Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
Transkript
Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE KAYSERİ EĞİTİM VE KÜLTÜR VAKFI YAYIN NO: 13 Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı Nu. 13 Birinci Basım : Mart 2013 Kapak: Mustafa İBAKORKMAZ Tashih: Mustafa CABAT Dizgi-Baskı: Orka Matbaa / Kayseri Tel: 0352 322 17 00 İsteme Adresi : Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı İstasyon Mahallesi Depo Cad. Nu. 3 Kocasinan/Kayseri Tel: 0352 222 54 17 e-posta: kekvakfi@gmail.com www.kekvakfi.gen.tr İÇİNDEKİLER Önsöz / Mustafa Tekelioğlu....................................................................................................................5 Gönüldaşlar Topluluğu / Abdullah Gül....................................................................................7 Medhal / Mustafa Özer.............................................................................................................9 Dua Niyetine / Prof. Dr. Mehmet Tekelioğlu............................................................................... 17 Büyük Doğu Fikir Kulübü Çevresinde(*) / Mustafa Miyasoğlu...............................................19 Umut Suları’ndan Rüya Çağrısı’na(*) / Mustafa Özer...............................................................22 Dostlarımdan Kalan / Prof. Dr. Mehmet Tekelioğlu............................................................24 Büyük Doğu Havuzunda / Ahmet Taşçı.................................................................................26 Yüreklerine Çamur Değmeyenler / Taner Yıldız.....................................................................27 İyilerin İzi / Yaşar Karayel......................................................................................................28 Ölüm Gerçeği / Mustafa Cabat...............................................................................................31 Dost Bir İnsan / Mehmet Güldeste........................................................................................34 Abdülkadir Binbaşıoğlu / Mustafa Özer.................................................................................36 İş Disiplininden Cemiyet Nizamına Mustafa Biraderoğlu / Mustafa Özer..............................40 Hasan Nail Canat / Biyografi...................................................................................................42 Canat, Davasının Sâdık Bir Mensubuydu / Prof. Dr. Mehmet Tekelioğlu............................45 Deniz Feneri / Mustafa Özer..................................................................................................46 Etyemez* / Mustafa Özer........................................................................................................52 İlkeler Ve Ülküler / Mustafa Özer...........................................................................................56 Kürsüde Şiir Okurken Öldü / (Gazeteler)...............................................................................58 Mehmet Gökalp / Biyografi.....................................................................................................61 Ararenk / Mustafa Özer..........................................................................................................62 Deha Ve Zeyl / Mustafa Özer.................................................................................................64 Necip Fazıl’ın Oğlu Ömer Kısakürek Vefat Etti... / Gazeteler..................................................67 Kuzuların İmamı / Mustafa Özer............................................................................................69 Kadim Dostum Kenan Kuzuimam / Fehtullah Dinçsoy........................................................75 Fuat Livdemir / Mustafa Kanlıoğlu.......................................................................................77 Özel Bıyıklar /Mustafa Özer...................................................................................................78 Mustafa Özküçük / Halit Kantarcı..........................................................................................81 Patriyot / Mustafa Özer..........................................................................................................82 Dişçi’nin Paltosu / Mehmet Kasap..........................................................................................87 Ekrem Sağıroğlu / Röportajı Yapan: Osman Akyıldız.........................................................89 Sağır Hoca / Mustafa Özer.....................................................................................................94 Kadim Dostum Arkadaşım Ekrem / Mustafa Ekinci..............................................................97 Abdullah Saraçoğlu / Biyografi.............................................................................................102 Müsevvidlikten Müftülüğe / Mustafa Özer..........................................................................104 Ülfet Hala’nın Mehmet / Prof. Dr. Şükrü Karatepe.............................................................120 Nükte Gezegeni / Mustafa Özer............................................................................................124 Gönül Dostu Bir Adam! / Dr. Ahmet Alpay.........................................................................129 Büyük Doğu Halkası / Rıfat Besceli......................................................................................132 Mustafa Şencanlar Vesilesiyle / İbrahim Ulueren................................................................133 Aşk Ziya’ya Düştü / Prof. Dr. Şükrü Karatepe.....................................................................135 Tekesağan / Mustafa Özer....................................................................................................138 Bir Necip Fazıl Delisi / Galip Boztoprak..............................................................................142 Hamdi Zeyrek / Biyografi......................................................................................................144 Anılarımdaki Hamdi Zeyrek / Murat Yerlikhan...................................................................145 Albüm................................................................................................................................................... 147 4 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 5 ÖNSÖZ G önül isterdi ki “Kayseri’den maveraya yolcu ettiğimiz gönüldaşlarımıza MERSİYE’’ adını verdiğimiz bu kitapta o mesud yolcuların son sözleri bulunsaydı. Sokakları ve işyerlerini denetleyen kameralardan bu verileri onlardan habersiz derleyebilseydik. Bu çılgın hayal herkese sürpriz olurdu. . . Biz ise bencil yolu tercih ederek bizdeki arkadaşların yansımalarını perdeye aktardık. . İzlenimlerimizi ve hayallerimizi anlattık. Aczimiz hala sonsuzmuş demek ki. Aczimizi itiraftan da keyf alabiliyor olduğumuza göre arkadaşlarımızla aramızdaki rabıta sağlam kalmış olmalı. Buna sevinmek lazımdır. Zira onları kayıp gibi değil yaşıyor gibi anlatabildik. Zira çok ciddi olarak ele alınabilecek geçmişimizi didikleyen bu konuyu, bütün açık yüreklilikle ele alıyoruz. Bu kitabı hazırlarken çocuklar gibi, neşeli ve ağırbaşlı bilgeler gibi edep içinde, hem de, arkadaşların yüzüne bakabilir durumda kalmak önemliydi…Bu vaziyeti kavradığımızı ve eserin tesadüf eseri olmadığını belirtmek isteriz. Sayın Cumhurbaşkanımızın mültefit yazıları, İzmir Milletvekilimiz Prof. Dr. Mehmet Tekelioğlu’nun dostça yaklaşımları, yoğun meşguliyetinin içerisine kitabımıza değerli katkılar veren Prof. Dr. Şükrü Karatepe, Milli gazetedeki köşesini bize açan sanatçı yazarımız Mustafa Miyasoğlu, Kitabın isim babalığından ve büyük hacmini emeğine borçlu olduğumuz, sıcak ve canlı terennümleri ve önümüze açtığı renkli tablolarıyla şair ve yazar Mustafa Özer, kitabın oluşmasındaki teknik yükün tamamını üslenen ve yazılarıyla tenvir eden Felsefecimiz Mustafa Cabat, şirin katkılarıyla Ahmet Taşçı ve bize zaman ayırıp anısını gönderen; Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, Kayseri Milletvekili Yaşar Karayel, Rıfat Besceli, Dr. Ahmet Alpay, Mehmet Güldeste, İbrahim Ulueren, Mustafa Ekinci, Galip Boztoprak, Murat Yerlikhan, Mehmet Kasap, Fetullah Dinçsoy, Mustafa Kanlıoğlu, Halit Kantarcıoğlu vakfımızın teşekkürünü gönül borcu saysınlar. Çam sakızı çoban armağanı... Diğer yandan Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfını himayelerinden ayırmayan ve bu güzel hizmetlere vesile kılan Kocasinan Belediye Başkanı Bekir Yıldız ve bu kitabın oluşmasına katkı sunan Vakıf yönetici ve çalışanlarına da şükranlarımız olacaktır . Kitaba girecek resimlerin seçimi ve toparlanması, yazı alınabilecek arkadaşlara tebliği ve yazıların derlenmesi ile o yazıların düzelti ve düzeni Mustafa Cabat ve Vakıf müdavimlerine yüklenmiş olmasına rağmen yüksünmeden bu işi başardıkları için, teşekkür borumuz onların hakkıdır. Mustafa Fikri TEKELİOĞLU KAYSERİ EĞİTİM VE KÜLTÜR VAKFI BAŞKANI 6 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE Soldan sağa (oturanlar): Mehmet Tekelioğlu, Mehmet Biraderoğlu, Mustafa Dinçel, Azmi Şenol, Abdullah Gül, Necip Fazıl Kısakürek, Rasim Arslan, Ali Gengeç, Ahmet Taşçı, Ahmet Damar, Abdülkadir Binbaşıoğlu, Mehmet Taşkıran. Soldan Sağa (ayaktakiler): Ahmet Kaplan, Emin Halim, Emin Özyurt, Mahmut Fidanil, Ziya Olgunharputlu, Sabit Abdülazizoğlu, Necmettin Gevri, ......., Ali Taşçı, İsmail Köse, Mahmut Gürgür. Soldan Sağa Arka sıradakiler: Ali Yılmaz, Özer Koç, Mehmet Bozdoğanlı, Halil Yücel, Mustafa Eren, Ali Pehlivanoğlu, Nazım Erinmez. • Resim 1968-69 yılında eski müftülük binasının bitişiğindeki Din Görevliler lokalinde çekilmiştir. Bu resmin çekilmesinden kısa bir süre önce Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in “İdeolocya Örgüsü” isimli eserinin yayın hakkını Kayseri Yüksek İslâm Enstitüsü Talebe Derneği satın almıştı. Üstadın önündeki siyah çantada “Temlik Senedi” başlıklı anlaşmanın bir kopyası ve anlaşmanın imzalandığını gösteren resimler vardı. Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE Gönüldaşlar Topluluğu Abdullah GÜL T.C. Cumhurbaşkanı B ir insanın yaşı ve konumu ne olursa olsun, anlamlı ilk dostlukların tazeliği, hayat boyu daima devam eder. Bizim için de bu anlamlı arkadaşlıklar lise yıllarında başladı. Bugün hasretle andığımız arkadaşlarımızla birkaç sene arayla Kayseri Büyük Doğu Fikir Kulübü’nde tanıştık. O günlerde kurulan dostluklar gerçek anlamda gönüldaşlığa dönüştü. Bazı arkadaşlarımızla beraberliğimiz üniversite yıllarında da sürdü. Aynı evleri, aynı yurtları paylaştıklarımız oldu. Geçen zaman içinde kader hepimiz için farklı yollar çizdi. Arkadaşlarımızdan iş hayatına atılan da oldu, akademik çalışmalara yönelen de, devlet kademesinde görev alan da, siyasete giren de. Ancak gönüldaşlık bağlarımız hiç kopmadı. Hayatın akışı içinde uzak düşsek de, hep birbirimizi takip ettik, gönüldaşlık ruhunu koruduk, kalben yakın olduk. Aramızdan çok erken ayrılanlar olduğu gibi, yakın zamanda ayrılanlar da oldu. Bir dönemin gönüldaşlar topluluğu, erken ayrılanları unutmadı. Hepsinin anısı gönüllerimizde bütün canlılığıyla duruyor. Bu duygu ve düşüncelerle kardeşlerimize Allah’tan rahmet, geride kalanlara sağlık, afiyet ve başarılar diliyorum. 7 8 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE Uzun süre Büyük Doğu Fikir Kulübüne mekan teşkil eden Türk Ocağı levhası altında, tahta sandalyaler üzerinde faaliyetimizi sürdürdüğümüz Hunat Camiinin güney cehpesindeki eski müftülük binasının arka tarafında bulunan, müftünün garajından çevrilme dernek binamızın önünde Mustafa ve Mehmet Tekelioğlu. Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 9 MEDHAL Mustafa ÖZER T arih niçin var ve var olacaksa, bu kitapta aynı nedenlerle varolmak zorundaydı. Zaman seçimi ise arkadaşların yaşlarına bağlı bir tercih olduğu kadar, ekonomik sorunlarını kişisellikten kurtararak toplumsalı daha iyi anlamalarından kaynaklanıyor olabilir. Bütün hikmetiyle tarih ilmi çerçevesinde bu anıların basım zamanını göremeyebiliriz. Lakin sisli bir havanın gerisindeki nesneler gibi yanı başımızda asılı duran arkadaşların anıları, elbette ki ruhumuza çok şeyler fısıldadığında, sisin gerisinde görünenin de kendimiz olduğu fikri ortaya çıkmış olmuyor mu? Bütün gayretimizle unutkanlık süngerinin emmesine müsaade etmek istemediğimiz, maveranın güneşleri kendi anılarıyla bizleri de, o süngerin önünden almış olmuyor mu?Bütün nedenleriyle olmasa bile, kaybolmasını istemediğimiz ideallerimiz de dahil olmak üzre biz faniler de, arkadaşlarımızın tarafına geçme fikrinin ürpertisiyle davranmış olabiliriz. Evet bir çok nedenle bu kitap oldu, olmalıydı, olacaktı ve birçok gayret bir araya geldi ve ortaya kondu. Hakkı olan herkese müteşekkiriz. Bizlerin gayretine şaşmamak mümkün mü? Nostaljik gibi geliyor önce insana. Konu kaybettiklerimizin nisyanımızı beslemesi, hem bizi yıpratıyor hem de kaybettiklerimizin bizde bıraktığı değerlerin de zamanla eskiyerek azalması ve hatta giderek dağılması erimesi çözülmesini kanıksıyoruz. Acının kanıksanması bir fecaat gibi geliyor bana. Anıları- mızdaki güzelliklerle ya da hazırlandığımız bu mersiye çevreninde bile öylesine dilemmalarla meşbuyuz ki inşallah başka bir esere vesile olur demekten kendimi alamıyorum. Ben Kardeşlerimden uzaktaydım . Alışkanlık haline gelen davranışlardan da bir an önce sıyrılmak için özel çaba sarf ederdim. Alışkanlıkların ucuzluğu ve tembelliği beni hep korkutmuştur. 2003 yılında Avustralyalı filozof Glenn Albrecht tarafından ortaya atılan bir kavram vardı:Solastalgia. Türkçe karşılığını doğduğun yere olan hasret. “ ben senin yanında bile hasretim sana” diyor ya şair, ya da “diz dize otururken yüz yüze hasret kaldım”da demiş olabilirdi şair. Derin hasret çekmek ilk gelişim dönemine. Bizlerin yaşadığı devirlerdeki Kayseri ve o devir insanlarıyla birlikte güzeldi. Bu gün Kayseri yerinde duruyor ve fakat bu Kayseri başka Kayseridir. Bu mersiyeyi dirilten belki de yukarda saydığımız nedenlerin başında solastalji geliyor olabilir. Ekonomiden, sosyolojiden, düşünceden elhasıl her şeyden mücerret bir o günler var. O günler “zaman olur hayali cihan değer’’ diyoruz ya. . İşte o berzahta duruyoruz. Nostalji dilekçemizin “özü” kısmını üslenmiyor. Gençliğimiz de dahil ailemiz, arkadaşlarımız, bitki ve hayvanlarımız da dahil olmak üzere dağlarımız, derelerimiz, ova ve tozlu yollarımızı özlüyoruz. Bugün bunların hepsi başkalaşmış, değişmiş bile diyemiyorum. Oysa içimizdeki o gün özlemi, biraz da bu güne tepkiyi de içeriyor. 10 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE Şu devirmek kökünden gelen devrim sözcüğü ne kadar zalimmiş, ne çok zulmedermiş kişilikli insana, bunu bu gün rahatça söyleyebiliyorum. Her şeyi değiştirme merakı insanlığın en büyük ayıbıymış. Şimdi daha iyi anlıyorum. Devrim kirlenmek ve kirletmekmiş bu gün daha iyi değerlendiriyoruz. Ve devrimci bataklığına dönmüş güzel yurdumun neden yıllardır süründüğünü şimdi açıkça gözleyebiliyoruz. Hep bu moda denen illet insanları kendi kulvarının dışında uçuruyor. . Modanın ürettiği albenili mutantan dünya herkesin ayağını yerden kesiyor. Diğer yandan ezberin dünyası da başka felaketlere serüven hazırlamaktan geri durmuyor. Güdücülerin güttüklerine hazırladıkları tuzaklara, her yeni çağ, daha çok imkan hazırlıyor. Onun için kendini bilmenin erdemi büyük olmuştur. Bu giriş ağır olsa da olmalıydı. Büyükdoğu ucuzluğun tembelliğin, alışkanlıklarla yürümenin, hayali amaçların besleneceği bir pınar değildir. Hakikatin, eşya ve hadiselerin ötesine geçme sevdasını dava yapan kişilerin uykusuz gecelerinde tek yıldız vardır:Büyükdoğu yıldızı. O yıldızın altında müsterih uyumasını dilediğimiz arkadaşlara dönelim. Gelelim maveradan yansıyan ışınların kelime kalıplarına dökülüşüne; Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağmen, oluşumunu Kayseri iklimiyle ifadelendirebilen, bölgeden aldığı destek ve teşviki bölgeye ödeme fikrinde olan ve her şeye rağmen, İslamın emir subaylığı olan Büyükdoğu idealinin alem şümul beyniyle dünyayı okuyabilen, çoğunluğu da, bu bölgede sonsuzluğa kavuşan kardeşlerimizi, en azından ailelerinin desteğinde bulmak için…evet. . havzacılığa karşı olduğumuz halde, Kayseri’den maveraya yolcu ettiklerimiz olarak gördük. İdeal anlayışımıza halel getirmediğini düşündüğümüz içindir ki, böylesine açıkça isim verdik. Değilse asaletin topraktan devşirilmediğini, suyu tanıdığımız kadar biliyoruz. Diğer yandan Kayserinin toprağındaki zirai olarak negatifliği ise herkes biliyor. Gönlümüz, Sezai Karakoç’un “Diriliş dergisi”nden, Nuri Pakdil’in “Edebiyat dergisi”nden ve arkadaşların “Maraş cenahı” diye tesmiye ettiği grubun çıkarttıkları “Mavera dergisi’’nden ebediyete uğurladığımız gönüldaşlarımızı da unutmayacaktır, Elbette ki bir ümmete ait olan hareketi bir havzaya indirgemeye kimsenin hakkı yoktur. Bizim de bu nedenle havzacı olmadığımızı belirtme gereği duymamızı, çevremiz anlayışla karşılayacaktır. . . En azından siyasetin çizdiği sınırlar içinde kalarak milli olma vasfıyla baktığımızı tebarüz ettirmek istedik. Ve yine dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar diğer kardeşlerimize de hep dualarımız açık olacaktır. Bu kitap ağıt yerine kaim olmak üzere hazır- landı, adını da mersiye olarak taltif ettik. “Alpertunga öldü mü/ıssız acun kaldı mı /ödlek öcin aldı mı/ imdi yürek yırtılır.’’ Diyen ağıtçı ozanla çok gerilere gidebildiğimiz gibi, Kanuni Sultan Süleyman Han’ın irtihaliyle, arkadaşı ve sırdaşı şair Baki’nin “Baki kalan bu kubbede bir hoş seda imiş”dizesinin ışığında yaktığı mersiyesine kadar, şiirsel anıtlar hem çok, hem de insanlığın ortak terennümüdür. Şair Baki kırk yaşlarında yazdığı Kanuni mersiyesi divan şiirinin şaheserlerindendir. Aynı dönemdeki mimari olarak Süleymaniye ne ifade ediyorsa Kanuni Mersiyesi ‘de edebiyatta onun gibidir. Güzel sanatların ironik görüntüsüne bakın ki Baki nerede, Sinan nerede. Diğer yandan Süleymaniye camii ne durumda ve Kanuni Mersiyesi kimin umurunda. Zamanın çelişkileri bunlar. Erbabınca bilinen kıymeti büyüktür. Öyle ki Kanuni Sultan Süleyman Hanın cenazesinin önünde Bakinin mersiyesi bestelenmiş ölüm marşı gibi orkestra tarafından seslendirilmektedir. Dostu, arkadaşı kazaskeri Baki, sultanı Süleyman Hanın bile dünyaca toprağa dönüştürüldüğünü içi yanarak anlatıyor; Ol şehsüvar-i mülk-i saadet ki rahşine Cevlan deminde arsa-i alem gelirdi teng Baş eğdi ab-ı tığına küffar-ı engürüs Şemşir-i gevherini pesend eyledi fireng Dostunun ayrılık acısıyla inci gibi göz yaşı döktüğünde ne kadarda samimidir; Hurşide baksa gözleri halkın dola gelir Zira görünce akla ol mehlika gelir Gün doğdu şah-ı alem uyanmaz mı habdan Kılmaz mı cilve hayme-i gerdun-tınabdan Yollarda kaldı gözlerimiz gelmedi haber Hak-i cenab-i südde-i devlet meabdan Devlet-i aliyyenin cihangir ve muhteşem sultanı Süleyman hanın yiğitliği anlatılırken Bakinin coşkusu sultanına bağlılığını ne güzel ifade ediyor; Şemşir gibi ruy-i zemine taraf taraf Saldın demir kuşaklı cihan pehlivanları Aldın hezar bütgedeyi mescid eyledin Nakus yerlerinde okuttun ezanları Şair Bakinin Mihrimah mersiyesi de içli nazik ve güllerle donatılmış çelenk gibidir. Ebr-i baran ki yağar bağ-ı gülistan üzre Katreler kim dökülür sünbül ü reyhan üzre Cuylar kim dolanır damen-i sahralarda Jaleler kim görünür lale-i numan üzre Hep o göz yaşlarıdır aktı bisat-ı arza Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE Ağlaşur ehl-i sema hazret-i sultan üzre(1) Güncel olan ve özel bir televizyon kanalında gösterimdeki yerli dizi “muhteşem yüzyıl’’da gündeme gelen, Kanuni Sultan Süleymanın büyük oğlu şehzade Mustafanın babasının bilgisi dahilinde öldürülmesi üzerine dönemin şairi Yahya Bey tarafından yazılmış bir mersiye parçasını da takdim edelim; O bedr-i kamil ü ol aşina-yı bahr-i ulum Fenaya vardı telef ittdi anı tali’-işum Döğündü kaldı heman dağ-ı hasret ile nücum Göyündü şam-ı firakında toldı yaş ile rum Kara geyürdi karamana gussa itti hücum O mahı ince hayal ile kıldılar ma’dum Tolandı gerdenine hale gibi mar-ı semum Rıza-yı hak ne ise razı oldu ol merhum Hatası gayr-ı muayyen günahı na –malum Zihi said ü şehid ü zihi şeh-i mazlum Yıkıldı yer yüzüne aslına rücu itdi Saadet ile heman kurb-i hazrete gitdi *** Bir iki eğri fesat ehli nitekim şemşir Bir iki name-i tezviri kıldı katline tir Gelür ezelde mukadder olan kalil ü kesir Hezar kayserün oldu leyal-i ömri kasir Eceldür ademe derbend-i teng ü tar-ı asir Zaruridir bi ki uğrar ana cuvan ile pir Yerini zir-i zemin eyledi o mihr-i münir Yerini gitdi cihandan niteki merd-i fakir Bu vakıa olamaz halka kabil-i tabir Ki Erdişir-i vilayetde ola adet-i şir Bunun gibi işi kim gördü kim işitdi aceb Ki oğlına kıya bir server-i Ömer-meşreb *** Sipihrin ayinesinde görindi ruy-i fena Kodı bu kesret-i dünyayı kıldı azm-i beka Garibler gibi gitdi o yollara tenha Çekildi alemi balaya hemçü murg-ı hüma Hakikaten sebeb-i rif ’at oldı düşman ana Nasibi olmasa tan mı bu cife-i dünya Hayat-ı bakiye irişdi ruhı ey yahya Şefikı ruh-ı Muhammed refikı zat-ı_ Hüda Enisi gayib erenler celisi ehl-isafa Ziyade ide yaşum gibi rahmetin Mevla İlahi cennet-i Firdevs ana turağ olsun Nizam-ı alem olan padişah sağ olsun(2) Okunma farklılıklarına dikkat edilir ve remizler bilinirse günümüz Türkçesine yakın bu edebi metin sosyal bir vakıanın da çığlığı olduğu anlaşılır . Bu anlatımda Şair Yahya’nın büyüklüğü de tebarüz etmiş oluyor. Hürremlerin ve Mustafaların son olmadığını yaşadıkça, okuyor, duyuyor ve görüyoruz. ‘’Tarih, geleceğe suyun suya benzemesi gibi benzer’’ diyen İbni Haldun’u ve ünlü eseri Mukaddime’yi anma- 11 mak mümkün mü hiç? Yunus’u, Mevlana Celaleddin Rumi’yi nasıl geçelim. Şeb-i Arus törenleri görsel bir şölen olarakta ağıtsal bir tiyatrodur. Mevlana hazretlerinin maveraya göçünün ihtifale dönüşmüş halidir. Ölüm bir gerdek gecesi olarak görülmektedir. Ölüm bir yok oluş değildir. Dini itikatlara azami özen gösterilerek uygulanan bu törenler, kültürün edebi olarak yayılmasına da sahne hazırlamaktadır. Hem tarikata bağlı olanlara bir şölen hem de o yıl içerisinde müridanın ürettiklerine gösteri imkanı sunmaktadır. Ayrıca cemaatin sürekliliğini temin etmek gibi bir hayatiyeti de izhar etmektedir. “Bir garib ölmüş diyeler üç günden sonra duyalar Soğuk su ile yuyalar şöyle garib bencileyin’’ Derken Yunus Emre’nin o herkesi kucaklayan dili, bir başka şiirinde “Yiğit iken ölenlere göğ ekini biçmiş gibi’’diyordu(3). Yunus Emre hüzün deryası gibidir. O gönülde varlık ve yokluk denilen şeylerin toplamının, Allah sevgisi olması hasebiyle, ölüm, basit bir yolculuktu. Elbette Dosta götüreceğin armağanlarını derlemiş olmalısın yaşarken. Abdülhak Hamit Tarhan’n makber şiiri de güzel bir ürperiştir ve yüksek sesle okunmaya müsait tiyatral bir ağıttır. (4) Diğer yandan Recaizade Mahmut Ekrem, türbedara çıkmış gönlüyle, bir başka ürperiş, gözyaşı simgesidir. “Şevkiyok” Şirinin, bestesi ve hikayesini dinleyip te ağlamayan göz ve vicdan olur mu?(5) . Günümüz şairlerinden Sezai Karakoç ‘un Endülüse Ağıt hazırlaması da anılmağa değer mersiyelerdendir. Şiirimizde ağıt ya da sagu, ve yahutta mersiyeler, bir edebi antolojik külliyat oluşturacak kadar çoktur. Maksadı aşmamış olmak için örneklerle yetindik, fakat güzelliklerden de bir buket yapmadan edemedik. Ağıt sadece sözlü sanatlara konu da değildir. Arkeoloji Müzelerinde “ağlayan kadınlar lahdi” den tutun da, ağlayan heykellerle süslü mezartaşlarına kadar, antik medeniyetin ve hatta ilkçağdan kalma objelerin olduğunu müzelerden gözleyebiliyoruz. Yakın zamanlarda da bir çok alanda tezahür eden teessürün ifadesi sanat eserlerinde seslendirilmekte ve renklendirilmektedir. Tasavvufun temelindeki sevgi bu dünyadan göçe de özel bir anlam yüklemiş anmalara vesile kılmıştır. Fuzuli’nin hadiktül sueda’sı en güzel örneklerden biridir. Ehl-i Beytin şehitlerine yapılan muharrem törenleri de mersiyenin görüntüye yansımasıdır. Ölüm kültürü şiirimizin ana damarlarındandır. Ölüm Necip Fazıl’da da en belirgin çizgilerden biridir. Yakın zamanlardaki şarkılardan birisinde ifade edilmişti “ölümden başkası yalan” diye. Yunusta da asli çizgilerden birisi de ölüm temidir. Ağıt insan oldukça olacak bir olgudur. Ağıtın 12 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE esere dönüştürülmesi ise Maveraya yolcu edilenlerin geride bıraktıklarındaki vicdanın titremesi ile yakından alakalıdır. Göçmenin yok olmak demek olmadığını düşünüyorsak, içimizdeki göçene ayırdığımız sevgiyi açıklamakla başlar. Yapıt işi ise çağın vicdanı ve imkanların elverdiği sınırlar içindedir. Bizler de arkadaşlarımızla ilgili bu eseri başlangıç olması dileğiyle ilerde daha şümullü ve hayatı kapsayan ve de herkesle paylaşabilen eserlerin doğmasını dileriz. . Sagu, ağıt ya da mersiye aynı anlamın sanat mahfillerinde değişik nüfus cüzdanları gibidir. Hele bir yurdun kayboluşuna yakılan ağıt tam da olgun bir mersiyedir. ENDÜLÜSE AĞIT veya Endülüs mersiyesi olarak İslam şiir sanatının ölümsüz anıtlarından biridir. Örneğimizi aydınlatan yıldız tam da bu mersiyedir. Ülkenin her yanını nehirler, ovalar, dağlar, tepeler ve şehirler olarak gezer. Bitkiler aleminin her yanına sarkar. Çiçeklerini, güllerini bir arı gibi dolaşır. Renk renk ve çeşit çeşit kokularıyla cenneti andıran çayırları yad eder. Şırıl şırıl suları olanca berrak ve serinliğiyle adeta size tattırır. Müzik nağmelerinin o eşsiz bestelerini kulaklarınıza koymuşçasına mest olursunuz . Hele insan emeği göz nuru eserlere gelince say say bitmez. Ne Gırnatanın sarayları ne Mürsiyenin sokakları anlatabilir tüm Endülüs’ü. Bir vatan ve önemli bir milletin yok edilişinin sanat adesesince tespitidir, bu Endülüse ağıt. Başka milletlere millet olmanın ne olduğunu anlatır. O güzelim sanatçıların ve eserlerinin hepsi yok edildi. Giyim kuşamından kullandığı mendillere kadar özel olan bir medeniyet ve bu medeniyetin bütün kitaba yansıyanlarıyla yok edilmesi söz konusu. Delikanlıları, güzel kızları olgun ve üretken insanları, anaları, babaları ve olgun sabırlı ihtiyarları sanki fotoğraftan izler gibisiniz. Günümüzde kına gecesi ağıtlarından fışkıran “Gesi Bağları”çığlığı, terörün sonuçlarında yükselen feryatların önünü aldığı içindir ki, toplum, isyan yerine barışı tercih ediyor. Onbinlerce insanın cenazelerde bir ağızdan mırıldandığı dua, elbette toplumsal anlamda söylenen en güzel mersiyedir. Bu mersiyenin tacı ise, o güzel şehitlerin mezarlarında dalgalanan ayyıldızlı albayraklardır. Ne güzel bir kelam-ı kibardır o “Doğarken kendisi ağlar, velakin maveraya göçerken kendini yolcu etmeğe gelenleri ağlatır”cümlesi. Evet Üstad Necip Fazıl’da sıklıkla “yek katre hunest ve hezar endişe” derdi tükettiğimiz hayat için. Yani, insan: bir damla kan binbir işkence…. Gönüldaşlarımız dünyanın bir debdebe yeri olmadığını bilirler. Yine bilirler ki maveranın manevra alanı olan bu dünyada öteye hazırlık ve cenneti kazanmak asıl amaçtır. Cenneti kazanırken başa gelen kazalar mersiyelerin gözyaşartan renkleridir. Mustafa Dinçel’in ölümü bende dehşetli bir gü- vensizlik yarattı. Bu trafik kazaları iğrendiriyor insanı. Şehrin orta yerinde ve üstelik suçlanarak ölmek ne acı. Tam bir dilemma. Diğer yandan şu hastane mi bu hastane mi derken ortada kalıp ölüme koşmakta Mehmet Soyak’a düştü. Acılardan acı beğen der gibi. Ortamın rezaletine katlanmamız gönüldaşımızın imanî hüviyetine saygı göstermek içindi. Bu hal bile içimi yaralıyor. Diğer yandan hastalıkları hafife alma cesareti, Ali Taşçı’da tebarüz etmiş. Belirsiz bir şekilde bir anda herkesin gözü önünde yapa yalnız ölmek insanı çileden çıkarabilir. Mustafa Eren trafik canavarının elinde kayboluyor. Ömürlerinin baharındaki bu kardeşlerimize gerçekten içimiz yanıyor. Ziya’mız vardı hani. Pis bir hastalık elimizden onu gün gün aldı ve biz yanında hastalık konuşmamak uğruna o acıları da yaşadık. Ziya’nın izinde Mustafa Özküçük’te yürüdü. Diğer yandan Ekrem Sağıroğlu hocamız da kanserin aramızdan aldıklarındandı. Hasan Nail de ani bir kalp krizinin bizden aldıklarındandı. Mustafa Bayır, Rasim Özcan, Mehmet Gökalp, daha sonra Kenan Kuzuimam ve Mustafa Biraderoğlu arkalarında güzel anılar bırakarak ebediyete yürüdüler. Abdullah Saracoğlu ve Abdülkadir Binbaşıoğlu’nu da anmak bize borç olmuştu. Kahramanmaraş belediye başkan yardımcısı iken dünyada bir ilke hayat veren Necmeddin Gevri, Üstadın Sakarya şiirini okurken mikrofon önünde, canlı yayında ve bir salon dolusu gönüldaşlarının gözleri önünde ruhunu Rahmana teslim etmişti. Diğer yandan Ziya’dan alıştığımız süreci Abdullah Sarımermer’de de yaşamak mukaddermiş. Bunlardan Mustafa Şencanlar, Fuat Livdemir ve askerken kaybettiğimiz Hamdi Zeyrek’te ailelerini kedere boğarak aramızdan ayrılmıştı. Ebediyete yürüdüğünü bilmemize rağmen aileleriyle irtibatlaşamadığımız kardeşlerimiz olduğu gibi geçmişi hakkında bilgi vermeyen kardeşlerimizin yakınları da oldu. Birer isim vererek te olsa rahatsız etmek istemediğimiz bu kardeşlere Allahtan rahmet diliyoruz. Büyükdoğuya verdikleri hizmeti unutmayacağımızı aileleri dahil herkeste bilsin istiyoruz. Hepsinden Allah razı olsun ve Ebediyete yürüyenlere de bu vesileyle Allah rahmet etsin. Kanser ve trafik kazalarının bizde bıraktığı izde olumlu bir yan yok. Bu iki konudaki ölüm oranının yüksekliği konusunda ise, hayatı ve içerisinde bulunduğumuz medeniyete tepkiden mi acaba diye bir soru üretiyor kafam. Eğer durum böyleyse mersiyenin hacmi önümüzdeki yıllarda artacak demektir ki, buna şimdiden üzülüyorum. Üzülmemin menbaı, medeniyetimizi yasladığımız teknoloji, bir yanda dünya nimeti olarak övünç kaynağı, diğer yanda bizleri dişlilerinde öğüten canavar. Kanser ve trafik kazaları ki bu yapıya iş kazalarını da eklememiz gerekirse, ağzıyla yemek ve- Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE rip sapıyla göz çıkarmak kabilinden bir medeniyetle karşı karşıyayız. . Batı medeniyeti diye adlandırdığımız ve on sekizinci yüzyıldan beri de taklide çalıştığımız bu medeniyet belirsiz geleceğinde daha çok canımızı yakacağa benziyor. Avrupa bu bedeli ödedi, ödüyor ve ödeyecek. Fakat doğulu olan bizler, acıları da taklit eder gibiyiz. Bizi üzen bu yapıdır. Değilse her canlı ölümü tadacaktır. Ölümün yüzü soğuktur. Herkes te üzülür, doğal olarak. Burada da ayrılığın hüznüyle tedavi olur gibiyiz. Ah bir anlayabilsek te “miş gibi’’ yapmadan bedelini ödeyerek, içselleştirerek uygarlaşabilsek, bu hüzünler boşa gitmeyecek. . Kamunun genelde anladığı fakat, günlük hayatın vaveylasında her şeyi taklit kalıplarına döktüğünü görüyoruz. Yani kör olarak hayatı doğru algılayıp, gördüğü alemde apışan insan modeli gibiyiz. Bu üzüyor bizi. Arkadaşlarımızın hepsi özel ve güzide kişilerdir. O nedenle kitaptaki sıralamaları, astlık üstlük esasıyla yapılmadı. Soyadı sıralaması yapıldı. Elden geldiğince aileleriyle görüşülerek bilgiler derlendi, en azından doğrulukları saptandı. Gerçi arkadaşlarımızın bilgileri yakın bilgisi olduğu için anı tadındadır. Varlıklarıyla birbirlerini bilgi ve eğitim olarak besleyen Büyükdoğunun nasipdarları göçtükleri dünyanın hakikatiyle de, gönüldaşlarını yolcu etmeğe gelen gözleri nemli kardeşlerine ışık olmaktalar. Yolumuzu aydınlatan bu hazan ışıklarında davamızı daha derinden anlamaya çalışıyoruz. . Biz neyle meşgulüz, alem nelerin peşinde zamanı savsaklamakta. Biz kendi yangın yerinde milli izleri bulmaya, bulduklarını korumaya ellerimiz yana yana uğraşırken, yitiklerimizi “kayıp eşek” arar gibi ıslıklar çalarak kendilerini farklılaştıranları görüyoruz. Oysa onlar ıssız kalan gönüllerindeki yarayı saklamak için birbirini aldatan birbirine zıt gibi gözüken ve fakat aynı kalpazanlıkta örtüşenler olduğu da saklanamaz gerçeklerden... Kendilerine tevdi edilen kamu oyu oluşturma görevlerini, şahsi çıkarlarını alenen koruma alemine çeviren bu tipler, bir üslup sahibi olsalar, hiç değilse, edebi açıdan örnek olacaklar denebilir. Belki de suçlarına özür sayılması bakımından empati kurulmaya değer. Eski tüfeklerin ikameleri ile, Şevket Eygi’nin tabiriyle “din baronları’’ el ele vermiş iktidardan azami faydalar devşirmek için iktidardakilerin sevdiklerine hücumdalar. Allah sizi ıslah etsin emi?İktidardakiler ise kişisel zevklerini terennüm edecek vaziyette bile değiller. Kaldı ki olsalar bile Necip Fazıl’ın bir iktidar karşılığı yok ki, hem iktidardakilere bir faydası olsun, hem de Necip Fazılın varislerine. AK partinin iktidar olmasından bu yana Üstad Necip Fazıl’a öylesine saldırılar var ki, görmezden gelmek hiç bize yakışmıyor. İktidardakiler ne kadar 13 samimi olursa olsun Necip Fazılı gündemde tutmaları onun şiirlerini okumaktan öteye geçmiyor. Yakın zamana kadar biliyoruz ki Necip Fazıl’ın devletin kurum ve kuruluşlarında bir alt yapısı yoktur. Zannımız o ki muktedirler de henüz Necip Fazıl’ın devlette kapladığı yer kadar yer kaplıyor, bir başka deyişle devlette alt yapı çalışmaları yetersiz. Kurumlarda altyapı olmadığı için zannediyoruz ki Necip Fazıl muhalif kızgınların öncelikle paravanı neticede de iktidarın paratoneri olmaktadır. Necip Fazılın bu milleti uyaran çığlığı, ekonominin tüketim kanallarına yöneliyor. Necip Fazılın ademe mahkum oluşu bile bize böylesine acı vermiyordu. Necip Fazıl gürültülere boğularak gündemdeyken gündem dışı kalıyor. Yukarıdaki birkaç cümlemi alıp ta iktidardan Necip Fazıl için bir hareket istediğim sanılmasın. Hak adına dilencilik olmaz. Bizim tebliğ görevimiz var, onu yaparız. Birilerinin de ne yaptıklarını ne kadar yaptıklarını kendisine anlatırız. Necip Fazıl bir tüketim malzemesi değildir. Can taşıyan nice Napolyon taklitleri tanıdık. Kendini korumak adına başkaları için çene çalıp duruyor. Oysa çaldığı çenenin ucuz ekonomik çıkarlarına hiçbir yarar sağlamayacağını bildiği halde, korkularını Necip Fazıl’la ilişkilendiriyor. Eski tüfeklerin ikamesi bu canlar garip horozluk numarası yaparken dahi tavuğu taklit ettiğini göremiyor mu acaba ? Bu ikame malzeme, cinselliklerden derlediği bilgileri sözüm ona “aşka dair” diye abartarak maişet motorunu çalıştırıyor. . Aynı canlar, tarikat mukayeseleriyle başkalarının kullanması için sahte dünyalar üretirler. Hem de tek kullanımlık. İnançlarını kıyasa yaslayınca iktidardan istifadeleri gündeme getirirler. Oysa gazeteci kimliklerinin bir yanına iliştirdikleri istismar pozuyla bulunduğu gazeteyi tam da eleştirdiği kimlikle soyarlar. Ve yine bir fatih edasıyla gözaltı torbalarından tanıdığımız nice insana örnek olması gerekenler var ki, merhametsizce ağıt perdelerinin arakasında, kendine rakip gördüğü kurumlara sinsice yüklenmektedir. Necip Fazıl’ın iğrendiği bu liyakatsiz gündemi riyakarca sömüren solcu ve ölü can bezirganı bazıları kendi işlerine baksalar daha faydalı olamazlar mı ? Önüne bir prizma konulunca bütün renklere ayrılan güneş ışığının bir rengini seçerek bütün hakikati tek renkte zannedip avunanlar, bir araya gelerek neden güneşin hakikatini de teslim etmezler?Eğer söz konusu olan vatan ise ve gerisine teferruat diyorsanız neden tercihinizi tek hakikat sanıyorsunuz? Zekanızdan şüphemiz yoktur. Lakin kör inat ve yönetme enaniyetinizin sizi yanlış yere saptırdığını zannediyoruz. Tek renkle kişisel avunmalarınıza bir diyeceğimiz olamaz. Çünkü hürriyet mükellefiyetin temelidir. Asgaride ilkeli olmak adına eleştirmiyo- 14 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE ruz. Güneşe muhtacız. Kendin için istemesen bile bizim için engel olma . Şu gerçeği bilmeyenlerde bilsin ki, gazetecilik bir kamu hizmetidir. Devletin kontrolü altındadır. Devlet kendisine yakın veya paralel veya kendisinden hizmet satın aldığı basın yayın organlarını korur, kurar veya kırar. Devleti halkla temasta tutan hükümettir. Dolayısıyla halk üzerinden olanla halka dair olanları, hükümet basın yayın üzerinden izler. Necip Fazıl mesleği yazarlık olan birisidir. Bütün hizmetleri iktidarlarca izlenmiştir. Hiçbir iktidara yaranamadığı içindir ki, sürekli tehdit de edilmiştir . Yattıkları hariç 102 sene kesinleşmiş hapis cezası olan birisidir. Hayatında gizlilik de yoktur. Sanatını da değer olarak kimse küçümseyemez. Necip Fazıl ve devlet birbirine böylesine gart vaziyetinde dururken, hangi hakikate istinaden (aramızda olmamasına rağmen bir fatiha bekleyen bu insana) hakaret edilir? İnsafın bazı gözleri açmasını beklemek hakkımız olsa gerek. Ya da bazı açıkgözlerin insafsızlığını hatırlatacak tedbirler gerekmez mi acaba. ? Diğer yandan bir dönemin devlet ricaline hitap üslubunu “yalvarmak” biçiminde anlamak, en azından bir gazeteci için densizliktir. Halini en halisane anlatan durum Menderes kitabında da mukayyet iken yeni bir keşifmiş gibi kullanan yalakalara hiçbir şey demek istemiyorum. Onu demeye bile değmezlermiş. O dönemin mektupları hep ‘köleleri’ ‘bendeniz’’ veya daha ağır nefsini indirgemiş olarak takdim edilir. İmparatorluktan kalma abartılı klişeler… Hakikati, yaşanan dönemlerinde bile kaybolmuş. . Şener Şen’in klasikleşen Züğürtağa filmindeki marabaların ağalarına yaptıklarına denk bir yapılanma. Bir büyük Muzdarip için bu küçücük mersiye içerisinde savunma alanı açmak hiç hoş değildi. . O büyük insanı anlayamayıp ayıplarını yayın yoluyla da şeddelendiren akıl fukaralarına Rabbim kendi adaletinde versin. Ey güzel insan açtığın çığırda yürümüş ve seninle aynı dünyada olan gönüldaşlarınla selviler gibi serin uyu. Kaldırımlarında duyduğumuz ayak sesleri her zaman olacaktır. Ve senin ayak seslerin çilemizin öz musikisi gibi gündüzleri göznurunda hakikate erişerek, geceleri yıldız yakamozlarında rahmani rüyalara dönüşerek idealimizi seslendirecektir. Sanatın kocaman büyük harfle başlayan nefsin arkasından yürüdüğünü birazcık sanatla ilgili herkes bilir. En halim selim sanatçının bile çok az akıl karıştırarak sanatını icra ettiğini bilmeyen mi var. İnsiyaki olan tasarım kısmı ile alete yansırken kullanılan aklın, zaman farklarını da yine ayarlayan ve bilen sanatçının kendisidir ve dehadan beklentinin de bu olduğunu, uluslararası düşünürlerin ve eleştirmenlerin hepsi teyit etmektedir. Necip Fazıl ulusal olduğu kadar uluslararası bir büyük sanatçımızdı. Devletin gereksiz paranoyaları yüzünden yoksulluk çektiği kadar zulme de uğramıştı. Onun imdat sesini küfür perdelerinin kapatması yüzünden uluslararası hiçbir yardım kuruluşu ona el uzatmadı. Gerek Avrupa devletleri, gerek Amerika Bileşik Devletleri öncülüğünde Vatikan diliyle hazırlanan icra emirleriyle yapılan perdeleme, diğer yandan eski tüfeklerin sosyalist ambargosu ve en önemlisi de batı yakalı, mason ve laik parfüm kokulu yönetimlerce, İslam bloğuna konan resmi ambargo, bu büyük muzdarip sanatçıyı kendi ülkesinde mağdur ve muğber pozisyona getirmişti. O yalnız ve muzdarip deha, çilesinin, kaderi olduğunun da bilincindeydi. Tek parti dönemi tartışmasız bir yana konulmalı. Bunu unutmak anlamına değil de tek başına ele alınması gerektiği için yana bırakalım. Celal Bayar’ın Demokrat Partisi tek parti döneminin bütün hastalıklarını taşıdığı gibi, ABD kokulu her tür mikroba da açık vaziyetteydi. İkinci dünya savaşından da galiplerin safında yer alınmaması nedeniyle güvenilmeyen ülke konumundaydık. Yokluklar, yoksulluklar sadece mideleri boş bırakmıyordu, beyinlerde de tahribatı yüksekti. DP büyük veballer alarak iktidarı omuzladı. Fakat Bayar batıya gidiyor, hükümetin başı Adnan Menderes doğuya gidiyordu. Devlet iki ayrı zihniyete bölünmüştü. Dolayısıyla askerler zorunlu olarak vesayeti üslenmişlerdir. Sonuç malum, onyıllık uyumsuzluk mahkemede sona erdi. Kayıp yıllara eklenen Ragıp Gümüşpala’nın Adalet Partisi de Süleyman Demirel’in eline DP nin yaklaşık iki katı oyalanma süreci eklemişti. Süleyman Demirel’e atfedilen nurlu ufuklar vaat edilmekten öteye gidemedi. Nurlu ufukları rüyalarımızda gösterecek olan 12 eylül 1980 aymazlığı da, bir başka Amerikanizmle ödüllendirildi. Ve fakat bu kez Turgut Özal direksiyondaydı. Kavanozu dışarıdan yalayanlar, iktidarları hep Necip Fazıldan yana zannediyorlardı. Oysa Necip Fazılın hayatını verdiği davayı bizzat devletin kendisi dışlıyordu. Halk Necip Fazılın seslendirdiği fasıldaydı ve fakat siyasal yapı batı yanlısıydı. Batı yanlısından kastımız batılıların siyaseten gösterdikleri hedeflerdi. Bu hedefler ise batılıların sömürme siyasetinin dışında bir yer değildi. Hele hele vesayet rejiminin komuta kademesinde siyasilerle vasilerin uzun çekişmelerine şahit olmadık mı? Hayr umulur mu bu uğursuz gecenin sabahından derler ya, işte öyle bir düzen. Halk Müslüman ve fakat din bezirganlarıyla (komünisti, sosyalisti, liberali, kapitalisti, sosyal demokratı ve daha bilmem ne şakralarına dek) devlet elele laiklik adı altında, Müslümanları izole etmekten yana siyaset yapıyorlardı. Sağcı diye genel bir ifadeyi bir dava adamının tekelinde görmediklerine biz de eminiz . Lakin kamu oyu öyle oluş- Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE turulmuştu. Necip Fazıl yalnız bırakılmış ve yazarlığının dışında imkanları elinden alınıyordu. Üstelik yazarlığını icra edeceği her yere de ambargo konuyordu. Necip Fazıl bütün bu olumsuzluları yaşarken, bugün ona sahip çıkmayanlar onun üzerinden neyin davasını sürdürüyorlar dersiniz. Kendine köşe yazarı süsü ve parfümlü kokona görüntüsü veren sözüm ona İslamcı, milliyetçi ve mukaddesatçı diyen gazeteciler, tafra atacak ve Necip Fazıl’da kusur arama yarışına gireceklerine, yüreklerine dolan o amansız, İslam’ın yasakladığı (insana elzem erdemlerle donanıp), hasetlik hastalığını silseler ya. Hem cennetlerine ecir biriktirmiş olurlar, hem de Türkiye’nin bütün halkına hizmet etmiş olurlar. Salya sümük kürsü ağıtlarıyla Türkiye’de hükümdar olmayı deneyenler, Nazım Hikmeti düşünmüyorlar mı dersiniz. Sovyetlerin imkanlarıyla komünistlik yapanlar, başkalarının elbiseleriyle damatlığa gidenlere benzerler, en olmadık yerde bu haklar elinden alınınca yaya kalırlar. Onun için bu necip millete yurtdışlarından yabancı şarkılar söylemesinler. Bu ölü can tacirlerini tanıyoruz. Fransızların kanatları altındaki Namık Kemal’den, Sovyetlerin evinde misafir Nazım hikmet gibi niceleri açık örneklerdir, ders almak için. Ziya Paşamız buyurmuşlar ki; Güller güler, figanla geçer ömr-ü andelip; Bimar ihtizarda, ücret diler tabip Manend-i laşe naş-ı tüvanger zelil ü har Herkes misal varis ü gassal naşekip. Balin_i naza hâce-i şehreyler ittika, Hak-i mezellet üzre yatar aç bir garip Rahmetli Üstadıma bir zamanlar holdinglere arkalarını yaslayarak Türkiye nam mevkutenin perdedarlığında saldırılarda bulunmuşlardı. Herhalde hicap duyuyorlardır, hilkaten utanmak diye bir yiğitlik varsa. O gazete sayfaları kimseye faydası dokunmayan hezeyanlar yüzünden heder olup gitmişti. Oysa bir süre sonra o bataklıktan gelen kokularda boğulanların imdat sesleri yüreğimizi dağlamıştı. Ticari hayatın gerçekleri deyip geçiştirilecek ekonomik bir vetire değildi. Buna rağmen milli bünyeye zarar gelecek diye üzülmüştük. O grubun bu dünyada verdikleri zararları telafi imkanları olacak mı bilmiyorum. Bildiğim şu ki İslam ahlakıyla mümeyyiz olmamız gerektiğidir. Tarikatta olmakla ahlak sahibi olunmadığını da zaman öğretmişti. Zira sevgili üstadımın yanlışlıklara ayıracak zamanı da yoktu, sıhhati de sıkı perhizlerin tıbbi disiplinindeydi. Bu güzel insana yapılan çirkinlikler hep yapanlarla anılacaktır. Zaman Türkiye’deki siyasal yapının da sorgulanabildiğini gösterdi. Türkiye’nin Necip Fazılın dediği açıdan bakabilmesi için, batı kültürünü de aşması 15 gerekmektedir. Herkesin her düşüncenin bu yarışta Türkiyenin yanında yer alması gerekir. Ki öncelikle CHP nin bile ezberlerinden boşanması elzemdir. Yoksa pis koku mutfağımızdan hiçbir zaman çıkmayacaktır. Hiçbir partinin vesayet hakkı yoktur. Herkesin ödevi ve hakları vardır, dünyadaki herkes kadar. Büyükdoğunun estetik anlayışı ve Müslüman olmanın şeref ve erdemiyle aksiyonda kalmak, insanlığın şiarıdır. Yeni bir medeniyet sentezi gelişiyor, orada kurucu sıfatıyla bulunmak bu milleti tekrar diriltecektir. Belki 20. yy başlarında eldeki ideolojilerden kurulacak devlet o kadar olacaktı. Namık Kemallerle başlayan batılılaşma serüveni giderek meşrutiyete dönüştü. Siyasal bilinç bununla yetinmeyerek hızla gelişti. Hiçbir kurumsal önlem alınmadan imparatorluk, İttihat Terakki partisiyle iktidara onsekizinci yüzyıla ait bir ideolojiyi de taşımış oldu . Onsekizinci yüzyıla ait zihniyetle yirmibirinci yüz yıla ait olan bir devlet fikri nasıl telif edilebilir. Bu günün imkanları muvacehesinde derin ve sabırlı arayışlara ihtiyaç olduğu açıktır. O günün şartlarında devlet o kadar anlaşılıyordu. Bugünün imkanlarında devletin güvenliğinden kültürüne varıncaya kadar bakış konsepti bile değişmiş olabilir. Onun için devletin de insanların da ezmeden büzmeden ve hakları verilerek düzenlenmeli ki, mersiyeye konu kişiler bile haklarını bağışlayabilsinler. “Derde uğrar kim sadakat etse elbet devlete İstikamet mahz-ı cinnettir bu mülk ü millete” diyen Ziya paşayı daha fazla inletmemek için her şeye insanlıktan dirsek teması hizası verilmelidir. . İkiyüz senedir bu milleti tahrip eden şeytani vesveselere son verilmelidir. Bu konuya Ziya paşanın bir şiir parçasını koyarak sorunu ariflerin irfanına bırakalım; Herkes zebun-i fikr-i maaş oldu asrda Evvelki şevk-i meclis-i rindane kalmadı Taşlar yedirdi nan yerine bir zaman felek Nan verdi şimdi, ah ki dendane kalmadı Tevsi-i maişette bütün zikr ile fikrin; Şeyhim, ne zaman, söyle, müselman olacaksın Rindi yaklaştırmamak ister civar-ı cennete, Vaizin bu hayhuyu hep sınır kavgasıdır. *** 16 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE Notlar ------------ (1) Baki ve ziya paşaya ait şiir ve dökümanlar;Vasfi Mahir KOCATÜRK-Türk Edebiyatı Tarihi/ANKARA- (Adı geçen eserin ilgili maddeleri. ) (2) Yahya Bey ve Divanından örnekler. Mehmet ÇAVUŞOĞLU mersiye bölümü (3) GELDİ GEÇTİ ÖMRÜM BENİM /YUNUS EMRE Geldi geçti ömrüm benim şol yel esip geçmiş gibi Hele bana şöyle geldi şol göz yumup açmış gibi İşbu söze Hak tanıktır bu can gövdeye konuktur Bir gün ola çıka gide kafesten kuş uçmuş gibi Miskin âdem oğlanını benzetmişler ekinciye Kimi biter kimi yiter yere tohum saçmış gibi Bu dünyada bir nesneye yanar içim göynür özüm Yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi Bir hastaya vardın ise bir içim su verdin ise Yarın anda karşı gele Hak şarabın içmiş gibi Bir miskini gördün ise bir eskice virdün ise Yarın anda sana gele Hak libâsın biçmiş gibi Yunus Emre bu dünyada iki kişi kalur derler Meğer Hızır İlyas ola abı hayat içmiş gibi (4) Makber/ Abdülhak Hamit TARHAN Eyvah! Ne yer, ne yâr kaldı, Gönlüm dolu ah-u zâr kaldı. Şimdi buradaydı, gitti elden, Gitti ebede gelip ezelden. Ben gittim, o haksar kaldı, Bir köşede tarumar kaldı, Baki o enis-i dilden, eyvah, Beyrut’ta bir mezar kaldı. Bildir bana nerde, nerde Yarab, Kim attı beni bu derde Yarab? Nerde arayayım o dil rübayı, Kimden sorayım bi-nevayı? Derler ki unut o aşnayı, Gitti tutarak reh-i bekayı, Sığsın mı hayale bu hakikat? Görsün mü gözüm bu macerayı? Sür’atle nasıl da değişti halim, Almaz bunu havsalam, hayalim. Çık Fatıma! Lahdden kıyam et, Yadımdaki haline devam et. Ketmetme bu razı, söyle bir söz, Ben isterim, ah, öyle bir söz. Güller gibi meyl-i ibtisam et, Dağ-ı dile çare bul, meram et. Bir tatlı bakışla, bir gülüşle, Eyyamı hayatımı temam et, Makber mi nedir şu gördüğüm yer? Ya böyle reva mı ey cay-ı dilber? (5) ŞEVKİ YOK/ Recaizade Mahmut Ekrem Gül hazin, sümbül perîşan. . . Bağzârın şevki yok; Derdnâk olmuş hezâr-ı nağmekârın şevki yok; Başka bir hâletle çağlar, cûybârın şevki yok; Âh eder, inler nesîm-i bî karârın şevki yok; Geldi ammâ neyleyim, sensiz bahârın şevki yok. Farkı yoktur girye eden rûy-ı çemende jâlenin, Hun-ı hasretle dolar câm-ı safâsı lâlenin, Meh bile zücretle âgûşunda ağlar hâlenin, Gönlüme te’siri olmaz âteş-i seyyâlenin. . . Geldi ammâ neyleyim, sensiz bahârın şevki yok. Rûha verdikçe peyâm-ı hasretin her bir sehâb Câna geldikçe temâşâ-yı ufukdan pîç ü tâb İhtizâz eyler çemen, izhâr eyler bin ızdırâb Hem tabîat münfail hecrinle hem gönlüm harâb Geldi ammâ neyleyim, sensiz bahârın şevki yok. Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE Dua Niyetine Prof. Dr. Mehmet TEKELİOĞLU İzmir Milletvekili E skiler yakınlarını kaybedince duygularını bir şiirle ifade ederlermiş. Günümüzde artık pek kullanılan bir yol değil bu. Elinizdeki kitap da buna bir canlı örnek. Bütün yazılar nesir. Oysa bizim medeniyetimiz hem yaşayanları hem vefat edenleri mersiyelerle yâd etme konusunda muhteşem örneklerle dolu. Bunlardan biri, Şeyh Galib’in genç yaşta kaybettiği yakın dostu Esrar Dede için yazdığı mersiye. Esrar Dede Mersiyesi Türk şiirinin de bu anlamda en güzel örneklerinden biri. Bu şiiri sanki vefat eden dostlarımız için yazılmış gibi okumakta ne mahzur var… Ne diyor ki Şeyh Galib: “Mevlâ müyesser ede makaam-ı şefâati”. Biz de, gönlümüzde bütün arkadaşlarımız, ‘âmin’ diyoruz. 1 Kan ağlasın bu dîde-i dür-bârım ağlasın Ansın benim o yâr-ı vefâdârım ağlasın Çeşm ü dehân u ârız u ruhsârım ağlasın Baştanbaşa bu cism-i siyeh-kârım ağlasın Ağyârım ağlasın bana hem yârım ağlasın Gûşeyleyen hikâyet-i Esrâr’ım ağlasın Nâ-dide bir güher telef etdim dirîg u âh Hâk içre defnedüp gerü gitdim dirîg u âh 2 Zât-ı şerîfi âleme bir yâdgâr idi Fakr u fenâ vü aşk u hüner-ber-karâr idi Her şeb misâl-i şem’ benimle yanâr idi Sâye gibi yanımda enîs-i nehâr idi Hakkâ tamâm âşık idi yâr-ı gâr idi Birkaç zaman muammer olaydı ne vâr idi Allah verdi aldı yine kurb-i Hazrete Biz kaldık intizâr ile rûz-i kıyâmete 3 Âhir nefesde sohbeti oldu mahabbet âh Bir yâre urdu bağrıma âh derd-i firkat âh Gelmezdi hiç kalb-i fakîre bu sûret âh Ey kâş etmeyeydim o âşıkla sohbet âh Yakmazdı belki cânımı bu nâr-ı hasret âh Telh etdi kâmımı o zehirnâk şerbet âh Eyvâh elden o gül-i handânım aldı mevt Esrâr’ım aldı cümle dil ü cânım aldı mevt 4 Olsun mübârek ol mehe kabr-i saâdeti Mevlâ müyesser ede makaam-ı şefâati 17 18 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE Bitmiş ne çâre dâne vü gelmişdi sâati Dehrin budur hemîşe muhîbbâna âdeti Tefriyk içündür etse de izhâr vuslatı Zehri yutulmaz ağza alınmaz harâreti Ben gördüğüm bu dâr-ı fenânın fenâsıdır Baakî Hudâ rızâsı bekaa Hâk bekasıdır 5 Meydân-ı Mevlevîde nişân âşikâr edip Pervâz ederdi şevk ile ankaa şikâr edip Eylerdi nây u defile semâ’ âh u zâr edip Bulmuşdu kân-ı matlabı Hak’da karâr edip Almışdı müjde kûyuna yârın güzâr edip Gitdi ne çare Gâlib’i hasretle yâr edip Olsun visâl-i Hazret-i pîrânla kâm-yâb Kıldı karîn-i kabr-i Fasîh-i felek-cenâb Günümüz Türkçesi ile verdiğimiz metin Abdülbaki Gölpınarlı’ya ait. 1 Bu inciler yağdıran gözüm kan ağlasın; benim o vefâlı dostumu ansın, ağlasın. Gözüm, ağzım, yüzüm, yanağım, baştanbaşa, şu karalara batmış, (yaslara girmiş) bedenim ağlasın; bana hem yabancılarım ağlasın, hem dostlarım ağlasın; Esrâr’ımın hikâyesini duyan ağlasın. Yazık âh görülmemiş bir inciyi kaybettim; yazık, âh; toprağa gömüp geri gittim. 2 Yüce zâtı âleme bir yadigârdı. Varlıktan geçiş, yokluğa eriş, aşk, hüner, hepsi de onda vardı. Her gece benimle mum gibi yanardı; gündüz de gölge gibi bana eş dost olurdu. Gerçekten tam bir âşıktı, en sıkıntılı demde, mağarada bile eşti, dosttu, birkaç zaman yaşasaydı ne vardı? Allah verdi, gene mânevi yakınlık makamına aldı; kıyâmet gününü bekleyerek biz kalakaldık. 3 Son nefeste konuştuğu, söylediği söz, sevgiydi âh. Ayrılık derdi, bağrıma bir yara açtı ki, âh. Bu yoksulun gönlüne böyle bir şeye uğrayacağı hiç gelmezdi; âh. Âh, keşke o âşıkla tanışmamış, görüşmemiş olsaydım; belki canımı bu hasret ateşi yakmazdı, âh. O zehirli şerbet, dilimi, damağımı acıttı, âh. Eyvah, o gülen gülümü ölüm, elden aldı; Esrâr’ımı aldı ölüm, gönlümü, canımı aldı. 4 Kutlu kabri o Ay’a mübârek olsun; Tanrı şefâat makamına erişmeyi ona kolaylaştırsın. Ne çâre yiyeceği, tanesi bitmişti, ecel saati gelmişti. Zamânın âşıklara âdeti, dâimâ budur. Buluşup kavuşmayı meydana getirmesi bile ayırmak içindir; zehri yutulmaz; sıcaklığı yüzünden ağza alınmaz. Benim gördüğüm bu yokluk yurdunun yokluğudur; kalan ancak Allah rızâsıdır; ebedîlik, ancak Allah’ındır. 5 Mevlevî meydanında apaçık bir aşk nişanı dikmişti; şevkle uçar, zümrüdü-ankayı bile avlardı. Âh edip ağlar, inler, neyle, tefle semâ’ ederdi. Tanrı varlığında karar ederek dilek mâdenini bulmuştu. Sevgilinin civârına uğrayıp müjde almıştı. Ne çâre, Galib’i hasrete eş-dost edip gitti. Pîrlerle buluşarak murâdına ersin; eşiği gökyüzü olan Fasîh’in kabrine komşu oldu. Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 19 Büyük Doğu Fikir (*) Kulübü Çevresinde Mustafa MİYASOĞLU B ugün kargoyla gelen pakette Necip Fazıl’ın hitabe ve konferanslarından oluşan iki CD seti ile Ali Biraderoğlu’nun Necip Fazıl ve Büyük Doğu adlı kitabı beni 50 yıl öncesine götürdü. Lise talebesi olduğumuz yıllarda, Kayseri Kültür Derneği ile Büyük Doğu Fikir Kulübü Kayseri Şubesi’nde geçirdiğimiz günleri hatırladım. O dönemde hafta sonlarını 1963 yılından itibaren dernekte, sonra da 1965 yılında kurulan Büyük Doğu Fikir Kulübü’nde geçiriyorduk. İlk gençlik yıllarımızdan beri tanıştığımız kadim dostum Kocasinan Belediye Başkanı Bekir Yıldız’ın gönderdiği bu paket aslında Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı’nın yayını. Elbette bunlardan başka Mustafa Cabat’la Mustafa Özer’in kitapları da yayınlanmıştı. Bu arada, Büyük Doğu Fikir Kulübü Kayseri Şubesi’nde buluşan ve Hakkın rahmetine kavuşan dostların hikâyesinin de yer alacağı başka bir kitabın yayına hazırlandığını duymak beni sevindirdi. Bence asıl tahsil lise tahsilidir, çünkü gençlerin ruhi ve fiziki varlığı bu dönemde kimlik sahibi olur. O yüzden biz şahsiyetimizi lise yıllarında tanıdığımız dostlar ve ağabeylerin sohbetleriyle geliştirdik, konferanslar dinledik, hatta konuşmacı bulunamadığı günlerde kendimiz konferans vermeye hazırlandık. Üniversiteye de bu şuurla geldiğimiz için MTTB bizim fikir ve sanat alanında bir varlık ortaya koymamıza, arkadaşlarımızla birlikte kendimizi geliştirmemize imkân verdi. Bunun önemini anlatmaktan çok bazı yönlerini vurgulamak isterim. BÜYÜK DOĞU FİKİR KULÜBÜ 27 Mayıs’tan sonraki yıllarda Kayseri Kültür Derneği’ne aynı okulda okuyup aynı iş yerinde çalışan arkadaşlar olarak Bekir Oğuzbaşaran ve Hasan Nail Canat ile konferans dinlemeye gitmemizin önemli bir faydası oldu. Biz ders dışında da önemli meseleleri konuşup tartışma alışkanlığı kazandık. Burada yalnız konferans verilmiyor, belli başlı haftalık ve aylık dergiler getirilip gençlerin okumasına tahsis ediliyordu. Fakat 1964-65 yıllarında Kayseri Kültür Derneği atmosferinde hava değişmeye, Türkeş’in siyasete girmesiyle birlikte Ülkücülük rüzgârları esmeye başladı. Biz bundan rahatsız olmaya, bir süre sonra siyasetten uzak, farklı bir hava aramaya girişince 1964 ve 1965 yıllarında yayınlanan Büyük Doğu dergilerindeki Necip Fazıl’ın tavrını benimsemeye başladığımızı hatırlıyorum. Çünkü Demokrat Partili ailelerin çocuklarıydık ve 27 Mayısçılara katıldığı için Türkeş’in siyasi tavrına güvenmiyorduk. Bazı Demokrat Partililerin çocuklarının Solcu olmaktansa Ülkücü olmasını tercih ettiğini görüyorduk. Bu “ehven-i şer” mantığını hiç benimsemediğimiz için, Necip Fazıl’ın günlük siyaset üstü tavrını sevdik. Bu arada, Necip Fazıl’ın konferans için geleceği ve Büyük Doğu Fikir Kulübü Kayseri Şubesi’nin kurulacağı haberi bir büyük müjde olarak ruhları- 20 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE mızda yankılandı ve o günü iple çektik. 15 Nisan 1965 Cumartesi günü Kayseri’de Camlı Kahve olarak bilinen yerde Necip Fazıl’ın Dünya Görüşümüz adlı konferansını verdiğinde kendimizi bulduğumuzu söyleyebilirim. Benden yaşlı birine yer verdiğim için, ayakta dinlediğim bu konferansı su gibi içtim ve dinleyicilerin tavrını da takip edebildim. O günün akşam namazını Mimar Sinan Camii’nde Müftü Yardımcısı Abdullah Saraçoğlu’nun imam olduğu cemaatte Necip Fazıl’la birlikte kılmıştık. Bir ağabeyin evinde toplanan büyüklerimizin yanında Üstad’ı yakından dinledik. Ertesi gün öğleden sonra Büyük Doğu Fikir Kulübü Kayseri Şubesi Sivas Caddesi’nde kuruldu. Bu büyük salonda Üstad’ı üçüncü defa bir sohbet havasında dinlemiş olduk. Hava serindi, ama atmosfer çok sıcaktı. Ali Biraderoğlu havayı açacak şekilde Üstad’a bazı sorular sordu. Tabii o günlerde Doğu Menzil Komutanı olarak Diyarbakır’da değil de Kayseri’de bulunan General Faruk Güventürk’ün de makam arabasıyla bu konferansı bir saat kadar dinlediğini, sonraki günlerde de gittiği her yerde hep Üstad Necip Fazıl’ın aleyhinde konuştuğunu hatırlıyorum. Çünkü biz askeri işyerinde çalışıyor, Akşam Lisesi’nde de okuyorduk. En çok lise talebelerini derslerde, askeri iş yerleri işçilerini de mesai saatlerinde toplayıp konuşurdu. Büyük Doğu Fikir Kulübü Kayseri Şubesi kurulduktan sonra orada geçirdiğimiz günleri sadece bir gençlik hatırası olarak anmıyoruz. Çünkü buralarda ya konferans veriliyor veya Büyük Doğu dergisiyle birlikte o günün haftalık ve aylık dergileriyle klasikler okunuyordu. O konferans Kayserili Büyük Doğucuların hayatında çok önemli bir yere sahiptir, ama nedense paragraf paragraf hatırladığımız bu Dünya Görüşümüz adlı konferansın metni elimizde yok. Ne ses kaydı ve ne de metin olarak elde bulunmayan bu konferansın ruhu, belki de öteki eserlerine sinmiştir. Çünkü ben ve arkadaşlarım bu dünya görüşünü ruhumuza sindirdik. O günlerde Büyük Doğu Fikir Kulübü Kayseri Şubesi’nin kurulmasına öncülük eden Abdullah Saraçoğlu’nu gerçek şahsiyetiyle tanımak bizim için sürpriz oldu, çünkü evimiz aynı mahallede olduğu için, Gülük Camii’nde hasbî vaazlar veriyordu. Muhtemelen Hasan Nail ile benim gibi Abdullah Gül de camiin öte tarafından gelip onun Ramazan vaazlarını dinlemiştir. O yüzden biz onu daha çok “Hoca Emmi” olarak tanıyorduk. O da bize, “Ben Necip Fazıl’ı tanımasam sıradan bir müezzin olarak kalırdım!” gibi sözlerle Üstadın önemini belirtir, tek parti döneminde Büyük Doğu’yu nasıl gizlice okuduğunu anlatırdı. DÜNYA TATLISI PORTRELER 1959 yılında okumak için girip işçi olarak mezun olduğum Kayseri Anatamir Fabrikası Orta Sanat Okulu’nda pek çok insan tanıdım, üniversite tahsili için 1967 yılında ayrıldığımda çok önemli bir tecrübe kazandım. Hem fabrika ve okulda, hem de Büyük Doğu Fikir Kulübü Kayseri Şubesi’nde tanıdığım insanlar, benim için dünya tatlısı bir portre galerisi oldu. Abdullah Saraçoğlu’nun yanında Ahmet Saraçoğlu da bizim için müşfik birer akraba gibiydiler. Bunlarla birlikte konferans için İstanbul’dan gelen Ali Biraderoğlu ve onun babası Mustafa Biraderoğlu ile Rasim Özcan gibi amca ve ağabey dediğimiz şahsiyetleri tanımak bizi birkaç yaş birden büyüttü, pek çok önemli meseleye muhatap olduk. Ankara’da okuyan Mehmet Soyak ve Avukat Mustafa Bayır gibi ağabeyler bize cesaret verdiler. Biz derken kimleri kastettiğimizi de ifade edelim. Öncelikle Anatamir’de çalışıp Akşam Lisesi’nde okuyan, o yüzden de Bekir, ben ve Hasan Nail, aşağıda isimlerini sayacağım arkadaşlardan üç-beş yaş büyüğüz. Fakat bu yaş meselesi davamızın büyüklüğü yanında önemsizdi ve akraba gibiydik: Abdullah Gül, Mehmet Tekelioğlu, Nazım Erinmez ve ikisi de rahmetli olan Mustafa Dinçel ile Ziya Olgunharputlu da lisede talebe idiler. Bunların en önemli özelliği, Necip Fazıl’ın Dünya Görüşümüz adlı konferansını dinlemek ve Büyük Doğu Fikir Kulübü Kayseri Şubesi’nin açılışında bulunmaktı. Ayrıca, rahmetli Ekrem Sağıroğlu, arkadaşı Mustafa Ekinci ile İslam Enstitüsü’nde okur ve sık gelirlerdi. Mahalli gazetede Faruk Güventürk’le mücadelesiyle tanınan Muhsin İlyas Subaşı da aynı okuldandı, onlardan ayrı olarak bazen gelirdi. İmam Hatip öğretmeni olan Mehmet Tekden de bazen hoca, bazen arkadaş gibi Av. Mustafa Bayır’la birlikte Büyük Doğu Fikir Kulübü’nün geniş salonunda bizimle sohbet eder, bize zaman ayırırlardı. Daha sonra Büyük Doğu Fikir Kulübü Kayseri İş Hanı’na gelince yerimiz küçüldü, ama merkezi yerde toplanıp ev sohbetlerine daha çok imkân bulabildik. Büyük Doğu Fikir Kulübü’nün biz gençlere hazırladığı en büyük imkân, bizden büyük yaştaki şahsiyetlerle samimi bir atmosferde buluşmaktı. 27 Mayıs öncesi ve sonrasıyla darbe atmosferinin insanları nasıl değiştirdiğini bizzat gözlemleyenlerden dinlemiş olduk. Çok dikkatli bir okuyucu olan Rasim Özcan ağabeyin bazı yazar ve siyasetçilerin nasıl bir şahsiyet zaafı ortaya koyduklarını anlatması bizim için ufuk açıcı örneklerdi. Aile ve okul çevresinde bize uzak gelen bilgileri ve tavırları, büyük bir zarafetle Necip Fazıl perspektifinden anlatırdı. Bu arada, Osmanlı’nın son devrinde yetişen sa- Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE natçılarının gençlik ve edebiyat hatıralarıyla çocukluğumuzu dolduran CHP-DP-27 Mayıs günlerini doğru değerlendirmeyi de öğrendik. Bunlar aslında bizim hayatımızın çok önemli 15 yılını çok iyi değerlendirmek demekti. Mehmet Tekelioğlu’nun zaman zaman isabetle belirttiği gibi, burada toplanan insanlar, yaş ve mevki farkı olmaksızın bir hakikatin peşine düşmüştü. O yüzden birbirlerimizle ilgimiz her türlü aile ve akrabalık bağlarının üstüne çıkmış, hakikat aşığı birer şahsiyet olmuştuk… Benim çocukluğumdan sonra duyduğum en güzel sesin sahibi Necip Fazıl’ın Ayasofya hitabesiyle İman ve Aksiyon konferansını dinlemek, bana çok iyi geldi. Herkese tavsiye ederim! Sivas Caddesi’ndeki büyük salonda bu iki konuşmayı arkadaşlarla defalarca dinlemiştik. Bu hitabe ile konferansı en çok dinleyenlerden biri olan rahmetli Mustafa Dinçel, o günlerde ödev olarak okuduğu Sinekli Bakkal romanının üslubundan çok sıkılıyor ve Necip Fazıl ile Peyami Safa’nın insanı saran üsluplarıyla mukayese ediyordu. Onun ödev belasından kurtulmasına yardımcı oldum. Yıllar sonra da Halide Edib’in romanlarını uyku ilacı gibi kullandığını söyleyen Reşat Ekrem Koçu’yu dinlerken, rahmetli Mustafa Dinçel’e hak verdim. Bir hafta sonu Nazım Erinmez’in hepimizi güldüren esprisini dinlemek, bize iyi gelmişti. Çünkü o yıllarda 27 Mayıs’tan sonra Anayasa’da yer alan “sosyal devlet” kavramı artık sosyalist yazarlar kadar Köy Enstitüsü kökenli öğretmenleri de cesaretlendirmiş, bazı tuhaf görüşleri için yeni profesörlerin abuk-sabuk kitaplarını da kaynak göstermeye başlamışlardı. Bizim Nazım Erinmez yan sınıftaki arkadaşının adı önüne bir unvan koyarak, felsefe dersinde hocasının tekerine taş koymuştu. Şöyle bir konuşmaydı bu: “- Hocam siz böyle söylüyorsunuz, ama Prof. Dr. Abdullah Gül de tam aksini söylüyor, biz hangisini doğru sayacağız?” Hoca tanımadığı birisi de olsa, elbette “Prof. Dr. ”un sözüne itibar edilmesi gerektiğini söyler. Hocayı bilmediği bir alanda çuvallatmada hiçbir dahli olmayan Abdullah Gül, “Doç. Dr. ” olarak siyasete atıldı ve bu alanda çok başarılı oldu. Aslında uzlaşmacı kişiliğiyle İstanbul MTTB’deki merkezi yönetimde kendini kabul ettiren Abdullah Gül, siyasetin zirvesine çıkarak herkesin değerini bildiği bir Cumhurbaşkanı oldu. Elbette onunla herkes onur duyar… Hasan Nail Canat’ı tiyatroya teşvik için her fırsatta onu taklit yapmaya zorlayan Ziya Olgunharputlu’nun nasıl diğergam biri olduğunu anlatacak kelime bulunmaz. Onun “ustad” diyerek konuşmasında öyle bir muhabbet vardı ki, Allah için sevmenin müşah- 21 has örneğiydi. Bizim gibi gençlerin bir çatı altında buluşmasını dert edinen rahmetli Abdullah Saraçoğlu ile evindeki Büyük Doğu koleksiyonunun bir kısmını getiren Mustafa Biraderoğlu’nu ve sık sık bizimle birlikte olan Mustafa Bayır ile Rasim Özcan’ı unutmanın imkânı yok. Allah onlara ve bizi genç yaşta bırakıp giden daha genç arkadaşlara rahmet etsin! Onları çok sevdik! Esprileriyle her toplantıya renk katan Ali Pehlivanoğlu’yu, bizi hep seven Mehmet Tekden’i, küçük dükkânını kalbi gibi büyüten Saatçi Ahmet Saraçoğlu’nu sevgiyle hatırlarız. Bunlarla ve daha da önemlisi Üstadla aramızdaki ilişkileri her zaman vakarla ve vukufla belli bir seviyede korumamızı telkin eden Ali Biraderoğlu’yu hep saymışızdır. Onun sayesinde Büyük Doğu Fikir Kulübü’nün merkezi kendisini feshedip kapattığı halde benzeri olmayan bir şekilde Kayseri Şubesi’nin faaliyetleri 12 Eylül 1980 yılına kadar, aralıksız sürdürmüştür. Evet, 1965-1980 yılları arasında, resmen 15 yıl varlığını koruyan, daha sonra Söğüt Kitabevi’ne dönüşüp Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı olarak da faaliyetini sürdüren bir topluluğun hizmetleri saymakla bitmez. Bu insanların arasındaki münasebet, Allah için bir mücahit ve mütefekkir şairi sevmek, onun perspektifinden dünyaya bakmaya çalışmaktan ibarettir. (*) 13 Ocak 2013 Pazar –Milli Gazete 22 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE Umut Suları’ndan (*) Rüya Çağrısı’na Mustafa ÖZER L ise son sınıftaydım o zaman. Sırılsıklam aşıklar gibi gece-gündüz demeden içinden çıkmadığımız ve üstüne titrediğimiz bir düşünce kulübümüz vardı. Anılarımı o günlere uzatınca, coşkunca “hey gidi günler hey!” demeden edemiyorum. Mustafa Miyasoğlu’yla o yıl tanışmıştık. Hiç unutmam o günü. Kayseri’nin kavuran kuru sıcaklığında, dernekte, her zamanki gibi gazete, dergi karıştırıyor, günlük olaylar üstüne yorumlar yapıyorduk. Dinçel zemini sulayıp derneğin içerisini serinletmek istedi. Zira en çok terleyenimiz o idi. İş muzipliğe döküldü dökülmesine ama, Canat, Taşçı ve Dinçel havuza düşmüşe döndürdüler birbirlerini. Gerçi hepsi de durumlarından memnundular. Çünkü Büyük Doğu’dan kültürlenip, derneğin potasında pişenlerde birbirlerine kızma, çatma olamazdı. Birbirimize bağlıydık, bu bir gelenekti. Şaka sonrası tahta sandalyeleri dışarı çıkarıp oturduk. Miyasoğlu’yla sohbete dalmıştık ki, zamanı karşı kahvenin kumarbazları birbirlerine “saat üç” diye bağırmasalardı bilemeyecektik. Evet, o günden bu yana Miyasoğlu’nun düzyazı ve şiirlerini izlerim. Tümüyle Büyük Doğu düşüncesine bağlı olan yazıları, yeni bir üslûp getirmişti ufkumuza. Üstad ve Karakoç’un ardından gelen bu üslûp hiç değilse bu aradaki sanat soluğunun boşluğuna can verdi. Zira Miyasoğlu, ne bulutların ötesiyle ne de litosferin altıyla çok ilgiliydi. Sanatı batı-doğu, yeni- eski, ideoloji ve estetiğiyle bir senteze götürmeye çalıştığı apaçıktı. Ve toplumuna yön vermeye yönelikti üstelik. Şiirleriyle, tiyatro kritikleri yazılarının en bereketlisiydi sanırım. Anlaşılıyordu ki, bu iki sanatı çok daha içten üsleniyordu. Tiyatro kültürünün kaldırılamaz potansiyele ulaşması ilk eserini vermeye zorladı Miyasoğlu’nu. İçinde bulunduğu grubu çıkarmak istedi sahneye. Oysa ne toplumun öğrencilere iyi bir tavrı vardı, ne de yönetimin. Eser MTTB(**) sahnesinde gereken ilgiyi ne yazık ki göremedi. Eserin konusu, sahnenin ürkekliği ve oyuncularının oynanan eserin yazarını anlayamamaları sonucu bir yerde normal karşılanmasına neden oldu. Fare kovalamakta birleşen günümüz insanını Miyasoğlu çok iyi biliyordu. O yüzden olacak ki, Umut Suları’ndaki o sahneyi, hem oynayanlar ve hem de oyunu izleyenler rollerini tam üstlenerek yaptılar. Fareler ve insanlar arasında da bir ilginin olduğunu böylece biz de anlamış olduk, yazar da. Umut Suları’nın akmasını yazardan istemek hakkımızdır. İnşallah yeni tiyatro eserlerini göreceğiz. Bu sanatkârımıza bir tarih görevidir. Anadolu insanının üstünde, bir kapitalist sınıf, yargılarını –siyasal düzenin de yardımıyla- sürdürmekte ve içerisinden geldiği toplumu ezmektedir. Ama bizim toplumumuz buna rağmen sınıfsız bir toplumdur. Zira bu ezen ve sömüren sınıf birkaç on Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 23 senelik geçmişine güvenemez konumdadır. Bu yüz______ dendir ki bir yağmacılık içerisindeler. (*) (Milli Gazete, 1 Eylül 1974, Pazar) Yazarın ya da sanatkârın görevi yapılan yağma(**)Umut Suları adlı eser o yıllarda MTTB(Milli cılığa karşı toplumunu uyarmaktır. Yukarda sözünü Türk Talebe Birliği) Cağaloğlu’ndaki Genel Merettiğimiz tarih görevi budur. Zira her istediğimize kez binasının Konferans salonunda sahnelendi. ulaştığımız cennette değil, iki buçuk liraya adam boğazlanan dünyada yaşıyoruz. Umut Suları’na atılan taş, halka halka bunu yaymalıdır. “Şehri ve insanı tutan güçlü silâh”ın sanatına Miyasoğlu çok daha önce başlamıştı. Yıllar, şiirlerin yeni yeni doğuşuna sahne oldu ve kitaplık çapa ulaşmasını gördü. Böylece şairin ilk göz ağrısı sonuca ulaşıp “Rüya Çağrısı”nda karar kıldı. “Şiirin kan kardeşi/ Rüyanın çağrısıdır” (Rüya Çağrısı Sf. 43) ve yine “Sen bana şiirlerle gelen rüya varlığı” (Rüya Çağrısı Sf. 58) v. ö. Varoluş şartına çağrı şiirle iç içedir. Acılara, sevgilere açılan kapılar şiir yolundan geçer. İdeolojik konumu beyinlere öyle mıhlar ki, o anda şiir saçaklardan akar. (Sf. 61) İşte bu duygu “Kentlerin Ölümü”nü duyurmağı yüklenir. “Savaş Diyalogu” kurulunca kent uygarlığı ölümden başka şey istemeyecek. Kara adamların kurduğu kapkara kent uygarlığı, kendilerine yerlerde sürünmeyi bile çok görecektir. Gözler önünden dumanlar kalkınca aklar ve karalar ayrılacak, bilenlerle bilmeyenlerin sınav sonuçları görülecek ve inananların başarısı kuşkusuz sağlanacaktır. Rüya Çağrısı şiirin tanımıdır. Ve Miyasoğlu’nun kişiliğinde gelişen Büyük Doğu soluğudur. Yorum, “Savaş Diyalogu”, “Kentlerin Ölümü”, ve “Bırakma Ellerimi” şiirlerinde oldukça yoğun biçimde sunulmuştur. Yorumdan kastımız objektif ve tarihin sürecinden gelip de topluma duyurulması gerekendir. Diğerlerine romantik duygular karıştığından ve masal çeşnisi verildiğinden yorum daha az yer tutmuştur. Oysa şairin yetişme bölgesi, “bu duygulara yer vermemesi gerekmez mi?” diye bir soru uyarıyor içimizde. Dileğimiz genel kültür yönünden çok değerli ve yeni kuşaklara aktarılacak özü sunan düz yazıların da kitaplaşmasıdır. Değerli olduğu kadar gerekli olan bu düz yazıların Miyasoğlu’nun ustalığını da göstermek gibi bir yönü olacaktır. Sanılır ki Miyasoğlu’nun sanatkâr konulu şiir, tiyatro, sanat üstüne uzanır. Onun çok büyük kültürü daha da geniş sahaya uzanmasını sağlar. Bu konumda roman ve hikâyeyi söyleyebiliriz. Miyasoğlu nedense bu dalda hep kendini anlatmak istiyor. Üstad’ın, “Büyük Kapı” ve “Yılanlı Kuyu” eserlerini anmadan edemiyoruz. Ustanın etkisi “Metod”da da kendini göstermiş oluyor. Umut Suları’nın yapımcısına umudumuz tamdır. 24 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE Dostlarımdan Kalan Prof. Dr. Mehmet TEKELİOĞLU İzmir Milletvekili B ir dostu kaybettiğinizde siz de dilinizde Fatiha, gönlünüzde hüzün, ne diyeceğinizi bilmez hale gelir misiniz? Siz de benim gibi kaybettiğiniz dostunuza karşı kendinizi suçlu hisseder misiniz? Hayattayken yeterince arayıp sormamanın ezikliği sizi de bürür mü? Vefakâr olamamanın burukluğu bütün benliğinizi sarar mı? Hele de o dostlarla hiçbir dünyevi işin içinde değilseniz bu duygular dayanılmaz hale gelir mi? Ben bu tür bir ezikliği Ziyayı kaybettiğimizde yaşadım. O vefat edince ilk kez içimin karardığını zannettim, hayat anlamsız gibi geldi. Ne kadar içten gelen bir tabiilik vardı tavırlarında Ziya’nın. Biraz aceleci miydi? Ömrünün kısalığını aceleci tavırlarıyla telafi etmek ister gibi miydi? Acele etti ve erken ayrıldı aramızdan. Ben Ziyayı her andığımda “ne kadar hasbi bir arkadaştı” diye geçiririm içimden. Ben Allahın sevgili kullarından biri olabilir miyim acaba? Bu soruyu boş yere sormuyorum. Sebebi var. Allah bana Mustafa Özküçük’le arkadaşlığı nasib ettiğine göre yalnız benim için değil Onun bütün arkadaşları için böyle bir ihtimal mevcut. Ben Özküçük’de vefayı, sadakati, sır saklamayı, esrarlı konuşma ve tavırlar içinde sadeliği, bir iş yaparken nasıl sebat edileceğini gördüm. Hastalığı bedenini yıpratmıştı belki ama zihni faaliyetini ve olayları muhasebe gücünü zirveye çıkarmıştı. Bizim arkadaş çevremizde Mustafa Dinçel’i ilk tanıyan Ahmet Taşçı’dır belki, fakat ben ikinciliği kimseye kaptırmam. Lisede aynı sınıftaydık. Yakınlığımızı hangi hadise temin etti, bugün hatırlamıyorum. Bana Büyük Doğu’ya gitme teklifi ilk ondan geldi. Aynı sınıftaydık ama ben Ona hep abi dedim. Bu, biraz benden iri oluşundan ziyade beni Büyük Doğuya götürmüş olmasından dolayıdır. Bizim hem sınıf arkadaşlığımız hem Büyük Doğu gönüldaşlığımız uzun yıllar devam etti. Sonra hayatın gailesi aramıza manialar koydu, fakat Mustafa Abideki samimiyet ve kime nasıl faydalı olurum kaygısı hep devam etti. Abdullah Saraçoğlu bizim mahallenin hocasıydı. Çocukluğumda babam beni Gülük Camisine götürürdü. Oradan aklımda iki sima kalmış. Biri çok güzel bir sesi olan caminin imamı Davut Hoca, diğeri de kürsüde bağırıp çağırmadan konuşan Abdullah Hocaydı. Bu vaazlar bende ne gibi tesirler bıraktı bilmiyorum ama her zaman hatırlarım. Ben başka camilere de gittim, pek çok hocayı dinledim. Bugün düşünüyorum, niye acaba cemaati ağlatan hocalar değil de Abdullah Hoca bu kadar tesirliydi diye. Bizim sohbet geleneğimizde Abdullah Hoca kadar tesirli daha kaç kişi var dersiniz? Rahmetle yad ederek İbrahim hocayı da sayalım. Bir kelime bir insanın dilinde nasıl tatlı ve güzel hale gelebilir… ‘Lan oğlum’ diyerek başladığı konuşmalarının ne kadar sağlam bir örgüsü olurdu. Bu güzel sohbetlerin içinde bilgiden öte bir şeyler vardı. Bizi cezbeden de işte o “bir şeyler” idi. Bir şarkı var, şöyle diyor: “Bir Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE melek sîma peri gördüm der-i meyhânede/ Kalmadı gamdan eser asla dîl-i divânede/ Var imiş bir başka hâlet sohbet-i mestânede/ Gözlerim sakîde kaldı, ellerim peymânede” Siz de hocayı dinlerken çay bardağı elinizde, kala kalmaz mıydınız? Onu müftülük ve emeklilik dönemlerinde fazla dinlememiş olsam da Abdullah Hoca zihnimde bir davanın tavizsiz mümessili olarak kazıdığı yeri hep muhafaza edecek. Hasan Nail Canat benim gıpta ettiğim insanlardan biriydi. Onunla ilgili olarak Hasan Nail Canat sitesine yazdığım birkaç satırın bu kitapta müstakil bir yazı olarak yer alacağını öğrendim. Ali Taşçı bende esprileriyle yer etmiş bir sima idi. Fakat bu espriler hep bir dünya görüşünün sözlü karikatür biçiminde ya övgüsü ya yergisi olarak tezahür ederdi. Öyle sağlam bir zihni yapısı vardı ki Adalet Bakanlığına intisab ettiğini duyunca ister istemez “nasıl olacak, orada nasıl yapacak Ali” demekten kendimi alamamıştım. Nitekim çok sürmedi, bağımsızlığı seçti. Kendi bürosunda avukatlık yaptı. Bir gün dediler ki, Ali vefat etti, inanamadım, konduramadım üstüne, bıyıklarını gererek gülümseyen hali gözlerimin önünde Fatiha okudum. Mehmet Soyak, Üstadın tabiriyle mustaribler cemaatindendi. Onu ben o haliyle sevdim. Hem de çok sevdim. Ankaraya gidiş gelişlerimde Onunla bir sohbet ortamı yaratmak için gayret ettim. Biraz derbeder halini zihninin aşırı meşguliyetiyle açıklayabilir miyim diye geçirirdim içimden. ‘Davasına sarılmış, dünyaya boş vermiş adam kim’ derseniz, işte o 25 Soyaktır diyebiliriz. Hayat bu, belli olmuyor, herkesin bir imtihanı oluyor. Allah da onu mizaç itibariyle çok uzak olduğu bazı dünya işleriyle imtihan etti. Başardığını sanıyorum. Ben roman merakımı biraz ona borçluyum. Onun sayesinde roman da okumanın tadını ve ehemmiyetini kavradım. Uzun yıllar Kayseriden uzakta daha çok İzmirde yaşamanın getirdiği mecburiyetler bazı dostlarımın vefatını sonradan duymama yol açtı ama asıl önemlisi çoğunun cenaze namazını bile kılmaktan mahrum kalmamdı. Ne tür bir tesadüf diyelim bilmem, Mehmet abinin İstanbuldaki cenaze namazını kılmak nasib oldu. Mustafa Şencanlar, Mustafa Eren, Kenan Kuzuimam, Hamdi Zeyrek, Ekrem Sağıroğlu ve Abdullah Sarımermer gibi Büyük Doğucu kardeşlerimiz bizim hep beraber olgunlaştığımız, hep beraber büyüdüğümüz, birlikte var olduğumuz, birbirimizden güç ve kuvvet ve hatta ilham aldığımız kimselerdi. Birini kaybettiğimizde o heybetli ağacın ana dallarından biri kesilmiş gibi gelirdi bana. Bugün o ağaç meyve verdi mi dersiniz? Kaybettiğimiz her dal bin dalla kendini yeniliyor. Yeni dallar işte o kaybettiğimiz dalların yerine filizlendi. Meyveden ziyade heybetiyle öne çıkıyor bu muhteşem ağaç. Bugünkü meyveden ziyade gelecekteki meyvesi ilgilendiriyor bizi. “Diz çök, ey zorlu nefs, önümde diz çök!” diyebilen Büyük Doğu’culara ne mutlu… Allahım, burada andığımız anmadığımız bütün kardeşlerimiz için senin rahmetin ve sevgilinin şefaatinden başka ne talep edebiliriz ki… 26 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE BÜYÜK DOĞU HAVUZUNDA Ahmet TAŞÇI Z or yapılan işler vardır hayatta. Bunlardan biri de kaybedilen arkadaşlar hakkında bir şeyler söylemek olsa gerek. Bu arkadaşlar hakkında bir şeyler söylemek gerçekten zor zira bir dönem gelmiş kader birliği yapmışsınız, bir dönem gelmiş bir lokma ekmeğinizi paylaşmışsınız, bir dönem gelmiş aynı şeylere sevinmiş aynı şeylere üzülmüşsünüz. Belki aynı kavganın içinde yumruk atmış yumruk yemişsiniz. Şimdi onlar için ne söylense az desem haklı olmaz mıyım? Şöyle desem de haklı olurum: onlar için ne söylense gereksiz, ne söylense faydasız ve ne söylense çok. Onlar için hissettiklerimi kelimelerle ifade etmek hem zor, hem kelimelerden öte bir şeyler var. Bu arkadaşlarımızın pek çoğu ile ilk gençlik yıllarımızı ve ilk heyecanlarımızı beraber yaşadık. Bizim kaygılarımız hep “din, iman” içindi o dönemlerde. Bugün o idealist dönemlerini özlemle hatırlamayan var mı? O dönemlerin idealizmini bugünkü ile kıyaslayıp bu değişim hangi yönde, neyi kaybettik diyenlerimiz o kadar çok ki. Biz mi bir şeyler kaybettik yoksa hayat mı bize bunu dayatıyor, karar vermek zor. İlk gençlik yollarından sonra bu sevgili arkadaşlarımızın bir kısmıyla temasımız azaldı. Hayat her birimizi bir yerlere fırlattı. Çoluk çocuk kaygısı ister istemez bir tarafımıza asılmaya başladı. Fakat hepimiz için önemli bir nokta vardı. Ne kadar sağlam bir fikir havuzunda yıkanmışız ki bu arkadaşlarımızdan çizgisini kaybeden bir kişi bile çıkmadı. Bu havuzun adı Büyük Doğu. İçi zemzem suyuna eşdeğer fikir suyu ile dolu. Necip Fazıl, ilk gençlik yıllarımızda bizleri bir arada tutan, insan olmanın anlamını kavramamızı sağlayan, mevcut durumun verdiği tüm bedbinliğe rağmen bize ümitvar olmayı ve çalışmayı öğütleyen, birçoğumuzda edebi çalışmalar gibi birçok merakı uyandıran bir büyük adamdı. Havuz, Necip Fazıl ve Büyük Doğu bizler için hala ulviyetini koruyor. Bu havuz benim ve arkadaşlarımız için susuzluğumuzu giderdiğimiz bir yer oldu hep. Çok içenler oldu az içenler oldu bu havuzun suyundan. İçen herkes içtikçe susuzluğu daha derinden hissetti. Daha çok içenler, her hadiseye daha çok nüfuz ettiler. Bizim bu arkadaş grubumuzdan vefat edenler eğer Türkiye bugün onların özledikleri istikameti tutturma yolundaysa rahat uyuyabilirler. Fakat biz bir şeye iman etmişiz. “Allah emekleri zail etmez”. Onların gayretleriyle geldik bugünlere. Yukarda bu kardeşlerimiz için “ne söylesek az, ne söylesek çok” demiştik ya... Hem az, hem çok söylemenin yine de bir yolu var: Fatiha... Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE Yüreklerine çamur değmeyenler Taner YILDIZ Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Y üreklerine çamur değmemiş dava arkadaşlarımızın, ağabeylerimizin şahsen üzerimizde hakları var. Onların olgunluk yılları bizim gençliğimizi kuşatmıştı. Onların hayatında sanki para, makam ve dünyevi şeyler yoktu. Hissetmezdik onlarda bu tür şeyleri. Onlar parayı, acıyı, sevinci, duyguları büyük bir fedakârlıkla paylaşırlardı. Ağabeylerimizden biri aramızdan ayrılmadan önce, 10 m2’lik bir kütüphanenin, derneğin anahtarını vermişti. Kendimi çok yetkili ve sorumlu hissetmiştim. Her hafta sonu da bir kitap hediye ederdi. Diğer kitaba kadar bir öncekini okumuş olurduk. Dava şuuru, dernekçilik, yönetmek, idare etmek, yetişmek lazım derlerdi. Bütün bunları, onlar ayrıldıktan sonra dünyanın ortasında, merkezinde uygulamamız gerekiyor. Şimdi onları, daha çok minnetle şükranla ve rahmetle anıyoruz. Onlara olan muhabbetlerimizle… 27 28 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE İYİLERİN İZİ Yaşar KARAYEL Kayseri Milletvekili İ nsanlar vardır şafak vakti doğar gün batımında ölürler. Bu insanların varlıkları ve yoklukları cemiyet tarafından çok hissedilmezler. Öyle insanlar da vardır ki çilelerini doğduklarından ölümlerine kadar yanlarında taşırlar. Yetiştikleri aile ortamı, yaşadıkları arkadaş çevreleri ve toplum, onların yareni ve hayat felsefesi olmuştur. Bu güzel ve kadir bilir biyografi çalışmaları , hatıralar listesinde isimleri bulunan değerli dost ve gönül adamı merhumlar ve nicelerini, yeniden hatırlamamıza ve anılmasına vesile olmuştur. Bu çalışmayı düşünen ve hayata geçiren dostlarıma gönülden teşekkür ediyorum. Öğrencilik ve daha sonraki dönemlerimizde birlikte yaşadığımız gönül dostları ve dava arkadaşlarımızla aynı havayı ve aynı sofrayı paylaştık. Bunlardan Hasan Nail CANAT; beslendiği Büyük Doğu ekolüyle fikri hayatını ve hayat tarzını belirledi. Merhum üstat Necip Fazıl KISAKÜREK’in sohbetleri ve kitaplarıyla kendine yön çizdi. Bir avuç vefakar arkadaş gurubu ile yoksulluklar içerisinde kendi davasının tiyatro ile tebliğcisi oldu. ‘’Moskof Sehpası’’ adlı tiyatro oyununu gençlik yıllarında binlerce kere sahneye koydu. Sonraki yıllarda temsil ettiği karakterler Hasan Nail CANAT’ın hayatının da özetidir. Hasan Nail CANAT güzel yaşadı yaşantısı hak içindi yazdıkları ve yaptıkları inancına uygundu. Çocuklarına ve ailesine bir terekesi kalmadı, ama ülkesine ve gençlerimize bir klasik kitap külli- yeti bıraktı. Kayserimizin ve ülkemizin sevilen ve sayılan bir sanatkârı olan CANAT’ın herkesin aklında kalacak ya bir romanı, ya bir tiyatrosu ya da filmi vardır. O bir ‘‘Osmancık’’ olup çok sevdiği sevgilisine ‘‘yaralı serçe’’ olarak kavuştu. Eserlerini ve dostlarının babasıyla olan anılarını bir sitede toparlamaya çalışan oğlu Mehmet Safa CANAT’a başarılar diliyorum. MTTB de bulunduğumuz zamanlarda, her zaman birlikte olduğumuz Mustafa DİNÇEL, Ziya OLGUNHARPUTLU, Seyit Ali KAHRAMAN, Galip BOZTOPRAK, gibi arkadaşlarımızla birlikte oluyorduk. MTTB bizler için, bir ev bir okul bir ocaktı. Buralarda merhum üstad Necip Fazıl KISAKÜREK’i tanıdık bilgi aldık fikir edindik. O dönemde en fedakar arkadaşlarımızdan biri de merhum Mustafa DİNÇEL’di. Özellikle ramazan aylarında MTTB’deki ve bugünde Birlik Vakfı genel merkezi olarak kullanılan Atik Ali Paşa Medresesindeki pompalı gaz ocaklarında zor zahmet yaptığı iftar yemekleri, fakir öğrencilerimiz için ne büyük bir nimetti. Rahmetli DİNÇEL’in en büyük yardımcısı yine rahmetli Ziya OLGUNHARPUTLU’ydu. Ne zaman bir adam arasak Ziya kardeşim orda olurdu.Fedakârlık ve vefanın her türlüsünü vasıf olarak üstünde taşırdı. Bekir YILDIZ başkanımın MTTB spor kulübü yöneticisi ve karate hocalığı yaptığı 1970’li yıllarda spor salonu hepimizin evi gibiydi. Salonda futbol oynadığımız bir gün rahmetli Ziya OLGUNHARPUTLU’ya sordum, Ziya sen çok fazla terliyorsun bir sıkıntın mı var diye. Bana söyledi- Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE ği bir cümleyi hiçbir zaman unutmadım. Bana hep dayı derdi. Dayı ben karpuz gibiyim dışım yeşil ama içim kırmızı diye söyledi. Daha sonra ki yıllarda ben Vakıf Gureba Hastanesi Yönetim Müdürü olunca hastaneye geldi. Akciğer ameliyatı sonrasında Bekir YILDIZ, Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah GÜL, Mustafa ve Mehmet TEKELİOĞLU Bakırköy’deki evde ilgi ve dostluklarını ve yardımlarını hiç esirgemediler. Vefalı fedakâr tam bir Büyük Doğu’cu dava adamı olarak genç yaşta rabbine kavuştu. Allah (cc) yolunun bu yılmaz davacılarını saygı ve rahmetle anıyorum mekânları cennet olsun. Kayseri’de okuduğumuz yıllardaki spor müsabakalarında uzun boylu iri yarı voleybolcu imam hatip lisesi öğrencisi olan Hamdi ZEYREK’i İstanbul’da MTTB’de Bekir YILDIZ spor kulübünde himayesinde almıştı. Arap Fars Edebiyatı bölümüne gidiyordu. Bizim voleybol kulübünde rahmetli Ali SAYI ve diğerleri gibi iyi sporcular vardı. Rahmetli Hamdi ZEYREK saf, temiz fedakarlık abidesi bir kardeşimizdi. Talebe Birliği yıllarımızda hep beraber olduk. Fakirlik ve yoksulluk bizler gibi Anadolu’dan gelen arkadaşlarımızın büyük çoğunluğunun müşterek hayat tarzı idi. MTTB’deki büfeyi işleten merhum Akif ŞERVANLI ve Halil ŞERVANLI kardeşler, Hamdi gibi hepimize fakir babalığı yapıyorlar, yemek masraflarını deftere yazıyorlardı. Bu hayat tarzı hepimizi hayata bağladı daha çok gayret ettik ve çalıştık. Hamdi kardeşimle bir gün İbrahim ULUEREN İktisat Fakültesi’deki bir konusu için Bekir YILDIZ ve benimle birlikte birkaç arkadaşla İktisat Fakültesine gittik. Okulu sol guruplar işgal etmişler biz içeri girince okul karıştı. Rahmetli Hamdi kafasını usturaya vurdurmuş, şalvar giymişti. İri yarı yapısı ve sporcu vücudu oradakilere büyük bir korku saldı. Bildiri dağıtan solcu militanın elinden bildirileri aldı ve çocuğu da tuttuğu gibi okulun dışına çıkardı.Çıkarırken de baktım çocuğun ayakları yerden kesilmişti. Yere basmasıyla militanın kaybolması bir oldu. Bu bile Hamdi’yi anlatmaya yeter sanırım. Hamdi kardeşimiz ailesinden yardım alacak durumda değildi. Aldığı kredi ve burslarla okumaya gayret etti. Bu zorluklar ona okulu bıraktırdı ve askere gitti. Askerliğini jandarma olarak Küçükçekmece’de yaparken uzun müddet mektuplaştık. Orada da voleybol oynuyordu. Bir müddet sonra askeri bölge içerisindeki çamlık alanda ölü bulunduğu haberini aldık. Otopsi raporunda neden öldüğüne dair bir bilgi alamadık. Yunusun dediği gibi; ‘‘ Bir garip ölmüş diyeler Üç günden sonra duyalar Soğuk su ile yuyalar 29 Şöyle garip bencileyin’’ Allah (cc) rahmet ey- lesin. İki derviş meşrepli dava adamı olarak bildiğim ve yaşantıları da öyle olan Ömer KISAKÜREK ve Mustafa ÖZKÜÇÜK benim için iz bırakanlardandır. Merhuma üstadın ailesi içerisinde dışa dönük tarafı en az olanlardan biri idi Ömer KISAKÜREK. Tam bir derviş hayatı vardı. Bayramlarda üstadı evinde ziyaret ettiğimiz zamanlarda hizmeti hep rahmetli Ömer KISAKÜREK ve küçüğü Osman KISAKÜREK görürdü. Konuşması oturup kalkması tutum ve davranışları hele namaz kılışı tam bir teslimiyet içinde olurdu. Mümin sıfatlı bir insan olarak ömrünü tamamladı. Mustafa ÖZKÜÇÜK mesleğini daha çok bir diş hekimi olarak değil Büyük Doğu Fikir Kulübü gibi, icra etti. Muayenehanesi arkadaş ve dostlarının buluşma yeri olurdu. Dostlarını ve eski arkadaşlarını gördükçe geçmiş günlerini yeniden anar, nelerin yapılması gerektiği konusunda düşüncelerini paylaşırdı.Hasta olduğu dönemlerde iktidarın başına gelen sıkıntılar kapatma davaları cumhurbaşkanlığı seçimleri onu çok etkilemişti. Son yıllarda yakalanan ekonomik ve siyasi istikrarın mutlaka başarılı olması gerektiği konusunda bizlere de telkinde bulunurdu. Bütün hasreti kendi neslini temsil eden arkadaşlarının iktidarda başarılı olması idi. Bunu da gördü en yakın arkadaşlarının devletin zirvesinde yer almaları onun mutluluğu oldu. Hastalık döneminde uzaktan yakından bütün arkadaşları onu yalnız bırakmadılar. Her nefis ki bir gün ölümü tadacaktır. Oda bu emre uydu. mekânı cennet olsun. Mehmet SOYAK nevi şahsına münhasır bir şahsiyetti. B.D. ekolünün öncü isimlerindendi. Meslek hayatları öğrencilik yıllarının izini taşırdı. Yalnızlık hayat tarzı oldu. Çok geç evlendi. hem kendini hem hayatı sorgulayarak yaşadı. Kimseden bir şey istemedi. Sorulunca söyledi, sorulmasa sustu. Uzun yıllar TRT’de denetmen olarak görev yaptı. Rahmetli üstad Necip Fazıl KISAKÜREK’den izler taşırdı. Sigara içişi ifade tarzı insan ilişkileri kendine hastı.Hastalığı da uzun sürmedi Ankara’da kalması kendisine söylendiği halde İstanbul’a gitmekte ısrar etti. En çok sevdiği şehirde İstanbul’da ebedi hayata intikal etti. hayırla anılmayı hak etmiş bir insandı. Allah rahmet eylesin. Uzun yılların dostluğu ve kardeşliği bir telefonla kesildi. Yaşar amca babamı kaybettik, diyen telefondaki ses Ali TAŞÇI’nın oğlu Orhan TAŞÇI idi. Bir kadim dostu kaybetmenin hüznü içime çöktü. Arkasından Ahmet TAŞÇI’nın hüzünlü telefonu 30 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE çaldı, ne yapacağımı ve ne söyleyeceğimi şaşırdım. Bu ani ölümler bir anda insanı eski hatıralarına talebelik yıllarındaki yaşadıklarına götürüyor. Hatıralar gözünüzde canlanıyor. Ankara Hukukta okurken, MTTB’de aktif sorumluluk alarak çok büyük hayırlı hizmetlere vesile olmuştu. Meslek hayatında prensipleri olan, doğru bildiği konularda inancından taviz vermeden yaşamaya gayret eden biri olarak gördük Ali TAŞÇI’yı. Kayseri Baro Başkanlığı döneminde Anadolu’daki baroların yöneticileriyle toplantılar yaparak insan hakları, başörtüsü, eğitim ve öğretim hakları konusunda büyük katkılar sağladı. Kayseri Adliye Binasının yapımında en çok emeği geçenlerden birisi oldu. Ani ölümü tüm TAŞÇI ailesini ve dostlarını çok üzdü. Bizde bir atasözü vardır ya “ağaçlar ayakta ölür” mekânı cennet olsun. Tanımasanız da anlatılanlardan hizmetlerinden dolayı gıyabında sevdiğiniz insanlar vardır. Öne çıkmadan kimliği ve kişiliği ile öncü olan eli açık yardım sever insanlar bunlar. Fakir babalığı hizmet öncülüğü yaparlar. Allah (cc)’ın kendilerine vermiş oldu imkânlardan ihsan ederler. Ben Abdullah SARIMERMER’i böyle bir kişi olarak tanıdım ve sevdim, hele Kartal İmam Hatip Lisesinin yapılmasından itibaren gelişmesine ve bugünlere gelişinde maddi manevi çok büyük katkıları oldu. Yaptığı hayırlar hasenatı olarak ona aittir. En son oğlunun düğünündeki mutlu halini hatırlıyorum. Allah rahmet eylesin. Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 31 ÖLÜM GERÇEĞİ Mustafa CABAT Ö nce Ziya OLGUNHARPUTLU yakalandı yulaf tabir edilen akciğer kanserine. “Büyük Doğu” okulunun bizim yaş gurubundan olan ilkini hastalığının teşhisinden sonra üç ay içinde verdik toprağa 1978 yılında otuz yaşında. Bizim neslin akran ölümüyle olan ilk tanışmasıydı bu olay ve hepimizi derinden etkilemişti. İstanbul’un soğuk, bol karayelli kış mevsiminde Bakırköy’deki öğrenci evimizde rahat ettirmeye çalışıyorduk onu son günlerinde. Ecevit hükümetinin gaz ve benzin kuyruğuna takılmıştık. Otomobilimiz yoktu benzin yokluğu bizi pek ilgilendirmiyordu, fakat Bakırköyündeki öğrenci evimizin gazyağı yakıtlı sobasını Ziya Olgunharputlu için yakmamız gerekiyordu. Çünkü Vakıf Gureba Hastanesi sırtından neşteri vurmuş hiçbir işlem yapamadan yeniden kapatmış taburcu etmişti. Biz de sobamızda yakmak üzere alacakaranlıkta yakınımızdaki bir benzinlikte gazyağı kuyruğuna girerdik. Bazen peşpeşe sıralanmış bu bidonların uzunluğu 500 metreyi geçerdi. Sobayı yakıp odayı ısıttıktan sonra vazifemizi yapmanın rahatlığı ile içimizde “acaba kurtulur mu bu hastalıktan?” diye bir ümit ışığı belirirdi. Kendisi son ana kadar bizi teselli etmeye çalışır, hastalığına hiç vurgu yapmaz, hasta bizmişiz gibi bizi o terapi ederdi. Onun en büyük ideali, Büyük Doğucu’ların muhanete muhtaç olmadan büyük bir müessesede hep beraber çalışmalarıydı. Bu müessesede her birimizi ayrı ayrı birimlere yerleştirir ve vazifemizin ne ola- cağına, nasıl davranacağımıza varıncaya kadar hayal ettiği şeyleri bize anlatırdı. Peşinden Üstadın ölümüyle karşılaştık 1983 yılında Mayısın 25 inde. Üstadın en küçük oğlu Osman Kısakürek’in telefon açıp “Üstad öldü gelin” diyen sesi hala kulaklarımda. Kayseri’den bir otobüsü doldurup Üstadın Erenköy’deki evine girişimiz, oradan Vakıf Gureba Hastanesi gasil hanesinde Üstada son vazifemizi yapışımız, oradan da Fatih Camiinin musalla taşına getirip tabut önünde nöbet tutuşumuz . Ölüm karşısında bir kez daha kuşatılmış olmanın gerçekliğini ve çaresizliğimizi hissettirmişti bize ta derinlerden. Seyyitlerden birinin elime verdiği bir tasla suyunu dökmüş, son bir kez Üstadımın elini öpmüş ve yaşarken hemen hemen hiç görmediğim bir huzuru onun yüzünde seyretmiştim. Kendisi “Karacaahmet” şiirinde ne güzel ifade etmişti; “Ebedî gençlik ölüm;desem kimse inanmaz, Taş ihtiyarlar, servi çürür, ölüm yıpranmaz!” Daha sonra 16 Ağustos1995 günü bağrı yanık arkadaşımız Kenan KUZUİMAM ‘ın apansız Mersin’de yakalandığı kalp kriziyle ölümü, Kayseri’ye getirilerek evinin önünde bir cenaze aracında yıkanışı burnumuzun direğini bir kez daha sızlatmıştı. Aracın içinde sanki öldüğüne inanmamış gibi yüzüne bakmıştım. Yaşarken her zaman çektiği acı ve 32 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE sıkıntıyı yansıtmıyordu yüzü. Adeta ölümü kabul etmiş, benim için, hayatın acımasızlığından bir kurtuluştur bu ölüm der gibiydi. Sıkıntılarını arkadaşlarına hissettirmeyen küçük yaşta yetim kalmış ve ailesinin ekonomik yükünü omuzlamış birinin yüzüne benzemiyordu salacada yatan bu arkadaşımın yüzü. Lise sıralarındaki şen şakrak Kenan’ın arap gerillaların eğitim yürüyüşü taklidi ve hoca dahil bütün sınıfı gülmekten yerlere yatırışı geldi aklıma. Büyük Doğu fikriyatını derinden kavramış bu arkadaşımızın en büyük özelliği samimi olarak davasına bağlılığı ve eşya ve olayları Büyük Doğu okulunun gözlüğünden değerlendirebilme yeteneğiydi. 2005 yılının Şubat ayı sonlarına doğru bir haber bu sefer yine İstanbul’dan geldi. Ömer KISAKÜREK sessizce terk etmişti yalan dünyayı. O daima göz önünden uzak durmayı, uzleti tercih eden bir mizaca sahipti. Aklıma son 5 sayı çıkıp yerini Rapor’lara terk eden Büyük Doğu’ların ilk sayısını beraberce matbaadan alışımız geldi. İdarehaneye getirirken “Mustafacığım bu paketler amma da ağırmış herhalde Büyük Doğu’nun manevi ağırlığıdır. !” Deyişi o anda bizim kopuşumuzu, yükü taşıyamaz hale gelişimizi hatırladım. Gözleri hep gerçek aleme bakar gibiydi. Sürekli Abdülhakim Arvasi Efendi Hazretlerine rabıta ederdi. İnşallah umduğuna kavuşmuştur. “Daha yapacak çok işimiz var” diye bizleri hep uyaran Özküçüğe Erciyes Üniversitesi Hastanesinde ilk teşhisin konuşu ve doktorların acilen kemoterapiye başlanması lazım ikazıyla bizdeki telaş ve çaresizlik içindeki alternatif tıp arayışı daha dün gibi hatırımızda. Ve kolon kanseri teşhisinden iki yıl sonra 27 Kasım 2008 de toprağa verdiğimiz Mustafa ÖZKÜÇÜK akran ölümünün ibret verici üçüncü örneği olarak yüreğimizi dağlamıştı . Son günlerinde “Biraz daha yaşasak diyoruz. ” demişti bana sözünün arkasına bir açıklama getirmeden. İbadetimde eksik hissettiğim yerleri kaza etmem gerekir, diye düşünüyordu o anda zannedersem. O arkadaşlarını bulundukları yerlerden daha üst yerlerde görmek arzusunu hep yüreğinde taşıdı. Bunun için gereken girişimleri sessiz ve derinden kimselere duyurmadan yapardı. Dostunu asla yere düşürmez, düşecek olana şaşırtıcı bir refleksle kol kanat gererdi. Ağır canlı olmasına rağmen bu işi nasıl başardığına şaşar kalırdınız. O Büyük Doğu fikriyatına yürekten bağlıydı. “Her Müslüman kendini ölçüyü tamamlayan son pirinç tanesi bilmeli, kendisi olmadan olmayacağının, fakat kendisiyle de olmayacağının şuuruna sahip olmalıdır. ”diyen Üstadın bu tespitini kendisine şiar edinmişti. Derken birdenbire hiçbir hastalık teşhisi falan konmadan bürosunda kalp krizi neticesinde ölüm gerçeğiyle bir kez daha yüz yüze geldik Ali TAŞCI ‘nın ani ölümüyle 2 Mayıs 2010 da. Sanki bıyık altından muzip muzip gülerek nasıl da hepinizi şaşırttım der gibiydi. O, prensip sahibi bir gönüldaşımızdı ve sahteliklere asla tahammül edemezdi. Herkesin davasında samimi olması gerektiğine inanır, materyalistlerin dünyaya bağlılıklarını anlayışla karşılar fakat ruhçu insanların maddeye bağlılığını kabullenemezdi. İnsanların paraya olan zaaflarını gayet iyi bilir ve eğer birisinin maddi menfaati davasının önüne aldığını hissederse onun gözünde o kişinin hiçbir değeri kalmazdı. Derken bir kalp krizi de Ankara’da Mehmet SOYAK’ı yakalamış, ambulans uçakla İstanbul’a gelirken havada ruhu teslim etmişti 26 Mart 2011 yılında . Hep uçlarda gezinen adam yükseklerde veda etmişti hayata. Ve çarşamba günü Hatıroğlu camiinde yatsı namazını kılıp Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfının her çarşamba gecesi yapılan oturma gününü başlatmak için yola çıkan Mustafa DİNÇEL’e çarpan bir araç onun onbeş gün süreyle koma halinde yatmasına sonra da Erciyes Üniversitesi gasil hanesinde yıkanıp kefenlenmesine sebep oldu 9 Kasım 2011 tarihinde. O hepimizin anası gibiydi. Küçük yaşından itibaren çalışmaya başlamış Dinçel abimizin yapmadığı iş kolu kalmamıştı sanki. Manavlıktan muhasebeciliğe, laborantlıktan müzehhepliğe, mücellitlikten aşçılığa kadar yapmadığı iş bırakmamıştı. Karnını doyurmadığı arkadaşımızı bulmak adeta imkansızdır. Talebelik yıllarımızda İstanbul’da Milliyetçiler Derneğinde 150 kişiye iftar yemeği hazırlardı ramazan aylarında. O herkesi bir arada tutmaya gayret etti ömrü boyunca. Hataları ve sevaplarıyla kabul etti arkadaşlarımızı. Kimseden incinmedi, kimseyi de incitmedi. Sayıları hepsi hepsi bir dolmuş haydi bilemedin bir otobüs dolusu olan bu insanların içinden bir çırpıda sayabildiğimiz bu kadarının ahrete göçüşü biz akranlarına ahreti hatırlatması bakımından belki de en büyük derstir. İnna lillah ve inna ileyhi raciun. Allahım bu insanlar belki ibadetlerinde eksik ve kusurluydu ama onlar Resulüne aşkla, ihlasla yürekten bağlıydı. Resulüne düşman olanlara karşı buğzları hiç eksik olmadı. Tek idealleri getirdiğin ölçülerin hayata hakim kılınmasıydı. Onları ve bizi ahret gününde Kainatın Efendisinin hürmetine Habibinin sancağı altında toplanmayı nasip eyle. Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE KARACAAHMET Necip Fazıl KISAKÜREK Deryada sonsuzluğu fikretmeye ne zahmet! Al sana, derya gibi sonsuz Karacaahmet! Göbeğinde yalancı şehrin, sahici belde; Ona sor, gidenlerden kalan şey neymiş elde? Mezar, mezar, zıtların kenetlendiği nokta; Mezar, mezar, varlığa yol veren geçit, yokta. . . Onda sırların sırrı: Bulmak için kaybetmek. Parmakların saydığı ne varsa hep tüketmek. Varmak o iklime ki, uğramaz ihtiyarlık; Ebedi gençliğin taht kurduğu yer, mezarlık. Ebedi gençlik ölüm, desem kimse inanmaz; Taş ihtiyarlar, servi çürür, ölüm yıpranmaz. Karacaahmet bana neler söylüyor, neler! Diyor ki, viran olmaz tek bucak, viraneler, Zaman deli gömleği, onu yırtan da ölüm; Ölümde yekpare an, ne kesiklik, ne bölüm. . . Hep olmadan hiç olmaz, hiçin ötesinde hep; Bu mu dersin, taşlarda donmuş sükûta sebep? Kavuklu, başörtülü, fesli, başaçık taşlar; Taşlara yaslanmış da küflü kemikten başlar, Kum dolu gözleriyle süzüyor insanları; Süzüyor, sahi diye toprağa basanları. Onlar ki, her nefeste habersiz öldüğünden, Gülüp oynamaktalar, gelir gibi düğünden. Onlar ki, sıfırlarda rakamları bulmuşlar, Fikirden kurtularak, ölümden kurtulmuşlar. Söyle Karacaahmet, bu ne acıklı talih! Taşlarına kapanmış, ağlıyor koca tarih! (1969) 33 34 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE DOST BİR İNSAN Mehmet GÜLDESTE M ustafa Bayır, Eski ismi Cırlavuk, yeni adıyla Mimar Sinan kasabasından Kayseri’ye nakl-i hane eyleyen bir ailenin üç çocuğundan ikincisi. Doğumu: 2.8.1937. Dedesi, “ Eczacı Mustafa efendi” namı ile maruf bir zat. Kayseri’de eczane açan diplomalı ilk eczacı olduğu söylenir. İkinci Abdülhamid Han (mekanı Cennet olsun) ın tuğralı mührünü taşıyan diploması halen varislerin elinde bulunmaktadır. Mustafa Bayır, Kayseri Lisesini bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine kayıt olmuş ve 1961 yılında mezun olmuştur. Av. Nevzat Türkten’in yanında avukatlık Stajını yaparken, bir taraftan da Kayseri Lisesinde edebiyat derslerine girmiştir. Mustafa Bayırın edebiyat dersleri hocalığı tesadüfi değildir. O lise yıllarından itibaren edebiyatla ve özelliklede şiirle ilgilenmiş ve zaman zaman şiir yazmıştır. Bu alaka, özellikle de üniversite yıllarında artarak devam etmiş ve bazı edebiyat dergilerinde şiirleri neşredilmiştir. Bir takım maddi sıkıntılar içerisinde tahsiline devam etmek mecburiyetinde bulunan Mustafa Bayır için, bu dergilerden aldığı cüzi telif ücretleri, ehemmiyetli bir destek olmuş ve ayrıca teşvik edici bir fonksiyon ifa etmiştir. Ancak Bayırın şiddetli arzusu ve gayesi, şiirlerinin, yakın irtibatta bulunduğu Necip Fazılın Büyük Doğu mecmuasında neşre- dilmesidir. Bu arzusunun tahakkuku zımnında bazı şiirlerini üstada takdim etmiş ise de Üstat her seferinde şiiri okumuş ve sonra çöpe atmıştır. Ve Mustafa Bayıra bunun iyi bir şiire ulaşmak için gerekli olduğunu ifade etmiştir. En sonunda bir şiiri hatırladığım kadarıyla ya Büyük Doğu’da ya da başka bir mecmuada neşredilmiş ve Mustafa Bayır da böylece arzusuna kavuşmuştur... Mustafa Bayırın Üniversite tahsili boyunca Üstatla ve Büyükdoğu mecmuası ile irtibatı kesintisiz devam etmiştir. Sohbet ve konferanslarda vazife almış ve derginin satış ve dağıtımında vazife ifa etmiştir. Dünya görüşü Büyük Doğu çerçevesinde teşekkül etmiştir. Dost ve düşman kutupların teşhisi, tarih şuuru, İslam nizamı, ehli sünnet itikadı hassasiyeti ve daha pek çok konuda Üstattan ve Büyük Doğudan beslenmiştir. Bu heyecan ve dinamizmi tabiî bir sonucu olarak Kayseri’de Büyük Doğu Cemiyetinin ilk kurucuları arasında yer almıştır. Gerek bu çerçevede yürütülen faaliyetler ve gerekse bir dönem yazı işleri müdürlüğünü yaptığı mahalli gazetedeki yazıları dolayısı ile bir takım adli takibatlara maruz kalmıştır . Ayrıca o dönemde Kayseri Doğu menzil komutanı bulunan ihtilalci general Faruk Güventürk tarafından tehdit ve takip altında tutulduğunu da kaydetmeliyim. Bütün bunlara rağmen o, istikametten ayrılmamış ve yoluna devam etmiştir. Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE MUSTAFA BAYIR Serbest avukatlığa Kayseri’de devam etmiş ve hukuk davaları ve icra takipleri ağırlıklı olarak çalışmıştır. Özel ihtisas alanı ise vakıf davaları idi . Pek çok vakfın elden çıkartılmış gayri menkullerinin geri alınmasında değerli hizmetler ifa etmiştir. Avukatlıktan usandığı ve bırakmayı düşündüğü bir dönemde hastalandı. Akciğerde tesbit edilen habis tümör ve oradan vücuda yayılan hastalık sonucu 22 kasım 2012 tarihinde dar-ı bekaya intikal eylemiştir. Geride iki çocuğu ve eşi kalmıştır oğlunun Ethem Fazıl olan ismindeki Fazıl ilavesi Necip Fazıla olan muhabbetinden dolayıdır. Mevla ona rahmeti ile muamele eylesin iyi bir dost ve candan bir arkadaştı . Avukatlık bürosunda özel bir hoca vasıtası ile Kuran-ı Kerim okumasını öğrendi ve ilerletti. Mehmet Zahid Kotku ve Esat Coşan hoca efendilere manevi bağlılığı vardı. Kişi sevdiği ile beraberdir düsturunca inşallah onlarla beraberdir. İnsanlar hata ve kusurdan azade değiller. Ancak, sağlam bir iman ümitvar olmamız için yeterlidir. İman şerefinden mahrum olanlar Ruz-i cezada hesaba çekilmeyeceklerdir hesapsız ve kitapsız olarak gitmeleri gereken yere doğrudan sevk edileceklerdir. İnanılması gerekenlere inanılması gerektiği gibi iman eden müminler ise yüce Rabbimiz tarafından muhatap alınacaklar ve hesaba çekileceklerdir. Bundan gerisi O’ nun sonsuz affı ve merhametidir. Bütün müminlerin ve Mustafa Bayır kardeşimizin Mevla’nın sonsuz rahmet ve merhametine nail olmalarını niyaz eyleriz. 35 36 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE ABDÜLKADİR BİNBAŞIOĞLU Mustafa ÖZER K ayseri‘li kimliğini kullandığına bakılırsa aidiyeti tescil ettirme hevesi vardı. 19. yy son çeyreğinde doğduğu, anlattığı olaylara vukufiyetinden anlaşılıyordu. Üstad Necip Fazıl’ın TANRI KULUNDAN DİNLEDİKLERİM isimli eserinde uzun uzun anlattığı ve daha sonra sadeleştirdiği eserleriyle tanımamızı temin ettiği tasavvuf bahçesinin nurlarından Seyyid Abdülhakim Arvasî hazretlerinin hizmetinde bulunmuş biri Abdülkadir Binbaşıoğlu. Bu hizmetçiliği dahi onun kimliği hakkında ziyadesiyle bilgi sunuyor. Sırlar dünyasının içinde apışmış, aptallaşmış ve sonunda olgunlaşmış olan Abdülkadir Efendi, öylesine muhataralı dönemde dünyayı teşrif etmişler ki dünyanın kendisi atomlarına ayrılacak derecede fitnenin ağına düşmüş, insanlık sığınacak melce aramaktadır. Abdülkadir efendi ruh bütünlüğünü sağlayacağı alemi içinde bulur. Kendini de içinde erittiği o alem onun her şeyi olur. Abdülkadir Binbaşıoğlu’nun Üstad Necip Fazıl’a bağlılığı ve hayranlığı Esseyyid Abdülhakim Arvasi efendi hazretlerine sadakatle ve aşkla bağlanmasındandı. Belki biraz da yıpranmış duygularını Necip Fazıl bey kışkırtıyor olabilirdi. İmrenme ve gıpta ile Üstadın arkasında Anadolu’yu dolaşır dururdu. Kim bilir belki de Fuzuli’nin su kasidesinde olduğu gibi içerisinde bulunduğu aşk denizi onu kıyıdan kıyıya taşıyordu. Üstad Necip Fazıl deryası da Binbaşıoğlu’nun küçücük sandalına bir deniz olarak hem seviyesini koruyor hem de ona yeterli rüzgarı sağlayarak onun asaletini temin ediyordu. Abdülkadir efendi de bir köşesinden nasiplenirken münasip bir karakterle Büyükdoğuyu temsil etmeye ve onun banisini yürekten savunmaya çalıştığını başına gelenlerden anlamaktayız. Birlikte çektirmiş olduğumuz fotoğraftaki seksen üç yaşındaki nur yüzlü ihtiyarı hiçbirimiz tanımıyorduk. Üstad Necip Fazıl beyle İstanbul’dan gelmişti. Kayserili olduğunu söylemişti. Havzacılık gibi bir derdimiz olmadığından, o gün için sessiz kalmıştık. Yıllar sonra o fotoğrafın Büyük Doğu topoğrafyasında kullanılacağı bu günler aklımızdan geçmezdi. Zira Büyükdoğuya gönül vermenin meşguliyeti, yoksulluk ve yoksunluğun başımızda tüten dumanını savuran gençlik rüzgarı, ve hele hele de rüşte ulaşmanın kavak yelleri o günlere bizi kayıtsız bıraktı. Kayıtsızlığımıza lise yıllarının öğretim şartları da eklenince bahaneleri- miz yıldızlardan daha fazla olabiliyordu. Büyüklerimiz okumayı ve sohbeti önemsiyorlardı, bizde geneli aşmaya çalışmıyorduk. Hatta arkadaşlar konuşurken not alsak ajan x olarak suçlanıyorduk bile. Aslında tembelliğimize kılıf buluyorduk. Keşke o günlerde notlar tutsaymışım diye bu gün üzülüyorum. Şu kısacık ömrümdeki değişimler öyle bir tarih oluşturdu ki, tarifi ancak ciltler dolusu kitap eder. Şükür ki bugün de olsa o günlere ışık tutmağa çalışabiliyoruz. Abdülkadir efendinin o nurlu yüzünü hatırlayabiliyoruz. Bu gün o yüzün nirengi Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 37 noktasına dönüştürmeden hastalık uru olarak iç sancıtebessümünü kalıcı kılalım lar üreterek ve iç dengeleristeyebiliyoruz. Zira o sima de fitnelere sebep olarak... öyle taze bir tebessüm ki o Özünde tasavvufa zerre yaşta ancak bir müminde zarar getirmeyen bir mesebulunabilir ve görülmeledir bu. Tasavvufun prenğe değer. O fotoğrafta busipleri belirlidir, uyamalunan, hafızası sağlam ve yan kendini dışlamış olur. Büyükdoğunun dönmez Yunus’un dediği gibi; davacısı olan Ahmet TaşDervişlik dedikleri çı Abdülkadir Binbaşıoğlu hırka ile taç değil ile ilgili epey detay içeren Gönlünü derviş eden bilgiler aktardı. Bu bilgiler hırkaya muhtaç değil hafızamızın derinliklerinBu nedenle bazı çevde kalan o günleri yerinden relerde oluşmuş ve / ya depreştirdi. Kayseri’nin oluşabilecek çiğlikleri, sayHacıvelet Mahallesinden gı duyduğumuz tasavvufa ve büyük ailelerinden biaykırı ve yeni nesiller üzerine mensup, pamuk tücrinde kötü tesirler bırakaABDÜLKADİR BİNBAŞIOĞLU carı olduğunu, Esseyyid cağı için eleştiriyoruz. Biz Abdülhakim Arvasi efendi hariçten gazel okumadığıhazretleriyle birlikte Sultan mız gibi hiçbir şerrin üzeriMehmet Vahidüddin hanın nin örtülerek kalmasına da sofrasında bulunduğunu anlattıktan başka merhum razı değiliz. Söz konusu olan Allahın rızası ise ne bir Hüseyin Hilmi Işık tarafından hazırlanan Saadeti kimse ne de bir makamın diğerleri üzerine faikiyeti Ebediye daha sonra genel adıyla “Tam İlmihal” isim- olmamalı. Kaldı ki hürriyeti yok eden veya kısıtlali eserde de Abdülhakim Arvasi efendi hazretlerine yanlar bilsinler ki mükellefiyetleri yok ediyorlar ve ait bir keramet tablosunun içerisinde Abdülkadir mükellefiyetleri sınırlıyorlar. Bu durum çok vahim efendinin de bulunduğunu öğrenmiştik. Saadeti sonuçlar doğurur, buna vesile olanlarda kardeşlerin Ebediye isimli eserde adı geçen tablonun anlatımın- düşmanlığına hizmetten öteye geçemezler. Mükelledaki Abdükadir isminin olmadığını görünce önce fiyetin göz ardı edilmesi sorumsuzluğun davetidir ki, üzüldük sonradan ilk baskılarda bulunduğunu öğre- hiçbir cemiyete önerilmediği ve önerilmeyeceği gibi nince de hayretimiz artmıştı. Ahmet Taşçı beye bu bireye dahi teklif edilemez. Aklı başında olan herkes durumu sorduğumuzda, erbabınca dile getirildiğine mükelleftir, mucibince davranmak zorundadır. göre birilerinin nefsine yenik düşmesi sonucu, bazen Devlet-i al-i Osmanın çöküş yıllarında, böylesi olaylarda olduğu gibi disiplinsizlik addedile- Anadolu’dan biri Dersaadet denen İstanbul’a varır, rek cemiyette düşman veya hain ilan edilebiliyorlar. ziyaretlerde bulunur, günlerden bir gün de yolu Yeni Makamlarını hatıra borçlu olmayan gerçek efendiler Camiye düşer. Namazdan sonra sohbete katılır. Sohiçin böylesi cezalara itibar yoktur. Diye söylemişti. bet sırasında kendini takdim eder, Anadolu payitahVe lakin gönül sultanlığındaki bu hoşgörüsüzlüğü tı merak edip durur biz dahi bu merakla onca yol yine anlayamamıştık. Ahmet Taşçı bey olayın özünü geldik ağalar, fakirhanemize dönmek nasip olur ise, anlattı ve Hüseyin Hilmi Efendinin büyük ihtimalle İstanbul’un ahvaliyle ilgili ne dememi tavsiye edermakamını kıskanma krizinde Abdülkadir Binbaşı- siniz der. Caminin imamı Bekri Mustafa’dır. Der ki: oğlu efendinin Necip Fazıl tarafını tutarak, onu sa- (Oğlum var yurduna selam eyle Bekri Mustafa imam vunması cezalanmasını intaç etmişti. Bu olay vesile oldu Yeni camiye ) dersin, diyerek adem oğluna ceedilerek te Abdülkadir efendiyi Hüseyin Hilmi Işık vap verir. Adam beldesine dönünce ne dedi bileefendinin hem ilişik mekanlarından hem de Saadeti meyiz ama, kıssadan hisse ayyaş denecek derecede Ebediye denen kitaplarından çıkarmışlardır. Bu tür içkiye düşkün birisinin imam olarak görevlendirilkrizler yetersizlik ifadesi olarak her gönülde yaralan- mesinin görevlinin vicdanını bile rahatsız ettiği anmalara da sebep olmuştur elbette. Nefs tezkiyesinin laşılmaktadır. Günümüz görevlilerinin Bekri Musdost gönüller üzerinde denenmesi nefslerini ölme- tafa kadar olsun dürüstlük ve içtenlikleri olmamalı den önce öldürmeyenlerde hep bir hesaplaşma ola- mı acaba. Taht kavgaları gibi, çıkar kavgaları gibi, rak kalıyor ve vesvesenin günlüğünde hep kışkırtma mezhep kavgaları gibi birçok kavga türünü tarihunsuru olarak kullanılacağı günü bekleyecektir. Bir te okuyoruz. Lakin sosyolojinin değerlendirmeleri 38 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE içerisinde kuma kavgalarını okuyoruz ki kıskançlık boyutları aklı aşacak derecededir, Güç elde etme çekişmelerini manevi alanda yapmak yapanları yüceltmiyor. Cehaletimiz böylesine mücessem iken ruhsal süblimasyonu nasıl sağlayacağız. Dünya nimetleri bir lütuf halinde hak ettiğimizden fazlasıyla bizi taltif ederken bir bilen arif olmak varken ilkel canlılar gibi bölünerek çoğalacağımızı mı zannediyoruz. Bölünen birileri olmak, gerçekten acı veriyor insana. . Kaldı ki fitneye gönlünü kaptırınca yalnızca bölünen değil bölen olmaktan da kaçılamıyor. Allah korusun . Hiç mi cennet sevgisi önünüzü aydınlatmıyor? Abdülkadir Binbaşıoğlu efendiye ait bazı sır kalması gereken özel dünyası Saadeti Ebediye’de yazılıyor. Bunlar sır ise yayınlanmaması gerekmez mi?Madem yayınlandı sonraki baskılardan çıkarılması sırrın ifşaatının kaynağı gösterilmeden değerinin ne olacağı düşünülmez mi? Ne diyelim. günümüz insanının ilgileri çok daha değişik alanlara kaymıştır. Hem aklın verilerine yaslanması anlamında hem de yaşamak gailesinin bütün ufkunu tutması bağlamında. Bu denli sekülerleşme acaba bu tür çekişme ve bölünmenin kaynağı olamaz mı? Sekülerleşmenin sonuçları yoksa manevi etkileri de mi etkisiz hale getiriyor. Başka deyişle sekülerlik bu denli her yeri mi sardı? Sorular… sorular…Herkes halinden memnun ise diyecek sözümüz var. Kapitalizmin eleştirisi yerine kaim olmak üzere, manevi dünyanın teşkilatçılığındaki kapitalizmin araştırılması, iktisat ilmine katkı sağlayacaktır. İktisat ilminin ince koridorlarında dolaşan bir çok iktisat düşünürü kafa yoruyor. Bunlardan birisi Merhum Sabri Ülgener hocaydı (İktisadi İnhitat Tarihimizin Ahlak ve Zihniyet Meseleleri), (Ahlak ve Zihniyet) kitapları bu konuya hasredilmiştir. Meraklıları mutlaka çok istifade edeceklerdir okuyarak. Eğer ki kapitalizmin makamına oturmak istiyorlar ise manevi dünya ile ilişkilerini insanların bir gözden geçirmesi, en azından kendine yarar sağlayacaktır. Lineer mantık bu soruların daha ağırlaştırılmışlarını da sormayı gerektiriyor. Lakin maksadımızı aşmış olmamak, yazdığımız mersiyenin sınırlarında kalmak adına bu konuya daha fazla girmek ve yanlışlıkları agorada tartışma konusu ya- parak tövbekar olanları germek istemiyoruz. Abdülkadir Efendiye ait Ahmet Taşçı beyin naklettiği bir anısını da burada nakletmek istiyorum: Kayseri’deki sohbet toplantısında Abdülkadir Efendi kendisinde, Efendi hazretlerinin bir mektubu olduğunu izhar eder. Üstad da görmek ister. Abdülkadir efendi koynunda hamayıl gibi sakladığı yerden çıkarır ve Üstada takdim eder. Üstad okumağa çalışınca, defalarca okumanın kolaylığında olan Abdülkadir efendi ezberinden okumaya başlar. Bu durum karşısında Üstad onu dinlemeyi tercih eder ve Abdülkadir efendinin evrakı hususiyesi olan mektubu ceketinin koyun cebine koyar. Abdülkadir efendi mektubun hususi olması sebebiyle, tarafına iadesini ister ise de; Üstadın İstanbul’da kendisine iade edileceğini söylemesiyle heyecanı yükselen Abdülkadir efendi; - Ama efendim ben de İstanbul’a havale edilirse verilemeyeceği endişesini taşıyorum! der. Üstad’ ın demek ki sen beni anlamışsın mealli cümlesi salonu sessizleştirir. Üstadın sözleri Efendi Hazretlerine ne denli aşkla bağlı olduğunu elbette gösterir. Ama Abdülkadir efendinin canhıraş çığlığını anlayabiliyoruz. Üstadın varisleri bu özel evrakları biliyorlar mı, bulmuşlar mı, ne yapacakları hep soruların içinde. Keşke varisleri o veballerden kendilerini kurtarsalar da, bizler de güzel şeyler görebilsek. Yıllarca bir ulu çınarın gölgesinde nasipdar olmuş, Büyükdoğu ruhunu da o nasibin içerisinde görmüş anlamış ve yaşamış Abdülkadir efendiyi saygıyla ve rahmetle anıyoruz. İdeallerini sır olarak tutup yaşayacak bir gençliğe omuz verdiğin için vefamız ve vebalimiz seni fatihadan unutmamak olacaktır. Allahın rahmeti ve merhameti seninle olsun ey adsız kahraman…. Kayseri Nüfus Müdürlüğünden aldığımız bilgilere göre merhumun Nüfus bilgileri şöyledir; Abdulkadir Binbaşı O. DOĞUM TARİHİ: 1898 ÖLÜM TARİHİ: 1979 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE Abdulkadir Binbaşıoğlu’nun adının geçtiği 1968 baskılı kitabın iki sayfası; Saadeti Ebediye (Tam İlmihal) H. Hilmi Işık 6. Baskı –Işık Kitabevi-1968 Sayfa-908-909 39 40 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE İş Disiplininden Cemiyet Nizamına Mustafa ÖZER K ayseri’de iki kurum çok önemli idi. Sosyal bünyenin düzenlenmesini de kendine görev edinmiştir. Kurum kedini var etmenin titizliğinde çalışanlarının statülerini cemiyetlerine taşımalarını istemiştir. Komutanından nöbetçi erine varıncaya kadar saat gibi çalışan askeri hizmetler üreten bu iki kurum hem üretimini sağlamış hem de cemiyete nizam veren bir görevi yerine getiren bir fonksiyon üslenmiştir. Bu kurumlardan ilki Tayyare Fabrikası adıyla maruf ve uçak üretmek üzere oluşturulmuş cumhuriyet döneminin önemli kuruluşlarından biriydi. Kurulduktan kısa bir süre sonra uçak üretmiş ve ihraç dahi yapmıştı. Böylesine önemli bir kuruluş zamanla üretimden uzaklaştırılarak işlevsiz hale getirilmiştir. Uçak parçaları yapmak yerine hava kuvvetlerine istihdam imkanı yaratmış ve hava kuvvetlerinin başkaca hizmetlerini yerine getirdiği içindir ki, daha sonraları ismini Hava ikmal merkezi olarak değiştirmişlerdi. Diğeri ise Ana tamir adıyla halk arasında anılan yurt içi tank ve benzeri ağır silahların bakım onarım işini üslenen atölyeler silsilesiydi. Bu kurum ise kurulduğu günlerde daha basit bakım ve onarım işi yaparken giderek fabrikaya dönüşerek çok önemli görevler üslenmişti. Bu gün tank üretecek bilgi ve beceriye yükselmiştir. Hava ikmal merkezinde çalışan işçiler öylesine bir ruh disiplinine sahip ki, Kendilerine tevdi edilen hiçbir işe “ olamaz” diyemezlerdi. Sadece süre kazanmak için uğraştıklarını görürdük. Doğup büyüdüğüm yöreden hava ikmalde çalışan işçi ve tek- nisyenler vardı. İş saatlerinden tutun da kravatlarına varıncaya kadar seçkindi. Askeri disiplin içerisinde gözükse de, sakinliğinde işi planlamasından, alet edevat gereksinmelerini hazırlamasından anlıyorsunuz ki basit bir tamirhane mantığının çok ötesine geçmişlerdi. Kavgacılıktan uzak olaya hakim, yapma veya yaptırma iradesini taşıyan bir ruh bütünlüğünde kişiler. İşyerindeki hiyerarşik disiplin hayatlarına da hakimdi. Çalışanlarda askerler gibi cemiyet hayatında kademelenmişlerdi adeta, işçiler teknisyenlerin yerini bırakınız, önüne bile geçemezlerdi. . Köy kahvesine bile destur almadan giremez, girmiş olsa bile yüksek sesle konuşamazdı. Yüksek bir ruh disiplini almışlar ve bunu korumayı da titizlikle yapıyorlardı. . Elbette ki işyerinin bunu devam ettirmelerinde gizli bir el gibi çalışanlarına hakim olduğu anlaşılıyordu. Bu iki kurum yasal yapıya ve yasaların uygulanmasına da çok özen gösteriyordu. Sivil işletmelerdeki laubalilik buralarda olmazdı. Buralarda çalışanların kadro görevlerinden unvanlarına varıncaya kadar yazılıdır, bilinir ve uygulanır. Sendikal haklardan, dinlenme haklarına, hasta haklarından emeklilik haklarına kısaca iş ve çalışma kanunlarından askeri görev yapma disiplinlerine kadar her düzeye riayet edilir. Atölyelere yoğurt verilecekse verilirdi, savsaklanmazdı. Çalışanlar da ihtiyaçlarla imkanların sınırındaki görevlerini başarırlardı. Düzenli yerler, düzgün giyinirler, kavga etmez, yüksek sesle konuşmazlar, sakin ve mütebessim Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 41 kalmayı başarırlardı. Hele reşat, İslamın nuru, İslam, hele kırklı –ellili yıllarda Yeni İstiklal dergilerini de istihdamın çıraklık ve ırtakip eden birisiydi. Bugün gatlıktan öteye anlaşılmaKayseri’de Büyükdoğu diye dığı cemiyetlerde böylesine bir ideal adıyla da olsa varişletmeler halkın gözünde sa bu yapılanmada abileride büyük önem kazanmıştı. mizin tuğlaları vardır. Bu Buraya işçi olarak girmenin önemli yapı böyle oluştu. “hayatı kurtarmak” olarak Emeği geçenlerin hakları görüldüğünü söyleyebiliriz. her ne kadar ihlal ediliyor Bu iki kurum iş okulu olave parti salacaklarında taşırak ta görülürdü. işe aldığı nıyorsa da üstadın “Nuhun kişileri çıraklık merkezlegemisindeki son meni nutrinde gereksindiği emek fenin korunması” üzerine ihtiyacına göre eğitime alır, titrememiz gerektiği için Okulda yeteri kadar eğitir ihtarla yetiniyor bu konuve işe yerleştirir. Normal ya daha fazla girmiyorum. olan bu hal bile sivil dünyaAma şu son çığlık olarak da çalındığı için çok büyük kulaklara küpe olsun ki hak koruması olarak görü“bayrak düştüğü yerde duMUSTAFA BİRADEROĞLU lürdü. ruyor” Büyük doğu Necip Hacı Mustafa BiradeFazılın mezarı diyenlerin roğlu yukarda anlattığım dediği çıkacak gibi gözühava ikmal merkezinde küyor. Ey gönüldaşlar…Ey yüksek tekniker olarak çalışmış ve o disiplin içeri- ehli himmet maveraya yolcu ettiğimiz şu değerli insinde oluşmuştu. Yüksek disiplin içerisinde bulun- sanların hatırı için uyanın ve görün artık… malarının sağladığı anlama ve yapma yeteneğini ne En azından bu kitap içerisinde hafızada kalankadar çok geliştirdiğini bu mavi yakalarda çok açık larla ve anılarla gündeme getirmeğe çalıştığımız şekilde görebilirsiniz. Okuduklarını bile sıradan- arkadaşların bize ikazı, bir ilhamı ve önemli hatırlaştırmazlar, uyumak için okumazlar. Tuvalette boş lattıkları vardır, İstekleri vardır. Duyacak kulak ilanı kalmamak adına kitap okumaları hiç onlara göre de- vermeden bunu anlayacak ariflikte olduğumuzu da ğildir. Elbette ki ciddi insanlardır, lakin gülmenin de biliyorum. Onların bir ideali olduğunu ve bize düdeğerini çok iyi bilirler. şen görevin sadece anmak değil de kurumsallaşmaHacı Mustafa Biraderoğlu mübalağa etmeden sını istediğimiz yapının tesadüflere bırakılmamasını söylemek gerekirse bulunduğu şehrin en eski Büyük- istedik. doğu nasipdarıdır. 1943 yılından bu yana Büyükdoğu Ey bu millet için kendini paralamış insan ve nismevkutesini takip etmiş ve onun takip edilmesinde yanın kollarında ebedi yolculuğa çıkmış abimiz . . büyük gayretleri olduğunu onu tanıyanlar yazıyor- Mekanın cennet ve dünyada bıraktığın ideallerinin lar ve birçok arkadaştan da dinliyoruz. Kayseri Bü- bayraklaşması için dualarımız sonsuza dek sürecek yük Doğu Cemiyetinin ilk kuruluşunda yer almıştır ve sizlerle olacaktır. . Allah sizlere gani gani rahmet (1949). O kuruluş ve diğer zamanlardaki Üstad Necip etsin. Fazıl’ın Kayseri’ye geldiklerinde, konaklama mahalli elbette ki bu dost insanın evi olacaktı. Evini, gönlünü Mustafa Biraderoğlu ve elinin bütün açıklığıyla kendini vakfeden bu büDoğum Yılı : Kayseri 1924 yük ruh Necip Fazıl’dan da karşılığını bulmuş olmalı Vefatı : 13.05.2007 ki bağlılıkları hayat boyu sürdü. Dernek geleneğinde İslamın temel prensiplerine olan riayetten ötürü abi dediğimiz bu kişiler her zaman gerçek abilerimiz oldular. Bunlar elbette ki sıradışıdırlar . Abdullah abi (Saracoğlu), ile başlar Ahmet abiye (Saracoğlu), Ali abiye (Biraderoğlu), Mustafa abiye (Miyasoğlu) sürer gider. Bir Ali Biraderoğlu’nun Hacı Mustafa abi olmadan olacağını sanmak biraz safdilliktir. Altyapı önemlidir. Sonra gelenin liyakat hakları bile altyapıda mündemiçtir. Büyükdoğunun yanında düzenli olarak Sebilür- 42 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE Hasan Nail Canat Biyografi 25 Ekim 1943 yılında Kayseri’de doğan Hasan Nail Canat, Kayseri İmam Hatip Lisesi öğrencisi iken okul müsamerelerinde arkadaşları ile küçük çaplı oyunlar sahneye koyarak sanat hayatına ilk adımını attı. Mezun olduktan sonra Kayseri Hava İkmal ana tamir fabrikasında çalışırken sanatla ilgisini devam ettirmek istediği zaman her seferinde babası karşı çıkıyor; ‘Tiyatrocu mu olacaksın, soytarı mı olacaksın’ diyerek Hasan Nail Canat’ı engellemeye çalışıyordu. O yıllarda ‘Yalnızlar Rıhtımı’ isimli şiir kitabı yayınlandı. Fakat şiir kitabı Hasan Nail Canat’ın tiyatroya olan aşkını daha çok pekiştirdi. 1964 yılında Rusya’nın Bolşevik ihtilalinde Türk kökenli insanlara yapmış olduğu zulümden etkilenerek ‘Moskof Sehpası’ isimli ilk eserini yazan Hasan Nail Canat, büyük bir heyecanla profesyonel tiyatro hayatına başlamış oldu. 7-8 inançlı, şuurlu, fedakar genç ile birlikte Anadolu turnesine çıktı. ‘Moskof Sehpası’ o yıllarda çok büyük ilgi gördü ve 1200 kez sahnelendi. Hasan Nail Canat bu başarısı sayesinde muhafazakar kesimin büyük ilgi ve alakasına mazhar oldu. ‘Soytarı mı olacaksın’ diyen babası, Kayseri Müftüsü’nün daveti üzerine Kayseri Din Görevlileri Derneği’nin organize ettiği ‘Moskof Sehpası’ isimli oyunu izlemeye geldi. Oyun sona erdikten sonra ‘Oğlum, oyununu heyecanla seyrettim. Yanılmışım. Artık seni özgür bırakıyorum. Sanatını Allah yolunda kullandığın müddetçe yolun açık olsun’ diyerek Hasan Nail Canat’a dua etti. Bu duanın bereketi ile Hasan Nail Canat, artık sanata kendisini tamamen adadı. Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in sohbetlerine katılarak Allah yolunda sanatını kullanmanın püf noktalarını, mesaj kaygılarını, yol haritasını en ince ayrıntılarına kadar öğrenip sırası ile; ‘Günahkar Baba’, ‘Dilsiz Şeytan’, ‘Bir Avuç Ateş’, ‘Afganistan Dramı’, ‘Bir Demet Gençlik’, ‘Ebabil Kuşları’, ‘Bana Mahşeri Anlat’, ‘Sokak Kızı Elif ’, ‘Süper Bekçi’, ‘Mindrella’, ‘Cimcime Tavşan’, ‘Aynalar Yolumu Kesti’ isimli eserleri hem yazarak hem yöneterek hem de oynayarak sanatını icra etti. Ayrıca ‘Şeytan Üssü Haber Merkezi’, ‘Efendi Hayrettin Süperstar’, ‘Kara Geceler Efendim’, ‘İnsanlar ve Soytarılar’, ‘Başkasının Ölümü’, ‘Demedim mi?’ ve ‘Metropol ve Kadın’ isimli başkalarının yazmış olduğu tiyatro eserlerinde de başrolde oynadı. ÜRETKEN BİR SANATÇIYDI 12 Eylül 1980 ihtilalinden sonra mecburi olarak tiyatro hayatına ara veren Hasan Nail Canat, maddi açıdan çok büyük sıkıntılar çekmesine rağmen üretken bir sanatçı olduğunu ‘Bir Küçük Osmancık Vardı’, ‘Nur Dağındaki Çocuk’, ‘Yaralı Serçe’, ‘Günahkar Baba’, ‘Yasemen’, ‘Kırımlı Murat Destanı’, ‘Bir Avuç Ateş’, ‘Gül Yarası’ ve ‘Kiralık Zindan’ isimli romanları yazarak kanıtladı. İlk romanı Milli Gazete’de tefrika halinde günlük yayınlandıkça sevincine diyecek yoktu. ‘Olacak, beni göremeyenler beni okuyacak ve ne olursa olsun bu insanlara mesajımı vereceğim’ Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE diyerek 9 esere imza attı. ‘Moskof Sehpası’ isimli ilk eserini ‘Kırımlı Murat Destanı’ adında kitap haline getirdi. ‘Bir Avuç Ateş’ isimli romanı ‘Çöküş’ ismi ile yönetmen Mesut Uçakan tarafından beyaz perdeye aktarıldı. ‘Bir Küçük Osmancık Vardı’ isimli kitabı da Milli Eğitim Bakanlığı’nın ‘100 Temel Eser’i arasında yer almaktadır. Ayrıca Hasan Nail Canat’ın ‘Kiralık Zindan’ adlı eseri kayıptır ve bulunamamıştır. Hasan Nail Canat, rahmetli olmadan evvel yeni yayıncılığa başladığını belirttiği genç bir yayınevine ‘Kiralık Zindan’ isimli eserini orijinal dosya halinde sözleşme yaparak teslim etmiştir. Aradan 8 yıl geçmesine rağmen ne yayıncıdan ne yayınevinden yazılı veya sözlü olarak Hasan Nail Canat’ın ailesine ulaşılmamıştır. İNANÇ VE AHLAK ÜZERİNE ESERLER YAZARDI Şiir, roman ve tiyatro eserleri incelendiği zaman eserlerinin sadece ve sadece inanç ve ahlak üzerine olduğu açıkça belli olan Hasan Nail Canat, insanlara hayvan sevgisi ile insan sevgisi arasındaki tezatı yani kaniş köpeğini evine alıp babasını huzur evine yatıran insanın hayvan sevgisine karşı, Allah’a borcunu ödemek isteyenlerin kul hakkına riayet etmemelerine karşı ve ilahlaştırılan tabulara karşı uyguluyordu. ÇOK SAYIDA FİLM VE DİZİDE OYNADI Hasan Nail Canat, yaklaşık 10 yıldır Altunizade Kültür Merkezi’nde Üsküdar Belediyesi Tiyatrosu’nda oyunlarını sahneliyordu. Geleneksel tiyatronun örneklerini sunan Hasan Nail Canat, ‘Keloğlan’, ‘Sokak Kızı Elif ’, ‘Mindrella’, ‘Süper Bekçi’, ‘Cimcime Tavşan’ gibi çocuk oyunları ile ‘Bir Avuç Ateş’, ‘Demedim mi?’, ‘Metropol ve Kadın’ adlı oyunlarını da yetişkinler için sahnelemişti. Altunizade Kültür Merkezi’nde çocuk ve yetişkinlere tiyatro eğitimi de veren Canat; ‘Reis Bey’, ‘Minyeli Abdullah’, ‘Sahibini Arayan Madalya’, ‘Çizme’, ‘Sürgün’, ‘Beşinci Boyut’, ‘Bize Nasıl Kıydınız?’ ve ‘Gülün Bittiği Yer’ adlı sinema filmleri ile ‘Kara Bir Gün - Süleyman Nazif ’, ‘Su Perisi Kayıklar’, ‘İnsanlar Yaşadıkça’, ‘Kaşağı’, ‘Müslüman’ın 24 Saati’, ‘Müslüman’ın 365 Günü’, ‘Siyah Pelerinli Adam’, ‘Hasret’, ‘Köstekli Saat’, ‘Camgöz’, ‘Deli Balta-Uçurum Adası’, ‘Evlere Şenlik’, ‘Bizim Ev’, ‘Ortaklar’, ‘Şark Kahvesi’, ‘Beyaz Savaş’, ‘Sır Kapısı’, ‘Deli Yürek’, ‘Ekmek Teknesi’, ‘Çobanın İbadeti’, ‘Kenan’da Bir Kuyu’ ve ‘Kalp Gözü’ adlı TV dizilerinde rol almıştı. 1973 yılındaki bir konuşmasında şunları söylemişti; Avrupa’nın en ünlü eleştiricileri, yazarlara; “Sokaktaki adamdan bahsedin” diyorlar. Türk tiyatrosu -her şeyde olduğu gibi- Avrupa’yı taklit etmekle gö- 43 revini yaptığı zannediyor. Biz kendi sahnemizde Batı insanının bunalımını seyrederiz. Seks ve hızlı yaşantı gençliğin ulaşılacak hedefi olarak biliniyor. Manevi değerler ve milli kıymetler sinema ve tiyatroların alay konuları oldu. Ekmek uğrunda yapılan savaşlar, hayatın devamı için vazgeçilmez değerdir. Ama insanın biricik hedefi ve yaratılış gayesi değildir. Hemen hemen her tiyatro temsilimizin sonunda Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in Sakarya Türküsü’nü okudum. O Sakarya Türküsü’nde bir mısra var ki, beni dehşete düşürür; “Siz hayat süren leşler”. Ve hayatım boyunca hayat süren leş olmamak için mücadele ettim. Sanatın gerçek tarifi, parolamız haline gelen “Sanat Allah’ı aramaktır”. Bu tarifin mana duvarları arasında kaç sanatçı görürseniz mahzun ve yalnızlığa mahkum bırakılmıştır. Şuurlu Müslümanların çok değer verdiği, kozmopolitlerin kıskançlıkla diş etlerini yediği, inançsızların ateş püskürüp bir kaşık suda boğmak için fırsat kolladıkları dünyaca meşhur Necip Fazıl Kısakürek bile bu terkedilişin içinde değil midir? Biz 6 yıldır binlerce insana ne anlattıysak hepsini Necip Fazıl’dan öğrendik. Şuur trafiğimizi ondan aldık. Ertuğrul Muhsin’in sahnede Necip Fazıl’ın temsilcisi olduğu zamana ulaşamadık. Ama ihanetle biten bu izdivacın mutluluk anılarını çok okuduk Tarihte adı geçen bir fahişenin ya da sahte bir kahramanın hayatı, zirve imkanlarla temsil edilirken, Peygamberlerden sonra Allah’ın en sevgili kulları olan o yüce insanların hayatlarını kırık dökük temsil etmeye çalışmak onları küçültmekten başka ne işe yarar? Gişe hasılatını yükseltmek için hiçbir manevi ölçü tanımayan, öz kızlarını sahneleyerek geçinen kimseler bu işin para kazandığını farkederler de, bir Tophane ekibi kurup “Hazreti Peygamberin Hayatı” adıyla turneye çıkarlarsa; bunları nasıl durdurabiliriz ve bunun mesulü kim olur? ‘HASAN NAİL CANAT’LAR UNUTULMAMALI Hasan Nail Canat, 1994-2004 yılları arasında Üstad Necip Fazıl Kısakürek’ten almış olduğu ‘Sanat, Allah yolunda nasıl kullanılır?’ düsturunu tiyatro öğrencisi yetiştirerek inançlı, şuurlu oyuncuları ülkemize kazandırmayı, belden aşağı olmadan komedi yapmayı, salya-sümük demagoji yapmadan dram oynamayı, adaba ve edebe uygun ortaoyunu ve müzikal sergilemeyi yüzlerce çocuğa öğretti. O gençler şimdi ‘Hasan Nail Canat’lar unutulmamalı diyor ve birçok tiyatro eserlerinde, dizilerde inançlı oyuncu, sınırları olan oyuncu olarak rol alıyorlar. 44 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE ‘SANAT HAKK İÇİNDİR’ FELSEFESİNİ BENİMSEDİ Hasan Nail Canat, ‘Sanat sanat içindir’ ve ‘Sanat halk içindir’ düşüncelerini hiçbir zaman dikkate almayıp ‘Sanat Hakk içindir’ felsefesinden hareket ederek ülkemizdeki dini, ahlaki, sosyal eksiklikleri hem yazarak hem yöneterek hem de oyunculuğu ile sahne hayatına taşımıştır. 41 yıllık sanat yaşamında inançlı ve muhafazakar kesimin kalplerinde haklı yerini alarak 21 Ekim 2004 tarihinde Ramazan ayının ilk haftasında son oyunu olan ‘Aynalar Yolumu Kesti’ isimli oyununu Üsküdar Belediyesi İftar Vapuru’nda son kez sahneledikten sonra Sayın Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım Bey’den de son ödülünü aldı. Evine geldikten sonra aniden fenalaşarak kalp krizi sonucu sanatını Hakk için yapan Hasan Nail Canat ruhunu Hakk’a teslim etti. Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 45 Hasan Nail Canat, davasının sâdık bir mensubuydu H Prof. Dr. Mehmet TEKELİOĞLU İzmir Milletvekili ayatta örnek aldığımız insanlar da vardır, gıpta ettiğimiz insanlar da. Yaptığımız işler farklı olduğu için her şeyini örnek alacağım bir durum yoksa da azmi, ahlâkı, sadâkati, mücadeleci yapısı itibariyle Hasan Nail Canat benim gıpta ettiğim şahsiyetlerden biridir. “Bende de O’nun hasletleri olsa” dediğim bir güzel insan Hasan Nail Canat. Bir davanın nasıl sâdık bir mensubu olunur, O’nda gördüm. Kararlılık nedir ve nasıl sürdürülür, O’nda gördüm. Girdiği bir yolda insan nasıl sebat eder, O’nda gördüm. Karşılaşılan zorluklarla nasıl yılmadan mücadele edilir, O’nda gördüm. Dost ve arkadaşlarına bir insan nasıl vefa gösterir, O’nda gördüm. İnandığı bir davanın muzaffer olabilmesi için bir insanın hizmetini nasıl çeşitlendirmesi gerekir, O’nda gördüm. “Tiyatro bana yetmez, başka alanlarda da yapabileceklerim var” diyerek korkmadan kitap yayınına, televizyon ve sinema oyunculuğuna, organizatörlüğe girip ferâgat ve cesaret nasıl ortaya konur, O’nda gördüm. Hasan Nail Canat’ın ilk değilse de ilk rol arkadaşlarından biriyim. 1960’ların sonuna doğru Kayseri’de, Büyük Doğu Fikir Kulübü bünyesinde yaptığımız kültürel faaliyetler; kitap okumadan başlayarak seminer, sohbet, tarih çalışmaları, örgütlenme ve tiyatroya kadar uzanan geniş bir yelpazeye sahipti. Detaylarını bugün çok fazla hatırlamadığım bir tiyatro faaliyeti olarak, çerçevesini Hasan Abi’nin çizdiği bir oyunu Sahabiye Mahallesi’nde Kayseri Devlet Tiyatrosu olarak kullanılan İstasyon Caddesi’ndeki salonda sergilemiştik. Berber rolündeki Hasan Nail Canat, berber koltuğunda beni hem tıraş edecek, hem de ağrıyan dişimi çekecekti. Bileğine geçirdiği bir ipin diğer ucuna bulduğu bir dişi bağlayıp, ipi ceketinin koluna ustaca yerleştirdi. Eline aldığı bir pense ile güya dişimi çekmeye çalışıp çıkaramayınca ip ve penseyi beraberce kullanmaya karar verdi. Beni biraz ağlatıp bağırttıktan sonra son bir kere var gücüyle abanıp dişimi güya çekti. İpin ucundaki dişi sallayarak salonu esprilerle kahkahalara boğdu. O günden aklımda kalan bir espri de rahmetli Ziya Olgunharputlu ile yaptıkları “avrattan öğretmen olur mu” şakasıydı. Böyle diyen Ziya’yla Hasan Abi “neden olmasın, bu davranış yanlış” anlamında tartışıyorlardı. Ben 1975’de İzmir’e yerleştim. Görüşmelerimiz seyrekleşti. Ama onu kitaplarından izledim. Hem ben okudum, hem çocuklarım okudu severek. Ne zaman onun bir oyununa ait duyuruyu görsem hayıflanır, keşke seyredebilsem derdim. Daha sonra bazı televizyon film ve dizilerinde gördüm. Cenazesinde bulunmayı ne kadar isterdim. Ben Hasan Nail Canat gibi vefat etmiş dostları hatırlayınca bir Fatiha okuyorum, bir de Şeyh Gâlip’in Esrar Dede için yazdığı o güzel mersiyeyi. Şeyh Gâlip’in diliyle Hasan Abi de “Hakka tamam âşık idi”. O’nun hayıflanışıyla ve duasıyla bitirelim. MERSİYE Kan ağlasın bu dide-i dür-bârım ağlasın Ansın benim o yâr-ı vefâ-dârım ağlasın Çeşm ü dehân u ârız u ruhsârım ağlasın Baştan başa bu cism-i siyeh-kârım ağlasın Ağyârım ağlasın bana hem yârim ağlasın Gûş eyleyen hikâyet-i Esrâr’ım ağlasın Allah’ım bu güzel insanı rahmetin içerisine al. /16 Aralık 2011 46 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE DENİZ FENERİ Mustafa ÖZER Bu yazı örnek bir hayatın hikayesidir. Bu hikayenin kahramanı Mustafa DİNÇEL’dir Ben onunla 1967 yılında tesadüfen tanıştım. Kıranardı o zamanlar kerevetli kamyonlarla ulaşımı sağlanan bir köydü. Şehre on kilometre uzaklıkta olmasına rağmen elektriği ahşap direklerle sağlanıyor, sularımızı ise mahalle çeşmesinden bir yıl önce, o da avluya kadar getirerek kurtarabildik. Köyümün damları toprak örtülüdür. Camilerimizin dışında çimento kullanılan yer yok gibidir. Çatı sadece yeni yapılan ilkokulumuzun üstünde vardır. Beşyüz haneli köyde bin beşyüz insan yaşar. Bu hayatlardan birisi de benim. Suyumuzla övündüğümüze bakmayın, övünülecek meslekleri işgal eden kimselerimiz çok azdı, onlar da gittikleri yerden dönmüyorlardı. Böyle bir ortamda liseye gidiyordum. Ailemde herkes okumanın kıymetini biliyor ve okulu önemsiyordu. Ailemin ilk çocuğu olmam hasebiyle hem ailenin hem de kardeşlerimin önünü açma görevi bana verilmişti. Onun için köyün meydanında duvar gazetesini hem de el yazısı ile çıkarıyorduk. İmamdan, Öğretmenden kitap yazı akıl desteklerini sağlıyorduk. Köyün yarısı bir şekilde akraba idi. Yoksullukta eşit olduğumuz için kimse kimseyi itip kakmazdı. Bu tarihlerden sonra başlayabilirdi. İlkokulun salonuna hem konferansçı hem de müsamereler getiriyorduk . Müsamerelere gelen oyuncu öğrencilerden Üzeyir isimli bir arkadaş bana Mustafa Dinçel’i tanıştırdı. Kayseri’ye beşinci yıldır kamyonla gidip geliyordum. Mustafa Dinçel yiğit bir arkadaş olarak hep dost olarak kaldı. Sonraki günlerde Üzeyir’e sordum Dinçel’i tanıyıp tanımadığını, tanımadığını söyledi. Mustafa Dinçel’de Üzeyir’i tanımıyordu. Biz İstanbul’a gittikten sonra Üzeyir’i bir daha görmedim. Hatıra olarak Dinçel kalmıştı. Üzeyir’e teşekkür borcumuz vardı. Beş yıl…Dile kolay karda, kışta, terde, tozda, kamyon arkasında okumak için yollardaydım… Önceleri dirsek temasını akraba olan Osman Yalnız sağlıyordu. Ama Osman şehir hayatını bilmiyordu. . Rabbim bu kez de Dinçel’i göndermişti. Hacı Mükremin Mahallesinin bu sakini ile, sonsuzluğu adres gösterinceye dek dost kalmıştık. Çok şey yapmak isteyen nefsin ve nefsin yedindeki delikanlı hayat hızımızın turbo motorundaki sakinleştirici, yeri gelince, durdurucusunun bulunması öyle bir büyük nimettir ki, atmış dördüne geldiğimiz bu günlerde deneyin tanığı olarak, söyleyebiliyorum. Benim denge ve stopurlarım önce Osman sonra Dinçel olmuştu. Osman 1945 ve Dinçel1947 doğumlu idiler. Hayatı her yönüyle yaşamış olmalıydılar ki bizleri, nefsimize uymaktan alıkoymuşlardı. Bana bir harf öğretene kırk yıl köle olurum diyen Hz. Ali, yolumuzun ışığı ve ölçüsünü belirlemiyor mu?Oysa ben babamın tabiriyle(ayağı taşa değmemiş)lerdendim. Bu abilerimizin yanında Yunus Emre’nin deyişiyle, (Ham idik, çiğ idik . Piştik elhamdülillah). Yıl 1969 İstanbul’dayız…Üniversitede…. . tah- Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE MUSTAFA DİNÇEL sil için geldik…Kasım ayına dek İstanbulun hemen her semtinde kaldım . 1969 haziranından kasıma kadar başımıza gelen pişmiş tavuğun başına gelmedi derler ya aynıyla vaki. Dinçel, İstanbul’dan gelecek habere göre tedarikli gelecek. Ben önce geldim. Yaz günü alışık olmadığımız yapış yapış nemli İstanbul havası. O yıllarda İstanbul su sesine bile hasretti. Yurtsuz vaziyetlerdeyim. Miyasoğlu abimizin yardımlarıyla Vakıflar/Fatih yurdunda kaldım biraz. Biraz akrabamdan Ömer’in uzun uzak İstanbul’un sayfiyesi Celaliye’deki evinde kaldım. Bereket versin yazın okullar tatil olduğu için öğrenci yurtlarında yer bulunabiliyor. Derken zamanı geldi Mustafa Dinçel’e de haber ulaştırıldı . O da geldi Kayseri Yüksek Tahsil Talebe Derneğinin Çapa/Başvekil Sokaktaki yurduna giriş yaptı. Bir yıl önceden gelen Abdullah Gül, Mehmet Tekelioğlu, yeni gelenler ise Bekir Yıldız, Durmuş Akçakaya, Mehmet Emre, Recai Tülüce Halil Şervanlı, Ben ve Mustafa Dinçel. İlk defa ranzada uykuyu ve yurdu daimi mekan olarak seçiyordum. Uyumaları farklı, terbiyeleri farklı on iki kişiyle aynı odanın içinde uyumak öyle kolay değil. Kayseri’deki dernekte sefil uykularla antrenmanlı olmasak işimiz daha da zor olabilirdi. Mustafa abi gürültülü uyurdu onun için, yakınına benzer uyuyanın ranzası gelirdi. MTTB ile hazirandan beri içli dışlı olduğumuzdan, orda başlayan yeni dönemdeki çalışmaların programlarına uyum sağlamaya çalışıyoruz. Elbette ki Kayseri’deki derneğe oranla MTTB daha profesyonelce yönetiliyordu. Seçimleri var, bütçesi var…Ama bize göre derya deniz. 47 Arkadaşların çoğu görevler aldı. Eşzamanlı olarak Büyükdoğu idarehanesine, milliyetçiler derneğine, Marmara ve Küllük kahvelerine, Çınaraltına ve tabiî ki iştihayla iktisat fakültesine gidiyoruz. Mustafa Dinçel Kayseri’deki son zamanlarını yeni işkolu değiştirerek ayakkabı ticaretine başlayan Ahmet Saracoğlu’nun yanında geçirmişti. O işin asıl sahip ve kaynağı olan Naneciler İstanbul/Beyazıtta idiler. Dolayısıyla işini Çarşıkapı Nanecilere nakletmiş oldu. Mustafa abi her zaman bir iş bulur çalışırdı. İş seçmez miydi acaba derdim bazen. Tanımadığım ortamda çalışmam dediğine şahit olduktan sonra işi ortamından kopmayacak şekilde seçtiğini anlamıştım. Böylece hem her şeyden haberdar oluyor hem de muhannete muhtaç olmamış oluyordu. Ailesi muhtaç değildi ama Dinçel’e de rahat bir yaşam hazırlayacak durumda değildi. İki kız kardeşi vardı, Annesi ev hanımı babası fabrikadan emekliydi. Mustafa’nın eve destek olma borcu bile vardı . Onun sorumluluğu çok gelişmişti. O yılı Kayseri Yurdunda bahara erdirdik. Öğrenci yurtlarında alttan alta sessizce bir rekabet hissi kendini hep açığa vurur ve çıplak heykelini bütün yarışmaların muhatabı yapardı. Bu rekabetin bazen oyun arkasına gizlenerek işlendiğini bazen de bir maharetini abartılı olarak herkesin önüne düşen bir futbol topuna benzetebilirsiniz. En ilgisiz gibi duranları bile muhatap haline getirebilirdi. Dinçel aramızdaki en yaşlımız olmasına rağmen belki bizim ortamdan menfi etkilenmememiz için belki de içindeki benin etkisiyle meydan okumaya rest çekerdi. Konu bir tepsi baklavanın bir oturuşta kalkmadan yenmesi ise Dinçel iddiayı kabul eder ve rakibin seçtiği tepsideki baklavaları yerdi. Seyircilere de çayla birlikte birer dilim baklava ödülü ikram edilirdi. Tatlının dışında da bir çok yemek iddiaya konu oluyorsa Mustafa Dinçel taraf olunca iddianın sahipleri çözülürlerdi. Hele tavla oyunlarının baş zar tutucusu Dincel’di. Kazanması-kaybetmesi o kadar önemli olmayabilirdi, lakin gıcıklık kaybedenin benine asılan yük olduğundan Dinçel’ ile kimse oynamak istemezdi. Herkes yeneceği garibanı sever ve rakip görürdü. Mustafa Dinçel ise eline aldığı her işi profesyonelce başarmak isterdi. Yapardı da. Dinçel’deki bu yüksek egodur ki onu musiki korolarına korist, Hattatlara çırak ve güzel sanatların birçok dalında eylemci yapıyordu. En güzel eseri vermek yerine o ortamda olmayı bile insani bir erdem olarak görüyordu Mustafa Dinçel Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümüne kaydolmuştu. . Gece bölümü öğrencisi. . Çalışabilmek için tercihi böyleydi. Okul, iş, MTTB, Büyükdoğu yürüme mesafesinde . O yıl ne yağmurlar yağdı…Gökyüzünü göremiyorduk haftalarca. . Aksaray’daki yeraltı çarşısı inşaatı da trafiği cehen- 48 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE neme çeviriyor…Sağmalcılarda kolera başlamış diyorlar. . Ramazan geldi çattı . . Ağustos ayı…Su dersen yok sefalet gibi …Klasik İstanbul manzarası o yıllarda böyleydi. Biraz derse bakacak olsak bakamıyoruz. . Okullar işgal altında. . Asker müteyakkız diyorlar. . Muhtıralar, Demirel’den gelmeler gitmeler. Şimdilerde mecliste araştırma komisyonu kurmuşlar o günleri araştırıp yargılayacaklarmış. Komisyon üyelerinden Yaşar Karayel O günleri an be an yaşadı . Yapılacak işi Üniversitelere havale etse, kamuoyu bilgilerini de bilgisayar ortamına dökseler ne çıkar dersiniz. ?Sosyal statümüzü belirlemek için debelenmekten siyasetin tayinine zamanımız yetmiyor. Oysa açlar ve yoksullar adına karnı tokların aralarındaki mücadele öylesine bariz ki görmemek için körlük doktorası yapmak gerek. Bunları şunun için yazıyorum. Ben veya Osman veya Abdullah veya Dinçel yoksulluktan geçtik, açlık sınırında olmamıza rağmen hamdımız arşı alâda ve kulluğumuza halel gelir mi kaygusundayız. Birazcık şükrümüzü çok görenler bize şeriatçı, …yobaz…gerici…diye saldırıyorlar. Saldırı gazete köşeleriyle başlıyor, karakollar vasıtasıyla suça dönüştürülüyor, Askerlerce de bahane edilerek iktidara el konuyor. Manzara üç aşağı beş yukarı bu. . Ne suçladıkları insanda güç emaresi var ne de saldırı yaptıkları hukuk düzeyi iktidarda. Şeriat bir hukuksa ondan korkmak niye, anlamıyorum. Her hukuk medeniyetin verdiği imkanlarla çalışır. Bir Müslümanın medeniyetine uygun hürriyet anlayışı ve bu hürriyetler orkestrasyonu muvacehesinde de hukukun oluşması gerekmez mi. Ata et, İte ot taksimi kime göre yapılıyor ve kimi memnun ediyor. Masallarda kalması bile tahammül fersa iken, bizler o dönemin mağduru gençler, hiçbir hakkımızı, bize bu alçaklığı yapanlara helal etmiyoruz, etmeyeceğiz. Ta ki Müslümana küfretmeyi müsteşrik adına onun müsteciri olarak meslek olmaktan çıkarıncaya kadar sürecek. Dinçel’le dinlediğimiz onca konferans onca katıldığımız miting yaramızı hafifletmek şöyle dursun ağırlaştırmıştı. O güzel insanı kaç kez ağlarken yakalamıştım, ağlamaktan açıklama yapamazdı. Mustafa Dinçel çok iş bilirdi. Lokantada çalıştı, lokanta malzemelerini o alırdı, mutfağı öğrendi, yemek yapmayı bilirdi. Daha önce manavcılık yaptığı için malzemeyi tanıyordu. İki yıl büyük bir laboratuarda çalışmıştı. Ayakkabıcılıkta son durduğu yerdi, Gördük ki Dinçel memuriyeti seçmemiş bitirdiği okulları kariyerine katmakla yetinmişti. Okul yıllarında iki yıl mı üç yıl mı tam bilemiyorum Emlak Kredi Bankası vardı. O zamanlar orada çalışmıştı. Bazen Mısır Çarşısı girişinde iç çamaşırı satan bir akrabasına da yardıma giderdi. Okul bittikten sonra Kemsan Yağ fabrikasında uzun bir süre çalış- tı derken bir tuhafiye dükkanında tezgahtar olarak gördüm. Daha sonra Mustafa Cabat okuluna muhasip yapmıştı. Son yıllarında da aynı okulun kendisi kapatıldığı için onun Vakfında Türk Ocağı günlerini arkadaşlara yaşatmağa çalışıyordu. Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı yıllar geçtikçe yokluğunu daha çok hissedeceği okuluna kavuşmanın yetim tavrını sürdürüyor. Okullu günler çok şen ve şanlı günlerdi. . Ana okulu, ilk öğretim ve liseden iyi bir alt yapıya kavuşmuştu ki, kapatılma kararı bana hazin geldi. Sorumlular ne yaptıklarının vebalindedirler umarım. Okul açıkken Vali Mevlüt Beyi okulda ağırlayan Şükrü Karatepe davette yenen yemeklerin Dinçel’in elinden çıktığını büyük ihtimalle bilmiyordu. Geleneği ve adab-ı muaşereti bilen Dinçel’in hüneriyle davetler davetleri kovalıyordu. Okulun muhasebesi ve kasası da ondaydı. Okulda görev ne zaman biterse o zaman paydos verirdi. Öğrencilerle, öğretmenlerle, velilerle birebir ilgilenir sorunları büyümeden çözerlerdi. Cabat’ta bunu teyit eder. Keşkeler çok, lakin okulun açılması yönündeki keşke bir dua gibi. Keşke okul açılsa. Dönelim Kayseri yıllarına… Okumanın bilgilenmenin ve olmanın analitik işlemlerine. Dinçel’e sorarsanız bir kitabı yüz kere mi okumalı yoksa yüz ayrı kitap mı okumalı diye. Dinçel’in tercihi bin defa okundukça açılan kitap olacaktır. Okuduğunu klasikleştirirdi. Gazetenin bile belli yerlerini sindire sindire okurdu. Bu şartlarda üç yılda beşyüzün üzerindeydi okuduğumuz kitaplar. Zaman zaman sinemaya giderdik. Ama tiyatroyu çok severdi. Derneğin muhasibi ve fiili başkanı olduğu için derneğin anahtarı genelde onda kalıyor, açılışları da o yapıyordu. Mustafa abi büyük haya sahibi birisiydi. Tanıdığım günden beri biraz sıkılacak bir şey olsa yüzü al bayrağa dönerdi. Anlarız ki Dinçel üzgün ya da kızdı. Elinden her iş gelir demiştim ya ona bir örnek olsun diye anlatayım; Milliyetçiler derneğinde bir çok el becerisi geliştirme ve kaybolmaya yüz tutmuş elişi sanatçılığını geliştirmek için kurslar düzenlenirdi. Bizler de hem kendimizi geliştirmek hem de arkadaşları teşvik bağlamında bu kurslara katılırdık. Dinçel ebru ve boyama kurslarına katılıyor, kurs cumartesileri, hocası Nil Akdeniz… Kursun son günleri olmalı ikindi namazını kıldıktan sonra gelecek cumartesi kursa gelenleri mantıya davet ettim tedbirli ol dedi. Dedi demesine de…lokantaya mı götüreceğiz dedim, hayır evde diye çıkıştı. Nasıl olacak dedim. Müdavimlerin çoğunun bayan olması beni düşündürdü… Mantıdan geçtim medeniyetin içerisinde olanları üstelik titiz olduğunu zannettiğimden titizlendiğim hanımları bu öğrenci evinde misafir etmek… Nasıl olacaktı?. İkram tali konuydu benim için. Tali konu Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE dediğime aldanmayın ikram edilecek nesne Kayseri mantısı…Ve ikramdan bir gün önce evi dip köşe temizledik, sonra sofra serdi, hamur yaptı açtı ve etli mantı yaptı. (Dinçel’in tabiriyle büktü). Ertesi günü arkadaşlarını misafir ederek mantı ikram ettiğini daha sonra dernekte dinlemiştim. Ona sormaya bile cesaretim yoktu. Dinçel o günden sonra kaynana diye bir makam edinmişti. Kayseri yurdundan sonra yani1970 ekiminde Alemdar Yalçın, iki hocam dediğim Dinçel ve Osman’la Vatan Caddesinde bir bekar evi şeneltmiştik. Kayseri Türk Ocağından sonraki okulumuz bu küçük şirin tekkemiz olmuştu. Yemekler Dinçel’den, bulaşıklar Osman’dan, ev temizliği Alemdardan ve ben sabahçı oluğumdan kahvaltılar benden sorulurdu. Bendenizi görevi Alemdarın beğenmeyeceği bir çay demlemek ve bakkaliye ürünlerini tabağa koymak gerisi kolay iş . Nasıl olsa Osman ve Dinçel uyanıklar sadece Alemdarı su bardağı ile korkutup bardağı eline vermekten ibaret. Ara sıra Dinçel’e patates soğan soyarak yoğurt hazırlayarak veya sarımsak döverek yardımcı oluyorum. Ama Dinçel öyle mi. Her gün farklı bir akşam yemeği yerdik. zaten Kayserinin tencere yemeklerini Dinçel’den, esnaf yemeklerini de Mustafa Cabat’tan nasiplendik. Üç arkadaşımda edebiyat fakültesinde idi Alemdar Türkolojide, Osman Arap Fars Filolojisinde, Dinçel de tarihçi. Ben aralarında Osmanlıcayı öğrenmiş oldum. Ve yine güzel şiir okuru ve şairi olan Alemdar’dan çok şey öğreniyordum. Hele Osman’ın eski Arap şiiri metinleri dünya sözünün en son varacağı yerdeydi. Dinçel’in telhis metinleri tarihe nasıl bakacağımıza ışık tutuyordu. Bu özel mektebimizde lügat okumayı alışkanlık haline getirmiştik. divan edebiyatı felsefe ve sosyoloji çalışmalarımı bu tekkeye borçluyum. Diğer yandan Alemdar’ın tiyatro çalışmalarına da katılıyoruz. Günlerimiz şen şenlik içinde. Alemdarın Milliyetçilerle temasından onları da anlama fırsatımız oluyordu. Üniversiteye her yeni gelen ardıllarımız yeni yer buluncaya dek burada konaklıyor, bazen bizler başka boş evlere gitmek zorunda kalıyorduk. 1973 kasımında Bahçelievlere taşındık Osman’la. Dinçel’de Latif abinin boşalttığı yere ikame olunacaktı. Öyle de oldu. Sonra yanına Mustafa Cabat, Seyid Ali Kahraman ve Mehmet Kasap katılacaklardı. Bu dönemde ki belli başlı eğlence ve kültürel etkinliğimiz sadece milliyetçiler derneği faaliyetlerine indirgeyemeyiz. Hem İstanbul Üniversitesinin etkinlikleri, hem de MTTB nin etkinlikleri çok ve çeşitli dallarda dır. Üstelik yoğun olduğundan bazılarını kaçırıyor, bazılarını tercih ediyorduk. Hatta bazen öyle sine seçmekte zorlanıyorduk ki o zaman arkadaşlarla işbölümü yapar gibi farklı etkinliklere katı- 49 larak birbirimizi birinci elden haberdar ediyor üzerine değerlemeler yapıyorduk. Tiyatro, sinema, konser ve gerek siyasi ve gerekse bilimsel konferanslara katılıyor, hatta bu etkinlilerin bazılarında görev bile alıyorduk. O yılların yağmur ve çamur dolu yılları, İkindi serinliğinde çıkan kırlangıç uçuşlarına paralel geçip gidiyordu. Yaz ayları Yurtlar yaşanacak yer değildir. Bakımsız ve kokudan durulmaz. Genelde de sınavı, işi olmayanlar memleketin yolunu tutmuşlardır. Benim gibi bir hayli İstanbul’u kaçmasın diye bekleyenlerde vardı. Dinçel ve Alemdar da böyle idi. Hafta sonları plaj günlerimizdi. Haziranın ilk günleri sezonu açar eylül sonları kapatırdık. O zamanlar Büyük Ada’da Yürükali plajı, Kadıköyünde Caddebostan Plajı ve Florya’da Güneş plajı gittiğimiz plajlardı. İçimizde tek göbekli ve başının ön kısmı saçsız olan Dinçel’di. Saçı erken dökülmüştü. Lakin renk pigmentlerinde kusur yoktu. Takılırdık Dinçel’e her şey yerli yerinde “Ha birazda boyun olaydı seni başbakan diye takdim edeydik. ” Sadece ters ters bakarken Alemdar diğer tarafa geçerdi, İstanbul’da ilk yılımız ve haziran ayı. Zor geçen bir araf yılı…Afet dolu…Uykularımız rüyalarına kadar terörize edilmiş vaziyette…Örnek MTTB girişinde polis coplarını hatırlıyorum…Yaşar Karayel’in kafasında parçalanıyor. Yaşarı oradan kan revan içinde alışımızı unutmak mümkün mü. Ve yine Üniversite yemekhanesi olan Turan Emeksiz’e yemek yemeğe gelmiş bir öğrenciyi düşünün… Yemek yerine, kendilerinin kuracakları sosyalist devletin militanı diye görevlendiren birilerinden ölümüne sopa yemek…Üstelik bir meziyeti de suç sayarak yapılan zorbalıklar o günlerde vakayı adiyedendi. Milliyetçilik faşizm, dindarlık gerici ve yobazlık olarak taltif edilir ve toplum kendi dinamiklerinde düşmanlaştırılarak kutuplara çekilmeğe zorlanırdı. Bu işe devletin bütün kurumları da ortaktı. Nasıl bir devlet ise yaşamasını vatandaşlarının çatışmasında buluyordu. Bu günlerde anlıyoruz ki bu horoz şekerlerinin sahte sabah ötüşleri başka milletlerin emelleriyle örtüşüyormuş. Yazıklar olsun. O çileli yılları Miyasoğlu’nun tabiriyle “Kaybolmuş Günler”i özel olarak sanat disiplini çerçevesinde ele alırız umarım. Kucağımızda cesedini hastaneye taşıdığımız arkadaşların veballerini taşıyoruz. Sosyalistlerin bilimsel olmak adına üslendikleri cehaletin devletin akıl almaz sefaletiyle bütünleştiğini düşünmek insan onuruna indirilecek en büyük darbedir. Bu yaşandı yıllarca hem de. Asker zoruyla, polis zoruyla. Caddebostan plajındayız… Saat sabahın onu… kaba kuşluk diyor Dinçel… Yıl 1971…ÖSYS sonrası. . Semt sakinleri çekilmek üzereler... Çünkü semt sakinleri sabah ve akşamüzeri kumsala iniyorlar... Güneşin öfkesine misafirler maruzdur. Dinçel 50 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE de bu misafirlerden biriydi orada…Kumsalda herkes gibi oda oyalanıyor. Ara sıra dizkapağını geçmeyen sığ suda serinlemeye çalışıyordu. Plaj çok kalabalık ve sınavdan bunalmış gençlerle dolu. Caddebostana Çapa’dan geldiğimiz için yol boyu Mustafa Dinçel’le muhabbetteyiz. Bizi uyarıyor. Gençlerin çoğu denizi ilk defa görüyordu, o nedenle ölümlü kazalar olabilir . Aman ha aman… dikkatli olalım... İşbölümü faslında da Dinçel kendisinin yüzmeyi iyi bilmediği için denizin kenarında oyalanacağını ve gençlere gözetmen olacağını söylemişti, Öyle de yapıyordu…Bir ara baktık ki Dinçel bir karışlık suda çırpınıp duruyordu.. Nazım koştu Dinçel’i suya bastı... Dinçel ayağa kalktı…“Hangi istasyona geldik?” dedi . Sonra kuma uzandı. . Çok su yutmuştu. . Kustu ve midesi boşalmıştı. . Nazım Dinçel’e ne istasyonu diye takılıyor, Dinçel’de ters ters ona bakıyordu. . . Oysa Nazım bilmeden gözümüzün önünde boğulan Dinçeli kurtarmıştı. Dinçel korkmuş, vahameti sonradan kavramıştı. O plaja bir daha gitmedik Birkaç yıl sonrada kapanmıştı. Ancak iki bin beşlerden sonra açılacaktı. Yaz günlerinin akşam serinliğindeki sefası bir başkadır. Şehremini de Fatih’te Laleli’de Eminönü’nde İstanbul taze bir bardak çay gibi demli billur bardak gibi şeffaftır. Hele o Emirgan Çınaraltı…Boğazın rüzgarla harmanlanan balık ve iyot kokulu serinliği, yakamozların tekne gürültülerinde kırılışı…Kıyıya çarpan büyük gemilerin geçiş sinyali dalgalar…Bu tablonun yanı başında gülen bir Dinçel tablosu olmasaydı ben de bunları yazmazdım. . Mustafa Dinçel halktan biriydi. Bu onun bilinçli tercihiydi. Hiçbir zaman kot giymedi, mecbur olmadıkça kravat takmadı, popüler kültüre iltifat etmedi. Saçının telinden ayakkabısının ökçesine kadar klasik ve halktan biriydi . Ondaki haya bile halktan hakkın görünüşü idi. Bizi yönlendirdiği iş edinme meslek sahibi olma fikri bile nefse pay çıkartmak değil de geçimi temin kapsamında olmuştu. Görünme ve gösterme acziyetini hiç taşıdığını görmedim. Vurdum duymaz değil bilakis çok hassas idi. Pop kültür karşıtlığı yapmazdı ama pop kültüre dair bir emareyi de taşımazdı. Mustafa Dinçel’in aydınlattığı yolda kitap ölmeyecektir. Ve hatta eskiden ömür verip elde ettiğimiz kitaplığın milyon katı küçücük bir Ipot’a sığacak ve küçük bir para karşılığında ele geçirilecek hale geldi. Keşke belediyeler kamu kuruluşları böyle Ipotlar dağıtsalar. Koca koca mekanlara koca koca paralara da son verilir. Digital imkanlar medeniyetimizin tam kırılma noktalarından biridir . Bu fırsatı ıskalamamamız zarurettir. Efendi tertipli düzenli güvenilir kişiliğiyle bize iş ve meslekli olmayı öğreten Dinçel’in bizle hep yaşayacak olması bizim övünç ve sevinç kaynağımızdır. derviş odası duydu duvarlar dört boyutlu iman ertesini duvarların ötesinde çağlayan derviş menkıbesinin derdedil bestesini dayandı derviş varmak için iline dayandı küçük diline dayandı derviş içinde yürüyen güneş dişinde dayandı derviş dişine ak dişinden ak düşen saçlarına düşler görüp dayandı dayandı derviş “dergah” “dergah” “ah” dedi “dergah” dinler beni duyan beni duyan cinler sırtıma sarmışlar duvarları canhıraş dinlenirler okyanusları amip yaralarından emip namus misali palet bayramında dondular tablo kavramlarında verniklerine yenik düşüp kırılan dallara kondular dayandı derviş dayandı küçük diline varmak için iline uyandı derviş uyandı duvarda yürüyen güneşe içinde aydınlandı trajik neşe umut ebedi diye tutuştu durdu sonsuza dayadı damarlarını sonra sonrası susuştu Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 51 Mustafa Dinçel İstanbul’da Mustafa Özer’le birlikte. Mustafa Dinçel Erciyes’te Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’le birlikte. Mustafa Dinçel Ufuk Lisesi muhasebesini yürüttüğü günlerde. 52 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE ETYEMEZ* Mustafa ÖZER 19 74 yılı olmalı, bir güz günüydü. Mustafa Eren çıkageldi İstanbul’a. Bahçelievler’in Yayla adı verilen bölgesinde Kasımpatı Sokak’ta, İki katlı olan bahçeli evin arkaya bakan yüzünde oturuyoruz bir arkadaşımla birlikte. Birlikte kaldığım arkadaşım Osman’ın o gün nerede olduğunu hatırlamıyorum. Üst katımızda oturan amcasının yanında olabilir. Gelir düzeyimiz oldukça düşük. Aldığımız burs ve krediyi, kira ve mutfak masrafına zor yetiştiriyoruz. Kısacası asgari ücret düzeyi bize ‘karun olmak’ gibi gelirdi. Üst üste iki gün sıcak akşam yemeği yesek midemiz bozulabilirdi. İyi ve düzenli beslenmeye yabancı kalmıştık. Üniversite lokantasına gidebilirsek ne mutlu midemize. Evimiz iki oda, bir mutfak ve bir tuvaletten oluşuyordu. Mutfağımız aynı zamanda banyo idi. Odanın biri on altı metrekare diğeri sekiz metrekare idi. Ben küçük odada kalıyor, büyük oda da ise Osman ve gelen misafirler kalıyordu. Misafirlerimiz yatılı ve şehir dışından olduğu gibi, İstanbul’un diğer semtlerinden de olabilirdi. Mustafa Eren çıkageldi. İstanbul’da epey bir akrabası vardı. Onlarda kalmazdı. Bizle kalırdı. Eren yolca bizden ilerideydi. Dünyaya romantik bakmazdı, onu yönetmeyi biliyor olmalıydı. Akşam yakındı. İncirli’de beni bekleyecekti. Coca-Cola fabrikasının bekçi kulübesine sözleşmiştik. Gittim. Eren’i beni bekler buldum. Hatta Süleyman amcayla sohbeti koyulaştırmıştı. Kucaklaştık Eren’le. Biraz hoşbeşten sonra Yayla’ya doğru yola çıktık. Süleyman amcanın çayına teşekkürden sonra. -‘Özer iki gündür yollardayım, başımı yıkamam lazım.’ dedi Eren. -‘Hemmen oluyor… Su ısıtıyorum.’dedim. Küçük, mavi piknik tüp vardı evde. Su ısıtma işini çaydanlıkla yapıyorduk. Isınan çaydanlığı naylon leğene döküyor, yenisini koyuyordum. Eren’e naylon leğendeki sıcak suyun yeterli olup olmadığını sordum, onay alınca -‘Gel bakalım o zaman buraya.’ Eren gövdesinin üst kısmını çıplak hale getirerek geldi. Plastik maşrapayı ve baş havlusunu yanına koyup onu yalnız bırakarak içeriye geçtim. Eren başını havluya sarmış içeri odaya gelmişti. Ben tekrar mutfağa geçip ortalığı düzelttim. Çay hazırlamıştım. Adeta çay içmek zorundaymışız gibi. -‘Suyunuz kuyu suyu mu?’ dedi Eren. -‘Maalesef.’ Dedim. Ev sahibi zorba bir tipti. Su ve elektrik de kiraya dahil olarak ödendiği için bunların fazla tüketilmesi halinde büsbütün kesilme tehlikesi vardı. Böylece sorunu anlatmak basit ama anlamak çok zor bir sorun. O yıllarda şehir şebeke suyu her yerde yoktu. Eski semtlerde şehir şebeke suyu olmasına karşın yeni semtlerde kuyu suyu bulunurdu. Şebeke suyunun da temiz ve devamlı aktığı söylenemez. Kuyu suyunun en azından devamlılığı sabit. Genelde kaynatmadan kullanmak mümkün değil. Mutfakta fazla bir eşyamız yoktu. Hepsi beş altı parça idi. Eren gerindi. -‘ Şükür be.’ dedi. Sevimli şapırtılarla çayı açık içeceğini belirtmişti. Yanı başımda hazır duran bardakları doldurmaya başlamıştım. Eren çantasından kraker ve bisküviler Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE çıkardı. Hem yedik, hem konuştuk. O vakitler Kıbrıs meselesi güncel idi. Gecenin yarısı olmuştu, biz hala Kıbrıs üzerine şehir efsaneleri konuşuyorduk. Dışarıda hava biraz serindi ama en azından temizdi. Kendimizi sokağa atıp birkaç sokak turladıktan sonra yeniden eve döndük. Yolda söylemişti, ailesinin, kendisinin evlenmek zorunda olduğunu, belirli biri varsa bakacaklarını yok eğer bizim bulmamızı istiyorsan tekliflerinin olabileceğini, söylemişti. Ben ‘hayırlısı olur Mustafa, yine de sakin düşün.’ demiştim. Kayseri’yle ilgili sorular sordu. Anlattım. Esnemeye başlamıştı Mustafa. Uykusu gelmişti anlaşılan. Uykumun geldiğini bahane ederek onu kendi uykusuyla baş başa bırakmıştım. Mustafa Eren’in Ortaköy’de oturan, paslanmaz çelikten çay tepsisi, çay kaşığı, çay tabağı imal eden bir akrabası vardı. Sabahleyin oraya gittik. Önce Fındıkzade’ye minibüsle, oradan belediye otobüsüyle Beşiktaş’a, oradan da Bebek dolmuşlarıyla Ortaköy’e geldik. Osman bey ismindeki Eren’in akrabası yakışıklı, dürüst, temiz, sessiz bir aile reisiydi. Mustafa beni Osman beyle tanıştırmış, Osman bey de ailesiyle tanıştırmıştı. Mustafa aile bireyleriyle çoktan sohbete oturmuştu. Osman beyle de ben imalatları hakkında konuşuyorduk. O gün güneşi Ortaköy’de batırmıştık. Osman bey panelvanıyla bizi eve kadar bırakmıştı. Şoför mahallinde Osman bey, Mustafa ve ben vardık. -‘Mustafacım, arabayı hem kamyon gibi taşıma ve dağıtım için, hem personel servisi gibi hem de aile arabası olarak pikniğe gitmekte kullanıyoruz.’dedi Osman bey. Osman beye teşekkür edip onu uğurladıktan sonra eve girerek ilk işimiz çay suyunu koymak oldu. Biraz sonra çayımız olmuş ve içmeye başlamıştık. Büyük Doğu üzerine konuşuyorduk. Bazı sayıları alamadığını ve bu sayıları nasıl tamamlayabileceğini sordu Mustafa. Ben sorunu ertesi güne erteleyerek, diğer güncel konulara geçmiştik. Ben sabahları erken kalkarım genelde. Çayı kaçırmış olmalıydım ki o gün uyku tutmadı. Sabah ezanını duyunca kalkmıştım. Sabah ezanıyla edasını birlikte hallettikten sonra kahvaltıyı da hazırlamaya başlamıştım. Baktım içeriden ses geliyor. Anlaşılan Eren’i de uyku tutmamıştı. Birlikte kahvaltı yapıp Bakırköy tren istasyonuna yürüyerek gelmiştik. Mustafa’ya Bakırköy’de bir tur attıktan sonra gidebileceğimizi teklif ettim. Böyle bir şeye ihtiyacı var ki kabul etti. O yıllarda Bakırköy’ün ortasında Vita yağ fabrikası vardı. Onun yanından geçerek sahile indik. Ataköy 1. Kısımdan dolanarak yine istasyona gelmiştik. Trene binerek Sirkeci’ye gelip Sultanahmet’e çıktık. Öğlen ezanı çoktan okunmuştu. Önce Sultanahmet’e girdik, öğlen namazını eda ettik. Karşımızda köfteciler vardı. Öğle yemeğini de köftecide giderdikten sonra Tavukhane Sokağı’nın başındaki Büyük Doğu yazıhanesine geldik. Mustafa Eren’in eksik Büyük Doğu sayılarının nasıl temin edeceğimizi sorduk. 53 Hemen hemen hiçbir cevap almadan yola yeniden revan olduk. Cağaloğlu’na yöneldik. Milli Türk Talebe Birliği’ne geldik. Şervanlı’nın kafesine oturup çay içtik. Eren Büyük Doğu’nun eksik sayılarını nasıl temin edeceğini Halil’e sordu. Nihayet bir çözüm bulmuş idik. Arkadaşın birisinde ciltli bir takım varmış, onu getirecekti. MTTB’den ayrılıp, Sirkeci üzerinden Taksim’e geçtik. Devlet Tiyatrolarına bir bilet aldık. Akşam tiyatroya gidecektik. Üç saat boşluğumuz vardı. Yol Geçen Hanı’ndaki çay salonuna dek yürüdük. Tiyatronun başlama saatine kadar olan zamanımızı burada geçirdik. Tiyatro çıkışı ise Namık Kemal Caddesi’nde bulunan Aksaray’daki arkadaşların evine gittik. Sabaha kadar muhabbetten sonra Aksaray’ın Laleli’ye açılan kesiminde bulunan esnaf lokantalarından birine dalıp çorba içmiştik. Şehir canlanmaya başlamıştı. Yenikapı’dan trene binerek Bakırköy’e geldik. Oradan minibüsle eve vardık. Bir süre dinlendikten sonra Bakırköy canibiyle Sirkeci’ye geçtik. Eren’in eşyaları omzundaydı. Sirkeci’den arabalı vapurla Harem’e geldik. Harem’den Eren’i Ankara’ya yolcu ettim. Mustafa ve Ali İstanbul’a geldiğinde, onlarla İstanbul’u geziyoruz diye, diğer zamanlar geziye pek çıkmazdım. Eren’i yolcu ettiğime göre eve kapanma zamanım gelmişti. Hem Eren’le epey kitap da almıştık. O kitapların okunması, değerlendirilmesi üç-dört ayımızı alabilirdi. Bu sıralar üniversitede hükümetin anarşi adını taktığı öğrenci olayları da tırmanıyordu. Eren’in bu gelişinden evlenmesi gerektiğini, işini ve evini belirgin hale getirmesini gözlerinden okumuştum. Kararlıydı. Mustafa Eren bir yere ve yöreye kapılma ya da kapılanma istidadı yoktu. O kendini Türkiye’deki ideolojik bölünmüşlükten ve kaos gürültüsünden azade hissediyordu. Ankara’da olması hasebiyle ve müfettiş olduğu için devletin bir çok kurumunu tanıyordu. Ona göre öğrenci olayları ve işçi olayları danışıklı dövüştü. Bizim gibi fakir aile çocuklarının bu olayların içinde yer almaması gerektiğine inanırdı. Çünkü ne çözüme katkısı olabilirdi, ne de sonuca yön verebilirdi. Bu kavga tuzu kuruların kavgasıydı. Açlar ve alttakiler bahane edilerek yapılan bir kavgaydı. Birbirimize feodal köylü diye takılırdık. Gezme ve misafirlik işleri hücre evlerine dönmüş yurtlardan ve öğrenci evlerinden güncel bilgi toplanabiliyordu. Böylece tehlikenin neresinde olduğumuzu öğrenebiliyorduk. Geziler bizlerin sosyalleşmesini sağlıyordu. O yıllarda gruba katılmamak, zor bir işti. Ama en az onun kadar zor olan, birey olabilmekti. Saflığımızla köylülüğü, yoksulluğumuzla feodalliği yürütüyorduk. O günlerde (çatır çatır adam öldürüyorlar)dı. O şer kapsamının içine girmemek ise, adeta bir kaderdi. Mustafa, her ne kadar böyle yargılıyor ise de ‘komandolarla suyu duru akmıyordu.’ -‘Özerciğim, ben milliyetçiyim. Ama bu askeri yöntemli milliyetçilikle ne benim ne de hayalimin meşgul olmasını istemiyorum.’ demişti. İdeoloji adına eylemde bulunan öğrencilerin 54 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE büyük çoğunluğu, genelde kendini savunmak için olmadık kılıklara giriyordu. Değilse tek merkezden yönetilen o merkezin gelenekleri çerçevesinden davranılan bir durum yoktu. O kaosun çerçevesinden bunları görmek mümkün değildi. Mustafa hem burs alıyor hem de birçok arkadaşa burs veriyordu. Bu işi nasıl yaptığını sorduğumda, ‘Birkaç esnaf var, öğrenci okutabileceklerini söylemişlerdi, onlardan aldığım paraları fakir aile çocuklarına burs olarak veriyorum, yaptığım iş bundan ibaret.’ demişti. Kaç öğrencisi olduğunu sorduğumda ise ‘Her yıl değişiyor’ diye cevaplamıştı. Gözü tok, gönlü gani Eren, bir çok devlet memuruna dahi maddi manevi katkıda bulunuyordu. Ankara’ya gittiğimde evinde kalır, günlerce sohbet ederdik. Uzun kış gecelerinde, bazen 30 kişiye varan sohbet halkaları oluşurdu. İstanbul veya Ankara ayrı güzellikler taşırdı. Pratiklikleri, farklı olan yapıları vardı. Ankara’nın evlerinin büyük çoğunluğu, gecekonduydu. Bu küçük sevimli evlerden biri de Eren’indi. Böyle bir evi ilk defa, Mustafa’nın evi olarak tanımıştım. Dış kapıdan girer girmez mutfağa girilmiş olurdu. Sağda ve solda odalar, giriş kapısının arkasına da tuvalet ve banyo düşerdi. Basit, pratik, kullanışlı, tek kişilik evlerdi. Bu basit ve anlaşılırlığıyla Ankara’yı ve dolayısıyla devlete prototip olma özelliğini taşıyordu. O günlerde evlerin bu halleri bizim dikkatimizi çekmezdi. Kullandığımız eşyaların ihtiyacımızı giderme ehemmiyeti vardı. Ankara’ya gittiğimizde, bazı kamu kurum ve kuruluşlarına gider, bazen TRT’ye gider, bazen bankaların genel müdürlüklerine giderdik. Hepsinde de ortak arkadaşlarımız vardı. Mustafa Mülkiye’de olduğu için her yere dalmak istemezdi. Genelde ketum kalır, karizmasını öne çıkarmaya çalışırdı. O günlerin Ankara’sında otomobillerdeki ikinci vitesi bile lüzumsuz bulurduk. Ahmetler Caddesi’nde epey öğrenci yurdu vardı. Siteler’de Site Öğrenci Yurdu, Dışkapı ve Altındağ’da öğrenci evleri vardı. Nuri Pakdil’in Edebiyat Çevresi, daha sonra Kahramanmaraş’lı arkadaşların oluşturduğu Mavera dergisi ziyaret ettiğimiz yerlerdi. Yaratılırken bize eklenen ölüm gerçeği, sırası gelince herkesle dostluk kuracak ve onların koluna girerek geziye çıkacaktır. Kızmanın ve öfkenin nasıl bir anlamı yoksa, sevinmenin de ölmek istemenin de bir anlamı yoktur. Çoğumuz rüyada gibi bir geziye çıkar ve geriye dönmeyiz. Bu bizim kaçınılmaz gerçeğimizdir. İsmini saymaya çekindiğim onlarda Ankara’lı arkadaşım, uzun selviler altında yatarak bizleri beklemektedir. Mustafa Eren Kayseri Lisesi mezunudur. Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin İşletme bölümünden mezun oldu. İş dünyasına Ankara girdi. Ankara’da evlendi. İlk çocuğu orada dünyaya geldi. Kayseri’ye gelişi Kemsan firmasının yönetimiyle ilgiliydi. Kayseri’ye gelmeden önce Ankara’da buluşmuştuk. Benim memuriyete başlamamı tartışmıştık. O yıllarda henüz stüdyo olmamıştı. Arı sineması henüz MUSTAFA EREN yeniydi. Zihnim beni yanılmıyorsa Kazancakis’in romanından uyarlama Zorba filmi oynuyordu. O filme gitmiştik. Yıllar su gibi akıp geçti. 80 ihtilali oldu. Askerler bir şekliyle her şeye düzen vermişlerdi. Kayseri’ye gitmiştim bir kurban bayramı, rahmetli Dinçel’le ve yine rahmetli Ali Taşçı’yla. Kemsan’da buluşmuştuk. Eren’in fabrikadaki odasına geçtik. Fabrika yönetiminin kendisine kaldığını, başarılı olmak zorunda olduğunu anlatmıştı, yardımlaşalım dedi. -‘Ne gibi?’ dedim. -‘Sen yağ satarsan, bayilik vereyim, git o işi tezgahla.’ dedi. -‘Olmaz, hiç anlamam ticaretten.’ -‘Yahu şu enflasyon ortamında anlamana gerek yok ticaretten.’ -‘ Var tabii. Ticaret cesarettir. O da bende yok. Hem seni hem kendimi riske atamam.’ -‘ Özerciğim, kendi beldemiz diye geldik buraya. Lakin bilgisizlik ve fitne hat safhada. Aklen rahatım fakat ruhum azap içinde.’ Sinirlenmişti. Gerçekten yardıma ihtiyacı vardı. -‘Ağzından yel alsın oğlum. İstanbul’a gelince konuşuruz bunları. Sen ne zaman geleceksin onu söyle’ dedim. -‘ Özerciğim seni arayacağım. Telefonunu ver.’ dedi. Telefon numaramı verdim. Ziyaretin kısası makbuldür devlet dairlerinden diyerek izin istedim. Önümüzdeki hafta İstanbul’da olacağını söyledi. Kucaklaştık. Oradan ayrıldım. Mustafa’nın ‘müesses nizam’ diye bir kavramı vardı, yasal düzeni ifade ederdi bu taltif. Ona da ina- Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE nırdı. Sanki dolgun ve tıknaz yapısı bunun ispatıydı. İnadına ısrarcıydı. İnandığınca mücadele ederdi. Sürekliliği severdi, oysa Türkiye’deki siyasal ya da hukuki ya da kültürel veya hepsi birlikte tümüyle tercüme ve adapte özelliği taşırdı. Onun için de Mustafa’nın önemli gördüğü o kişiler bile inanmadıkları halde batının çevrilebilecek her şeyini tercüme ediyorlar, halklarına sunuyorlardı. Ne o düzlemi tercüme edenler, ne uygulayıcılar, ne de yönetilenler mutlu. Bir şov gibi, yapılanların tümü teknolojinin şunca değişiminde devletin, halkın geçmiş ve geleceğinin tümü soyguna malzeme olacaktır. Bizler için bir yönetmelik ve hatta bir makinanın kullanım kılavuzu önem arz ederken nasıl olur da her şeyi tercümeye olan konu olan yapı önemsiz olur. Oysa biz kendimizi haramilerin önünde soyunmuş gibi hissediyorduk. İncecik bir nüansla Özal’dan bu yana, anadilde bazı konuşmalar en azından küçük bir vocabulary. Olmak ya da olmamak işte bütün mesele bu. Olmamanın da olmaktan geçtiğini bilerek. O dönemde herkes tüten sanayi bacasını bir kurtuluş olarak görürdü. Bugün hiç değilse biraz anlaşıldı. Her yeni statüyü daha sonradan yalanlayarak ya da servisten kaldırarak nereye varabiliriz. Sanki yanlışı anlamak için geleceği tüketiyoruz. Mustafa Eren’in de bıyık bırakma merakı bu cümledendi. Her zaman takım elbise giyerdi. Tek farkla ki koyu renk takımını görmedim. Her halde ara renkleri severdi. Özel damak zevkleri yerine, iyi beslenmeyi tercih ederdi. Elbette ki dönem dönem o da kendini değiştirmeye uğraşmıştır. Saçını subay tıraşıyla ödüllendirir ve fakat tarak taşırdı. Kemer, mendil ve kravat aksesuarlarına özen gösterirdi. Ölçülü bir sigara tüketimi vardı. Yemeklerden sonra gibi. Günlük iki-üç gazete okurdu. Ve kendisine sürekli gönderilen dergiler vardı. Slogana takılmadı. Fakat mutlak saydığı değerleri sessizce korurdu. İnandığını tartıştırmaz, inancını tartışmazdı. Özel bir spora takıntısı yoktu. Fakat futbolla hiç alakası yoktu diyebiliriz. Birçok arkadaşımda gördüğüm saadetini öteleme keyfiyeti onda da vardı. Özellikle mutluluğunu elinde tutmak için ya yöntem bilmiyordu ya da bildiğini sandığı ailesine bu alanı terk ederek mutluluğu da ötelemiş oluyordu. Akabinde içinin yangınını söndürmek için sosyal ve dini yapılandırmadan yardım umuyordu. Kayseri görüşmelerinin ardından bir yıl geçmişti. Çamlıca Tepesini üç gün mesken tuttuk. İstanbul’u dinledik. Eren’in iç sıkıntısı, sükutunda yüzüne yayılıyordu. Fabrikada işler istediği gibi gitmiyordu herhalde. Eren kendini suçluyordu ama fabrika düzgün çalışsa ben şaşardım. Yedi kocalı Hürmüz’e nikah töreni mi olur? -‘Söyle cancağzım.’ -‘Hammadde tedariki yapsana.’ -‘Neymiş hammadde dediğin.’ -‘Kemik... Taze kemik ve hayvani yağ tedarik edeceksin.’ 55 -‘Araştırayım Eren.’ Sonra işe giriştik. Hesaplar Eren’deydi. Birkaç eski kamyonet aldık. Taşeronlara zimmetledik. Topladıkları kemik bedellerinden düşecek ödeyeceklerdi. Gözetiminde de Ali Taşçı vardı. Yılın sonunda kapattık gitti. Bir sonraki yıla ben girmedim. Becereceğimiz iş değildi. O yıl ki uğraşımızdan edindiğimiz görgü şu ki ‘İnsanın mesleği mizacına yansır’. Kemik toplayıcılarının her halini gördüm. Katı, sıvı, gaz halleri gramerin her kipine uyuyordu. Çok yoruldum. Bir daha da olmadı zaten. Antalya’daydım haberini aldığımda. Azrail’in koluna girip gittiğinin. Ölümün şekli, hikayenin alanındadır. Ölümün kendisi değildir. Ölümün sanatı yoktur. Mustafa Eren bir Türk entelektüel ve yöneticisi olarak ne öğrendiyse aramızda yaşayarak öğrendi, uyguladı, sevindi, kızdı. Adam gibi adam olmasında ve insanlığa eklenmesinde hiçbir kaygı ve şüphemizin olmadığı bu kardeşimize rahmet dilemek ve bunun için de Rahman’ın merhamet ikliminde dualar etmek gerek. Şunca yıl sonra bile ‘bre’ kelimesi yerine ‘aslanım’ deyişi bile kulağımın içinde, gözümün önündedir. Hayatta kalan Eren ailesinden helallik dileriz. Maksadımız bu armağanla onu nisyana terk etmemektir. Eren soyadı gibi, ermenin, olmanın ve vermenin alın aklığını göstermiştir bize. Allah’ım ona merhamet et. pervane aman vermez mekan değil zenon olmuş akan değil pervaneyle yakan değil hicret gibi hicran olmaz bitiş ki akim umduğu yerde umuş ki aklı bulduğu yerde söyleyin lütfen işkencelerde robot gibi uzman olmaz aman her halinden el aman tut elimden tut ki ey rahman dayanmak için daha da azman saat gibi duyan olmaz mesafe misket gibi düşmüş içim bir zıp zıpa dönüşmüş ecel yaklaştıkça üşüşmüş mezar gibi saran olmaz * Mustafa Eren, 1951 yılında Yeşilhisar’da doğdu. 31.12.1990’da Aksaray’da otomobiliyle bir TIRla çarpışarak vefat etti. 56 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE İlkeler ve Ülküler Mustafa ÖZER H alk tabiriyle üzüm gibi sakalıyla ve uzunca boyuyla enstitünün , çalışkan ve başarılı öğrencilerinden biri olan Necmeddin Gevri bey, bizim derneğe ara sıra uğrayanlardandı. Ara sıra dediğime bakmayın, ilim veya ideal olarak İslam dinini öğrenmeyi seçenlerin yolu bir şekilde –o zamanlar- bizim dernek diye özetlediğimiz Türk Ocağı’ndan mutlaka geçerdi. Necmeddin bey yolca da, yaşça da bizden büyüktü . O CeyhanAdana-1943 doğumlu idi. Ama Necmeddin Gevri bey edepte aynı yaşta görürdü bizi, bu nedenle muhabbette hem de geceler boyu süren tartışmalarımıza katılırdı. Kazanan hep biz olurduk. Çünkü onlar ilmi açıdan çok ilerdeydiler. Hadis ve tefsirde bizlere temiz bilgiler aktarırlardı. Hatta bazen tecahülü arif yaptığımız olurdu, anlamadığımızı söyleyerek konuları açardık, bazen de öylesine derinleşirdi ki konu, o gün çözümünün mümkün olmadığı anlaşıldığı için konunun İslam Enstitüsü kürsülerine taşımalarına sebep olurduk, O hiç bunları yüksünmez “bilakis ilme hizmet ettiğiniz için” diye bize teşekkür ederlerdi. Onların kazancı ise muhabbet ve bir dost kalbiydi. 1968 yılında Kayseri’deki Yüksek İslam Enstitüsü Öğrenci örgütü MTTB Kayseri Şubesi Üstadın İdeolocya Örgüsü isimli eserini basmayı kararlaştırmıştı. Bu vesileyle de Üstad Necip Fazıl Kısakürek Kayseri’yi şereflendirmişlerdi. Üstadı tanıyan sever- lerinin yanında, öğrenci derneği yetkililerinin de hazır bulunduğu toplantıda Necmeddin beyle aynı fotoğrafta yer almıştık. Yer MTTB öğrenci derneği ve Türk Ocağının da yer aldığı binada cepheyi kaplayan Din Görevlileri Lokaliydi. Çaylar içildi, sorular soruldu, cevaplar alındı ve basit bir seremoni ile, İdeolocya örgüsünün derli toplu basımı başlatılmış oldu. Gerçi daha önce küçük çapta İdeolocya Örgüsü adıyla, Büyük Doğularda yayınlanan yazılardan oluşan küçük bir kitap çıkarılmıştı. Ve fakat bugünkü olgunlukta ve cesamette ilk basım bu olacaktı. Üstat da bu yeni gelişmeyi çok önemsiyordu. Bildiğim kadarıyla Necmeddin bey o yıl 1967 de mezun olmuş ve öğretmen atamasını bekliyordu. Beklediği de çok geçmeden oldu. Kahramanmaraş’ın adı henüz sadece Maraş’tı, yani kahraman eki 1973’ten sonra verilmişti. Necmeddin beyin ataması da Maraş İmam Hatip Okuluna yapılmıştı. Doğum yeri Adana Ceyhan olmasına rağmen Maraşta yerleşerek Maraşlı olmuştu. Maraşta da evlendi. Kayınvalidesi Adeviye hanımefendi Darendeli ve Mevlana Halid Bağdadi hazretlerine bağlanan bir kola mensup Nakşibendi şeyhi şeyh Muhammed’in oğlu ve ardından aynı posta oturmuş Şeyh Fahri Efendinin kızıdır. Kahramanmaraş’ta da Darendeliler oymağı olarak bilinen ve bulunduğu mahallin namaz ve dini bilgilerin öğrenildiği mahalle mektebi öğretmenliğini de kocası ile birlikte yürüten Adeviye hanımdı. Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE Necmeddin Gevrinin kayınpederi ise Darendeli Abdullah efendi namıyla tarikatinin önemli simalarından biri olmakla, bölgesinde maruf, müttaki, mütedeyyin, ehl-i tarik birisiydi. Maraş lisesinde de o yıl seçmeli din dersi vardı. Necmeddin Hoca liselere konan seçmeli din derslerini de dışarıdan görevli öğretmen olarak veriyordu. Hatta sevgili dostum Maraş Eşrafından Ahmet Bahar beyin lisedeki din dersine de girmişti. Necmeddin beyin Kahramanmaraş’taki hayatı ile ilgili bir çok ayrıntıyı Ahmet Bahar dostumuzdan almıştık. Tek oğlu Ahmet ile biri bekar ikisi evli üç kızı var, yani dört çocuk babasıydı. . Oğlu Ahmet Gevri, Elektrik Elektronik mühendisliği eğitimi almıştır. Kızlarından birisi de Ünlü Sütçü İmamın torunu ile evlidir. 1980 yılında sakal kestirilmesini zorunlu kılan yönetimi protesto ederek çok sevdiği öğretmenlikten istifa etti. Allah Rezzaktır dedi birkaç arkadaşının dediklerine de kanarak ticarete atıldı. Oysa ticaretin atağının diğer dallardaki ataklara benzemediğini anladığında ise, yanında sadece ailesi kalmıştı. Koca çerkez gerçeği anlamıştı. Ne Suudi Arabistan ne Türkiye ona göre yeterli olgunlukta ticari altyapıya sahipti. Çevresinin yanıltıcı bilgilerine kendisinin sermayesizliği ve tecrübesizliği de eklenince kaçınılmaz sonuç, Necmeddin Gevri’nin başına gelendi. Olan olmuştu bir kere. Bu da bir kazanç diyerek, sıkıntıları akıtacak ve şifa bulacağı memuriyete bu kez Kahramanmaraş belediye başkanlığı özel kalem müdürlüne gelecekti. Birkaç yıl Özel kalem müdürlüğü yaptıktan sonra oniki yıl da başkan yardımcılığına getirildi…Bu süreçte Belediyesinin yayınlarından olan “İki ödüllü şehir” kitabını hazırladı . Yayınlara paralel olarak bazı Arapça kitapları da Türk diline kazandırarak belediye alanında kullanımını sağladığı belediye kültür müdürlüğünce ifade edilmektedir. Necmeddin beyin kültürel alanda gayretleri çoktur. Kahramanmaraşta nerde bir kültürel etkinlik olsa hocamızın bizzat yada dolaylı olarak katkısı oluyordu. Musiki alanında, halkın moralinin yükseltilmesi meyanında oldukça önde olan biriydi. Şiir okumalarını bilmeyen yoktu, hele de Necip Fazıl şiirleri olursa gündemde. Necmeddin Gevrinin keyfine diyecek yoktur. Coşardı seller gibi. . 57 Oldum olası Necmeddin Erbakan hocanın peşindeydi. Bütün zamanını partiye ayırmıştı. Kahramanmaraş belediye başkan yardımcısı olarak oniki yıl toplamda da onbeşyıl belediyeye görevli olarak hizmet vermişti. Sesi güzeldi, dili fasihti. Hitabeti iyiydi. Salonları coşturmak onun için kolaydı. Kendisi de çabuk coşardı. Böylesine yüzlerce destek vermiş, sunumlar yapmış ve katılmıştı. 11 şubat 2005 günü bambaşka bir gündü. Batıparkta bir Kahramanmaraşın düşman işgalinden kurtulmasının sene-i devriyesi dolayısıyla düzenlenen bir şölendi. Akşam namazını müteakip başlatılmıştı. Yukarıda andığım dostumuz Ahmet Baharda o toplantıda. Herkes coşmuş vazıyette. Hocamız Necmeddin Gevri de üstadın Sakarya şiirini okumak üzere kürsüye çağrılır. Ağır ağır gelir. Projektör gibi gözleriyle salonu tarar ve şiire başlar…Su iner yokuşlardan basamak basamak …. diye gür ve güzel sesiyle tane tane okur…Benimse alın yazım… der ve fakat devamındaki susamanın su kelimesini su ihtiyacı olarak aynı mikrofondan rica ederler. . Biraz su nolursunuz su yetiştirin anonsu salonu buz gibi dondurur. Ahmet Bahar koşar hocasına son görevini ifa etmeğe. . Morarmış yüzünün bir süre sonra beyazlaştığını görünce kurtuldu diye sevinecek olur, lakin her tür ilk yardım teknikleri uygulandı ise de Azraille dostluğundan ayrılmaz. Ülkülerinden ve ilkelerinden tavizi alçaklık sayan Necmeddin Gevri kardeşimize Allahtan rahmet ve ailesine sabrı cemiller dileriz. O güzel insanın Büyük Doğuya verdiği emek ve aldığı nasib kendisine Türkiye’de bir ilki münasip görmüş, biz dahi saygıyla eğilir aşkla fatihamızı okuruz. Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi onun adını verdiği bir park düzenlemiştir. Necmeddin Gevri parkı Günbet mahallesindedir. Belediyede çalıştığı sıralarda kayınpederinden gelen arsa mirası üzerine şimdi çocuklarının oturduğu evi yaptırmıştı. Yaptırdığı ev Divanlı mahallesindedir. 58 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE Kürsüde şiir okurken öldü (Gazeteler) K ahramanmaraş Belediye Başkan Yardımcısı Necmettin Gevri kürsüde şiir okurken kalp krizi geçirdi. Bir anda yere yığılan Gevri kurtarılamadı. Ölüm kürsüde yakaladı Kahramanmaraş Belediye Başkan Yardımcısı Necmettin Gevri, kürsüde şiir okurken kalp krizi geçirerek yaşamını yitirdi. Gevri’nin ölümü kameralar tarafından saniye saniye görüntülendi. Kahramanmaraş’ın düşman işgalinden kurtuluşunun 85. yıldönümü nedeniyle düzenlenen gecede, Necip Fazıl Kısakürek’in “Sakarya” isimli şiirini okuyan Kahramanmaraş Belediye Başkan Yardımcısı Necmettin Gevri (62) şiiri okuduğu esnada kalp krizi geçirerek yaşamını kaybetti. Başkan Yardımcısı’na ilk müdahale olay yerinde yapıldı. Ancak talihsiz başkan Kahramanmaraş Devlet Hastanesi’ndeki tüm müdahelelere rağmen kurtarılamadı. SANİYE SANİYE GÖRÜNTÜLENDİ Kahramanmaraş Belediyesi’nde 15 yıldır görev yapan ve 12 yıldır Başkan Yardımcısı olan Necmettin Gevri, önceki akşam Anadolu Gençlik Dergisi’nin düzenlediği ve Batıpark Spor Salonu’nda gerçekleştirilen ‘KurtuluşGecesi’nde, Necip Fazıl Kısakürek’in ‘Sakarya’ isimli şiirini okumak için davet üzerine kürsüye geldi. Şiiri okumaya başlayan Gevri, bir anda fenalaşarak yere yığıldı. Başkan Yardımcısı’na ilk müdahaleyi, salonda bulunan bir doktor yaptı. Kalp masajı yapılan Gevri, daha sonra Kahramanmaraş Devlet Hastanesi’ne kaldırıldı. Ancak tedavi altına alınan Gevri, tüm müdahalelere rağmen kurtarılamayarak hayatını kaybetti. Gevri’nin ölümü programı takip eden kameralar tarafından saniye saniye görüntülenirken salonda bulunanlar Gevri’nin yere yığılması üzerine hep bir ağızdan tekbir sesleri getirdi. Sonsözleri olan satırlar İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya: Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak; Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak. Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir: Oluklar çift, birinden nur akar, birinden kir. Akışta demetlenmiş, büyük, küçük, kainat: Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat! Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne? Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine. SIRRIBERK ARSLAN 13Şubat2005/Sabah Kahramanmaraş Belediye Başkan Yardımcısı vefat etti Kahramanmaraş Belediye Başkan Yardımcılarından Necmettin Gevri, bir törende kürsüde şiir okuyordu. Gevri, ünlü Sakarya şiirini okurken birden fenalaştı ve... Kahramanmaraş Belediye Başkan Yardımcılarından Necmettin Gevri (62), kürsüde şiir okuduğu Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE sırada kalp krizi geçirdi. Gevri, kaldırıldığı Kahramanmaraş Devlet Hastanesi’nde hayatını kaybetti. Kahramanmaraş Belediyesi’nde 15 yıldır görev yapan ve 12 yıldır Başkan Yardımcısı olan Gevri, bu gece Anadolu Gençlik Dergisi’nin düzenlediği ve Batıpark Spor Salonu’nda gerçekleştirilen ‘Kurtuluş Gecesi’nde, Necip Fazıl Kısakürek’in ‘Sakarya’ isimli şiirini okumak için davet üzerine kürsüye geldi. Şiiri okumaya başlayan Gevri, birden fenalaşarak yere yığıldı. Çevrede bulunan bir doktor tarafından kalp masajı yapılan Gevri, daha sonra Kahramanmaraş Devlet Hastanesi’ne kaldırıldı. Acil serviste tedavi altına alınan Gevri, yapılan tüm müdahalelere rağmen kurtarılamayarak hayatını kaybetti. İHA ••• ŞİİRLE NEFES ALIYORDU ŞİİR NEFESİNİ ALDI/ Ünal Kalaycı Onu ilk gördüğümde bir grup gence hitap ediyordu. İlk defa kelimelerin hakkını vererek konuşan birini de görmüş oluyordum. O ilk konuşmasında şu üç şey aklımda kalmış: 1. Gençler çok okumalısınız. Hem öyle okumalısınız ki kafanız patlayacak gibi olmalı sonra bir an durup hiç okumamış gibi yeniden okumaya başlamalısınız. 2. Gençler Bill Clinton on bir yaşındayken okulundaki izci grubuyla kampa gitmiş. Yolu kampın yakınından geçen o zamanki Amerika’nın devlet başkanı kampa uğrayıp gençlerle tokalaşmış ve sohbet etmiş. Clinton kamptan eve döndüğünde annesine demiş ki: “ Anne ben gelecekte Amerika’nın devlet başkanı olacağım. Annesi : “Oğlum biliyorsun ki toplumumuz anne ve babası ayrı olanların yönetici 59 olmalarını desteklemiyor. Bu olmaz başka şeylere heves etme. ” der. Ama Clinton: “Hayır anne otuz yıl sonra her şey değişecek, toplumun bakışı da değişecek ve ben devlet başkanı olacağım. ” der. Clinton okulunu bu düşüncelerle okumuş, evliliğini üst tabakadan biriyle yapmış, valilikten devlet başkanlığına ulaşmış. Yani gençler büyük hedefleriniz olsun. Başaramam demeyin Clinton gibi otuz yıl uğraştığınız her şey olur. 3. Gazete okuyun demişti. Yine bir devlet başkanının yetişmesini şöyle anlatmıştı: “İki çocuk ve iki ebeveynden oluşan bu aile her gün dört gazete alıyorlar. Gazeteler ülkedeki dört önemli siyasi görüşü temsil ediyor. O partilerin olaylara yaklaşımlarını da ailenin bir ferdi temsil ediyor. Ailenin oğlu yıllarca bu şekilde eğitiliyor. ” Galiba 1995 yılının “12 Şubat” gece kutlaması “Batıkent Spor Salonunda” yapılacaktı. O gecede Durdu Mehmet Biçkes ile ben de şiir okuyacaktık. Belediyeden programla ilgilenen yetkili bir gün önce bizi onun yanına götürüp şiir okumamızı ona dinletti. Üstat bize bir takım tavsiyelerde bulundu. Ben onun o kadar güzel şiir okuduğunu ertesi gece kutlamaların sonunda öğrenecektim. Biz şiirimizi okumuştuk. Konferans verilmişti. Gösteriler sergilenmişti. Program bitmiş, salon terk edilmeye başlanmıştı ki salondan bir grubun başlattığı bağırmaya salonun kalanı da eşlik ediyordu. “Gevri” “Sakarya” herkesin baktığı yöne doğru baktım. Gevri önce bekledi ama salondaki tezahürat reddedilemez bir hal almıştı. Alkışlar arasında kürsüye yürüdü. O davudi sesiyle 2. Viyana bozgunuyla başlayan geri çekilmenin son noktası, aynı zamanda ilerlemenin başlangıcı olan Sakarya’yı sembolize eden Sakarya şiirini okudu. Harika bir yorumlamaydı bu. Zannediyorum şiir bitince insanlar ikinci defa istemişti. Gerisini tam hatırlamıyorum. Ondan sonra benzeri kutlamaların sonunda sahne hep aynı oluyordu. Ondan böylece şiirin nasıl okunacağını, kelimelere nasıl can verileceğini öğreniyorduk. O kültür adamıyla bir sonraki karşılaşmamız yerel radyoların mantar gibi bittiği yıllarda “Selam FM” de oldu. Ben üç ay kadar yaptığım bu radyoculukta üstat haftada bir sohbete gelirdi. O zaman karşılaşırdık. Bir defasında çaldığımız “ezgi” türü müziği beğenip beğenmediğini sormuştum. O da “Bu çaldığınız müzik değil, tek iyi yanı içinde bir takım mesaj olmasıdır. “ demişti. O zamanlar yadırgadığım bu cevabı sonradan gayet iyi anlamıştım. Çünkü bir zaman sonra o çaldıklarımı ben de dinleyemez ol- 60 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE muştum. Radyoya geldiği zamanlarda muhabbetlerinden hatırlıyorum bir arkadaş gruplarıyla haftada bir “edebiyat sohbetleri” yaptıklarını. Aradan yıllar geçip tekrar Kahramanmaraş’a döndüğümde bir vitrinde şehre kahramanlık unvanının verilişini anlatan kitabını yazdığını gördüm. Saçaklızade Kütüphanesine vardığımda bir şey dikkatimi çekti: Saçaklızadelerin kim olduğu Osmanlıcadan alıntılayarak yazmıştı. Yazısı girişte bir tablo halinde tavandan tabana kadar uzanıyordu. Altında “1992- Necmettin Gevri” yazısı vardı. Onun İmam hatipten öğrencisi sonrasında arkadaşı Ali Ülger diyor ki: Necip Fazıl’ın iki tiyatrosunu o sahneledi. Şehrimizde ilk mehteranı o kurdu. Pratik zekâlıydı. ” Bir belediye personeli onun ölümü insanlara bir derstir. Allah o salonu dolduran insanlara onun ölümünü canlı olarak izletip bir ders verdi. “Ölümü unutmayın. ” dedi. Ardından gazetelerde şu kadarcık haber: “Kahramanmaraş Belediye Başkan Yardımcılarından Necmettin Gevri (62), kürsüde şiir okuduğu sırada kalp krizi geçirdi. Gevri, kaldırıldığı Kahra- manmaraş Devlet Hastanesi’nde hayatını kaybetti. Kahramanmaraş Belediyesi’nde 15 yıldır görev yapan ve 12 yıldır Başkan Yardımcısı olan Gevri, bu gece Anadolu Gençlik Dergisi’nin düzenlediği ve Batıpark Spor Salonu’nda gerçekleştirilen ‘Kurtuluş Gecesi’nde, Necip Fazıl Kısakürek’in ‘Sakarya’ isimli şiirini okumak için davet üzerine kürsüye geldi. Şiiri okumaya başlayan Gevri, birden fenalaşarak yere yığıldı. Çevrede bulunan bir doktor tarafından kalp masajı yapılan Gevri, daha sonra Kahramanmaraş Devlet Hastanesi’ne kaldırıldı. Acil serviste tedavi altına alınan Gevri, yapılan tüm müdahalelere rağmen kurtarılamayarak hayatını kaybetti.” Bu kadar yıl belediye başkan yardımcılığı yapıp hiçbir şaibeye bulaşmamış bu adamı, evini cenaze ve taziye sırasında görenlerin “Ya bu insan maddi şeylere hiç değer vermiyormuş” dedikleri bu gönül adamını, bu kültür adamını, bu hizmet adamını elbette gençlere tanıtmak herkesin görevidir. Elbette belediye de onun ismini yaşatmak için onu her yıl anma programı yapabileceği gibi adını bir bulvara, caddeye ya da sokağa verir. Kaynak: K.Maraş Objektif, 18.06.2005 s. 1 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE Mehmet GÖKALP Biyografi 07 . 04. 1943 yılında Talas’ta doğdu. Kayseri’deki öğrenim hayatını sırasıyla Etiler İlkokulu, Nazmi Toker Ortaokulu ve Kayseri Lisesi’nde tamamladıktan sonra İstanbul üniversitesi Fen Fakültesine girdi. Üniversite Öğrenciliği yıllarında Üstad Necip Fazıl Kısakürek’le tanışarak onunla birlikte Büyük Doğu’da çalıştı. Çeşitli dernek ve siviltoplum kuruluşunun yanı sıra, Milli Türk Talebe Birliği’nde Sekreterlik görevinde bulundu. 8 yıl devam ettiği fakültesini tamamlamadan memleketi Kayseri’ye döndü. Buradaki öğretmen okulunun sınıf öğretmenliği bölümünü bitirerek, bundan sonraki hayatını sınıf öğretmenliği ve yöneticilik yaparak sürdürdü. 53 yaşındayken yakalandığı amansız hastalıktan kurtulamayarak 7. 4. 1995 tarihinde (doğduğu gün) Hakkın rahmetine kavuştu. Hanımı, oğlu ve kızı hayatta olup, iki çocuğundan 4 torunu vardır. 61 62 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE ARARENK Mustafa ÖZER 19 60 lı yılların sonuna doğru tanımıştım Mehmet Gökalp ‘ı. Daha önceleri de birkaç defa görmeme rağmen karşılıklı konuşmamıştım. Genelde de Üstad Necip Fazıl’ın konferans öncesi veya sonrası, üstadın dinlenme zamanı sıralarında yüz yüze gelişlerdi ki konuşacak ortam olmazdı. Konferans sırasında ise dış aleme kapalı olduğum için kimseyi görmezdim. Çünkü bize tarihi ve geleceği, dünyayı ve cenneti öğreten o konferanslardı. Siyaseti ve sanatı, aşkı ve aklı hep konferanslarda teneffüs ediyorduk. Üstad konuşmaya başladığında koskoca salon ve bir o kadarı da dışarıda olan dinleyici kitle büyük bir kütle halinde her biri kendi mahsubunda derin ve sessizleşirdi. Koskoca bir topluluk birey olarak herkes kendi mantığı çerçevesinde akıl küpünü doldurmakta. Konuşmağa mecal mi var. Ağzı açık dinliyoruz. Mahcupluğumuz derin. Kendi çevrenimizden edinemediğimiz cesaret dahil bilgi ve usul karşısında mahcubuz . Kendimize ait asli insanlık derslerini öğrenmekteki geç kalışımıza yandığımızdan mahcubuz. Bilmediğimizi bilmemenin derin içselliği ve bir o kadar kaynak edinmenin sevinciyle ondan ayrı kalmanın mahcubiyeti. Çelişkiler ve arzular iç içe bütün bildiğimiz ve okullardan devşirdiğimiz hiçlik içerisinde kavruluşumuz. Mahcubuz… Mehmet Gökalp, büyük doğu mektebinden nasiplenenlerin yüreğinde taşıdığı, insanlığa ve Allaha karşı sorumluluklarını tam ve kamil anlamda yerine getirememenin mahcupluğunu ifşa edercesine, bütünü temsil adına, münferit mahcubiyetimizi ifade eden manken gibiydi. O güzel insanın çekinikliği dahi bu mahcubiyeti dillendirmenin yüzüydü. Çağa karşı Müslüman olarak büyük yükümlülüklerimiz vardır. Aymazlıkları had safhada olan birkaç mecnunu bahane ederek aymazlığı örnek almak hiçbir etik değere sahip olmamakla aynı seviyede değil mi. ?Ve bu ahlaksız ve dine kinle bakan, ve Müslümana karşı özel nefretle dolu , sözde Müslümanların devlet imkanlarıyla olan fiyakalarına karşı insanlık adına utanmamak mümkün mü. ?Ve insan olmaktan insanım diye yaşamaktan huzuru baride mahcubiyete düşmemek mümkün mü?Mehmet Gökalp bu bilgeliği bünyevileştirmenin saadetiyle sürekli mütebessimdi. Öyle bir tebessüm idi ki ne karşısındaki zalime zalimliğini sürdürmesi için bahane üretir, ne de karşısındaki acizin sevincini bozardı. Mahcup ve hüzün içinde bir tebessümdü onda olan . Mehmet Gökalp’ı baba ocağında yaptığımız sohbet toplantısında yakinen tanımıştım. Hafızamda da öyle kaldı. O benim için hep gencecik, her zaman mahcup delikanlı, hizmeti seven, bilge ve çalışkan bir kardeşimizdi. Kılık kıyafetine dikkat eder, Bulunduğu sosyal mevkiyi müdrikti ve gereğini gereği kadar yapmanın da teknokratı görünümündeydi. Traşının kendine özge olması onun dünya algısıyla ilgili bir tavrıydı. O özel bir Mehmet Gökalp idi. Öğretmenlikten gelen pedagojik argoya iltifat etmez, si- Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE vil dünyanın olması gereken değerlerini taşırdı. TÖS ve Köy Enstitüleri diye farklı zamanlarda kurulmuş ve fakat aynı zihniyetin ürünü olması hasebiyle biri sebepte diğeri sonuçta aynı iki ayrı kurumun ne olduklarını ancak gözleriyle görenlerin anlayabileceği bir gerçeği yine onların affına sığınarak pedagojik argo diye niteledim. Aksesuar olarak malum bir gazetenin başlığı dışarıdan gözükecek şekilde ceket cebine yerleştirir, bu anılan kurum mensupları . Oysa lokallerinde oyun oynamaktan zaman bulamazlar ki gazete okumağa . Cebindeki gazetenin bir haftalık bir aylık gecikmeli olması da onu ilgilendirmiyor. Çağdaş medeniyete ulaşma gayretinden geçtik keşke ileri gidenlere fren olmasalar. Fakir Baykurt merhum onların destanlarını yazdı . Onları idealleştirdi. Fakir neticede sanat yapıyordu aklınca . Ne tez söndü balon. Öyle bir argoları var ki demeyin gitsin. Fakir Baykurt’a adı geçen bu iki kurum mensuplarının argo sözlüğü olarak ta bakabiliriz. Salt köy romanı diye edebiyata taşımanın doğru olmadığını Attila İlhan bile kaç kez yazdı. Mehmet Gökalp tek idi derken bütün olasılıkları bilerek söylüyoruz . Konuşmalarımız her şeye karşın tedbir aleminin dilindendir, erbabına arz olunur. 63 Öğrettiği her iyi doğru ve güzeli pedagojik yalıtımla izole ederek kendisine tevdi edileni aynı mazrufuyla bize teslim eden öğretmeni temsilen Büyük Doğu dan nasiplenmiş bu kardeşimize işbu mersiyemizi seccade niyetiyle önüne seriyoruz. Kelam öğreten Rabbim ona da merhamet et. NİCE YARALAR nice yaralar bilirim devayı dilden umar nice yaralar bilirim dilinde deva sunar nice yaralar bilirim yüzeyi sakin derini acı nice yaralar bilirim varlığı ömür tacı nice yaralar bilirim gündemi sükut nice yaralar bilirim gözleri yakut nice yaralar bilirim gözünden düşmez yaş nice yaralar bilirim ağıtıyla olur ayyaş nice yaralar bilirim varlığı aksi yöndür nice yaralar bilirim yarlığı aksiyondur Necip Fazıl Kısakürek Kayseri’ye gelişlerinden birinde Mehmet Gökalp ve diğer Büyükdoğucularla birlikte. 64 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE DEHA VE ZEYL Mustafa ÖZER Ş ampiyonalarda kırılan rekorlar esas alınarak yapılacak seçmelere yarışmacı bulmak zor olacaktır. Zira yarışmacının ve yarışma organizasyonunun optimum şartlarını şanslı yarışmacılar yakalar ve rekorlar kırarlar. Dolayısıyla, tekdüze lineer mantıkla, sürekli rekor beklemek, romantizmin sınırlarını zorlamak olacaktır. Yarışmayı hayatın her yerinde, değişik boyutlarda, başka başka şiddette, hedefi farklı amaçlarda ele almak mümkün. Lakin yarışın olduğu ve hayatın bir nevi yarışmalardan oluştuğu söylenebilir. Bir çiçek buketi gibi renk ve kokuları farklı da olsa bir yarıştır hayat. . Şehirlerdeki hayatın bir hukuk savaşı olması gibi. İşçilerin asgari ücrete karşı verdikleri yaşama savaşı gibi. Bir savaş daha var ki insanın insan olma onurunu elde etme, o onuru koruma ve o onuru yüceltme savaşıdır. Bilgi temelli bu savaş zaman bilincini de bünyesinde taşımak kaydıyla -tarihteki şeytansılığa karşı gözükse de- geleceği fethetme yarışıdır. Bu yarışmanın rekortmenleri bilgelerdir. Bilgelerin dehaları kendi dallarındaki rekorlarla taçlanır. Bir memuriyet, bir makam, bir rütbe veya bir paye değildir ki bilgelik. Zamanında anlaşılan şanslıları varsa da ışığı, varlığı ufkumuzdan çekildikten sonra gelenleri de çoktur. Bilgeliğin dışındaki her türlü şampiyonluk mali taltiflerle ödüllendirilir. Bilgelerin bahtına da hapislikler, yoksulluklar, idamlar ve toplumsal linçler reva görülür. Nisyana uğrayanları asırlarca sonra zaman tünelinden geçerek geri gelirler, ia- dei itibar olunarak toplumlara yol gösterirler . Babalar ve oğullardaki nesil farklılıklarından ötürü oluşan psikolojik ve sosyolojik çatışmalar Dostoyevski, ve Turgenyev gibi bir çok romancıya esin kaynağı olmuştur. Benim ele almak istediğim konunun başka bir boyutudur. Ünlüler ve çocukları veya deha ve çocukları yahut ta şampiyon ve çocukları ele alınınca fenomenin sanki farkları derinleşiyor, renkleri uçuklaşıyor. Ömer, Necip Fazıl’ın Mehmet ‘ten sonra Ayşe’den önce dünyaya gelen, beş çocuğundan ikincisidir. Ve yine Necip Fazıl ve eşi Neslihan hanımdan sora aynı ailenin ebedi aleme göçeden üçüncü ferdidir. Ömer İstanbul 1946 doğumlu iki çocuk babasıydı. Oğlu Ahmet Fazıl babasının cenazesinde yanı başındaydı. Rahmetli üstadın cenazesindeki devlet erkanı ve halk biraz şaşkındı. Devletin o güne değin tu kaka ettiği Necip Fazıl’dı söz konusu olan . Türkiye’de devlet ağzı gazetelerdir. Gazeteler üzerinden ne küfürler yağdırdılar . Ona ne zulümleri reva gördüler. O cesur yürek başını hiç eğmedi, sözünü hiç sakınmadı. Hiç bir habise borçlu değildi ve habisten yana olan pislik yığınlarına da sabrı yetiyordu. Bize resmi istatistikleri göstererek avutamazlar. Devlet her zaman başkalaşmış nesnel ağızlardan konuşuyor. Necip Fazıl’la baş edemeyeceklerini anlayınca da ademe mahkum etme yolunu seçtiler. Bu mason localarından çıkma tavır sanılmasın ki kaldırıldı. İktidarı birazcık ele geçirir geçirmez bu tavrın şid- Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE dete dönüşeceği suyun suya benzemesi gibi irticaya dönüşecektir. İnsanlar sıkıntıda iken kazandıkları melekeleri sağlıklı zamanlarına yatırım değeri olarak kullanmıyorlar. Her sıkıntıda yeniden ölüm kalım savaşı veriyorlar. İnsanların çoğu camda yürüyen sineğe ne çok benziyor. Çıktıkça düşüyor, hiç bıkmıyor. Rahmetli dört inanmış adam isterdi tabutunu taşıyacak. Merhum Turgut Özal gelmişti cenazeye. Özal’ın gelmesiyle başlatılan süreç devlet ve erkanı için yeniydi . O nedenle de biraz şaşkınlık vardı. Protokole bile kimse riayet etmiyordu dense yeri vardı. Refah ve MHP tam kadro neredeyse oradalardı. Bu hercümercin faturası da bize çıkabilirdi. Çıkmayışına şaşırmadım desem yalan olur. Üstadın oğlu Ömer’in cenazesinde de başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı olan eski başbakan Abdullah Gül vardı. Her iki devlet ve siyaset adamı aynı günde defnedilen eski dış işleri bakanlarından birinin cenazesine gitmeyerek siyasal farkındalık yaratmışlardı. Bu konuda eleştirenlerin ne kadar hakkı olduğu konusunda geriye bakmalarını öneririz. Zira eleştirilerinde toplumu nasıl ayrıştırdıklarının bellekleri ortaya çıkıyor Kaderin ince bir çizgisidir ki Özal’la başlayan bu asla dönüş sürecinin banisi yine de batılılar olmuştur. Türkiye’deki devlet görevi tevdi ettikleri elitin aymazlığı nedeniyle, Türkiye’yi büsbütün kaybetme riski batıyı uyarmış ve yeni ekollerin çıkmasına olanak sağlamıştır. Bu stratejik topraklarda uyumakla yok olma eşanlamlıdır, anlayanlar için. Halk zaten gafil, gafletiyle de mutlu Elbette ki sözümüz Büyükdoğu mektebi nasiplilerinedir... Ömer hep yakışıklı güzel giyinmeyi seven ve sevdiklerine sahip çıkan biriydi. Gür ve kıvırcık simsiyah saçı, son dönemlerindeki sakalını tamamlıyordu. Kayseri’ye bir gelişinde biraz sohbet etmiştim. Üstat yaşarken sohbet imkanı pek olmadı. Osman Kısakürek çok nadir de olsa Mehmet’i görmek mümkündü. Ömer biraz gizemliydi. Üstadın karizmatik yapısı ortamı sürekli gergin ve disiplinli tutardı. Aile ortamının serbestisi ise bu karizmaya tezattı. O nedenle üstadın aile bireyleri pek üstadın fikri çevresinde bulunamazlardı. Üstadın evi dahi sevenlerinin işgali ve ablukasında idi. Türkiye’nin tüm sorunları günün bütün saatlerinde ve elbette ki üstadın çizdiği çerçevede ve Üstadın bulunduğu yer neresiyse orada tartışılabilirdi. Bu sorunlar, tarihi olduğu kadar sosyal de olabilirdi. Askeri olduğu kadar edebi de olabilirdi. Tek şartı Müslümanın ilgi alanında olması ve İslamın geleceğine katkı yapmasıydı. Hal böyle olunca da üstadımızın özel ve genel diye bir hayatı olamıyordu. Necip Fazıl ve Büyük doğu birbirine geçmiş iki konseptin ferdiyetiydi. O tekti tek olmasına ve fakat bir çok 65 dünyayı temsil ediyordu. Temsil ettikleri keyfiyetin yoğunluğu nedeniyle belki en çok zaman geçirdiği ev halkına en az zaman ayırabiliyordu. Bizlerin Necip Fazıldan beklediklerimizle çocuklarının bekledikleri kıyas kabul etmeyecek derecede farklar arz eder. Belki bizler farkına varmadan çocuklarının zamanını aldık. Biz mirîmalı diye veya Hüdai nabit bulduğumuzdan kendimize hak gördük. Onun için onun çocuklarına karşı bir vebalimiz var. Bu mersiye ile darülbekaya göçen bu kardeşimize, çam sakızı çoban armağanı kabilinden bir fatihaya vesile olmaktır amacımız. Ne mutlu o Müslümana ki her yerde Rabbin merhametine sığınır. Manevi hemşehrimiz olan kardeşimiz Ömer Kısakürek’e biz hakkımızı helal ediyoruz ve inşallah Rabbimiz hepimize merhamet eder. 66 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE ANLATMAK I anlatmak kolay olsaydı mapusluk olur muydu savaş olur muydu iğde kokulu güzelim II gözüm anlatmak kolay olsaydı bunca HAP bunca KİTAP ve bunca SAP olur muydu hiç? anlatmak kolay olsaydı gün güneş dururken aşkımızı gecelere gömer miydik kestane rengi gözlü meleğim gözüm anlatmak kolay olsaydı bunca SOYGUN bunca SAYGIN ve bunca KAYGIN olur muydu hiç? anlatmak kolay olsaydı müziğe resme şiire ne gerek koklaşır bakışır barışırdık sarmaşık gibi doğanın her yanını sarmıştık şimdiye gözüm anlatmak kolay olsaydı gözünün içine baka baka ne oyun ne doyum için etmezlerdi içine insanın demek oluyor ki gözüm al seyr eyle var kokla tut konuş konu komşu ne gelirse diline hoş beş eyle bir gelişi güzel her varana bir el uzat gözüm uzat ellerini el hasıl güzellik asıl gör ve duy en iyi huy her zaman son söz bitmemeli gözüm gözüm bu sonsuz insan bilmeli sözüm anlatmak istemem içimizi kemireni seni ve beni gözyaşıyla emzireni anlatmak istemem anlatma yeter kapat lügatlarını gözlerini kapat duymamak için kokuları grip ol nezle ol -ne bileyim bir şeyler yap anlatma yeter bildiklerimizi şimdi inanma faslıdır yere dökülen nar tanelerine Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 67 NECİP FAZIL’IN OĞLU ÖMER KISAKÜREK VEFAT ETTİ... Gazeteler Başbakan Tayyip Erdoğan, İstanbul’da şair Necip Fazıl Çile şairi Necip Fazıl Kısakürek’in ikinci çocuğu Kısakürek’in oğlu Ömer Kısakürek’in cenaze törenine katıldı. olan Ömer Kısakürek 59 yaşında hayata veda etti. Bugün öğle namazını kılmak için Eyüp Camii’ne giden Ö mer Kısakürek’in ağabeyi Mehmet Kısakürek, “Ömer Bey, Üstad’ımızın ve Büyük Doğu’nun en baş talebesiydi. Üstad’ın en çok güvendiği evlatlarından birisiydi. ” dedi. Ağabey Kısakürek, Ömer Kısakürek’in ciddi anlamda herhangi bir hastalığı olmadığını belirterek, “Ölüm mukadder, herkesin ölümü için bir sebep vardır. Son birkaç gün rahatsızlandıktan sonra vefat etti. ” dedi. Ömer Kısakürek, Büyük Doğu Yayınları’nda Necip Fazıl’ın kitaplarının neşriyatı ile meşgul oluyordu. İki çocuk babası olan Ömer Kısakürek’in cenazesi bugün Eyüpsultan Camii’nde öğle namazını müteakip kılınacak cenaze namazından sonra Eyüp Mezarlığı’nda babasının kabrinin yanına defnedilecek. Necip Fazıl’ın Mehmet, Ömer, Ayşe, Osman ve Zeynep isimlerinde beş çocuğu vardı. 26. 2. 2005/Zaman *** Necip Fazıl’ın oğlu Ömer Kısakürek vefat etti 15:45 26 Şubat 2005 / Cumartesi Erdoğan, Kırca yerine Kısakürek’in cenaze törenini tercih etti Erdoğan, Ömer Kısakürek’in cenaze törenine katıldı. Törende, Erdoğan’ın yanı sıra, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, İstanbul Valisi Muammer Güler, Büyükşehir Belediyesi Başkanvekili İdris Güllüce ve çok sayıda ilçe belediye başkanı da yer aldı. Kısakürek’in cenazesi Eyüp’de toprağa verilirken, Teşvikiye Camii’nde de Dışişleri eski Bakanı Coşkun Kırca için cenaze töreni yapıldı. Erdoğan ve Gül’ün İstanbul’da bulundukları halde törene gelmemeleri ve hükümetten de hiçbir katılım olmaması, Kırca’nın cenaze törenine katılanlar tarafından tepkiyle karşılandı. CHP Milletvekili İnal Batu, “Yadırgıyorum. Dışişleri Bakanı Türkiye’de ise burada olması gerekirdi. Çünkü Kırca eski bakandır. Dışişleri bakanları birbirlerine cenazelerde gerekli saygıyı göstermeli, gerekli değeri vermelidir. Hepimiz bu dünyadan gelip gideceğiz” dedi. Kırca için düzenlenen cenaze törenine, aralarında eski başbakanlardan Tansu Çiller, Eski TBMM başkanlarından Hüsamettin Cindoruk, 1. Ordu Komutanı Orgeneral Hurşit Tolon ve Eski Genelkurmay Başkanı Emekli Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı’nın da bulunduğu çok sayıda politikacı ve asker katıldı. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt ise törene çelenk gönderdi. 68 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE Şair Kısakürek’in oğluna son veda. Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Gül, ünlü şair Necip Fazıl Kısakürek’in oğlu Ömer Kısakürek’in cenaze törenine katıldı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, önceki gün ölen ünlü şair Necip Fazıl Kısakürek’in oğlu Ömer Kısakürek’in cenaze törenine katıldı. Gece saat 02. 00’de özel bir uçakla Ankara’dan İstanbul’a gelen Erdoğan, öğle saatlerine kadar evinde dinlendikten sonra Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül’le birlikte ünlü şair Necip Fazıl Kısakürek’in oğlu Ömer Kısakürek’in Eyüp Camisi’ndeki cenaze törenine katıldı. Ömer Kısakürek’in vasiyeti üzerine emekli imam İbrahim Boğalı’nın tarafından kıldırılan cenaze namazından sonra Erdoğan, Kısakürek’in tabutunu omuzlayarak bir süre taşıdı. MEZARA TOPRAK ATTI Daha sonra Eyüp Sultan Mezarlığı’nda Necip Fazıl Kısakürek’in kabrinin de bulunduğu aile mezarlığına yürüyerek geçen Başbakan Erdoğan, Ömer Kısakürek’in mezarına 3 kürek toprak attı. Cenaze törenine, Ömer Kısakürek’in oğlu Ahmet Fazıl, kardeşleri Mehmet ve Osman Kısakürek’in yanı sıra Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Gül, Saadet Partisi Genel Başkan Vekili Recai Kutan, İstanbul Valisi Muammer Güler de katıldı. *** Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Necip Fazıl Kısakürek´in vefat eden oğlu Ömer Kısakürek´in cenaze törenine katıldı. Cenaze namazında en ön safta yer alan Erdoğan Kısakürek´in tabutunu bir süre omuzlarında taşıdı. 59 yaşında hayata veda eden Kısakürek, Eyüp Sultan Camii´nde Öğle namazına müteakip kılınan cenaze namazının ardından Eyüp Mezarlığı´nda yatan babası Necip Fazıl Kısakürek´in mezarının yanına defnedildi. Kısakürek´in cenazesine Başbakan Erdoğan´dan başka Kısakürek´in kardeşleri Mehmet ve Osman Kısakürek, oğlu Ahmet Fazıl Kısakürek, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Saadet Partisi Genel Başkan Vekili Recai Kutan, İstanbul Valisi Muammer Güler, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Vekili İdris Güllüce, AK Parti İstanbul Başkanı Mehmet Müezzinoğlu, Saadet Partisi İstanbul İl Başkanı Osman Yumakoğlu, Eyüp Belediye Başkanı Ahmet Genç, Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir, Eminönü Belediye Başkanı Nevzat Er, TMSF Başkanı Ahmet Ertürk ile çok sayıda vatandaş katıldı. Başbakan Erdoğan, Dışişleri Bakanı Gül ve Saadet Partisi Başkan Vekili Kutan cenaze namazında ön sırada yer alırken, birbirleri ile konuşmamaları dikkat çekti. Edilen duaların ardından Başbakan Erdoğan Kısakürek´in tabutunu omuzlayarak bir süre taşıdı. Eyüp Mezarlığı´nda bulunan babasının kabrinin yanına defnedilecek Ömer Kısakürek´in tabutu yokuş yukarı taşındı. Başbakan Erdoğan da tabutun ardı sıra yürüyerek yokuşu tırmandı. Babası Necip Fazıl Kısakürek´in kabrinin yanına defnedilen Kısakürek için Başbakan Erdoğan dua edip mezara toprak attı. Ömer Kısakürek, Büyük Doğu Yayınları´nda Necip Fazıl´ın kitaplarının neşriyatı ile meşgul oluyordu. /26Şubat2005-Haber7. com Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 69 KUZULARIN İMAMI Mustafa ÖZER K enan’ı sevmemek kadirşinaslığı bilmemekle özdeştir. Kenan’a sempatikliğinden ötürü takılırdım. Kuzulara namaz mı kıldıracaksın? Diye takılırdım. Başlardı gülmeğe… Hani Kayseri’de (beş kuruşu var onu da gülmeğe vermiş) deyimi var ya işte o deyim tam da Kenan Kuzuimam’ın beni görünce olan halidir. Gülmek gibi insanı tanımlayan özel tavır onu ne kadar güzel anlatıyor. Kenan ile üniversiteyi bitirdiğimiz yıllarda tanışmıştık. Mustafa Cabat’ın sınıf arkadaşıydı lisede. Bizim İstanbul’a intikal ettiğimiz yıllarda yeni görevi devralan arkadaşlardandı. Kenan Kuzuimam temiz ve traşlı teninde, gençliğin bütün revnakını aksettiriyor, gülen simasıyla insana yaşama sevincini yayıyordu. Arkadaşlarıyla işbölümü yaparak, derneğin yönetimine omuz verdiğini görüyordum. Bizim dönemdeki köylerden kamyonetlerin kasalarında yolculuklar bitmiş, yerini ya bölgelere okullar açılarak ya da teknolojik gelişmeler neticesinde o köylülerin çoğu şehirlere işçi olarak taşınmışlar veya otomotivdeki inkişaf o yoksunluklara son vermiştir. Trafik kurallarına hiç kimse aldırmıyor yollar mezarlık manzarası arz ediyordu. Az gelişmişliğin ekonomik sonuçları bu alanda da acılarla doluydu. Elbette ki bundan daha vahimi sosyal bünyede bu sakat ve iş göremezlerin açtığı manzara daha da acı yüklüydü. O yıllarda sosyal sigortalar kurumu işyerim olduğu için istatistiki bilgiler elime ilk elden geçiyordu. Bu sebeple bütünlüğüne hakim olmasam da Cavit Orhan Tütengil hocadan “Az gelişmişliğin ekonomisi”ni okumuş SSK eğitim seminerlerinde de Türkiye’ nin halini gözlemliyorduk. Diğer yandan Doğan Avcıoğlu’nun “Türkiyenin Düzeni”ni okuyorduk. Mustafa Akdağ hocadan, iktisat eğitimi çok farklıdır, Bir başka önemli isim ise İdris Küçükömer ve eseri “Düzenin Yabancılaşması” bizi şaşırtmıyordu. Çünkü Necip Fazıl’ın Büyükdoğu’ sunda eleştirdiği medeniyetin istatistiki çalışmalarını oluşturuyordu. Kenan’la bir keresinde gazeteden okuduğu eleştiri ve rakamların İdeolocya Örgüsü’nde nasıl da açık açık ifade edildiğini tartışmıştık. Kenan bizimkilerin içinde sesli şakacılar grubundandı. Ali Taşçı gibi projeye dayalı şakalardan değil de spontan gelişen şakaları daha çok yaparlardı. Derneğe bir uğradığımda radyodan verilen maçlar gibi Mısır-Türkiye milli maçını abartısız beş dakika isimleri şaşırmadan ve irticalen maçı naklen veriyordu... Soluk soluğa kaldı. Herkes gülmekten katılmış vaziyette, o hala maç aktarıyordu. Maçın içinde yaptığı bilinçli gaflarla hicvini sürdürüyordu. Kaşlarının yakın uçları hayretten kalkmış durumda, ağzından köpükler saçılana dek göreve devam etti. Artistik değeri çok yüksek taklit kabiliyeti bile müthiş estetik değer taşıyordu. Ziya Olgunharputlu kardeşimize ne çok benziyordu. Ziya gibi biraz kısa biraz göbekliydi. Taklidi geçici ve tek seferlik değil ne zaman istense aynı coşkuyla tekrarlayabiliyordu... Bu yapı onda artistik değerin olmasından kaynaklanıyordu. Zemine 70 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE sağlam basan Kenan’ın vücutça da sağlam bir duruşu vardı. Son gördüğümde, Kayseri Elektrik anonim şirketinde çalıştığını söylemişti. Ve yine belliydi ki evlenmişti. Kayseri’nin yerlisi her şeyin bir an önce ve vaktinde yapılmasını arzu eder. Vaktinde yapılması içinde yapabileceklerini seferber eder. Yapılmasını istediği olgunun yapılmaması sanırsınız kıyameti davet ediyor. Dünyayı birbirine katar. Bunların başında öğrenim gelir, sırasıyla askerlik, iş kurmak ve evlilik, bu konular öylesine acil ve titizlenilerek takip edilir ki devletlerin gizli örgütlerinin hareketleri dahi sinema filmi sayılır. Bu jenerasyonun öncülerinden sayabileceğim Seyid Ali Kahraman, Mehmet Kasap, Mustafa Cabat, Ahmet Gül, Mustafa Tekelioğlu, Kadir Seçmeler, Macid Gül… daha niceleri… Bu acil sıralı yolu izledi ve yaptırımın içinde kaldı. Öğrenime gösterilen tolerans evlilik ve iş kurmada da öne alınsa bir diyeceğim yok. Öylesine üst üste cepheden yumruk almış boksör konumuna sürükleniliyor ki;ailede, gencimizde hayat yükünün altında ömür çürütüyor. Mesleki birikimine uymayan kuruluşlarda personel olmaktan tutun da, yalapşap kurulan firmalarla vergi dairesine çalışmalara kadar iş kurmuş olmalar. Heder olup giden ömür, birikmeyen bir arka, pişmanlıklardan örülen bir gelecek hayali…Ve kendinden sonraki nesli de aynı sinir bozukluğunun içine sokma stres ve inadı… Hayır umulur mu bu gecenin sabahından… Allah kerim ve gafurdur, merhamet eder de hatalarımıza soluklu uzun vadeli çözümler buluruz. Hele hele plansız programsız ve de hiçbir fizibilite yapılmadan zararla sonuçlanan yatırımlar, bilenlerini ve sadet dışında olanları üzüyor ve hatta çıldırtıyor. İş batmaz demiyoruz, elbette konjonktürün tümünü okumak mümkün değildir ve fakat bu yarım akıl sahipleri hangi tedbirler ve garantiler içinde yatırım yapmışta zarar etmiş ki?Ekonomik süreçteki değişim ve başkalaşmaları, kamu bütçesinin döküm ve dağılımı, dünyanın diğer yerlerinde neler olup bittiği yatırımcının ilgi alanına girmiyorsa, ipek böceği misali tacirde kendi kozasında hayata veda eder. Boynu büküklerin kendi eksiklerinden kaynaklanan şükürleri bile kendilerine esenlik vermiyor. Acı ve ihtiyaç rahatsız eden iki sinek gibi suratlarına musallat oluyor. Sürekli sinir gerginliği, sürekli azap. Üstüne üstelik elinde olmayan maddenin ıstırabı. Bir diğer yanda, ev kurmadaki titizlik:Borçla konfor alınır mı?Alıyorlar…. Satanlara da bir süre sonra karşılıksız senetler halinde geri dönüyor. Kapalı ekonomik dönemlerdeki kanaat ve evdeki anlayış ta bugün kalkmış. Her kafadan bir istek…Borçlananın gece gündüz kaygı ve utanç içerisinde ödemeye çalıştığı borç stoku her an daha da büyüyor. Ortaçağda kölelerin bile düşmedi- ği bir düzey. . Toplumun rahatsızlığı ve genelde hepimizi saran bu kangrenden bu sosyolojik sarmaldan çıkmamız için fırsata vesile olduğundan rahmetle Kenan’ı burada yad etmek borcumuzdur. Namurat göçler herkese dokunur. Ben Kenan’ın neden ve nasıl sonsuza yürüdüğünü bilmiyorum. Hatırlayanlar da kopuk kopuk hatırlıyor. Bu puzzel parçalarından hayat fışkırmıyor. Oysa Kenan hafızamdaki gülen resimleriyle şükür içinde kendiyle barışık gencecik biriydi. Büyükdoğu’nun amir bilgeliği bize emanet edilen aklı son kırıntısına kadar kullanma mecburiyeti getiriyor. Aklı kullanmayıp tasarruf yapacağız. . El insaf, merhamet buyurun kardeşlerim …merhamet... Gövde akıldan uzakta mıdır?Elbette onu da bir ömrü kuşatacak selim güce dönüştürme zorunluluğu var. Gafletin iş yapma kabiliyeti yoktur. Titiz ve derin düşüncenin hayal olmaktan çıkıp hayat haline dönüşü ve bu dönüşün Kayseri’de yaşıyor oluşu bizdeki umutları geliştirmişti. Ali Biraderoğlu abimizden söz açtığımızı bilenlere değil de belki hatırlamak isteyenlere bir flaş aralığından göstermek istiyoruz. Söğüt Kitabevi şeneltilmiş ve gençlerle olan, zaman buldukça toplanmalar, periyodik hale getirilmişti. Bu bilgileri İstanbul’a iletenler bizi Kayseri’ye rabıtalandırıyorlardı. Dedim ya İhtilal olmuş, ekonomi enkaz. Nereye el atsak yasaklarla sınırlı…Umutların kıble yönündeki şefkati de olmasa hayatı yük sayacağız. Ali Biraderoğlu ve Söğüt o dönemdeki Büyükdoğu adına sevinecek tek tesellimiz. Şu satırların yazıldığı sırada bir risale de olsa kitaplaşma umudu içimizi ısıtıyor. Halimizi aydınlatacak projektörlerin döşenme vakti ve bunu bilgelerinden isteme hakkı doğmadı mı? Kenan Kuzuimam kardeşimizin bu dönemde üzerine düşen su dağıtma görevi arkadaşlarının yüreğini serinletmiş olmalı ki, kendisini daima hatırlatacak, Fatihalarından uzakta kalmamasını inşallah temin etmiştir. Ali Biraderoğlu toplantılarının müdavimi ve meraklısı bu kültür kulağını bu tecessüsü nedeniyle gündeme almak onu nerede bulacağımızın ipuçlarını veriyordu. Biraderoğlu’nun bilgeliğini seviyorlar ve muhabbetle izliyorlardı. Ölümün biz insanları ne zaman ve kimden koruyarak saklayacağını bilemiyoruz. Onun için de ölümden yana bir öcü üretmiyor ve korkusunu taşımıyoruz. İdeali uğruna “…. ölüm hoş geldi safalar getirdi” diyen Che’nin soluğu sıcak geliyor. İçi aksiyon ve insan dolu Mehmet Kasap’ın (ni’diyim gerisini) dediğini duyar gibiyim. Yine Kenan’ı anmak vesilesiyle gündeme getirmek istediğimiz Kayserililerin Mersin’de yazlık merakı, kapalı ekonomik dönemdeki Adana’ya ekmek parası kazanmak için gidişlerin evrimi mi sualini sorduruyor. Enteresan bir konu. . Buna bağlı olarak sayfiyelerdeki şatafat... İnsanın içi- Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE ni karartıyor. Son üçyüz yıldır başkasının cebinden yiyen devletin örnek olması daha da enteresan. Geleceği tüketen züğürtlük. . Aklımızı son kırıntısına kadar kullanmalıyız derken kastettiğimiz geçmişin bilgilerini de kapsıyor. Ki geleceğe dair bir projeksiyon yapılabilsin. Diğer yandan her şeyin olumsuz kötülüğü ve yükünün aklımıza zarar vermemesi için direnç tellerinin sabır ve dualarla sigorta edilmesi lazım. Çelişkilerden şaşkınız... Bıksakta bıkmasakta değilmi ki hayat iskelesine gövdemiz aklımızdan bağlı…Çağrışımlardan kurduğumuz bu dünyada anıların boş borularının hangisinde hayat var diye diye üflediğimiz nefesler umarız gönüldaşlara dua yerine geçer. Yaşayanlara sözümüz vardı söyledik… Erciyese göre hayat güzeldir. Erciyes ve Kuzuimam neden örnek olmasın . Eskiden kullanılıyordu “annaç” diye bir kelime. Anlamı ise ‘’karşılık’’tır. Annacınız neden Kuzuimam ve Erciyes olmasın. Allahım gönüldaşlarımı merhametinle kuşat. bir kış gecesinde gar I. kedi gözleri yol gösteren yol kenarlarında yanıp sönen içimizde kedi gözleri erir yıldızlar gibi içimizde pis kentin portalinde seni yitirdim kedi gözleri söndüğünde kedi gözlerince özledim seni yoksun içimde umudum gün umudum gün umudum gün eridim gün eridim gün güm güm içim güneş bekledim dün güneşi gördüm yankı sevdasıydı mehtap kundaklar gibi inler yollarıma kara oldu bu günler bu günler gücümü önler bir kış gecesinde gar bir yanda kar yağar beri yanda ben gardan kalan anılar içinde senin içindeyim garda kış gecesiydi gözlerimi verdiğim zaman oldu kaydı ayaklarımız kayan ayaklarımız kırılan kafamız değildi oysa arşimed gibi “bulduk” diye sarıldık salaklığımıza kayan günlerin kaydırağında horoz şekeri sevincimizde koştuk ateş böcekleriyle kirletemediğimiz kentin sokaklarında bilmeden bulduk kendimizi sen ilk aşkımsın dedim sana aldandığını sandın kitaplarıma bakıp oysa ben yalanın kendiyim dedim yalan söyleyen senin gibi ekmek yerim su içerim taşa taş suya su derim alabildiğine küfrederim ben içre buysa anladığın gerçek anlamadığını söyle kim bilecek yalanın kendi yalan dünya olduğunu gerçeği yitirdiğimden beri yanında yalanında gerçeği buldum diye ilk aşkımsın dedim sana aldandığını sandın kitaplarıma bakıp II. deklanşor iniyordu yıldırım mızrağında bıyık tutan dudaklarımı cehennem ateşiyle yerken darmadağın düşünceler içinde yaşıyorum yaşıyorum seni derken çocukluk yıllarında yağmur yağsın diye yılan yaktığımız yerler şahmaranın masal diyarı oldu yağmur yağsın diye yağmura bağladığımız kedi gözleri gibi dönüşümlü geceler içinde ağlar durmadan gelen bereketleri diri dilber memesi emer gibi semadan yağmura ekmek sakladığımızdan ve yağmur yağmur yağmur sen ey tanrının çözülmez bilmecesi yağ dur yağ dur yağ dur 71 72 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE köy yaşadım yıllar yılı kent hayaliyle kentte seni bulurum diye kaç kamyon eskidi kimbilir beni taşımak için yaşamak diye kent hayaliyle yaşadın mı sen de hiç köyde gece serinliğinde tozduğunu ve o mağrur beldede işkencelerin sevildiğini bayram olduğunu elbiselerin elbiselerin sevgiden solduğunu yaşadın mı sen de hiç köyde kadının erkek olduğunu ve bu kent içre benim kolu kopan dağ olduğumu devliğimi yalnız sende bulduğumu nasıl nasıl nasıl olur diye yıkıldığımı şimdi küçük küçücük küçüklüğüm elleri toprak dolu elleri hayat küçücük çocukluğum büyük büyük büyümek için anadolu diye seni bekledim karda kış gecesi karşılanıp kaydığım devasa tutkularım onbeşinde ayaklarım özünde buldu teri bu ter yalım benzeri yaktı sensiz gözleri kaldı kedi gözleri şafak sürükleyen yılkılarla çarşamba kıyılarında koştuk alcasına akçasına yağızcasına hep bir ağızcasına coştuk ben ve ben konuştuk konuştuk geceleri konuşturduk sakız kokan dağları kanayan soğuk pınarlarına köyün türküleri dindirdik indirdik içimize dünyadan daha büyük geceleri orda bıraktık yankıları devasız heceleri yalçın kayalarda erimez diye ayrılırken göç destanlarını ağladım süt kuzuları satılıyordu celeplere bahçeler yeşil gök yine mavi toprak kokuyordu dere akıyordu yine içimde boğulan sevi içinde selviler geçiyordu son fatiha’mdı köy gibi yarım ve içten işte anlattım tek sebebi yanmak olan ömrümü bir hiçten biraz daha yarım olan ömrümü ve dahası nerde yarım öykü var nerde bir türkü yarım kahramanı eksik romanların susan ağıtların ezgisi eskizi eski Nasrettinlerin unutulan sevgilerin unutanların ve baharlarsa yarım onları ben tamamlarım işte ben bu kadarım göçmen kuşlarla döndü anılarım sıcak düşlerime gözaltına aldığımda seni yağmur yağıyordu sina çöllerine biz yalan yakıyorduk yılan yanıyordu cennetten çıktığına bakmadan ve yılandan farkımızı anlamadan yılan yakıyorduk iki yanlı evrenin hep bu yanından yalana bakıyorduk Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE III. kedi gözleri süngüler ucunda sunulan sorular kedi gözleri kerbelada susanan sancı yastığı gönlüme uzanan ela gözlerin günahı kedi gözleri kedi gözleri varoluşun boğulan varoşları evren susmadan savaş renginde susayanlara susan alçaktır susturulan insana güneşi ezmeliyim gül kurusu yanını kıyam durmalı durdurmalı güneşi kirli gözlerin yüz görümlüğü diye kırmalı putun boyundan düşeni kum saatlarının ekvator boyunca yüreğime bastığı ve beni kanımdan astığı zaman bilinmeli gün gün bilinmeli gün gün gün olmalı gün can kırıldı cam kırıldı bir düğündü gördüğüm ben beni bildiğim gün acılarım tuğla kırmızısı yapımı tutan niçin onulmaz içimde hep eriten hep terleten soru kırılan onurumu onarılmaz yerinden tutup kırılan omurların üstünde irkiliyorum pis kentin elleri irin gözleri irin tanrı tanımaz kişilerin kişiliksiz günleri kuşattı kentlerimi yokluğun anıtında bir asık yüz pusuda yansıyan bu sularda boğulan ışıklarda bağbozumlarına taşınan yadsınan sözlerimle garda gardayım karasevdaların karasında garda sevgilerin soluk renkleri daha da soluk konuk olduğum gözlerinizde andığım an karanın adını evren yıkılır bu yüzde kırılır kamyon klaksonları bu yüzde durur yosun tutan anılar bu yüzde tutulur güneş düşlerimde açıldı sana bu kış gecesinde dondurdum sesini erimesin diye içimde ellerim üşüyen ellerim ellerinde başlayan el olmamak yakınımda ellerin nasıl nasıl nasıl ellerin el ellerin el ellerin yağmurun omzunda bahar olur umudum bir gün bir gün evet bir gün gün açar yeşil çağlar bir gün örgün bir çağ içine seni yani seni son gün diye umdum kedi gözleri yol gösteren yol kenarlarında yanıp sönen kedi gözleri dönüşümlü kendine ve bölüştüğüm yağmur içinde yağmur delişmen yürekler inandığınca ak tanrı yoluna izdüşümlü sevgiler sevgilim sen sevgilim sen sevgilim yüreğim sevginle sengin semai yol ikimize yol yol ikimize sevgilim sen sevgilim sen sevgilim bizimle kedi gözlerine giden yol 73 74 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE Kenan Kuzuimam, arkadaşları Fethullah Dinçsoy ve Suat Ülker’le birlikte. Kenan Kuzuimam, Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in1977’de Kayseri’ye gelişinde İskender Kebap Salonu’nda. Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 75 KADİM DOSTUM Kenan Kuzuimam Fehtullah DİNÇSOY B üyük bir acı içinde gözlerini açtı “Allah’ım büyüksün” dedi. Hastane odasındaki bu yakarışından tam iki gün öncesi akşamının geç saatlerinde yazlığındaki havuz başında beraberdik. Hüzünlüydü. Etrafta kimseler yoktu, ilahi söyleyelim istedi. Bildiğimiz ilahileri tekrar tekrar söyledik. Üstad’dan şiirler okuduk. Laf dönüp dolaşıp dünya meşakkatine dair işlere gelmişti. Birden bire hüznün yerini sevinç almıştı. Ne de olsa düzenli bir geliri vardı. Beraber üye olduğumuz kooperatif üç ay önce evimizi teslim etmiş, taşınmıştık. Taksitleri devam ediyor olsa da bir yazlık evi olmuştu. Tatile bile gelmiştik. Daha ne isterdik. Allah’a şükrettik. “Ama demişti; bu günlere gelene kadar ne sıkıntılar çektim. ” Çok ketum olduğu bir konuda açılmıştı, anlatıyordu; “küçük yaşta babamı kaybettim. Anneme cüz’i bir emekli maaşı bağlandı. İkisi erkek, biri kız üç kardeş var. Ve kuru kahvecide çıraklıkla başlayan çalışma hayatı. ” Büyük adam sorumluluğu yüklenmişti omuzlarına küçük yaşta. “Lise birden sonrasını biliyorsun dedi. ” Lise son sınıftaydık; Surda bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes Ey kahpe rüzgâr hangi yönden esersen es beyitini kara tahtaya yazmıştı. Solcu edebiyat öğretmeni çok kızmıştı. Bana; üzülme, son sınıftayız onlar çok güçlü bize zarar verebilirler, cevap veremediğimiz iyi oldu demişti. Üniversite yıllarında ayrı şehirlere, O Ankara’ya ben İstanbul’a gitmiştik. Hep birbirimize mektuplar yazdık. Haftada iki üç mektubunun geldiği olurdu. Hepsi sarı zarflarda, gönderen kısmında Çarşıağası yazardı. Postacı meraklanmış bir gün Çarşıağası ne demek diye sormuştu. Mektupları hep besmele ile başlar, imanla ilgili konuları, Kayseri ile ilgili kısa haberleri yazar, Allah’ın selamı Sevgilisini sevenlerin üstüne olsun diye bitirirdi. Mektupların güzeldi, yazmalısın demiştim havuz başında. Tebessüm etmişti. Annesi genç yaşında ağır bir hastalığa yakalanmıştı. Hasta halinde hep evladını koruyup kollamak isterdi. Dünyada tutunabildiği tek dal o idi. Daha evlenmeden annesi de vefat etti. Omuzlarına yine çok büyük sorumluluk yüklenmişti. Artık hem baba, hem anne, hem kardeş, kısaca kardeşlerinin her şeyi olacaktı. Oldu da. Bunca yokluğa rağmen hep veren olmak isterdi, her zaman verdi. Sabırlı idi. Hiç şikâyet etmezdi. O’nda bir inci tanesinin oluşmasındaki sabır vardı. İçine kapandığı zaman sanki gözyaşlarından inci yapardı. Mihnetlere katlanmak da onun kalbini yavaş yavaş sabırla yormuştu, farkında olmamıştı veya bizlere belli etmemişti. Kısa bir suskunluktan sonra, “müdür, Kayseri’ ye dönüşte bazı işlerim var bana yardımcı olda onları bitirelim dedi. ” (Allah rahmet eylesin bana hep müdür diye hitap ederdi. ) İşlerinin ne olduğunu ne ben sordum, ne de kendisi söyledi. Birkaç gün sonra O’nun tabut içinde, bizim de arkasından hüzünle Kayseri’ye döneceğimizi bilemezdik ki. Havuz başında geçirdiği- 76 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE miz uzun saatlerden sonra sabah çıktım. Ne kadar zaman biz yanından ayrılarak başka bir geçti hatırlamıyorum. yere geçmiş, başka arkadaşlarla Doktorlar ve arkadaşbuluşmuştuk. İki gün geçmiş, lar dışarı çıktılar. Kim halen yanımıza gelmemişti. Arsöyledi onu da bilmikadaşlara bu adam yarın gelmez yorum. Öldü dediler. ise ben yanına gideceğim dedim. İçeri girdim, sanki yaGecenin bir yarısında şiddetle nılırlarmış gibi nabzını kapı çalınıyordu, açtım oğlu Ali kontrol ettim, atmıyorbabam hastanede yatıyor dedi. du. Gözlerini kapattım, Birkaç saat önceki sitemimi duyçenesini ve ayaklarını muşçasına Kadim Dostum beni bağladım. Bir hasta kırmamış gelmişti. Son gelişi bakıcı geldi. Ceplerini olduğunu bilemedim. Arkadaşboşalt dedi. Başka ne larla birlikte koştuk hastaneye çıktı hatırlamıyorum vardık. Kırk yaşına kadar; acılar, ama bir paket sigarayı hüzünler, sıkıntılar ve onca mihhatırlıyorum. Alnından net o gencecik kalbini yormuştu, öptüm, alnın ak, yolun çalışmakta zorlanıyordu, tekliaçık, mekânın Cennet KENAN KUZUİMAM yordu. Başında iki doktor duran olsun, Allah rahmet kalbini çalıştırmak için uğraşıeylesin, “Her nefis ölüyorlardı, çalıştırdılar da. Krizin mü tadacaktır. ” dedim. verdiği büyük acıya rağmen gözOdadan çıktım. Beni lerini açtı, şuuru yerine geldi, “Allah’ım büyüksün, sık sık tedavi için götürdüğü ve muhabbetimize vâkıf çocuklarımın yüzüne bak, beni çocuklarıma bağışla” doktora ölümünden aylar sonra rastladım, bana ardiye niyaz etti. Acı içinde başını çevirerek bakındı, kadaşın nasıl diye sordu. Hakka yürüdüğünü söyleçaresiz bir şekilde başında duran üç arkadaşını ta- dim, doktor; beni teselli etmek için etkili ve sade bir nıdı. Onlardan Mersin’e götürülmesini istedi. Ama ses tonu ile “Her hastanın başında bir ölü gezer. ” doktorlar yerinden kaldıramayız, çok tehlikeli gide- Allah rahmet eylesin dedi ve yürüdü. Âmin dedim. mez dediler. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum tek- Kadim dostum diye ağladım. rar komaya girdi. Kalbi durdu. Şok aleti ile müdahale Doğumu; 1955 başladı. Benim dayanacak takatim kalmamıştı dışarı Ölümü: 16 Ağustos1995 Kenan Kuzuimam, Mustafa Cabat, Ali Pehlivanoğlu Üstad Necip Fazıl Kısakürek, Dr. Mustafa Mıhçıoğlu 1977’de İskender Kebap Salonu’nda. Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 77 FUAT LİVDEMİR Mustafa KANLIOĞLU B üyük Doğu fikriyatının kendi yaş akranı içerisinde renkli simalarından birisi idi Kendisi imam hatipte okurken bile aydınlık evler orta okulunun bahçesine gelerek az çok aklı eren çocukları etrafına toplayıp sultan Abdülhamid Hanı hararetli bir şekilde anlatıp onu savunuşuna şahit olan arkadaşlarımız var. İmam Hatip Lisesini bitirdikten sonra, Erzurum İslami İlimler Fakültesini terk edip ODTÜ sosyoloji bölümüne kayıt yaptırıp bir yıl okuduktan sonra Kayseri Yüksek İslam Enstitüsü üçüncü sınıftan ayrılıp üniversite hayatına son vermişti. Kendisini idare edecek şekilde Arapça bilir, oldukça çok sayılacak şekilde hadis ezberi vardı. Bir gün Söğüt Fikir Kulübü kitap evinde hararetli bir şekilde Hadis ve Ayetlerden bahsettikten sonra hayatının vazgeçilmezi olan ve içmekten ziyade yiyor hissi verdiği sigarasını bakkaldan almak için kitap evinden ayrıldığında orada bulunan ağabeyin ‘Fuatın Kayserinin en popüler vaizinden ne farkı var?’ diyerek onu övdüğünü hatırlıyoruz. Evine ziyarete gidildiğinde çok zengin bir kütüphaneye sahip olduğu görülmüş, bu zengin kütüphanenin kendisine kattığı hasletle, konuşurken kelimeleri seçerek ve farklı bir üslupta kullanırdı. Hayatının belli bir dönemini dolu dolu yaşadı belli bir dönemini de çeşitli meşakkat ve sıkıntılarla geçirdi. Hayattan göç ettiği gün Cami-i Kebirdeki mütevazi tabutunda defnedilmeyi beklerken hasbel kader bir siyasinin yakını olan başka bir cenazeye gelenlerin arasındaki bir çok dava arkadaşları onun bu fani dünyadan göç ettiğini orada öğrendiler. Tevafuken onun da cenaze namazını kılmak onlara da nasip oldu. Namaz kılındıktan sonra siyasinin cenazesinin arkasında yüzlerce kişi Fuat Livdemir’in arkasında bir elin parmakları sayısını geçmeyen samimi dostları.. Üstat Necip Fazılın Yeryüzünde yalnız benim serseri, Yeryüzünde yalnız ben derbederim. Herkesin Dünyada varsa bir yeri, Bende bütün dünya benimdir derim. Mısraları tamda Fuat Livdemire uyuyor gibi. Etrafımızdaki birçok gönüldaşımız Hakkın rahmetine kavuştu, onların göç ettiği günle şimdiye kadar geçen zamanı hatırlıyor ve bu sürenin çok çabuk geçtiğini biliyoruz, onlara kavuşmak için çok az bir zamanımızın kaldığını düşünüyor, göç için bir hazırlığımız olmadığı için hayıflanıyor her geçen gün daha çok bozulan bu Dünyanın pisliklerinden kurtulacağımız içinde içten içe seviniyoruz. Bu fani Dünyadan Büyük Doğu fikriyatına gönülden bağlı bir garip Fuat Livdemir geldi geçti Mevlamız rahmet eyleye. 21. 12. 2012 Doğumu:1955 Ölümü :2006 78 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE ÖZEL BIYIKLAR Mustafa ÖZER Ü stad Necip Fazıl’ın dışında onun bıyıkdaşı Rasim Özcan’dı. Efendi mi efendi sürekli mütebessim kişiliğiyle bir gün karşıma çıkıp da hayat hikayesini yazmamı isteseydi ne yapardım bilmiyorum. Ama bu gün renk tayfında ruhlarıyla bize yaşama sevinci veren kardeşlerimize cenazelerinde bile bulunamamanın hüznüyle bir demet çiçek yerine kaim olmak ve fakat daim anılmak üzre işbu hayatına dair izleri sürmek istedim. Ki bu küçücük papatya yaprağı kadar saflığın onu taltif etmesi ve Fatiha dan unutulmaması için bir mersiye olacaktır. Rasim abimizle 1966-1967 öğrenim yılı içindeki kış aylarında tanıştığımı sanıyorum. O günlere ait birkaç fotoğraf anılara düşülen tarih gibi hafızalarımızdaki unutkanlığı belgeliyordu. Üstadın Kayseri’ye gelişlerinden birinin arifesindeki hazırlıklarda bazı dövizlerin yazılması için kaygılanıyorduk ki Mustafa Dinçel Rasim abinin adını andı. Daha sonra o yazılar afiş haline getirilmişti . Bu işi üzerine alan da Rasim abi olmuştu. Hafızamda ve hatıralarım içinde kalan Rasim abi -1974 ten sonrada hiç görmeme rağmen -hala elimi uzatsam sıcacık elini tutacağım kadar yakınımda biridir. Dünya halidir deriz ya, savrulup darmadağın olduğumuz, hasretini saf bir insan olarak duyduğumuz ve fakat bir türlü iki yakası bir araya gelemeyen kaderin içinde, uzaklarda gariban olarak kaldığımız ruh hallerinde Büyük Doğu nasibinin frekansıyla öylesine coşuyorum ki, hatıralar romanlaşıyor. O romanın kahramanları yazıdan kahramanlar değil de yaşayanlardan birileriydi. Bunlarda biri de Rasim Özcan’dı 1932 doğumluydu. İnsan davranışlarının kalıplarını yaşadığı imkanlar alemi çiziyor. Doğum tarihini vermemden murat onun büyüyüp geliştiği dönemi takip bakımından önem arz ettiği içindir. Kayseri’de yerel deyişle tayyarelik, hava ikmal adlarıyla iki ayrı dönemi simgeleyen isimle anılan kurum ile anatamir adıyla anılan tank bakım üsleri Kayseri’ye usta teknisyen yetiştiren iki askeri kurum ve bu kurumun açtığı çırak okulları ise işin ne denli önemsendiğini gösteriyordu. Kayseri’deki Büyükdoğu mektebinin iki önemli kaynağı vardı ki, bu çırak okullarıydı. Bu okullarda belli bir disiplin içerisinde mesleki bilgiler veriliyor ve yasalara uygun bir işçi hayatı düzenleniyordu. Özel sektördeki özensizlik, belirsizlik, düşük ücret ve insani haklar işçileri bu kurumlara yönlendiriyordu. Bu kurumlardaki işçiler hem ülkelerinin hem dünyanın sosyal ve siyasi sorunlarıyla ilgileniyor, hem de mesailerinin karşılığı konusunda diğerlerine oranla imrenildiği duygusunu taşıyorlardı. Kayseri için önemli olan bu iki kurum bir örnekti. Fabrikalar askeri kurumdu ne de olsa. Dayanıklı hayır eserleri (cami. aşevi, köprü, çeşme vb), bilimsel ve sanat eserleri ve evlat, insanı ölümsüzleştiren varlıklardır. Rasim abide hep bunun hicranını duyduğunu dillendirirdi. Yokluk ve yok- Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE sulluklar içinden sıyrılıp çıktığı dönem ve çabasını ve o çabada yardım edenleri unutmuyor, onları hayırla yadediyordu. Çocukluk yılları hem öksüz hem yetim ve hem de iki kardeşinin de büyütülmesi üzerine kalmıştı. Sıkıntı bununla da sınırlı değildi. İkinci dünya savaşı yılları. Yokluk ve yoksulluk ve de yolsuzlukların tepe yaptığı yıllar, o yıllara karşı mücadele eden üç küçük çocuk…İlkokulu bitirir bitirmez hava ikmal ‘in çıraklık okuluna kayıt ve hava ikmal merkezinde görev üslenme. . Ömrü çileler içinde geçen Rasim Özcan’ın yüzündeki çizgiler bu çilelerin çoktandır şüküre dönüştüğünü gösteriyor olmalı ki onun neşesinden insanlara güven, doğruluk ve iyilik yansıyordu. Onun bize nazaran uzun olan boyu takım elbisenin içinde zarafeti simgeleyen bir yapıdaydı. Her zaman insanların karşısına güzel bir elbise ve gülen bir yüzle çıkardı, bu nasibi dahi Üstadı temsil eder gibiydi. Pantolonu ütülü, ayakkabı pırıl pırıl ve kravatı son modaydı her zaman. Traşına özen gösterir özellikle bıyığını sanki kumpas kullanırcasına düzgün keserdi. . Yüzündeki yumuşak ifade Fahri kainatın sünnetine uymanın fotoğrafa yansımasıydı. Hele o sesi… Yüzünden daha yumuşak o sesi, müminin merhametinden besteler gibiydi. Hayat memat diyorlar, ne dediklerini biliyorlar mı acaba. ?Rasim ağabeyimiz hayatın memat olduğunu bilenlerdendi. Ölmeden nefsini hesaba çeken Büyük Doğu nasiplisiydi. Akciğer kanseriyle davet edilen Azrail arkadaşımızı ebedi hayatına taşıdı Şubat ayının ayazı ikibindokuz yılında bir başka hüznü donduruyordu. Kardeşimiz göçmüştü. Allahın merhameti ve rahmeti onunla ve bütün inananlarla olsun. Amin. RASİM ÖZCAN 79 DARBOĞAZ I yüreğim yumuşak yüreğim yükleniyor gelip geçen günleri bir hüzün mayasıdır dirilten yüreğim çözmüyor düğümleri düğümler ki aklımdan geçen boğazımdan geçmeyen madde düğümler ki yüreğime dayanmış ezdikçe ezilen hadde ve yürümek zorundayım sokağın ucuna dek nasıl zamanla sönüyorsa sokak feneri öyle yüreğimi tutan “bottle – neck” gel dostum gel de bir şeyler söyle kimliğimize dair söz açmadıksa kör döğüşünden kaostan yana göz rengimiz değiştirmiyorsa bakışlarımızı güzel olana gel de birlikte bakalım II doğrusunu söylemek nasılsa öyle anlaşıla muşmula yemiş midenin rengi kaplumbağadan hızlı gide parmak çorap içinde yoklukla varlığın yitince nirengi doğrusunu söylemek nasılsa öyle anlaşıla takvim bir nöbetinde süngülenir kan enflasyonu beslerse akvaryumda bir iki balık üç ahbap çavuş yaparsa kalabalık bir duvar dibi avlarsa geçer şaşkınlık 80 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE Üstad Necip Fazıl Kısakürek, Ali Biraderoğlu, Mehmet Gökalp, Abdulkadir Abdusselamoğlu, Ayaktakiler (Soldan): Ahmet Kaplan, Rafet Cingil, Rasim Özcan, Mehmet Güldeste ile. Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 81 Mustafa ÖZKÜÇÜK 01 Halit KANTARCI /01/1950 yılında Kayseri’de doğan ve çok sevdiği Necip Fazıl kitapları, öğrencilik yılladayım Mustafa Özküçük Kayseri Li- rında tanıştığı üstad Necip Fazılın düşünce ve fikir sesini bitirdikten sonra İstanbul Üni- hayatı onu derinden etkilemişti, daha sonraki yıllarversitesi Diş Hekimliği Fakültesinden 1973 yılında da da hep Necip Fazılın izleri olmuştur hayatında. mezun olarak Kayseri’ye tekrar dönmüş ve muaye- Bu noktada çeşitli vakıf ve derneklerde aktif rol alnehanesini açarak Diş Hekimi olarak hayatını sür- mıştı. Özellikle Hekimler Birliği Vakfı’nda ve KEK. dürmüştür. 27 kasım 2008 sabahı bir telefonla uyan- Vakfında. Ölümünden kısa bir süre önce bana kendım. O gün dayım Mustafa Özküçüğü kaybettiğimiz disinin de sürekli katıldığı, Kayseri Eğitim ve Kültür gündü. Uzun zamandır çektiği çile bitmişti aslında. vakfına ara sıra da olsa gitmem konusunda ricada Oysa daha iki gün önce yanındaydım ve yine elini bulunmuştu. Çok ince espirili bir insandı. Bazen diş taraması yapmak için katıldığı okullarelime bilek güreşi yaparcasına toka da “Bir Latin şairi olan (Juvenal) der etmişti, yüzünde her zamanki gülümki: ‘Mens sana corpore sano’ “Sağlam semesiyle, içimizden ikimizde bunun kafa, sağlam vücutta bulunur”. Çocukbir veda ziyareti olabileceğini düşünülar onun için dişlerinize gereken önemi yorduk, sonra bir anda çocukluktan o verin, diye diş taramasına başladığını zamana kadar geçen güzel günler geldi öğretmen arkadaşlarından dinlemişgözümün önüne. Çok farklı bir insantim. Dayımın arkadaşları içerisinde dı benim için. Bizim ailede kimin başı en fazla Bekir Yıldız’ın aklına, irade ve sıkışsa hep onun yanında alırdı soluotoritesine karşı arkadaşlığın ilerisinde ğu, yardımını hiç esirgemezdi, karşılık bir takdir duygusu vardı. Sık sık berabeklemezdi. Sadece bize olsa ya, herkeber zevk ve muhabbetle birlikte yemek se yardım ederdi herkesin Mustafa abiMUSTAFA ÖZKÜÇÜK yediklerine şahit olmuşumdur. Kendisiydi, teyzesinin kızı Türkan hanımla sinin erkek kardeşi olmadığından benevliydi ve Şule ve Şeyma adında iki kız ce Bekir Yıldız’ı zımnen kardeş yerine koymuştur çocuğu vardı. Bir ruh tutkunuydu... Hiç kibirlenmezdi, göste- diye düşünürdüm. Bu samimiyete gıpta etmişimdir. rişten, şatafattan hoşlanmazdı. Eğer Mustafa Özkü- Vefatından 15 gün sonra çok sevdiği arkadaşları bir çüğe bir sırrınızı verdiyseniz asla onu kimseyle pay- anma gecesi tertiplemişlerdi, KEK Vakfında. Akşam laşmazdı, ağzından kerpetenle bile laf alamazdınız bir ziyafet verilmiş ve hatim duaları okunuyordu, sır küpüydü. Dini yönünün çok kuvvetli olduğunu içlerinden biri, Mustafa Özküçüğün burada oturan söyleyebilirim, İslam’ı aslından ve doğru öğrenme herkese mutlaka bir iyiliği olmuştur dedi, çok etkikonusunda bir yol göstericiydi bizlere, değme ilahi- lenmiştim. Bu günlerde vefatının 4. yılını geride bıyatçılara taş çıkartacak bilgi ve birikim, sürekli oku- raktık, hala gözyaşlarımız tam olarak kurumuş değil. makla geçen bir ömür, daha çok anlatan değil din- Kendisini bir kez daha yad ederken, geride bıraktığı leyen olmuştu hep, her gün en az 4-5 gazete okurdu çile mirasçılarına Allah yardım etsin diyorum. 82 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE PATRİYOT Mustafa ÖZER A ramızda ne fizik ne kimya ne de başka alanlarda atoma ilgi duyan yoktur. Oysa atomun ve hatta nükleer fiziğin ne olduğundan bilgi düzeyinde haberdarsınız. Bir büyük buluş olan atom gerçeğini metodik anlamda, hem de insanlığın büyük kesimi hayatına kriter yapmamıştır. Çok az da olsa seçkin bir kesim hayatını önemser ve ilkeli yaşar. Bu ilkeler başkalarının gözüyle adeta gözükmez ilkelerdir. Burada nükleer konuya girecek değilim ve fakat bu bilginin hayata kriter olması oldum olası merakımdır. Hep Mustafa Özküçük arkadaşımızı bu yapıyı bilen olarak gördüm. Bilmesi ameli idi. Malumat olarak ta diş tabibi olması hasebiyle hücre ve mikrop ve mikrobiyolojik gerçek ve gereklilikler onu hazırlamış olmalı. Çünkü bilme dönemi, deneme dönemi, uygulama dönemi ve metodik hale getirilme dönemi uzun bir süreçtir. Sabır ve birikim ister. Özküçük bu kriteri içselleştirmiş yegane kardeşimizdi. Sistemin sosyal hayatta kullanılması da belli bir yaşama biçimini gerektiriyor. Onun için detay vermiş oldum. Özetin özeti herkesin görmediği hatta görmek istemediği ve hatta görse bile ihmal ettiği küçüklerin değerli hale getirilerek kullanılması meselesi. Özküçük’ün hayatı sanki bu düşünce helezonu vasıtasıyla duaya dönüşüyordu. Mustafa Özküçük’ün hayatını mercek altına alınca maddesi gözükmeyen o varlığın nurunu görebiliyoruz. Bu öyle bir bedahet ki karşımızdaki Erciyes’i göremeyip beş lirayı önemsemek gibi çelişik ve absürttür. Belki bir bencillik kokusu bile gelebilir. Fakat ne hayat ne de cennet ucuz değil arkadaşlar. O yapabildiğini yapmanın erdemine inanmıştı. Kimse yoksa o vardı. O ‘bu kadar ve buraya kadar’cılara inat başkalarının eksiğini montajlamak zevkini bir yana koyarak elindekini taşıyabileceği en yükseğe taşırdı. O yapabildiğini yapmalıydı, ve onu yaptı. Ya bir odak olup birikir ya bir odağa sessizce sızar, bünyevileşirdi. Onun odakları çok merkezli ve zahiri özellikler taşır. Böyle olunca da lidere ihtiyaç çıkmazdı. Herkese irade dağılınca hareketi senkronize emire kalıyor. Yöntem basit ve etkili. Merkez nesnel kaldığı sürece merkeze katılmakta kimse muhalifleşmiyor. Özküçük bu gerçeği görmüştü. O benim özel lakabıyla patriyotum idi. Patriyot, öze müteallik konularda, halktan birisi olarak yaş meslek ve sosyal itibar gözetmeksizin duyarlı hale gelir, ilgilenirdi. Kiraz yemeye giderken de, başbakan karşılamağa giderken de hep aynı patriyot idi. Gizemi ve olgunluğu tecahül ü arife bu kadar güzel saklayanını görmedim. O bir harikadır. Gözlüğünü acziyet unsuruymuş gibi taşımasından özel musafahasına kadar hep bütünü patriyotta mündemiç aksesuarlardı. Temiz ve sıcak renkleri seven bir başka özelliğini son iki yılda değiştirmişti. Siyasete ilgisi Büyükdoğu emirleriyle ilgiliydi. Değilse ilgi alanının dışındadır. Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfındaki son görüşmemizde halimizi hatırımızı sormuştu. İçim acımış- Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE tı. Gerçi bende rahatsızım kalpten, lakin ben tayin edilmiş bir güne esir değildim. Sevinmek üzülmekten de beter bir bakış. Bu kanser illeti belki bir süre sonra kontrol altına alınacak, sırları çözülecek ve mücadele edilir boyuta gelecektir. Ama şimdilerde gözümüzün içine baka baka önce Ziya Olgunharputlu’yu daha sonra Ekrem Sağıroğlu’nu ve en sonda patriyotumuzu aldı. Kapitalizmin kirliliğine bakarak bilimden tedavi beklersek dünya zindana döneceğe benzer. Rabbimizin de bir hesabı olsa gerek, İnancımız umutlarımıza neşeyle hayat vermektedir. Cumhuriyet İşhanı yeni yapılmış, Mehmet Kasap orada çalışıyor, zannederim onu ziyarete gittim. Yanımda Mustafa Özküçük belki yarım saat hiç konuşmadan Koca Erciyes’i seyrettim. Mustafa da arada bir bana bakarak Erciyes’e bakarmış. Neden sonra ne değişti diye bir soru sordu. Gözlüklümü gözlüksüz mü dedim. Şuraya iki satır konuşmaya geldik Özer beğ, dedi Mustafa. Beriden Mehmet Kasap katıldı, sıkılmışındır abi …Çay içer miyiz beyler dediğinde çay tepsisinde şıngırtılarla çaycı geldi. Mehmet çaycıya çıkıştı “bayat çayı hakalama ha!”…Sanki başka kelime bilirmiş gibi. . ayıpettin abi diyordu çaycı. Ben gidiyorum dememle Mustafa hayat buldu(bağa gidek mi Özer aa?) dedi . Kasabı çizimleriyle baş başa bırakıp, şimdilerde adını ışık meydanı diye değiştirmişler, eski eşek meydanındaki bağevine gittik. Yoldan Ahmet Taşçı’yı da almış olmalıyız ki hafızamda Ahmet’in duta çıkıp dut yediğini hatırlıyorum. Havuzun başına bir şilte koymuştu patriyot ben de bir güzel uyku çekmiştim. Uyandığımda akşam oluyordu. Şehre inip Kasapla buluşmuştuk. Mustafa gözü, eli ve kapısı açık nesnel çalışmayı seven biriydi. Yok gibi dururken sizi öyle ağırlar ve taltif ederdi ki, yaptığı ikramların sizin hakkınız olduğuna içten sizi inandırırdı. İnsan nefsini bulaştırmadan nesnel kalması ve nesnenin akıl bulandırmaması ve ruhu teslim alıp kirletmemesi için mukaddes olan malumunda mazruf olarak bir zarfa girmesi gerekiyor. İşte Özküçük bu noktada çok hassastı. Muhafazakardı. Hatta patriyotun temel ilkelerinden en temel olanıydı. Muhafazakarlık Mustafa Özküçük’de klasizm kazanmıştır. Yiyecek, içecek, giyim, kuşam, ve hatta kelime seçimine kadar bir çizgisi bir duruşu vardı. Bu nedenle kelime tasarrufu bile yapıyordu. Özküçük’le lisede tanışmıştık, Kayseri lisesi. Adını sonradan Selçuk koyduğumuz Sümerde oturan bir sınıf arkadaşımla daha içiçeydi. Kabalığı beni rahatsız ettiği için ben Selçukla yanyana pek gelmezdim. Dava ahlakını sevdiğim için de ondan büsbütün kopmazdım. Özküçük onunla bilardoya, sinemaya giderdi Sessizliğini Özküçüğün, gürültüsünü de Selçuğun eklediği bir renkli grupları vardı. Üniversite yıllarında uzak düşmüştü Selçuktan. O Ankara’da 83 okuyordu, Özküçük İstanbul’da . . Dişçilik fakültesi hem masraflı, hem de zor eğitimlerden biri olduğu için Özküçük, İstanbul’da biraz kendini kapatmıştı. MTTB de hiç olmazsa ayda bir görüşüyorduk. . Mustafa şın şenlik içinde kendiyle barışık bir dostumuzdu. Eğlenmeyi bilir ve severdi. Toplumun oyunla hareket ettirildiğini keşfetmiş olmalıydı. Çiftetelliyi ne kadar güzel oynarsa çiçekdağını da aynı güzellikte oynardı. . Bu konuda müthiş diyebilirdik. Düğün dışında hiç oynadığını duymadım görmedim, onun içindir ki bilinçli seçim. Çerçevesini çizdiği alanda kalanların düğünlerini şenlendirdiği kadar aynı ölçülerde cenazelerinde acı paylaşmayı bilirdi. Mesleki aletlerindeki kullanım titizliğini şoförlüğüne bile taşırdı. Hiç erinmez, böylede olur demezdi. Gereğine binaen kullanırdı. Anılar… anılar… öyle içli öyle bol ki. . çokluğu bizi alıp götürüyor. Mustafaya nasıl olmak isterdiniz deseler seçeceği hayat tarzı yine aynısı olurdu. Zira hayatıyla barışıktı. kendiyle, çevresiyle barışıktı. Öyle ki gül ve sarımsağa kadar kokularla barışık olduğu gibi dağlarla ovalarla barışıktı. Barışamadığı modernlik çağdaşlık, demokratlık ve Avrupalılık adına üretilen popülizm ve popüler kültürü sevmezdi. Kot yada kes giymedi giymezdi de. Oysa aile düzenimizde bu çatlaktan çok mikrop gelecek gibi gözüküyor. Bizlerin yapmadığı bazı zarfa ait yaptırımlar mazrufa sızacak zararları önler mi? Bu konuyu tartışmalıyız. Ailelerimize ve topluma sahip çıkmak adına. İnsanın ağız içinde çalışmak öyle kolay değil. Dişçi mesleki formasyonunu kazandıktan sonra muayenehanesini de açmıştı. Evini de yaptırdı. Muhanete muhtaç olmayacak ekonomik düzenini kurmuştu. Belki bundan sonra dünya adına rahat edecekti. Çok özenerek kurduğu evinden semtine, ilçesinden iline, ülkesinden İslam dünyasına dair öyle derin bağlılıklarına şahit olmuştum ki O’na ‘’patriyot’’demiştim. Bu tabirde Kemal Tahir’in Yorgun Savaşçı’sındaki Patriyot Ömer’den mülhemdi. Son yıllarda her şeyiyle, nesli tükenmek üzere olan arkadaşların yanında olan Bekir Yıldız bizde olanın kendisinde olduğunu biliyor. Elinizle kötü bir şey yaptığınızda nasıl ki elim kırılaydı da diyorsanız iyi bir şey yaptığında da o eli bir kez ödül olarak öpmek gerekmez mi?Atalarımız onun için demişler ki;Marifet iltifata tabidir. Hakkı olanlara selam olsun. ve Allah haklarını korusun bereketlendirsin, ve namerde muhtaç etmesin Bakıyorum da çevremde ne kavgacı ve ne de kavga seven var. Barışı korumakla görevli kalbimiz Nuhun güvercini gibi alemi de barış içinde görmek istiyor. Patriyotun kahkülündeki arkaya doğru yatkınlık takkenin dua izlerini taşırdı. Cemaate devam edenler için elbette bedahet olan halk içinde farklı görülebilir. Onun dindarlığı 84 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE devamlılıkla taçlandırılmış idi. Bu yanı elbette ki dost bağının bülbüllerine tuzak değildi, lakin onun titizliği davasının geçmişte geçirdiği acıların bilinçaltında bıraktığı tortuları, ve o tortuların korkunç ihtilaçlarını unutamamaktan kaynaklanıyordu. Davasına aşık olan herkesin arkasına bakmadan yapacaklarını yapmasıdır. O da bunu yapıyordu hep. Sessiz ve bir radar gibi gökyüzüne açık. Büyükdoğunun her frekansı onu ilgilendiriyordu. sevincini, hüznünü aşkında taşıyanların iyi bildiği bu doğru yolda kendisine tevdi edilen susma hakkını konuşma sırası gelmedikçe bozmama karalılığıydı. Sakin ve müsekkin… Ve de delicesine patriyot… Yine Türkocağı …yine Mustafa Dinçel…yine Ziya Olgunharputlu. . yine Hasan Nail Canat ve daha niceleri…gülbank okumak lazım…Türkocağı Patriyotun muayenehanesine taşınmak üzereydi. Ofisi dervişanı cem etmiş, kafasında takke, yüreğinde tekke, memnuniyeti tebessümünde izhar, dervişanı rahatsız etmekten korkar, bağevi dahil evi her dosta aşikar olmuştu. Ziyanın ziyade titizi, Mustafa küçük küçük birikmenin, şık ve şen devliği dileriz ki devam eden dostluklarda, tevarüsen devam eder, Mustafa Özküçük sana ve senden olanlara Allah merhamet etsin . Bilvesile Allah hepimizi muhafaza etsin. patriyot I ortadoğunun ev sahibesi asil türk terbiyesidir gayrı türkün müddeası amerikan kurabiyesidir bir süredir oyalandığın oturdukça usanmadığın dolandıkça dolandırıldığın aşkına uslanmadığın sabrın ne gün bitecek iskender mi karun mu kurunu vustada geçti ustaca hele kan revan içinde islamın defteri ömer osman ali hasan hüseyin osmanlıya emaneten verilirken ortadoğu barut kokulu ve duygulu ortadoğuda yaşayan ulusal olduğunu sanıyor aynı yaşam da adaş oldukları halde başka yaşam bulduğunu sanıyor aynı makama aynı besteyle yalvarıyor birbirinden habersiz patriyot II aslını bir soykacıdan almışlar gerisi encümen-i hamuşanın üyesi şu pandülü bozuk makamda konuşan ise anayola paralel koşanın üyesi aslı girmemiş olabilir terekeye belki de varoluşun simgesi diye varis redd-i miras etmiş olabilir bu nedenle kalana demiyoruz reddiye sayesinde dem çekip uyuyoruz ne vekiliz ne müvekkil ne de mütevekkiliz kadere önümüze kim gelse onu da uyutuyoruz atam dermiş ki gölgede duranın olmaz gölgesi burası ortadoğu bölgesi bu bölgede her şey beynelmilel her şey diplomatça karanlık basınca duygular bastırılıp kaygular hoyratça basılır muvattaliş mi geçmedi ramses mi nuşurevan mı perikles mi Mustafa Özküçük, muayenehanesinde. Ekim 1996. Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE patriyot III patriyot IV şaşma sakın bir meleğin kanatlarını yıkarken görürsen gümüşderenin söğütler ardına saklanmış küçükkoyunda şundan bundan peydahlanıp gündeme gelen zıpırları herkes tanır sonucundan biraz kıl biraz kılsızlıktır akıllılıkları ve kendine ait olmadı okudukları ve okullulukları yeni bir yatak pırıl pırıl gümüşdere aldırmıyor çıkışlara inişlere ne suyunda yosun yüzüyor ne taşında gümüşdere henüz işin başında beni uyur gezer kılan melek miydi dere miydi ay mıydı tefriki zor içimde bir uzay mıydı gümüşderenin menderesleri zaman onu da yosunla saracak yüzünde ne mücavir köy ışığı ne de yıldız parlayacak tarihi kostümleriyle övünen nicelerine temizliğinden örnekler sunabildi sadece tarihten daha eski güzelim gümüşdere çağdaş maskaralığa kaymadan gümüşdere şükürler etti hem de binlerce suyunu şerhederek gözyaşından alın terine dek huyu suyu bilinenlerce çağdaş maskaralığa kaymadan okundu ve anlaşıldı güzelim gümüşdere ayağa batmayan bir çivinin hayale batması mazlumu uyarmak içindir zalimin estetiğe ihtiyaç duyması kaçan zulmü kayırmak içindir eskiden sakaltraşı geçenlere hırbo derlerdi yeni tüylenmiş kuş yavrularına benzerdi yüzleri buna ek olarak suut sakalı çıktı modaya çene ucundan çatlak havuz problemine benzer hep sorunları kaçırdıkları biriktirdiklerinden hep daha fazla oldu başına ödül koydurup beleşe yaşamak için dine çatar devlete çatar da belaya çatmadan hukukla uykuya yatar uyanık mı desem cingöz mü açıkgöz mü aç göz mü desem neleri değişecek sanki soyan da soyulan da kendileri ha demişin ki şıracı bozacıya karşı ha demişin ki karşılıklı dibi kara tencere bu kendini soyan hırsızlara aldanmayın orduya dair ettiği laflara ya paşadır babası ya dayısı asker taflanlara ve papatyalara dair bilgisi muhakkak araştırmaya değer islamla ilgisi avrupadan gelir entelim her gün avrupadan gelir herhalde harcadıkları yerlidir her yemeğin üstüne bir draje özgürlük hapı düşünü rahatsız eden gölgelere hitler tozu iktidardan kovulmayan bir kapı kolu tamamlar yavrunun eksiğini devlet oldukça olacak entel olsa da kendine engel Ahmet Taşçı, Mustafa Cabat, Mustafa Özküçük, İbrahim Gengeç, Şükrü Karatepe, Bekir Yıldız, Abdullah Gül, Ufuk Lisesi’nde bir aradalar. 85 86 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE Mustafa Özküçük, İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi biyokimya labaratuvarında. 2. Aralık. 1972 Mustafa Özküçük, Kocasinan Belediyesi Meclis Üyesiyken, Turgut Reis Mahallesi muhtar evine Mayıs 2006’da, Mustafa Cabat’la birlikte bilgisayar bağışında bulunurken. Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 87 DİŞÇİ’NİN PALTOSU Mehmet KASAP (Birgün; Orhan Pamuk’un “Babamın Bavulu”ndan mülhem böyle bir yazı yazacağımı hiç düşünemezdim!..) H erkes dünyada kendi kaderini yaşıyoryaşar, mukadderatının arasında gider gelir, iner çıkar, dolaşıp durur hülasa, bu belli de, her halde hiçbir kimse için hayat, hiçbir zaman tamamen bir tiyatro olmamıştır. Mustafa Abi, inadına böyle yaşamaya çalıştı, tek kişilik tiyatro oynadı hep… Öyle zor ki bunu yapmak, düşünebiliyor musunuz herhangi bir zaman, nerede olursa olsun farketmez, ilişkide olduğu, görüştüğü kişinin bu oyundan haberi yok!.. Şöyle mesela; muayenehanesinde, diş ağrısı veya böyle bir problemiyle ilgili görüşmek üzere gelen hastanın, dişinin sızısından, acısından fırsat bulabilirse ki, ekseriya umurlarında olmazdı, görebileceği şekilde bir kitap, aralarındaki masanın üstünde sürekli durmakta ama, hatta hastanın dikkatini çeksin diye arada bir eliyle şöyle ileri geri, sağa sola doğru kitapla oynamalar… Tabii kitabın kimliği çok önemli, bir kere Necip Fazıl ön şart denebilir, en aşağısı Nuri Pakdil’in Edebiyat Dergisi veya Sezai Karakoç’un Diriliş’i olacak!… Haydi diyelim büyük keyiflerinden biri de; yere, ne sehveni, bilhasa düşürülmüş, saçılmış bir takım madeni paraların, banknotların çiğnenmesi, dikkat çekmesiydi!... Ne tiyatro amma? Muhakkak ki, tam bir Müslüman’dı… Tiyatrosu da buydu zaten, bundan… Fakat anne-babası, çocukları ile ilişkilerinde; bir şey söylemek mümkün değil, belki gelenekler daha ağır basıyordu, öndey- di… Yine de ebeveyni ile ilişkilerinde ben, gelenekten ziyade onda hep Veysel Karani tavrı görmeye çalıştım… Bu yakışıyordu Ona!... Ne olurdu sanki ki, bu yalan dünyada zaten adalet denen şey, “güçlülerin delip geçtiği, güçsüzlerin takılıp düştüğü ağ” değil miydi? Mustafa Abi’yle ilgili bu dördüncü yazı, biter mi bilemem, öncekiler çok yavan geldi bana, yine de duruyorlar… Burada iki şey söylemek istiyorum; Onun için güven önemliydi, öyle daldan eğmelere de pek güvendiği söylenemez… Üzgünüm ama mesela ben de anadan doğma değildim, yani yapacak bir şey yok, bu, söyleyeceklerimin ilkiydi, ikincisi de; biliyordum ki Onun, güvendiklerinden kendini mahrum ettiğidir… Tamam artık, daha fazla yazmak Onu, güncel tabirle “Mustafa”laştıracak, önceki yazıların yavanlığı da burada, anladım şimdi!.. Kaç zamandır belki bir iki yıl var ki, paltosunu değiştirmişti, giymiyordu onu!... Aslında Dişçi’nin tiyatrosu o paltoyu çıkardığında bitmişti, “Paydos!.” demişti... 2008 Kasım’ının son Perşembesi’nde o kuşaklı, biraz maksi, haki paltosu tabutun üstündeydi… Kendisine de çok yakışırdı hani ve bu haliyle Camiikebir’in musalla taşları, o öğlen boştu, başka cenaze yoktu, hepsi tek başına Onu, şehrin efendisini kollarına almış, son yolculuğuna hazırlıyordu!. . . Ömür boyu tiyatro böyle oynanır zahir?… Ve kaçınılmaz son, perde!.. Ne demiş büyükler; “Gel otur başka, geç otur başka!...” O hep geldi, oturdu!. .. Dualarım Onunla; Allah’ım, rahmetini Ondan esirgeme!.. 88 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE Mustafa Özküçük, Ufuk Lisesi Müdür odasında Ahmet Taşçı, Mustafa Cabat, İbrahim Gengeç, Şükrü Karatepe, Mustafa Özer, Bekir Yıldız ve Abdullah Gül’le birlikte. Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 89 Ekrem SAĞIROĞLU Röportajı yapan: 19 Osman AKYILDIZ 43 yılında Erzincan’ın Refahiye ilçesinde doğdu. İlkokuldan sonra, özel öğrenimle hafızlığını tamamladı. Kayseri İmam-Hatip Lisesi’ni 1966; Yüksek İslam Enstitüsü’nü de 1970 yılında bitirdi. Refahiye, Digor (Kars) ve Safranbolu ilçelerinde müftülük; Eskişehir ve İstanbul/Bakırköy İmam-Hatip Liselerinde öğretmenlik yaptı. Yazı hayatına lise döneminde başladı. İlk deneme yazıları Kayseri’nin mahalli gazetelerinde, haftalık Yeni İstiklal gazetesinin Genç Kalemler sayfasında yayınlandı. Deneme ve makaleleri de sonraları Milli Gazete, Yeni Devir gibi günlük gazete ve Hakses, Tohum, Mavera, İslam, Altınoluk gibi aylık dergilerde yayınlandı. 2008 yılında, hayatını kaybetti. Uzun süredir kanser tedavisi gören Eğitimci-Yazar Ekrem Sağıroğlu, (12. 01. 2008) tarihinde sabaha karşı evinde hayatını kaybetti. Vefatından önce Furkan’a konuşan Ekrem Sağıroğlu ölüme yaklaştığını şu sözleriyle ifade ediyor: “Çok önem verdiğim ve yıllarca üzerinde durduğum bir kitabım da Elest yayınlarından çıkacak inşaallah. İsmi: ‘Vade Tamam Olmadan...’ Yani ömür bitmeden, zamanımız tükenmeden... başka bir ifadeyle vade tamam olmadan, insan ne yapabilecekse onu yapmalı. Bilindiği üzere ahirette iş ve amel imkanı yok. Daha doğrusu insan, öbür tarafa ne götürecekse göndermeli... Arkasında da birşeyler bırakmalı. Bunun için zamana hâkim olmalı. Ömrün kıymetini bilmeli. Sonunda ‘Ömrüm eyvah!’ diyeceği bir hayata dalmamalı. O kitapta bunu anlatmaya çalıştım. Galiba ben de böyle diye diye ömrümün sonuna yaklaşıyorum. Zor bir hastalığa mübtela bulunuyorum, o kitapta ‘çoğu insanın işi yarım kalır...’ demiştim. ‘Hây-ı hûyu ehl-i dünya bitmeden ömür biter’ demiştim. Hani şoförler kamyonlarına ‘ömür biter yol bitmez’ diye yazarlar ya... Biz de öyle dedik. Çoğu kimsenin işi yarım kalır dedik. Fakat dünya işlerinin yarım kalmasının hiç önemi yok. Ahiret işleri zâyi edilmişse o fenâ! Çok şükür benim bitmeyen dünya işim yok. Ancak kalıcı işlerimi, özellikle yazı ve kitap işlerimi bitirmeye çalıştım.” *** Merhum Ekrem Sağıroğlu’nun Furkan Dergisi’ne Ekim 2007 tarihinde vermiş olduğu röportaj ••• “TASAVVUF ŞERİATIN İYİ YAŞANMASI İÇİN BİR VASITADIR. ” Furkan - Muhterem Ekrem bey, öncelikle kısa çizgilerle hayatınızı anlatır mısınız? Ekrem Sağıroğlu kimdir, neler yapmıştır, halen neler yapıyor? Ekrem Sağıroğlu - Hayatımda kayda değer birşey yoktur. Kendimi bildikten sonra, içimde yaşadığım fırtınalar elbette sadece benim için önemlidir ve 90 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE bana ait şeylerdir. Bu konuda söylenecek söz şudur: İnsanı biraz da acılar ve çileler olgunlaştırır. Acı, çile -fakat ulvî çile- ve ızdırap insanı hamlıktan kurtarır. Bu içsel olgular dışında, dünyada kalış süremiz olan hayata gelince... Zannediyorum insanın kayda değer ve anılmaya layık hayatı, ‘yaşanmaya değer hayatı’ bulmuş olarak yaşadığı hayattır. Yani hem kendisi için hem de toplum için, bir müslüman olarak İslâm adına yaptıklarıdır. Başka bir ifadeyle, geriye bıraktıkları ve böylece de ileriye, öbür tarafa gönderdikleridir. Ebedi hayat kaygısı olmadan yaşayanların hayatı ise bir bitki, bir böcek, yani herhangi bir canlı gibi yok olup giden biyolojik bir canlılıktan ibarettir. Aklımı bilip, gözümü dünyaya açtığımdan beri, hep bu arzu ile, yani ‘daha iyi müslüman olabilme’ arzusu ve hasreti içinde yaşadım. Fakat buna tam muvaffak olduğumu söyleyemem. Galiba bu biraz da nasip meselesi... Cenab-ı Hak buyuruyor: “Bu Allah’ın fazlıdır ki, isteyene ve istediğine verir: Zâlike fadlullâhi yü’tihi men yeşâü” Allah-ü Zü’lCelâl, bizleri bu manevi nimetten nasipdar eylesin... Evet, o sizin öğrenmek istediğiniz hayata gelince... 1943 Erzincan Refahiye doğumluyum. Babam küçük bir esnaftı. Âlim değil, fakat malumatlı ve ârif bir kimse idi. İlk öğrenimim köy şartlarında geçti. Sonra babam beni hafızlığa başlattı. Çok şükür, zor şartlar altında bunu başardık. O zaman Kemah müftüsü olan Lütfi Doğan hocadan ders alırken, bize Kayseri İmam-Hatip okulunu hatırlattı ve gitmemi teklif etti. Babamın da bundan haberdar olmasıyla 1959 yılında oraya kaydoldum. Şimdi ilahiyat olan olan Yüksek İslam Enstitüsü’nü de orada okudum. Fakat sadece mektep dersleriyle yetinmedim. Kayseri’nin yetkin müderris hocalarından, birkaç arkadaşla dersler aldım, Arapça okudum. Ayrıca müthiş bir kitap okuma şevkim vardı. Okul kütüphanesi ve şehrin kütüphaneleri belli başlı mekânlarımdı. Raşid Efendi Kütüphanesi meşhurdur. Yazı yazabildiğimi, kompozisyon yazılılarında anladım. Edebiyat hocam Sabit Hashalıcı da teşvik etti. Ve yazı hayatım da lise bir yıllarında, küçük denemeler ve makaleler ile başladı. Kayseri’nin mahalli gazetelerinde yazılarım çıkardı. Yazı konusunda, şimdi İlahiyatta profesör olan İsmail Lütfi Çakan Bey’le beraber hareket ederdik. Sonra 1970 itibariyle esas resmi vazife dönemim başladı. 8 sene müftülükten sonra Milli Eğitime geçtim. Müftülükte çok faydalı olamayacağımı anladım. Eskişehir ve İstanbul Bakırköy İmam-Hatip Liselerinde vazife yaptım. Asıl kitap çalışmalarım 1981’de, o zaman ki ihtilâlin başı olan Kenan Evren’in bir konuşması üzerine başladı. ‘Bilgiden Tevhide Yükseliş’ kitabım ona bir tepki olarak günyüzüne çıktı. 1985’te iki kitabım yayınlandı. Birisi ‘Çağdaş Dünya ve İslam.’ Tekrar basılmadı. 1999’dan itibaren hemen her yıl bir kitabım yayınlandı. Kitap çalışmalarım halen devam etmektedir. Fakat birbuçuk sene kadar önce başlayan hastalığım sebebiyle çalışma randımanım düştü. Buna rağmen, çok şükür ki, önceden başlanmış ve epeyce ilerlemiş olan iki kitabımı bitirdim. Birisi Temmuz ayında yayınlanan Hasan-ı Basrî... Hz. Osman Radıyallahü Anh’ın hayatı ise dizgide... F - Sizin İmam-ı Rabbani hakkında bir eseriniz var. Bildiğimiz kadarıyla bu kitap İmam-ı Rabbani’nin biyografisi hakkında yazılmış ilk te’lif eser. Sizce İmam-ı Rabbani niçin önemli bir şahsiyettir? Ve O’nun devrimci yönü hakkında neler söylersiniz? E. S. - İmam-ı Rabbani’yi tanımam lise yıllarına dayanır. Merhum Necip Fazıl, Büyük Doğu dergilerinde Mektubat-ı Rabbani’den sadeleştirilmiş mektuplar yayınlıyordu. Büyük Doğu dergisindeki farklılık gibi, o mektuplardaki farklılığı da sezdim. Daha sonraki yıllarda Mektubat’ı düzenli bir şekilde okumaya başladım. Önce bir defter tuttum, bazı notlar aldım. Sonra gittikçe iş büyüdü ve kendi kendime ‘bu mektuplar ve Mektubat’ın sahibi mutlaka insanlara tanıtılmalıdır’ diye düşündüm ve bir kitap yapmaya çalıştım. İlk çalışmam, Seha Neşriyat’ta, 250 sayfa kadar kitap olarak 1985’te yayınlandı. O zaman yayın dünyasından habersiz ve acemi idik. Yayınevi bana haber vermeden yıllarca basıp satmış. Sonra ben de onlardan yayın hakkını aldım. Kitap üzerinde yeniden çalışmaya başladım. Yeni kaynaklar buldum. Hem anlatım, hem de hacim bakımından geliştirdim ve genişlettim. Yasin Yayınevi sahibi muhterem Erdem Eren Bey’in teklifiyle orada 2000 yılında her bakımdan güzel bir şekil ile yayınlandı. Bu yıl ise, tekrar yenilenmiş ve geliştirilmiş şekliyle çıktı. Öncekine göre çok daha ileri bir seviyede. . . Bu vesile ile Yasin Yayınevi sahibi Erdem Eren’e de sevgilerimi sunuyorum, hiçbir masraftan kaçınmadan kitapları şeklen mükemmel bir şekilde yayınlıyor. İmam-ı Rabbani’nin önemi şuradan gelmektedir: Hem müteşerri, muhakkik bir âlim, hem de bir tasavvuf adamıdır. Başka bir ifadeyle hem zâhir hem de bâtın âlimidir. Bu bakımdan ona ‘sıla’, birleştiren denilmiştir. Nakşilik yolunu geliştirmiştir. Onun için onun yolu Nakşiliğin ‘Müceddidiye Kolu’ olarak anılmaktadır. Çok katı bir küfür dönemini yaşamış ve o ilhad çığırına karşı hem direnmiş hem de mücadele et- Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE miştir. Bozulan tasavvufi düşünceyi düzeltmiştir. Mektuplarıyla ve halifeleriyle, Hindistan bölgesini de aşan bir coğrafyada tesirli olmuştur. Hind hükümdarı Ekber Şah’ın, 51 yıllık hükümranlığı ile, küfür ve şirk yönetimini söküp, zillete düşürülen İslâm’ı ve müslümanları tekrar eski izzetine kavuşturmak için çalışmış ve bunda muvaffak olmuştur. Özellikle Ekber’in oğlu Selim Cihangir zamanında zindana atılmış, 2, 5 yıllık hapis hayatından sonra serbest kaldığı gibi devleti İslâm’a dost hale getirmiştir. Bunun için kendisine Müceddid-i Elf-i Sânî, İkinci Bin Yılın Müceddid’i ünvanı verilmiştir. Tirmizi’de nakledilen bir hadis-i şerife göre Peygamberimiz: ‘Allah-u Teâlâ, her yüz senede bir bu dini yenileyecek bir kimse gönderecektir’ buyurmaktadır. İmam-ı Rabbani ise bin yılın yenileyicisidir. Ve onun tesiri halen devam etmektedir. Onun Mektubat’ı Türkiye’de yıllardan beri bazı cemaatlerde ve Kur’an kurslarında sistemli bir şekilde okutulagelmiştir. Ama tabiî ki son durumları bilmiyorum. F -Tasavvufi düşünce ile alakanız ne seviyededir ve nasıl başlamıştır? E. S. - Tasavvufi düşünce ile alakam ilk gençlik/ talebelik yıllarımda, fakat kitaplar seviyesinde, yani okuyarak başladı. İlk olarak okuduğum ve çok etkilendiğim kitap İmam-ı Gazâlî’nin İhyâ’sı oldu. Daha sonra Necip Fazıl’ın Halkadan Pırıltılar (şimdiki ismi Altın Silsile) isimli eseriyle, tasavvuf büyüklerinin fikirlerinin ne kadar çarpıcı olduğunu gördüm. İlk dönem âlimlerinden Hâris el-Muhâsibî’nin, Hasan-ı Basrî’nin... daha sonraki dönem büyüklerinden Cüneyd-i Bağdadi, Beyazıd-ı Bestamî, İbrahim-i Ethem, İbn-i Arabi, Abdulkadir-i Geylânî... ve bilhassa konumuzun esasını teşkil eden İmam-ı Rabbani’nin sözlerinin ve hallerinin etkisiyle adeta büyülendim. Onlara büyük bir hayranlık duydum ve sevgi besledim. Müslüman olunacaksa böyle olunacak dedim. Anladım ki tasavvuf İslam’ın kalbi yönünün kuvvetlenmesi ve daha iyi yaşanması için gerekli olan, destekleyici ve teşvik edici bir eğitim yoludur. Şeriatın iyi yaşanması için bir vasıtadır. Ama gaye değil vasıtadır. İnsanı takva, ihsan ve ihlas derecesine yükselten bir ilim dalıdır. Fakat yine unutmayalım ki, tasavvufun uygulanması demek olan tarikatlar da ayrı bir din ve gâye değildir; İslam’ın iyi yaşanması için destekleyici bir unsurdur. Asıl gaye imanın kemâle ermesi, şeriatın emirlerinin kolayca ve içtenlikle edâ edilmesidir. Yetişebildiğim ve yetişemediğim son devrin tasavvuf önderlerinin hepsine de saygı duydum ve sevgi besledim. Erzincanlı Abdurrahim Reyhan 91 Efendi’nin sohbetlerine katıldım. Belki iyi bir mürid olamadım, fakat ‘muhib’ olabildiğimi zannediyorum. - Üstad Necip Fazıl’la ve onun ekolünün de ismi olan Büyük Doğu ile olan alakanızdan bahseder misiniz? Üstad’la görüşmeniz oldu mu? Önce kitapları ve dergisi ile tanıştım. Yıl 1961 veya 62 idi. Kayseri’de talebe idim. Çarşıda, el arabasında eski kitaplar satan birisi vardı. Birgün kitaplarına bakarken ‘Cinnet Mustatili’ (Sonradan Yılanlı Kuyudan oldu) isimli bir kitap dikkatimi çekti. Çok kötü bir baskısı vardı. Aldım ve bir günde okudum. Tabii ben o zaman Necip Fazıl diye bir isim duymamıştım. Okuyunca, bu kitabın yazarının çok farklı bir kişilik olduğunu anladım. Toptaşı cezaevindeki günlerini anlatıyordu. Çok çarpıcı idi. Sonra Büyük Doğu dergisini tanıdım. Ve ondan sonra tiryakisi olduk. Zaten Kayseri’de çok canlı bir bağlılar güruhu ve okuyucuları vardı. İlk görüşüm Ankara garında oldu. Belki 1964 yılı idi. Bir vesile ile Ankara’ya gitmiştim. “Necip Fazıl gelecekmiş” dediler, ben de istasyonda bekledim. Sonra tiren geldi. Bir topluluk halinde yürüyorlardı. Önden karşıladım. O olduğunu tahmin ettiğim kişiye yöneldim, eline uzandım ve ‘Necip Fazıl mı?’ diye sordum. ‘Evet, hâlâ tanımıyor musun?’ dedi. Onun düşüncesine göre tanımakta geç kalmıştık. Grupla beraber Türk Ocağı’na gittik. Sohbetinde bulunduk. Konferanstan sonra bir odada veya evde yakın çevresiyle beraberlik olurdu, orada da bulundum defalarca. Kayseri’ye konferansa çok geldi. Kendisini görüp dinledikten sonra da bir ‘dâhi’ ile, çok müstesna bir kişilikle karşı karşıya olduğumu anladım. Konferansları genellikle tiyatro veya sinema salonlarında olurdu. Hınca hınç dolardı. Caddeye kadar insanlar ayakta dinlerdi. Çıt çıkmazdı. Onun yüzünü, jest ve mimiklerini görmek de ayrı bir zevkti. O kadar cezbedici idi ki, düşmanları da dinlemeye gelirdi. Büyük Doğu dergisinin de sevdalısı olduk. Cuma günlerini iple çekerdik. Ama uzun süre devam etmezdi. Ya kapatılırdı ya da sahibi olarak hapse girerdi. Ankara’daki ve yakın şehirlerdeki konferanslarına da giderdik. ‘Özlediğimiz Neslin Vasıfları’, ‘Sahte Kahramanlar’, ‘Yolumuz Halimiz Çaremiz’, ‘İman ve Aksiyon’ bu konferanslardan bazıları idi. ‘Ayasofya’ isimli hitabesi de çok meşhurdur. Denilebilir ki, fikir ve İslâmî şuur bakımından dünyaya gözümü onunla açtım. Sahte oluşları, yakın tarihin yalanlarını, dostu düşmanı onunla tanıdım. Daha önce de bahsettiğim gibi İmam-ı Rabbani dünyasına onunla girdim. Dergide yayınlardı ve methederdi. B. D. dergisi idarehanesinde de birkaç 92 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE defa ziyaret ettim. O celâdetine rağmen, bağlılarına karşı çok samimi ve mütevazı bir insandı. Alelâde bir cümlesi yoktu, her sözü fikirdi. Mesela bir su, bir çay istemesi bile olağanüstü idi. Denilebilir ki, şimdi müslüman cephedeki aydın kesimden, yazar çizer ve mütefekkir nev’inden hemen herkes ondan etkilenmiş ve istifade etmiştir. Fakat hepsinin onu anladığı söylenemez. Sadece bazı mısralarını hoyratça kullanıyor ve harcıyorlar. Bazen de sadece esprilerine takılıp kalıyorlar. Onları bile sığlaştırıyorlar. Ondan istifade edenler derken, özellikle Kayseri’den çıkan yazar, mütefekkir, profesör, belediye başkanı cinsinden ne kadar yetkin insan varsa hepsi ondan faydalanmıştır. Ayrıca, şimdi çok önemli mevkilerde bulunan devlet ve hükümet adamları da yıllarca onun yakınında bulunmuş ve takipçileri olmuşlardır. İslâmî düşüncenin gelişmesine ve toplumun bilinçlenmesine çok katkısı olmuştur. Pek muhterem oğulları, vefatından sonra B. D. yayınlarını geliştirerek bütün eserlerini pek güzel bir şekilde yayınlamışlardır. Yayınlanacak daha eserleri vardır. Hepsi dikkatle okunmalıdır. F - Sizce Büyük Doğu fikriyâtı hangi ihtiyacı karşılıyor? E. S. - Önceki sorunun cevabında da az-çok belirtildiği gibi bütün sahte oluşları devirerek hakikilerini, yani İslâmî olanı ikame etmiştir. İslâm’dan başka kurtarıcı yol ve sistem olmadığı fikrini zihinlere nakşetmiştir. ‘İyi bilmek lazımdır ki, âlemde tek doğru İslam’dır... ve bütün bir yanlışlar manzumesi ondan başka her şeydir!’ sözü, meselenin özünü ortaya koymaktadır. Ayrıca çok müstesna bir dil, zengin bir kelime hazinesi, bir sanat ve edebiyatla karşılaşıyoruz onun eserlerinde. Şâhâne bir dil ve anlatım var. Eserlerde şer’î titizlik var. Şeriata aykırı tek bir cümle bulmak mümkün değil. Yoğun fikir yüklü eserler. Mesela Çöle İnen Nur, alelâde bir siyer kitabından çok farklı bir şey... Siyer bilgisi verirken, yorum getiriyor, Peygamber sevgisini aşılıyor. İdeolocya Örgüsü bir proje... İdeal bir yönetimin ilkelerini örgüleştiriyor. Bütün bunlardan dolayı, denilebilir ki Necip Fazıl fikriyatıyla tanışmayan her münevverin ve müslümanın bir noksan tarafı vardır. F - Yakında yayınlanacak ve halen üzerinizde çalıştığınız bir eseriniz var mı? E. S. - Evet, yakında yayınlanacak Hz. Osman Radıyallahu Anh isimli eserimiz var; dizgide. . . Mizanpajı da yapılırsa zannediyorum Ekim sonunda teslim ederiz. Böylece dört halife dizimiz tamamlanmış oluyor. İkinci Ömer ve 5. râşid halife de denilen Ömer bin Abdülaziz isimli eserimizin de yenilenmesiyle beş kitaplık bir paket olur zannediyorum. Çok önem verdiğim ve yıllarca üzerinde durduğum bir kitabım da Elest yayınlarından çıkacak inşallah. İsmi: ‘Vade Tamam Olmadan...’ Yani ömür bitmeden, zamanımız tükenmeden... başka bir ifadeyle vade tamam olmadan, insan ne yapabilecekse onu yapmalı. Bilindiği üzere ahirette iş ve amel imkanı yok. Daha doğrusu insan, öbür tarafa ne götürecekse göndermeli... Arkasında da birşeyler bırakmalı. Bunun için zamana hâkim olmalı. Ömrün kıymetini bilmeli. Sonunda ‘Ömrüm eyvah!’ diyeceği bir hayata dalmamalı. O kitapta bunu anlatmaya çalıştım. Galiba ben de böyle diye diye ömrümün sonuna yaklaşıyorum. Zor bir hastalığa mübtela bulunuyorum, o kitapta ‘çoğu insanın işi yarım kalır...’ demiştim. ‘Hây-ı hûyu ehl-i dünya bitmeden ömür biter’ demiştim. Hani şoförler kamyonlarına ‘ömür biter yol bitmez’ diye yazarlar ya... Biz de öyle dedik. Çoğu kimsenin işi yarım kalır dedik. Fakat dünya işlerinin yarım kalmasının hiç önemi yok. Ahiret işleri zâyi edilmişse o fenâ! Çok şükür benim bitmeyen dünya işim yok. Ancak kalıcı işlerimi, özellikle yazı ve kitap işlerimi bitirmeye çalıştım. Yıllar önce çıkmış bir kitabım vardı, onu yeniden yazdım, ilaveler yaptım, formatını ve dilini değiştirdim, yeniden kompoze ettim. ‘Bilgiden İlme İlimden Hikmete’ ismini verdim. Elest yayınevi sahibi sevgili İsmail Demirci bey benimsedi, bir engel olmazsa o da oradan çıkacak. Yıllardan beri, ‘Şeytan Kutusu’ adıyla, televizyonu irdeleyen bir kitap yapmayı düşünüyordum. Fakat şimdi internet ve televizyon oyunları bağımlılığı onu da geçti, konunun alanı genişledi, dolayısıyla herhalde onu yazamayacağız. Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE EKREM SAĞIROĞLU; Son günlerinde... 93 94 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE SAĞIR HOCA Mustafa ÖZER İ mam Hatip Okulları eğitimi ve öğretimi ile dünyanın orijinal okullarındandır. Müslüman ülkelerde elbette imam ve müezzin ve hatta gassal yetiştiren okullar vardır. Hepsi de özel amaçlıdır. Meslekidir. İmam Hatip Okullarıysa hem bu alanda tektir, hem de Türkiye de kendi alanında tektir. Kısacası Türkiye’de her şeyiyle yerli olarak kurulmuş tek eğitim kurumudur diyebiliriz. Onca sanat okulu ve liselerle kolejler vardır, hepsi de üniversal eğitim yapar. Birisinin aldığı iyi sonuçları diğerleri de uygulamaya başlar. Bunun Avrupa, Asya ve Amerika veya Avustralya yahutta Afrika olması olayı değiştirmiyor. İmam Hatip Okulları ise patenti Türkiye’ye ait, farklı bir müessesedir. Kapatılmaya kalkışılması belki de bu yüzden olabilir, zira bu okulların kapatılması ile ilgili araştırma raporlarını TÜSİAD hazırlatmış ve yayınlamıştı. Yayınlamakla kalmamış taraf olarak siyasi tartışmalara katılmıştı. Zamanın Hükümeti rey kaygusuyla İmam Hatiplere karşı bir politikayı açıktan yürütememiş, büyük ihtimalle Avrupa birliği müktesebatına uymak adına TUSİADı harekete geçirmişti. Büyük patronlarda bu işi severek yapmışlardı. Çünkü makine ve teçhizatı ile teknolojileri, hammadde ve ara malları ile bunların ihracatları Avrupa Birliği ülkelerine yapılıyordu. Hatta Pazar ve pazarlama imkanları ile Finanslar bile Avrupa Birliği ülkelerindendi. Bu bir okul kapatma denemesiydi . Denediler . Oysa Hükümet her yönden vesayet altındaydı. Onlar borç yönetiminden dolayı da Avrupa’nın baskısı altındaydı. Bu sorunları çözecek politikaları geliştirmek yerine kaosta kurtuluş aradılar. Seksen yıllık resmi ideolojinin devleti yönetemediğini bir türlü anlamıyorlar, yanlış ve yetersizlikte ısrar ediyorlardı. Avrupa Birliği ise bir Hıristiyan kulüp olarak bir yandan tembelliğine bahane bile bulma gereği duymadan açıkça Türkiye’yi Lozan antlaşmasıyla tesbit ettiği yerde tutmaya çalışıyor, diğer yandan pazar alanı ve ucuz üretim ayağı olarak elinin altında tutuyordu. Hele banka ve borsa kanalıyla tefecilikten daha koyu bir soygunu da rahatça yürütebiliyordu. Yerli işbirlikçi kapitalistler ile batı çıkarına körü körüne bağlı bürokrat, teknokrat ve aydın sınıflar bu sömürünün sürmesinde çok küçük çıkarlar karşılığı amadeydiler. Müslüman olan halkın bu ardı beslek gelgit politikalara tepkisi çok sert oldu. Onun için iktidarın ideolojik istismarlara açık olması doğru değildi. Ardıbeslek gruplar üniversite, basın yayın, ticari burjuvazi, azınlık ve etnik ayrılıkçılar, ve mezhebi farklılık taşıyanların aralarında kendilerini saklayabiliyor, onlara hak temin etme zemininde siyasal sahneyi hazırlıyorlardı. Tepkiler neticesinde ulusal politikalar da atbaşı gelişiyordu. Tabiidir ki Türkiye’deki fitne frekansının bütün komütatörleri de son üçyüz yıldır batının elindeydi. Namık Kemal ve ardıllarından günümüze Batılaşmanın hazin maceracıları, arkalarına bazen tek tek Avrupa ülkelerini, bazen de Avrupa’lı ülke grup- Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE larını alarak ve hatta bu birlikteliklerine Amerika Bileşik Devletleri’ni ve Rusya’ yı ekleyerek, Türkiye’de hem de politik arenada, arkalarına aldıkları ülkeler lehine çalışma yapabiliyorlardı. Bu bir sır değildir. Bırakınız İmam Hatip Okullarına müdahil olmayı, Hilafetin ilgasında bile Avrupa’nın menfi tavrını görmek mümkün. Tükiyenin dini her zaman Avrupa’nın endişe kaynağı olmuştur. Türkiye bu konuda politikalar geliştirerek Avrupa veya bütün dünyanın korkusunu giderecek yerde, dini ve dindarı tahribe yöneliyor. Bu ucuz politikalar devletle halkı karşı karşıya getirmektedir. Başörtüsü bunun çok net bir fenomenidir. Avrupa kendinde gelişen İslamı yasaklamayı Türkiye’ye yaptırıyordu ki kendi de demokrasi aşkına Türkiye’den ilham alarak yasaklayabilecekti. Avrupa birliğine dahil olma tavizlerinin yazılı olmayan ön kabulleri böyle olmalıydı ki bu konu Türkiye’de ana siyasi mücadeleye dönmüştü. Laikliği bile başörtüsünün temeli haline getirdiler. Devletin görevleri arasına böylesine açmazlar sokan beceriksiz tavır Avrupalılarca da beğenilmemiş olacak ki tasfiyelerine seyirci kaldılar. Devletin içine nifak girmemeli gündemde fesat tutulmamalıydı. Din söz konusu olunca neredeyse bir asra yakındır negatif bir siyasi ortam zoraki olarak üretildi. İmam Hatip Okulları da bu ortamda çok yıpranarak ve yaralar alarak yol aldı. Ekrem Sağıroğlu 1943 Refahiye doğumlu idi. Yaşı itibariyle ağabeyimiz olmasına rağmen birbirimizi ismimizle sesleyecek kadar bir yakınlık ve olgunluktaydık. Bu samimi insan yukarda anılan eğitim kurumlarında öğrenim yaptı, sonuçta İmam Hatip Okulunda öğretmen oldu, emekliliğini de aynı yerden elde etti. Ekrem’e çoğunlukla “sağır hoca’’derdim. Sebebini yeri gelince anlatırım. Kayseri de 1965 yılında açılan ve Türkiye’nin üçüncü sırada açtığı Yüksek İslam Enstitüsünde okuyorlardı, tanıştığımızda. Rahmetli Mustafa Dinçel ile Han Camii’ne Cuma namazına gitmiştik. Namaza biraz vardı. Camiin önünde sohbete dalmıştık Ekrem de sohbete dahildi, yıldızımız barışmıştı, tanışmış olduk, yıl 1967 kışıydı. Sonra Sağıroğlu hoca mezun olmuştu... Ben lise ikinci sınıftaydım. Ben de mezun olup İstanbul’a gelmiştim. Ekrem’le arasıra görüşüyor ve bir şekilde selamlarını alabiliyordum. Han Camii mimarî olarak da önemli bir mekandı. Bize mekan olmasını bile unutturan Cuma hutbeleri idi. O hatip Yüksek İslam Enstitüsü öğrencilerinden Büyükdoğu bağlılarından Mustafa Ekinci abi idi. Hem sahasında özel olan bu camiden hem de Ekrem Sağıroğlu’nun bizimle dost olmasını sağlayan Mustafa Ekinci’yi biraz anlatmalıyım ki konu aydınlansın. Kayseri’de Selçuk eserleri çok, Şehrin şehir olma vasfını Selçuklular döneminde kazandığı için olacak. Osmanlı döneminde hiçbir medeniyet 95 rekabetine girilmemiş. Sade, muhteşem ve derinliği olan Selçuk eserlerinden biri de kuşkusuz Han Camii idi. Yoğunburç tan sonra ve Döner Kümbetin karşısında ve Seyyid Burhaneddin’e bakan Erciyes’e giden anayol üzerinde bir camii. Bugün otopark camii diyebileceğimiz ortaçağdaki taşıma araçlarının korunurken sahiplerinin de hem konaklayıp hem de ibadetlerini yapabildikleri bir mekan. Şehir mi yükselmiş camiler mi yarı toprağa gömülü yapılırdı bilmiyorum, Ama Han Camii birkaç basamakla inilerek ibadet kısmına ulaşılıyor. Değişik dikdörtgen prizma kütlelerden oluşuyordu. Küt ve kısa bir minare eklenmiş . Dış büyüklüğü iç mekanda yok. Duvarlar adeta geometrik zevkin ifadesi gibidir. Selçuk denilir de Kemer olmaz mı hiç. Mustafa Ekinciyi Hunat cami kıblesindeki Kayseri Müftülüğü altındaki yüksek İslam Enstitüsü Talebe Derneğinde tanımıştım. Mustafa Dinçel, Ahmet Taşçı, Ahmet Damar Türkocağında otururken İstanbul’dan gelen bir Büyükdoğu mensubu abimiz MTTB seçimlerinin Kayseri’de yapılacağı tedbiren yardımımıza ihtiyaçları olduğunu izhar etti. Ahmetler ve Mustafa kalkıp onlara yardıma gittik. Seçime CHP nin, MHP nin ve mukaddesatçıların adayları katılıyordu. Mukaddesatçı aday kazanmıştı. Biz ne işe yaramıştık tam olarak anlayamadan seçim yapılıp bitmişti. Birkaç yerde sokak gürültüsü seçimin güvenliğini sağlamaya yetmişti sanıyorum. O zamanlar Sivas Caddesi üzerinde ve biraz şehrin kenarında açık ve kapalı stad vardı. Kapalı stad genelde kongre ve müzikholl gibi kullanılırdı. MTTB seçimleri de burada yapılmış ve Kayseri Yüksek İslam Enstitüsü ev sahipliğinde güzel denilebilecek bir seçim yapılmıştı. Bizim de ulusal anlamda ilk deneyimimizdi. Bu seçim bize Mustafa Ekinci ile MTTB’yi kazandırmıştı. İstanbul’da okuma aşkımız o günlerde kanatlanmıştı. Mustafa Ekinci katkısız çağının tanığı olmak istiyordu. Hutbelerini hep siyasetin gündemindeki konulardaki dinin ve haklarının ne olduğunu açıyor, açıklıyor ve hele batı ile hesaplaşmada çok net tavırlar alıyordu. İki yıl her Cuma namazında Ekinci hocanın arkasında olmaya gayret ettik. O dönemde Faruk Güventürk paşadan kalma alışkanlıklarla askerler camilere gelip imamları yarı açık tehditle jurnalcilik yaparlardı. Ekinci Hoca’da tehdit almaya başlamıştı. (Hapishanede görevli bir muvazzafın çok geçmez elime düşersin) dediği şehirde yankılanmıştı. Biraz da onu koruma içgüdüsüyle oraya gidiyor gibiydik. Aradan kırk yıldan fazla zaman geçmiş... Hey gidi günler hey... Mustafa Ekincini yanında hep Ekrem Sağıroğlu sessiz sakin, bütün işlerini yapmışta selam vermek için yanına gelmiş gibi. Ekinci ile konuşuyor tartışıyoruz. Gülmeler, sinirlenmeler de var. Cuma namazı sonrası Han Camii muhabbetleri 96 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE Ekrem hep sessiz. Hulusi Dörtkulak diye bir arkadaşımız gizliden Ekrem’i göstererek bu kardeşimiz Sağır mı demişti, ben de bastım kahkahayı, Ekrem’e dönerek sağır hoca sessizliğini bozda arkadaşlar seni dilsiz sanmasın demiştim. Ekrem’in(ne diyeyim ki sevgili kardeşim. )demesiyle tılsım çözülmüş sağır hoca da bize taraf kalmıştı. Bu, Büyükdoğunun yiğit mensubu bir ömür boyu şer ve batının haçlı zihniyetiyle mücadele etmiştir. Kulağı en sağlam arkadaşımız idi. Sözünü unutmaz ve yemezdi. Bir radar titizliğiyle küfrü imandan ayıklardı. Kulağı kendi kötülü- ğüne zannederim şahit olmamıştır. Biz hiç olmadık çünkü. Bakırköy İmam Hatip Okulunda iken emekli oldu. Zaman zaman Bakırköyüne indikçe uğrar muhabbet ederdik. Nihat, Cemil ve Selma isimlerindeki varisleri umarım ki bu güzel insanı unutmazlar ve kendilerini de Büyükdoğudan çekmezler. Mahut kanser hastalığı sessizce onu aramızdan aldı. Allah rahmet eylesin. gül taşımak tükenen ömrün yanında yalvaran sesimle aşılmayan yüreklerin gerisinde kalan gözüme dolan yolların yorgunuyum yıllardır yorgunum yolum yolum yorgunum durgun gözlerimi verdim de sana durgunum bugün bugün durgunum gözümü bürüyen rahmet sisleriyle bilenen sindirilmiş bir inancın görülmeyen yanında gülle taşınmaktan yılmayan gül nedir bilmeyen avuçlarım gün gelince öğreneceksiniz gül taşımayı gül tutmayı müslümana nasılmış ve güne görevin gül taşımak olduğunu yorgunum yolum yolum yorgunum durgun sesimi yordum yoluna vurgunum yine dünden vurgunum Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 97 Kadim Dostum Arkadaşım Ekrem Mustafa EKİNCİ Bana dediler ki; Sen Ekrem Hocayı hayatta en çok izleyenlerden birsin Onun hatırasına bir şeyler yaz! Ben de düşündüm. Bu sorumluluğu bana yüklediler ne yazayım? “Ekrem Hoca doğdu, büyüdü, yaşadı, yazdı ve İrtihal-i dar-ı beka eyledi, yani dünyadan göçtü gitti…. Tıpkı iyilerin iyi atlara binip gittikleri gibi…. ” Deyip kısaca bitireyim dedim olmadı. Mesele eğer birşeyler yazmaksa vefa borcu olarak uzun yıllar arkadaşlığımız oldu İşte karalamaya başlıyorum…. İmam – Hatip okulunda ilk yıllar; Ekrem Hoca okuldan önce, o zaman Kemah Müftüsü Lütfi Doğan Hocadan ders almış ve onun nezaretinde hafızlığı tamamlayarak yine onun teşvikiyle Kayseri İmam Hatip Lisesine gelmişti. 1960 yılında okula kaydolduk. Kimse birbirini tanımıyor. Erzincan’ın Refahiye Beldesinin Laleli Karyesinden Merhum Yahya Dayı nın oğlu Erkemin kaydı benim gibi 1-a sınıfına yapılmıştı. o zaman zaten iki şube var. A ve b. Yahya dayı küçük bir esnaftı alim değil ama arif, malumatlı bir insandı. Biz (A) şubesindeyiz. Bir hafta geçti, ikinci haftanın 1. Dersinde baktım Ekrem arkadaş yok. Hocalar yoklama yapıyor. Nereye gitti bu çocuk? Meğer gözü açık (B) şubesine gitmiş oturmuş. Çünkü (A) şubesinin yabancı dili Fransızca; (B) nin ki İngilizce. Buna demişler ki, İngilizce şubesine geç. (B) Şubesinin mevcudu zaten çok kalabalık. Bir de baktım ki, Müdür Yardımcısı Bekir Bey (ki biz ona “Bakkal Bekir” derdik) bunu tutuş (A) şubesine geri getirdi. Sen bu sınıfta okuyacaksın dedi! İşte o zaman dikkatimi çekti. Meğer bir bildiği varmış sonra anladım. Yabancı dilin İngilizce olması önemliymiş. Aradan aylar geçti. 1. Yazılı imtihanlar başladı. Ekrem, bütün derslerden yüksel not alıyor. Fransızcadan On numara çekti meğer yabacı dile önem veriyor. Ekrem Hoca karakter olarak ciddi, içine kapalı, çok konuşmaz, sakin, ağırbaşlı düşünen bir arkadaş idi. Yıllar akıp gidiyor. Biz pansiyoner öğrenciler olduğumuz için sınıfta derslerde mütalaalarda, yatakhanede, yemekhanede hep beraberiz. Bizim okulun orta kısmı dört yıldı. Dördüncü sınıf ortaokul son. Orta ve lise son sınıflar imtihan sınıfıdır. Senenin sonunda bütün derslerden bitirme imtihanlarına girerdik. Orta okul yılları bitti. Lise kısmı ikinci sınıftayız. Bizim zamanımızda okul şapkası giymek zorunluydu. Kim giymez ise bu kasketi bir şekilde cezalandırılırdı. Bir gün okul müdürü Celalettin Karakılıç ikimizi çarşıda şapkasız gördü. Ertesi gün çağırdı iyi bir sopa çekti. Ekrem buna çok kızdı ve bana dedi ki “ Gel çatıya çıkalım bu şapkanın içine edelim müdürün masasına koyalım. ” 98 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE Lise yıllarında Ekrem hoca derslerin haricinde çok kitap okurdu. Edebiyata meraklıydı. Edebiyat kompozisyon yazılarında kabiliyetli idi. Edebiyat hocamız Sabit Beyin teşvikiyle başarılı bir öğrenciydi. Ekrem hocamın yazı hayatı da lise yıllarında başlar. Mahalli gazetelerde küçük deneme mahiyetinde yazıları çıkardı. İmam hatipte beşinci sınıftaydık. Rahmetli Üstad Kayseri ye gelmiş Cıngıllıoğlu kahvesinde “Dünya görüşümüz ve İslam” adlı Konferansını verecekmiş. Kuran-ı Kerim hocamız Abdullah Bakır Mütalaadan bazı arkadaşlara izin verdi, gittik. O zaman Kayseri de Doğu Menzil komutanı olan Faruk Güventürk Üstadı Askeri bir cipin içinde dinliyordu. Biz de ayakta dinledik. Tabi biz acemiydik (1) Üstadı tanımıyorduk. Geriden geriye yüzünü gördük (ilk defa) Bundan sonra Üstadı yavaş yavaş tanımaya başladık. “Cinnet Mustatili” (sonradan Yılanlı Kuyudan oldu) isimli bir kitap elimize geçti. Üstad bu kitapta Toptaşı cezaevindeki günlerini anlatıyordu. Necip Fazıl Diye bir isim duymamıştık Çok çarpıcı idi. Okuduktan sonra bu kitabın yazarının çok farklı bir şahsiyet olduğunu anladık. Sonra 1964 Büyük Doğularını gördük. Bu yıllarda Kayseri “ Büyükdoğu Fikir Kulübü” açıldı. Sivas Caddesinde bir binanın altında idi. Zaman zaman oraya gidiyorduk. İslam Enstitüsü Yılları: Gençlik yıllarımız birlikte ve çok hareketli geçiyor. “İman ve Aksiyon” konferansından sonra Büyük doğu davası bizim için tek hedef, ideal oldu. Yıllar geçti imtihanlara girdik kazandık yüksek okula girdik. Diyanetten görev aldık. Ben “Han Camii’nin 2. İmamlığına, Ekrem Hoca da “Caferbey Camii” İmamlığına tayin oldu. Okul bitinceye kadar dört yıl bu camilerde görev yaptık. Ailece tanıştığımız, sırlarımızı paylaştığımız yıllar. Türkiye din görevlileri federasyonu Kayseri Şubesi Derneğinin yönetiminde bulunduk. Sosyal etkinlikler ve faaliyetler sadedinde Üstadı Kayseri’ye konferansa davet ettik. Bir kış günü idi ki, her taraf kar-kış. Üstad Ankara’ya indi Ankara’dan getirmeye taksi bulamadık. Rafet Cıngıl Ağabey’e söyledik. Esnaftan bir taksi temin etti de Ali Biraderoğlu ile Rafet Abi gittik Üstadı Ankara’dan aldık getirdik. Büyük Doğu Gençliği olarak Üstadı Otobüsle Boğaz Köprüde karşıladık. Taksiden indi gençleri selamladı. Üstad kolay kolay elini öptürmezdi. “Eli öpülecekler toprak altında” derdi. Ama ben öptüm beni taksiye aldılar. Sordu: “Kim bizi davet eden bu genç?” dedi. İşte bu dediler. Tekrar: “İdeolocya örgüsünü okudun mu, anladın mı? “ diye sordu. Ben de “anlamaya ça- lışıyoruz Üstadım” dedim. Rafet Abi de “ Din görevlisi Üstadım, Cuma hutbelerinde İdeolocyadan ve Büyük Doğulardan alır hutbe hazırlar, okur” dedi. Oturmalarımız: O senelerde oturmalarımız vardı. İdeolocya Örgüsünü okuyorduk. Ali abi izah ediyordu. Oturma grubumuzda; Ali Biraderoğlu, Ali Pehlivanoğlu, Ali Gengeç, Rafet Cıngıl, Ekrem Sağıroğlu, Rahmetli Mustafa Dinçel, Ahmet Saraçoğlu Abi, Mustafa Miyasoğlu, Bekir Oğuzbaşaran Vs…. vardı. Oturma bir gün Ali Abilerin Çiftönündeki eski evlerinde idi. Mustafa Bayır diye avukat bir abi vardı. Bazen oturmaya gelirdi. Orada Ali Pehlivanoğlu abi ile münakaşa ettiler İdeolocya Örgüsünü anlama konusunda Böyle senelerce devam etti. İdeolocyayı anlamaya çalıştık. Ekrem Hocanın kalemi ve yazarlığı o zamandan beri iyi idi. Zaman zaman dergilerde gazetelerde yazıyordu. Yüksek İslam Enstitüsü Öğrenciler arasında bir yazı yarışması düzenledi. “ Toplum Düzeninde Matbuatın Yeri Önemi” konulu. Bir ay süre verdiler. Bir çok kişi katıldı. Ekrem Hoca da ben de katıldım. Fakat ben yazdığımı söylemedim, gizledim. Nihayet ödül günü törene gelelim. Birinciye 100 Lira para ödülü vardı. İlan ettiler. Birinciliğe M. Ekinci’nin yazısı layık görüldü. O zaman Ekrem Hoca hayret etti. “Vay sen ne zaman yazdın bu yazıyı bana demedin” demişti. Bizim Üstada hayranlığımız had safhada. Büyükdoğu dergisinin de sevdalısı olduk. Haftalık Büyükdoğu dergisi çıkıyordu. Cuma günlerini iple çekerdik. Aldığımız gün sabaha kadar okur bitirirdik. Benim ilk göz attığım derginin orta sayfaları olurdu. Çünkü “Haftalık Hadiselerin Muhasebesi” burada olurdu. Tabi derginin kapak kısmı da çok önemliydi. Niğde Konferansı: Milliyetçi öğretmenler derneği Üstadı konferansa davet etmişti gittik. Sinema salonunda muhteşem bir kalabalık dinleyici kitlesi. Mikrofon teşkilatında bir arıza oldu. Üstad bu konuda çok hassastı birkaç kere rastladım. Üstad kızdı. “Nerde bunun alakalıları, ben hoparlörümle mi geleceğim buraya” dedi. Ankara Konferansı: Türk Ocağı’nın davetlisi olarak Üstad Ankara’ya gelmişti. Kayseri den gittik. Ankara garında bir grup bekliyor. Mustafa Yazgan Ağabey vardı. Salonda beklerken Üstadla geçen anekdotları anlattı. Bu sırada İstanbul dan tren geldi. Koştuk gözlerimiz vagonlarda Üstadı arıyor, indi hemen taksiye atlayıp şimdiki tarihi yapı Türk ocağı binasına gitti. Biz de peşinden geldik. Konferans saati yaklaşmıştı. Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE Türk Ocağı Başkanı Rahmetle anıyorum Akif İnan idi. Üstada akşam yemeği olarak ne ikram edelim diye sordu. Üstad ne varsa dedi. Sonuçta kebapla yoğurt geldi. Bu arada Üstad salonu sordu. Dil Tarih Coğrafya fakültesinin konferans salonu. Ve bir telefon açtı. Biz kime telefon ettiğini bilmiyorduk, sonradan öğrendik. “Sevgilim, akşam muazzam bir Konferansım var bekliyorum” dedi. O zaman A. P. den bakan olan Saadettin Bilgiç’miş Fakültenin Dekanı: Emin Bilgiç salonu tahsiste çok zorlanmış. Üstad, siyasi ve tehlikeli bir adammış. Bize rejimin zararı olur demiş. Bunu Akif Ağabey anlatmış. Salona vardı. Mustafa Yazgan Üstadı uzunca bir takdim etti. Üstad Sahneye çıkar çıkmaz:” Kapısının üzerinde; “Hayatta en hakiki Mürşid İlimdir” yazan bu fakültenin diye söze başladı ve Emin Bilgiç’i iyice haşladı. Saadettin Bilgiç geldi. Konferansta o zaman diyanette Din İşleri Yüksek Kurulu üyesi idi. Merhum İbrahim Eken, Cemal Cebeci gibi tanıdığımız simalar vardı. Sonunda İbrahim Eken Hoca Üstadla Sahnede sarıldı ve fakülteden ayrılıp Kayseri’ye döndük. Böyle biz Ekrem Hocayla hiç ayrılmıyorduk. Üstadın Ankara ve diğer yakın vilayetlerdeki konferanslarına birlikte giderdik. Ekrem Hocamın Kocaman bir teybi vardı. Bazı konferanslarını Teybe alırdık. Halen o bantları duruyordu, bilmem ne oldu. Üstadın Kayseri Konferanslarından birinde mevsim kış. Şiddetli kar yağıyor. Yine bir akşam yemeği. Millet caddesinde Divan Pastanesinin karşı köşesinde “Cumhuriyet Lokantası” vardı. Üstada sorduk “ne yersiniz?” Pırasa yemek istedi. Pırasanın aslında “Pür Hasse” olduğunu “Hasse Dolu” anlamına geldiğini söyledi. Pırasa yemeği geldi. Üstad yarım limonu aldı, beş parmağı ile limonu pırasaya sıktı, üstüne elini avucunu iyice yaladı. Biz de Üstad nasıl yemek yiyor pür dikkat izliyoruz. Üzerine de yoğurt istedi ve “yoğurt natıkayı açar, ben İrticali konuşacağım için yiyorum” dedi. Üzerine çay istedi, çay geldi bir o kadar da çaya limon sıktı ve içti. Sanki zamanı kovalıyor gibi hemen araba çağırdık ve Konferans salonuna koştuk. Konuşması 2, 5 – 3 saat sürdü. Üstad çok terlemişti. Hemen salondan aldık “Eski Turan Oteli” ne getirdik. Lobide bir miktar gençlerle sohbet ve sabahleyin almak üzere istirahata çekildi. Sabahleyin bir kış-kar-kıyamet. Yemek yediğimiz lokantanın karşısında Kent’in yazıhanesi vardı Oradan bilet aldık. O kışta – kıyamette Üstadı otobüsle İstanbul’a yolcu ettik. Nasıl günlerdi o günler. 70 yaşlarında bu adam hiçbir futur duymadan o kış şartlarında yollara düşüyor Anadolu Gençliğine 99 davasını anlatıyor. Üstad yine bir kış mevsimi Erzurum dağlarının kar ile boran olduğu bir zamanda yollara düşüyor. Erzurum’a Konferansa gidiyor. İstanbul Haydarpaşa dan kalkan tren Erzurum’a Üstad’ı götürüyor. Güzergah Kayseri. Ali Abi başta olmak üzere bir grup Büyük Doğucu Genç Kayseri Garında Üstadı Karşıladık. Kayseri öyle soğuk ki “Tü” desen yere düşmüyor. Kuşetli vagon da Üstadı gördük. Üstadın Kayseri’ye özel bir muhabbeti vardı. Kaldığı vagondan kalktı koridor kapısına geldi ayaküstü on dakika kadar sohbet ettik. O zaman Bugün gazetesinde “Son Devrin Din Mazlumları” tefrika ediyordu. Abdülhakim Efendi Hazretlerini yani kendi mürşidini yazdıktan sonra bazı efendiler bundan alınmışlar gocunmuşlar. Yani efendisini övmüş oluyor. Üstad orada fikri esprisini patlatır. “Ben Ayşe hanımın güzelliğinden bahsettim. Fatma Hanıma çirkin demedim ki” dedi. Şevket tefrikayı kesmiş gazeteden. 1970 - 1980 li yıllar: Ekrem hoca 7-8 yıl ilçelerde müftülük yaptı. Ondan sonra Milli Eğitime geçti. Eskişehir ve İstanbul Bakırköy İmam – Hatip Liselerinde vazife yaptı Bu yıllarda hep görüşürdük, mektuplaşırdık. Mektuplarımızda hep İslami meselelerden Dava ve İdeolojiden bahsederdik. Cemiyetin, Müslümanların dertlerini dert edinirdik. Ekrem Hoca yıllarca “Daha iyi bir Müslüman olabilme” arzusu ve hasreti içinde yaşadı. Zaman zaman insanın kayda değer hayatı “yaşanmaya değer hayatı” bulmuş olarak yaşadığı hayattır derdi. Bir Müslüman olarak hem kendisi için hem de toplum için İslam adına yaptıklarıdır. Ebedi hayat kaygısı olmadan yaşayanların hayatı bir böcek gibi biyolojik bir canlılıktan ibarettir. Herhangi bir canlı gibi yok olup gider derdi. Ekrem Hoca’nın Tasavvuf ile Alakası: Tasavvufi düşünce ile ilgisi Büyük Doğu ile tanıştıktan sonra gençlik yıllarında başlar. Üstadın “Büyük Kapı, Halkadan Pırıltılar (Şimdiki İsmi Altın Silsile) eserlerini okuyarak Tasavvuf büyüklerinin fikirlerinin ne kadar çarpıcı olduğunu gördü. Bihassa İmam-ı Rabbani Hazretlerinin Mektubatı’nı çok okudu. Zaten İmam-ı Rabbani Hazretleri hakkında müstakil bir kitap hazırladı ki, İmam-ı Rabbani Hazretlerinin biyografisi hakkında yazılmış ilk telif eser sayılabilir. Tasavvuf büyüklerine büyük bir hayranlığı ve sevgisi vardı. Müslüman olunacaksa bunlar gibi olmalıdır derdi. Tasavvufla alakası ta gençlik yıllarına dayanır. Tabi o zaman kitaplar seviyesinde okuyarak başlar. İmam hatipte iken Şark Klasiklerini okurdu. Şeyh Sadi Şirazi’nin “ Bostan, Gülistan”, Feridüddin-i 100 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE ömrünün son on yılında her yıl bir kitap hazırlamıştır. Çok yazıyorsun Üstad diye takılırdım ona. Kayseri’ye gelirken kitaplarından getirirdi. Rahmetli “Özküçük” e de imzalar verirdi. Bir gün Rahmetli Ekrem Hocaya takılarak espriyi patlattı: Ya Ekrem Abi biraz az yazsanız okumayı yetiştiremiyoruz dedi. Ekrem Hoca da ona: “Doktor Bey hepsini şimdi hemen okuyacaksın diye bir şey yok. Ömrün oldukça okursun. Bu kadar araştırdık hazırladık önünüze getirdik pişmiş aş” dedi. Zaten rahmetlinin muayenehaneye gelen kitaplar dağ gibi yığılırdı. Kendisi de okuma özürlüydü çoğunu bana verirdi. Attar’ın “Pendname”si gibi. Allah-u Teala her ikisine de gani gani rahmet İmam-ı Rabbani Hazretlerinin kitaplarını oku- eylesin. yup araştırdıktan sonra O’nun Düşünce ve din anlayışına adeta meftun olmuştu. Tasavvuf büyüklerinin ŞAHSİYETİ: fikirlerinin ne kadar çarpıcı olduğunu söylerdi. O eğitimci idi. Araştırmacı ve yazardı. Kadim “Anladım ki Tasavvuf, Müslümanın kalbî yönü- bir dost idi vefakar, samimi bir gönül adamı idi. nün kuvvetlenmesi ve İslam’ın daha iyi yaşanması Dostları, arkadaşları, meslektaşları arasında çok seiçin gerekli olan, destekleyici ve teşvik edici bir eği- vilirdi. Ahlakiyle, sözünde durması, davasından hiç tim yoludur. Şeriatın emirlerinin daha iyi yaşanması taviz vermemesi ve ciddiyetiyle bilinen ve sevilen bir için bir vasıtadır. İnsanı takva, ihsan ve ihlas derece- dost idi. sine yükselten bir ilim dalıdır. ” Onu Darı – Bekaya uğurladığımız zaman büTasavvufun uygulandığı yerler olan Tarikatlar tün dostlar olarak çok üzüldük. Fakat ben daha çok da ayrı bir din ve gaye değildir. İslam’ın iyi yaşan- üzüldüm. Neden? Çünkü yıllarca kendisine yazdıması için destekleyici bir unsurdur. Asıl gaye İmanın ğım mektupları saklamış. Kitaplığından çıkardı ve: Kemale ermesi, Şeriatın emirlerinin nefse ağır gel- “Dostum, bu mektuplarını al götür, artık bizim vade meden kolaylıkla ve içtenlikle eda edilmesidir. Derdi tamam olmuştur. Bu mektupların mahrem tarafı da Yetişebildiği kadar son devir tasavvuf önderle- var. ” deyip iade edince ben yıkıldım, ağladım ağrinin sohbetlerine de katıldığı olmuştur. Bir hayli ladım…. İşte bu vefakarlığına ve samimiyetine hayErzincanlı Abdürrahim Reyhan Efendinin sohbetle- randım. Ekrem Hoca tevazu timsali ahlak abidesi bir rine devam ettiğini biliyorum. Belki Evradü Ezkası insandı. tam yapan iyi bir mürid olmadıysa da, iyi bir muhib Kanser gibi amansız bir hastalıkla imtihan edilolabildiği kanaatini taşıyorum çünkü; diğini öğrenince telefon açtı. Kendi şaşırmış ben de “İmam-ı Rabbani, Müceddid-i Elf-i Sani şaşırdım. Fakat paniklemedi “Sırr-ı Kader böyle teAhmed-i Faruki Serhendi” gibi Nurlarıyle Hind ille- celli etmiş, ne yapalım” dedi. rini ışıldatan, dini bütünler ordusunun başbuğu olan Evet Sırr-ı kadere akıl sır ermiyor bir şahsiyetin, hayatını, cihadını ve eserlerini konu Ölümün ayak seslerini çok yakından duyan bir alan bir kitaba imza atmıştır. Bu araştırmasıyla fay- insanın halet-i ruhiyesini düşündüğün zaman elden dalı bir hizmet ve fedakarlıkta bulunmuştur. ne gelir işte orası sözün bittiği yerdir. Muhabbeti, sevgisi ve aşkı olmasa bu kadar zahMüslüman iki dünyalı bir insandır. Kadere tesmete niye katlansın ki? lim olması lazım. Teslim olmasa ne yapabilir ki? KaAllah-u Teala ondan razı olsun Ruhu şad olsun dere isyan, tek dünyalıların yapacağı bir kabalık. İki Allah-u Teala kabrini pür nur, mekanını Cennet kıl- dünyalılar neden ben diye isyan etmez, teslimiyet sın “Amin” gösterir. Ekrem Hoca, içine dönük ve içine büyüktü, bir 1990 – 2000 li Yıllar denizaltı gibiydi. Görünmeyi sevmezdi. (bu yüzden Rahmetli ile ilişki ve irtibatımız ömrünün sonu- pek tanınmış yazar değildi. ) İş yapar laf yapmazdı. na kadar hiç kesilmemiştir. Devamlı mektuplaşırdık. Toprak gibi doğurganlığı ve tevazuu ile tanınmış ve Birbirimizi zaman zaman ziyaret ederdik. Ekrem sevilirdi dostları arasında Hoca gayet ve samimiyetinden hiç taviz vermeyen, Yoğun bir dini hayat yaşamak isterdi. Yaşanmaciddi, düşünen çok okuyan çok araştıran ve yazan ve ya değer hayatın kulluk etmek, ibadet, zühd-ü takva Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE olduğunu söylerdi. Fakat böyle bir dünyada insan nasıl zühd-ü takva gibi yoğun bir manevi havayı elde edebilir? Kolay değil. “Eyvah dediğim bir husus da şu oldu: daha yoğun bir dini hayatı, öncelikle kalp derinliğinin önde olduğu bir dini hayatı hep arzu etmişimdir” diyordu. Şöyle bir sözü de vardı: “İslamın izzetli günlerini görmeden gitmek beni kahrediyor.” Evet, sessiz bir gemi gibi kendisini inşa etti ve gitti. Ruhu Şad mekanın cennet olsun Ben zannediyorum ki ilimle, kitap yazmakla iştigal eden her insanın yaşadığı bir durum bu. Yani araştırmak, kitap yazmak, okumak insanı çok meşgul ettiği için ibadete fazla zaman ayıramıyor. Aslında istenenin doğru adı Zühd-ü Takva lakin zahidce yaşamak biraz da manevi mertebelere ulaşmaya bağlı bu da bir nasip meselesi herhalde Aslında takva hayatı konusunda sınırlar çizmek veya mertebeler belirlemek pek mümkün olmaz. Zira takvayı geliştiren, marifet amel ve duygular kişiden kişiye değişiklik arz edebilir. Binaenaleyh her insanın takvası ancak kendi gücü ve kulluk şuuru nispetinde olur ve mertebesi de ona göre değerlendirilir. Nitekim “ Gücünüz yettiği kadar Allah’a karşı takva sahibi olun” Ayet-i Kerimesi de bu durumu ifade etmektedir. SON YILLARI Bir buçuk yıl o kötü hastalıkla mücadele etti. Hatta Hasta iken Hac İbadetini yerine getirmek nasip oldu. (Eğer Hac ibadeti nasip olmasaydı çok üzülecekti. ) Bu haliyle insan bazen 100 yıllık nafile ibadetle kazanacağından fazla ecir kazanır. Bir yıllık hastalıkla mücadele 60 yıllık zahidin derecesine ulaşabilir. Zira hastalıklar ömrü manen uzatır. Duyduğuma göre aziz dostum çocuklarına ve yakınlarına ubudiyet ve ibadeti vasiyet etmiş. Görülüyor ki kim ne biriktirirse onu vasiyet eder Hasta olduğu günlerde memleketi Erzincan da idi. Ziyaretine gittim. Refahiyenin Laleli Köyünde birkaç gün beraber olduk. Hep içinde bir ukde bir kaygı vardı. “vade tamam olmadan şu yarım kalan kitabımı tamamlayabilsem” o yaz günüydü bahçede bir kahvaltı yapmıştır. Onu hiç unutamam. O en son çaresiz dönemlerinde ziyarete gittiğimde bir ikindi namazı vaktiydi. Oturduğu yerde namaz kılıyordu fakat acılar ve sancılar içinde kıvranıyordu. Olmaz böyle namaz dedi ve namazı yarıda kesti. Tabi ben dayanamadım ve öbür odaya geçtim. Sonra teselli etmeye çalıştım. Köyün üst tarafından gürül gürül su akıyordu. O suyun başına oturduk, konuştuk, dertleştik, helalleştik. Bu sırada halen iyileşeceği, tedavi olup tekrar 101 eski günlerine döneceği ümidini kaybetmemişti. Anladığım kadarıyla o duygu ve halet-i ruhiye içerisinde idi. Bu halini de hiç unutamıyorum. Son bir iki ay içerisinde sık sık telefonlaşıyorduk. Telefonda gel de görüşelim, “sakın geç kalma, erken gel, sonra bulamayabilirsin, diye de beni uyarıyordu. Biraz geç kaldım ama son olarak ziyaretine gittim. Çok üzücü ve duygusal anlar yaşadım. Yıllar boyunca yazdığım mektupları saklamış. Kitaplığından çıkarıp mektupları bana geri verdi ve “ artık bizim vade tamam” dedi. Ekrem hocamızın üç evladı var. Çocuklarını çok severdi, büyük oğlu Nihat küçükken bir kaza geçirdi. Rahmetli ona çok üzülmüştü. Nihatın küçüğü Cemil ve Selma, kız evladı Selmanın üzerine titrerdi Selma da babasına çok yanmıştı ve ‘ keşke babam tek başına ölmese de birlikte beraber ölsek ‘demişti . Çocuklar beni amca olarak bilirler bende onları evladım gibi severim. Hepsine hayırlı ömürler dilerim… Allah cümlemizin evladını ‘Hayru-l halef ’ eylesin. EKREM HOCA’NIN YAYINLANMIŞ ESERLERİ. 1- Çağdaş Dünya ve İslam (1986 İklim yayınları) 2- Bilgiden tevhide Yükseliş (Timaş Yayınları) 3- İmam-ı Rabbani Hayatı, Cihadı, Görüşleri (1987, Biyografik eser – Seha neşriyat) sonradan Yasin yayınevi tarafından tekrar yayınlandı) 4- Kur’anda İnsan ve Toplum (1993 İnceleme, araştırma – Pınar yayınları) 5- Zaman bilinci (1996 Denge yayınları) 6- Bilgi Bilinci (1997 Denge yayınları) 7- İmam-ı Azam (1998 Biyografi Denge Yayınları) 8- Şah-ı Nakşibend Muhammed Bahaeddin (2001 Yasin yayınları) 9- Ömer İbn. Abdülaziz (Yasin yayınları) 10-Hasan-ı basri (Yasin yayınları) 11-Necip Fazıl Şiirinde Ölüm Senfonisi (1997 Esra Yayınları) 102 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE Abdullah SARAÇOĞLU Biyografi 19 24 yılında Kayseri’de doğdu. İlk ve orta tahsilini Yozgat’ta yaptı. Bu arada hususi surette dini dersler almakta idi. İki tahsilini birlikte yürütemeyeceğini gören babasının tavsiyesi ile ortaokul ikinci sınıftan ayrılarak kendisini tamamen dini tahsile verdi. Toroslu Haşmet Hoca Efendi, Sağır Hoca Efendi, zamanın Yozgat Müftüsü Mehmet Hulusi Efendi ve Kayserili Balta namı ile bilinen H. Nuh Hamurculu Hoca Efendilerden sıra ile Sarf, Nahiv, Cami, Feraiz ve Fıkıh dersleri okudu. Kayseri’ye geldiği 1940 yılından sonra askere gitti. Daha sonra medresede babasının hocası olan Müderris Külekzade H. Ali Efendi’den Câmi’nin bir kısmını, Farsça lisanı, bazı Adab, Kelam, Akaid, Fıkıh, Hadis, Tefsirden parçalar ve aruz okudu. Merhum H. Hüseyin Aksakal Hoca Efendi’den bazı derslerinin tekrarı ile Tefsir, Kelam, Fıkıh, Muhtasar, Mani v. s. okuyarak icazet aldı. O zamandan beri babasının “Oğlum, Allah seni Din-i İslam’a hadim kılsın” dua ve teşviklerine uygun olarak öğrendiklerini öğretmekle meşgul oldu. Hususi tahsil ile birlikte ticaretle meşgul iken, hocası merhum H. Hüseyin Aksakal’ın kendisini dini hizmete davetini emir telakki ederek Ankara’da verdiği müftülük imtihanını başararak Kayseri Müftü Müsevvitliğine tayin oldu (1951). Büyük doğu Fikir kulübünün Kayseri Şubesinin kurulmasında öncülük etti. Sohbetleriyle, gençlerin kişilik sahibi ve vakur birer insan olarak yetişmeleri için çalıştı. Bu meyanda, açılışından 1965 yılına kadar Kayseri İmam-Hatip Okulu’nda Arapça, Kelam, Akaid, Din Dersi ve Siyer okuttu. Saraçoğlu hoca, İmam-Hatip’te bir süre derslere girmişti. Derste Necip Fazıl’ın “İman ve Aksiyon” konferans metnini ders kitabı olarak okutmuş, bu konferansa niçin bu kadar önem verdiğini soran öğrencilere; “-Oğlum, bu konferans, bütün öğrencilerin başucu kitabı olacak bir metni ihtiva ediyor. Ruhsuz, heyecansız, idealsiz imam bize lazım değil. Osmanlının yıkılmasında bu tip kimselerin payı büyüktür… Onlar dini iyi anlatsalardı, nesilleri iyi yetiştirselerdi, kendi aydınımız, kendi devletinin enkazının altında kalmaya bile rıza göstererek onu yıkar mıydı?. . İmparatorluk gitti. Bir daha geri gelmesi de mümkün değil. Yeni devleti İslam’a inanmış, başı dik, mücadeleci, meselesini bilen imamlar yüceltsin…İmamlık camide namaz kıldırmakla sınırlı değildir. Necip Fazıl, serveti ve şöhreti tepeleyerek bu idealler için hapse girdi. Onun heyecanını taşımayan hiçbir aydın bu ülkeye bir çivi bile çakamaz!. . İnananlar için ölçü budur!. . ” demiştir. Daha sonra Bursa Müftülüğüne tayin oldu (1966). En son olarak Kocaeli ve Kayseri Müftülüklerin- Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE de bulundu. 1978’de emekli oldu. Abdullah Saraçoğlu Hoca kimdir? Sorusuna kendisi birçok kez oturmalarda hep aynı cevabı vermiştir: - Ben kendimi bilmiyorum ki size anlatayım. Allah rahmet eylesin babam, zamanında “Oğlum, Allah seni din-i İslam’a hadim etsin” diye bir hoca tuttu. Yozgat’ta okuttu. O zamanlar çok zordu. Allah, peygamber bilen azdı. Orada Hayrullah Efendi’den okudum biraz. “Sağır Hoca” diye bilinen birisi vardı, Haşmet Hafız vardı. Onlardan okudum. Bizim zamanımız böyleydi işte, geldi geçti. Vaktinde size bir şeyler verebildiyse, siz de onları alabildiyseniz en mutlu şey bu. Benim ne tahsilim var, ne hocalığım, ne de hacılığım. Bir şeyler yaptıysak, yapabildiysek, Rabbim rızasına kabul eylesin, onları da unuttuk. “Vazifemizi yaptık” diyebilsem, def çalıp oynayacağım. Ama diyemiyorum. Elimizden geleni yaptık. Kavgası gürültüsüyle. . . Gece demedik, gündüz de- 103 medik, kalktık seğirttik. Hayatımda bir tek şey sevdim: O da Allah için hizmet etmek. Ne ticaret sevgim var, ne başka bir şey. Şimdi hizmet de edemiyoruz. Ondan dolayı da çok üzüntülüyüm. Hizmet dışında hiçbir şeyi sevmedim dünyada. Babamın duasına mazhar olabilmek için takatim nisbetinde çalıştım. Ama tam da yaptığımı söyleyemem. Biraz tefsir okuduk, olduk müfessir. Biraz hadis okuduk, olduk muhaddis. Biz bunu yeterince hazmedemedik. Ancak şunu ifade etmek isterim: Her zaman bildiğimin alimi, bilmediğimin cahili ve talibi olarak kaldım. Hiç bir zaman bilmediğim bir şey hakkında fikir yürütmedim. Bakayım, araştırayım dedim. Bilmediğimiz zaman da oldu tabiî. Biz adam değildik ama, etrafta talip olanlara bakıyorsun hiç değil, Allah korusun. Biz bilmediğimizi bildik, bunun farkındaydık hiç olmazsa. 12 Nisan 2001’de vefat etti. Abdullah Saraçoğlu, Mustafa Özküçük’ün evinde bir oturmada... 104 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE MÜSEVVİDLİKTEN MÜFTÜLÜĞE Mustafa ÖZER T ürklerin Müslüman olmalarından sonra ki evrelerde İslam’ın siyasal ve toplumsal süreçteki etkinlikleri zaman içinde değişiklikler gösterdiği gibi değişik devletler içinde de farklılıklar arz etmiştir. Hatta bir devlet içinde yöresel ve etnik faklılıklarda başkalıklara rastlanmaktadır. Aynı toplum olmasına rağmen Osmanlı devleti ile Türkiye Cumhuriyetinin İslam’a bakış ve ondan etkilenmeleri ideolojik aykırılıklar taşımaktadır. Osmanlı devletinde din, siyasi ve toplumsal hayatın motoru iken, Türkiye Cumhuriyetinde, devlet hayatından çıkarıldığı gibi, şahsi kimliklerinden de çıkarılmağa siyaseten önem verilmiştir. Laiklik temelli devletin resmi ideolojisini kuruluş yıllarından itibaren uygulamada görmekteyiz. Elbette ki Osmanlı ulemasının tasfiye süreci de denebilecek kültür değişimleriyle paralel siyasal baskılara hukuk sistemi de uyarlanmıştır. Devletin bu ideolojik yapısı içerisinde dinin bir toplumsal tüketim ihtiyacı olarak algılandığı ve bu ihtiyacın devlet kontrolünde giderilmesi için bir yönetime bir başka deyişle sıkı bir denetime alınması vardı. Onun için de diyanet teşkilatı oluşturuldu. Dini eğitim ve öğretim ihtiyacını karşılamak için de yıllar içerisinde geliştirilerek imam hatip okulları ve yüksek İslam enstitüleriyle ilahiyat fakülteleri kuruldu. Yavuz Sultan Selim Hanla başlayan Hilafet makamıyla bu makama paralel bütün kurumlar ilga edilmiş, medreseler kapatılmış, tekke ve tarikatlar yasaklanmış, harf devrimi yapılarak cumhuriyet öncesi bütün Türk kültürü mezara gömülmüştü. Osmanlı devletinin Batılaşma sürecinde yaşadığı maceralarla zaten halk-ulema ikilisi devlet yönetiminden kopmuştu. Devlet son örneği ittihat –terakki devrimcilerinin eline düşmüş, fakir halk büsbütün ezilmişti. İttihat –terakkinin kurtarma girişimleri cumhuriyetin doğmasına yol açmıştı. Böylece iki yüz senedir Batılaşma sürecide devlet haline gelmişti. Bin yıllık dışarıda bırakılan kültürel yapı ise devletin kendine güveni geldikçe, batının korku unsuru olmaktan çıkmasıyla, bütünüyle olmasa bile, çağdaş bir anlayışla ihya etmek, demokratik gelişimle ve dünyanın konjonktürel değişimleriyle izah edilebilir. Çok partili siyasal hayata geçtikten sonra büyük bir sabır evresinden sonra din devlet için yakın tehdit olarak algılanmıyor, aksine ekonomik ve siyasal başarının özgürlük temeli olarak görülüyor. Askerlerin 1980 ihtilalinde yönetime getirdikleri uygulamalar hem ulusal hem de uluslar arası küreselleşme ideolojisine ters düşmüş, Türkiye’yi bir çıkmaza sürüklemişti. Bundan sonraki olay ve siyasal gelişmeler cumhuriyet döneminde yetişen elitlerin halktan nasıl koptuklarının siyasal sonuçlarıydı. Anavatan Partisi ve Adalet ve Kalkınma Partisi ikilisi inanç hürriyeti ve eğitimi üzerine cumhuriyet dönemi için yenilik sayılabilecek dönüşümleri uygulamaya sokmuşlardır. Bu değişim ve dönüşümlerin orta yerinde, edasıyla da çabasıyla da kalemiyle de, bir büyük mücahit vardı. O kişi içimizden biri. eşinin Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE ördüğü yelekle yetinen altı mutlaka delik pabucuyla, yalınayak önümüzde koşan, kalbi gencecik Abdullah Saraçoğlu hoca efendiydi. İslamın cumhuriyet dönemi çınarlarından olan Abdullah SARACOĞLU hoca efendi 1924 yılında Kayseri’de doğar. Abdullah Satoğlu’nun hazırladığı Kayseri Ansiklopedisi’nde verilen bilgiye göre Saraçoğlu hoca efendi Sarf, nahiv, cami, feraiz, fıkıh, arapca, farsça, kelam, akaid, hadis, tefsir, muhtasar ve meani derslerini almış ;Sırasıyla Toroslu Haşmet efendi, Sağır hoca, Yozgat Müftüsü Mehmet Hulusi Efendi, Balta lakabıyla ünlü Hamurculu H. Nuh Efendi Hoca, Müderris Külekçizade Hacı Ali Efendi ile Kayseri Müftüsü H. Hüseyin Aksakal hoca efendilerden de mesleki bilgileri tahsil ettiğini öğreniyoruz. Müftü Aksakal hoca efendinin teklifiyle Kayseri müftülüğüne Müsevvid görevi ile tayin olduğu bilgisini mezkur eserden öğreniyoruz. Yıl 1951…. Müftülükteki bu göreve ek olarak Kayseri İmam Hatip Okulu açıldıktan sonra meslek dersleri öğretmenliği de ekleniyor. . 1966 Yılına değin kayseri müftülüğündeki görevi uhdesinde kalarak İHO daki öğretmenliği de devam ediyor. Müsevvitlik, öğretmenlik ve vaaz hatta ille de vaaz bir ömür boyu kürsüden kürsüye koşarak vaazlarını hep sürdürmüştü. Onun için mesleğin de ibadetin de devamlılığı esastı. 1966dan sonra Saraçoğlu hocamızı Bursa Müftüsü olarak görüyoruz. 1974 yılı Kayseri müftülüğüne atanmadan önce İzmit müftülüğünde de bulunduğunu biliyoruz. 1978 yılında ise emekliliğini istemiş, son yıllarını memleketinde kendilerini tamamen Büyükdoğu ideali çerçevesinde sosyal sorunların aydınlatılması bağlamında ilmi konulara hasretmişti . O cidden iyi ve doğru alimdi. Abdullah Saraçoğlu çok partili dönemin din eksenli ilmin klasik eğitimli öncülerinden biriydi. Bir yanda Demokrat partinin iktidarı… Diğer yanda medrese sisteminin son nesli, Saraçoğlu hocalar… Onun ilim kürsüsünün sürekliliği cami ile müşterekliliği idi. Abdullah Hoca her zaman kürsüde halkın karşısındaydı. Cemaatin sorularıyla gelişen karşılıklı ilim teatisiydi. Halkın içinde ve hakkın önünde ilminin ve cesaretinin sınavındaydı. Onun sesindeki otoriter tonlama imanının en rakik sergilenişiydi. Coşkusu iradesinde som ilahi değere dönüşmüş, ilmini yansıtmasıydı. Klasik eğitimli olmasına karşın mesleki bilgeliği İslam ulemasındaki peygamberî mirasın pırıltılarını taşırdı. Hele müminin korunması bahsindeki hassasiyeti Saraçoğlu hocanın haysiyetiydi. Kısacası Abdullah Saraçoğlu hoca nasihat ve tavsiyelerini hayatıyla gösterirdi. Kürsüsünü merhamet tonuna ayarladığı, halkın en cahilinin bile en çok anlayabileceği sesle donatır, besmelenin bereketinde müminlerin kalbine nüfuz ederdi. 105 970 yıllardan biriydi …yıl olmak itibariyle önemli olmadığından böyle bir giriş yaptım. Kayseri’ye ramazan bayramı münasebetiyle gelmiştim. Günlerden de tatava … Ramazanın son günleri…Hava değişiminden de olabilir, on iki saatlik otobüs yolculuğunun cilvesi de olabilir . Ne evde kalıp dinlenmeye çekilebildim ne de evdeki koşuşturmaya dayanabiliyorum. Kendimi sokağa vurdum . Mahalle camisini geçerken Ahmet Saraçoğlu ile karşılaştım. Ahmet abi Büyükdoğu’nun Kayseri’deki sağlam kalelerinden biridir. Gür kaşlarının arkasında sakladığı dürüstlük bizim rehberimiz olmuştu. Saat tamiriyle iştigal eder ve şehrin merkezinde optik konuda gözlükçü dükkanı vardı. Ahmet Saraçoğlu, Abdullah Saraçoğlu’nun yeğeni idi. Aynı fikri temelden beslenen ve akrabalıkla taçlanan yakınlık öylesine temiz öylesine ardına kadar açık kalb ve kapılardı ki gıpta etmemek mümkün mü?Ahmet Saraçoğlu ile de babamların evi yakın. Evde bayram telaşını bırakarak, rastladığımız Ahmet Saraçoğlu abimiz (Hoca bizde sohbet var) dedi. Beraberce Ahmet abinin eve girdik ve sohbete dahil olduk. Tanımadığım bir genç ( davranışlarından belli ki Abdullah hocanın tanıdığı)günümüzde taşıma araçlarının konforundan ötürü, insanın evini aratmaması nedeniyle “ seferi” olmasının lüzumsuz olduğunu anlatmaya çalışarak; Utanmadan birde çatır çatır oruç yiyorlar, dedi. Hoca gencin “cahil cesaretine” ve “haddini bilmezliğine” içerlemişti. Önüne gelen hak söylemek ve haktan yana olmak adına, dinin verdiği bir ruhsatı ortadan kaldırırsa, ortalık kıyamet yerine döner, Senin(genci muhatap alarak)bize yakınlığın dine laubali olmanı gerektirmemeli. Hatta daha saygılı olmalısın. Kural koymak senin ne haddine. Diye kükremişti. Hem mesleğine hem dinine sahip çıkmanın neşesinde, genci hem tedip etmiş hem de, toplumda küçük düşürülmenin sonucunu tatlıya bağlamıştı. Kendi nefsinde bile İslam’ın feraiz ve akaid bilgisini tümüyle taşımayanların . usul ve esası da aşarak “nefsani yorumculuğa” soyunmalarına Saraçoğlu hocamız her dönemde ilmiyle set oluşturmuştur. Nefsani yorumculuk İslami kuralların hikmeti üstünde değil de, kuru aklın laik eksende şımartılarak Müslümanlara tepeden bakma yöntemine dönüştürüldüğü için, içiçe bir çok tehlike arz ediyordu. Genç hem bilmiyordu hem de bilmediğini bilmiyordu. Son zamanlarda ağızlarda sakızlaşan tabirle “ağzı olan konuşuyor”Bu tabir tam da “nefsani yorumcuyu” tanımlıyordu. Aynı gence araç lastiğine mevsim farklarına göre kaç hava basılacağı sorulsa, ( ya şu kadar bar veya bilmiyorum) diyecektir. Lakin konu İslam olunca kendini de nefs emniyetinde bir psikolojiyle donatarak, soru ya da soruna, İslami kuralın ne olduğuna ve hangi sınırlar içinde ne dediğine değil, canının çektiği ham yobaz 106 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE kaba softaya da icazet çıkaracak iştihada uydurma bir içtihatta bulunur. Elbette hastalıklı bir yaklaşım olmasa buraya dercetme gereği duymazdık. Bereket İslami hassasiyetler arttı da nefsani yorumcular “fikir hürriyeti” ile sınırlı kalan din dışılıkta kaldılar. Ebu cehil ölmüş olsa da ebucehillik öleceğe benzemiyor. Kabalığın kolaylığı ve sorumsuzluğu kimseyi entelektüel yapmaz. Türkiye’ye batı medeniyetinin normlarını getirmek isteyen herkes te entelektüel değildir. İdeolojik ve devlet çıkarları, kişisel çıkarlar bağlamında da, bu tür siyasal girişimleri görüyoruz. Ve hele gazetecilikle düşünce dünyası birbirine öyle uzaktır ;ki düşünce dünyası, bünyesinde dünya nimetlerini toplamış en lüks lokanta ise, gazetecilik o lokantanın yemek artığını döktüğü çöplüğü mesabesindedir. Gazetecilik bir memuriyettir ki orda fikir üretilmez, başka membalardan gelen fikirler şekerlemelerle kaplanarak , halkın hazmetmesi sağlanır. Zor bir meslektir. Patronların, siyasal otoritenin, rekabetin gazeteciler üzerinde verdiği bir mücadeledir. Dış bağımlılık olabileceği gibi uluslararası veya uluslar üstü de olabilir. Geniş bir mücadeleyle güç transferi olan gazetecilikte, fikri namusu olan az sayıdaki gazetecilere bakarak gazeteciliği vicdanı hür ve fikre hizmetkar sanmak, aldanmadır. Abdullah Saraçoğlu hoca tiryakiliğine de çok sadık ve bu sadakatini içten ve derinden öksürükleriyle ödüllendiriyordu. Kahve, demli çay ve sigara adeta sohbetin teminatıydı. Kayseri de olduğu sürece şehrin gece hayatı sayılabilecek ‘’oturma’’ denen gece sohbetlerine hemen her gece başka bir sohbetle devam edildiği için O da sosyolojik umumiye ‘ye icabet ediyordu. Kayserinin bu gece oturmaları sosyal bir olay olmakla birlikte şehrin önemli mahfellerini sessizce birbirine bağlıyordu. Bu toplantılarda ticari, iktisadi konular tartışılır anlaşmalar yapılır, birliktelikler oluşturulur. Hatta ortaklıklar bile kurulduğu vakidir. Şehirdeki iktisadi hayatın her yönü bilenlerce bilmeyenlere anlatılır, iknası gereken kişi ve durumlar varsa izale edilmeye çalışılırdı. Haftanın en az üç günü bu toplantılara katılınır, her gece başka boyutta ve frekansta olan insanlarla toplanılır. Genelde saat 22den sonra başlayan toplantılar önemine göre ucu açık olabilirdi. Her hafta başka konular olabileceği gibi akil kişiler davet edilerek solo sohbetler meraklı soruların yanıtlarıyla şenlenirdi. Yıllarca devam eden bu gece mektepleri halkın eğlence, dinlence, iletişim ve tanışmasına hizmet eder. Gerekli görülürse aylarca kitap okumaları sürerdi. Bu gece okulu bütün aile bireylerini de ilgilendirirdi. Sohbetle oluşan kardeşlik elbette ki ailelere de yansıyordu. Saraçoğlu hoca elbette ki herkesin toplantısında olmasını istediği karatta, ilmiyle, hitabetiyle, kitabetiyle ve hele de karizmatik fikir öfkesiyle özel bir isimdi. Kalemiyle ve varlığıyla yıllarca Üstad Necip Fazıl’ın yanında ve Büyükdoğu’da yerini almış, medeniyeti olanca kuşatıcılığıyla bilen, ümmete hizmette olağanüstü çalışan, sözünü dudaktan ve gözünü budaktan sakınmayan bu mümin ve mücahit insanı kim sevmez ki?Böylesi toplantılarda insanların insanlık dokuları da test edilir. Abdullah Saraçoğlu hoca da bu test uzmanlarının başında gelirdi. Zira bir psikolog titizliğiyle anlattığı konuları bir pedagog gibi de yüreklere sindirerek öğretmiş olurdu. Abdullah Saraçoğluna tevdi edilen konuda çok ve titiz çalışır, o konuyla ilgili diğer bilimlerin de tezlerini inceleyerek toplantıya takdim ederdi. Toplantıların samimiyetine ve tek eşeyli olması nedeniyle erkek argosu bir jargon kılığına bürünmemek şartıyla kullanılırdı. Onun için hocanın kötü karakterleri takdiminde kullandığı “eşşoleşşek”leri Kemal Sunal kafiyesinde olurdu. 1924 doğumlu olduğundan diyelim, bizlere oranla Türkiye’yi çok daha tarihsel perspektiften derinlemesine ve ileride tanırdı. Tanışı olduğu ve duyduğu olayları, okuduğu süreli yayınları ve kitapları arı duru hafızasına alır, güzel bir hitabetle de bunları taçlandırırdı. “Karşılığını alacaksak canımızı sakınmayız” derdi. Bugün anlamı bence daha da büyüdü , büyüdü büyüdü. Sevgimizin izharı ifade edemediğimiz düşüncelerle gönlümüzü teskin etmesindendir. Söylenişi şiir gibi olan, bu can yakan cümle, aşıklarının gözyaşını da taşımaktadır. İçli ve samimi bu vefakar ve cefakar ağabeyimize bu mersiyeyle borcumuzu ödeyemeyeceğimizin bilincindeyiz. Hani Hacı Murat romanında L. Tolstoy ‘’kalkmayacak gibi geldi bağdaş kurup oturdu. Diyeceğini söyledi . Birden kalktı, geldiği hızla gitti.’’diyerek bir tanım yapar Türk’e, sanki Saraçoğlunu tasvir eder gibiydi. O koltuğa da bağdaş kurarak otururdu. Büyükdoğudan olmanın doğal sonucu bu karizmatik insan toplumdaki herkesin arkasında olmaya hazırdı. Oysa toplumda onun önünde durabilecek yürek neredeydi.’’olmak ya da olmamak…işte bütün mesele ‘’ diyen tiyatro tiradı gibi. Sakalı ve gözlüğü bile onu mülayimleştirmiyordu. . Üstad dan çizgiler vardı. Muhteşem ve sakin. Mümin ve aksiyon içinde. Üzerinden binlerce volt akım geçen kablolar gibi. Birey o kadar önemli ki sorun da çözüm de bireye göredir. . İslam hukukunda olduğu gibi tıpta dahi böyledir. Her hastalık şahsa özeldir. Tedavide de bu durum göz önüne alınır. Yoksa batı kültürünün buldum dediği ve fakat her bir yerini geliştirdiği sürekli değişim arz eden ve hatta kırılmalarla farklılaşarak değişik ideolojilere dönüşen sistemler ile bu sistemlerin çalışma veya kullanma talimatı olan rejimlerin yığın haline getirdiği insanları mutlu ve birey olarak ele almak mümkün müdür?İrade kullanamayan sü- Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE rünün bir parçası olan bu protoplazma yığınına vatandaş, yurttaş, yoldaş diye isimleştirerek ne insanlığa ne topluma ne de sisteme olumlu bir katkı olabilir. Elbette ki eğitim ve gelişim dönemleri müstesna kurallara bağlıdır. Fert fert yücelmeyen bir oluşum, doldurma ve tıkma mantığıyla ancak yatak ve yastık görevine talip olabilir. Fetvanın muhatabı ferttir, soru ondan gelir sorun onundur ve muhatap soruyu sorandır. Başka zaman başka yerde ve hatta benzer bir soru başka bir fert için fetvada farklılık arz edebilir. Adalet her şeyin üzerindedir. Yatay adalet kadar bunun kalitesini dikey adaletle temin edilebileceğini, Saraçoğlu hocadan kaç kez dinlemiştik. Konuyu uzatarak yanlış anlamalara sebep olmak istemem . Kısaca Saraçoğlu hoca ferdi, toplumu iyi analiz edip, soru ya da sorunu iyice tanımladıktan sonra şahsın durumunu da göz önüne alarak cevap bulmağa özen gösterirdi. Bu konudaki titizliğini o ilmin sahipleri iyi bilirler ve Hocanın hakkını teslim ederler idi. Tarikat ve cemaatler konusunda da çok rahat hareket ederdi. “Ümmeti Muhammed” kendini ehlisünnet vel cemaat olarak görür. Elbette farklılıkları olabilir. Eksik ya da yanlışları üzerine konuşulur ve yazılabilir. Eksik ve yanlış yapanlarla muhataplık fitneyi doğurur diyordu hoca…Hatta her cemaat veya tarikat kendini öylesine cennette görür ki, girdiği cennetin kapısını içerden kilitler başkalarını içeri almaz. İnşallah cennete giderler. . Cemaatlerin güzideleriyle toplanarak ortak kararlar alarak topluma ve ihtiyaçlarına çareler bulunabilir. Nahif davranışlarla, hayali ve varsayımlarla sorunlara çözüm olmaz. Ortak akıl Abdullah Saraçoğlu hocanın gerek cenneti teminde, ve gerekse dünya nimetlerini kazanmada toplumsal barışı sağlayan siyasetti…Ortak akıl kamu aklıydı. . müşterek akıldı…Ulülemr di…cumhurdu…Onun için çok önemliydi. Sahabeyi Kiram efendilerimiz müçtehit olmaklıkları yönünde eşittir. İnsanlıkları ve incelikleri o kadar çok ve farklı ki bu da onların bereketidir diyordu Saraçoğlu. Kişiye amelleri sevdirildiği için (bir kişi Müslüman’ım diyorsa ona değilsin dememek gerekir. Zira insanlar, ya ümmeti davettir ki; davet edilene davet edilen hak adına saygı gerekir , ya da ümmeti icabettir ki ; davete olumlu cevap vereni de kovma hakkı yoktur. İnsanların gelişmesini temin açısında müesseseler kurulmalı. Bu müesseseler iyi denetlenmeli derdi de okullaşmaya o kadar önemli bir noktadan bakardı ki, hayran olmamak mümkün değil. Ortak aklı her cemaatle ayrı anlaşmalar yaparak bir bölgede başarsanız bile ulusal düzeyde bırakın çatlak oluşmasını uçurumlar ortaya çıkar. Oysa okul ortak aklı teminde terim ve dil zemininde sağlam kale olacaktır diyerek sohbeti sürdürürdü. Belli ki içi yanıyordu. Aşkından taşan bu bilimsel olgular 107 bir temenniden çok gerekirliliklerdi. Hep din …ve her zaman din…ve de her yerde din…Din insanlığadır…kötülüğü emretmez…Dinlerin de birbirilerine ölçülü olmaları gerekir. Son zamanlardaki Hıristiyanlarla –neredeyse papazları kutsayacaklar-geliştirilmeğe çalışılan yapılanma yanlış zemin üzerine oturtulmaktadır. Kur’anda bahsedilen Hıristiyanlar, İslam geldiğinde ‘’semiğna ve atağna’’ işittim ve itaat ettim diyen dindar Hıristiyanlardır, bugünküler gibi algılanıyor. Bu aldatmacadır. Bir siyasettir. Biz kabul edemeyiz. Dediğine de şahit oluruz. Dini hizmetler geçinme mesleği olmadığı gibi bu hizmetleri yapanların geçindikleri meslekleri olmalıdır diyordu Hoca Efendi. Peygamberin varisi olacak şahısların, geçimini diğer insanlar gibi mesleğiyle sağlaması esastır, ki kalan zamanında insanlığa müfid ve mürşid olsun. Cemaat ve tarikatların yürek burkan ekonomik yapılanmaların ardına düşmelerine şaşmamak elde mi diyordu . Kalın çerçeveli gözlüklerini çıkararak, gözlerini sürmeler gibi silerek sakalını yolarcasına avuçlarına almıştı. Mesleki çürümüşlüğü anlatmak istemiyordu. Gece de bir hayli ilerlemişti. Bir el işaretiyle oturuma katılan gençlerden birisi utanırmışçasına yarım ton sesle “asr suresi”ni okumağa başlamıştı. Sabaha yakın bu zamanda ancak sabah namazına hazırlanılır idi. Yetmiş yaşını aşan bu delikanlı “fişek gibi” abdestini tazeledi, toplantıdakilere; (Hunata mı gidiyoruz ) demişti. Hunat camii en az bir kilometre mesafede, Selçukludan kalma tarihi bir camiydi. Tarihi olması elbette önemliydi. Ve fakat şehrin merkezini temsil etmesi bir diğer özelliğiydi. Hunat camii banisi Hunat hatun (Mahperi hanım) zarafet ve asaletini de 1237 yılından beri ter ü taze taşıyordu. Gerek Türbesi gerek medresesi, ve gerekse hamamı dipdiri ayaktaydı. Tak kapısı aşkın taşa yansımasıydı. Hunatı Kayserililer her gün gördükleri için Saraçoğlu hoca gibi hasret değillerdi. Oysa Saraçoğlu hoca gençliğinde kürsüsünde minberinde halkı irşad etmiş içiçe anılarla doluydu. Onun için önce (Hunata mı ) diye sormuştu. Bu kez boğazındaki sigaranın verdiği basıncı atmağa çalışarak, (Hacı Kılıç ta olabilir. )demişti. Hacıkılıç Camii de Selçuklu’dan kalma Hunatın gönüldaşı ulu mabettir ki 1249 da inşa edilmiş güzelliği inşallah dünya durdukça dursun, tak kapısı süslemeciliği. Medresesi de bitişiktir. Saraçoğlu Hocanın zaman zaman dile getirdiği ve şaşkınlığını gizlemediği konulardan biri de ülkenin aydınlarının bu mimari, sosyal ve tarihi eserleri göre göre yaşadıkları kültürü sorgulayamayışlarıdır. Bu enteller anatomik değişim de geçirmiş olmalılar diye bizlere kara mizah örnekleri veriyordu. Sonuçta kimseden bir ses çıkmayınca Hoca yine kendisi pusulayı eline aldı. Tabaktaki son dilim börekler ve son yudum 108 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE çaylarda tüketilmişti. Yola çıkıldı. Sohbet şın şenlik içinde önce Hunata yöneldi. Yine de erken gelmişlerdi. Caminin banisine Fatihalar okudular İstasyon Caddesindeki Hacıkılıç’a yöneldiler . Şehir yeni yeni uyanıyordu. Vardiyacılar ve gıda sektörünün pişirici personelleri çoktan sokağa taşmışlardı. Ayak sesleri, tek tük motor gürültüsü ve sigaranın boğazdaki inhirafları olan öksürükler…Hacı Kılıç Camii imam hatibi grubu tanıdığı için hemen kolları sıvadı, müştemilatta çay bile hazırladı. . Hal hatır sorulumunun ardınca caminin namaz bölümüne geçtiler. Kırkayak gibi olmalıyız…kırkayak…beyin tek, eylem çoklu. . Ortak aklı içimizin içinde saklı yerden çıkarmalıyız agoraya.. Abdullah Saraçoğlu Hoca böyle idi Nur içinde yatsın. kutsal göç efsaneler sundu füsun içre geceler al topuklu kızlar büyüdü usulca bir incir yaprağında hicret göründü (ay/ruhuna saray olmuş yıldızların ortasında ilerlemeye başladı ancak/insanın taşıyacağı bir yükü kıskanmasından dolayı yaralıydı yine de bulmanın aydınlığında dolanıp durur/ne var ki yola yaban ola kesintisiz bir hicretin nesnel görünümünde “işaret parmağının” açtığı yaranın yeminini düşünmek mutluluğu yok mu odur bizi yoran aydınlık ve yanan ay) altınçağ sahneleri bürüdü rüzgâr güncesi geceler yıldız böceklerinin sengin bestelerinde akıp indi sema yükü inciler al topuklu kızlar yürüdü cennet yüküdür anaların gözlerinde asılan susulan sevda sabrıdır enstant ağıt görmesin diye her bahar bir gül kahrıdır kangurular keselerinde gider enselerinde anne dişi duyar kedi yavruları tüylü diliyle yalar ay doğuştan koşan tayları ve ya demeye kalmadan yollar tutar duyguları çakal seslerini besteleyen bakır ırmaklar koşar rengini çiniler çalmış uryan denizleri o çığlıkla çılgın dalgalar okşar uyuyan denizleri sebil seslerinde kekre kadehler kırılır altın dudaklarında açılır benizleri korku peşinde yürür ay şöhret burkulan gölgedir korkak budala yatay yine de bizdendir hüzün yüreğimize asılmış üzüm salkımı gibi gördüğün yalnızca yüzüm lakin bütünlüğün asılmış taşınmış uzay gibi ay devreder mutantan tenlerini rüyalarını rüzgârlar görür deniz kızlarının sevda yakılarını tutam tutam götürür gözlerinde yosunlu izlerinde nice zaman getirir kıblesiz bir secdenin suçlarında nice gizler eritir yankılar açar bu gizli dehlizleri dilde söz onsun diye dinlediler deprem seslerini kristal kürrelerde korkarak azan ak dalgalardan gençlik damarları topladılar zıpkınladılar yunusların gözlerini kılcal damarlarda karıncalar yürüdü sonra sonrasıyla ufukları sardılar “hey deniz kızları denizin gel giti durdu soframıza buyurun yeni ve sıcak selvalar geldi nazı bırakıp niyaza durun kolları uzun semalar geldi sevdamıza buyurun” kaderden camdı kadehten dönen akşam öfkesi yansıyan kırışıkları sayan ölüm üstü ülkesinde uyanan yeni kan yepyeni bir kan piri mugan dilindeki camdan okudu fosfor giysilere ermek için elindeki candan okudu Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE yine kumlar sağır duymamışlar bağırlarında kumruların sevdasını ya da tecahül-ü ariftir siren sesleri dönmeyen ayak seslerinde yakam üç düğme açık ha bire unutuyorum yönleri maraton fonlarına yaslanıp denizi tutuyorum ara sıra duyarız hangi çağın içindeyiz rüzgâr da ara sıra söyler bunu ama kimse söylemez zamanı bulduğunu elim candır bırakır tuttuğunu bir dem gelir bir dem gelir çayır çayır yakar unuttuğunu bir elinde bir gözüm bir gözüm diğerinde israfil surlarına rüzgâr iletir sebil dekorlarında söyletir uzakların sifenksini ufukların fireskini gezdirir çipili duygularım iskender aynasında mumyalı benizleri uyarır uykularım muştunla hemhal olmaktan lalim halim özgedir methalinde evrenin hangi altın ağ ilmeklerine tutunsun elim kofana yıldızların koful yalazlarını hangi dilim unutsun ki sarsın kanımda mafsalları dön dur kızıl aşkların kampanası kalbim dön dur kıyamet göreceksin göreceksin aşk yeni yokluğu eski lakin yokluğu eskitecek diye dön dur kızıl aşkların kampanası kalbim dinozorlar geçiyor ağır ağır bağrıma tıkız arzularıyla hummalı zorlar geçiyor bir sus işaretiyle geçen oğuzlar gibi basa basa kanımın zulasına dinozorlar geçiyor cengiz hançerlerini yoksayan bir hançereydi gözlerimi verevine kanayan karayılan aşklarını zehirleyip bir çırpıda sevgiliydi gömleğimle oynayan -ki rüzgâr esmiyordu durgundu duygularımyelken açmamdır ki karanlıklara şükür yüreğim damlıyor tıpır tıpır tıpır tıpır yürüyorum aşka ve çileye ile’den ve’den kendime rüzgâr dolu yönüm yüreğim yelken 109 öncesizlik sonrasızlık ıssızlık içim kararsızlık içinde yırtılan deniz okyanusa ıslık tuttu iri bir güneşe yaslanan adımız mercan sofalarını unuttu bereket ki yağar üstümüze üstümüze kar gibi el yağar eller unutalı çok oldu lakin o iri güneş tuttu bizi kara kıl bacaklarıyla keçiler yürür keçi ayaklarını susturmak zor daha zoru atlarımızı durdurmak onlar ve iri güneşler vel leyli ven nehar eylem le var varlar bu kez dudağınla konuşuyorum ey deniz ey zülf-i semensaların ıslak dudağı ey gülhatmilerle ölü dudakları gusleden kuşkonmaz dalların kuşkusu ey çöllere şarabnel gibi inen akbabaların gözlerinde dinlenen kaktüsleri şaşkın irem bağlarında yolan ve ruhunu adenin ey mehtap süngeri ışık yollarının mesihası meryemin koynunu dolduran ılık sancı ve ey çelebi yeleklerinin merhabası bu kez dudağınla susuyorum ipek böceği kusar gibi ya da bir hisar gibi yaslanıp ufuklara ne bilgindir ne gezgindir bağrında güneş gezdirir rivayettir ancak üstüne laf gerisi gözlerindir ancak züleyha bilir ki mushafı vardır yine de bu zorda dilin israfı vardır 110 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE deniz saçlarında dalgalanır güneş göğsünde batar yalaz dişlerin ısırır denizin nemli tenini yalnız yılanlar arar biraz biraz ağaçlar büyür meltemini sonra kirazlar dudağını Yusuf ’a taraf oldu gönlüm gördüm yar geldi mutasavvıf kunduralarıyla tenini toprağa gömdüğü dört yanım tümörlerle tutuldu yar tuttu yine de ince parmaklarını meçimsi çekip unuttuğun ruhumu kan ağacımdan yapışkan topladı kanımı bağladı ruhuna ateş yaktı afrikadan büyük hey-hey tam-tam ve horadan sonra ruhum bir bebekti mışıl mışıl ruhum beklemekti ışıl ışıl kuşlar uçsa yürüse kediler titriyor ruhum korkum rüzgâr içinde yar gelecek beklenen ruhun kollarını gerecek gerecek ruhsal bir çarmıh arıyorum Yusuf ’a taraf olunca gönlüm herkes gibi her kez ben de gördüm gördüğünü yağmurun harp olduğunu ellerimi uzatınca tellerine gökyüzünün kaybolduğunu gördüm gördüm kimsenin görmediği bir zamanda bir kurşunun ıslığında kendimi tenimi mor mor teslim ettiğim masivaya gördüm yine de eremedim kleopatra sandaletlerini eriten zamanda küfür görmemiş deniz kızlarının nurdan sofralarına neden gözlerim mavi neden neden gömleğimi rüzgâr şişirir durur hangi yöne ne zaman açılsa yelken neden içimi bir mavi hasret doldurur adı yok bir kuş serene konmuş koltuğunda birkaç ekmek bir çocuk tam dönüyor sokağı rüzgâr dönmüş güneş donmuş kararmıyor gece uykular yataklardan koğulmuş sülüne benzeyen boğaz ceylanda olacak gerdan beyaz giysili doktor neşterlerine gebe gergedan gibi garip ve uzak senin yokluğunda kuruldu tuzak dilim dilim satılmak için gözleri beklemekten mavi havai gülüşleri beklemekten geldim ince bir küçük gövdemle sularınıza size sığındım yine sendelemekten kollarımdan tutsa da dalgalarınız nazınız dinmedikçe gelemem söyledim kaç kez ben kara sevdalıyım karada olmalıyım anlarsınız siz de bir gün kara sevdanın ne olduğunu söz ki size karşılayacağım sahiller boyu kurduğum evlerde aşkınızla boğulacağım muvattalinin atları coşar eşinir ardında iki tekerlekli savaş arabaları eflatun güneşin içinde aynı atlar kesişir atlar aynı koşar oysa muvattali ve akrabaları değişir ve ölür gömülür ve değişir onurdan kuşkular da geçiyor billur bardakta istanbulu kırıp geçmeyen kuşkulardan yine kuşlar geçiyor tüm santrallarını yıkıp istanbulun kuşlar kuşkular şuur okyanuslarını aşan susuşlar geçiyor ölüm ihbarlarını kovan meltemli ruhun zamanı ve zamanı tutan zanları o kitapta yıkadı karton saygılarından uzak o kitap yıkadı zamanı tutan piston ellerimce ayıkladı beni fırtınalı yılkı sağrılarına ben gibi şekva sapladı ve ayıkladı semayı sisten görmemiştir hiçbir yürek hiçbir gutenberg dizmemiştir sözlük dışı kelamın kurşunu ezdiğini ve beni çıldırtan güzelin zulümle gezdiğin hiçbir odak sezmemiştir Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE hiçbir dudak çözmemiştir fosfor derilerini hapşırırlar habire iğneden ipliğe ikindi devranına voyvoda kinlerini vururlar lakin ben saklambaç oynarım döner başım ey gözüm ey arkadaşım ey dualı deniz kızları sırıl sıklamım ağaçlardan çiçeklerden çitlerden ellerimi kaptığınız yalnız bıraktığınız evciklerden çekip çıkarın suçlandığım geçitlerden çekip saçlarınızı güneşin bana dair söylediğini ben de bileyim dekadan sancıların sadaka diye sana karşı suçunu göz bebeklerinde dindireyim yağmur duası diye gökleri indireyim her suçun bir aslı var benim suçum bendedir ikrar ettikçe keremim intikamın yinelenir zaman bitti kestane fişeklerinde sürüyüp ufukları deniz kızları yelken uykularına daldılar ay anaforu üstümüzde dönüp duran haritada kaç üzeyir uyukladılar alıp beni rüyalarına bizi kıskanmaktan uyuyan okyanuslar rüyalandıkça dalgalandılar uyandık uyuyan rüyalar gibi sıcacık evlerin ilyas dualarında gözlerimiz penguenlerle oynadı bu yüzden sevaplarımız yarım penguenler gibi kara ve beyaz sevimli ve uçarı ilyaslı elleri naz ve niyaz yeni zaman uçmakla başladı bizim kaderimiz yere basmak yine de basamak basamak içim asansör dilencisi icmal bir hayal ki kardan adam kaldırılmaz bir vebal helali kaldırmak için ince terbiyeden geçmek benden ve bedenden toprağı kaldırmak gerek al canım senin olsun dilersen çağır dilersen yıldız ağıtlarından gönder uzay vuslatında beraber olalım dilersen miraç hasretlerini dindirelim dirilelim sevgilim sevgilim dirilelim mezarların yoksunu ufuksuz bir diyarda ••• 111 112 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE Abdullah SARAÇOĞLU hoca efendinin çeşitli tarihlerde BÜYÜK DOĞU DERGİSİ’nde çıkan yazıları; 16 Ağustos 1967 24. yıl. 13. devre / 5. sayı ALLAHIN AHLAKI İLE AHLAKLANINIZ Yazımıza başlık yaptığımız Hadis ile sabittir-ki “Ahlaki mekarimi tamamlamak için” Dünyayı şereflendirdiklerini söyleyen Kainatın Efendisi nazarında ahlak en üstün gayedir. ALLAH zulümden münezzeh ve mukaddes olduğuna göre, onun ‘alemlere rahmet’ olarak gönderdiği Peygamberine her türlü kötülük ve çirkinlikten uzak bir ahlak ve beşeri gaye timsali tanımak lazımdır. İman ehlinin, Allahın zatı gibi, nefslerini zulümden tenzih ve ahlaklarını tehzib etmeleri için tek kıyasi vahid O’dur. Zulüm şöyle tarif edilir. “--Bir şeyi layık olmadığı yere koymak. ” Bu tarife göre zulüm, başkalarına haksız muamele etmekten ibaret kalmayıp çok geniş ve şamil bir mana kazanıyor. İnsan kendisini Allahın kulu olmak manasından başka bir yere koyar. Yaratıcısını tanımaz ve fıtratına göre hareket etmezse nefsini zulüm etmiş olur ki, bu da zulümlerin en büyüğüdür. Şirk, İlahi kelam ile “Azim bir zulümdür!” İlahi hududu tecavüz edenler de, Kur’ana karşı zalimdirler. Allah zulmün her çeşidine karşı Kur’anında la- net etmiştir. Fakat zalime zulüm, nasafet ve adaletin ta kendisidir . Zalime merhamet ise insanlığa zulüm ve adavettir. Zalime merhamet değil, siyaset lazımdır. Zulmünün ateşinden halkın yandığı zalim ateş bastırılır gibi söndürülmelidir. Dost ve düşman herkes hakkında iyi muamele etmek İslam edebi iktizasındayken, yalnız zalime karşı sert karşılığa ve bedduaya izin verilmiştir. Gerçekten mü’min ve Müslim olan kimse nasıl zulüm edebilir ki, nefsinden büyük zalim tanımaz. Biz “ cihad-ı ekber” halinde nefsimizle mücadeleye memur olduğumuza göre zalime hiçbir sahada tahammül edemeyiz. Böylece ahlakımızın esası olan nefsi yenmek mevzuunda nefsin en acı tezahürü olan zulümden iğrenir ve bu duyguyu ahlakımızın temel taşı biliriz. Ahlak, fikrin dinamizması mevkiinde o kadar büyük bir haslettir ki Onu, “Emirler ve Yasaklar”dan ibaret İslam’ın iş manzumesinin yürütücü kuvveti sayabiliriz. “Ebrarın haseneleri mukarribinin seyyieleridir.” Ölçüsüne göre, ebrar, yani cennetliklerin iyi işleri mukarribinin, yani Allaha yakın olanların kötü saydığı işlerden oluyor ve bu incelik de sadece ahlaki bir idrakten doğuyor. Abidler günahtan tövbe ederken, arifler ibadetten istiğfar ederler. Abidler cenneti hedef tutarken arifler ilahi rızadan başka bir şey gözetmezler. Bu ruh haleti de nefsi yenmenin, yani ahlaka esas olan hamleyi göstermenin son hattıdır. Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE Denilebilir ki ahlak, imanın ekmeği, iman ise ahlakın buğdayıdır . İslam ahlakında, Kainatın Efendisini sevme borcu o noktaya kadar yükselir ki anne, baba, evlat, hatta can sevgisi onun yanında hiç kalır. Bu sevgiyi şümullendirip bütün iman ve hayat çerçevesine yaydığımız zaman İslam ahlakının aşk temeline dayandığı görülür. “-- İmandan sonra en faziletli amel halka yardım ve sevgi göstermektir. ” Mealindeki Hadis, İslam’ın aşk ölçüsüne en parlak delildir. İmanda kemal, bir müslümanın nefsi için dilediği her nimeti başkaları için de istemesi ile gelişir. Bir açı doyurmak bir borçlunun hesabını ödemek, bir müşkülü olan kimsenin işini halletmek, hasılı gayrın iyiliği yolunda çalışmak, İslam ahlakının başlıca esaslarındandır. Müslüman odur ki, başkalarında gördüğü ayıp ve noksanları kendinde bilir ve uğradığı her zulmü öz amelinin neticesi sayar. Zünnun(Mısri)Hazretlerinden Mısır ahalisi yağmur duasına çıkmasını rica etmişler…O da hemen Mısır’ı terk edip Medine’ye gitmiş ve orada duaya başlamış…Çok geçmeden Mısır üzerine yağmur boşanmış ve kıtlık geçmiş…Ariflerden biri, niçin Mısır’da dua etmeyip Medine’ye gittiğini sorunca büyük veli şu cevabı vermiş: -Kıtlığa sebep o yer halkının günahlarıdır. Uzun uzun düşündüm ve Mısır’da kendimden ziyade günahkar kimse görmedim. Caizdir ki bu kıtlık benim yüzümden olsun dedim ve duamı Medine’de ettim! İslam ahlakının en güzel tecellileri, başta kainatın baş örneği ve sahabileri bulunmak üzere velilerdir. Bazı kuru zahir ehlinde küsufuna şahid olduğumuz İslam ahlakının pırıltılarını en büyük mikyasta veliler çerçevesinden süzebiliriz. Bunun en küçük misali olarak ve sadece muaşeret edebi çerçevesinde bir pırıltı gösterelim: Bir veliye ihtiyar bir kadın baş vuruyor. Dertli ve çok heyecanlıdır. Yüksek sesle derdini anlatırken kadından çirkin bir ses çıkıyor, kadın o kadar mahcup oluyor ki, adeta mum gibi eriyor, onu bu faciadan hangi tefsir ve tevil şekli kurtarabilir? İslam ahlak ve zarafetinin büyük numunesi veli, elini kulağına götürüp haykırıyor: -Hanım, yüksek sesle konuş ! Ben sağırım duymuyorum! Ve işte bu vakadan sonra o velinin ismi “sağır” manasına “Asam”olarak kalıyor. Acaba insan ayıbını örtmek mevzuunda bu levhadan daha parlağı nerede görülebilir? Kamuslar dolusu uzayabilecek olan bu bahsi, ona tekrar avdet etmek üzere, İslam ahlakının Peygamber ahlakı, Peygamber ahlakının da Allah ahlakı 113 olduğunu bildirmekle mühürleyelim. *** Bursa müftüsü Abdullah Saraçoğlu 30 Ağustos 1967/24. yıl 13. devre/ 7. sayı ADALET Halkın devlet büyüğüne itaati vacip olduğu gibi, devlet büyüğünün de halk arasında adaletle hükmetmesi şarttır. Allah, bu lüzumu, Kur’anında yer yer emretmiştir. Devlet büyükleri adalete riayet etmez, nefsaniyetine uyar, Allah emaneti olan halka zulüm ve cevrederse, kendi eli ile memleketini harap etmeye çalışmış olur . zulüm ise halk arasında karışıklık ve düşmanlıkların artmasını meydana getirir. Cemiyet unsurları, huzur ve emniyetten uzaklaşır, birlik kaybolur;ve devletle halk, nefret hendeği ile birbirinden ayrılmış iki yabancıya döner. Bu haller, neticede cemiyetin zevaline, vatanın haraplığına ve devletin inkırazına gideceğinden, Allah, semavi kitapların hepsinde adalet emrini tekrarlamıştır. Zulüm, rızk kapılarının kapanmasına, kıtlık ve yokluğun artmasına, sıkıntı ve darlığın meydan almasına, ahalinin düşkünlük ve miskinliğine sebeptir. Bu yüzdendir ki, içinde zulüm cereyan eden memleketlerin battığı, her zaman görülen ve tarihte şahit olunan keyfiyetlerdendir. Binaenaleyh devlet büyüklerinin, kendilerine daima adaleti rehber edinmeleri, Kur’an ölçülerinin başlıcalarındandır. Allahın emri, itikad, iş ve muamelelerin hepsinde adalettir. Çünkü hak ve adalet olmayan işte feyiz ve bereket bulunmaz. Adalet, her işte, bir şey yerine koymak, o şeyin layığını bulmak ve layık olduğu sınırı tutmak olduğuna göre, insanlar için bundan üstün bin mefkure düşünülemez. Allah içinse her muamelede adalet ilahi rızanın biricik yoludur. Allah, adaleti emrettiği ayette adalet, ihsan ve akrabaya riayet tabirlerini kullanmakla hayr mefhumlarını toplamış oluyor. Aynı ayette “Fahşa, Münker ve Bağıy” kelimelerinin kullanılması da bütün şer unsurlarını ifade ediyor. Hak buyuruyor ki : “-Söz söylediğiniz ve bilhassa hakim olduğunuz vakit, siz, adalete sarılınız! İsterse hükmünüz bir yakınınıza karşı olsun…Size, ancak Allahın emrini yerine getirmek düşer. ” Yine, Hak buyuruyor: “-Müminler! Allahın emirlerine itaat edin, O’na ibadette daim olun ve adaletle şahadet eyleyin!Bir kavme olan düşmanlığınız sizin o kavme adalet göstermenize mani olmasın!Her şeyde, dost ve düşman her fert hakkında yalnız adaleti yerine getirin!Adalet 114 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE ibadete pek yakındır ve onu terk edene Allahtan korkmak lazımdır. Allah sizin her işinizi bilir. ” Ve Allah kelamında emrediyor: ”-Ey Davut! Seni yer yüzüne halife kıldık! Halifelik sana yönelince senin de, halk arasında adalet ölçüsünü kurman gerekir. Nefs arzularına uyma, nefs seni yoldan çıkarmasın!. . Yer yüzü fesat mekanı olduğu için halk arasında adaletle hükmedecek bir hükümdar sıfatı ile, biz seni herkes üzerinde hakim ve herkes üzerinde emri nafiz bir halife kıldık. Ta ki adaletle hükmedesin fitne ve fesadı kaldırıp halk içinde nizam ve intizamı yerine getiresin:Sakın heva ve hevesine uyma eğer heva ve hevesine uyacak olursan, bu hal seni Allahın yolundan çıkarır, delalet vadisine sürükler . ” Hazret-i Ebubekir müminlerin Reisliğini omuzlarında taşıdığı devrede Yezid’i, ordu başında Şam’a gönderirken şöyle öğüt verdi: -Ey Yezid! Senin akraban ve yakınların var. Onları, başkalarına tercih ederek bazı işlere ve mevkilere kayırabilirsin ! Senin adına en çok korktuğum nokta, bu…Allahın Resulü, (Salat ve selam onun üzerine olsun) dedi ki : ”Müslümanların işinden bir işi üzerine alıp o işe iltimasla birini kayıran, Allahın lanetine uğrar;Allah ondan bir mazeret veya fidye kabul etmez, hatta onu Cehenneme atar !” Ve ölüm döşeğinde şöyle konuştu: -”Rahman ve Rahim olan Allahın ismiyle … Ebu Kuhafenin oğlu Abdullah’ın ahiret yolunda vasiyeti… Son anın bittiği bir gün son anın arkasından ilk anın başladığı noktadaki vasiyeti…Küfürdekinin imana, kötülüktekinin iyiliğe geldiği ve yalancının doğruyu söylemeye başladığı noktadaki vasiyeti… Şu, Hattaboğlu Ömer’i kendime halef seçiyorum, O’na itaat ediniz! Bununla Allaha ve Peygambere, dinime, nefsime ve size, doğruluk ve iyilik murat ettim. O, adaleti yerine getirirse ne alâ!. . Kendisinden beklediğim, umduğum da bu… Başka bir yol takip ederse, kişi işlediğini kazanır . Benim bütün gayem hayr…Gaybı bilemem. Zulmedenler nelere uğrayacaklarını görürler. Allahın rahmeti üzerinize olsun!..” Hazret-i Ömer’in Ebu Musa’ül eş’ariye gönderdiği nâmeden: ”-Kaza, adaletin icrası, muhkem bir farzdır; ve herkesçe uyulacak bir sünnettir. Senin karşında meclisinde ve adalet huzurunda birbirine müsavi olmayacak hiç kimse bulunmasın!. . . Zayıflar adaletten ümitsizliğe düşmesin, kuvvetliler senden taraflılık ummasın! İddia eden ispat etmeye mecburdur. İnkar eden yemine davet olunur. Sulh, caiz ve makbuldür. Elverir ki haram olan bir şeyi helal gösteren yahut bir helalı haram kılan bir sulh olmasın…Bu şartlar altında, hükümleri her zaman inceden inceye ele almak ve daima Hakka dönmekte serbest bulunmak güzeldir. Kitap ve sünnette bulamadığın noktalar üzerinde idrak ve vicdanına baş vur!Birbirine benzeyen ve uyan şeylere dikkat et!. . . Ve aralarında bir kıyas yap! Bir kimse, delil göstermek isterse ona zaman ve imkan bağışla! Verilen zaman içinde beklediğin delilleri getirirse hakkını ver;Yoksa davasını düşür! Her Müslüman adalet ehliyetinin bütününe maliktir. Tek, yalan yere şahitlikten, vesayet ve veraset işlerinde suistimalden ve buna benzer işlerden mahkum olmuş bulunmasın. ” - “Adalet mülkün temelidir” düsturunu kalplerimize astığımız ve duvarlardaki ölü klişelerden ayırt ettiğimiz gün, hem adaleti anlamış, hem de adalet icrasına başlamış oluruz. *** 6 Eylül 1967 24. Yıl 13. Devre/ 8. Sayı YENİ NESİL YEPYENİ bir nesil yoğurmak borcundayız! Potinin burnundaki çividen saçının en üst teline kadar, yepyeni, dipdiri, yakın ve perişan maziye doğru, hiç bir örneği olmayan, görülmemiş bir zarafet, dikkat, heybet, hakimiyet pırıldatıcı bir nesil…Dışından güneş gibi aydınlık bu neslin bütün nuru, içinden gelecektir. O nurun ismi de olanca saffet ve asliyetiyle Müslümanlıktır. Bu nesil, tavan aralarında, bodrumlarda, ruhunu kaybetmiş, camilerde namaz kılan babalarını değil, maziye doğru tam 5 asır boyunca cedlerinden hiç birini beğenmeyecek ve eksik görecek kadar ileri Müslüman…Başlıca vasıfları da, aşk, vecd, heyecan, hareket, zeka, irfan … Bu nesil, ilk vazife olarak, İslam’ın dar alınlara, kirpi saçlara, kazma dişlere, sefil kıyafetlere, her şeye peşin olarak “Yasak!” yaftasını takan haşin mizaçlara, Dünya ve hadiselerden habersiz kabuklu bünyelere irca edilen, yılgın, ölgün, ezgin, bitkin örneğini öz nefsi ile ve bir zuhurda tasfiye edecek yerine kendisini kaim kılacaktır. Bu nesil için örnek bütün ruhu ve ahlakiyle öz be öz “Sahabi” Peygamber sohbetine ermiş büyük bağlıların her halidir. Ve onlardan sonra Müslümanlığın fert ve cemiyet halinde gidişi, asli örneğe uygunluk veya uygunsuzluk bakımından koca bir muhasebe davasıdır. Yeni nesil evvela bu dünya ve nefs muhasebesine sahip olacaktır ondan sonrada Doğu ve Batının bütün mahsubunu yapmış olarak, iki tarafa da hak ve haksızlıklarını bildirici, ilk ve üstün bir idrak sahibi …İç ve dış küfre karşı (Atom) dan üstün bir silah… Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE Bu vasıfların ismi gerçek Müslümanlıktır ve beklediğimiz odur! *** 13 Eylül 1967 24. Yıl 13. Devre/ 9. Sayı PAPAZ VE KOMÜNİST VE MÜSLÜMAN Bir papaz; evet bir papaz. Hıristiyanlık aleminde nasıl yetiştirilir bilir misiniz? Telkin etmek borcunda olduğu, selim akla gaseyan ettirecek kadar abeslerle dolu hurafeleri yutturabilmek için, bir papaz, yirminci asrın bütün bilgileri ve zevk ölçüleri ile teçhizatlandırılmıştır. Bütün şubeleriyle felsefe, edebiyat, güzel sanatlar, iktisat, siyaset, onda tam hamule halindedir. (kontes) in salonunda piyanoda (Wagner) çalınırken kalkar ve hatalı tuşları, bizzat piyanonun başına geçip gösterir. İleride bir sanat meselesini konuşan iki yeni şaire, eski Yunan (Lirik) şiirinin kurucusu (Pindaros) dan misaller verir. Diplomata batı buhranının sebeplerini izah eder ve terbiyeciye çocuk eğitimindeki metotları anlatır. Bütün bunlardan sonra da, önünde diz çöken dünya çapındaki fikir adamlarına kuru bir ekmek parçasını gösterip ihtar eder. - Bu yemeğin Mesih’ in etidir; inandın mı? -İnandım! Ve bir kadeh şarap uzatır: -Bu da Mesih’ in kanı!. . İnandın mı? -İnandım! Ruhumuzda, Allah’ın öz nurunu zaptetmek üzere yarattığı bedahet duygusuna bu kadar zıt abesler, mükemmel bir insan ve cemiyet bilgisi ve sanat kuvvetiyle en üstün insanlara yutturulurken, ya bizim, Hakkın hakkını savunan, fakat cihandan, insandan ve hikmetlerden gafil hocalarımızın haline ne buyrulur? Biri, yalanı, ilim ve sanatla veriyor; öbürüyse doğruyu cehaletle öne sürdüğü için değerini veremiyor. Şimdi papazın yerine komünisti alalım: Kelimelerimi, çelikten birer leblebi imişçesine, uzun emerek eritmeğe çalışınız! Komünist, tamamen batıl fikir ve dalaleti din haline getirmiş, her şeyi ona göre damgalamış, inandığına ölesiye, geberesiye, kuruyasıya, donasıya bağlanmış, müthiş, ama kelimenin nihai manasıyla müthiş bir yobazdır. Şu farkla ki, İslam’ın, dini anlamamak ve onu basık nefsine indirmek bakımından ham yobazı, asırlarca sonra meydana geldiği ve nesilleştiği halde, bunlarınki birkaç yıl içinde hamurlaşıvermiş kaskatı kesilmiş ve hep öyle gitmiştir. Fakat siz onların yalancı dünyalarına sadakat ve davaların- 115 da salâbet derecelerine bakın ki, en (lüks) meraklısı ailelerin kızları, zarf iskarpinlerini çarıklarla değiştirerek, kalçalarına kadar açık bacaklarını mahsus kirleterek ve yüzlerine (burjuva) ların boyalarından hiçbir şey sürmeyerek, vecd ve heyecan içinde, aralarındadır. Bütün salon kaide ve edeplerine zıt olarak, hayvanca jestleri içinde, gayet rahat, hatta kibirlidirler. Bu ne korkunç bir nefs güveni ve muhatabını şaşırtma, apıştırma taktiğidir. Her şeylerini, fikirlerini, usullerini, etiket zımbalayıcı mağrur cehaletlerini bir tarafa bırakın; fakat vecd ve heyecanlarını inkar edebilir miyiz? Ya bizimkilerin, kendi öz yurtları ve evleri içindeki parya ve sığıntı tavırları?. . . Şu iki misalden ibret alarak nefslerimizi tartaklayalım ve ona soralım; - Topyekun, iyi, doğru ve güzel İslamdayken; vecd, esrar idraki ve fedakarlık ahlakı bizim malımızken, bu ölü, kokutucu ve çirkinleştirici halimiz ne güne kadar sürüp gidecektir? *** 20 Eylül 1967 24. Yıl 13. Devre/10. Sayı ALLAH VE İTİKAD BAŞLICA MES’ELE Allah’ı münakaşa edenlere fazla abanmayınız! Eğer muhatabınızda istek ve istidat görürseniz o başka. Fazla abanmayınız; çünkü bir sürü küfür söyletmiş olurusunuz. Biliniz ki, Allah insan kalbinde ışıldattığı bedahet duygularının en parlağında tecelli eder. Bedahet, hepsi bu kadar… Bütün ilimlerin de temeli bedahet. -Allah vardır. Bu söz, derin ve gerçek mümine çok giran gelir. “Vardır” ne demek? Ağaç da, hayvan da, pislik de var. Her şey için “var” sıfatı ve “varlık” keyfiyeti, ancak Allahın mahlûku olarak var. Yaratıcı, yaratıklara ait “var” ve “varlık” mefhumlarının üstünde olarak var, kendi zat ve sıfatıyla var ve ondan başka hiçbir şeyde mutlak varlık yok. Allahın varlığına delil getirmeye çalışmayınız! Böylelikle karşı tarafa, kendince, sürü sepet inkâr delili aratmış olursunuz. Yine biliniz ki, Allahın mühürlediği kalbi kimse açamaz ve körlettiği aynayı hiçbir fert ışıklandıramaz. -Ben Allah’ı bin bir delille ispat eden alimim! Diyen bir zahir ehline, büyük veli şu cevabı verdi; -Demek senin Allahtan bin bir şüphen varmış! Siz, ey iman gençleri, kaba bir tebliğ tavrıyla değil ince bir telkin edasıyla şöyle deyiniz: 116 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE -Allah var ve ondan başka hiçbir şey yok. “Yok” da yok. İster “var” ister “yok”, hep onunla var… Ve işte ispat unsurlarından hiçbirine el atmaksızın, bedahet duygunuza başvuruyorum! İnanıyor musunuz, inanmıyor musunuz? “Evet” diyeceklerle uğraşınız “hayır!” diyeceklere de sırtınızı dönünüz ve yolunuzda yürüyünüz!. Önce itikat… İtikat meydanı, İslami inşalar sitesinin arsasıdır. Ve arsa olmadan hiçbir çatı düşünülemez. Allah ve Resulünün kitaplarından sonra dinin en büyük eserine sahip bulunan büyükler büyüğü İmam-ı Rabbani Hazretleri, daima “itikat arsası” tabiriyle, emirlerinin her cümlesinde, her şeyden evvel bu arsanın tertemiz ve dümdüz hale getirilmesi lüzumunu ihtar ederler. Her şeyden evvel itikat, her amelden evvel o amelin menbaından başlayarak mansabına (suyun döküldüğü yer) kadar itikat. İtikat, “inandım bağlandım kendimi verdim!” demekle olmaz. Görmek, bilmek, anlamak; yerinde de anlamamayı, anlamak imkanı olmadığını anlamak ve bütün bunları zevketmekle olur. Ve bu iş “Amentü” kadrosundan başlayarak en küçük din emrinin hak olduğunu ve topyekûn şeriatın mutlak ve şaşmaz bir mizan tablosundan ibaret bulunduğunu tasdik etmeye kadar varır. Mesela bütün amellere sadık bir insan, bu amellerden herhangi biri üzerinde küçücük bir telakki zaafına düşmekle her şeyi kaybeder ve boş yere zahmete düşmüş olur. Bu nokta, ah bu nokta, bütün inceliklerin düğüm yeridir; imanın kalb nahiyesidir ve üzerinde ne kadar durulsa azdır. İtikadın esası şudur: -O’nun; kainatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Resuller Resulünün, bildiğim ve bilmediğim, anladığım ve anlamadığım, zevk ve hikmetine nüfuz ettiğim ve edemediğim her emir ve ölçüsüne peşinen ve topyekun inanıyorum. Bu noktada en küçük tereddüt amelleri, sigara kâğıdı üzerine bina edilmeye kalkışılan apartmanlara çevirir ve ortada boş yere zahmetten başka bir şey bırakmaz. İtikadı olmayanın amel noksanı ise günahtan ibaret kalır. Dava, sağlam temel üzerinde sağlam inşadan ibarettir. Tabir, mukaddes şeriattan ve muazzez din ölçülerinden başka tek bağı olmayan üstün bir veliye ait; ruhu da şu: Din ölçülerini, bütün hikmetlerinden sıyrılmış olarak, bir ezberleme tahtası haline getiren ve uyar, uymaz, her tarafa tatbik etmeye kalkan; vecd ve aşk, duygu ve idrak, sır ve zevk mahrumu, yalçın nefsaniyet… Yani dini, kendi nefsaniyetine indiren, havasız ruhunda boğan ve bütün sırlarından ayıran kabuk adamı… Yoksa, softalık, küfrün anladığı gibi, Şeriate, din ölçülerine titizlikle bağlılık demek olsaydı, bizim, ondan başka gayemiz olmazdı. Halbuki softalık bu değildir; ve ham yobaz – kaba softadan şikayet hakkı, sadece gerçek müminindir. Bu bahiste küfre söz hakkı yoktur. Çünkü o, softadan yaka silerken bizzat Allahtan ve dinden tiksinendir; derin ve gerçek mümin ise, aynı şikayet edası içinde Allah ve dinin hakikatini yükselten… Tarih boyunca başımıza ne geldiyse bu tipten geldi; ve yine bu tip, kendisinin ters tarafından dölü olan son 128 yıllık küfür yobazlarını türetmekte başlıca müessir oldu. Onlar, iman hisarının kapı anahtarını burçlardan yere düşürüp düşman eline geçmesine sebep olanlardır; ve İslam’ın özlediği büyük inkılapta, dışarıdan gelen düşman derecesinde, belki de daha fazla cezaya layık olanlar… Evvela içimizi kurtaralım; çok zor sayılan dışımızı temizlemek kolay… Din düşmanlığı… Bu hastalıktan memleket şimdiye kadar çok zarar gördü, fakat dert, hep başka şeylere atfedildi. Pek küçük bir azınlık halinde bir takım din düşmanlarının, bir asırdan fazladır, memleket münevverlerine, gafil ve masum gençlere yaptığı telkin ve tazyik, bilhassa çeyrek asırdan beri herhangi bir meselede din temayülünün ileri sürülmesine gerilik ve gericilik isnadı, okur-yazarlar sınıfımızı adamakıllı sarsmıştır. Üniversitelerimizde, hukukumuzda, içtimaiyatımızda, dinin, ilim olarak bile el sürülmez, yanına yaklaşılmaz bir mevzu diye telkini, farkında olmaksızın bizde acı bir fikir buhranı doğurmuş ve bu hal bin bir idari, içtimai siyasi hadisede ve başka şekillerde patlak vermiştir. Hukuk Fakültesinde okuyanlar bilir: Bazı profesörlerin ağzında İslam dini, (dogmatik = nassî), yani mutlak kanun mahiyetinde, donmuş, hayatiyet ve seyyaliyetten uzak bir mahiyettedir. Bu profesörler bilmezler ki, esasen din demek mutlak hak *** ve hakikat çerçevesi demektir ve elbette ki, insan zekâsının teftiş ve murakabesini kabul etmez. Din27 Eylül 1967 siz olmak belki mümkündür ama, dini din diye ele 24. Yıl 13. Devre/11. Sayı aldıktan sonra, onu beşeri terakki ve tekamül merhaleleri içinde, öbür ilimler gibi zaman ve mekana HAM YOBAZ VE KABA SOFTA VE KUDUZ göre sevk ve idare, teftiş ve murakabe etmek, küçük İSLAM DÜŞMANLIĞI bir düşünce için bile mümkün değildir. Ham yobaz – kaba softa. . Bu tabir size ne diyor? İşte bu türlü profesörlerin sığ ve züppe (güya Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE modern) telkinleri altında yetişen, gelişen körpe dimağlardan pek çoğu onlara kapılmış ve memleketin her bucağına birer gericilik düşmanı olarak dağılmışlardır. İçtimai meselelerde, vatandaş hakları üzerinde söz ve salahiyet sahibi bazı kimseler (mebus, hakim, muallim, idareci, v. s. ) eski hukuk sistemimiz üzerinde aleyhte birkaç klişeden başka bir şey bilmezler ve bu bilgisizliklerini ilim sayarlar. Böylece din düşmanlığı, muayyen sınıfların muayyen tiplerinde, salgın halinde yeni moda bir dans gibi alır, gider. Bu bir bilgi ve tefahhus eseri değil, sadece ve sadece, maymunvari insandan insana geçen menfi bir ruh haletidir. Tanzimatla başlayan, Meşrutiyetle gelişen ve son zamanlarda kemale eren bu ruh haleti, bir nevi salon züppeliği halinde, okur – yazarlığı adeta din istihfafı anlamında ölçülendirmeye kadar gitmiş ve bütün okur – yazar meslek sınıflarına nüfuz ederek, Allah ve Resulüne inanmayı cehalet ve Resulüne karşı cür’eti marifet saymaya kadar gitmiştir. Hastalıktan başka bir şey olmayan bu halin devasını, Allahın yaratacağı büyük kafalardan ve gerçek gençlikten bekliyoruz. Ve görüyoruz ki o, gelmektedir. *** 27 Eylül 1967 24. Yıl 13. Devre/ 12. Sayı İSLAMİYET VE MÜSBET BİLGİ Müslümanlıkta, müsbet bilgi bir din emridir. “- Biz, cenkte, süngü ve kılıç yaraları gibi şiddetlerden kendinizi korumanız için Davut Peygambere demirden elbise giymek sanatını öğrettik. ” Mealini takdim ettiğimiz ayet, demirden elbise, yani zırhın, insanoğluna ilk defa Davut Peygamber vasıtasıyla talim olunduğunu gösteriyor. Şu halde, gemi ve suda yüzen teknelerin esası Nuh Peygamberin mucizesi olduğu gibi, harb aleti olarak zırh da Davut Peygamberin elinde tecelli etmiş bir mucizedir. Demir, Davut Peygamberin elinde, ateşsiz olarak hamur gibi yumuşar ve istenen şekle girerdi. Demiri ateşle yumuşatmak ve eritmek suretiyle ona istenen şekli vermek daha sonraki devirlerin işi olduğuna göre, Davut Peygambere verilen bu marifet ve talim edilen sanat, tam bir mucizedir. Yukarıda bahsettiğimiz ayet, insanoğluna, insan topluluklarına ve hükümetlere harb aletlerini düşünmek ve bulmak hususunda verilmiş zımmi bir emirdir. Bu bakımdan, şimdiki garp aleminin o kadar terakki gösterdiği sınai hayat ve harb aletleri mevzuunda, İslamiyetin ne büyük bir teşvik kaynağı olduğu meydandadır. Nuh Peygambere, bir gemi yapması için verilen 117 emri de, şu ayet mealinden anlıyoruz: “- Ya Nuh, bizim hıfzımızda, nezaretimizde ve vahyimizle sen bir tekne yap! İşte deryalarda seyr ve sefer gibi, insanoğlunun en büyük nailiyetini teşkil eden ve en ileri medeniyet devirlerini açan muazzam keşif, böylece, ilahi emir ve vahiy sayesinde Nuh Peygambere dayanmış oluyor; ve insanları her türlü arayıcılık ve yapıcılığa teşvik edici bir emir halinde Kur’anî hüküm olarak karşımıza çıkıyor. “- Allahın vahyi ve Cebrail’in tarifiyle Nuh gemiyi yapıverdi. Lakin ne zaman kavminin ileri gelenleri, Nuh’un çalıştığı yere uğrayıp işine bir göz atacak olsalar, kendisiyle istihzaya başvuruyorlar ve şöyle diyorlardı; “ Ya Nuh, peygamberlikten vazgeçip işi dülgerliğe mi döktün? Nebilik izzetinden dülgerlik zilletine mi düştün?” Görülüyor ki, medeniyetlerin esası semavi kitaplar olduğu gibi, sanat ve zanaat davası da semavi kitaplar vasıtasıyla Allahın, kullarına doğrudan doğruya emridir; ve bu hususta Kur’an, bütün bir emir, teşvik ve tergip kaynağıdır. Müslümanlar, bizzat Hak emirlerinin biricik bozulmamış nüshası olan Kur’andan bu emirleri aldıkları halde, devirler boyunca eşyayı zapt ve teshir marifetine nasıl olup da ihmal etmişler ve bütün üstünlükleri madde keşiflerinden ibaret Garplıların bu yüzden esareti altına girmek gibi bir fecaati nasıl kabul etmişlerdir? Hikmetlerin en incesi olan bu nokta üzerinde ne kadar düşünülse ve acı duyulsa yeridir. Bütün sanat ve bilhassa zenaat işinin ruhu demirdir. Demiri öven ve bildiren ayet meali: “- Demiri inzal ettik. Zira demirden azim şiddet ve halk için büyük menfaat vardır. Allahın resullerinden kayboldukları halde Allahın dinine ve resullerine yardım eden kimseleri bilmek için Allah demiri yarattı ve inzal etti Çünkü Allah herkes ve her şey üzerinde kuvvetlidir. Emrine hiç kimse karşı duramaz. Mutlak galip odur. Mülkünde tasarruf yalnız kendisinindir. Şeriki yoktur. ” Yalnız demir üzerindeki bu Kur’ani ölçü, tarihin demir devri diye isimlendirdiği bütün bir medeniyet çığırını Müslümanlığa bağlar. “- Ben kulumu, eşya ve hadisleri teshir etmesi için kendime halife olarak yarattım!” Mealindeki ayet ise, doğrudan doğruya İslami emir olarak, insanoğlunun madde planındaki fetihlere memuriyetini açıkça bildirir. Şu halde batı adamı, ü İslama inanmadan onun bu plandaki emirlerini tatbik ederken, biz, sözde inandığımız halde bu emirlere arka çevirmiş bulunuyoruz. Her şey ve tek dava, İslamiyeti anlamak ve ona 118 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE nüfuz etmekten ibarettir. *** 18 Ekim 1967 24. Yıl 13. Devre/14. Sayı MÜSLÜMANLARA BAŞLICA İKİ ÖĞÜT Evvela aynanın karşısına geçin ve dış görüşünüzü inceleyin! Bakalım ortalığa hakim geçinenlerle aranızda ne gibi zahiri farklar var… Onlar dimdik ve küstah tavırlıdır; sizse iki büklüm ve mahçup edalısınız! Evvela bu halinizi değiştirin; ve cemiyet meydanında hapishane gardiyanı tarzında kol sallayanlara karşılık, hiç olmazsa kürek mahkumları gibi dolaşmayın! Ensenizi dikin, yelenizi kabartın, göğsünüzü şişirin ve mukaddes Peygamberimizin “kibirliye kibretmek sadakadır!”fermanına eş, küfre karşı ezici bir gurur tavrı takının! Aynı nefs emniyetini, manevi edanızla birlikte maddeniz üzerinde de göstermeye mecbursunuz. Şık, pırıl pırı, tertemiz, her çizgisinden şevk ve ümit akan kılıklar içinde olmalı, her cins ve mezhepten hiç kimseye kılığınızla küçüklük ve düşüklük hissi vermemelisiniz! Şahsınızla dış ifadelere metelik vermeyeceğiniz halde, dışarıya karşı ve mukaddes gaye adına bu noktayı sımsıkı tutmalısınız. Garplı, sizi sadece dış görüşünüzle, kendi frakından anladığı mana içinde görmelidir. Frakı maymun gibi taşımaktan ne çıkar; onu bir şalvar içinde ve cübbe altında bile şahsiyetinize giydirebiliyor musunuz? İş onda… O küfür, bu günah, şu haram diye, gözlerinizi, ilminizi ve idrakinizi her taraftan kaçırmak yerine, Muhyiddin-i Arabi Hazretlerinin tabiriyle mutlaka küfür ve dalaletin kaynağını tanımak “niçin?” ve “nasıl” larını bilmek ve bu ölçüyle taraf taraf nazarlarınızı projektörler gibi gezdirmek, hükmünüzü vermek, sonra da çaresini düşünmek borcundasınız. Yine Şeyh-i Ekber’in ifadesiyle hiçbir ilim yoktur ki, cehlinden üstün olmasın. Hırsızlığın, katilliğin bile taktiğini bilecek fakat yapmayacaksınız. Müslümanlık da budur, marifet de… Nasıl ki, kadını görmediğini ileriye süren kör, sevap iddia edemez. Hiç değilse, Allahın günü mukaddesatımızı baltalayan bazı varakparelere her sabah 25 kuruşu toka etmeyecek ve toka edenlerin elini tutup çevirecek kadar dost ve düşman ayırımına ermiş olmalısınız. En aşağı, ilk mektep kadrosunda hukuk ve kanunun bilgisine sahip olmamız ve Müslümanlığın fetih ülkesin de ve Müslümanların vatanında dinimize edilen işkenceyi karşılayıcı hukuk ve kanun direnmelerine hazırlıklı bulunmamız şart… Ve büyük şevk ve neş’eye ermeyi gaye edinin! Şu sefil ve kendi kendimizden mahcup ve mahzun hali- mizi bir kenara atalım da, imanımızın büyük şevk ve neş’esine erelim… Hayatın gayesi şevk… Büyük ve sonsuz neş’e… Ama delinin, aptalın, vurdumduymazın ve ahlaksızın köpek neş’esi değil… Bir his ki, belirttiğimiz şevk ve neş’e, tek damlası denizler kadar ağlamadan ele geçmez… Büyük şevk ve neş’e… Büyük fikir şövalyesi (Paskal!), geçirdiği kafa buhranının zehirli kıskacı içinde kıvranır ve ismine beşeri emniyet duyguları dediğimiz sahte tesellileri kaybederken şöyle çığlık koparmıştı: - Şevk, şevk! Saf, ulvi ve ebedi sevinç… Seni istiyorum! (Paskal)ın, sırrına erişir gibi olduğu ilahi sevincin hakikatini, her şey gibi, yine İslam’da, İslam tasavvufunda bulabilirsiniz. İnsanı öz hakikatine erdiren o tükenmez sevinç kaynağının ismi de, binbir iştikak halkasıyla yine tasavvufa bağlı görünmektedir: Safa, saf, saffet, tasavvuf… Varlık şevk ve iradesi, var olma neş’esi! Sen ne güzelsin! Sabaha karşı bir horoz ötüşü, uzaklarda üç beş damlalık bir şırıltı, güneş, dünya, renk, şekil, koku, ışık…. Ve sevinç… Terazi nizamiyle ahenk içinde iki kafa, iki kafiye çizgisi üzerinde süzülen kuşlar. Ve sevinç… Tüten baca, zıplayan çocuk, kişneyen at, dönen değirmen, helezonlaşan fikir, düzene giren vatan… Ve sevinç… Yaz geldi, sevinç; yaz gitti, sevinç; ölüm var, sevinç; ölümsüzlük var, sevinç… Beterini düşün, sevinç; Allahın rahmetini fikreyle, sevinç… Nihayet, en ölgün bir rahavet deminde yerinden fırla, pencereni aç, meydan yerini bas, şehrin en yüksek kulesine çık ve haykır: - Gafiller, Allah var, sevinin! İnsanlık yıllardır öyle bir zilf ve karanlık ikliminde yolunu kaybetmiş bulunuyor ki, gökleri bir boru içinden bile göremiyor; ve tek mesele, ona hayat şevk ve neş’esini, büyük sevinci iade etmekten ibaret kalıyor. Bütün şehrin, bütün vatanın, bütün dünyanın çatılarında kasırga koparacak bir nida kuvvetiyle şu müjdenin şu basitlerin en basiti ve giriftlerin en girifti olan müjdenin rejimini bekliyor insanlık: -Allah var, sevinin ve bütün davalarınızın karşısına bu sevinçle çıkın! Allahı unuttuğu devirlerden beri, ışıldattığı milyarlarca milyar ampullere rağmen, ruhundaki yıldızları sayısız kollu bir şamdan gibi söndüren insanlık, kendine büyük şevk ve neş’eyi getirecek fikir kahramanını bekliyor. Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE Türkiye’nin beklediği ise (Egzistansiyalist) lerinden (Modernist) lerine kadar ne türlü bunalmakta olduğunu göstermekten başka bir şey yapamayan Batı Dünyası karşısında cebinde kaybettiği güneştir. Nice zamandır bize sahte tesellilerimiz bile kaybettiren bir hayet şevksizlik ve neş’esizliği içinde bugün, yaşanmaya değer hayatın, konuşulmaya değer tek meselesi budur ve gerisi sadece palavradır. Müslümanlar! Evvela siz bir iman sevincine erişin ki, küfür kedere batsın ve nefs güveninin kaybetmeye başlasın! Kavga ve zaferin öbür şartları bunlardan sonra… Mustafa Tekelioğlu, Bekir Yıldız, Abdullah Saraçoğlu, Kadir Seçmeler, Mustafa Cabat bir oturmada. 119 120 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE ÜLFET HALA’NIN MEHMET Prof. Dr. Şükrü KARATEPE U laşımı zor olan dik bir yamaç üzerinde kurulan Erkilet’in ovaya kadar olan etekleri bağ ve bahçeliktir. Şehir merkezine bağlı tüm yerleşimler gibi, Erkilet’in sosyal ve ekonomik hayatında bağların çok önemli bir yeri vardır. Erkilet bağlarının, özellikle Erciyes eteklerindeki bağlara göre, farklı bir yönü de su kaynaklarının bol olmasıdır. Kendi özel ihtiyacını karşılayacak miktarda kaynak suyu ve çeşmesi olan bağlar da vardır. Fakat bağlar genellikle, “göl” adı verilen büyük ortak havuzlardan sulanır. Bağlardan her birinin hangi mevsimde ne kadar su hakkının bulunduğu, göllerin vakfiyelerinde gösterilmiştir. Bağ-bahçe sulamasının bittiği kış mevsiminde, arklar temizlenerek, yazda kullanılmak üzere kuyular doldurulur. Hasbağ, Mahrem, Kirazlı ve Tımarhane, bağların arasındaki ortak göllerin en büyükleridir. Kayalı Bağlar mevkiinde bulunan bizim bağımız ve Hoca Gilin bağı Tımarhane gölünden sulanır. Dip dedelerinden beri, önde gelenleri, ilmiye sınıfına mensup olduğundan, Soyak ailesi Erkilet’te Hoca Gil lakabıyla bilinir. Mehmet Soyak’ı tanımamda ve zihnimde O’nunla ilgili ilk intibaların oluşmasında, bağın ve suyun önemli bir yeri olduğu için bu açıklamayı yaptım. Yaz mevsiminde su çok kıymetli olduğundan, göle kadar uzanan ark boyunca, suyumuzu korumak için elimizde kürekle nöbet tutardık. Yol boyunca komşuların iki maşala domates ve biberini sulaması- na göz yumulurdu. Fakat ölçüyü kaçırmalarına izin verilmezdi. Su arklarında nöbet tutma görevini, küreği taşımaya gücümün yettiği 5-6 yaşlarımdan itibaren yaptım. Elimde kürek, “gücünüz yetiyorsa suyumuza dokunun” der gibi, hafif efelenerek ark boyunca dolaşırken, her seferinde yenik düştüğüm tek insan Mehmet Soyak’ın annesi Ülfet Hala olmuştur. Ülfet Hala, kendine has dili ve davranışlarıyla, mahallenin çocuklarına o günün deyimiyle “yumuşunu tutturan” yetenekli bir insandı. Tanımadığı ve adını hatırlayamadığı çocukları, Adı Bişey ya da Seydi Bakkal diye çağırdı. Mahallenin ocukları da O’na Seydi Bakkal adını takmışlardı. Ülfet Hala her seferinde, Adı Bişey, Seydi Bakkal, Hocanın Torunu, Bayırın Oğlu gibi başlayıp, uzun diller dökerek, beni razı eder ve suyu almayı başarırdı. Erkilet’te evimizin bulunduğu Karahüseyin Sokağı, ailemin adını taşır. Fazlaca dik bir yokuş olan sokak, halk arasında Karahüseyin Bayırı olarak bilinir. Ülfet Hala, adımı, sokağımızla ilişkilendirerek, sonraki yıllarda beni hep “Bayırın Oğlu” diye çağırdı. Mahallenin bütün çocukları gibi, benim de Ülfet Hala’yla dostluk ve yakınlık kurmam, Mehmet Soyak’tan daha eskilere dayanır. Zaten mahallede herkes O’nu Ülfet Hala’nın Mehmet olarak bilir. Çocukluk yıllarımda, uzaktan tanıdığım Mehmet Soyak’tan ürker ve yanına yaklaşamazdım. Bir kötülüğünü ya da yanlış bir davranışını falan gördü- Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE ğümden değil; nedenini bilmediğim bir duygu ürkütürdü beni. Biraz gizemli, huysuz ve huzursuz bir insan olduğunu düşünerek, kendisiyle konuşmaktan, hatta karşılaşmaktan çekinirdim. Değişik vesilelerle, biz annesiyle konuşurken, söze karışmadığını, fakat her şeyin farkında olan sessiz bir tavırla, uzaktan izlediğini hatırlıyorum. İnek sahibi olanlar, güzün okullar açılınca hemen şehre taşınmazlar, yemden tasarruf etmek için bağda daha uzun süre otururlardı. Biz de ineklerin yayılması için Ekim sonuna kadar bağda otururduk. Bir defasında erken kar yağdığı için mahsur kaldığımızı hatırlıyorum. Soyaklar da inekleri olduğu için şehre geç taşınırlardı. Kendisiyle ilk olarak, bağların arasında ineklerini ararken karşılaşmış ve konuşmuştuk. Daha sonra çeşitli vesilelerle o günleri andığımızda Mehmet Abi, şehirde kirada oturduklarını ve aynı zamanda kiradan tasarruf için geç vakte kadar bağda kaldıklarını söylemişti. Mehmet Abi’nin babası Hilmi Hoca, belediye başkanlığı yapmış, varlıktan yokluğa düşmesine rağmen, itibarını koruyan, çevresinden saygı gören iyi bir insandı. Orta boylu, geniş omuzlu, fötr şapka giyer, oğlu gibi başını hafif öne eğerek yürürdü. Hilmi Amca, yavaş sesle konuşan yavaş yürüyen, çevresinde olup bitenle fazla ilgilenmeyen, kendi halinde bir insandı. Ülfet Hala’yla her ikisi de ileri yaşlarda evlenmişler. Tek çocukları Mehmet, doktor kontrolünde özel ilgiyle doğmuş. Mehmet Bey doğana kadar annesi hiç iş yapmamış. Hilmi Hoca, hem hamileliğini yatakta geçiren hanımının, hem de evin ihtiyacı olan hizmetleri, yerine getirmiş. Bu şartlarda dünyaya teşrif eden prens, doğal olarak üzerine titrenerek, çevredeki diğer çocuklardan farklı büyütülmüş. Mehmet, normal bir çocukluk dönemi yaşamamış; sıradan bir kasaba çocuğu gibi, koşup oynamamış, duvarlara ve ağaçlara tırmanmamış. Yaşıtları gibi, bırakın taş dövüşünü, çelik çomak, ayak topu, saklambaç, körebe bile oynamamış. Bir çift gözün üzerinden eksik olduğu, hür bir anı olmamış çocuk Mehmet’in. Koşma Mehmet düşersin; hızlı yürüme terlersin; soğuk su içme bademciklerin şişer; havuza girme üşütürsün; yalın ayak basma karnın ağrır, bıçakla oynama elini kesersin gibi uzayıp giden ikaz ve uyarı listesinden arta kalan dar alana sıkışarak büyümeye çalışmış. Mehmet Bey’in hiçbir el becerisi yoktu. Sofra hazırlarken, ekmeği dilimlemeyi bile beceremezdi. Ülfet Hala’nın biraz rahatsız olduğu bir gün, arkadaşlar yemek hazırlıyoruz, Mehmet Bey sadece seyrediyor ve her birimize ayrı talimatlar veriyordu. Arkadaşlardan biri, “hocam siz de ekmeği dilimler misiniz” deyince, mecbur kalarak bıçağı eline aldı. Göz ucuyla, belli etmeden izlemeye başladım. Bir ekmeğe, bir 121 de bıçağa baktıktı. Sonra her ikisini de bırakıp ellerini kaldırarak annesine sordu; - Anne bunlar ne? - Onlar ellerin oğlum. - Bunlar neye yarar? - Mehmedim onlar… Annesinin daha fazla konuşmasına fırsat bırakmadan, şunları söyledi: Kedi yavrusunu sevgisinden yermiş. Sen de beni yedin bitirdin. Ekmeği bile kesemeyen el neye yarar? Değişik yönlerden, dolaşarak gelen üç dar sokağın, Soyaklar’ın bağının önünde birleştiği kavşak, bağ arasının meydanı gibidir. Meydanın ortasında, araçların etrafından dolaşarak geçtiği, bir metre kadar yüksekliği olan büyük bir kaya vardı. Ulu bir ceviz ağacının dalları, kayanın üzerini şemsiye gibi örterdi. Günün her saatinde değişik yaş grubundan çocuklar, bu kayanın üzerinde sanki kuş tünemiş gibi toplanırlardı. Hepsi daha sonra, Mehmet Soyak’la çok yakın arkadaş olan, Lüfi Baykan, Mehmet Tokgöz, Mustafa Akgül ve Ziya Olgunharputlu’nun da aralarında bulunduğu yaşıtlarımla bu kayanın üzerinde oturur saatlerce konuşurduk. Bizden yaşlı ve genç olan gruplar da kendi aralarında toplanır konuşurlardı. Fakat Mehmet Soyak’ın yaşıtlarının arasına katılarak kayanın üzerinde oturduğunu hiç görmedim. Yılın en az beş ayında aynı semtte yaşamamıza rağmen, 17 yaşıma gelene kadar, kaybolan ineklerini sorması dışında, kendisiyle hiç biraraya gelmedik ve hiç konuşmadık. Soyak’la yakınlığım, lise ikinci sınıf öğrencisi olduğum 1966 yılında başladı. Okullar yeni açılmıştı ve henüz bağdan inmemiştik. Erkilet’ten şehre aynı otobüsle geldik. Hilton Oteli’nin bulunduğu yerdeki durakta otobüsten indikten sonra, Meydandaki kitapçının önüne kadar, O önde ben arkada, aralıklı olarak yürüdük. Hürriyet ya da Milliyet olduğunu sandığım, bir gazete almak için uzandığımda, Soyakla göz göze geldik. Şimdi söylenmiş kadar net hatırladığım bir ses tonuyla, “Şükrü, sen Büyük Doğu almıyor musun?” diye sordu. Ben de “hiç almadım, ama bundan sonra alırım” diyerek, bayiden ilk Büyük Doğu’mu aldım. Böylece, dünya görüşümün ve hayat maceramın yönünü belirleyen ilk adımı atmış oldum. Mehmet Soyak’la, böylesine güzel bir vesileyle başlayan yakınlığımız, giderek kökleşti ve sağlam temelli bir dostluğa dönüştü. Ankara’da geçen üniversite yıllarımda, kardeşi gibi yakınında oldum. Arkadaş çevresine katılmak, benim için ikinci bir üniversite okumak kadar değerliydi. O yıllarda düzenli olarak kendini geliştiriyor ve görüşlerine değer veriliyordu. Üstad’ın kalabalık içinde O’nu seçtiğini, ayrı bir değer verdiğinin şahidi oldum. Kimsenin görmediği 122 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE Şükrü Karatepe, Mehmet Soyak, Erkilet’te birlikte. incelikleri yakalamakta üstüne yoktu. Cezbeli üslubu ve güven veren görünüşüyle, insanlar üzerinde etkili oluyordu. Kısa süren öğretmenliği döneminde, öğrencileri arasından geniş bir bağlılar kitlesi oluştu. Mehmet Soyak’la dostluğumuzda, O küçük kardeş, ben büyük kardeş rolünü oynadık. Biraz şımartılan, ufak tefek yaramazlıkları hoş görülmesi gereken küçük kardeşimdi sanki. Onunla dostluk ve arkadaşlık yapacakların, idare etmek gibi bir görevleri olduğunu da bilmeleri gerekirdi. Hem idare edecek, hem de idare ettiğinizi belli etmeyecektiniz. Çünkü O, mantıksal tutarlılığı olan görüşlerin sahibi, ilkeli bir insandı. Fikirlerinde direnmeden ve itiraz etmeden teslim olanları da sevmezdi. Ancak bu önemli nitelikler Mehmet Soyak’ın başarılı ve etkili bir insan olmasını sağlamaya yetmedi. Her şeyden önce, Türkiye’nin 1980’li yıllarda içine girdiği değişim sürecinde, O’nun sahip olduğu nitelikleri tek başına başarının ölçüsü olmaktan çıkardı. 1960-70’li yıllarda en etkili toplumsal önder konumunda olan öğretmenler, 1980’lerden itibaren geçim sıkıntısı çeken, entelektüel yönden kendisini geliştirme imkânından yoksun bir kitleye dönüştü. Bu dönemde, kariyer yaparak, üniversiteye geçenler belli ölçüde kendini geliştirme imkânı buldu. Mehmet Soyak ise, Recep Doksat’ın yanında başladığı asistanlığı bırakarak TRT’de program denetçisi olarak göreve başladı. İkincisi Mehmet Soyak, karşısına çıkan zorlukları, kişisel gayret ve mücadelesiyle aşacak güce sahip değildi. Yetişme şartları itibariyle, zora ve mahrumiyetlere katlanamazdı. Esasen tembel ve yılgındı; eleştirmeyi iş yapmaya tercih ederdi. Evlilik hayatının yükü karşısında, önce düzenli okumayı bıraktı, daha sonra da düşünce ve sanat konularındaki iddialarını terk etti. Ailesi ve dostlukları da dâhil olmak üzere, sahip olduğu değerleri korumak, geliştirmek ve yüceltmek için mücadele vermedi. Ne mizacı, ne de bedensel yapısı, böyle bir mücadeleyi göze almaya elverişliydi. Mehmet Abi’yle bu hükümleri vermeme dayanak teşkil edecek sayısız tecrübe yaşadık. 1969’da Üstad, Milli Nizam Partisi’nin kuruluş toplantısında konuşmak üzere Ankara’ya gelmişti. Reşat Erol’un Kızılay’daki bürosunda kahvesini içerek dinlendikten sonra, bulunduğu yerde hafifçe hareket edince, Soyak bana doğru eğilerek, “Üstad abdest almaya kalkacak, çorabını bana yıkatır” diyerek yavaşça odadan çıktı. Gerçekten de bir süre sonra Üstad abdest için çoraplarını çıkardı ve “Mehmet nereye gitti” diye sordu. Ben ne isteyeceğini bildiğim için hemen uzanıp çoraplarını almak istedim. Ama Üstad “içinizde en fazla Mehmet’i severim, çoraplarımı o yıkasın” dedi. Mehmet ise, Üstad’ın çoraplarını yıkamayı külfet olarak görüyordu. O dışarı çıktığı için Üstad’ın çoraplarını yıkama onuru bana kısmet oldu. Mehmet Abi evimize geldiğinde, annem kendisine çok büyük değer veriyor ve memnun olması için bolca ikram ve iltifatta bulunuyordu. Ama her seferinde, “oğlum Mehmet Bey çok zor bir insan, O’nu çekip çevirecek, kendinden emin, güçlü ve dirayetli bir hanımla evlenmesi gerekir” diyordu. Ancak Mehmet Soyak, zihnen ne kadar tutarlı ise, pratik hayatında o kadar tutarsızdı. Bir akşam bağlarında cevizin altında, fener ışığında oturuyoruz. Abdullah Gül ve Mehmet Tekelioğlu da var. Söz dönüp dolaştı, evliliğe geldi. Teyze, uzaktan akrabaları olan ailenin küçük kızına dünür gitmeyi düşündüklerini söyleyerek fikrimi sordu. Düşünce o kadar ters geldi ki, birden ayağa kalkarak, olmaz, olmaz, olmaz diye ayağımı yere vurmaya başladım. Tekelioğlu “ne yapıyorsun, kendine gel” der gibi, kolumdan hızla çekerek oturmamı sağladı. Ortalığı derin bir sessizlik kaplamıştı ki, bu kez de oturduğum yerden, böyle bir evliliğin neden yanlış olacağını açıklamaya çalıştım. Ayrılırken Ana ve Oğul sözlerime kırılmış olduklarını belli ettiler. Yolda Abdullah Bey ve Tekelioğlu, davranışımın yanlış olduğunu ve lüzumsuz konuştuğumu söyleyerek tenkit ettiler. Hatta biraz da kızdılar. Ancak ben her iki tarafı da çok iyi tanıdığımdan, olacakları tahmin ediyordum. Aileler arasında hiçbir yönden denklik yoktu. Bir sürü zahmet ve gayretten sonra sağlam bir yuva kurulamayacağı baştan belliydi. Üstelik gerçekten masum olan kıza yazık olacaktı. Nitekim korktuğum başıma geldi ve evlilik iki ay içinde sona erdi. Mehmet Abi’nin yanlış kararları saymakla bitmez. Ölümü de böyle bir karar sonucu gerçekleşti. Ölüm Allah’ın emri, tabi ki vade ertelenemez. Ama çok az insan ölmeye O’nun kadar can atmış- Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE tır. Telefonla aradığında Erkilet’teydim. Kalp krizi geçirmiş, arkadaşımız Çetin kendisini Ankara Tıp Fakültesi’nin kardiyoloji servisine kaldırmış. Geçmiş olsun diyerek, telefonu kapattığım gibi Ankara’ya hareket ettim. Bu arada haberi duyan oğlunun yanına geldiğini öğrenince biraz daha rahatladım. Yol boyu en geç yarım saatte bir arayarak, hastaneden şikâyetlerini dile getirdi. Bir an önce taburcu edilmesini ve İstanbul Acıbadem hastanesine sevkini istiyordu. Sağlık Bakanlığı Müsteşarı’nı aradım. Müsteşar arkadaşımız, bu şartlarda bir hastanın taburcu edilmesinin doğru olmadığını, bulunduğu yerde kalmasının mutlaka sağlamasını tembih etti. Ama ne yaptıksa ikna edemedik. İlla ki hastaneden çıkmak istiyordu. Oğlu Hilmi telefonda, “babam bu hastanede kalırsa sinirden ölecek amca” diye ağlıyordu. Çaresizlikten Taner Yıldız’ı arayarak yardım istedim. Taner Bey Sağlık Bakanı’yla görüştü ve İstanbul’a nakli için bir ambulans uçak tahsis edilmesini sağladı. Uçağın tahsis edildiğini öğrenince, biraz da gururu okşanarak keyfi yerine geldi. Kırıkkale’ye vardığımda uçağa binmişti. İstanbul Sabiha Gökçen Havaalanı’ndan ambulansa alınınca kötülemiş ve hastaneye varmadan yolda ruhunu teslim etmiş. Ruhu şad olsun. “Bir varmış bir yokmuş, Hem varmış hem yokmuş. ” Ölüm gelince söylenecek söz kalmıyor. Hayat yalan ölüm gerçek. Herkes bu gerçekle mutlaka yüzleşecek. Mehmet Abi ile kaderin önümüze çıkardığı, yokuşlarda ve keskin dönemeçlerde karşılaştığımız ve bazen aşmaya gücümüzün yetmediği müşterek zorluklarımız oldu. Bu zorlukların üstesinden gelme yönünde kendisinin hiçbir gayreti olmadı. Esasen yetişme şartları, bu gayreti göstermesine imkân vermiyordu. Gayret hep bana düştü. Fakat bazen ben de bunaldım ve kolay yolu seçerek biraz uzaklaştım. En büyük tesellim ise, geçmiş ihmallerimi telafi gayretiyle, son yıllarda yakınında olmamdır. Her gün telefonla konuşuyor, haftada iki kez buluşuyorduk. Makamı cennet olsun. Dostlarının ve sevgili oğlu Himi’nin başı sağolsun. Mehmet Soyak, Üstad Necip Fazıl’la birlikte. Şükrü Karatepe, Mehmet Soyak, Beşir Atalay, Ahmet Beyazıt birlikte. 123 124 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE NÜKTE GEZEGENİ Mustafa ÖZER A nakronik yaşıyoruz, bu yargı genelde bizlerin popüler yaşadığımız gerçeğini de kapsar. İddiası olanlar için büyük bir acziyet olan popülerlik, bünyesinde barındırdığı dramatik ve bir o kadar da komik bahane bulma kolaylığıyla sorunlardan kaçma tehlikesini taşımasıdır. Günle başlayıp günle biten, istek ve arzuların çerçevelediği, bir zaman anlayışıyla, yaşanılan mekanla sınırlı bir hareket kabiliyeti, görüntüden ibaret bir algı dünyası ve hatta gözle yaşamak denebilecek dar bir düşünme alanı. Popülerlik tek hücrelilik gibidir, Yaradanın esmasını bilmemek gibidir, kendisine verilen bunca yeteneği bire indirgemek insanlığa da hakaret sayılmaz mı? Anakronik yaşıyoruz , Ali Taşçı ise genelde zaman bilinci gelişmiş bir arkadaşımız idi. Kendi halk içinde, gönlü olanca sıcaklığıyla davasını taşırdı. Benini nerede yok sayacağını bencilliğini nerede ortaya çıkaracağını bilirdi. Hayatın sadece akılla elde edilmeyeceğini bilenlerdendi. Çünkü son üçyüz özellikle de son yüzyıl aldanmışlıklarımızın tarihi ve bu tarih, içerisinde yok sayılmanın, zulüm derecesinde izlenimlerini yüreğimizde duyduğumuz bir dönemdir. Necip Fazıla isnat edilen(ayaklarımın altı bile düşünüyor)cümlesi hal ü pürmelalimize ilm i hal oluyor. Protoplazmasını sürekli şişirdiğimiz böylesine hastalıklı gövdenin sağlıklı bir baş taşıyamayacağını elbette ki inancımızın ışığında görebiliyoruz. Popüler olmanın sakıncasından daha vahim olanı, akıllı olduğunu söyleme budalalığıdır. Hem popüler hem akıllı hem de zengin vatandaşlarımızın dünya tutkusuyla ülke çıkarlarını nasıl telif ettiklerini Ali Taşçı ile çok konuştuğumuz için burada gündeme getirdim. Son dönem tarihimiz böylesi yüreksiz sefillerle doludur, nerdeyse iktidarın tarihi onların hayat hikayesi gibidir. Gizli olarak sığındıkları nafile dünyalarını bile sekülerleştirmiş durumdalar. Yaşamak için dahi zevkleri kalmayan bu güruhun, halk içinden olmak gibi bir de dövizleri var. Kendinden başkasına haset bu tiplerin, inanca verdiği zarar ise laikliğe protoplazma olmakla yetinmiyor ve sosyalist ekole kötü örnek olmayı seçerek üstü örtülü çok zarar veriyor. Bu sınıf bencilliği oynuyor, hem de banko oynuyor. Akıllılığın, popülerliğin, madde tutkusunun inananları ne hale getirdiklerini görüp te onlara yine de(çirkin ördek yavrusu)tasnifini yapmamızı bekliyorlar. Bu konuda gerek kapitalistler gerekse sosyalist ekol yanlış teşhis ve tekliflerinde ısrarcılar. Genel olarak büyükdoğu mektep mensupları akıl denilince zamanı, laikliğin sistem olarak kabulünden sonrası ve öncesi diye iki bölüme ayırarak cevaplamak ister. Laiklik öncesi peygamberi aklın semavi sevapların ince ince renk renk dokunduğu insanlığın oluşumunu ve insan gibi dik duruşunu temin eden kurumun takdir ve tedbir alemleriyle bizi kuşatan açık ve gizli bütün varoluşumuzu çevresinde bulduğumuz evre. İçinde eridiğimiz ve her Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 125 şeyiyle içimizde erimiş olan taze. Fuzuli üstüne zaman zamukaddes yapı. Laiklik sonman bilgiler aktarırdı. Bugün rası akıldan anladığımız ise, bilgiye ulaşmak kolay velakin siyasi yapının mükellefiyet isteksizlikte bu kolaylığa paolarak üzerimize yığdığı istek ralel durumda. İsteksizliğin ve ideolojilerden nasıl kurtubilgilenme konusunda oldulacağımızı gösteren tedbir yağunu belirtmek gerekiyor. Depılanmasıdır. Bütün insanlar ğilse arzular kredi kartlarının sadece Yaratıcısının kuludur. çok çok üzerinde seyrediyor. Hiçbir devletin kendini muAlinin meramını anlatacak kaddes addederek insanlar kadar İngilizce ve Arapçası üzerinde baskı kurma hakkı vardı. Yeri gelmedikçe bunu yoktur. Sosyalist devletin ne anlamak kolay değildi. Çünkü olduğunu S. S. C. B. tecrübebilgi çekişmenin alanında tusiyle hem ruslar hem etnik tulamazdı. Hele iddianın tayapılar hem de bütün dünya rafı kesinlikle olmazdı. Sessiz gördü. Ve yine bütün dünyasohbetlerde Ali öylesine denın gözü önünde kapitalist rinleşir ve bilgiler aktarırdı ki ALİ TAŞÇI AB ve ABD nin üçüncü düntoplantıdakiler mutmain olur ya diye tesmiye ettikleri geri arkalarına yaslanıp içlerindebırakılmalarında sömürüleriki gerginliği atarlardı. Ali bu nin kesinliği olan ülkelerde, nasıl kıyım yaptıklarını yanıyla bilginin dost çemberinde kalmasından yacandaş olanları bile haykırıyor . Birbirilerini onay- naydı. Ülfeti ünsiyete idi. layarak yalanlayarak ecellerini bekliyorlar, ölümsüzlüğü laboratuarda bulmak adına yaptıkları araşAli hep gayet tertipli, temiz ve özenli giyerdi. tatırmaları da, günlük eğlence haline geldi. Her türlü kım elbiseli olarak hep güzel uyumlu kravat seçerdi, kötülük ve suç işleninceye kadar teşvik, işlendikten ki zevki yansırdı giyimine. Bol ve paspal giymediği sonra da zulme ve imhaya varan bir cezalandırmaya gibi, içinde sıkıştırılmış gibi de giydiğini hiç görmehukukun üstünlüğü denilerek, devlet bile dışarıda dim. Spor giyindiğinde de montu çok özel olurdu. bırakılıyor. Traşı gelmiş şekilde sokağa çıkmaz, hasta görünüGeç çocukluk yada erken delikanlılık çağında münde de hiç dışarıda göremezdiniz. Mızmızlanmatanıştık Ali Taşçı ile . Benim akranım en küçük am- yı sevmediği gibi yapmazdı da. Koyu ve soğuk renk cası Ahmet idi, Talas’a yakın bir çiftlik evinde oturu- yerine hep sıcak ve ara renkleri tercih ettiği görülüryorlardı. Hunat’a yakındı o zamanki müftülük bina- dü. saçı çok uzatmaz, daima taralı tutardı. Okul ve sının altındaki Türk ocağı, dernekten Taşçıların eve memuriyet yıllarında arasıra bıyık bırakırdı. Avukatbir kaç defa yaya gitmiştik. Çünkü sohbet geçe ka- lığa başladıktan sonra ise üstdudak hizasında doğal lınca son Talas belediye otobüsü de kaçıyordu. Epe- bir bıyığı vardı . Kumral olan saç ve bıyığına son yılyi bir kalabalıkla Kıranardı ve Hisarcık piknikleri larında aklar dadanmıştı. de yapmışızdır. Ömrün bu cennet evresinde her tür Ali’nin özel olan esas pabuçlarıydı. Onlar hep bokorkudan azade ve tabiatla içiçe yaşadık. Arkadaşlık- yalı ve pırıl pırıl parlardı. Hatta ben her gördüğümlarımız da bir hesaba dayanmazdı. Sanki bilgi edin- de takılırdım:Ayakkaplarına sinekkaydı yaptırmışın mek için yaratılmış gibi okuyarak, okuduklarımızı derdim. O da kahkaha atardı. Ve fakat ayakkabılarıtartışarak, bir çok kitabı müşterek okuyarak ve hatta, nın özelliği esas ökçesinin aşınmamış olmasıydı. Ne bazı yazarları toplu okuyarak çok geniş bir bilgelik yapar nasıl yapar bilemem ama hep eksiksiz ökçealanına çıkıyorduk. Hafızamıza bilgileri kelimelerin li ayakkabı giyerdi. Ali moda önderlerine önderlik içini iştahla doldurarak büyüyorduk. Bir yanda İslam edecek kadar itinalı, ve zevkli giyerdi. Paltosu varsa klasikleri beri yanda Yunan, Rus, Fransız, İngiliz, mutlaka boyunbağı da vardır. En ince ve zarifinden. Alman, İtalyan klasikleri diğer yanda çağdaş dünya Alinin babasına hafız amca derdik. (Allah rahve Türk edebiyatı, buna paralel klasik Türk müziği met etsin)asıl adı Mustafa:Dürüst, sakin, temiz gikoro ve resitalleri ufkumuzu aydınlatıyordu. Ali ile yimli, oldukça net ve açık konuşan, oldukça sosyal, birkaç konsere gitmiştik. Sonra Alinin iyi bir kitap cemiyetin ileri gelenlerinden biriydi. Her zaman katoplayıcısı olması sanırım çocukluk günlerinin has- muoyu önündeydi. Hafız amcanın ilkokulu bitirip retini taşır. Seksenli yıllardı Fuzuli’nin Hadika’sını bitirmediğini bilmiyorum, lakin bizim kadar okur bulmuştu. Heyecanla anlatmıştı, dün gibi anılarım yazardı. Okuduğunu unutmaz ve muhakemesi çok 126 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE sağlamdı. Arifanın önde gideni Ahmet’te öyledir. İrsen zeki nüktedan ve edepli bir ailedir. Onun için ailecek hem siyasetin içindeler hem sivil toplum kuruluşlarının içinde hem de her hayrî çalışmanın önderi değillerse mutlaka içerisinde yer alırlardı. Kayseri’de ne olur ne biter hafız amcanın yorumuyla öğrenirdik. Ali’nin edep mektebi ailesiydi. Yeri gelmişken büyükbaba Bekir efendinin dört oğlu vardı ve en büyüğü hafız amca dediğimiz Alinin babası Mustafa Taşçı, Hayri ve Yusuf kardeşlerin en küçükleri de Ahmet’tir…. Ahmet’le tanıştığımız yıllarda büyük aile hep bir aradaydı. Hafız amca ailenin direğiydi. birçok tanıdık Ahmet’i hafız amcanın oğlu sanırdı. Hafız amcanın altı çocuğu vardı. Ali ilk çocuğudur sonra sırasıyla Nurettin, Adil, Fatma, Hatice ve Bekir dünyaya geldiler. Ali ile Ahmet beraber büyüdüler. Amca yeğen olmaktan çok kardeş gibiydiler. bizim için eşzamanlı arkadaşlardı. Ahmet’in dobralığı Ali’de diplomasiye dönüşmüştü. Diplomasi Ali’de bilgi aktarma formatı olarak vardı. Ülfetsiz ortamlarda bu tavrı kullanırdı. En acı en sıkıntılı konuları bile tebessüm içinde anlatırdı. Ali okuduğunu iyi anlar ve karsısındakine anlayacağı dilden aktarırdı. Alide tebessüm kahkahaya evrilirken şakalar taptaze ve özel yapıdadır. sırası gelince şakalarından örnek yansıtmağa çalışırız. Dokuzyüzyetmişlerde ergin olup ta kavganın ortasında kalmayan var mı ki bizler dışında olalım. Ali Ankara Üniversitesi hukuk fakültesini bitirdi. O döneminde MTTB Ankara başkanlığında bulunmuştu. Daha sonra meslek kuruluşu olan Kayseri baro başkanlığı yapmıştı. Bütün bu başkanlıklar da dahil sivil yönetimlerde yer almak, onun için zamanla yerine getirilmesi gereken ödevler gibiydi. Çünkü o aileden gerekli eğitimi almıştı. Aliye düşen bu zamanlamanın seçimiydi. Hasan Celal Güzel ile olan siyasal oluşumda bu girişimlerden biriydi. Ayakkabısının ökçesine gösterdiği özen her yerde karşımıza çıkacaktır. Zemini dengede tutmak diyorum ben. Ali yalakaları, dönekleri, yağcıları sevmez ve kendinden uzaklaştırmak için suratını asar ta ki o kişi toplantıyı terk edene dek yumuşamazdı. O gittikten sonra güler ve neşelenirdi. Fikri takipte gazeteci gibi olurdu. Sonuna kadar izler, sonuç alırdı. Onun abid ve dini vecibelere bağlılıklarını yakın çevresi iyi bilir. Orta yolun edep ve erkanını Büyükdoğu estetiğiyle bezemiş olan Ali modernitenin, çağdaşın ve batı tefekkürünün neler teklif ettiğini ve hangi kafaların reforme edileceğini iyi bilirdi. Sloganizme ihtiyacı olmayan Ali, inancının toplumu tarafından tüketim malzemesi gibi kullanılmasından büyük acılar duyardı. Bazı reformist devrimcilerin yaptıklarını konuşurduk. Bir keresinde bir prof ’a cevap veremediği için öylesine üzülmüş ki bana aktarırken hayli vakit geçmiş olmasına rağmen çok heyecanlanıp salya sümük ağlamıştık. Ali derin, samimi ve içliydi. Davasına hep sadık kaldı. Daha önce söylediğim veçhile ben önce Alinin amcası Ahmet’le arkadaştım. Aliyle daha sonra Ahmet tanıştırdı. O gün bugündür aileyle tanışırız. Ahmet daha bir güngörmüş ve bizden daha ataktı. Bu hal onun okul hayatına mal olsa da. Ahmet hep takılır bana. Ben olmasam sen şimdi nurcu idin diye. Lisede okuyorum . Sınıfımızdan bir çocuk, edebiyat dersinde eski şiirin meallerini, kelime karşılıklarını öyle güzel açıklıyor ki deme gitsin…Çocukla arkadaşlığımız eski şiir üzerinden. . Fakat O güne dek hiç duymadığım Said Nursi’yi anlatıyor. . Galiba Tabiat risalesinden okuyor, bende dinliyorum. Beni herkese açık diye davet ettiği yere götürdü. O yaşta o dönemde gidilmez mi, kir ve kirlenmenin ne demek olduğunu dahi bilmeyecek derecede safız. Bir saat geçmişti ki polis bastı dediler. karakola götürdüler. iki saat karakolda tuttular ve serbestsiniz dediler. O günden sonra radyodan geçen haberlerdeki “ayin yapanlar ve/ya nurcu yakalandı”lara irkilirim. Zannederim ki bugünkü nurculuk, kavram ve kurum olarak Türkiye Cumhuriyetinin özellikle de anlı şanlı güvenliğinden sorumlu müessesesinin eseri olarak dimdik ayaktadır. Oysa devletin dine ve dindara hayvanları korumağa gösterilen kadar özeni olsaydı da çarpık yapılanmalar keşke olmasaydı. . Bugün bile hem tehdit unsuru olarak gösterilip tehdit ediliyor, hem de dini tevzide siyaseten medet umuluyor. bir yandan Amerikancılıkla itham edilirken diğer yanda ülkenin ideolojik ayarına mihenk seçiliyor. Oysa ne yeni bir mezhebiz, ne yeni bir tarikatız diyen var. Bir yanda etnik ayrılıklara birleştirme formülü gibi takdim ediliyor diğer yanda kendisini bölücü diye sunuyorlar. Ne yaman çelişkiler. İktidar yaptıklarını, yiyip yok eden siyasal dişli zamanla kimleri tasfiye edip kimleri tavsiye edecek acaba. Bir zamanların Türkiye hizbullahını da devletin kurduğunu söylemişlerdi. Zaman gösterecek. Biz Büyükdoğu ekolü mensupları İslam’ın anlaşılması ve yaygınlaşması faslında çok kaygılanır ve endişe duyarız ki;İslam’ın içine girecek her yeni durum renk çizgi fitneyi havi ve hami olmasın. Nurculuk üstünde çok fazla durduk, zira bu yazı bir kardeşimizin mersiyesi olarak gündeme geldi. Dikkat ettiğimiz husus İslam edep ve erkanının canla, akılla, ruhla tanışması ve bu tanışıklığı eserlerine intikal ettirmenin iman ve iştiyakıdır. Dünyayı mamur ederken Allah rızasını temin etmenin zevk ve neşesidir. 2010yılı yazında Kayseri’ye gitmiştim . Ali geldiğimi öğrenmiş. Cabat da telefonla (Cabat’ ki Ali’nin Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE yaşayan ardılı) yanında olduğumu söyledi. Geldi bizi aldı ve hava ikmal üssünün yukarısında ki bağ evine kahve ikramı için götürdü. Kalbinden rahatsız olduğunu orada öğrendim. Özal’ın şişmanlığına atıf yapan( yanaklarını şişirip)Iııh diye ses çıkararak halini arz etmişti. Gülüştük…Bizim kulüpte yerini aldığına göre gereklerini de yapmalısın diye sıkı sıkı tembihlemiştim. Çünkü ben iki kez kalb krizi sonucunda ameliyat masasına yatmıştım . Bizim kulüp kalb hastalarını kapsıyordu. İlaçlara özen, yürüyüşe dikkat, perhize sağlam durmak gerekiyordu. bunlara harfiyen uyduğunu söylemişti. Elbette tedbir aleminin gereklerini yaparız takdire mültefitiz. Aşağı yukarı 1968 yılının ekim ayından buyana tanışıyoruz. Bu tanışıklık aramızdaki hiyerarşiyi bir gün olsun sekteye uğratmadı. Ali cevaplamayacağı konulara gelince diplomatik alana geçer ve karşısındakini kırmamağa özen gösterirdi. Ali görüşmesini yapacağı konu üzerinde bir hazırlık çalışması yapardı. Gerekli olan ile önemli olanı birbirinden ayırır, silsileyi meratibe dikkat ederdi. Ali sivil hayatına ilişkin bütün yapılması gerekenleri 1980ihtilalinden önce bitirmişti. İki yıl doğuda ilçe mahkemesinde hakimlikten başlayıp Polatlıdaki topçu okulunda kısa dönem askerlik de dahil olmak üzere Kayseri’deki avukatlık stajı ve evliliği de içine alır. 1968 ila1979 Ali Taşçının sivil oluşum yılları dense yeridir. Ali Taşçı’nın üç çocuğu oldu. Melike(evli), Orhan(baba mesleğinde devam eden avukatımız) ve Enver(Şehir planlamacısı). Allah onlara sağlıklı uzun ömür versin . Elbette ki kıymetli eşleri hayattadırlar. Alinin hatıralarını tevarüs eden kıymetli kardeşimize de sabrı cemiller niyaz etmek bizlerin boyun borcudur. Türk Ocağı’nda yaklaşık yetmiş kişi kadardık. Mustafa Dinçel fiili başkan bizler de müdavimleriz. Hiyerarşide, büyükler var yılda bir gelirler, bazı büyükler ayda bir gelirler, çalışan arkadaşlar var hafta sonları gelirler, bizler ise kışları okul sonrası hep ordayız. Yazlarıysa gece gündüz demeden açlığı bile düşünmeden oradayız. Yukarda anlattığım üzere Gazalinin İhya-yı Ulumid-din isimli dört ciltlik eserini yüksek sesle okunarak, araya bilinmeyenlerin veya anlaşılamayanların çözümü de dahil olmak üzere kitaplar okunur. . okunur …okunurdu…Necip Fazıl üstadımızın, Çöle İnen Nur ve Çile’si kulla- 127 nılmaktan epey yıpranmıştı. Hatırladığım kadarıyla Şükrü Karatepe Saint Exupery’nin bütün eserlerini bir kitap günümüzde tanıtmıştı(Gece Uçuşu, Küçük Prens, Savaş Pilotu…)Ali, Siyer-i nebilerle Çöle İnen Nur’u mukayeseli anlatmıştı. Pakistanlı yazar Mevdudi’yi o gün itibariyle elde mevcut Türkçe çevirileri üzerinden toplu olarak değerlendirerek Türkiye ve Türkiye’de yaşayan Müslümanların ne sorununu çözebilir ne de Müslümanların geleceğine dair projeksiyon yapılabilir hükmü çerçevesinde bir kanaate varılmıştı. Bu konu epey bir uzmanlık isteyen alandı, buna rağmen Ali çok ter dökerek konuya çözüm bulmuştu. O yıllarda Pakistanlı yazarlar, Mısırlı yazarlar ile Kuzey Afrikalı yazarlar çok tercüme ediliyordu. Hem ehliyetsiz çevirmenler, hem de ehliyetsiz editörler elinde yayıncılık kepazeleştirilmişti. Elli sayfalık bir broşür beşyüz sayfalık kitap haline gelebiliyor, ve/ya orijinalindeki bazı bölümler atlanarak ve hatta bu atılan bölüm yerine başka kanallardan bölümler eklenerek kitaplaştırılıyordu. Ali Taşçının çalışması bu açıdan önem arz ediyordu. Mustafa Dinçel’in demli çayları Alemdar Yalçın’ı coşturuyor çok güzel şiirler okunuyordu. Ziya Olgunharputlu beri yanda şarkılar okuyor, taklitler yapıyordu. Hasan Nail’i kızdırdılar mı tiyatro tiratlarını yüksek perdeden dinlemek zorundalar. Karşımızda Pınarbaşı’lıların kıraathanesi vardı. Tek gözü soğulmuş iri yapılı bir de ocakçısı vardı. Neşemizden etkilendiği için bize çay servisi yapar para da almazdı. Sessiz dernek başkanımız Mehmet Tekmen sessiz ve sade Ahmet Sevgi, gür kaşlarıyla Ahmet Saracoğlu, Ahmet Damar, Hulusi Dörtkulak, hele hele Mehmet Emre, Mehmet, Mustafa ve Ahmet Tekelioğlu kardeşler ile Abdullah, Macit Gül kardeşler, Ayrıca Ahmet Tahir Gül, Hava ikmal grubu… Alinin olduğu yerde şaka olmazsa olmazlardan bir vardı, Koltuğunun altında Ziya varsa açın komedi perdelerini. Şakalar nükteler espriler o şen günlerin doğal efektleriydi. Mustafa Dinçel’de şaka kaldırabilirdi, diğer yandan Mustafa Özküçük tecahül-i arifler ile arkadaşları ince ince ipe dizerdi. Neden sonra sarakaya alındıklarını anlarlar da basarlar çığlığı. Sohbetler kıymetli ve uzun… Yukarda yeri gelince örneğini serdedeceğimiz yere şimdi geldik. Alinin şakalar alemine…Ali’ye 128 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE arkadaşları küçük bir şaka yapıyorlar. Ali anlıyor ve onlara diyor ki:bana bir daha şaka yapmayın. Arkadaşları (neden)diye soruyorlar. Ali diyor ki(Benim yaptıklarıma dayanamazsınız . Onun için)diyorlar ki (Ne yapabilirsin ki, biz şakalarına varız arkadaş) . Ali diyor ki (tamam!). . . Aradan bir süre geçiyor, arkadaşları hep Ali’yi takipte. Fakat Ali’de ses seda yok. Unuttu diye seviniyorlar için için. Oysa Ali şakanın şiddetini artırmak için bir süre daha onları kolluyor. Sınavların başladığı bir evrede çarşıdan iki enjektör alarak çantasına atıyor. Gecenin geç saatlerine dek ders çalışan arkadaşlarının yatağa dar düştükleri gece, Ali kalkıyor, traş kremini bir enjektöre, diş macununu da ikinci enjektöre çekiyor. Enjektörlerdeki jelleri ters olarak tüplerine yarım yarım boşaltıyor. Gidip yatıyor tilki uykusuna. Arkadaşlarından önce uyanan doğruca banyoya koşuyor. Geç kaldığı zehabına nasıl kapılmasın Ali saat ayarlamakta da ustadır. Diş fırçalamak için diş macununu alır fırçasına ve tabii ki birazdan köpükler saçılan ağızdan aynı anda çığlıklar yükselmede. Ali hemen koşup doğru enjektörden bir miktar tüplere doğru jel ilavesiyle arkadaşına. bağırarak ( hangi macunu kullandın ?)der ve sonrada ilave parçayı alır ve dişini fırçalar, bu gürültüye diğer arkadaşta uyanmıştır. O da olayı anlamaya çalışmaktadır. Aliye uyarak, o da fırçasına bir miktar macun alır ağzına götürür. Lakin ayni sondan o da muzdariptir. Çünkü o da tıraş kremiyle diş fırçalamaya kalkışmıştır. Şakanın devamı ertesi gün ortaya çıkar. Tıraş olmak isteyince tongaya basar biri, ve diğer arkadaşını uyarmasıyla uyarılan, paçayı kurtarır. Ali şakalarını proje yapar gibi yapardı. Tabiidir ki bir daha Aliye şaka yapmazlar. Bu şaka Ankara’da ve öğrencilik yıllarında yaşanır. Alinin İstanbul’a bir gezilerinde Merhum Mustafa Dinçel, Ali Taşçı, Osman Yalnız birlikte esnaf lokantalarından birine gittik. Yemekler yenildi, Mustafa abimiz hesap ödedi, lokantadan dışarı çıktık arkadan Ali elinde elli kuruşluk bir madeni para( Mustafa abi paranın üstünü unuttun galiba) dedi. . Dinçel kıpkırmızı oldu, (Ali o para garsonların bahşişi) demesiyle biz kahkahayı basınca anladı Dinçel bunun şaka olduğunu. Fakat (Ali yapma bir daha kalbime indireceksin) demişti Dinçel. Mustafa Özküçüğün dut ağacına merdiven koyup Mehmet Soyak merhumu çıkarmıştı bir keresinde. Daha sonra merdiveni aldı gitti sakladı bir yerlere. Soyak yalvarır, kızar, bağırır, çağırır …Ali tınmaz ve üstelik (ayıp ayıp koca adamsın kötü sözler sana yakışıyor mu ) diye de çıkışırdı, sonra araya gireriz tatlıya bağlanır konu. . Her yıl sektirmeden İstanbul’a gelirdi. Bir programı varsa ona uyar İstanbul’un bir semtini gezerdik, değilse bir program yapar bir konsere bir sergiye veya bir filme giderdik. İstanbul Ali gibi bir aşkını Kayseri’ye kaptırdı. Ali Taşçı geleceğe kurulmuş bir espri gezegenidir. Nerde bir tebessüm görseniz anlayın ki Ali yaşıyor Ali Taşçı sana, babana ve Büyükdoğu’dan nasiplenmiş bugün aramızda olmayan diğer kardeşlerimize de Allah rahmet eylesin…Amin iki direkli şehir I siyah saçlarını yaslarken suya ardınca geceyi getirdi koya ürperişlerin güzelinde peri denizin ardınca ürperiverdi periyle göz göze gelince sular tenhaya kaçmak istedi dalgalar mehtapta sessizce öpülen omzu suda halkalandı genleşen arzu engine dolmuştu lahuti sükut gönül miftahına dek dolmuştu yakut ateş böceğinin ışığı burdan geçerken içer elindeki nurdan samanyolu buradan geçer yorulur buradan geçen buz olsaydı kor olur ceylan koşar rüzgar dolar yelkene çok can hazır girmek için ülkene kumru dem çeker bülbül gam yüklenir ey aşk senin olmadan kim büyüklenir II ey aşkı aynasına yansıyan im sen bol olsaydın sembol istemezdim bil ki ne konçertolar dokunurdu ne roman öykü şiir okunurdu resmin renkleri ayrımlaşmazdı alında çizgiler karışmazlardı bayramları urbalar temsil etmez hiç kimse şeker için yol gitmez hangi kitabı açsam senden iz var bütün besteler seni gizliyorlar nota renk kelime ve davranışlar inkar iman neşe ve kıvranışlar seni doğrudan kavramak ne mümkün ne verirsen odur “künfeyekün” Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 129 GÖNÜL DOSTU BİR ADAM! Dr. Ahmet ALPAY “İhtiyar amcanı dinler misin, oğlum, Nevruz? Ne büyük söyle, ne çok söyle; yiğit işde gerek, Lafı bol, karnı geniş soyları taklit etme; Sözü sağlam, özü sağlam, adam ol, ırkına çek. ”(1932) B u öğüt, altmış yaşına gelmiş merhum Akif’in bir gence, bütün gençlere tavsiyesidir. Kişi yaptığını söylemeli, söylediğini yapmalı, yoksa palavracı olur. M. Akif Ersoy, Nevruz’a ve herkese yaptığı tavsiyede samimi olduğu için, kendisi de söylediğini yapanlardan olduğu için öğüdü etkili olmuştur. Bu sebeple bugün olduğu gibi âtide de beyti ve adı yaşayacak, rahmetle anılacaktır. Günümüzde herkes birçok şeyden şikâyetçi. Sağlığından, çocuğundan, işyerinden, mesleğinden, eşinden, anasından, babasından, trafikten, televizyondan şikâyetçi... Şikâyetçi olmayan varsa, o kişiden de bizim şikâyetçi olmamız lazım, çünkü sorgulamayan, şikâyetçi olmayan, şikâyet ettiği konuların çaresini bulamaz, dolayısıyla terakki olmaz. İnsanlık saadet istiyorsa tek tek fertler vasıflı olmalı. Hz. Ali’nin ifadesiyle, parça bütünün habercisidir. Cemiyeti oluşturan fertler nasılsa, cemiyette yöneticiler de öyle olacaktır. Amel-i salih öz manasıyla, insanı, kul, kardeşi düşünmek ve yardımlaşmaktır, doğru adam olmaktır, mesleğini iyi yapmaktır, komşusuna, büyüğüne, küçüğüne yayaya, binene, inene, uçan kuşa sevgiyle yaklaşmaktır. Dolayısıyla cemiyetimizin, insanlarımızın hali ortada: Her şeye rağmen cemiyetimizde adam gibi adam elbette ki var. Ne yok ne çok, ama var. İşte adam gibi bir adam. . Abdullah Sarımermer. ADAM GİBİ ADAM Abdullah Sarımermer, aynı şehir, aynı mahalle ve aynı yıllarda çocukluk ve tahsil hayatımız olan arkadaşımdır. Tahsil hayatı parlaktır. Her dersten en üst notu alarak talebe yurdunun en çalışkan ve disiplinli kişisi olarak, her dersi tam öğrenmeden imtihanına girmeyerek, her sınıfı iftiharla geçerek hukuk tahsilini tamamlamıştır. Hukuk fakültesindeki hocaları talep onlardan gelmek üzere kendilerine asistan kalmasını istemişlerse de; İmam Hatip menşeli olduğunu öğrenince bağnazlıkları, parlak bir istikbal vadeden talebelerini asistan kazanmalara galebe çalmıştır. Başarılı avukatlık stajından sonra mesleğini icra ede cekken kaza kaderi ile ticaret yapmaya mecbur olmuştur. Bu sebeple Türkiye’nin ihtiyacı olan Hereke halıcılığının kaybolmaya başladığı yıllarda tekrar kaliteli yün ve ipek halı imalatını üstlenmişler. Guinnes rekorlar kitabına girecek kadar da imalatı başarmışlardır. Mümin, müstakim ve gayyur olduğu için hayatının her safhası başarılı, yurduna ye insanlara hep faydalı olmuştur. Arkadaşlığımızın yanında yirmi yıldan beri de Hereke Özipek halıcılıkta işyeri hekimi olarak beni göreve davet ettiği için teşrik-i mesaimiz, teşrik-i yolculuğumuz ve teşrik-i dostlarımız olmuştur. Bu ortak dostlarımızdan sayın Doç. Dr. Sefa Saygılı ile tanıştırdığımda, Saygılı bana “Hakikaten bahsettiğin gibi değerli bir kimse imiş” kanaatini bildirdi. Zaman geçti, Sayın Saygılı, Sağlık Yolu mecmuasını neşre başladı. Faydalı 130 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE yazılar yayınlandı. Kayda değer kişileri tanıtıcı yayınlar oldu. Bir gün bana Abdullah beyi tanıtan bir yazı istediğini söyledi, ben “Hayır” dedim. Bir süre sonra tekrar istedi, yine hayır. Neden hayır; çünkü öncelikle şahıs tanıtıcı yazılar, kaide olmasa da bu dünyadan göçenler için yapılıyor. Kanaatimce bu doğru değil, yaşayanlar da timsal olan kişiler de tanıtılmalı, anlatılmalı ki diğer yaşayanlara örnek olsun, ibret olsun. Peki, o halde neden hayır? Kaleme alacak olan bensem, bir kimseyi tanıtırken onun müspet ve menfi yönlerini açıkça yazmalıyım, samimi olmalıyım. Düşündüm taşındım; iyi kötü müşterek günlerimiz olan yarım asırlık arkadaşım Abdullah Sarımermer’de kayda değer menfi bir vasıf bulamadım. Bu kanaatimi kendisine söylesem beni beceriksizlikle itham eder dedim. Ama olsun, bir sefer de bu ithamına mazhar olurum. Alışkınız. Bende menfi vasıflar oldukça onun da ithamları elbet bitmez. Ancak bu son ithamında haksızlık olur, çünkü menfi vasıf bulamadığım bu sefer beceriksizliğimden değil, bulunacak bir şey olmadığındandır. Kaleme almaktaki itiraz ve gecikmenin sebebi objektif olunduğu halde methiye zannedilmesi endişesi idi. Sayın okuyucu, muhterem kârî bu satırlar katiyen; bir methiye değil, samimi bir nakl-i kanaattir, müdellel bir nakl-i müşahededir. MÜKEMMEL BİR KİŞİLİK Abdullah Sarımermer, mükemmel bir kişiliğe sahiptir. Bir insanın mükemmel olması çok zordur, ama imkânsız değildir. İnsanlarda hedef mükemmelliktir, ancak hedefe giden yolun şarampolü, kademeleri, çeyrek yolda, yarı yolda kalanlarla doludur. Yine de hedefe ulaşanlar elbette vardır. Bu bahtiyar kişilerden biri de Sarımermer kardeşimdir. Merhum Mahir İz’den mükemmel insanı tarif etmesi istendiğinde “Doğru adam olacak, işinin ehli olacak, mümin olacak, nezaket ve nezafet sahibi, vakur ve hilm sahibi olacak” derdi. İşte bu tarife uyan nadir kişilerden biridir. Abdullah Sarımermer Bey. . . Yine Mahir İz, üstün bir zatı tanıtırken “O alim adam fazıl adam”, gibi vasıfları sayar sonunda da “Hitabet yerinde, nükte tamam” diye bitirirdi. Yine de tarife uyarak günümüzde hitabet ve nükte kabiliyeti olan sayısı az kişilerden biridir. Abdullah Sarımermer bey… İslam’ı hakkıyla anlayan, anlatan ve yaşayanlardandır. İslam’da hedef hakkın rızasıdır. Hakkın rızasının da halkın rızasından geçtiğini bilen ve tatbik edenlerdendir. Daima çevresine yardımcı olmuştur. Okul, cami, yurt gibi hayratın banisi olma yanında yüzlerce talebeye devamlı burs verdiğinden bahsedilmesini istemez. O yapılan hayrın gizli kalmasından yanadır ve öyle de yapıyordur. Her yaptığı ve yaptırdığı işin mükemmel olmasına dikkat etmiştir. Teferruatta bile hiçbir işi yarıda bırakmaz, her vaadini bihakkın yerine getirmiş, huzurlu, vakur ve mütevazıdır. Üstad Necip Fazıl’ı birçok defa beraber ziyaret etmişizdir. Üstada “O Erler ki” şiirindeki: Yıldızları tesbih tesbih çeker de, Namazda arka saf hizasındalar. İçine nefs sızan ibadetlerin, Birbiri ardınca kazasındalar. Ne cennet tasası ve ne cehennem; Sadece Allah’ın rızasındalar. Beyitlerini terennüm ettiren erlerden birisi mutlaka Abdullah Sarımermer’dir. İslam’ı anlayanlardandır dedim. Bir hırka bir lokma afyonuna kanmayıp maddi ve manevi zenginliği ile insanlara daima yardımcı olmuştur. Hem de geçiştirici, zevahiri kurtarıcı, kaypak ve siyasi davranışlarla değil, derdi olanla hem dert olup hakkıyla yardımcı olmuştur. Bu hususlarda benim şehadetim yetmezse binlerce şahit bulabiliriz. Bu şehadetleri Sarımermer istemese de. FEDAKÂRLIK SEMBOLÜ Kardeşimiz; cemiyetimizde az bulunan ama çok ihtiyacımız olan bir vasfa, fedakârlığa hakkıyla sahiptir. (Vasıfları sayarken hakkıyla ilavesi fazla ifade ediliyor zannedilmesin, zira öyle kişiler tanıdık, tanıttık, tanıtıcı yazılar okuduk ki, ufak bir emaresi olsa; cesur, âlim, hayırsever, fedakâr gibi sıfatlar rahatlıkla atfediliyor. ) Fedakârlık fazla elekten geçirmeden her kula yardımcı olmaktır. Acılı günleri, sıkıntılı zamanları dâhil ne zaman ve kim bir yardım dilemişse, dileyenin düşündüğünden fazlasını yaptığına şahit olmuşumdur. Onu takdirim; kendi nefsimle kıyasladıkça daha da artmıştır. Bazı şahıslar için hüsn-ü şehadette bulunurlarken insanın içinden; eh, ne de olsa, nispeten, hadi neyse, sayılır. . . gibi zorlamalarla evet demek gelir ve “evet” diyebilirsiniz. Abdullah Sarımermer için hüsn-ü şehadet gerektiğinde yakinen tanıyanlar olarak gönül rahatlığı ile yürekten “evet” derim, siz de diyebilirsiniz. Müşterek bir dostumuz bana “Yahu sen insanları çok eleştiren, kolay kolay takdir etmeyen, makam, varlık, kudret ve siyaset gibi güçlü olanlara daha da temkinli davranan birisin. Dostluğun sağlam olsa da kolay dost edinmeyen birisin. Abdullah Sarımermer de nihayet bir kul, biraz fazla takdir etmiyor musun?” diye sordu. Anında cevabım, “Kardeşim bende dost kapasitesi diye bir şey yok. Sınırlı değil ki, bu iş vasıfla müşahede ile ilgili. Sen de onun gibi rakik ve dakik olsan, onun kadar seni de severim. İnsanların sevilmesi sevenden çok sevdirenin hüneridir, yalan mı?” dediğimde, düşündü ve samimiyetle “Evet doğrudur” dedi. Evet, rakik ve dakik olmak her yiğide nasip olmuyor. Bu bir hilkat işi, azim işi, inanç işi, takat işi. Sevgi, saygı ve idrak işidir. Herkes başaramaz, ama başaranlar var. Birkaç misal: Tam yirmi yıldan beri cumartesi günleri, Hereke’ye gidiyoruz. Sabahları “Araba ile geliyorum, yola in” demek için telefon eder. Saat 8. 59-9. 00 arası telefon başında bu- Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 131 birisi gevşemiş” dedi, indik ve açıp baktık, aynen doğru. Vidayı sıkıştırdı, kapattı ve bindik. Giderken nihayet sordum “Nasıl fark ettin, hayret” dedim. “Kulağıma ses geldi. Dikkat edince hissettim, çözdüm, lakayd kalamazdım ya” dedi. “Kardeşim Allah seni nazardan korusun, maşallah” diyebildim. Her gittiği yere hediyesiz ve sevgisiz gitmez, gördüğü her çocuğu sever. Çocukları sevindirir, her çocukla şakalaşır, oynar ve oyuncaklar verir. Dolapları hediye oyuncakla doludur. Samimi olarak, üzülenle üzülür sevinenle sevinir. Yıllarca birlikte yolculuk yaptık, arabasındaki titizliğinin ve temizliğinin yanında her türlü trafik kuralına uyduğu gibi, sürücü ahlakına da sahiptir. Binlerce defa tur nikeden geçmişizdir. Hiçbir zaman gişe memurunu üzmemiş, daima hazır bulundurduğu bozuk parayı hem de tertemiz yeni paralarla hazır bulundurup, parasını güler yüzle şaka yaparak ödemiştir. Düzgün ve dürüst iş yapınca karşıdaki de memnun olur, sen de. Yine bir yakın kardeşim onu göstererek bana, “Sen de Abdullah’a, başkalarından çok farklı davranıyorsun. Bütün insanlar eşit değil mi? O da insan, o da” dedi. Yine cevabım, ABDULLAH SARIMERMER “Ağabey insanlar hukuken eşit ve fırsat eşitliği var, ancak hiç insanlar birbirleriyle eşit olur mu be? Şu yanındakine bak, efalini düşün, öbürünü ve yaptıklarını düşün, bunu düşün. lunurum, mutlaka o bir dakika içinde telefon açar. Bu ha- Huyları, işleri, sözleri hiç aynı olur mu” şeklinde oldu. Bu reket yirmi yılda hiç şaşmaz mı, diyebilirsiniz, birçok insan kardeşim bir müddet sonra “Hakikatten çok farklılar, eşitlik için şaşması gayet tabiidir. Çok insan “Ne var yani 3-5 da- başka insanlık başka” demiştir. kika, 10 dakika sapabilir”, insanlık hali diye kendi yaptığını HER NEVİ AKIL HOCASI mazur gösterir. Ama Abdullah Sarımermer yirmi yılda Geniş çevresi olduğu için, birçok dostu veya gönderildakika değil, neredeyse saniye saptırmamış, telefonu açmiş birisi kendisine “Bir müşkülüm var” diye akıl danışır. mıştır. Bu kadar dakiklik kaç kişide bulunur? İş icabı birçok ülke gezmiştir. Gördüğü ülkelerde, Ticari, ilmi, edebi, dini, adli ve siyasi konularda her birisine şehirlerde bir kere gördüğü mağazayı, büfeyi, belde adını, gerekli bilgiyi verir, kılavuzluk yapar, ekseriya müşkülü konuştuğu kişilerin adını, konuları tamamına yakın hatır- halledilir. Akıllı ve pratik yol gösterdiği için ülke çapında lar. Seyahatte beraber olduğu kişiler unutsa da o unutmaz. her nevi akıl hocasıdır. Şahit olduğum çok misal var. Bu birkaç misali mecUzun yıllar geçtiği halde beraber olduğu kişileri hayrete düşürecek kadar nüansları, isimleri, adresleri nakleder. buren “rakik ve dakik” diye tavsif ettiğine delil olarak verdim. Herhalde yeter. Uzatmaktan, konulara, misallere geçDolayısıyla birçok nükteye sebep olur. mekten içtinap etmeliyim. Çünkü uzamasını, izahatı ben de istemem o da. HASSASİYET BU KADAR OLUR Ey Sarımermer kardeşim! Senin de katılacağını bildiİstanbul-Hereke arasındaki yollarda ne zaman hangi noktada trafik kazası olduğunu, hangi senede ve tarihte ğim dileğim şudur ki: insanlık senin gibi mümin gayyur, ilk karın yağdığını, hangi ağacın erken çiçek açıp soğuk faydalı kişilere muhtaçtır. Cenab-ı Hak sayınızı artırsın. çarptığını, hangi tarihte kendisinin veya senin nereye se- Cemiyet çok sayıda hayırsever insan yetiştirsin ve hak edeyahat ettiğini harfiyen hatırlar; yeri geldikçe, soruldukça rek biiznillah saadete kavuştursun. Bu dünyada dost olduk. Dilerim baki âlemde de dosttereddütsüz cevap verir. Yol arkadaşlarının hayreti, takdiri ve “maşallah ne güçlü hafızanız var, hakikaten öyle olmuş- luğuna layık olurum. Ben Abdullah Sarımermer’den razıyım, sen de razı tu” hitabıyla karşılanır. Arabası da her şeyi gibi kalitelidir, içini bırakın bagajında bile bir damla toz, leke bulunmaz, ol ya Rab. Şahidim ya Rab, tavizsiz Müslüman olduğuna, hayırsever olduğuna, Abdullah-ül emin olduğuna. lastik havaları milimine kadar nizamidir. Lütfunla, kereminle böyle insanların artmasını muraBir gün İstanbul’a dönüyoruz. “Doktor, bir şey fark ettin mi?” dedi. “Hayır” dedim. Hafif bir ses var ne olabilir deyle. Âmin. . . diye direksiyon elinde dikkat kesildi, arabayı sağa çekti ve durdu. “Yanılmıyorsam sağ arka lastiğin bijon vidalarından 132 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE BÜYÜK DOĞU HALKASI Rıfat BESCELİ Y alnız Kayseri’de değil Kayseri’den uzakta da çoğuyla kader birliği yaptığım arkadaşlarım hakkında, keşke, Allahın rahmetine kavuşmalarından önce bir şeyler söylemek zorunda kalsaydım. Oysa onların arkasından şimdi bir şeyler söylemek o kadar zor ki. . Hepsi bir anda gözlerimin önüne geliyor. Birinin hatırası diğerininkini bastırıyor. Kimiyle gülüşüyor, kimiyle tartışıyor, kimiyle gelecek planları yapıyor, kimiyle bir sevinci paylaşıyor, kimiyle ağlaşıyorum. Beni çok mutlu eden bir hususu yazmadan edemeyeceğim. Vefat eden arkadaşlarımdan uzun süre beraber olduklarım da var, hayatın beni ara sıra görüşmeye mahkûm ettikleri de. Bir muhasebe yapınca görüyorum ki içlerinde vefatını duyunca “yine bir yıldız kaydı bu âlemden” demediğim kimse yok. Onların her biri bizim camiamızda birer parlak yıldızdı. Her birinin varlığı bizim bir camia olarak varlığımızın göstergesiydi. Her birimiz, birimiz yoksa hiçbirimiz yok diye düşünürdük. Elbette hepimizin buluştuğu pek çok değerimiz var. Bunların başta geleni Büyük Doğu ve Necip Fazıl. Benim Üstadla ilişkim sürekli İstanbul’da olmam münasebetiyle diğer arkadaşlarımdan daha fazlaydı. Kayseri’de bulunan ve bir vesileyle İstanbul’a gelen arkadaşlarımı Üstadla buluşturmak benim için adı konulmamış bir vazifeydi. Bütün bu buluşmalarda Üstadın bana “Rifat, sevgilim. . . ” diye seslenişi benim için uzun bir süre sevinç vesilesi olur, kaygı ve sorunlardan kendimi arınmış hissederdim. Allahın rahmetine kavuşmuş dostlarımı adlarıyla teker teker zikretmek gibi bir kaygı içinde değilim. Bunu layıkıyla yapamamaktan endişe ederim. Ama bunlardan birini anmazsam olmaz. Onu anmak, hepsini anmak gibi bir şey aslında. Abdullah Sarımermer’le, nasıl söylesem, arkadaşlığımız mı, kardeşliğimiz mi, dostluğumuz mu desem, neredeyse 50 yıl sürdü. Mehmet Tekelioğlu, Sarımermer’le benim yakınlığımı ‘can kardeşliği gibi’ diye zikrederdi. Onunla biz sadece bazı idealleri paylaşmakla kalmadık, atacağımız adımları bile birlikte kararlaştırdık. İkimizin de İstanbul’da olması, aynı mahalleyi paylaşıyor olmamız, oturmalara birlikte gidip gelişimiz, pazara bile birlikte çıkmamız, dost ve arkadaş çevremizin neredeyse aynı olması, bizi birbirimize daha büyük bir bağ ile kenetledi. Günümüzde bol keseden atanlar çoktur. Bunlar çok şey vaat ederler. Yaptıkları hayrı abartarak anlatırlar ve göstermeyi pek severler. Sahip oldukları iyi vasıfları büyüterek devamlı dile getirirler. Kötü vasıflarından bahsedilmesinden hiç hoşlanmazlar, bunları hemen öfkeler saçarak ört bas etme derdine düşerler. Böylesi tipler için kolaycılık bir amaç haline gelmiştir. Sözleri özlerine uymaz. Abdullah Sarımermer ise özü sözü bir olanlardandı. Dili tatlı, imanı, ameli ve ihsanı tamdı. Günümüz cemiyetinin muhtaç olduğu, ismiyle müsemma Abdullah-el Emîn idi. Herkese maddi ve manevi yardımı seven, doğru, dürüst, işinin ehli, halkı ve Hakkı, hakkıyla seven dost bir insandı. Onun bakî âleme geçmesi ile çok şey kaybettik, onu arıyoruz. ‘Bakî âlemde sevenler birleşecektir’ hükmü bize teselli veriyor. Cenab-ı Hak bolca rahmet eylesin. Onu en verimli çağında 22 Ağustos 2008 tarihinde kaybettik, ama bir sebeple müsterihim. Günahlarını bilmem, fakat inanıyorum ki sevabı daha çoktur. Bugün bize düşen Üstad dahil Büyük Doğu Halkasını Fatihalarla anmaktan başka ne olabilir ki!.. Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 133 MUSTAFA ŞENCANLAR VESİLESİYLE İbrahim ULUEREN M ustafa ile arkadaşlığımız lise sıralarında başladı ve kısa sürede bu dostluk bir dava kardeşliğine dönüştü. Lisede babası vefat ettiği için bize de danışarak akşam lisesine geçti, gündüzleri ise akrabası olan iplikçi İbrahim ağabeyinin dükkanında nafakasını çıkarmaya başladı. Çalıştığı ufak dükkan buluşma yerlerimizden biriydi ve her buluşmamız dava konuştuğumuz, inancımızı paylaştığımız ticari gelecekten bahsettiğimiz sohbetlerden ibaretti. Bu ilk hayat deneyiminden sonra Mustafa benim teklifimle babamın mütevazi toptan peynir ve gıda maddesi satan dükkanında üç yıl kadar çalıştıktan sonra kendi iş yerini açtı ve mücadeleli, çileli, sıkıntılı, hareketli bir ticari hayat yaşadı. Ticari hayatında hırslı idi, çalışkandı, babamdan kazandığı İstanbul türkçesini gayet güzel kullanır, herkesi ikna edebilirdi. Ticarette bulmak istediği şey paradan çok başarı idi, bir kere başarılı olmak istiyordu, daha sonra bu hal kendisini hayatta tek kuruş borcu kalmadan ölme emeline bıraktı. Fakat ne yazık ki kaderi yokuşlarda susamaktı. Arkadaşımın bu yönü ile beraber her şeyini anlatmak için bir kitap yazılabilir ancak bu yazı sınırlı olmak zorunda olduğundan ticari hayatını burada noktalayalım. Kardeşimizin gerçekten çok az insanda bulunan mümeyyiz vasıfları vardı. Belki ilk özelliği samimiyet, canhıraş bir samimiyet;evvela Allaha ve Resulüne karşı sonra sırasıyla ve derece derece Allah ve Resulünün dostlarına, dava arkadaşlarına ve hayata karşı canhıraş bir samimiyet içindeydi, o rol yapmayı beceremezdi, olduğu gibi olan mahzun bir insandı. Yolculuk yapardık, her namazda camiden çıkmak istemezdi . Allah bilir günde kaç kere kenz-ül arş duası okurdu. Bana telefon açar bugün babanın yasinini gönderdim derdi. Kelimenin tam manası ile namaz hastası, secde delisi idi. Öyle düşünürdüm;Allah bilir gece ne çok namaz kılardı. (yengeye sormak lazım ). Tek tek kaza namazlarını hesab eder, bol bol kaza kılardı. Mustafanın bir diğer özelliği yalan söylemezdi; ama ben hiç yalan söylemem deyipte söze yalanla başlayanlara karşı gerçekten belki hiç yalan söylemezdi. Doğru veya yanlış iş yapar, fakat asla yalana tevessül etmezdi. Bugün ki ticari hayatta yalan söylemeden yapabilmenin ne demek olduğunu düşünün. Şencanların haiz olduğu asli vasıflardan dostluğu ise imrenilecek çapta gerçek bir dostluktu. Dostlukları devamlı ve mesafesizdi. Benim için örneği kalmayan candan, yürekten, hakiki bir dost, arkadaş ve kardeşti. Bugünün Amerikalıların işine girince kendini büyük sanan ve en küçük bir vefa duygusu taşımayan, dünyası ve dünya görüşü değişen, yaşadığı gibi inanmaya başlayan, davasını ve dostlarını unutan ahmak tiplerine karşı ne kadar hakiki bir dosttu. İnsan gerçekten eksikliğini hissediyor ve mahzun oluyor. Rabbim kabrinin nurla doldursun inşallah. Başka ne söyleyebiliriz; Hanesi, olmayan imkanları dostlarına sonuna kadar açıktı. Vefakar, fedakar ve cefakardı. Allah her bayramda ziyaret ettiğim kabrini yağmur gibi rahmetle doldursun ve cennette Resulullaha komşu olmayı nasip etsin inşallah. / 09. 01. 2013 Kayseri Hacı Kasım mahallesinde 10 ocak 1952 yılında doğmuş, 5 Mayıs 2004 yılında vefat etmiştir. Bir kız bir erkek olmak üzere iki çocuğu vardır. Kayseri Akşam Lisesi’ni bitirmiştir. 134 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE MUSTAFA ŞENCANLAR Mustafa Şencanlar, Temmuz 1996 tarihinde, Mustafa Tekelioğlu ve diğer arkadaşlarıyla birlikte. Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 135 AŞK ZİYA’YA DÜŞTÜ Prof. Dr. Şükrü KARATEPE K ayseri’de 1970’lere kadar, henüz araç trafiği yoğun olmadığı için, sokaklar güvenliydi. Mahalle hayatında, herkes birbirini tanır, dışarıdan gelen yabancılar fark edilirdi. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımın geçtiği Erkilet’te, güvenli sokakların sağladığı hürriyeti doyasıya yaşadım. Varsa okul ödevlerimizi ve çocuklar için uygun bulunan küçük ev işlerini tamamladıktan sonra, sokağa atardık kendimizi. Kışları kasabada, yazları bağların arasında, birlikte koşup oynadığım, sokak arkadaşlarımla karşılaştığımızda, komşuların eriğini ve kirazını yolarken başımıza gelenleri hatırlar ve güleriz. Nasi Amca’nın oğlu Ziya, bağ arasından sokak arkadaşımdır. Esas ismi Nasuh olan babasına, herkes Nasi diye hitap ederdi. Ziya ile arkadaşlığımız, ceviz ağaçlarının altında, taşla, toprakla, çamurla oynayarak başladı. Kayalı Bağlar mevkiindeki bağımızın “yukarı bağ” adını verdiğimiz bölümü Ziya’ların bağına bitişiktir. Bağların sulandığı Tımarhane Gölü, aynı zamanda gençlerin en fazla itibar ettiği yüzme havuzudur. Erkilet’in bütün çocuklar gibi, Ziya ve ben de yüzmeyi Tımarhane’de öğrendik. Tam olarak dolduğu ikindi saatlerinde, gölün başı şenlik alanına dönüşürdü. Ziya her zaman, bu şenliği renklendiren baş aktörlerden biriydi. 1964’te babamı kaybedince, yazları çalıştığım için gölde yüzmeye fazla vakit ayıramadım. Ama Ziya akşamları uğrar ve gündüz gölün başında olup bitenlerin raporunu verirdi. Ziya ile çocuklukta başlayan arkadaşlığımız, lise yıllarımızda derin anlamlar kazanarak gelişti. Bizim nesil, reşit olmaya henüz ilk adımını attığında, yaşından daha hızlı büyüyerek, ülkesi ve milleti için sorumluluk taşıyan olgun insanlar haline geldi. Henüz dünyada neler olup bittiğinin farkında olmayan saf aklımızı ve körpe bedenimizi, tarihin yükünü omuzlarken bulduk. Lise yıllarımızda, arkadaşlarımızla bir araya gelmemizi sağlayan, oyun, eğlence, gezme ya da yüzme değildi. Büyük Doğu Fikir Kulübü kapandığı için, Kayseri’de Büyük Doğu idealine gönül verenler Türkocağı’nda toplanıyordu. Okuldan artan vakitlerimizde, Eski Müftülük Binası’nın zemin katındaki Türkocağı’na veya Belediye İş Hanı’ndaki Türk Kültür Derneği’ne gidiyorduk. Türkocağı’nda, bizim nesilden müşterek arkadaşlarımız, Abdullah Gül, Ahmet Taşçı, Bekir Yıldız, Mehmet Tekelioğlu, Mustafa Dinçel, Ziya Olgunharputlu ile birlikte, kültür faaliyetlerine, dernek toplantılarına, konferans ve mitinglere katılıyorduk. Yazın bağa göçtüğümüzde, Ankara’dan gelmişse, akşamları genellikle Mehmet Soyak’ta toplanırdık. Bazen Abdullah Gül, Ahmet Taşçı, Mehmet Tekelioğlu, Mustafa Akgül, Lütfi Baykan ve Ömer Türktekin’in de katıldığı toplantılarda, bolca çaykahve-sigara içilir, edebiyat, tarih ve siyaset sohbetleri yapılırdı. Toplantıların tek eğlencesi, Ziya’nın yaptığı komik esprilerden ibaretti. Ziya, insanlara ta- 136 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE kılmaktan hoşlanan, şakacı bir dibine oturuyor, “ana” diye himizaca sahipti. Toplantıya katap ederek, sürekli onunla kotılanların zaafları üzerine ince nuşuyordu. Artık Ziya benden espriler icat ederek hepimizi çok annemle arkadaşlık yapıgüldürmeyi başarırdı. Şakalayor, arayı açıp uzun süre uğrarını bazen çok ileri götürerek, madığında, annem merak edip Mehmet Soyak’ı deyim yerin“Ziya neden gelmiyor” diye deyse çileden çıkarırdı. soruyordu. Annemle ufak-teZiya, sinema ve tiyatroyla fek konuları tartıştığımız ya da yakından ilgilenir; Sadri Alıfikir ayrılığına düştüğümüzde şık, Yıldırım Önal ve Nejat kızıyor, “ananın kıymetini bil Uygur’un taklitlerini yaparak, samsın” diye bağırarak üzerime film ve tiyatrolarından ezberleyürüyordu. Ziya birini tenkit diği sahneleri kendi başına oyedeceği zaman, “samsın” diye nardı. Üstad’ın sinema ve tiyathitap ederek söze başlardı. royu, dönemin en etkili iletişim Ruh dünyasının karmaşık ZİYA OLGUNHARPUTLU ve kültür aracı olarak görmesi hale geldiği bu dönemde, bir de nedeniyle, sinema ve tiyatroygönlüne aşk ateşi düştü. Gerla az-çok hepimiz ilgilendik. çi, aşk yüzünden çektiklerini Abdullah Gül, Milli Türk Taya da çevresine çektirdiklerini lebe Birliği’nde Tiyatro Müdürü olarak görev yaptı. Bekir benden iyi bilir. Ama görev bana verildiğine Mustafa Miyasoğlu, Bekir Yıldız, Galip Boztoprak, göre, konuya ucundan kenarından dokunma zarurebir grup arkadaşımızla, Yedinci Sanat adıyla sinema tim var. Doğrudan dile getirilmediği için, muhatabı dergisi çıkardılar. tarafından hiçbir zaman bilinmeyen, olabildiğince Ziya işi daha da ileri götürerek, Kayseri Devlet temiz bir sevginin derin sıtma nöbetlerini yaşadı. Tiyatrosu’nda sahnelenen “Palas 99” ve “Sinek Kaydı Nerede ne zaman tutacağı belli olmayan nöbet ateşi Berberi” adlı iki tiyatro oyununda baş aktör olarak bastığında, vücut ısısının normalleşmesi için mutrol aldı. Her ikisi de komedi tarzı olan oyunlarda, laka yukarı Erkilet’e çıkması gerekiyordu. Uzaktan geleneksel Kayseri esnafının gündelik hayatından evlerine bakarken, “perdenin arkasında olduğunu kesitler sahnelenir. Bekir Yıldız’ın önemli rollerden hayal etmek cihana değer” demişti. birini oynadığı Palas 99’da, İstanbul’a mal almaya giAşık olduğu dönemde, musiki repertuarımız olden esnafın, kaldığı otelde yaşadıkları, yiyip içtikle- dukça genişledi. Vakit bulduğumuzda, biraz yiyecek ri ve pazarlık usulleri ince bir dille hicvedilir. Sinek ve su alarak “ver elini” deyip, Dulun Tepe’ye tırmaKaydı Berberi’nde ise, geleneksel mahalle berberi- nıyorduk. KASKİ’nin üzerine su deposu yaptığı Hacı nin, kırık ve çıkıkları tedavi etmesi, diş çekmesi, si- Şirin’deki Dulun Tepe dile gelse, en güzel şarkıları vilce ve çıban tedavisi komik yönleriyle anlatılır. tereddütsüz bizden dinlediğini söyler. Halen ezbe1968’de annesini kaybettiğinde Ziya 20, karde- rimde olan şarkıların çoğu o günlerden Ziya’nın heşi Kadir 17, küçük kardeşi Şükrü 15 yaşındaydı. Üç diyesidir. erkek çocukla kalan Nasi Amca, aynı sene içinde, Hacı Faik Bey’den; “Nihansın didede ey mesti nagenç bir hanımla yeniden evlendi. Ziya, hayatında zım” şok etkisi yapan bu gelişmenin olumsuz etkisini öleMünir Nurettin’den; “Leyla bir özge candır, kara ne kadar üzerinden atamadı. Eve barka fazla uğra- gözlü ceylandır” maz oldu. Yazları aile bağa göçünce, tek başına şehir Tanburi Ali Efendi’den; “Senden bilirim yok bana evinde kalıyordu. Kışları ise, geç vakte kadar Bele- bir faide ey gül” diye İş Hanı’ndaki Yeşilay Derneği’nde vakit geçirSadettin Kaynak’tan; “Kara bulutları kaldır aradikten sonra, çoğu zaman Bekir Yıldız’ın mahallede dan” kiraladığı bekâr odasında, bazen bizde, bazen de daŞevki Bey’den; “Dil yaresini andıracak yare buyılarında yatıyordu. lunmaz” Annesini kaybedince, Ziya’nın hayatında yeni Süleyman Erguner’den; “Ömrün şu geçen neşvesi bir dönem başladı. Giderek neşesini kaybetti; arka- tam olsun erenler” daşlarına takılmaz, şaka yapmaz oldu. En çok beraİsmail Dede Efendi’den; “Ey buti nev eda olmuber olduğu arkadaşı Bekir bu duruma kızıyor, kendi- şum müptela” sini toplaması için baskı yapıyordu. Bekir’in baskıKaliteli müziğe ulaşma konusunda, çok şanslı larından yılarak bize geldiğinde, annemin dizlerinin bir çevrede bulunuyorduk. Türkiye’nin yetiştirdiği Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE Ziya Olgunharputlu Büyük Doğu Dergisinde. “Son haftalarda Kayseri’de kanserden vefat eden Ziya Olgunharputlu, Büyük Doğu manevi zeminin bereketli toprağı Kayseri’yi her bakımdan temsil ehliyetine müstesna bir gençti. Hak, Ziya’ya kabrinde nur nasip etsin.” en değerli müzikologlardan Fikret Karakaya ve İlhan Özkeçeci, Türkocağı’nda haftanın belli günlerde hem ders, hem de konser veriyordu. Her iki sanatçının da musikimize sonradan yapacakları değerli katkılar, henüz lise öğrencisi oldukları o günlerde sergiledikleri başarıdan belliydi. Ziya ile Türkocağı’nda öğrendiğimiz yeni şarkıları, Dulun Tepe’de defalarca meşk ederek repertuarımızı genişletiyorduk. Arkadaşlarımız arasında, para-pul hesabı yapıldığını hatırlamıyorum. Kimde varsa o harcar, hangimiz erken davranırsa hesabı öderdi. Benim üzerimde bir de evin yükü olduğu için daha dikkatli harcamak zorundaydım. Liseyi bitirdikten sonra, üniversiteye gitmem konusunda annemle anlaşmazlığa düştük. O yıllarda, lise mezunları ilkokul öğretmeni olabiliyordu. Annem kendince haklı nedenlerle, öğretmen olmamı istiyor ve üniversiteye gitmeme karşı çıkıyordu. Hem annemi razı etmek, hem de üniversiteye gittiğimde rahat olmalarını sağlamak için, ne kadar param varsa evin ihtiyaçlarına harcadım. Üniversiteye giriş sınavı sonuçları açıklanmış ve ön kayıtlar başlamıştı. Param olmadığı için kayıt yaptırmaya gidemiyordum. Ziya sıkıntım olduğunu fark ederek, ısrarla sebebini sordu, fakat söylemedim. Bir akşam bize geldi, normalden fazla neşeliydi. Yine annemin yanına oturdu, elini dizine vurarak arada bir de bana laf dokundurarak durmadan konuştu. Faka benim kafam başka yerdeydi ve ne konuştuğunu dinlemiyordum. Israrımıza rağmen gece kalmayıp, geç vakit ayrıldı. Sabahleyin masanın üzerinde bir zarf olduğunu fark ettim. Zarfı açtım, içinde 350 lira vardı. Hepsi beş ve on liralık banknot; belli ki, uzun süre harçlığından kısarak biriktirmişti. Ziya’nın masanın üzerine bıraktığı o parayla ertesi gün Ankara’ya giderek, Hukuk Fakültesi’ne kaydımı yaptırdım. Liseyi bitirdikten sonra okumaya ara veren Ziya, 137 benim mezun olduğum sene İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne kaydını yaptırdı. Ziya İstanbul’a gittiğinde, Abdullah Gül ve Mehmet Tekelioğlu’nun Bakırköy’deki evlerine yerleşti. Bazen Üstad’ın bile kaldığı Bakırköy’deki evin, misafiri eksik olmazdı. MTTB Kayseri Teşkilat Başkanlığı görevini yürüttüğüm 1975-76 yıllarında, İstanbul’a gittiğimde ben de misafirleri oldum. Abdullah Bey ve Mehmet Tekelioğlu İstanbul’dan ayrılınca, Ziya evde Mustafa Tekelioğlu ile birlikte kaldı. Bizim kuşak üniversiteyi bitirerek İstanbul’dan ayrılınca Ziya, Mustafa Cabat, Hakkı Ahmetbeyoğlu, Seydali Kahraman gibi bir kuşak sonraki arkadaşlarımızla beraber olmaya başladı. 1977 Nisanında İngiltere’ye gitmeden önce İstanbul’da üç gün beraber olduk. Birlikte Üstad’ı ziyaret ettik, arkadaşlarımızla görüştük, gezip dolaştık, sinemaya bile gittik. Bakırköy’deki evde aynı yatağı paylaşarak yattık. Hava biraz soğuk olduğu için, yorgana sarınıp otururken, elimizde sigarayla fotoğraf çektirdik. Sağlığı yerindeydi ve İstanbul’da yaşamaktan memnundu. Sadece, daha önce şahit olmadığım, tok bir sesle öksürüyordu. Sarılıp vedalaşarak ayrıldık ve dünya gözüyle bir daha görüşmek kısmet olmadı. İngiltere’de bulunduğum dönemde, Türkiye’deki angarya işlerimin yükünü, inceliklere dikkat eden, görgülü ve saygılı tavrıyla Mustafa Tekelioğlu taşıdı. Mustafa Bey’le, zorunlu olarak, diğer arkadaşlardan daha sık yazışıyorduk. Ziya’nın hastalığını da o haber verdi. Ölüm haberini ise, Turan Koç’un gönderdiği Büyük Doğu’dan okudum. Başta Münip Dayısı ve Kazım Dayısı’nın oğlu Hakkı olmak üzere tüm sevenleri ve dostları, acısını hafifletmek için insan olarak ellerinden geleni fazlasıyla yapmışlar. Hastalığının ilerleyen safhasında, doktorlarının tavsiyesi üzerine Kayseri’ye getirilmiş. Kardeşleri Kadir ve Şükrü, dayı çocukları, Hakkı, Ali ve Âlim, hizmette yarışırken kader hükmünü icra etmiş. Ziya, yaşından hızlı büyüyerek, tarihin yükünü omuzlayan bir dolmuşluk Anadolu gencinin en kalender meşrep olanıydı. Mal, mülk, mevki, makam, şan, şöhret gibi, Dünya için değeri olan hiçbir şeye itibar etmedi. En yakın arkadaşları, Abdullah Gül Cumhurbaşkanı, Mehmet Tekelioğlu milletvekili, Bekir Yıldız belediye başkanı, Ahmet Taşçı müteahhit, Mustafa Dinçel bankacı, Mustafa Özküçük diş hekimi, Şükrü Karatepe profesör oldu. Aşk ise Ziyaya kaldı. Hepimizden daha hızlı büyüyüp olgunlaşarak, görevini tamamladıktan sonra sevgiliye göçe etti. Yüce Rabbim makamını nurlandırsın. Zorunlu göç günü geldiğinde, gönül huzuruyla yola çıkabilmek cümlemize nasip olsun. 138 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE TEKESAĞAN Mustafa ÖZER K ayseri’nin Ankara ve Adana girişi sayılan Boğazköprüsü mevki ile Sivas, Kahramanmaraş ve Malatya girişi sayılan Kumalı arasındaki uzun yol Kayseri’yi ikiye ayırıyordu. Bugün Erciyes tarafına Melikgazi Erkilet tarafına da Kocasinan ilçesi adı verildi. Boğaz köprüsü yönündeki caddeye İstanbul Caddesi, Kumalı yönündeki caddeye de Sivas caddesi deniyor idi. Bu iki cadde prestijli caddelerdi. Hele Sivas caddesi 1960 devriminden sonra çok kıymetlenmiş idi. O yıllarda apartmanlarda oturmak ayrıcalıktı. Zira geleneksel yapılarda oturanların çoğu hayvan besliyordu. Hanımlar işin yükünü çektikleri içinde apartmana taşınmayı istiyorlardı. Hem apartmanlarda ısınma kaloriferle sağlandığı için hanımlara çok cazip geliyordu. Gelenekselde olsa sabit geliri olanlar apartmana geçiyordu. Ziya Olgunharputlu Sivas caddesinin başlangıç bloklarında oturuyorlardı. Babası sanayici idi. O zamanlarda yeni sanayi olan mahalde balata imalatı yapıyorlardı. Ziya’nın tabiriyle (balata çakıyoruz) derdi. bizden yaşça biraz büyüktü. Sık ve kıvırcık saçları simsiyahtı. Çenesinin ortasındaki derin gamze küçük sayılan yüzünü sevimlileştiriyordu. Elleri ince parmaklarıyla boyuna uyumda zıtlık yapmıyordu. Hele o kara gözleri ve çevresindeki doğal esmerlik sürme çekilmiş hissini uyandırıyordu. Ziya anadan doğma artist idi. Futbola düşkünlüğünü bacaklarının eğimi inkar etmiyordu. Ziyanın evi Türkocağına yakındı . Türkocağından çıktık (adını şuanda hatırlamıyorum, ama Ali Taşçının sınıf arkadaşıydı ve Niğde Çamardı’ndan idi )o, Ziya ve ben ve niçin geldiğimizi dahi bilmeden Ziyaların eve geldik. Arkadaşla ben kapının önünde çene çaldık. Ziya da evinde işini yapıp döndü. Saathane dediğimiz şehrin meydanına yürüdük. Arkadaşla yolboyu oynadıkları bir komediden söz ettiler, komik alıntı taklitlerle zenginleştirerek meydana gelmiştik. Arkadaş (mütealaya yetişmek için) izin istedi. Ziyayla başbaşa kaldık. Ne yapalım dedim. Gel arkamdan dedi. Ortam kararmış sokak lambaları yanmıştı. Hava serin arada bir soğuk rüzgar deniz dalgası gibi kendini hissettiriyordu. Asfaltın yüzeyi parlayacak kadar ıslanmıştı. Araba farları bu ıslak zeminden yansıyarak hem ıslaklığı hem de farın aydınlığını artırıyor gibiydi. Zümrüt pastanesinin yanından geçerek Şıhaslan Fırınına yöneldi. Akşamın sıcak ekmeklerinden üç adet alıp, kale kapısına yöneldik. Yirmiyedi Mayıs Caddesinin Hunat tarafındaki marketten yarım kilo kadar da kaşar alıp Türkocağına geldik. Dinçel, Hasan Nail Ahmet Damar oturuyorlar. Bizi görünce ortalık bir kaynadı. Dinçel’e hitaben bacanak çay hazır mı? dedi Ziya. Hasan Nail kalktı Ziya’yı kucakladığı gibi yukarı kaldırdı. Daracık yer diye Dinçel çıkıştı hatta (ayıp oğlum ayıp biraz medeni olun). Herkes yerine oturdu . Üç adet küçük masa birleştirildi, üzeri gazeteyle örtüldü, ekmekleri Dinçel böldü, peyniri ortaya Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE koyup bir çakıyla parçalara ayırdı. Herkese su bardaklarıyla çay doldurdu. Yakın zamanda oynadıkları bir oyunu Hasan Nail’le Ziya tartışmaya başlamıştı. Dinçel de onlara biraz daha konuşun beyler diyerek yemelerine vurgu yapıyordu. Hasan Nail yeni hazırladıkları bir oyundan söz açtı. Özet olarak anlatmıştı. Söz döndü dolaştı Büyükdoğuya geldi. Dinçel onları aydınlattı. Dinçelin teklifi üzerine Hasan Nail üstad Necip Fazıl’ın Reis Bey piyesini gür ve tiyatral sesiyle okumağa başlamıştı. Ben gece işçi servisiyle Kıranardına gideceğim için kalkma zorunluluğumu söyleyerek izin istedim. Ziya bana bakarak (Anam bunu saymayız yarın gene gel. Belki tekeyi sen sağarsın. )Hep birlikte esenleştik ve ben yola düştüm. Ahmet Damar, Ziya Olgunharputlu ve Hasan Nail Canat beylerle o gün tanışmıştım. Dinçel’le de üçüncü görüşmem sayılır. Dinçel beni tutmuş ben de onu abi olarak kabul etmiştim. Ziyalar daha bir pratik sanatın içerisindeydi. Tiyatro ve musiki Kayseri gibi yerde kolay mı?. Ziya da top oynama işi de var. Ahbaplık kısa sürede o boyuta geldi ki deme gitsin. Bir gün önceden sözleşiyoruz ertesi gün buluşuyorduk. Garibim sırılsıklam aşıktı. Mecnunun Kayseri şubesi sanki. Leylayı bilmiyorduk korkarım kendi de bilmiyordu. Şiir gibi nağme gibi bir şeydi. Hep yıllarca nasıl aşık olduğunu duyduk, ne kadar aşık olduğunu anladık lakin karşılığının ne olabileceği konusunda hiçbir fikrimiz olmadı. Olamadı. Babası Nasuh efendi saygın mütedeyyin sanayi esnafıydı. Ziyaların anneleri vefat ettikten sonra yeniden evlenmişti. Ziya buna hiç razı olmadı. Kaba tabirle içine sindiremedi. Nasuh efendi haklı idi ama çocuklarla bir mutabakat gerekli gözüküyordu. Belki bir psikologun sağlayacağı ortamla çocukların rızasının temini aile saadetini yükseltecekti. Ziyanın ve Şükrünün dramatik ölümleri Nasuh efendiyi de büyük acılara gark etmiştir. Ziyayla buluşacaktım. Hunatın önünde bekliyorum. Mehmet Emre(Sanat ökulu öğrencisiydi. ) atölyesi varmış iş erken bittiği için Türkocağına gelmek istemiş . Yolda beni görünce gelmiş . Hoşbeş ediyorduk, arkamızdan Ziya omuzlarımız arasından kendini sarkıtarak (hanginizin babası zengin)diye hem soruyor hem gülüyordu. Mehmet, Ziya’yı belinden yakaladı yere indirdi. Mehmetten özür dileyerek Ziya ile özel bir ziyaretimizin olduğunu söyledim izin istedim . Ziya ile Düvenönüne yöneldik. Düvenönü, Amelepazarı, Kiçikapudan Yirmiyedimayıs’taki Turist Otelin terasındaki restorana geldik. Şef garsonu tanıdık, bize özel çay yaptı adamcağız. Sekizde onun servisi başlayacaktı. Buna rağmen servise garsonları ayarladı geldi . Ziya aşkını anlatıyordu. O da ağlamaklı olmuştu. Kayseri oradan ışılışıldı. Biraz üşümüştük Mevlutten izin isteyip şehrin sokaklarına 139 vurmuştuk kendimizi . İkimiz vardık bir de Ziyanın aşkı vardı. Bana uyku hazretleri musallat olmuştu. Ahmet Taşçı Bekir Yıldız, Mehmet Biraderoğlu kardeşlerimizin destekleriyle az da olsa avunuyor yüreğindeki acıya teselli buluyordu. Mustafa Dinçel’in sabırla verdiği destek ise Ziyayı bize daha çok bağlıyor ailesinden uzaklaştırıyordu. Bu durum kardeşlerini de üzüyordu. Kendisi de çözümsüz maceralara kucak açarak koşar hale gelmişti. Yorgun ve isteksizdi. Çay ve sigara beslenme kaynağıydı. Şen ve şakacı Ziyanın göz halkalarında gizlenen derin bir hüzün vardı. Hep gülüyormuş gibi duran ince dudaklarını ağlamaya hazır gözleri yalanlıyordu. (ulan çulsuz )dedim bir gün. (ders notlarını ne zaman çekeceksin)diye sordum ama cevap boş bir duvar gibiydi karşımda. (Ver defterleri)deyip elinden aldım eve götürüp bir kopyasını Ziyaya vermiştim . Ona da baktığını sanmıyordum. La havlelerimiz kursağımızda kalıyordu. Cahit Zarifoğlu’nun (artist milletizdir bizde defaten ölünür)mısraı Ziyayı kısadan özetliyor. Zarifoğlu Ziya’yı tanımamıştı. Tanısa durum değişecek değil ya. Ziya iyi bir artistti biz bunu anlamamayı seçtik. Ben buna yanıyorum işte. İçi yangın yeri olan arkadaşımızın hasletini anlamak yerine onu okutarak adam etmeyi denedik gibi geliyor bana. Mevlana’nın dediği(kimde yoksa ateş cehennem olsun …)dediği aşk Ziyada öyle yüksekti ki, aramızdan sıyrıldı göçtü. Herbirimiz (teke sağma) yarışında rekorlar egale edebilecek, kabara kabara hindi çirkinliğine dönüştürdüğümüz Ziyanın (löğmen ağa)sını ibra edecek konumdayız. Onun kısa ve ince boynu, yaşını ifade eden yüzü emniyet veren gözü, incecik parmaklarıyla özel yaratılmış ince bir ruhtu. Güzel şarkı söyler, harika şiir okur, düzgün diksiyonuyla Türkçemize yol gösteren arkadaşımızdı. İnancında samimiliğini kıvırcık siyah ve sık saçları bile terennüm ederdi sanki. Siyahı çok severdi. Takımları ve pardösüsü hep siyah olurdu. Hep ütülü ve temiz giyinirdi. Ah Ziya ah . Yıllar geçti aradan. O gece muhabbetleri sabahlara kadar süren, Erkileti suyolu yapan yaya ve yaman hallerimiz. Seni dinlemek birkaç kitap okumaya bedeldir. Zira Fuzuli “Aşk imiş her ne var âlemde. İlm bir kıyl ü kâl imiş ancak’’derken senin gibi ‘’sanayi uşağı’’nın önünde çerağ oluyordu. Büyükdoğu nasipdarlarının Ziyaya akran olanların hemen hepsi Erkilet seferi yapmıştır. Marsel Prust’un Swanların Ülkesinde isimli büyük romanını yaşamış gibi oluyorsunuz. Zira kılavuz bizatihi aşık olan kişi aşık olduğu coğrafyada size özel tur servisi veriyor. Bundan daha somut ve bundan daha büyük roman olabilir mi. ?Ziya hepimize bu aşkı anlattı ve gezdirdi. Ziyanın yalnız kalmasını is- 140 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE temeyen büyüklerimiz bile olmuştu. Lise yılları şiir gibi, İstasyon Caddesinde gezer gibi geçti gitti. Sırada üniversite vardı. Ve İstanbul ufukta gözüküyordu. Ziyanın bıraktığı yürekle ilerleyelim bakalım. Ziya sahnede …Ön dişlerinin çoğu düşmüş bir yaşlı kadın. Dişsizliğinden ötürü konuşmaları bile zor anlaşılıyor . Esas konu yaşlılığı ya da dişsizliği değildir. Kandıncağız henüz para ekonomisine geçememiş, dahası okuma yazması yok. Her gelen otobüse önce biniyor sonra geri iniyor, herkesi sinirlendiriyor. Sonunda gideceği otobüsü bulup binebiliyor. Bu kere de sorun parası yetmiyor. Biletçi ile pazarlığa başlıyor, bilet bedeli elli kuruş kadında var üç adet on kuruşluk, biletçiye hitaben(Evladım! Üç on kuruşun eksiğine bir avuç kuru üzüm versem?) Biletçi saçını başını yolmaktadır. Kadın bir yere oturmadan inse de bir şey vermese de biletçi razı. Zira kadın geleceği durağa gelmiş otobüsü tutuyor. Sevgili Ziya bu tabloyu iki ay kadar başına bir tülbent örterek üretir… Bizde gülmekten hal kalmazdı. Yine bir hafta sonu ve yaz günü Erkilet’teyiz. Ziya gidelim dedi gittik. İkindi camisi de dağıldı. . . . Sokaklarda kimse yok kahvelerin kapıları ardına dayalı…Ziya bana burada bekle ben şöyle bir dolaşıp geleyim dedi. O dolaşmaya gitti bende bekliyorum. Kıraathane tam karşımda çevremde birkaç tek katlı köy evi var. geriden köpek havlamaları daha yakındaki tavuk sesleri de olmasa kovboylardan kaçıp saklanan sessiz kasabalara dönecek çevrem. Yoruldum beklemekten kıraathaneye yöneldim. Fötürü başımdan çıkarıp elime aldım. Yakası oldukça geniş deri montun önünü açtım. kıraathanenin içerisine daldım içerde kim varsa bir anda dışarı çıkıp meydanı bile terk ettiler. Kıraathanenin camları meyda- na hakimmiş…Neden sonra Ziya, Mustafa hoca ile döndü. Oturup biraz hoca ile muhabbetten sonra kalkacaktık. Kahveye dalışımız olay olmuş. . Beni polis zannetmişler. Kahveci bile öyle inanmış ki yanımızda hazır ol duruyor ve çayın ikram olduğunu söyleyerek paramızı geri çeviriyordu. Ne gülmüştük …Ziya bu olayı da birkaç ay diline doladı. Benim fötürü bile almıştı. İstanbul… İstanbul…biribirinin olan biribirine bağlı hazar, Azak, Karadeniz, Marmara, Ege ve Akdenizin merkezi, …Asya ile Avrupanın merkezi… Hava, kara ve denizin merkezi…Salt bir coğrafya söz konusu değil…. Canların ve ruhların merkezi. . Feda ettiklerimizin avuntusu kazandıklarımızın kaynak merkezi ve özetin özeti Merkez Efendilerin merkezi…İstanbul. . İstanbul’un nemli havası bu koca aşığa iyi gelmedi. Sigara ve çay hastalığı besledi. Diğer yandan dengeli, düzenli ve sağlıklı beslenme imkanı da yoktu, isteği de. 1975 yılında Fındıkzade’deki evde konuştuk uzun uzun . Ziya çok öksürüyorsun önce sigarayı bırak ta gerisini konuşuruz. Olmadı bir daha görüşemedim. tayinim çıkmıştı. Arkasından da askerlik ben Kayseri’dedir diye Kayseriye geldiğimde o İstanbula geçmiş, ben İstanbulda yakalarım diye İstanbula geldiğimde de Kayseriye gitmişti. Son dönemine ben tanık olmak istemedim. Hayalimde sapasağlam aşık olma hasleti olan, tiyatrocu olacakken kerhen filoloji okuyan, bu güzel, tek ve azade dosta selam durmak vardır. Ey koca aşık sana binlerce selam…Sen hep gür sesinle gür saçınla yakışıklı artistimiz olarak kalacaksın. Allah sana ve yanına gelen gönüldaşlarına rahmet eylesin. Bekir Yıldız ve Ziya Olgunharputlu birlikte. Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE deklanşorun gördüğü ince uzun menekşe rengiyle paylaşılmış aşılmamış dağların gül kokularında inleyen Erzurum dağlarını dinledim daldı gözlerim efe oyunlarının fırlak kaslarına kasnaklarına naralar oturmuş çingen rakkaslarına açıldı zeybekler kınlar sıyrıldı kapandı gözkapaklarım çiçek dağının civelek dansına kar yağdı boran bastı zeval indi yollara ve güneş dondu kara gözlerin serin yolcularında ayazdı inen beyaz bir gelin gibi zeval içinde gözlerimde ısınan yavruların halleri anlatılmaz bir hal içinde hayal ki kar karda kalmış yolcular çığların ipini kesen çığlıklar sesten umut yok ses ki boradan bora ki kardan ama umut aplikleridir umulan yaratandan -ziya’ya- hayat ve kar yarışı ölmek korku değilse tanrıya varmak yarışı kar yalvarışı için de beyaz ölmek için elveda ey gelinleri sızlatan gelim gözlerimi sızlatan gerilim elvedon ağaçlarına karşı sema süsledin lakin unutuyoruz senden sonra senin bize bakan ılık buseni kar üstüne düştü kader bahar özlenmez ölmek için insan bu kadar kara düşen elleri toplasam kitlenen dişlerine deklanşoru dondursam kara kader gidişlerine deniz mizanlarını sardı mizanlar ağır felek çıkınları açıldı deniz dualarına kapanan gökler indi indirdi denizleri beyaz yolcu sofralarına kan tutmuş benek benek elleri koltuk altlarına dolmuş mor ölüm sinekleri dirsekleri kollarından kesilmiş duran karda korkuları gerilmiş ayak ilgisiz donan kunduradan dudaklara oturan tunduradan ovasız semasız dağsız ve dağdağasız donan hayattan elveda ey kefeni çok gören kar elveda ey üşümeyi hayat sanan ve yalnız hayata aldanan ellerim düşlerim düşlerimde ısınan düşüncelerim elveda kar elveda Ziya Olgunharputlu Mustafa Tekelioğlu ile MTTB Turizm bürosunda birlikteler. 141 142 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE BİR NECİP FAZIL DELİSİ Galip BOZTOPRAK Z iya Olgunharputlu. Tam bir üstad sevdalısı. Kabına sığmaz, ele avuca gelmez keskin bir zeka. Üstad hakkında en ufak tenkide tahammül etmez, edemez muhatabını olanca acımasızlığı ile hırpalayıp perişan ederdi. Üstadın yanından ayrılmaz Büyük Doğu yazıhanesinde hizmet eder arada sırada fakülteye uğrarsa da derslerle pek arası olduğu söylenemezdi. Sık sık MTTB Kitap Kulübüne yanıma uğrardı. Bolca çay içer sohbet ederdik. Bir gün Özer Koç geldi Kitap Kulübüne. Ziya ile beraber sohbet ediyorduk. Ziya dediğim kitabı okudun mu? Dedi. Ziya yahu Özer öyle bir kitap söyledin ki hiçbir yerde bulamadım, dedi. Ben de hangi kitap dedim. Bitmeyen Kavga. Bekleyin geliyorum dedim ve dışarı fırladım. Cağaloğlu Yokuşunda Bitmeyen Kavga romanını kapıp geldim. İşte Bitmeyen Kavga dedim. Ziya, ulan Galip başıma iş açtın dedi. Meğerse Özer Koç Ziya’yı öyle bir sıkıştırmış, hırpalamış ki, “Ulan karar ver bir düşünce adamı mı olacaksın ya da inandığın davanın militanı mı olacaksın? Git Bitmeyen Kavga romanını oku ve tekrar konuşalım. Değilse serseri mayın gibi sağa sola saldırıp durma” demiş. Bol çaylı sohbetten sonra dağıldık. Ziya o günden sonra onbeş yirmi gün ortalıkta görünmedi. Özer Koç’la birkaç kez karşılaştık bu arada. Nerde bu haylaz ortalıkta görünmüyor dedik birbirimize. Nihayet bir öğle vakti “Ulan Galiiiib nerde bu Özer Koç” diye Kitap Kulübüne daldı. “Nışadır süreceğim Özer Koç’a” diye öfke kusuyordu. Bitmeyen Kavga romanını okumuş, etkisiyle ruh dünyası altüst olmuştu. Özer Koç’la bir araya gelip neler konuştular hiç bilmiyorum. MTTB den akşam saatlerinde çıktıktan sonra Çemberlitaş’ta Milliyetçiler Derneğine kaçamak yapar bütün arkadaşlar orda buluşur rahmetli Ziya Nur ağabeyin sohbetlerine gönlümüzü açardık. Milliyetçiler Derneğinde musiki çalışmaları yapan bir dostumuz vardı. İnce nahif bir arkadaştı. Sık sık nezle grip olurdu. O sebepten de nezle grip ilaçları da eksik olmazdı. Ziya bu dostumuza “mistir ilaç” adını taktı. Bu ince, zarif, nahif dost boş bulunup, boş boğazlık ederek Necip Fazıl’ın aleyhinde konuşma gafletinde bulunmuş. Yememiş içmemişler hadiseyi Ziya’ya yetiştirmişler. Ziya öfkeden kudurarak “mistir ilaç”ı bulmuş. “Ulan Mistir İlaç bir daha Üstad’ın aleyhinde konuşursan maslahatı cop yapar kafana vururum” demiş. O ince, zarif, nahif bu dostumuz alı al moru mor perişan olmuştu. Uzun zaman bu hadise konuşuldu. Onulmaz bir hastalığa yakalandı Ziya. Çok çekti. Eridi, dostlarının yüreklerini paraladı. Hastalığında birkaç kez ziyaret ettim, edebildim. Perişan halini görmeyi içim kaldırmıyordu. Son ziyaretimde çok kısa görüşebildim. Yeni evliydim. Hal hatır sorup Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE moral vermeye çalıştım. O da benim halimi hatırımı sordu. Galipçiğim hadi sen gecikme, sık gelemiyorum diye üzülme, gönüllerimiz birlik olsun bu bize yeter, dualarından eksik etme yeter, Allah selamet versin dedi ve vedalaştık. Vefat haberini birkaç gün sonra aldım. Ben karakter olarak ölümü çok metin karşılayan bir mizaca sahiptim. Aklım erdiğinden beri ağladığımı, gözyaşı döktüğümü o güne kadar hatırlamıyorum. Ama Ziya’nın ölüm haberini aldığımda çocuklar gibi ağladım. Öyle ağladım ki eşim bu halimi hayretler içinde karşıladı, sen hiç ağlamazsın zannederdim dedi. O günlerde Yeni Devir gazetesine haftada bir deneme yazıları yazıyordum. Ziya’nın vefatı ile ilgili bir yazı yazdım. Bu yazıyı sadece yazmış olmak için yazmamıştım. Kafamda tenkit yazılarımda Ziya’yı bir kahraman olarak canlandırıp yaşatmaktı. Çok güzel hayaller kurmuştum. Gazete yazıyı yayınlamadı. Hiç yapmadığım bir şey, yazının suretini kendime almamıştım. Nasıl bir yazı idi tek kelimesini bile bugün hatırlamıyorum. Yazının yayınlanmaması tüm şevkimi kırdı. Bu hayal kırıklığı ile uzun bir süre yazı da yazamadım. İnsanın hayatında böyle kırılma noktaları hep vardır. Bu vesile ile tekrar, tekrar Sevgili Ziya’ya Fatihalar ve dualar. Ahirimiz hayr olsun. Ziya Olgunharputlu, Palas 99 adlı oyunu icra ederken. Ziya Olgunharputlu, son günlerinde Şükrü Karatepe ile birlikte Bakırköy’deki öğrenci evinde. 143 144 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE HAMDİ ZEYREK BİYOGRAFİ T ürkiye’nin en önemli gençlik hareketlerinin arasında yer alan Milli Türk Talebe Birliği’nde kendini yetiştirme şansına erişmiş olan Hamdi Zeyrek, 1 Şubat1950 tarihinde Kayseri’de dünyaya gözlerini açtı. 1969 yılında tamamladığı Kayseri İmam Hatip Okulu’ndan sonra. Lise eğitimini 1973 yılında Kayseri Lisesi’nde tamamladı ve akabinde lisans eğitimi için İstanbul’a gitti. 1973 yılında İstanbul Üniversitesi’nde bir yandan lisans eğitimine devam ederken diğer yandan Milli Türk Talebe Birliği’nin çalışmalarında aktif olarak yer aldı. Hamdi Zeyrek, bu yıllarda memleket meseleleriyle yoğun olarak ilgileniyordu. Sosyal, kültürel ve fikri donanımlarını geliştirmesinde Milli Türk Talebe Birliği onun için adeta bir okuldu. Hamdi Zeyrek, cüsseli, çevik ve zinde fiziki yapısıyla yer aldığı sosyal ve sportif faaliyetlerle göz doldururdu. Lise ve yüksek öğrenim yıllarında okul takımlarında voleybol oynadı. Yine, 1972-1973 sezonunda Eczacıbaşı Voleybol takımında profesyonel olarak voleybol oynadı. Voleybol dışında atletizmde de kendini gösteren Hamdi Zeyrek, gülle atma sporuyla da bir süre ilgilendi ve Atatürk Eğitim Fakültesi adına yarıştığı orta dereceli okullar arası atletizm Türkiye Şampiyonası’nda 1975 yılında birinci oldu. Hamdi Zeyrek, ne yazık ki hayatının baharında henüz 28 yaşında iken İstanbul’da askerlik hizmetini sürdürdüğü kışlasında 1978 yılında hayata gözlerini yumdu. Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 145 ANILARIMDAKİ HAMDİ ZEYREK Murat YERLİKHAN H amdi Zeyrek, kafasında o eski kışlarda genellikle köylülerde ve köy kökenlilerde görmeye alıştığımız tüylü yün ipten yapılmış papağıyla, sırtında belli ki kendinden büyük bir aile mensubundan kalmış kalın kumaştan bol paltosuyla, geniş ve ütüsüz pantolonuyla, çamurlu ayakkabılarıyla ve bunların içerisinde dekatlon yarışçısına eş iri yarı ve yüz güzelliği sanki gizlenmiş, yaklaşık 1. 75 boyunda sürekli tebessüm eden, hafif pembe yüzlü, çok kısa saçlı ve kaba konuşan samimiyet, saflık dolu ve yoksul birisiydi. Şevket Süreyya’nın dediği gibi, Anadolu’nun bir başka mahsulüydü. Yazları inşaatlarda çalışarak okurdu. Merak ettiğimden, bir gün ben de kendisiyle inşaatta çalışmak istediğimi söylemiştim. İşe başladık. Çimento torbaları dördüncü kata çıkarılacaktı. Hiç unutmam, çimento torbasını şöyle bir kaldırmaya çalıştım, hemen işi bıraktım. Hamdi, iki-üç çimento torbasını sırtına alarak taşırdı. Onun için, daha fazla ücret öderlerdi. “Kesin inançlılar” kategorisinde İslam’a bağlı Hamdi, her yönüyle köy delikanlısıydı. Ta ki şortunu, formasını ve ayakkabılarını giyinceye kadar. Sahada bambaşka birisi olu verirdi. Kaslı ve düzgün fiziğine forma çok yakışırdı. Voleybolu bıraktıktan sonra İstanbul Altunizade’de MTTB’nin bir maçını seyretmeye gittiğimde, yalnızca onu izlemeye gelen birkaç kızdan oluşan özel seyircisi olduğunu fark etmiştim. Smaçördü. Geride ve file önünde çok iyi savunma yapar, toplu ve topsuz oyunu çok iyi takip ederdi. Servisleri mükemmeldi. Sıçradığında yay gibi olduktan sonra omuzları ağın üzerine kadar yükselir, sanki havada bir an asılı durur, rakip sahaya yukarıdan şöyle bir bakar ve topu istediği alana gönderirdi. Sanki, antrenman yapmadığı gün ve saat yoktu. Buluştuğumuzda, yaptığı antrenmana ilaveten evin tavanındaki ağaçlara doğru 5-6 bin kez zıpladığını ifade ederdi. Voleybol aralarında, nasıl gülle ve disk atıldığını gösterirdi. Disk atan İyonyalı atletlere benzetirdim. Seyretmeye bayılırdım. Güllede liselerarası yarışmalarda dereceleri olduğunu anlatırdı. İmam-Hatip’in 1970 öncesi güçlü sporculara sahip güreş ve voleybol takımı vardı. Onu, İmamHatip Lisesi voleybol takımındayken tanıdım. Yetenekli bir voleybolcuydu. Mahallede evimizin önünde, İmam-Hatip Lisesi’nin bahçesindeki sahada her fırsatta keyifli maçlar düzenlerdik. Milletvekili Salih Kapusuz, yıllarca sonra o grubun içerisinde kendisinin de olduğunu söylemişti. Zaman zaman o tek başına, biz üç kişiyle veya altı kişiyle iddialı maçlar da oynardık. Kurduğumuz illegal takımla Yozgat’a maça bile gitmiştik. Aynı zamanda, lise döneminde ve sonraları Kayseri’nin övünç kaynağı Kayseri Demirspor’da lisanslı voleybolcuydu. 1970’lerde İstanbul’da lisans eğitimimi sürdü- 146 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE rürken bir gün Hamdi telefonla aradı, İstanbul’a geleceğini ve Topkapı’da karşılamamı istediğini söyledi. Karşıladım ve Çapa’da kaldığım Kayseri Yüksek Öğrenim Öğrenci Yurdu’na getirdim. Yolda, voleybola İstanbul’da devam etmeyi arzuladığını anlattı, yardımcı olmamı istedi. Konuyu Bekir (Yıldız) ağabeye açınca, “hallederiz, Voleybol Milli Takımı ve Eczacıbaşı Voleybol Takımı antrenörü Cengiz Göllü ile tanıştıralım” dedi. Hamdi, Cengiz Göllü’nün bir iki antrenmanına katıldıktan sonra kendisine o gün itibariyle çok iyi bir para olan 300 lira aylık ödenebileceği ve ikameti için sporcular lojmanında bir oda tahsis edilebileceği iletildi. Hamdi teklifi kabul etti, smaçör-pasör olarak antrenmanlara katılmaya başladı. Hamdi, Eczacıbaşılı olmuştu. Hepimiz seviniyorduk. Aradan bir-iki ay geçmişti. Sömestre tatili için Kayseri’ye gelmiştim. Hamdi telefonla aradı ve buluşmak istediğini söyledi. Zümrüt Pastanesi’nde buluştuk. Babası vefat ettiği için Kayseri’ye geldiğini, voleybolu bırakacağını ve İstanbul’a döndüğümde Eczacıbaşı’na durumu iletmemi söyledi. Hamdi’nin Eczacıbaşı’ndaki voleybolculuğu kısa sürmüştü. Daha sonraları, Hamdi’nin babasının ölmediğini, bana yalan söylediğini anladım. Kendisine neden yalan söylediğini sorduğumda, “kardaşım, antrenmanlarda ve maçlarda hepsi duşa çıplak giriyorlardı, ben girmiyordum, bu da alay konusu oluyordu, oyunda beni zor pozisyonlara sokuyorlardı, bunlar beni kabullenemiyorlardı, bir bahaneyle ayrıldım” dedi. Parasızdı. İstanbul’da okumak istiyordu. Ziya (Olgunharputlu) ve Bekir (Yıldız) ağabey ayakkabı boyaması için sandık aldılar ama, uzun sürmedi, yapamadı. Kısa süreli işlerde çalıştı. Burs bulundu. Bu arada, üniversiteler arası yarışmada 1975’de gülle atmada birinci olduğunu hatırlıyorum. Yoksulluğuna rağmen, bizimle kaldığı Fatih Vakıflar Yüksek Öğrenim Yurdu’nda bulgur pilavı yapar, arkadaşlarıyla paylaşırdı. İstanbul’daki ikinci dönemde MTTB Voleybol takımında yer aldı, güzel maçlar çıkardı. Aynı zamanda okumaya başlamıştı. Bu dönemde kafasını Arapçasını geliştirmeye adeta taktı. Kısa süre sonra, Arapça yayın yapan radyolardan bize çeviriler yapmaya başladı. Canımız sıkıldığı bir gün, Hamdi’le birlikte Beyoğlu’ndaki Emek Sineması’na gitmiştik. Suareye bilet aldım. Sinemanın önünde beklemeye başladık. Hava soğuk. Hamdi sabırsızlanmış ki, sevgilisiyle gişeye yaklaşmakta olan adama o kalın paltolu iri cüssesiyle “Goçum saat kaç?” dediği anda, şaşkın bir şekilde ikilinin korkarak kaçışını unutamam. Ayrıksıydı, İstanbul’da. Yabancıydı İstanbul’a, her Anadolulu gibi. HAMDİ ZEYREK Ben İstanbul’dan ayrıldıktan sonra Hamdi’ye bir kez karşılaştım. İstanbul’a gitmiştim. Galiba, 80’li yılların başıydı veya öncesiydi. Kayserililer’in Beyazıt’taki Erciyes Oteli’nde ona rastladım. Hamdi, yine aynı Hamdi’ydi. Giyinişiyle, hal ve davranışlarıyla hiç değişmemişti. Hal hatır sorduk. Askerliğini yapıyormuş. Ordu takımında voleybol oynadığını söyledi. Voleybol malzemesi almaya geldiğini, komutanlarıyla pek geçinemediğini anlattı. Meğer onu son görüşümmüş. Bir süre sonra, bir tarlada başı çürümüş vücudundan ayrılmış bir şekilde, ölü bulunduğunu duydum. Türkiye ve Kayseri önemli bir sporcusunu, biz arkadaşları da bir parçamızı kaybetmiştik. Keşke otelde onunla daha çok konuşsaydım. Gençlik dönemim spor, ideoloji ve arkadaşlıklarla dolu dolu geçti diyebilirim. Pek sorun yaşamadım. Ama, bu dönemde beni derinden üzen üç ölüm var. Rahmetli Ziya Olgunharputlu öldüğünde çok üzülmüştüm. Tam bir ağabeydi. Bu günleri görmesini, tepkilerini görmek isterdim. Rahmetli Sedat Yenigün ağabeyi unutamam, örnek bir kişiliği vardı. Beni, Cemil Meriç’le o tanıştırmıştı. Bir de, Hamdi Zeyrek. Üçünü, diğer arkadaşlarım gibi yaşlanmış olarak da görmek isterdim. Gençliğimden bu güne eşya ve olaylara bakışım çok değişti. Gençlik arkadaşlarım o gündür bu gündür oldukları yerdeler. Her şeyin değiştiği bir dünyada, değişmemek iyi midir, sanmıyorum. Fakat; eksiği, yanlışlığı ve kusurlarına rağmen çoğu insanın tadamayacağı arkadaşlığı onlarla tattım. Baki kalan bu kubbede bir hoş sedaymış. 03 Ocak 2013, Kayseri Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE ALBÜM 147 148 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE Oturanlar (Soldan): Ziya Olgunharputlu, Mustafa Dinçel, Mustafa Eren, Ahmet Taşçı, Mehmet Tekelioğlu. Ayaktakiler (Soldan): Hasan Nail Canat, Ahmet Kaplan, Hayri Kahyaoğlu, Rasim Özcan, Mehmet Eke, Ali Biraderoğlu, Nazım Erinmez, Rafet Cingil, Ali Pehlivanoğlu, Abdullah Gül, Ahmet Damar. Necip Fazıl Kısakürek Kayseri’ye gelişlerinden birinde, istasyonda karşılanırken. Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE Kayseri Büyük Doğu Cemiyeti’nin açılışı 149 150 Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE Soldan sağa (oturanlar): Mehmet Tekelioğlu, Mehmet Biraderoğlu, Mustafa Dinçel, Azmi Şenol, Abdullah Gül, Necip Fazıl Kısakürek, Rasim Arslan, Ali Gengeç, Ahmet Taşçı, Ahmet Damar, Abdülkadir Binbaşıoğlu, Mehmet Taşkıran. Soldan Sağa (ayaktakiler): Ahmet Kaplan, Emin Halim, Emin Özyurt, Mahmut Fidanil, Ziya Olgunharputlu, Sabit Abdülazizoğlu, Necmettin Gevri, ......., Ali Taşçı, İsmail Köse, Mahmut Gürgür. Soldan Sağa Arka sıradakiler: Ali Yılmaz, Özer Koç, Mehmet Bozdoğanlı, Halil Yücel, Mustafa Eren, Ali Pehlivanoğlu, Nazım Erinmez. • Resim 1968-69 yılında eski müftülük binasının bitişiğindeki Din Görevliler lokalinde çekilmiştir. Bu resmin çekilmesinden kısa bir süre önce Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in “İdeolocya Örgüsü” isimli eserinin yayın hakkını Kayseri Yüksek İslâm Enstitüsü Talebe Derneği satın almıştı. Üstadın önündeki siyah çantada “Temlik Senedi” başlıklı anlaşmanın bir kopyası ve anlaşmanın imzalandığını gösteren resimler vardı. Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE mavera yolcularına Mustafa ÖZER kahpe dünya senin severin çoktur meylim sana değil haberin olsun yağmurlar yağıyor haberin yoktur gözünden düşenler özerin olsun hastalık dediler onları buldu trafikle ceza kazadan boldu hülasa dost’ların “dediği oldu” gözünden düşenler özerin olsun mustafa ziyade ziyamız genci ali ekrem kenan hamdi’n güvenci nail mehmet ile abdullah inci gözünden düşenler özerin olsun erciyes erise ağıt göz olsa büyükdoğu lügat olup söz bulsa mersiye dostlarla duada kalsa gözünden düşenler özerin olsun onca dostum göçtü dostu sormadan selam yoldaş olsun sona varmadan özerin özünden varan armağan gözünden düşenler özerin olsun 151 YÜZ BİN PEYGAMBER YUNUS EMRE Hor bakma sen toprağa, toprakta kimler yatur? Kani bunca evliya, yüz bin Peygamber yatur. Cennette buğday yiyen, gaflet gömleğin giyen, Hem dünyaya meyleden, Adem Peygamber yatur. Arkasıyla kum çeken, göz yaşıyla yoğuran, Kabeye temel kuran, Halil Peygamber yatur. Vücudunu kurt yiyen, kurt yedikçe şükreden, Belalara sabreden, Eyyub Peygamber yatur. Balık karnında yatan, deryaları seyreden, Kabak kökün yaslanan, Yunus Peygamber yatur. Kuyuda nihan olan, kul deyüben satılan, Mısır’a sultan olan, Yusuf Peygamber yatur. Yusuf ’un yavu kılan, Kurt ile dâvi kılan, Ağlayıp gözsüz kalan, Yakup Peygamber yatur. Asasın ejder kılan, bahre urup yol eden, Firavun’ı helâk eden, Musa Peygamber yatur. Ol Allahın habibi,dertlilerin tabibi, Enbiyalar serveri, Resul Muhammed yatur. Hayber kal’asın yıkan, kafiri oda yakan Şahinler gibi bakan, Ali gibi er yatur. Ata ana gülleri, Kur’an okur dilleri Fatmana oğulları;Hasan, Hüseyin yatur. İğnesin suya atan, balıklara getirten Tacın tahtın terkeden, İbrahim Edhem yatur. Gündüzler saim olan, geceler kaim olan. Ariflerin sultanı, Bayezit Bestam yatur. Hakikat erleri, geçti dünyadan her biri. Konyada ol Mevlana, Hüdevandigâr yatur. Çoktur Hakkın has kulları, fikr eyle bunları. Saysam erenleri, görsen ne sultanlar yatur. Yunus, sen de ölürsün, kara yere girersin. Kara yer altında, çok günahkar kullar yatur.