonra da şehri genişletmeye devam eden mimarlar, Pharos Adası’nı da merkeze bağlayarak bambaşka bir görünüm vermişler kente. Bu göz alıcı tapınaklar ve saraylar kentinin işte tam da bu ada üzerinde yer alan ünlü bir deniz feneri varmış. Efsanelere göre deniz fenerinin ışığı düşman gemilerini yakar, şehre ulaşmalarını engellermiş. Akdeniz’de yol alan gemilere yol göstermek için inşa edilen, dünyanın en büyük deniz feneri olduğu iddia edilen, kat kat kulelerden oluşan, yaklaşık 140 metre yüksekliğindeki İskenderiye Feneri o kadar görkemliymiş ki Antipater bu mermer yapının adını dünyanın harikaları arasına yazarak ölümsüzleştirmiş. Bugün kullandığımız fener, far gibi sözcüklerin fenerin bulunduğu Pharos (faros) Adası’ndan geldiği söyleniyor. Alexandria’da Bugün Tarihin bu ilk metropolünün izlerini bugünkü şehrin sokaklarında bulmak çok zor. 1950’lerin sonunda Durrell’in Justine’de** dediği gibi Sinekler ve dilenciler, onların elinde kent bugün - bir de bu ikisi arasında bir yerde varlıklarını sürdürenlerin. İnsan düşünmeden edemiyor, nerede bu bahsi geçen büyülü kent ve Kavafis’in dizelerinde yankılanan melankoli? Neden sokaklarında insanlar amaçsızca dolaşıyorlar? Niçin şehirlerini görmeye gelen ziyaretçilerini hoş karşılamıyorlar? (Turist kalabalığının peşini bırakmayan, onlardan para dilenen ve rahatsız eden büyük çoğunluktan bahsediyorum.) Neden sokak aralarındaki binalar yıkılmak üzere? Milattan sonra 14. yüzyılda meydana gelen bir depremle yok olan deniz fenerinin olduğu noktada bugün Memluk Sultanı Kayıtbay’ın 1477’de inşa ettirdiği Kayıtbay Kalesi bulunuyor. Kalenin yapılışında fenerden kalan sağlam parçaların kullanıldığı rivayet edilir. Zamanında İskenderiye’yi eşsiz kılan tek şey, görkemli feneri değildi elbette. İskenderiye Kütüphanesi bugün bile dilden dile dolaşır. MÖ 47 yılında içindeki efsanevi, gizemli papirüsleriyle birlikte yanarak yok olan bu dev kitaplıkta rivayetlere göre bir milyon kitap bulunuyormuş. Bugün, yok olan bu kütüphanenin yerinde modern bir yapı yükseliyor. Yine bir kütüphane ve yine çok güzel... 2002 yılında yapımı tamamlanan bu kütüphanenin dış duvarlarında dünyanın bütün dillerinin alfabeleri yazılı. İçinde bir konferans salonu, üç müze, dört sanat galerisi, bir planetaryum ve bir elyazısı restorasyon laboratuvarı içeren bu modern İskenderiye Kütüphanesi’ni -bayram dolayısıyla kapalı olduğundan- ben gezemedim ama bahçesinde dolaşmak, ona dışarıdan bakmak bile heyecan vericiydi. Ayrıca söylemeden geçmemek gerek, her yıl, eski İskenderiye Kütüphanesi’nin yakıldığı gün olduğuna inanılan 26 Aralık, Dünya Sahaflar Günü olarak kutlanır. Sanki bütün şehir uykuda. Binlerce yılın yorgunluğu var gibi üstlerinde. Sanki kimsenin canı hiçbir şey yapmak istemiyor. Sanki deniz yok da sadece büyük, mavi bir su, bir serap orada yaşayanlar için. Belki de kentin yorgunluğu bu. Belki zamanın getirdiği bir şey, olması gereken bu. Kral Faruk’un 365 adet odası bulunan sarayının bahçesinden Akdeniz’e bakıyorum. Yağmur yağıyor. Mısır’da yıl boyunca en çok üç, bilemedin beş kez yağmur yağarmış ve ben bu yağmura denk geliyorum. Mutluluk kaynağı. Kavafis de böyle hissediyordu herhalde. Bu şehri hem seviyor hem de içten içe nefret ediyordu. Hem bırakmak, kaçıp gitmek istiyor hem de özlediği bu kente sürekli geri dönmek istiyordu. Kavafis’in arada bir İskenderiye’den kaçıp bir süreliğine sığındığı kentlerden birisi de İstanbul’dur! Kendisi İstanbul’da o zamanlarki ismi Nihori olan Yeniköy’de üç sene yaşamış, sonra yine İskenderiye’sine dönmüştür, çünkü: Yeni bir ülke bulamazsın. Bu şehir arkandan gelecektir. Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın. Aynı mahallede kocayacaksın; Aynı evlerde kır düşecek saçlarına. Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda. Başka bir şey ummaBineceğin gemi yok, çıkacağın yol yok. Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte, Öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de. * Çöl Daha İyi, Yılmaz Erdoğan ** İskenderiye Dörtlüsü 1 (Justine), Lawrence Duurell “Şehir”, Konstantin Kavafis, çeviri: Cevat Çapan 19 Kübra ULE / Edirne GSL Öğrencisi BENİM KÜÇÜK ÖĞRETMENİM Atalay CÜCE Plevne İlkokulu Müdürü 20 Bana hayatta nasıl dik durulacağını öğretmişti Nejla. Her şartta ayakta kalmayı, onurlu olmayı, dürüst olmayı öğretmişti benim küçük öğretmenim… Yıl 2002. Aylardan Aralık. Hava soğuk mu soğuk… Ben büyümüştüm, okumuştum ve öğretmen olarak atanmıştım. Artık bir işim vardı. Hayatta en çok olmak istediğim mesleğin tam içindeydim. Ayaklarım yere değmiyor, içim içime sığmıyordu. Hiçbir şeyin farkında olmayan bir çocuk gibiydim. Bir yandan yeni mesleğimi anlamaya çalışıyor, bir yandan da tüm sevdiklerimi bırakıp gelmiş olmanın hüznünü yaşıyordum. Yeni bir ortam, yeni bir yaşam, elli beş tane kızlı erkekli pırıl pırıl çocuk, köylüler, birleştirilmiş sınıf ve bir sürü yeni şey… Bütün bunların yanında hiç beklenmeyen bir olay ya da Rahmetli Ahmet Hocamın ölmek için benim gelmemi beklemesi… Ahmet Hocam o köyde yirmi yıla yakındır Müdür Yetkili Öğretmen. Çoğu zaman tek başına… Birinci, ikinci ve üçüncü sınıflar bir sınıfta, dördüncü ve beşinci sınıflar diğer sınıfta… Aralık ayına kadar yine okulda tek başına çalışıyor ve yeni bir öğretmenin gelmesini bekliyor. Akciğer kanseri… Bunu tahmin etmesine rağmen doktora hala gitmemiş ve yeni bir öğretmenin gelmesini beklemiş. Niye beklemiş? Sebebi belli. Çok sevdiği çocuklarını yeni gelen öğretmene emanet etmek, teslim etmek... Belki de geri dönemeyeceğinin farkında… Sonra ben geliyorum. Artık çocuklarını teslim edeceği birisi var. Beş gün beraber çalışıyoruz. Ara ara mendilini ağzına götürüyor ve her seferinde mendili kanlar içinde. Ben bu durumu ona sorduğumda, bir şeyinin olmadığını söylüyor. Ben ise bir şeylerin iyi gitmediğinin farkına varmaya çalışıyorum. Ahmet Hocam bana “Artık sen geldin, gözüm arkada kalmayacak, ben doktora gitmek istiyorum.” dedi. Sonra Ahmet Hocam doktora gidiyor. Hastanede geçen yirmi beş gün… Ara ara hocamı ziyaret ediyorum. Aklında hep öğrencileri var. Nereden biliyorum? Çünkü her ziyaretimde çocuklarını soruyor, bana öğütler veriyor, okul ile ilgili sorular soruyor. Yirmi dördüncü gün... Artık ümit yok. Belki de hocam için son bir iki gün. Doktorlar ailesine ümidin kalmadığını söylüyorlar. Ahmet Hocamı evine götürmelerini istiyorlar. Eve dönerken Ahmet Hoca tek bir şey istiyor: okulunun yanından son kez geçmek. Vakit gece. Son kez okulunu görmek istiyor. Yol kenarında bulunan okuluna, ambulansın içinden son kez el sallıyor. Ertesi sabah da Ahmet Hocam için hayatın sonu. Allah rahmet eylesin… Artık Ocak ayındayız. Kar yağmış ve bütün köy beyaza bürünmüş. Hava buz gibi… Sabahleyin sınıfa girdim, yoklama yaptım, ders anlatmaya başladım. Ara sıra da öğrencilerimi tahtaya kaldırıyordum. Birkaç öğrenciden sonra Nejla’ya tahtaya kalkmasını söyledim. Nejla tahtaya kalmak istemediğini söyledi. Ben de ısrarla tahtaya kalkmasını istedim. Hala tahtaya kalkmak istemiyordu. Ben de bu duruma çok sinirlenmiştim. Öğrencim benim dediğimi yapmıyordu. Daha da sinirlendim. Nejla’nın gözleri dolmuştu ve çok korkuyordu ama hala tahtaya kalkmıyordu. Ben ise sinirimden bir şeyler olduğunun farkında bile değildim. Sadece söylediğimin yapılmasını ısrarla istiyordum. Nejla’nın yanına yaklaştım. Nejla ise ağlıyordu. Yine ısrarla tahtaya kalkmasını istedim. Nejla ısrarıma dayanamadı ve kulağıma usulca fısıldadı: “Öğretmenim, ayakkabılarım delik, çoraplarım gözüküyor. Arkadaşlarımın görmesini istemedim. O yüzden de tahtaya kalkmak istemedim.” dedi. Bütün sınıf gördü Nejla’nın yırtık ayakkabısını, yamalı çoraplarını. Nejla usulca oturdu yerine. Benim için dersi anlatmak, Nejla için ise dersi dinlemek çok zordu artık. Nejla ne kadar dinlerdi ki anlattıklarımı, bütün sınıfın içinde ezik düşmüştü. O an yerin dibine girmek istedim. O anı yaşamamak için her şeyi yapardım. Ben hala olayın tesiri altındaydım. Teneffüs oldu. Bütün sınıf dışarıya çıktı. Nejla’ya odama gelmesini söyledim. Nejla odaya geldiğinde hala ağlıyordu, çok üzgündü. Ağlayarak bana sımsıkı sarıldı. Benim gözlerimden de yaş geliyordu. Olayın ağırlığı içime düşmüştü ve içimden çıkmak bilmiyordu. Daha sonra cebimden para çıkardım ve Nejla’ya uzattım. Bu parayla kendisine yeni bir ayakkabı almasını istedim. Nejla parayı almıyordu. Israr ettim yine almak istemedi. Sonunda onu ikna ettim ve parayı Nejla’ya verdim. Öğretmenliğin sadece ders anlatmaktan ibaret olmadığını o gün anlamıştım. İki gün sonra daha da çok şey öğrendim Nejla’dan. Kapı çaldı. Nejla odaya girdi. Çok sevinçliydi, gülüyordu. Yeni aldığı ayakkabılarını gösterdi bana. O an öyle gururlandım ki kendimle, içim içime sığmadı. Sonra Nejla biraz para uzattı bana. “Bu ne?” dedim. “Ayakkabı aldıktan sonra kalan para öğretmenim.” dedi. Ne onurlu bir hareketti bu. Ben mi öğretmendim, yoksa Nejla mı?.. Bana hayatta nasıl dik durulacağını öğretmişti Nejla. Her şartta ayakta kalmayı, onurlu olmayı, dürüst olmayı öğretmişti benim küçük öğretmenim… Artık okulda yalnızım. Okulun müdürüyüm, öğretmeniyim, hizmetlisiyim, kısacası her şeyiyim. Yeni okulumda bir ay süre geçmiş ama ben hala olayların tesirindeyim, hala yeni hayatıma kendimi verememişim. Öğrencilerimin gözünde öyle büyüğüm ki derse başladığımda öğrencilerim öyle hayranlıkla beni izliyorlar ki sanki öğretmenleri değil, çok büyük kahramanlarıyım. Her şeyi biliyor, her şeyi anlıyordum sanki. Ama öyle değilmiş. Bunu daha sonra anlıyorum… 21 N I R A L I K R A Ş İ L İ D İ L M E GİZ Filiz SUGÖZLEYEN / Zübeyde Hanım Anaokulu Müdürü Müziğin insanlığın varoşluyla yaşıt bir geçmişi olduğu genel kabul konu olmuş ve nörobilim alanında müziğin insanın beynini şüphesiz müziğin evrensel yanının etkisi büyüktür. Müzik evrensel bir yana sahip olduğu kadar her toplum için ayrı bir kültür, ayrı bir birikim, ayrı bir değerdir. Bizim müzikle ilgili kültürel birikimimiz, türkülerde, manilerde şarkılarda ortaya çıkar. Bunların hepsinin ayrı özeliği, ayrı güzelliği vardır ama en farklı olanı şarkılardır. makamından tutun da söyleyenine kadar her bir şarkının ayrı iplik iplik dokunmuş kilimlere benzerler. Bu kilimlerde ortaya Mesela: şey değildir. “Hani o bırakıp giderken seni Alnına koyarken veda busemi apayrı bir şekilde dinleyenleri etkileyen bir yanı, bir boyutu ruh haliyle doğrudan ilişkilidir. Ancak bu etkilenmeyi sadece dinleyenlerin ruh haliyle açıklamak, ondan ibaret saymak doğru unutmamak gerekir. Her şarkı için aynı güçten söz etmek zor olsa bile pek çok şarkının içinde var olan bu güç bu kudret değil midir dinleyenleri yakalayan? Bazı şarkılar, İstanbul gibi, Üsküdar gibi, Kız Kulesi gibi, Emirgan gibi bir şehre, bir mekâna yazılırken, bazı şarkılar cana, canana, sevilene yazılır. Bazen de bütün bunların dışında, “Geçsin Narçiçeğim Sevdiğim...” diyerek yine en çok sevilene yazılır şarkılar. Kime yazılmış olursa olsun, şarkıların içinde sakladığı ve yetersiz kalır, cümleler kifayetsiz. Gelse de en acı sözler dilime Uçacak sanırım birkaç kelime Bir alev hâlinde düştün elime 1 depremin etkisini hangi kelimelerle ifade edebiliriz? Ya da; Küserek ayrılırsak olur inan ki yazık 2 Ya da: “Kapın her çalındıkça o mudur diyeceksin Hele bir yalnız kal da, nasılmış göreceksin 3 Şarkıların notalar sesleri ifade etmeye yarar şüphesiz. 22 Kübra ULE / Edirne GSL Öğrencisi Ancak o seslerin ardında saklı olan duygu ve düşüncelerin her biri için ayrı ayrı bir kitap yazılsa azdır. Bazı şarkılar, bir yangını başlatır insanın yüreğinde. Bazı şarkılar bir depreme benzer, artçı dalgaları ömrün sonuna kadar süren. Bazı şarkılar bir volkana benzer, lavların üzerinde insanın yüreğine kardelenler açtırır. Bazı şarkılar, gönülde bir yara açmakla kalmaz; her dem o yaranın sızısını çoğaltır durur. Bazı şarkılarda hasret bile, ayrılık bile hatta ölüm bile ayrı güzeldir. Böyle bir şarkıyla bitirelim bu küçük yazıyı: “Bir sabah bakacaksın ki bir tanem ben yokum Dünyayı sana bırakıyorum bir tanem Söz aldım saatlerden sana koşacaklar Söz aldım gecelerden seni uyutacaklar Şarkılardan söz aldım hatırlatacaklar Gözlerimdeki son yağmurlar pencerende Şarkılardan söz aldım hatırlatacaklar Beni anlatır sana bir bir ilerde Buğday misali düştüğüm yerde çaresiz Kim bilir nerelerde” 4 4. Beste: Selahattin İçli-Güfte: Hüceste Aksavrın 23 DOSYA: Edirne’nin Kaybolan Kültür Hazineleri Rabia ULUSOY / Edirne GSL Öğrencisi İ Ğ E N N Ğ CADI DEĞNEĞİ E E D D N I Ü D Ğ A YEL ÜFÜRÜĞÜNDEN Ü CVE R Ü F Ü L E Y E VKALANLAR R A L N A L KA Melih CAN / Edirne GSL Öğrencisi Filiz MANDACI / Edirne Anadolu İmam-Hatip Lisesi Tarih Öğretmeni “Mazinin hiçbir parçasını kaybetmeyelim. Zira istikbalin kerestesi onlardır.” Dr. Rıfat Osman “Yaz, dünyanın bu parçasında ne çabuk geçiyor. Bütün Edirne toprağı bağçelerle dolu. Nehir kenarlarına hep meyve ağaçları dikilmiş. Altlarında her akşam kibar takımları eğleniyor…” Lady MONTEGU* 26 “Çok değil, bir yüzyıl öncesinin mutluluk ve barış içindeki Edirne’sinden bir kristal huzmesi gibi yansıyan bu ışıklı ve renkli görüntüler, bir zamanların bu görkemli başkentinin üstüne bir bir peşine düşen göçler, savaşlar, işgaller, yangınlar, yoksulluk ve ihmaller yıkıntılarından, son otuz yılın, sosyal ve mimari felaketi olan tekdüze apartman modasından sonra bugün sanatseverlerin gözlerine, mucizeli bir periler dünyasının konutları gibi görünüyor; çocukların düşlerinde gördüğü, damları çikolatadan, duvarları pastadan, pencereleri şekerden yapılmış, masal konutları gibi. Üstlerine ay ışığının kayısı renkli ve gül kurusu ışığı vurmuş, çınlayan bir ıssızlık içinde gülümseyen bu yuvaların hepsinin ayrı ayrı kendilerine özgü birer yüzleri, huyları, hikâyeleri, karakterleri ve anlatacakları var. Belli ki hepsi de odalarında, sofalarında, kucakladığı dedeleri, hanımları, beyleri ve çocukları, kışın bir mangal koru ısısı ile, yazın bir havuz ve kuyu serinliği ile sararmış; onların gönüllerine her gün damla damla sevgi, insanlık, barış, arınmışlık, dostluk, komşuluk, güzellik, tabiat aşkı, Tanrı’ya hayranlık ve kendinden vazgeçme duyguları doldururmuş. Bu besbelli. Bu, evlerin yüzlerindeki şeker boyalarından, insanın içini ısıtan kepenklerinden, bağçelerinde boy atıp tepelerinde şemsiye gibi açan ağaçların, damlarına konan, kalkan, kuşlarından belli.” Çelik GÜLERSOY** Saç örgülerimin üzerine güneş vuruyor. Kahverengilerin arasında bakır rengi pırıltılar… Konağın sürmeli camının yanındaki saç levhalar güneşten kızmış. İçerisi serin. Dünya tutuşsa bile bu konakta üşüyebilirmişim gibi geliyor. Ayaklarımdaki sandaletler, konağın zeminindeki tahtalarda küçük tıkırtılar çıkarıyor. Dantel perdeyi iyice kaldırıp bahçeye bakıyorum. Ömrüm, bahçedeki ağaca konmuş bir kumrunun sıkıcı öğleden sonraları hatırlatan şarkısında dondu kaldı. Geçmişin hayaletleri kaç çay içtiler o gölgede dinlenirken? Kaç karanfilli çay, kaç limonata?.. Eskiden kıymetli çiçeklerin ekildiği tarhlar bozulmuş. Yıllara meydan okuyan arsız tohumlu birkaç çiçek var sadece. Taşlık denilen avlunun gri taşları parıldıyor yukarıdan. Çocukken kızgın taşlara çıplak ayağımı değdirip ne kadar tutabileceğimi denerdim, aynısını yapmak isteğiyle merdivenlere seyirtiyorum. Zemindeki tıkırtılar, merdivenleri inerken patırtıya dönüşüyor. Bu ev, bu koşuşturmaca için fazla ağırbaşlı. Sanki içinde büyüyen çocuklar bile yaramazlık yapmazmış gibi geliyor. Kim bilir, bu merdivenlerde koşuşturan kaç veledin ceza aldığını ya da basamaklardan hangisinde salçalı ekmeğini kemirdiğini? Dr. Rıfat OSMAN Deseni Mutfaktan, evin zemin katındaki geniş salona geçiyorum. Muhtemelen yemek burada yeniyordu. Kalabalık ev halkının toplanınca çıkardığı telaşlı ama mutlu gürültüyü duyuyorum. Sokağa bakan geniş pencerenin önünden bir at arabası geçiyor sanki. Pencereler aydınlığıyla beni yanına çağırıyor. Baktığım dünya çirkin apartman siluetleriyle sislerin arasında kayboluyor. Bir oduncu eşeği geçiyor dar sokaktan. Mevsim kışa dönüyor. Bir yük odun almalı. Oda ocağını yakmalı. Titreyen kandil ışığında masallar anlatmalı… Dr. Rıfat OSMAN Deseni Avludaki koca ağacın gölgesinde kendimi minicik hissediyorum. Ev ve ağaç… Ağaç ve ev... Aynı renkte olduklarını bile söyleyebilirim. Birbirine sarılmış iki sevgili... Edirne’deki eski konakların hepsinde ağaç var. Olmazsa olmaz gibi. Çatı, insanları dışarıda bıraktığı her şeyden korurken ağaç gölgesi için de benzer bir şey söyleyebiliriz. Gölge, güvenli bir alan gibi hele ki bu yakıcı sıcakta... Yüksek duvarların da gölgesi vuruyor avluya, serinliği yok. Sarmaşıklar bahçeden başlayıp dışarı dökülüyorlar avlu duvarından. Hanımelinin bayıltıcı rahiyası gelip geçenlerin başını kaldırtıp baktıracak cinsten. Mutfak girişinden içeri giriyorum. Duvarların içi raf gibi oyulmuş. Bir zamanlar koca koca tencerelerin kapladıkları yerler şimdi bomboş. Tuğladan örülmüş koca bir ocak var yan tarafta. Öğlen yemeği telaşında kadınları görür gibi oluyorum. Mutfağın içi kuru fasulye ve kapama kokusuyla doluyor. Soğan dizileri sarkıyor geçmişin tavanından. Mutfağa bağlı küçük bir kiler var. Mevsimine göre yağ küpleri, pekmez küpleri, turşu küpleri, un çuvalları, baklagiller… Üzüm salkımlarının asıldığı çengeller... Görünmez salkımların tanelerini çocukluğumdan hatırladığım şekerli tadıyla ağzıma atıyorum. Pekmez küpleri olsaydı hiç utanmadan parmaklardım. Bu kilere gizlice giren çocuklar peydah oluyor zihnimde. Bal küpü nerede acaba? * Dr. Rıfat Osman, “Lady Montagu’ya Göre Edirne Evleri ve Kasırları”, s.1-5, İstanbul, 1983. **A.g.e, Giriş. 27 Fotoğraf / Hazal ŞENGÜL EVCİMEN E D N İ R H E N Ç İ MER KAYBOLAN TAŞIMACILIK VE TİCARET İsmail KASAPOĞLU Edirne Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi Tarih Öğretmeni 1361’den İstanbul’un fethine (1453) kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti olan Edirne, pek çok ulusu bünyesinde barındıran önemli bir ticaret merkeziydi. Gerek coğrafî konumu ve gerekse siyasî konumu sayesinde Edirne, Osmanlı Devleti’nin en önemli şehirlerinden biriydi. Bu konumu sayesinde Osmanlı ekonomisinde vazgeçilmez bir yeri vardı. Başkent ve saray İstanbul’a taşındıktan sonra dahi bu önemini korumayı başarmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa topraklarındaki ticaret yolları, İstanbul ve Gelibolu’dan başlayarak Edirne’de birleşirdi. Ticaret merkezlerinde kurulan gümrükler, Osmanlı Devleti’nin önemli gelir kaynaklarıydı. 28 Dolayısıyla Edirne Gümrüğü de Osmanlı hazinesine büyük bir katkı sağlamaktaydı. Osmanlı Devleti’nin ticarî antlaşma yaptığı hemen hemen bütün devletlerle Edirne arasında ticaret yapılmaktaydı. Bunun yanı sıra Edirne Gümrüğü iç ticarette de önemli bir yere sahipti. Edirne tüccarları ise yerli ve yabancı olarak yine iki sınıftan oluşmaktaydı. Yerli tüccarlar, Müslim ve gayrimüslimlerden oluşuyordu. İthalat daha çok yerli tüccar tarafından yapılırken ihracatı yapanlar yabancı tüccarlardı. Yabancı tüccarlar arasında birinci sırayı Fransızlar alırken Avusturyalı, Rus ve Ragusalı (İtalyan) tüccarların Edirne ile sıkı bir ticaret ilişkisi bulunmaktaydı. Edirne, Anadolu ile Balkanlar-Avrupa ve Akdeniz arasında önemli ticaret yollarının kavşağında bulunuyordu. Sahip olduğu kara yolları ağı sayesinde Avrupa’nın pek çok yerinden ticaret ürünleri ülkeye gelmekteydi. Ayıca Osmanlı topraklarında üretilen her türlü ticarî eşya Edirne vasıtasıyla ihraç edilmekteydi. Edirne, İstanbul’a yakın olması itibariyle her konuda olduğu gibi ticarette de İstanbul ile sıkı ilişkiler içinde bulunuyordu. İstanbul’un ihtiyacı olan un, bulgur, nohut, mercimek ve soğan gibi çeşitli tarım ürünlerinin temini konusunda Edirne’ye sürekli ihtiyaç duyulmuştu. Ayrıca bu ticaretin aksamaması için yerel yöneticiler sık sık uyarılmıştı. Edirne’nin ticaret yaptığı bölgelerden biri olan Tekirdağ ve İzmir’e Enez (İnöz) üzerinden ulaşılabiliyordu. Böylece Edirne’den Meriç Nehri yoluyla Ege’ye ulaşan ticari mallar Akdeniz ticaretine dahil ediliyordu. Bununla beraber Edirne’den Gelibolu’ya da arpa ticareti yapılıyordu. Meriç Nehri nakliyatı eski çağlardan itibaren gelişmiş olmakla beraber Aydınoğulları zamanında 14. yüzyılda savaş gemilerinin naklinde de kullanılmıştır. Osmanlı döneminde ise Meriç üzerindeki gemi taşımacılığı ve ticareti teşvik edilmiştir. Dimetoka’nın nehre sınırı olan köyleri, Meriç üzerinden gemicilik yapabilmek maksadıyla Yıldırım Bayezid’den “ahkâm-ı şerif” (izin) almışlardı. Bu hizmetlerine karşılık Avarız vergisinden muaf tutuldukları gibi Yıldırım Bayezid Vakfı’na da katkıda bulunmuşlardır. Meriç Nehri ticareti gelişmiş olmasına rağmen bazı merkezlere ulaşım oldukça zor gerçekleşiyordu. Mesela Sofya, Yenice, Filibe birer büyük ticaret merkezleri oldukları halde buralara nehir yoluyla her zaman sağlıklı sevkiyat yapılamıyordu. Çünkü Meriç’in diğer nehirlerle kavşak noktasından başlayarak Belgrat’a kadar uzanan bölümünün gemi trafiğine pek uygun olmadığını görüyoruz. Buna karşılık nehrin Filibe taraflarından başlayarak Enez Limanı’nda denize ulaşan kısmında nakliyatın ve ticaretin devletin de teşvikiyle çok hareketli olduğu görülmektedir. 16 ve 17. yüzyıllarda ticarî amaçlı kullanılan Meriç Nehir ticareti 19. yüzyılın sonlarına kadar devam etmiştir. Bu tarihlerde 300 kadar küçük çaptaki gemi Enez Limanı’ndan Meriç üzerinden Edirne’ye kadar ulaşabiliyor, aynı zamanda Trakya’nın tahıl ürünleri Edirne’den Enez’e kadar Meriç yolu vasıtasıyla, Enez’den sonra İstanbul’a kadar deniz yolu ile taşınıyordu. Bununla beraber Meriç yolu kaçakçılık ve suiistimallerin sıkça görüldüğü bir güzergâhtı. Edirne şer’iye sicillerine göre 1745’te Balkanların çeşitli şehirlerinden toplanan buğday ve arpa karadan arabalar ile Edirne’ye naklediliyordu. Buralardaki ambarlarda toplanan buğday, arpa ve her çeşit hububat Enez Limanı’ndan, Meriç nehir yolu ile Tekfur Dağı (Tekirdağ) İskelesi’ne nakledilirken yerli tüccarın bazıları nakledilmesi gereken hububatı kanuna aykırı olarak Akdeniz tüccarı tabir edilen yabancı tüccarlara satmaktaydı. Oysa adı geçen tarihte Edirne mollasına, bostancı başına ve kethüda yerlerine gönderilen emirde bu gibi durumlara kesinlikle izin verilmemesi, Tekfur Dağı (Tekirdağ) Limanı’na nakledilen zahirelerin herhangi bir kaçakçılığa ve kanunsuzluğa izin verilmeden İstanbul’a ulaştırılması isteniyordu. Çünkü Edirne ve çevresi İstanbul’un iaşesi bakımından oldukça önemli bir konumdaydı. Örneğin 1758 senesinde Trakya bölgesinden Tekfur Dağı (Tekirdağ) İskelesi aracılığıyla İstanbul’a nakledilen hububatın 1.800.000 İstanbul kilesi olduğu tahmin edilmektedir. Bu nedenle de Trakya ve civarı için İstanbul’un kileri tabiri kullanılmaktaydı. 19. yüzyılda bu yolun, ticarî taşımacılıkta kullanıldığını Edirne Salnameleri’ndeki kayıtlarda da görmekteyiz. Öyle ki imparatorluğun diğer bölgelerindeki nehirlerde olduğu gibi Meriç Nehri’nde de ticaret eşyası, zahire ve harp malzemesi taşınmasına öncelik verilmekteydi. 18. yüzyılın ikinci yarısında da Meriç Nehri’nde bu çeşit malların taşınmasının büyük bir yer tuttuğu görülmektedir. Başta pirinç olmak üzere Avrupa ve diğer bölgelere gidecek olan her çeşit zahire, Meriç’ten sallarla Enez’e nakledilirdi. Rumeli eyaletinin kaza merkezlerinden biri olan Enez Limanı, Ege Denizi’ni Doğu Trakya’nın iç kısmına, Meriç bölgesini de Balkan Yarımadası’nın batı kısmına bağlayan yolu kontrol eden bir limandı. Asırlar boyunca Doğu Trakya’nın en önemli liman şehri olan Enez, coğrafi bakımdan Meriç Nehri yoluyla Karadeniz’e kadar uzanan bölge ticaretine hakim bulunuyordu. Özellikle eski çağlarda Doğu Trakya’nın en büyük liman kenti olan Enez, bu özelliğini Meriç Nehri’ne borçluydu. Enez, Edirne’den ihraç edilen malların en sık uğradığı ticaret merkeziydi. Gemiler mevsimine göre Enez’e iki ile beş günde ulaşıyordu. Enez iskelesinde yerli gemilerden başka gemilerin gelip beklemeleri yasak olduğu gibi bu limana yabancı ticaret gemilerinin temmuz, ağustos, eylül ayları dışında uğramaları yasaktı. 16. yüzyılın başlarında Meriç Köprüsü yanında iskelebaşı denilen yerde bir gümrük merkezi bulunuyordu. Enez’den, Lefke denilen 1000 kilelik küçük gemilerle Sakız ve diğer adalardan gelen büyük kayıklar, Ege Bölgesi’nde yetişen limon ve portakalı hatta Mısır’dan getirilen ticarî eşyaları Meriç Nehri’nden Edirne’ye taşımaktaydı. Edirne yerli ürünleri olan süpürge, cild-i camus, kaşkaval peyniri, börülce, ceviz, balık, çeşitli kürk, yağ ve dokumalar, Dimetoka çanakları, aba, şal-ı Efrenç, alaca-i Manisa gibi diğer şehirlerden bu iskeleye nakledilen ürünler mevcuttur. Ayrıca bu iskeleye Meriç yolu vasıtasıyla Filibe’den sallar ile pirinç gelir, buradan Enez İskelesi’ne kadar taşınırdı. Enez Limanı, Ege adaları ile Trakya arasındaki ticarette de önemli bir değişim merkeziydi. Ayrıca Enez ile milletler arası ticaretin en aktif limanlarından birisi olan İzmir arasında büyük bir ticaret hacmi bulunmaktaydı. Enez Limanı’nın bu kadar önem kazanmasında, nehirde seyreden gemiler için güvenilir bir liman olmasının rolü büyüktür. Gelibolu ve Karaağaç Limanları; Gelibolu limanı, Edirne’den Avrupa’ya ihraç edilecek ürünler için önemli bir bağlantı noktasında bulunuyordu. Gelibolu’dan Meriç yoluyla Edirne’ye getirilen ticarî eşyalar buradan kara yoluyla Rumeli’nin pek çok şehrine kadar ulaştırılıyordu. Edirne ticaretinde küçük de olsa payı olan bir diğer iskele, Karaağaç İskelesi’ydi. 18. yüzyılın ikinci yarısında 1796 yılında Karaağaç İskelesi’nden miktarı kesin olarak bilinmemekle beraber ticaret yapılmakta ve burada bir gümrük merkezi bulunmaktaydı. Ancak zamanla Edirne İskelesi’nin önemi azalmış, Meriç Nehri ticareti durma noktasına gelmiş, 19. yüzyıldan sonra Osmanlı idarecileri büyük iskeleler dışında kalan Enez Limanı’nın kapatılmasını dahi istemişlerdir. Hububat kaçakçılığının önlenmesi için kontrollerin Çanakkale İskelesi’nden yapılması, Meriç Nehri’nin sık sık taşması ve Filibe’den Edirne ve Rodoscuk’a (Tekirdağ’ın 1358’den sonraki ismi) kadar giden kara ticaret yolunun daha kısa olması da bu kararda etkili olmuştur. KAYNAKÇA: ERSOY HACISALİHOĞLU Neriman, “19. Yüzyıl Ticaretinde Meriç Nehri’nin Önemi”, İstanbul 2014 İNALCIK Halil, “Edirne’nin Fethi”, Edirne’nin Fethi 600. Yılı Armağan Kitabı, Ankara 1965 KIVRAK Güler, “XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Edirne Gümrükleri”, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yay. İstanbul 1989 SEZGİN İbrahim, “17 ve 18. Yüzyıllarda Meriç Nehri’nde Taşımacılık”, Edirne 2015 ŞAHİN Reyhan, “Edirne Gümrüklerine Göre XVIII. Yüzyılın İkinci Yarısında Edirne’de Ticari Hayat”, Edirne 2006 29 30 Fotoğraf / Levet TOSUN N A R H İ M MİHRAN M I N A H HANIM I Ğ A N O K KONAĞI Ecem GÜNAY Edirne Lisesi Öğrencisi Kaç plak eskidi acaba orada? Mihran Hanım, kaç kez hüzünlendi çalan şarkılardan kim bilir? Belki de bir akşam yemeği sonrası eşiyle dans etmişlerdir gramofonun hüzünlü sesiyle. Buram buram tarih kokan güzel Edirne’m... İki bin yıllık bir tarih Roma/ Bizans ve Osmanlı’ya tanıklık etmiş bir kent. “Geçmişini bilmeyenin geleceği de olmaz.” derler. Peki, geçmişimizi ne kadar biliyoruz ki? Geçtiğimiz sokaklardaki saklı hazinelerin kaçının farkındayız? Aylardan kasım, yağmurlu bir gün. Kaleiçi sokaklarında yürüyor bedenim… Yağmur, uzaklardan toprak kokusunu getiriyor. Tarih kokuyor her yer. Aklıma 1905’teki yangın geliyor. Yangında şehrin büyük bir bölümü yok olmuş. Fakat her yerde kalıntılar var ve bunlar benim için yeterli. O kalıntılarla o döneme yolculuk yapıyorum. Belediye Başkanı Dilaver Bey döneminde semt yeniden imar edilmiş ama hâlâ hüznü ve yarası ilk günkü gibi. Sırayla selamlaşıyorum semtin sultanlarıyla. Dar sokaklarda yaşayan koca yürekli sultanların yaşamlarına şahit oluyorum. Sonra bedenim birden duraksıyor. Ruhumu bir yerde bıraktığımı fark ediyorum. Selam verip ilerleyemiyorum. Aniden gözlerim doluyor. Sultanın güzelliğinden mi yoksa hüznünden mi bilemiyorum. Kendisiyle tanışmam gerekiyor. Yavaşça merdivenlerden çıkıp kapıyı çalıyorum. Görevlinin beni içeri davet etmesi ve yüzüme çarpan ahşap kokusuyla ben yüz yıl öncesine gidiyorum. Üç katlı, çift merdivenli, bahçeli bu konak “Mihran Hanım Konağı” beni benden alıyor. Hemen dikkatimi çeken girişteki camlı büfenin üstünde duran gramofon oluyor. Kaç plak eskidi acaba orada? Mihran Hanım, kaç kez hüzünlendi çalan şarkılardan kim bilir? Belki de bir akşam yemeği sonrası eşiyle dans etmişlerdir gramofonun hüzünlü sesiyle. Az ilerideki merdivenler... Her bir basamağında farklı bir telaş gizli. Üst kattan kahkaha sesleri geliyor. Aşağıdan gelen yemek kokusu, yan odadan gelen bebek sesi, kanepenin üstünde duran danteller... Görevlinin seslenmesiyle irkiliyorum. Konağın ilk sahibi Edirne’de hekimlik yapan Doktor Vasil Mayısyan’mış? Dr. Mayısyan, konağı hem konut hem de muayenehane olarak kullanmış. Anlayacağınız bu konak birçok hastanın derdine derman olmuş. Binanın 1938 tarihli ilk tapu kaydı ise eşi Mihran Mayrik Mayısyan’a aitmiş. Mihran Hanım, uzun yıllar bu konakta yaşamış; birçok güzel güne, birçok derde ortaklık etmiş. Mihran Hanım ölünce konak, kızı Nergis (Virjin) Hanım’a devrolmuş. Nergis Hanım’ın vefatından sonra bu yapı hazineye geçerek uzun yıllar konut ve lojman olarak kullanılmış. Konak, 1905 yılında Defterdarlık binasının arsası karşılığında Şaban Cevahir’e takas olarak verilmiş. Kaç ölümün yasını tutmuş, ne badireler atlatmış bu konak. 2004 yılında yıkılmak üzereyken Celal Acar tarafından satın alınarak aslına uygun şekilde restore edilmiş. Yüz on yıllık bir hazine olan bu konak, bugün butik otel olarak kullanılmakta. Acılar, olgunlaştırır her şeyi; olgunluk, güzellik katar her şeye bu konakta olduğu gibi... Bu gizli hazineyi bir gün sizin de keşfetmeniz dileğiyle... 31 ŞEHİT RESSAM HASAN RIZA Rasime KAPLAN Kırkpınar Ağası Alper Yazoğlu Ortaokulu Müdür Yardımcısı I N F A E T T S İ H E D FETİH TANI FET DESTANI Yüzyıllar öncesinden müjdelenen insandı o, Peygamber’in komutanı Türk’ün ak yüzüydü o. Şahi toplar döküldü, kılıçlar bilendi. Türk’ün Allahu Ekber sesi Rumeli’de inledi. Gençti, akıllıydı, dünya onun için dar; Keskindi kılıcı, dehası bir o kadar. Zorluydu savaş, düşman vermedi aman, Gemiler indi Haliç’e, yüzdürülüp karadan. Ya o İstanbul’u ya İstanbul onu alacaktı, Zira söz ağızdan bir kere çıkardı. Girip Konstantine’ye, yıkıp demirden suru, Bir zafer şarkısıyla aldık İstanbul’u Dağ yüksek de olsa yol üstünden aşardı, Aklın dizginsiz gücü, her engeli aşardı. 29 Mayıs sabahı geldi beklenen muştu, Destanlaştı hakikat, bir rüya gerçek oldu. Büyümeliydi İmparatorluk, uzanmalıydı Avrupa’ya, Hükmetmeliydi Osmanlı adaletiyle üç kıt’aya. Birleşti Anadolu’nun iki yakası fetihle, Çınladı Türk adı tarih sahnesinde Fatih’le. İslam’ın nurlu yüzü, ışıtmalıydı dünyayı, Kırılmalıydı Batı’nın pas tutmuş haçı. Kapandı Orta Çağ’ı karanlık Avrupa’nın Yeni başlangıçlara yandı ışığı tüm cihanın. Bir hazırlıktır başladı, o gün başşehirde, Edirne şahit oldu bu muhteşem gidişe. Şimdi biz ecdadıyla övünen gençleriz, Tarihe imza atan bir devrin nesliyiz. 32 BİR SEVDADIR EDİRNE Anadolu’dan Balkanlara tarih yolu Göçler, acılar, özlemler dolu Kültürler beşiği Edirne’m Bir uçtan bir uca uzanır köprülerin Bir ayağı Osmanlı, bir ayağı Türkiye’m Gönül alır medreseleri, Kilisesi, çeşmeleri, sebilleri Âlimler, veliler, ozanlar şehri Edirne, gönüllerde yatan tarih Senin suyundan içmiş Peygamberimizin kutladığı komutan Topraklarında can vermiş Yedi düvelde at gezdiren hanedan Tatlı bir kokudur her köşen Asırlardan armağan Şanlı bir tarihin emaresi Yüksek minareli Selimiye’si Burası Muradiye, burası Arasta Bu çarşıya ad vermiş Ali Paşa Bursa’nın oğlu, İstanbul’un babası Yiğit toprağına düşmüş Şükrü Paşa Edirne, yiğit pehlivanların Güreş tuttuğu çayırdır Edirne, vatana hasret kalanların Kavuştuğu kapıdır Hilal Asya ARSLAN / Edirne GSL Öğrencisi Olcay ÖZBİLGE Ferah Ortaokulu Türkçe Öğretmeni 33 Çağrı CENGİZOĞLU / Edirne GSL Öğrencisi HİÇ Meltem Ayşe KADER Edirne Alper Yazoğlu Ortaokulu Türkçe Öğretmeni 34 Ellerim, gözlerim ve buruk gülümsememle üç nokta gibi kalakalmıştım. Tüm üç noktalar gibi yarım kalmış bir hikâyeye tekabül ediyordu. Ya dillenmeli ya demlenmeliydi. Üniversitedeydik. Bakışlarımız gibi ideallerimiz de ürkekti. Gül kokan dostlarımız vardı. Bir de yaseminden aşklarımız… Bir taşra kentinin cesur yürekleriydik. Kendimizi de şehrimizi de aşkımızı da biz özgürleştirebilirdik. Kafesimiz yoktu. Gördüğüm en güzel gözlere sahip adamı ilk o zaman tanıdım. Kirpikleri göz kapaklarına özenle yerleştirilmiş gibiydi. İnsanların gözlerine bakarak konuşmak hep zor gelmiştir. Onun kirpiklerine takılı kalmıştı bakışlarım. Yüzündeki her ayrıntı ayrı cezbediciydi. Günaha son çağrı gibiydi yüzündeki tuhaf ışıltı. Kendimi onu keşfederken yakaladığımda artık çok geçti. Fark edilmiştim. “Aynı sınıftayız değil mi?” Bu kadar hazırlıksız yakalanacağımı tahmin etmeliydim. Yanaklarım kızarmadan nasıl cevap vereceğimi düşünürken uzun bir süre geçmiş olmalı ki soruyu yineledi: “Ben sizi gördüm sanki az önceki derste?” “Evet, aynı sınıftayız.” Soran bakışlarını yüzüme kilitlemişti. Belli belirsiz gülümsemesi, bir erkek için kalın sayılabilecek dudağının kenarına yerleşmişti. Tenimin hangi rengi aldığını kestirmem zordu. Zira her üç saniyede bir renk değiştiriyordum. Toyluğumu böylesi belli edecek yaşı geçmiştim ama aşk biyolojiyi sınıfta bırakacak kadar güçlü bir duyguydu. Galiba ben ilk görüşte aşk kervanına dahil olmuştum. Gerçi daha aşkın ne olduğunu bilmeyen biri için bu kadar iddia ağır gelebilirdi. Geldi de… Sınıfın içerisinde en bilgili kişiydi. Daha ilk derslerde belli etmişti kendini. Hangi hocayla tartışmaya girse galip geliyordu. Yaşı bizden büyük gibiydi. İri cüsseliydi hem. Yaşından da büyük gösteriyordu. Kılık kıyafeti de genç bir üniversite öğrenci gibi değildi. Onu arkadan gören semtimizin Hilmi amcası sanırdı. Oldukça bol bir pantolon, uzun kollu ama kolları dirseğe kadar kıvrılmış bir gömlek, babama bile yakıştıramayacağım ayakkabılarla emekli bir maarif müfettişini andırıyordu. Ama yüzünü döndüğünde hafif bir titreme yayılıyordu vücuduma. Beni hazırlıksız yakalayan iç çekişlerimi saymıyorum bile. Avuçlarımda sızlayan ter damlacıkları. Leon filmindeki replik geçiyordu göz altlarımdan: “Karnımda. Sıcacık. Daha önce hep bir yumru olurdu. Ama artık geçti.” Ondan çok etkilendiğimi kendime bile itiraf edemiyordum. Çok gençtim. İlkokul yıllarında kırmızı kurdeleyi ilk ben aldığım için aşık olabileceğim erkek yoktu. Ortaokulda erkeklerin aptal olduğunu düşünmeye başlamıştım. Liseyi zaten kız lisesinde okumuştum. Yani aşk ve erkekler konusunda hazırlık sınıfında bile değildim. Bir gün hadi dersi kıralım fikri geldi arkadaşlardan. O bile benim için ilkti ama uydum cemaate. Gide gide okulun karşısındaki kafe görünümlü pastaneye gittik. Kızlarla oturduk masalardan birine. Pencereden dışarıyı seyrediyordum. İnsanların hep acelesi vardı. Herkes bir yerlere koşturuyordu. Kızlardan biri az önce okuldan çıkarken aceleyle bağladığı başörtüsünü düzeltmeye çalışıyordu. Yüzü yerde, bakışları da donuktu. Çok üzüldüm bir an. İki gün önce sınıfta olan hadise aklıma geldi. “Kılığın beni rahatsız ediyor!” deyip tek başörtülü arkadaşımızı sınıftan atmaya kalkmıştı hocalardan biri. Bizim maarif müfettişi kılıklı arkadaşımız da haykırarak hocaya posta koymuştu: “Rahatsızsan sen çık hoca!” diye. O davranışı da benim gözümde daha bir yücelmesine yetmişti. Oldum olası severim muhalif insanları. Haksızlığa karşı susmaması, benim kahramanım olmasına yetmişti. Ben bunları düşünürken pat diye gelip karşıma oturdu. Zaten beni hazırlıksız yakalama konusunda üzerine yoktu. Aşk hazırlıksız yakalanmaktır ya… “Sen de mi dersi ektin?” Beni küçümsediğini düşündüm bir an. Engel olamadığım bir alınganlıkla: “Olamaz mı?” dedim. Sesim, mikrofonu eline alınca ezberlediği şiiri unutup hıçkıran bir kızınkinden farksızdı. Heyecan mı kızgınlık mı olduğu anlaşılmayan bir tınıyla savunmama devam ettim. “Çok sıkıcıydı ders. Ben de bugünlük kendime izin verdim.” “Hı hı! Haklısın.” Konuşma burada bitti diye derin bir nefes alacakken devam etti: “Güzel bir memleketin var. Tarihi bu kadar kucaklayabilmiş bir kentte doğmak seni gururlandırıyor değil mi?” Cümleleri böyle özenle seçmesi sinir bozucuydu. Karşısına çıkarken birkaç tarih kitabı, edebiyat dergisi ya da şehrimin tanıtım broşürünü karıştırmak gerekliydi. Her cümlesi çok yönlü birikimini ele veriyordu. “Evet, seviyorum şehrimi.” “Buradaki tüm tarihî eserleri bilir misin? En azından merkezdekileri…” Biz böyle konuşurken masadaki kızlar bizi izliyorlardı. Boğazlarından çay değil de ben geçiyordum sanki. Hem beni hem çayı sindirmenin zevki yüzlerinden okunuyordu. Anlamazlıktan gelerek devam ettim. “Bilirim çoğunu.” Heyecanımı kontrol edebildiğime seviniyordum bir yandan. İlk karşılaşmamızdaki o anı da unutması için dua ediyordum. “O zaman beni de gezdir. Madem ev sahibesi sensin…” Bu cümleyi söylerken öyle bir bakmıştı ki bana nefesimi aldıktan sonra vermeyi unuttum. Demek nereli olduğumu bilecek kadar dikkatini çekmiştim. Bu, bir işaret diye düşündüm. 35 “Olur, tabii…” dedim. Bir yandan da evdekileri düşünüyordum. Beni bir erkekle sokaklarda dolanırken görseler işitmediğim laf kalmaz, üniversite hayatım bile bitebilirdi. Ama aşk için her şeye değerdi. Ben şaşkın aşıktım ama karşımdakinin benimle ilgili hislerinden haberim yoktu. Belki de eğleniyordu ama umurumda değildi. Kızların beni bir yere sıkıştırıp soru yağmuruna tutmalarına aldırmadım. Zaten cevap da alamayınca her biri sırayla kıkırdayıp gittiler. Simge KAYALI / Edirne GSL Öğrencisi Ertesi gün okuldan sonra buluşmak için sözleştik. O gece uyuyamadım. Gözlerimi her kapadığımda gözlerinde aksimi görüyordum. Yarı yeşil, yarı kehribar bir ben, onun gözbebeklerindeydi. O bendim. Sabahı zor ettim. O gün bir türlü sevemediğim Orta Türkçe dersimiz vardı. Dersi dinlemedim bile. 36 Hep ön sıralara otururdu. Onu göz hapsine almaktan kurtarmak için tam köşeye oturdum. Beni göremiyordu. Ama durmadan ensesini kaşır gibi yapıp arkaya dönmesi gözümden kaçmadı. Tahammül sınırlarımızı zorlayan bir blok ders sonrası çıktık sınıftan. Göz kırptı, hemen geleceğini söyledi. Bahçeye çıkıp onu beklemeye başladım. Birkaç dakika sonra geldi. Elleri ıslaktı. Açıklama gereği duydu. Bu düşünceler zihnimde geçit resmi yaparken bacağımın uyuştuğunu hissettim. Diğer bacağımla değiştirmeye yeltendim. Fakat sakarlığım tuttu. İstemeden bir tekme yerleştirdim karşımdaki delikanlıya. Çok utandım. Eğilip silkelemeye de yüzüm yoktu. “Abdest aldım da... Malum camiye gireceğiz. Sünnettir camide iki rekat namaz kılmak…” Kimsede görmediğim o içten gülümsemesiyle: “Olsun ziyanı yok. Hâk-i pâyinizle pantolonumuz şereflendi, fena mı?” dedi. Beni deniyordu. Birkaç defa okulun karşısındaki müştemilattan bozma mescide girerken görmüştü beni. Merak ediyordu. Ailem lisede İmam Hatip’e gitmeme izin vermemişti. Kendimce ibadetlerimi yerine getiriyor olmaktan huzurluydum ama keşke layıkıyla öğrenebilseydim dinimi diye hayıflanırdım. Bu hissimi onunla paylaşmaktan kaçındım. Bana bir şeyler öğretmeye teşne gibiydi. Bu beni oldukça huzursuz etti. Geçiştirdim: “Evet. Kılarız.” Gözlerinde bir ışık parıldadı ve söndü. Sanırım beni ve inançlarımı irdelemeyi ileriki bir tarihe ertelemişti. Ne düşündüğünü kestirmek zor değildi. Aklından geçenlerin okunacağı kadar berrak bir yüzü vardı çünkü. Bir Balkan şehrinde yaşayıp bu kültürün izlerini taşıyan biri olarak dine yönelişim oldukça zor bir dönemeci geçmek gibiydi. Ne tam Avrupalıydım ne de katıksız Müslüman. Ama şehrin uhrevi havasını teneffüs etmek her zaman bana iyi gelmişti. Hele de yanımda içinin nuru yüzüne aksetmiş biriyle aynı şehrin havasını solumak paha biçilmezdi. Az önce yaşadığım tedirginliği üzerimden atmıştım. Birlikte bütün camileri gezdik. O da benim gibi fotoğraf çektirmeyi sevmediğinden aramızda anlaşmazlık çıkmadı. Tüm camilerin kitabelerini okumaya çalıştık. Minberlerin malzemesi üzerine konuştuk. Yapım tarihlerini hatırlamak için zihnimizi zorladık. Bana uzun uzun selatin camilerinin özelliklerini anlattı. Eski Cami’nin tarihçesini benden daha iyi biliyordu. Caminin iç ve dış duvarlarında hatları okuyup bana tercüme ediyordu. Hayranlığım her an biraz daha artıyordu ama kalbimin atış hızını kontrol altına alabilmiştim artık. Şehrimi ilk defa bu kadar çok seviyordum sayesinde. İlk defa bu şehre ait olduğumu düşünmüştüm. O gözlerimdeki satır aralarını okumaya çalışıyordu fakat nafile. Hazırlık sınıfını çabuk geçmiştim. Kendimi tebrik ediyordum usul usul. Yorulduğumuzu anlayınca yolun karşısındaki parka oturmayı teklif etti. Epey yorulmuştuk. Biraz nefeslenmek iyi gelecekti. Caddeye bakan masalardan birine oturduk. Ben gözlerimi yine etrafta koşuşturan insanlara dikmiştim. Gözlerimi ne kadar kaçırsam o kadar kârdı. Çünkü o gözlere bakarken hem kendimi hiç bilmediğim kadar güçlü hem de zayıf hissedebiliyordum. Bu gelgitler yüzüme yansıyordu. Birilerinin içimden geçenleri okumasını çocukluğumdan beri sevmezdim. Açık mektup gibi gözlere sahip olmak benim için bir dezavantajdı. “Özür dilerim. Yorgunluktan olsa gerek.” Ömrümün ilk yarısında duymadığım ömrümün diğer yarısında da duyamayacağım kadar güzel bir cümleydi. Ayağının değdiği toprakla pantolonum şereflendi mi diyordu o? O anı dondurup duvarıma asmak istedim. İçimdeki kuşların telaşını henüz bastırmıştım ki: “Hadi Darülhadis’e de gidelim. Bahçesi de güzelmiş. Çok oluyorum değil mi?” diyerek gülümsedi. Son kuşun kanat çırpışı dudaklarımdan döküldü: “Yeterince çoksun zaten…” Bu cılız itirafımı duydu mu bilmiyorum. Biz o günden sonra birlikte hiçbir yere gitmedik. Birbirimizle uzun uzun hiç görüşmedik. Çoğu gün neredeyse hiç karşılaşmadık. Bazen sınıfın kapısında görüp “N’aber?” diye sorunca “Hiç!” diye verirdim. Ne diyeceğini bilememenin sancısı… Bazen arkadaşları -belki de onun yönlendirmesiyle- evleneceği kız profilini bana çıtlatıyordu. Ben de geri kafalılığına verip veriştiriyordum. Okulun son günleriydi. Her zaman gittiğimiz kafede cam kenarına oturmuştum. Adetim olduğu üzere sokağın ritmini izliyordum. Kapıdan girdiğini gördüm. Bir elini arkasına gizlemişti. Gömleğini düzeltir gibiydi sanki. Selam verdi. Usulca yanıma oturdu. Elindeki kitabı ön kapağı masaya değecek şekilde koydu. Köpüksüz bir kahve söyledi. “İyice kaynatın!” demeyi ihmal etmedi. Beklerken masaya koyduğu kitabın sayfalarını karıştırıyordu. Bir yandan da hal hatır soruyordu. Kitabın sayfalarının arasından bir kart çıkardı. Yeşil ebru fon üzerine hat sanatıyla “hiç” yazılmış bir karttı bu. Arkasına sakladığı elini masaya koydu nihayet. Parmaklarının arasına sıkışmış bir erguvan çiçeği vardı. “Bunlar senin…” İçimde kopan fırtınaları dindirip gözlerine son defa baktım. Bir zaman sonra en yakın arkadaşımla evlendiğini öğrenince memleketimi, ailemi, yuvamı terk etmeme sebep olacak adam olduğunu nereden bilebilirdim? Şimdi elimde üzerinde “hiç” yazan bir kart ve kurumuş erguvan çiçeğiyle şehrin ortasında yapayalnızdım. Kuşlara da camilere de erguvan ağaçlarına da yabancıydım. Ellerim, gözlerim ve buruk gülümsememle üç nokta gibi kalakalmıştım. Tüm üç noktalar gibi yarım kalmış bir hikâyeye tekabül ediyordu. Ya dillenmeli ya demlenmeliydi. 37 E N R İ D EDİRNE E I R A L M A M A H HAMAMLARI Fotoğraf / Elif ÇAKICI Belgin KARŞI Edirne Büyükdöllük İlkokulu Sınıf Öğretmeni Edirne şehrinin Osmanlı İmparatorluğu’na uzun yıllar başkentlik yapması, zengin bir kültürel mirasa sahip olmasına neden olmuştur. Şehrin kültürel yapısı bakımından en önemli unsurları dini ve sivil mimari örnekleridir. İslam dini anlayışının gereği olan ibadeti, önemli sayan Osmanlı İmparatorluğu, İslam’ın temel ilkelerinden olan temizlik kavramını da en önemli unsur olarak benimsemiş ve bunu mimarisine de yansıtmıştır. XV ve XVI. yüzyıllarda Edirne şehrinde yaklaşık otuz beş tane hamam yapıldığı bilinmektedir. Günümüze ulaşan hamamların çoğu II. Murat dönemine (1421-1451) dönemine aittir. Bu hamamların bir kısmı XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren fonksiyonlarını kaybetmiş, bir kısmı yıkılmış, bir kısmının da arsaları satılmıştır. Tuğla ve taştan inşa edilen bu hamamların dış cepheleri, iç mekanlarına göre daha sade bir görüntüye sahiptir. Bazıları kadınlara ve erkeklere ait olarak iki bölüm halinde inşa edilmiştir bunlar “Çifte Hamam” olarak adlandırılmaktadır. Hamamlar; soyunmalık, soğukluk ve sıcaklık bölümlerinden meydana gelmiş olup bölümlerin üzerlerinde örtü sistemi olarak “kubbe” kullanılmıştır. SARAY HAMAMI Edirne’nin fethinden sonra yapılan ilk saray (Saray-ı Atik) döneminden ayakta kalan tek yapı “Saray Hamamı”dır. Bu hamam yalnızca saraya hizmet verirken sonra halka açılmış ve Selimiye’ye vakfedilmiştir. Tarihçiler bu hamamın ayakta kalabilmesini Selimiye’nin yapımı yıllarında kullanılmış olmasına bağlarlar. Hamamın XV. yüzyılın ilk yarısında yapılmış olması kuvvetle muhtemeldir. Balkan Savaşı’nda Bulgar toplarıyla yıkılan Saray Hamamı, “Edirne Vakıflar Bölge Müdürlüğü” tarafından yapılan üç yıllık restorasyon çalışmasıyla 2011 yılında halka açılmıştır. 38 Sokullu Hamamı Selimiye Camii’nin kuzeydoğusunda bulunan hamam, çifte hamam planındadır. Kesme taş ve tuğladan son derece özenli bir işçilikle yapılmıştır. Kadınlar ve erkekler bölümlerinin üzeri kubbeyle örtülmüştür. Duvar kalıntılarından ve kubbe eteklerinden anlaşıldığına göre yapıldığı dönemde malakari süslemelerin olunduğu bilinmektedir. Saray Hamamı, Edirne’nin ayakta kalabilen sayılı hamamlarından biri olarak haftanın her günü hizmete açıktır. “Gelin Hamamı” geleneğini sürdüren evlenecek olan kızlar bu hamamı tercih etmektedir. MEZİT BEY HAMAMI Selimiye Camii’nin batısında, Eski Cami’nin doğusunda bulunan hamam, XV. yüzyılda Eflak’ta şehit düşmüş, hayır işleriyle ün salmış olan “Mezit Bey” tarafından yaptırılmıştır. Yalnızca erkekler için yapılan hamam, Edirne hamamları içinde en sade olanıdır. Kesme taş ve tuğladan yapılmış olup soyunmalık, soğukluk ve sıcaklık bölümlerinden meydana gelmiştir. Sıcaklıkta kare planlı, üzeri kubbeli iki halvet bulunmaktadır. Hamamın dışına da külhan yerleştirilmiştir. Hamam, vakıf malıyken özel mülk durumuna gelmiş, son yıllarda yapılan onarım bakım çalışmaları ile halen halka hizmet vermektedir. Mezit Bey Hamamı 39 SOKULLU HAMAMI XVI. yüzyılın ikinci yarısında Sokullu Mehmet Paşa tarafından Mimar Sinan’a yaptırılan hamam, Üç Şerefeli Camii’nin karşısında bulunmaktadır. Edirne’de yapılmış olan son hamamdır. Çifte olarak yapılmış hamamın kadın ve erkek girişleri ayrı yöndedir. Kesme taş ve tuğla işçiliği Mimar Sinan’a has şekliyle işlenmiştir. Daha sonraları hamamın yanına yapılan “Taş Han” hamama bitiştirilmiştir. Hamamın doğusundaki sivri kemerli ve sütunlu bir giriş ile erkekler soğukluk bölümüne girilmektedir. Soğukluk bölümünü tromplu merkezi kubbe örtmekte olup bu kubbe yanlardaki tonozlarla desteklenmiştir. Kadınlar ve erkekler kısmını soyunmalıklarının üzerleri sekizgen planlı, aydınlık fenerli birer kubbe ile örtülmüştür. Kadınlar bölümündeki kubbe, palmet motifleri ve kalem işleri ile bezenmiştir. Hamamın halvet bölümlerinde özel yıkanma hücreleri bulunmaktadır. Sokullu Hamamı, özel kişi mülkiyetine geçmiş; II. Dünya Savaşı sırasında ot deposu olarak kullanılmıştır. Savaş sonrası onarılmış ve halen hamam olarak işlevini sürdürmektedir. 1960’lı yıllarda Sarayiçi’ne giden yolu genişletmek için yapılan yol çalışmasında, hamamın ve yakınındaki hanın cepheleri zarar görmüştür. BEYLERBEYİ HAMAMI Sarayiçi’ne giden yol üzerinde, Saraçhane Köprüsü başında bulunmaktadır. I. Murat döneminde Rumeli Beylerbeyi Yusuf Sinaneddin Paşa tarafından 1429 tarihinde cami, imaret ve türbe ile birlikte yaptırılmıştır. Hamamda XV. Yüzyıl mimarisinin karakteristik özelliğini gösteren dış cephelerde, iki ve üç sıralı tuğla, hatıllar arasında kesme taş kullanılarak duvarlara renkli bir görünüş kazandırılmıştır. Çifte hamam olarak planlanmış hamamın, kadın ve erkek bölümlerinin soyunmalıklarına yanyana olan iki kapıdan girildiği görülmektedir. Erkekler bölümünün sıcaklığında, büyük bir kubbe ve dört kenarında çapraz tonozla örtülü büyük kemerlerle orta kısma birleşen dört eyvan vardır. Kadınlar bölümünün sıcaklığı küçük olup, merkezi bir kubbe ile örtülmüştür. Yapımından sonra uzun bir zaman harap olarak kalan hamam, Ekmekçizade Ahmet Paşa tarafından tamir ettirilmiştir. XIX. yüzyılın sonlarına kadar faaliyetlerini devam ettiren hamam, Balkan Savaşı’ndan sonra terk edilerek harabe haline gelmiştir. YENİÇERİ HAMAMI Muradiye, Küçükpazar semtinde bulunan hamam, Yeniçeriler Kışlası ve Yeniçeriler Camii’nin yakınında olmasından dolayı bu ismi almıştır. Eserin yapılış tarihi kesin olarak bilinmemektedir. XV. yüzyılın ilk yarısında yapılmış olduğu tahmin edilmektedir. Günümüze gelebilen izlerinden moloz taş ve tuğladan yapılmış olan hamamın tek hamam olduğu bilinmektedir. Hamam son yüzyıl içinde kendi haline terk edilmiş, soyunmalık kısmı tamamen yıkılmış, diğer kısımları da harabe haline gelmiştir. 40 GAZİ MİHAİL BEY HAMAMI Edirne Kapıkule yolu üzerinde yapılan hamam, cami ve köprü ile birlikte külliyenin bir parçasıdır. Gazi Mihail Bey tarafından 1422’de çifte hamam olarak yaptırılmıştır. Dikdörtgen planlı hamam, kesme taş ve tuğladan yapılmış olup hamamın içindeki malakari süslemeleri dikkat çekmektedir. Hamam soğukluk, sıcaklık ve halvet bölümlerinden oluşmaktadır. Halvet, kemerlerle birbirinden dört bölümle ayrılmıştır. Hamamın batı kısmı, sıcak su sarnıcı ve külhan ile kapatılmıştır. 1829 tarihinde Rusların Edirne’yi işgal etmesinden sonra hamam kapatılmış ve kendi haline terk edilmiştir. 2014 yılında Edirne Valisi Dursun Ali Şahin’in girişimleriyle Maliye Hazinesi’ne ait hamam, Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne devredilmiştir. TAHTAKALE HAMAMI Tahtakale semtinde II. Murat tarafından 1435 tarihinde, Edirne Darülhadis Camii’ne vakıf olarak yaptırılmıştır. Tahtakale Hamamı, Edirne’nin en büyük hamamıdır. Camekanlı ve kagir, çifte hamam planında yapılmış olup erkekler bölümü, kadınlar bölümüne göre daha büyüktür. Hamamın duvarları üç sıra tuğla, bir sıra taş olarak örülmüştür. Erkekler bölümünün büyük soyunmalık kubbesinin ortasında büyük bir fener, altında da fıskiyeli bir havuz yer almaktadır. Kadınlar bölümü soyunmalığı daha küçük olup yine kubbenin ortasında bir feneri bulunmaktadır. Kubbe içinde Barok tarzı süslemeler dikkat çekmektedir. Her iki bölümü bütün güney kenarı boyunca sıcak ve soğuk su sarnıçları kaplamaktadır. Kadınlar ve erkekler bölümü arasına külhan yerleştirilmiştir. Tahtakale Hamamı da birçok hamam gibi özel mülkiyet olmuş, son yıllarda da etrafına yapılmış dükkanlar ve diğer binalar ile tamamen kapanmıştır. Sadece soyunmalık bölümünün kubbeleri görülebilmektedir. İBRAHİM PAŞA HAMAMI Araplar Mahallesi’nde bir tepenin yamacında yer alan hamamda “Kazasker Hamamı” da denir. Çandarlızade İbrahim Paşa adına eşi Hundi Hatun tarafından yaptırılmıştır. Tek hamam olarak yapılmış, ahşap tavanlı soyunmalığı yıkılmıştır. Hamamda XV. yüzyıl mimarisinin karakteristik taş ve tuğla işçiliği görülmektedir. Küçük bir kapı ile girilen soğukluk, yatay dikdörtgen planlı olup üzeri kubbe ile örtülmüştür. Soğukluk iki yan kapıdan sıcaklık bölümlerine açılmaktadır. Kuzeyde bulunan sıcak su sarnıcı esas duvarlardan daha içeride yer almakta olduğundan masif duvarlar meydana gelmektedir. Bu duvarların içine iki adet eyvan şeklinde küçük hücre açılmış, külhan bu hücreler içine yerleştirilmiştir. KUM KASRI HAMAMI Sarayiçi mevkiinde bulunan hamam, Saray-ı Cedid’in hamamlarından biridir. Sultan II. Murat veya Fatih Sultan Mehmet döneminde yapıldığı sanılmaktadır. Fotoğraf / Elif ÇAKICI GAZİ BEY HAMAMI Moloz taş ve tuğladan yapılmış olan hamam; soğukluk, sıcaklık ve halvet bölümlerinden oluşmaktadır. Sıcaklık ve halvet bölümlerini ayrı ayrı kubbeler örtmekte olup soğukluk bölümü ise üç küçük kubbe ile kapatılmıştır. Günümüzde askeri bölge içerisinde kalan bu hamamda harabe durumdadır. ABDULLAH HAMAMI Koğacılar semtinde bulunan hamamın, XVI. yüzyılda yaşamış olan Abdullah Bey tarafından yaptırılmış olduğu kuvvetle muhtemeldir. Dikdörtgen planlı hamamın güneydoğu ucunda sıcaklık bölümü yer alır. Geç devir mimari özelliğini taşıyan soyunmalık bölümü ahşap ve kiremitli bir çatı ile örtülmüştür. Muhtemelen hamam bir tamir geçirmiş ve soyunmalık bölümü yeniden inşa edilmiştir. Sıcaklık bölümü kare planlı olup bir eyvan ile genişletilmiştir. Sıcaklık ve soğukluk bölümü kubbelerinin ortalarında küçük fener delikleri olduğu görülmüştür. Son yüzyıla kadar faaliyette olan hamam diğer birçok hamam gibi kapatılarak kendi haline terkedilmiştir. TOPKAPI HAMAMI “Alaca Hamam” adıyla da bilinen yapı, Edirne Üç Şerefeli Camii’nin batısında yer almaktadır. Sultan II. Murat tarafından 1440 – 1441 de yapıldığı bilinmektedir. Hamamın Arapça kitabesi Edirne Müzesi’ndedir. Çifte Hamam olarak yapılmıştır. Soyunmalık bölümünün ahşap olduğu sanılmaktadır. XIX. yüzyıla kadar kullanılan hamam, Balkan Savaşlarından sonra terk edilmiştir. TAHTALI HAMAMI Edirne Karanfiloğlu Mahallesi’nde bulunan hamam Fatih Sultan Mehmet’in ve Sultan II. Beyazıt’ın sadrazamlarından İshak Paşa tarafından 1483’te yaptırılmıştır. Dikdörtgen planlı hamamın sıcaklık bölümü tam ortada olup diğer bölümler onun etrafında yer almışlardır. Hamam girişi ahşap camekanlıdır. Günümüze gelemeyen hamamın taş ve tuğladan yapıldığı anlaşılmaktadır. Şu ana kadar anlatmış olduğumuz hamamların dışında hakkında detaylı bilgiye sahip olamadığımız diğer hamamların adları Tahmis Hamamı, Kasımpaşa Hamamı, Sultan Beyazıt Hamamı, Ağa Hamamı, Yıldırım Hamamı, Mahmut Paşa Hamamı, Büyük Hamam, Cıngıllı Hamamı, Saruca Paşa Hamamı, Ağaç Pazarı Hamamı, Çukur Hamam, Yerekan Hamamı, Delikli Kaya Hamamı, Dere Hamamı, Kilimli Hamam, Rum Mehmet Paşa Hamamı, Oğlanlı Hamamı, Çuhacılar Hamamı ve Ahi Çelebi Hamamı’dır. KAYNAKÇA ASLANAPA Oktay, “Edirne’de Türk Mimarisinin Gelişmesi”(Edirne Hatıra Kitabı), Ankara 1965. AYVERDİ Ekrem Hakkı, “Osmanlı Mimarisinin İlk Devri”, İstanbul 1966. Evliya Çelebi, “Seyahatname”,(Zuhuri Danışman Tabı), İstanbul 1970. GÖKBİLGİN M. Tayyip, “Edirne Hakkında Yazılmış Tarihler”, (Edirne Hatıra Kitabı) Ankara 1965. GÖKBİLGİN M. Tayyip, “15 ve 16. Yüzyılda Edirne ve Paşa Livası, İstanbul 1952. MERİÇ Rıfkı Melül, “Edirne’nin Tarihi ve Mimari Eserleri Hakkında”, Türk Sanatı Tarihi Araştırma ve İncelemeleri, İstanbul 1963. ÖZ Tahsin, “Edirne Yeni Sarayı’nda Kazı ve Araştırmalar” (Edirne Hatıra Kitabı), Ankara 1965. PEREMECİ Osman Nuri, “Edirne Tarihi”, İstanbul 1939. Dr. Rıfat Osman, “Edirne Sarayı”, Ankara 1957. 41 ÇOBAN ÇEŞMESİ Derinden derine ırmaklar ağlar, Uzaktan uzağa çoban çeşmesi, Ey suyun sesinden anlayan bağlar, Ne söyler şu dağa çoban çeşmesi. Gönlünü Şirin’in aşkı sarınca Yol almış hayatın ufuklarınca, O hızla dağları Ferhat yarınca Başlamış akmağa çoban çeşmesi... EDİRNE’DE SU KÜLTÜRÜ VE KADIN ÇEŞMELERİ O zaman başından aşkındı derdi, Mermeri oyardı, taşı delerdi. Kaç yanık yolcuya soğuk su verdi. Değdi kaç dudağa çoban çeşmesi. Ne şair yaş döker ne âşık ağlar, Tarihe karıştı eski sevdalar, Beyhude seslenir, beyhude çağlar, Bir sola, bir sağa çoban çeşmesi Faruk Nafiz ÇAMLIBEL Emine CENGİZ / İlhami Ertem Anadolu Lisesi Tarih Öğretmeni Çeşme, bir genel su sağlama sisteminden gelen suyun kamunun kullanımına sunulduğu yapı veya depo ve kaynaklardan borularla getirilen suyun akıtıldığı yapı olarak tanımlanabilir. Genellikle Farsçada göz anlamında kullanılan “çeşm”den geldiği kabul edilir. Su çıkan kaynak, pınar ve gözlere “çeşm” denilmiş, bunların akıtıldığı küçük yapılara “çeşme” adı verilmiştir. Çeşme kelimesi Osmanlı dönemi kitabelerinde “çeşme-i ab-ı zülal”, “çeşme-i kevser” ve “çeşme-i dilkuşa” vb. terkipler halinde de sık sık kullanılmıştır. 42 Türk kültüründe çeşmeler ayrı bir öneme sahiptir. Bu yapılar özellikle şehir merkezlerinde mahalle ve sokakların oluşmasında belirleyici rol oynamışlardır. İslamiyet’in suya büyük önem vermiş olması ve insanlara su sağlamanın hayır işlerinin büyüklerinden olduğunu bildirmesi bu önemi daha da artırmıştır. Nitekim bir Hadis-i Şerif’te “Sadakanın en faziletlisi su teminidir.” diyerek konunun önemi Peygamber Efendimiz tarafından da vurgulanmış ve bu hadis, çeşme yaptırmada Müslümanlar için önemli bir teşvik olmuştur. Arda, Tunca ve Meriç Nehirleriyle çevrili ve bu üç nehrin suladığı bereketli topraklar üzerinde kurulmuş Edirne’de Osmanlı döneminden önce şehrin suyunun bu üç nehirden sağlandığı bilinmektedir. Özellikle Osmanlı Devleti’nin Edirne’yi fethederek ele geçirmesi ve akabinde başkent yapmasıyla birlikte şehir kısa süre içinde gelişmiş, kale etrafında birçok yeni mahalleler kurulmuştur. I. Murat ile başlayan ve II. Bayezid’e kadar olan dönemde şehirde birçok cami, mescid, hamam, çeşme vb. yapılar inşa edilmiştir. İnşa edilen bu yapıların su ihtiyaçları şehrin etrafını kuşatan nehirlerden ve yakın köylerden karşılanmaktadır. Ancak köylerden ve nehirlerden ayrı ayrı yollarla çekilen suların halkın ihtiyacını karşılayamaması yeni su kaynaklarının bulunması ihtiyacını doğurmuştur. Kanuni döneminde, Mimar Sinan tarafından planlanarak geliştirilen “Haseki Suyu” denilen yeni sistem, Edirne’nin su ihtiyacını, zaman içinde gerçekleşen kaynak ilavelerle yaklaşık 450 yıl karşılamaya yetmiştir. Şehre suyu taşımak için kanallar, kemerler, su terazileri yapılmış ve nehirler üzerine köprüler kurulmuştur. Haseki suyunun çıkış noktası Edirne’nin 45 kilometre uzağındaki Taşlımüsellim köyüdür. Yol boyunca değişik kaynak ve pınarlarla desteklenerek Edirne’nin en yüksek rakımlı noktası olan Buçuktepe’ye ulaştırılan su, buradan Edirne’nin mahallelerine, yani suyun son durağı olan çeşmelere dağıtılırdı. 40 km uzunlukta olan bu su kanalları büyük bir teknikle, yeni buluşlarla Edirne’ye kadar tertemiz, mikropsuz ve duru olarak akıtılmıştır. Toplanan pınar sularının hijyenik olarak akıtılması için yapılan çeşitli çalışmalar, kemer ve tüneller bugün dahi kullanılan tekniğin ileri bir özelliğe sahip olduğunu gösterir. Mimar Sinan’ın yaptığı su yollarından sonra kentte ilk önce Mimar Sinan stili çeşmeler bağımsız mimari karakteriyle bir değer taşır. 16. yüzyıldan sonra ise çeşme ve sebil mimarisi anıt niteliği kazanmıştır. Hatta su gereksinimi bir kenara itilmiş, çeşme ve sebil mimarlığı adeta kentte bağımsız bir mimari şekle kavuşmuştur. Böylece su yapıları Edirne’nin avlu, köşe, meydan, duvar ve alan gibi kısımları dolduran, süsleyen önemli ve gösterişli yapılar olmuştur. Suyun kazandığı anlam ve suya verilen kutsallık nedeniyle dikilmiş bu anıtların Edirne’deki sayısı binleri bulmuştur. Evliya Çelebi, “Seyahatnâme”sinde Edirne çeşmelerinden bahsetmektedir. Abdurrahman Hibri Çelebi de Edirne’deki su yolu ve çeşmeler hakkında bilgi verirken burada yüz altmıştan fazla çeşme ve on yedi sebil bulunduğunu kaydetmektedir. Ancak bunların isimlerini belirtmemiş ve şöyle bir beyit kaydetmiştir: “Gezme sakın serseri her çeşmeyi Varınca gör kendini baş çeşmeye Kavuştun isen eğer çeşmeye Serseri gezme sakın her çeşmeyi” Tarihçi Badi Efendi, Edirne’de özel olarak 1300’ün üstünde çeşme olduğunu, ancak yapılış tarihi ve yaptıranların bilindiği büyük çeşmelerden 123 adedinin isimlerini açıklamıştır. Dr. Rıfat Osman, “Edirne Rehnüma”sında halen Edirne’de 230’u aşkın akar çeşme olduğunu ifade etmiştir. Günümüzde ise bu çeşmelerin pek çoğu harap olmuş durumdadır. Edirne çeşmeleri genellikle dikdörtgen prizma biçiminde, üstü piramitle örtülü, hazneli yapılar olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu çeşmelerin ayna taşları üzerinde ise daha çok bitkisel motifler, natüralist çiçek ve yaprak motifleri ile ağaç, bahar dalı motifleri görülmektedir. KADIN ÇEŞMELERİ İslamiyet’in suya büyük önem vermiş olmasından dolayı Edirne’de gerek devlet adamları gerekse hayırseverler pek çok çeşme inşa ettirmiştir. Bu çeşmeleri incelediğimizde kadınların yaptırdığı çeşmelerin de önemli bir yer tuttuğu görülmektedir. Edirne’de yaptırılan kadın çeşmelerinin bazıları aşağıda yer almaktadır: VALİDE SULTAN ÇEŞMESİ Edirne’nin kuzeyinde Büyükdöllük köyü yolunun batısında, Açık Cezaevi önünde bulunan, IV. Sultan Mehmet’in eşi, III. Mustafa ile III. Ahmet’in annesi Valide Rabia Gülnuş Sultan tarafından 1696 senesinde yaptırılan çeşme kesme taştan ve tek cephelidir. Uzun bir kitabesi olan çeşmenin kitabesinden bir bölüm şöyledir: “Hazreti Valide-i Mustafa Han Gazi Ki odur menba-ı hayrat keram elyef cud Yaptı bir çeşme-i ali cü la ezel tensim Görmedi kimse böyle” Çeşme hazneli olup hazne örtüsü düzdür. Musluğu sökülmüş, musluğun üstünde ve iki yanında hafif sivri kemerli tas koyma yerleri vardır. Önünde taştan yalağı vardır. Yalağın sol tarafında hayvanların sulanması için uzun bir yalak da yapılmıştır. Çeşmenin arka yüzünde sivri kemer mihrap vazifesi görmektedir. AFİFE HATUN ÇEŞMESİ Yancıkçı Şahin Mahallesi, Afife Hatun Sokak’ta, Şeyh Çelebi Camii yakınlarında bulunan çeşme Afife Hatun tarafından 1773 tarihinde inşa edilmiştir. Bugün yerinde bulunmayan kitabesinde şunlar yazmaktadır: “Afife nam-ı hatun kıldı ihya bu fi- sebil-Allah Feramuş etmesun nuş eyleyin aştan rahmetden Mücevher harf ile Taib didi bir hoş edaya tarih Revan oldı bu ab-ı Kevser el-hak ayn-ı izzetden Sene 1187” Edirne’deki büyük boyutlu çeşmelerden birisi olan Afife Hatun Çeşmesi, önceleri bir meydan çeşmesi olarak inşa edilmişken günümüzde etrafındaki yapılaşma sonucu köşe çeşmesine dönüşmüştür. Kesme taştan iki cepheli hazneli bir çeşmedir. Hazne örtüsü taştan ve düz olup sonradan üzerine kiremitli çatı yapılmış, yarısı haraptır. Afife Hatun Çeşmesi günümüzde özgün yapısal özelliklerini kaybetmiş olsa da bulunduğu sokağın tarihi karakterini temsil eden tek yapıdır. 43 NECİBE HATUN ÇEŞMESİ GÜLBAHAR HATUN ÇEŞMESİ Kesme taş malzemeden yapılmış, hazneli, tek cepheli bir köşe çeşmesi olan Necibe Hatun Çeşmesi Sarıca Paşa Mahallesi, Sarıca Paşa Caddesi bitiminde, Çukur Çeşme Sokağı girişinde yer almaktadır. Çeşmeye ait herhangi bir kitabe de bulunmadığından dolayı çeşmeyi kimin, hangi tarihte yaptırdığı bilinmemektedir. Taş malzemeden inşa edilmiş; tek cepheli, hazneli, suluklu bir çeşme olan Gülbahar Hatun Çeşmesi, Umurbey Mahallesi, Harbiye Bayırı Sokağında 12 numaralı eve bitişik vaziyettedir. Yapım tarihi de, yaptıran kişisi de bilinmeyen çeşmenin cephesinde herhangi bir kitabe bulunmamaktadır. Nişsiz ve oldukça sade olan çeşme kare şeklindeki bir kütle üzerine oturmaktadır. Yüksekliği 2.80 m ve genişliği 3.12 m’dir. Yapının hazne örtüsü taş malzemeden, piramidal bir şekilde inşa edilmiştir. Çeşmenin saçak kısmı dışa doğru çıkıntı yapan geniş ve düz bir sıra silme ile hareketlendirilmiştir. Yapıda hiçbir süsleme unsuru bulunmamaktadır. Tarihi çeşme Gülbahar Hatun isminin yanında Hazneli, Suluklu Çeşme gibi isimlerle de tanınmaktadır. Çeşme, kare şeklindeki bir plan üzerine oturmaktadır. Yüksekliği 1.80 m ve genişliği 2.36 m’dir. Oldukça sade ve nişsiz olan çeşmede yola bakan cephede bu sadeliği bozan mermer malzemeden yapılmış, 0.35 m. yüksekliğindeki bir suluk dikkat çekmektedir. Bu suluğun ortası oyularak göbeği kadeh biçiminde işlenmiştir. Alt kısmında ise akan suların toplanarak bir delik vasıtasıyla zemine akıtıldığı bir çanak bulunmaktadır. Çeşmede hiçbir süsleme unsuru bulunmamaktadır. NİMET HANIM ÇEŞMESİ Kesme taş malzemeden inşa edilmiş, tek cepheli, hazneli, sivri ve kemerli bir cephe çeşmesidir. Muradiye Meydan Mahallesi, Arnavut Bayırı Sokak’ta bulunan çeşme, bitişiğindeki konutlar tarafından kuşatılmıştır. 1870 yılında yaptırılan çeşmenin kim tarafından yaptırıldığı bilinmemektedir. Kare şeklindeki bir plan üzerine oturan çeşmenin yüksekliği 4.08 m ve genişliği 2.82 m’dir. Güneye bakan ön cephede sivri kemerli bir niş yer almaktadır. Derin bir niş şeklindeki kemer boşluğunun merkezinde oldukça tahrip edilmiş ayna taşı bulunmaktadır. Mermer ayna taşının yüzeyinde üst tarafta motif oyma tekniğinde işlenmiş bir Edirnekari motifi görülmektedir. Bu çiçek demetinin hemen altında ise küçük dilimli bir kartuş içine alınmış 1287 tarihi kazınmıştır Hazne örtüsü piramidal çatılıdır. Çeşmede ön cephe haricindeki diğer cepheler sade tutulmuştur. Özgün yapısal özelliklerini koruyarak günümüze gelebilen çeşme oldukça bakımsız halde bulunmaktadır. Çeşmenin önünden geçen yol kaplaması ve özellikle beton kaldırım tarihi yapının yalağına zarar vermiştir. HACER HANIM ÇEŞMESİ Kesme taş malzemeden inşa edilmiş, tek cepheli, hazneli bir köşe çeşmesi olan Hacer Hanım Çeşmesi, Muradiye Meydan Mahallesi, Arnavut Bayırı Sokak’ta bulunmaktadır. Çeşme, 12 Numaralı konutun dış giriş kapısına bitişik vaziyettedir. Hacer Hanım tarafından 1912 yılında yaptırılmıştır. HAVVA HATUN ÇEŞMESİ Medrese Ali Bey Mahallesi’nde bulunan Havva Hatun Çeşmesi de günümüze ulaşamamıştır. Bu çeşmenin mimari özellikleri hakkında bilgimiz bulunmamaktadır. Edirne Müzesi’nde kayıtlı olan Çeşme, kitabesine göre 1690 senesinde Havva Hatun tarafından inşa olunmuştur. Çeşme kitabesi aşağıda yer almaktadır. “Sahib-ül Hayrat Havva Hatun ol merhume kim Yabdırub bu çeşmeyi akıtdı ma-i hasan Hak kabul edib sevabın dembedem etsin ziyade Hem dahi şad ola ervah Hüseyin ile Hasan Hasan Kethüdanın kerimesi Havva Hatun. Sene 1102” LÜLELİ ÇEŞME Rukiye Hanım tarafından, 1926 senesinde Uzunkaldırım Tarlakapı semtinde yaptırılmıştır. Kesme taştan inşa edilen çeşmenin sadece haznesi ve mermerden kitabesi vardı. Kitabenin okunuşu şöyledir: “Hayratı Rukiye Hatunun bu çeşme Allah indinde makbul olsun Ebeveyni ettiler himmet bu hayra A’mali mebrur olsun” Çeşmenin batı cephesinde saçağa yakın bir yerde bulunan iki satırlık kitabesi kireç sıvası altında kaldığı için okunamamaktadır. Kitabenin okunan kısmı şöyledir: Sahib’ül hayrat ve hasanat Hacer Hanım ruhuna Sene 1328 Edirne şehir merkezinde Osmanlı döneminden kalan bu yapıların büyük bir bölümü günümüzde kullanılmamaktadır. Gerek küçük boyutlu olmaları ve gerekse bugün sessiz kalmaları bu yapıların gün geçtikçe bir şekilde ortadan kaybolmalarına neden olmaktadır. Edirne’mizin bu saklı kalmış hazinelerinden olan çeşmelerin sularının yeniden akmasının sağlanması dileğiyle… Oldukça sade ve nişsiz bir yapı olan çeşme kare şeklindeki bir kütle üzerine oturmaktadır. Yüksekliği 2.20 m ve genişliği 2.07 m’dir. Kuzeye bakan çeşme cephesi önünde bugün oldukça tahrip olmuş su yalağı bulunmaktadır. Hazne örtüsü ise düz ve musluğu sökülmüştür. Yapıda hiçbir süsleme unsuru da bulunmamaktadır. Yanındaki konut ile adeta bütünleşmiş vaziyette olan çeşme günümüzde kullanılmamaktadır. KAYNAKÇA: KARADEMİR Murat, Edirne Çeşmeleri, Edirne Valiliği, 2008. MERİÇ KÖYLÜOĞLU Neriman, Edirne’de Osmanlıdan Günümüze Su Yapıları, Edirne 2001. ONUR Oral, Edirne Su Kültürü Kadim Su, İstanbul 1978. TUNCA Ayhan, Edirne’de Çeşmeler ve Su Çalışmaları, Yöre Aylık Kültür Dergisi, Edirne, 2002, sayı: 27-28-29-30. 44 YİTİK ÇEŞME Şahika Ezgi ÇAY / Edirne Güzel Sanatlar Lisesi Öğrencisi Bize sahip çıkamadılar. Belki bizi anılarında saklayanlar olur. Ümidim onlarda… Ah, ahh! Ahmet Badi Efendi, Canımı yakıyorlar. Basit bir mahalle taşı gibi tekme atıyorlar. Hani şu susmak bilmeyen Karakuyruk saksağan var ya… Onu bile özledim. Tüm geçmişim yok oldu artık. Akmasaydım, akıtılmasaydım ama yok olmasaydım. Anılarım aklıma geliyor hep. Şeyi hatırlar mısın? Yamacımda oturan âşıkları onlara nasıl da kızardın? Bana zarar verdiklerini düşünürdün. Ama onlar beni sevgi ile besliyorlardı. En çok da sokak aralarında top oynadıktan sonra terli terli gelip su içen küçüğümü özledim. Çok kızardı bana. Hasta olmasından korkardım suyumu az akıtırdım. Şimdi, o küçük bile bana sahip çıkmadı. Evet, bir de o kız... Benim var olma nedenim… Adı neydi ki… Şey, evet… Eveeet… Akile Molla. Beni bilirsin. 1764’te ölen Akile Molla anısına annesi tarafından yaptırıldım. O teyzem ne zorluklarla yaptırdı beni. Kışın hiç akmak istemezdim. Bilirsin buralar soğuk olur. O sıcacık ellere vurmak istemezdim soğuğumu. Eski toprağız işte sıcak suyumuz yoktu ki. Aaa! Şeyi hatırlar mısın? Emine Hatun’u? Benimki de soru hani. Nasıl unutursun ki… Her sabah 07.15’te önümde buluşurdunuz. O Emine Hatun ne şanslıydı. Ne çok severdin onu. Gelip bana hep onu anlatırdın. O lanet babası olmasaydı. Mutlu olsaydınız keşke… Sen de benim gibisin Ahmet Badi Efendi. Seni de ilk mutlu etti bu hayat sonra tüm sevincini elinden aldı. Sevgili Dostum, Üzülme herkes göçer. Belki bizim böyle olmamız gerekirdi. Ama yapacak bir şey yok. Artık kenarda yosun tutan taş parçacıklarıyım. Kendine iyi bak. Bizler görevimizi yaptık. Bize sahip çıkamadılar. Belki bizi anılarında saklayanlar olur. Ümidim onlarda… Tülin SARGIN / Edirne GSL Öğrencisi 45 EDİRNE’NİN MİRASI: ŞAİR NAZMİ Ayşenur SALMAZ Keşan Lisesi Öğrencisi Öznur TABAK Keşan Lisesi Edebiyat Öğretmeni Şiirlerinde milliyetçi bir tavırla mahalli bir lisana yer veren Edirneli Nazmi, dönemine göre dili en sade kullanan şairlerin başında bulunurdu. Yaklaşık bir asır boyunca büyük Osmanlıya başkentlik yapmış Edirne, maddi ve manevi birçok hazineye sahiptir. Edebiyat ve sanatımızın mihenk taşlarının vücut bulduğu bu nadide şehir, sahip olduğu bu hazinelerde hiçbir şehre nasip olmayacak bir unvan sahibidir. Edirne’de doğmuş, 16. yy. Divan Edebiyatının en üretken şairi, Edirne’nin havasını, suyunu bünyesine almış toprağına adım atmış Edirneli Nazmi... Asıl adı Mehmet’tir. Tam olarak ne zaman doğduğu bilinmeyen Nazmi, doğduğu ve yaşadığı şehir 1555 yılında Edirne’de vefat etmiştir. Yeniçeri ocağında yetişmiş, Yavuz ve Kanuni’nin bazı seferlerine katılmıştır. İlminin verdiği feyiz ile katiplik yapmıştır. Edebiyatımızda o döneme kadar başka şairleri tanıtan yine odur. Mecma’ün Nezair (Nazireler Topluluğu) adlı eserde birçok şaire ve bu şairlerin yazdığı yaklaşık 3356 şiire yer vermiştir. 16. yüzyıl Osmanlı için “muhteşem yüzyıl” olarak anılırken bu ismi verenler hiç de haksız değildir. Gerek tarihsel açıdan gerek sanat ve edebiyat alanında zirve dönemi yaşayan Osmanlı, Arap ve Fars edebiyatının etkisi altındadır ve bu dönemin ünlü şairleri Türkçe yazmaktan uzaklaşmıştır. Ancak Edirneli Nazmi, onlardan tamamen farklıdır. Şiirlerinde milliyetçi bir tavırla mahalli bir lisana yer veren Edirneli Nazmi, dönemine göre dili en sade kullanan şairlerin başında bulunurdu. 1913 yılında edebiyat tarihimizin millileşmeye başlaması esasen 16. yüzyılda Edirneli Nazmi tarafından Türk-i Basit ( Basit Türkçe) oluşmaya başlamıştır. 46 Edirneli Nazmi, şiir dilinde yenilikler yaratmış aruzu farklı uygulayarak, İran aruzuna eklemeler yaparak şiirlerinde bu kalıpları kullanmıştır. Edirneli Nazmi, Vahit Tebrizi’nin Risalet’i Aruz adlı eserinde kullanılan bahirelere ve bu bahirelerdeki vezinlere farklı kalıplar uydurarak “Muhtera” adını verdiği ve kendi buluşuna işaret ettiği vezinler vardır. Şair Nazmi, kafiye kullanımı açısından da oldukça başarılı olmuştur. Divan Edebiyatının en hacimli divanına sahip Edirneli Nazmi ne yazık ki edebiyat tarihimizde pek ilgi uyandırmamıştır. Her metre karesinde tarihi önem saklayan Edirne’miz manevi değerlerimiz açısından da bizlere kıymetli hazineler bırakmıştır. Gazel Göñül bir cism ü cânân mihri anda câna dönmişdür Dahı cândan ‘azîz ü sevgüli îmâna dönmişdür Perî-ruhlar hayâli birle kim pürdür degül hâlî O hâli bil üzre dil bir mesken-i vîrâna dönmişdür Bugün gün gibi rûşen ol nigâr-ı çârdeh-sâla Güzellikde şu bedr olmış meh-i tâbâna dönmişdür Güneş kim böyle hercâyîdurur rûşen bu ol yüzden O bir hûb-ı cefâ-hû âfet-i devrâna dönmişdür Nigâruñ hasret-i la’liyle Nazmî kanda olursa Dem-â-dem giryeden bu eşk-i çeşm kana dönmişdür Gazel Derdi olanun yüregi baş olur Gözleri hep çağlar akar yaş olur Derdine ol ki acımaya kim senün Yüregi anun gibinün taş olur Çoğı yaramazlığadur çağına Bir yaramaz kimse ki yoldaş olur Dünye işinde olanun işleri Hep biri biri ile savaş olur Nazmi kişinüñ bir eyü yoldaşı Hep eyü sanmağıla kardaş olur Gazel Başum âhumla dumanlı yüce bir taga dönmişdür Gözüm yaşumla su tolmış iki bardaga dönmişdür Kara su olub akardı yaşum her çag kaygudan Bu çag uş kan gelür olub kızıl ırmaga [dönmişdür] Benüm bu varlıgum kim var o yâruñ yolları üzre Ayaklar tozına düşüb kara topraga dönmişdür O servüñ gül yüzi ayrulıgından bu benüm beñzüm Kışın şol sararub solmış olan yapraga [dönmişdür] Murabba Efendümsin benüm sen ben senüñ bir kuluñam hânum Seni cân-ıla sevdüm ben saña kurbân ola cânum Senüñ yoluñda cânumdur benüm eñ soñra kurbânum Benüm bu göñlüm alubdur senüñ âh ol güzel gözler Murabba O güzel gözlerüñ kim gözler eller a güzel yendek O gözler düşürür her göñüle imdi seni sevmek Yalan sanma benüm bu sözümi gerçekdurur gerçek Benüm bu göñlüm alubdur senüñ âh ol güzel gözler Be Nazmî şehrimüz şol hûriye beñzer güzellerle Güzellik birle hûrîler tolu uçmaga dönmişdür 47 MÜZECİLİK TARİHİMİZDE EDİRNE Edirne, kültür tarihimizde önemli bir tecrübe birikimini ifade eder. Saraya ev sahipliği yapması vesilesiyle kültür hayatında özellikle idari ve siyasi bir merkez olmuş, mimarlık tarihinde ayrıcalıklı konuma sahip ve eğitim yönüyle Osmanlı’nın öncü kentlerinden biri olmuştur. Edirne’de II. Murad zamanında Dar’ül-Hadis Medreseleri kurulmuş ve medreselerde hadis derslerinin yanı sıra diğer ilimlerde okutulmuştur. Hasan KARAKAYA / Edirne Müzesi Müdürü Edirne’nin, kültür, korumacılık, düşünce hayatında ve uygulama alanında sahip olduğu önemli tecrübe birikiminin devamı olan kurumlardan Edirne Müzesi, kent kültür ve korumacılık alanında kurulduğundan bu yana aktif görev almış, önemli görevler üstlenmiştir. Evliya Çelebi ünlü Seyahatnamesi’nde bu medreseler için; “En güzeli de II. Selim Darül-Hadisi’dir. Yine bu dönemde 14 padişah camisinde birer Sıbyan Mektebi açılmıştır. En başarılıları Murat Han, Çelebi Han ve Selim Han okullarıdır. Beyazid Han Hastanesinde mütehassıs doktorlar nabız ilminde usta cerrahlar bulunmaktaydı. O dönemde Edirne’deki bilgin sayısı 6.190’nın üzerindeydi.” cümleleriyle yer verir. Sayısı 40’ı bulan medreseleri ile Edirne’nin yetiştirdiği ilim adamları, İstanbul medreselerinin kurulmasına da öncülük yapmıştır. Evliya Çelebi’nin medreselerin en güzeli diye bahsettiği Selimiye Dar’ül Hadis Medresesi ise Edirne’nin ilk müzesi olarak kültür hayatında yeni bir görev üstlenmiş ve halen Türk-İslâm Eserleri Müzesi olarak Edirne kültür hayatına katkı sunmaktadır. 48 Edirne Arkeoloji ve Etnografya Müzesi İnşaası 1969 Cumhuriyetin ilk müzelerinden birinin Edirne’de kurulmasında, Mustafa Kemal’in Çanakkale Anafartalar görevinden sonra 1916’da Edirne’ye tayin olduğunda Edirne Merkez ve Keşan’ı görmüş ve incelemiş olmasının etkisi olduğu 1 söylenebilir ancak müzenin kuruluş kararının 1921 yılında hayata geçirilmesi, Edirne Müzesi’nin Türkiye’de müzecilik sürecinin devamı olarak kurulduğunu göstermektedir. Halkevleri’nin özellikle de etnografyanın benimsenmesi, 2 açıklanması ve sevdirilmesinde de rolü olmuştur. Edirne’de müze kurulmasında yukarıda belirtilen hususlar önem arz etmekle birlikte, müze kurulmasının en esas nedeninin, 1828-1829 Osmanlı - Rus Savaşı sonrasında ile başlayan işgaller olduğu açıktır. 1829 ve 1879 Rus İşgalleri, 1913 Bulgar İşgali ve 1920 Yunan işgali yıllarında sahip olduğu değerli tarihi eserlerin, toplanması, camilerden değerli Kuran-ı Kerim, halı ve çinilerin işgal esnasında alınmış olması bu konuda harekete geçilmesini gerektirmiş olmalıdır. Rus ve Bulgarlar tarafından Trakya’ya inceleme ve tespitlerde bulunmak üzere araştırmacılar gönderilmiştir. 1828-1829 Osmanlı Rus Harbi sırasında İmparator I. Nikola tarafından Edirne’ye iki Rus ressam gönderilir. Bu ressamlar tarafından 50’yi aşkın Edirne Yeni 3 Sarayı’nın (Saray-ı Cedid-i Amire) resimleri yapılır. Bu araştırmacıların en ünlüsü ise şüphesiz Bulgaristan Milli Eğitim Bakanlığı’nın 7 Ekim 1912 tarihli yazısı ile Arkeoloji ve etnografya açısından eski eserleri araştırmak, tasnif etmek ve derlemek amacıyla Makedonya ve Edirne Trakya’sında 4 görevlendirilen Bogdan Dimitrov Filov’dur . Sofya Ulusal Arkeoloji Müzesi Müdürü Boğdan Filov’un yanı sıra aynı kurumda görev yapan Rafael Popov’un ise sadece Edirne’de görevlendirildiği aynı yazıda yer almaktadır. 16 Aralık 1912-26 Nisan 1913 tarihleri arasında Edirne ve çevresinde, adı geçen araştırmacılar tarafından kapsamlı incelemelerde bulunulduğu, eserlerin tespit ve tasnif edildiği, Bulgaristan müzelerine götürülmek üzere derlendiği Bogdan Filov’un Balkan Savaşları 5 Günlüğü’nden anlaşılmaktadır . Türklerin çekildiği yerlerde değerli ne varsa toplamakla görevli Filov’un taşınmaz eserler dışında, özellikle halıları, yazma eserleri, eski silahları ve yazıtları incelediği, Beyazıd Caminde belge düzenleyerek küçük halıların dördünü, iki eski Kuran-ı Kerim’i, Eski Cami’den güzel Kuran-ı Kerim’i, Selimiye Kütüphanesinden 44 adet süslemeli el yazmasının alındığı, listesinin yapılarak depoya taşındığı, halıların da listelendiği,6 halıların sorunsuz bir şekilde Sofya’ya taşındığı 7 Filov’un günlüklerinden anlaşılmaktadır. Kırklareli’nde de Edirne’de olduğu gibi Bulgaristan’a götürülmek üzere bölgenin önemli eserleri toplanmıştır. Filov’un seyahatı esnasında Vize’de fotoğrafladığı Sunak bugün Edirne Müzesi’nin Arkeoloji Salonunda sergilenmektedir. 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 Filov günlüklerinde, Tekirdağ Rum Okuma Yurdu ziyaretinde avludaki eserleri gördüğü, burada yer alan müzeyi ise ilgililerin açmak istemedikleri, müzenin anahtarlarının piskoposta olduğu, piskoposun İstanbul’a gittiği ancak akşamüzeri sorunun çözüldüğü, 70-80 eser ve küçük bir sikke koleksiyonu olduğu, çok değerli bir sikkenin daha önceleri çalınmış olduğu, eserlerin büyük bir kısmının mezar ve adak taşlarından oluştuğu, üç Trak atlısı ve bunlardan başka üç parçanın dikkatini çektiği, Seure’un yayınlamış olduğu yazıtların müzede bulunamadığını8yazar. Bu bilgi, Tekirdağ’da 1913 yılında azınlıklar tarafından müze meydana getirildiği bilgisini içermesi açısından dikkat çekici ve önemlidir. Günlüklerde yer alan diğer dikkat çekici nokta ise, Marmara Ereğlisi’nden sökülen mozaik ikonanın büyük bir diplomatik sorun haline geldiğinin bilgisidir. Sökülen mozaik ikona şimdi Sofya Aleksandır Nevski Katedrali kriptasında bulunmaktadır.9 Atatürk’ün Edirne Müzesi’ni ziyareti İşgal yıllarında yaşanılan bu durum Kurtuluş Savaşı yıllarında bu konu da önlemler alınmasını gerektirmiştir. Bu dönemde Atatürk daha Cumhuriyet kurulmadan önce müzeciliğe değinmiş, Ankara’nın 90 km. ötesinde Sakarya Meydan Savaşı’nın tüm hızı ile devam ettiği, top seslerinin Ankara’ya ulaştığı günlerde, Ankara’da Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nin temelini oluşturan bir Eti müzesi kurulması emrini vermiştir. Cumhuriyet Dönemi’nde Mustafa Kemal’in talimatlarıyla yeni müzeler kurulmaya başlanmış ve önemli bazı tarihi yapılar müze olarak ilan edilmiştir. Mustafa Kemal’in Cumhuriyetin kuruluşundan önce de eski eserlere ve etnografyaya olan ilgisine; dönemin Askeri Müze Deposu olan Aya İrini’den seçtiği yeniçeri kıyafetini Mayıs 1914’de Sofya’daki bir kıyafet balosunda giymesi güzel bir 10 örnektir. Baykan, D, “Müzecilik Tarihimizde Edirne”, Güneş Karadeniz’den Doğar Sümer Atasoy’a Armağan , Ed. Ş.Dönmez, Hel Yayıncılık, Ankara, 2013, s. 34. A.g.m, s.25 Çulpan, C., Tosyavizade Dr. Rıfat Osman,İsmail Akgün Matb. İstanbul 1959 s:41 Bogdan Filov’un Balkan Savaşları Günlüğü, Hazırlayan: Hüseyin Mevsim,s.:21 Timaş Yay., İstanbul 2014. A.g.e. s:23-105 A.g.e., s.86-87. A.g.e. S.104. A.g.e. s.90 Bknz: A.g.e s.89, 30 no.lu dipnot Ç. N.. Baykan, D, “Müzecilik Tarihimizde Edirne”, Güneş Karadeniz’den Doğar Sümer Atasoy’a Armağan , Ed. Ş.Dönmez, Hel Yayıncılık, Ankara, 2013, s. 25-36 49 Saraydan Edirneye Bakış Selimiye Minaresinden 26062012 038 (2) Koridor Tekke Odası TBMM’nin açılışının hemen arkasından 9 Mayıs 1920’de göreve başlayan ilk hükümetin yapacağı işler arasında eski eserlerin derlenmesi ve yeni müzeler kurulması yer almıştır. Bu amaçla Maarif Vekâletine bağlı Eski Eserler Müdürlüğü (Asar-ı Atika Müdürlüğü) kurulmuş, 5 Kasım 1922’de bir genelge ile arkeolojik ve etnografik eserlerin toplanması, envanterlenmesi ve yeni müzelerin kurulması istenmiş, 14 Ağustos 1923 tarihli hükümet programında Müzecilik geniş boyutları ile ele alınmıştır. Atatürk’ün isteği üzerine 1923’te kurulan Heyet-i İlmiye’nin görevleri arasında Ankara’da bir milli müzenin kurulması, Türk Etnografya Müzesi’nin hemen açılması ve Asar-ı Atika Nizamnamesi’nin gözden geçirilmesi konuları da yer almıştır. Cumhuriyet’in 10. yıldönümünde Atatürk’ün talimatı ile Milli kazılar başlamıştır. Atatürk özellikle Hitit Uygarlığı’nın araştırılmasını istemiştir. Ankara yakınlarında Gavurkale 1930, Ahlatlıbel 1933, Karalar 1933, Çankırıkapı (Roma Hamamı), Etiyokuşu 1937, Alacahöyük 1934, Pazarlı ve Büyük Güllücek 1934 kazıları, 1930 yılında başlayan Trakya Bölgesi araştırmaları ve 1932 yılında başlayan Hasankeyf yüzey araştırması Atatürk’ün direktifleri ile başlayan çalışmalardan bazılarıdır. Mustafa Kemal Atatürk’ün “Bir vatanın sahibi olmanın yolu, o topraklarda yaşamış tarihi olayları bilmek, doğmuş uygarlıkları tanımak, sahip olmaktan geçer” sözü müzecilik anlayışının özünü yansıtmaktadır. 50 Edirne’de ilk Müze, Selimiye Külliyesi içerisinde yer alan Dar-ül Hadis Medresesi’nde faaliyete başlamıştır. Selimiye Camii’nin güney doğusunda yer alan Hadis ilimlerinin okutulduğu Medrese, Selimiye Külliyesi’nin bir parçası olup 1569-1575 yıllarında, Osmanlı Padişahı II.Selim tarafından Mimarbaşı Koca Sinan’a inşa ettirilmiştir. Kareye yakın dikdörtgen planlı Medresenin üç kenarı boyunca sıralanan 20 kubbeli odası bulunmaktadır. Ana dershane odası, hoca ve öğrenci odaları ile medrese Osmanlı eğitim hayatında önemli yer tutmuş; 20. Yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren Edirne Müzesi olarak Edirne Kültür hayatında önemli bir yer almıştır. Bu müze, faaliyete başladığı 1922 yılından itibaren Türkiye Trakyası’ndaki eserleri toplamış ve 01.01.1924 tarihinde Dar’ül Hadis Medresesi’nde 95 eserin düzenlenmesi ile ziyarete açılmıştır. Müzenin ilk müdürleri eğitimci olan İsmail Hakkı Bey ve Avni Bey’dir. İsmail Hakkı Bey (İlter) , Millet Kütüphanesi’nin kurucu ilk müdürü Ali Emîrî Efendi’nin (ö.1924) ölümünden sonra bu kütüphanenin müdürlüğünü yapmıştır. Büyük Önder Atatürk, 25-11-1930 tarihinde bu müzeyi ziyaret etmiş ve ziyareti esnasında; “Eserlerimiz pek fazla değil lakin temiz ve nadide eserler aslı müzeler tedrici tekâmüle tabidir. Teşekkür ederim.” şeklinde müze defterine şerh verdiği müzenin raporlarında yer almıştır. Atatürk’ün Edirne Müzesi’ni ziyaretini yansıtan çok bilinen fotoğraf bu esnada çekilmiştir. EDİRNE’NİN SAKLI HAZİNESİ Dört minareli Selimiye Camii’m Karşılar güvercinleri ile seni. İçindeki ters lalesi anlatır efsaneyi Büyüler seni yeşilliği, sanki bir nur bahçesi. Açar kapılarını Kapalıçarşı Hayran bırakır mis kokulu meyve sabunları, İçinde sakladığı hediyelik eşyaları, Sanki bir hazine sandığı. Günebakan çiçeği her sabah güneşi seyreder, Er Meydanı’nda olurken güreşler. Burcu burcu tarih kokar Edirne’m İşte, bu benim saklı kalan hazinem. Fotoğraf / Levet TOSUN Nergül YAŞDUT Uzunköprü Atatürk Ortaokulu Öğrencisi 51 EVLİYA KASIM PAŞA VE EDİRNE’DEKİ ESERLERİ Hasan Ali CENGİZ Trakya Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Okutmanı 52 Fotoğraf / Levet TOSUN Fıg.25 - ANDRINOPLE. Mosquêe de Kasim Pacga. 1361 yılında fethedilen Edirne, Osmanlı Devleti’nin ikinci başkenti olmuş ve devlete 92 yıl başkentlik yapmıştır. Şehir, İstanbul başkent olduğu zamanda bile önemini devam ettirmiştir. Her dönem şehirde padişahlar, sadrazamlar, defterdarlar, kadılar ve diğer devlet adamları pek çok eser yaptırmıştır. Bu eserlerin başında da camiler yer almaktadır. Evliya Çelebi Edirne’de 14’ü sultanlar, 300’ü vezirler ve diğer devlet adamları olmak üzere toplam 314 caminin bulunduğunu bildirmektedir. Edirne’de eser yaptıran devlet adamlarından biri Evliya Kasım Paşa’dır. Tayyip Gökbilgin, Fatih ve II. Bayezid devri devlet adamlarından olan Kasım Paşa’nın, 1483’de İshak Paşa’nın yerine Veziriazam olduğunu ve 1485’te vefat etiğini belirtmektedir. Kasım Paşa’nın bugün kayıp olan mezar taşını yayınlayan Ekrem Hakkı Ayverdi, Paşa’nın mezar taşında vefat tarihinin 1478 olduğunu, isminin ise Evliya Kasım Paşa olarak yer aldığını belirtmektedir. Aşık Paşazâde Tevârih-i Âli Osman’da II. Bayezid döneminde sadrazamlık yapan Cezeri Kasım Paşa’nın da Edirne’de bir camii yaptıdığını belirtmektedir. Cezeri Kasım Paşa ile Evliya Kasım Paşa birbiriyle karıştırılmaktadır. Müneccimbaşı’nın “âlim, ulema ve salihleri koruyan, hayrat sahibi ve benzeri olmayan bir vezir” olarak vasıflandırdığı Kasım Paşa, Edirne’de Evliya Kasım Paşa olarak tanınmış ve kendi adıyla Edirne’de bir camii, bir imaret ve bir de hamam inşa ettirmiştir. Camiinin bulunduğu mahalleye de Evliya Kasım Paşa ismi verilmiştir. Kasım Paşa’ya “Evliya” denmesiyle ilgili birçok menkıbe söylenmekte olup bir tanesi şöyledir: “Kasım Paşa, Edirne’de Tunca Nehri kenarında yaptırdığı camiyi Kurban Bayramı’na yetiştirmeye çalışırken II. Bayezid Han, bu veli kumandanına ikram olsun diye, Yeni İmaret’ten Aşçı Yahya Baba’nın pişirdiği yemekleri, geniş bir sini ile cami çalışanlarına göndermiş. 53 Kendisi de veli bir kimse olan Aşçı Yahya Baba’nın Tunca Nehri’ne bıraktığı sini akıntıya kapılıp giderek Evliya Kasım Paşa Camii su merdivenlerine gelince alınarak yemekler çalışanlara dağıtılırmış. Yemekler yenilip dua edildikten sonra boş kaplar tekrar siniye konarak yine Tunca Nehri’ne bırakılırmış. Bugünkü Kirişhane semtinde Tunca Nehri kenarında inşa edilen Evliya Kasım Paşa Camii, tek kubbeli ve bir minaresi olan, muhtemelen Mimar Hayrettin’in eseridir. Caminin bu bölgede olması o dönemde Tunca Nehri’nin taşımacılık yapıldığından dolayı hareketli olduğunu da göstermektedir. Evliya Kasım Paşa’nın kerametiyle sini akıntıya ters olarak Edirnelilerin gözleri önünde Yeni İmaret’e, Aşçı Yahya Baba’ya ulaşırmış.” Caminin kapısı üstündeki kitabesinde 883’te (1478) yapıldığı yazmaktadır. Arapça olan bu kitabede günümüz Türkçesiyle “(O) Allah’ın mescidlerini yapanlardandır ve bunlardan bir bina 54 olan yüce, toplayıcı, latif ve şereflilerin topladığı bu yapıyı (güzel salat onların üzerine olsun) 883 yılında Kasım Paşa yaptırdı. Allah dilediği hususlarda kendisini muvâfık kılsın.” denmektedir. Cami, Tunca Nehri kenarında yer aldığı için cemaatin nehirden abdest alması için on dört kademe taş merdiven inşa edilmiştir. Caminin batı duvarında ise güneş saati yer almaktadır. Saatin kuzey kesiminde öğle vaktinin (gölgenin en kısa olduğu) zamanını gösteren “zeval” ifadesi yer almaktadır. Edirne’de Kasım Paşa’ya ait bir de hamam yer almaktadır. Riyaz-ı Belde-i Edirne kitabında “Şerbetdâr Hamza Bey Mahallesi’nde Kanadlı Köprü kurbunda Kasım Paşa Hamamı Sokağı’nda beşinci numarada bulunan Evliya Kâsım Paşa tarafından yaptırılmış olan çifte hamamdır ki câmekânlı kubbe olarak yapılmıştır.” demektedir. Yine bu eserde harap olan hamamın Ekmekçizâde Ahmed Paşa tarafından birisi yıkılarak diğerinin tamir edildiği, 1852’de câmekânlı kubbenin yıkılarak Fenârî Hacı Ahmed Efendi tarafından ahşaptan yapıldığını ve 1898 tarihinde de Hacı Ahmed Efendi’nin damadı Hacı Hâfız Sâlim Efendi tarafından tamamen yıkılarak arsasının satıldığı yazmaktadır. Evliya Kasım Paşa Camii 1908 yılındaki bir yıldırımdan dolayı minaresi zarar görmüştür. Bugün caminin son cemaat yeri tamamen yıkılmış, genel olarak harap bir halde olup ibadete kapalıdır. Son yıllarda Tunca Nehri’nin taşmasından dolayı cami sık sık sular altında kalmaktadır. Set üzerindeki yoldan bakıldığı zaman caminin Tunca Nehri içinde boğulmamak için ellerini kaldırmış yardım isteyen bir kişiye benzediği görülmektedir. Edirne Valiliği’nin bu caminin bir başka yere taşınması konusunda girişimleri olmuştur. Ancak caminin bir başka yere taşınması düşüncesi yerine, nehirler ıslah edilerek taşkınların önlenmesi gerekmektedir. Nehirler ıslah edilerek taşkınların önlendiği, Tunca Nehri civarı mesire yerleri haline getirildiği, hatta nehirde kayıklarla gezinti yapıldığı ve bu caminin restore edilip ibadete açıldığı, gelenlerin camiyi yaptıranlara ve mezarlıkta yatanlara Fatihalar okuduğu günler temennisiyle… Caminin yanında bir de Kasım Paşa İmareti bulunmaktadır. Bu imareti Riyaz-ı Belde-i Edirne kitabında II. Bayezid’in ümerâsınadan Evliya Kasım Paşa’nın 883’te (1478) yaptırdığı yazmaktadır. Osman Nuri Peremeci, Edirne Tarihi adlı eserinde imaretin 1829 Rus işgali sırasında yakıldığını bildirmektedir. Caminin yanında bir mezarlık da yer almaktadır. Evliya Kasım Paşa’nın da defnedildiği bu mezarlıkta pek çok önemli kişininin de mezarı bulunmaktadır. Riyaz-ı Belde-i Edirne kitabında 1508’de Mevlâna Muhyiddin-i Acemî’nin, 1695’te Ali Paşa’nın, 1835’te Yeşilce Mektebi Muallimi Mehmed Muti’nin, 1849’da Evliya Kasım Paşa Cami Hatibi Mehmed Necati İbn Ahmed’in, 1876’da Konyalı Mektebi Muallimi Kasım Şükrü’nün buraya defnedildiğini yazmaktadır. Ekrem Hakkı Ayverdi, ünlü pehlivan Adalı Halil’in mezarının da Pehlivanlar Mezarlığı’na taşınmadan burada yer aldığını söylemektedir. Bugün Evliya Kasım Paşa’nın mezar taşı dahil birçok mezar taşı yok olmuştur. Var olanların bir kısmı Edirne Müzesi’ne taşınmıştır. KAYNAKÇA Ahmed Bâdi Efendi, Riyâz-ı Belde-i Edirne, C. I, II, III. ASLANAPA Oktay, Osmanlı Devri Abideleri, İstanbul 1949. AYVERDİ Ekrem Hakkı, Osmanlı Mimarisinde I. Murad-Çelebi Mehmed-II. Murad ve Fatih Devri Eserleri, İstanbul 2014. BAYKAL Sedat, Edirne’deki Tek Kubbeli Camiler, Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, İzmir 1998. GÖKBİLGİN Tayyip, “Edirne Şehrin Kurucuları”, Edirne (Edirne’nin 600. Fethi Yıldönümü Armağan Kitabı), Türk Tarih Kurumu. PEREMECİ Osman Nuri, Edirne Tarihi, İstanbul 1939. 55 KALEİÇİ’NDE BİR KONAKTA Gonca SAKAR Hacıilbey Mensucat Santral Ortaokulu Türkçe Öğretmeni 56 Geniş omuzları yılların yorgunluğunu taşımaktan çökmüş, çizgiler yakışıklı yüzünü bir çocuğun karalama yaptığı müsveddelere döndürmüştü. Kalktı. Pencereye yaklaştı. Bir zamanların Arnavut kaldırımlarının yerini alan, şimdinin asfalt yollarına baktı. Saat sabahın üçüydü. Bir yağmur sesi miydi onu bu saatte uyandıran? Cevabı kendi de biliyordu. Aylardır deliksiz bir uyku girmemişti gözüne. Uyuyamıyordu. Saçak altından çıkan bir kedi, yağmurun tüyüne değmesiyle birlikte keskin bir çığlık attı. Çığlık mahallede yankılanır gibi oldu: “Uyanan var mı?” Bu tekinsiz gecede uzaktan da olsa kendisine eşlik eden yok mu? Pencereyi açtı, boylu boyunca sokağı taradı gözleri. Hemen karşıda Mümin Beylerin Konağı vardı. Bir zamanlar… Onun yanında Şimon Efendilerinki dururdu tüm ihtişamıyla... Ahşap oymalarının güzelliği tüm Edirne’de anlatılırdı. Çelik çomak oynarlardı bütün gün. Neredeydiler şimdi? Kahkahayla süslenen ahşap motiflerin yerini ne zaman kimsesizlik almıştı? Ya kendisi… Bir başına bu koca konakta hâlâ ne yapıyordu? Batuhan Ömer YEŞİL / Edirne GSL Öğrencisi Başını pencereden çevirdi. Karşıdaki ceviz gardırobun aynasında kendisiyle karşılaştı. Geniş omuzları yılların yorgunluğunu taşımaktan çökmüş, çizgiler yakışıklı yüzünü bir çocuğun karalama yaptığı müsveddelere döndürmüştü. Mavi gözleri çoktan yalnızlık rengini almış, beyaz saçları da bu yitmişliğin resmini tamamlayan son unsur olmuştu. 93 sene hep götürmüş hiç getirmemişti. Daraldı. Kapıyı açıp hole çıktı. Işık… Işık nerede? Hah... Birden aydınlandı ortadaki dev kristal avize… Anacığı ne kadar yalvarmıştı da sonunda dayanamayıp almıştı babası bunu. Avizenin altındaki büyük yemek masası, kalabalık akşam yemeklerine uzun zamandır misafirlik etmiyordu. Cumbaya doğru yürüdü. Sedirin üstüne oturdu. Sıkıntısı burada da geçmemişti. Su içmeye karar verdi. Altın varaklı merdiven korkuluklarına tutundu sıkıca. Gene tutmuştu sağ kolu. Merdivenleri inerken sağlı sollu asılmış fotoğraflara baktı. Geçmişin gerçekten yaşandığını gösteren tek kanıt bunlardı. Eve fotoğrafçı çağrılır, herkes en güzel kıyafetlerini giyerdi. Bazen de Şimon’un babası çekerdi fotoğraflarını. Zaten er meydanında da tüm pehlivanları o ölümsüzleştirirdi. Elbette onu da… Gecenin sessizliğinde inceden bir yağmur sesi, ıslık olup girivermişti asırlık konağın ahşap menteşelerinden. Hızla gıcırdayan merdivenleri çıkmış, üst kata ulaştığında çoktan fırtınalar estirir olmuştu. Merdiven korkuluğunun bittiği yerin hemen sağ tarafındaki kapının altından süzülmüş, demir parmaklıklı küçük yatağın yanında soluklanmıştı. Halil Bey yavaşça gözlerini açtı, yatağın içinde sağa doğru döndü. Pencereye pıtır pıtır vuran yağmurun sesini dinledi bir müddet. Her yağmur, konağın eskiliğini biraz daha gün yüzüne çıkarıyordu sanki. Çeşmeden bir bardak su doldurdu. Tadı yoktu çeşme suyunun artık ama alışkanlık işte. Bardağın dibini görmeden yine o sesi duydu yüreğinden kalbine doğru. Gözünü kapadı. “İki yiğit çıktı meydana..” Silkindi, kendine geldi. Duymak istemiyordu. Yağmur şiddetini iyiden iyiye arttırmış, konağın her bir yanı acı çekercesine inlemeye başlamıştı. Gidip uyumaya karar verdi. Yine o sesi duydu beyninin içinde “biri birbirinden merdane…” Başını çevirdi, gözü sofanın dibindeki odanın kapısına ilişiverdi. Kaç yıl oldu girmeyeli? Üç mü beş mi? Ayakları kendinden bağımsızmış gibi hareket etti. Kapının tokmağını çevirdi hızla, vazgeçmekten korkarmışçasına. Açılan kapı bir deryaydı sanki… Hem tüm dertler hem de tüm devalardı. Camlı maun dolabın içi madalyalarla doluydu. Başarıyla dolu yıllar… Dipteki sandık? Parlıyor muydu o? Eğildi. Titreyen eliyle zar zor açabildi kapağını. Evi esir alan toz ve eskilik kokusu uğramamıştı sandığa. İlk günkü gibiydi kisvesi. “Bir köşede yiğitler yiğidi Halil Pehlivan, bir köşedeeee!” Beyninde yankılanıyordu cazgırın sesi. Oda çok mu havasız? Hızlı hızlı solumaya başladı. Anılar mı sarılmıştı gırtlağına yoksa bir zamanların Halil Pehlivan’ının Azrail’le güreşme vakti mi gelmişti? Hava.. Allah’ım hava… temiz… ha...va… Yağmur dindi. Sabahın ilk ışıkları kaybolup giden bir hazineyi aydınlatıyordu umarsızca. Ne Halil Bey biliyordu güneşin yüzüne vurduğunu, ne de Edirneliler koca bir tarihin virane bir konakla yok olduğunu… 57 EDİRNE MEZAR TAŞLARI Musa ÖNCEL / Selimiye Yazma Eser Kütüphane Müdürü 58 Ölümü; başkaları için her zaman yakın, kendimiz için uzak görürüz. Ancak ölümün her an yanı başımızda olduğunu bize hatırlatan işte bu mezar taşlarıdır. Engin bir tarih mirasına sahip olan Edirne’deki tarihî mezarlıkların bir kısmı zamanla tahrip edilip yok olmuş, taşları kırılarak yol yapılmış, duvar yapılmış, yerleri arsa haline getirilmiş ise de günümüze ulaşanların sayısı az değildir. Geçmişimizin bir parçası olan tarihi mezarlıklar taşıyla, ağaçlarıyla, çiçekleriyle ve diğer unsurlarıyla korunmasına önem vermemiz gereken yerlerdir. Yaşayan insanlara gösterdiğimiz saygıyı, ölenlerden esirgememeliyiz. Mezarlıklardaki taşları kırıp yok ederek değil, koruyarak gelecek kuşaklara aktarmalıyız. Bilindiği gibi ecdadımız mezarlıkları gelen-geçen ibret alsın, bir dua okusun diye yol kenarlarına ya da cami yanlarına yapmıştır. Ölümü; başkaları için her zaman yakın, kendimiz için uzak görürüz. Ancak ölümün her an yanı başımızda olduğunu bize hatırlatan işte bu mezar taşlarıdır. Mezar taşı dikmek, mezarın kime ait olduğunun (belli olması) bir işareti olduğu kadar hayatta olan insanlara da bir öğüt vermek için kültürümüzde yaygın hale getirdiğimiz adetlerimizdendir. Genelde ölenler için iki mezar taşı dikilmiş, baş taşındaki kitabede ölenin kimliği ile ilgili; kime ait olduğu, nerede, hangi tarihte öldüğü, ne işle uğraştığına dair bilgiler, ayak taşındaki kitabede ise ağıt, öğüt, mersiye ve dua gibi bilgiler mevcuttur. Mezar taşları tarih, sanat tarihi, edebiyat, epigrafi gibi birçok bilim dalına önemli bilgiler sunarak kaynaklık etmektedir. Ayrıca mezar taşları bulunduğu coğrafyanın geçmiş kültürünü, tarihini, sanatını, edebiyatını, ekonomik ve sosyal hayatını yansıtmanın yanında geçmiş zamanların kültür değerlerini günümüze aktaran belge niteliği taşıyan şehirlerin ve toplumların sicilleri gibidir. Osmanlı Devleti’ne yaklaşık 100 yıl başkentlik yapan Edirne, çok zengin milli kültür varlığımız olan tarihî eserlere sahiptir. Bunlardan biri de tarihî mezarlıklar ve buradaki belge değeri taşıyan mezar taşlarıdır. Edirne’nin her köşesindeki kadın mezar taşında ayrı bir incelik, erkek mezar taşında ise farklı bir güzellik bulunan bu mezar taşlarının formu, süsleme ve şekilleri bize mezarda yatan kişinin siyasetçi mi, asker mi, erkek mi, kadın mı, çocuk mu, ilim adamı mı ya da tarikat mensubu mu olduğuna dair bilgiler verir. Mezar taşlarında bulunan tasvirler ve yazılar sanat bakımından nice güzellikleri bünyesinde barındırmaktadır. Bu güzel yazı ve süslemeler hem devrinin sanat özelliğini yansıtmakta, hem de bir daha yapılamayacak taş işçiliğiyle sanat zevkini bize aşılamakta, mezarlıların soğuk yüzünü bize sıcaklaştırmaktadır. Edirne gibi İslam şehirlerinde mezarlıklar genellikle yerleşim alanlarının kenarlarında büyük mezarlıklar, cami, mescit, tekke, zaviye ve türbe gibi yapıların bitişiğine de çok sayıda hazire, (etrafı çalı, çit taş duvarla çevrili bulunan bahçe veya mekan) küçük mezarlıklar şehre değer katmaktadır. Türk kültür tarihi açısından büyük önem taşıyan tabut adetinin bir yansıması olan sanduka tarzı üzeri kitabeli veya düz mezar taşları şehrimizin değişik yerlerinde mevcudiyetini hala korumaktadır. Tarihi mezarlıkları korumanın diğer bir yolu da, mezar taşlarının uzmanlar tarafından değişik yönleriyle incelenerek tespit ve tanzimi yapılıp belgelendikten sonra uygun yerlerde teşhirinin yapılmasıdır. Günümüzde şehir mezarlıklarına baktığımız zaman eski sanat ruh ve estetiğini maalesef pek görememekteyiz. Mezarlıklarımız ne yazık ki ölülerimizin yattıkları yerlerin kaybolmaması için sadece mermer mezar taşları ile doldurduğumuz mekanlar haline gelmiştir. 59 İdil LAZ / Edirne GSL Öğrencisi Yılmaz KAHRIMAN EÖS Mesleki Teknik Anadolu Lisesi Tarih Öğretmeni Bazı şehirler vardır onları anlatmaya söz yetmez. Bu şehirler ancak yaşanılarak öğrenilir. İşte o şehirlerden biridir Edirne. “Sultanların şehri, şehirlerin sultanı” denilen Balkanların başkenti Edirne… Bir şehir düşünün ki koca cihan imparatorluğuna bir asra yakın başkentlik yapsın, bir şehir düşünün ki adına şiirler, şarkılar, marşlar yazılsın. İşte böyle bir şehir sizleri bekliyor. Gelin, görün ve kültüre, sanata, dine dair ne varsa hepsine tanıklık edin. Edirne, girişte sizi Hacılar Ezanı ile karşılayacak. Gözlerinizi kapadığınızda Balkanlardan hayır dualar ile Kâbe’ye uğurlanan deve katarlı kafilelerle karşılaşacak, o kutsal mekâna ulaşacak olanlarla selam göndereceksiniz. Biraz ileride adını ilk yeniçeri isyanından alan Buçuktepe ile buluşacaksınız. Tarihe geçen şanlı Edirne direnişini gerçekleştiren Şükrü Paşa ve askerleri bir Fatiha isteyecek sizden. 60 “Her şey biter, Edirne bitmez.” Süheyl ÜNVER Yolunuza devam ederken Çelebi Mehmet’in kızının adını verdiği Ayşekadın Camii ve Mahallesi ile Ahmet Paşa Kervansarayı’ndan geçerek buradaki sebilden susuzluğunuzu gidereceksiniz. Yolunuzda ağır ağır ilerlerken Kadı Bedrettin, Defterdar Mustafa Paşa, Sitti Şah Sultan camilerinden gelen “Bizler de buradayız, uğramadan geçmeyin!” sesine kulak kabartacaksınız. Hatta Lari Çelebi’nin büyük bir vakarla şunları söylediğini duyacaksınız: “Çoğunuz bilmez, ben Lari Acemi. Fatih Sultan Mehmet Han ve Bayezid- i Veli’nin özel hekimiyim. Şu fani dünyada kalıcı bir eser bırakmak amacıyla ilk ‘U’ planlı son cemaat yerinden oluşan bir cami yaptırdım. Allah dualarınızı kabul etsin.” Yolunuzun üzerinde altı asırdır dimdik ayakta duran Eski Cami’ye ulaştığınızda Çelebi Mehmet seslenerek “Bu camide öyle yazılar var ki okuyun!” diyecek, Ankebut Suresi’nden tutun da ya Gaffar, Bilal–i Habeşi’den ya Deyyan ile meşhur vav yazısına ait örnekleri okuduğunuzu göreceksiniz. O ses size “Durun, hemen gitmeyin. Rükn-i Yemani de burada, Cennet Deresi, Hacı Bayram-ı Veli’nin mübarek kürsüsü de burada. Onları da görün!” diyecek. Cami’nin karşısında tüm ihtişamı ile Mimar Koca Sinan’ın yaptığı Damat Rüstem Paşa Kervansarayı ile karşılaştığınızda hafızanıza hemen şu beyit gelecek: “Olunca bir kişinin bahtı kavi, talihi yâr Kehlesi dahi mahallinde anın işe yarar” Tam karşınızda bulunan Bedesten Çarşısı ise size “Bizler de Osmanlı’nın ekonomik değerleriyiz, bizi öğrenmek için Evliya Çelebi’ye kulak verin!” diye seslenecek. Keyifli yolculuğunuz devam ederken öyle bir şaheserle karşılaşacaksınız ki Koca Sinan “Koşun Sultan Selim’in Selimiye’si sizi bekliyor.” diye haykıracak. Burada gözlerinize inanamayacağınız bir sanat eseri ve mabet ile karşılaşacaksınız. Bir anda aklınızdan ters lale, eğik minare gibi efsaneler geçerken bir bakmışsınız ki Hünkâr Mahfili’nde III. Mehmet, saflarda binlerce insan ile aynı anda secdeye varmışsınız. Bu manevi hazzı yaşadıktan sonra sizi burmalı, baklavalı minareleri ile Murad-ı Sani’nin Üç Şerefeli Camii karşılayacak. Dillere destan o kapıyı göreceksiniz ancak cami bahçesindeki yıkık mezar taşları sizi biraz hüzünlendirse de Muradiye’nin çinilerine tanıklık edince tekrar keyfiniz yerine gelecek. Uzaklardan “hoş bir seda” gelecek kulaklarınıza. O ses “Buraya, buraya…” diye çağıracak sizi. Tahmin ettiğiniz gibi davul–zurna sesi bu. Yiğitlerin harman olduğu, cihanın başpehlivanının seçildiği Kırkpınar Er Meydanı burası. Ama durun buraya ulaşıncaya kadar tarihe tanıklık etmeye devam edeceksiniz. Saraçhane’de mehteran eşliğinde resmigeçit töreni ile yine Sinan’ın inşa etmiş olduğu köprüde Kanuni ile karşılaşacaksınız. Muhteşem Süleyman size yaptırdığı Adalet Kasrını gösterip ünlü kanunlarını burada yazdığını, divanı topladığını, çok sevdiği Hürrem ile burada geçirdiği mesut ünlerini anlatacak. 40 davul 40 zurnadan gelen o ahenkli ses giderek artınca bir bakacaksınız ki Kel Aliço, Adalı Halil, Koca Yusuf, Kurtdereli kıyasıya güreşe tutuşmuşlar “Bizi yenebilecek var mı cihanda?” diye seslenecekler. Keyifli yolculuğunuzu sürdürerek mis gibi kokan güllerin bulunduğu bahçeleri arkanızda bırakıp Tunca Nehri ile buluşacaksınız. Fatih’in yaptırdığı o küçücük köprüden geçince muhteşem kasırlar, köşkler, imaretler ile karşılaşacaksınız. Tahmin ettiğiniz gibi Edirne Sarayı’ndasınız. Gözünüzü kapadığınızda Şehzade Cem’in sarayın bahçesinde koşup oynadığını, Fatih’in İstanbul’u “Nasıl alırım?” diye planlar yaptığına tanık olacaksınız. Biraz ileride Avcı Mehmet’in oğulları için yaptırdığı günlerce süren o dillere destan sünnet şenliğinde bulacaksınız kendinizi. Çeşnicibaşı sizi sofraya buyur edecek tarhana çorbası, tutmaç, dolma ve hoşafları afiyetle yedikten sonra fişekçi, hokkabaz, ateşçi, cambazların gösterilerini izleyip düğün şerefine yapılan at yarışlarına tanıklık edeceksiniz. Yolunuz uzun, sarayı geçince Bayezid Külliyesi çıkacak karşınıza. Orada oturup müzik terapisi ile hastaların tedavisine tanık olacaksınız. Bir an zihninizden atalarımız su, müzik ve çiçek tedavisini uygularken Avrupalıların içine şeytan girdi diye insanları diri diri yaktıkları anlar geçecek. Büyülü ney sesi eşliğinde Lady Monteqau’nun ülkesine gönderdiği çiçek aşısı uygulamasını anlatan mektubunu okuyacak, camide namaz kılacaksınız. Aşevinden bir kap yemek alıp garip gurabanın hislerine tercüman olacaksınız “Allah devlete millete zeval vermesin!” Yolculuğunuzda bu kez Peygamber Efendimizin isteği üzerine Sultan II. Murat’ın sırtında taş taşıyarak yaptırdığı Darü’l-Hadis Camii’ne ulaşacaksınız. Bahçesinde bulunan şehzade mezarlarının hali sizi biraz üzse de bir ses “Ne mutlu bize İstanbul’un Fatihi’nin eğitim gördüğü medrese bahçesinde ebedi istirahatımızı yapıyoruz!” deyince göğsünüz bir kez daha kabaracak. Bu kez yolunuza Ekmekçizade Ahmet Paşa Köprüsü çıkacak. “Bu köprüyü ben yaptırdım.” diye gururla haykırırken biraz da mahzundur Edirneli Defterdar Ahmet Paşa. Nedeni sorulduğunda köprüye kısaca Tunca Köprüsü dendiğini bildirerek isminin unutulmasından dert yanacaktır. Biraz daha ilerlediğinizde saltanat kayıkları içinde rengârenk kıyafetleri ile sultanların, cariyelerin gezdiği Meriç Nehri ile nazlı nazlı süzülen köprüye varacaksınız. Burada Sultan Abdülmecit çıkacak karşınıza “Rahmetli babam II. Mahmut bu köprüyü bitirmek için çok çabaladı ama bana nasip oldu. Ne olur dualarınızı ondan esirgemeyin!” dedikten sonra sizi güneşin batışının dünya üzerinde en güzel seyredildiği yerlerden biri olan Hünkar Mahfili’ne davet edecek. Köprünün çıkışında ise sizi Hacı Adil Bey çeşmesi karşılayarak suyundan ikram edecek ve “Her şey sudan yaratılmıştır, en güzel sadaka su vermektir.” diyerek uğurlayacaktır. Yavaş yavaş yolun sonu göründü. Kadri Paşa’nın taş ile döşettiği, asırlık ağaçlar ile süslü güzelim Karaağaç yolundan ilerlerken Jandarma Şehitliği’ndeki şehitlerimiz ve Ressam Hasan Rıza da sizden Fatiha isteyecektir. Kısa bir müddet sonra sınıra vardığınızda o eski günler aklınıza gelecek, üç kıtaya egemen olmuş koca bir imparatorluğa özlem duyacaksınız. İşte böyle bir yolculuk Edirne… Bedesten’i gezerken Evliya Çelebi’ye tanıklık ettiniz. Tophane’de İstanbul’u fetheden topların nasıl döküldüğünü gördünüz. Sarayiçi’nde güreş izlerken Kakava ateşinden atladınız. Hasan Sezai Türbesi’nde ettiğiniz dualar ile maneviyatınızı yüceltirken Muradiye Mevlevihanesi’nde sema yaptınız. Sokullu Hamamı’nda pirüpak olduktan sonra Ali Paşa Çarşısı’ndan deva-i misk ve aynalı süpürge aldınız. Lozan Anıtı ile Türk’ün haklı sesinin tüm dünyaya nasıl haykırıldığına şahit oldunuz. Unutmayın ki Edirne Sedd-i İslam’dır, Balkanlardaki payitahttır, Cumhuriyet’in kalesidir. Gelin yaşayın bu güzellikleri… 61 Edirne’yi Türk medeniyet mührüyle, hizmet mührüyle mühürlemediğimiz sürece, serhâd şehrimiz olmaktan çıkar. Edirne’yi sevmek, ayrıntılarını sevmektir; Edirne’ye hizmet etmektir. EDİRNE SEVDALISI RATİP KAZANCIGİL İLE EDİRNE RÖPORTAJI Bahire YILDIRAN, Canan GÜNGÖR, Gülay BORUCU Edirne Lisesi Türk Dili ve Ed. Öğretmenleri 1960 - 1985 yılları arasında İl Sağlık Müdürlüğü görevini yürütmüştür O, sadece bir doktor değil, aynı zamanda Edirne sevdalısı... Şu anda 95 yaşında. Odasına girdiğimizde onu masasına oturmuş, elinde büyüteciyle bir kitabı incelerken bulduk. Neredeyse bir asra yaklaşmış bir ömür... Hala çalışma, üretme azminde oluşu ders alınacak nitelikte. 62 Fotoğraf / N. Dilek ALTAY Ratip KAZANCIGİL, 1950 yılında Edirne’ye genç bir doktor olarak gelmiş, Trakya Sıtma Savaş Bölge Başkanı olarak yıllarca görev yapmıştır. 1920 doğumlusunuz. Osmanlı Devleti’nin son yıllarında doğup Cumhuriyet çocuğu olarak yetiştiniz. Türkiye’de yaşanan değişimlere şahit oldunuz. Yaşadığınız şehirde bu değişimler nasıl hissedildi? Çocukluğum ve lise yıllarım Malatya’da geçti. En büyük değişim eğitim alanında oldu. Yenileşen okullarda, yeni alfabeyle eğitim görmeye başladık. Cumhuriyet’in ilk yıllarında yetişen değerlerimizdensiniz. Bu yıllarda birçok alanda olduğu gibi, eğitim alanında da önemli gelişmeler yaşandı. Sizin nasıl bir öğrenim hayatınız oldu? Sizi çok etkileyen hocalarınız var mıydı? 1926’da altı yaşımdayken ana mektebine başladım. O zamana kadar ana mektebi yoktu. Bizler bu okulların ilk öğrencileri olduk. Kırmızı önlüklerimiz, beyaz yakamız vardı. Bu okulda bize ahlâk kuralları yanında alfabe öğretildi. Sonra bize bir sınav yapıldı, bu sınavın ardından birinci sınıfa başladım. O yıl ilk defa kız ve erkek öğrenciler bir sınıfta toplanmıştı, ben de bir kız arkadaşımla oturmuştum. 1928’de ben üçüncü sınıfa giderken yeni yazıya geçildi. Bize yeni yazıyı öğretmek için Halkevi’nde kurs açıldı, yaz tatilinde yeni yazıyı öğrendik. Cumhuriyet’in ilk liselerinden biri Malatya’da açılmıştı. Ortaokulda ve lisede çok iyi öğretmenlerim oldu. Ortaokulda Orhan Şâik GÖKYAY, Nihâl ATSIZ; lisede Vasfi Mahir KOCATÜRK üzerimde emeği olan ve beni derinden etkileyen hocalarımdır. Orhan Şâik Hoca, üzerimizde araştırmalar yapar; kim, neye meraklı keşfetmeye çalışırdı. İlgili ve yetenekli öğrencilere eski yazı romanlar verir; Çalıkuşu ve Ateşten Gömlek gibi kitapları eski yazıyla okuturdu. Bu romanları ilkokul mezunu ablamla beraber okurduk. Sonra hocamız bizi evine çağırır, romanların özetlerini anlatır, konuşurduk. Hoca bize değer verirdi, eliyle bize çay demler, ikram ederdi. Eski yazıya devam etmemi Şâik Hoca sağlamıştır. Lise yıllarımda Edebiyat Tarihi derslerimize Vasfi Mahir KOCATÜRK girerdi. Edebiyat ve araştırmalarına merak salmam onun sayesinde olmuştur. Eski yazıyı mı yoksa yeni yazıyı mı daha çabuk öğrendiniz? Yeni yazıyı öğrenmek daha kolaydı. Şimdi, yine eski yazıyı getirmeye çalışıyorlar. Benim anladığımca bu doğru değil. Çünkü sadece eski yazıyı öğrenmek mesele değil. Dili de bileceksin. Dili bilmeden hiçbir metni okuyamazsın, anlayamazsın. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi hocalarından Süreyya Beyzâdeoğlu, ara sıra ziyaretime gelirdi. Ziyarete geldiği bir gün, Abdurrahman Hibrî’nin Enîsü’l-Müsâmirîn adlı eseri üzerinde çalışıyordum. “Hocam, bunu bizim son sınıf öğrencilerimize okutalım” dedi. Birkaç öğrenciyi görevlendirdi. Çocuklara kitabı bölüm bölüm dağıttı. Yazının dilini görünce öğrenciler şaşırdı kaldı. Söylemek istediğim şu; sadece eski yazıyı öğrenmekle iş bitmiyor, çocuklar dilini de kültürünü de öğrenmek zorunda. Edebiyat ve Tarih Fakültelerinde eski yazı zorunlu okutulmalı, bu gençlerden tercüme grupları kurulmalı. Çünkü belgelere ulaşmadan ne tarihimizi ne de sanatımızı öğrenebiliriz. Benim bütün eserlerim belgelidir. Belgesiz tarih yazmak veya anlatmak, mangal başında masal anlatmaktır. Üniversite döneminde Tıp Fakültesi’nde okumaya nasıl karar verdiniz? Sizi bu mesleği seçmeye yönlendiren sebepler nelerdi? Bunun kararını ben vermedim. Babam karar verdi. Kendisi Bayındırlık Müdürlüğü başkâtibi idi. “Serbest hayatta geçerli bir geçim kaynağın olsun.”diyerek ya mühendis ya doktor olmamı istiyordu. İşin aslına bakarsanız ortaokul ve lisede cebir ve hendese ile (Matematik ve Geometri) ile kâtiyyen uyuşamadım. İki yıl bu derslerden bütünleme ile geçtim. Lisede Edebiyat bölümünde okudum. Edebiyat bölümünü severek okuduğum için derece ile mezun oldum. O zamanlar olgunluk sınavı vardı, üniversite sınavı yoktu. Okulu iyi derce ile bitirenler Tıp Fakültesi’ne gitmeye hak kazanıyorlardı. Ben de böylece İstanbul Tıp Fakültesi’ne başladım. Malatya’dan iki arkadaş yola çıktık doktor olmak için. Eş dost beni uğurlamaya gelmişti. İstanbul’a trenle üç gün iki gecede gittim. İstanbul’da Tıp Fakültesi’nde okumak, memleketin orta halli ve fakir çocukları için zordu. Dr. Refik SAYDAM, Tıp Talebe yurtlarını açarak Anadolu’dan gelen çocukların okumasını kolaylaştırdı. Ben de bu yurtlarda okudum. Burada bize çok iyi baktılar, her ihtiyacımızı karşıladılar. Tramvay paramız bile karşılanıyordu. Siz Tıp Fakültesi’nde okurken İkinci Dünya Savaşı başladı. Ülkemiz, bu savaşa girmediği halde ekonomik olarak sıkıntılı yıllar geçirdi. Bu durum size nasıl yansıdı? Siz ne gibi etkilerini yaşadınız? Okula başladığımda üç sene boyunca her şey çok iyiydi. Önce Atatürk’ü kaybettik. Atatürk’ün hastalığının ilerlediğini öğrendiğimiz günden itibaren her gün, bayrakların yarıya indirilip indirilmediğine bakmaya başladık. Bir gün bayraklar yarıya indirilmişti, Atatürk’ü kaybetmiştik. Atatürk’ün cenaze törenine katıldık Dolmabahçe’den Sarayburnu’na kadar kortejle yürüdük. Sonra İkinci Dünya Savaşı başladı. Son üç yılımız çok zor geçti. Bir de biz Anadolu’dan gelen çocuklar girişken değildik, bilgimizi satamazdık. Son sınıfta son sınava girerken çok heyecanlıydım. Sınavı Ord. Prof. Âkil Muhtar Hoca yapacaktı. Bizim dersimize hiç girmemiş, bizi tanımıyor. Sıra bana gelince heyecandan titrediğimi hatırlıyorum. Hocam “Sen niye heyecanlısın? Seni tanıyorum, sen iyi bir öğrencisin. Bilinceye kadar sana soru soracağım.” diye beni oturttu, benden sonraki arkadaşımı sınava aldı. Benim heyecanım geçince sorusunu sordu, sınavımı geçtim. İyi bir hoca aynı zamanda psikolog olacak, çocuğun halinden anlayacak. Mezun olunca heyecandan Aksaray’dan Sirkeci’ye yürüyerek gittim, tramvaya binmedim. Sirkeci’deki Büyük Postane’den Malatya’ya telefon çektim. Edirne yıllarınıza gelelim. 1950’li yıllarda göreviniz nedeniyle Edirne’ye geldiniz. Edirne’ye önemli hizmetleriniz oldu. Göreviniz dışında sizi Edirne’ye bağlayan nedenler nelerdir? Edirne’nin tarihi ve tarihimizdeki yeri... Edirne demek sadece Selimiye Camii, Meriç Köprüsü, Karaağaç demek değildir. Osmanlı’nın üç kenti var: Bursa, Edirne, İstanbul. 63 Fotoğraf / N. Dilek ALTAY Bunları çıkarırsanız Osmanlı tarihi yazılamaz. O, yazılmazsa dünya tarihi yazılamaz. Rastgele bir Osmanlı tarihi kitabı alın. Kitapta Edirne’nin adının geçtiği yerlerin üstünü çizin. Osmanlı tarihi kalbura döner. Edirne, Osmanlı tarihinde bu kadar önemli bir yere sahip. Edirne, İstanbul’u fetheden kent… Fatih Sultan Mehmet Edirne doğumlu... İstanbul’un fethi planlarını Edirne Sarayı’nda hazırladı. İstanbul surlarını açan topların planları Edirne’de yapılıyor; şâhî toplar Edirne’de dökülüyor, Edirnelileri de yanına alıyor, İstanbul’u fethediyor. Daha nesi var Edirne’nin? Osmanlı’nın ikinci kuruluşu var: Birincisi Domaniç Yaylası’nda Söğüt’te, ikincisi ise Edirne’de. Yıldırım Beyazıt’ın Timur’a yenilip vefat etmesinden sonra oğulları, ayrı ayrı beyliklerini ilân ettiler. Edirne’de Süleyman Çelebi beyliğini ilan edip para bastırdı. Çelebi Mehmet, kardeşlerini bertaraf edip Edirne’ye geldi, hükümdarlığını ilan etti. Osmanlı devleti, yıkılmaktan kurtuldu. Batı seferleri Edirne’den başlıyordu. Edirne’yi Türk medeniyet mührüyle, hizmet mührüyle mühürlemediğimiz sürece, serhâd şehrimiz olmaktan çıkar. Edirne’yi sevmek, ayrıntılarını sevmektir; Edirne’ye hizmet etmektir. Sağlık Müzesi’nin kuruluşuna öncülük ettiniz. Sayenizde Edirne, çok güzel, başarılı bir müzeye kavuştu. II. Beyâzıt Külliyesi terk edilmişlikten, harabeye dönmekten kurtuldu. Sağlık Müzesi, 2004 yılında Avrupa Konseyi Müzecilik Ödülü’ne lâyık görüldü. Bir müze kurmak kolay olmasa gerek. Kuruluş aşamaları nelerdi? Hangi kaynaklardan yararlandınız? Süheyl ÜNVER Hoca’m, her sene Edirne’ye gelir, sekiz on gün kalırdı. Onunla beraber Edirne’yi gezerdik. 1974 yılında geldiğinde, II. Beyazıt Külliyesi’ne gittik. O zaman viran haldeydi. İçinde koyun bakıyorlardı. Serseriler cirit atıyorlardı. Süheyl Hoca’m “Doktorum, gel burayı Tıp Tarihi Müzesi yapalım.”dedi. Hemen “Müze olursa neleri koymak lazım?” diye listesini yaptı, bana verdi. Müze açılınca listeyi müzeye verdim. Oradadır şimdi. Bina o zaman Vakıflara aitti. Biz müze düşüncemizi Vakıflar Bölge Müdürlüğüne ilettik. Valilik yardımıyla iznimizi aldık. Sözleşmemizi imzalayarak binayı teslim aldık. İlk olarak mûsikî sahnesini kurmak için çalıştık. Çalışmalarımızı sürdürürken Vakıflar Bölge Müdürlüğü sözleşmeyi bozdu. “Hoca buraya put koyacak.” diye bizi şikâyet etmişler. 64 Bu memlekette iş yapmak için kızmayacaksın, bağırmayacaksın, kavga etmeyeceksin, sabır taşı olacaksın. Bu arada Edirne’ye Vakıflar Bölge Müdürlüğünden sorumlu olan Devlet Bakanı Hasan AKSAY geldi. Onu Vali Bey’le birlikte Külliye’ye götürdük. Durumu belgeleriyle beraber anlattık. Haberinin olmadığını, konuyla ilgileneceğini söyledi. Sonra burada Kanser Enstitüsü kurmak istediler, 1997’de İstanbul’daki Psikiyatri Derneği burada Psikiyatri Hastanesi kurmak istedi. Daha sonra üniversiteye devredildi. On yıl o şekilde kaldı. Müzeyi önce Tıp Tarihi Müzesi olarak açmayı düşündük, fakat böyle olursa belli bir konunun müzesi olacaktı. Sağlık Müzesi olursa geniş kapsamlı olacaktı hem de daha geniş kesimin ilgisini çekecekti. Müzeyi kurarken Selimiye Kütüphanesi’ndeki el yazması eserleri inceledim. Amasya Darüşşifası müderrisi Şerâfettin Sabuncuoğlu’nun Kitâb-ı Cerrâhiye adlı kitabında 15. yüzyıla ait minyatürler vardı. Kitapta hastalıklar ve tedavileri anlatılıyordu. (Bu kitap Fatih Sultan Mehmet’e takdim edilmiş.) Bu kitaptaki minyatürleri canlandırdık. Hoca Sadeddin Efendi’nin Tâcü’tTevârih adlı eseri, Evliya Çelebi’nin Seyahatnâmesi, Külliye’nin Vakfiyesi de yararlandığım diğer kaynaklar. Düzenlemeler sırasında İstanbul Şehir Tiyatrolarından dekor düzenlemesi için yardım aldık. Avrupa Konseyi Asamblesi, müzecilik ödülü vereceğini duyurunca biz de başvuru yaptık. Asamblenin müfettişleri geldi. “Burası konuşan müze .” dediler. 2004’te Avrupa Konseyi müzecilik ödülünü kazandık. o dönemde rektör Osman İNCİ’yle beraber Strazburg’da ödülü aldık. 2005’te aynı asamblenin düzenleme ödülüne layık görüldük. İkinci ödülümüzü de Atina’da aldık. Hayattaki iki büyük hedefinizin biri kütüphane kurmak diğeri Darüşşifâ’da Sağlık Müzesi oluşturmakmış. Bu hedeflerinizi gerçekleştirmişsiniz. Emekleriniz için çok teşekkür ediyoruz. Üçüncü hedefiniz Adalet Kasrı’nda Adalet Müzesi açmakmış. Bu hedefi gerçekleştirmek için neler yaptınız? Kütüphanemizin hazırlığında arkadaşlarımın da yardımları oldu. Birazdan kütüphanemizi göstermek isterim sizlere. Adalet Kasrı’na gelirsek bu yapı Mimar Sinan’ın yapısıdır. Su terazisi için kullanılmış, üç katlı bir yapı. Kulenin önünde bir sütun bulunuyor. Bu sütunda idam edilenlerin başları ibret olsun diye sergileniyormuş. Sarayın bir yetkilisi, hukuktan sorumlu bir kişi burada oturuyormuş. Adalet Kasrı ismini bunun için almış. Burada dilekçeler kabul ediliyormuş. Osmanlı zamanında seyir kulesi olarak da kullanılmış. Buranın düzenlenmesi için Coşkun MOLLA başvurdu. Hazırlık çalışmaları yaptı. İlber ORTAYLI’dan görüş aldık. Projenin uygunluğunu dile getirdi. Dediğim gibi çalışmalarda engeller çıkıyor şu an için bir gelişme yok ama bu müzenin de Edirne’ye kazandırılmasını isterim. Bizimle görüşmeyi kabul ettiğiniz, bu çok değerli bilgileri bizimle paylaştığınız için teşekkür ediyoruz. Ben teşekkür ederim. 65 Kübra ULE / Edirne GSL Öğrencisi SAKLI HAZİNE Tuğba TİRYAKİOĞLU Keşan Anadolu Lisesi Öğrenci Öyle bir şehir ki Edirne, ışığı hiç sönmeyen... Üzerine doğan güneş batsa da tarihinin ışıltıları arasında pırıl pırıl parlayan… Yıl 1361. Hadrianapolis’in karanlık gökyüzüne, suyuna, taşına, toprağına bir güneş doğuyor. Işıltısına tarif olmayan bir güneş... Beyaz atının üzerinde I. Murat beliriyor yeşilliklerin arasından. Yüzünde bu şehri topraklarına katmanın huzurlu tebessümü var. Öyle bir şehir ki Edirne, ışığı hiç sönmeyen... Üzerine doğan güneş batsa da tarihinin ışıltıları arasında pırıl pırıl parlayan… Üç kıtaya hakim bir imparatorluğa, 92 yıl boyunca başkentlik yapan... İhtişamıyla mücevherleri, ayı, yıldızları kıskandıran... Sahip olduğu sükûnetiyle zamanı daha değerli kılan... Bırakın gürültü patırtıyı, sessizliğiyle “Ben varım!” diyebilen... 66 Ve öyle bir şehir ki Edirne, 600 yıl hüküm sürmüş bir imparatorluğun mücadelelerini, zaferlerini, mağlubiyetlerini, padişahlarını, sultanlarını, şehzadelerini omuzlarında hiç yorulmadan taşıyan… Edirne’ye adımınızı attınız an, Osmanlı’nın şanlı tarihinin kokusunu hemen alırsınız. Selimiye’nin rüzgârı, kusursuzca bestelenmiş bir melodi gibi uğuldar kulaklarınızda. Edirne’yi Edirne yapan değerlerin başında geliyor belki de Selimiye. En çok da çeşitliliğiyle ilgi çeker bu dev tarih. Kırmızı, mavi, yeşil şakayıklar, çevresi çiçekli panolar, çiniler, ters lale motifi… Kapalıçarşı vardır ikinci sıramızda. Meyve sabunlarının mis kokusu gelir hemen burnumuza. Sadece meyve sabunları mı? Onlarca şekerleme… Hani bir çocuğu mutlu edebilenlerinden... Çağrı CENGİZOĞLU / Edirne GSL Öğrencisi Ya Edirne Sarayı?.. Şimdiki yıkık ve yıpranmış görünümünün altında kaç ömür var? Kaç bebek gözlerini açtı, kimler gelip geçti, şimdilerde yıkık olan bu duvarlarının arasından? Kaç şehzadenin tahta çıkışına tanık oldu bu bahçe? Birilerini mutlu etmeyi bekleyen, onlarca hediyelik eşya… Daha bunlar gibi onlarca değer var Edirne’nin bünyesinde. Beyazıt Külliyesi, Edirne Sarayı, Şükrü Paşa Anıtı, Balkan Şehitliği, tava ciğer, deva-i misk helvası… Bunlar Edirne deyince birçoğumuzun ilk aklına gelenlerdir. Hepsi ayrı ayrı tarih kokan, Osmanlı kokan… Ama bunlar, Edirne’ye ilk bakışta gördüklerimizdir. Peki, bizim fark etmediklerimiz? Bir de daha derine inip saklı kalan keşfedilmemiş değerlere bakalım. Mesela Selimiye’yi bu kadar güzel ve değerli kılan, sadece yapının güzelliği midir? O kubbe altında fısıldanan dualar, akıtılan gözyaşları, Mimar Sinan’ın planları, hesapları… Belki de motiflere yansıttığı yaşamı. İşte bunlar, Selimiye’nin saklı hazinelerinden birkaçıdır. Kaç sonbaharda yapraklarını döktü bu ağaçlar? Onlarca hasta hayata tutundu Beyazıt Külliyesi’nin şifahanesinde. Onlarca kitap unutulup gitti belki de kütüphanesinin tozlu rafları arasında. Unutulmuş onlarca kimliğe, onlarca olaya ev sahipliği yapar Edirne. İhtişamlı minarelerin, kubbelerin, duvarların ardında unutulan birçok şeye kucak açar. Tam 654 yıldır Türklerin hakimiyetinde olan Edirne’yi anlamak için önce onun saklı cennetini keşfetmemiz gerekir. Kendinizi tarihî camilerin, Hafız Paşa Konağı’nın, Adalet Kasrı’nın, Peykler Medresesi’nin eşsiz melodisine, Kapalıçarşı’nın o ıtır kokusuna bırakın. Edirne’nin saklı hazinesini bulmak için onu hissedin. 67 Müşerref GİZERLER / Araştırmacı Yaşamın sürdürülebilmesi beslenme ile mümkündür. Sosyal bir yapıya sahip olan insanın beslenmesi ise yaşadığı çevre koşulları ile şekillenerek kültüre dönüşür. Dünya ülkelerinin mutfaklarının temel sayılacak bazı özellikleri bulunmaktadır. Bu özellikler coğrafi, sosyo-ekonomik yapı, dinsel inanışlar ile gündelik yaşam pratiklerinin şekillenmesi ile oluşmuştur. 68 Tava Ciğeri Ülkemizde de yemek yeme alışkanlıkları tarihsel ve bölgesel olarak farklılıklar göstermektedir. Yemek kültürümüz, bir başka anlatımla bizi bize benzeten, bize özgü davranış ve alışkanlıklarımız ile geliştirip bütünleştirdiğimiz değerlerimizdir. Diğer taraftan sosyo-ekonomik yapımızın da mutfağımıza yansıdığı ortaya çıkan türlerden anlaşılmaktadır. Sosyo-ekonomik yapımızla örtüşen; toplumsal dayanışma ve konukseverliğin öne çıktığı, birlikteliğin, paylaşımın temel ilke edinildiği, tarihte yemekle anlam kazanan toylar, düğünler, şenlikler ile günümüze taşınan yemek kültürümüze ilk defa Orhun Yazıtları’nda rastlanmaktadır. Selçuknameler, Kanunnameler, seyahatnameler, risaleler, esar defterleri, imarethane kayıtları gibi belgeler de yeme içme alışkanlıklarımızı kültür bağlamında ortaya koyan yazılı belgelerdir. Bu belgeler; yemek yeme adabı, sofraya oturma şekli, konuk ağırlamaları, sunumu, yiyecek ve içeceklerin sağlık koşulları ile ilişkileri, mevsimlere ve kişinin fiziki ve ruhsal yapısı ile ilgili beslenme alışkanlıkları, kullanılan kap kacaklar gibi yaşamın her alanını yansıtan değerleri ortaya koymaktadır. EDİRNE SARAY MUTFAĞI Beylikler döneminden sonra Edirne’den başlayan 90 yıllık Osmanlı İmparatorluk dönemi ve sonrasında idare merkezi Edirne’de Osmanlı Saray Mutfağı dönemi de Edirne mutfağı zenginliğinin önemli kaynaklarındandır. On üçüncü yüzyılın sonlarında kurulan Osmanlı Devleti, çok hızlı bir gelişme göstererek üç kıtaya yayılmış ve büyük bir imparatorluğa dönüşmüştür. Bu alanlarda farklı köken ve kültürlerden gelenleri, Türklerin yarattığı siyasal varlığının yanı sıra İslam dünyasının da en güçlü temsilcisi olması nedeniyle siyasal şemsiyesi altında toplamıştır. Bu nedenle birçok kültürle iç içe yaşamış ve her alanda olduğu gibi yiyecek içecek alışverişinde de bulunmuşlardır. Saray mutfağı da Osmanlı İmparatorluğunun gelişme ve büyümesine paralel olarak büyük bir gelişme göstermiş, saray ileri gelenlerinin bir sofra etrafında toplanması devin en büyük sosyal hareketlerinden biri olmuştur. Bu nedenle aşçıların bütün yaratıcılıklarını ve becerilerini gösteren çok zengin ve lezzetli türler ortaya çıkmış; mutfaklar, çalışanlar, yemekler, şenlikler, konuk ağırlamaları, kap kacaklar gibi konularda kurallar, teamüller geliştirilmiştir. Ciğer Sarma EDİRNE MUTFAK KÜLTÜRÜ Türkiye Cumhuriyeti’nin Avrupa kıtasındaki sınır kenti olan Edirne, Balkan ülkelerinden Bulgaristan ve Yunanistan sınırında bulunmaktadır. Tunca, Arda ve Meriç Irmaklarının buluştuğu düzlükte Neolotik Çağ’da Trak halkları tarafından kurulduğu bilinmektedir. Bölgenin Trakya olarak anılması da Traklardan gelmektedir. Pers, Makedon, Roma ve Bizans imparatorlukları sonrası Edirne; 14 yy. ortalarında Osmanlı İmparatorluğu hâkimiyetine katılmıştır. Edirne, bu tarihsel süreçte Anadolu ve Avrupa arasındaki ve özellikle Balkan coğrafyasında göç etmiş toplumların geçiş ve yerleşim bölgesi konumunda olmuştur. Bu nedenle birçok farklı kültürel unsurun da birikimine sahiptir. Mutfağımız; geçmişimizi yansıtan özellikleri ile dünya mutfakları arasında öncelikli sıralarda yer alan önemli kültür mirasımızdır. Toplumsal dayanışma, konukseverlik, birliktelik ve paylaşım temelinde şekillenmiştir. Edirne mutfak kültürü; Türk mutfağının Orta Asya, Anadolu ve Balkanlar ekseni üzerinde farklı kültürel unsurlar ile buluşması, “coğrafi ve kültürel buluşmanın” sentezidir. Bu buluşma, etkileşimlerle ortak lezzetleri yarattığı gibi yaşamış, yaşayan farklı inanç ve kültürlerin sürdürdükleri özel tatları, mutfakları “Edirne mutfağı”nın zenginliğini yaratmıştır. Bu zenginlik komşu ülkelerin pek çoğunda da varlığını sürdürmektedir. Bulgaristan, Romanya, Makedonya, Kosova vb. ülkelerde yemeklerin ve kullanılan kap kacakların Türkçe adlandırılmaları ile lokanta gibi işletmelerin günlük yemek listelerinde (menüleri) Edirne mutfağı yemeklerini görmek çok olasıdır. Osmanlı saray mutfağı bulunduğumuz coğrafyada kuşkusuz Osmanlı’nın saray kenti olan ve bölgenin yemek kültürünün merkezi konumundaki Edirne’den başlamıştır. Edirne, 1361 tarihi itibariyle 90 yıl İmparatorluğa başkentlik yapmış; Saray mutfağı ve Saray sofralarında pek çok konuk ağırlanmış ve birçok şenliklere sahne olmuştur. I. Sultan Murad’ın Edirne’yi merkez yaptıktan sonra burada muhteşem dairelere ayrılmış saraylar, köşkler yaptırıp törenlere dair bazı kurallar koyduğu bilinmektedir. Yıldırım Beyazıt zamanında Osmanlı Sarayı’nda kölelere, cariyelere, kapıcılara, mutfak görevlilerine rastlanmaktadır. Sultan I. Murat’ın şehzadeleri için yaptırdığı büyük sünnet düğünü törenlerini Âşık Paşazade şöyle canlandırmıştır: Bir düğün kim Murad Han etti kardaş Yayıldı sofralar, döküldü çok aş Bir ay tamam yenildi nimetler Fakir ve gani ve hem yedi evbaş Çelebi Mehmet zamanı teşrifata uygun olmayıp II. Murad’ın Saray’ında intizam ve ihtişam tamamıyla görülmektedir. Mutfakta ekip zenginliği başlamış olup saray koruması yanında ocakçıbaşı, kuşhaneci, pilavcı, börekçi, tatlıcı, çeşnicibaşı gibi mutfak görevlileri de belirlenmiştir. Padişahın etrafında çeşniciler ve peşkircilere rastlanmaktadır. Çeşnicibaşı, yemekte zehir bulunduğu şüphesini ortadan kaldırmak için ilk lokmayı aldıktan sonra sofraya koyduğu, diğerlerinin de öteki işleri görüp, leğen ibrik tutup, kaşık değiştirdiği, bunların da öğretildiği şekliyle peşkircilerce yapıldığı anlaşılmaktadır. Fatih Sultan Mehmet tarafından saraylarda iki mutfak yaptırılmıştır. Bunlar Edirne ve İstanbul Saraylarındakilerdir. Ayrıca haremde “Kuşhane” denen mutfaklar vardır. Edirne Saray’ında kilerli koğuş, enderunlar kileri, kileri hassa ve dört kilerle beş mutfak vardır. Tunca Nehri civarında ise helvacılar, güllabcılar, aşçılar, fodlacılar, ekmekçiler, tatlıcılar ve sabunculara (mis sabunu) ait odalar ve bunlara ait hamam, mescit, büyük bir çeşme bir de kileri amire bulunmaktaydı. 69 Mutfak ve kilerdeki yiyecek ve pişirim malzemeleri, mutfak masraf defterlerine işlenmekteydi. Padişahın yemekleri kuşhane mutfağında pişirilmekte olup yemekler kuşçubaşılar tarafından hazırlandığı, çalışanların yaptıkları işlere ve kıdemlerinin belirlendiği (kuşçubaşı, ocakçıbaşı, serçini, derçini) kaynaklardan anlaşılmaktadır. Bütün bu kurallar Fatih Sultan Mehmet’in Kanunname-i Osmanî ile getirilmiş olup mutfak idaresinde yazılı kurallara bağlanmıştır. Mutfakların masraf defterleri mevsimlere göre sarayda tüm yaşayanların konumları ve sağlık durumlarına göre yemek listeleri, diyet yemekleri ve bunların pişirileceği yerler ayrı ayrı belirlenmiştir. Valide Sultan, şehzadeler ve harem halkından ileri gelenlerin yemekleri ise has mutfaklarda hazırlanmaktadır. Beslenmeye Osmanlı tıbbında da yer verilmiştir. Ayrıca insanların mizaçlarına göre beslenmelerinin gerektiği, mevsimlere göre ilişki kurulduğu yazılı kayıtlardadır. Ruh hastalarının müzikle tedavi edildiği Edirne II. Beyazid Darüşşifası’nda bu yönlü beslenmenin varlığı Evliya Çelebi Seyahatnamesinde, “her hastanın derdine göre nefis yemeklerin verildiği” ifadesi ile mevcuttur. DÖNEMİN YEMEKLERİ Çorbalar: Nohudabad, tarhana, ciğer çorbası, Hamur İşleri: Lokum, yumurtalı lokum, lalanga, akıtma, Kırma tavuk, süt, kuşbaşı, uskumru balığı, Kebablar: furun, ciğer, tavşan, külbastı, Nohudlu yahni, kavun tolması, mülebbes Yahniler: tolması, bazıncan micmeri, bazıncan kayganası, kıyma püryani, susuz kavurma, ciğer mücmeri (ciğer sarma), incik yahnisi, papaz yahnisi, yaka yahnisi, Dilber Dudağı Helvahane Matbah-ı Amire Saray Mutfaklarına bağlı bir ocaktı. Burada çeşitli tatlıların yanında reçeller, şurup ve şerbetler, hekimbaşıların özel formüllü ilaç şurupları yapılmaktadır. Bu ocaklarda senede bir defa ilkbaharda tarçın, havlıcan, gül, gelincik macunlarının kaynatıldığı ve bu geceye ot gecesi dendiği kayıtlarda bulunmaktadır. Hekimbaşılar ise her sene Nevruz’da amber, afyon hülâsası ve diğer kokulu nebattan Nevruzziye ismi verilen kırmızı renkli ve kokulu bir macun yaparak bunları nevruz gecesi porselen kaplar içersinde padişah, şehzade ve sultanlara, kadı efendilere, sadrazam ve devlet ricaline ikram ettikleri bilinmektedir. Edirne Sarayı ayrıca 17-18 yy.lara kadar düğün ve şenlik merkezi konumunu sürdürmüş; günlerce süren düğünler, şenlikler ve törenlerde yemekler, tatlılar, şerbetler ile mutfak zenginliği yaşatılmıştır. 70 Medfune, herise, kabak bastı, kabak kalyesi, marmarine, böğrülce pilavı, soğanlı yumurta, Sebzeler: çılbır, ısfanah, şalgamdan ma’mul, pilavlar Dilber dudağı, saray katayıfı, terkib-i nuriyye, pirinç baklavası, yağlı saray ekmeği, helvay-ı asude, helvay-ı sabuni, helvay-ı hakani, Tatlılar: gaziler helvası, helvay-ı me-muniyye, helvalar, helvay-ı gülabiye, helvay-ı ishakkiye, badem şekerlemeler, herisesi, petleşin, güllac paludesi, kavun hoşablar baklavası, gurabbiye, revani, kadun göbeği, levzine, şeker lokumu, yumurta lokumu, patula, bulama, erik dolması, luap, hababiye, sadriyye, taze elma ve emrûd hoşabı emrud kurusu hoşabı, portakal hoşabı, ali fakih eriği hoşabı enar hoşabı, taflan hoşabı, şamfıstığı hoşabı, bardeşe eriği hoşabı, rezaki üzüm hoşabı, çam fıstığı hoşabı, incir hoşabı, hardaliye, MUTFAK MADDİ KÜLTÜRÜ - KAP KACAKLAR Edirne mutfağı ve kültürünün varlığı arkeolojik kazılar sonucu bulunan ve Edirne müzelerinde sergilenen somut mutfak araç gereçleri ile kanıtlanmıştır. Sonuç olarak kısaca tanıtılan Edirne mutfak kültürü, bölgedeki uygarlıkların başlangıcına dayanmakta olup somut olmayan kültürel miras niteliğindedir. Ekin Deniz USALAN / Edirne Lisesi Öğrencisi SÖZ VERİYORUM Sanki başka bir âlemden gelmiş gibi duruyordu Selimiye. Hiç insan eli değmemiş bir mucize gibiydi. Kendini sanki gökyüzünü delip sonsuzluğa devam edecekmiş gibi duran Ortaköy Camii’nin minarelerine bakarken buldu. Koşmalıydı, daha hızlı tıpkı minarelerin sonsuzluğa uzanması gibi o da yolun sonsuzluğuna koşmalıydı, kaçmalıydı bu şehirden. Bıkmıştı bu tekdüze hayattan. İstanbul onu boğuyordu artık. Her yerde ruhsuz binalar, duyarsız insanlar, karmakarışık bir trafik, nefes alamıyordu artık. Ünlü bir mimarlık bürosunun sahibiydi. İyi bir geliri vardı. Sosyal çevresi oldukça genişti. Herkes tarafından sevilen biriydi. Ama yetmiyordu işte. Biraz huzur, sessizlik, zamanın yavaş aktığı bir yer istiyordu artık. Aniden durdu. Sağına soluna baktı. Karşıdan gelen taksiyi durdurdu. “Terminale lütfen…” dedi. Arabanın hareket etmesiyle birlikte gözlerini kapadı ve hayallere daldı. Şoförün sesiyle irkildi: “Geldik, buyurun lütfen…” diyordu. Hızlıca indi taksiden. Kalabalığı yararak yazıhaneye girdi. Edirne’ye bir bilet aldı. Rüyasında Selimiye’nin önünde gördü kendini, hayran hayran camiye bakıyordu. Sanki başka bir âlemden gelmiş gibi duruyordu Selimiye. Hiç insan eli değmemiş bir mucize gibiydi. Sessizce caminin kapısından içeri süzüldü. Çocukluğundan beri en çok yapmak istediği şeyi yapacaktı şimdi. Yavaşça minarelere çıkan kapıyı açtı ve merdivenleri tırmandı. En üstteki şerefeye çıktı. Aşağıya doğru bakınca ilk an başı döndü ama hemen alıştı. İşte karşısındaydı muhteşem Edirne. “Canım Edirne’m!” diye geçirdi içinden. Habibe AYDOĞDU İnönü İlkokulu Sınıf Öğretmeni Önünde Eski Cami, biraz ileride sağda Üç Şerefeli zamana meydan okur gibi dimdik ayaktaydı. Buradan Yıldırım’ı, Söğütlük’ü, köprüleri görebiliyordu. Bir zamanlar Fatih Sultan Mehmet’in koştuğu bahçeleri barındıran Sarayiçi karşısındaydı. “Ah!” diye içini geçirdi. “Eski muhteşem günlerinden uzak, hak ettiği değeri bir türlü göremeyen, yalnız, sessiz, mağrur şehrim...” Gözünden iki damla yaş aktı. “Söz veriyorum…” diye geçirdi içinden. “Senin eski güzel günlerine dönmen için ne gerekiyorsa yapacağım.” Ani bir sarsıntıyla gözlerini açtı. Otobüs fren yapmıştı. Kafasını kaldırdığında karşısında Selimiye’nin iki minaresini gördü. Gözündeki iki damla yaşı sildi. Şehre doğru gülümsedi ve sessizce “Söz veriyorum, sen benim mucizem olacaksın.” dedi. “Söz!..” 71 EDİRNE DARÜLHADİS MEDRESESİ Atila GEMİCİOĞLU / İstiklal Ortaokulu Sosyal Bilgiler Öğretmeni Şehirlerin de ruhları vardır, derler. Camileri, köprüleri, çeşmeleri, evleri ile size anlatmak istedikleri vardır. Hissedersiniz ama anlamlandıramazsınız. Hangimiz hayatımızın bir döneminde de olsa bir akşamüstü Arnavut kaldırımlı eski bir mahalle arasında yürürken bu hissiyata kapılmadık ki?.. Hani böyle şehirler vardır hayatımızda, onlardan biridir Edirne. Ruhu olan şehirlerden biri… Her gün yanı başından geçtiğimiz, bize hikâyesini anlatmak için çırpınan o kadar fazla yapıt var ki güzel Edirne’mizde ve öyle derin, öyle anlamlı geçmişleri vardır ki öğrendiğimizde yüzümüze sert bir tokat atar, sersemletir bizi. Utanırız kendimizden bunca zamandır yanından bilmeden gelip geçtiğimiz o büyük eserin sesine kulak vermediğimiz için. Hayıflanırız duyarsızlığımızdan. Hele ki yitip gitmişse, yok olmuşsa acımız katlanarak büyür, bir yumruk gibi düğümlenir boğazımıza. İşte Edirne Darülhadis Medresesi de bu akıbete uğramış, hikâyesi yarım kalmışlardandır. 72 Edirne Kaleiçi Dilaverbey Mahallesi Darülhadis Caddesi’nde bir zamanlar var olan Darülhadis Medresesi’nin hikâyesine başlamadan önce “darülhadis” kavramını açıklamakta fayda var. Darülhadis, hadis ilminin öğretildiği medreselerdir. İlk defa Selçuklu Atabeyi Nurettin Zengi tarafından Şam’da açılmıştır. Böylelikle hadis öğrenimi, camilerden medreselere geçmeye başlamıştır. Sonradan darülhadis medreselerinde Kuran-ı Kerim’e ait ilimler de okutulmaya başlandığında bunlara “dârülkur’a” ve “dârülhadis” ismi verilmiştir. 1435 yılında II. Murat tarafından yaptırılan Darülhadis Medresesi’nin müstakil bir medrese mi yoksa cami olarak mı yaptırıldığı kesin olarak bilinmemektedir. Ancak gerek cümle kapısı üzerindeki yazılardan gerekse de farklı kaynaklarda nakledilenlere göre medrese ve caminin birlikte inşa edildiği anlaşılmaktadır. Rivayete göre Edirne Kalesi’nin Germe Kapı Caddesi denilen tenha ve terk edilmiş bir bölgesinde bir kış sabahı daha gün doğmadan bir inşaat hazırlığına başlanmış. Bu durumu gören halk da merakla olacakları seyretmeye koyulmuş. Bu ani inşaat kararının arkasında yatan gerçekse Sultan II. Murat’ın bir gece öncesinde gördüğü rüyadır aslında. Meğer gece Sultan Murat rüyasında Peygamber Efendimizi görmüş. Hz. Peygamber kendisinden bu mekânda bir dârülhadis inşa etmesini istemiş. Sultan Murat da bu emri hiç geciktirmeden yerine getirmek için uyanır uyanmaz inşaat hazırlıklarına başlanılmasını emretmiş ve buraya ilk temel taşını da kendi elleri ile koymuş. Ne yazık ki günümüze ulaşmayan camiye ait hadis medresesinin, caminin sağ ve sol taraflarında olduğu sanılıyor. Alıntılardan anladığımıza göre bugün caminin önünden geçen yol, o yıllarda da vardı. Bu yüzden medresenin, caminin arka kısmında yer alması yüksek bir ihtimal olarak gözükmekte. Caminin vakfiyesine göre Edirne içinde bulunan yirmi oda, iki fırın, yüz seksen sekiz dükkân, üç ev, bir çarşı ve iki köy bu caminin vakıfları arasındaydı. Bütün bunlar, bu denli yüksek geliri olan medresenin o yıllarda ne kadar önemli bir ilim merkezi olduğunu kanıtlar niteliktedir. Edirne Darülhadis Camii Türbesinde Bulunan Bazı Önemli İsimler: Sultan II. Murat’ın şehzadesi : Hüseyin Çelebi - 1448 Sultan II. Murat’ın şehzadesi : Orhan Çelebi - 1450 II. Mustafa’nın kızı : Hatice Sultan - 1698 II. Mustafa’nın şehzadesi : Ahmet - 1703 III. Ahmet’in kızı : Rukiye Sultan - 1698 III. Ahmet’in şehzadesi : Mehmet - 1713 III. Ahmet’in şehzadesi : Sultan Selim - 1715 III. Ahmet’in kızı : Zeynep Sultan - 1715 KAYNAKÇA Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, “Darülhadis” maddesi, Cilt 8, İstanbul, 2001 YILDIRIM Selahattin, “Osmanlı İlim Geleneğinde Edirne Darülhadisi ve Müderrisleri”, Dârülhadis Yayınevi, İstanbul 2002 http://www.edirnemuftulugu.gov.tr Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethinden sonra yaptırılan Fatih Külliyesi bünyesinde darülhadis bulunmamaktadır. Fatih, muhtemelen babası II. Murat’ın yaptırdığı Edirne Darülhadis Medresesi’ni ikinci plana düşürmemek için İstanbul’da kurduğu külliyesinde darülhadise yer vermemiştir ki Fatih de ilk hadis eğitimini burada almıştır. Nitekim bu devirde Edirne Darülhadis’i ile Fatih Sahn-ı Seman Medreseleri’nin müderrisleri aynı seviyede olup her ikisi de günde elli akçe alıyordu. Kanuni Sultan Süleyman’ın kurduğu Süleymaniye Darülhadisi’ne kadar Edirne Darülhadis müderrisleri, Osmanlı’nın en seçkin ulema tabakasını oluşturmakta idi. Zira ortaya koydukları eserler ve yetiştirdikleri talebelerle bunu göstermişlerdir. Edirne Darülhadis’i vakfiyesi olan, öğretim kadrosu ve eğitim ile ilgili sıkı kaideler getirilen ve işlemesinin devamlılığını sağlamak için geniş araziler ve gayrimenkuller vakfedilen ilk darülhadistir. Süleymaniye Darülhadisi’nden sonra önemi azalan Edirne Darülhadis Medresesi, Osmanlı’nın son dönemlerine kadar varlığını devam ettirmiştir. Günümüzde medresesi yok olsa da Darülhadis Camii ayaktadır. Çevre düzenlemeleriyle sayısız ödül sahibi olan bu şirin ibadethanenin, ziyaretçilerine anlatacak çok şeyi olsa gerek. Edirne Darülhadis Camii’nin aldığı bazı ödüller şunlardır: 2001-2005 ‘En Çevreci Kamu Binası Ödülü’ 2006 yılı ‘Diyanet İşleri Başkanlığı Camiler Arası Türkiye Birinciliği’ 2007 yılı ‘Edirne Valiliği Çevre Ödülü’ 2008 yılı ‘En Bakımlı Vakıf Eseri Ödülü’ 2009 yılı ‘Edirne İl Müftülüğü Camiler Haftası En güzel Cami Ödülü’ 2010 yılı ‘Edirne Valiliği Takdirname’ 2011 yılı ‘Çevre ve Orman Bakanlığı En İyi Çevre Düzenlemesi Edirne Birinciliği.’ 73 EED İ R N E EDİRNE N DİR E KKIKIŞ ŞIŞSSSPORLARI PPO ORL LAARRII Agâh Semih ARTAR * / Mehmet Ruşen Erkut Ortaokulu 5. Sınıf Öğrencisi Edirne’nin sinemasız, tiyatrosuz, radyo ve televizyonsuz uzun kış gecelerinde; yaklaşık altı ay süren karlı buzlu döneminde acaba bu şehir halkı nasıl vakit geçirir, nasıl eğlenirdi? Edirne’yi bu yönüyle araştırdığımız zaman şu bilgilere ulaşırız: Şimdi buraları ve buralarda yapılan kayak oyunları hakkında o günleri yaşamış olan, adlarını açıklama bölümünde belirttiğimiz canlı kaynaklardan aldığımız bilgileri değerli okurlarımıza sunacağız: İdil LAZ / Edirne GSL Öğrencisi 1. Kış geceleri düzenlenen helva sohbetleri 2. Yine bu mevsimde düzenlenen buz bayırları ve buz kayma spor eğlenceleri 74 BUZ BAYIRLARI VE BUZ KAYMAK Buz bayırları ve buz kaymak eskiden Edirnelilerin kış eğlenceleri arasında ön planda yer alan etkinliklerdendir. Bu yalnız bir eğlence değil, aynı zamanda bir kış sporudur. Bu sporun Edirne tarihinde özel bir gelenek hâlini almış olduğunu görmekteyiz. Edirneliler bu spora 8-10 yaşlarında başlar, 60-70 yaşlarına kadar devam ettirirlerdi. EDİRNE’NİN ÜNLÜ BUZ BAYIRLARI 1. Güzelcebaba Semtindeki Köprüce Bayırı: Bu bayır, şimdiki su deposunun olduğu yerden başlayıp Güzelcebaba’ya kadar iner. 2. Arnavut Bayırı ve Muradiye Bayırı: Her iki bayır da Muradiye semtindedir. 3. Kırlangıç Bayırı: Eski Askerî İdadi önünden başlayıp İsmail Ağa Camisi’nin bulunduğu yere kadar iner. 4. İmaret Bademlik Bayırı: Yeniimaret’ten Bademlik Mezarlığı’na uzanan yolun oluşturduğu bayırdır. 5. Yıldırım Sakallı Bayırı: Yıldırım semtinde bulunmaktadır. Yukarıdaki buz bayırlarının dışında II. ve III. derecede önemli sayılan bayırlar vardır. Bunlar da mahalle aralarında olup kayma eğitimine buralarda başlanırdı. Bu düzenin tam anlamıyla sistemli bir spor eğitimi olduğu görülmektedir ki bu spor dalına küçük yaşlarda ve daha basit koşullarda başlanıp yaşın ilerlemesiyle birlikte çıta da yükselmektedir. BUZ BAYIRLARININ HAZIRLANMASI Buz bayırları hava ısısının 0 altında 2-3 dereceye düştüğü zaman hazırlanır. Buz bayırlarını her semtin delikanlıları, yine o semtin yaşlılarının yönetiminde hazırlardı. Akşamüzerleri gerek bu yörenin gerekse diğer yörelerden gelen delikanlılar toplanarak küfelerle taşıdıkları karları küreklerle bayıra döşer, sonra da yine taşıdıkları suları döşenmiş karlar üzerine dökerlerdi. Buzdan bir atlanbaç oluşturulur; yukarıdan gelen kızak, atlanbacın üzerinden fırlar; kayıcının ustalığına ve yönetime göre 8-10 metre ileri düşer ve bu nedenle de hızı artardı. Eskiden hafta sonu tatili cuma olduğu için Köprüce Bayırı özenle hazırlanır ve bu hazırlıklar büyük önem taşırdı. Hazırlıklar perşembe günü başlar ve bayram havasında davullarla zurnalarla coşkuyla kutlanırdı. Bu hazırlığa semtteki evler de katılırdı. Bütün hazırlıklar yöredeki insanların katkıları ve destekleriyle işbirliği içinde hazırlanırdı. Cuma sabahı yaşlı genç herkes meydanda toplanırdı. EN İYİ ASKI ALAN VE BUZ KAYAN EDİRNELİLER KİMLERDİR? Yakın tarihlerde en iyi askı alan kişi, Kıyık semtinden Haşlamacıların Hüseyin’di. İkinci derecede askı alanlar ise Güzelcebaba’dan Ekmekçi Şakir ve kardeşi Ahmet idi. Bunlar arasında Kaldırımcı Kadir Ağa adında biri vardı ki -Hafız Rakım Efendi’nin yetişkinliği zamanında yetmiş yaşındaymış- o, göğsünü kaplayan beyaz sakalıyla buz bayırlarında gençlerle yarışırmış. Esra AĞIRTOĞÇU / Edirne GSL Öğrencisi *Geleceğin usta yazarları arasında görmeyi umut ettiğimiz en küçük araştırmacı yazarımıza dergimize yaptığı katkıdan dolayı teşekkür ederiz. KAYNAKLAR: Rasim Efendi ve kardeşleri Eski Cami İmamı Hafız Rakım Efendi Polis Nazmi Efendi Başkomiser İbrahim Bey 75 Ufuk SÖNMEZ / Edirne GSL Müzik Öğretmeni SEVDAM’A Gülşen Birgül YÖNEL Şehit Asım İlkokulu Sınıf Öğretmeni Edirne sevdamı yazdım bir gül yaprağına, Gül şurubu, gülbeşeker yolladım, Topkapı Sarayı’na… Bedesten önünde satılan gül suyu kazanlarıyla, Yıkandım Fatih’in çocukluğunun geçtiği Edirne Sarayları’nda, Katmer çiçekli, pembe damla gülüyüm, nehir kıyısında… İlhan Koman kokuyor, Kaleiçi konakları anılarda, Eziyet gören kadını anlatır Akdeniz heykeli, Evliya’ya Edirnekari süslemeleriyle Süheyl Ünver el sallamakta, Şehri eserleriyle kuşatan, tüm tarih kahramanlarına… Atatürk’ümün kokusu sinmiştir, Edirne sokaklarına… Meriç, Tunca, Arda göz kırptı, edalı şırıltılarıyla, Tunca “Ben farklıyım” diyor, sandal sefalarıyla. Selimiye tüm ihtişamıyla, Safiye Erol mısralarında. Eski Cami yazısıyla, Üç Şerefeli minaresiyle anılmakta, Muradiye teşekkür ediyor çinileriyle Rıfat Osman’a… Beyazıt Külliyesi kültür, sağlık ve ilim donanımında, Su sesi ve musiki gücüyle ruh ve bedeni kaynaştırmakta, Rast makamı felci, buselik makamı gözü onarmakta. Şükrü Paşa Tabyalarındaki Mehmetçiklere moral depolamakta, Mücadele gücünü tüm dünyaya Buçuktepe’den haykırmakta. 76 Tülin SARGIN / Edirne GSL Öğrencisi NEREDEN NEREYE… Sibel GÜNEŞ / Uzunköprü Karapınar İlkokulu Müdürü Bu küçük tarih yolculuğu; sahne, hayat sahnesi. Sanki tarih, kitaplardan fırlayıvermiş. Yer Uzunköprü. Edirne’nin ilçelerinden büyüklük sıralamasında Keşan’dan sonra gelen, Osmanlı döneminden kalma uzun köprüsüyle adını tarihi görselliğinden alan küçük bir yerleşim alanı. Güzel ülkemin güzel ili, güzel ilçesi... Nihayetinde yaşadığımız, ekmeğimizi kazandığımız, okulumuzun da içinde bulunduğu nadide köyümüz Karapınar… Tarih kokan yıkılmaya yüz tutmuş kerpiç evleriyle Osmanlı’dan kalma köye en hâkim tepede yer alan kilisenin yerine inşa edilmiş bir okul, Karapınar İlkokulu. Yıllarca mabet olmuş, insanlığa hizmet etmiş ibadethane yerine yine insanlığa farklı bir kanaldan hizmet götüren bir araç, eğitim yuvamız değerli okulum. Göreve geldiğim ilk gün okulun bahçesinden içeriye ilk adımlarımı atarken yıllar önce mübadele ile yer değişikliği yapan Yunanlıları, çocukken izlediğim Yunanlıların hayatını irdeleyen film sahnelerini gözümde canlandırıp kendimi adeta o tarihi mekânda yaşıyormuş gibi hissettim. Gözlerim günümüzün sanal gerçekliğinde yer alan fakat olması gereken yerde bulunmayan kilise duvarlarına Yunan alfabesi ile nakış gibi işlenmiş olduğunu duyum aldığım mermer sütunu aradı. Sordum etrafımdakilere “Nerede?” diye. Yunanca bilmem, Yunan kültürünü tanımam. Ama senelerden beri aynı sınırı paylaşıp aynı havayı teneffüs eden bir birey olarak o kültürün kalıntılarını görmek istedim. “Şimdi o taş, mezarlıkta.” dediler. Musalla taşı… Nereden nereye… Kilisenin maneviyatı benim maneviyatım olmuş. “Meğer,” dedim “Meğer değerler çakışmamış.” Hatta yaşanılanların neye gebe olduğunu anlamaya çalışmak beni gelecekle ilgili umutlandırdı. Aradan iki ay geçti. Ben bugün okulumun değerli öğretmenlerinden Aslı Hanım ile birlikteyim. O taş, benim köyümle özdeşleşmiş; ne yazıldığını bilemediğim bu taşla, yaşarken yüzleşmek bana da nasip olmuş. Aslı öğretmenimle çıktığımız bu küçük tarih yolculuğu; sahne, hayat sahnesi. Sanki tarih, kitaplardan fırlayıvermiş. Eskiden Yunan ve Türk halklarının kardeşçe birlikte yaşadığı köyümde geleceğin gençlerini eğitiyor olmanın verdiği haz ve duyarlılıkla tarihi bütünleştirmeye devam diyorum. Geçmişi ve geleceği birlikte harmanlamak dileğiyle… 77 78 KIYAMETE KADAR YAŞAYACAK ŞEHİR Edirne! Beni tarihinle yücelttin, inancınla övündürdün ve başka topraklardakilerin hissedemeyeceği duygular yaşatacaksın çocuklarıma. Daha ne nesiller yücelecek seninle... Bayrakların inmesin yarıya, ezanların susmasın sakın. Ben usanmayacağım görkeminin tadını çıkarmaya. Ey kıyamete kadar yaşayacak şehir! Sen de usanma sakın yaşamaya… Helin AYDIN Edirne Lisesi Öğrencisi Fotoğraf / N. Dilek ALTAY Ey kıyamete kadar yaşayacak şehir! Hangi dilin gücü yetecek seni anlatmaya, hangi sıfat cüret edebilecek seni tanıtmaya! Faninin ne aklı alabilecek bu görkemi ne de ağzı anlatabilecek kudretini. Mimar Sinan’ın sanatı, Fatih Sultan Mehmet’in beşiği... Ant içerim ki nice yüzyıllar daha duyulacak minarelerindeki ezan sesi. Pencerelerinde asılmış bayraklar var, sokaklarında dimdik söylenen İstiklal Marşı. Gördükçe, duydukça kabarır göğsüm. Selimiye’yi alacağım karşıma, şiirler yazacağım ona. Tarihi öğreneceğim yaşlandığım her gün. Atalarımın, liderlerimin, bugünü gün yapan o yüce kişilerin bastığı taşın yürüdüğü toprağın üstünde her hatırladığımda gurur duymaktan vazgeçmeyeceğim. Şükür olsun ki Fatih’ten geldim, Murat’tan geldim, Sinan’dan geldim; şükür olsun ki senden geldim. 79 TÜRKÜLER, HAYALLER, HÜZÜNLER... Safüre BAYRAK ŞAŞKIN Edirne Anadolu İmam-Hatip Lisesi Matematik Öğretmeni Ne kadar çok kişiyi sonsuza, gerçek dünyaya göndermişiz!.. Kokusunu bile bilmediğim kızım İrem’im hangi çeşmeden su taşıyordur, hangi tranesasına yardım ediyordur o sonsuzlukta? Bu bayram da evdeyim; evde, mutfakta… Herkes kahvaltıdan kalktı, kimi bilgisayarının kimi televizyonun başına gitti. Ben yine yalnızım mutfağımda. Telefonumda Apolas Lermi’den Yağmur şarkısını dinliyorum. Yağmur’u büyük bir zevkle dinledim her zamanki gibi. Mektup, Kara Duman türküleriyle düşlere dalıverdim. Hangi sevdaları mı düşündüm? Çocukluğumda babaannemle gittiğim yaylaları… Yaylaya yeni gittiğimizde ne kadar mutlu olduğumuzu, günler geçtikçe annemden ve kardeşlerimden uzak olmanın ne kadar sıkıntı verdiğini ve bunu kimseyle paylaşamamayı… Rutin işleri yaparken kendimi köyde annemin yanında hayal etmek… Şimdi ise Edirne’deyim. Bayram sabahı, bayram kahvaltısı hazırlarken daldığım hayallerimi kaleme almaya karar vermek… Kara Duman beni yayladaki bayramlara götürdü. Babaannemi kuzenimle nasıl tükettiğimizi, o yaştaki birinin -ki bizden kuvvet alarak kendi özgürlüğüne kavuşma adına- iki koltuk değneğiyle yaylacılık yapmaya çalıştığını… Yaylaya gitmenin ne kadar çok kuvvete sahip olmak gerektiğini bilmiyormuş gibi… Ben üçüncü sınıftayım, kuzenim birinci sınıfta. Torunlarını yanına alarak yaylaya gitmek… Bunun ev işi, çayır işi, hayvan işi, yal işi… Ateş yakmak için odun, her gün yapılması gereken buğday ekmeği, üç dört günde bir yapılması gereken mısır ekmeği… Babaannemin romatizmaya ve yaşlılığa inat iki koltuk değneği ile bunları yapmaya çalışmasının altında yatan gerçekleri bilmek… Gelinlerin “kaynana dırdırı” dedikleri zaman içimden, “Bir de kaynananı dinlesek!..” diye düşünmemin sebebini bugün daha iyi idrak ediyorum. Annem Almanya’ya taşınmadan önce yaşadığımız bayramları hatırladım. Namaza gönderdiği kardeşlerim gelene kadar inekleri doyurmak, sonra da kahvaltı hazırlamak... Annem bunları büyük zevkle yapardı, bunu ahırdan gelen ağıtlarındaki sözlerden anlıyordum. Kâh babası kâh büyükbabası yerine koyduğu amcası (hacı baba), kâh tranesa (hacı babanın eşi aynı zamanda annemin teyzesi)… Ağıtsız bayram… Şimdi de Yapan Eller, ardından Sular Akar Doldurur türküsü çalıyor telefonumda. 80 Üniversite yıllarımda arkadaşlarımın bayram dönüşü aileleriyle yaşadıklarını anlatmaları beni hep üzerdi. Onların ailelerini ziyaret etmeleri için vize problemleri yoktu ki… Onlar için bayram, benim için kara gündü. Bir yıl Fatma abla Zonguldak’a ailesinin yanına beni de götürmüştü. Hiç unutamadığım bayramlardan birini yaşamıştım o yıl. Bayramda aile dayanışmasını orada gördüm. Bizde babam bayramda izne geldiğinde babamla beraber eve yeni kurallar da gelirdi. İzin de biterdi. E sayılı gün!.. “Silinmez yüreğimden eski yârin yüzleri” diyor Apolas Lermi. Kızımın sık sık yanıma gelip bana bir şeyler söylemesine rağmen beni nerelere götürüyor bu sözler!.. Çayımdan bir yudum alıp dalıyorum. Ağabose Kalesam şarkısıyla ben de Tonya’ya (Trabzon) gidiyorum. Ben de bu Rumca şarkıya eşlik ederken kulağımda annemin Rumca söylediği ağıtlar çınlıyor. Şimdi köyde olmalıydım!.. Anneannem ne kadar özlemiştir bizi! Ya teyzem? Teyzem de mezarlıkları bayram için hazırlamayı ihmal etmemiş, mermerleri tek başına yıkamış, mezarların üstündeki otları temizlemiştir. Eskiden mezarlığın bir kısmı bize aitken şimdi neredeyse bütün mezarlığı dolaşmak, bütün mezarlığı temizlemek zorunda kalıyor. Ne kadar çok kişiyi sonsuza, gerçek dünyaya göndermişiz!.. Kokusunu bile bilmediğim kızım İrem’im hangi çeşmeden su taşıyordur, hangi tranesasına yardım ediyordur o sonsuzlukta? Bu hayaller arasında çayımın altını yakıp kaynamasını bekliyorum. Ve Karaduman beni çayı beklerken yine bir yerlere götürdü. Şimdi köyümdeyim. Toprağın bu tarafında hafif bir çise eşliğinde mezarları dolaştık, herkesle hasbihal ettik. Biz konuştuk, onlar duydu mu; dualarımız onlara ulaştı mı? Mezarlıktan ayrılıp köyde geziyorum. Eve giderken sonbaharda çiçek açmış erikleri görüp biraz sohbet ediyoruz komşularla. Annemle değirmene de gidiyoruz. Sayraç değirmenindeyiz. Annem mısırları öğütürken biz kardeşlerimle derelerde oyun oynuyoruz. Sırılsıklam olmuşuz. Çok eğlendik. Allah’tan hava çok soğuk değil de annem çok kızmıyor. Hayaller de olmasa ne yapardım? Kendime geldiğimde Zeynep Başkan, Vay Beni’yi söylüyor. Sonra bir cep telefonunun reklamında gördüğüm “Boğaz çok güzel, sen de gel!” repliğiyle kafayı yemeden evden çıkmam gerektiğine karar verdim. Apolas Lermi’den Yağmur’u birkaç kere daha dinleyip çıkayım vesselam… 81 TARİHTEN İZLER Serkan SUGÖZLEYEN Selimiye İmam-Hatip Ortaokulu Sosyal Bilgiler Öğretmeni 8 Ocak 1941 İstanbul’da 401 ilkokulda 1.846 öğretmen ve 74.488 öğrencinin öğrenim yaptığı açıklandı. 13 Ocak 1863 Darülfünun, Kimyager Derviş Paşa’nın verdiği halka açık fizik dersi ile eğitim hayatına başladı. 21 Ocak 1992 İstanbul’da evlerde doğal gaz kullanılmaya başladı. 21 Ocak 2012 Türkiye’de ilk yüz nakli gerçekleştirildi. 9 Şubat 1621 14 Şubat 496 23 Şubat 632 Boğaziçi dondu. Sevgililer Günü, (Aziz Valentin Günü) kökeni Roma Katolik Kilisesi’nin inanışına dayanan bu gün, Valentine ismindeki bir din adamının adına ilan edilen bir bayram günü olarak ortaya çıktı. Hz Peygamber’in Veda Hutbesi. Veda Hutbesi Hz. Muhammed’in ilk ve son haccı olan Veda Haccı’nda 124.000 Müslüman’a karşı yaptığı konuşma metninin adıdır. 8 Mart 1911 Dünya Kadınlar Günü ilk kez kutlandı. 13 Mart 1900 Fransa’da çocuk ve kadınların çalışma saatleri, günde 11 saat ile sınırlandırıldı. 30 Mart 1842 İlk kez bir ameliyatta anestezi uygulandı. 4 Nisan Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) kuruldu. 82 1949 14 Nisan 1912 Galata Köprüsü hizmete girdi. 15 Nisan 1912 2.340 yolcusuyla ilk yolculuğuna çıkan Titanik transatlantiği, New Foundland’ın güneyinde bir buz dağına çarparak battı, 1.513 kişi öldü. 27 Nisan 1927 Türkiye’de ilk radyo yayını başladı. Türk Telsiz Telefon AŞ adıyla çalışmalarına başlayan özel kuruluş, yayınlarını 1938’de Devlet Radyosu kurulana kadar sürdürdü. 5 Mayıs 1994 Naim Süleymanoğlu, Çek Cumhuriyeti’nde yapılan Avrupa Halter Şampiyonası’nda 64 kiloda dünya rekoru kırarak üç altın madalya aldı. 20 Mayıs 1928 Türkiye’de uluslararası rakamlar kabul edildi. 23 Mayıs 1919 İzmir’in İtilaf Devletleri tarafından işgalini protesto için 200.000 kişinin katılımıyla Sultanahmet Mitingi yapıldı. 30 Mayıs 1453 Günümüzdeki adıyla İstanbul Üniversitesi, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’un fethinin ertesi günü kuruldu. 21 Haziran 1037 Batı’da Avicenna adıyla tanınan, İslam dünyasının ünlü tıp, fizikçi, yazar, filozof ve bilim insanı İbni Sina vefat etti. 27 Haziran 1967 Dünyanın ilk bankamatiği Londra’da hizmete girdi. 29 Haziran 1939 Hatay Devleti Meclisi, oy birliğiyle Türkiye’ye katılma kararı aldı. 83 HAYAL PERDESİNDEN BEYAZ PERDEYE Karagöz Hacivat Neden Öldürüldü Ayşegül DEĞİRMENCİOĞLU 80. Yıl Cumhuriyet Anadolu Lisesi Tarih Öğretmeni Sonunda suçsuz oldukları anlaşılır. Padişah bu duruma çok üzülür. Şeyh Küşteri, adında bir adam padişahın acısını hafifletmek için Karagöz ve Hacivat’ın şeklini deri üzerine resmeder. Bu şekilleri, ışık kaynağı önünde ve perde arkasında oynatır. Gölge oyunları zamanımıza bu haliyle gelir. “Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü?” filminde gölge oyunu; Karagöz’ü, kökleri Orta Asya Türk Şaman düşüncesine dayanan ve gelişimini XIV. yüzyıllarda Anadolu’da tasavvuf düşüncesiyle tamamlayan bir gelenek olarak sunulmuştur. Türk gölge tiyatrosunun kökeni konusunda araştırmacılar farklı görüşler ileri sürmüştür. Bu görüşleri şöyle sıralayabiliriz: Hindistan kökenlidir ve Yakındoğu’ya Romanlar tarafından getirilmiştir. Çin kökenlidir ve batıya Moğollar ile Orta Asya Türkleri tarafından taşınmıştır. Orta Asya Türkleri tarafından yaratılmıştır. Hindistan kökenlidir ve Budizm’in yayılmasıyla birlikte oradan Orta Asya’ya yayıldı; Türkler onu korudular ve İslamiyet’in kabulünden sonra Anadolu’ya getirdiler. I. Selim’in Mısır’ı fethinden sonra, Mısır’dan Osmanlı başkentine getirilmiştir. Evliya Çelebi’ye göre Bursa’nın hâlâ başkent olduğu Osmanlı’nın ilk dönemlerinde Türkler tarafından geliştirilmiştir. 84 Evliya Çelebi şöyle anlatır: Karagöz’ün esas adı Bali Çelebi’dir. Kendisi Selçuklu Türklerinden olup demircilikle uğraşır. Bursa şehrini Türkler alınca Ahmet Bali Çelebi, Bursa’ya yerleşir; sanatını orada icra eder. Padişah Sultan Orhan, Bursa’da bir cami yaptırmaya karar verir. Ülkenin dört bir tarafından ustalar, işçiler gelir. Bali Çelebi de bu inşaatta görev alarak taş parçalarını demir çubuklarla birbirine tutturur. Aynı inşaatta ustabaşı Hacivat “Hacı İvaz” ile tanışır. İkisi arasında içten bir arkadaşlık doğar. Neşeli ve tatlı dilli bu insanları bir araya gelmeleri, yaptıkları sohbetler diğer işçilerin işleri bırakmalarına sebep olur. Cami inşaatı yavaşlar. Padişah durumu öğrenir. Her ikisinin de başlarını vurdurarak cezalandırır. Filmde Orhan Bey zamanında Bursa’daki cami inşaatını esas alan köken rivayetinden, Hacivat ile Karagöz, hem tarihsel kişilikler hem de hayalî ve efsanevî tipler olarak beyaz perdeye aktarılmıştır. Hacivat ile Karagöz’ün hayalî kişilikler olması, göbek deliklerinin olmaması ile başarılı bir şekilde vurgulanmıştır. Film, XIV. yüzyıl başlarında Anadolu’da Anadolu insanının bir yandan beylik çekişmeleri diğer yandan da Moğol baskısı altında yaşadıkları bir dönemde geçmektedir. Osmanlı Devleti henüz kuruluş aşamasındadır ve Bizans’a karşı aldığı üst üste zaferlerle Orhan Gazi, Anadolu halkı için yeni bir umut kaynağı olmuştur. Anadolu’nun dört bir yanından göçen insanlar yeni fethedilen Osmanlı başkenti Bursa’ya akın etmektedir. Bursa kenti kozmopolit bir hal almıştır. Tüm bunların yanında bu karmaşık yapı nedeniyle siyasi çekişmeler ve siyasi oyunlar da had safhadadır. Yerini korumak isteyen beyler, daha iyi şartlarda yaşamak isteyen Ahiler, inançlarını korumak isteyen Hristiyanlar da yine resmedilen Bursa şehrinin içerisindedir. Karagöz sanatının pîri, onu ilk defa ortaya koyan kişi olarak kabul gören Şeyh Küşteri yapımı bitmek bilmeyen caminin imamıdır. Odasında gizliden gizliye oynattığı iki küçük kuklayla kendi kendini hicvetmekten kaçınmaz. Orhan Gazi, fetihlerden arta kalan vaktinde şehre uğrayabilen bir kumandandır. Adına yapılmakta olan caminin inşaatının yavaş Filmin iki ana karakterinden Hacivat, bu ilerlemesi canını sıkmaktadır. Bu nedenle karmaşık siyasi hayat içerisinde beylikler kimliğini önemsemeden inşaatı yavaşlatan arasındaki iletişimi sağlamaya çalışan bir iki kişinin -Hacivat ve Karagöz- boynunun ulaktır. Çevresindeki diğer karakterlere vurulması emrini verip aynı iki kişiye geniş göre mürekkep yalamış, çapkın ve ehlikeyf topraklar verilmesinin de emrini aynı anda bir karakterdir. Karagöz metinlerinde ise verecektir. Hacivat daha oturaklı, aklı başında bir karakterdir. Filmdeki Karagöz ise cahil bir Osmanlı vakanüvislerinin, “Ela gözlü, demirci ve Şaman, Türkmen göçeridir. Bir beyaz tenli, geniş göğüslü, iri yapılı bir kulağı az duyduğu için söylenenleri yanlış insandı. Sık sık halkın arasına karışıp onların anlar ve bu nedenle komik duruma düşer. dertlerini dinlerdi. Davranışları dengeli ve Karagöz metinlerinde Karagöz başıboş, kararlı idi. Daima tedbirli davranırdı. İyi işi-gücü olmayan yoksul bir halk tipidir ve ahlâklı olarak bilinirdi.” şeklinde söz ettiği Müslüman’dır. Karagöz medrese eğitimi Orhan Gazi’nin filmde tarihsel gerçekliğe görmediği için Hacivat’ın sıklıkla kullandığı, uygun olarak canlandırılmadığını görüyoruz. yabancı ya da arkaik sözcükleri genellikle Ayrıca İbn Battuta’nın “olgunluğu ve anlamamakta ya da anlamazlıktan dindarlığı” ile tanındığını söylediği Orhan gelerek onlara farklı anlamlar yüklemekte Gazi’nin eşi Nilüfer Hatun’un filmde çıkarcı ve bu tutumu ile Hacivat’ı sürekli ve entrikacı bir karakter olarak karşımıza uğraştırmaktadır. çıkmasını kabul etmek mümkün değil. Amazonlar gibi savaşan Baciyan-ı Rum Hacivat ve Karagöz bu karmaşık şehirde örgütünün kurgulanmasının, İslamiyet’in tanışırlar. Hacivat, Karagöz’ün ölmekte olan kabulünden sonra da Şamanist unsurların ineği Altun’u bir hile ile ondan satın alır toplum yaşamında devam ettiğine ve kasaba satar. Aralarındaki bu husumet, yapılan vurguda da abartıya kaçıldığını Karagöz’e annesi Kam Ana tarafından göbek düşünüyorum. deliği olmayan bir âdemle ün salacağını söylemesiyle son bulur. Karagöz eşini bulmuştur. Bu olayın ardından filmin siyasi erk adına yapılan tüm hileleri gözler önüne seren hikâyesi başlar. Hacivat ve Karagöz’ün beyaz perdeye yansımasını ne kadar beğendiysem tarihsel gerçekliğe sadık kalınmamasından da rahatsız oldum. Tabii ki anlatılan dönemle ilgili kaynaklardaki bilgilerin yetersiz olması ve filmi daha seyredilebilir bir hale getirebilmek için senaryoya bilim ve kültür adamlarınca eleştirilebilecek unsurların katılmak istenebileceği gerçeğini de göz önünde bulundurmak gerekiyor. Bu bağlamda “Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü” filmi Karagöz geleneğini sinema filmiyle bugünden geriye doğru bir bakışla yeniden kuran, bugünün meselelerine ait hikâyesini anlatmada Karagöz’ü bir araç olarak kullanan yeni bir kültürel ürün olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayşe Hatun Baciyan-ı Rum adlı kadın savaşçılardan oluşan birliğin başıdır. Babası Köse Mihail’in İslamiyet’i benimsemesinden sonra Müslümanlığa alışmaya çalışmaktadır. Köse Mihail, İslamiyet’i seçmiş bir Bizans uç beyi-tekfurudur. Kadı Pervane Anadolu’nun karmaşık siyasi yapısından kendisine pay kapmaya çalışan, birçok dolap çeviren ve her zaman güçlünün yanında olmayı başarabilen bir kadıdır. Nilüfer Hatun Orhan Gazi’nin eşidir, sonradan Müslüman olmuştur. Filmde gerçekleşen entrikalar esnasında çıkarları doğrultusunda davranmayı tercih eder. 85 T E Z Z E L I L SAK T E Z Z E L I L K A S Oğuzhan AYDIN Uzunköprü Anadolu Lisesi Öğrencisi Edirne’nin kendine özgü bir mutfağı vardır. Türkiye çapında beyaz peynir imalatı çok yaygındır. Edirne peyniri denilen bu peynir, genellikle koyun sütünden yapılır. Mavzana, tarhana, ciğer sarması, akıtma, badem ezmesi, lokma, gaziler helvası, deva-i misk vb. Edirne’ye özgü yemek ve tatlılarının başlıcalarındandır. Ayrıca ısırgan yemeği, boroni, değişik türde bir peynir tatlısı olan belmuş, meşhur tava ciğeri, süte peynir eklenmesiyle yapılan akça katık ve hardaliye de… Bunların yanı sıra önemli bir lezzet daha bulunmaktadır Edirne’de: kaçamak Kaçamak ya da mamaliga ismi ile bilinen, mısır unundan yapılan bir yemektir. Mısır ununun özel bir şekilde pişirilip üzerine çeşitli malzemeler dökülmesiyle hazırlanan bir yemektir. Bu yemeğin püf noktası sıcak olarak servis edilmesidir. Kahvaltıda ya da diğer öğünlerde tüketilebilir. Kaçamak; Balkan ve Kafkasya göçmenlerinin sıklıkla yaptığı yemeklerden bir tanesidir. Kırklareli ve Edirne’de ünlüdür. Kaçamağın bir diğer ismi de göçmen yemeğidir. Bu yemek, bildiğimiz gibi Balkan topraklarından göç eden insanlarımızın bizlere kazandırdığı bir lezzettir, ancak zamanla bölgemiz Trakya’nın ve Edirne’mizin yemeği olmaktan çıkmış ve tarihin derinliklerine doğru yol almaktadır. 86 MAHALLEMDEKİ AKŞAMLAR İÇİN Kımıldanır mahallemin daralan ruhu Basma perdelerimde gün batarken Atıp saatler süren uykusunu Odama uzanır akasyam pencereden Kırmızı uzak damlarda bir serinleme Uyanır gündüz uykusundan evler Kapılarda işleri ellerinde Kadınlar giyinip kocalarını bekler İyi insanların ruhudur yakınlaşır Takunya sesleri gelir evlerden Yalnız bu dem rahat bir dünya taşır Bin mihnet dolu kafasında yorgun beden Her şeyin geliş saatidir akşam Mahallede ömürler akşamüstü başlar Hepsi burda buluşmaya gelir akşam Başka dünyalardan ayaklar, başlar… Orhan Veli Kanık 1936 Betül ÇEKİRDEKOĞLU / Edirne GSL Öğrencisi 87 88 Fotoğraf / Levet TOSUN (Enez-Edirne)