Ege Üniversitesi`nde Faşistlere Sınav Yasağı
Transkript
Ege Üniversitesi`nde Faşistlere Sınav Yasağı
2 Algısını Devrimcileştiren Bir Kuşak Yetişiyor “(...) Büyük felâket anlarında manevi canlandırıcıları etkili hale getirmek kolaydır; fakat onların etkisini sürdürmesi için yeni değer yargılarının yer aldığı bir bilincin gelişmesine de ihtiyaç vardır.(...)” (Che) “(...) Büyük felâket anlarında manevi canlandırıcıları etkili hale getirmek kolaydır; fakat onların etkisini sürdürmesi için yeni değer yargılarının yer aldığı bir bilincin gelişmesine de ihtiyaç vardır.(...)” (CHE) Çernişevski’nin “...bu teori soğuktur ama insanoğluna sıcağın nasıl bulunacağını öğretir.” saptamasındaki gibi mesele, izlenecek yolun doğru saptanması ve o yolda, vaktinde üretilmiş olanla yetinmeyen yani tüketici değil üretici olan bir kimlikle ilerlemektir. Yaşanmış olanı tekrar, sahip olunan önemi zayıflatır, heyecanı (moral etkiyi) azaltır. Bu nedenle yeninin, farklının arayışı hemen her insanın gündeminde vardır. Önemli olan bu arayışın da bir tüketime dönüşmemesi, var olan değerlerin devamlılığını kesintiye uğratmayan bir üretimle bu ihtiyacın karşılanmasıdır. İnsanın değişim ihtiyacına da cevap olan bu arayış, ince bir çizgi üzerinde yürür. Var olanı tüketim, gerçeklikten kaçınma ve uyuşma biçiminde olabileceği gibi, devrimsel düşlere devamlılık sağlayan bir üretkenliğin yakalanması da mümkündür. Bu, Jose Marti’nin “Söylemenin en iyi biçimi, yapmaktır.” sözünde ifadesini bulan diyalektiktir; tüm sınıflı toplumların, tüm mülkiyet ilişkilerinin öğrettiği hazıra konma eğiliminin tersine çevrilmesi, üretimin yaşama içerilmesi ve salt maddi olanla yetinmeyerek ruhsal alanın büyütülmesidir. Metabolizmanın durması ölümdür. Üretkenliğin durması da bir çeşit ruhsal ölümdür; ezberi, taklidi veya hazır tüketimi beraberinde getirir. Bilinir ki ezber, aklı ve yüreği beslemez, 3 dilde eğreti durur; insanı insan kılan niteliklerin devamlılığı, hazır olanla veya servis edilenle yetinmemeyi gerektirir. “Eski kapitalist toplumun bize bıraktığı en büyük kötülük, en büyük zorluk kitapla pratik yaşam arasındaki son derece derin uçurumdur. (...) Çalışma olmadan, mücadele olmadan komünist broşür ve eserlerden alınmış kitabi bilgilerin beş kuruşluk değeri yoktur, çünkü teori ile pratik arasındaki eski uçurum, eski burjuva toplumun en iğrenç özelliğini oluşturan bu uçurum hala varlığını sürdürüyor.” (Lenin) Ama bir farkla; artık pratiğiyle teoriyi besleyen bir kuşak yetişiyor. Manipülasyon, dezenformasyon, spekülasyon aklını çelmeye yetmiyor; yormak, canını acıtmak, tehdit etmek yıldırmaya yetmiyor. Düşlerini bugünden gerçekleştirme eği- Devrimci Gençlik limine giren gençlik veya yaşı ilerlese de genç rüyalar görmeye devam eden Che’ye sevdalı, Giap’ın mirasına bağlı kuşaklar, sistemin çizdiği imkan sınırlarını ve meşruiyet tanımını zorluyor. “Gerçekleşmiş imkânlar, zorlanmış imkânsızlıkların sonucudur” diyen K. Liebknecht’i hayat bir kez daha doğruluyor. Yaşam mücadeleyle, mücadele yaşamla bütünleştiğinde; aşk, öğretilmiş figürlerden yaşamın bütününe taşınıyor; öğretilmiş yanlışlar üretilmiş doğrulara yeniliyor; kardeşlik milliyetçiliğe, toplumsal sevda sevgisizliğe üstün geliyor. Algı yönetiminde işler kötü giderken, algısını devrimcileştiren bir kuşak yetişiyor. Aynı anda Beyaz Saray ve Ankara kara kara düşünürken, insanlar sokaklarda geleceğini örgütlüyor. Elbette hala özgürlüğü türban serbestisinden ibaret gören, demokratikleşmeyi kendi öznel ihtiyaçlarıyla sınırlayan, bütünlüklü bakamadığı için sistemin toplumsal dinamikleri ayrıştırıcı atraksiyonlarına hizmet eden kesimler var. Onlar hala, egemen yalanın aynasında kırılarak gelen görüntüleri gerçek sanıyor. Ancak, acıların yarıştırılamayacağını, anne gözyaşlarının ayrıştırılamayacağını anlayanların kapsamı giderek büyüyor. Gezi sürecinde yaşamını yitirenlerin adları, resimleri ama özellikle değerleri örtüşüyor. Annelerini birbirinden ayırt etmek zor. Demek ki değerlerdeki ortaklaşma, özdeki buluşma, şeklî olan her şeyi ikincilleştiriyor. Çeteler de kurşunlasa, gaz kapsülüyle de vurulsa fark etmiyor; halk, katili tanıdı bir kez; tehditlerinden de korkmuyor. Oğlunu kaybeden ana, acılı diğer analarla empati kuruyor ve yıllardır devlet eliyle büyütülen milliyetçilik, ağıtların kardeşliğine yeniliyor. Devrimci Kuşak Artık dayatılanın dışında farklı yaşam biçimlerinin (alternatifin) olduğu, gizlenemiyor. Egemenler eskisi gibi yönetemeyeceklerinin farkında, ezilenler de eskisi gibi yönetilmek istemiyor. Bu, duyguda da düşüncede de bedel ve kazanımda da nitel bir değişimdir, bir sıçramadır; elbette devrim değildir. Ancak devrimsel önemdedir. Üstelik bu, seçimden veya aday yarışından öte bir alternatiftir. Ezilenler, kaybettiğini seçimden de aday yarışından da öte kulvarlarda (doğru yerde) arama eğilimine girmiştir; günü kazanmanın ve geleceği kurmanın şifreleri ile tanışmıştır. Magazinin yerini toplumsal sorunlar almış, uyuşma ve uyuşturma faaliyetleri son bulmamış olsa da uyanma sürecine girilmiştir. İnsanlar, darbe için, vesayet için üniforma gerekmediğini, faşizmin askercil değil sınıfsal bir tanım olduğunu bizzat yaşayarak öğreniyor. Cunta Anayasa’sında “Herkes önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir” dendiğini ve bugün bunun gerisine düşüldüğü görülüyor. Yaşamın özgürleştirilmesi yerine klavyenin özgürleştirilmesi, dil yerine harf verilmesi Kürdü ikna etmiyor; benzer şekilde Alevi, tabela değişikliği değil zihniyet 4 değişikliği istiyor. Kısacası teorinin griliğinden hayatın yeşiline geçilmiş, sokaklar özgürlüğün mayalanma alanı haline gelmiştir. Böyle anlarda bardağın boş tarafını göstererek umudu çelmelemeye çalışmak da egemenin atraksiyonlarındandır. Bu nedenle, başarıyı hafife almamak, sahip olunan eksiklikleri abartmamak ve umudu diri tutmak başlı başına bir dirençtir. Unutmamak gerekir ki ezilenler, tarih boyunca hep eşitsiz koşullarda mücadele etmiş, gücünü inanç ve haklılığından almış, kazanmak için her türlü araç ve gereçle donanmayı veya koşulların steril bir hal almasını beklememiştir. Sınıflar mücadelesinin gereklerinden biri de taraf olmaktır. Kızıl Ordu Fraksiyonu’ndan Holger Meins’in “Ya sorunun bir parçasısındır ya da çözümün. İkisinin ortasında bir şey yok. Bu kadar basit bu ve yine de çok zor.” biçimindeki sözleri, bu durumu anlatmaya yeterlidir. Ve artık özgürlük, yaşama içerilmiş görünmez kelepçelerin ayırdına varanların ve “Hayır, özgür değilsin, senin bağlı bulunduğun ip, öbür insanlarınkinden biraz daha uzun! Hepsi bu kadar!” (Nikos Kazancakis, Zorba.) diyebilenlerin ufkunda gizlidir. Rantın Yolu Değil Devrimin Yolu “Kapitalizm, gölgesini satamadığı ağacı keser.”(Marks) G ezi Parkı’nda kışla ve AVM yapma meselesi gündeme geldiğinde ve devamında tepkilerin büyümesi oranında konu daha kapsamlı tartışılır hale gelmiş ise de hala, sistemin bütünlüğünden, sermayenin işleyiş yasalarından bağımsız olarak (tekil bağlamlar içinde) ele alınabilmekte ve ülkenin bütününe bir Gezi Parkı muamelesi yapıldığı gözden kaçırılabilmektedir. Gerçekte konu, Olimpiyatların Türkiye’de yapılabilme ihtimaline verilen önemden Kuzey Ormanları’na, sıraya sokulan nükleer santrallerden 3. köprüye, 3. Havalimanı’na ve Kanal İstanbul’a dek üzerinde kapsamlı biçimde durulmayı gerektiren bir boyuttadır. HER YER ŞANTİYE HER YERDE DİRENİŞ Gezi, salt parkta yaşananlarla; ODTÜ, sadece yol bağlamlı gelişmelerle açıklanamaz, anlaşılamaz. Direnişe konu olan veya olmayan, benzer pek çok projeden söz etmek mümkün. Hatta asıl büyükleri, hala tam anlamıyla öne çıkarılamamış, direniş sahalarında gündemleştirilememiştir. AKP’nin rant alanı oluşturma konusunda kendisinden önceki iktidarlardan daha yaratıcı olması, dönemle olduğu kadar küresel sermayeyle iç içe geçmiş olması ile ilintilidir. “Sermayenin dini-imanı-vatanı yoktur.” sözünün ardındaki anlam, bugün artık bir sisteme dönüşmüş- tür; T. Erdoğan’a “Yol için gerekirse cami bile yıkarız.” dedirten gerçeklik budur. Kanal İstanbul, 3. Köprü, 3. Havalimanı gerçekte rant çılgınlığının projelenmesidir, kapitalizmin kriz anındaki hezeyanlarıdır, yeni sömürgeciliktir; faşizmdir. Yeni sömürgecilik, bir yanıyla hedef coğrafyanın en ücra köşelerine kadar sömürünün taşınması ve derinleştirilmesi ise, diğer yanıyla emeğin de imkan ve kaynağın da emperyalizmin ihtiyaçları çerçevesinde yeniden düzenlenmesidir; ülkenin ihtiyaçlarını gözeterek her alanda üretim hedefiyle değil, o ülkeye sistemin bütünlüğü içinde biçilen rol bağlamında hareket etmektir. Türkiye’yi elbette muz cumhuriyetine çevirmek mümkün değildi, ama zengini olduğu pek çok ürünü bugün dışarıdan ithal eder hale gelmişse, bu yeni sömürgeci politikalar sonucudur. Akla, halka ve doğaya zarar bu politikaların icrası, ancak ona uygun tedbirlerle, yani faşizmle mümkündür. AKP’nin “Demokratikleşme Paketleri”nin Pandora’nın Kutusu’na dönmeleri bundandır. Tüm ağdalı söylemlere ve vaatlere rağmen, “tek”lemekten (tek dil, tek bayrak, vatan…) veya kekelemekten vazgeçilmemiştir. Biçimsel bile olsa demokratikleşme yönünde bir yasa düzenlemesi söz konusu olduğunda, hemen peşinden güvenlik tedbiri bağlamlı bir yönetmelik gelmekte, 5 kaşıkla verilen kepçeyle alınmaktadır. Bu, sistemin yapısal niteliğidir; kurda kırmızı başlık giydirip sevimli göstermektir. Rant, spekülasyon, vb günümüz kapitalizminin öne çıkan nitelikleridir; azami kar için tercih edilen yöntemlerdir. Yatırım, üretim, vb yerine, paradan para kazanma, kısa yoldan vurgun yöntemleri tercih edilmekte, rantın olduğu her yere el atılmaktadır. Bu, şike meselesi için de, Marmaray, Haydarpaşa Garı, vb için de geçerlidir. Rant, kapitalizme içkin geniş bağlamlı bir konu ise de, kentsel dönüşüm adıyla anılan kısmı, bugün çok daha güncel boyuttadır. Rant söz konusu olduğunda akla ilk gelen olgulardan biri toprak mülkiyetidir. Bu nedenle pek çok ülkede (Rusya, İsveç, İsviçre, Danimarka, İsrail, vb) yabancılara arazi satılmıyor. Örneğin İngiltere’de tüm araziler Kraliyet Ailesi’ne aittir, satılamaz. İngiliz vatandaşları dahi araziyi 49–99 yıllığına kiralayabilir. Türkiye’de ise, toprak mülkiyeti özeldir. Toprak mülkiyeti şahıslarda olunca, şehirlerin gelişim doğrultusunu önceden öngörüp etrafındaki ucuz arazileri satın alarak, kısa sürede ülkede enflasyonu onlarca kat aşan bir artışla satışını yapmak ve bu yoldan büyük rantlar elde etmek, yaygınlıkla başvurulan bir yöntemdir. Bu, yıllardır hemen her iktidar döneminde çeşitli biçim ve oranlarda başvuru- Devrimci Gençlik lan bir talan yöntemidir. Cumhuriyet yıllarında, 1950’lere kadar olan dönemde sermaye birikiminin temel modeli, köylü kesimindeki yoğun tasarrufların sanayi kesimine aktarılması ve bu yoldan sanayi burjuvazisinin yaratılması biçiminde olmuştur. 1950’lerden sonra ise, kentlerde oluşan sanayileşmeye paralel olarak kırsal kesimlerden kentlere göçün artması ve kentlerin etrafında varoşların oluşmasıyla beraber, kamu arazilerinin paylaşımına/ yağmalanmasına yönelik süreç başlamış oldu. Başlangıçta, barınma sorununu çözdüğü için kamu arazilerine el konulmasına izin verildi, önemli engeller çıkarılmadı. Şehirleşmenin gelişmesiyle beraber ilerleyen yıllarda gecekonduların arsa değerinin artması, sahiplerinin ekonomik olarak belirli oranlarda rahatlamasını beraberinde getirdi. Bu, aynı zamanda sınıflar mücadelesinin keskinleşmesini önleyici/ geciktirici faktörlerden biri olarak işlev gördü. Süreç içinde, kamu arazilerine el koyarak rant elde etme işi kurumsal olarak, iktidar ve belediyeler tarafından yapılmaya başlandı. Tarlalar arsaya dönüştürülerek, imara açık olmayan yerler önce satın alınıp sonra imar planı çıkartılarak muazzam rantlar sağlandı. Son 20 yıl içerisinde kentlerin yakınındaki arazilerde nerdeyse paylaşılmayan yer kalmadı. Tarım arazilerinin tamamına yakını yapılaşmaya açıldı. Çerkezköy’den Adapazarı’na varıncaya kadar bütün topraklar gerçek tarımsal değerlerinin çok ötesinde fiyatlarla el değiştirir hale geldi. Rantın Değil Devrimin Yolu Vaktinde Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Adapazarı’nda açılan otomotiv fabrikası için, “Adapazarı’nın patates tarlalarında artık Corolla yetişiyor” diyerek kar ve rant alanlarının nasıl değiştiğine dair somut bir örnek sergilemişti. AKP’nin 10 yılı, arsa spekülasyonu ve rantın zirve yaptığı bir dönem oldu. AKP, kendine yandaş sermaye oluşturmak üzere hızla zenginleşmenin aracı olarak bu alanları kullandı. Kamuya ait yerler, düşük bir değer üzerinden tarla olarak yandaşlarına aktarıldıktan sonra imar, parselasyon izni belediyelere verildi ve söz konusu yerler birden bire arsa niteliği kazandı. Kaynaklar bu şekilde muazzam bir sermayeye dönüşerek el değiştirdi, özelleşti. İstanbul belediyesi sınırları içerisindeki bütün araziler bu şekilde kendi yandaşlarına peşkeş çekildikten sonra, çeşitli nedenlerle ulaşılamamış, talan dışında kalmış yerlere göz dikildi. Ve bunun için büyük şehir belediyeler yasasında bir değişiklik yapıldı. Bu son değişiklikle büyükşehir belediyelerinin alanları, dağın başındaki köyleri bile 6 kapsayacak kadar genişletildi. Artık İstanbul’un en ücra köşesindeki bir dönüm tarlanın bile inşaat-imar işlerinden İstanbul Anakent Belediyesi sorumludur. Toprakların tamamının anakent belediyesine aktarılmasının sonuçları, bugün daha net biçimde ortaya çıkmaya başladı. İstanbul’un Akciğerleri sayılan Kuzey Ormanlarının da kentsel dönüşüm kapsamında talana açıldığı, hatta bu konuda bir hayli yol alındığı görülüyor. Boğaz’dan başlayıp Çatalca’ya kadar giden milyonlarca dönümlük bölge imara açıldığında, burada oluşabilecek rantın birkaç yüz milyar dolarlık bir sermaye birikimine denk düşeceği hesaplanıyor. Olimpiyatlar konusunda bu denli fırtına koparılmasının nedenlerinden biri de budur. Olimpiyat heyecanı bölgede yapılacak talana alet edilmek istenmiştir. Bugün, gelinmiş olan aşamada geleneksel sermayenin sahip olduğu toplam büyüklük ile AKP döneminde oluşan yandaş sermayenin rakamsal büyüklüğü neredeyse birbirine denk durumda. Ancak, görüldüğü gibi süreç devam ediyor ve rant hesapları sınır tanımıyor. Emperyalizmle girilen ilişkinin gerektirdiği iş bölümü içerisinde gelişmekte olan ülkeler kategorisinde görülen ülkemizin, ihracat ekonomisi haline dönüşme sürecinin de tıkandığı bu koşullarda, ancak inşaat sektörü ayakta tutulabiliyor; sürecin devamlılığı, uzun vadeli mortgage kredileriyle ve arsa spekülasyonuyla sağlanıyor. Bu alan tek rant kaynağı ola- Devrimci Gençlik rak görülüyor. Ve hemen her yerdeki potansiyel rantlara göz dikiliyor. ODTÜ’de de yaşanan budur. Yol için başlayan tartışma giderek üniversitenin üzerine oturduğu arsanın yüzölçümünün büyüklüğünün bir üniversite için fazla olduğu noktasına gelmiştir. Kaldı ki yolun bizzat kendisi de bir çeşit inşaattır, yatırımdır, ranttır. İkincisi AKP, ülkeyi her tür denetimden uzak bütün kurumlarıyla kontrol altında tutabildiği bu dönemde, her yere ulaşmak; seçimler öncesinde, iktidarını da yitirme olasılığına bağlı olarak, en geniş alanları yağmalamak istiyor. Sonuçta bu yapılanlarla, yeni sömürü alanları, rant ve pazar alanları oluşturuluyor; derinliğine sömürünün gerçekleşmesi sağlanıyor. Korunması gereken tarihsel ve doğal alanlar dahi yağmalanıyor. Bu, Marmaray için de geçerlidir. Bu projeye yatırılan kaynakla ortaya çıkan sonuç arasında devasa bir fark vardır. O fark, rant olarak doğrudan küresel sermaye diyebileceğimiz aktörlere gidiyorsa, bu da sömürgecilik ilişkisidir. Rantın Değil Devrimin Yolu Bugün artık Avrupa’daki sermaye açısından ekonomik büyüme büyük oranda durmuştur. Faizlerin Euro bazında yılık yüzde 1.5-2 olduğu koşullarda sermayeyi kar ettirmek mümkün değildir. Ancak aynı sermaye, Türkiye’ye gelerek araziye, imara, vb yatırım yaparak muazzam karlar elde edebiliyor. Türkiye’de burjuvazi sermaye kıt olduğu için, kısa zaman dilimlerinde, çabuk para kazanmak istiyor. Ama Avrupa’da ya da Amerika’da yoğunlaşmış olan sermaye, daha uzun vadeli yatırımlara girebiliyor. İstanbul’un ve hatta Türkiye’nin bugünkü ekonomisi rant ekonomisidir. Aynı zamanda, her ülkede bulunmayan çeşitli ayrıcalıklara sahiptir. Bir tarafında devasa petrol yataklarıyla Ortadoğu; diğer tarafında bir uçtan diğer uca tamamen bakir, sanayi yatırımlarına açık Rusya ve Türkî cumhuriyetler var. Bu olağanüstü avantajlar, Türkiye’ye uluslararası sermayenin ilgisinin sürmesine sebep oluyor. Ve muhtemel tüm rant imkanlarının altın tepside sunulabilmesi için, dozerden 7 TOMA’ya, ölümden tutsaklığa her türlü tehdit, direnenlerin karşısına çıkarılıyor. Son olarak ODTÜ’ye yönelen sermaye ve devlet ilgisinin sebebi budur. Yapılmak istenen, aynı zamanda ODTÜ’nün “DEVRİM” öyküsünü geriye doğru silmek ve bugünün neoliberal harfleriyle yeniden yazmaktır; Devrimin yolunun döşendiği alanlardan birini yeniden biçimlendirip rantın yolunu döşemektir. Bu nedenle, ODTÜ’de direnmek, DEVRİMCİ GENÇLİK ruhunda ısrar etmektir; sermayenin tahakkümüne, olası rant projelerine karşı direnmektir; Taksim-Armutlu diyalektiğine bir halka daha eklemek; yoldaşlaşmayı zaman ve mekan sınırlarının dışına taşıyabilmektir. ODTÜ’de direnmek; Taylan Özgür, Ertuğrul Karakaya, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan, Sinan Cemgil, Alpaslan Özdoğan, Ulaş Bardakçı gibi ODTÜ’lü pek çok devrimcinin mirasına sahip çıkmaktır. ODTÜ’de direnmek, rantın yolunun karşısına devrimin yolunu çıkarmaktır. Sizce Hangisi Ahlaklı! Sizin ahlakınız banka cüzdanlarınız, sizin ahlakınız gayrimenkulleriniz, tahvilleriniz, senetlerinizdir. Sizin kültürünüz “at, avrat, silah”lı meta/mülkiyet anlayışı; bizim kültürümüz “yarin yanağından gayrı her şeyde hep beraber” diyenlerin kültürü. A KP’nin türban söylemi üzerinden muhafazakar tabanını bir arada tutmaya yönelik politikası artık işlevini yitirmeye başlayınca AKP üniversite öğrencilerinin kadın erkek birlikte kaldıkları, birbirlerini ziyaret ettikleri evlere el attı. Başbakan Erdoğan, kendisini iktidar kılan sermayenin politikadaki ihtiyaçlarının sözlü ifadesinde doğrudan ve meydan okuyan tarzda konuşmasıyla dikkat çeken bir aktör. Söylemlerini kişiselleştirmemek lazım. Siz bakmayın, bakanların “aslında o izinsiz yurtları kastetti” dediğine. Zaten kendisi de yanlışlığa mahal vermemek için bakanların sözlerinin üzerine “böyle şeylere müsaade edilemeyeceğini” yineledi. Aslına bakılacak olursa emperyalizmin özel yetkili partisi AKP’nin bugüne kadar “özel hayata müdahale gibi algılanıp sınırları aştığı” konuların arkasında doğrudan sınıfsal karakteri yatmaktadır. Mesele tek başına başbakanın veya birkaç bakanın üslubu değildir. Bugün öğrenci evlerinde üniversite öğrencilerinin kadın erkek birlikte kalıyor olmasını rahatsız edici ve “ahlaki” bulmamasının arkasında hastalıklı bir algının ötesinde sisteme topyekün karşı durabilecek gençlik potansiyelinin hedef tahtasına konulması söz konusudur. YÖK’le disiplin yönetmelikleriyle, soruşturma terörü ve özel güvenlikleriyle, okul içine kamera yerleştirip farklı fakültelerdeki öğrencilerin birbirini görmesini engellemeye yönelik tecrit uygulamalarıyla bastırılamayan gençlik dinamiğini üniversitelere polisin yerleştirilmesine dönük düzenlemelerle nasıl ki bastırmaya çalışıyorlarsa şimdi de bu muhafazakar söylem üzerinden komşularımızı muhbirleştirerek yapmaya çalışıyorlar. AŞK DEVRİMCİDİR Aşk her zaman devrimcidir. Kalıplara sığmaz . Mevcut gelenek ve göreneklerin katı, kuralcı , ataerkil algısını kırar. Aşk; din, dil, ırk, cinsiyet vb. ayrımları yıkarak düşünce temelinde el ele veren kadın ve erkeğin yarattığı sosyalizmdir. Aşk bireylerin el ele vererek birbirlerini sistemin bugüne kadar aile, okul, din/ gelenek ve görenekle oluşturduğu değer yargılarını yıkıp yerine yarının, geleceğin, sosyalizmin değerlerini inşa sürecinde bir pusuladır. Ancak başbakanın söyleminde temel ola- 8 rak hedef haline getirilen olgu sistem içinde sisteme alternatif değerlerin örüldüğü yaşam biçimidir. Devrimci değerlerin yeşerdiği, kök saldığı eleştirel düşüncenin sistemli hale gelerek, gençlere gelecek vaat etmeyen bozuk düzeni temelinden sarsacak dinamiğin büyüdüğü bu ortamdır. Kadın ve erkeğin evlenmeden aynı evde kalmasının “ahlaklı” kafalarca “ahlaksız” karşılanması da sorunun diğer boyutudur. Kadını adeta cinsel bir objece çeviren bu bakış açısında kadın geleceğin ucuz iş gücü olan nesilleri 3’er, 5’er doğurması gereken, yeri geldiğinde –bizzat kendisinin de- işsizler ordusunu büyüttüğü bir nesnedir. Kapitalizm denilen makinenin aparatıdır. Kadının başı bozuktur. Her biçimiyle başı bağlanmalıdır. Evlendirilmeli, başı kapatılmalı, at gözlüğüyle yaşamı algılaması için aileden okula, ahlaktan dine, gelenekten toplum yaşamına kadar sürekli bir müdahale ve hizaya getirme söz konusu olmalıdır. Çünkü ‘’aile toplumun (siz kapitalizmin diye algılayın) yapıtaşıdır.’’ Bu nedenle daha üniversitede okurken bile evlilik teşvik edilmektedir. Bu nedenle üniversitede okurken evlenenlere kredinin geri alınmayacağı şeklinde bir rüşvet teklif edilmektedir. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nca 18-24 yaş arasında evlenenlere 10.000 Devrimci Gençlik TL’ye kadar kredi verileceği söyleniyor. Bu uygulamalarla amaçlanan; yapısal krizi süreklilik arzeden kapitalizmin krizini dönemsel olarak rahatlatıp ülkeyi ucuz emek cennetine yani Ortadoğu’nun Çin’i haline çevirebilmektir. Kıdem tazminatına saldırılmasının arkasında yatan neden de kürtaj tartışmalarının arkasındaki olgu da budur. Bu politika yeni bir politika değildir. Daha önce Mussolini ve Hitler de benzer politikaları uygulamışlardı. Kapitalizmin genel yasasıdır; asgari ücret tüm ücretleri şekillendiren ücrettir. Asgari ücret ne kadar düşük olursa, ona bağlı olarak tüm ücretlerde bir azalma söz konusu olacaktır. Asgari ücretin düşmesinin teminatı da işsizler ordusunun büyümesidir. İşsizler ordusu ne kadar büyürse işçi ücretleri de o derece düşer. Bu nedenle daha çok çoçuk doğur- Kapitalizmin Ahlakı maya ihtiyaç vardır. Üstelik bu işsizler ordusu boynuna kredi ve borçlanma yuları takılacak yeni müşteriler de olacaktır. Üstelik ekonomi tıkanma sinyallerini çoktan verirken, on yılda elde avuçta adeta bir şey kalmamışken, yer altı ve yerüstü kaynaklarımızı (maden, orman akarsularımızı), KİT’lerimizi, otoyollarımızı vb’ni sermayeye peşkeş çekmişken AKP’nin bugün kadınlarımızın doğurganlığını sermayeye peşkeş çekme telaşına girmesi onun sınıfsal karakteri gereğidir. Ama birkaç soru soracak olursak; sizce birbirini insan olarak seven, el ele vererek eşit, demokratik, bilimsel ve özgür bir dünya düşleyerek aynı evde kalan bu gençler mi yoksa kadının doğurganlığını bile pazarlamayı düşünen bu düzen mi “ahlaklı”? Yoksul çocuklara ücretsiz ders veren bu gençler mi, yoksa eğitimi parayla satan 9 bu düzen mi ahlaklı? Yeri geldiğinde küçücük bedeniyle devasa bir ordu karşısında düşüncelerini her türlü zorbalığa karşı savunan gençler mi, yoksa Pozantı Cezaevi’nde çocuklara tecavüzü bildiği halde hasıraltı eden bu düzen mi ahlaklı? Çocuğuna yiyecek ekmek bulmak için emeğini satan babalar mı, yoksa çocuklarınıza gemicikler almanızı sağlayan bu düzen mi ahlaklı? Kadının özgürlüğü için mücadele eden gençler mi yoksa genelevlerinizde yasal fuhuş yapılan düzeniniz mi ahlaklı? Lütfen bize ahlaktan bahsetmeyin. Sizin ahlakınız banka cüzdanlarınız, sizin ahlakınız gayrimenkulleriniz, tahvilleriniz, senetlerinizdir. Sizin kültürünüz “at, avrat, silah”lı meta/ mülkiyet anlayışı; bizim kültürümüz “yarin yanağından gayrı her şeyde hep beraber” diyenlerin kültürü. 7 KASIM 2013 Kampüsler Devrimci Çalışma Alanlarıdır Faşist Çeteler Sökülüp Atılacaktır Hayata saldıranların karşısında direnişi örgütleyecek ve kampüslerde dahil tüm odakları mücadelede birleştirmek ise bizlerin görevidir. Devrimci Gençlik antifaşist mücadelede ön saflarda yerini almalıdır. E şitsizliğin, adaletsizliğin, baskının, sömürünün varolduğu her alan aynı zamanda mücadelenin ve direnişin de alanıdır. Faşizm şartlarında ise -ülkemizde yaşanan durum gibi- hayatın kendisi direniş olmuştur. Gezi Parkı eylemlerinin Türkiye’nin dört bir yanında sahiplenilmesi ve toplumsal bir direnişe dönüşmesi halkın faşizme karşı biriken öfkesinin açığa çıkmasıydı. Fiziğin en temel yasasında olduğu gibi etki tepkiyi doğurur. Ülkemiz de bu tepki, artık kabına sığmayan patlayan bir hal aldı Haziran Direnişi’nde. İnsanlar yaşam alanları olmaktan çıkarılan sokaklarını ve parklarını terk etmedi, evlerine dönmedi. Paylaşmayan, birbirini tanımamaktan bıkan insanlar ortak paylaşım alanları yarattı, komünler kurdu. Sosyal alanları sıfırlanan halk, sokaklarda atölyeler oluşturdu, empoze edilmek istenen medya algısını kendi medyasını yaratarak yerlebir etti. Birbirini dinlemeyen, konuşmayan insanlar ortak acılarda buluştu, İzmir’de halk Medeni olup meydanları doldurdu. Kısaca söylemek gerekirse halk faşizme karşı hayatı direniş olarak örgütledi. Toplumsal hayata ‘etki’de bulunanlar yani egemenler ise bu direnişte ve sonrasında kendi acz ve korkularını görünür kıldı. Oligarşi polis terörünün en su katılmamış biçimini halka reva gördü, insanları öldürdü, yaraladı, gö- zaltına aldı, tutukladı. Oligarşi direnişin hemen sonrasında kendi saldırı politikalarının yeni dönem ipuçlarını vermeye başlamıştı. Birincisi toplumsal mücadelelerin ve direnişlerin katelizör gücü devrimcilerden ne denli korktuğunu gösterdi. Direnişin sönümlenmeye başladığı anlardan itibaren devrimcileri dayanaksız iddianamelerle cezaevlerine doldurmaya başladı. Ülkenin dört bir tarafından yüzlerce devrimci Gezi parkı olaylarını örgütlemek gerekçesiyle tutsak edildi. İkincisi yıllardır üzerinde ölü toprağı bulunan ve kendisini göstermeyen gençlik enerjisi bu direnişte açığa çıktı. Gençler barikatların ve çatışmaların en ön saflarında direndi ve potansiyel gücünü gösterdi. İşte bu durum oligarşiyi bu iki kesimin buluşacağı alanların en başında yer alan üniversitelere dönük faşist politikalarının yöntemini değiştirmeye zorladı. YENİ DÖNEMDE ÜNİVERSİTEYE SALDIRILAR BOYUT DEĞİŞTİRİYOR Ülkemizde üniversiteler toplumsal muhalefetin en canlı ve örgütlü kesimidir. Ülke genelinde yaşanan her hangi bir hak gaspına, adaletsizliğe ya da toplumsal olaylara önce üniversitelerden örgütlü tepkiler yükselir. Bu durumun oluşmasındaki üniversitenin -kısıtlıda olsaakademik demokratik ikliminin 10 önemi olduğu kadar, geçmişten bugüne üniversitelerde yürütülen devrimci mücadelenin önemi daha ağır basmaktadır. Kampüsler devrimci mücadelenin en sıcak ve yoğun olarak yürütüldüğü devrimci mücadele açısından özel önemde olan alanların başındadır. Şüphesiz oligarşi bu durumun kesin farkındadır ve üniversitelere dönük özel saldırı politikaları her dönemde geliştirmektedir. Haziran direnişinin hemen ardından Türkiye egemenlerinin ilk saldırdığı alan devrimci mücadelenin sembol üniversitelerinden biri olan ODTÜ oldu. Ardından hazırlanan saldırı yasalarının büyük bir bölümü üniversiteyi hedef alan içerikte gelişti. Öğrenci evlerine karışılmasından yurtlarda yapılan düzenlemelere, askerlik yaşına ilişkin düzenlemelerden, üniversitenin kaç dönemde bitirilmesi gerektiğine ilişkin yasa düzenlemeleri ile üniversiteye saldırılarını başlatmışlardı. Üniversite güvenlik düzenlemeleri adı altında üniversiteli katili polisin kampüslerde görev yapmasını kesinleştirdi. Bu saldırılar oligarşinin yeni dönemde yasal güvence altına aldıkları, bir de saldırıyı boyutlandırma hedefleri arasında sivil faşist çeteleri kampüslere yerleştirme, etkinlik alanlarını geliştirme, organize saldırıları doğrudan örgütleme ya da önünü açma gibi başlıcalarını Kampüsler Çalışma Alanlarımızdır Devrimci Gençlik sayabiliriz. Bu sene içerisinde üniversiteler açıldığından beri ülkenin dört bir tarafında düzenlenen faşist saldırı ve pusu haberleri uzun zamandır duyulmadığı kadar sık duyulmaya başlandı. Ülkenin pek çok üniversitesinde faşistlerin milliyetçi histeriyi körüklemek için yürüttükleri çalışmalarla bu saldırıların zeminini hazırlamaya, üniversite gençliği içerisinde bu saldırıların aslında sağ-sol, kürttürk çatışmalarının bir sonucu olduğu gibi bir algı yaratmaya çalışıyorlar. Bu minvalde faşist çetelere çeşitli topluluk, kulüp v.b. gibi üniversite ve rektörlüklerin imkanları kullandırılıyor. Aynı zamanda bu çeteler arasında ‘devlet görevinin’ getirdiği bir ittifak da söz konusu. KAMPÜSLER FAŞİZME MEZAR OLACAK Sonuç olarak üniversitelerde düzenlenen tüm bu saldırılar, egemenlerin yönetme geleneğine içselleştirilmiş faşizmin yeni dönemde uygulayacağı yöntemler olarak okunmalı ve Devrimci Gençlik mücadelesi kampüslerdeki antifaşist mücadeleyi örgütleme görevini bu bütünlük içerisinde ele almalıdır. Oligarşinin sivil-resmi tüm faşist odaklarına karşı mücadeleyi örgütlemek elbette ki mücadele pratiğinden geçer. Dolayısıyla mücadele pratiği içerisinden bir örnekle yazımızı noktalamak daha faydalı olacaktır. Bu senenin başından beri faşizmin saldırdığı ve faşist çetelerle Devrimcilerin pek çok kez karşı karşıya geldiği alanlardan biri de Ege Üniversitesi olmuştu. Devrimci öğrencilerin faşistlere Edebiyat Fakültesi’nde sınav yasağı koymasıyla doruk nok- tasına çıkan bu süreç 12 Aralık günü faşistlerin üniversite içerisinde yaratmaya çalıştığı provakasyonla yeni bir boyuta taşındı. Ege Üniversitesi’nde faşist odakların çalışmaları genellikle ittifak halinde ve topluluk isimleriyle, rektörlük ve polis korumasında yürütülmektedir. 12 Aralık günü ise polisin desteğiyle cesaretlenen Alperen Ocakları diye bilinen eli kanlı faşist grup kampüs genelinde afiş asıp bildiri dağıtarak dolaşmaktaydı. Devrimci öğrenciler bu durumun provakasyon hazırlığı olduğunu bilmeleri ve bu faşist grubu kampüs dışarısına çıkarmak için gittikleri konservatuar bölümünde kimseyle karşılaşmamaları sonucu döndükleri Edebiyat Fakültesi önünde ellerinde satır ve sopalarla bekleyen bu faşist çeteyle karşılaştı. Kısa bir arbedenin ardından devrimciler bu çeteyi kütüphaneye kadar taşlayarak kovaladı. Bu arada devrimci bir öğrenci başına isabet eden bir taşla hafif yaralandı. ÖGB’lerin bu çeteyi koruma altına aldılar, ardından ÖGB’lerin devrimci öğrencilere yönelmeleri olasılığı devrimcilerin koydukları irade ile boşa düşürüldü. Bunun üzerine 11 devrimciler faşistlerin kaçırıldığı EMYO tarafına yürüyüşe geçtiler. Antifaşist sloganlarla gelinen EMYO önünde polis TOMA’lar ve çevik kuvvetlerle devrimcilerin önünü kesip yürüyüşü sonlandırmalarını istedi. Devrimci öğrencilerin yanıtı bu saldırıları düzenleten ve sonrasında koruyan devletin kolluk güçlerinin kampüsü terk etmesi yoksa kendilerinin çıkartacağı şeklinde oldu. Kolluk güçlerinin-polisin- çekilmemesi üzerinde devrimciler polise müdahale etti. Polisin TOMA’larla karşılık vermesi sonucu çıkan çatışmada 5 devrimci gözaltına alındı. Gözaltı durumunun farkedilmesi sonrasında devrimci öğrenciler gözaltılarını geri istediler, polisin bu isteği geri çevirmesiyle birlikte devrimciler Edebiyat Fakültesi önünden geçmekte olan gözaltı aracını çevirdi fakat gözaltına alınan arkadaşlarımız o araçtan çıkmadı. Araç çevirmesinin ardından polis okuldan hızlıca çıktı. Üniversite öğrencilerinin ve akademisyenlerin de desteğiyle birlikte yaşanan olayların ardından rektörlüğe bir yürüyüş düzenlendi. Öğrenci temsilcilerinin görüştükleri rektör yardımcısını bu provakasyonların ve okuldaki polis varlığının önüne geçilmesi konusunda uyarmalarıyla birlikte eylem son buldu. Bu bütünlüklü ve kapsamlı sürecin tarafları bellidir. Hayata saldıranların karşısında direnişi örgütleyecek ve kampüslerde dahil tüm odakları mücadelede birleştirmek ise bizlerin görevidir. Devrimci Gençlik antifaşist mücadelede ön saflarda yerini almalıdır. Bir Garip Eylem Pratiği Kredi ve Yurtlar Kurumu Eylemi Gençliğin politik eyleminin ve birikiminin tarihini gençliğin devrimci eylemini örgütleyenler oluşturmuştur. Süreç her alanda olduğu gibi gençlik mücadelesinde de 71 devrimci atılımını bağrında taşıyan DEVRİMCİ GENÇLİK ruhunu göreve çağırıyor. G ençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç’ın Ege Üniversitesi’ne yaptığı ziyaret sonucu kadın ve erkek öğrencilerin yurtlarının beraber olmasına tepki göstererek dikkat çekmişti. Bu ziyaret sonrasında Kredi Yurtlar Kurumu’nun (K.Y.K) yaptığı düzenleme ile kadın ve erkek yurtları birbirinden ayrıldı, kadın öğrencilerin yurtları Ege Üniversitesi Bornova Kampüsü içerisinde kalırken, erkek öğrencilerin kaldığı yurt İnciraltına taşındı. İnciraltına gönderilen öğrenciler Ege Üniversitesi’ne gelmek için her gün 1.5, 2 saat yol gitmek zorunda bırakılıyorlar. Bu durumlar özelinde KYK’nın yüksek zamlar yapması ve öğrencilerin yaşam standartlarının düşürülmesi tepkiyle karşılandı. Yurt öğrencileri üniversitenin açıldığı ilk haftalardan itibaren yaşanan tüm sorunları düzenledikleri forumlarda eylemlilik süreçlerine taşıdılar. Düzenlenen forumlara yurtlar içerisindeki örgütlü kesimlerin (politik öznelerin) yanı sıra bütün yurt öğrencileri katılım sağladılar. Yaşam alanını ilgilendiren ortak sorunlar etrafında buluşan öğrenciler forumların içeriğini ülke genelindeki politikaların bir yansıması olarak yurtların düzenlenmesi olarak değil, kadın ve erkek yurtları- Ege Üniversitesi Devrimci Gençlik nın lokal sorunları olarak tespit etmeyi tercih ettiler. Bu tercih kadın ve erkek yurt öğrencilerinin yaşam alanına müdahaleye karşı mücadelenin birleştirilmesi noktasında bir takım sıkıntıların varolmasını da beraberinde getirdi. Tabiiki bunun böyle olmasında yurt içerisindeki politik öznelerin müdahil olmasındaki yetersizlik ve kitlelerin beklentilerine yedeklenmeyi tercih etmeleri temel faktördü. Ayrıca gene bu politik öznelerin yurt eylemliliklerindeki çıkar ve beklentileri genel kitlenin beklentileriyle de denk düşmemesi, politik grupların dar grupçu yaklaşımları bu süreçlerde bir takım eksiklikleri içerisinde taşıyarak devam etmesine sebep oldu. Tüm bu eksiklikleri içerisinde taşıyan forumların birlikte (kadın ve erkek yurtları forumlarının) aldıkları karar sonucu 4 Ekim günü erkek yurdu öğrencileri Bornova Kampüs içerisindeki kadın yurduna yürüyüş yaparak burada sabahlanıp, ortak forumun yapılacağı açıklandı. 4 Ekim Cuma akşamı İnciraltı erkek yurdu öğrencileri Bornova Metro önünde toplanmaya başladılar. Çağrı sonucunda yurtlarda kalmayan çeşitli politik grup ve kesimlerden öğrencilerde destek olmak için aynı saatlerde Bornova Metro önüne 12 geldiler. Toplanan kitle şarkılar ve sloganlar eşliğinde kadın yurtlarına doğru yürüyüşe geçti. Kitle yurt önüne geldiğinde kadın öğrenciler yurt içerisinde kitleyi karşıladılar. Kadın öğrencilerin yurt içinde erkek öğrencilerin dışarıda olması forumun nasıl gerçekleştirileceğine dair bir süre kafa karışıklığı yarattı. “Kadın ve erkek öğrencilerin kapılar açılmadan forumun yapılması, kapıların açılarak erkek öğrencilerin yurda girip forumun gerçekleştirilmesi, kapıların kırılması, yurdun o akşam işgal edilmesine” kadar pek çok eylem kararının ya da fikrin havada uçuşmaya başlaması kapının önünde bir kaosun yaşanmasına ve kitlelerden kopuşların olmasına yol açtı. Bekleyişin uzun sürmesinin ve net bir kararın ortaya çıkamaması üzerine kadın öğrenciler dışarı çıkarak ortak forumu başlattılar. Forumun bir süre devam etmesi üzerine eylem motivasyonu tekrar sağlanarak forumdaki tartışmaların karara bağlanması beklendi. Forumun genelinde yapılan tartışmalar ve öneriler forumun bütün gece kadın ve erkek öğrencilerin yurt içerisinde devam ettirilmesi üzerine devam etti. Bu tartışmalar sonucu yurda girme kararının ortaya Devrimci Gençlik çıkmasıyla kapılar kırılarak öğrenciler yurda girdiler. Bu noktada erkek öğrencilerin yurda girmesine forum içerisindeki kadınların tepki göstermeye başlaması erkek yurdundan gelen öğrencilerde ne yapılmasına ilişkin bir kafa karışıklığı yarattı. Bu sırada forum kitlesi yurdun içerisine girildiği sırada giderek azalmaya başlamıştı. Yurdun yemekhanesine gelindiğinde yurdun işgali, forumun devam ettirilmesi ve eylemin sona erdirilmesi gibi önerilerin ortaya çıkması sonucunda eylemin iradesi konusunda ciddi sorunlar ortaya çıktı. Erkek yurdundan gelen öğrencilerin eylemi sonlandırmaları, kadın öğrencilerin kendi içlerinde fikir netliğine ulaşamamaları sonucunda eylem boşa düşmüş, desteğe gelen öğrencilerin yurdun içerisinde kaldığı yurt öğrencilerinin çekildiği gibi bir görüntü ortaya çıktı. Yaşanan yurt eylemlilikleri ve Ege Üni. KYK Eylemi bütün olarak süreci değerlendirdiğimizde politik öznelerin sürece müdaheledeki yetersizlikleri, kitlelerin taleplerini mücadele ekseninde politik taleplere dönüştürmekteki acizlikleri bir kez daha açığa çıkmış oldu. Gençlik mücadelesi içerisinde devrimcilerin kitlelerin kendiliğinden tepkilerine dahi müdahil olup, devrimci eylem birlikteliğinde örgütleyemeyişi günümüzün devrimci gençlik mücadelesinin en yakıcı sorunudur. Yukarıda işaret ettiğimiz bir takım sorunlar genel değerlendirmeler ve eylem pratikleri içerisinde pek çok kez karşımıza çıkmıştır ve çıkacaktır da. Bizler bu sorunların sürekli yinelenmesinden şikayet edecek ve şu filanca çevre yanlış yaptı bu filanca grup eksik kaldı gibi yakınmalarda bulunmayacağız. Ortada var olan yanlış ve eksiklikleri sorunun çözümü için değerlendirecek ve tespit edeceğiz fakat kenardan da olup 13 biteni izlemeyeceğiz. Kendi eksikliklerimizi bu süreçler içerisinde saptayıp, bunları kapatmak adına devrimci görevlerimize daha sıkı sıkıya sarılmalıyız. Yaşanan tüm yurt eylemlilikleri sırasında soruna dahil olamayışımız ve de yurtlardaki örgütlenme faaliyetlerimizin yetersizliği kendi adımıza saptamamız gereken en büyük eksikliktir. Çalışma alanlarının çeşitliliği ve çokluğunu eksilerden artılara dönüştürecek iradeyi sergilemeliyiz yoldaşlar. Gençliğin politik eyleminin ve birikiminin tarihini gençliğin devrimci eylemini örgütleyenler oluşturmuştur. Süreç her alanda olduğu gibi gençlik mücadelesinde de 71 devrimci atılımını bağrında taşıyan DEVRİMCİ GENÇLİK ruhunu göreve çağırıyor. Yeter ki kendimize olan inancımızdan şüphe etmeyerek cüretkar olabilelim yoldaşlar. YAŞASIN GENÇLİĞİN DEVRİMCİ EYLEMİNİN BİRLİĞİ! Rektör Sözünde Durmuyor G eçtiğimiz günlerde Mersin Üniversitesi rektörlüğü ve KYK Yönetimi’nin ihmalkarlığı sonucu bir kadın öğrenci trafik kazasında hayatını kaybetti. Bu duruma tepki gösteren üniversite öğrencileri rektör yardımcısı Prof. Dr. Yüksel Özdemir’i yanlarına alarak yurt girişine kadar yürüdüler. Burada öğrencilerin okulla yurt arasında çektiği zorluğu gören Özdemir, ertesi gün konuşmak üzere bir komisyon hazırlanmasını istedi. Bir sonraki gün yani 19 Aralık Salı günü toplanan komisyonu Mersin Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Suha Aydın kabul etti. Yapılan görüşmelerde Rektör Aydın’ın hakarete varan konuşmaları ve olumsuz tutumları sonucunda öğrenciler sinirlerine hakim olamadı ve rektörlük binasını işgal etti. Kendi öğrencisine karşı polisi kullanan Aydın çaresiz kalması sonucu öğrencilerle anlaşma yaptı ve polisi geri çekti. Yapılan anlaşmaya göre; -Bir hafta içerisinde üniversite ve yurt yolunun tamamlanması. -Üniversite ve yurt arasındaki ring seferlerinin artırılması. Mersin Üniversitesi’nden Bir Devrimci Gençlik Okuru -Minibüs ve/veya otobüslerin gece 12’ye kadar çalışmalarının sağlanması. -Hayatını kaybeden Bahar ve Feride’nin ailelerinden resmi sitede yayınlanmak suretiyle özür dilenmesi. -Hafta sonu çalışan araç sayısının arttırılması. -Yemekhanenin özelleştirilmesinin durdurulması. -Klima ve kaloriferlerin düzenli çalışması. -Açılan soruşturmaların geri alınması. -İnşaat işçilerinin tacizlerinin derhal son bulması ve üniversite ve yurt yönetimlerinin derhal önlem alması. -Yurttaki yemekhane fiyatlarının düşürülmesi. Yurtta acilen bir revir açılması maddeleri görüşüldü ve kabul edildi. Kabul edilen şartların yerine getirilip getirilmediğini denetlemek amacıyla öğrenciler tarafından kurulan komite bugün bir açıklama yaptı: Aradan geçen bir haftalık süreç içerisinde yapılan incelemeler sonucu; Yurda giden yolun (Tıp 14 Fakültesi’nden sonra) tamamen bitirilmediği, kaldırım yapılmadığı ve araç yolunun çalışmalarına başlanılmadığı görülmüştür. Yalnızca yolun bir kısmının asfalt çalışmaları başlamıştır. Ring seferleri arttırılmamış fakat 22.45’e kadar (ÇiftlikköyYenişehir Kampüs arası) üniversite ringlerinin çalıştığı görülmüştür. Kabul edilen siteden yayınlanacak özür mesajıyla ilgili herhangi bir çalışma yapılmamıştır. Hafta sonu araç çalışması ile ilgili herhangi bir çalışma yapılmamıştır. Kantin ihale süreci bitmiş, fakat onlardan özelleşen firmayla ilgili olan tüm anlaşmaların feshedilmesi istenmektedir. Açılan soruşturmalar halen iptal edilmemiştir. Derhal iptal edilmesini istenmektedir. Üniversite ve yurt yönetimleri herhangi bir adım atmamıştır ve tacizler, işçiler tarafından halen sürmektedir. Revir ile ilgili henüz bir çalışma başlamamıştır. Mersin Üniversitesi öğrencileri adına oluşturulan komisyon tarafından yapılan açıklamada; “Verilen talepler, geçen süre zarfında tek tek incelenmiş fakat bir iki ufak gelişme dışında herhangi bir sonuç alınamadığı görülmüştür. Bizler bu konunun sonuna kadar takipçisi olacağız. Bahar arkadaşımızın hesabını soracağız ve başka Baharlar ölmesin diye çalışacağız.” sözlerine yer verildi. Ayrıca Mersin Üniversitesi öğrencileri talepleri yerine gelinceye kadar mücadeleye devam edeceklerini belirttiler. Avukat Eylem Hakverdi ile Ethem Sarısülük Davası Üzerine Sohbet Ettik Gezi sürecinde binlerce insan yaralandı, yüzlerce direnişçi hakkında soruşturma açıldı. Onlarcası tutuklandı, altı insanımız doğrudan polis saldırılarıyla katledildi. Ethem de özgürlük ve demokrasi için sokağa çıkanlardandı ve katledildi. G ezi Direnişi ile ortaya çıkan tablo devletin emekçiezilen kitlelere karşı alenen bir savaş politikası izlediğini ortaya koymakta. Bu süreç boyunca sokaktaki halk muhalefetine en yüksek mertebeden saldıran ve bastırmaya çalışan devlet, bu baskı politikalarını sokağın dışındaki alanlarda da göstermeye devam ediyor. Gezi sürecinde binlerce insan yaralandı, yüzlerce direnişçi hakkında soruşturma açıldı. Onlarcası tutuklandı, altı insanımız doğrudan polis saldırılarıyla katledildi. Ethem de özgürlük ve demokrasi için sokağa çıkanlardandı ve katledildi. Hakkında ilk günden itibaren çeşitli şekillerde manipülatif haberler yapıldı. Ailesi, arkadaşları tehdit edildi, saldırılara maruz kaldı. Tüm bunların yanı sıra başlayan yargı süreci de, devletin sokaktaki hamlelerinden farksız ilerliyor. Devlet halkına ilan ettiği savaş politikalarının gerekliliğince bütün kurumlarıyla ezilenlere saldırıyor. Ethem Sarısülük davası kapsamında Çağdaş Hukukçular Derneği üyesi Ethem Sarısülük davası avukatlarından Eylem Hakverdi ile süreç hakkında görüştük. D.G: Ethem Sarısülük vurulduğu günden itibaren egemen medya çeşitli iddialar ortaya atmakta, bize yaşanan süreci gelişmeleri özetleyebilir misiniz? E.H: 1 Haziran günü, An- kara’daki Gezi olayları başladığında hepimiz Kızılay Meydanı’na girmeye çalıştık. Çok insan vardı; Ankara’da daha önce görmediğim bir kalabalık. Ethem saat beşi yirmi geçe civarı, akşam üzeri, Güven Park’ta çevik kuvvet polisinin silahını ateşlemesiyle öldürüldü. Ethem vurulduğu sıra oradan bir ambulans geçiyordu. Hiçbir gecikme olmadan direk hastaneye kaldırıldı ve 15 gün sonra kaybettik Ethem’i. Ailesinden önce abisi bu haberi almış, abisiyle önceden tanışıklığımız vardı. Ethem, vurulduktan bir iki saat sonra abisi beni aradı, kardeşinin kafasından polis kurşunuyla vurulduğunu söyledi. Hastaneye gittik. Ethem’in durumuna dair bilgi almaya çalıştık. Normalde bu tip vakalarda Adliye, direk adli vaka olduğu için polise bildirir, polis gelir tutanağı ve raporları alır, direkt delil toplama işlemine başlar. Tutanağı hastaneden alamadık, polisin vurduğunu bildikleri için zorluk çıkardılar. Tutanağa ulaşmak için, Ethem’in vurulduğu bölgeye Çankaya polis karakolunun baktığını öğrendim. Çankaya polis karakolunu aradım. Telefonda muhatap bulmaya zorlandım çünkü o gün bütün polisler Kızılay’da görevliymiş. Zar zor cevap veren bir memura ulaşabildim. Kendimi tanıttım, Numune Hastanesi’nde olduğumu, müvekkilimin kafasından silahla vurulduğunu ve 15 hastanede olduğunu, buna dair rapor almak istediğimi belirttim. Olaya ilişkin herhangi bir işlemin yapılıp yapılmadığını öğrenmek istedim. Hemen bir panikle ‘’Ne zaman vuruldu? Nerede vuruldu? N’oldu? Ya kusura bakmayın bizim personelimiz gidememiş olabilir, bütün personelimiz Kızılay’da zaten’’ dedi. Ben de müvekkilimin Kızılay’da polis tarafından vurulduğunu söyledim. ‘’Olabilir’’ dedi. Oradaki tavır, sıradan bir polisin tavrı bile, kendi meslektaşını korumaya yönelikti. İlk sinyali biz orada aldık zaten. D.G: Bu sırada yargı ile ilgili ne gibi gelişmeler yaşanıyordu? E.H: Gelişen süreçte üç dört gün savcılık direkt yazışmaya başlayıp, polisi kendi huzuruna çağırıp, ifadesini alıp tutuklamaya sevk etmesi gerekirken, bunların hiçbiri yapılmadı. Olay yerinden deliller toplanmadı. Oradaki merminin kovanlarının toplanması gerekirken, bunların hiçbiri yapılmadı. Olay sırasında meydanı gören MOBESE kameralarının başında görevli memurların olduğunu biz daha sonra dosyaya gelen görüntülerden anladık. Kameralar hareket halinde ve nereye istenirse oraya yakınlaştırılıp, nereden görüntü alınmak isteniyorsa oraya çevrilen bir kamera var. Ethem vurulduğu sıra, Ethem’in vurulduğu yeri gören kamera, poli- Devrimci Gençlik sin Ethem’in vurulduğunu anlamasıyla direkt gökyüzüne çevriliyor. İlk delil karartma burada oluyor zaten. İkinci bir mobese kamerası var biraz uzakta, Güven Park tarafından bakıyor. Yaklaşık iki yüz metre kadar yakınlaştırılmış haldeyken görüntü, birinin vurulup düştüğünün anlaşılmasıyla, çok uzaklaştırılıyor. Olaylar bu kameradan da seçilemez hale getiriliyor. İlk delil karartmalar daha olayın ilk anından başladı ve buradaki görevli memurlar tarafından yapıldı. Savcılar derhal delil toplamayarak, oradaki amirlerle beraber bu delil karartmaya ortak oldular. Daha sonraki süreçte, Ethem’i kaybettikten, beyin ölümü gerçekleştikten sonra kalbi de durdu. Birkaç gün sonra adli tıp süreci başladı, yani o kadar tedirgindik ki çeşitli şekillerde deliller karartılmaya devam ediliyordu. Bu on beş gün geçmesine rağmen polisin kimliği bildirilmemişti. Savcı getirin bile dememişti. Aslında tanıkların da getirilmesi gerekiyordu. Savcılıkta bizim şikâyetimiz üzerine soruşturmayı başlattı. Zaten kendiliğinden yaptıkları hiçbir işlem olmadı. Adli tıp sürecinde Ethem’in dostları, yoldaşları, yakınları Ethem’i kaybettikten sonra otopsi işlemi bir gün sonraya kalmıştı, sabah kadar orada beklediler ki dışarıdan bir müdahale olmasından endişe ediyorlardı, çok da haklılardı bu Ethem Sarısülük Davası Röportaj konuda. Cenazelerinin başını bırakmadılar haliyle. Bizim adli tıpta otopsiye girmemizi Adli Tıp Kurumu engellemeye çalıştı, hiç haddi olmayarak. Dosyaya bir yazı gönderdi ‘’Avukatların katılması uygun değildir.’’ diye. Yasal olarak bunun hiç bir gerekçesi yok. Avukatlar katılabilir o toplantıya. Tamamıyla keyfi bir uygulama. ‘’Uygun değildir’’ demişler, sanki kendilerine görüşleri sorulmuş gibi. Öyle bir durum da yok. Biz de bunu Adli Tıp Kurumu müdürüyle karşılaştığımızda sorduk; ‘’Nedir bu yazı?’’. Bize karşılık olarak müdür ‘’Ben üstlerime sordurarak yazdırdım bu yazıyı.›› dedi. Bunun üzerine biz de ‘’Biz size sormadık ama.’’ dedik, ‘’Soruldu.’’ şeklinde cevap aldık. Tartışma o haliyle kaldı. İlerleyen süreçte, Ethem’in kafasından mermi çekirdeği çıktıktan sonra bu İstanbul Adli Tıp Kurumu’na gönderildi. Savcı mermi çekirdeği çıktıktan sonra, olayda kullanılan silahın dosyaya teslimini istedi. Yani Ahmet Şahbaz hala ortalıkta yok. Sadece 16 silah teslim ediliyor. Silah Adli Tıp’a gönderildi. İstanbul’da karşılaştırma yapıldı ve Ahmet Şahbaz’ın silahından çıkan kurşunla öldürüldüğü ortaya çıktı. Bu rapor geldikten birkaç gün sonra savcı, artık Ahmet Şahbaz’ın gönderilmesini istedi Emniyet Müdürlüğü’nden. Bu arada bir gazetede şöyle bir haber çıktı; Ahmet Şahbaz’ın henüz ismi bile bildirilmemişti dosyaya, Ethem’i vuran polisin amirlerini tehdit ettiği, yasadışı emirleri ifşa edeceğini, kendisini yakarlarsa, kendisinin de onları yakacağına dair tehditler savurduğu yönünde haberler çıktı. Olaydan sonra, Ethem’i vuran polisten önce, polisin amirlerini, olay sırasında orada bulunan diğer görevli polislerin ifadesini almak üzere ‘’tanık’’ sıfatıyla savcılığa getirdiler. Savcı, bunların ifadelerini bir kısmı yani bunların hepsi aslında delil karartmaya yönelik görgüler olmasına rağmen görmediklerine dair ifadelerde bulundular. Ayrıca oradaki polis ordusunu, yöneten amir, sanık olarak şunu söyledi: ‘’Olay sırasında ben başka bir gazdan etkilenen yaralı bir polis memuruyla ilgilenirken olay olmuş, olay yerine sırtım dönüktü. Birinin vurulduğunu fark etmedim. Daha sonra, birinin vurulduğunu ve Ethem Sarısülük’ü vuran polisin benim birliğimden olduğunu olaydan yarım saat sonra öğrendim.’’ diyor. Yani Devrimci Gençlik şuursuzca görev yapıyorum demeye çalışmış. Ahmet Şahbaz, olaydan yaklaşık yirmi üç ya da yirmi dört gün sonra adliyeye getirildi. Savcı ifadesi tümüyle yalandı. Bu ifadelerle göstermelik bir tutuklama sevki maddesi ile -zaten tutuklanmayacağı açık bir şekilde- tutuklanması talebiyle nöbetçi sulh ceza mahkemesine sevk edildi, burada da ifadesi alındı. Şimdi katilin anlattığı şu: ‘Olaydan önce çok sayıda taşlamaya maruz kaldıklarını kalkanını düşürdüğünü daha sonra banklardan parktan yol tarafına çıkarken sırt üstü düştüğünü ifade etmiş. O sırada göstericiler onu linç etmeye kalkmış. Sonra doğrulduğunda bir göstericiye tekme savurduğunu, sonra bir anda taşların yoğunlaşması sebebiyle de kendini koruma amaçlı, güya havaya ateş açtığını ve sonra geri dönüp kaçtığını ifade etmiş. Bu ifadelerin hepsi, her bir cümlesi ayrı ayrı yalan. Yalan olduğunu da tek tek delillerle kanıtlayabildik. Hem tanıklar, hem kamera görüntüleri, olay öncesinde Ahmet Şahbaz’ın düştüğüne dair hiç bir emare yok. Katilin ayakta olduğu gayet net, on iki ila on üç kişilik bir polis grubu içerisinden öne doğru fırlıyor. Olay yerinde, bir taksi durağı kulübesi ve ağaç var. Taksi durağı kulübesinin arkasında bulunan polis grubu- Ethem Sarısülük Davası Röportaj nun içinden öne doğru fırlıyor. Kalkanını yere atıyor, silahını belinden çıkartıyor, biraz ileride düşmüş bir göstericiye tekme savuruyor, daha sonra biraz daha ilerleyerek, silahını kuruyor ve ateş açıyor. Üç el ateş etme durumu var burada. İlk atış elli metre kadar ileride insan boyundan yarım metre kadar yüksekte bir flamaya denk geliyor, onu havaya uçuruyor. İkinci atışın nereye gittiği tespit edilemedi. Üçüncü atış da Ethem’in kafasına gelerek onu öldürüyor. Yani burada zaten meşru savunmadan kesinlikle bahsedilemez, aksine saldırı hali var. Üstelik bu sırada polislere verilmiş bir geri çekilme emri var. Geri çekil emrine rağmen bu şahıs saldırıda bulunmayı tercih ediyor. Bu bir tercih, haksız saldırı durumundayken, meşru müdafaa ile ikna edemezsiniz. Bütün bu yalan ifadelere rağmen dosyadaki diğer delille- 17 re rağmen, savcılıkta, mahkemede sözüne bu kadar itibar edilen başka bir katil yoktur dünyada. Tüm yalanlarına itibar edilerek serbest bırakıldı. Olay günü adliyeye büyük bir koruma ordusu ile getirildi. Bu katil, iki yüz, üç yüz kişilik bir polis ekibiyle ifade vermeye getirildi. Kendisini gören adliyedeki bütün memurlar, gayet rahat olduğunu, lakayıd bir tavrı olduğunu, hatta en basit kimlik sorularına dahi gülerek cevap verdiğini ifade ettiler bize. Gayet rahattı, kendinden de emindi, korunacağından da emindi. D.G: İlk duruşmaya kimliğini gizleyerek, peruk ve takma bıyık ile gelmişti, duruşma sırasında çıkan olaylar bahane edilerek duruşma ertelenmişti. Bu süreç ve sonrasında yaşananlara ilişkin neler söyleyebilirsiniz? E.H:İlk duruşması yapılamadı Ethem’in. Aylar sonra yapılan ilk duruşma gününde duruşma saat dokuzdaydı. Sekiz buçukta duruşma salonuna dört sıra halinde -ki bu sayı yaklaşık 100 kişiye yakın- sivil halde çevik kuvvet polisi doldurulmuştu. Polisin burada olmaması gerekiyor. Birincisi müştekileri yani mağdurları baskı altına alma durumudur bu. İkincisi mahkemeyi baskı altına almaktır. Devletin silahlı gücünün orada bulunması, mahkemenin kendi bağımsız tepkisini pek mümkün kılmıyor. Yasa bu konuda silahlı olarak polisle- Devrimci Gençlik rin gelemeyeceğini belirtir ama buradaki amaç bellidir, mahkemenin ve tarafların baskı altına alınmasını engellemektir. Burada mahkeme salonuna alınan polis alenen mahkeme heyeti üzerinde bir etki oluşturmak için bulunuyordu. Dolayısıyla bizim itirazlarımıza rağmen buradan çıkmak istemediler. Hakim de çok fazla tavır koymadı bu konuda. Uzun süren tartışmaların sonunda onların çıkarılmasına karar verdi. Nedensiz bir şekilde duruşmanın da kapalı yapılmasına karar verdi. Öncelikle polisler salondan çıkarıldı, ardından Ethem’in yakınlarının da çıkmasını istedi mahkeme. Onlar çıkınca da dışarıda hem Ethem’in yakınlarına hem tanıklarımıza hem de avukat arkadaşlara polisler saldırdı. Bir tanığın kafasına telsizle vurarak yaraladılar, bir tanığı merdivenden atmaya kalktılar. Avukat arkadaşların üzerine pet şişe fırlattılar, küfürler ettiler. Yani büyük bir arbede oldu. Bu sırada içerideki avukatlar dışarıdaki polis saldırısını engellemek üzere dışarıya yöneldiği sıra, katil Ahmet Şahbaz da bir arbedenin içinde buldu kendini. Duruşmaya perukla, takma kaş, bıyık ve gözlükle gelmişti. Kimliğini gizliyordu, hakim ve savcı da buna hiç bir şekilde müdahalede bulunmadı. Yasada bu durum şöyledir, kimliğini doğru olarak bildirmek zorundadır. Kimlik sadece nüfus cüzdanından ibaret değildir. Yani kaşın, gözün, vücudun da senin kimliğine dahildir. Yani biz o gelen kişi ‘Ahmet Şahbaz mıdır, değil midir bunu bile bilemeyiz aslında. Mahkeme heyeti de bu duruma ortak oldu, hiç bir şey yapmadı. Suç duyurusunda da bulunmadı. Duruşma salonunda katilin peruğu çıkarıldı. Haliyle o zamanda bütün Ethem Sarısülük Davası Röportaj oyun ortaya çıktı ve duruşma yapılmayarak ertelendi. İkinci duruşma da Pazartesi günü yapıldı. Cuma gününden duruşma salonuna televizyon, kamera sistemi kuruldu. Duruşma salonu mikrofonlarla ses kaydı, kameralarla da görüntü kaydı yapılabilir hale getirildi. Meğer ilk duruşmadan sonra karşı tarafın avukatları, yani sanık avukatları bir dilekçe vermişler. Bu hali talep etmişler. Aynı Kenan Evren›in ifadesinin alınma şekli gibi. Böyle bir sanığın Şanlıurfa’ya tayininin çıktığını belirterek ifadesinin telekonferans yöntemiyle alınmasını talep etmişler. Mahkeme de bunu hiç bir yasal dayanağı olmamasına karşın tüm itirazlarımıza rağmen kabul etti. Zaten mahkeme heyeti hiç bir itirazımızı da dikkate almıyor, söylenen çok ağır sözleri bile büyük bir sakinlikle karşılıyordu. Bu durum kolaylıkla açıklanabilir; ne yaptıklarını çok iyi biliyorlardı. D.G: Başbakan Erdoğan’ın bütün bu süreç boyunca çeşitli açıklamaları olmuştu. Bu açıklamalar süreci nasıl etkiledi/etkiliyor ve mahkeme sürecinin nasıl devam edeceğini öngörmektesiniz? E.H: Ethem henüz hayatını kaybetmemiş, hastanedeyken, bu ağır ve sert polis saldırılarına karşı haliyle tüm ülkede ve ülke dışında tepkiler yükseliyordu. Tayyip Erdoğan bir açıklama yaparak ‘’Polisimi yedirtmem.’’ dedi. Gerçekten de yedirtmiyor. Bütün koruma işlemleri özellikle duruşmaya polis yığınağı yapılması, dışarıdan gelen izleyicilere, tanıklara, avukatlara saldırılması, müthiş bir koruma kalkanının oluşturulması, bundan sonra çevik kuvvete bir anlamda aslında hükümetin ordusu gibi iş 18 yaptırmanın göstergesi. Uygulamaların hemen hepsi keyfi. Bir video yansımıştı medyaya bu olaylar sırasında; polislerin ifadesine göre o gün verilen yasadışı emirlerin tümü dokuzuncu kanaldan veriliyordu. Biz Ethem’in dosyasına gelen kayıtlarda gördük ki gerçekten o beşinci kanalda kaydedilen, verilen emirler o kadar temiz bir dille, o kadar nizami bir türkçe ile sakin, sukünet halinde verilmiş ki, sanki dışarıda bir çatışma hali değil de sıradan bir konferans yönetiliyormuş gibi. Gerçekten böyle bir dokuzuncu kanal olduğu rahatlıkla anlaşılıyor. Katil ilk duruşmada da Şanlıurfa Koruma Şube Müdürlüğü’nde görevliydi Şanlıurfa’dan geldi duruşmaya. İlk duruşmaya gelebiliyorsa, ikinci duruşmaya da gelebileceği açıktır. Yasal veya fiziki hiç bir engel yok buna. Burada amaç tabi ki farklı, polisin psikolojik olarak rahat etmesi isteniyor. Kendini güvende hissetmesi isteniyor. Eğer bu polis rahat etmez ise, polisler ‘’Önce bize böyle emirleri verip uygulatıyorlar, sonra da bizi yargılayacaklarsa biz neden bu işi yapalım?’’ diye düşünürlerse, bundan sonraki süreçte yasadışı işlerini daha zor yaptıracaklardır. Kendi politikalarını daha rahat uygulayabilmek adında polisi koruma konusunda özellikle yüksek bir çaba harcıyorlar. Bugüne kadar Ankara’da Gezi direnişi boyunca oluşan vakalarla ilgili polisler hakkında yapmış olduğumuz hiç bir suç duyurusu ciddiye alınmadı. Hepsi tek bir dosyada birleştirildi ve halen hiç bir işlem yapılmıyor. D.G: Verdiğiniz bilgiler için teşekkür ederiz. E.H: Ben teşekkür ederim. Ekim Devrimi Taksim’de Petrograd Kokuları Almaktır İnsanlığı sevme sanatının zirvesiyse devrim, 1917 Ekim bunun en güzel ve en final halidir. E kim Devrimi, öncelikle fikrî netleşmedir; kapitalizm koşullarında burjuva ideolojisinin, bireycileşme ve yabancılaşmanın etkisine rağmen, karşıtını geliştirip bir sistem haline getirebilme irade ve başarısıdır; direnmenin menzilindeki büyük kazanımları, küçük hesaplara feda etmemektir. “Ekim Devrimi, Marksizm’in reformizm üzerindeki, Leninizm’in sosyal-demokratizm üzerindeki, III. Enternasyonal’in II. Enternasyonal üzerindeki zaferi demektir.” (Stalin) Ekim zaferini kutlamak, uğrunda bedel ödeyenleri anmak, devrimin kazanımlarında olduğu kadar MarksizmLeninizm’de de bir devamlılık gerektirir. Bugün de Stalin’in vurgusuna denk bir saflaşma ihtiyacı vardır. Tarih elbette tekerrür etmiyor. Ancak, reformizmin, sosyal-demokratizmin ve II. Enternasyonal’in örtük veya açık biçimleri yaygınlıkla devam ediyor. Feodalizmin Jakobenlere, kapitalizmin Bolşeviklere karşı beslediği kinin sınıfsal devamı, AKP şahsında egemen sınıflar adına devam ediyor. Halktan/ ezilenlerden yana her değer, boy hedefi yapılmış durumda. Bu topraklara da düşmüş Ekim tohumları filizlenmesin diye, zulmün bilinen tüm biçimleri devlet eliyle ithal ediliyor. Ekim Devrimi, özel mülkiyetin kolektif mülkiyete, “ben”in “biz”e dönüştürülmesi; kadın sorunundan ulusal soruna, sınıflı toplum ürünü her sorunun köklü biçimde çözülmesi zeminidir; niceliğin yerini niteliğe bırakması halidir. Ekim Devrimi, tarihi ana taşımak; Taksim’de Petrograd kokuları almaktır. Devrimin özelliği, masalları gerçek kılmak, filmlere özgü kareleri sınıf kavgasında yaşamak, hiçbir yönetmenin kurgulayamayacağı sahnelerle hayatı örgütlemektir. Bugünün devrimciliği, yenilenme adına toplumsal mücadeleler tarihinde yaşanmış ve birikmiş olanı yadsımak değil, nabız kardeşliğini geliştirebilmektir. Bunun için, Kışlık Sarayı’na yürümek 19 ve iktidarı ele geçirmek şart değildir. Devrim, gerçekte çoklu bir olgudur ve zafer anıyla sınırlanamayacak kapsamda bir gelecek tasavvurudur; yaşamın tepeden tırnağa, yeniden örgütlenmesidir; sınıflı toplumun etkilerinden arınırken, sınıfsızlığın merdivenlerinde ilerlemektir. Böyle anlarda bedelle kazanım, acıyla mutluluk öylesine iç içe geçer ki, insanın ruhsal dünyasına “O unutulmaz göğe tabut çivileri gibi/ sert yıldızlar çaktım! Ben Goya’yım!” türünde mısralar düşer. KENDİ DEVRİMİNİ YAPARAK EKİM TADIYLA BUGÜNDEN TANIŞMAK MÜMKÜN Kendinde devrim yapama- Devrimci Gençlik yanlar, bırakalım toplumsal devrimi, onun yaşama içerilmiş tadıyla bile tanışamazlar. Devrimin tek bir zaferden ibaret olmaması, yolu zorlaştırdığı gibi güzelleştirir de. “Ben”e içerilmiş kapitalizmin “biz”e içerilmiş sosyalizmle mücadelesi, her kişinin şahsında ve her an devam eden bir mücadele olduğu için, bir devrimcinin yolun hemen her aşamasında irili ufaklı devrimler yaşaması mümkün. Yeter ki, bilinçaltında dahi kendine yer bulan bu mücadelede kişi, yöntemsel olanı bireysel çıkar hesaplarına feda etmesin. Ve yeter ki Che’nin “Bu gün taçsız krallar var, tekeller bunlar, tüm ülkelerin, bazen de tüm kıtaların gerçek efendileri” tespitine içerilmiş haldeki yöntemsel kavrayışa sahip olabilsin. Ekim Devrimi, Lenin’in, “Marksizm’in en değer verdiği şey, kitlelerin tarihsel inisiyatifidir,” sözünün fiili karşılığıdır. Gezi ise, bunun toplumsal dev- Ekim Devrimi rimlerden ibaret olmadığının göstergesidir. Önce Taksim’de, sonra da 81 ilin 79’unda Gandhi’nin, “Güç fiziki kapasiteden değil, boyun eğmeyen iradeden gelir.” sözü gerçek oldu. Sistemi güçlü, kendilerini zayıf zanneden halk kesimleri, potansiyel güçleriyle tanıştı; yalnız olmadıklarını gördü. Sınıf kardeşliği, nabız ve amaç kardeşliğine dönüştü. Sokaktaki buluşma, bir devrimin gerektirdiği ittifak ve birlikteliklerin niteliğini, kapsam ve boyutunu, en nitelikli metinlerden daha iyi anlattı; fiili olan, yazılı olanın en mükemmelini geride bıraktı. Ekim Devrimi, Stalin’in deyimiyle dünya kapitalizminin tümünün varlığını soru işareti haline getirmiştir. Gezi de özelde AKP’ye genelde bütün sisteme dair soru işaretlerini büyütmüş, devrimi bugüne dek kendi halinde yaşayan insanların bile gündemine sokmuştur. Belki 20 sokaklar Haziran’a göre şimdi daha sakin, ama bilinçler Gezi öncesine oranla daha ilerde, yürekler daha hızlı ve soldan atıyor. Devrim, öncelikle değişimin mümkünlüğüne inançtır; öznel hiçbir nedenle doğruları eğip bükmemek, niceliğe değil niteliğe yatırım yapmaktır. Armutlu halkı, yumruklarını yıldızlara değdirircesine direnerek, devrimin amaçları arasında olan kolektif yaşamı ana taşıdı; ölülerinden yeni bir yaşam mayaladı. Şimdi Armutlu tek bir aile ve binlerce Ali’si, Ahmet’i ve Abdullah’ı var. Süreç devam ediyor; Taksim’le Armutlu, anla gelecek arasındaki mesafe kısalıyor. Daha da kısalabilir; Ekim deneyimi güne çağrılıp okulda, evde, mahallede güncellenebilir. Her kişi, kendi devrimini yaparak bugünden Ekim tadıyla tanışabilir. 7 KASIM 2013 Trakya Üniversitesi’nde Taşeron İşçilerin Durumu Trakya Üniversitesi’nden Bir Devrimci Gençlik Okuru T aşeron işçi çalıştırmanın, düşük ücretin ve güvencesizleştirmenin günden güne daha dehşet verici bir konuma ulaşması, kapitalizmin sistem çarklarının dönmek zorunda olduğu şu koşullarda pek de şaşılacak bir durum değildir. Nitekim yap-boz parçaları gibi iç içe geçmiş, sağlam görünen fakat gelişmeye başlamasından itibaren çürümeye de başlamış ve aynı zamanda kendi kendini sürekli bir biçimde tekrar eden bu bozuk sistemin Pir Sultan Abdal’ın da söylediği gibi sağlam bir çarkı yoktur. Tabir yerindeyse ayakta duruşuyla da, kendisine alternatif olan her düşünceye yönelik yoğun korkularıyla da adeta bir ip cambazının durumunu anımsatır. Bu durumda dengeyi koruyabilmek için, sınıfsal kimliğinin de getirisiyle kendisine biçilen belli rolleri oynamaktan feragat etmez. Kapitalistin başrolü “emek düşmanlığı” ve “emek hırsızlığı”dır. Taşeronlaştırma da kendisine çıkış yolu arayan sistemin doğal süreçlerinden biridir fakat aynı zamanda her alanda mücadele edilmesi gereken bir sorundur. Taşeronlaştırmanın güncel örneklerinden biri de Trakya Üniversitesi’nde yaşanıyor. Üniversite bünyesinde bulunan Menza Yemekhanesi’nin çalışanları, en temel haklarının gasp edilmesi karşısında sessiz bırakılmak isteniyor. Atılmak istenen her adım, işten çıkartılma korkusu ablukasında baltalanı- yor. Yemekhane çalışanlarının, doğrudan üniversitenin bileşeni sayılmayarak esnek, güvencesiz çalışma ortamına mahkûm edilmeleri; maaşların üç ayda bir ve eksik ödenmesi; sigorta primlerinin eksik yatırılması; köylerden gelen işçilerin yol ücretlerinin karşılanmaması gibi çok çeşitli sorunları var. 21 Yemekhanede toplam yetmiş kişi çalışıyor. Bu sayı iş bölümlerine ayrıldığında daha da azalıyor. Çalışma saatlerinin vardiyalı olması gerekirken işçiler tek vardiya çalıştırılıyor. Bu da bütün iş gücünü yetmiş kişinin sırtlaması demek oluyor. Sabah saat 08.00’da işe başlayan işçilerin çıkış saatleri şirket tarafından keyfi olarak belirleniyor. Öğrencinin az olduğu dönemlerde – yaz dönemi gibi- ücretsiz izinler uygulanıyor, bazen de ücret kesintileri yapılıyor. Geçtiğimiz yaz dönemi de dâhil olmak üzere bu sürekliliği olan bir sorun ve üniversite konuyla ilgili hiçbir adım atmıyor. Güvencesiz koşullar, sağlıksız koşulların tetikleyicisidir. Günde binlerce kişiye hizmet veren çalışanlar yeterli donanıma sahip değildir. Görünen bu ortamın, çalışanların lehine değiştirilmesi için üniversite yönetimi derhal gereken adımı atmalıdır. Bu süreçte devrimci-demokratik öğrencilerin, kararlılıkla, Menza çalışanlarıyla dayanışma içinde olmaları gerekmektedir. Buna yönelik içinde bulunulan her eylemlilik sınıfsal duruşumuzun getirisi olacaktır. TMMOB’la TMMOB Yasası Üzerine Röportaj D.G: TMMOB Yasası süreci nasıl gelişti? TMMOB Süleyman Solmaz: 1983 yılında çıkan bir yasa ile TMMOB, bakanlıklar tarafından mali ve idari denetime tabi olmuştur. Bu yasa, ‘Meslek odaları, mesleki faaliyet ilgi alanlarına gelen bakanlıklar tarafından mali ve idari olarak denetlenebilir’ şeklinde. Ama bu yetki de bakanlar kurulu kararıyla kullanabilir deniyor yasada. Normalde TMMOB şu anda yasal bir kurum olduğu için yalnızca Başbakanlık, Cumhurbaşkanlığı, Devlet Denetleme Kurulu tarafından idari olarak denetlenebilir diyor yasa. TMMOB’a bağlı odalar da doğal olarak böyleydi. 1983 yılında çıkarılan yasadan kaynaklı ilgili bakanlıklar, kararname ve başbakanlıktan yetki istediler. Nitekim Orman ve Su İşleri Bakanlığı’na Başbakanlık böyle bir yetkiyi verdi. Şu anda bu yetki, kararname bakanlar kurulundan geçti, Resmi Gazete›de yayınlandı ve yürürlüğe girdi. Eğer Orman ve Su İşleri Bakanlığı gerekli görürse Orman Mühendisleri Odası’na bağlı kurul evlerini mali ve idari olarak denetleyebilecek. Buna bağlı olarak Şehircilik ve Çevre Bakanlığı; 7 Oda hakkında, kendi ilgi alanına giren, mimarlar, elektrik, makine, şehir plancıları, çevre mühendisleri odalarını idari ve mali olarak denetlemek için kararname hazırlamış ama bakanlar ku- ruluna sevk etmedi. Sevk edip bakanlar kurulundan onay alıp, Resmi Gazete’de yayınlandığında aynı yetkiyi de bakanlık kullanmış olacak. Bu durumun başlıca iki tane sakıncası var; birincisi, Mühendislik Odaları, Anayasa’nın 135. maddesine göre kurulmuş anayasal kurullar ve yerindelik faaliyeti yürütüyorlar. Yani şimdi odalara bağlı bütün şubelerimiz yerindelik faaliyeti üzerinden faaliyet yürütüyorlar. Durum böyle olduğunda yerindelik faaliyeti yürüten odaların merkezi olarak bakanlık tarafından denetlenmesi bir kere işin ruhuna aykırı. İkincisi, politik bir baskıya maruz kalınacak. O zaman ilgili bakanlığın ve bakanın müsteşarının bir takım talepleri ve bir takım kararlarıyla her zaman meslek odaları idari ve mali olarak denetlenip ve bu denetimlerin sonucunda da bir takım özel niyetlerle de hareket ederek odaların ciddi şekilde politik baskı altına alınma süreci başlayacak. Zaten iktidar, uzun yıllardır odaları idari-mali olarak ve meslek faaliyetleri açısından çıkardıkları kanundaki kararnamelerle, anayasa referandumundaki yasa değişikliğiyle ve çıkardıkları yasalarla en son 8 Temmuz 2013’te çıkardıkları yasayla zaten bizim mesleki faaliyetlerimizi denetliyor. Meslek alanlarımızdaki yürüttüğümüz faaliyetlerin birçoğunda yetki Şehircilik Bakanlığı’na verildi. Yani illerdeki Büyükşehir belediyelerinden il ve ilçe bele- 22 diyelerinden de bu yetkiler alınarak ve bizim meslektaşlarımızın alanlarda yürüttükleri proje faaliyetlerini denetleme yetkimiz var. Yani biz kamu yararına faaliyetini yürütürken iki ayakta bunu yürütüyoruz. 1: Kamunun yürüttüğü faaliyetlerin toplum yararına olup olmadığı konusuna bir denetim mekanizmamızla bunu yürütüyoruz. 2: “Üyelerimizin yürüttükleri mesleki faaliyetlerde kamu yararını dikkate alıyorlar mı? Kamu çıkarlarını koruyorlar mı? Meslek etiğini dikkate alıyorlar mı?” denetimimiz var. Mesela en çok son çıkarılan yasayla bu konudaki meslektaşlarımızı denetleme yetkimiz ortadan kaldırıldı. Nasıl kaldırıldı? Tabi anayasal bir kurul olduğumuz için bu konuda bir yasal düzenleme yapılamıyor, bir yönetmelik değişikliği yaptılar. Biz üyelerimize her yıl mesleki faaliyetlerini yürütürken her yılın sonunda onlara yeterlilik belgesi veriyoruz. O belgeyi bizden almayan üyelerimiz serbest müşavirlik mesleki faaliyetlerini yapamıyorlar. Kamu kurumları da bu belgeyi onlardan istiyor. Şimdi bir yönetmelik değişikliğinde dediler ki: Meslek odaları, üyelerine 1 yılın sonundaki belgeyi vermekle yükümlüdür. Bu konuda herhangi bir şekilde belgeyi vermiyoruz şu koşulları yerine getirmediniz diye vermiyoruz diyemezler belgeyi vermek zorundalar. Onun dışında mesela biz üyelerimizin yürüttükleri projelerin denetimini ancak şöyle denetleyebili- Devrimci Gençlik riz son çıkarılan yönetmelikte: Üyelerimiz bu işi yapabilirler mi? Bu konuda uzmanlıkları var mı? Uzmanlık belgeleri varsa biz bakanlığa ancak bunun denetimini yapabiliyoruz. Her ay ilgili bakanlıklar kendilerine gelen projeleri bize gönderiyorlar. O projedeki proje üreten mühendislerin o alandaki uzmanlıkları var mı yok mu diye biz bakanlığa ancak bu konuda bilgi verebiliyoruz. Zaten bu alanda bir problem vardı. Şimdi bunu daha da yayarak, daha da politikleşerek bakanlık düzeyine indirdiler. Zaten 2012 de hazırladıkları bir TMMOB yasasında bütün bunları öngörmüşlerdi. Ama Türkiye genelindeki TMMOB’a bağlı odaların yürüttükleri faaliyetle bunu geri çektiler. Kanun olarak bunu hazırlamışlardı bunu geri çekmişlerdi. Şimdi bunu yönetmeliklerle yapıyorlar. Ama bu TMMOB’a bağlı odaların ve odaların üyelerinin alışık oldukları bir durum. Çünkü siyasi iktidarlar yalnızca bu dönemde değil her dönemde siz kamu çıkarlarını koruduğunuzda mutlaka mevcut siyasi iktidarların karşıtı durumuna geliyorsunuz. Onlar sizi bir şekilde kendi faaliyetlerinin engellenmesi, sizin yürüttüğünüz mücadelenin kendi faaliyetlerinin engellenmesi olarak anlıyorlar. O açıdan odalarımızın üyeleri buna alışıklar bu baskılarında TMMOB ve TMMOB’a bağlı odaların ve onların üyelerinin ülkelerine sahip çıkmaları, mesleğinin etiği- TMMOB Yasası Üzerine Röportaj ne, odalarına, örgütlülüklerine sahip çıkmalarının engellemeyeceğini düşünüyorum. D.G: TMMOB’un Marmaray meselesindeki etkisizleştirilmesi ne gibi sonuçlar doğurdu? TMMOB – Süleyman Solmaz: Oradaki somut bir konu kamuoyuna çok yansıdı, kamuoyunun çok da yakından bildiği bir durum. Marmaray’da uzun yıllardır projeler olarak bizim odalarımızın da emeği ve fikri olan ve bizim odalarımızın ta 1980’li yıllardaki projelerin geliştirilmesine emeği olan bir proje. Biz karayollarının İstanbul’da kurulan boğaz üzerindeki köprülerin hem ulaşımın çözümü açı- sından ekonomik olmadığı, çevreye zararlı olduğu ve öyle bir karayollarına dayalı bir ulaşım projesinin hem ülkenin imkanlarının verimsiz kullanılması hem de doğasının ve çevresinin korunması açısından doğru projeler olmadığını, ulaşımın ve taşımacılığın demir yoluyla yapılması yönünde zaten odalarımızın temel bir görüşü var. Ve biz Asya ve Avrupa geçişlerinin bir demir yoluyla yapılması yönünde zaten odalarımızın bir görüşü vardı. Bizim odalarımız her 2 yılda bir sempozyumlar 23 düzenliyor meslek alanlarıyla ilgili. 85’li yıllarda Ulaştırma Sempozyumunda yapılan sempozyumlarda böyle bir görüş oluşturulmuştu ve odalar bunu hem kamu kurumlarına hem de kamuoyuyla paylaşmışlar. Ve o proje, bizim olmasını istediğimiz bir projeydi. Ama projenin gelişim ve uygulanış safhası daha sonra iktidarın Türkiye’yi yönetme tavrı, alışkanlığı, başta odalarımız olmak üzere herkesi dışlayan bir tavrı var. Bu projede ciddi rantlar söz konusu, yani bu ülkenin kaynaklarının ciddi şekilde birileri tarafından el konulması söz konusu. Onun için bu denetimin bizim gibi kamu yararına denetim yapan meslek odalarının denetiminden uzak olması gerekir. Bu soygunun, sömürünün devam edebilmesinin koşulu budur. Onun için bu iktidarlar bütün projelerin bütün aşamalarında bizle ve bütün meslek odalarıyla- bırakın meslek odalarını kamuluyla da paylaşmıyor. 29 Ekim’de açılması kararı alındığında burada çalışan üyelerimizin bize verdikleri bilgilerle bu sürecin doğru yürümediğini, bir takım proje eksikliklerinin olduğunu, aslında projenin 76 km. Gebze-Halkalı arasında bir bütün olarak projelendirildiğini, güvenlik ulaşım ve sinyalizasyon sisteminin buna göre kurgulandığı, işletme deneme tecrübelerinin buna göre geliştirildiği ama bu 76 km’lik proje- Devrimci Gençlik nin yalnızca 14 km lik kısmının boğaz geçişinin hizmete açılacağının yarı bir proje olacağını ve bu projenin kullanılmasında ciddi işletme sorunlarının çıkacağı bilgilerine sahiptik. 28 Ekim’de bunu kamuyuna açıkladık: Bu proje şuanda ulaşıma açılmamalıdır, eksikleri vardır. İki sebeple eksikleri vardır. 1: Proje bir bütündür. Bunu parçaladığınızda onun güvenliğini, ulaşımını, projesini, sistemini parçalıyorsunuz, güvensiz hale getiriyorsunuz. 2: Tek başına boğaz geçişinde eksikleri ve yanlışları var. Bunlar tamamlansın ondan sonra ulaşıma açılsın, dedik. İktidarlar yine bizi bilindik, klasik “Bunlar bize karşılar, başarılı projeler üretmemizi, ülkeyi yönetmemizi hazmedemiyorlar ”gibi bir takım ideolojik kalıplarla karşılık verdiler. Yeterince dikkate almadılar. Ne yazık ki biz bundan mutluluk duymadık ama işletmeye alındıktan sonraki ayın 10’unda bile Marmaray arıza yaptı. 29’undan 10’una kadar; yani her gün olmasa bile günde birden fazla, bazen de birçok eksikliklerle, aksaklıklarla yürüyen bir sistem. Ve bu aşamada da aslında orayı ulaşım aracı olarak kullanan insanlar için de ciddi riskler oluşturdu bu eksiklikler. Mesela ilk gün olan kazada enerji kesilmesi söz konusu oldu. Ülkenin başbakanı, ulaştırma bakanı “Ülkede elektrik kesilmesi var. Ne yapalım? ” diyor. Hâlbuki böyle bir şeyin mümkün olmadığını biliyoruz. Çünkü Marmaray direk Keban’dan besleniyor yani oranın elektriği kesilmesi demek Keban’ın üretim dışı kalması demek. Keban’ın üretim dışı kalması mümkün değil, orada olan şuydu: 4000 waltluk hattan beslenen ve Maltepe’de konuşlandırılan indirme trafo merkezindeki çalışan insanların yeterince eğitilmemesinden TMMOB Yasası Üzerine Röportaj ve de tecrübe edilmemesinden kaynaklı bir sorun ortaya çıktı. Yanlış komut verildi, bu komuttan dolayı da trafo kitlendi ve enerji kesilmesi meydana geldi. Mesela bunu kamuyuyla paylaşabilirlerdi, çok vahim bir durum değil bu. Tabii ki olmaması gerekir, tabi ki başından itibaren test etme süresi düzgün kullanılmalıydı. Mesela böyle bir projenin test edilme süresi dünya ölçeğinde 4 ay gibi bir süreyi kapsaması gerekiyor. Hâlbuki bizimkiler bu işi 15 günde yapıverdiler! Artı, böyle bir süreçteki testin gerçek ulaşım araçlarıyla yapılması gerekiyor elektrikli vagonlar kullanılıyor hâlbuki bizimkiler bunu dizelli lokomotiflerle yaptIlar. Projeyi yeterince koordine edemediler, baştan arkeolojik kazılar yapmadılar, beklenmedik durumlarla karşı karşıya geldiler. Başka anlamlarda da finans zorlukları yaşadılar, finansal zorluklardan dolayı iş biraz yavaş ilerledi, yeterince gecikti. 2010 yılında devreye alınması gereken bir proje 2013 yılında devreye alındı bir de bunu daha önceden kamuyuyla paylaştılar. Kendileri de “biz söyledik, yaparız” iddiasında olmak için projeyi açtılar. Sorunlar da devam ediyor ama bu sorunlar giderilemeyecek sorunlar değil. Ama ulaşım aracı olarak kullanan insanlar için ciddi riskleri olabilecek pozisyonlar bunlar. Böyle şeyler dünyada bilimi, teknolojiyi esas alan yönetme biçimlerinin söz konusu olduğu yerlerde yapılmıyor. Bu ancak çok geri, ilkel, bilimi ve teknolojiyi kendisine rehber edinmemiş bir yönetme kültürünün -belki çok abartı olur ama- Afrika’daki göçebe yöneticilerinin yapabileceği bir yönetme tarzıyla kararlar veriliyor. Bu durumda da tabi toplum zarar görüyor. Mesela orada basit bir şey 24 var, projeyi ayırıp yalnızca tüp geçiş kısmını açtıkça geçici bir güvenlik sistemi oluşturmak durumunda kaldılar. 10 bin Euro harcadılar bu güvenlik sistemine. 10 bin Euro belki ülkenin bütünün söz konusu olduğunda ihmal edilecek bir rakam gibi gözüküyor ama Türkiye’de asgari ücretin 10 lira zam yapmak için bu ülkenin yöneticileri günlerce tartışıyorlar: “ülkemizin imkânları kısıtlıdır biz asgari ücrete 10 lira zam yapamayız” diyorlar. Asgari ücret bu ülkedeki 10 milyon insanı etkiliyor ve bu alanda bu kadar cimri olan iktidarlar, bu alanda doğru yönetme tarzlarını uygulamadıkları için 10 milyon liralık bir ödemeyi kolaylıkla yapabiliyorlar. Burada söylemeye çalıştığım son şey şu: Bilimi, teknolojiyi ve evrensel yönetme kurallarını esas almalıyız. sonuçta ülkeler bir bütün, insanlığın ürettiği kültür, bilgi ortak bi kültür. Bunu kullanabiliriz. Dünyadaki gelişmiş ülkeler bunu böyle yapıyorlar. İlla da her şeyi bizim bulmamız, bizim keşfetmemiz gerekmiyor. Ama insanlığın ürettiği evrensel bilgiyi doğru yöntemlerle doğru yerde herkes kullanıyor, biz de bunu yapabiliriz. Bunu kullanınca o ülkenin yaşayanları, o ülkenin yöneticileri de dâhil herkes daha kazançlı, daha mutlu oluyor. O açıdan da bizim bunu talep etmemiz hem görevimiz, hem hakkımız. Ne yazık ki bu konuda bizim ülkemizin çok gelişmiş bir talep alışkanlığı yoktur, talep etmiyor yurttaşlar. Yurttaşlar talep etmediği içinde iktidarlar bu konudaki eksikliklerini, yanlışlarının hesabını verme konusunda kendini yükümlü hissetmiyor, sorun bundan kaynaklı. D.G: Yapım süreci biraz erken bitirildi. Kaymalar, batmalar söz konusu mu ? TMMOB – Süleyman Solmaz: Devrimci Gençlik Projeyi söylediğimiz gibi kamu yöneticileri ilgili meslek odalarıyla paylaşmadılar. Dünyanın gelişmiş ülkelerinde işler böyle yürümüyor. Bu işin yöneticileri, ilgili tarafları, üniversiteleri, bilim adamları, meslek odalarını ve projedeki sorumluluk sahiplerini zaman zaman bir araya getiriyor, burada proje akışı, proje süreci paylaşılıyor. Hatta zaman zaman projenin fiili işleyişini danışmak durumunda kalıyorlar –bu doğru da bir işama bizde böyle bir şey olmuyor, doğal olarak biz bilgileri projelerde çalışan meslektaşlarımızdan alıyoruz. Orada konuşulan bir durum var, gazetelere haber oldu üstelik. Boğaz geçişi tüplerle sağlandı. Yani birbirine eklenmiş 2 tüp batırılarak tünel oluşturuldu. Bu tüplerin batırılma, zemine oturtulma aşamasında Üsküdar’dan numaralandırılarak Sarayburnu’na doğru 6 nolu tüp batırılıp, bir de 7 nolu tüp eklendiğinde eksen kayması oldu. Bu da 2 tüp arasında 15 cm lik bir eksen kaymasına neden oldu, yani tüpün eğimi doğru hesaplanamamış. Ve bu projelerin uygulayıcıları, denetleyicileri var. Denetleyici firma tarafından, uygulamayı yapan firmaya hem de projenin sahibi olan ulaştırma bakanlığına bilgi verilmiş. “Tüp montajlarımızda aksama var. Bunun düzeltilmesi gerekir” diye. Bu arada uygulama firması “ Evet böyle bir eksiklik var ama biz bununla ilgili zemin dolgusu sağlayarak 15 cm’lik eksen kaymasını ortadan kaldırdık. Risk oluşturmuyor” diye bir görüş ortaya atıyor. Bunu projenin sahibi Ulaştırma Bakanlığı’yla paylaşıyor, Ulaştırma Bakanlığı da uzmanlarına sorarak kabul ediyor; ” Evet bu hata giderilmiştir, böyle bir yöntem bizim için kabul edilebilir bir yöntemdir” diye. Ama müşavir bunu kabul etmiyor. Hatta müşavir firmanın proje yöneticisi arkadaşımız bu sebepten TMMOB Yasası Üzerine Röportaj dolayı işinden istifa ediyor. Bu doğru bir yöntem değil, bu tüpler yerinden sökülerek yeniden bir eksiklik olmadan yerleştirilmesi gerektiği görüşünü ifade ediyor. D.G: Bunun bir depremde- İstanbul deprem kuşağında- ki Marmaray ray hatların yakınından geçtiği söyleniyor. Ayrıca projenin 7,5 büyüklüğündeki bir sarsıntıya karşı dayanıksız olduğu ifade ediliyor, neler diyeceksiniz? TMMOB – Süleyman Solmaz: Bizim mesleğimiz pozitif bilgiye dayanan şeyler. Yani eğer siz bir bilgiyi test edemiyorsanız ya da daha önceden test edilmiş bilgilere dayanmıyorsa, “bu konuda bu böyle olur” demek bizim mesleğimiz açısından çok tutarlı bir ifade şekli olmaz. Ama Jeoloji Mühendisleri Odası bununla ilgili bir çalışma yürütüyor ama bu projenin asıl sahipleriyle -yani Ulaştırma Bakanlığı’nınodanın ortak çalışması sonucunda ortaya çıkarılabilecak bir durum. Ne yazık ki bu konuda Ulaştırma Bakanlığı, meslek odalarıyla bu alanda yürütülecek bir çalışmaya destek vermiyor. Nasıl sonuçlanacak bilmiyorum ama bugün itibariyle şunu söyleyemeyiz; “ Bu sistem depreme dayanıklı değildir. 7.3 şiddetinde deprem olduğunda tüpler de zarar görür” diyemeyiz çünkü bu bilimsel olarak bir rapor haline gelmemiştir. Ama mesela şöyle bir kaygımız var. Bu teknolojik bir kaygı aslında. Bu kaygı proje yüklenicileri tarafından önlemi alınması gereken bir kaygı. Bu tüpler birleştirilirken birbirine esnek bağlantıyla ekleniyor. Bu esnek bağlantı yerlerinde bu deniz tabanında bir kanal açılarak toprak yüzeyine bırakılmıyor. Bir kanal açılıp kanalın içine konuluyor bu. 25 Bu zemin hareketlenmesinden dolayı bu esnek bağlantılarda bir yırtılma olursa tüp içine bir deniz suyu dolması durumunda nasıl bir önlem alınacağı konusu şu an da çalışılmamış. Mesela dışarıdan yağmur suyunun dolmasına karşı bir önlem alınmış; Sarayburnu’nda ve Üsküdar’da giyotin kapaklar var, dışarıdan bir su dolması söz konusu olduğunda bu kapılar kapanıyor ve tüp içerisine su girmesi engelleniyor. Bu doğru bir projelendirme ama deniz içerisindeki ek yerlerden su dolması söz konusu olduğunda nasıl bir önlem alınacağı konusu çalışılmamış, şu anda boşta duran bir konu. Bu projede çalışan meslektaşların dikkat çekmek istedikleri konulardan bir tanesi de şu: Mesela tüp içerisinde lokomotiflerin arızalanması söz konusu olduğunda ani kurtarma lokomotiflerinin hem Avrupa hem de Anadolu yakasında hazır bekletilmesi gerekiyor. Ve bu lokomotiflerin yalnızca bu iş için istihdam edilmesi gerek. Bir cepte, tünel girişinde beklemesi gerekiyor. Orada olabilecek herhangi bir arıza söz konusu olduğunda bu lokomotiflerin otomatik olarak burada çekici görevi yaparak tünel dışına çıkarması gerekiyor. Mesela şimdi bu projelendirilmiş ama işletme aşamasında bunlar yerine getirilmemiş. bu lokomotifler henüz hazır değil. Ulaştırma bakanlığı bu konuda sorulan bir soruya devlet demir yolları kanalıyla cevap veriyor: Halkalı ve Gebze’de lokomotiflerimiz var, bunlarla bu işi yapacağız diyorlar. Hâlbuki dünyadaki bu tip projelerde böyle bir kurtarma yöntemi uygulanmıyor. Şu an da mesela projede çalışan arkadaşların verdikleri işletme risklerinin 2 tanesini biliyoruz. DEVRİMCİ HALKIN AYDINLIK YÜZÜDÜR, BİLİM V D evrimci Gençliğin, kimliğine yazılı ve dünden bugüne uzanan nitelikleri içerisinde en belirgin olanı, iktidarın belirlediği gündemlerin esiri olmamak, görev ve sorumluluklarını, dolayısıyla da yönünü, nihai hedefle ilişkilendirerek tayin etmektir. Bu nedenle Devrimci Gençlik, örneğin iktidar “Çapulcu” dediğinde, “hepimiz çapulcuyuz” reaksiyonuyla yetinmez; iktidar, “kızlı-erkekli” tanımlar yaptığında, sanki ilk kez kızlı erkekli bir araya geliniyormuş gibi refleksten ibaret, içeriksiz yanıtlar vermek yerine, bunun gereğini bizzat hayatın içinde eylemiyle yerine getirir. Tarihi incelendiğinde görülecektir ki, Devrimci Gençlik, halk içindeki mezhepsel, etnik, cinsel, vb farkların kaşınması yoluyla yapay saflaşmaların oluşturulması yönünde atılan her adımın karşısında durmuş, onu boşa çıkarmakla kalmamış, sistemin toplumsal dinamikleri parçalayıcı adımlarına karşı, tamamen alternatif zeminde bütünleştirici rol oynamıştır. Gezi süreci bu bağlamda Devrimci Gençliğin yaklaşık 45 yıldır izlediği çizgiyi doğrulamış, geniş bir yelpaze oluşturan demokratik taleplerin aynı program içinde çözümünün mümkünlüğünü göstermiştir. Devrimci Gençliğin tarihi, kadın sorununu feminizme, ekoloji sorununu çevrecilere bırakan, gençlik mücadelesini okul içine hapseden, dolayısıyla da toplumsal dinamikleri devrim perspektifiyle ortaklaştırmak yerine, sistem içine doğru çeken liberal sol rüzgara kapılmadan, kendi yolunu çizebilmenin de tarihidir; bunun örgütsel gereğini gençlik zemininde kesintisiz biçimde yerine getirebilmenin ifadesidir. Bilinir ki örgütlenmeler birer araçtır; bu, biçimden çok içeriği, özü öne çıkarır. Diğer bir ifadeyle, önemli olan örgütlenmenin içinin nasıl doldurulduğu ve hangi amaca bağlı olarak işlevlendirildiğidir. Tarih yazarken öznelleşmek, en sık rastlanan eğilimlerdendir. Amaçlanan sonuca varmak için bütünden istenen karelerin seçilmesi de, yaşanmışlıkların ihtiyaca göre eğilip bükülerek aktarılması da resmi tarih yazımı örneklerindendir. Bu nedenle, objektif olma kaygısıyla biz, diyalektik ve tarihsel materyalizmin ışığında, tarihi âna taşıyıp güncelleyebilmeli, geçmişi tabulaştırmamalı, ama hafife de almamalıyız. Devrimci Gençliğin tarihi söz konusu olduğunda bu, aktarıcıya ek görev ve sorumluklar yükler. Çünkü devam eden, yaşayan bir tarih söz konusudur. Bu bağlamda anla bağ kurmak büyük önem taşır. Örneğin FKF mi anlatılacak, içerikten kopuk bir an fotoğrafı çekmekle yetinilmemeli, dün bugün diyalektiği içinde olguya yer verilmelidir. 1965’TE FKF’Lİ OLMAK… 1965’te FKF’li olmak, verili olanla yetinmemek, hem güne hem geleceğe cevap olabilecek arayışın öznesi olmaktır. 1965’te FKF’li olmak, “28 Nisandı Yavri Hey! Ham Meyveyi 26 Kopardılar Dalından.” diyerek Turak Emeksiz’i sahiplenen, onunla yetinmeyip o tarihlerde nispi de olsa genişleyen demokratik ortamın artılarını değerlendiren, Marksist klasiklerin Türkçeye çevrilmesiyle fikri açıdan yöntemleşip zenginleşen gençliğin, kendini daha bütünlüklü ve kurumsal şekilde ifade etmeye başlamasıdır. Ancak aynı zeminin homojen değil heterojen olması, devrim ufukluların yanında evrimci ufuksuzluğun bulunması, FKF’yi dışsal olduğu kadar içsel mücadele zemini haline getirmiştir. Aslında Türkiye genel tablosunda sol ne ise, FKF de onun gençlik boyutundaki kesitiydi. Kimileri Marksizm Leninizm ışığında emeği sokakla, sokağı bilim ve bilinçle buluşturma, mücadele alanlarını ortaklaştırma öngörüsü ile hareket ederken, kimileri de günü kurtaran küçükburjuva kaygan zeminde varlık göstermekte, popülizmle malul entelektüel bir duruşla yetinmekteydi. FKF, solun gençlik kesitindeki aynasıydı; gücünü de güçsüzlüğünü de karakterini de yansıtıyordu; karşıtını aşamamanın, alternatifini üretemeyip ona öykünmenin yanında, antitezinin de zeminini mayalıyordu. Sınıflar mücadelesinin gelişmesi ve keskinleşmesi açısından da objektif şartlarda bir değişme/gelişme söz konusuydu. Kapitalizmin, dolayısıyla da tekelleşmenin gelişmesi, sınıf karşıtlıklarını büyütmekte, daha ileri mücadelelere zemin hazırlamaktaydı. GENÇLİK VE BİLİNÇTİR, FELSEFE VE GELECEKTİR ! FKF içinde, nitelik sorununa olduğu kadar, nicelik sorununa bakışta da bir farklılık ve mücadele hali gözlenmekteydi. Nitelik, TİP’in ideolojik politik havuzunda etkisizleştirilirken; nicelikten anlaşılan, sandıkta oyun artırılmasıydı. Bu nedenle, Devrimci Gençlik ruhu olarak tanımlayabileceğimiz duruş, FKF’de başından beri gidişata bir itiraz zemininde gelişmiş; nicel ve nitel anlamda farklı bir anlayışın mayalayıcısı olmuştur. Yıllar sonrasında Kızıldere’nin devamında yapılan geçmiş değerlendirmelerinde, farklı mücadele alanları arasındaki koordinasyonun kopukluğundan ve kitlelerle kurulan ilişkilerde zayıf kalınan nıoktalardan söz edilecekti. Kimileri bunu, vaktinde savundukları reformist duruşa haklılık için gerekçe sayarken, kimileri de 1970’li yılların ikinci yarısında TİP reformizmini güncellemek için kullanacaktı. Gerçekte 1960’lı veya 1970’li yıllarda olduğu gibi bugün de kitleselleşme, duruşunu ve iddialarını geri çekmeyi değil, hayata ve mücadeleye bütünlüklü bakabilmeyi gerektiriyor. Marksizm’e bir nebze de olsa vakıf olanların bildiği gibi mücadelede; ideolojik, politik ve ekonomik-demokratik zeminde yürür. Bunlar, birinin diğerini yadsımadığı bir bütündür. Örgütsel hareket, bu bütünün güvencesidir; her biri kendi başına önemli olan bu alanları, devrim hedefli mücadelede birleştirir. Yani okuldaki mahalledekini, evdeki sokaktakini, dağdaki barikattakini, kadın erkeği, Kürt Türkü, Alevi Sünni’yi ilgilendirir. Kitleselleşme, bu alan, zemin ve öznelerden birinin diğerine tercih edilmesini değil, tersine her birinin bir diğerini gözetebildiği bir bilinçlenme halini ve sahiplenmeyi gerektirir. Bunun 1968 olarak bilinen süreçte de, 1970 15-16 Haziran’ında da, fındık mitingleri, antiemperyalist gösteriler ve benzerinde de karşılığı vardır. Ancak, hiçbir süreç bir diğerinin tekrarı olmadığı gibi, toplumsal dinamikler de bu dinamiklerin ihtiyaçları da yerinde saymamaktadır. Bu bağlamda, 1965’te FKF’li olmak, 1969’da Dev-Genç’li olabilmenin ufkunu taşımaktır; ve giderek saflaşma oranında, geniş kitle içinde dar kadro olabilmek; antiemperyalizmi, antioligarşik demokratik mücadele ile birleştirebilmektir. Gençlik mücadelesinin yaşla, okulla, vb. ile sınırlı olmadığını bilmek, partileşmeyi öngören bir harekete kesintisiz geçebilmenin niteliğine sahip olmaktır. 1969’DA DEV-GENÇ’Lİ OLMAK… 1969’da Dev-Genç’li olmak; sürekli hedef büyütebilmek, koşullar gerektiğinde nicelik sorunlarını nitelik sıçramalarının önünde engel olarak görmemektir. 1969’da Dev-Genç’li olmak; üniversiteden Dolmabahçe’ye akabilmek, emperyalistleri denize döktükten sonra Vedat Demircioğlu’nun mirasını devrime taşımak üzere, hızla nitelik büyütmektir. 1969’da Dev-Genç’li olmak; Sadun Aren’li, Doğu Perinçek’li, 27 Mihri Belli’li bir ideolojik kuşatmayı yarıp, THKP-C’lileşme yolunda yürüyebilmektir. 1969’da Dev-Genç’li olmak, her şeyden önce bir özgüven içerir. Tercihler, kimlerle yüründüğü değil, hangi yolda ve hangi ölçülerle yüründüğü üzerinden belirlenir. Mücadelenin ihtiyaçlarının daha nitelikli bir hareketi ihtiyaç haline getirmesi sebebiyle; yerinde sayan, sistem içinde hareket eden gelenekle yol ayrımı kaçınılmazlaşır. Dev-Genç bu bağlamda, devrimci ölçüler üzerinden bir saflaşmanın, geleceğe devrim perspektifiyle bakmanın, dolayısıyla da teorik netleşmeye giden yolda önemli bir adımın ifadesidir. Devrimci Gençlik, Türkiye’de toplumsal hareketin daha nitelikli bir örgütlenmeye (partileşmeye) sıçrama eşiğidir. Sistem içinde kendine yer aramanın, dolayısıyla da bir çeşit yerinde saymanın son bulduğu, rotanın reformist yoldan devrimci yola döndüğü bir milattır. Türkiye devrimci hareketinin köklerini oluşturan, her devrimci için temel öneme sahip onursal bir evredir. 1969’dan sonra, ideolojik birliğin ve ideolojik netliğin hızla sağlanmasıyla, merkezileşme ve kadrolaşma eşliğinde süreç öncü bir partiyi doğurmuş, mücadele stratejik öngörülerle yürütülür hale gelmiştir. Bu tarihsel kesit, gençlik-hareket diyalektiğinin nasıl kavranması gerektiğine dair oldukça öğreticidir. Orta Sayfa Devrimci Gençlik 1975’TE DEV-GENÇ’Lİ OLMAK… Devrimci Gençliği geleceğe hazırlayanlar, ihtiyaç duydukları özsuyu, binyıllar öncesinden aldılar. ‘68’de Yankee’ye karşı dikilip, ‘69’da kurumlaştılar. ’70 Aralık’ında hem parti hem cephe oldular. Kızıldere’deki kesinti, daha büyük sıçramalar içindi. Nitekim 1975’te Devrimci Gençlik, daha büyük iddiaların habercisi bir hareketin ismiydi; tohumun ağaca dönüşmekte olduğunun müjdesiydi; yenilgi psikolojisinden, eksik ve hataların sebebini yanlış yerde arama çarpıklığına; ezber, tekrar ve öykünmeden, bütünlüklü redde kadar ortaya çıkan hemen her yanlış yönelimin alternatifiydi; hem eleştireldi hem de üretken ve yolgöstericiydi. Her süreçte olduğu gibi 1975’te de Devrimci Gençliğin mücadelesi, baş çelişmenin sınıflar mücadelesindeki yansımaları bağlamında biçimlenmiş, özerk demokratik üniversite mücadelesi, faşizme karşı demokrasi mücadelesinin bir parçası olarak hayata geçirilmiştir. Demokrasinin gerçekte bir devrim sorunu olması, genelde devrimci harekete özelde Devrimci Gençliğe ikili bir görev yüklemiştir. Bir taraftan günün ihtiyaçları temelinde demokratik hak ve özgürlükler çerçevesini zorlamak, diğer taraftan daha uzun erimli bir perspektifle devrimi gözeten bir mücadele hattı izlemek, Devrimci Gençliğin bütünlüklü duruşunu ifade etmiştir. Yenilgi sonrası ortamın etkilerine, kavram ve kafa karışıklıklarına rağmen 1975’te Devrimci Gençlik, 1969’a oranla ideolojik birlik ve netlik açısından daha ileri bir aşamayı, ufkunda Devrimci Yol’un olduğu bir süreci tarif eder. Bu bağlamda 1975’te Dev-Genç’li olmak, Devrimci Yolculaşma bilinciyle okullardan alanlara taşmaktır; merkezi bir siyasal yapılanma ufkuyla menzil büyütmektir. Devrimci Gençlik ismiyle süreci geleceğe taşıyanlar; Mahir, Hüseyin, Ulaş’ın mirasını kısa sürede bayraklaştırdılar; 1977’de hem yıldız hem yumruk oldular. Halkın potansiyel gücüne yolgöstericiliği kattılar. O süreçte Devrimci Gençliği, gençliğin dönemsel ihtiyaçlarından ibaret geçici bir yapılanma olarak değerlendirip, potansiyel halde içerdiği Devrimci Yol’u görememek nasıl özünü inkar etmekse, bugün de bu miras ve potansiyeli, mülkiyet tartışmalarına konu etmek ve tekelci bir zihniyetle sahiplenmeye kalkmak, Devrimci Gençliğin dününü de, bugününü de anlamamaktır. Devrimci Gençlik, Türkiye halklarının devrime, dolayısıyla da alternatif bir sisteme doğru yol alışında, ihtiyaç duyduğu örgütsel olgunlaşmanın gerçekleşmesi bağlamında önemli bir role sahiptir. Hem antiemperyalist hem antifaşisttir. İtirazı ve alternatifi bir arada taşıyan, sisteme öykünmeyen, reformlarla da yetinmeyen bir örgütlenmedir. Onun rekabete, didişmeye, ben kavgalarına alet edilmesi, mülkiyetçi anlayışla ele alınması, hiç mi hiç anlaşılmadığının göstergesidir. GÜNÜMÜZDE DEV-GENÇ’Lİ OLMAK… Devrimci Gençlik, alternatif toplum örgütlenmesinin gençlik zeminindeki ifadesidir. Okulda da sokakta da, müfredatta da hayatta da geleceği örgütleyebilmek, itiraza üretimi ekleyebilmektir; sistemden fikri ve fiili kopuşa giden yolda özne olabilmektir. Devrimci Yol nasıl ki Marksizm’in Türkiye özgülünde güncellenmesi ve Türkiye’nin Marksizm’ini oluşturmaksa, 28 dünü bugüne taşıyıp anda yeniden üretmekse; bugün de Devrimci Yolcu olmak, Devrimci Gençlik dahil dünün tüm değerlerini teorik ve pratik üretimlerini bugüne taşımak ve güncellemektir. Devrimci Gençlik, Devrimci Hareket’ten bağımsız, soyut, kendi halinde bir olgu olmadığı için, Türkiye devrimine özgü temel tespitlerde de, alana özgü üretimlerde de bir güncellemeyi, parça-bütün ilişkisi içinde bir değerlendirmeyi gerektiriyor. Devrimci Gençlik bugün, fikri duruşuyla aydınlatıcı ve yolgösterici olabilmeli, eleştirel duruşuyla Sokrates gibi sistemi her noktada rahatsız eden bir “at sineği” işlevi görebilmeli, fiili duruşuyla alternatif ölçüleri yaşamına ve eylemine taşıyabilen bir örgütsel özne haline gelebilmelidir. Bugün Dev-Genç’li olmak, ‘68’i de ‘78’i de doğru okuyup, ânda güncelleyebilmektir. Dikkat edilirse, bir dönem ‘68 adına yapılanlar, bugün kimi kesimlerce ’78 adına yapılıyor. Koca bir süreç, nostaljiye, dayanışma kurumlarına veya kişisel ihtiyaç gidermekten öte anlamı olmayan anı devşirme yazınına indirgeniyor. Süreçler, bugüne taşınabilecek nitelikleriyle veya buna hizmet edecek değerlendirmeler eşliğinde değil, öznellik ağırlıklı bir tarih aktarımı şeklinde ele alınıyor. Halbuki aynı süreçlerin, büyüme ve yükselme dönemleri gibi tıkanma, dağılma veya farklı rotalara evrilme dönemleri de vardır. Bugün örnek alınacak ve güncellenecekse, bunlar da bilinmelidir. 1968’de antiemperyalizm eksenli olarak başlayan ve Fransa, Almanya gibi ülkelere devrimsel sarsıntılar geçirten süreç, bir süre sonra sadece tüketimin protesto edildiği zeminlere Devrimci Gençlik veya magazinleştirilmiş araç ve yöntemlere dek daralınca, yönlendirilmesi de sistem içine hapsedilerek söndürülmesi de kolay oldu. Sonradan geleceğe dönük olarak taşınması gereken nitelikleri veya çıkarılması gereken dersler, magazinleştirilmiş veya kişiselleştirilmiş sonuçların gölgesinde kaldı. 1978’de antifaşizm eksenli olarak yükselen mücadele 1979-80’de tarihinin hiçbir döneminde görülmemiş bir zirve ve ivme yakaladı. Özellikle Devrimci Gençlik’ten Devrimci Yol’a evrilen ve “Türkiye’nin Marksizmi”ne karşılık düşen niteliğiyle, ezberle veya tekrarla malul olmayan bir yeniden üretimin gerçekleşmesi, burjuva sistemin hemen her alanda alternatifini yaratıp halkla paylaşan dinamik bir yapı ortaya çıkardı. Süreç, aynı zamanda nitelik ve nicelik sorunlarının aşılabileceğini, bunun için sistem içi kanallara yönelmeye ihtiyaç olmadığını gösterdi. 12 Eylül Faşist Darbesi’ne karşı geliştirilen direnişin sürekli kılınamaması, yaşanan kesintiler, vb özellikle o üretimlerin geleceğe doğru biçimde taşınmasını güçleştirdi. Ancak buna rağmen, alınan fiziki yenilgiyi, 1975-80 sürecinin yanlışlığına kanıt olarak görmek, bilimsel olmayan kolaycı bir yaklaşım olur. Bu türden süreçlerin bir süre sonra farklı iradeler, değerlendirmeler, vb doğurması normaldir. Rekabet veya mülkiyet kültürüyle hareket edilmediği sürece, bunun önemli sorunlara sebep olması da beklenmemelidir. Devrimci Gençliğe düşen görev, bir miras kavgası gütmek değil, söz konusu değerlerin yeniden üretiminin/güncellenmesinin adresi/zemini olmaktır. Bilinir ki eğer ideolojik-politik olarak bir sapmaya uğran- Orta Sayfa mamışsa, geriye dönüp bakıldığında, vaktinde görülmemiş olanları görebilmek dolayısıyla da aşılmış süreçlere dair daha sağlıklı değerlendirmeler yapmak mümkün hale gelir. Bu bağlamda bizlerin ‘68’den de ‘78’den de öğreneceği çok şey vardır. O süreçleri, içerdiği şifrelerle bugün daha net değerlendirmek mümkündür. Az imkanla çok şey yapan, imkansızı isteyen ve fiziki yenilgilere rağmen neredeyse kesintisiz bir mücadeleye birikimlerini ve değerlerini aktaran ‘68; imkan çoğaltarak büyüyen ve antiemperyalizme antifaşizmi ekleyen, devrim ufuklu niteliğiyle ‘78, bugüne doğru taşınabildiğinde güne yanıt olabilecek hemen her üretim için muazzam bir kaynaktır; zengin ve bütünlüklü bir zemindir. Bugün derinleşen yeni sömürgecilik ilişkileri ve keskinleşen sınıflar mücadelesine paralel olarak, gençliğin sorunları da büyümüş, yükü ve sorumlulukları artmıştır. Artık kültürel bağlamda da iktisadi ve siyasi bağlamda da emperyalizm varlığını doğrudan hissettirmekte, hemen her alanda, kazanılmış hakların da gaspını içeren topyekun bir saldırı hali rutinleşerek sistemleşmektedir. Bunun okuldaki karşılığı, üniversitenin ticarethane, öğrencinin müşteri olması; bu duruma itiraz etmemesi için de, öğrenciden öğretim görevlisine kadar herkesin sindirilmesi, köleliğe razı hale getirilmesidir. Bu amaçla, bir taraftan özel üniversiteler yaygınlaştırılırken, diğer taraftan özel güvenlikten polise, yönetmelikten yasalara kadar hemen her araç faşizmin güncel ihtiyaçlarına göre biçimlendirilmektedir. Deyim yerindeyse F tipi, bir hapishane modeli olmaktan çıkmış dışarıyı da kapsayan bir 29 rejime dönüşmüştür. Bu rejimde okuldan atılmak dahil çeşitli cezalara çarptırılmak için, özel yetkili mahkemeye ihtiyaç kalmadan özel yetkili rektör, dekan, güvenlik, vb yeterli olmaktadır. Bir yanıyla öğrenci kitlesini mücadele zemininden dolayısıyla da devrimcilerden uzaklaştırabilecek gibi görünen mevcut abluka, doğru anlatılabildiğinde, öğrenci kitlesine doğru araç ve yöntemlerle gidilebildiğinde, en sıradan hakları için dahi mücadeleden başka yol kalmadığı anlatılabildiğinde, süreci ters çevirme şansı doğacak, abluka kısa sürede dağılmasa da güçlü bir karşı duruş geliştirmek mümkün olacaktır. Daha önce yaptığımız, “Dünden Bugüne Devrimci Gençlik” değerlendirmesinde “İdeolojik mücadele, 1974 sonrasında da devam etti. Başkaları, soyut bir tartışma konusuymuş gibi henüz kadro yeterliliği oluşmamışken temel mücadele biçiminden söz ediyor, Devrimci Gençlik ise temel siyasi görev tanımı yaparak, örgütsel yeterliliğe ulaşma koşulunu öne çıkarıyordu.” demiştik. Temel siyasi görev saptaması ile ne kastedildiği anlaşılmadan, Devrimci Yol’la taçlanacak olan o sürecin, dogmatizmden, tekrar veya şablonculuktan uzak nasıl bir yaratıcılık üzerine oturduğunu anlamak zordur. Bu bir yanıyla da kadrolaşma ihtiyacına yapılmış bir vurgudur. Ancak kadrolaşmayı da “nasıl bir kadro?” sorusu, bu soruyu da “nasıl bir mücadele anlayışı ve çalışma tarzı?” soruları önceler. Bu sorular anlaşılmadan iş yapılıyor, üzerinden atlanıyor veya yok sayılıyorsa; mücadelenin ihtiyaçları, sübjektif ihtiyaçlarla ikame ediliyor veya ezberlenmiş/alışılmış olanlar ihtiyaç olanın yerine konuluyor demektir. Halbuki, temel siyasi görev, Devrimci Gençlik Orta Sayfa örgütsel yeterliliğe ulaşma koşulunu öne çıkarıyorsa; böyle bir yeterlilik de “yeni insan” tanımını ihtiyaca göre yapmayı, sistemin tekçi, bireyci, dayatmacı niteliklerinin tersine çoğalan ve çoğaltan kolektif kimliklerin komünal yaşamı hayatın her anına taşıyabilen yaratıcı etkinliğini yaygınlaştırmayı gerektiriyor. Bu, aynı zamanda CHE’de somutlanan, Devrimci Yol’da yeniden üretilerek somut koşullardaki tanım ve gereklilikleri güncellenen “yeni insan”a ulaşma mücadelesidir. Böyle bir tanımın gerektirdiği nitelikler, bırakalım sisteme öykünmeyi veya ben eksenli hareket etmeyi, her sabah yeniden doğarcasına sistemle sürekli bir mücadele halini gerektiriyor. Gençliğin BİZ tanımının, sisteme alternatif komünal bir yaşamın veya yolsuzluk ve rüşvet düzeninin antitezini, daha önce olduğu gibi bugün de Devrimci Gençlik yazacaktır. Devrimci Gençlik; ismiyle, deneyim ve birikimiyle yaklaşık 45 yıllıktır. Ama içeriğiyle, değerlendirmeleri ve görev tanımıyla kendini yeniden üretmektedir. Bu bağlamda, diyalektik algılayışın hem temsilcisi hem taşıyıcısıdır. Devrimci Gençlik, bu perspektifle, öncelikli sorunu diploma almak olan öğrenciden, en ileri beklentilere sahip olanına kadar her öğrenciye hitap etmeli; umudu, ufku ve güvencesi haline gelmelidir. Taşınan kimlik, aklın da duyguların da ifadesi olabilmeli, aşk eyleme, eylem de aşka içerilerek, en bireysel meselelerde bile BİZ olunabilmelidir. Er Meydanı Er meydanı ; Alanlar , okullar, fabrikalar Er meydanı bu İki sınıfın savaş alanı Aydınlık ve karanlığın.. Nice yiğitler düştü, Bardaktan boşanırcasına aktı cansuyumuz Gökyüzü kimbilir kaç kez ağladı. Namlular patladı Gece yarıları Yırtmak için Sessiz karanlığı.. Kardeşce yaşam düşlüyoruz Sınıfların karanlığın kalmadığı Geceleri ayın, Daha bir güzel parladığı Sevginin hüküm sürdüğü Bir ülke. Canların yanmadığı Kardeşce bir yaşam düşlüyoruz.. Bu yüzden andlar içiyoruz, Düşen bir tek arkadaşımızı dahi Unutmadık Sevda ile biledik, Yüreklerimizi, bileklerimizi, bilinçlerimizi En haşin yollardan gidiyoruz Yalın ayak Hesap sormaya….. 30 Faşizm Kan ve İrin Kokan Bir Suç Rejimidir Devrimcilere ve Halka Kalkan Elleri Kıracağız! S ınıflar mücadelesinin, devlet biçimleri üzerinde etkili olduğu; oligarşinin, kendisine yönelen tehditlerin boyutuna göre, egemenliğini sürdürme biçiminde değişikliğe gittiği bir gerçektir. Ancak bu durum ne genel anlamda burjuva devlet biçimlerinin ne de özelde faşizmin yapısındaki çirkinliği örtmeye yetmez. Zira dün olduğu gibi bugün de egemenlerin her tür aracı kullanarak uygulamaya koyduğu projeler, faşizmin niteliğini örtmeye yetmiyor. Ne demokratikleşme söylemleri ne de sınır tanımayan manipülatif atraksiyonlar, hafızaların yeniden ve yeniden tazelenmesini önleyemiyor. Geçtiğimiz günlerde 100. Yıl halkı ve ODTÜ öğrencileri tarafından ODTÜ’ye yönelik saldırılara karşı yapılan yürüyüşe oligarşinin polisi tarafından saldırıda bulunulmuş ve Öğrenci Kolektifleri üyesi bir öğrenci dövülerek ateşe atılmıştır. Bugün ise Ankara’da görülen Ethem Sarısülük’ün duruşmasına polis tarafından gaz bombalarıyla saldırılmış ve birçok eylemci polis tarafından yaralanmıştır. Sanık olması gereken faşist katil Ahmet Şahbaz isimli polisin yeni görevler verilerek ödüllendirilmesi ve avukatların tutuklama taleplerinin mahkeme tarafından reddedilmesinin ise Başbakan’ın “Polisimizi yedirtmeyiz” talimatının uygulanmasından başka bir şey olmadığı net biçimde görülmüştür. Bir yandan diri diri insan yakma teşebbüsleri sürerken, bir yandan da adeta akıllarla alay edilecek biçimde tezgâhlanan “adalet” senaryoları uygulanmaya devam etmektedir. Biz bu görüntülere yabancı değiliz! Austhwitch’ten, Madımak’a, Reichstag’dan, Gezi Direnişi’ne dönük saldırılara kadar yaşananlar faşizmin gerçek yüzüdür. Zaman ve mekan değişse de onun niteliği hep aynıdır. FAŞİZME KARŞI GÖREV BAŞINA Faşizm çirkinliktir, zulümdür, katliamdır, şiddettir… Bu nedenle faşizmin halka saldırıp her türlü vahşeti gerçekleştirmek için bahaneye ihtiyacı yoktur. Zira faşizm, saldırganlık için kendi bahanelerini de yaratma özelliğine sahip bir rejim olarak varlık gösterir. Bu bahaneler kimi zaman taş atmayla, kimi zaman da yüze sarılan bir bez parçasıyla yaratılmaya çalışılır. Savcılara verilen talimatlarla oluşturulan iddianamelerin trajikomik yanları da buna bağlıdır. Bilinir ki, kâr hırsının uyarıldığı kapitalist sistemlerde ve direniş dinamiğinin uyarıldığı yerlerde her zaman bir karşı karşıya geliş söz konusu olur. Burada vazgeçmesi gereken, haksız olan taraftır. Kaynağını var olan sistemden alan baskı, belirli oranlarda kabullenilerek durdurulabilecek türden değildir. Çünkü kapitalizmin varlık nedeni budur. Hatta engelsizlik onu daha çok kamçılar ve freni patlamış bir araç gibi, hızını arttırarak yol alır. 31 Tam da bu nedenle ezilenlerin direnmekten ve faşizme karşı anladığı dilden konuşmaktan başka şansı yoktur. Bu durum tarihsel bir olgudur ve sınıflar mücadelesinin doğruladığı bir duruştur. Dolayısıyla faşizm koşullarında örgütlenmek ve mücadelenin sürekliliğini sağlamak durumunda olan devrimciler olağanüstülüklerin “olağan” sayıldığı bir rejimle karşı karşıya olduklarını bilerek bir duruş sergilemelidirler. Bu nedenle taşları oyunun kurallarını dikkate alacak biçimde dizmeli ve mücadelenin ivmesini buna göre artırma yoluna gitmelidirler. Faşizmi tanımak, sınıfsal olarak doğru yere oturtmak, doğru tavır almayı da mümkün kılar. Devrimciler için sorun her zaman destansı direnişler grafiğini yakalamak değil, doğru devrimci tutumu almaktır. Yakılan, katledilen yoldaşlarımızın, hastanelerde yaşam savaşı veren kardeşlerimizin, zindanlarda bedel ödeyenlerimizin hesabını sormanın, dahası halka kalkan elleri durdurmanın tek yolu budur. Haziran Direnişi bu duruşun en önemli pratiği olurken, toplumsal mücadelenin araç ve yöntemlerinde sanıldığından da öte bir yaratıcılığa sahip olunduğunu yeterince göstermiştir. HALKA UZANAN ELLERİ KIRACAĞIZ! KAHROLSUN FAŞİZM! 28 EKİM 2013 Mücadele Tarihimizden Necdet Erdoğan Bozkurt N ecdet Erdoğan Bozkurt, Köy Enstitüsü mezunu sağlıkçı bir babanın ve sağlıkçı bir annenin ikinci oğlu olarak, 2 mart 1954 günü Kars’ın Sarıkamış ilçesinde doğdu. 1974 yılı Ekim ayında, okumak için Kars’tan ayrılır.1974-1975 eğitim ve öğretim yılında, bugünkü adı Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi olan Yüksek Teknik Öğretmen Okulu’na kaydolur. Necdet Erdoğan Bozkurt çok yönlü bir kişiliktir, edebiyatla ilgilenir ve o çocukluk hayali olan kemanını alır, eğitimine başlar. Hayata baktığı estetik bakış açısını kemanına yansıtır ve o çok sevdiği yaşamına kemanın o gergin tellerinden dökülen nağmeleri katar. Okul açılır ve okula gidip gelmeye başlar bu sırada aralarında Ali Başpınar’ın da olduğu devrimci öğrencilerle tanışır. Devrimci Gençlik çalışmalarında yer alır. Okulda TEK-DER’in (Yüksek Teknik Öğretmen Okulu Mezunları ve Öğrencileri Derneği) kurulması için çalışmalara başlanır. Necdet Erdoğan Bozkurt bu çalışmada aktif bir şekilde yer alır. Kurucu başkan okuldaki faşist saldırıda ağır yaralanır ve okuldan bir süre uzak kalır. Yapılan kongrede Necdet Erdoğan Bozkurt TEK-DER başkanı seçilir. O dönem Gazi Üniversitesi faşist işgal altındaydı. Okul içerisinde polis destekli faşistler terör estiriyordu. Bu durumu protesto eden çeşitli gruplar boykot kararı alır ve okulu adeta faşistlere bırakır. Ancak Devrimci Gençlik bu durumun boykot ile çözülmeyeceğini ifade edip ve her gün kavga etmek pahasına okula girip çalışma yaparak aşılacağı kararını alır. Eğitim hakkımız engellenemez şiarıyla okula girilir. Bir süre faşistler devrimcilere saldırır ancak çok geçmeden Devrimci Gençlik örgütlenir ve faşist işgal kırılır. 3 Ocak 1976 günü, bir faşistin yaralanması bahane edilerek Necdet Erdoğan Bozkurt tutuklanır. 8 ay Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’nde kalır. Bu dönemi okuyarak geçirir. Cezaevinden çıktıktan sonra Devrimci Gençlik merkez yürütme kurulunda görev alır, Ankara Dev- rimci Gençlik Derneği başkanı olur. O sevgi dolu yüreğine kurşun dökülmüşçesine acılar içinde kıvrandıran dost kurşunlarına hedef olur ve yaralanır. Kısa sürede iyileşir ve mücadeleye kaldığı yerden devam eder. 1 Mayıs 1977’de Türkiye devrimci hareket tarihine damgasını vuracak Devrimci Yol kurulur. Necdet Erdoğan Bozkurt da Devrimci Yol içerisinde faaliyetlerini sürdürür, mahalle çalışma- 32 ları yürütür. Bir süre sonra çalışma yapmak için İskenderun’a gönderilir. 20 Aralık1979 günü Maraş katliamını protesto mitingi örgütlenir ve bu çalışmalar sırasında gözaltına alınır. 26 Aralık’ta kaymakamlık binasında işkence tezgâhına yatırılır. 31 Aralık günü kaçarken vurulduğu iddia edilerek işkencede kalbinden vurularak katledilir. Katil polis olayı örtbas etmeye çalışır, ancak iki gün sonra kaçarken vurulduğu yalanını uydurur. NECDET’İN KATLEDİLMESİ TÜM YURTTA PROTESTO EDİLDİ 3 Ocak günü halkın Necdet’in cenazesini almak üzere Devlet Hastanesi’ne gelişini gören polis ve jandarma tüm yolları keser. Gördüğü her kalabalığa saldıran polis ve jandarma 300’e yakın kişiyi gözaltına alır. Tankların ve zırhlı kariyerlerin desteğinde ilerici bildiği her yeri işgal etmeye çalışan jandarma karşısında devrimciler mahallelere çekilir. Kaymakamlık cenaze töreni için yeniden şehir merkezine yürünmesini engellemek için cenazeyi kaçırarak gömdürür. Bunun duyulması üzerine devrimciler ve halk Gültepe mahallesinden yürüyüşe geçer. Kavşaklara barikatlar kurarak ilerleyen yürüyüş kolu Yıldırımtepe mahallesine, oradan da Esentepe’ye geçer. Halkın Kurtuluşu ve Halkın Birliği’nin de son anda katıldığı 1000 kişilik kortej Esentepe’de devrim andı içtikten sonra Gültepe’ye geri döner. Jandarma ve polis ise tanklarla kanal üzerindeki köp- Devrimci Gençlik Mücadele Tarihimizden rüyü tutarak şehir merkezine inilmesini engellemekten başka bir şey yapamaz. 1 saate yakın süren mitingin dağılmasından sonra polisin Gültepe mahallesini aramak istemesi üzerine çıkan çatışmada polis yaralılarını sırtlayıp kaçmak zorunda kalır. Bunun üzerine jandarma tanklarla saldırıya geçer. Tankların gecekondu aralarına sıkışması üzerine jandarma da püskürtülür. 2 saat süren çatışma sonucu jandarma ve polis mahalleyi terk etmek zorunda kalır. 4 Ocak günü 8 ayrı yerde yapılan korsan gösterilerde işkenceciler lanetlenir. İskenderun dışında da tüm yurtta çeşitli gösterilerle Necdet’in katledilmesi protesto edilir. İsyan bayrağımız gibi döğüştün Her gün en önde, ön safta Vuruldun kavgada dağ gibi düştün Zelzelen duyuldu dört bir tarafta Bardak Değil Göl Olalım Y aşlı Hintli usta çırağının sürekli her şeyden şikayet etmesinden bıkmıştı. Bir gün çırağını tuz almaya gönderdi. Yaşamındaki her şeyden mutsuz olan çırak döndüğünde, yaşlı usta ona, bir avuç tuzu bir bardak suya atıp içmesini söyledi. Çırak yaşlı adamın söylediğini yaptı ama, içer içmez ağzındakileri tükürmeye başladı. -“Tadı nasıl?” diye soran yaşlı adama öfkeyle “acı” diye cevap verdi. Usta gülümseyerek çırağını kolundan tuttu ve dışarı çıkardı. Sessizce az ilerdeki gölün kıyısına götürüp, çırağına bu kez bir avuç tuzu göle atıp, gölden su içmesini söyledi. Söyleneni yapan çırak ağzının kenarından akan suyu koluyla silerken yaşlı adam aynı soruyu sordu: -“Tadı nasıl?” -“Ferahlatıcı”, diye cevap verdi genç çırak . -“Tuzun tadını aldın mı?” diye sordu yaşlı adam . 33 -“Hayır.” dedi çırağı. Bunun üzerine yaşlı adam suyun yanına diz çökmüş olan çırağının yanına oturdu ve şöyle dedi: -“Yaşamdaki ıstıraplar tuz gibidir, ne azdır, ne de çok..Istırabın miktarı hep aynıdır. Ancak bir ıstırabın acılığı, neyin içinde konulduğuna bağlıdır. Istırabın olduğunda gereken tek şey, ıstırap veren şeyle ilgili hislerini genişletmektir. Onun için sen artık bardak olmayı bırak, göl olmaya çalış...” Gezi’yi Toplumsal Bir Şarkıya Dönüştürmek* Gezi aynı zamanda, ezgilerin ve acıların ortaklaşmasını sağlayan bir kültür kardeşliğidir; tekçiliğin ve tekelciliğin antitezidir; faşizmin panzehiri ve geleceği kazanmanın güzergahıdır… S anat bir düşündürme etkinliğidir; yaratmanın sınırlarını zorlar. Koşullarını değiştirme amacında olan insan için hayalgücü ve yaratıcılık çok önemlidir. İşte sanat insanda bu özelliklerin gelişmesine yardımcı olur. Olgularla kurulan estetik bağlar yaşama bakışı inceltirken aynı zamanda zenginleştirir. Kişi, gerçekliğe estetik penceresinden baktığı oranda güzeli çirkinden ayırmakla kalmaz; doğruyu yanlıştan ayırmada gerekli olan “ölçekte isabet”i de geliştirir. Kuramsal analizlerin ve teorik varsayımların gelecek kurgusu için yetmediği durumlarda sanat, bir canlandırma ve hatta uygulama alanı olarak imdada yetişir. Azla yetinmek, varolanı kabullenmek, verilene rıza gösterme kanaatkarlığı; yaşamı, ufuk zenginliği ve kavrayış derinliği içinde karşılama şansından yoksun bırakır. Van Gogh gibi “Dünya tamamlanmamış bir taslaktır.” dendiğinde, o taslağı tamamlama ve giderek taslak olmaktan çıkarma etkinliğinin öznesi olabilme yolunda, en önemli adım atılmış demektir. Yaşam karşısında sorularını doğru sormayanlar doğru yanıtlar vermekte güçlük çeker. Kapitalizm koşullarında doğruya götürecek sorular sormak, sistemi sorgulamaktır. Yaşam bir mücadele, mücadele de “Mücadele bir çember gibidir, her noktasında başlar ama asla bitmez…” (Marcos) sözündeki gibi algılandığında, hayatın bizzat kendisi bir yaratma ve iti- raz alanı haline gelir. Mülkiyetçi sisteme dair olan mesailer, ücretler, çıkar ve kâr ilişkileri devredışı olur. Bugün artık sistem, bilimin imkanları dahil, birikim ve tecrübelerini öylesine bütünleştirmiş ki, dünyanın herhangi bir köşesindeki itiraz, anında sermaye kökenli bir sorgulamayla karşılanmakta ve mümkünse boşa düşürme, değilse ezme yöntemleri el birliği ile aranmaktadır. Onların yaratıcılığı, insanı gemlemek, yaratıcılığını öldürmek ve direncini kırmak içindir. Bizim yaratıcılığımız, insanın ufkunu, dolayısıyla yaratıcı etkinliğini büyütmek içindir. Onlar AVM yapar, hapishane yapar; biz, görünmez bariyerleri, perde ve parmaklıkları yok etmenin derdine düşeriz, mülkiyetsiz ilişkiler için mücadele ederiz. Kapitalizmde ölümün türlü biçimleri vardır. Kimi 20’sinde ölüp 80’inde gömülür; kimi yaşayan ölüdür; kimi de ölü umutlarla ruhen ölü, fiziken vardır. Bu bağlamda tüm itiraz ve yaratıcılıkları öldüren kapitalizmin panzehiri, Malraux’nun, “Ölüme karşı tek yanıt sanattır.” sözünde gizlidir. Bertolt Brecht’in “Gerçekçi sanat, savaşçı sanattır.” sözü bir sistem tahlili gibidir. Bu sanat aynı zamanda en karanlık anda bile şarkı söyleyebilme yöntem ve kapasitesidir. Yani yaşamı politik olandan, politik olanı yaşamdan ayırmadan yol alabilme kabiliyetidir. Bu diyalektik, Brecht’in, “-Karanlık dönemlerde peki,/ Şarkı da söylenecek mi?/ -Elbette şarkılar da söylenecek/ 34 Mehmet Yeşiltepe Belgeleyen karanlık dönemleri.” sözlerinde içerilmiş halde vardır. Sanat bize yaşamın tüm anlarında gereklidir. Karanlıkta önümüzü görmek, sıkıştığımızda çözüm üretmek, F tipinde duvarlar ötesiyle ilişkilenebilmek için sanat, insana gerekli olan yöntemsel bir dosttur. Bir tutsak, Goethe’nin, “Dünyadan kurtulmanın sanattan daha iyi bir yolu yoktur... ama insan dünyayla en sağlam bağı da sanat aracılığıyla kurar” sözlerindeki diyalektiği kavrarcasına, yaratıcılığı silaha çevirip direnebildiğinde, yenilgiye uğratamayacağı hiçbir hapishane yoktur. Öğretilmiş çaresizliklerle kuşatılmış olan insan, ayrılık, savaş, yenilgi, vb. hallerde ya yıkıma ya da teslimiyete yönlendirilir. Gerçekte ise, zor anların insanda gizli kalmış potansiyelleri açığa çıkarma ve daha büyük üretimlere yöneltme özelliği vardır. Direniş günlerindeki bestelerin derinliği, aşkların anlam ve kalitesi buradan gelir. Temmuz Devrimi sırasında Fransa’da yaşayan Berlioz’u, Shakespeare’in Hamlet adlı oyunundan Harriet Smithson’un (oyundaki Ophelia’nın) aşkına ve oradan da Fantastik Senfoni’yi bestelemeye götüren süreç, bu türden, zorun insanı yıldırmadığı ve daha büyük üretimlere yönelttiği bir süreçtir. Albert Camus’un “Asi”yi, “Hayır diyen insan” olarak tanımlaması ile Mayakovski’nin, “Sanat dünyayı yansıtan bir ayna değildir, dünyayı biçimlendireceğiniz bir çekiçtir” ara- Devrimci Gençlik sında doğrudan bir bağ vardır. Diğer bir ifadeyle sanat, egemen olana itirazın geleceği biçimlendirici yaratıcılıkla birleştirilmesidir. Özgürlüğün veya mutluluğun göreliliği, etkili bir söz olmaktan çıkarılıp doğru kavrandığında, her koşulda özgür soluklar almak ve her koşulda mutlulukla gülümsemek olanaklı hale gelir. Bu aynı zamanda “devrim bugünün işidir, yarına bırakılmamalıdır” sözünü somutlamak, düşsel olanı gerçek kılabilmektir. Eğer yöntemsel olarak sisteme öykünüp kendimizi kandırmayacaksak, yaşamı devrim algısıyla karşılamak dışında bir yolumuz yoktur. Paul Kültür-Sanat Gauguin’in, “Sanat ya çalıntıdır ya da devrim” derken kast ettiği, tam da budur. Görünürde bunun ortası da vardır, ancak dikkatli bakıldığında görülecektir ki, ya devrim eksik yapılmış ya da içine “çalıntı” katılmıştır. O halde işe, kendimizde devrim yaparak, yani kendimizi yeniden yaratarak başlayabiliriz. Bu türden bir eylemin kolayı, kaçak güreşmesi olmaz. Bunun için, Schiller’in, “Sanat, özgürlük tarafından emzirildikçe büyür.” dediğini bilmek veya Jean-Luis Joubert’in “Sanatçının dünyayı değiştirmek için sözcüklerden, renklerden, notalardan başka bir gücü yoktur.” tespitinden haberdar olmak yetmez. İnsanın hayatına sanatı (yaratıcılığı) içerip onu özgürlükle emzirebilmesi için, kişiliğindeki en mikro “ben”leri öldürmesi ve yönteminden sabır damıtan bir tahammülle değerlerinde ısrar etmesi gerekiyor. O zaman sahip olunan sözlerin, renk ve notaların sonsuz bir şarkıya dönüştüğü görülecektir. Acının acıya, dilin dile, emeğin emeğe değdiği Gezi süreci, böyle bir şarkı için gerekli olan söz, renk ve notaya sahiptir. Bu potansiyel doğru değerlendirildiğinde, kazanımları toplumsal bir besteye çevirmek ve “1959 Küba’sının resmini yapar gibi” milyonlar halinde hep bir ağızdan özgürlük şarkısını söylemek imkânlı hale gelecektir. *Birgün, Paza Eki ANA ve Haziran’da Ölmek Zor Oyunu Şubat Ayı Programı Maksim Gorki ANA Önder Babat Politik Tiyatro Topluluğu, Maksim Gorki’nin romanından Bertolt Brecht’in tiyatroya uyarladığı ANA’yı Şubat ayında da seyircisiyle buluşturuyor. Ana’da okuma yazması olmayan bir ev kadını olan Palega Vlasova, oğluyla birlikte gün gün gelişen ve kederini elleriyle çizen bir iradeye dönüşüyor. Bir halkın uyanışını simgeleyen Ana’yı izleyenler sıradan insanın yaşamında beliren umudu görüyorlar. Sevginin, dostluğun, umudun esirgendiği günümüz koşullarında “Ana” özlenen bu değerleri bizlere hatırlatan bir başyapıt. Ana’da somutlanan insan sevgisi önceleri bir oğlum vardı şimdi binlerce diyen bir şekilde çoğalıyor. İzlemediyseniz izlemenizi tavsiye ederiz. Tarih: 22 Şubat 2014 Cumartesi Saat: 20:00 Yer: Aksaray Su Sahnesi (Pertevniyal Lisesi Arkası) HAZİRAN’DA ÖLMEK ZOR Önder Babat Politik Tiyatro Topluluğu’nun sahnelediği “Haziran’da Ölmek Zor” adlı 2 perdelik oyun, Orhan Kemal ve Nazım Hikmet’in hapishane günlerinin ve anılarının anlatıldığı, Zeki Göker’in yazdığı, Bilge Can Göker’in yönettiği, Adalılar müzik grubunun Nazım şarkılarını canlı seslendirdiği oyun muhteşem bir görsel şölen. İzleyenler izlemeyenlere öneriyor. Gösterimler Tarih: 15 Şubat Cumartesi Saat:19:00 Yer: Şişli Kent Kültür Merkezi (Divriği Kültür Derneği ve ÖBKM ortak gösterim) Tarih: 21 Şubat Cuma Saat:20:00 Yer: Ataköy Yunus Emre Kültür Merkezi Tarih: 1 Mart Cumartesi Saat:20:00 Yer:Aksaray Su Sahnesi (Pertevniyal Lisesi Arkası) 35 Sanata Dair Vildan Deniz Varlık olarak insanı doğada farklı kılan asıl şey üretimdir. Üretim, yani beynini ve diğer uzuvlarını kullanarak kendini ayakta tutma, yok olma tehlikesinden uzaklaştırma çabası onun aynı zamanda sosyal bir varlık olarak doğup gelişimini sağlamıştır. İnsanın sosyal varlığı onun ortaya çıkışını, ayakta kalma mücadelesini, alet kullanma ve bunları geliştirme, cinsler arasında işbölümüne gitme, toprağı/madeni işleme, ihtiyacından fazla ürün elde etme, mülk edinme, mülkiyeti koruma örgütlenmesini sağlama, mevcut üretim ilişkileriyle çatışmaya girme gibi çok yönlü ve çok karmaşık bir süreci kapsar. Sosyal bir varlık olarak insanın kendi türünü ayakta tutma direnci bir canlının içgüdülerinden yola çıkıldığında bile kolaylıkla açıklanıp anlamlandırılabilecek bir faaliyettir. Maddi varlık ve üretim sürecinde insanın kendini çok daha özel kılan bir faaliyeti vardır ki, bu da sanat dediğimiz yaratıcı etkinlikleridir. Burada insan zihninin incelikli, görünmeyen soyut yetileri farklı biçimlerde kendini görünür kılar. Öyle ki maddi üretim ve var olma mücadelesinin en başından beri insan. zihinsel kapasitesini de sonraki aşamaya oranla ilkel biçimde kullanmaya başlar. Mağara yüzeylerine kazınan hayvan figürleri düşünme ve hayal kurmanın bir ürünü olarak ortaya çıkar. Buradaki amaç bir boş zaman eğlencesi veya temelsizce ha- yal kurmanın bir yansısı değil, var olabilme çabası sürecinde bir iletişim kurma ve yardımlaşma mesajıdır. Gerektiğinde ya vahşi bir hayvanın çevredeki varlığına dikkat çekme, ya da avlanılabilecek hayvanların geçiş alanlarına imada bulunma faaliyetidir. İnsan var olma ve üretim sürecinde beynini de farklı bir açıdan devreye sokmuştur. Düşünme, hayal etme, yaratı. Doğaya karşı üstünlük bir kez ele geçirildikten sonra sosyal ilişkilerin karmaşık -kaotik değilgelişimi içinde sanatsal faaliyetlerde çok yönlü gelişerek zihnin ve düşünsel varlığı o denli ileri boyutlara taşınacaktır. Peki, başta insanın var olma, ayakta kalma mücadelesine hizmet eden insanın yaratıcı faaliyeti olarak sanat sonraki süreçte bu özelliğini yitirmiş midir? Diyalektik açıdan bakıldığında hiçbir şey yok ki insanın maddi üretim ilişkilerinden tamamen bağımsız olarak varlık göstersin. Üretim fazlalığı, mülk edinme, toplumsal sınıfların belirginleşmesi, devlet aygıtının mülk sisteminin korunması ve geliştirilmesine yönelik organizasyonu hem maddi, hem düşünsel üretimin alt-üst yapı düzleminde karşılıklı birbirini etkilediği bir süreçte olmuş ve olagelmektedir. Sanatı yani insanın çevresini kuşatan koşullandıran şeyleri, geleceğe dair hayallerini duygu ve düşüncelerini imgesel yolla ve etkili bir şekilde kullanarak yürüttüğü faaliyeti üst yapı unsuru olarak 36 görmekteyiz. Buraya kadar söylediklerimizden ancak ve ancak sanatın anlamına ve var oluşuna ilişkin genel bir anlam çıkarabiliriz. Mademki sanat insanın maddi üretiminden bağımsız değil, o halde toplumsal ilişkiler içindeki yerinde de sınıf çelişkilerinden bağımsız ele alınamaz. Ta başından beri yani ilk toplumsal iş bölümü olan cinsiyete dayalı iş bölümü, bunu takip eden tarım ve hayvancılık işlerine dayalı işbölümü aynı zamanda sanatsal etkinliğinden farklı cinsler arasında, farklı üretim faaliyeti alanlarında o üretime özgün biçim kazanmıştır. Aynı farklılık üretimin sınıfsal boyutta ilerleyip devam etmesinde de kendini iyicene belli etmiştir. Bilgi Edinme ve Üretici Güçlerin Gelişmesindeki Rolüyle Sanat Dış dünya tıpkı kendi maddi gerçekliğimiz gibi bilincimizden, tinsel yanımızdan bağımsız olarak vardır. Sanat dış gerçekliğimizin duyularımız tarafından algılanmasıyla ortaya çıkar. Ancak maddi gerçekliği salt tanımlamaya, varlığını konumlandırmaya yönelik algı, olsa olsa basit bir bilgi ve bilinç oluşumu sağlar. Ortada bilgi ve bilinç vardır ancak henüz estetik (güzel duyu) bir unsur olarak sanat yoktur. Estetik ancak dış dünya gerçekliği karşısında insanın düşünsel, duygusal etkileşimi, gerçeklik algısını eğip-bükmesi yoğurması ve imgesel boyutta Devrimci Gençlik değerlendirmesiyle ortaya çıkacaktır. Sanatı bilgiden, salt gerçeklikten farklı kılan şey de budur. Dışımızdaki şeylerin algılanmasıyla oluşan salt gerçeklikten kopartarak aldığımız bilgi sanat olmadığı gibi, sanatın kendisinin de tamamen bilginin dışında, bilgi olmayan, bilgi içermeyen ya da bilgiden yoksun şey olarak yorumlayamayız. “Her sanat yapıtı, varlık hakkında bir yorumdur; her sanat yapıtı, kendine özgü kavranmış, yorumlanmış bir gerçekliği, bir bilgi objesini somutlaştırır” İsmail Tunalı, Marksist Estetik 2.basım sf.38) Eğer sanat ürünleri bilgiden tamamen yoksun olsaydı, üretici güçlerin gelişiminde de hiçbir işlevi ve etkisi olmayacak; mevcut sömürü sistemine karşı direnen, onu aşmaya çalışan toplumsal sınıfların mücadelesinde sanatın da hiçbir etkisi olmayacaktı. Oysa ki sanat bilgiyi de içerdiği, bilgi edinmeyi eğlenceli ve zevkli hale getirdiği, mükemmeli yakalamada insanın coşkusunu arttırdığı için sınıfların ilerlemesinde önemli bir yere sahip olmuştur. Tıpkı feodalizmin karanlığına karşı aydınlanma ve özgür düşüncenin gelişimine Rönesans temelinde sarılan yeni sınıf burjuvazi gibi, günümüzde de toplumun genel olarak sömürüden kurtarılmasını sağlayacak olan proletaryanın sanatı ve sanatçıyı paranın hükümranlığından, meta olma özelliğinden ortadan kaldırmayı hedeflediği gibi. Düşünsel ve duygusal yoğunluğun imgesel yansısı olan sanat (edebiyat, resim, yontu, müzik, gösteri sanatları vs.) insanın aynı şekilde duygusal ve düşünsel etkilenmesini sağlar. Bunun için özellikle egemen olan sınıflar sanatçıyı ve sanat ürünlerini kendi haline bırakmayıp, onu egemen düzeninin be- Kültür-Sanat kası için bir propaganda malzemesine dönüştürmeye çalışır. İlk başta insanın doğaya karşı üstünlük sağlama çabasına aracılık eden, insanın doğaya karşı güçlü bir iletişim ve örgütlenme bağı oluşmasına etki eden sanatın işlevi sosyal yaşamında eşitsizlikler, haksızlıklar ve baskı altında olan insanın mevcut durumdan kurtulması mücadelesinin yanına geçmiştir. İnsanın toplumsal ve tarihsel varlığından bağımsız olmayan sanat, insanın insanı sömürmesini artık dert edinmiştir. Köleci baskıyı, esareti, diktatöryel yönetimlere karşı demokrasiyi, savaşları, savaşın insan emeğine dayalı uygarlığı yıkımını, işkenceleri, katliamları dert edinmiştir. İnsanın dertleri çoğaldıkça sanat bu karmaşık, çelişkili sancılar içinde daha da kıvranarak, insanın en iyi, en güzel, en adil olanına erişme mücadelesinde insanın önüne geçmişe ve günümüze göre mükemmelleşmenin estetiğini koyar. Günümüzde egemen kapitalist sınıflar sanatın iyiyi güzeli bulma sancısını kendi çıkarları açısından törpüleme gereği duyarlar. Öncelikle ideolojik olarak sanatı insanın üretimden kopuk basit bir zevk nesnesi 37 derekesine indirgeyerek bunun propagandasını yapar. Sanat ve insanın başından beri yarattığı sanat ürünlerini alınıp satılan metaya çevirir; Sermayenin gücüyle sanat ve sanat yapıtlarının koruyucusu, dolayısıyla insanlığın hizmetkârı olarak lanse eder. Vakıflar kurar, sanatçıların özgürlüğünü burs ve sponsorluk faaliyetleriyle etki altına alıp sınırlar. Sponsoru olduğu sanatçı ve sanat etkinliklerini reklam aracı olarak kullanır. Geniş çaplı sanatsal faaliyetlerin organizatörlüğünü yaparak (film festivali, resim sergileri, müzik konserleri) sanat etkinliğini halk kitlelerinin erişiminden koparttığı gibi, halka da sanatın varlıklı kesimlerin işi ve zevkli eğlenceleri imajını yaratır. Devlet de aynı şeyi kamusal alanda yapar. Kültür ve sanat birikimlerini ve etkinliklerini halkın kullanımına ve izlenimine sunulmasını sermayenin çıkarları gereği mümkün olduğunca sınırlar. Sanatsal ve sportif faaliyetleri kar amaçlı olarak ticari kuruluşların eline tutuşturur. Emekçi halkın bu etkinliklere ulaşması, faaliyetlerden yararlanması ticari ilişki kurallarına tabi kılınınca sanatı izleme, işleme, geliştirme gücü sınırlandırıl- Kültür-Sanat Devrimci Gençlik mış ve baskı altına alınmış olur. Sanatın Bir Tarafı Vardır Sanat egemen güçlerin düzeninin sürdürülmesi açısından nasıl ki bir propaganda, halkın elinden sanatı alma, onu uzak tutma etkinliğine dönüşüyorsa halkın sömürü ve yoksulluktan kurtulma mücadelesinde sanatsal yaratılarının olabildiğince açığa çıkarması, sanat etkinliği araçlarını en iyi şekilde kullanma mücadelesini sürdürmesi gerekir. Çünkü bir kere sanat artık insanın en iyiye, en doğru ve güzele, mükemmele erişmesinin bitip tükenmeyen bir aracı olmuştur artık. Bu araç eskimiş bitip tükenmiş, burjuva sınıfının elinde basit bir duyu ve zevk nesnesi olmaktan çıkarılmalıdır. Sömürüsüz bir geleceği kurma dinamizmine sahip yeni üretici güçler, yani ezilen sınıflar mücadelede sanatın işlevini yok sayıp görmezden gelemezler. Sanatın tarihi insan ilişkilerine bağlı olarak sınıfsal bir karaktere bürünmesi gerçeği yine sömürücü egemen sınıflar tarafından propagandatif şekillerde karartılmaya çalışılıp, onun hep sınıflar üstü, salt kişiye özel bir yetenek düzeyinde göstermeye çalışmıştır. Tüm bunlardaki amaç ezilen sınıfların sanatı bir eğlence eğitim aracı olarak kullanmasının önüne geçmek, bu alanda bilinç bulanıklığı yaratarak ezilenlerin kendi sanat tarihlerinde sönük ve geri kalmasını sağlamaktır. Sanatın bir özel yetenek ürünü olduğu gerçeği doğrudur ama her koşulda mutlak değildir. İnsan beyni çok karmaşık yapıya sahiptir. En yoğun, incelikli düşünebilen insan bile mevcut beyin kapasitesinin çok azını kullanmaktadır. Dolayısıyla olanaklar ve yeni fırsatlar tanıması halinde insanlarda o ana kadar kazanılmamış yeteneklerin kapısı aralanmakta, düşünmede ve yapmada ısrar insanda sanat yönünde yeni kabiliyetler ortaya çıkarmaktadır. Eğer sanat veya sanat dallarının birinde ürün verme salt doğuştan gelen bir yetenekle sınırlı olsaydı, bu alandaki eğitim ve disipliner tutumların hiç birinin uygulanmaması gerekirdi. Kimi insanlar doğuştan gelen müzik yeteneği doğrultusunda küçük yaşta hep o doğrultuda ilerler, büyür. Kimi de yaşamının belli bir döneminde ilgi duyarak gitar çalmak, şiir yazmak vb. ister ve diğer sorumlukları yanında bunu geliştirmeye yönelir. Kimi ise var olduğunu bildiği sanatsal yetilerini görünür kılıp, geliştirmek için günlük geçim derdine ilişkin sorunlarını öncelikle çözmeyi hedefler. Emekli olup da resim yapma, fotoğraf çekme, el sanatlarıyla uğraşma, yaratıcı yazarlık etkinliklerine katılma gayreti içinde olan insanların varlığını göz önünde bulundurduğumuzda sanatsal faaliyetin kalıtımla gelen bir yetenekten öte genel insan yaşamında göz ardı edilmeyecek bir çaba olduğu anlaşılabilir. 38 Tüm bunlardan, burjuvazinin sanatı sınıflar üstü bir yetenek ve çaba olarak gösterme çabasının bir demagojiden ibaret olduğunu anlamamız gerekir. Sınıf çatışması toplumsal ilişkilerdeki kavganın en büyük ve keskin noktasıdır. Bunun ortasında bir yerde duruş, bu iki yandan öte üçüncüsüne hizmet ediş diye bir şey yoktur. Susmayı ve tarafsız kalma politikası burjuvazinin ılımlı liberal bir politikasıdır. Tarafsız olmak da burjuvaziye hizmet etmek, sınıf savaşında burjuva sınıfından yana saf tutmak demektir. Tıpkı ‘ne sağcıyım ne solcu futbolcuyum, futbolcu’ denilerek gerektiğinde futbolun gençliği uyutma aracı olarak kullanılmasında olduğu gibi, aynı şekilde ‘ne sağcıyım ne solcu sanatçıyım, sanatçı’ bakış açısıyla sanatçının tarafsızlığı öngörülür. Sanatçının siyaseti olmaz, o halkın sanatçısıdır gibi üstü örtülü kara bir propaganda vardır ortada. “Halkın sanatçısı” kavramı ise bizim anladığımız emekçi halkın safında yer alma bazında bir kavram değil, tarafsızlık denilen ortada durmaya çağıran burjuva siyasetidir. Öyle ya burjuvazi bütün yönleriyle satın alamadığı bir sanatçıyı tarafsızlaştırma adına halka sırt çevirmesini sağlamak da kendi adına bir başarı elde etmiş olur ki bu da yabana atılacak bir şey değildir. Oysa tarafsız gösterilen sanat ve sanatçı günümüzde kapitalist ilişkiler içinde dolaylı da olsa sermayenin işine yarar. Özgür sanat ve sanatçı sermayenin etkisinden uzak, üretici güçlerin gelişip bilinçlenmesinde tarafım demeyi kendine onur sayar. Çingeneler Zamanı Sevda Alp Sanki hiç var olmamışçasına mahcup, Ardında buruk bir tebessüm bırakarak çekip giden bir diyar. Gidişinde de zaman ile arasında bir küslük… Ne de güzel bir söylenişi vardı adının: YUGOSLAVYA! Ya çocukların? Daha mevsimi bile gelmemişti dökülen yaprakların için ağlarken bir ağaç çaresizliğinde… Medeni Ljubljana, Hayalperest Zagreb, Umutsuz Belgrad, Şair Saraybosna… 25 yıl öncesinin Saraybosnası… Ülkemizde Yugoslavya Konsolosluğu’nun olduğu yıllar… Saraybosna şehir merkezinin tepelerinde konumlanmış yoksul ama bir o kadar da gamsız bir çingene mahallesi… Arabaların arkasından koşan çıplak ayaklı çocuklar, her filminde Kusturica’dan rol kapmalarıyla meşhur, oradan oraya dolaşan kazlar, hayat dersi veren tımarhane kaçkınları… Bir de Perhan’ı var mahallenin. Çoğu çingene yaşıtı gibi sefalet içerisinde büyümüş, geleceği için küçük beklentiler içinde olan temiz kalpli bir genç… O küçük beklentiler doğrultusunda yaşadığı insanca hayat bile çevresindekilere güven ve sevgi dağıtan cinsten. İnsan, 21.YY.’da yaşayınca en çok ihtiyaç duyduğu da bu iki şey, ne de olsa… Ancak sevdiği kız Azra’nın annesi için Perhan’ın bu yeteneği, evlenmelerine razı olması için pek kayda değer bir miktar değil. İyi bir insan olmanın “meteliksiz” damgasını yemekten daha da tehlikeli olanı ise, “deli” gözüyle bakılmasına neden olan “nine yadigarı” telekinetik güçleri… O ninesi ki “Ruhumu iste, vereyim” diyerek sever Perhan’ını… En büyük çilesi torunu Danira’nın sakat ayağı; en çok canını yakansa mahalledeki genç kızı olan annelerin korkulu rüyası oğlu Mercan. Mercan, Charlie Chaplin’i Chaplin gibi canlandıracak kadar komik, annesi kumar parası vermedi diye evin çatısını uçuracak kadar da zırdeli. Danira ve Mercan’ın hali buyken, Perhan: mahalledeki her evde hayat için sağlık bırakmış Hatice Nine’nin kendi evinde hayatını sağlıklı bir şekilde devam ettirmesinin tek nedeni. O günlerde yılın belli zamanları mahalleye gelen para babası Ahmet için eğlence düzenlenir. Mahalleli yarı Tanrı olarak gördükleri bu adamın yurt dışındayken ne tür işler yaptığını tam olarak bilmese bile ekmek kapısı açması umuduyla çocuklarını ona emanet edecek kadar da güvenirler. O eğlence akşamı Ahmet’in oğlu Roberto kriz geçirir. Ahmet, mahallede doktorlara bile taş çıkartan meşhur Hatice Nine den oğlunu kurtarması için yardım ister. Yaşlı kadın kendi yöntemleriyle çocuğu hayata döndürür ve Ahmet başka kimsenin yapmaya- 39 cağı bu iyilik karşısında kadına karşı kendini borçlu hisseder. Ertesi gün Perhan’ların kapısını çalan Ahmet, dile benden ne dilersen der gibi elini cüzdanına götürdüğü anda cüzdan yüzünde paralanır. Hiç kimseden şifa karşılığı para kabul etmeyen Hatice Nine’nin Ahmet’ten tek bir isteği vardır: Ayağındaki sakatlık gün geçtikçe ağırlaşan Danira’nın, Ljubljana’daki kemik hastalıklarını tedavi eden hastaneye yatırılması. Böylelikle birkaç gün sonra kardeşleriyle İtalya’ya gidecek olan Çingeneler Şeyhi, yol üzerindeki Ljubljana’ya götürmek üzere Perhan ve kardeşi Danira’yı da yanlarına katarlar. Torunlarına yolculuk boyunca verebileceği tek maddi şey elma şekeri olan bu hüzünlü ve gururlu kadına bir söz verir Ahmet: “Hele bir iyileşsin, Marilyn Monroe gibi bacakları olacak !” Perhan, ne ninesi, ne Azra ne de nokta haline gelene kadar, Saraybosna’sından bir an olsun gözünü ayırmaz. Ruhunu da o an orada bırakıp bir daha hiç geri alamayacağını bilmezcesine… Ljubljana’ya vardıklarında söz verildiği gibi Danira kliniğe yatırılır. Tam da Perhan, bu yardım karşısında kul, köle misali Ahmet’in ayaklarına kapanacakken, Ahmet delikanlıya ses ve görüntü itibariyle de benzediği Don Corleone’ye selam çakarcasına “reddedemeyeceği bir teklif” yapar: Para, ev, mahallede ün ve koşulsuz say- Devrimci Gençlik gınlık karşılığında Ahmet’in pis işlerini yapmak. Yolculuğunun Ljubljana’da sona ereceğini sanan Perhan tıpkı mahalledekiler gibi Ahmet’in ne tür işler çevirdiğini tam olarak bilmese de, uğruna canını koyduğu Azra’sıyla evlenebilmek için teklifi kabul eder ve korkuyla karışık İtalya’ya doğru yola devam eder. Milano’nun ıssız banliyölerinden birine park ettikleri karavanda dilenciler ve hayat kadınlarıyla aynı yastığa başını koyma fikri başlarda epey canını sıksa da Azra ile yaşayacakları güzel günler için kendini tüm bunlara alışmaya zorluyordu. Bu işten eline para geçtiğini görmesiyle, başlarda o iğrendiği adamların yanlarına ait hissetmeye başlaması da dönüşümündeki sürecin ilk doğal sonuçlarıydı. İlk hırsızlık deneyiminde, eli, evin çekmecelerinden önce salondaki piyano tuşlarına giden o temiz çocuk, şimdilerde çaldıklarını masaya döktüğünde arka fonda çalan alkışlarla gururu okşanıyor; ayna karşısına geçip eskiden olduğu gibi romantik Richard Gere pozları değil, elindeki puroyla Al Pacino rolü kesiyordu. Bir de sözüm ona gözü öyle bir açılmıştı ki, çaldıklarının bir kısmını köprü altlarına saklıyor; tüm Milano yetmezmiş gibi meslektaşlarını (!) da dolandırıyordu. Bir zamanlar “çalışırım ama dürüst bir işte” diyerek Ahmet’in kafasını ütüleyen, onunla birlikte İtalya’ya gelip hayat kadını olmaya zorlanan genç kızla birlikte olmak istemedi diye dayak yiyen o delikanlı, şimdilerde İtalya-Yugoslavya sınırında insan ticareti yapan bir şebekenin hatırı sayılır bir elemanı oluvermişti. Her ne kadar Ahmet’e olan hayranlığı gün geçtikçe Kültür-Sanat biraz daha artsa da, bu durum onu içten içe rahatsız ediyordu. Derken, o günlerde İtalyan polisi karavana bir dizi operasyon düzenler ve Perhan dışında herkes yakalanır. Baskınla eş zamanlı olarak Ahmet’in felç geçirmesiyle şebeke dağılma sürecine girer. Ahmet onca sahtekâr adamın içinde bulabileceği en dürüst adamın yine de Perhan olduğunu bildiğinden patron olarak onu seçer ve bu, elbette ki yıllardır birlikte iş yürüttüğü kardeşleri tarafından hiç hoş karşılanmaz. Küçük kardeş Saddam, Hırvatistan misali ilk bağımsızlık söylemini ateşler ve çalıştırdıkları çoğu kişiyi himayesine katarak yeni bir çete kurar. Ahmet’in güvenini boşa çıkarmak istemeyen Perhan ise dilendirecek 4–5 gariban bulmak için memleketine doğru yola çıkar. Azra’nın annesinin yüzüne intikam alırcasına fırlatacağı dolarları, akabinde düğününü, ninesinin onunla gurur duyarcasına sarılacağı hayalini kurar da kurar yol boyunca. Yalnız intikamı sıcak tatmak istediğinden Saraybosna’ya geldiğinde daha evine uğrama- 40 dan Azraların kapısında belirir. Kapı açıldığında adına “hayat” denen serap, Perhan’ı karşısına alarak: “Hikâyedeki kahramanlar arasında en doğru insan, sen bile ruhunu satabiliyorken hiç kimseden bıraktığın gibi temiz ve aynı kalmasını isteme hakkının kalmadığını unutma! Ya da her şeyi unut, ama şunu asla unutma; benim bile yazdığımdan çok yalan söylemişken kendine, benden sana rüyalarını canlı kılacak gerçekler sunmamı bekleme! Ondandır ki, ne Azra’ya sen yokken seni aldatıp gebe kalmasına öfkelen, ne de ninenin artık eski Perhan’ı bulamayıp senden dahi vazgeçmesine dertlen!” Ruhunu satmak… Azra’nınki mi daha çok para etmişti, yoksa Perhan’ınki mi? Perhan cebimize sokuşturacağı üç beş kuruşla susturabilirdi belki bizi ama Azra hiçbir yere gidemeyecek kadar ortadaydı. Azra, uzun süredir görmediği sevgilisi Perhan’la karşılaştığında heyecanı sakarlığına vurması gerekirken, şimdi durumunun açıklanamaz olmasından kaynaklı gözlerini halıdan yukarı kaldıramıyordu. Azra, kısa bir süre öncesine kadar onun en büyük isteğiyken, şimdi yutkunamama sebebine dönüşmesiydi bu yaşadığı şaşkınlık Perhan’ın… Kızgınlık değildi gerçekten, şaşkınlıktı bunun tanımı. Ninesinin neden baba olacağına inanmadığını sorduğunda “Kendime yalan söylediğimden beri kimseye inanmaz oldum” diye cevaplayacak kadar da gamsızdı. İnanmadı, hatta şaşkınlık zamanla racon gereği kızgınlığa da dönüşünce Perhan’ın adım adım yükseldiği kariyerinde (!) Azra’nın oynayabileceği tek rol artık para için amaçtan Devrimci Gençlik ziyade, araç olmaktı. Azra ile evlenmeyi de bu nedenle kabul etti; doğacak bebeği satmayı kafasına koymuştu bi’ kere. İnanmadı; taa ki Azra İtalya’ya vardıkları gece doğum sonrası bir tren rayında duvağı dışında kimsesiz ölene kadar… HAYALLERİ OLMAYAN BİR ÇİNGENE NE İŞE YARAR Kİ? Ninesinden dinlediği masallara akordiyonuyla eşlik eder Perhan; ama hayatında sahip olmak istediği şeyler için ödeyeceği bedellerin sertliği karşısında ne bir akordiyon sesi duyulur ne de keman melodisi… Kaldı ki o, artık sahip olmak istediği şeyler bir yana, inanacak bir şeyi kalmamış bir adamdır. Yalnız şu hayattan ağır bir depresyon sonucu göçüp gitmeden yapacağı son bir görev vardır: Ljubljana’daki Danira’yı babaannesine Marilyn Monroe bacaklarıyla birlikte teslim etmek. Hastaneye geldiğinde kardeşinin yatırıldıktan çok kısa bir süre sonra bizzat Ahmet tarafından hastaneden alındığını öğrenir. Vaatleri konusunda hiçbir zaman şaşırtmayan Ahmet, neyse ki bu sefer yaşattığı hayal kırıklıklarına çare bulunmasında aralık bir kapı bırakmıştır. Kaldı ki Perhan, Danira’nın neden tedavi görmediğini ve onu nerede bulabileceğini kendi tecrübelerinden de gayet iyi biliyordur. Kız kardeşini tahmin ettiği gibi Milano sokaklarında dilenirken bulur ve hikâyeyi bir de ondan dinler. Danira, İtalya’ya geldiğinden beri Ahmet ve kardeşleri için dilendirildiğini ve Ahmet’in birçok şeyde yaptığı gibi bu olayı Perhan’dan takdire şayan bir sahtekârlıkla gizlediğini anlatır. Uzun süredir kavgalı olan Ahmet ve kardeşleri, tekrar barışmış; bunun şerefine de Ahmet’e düğün yapma kararı almışlardır. Kültür-Sanat Tüm bunların yanında Danira’nın ağzından çıkan ve Perhan’ın aklına bile gelmeyen bir şey vardır ki, o da; kendi adını taşıyan küçük oğlu Perhan… Azra’nın ölümünden sonra geçirdiği ağır depresyon sonrası hiç görmediği oğluna Danira bakmıştır. Tüm bunları yorgun gözlerle başını bir öne bir arkaya sallaya sallaya dinledikten sonra oğlunu da alıp eve dönmek için düğünün yapılacağı yere giderler. Vardıklarında Danira çayırda futbol oynayan çocukların arasındaki minik Perhan’a seslenir. Oğlunu doğumundan sonra ilk defa görecektir Perhan. Bu heyecanın yarattığı merak ve aceleden olsa ki kendisine çevrilen onlarca bakış arasından sadece oğluna ait olanın hangisi olduğunu bilmek ve sadece onunkiyle göz göze gelmek ister… Aynı anda yan taraftaki Ahmet ve kucağındaki oğlu Roberto’ya bir de karşısındaki adamın babası olduğunu bilmeyerek ona doğru yürüyen minik Perhan’a bakar. Sadece birkaç saniye önceki acelesi, yaklaşan adımlar ve ona sabitlenmiş masum bakışla birlikte yerini o anki gördüğü resmi yırtıp oradan kaçma isteğine bırakmıştır. Dört yıl boyunca yaşadığı gerçek o kadar çıplaktır ki, bu çıplaklığa ne giydirse hangi hayalle yumuşatsa da dört yaşındaki bir çocuğun masal sınırlarını aşacaktır. Yalnız herkes bilir ki dört yaşındaki bir çocuk en azından o yaşına kadar, gerçeği değil babasını tercih edecektir. Kaldı ki kendisiyle göz göze gelmekten çekinen o adamın babası olduğunu öğrendiğinde verdiği tek tepki kandırılmaktan korkmak olur Minik Perhan‘ın. “Neden beni bırakıp gittin” diye babasına çıkışabilecek kadar haklı bir kızgınlığa sahipken üstelik… Perhan’ın oğlundan aldı- 41 ğı bu çocuk saflığındaki tepki, kendi dönüşümünü başlattığı yıllardan beri, planladığının dışında karşısına çıkan şanslara karşı yıllardır ördüğü duvarları bir bir yıkmış olur böylece. Korku yoktur artık oğluna sarılırken, çünkü Ahmet’i gördüğü andan itibaren biliyordur ki bu oğluyla ilk ve son kez gözlerini birbirine değdirişleridir. Minik Perhan’ı kucakladığı gibi kız kardeşiyle Saraybosna trenine bindirir. Gerçek anlatılamayacak kadar çıplaksa, saklanamayacak kadar da anlaşılır değil miydi o zaman? Perhan anlamış mıydı sanki babasının onları trene bindirip gittiğinde bir daha gelmeyeceğini? Danira onu babasının hikâyesiyle büyütmemiş miydi? O hikâyede Ahmet’in rolünü bilmiyor muydu? Babasının bir daha dönmemek üzere gidişini izleyen bir çocuğun öylesine söylediği sözler değildi bunlar: “Biliyorum gelmeyeceksin. Bana akordiyon almayacaksın!” Sözü sözdü bir kere Perhan’ın. Hatice Nine’ye yazdığı son mektupta Ahmet’in yüreğini sökmek için gerekirse dörtyüz yıl yaşayacağını söylemişti. Lakin intikamını almak için dörtyüz yıl bekleyemeyecek olan Perhan, düğün salonuna girdiği gibi Ahmet’in tam karşısındaki masaya ceketini atar ve önündeki çatala gözlerini dikmesiyle, çatal, Ahmet’in boynuna saplanmak üzere emrine girer. O an sorası gelir insanın Perhan’a: “Bırak hayallerini gerçekleştirmeyi, bu doğaüstü yetenekle dünyayı bile değiştirecekken, neden onurunu kaybetmeye göz yumdun?” Kim bilir cevaplamıştır belki de sorumuzu Perhan. Demiş olamaz mı? : “Hep öyle olmaz mı zaten, nerede insanca yaşamak için insanca yürünecek yollar varken, yükselmek uğru- Kültür-Sanat Devrimci Gençlik na kendimizden ödün vererek çıkacağımız tepelere tırmanırız. Sahi yürümek değil de tırmanmak isteriz değil mi hep? Bir de tırmanış sırasında aşağıya bakıp geriye çamurlu ayaklarla basıp geçtiğimiz onur ve vicdanımızla göz göze gelme gibi bir huyumuz vardır ki, bile bile kaybettiklerimiz için mücadele başlatırız sonra kafamızda. Bu Azra için, bu ninem için, bu Danira için nidalarıyla Ahmet ve tüm kötü adamlara sapladığımız bıçakla ellerimizi kanla yıkar, intikamın verdiği vadeyi tamamlama huzuruyla, bir köprüden tren raylarının üzerine atarız kendimizi. Ardımızda bizimle aynı kaderi ve adı taşıyan oğullar bırakarak… Kafka “Bir Kızılderili olsa insan! diyerek eksik söylemiş aslında. Kızılderili gibi çingene de olsa insan… İnsan ki, ancak o zaman Ederlezi ağıtlarıyla uğurlana gökyüzüne…” DEĞERLENDİRME Çingeneler Zamanı’nı yurt içinde ve yurt dışında çoğu eleştirmenin yaptığı gibi sadece “Çigan dilinde çekilmiş ilk film“, “Çigan kültürü” ve büyük müzisyen Bregovic’in imzasını attığı müzikleriyle değerlendirmek başta Emir Kustica’dan büyük bir küfür yemek ve filme yapılmış en büyük saygısızlık anlamına gelir. Ki bu yönlendirmeyle filmi seyredeceğini sanan izleyici film boyunca Kusturica’nın onları karşı karşıya getirdiği gerçeklerle sert bir tokat yiyordur zaten. Konu, açık bir şekilde Yugoslavya ve işin çingenece olan kısmı Yugoslavya’nın da, aşkın da, ölümün de çingene gözüyle anlatılışıdır. Aralık 88’de dünyaya gelen filmin tarihsel özelliği ise; yönetmenin dağılmadan önce çektiği son film olmasıdır. Ülkenin içinde bulunduğu ekonomik çalkantılardan ziyade artan etnik çekişmelerin (daha sonrasında da katliamların) “bağımsızlık” söylemleri için daha elle tutulur bir bahane olduğu o günlerde dağılma tahmini Kusturica gibi zeki bir adam için kuşkusuz zor değildir. Filmdeki politik göndermeleri ise daha çok ülkesiyle arası bozuk olan Perhan’ın dayısı Mercan üzerinden yapar. Bitime 4–5 dakika kala Mercan’ın, Perhan’ın cenazesinden çıktığı gibi ağlaya ağlaya kiliseye gittiğini görürüz. Kilisede sola yatmış İsa portresini yerine koyarken “Ne olmuş sana böyle yüce Tanrım? Sen de ülkemiz gibi tepetaklak olmuşsun!” dedikten hemen sonra portre bu seferde sağ tarafa düşer. Bu sahneyle kapanışı yapılan film daha 3 yıl öncesinden Yugoslavya’yla bir veda değil de nedir? Politik göndermeler sadece Yugoslavya ile de sınırlı değildir. Kusturica filmde zaman zaman küresel konulara da atıfta bulunmuştur. Filmde Kusturica’nın bizi Perhan’ın rüyasına konuk ettiği bir sahnede Perhan’ın petrol varili evine döndüğünü görürüz. Ev ahalisi Perhan’ı farketmediği gibi petrol varilini kucaklar, dakikalarca petrol varili etrafında dans 42 ederler. Yugoslavya’nın dağı(tı)lması, 20. yy’a damgasını vuran olaylardan biridir. Kusturica’nın, Yugoslavya kadar büyük bir olguyu, tarihleri boyunca ezilen, dışlanan ve ötekileştirilen çingene toplumunun üzerinden anlatması, filmin en göze çarpan niteliklerinden biridir. Zira bunu, dağılma sonrasında birbirini boğazlayan Yugoslavya’nın evlatları üzerinden anlatsaydı büyük bir ihtimalle Çingeneler Zamanı’ndaki tarafsızlığını koruyamaz, birbirlerinin katili yapılmış kardeşlerden ziyade bu katliamları tasarlayan sistemi eleştiremezdi. Kaldı ki Kusturica kronolojisini az çok bilen biri, tıpkı evlatlarının Yugoslavya’ya en azından eski huzuru aratmayacak kadar dahi sadık kalamadıkları gibi, maalesef Kusturica’nın da zamanla bazı olayların tarafı olduğunu görebilir. Parçalanma sonrası hemen hemen her bölgede gerçekleştirilmiş tarifi imkânsız ve bahanesiz katliamlar karşısında hala “peki gerçekte ne oldu”yu soracak kadar soğukkanlı kalabilmek, Berlin Duvarı’nın yıkılışından sonra bırakın Balkanları tüm dünya siyasetinin akışını tahmin etmekten elbette ki daha zor olduğu da bir gerçek. Yugoslavya’nın yıkılışındaki dramatiklik tam da burada yatıyor zaten: 88 yılındaki bir Saraybosnalıya bundan 5–6 yıl sonra şehrin tepelerinden mahallelere kadar inecek büyüklükte bir şehit mezarlığı olacak deseler ne cevap verirdi acaba? Sahi, savaştan sağ çıkabilmiş, ülkesinde kaç rejim, kaç savaş görmüş 70 yaş üzerindeki binlerce Saraybosnalı şehrin neresinde olursa olsun başlarını kaldırdıklarında o mezarlıkla karşı karşıya geliyor değil mi? Ege’de 6 Kasım E ge Üniversitesi bu seneki YÖK protesto eylemliliklerini EGE ÜNİVERSİTESİ FORUMU bileşenleri olarak öğrenci ve akademisyenler hep birlikte düzenlediler. YÖK’ün kuruluş tarihi olan 6 Kasım’dan önce düzenlenen forum ve söyleşilerle YÖK düzeni ve YÖK’e niçin karşı mücadele edilmesi gerekliliği üniversite bileşenlerinin ortak gündemi olarak tartışıldı. 4 Kasım günü ise EGE ÜNİVERSİTESİ FORUMU ortak etkinliği olarak film gösterimi düzenlendi. 5 Kasım günü ise YÖK ve Gezi Direnişi gündemli panelforum gerçekleştirildi. 6 Kasım tarihinde ise üniversite gençliği yine alanlardaydı. “GEZİ’DEN ÜNİVERSİTEYE YÖK TARİHİN ÇÖPLÜĞÜNE” pankartıyla edebiyat fakültesi önünde buluşan öğrenciler daha sonra Edebiyat ve İletişim Fakülteleri’nin içerisinden yürüyüşü başlattılar. Fakültelerin içerisinde sesli ajitasyonlar ve sloganlarla tüm üniversite bileşenleri eyleme davet edildi. Fakültelerin içlerinden katılımlarla çoğalan kitle yemekhane önünde toplanan öğrencilerle birleşerek yürüyüşüne Meslek Yüksek Okulu istikametinde devam etti. Kitle mühendislik fakültelerinin yakınında bulunan ve genelikle faşist çetelerin örgütlenmeye çalıştıkları Gıda Cafe önüne geldiğinde Gezi direnişi şehitleri için kısa bir anma etkinliği gerçekleştirdi. Saygı duruşu ve konuşmaların ardından yürüyüşe devam eden kitle yürüyüşü sonlandırmak adına öğrenci çarşısı (25 Aralık’tan itibaren öğrenciler tarafından ismi Ali Serkan Eroğlu Yolu olarak değiştirildi) istikametine yöneldi. Çarşıya gelindikten sonra yürüyüş öğrencilerin insiyatifiyle kampüs dışındaki ana yola Manisa kavşağı olarak bilinen yola taşındı. Anayolun trafiğe kapatılıp basın açıklamasının yapılmasının ardından öğrenciler marşlarla kampüse geri döndü. Ege Üniversitesi Ali’leri Unutmayacak! 2 4 Aralık 1997 yılında kendisine dayatılan ajanlık teklifini reddettiği için katledilen, devrimci öğrenci Ali Serkan EROĞLU, Ege Üniversitesi öğrencileri tarafından anıldı. Bu sene ki anma programında Gezi Direnişi’nde katledilen üniversite öğrencisi Ali İsmail KORKMAZ da unutulmadı. 25 Aralık Çarşamba günü düzenlenen anma yürüyüşü öncesinde üniversitedeki devrimci kurumlar günlerce Ali Serkan’ı anlatan standlar kurdu. Katledilen öğrenciler anısına üniversitenin çeşitli alanlarında tiyatrolar oynanarak anma yürüyüşüne çağrılar yapıldı. 25 Aralık günü ise Edebiyat Fakültesi önünde toplanan öğrenciler ‘öğrenci çarşısı’ yönüne yürüyüşe geçtiler. Ali Serkan ve Ali İsmail’in fotoğraflarının bulunduğu ‘ÜNİVERSİTE ALİ’LERİ UNUTMUYOR KATİL DEVLET HESAP VERECEK yazılı pankartın taşındığı yürüyüşe Ali 43 Serkan’ın dönem ve mücadele arkadaşları da destek oldular. Kitle Öğrenci Çarşısı önüne geldiğinde burada yapılan kısa anma töreninin ardından öğrenciler Çarşı içindeki yolun adını Ali Serkan EROĞLU Yolu olarak değiştirdiler. Anma yürüyüşünün ardından Edebiyat Fakültesi’ne dönen eski ve yeni jenerasyondan Ege Üniversiteliler düzenledikleri söyleşi-forumla anma programını sonlandırdılar. Ege Üniversitesi’nde Faşistlere Sınav Yasağı E ge Üniversitesi’nde yurtsever-devrimci öğrencilerin düzenlediği Rojava Duvarları Yıkılsın eylemini sözlü saldırılarıyla provake etmeye çalışan faşistlerle kısa süreli arbedenin yaşanmasının ardından, akşam saatlerinde Bornova Metro önünde dolaşan üç Kürt öğrenci linç edilmeye çalışıldı. Organize olarak düzenlenen linç girişimiyle birlikte biri ağır olmak üzere arkadaşlarımız yaralandı. Cuma günü gerçekleşen bu olayın sonrasındaki pazartesi günü Edebiyat Fakültesi’nin vize haftasıydı ve arkadaşlarımız vize sınavlarına giremedi. Bu durum üzerine Ege Üniversitesi devrimcileri faşistlere bu saldırıyı düzenleyen histeriyi sahiplendiğini beyan eden tüm şoven algıya vize sınavlarına girmelerine yasak getirdi. Tespit edilen faşistlerin öğrenci kartlarına el konularak gönderildiler. Reis olarak tanımlanan ele başları ise kendi sınavlarından kendileri feraget etmeleri dikkatlerden kaçmadı. Vize haftası içerisinde bir hafta uygulanacağı bildirilen sınav yasağına karşı faşistler küçük gruplarla ( ellerinde satır ve döner bıçaklarıyla gelen) fakülteye girmeye çalışsalar da başarılı olamadılar. Sınavların bitiminin ardından sınava gelmeyen faşist elebaşların sivil polis ordusuyla birlikte okulun boş olduğu zamanlarda sınavlarına girmesi bu çetelerin korunduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. Ayrıca faşistlerin ellerinde döner bıçaklarıyla çekilmiş fotoğraflarıyla ilgili olarak rektörlüğün yoldaşlarımıza ve siper yoldaşlarımıza soruşturma açması, rektörlüğünde koruyuculuk görevine soyunduğunu göstermektedir. Mine Bademci Kültür Merkezi’ndeki Çalışmalar K ıvançtır sanat, sevincin kaynağıdır.\ Fırtınada alev alev tutuşur. Işığı aydınlatır mavi göğü\Sanat görkemidir tüm insanlığın\ Gözlerindeki kıvılcımdır halkın… Victor Hugo… Sanatın amacını ‘insanlığın, insanlık tarafından, insanlık için yönetilme çabası adına sanat’ olarak tanımlıyor Orhan Kemal. Kapitalist toplumlarda sanat, mücadele etmenin, paylaşmanın, birlikte olmanın yerini bencilliğe ve rekabete bırakmıştır. Bizler yaşadığımız hayatı ve paylaştığımız sevdayı; kollektif değerler içinde ve emek harcayarak büyütmeliyiz. Egemenlerin sanatı halkın bağrından koparıp kendi sınıf gerçekliklerine göre kurgulamaları üzerine, halk kendi sanatını icra etmelidir. Mine Bademci Kültür Merkezi olarak bizlerde kendi sanatımızı insanlığın ortak paydalarında, kollektif bir şekilde üretiyoruz. Atölye faaliyatlerimizde dostlarımız ve arkadaşlarımızla birlikte sohbetler ve gündem değerlendirmesi yapıyoruz. Ayrıca her hafta devam eden Halk Oyunları, Takı Tasarım ve Kürtçe kurslarımızla birlikte kültür merkezimiz hareketliliğini ve canlılığını koruyor. Sanatı, kültürü, umudu ve birlikteliğin devamını sağlamak için ileriki dönemlerde sinema haftaları düzenlemeyi önümüze koyduk. Ayrıca yine yeni dönemde tiyatro, kurgusal metin ve kısa film atölyeleri inşa etmek ve müzik çalışmalarını hızlandırmak gibi planlamalarımız var. Sizleri sevginin ve umudun yeşerdiği yeni dönemde atölye, kurs ve sinema gösterimlerimize bekliyoruz. İstanbul Ünivesitesi’nde Roboski Anması B eyazıt’ta üniversite öğrencileri Roboski katliamının 2.yılında katliamı protesto etmek ve devletin katliamcı yüzünü teşhir etmek için bir yürüyüş gerçekleştirdi. ‘’Zilan’dan Roboski’ye Katleden Devlettir’’ pankartı ile yürüyen kitle Beyazıt Meydan’da basın açıklamasının ardından saat 19’da Taksim’e çağrı yaparak eylemi sonlandırdı. Devrimci Gençlik/Haber Komitesi 27.12.2013 44 Eğitimde Faşizmin Yeni Tezahürü E ğitimde faşist uygulamalara bir yenisi daha eklendi. Tüm alanlarda demokratik bir uygulama başlattıklarını söyleyen AKP’nin, geçtiğimiz günlerde yapılan Roboski operasyonu ve azınlık öğrencilerinin temel haklarına kadar uygulanan politikalarda demokrasiden ne anladıklarını gözler önüne serdi. Liselere geçişte SBS’nin yerine getirilen 6 dersten 12 sınav yapılmasını öngören Temel Eğitimden Ortaöğretime Geçiş Sistemi’nin (TEOG) ilk dönem sonuçları dün açıklandı. Ve açıklanan sonuçlara göre oluşan tablo, birkez daha “Dindar nesiller yetiştireceğiz” argümanının pratik adımının ifadesi oldu. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinden muaf gayrimüslim öğrenciler e-okul sistemine ‘G’ yani “Sınava girmedi” diye kodlanıp sıfır almış gibi işlem gördüler ve 33.34’e varan puan kaybı yaşadılar. 6 dersten her dönem birer tane olmak üzere yılda toplam 12 sınav yapılmasını öngören sistemin ilk 6 sınavı, geçen yıl 28-29 Kasım’da gerçekleştirildi. 1. dönem sınavlarının açıklanmasıyla birlikte azınlık okullarında okuyan öğrenciler, merkezi sistemle yapılan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin sınavından muaf olmalarına rağmen sınavlara “girmemiş” olarak işlendi ve hepsinin notları “sıfır” almış kabul edilerek hesaplandı. 22 OCAK 2014 Marmara Ünivesitesi’nde Faşist Saldırı D evlet destekli faşist saldırıların odağı Marmara Üniversitesi’nde bir kez daha faşist saldırı vardı. Bugün gerçekleşen saldırı da devletin kiralık katilleri, bir devrimci öğrenciyi daha yaraladı. Palalar ve satırlarla gerçekleşen saldırı da yaralanan öğrencinin durumunun ağır olduğu ifade ediliyor. Son günlerde polis ve ÖGB’ler tarafından desteklenerek sürdürülen gerginlik bugün sabah saat 10.00 sıralarında Rasim Paşa Mahallesi, Söğütlüçeşme Caddesi üzerinde yürüyen Yavuz Ulaş isimli İktisat Fakültesi öğrencisine 5 kişinin saldırısıyla doruğa çıktı. Ulaş’ı arkadan takip ettikleri öğrenilen faşist güruh, yanlarında getirdikleri satır, bıçak ve demir çubuklarla Ulaş’ı yaraladıktan sonra kaçtı. Vatandaşların haber vermesiyle olay yerine çok sayıda polis geldi. Bir süre yerde ambulans bekleyen yaralı arkadaşımız, gelen ambulans ekipleri tarafından hastaneye kaldırıldı. Bu arada devrimci öğrenciler ile polis arasında kısa süreli bir arbede yaşandı.Ulaş, acil serviste tedavi altına alındı. Devrimci Gençliğin de yer aldığı öğrenciler Göztepe Kampüsü önünde bekleyişlerini sürdürüyorlar. 45 Talan ve Yalan Cumhuriyeti’ne Hayır! Yolsuzluğa, Talana, Yağmaya, Faşizme Karşı Sokağa, Eyleme, Özgürleşmeye! A KP, sermayenin yalan ve talan için kurdurduğu bir hükümettir. 11 yıldır bu niteliğine rağmen, sola ait değerler dahil halkın beklentilerini sömürerek niteliğini şu veya bu oranda gizlemiş, niteliğinin açığa çıkmasını geciktirmek için hemen her yola başvurmuştur. Sayıştay’ın işlevsizleştirilmesi, basının susturulması, ihale düzeninin göstermelik hale getirilmesi boşuna değildi. Rantiyerler, rant cumhuriyetinde istediği gibi cirit atabilmeli; formaliteye uydurulmuş soygunların yeterli olmadığı yerde, hırsızlık, gasp ve rüşvet devreye sokulmalıydı. Bu, yalnızca AKP’nin değil; dini, imanı, vatanı olmayan sermayenin kimliği ve niteliğidir. Emperyalist tekellerin tüm dünyada yaptığı budur. Buna, Cemaat örgütlenmesi de dahildir. Düne kadar, halka karşı uygulanan zulümde de yalan ve talanda da ortak hareket edenler, bugün ayrışmışsa, bu durum birini diğerinde daha temiz veya haklı kılmaz. Gerçekte, sınıflı toplumlar tarihi boyunca savaşların, işgallerin, iç ve dış çatışmaların kaynağını bu kâr hırsı, sömürü ve talan amacı oluşturmuştur. Mevcut durum “temiz eller” edebiyatıyla aşılacak cinsten değildir. Böylesi anlarda sermayenin tüm temsilcilerinin işi, yıpranan rejimi tahkim etmek için enkaz devraldığını söyleyip, işlevini tamamlamış eski üzerine aynı içerikteki yeniyi bina etmek ve sömürü düzeninin devamını sağlamaktır. Bu nedenle, alternatifin daha çok konuşulur hale geldiği bu süreçte, gerçek alternatifin “kötünün iyisini seçmek” olmadığı bilinciyle hareket edilmeli; daha zor ve uzun erimli de olsa, halkın söz, yetki ve karar sahibi olduğu, tepeden tırnağa farklı gerçek alternatif için mücadele edilmelidir. “Kim gelirse gelsin yeter ki AKP gitsin.” dendiğinde, şimdiden sağcılaşma antrenmanları yapmaya, ABD’ye sempatik mesajlar vermeye başlayan ve adı dışında “sosyal” veya “demokrat” hiçbir niteliği olmayan CHP gibi seçeneklere yönelindiğinde, sermayenin “B” planına uygun davranılmış ve yıllardır olduğu gibi “ya kırk katır ya kırk satır” tuzağına düşülmüş olur. Evet, AKP nezdinde sistemin yıpranması, gerçek kimliklerinin, halk düşmanı karakterlerinin ortaya çıkması bir fırsattır. Ancak bu fırsat doğru değerlendirilmeli; adı ne olursa olsun, oy avcılığı yapan, halkın beklentilerini sandığa taşıyıp etkisizleştiren seçeneklerden uzak durulmalı; özgürlük, eşitlik ve adaletin sahtesine razı olunmamalıdır. 46 AKP eliyle yapılan illüzyonlar miadını doldurmuş, mızrak artık çuvala sığmaz hale gelmiştir. Sistemin biriktirdiği içsel cerahat, kendini zehirlemeye başlamıştır. Buna rağmen kendiliğinden çökmesi veya demokratik alternatifleri kendi içinden çıkarması sınıfsal niteliği gereği olanaksızdır. Muhalefet yapılacaksa, yalnızca AKP’ye karşı değil, onun da içinde olduğu sınıf iktidarına, sisteme karşı yapılmalıdır; alternatif, sistem içinde değil dışında aranmalıdır. İnsanların basiretini bağlayan; en yakınındakiyle bile rekabete ve yarışa yönelten, mülkiyet hırsıyla ayrıştırıp bireycileştiren, kapitalist nitelikler üzerine bina edilmiş sistemdir. Sistem, AKP ve Cemaat’le beraber, tüm sermaye kesimleridir; burjuva-gerici yapılar ve ideolojilerdir. Bu koşullarda geliştirilecek alternatifin üzerine oturması gereken nitelikler, Gezi’de belirli oranlarda ortaya çıkmıştır. Alternatif, Taksim Komünü’dür; Güvenpark’tır; Antakya’dır; kardeşliğin, dayanışmanın ve geleceği birlikte kazanmanın adıdır. Direniş eksenli geliştirilmesi gereken bu alternatif, dilini 1871 Parisi’nden, 1917 Rusyası’ndan, 1959 Kübası’ndan almalı, yoldaşça üretip yoldaşça uygulamalıdır. “YALAN VE TALAN CUMHURİYETİ’NE HAYIR!” diye haykırılmalı, “Hep beraber sulardan çekmek ağı” diyen bir değerler sistemiyle gelecek örgütlenmelidir. İnanç Yitimi Bir Tesadüf Değildir İnanç dediğin yemin gibi bir şeyse bizim yeminlerimiz madde kadar gerçektir ve tuttuğunu koparmak içindir D evrimci değerlerin doğru tanımı kadar doğru kavranması da çok önemlidir. Feodal normların etkisinde, biraz da keyfi ölçüler içerisinde tanımlanmış devrimci değerlerin, süreç içerisinde şu veya bu nedenle terkedilmesi şaşırtmamalıdır. Zaten doğru kavrama, doğru sahiplenmeyi ve giderek kalıcılaşmayı beraberinde getirir. Devrimcilikte inanç olgusu, kimi maksatlı yorumcuların yansıtmaya çalıştığı gibi, bilimsel olmayan, dini çağrışım yapan bir olgu değildir. En azından, doğru kavranmış hali bu değildir. Örneğin devrime inanç, başarıya/zafere inanç, bu olgularla ilintili olarak sunulan verilerin sonuç vereceğine dair pozitif bir kanaatin oluşması anlamındadır. Bunun dine benzer hiçbir yanı yoktur. Dini öğelerin temelsiz oluşu, terkedilişini de kolaylaştırır. Lenin’in Papaz Gapon ile ilgili bir anısı, bu konuda öğretici boyutlar taşımaktadır. Gapon, Lenin’e şunları anlatır: “Bir ara kuşkular içinde kıvranıyordum, inancım sarsılmıştı. Bu durum beni hasta etti, en sonunda, kutsal bir yaşantı sürdürdüğü söylenen bir keşişin yaşadığı Kırım’a gitmeye karar verdim. İnancımı pekiştirmek amacıyla, kalkıp bu yaşlı keşişe gittiğimde, onu, bir pınarın başında dua ederken buldum. Çevresinde, onun yönettiği ayin için bir sürü kalabalık toplanmıştı. Pınarda Aziz Georgius’un atının nalı tarafından bırakıl- dığı söylenen bir nal izi vardı. Elbette saçmaydı bu ama, asıl sorunun da bu olmadığını söyledim kendi kendime ve adamın derin bir inancı olduğunu düşündüm. Ayin bittikten sonra, duasını almak için yanına gittim. Papaz giysisini çıkarıp bir kenara koydu ve: ‘Burada mum satmak için bir dükkan açtık, iyi para kırdık!’ dedi. İşte peşinden koştuğum inanç buydu! Eve nasıl geldiğimi bilmiyorum. O zamanlar ressam bir arkadaşım vardı, adı Vereşçagin. İkide bir zorluyordu beni: ‘Bırak şu papazlığı’ diye. Düşündüm ve şu karara vardım: Köyde annem ve babamın saygın bir konumları var. Bütün köy halkının gözünde saygıdeğer bir adam olan babam, muhtar. Eğer papazlığı bırakırsam, herkes, oğlu dinden döndü diye, yapmadığını bırakmayacak ona. O nedenle bırakmadım papazlığı.” İşte inanç olgusu, yukarıdaki gibi içi boş ve temelsiz olduğunda, yani metafizik tanımlara dayandığında, inanç yitiminin şu veya bu biçimde ortaya çıkması normal ve anlaşılır bir hal alır. Ancak, eğer sözü edilen inanç, siyaset biliminin ve sosyolojinin doğruluğu kanıtlanmış önermelerine ve Marksizm’in defalarca kanıtlanmış gücüne dayanıyorsa; bu, bilimsel bir olgudur ve metafizik olanla bir ilgisi yoktur. Bu noktada sorun, devrimci zeminde yaşanmakta olan inanç yitiminin nedenlerini doğru tanımlamakta düğüm- 47 leniyor. Ve ister hareket tarafından verilmiş, isterse kişinin kendi ön kabulü olsun, devrimci birikim -dini olmasa da- feodal değerlerden ibaret bir sınırlılıkta kalmışsa, kırılma ve geri boşalma ihtimali adeta kaçınılmaz bir hal alır. Marksist Leninist öğretinin uzun yıllara yayılan disiplinli bir çabayla kavranması gerektiği, kavranmadığı takdirde, bir hareket tarafından doğru yönlendirme yapılsa dahi bunun yeterli olmayabileceği bilinmelidir. Böyle bir durumda bir süre sonra, kişinin geriliği, bir direnç noktasına dönüşmeye, uyumsuzluklar büyümeye başlayacak ve büyük olasılıkla sonuç, etrafımızda gördüğümüz eskimiş devrimciler enkazına katılmak olacaktır. Kişi, eğer kendisi bir bilimin önermelerini özümseyecek denli kapsamlı bir çalışma/araştırma yapamayacak durumdaysa; o noktada, böyle bir kavrayışa sahip olduğuna inandığı hareketin yönlendirmelerine içtenlikle ve disiplinli bir şekilde uyarak, söz konusu eksikliğin bir probleme dönüşmesini önlemeye çalışmalıdır. Tabii bu noktada da harekete geçirici dinamikler, somut olmalı ve anlaşılır bir tanımla aktarılmalıdır. Devrimciler, nedenini bildiği ve doğru bulduğu olgular sebebiyle mücadele ettiğinde, beyince ve yürekçe ikna olduğunda, bedel ödeme olasılığı ile daha barışık olacaktır. Ve o zaman, Devrimci Kişilik Devrimci Gençlik en bilinçli ailelere bile, ödenen bedelin nedenini/gerekliliğini anlatamaz duruma düşülmeyecektir. Devrimcilikte “bedel ödemek”, bir amaç değil bir sonuçtur. İnsanlar, bedel ödedikleri için devrimci olmaz, devrimci oldukları için bedel öder. Ancak, meseleyi bu tür soyutlamaların sınırlayıcılığı dışına taşıdığımızda, daha kapsamlı biçimde değerlendirme koşulu doğar. Devrimcileşmede olgunlaşma sürecini tamamlamış ve devrimci kimliğin gereklerini yaşamına içermiş bir insan, her an bir değerler bütünü dahilinde hareket edeceği için, bedel ödemek gerektiğinde, ayrıca düşünmesi, tereddüt etmesi, vs. söz konusu olmaz. Onu değerlendirirken de salt bu yanını büyütecin altına yerleştirmek gibi bir tarza gerek kalmaz. Hatta böyle bir tarz, uygun düşmez. İş yaşamını, eğitimini, sevincini veya üzüntüsünü; yani bütünüyle yaşamını devrimci gerekliliklerin belirlediği bir insanın, bedel ödemek gerektiğinde kaçınacağını düşünmek ne denli ters ise, bedel ödediğinde bu fiili abartılı tanımlamalarla yansıtmak da terstir. Çünkü devrimciler için bu, saygın bir olay ise de aynı zamanda “doğal”dır. İş yaşamında kişi, mesai saatinin dolmasını çoğu kez sabırsızlıkla bekler. Fazladan çalışması gerektiğinde ya fazla mesai ücreti alır; ya da en azından çok çalıştığına dair yakınmada bulunur. İşte devrimci yaşamı iş yaşamından ayıran en belirgin nitelik budur. Devrimci yaşamda mesai yoktur. Kişi, daha az değil daha çok çalışmaya gayret eder. Koşulları ve enerjisi uygunsa, 24 saat çalışır ve yakınmak yerine bundan mutluluk duyar. Çünkü, yapılan çalışma gönüllüdür ve sonuçları birebir kendisinin de içinde bulundu- ğu, bildiği, izlediği bir alternatif yaşamın artılarını çoğaltmakta, var olan tuğlalara yenisini eklemektedir. Devrimciliğin tüm dünya Marksist’lerince (veya Marksist kamuoyunca) belirlenmiş genel kabul görmüş, uygulamada farklılıklara sebep olmayan projesi yoktur. Çünkü devrimcilik, aritmetik kesinliklerle tanımlanan projelerden farklı nitelikler taşır. Bu, bir belirsizlik, normsuzluk hali değilse de, farklılıkları yok etmek ve projeyi teke indirmek adeta olanaksızdır. Bu nedenle; kötü, yanlış, eksik, vb. projelerin neden olduğu tahribat, verdiği zarar; pek çok insanın devrimci zeminden uzaklaşmasına veya o zemine karşı soğukluk duymasına sebep olmaya devam ediyor. DEVRİMCİLİK BİR TERCİH İSE DE BU, BASİT ANLAMDA BİR TARAFTARLIK OLARAK GÖRÜLMEMELİDİR İnanç olgusunun bilimselliği, insanın eylemine yön veren etmenlerdeki bilinç oranı ile ilintilidir. Doğru kaynaklardan öğrenilen, benimsenen ve bir kimliğin gerekleri olarak bir değer seviyesine taşınan olguların önemini tekrar tekrar anlatmak, gözetilmesi gerektiğinin altını çizmek gerekmez. Eğer bu gerekiyorsa, ya yanlış kaynaklardan bilgi edinilmiş ya da o bilgi/bilme süreci şu veya bu nedenle tamamlanmamış demektir. Böyle olduğu zaman, bedel ödeme ihtimali ürkütücü bir olasılık gibi durur. Ve sonuçta ya o ihtimalden kaçılır; ya da yaşanması sonrasında “gençliği boşa gitmiş, harcanmış insan” psikolojisi ile hareket edilir. Bir bedel ödeme sonrasında önemli olan bedenin değil ruhun ne denli zarara uğradığıdır. Eğer ruhsal bir tahribat yoksa; eylem öncesindeki değerler ey- 48 lem sonrasında da savunuluyorsa, bilinç rolünü oynamış; araya mistik, feodal, vb. olgular girmemiş demektir. Bu bilinçteki insanlar, eylemde örneğin bacağını mı kaybetti; diğer bacağı ile yaşamını yine aynı değerler dahilinde, daha olgun, kendinden emin bir şekilde sürdürür. Hatta durumu bir çeşit “gazi”lik sayılacağı için; bundan sonraki yaşamında onurlanmada artı sebeplere sahip olacaktır. Tersi durumlarda, dün ile maddi-manevi bağını kesen insanlar; bakımını üstlenen annesi-babası, vb. tarafından bir “sakat” muamelesi görecek, dün çok büyük olan yerden, bugün çok küçük olan bir yere düşecek; yaşamın tüm karelerine bir nedamet hali çökecektir. Bugün, yaklaşık otuz üç yıllık bir sürecin bilançosu çıkarıldığında, ortaya çıkan enkaz hali, salt kaçkınlık, ihanet, döneklik, vb. ile değerlendirilecek olursa, ne süreç anlaşılmış olacak, ne de alternatif oluşturmak için gerekli olan veriler yakalanmış olacaktır. 1991’de hemen tüm yapıların, önderlik mekanizmalarının ve bir dönemin etken kadrolarının kelepçeleri çözüldüğünde, ortaya akışkanlığı arttıran bir katılım hali değil, bir şaşkınlık hali çıktı. Bugün dünyadaki ve ülkedeki pek çok başka gelişmeler nedeniyle farklı bir süreçten geçiliyor olsa da, bir yanıyla da benzer bir süreçten ve şaşkınlık halinden söz edilebilir. Yenilenme arayışlarına da örgütlenme ve mücadele anlayışına da yansıyan ve ortaya çarpık bir duruş değil, adeta bir duruşsuzluk çıkaran bu şaşkınlığın aşılması, nedenlerinin doğru tanımlanması ile mümkündür. Kendi gerçekliğini kabul etmeyenler, o gerçekliği aşma yöntemini geliştiremezler. Devrimciler, dört gol yedikten Devrimci Gençlik sonra bile “biz iyiydik hakem kötüydü” diyen antrenörler gibi değil; galibiyet sonrasında bile, gerekmesi halinde “galibiyet bizi aldatmasın aslında kötü oynadık” diyebilen antrenörler gibi olmalıdır. Bu örnekler için üzgünüz ama, 1970’li yıllardan bugüne devrimci yapılar hâlâ, insan kazanma olgusunu taraftar kazanma olarak algılıyorsa; futboldan örnek vermek uygun düşer hale geliyor. Birbirimizi sevmek için “bir ton” neden varken, yapay ve anlamsız mesafelerle adeta dostluğu bile “bir deri bir kemik” haline getirmişken; sırf farklı takımlardan oldukları için birbirini taşlayan taraftarları ne yazık ki çağrıştırmış oluyoruz. 1970’li yıllarda, devrimci yapılar yeni yeni organize olurken ve en naif duygularla norm/ölçek tanımı yapılırken; şovenizmin çeşitli biçimlerinden söz edilirdi. Bugün hâlâ bölge şovenizmi (hemşehricilik) gibi örgüt şovenizmine de tanık olunmaktadır. “Kuzguna yavrusu şahin görünür” misali, objektif olmaktan uzak yaklaşımlar, doğruyu da yanlışı da görmeyi güçleştirir. MarksistLeninist gıdayı doğru kaynaklardan ve yeterli biçimde almış olan bir devrimcinin kendine ve durduğu zemine güveninin olması doğru ve gereklidir. Zaten böyle olunca, kendi zeminindeki yanlışlar da oluşturduğu süzgece takılır. Kişi, eğer her olguya, subjektivizmden uzak bir duruştan bakıyorsa; yapay, biçimsel, rekabetçi, vb. yaklaşımların kaygan normları yerine, doğruluk testinden geçmiş normları ölçü alır ve vardığı sonucu savunmakta tereddüt etmez. Duruş, böylesine sağlam temeller üzerine bina edilmişse; kimi kişi veya çevrelerden dayatılan normlara uymak gibi bir zorunluluk olmaz. Bugün solda, Devrimci Kişilik kendini adeta devrimci normlar eksperi kabul eden ve bir çeşit tekel veya hegemonya oluşturan özneler, eğer hâlâ ağırlıklarını kabul ettiriyorsa; sorun, kabul edenlerin özgüveni ile ilgilidir. Moskova Önlerinde romanını okuyanlar bilir; savaş halinde ve hatanın ölüm demek olduğu koşullarda gerçekleşen bazı olaylar, öğretici bir şekilde sunulmuş ve kavganın, ihtiyaçların, somutun dikkate alınması ile normların diyalektik bir yaklaşımla uygulanması konusunda tam bir ustalık sergilenmiştir. Romanda ilk disiplin suçu ölümle cezalandırılırken, sonraki suçlarda öğreticiliğin ve bağışlamanın (anlayışın) çok özel biçimlerine tanık olunur. Bu örneklerden öğrenmek, kendi sürecini ustalıkla örme şansı verir. Tabii ki öğrenmenin en kötü biçimi, ezberlemektir. Çünkü yaşam bir gün gelir ezberimizi bozar ve geriye yaratıcılık özürlü bir duruş kalır. Eylem, politikanın fiili halidir. Politikadan bağımsız eylem, amaçtan bağımsız araç demektir. Devrimciliğin bilinmediği, kulaktan dolma kimi bilgi kırıntıları ile hareket edildiği durumlarda, “çocukça” sayılabilecek fiillerin yaşandığına hepimiz tanık olmuşuzdur. İyi bir şey yapıyorum zannederek veya can sıkıntısını gidermek için duvarlara “Tek Yol Devrim - CHP” yazan bir gencin durumu, “çocukça” olduğu için anlaşılabilir. Aynı şekilde büyük bir hararetle devrimcilerin arasına katılıp, o coşkuyla, salt fiil olsun diye işe kalkışan ve canı yandığında geri kaçan insanların da durumu anlaşılabilir. Ancak, ciddi bir gıda alış verişinden/ eğitimden sonra ve hatta eğiticinin kendisi tarafından da fiil ile politika arasında diyalektik bağ kurulamıyor ve fiil amaca dönü- 49 şüyorsa; bu, sol adına vahim ve yürek yaralayıcı bir durumdur. Siyasal yapı/önderlik, bir kişi gibidir; orada da zaaflar, yanlış hesaplar, ölçü bozukluğu, vb. olabilir. Eğer bir yapı, yukarıda anlattığımız kavrayışı içselleştirememişse; kendi yoldaşlarını sırf “yapma-etme” fiili üzerinden değerlendirir. Onlara; tereddütlerini, zayıflıklarını ifade edip aşma koşulu bırakmaz. Gerçekte ise bir devrimci; korkusunu, tereddüdünü, zaafını en kolay yoldaşlarına, yani hareketine açabilmelidir. O zaman, eksik ve zaaflar bilindiği için, aşılması da doğru yöntem ve araçlarla sağlanacak ve kişi, eylemini; yoldaşlarına “yok” diyemediği için değil, inandığı ve istediği için yapacaktır. Bu tür eylemlerde doğal olarak fire oranı düşük olacaktır. İşte bugün eğer firelere salt suç ve ceza ikilemi içinde bakılır, kaynaklarına inilmezse; gerçek kabahatlinin kabahati gölgelenmiş olacak, yanlış teşhis yanlış tedaviye sebep olacaktır. Tutsaklık koşullarında ellerine geçirdikleri iğne ile kuyu kazacak kadar sabırlı davranan, taşınan kimlikle barışıklığın ve üretkenliğin eşsiz örneklerini sunan devrimciler; dışarı çıktıklarında, çok daha uygun zeminlerde -bırakalım iğneyi- kazmayla bile kuyu kazamaz hale geliyor, yaşamın basit tuzakları ve az bilinmeyenli denklemleri karşısında bocalıyorsa; sonra da devrimcilikten uzaklaşıyorsa, mutlaka kabahatlidir; ama, galiba kabahatin büyüğü bir başka yerde aranmalıdır. Devrimciyseniz eğer eşini yitiren kumrunun ilk konacağı yer sizin omzunuz olacaktır Yaprak dalını böcek kozasını size soracak Yara almış yüreklerin Devrimci Kişilik Devrimci Gençlik acıyan yanına sizin dokunuşlarınız ilaç olacak Devrimciyseniz eğer çiçek tozlarını sizin avuçlarınıza dökecek yıldızlarla konuşmak için geceyi beklemeniz gerekmeyecek Kendini ve dolayısıyla yöntemini gözden geçirmek, hata kabul etmek ve gerekiyorsa ölçek değişimine gitmek, sadece kişiler için değil hareket için de geçerlidir. Böyle bir yöntem hareketi küçültmez; aksine, asıl bu büyüklüktür. Bir devrimcinin örgütünden korkması, utanması ve bu nedenle açık olamaması, devrimciler adına üzücü bir sonuçtur ve kabulü güç bir paradokstur. Gerçekte bir devrimcinin sadece gücünü değil, zayıflığını; sadece sevincini değil, üzüntüsünü; sadece politik meseleleri değil, özel meseleleri paylaşabileceği ilk ve en güvenilir başvuru yeri olması gereken örgütün; korkulan, çekinilen bir olgu haline gelmesi; bir şeylerin ters gittiğinin ifadesidir. İnsan, severek ve isteyerek girdiği örgütsel ağdan çekinir hale gelmemelidir; aksine sevgi ve bağlılık, sürekli yükselen bir eğri çizmelidir. Kişi; iyi ki örgütlüyüm, ne kadar şanslı bir insanım; benim gerçek ailem budur; şefkat ihtiyacı için bile, ilk başvuracağım yer örgütüm olacaktır; diyorsa, o kişi örgütten ayrılmaz, sahiplenir ve bu kimliğin her türlü gereğini -bedel ödemek dahil- yerine getirmekten kaçınmaz. Gönüllülükten bu anlaşılmalıdır. Soru soran, düşünen insandan korkanlar; yani eleştirilmekten, sorgulanmaktan rahatsız olanlar, devrim amacıyla bağdaşır örgütlenmeler oluşturamazlar. Oluştursalar bile o örgütlenme, içten içe kendini tüketir. Devrimciler, karşı durdukları ve insandışılaştırıcı olarak kabul ettikleri sistemin, ne ölçülerine ne de yöntemlerine itibar etmemelidir. Örgütlenmenin veya kurumlaşmanın hiçbir biçiminde sisteme öykünmenin izlerine rastlanmamalıdır. Örneğin, Beyaz Ordu’da, düşünceye ne kadar az yer verilirse o kadar çok itaBazen kaybolursun, kendi bendinde.. at sağlanır kanaati hakimdir. Devrimci örgütlenmede Bir sigara dumanıyla ise bunun tersi olmalıdır. Devrimciler için, düşünceden Yok olursun korkmak, ölüm demektir. Ve önemli olan, eğer itaat Gidersin uzaklara. aranacaksa; bunun düşünerek, yani bilerek olmasıAşık olursun dır. Kısacası bugün, devrimcilik hafife alınmaz, doğru Uzak deryalarda, bir denizkızına.. kavranır ve aslında objektif bakabilenler için yabancı Seversin olmayan normlarda ısrarcı olunursa; sırf taraftar kaBir ömür seversin zanayım diye devrimci zeminde yeri olmayacak denli Doyamazsın çoğu zaman erozyona uğramış olan şahıslara prim verilmezse; kaÖpmeye, sevişmeye zanılanlara ise, sembollerden ve kahramanlık türküleO vardır sade aklında. rinden daha derin şeyler öğretmek bir zahmet olarak Güzel bir hayaldir görülmezse; bütün sorunlar değil, ama önemli ayakHep yanı başında. bağları aşılmış olacaktır. Kavgalara tutuşursun Bugün hemen her yapıyı sarmış olan yenilenme araBazen ölür tekrar dirilirsin yışı, yukarıda altını çizdiğimiz sorunlar dikkate alınaVe vazgeçilmez rak ve yaşamın bizzat içinde, yaşamın sunduğu soruO saf acemi güzellikle lara yanıt arayarak gerçekleşirse; o çaba hem anlamlı olur hem de sonuç verme olasılığı güçlenir. Yaşar gidersin.. Doğru dalı seçmek için kaybettiğin vakit Sistem korkar bu aşktan düşmene sebep olabilir diye Düşman kesilir, herşey bir anda çürük dala tutunma Aç kalırsın susuz kalırsın O zaman peşinen kaybetmiş olursun Adeta yüreğini kuşatır kontrgerilla Çocuklarına özgür bir dünya bırakamıyorsan Bombalar patlar ansızın özgürlüğe giden yolun öldürürler haritasını bırak O masum, acemi Bunu da yapamıyorsan Tek suçu sevmek olan güzelliği onları yanıltma yeter Onlar kendi yolunu bulur. Aşk İzmir’den Bir Devrimci Gençlik Okuru 50 51 52