İçindekiler - Sakareller
Transkript
İçindekiler - Sakareller
Katı Olan Herşey Yüceltiliyor Çeviri derlemesi Eylül 2015 Türkçesi: Işık Barış Fidaner, Serap Güneş, Erkal Ünal, Evrim Şaşmaz, Elif Okan Gezmiş Meltem Slonate, Tuncay Birkan, Alaattin Bilgi, Mehmet Selik, Nail Satılgan, Albert Dragstedt yersizseyler.wordpress.com dunyadanceviri.wordpress.com hayalgucuiktidara.org fraksiyon.org dijitaloyun.wordpress.com psikanalitikseyler.com etesien.blog.de Kitabın LaTeX kodları yine CC AttributionNonCommercial 3.0 Unported Lisansı altındadır. 2 İçindekiler Reich ile Einstein . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5 Gri alanda Slavoj Žižek (SG, EÜ) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7 Dünya gözüyle? Pink Floyd (IBF) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 14 Kriz: Çağdaş dünyanın hakiki ve sahte çelişkisi Alain Badiou (EŞ, IBF) . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15 Kapital’den bir cümle ve paragraf Karl Marx (TB, AB, MS, NS, AD) . . . . . . . . . . . 20 Fiilî ile Virtüel Gilles Deleuze (IBF) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 23 Güneşin kalbine göre yapın ayarlamaları Pink Floyd (IBF) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 27 3 Uzakınlık Jacques-Alain Miller (IBF) . . . . . . . . . . . . . . . . 29 Yeni oyunlarda öykü anlatımı aksiyonu yenmekte Douglas Heaven (IBF) . . . . . . . . . . . . . . . . . . 40 Kağıtlar, Lütfen: büyük ses getiren ‘sıkıcı’ oyun Lucas Pope ile görüşme (IBF) . . . . . . . . . . . . . . 43 Dijital oyunlar, sanat ve gürültü: Today programındaki tartışmaya hükmeden eskimiş stereotipler Keith Stuart (IBF) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 48 Psikanalizin Sonlandırılma Kriterleri Üzerine Melanie Klein (IBF, EOG) . . . . . . . . . . . . . . . . 52 Ben hayatta kalacağım Gloria Gaynor (IBF) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 57 Kapıya yaslanmayınız . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 60 Franz Kafka’ya mektup (MS) . . . . . . . . . . . . . . . . . 61 4 Reich ile Einstein Orgon enerjisi kabul görmediyse de W. Reich bugünkü akademinin işleyişinde vazgeçilemez hatta hayat kurtarıcı sayılabilecek bir ilkeyi bulmuştur. Laboratuvarda erkek ne yapacak kadın ne yapacak gibi soruların halen ulusötesi diplomatik kriz1 yarattığı günümüzde belki bu ilkeyi onun ismiyle anıp kredisini vermeliyiz. Reich’ın Orgonomik İlkesi: “İyi niyetli insanları seçerek kurulmuş bir araştırma grubu sık sık pozitif bulgulara ulaşır.” 1 #distractinglysexy #TimHunt 5 Öte yandan, iyi niyetli gruplar çok çeşitli araştırmalar yürütebilmekle birlikte, birbirlerini anlamaları sorun olabilmektedir. Örneğin Reich Einstein’a Orgon Biriktirme Aygıtını getirip gösterdiğinde, masada duran Aygıt üzerine ölçümler yapan Einstein, “Bu bir bomba!” diye yüksek sesle beyan etmiştir, ki o günlerde kendisi Atom Bombası çalışmalarına katılmaktaydı. Reich ise bunu hayra yormuş, ve hayra yormuş olduğunu “Einstein’ın Orgon Biriktiricime bomba demesini hayra yormuştum” şeklinde birçok kereler dile getirmiş ve çoğu deftere not düşmüştür. Bu da Reich’ın Orgonomik ilkesi ile ortaya çıkan çeviri ihtiyacına işaret etmektedir. ‘İletişim’ kavramının eksikliği de Reich ve Einstein arasında yoğunca hissedilmiştir. Örneğin “Asistanınız bulgularımı gözardı etmiştir” diyerek iddiasını cesaretle savunan Reich’a Einstein en son şöyle yazmıştır: “Sayın Reich, Ben kani oldum. Söyleyecek söz bulamıyorum.” Oysa şöyle deseydi belki daha iyi anlaşılabilirdi: “Sanırım sizinle bir iletişim sorunu yaşıyoruz Wilhelm bey.” Fakat bu gibi yanıtlarda Einstein’ın izafiyete olan zafiyetinin de payı bulunabilir. Mesela Reich’ın “Bana deli diyorlar” demesine karşılık Einstein “Anlayabiliyorum” demekle yetinmiş, Reich ise bilinen iyi niyetiyle bunu Einstein’ın yüksek anlayışının işareti saymıştır. 6 Gri alanda Slavoj Žižek — 5 Şubat 2015 — LRB “Ben şuyum” (veya “Hepimiz şuyuz”) şeklindeki acıklı özdeşleşme formülü ancak belirli sınırlar dâhilinde iş görüyor; bu sınırları aştığındaysa müstehcen bir hal alıyor. “Je suis Charlie” (Ben Charlie’yim) diyebiliriz fakat “Hepimiz Saraybosna’da yaşıyoruz!” ya da “Hepimiz Gazze’deyiz!” gibi örnekler verildiğinde iş karışmaya başlıyor. Hepimizin Saraybosna veya Gazze’de yaşamıyor olduğumuzu hatırlatan acımasız gerçek, acıklı bir özdeşleşme ile üstü örtülemeyecek kadar güçlü hale geliyor. Söz konusu olan Muselmänner, yani Auschwitz’deki yaşayan ölüler olduğunda böyle bir özdeşleşme müstehcenleşiyor. Şunu söylemenin mümkünatı yok: “Hepimiz yaşayan ölüleriz!” Auschwitz’de, kurbanların insanlıktan çıkarılması öyle bir raddeye varmıştı ki, onlarla herhangi bir anlamlı özdeşleşme kurmak olanaklı değildir. (Ve, tam zıddı yönde, “Hepimiz New Yorkluyuz!” diyerek 11 Eylül kurbanları ile da- 7 yanışma beyan etmek de saçma olur. Milyonlarca insan şöyle der: “Evet, New Yorklu olmayı çok istiyoruz, bize vize verin!” Aynısı geçtiğimiz ay yaşanan katliam için de geçerli: Charlie Hebdo’nun gazetecileri ile özdeşleşmek görece kolaydı, ancak şöyle bir açıklama yapmak çok daha zor olacaktı: “Hepimiz Baga’lıyız!” (Bilmeyenler için Baga, Boko Haram’ın iki bin kişiyi infaz ettiği, Nijerya’nın kuzeydoğusundaki küçük bir kasabadır.) “Boko Haram” adı, kabaca “Batı tarzı eğitim yasak” şeklinde tercüme edilebilir – özellikle de kadınların eğitimi. Ana hedefi cinsiyetler arasındaki ilişkilerin hiyerarşik olarak düzenlenmesi olan kitlesel bir sosyopolitik hareketin mevcut olması şeklindeki tuhaf olguyu nasıl değerlendirmek lazım? Sömürüye, tahakküme ve sömürgeciliğin diğer yıkıcı ve aşağılayıcı yanlarına maruz bırakılmış olan Müslümanlar, tepkilerinde neden Batı mirasının (en azından bizim için) en iyi kısmını, yani eşitlikçiliğimizi ve – tüm otoritelerle dalga geçme özgürlüğü de dâhil – kişisel özgürlüklerimizi hedef alıyorlar? Yanıtlardan biri hedeflerinin bilinçli seçilmiş olduğu: Liberal Batı, yalnızca sömürdüğü ve şiddet yoluyla tahakküm kurduğu için değil, aynı zamanda bu zalim gerçekliği tam zıddı bir kılıkta, yani özgürlük, eşitlik ve demokrasi olarak sunduğu için de bu kadar katlanılmaz. Paris katliamının kurbanları ile dayanışma içinde el ele tutuşmuş olan, Cameron’dan Lavrov’a, Netanyahu’dan Abbas’a kadar dünyanın büyük politik isimlerinin sergilediği piyese geri dönersek: eğer ikiyüzlü sahtekârlığın bir resmi olsaydı, işte bu olurdu. Kimliği bilinmeyen bir vatandaş, tören alayı penceresinin altından geçerken, Avrupa Birliği’nin gayri resmî marşı olan Beethoven’ın “Mutluluğa Övgü”sünü çalarak, içinde bulunduğumuz karmaşadan en fazla sorumlu olan insanların sahnelediği bu mide bulandırıcı piyese politik bir zevksizlik de kattı. Rus Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, onlarca gazetecinin öldürüldüğü Moskova’da böyle bir yürüyüşe katılsa hemen gözaltına alınırdı. Ve gerçekten de bir piyesti sergilenen: medyada gösterilen fotoğraflarda siyasi liderler sanki bir caddedeki büyük bir kalabalığın önündeymiş izlenimi veriliyordu. Fakat yukarıdan tüm sahneyi alan başka bir fotoğrafsa, politikacıların arkasında yalnızca yüz kadar insanın durduğunu, geri kalan alanın bomboş olduğunu ve gruba arkadan ve etraftan polisin eşlik ettiğini gösteriyordu. Esas Charlie Hebdo jesti, kapağında bu olayla acımasızca ve tatsız şekilde dalga geçen koca bir karikatür olurdu. “Je suis Charlie!” yazılı dövizlerin yanı sıra, “Je suis flic!” (“Ben polisim”) yazılı olanlar da mevcuttu. Kalabalık kamusal toplanmalarda kutlanan ve sergilenen ulusal birlik, yalnızca etnik grupların, sınıfların ve dinlerin ötesine geçen halkın birliği değildi; aynı zamanda halkın, düzen ve denetim güçleri 8 – yalnızca polis değil, gizli servis CRS de (Mayıs 1968’in sloganlarından biri “CRS-SS” idi) – ve tüm devlet güvenlik aygıtı ile birleşmesiydi. Snowden veya Manning’e bu yeni evrende yer yoktu. “Yoksul Arap veya Afrika kökenli gençlik hariç, polise kırgınlık artık eskisi gibi değildi,” diye yazdı JacquesAlain Miller geçen ay. “Bu kuşkusuz ki Fransa tarihinde hiç görmediğimiz bir şey.” Kısacası, terör saldırıları imkânsız olanı başarmıştı: Vatanseverlik Yasası’nın, insanların gözetime kendiliğinden teslim olduğu bir Fransız halk versiyonunda, 68 kuşağını, baş düşmanı ile barıştırmak. Paris gösterilerinin esrik anları, ideolojinin galebe çalmasıydı: cezbedici varlığıyla tüm antagonizmaları bir anlığına ortadan kaldıran bir düşmana karşı insanları birleştirmek. Kamuoyuna kasvetli bir seçim sunuldu: ya polissiniz ya da terörist. E peki Charlie Hebdo’nun hürmetsiz mizahı bunun neresinde? Bu soruyu yanıtlamak için, “Dekalog” ile (Kenneth Reinhard ve Julia Reinhard Lupton’ın savunduğu üzere, en nihayetinde On Buyruğu ihlal etme hakkı olan) insan hakları arasındaki bağlantıyı akılda tutmamız gerek. Özel yaşamın gizliliği hakkı, zina yapma hakkıdır. Mülkiyet hakkı, çalma (ve başkalarını sömürme) hakkıdır. İfade özgürlüğü hakkı, yalancı şahitlik yapma hakkıdır. Silah taşıma hakkı, öldürme hakkıdır. Dini inanç özgürlüğü, sahte tanrılara ibadet etme hakkıdır. İnsan hakları, Buyrukların ihlal edilmesini doğrudan tasvip etmez elbette fakat (ister dini ister seküler olsun) iktidarın erişimi dışında olması gereken marjinal bir gri alanı açıkta tutar. Bu loş alanda, buyrukları ihlal edebilirim ve iktidar bunu gözetleyip beni pantolonum inik yakalarsa şöyle feryat edebilirim: “Temel insan haklarıma saldırılıyor!” Esas nokta, burada kesin bir ayrım çizip, insan haklarının, gereğine uygun şekilde, örneğin Buyrukları ihlal etmeyen kullanımını zedelemeden, yalnızca suiistimalini önlemenin, iktidar için yapısal olarak imkânsız olmasıdır. Charlie Hebdo’nun acımasız mizahı bu gri alana ait. Dergi 1970 yılında, General De Gaulle’ün ölümü ile dalga geçtiği için yasaklanan Hara-Kiri’nin halefi olarak yayın hayatına başladı. Bir okur mektubu Hara-Kiri’yi “ahmak ve edepsiz” (“bête et méchant”) olmakla itham ettikten sonra, bu ifade derginin resmi sloganı olarak benimsendi ve günlük dile girdi. Paris’te yürüyen binlerce kişi için “Je suis bête et méchant” demek, “Je suis Charlie” demekten çok daha uygun olurdu. Charlie Hebdo’nun “bête et méchant” duruşu, kimi durumlarda ferahlatıcı olabilse de, bizatihi kahkahanın özgürleştirici falan olmayıp, derin şekilde müphem oluşu ile kısıtlı. Antik Yunan’a popüler bakışa göre, vakur aristokrat Spartalılar ile şen demokrat Atinalılar arasında bir karşıtlık mevcuttur. 9 Fakat ciddiyetleri ile övünen Spartalılar, kahkahayı ideoloji ve pratiklerinin merkezine yerleştirmişlerdir: komünal kahkahayı devletin görkemini artırmaya yardımcı olan bir güç olarak kabul etmişlerdir. Sparta kahkahası – aşağılanan bir düşman veya köle ile acımasızca dalga geçmek, onların bir iktidar konumundan duydukları korku veya acı ile eğlenmek – yankısını, “hainlerin” panikleyip ne yapacağını şaşırmasıyla alay eden Stalin’in konuşmalarında buldu ve ta bugüne kadar geldi. (Yeri gelmişken şunu da söyleyeyim ki bu, iktidardakilerin kahkahasının başka bir türünden, kendi ideolojilerini kendilerinin bile ciddiye almadığını gösteren sinik istihzadan ayırt edilmelidir.) Charlie Hebdo’nun mizahındaki sorun, saygısızlıkta fazla ileri gitmesi değil, ideolojinin toplumlarımızda yerine getirdiği hegemonik sinik işleve mükemmelen uyan zararsız bir aşırılık olmasıydı. İktidardakilere en ufak bir tehdit oluşturmuyordu; yaptığı şey iktidarın aşırılıklarını daha katlanılır hale getirmekten ibaretti. Batılı liberal-seküler toplumlarda, devlet iktidarı kamusal özgürlükleri korur, ama sözgelimi çocuk istismarından şüphe duyulduğu anda özel alana müdahale eder. Fakat Talal Asad’ın 2009 tarihli Is Critique Secular? Blasphemy, Injury and Free Speech’te (“Eleştiri Seküler Midir? Küfür, İncinme ve İfade Özgürlüğü”) belirttiği gibi, “İslami yasada ‘kamusal’ davranışa uyum sağlamak çok daha katı olabilse de, ev alanına davetsizce girilmesine, ‘özel’ alanların tecavüzüne cevaz verilmez . . . cemaatin gözünde mühim olan husus Müslüman öznenin, içeriği ne olursa olsun içsel düşünceleri değil toplumsal pratiğidir – bu pratiğe sözel duyuru da dahildir. Kur’an’da şöyle denir: ‘Bırakın dileyen iman etsin, dilemeyense reddetsin.’” Gelgelelim, Asad’ın kendi sözleriyle devam edecek olursak, bu “dilediğini düşünme hakkı. . . insanları sahte bir bağlılığa inandırmak maksadıyla kendi dinsel veya ahlaki inançlarını alenen ifade etme hakkını içermez.” Bu yüzdendir ki, Müslümanların nazarında, “küfür karşısında sessiz kalmak imkânsızdır . . . küfür ne ‘konuşma özgürlüğü’dür ne de yeni bir hakikatin meydan okumasıdır; bilakis, canlı bir ilişkiyi kesintiye uğratmayı hedefleyen bir şeydir.” Batılı liberal bakış açısından bakıldığında, bu ne o/ne o formülasyonunun her iki tarafı da sorunludur: İfade özgürlüğünün canlı bir ilişkiyi kesintiye uğratabilecek edimleri de içermesi gerekiyorsa ne olacaktır? Peki ya “yeni bir hakikat”ın da aynı kesintiye uğratıcı etkisi varsa? Veyahut yeni bir etik farkındalık canlı bir ilişkinin göze adaletsiz gelmesine sebep oluyorsa? Eğer Müslümanlara göre hem “küfür karşısında sessiz kalmak” hem de edilgen kalmak imkânsızsa –ve bir şey yapma baskısı şiddet içeren ve hatta birilerini katletmeye varan edimleri de içerebilir– bu durumda yapılacak ilk şey bu tavrı günümüzdeki bağlamı içinde tespit etmektir. Aynı husus Hı10 ristiyanların kürtaj karşıtı hareketi için de geçerlidir; onlar da her yıl yüz binlerce fetüsün ölümü karşısında “sessiz kalmayı imkânsız” bulmakta ve bunu Holokost’u andıran bir katliam diye değerlendirmektedir. Esas hoşgörü işte burada başlar: katlanılması-imkânsız (Lacan’ın deyişiyle, “l’impossiblea-supporter”) diye deneyimlediğimiz şeye karşı hoşgörüden bahsediyorum ve tam bu noktada liberal sol, tüm o “karşısında sessiz kalmanın imkânsız olduğu şeyler” (cinsiyetçilik, ırkçılık ve diğer hoşgörüsüzlük türleri) listesiyle, dinsel köktenciliğe yakınlaşır. Diyelim ki bir dergi Holokost’la alenen dalga geçseydi ne olurdu? Sol-liberal duruşta bir çelişki vardır: İster manevi ister siyasi olsun tüm otoritelerle alay eden evrensel ironi ve istihzaya dayalı liberter konum (Charlie Hebdo’da tecessüm eden konum tam da budur) karşıtına kaymaya, ötekinin acısına ve yaşadığı aşağılanmaya yönelik artmış bir duyarlılık hissetmeye meyleder. Paris katliamına verilen sol tepkilerin çoğunun gayet kestirilebilir ve hatta acınası bir kalıbı izlemesine işte bu çelişki sebep olmuştur: Liberal mutabakat ve kurbanlarla dayanışma temaşasında son derece derin bir yanlışın olduğu konusunda haklı bir şüpheye düşüldü, ama katliamı ancak uzun uzun ve sıkıcı şerhler düştükten sonra kınayabildiklerinde yanlış bir yola girmiş oldular. Katliamı dosdoğru kınarsak, öyle ya da böyle İslamofobi suçu işlemiş olacağımız korkusu, gerek siyaseten gerekse etik açıdan yanlıştır. Nasıl ki İsrail’in Filistinlilere reva gördüğü muameleyi kınamanın anti-Semitik bir yanı yoksa, Paris katliamını kınamanın da İslamofobik bir yanı yoktur. Paris katliamını bir bağlamın içine yerleştirmemiz ve onu “anlamamız” gerektiği kanısına gelecek olursak, bu da hepten yanıltıcıdır. Frankenstein’da Mary Shelley canavarın kendisi adına konuşmasına izin verir. Yaptığı bu tercih en radikal haliyle ifade özgürlüğüne yönelik liberal tavrı ifade eder: Herkesin görüşüne kulak verilmelidir. Frankenstein’da canavar hepten öznelleşmiştir: Canavar katilin, başkalarıyla birlikteliğe ve muhabbete özlem duyan, içten içe incinmiş, ümitsiz bir birey olduğu ortaya çıkar. Fakat bu yordamın da açık bir sınırı vardır: Hitler’i ne kadar çok bilir ve “anlarsam”, o bana o kadar bağışlanamaz görünür. Buradan hareketle, İsrail-Filistin çatışmasını ele alırken, amansız ve soğukkanlı ölçütlere bağlı kalmamız gerektiği de söylenebilir: (Nerede karşımıza çıkıyorsa) Arap anti-Semitizmini Filistinlilerin hal-i pür melaline verilen “doğal” bir tepki diye veya İsrail’in aldığı tedbirleri Holokost hatırası üzerinden verilen “doğal” bir tepki diye anlama ayartısına kayıtsız şartsız direnmeliyiz. Birçok Arap ülkesinde Hitler’in hâlâ bir kahraman olarak görülmesini, ilkokuldaki çocuklara anti-Semitik mitler öğretilmesini, mesela Yahudilerin kur- 11 ban için çocukların kanını kullandığının söylenmesini “anlamak” söz konusu olmamalıdır. Bu anti-Semitizmin, yerinden edilmiş bir kiplik içinde, kapitalizme direnişi ifade ettiğini iddia etmek, onu asla ve k’ata meşrulaştırmaz (aynısı Nazi anti-Semitizmi için de geçerlidir: O da enerjisini anti-kapitalist direnişten almıştır). Yerinden etme burada ikincil bir işlem değil, bilakis ideolojik mistifikasyonun temel jestidir. Bu iddia, uzun vadede, anti-Semitizme karşı mücadele etmenin tek yolunun liberal hoşgörüyü vaaz etmekten değil, temeldeki anti-kapitalist saiki dolaysızca, yani yerinden edilmemiş şekilde ifade etmekten geçtiği fikrini beraberinde getirir. İsrail Savunma Güçleri’nin Batı Şeria’da sergilemekte olduğu eylemler Holokost’u arka planda tutarak değerlendirilmemelidir; Fransa’da ve Avrupa’nın başka yerlerinde sinagoglara yapılan saldırılar İsrail’in Batı Şeria’da yapmakta olduklarına karşı verilen uygunsuz, ama anlaşılabilir tepki diye görülmemelidir. İsrail’e karşı yapılan herhangi bir kamusal protesto basbayağı anti-Semitizmin bir tezahürü diye görülüp kınandığında – yani, İsrail’in askeri ve siyasi harekâtlarına yöneltilen her türlü eleştiriyi etkisiz hale getirmek için devamlı Holokost’un gölgesine sığınıldığında – anti-Semitizm ile İsrail devletinin belirli politikalarına yapılan eleştiriler arasındaki farkın altını çizmek yetmez; bir adım daha ileri gitmek ve bu bağlamda, Holokost kurbanlarının kutsal hatırasına saldıranın, onu halihazırdaki siyasi tedbirlerini meşrulaştırmanın bir yolu olarak araçlaştıranın İsrail olduğunu söylemek gerekir. Bir başka deyişle, Holokost ile İsrail-Filistin gerilimi arasında mantıksal veya siyasal bir bağ olduğu kanısını dosdoğru reddetmeliyiz. Bunların ikisi de baştan aşağı farklı fenomenlerdir: Birisi Avrupa tarihinde sağın modernleşme dinamiklerine direnişinin bir parçasıdır; diğeri ise sömürgeleştirme tarihinin son fasıllarından biridir. Avrupa’da anti-Semitizmin yükselmekte olduğu inkâr edilemez. Örneğin İsveç’in Malmö kentindeki saldırgan Müslüman azınlığın Yahudileri sokakta geleneksel kıyafetleriyle gezmekten korkacak kadar taciz etmesi dosdoğru ve tereddütsüzce kınanmalıdır. Anti-Semitizme karşı verilen mücadele ile İslamofobiye karşı verilen mücadele aynı mücadelenin iki veçhesi olarak görülmelidir. Ruth Klüger 2001’de yazdığı Still Alive: A Holocaust Girlhood Remembered adlı kitabının hatırda kalan bir pasajında, Almanya’daki bazı “ileri düzey doktora adaylarıyla” yaptığı bir sohbeti anlatır: Auschwitz’ten sağ kurtulan yaşlı bir Macar Yahudisiyle Kudüs’te tanıştığını, ama bu adamın yine de Araplara küfrettiğini ve on12 ları hakir gördüğünü söylemişti biri. Auschwitz’den gelen biri nasıl olur da böyle konuşabilir diye soruyordu bu Alman. Sohbete dahil olup belki gerektiğinden çok daha hararetli bir şekilde konuşmaya başladım. Ne bekliyordu ki? Auschwitz bir öğretim kurumu değildi . . . Orada hiçbir şey öğrenilmezdi, hele insanlık ve hoşgörü hiç. Toplama kamplarından hiç ama hiç iyi bir şey çıkmamıştı diyordum ve sesim yükseliyordu; o ise katarsis, arınma, hani şu tiyatrodan murat ettiğimiz şeyleri bekliyordu. Bu kamplar akla hayale gelebilecek en faydasız, en manasız tesislerdi. Uç noktadaki deneyimlerde özgürleştirici bir şey olduğu, bu deneyimlerin gözlerimizi bir durumun nihai hakikatine açtığı fikrini terk etmek zorundayız. Terörden çıkarılacak en bunaltıcı ders belki de budur. Türkçesi: Serap Güneş, Erkal Ünal 13 Dünya gözüyle? Pink Floyd — 1979 — The Wall Mademki Aklına gelmiş Gösteriye gitmek istesem demişsin Sıcak kargaşalı heyecanı duyup görmeye Uzaylının parıltısını. Söyle bana şekerim anlamadığın bir şey varsa. Bu değil miydi görmeyi beklediğin? Yok eğer bu donuk gözlerin ardındakini arayacaksan Şu kamuflajların içinden kendine bir yol açman Gerekecek (In The Flesh?) 14 Kriz: Çağdaş dünyanın hakiki ve sahte çelişkisi Alain Badiou — 13 Nisan 2015 — fraksiyon.org Kapitalizm küresel genleşmenin doruğunda, semirmeye devam etmekte. Krizler ve savaşlar da kapitalizmin gelişimindeki olağan ritme katkıda bulunuyor. Modernite her şeyden önce olumsuz bir gerçekliktir. Aslında, gelenekten ayrılıştır. Kastları, asilleri, dini mecburiyeti, gençliğe adım ritüelleri, yerel mitolojileri, kadın tahakkümü, babanın oğlanlar üzerinde mutlak iktidarı ve küçük bir hakim grup ile mahkum emekçiler kitlesi arasındaki resmi bölünmesiyle eski dünyanın bitmesidir. Batı’da Rönesansla açığa çıkıp, 18. yüzyıldaki Aydınlanmayla pekiştirilen, ve üretim tekniklerinde açılan emsalsiz çığırlarla, ölçüm, dolaşım, iletişim araçlarının sürekli damıtılmasıyla maddeleşmiş bu hareketin üzerine hiçbir şey geri gelemezdi. Belki en çarpıcı nokta, gelenek dünyasından bu ayrılışın, insanlığı kavurmuş bu esaslı kasırganın sadece üç yüzyılda binlerce yıldır süregelen örgüt- 15 lenme biçimlerini silip süpürmüş olmasıdır. Bu ayrılış sebeplerini ve kapsamını algıladığımız öznel bir kriz yaratır; bunun en bariz yanlarından birisi, özellikle genç insanların kendilerine bu yeni dünyada yer bulmakta karşılaştıkları aşırı ve artan zorluktur. Gerçek kriz budur. Bazen bunun finansal kapitalizmin krizi olduğunu sanıyoruz. Hayır — hiç de bile! Kapitalizm dünyanın her tarafında, her yerde genişlemektedir, semirmeye devam etmektedir. . . Savaşlar ve krizler onun gelişimindeki olağan ritme katkıda bulunur. Rekabet biçimlerinin temizlenmesi ve kazananların harcanabilir kapitalin tahayyül edilebilen en yüksek rakamı ellerinde biriktirmelerini sağlaması açısından acımasız fakat bir o kadar da gerekli araçlar da buradadır. Kesin bir nesnellikle bulunduğumuz yerden, yani kapitalin tekelleşmesi açısından nerede olduğumuzu hatırlayalım: Dünya nüfusunun %10’u döner sermayenin %86’sına sahiptir; %1’i %46’sına sahiptir ve dünya nüfusunun %50’si tam olarak hiçe, %0’a sahiptir. Neredeyse her şeye sahip olan %10’un, hiçbir şeye sahip olmayanlar ile asla eş tutulmak istemediğini kolayca anlayabiliriz. Bunun gibi, geri kalan %14’ü paylaşan çok sayıda kişi, sahip oldukları varlığa sıkıca tutunmayı deli gibi arzular. İşte bu yüzden sık sık —ırkçılık ve milliyetçilik de bunda rol oynar— hiçbir şeyi olmayan %50’de gördükleri korkunç “tehdit” karşısında savunma duvarı kurulmasına dönük sayısız baskıcı tedbire destek verirler. O halde diyebiliriz ki, Occupy Wall Street hareketinin halkı birleştirdiği varsayılan “Biz %99’uz” sloganı tamamen boştur. Batı dediğimiz varlık aslında, %10’luk hakim aristokrasiye ait olmasalar da küreselleşmiş kapitalizme küçük-burjuva destek bölüğü olan insanlarla dolu; şu meşhur orta sınıf olmasaydı demokratik vahanın hayatta kalma şansı hiç olmazdı. Aslında %99 olmanın —simgesel olarak da— yanına bile yaklaşamayan Wall Street işgalcisi cesur genç insanlar (aslında en başından beri) “hareket” partisi bitince kaybolmaya mahkum, kenetlenmiş bir demet insandan fazlasını temsil etmiyordu. Elbette, hiçbir şeye sahip olmayan veya gerçekten çok az şeye sahip olanların gerçek kitlesine kendilerini kalıcı anlamda bağlamayı becerselerdi; yani %14’te bir payı olanlar —özellikle entelektüeller— ile, halkın hiçbir şeyi olmayan %50’sini (en başta işçiler ve köylüler, sonra orta sınıfın daha alt, en güvencesiz, en kötü ücretli tabakası) çaprazlayan bir politik yol izleyebilselerdi, işler değişirdi. Bu politik stratejinin mümkünatı vardır— 60lar ve 70lerde Maoizm bayrağı altında denenmiştir. Daha yakın zamanda da Tunus ve Kahire’deki iş(ti)gal [occupation] hareketlerinde, hatta Oakland’de bile (iskele işçileriyle etkin bir bağlantının en azından ana hatları 16 bulunmaktaydı) bu denenmiştir. Her şey, mutlak olarak her şey, bu ittifak ve uluslararası düzeyde politik örgütlenmeyle gelecek belirleyici uyanışa [rönesansa] bağlıdır. Fakat mevcut durumda —bu hareket aşırı zayıf haldeyken— gelenekten ayrılışın, küresel kapitalizmin yapılandırdığı dünyada meydana getirdiği nesnel, ölçülebilir sonucu, ancak demin bahsettiğimiz şey, yani küçücük bir oligarşinin kendi yasasını, hem yalın asgari yaşamkalım düzeyindeki halkın ezici çoğunluğuna, hem de Batılılaşmış —yani tabi kılınmış ve kısır— orta sınıflara dikte etmesi olabilir. Peki toplumsal ve öznel düzeyde ne oluyor? 1848’de Marx bize bu gerçekliğin çarpıcı bir tarifini vermişti, onun kendi çağına kıyasla şimdi bu tarif ebediyen daha geçerlidir. Yaşına rağmen inanılmaz genç kalmış bu metinden birkaç satırı alıntılayalım: Burjuvazi, üstünlüğü ele geçirdiği her yerde, bütün feodal, ataerkil, romantik ilişkilere son verdi. . . Dinsel tutkuların, şövalyece coşkunun, darkafalı duygusallığın en ilâhi vecde gelmelerini, bencil hesapların buzlu sularında boğdu. Kişisel değeri, değişim-değerine indirgedi. . . Burjuvazi, şimdiye dek saygı duyulan ve saygılı bir korkuyla bakılan bütün mesleklerin halelerini söküp attı. Doktoru, avukatı, rahibi, şairi, bilim adamını kendi ücretli emekçisi durumuna getirdi. 2 Burada Marx gelenekten ayrılmanın—burjuva kapitalist bir biçim aldığında— insanlığın simgesel örgütlenmesinde gerçekte ne kadar devasa bir kriz açtığını tarif ediyor. Cidden binlerce yıl boyunca insan yaşamındaki fıtri farklar hiyerarşik biçim altında düzenlenmiş ve simgelenmişti. En önemli ikilikler, mesela yaşlı ve genç, adamlar ve kadınlar, ailemin içinde ve dışında, yoksullar ve muktedirler, benim mesleğim ve diğerleri, yabancılar ve hemşeriler, asiler ve imanlılar, avamlar ve soylular, kasaba ve kır, kol gücüyle çalışanlar ve beyin gücüyle çalışanlar — bunlar hep (dilde, mitolojilerde, ideolojilerde ve tesis edilmiş dinsel modellerde) birbiriyle üst üste örtüşen birçok hiyerarşik sistemden oluşan bir küme içinde herkesin yerini tayin eden düzenli yapılara müracaat ile ayırt edilirdi. Mesela soylu bir kadın kocasının astıydı ama avam bir adamın üstüydü; zengin bir burjuva bir dük karşısında diz çökerdi, ama hizmetkarları da onun karşısında diz çökerlerdi; bunun gibi, şu veya bu Kızılderili kabilesinden bir kadın, kendi kabilesinden bir savaşçının gözünde neredeyse bir hiç iken, (belki bu savaşçının nasıl işkence edeceğini 2 Komünist Parti Manifestosu (Marks & Engels). Kaynak: kurtuluscephesi.com 17 kararlaştırdığı) başka kabileden bir esirin gözünde neredeyse en muktedir kişiydi. Ve Katolik Kilisesinin yoksul bir müridi kendi papazına göre çok az önem taşırken, Protestan bir asiye kıyasla kendisini en seçkin kişilerden biri sayabilirdi, hatta bunun gibi, azat edilmiş bir adamın oğlu, tamamen babasına bağlı da olsa, kocaman bir ailenin başındaki bir siyah adamı kendi kişisel kölesi yapabilirdi. Böylece bütün geleneksel simgeleme, bireylerin toplumdaki yerlerini belirleyen düzenli bir yapıya, dolayısıyla bu yerler arasındaki ilişkilere yaslanıyordu. Gelenekten kopuş ise aslında, genel üretim sistemi olarak kapitalizmin gerçekleştirdiği haliyle, etkin herhangi yeni bir simgeleme önermez, bunun yerine sadece ekonominin acımasız ve bağımsız oyununu getirir: Marx’ın “bencil hesapların buzlu suları” dediği şeyin tarafsız, simgesiz hükmünü getirir. Bunun sonucu simgelemede tarihsel bir krizdir. Bugünkü gençlik bu yüzden büyük bir yönelim ıstırabı çekmektedir. Tarafsız bir özgürlük örtüsü altında paradan başka hiçbir evrensel gönderge önermeyen bu krizle yüzyüze gelindiğinde, olası iki çözüm olduğuna inanmamız beklenir. Ya “kriz yoktur ve olamaz” dememiz ve tarafsız pazar hesaplamaları altında ezilen liberal “demokratik” özgürlükler modelinden daha iyi hiçbir şey bulunamayacağını iddia etmemiz; ya da geleneksel —yani hiyerarşik— simgelemeye dönülmesi için tepkisel bir arzu duymamız beklenir. Benim görüşüme göre bu rotaların ikisi de çok tehlikeli çıkmazlardır, ve giderek daha çok kan döken bu ikili çelişki insanlığı sonu gelmez bir savaşlar döngüsü içine çekmektedir. Hakiki çelişkinin rol oynamasını engelleyen sahte çelişkilerde karşılaştığımız sorun tamamen budur. Düşünce ve eylemimizin çerçevesini kurması gereken hakiki çelişkide karşı karşıya konan şeyler, hiyerarşikleştiren simgesel gelenekten kaçınılmaz ayrılışın iki farklı kurgusudur: Bir yanda Batılı kapitalizmin korkunç eşitsizlikler ve hastalıklı çalkantılar yaratan simgesiz kurgusu, öbür yanda Marx ve çağdaşlarının eşitlikçi bir simgeleme icat etmeyi önermesinden beri genelde “komünizm” denilen kurgudur. Komünizmin geçici tarihsel yenilgisinden —SSCB ve Çin’de devlet sosyalizminin başarısızlığından— sonra, modern dünyanın asli çelişkisi sahte bir çelişkiyle maskelenmiştir. Gelenekten ayrılma ile yüzyüze gelindiğinde, sahte bir çelişki tesis edilmiştir: Bunun bir yanında baskın Batı’nın tarafsız, kısır, saf olumsuzluğu; öbür yanında ise sık sık dinsel anlatıların çarpıtılması kılığına giren faşist bir tepki vardır — eski hiyerarşilere dönülmesini önerir ve bu uğurda gerçek zayıflığını maskelemek üzere tasarladığı görkemli bir 18 şiddet uygular. Aralarındaki çatışmalar ne kadar şiddetli gözükse de, bu varsayılan karşıtlık her iki tarafın çıkarlarına da hizmet eder. İletişim araçları üzerindeki denetimleri yoluyla genel çıkarlara el koyarlar ve her bir kimseyi “Batı yahut Barbarlık” arasında sahte bir tercih yapmaya zorlarlar. Böyle yapmakla, insanlığı felaketten kurtarabilecek tek küresel kararlaşmanın ilerleyişini durdururlar. Bu kanı —ben buna bazen komünist fikir diyorum— gelenekten ayrılış hareketinin içinde bile eşitlikçi bir simgeleme yaratmaya çalışmamız gerektiğini ilan eder. Eşitlikçi simgeleme, kaynakların kolektifleştirilmesine, eşitsizliklerin etkin olarak yok edilmesine, ve —eşit öznel haklar arasında— farklılıkların tanınmasına rehber olabilecek, düzen ve biçim verebilecek, nihayetinde devlet tarzındaki ayrık yetke biçimlerinin solup gitmesini sağlayacak istikrarlı bir öznel katman olmalıdır. Yani öznelliğimizi tamamen yeni bir göreve adamamız gerekir: İki cephede birden mücadele ederek —hem simgelemenin kapitalist hesapların buzlu sularında boğulmasına karşı, hem de eski düzeni geri getirmeye niyetli tepkisel faşizme karşı— kaynakların toptan paylaşımına dayanan, müşterek kuralları yaygın kurallara dönüştürerek farklılıkları tekrar ve yeniden yapılandıran eşitlikçi bir simgelemenin icat edilmesi. Bize —Batı’daki insanlara— gelirsek, biz en başta bir kültürel devrim ilerleyişine girmeliyiz: Yani olan bitene dair görüşümüzün diğer herkesten üstün olduğuna dair mutlak arkaik kanımızı silkeleyip atmalıyız. Aslında mevcut görüşümüz, 19. yüzyılda kapitalizmin duyusuz, acımasız eşitsizliğinin ilk büyük eleştirmenlerinin arzuları ve öngörülerinin halen çok gerisindedir. Ayrıca bu büyük önceller şunu da görmüşlerdir: Politikanın demokratik sayılan örgütlenme, gülünç seçim ritüelleri ile, politikanın toptan rakiplik ve hırsın yüksek çıkarlarına tabi kılınması üzerinde bir örtüden ibarettir. Bu eleştirmenlerin —sözünü esirgemeyen netlikleri ile— “parlamenter gerzeklik” dedikleri acınası gösteriyi bugün her zamankinden iyi görebiliriz. “Batılı” kimliğin kitlesel olarak terk edilmesi, tepkisel faşizmlerin mutlak reddi ile birleşerek, eşitlikçi değerlerimizin gücünü doğrulayabilmemiz için gereken olumsuz zamanı teşkil eder. Sahte çelişkinin oyuncakları olmamamız ve kendimizi gerçek çelişki içinde tesis etmemiz, öznellikleri değiştirecektir; ve en sonunda, özel mülkiyet ve rekabeti kaldırarak onların yerine Marx’ın “özgür üreticiler birliği” dediği şeyi koyacak politik kuvveti icat etmelerine olanak sağlayacaktır. Türkçesi: Evrim Şaşmaz, Işık Barış Fidaner 19 Kapital’den bir cümle ve paragraf Karl Marx In a first approach, commodity fetishism is “a definite social relation between men, that assumes, in their eyes, the fantastic form of a relation between things.” [Karl Marx 1867 Capital Vol 1 p.77] — Slavoj Žižek 1989 Sublime Object of Ideology p.14 Bir ilk yaklaşım olarak denebilir ki meta fetişizmi “insanların gözünde fantastik bir biçime, şeyler arasındaki bir ilişki biçimine bürünen, insanlar arasındaki belirli bir toplumsal ilişkidir.” [Karl Marx 1867 Kapital Cilt 1 s.77] — Slavoj Žižek 1989 İdeolojinin Yüce Nesnesi (TR: Tuncay Birkan) s.39 Sol Yayınlarınca bastırılan Alaattin Bilgi türkçesiyle (s.82): Demek ki, metaın gizemli bir şey olmasının basit nedeni, onun içinde insan emeğinin toplumsal niteliği, insana, bu emeğin ürününe nesnel bir nitelik damgalamış olarak görünmesine dayanmaktadır; üreticilerin kendi toplam emek ürünleri ile ilişkileri, onlarla kendi aralarında bir ilişki olarak değil de, emek ürünleri arasında kurulan toplumsal bir ilişki olarak görünmesindedir. Emeğin ürünlerinin, metalar haline, niteliklerinin duyularla hem kavranabilir hem de kavranamaz toplumsal şeyler haline gelmelerinin nedeni budur. Bunun gibi, bir nesneden algılanan ışın, bize, görme sinirimizin öznel etkilenmesi olarak değil de, gözün dışında bir şeyin nesnel biçimi gibi geliyor. Oysa, görme olayında her zaman, ışının bir şeyden başka bir şeye, dıştaki bir nesneden göze fiilen geçmesi sözkonusudur. Fiziksel şeyler arasında fiziksel 20 bir ilişki vardır. Ama metalarda bu farklıdır. Şeylerin, quâ [ki bu] metaların varlığı, ve bunlara meta damgasını vuran emek ürünleri arasındaki değer ilişkisi ile bunların fiziksel özellikleri ve bu özelliklerden doğan maddi ilişkiler arasında mutlak olarak bağ yoktur. Burada, insanlar arasındaki belirli toplumsal ilişki, onların gözünde, şeyler arasında düşsel bir ilişki biçimine bürünüyor. Bu nedenle, benzer bir örnek vermek için, din aleminin sislerle kaplı katlarını dolaşmanız gerekir. Bu alemde, insan beyninin ürünleri, bağımsız canlı varlıklar gibi görünür, ve hem birbirleriyle, hem de insanoğlu ile ilişki içine girerler. İşte metalar aleminde de, insan elinin yarattığı ürünler için durum aynıdır. Emek ürünlerine, meta olarak üretildikleri anda yapışıveren ve bu nedenle meta üretiminden ayrılması olanaksız olan şeye, ben, fetişizm diyorum. Yordam Yayınlarınca bastırılan Mehmet Selik ve Nail Satılgan türkçesiyle (s.82): Demek ki, meta biçiminin esrarlı bir şey oluşunun nedeni, basitçe, insanlara, kendi emeklerinin toplumsal niteliğini, emek ürünlerinin nesnel nitelikleri olarak, bu şeylerin toplumsal doğal özellikleri olarak yansıtması ve dolayısıyla, üreticilerle toplam emek arasındaki toplumsal ilişkiyi de, şeyler arasındaki, üreticilerin dışında var olan bir toplumsal ilişki olarak göstermesidir. Emek ürünlerinin metalar, yani duyusal olarak algılanamaz ya da toplumsal şeyler haline gelmesinin nedeni işte budur. Benzer şekilde, bir şeyin görme siniri üzerindeki ışık etkisi, kendisini, görme sinirinin kendi öznel duyarlılığı olarak değil, gözün dışındaki bir şeyin nesnel biçimi olarak gösterir. Ama, görme olayında, gerçekten de, bir şeyden, yani dışarıdaki nesneden, bir başka şeye, yani göze, ışık fırlatılır. Bu, iki fiziksel şey arasındaki bir fiziksel ilişkidir. Buna karşılık meta biçimi ve bunun kendisini ortaya koymasına aracılık eden emek ürünlerinin değer ilişkisi, kendi fiziksel doğaları ve bundan kaynaklanan nesnel ilişkilerle hiçbir bağlantıya sahip değildir. Burada, insanlar için şeyler arasındaki hayal ürünü bir ilişki biçimini alan, insanların kendilerinin belirli toplumsal ilişkisinden başka bir şey değildir. Bunun için de, bir benzetme yapmak istersek, din dünyasının sisli bölgesine yükselmemiz gerekir. Burada, insan kafasının ürünleri, kendilerine özgü hayatları olan, kendi aralarında ve insanlarla ilişki halindeki bağımsız biçimler gibi görünür. İnsan elinin ürünleri olan metalar dünyasında da böyledir. Emek ürünleri metalar olarak üretilmeye başlar başlamaz onlara yapışan ve dolayısıyla da meta üretiminden ayrılmaz olan bu şeye fetişizm adını veriyorum. 21 Albert Dragstedt ingilizcesiyle (marxists.org): A commodity is therefore a mysterious thing, simply because in it the social character of men’s labour appears to them as an objective character stamped upon the product of that labour; because the relation of the producers to the sum total of their own labour is presented to them as a social relation, existing not between themselves, but between the products of their labour. This is the reason why the products of labour become commodities, social things whose qualities are at the same time perceptible and imperceptible by the senses. In the same way the light from an object is perceived by us not as the subjective excitation of our optic nerve, but as the objective form of something outside the eye itself. But, in the act of seeing, there is at all events, an actual passage of light from one thing to another, from the external object to the eye. There is a physical relation between physical things. But it is different with commodities. There, the existence of the things quâ commodities, and the value relation between the products of labour which stamps them as commodities, have absolutely no connection with their physical properties and with the material relations arising therefrom. There it is a definite social relation between men, that assumes, in their eyes, the fantastic form of a relation between things. In order, therefore, to find an analogy, we must have recourse to the mistenveloped regions of the religious world. In that world the productions of the human brain appear as independent beings endowed with life, and entering into relation both with one another and the human race. So it is in the world of commodities with the products of men’s hands. This I call the Fetishism which attaches itself to the products of labour, so soon as they are produced as commodities, and which is therefore inseparable from the production of commodities. 22 Fiilî ile Virtüel3 Gilles Deleuze — 1995 — Dialogues Felsefe çoklukların kuramıdır. Her çokluk fiilî ve virtüel öğelerden müteşekkildir. Saf fiilî nesneler varolmaz. Her fiilî şey kendisini bir virtüel imgeler bulutuyla sarmalar. Bu bulut eş-varoluş içinde az çok uzanımlanmış devrelerin bir dizisidir. Virtüel imgeler bu dizi boyunca dağıtılır ve bu dizi etrafında koşar. Bu virtüeller hem türce hem de onları neşreden ve soğuran fiilî partiküllere yakınlık derecelerine göre çeşitlenirler. Onlara virtüel denmesinin ölçüsü, neşir ve soğurularının, yaratı ve yokedilerinin imgelenebilen en kısa süreğen süreden daha kısa bir zaman süresinde olmasıdır; onları bir kesinsizlik veya belirsizlik ilkesine tabi tutan işte bu kısalıktır. Virtüeller, fiilî olanı çevrelerken, durmaksızın kendilerini yenilemek üzere başka virtüeller neşreder, sonra onlar onu sarmalar ve dönüp fiilî olanı tepkiler: ‘virtüelin bulutunun kalbinde daha bile yüksek düzende bir virtüel bulunur . . . her virtüel partikül kendisini virtüel bir kosmos ile sarmalar ve her biri sırayla süresizce yine böyle yapar.’4 Bir algıyı bir partikül ile benzeştiren, dinamiğindeki dramatik özdeşimdir: fiilî bir algı kendisini virtüel imgelerin bir bulutuyla sarmalar. Bu bulut giderek daha uzak, daha büyük, birbirini yapan ve kaldıran hareketli devreler üzerine dağıtılmıştır. Bunlar farklı çeşitlerden hafızalardır, ama onlara yine virtüel imgeler denir çünkü hızları veya kısalıkları onları da bir bilinçdışı ilkesine tabi kılar. Karşılıklı ayrıştırılamazlıkları sayesinde virtüel imgeler fiilî nesneler üzerine tepkilenebilirler. Bu perspektifte, virtüel imgeler bir süremi sınırlarlar, 3 Gerçel ile Görcül’ün (NO FÜTUR) versiyonudur. Cassé, Du vide et de la création (Paris: Éditions Odile Jacob), s. 71-2. Ayrıca bkz. Pierre Lévy’nin çalışması, Qu’est-ce que la virtuel? (Paris: Éditions de la Découverte). 4 Michel 23 bütün çemberler birlikte de alınsa her biri ayrı da alınsa, her vakada imgelenebilir azami zamanla belirlenen bir uzamı sınırlarlar. Fiilî nesnenin çeşitli yoğunluklardaki katmanları, virtüel imgelerin bu az çok uzanımlanmış çemberlerine karşılık gelirler. Bu katmanlar, kendileri virtüel de olsalar, fiilî nesne onlar üzerinde virtüelleşiyor da olsa, nesnenin toplam güdüsünü teşkil ederler5 . İçkinlik düzlemi, fiilî nesnenin çözünümünün olduğu yer olarak, hem nesne hem imge virtüel olduğunda teşkil edilir. Fakat fiilî olanın başından geçen fiilîleşme süreci, nesne üzerinde olduğu kadar imge üzerinde de etkisi olan bir süreçtir. Zamansal bileşim-ayırmaların regüler veya irregüler oluşuna göre virtüel imgelerin süremi parçalanır, uzamı biçilir. Virtüel nesnenin toplam güdüsü, kısmi süreme karşılık gelen kuvvetlere, biçilmiş uzamı kateden süratlere ayrılır6 . Virtüel, içkinlik düzleminde onu biçen ve bölen tekilliklerden hiçbir zaman bağımsız değildir. Leibniz’in gösterdiği gibi kuvvet, fiilîleşme süreci içinde bir virtüeldir, seyahat ettiği uzay gibi. Düzlem böylece süremdeki biçmelere göre, virtüelin fiilîleşmesini işaretleyen kuvvet bölünmelerine göre bir düzlemler çokluğuna bölünür. Ama bütün düzlemler fiilî olana çıkan yolu izleyen tek bir düzlemde birleşir. İçkinlik düzlemi hem virtüeli hem de fiilîleşmesini eş-zamanda içerir, ikisi arasında tayin edilebilir bir sınır bulunmaz. Fiilî, tamamlayıcıdır ya da üründür, fiilîleşmenin nesnesidir, virtüelden başka hiçbir özneye sahip değildir. Fiilîleşme virtüele aittir. Virtüelin fiilîleşmesi tekilliktir, fiilî olanın kendisi ise teşkil edilmiş bireyliktir. Fiilî, bir meyve gibi düzlemden düşer, fiilîleşme ise onu yeniden düzlemle ilişkilendirir, nesneyi yeniden bir özneye döndürür gibi. II Şimdiye dek fiilî olanın giderek daha uzanımlanmış, daha uzak ve daha türlü virtüelliklerle sarmalandığı vakaları düşündük: bir partikül geçicilikler yaratır, bir algı hafızaları uyarır. Ama tersine hareket de olur: burada, çemberler daraldığından, virtüel, fiilî olana daha yakınlaşır, ikisi de daha az ayrık olurlar. Sadece fiilî nesne ile virtüel imgesini bağlayan bir içsel devreye gelirsiniz: fiilî bir partikül virtüel ikizine sahiptir, o da ondan neredeyse hiç ıraksamaz; fiilî bir algı kendi hafızasına sahiptir, bir çeşit dolaysız, müteakip hatta eş-zamanlı ikiz olarak. Çünkü, Bergson’un gösterdiği gibi, hafıza nesnenin algılanmasından sonra biçimlenen bir fiilî imge değildir, nesnenin fiilî algı5 Henri Bergson, Matière et la memoire (Paris: Éditions du centenaire), çev. N. M. Paul and W. S. Palmer as Matter and Memory (New York: Zone Books, 1991), p. 250/104; İkinci ve üçüncü bölümler hafızanın virtüelliğini ve fiilîleşmesini analiz ediyor. 6 Bkz. Gilles Châtelet, Les Enjeux du mobile (Paris: Éditions du Seuil), s. 54-68 (’virtüel sürat’lerden ’virtüel biçme’lere). 24 sıyla eş-varolan bir virtüel imgedir. Hafıza fiilî nesneyle zamandaş bir virtüel imgedir, onun ikizidir, onun ‘ayna imgesidir’,7 Şangaylı Hanım’daki aynanın bir karakteri denetimine alması, onu içine çekmesi ve onu salt bir virtüellik haline getirmesi gibi; bu yüzden fiilî nesne ile virtüel imgesi arasında bir kaynaşım ve bölünüm, veya bir salınım, durmaksızın bir mübadele bulunur: virtüel imgenin fiilîleşmesi hiçbir zaman durmaz. Virtüel imge bir karakterin fiiliyatının tamamını soğurur, aynı zamanda, fiilî karakter bir virtüellikten fazlası değildir. Virtüel ile fiilî arasındaki bu durmaksızın mübadele bir kristali tanımlayan şeydir; ve kristallerin belirdiği yer içkinlik düzlemidir. Fiilî ile virtüel eş-varolurlar, ve birinden diğerine sürekli yeniden izini sürdüğümüz sıkı bir devreye girerler. Bu artık bir tekilleşme değil, süreç olarak bir bireyleşmedir, fiilî ile onun virtüeli: artık bir fiilîleşme değil, bir kristalleşme. Saf virtüelliğin artık kendisini fiilîleştirmesi gerekmez, çünkü o en sıkı devreyi biçimlediği fiilî olanın kesin bir bağlaşığıdır. Ayrık nesneler var da ‘fiilî’ ve ‘virtüel’ terimlerini onlara tayin edemiyor değiliz, daha ziyade bu ikisi ayırt edilemezdir. Fiilî nesne ile virtüel imge, virtüelleşen nesne, fiilîleşen imge, hepsi temel optikte ele alınan figürlerdir8 . Virtüel ile fiilî arasındaki bu ayrım zamandaki en asli ayrılışa karşılık gelir, yani farklılaşmanın geçtiği iki büyük çeşmeye: mevcut anın geçmesi, ve geçmişin muhafazası. Mevcut an süreğen zamanda ölçülmüş verili bir değişkendir, tek-yönlü sayılan bir harekettir, mevcut an bu zamanın tüketilmesine kadar geçer. Fiilî, mevcut anın bu geçmesi ile tanımlanır. Virtüelin geçiciliği ise, tek bir yöndeki asgari hareketi işaretleyen zamandan daha küçük bir zaman uzayında belirir. İşte bu yüzden virtüel ‘geçici’dir, ama virtüel, geçmişi muhafaza da eder, çünkü bu geçicilik yön değişimleri karşısında sürekli dakik ayarlamalar yapmaktadır. Tek yönde imgelenebilir süreğen zamanın en küçük süresinden daha küçük zaman süresi aynı zamanda en uzun zamandır, her yönde imgelenebilir süreğen zamanın en uzun biriminden daha uzundur. Mevcut anın geçmesi, geçicinin muhafazası ve kendini-muhafazası, her birisi kendi ölçüm ölçeğine göre olur. Virtüeller onları ayıran fiilîlerin tepesinde dolaysızca iletişirler. Zamanın iki yanı, geçmekte olan mevcut anın fiilî imgesi ile muhafaza edilmiş geçmişin virtüel imgesi, aralarındaki sınırlar tayin edilemez de olsa fiilîleşme süresince ayırt edilebilirler, fakat kristalleşme süresince ayırt edilmezcesine mübadele 7 Henri Bergson, L’Énergie spiritulle, ’mevcut anın hafızası’, s. 917-20. Bergson giderek genişleyen çemberlere yönelen ve giderek daralan çemberlere yönelen iki harekette ısrar ediyor. 8 Optik disiplini fiilî nesne ile virtüel imgeyi başlangıç-noktaları olarak alır ve nesnenin virtüelleşmesinin, imgenin fiilîleşmesinin ne şartlar altında olduğunu gösterir, sonra da hem nesne hem de imgenin nasıl fiilîleştiklerini ya da virtüelleştiklerini gösterir. 25 ederler, her birisi diğerinin rolüyle ilişkilenir. Fiilî ile virtüel arasındaki ilişki bir devre biçimini alır, ama bunu iki yoldan yapar: fiilî bazen virtüellere atıf yapar, virtüelin fiilîleştiği muazzam devrelerdeki diğer şeylere yaptığı gibi; fiilî bazen de virtüele kendi virtüeli olarak atıf yapar, virtüelin fiilî ile kristalleştiği en küçük devrelerde. İçkinlik düzlemi hem virtüelin diğer terimlerle ilişkisi olarak fiiliyatı, hem de virtüelin mübadele edildiği bir terim olarak fiilî olanı içerir. Ne olursa olsun, fiilî ile virtüel arasındaki ilişki iki fiilî arasında tesis edilen ilişkinin aynısı değildir. Fiilî olanlar halihazırda teşkil edilmiş bireyleri gerektirir, ve sıradanlıkla belirlenirler, fiilî ile virtüelin ilişkisi ise eyleyen bir bireyleşme veya vaka vaka belirlenmeye muhtaç hayli özgül ve dikkate değer bir tekilleşmeyi biçimlendirir. EN: Eliot Ross Albert 26 Güneşin kalbine göre yapın ayarlamaları Pink Floyd — 1968 — A Saucerful of Secrets Azar azar gece döner arkasını Şafakta titreyen yaprakları sayarak Nilüferler özlemle yaslanır birbirine Saçak altında kırlangıç dinlenir Güneşin kalbine göre yapın ayarlamaları Dağın üzerinden gözetçiyi gözeterek Kırıyor karanlığı asmaları uyandırarak Bir santim aşk bir santim gölge eder Aşk şarabı olgunlaştıran gölgedir Güneşin kalbine göre yapın ayarlamaları Güneşin kalbine göre, güneşin kalbine göre 27 Duvara doğru celallenen adama bakın Soruları Cennete göre şekillendirir Güneş akşam batsa da batmasa da o Vermesi gerektiğini hatırlayacak mı? Güneşin kalbine göre yapın ayarlamaları Güneşin kalbine göre, güneşin kalbine göre (Set The Controls For The Heart Of The Sun) 28 Uzakınlık Jacques-Alain Miller — 2008 — The Symptom 9 (lacan.com) Lacan’ın “yakınlık” [intimité] teriminden türettiği uzakınlık [extimité] terimi, Seminer’de iki üç kere geçer. Bu terimi bir ifadelendirmeye, bir yapıya dönüştürmek, onu bir S1 olarak üretmek, böyle bir imleyenle ilk karşılaşmanın vereceği kafa karışıklığının ötesine ulaşmak bize düşecektir. 1. S Analistlere göre, salt analiz deneyimine atıf yapmak yanıltıcı olur; zira Freud ve Lacan’ın çalışmaları da bizim psikanalizle olan ilişkimizin parçasıdır. Ve Lacan’ın Seminer’inin ilk on yıllık konusunu oluşturan Freudcu metinler üzerine tefsirlerin, Orta Çağların lectio’suna benzemediği söylenemez. O zamanlar, bir ustanın dersi üç kısma bölünürdü: littera, sensus ve sententia. Littera metnin inşa edilme düzeyidir, en gramatik düzeydir; sensus imlenenin düzeyidir, aleni ve kolay anlam düzeyidir; sententia ise anlamın derinden anlaşılmasıdır. Ancak bu sententia düzeyi tefsir disiplinini gerekçelendirebilir. Lacan’ın öğretisinin koyduğu mesele tam olarak şudur: Freud’un bir tefsiri bu öğretinin değişmezlerinden biridir. Dahası, kendi deyişlerinden Lacan düsturlar veya sententia’lar yapar (Orta Çağda bu sözcük “basmakalıp” anlamına da gelirdi). Böylece Lacan, Lacan’dan nelerin tekrarlanması gerekeceğini Başkasının seçmesine izin vermez — çünkü basit formüllerle, ya da en azından basit gözüken formüllerle ifade ederek kendi düşüncesini biçimleştirir. “Bilinçdışı bir dil gibi yapılanmıştır.” “Arzu Başkasının arzusudur.” ve “İmleyen özneyi bir başka imleyene göre temsil eder” Lacan’ın sententia’larıdır. Mevcut görevimizin bir kısmı bu sententia’ları elden geçirerek bir florilegium içinde derlemektir. Bunu Lacan için yaparız, çünkü o kendisini sözcüğün ortaçağdaş anlamıyla bir otör, yani ne dediğini bilen birisi sayıyor gözükmektedir. 29 Fakat sententia’larına rağmen Lacan bir otör değildir. Onun çalışması bir öğretidir. Bunu dikkate almak zorundayız; şunu bilmeliyiz ki, bu yıldızı izlememiz, öğretiyi senkronize edip dogmalaştırmaktan kaçınmamızı, çelişkilerini, antinomilerini, çıkmazlarını ve zorluklarını gizlemekten ziyade vurgulamamızı gerektirir. Zira analiz deneyimi üstüne bir öğreti, ilerlemekte olan bir çalışmaya benzer, metin ile deneyim arasında bir gelgit hareketi gerektirir. 2. Uzakınlık [extimité] Niye bu başlık? Birincisi, geçen yıl dikkatimi Lacan’ın öğretisindeki dörtlü yapıları toplamaya, geliştirmeye, ifadelendirmeye vermiştim; bunun sonucunda bana öyle geliyor ki uzakınlığın ele alınıp biçimleştirilmesi bu yapılardan ayrı olarak yapılmalıdır. İkincisi, bu uzakınlık sorusunu görmezden gelemedim çünkü kendimi özellikle Simgeseldeki Gerçek meselesine vakfediyorum. İşe bakın ki uzakınlık, Lacan’ın simgeseldeki gerçeği sorunsal bir tarzda adlandırmak için kullandığı terimdir. Üçüncüsü, bana öyle geliyor ki bu terim büyük kristalleşme potansiyeline sahiptir. Bu noktadan yola çıkılarak analiz deneyimindeki ve Lacan’ın öğretisindeki sorunlar tekrar düşünüldüğünde, pratiğimizden çıkmış bir dizi dağınık meselenin sahiden yerine oturduğu fark edilir. Dördüncüsü, bu “uzakınlık” ifadesi, dahili olanla harici olan arasındaki ikili-bölüntüde bulunması beklenen psişeciliğe dair yaygın zırvalardan kaçabilmek için gereklidir. Fakat gelin bu son şeyi nitelendirelim, zira bu ikili-bölüntü tatmin edici değildir demek yetmez; onun yerine gelecek bir ilişkiyi de ayrıntılandırmak zorundayız. Sahiden, bu dahili-harici ikili-bölüntüsüne kaymak o kadar kolaydır ki, kendi kullanımımız için onun yerine geçecek başka bir ilişkiye ihtiyaç duyarız, şu çizimle temsil edeceğimiz olası en basit ilişkiye: Lacan’ın bu çok basit şeması şu demektir: harici olan dahili olanda mevcuttur. En dahili olan —“yakınlık”ın [l’intime] sözlük tanımı böyledir—, analiz deneyiminde, bir hariciyet niteliği taşır. İşte bu yüzden Lacan uzakın terimini icat etmiştir. Bu sözcük sahiden henüz kullanımda değil. Ama 30 biraz çaba ve şans ile, belki —birkaç yüzyıl içinde— Académie Française sözlüğünde kendine yer bulacaktır. Gözlenmelidir ki interior terimi bize Latinceden gelen bir kıyaslayıcıdır, süperlatifi de intimus’tur. Burada, dil tarafından dahili olanın en derin noktasına ulaşmak için bir çaba bulunur. Şunu da belirtelim: sözlüklerde edebi eserlerden alıntılar yapılması gösterir ki, en yakınlıklı olanın aynı zamanda en gizli şey olduğu, yaygın olarak, sürekli söylenmektedir. Dolayısıyla, paradoks gereği, en yakınlıklı şey bir berraklık noktası değil, bir matlık noktasıdır. Ve bu matlık noktası genelde belli kılıfların gerekliliğini kurmakta kullanılır, en yaygını dinsel kılıf olmak üzere, birazdan göreceğimiz gibi. 3. A → S Uzakınlık yakınlığın zıttı değildir. Uzakınlık şöyle der: yakınlık Başkasıdır —yabancı bir beden gibi—, bir parazittir. Fransızcada, “yakınlık” teriminin doğum tarihi onyedinci yüzyılda bulunabilir; mesela Madame de Sevigné’nin Mektuplaşma’sında bulunur, bu yakınlık modelinden şöyle bir cümle gelir: “Bütün bu ayrıntıları kalbimin yakınlığı ve sevgisiyle sana söylememek elimde değil, eşsiz hassaslıkta bir hizmetçiye içini döken birisi gibi.” Fransızca dilinde “yakınlık” teriminin ilk örneklerinden birinin halihazırda hassaslıkla dolu birisine kalbini açma, bir tür itiraf ilişkisi barındırması hoş değil mi? Psikanalizde en baştan kendimizi yakınlık kaydı içine yerleştirmek bize doğal gözükür, zira analiz kadar yakınlıklı hiçbir deneyim yoktur, ki hususi olarak yürütülür ve güven gerektirir, kısıtlamalardan olabildiğince muaf olmalıdır, öyle ki danışma odalarımızda —yakınlığın itiraflarına ayırılmış bu yerlerde— analizanlar, başka birinin evinde olsalar da, bazen kendi evlerindeymiş gibi davranırlar. Böyle bir analizanın analistinin kapı eşiğine gelirken cebinden kendi ev anahtarını çıkarmasıyla bu hal doğrulanır. Fakat, analistin analizanın yakın bir arkadaşı olduğunu asla söyleyemeyiz. Analist, aksine, bu yakınlığa tam olarak uzakındır. Belki de bu, insanın kendine ait bir eve sahip olamayacağını gösterir. Belki de psikanaliz tarihinde Yahudi rolünü bunca ayrık ve bunca sürekli kılan, psikanalizin bu uzakınlık konumudur. Uzakınlık terimini bu yoldan kullanırsak, neticede onu bizzat bilinçdışı ile eşdeğer kılabiliriz. Bu anlamda, öznenin uzakınlığı Başkasıdır. ‘Mektubun Aracılığı’nda (Écrits, 172) bulduğumuz şey, Lacan’ın “kendime özdeşliğimi kabullenmemin kalbinde beni kıpırdatan o olduğu için kendimden daha bağlı olduğum bu başkası” dediği şey budur — Başkasının uzakınlığının öznenin kendine özdeşliğinin sallantısına bağlı olduğu yer burasıdır. Yani A → S 31 yazmanın gerekçesi budur. Bu uzakınlık noktasının birçok kılıfı bulunur, bunlardan birisi de dinsel kılıftır. Aziz Augustine Tanrıdan bahsederken interior intimo meo, “en iç oluşumdan daha dahili” der. Yani Tanrı burada (kendi içinde hiçbir sevilecek yanı olmayan) bu uzakınlık noktasını örten bir sözcüktür. Bu da şu şemayı getirir: Burada öznenin çemberi yakınlığının en yakını [intime] olarak Başkasının uzakınlığını içerir. Belli bir anlamda bu, Lacan’ın, Başkasının söylemi olarak bilinçdışından bahsettiğinde, yakınlığımdan daha yakın olup beni kıpırdatan bu Başkası dediği şeydir. Ve radikalce Başkası olan bu yakını Lacan tek sözcükle ifade etti: uzakınlık. Bu terimi psikiyatrik kliniğe uygulayarak, otomatizme, Başkasının ve onun söyleminin mevcudiyeti altında yakınlığın tam merkezinde açıkça belirdiği ölçüde “uzakın otomatizm” diyebiliriz. Analiz kliniğinde, ilginçtir, tanıya dair tereddütler analistte her seferinde uzakınlığın işaretlendirildiği zaman çıkar, örneğin analist saplantı ile psikoz arasında kalır, başka bakımlardan biri çok açıkça diğerinden ayırt edilmiş olsa bile. Konuşan oluşa göre uzakınlık sahiden o kadar yapısaldır ki hiçbir analist onunla asla karşılaşmadığını söyleyemez, en azından kendi tereddüt etme deneyiminde karşılaşmıştır. 4. a A Şimdi önceki şemamızdakinden farklı bir boyutu getirmek üzere, küçük a’yı Başkasının ortasına koyalım. Yapı aynıdır ama bu sefer harici çember Başkasına aittir ve merkezi alanda, uzakınlık alanında, a iş(ti)gal eder Bu, önceki şemanın yadsınması değil, aynı yapının farklı bir değerlendirme için yeni bir kullanımıdır. Tartışmamızın bu noktasına kadar, Başkası kavramını bariz bir şey gibi kullandık. Şimdi, uzakınlık sorusu bizi bu kavramı sorunsallaştırmaya, Başkasının başkalığı sorusunu (Başkası gerçekte niye başkadır?) sormaya yöneltiyor. “Başkasının Başkası nedir?” Başkasının başkalığına zemin bulmak için 32 Lacan bu çok basit soruyu sorar. Bu Başkasının Başkasının özne olduğunu söylemek bizi pek ileri taşımazdı, tam olarak şu nedenle: analiz deneyiminin öznesi hiçbir şey değildir, men edilmiş bir işlevdir. Lacan’ın birinci denemesi imleyenin Başkasının Başkasının, yasanın Başkası olduğunu öne sürmekti. Psikozlar üzerine makalesini bu hipotezle neticelendirir 9 . Başkasının önüne Yasayı çıkaracak bir Başkası varolacaktı. Bu bir üstdilin varolmasını, Yasa olmasını gerektirecekti, zira mutlak olarak Yasa bir üstdildir. Sonraki Lacan, Lacan’ın aksine düşünerek, bunun zıttını söyler: “Başkasının hiçbir Başkası yoktur,” yani “üstdil yoktur.” O bunu kime söyler? O bunu önceki Lacan’a söyler. Yani bu akılcılık çabasını dogmalaştırmayla karıştırılması için bir sebep yoktur. Ayrıca belirtelim ki bu meşhur sententia, “Başkasının hiçbir Başkası yoktur,” Babanın-Adının değersizleştirilmesini ve çoğullaştırılmasını gerektirir. Ama aynı zamanda Başkasının başkalığına zemin bulunmasında problem yaratır. Sahiden, nedir bu, bu Başkası, bir evrensel işlev, bir soyutlama değil de nedir? Mesela peder Takatsuga Sasaki’nin verdiği tepki: bu türdeki soyutlamanın Japon dilinde imkansız gözüktüğünü bize söylemesi, bu dilde hiçbir Başkasının olmadığını, onun yerine başkalık ve çoğulluğun çeşitli kategorilerinin bulunduğunu söylemesi, buna tanıklık eder. Dinsel kılıf yoluyla tecrübe ettiğimiz Başkası, tümdeğerlidir. Bu tam olarak Hıristiyanlıkta komşu denilen şeydir. Uzakınlığı boşa çıkarmanın bir yoludur bu; yaygın olmanın, uygunluğa uygun olmanın zeminidir. Asli olarak, evrensel olarak, bu uygunluğa aittir. Ama eğer Başkasının hiçbir Başkası yoksa, onun başkalığının zemini nedir? Başkasının hiçbir Başkası olmadığı zaman Başkasının başkalığının zemini olan şey tam olarak jüisanstır. Başkasının gerçekten Başkası olması jüisans ile ilişkisi içinde olur. Demek ki hiçkimse, Başkasının başkalığının zemini 9 Bkz. “Psikozun herhangi bir imkanlı tedavisinin olup olmadığı üzerine.” 33 olarak, bir imleyeni alamaz, çünkü imleyenin kendi yasası birisinin diğeriyle (ve tersi) her zaman yerdeğiştirebilmesini gerektirir. İmleyenin yasası sahiden tam olarak 1-2’nin yasasıdır, ve bu boyut içinde, sanki bir demokrasi, bir eşitlik, bir topluluk, bir barış ilkesi varmış gibidir. Artık görmeyi denediğimiz şey Başkasını başkası kılan şeydir, yani onu belirli, farklı kılan şeydir, ve Başkasının başkalığının bu boyutu içinde, savaşı buluruz. Mesela ırkçılık, tam olarak, farkı içinde kavranan Başkasına dönük bir ilişki meselesidir. Ve ben hiç sanmam ki “hepimiz akran-oluşlarız” teması üzerine cömert ve evrensel herhangi bir söylemin bu meseleye ilişkin herhangi bir etkisi olmuş olsun. Neden? Çünkü ırkçılık, tam olarak Başkasının başkalığının zeminine, başka deyişle onun jüisansına yönelen bir nefreti meydana çağırır. Eğer hiçbir karar, hiçbir irade, hiçbir miktarda muhakeme ırkçılığı silip süpürmeye yetmiyorsa, bu sahiden, Başkasının uzakınlık noktası üstüne kurulu olmasındandır. Bizzat akran-oluşlara yönelen bir imgesel saldırganlık meselesinden ibaret değildir bu. Irkçılık kişinin Başkasının jüisansına dair ne hayal ettiği üzerine kuruludur; jüisansı Başkasının kendi deneyimleme yolundan, bu belirli yoldan duyulan nefrettir. Irkçılığın varoluş sebebinin İslamcı komşumuzun çok gürültülü partiler yapması olduğunu da pekala düşünebiliriz; ne olursa olsun bu bir olgudur: gerçekteki mesele, onun kendi jüisansını bizimkinden farklı bir yoldan alıyor olmasıdır. Böylece Başkasının yakınlaşması ırkçılığı kötüleştirir: yakınlaşma olduğu anda birbiriyle bağdaşmayan jüisans şekilleri karşı karşıya gelirler. Zira insanın komşusunu uzaktayken sevmesi basittir, yakındayken sevmesiyse farklı bir sorundur. Irkçı hikayeler her zaman Başkasının bir artakalan-keyif / fazlalık-keyif elde etme yoluna dairdir: ya çalışmıyordur veya yeterince çalışmıyordur, ya da işe yaramazdır veya biraz fazla faydalıdır, ama hal ne olursa olsun, ona her zaman layık olmadığı bir parça jüisans bahşedilmiştir. Bu yüzden hakiki tahammülsüzlük, Başkasının jüisansına olan tahammülsüzlüktür. Tabii ki, ırkların varolduklarını inkar edemeyiz, ama Lacan’ın sözleriyle, söylem ırkları oldukları ölçüde, yani öznel konum gelenekleri oldukları ölçüde varolurlar. 5. a ⊂ A Başkasında neyin özne olduğu ekseriyetle vurgulanır. Mesela Lacan bilmesibeklenen-özneden bahsettiğinde, hiçbir zorluk yok gibi gözükür: Başkasında özne olmanın bir yolu bulunur. Fakat biz başka bir şeye, Başkasında neyin nesne olduğuna dikkat çekmeliyiz. Bu meseleyi Lacan’ın iki semineri, Etik ve Aktarım ile geliştireceğiz. Şey (Das Ding) ile Başkası arasındaki karşıtlık Etik’te serimlenir. Bu antinomi üzerine muammalı bir çalışma yapılır — bu da das Ding’in uzun zaman 34 gizemle sarılı kalmasını açıklar. Ama öyledir ki, Etik’ten hemen sonra gelen aktarım üstüne seminerde bu karşıtlık şöyle yazılabilecek bir ilişkiye dönüştürülür: a ⊂ A. Lacan bu dönüşümü felsefeden ödünç alınmış bir mecazla yapar, bugünlerde Silenus diye biliniyor, nesneyi, agalmayı kendi içinde barındırır. Burada Lacan’ın öğretisindeki bir devrime tanık oluruz, zira bu ilişkinin biçimselci olmaması, edebi, mitsel yolla kurulması, önceki gelişimlere tamamen antagonistik gözükür. Başkası, Aktarım’da, artık imleyenin yerinden ibaret değildir, artık nesne Başkasında içerilir — bu da biraz gizemli görünür çünkü Seminerde ele alınan sadece dahili olma ve harici olma fikridir. Platon’un modeli de bundan öte değildir: Silenus’a benzeyen ama içinde başka bir şey bulunan bir kılıf. O halde bu dahili ve harici olma modelini biçimleştirmek zorundayız. Lacan’ın öğretisiyle gelen bir şey ancak yakın zamanda anlaşılmıştır: imleyenin Başkasının değersizleştirilmesi. Yani “Başkası yoktur” diyebiliyordu, bu da Başkasını işlevli olmaktan alıkoymuyordu, zira birçok şey varolmadan işlevli olur. Fakat “Başkası yoktur” cümlesi, eğer a’nın buna karşın varolmasını gerektirmiyorsa anlamsızdır. Lacancı Başkası, işlevli olan Başkası, gerçek değildir. Bu da a’nın gerçek olduğunu anlamamızı sağlar, a’nın artakalankeyif / fazlalık-keyif olarak hem Başkasının başkalığının hem de Simgesel Başkasında neyin gerçek olduğunun zemini oluşunun yolunu anlamamızı sağlar. Bu entegre edici, dahil edici bir bağ meselesi değildir, uzakınlığın ifadelendirilmesi meselesidir. Gelin bunu bir dersimi aksatan hadiseyle örnekleyelim: bomba korkusu10 . Bomba yoktu. Ama varolmasa da etkisini üretebildiğinin kanıtı vardı. Ders imleyenin düzenine aittir ve öğretime adanmış bir yerde yürütülmektedir, derken bir nesne gelir ve, belirtmeliyim ki, büyük bir etkisi olur, ama onun nerede olduğunu kimse bilmez. Şunu kanıtlamış olduk: bu nesnenin “Bomba!” imleyeniyle tam belirdiği anda, Başkası boşaltılır, gözden kaybolur. Geride sadece nesne kalır, bir çöldeki nesne. A ve a arasında varolan antinominin güzel bir örneğidir bu. Ve bu antinomi a ⊂ A diye yazdığımız formüle uygundur. Zira bu nesne, bomba —varolmayan haliyle, yarın veya gelecek hafta patlayabilecek haliyle mükemmel tesir gösteren bu nesne— Başkasının söyleminin sonucudur. Doğal bir görüngü değildir, deprem değildir; bir cevher değildir, aksine, bu bir sonuçtur, bilim söyleminin bir ürünüdür. “Bomba!” cümlesi, sözceleme öznesinin [söylenişin] mevcudiyetinin sözcenin [söylenenin] mevcudiyetine ihtiyaç 10 19 Şubat 1986’daki ders bir bomba korkusu ile aksadı ve aynı akşam başka bir yere taşındı. 35 duymadığını kanıtlamak için Lacan’ın incelediği kesişimler düzeyinde bulunur. Aynı zamanda bu cümle imleyen ile nesne arasındaki ilişkiye dair açık bir belirti sunar. Sahiden, “Bomba!” imleyeni bombaya dönük hakiki bir atıf olsa da, yine de bu bombayı temsil etmez; bombanın nerede olduğunu söylemez. Yani bu imleyen ile nesne arasında bir bağ vardır, ama “Bomba”nın bu bombanın imleyeni olduğunu söyleyemeyiz. Bunun en iyi kanıtı şudur: kimse patlamasın diye gidip bombayla konuşma fikrine kapılmayacaktır. Paradigma değeri taşıyan bu meseleyi bağlamak üzere, benim kendi duruşum şöyle der: “Bomba!” diye bağırarak odaya dalan genç kadın bunu küçük bir kağıda yazıp benim elime vermeliydi. O anda, odanın önce bir tarafındaki insanların çıkmasını, sonra öbür tarafındaki, sonra üçüncü taraftaki insanların çıkmasını rica ederdim; yani işleri en düzenli yolla yapmaya çalışırdım. Bu, onunla benim aramdaki klinik bir farkı belirtir, bir öznenin kriz anında kendine hal kazandırma yolunun taşıdığı önemi belirtir. Bu kişiye beni neden yazıyla uyarmadığını sorduğumda şöyle yanıtladı: “Ama bomba her an patlayabilirdi.” Elbette, ama böyle bir halden kurtulmanın en iyi yolu bombayla özdeşleşmek olmayabilir. 6. Quidsiz Quod Geliştirmemin bu kısmı nesnenin tipine ve Başkasının yerinde yerlendirilmesini zorlaştıran şeye ilişkindir. a nesnesinden bahsettiğimizde, temsil öznesinin huzuruna çağırılan bir nesneden bahsetmiyoruz. Örneğin bombayı alırsak, orada ona nazar edecek kimse yoktur; o öznenin mevcudiyetiyle gerçekten bağdaşmayan bir nesnedir; bu örnekteki özneyi temsil eden beden ve kişilerin fiziken yok olmasını gerektirir. Bir sergide tablonun karşısına oturup yanınızdaki insanlarla sohbet edebilirseniz de, bombada böyle olmaz; böyle bir nesne tipinden bahsettiğinizde, özne yok olur. a nesnesi ontolojinin bir faslı değildir. Sahiden, ontoloji her nesnede ortak olanı söyler. Temsil nesnesi henüz bizzat tecrübe edilmeden önce nesnenin çeşitli özelliklerinin toplanmasından oluşur. Heidegger’in “ontolojik ön-kavrayış” dediği şey budur: eğer şu şu özelliğe sahipse nesnenin nesne olduğunu önselce [a priori] bilebiliriz. Nesnenin kriterlerini de listeleyebiliriz. Bir ontoloji, nesneler hakkında ne söylenebileceğini önsel olarak belirtir. Bunlar Aristo’nun kategorileridir, söylenen şeyler halihazırda nesnenin üstüne yerleşmiştir. Bir ontoloji sahiden her zaman bir kategoriler doktrinidir. Denilebilir ki orada nesnelerin yapısı halihazırda sözcenin [söylenenin] yapısıyla aynı şeydir. Ama a nesnesinden bahsettiğimizde, başka bir nesnellikten bahsederiz — 36 diyelim ki başka bir “nesnelik”ten, temsil öznesinin huzuruna çağırılmayan bir nesnelikten bahsederiz. Zira temsil imgesel bir işlev değildir. Etik’te Vorstellung Simgeselin kendisidir — Lacan’ın birkaç yıl sonra imleyenin özneyi temsil etmesiyle biçimleştireceği şeydir. Vorstellung’un Lacancı anlamdaki tanımlaması böylece simgesele atıf yapar, İmgesele değil. Fakat, bu yeni nesnelik öyledir ki, insan onu tecrübe etmekten kaçınamaz. Bu nesnenin ifadelendirilmesi özneye değil onun bölünmesine yöneliktir, dünyanın nesnelerini kendisine göre temsil eden bir özne değildir bu, kendi kendisi temsil edilmiş bir öznedir. Bu sebeple, bu nesnenin yapısının sözcenin [söylenenin] yapısına özdeş olduğunu söyleyemeyiz. Başkasında nesnenin hiçbir özgüllüğü bulunmaz, bununla birlikte, a nesnesi orada çözündürülemez. Kategorilerden kaçar çünkü sözce [söylenen] ile aynı yapıya sahip değildir. Yankelevich’in tekrar gerçelleştirdiği ortaçağ başvurusunu kullanarak diyebiliriz ki, burada bu bir quod meselesidir, quodluk ve quidlik arasındaki fark anlamında. Şunu da diyebiliriz ki bu, varoluş ile öz arasındaki fark meselesidir, orada varolan ama özü Başkasında tanımlanamayan bir şeye dair bir meseledir. Olduğu —yani quidliği— söylenebilir ama ne olduğu söylenemez. Burada bir tür quod paradoksu var: bir şey vardır ama quidsizdir. Böylece kimse demin bahsettiğim bombayı tarif edemez, onunla karşılaşacak kişi hariç, ama o da pek uzun yaşamayacaktır! Bu quidsiz quod bir “özsüz oluş”tur (bu ifade Lacan’da bir iki yerde geçer). 7. A i(a) a a A/a, Lacan’ın bir başka formülünün, i(a)/a, modeline göre inşa edilir, demek ki gerçekten, başkasının imgesi nesnenin gerçeğini giydirir veya örter. Ama büyük A için de bu söylenebilir. A/a Başkasının değersizleştirilmesini gerektiren bir formüldür. Başkasının varolmadığını, yanılsamadan başka hiçbir statüsü olmadığını belirtir. Bu sebeple, Lacan analizin sona ermesini “sinik” diye karakterize edebilmişti. Sinisizm burada Başkası yanılsamasının sona ermesi demektir. Ve bazen, bu düşüş jüisansa yönelik yeni bir erişim sağlar, Lacan bu jüisansa sapkın der çünkü Başkasıyla ilişkiyi içermez. Bazen, aslında, insanın analizin sona ermesiyle kazandığı şey budur — demek ki bu sinisizmin naifliğinden öte bir şey değildir. Sinisizmin kendisi sahiden bir naiflik biçimidir, çünkü şu düşünceden oluşur: Başkasının varolmaması, işlevli olmadığı anlamına gelir. Fakat Başkasının varolmamasından, onun evrensel işlevini silebilecek olduğumuzu, sadece jüisansın gerçek olduğunu çıkarımlamak, naifçedir. Böylece Lacan psikanalizin alçak şahısları aptallaştırdığını söyleyebildi. Aptallaşırlar çünkü analiz sona erdikten sonra Başkasının değerlerinin işlevli olmadığını düşünürler. 37 Zamanımız az olduğundan, analistin sinisizm ile yüceltim arasındaki konumunu geliştirmeyeceğiz. Sadece şunu belirtelim, yüceltim a/A diye yazılabilir. Analist nesnenin suretinden ibarettir anlamına gelmez bu — öyle olsa a nesnesinin nihai hakikati gerçek oluşu olurdu. Analitik söylem aygıtında daha zor bir şey bulunur: a nesnesi suret olarak surettir. Sık sık kullandığımız “nesnenin sureti” ifadesinde, a nesnesinin gerçek oluşuna naifçe inanıldığını görürüz. Ne var ki, bizzat a nesnesi, vurgulamak zorundayım ki, bir surettir. Ve çizginin altındaki A, beklenti olarak —kendi kendisi varolmadan— mükemmelen işlev gösterebilir. 8. a Φ Burada getireceğimiz Barcelona’da sunulmuş11 vakada, mutlak riske atıf yapmanın bir yolunu görebileceğiz: Bir kadın evleniyor, ve kocasının onu arzulamayı kestiği gün bütün haklarından feragat edeceğini taahhüt ettiği bir belgeyi hazırlamak için avukata gidiyor. Bu iki terim arasındaki antinominin açıklanmasında bence paradigmatik bir vakadır bu, çünkü evliliğin tersine çevrilmesini içerir, ki evlilik tam olarak kişinin kendisini arzu sebebi karşısında emniyete almasını sağlayan şeydir. Evlilik arzu sebebinin imleyene işlenmiş olmasını gerektirir, bu kadının avukatına gitmesi ise arzu riskinin yasaya işlenmesidir. 9. A −φ Bu benim Lacan’da ikinci babasal mecaz formülü dediğim şeye ilişkindir. Bu da Babanın-Adı formülüne tamı tamına karşılık gelir, bunu kesinlikle unutmamalıyız, ama klinik içinde, ikinci formüle atıf yapmalıyız: bu formül fallusun imleyimini eksi φ diye koyarak bizi Başkasının (tutarlılık işlevinden ziyade) varolmayışıyla ve tutarsızlığıyla işlem yapmaya zorlar. Bana göre bu, analiz pratiği açısından önemli neticeler içerir. 10. a nesnesi Gerçek, a nesnesine ilişkin olduğunda, demek ki bir surettir. Öyledir çünkü bir yalandır. Lacan’da a nesnesi nereden gelir? Karl Abraham’ın kısmi nesnesinden gelir, yani bedensel bir tutarlılıktan gelir. İlginçtir ki, Lacan’ın bu bedensel tutarlılığı mantıki bir tutarlılığa dönüştürdüğünü görürüz. Bu bir olgudur, ve belirgin bir olgudur: Lacan a nesnesini, imleyen olmayan bu nesneyi, mantıki bir tutarlılığa indirger. İşte bu yüzden kuşkusuz, Encore’da, a nesnesinin bir oluş sureti getirdiğini okuyabiliriz. Dikkat ederseniz, suret ile gerçek arasında bir karşıtlık olduğunu söylemez, bilakis. Ama Başkasının mantıki tutarlılığını geliştirmek yeterli değildir; onu a nesnesinin mantıki 11 Bkz. Ornicar? 43, Kış 1988, Paris: Navarin. s.107 38 tutarlılığı ile ifadelendirmek de gereklidir. Şunun anlaşılabilmesi için gereklidir: gerçek, ancak mantığın çıkmazları açısından bir hal kazanabilir. Lacan gerçek kategorisinin bu kullanımını L’étourdit’de önerir12 . Psikanalizde bir ontik olsaydı, a nesnesinin ontiği olurdu. Ama kesinlikle Lacan’ın gittiği yol bu değildir. Onun gittiği yol, mantıki tutarlılığın yoludur. Ancak bu yoldan analisti a nesnesi olarak kavrayabiliriz. Analist bir bedensel tutarlılıktan ibaret değildir. Mevcudiyet olarak öyledir tabii, ama onun değeri özellikle mantıktan gelir. Böyle olması da insanın imleyen ile nesne arasında suskunca oturmasına izin vermez, aksine a nesnesinin ne anlamda bir mantıki tutarlılık olduğunun görülmesine gereksinim duyar. Böyle konuşmak belki önceki söylediklerimizin aksini düşünmeye eşdeğer oluyor, ama artık biliyorsunuz: kendi kendimizin aksi yönde düşünmeyi de Lacan’dan öğrendik. Son bir not eklemek isterim: burada verdiğim bu mathemler şenliği, öykülerle daha güzel kıldığım kendi dersimde daha gevşek ve eğlenceli yolla tamamlanmış bir derinlemesine çalışmaya dayanmaktadır. Ama bu öyküler, herşeye rağmen, mevcut metinle sonuçlanmış derinlemesine çalışmadan daha değerli değildir. 12 Bkz. Scilicet 4, 1983, s.5 39 Yeni oyunlarda öykü anlatımı aksiyonu yenmekte Douglas Heaven — 22 Mayıs 2014 — New Scientist > ButtonMasher ButtonMasher dijital oyunlar ve oyun kültürü üzerine köşemizdir —sıradışı kıyılardan son moda oyunların ardındaki son moda yeniliklere kadar Oturduğunuz yer rahat mı? Öykü anlatımına gelindiğinde, dijital oyunlar roman ya da filmlerin eline asla su dökemediler, genelde anlatı pahasına aksiyonu vurguladılar. Ama bu değişmekte. Yazarlar ortam tercihi olarak oyunlara dönmekte ve yeni çıkan bir avuç oyunda amaç oyunun kendi kendisini yazması. “İnsanlar yaratmayı seviyor,” diyor Ichiro Lambe, Dejobaan oyun stüdyosunun (Boston, Massachusetts) kurucusu. Lambe yakın zamanda duyurdukları Elegy for a Dead World’ün tasarımcılarından biri. Bu oyun Shelley’nin Ozymandias’ı gibi şiirlerden esinlenen yıkılmış bir dünyada geçiyor. Oyuncuların, geçmişte olanlara dair birkaç ipucuna ve kendi deneyimlerine Elegy for a Dead World şiirsel bir çeşit dijital oyun (Görsel: Dejobaan Games) 40 dayanarak bir masal yazmaları gerekiyor, sonra bunu internette paylaşabiliyorlar. “Herhangi bir öyküde büyük miktarda yorum bulunur,” diyor Lambe. “Sadece açıklama ayarını birazcık aşağı çekiyoruz.” Benzeri bir fikre dayanan Storium oyuncuların anlatı yazmak için işbirliği yaptıkları bir oyun. Yakın zamandaki Kickstarter kampanyasında geliştiriciler istedikleri toplamın on katını sağlamışlar. “Öykü anlatmadaki Kutsal Kadeh bir öykü anlatılması değil, öykünün oyuncu ile beraberce yaratılması,” diyor Lambe. “Bu benim oyunlarda daha önce gördüğüm bir şey değil.” Savaşma oyun yap Bu iki oyun, anlatı üzerine herkesi ilgilendiren yeni bir odaklanışın parçaları. Mesela bu yılın başlarında, başarılı BioShock serisinin yaratıcısı Ken Levine, oyun stüdyosunu dağıtarak öykü deneyimlemenin farklı yollarına dair deneyler yapmaya koyuldu. “Anlatı Legosu” denilen büyük fikri, bir karakterin motivasyonlarını oyuncak yapıtaşları gibi birbirine karıştırmak, böylece oyundaki karakterler aynı kalsa bile oyunun her oturumunda taze bir öykünün açımlanması. BioShock’un çoğu ana akım oyundan daha güçlü olan anlatısı, çevresel detayları ve kullanıcıların durup dinlemeyi seçebildiği sesli kayıtları kullanışı dikkat çekiciydi. Bu gelenek geçen yıl The Fullbright Company (Portland, Oregon) tarafından yapılan Gone Home’da sürdürülmekte. “İnsanlar Bioshock’un gerçekten ilginç bir dünyası olduğunu düşündüler,” diyor Gone Home’un tasarımcılarından Karla Zimonje, daha önce Bioshock serisi üzerinde çalışmış. Fakat bazı oyuncular açısından, oyunda öykünün sunuluşu, durmak bilmez aksiyonlarla uyuşmazlık içinde. “Ne zaman havalı bir günlük bulsalar, herifin biri çıkagelip onları arkadan vuruyor,” diyor. Gone Home böylece kavgayı tamamen işin içinden çıkararak yalnızca anlatıyı bırakmakta. Bu anlatı Bioshock’taki gibi karakterlerin arkalarında bıraktığı sesli kayıtlar ve notlarla iletilmekte. Ama oyuncuların hayatta kalmak için mutantlarla kavga etmek zorunda olduğu bir bilim kurgu öyküsü olmaktan ziyade, orta-sınıf bir aileyi konu almakta. “Oyundaki zorluk, anlamak ve parçaları bir araya getirmekten ibaret,” diyor Zimonja. “Yeterli olur mu diye merak ettik.” Oyunun başarısı yeterli olduğunu gösteriyor. Macera tüneli13 13 “Choose Your Own Adventure” kitaplarının Türkçedeki karşılığı: Macera Tüneli 41 “İnsanlar hep öykü anlatan oyunlar istediler,” diyor etkileşimli kurgu ve metin-tabanlı mobil oyun Versu’nun ödül-kazanan yazarı Emily Short, oynanışın ekrandaki istemciye komutlar yazılmasından oluştuğu oyunlar. “Biz de bunu sunmakta iyileşiyoruz.” Etkileşimli kurguda oyuncu tempoyu da denetleyebiliyor. “P D James gibi yazarlar sıklıkla odada bulunan şeyleri uzun uzun tarif ederler mesela,” diyor Short. “Ama bu tür bir serimleme dikkatlice ele alınmazsa, biraz can sıkabilir. Etkileşimli kurguda öykünüzü bir sürü detayla tuzlayabilirsiniz, ama hangilerini didikleyeceğine karar veren oyuncu olur.” Zimonja bu özgürlüğün oyunların güçlü yanı olduğuna inanıyor. “Kendiniyönlendirmek, bir rayda yürütülmekten çok daha iyi hissettiriyor belirli öyküler için,” diyor. “Neyle ilgileniyorsanız onu izleyebiliyorsunuz, neyle ilgileneceğinizin size söylenmesinden ziyade.” Short ayrıca Inform’un (etkileşimli kurgu inşa etmeyi kolaylaştıran bir yazılım aracı) arkasındaki ana tasarımcılardan biri. Son versiyonu yazarların oyuncuların etkileşim kurmalarını istedikleri nesneleri belirtmelerini ve kullanacakları sezgisel bir kelime haznesini seçmelerine izin veriyor. Kavramlı şiirler14 Daha da basiti olan Twine oyunlarında oyuncular ekranda önceden tanımlanmış metinler arasından seçimler yaparak öyküyle etkileşim kurmakta. Popüler bir örnek Cry$tal Warrior Ke$ha, pop yıldızı Ke$ha’nın müziğine dair tuhaf gerçek-hayat anekdotları ile örülmüş bir siberpunk fantazi. “Bunlardan tonlarcası var, gerçekten tuhaf, ilginç şeyler,” diyor yazar ve oyun eleştirmeni olan Cara Ellison. Ona göre oyunlar en az filmler veya romanlar kadar güçlü olabilir, dahası oyuncular onları farklı bir yolla deneyimleyerek öykünün eş-yönetmeni olabilirler. Twine oyunları oyuncuları okumaya ve metni yeni yollarla deneyimlemeye teşvik etmeleriyle şiirleri anımsatıyor. Gerçekten, yayınlanmış olan en büyük Twine oyunu, A Kiss, bir öpücüğün anlık deneyimini anlatmak için yüzlerce ihtimale dallanarak keşfeden bu oyun, şair Dan Waber’in yaratımı. Waber oyunun yeni bir kitleye ulaşmasıyla çarpılmış. Online edebiyat forumları ile paylaştığında sadece 10 civarında okuyucu bulmuş. Ama bir oyun sitesine gönderilmesiyle A Kiss binlerce insana ulaşmış. “Oyun oynayan insanların okumaya bu kadar meraklı olabileceğini hiç düşünmemişti,” diyor Ellison. 14 Poetry in notion. Burada sanki önce “Poetry in motion” (hareketli şiir) denmek istenip sonra typo yapılmış, motion notion kısa devresi typo olarak metne dahil edilmiş. 42 Kağıtlar, Lütfen: büyük ses getiren ‘sıkıcı’ oyun Dave Lee — 12 Mart 2014 — BBC Teknoloji Lucas Pope bu oyunu dokuz ayda geliştirdi Dijital oyunlar eğer bir kaçışçılık biçimi olarak tasarlandıysa, insan neden bir çıkmaza, ömür törpüsü bir işe kaçmayı tercih etsin? “Tartışmalı bir denetim noktasında bir gümrük denetçisini oynuyorsunuz,” diyor Lucas Pope, 36, büyük ses getiren oyunların en alışılmadık olanından sorumlu olan geliştirici. “İnsanlar kulübenize geliyor ve bir taraftan diğer tarafa geçmek istiyorlar. Geçmelerine izin vermeden önce belgelerini denetlemeniz ve her şeyin usule uygun olduğuna emin olmanız gerekiyor. “Oyunu tarif ederken eğlenceli izlenimi vermek zor.” Oldukça. 43 Kağıtlar, Lütfen geliştirilmiş ilk evrak işi simülasyonu olma hakkını iddia edebilir [çevirenin notu: edemez, etmez, neden etsin]. Bunun kimsenin doldurmaya lüzum görmediği bir boşluk olduğunu söyleyebilirsiniz. Haklısınız. Yapılışı “Kağıtlar, Lütfen’i altı ayda yapmak istiyordum,” diye açıklıyor Pope. “Yola çıktıktan sonra beklediğimden daha fazla büyüdü —ufkum biraz genişledi. Sonunda yaklaşık dokuz ay sürmüş oldu, ki pek kötü sayılmaz. “Oyunu geliştirirken ne yaptığıma ve oyunun ne ilerleme kaydettiğine dair bir geliştirme defteri tuttum. “Oyunun daha önceki versiyonlarını yüklüyordum ve insanlar oynuyorlardı —geri besleme neredeyse en başından itibaren gerçekten iyiydi. “Bu yüzden biraz özgüvenim vardı, ama şimdi olduğu kadar popüler olacağı hiç aklıma gelmezdi. Popüler olsun diye yaptığım bir oyun değildi bu. “Bana olan maliyetini kesin olarak saptamak zor. Hiçbir şey diyebilirim gerçekten —birkaç parça yazılım satın aldım ama çoğunlukla oyun üzerine çalıştığım vakitten ibaretti. “Ve bunun üzerine çalışıyor olmasaydım başka bir şey üzerine çalışıyor olacaktım. “Yani maliyet olarak bayağı ucuz bir proje. Geri dönüş bayağı fantastik oldu.” Ama yine de, Bay Pope bir şekilde gerilimli, sürükleyici bir oyun yaratmış —eleştirmenlerin övgüye boğduğu klostrofobik bir gerilim oyunu. 44 “Kağıtlar, Lütfen açık ki sizi düşündürmek üzere tasarlanmış, tamamen eğlence amaçlı bir şey değil,” diyor Gamesbrief.com’dan Nicholas Lovell. “Zor bir iş.” En önemlisi de, diyor Bay Lovell, tarihsel olarak oyun listelerini her zaman doldurmuş bulunan hep-vurmalı hep-öldürmeli haşarılıklara karşı bir panzehir olması. Çarşamba günü BAFTAS dijital oyunlarda Kağıtlar, Lütfen “en iyi oyun” dalında şansını deneyecek. “Bu gerçekten delice,” diyor Bay Pope, bundan neredeyse utanmış olarak. O gece kazanabileceği dört ödülden birisi bu. Bağımsız sahne Kağıtlar, Lütfen’in bu etkinlikte çıkacak olması, yaratımına giden yolculuk nedeniyle daha bile tatlı olacak. Aynı odada —ve ciddi anlamda daha geniş bir grup eşliğinde— Bay Pope’un önceki işverenleri olan Naughty Dog bulunacak. Oyunları olan zombie gerilimi The Last of Us da en iyi oyun olmaya aday. Bay Pope kitlesel satış yapan Uncharted serisi üzerine çalıştıktan sonra şirketi terk ederek tek başına çalışmaya karar verdiğinde meslektaşlarının çoğu anlaşılır bir şaşkınlık yaşamış. “Naughty Dog’u terk etmek gerçekten riskli bir hamleydi,” diyor. “Böylesine bir başarı olması, ve şimdi onların yanında olmak, içimi ferahlattı —büyük bir işi kaybetmiş ve iflas etmiş değilim.” Bağımsız geliştirici sahnesi Bay Pope gibi insanların bir karışımı —n’inci önüne geleni vurma serisi üzerine çalışmaktan bıkarak haklarından azat olmuş programcılar— ve endüstriye yeni gelerek giriş düzeyinde iş bulamayıp usananlar. “Eğer oyunlara dair tutkunuz varsa oyun yapacaksınızdır,” diyor BAFTA oyun komitesi başkanı Harvey Elliott. “Ne yapabildiğinize dair çok iyi bir örnek çalışmadır bu.” Bağımsız oyunlar üzerinde biriken dikkat giderek artıyor ve Sony, Microsoft gibiler konsollarında oyun yayınlayabilmek için en iyilere dikkatle yanaşıyor. 45 Bütün oyun bu kulübede geçiyor —sırada bulunan insanlar belgelerinin denetlenmesi için bekliyorlar. Deneysel Aşırı yaratıcı sonuçlar verebilen bir hareket bu, Bay Lovell’a göre, ve büyük oyun şirketlerinin ayak basmaya cüret edemediği bir deneysellik düzeyinde geziniyorlar. Yarışma Kağıtlar, Lütfen çarşamba günü BAFTAS dijital oyunlarda “en iyi oyun” olmaya aday. Diğer adaylar: — Assassin’s Creed 4: Black Flag (Ubisoft) — Grand Theft Auto 5 (Rockstar) — The Last of Us (Naughty Dog) — Super Mario 3D World (Nintendo) — Tearaway (Sony) (Kategori ve adayların tam listesi: awards.bafta.org) “Büyük geliştiriciler de kesinlikle bu tür oyunlar yapabilirler,” diyor. “Aynı Hollywood’un düşünceli filmler yapabilecek olması gibi —ama onun yerine Avengers yapmak tercih ediliyor.” Bağımsız geliştiriciler her zaman varoldular ama son zamanlarda yeni teknolojilerin mükemmel bir fırtınası bağımsız oyunların en büyük sahnelerde yarışmasına engel olan sorunları çözüyor. “Ben oyunlara başladığımda diskler basıp pahalı kutulara koyup dükkan46 lara kargolamanız gerekirdi,” diyen Bay Pope, 90’larda bir oyun şirketi başlatmayı denemiş ve başarısız olmuş. “Daha baştan bu kadar para gerekmesi deliceydi. Şimdi hepsi bitti. Oyundan tüketiciye ulaşmak şimdi çok daha ucuz ve çok daha kolay ve bu da tabi ki böyle küçük ve deneysel oyunların yaratılmasına yardımcı oluyor.” Ayrıca hafife alınamayacak finansal saikler de bulunuyor. Grand Theft Auto 5’in 1 milyar küsurluk cirosunu yapmasa da Kağıtlar, Lütfen’in ticari başarısı dikkat çekmeye yetiyor da artıyor bile. Lucas Pope, Amerikalı, Japonya’daki ev ofisinde çalışıyor Bay Pope kazandığı cirodan dolayı mahçup, ama yarım milyon kopya satıldığına ve tam fiyat 10$ (6£) olduğuna göre, tek kişilik takımla yapılan geliştirme için temiz küçük bir kazanç olduğuna şüphe yok. Bu da demek oluyor ki Kağıtlar, Lütfen bu yılki BAFTAS’ta sürpriz bir aday olmuş olsa da, bu yolla kendilerini öne çıkaracak böyle küçük isimler görmeye alışmalıyız. “Kesinlikle böyle öne çıkan isimler daha çok olacak,” diyor BAFTA’dan Harvey Elliott. “Ama aynı şekilde büyük isimlerin niteliğini de hafife alamayız —kıymetli bir mücadele bu.” 47 Dijital oyunlar, sanat ve gürültü: Today programındaki tartışmaya hükmeden eskimiş stereotipler Keith Stuart — 12 Mayıs 2014 — theguardian.com Today programı pazartesi sabahı dijital oyunların15 kültürel değerine bakmak için sanat eleştirmeni Sarah Kent’i Media Molecule kurucularından Alex Evans’ın karşısına çıkardı. Hoş olmadı. 1826’da sanat eleştirmeni ve koleksiyoncu Robert Balmanno, o günkü JMW Turner sergisini iğneleyen bir değerlendirme yazmıştı. Sanatçıyı doğalcılıktan “aşırı renkliliğe” alçaldığı için azarlıyordu —gökyüzü ve yeryüzünün 15 “videogame” => “dijital oyun” olarak çevrildi. Journey, Media Molecule kurucularından Alex Evans’ın Today programındaki tartışmada bahsettiği sessiz ve güzel bir oyun) 48 o dev tuvallerinde yalnızca kaos görmüştü. Ve yalnız değildi. Turner çağdaş eleştirmenlerce yaygın olarak alaya alınıyordu; girdap gibi dönen ürkütücü manzaraları —bugün kurucu empresyonizm olarak değer görse de— doğaya bir hakaret sayıldılar; sanat değillerdi. Radyo 4’teki Today programı pazartesi sabahı dijital oyunların kültürel değeri üzerine küçük bir tartışma düzenledi. “Sanat mıdır sorusunu bir kenara koyalım,” diye öneriyordu sunucu James Naughtie, “yani insanların sanat olduğunu düşündüğü herhangi bir şey sanattır. Esas soru [dijital oyunlarda] bir tür güç ve sağlamlık olup olmadığı. Gök kubbenin altında dijital oyunlar nereye oturur? Bizi düşündürürler mi?” Stüdyoda, Sanat Masası sitesine katkı yapanlardan, sanat eleştirmeni Sarah Kent bulunuyordu. Tepkisi neydi? “Bu tartışma halen sürmekte, dijital oyunlar üzerine yazmalı mıyız? Çoğu kişi bu fikre karşı çünkü, bize yanlış geliyor, yeterince ciddi değiller. Doğru niyetlere sahip değiller. Çocuklar için bir pazarlama aracından ibaret... Sanat sayılmazlar çünkü herhangi bir tür öz-düşünüme sahip değiller. Ne yaptıkları hakkında düşünmüyorlar. İşlevleri sadece düşünmeyen bir takıntı ile sizi oyuna dahil etmek, uyuşturucu gibi.” İşte bunaltıcı derecede aşina bir zemine geldik bile. Oyunların nedense çocuklar için olduğu fikri, ‘beni satın al’ demekten başka işleri olmadığı, kapsamlı bir iletişim ortamı olmadıkları.... Oysa oyunlar tam olarak böyleler —heyecan verici, büyüleyici ana akım isimlerin16 ötesine bakmanız, diyelim ki Richard Hofmeier, Anna Anthropy, Zoe Quinn, Christine Love, thatgamecompany, Tale of Tales’in (veya başkalarının, olağanüstü uzun bir liste bu) çalışmalarına bakmanız yeter. Media Molecule’un kurucularından, dünyadaki en sanatsal ve yaratıcı geliştiricilerden biri olan Alex Evans da stüdyodaydı ve Jason Rohrer’in akıldan çıkmayan zamansal çalışması Passage’dan, ve Rod Humble’ın minimalist deneyi Evlilik’ten bahsetti. “Bütün oyunların eşit ölçüde adrenalin yakan şeyler olarak toptancı tarifi bugün mevcut olan şeylerin genişliğine kötülük etmektir,” diyerek karşı çıktı. “Çoğu oyun sanat olmak istemiyor, ama öbür yanda kesinlikle düşünümsel olan oyunlar var.” Ve varlar. Gerçekten, burada yapılabilecek olan o kadar bariz bir karşılaştırma ki: sinemanın sanatsal potansiyelini tartışırken kendinizi asla ana akım Hollywood filmleriyle kısıtlamazsınız. En beyinsiz romantik komediler ve aksiyon filmlerinin bile kültür ve toplum hakkında söyleyeceği geçerli şeyler olsa bile (ana akım oyunların ilginç ve sıklıkla öz-düşünümsel olan temaları araştırabiliyor hatta araştırıyor olması gibi) geleneğin bütününü, 16 “hit” => “isim” ve “title” => “isim” olarak çevrildi. 49 biçimin bütün tarihini dikkate almaya çalışırdınız. Eisenstein, Renoir, Hitchcock ve Kubrick hakkında düşünürdünüz —sinemanın sanat oluşuna dair bir argümanı yalnızca Judd Apatow ve Michael Bay’in çalışmalarına dayandırmazdınız, çünkü bütün sinema eleştirmenleri bilir ki, Apatow’un filmleri ne kadar komik olsa da, Bay’inkiler ne kadar gösteriyle dolu olsa da, bunlar sinematik tarih ve niyetin tüm tayfını temsil etmezler. Knocked Up sinemayı ne kadar temsil ederse Grand Theft Auto da oyunları o kadar temsil edebilir, ama görünüşe göre kimi eleştirmenler birkaç dakika Rockstar oyunu oynamakla kendilerini bütün bir ortamın üstünü çizmeye yetkili görüyorlar. Kent bakmış olduğu oyunları tarif ederek sözüne devam etti. “Bu kadar sıkıcı ve klişe olmalarından sarsıldım ve dehşete kapıldım,” dedi. “İmgeler karmakarışıktı —sanki içine daha çok şey, daha çok enformasyon doldurursan, daha heyecanlı olurmuş diye düşünülmüş. Sanat düzenlemekle ilgilidir, dışarı atmakla ilgilidir, içeri doldurmakla değil.” Ve elbette bu söylenenler bazı oyunlar için geçerli; bazı oyunlar dehşet ölçüde kaba ve klişe. Ama durun, sanatın da çoğu öyle. Televizyonun çoğu, sinemanın çoğu, edebiyatın çoğu, tiyatronun çoğu böyle. Ama eleştirmenler olarak bizler genelde en kaba çalışmaların en temsil edici olarak görülmemesi gerektiğini anlarız. Ve gerçekten, görünen gürültünün ortasında, estetik bir nitelik ve anlam da bulunuyor, yalnızca onun kodunu çözecek zamanı vermeniz lazım. Düşüncedeki bu kayma 50lerin ucuz korku filmlerini komünizm ve nükleer teröre dair paranoyak mütalaalar olarak okumanızı sağlar; angaje olarak yorumlama isteği, 80lerin ışıltılı popunu Thatchercı politika ve yayılan tüketimciliğe dair bir mütalaaya çevirir. Ama bütün oyunlar gürültüye dair değildir. Evans tartışmada güzel bir minimalist macera olan Journey’in altını çizdi. Dear Esther ya da Proteus’u da hatırlatabilirdi, veya Monument Valley’i, ya da Thomas Was Alone’u, Antichamber’i, veya Limbo’yu, veya Gravity Bone’u, ya da Bientôt l’été’yi ya da bir geliştiricinin şimdi bana söylediği gibi Super Mario Bros gibi ana akım isimleri. Ya da, tabi ki, Media Molecule’un el işi çalışmaları —LittleBigPlanet ve Tearaway. Evans bunlardan bahsetmedi, gerçi bahsedebilirdi. Umarım Tearaway’in bir kopyasını Kent’e iletmeyi başarır (gerçi Kent’in kendi sitesi Kentucky Route Zero, Child of Light ve Jazzpunk gibi oyunları değerlendirmiş, ki bunların hepsi oyunların çocuklar için gürültülü adrenalin gazlayıcılar olduğu fikrine karşı çıkmakta.) Bu önemli mi? Sanıyorum fazla önemli değil. Bazı insanların oyunları anlamamaları, veya en tartışmalı ve en başarılı olanların ötesine bakmamaları önemli değil. Ama yine de, insanların ulusal bir radyo programına çıkıp an- 50 lamadıkları ve deneyim sahibi olmadıkları bir ortamı kötülemeleri benim için önemlidir. Bir pazartesi sabahı yedi milyon Today dinleyicisinin yıllık üreticiliğin küçücük bir azınlığına dayanarak oyunların inkar edilişini işitmesi benim için önemlidir. Yeni sanatsal biçimler etrafında konsensusun nasıl oluştuğu önemlidir. Bu sabah twitledim: bir eleştirmen olarak, kendinizi yeni bir kültürel ortamın geçerliliğini sorgular halde bulmuşsanız, artık güncel değilsinizdir; kendinizi bir zaman çerçevesine teslim etmişsinizdir ve çerçeveniz sona ermiştir. Sanat ve yaratıcılık sınırsız ve açıktır; neşelidirler. John Ruskin eleştirel başyapıtı Modern Ressamlar’da Turner’in çalışmalarının neredeyse bilimsel bir değerlendirmesini sağladığı için belki de şanslıyız. Konsensusu tersine çevirmek için emek vermişti. Oyuncular olarak biz de aynısını yapmalıyız. Omuz silkip, eh, ana akım tartışmada bunlar tipiktir, boşvermemiz lazım demek yetmiyor gerçekten. Böyle yapmamalıyız, bunu sorgulamalıyız. Çünkü inkar zararlıdır; sanatçılara zarar verir, oyun yapanlara zarar verecektir. Şu anda duyarlı, sıradışı ve incelikli oyunlar yapmakta olan, düş kırıklıklarını, korku ve kaygılarını bu projelere akıtmakta, sıklıkla yalnız başlarına çalışmakta olan yüzlerce ve yüzlerce insan bulunuyor, aynı Turner’in puslu, sessiz gölgeyi kırıp açığa çıkan ışığı ifade ettiği tuvallerde olduğu gibi. O halde bu insanların çalışmalarını kötülemek, onları sanatçılar ve insanlar olarak kötülemektir. Oyuncular olarak bu insanlara, oyunlar üzerine olan konsensusu sorgulama ve nerede yanlış olduğunu işaret etme borcumuz var. 51 Psikanalizin Sonlandırılma Kriterleri Üzerine Melanie Klein — 1950 Analizin bitirilme kriterleri her psikanalistin aklındaki önemli bir sorundur. Hepimizin uzlaşacağı çeşitli kriterler bulunmaktadır. Burada bu soruna farklı bir yaklaşım önereceğim. Sıklıkla gözlendiği gibi analizin sonlandırılması hastada daha önceki ayrılış durumlarını tekrar etkinleştirir ve doğası itibariyle bir sütten kesme deneyimidir. Bu, çalışmamın bana gösterdiğine göre şu anlama gelir: bebeğin sütten kesildiğinde hissettiği duygular, erken çocukluk çatışmaları tepe yaptığındaki duygular, analizin bitmesine doğru kuvvetle tekrar canlanırlar. Buna uygun olarak vardığım neticeye göre, analizi sonlandırmadan önce kendime sormam gerekir: Hayatın ilk yılında tecrübe edilmiş çatışma ve kaygılar yeterince analiz edilmiş midir, tedavi süresince bunlar yeterince derinlemesine çalışılmış mıdır? Erken gelişim üzerine çalışmalarım (Klein, 1935, 1940, 1946, 1948) beni iki kaygı biçimini birbirinden ayırt etmeye yöneltti: zulmedilme kaygısı hayatın ilk birkaç ayında baskındır ve ‘paranoid-şizoid konumu’ ortaya çıkarır; depresif kaygı ise ilk yılın ortası civarında tepe yapar ve ‘depresif konum’u ortaya çıkarır. Ayrıca vardığım diğer sonuca göre, doğum sonrası hayatının başlangıcında çocuk hem dışsal hem içsel kaynaklı zulmedilme kaygısı tecrübe eder: dışsal olması, doğum deneyimi ona yönelik bir saldırı olarak hissedildiği ölçüdedir; içsel olması ise organizma üzerindeki –Freud’un görüşünce ölüm dürtüsünün açığa çıkardığı– tehdidin, benim görüşümce imha korkusunu, ölüm korkusunu kışkırtmasından kaynaklanır. Ben kaygının birincil sebebi olarak bu korkuyu alıyorum. Zulmedilme kaygısı esasında ben’i tehdit ettiği hissedilen tehlikelerle ilişkilenir; depresif kaygı ise sevilen nesneyi tehdit ettiği hissedilen –öncelikle öznenin saldırganlığı yoluyla– tehlikelerle ilişkilenir. Depresif kaygı ben’deki çeşitli süreçlerin bir araya gelmesiyle ortaya çıkar; entegrasyon arttıkça sevgi 52 ve nefret, ve bu doğrultuda nesnelerin iyi ve kötü yanları çocuğun zihninde giderek yakınlaşırlar. Bir ölçüde entegrasyon ayrıca annenin bütün bir insan olarak içe yansıtılmasının da önkoşullarından birisidir. Depresif hisler ve kaygı yaklaşık ilk yılın ortalarında –depresif konumda– zirve yaparlar. O zamana kadar zulmedilme kaygısı azalmıştır, ama yine de önemli rol oynamaktadır. Depresif kaygı ile bağlaşık olarak, yamyam ve sadist arzuların vereceği zarara bağlı bir suçluluk duyumu bulunur. Suçluluk, zarar verilen nesneyi korumak ya da canlandırmak için onu onarma itkisini ortaya çıkarır – sevgi hislerini derinleştiren ve nesne ilişkilerini teşvik eden bir itkidir bu. Sütten kesme zamanında çocuk şöyle hisseder: İlk sevilen nesnesini –annenin memesi– hem dışsal hem de içe yansıtılmış bir nesne olarak yitirmiştir ve bu yitimin sebebi kendi nefreti, saldırganlığı ve harisliğidir. Böylece sütten kesme onun depresif hislerini vurgular ve bir yas durumu anlamına gelir. Depresif konumun doğasındaki ızdırap, ruhsal gerçekliğe dair içgörünün artmasıyla yakından ilişkili olduğundan dış dünyanın daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunur. Çocuk gerçekliğe daha fazla uyum sağlayarak ve nesne ilişkileri menzilini genişleterek, depresif kaygılarla savaşabilir, onları azaltabilir ve bir ölçüde kendi içselleştirilmiş iyi nesnelerini –yani üst-ben’in yardımsever ve koruyucu yanını– güvenle tesis edebilir hale gelir. Freud gerçekliğin test edilmesini yas çalışmasının elzem bir parçası olarak tarif etmişti. Benim görüşümce gerçekliğin test edilmesi ilk olarak erken çocuklukta depresif konumun doğasındaki kederi atlatma denemelerinde uygulanır; ve ne zaman sonraki hayatta yas tecrübe edilirse, bu erken süreçler tekrar canlanır. Benim bulgularıma göre, yetişkinlerde yas çalışmasının başarısı, (Freud ve Abraham’dan öğrendiğimiz gibi) yası tutulan kişinin ben dahilinde tesis edilmesinin yanısıra erken çocuklukta yıkıcı itkilerle tehlikeye sokulmuş veya yok edilmiş olduğu hissedilen ilk sevilen nesnelerin de tekrar tesis edilmesine bağlıdır. Depresif konumun etkisiz hale getirilmesine dönük asli adımlar hayatın ilk yılında atılmış da olsa, zulmedilme ve depresyon hisleri çocukluk boyunca tekrarlanır. Çocuk nevrozunun gidişatı içinde bu kaygılar derinlemesine çalışılır ve bunlar büyük ölçüde atlatılırlar. Normalde gizil dönem başladığında yeterli savunmalar gelişmiş ve bir ölçüde istikrar sağlanmış olur. Demek ki genital öncelik ve tatmin veren nesne ilişkileri sağlanmıştır ve Ödip karmaşasının gücü azaltılmıştır. Şimdi halihazırda yaptığım tanımlamadan, yani zulmedilme kaygısının 53 ben’i tehdit ettiği hissedilen tehlikelerle, depresif kaygının ise sevilen nesneyi tehdit ettiği hissedilen tehlikelerle ilişkilenmesinden, bir sonuç çıkaracağım. Çocuğun başından geçen kaygı durumlarının hepsinin bu iki kaygı biçiminden ibaret olduğunu önermek istiyorum. Dolayısıyla yutulma korkusu, zehirlenme korkusu, hadım edilme korkusu, bedenin ‘içine’ dönük saldırılardan korku, zulmedilme kaygısı başlığı altına girer; sevilen nesnelerle ilişkilenen bütün kaygılar ise doğaları itibariyle depresiftir. Fakat, zulmedilme kaygısı ile depresif kaygı, birbirlerinden kavramsal olarak ayrık da olsalar, klinikte sıklıkla karıştırılır. Örneğin ben hadım edilme korkusunu –erkekteki başlıca korku– zulmedilme diye tanımladım. Bu korku, bir kadını dölleyemeyeceği (esasında sevilen anneyi dölleyemeyeceği ve dolayısıyla kendi sadist itkilerinin verdiği zarara karşılık onarım yapamayacağı) hissine yol açtığı ölçüde, depresif kaygı ile karışmıştır. Erkeklerde iktidarsızlığın sıklıkla ciddi depresyona yol açtığını hatırlatmama gerek yok. Şimdi kadınlardaki başlıca kaygıyı alalım. Kız çocuğun korkulan annenin onun bedenine ve içindeki bebeklere saldıracağı yönündeki korkusu, ki bu benim görüşümce asli dişil kaygı durumudur, tanımı gereği zulmedilme kaygısıdır. Yine de bu korku, sevilen nesnelerin –içinde olduğunu hissettiği bebeklerin– yok edilmesiyle ilgili olduğu için, güçlü bir depresif kaygı öğesi içerir. Tezime uygun olarak, zulmedilme kaygısı ile depresif kaygının büyük ölçüde azaltılması ve ayarlanması gerekliliği, normal gelişimin bir önkoşuludur. Bu nedenle, ki takip eden açıklamayla anlaşılmasını umuyorum, hem çocuk hem yetişkin analizlerinin sonlandırılması sorununa yaklaşımım şöyle tanımlanabilir: Zulmedilme kaygısı ile depresif kaygı yeterince azaltılmış olmalıdır, bu da –benim görüşümce– ilk yas deneyimlerinin analiz edilmesini önşart koşar. Bu arada, analizin yeni kriterimin temel aldığı üzere gelişimin en erken aşamalarına kadar geri götürülmesi halinde bile, sonuçların yine de vakanın ciddiyetine ve yapısına göre fark göstereceğini belirtmeliyim. Başka deyişle, kuramımız ve tekniğimizde ilerleme yapmış olsak da, psikanalitik terapinin sınırlamalarını aklımızda tutmalıyız. Şu da sorulabilir: Önerdiğim yaklaşım iyi bilinen kriterlerin bazılarıyla ne denli örtüşmektedir? Örneğin güç ve hetero cinsellik tesis edilmesi, sevme yetisi, nesne ilişkileri ve çalışma ve ben’in zihinsel istikrar sağlayan ve yeterli savunmalara bağlı belli karakteristikleri gibi. Gelişimin bütün bu yanları zulmedilme kaygısı ile depresif kaygıdaki ayarlamalar ile bağlaşıktır. Sevme yetisi ve nesne ilişkilerini ele alırsak, bunların ancak zulmedilme kaygısı ile depresif kaygı aşırı olmadığı zaman serbestçe gelişebileceği kolayca görüle- 54 bilir. Ben’in gelişimi bakımından mesele daha karmaşıktır. Bu bağlamda genellikle iki özellik hep vurgulanır: İstikrarda ve gerçeklik duyusunda büyüme. Fakat bence ben’in derinliğindeki genişleme de elzemdir. Derin ve tam bir kişiliğin olmazsa olmaz parçalarından biri, düşlem yaşamının zenginliği ve duyguları serbestçe tecrübe etme yetisidir. Bu karakteristikler, bence, çocukluktaki depresif konumun derinlemesine çalışılmasını, yani, sevgi ve nefretin, kaygı, keder ve suçluluğun bütün renklerinin birincil nesnelerle ilişki içinde tekrar tekrar tecrübe edilmesini önşart koşar. Bu duygusal gelişim savunmaların doğası ile bağlantılıdır. Depresif konumun derinlemesine çalışılamaması halinde, duyguları ve düşlem dünyasını katılaştıran, içgörüye engel olan savunmalar ister istemez egemen olacaktır. Böyle savunmalar, –onlara ‘manik savunma’ diyorum– bir ölçüde istikrar ve ben gücü ile uyumsuz olmasa dahi, sığlık gerektirirler. Eğer analiz sırasında zulmedilme kaygısı ile depresif kaygıyı azaltmakta ve, buna uygun olarak, manik savunmaları azaltmakta başarılı olursak, elde edilecek sonuçlardan biri de ben’in hem gücünde hem de derinliğinde artış sağlanmasıdır. Tatmin edici sonuçlar elde edilse bile, analizin sonlandırılması mutlaka acılı hisleri kışkırtacak ve ilk kaygıları tekrar canlandıracaktır; bu bir yas durumuna eşdeğerdir. Analizin bitmesinin temsil ettiği kayıp gerçekleştiğinde, hasta, yas çalışmasının bir kısmını yine kendisi yürütmelidir. Bence bu, çoğu zaman analiz sonlandırıldıktan sonra daha çok ilerleme sağlanması olgusunu açıklar; eğer önerdiğim kriter uygulanırsa, böyle bir ilerlemenin ne kadar muhtemel olduğu daha kolayca öngörülebilir. Çünkü hasta, ancak zulmedilme kaygısı ile depresif kaygı büyük ölçüde ayarlandıysa, yas çalışmasının son kısmını kendi başına yürütebilir. Bu da yine gerçekliğin test edilmesi anlamına gelir. Dahası, analizin artık bitirilebileceğine karar verdiğimiz zaman, hastanın sonlandırma tarihini aylar öncesinden bilmesi bence çok yardımcı olacaktır. Bu onun, hala analizdeyken, ayrılmanın kaçınılmaz acısını derinlemesine çalışarak bu acıyı azaltmasına yardımcı olur ve onun yas çalışmasını kendi başına başarıyla bitirmesinin yolunu hazırlar. Bu makale boyunca açıkça dediğim gibi, önerdiğim kriter, analizin erken gelişim aşamalarına ve zihnin derin katmanlarına kadar geri götürülmesini, yine bu kapsamda zulmedilme kaygısı ile depresif kaygının derinlemesine çalışılmasını önşart koşmaktadır. Bu da beni tekniğe dair bir neticeye ulaştırıyor. Analiz süresince psikanalist sıklıkla idealize edilmiş bir figür olarak gözükür. İdealleştirme zulmedilme kaygısı karşısında savunma olarak kullanılır ve onun neticesidir. Eğer analist aşırı idealleştirmenin sürmesine izin verirse –yani çoğunlukla olumlu 55 aktarıma dayanırsa–, evet doğrudur, bir miktar gelişme sağlayabilir. Fakat herhangi bir başarılı psikoterapi için aynısı söylenebilir. Kaygının kökünden azaltılabilmesi ancak olumlu aktarımın yanısıra olumsuz aktarımı da analiz etmekle olur. Tedavinin gidişatı içinde psikanalist, aktarım durumu içinde, erken gelişimde içe yansıtılmış figürlere karşılık gelen bir dizi figürün temsilciliğini üstlenir (Klein, 1929; Strachey, 1934). Dolayısıyla o, zaman zaman bir zulmedici olarak, başka zamanlarda ise bir ideal figür olarak içe yansıtılmış olur, aradaki bütün gölge tonları ve derecelerle birlikte. Zulmedilme kaygısı ile depresif kaygı analiz süresince tecrübe edildikçe ve nihayetinde azaltıldıkça, analistin çeşitli yanları arasında daha büyük bir sentez, –üst-benin çeşitli yanları arasında daha büyük bir sentezle birlikte– meydana gelir. Başka deyişle, en erken korkutucu figürler hastanın zihninde özsel bir başkalaşım geçirirler – denebilir ki temelde gelişim gösterirler. İyi nesnelerin –idealleşmiş nesnelerden ayrı olarak– zihinde güvenle tesis edilebilmeleri ancak zulmedici ve ideal figürler arasındaki güçlü bölünme azaltılabilirse, saldırgan ve libidinal itkiler birbirine yaklaştırılırsa, nefret sevgi ile yatıştırılırsa mümkün olur. Sentezleme yetisindeki bu ilerleme, (benim görüşümce erken çocukluktan köken alan) bölme süreçlerinin azaltıldığının ve ben’in derinden entegrasyonunun gerçekleştiğinin kanıtıdır. Bu olumlu özellikler yeterince tesis edildiği zaman, analiz sonlandırmanın prematür olmayacağını düşünmek için haklı bir gerekçeye sahip oluruz, gerçi yine de akut kaygının tekrar canlanması mümkündür. Türkçesi: Işık Barış Fidaner, Elif Okan Gezmiş Atıflar Melanie Klein (1935). ‘A Contribution to the Psychogenesis of ManicDepressive States.’ International Journal of Psychoanalysis / Melanie Klein (1940). ‘Mourning and its Relation to Manic-Depressive States’ International Journal of Psychoanalysis / Melanie Klein (1946). ‘Notes on some Schizoid Mechanisms.’ International Journal of Psychoanalysis / Melanie Klein (1948a). Contributions to Psycho-Analysis 1921-1945 (London: Hogarth) / Melanie Klein (1948b). ‘On the Theory of Anxiety and Guilt.’ International Journal of Psychoanalysis / Melanie Klein (1929a). ‘Personification in the Play of Children.’ International Journal of Psychoanalysis / Melanie Klein (1929b). ‘Infantile Anxiety Situations Reflected in a Work of Art and in the Creative Impulse.’ International Journal of Psychoanalysis / James Strachey (1934) ‘The Nature of the Therapeutic Action of Psychoanalysis.’ Journal of Psychotherapy Practice and Research 56 Ben hayatta kalacağım Gloria Gaynor — 1978 Başta korkmuştum Donup kalmıştım Sen yanımda olmazsan asla yaşayamam diye düşünüp durmuştum Ama sonra geceler boyu düşündüm bana ne yanlışlar yaptığını Ve güç kazandım Ve öğrendim geçinip gitmeyi ve demek dönmüşsün uzaydan gelmişsin İçeri girdiğim anda seni buldum yüzünde o melül bakışınla O salak kilidi değiştirmeliydim Anahtarını almalıydım Bir an bile aklıma gelseydi dönüp beni rahatsız edeceğin 57 Devam et hadi yürü çık git kapıdan hemen şimdi arkanı dön çünkü hiç hoş gelmemişsin artık sen değil miydin vedanla beni acıtmaya çalışan Yıkılır mıyım sandın Yere yatıp ölür müyüm sandın Ah hayır, ben değil Ben hayatta kalacağım Ah sevmesini bildiğim sürece Hayatta kalacağımı biliyorum Yaşayacak bütün bir hayatım var Verecek bütün bir aşkım var ve hayatta kalacağım Hayatta kalacağım Hey hey Bütün gücümü tükettim parçalanmamak için onarabilmek için hep uğraştım kırık kalbimin parçalarını ve ah ne çok gece geçirdim hep kendime acıyarak Ağlardım Ama şimdi başımı dik tutuyorum ve görüyorsun beni yeni birisiyim O sana aşkına tutunan zincirlenmiş küçük insan değilim ve demek uğrayasın gelmiş ve serbest olurum diye beklemişsin 58 ve ben şimdi bütün aşkımı beni seven birine saklıyorum Devam et hadi yürü çık git kapıdan hemen şimdi arkanı dön çünkü hiç hoş gelmemişsin artık sen değil miydin vedanla beni acıtmaya çalışan Yıkılır mıyım sandın Yere yatıp ölür müyüm sandın Ah hayır, ben değil Ben hayatta kalacağım Ah sevmesini bildiğim sürece Hayatta kalacağımı biliyorum Yaşayacak bütün bir hayatım var Verecek bütün bir aşkım var ve hayatta kalacağım Hayatta kalacağım (I Will Survive) 59 Hep gayrıresmiyet istiyorsunuz. Gayrıresmiyete büyük ihtimam ediyorsunuz. Ama onu hep yitiriyorsunuz. Bu ihtimam gerçekte resmiyeti kaybetmekten korkmanızdandır. Çünkü gayrıresmiyete gerçekten tutunsanız hiçlik olduğunu bulacaksınız. Ve resmiyeti kaybedeceksiniz. Bunu biliyorsunuz. Bilmediğiniz şu: Gayrıresmiyet hiçlik oluşuyla resmiyet üzerinde belirleyicidir. Gayrıresmiyeti korumak istiyorsanız resmiyete ihtimam etmelisiniz. Bunun için onu kaybetmelisiniz. 60 Franz Kafka’ya mektup Charlottenburg, 10 Nisan 1917 Saygıdeğer beyefendi, Siz beni mutsuz ettiniz. Dönüşüm adlı eserinizi alıp kuzenime gönderdim. Ancak kuzenim hikayeye bir anlam veremedi. Kuzenim kitabı annesine verdi, o da anlayamadı. Annesi kitabı daha sonra diğer kuzenime verdi ve o da anlayamadı. Kitabı şimdi bana gönderdiler. Ailenin doktoru olarak hikayeyi onlara açıklamam gerektiğini söylüyorlar. Ancak çaresiz kaldım. Beyefendi bakınız, piyade siperlerinde aylarca gözümü kırpmadan Ruslarla boğuştum. Fakat kuzenlerim arasındaki itibarım yerle bir olursa buna dayanamam. Sadece siz bana yardımcı olabilirsiniz. Yardım etmek zorundasınız, zira bu çorabı başıma siz ördünüz. Kuzenimin ‘Dönüşüm’den ne anlaması gerektiğini lütfen bana açıklayınız. En derin saygılarımla, Dr. Siegfried Wolff Türkçesi: Meltem Slonate 61