pdf indir - Türk Solu Gazetesi
Transkript
pdf indir - Türk Solu Gazetesi
2 İÇİNDEKİLER 8. Kitap Fuarı ANKARA 2 3 4 BAfiYAZI Gökçe Fırat Apo, Tayyip, Perinçek kumpas üçgeni 5 GÜNDEM Ali Özsoy Ekonomik “mucizeyi” çökerten değerli yalnızlık 8 UNUTULMAZ KAPAKLAR Türk Solu’na sansür devam ediyor Unutulmaz Kapaklar Gazetemize PTT sansürü Gazetemizin 428. sayısı “Asılacak Adamsın Ulan!” sloganıyla çıkmıştı. Abonelerimize posta kanalıyla ulaştırdığımız gazetemizin bu sayısı yasadışı bir biçimde PTT tarafından sansüre tabi tutularak dağıtımı engellendi. Her sayımızda olduğu gibi abonelerimize ulaştırılmak üzere hazırlanan gazeteler PTT’ye gönderilmiş, ancak “bir yerlerden” son anda gelen yasadışı bir emirle gazetemizin dağıtımı durdurulmuştu. PTT sansürü tamamen kanunsuzdu ve ancak II. Abdülhamit döneminde yaşanabilecek bir durumdu. PTT’nin “yukarılardan” gelen yasadışı bir emirle dağıtımını durdurup sansür uyguladığı bu sayımız hakkında savcılık tarafından bir soruşturma başlatılmıştı, ancak hakkında toplatma vb. bir karar verilmemişti. Başyazarımız Gökçe Fırat, yazarlarımız ve Türk Solu okurları 14 Aralık 2013’te Galatasaray Lisesi önünde, sansürlenen 428. sayının kapağı ve üzerinde “Türk Solu Sansüre Boyun Eğmez!” yazılı dövizlerle sansürü protesto etti, Gökçe Fırat da bir basın açıklaması yaptı. Ardından sansürlenen 428. sayının İstiklal Caddesi boyunca elden satışı yapıldı. Türk Solu’na sansür CHP Tokat Milletvekili Dr. Orhan Düzgün tarafından Meclis gündemine taşındı. Düzgün, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın yazılı olarak cevaplaması isteğiyle bir soru önergesi verdi. 428. sayı ile ilgili İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından açılan soruşturma ile ilgili olarak Başyazarımız Gökçe Fırat 20 Aralık 2013’te ifade verdi. Gökçe Fırat’ın toplam 12 yıl hapsi istendi 428. sayıyla ilgili başlatılan soruşturma 16 TÜRKSOLU Haftal›k Siyasi Gazete ‹stanbul ‹rtibat: (0212) 292 65 26-28-29 Y›l: 12 Say›: 434 26 Ocak 2014 Fiyat›: 5 TL Ankara ‹rtibat: (0312) 438 00 70 Sahibi ve Sorumlu Yaz›iflleri Müdürü: ‹leri Yay›nc›l›k Reklamc›l›k Ltd. fiti. ad›na Fehmi Özgür Erdem e-posta: iletisim@turksolu.com.tr Genel Yay›n Yönetmeni: Ali Özsoy Abonelik Kifliler: 300 TL Kurumlar: 600 TL Yurtd›fl›: 250 euro / 350 $ YÖNET‹M YER‹: ‹stiklal Cad. ‹mam Adnan Sok. Ça€atay ‹flhanı. No: 11 D: 38 Beyo€lu - ‹stanbul 26/01/2014 Internet adresi: www.turksolu.com.tr Abonelik servisi: abone@turksolu.com.tr Ocak 2014’te tamamlandı ve Başyazarımız Gökçe Fırat hakkında “Başbakan Tayyip Erdoğan’a hakaret ve suç işlemeye basın yoluyla teşvik ve tahrik”ten dava açıldı. Savcılık Gökçe Fırat’ın Başbakan’a hakaretten 3 ay ila 2 yıl arasında, suça teşvikten ise 1 ila 10 yıl arasında cezalandırılmasını talep etti. Gökçe Fırat yaptığı açıklamada şunları söyledi: “Dediklerimin arkasındayım, bu dava bitmeden Tayyip Erdoğan asılmış olacak. Türk Solu’nu sansürle veya cezalarla susturabileceklerini sananlar boşuna hayal kurmasın: Herkes Susar Türk Solu Susmaz!” Bas›ld›€› Yer: İstiklal Matbaası Yıldız San. Sit. Kat:3 Cevizlibağ - İstanbul Tel: (0212) 481 92 57 TÜRKSOLU’nda ç›kan tüm yaz›lar›n haklar› sakl›d›r. ‹zin al›nmadan ve kaynak gösterilmeden ço€alt›lamaz, da€›t›m yap›lamaz. Yay›n türü: Yayg›n süreli. Yazılarınızı yayınlanması için yazi@turksolu.com.tr adresine gönderebilirsiniz. YAYIN KURULU Gökçe Fırat Özgür Erdem Ali Özsoy Kaya Ataberk Serap Yeşiltuna Okan İşbecer Nur Bostancıoğlu Tuğrul Çelik Kuzey Fırat Hazar Arısoy İsmail Bostancıoğlu Tamer Işıtır Nur Bostancıoğlu Tayyip haddini bil! 10 Özgür Erdem MİT kamyonunu aratmadı Genelkurmay “Kozmik Oda”yı arattı 12 HAFTANIN PORTRESİ Hazar Arısoy “Son Kale”nin teslim olmayan kumandanı: Aziz Yıldırım 14 GÜNDEM Kaya Ataberk Kürt Nakşîliğinin kökeni Şehrizorlu Şeyh Halid ve İngiliz Ajanı Claudius Rich 16 DOSYA İsmail Bostancıoğlu Paralel Yargı mı? Hükümet Yargısı mı? Yoksa Bağımsız Yargı mı? 18 GÜNDEM Tamer Işıtır AKP gider devlet kalır! 20 YURT ve DÜNYA Prof. Dr. Türkkaya Ataöv Doğu komşumuz İran 22 ULUSAL KALE Eser Özaltındere “Eski piyon AKP” out “yeni piyon CHP” in! 23 ŞİİR Orhan Öcalgiray Bu akşam her yer Atatürk Çiçekleri 24 SÖYLEŞİ Feyzullah Budak Mağcan, Atatürk’ün ruh ikizidir 26 HUKUK ve EKONOMİ Osman Oy MİT’in kamyonu aranabilir mi? 30 ŞİİR Ozan Baraklı Bu bana ders olsun 31 ARAŞTIRMA Prof. Dr. Abdulhalûk M. Çay Türkiye’de yaşayan topluluklar 32 GÜNDEM Prof. Dr. Hidayet Sarı RTE bir ajan provokatör mü? 35 TARİHİN ARKA SOKAKLARI D. Ahsen Batur Malazgirt Savaşı ve Kürtler 36 GERÇEĞİN İÇİNDEN Ali Rıza Safa Kur’an ve Atatürk 38 HAFTANIN GÜNDEMİ Okan İşbecer 40 HAFTANIN ÖZETİ Kuzey Fırat 42 OĞLUMA MEKTUPLAR Serap Yeşiltuna Bilal gibi olma oğlum... GENÇ TÜRK 44 46 3 Türk Solu’na sansür devam ediyor! Türk Solu’nun bayilere çıkması Tayyip Erdoğan’ın emriyle engelleniyor… 12 Ocak’tan sonra bu kanunsuz sansürü aşmak için çabalıyoruz. Ancak üzülerek söylemek zorundayız ki henüz bu engeli aşabilmiş değiliz. Türk Solu’nun bayilere çıkması Tayyip Erdoğan’ın emriyle engelleniyor… Normal programa göre 12 Ocak’ta bayilerde bulunması gereken gazetemize matbaada el konulmuş ve dağıtımı durdurulmuştu. 12 Ocak’tan sonra bu kanunsuz sansürü aşmak için çabalıyoruz. Ancak üzülerek söylemek zorundayız ki henüz bu engeli aşabilmiş değiliz. Kanunlarımıza göre basın özgürlüğü tek başına bir yazı yazma özgürlüğü değildir, aynı zamanda bunu yayınlama ve dağıtabilme özgürlüğüdür. Yani önemli olan bir fikrin veya haberin üretilmesi değil, bunun yayımının ve halka ulaşımının önünde hiçbir engelin bulunmamasıdır. Ama Türkiye’de biliyoruz ki “ileri demokrasi” var ve bu “ileri demokrasi”de de böylesi “ileri basın özgürlüğü” var! Eğer muhalifseniz, fikir üretebilirsiniz ama bu fikri halka ulaştırmanıza engel olmak için gerekirse Başbakan devreye girer ve sizi sansürler. Yandaş Sabah Grubu’nun tüm kanunları çiğneyerek, sözleşme hükümlerini ihlal ederek yaptığı bu sansür uygulaması için hukukçularımız gerekli girişimlerde bulunacaklardır. Bu uygulamanın hukuki bedelini, sadece patronları değil, bu uygulamanın şu veya bu şekilde uygulayanı olan çalışanları da, ödeyecektir. Bunun dışında biliyoruz ve tahmin edebiliyoruz ki Tayyip Erdoğan ve yandaşları, Türk Solu’nun Sabah Grubu dışında da dağıtımının engellenmesi için açık-gizli girişimlerde bulunmaktadırlar. Ama dağıtım şirketleri her gazeteyi olduğu gibi Türk Solu’nu da dağıtmak zorundadır. Bu onlar için ticari bir seçim değil kanuni bir zorunluluktur, buna uymamanın da cezai ve ticari yaptırımları vardır ve oldukça da ağırdır. Kamuoyuna, medya mensuplarına ve okurlarımıza çağrımız şudur: Türk Solu’nun dağıtımının önündeki engelleri kaldırmak, bu ülkede en başta özgür düşünceli insanlar için bir namus borcudur. Bugün Türk Solu’nun dağıtımına koyulan bu engelleri görmezden gelenler, bu engellerin bir şekilde parçası veya uygulayıcısı olanlar, büyük bir tarihi ve vicdani sorumluluk taşımaktadır. Herkese sesleniyoruz: Türk Solu’na uygulanan sansüre dur deyin! Türk Solu’nun özgürce bayilerde satılamadığı bir Türkiye’de bilin ki bir süre sonra diğer gazeteler de satılamaz! 26/01/2014 4 8. Kitap Fuarı ANKARA İleri Yayınları olarak 8. Ankara Kitap Fuarı’nda okuyucularımızla buluştuk. Yazarlarımız Gökçe Fırat, Yekta Güngör Özden, Türkkaya Ataöv ve Hüseyin Adıgüzel kitaplarını imzaladılar. Kutsal İsyan Sürecek, Tayyip Gidecek! Yekta Güngör Özden ve Gökçe Fırat İleri Yayınları Fuar Ekibimiz Gökçe Fırat’la... Yekta Güngör Özden ve Gökçe Fırat Gökçe Fırat, Prof. Türkkaya Ataöv’le... Gökçe Fırat ve Yaşar Okuyan Gökçe Fırat, Togan Yayınları’nın sahibi-yazar İsmail Arlı’yla Gökçe Fırat, yazar Ahmet Haldun Terzioğlu’yla... Gökçe Fırat ve Ümit Özdağ Gökçe Fırat, Tansel Çölaşan ve Prof. Dr. Anıl Çeçen sohbet ettiler 26/01/2014 5 BAŞYAZI Apo, Tayyip, Perinçek GÖKÇE FIRAT Kumpas üçgeni gokcefirat@turksolu.com.tr Bu kirli üçgenin hedefi bellidir, Apo’nun dışarı çıkartıldığı Türkiye’de, Perinçek’in ve Tayyip Erdoğan’ın savunduğu Türk-Kürt Federal devleti ilan edilecektir. Bu planı bozacak tek güç olan Türk Solu, bu nedenle içeri alınmalıdır. Paralel ve Üçgen Türkiye paralel devleti tartışırken gözlerden kaçan kirli bir ittifak var, bu bir kumpas üçgeni. Üçgenin üç köşesi var, bir köşede Tayyip Erdoğan, diğerinde Apo, öteki köşede ise Doğu Perinçek var. Bugüne kadar birbirlerini eleştirir, hatta kavga eder görünseler bile, son dönemde nasıl da ittifak halinde olduklarını tüm Türkiye görüyor. Bu kirli ittifakı deşifre etmenin zamanıdır. Herkes kumpastan bahsediyor ama kumpasın hası bu üçgen tarafından yapılıyor. Gezi’deki PKK-AKP ittifakı Gezi olayları başladığı andan Ey Tayyip, ey Apo, ey Doğu: Size o Kürdistan’ı kurdurtmayız! Birincisi PKK’ydı. PKK, Gezi Parkı’nda bir çadırı ve Apo itinin bir de resmi ile sözde bulunuyordu. Yani sanki onlar da Geziciydi! Ama bizim daha o dönemde yaptığımız bir uyarı vardı. PKK Gezi Parkı’na bizzat Tayyip Erdoğan’ın emri ile sokulmuş bir ajan gruptu. Amaçları Gezi’deki ulusalcı ittifakı parçalamak, sol güçlerle ulusalcılar arasında doğabilecek işbirliğini önlemekti. Ancak bu oyunları tutmadı çünkü ulusalcı güçler de sol güçler de bu tuzağa düşmediler. Şu anda Apo’nun açıklamalarından anlıyoruz ki, Gezi döneminde Apo ile Tayyip Erdoğan arasında bir ittifak varmış ve Apo’nun deyimiyle yıkılabilecek AKP iktidarını ayakta tutma işini de Apo üstlenmiş. itibaren Tayyip Erdoğan iktidarı zor duruma düştü. Çünkü halkın artık onu istemediği ortaya çıkmıştı. Milyonlarca insan sokakta, milyonlarcası ise evinde tenceretava çalarak, “Çek git Tayyip” diyordu. O günden bu yana PKK ile AKP arasında adeta bir barikat kardeşliğinin sürdüğünü görebiliyoruz. Apo, bugün de Tayyip’i yedirmem diyor! Gezi olayları başladığında AKP içinde ilk çatlak başlamıştı. Abdullah Gül, çok açıkça ılımlı bir tavır gösterdi. Bülent Arınç aynı ılımlı tavrı sürdürdü. Gezi olayları sırasında tıpkı PKK gibi Gezi’de bulunan ama göstermelik bulunan bir grup daha vardı: Doğu Perinçek’in İP’i. Tam o dönemde Fethullah Gülen, Tayyip Erdoğan’ın Gezicilere “çapulcu” denmesini doğru bulmadığını, hatta bu insanların içinden nice kahramanlar çıkabileceğini söyledi. Bu kritik dönem, AKP içindeki çatlağın bir parçalanmaya dönüşebileceği dönemdi. Ancak Tayyip Erdoğan’a destek veren iki güç devreye girdi. Gezi’deki yabancı unsur İşçi Partisi ve onların gençlik örgütü olan TGB, eylemlerin içinde bir gözüküp bir kayboldular. Hatta şaşırtıcı bir şekilde, bir önceki 29 Ekim ve 10 Kasım’daki, Silivri’deki çatışmacı tavırlarına ve çağrılarına karşın, Gezi süreci boyunca etkin olmadılar, ön plana çıkmadılar. Daha o zaman tespit etmiştik; İP’in ve TGB’nin yönetici kadrosu eylemlerde yoktu. Belli ki başka 26/01/2014 6 bir pazarlığın içinde yönetim kademesini sokaktan çekmişlerdi. Ve tam o dönemde Aydınlık gazetesi, ulusalcı kesim içinde yeni bir düşman cephe tanımlamaya başladı. Onlara göre hedef artık Tayyip Erdoğan değildi, hedef Gül, Gülen ve CHP’ydi. Kulağa hoş gelebilirdi, hatta Tayyip Erdoğan’dan sonra böyle bir iktidar bloğu kurulabilirdi de. Ama ortada başka bir gerçek vardı: Tayyip Erdoğan hâlâ iktidardaydı ve o iktidardan düşmeden bu blok başa geçemezdi. Üstelik bu propaganda, hem AKP muhaliflerini zayıflatır hem de muhalif CHP’yi yıpratırdı. Güçlendirebileceği tek kesim ise elbette Tayyip Erdoğan’dı. Doğu Perinçek hem yönetim kadrosunu alandan çekerek, hem Tayyip Erdoğan’ın iç rakiplerine savaş açarak, hem de muhalif CHP’yi yıpratma kampanyası yürüterek, Tayyip Erdoğan’a destek vermiş oluyordu. TSK’ya tuzak kuran kimdi? Kısacası İmralı’da Kürtçülükten yatan Apo da, Silivri’de sözde ulusalcılıktan yatan Doğu Perinçek de Ankara’daki Tayyip Erdoğan’la birlikte hareket ediyordu. Elbette bu desteğin dışarı çıkmak gibi bir karşılığının da olması gerekirdi… Aslında bu tür bir kirli oyuna daha Ergenekon sürecinin en başında dikkat çekmiştik. Ergenekon’da verilecek cezaların kaldırılmasının tek yolu PKK’lılara da af çıkmasıydı. Yani toplum katil PKK’lıların dışarı çıkmasını ancak (ve de belki) mağdur olan komutanlarının dışarı çıkmasını sağlayarak hazmedebilirdi. Hem Ergenekonculara hem PKK’ya af, o daha o günlerde bile düşünülmüş bir formüldü. Aslında Ergenekon denilen tertibin de ana hedefi Kürdistan’ı kurmaktı. Bu ise elbette PKK’yı dışarı çıkartarak olabilirdi. PKK’yı dışarı çıkartmanın formülü ise TSK’nın komutanlarını içeri almaktı. İyi de TSK’nın komutanlarını kim içeri alabilirdi? 26/01/2014 İmralı’da Apo’ya sunulan imkanını aynısını Silivri’de Perinçek’e sunmuşlardı! Sonuçta Apo ile Perinçek arasındaki eski ilişki biliniyordu. Perinçek, daha önce partisi Anayasa Mahkemesi tarafından Kürtçülükten kapatılmış birisiydi. Apo ile güllü fotoğrafları ortalıktaydı. Bu iş için gerçekten de maharetli bir tezgah gerekiyordu. TSK ile ilişki kurmaya çalışan ve ulusalcı görünen birileri vasıtasıyla TSK sanki bir darbe planının parçasıymış gibi gösterilebilirdi. Biliyoruz ki Doğu Perinçek’e bir şekilde selam veren ve elini uzatan komutanlar bugün içerdeler… Ve yine biliyoruz ki Ergenekon tezgahının ilk sözde suç delilleri de İP’ten ve Doğu Perinçek’in evindeki bilgisayardan çıktı… Perinçek’e verilen imkan Aslında Silivri, Doğu Perinçek ve grubu için iyi bir büyüme yeriydi. Sonuçta tüm Ergenekon sanıkları Silivri’de olacaktı ve o güne kadar dışarda görüşme imkanı olmayan kişilerle de Perinçek ilişki kurabilecek ve onları örgütleyebilecekti. Anayasa Mahkemesi tarafından Kürtçülükten kapatılmış birisiydi. Apo ile güllü fotoğrafları ortalıktaydı. Sonuç olarak Apo ve Doğu Perinçek, kontrol altında tutulan ve yönlendirilen isimlerdi. Apo ve Perinçek dışarı Ve gün geldi, Tayyip zor duruma düştü. Artık kendi partisi içinde bile iktidarı yok… Fethullah Gülen, açıktan karşı tarafa geçmiş durumda… salıvermek dışarıya! Bugün bu tezgaha düşenler, yarın aynı yasa Apo için de uygulanınca sakın şaşırmasın, sonuçta Apo’nun içeride tutulup Tayyip ve Perinçek’in dışarıda kalması, ittifakın doğasına aykırıdır. Bilin ki, Apo’yu da dışarı çıkartacaklardır. İkinci tezgah, CHP’yi bölecek bir planlama yapmaktır. Sonuç olarak CHP’yi Gül’cü veya Gülen’ci göstererek, CHP’den yüzde bir iki oy bile kaçırmak demek, seçimleri Tayyip Erdoğan’a hediye etmek demektir. Muhalefet ilk defa İstanbul ve Ankara’da belediyeleri alabilecek güçte adaylar belirledi… Bunun için, yani oyları CHP’den kaçırtmak ve bölmek için Apo, adayı olarak Sırrı Süreyya’yı aday çıkartmıştır. Tam da bu dönemde “üçgen” panik halinde yeni planlarla kamuoyunu AKP’yi sandıkta yıkma rotasının dışına çekmeye çalışıyor. Bakalım Doğu Perinçek, CHP adayının karşısına ama Sırrı’nın yanında kimi aday gösterecek? Mustafa Kemal’in değil Tayyip’in askerlerisiniz! İmralı’da Apo’ya sunulan imkanını aynısını Silivri’de Perinçek’e sunmuşlardı! Birinci tezgah, PKK ve TSK’ya aynı anda çıkartılacak bir yeniden yargılama yasasıdır. Aslında “af” denilemiyor ama bu bal gibi de “af” demek. Yani TSK’nın şerefli komutanlarını PKK’lı adi katillerle aynı seviyeye düşürüp aynı anda iki tarafı da yeniden yargılamak. Sonuçta Apo ile Perinçek arasındaki eski ilişki biliniyordu. Perinçek, daha önce partisi Tabii bu süre içinde yargılamanın tutuksuz yapılmasını temin etmek. Yani adı af olmayan bir afla, şartla Nitekim böyle de oldu. Perinçek, tam da Tayyip Erdoğan’ın istediği gibi TSK mensupları ile rahat bir ilişki kurabildi. Çünkü ona bu imkan verilmişti. Büyük kumpas ise, Apo’nun ve Doğu Perinçek’in de dışarı çıkartılacağı bir Türkiye’de, son on yılın tüm günahının kimin üzerine yıkılacağıdır. Asıl hedef şu anda Cemaat gibi durmaktadır. Paralel devlet diye tüm hukuki ve bürokratik mesuliyet 7 Cemaat’e yıkılmak istenmektedir. destek, bilin ki sizi kurtaramaz. Şu anda Tayyip Erdoğan’ın paralel devletini ortaya koymadan Cemaat’e paralel devlet diye saldıran tüm kesimler, kesinlikle ve kesinlikle, Tayyip Erdoğan’ı ve onun on yıllık bu kanlı zulüm dönemini aklamaya çalışmaktadır. Düne kadar can ciğer kuzu sarması dostlarını, tarikatları bile gözünü kırpmadan harcayan Tayyip Erdoğan’a mı güveniyorsunuz? Ergenekon dahil tüm kumpasların içinde Tayyip Erdoğan bulunmaktadır. Bu işi Cemaat’in altyapısı ile birlikte yapmıştır. Ve her iki kesimin de hesap vermesi gerekmektedir. (Tam da bu nedenle biz hem Fethullah Gülen’le hem de Tayyip Erdoğan’la davalığız!) Ama görüyoruz ki, Perinçek grubu başta olmak üzere, sözde ulusalcı yayın yapanlar, bir şekilde Silivri’den dışarı çıkmayı başarmış gazeteciler, ısrarla yandaş medyanın gazete ve televizyonlarında boy gösterip, Cemaat’e bindiriyor ama Tayyip Erdoğan’ın da kandırıldığını ifade ediyorlar. Vah vah, ne kadar da saf ve kandırılmış bir adammış Tayyip Erdoğan değil mi? Yediniz mi! Yazık diyoruz, Tayyip Erdoğan’a verilen bu iğrenç (Bu durumda tek düzgün tavrı alan Aziz Yıldırım’ı tebrik etmek gerekir. Tüm tezgahın başındaki asıl adam olan, asıl suçlu olan Tayyip Erdoğan’ı aklayacak bir açıklamayı yapmadı.) Türk Solu’na kumpas Büyük kumpas’ın ikinci boyutu ise yavaş yavaş şekilleniyor. Cemaat’in dışında hedef alınacak ikinci kesim Türk Solu’dur. Türk Solu, hem PKK’ya karşıdır, hem Perinçek gibi sahte ulusalcılara karşıdır, hem de Tayyip Erdoğan’a karşıdır. Yani üçgenin üç köşesi de ittifak halinde Türk Solu’nun karşısındadır. Çünkü bu üçgen T.C.’ye karşıdır, biz T.C.’den yanayız! Bu üçgen Kürtçüdür, biz ise Türkçüyüz! Bu üçgen enternasyonalisttir biz ise milliyetçiyiz! İkinci tezgah, CHP’yi bölecek bir planlama yapmaktır. Sonuç olarak CHP’yi Gül’cü veya Gülen’ci göstererek, CHP’den yüzde bir iki oy bile kaçırmak demek, seçimleri Tayyip Erdoğan’a hediye etmek demektir. Bunun için, yani oyları CHP’den kaçırtmak ve bölmek için Apo, adayı olarak Sırrı Süreyya’yı aday çıkartmıştır. Bakalım Doğu Perinçek, CHP adayının karşısına ama Sırrı’nın yanında kimi aday gösterecek? Türkiye paralel devleti tartışırken gözlerden kaçan kirli bir ittifak var, bu bir kumpas üçgeni. Üçgenin üç köşesi var, bir köşede Tayyip Erdoğan, diğerinde Apo, öteki köşede ise Doğu Perinçek var. Şimdi bu üçgenin tespit ettiği önemli bir husus var. Son on yıl içinde Türkiye’de ulusalcılık yükseliyor. Ulusalcılığın yükselişi ile birlikte, ülkenin bölünmez bütünlüğüne sahip çıkacak, bu ülkeyi PKK’nın bölmesine karşı çıkacak bir bilinç ve dinamik bir kuvvet oluşuyor. Yani Tayyip Erdoğan hangi pazarlığı yaparsa yapsın o planları ayağının altında çiğneyecek ve bu ülkeyi böldürtmeyecek bir ulusalcı dalga geliyor. Gezi’de şahlanan tam olarak bu ruhtu ve Apo bunu görünce gerçekten çok korkmuştu. Türkiye’de bu görevi omuzlama cesaretindeki tek gücün Türk Solu olduğunu tespit eden üçgen, Türk Solu’na operasyon yapılması için anlaştı. Apo’nun ifade ettiği gibi Gezi’deki ulusalcılık aşılmalı! Bu karanlık yapının, kirli üçgenin hedefi bellidir, Apo’nun dışarı çıkartıldığı Türkiye’de, Perinçek’in ve Tayyip Erdoğan’ın savunduğu Türk-Kürt Federal devleti ilan edilecektir. Bu planı bozacak tek güç olan Türk Solu, bu nedenle içeri alınmalıdır. Hatta iktidarın 17 Aralık’ta başlayan operasyonun arkasında aslında Çözüm Süreci’ni sabote etmek olduğu açıklamaları son derece önemlidir. Yani mesele Cemaat-AKP kavgasının ötesindedir, Türkiye’yi bölmek isteyenlerle bölmeye karşı çıkan güçlerin savaşıdır bu! Türk ruhu çoktan uyandı! Plan bu kadar net ve ama sefilce. Mustafa Kemal’in güzel bir sözü vardır: Bandırma Vapuru’nu arayan İngilizler’in vapurda kelle sayısını saydıklarını oysa kendilerinin Anadolu’ya bir ruh taşıdığını söyler. Bizimki de o misal, Türk Solu’nu içeri alsanız da, Türk Ruhu çoktan harekete geçmiştir! Ey Tayyip, ey Apo, ey Doğu: Size o Kürdistan’ı kurdurtmayız! 26/01/2014 8 aliozsoy@turksolu.com.tr GÜNDEM ALİ ÖZSOY Ekonomik “mucizeyi” çökerten değerli yalnızlık AKP’yi dolar sarsıyor 17 Aralık’ta yaşanan siyasi depremden sonra Türk ekonomisi çok kritik bir sürece girdi. Dolar bir ay içerisinde TL karşısında yüzde 15 değer kazandı. AKP’nin başarısının temel kaynağı olarak hep ekonomik istikrar gösterildi. Oysa ekonomide artık istikrarlı tek bir gösterge var. Türk lirası son iki yıldır kesintisiz bir şekilde değer kaybediyor. Tayyip Erdoğan ekonomideki çalkantıları ilk başta Gezi “provokasyonuna” ve faiz lobisine bağladı. “Sağlam durup” oyunu boşa çıkardıklarını iddia etti. Şu anda tamamen inkar noktasında. Kriz falan yok! Gezi olayları bitti ama doların değeri hızla artmaya devam etti. Bunun üzerine Merkez Bankası Başkanı Tayyip’e özenmiş olacak ki adeta Kapalıçarşı esnafı gibi ekranlara çıktı. Karamsarlara kızdı, çattı ve bizzat kişisel olarak söz verdi. Dolar tekrar inecek ve 1 Ocak 2014’te dolar 1.9’un bile altına düşecekti. Bugün 23 Ocak ve dolar tarihinin rekorunu kırdı. 1 dolar 2.3 Türk lirası. Merkez Bankası Başkanına güvenen ve döviz pozisyonunu 1.9’dan hesaplayan yüzlerce şirket şimdiden iflas etti. Borsada tarihi düşüşler yaşanıyor. İktidara güvenmeyen ve döviz biriktirenler ise şimdilik bu şoku atlattı. Ama uzun vadede iç ve 26/01/2014 dış sermaye açısından önemli bir güven sorunu ortaya çıktı. Merkez Bankası gibi tarafsız ve siyaset dışı kalması gereken bir kurum bile böylesine ciddiyetsiz bir tarzda güncel siyasete alet olursa, “kırılgan” değiliz söylemine artık kim inanır. Bilindiği gibi AKP cephesi çatladığı gibi, yandaş sermaye de çatladı. Tayyipçi medya Cemaatçi Bank Asya’ya saldırıyor. Güya önceden dolar biriktirip spekülasyon yapmışlar. O zaman ilk suçlanması gereken Tayyip’i savunmak için öne atılan ve milleti yanıltan Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı değil mi? Tarihimizin en büyük devalüasyonlarından biri Artık yaşananın adını AKP’liler bile koymak zorunda kalıyor. Yaşanan bir devalüasyondur. Yani milli para biriminin ansızın değerinin değiştirilmesi ve düşürülmesi... Hem de küçük bir değer kaybından bahsetmiyoruz. Mayıs 2013’ten itibaren 8 ayda tam %22’lik, son iki yılda ise neredeyse %40’lık bir devalüasyon söz konusu. AKP’li ekonomistler, “iyi oluyor, ihracatçı, sanayici kazanacak, ürünlerimizi yurt dışına daha ucuz satarız” diyorlar. Ne yazık ki işler böyle yürümez. Bir ülke bilinçli olarak para değerini düşük tutabilir Tamam, Türkiye “Osmanlı” gibi olacak, o da olmazsa “değerli yalnızlık yaşayacak” ama hangi güçle, parayla... Düşünsenize el desteğiyle gerdeğe girmekten de saçma bir durum bu. Tüm “ekonomik mucizenizi” Batı sermayesine borçlusunuz ama “Batı emperyalizmine” ve “Haçlı zihniyetine” de savaş açmışsınız. Sonra işler ters gidince de yine Batı’yı suçluyorsunuz. ve hatta düşürebilir. Bu bir nevi uluslararası ticarette rekabet veya damping politikasıdır. Örneğin ABD ve AB, Çin’e en çok bu politikasından dolayı yüklenmektedir. Ama bu bilinçli bir tercih ise işe yarar. Milli paranın birdenbire değer kaybettiği yerde, ihracatçı, ithalatçı, sanayici veya finans sermayesinin belki bir kısmı bir süre için kârlı çıkabilir ama bir bütün olarak milli ekonomi %40 zayıflamış demektir. Bir ekonominin gücü onun parasının gücüdür bu kadar basit. Uzun vadede bundan daha geçerli bir kural olamaz. Türkiye ekonomisi çökerse ihracatçı nasıl ayakta kalsın? Şimdi AKP yöneticileri düşünsün. Elimizde daha 60 milyar dolar rezervi var diyorlar. Merkez Bankası kuru düşük tutabilmek için bunları piyasaya sürüp duruyor. Şimdilik para yeterli gibi gözüküyor. Ama kısa vadeli dış borç ödemesi son 8 yılda 3 kat artmış ve 2013’te 123 milyon doları aşmış. Yani Türkiye’nin sürekli artan borcunu döndürmesi için de dolara ihtiyacı var. Alın size bir olumsuz senaryo ki zaten şu anda gidişat olumsuz. Dolar birdenbire 3 liraya fırlasa... 60 milyar dolar rezervinin bir gecede 30 milyarını ortaya sürmek zorunda kalınsa... Olmaz demeyin. Şimdi en iyimser tahminle dolar 2.5’te kalır deniyor. Piyasaları yanılttığı yönündeki eleştirilere Merkez Bankası Başkanı Başçı bile “siyasi kriz çıkacağını öngöremezdim” diye yanıt verdi. Başbakan zaten “bizi, ekonomimizi kıskananlar, dış sermaye odakları ve faiz lobilerinin” kumpaslarını sayıp duruyor. Bu da bir itiraftır. Demek bizim ekonomimiz gerçekten kırılgan ve dış siyasi 9 müdahalelere açık. Bir dahaki 17 Aralık depreminde, ilk siyasi krizde doların 3 liraya fırlamayacağını kim garanti edebilir? Gezi olaylarında 30 milyon kişi sokaktaydı ama hükümet düşmedi. Ancak tek bir kişi sokağa çıkmasına gerek kalmaz. Dolar 3 liraya çıksın bir gecede bu hükümet düşer. Dışa bağımlı olan dışa posta koyamaz Burada Cemaat ile AKP arasındaki bir başka önemli çatışma kaynağı ortaya çıkıyor. Cemaat sermayesi denen TUSKON aslında sadece bir sermaye grubu değil çok kitlesel bir küçük girişimci ve esnaf topluluğu. Cemaat AKP döneminde ihalelerle zengin olamadı. Tayyip sermayesi gibi vurguncu bir yükseliştense, tıpkı Koç gibi iktidardan bağımsız girişimleriyle ayakta kalmaya çalıştı. Piyasalardaki tehlikeli gidiş onları bu yüzden daha çok ilgilendiriyor. Kriz halindeki bir Türkiye veya kendini dışa kapatıp Kuzey Kore olma yoluna giren bir rejim Cemaat’in asla işine gelmiyor. Şu anda iktisadi gelişmeleri okuyabilmek için Zaman gazetesi en iyi kaynaklardan biri. Ulusalcı ve sosyalist iktisatçıların dışa bağımlı sisteme yönelik teorik eleştirilerini bir yana bırakırsa, Cemaat bizzat piyasadan bir ses olarak AKP politikasını eleştiriyor. Birincisi Türkiye dışa bağımlı ve dış sermayeye açık bir ekonomi... Büyümesini de ancak dış finansmanla sağlıyor. Zaman gazetesi ekonomisti Turhan Bozkurt “dış komplo, düşman faiz lobisi, değerli yalnızlık” söylemleriyle ekonominin tek can simidi olan Batı sermayesinin tehlikeli bir şekilde ürkütüldüğünü düşünüyor. En son TÜSİAD Başkanı Muharrem Yılmaz ise siyasi nedenle bazı sermaye gruplarının baskı altına alınmasının, yurtdışındaki sermaye çevrelerini korkuttuğunu söyleyerek iktidarı eleştirdi. Gerçekten de tehlikeli dış politikadan bağımsız olarak, istikrarsız bir iç siyasi ortam da yabancı finans merkezlerini uyarır. İlla bir dış komploya gerek yok ki adam kendini niye risk etsin? Zaman gazetesinin dış politika yorumları da uzun süredir aynı uyarıları tekrarlıyor. İsrail, Suriye ve Mısır politikası yanlış olarak değerlendiriliyordu. Tamam, Türkiye “Osmanlı” gibi olacak, o da olmazsa “değerli yalnızlık yaşayacak” ama hangi güçle, parayla... Düşünsenize el desteğiyle gerdeğe girmekten de saçma bir durum bu. Tüm “ekonomik mucizenizi” Batı sermayesine borçlusunuz ama “Batı emperyalizmine” ve “Haçlı zihniyetine” de savaş açmışsınız. Sonra işler ters gidince de yine Batı’yı suçluyorsunuz. Cemaat bu politikayı maceracılıktan da öte çılgınca buluyor. Türkiye ekonomisinin dışa bağlı olduğunun açıkça görülmesi gerektiğini vurguluyorlar. Ulusalcı ve sol eleştirmenlerle bu noktada birleşiyorlar ama farkları şu; Cemaat’e göre bugünkü kriz kaçınılmaz değil. Yeter ki Batı’ya karşı olan politikaları terk edelim. Dolar aşırı değer bile kazanabilir. Ama rejim krizleri yaşanmaz, ABD ve AB ürkütülmezse yine de ekonomik büyüme dış finans kaynaklarıyla sürdürülebilir. Kırılgan beşli denen Brezilya, Hindistan, G. Afrika, Endonezya ve Türkiye, uluslararası sermaye çevreleri tarafından son 10 yılda aşırı büyüyen ve her an çökebilecek “gelişmekte olan ülkeler” olarak tanımlanıyor. Cari açık (dış ticarette ithalatın ihracatı aşması), tasarruf açığı (yeni yatırım için milli tasarruf eksikliği), bütçe açığı (hükümetin ödemeler dengesi) ve enflasyon (milli paranın güç kaybetmesi) sorunları her 5 ülkenin en büyük açmazları. Aslında Atatürk dönemi hariç Türkiye 200 yıldır bu sorunları hiç aşamadı. 1923-1938 arasında ise Türkiye tüm bu kalemlerde açık değil fazla verdi. Hem de Batı’dan koparak. AKP döneminde ise cari açık en korkutucu hale geldi. Türkiye gibi dışa açık bir ekonomide bu açıkları kapamanın tek yolu vardır, kredi yani borç alma. Bunu da Batı’dan alabilirsin. Ödemeyi de ancak Batı’ya ihracat yaparak döndürebilirsin. Tayyip’in ifadesiyle “değerli yalnızlık”, Gökçe Fırat’ın tanımıyla “pespaye yalnızlık” politikası, bu yolu da kapatıyor. Müslüman dünya, Çin veya Rusya desen... Hadi mallarımızı aldılar, kredi nereden verecekler? Tayyip sayesinde, onlar da bize düşman. Niye bizi finanse etsinler ki? Bunun adı onurlu politika değil, onursuzca tüyme hazırlığıdır. Tayyip’i getiren bir ekonomik krizdi. Götüren de olabilir. Ama Tayyip sadece ekonomiyi değil, Türkiye’yi bir devlet ve ülke olarak tamamen batırmaya niyetli gibi. Esas tehlikeyi bu yüzden yine ekonomik değil, siyasi alanda aramak gerekiyor. Cemaat Tayyip’e; “çılgınlık yapma ABD ve AB’yle iyi geçin” diyor. Ama kim bilir, onun çılgınlığını kışkırtan Türkiye’yi parçalamak için pusuya yatmış bu iki güç olmasın? Ülke Büyüme (%) Enflasyon (%) Bütçe Açığı (%) Cari Açık(%) Brezilya 2,5 6,2 3,0 3,5 Bu görüş eleştirilebilir. Batı destekli bir büyüme devamlı olamaz veya gelişmiş bir ekonomi yaratmaz da denebilir. Hindistan5.0 9,6 5,2 3,9 Endonezya5,6 7,1 3,3 3,5 Ancak şurası gerçektir. Cemaatçilerin ve TÜSİAD’ın şu anki eleştirileri mantıklıdır. Siyasi maceraları ve Batı’yla zıtlaşmayı istemiyorlar. Ekonomideki büyük riski görüyorlar. G. Afrika 1,9 5,8 4,8 7,0 Türkiye 3,2 7,6 2,2 7,2 Hırsız ekonomiyi düşünmez Peki, Tayyip bunu neden göremiyor? Çünkü aslında Tayyip bir sermaye grubunu değil talan çetesini temsil ediyor. Hırsız, ekonomiyi düşünmez ki... Bu tür talanlarla Özal ve Çiller döneminde de büyük devler yaratıldı ama hiçbiri kalıcı olmadı. ABD yatırım bankası Morgan Stanley tarafından Türkiye şu anda “kırılgan beşlinin en kırılganı” ilan edildi. ABD yatırım bankası Morgan Stanley tarafından Türkiye şu anda “kırılgan beşlinin en kırılganı” ilan edildi. Kırılgan beşli denen Brezilya, Hindistan, G. Afrika, Endonezya ve Türkiye, uluslararası sermaye çevreleri tarafından son 10 yılda aşırı büyüyen ve her an çökebilecek “gelişmekte olan ülkeler” olarak tanımlanıyor. (Tablo için Aksiyon dergisinin 998. sayısından yararlanılmıştır.) 26/01/2014 10 nurbostancioglu@turksolu.com.tr GÜNDEM NUR BOSTANCIOĞLU Tayyip haddini bil! Akan Türk kanının hesabını sorması gerekiyor. Hangi hakla ve hangi cüretle şehitlere kurşun sıkanlarla el ele tutuştunuz diye sorması gerekiyor. Bu milletin evlatlarından çalarak kendi evlatlarının ceplerine soktukları her kuruşun hesabını sorması gerekiyor. Haddini bilmez militanlık Karşıtlarını bu zamana kadar çapulculuk da yetmedi teröristlikle suçladılar. Öyle ki tüm muhaliflerini terör örgütü üyeliğinden zindanlara attılar. Şimdilerde de her aleyhte konuşanı konumuna ve görevine bakmadan militan olmakla suçluyorlar. Mahalle kabadayısı edasıyla herkese haddini bildirmekten bahsediyorlar. Eski YARSAV Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu’nun, yeni HSYK düzenlemesine karşı olarak Başkanlık Divanı kürsüsünde konuşmak istemesi üzerine Tayyip Erdoğan’ın sarf ettiği sözler, bunların tahammülsüzlüğünü gözler önüne seriyor. Bakın ne diyor Tayyip Erdoğan: “Bir taraftan hukukçuyum diyeceksin, bir taraftan orada konuşma yapmak isteyeceksin. Sen kimsin? Bir defa haddini bil. Senin konuşma 26/01/2014 O yüzden seni önce halkın vicdanında yargılayacağız Tayyip! O vicdan ilk seçimlerde harekete geçecek ve seni sandığa gömecek. Ve böylece herkes haddini bilecek! yapacağın yer, başka yer. Sen illa burada konuşmaya çok meraklıysan mensubu olduğun zihniyet seni de bir milletvekili yapar, olursun milletvekili gelirsin o zaman orada konuşursun. Bunlar hukukçu falan değil. Bunlar işin militanı durumunda. Yaptıkları iş bu.” Askerin başına çuval geçirildiğinde Amerikan yetkililerine bir kez olsun haddini bildirmeye yeltenmeyip susmayı tercih edenler, yargıdan başka her şeye benzeyen sistemi eleştirdiği için ABD Büyükelçisine aynı düzeysiz üslupla cevap yetiştiriyorlar. Hüseyin Çelik, Türkiye’deki yargı sistemini eleştiren ABD Büyükelçisi Ricciardone’ye “haddini bilmeyi öğrenememiş” diyerek ucuz kahramanlık yapıyor. Ve aynı Hüseyin Çelik aynı üslupla Adana’da aranılan TIR’larla ilgili; “TIR’ları durdurmak haddini bilmezliktir. TIR’lardaki malzemenin ne olduğu kimseyi ilgilendirmez. MİT yasası belli, kimse kafasına göre arama yapamaz.” şeklinde açıklama yapıyor. Yani Tayyip Erdoğan’ı eleştiriyorsan konuşmayacaksın, konuşursan haddini bilmez olacaksın. Tıpkı daha önce de bir CHP milletvekilinin Tayyip Erdoğan’ı twitter hesabından eleştirdiği için Bekir Bozdağ tarafından “haddini bilmez” olarak nitelendirildiği gibi. Her şey Tayyip’ten mi? Çünkü bunlar kendilerini haşa Allah gibi görüyorlar. Günahların en büyüğünü işliyorlar ve tabiri caizse Allah’a şirk koşuyorlar. O yüzden AKP Kırklareli İl Başkanı Hüsmen Ağa Türkmen, Hz. Muhammed’in AKP amblemli nüfus cüzdanını çıkarıp, “Tayyip” ismini çocuklarının arasına koyabiliyor. Birileri üzerinde “Tayyip Erdoğan’ı üzmek Allah’ı üzmektir” ifadesi bulunan kitapları cami çıkışlarında halka dağıtıyor. AKP Bursa milletvekili Hüseyin Şahin kalkıp, “Tayyip Erdoğan’a dokunmak ibadettir” diyebiliyor. Yine bir AKP’li bakan, Tayyip Erdoğan’ın doğmasına ve büyümesine vesile olan Rize, İstanbul ve Siirt’i mübarek şehir ilan edebiliyor. AKP milletvekili Fevai Aslan ise utanmadan ve sıkılmadan Tayyip Erdoğan’ı “Allahu tealanın bütün vasıflarını üzerinde taşıyan lider” olarak tanımlayabiliyor. AKP Genel Başkan Yardımcısı Süleyman Soylu ise “Tayyip Erdoğan Türkiye’nin ilelebet, ebedi ve ezeli başkanıdır.” diyor. Böylelikle fani olan birine baki olan Allah’ın ismi veriliyor. Ve son olarak bir AKP’li il başkanı “AKP’nin olmadığı yerde yağmur yerine duası olur.” diyecek kadar işi ileri götürebiliyor. “Bizim olmadığımız yerde yağmur bile yağmaz. Diğer belediyelerin yönettiği kentlerdeki gibi ancak yağmur duasına çıkılır. Tutturmuşlar bir 17 Aralık habire sallayıp duruyorlar. Bunların hepsi hayal ürünü. Olmayan şeyleri gündemde tutmaktan başka bir işleri yok.” diyerek her şey Tayyip’ten noktasına gelebiliyor. Kişi tapınmacılığında son nokta: Biatsa biat Allah’ın sıfatlarına bir başkasının sahip olduğunu iddia etmek şirk koşmaksa, bunlar açıktan Tayyip Erdoğan’ı Allah’ın yerine koyuyorlar. Halk arasında yalnızca birtakım heykellere tapınmak olarak bilinen put edinmenin aslını ortaya koyuyorlar. Kuran-ı Kerim’e göre put edinmek; bir kişiden Allah’tan korkar gibi korkmayı, bir 11 kişiyi Allah’ı sever gibi sevmeyi ve bir kişinin hoşnutluğunu Allah’ın hoşnutluğuna tercih etmeyi gerektiriyor. O halde bunlar putperestliğin en büyüğünü ve dolayısıyla da Allah katında asla affedilmeyecek olan günahlardan birini işliyorlar. Nitekim AKP Adıyaman milletvekili Mehmet Metiner “Biatsa biat, itaatse itaat ölümüne arkasında duruyoruz başbakanın. Evet, biz biatçıyız. Biz sadakatle ideallerimizin, önderimiz olan kişinin izinde gitme noktasında biat özleriyiz.” diyerek kişi tapınmacılığının en âlâsını yapıyor. Mehmet Metiner ki kendisi Atatürk gibi bu memleketin kurucusu olan bir liderin arkasından gitmeyi kişi tapınmacılığı olarak eleştirirken; memleketi batıran, bölen, soyan ve satan bir liderin izinden gitmeyi gurur vesilesi haline getirebiliyor. Andımızı ilkel bulurken tek adam anlayışını eleştiriyor; tek adam Tayyip Erdoğan olduğunda ise ölümüne itaatten bahsediyor. gelmeyin diyorlar. İki kişinin bir araya geldiği eylemlere bile TOMA’lardan su sıkıyorlar. 13 yaşındaki çocukları yola yazı yazdıkları için hapis cezasıyla yargılayabiliyorlar. On yıldır çıkan Türk Solu gazetesinin dağıtımına matbaada el koyabiliyorlar. İnternete kendi kasetlerinin yayınlanmasını engelleyecek türde bir sansür koymaya çalışıyorlar. gözüküyor. O yüzden Tayyip’in ve etrafındaki Tayyipçi zihniyetin öncelikle halkın vicdanında mahkûm edilmesi gerekiyor. Vicdanların önümüzdeki yerel seçimlerde harekete geçmesi ve bu zihniyeti sandığa gömmesi gerekiyor. Aslında tüm muhalefet partilerinin kapatıldığı, gazetelerin basılmak için matbaa bile bulamadığı günlerin yolunu açmaya çalışıyorlar. Eğer ki bunlara bir dönem daha iktidar olma şansı verilirse Türkiye’nin bir daha seçimlerin olmadığı, demokrasinin fiilen olduğu gibi resmen de rafa kaldırıldığı bir ülke olacağı açıkça Bu milletin bu ağzı bozuklara ve bu fikri bozuklara haddini bildirmesi gerekiyor. Bu milletin artık “Tayyip asıl sen haddini bileceksin” demesi gerekiyor. Milletin efendisine “Ananı da al git” dediğinde, Peygamber ocağındaki Mehmedimize “Askerlik yan gelip yatma yeri değildir” dediğinde, şehidimize Tayyip asıl sen haddini bileceksin! “kelle” dediğinizde haddinizi bildiniz mi? Hayır bilmediniz, aksine haddinizi aşarak bu milletin değerleriyle ve inançlarıyla oynadınız. Bu milletin artık, “Sen kimsin ki bu milletin değerleriyle oynuyorsun?” diye sorması gerekiyor. Akan Türk kanının hesabını sorması gerekiyor. Hangi hakla ve hangi cüretle şehitlere kurşun sıkanlarla el ele tutuştunuz diye sorması gerekiyor. Bu milletin evlatlarından çalarak kendi evlatlarının ceplerine soktukları her kuruşun hesabını sorması gerekiyor. O yüzden seni önce halkın vicdanında yargılayacağız Tayyip! O vicdan ilk seçimlerde harekete geçecek ve seni sandığa gömecek. Ve böylece herkes haddini bilecek! Mağrur olma padişahım Senden büyük Allah var İşin vahim olan başka bir tarafı daha var. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan bu nitelendirme ve sıfatlardan hiç rahatsızlık duymuyor. Aksine bu değerlendirmelerden memnuniyet duyuyor ki onca eleştiriye rağmen etrafındaki bu insanları tutmaya devam ediyor. Onca eleştiriye rağmen bu sıfatlandırmaları reddetmiyor. Aslında kendisi de her şeye muktedir olduğuna inanıyor. Bunun gerçek olmadığını ve kendisinin ciddi bir yanılsama içinde olduğunu belirten çevrelere de o yüzden şiddetli bir şekilde karşı çıkıyor. Muhalifleriyle uzlaşmaz bir hesaplaşma içine girerek çevresini daraltıyor. “Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var” anlayışına sahip olan kesimleri yok etmeye çalışıyor, kralın çıplaklığını hatırlatan tüm imgeleri ortadan kaldırmaya çalışıyor. Tahammülsüzlüğün sınırı yok İşte bunlar bu zihniyetle herkese haddini bildirmeye çalışıyorlar. Haddinizi bilin ve Tanrıya karşı 26/01/2014 12 ozgurerdem@turksolu.com.tr GÜNDEM ÖZGÜR ERDEM MİT kamyonunu aratmadı Genelkurmay “Kozmik Oda”yı arattı “Kozmik Oda”daki bilgiler çok gizli olduğu için 17 haneli şifreyle korunuyormuş. O çok önemli bilgilerin saklı kalması için 17 haneli şifreye değil de “cesaret”e ihtiyaç olduğu 2009 Aralık’ında ortaya çıkmıştı. Bir savcının kararlılığı ve bir hakimin ısrarının ardından dönemin Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ arama yapılmasına izin vermişti. MİT’in TIR’ları “devlet sırrı” ise “Kozmik Oda” değil mi? Hatay’da cumhuriyet savcılarının isteğiyle jandarma tarafından 7 TIR’da yapılan arama büyük olay yarattı. TIR’ların MİT’e ait olduğunun ortaya çıkması ve MİT görevlilerinin direnmesi nedeniyle birkaçında arama yapılamamasıyla olay büyüdü. Tüm Türkiye günlerdir bu konuyu tartışıyor. TIR’ların Suriye’ye mi gittiği, MİT’in yurtdışında operasyon yapma yetkisini olup olmadığı, Cumhuriyet Savcılarının MİT’e ait araçlarda arama yapıp yapamayacağı, jandarma ve polisin bu tür bir arama kararına uymak zorunda olup olmadığı çok tartışıldı. MİT Kanunu’ndan maddeler didik didik edildi. Ancak biz bu olayı başka bir 26/01/2014 yönünden ele almak istiyoruz. Hatırlanacağı üzere benzer bir tartışma 2009 yılı sonlarında “Kozmik Oda”nın aranması sırasında yaşanmıştı. 27 Aralık 2009’da Bülent Arınç’a yönelik bir suikast planlandığını iddia eden savcılar, suikast ile ilgili belgelerin bulunduğunu öne sürerek “Kozmik Oda”da arama yapmak istemişti. Genelkurmay Başkanlığı, gerekli izni vermemiş, bunun üzerine savcılar mahkemeden bir hakimin aramayı yapmasına ilişkin karar çıkartmıştı. “Kozmik Oda”: Devletin mahremi “Kozmik Oda” bilindiği gibi devlet sırlarının saklandığı bir oda. Elbette tek bir oda değil birkaç odadan oluşan bir yapı. Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı Seferberlik Tetkik Kurulu’nda bulunan bu odaların kapıları güvenlik gerekçesiyle mühürlü. Ve bu kapılar çok yüksek teknolojiyle korunuyor. Yüz ve parmak izi tanıyan kapılar, ancak 17 haneli şifrenin de girilmesiyle açılabiliyor. Bu kadar yüksek güvenlik tedbirleri alınmasının nedeni, “Kozmik Oda”da saklanan bilgilerin öneminden kaynaklanıyor. Bu bilgiler genellikle savaş döneminde alınacak tedbirler hakkında. Kamuoyunda “Özel Harp Dairesi” olarak bilinen Seferberlik Tetkik Kurulu’nun da (STK) zaten kuruluş amacı bu. STK’nın görev tanımı Yaşar Büyükanıt’ın Genelkurmay Başkanlığı dönemine kadar şöyle ifade ediliyordu: “Olası bir düşman işgaline karşı gayrinizami harp tekniklerini planlamak ve savaş zamanında bunları uygulamak.” Büyükanıt döneminde bu tanım “Psikolojik, siyasi ve ekonomik iç ve dış savaş tehdidine karşı” olarak genişletildi. Devlet kritik bir dönem ya da kriz yaşadığında ve buna düzenli ordusuyla direnemediği olağanüstü koşullarda “gayri nizami” yöntemler devreye sokulması planlanır. Bu bir çeşit nefsi müdafaadır. Böylece devlet ve milletin sürekliliği sağlanmış olur. “Kozmik Oda”da işte bu olağanüstü koşullarda başvurulacak tedbirler ve planlar yer alıyor. Örneğin: – Korunması gereken önemli kişilerin kim olduğu ve nerelerde saklanacağı... Bu kişiler sadece devlet görevlileri ve siyasetçiler değil. İşadamları, çeşitli dernek, vakıf, meslek kuruluşu, sendika temsilcileri gibi toplumun değişik katmanlarından insanlar da bu listeye dahil. – İşgale karşı “gayri nizami” direniş için, yani bildiğiniz Kuvayı Milliye tarzı bir direniş için, kimlerin görevli olduğu, görev ve sorumluluklarının kapsamı... – TSK’nın depolarının zarar görmesi ihtimaline karşı, bir direnişte kullanılacak silahların tutulduğu gizli sivil depoların listesi. – Hava alanlarının zarar görmesi durumunda devreye sokulacak alternatifler (uçak indirilebilecek genişlikte yollar ve düzlükte araziler) Anlayacağınız, bir devletin en gizli kalması gereken, en mahrem, en kutsal bilgileri saklı o “Kozmik Oda”da... “Kozmik Oda” 17 haneli şifreyle değil “cesaret”le korunur Üstelik Suriye’ye giden TIR’lardaki silahlardan çok daha fazla gizlilik barındıran bilgiler bunlar. Çünkü o TIR’daki silahların ortaya çıkması en fazla Türkiye’nin Suriye’deki planlarına zarar verebilir. Ve en fazla, o silah sevkiyatına izin veren , başta Tayyip olmak üzere bütün 13 devlet yetkilileri Uluslararası Mahkemelerde savaş suçlusu olarak yargılanabilir. Ancak “Kozmik Oda”daki bilgilerin ifşa olması, bütün geleceğimizi tehlikeye atan, son derece önemli bir olaydır. “Kozmik Oda”daki bilgiler çok gizli olduğu için 17 haneli şifreyle korunuyormuş. O çok önemli bilgilerin saklı kalması için 17 haneli şifreye değil de “cesaret”e ihtiyaç olduğu 2009 Aralık’ında ortaya çıkmıştı. Bir savcının kararlılığı, bir hakimin ısrarıyla dönemin Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ mahkeme kararını dinlemiş ve arama yapılmasına izin vermişti. Genelkurmay üzerinde şaibe kalmasın diye devlet sırlarını ifşa etmek... O dönem Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ’du. Onun izni olmadan “Kozmik Oda”da arama yapılamazdı. Direnseydi, devletin mahremiyeti açığa çıkamazdı. Nitekim İlker Başbuğ geçenlerde yayınlanan anılarında olayı şöyle anlatıyor: “27 Aralık 2009 tarihinde, soruşturmayı yürüten Cumhuriyet Savcısı ‘Kozmik Oda’da arama yapmak istedi. Yasa gereği kendisinin yetkisiz olduğu söylendi ve müsaade edilmedi. Daha sonra bir hâkim, mahkeme kararına dayanarak aramaya geldi. Mahkeme kararına itiraz edileceği söylenerek aramaya izin verilmedi. Ancak yapılan itiraz daha sonra reddedildi. Bunun üzerine, Kara Kuvvetleri Komutanı Karargâh’a davet edilerek durum değerlendirildi. O akşam geç saatlerde, aramayı yapacak hâkimin Bölge Başkanlığı’na geldiği bildirildi. Kendisi Karargâh’a davet edildi. Gelmeden önce de odanın kapılarının mühürlenmesi istenildi. Gelen hâkime, yarın konunun Başbakan’a arz edileceği, oradan alınacak talimata göre hareket edileceği bildirildi.” Anlayacağınız İlker Başbuğ olayın vehametinin farkındaymış ve mahkeme kararına direnmiş. Ancak Tayyip Erdoğan’la görüştükten sonra bu direnişe devam edememiş. Alıntılara devam edelim: “Ertesi gün, Kara Kuvvetleri Komutanı ile birlikte, Başbakanlık’taki toplantıya katılındı. Durum anlatıldı. Eğer aramaya müsaade edilmesi istenilirse, bizim bu aramadan hiçbir şekilde endişe duymadığımız da belirtildi. Aramanın yasalar gereği yapılmasının uygun olacağı bize bildirildi. Durumu tekrar kendi aramızda değerlendirdik. İddia çok çirkindi ve vahimdi. Bir suikastın planlandığı iddia ediliyordu. Bu konuda bizim gizleyeceğimiz ve endişe edeceğimiz hiçbir noktanın bulunmaması ve ileride Türk Silahlı Kuvvetleri üzerinde vahim derecede şaibe kalmaması için aramanın yapılmasına müsaade edilmesinin, daha uygun olduğu kararına varıldı.” Ah... Ah... Keşke, Genelkurmay’ın üstünde şaibe kalması göze alınsaydı da devletin en önemli sırları ifşa olmasaydı. Ah... Ah... Şimdi Türkiye bir savaşa girse ya da işgal edilsek, nasıl direneceğimiz, bütün gizli depolarımız, bütün gizli planlarımız, hepsi CIA başta olmak üzere istihbarat kuruluşları tarafından öğrenilmiş oldu. Ah... Ah... Hatay’daki TIR’lardaki MİT görevlilerinin arama yapılmasın diye jandarmaya direndiğini, hatta kelepçelendiklerini, ancak yine de aramaya izin vermediklerini öğrendikçe iç geçirmeden duramıyoruz. Ah... Ah... Keşke, şu direnişin yüzde birini 2009 Aralık’ında da gösterilseydi de “Kozmik Oda”ya girilemeseydi... Ah... Ah... Tarih İlker Başbuğ’u nasıl hatırlayacak? İlker Başbuğ, tutuklandığından beri aldığı tavır ve sergilediği dik duruşla tam bir Genel Kurmay Başkanı gibi davranıyor. Bunu teslim etmekle birlikte, Genel Kurmay Başkanı olduğu dönemde yapmadıklarını ve yapamadıklarını unutmamak gerekir diye Ah... Ah... Hatay’daki TIR’ların şoförlerinin arama yapılmasın diye jandarmaya direndiğini, hatta kelepçelendiklerini, ancak yine de aramaya izin vermediklerini öğrendikçe iç geçirmeden duramıyoruz. Ah... Ah... Keşke, şu direnişin yüzde biri 2009 Aralık’ında da gösterilseydi de “Kozmik Oda”ya girilemeseydi... düşünüyoruz. Nitekim “Kozmik Oda”nın aranması meselesi başta olmak üzere, Başbuğ’un pek çok icraatının, yaptıklarının, yapmadıklarının ve yapamadıklarının bedelini ödüyoruz, yıllarca da ödemeye devam edeceğiz. Tarih Başbuğ’u Türk Ordusu’nun Ergenekon tertibiyle çökertilip tasfiye edilmek istendiği bir dönemin Genel Kurmay Başkanı olarak hatırlayacak. Ve maalesef iyi de hatırlamayacak. Başbuğ kamyon şoförlerinin Hatay’da sergilediği direnişi sadece “Kozmik Oda” meselesinde değil, Ergenekon tertibinin daha başlarında sergileyebilseydi Türkiye bugünleri yaşamazdı. O günleri hatırladıkça ve bugün yaşananları gördükçe, “Ah... Ah...” demeden duramıyoruz. 26/01/2014 14 hazararisoy@turksolu.com.tr HAFTANIN PORTRESİ HAZAR ARISOY “Son Kale”nin teslim olmayan kumandanı: Aziz Yıldırım Aziz Yıldırım başka bir zaman diliminde yaşasaydı kazanılan onlarca kupa, sporun her dalında elde edilen sayısız zafer, Fenerbahçe Kulübü’nün kurumsallaşması ve bir dünya markası olması uğruna adanmış bir hayat olarak tarihe geçecekti kuşkusuz. Ama gelin görün ki yaşadığımız devir Tayyip Erdoğan devri. Ve Aziz Yıldırım ismi bu devirde bir spor kulübü başkanından çok daha fazlasını ifade ediyor. Aziz Yıldırım Kimdir? Aziz Yıldırım 2 Kasım 1952’de Diyarbakır’ın Ergani ilçesinde dünyaya gelmiştir. (Kaderin cilvesi, Aziz Yıldırım memleketi olan Diyarbakır’da bir kez olsun rahat bir maç izleyememiştir. Fenerbahçe’nin oynadığı tüm Diyarbakırspor deplasman maçları büyük olaylara sahne olmuştur çünkü Aziz Yıldırım’ın başkanlık yaptığı takım Türk’ün kalbinin attığı takımdır.) İlk, orta ve lise öğretimini Düzce’de tamamlayan Yıldırım daha sonra Ankara Devlet Mühendislik Mimarlık Akademisi'nden (şimdiki adıyla Gazi Üniversitesi Mühendislik Fakültesi) inşaat mühendisi olarak mezun olmuştur. 1990-92 yıllarında Fenerbahçe yönetiminde görev alan Yıldırım 1991-92 sezonunda futbol şube sorumlusu olarak görev 26/01/2014 yapmıştır. 15 Şubat 1998 tarihinde yapılan kongrede Başkanlığa aday olan Yıldırım 1 oy farkla Vefa Küçük’ü geride bırakarak Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanlığına seçilmiştir. Başkanlığı boyunca Fenerbahçe ligi 5 kez lig şampiyonu olarak, 7 kez de ikinci olarak bitirmiştir. Şampiyonlar Ligi çeyrek finali ve UEFA yarı finali Aziz Yıldırım döneminde elde edilen önemli başarılardır. Ayrıca Fenerbahçe Spor Kulübü 2010-11 sezonunda futbol, kadın ve erkek basketbol, kadın ve erkek voleybol olmak üzere 5 ana branşta şampiyon olarak “5’te 5” yapmıştır. Kurumsal alanda da Aziz Yıldırım’ın başkanlık yaptığı dönem Fenerbahçe’nin önemli atılım yaptığı dönemdir. Kulübün bütçesi 16 milyon dolardan 250 milyon dolara Aziz Yıldırım döneminde çıkartılmıştır. Aziz Yıldırım dönemi Fenerbahçe’nin bir marka haline geldiği, dünya kulüpleri arasına girdiği dönemdir. Ancak tüm bunlara rağmen Aziz Yıldırım dönemi tarihe, bir kurumun ve o kurumun başındakinin nasıl direnmesi gerektiğinin tüm dünyaya öğretildiği dönem olarak tarihe geçecektir. 3 Temmuz Süreci 3 Temmuz 2011 tarihine kadar Aziz Yıldırım Fenerbahçe’ye büyük hizmetlerde bulunmuş kulüp başkanıdır. Her şey o sabah birdenbire değişecektir. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının talimatıyla organize suçlarla mücadele müdürlüğüne bağlı ekiplerin yaptığı operasyonlarla içlerinde Aziz Yıldırım’ın da bulunduğu 91 kişi lig maçlarında şike yapmak ve teşvik pirimi vermek suçlamalarıyla gözaltına alınacaktır. Operasyon, dönemin Özel Yetkili Savcısı Zekeriya Öz tarafından başlatılmıştır. Elbette suçlama ağırdır. Ama şaşırtıcı değildir. Zaman Atatürk’ü ve Türklüğü temsil eden tüm değerlerin, tüm kurumların ağır saldırılara uğradığı dönemdir. Türk yargısının tasfiye edildiği, Türk Ordusu’nun terörist ilan edildiği bir devirde Fenerbahçe Kulübünün ve Başkanının “şike” ile suçlanması doğal olanıdır. Devir herkese bir suçun biçildiği, biçilenlerin ise ya sessizce kaderine razı olduğu ya da suçsuzluğunu ispat etmeye çalıştığı bir devirdir. Bir tek Aziz Yıldırım açılan davaların iç yüzünü doğru analiz edebilmiştir. Ortada savunma verilecek bir durum yoktur. Mesele Cumhuriyetle hesaplaşma meselesidir. Bunun spordaki ayağı Fenerbahçe üzerinden yürümektedir. Aynı dönemde benzer amaçlarla açılan (Ergenekon, Balyoz vs…) davaların sanıkları savunmalarında kendi masumiyetlerini ispatlamaya çalışırken bir tek Aziz Yıldırım meselenin siyasi olduğunu, amacın Atatürk Cumhuriyeti’ni yıkmak olduğunu haykırma yürekliliğini göstermiştir. Tüm Ordu’nun, Yargı’nın sustuğu bir dönemde bir adam arkasına aldığı taraftar desteği ile tavizsiz direniyordu tüm baskılara. Direndikçe güçleniyor, arkasındaki destek de artıyordu. Aziz Yıldırım artık sadece bir kulüp başkanı değil, bir direnişin lideri haline gelmişti. Öyle ki ona sadece Fenerbahçeliler değil, kalbi Atatürk ve Cumhuriyet sevgisi ile çarpan tüm taraftar grupları sahip çıkıyordu. Aziz Yıldırım’ın dik duruşuyla, estirilen “şike rüzgârı” bir anda tersine döndü. Mahkeme Aziz Yıldırım’ı serbest bırakmak zorunda kaldı. Fenerbahçeli Olmak… Aslında Aziz Yıldırım’ın tek yaptığı kendine verilen emaneti layıkıyla taşımaktı. Bu emanet Fenerbahçeli olmaktı. Sonuçta Aziz Yıldırım’ın başkanlık yaptığı kulüp Çanakkale Savaşı ve Kurtuluş Savaşı sırasında pek çok oyuncusunu şehit veren, Anadolu’ya cephane ve asker kaçırdığı için kapatılan bir kulüptü. O kulüp cephede yendiğimiz İngilizleri sahada da yenerek General Harrington kupasını 15 kazanan ve savaşan milletine zaferin uzak olmadığını müjdeleyen kulüptü. Elbette bu durum sadece Fenerbahçe’ye özgü değildi. Bu topraklarda futbol her zaman direnişin simgesi olmuştur. Futbol hiçbir zaman sadece futbol değildir. Son Tutuklama Kararı Türkiye’nin yoğun günlerini yaşadığı bugünlerde Yargıtay “Şike Davası” kararını açıkladı. Aziz Yıldırım suçlu bulundu, yattığı süre göz önünde bulundurularak 2 yıl 2 ay daha hapis cezasına mahkûm edildi. Karardan sonra tüm gözler Fransa’da tatilde olan Aziz Yıldırım’a çevrildi. Herkesin aklında aynı soru vardı: Acaba Türkiye’ye gelecek miydi? Sonuçta Aziz Yıldırım’ın ömrünün sonuna kadar rahat yaşamasına yetecek bir serveti vardı. Neden rahatını bozup Türkiye’ye dönecekti ki? Kararın açıklanmasının hemen ardından tatilini erken bitirerek yurda döndü. Büyük Başkan bu davranışıyla bir kez daha örnek oluyordu. Aziz Yıldırım’ı havaalanında kalabalık bir taraftar grubu karşıladı. Ülkeye gelişi cezasını çekmek için gelen bir hükümlünün gelişinden çok, sürgünden dönen bir liderin yurduna dönüşü gibiydi. O artık bir kulüp liderinden çok bir direniş sembolüydü. Karşılamaya gelen kalabalığa yaptığı konuşma mücadelenin daha yeni başladığının bir habercisiydi adeta: “Hakkımızda ferman vermişler, fermana uyduk geldik. Kalemimizi kırmışlar. Fenerbahçe son kaledir teslim olmaz. Biz inanmış insanlarız, ne fermandan korkarız ne de mahpusluktan. Hepinize teşekkür ediyoruz, iyi ki varsınız. Birlik beraberliğinizi hiçbir zaman bozmayın. Fenerbahçe bu ülkenin her şeyine karar verecek, hem kulüp hem de taraftarı ile beraber bu ülkenin emniyetidir. Son kaledir. Ömrünü Fenerbahçe'ye adamış bu kızgın ve sevdalı adama bu anları yaşattığınız için sağ olun, var olun. Hiç merak etmeyin, 16 yıl önceki Aziz Yıldırım neyse, bugün de odur, yarın da o olacaktır." Aziz Yıldırım’ın Yargıtay’ın kararından sonra Wall Street Journal gazetesine verdiği röportaj “Beni Ergenekon’dan içeri alamadılar, şike davasını uydurdular” - Şike davası ile ilgili genel düşünceleriniz neler? Başından beri söylediğimiz şu; Türkiye’deki şike ve teşvik davası siyasi bir davadır ve siyasi olarak neticelendirilmiştir. Yargıtay’ın verdiği karara saygı göstermiyorum, kabul etmiyorum. 2011 yılında bazı dış güçlerin Türkiye’de yapmış oldukları operasyonların devamıdır. Bu operasyonu Türkiye’de Ergenekon, Balyoz, Oda TV ve Cübbeli Ahmet, Casusluk dosyalarını yöneten özel yetkili mahkemeler yapmıştır. Türkiye’de bütün yüksek tepeleri düz hale getirmek ve bütün her şeyi kendi ellerine alabilen bir iktidarı yaratmak için yapılmış bir muhakeme sistemidir. Bu mahkemeler neticesinde insanlar itibarsızlaştırılmaya çalışılmış ve hepsine kendi pozisyonlarıyla ilgili operasyonlar yapılmıştır. Bu davaya bakan ÖYM tüm davalara göre ilgili kişileri itibarsızlaştırdılar. Ben spor adamıyım. Beni şike ve teşvik vermekten mahkum etti, askere terörist denildi. Türkiye’de bugün etnik sorunlar var, onlarla mücadele eden kişilere terörist denildi. Bu ülkede Genel Kurmay Başkanını terörden dolayı hapse koydular. - Bütün bu dosyaların arkasında Gülen mi var, böyle mi düşünüyorsunuz? Bunu ben düşünmüyorum. Bunu Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanı düşünüyor. 17 Aralık’ta yapılan yolsuzluk operasyonundan sonra başbakan çıkarak ÖYM’lerde yapılan bütün davaların kumpas olduğunu söyledi. Başbakan 17 Aralık sonrasındaki siyasi gelişmelerle beraber bundan önce mahkemelerde yapılan yargılamaların yanlış olduğunu, Türkiye’de kumpas olduğunu açıkladı. Ve bunun üzerine Türkiye’de görev yapan binlerce polis/savcı tayin edildi. - Başbakan yeniden yargılanmayı istiyor mu? Bu noktada başından beri sorulan soru şu: Bunların hepsini Gülen Cemaati mi yaptı? Son 11 yıllık süre içerisinde Ak Parti Cemaat ile iç içe Türkiye’de iktidara yürüdüler. Başbakan, dedi ki; “Paralel devlet var ve Cemaat bu paralel devleti ile yürüyor.” Bu savcıları, hakimleri polisleri hepsini cemaatçi diye görevden aldılar. O zaman bütün operasyonları, bizim operasyonumuz dahil olmak üzere Cemaat yapmıştır. Yargıtay kararını veren hakimlerin paralel devletin mi, yoksa devletin adamı mı olduğunu karar veremiyorum. Bunun da aydınlanması, adalet bakanının açıklama yapması gerektiğini düşünüyorum. - Sizi neden yıpratmak ya da silmek istediklerini düşünüyorsunuz? Bizim kulübü Atatürk’ün kulübü olarak tanımlarız. Türkiye’deki bu zihniyet Atatürk’e karşıdır. Onun fazla öne çıkmasından hoşnut olmazlar. Askerlere yakın olmamdan dolayı da askerlerle Fenerbahçe her zaman yakın olmuştur. Aslında beni Ergenekon Davası’nın içine bağlamak istiyorlar. Ama bunu baştan yapamadılar çünkü ellerinde belge, bilgi hiçbir şey yoktu. Ama bu dava ile beni hapse atamadıkları için Şike Davası’nı uydurdular. Ergenekon’u yaratandaki düşünce neyse beni de oraya bağlamaya çalıştılar. Fenerbahçe yalnız değil. Kulüpler Birliği başkanlığı yaptım. Ben bu kulübe liderlik yaptım. 16 yıl kulübe siyaset sokmadım. Siyasetçiler ne olursa olsun böyle güçlü bir gruptan destekleri olmasını isterler. Biz hep ortada durduk. Fenerbahçe Türkiye Cumhuriyeti’nin bir takımıdır. Hiçbir seçimde müdahil olmadık. Hiçbir olayda şahıs olarak yönlendirme yapmadım. Bu bazı insanları rahatsız ediyor. Bu gayet doğaldır. - Atatürkçü Fenerbahçe ile Erdoğan’ı nasıl barıştıracaksınız? En önemli şey şu: Tribünlere ben sahip olamam. Fenerbahçe bünyesinde her türlü düşüncede olan insan var. Fenerbahçe bünyesinde insanlar düşüncelerini söylerken ben kalkıp onlara ambargo koyamam. Burası bir spor kulübü. Gerektiğinde benim için de “istifa” diye bağırıyorlar. Onun için o konuda bir sorun olmaması lazım. Ama görüyoruz ki maalesef sorun oluyor. - Hapis yatmak için Türkiye’ye gidecek misiniz? Ben vicdanen rahatım. Memleketime gidiyorum. İki yıl hapis yatacağım. Mezarım Türkiye’de. Nerede yatacağım belli. Ödün vermeden Türkiye’ye gideceğim. Temyizden bir sonuç çıkmasını beklemiyorum. Çünkü siyasi bir karar alındı. Bunun için de bu kararı tanımadığımı beyan ediyorum. Bir gün bunları yapanların yargılanacağına inanıyorum. - Hapisten çıktıktan sonra Başbakan’ın “başkanlıktan ayrıl” tavsiyesi oldu mu? Benim şahsıma söylemedi. Hapisten çıktıktan sonra da kendisiyle konuşmadım, görüşmedim. Gelen aracılar aday olmamamı istediğine dair şeyler söylediler. Ama bazı yakınları da böyle bir şey olmadığını söylediler. Ben kendi irademle adaylığımı koydum. Fenerbahçe Kongresi gerekli olgunlukla yapıldı ve herkese cevabı verdi. Sandıkla geldim ama sandıkla gitmiyorum. Yaratılan düzende sandıkla gelen adamı sandıkla götürmüyorlar. Bu da demokrasinin ayıbıdır. Hepsini ortaya koysunlar adil yargılasınlar, iftira atmasınlar, ispatları koysunlar o zaman adil yargılama olması durumunda çıkacak her türlü cezaya razıyım. Hiçbir hata yapmadık. Biz kanunsuz hukuksuz yargılamaya tabi tutulduk onun için bu mahkemeleri tanımıyorum, bunların kararlarını da tanımıyorum. 26/01/2014 16 kayaataberk@turksolu.com.tr GÜNDEM KAYA ATABERK Kürt Nakşîliğinin Kökeni Şehrizorlu Şeyh Halid ve İngiliz Ajanı Claudius Rich Vahhabîlik, Araplar arasında Türk düşmanı bir gericiliği İngilizler adına yaymıştı. Fakat aynı şeyi Türkler arasında yapabilme, Türk devletini ve maneviyatını içerden zedeleme konusunda bir şansı yoktu. İşte Vahhabiliğin yerine getiremeyeceği bu misyon yine İngilizler adına Halidîler tarafından gerçekleştirilmişti. İngiliz destekli Kürt ayaklanmacısı Şeyh Said’den, ABD destekli Barzanilere, Talabanilere, Altan Tan’lara ve Tayyip’lere uzanan bu Nakşî-Kürt geleneğin kökeni işte bu Anglosakson projesiydi. Türk tarikatı Nakşîlik nasıl Kürt tarikatı oldu? ve ilk şeyhi Buharalı Seyyid Hacı Abdullah Efendi’ydi. Nakşîliğin de Türk tasavvufunun diğer kollarından büyük bir farkı yoktu. Fakat 1800’lü yıllar itibariyle Nakşîlik çok büyüyen, örgütlenen siyasal bir yapıya dönüşürken aynı zamanda da bir Kürt tarikatı olarak karşımıza çıkacaktır. Tüm bu dönüşüm 1776 yılında Süleymaniye yakınlarında Şeyh Halid’in doğumuyla başlamıştı. Bugünkü NakşîNurcu kavgasının temellerini anlayabilmek için Nakşîliğin Türkiye’de yaygın olan Kürt kolunu, Halidîliği anlamak gerekir demiştik. Tarihte ilk kez siyasal örgüt gibi davranan ve Osmanlı Devleti’nin içinde tarihin ilk paralel yapısını oluşturanlar bunlardır. Bunun yanı sıra Halidîliğin çıkışını anlamak Kürt Nakşîliğinin nasıl yayıldığına ve kökenlerine de ışık tutar. Bu da Kürt-İslam çizgisinin nasıl bir proje olduğuna… Nakşîliğin tarih içindeki izi sürüldüğünde varılan yer Orta Asya’da bugün Özbekistan’ın bulunduğu Maveraünnehir olur. Nakşîliğin esas kurucusu Muhammed Bahaeddin Nakşibend, 1318 yılında Buhara yakınlarında Kasriarifan köyünde dünyaya gelmişti. Kendisinin manevi olarak Abdülhalik Gücdüvanî’ye bağlı olduğunu söylerdi. Gücdüvanî’yi yetiştiren kişi ise aynı zamanda Pir-i 26/01/2014 Türkistan Hoca Ahmed Yesevî’nin hocası Yusuf Hemedanî’diydi. Bu tarihsel mantıkla; Nakşîlik ile Bektaşiliğin kaynağı aynı isimlere ve aynı yöreye çıkmaktadır! Gerçi Nakşîlik en başından beri diğer tarikatlardan az çok farklı bir yol ve anlayıştaydı. 1400’lü yıllarda yine Türkistanlı Hoca Ubeydullah Ahrar, tarikatın örgütlenmesini güçlendirdi. Nakşîler, Timur hanedanı içindeki çalkantılarda rol oynadılar. Mirza Uluğbey’in oğlu Abdüllatif tarafından katledilmesinde bu örgütlenmenin önemli bir kışkırtıcı payı vardı. Fakat tüm bunlara karşın bir gerçek daha vardı: Nakşîlik, Türkler tarafından kurulmuş, Türkler arasında yaygınlaşmış ve yine Türkler arasındaki olaylarda taraf olmuştu. Osmanlı’daki ilk Nakşîler de Türkistan kökenliydi. Türkiye’ye gelerek burada dergâhlarını kurmuşlardı. Bunlardan en çok bilineni 1752 tarihinde Üsküdar’da kurulmuş olan Özbekler Tekkesi Şeyh Halid’in ortaya çıkışı ve yükselişi İslam tarihinin gelmiş geçmiş en yaygın tarikatı olan Halidîlik nasıl kurulmuştu? Bu bir tarikatın, bir örgüte dönüşmesinin öyküsüdür. Şeyh Halid, 1776 yılında bugünkü Irak’ın kuzeyinde Süleymaniye yakınlarındaki Karadağ kasabasında doğmuş, Caf aşiretinden bir Kürttü. Sonraları bir süre kaldığı Bağdat’a nispeten Mevlana Halid-i Bağdadî olarak anılacaktı. 1806’da 50 yaşındayken hacca gitti ve orada Mekke’yi ele geçirmiş olan Vahhabîleri tanıdı. Bu dönemde Vahhabîlerle bir ilişkisinin olup olmadığı kayıtlarda yok. Fakat Halidîlerle, Vahhabîlerin yaklaşık olarak aynı dönemde ortaya çıkması üzerinde durulması gereken bir noktadır. Şimdilik bunu daha sonraya bırakalım ve Halid’in yaşamını kaldığı yerden takip edelim. Halid’in Süleymaniye’ye dönüşünden üç yıl sonra Mirza Rahimallah Bek adlı bir Hintli (ismine bakılırsa Türk kökenli) Süleymaniye’ye uğrayacak ve tanıştığı Halid’i Hindistan’a götürecekti. Rahim’in şeyhi Müceddidî kolundan Nakşîlerin mürşidi Şah Gulam Ali’ydi. Şeyh Ali el-Dihlavî olarak da tanınırdı. Halid, burada Nakşî olacak ve tarikatı yayma göreviyle memleketine dönecekti. Peki, Hint Nakşîlerinin özelliği neydi? O yıllarda Hindistan’da Babürlü Türk egemenliği son demlerini yaşıyordu. Bunun karşısındaysa İngiliz sömürgeciliği Hindistan’ı ele geçiriyordu. Bu dönemki Hint Nakşîliğinin ikili 17 bir duruşu vardı. Bu duruş tüm Şeriatçı akımın özünü belirliyordu aslında: Görünürde Batılılara karşı çok tepkiliydiler ve bu tepkiyi çok katı bir Şeriat isteğiyle ifade ediyorlardı. Fakat gerçekte İngilizlerle görüşmekten, pazarlık yapmaktan da geri kalmıyorlardı. Yani Şeriatçı hareketin kısa süre sonra Türkiye’de oynayacağı rolün ve bugün de sürdürdüğü misyonun temelleri Hindistan’da atılıyordu. Ve gerçekte hedefte İngiliz sömürgeciliğinden çok Babürlü Türk egemenliği vardı. Tarikat; esas suçlu olarak gördüğü bu laik eğilimli Türk devletini hedef alıyor. Görünürde muhalif olduğu İngiliz sömürgeciliğinin desteğiyle Şeriat adına kendisi yönetime geçmek niyetindeydi. İngilizlerin Nakşî projesi Hindistan’da tutmuştu bile ve artık ihraç zamanı gelmişti. Şeyh Halid, Hindistan’dan bu misyonla memleketine dönecekti. Halid döndüğünde Kürtler arasında hâlâ Kadirîlik hâkimdi. Halid, Süleymaniye’ye döner dönmez kendi yapılanmasını kurmaya başladı, Kadirîlerle rekabete girdi. Fakat dinsizlikle suçlandı ve Bağdat’ta kaçtı. Bağdat’tan Süleymaniye’ye geri geldiğindeyse artık güçlenmişti ve aşiretlerle barışmıştı. Bu aşiretlerin en önemlisi Babânzadelerdi, yani Osmanlı döneminin ilk Kürt isyancıları… Acaba bu ani barışmaların ve güçlenmenin nedeni neydi? Bir mutasavvıf, âlim ya da şair olarak değil de tarihe “örgütçü” olarak geçen Şeyh Halid tabii ki İngilizlerin dikkatinden ve ilgisinden kaçmamıştı. Ajan-konsolos Claudius James Rich ve Kürt-Nakşî projesi Anglosaksonların Nakşîlere ve Kürtlere ilgisi, Hillary Clinton’ın Wikileaks belgelerine yansıyan sorularıyla başlamamıştı. Daha 1820’de Kürtler ve Nakşîler üzerine ilk eğilen kişi Britanya’nın Bağdat Konsolosu Claudius James Rich olmuştu. Rich, yaşadığı dönemin tipik Batılı istihbaratçılarındandı: Hem diplomat, hem şarkiyatçı bilim adamı, hem seyyah, hem de ajan… Daha İngiltere’deyken Türkçe, Farsça ve İbranice öğrenmişti. Özel yetiştirilmişti. 1804’te İstanbul ve İzmir’e, sonra da Mısır’a gitmişti. Mısır’da Arapça öğrenmişti. Hindistan’da Bombay’da kalmış ve ardından uzun süre görev yapacağı Bağdat’a yerleşmişti. Kısacası Rich, İngilizlerin tüm operasyon bölgelerinde çalışmış, istihbarat çalışmaları yapmıştı. Fakat üzerinde esas olarak duracağı bölgeyi Bağdat’a geldikten sonra keşfetmişti: Bugünkü Irak’ın kuzeyi… Yezidîler, Kürtler, buradaki Hıristiyan topluluklar ve yeni gelişen Halidî Nakşîlik onun esas ilgi alanıydı. Rich, 1820’de Süleymaniye’yi ziyaret eder. Görünürdeki amaç arkeolojidir fakat ilk iş olarak 1806 ve 1812 yıllarında isyan etmiş olan Babân aşireti reisleriyle görüşür. Bu gezisini “Narrative of a Residence in Koordistan” (Kürdistan’da Bir İkametgâhın Hikâyesi) adlı kitabında anlatır. Kitabın esas ilgi alanı Kürtlerdir. Şeyh Halid’in geniş etkisinden, Kürtlerin gözünde bir evliya olduğundan, Türkiye ve Arabistan’da 12 bin müridi olduğundan övgü ve hayranlıkla bahseder. Yine Halid için “hem dünyevi hem de ruhani lider olarak ülkenin başına geçmeye çalışmasından” şüphe edildiğini yazar. İngiliz ajan potansiyeli keşfetmiştir. Britanya da bu potansiyeli Rich’in raporu doğrultusunda sonuna kadar kullanacaktır… Bu Halidîliğin İngilizlerle kayda geçmiş olan ilk temasıdır. Ama anlaşılan bu ilişki Şeyh Halid’in Hindistan günlerine kadar geri gitmektedir. Bu tarihten itibaren Osmanlı Devleti’nde yaşananlar dikkate alındığında İngilizlerin Kürt Nakşîliği ile nasıl önemli bir damar bulmuş oldukları daha iyi anlaşılır. Artık İngilizler, Osmanlı Devleti’ne daha önce edemedikleri kadar çok müdahale edeceklerdi. Bundan sonra ne oldu? Kürt isyanları artarak devam etti, bunların başındaki aşiret reisleri de genellikle Halidî Nakşî oldu. Bunun yanı sıra Halidîliğin devletin içine sızan kolu özellikle 1826 Yeniçeri kırımıyla Türk Ordusu’nun tasfiye edilmesinde önemli bir rol oynadı. Hatta bununla da kalmadı Türk toplumunun bugün sıkıntılarını halen çektiği ilerici- Claudius Rich id resmi Temsili Şeyh Hal : kitabından çizim Claudius Rich’in ğlı olduğu Şeyh Halid’in ba bir adam Caf aşiretinden gerici bölünmesinin ve Şeriatçı siyasi hareketin temellerini de bu akım attı. Kısacası İngiliz ajan Rich, yaptığı buluşla Osmanlı-Türk toplumunun içine gerçek bir bomba bırakmıştı. Kürtleşen, siyasallaşan ve gericileşen Nakşîlik Böylece İngiliz-Kürt projesinin sonucunda Nakşibendî tarikatı etnik, fikirsel ve toplumsal açıdan tamamen farklılaştı. OsmanlıTürk toplumsal hayatının diğer tarikatlar kadar normal bir parçası olan Nakşîlik artık bir Kürt tarikatı olacaktı. Siyasetin tam içinde konumlanacak, hatta siyasal bir örgüte dönüşecekti. Fikirsel zeminde de klasik Türk tasavvuf anlayışının; müsamahanın, aşkın dışına çıkacak, tam tersine katı bir Şeriatçılığın ilk örneklerini verecekti. Vahhabîlik, Araplar arasında Türk düşmanı bir gericiliği İngilizler adına yaymıştı. Fakat aynı şeyi Türkler arasında yapabilme, Türk devletini ve maneviyatını içerden zedeleme konusunda bir şansı yoktu. İşte Vahhabiliğin yerine getiremeyeceği bu misyon yine İngilizler adına Halidîler tarafından gerçekleştirilmişti. İngiliz destekli Kürt ayaklanmacısı Şeyh Said’den, ABD destekli Barzani’lere, Talabanilere, Altan Tan’lara ve Tayyip’lere uzanan bu NakşîKürt geleneğin kökeni işte bu Anglosakson projesiydi. 26/01/2014 18 ismailbostancioglu@turksolu.com.tr DOSYA İSMAİL BOSTANCIOĞLU Paralel Yargı mı? Hükümet Yargısı mı? Yoksa Bağımsız Yargı mı? Düşünülen tüm değişiklikler Anayasaya aykırı Ortaya atılan tüm tasarılar sistemin dayandığı kuvvetler ayrılığı ilkesine karşıtlık gösteriyor. Yargının büyük oranda yürütmeye bağlanması söz konusu. Ya da yasamaya bağımlı hale getirilmesi. Yargının ne kadar bağımsız olduğu tartışılır ancak düzenleme ile tamamen AKP’ye bağlı bir yargı mekanizması oluşturulacak. Aslında HSYK’nın tümüyle lağvedilip tüm yetkilerinin Adalet Bakanlığına devredilmesi daha tutarlı bir çözüm olarak gözüküyor. 26/01/2014 17 Aralık sonrasında hükümet ile Cemaat’in yargı üzerinden karşı karşıya geldiklerini görüyoruz. Çatışmanın merkezinde ise Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu bulunuyor. HSYK bu süreçte ilk olarak hükümetin adli kolluk yönetmeliğinin değiştirilmesine karşı yayınladığı bildiri ile gündeme gelmişti. Soruşturmaların üst makamlara bildirilmesini zorunlu kılan bu değişikliğe karşı HSYK, bunun soruşturma gizliliğine ve adli kolluk güçlerinin soruşturma sırasınca Cumhuriyet Savcılıklarına bağlı olmasını belirleyen CMK’nın 157, 160, 161. maddelerine aykırı olduğuna dayanarak karşı çıkmıştı. Benzer şekilde hükümetin HSYK’nın yapısı için düşündüğü yasa değişikliğine karşı da Başkanvekili Ahmet Hamsici bildiri yayınlamıştı. Hamsici, açıklamasında yapılması düşünülen değişikliğin kurulu Adalet Bakanlığı’na bağımlı hale getirerek yargı bağımsızlığını ortadan kaldıracağını ve Anayasaya aykırı olduğunu iddia etmişti. Bunun üzerine hükümet de bildirilerin siyasetin işine karıştığını ve kurulun sınırlarını aştığını savunmuştu. HSYK’nın stratejik önemi Hükümetin bu süreçte devlet içindeki kadroları sürekli değiştirerek Cemaat’in yerleşmesini engellemeye çalıştığını gördük. Özellikle Emniyet teşkilatındaki tasfiyelerle hükümetin kendisine yönelik yeni bir operasyona karşı önlem aldığını görüyoruz. Benzer adım yargıda da atılmaya çalışılıyor. Ancak burada durum daha farklı. Çünkü yargı içerisindeki değişiklik doğrudan bakan tarafından gerçekleştirilemiyor. Savcıların mesleğe başlama, yetki, nakil, disiplin ve görevden alınma gibi konularında HSYK söz sahibi. Bu durum doğal olarak hükümetin hareket alanının kısıtlıyor. AKP yaşadığımız sürecin ilerlememesini ve yeniden yaşanmaması için de HSYK’nın yapısını değiştirmeye çalışıyor. HSYK’nın ortaya çıkışı HSYK aslında 1961 Anayasası ile kurulan bir yapı. İlk olarak Yüksek Savcılar ve Yüksek Hakimler Kurulu olarak iki ayrı yapı olarak oluşturuluyor. Yüksek Savcılar Kurulu, Adalet Bakanının başkanlığında Cumhuriyet Başsavcısı, Adalet Bakanlığı Müsteşarı, Adalet Bakanlığı Özlük İşleri Genel Müdürü ve Yargıtay’dan seçilen üç asıl üyeden oluşuyor. Kurul, savcıların özlük işleri, disiplin cezaları, mesleğe kabul ve ihraçları hakkında karar verme yetkisine sahip. Yüksek Hakimler Kurulu ise ilk hali ile on sekiz asil ve beş yedek üyeden oluşuyor. Üye dağılımına baktığımızda ise altışar üyenin Yargıtay Genel Kurulu ve birinci sınıfa ayrılmış hâkimlerce seçildiği, bunlara ek olarak Meclis’in ve Cumhuriyet Senatosu’nun üçer üye seçtiğini görüyoruz. Ancak sonra yapılan değişiklikle bundan vazgeçiliyor ve üyeler sadece Yargıtay Genel Kurulu tarafından seçilmeye başlanıyor. Adalet Bakanı toplantılara katılabilmekte ancak 1971’deki düzenlemeye kadar oy kullanamamakta. 1982 Anayasası ile birlikte bu iki kurulun birleştirildiği görüyoruz. Üye dağılımı ise Yargıtay ve Danıştay Genel kurullarınca belirlenen adaylar arasından Cumhurbaşkanlığınca seçilen beş üye ile birlikte Adalet Bakanı ve müsteşarıyla birlikte yedi kişiden oluşacak şekilde değiştiriliyor. Düzenleme ile birlikte Adalet Bakanı kurulun başkanı, müsteşarı ise tabii üyesi olarak kabul ediliyor ve müsteşar katılmadığı zamanlarda kurul toplanamıyor. AKP’nin 2010 sonrası yaptığı değişiklikler 2010’a kadarki süreçte kurulun yapısının yüksek yargı mensuplarından oluştuğunu görüyoruz. Bakan ve müsteşarın dışındaki tüm üyeler Yargıtay ve Danıştay kökenli. AKP ise esas değişikliği bu noktada yaptı. 2010 referandumu ile yapılan değişiklikle ilk olarak kurulun üye sayısının yirmi ikiye çıkartılarak, adli yargı ilk derece mahkemelerinde çalışan hâkim ve savcılar arasından seçilen yedi üye ile idari yargı ilk derece mahkemelerinde çalışan hakim ve savcılar arasından seçilen üç üyenin daha dahil edildiğini görüyoruz. Bununla birlikte bakanlığa bağlı çalışan Adalet Akademisinden bir üyeyle birlikte, Cumhurbaşkanının atayacağı hukukçu ya da öğretim üyesi dört üyenin daha kurula katılarak yüksek yargı kökenli 19 üyeleri azınlığa düşürülüyor. AKP bu adımla ulusalcı tavır alabilecek Yargıtay ve Danıştay kökenli üyelerin etkinliğini sınırlamayı planlamış olmalı. Bu planın ulusalcılığa karşı tuttuğunu görüyoruz. Çünkü günümüze kadar HSYK ile hükümet arasında bir tartışma yaşanmamıştı. HSYK daha önce tepki gösterdiği Ergenekon gibi davalara karşı tavrını değiştirmişti. AKP aynı zamanda yaptığı bu değişikliği kurulun tabanının genişletilerek demokratikleştirilmesi olarak savunmuştu. Üye sayısı ve bileşimi bu şekilde değişen kurulun üyelerinin seçim sistemi de değiştirildi. İlk olarak her üyenin tek bir adaya oy vermesini öngören tasarı, Anayasa Mahkemesi’nin itirazı ile değiştirilecek, adayların herkese oy atabileceği liste usulü oy verme sistemi getirilecekti. Günümüzde AKP bu sistem sonucu Cemaat’in HSYK’yı ele geçirdiğini öne sürüyor. Kurulda Cemaat’in ne kadar ağırlıkta olduğunu bilemeyiz ancak AKP’nin, kurulu ulusalcıların elinden alayım derken kendi eline tam olarak geçiremediğini görüyoruz. HSYK, Adalet Bakanlığının kontrolüne girecek Hükümetin HSYK için hazırladığı yeni tasarı esas olarak kurulda Adalet Bakanının ve müsteşarının etkinliğinin artmasını hedefliyor. 2010 Referandumu öncesinde bakan istediği toplantılara katılabilirken, düzenleme sonrası sadece genel kurul toplantılarına, onlar da disiplin konuları ile ilgili değilse katılabilmektedir. Bunun dışında dairelerin toplantılarına katılamamaktadır. Yeni düzenleme ile birlikte bakan tüm toplantılara katılabildiği gibi üç dairenin de görev dağılımını kendisi belirleyecek. Dairelerin hangi üyelerden oluşacağının yetkisi HSYK Genel Kurulundan alınarak Bakanlığa verilecek. Bununla birlikte bakan, hangi dairenin hangi dosyalara bakacağına da kendisi karar verebilecek. Ayrıca kurul kararlarına karşı itirazları da kendisi karara bağlayamayacak. Ayrıca daha önce genel kurula bırakılan toplantı gündemi belirleme görevini de bakanlık devralacak. Kurulun ne zaman ve hangi gündemle toplanacağına bakan karar verebilecek. İstemediği zamanlar kurul toplanamayacak ya da çok farklı gündemleri görüşmek zorunda kalacak. Düzenlemede bunların dışında disiplin ile ilgili kararları da bakanın karara bağlaması öngörülüyor. HSYK üyeleri için disiplin soruşturması açma yetkisi tek başına bakanda olacak. Bakan istediği üyeyi görevden alma yetkisine de sahip olacak. Bu konuda şimdiye kadar kararları alan Genel Kurulun tüm yetkilerinin elinden alınması hedefleniyor. Bunlarla birlikte Teftiş Kurulunun da doğrudan bakanlığa bağlanması hedefleniyor. HSYK’da görev yapacak tetkik hâkimlerinin ve kurula atanacak tüm personelin belirlenmesi de bakanlığa bırakılıyor. Böylece AKP, 2010’da yaptığı düzenlemeleri eski haline getirmeyi planlıyor. Sadece Bakanın değil müsteşarın da yetkileri artırılıyor 2010 Referandumu sonrasında müsteşarın kurul çalışmalarındaki etkisi azaltılmıştı. Öncesinde müsteşarın katılmadığı toplantılar yapılamıyordu. Hatta 2007 yılında Cemil Çiçek’in bakanlığı sırasında boş olan Danıştay ve Yargıtay üyelerinin seçiminde Kurul ve bakanlık arasında anlaşmazlık yaşanmıştı. Kurulun bakanlığın dışında karar almasını engellemek için dönemin müsteşarı toplantılara mazeretsiz olarak katılmayıp kurulun karar almasını engellemişti. Benzer bir olay da 2010’da Sadullah Ergin’in bakanlığı sırasında yaşanmıştı. Müsteşar bir toplantıyı terk etmiş, bir başka toplantıya da katılmayarak kurulun çalışmasını engellemişti. Kurula toplantı için gündem de gönderilmemişti. Dönemin HSYK Başkanı Kadir Özbek “Bakanlık bizi gözden çıkardı, kararname çıkartmamızı istemiyorlar.” açıklamasında bulunmuştu. müsteşar daire üyelerinin çoğunluğunun değil, sadece toplantıya katılanların oy çokluğu ile başkan seçilebilecek. Bu sayede bakanın dışında bir de müsteşar üzerinden hükümetin etkisi artacak. Yürütmenin dışında yasamanın da etkisi artırılmaya çalışılıyor AKP’nin kanun tasarısı Meclis Adalet Komisyonu’nda şiddetli tartışmalara sebep olurken bir yandan Başbakan tarafından RTÜK modeli savunulmaya başlandı. Bu modele göre HSYK üyelerinin Meclis’in göstereceği adaylar arasından seçilmesi öngörülüyor. HSYK’da görev almak isteyenler Meclis’e başvuracak ve buradaki partiler tarafından aday gösterilerek seçilecek. Doğal olarak bu modelle HSYK yapısı Meclis’teki siyasi dağılımı yansıtacak şekilde olacak. Her ne kadar oylamanın nitelikli çoğunluk olan üçte iki oranı ile yapılmasının mecliste uzlaşmaya yol açacağı ve partizan bir yargıyı engelleyeceği öne sürülse de nasıl sonuçlara yol açacağını kestirmek zor değil. Özellikle RTÜK’teki sonuçlar ortada. Bununla birlikte oran ne olursa olsun bu modelin yargıyı tamamen siyasileştireceği ortada. Düşünülen tüm değişiklikler Anayasaya aykırı Ortaya atılan tüm tasarılar sistemin dayandığı kuvvetler ayrılığı ilkesine karşıtlık gösteriyor. Yargının büyük oranda yürütmeye bağlanması söz konusu. Ya da yasamaya bağımlı hale getirilmesi. Yargının ne kadar bağımsız olduğu tartışılır ancak düzenleme ile tamamen AKP’ye bağlı bir yargı mekanizması oluşturulacak. Aslında HSYK’nın tümüyle lağvedilip tüm yetkilerinin Adalet Bakanlığına devredilmesi daha tutarlı bir çözüm olarak gözüküyor. AKP yapmayı düşündüğü değişikliklerin anayasaya aykırılığını, Cumhurbaşkanlığından ya da Anayasa Mahkemesi’nden döneceğini tahmin ediyor olmalı. Buna rağmen değişiklikte ısrar ediyor. Tasarı yasalaştığı anda geri dönene kadar tüm HSYK kadrolarını değiştirecek ve Cemaatçi olduğundan şüphelendiklerini görevden alacak. Yasa geri dönse dahi bu düzenleme yanına kâr kalacak. Sonuçta yargı içerisinde Cemaat’in belli bir gücünün olduğunu görebiliyoruz. AKP de bunlarla ciddi bir mücadeleye hazırlanıyor. Ama bunu yaparken tek adam diktatörlüğüne uygun bir yargı mekanizması oluşturmaya da hazırlanıyor. Herhalde uzun bir süre AKP’nin ya da Cemaat’in uzantısı dışında bağımsız ve saygın bir yargı sistemi nasıl yaratabileceğimizi düşünmemiz gerekecek. Yeni düzenleme ile müsteşara eski yetkisi geri verilmiyor ama herhangi bir dairenin başkanı olmasının önü açılıyor. Hatta 26/01/2014 20 tamerisitir@turksolu.com.tr GÜNDEM TAMER IŞITIR AKP gider devlet kalır! AKP’nin gerileyişi Onlara çağrımız ise açık ve nettir: Ebedi devleti savunun, onu muhafaza edin, adem-i fanileri değil! Kendisini devletine sadık görenler, vatanlarının evlatları olsunlar! Milletlerine tabi olsunlar! Kendisini Tayyip Erdoğan’a bağlı hissedenlerse Emine Erdoğan’dan rol çalmaya devam etsinler... 26/01/2014 Gezi isyanıyla saltanatı sarsılan AKP hükümeti, 17 Aralık’ta başlayan yolsuzluk ve rüşvet operasyonuyla da büyük bir darbe aldı. Cemaat’in salvolarına iktidar olanaklarıyla karşılık veren AKP’de, yerel seçimler öncesinde bir tedirginlik hakim. Bu tedirginliğin sebebi ise karşısına aldığı kesimlerin, özellikle de Gülen Hareketi’nin seçimlerde nasıl bir tasarruf göstereceği ve muhafazakar kitlenin oy verme eğiliminin önceki seçimlerde olduğu gibi yine AKP’den yana olup olmayacağı. AKP iktidara geldiğinden beri, kendisini muhafazakar, liberal, milliyetçi ve hatta “solcu” olarak niteleyen birçok farklı çevreden oy aldı. Bu durumun bilinen birçok nedeni var. Bununla birlikte yıllar yılı sürekli güçlenen, büyüyen bir grafik yakalayan AKP, son genel seçimde %50 oy alarak, kendi seçim grafiğinde en üst sınıra dayanmıştı. Bahsettiğimiz büyümeye benzer bir oranla, iktidar baskıları ve faşist uygulamalar da artıyordu. Ancak tüm baskı ve zorlamalara rağmen, AKP’nin ve Tayyip Erdoğan’ın ikna edemediği yine %50’lik bir muhalefet gücü de direnişteydi. Ancak MİT operasyonlarına kadar uzanan, dersane çatışması ve 17 Aralık operasyonuyla süren tarihi bir savaş, muhalif cepheye en büyük ittifak kuvvetinin de dahil olmasına neden oldu. 12 yıldır omuz omuza yürüyen AKP ve Cemaat, kanlı bıçaklı düşmanlar oldular. Muhafazakar seçmenlere tuzak Seçimlerin en önemli belirleyici unsurlarından birisini karşısına alan AKP, Suriye meselesi başta olmak üzere dış politikadaki tutumuyla da, uzunca bir süre kendisine tahammül eden Batılı güçlerin, desteğini çekmesine de sebep oldu. Üzerine bir de ekonominin kötü gidişatı eklenince, AKP açısından pembe bir tablo çizmek pek de mümkün görünmüyor. Peki ya AKP’ye oy veren vatandaşlar? Onların nasıl davranacağı en önemlisi. Bu süreçten AKP’nin güçlenerek çıkmak şöyle dursun, zayıflayıp kan kaybedeceği aşikar. Son olaylardan sonra Cemaat’ten yana tavır alıp istifa eden AKP’li milletvekillerine son bir haftada Adana, Kahramanmaraş ve Diyarbakır’dan gelen istifalar da eklendi. Bu gelişmeler seçimler hakkında da bize bazı işaretler veriyor. Fakat son günlerde AKP savunucusu kesimlerde, seçimlerde yine AKP’ye oy verilmesi için farklı bir argüman dillendiriliyor. Denilen şu: Yolsuzluklar yapılmış olabilir, ekonomi kötüye gidebilir, Hocaefendi’yle aramız bozulmuş olabilir fakat; bu dönemde AK Parti’yi savunmak devleti savunmaktır. Dış mihraklar uluslararası bir tezgahla Erdoğan’ı devirmeye çalışıyor, bu yüzden AK Parti’nin arkasında durmak gerekir. Muhafazakar tabanda oluşan kafa karışıklığı ve soru işaretleri, böylesi bir aidiyet güdüsü ve savunma hissi yaratılarak aşılmaya çalışılıyor. Geçtiğimiz hafta Yeni Şafak Gazetesi’nde Alev Alatlı’yla yapılan röportajda, Alatlı’nın kullandığı “En kötü devlet bile devletsizlikten iyidir” ifadesi de bu propagandanın başka bir versiyonu. Bu demek oluyor ki; AKP çevrelerinde son bir yıldır gözle görülen bir rahatsızlık var, politikalar beğenilmiyor, kabullenilmiyor, benimsenmiyor. Ama ne olursa olsun taban bunları düşünmemeli ve “sağlam irade”yi desteklemeli. AKP merkezi otoritedir, devletleşmiştir. AKP’nin yıkılması demek devletin yıkılması demektir. Kurnazca bir propaganda... Devlet yanılsaması Ne de olsa Türkler daima devletine sadık kalmış, en güç zamanlarda devleti için canını seve seve feda etmiş bir millet. Huzurun ve refahın tesis edilmesi, sürmesi ve bozulmaması için refleksif olarak muhafazakar tavırlar alabilen bir yapısı olduğu tecrübeyle sabit. Fakat AKP’nin ayakta kalması için ortaya atılan bu tür söylemler kitlenin ikna olması için yeterli olabilir mi göreceğiz. Peki AKP gerçekten devleti temsil ediyor mu? Devlet dediğimiz organizma; bir insan topluluğunun belirli bir toprak parçası üzerinde birbirleriyle ve çevreyle olan ilişkilerini düzenlemek amacıyla kurduğu idari bir düzeni ifade eder. Tamam. AKP 12 yıldır ülkeyi 21 yönetiyor olabilir. Devletin tüm kurumlarını idare ediyor olabilir. Belirli bir halk desteği ve oy potansiyeli de olabilir. Ama seçimlerle idareyi oluşturan partiler sadece hükümeti temsil edebilir. Bu ise onlara verilen yürütme sorumluluğudur. Dolayısıyla geçici bir görevlendirmedir. Devlet yıkıcısı AKP Yani partiler geçici, devlet kalıcıdır. Devlet fikrinin esas unsuru da egemenlik kaydıdır. Cumhuriyetin tek hakimiyet makamı ise milletten başka bir şey değildir. Haliyle Tayyip Erdoğan’ın da AKP’nin de, devletin yegane temsilcisi olduğu iddiasının pek bir doğruluk payı yoktur. Kaldı ki, AKP’nin esas misyonu devlet savunuculuğu değil devlet yıkıcılığıdır. kurup ceza vermeden salıveren, bir de üstüne iş verip maaş bağlayan hükümet mi adaleti tesis ediyor? Daha en genel görevlerini bile yerine getirmeyen iktidarın, nasıl oluyor da devleti temsil ettiğine inanmamızı istiyorsunuz bizden? Paralel millet Aylardır “paralel devletlerle” yatıp yolsuzluklarla kalkıyoruz. Siz daha kendi kurumlarınızı koruyamıyor, kollayamıyorsunuz. Cemaatçiler yıllardır her kurumuna yerleşmiş, iş tutuyor. Utanmadan da size umut bağlayanlardan yeniden oy vermelerini istiyorsunuz. Önce göz yumdunuz, razı oldunuz, yoldaşlık ettiniz. Şimdi devran döndü, birbirinizi yiyorsunuz. Sonra da dönüp diyorsunuz ki “biz devletiz, devletinizi savunun...” Yok öyle yağma! Bir Batı darbesiyle iş başına geçen AKP iktidarı, PKK’nın ortağı sayılabilecek işbirlikçi karakteriyle, bölücü unsurların en tepesindeki suç çetesidir. Türkçe Olimpiyatları’nda “Hocefendi’ye” selamlar çakarken, ağlayıp zırlarken iyiydi. Şimdi dönüp Fethullahçıları “paralel devlet” kurmakla suçluyorsun. Peki devletin yürütme gücünün başı olarak, AKP iktidarı asli görevlerini layıkıyla yerine getiriyor mu? Adamlara devleti paralelize ettiler diye saldırıyorsun; sen yıllardır benim yüzde ellim, karşı yüzde elli diye milleti paralelize ettin, sana dokunan yok! Mesela halkın emniyeti gerçek manasıyla sağlanıyor mu? Halka zarar veren terör örgütlerinden halkı koruyabiliyor mu? İnsanların can ve mal güvenliğini koruyucu tedbirler alabiliyor mu? Elbette koca bir “hayır”! Bırakın emniyeti sağlamayı aksine; bu millete TOMA’larıyla, biber gazlarıyla, panzerleriyle her fırsat bulduğunda saldıran, sokak ortasında gencecik çocuklarının dövülerek öldürülmesine seyirci kalan, teröristlerin attıkları molotof kokteylleriyle güzelim kızlarımızın yanarak can vermesine suskun kalan bir hükümetle karşı karşıyayız. Evet katil bir iktidar tarafından yönetiliyoruz yıllardır. Ya adalet!? Kendi ordusunu, askerlerini hapseden, zindanlarda o şerefli komutanların ölüme razı olmasını isteyen; ama konu PKK’lı eşkıyalara gelince özel mahkemeler Aptal mıyız biz Tayyip Efendi! Köşeye sıkışınca her sorunun altında bir dış mihrak arıyorsun, ama o dış mihrakların seni zamanında nasıl da desteklediklerini, pohpohladıklarını unutmamızı istiyorsun. izleyecek değiliz. İnsanlarını katleden iktidarlarda devleti yaşatmaları beklenemez. Muhafazakar seçmenlerin görevi Devletin tüm yönetim aygıtları deforme olmuş, ülke yeniden “fetret” devrine girmiştir. Bu dönemde belirleyici güç bugüne kadar AKP’ye bir şekilde oy vermiş samimi vatandaşlarımızdır. Onlara çağrımız ise açık ve nettir: Ebedi devleti savunun, onu muhafaza edin, adem-i fanileri değil! Kendisini devletine sadık görenler, vatanlarının evlatları olsunlar! Milletlerine tabi olsunlar! Kendisini Tayyip Erdoğan’a bağlı hissedenlerse Emine Erdoğan’dan rol çalmaya devam etsinler... Biz Türklerde devlet kutsaldır. Varlığı ebedidir. Kimseye dokundurtmaz, bir halel gelsin istemeyiz. Eyvallah! Gel gelelim, “insanı yaşat ki devlet yaşasın” düsturuyla yaşayan atalarımızın mirası da; bu diktatör bozuntusunun iktidar ve otorite hırslarına terk edilemez. Bu milletin hafızasıyla dalga geçmeyin! Er ya da geç yaptıklarınızın hesabı sorulacak. Çok da vaktiniz kalmadı. Biz Türklerde devlet kutsaldır. Varlığı ebedidir. Kimseye dokundurtmaz, bir halel gelsin istemeyiz. Eyvallah! Gel gelelim, “insanı yaşat ki devlet yaşasın” düsturuyla yaşayan atalarımızın mirası da; bu diktatör bozuntusunun iktidar ve otorite hırslarına terk edilemez. Kaldı ki, emperyalistlere yıllarca kulluk etmiş bir külhanbeyinin ülkeyi yıkıma götürmesini sessizce 26/01/2014 22 turkkayaataov@turksolu.com.tr YURT ve DÜNYA Prof. Dr. TÜRKKAYA ATAÖV Doğu komşumuz İran İran’a odaklanalım. Komşu İran’da yolsuzlukla ilgili birtakım yasal araştırmaların başlamış olmasını da şimdilik bir yana koyalım. Tahran’a her şeyi kabul ettirmek yanıltıcı bir düştür. Şah yılları çok geride kaldı. ABD gerçekçi olmalı, bu barışçı çözüm şansını, en azından kendi çıkarı gereği, harcamamalıdır. Bölgenin komşu devleti olarak bizin beklentimiz ve çıkarımız da barışçı yöntemin benimsenmesi ve İran’a hakça davranılmasıdır. Dünya siyasetinin gündeminde doğu komşumuz İran ile batı komşumuz Yunanistan bir süredir önemli yer tutuyorlar. Bizi de yakından ilgilendiren Yunanistan’ın bunalımlarını bir sonraki yazıya bırakarak, bu yazıda baskı altındaki 26/01/2014 Bu aşamada İran’a ilişkin daha önemli konu bu ülkenin nükleer araştırmalar yapma hakkı, bununla bağlantılı olarak ABD’yle yürütmeğe başladığı görüşmeler ve bunların olası sonuçlarıdır. İran’la ABD’nin nükleer programa ilişkin olarak bir ara-anlaşmaya varabilecekleri düşünülebilir. Bu çözüme İsrail, Suudî Arabistan, öteki Körfez krallıkları ve ABD’nin içindeki aşırı tutucularla dış siyasetteki şahinler karşıdır. Ancak, cumhurbaşkanlığını geçen Ağustosta almış olan Hasan Ruhani ile Obama böyle bir yakınlaşmayı her iki ülkenin çıkarları gereği görüyorlar. Her ne kadar Obama Afganistan’daki savaşı ve orada Amerikan askerinin varlığını daha on yıl sürdürmek yanlısıysa da, o ülkedeki kamuoyu yoklamaları halkın savaştan yana olmadığını açıkça gösteriyor. Halkın desteği hiçbir zaman bu denli düşük olmamıştı. Bu nedenle, Obama yönetimi bir de İran’la savaşı kolay kolay göze alamıyor. ABD-İran anlaşması, yani barışçı çözüm bu nedenle Amerikan yöneticilerinin çıkarınadır. İran’a gelince: Anlaşma ekonomik yaptırımlardan büyük sıkıntı yaşayan İran’a bir ölçüde rahatlık sağlayacaktır. Yaptırımlar İran halkını Küba, Irak, Libya ve Sudan örneklerinde de görüldüğü gibi, büyük sıkıntılara sokar. Bağdat’taki hükümet yıllarca okullar için dışarıdan kurşunkalemi bile getirtememişti. Irak ve Libya’da çocuk, yaşlı ve hasta ölümleri hızla tırmandı. O yıllarda, dört kişi BM’nin Viyana merkezinde bu gerçeğin altını çizen uzun konuşmalar yapmış ve metinlerimiz bir kitap olarak hemen ardından basılmıştı. Irak’a ambargo komşu Türkiye’nin ekonomisini büyük zararlara uğrattığından, benim uzun açıklamam daha çok bu noktanın altını çizmişti. Yugoslavya’da uygulanan yaptırım da Macaristan’ı zarara soktuğundan, benim tebliğim Macarcaya çevrilip bir de Budapeşte’de küçük bir kitap olarak basılmıştı. Ne var ki, uluslararası topluma egemen olan önderler geçmiş gerçeklerden gerekli dersleri almıyorlar. Bu kez, İran bir yanı ağır basan bir bunalıma itiliyor. İran için önemli aşama nükleer aygıtta kullanılacak uranyumu, az da olsa, gerekli ölçüde “zenginleştirme” hakkını kabul ettirmesidir. İran uzun süre nükleer silâhların yayılmasını önleme antlaşmasında “zenginleştirme hakkı”nın olduğu kanısındaydı. Dışişleri Bakanı Muhammet Cevat Zarif ise, şimdi bu hakkın resmiyete geçmesinde ısrarlı olmayacaklarını söylüyor. Bence, şu nokta önemlidir: Obama’nın görüşmeleri yürüten takımının, yeni İran Cumhurbaşkanıyla Dışişleri Bakanının bu görünürdeki yumuşak tavrına bakarak, kozlarını daha başından baskıcı biçimde kullanmağa çalışmaları barışçı anlaşma kapısını kapatır. ABD görüşmecilerinin işe önyargılarla başladıklarını söylemek abartma değildir. Onların görüşüyle İran terörü destekleyen bir devletti. Böyle düşünen ABD’li diplomatlar yıllardır aynı İran’la ilişkileri sürdürmüyor, bu nedenle değişmekte olan bu ülkenin nabzını gereği gibi tutamıyorlar. Oysa, İran heyetindeki görevliler Batı’yı da iyi tanıyan uzman kişilerdir. Görüşmeler İngilizce olmakta, bu dili ABD ve Britanya üniversitelerinden doktoraları bulunan İranlılar da iyi bilmektedirler. Bu koşullarda, ABD tarafı şu yanlış yargının kurbanı olabilir: Ekonomik yaptırımlar İran’ı öylesine zor duruma sokmuştur ki, Tahran Vaşington’un her istediğini onaylamak zorundadır. İşte, bu yaklaşım barışçı bir çözümü daha başından fitiller. Kuşku yok ki, İran yaptırımların kalkmasını istiyor. Ama Tahran, İsrail’le Vaşington’daki şahinlerin istediklerine teslim olma niyetinde değildir. Obama yönetimi bu yola saparsa, anlaşma seçeneğini daha başında yitirir. Yaptırımlar ağırdır, ama bunun baskısını abartmak gerçekçi olmaz. Unutmamalı ki, İran’da da ABD’yle anlaşmaya varmaya karşı kendi şahinleri de vardır. Tahran’a her şeyi kabul ettirmek yanıltıcı bir düştür. Şah yılları çok geride kaldı. ABD gerçekçi olmalı, bu barışçı çözüm şansını, en azından kendi çıkarı gereği, harcamamalıdır. Bölgenin komşu devleti olarak bizin beklentimiz ve çıkarımız da barışçı yöntemin benimsenmesi ve İran’a hakça davranılmasıdır. 23 eserozaltindere@turksolu.com.tr ULUSAL KALE ESER ÖZALTINDERE “Eski piyon AKP” out, yeni piyon CHP” in Son günlerdeki moda söylem şudur: “Gitsinler de nasıl giderlerse gitsinler. İsterse iplerini emperyalistler çeksin, ama gitsinler, sonrasını ise bilâhare düşünürüz....” Kabul, gitsinler ama, gelecek olanları da iyi tahlil etmemiz gerekiyor. Yoksa yine tufaya düşeriz. Son dönem yolsuzluk ve rüşvet günlerinde, Büyükelçi Ricciardone’ye atfedilen bazı haberler öne çıkmıştı. Buradaki Ricciardone’nin söylemleri şöyleydi; “Halkbank’ın İran’la ilişkilerinin kesilmesini istedik. Dinlemediler. Bir imparatorluğun çöküşünü izliyorsunuz.” Demek ki, “AKP imparatorluğunun çöküşü” için düğmeye basılmış. Oysa, emperyalistlerin “has adamı” Erdoğan; Arap Baharından tutun da, tüm Cumhuriyet karşıtlarının ileride kullanılmak üzere örgütlenmesine, kendileri için tehlike olabilecek “ulusalcı kesimlerin ve subayların” pasifize edilmesine, çok korktukları Atatürk Cumhuriyeti’nin “ulusalcı değerlerinin” yok edilmesine, dilinden yerleşim isimlerine, eğitimine kadar “Kürt milliyetçiliğinin” ve Kürtçülüğün tavan yapmasına kadar neyi “hayal etmişlerse” hepsini hem de “eksiksiz olarak” kendilerine hediye etmişti. Geriye de zaten verilecek bir şey kalmamıştı. Ondan sonra başa getirilecek iktidarların tek gerçekleştireceği iş; “bunları korumak” ve üzerine yeni eklemeler yapmak olacaktı. O yüzden de Tayyip’in gitmesinde çok büyük sakıncalar yoktu. Evet, bunlar tamamdır da, acaba Tayyip Erdoğan’ın yerinin doldurulması nasıl olacaktır? Esasında bu oluşum, daha Kılıçdaroğlu’nun Genel Başkanlığa taşındığı zaman gerçekleştirilmeye başlanmıştı. AKP iktidarı döneminde; AKP’nin dayandığı “İslamcı Sermayenin” dışında kalan ve pasta paylaşımındaki payı azalan “Büyük Sermayenin” rahatsızlığı öne çıkmıştı. Tabii ki, bunların tümü de gerçekte ABD’nin kompradorluğunu yapmaktadırlar. Ancak, Anadolu kaynaklı ve çoğunluğu İslamcı özelliğe sahip sermayenin büyütülerek “sisteme sokulması” ve bir “blok gücü” hâline getirilmesi AKP iktidarı döneminde olmuştur. Bunların böylesine güçlenmesi hem “total” sermaye gücünü arttırmış, hem de bu iki grubun siyasî oluşumlarıyla beraber dönem dönem birbirlerine karşı kullanılması avantajını ABD’ye vermiştir. İşte bu süreçte Kılıçdaroğlu’nun CHP’sine aynı zamanda “Büyük Sermaye”yi temsil etme misyonu da yüklenmiştir. Çünkü, AKP karşısında hiçbir “yeni” bir “merkez sağ” parti oluşturma girişimi başarıyla sonuçlanamamıştır. Cem Uzan’ın anında işi bitirilmiş, Ağar, tam DYP’yi kıvama getirecekken Erkan Mumcu operasyonu düzenlenmiştir. Bu durumda, belli bir oy potansiyeliyle geleneğe sahip CHP’nin bünyesi değiştirilerek ve “ideolojik yapısı” deforme edilerek istenilen formata sokulması öngörülmüştür. Bu operasyonda MHP’nin tercihi söz konusu değildir. Çünkü, uygun dizaynda ve güçte bir parti değildir. Bu dönüştürme için yapılan ilk iş; ulusalcı güçleri ve onun o an ki lider temsilcisi Baykal’ı devre dışı bırakmak olmuştur. Bunun için önce yasal yollar denenmiş ve Baykal’ı Sarıgül’le kongrede alaşağı etme girişimleri bir işe yaramayınca, kaset komplosu düzenlenmiştir. 8 yıl öncesinden hazır bekletilen “aşk hikayesi” kes-yapıştır eklemeleriyle piyasaya sunularak daha önce kamuoyuna tanıtılmış, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı adaylığı ve Dengir tartışmasıyla rüştünü ispat etmiş, dolayısıyla en hazır durumdaki Kılıçdaroğlu Genel Başkanlığa taşınmıştır. Bugün yaşanılan “paralel devlet” skandalı da zaten, o kaset operasyonunun bir istihbarî organizasyon olduğunu çok net bir şekilde ortaya koymaktadır. Kılıçdaroğlu aynı zamanda, CHP’deki liberal ve Kürtçü değişimi gerçekleştirebilecek bir profile de sahiptir. Ama en önemlisi “koyu bir Dersimci” oluşudur. Tam “geçiş dönemine” uygundur. Ulusalcı kadroları büyük ölçüde tasfiye ederek parti içerisine; Gürsel Tekin, Sezgin Tanrıkulu ve Atatürk ile CHP’yi “Dersim soykırımıyla(!)” suçlamaktan çekinmeyen Hüseyin Aygün gibi Kürtçülerle liberalleri doldurmuştur. Bir de Cemaatçi sokmuştur ancak, erken öttüğü için devre dışı kalmıştır. Özetle ulusalcı ideolojiden uzaklaştırılarak her görüşten kişilerle “süslenmiş” bir “merkez sağ” partisi oluşturmaya soyunulmuştur. Geçmişte Baykal tarafından Genel Başkanlığı engellenen Sarıgül’ün tekrar partiye monte edlmesi ise işin en can alıcı noktasıdır. Sarıgül emperyalistlerin arayıp da bulamadıkları türdendir ve ihtiyaçları olan “her türlü görüşü” içinde barındıran “merkez sağ” partiye uygun bir lider profili sunmaktadır. Cemaat’le ilişkilerini kendisi bir gazeteciye itiraf etmiştir. Bir televizyon programında ise BDP’ye oy verenlerin % 65’inin oyunu alacağını ileri sürmüştür. Öyleyse, onun da Kürtçü bir yanı olsa gerektir. Kılıçdaroğlu’nun bir Amerikalı gazeteciye; “Çıkması durumunda daha karizmatik bir kişiye Genel Başkanlığı devredebileceğini” açıklaması da enteresandır. Bu kişi de herhâlde Sarıgül’den başkası değildir. Aynı röportajda Kılıçdaroğlu, Gülen hareketiyle ittifak konusuyla ilgili bir soruya da; “..biz hükümetten baskı gören tüm grupların yanındayız, buna sizin bahsettiğiniz de dahil...” şeklinde yanıt vermiştir. Hakan Şükür’ün istifası döneminde alelacele ABD’ye gitmesi de Gülen’le ittifak konularını gündeme taşımıştır. Hemen bu ziyaretin ardından da, Ricciardone ile ABD Büyükelçiliği rezidansında öğle yemeğinde bir araya gelinmiş ve sonrasında ise 1,5 saatlik toplantı yapılmıştır. Bu “ABD’ye biat ve teslimiyet” gösterilerinin aynıları AKP’nin iktidara geldiği dönemlerde de bu şekillerde gerçekleştirilmişti. Şimdi de benzer tiyatro Kılıçdaroğlu CHP’siyle oynanmaktadır. Bütün bu olayları arka arkaya sıraladığımızda da; Cemaat, ABD ve bugün için Kılıçdaroğlu, yarın için ise “Sarıgül CHP”sinin dayanışması ortaya çıkmaktadır ki, bu da “yeni emperyalist piyonunun” “CHP” olacağını göstermektedir. Evet, Tayyip Erdoğan ve AKP ne pahasına olursa olsun gitmelidirler ama, bu gerçeklere de gözler kapanmamalıdır. 26/01/2014 24 ORHAN ÖCALGİRAY Bu akşam her yer ATATÜRK ÇİÇEKLERİ ATAM!.. Bu gece, sıcak evimizde, ailemiz ve dostlarımızla, neşe içinde, yeni bir yılı karşılamaya hazırlanıyoruz. Mutluyuz, neşeliyiz, ve etrafımızda, kıpkırmızı renkleriyle ATATÜRK ÇİÇEKLERİ Kalbim senin sevginle dolu, gözlerim buğulu, Hayalimde, yıllar önce, 11 yaşımda, seninle karşılaştığım o inanılmaz günün taptaze anısı, yanağımda senin elinin sihirli dokunuşu ve gözlerimde o hiç unutamadığım bakışlar Geçen yıllar boyu defalarca, milyonlarca kez aklıma gelen ve her seferinde tüm vücudumu derin bir heyecanla sarsan, tarifi zor bakışlar Bugün bile düşünüyorum da, öyle derin, öyle anlamlı, öyle mavi gözler.... Sanki çakmak çakmak ateş saçan, aynı zamanda kocaman bir kuvvet olup insanı sarıp sarmalayan, kızgın mı? Sevecen mi? Yoksa içinde, açığa vurulmamış kopan fırtınalardan bir parça hüzün mü? 26/01/2014 Ne olduğunu çözemediğim ama gözlerimden hiç ayrılmasını istemediğim o bir çift mavi göz Derin ve insanın içini titreten bakışlar O haşmet, O bedeninden yükselip tüm çevresini etkileyen kuvvet, O insanı ürküten, ama aynı zamanda hayran bırakan, O mütevazi, O şevkatli insan, O, ATATÜRK! ATAM, Yıllar oldu bu topraklarda özgürce, keyfimizce, istediğimizce, başımız dik yaşadığımız. Yıllar oldu sensiz ama senin yolunda yürüdüğümüz. Yemin ettim yeni yetme bir delikanlıyken, Hani seninle karşılaştığımız o gün var ya. O gün yemin ettim ATAM, nefes aldığım her gün seni yaşatmaya, senin yolunda yürümeğe ve bu vatana senin gibi sahip çıkmaya yemin ettim ATAM, Senin ve senin askerlerin sayesinde, canını hiç tereddüt etmeden vatan yolunda veren şehitlerinin sayesinde, yaşamlarını düşman kurşunları ve toplarıyla kaybeden atalarımın, özgürlüğün, vatanın, bayrağın ne demek olduğunu bilenlerin ve bu uğurda ölenlerin sayesinde bu topraklar vatan, bu devlet Cumhuriyet oldu ATAM. Ben bu sayede bir Cumhuriyet çocuğu olarak büyüdüm, Bu özgür topraklarda okudum, Yetiştim, 25 adam oldum, işim oldu, aşım oldu, param oldu, sonunda bir Orhan Öcalgiray oldum. Her şey senin sayende ATAM ! Bu ülkede nice Orhanlar, Ahmetler, Mehmetler, Hasanlar, Hüseyinler yetişti ATAM ! Hepsi senin sayende. Kendi toprağımız, kendi buğdayımız, kendi ekmeğimiz, kendi trenimiz oldu. Ama en önemlisi; özgürce yaşadığımız bir vatanımız, Al kırmızı bir bayrağımız oldu, Yine senin sayende ATAM. Ben, bir asıra yakındır yaşıyorum. Bu vatanda ne kazandıysam yine bu vatanın kalkınmasına harcamaya çalıştım. Senin bize bahşettiğin bu yüce vatanda, ben de çorbada tuzum, ekmekte unum olsun istedim. Çok çalıştım ama senin yolunda yürüyen pek çok da genç yarattım. Ve şimdi bir avuç kendini bilmez, din deyip, akıl almaz senaryolar üretip, seni yok etmeye çalışıyor. Bana yılların yorgunluğu değil, ama bu çok ağır geliyor ATAM, inan ki canımı en çok bu yakıyor. Ve içimdeki aşk ve isyan o kadar büyüyor ki, alıp elime silahımı, yürümek istiyorum seni yok etmeye kalkanların üzerine. Seni yok etmek istiyorlar ATAM, seni silmek istiyorlar, bu ülkeyi bölmek, bizi bitirmek istiyorlar. Ama ne ismini sildirmekle, ne resmini kaldırmakla, ne seni yok saymakla seni bizden alamazlar. Sen bizim canımız, sen bizim kanımız, sen bizim varoluş sebebimizsin ATAM. Bugün, senin düşmanlarının yaptıkları rezaletler açığa çıkınca, yolun sonuna geldiklerini görüyorum, Yaptıklarının hesaplarını bir-bir verecekleri günün çok yaklaştığını hissediyorum. Yorgun bedenim bu duyguyla canlanıyor, Ve sana hıyanet içinde olan herkesi lanetliyorum. Ve inanıyorum ki SEN, bu dünya varolduğu sürece hep biricik ATAMIZ olarak kalacaksın. Seni asla silemezler, sildirmeyiz. Seni asla yok edemezler, yok ettirmeyiz. Bu ülkeyi asla bölemezler, böldürmeyiz. Seni asla unutturamazlar, unutmayız Bak evime, her yerde sen varsın ve her yerde bayrak. Sadece evimde değil, kalbimde, aklımda, benliğimde, yaşadığım her gün, nefes aldığım her saniye, SEN, benimlesin ATAM. Sana olan hayranlığım, sana olan sevgim, sana olan minnetim ve sana olan özlemim, her geçen yıl biraz daha artarak çığ gibi büyüyor. Bu akşam, dostlarımla biz, yine seni anıyoruz ATAM. Kadehimi, senin şerefine kaldırıyorum, Seni özlemle anıyorum ve etrafıma bakıyorum, bu akşam her yer ATATÜRK ÇİÇEKLERİ. 26/01/2014 26 Feyzullah Budak’la söyleşi: Mağcan, Orta Asya Türklerini birliğe davet ediyordu SÖYLEŞİ Mağcan, Atatürk’ün ruh ikizidir TÜRKSOLU: Hocam, Mağcan’ı sizin kitaplarınızdan ve anlatımlarınızdan öğreniyoruz. Fakat maalesef milliyetçi kesim açısından bile az tanınan Mağcan’ın Atatürkçü-sol kesimler tarafından neredeyse hiç tanınmadığı da bir gerçek. Bu nedenle çok temel olarak Mağcan Cumabay’ı Türk okuruna nasıl tanıtırsınız diye sorarak başlayalım isterseniz. Mağcan’ın bizim için önemi nedir? Feyzullah BUDAK: Biliyorsunuz 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla beraber dünyada yeni bir şekillenme ortaya çıkmıştı. Dünyanın asırlardan beri alıştığı ve içerisinde yaşamayı öğrendiği iki kutuplu dünya düzeni birdenbire yok oldu ve tek kutuplu bir dünyaya dönüştü. Bunun çok büyük sancıları da oldu. Çünkü insanlık böyle bir şeye alışık değildi ve birileri de bu düzeni, tek kutup olmanın avantajlarını istismar ediyordu. Tam da insanlık eski düzenini özlerken ve onun için arayışlar içine girerken bizim devletimiz ve milletimiz için 26/01/2014 bir fırsat oluşmuştu. Çünkü bozulan ve yeniden şekillenen düzende Türk milletinden başka, şartları yeni bir odak oluşturmaya uygun bir millet ve devlet dünya üzerinde yoktu. Ancak biz vardık ve bizim dışımızda altı tane daha devlet vardı. Nüfusu bizden fazla olan ve bizimle aynı soydan, aynı kökten gelen insanlar vardı. Ve bu coğrafya da bizim 5-10 katımız kadardı. Sadece Kazakistan bile Türkiye’nin 3,8 katıydı. Fakat Türkiye enstrümanlarını çok iyi kullanamadı, bu avantajı çok iyi değerlendiremedi. Öbür taraflara hiçbir suç yükleme imkânımız yoktur çünkü onlar bambaşka bir ortamın içerisinden çıkıp gelmişlerdi. Çok yanlış bir eğitimden geçmiş olmaları bile başlı başına bir sebepti. Tam da böyle bir ortamda Mağcan Cumabay ismi hem de çok eskilerden karşımıza gelip çıktı. 1938 yılında vefat etmişti ve Atatürk’ün tam çağdaşıydı. Atatürk 12 yaşındayken 1893’te doğmuş, onunla aynı yıl ölmüştür. O günlerde hep bu birliği söylemiştir şiirlerinde. Hep bu güçten bahsetmiştir. Yani Mağcan çok iyi bir enstrümandı. izleniyorsa bunun mübalağasız on katı bir ilgi orada Türkiye’ye karşı vardı. Dolayısıyla bizim Türkiye Türklüğü olarak Mağcan enstrümanına da gerçekte ihtiyacımız yoktu. Fakat gerçekte bizim Türk toplumu olarak böyle bir enstrümana da ihtiyacımız yoktu. Siyasi gerçekler ve de facto durum zaten Mağcan ismi olsa da olmasa da bu güçten yararlanma imkânı veriyordu. Aslında bu güç bize tabi idi. Ben bunu bizzat yaşayarak gördüm. Şartlar o güçbirliğini oluşturmak için çok müsaitti. Burada önemli olan, ama Türkiye’de çok bilinmeyen şuydu ki o coğrafyada eski rejimin kalıntıları, Ruslardan gördükleri kalleşlikler ve sıkıntılar o yöre halkını haklı olarak temkinli davranmaya itiyordu. Eğer çok bilinçli değillerse; “bugüne kadar Rusya’ydı bundan sonra da Türkiye mi” sorusu akıllarına geliyordu. O nedenle ilk yıllarda biz “abi” tarzı geliştirmekten özellikle kaçındık. Hiçbir yerde büyüklenmeye, önderlik söylemi kullanmaya yanaşmadık. Aksine oranın da bir kültürü vardı. Oranın da bir birikimi vardı. Tek eksik ise devlet yönetmedeki bağımlılıktı. Bunu onlar da kabul ediyordu ve Türkiye’den de bu noktada destek istiyorlardı. Bizim Cumhurbaşkanı Başdanışmanı olarak oralara gitmemizin nedeni de budur zaten. Kültür Bakanlığı danışmanı olarak SSCB dağılmadan önceki son iki yıl içerisinde bütün Türk cumhuriyetlerine gitmiştim. Glasnost ve Perestroyka politikaları yürürlükteydi ve ortam çok rahatlamıştı artık. Bu ortamda biz de çok seyahatler yaptık. Sonra Sovyetler Birliği dağılınca Kırgızistan’a Cumhurbaşkanı Başdanışmanı olarak gittim ve iki yıl orada kaldım. Ondan sonra da Kazakistan’a gittim. TÜRKSOLU: Orada nasıl karşılanmıştınız? İnsanların tavrı neydi? Feyzullah BUDAK: Tüm dezenformasyona karşın oranın entelektüel kitlesi bizimle aynı kökten, aynı soydan olduklarını toplumlarına yansıtmıştı. Ve toplum da bizi inanılmaz bir coşkuyla kucaklamıştı. O zaman Türkiye’de Amerika ne kadar gözde büyütülerek ve hayranlıkla Ama bunun dışında Türkiye’de bir kitabın 3 bin baskısı yapıldığında övünülen yıllarda, kitapların ilk baskıları 150 bin yapılıyordu. Ben bu ilk yıllarda Mağcan ile ilgili bir konferansa gittiğimde 850 km.lik yoldan iki otobüs insan geliyordu. Bu pek inandırıcı gelmeyebilir belki ama çok tanıkları vardır. Taraz şehrinde verdiğim konferansa Almatı’dan 27 iki otobüs insan gelebiliyordu. Otobüsün birini Yazarlar Birliği tutuyordu ve yazarları getiriyordu, diğerini ise Bilimler Akademisi tutuyordu ve akademisyenleri getiriyordu. Kültür hayatına verilen önem bu düzeydeydi. Fakat yine de Türkiye’ye karşı bir temkin vardı. Siz Türkiye’den giden birisi olarak “Türk birliği”, “kan birliği”, “gelecek birliği” dediğiniz zaman bir şüphe duyabiliyorlardı. Ama siz kendi adınızla ve kimliğinizle, örneğin Feyzullah Budak olarak bunu söylemek yerine Mağcan Cumabay’ın adıyla ve ağzıyla söylediğiniz zaman bu inanılmaz etkili oluyordu. Mağcan o toplum için ve kendi inançları uğruna ölüme gidebilmiş bir yiğitti TÜRKSOLU: Peki, bu etkinin kaynağı neydi? Feyzullah BUDAK: Bunun nedeni Mağcan Cumabay’ın o coğrafyada çok değer verilen bir isim olmasıydı. Bu iki bakımdan böyleydi. O hem kendi evlatlarıydı hem de çok keskin söyleyen, kudretli bir şairdi. Ama bunun da ötesinde Mağcan o toplum için ve kendi inançları uğruna ölüme gidebilmiş bir yiğitti. Dolayısıyla birlik fikrini onun ağzından söylediğimiz zaman inanılmaz tesirli oluyordu. Bunun için Mağcan bizim için çok önemlidir. TÜRKSOLU: Mağcan Cumabay’ın kendi fikirleri nasıldı? Türk birliği hakkında ne düşünmüştü? Stalin rejiminin onu katlederken yaptığı suçlamanın “Pantürkizm” olduğunu biliyoruz. Mağcan’ın fikirleri gerçekte de bu yönde miydi? Onun durduğu yeri tam olarak nasıl tanımlayabiliriz? Feyzullah BUDAK: İsterseniz bunu onun şiirlerine bakarak görmeyi deneyelim. Mağcan şiirlerinde Kazak, Kırgız, Özbek, Türkmen bölünmüşlüğünün natürel bir şey değil aksine yapılmış ve yaptırılmış bir şey olduğunu vurguluyordu. Atatürk’ün okuduğu kitapları incelerken onun da çok benzer bir noktada durduğunu gördüm. İkisi arasında benzerlik kurmamın bir nedeni de budur. Atatürk çok derin bir yerden beslenmişti ve diğer insanlardan farklılığı da buydu. Mağcan da öyleydi. Bu küçülme ve küçültme politikasını asla kabul etmemişti. Birileri isterse Kazak ya da Özbek olabilirdi. Fakat iş burada bitmiyordu. Mesela Kazak isimlendirmesi 1523 yılına kadar Türk ve insanlık tarihinde yoktu. Böyle bir isim hiç kullanılmamıştı. Türk tarihinde Kazak boyu diye bir boy da yoktur. Ondan bin sene önce Göktürk Devleti vardı. Fakat o dönemde Kazak diye bir boy yoktur? Acaba bu neden böyledir? 1428’den yani Timur İmparatorluğu dağıldıktan sonra Türk milletinin devletsiz kaldığı yirmi yıllık bir dönem vardır. Bu da Türklerin ciddi bir devletinin olmadığı ve dağınık kaldığı Türk tarihinin tek dönemidir. Bu yirmi yıllık süre içinde Altınordu hakanlarından dokuzuncusu olan Özbek Han tarih sahnesine çıkar. O döneme kadar Özbek diye bir boy da yoktur Türkler arasında. Özbek Han, bugün Özbekistan sınırları içinde olan Semerkant ve Buhara dolaylarında boyları bir araya getirmiştir. Daha sonra burada Özbek Han’ın torunu tarafından bir devlet oluşturmuştur ve bu devlete isim vermek için bir kurultay toplanmıştır. O devletin adı kurucusu olan Ebu’lhayr Han’ın dedesi Özbek Han’a istinaden Özbek Devleti olmuştur. Bu devletin halkı da Özbek adını almıştır. Özbek adı ancak o tarihten sonra bir boyun adı olmuştur. Ebu’lhayr yaşlı bir adamdı. 60 yaşında bu devleti kurmasından on beş yıl sonra Moğol akınları başlamıştır. Moğol akınlarına direnemeyince toplumda huzursuzluk baş göstermişti. Bir kısım insan, yaklaşık 1500 atlı, kuzey bozkırlarına göç etmiştir. O dönemde “kazak” kelimesi bugün bizde kullanılan “kazak erkek” ifadesindeki anlamla kullanılmaktadır. Başıboş, söz dinlemeyen anlamlarına gelmekteydi. Mağcan’ın Türklük konusundaki duruşu çok açık ve nettir Arkada kalanlar gidenlere “Kazaklar” demiştir. İlk defa orada Kazak isimlendirmesi kullanılmıştır. Bunlar da gittikleri Feyzullah Budak 1951 Yılında Sivas’ta doğdu. 1973’de İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ni bitirdi. 1988 yılı sonunda Başbakanlık tarafından İngiltere’ye gönderildi ve London Sels Collage’de İngilizce eğitimi, London International House’da Yöneticilik ve Kişisel Gelişim Eğitimi gördü. 1990’da “Türk Dünyası ile İlişkilerin Takibi, Uyumlaştırılması ve Geliştirilmesi” konusunda Kültür Bakanı Danışmanı olarak atandı. 1991 yılında Sovyetler Birliği dağılınca Başbakanlık’ta kurulan Türk Dünyası ile alakalı Başmüşavirlikte görevlendirildi ve 1993 başında Kırgızistan Cumhurbaşkanı Başdanışmanı olarak atandı. 1995 başında Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesinin Rektör yardımcılığına atandı. Aynı yılın Mayıs ayında Bakanlar Kurulu Kararı ile Üniversitenin Mütevelli Heyet Üyeliğine atandı ve 2007 yılında bu görevini tamamlayarak Maliye Bakanlığındaki görevine Muhasebat Başkontrolörü olarak döndü. Halen bu görevini sürdürmektedir. Kazak Şairi Mağcan Cumabay’ın Türk Kurtuluş Savaşı için yazdığı “Uzaktaki Kardeşime” adlı şiire 80 yıl sonra Kazakça olarak yazdığı “Mağcan’a Cevap” şiiri Kazakistan’da ders kitaplarına basıldı. Eserleri şunlardır: Orta Asya Mektupları, Kırgızistan: Dünü-Bugünü-Yarını, Kazakistan: Dünü-BugünüYarını, Türk Dünyası Üzerine Düşünceler, Mağcan Cumabay Şiirlerinde Milli Kimlik, Altay’daki Yüreğim: Mağcan’a Cevap, Biz Türk’üz. yerde zamanla bir devlet oluşturup Kazak Hanlığı’nı kurmuşlardır. Mağcan tüm bu gerçekliklerin bilincindedir. Diğer isimlendirmeler yerine ortak Türk adının kullanılması gerektiğini, birlikten kuvvet doğacağını Türkistan, Ural Dağı gibi şiirlerinde anlatmıştır: “Bir zamanlar senin sahibin Türk idi…” gibi ifadelerinde hep Türk adını kullanmıştı. Yani Mağcan’ın Türklük konusundaki duruşu çok açık ve nettir. Kökünü Hunlara dayandırır ve bu birkaç şiirinde geçer. “Peygamber” adlı muhteşem şiirinde doğrudan “ben Hun’un torunuyum” demiştir. Türkiye Türkçesinde şöyledir: Eski günde alevli günden Hun doğdu, O Hun’dan da alev olup ben doğdum. Yüzümü ve kısık kara gözümü, Doğar doğmaz ateşlerle ben yuğdum. Böyle kendini yüksek bir yere koyan şair gerçekte o sırada esirdi! Zindandadır ve bireysel hayatı özgür değildir. Halkı da mahkûmdur. Mağcan’ın bu şiiri cevap olarak yazdığı şiiri yazan ise tahakküm bir toplumun, Rusların şairidir. O diyor ki “Gözümüzü dikmiş ağarmakta olan Doğuya bakıyoruz. Kederin ve gecenin çocukları olan biz peygamberimiz gelmez mi diye bekliyoruz.” Mağcan ise “o peygamber benim” demektedir. Burada müthiş bir güç vardır. Atatürk’ün de Hunlarla ve Attila’yla ilgili çok enteresan fikirleri vardı. Meseleye aynı yerden bakmışlardır. Atatürk 1933 yılında okumakta olduğu “Halk Edebiyatı Antolojisi” adlı kitabın boş bir sayfasına el yazısıyla şu satırları yazıyor; “Medeniyet deme, duymaz o sağır, Taş üstünde taş bırakma, durma gir. Kafalarla dümdüz olsun her bayır, Attila’nın oğlusun sen unutma, Kalbindeki intikamı uyutma” 26/01/2014 28 Atatürk Türkiye’nin Mağcan’ı, Mağcan Kazakistan’ın Atatürk’ü TÜRKSOLU: Hocam, bildiğimiz kadarıyla siz Atatürk ile Mağcan’ı ruh ikizleri olarak tanımlıyorsunuz. Türklüğe bakış açılarının aynı olmasından başka bunu temellendirdiğiniz şeyler nedir? Feyzullah BUDAK: Kaba bilgilerle bakılınca, Atatürk ve Mağcan arasında hiçbir benzerlik görülmeyebilir. Ama Türk’ün bu iki büyük evladı ile ilgili ayrıntılı bilgilere, onların hayatına anlam veren en önemli ideallerine ve bu yolda verdikleri mücadelenin ruhuna inince, karşınıza adeta bir tek adam çıkar. Atatürk asker değil de şair olsaydı Türkiye’nin Mağcan’ı olurdu, Mağcan da şair değil asker olsaydı Kazakistan’ın Atatürk’ü olurdu. Buna yüzde yüz inanıyorum. Bu muhakkak böyle olurdu. Bu inancımın dayanağı da şudur: İki ülkede de aynı zamanda çok orijinal işler yapan iki kişi var. Bizim ülkemiz işgal edildiğinde onlar da artık Sovyet egemenliği altındadırlar. Türkiye’de Yunanlılar İzmir’e Fransızlar Adana’ya, İtalyanlar Antalya’ya çıkarken, İngilizler İstanbul’u işgal ederken bu topraklarda zayıf da olsa yine de bir devlet vardı. Ve bu devletin başında da padişah vardı. Sadrazam, vezirler, kurumlar, ordu vardı. Ordunun da genelkurmay başkanı vardı. Bütün bunları, bu konumları kullanarak işgale karşı mücadele fikrini hiç kimse geliştirememiştir. Bir kısmı Amerikan mandasını, bir kısmı İngiliz mandasını savunmuştur, bunu tartışmışlardır. Çünkü bu adamların ruhları çökmüştü. Beslenme kaynakları, birikimleri yoktu ve kendilerini zayıf ve zavallı görüyorlardı. İşgalcileri ise büyük ve güçlü olarak algılıyorlardı. Ruhen bitmişlerdi ve dolayısıyla direnme gücünü kendilerinde bulamıyorlardı. Hâlbuki aynı coğrafyada, aynı ortamda ve aynı zamanda Mustafa Kemal Atatürk, aynı eğitimi almış ve aynı havayı teneffüs ediyor olmasına karşın çöküntüden hiç etkilenmemiştir. Kesinlikle bu mücadele yapılır ve 26/01/2014 Mağcan’ın annesi Gulsim Hanım ve karısı Zeliha kazanılır demiştir. Yapmıştır ve kazanmıştır da. Mustafa Kemal Atatürk’ün diğerlerinden farklı bir beslenme kaynağı vardır. Bu kaynak ona o gücü vermiştir. Ben Atatürk’ün kehanetleri vs. tarzdaki söylemleri çok eleştiririm. Bazıları başarısını Atatürk’ün olağanüstü yaradılışına bağlarlar. Bunlar haksızlıktır. Atatürk olağanüstü yaratılmış bir insan değildir. O kendini olağanüstüleştirmiştir. Bunu da çalışarak, gayret ederek ve beyin gücünü kullanarak yapmıştır. 3997 adet kitapla tek tek savaşmıştır. Ama bu kitapların beşte dördü de Türklüğün kökenlerine merakla ilgilidir. Denilebilir ki; şu ana kadar tespit edilebilen 4 bine yakın kitabı hem de notlar alarak okuyan adam tabii Atatürk olur. Fakat bu doğru olmaz. O Atatürk olana kadar okuduklarıyla Atatürk olmuştur, bunları Atatürk olduktan sonra okumuştur. Acaba daha önceden neler okumuştu, neleri birikimine katmıştı ki bunlar ona o derin morali ve gücü vermişti? Aynı dönemde Kazakistan’da ve tüm Türkistan’da aşırı ve üstün bir gücün egemenliği vardı. Bu egemenliği herkes kabul etmişti, herkes onun bir yerinde görev almıştı. Kabul etmeyenler ise başını kaldıramıyordu. Ama bir adam direniyordu. Araştırdığınız zaman onun da aynen Atatürk’ün beslendiği kaynaklardan beslendiği anlaşılır. Mağcan’ın da çok derin bir tarih bilgisi vardır. Atatürk’te olduğu kadar elimizde somut veriler yoktur ama bütün bunları onun da bildiği açıktır. Bunu şiirlerinden anlamak mümkündür: Özim-Tengiri tabınamım özime, Sözim-Kuran, bağınamın sözime! Buzışı da tüzeüşi de özimmin, Endi, eskilik, kelding öler kezinge! Türkiye Türkçesiyle şöyledir: Özüm Tanrı, tapınırım özüme, Sözüm Kur’an, inanırım sözüme! Bozan da, düzelten de benim, Şimdi eskilik, geldin ölüm gününe. Mağcan burada “eskilik” diyerek Sovyet rejimine seslenmektedir. Buradaki güce dikkatinizi çekerim. Dünyayı kuran da bozan da benim, bin ilahi nizamdan bahsediliyorsa onu koyan da benim, sözüm Kur’an’ın kendisidir diyor. Bu kadar kendine güven olmadan bir insanın ölüme gidebileceği zaten düşünülemez. İşte Atatürk’le Mağcan’ın ruh ikizliği de bu noktadadır. Rıskulov, Galiyev ve Mağcan TÜRKSOLU: Mağcan’ın Turar Rıskulov’la aynı siyasi hareket içinde yer aldığını biliyoruz. Yine o dönemde bütün Turan coğrafyasında çok güçlü bir Türk örgütlenmesinin olduğunu da biliyoruz. Turar Rıskulov, Sultangaliyev’le, Nerimanov’la bağlantılı. Mağcan’ın bu Milli Komünistlerle, bu siyasi akımla ilişkisi ne boyuttaydı? Feyzullah BUDAK: İlişkisi vardı. Ve hatta biliyorsunuz ki aynı ekip Alaş Orda’nın kuruluşunda da ağırlığı olan ekipti. Elimizde çok somut bir bilgi var. Mağcan Cumabay, ilk Alaş Orda hükümetinin bilim komisyonunda doğrudan doğruya görev almıştı. Bu çok önemli bir görevdir ve bugün bizdeki karşılığı eğitim bakanlığıdır. Bilim kelimesi Kazak Türkçesinde eğitim anlamında kullanılmaktadır. Bizdeki “bilim” karşılığı değildir. Dilimiz ve kelimelerimiz aynıdır ama bu tip farklılıklar da vardır. Zaten Rıskulov ile beraber dergi de çıkarmışlardır. Rıskulov’la ilişkisi bu kadar açıktır. Sultangaliyev ile birebir bir temasını ben tespit edemedim. Fakat Rıskulov’la olan bağı çok açıktır. 29 Baskı rejimi ve mecburi sembolizm TÜRKSOLU: Mağcan’ın şiirinin özelliklerini bize anlatır mısınız? Mağcan’ın şiirlerinde neden bu kadar çok sembol ve kapalı anlatımlar var? Feyzullah BUDAK: Şiirde kullanılan bazı semboller ya da sembol ifadelerle ilk bakışta görünenden farklı şeyler anlatmak, 1920’li ve 1930’lu yılların Türkistan şairleri için bir mecburiyetti. Çünkü; o dönemde milli kimlik ve milli kültürle ilgili konularda yazan veya topluma özgürlük ümidi verecek sözler söyleyen şairler Sovyet rejiminin takibine uğruyor, ömürleri zindanlarda geçiyor ve bir çoğu uydurma kararlarla kuşuna diziliyordu. Hâlbuki onların topluma önderlik etmeleri ve bağımsızlık inancını canlı tutarak yeni nesillere aktarmaları gerekiyordu. İşte bu mecburiyet, Türkistan aydınlarının bazı semboller kullanarak, aslında görünmekte olandan çok farklı şeyler anlatma yeteneğini zirveye çıkarmıştır. Şimdi bunun çok çarpıcı bir örneğini Mağcan Cumabay’ın bir şiirinde birlikte görelim. Ama şiirin lezzetine varmak için önce onu yazıldığı gibi (yani Kazak Türkçesinde) okuyalım. Sonra konuyu anlamak için Türkiye Türkçesine aktarılmış haline bakalım. KARANĞILIK KOYUVLANIP KELEDİ KARANLIKLAR KOYULANIP GELİYOR Karanğılık koyuvlanıp keledi Peç içinde çok akırın sönedi Kızık körip canımdaki cas bala Söngen çoktı üredi de, küledi. Çok üstinen kiçkene uçkın uçtı da Bir azırak çok kızara tüsti de Derev sönip, tezrek külge aynaldı Astındağı ıstık küldi kuçtı da. Peç içinde çok akırın sönedi Söngen çoktı ürip bala küledi Oy bastı ma? Elde közim taldı ma? Mölt-mölt etip, közime cas keledi. Karanlıklar koyulanıp geliyor Soba içinde kor yavaş yavaş sönüyor İlginç görüp yanımdaki genç çocuk Sönen koru üflüyor da gülüyor. Kor üstünden küçük bir kıvılcım uçtu da Bir azıcık kor kızarır gibi oldu da Derhal sönüp, hemen küle dönüştü Altındaki sıcak külü sardı da. Soba içinde kor yavaş yavaş sönüyor Sönen koru üfleyip çocuk gülüyor Efkâr mı bastı, yoksa gözüm mü daldı? Damla damla akıp, gözüme yaş geliyor. Bu şiir ilk bakışta, günün geceye dönmekte olduğu bir anda, bir Türkistan evinin ocak başında yaşanan sade bir olayın şiir diliyle anlatımı gibi görünüyor. Ama bu şiirde konu edilen her sade olay, aslında o zaman için yazılması ve söylenmesi yasak olan başka bir gerçeği bazı sembollerle anlatmaktadır. Mesela bu şiirde; “karanlık” Sovyet yönetiminin Türk halkı, Türk kültürü ve milli değerleri üzerindeki ağır baskısını, “sobadaki kor” Türk’ün milli ruhunu ve milli özelliklerini, “genç çocuk” Sovyet esareti altındaki Türk gençliğini, “kıvılcım” Sovyet yönetimi altındaki Türk halkının baskıcı rejime karşı isyanını ifade ediyor. Çeşitli semboller kullanarak duygu, düşünce ve hayalleri ifade etmek “yasak olduğu halde asıl söylenmek isteneni topluma iletmek için böyle bir yol bulmak” Sovyet dönemi Türkistan şiirinin ortak özelliklerindendir. Şimdi bu sembollerin anlamlarını bildikten sonra, Mağcan’ın bu şiirini yeniden okuyalım ve tam olarak neyi anlattığını daha iyi anlayalım. 26/01/2014 30 osmanoy@turksolu.com.tr HUKUK VE EKONOMİ OSMAN OY MİT’in kamyonu aranabilir mi? Şu feleğin işine bak! Hani derler ya; “ağzı olan konuşuyor!” Evet aynen öyle.. Adana ve Hatay bölgesinde son zamanlarda artan TIR ve kamyon ile yapılan sevkiyatlar konusunda birileri; “sevkiyatın insani yardım amaçlı” olduğunu, başka birileri de; “taşıtların MİT’e hizmet verdiğini ve savcılığın da polis ve jandarmanın da arama yapamayacağını, arama yapılabilmesi için 2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu’nun 26. maddesine göre Başbakanın izni gerekiğini” söylüyor… Peki bunlar doğru mu? Tabii ki hayır ! Bir kere taşıma konusu insani yardım ise o takdirde, Türkmenlere yapıldığı iddia olunan yardımın taşımacılık işi ile MİT’in ne alakası var ? Kanun gereği görevi sadece istihbarat toplamak olan ve operasyonel hiç bir görevi olmayan MİT ne zamandan beri insani yardım taşımacılığı yapıyor ? Bu tür yardımlar gizli olarak yapılmaz, hatta birileri bu tür işleri malum Marmara gemisi misali show ile süslenerek yapmayı sever ve yardımın sevkiyatı da ya bir sosyal kuruluş ya da Kızılay tarafından yürütülür. Ayrıca Suriyeli Türkmen kardeşlerimiz de kendilerine böyle bir yardımın yapılmadığını açıkladılar.. Ne kadar ayıp değil mi! 26/01/2014 Demek ki bunu söyleyen o birileri yalan söylemiş. Hani bu noktada rahmetli İnönü’nün o tarihi sözü aklıma geliyor: “Hadi canım sen de…” Peki taşıtlar MİT’e ait olduğundan, gizli iş hesabı ile Savcının arama yaptıramayacağı ve bunun için 2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat teşkilatı Kanunu’nun 26. maddesine göre Başbakanın izninin gerektiği hususuna gelince... Uygulamadaki alaturkalığa bakar mısınız? Birilerinden aldığı talimata dayanarak Vali, Savcıya yazı gönderiyor ve bu yazıda taşıtların MİT’e ait olduğu ve arama yapılamayacağı belirtiliyor! Bu noktada sizlerle savcıların yetkisine ilişkin Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 160 ve 161 ile MİT’in 26. Maddelerinde yer alan hükümleri paylaşmak isterim. Ceza Muhakemesi Kanunu’nun “Bir Suçun Işlendiğini Öğrenen Cumhuriyet Savcısının Görevi” başlıklı 160. maddesinde yer alan; “Cumhuriyet savcısı, ihbar veya başka bir suretle bir suçun işlendiği izlenimini veren bir hâli öğrenir öğrenmez kamu davasını açmaya yer olup olmadığına karar vermek üzere hemen işin gerçeğini araştırmaya başlar. Cumhuriyet savcısı, maddi gerçeğin araştırılması ve adil bir yargılamanın yapılabilmesi için, emrindeki adli kolluk görevlileri marifetiyle, şüphelinin lehine ve aleyhine olan delilleri toplayarak muhafaza altına almakla ve şüphelinin haklarını korumakla yükümlüdür.”yönündeki hüküm uyarınca Cumhuriyet Savcısı bir suçun işlendiğine ilişkin olarak Allah sonumuzu hayır etsin... kendisine ihbar yapıldığında, kamu davası açmaya yer olup olmadığının kararını verebilmek için, gerçeğin araştırılması için kolluk kuvvetlerine talimat vererek delilleri toplamak ile görevli ve yetkilidir. Ceza Muhakemesi Kanunu’nun “Cumhuriyet Savcısının Görev ve Yetkileri” başlıklı 161. maddesinin 1 ve 2 numaralı fıkralarında yer alan; “Cumhuriyet savcısı, doğrudan doğruya veya emrindeki adlî kolluk görevlileri aracılığı ile her türlü araştırmayı yapabilir; yukarıdaki Maddede yazılı sonuçlara varmak için bütün kamu görevlilerinden her türlü bilgiyi isteyebilir. Cumhuriyet savcısı, adlî görevi gereğince nezdinde görev yaptığı mahkemenin yargı çevresi dışında bir işlem yapmak ihtiyacı ortaya çıkınca, bu hususta o yer Cumhuriyet savcısından söz konusu işlemi yapmasını ister. Adlî kolluk görevlileri, elkoydukları olayları, yakalanan kişiler ile uygulanan tedbirleri emrinde çalıştıkları Cumhuriyet savcısına derhâl bildirmek ve bu Cumhuriyet savcısının adliyeye ilişkin bütün emirlerini gecikmeksizin yerine getirmekle yükümlüdür.” yönündeki hüküm uyarınca da, Cumhuriyet Savcısı yaptığı araştırma ile ilgili olarak kolluk kuvvetlerine gerekli talimatı vermek ile yetkilidir. Bu iki maddeden anlaşıldığı üzere, Savcılar suç ile ilgili bir vak’aya muttali olduğunda, konuyla ilgili olarak soruşturmayı yapmak ve bu süreçte kolluk kuvvetlerini kullanmak ile yetkilidir. Peki hal böyle iken, MİT’e ait olduğu beyan edilen araçlarda aramanın ancak Başbakanın izni ile yapılabileceğine dayanak olarak gösterilen, 2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu’nun 26. maddesinde yer alan; “MİT mensuplarının veya belirli bir görevi ifa etmek üzere kamu görevlileri arasından Başbakan tarafından görevlendirilenlerin; görevlerini yerine getirirken, görevin niteliğinden doğan veya 31 görevin ifası sırasında işledikleri iddia olunan suçlardan dolayı ya da 5271 sayılı Kanunun 250 nci maddesinin birinci fıkrasına göre kurulan ağır ceza mahkemelerinin görev alanına giren suçları işledikleri iddiasıyla haklarında soruşturma yapılması Başbakanın iznine bağlıdır” yönündeki hüküm uyarınca söz konusu olan izin, suç izlenimi veren araçlarda arama yapılmasıyla değil, savcının suç vak’ası ile ilgili olarak yaptığı soruşturma sonunda MİT mensupları hakkında soruşturma yapılıp yapılmamasına ilişkindir. Esasen Savcılığın soruşturmasında gizlilik esas olup, Savcı suç teşkil eden olayı ciddiyet ile incelemeli, delilleri, tutanakları tanzim edip bunlar hakkındaki görüşünü de belirtmek suretiyle, dosyayı soruşturmaya devam amacıyla Adalet Bakanlığı vasıtasıyla Başbakana göndermelidir. Bunlar yapılmadan, yani neyin ne olduğu belirlenmeden Başbakan neye dayanarak izin kararı verecek veya vermeyecektir? Bir suçun işlendiğine dair şüpheye ulaşan Cumhuriyet Savcısı, olayı araştırmak amacıyla emrinde bulunan kolluk kuvvetleri vasıtasıyla soruşturma başlatmak ve delil toplamak zorundadır. Savcının soruşturma izni alabilmesi için, ilk aşamada suçun varlığını belirlemek, delillere ve faillerle ulaşması ve bu bilgilerden hareketle fezleke düzenlemesi gerekir. Savcı bu çalışmaları yapmadığı takdirde, ortada düzenleyeceği fezleke için gerekli bilgi olmaz. Uygulamadaki alaturkalığa bakar mısınız? Birilerinden aldığı talimata dayanarak Vali Savcıya yazı gönderiyor ve bu yazıda taşıtların MİT’e ait olduğu ve arama yapılamayacağı belirtiliyor! Hani buna bir de kanunen MİT’e sadece; Devlet istihbaratının elde edilip toplanması ve kullanılması ile ilgili görev ve yetkilerin verildiği, bunun dışında da MİT’e başka görev verilemeyeceği hususu dikkate alındığında MİT’in kendisine ait malzemeler dışında silah veya benzeri eşyayı ya da yardım içerikli eşyayı ithal veya ihraç edemeyeceği ortadadır. Allah sonumuzu hayır etsin... ozanbarakli@turksolu.com.tr ŞİİR OZAN BARAKLI BU BANA DERS OLSUN Fırtınanın içinde buldu kendisini Bir sabah Neler oluyor diye aradı bakanlarını Alo! Güler, Çağlayan, Albayrak O da ne? Çağlayan, görev bırakıyordu ağlayarak Barış çubuğu tüttürelim Baltaları gömelim dedik Elimizden geleni yaptık Biz daha ne edelim… Ilıcak’lar, Altan’lar Önce ne diyorlardı Bakın ne söylüyorlar… Oğullarının suçuyla Suçlanır mı babalar? Esas hedefleri benim Akıllarınca beni Bilâl’le vuracaklar… Beni örnek almamış hiçbir tanesi Bunlarla nasıl yapılır “İstiklâl mücadelesi” İsviçre orada dururken Evlerine koydurmuşlar kasaları Bir daha bakan yapar mıyım? Böyle saf adamları “Vatana ihanet eden çeteler ajanlar Açılımın, Mavi Marmara’nın İntikamını alacaklar Arkasında İsrail var ABD var, Gülen var Bunlar tarafından Yapılıyor komplolar… “Orduya kumpas kurdular” Görmedik “İstedikleri her şeyi aldılar Ne istediler de vermedik” “Rıza bir hayırsever” İran’a altın gönderdik Mossad’a kim haber verdi Bir türlü bilemedik Çok safmış genel müdür Tilkiliği öğretemedik Osmancık’lılar som Türk Adam çıkmaz onlardan Üç kuruşu saklayamadı Türkoğlu saflığından Bizim gibi olabilseydi Dolar çıkarmazdı kutudan... Devlet adamlığında Abdülhamit’ti üstadım Bu güne kadar gördünüz, üçünü de kullandım Galiba haksızlık ettim Erbakan hocama Çok pişmanım, bedduasını aldım Paralel devlet, paralel emniyet, paralel yapı Bizden sanmıştık ihanet etti Meclis’teki Fethullah kanadı… “Adliye’ye, Mülkiye’ye sızacaksınız Devletin kılcal damarlarında Dolaşacaksınız” diyerek Meğer devlet içinde devlet kurmuşlar Karıncanın belini incitmeyerek… “CHP nin genel müdürü” aynı gün ABD elçiliğinde aldı soluğu Ordusuz, dış desteksiz görülmedi CHP nin hükümet olduğu Ne acıklı, ne yüz kızartıcı bir durum Kasımpaşalıyım ben, teslim olur muyum? Komployu kuranlar meydanlara buyurun Milletim ne söylüyor kulağınızla duyun Sorun, bakanlarım da mı sizde mi? Dersaneler de mi Bülent’te mi? Cemaat’in % 1 oyu var Beni yıkacak güçte mi?... Hamle kabinesi kurduk Çıkamayacak artık kimsenin sesi Üstüne haber vermeden Bir şey yapamayacak Savcının bir tanesi Esas hazmedemediğim Bakanların sırt dönmesi Naim’den yıkıcı demeç Albayrak’ın istifa et demesi Batıyor sandılar gemiyi Fareler terk ediyor Hasan Cemal’ler, Özkök’ler Pakistan’da “Kâtibim”i dinledim Pek serinleyemedim Bir Konya türküsü söylemek İstiyor canım Hep birlikte haydi yeni bakanlarım Hem de olsun, sizlere son uyarım “Atım araptır benim, amman, amman Aman yüküm şaraptır benim vay vay” Pardon, işim sevaptır benim vay vay Bunlar da saf çıkarsa, amman, Amman “Aman halim haraptır benim vay vay”… 26/01/2014 32 abdulhalukcay@turksolu.com.tr ARAŞTIRMA Prof. Dr. ABDULHALÛK M. ÇAY Türkiye’de yaşayan topluluklar Türkiye’de kâhir bir ekseriyetle Türk nüfusu hâkimdir. Gayrı-Türk olarak nitelendirilen gruplar Türk nüfusu ile entegre olmuştur. Entegrasyonda evlilik, eğitim politikaları, Atatürk başta olmak üzere Türk devlet adamlarının çabaları büyük ölçüde etkili olmuştur. Din, dil, coğrafya, mahallî adlandırma vb. gibi sebeplerle bu bütünlük bozulmaya çalışılmaktadır. Günümüzdeki bunun en çarpıcı örneği “Kürt meselesi”nde görülmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulmasını temin eden ve statüsünü tayin eden, tasdik eden Lozan Antlaşması ile Türkiye’de “azınlık” kavramıyla ifade edilen üç unsur kabul edilmiştir. Bunlar, “Rumlar”, “Ermeniler” ve “Yahudiler”’dir. 1925 yılında Bulgaristan’la yapılan antlaşma gereğince “Bulgar” topluluğuna da azınlık statüsü verilmiştir. Musevi vatandaşlar Lozan Antlaşması’nda yer 26/01/2014 almasına rağmen azınlık değil, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduklarını beyan ederek, statüyü reddetmişlerdir. “Etnik” kavramı özellikle 1990 yılında Sovyetler’in dağılmasından sonra Batı’da ve ülkemizde çokça kullanılır hâle gelmiştir. Ancak terimin mahiyeti, anlamı konusunda henüz bir fikir birliği yoktur. Fikir sahipleri kendilerine göre herhangi bir unsuru veya unsurları baz olarak almakta ve teorilerini bunun üzerine oturtmaktadırlar. Neticede ortaya çıkan oldukça çarpık, ilmî gerçeklere aykırı, millet bütünlüğünü zedeleyici birtakım görüşler atılmaktadır. Bu ise toplum içinde sürtüşmelere, kliklere hatta düşmanlıklara sebep olmaktadır. Ülkemizde uzun yıllardan beri devam etmekte olan “Kürt meselesi” ve bu meseleyle ilgili yapılan “politika yanlışlıkları” milletimizi oldukça hassaslaştırmıştır. Böyle bir ortamda ortaya atılan “mikro etnik milliyetçilik”, “etno-genesis” terimleri ve değişik izah tarzları, bu arada Türkiye’nin de dâhil olduğu “Helsinki Nihaî Sözleşmesi”, “Paris Şartı” vd. milletlerarası yaptırım gücü olmayan anlaşmalara rağmen siyasîlerin siyasî gaf denebilecek vaad ve konuşmaları meseleyi karıştırmakta ve toplum içindeki huzursuzluk giderek artmaktadır. Konuya biraz daha açıklık kazandırabilmek için özellikle 1989 sonrası politikalarda görülen değişikliklere göz atmakta yarar vardır. Sayın Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanı sıfatıyla gündeme getirdiği birtakım politik amaçlı demeçleri “Kürt politikası”nı içinden çıkılmaz hâle getirmiştir. Türk medyasında Özal’ın görüşleri doğrultusunda sergilenen “fikir dalkavukluğu” Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter yapısına, devletin aslî unsuru olan Türk milleti gerçeğine, devletin kurucusu olan Atatürk’e, Cumhuriyet’in ve demokrasinin yegâne koruyucusu olan Türk ordusuna, ülkenin bütünlüğüne tehdit oluşturabilecek boyutlara ulaşmıştır. Bu konuda uluorta ileri sürülen; karışıklığı içinde bu konuları istismar edebilen zümrelerin siyasî yapıları da oldukça enteresan bir özellik göstermektedir. Liberal Cem Boyner ve ekibi, ümmetçi Necmeddin Erbakan ve ekibi, eski Marksistler (Cengiz Çandar’dan Ali Kırca’ya uzanan), Nurcular, Nakşıbendî tarikatı, sosyaldemokrat yapıdaki kişiler, Kürtçüler (siyasî-ideolojik), diğer farklı gruplar bu konuda âdeta yarış hâlindedirler. • Kürtçe’ye eğitim ve medya imkânlarının sağlanması, Konuya açıklık getirmek için elimizdeki istatistikî bilgilerden hareket ederek Türkiye’nin “etnik haritası” konusunda bir ön fikir vermeye çalışacağız. Daha geniş bilgi için bütün demografik istatistikî bilgilerin nüfus, sosyolojik ve tarihî bakımdan irdelenmesi gerekmektedir [Bkz. Türkiye’nin Nüfusunun Dillere Göre Dağılımı]. • Kürt gerçeğinin kabul edilmesi, • Devletin adının Türkiye Cumhuriyeti değil de başka bir adla daha muhtevalı olması, • Türkiye’de değişik etnik grupların olduğu (bazılarına göre 50’nin üzerinde), • Türkiye’nin bir etnik ve kültür mozaiği olduğu, • Türkiye’nin bir federasyona gitmesi gerektiği, • Atatürk dönemi başta olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin devlet politikasının milliyetçilik esasına dayandığı, bu sebeple azınlık ya da etnik ayrılığa sebebiyet verecek mikromilliyetçiliğin geliştiği, • Hakkâri’de ve diğer Doğu illerimizde dağa taşa “Ne mutlu Türk’üm diyene” sözünü yazmakla Kürtçülüğe zemin hazırlandığı, • “Anayasal vatandaşlık”, “Türkiye vatandaşlığı” gibi tarihî, sosyolojik gerçeklere uymayan kavramların ortaya atılması. Meydana gelen kavram Tabloda verilen 1927 ve 1965 yıllarındaki nüfus sayımları dikkate alınarak elde edilen istatistikî bilgiden şu sonuçlar çıkmaktadır: 1. 1927 yılında Türkiye’de anadili Türkçe olmayan, farklı olarak nitelendirilebilecek grupların yüzdesi yalnızca % 9 civarındadır. 1965 yılında bu oran % 9,8’dir. 2. Türkiye’de azınlık olarak kabul edilen Rum, Ermeni, Yahudi ve Bulgar nüfusunda büyük ölçüde azalma vardır. Bu azalmanın sebebi bu vatandaşlarımızın yurtdışına göç etmeleridir. 3. Her iki sayımda da Kürtçe tek bir dil gibi mütalâa edilmiştir. Bu tamamen yanlış bir uygulamadır. Türkiye’de Kürt adı verilen unsurlar iki diyalekt konuşmaktadırlar: Zazaca ve Kurmançca. Zazaca 33 Türkiye’nin Nüfusunun Dillere Göre Dağılımı Tablosu Türkçe 1927 Nüfus sayımı (Top. 13,5 mil.) 11.777.810 Kürtçe 1.184.446 (% 8,6) Arapça Çerkesce Arnavutça 134.273 95.901 21.774 Rumca 119.822 Yahudice Ermenice Farsça 68.900 64.745 1.687 Bulgarca 20.544 Fransızca İngilizce İtalyanca 8.456 1.938 7.248 Kürtçe bir diyalekt değildir. Dolayısıyla günümüzdeki abartılı (20 milyona kadar varan) Kürt nüfusu konusu tamamen ideolojik yaklaşımların sonucudur. 4. Özelikle Türkiye’ye Cumhuriyet’in ilânından itibaren değişik ülkelerden büyük ölçüde göç yaşanmıştır. Yunanistan, Bulgaristan, Yugoslavya, Kıbrıs, Suriye, Irak, İran gibi komşu ülkelerden fasılalarla Türk nüfusu Türkiye’deki Türk nüfus oranını daha da arttırmıştır. Bunun yanında Sovyet Rusya, Çin ve Afganistan’da yaşanan siyasî olayların sonucu Kazak, Kırgız, Uygur, Özbek, Türkmen, Azerî, Karapapak/ Terekeme, Tatar (Kırım, Kazan, Başkurt, Nogay vb.), Gagauz, Karaim vb. gibi Türk unsurların göçü de Türk nüfus dinamiğini güçlendiren faktörler olmuştur. 5. Türkiye’nin dinî yapısı dikkate alındığında 1965 sayımına göre nüfusun 31.129.854’ü yani % 99,16’sı Müslüman’dır. Türkiye’de yaşayan Müslümanlar’ın çoğunluğu Hanefî, Kürt vatandaşların bir kısmı Şafiî mezhebindendirler. İnanca göre bunlar “hak mezhepler”dir. 1965 Nüfus sayımı (Top. 31,5 mil.) 28.289.680 (% 90,1) 2.913.357 (% 9,2) (Bu rakama Arap, Çerkes, Arnavut, Abaza, Boşnak, Laz, Pomak dâhildir) ------------91.171 (% 0,3) (Bu rakama Rum, Ermeni, Yahudi dâhildir) ------------12.796 (% 0,04) (Bu rakama diğer Slav dilleri dâhildir) ------------- Çok az sayıda hak mezhep kabul edilmeyen Şiî-Caferî inancında olan Azerî grupları vardır. Bu hak mezheplerin dışında Türkiye’de (tamamen Anadolu Türkleri’ne has) Alevilik-Bektaşîlik tarikatına mensup Müslümanlar da vardır. Arap asıllı (1965 sayımına göre % 0,09) vatandaşlarımızın büyük kısmı Şafiî, Hatay ve çevresinde Nusayrî adı verilen Arap Alevisi (Hafız Esat’ın tarikatı ya da mezhebi) vardır. Türkiye’ye göç eden, Balkan göçmenleri arasında ırken Türk olmayanlar Arnavut ve Boşnaklar’dır. Ancak bu topluluklar İslâmiyet’i Türkler’den aldıkları için Türk’lükle İslâmiyet’i özdeşleştirmişlerdir. Aynı şekilde Kafkasya üzerinden gelen Gürcü, Çerkes (Adige, Lezgi, İnguş, Çeçen, Abaza, Kabartay vb.) (bunların 1965 nüfus sayımına göre oranı % 0,04’tür) grupları da aynı şekilde İslâmiyet’i Türkler’den aldıkları için kendilerini Türk ve İslâm olarak nitelendirmektedirler. Türkiye’deki Türk ya da gayrıTürk unsurlar arasında çok eskilere dayalı akrabalık kurumu mevcuttur. Türkiye’ye hürriyetin simgesi olarak “Aktopraklar” diyen bu unsurlar burasını vatan bilmişler ve Türk insanlarıyla karışmaktan herhangi bir sakınca görmemişlerdir. Yukarıda zikrettiğimiz politika yanlışlıkları kadar Türkiye’ye yönelik “bölücü” nitelikle bilimsel çalışmalar % 90 gibi bir bütünlük arz eden Türk nüfusu içinde % 8’lik bir nüfusa sahip Müslüman gayrı-Türk unsurlar tam anlamıyla kaynaşmış olduğu hususunu dikkate alarak Türk toplumunu çözmeye çalışmaktadırlar. Bunun son örneği ve “Türkiye’deki mozaik bir toplum” fikrinin yagınlaşmasına sebep olan araştırma Peter Alford Andrews’in Türkiye’deki Etnik Gruplar adlı çalışmasıdır. Diğer yabancı araştırmacıların gayrı ciddî ve gayrı ilmî çalışmalarına esas teşkil etmesi bakımından Andrews’in bu eseri oldukça ilginçtir. Daha önce de belirttiğimiz gibi baz alınan temalara göre Türkiye’nin bir etnik haritası ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır. Burada din, dil, ırk, coğrafya faktörleri göz önünde alındığı gibi daha da ileri gidilmekte mahallî tabirler de etnik özellik için ne yazık ki baz olabilmektedir. Böylece sayısı 61’e kadar ulaşan teorilerine uygun bir “mozaik” ortaya çıkmaktadır. Dil ve ırk bakımından devlete adını veren Türk toplumu adlandırma, din (mezhep ve tarikat), coğrafya esas alınmak suretiyle çeşitli parçalara ayrılmıştır. Bunları aşağıda sunuyoruz: Türkler 1. Sünnî Türkler 2. Alevî Türkler 3. Sünnî Yörükler 4. Alevî Yörükler 5. Sünnî Türkmenler 6. Alevî Türkmenler 7. Alevî Tahtacılar 8. Alevî Abdallar 9. Şiî Azerî Türkleri 10. Sünnî Azerî Türkleri (Karapapak/Terekemeler) 11. Uygurlar 12. Kırgızlar 13. Kazaklar 14. Özbekler 15. Özbek Tatarları 16. Nogay Tatarları 17. Balkarlar 18. Karaçaylar 19. Kumuklar 20. Deliorman/Dobruca Türkleri 21. Hemşinliler 22. Lazlar 23. Giritliler Din ve mezhep faktörü kadar coğrafî adlandırma da dikkate alınarak yapılan bu ayırım tamamen gayrı ilmîdir. Bunu birkaç örnekle vurgulamak istiyoruz. Anadolu’da Yörük ve Türkmen terimi bir etnik adlandırma olmayıp, şehirli-köylü, yerleşik-göçer sınıflandırması sonucu yerleşik halkın genelde göçebe Türkler için kullandıkları hayat tarzını ifade eden bir terimdir. Her biri ayrı bir etnosu bildirmemektedir. Diğer yandan Alevî Tahtacılar denilen grup tam adıyla “Tahtacı Yörükleri”’dir. Orman işçisi olmaları sebebiyle bu şekilde adlandırılmışlardır. Milâd’ın hemen başlarından Karadeniz’in kuzeyinden Maraş-Elbistan-Halep bölgesine yerleşen Ağaçeriler adlı Türk grubunun adlandırması da buna benzemekte idi. Genelde Karadeniz kuzeyinden Kuban bozkırı, Kırım, Kazan, Başkurtili, Romanya-Dobruca bölgesinden gelen ve Tatar olarak adlandırılan gruplar aşağı-yukarı 1783 tarihinde Kırım’ın Rusya’ya ilhakından sonra fasılalarla Türkiye’ye göç etmişlerdir. Türkiye’de genel olarak Tatar olarak adlandırılırlar. Ancak adı geçen eserde “Özbek Tatarları” adıyla sanki varmış gibi ayrı bir etnosdan bahsedilmektedir ki, bu hatadan da öte bilgisizliktir. Özbek Tatarları denilen grup özellikle Stalin’in 19 Mayıs 1944 tarihinde Kırım’dan sürgün ettiği Türk grubudur. Daha sonra Türkiye’ye göç eden bunlardan bir kısmı gene Türkiye’de genel adlandırma ile Tatar olarak bilinirler. Bulgaristan, Yunanistan ve Yugoslavya’dan Türkiye’ye göç eden Türkler genellikle “muhacir” olarak nitelendirilmektedir. Andrews maalesef bunları da – Bulgar-Yunan politikaları da bu doğrultudadır – kendine göre 26/01/2014 34 sınıflandırmış ve her birine ayrı köken bulmuştur. Türk asıllılar Pomak, Torbeş, Çitak, Boşnak, Arnavut, Hersek, Gagauz, Karaim vb. gibi ayırıma tâbi tutulmuş, Pomaklar’ın Slav, Çitaklar’ın Sırp, Torbeşler’in Makedon asıllı oldukları iddia edilmiştir. Ayrı bir etnik grup olarak nitelendirilen Gagauzlar özbeöz Türk olup, farklılıkları Ortodoks Hıristiyan olmalarıdır. Aynı şekilde Türk olan Karaimler Musevî dinine mensuptur. Daha da enteresan olanı, bu sayılan Türk gruplarının genel nüfus içindeki payı % 0,001 - % 0, 005 arasında olmasıdır. Burada oldukça tehlikeli olan Laz, Hemşinli ve Alevi kavramlarıdır. Laz terimi 1842 Vilâyetler Kanunnâmesi ile siyasî literatürümüze girmiş ve bu tarihte Trabzon merkez olmak üzere Rize’ye kadar uzanan Doğu vilâyetleri “Lazistan” olarak nitelendirilmiştir. Bugün Türkiye’mizde genel bir yanlış adlandırma sonucu Zonguldak’tan Artvin’e kadar uzanan geniş bölgede yaşayan Türk halkı “Laz” olarak nitelendirilmektedir. Eski Sovyet tarihçilerin Gürcü bilim adamlarını öne sürerek Lazlar’ın Gürcü kökenli oldukları iddiaları dikkate alındığında “bölücülük” ideolojisinin hangi boyutlarda olduğu anlaşılabilir. Diğer yandan Yunanistan’ın “Pontuslu” deyimiyle Laz denilen grup içinde Rum araması buna benzer bir bölücü faaliyettir. Hemşinliler’e Ermenilik izafe edilmiştir. Bölgede konuşulan mahallî ağızın (Hemşince) Ermenice olduğu ileri sürülmektedir. 1983 nüfus sayımına göre tahminî olarak Laz ve Hemşinliler’in 250 bin civarında olduğu iddia olunmaktadır. Halbuki istatistikî bunu doğrulayacak herhangi bir veri mevcut değildir. Bu tasniflerin içinde en tehlikeli olan “Alevîlik” konusudur. Anadolu’nun her yerinde, ağırlıklı olarak Orta Anadolu’da yoğunlaşmış olan Alevî inançlı Yörük, Türkmen, Türk nüfusu Sünnî Türk unsurları ile içiçe yaşamaktadırlar. Alevilik konusu her vesileyle Türkiye’nin gündemine getirilmekte, nüfusları abartılı olarak 25 milyona kadar çıkarılmakta, Aleviliğin ayrı bir din 26/01/2014 olduğu (özellikle Hıristiyanlık’la rabıtalı) ileri sürülmekte, inanç ve ibadet hürriyetlerinin olmadığı iddia olunmaktadır. Siyasîlerin Alevi oylarını kendileri hesabına kazanma arzuları da burada etkili olabilmektedir. Gayrı-Türk olarak nitelendirilen Kafkasya göçmenleri Dağıstanlılar (Kara Lezgi/Avar, Beyaz Lezgi/ Laklar, Esas Lezgi/Didalar), Çerkesler (Adigeler, Abazalar, Ubıhlar, Çeçenler, İnguşlar), Araplar (Sünnî Araplar, Alevî Araplar/Nusayrîler, Hıristiyan Araplar/Nasranîler), Süryanîler (Ortodoks Hıristiyan), Keldanîler (Doğu Suriye Hıristiyanları), Kürtler (Kurmançca ve Zazaca konuşanlar, Sünnî Şafiî, Sünnî Hanefî, Alevi ve Yezidî) olarak ayrı grupların varlığı öne sürülmektedir. Dil baz alındığında bunların genel nüfusa oranı ancak % 9,8’dir. Din baz alındığında ancak bu oran % 0,001 nisbetindedir. millî beraberlik ve bütünlüğümüz açısından telâfisi mümkün olmayan yaralar açabilir. Sonuç: Türkiye’de kâhir bir ekseriyetle Türk nüfusu hâkimdir. Gayrı-Türk olarak nitelendirilen gruplar Türk nüfusu ile entegre olmuştur. Entegrasyonda evlilik, eğitim politikaları, Atatürk başta olmak üzere Türk devlet adamlarının çabaları büyük ölçüde etkili olmuştur. Din, dil, coğrafya, mahallî adlandırma vb. gibi sebeplerle bu bütünlük bozulmaya çalışılmaktadır. Günümüzdeki bunun en çarpıcı örneği “Kürt meselesi”nde görülmektedir. Türk toplumu tabiri caizse yetmiş iki millete parçalanırken, Ortadoğu’da İran, Irak, Suriye ve Türkiye’ye yayılmış olan Kürt olarak nitelendirilen insanlar, din, dil, ırk, coğrafya farkı dikkate alınmadan bir bütünlük içinde takdim olunmaktadır. Aynı şekilde Yunanlılık/Rumluk, Ermenilik, Kürtlük’le birlikte “birleştirici” bir politika ile Ortadoğu’ya yeni bir siyasî düzen getirilmek istenmektedir. “Türkiye’deki mozaik bir toplum” fikrinin yagınlaşmasına sebep olan araştırma Peter Alford Andrews’in Türkiye’deki Etnik Gruplar adlı çalışmasıdır. Daha geniş bir araştırma ile Türkiye’nin, dil, din, mezhep, tarikat, ırkî özelliğini ortaya koyacak gerçekçi bir çalışma yapılabilir. Burada şu hususu da özellikle vurgulamak istemekteyiz. Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulduğu tarihten itibaren Osmanlı’dan miras alınan ve çeşitli adlarla anılan Türk-Müslüman halkın bir millet hâline gelebilmesini politikasına esas yapmıştır. Öyle ki Anadolu Türk toplumunun hangi mezhepten olursa olsun, hangi adla anılırsa anılsın “Türk” terimini etrafında toplanmasına çalışılmıştır. Milletleşme süreci Cumhuriyet’le başlamıştır. Bu entegrasyonu güçlendirmek için başta Atatürk olmak üzere Türk devlet adamları, Türk millî eğitiminin temel ilkeleri, Türk kültürünün özellikleri, Türk dili ve Türk tarihi konusunda ağırlıklı olarak durmuşlardır. Bu çabalar günümüzde Ortadoğu’da her yönden ağırlığı olan farklı olarak nitelendirilecek grupları göz ardı etsek bile 50-55 milyonluk bir Türk denizi yaratmıştır. Batı’da gelişen mikro-milliyetçilik, eski Sovyet politikasının esasını oluşturan entogenesis nazariyeler Türkiye’de ne yazık ki Türk birliğini bozmaya yönelik bir mecraya sürüklenmiş bulunmaktadır. Bu türde politikalar Türkiye’de kâhir bir ekseriyetle Türk nüfusu hâkimdir. GayrıTürk olarak nitelendirilen gruplar Türk nüfusu ile entegre olmuştur. Entegrasyonda evlilik, eğitim politikaları, Atatürk başta olmak üzere Türk devlet adamlarının çabaları büyük ölçüde etkili olmuştur. Din, dil, coğrafya, mahallî adlandırma vb. gibi sebeplerle bu bütünlük bozulmaya çalışılmaktadır. Günümüzdeki bunun en çarpıcı örneği “Kürt meselesi”nde görülmektedir. Türk toplumu tabiri caizse yetmiş iki millete parçalanırken, Ortadoğu’da İran, Irak, Suriye ve Türkiye’ye yayılmış olan Kürt olarak nitelendirilen insanlar, din, dil, ırk, coğrafya farkı dikkate alınmadan bir bütünlük içinde takdim olunmaktadır. Aynı şekilde Yunanlılık/Rumluk, Ermenilik, Kürtlük’le birlikte “birleştirici” bir politika ile Ortadoğu’ya yeni bir siyasî düzen getirilmek istenmektedir. 35 hidayetsari@turksolu.com.tr GÜNDEM Prof. Dr. HİDAYET SARI RTE bir ajan provokatör mü? Ben bu başbakana ajan provokatör demeyeyim de ne diyeyim? Siz söyleyin? Bu soru size çok marjinal (uç, abartılı) gelebilir. Ancak böyle olmadığını RTE’nin 11 yıllık iktidarı dönemindeki uygulamaları ve yaptıklarının aklımda kalanlarıyla size ispatlamaya çalışacağım. Şimdi bir başbakan düşünün; Ülkesinin gençlerini “kafası kıyak gençlik-dindar gençlik” diye ikiye ayırıyorsa, Kendisine karşı bir protesto olduğu zaman “bizim evde zorla tuttuğumuz %50’miz var” diyerek vatandaşlarını AKP’ye oy verenler ve vermeyenler diye ikiye bölüyorsa, Ülkesindeki kadınları başörtülü ve başörtüsüz diye ayırıyor, “Benim başörtülü bacım yıllarca eziyet gördü şimdi biz bunların haklarını vermeliyiz.” diye ülkesinin kadınlarını başörtülü başörtüsüz diye ikiye ayırıyorsa, Devlet yönetiminde yaptıklarıyla ilgili kendilerine hukuki bir müdahale olduğu zaman buna hemen karşı çıkıyor ve atanmışlar ve seçilmişler diye ikiye ayırıyorsa, Her gün her konuşmasında “Türkiye sadece Türklerin değil, 36 etnik kimliğin hepsinin” deyip vatandaşlarını etnik ve mezhepsel olarak 36 parçaya ayırıyor ve onların ayrışması için gayret gösteriyorsa, Ülkesinin kurucusu, kurtarıcısı Türk Silahlı Kuvvetleri’ni her gün “cuntacı, darbeci” olmakla suçluyor, medyada bu konuda yayın yaptırıyor, “askeri vesayet istemiyoruz” diyerek sivil-asker ayrımı yapıyorsa, Ülkesinde yaşadığı vatanı ve milleti bölmek için kurulmuş PKK terör örgütü ve yandaşlarıyla masaya oturup ülkenin toplumsal ve siyasal geleceği için pazırlık yapıyorsa, Ülkesinde yıllarca “tek vatan, tek bayrak, tek millet” inancıyla PKK terör örgütüyle mücadele etmiş TSK mensuplarını “Ergenekon Terör Örgütü” olarak kabul edip hapislerde çürütüyorsa, 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı törenlerini kaldırıp onun yerine 29 Mayıs İstanbul’un fethini alternatif askeri bir zafer olarak kutluyorsa, Ülkesindeki 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlamalarını kaldırıp onun yerine Kutlu Doğum Haftası şeklinde yeni dini bayramlar yaratıyorsa, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı törenlerini kaldırıp bu bayramı kutlamak isteyenleri polisin kaba kuvveti, tazyikli su, biber gazı ve copla engelliyorsa, Ülkesindeki insanların yediğine, içtiğine, çocuk sayısına ve yaşam şekline kendisi yön vermek istiyorsa, Ülkesinin şimdiye kadar yer altı/ üstü zenginliklerini bir bir satıp şehit canı gazi kanıyla alınmış ülkesini pazarlıyor “evet ben ülkemi pazarlıyorum” diyebiliyorsa, Bir ülkenin başbakanı masum protesto eylemi olarak başlayan Gezi olaylarını ve protestoları vatandaşın gözüne biber gazı, vücuduna tazyikli su, hatta kafasına kurşun ve gaz bombası atıp insanlarını tahrik ediyorsa, Bu protestoların tüm yurda yayılıp hükümete karşı kitlesel protestolara döndürüyorsa, bu protestoları önlemek için ortamı sakinleştirmek yerine eylemcileri 3-5 çapulcu, vandalist ve marjinal suç örgütleri yerine koyup düşman belliyorsa, Hatta bu protestolara karşı kendisi yandaş basın ve partilileri toplayıp karşı protesto düzenliyorsa, yani “ben size gösteririm” şeklinde gözdağı veriyorsa, Bu karşı mitinglerde “milli iradeye saygı” mitingi adı altında Ankara, İstanbul, Samsun ve İzmir’de bindirilmiş kıtalar halinde AKP yandaşlarını topluyor, ellerine AKP bayrakları veriyor ve kendisine yapılan protestoları “Var mısın büyük oyunu bozmaya? Haydi tarih yazmaya!” diyerek ülkesinin insanlarını AKP yandaşları ve karşıtları olarak karşı karşıya getiriyorsa, Gezi protestolarının nedenini araştıracağına kendisine karşı içeriden ve dışarıdan bir kompla olarak görüyor ve protesto eden kişileri halkın gözünde küçültmek için “camilerde içki içtiler, mabetlere saygısızlık ettiler” diye iftira ediyorsa, Olayla ilgileri olmadığı halde Gezi olaylarında yer alan ulusalcı grupları “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz diyorsunuz ama yanınızda teröristlerin posterlerine ses çıkarmadınız.” diye azarlıyorsa, Böylece ulusalcı grupları da bölücülerle aynı kefeye koymaya çalışıp halkın gözünde küçültmeye çalışıyorsa, Ancak kendisi hükümetin başı olarak bizzat teröristbaşıyla ülkenin toplumsal-siyasal geleceği için pazarlık yapıyorsa, Bu protesto eylemlerinde eylemcilere karşı kaba kuvvet kullanan, biber gazı sıkan öldüren ve sakatlayan polislere kahramanlık madalyası takıyor, üstüne üstlük ikramiye veriyorsa, yani polisin kendi vatandaşına sert müdahalesini teşvik ediyorsa, En son olarak açılım politikası adı altında ülkeyi bölen, özelleştirme adı altında ülkeyi satan, ona buna peşkeş çeken, “bu ülkenin tek sahibi benim, ben ne istersem o olur” diyen politikalarını tencere tava çalarak protesto eden vatandaşlarla “tencere tava hep aynı hava” diyerek dalga geçiyor ve “tencere tava çalanları bize şikayet edin biz de yargı olarak hadlerini bildirelim” diye vatandaşı AKP yandaşı ve AKP karşıtları olarak karşı karşıya getiriyorsa, Ben bu başbakana ajan provokatör demeyeyim de ne diyeyim? Siz söyleyin? 26/01/2014 36 ahsenbatur@turksolu.com.tr TARİHİN ARKA SOKAKLARI D. AHSEN BATUR Malazgirt Savaşı ve Kürtler Çok büyük ihtimalle sözü edilen 10 bin kişinin belki birkaç binini oluşturan Kürtler, burada çarpışmaya bizzat katılmamış, ganimetten pay almak veya galip tarafın beğenmediği ganimetleri toplamak için diğerleriyle birlikte bir kenarda beklemeyi tercih etmişlerdir. Zaten metinde de Kürtlerin ve diğerlerinin orada bulundukları belirtilmekte, ama çarpışmaya katılıp katılmadıklarına işaret edilmemekte, üstelik bunların savaşçı olup olmadıklarına atıfta da bulunulmamaktadır. Netice itibariyle siyasî Kürtçülerin 10-20 bin kişilik bir kuvvetle Türklerin yanında savaştıkları iddiası içi doldurulamayan hayalî bir safsatadan ibarettir. 26/01/2014 Siyasî Kürtçülerin ısrarla ileri sürdükleri bir başka iddia, Malazgirt Savaşı sırasında 10 bin kişiden oluşan bir Kürt ordusunun Alparslan’ın safında Bizans’a karşı savaştığı, dolayısıyla bu 10 bin Kürt olmasaymış bizim Anadolu’ya giremeyeceğimiz şeklindedir. Bu iddiayı o kadar çok tekrar ettiler ki, kendileri inandıkları gibi, bazı Batılı sözüm ona tarihçiler ve bizdeki birtakım tarihçi ve gazeteciler de aynı iddiayı hiç araştırmadan gerçekmiş gibi sunmaya başladılar. Fakat tuhaf tarafı, bu sözde 10 bin Kürt savaşçıdan Mervanî beyliğinin resmi tarihçisi İbnü’l Ezrak, siyasî Kürtçülerin Kürt kabul ettikleri İbnü’l Esir, İbni Hallikân ve Ebu’l Fidâ değil, Memluk Türklerinden Devadarî ve Türk asıllı Sıbt b. el-Cevzi’nin eserlerinde yer alan bir satırla bahsetmeleridir. Esasen Devadarî de bu bir satırlık cümleyi Sıbt b. el-Cezvi’den almıştır, fakat elCezvî de kaynak göstermez. Siyasî Kürtçülerin verdikleri rivayetlerde bu sayı 5 bin 5 bin artırılarak 20 bine kadar çıkartılmaktadır. Tabii yine hiçbir kaynak gösterilmeden. Şimdi Mervanî beyliğinin zaafını ortaya koyarak o dönemde 10-20 bin kişilik savaşçı çıkaramayacağını göstermeye çalışalım. Iraklı siyasî Kürtçü yazar İzady, Sultan Alparslan’ın Anadolu’ya geldiğinde bölgenin neredeyse ıssız bir halde olduğunu belirtmektedir. Bu nüfus seyrekliğinin bir sebebi, İbnü’l Esir’in sözünü ettiği büyük bir kıtlığın Mısır’dan başlayarak tüm bölgeyi kasıp kavurması ise, diğer sebebi Abbasî Halifeliği Büveyhîler yüzünden göstermelik bir hale gelip de bölgedeki küçük beylikleri bir sancak altında toplayarak güçlü biri olmadığı için Büveyhîler, Hamdanîler ve Kürtler arasında ardı arkası gelmeyen çatışmaların nüfusu alabildiğince azaltmış olmasıydı. Öyle ki Urfa’nın Bizans’ın eline geçmesinden sonra 400 savaşçıyla şehir kalesine kapanan Maniag’a karşı Harran, Halep, Dımaşk, Humus, Mısır, Menbiç, Bağdat, Musul, Meyafarikeyn, Amed, Cezire, Ahlat, Bitlis, Salmast, Nusaybin vs.. gibi şehir ve ülkelerden ordu toplandığı Urfalı Mateos’un Vakayiname’sinde belirtilmektedir.1 Yani 400 kişiyle korunan bir kaleyi zapt edebilmek için bunca şehirden asker toplanması da nüfusun son derece azaldığının bir başka göstergesidir. Diğer yandan Bizans ordusu Mervanîler üzerine yürüyünce, Ebû Ali Bizans’la savaşmak yerine barış teklifinde bulunmuş ve iki taraf arasında 20 yıllık bir barış anlaşması imzalanmıştır. Demek Mervanîler kimseyle savaşacak güce sahip değillerdi. Kaldı ki Meyafarıkeyn halkının tamamı Kürt değildi. Nitekim Mervanî tarihçisi İbnü’l Azrak da buna işaretle 995 yılında Ebû Ali’nin yaşlı vezirine Meyafarıkeyn halkından şikayet ettiğini, “Ben bunlarla başa çıkamam; bunlar emrimi dinlemiyorlar ve yönetimin altında değillermiş gibi davranıyorlar.” dediğini nakletmektedir.2 Aynı yazara göre şehirdeki manifaturacılar çarşısına kimse atıyla giremezdi. Bir defasında Ebû Ali’nin amcaoğlu atıyla bu pazara girmiş, atı meydana pislemiş, halk da onu atından indirerek atının pisliğini eteğinin içine koyup dışarı atmak zorunda bırakmıştı. Yine aynı yazara göre Meyafarıkeyn halkı herhangi bir askerin ve Kürdün kendilerine dokunmaları halinde, Mervanî beyine danışmadan o kişiyi çarşının ortasında adam akıllı döverlerdi.3 Amed halkı da Mervanîleri sevmiyordu ve nitekim Ebû Ali’yi bir hileyle öldürüp, dışarıda bekleyen Kürt askerlerine başını ve cesedini atanlar da bu Amed halkıydı.4 Oğuz akıncıları topu topu birkaç bin kişiyle 1040 yılında Diyarbakır’a saldırdıklarında Mervanîler kalelerine kapanmaktan başka bir şey yapamamışlardır. Örneğin Tuğrul Bey 1067 yılında Diyarbakır üzerine 5000 kişilik bir kuvvet sevk ettiğinde, şehir halkı onlarla çarpışmak yerine hemen kaleye çekilip kapıları kapatmayı tercih etmişlerdir.5 Şimdi şu aktardığımız bilgiler ışığında şöyle bir soru sorabiliriz: Mervanî beyinin amcaoğlunu atının pisliğini eteğine doldurup dışarı attıran halka bir şey yapmayı göze alamayacak kadar zayıf, bir Kürt askeri sokak ortasında dövüldüğünde sesini çıkaramayan, üç-beş bin Oğuz akıncısı karşısında kaleye kapanmayı tercih eden bir beylik nasıl olur da, Malazgirt’te Alparslan’ın saflarına 10-20 bin kişilik bir kuvvet verebilir? Malazgirt Savaşı’nın en yakın tanıklarından biri, Urfalı Mateos 37 ve Bizanslı Psellos’tan sonra Kürt asıllı İbnü’l Azrak’tır, fakat o da eserini savaştan yaklaşık 80 yıl sonra kaleme almıştır. Malazgirt Savaşı’ndan yalnızca iki paragrafla bahseder, ama Kürtlerden veya yardıma gelen Kürt savaşçılardan hiç söz etmez. Yine Kürt asıllı olduğu iddia edilen İbnü’l Esîr de Malazgirt’ten üç küçük paragrafla söz eder, ama 10 bin savaşçıdan hiç bahsetmez. Sözü daha fazla uzatmadan bu 10 bin kişiden söz eden Sıbt ibnü’l Cevzî’ye geçelim. Çünkü Devadârî de bu bilgiyi ondan almıştır. İbnü’l Cevzî herhangi bir kaynak göstermemekte ve yalnızca ve Devadâri’de şu şekilde geçen cümleyi sarf etmektedir: “Sultan Alp Arslan’ın yanında Kürtlerden ve diğer insanlardan oluşan 10 bin kadar kişi toplanmıştı.” Bu bir satırlık cümleyi dikkatli okumak gerekir. Bir kere bu 10 bin kadar insanın içinde Sultan Alparslan’ın her şeyden çok güvendiği 4 bin savaşçı gulâmı da var mıydı? Eğer İbnü’l Esîr’in sözünü ettiği bu 4 bin gulâmla birlikte 10 bin kadar insan Alparslan’ın yanında toplanmışta, geriye 6 bin kadar insan kalmaktadır. O da Kürtlerden ve diğer halklardan toplanan kişilerdir. Alparslan’ın 40 bin kişi olduğu belirtilen ordusundan başka bu 10 bin kişinin toplandığını kabul etsek bile, metinde bunların savaşçı, süvari veya piyade oldukları belirtilmediği gibi, savaşa katılıp katılmadıklarına da işaret edilmemektedir. Eskiden beri savaşa giden orduların peşinde yağmacı, çapulcu fakir insanların da gittikleri bilinen bir şeydir. Bunlar savaşlara bizzat katılmaz, bir kenara çekilip bekler, galip tarafın beğenmediği ganimetleri toplarlardı. Burada ise Kürtlerin savaşa katılmış olmaları çok uzak bir ihtimaldir. Çünkü Bizans ordusunun 200 bin kişi, Alparslan’ın ordusunun 40 bin kişi olduğu düşünülerse, savaşın sonucundan emin olmayan Kürtlerin böyle bir riski göze alabileceklerini sanmam. Kaldı ki, o sırada zaten Mervanî Beyliği ile Bizans arasında 20 yıllık bir barış anlaşması yürürlükteydi. Bir Rus subayının şu itirafları Kürtlerin genellikle iki taraf arasında savaşlarda bir kenara çekilip, hangi tarafından üstün geleceğini beklemeyi tercih ettiklerini göstermektedir: “Savaş esnasında Kürt süvarisi Türk kuvvetlerine çok az yarar sağlamıştır. Bu süvari kuvvetler genellikle Türk birliklerinin arkasında beklerlerdi. Neticede Türkler üstün geldikleri zaman birliklerimizi izleyerek Erivan vilayetine baskın düzenlerlerdi. İaşelere el koyarlardı. Fakat üstünlüğü elimize aldığımız zaman Kürtler aşağıda belirtildiği gibi bu sefer Türklere baskın yaparak iaşelerine el koyarlardı. Bundan anlaşılıyor ki, bu insanlar 19 Kasım 1853 tarihinde Başgedikler savaşlarında yaptıkları işi tekrar etmişlerdir. Çengel Savaşı’nda bütün İslam milisleri gibi bizim yanımızda savaşa katılan Kürtlerin hareketi çok fenaydı. Bunlar hücuma geçen piyade birliklerimizin sağ kolunun emniyetini sağlamakla görevlendirilmişti. Bu göreve atandıkları halde tehlike mıntıkasına girmeyip, arazi engebeli olduğu için fırsat kollayarak üstünlüğün hangi tarafta kalacağını bekliyorlardı..”6 Çok büyük ihtimalle sözü edilen 10 bin kişinin belki birkaç binini oluşturan Kürtler, burada çarpışmaya bizzat katılmamış, ganimetten pay almak veya galip tarafın beğenmediği ganimetleri toplamak için diğerleriyle birlikte bir kenarda beklemeyi tercih etmişlerdir. Zaten metinde de Kürtlerin ve diğerlerinin orada bulundukları belirtilmekte, ama çarpışmaya katılıp katılmadıklarına işaret edilmemekte, üstelik bunların savaşçı olup olmadıklarına atıfta da bulunulmamaktadır. Alparslan Netice itibariyle siyasî Kürtçülerin 10-20 bin kişilik bir kuvvetle Türklerin yanında savaştıkları iddiası içi doldurulamayan hayalî bir safsatadan ibarettir. Dipnotlar 1. Urfalı Mateos Vakayinamesi, s. 55-56. 2. İbnü’l Azrak, Mervani Kürtleri Tarihi, s. 82. 3. Aynı yerde. 4. İbnü’l Esîr, el-Kâmil, I/179; İbnü’l Azrak, s. 91. 5. İbnü’l Azrek, s. 170-171; İbnü’l Esir, el-Kâmil, 7/418-419. 6. Ayvarov, Osmanlı-Rus ve İran Savaşlarında Kürtler 1801-1900, s. 56-57. Malazgirt Savaşı 26/01/2014 38 alirizasafa@turksolu.com.tr GERÇEĞİN İÇİNDEN ALİ RIZA SAFA Kur’an ve Atatürk Kur’an çevirileri… Kur’an’ın türlü dillere çevrilmesine Muhammed peygamber döneminde başlanmıştır. Bilinen ilk çeviri, İranlı Selman-ı Farisi tarafından Fâtiha suresinin Farsçaya çevrilmesidir. Bu çevirinin yapılmasının Peygamber tarafından onaylandığı Kur’an tarihi kitaplarında yazılıdır. Sonraki zamanlarda Kur’an’ın tümünü kendi diline çeviren ilk toplum da yine İranlılar olmuştur. Kur’an’ın bilinen en eski Farsça çevirisi, dokuzuncu yüzyıl sonunda yapılan Kur’an-ı Kuds Tercümesi –Kutsal Kur’an’ın Çevirisi– isimli çeviridir. Kur’an’ın Batı dillerine ilk çevirisi ise 1143 yılında yapılmıştır. Almanca olarak yapılan bu Kur’an çevirisi basılmadan dört yüzyıl bekletilmiş ve Protestan mezhebinin kurucusu Alman rahip Luther’in yazdığı önsözle 1543 yılında İsviçre’nin Basel kentinde basılmıştır. Kur’an’ın Arap diliyle dünyadaki ilk matbaa basımı da 1694 yılında Hamburg’da yapılmıştır. Kur’an’ın bilinen en eski Türkçe çevirisinin, Orta Asya’da Şamanizm inancına bağlı olan Çağatay Hanlığı’ndan ayrılarak Müslümanlığı seçen ve küçük bir topluluk şeklinde Maveraünnehir bölgesinde yaşayan kentli Türkler tarafından 14. yüzyılın başında Çağatay Türkçesiyle yapıldığı öne sürülür. Oysa tarih kaynaklarına göre Çağatay Türkçesi 15. yüzyıldan sonra kullanılmaya başlanmıştır. Bu Kur’an çevirisinin İstanbul’daki Türk ve İslam Eserleri Müzesi’nde kayıtlı olduğu söylenir. Karahanlılar döneminde 26/01/2014 de Karahanlı Türkçesiyle yapılan bir Kur’an çevirisinin, İngiltere’nin Manchester kentindeki Rylands kitaplığına kayıtlı olduğu şeklinde gerçek olup olmadığı bilinmeyen bilgiler vardır. Matbaadan önceki dönemlerde el yazması olarak yapılmış olması gereken bu çevirilerin çoğaltılmış olması olasılığı da zaten yoktur. İslamiyet’i devlet dini olarak kabul eden ilk Türk devleti, kuruluşundan yaklaşık yüz yıl sonra Karahanlılar (8401212) olmuştur. Daha sonraları birbirlerinin içinden çıkan ve birbirleriyle savaşarak kurulan ve tümü Orta Asya kökenli Türk boylarının soyundan gelen Türk devletleri; Büyük Selçuklu (10371194), Anadolu Selçuklu (10771307), Karamanoğulları (12501487) ve Osmanlı (1299-1922) dönemlerinde de İslamiyet devlet dini olarak varlığını sürdürmüştür. Bu devletlerden üçünün hem devlet dili hem konuşulan dili, ikisinin ise konuşulan dili Türkçe olmasına karşın, bu beş Müslüman Türk devletinin bin yıl süren varlıkları boyunca Kur’an Arapça okunmak zorunda bırakılmış; Türkçeye çevrilmesi, Türkçe okunması ve Türkçe ibadet edilmesi yasaklanmıştır. Osmanlı döneminde Kur’an… 1450 yılında Gutenberg tarafından bulunan ve ilk olarak Kitab-ı Mukaddes’in basıldığı matbaa, Türkiye’ye 1493 yılında gelmiştir. Matbaanın bulunduğu ve kullanılmaya başlandığı yıllar, Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman gibi; iyi eğitimli, birçok yabancı dil bilen, bilime ve sanata kişisel olarak değer veren, ama toplum için görmezden gelen padişahların Osmanlı devletinin başında bulunduğu yıllardır. Matbaanın bulunduğu ilk otuz yıl süresince Osmanlı padişahı Fatih Sultan Mehmet idi. Fatih yedi dil biliyordu ve Türkçe, Arapça, Farsça, Latince, Yunanca kitaplardan oluşan özel bir kütüphanesi vardı. Tüm bunlara karşın, bilim alanındaki en önemli buluş olan matbaanın Türkiye’de kullanılması, Türk toplumunun gelişmesini engellemek için çağdışı fetvalar veren bağnaz mollalarla aynı düşüncelere sahip olan Fatih ve daha sonra gelen padişahlar tarafından yasaklanmıştır. Oysa Osmanlı azınlıkları, matbaa bulunduktan 43 yıl sonra 1493 yılından itibaren İstanbul’da matbaayı kullanmaya, kitap, dergi ve gazete basımına başlamışlardı. Türkiye’de yaşayan diğer dinlere bağlı toplumlara verilen öğrenme hakkı Müslüman Türklere verilmemiş ve Kur’an’ın öğrenilmesinin engellenmesi çabalarının en büyük adımları o dönemlerde atılmıştır. İlk Kur’an basımı, matbaanın Türkiye’ye gelişinden tam 378 yıl sonra; 1871 yılında Arapça olarak Hafız Osman hattı ile yapılmıştır. Oysa bu tarihten 328 yıl önce Kur’an çevirileri birçok Avrupa ülkesinde basılmış ve Hıristiyanlar bile Kur’an’ı kendi dillerinde okumaya başlamışlardı. Arapça olarak basılmasına karşın, verilen fetvalar nedeniyle aptallaşan bağnaz çoğunluk, yazma Kur’an’dan anlatılanları kabul etmiş, basılmış Kur’an’dan anlatılanları ise kabul etmemiştir. Müslümanların matbaayı kabul etmedikleri yıllarda, Çariçe Katerina tarafından altı kez Kur’an basımı yaptırılarak, Rusya’daki Müslümanlara dağıtılmıştı. Kur’an’ın altı yüzyıl boyunca Türkçeye çevrilmesine ve 378 yıl boyunca Arapça olarak bile matbaada basılmasına izin verilmeyen Osmanlı döneminde, Allah ile aldatan din sömürgenlerinin fetvaları yüzünden, Türkçe kitap, dergi ve gazete basımına da 277 yıl izin verilmemiştir. Böylece, eğitimlerine büyük önem verilen padişahların ve saray çevresindekilerin sınırsız özgürlük ve zenginlik içindeki görkemli yaşamlarının tersine, toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan alt katmanlarda bulunan Türkler, yüzyıllar boyunca, eğitim, bilim, sanat ve yeni akımlardan yoksun olarak, kısacası dünyadan habersiz olarak kapalı ve faşist bir düzende yaşamışlardır. Türk boylarının göçebe oldukları dönemlerde önderleriyle eşit koşullarda ve özgür yaşayan bu insanlar, Osmanlı döneminde padişahların buyruklarına ve uydurulmuş dinsel baskılara koşulsuz boyun eğmek zorunda bırakıldıkları için “Eşek Türk” veya Osmanlı dilinde “Davar sürüleri” anlamına gelen “Raiyye” sıfatlarıyla isimlendirilmişlerdir. Aynı toplum, Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nden sonra, aydınlığa, özgürlüğe ve onurlu bir kişiliğe 39 kavuşarak “Türk Ulusu” ismiyle kendisine yakışan gerçek kimliğini bulacaktır. Kur’an ve Atatürk… Allah ile aldatan din sömürgenlerinin “Kur’an’da böyle yazıyor!” veya “Peygamber böyle söylüyor!” diye uydurdukları yalanlara Müslümanların büyük çoğunluğu hiç sorgulamadan inanmış ve Kur’an’da bildirilen katışıksız dini yaşamak yerine, hurafelerle dolu uydurulmuş dini yaşamayı seçmişlerdir. Muhammed Peygamberin vefatından yüzyıllar sonra uydurulmaya başlanan yalanlar çığ gibi büyümüş ve bu yalanları ilk uyduranları bile şaşırtacak boyutlara ulaşmıştır. Üstelik aydın insanların çoğunluğu da bu yalanlara inanmış ve İslamiyet’in bilgiden ve dünya gerçeklerinden uzak olduğu önyargısıyla okumaya bile gerek görmeden Kur’an’dan uzaklaşmışlardır. Böylece, Kur’an’ın öğrenilmemesi için uygulanan büyük plan başarıya ulaşmıştır. Bu evrensel plan sonucunda, Müslümanlar Kur’an’daki gerçekleri öğrenememiş; bilim ve sanat düşmanı, eğitimsiz, üretimsiz, bağnaz, iç savaşlar ve terörle anılan, kargaşa içindeki ülkelerinde yaşamak için uğraşan yoksul ve zavallı toplumlar durumuna gelmişlerdir. İslamiyet, erkek egemen bir din şeklinde uygulanmış, toplumların yarısını oluşturan kadınlar aşağılanarak, bilgiden, eğitimden, üretimden, toplum yaşamından ve üstelik ibadetten bile uzaklaştırılmışlardır. Bin yıl boyunca Allah’ın buyruklarını doğrudan öğrenmek olanağından yoksun bırakılarak karanlıkta kalan Müslüman Türkler, Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nde ilk kez aydınlığa çıktılar. Mustafa Kemal Atatürk, beş Müslüman Türk devletinin tüm zamanlarını kapsayan bin yıl boyunca uygulanan tüm yasakları kaldırarak, Allah’ın buyruklarını gerçek kaynağından ve kendi dilimizle öğrenmemizin yolunu açan gerçek bir Müslüman ve eşsiz bir devrimcidir. Kur’an’ı Türkçe olarak okuyabilmemizin Allah’ın izniyle Atatürk sayesinde gerçekleştiği gerçeğine karşın, Cumhuriyet döneminde Kur’an’ın yasaklandığı, camilerin ahıra çevrildiği yalanlarıyla iftiralar atılmakta ve Atatürk ile birlikte tüm Cumhuriyet dönemi Kur’an ve İslamiyet düşmanı olarak gösterilmeye uğraşılmaktadır. Allah ile aldatan din sömürgeni kamu yöneticileri tarafından da desteklenen bu iftiralara toplumun aydın olduğu sanılan kesimi bile inanmaktadır. Atatürk heykelleri dinci bilisizlerin saldırısına uğramakta, resimleri ve söylemleri çöplüklere atılmakta, doksan yıldır Türk ulusu tarafından içtenlikle yapılan kutlamalar yasaklanmakta, Atatürk’ün kurduğu Diyanet İşleri Başkanlığı bile Atatürk Haftası nedeniyle camilerde okunan hutbelerde Atatürk isminin anılmasına izin vermemektedir. Allah diyor ki: “Allah’ın lâneti haksızlık yapanların üzerine olsun!” (Arâf 7:44) Atatürk diyor ki: “Aslında, Türkiye’de gerici yoktu ve yoktur; kuruntu vardı, hurafe vardı. Bundan sonra yalnızca bir tek şey akla gelebilir. O da kimi art düşünceli aşağılık siyasetçilerin bu hurafeleri uyandırma gayretleridir!” ABD’li ünlü bir spor sunucusu da “Yüce Atatürk” yazılı tişörtler giyerek sahaya çıkan futbol kulübüne ceza verilmesini isteyenler hakkında şunları söyledi: “Kendi sporcularını Mustafa Kemal Atatürk’ü onurlandıran tişörtler giydikleri için cezalandırdılar.” Atatürk olmasaydı… Türkiye’de bunlar olurken, dünyanın en saygın dergilerinin başında gelen ve Türkiye Cumhuriyeti ile yaşıt olan Time Dergisi, doksan yıl boyunca yaptığı yaklaşık beş bin kapak arasından doksan kapak seçti ve Mustafa Kemal Atatürk’ün resminin yer aldığı Time kapağını ilk sıraya koyarak şu açıklamayı yaptı: “Osmanlı’nın küllerinden, modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu babası olarak çıktı. O’nun laik devrimleri, Orta Doğu’da yıllarca yankı uyandıracak bir efsane bıraktı!” İlk sayısı 3 Mart, 1923 tarihinde yayımlanan Time, internetteki sitesine koyduğu doksanıncı yıl videosunu, 24 Mart 1923 tarihli Atatürk kapağıyla başlatarak, o baskıda yer alan bir bölümü de yeniden yazdı: “O, Türkiye’yi özgürlüğüne kavuşturan kişidir. O, Türk ulusunun özündeki nitelikleri fark etmesini sağlayarak, yabancı güçlerin boyunduruğu altındaki bataklıktan ulusunu kurtaran kişidir!” ABD’li ünlü bir spor sunucusu da “Yüce Atatürk” yazılı tişörtler giyerek sahaya çıkan futbol kulübüne ceza verilmesini isteyenler hakkında şunları söyledi: “Kendi sporcularını Mustafa Kemal Atatürk’ü onurlandıran tişörtler giydikleri için cezalandırdılar. Bu bizim beyzbol yöneticilerinin George Washington’ı onurlandıran bir tişört giyen oyuncuları cezalandırmaları gibi bir şey. Türk değilseniz ya da 20. yüzyıl tarihini okumadıysanız bilmeyebilirsiniz; Atatürk, modern Türkiye’nin kurucusudur. Bunu tek başına yaptı bile denilebilir!” Kur’an’da bildirilen “Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” buyruğuna uygun olarak, Türk ulusunun İslamiyet’in gerçeklerini öğrenebilmesi ve çağcıl uygarlık düzeyine erişebilmesi amacıyla Mustafa Kemal Atatürk’ün yapmış olduğu devrimlerin önemini, Türkçe İbadet–Laik Devlet Devrimi tek başına anlatmaya yeterlidir. “Fabrikaların sayısı çoğalsın; en azından türbelerin sayısına yaklaşsın!” diyerek İslamiyet’in düşürüldüğü durumu gözler önüne seren büyük önderimizin, Müslümanlığın doğru anlaşılmasını sağlayarak Türkiye’yi ulaştırmak istediği çağcıl uygarlık hedefinden her geçen gün biraz daha uzaklaşıyoruz. Kur’an’da bildirilen katışıksız İslamiyet’i öğrenmeleri engellenen, Orta Doğu’da, Orta ve Kuzey Afrika’da, Orta ve Güney Asya’da ve dünyanın diğer bölgelerindeki Müslüman toplumların –aralarında çok zengin ülkeler olmasına karşın– bugünkü siyasal, tüzel ve toplumsal yaşamlarına baktığımızda, Atatürk olmasaydı Türk ulusunun ne durumda olacağını görüyoruz ve büyük kurtarıcıyı saygı, sevgi, özlem ve rahmetle anıyoruz. Allah, O’ndan hoşnut olsun. Türk ulusuna Mustafa Kemal Atatürk’ü bağışlayan Evrenlerin Efendisi Allah’a övgüler olsun! Atatürk diyor ki: “Savaş yeni başlıyor. En büyük savaş cahillere ve yobazlara karşı vereceğimiz savaştır!” Ve Allah diyor ki: “Ateşe girecek olanlar şöyle diyecekler: ‘Nasıl oluyor da kötüler arasında saydığımız adamları burada görmüyoruz? Onlarla alay ederdik. Yoksa onları gözden mi kaçırdık?’” (Sâd 38:62,63) “Bu bizim beyzbol yöneticilerinin George Washington’ı onurlandıran bir tişört giyen oyuncuları cezalandırmaları gibi bir şey. Türk değilseniz ya da 20. yüzyıl tarihini okumadıysanız bilmeyebilirsiniz; Atatürk, modern Türkiye’nin kurucusudur. Bunu tek başına yaptı bile denilebilir!” 26/01/2014 40 okanisbecer@turksolu.com.tr HAFTANIN GÜNDEMİ OKAN İŞBECER Tayyip’i Gezi’de Apo kurtarmış! Taksim’de Kutsal İsyan’ın yaşandığı günlerde PKK’nın aldığı onursuz tavrı herkes hatırlar. Tüm Türkiye 7’den 70’e ayaktayken kader ortağımız olduklarını iddia eden Kürtler ve PKK Gezi eylemlerini sabote eden bir çizgi izlemişti. Eylemlerin ilk günlerinde ortalarda görünmeyen PKK’lılar, sonradan piyasaya çıkarak açtıkları Apo posterleriyle Tayyip’in ‘marjinal’ iddialarını kanıtlarcasına boy göstermeye çalışmışlardı. Biz bu gazetede defalarca yazdık AKP ve PKK Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmak ve bölmek için kader birliği etmişlerdir diye. Bizim yazdıklarımızdan ikna olmayanlar şimdilerde gazetelerde boy boy Apo’nun açıklamalarını okuyorlar. Geçtiğimiz hafta İmralı’da teröristbaşı ile görüşen BDP ve HDP heyetine açıklamalarda bulunan Apo, “Başbakan seçimlerde beni idam etmekten bahsediyordu ancak ben Gezi olaylarında kendisini kurtardım. Sağduyulu davranmasaydık Başbakan'ı götüreceklerdi. 17 Aralık darbesine de karşı duracağız. Tüm darbelere karşı durduk” dedi. Böylelikle PKK’nın ve temsil ettiği Kürtlerin Türkiye tarihinin en büyük direniş hareketini baltalamaya çalıştıkları da birinci ağızdan açıklanmış oldu. Zaten bizzat Apo 17 Aralık’tan sonra AKP’nin başına gelenleri Tayyip’in ağzıyla ‘darbe girişimi’ olarak nitelendirmişti. Yine Apo’nun açıklamalarından anlaşılıyor 26/01/2014 Apo’yla Süreyya’nın fotoğrafının Sırrı ki, PKK sözde çözüm süreci için yasal düzenlemenin henüz yapılmamasından şikayetçi. Hakan Fidan’ı vermediği için Tayyip’e bir aferin veren Apo, başlarına geleceği biliyor olmalı ki, hem Hakan Fidan’ın hem de Tayyip’in zora düşmemesi için bir an evvel yasal düzenleme yapılması hususunda Tayyip’i uyarıyor. İstedikleri kadar kader birliği etsinler, yedi düveli yenerek kurulan bu devleti ve bu milleti yenmeyi başaramayacaklar. Şimdilik siyaseten yanyanalar, günü geldiğinde Tayyip ve Apo İmralı’da da koğuş arkadaşı olarak yan yana olacaklar. Geçtiğimiz hafta İmralı’yı ziyaret eden heyetin değişmez isimlerinden Sırrı Süreyya Önder’in Apo’yla çekilmiş fotoğrafları servis edildi. Heyet olarak toplu çekilen pozla birlikte Sırrı’nın teröristbaşıyla yan yana verdiği pozlar da servis edilen resimler arasındaydı. Karelerden birinde Apo ile Sırrı aynı pozu vermişler. Eller göğüste bağlı, sırıtkan. Sanki aradaki 7 farkı bulun dercesine sırıtmışlar ama değil arada 7 fark bulmak tek bir fark bile bulmak mümkün değil. Sadece birinin saçı siyah öbürününki beyaz. Ağzını açtığında hümanizm, demokrasi ve bilumum buna benzer eksik olmayan sanatçı duyarlılığına sahip Sırrı Bey, binlerce insanın katili azılı bir teröristle poz vermekten gocunmuyor. Niye gocunsun ki? Adamın misyonu o zaten. Teröristin gülen yüzü. Bu arada bu ziyaret ile ilgili ortalıkta dolaşan iddialar ile ilgili bir parantez açalım. Sırrı, Apo’yla poz verdikten sonra İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı için adaylığını açıkladı. Kürsüde yaptığı konuşmada da oyları bölüyorsunuz eleştirileri karşısında CHP’yi hedef alarak “Paramparça edeceğiz sizi, paramparça” dedi. Zaten özellikle Gezi sürecinden beri birbirlerine iyice kenetlenen AKP ve PKK’nın bu adaylıkla İstanbul’u AKP’ye kazandırmak gibi bir amaç güttükleri iddia ediliyor. Anlaşılan o ki, Sırrı’nın bu seçimlerdeki görevi AK piyon olmak. Tayyip için ölenlerden Tayyip’e tapanlara Geçtiğimiz sayımızda bu köşede AKP Adıyaman Milletvekili Mehmet Metiner’in ‘Tayyip için ölürüz’ yaklaşımını eleştirmiştik. Ama geçen hafta Tayyip için söylediği sözlerle gündeme gelen AKP Düzce Milletvekili Fevai Arslan, Metiner’e rahmet okuttu. Fevai Arslan, seçim çalışmaları için bulunduğu memleketi Düzce’de yaptığı konuşmasında 17 Aralık süreciyle ilgili bilinen masalları anlatırken Tayyip için “Allah’ın bütün vasıflarını üzerinde toplayan bir lider var. İşte bunun önünü kesmek istediler” dedi. Bu sözler açıktan Allah’a şirk koşmak olduğu halde başka zaman olsa ortalığı ayağa kaldıracak olan AKP’liler olayı basit bir dil sürçmesi olarak değerlendirip 41 Gezi eylemlerine bu kez takipsizlik geçiştirdiler. Gerçi gidişatın Tayyip’i Allah’lığa kadar götüreceği belliydi. Vakti zamanında AKP Bursa Milletvekili Hüseyin Şahin şöyle demişti: “Sayın Başbakanımıza dokunmak bile inanın bence bir ibadettir.” AKP Aydın eski il başkanı İ. Hakkı Esen: “Biz Başbakanımızın aşığıyız. Başbakanımız bizim için ikinci peygamber gibidir.” demişti. ve Siirt de mübarektir. Bu üç şehir Başbakanımız doğmasına vesile olmuştur.” demişti. AKP Milletvekili, eski Bakan, hakkında rüşvet iddiaları bulunan Egemen Bağış ise, “Nasıl Gaziantep gazi ise, Kahramanmaraş kahraman ise, Şanlıurfa şanlı ise; Rize, İstanbul Şimdilerde iyi niyetli kimileri Tayyip’in Fevai Arslan’ı niye susturmadığını soruyor ya, işte bundanmış demek ki. Adam kendini Allah zannediyor niye sustursun ki? Tayyip bir sazan olmamıştı, o da oldu tam oldu Fevai Arslan’ın deyimiyle Allah’ın bütün vasıflarını üzerinde bulunduruyordu, bir vasıf da kendi adını verdiği üniversiteden aldı. Yani bilimsel. İstanbul Başsavcılığına gönderilen fezlekede “Kamuoyunda Gezi Parkı olayları olarak bilinen Beyoğlu ilçesi Taksim Bölgesi Yayalaştırma Projesinin uygulanmasını protesto etmek amacıyla toplanan vatandaşların uyarıya rağmen dağılmayarak 2911 sayılı Toplantı ve gösteri Yürüyüşleri Kanunu'na muhalefet ettikleri ve görev yapan kolluk kuvvetlerine cebir ve tehdittle direndikleri” iddia edilmişti. İktidarın toplanma özgürlüğü için vatandaşlara imkan sağlamakla da görevli olduğu vurgulanan gerekçede, “İstanbul 1. İdare Mahkemesinin dosya içerisinde mevcut kesinleşmemiş kararı ile söz konusu Beyoğlu İlçesi Taksim Meydanı Yayalaştırma Projesinin hukuka aykırı olduğundan iptaline karar verilmiştir. Şüphelilerin hukuka aykırı idare işleme karşı demokratik tepkilerini göstermek amacıyla olay yerinde bulundukları ve atılı eylemlerinin TCK'nın ve ceza hükmünü taşıyan özel yasalarda düzenlenen suç tipini ihlal etmediği anlaşılmıştır.” denildi. En küçük Gezi’ciye beraat Geçtiğimiz hafta Çanakkale’de ülke tarihinin en ilginç davalarından biri görüldü. Gezi olayları sırasında 3 Haziran tarihinde yola elindeki sprey boyayla “Faşizme Ölüm” ve “Hükümet İstifa” yazan 13 yasındaki bir çocuk 6 yıla kadar hapis istemiyle hakim karşısına çıktı. Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi, Fırat nehrinde yaptığı araştırmalar sonucunda dünya bilim literatürüne girmemiş üç yeni sazan türü keşfetmiş. Keşfedilen bu sazanlara da Eminea, Recepi ve Velioglui isimleri verilmiş. Eminim gazetelerdeki haberi bile okuyunca gülmeye başlamışsınızdır. Hadi bunlardan ikisi Tayyip ve eşi, üçüncüsünün kim olduğu ise hala meçhul. Keşke onun yerine Kayıp Balık Bilo koysalardı da aileyi ayırmasalardı. Tayyip’in gazabından korkan üniversite yönetimi acilen bir açıklama yaparak verilen isimlerin Tayyip ve eşi ile ilgili olmadığını duyurdu. Üniversiteden yapılan açıklamada, “Prof. Dr. Davut Turan bu yeni türleri isimlendirirken birisine annesi Emine Turan dolayısıyla ’emineae’, diğerine araştırmanın radyografik çekimlerine destek vermiş olan Rize Devlet Hastanesi Hastane Yöneticisi Opr. Dr. Geçtiğimiz hafta İstanbul’daki Gezi eylemleri ile ilgili önemli bir gelişme yaşandı. Önceki haftalarda Gezi eylemleri ile ilgili terör davasının açılmasından sonra bu kez savcı eylemciler için takipsizlik kararı verdi. İstanbul’daki eylemlerde gözaltına alınan 74 kişi için inceleme başlatan Savcı Hüseyin Aslan 74 kişi hakkında takipsizlik kararı verdi. Kararda, savcının takipsizlik kararı konusunda çarpıcı gerekçeler yer aldı; - Göstericiler, barışçıl bir gösteriye katılmışlardır - İzinsiz bile gerçekleşse, barışçıl bir gösteriye katılmak, AİHM kararları uyarınca suç teşkil etmez. - Göstericilerin yaptığı, demokratik haklarının kullanılmasıdır. - Göstericiler, mahkeme tarafından da hukuka aykırı bulunan ve iptal edilen Taksim Yayalaştırma Projesinin, idare tarafından uygulanma isteğine karşı bir araya gelmişlerdir. - Göstericiler, ceza gerektirecek herhangi bir suça karışmamışlardır. İstanbul İl Emniyet Müdürlüğü'nden Evet, bu dava hukuk adına bir kara leke olarak açıldı. Tayyip faşizmi 13 yaşındaki bir çocuğu bile cezalandırmak için harekete geçti ancak duruşmanın hakimi, Türkiye’de henüz hukukun ölmediğini gösteren bir karar alarak ceza verilmesine yer olmadığına karar verdi. Hasan Basri Velioğlu dolayısıyla ’velioglui’, bir diğerine de arazi çalışmalarına beraber gittiği Recep Buyurucu dolayısıyla ’Recepi’ ismini vermiştir.” denildi. Ama üniversitenin bu açıklaması kimseyi tatmin etmedi. Muhtemelen bu hikayeyi Tayyip de yutmayacaktır. Bakalım o zaman araştırmacılarımız kendilerine sürgün yeri olarak hangi sulak yeri seçecekler? Kararda, “Her ne kadar suça sürüklenen B.T.İ. hakkında mala zarar verme suçundan kamu davası açılmış ise de mahkememiz gözlemi ve alınan raporlara göre suça sürüklenenin cezai ehliyeti bulunmamaktadır. TCK 312/2. fıkra 1. cümlesi gereğince suça sürüklenene ceza verilmesine gerek görülmemiştir.” denildi. edeceğiz. Bunlara çocuklarımızı teslim etmeyeceğiz.” dedi. B.T.İ.’nin babası Tamer İ. ise destek vermek için adliye önünde toplanan vatandaşlara teşekkür ederek, “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam E, hep Tayyip adamlarını yedirtmeyecek değil ya, artık biz de yedirtmemeye başlayalım. Baba Tamer İ. dava ilk açıldığında da örnek bir tavır sergileyerek “13 yaşındaki oğlumu efendilere yedirtmem” demişti. 26/01/2014 42 kuzeyfirat@turksolu.com.tr HAFTANIN ÖZETİ KUZEY FIRAT 18 Ocak Zaman gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı, son günlerde şiddetlenerek devam eden, AKP-Cemaat çatışmasıyla ilgili oldukça sert değerlendirmelerde bulundu. Başbakan Tayyip Erdoğan’ı “Yezid’e” benzetti. Tayyip Erdoğan’ı “Daha önce yere göğe sığdıramadığınız insanları, Haşhaşinlere benzeterek dibe vurdunuz” diyerek eleştirdi. *** Mısır’da yeni Anayasa oylandı. Oylamaya, kayıtlı 53 milyon seçmenin sadece %38,6’sı katıldı. Oylamaya katılanların neredeyse tamamı “evet” oyu kullandı ve yeni anayasa kabul edildi. *** Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım’ın şike davasında, cezasının Yargıtay tarafından onaylanmasının ardından Fenerbahçe taraftarı, “formanı giy, bayrağını as” kampanyası başlattı. Kampanyaya ilk katılanlardan biri de Ali Koç oldu. Boğaz’daki yalısına çok büyük bir Fenerbahçe bayrağı astı. 19 Ocak *** İstanbul Emniyet Müdürlüğü, Savcı Zekarya Öz hakkında suç duyurusunda bulundu. *** Mustafa Sarıgül, TMSF’nin malvarlığına el koymasıyla ilgili açıklamalarda bulundu. “TMSF dediğiniz yer bizim belediyemizin karşısında. Bu adamlar binalarının iskanlarını almak için bana defalarca geldiler. 15 yıldır belediye başkanıyım, yerim belli, madem böyle bir borcum vardı 16 yıl neden beklediler diye.” sordu. *** Karabük’ün Safranbolu ilçesinin AKP’li Belediye Başkanı Necdet Aksoy, parti içinde kendisi de dâhil, bakanlara kadar pek çok kişinin, Cemaat’le iç içe olduklarını söyledi. “İşler iyi giderken bu iç içe yapıdan kimse rahatsız değildi.” dedi. 26/01/2014 AKP sözcüsü Hüseyin Çelik, Adana’da, arama yapılan tırlarla ilgili açıklamasında, “Durdurulan TIR’lar haddini bilmezliktir. TIR’lardaki malzemenin ne olduğu hiç kimseyi ilgilendirmez. MİT yasası belli. Kimse kafasına göre arama yapamaz. Bu savcı kimin adına hareket ediyor? Yanlış yapan savcı hesap verir” dedi. *** ABD Başkanı Barack Obama, Ulusal Güvenlik Ajansı NSA’nın devlet başkanlarını dinlemesiyle ilgi Alman televizyon kanalı ZDF’ye açıklamalarda bulundu. Bundan sonra yabancı hükümetlerin niyetlerini öğrenmek için istihbarat toplamaya devam edeceklerini, ancak kişisel mahremiyetin korunmasına, diğer ülkelerin yasalarına dikkat edeceklerini söyledi. *** Gezi eylemleri sırasında Eskişehir’de dövülerek öldürülen Ali İsmail Korkmaz’ın ölüm nedenine ilişkin adli tıp raporu tamamlandı. Raporda Ali İsmail Korkmaz’ın kafasına aldığı darbeler sonucu beyin kanamasından hayatını kaybettiği vurgulandı. 20 Ocak Başbakan Erdoğan, Adana’da durdurulan TIR’larla ilgili açıklama yaptı. “Savcı benim iznim olmadan, Adalet Bakanın haberi olmadan böyle bir müdahalenin içine giremez, MİT’in ne getirip ne götürdüğüne bakamaz. Bu paralel yapılanmanın diğer versiyonudur, gerek bu savcıyla gerek jandarmayla ilgili hukuki süreç başlatılmıştır” dedi. *** Suriye rejiminin muhaliflere işkence yaptığını gösteren resimler basın organlarında yayınlanmaya başlandı. Suriye’nin kaderinin belirleneceği Cenevre-2 görüşmelerine iki gün kala yayınlanan bu resimlerin Esad rejimini zor duruma düşürmesi bekleniyor. Resimleri çekenin Suriye Ordusu’nda bir görevli olduğu söyleniyor. 11 bin kişiye ait olduğu söylenen, 55 bin resimle ilgili oluşturulan uluslararası hukukçular komisyonu 31 sayfalık bir rapor hazırladı. *** 20 Ocak 1990’da Rus askerlerinin Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de sivil halka ateş açması sonucu, kadın, erkek, genç, yaşlı yüzlerce Azeri Türk’ü hayatını kaybetmişti. Onbinlercesi de yaralanmıştı. Bu olay tarihe Kanlı Ocak olarak geçti. 20 Ocak kurbanları, Bakü’deki Şehitlik Anıtı’nda yüzbinlerce insanın katılımıyla anıldı. *** Efkan Ala’nın İçişleri Bakanı olmasıyla birlikte boşalan Başbakanlık Müsteşarlığına Fahri Kasırga getirildi. Kasırga, Adalet Bakanlığı eski müsteşarlarından ve Başbakan Tayyip Erdoğan’ın hemşerisi. Hatta Başbakanla ailece görüşecek kadar Başbakan’a yakın bir isim. *** AKP Adana İl yönetimi topluca istifa etti. AKP Adana İl Başkanlığını bırakan Ziyaeddin Yağcı’nın ardından 50 kişilik yönetim kurulu da istifa etti. *** CHP Grup Başkanvekili Muharrem İnce, “Türkiye’nin Suriye’de terör örgütlerine silah taşıdığı iddialarının tehlikeli boyutlara ulaştığını, bu durumun, hükümetin ve birçok kamu yöneticisinin savaş suçlusu olarak, Lahey Adalet Divanı’na çıkmasına neden olacağını” söyledi. 21 Ocak HSYK 90’dan fazla hakim ve savcının yerlerini değiştirdi. HSYK’nın yeni atamaları 17 Aralık yolsuzluk operasyonuyla birlikte başlayan bürokrasideki yer değiştirmelerin devamı olarak yorumlanıyor. Değişikliklerin 43 arasında Balyoz davasının hakimi Ömer Diken’in ve bazı kritik soruşturmalara bakan savcıların da bulunması oldukça dikkat çekici. *** Fenerbahçe Kulübü Başkanı Aziz Yıldırım yurda döndü. Yıldırım’ı Sabiha Gökçen Havaalanı’nda futbolcular ve onbinlerce insan karşıladı. Yıldırım burada taraftarlara seslenerek “Hakkımızda ferman buyrulmuş. Kalemimizi kırmışlar ama Fenerbahçe son kaledir, telim olmaz” dedi. *** AKP kuvvet komutanlarıyla ilgili yeni bir yasa hazırladı. Askeri Kanunda değişlik öngören yasanın Perşembe günü Meclis’e gelmesi bekleniyor. Yasaya göre, Genelkurmay Başkanı, Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri komutanıyla ilgili soruşturma iznini, MİT’te olduğu gibi Başbakan verebilecek. Kuvvet komutanları görevleriyle ilgi suçlardan dolayı ancak Yüce Divan’da yargılanabilecek. *** Meclis’te, 17 Aralık tartışması nedeniyle kavga çıktı. AKP İstanbul Milletvekili Oktay Saral, CHP Genel Başkan Yardımcısı Bülent Tezcan’a yumrukla saldırdı. Gözende morluklar oluşan Tezcan, Meclis revirine götürüldü. protestolar şiddetli çatışmaya dönüştü. En son çıkan olaylarda beş kişi hayatını kaybetti. * ** Suriye’deki Kürtler, Suriye’nin kuzeyinde Mardin sınırına yakın bölgede özerklik ilan etti. “Cezire Kantonu” olarak adlandırılan bölgede “Demokratik Özerk Yönetim” ilan edildi. PKK’nın PYD kolu resmi ordu olarak kabul edildi. 22 Ocak 1946’da ilan edilen “Mahabat Kürt Cumhuriyeti” ancak 11 ay varlığını sürdürebilmişti. *** Gezi eylemlerinde öldürülenlerin aileleri ve yaralananlar tarafından, “Gezi Şehit ve Gazileri Platformu” kuruldu. Platform kuruluşunu İstanbul Barosu’nda yaptığı basın açıklamasıyla kamuoyuna duyurdu. *** 22 Ocak 17 Aralık yolsuzluk operasyonlarından sonra Emniyetteki görevden almalar devam ediyor. Ankara’da 470 polisin yeri değiştirildi. İstanbul’da Narkotik, Asayiş ve Yabancılar Şubesi’nden 8’i emniyet amiri 100 polis görevden alındı. *** AKP’nin Van Büyükşehir Belediyesi Başkan adayı Osman Nuri Gülaçar ve destekçilerine BDP’li beşyüz kişilik bir grup taşlarla saldırdı. Gülaçar yakındaki AKP ilçe binasına sığınırken, BDP’li kalabalığı Gülaçar’ın korumaları ve polisler havaya ateş açarak dağıttı. Gülaçar bu tür şeylerden korkmadığını söyledi. *** Ön plana çıkartılacak diğer sloganlarda şöyle: “Varlık içinde, birlik içinde, özgür biçimde”, “Varlık, Birlik, Özgürlük” *** Çin Devlet Baykanı Şi Cihpiing’in eniştesi ile eski Başbakan Ven Ciabao’nun oğlu ve damadının da bulunduğu üst düzeydeki siyasi ve asker ailelerin Britanya Virgin Adaları’ndaki offshore şirketler aracılığıyla büyük paralar kazandıkları belirtildi. Çin yönetimi bu tür yolsuzluk haberleri yapan gazetelere yayın yasağı getirdi. Yargıtay Başkanlığı, AKP’li Mehmet Ali Şahin’in “Yargıtay’da Cemaat’in imamı var” iddiasını araştırmak için ceza dairesi başkanını soruşturmacı olarak görevlendirdi. *** *** Suriye’de katliam kanıtları olarak dünya kamuoyuna duyulan fotoğraflarla ilgili “yabancı teröristler tarafından kaçırılıp öldürülen insanların resimleri” açıklaması yapıldı. 23 Ocak Başbakan Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ın avukatı, müvekkili hakkında ellerine ulaşan her hangi bir çağrı kağıdı olmadığını, bildirim üzerine ifadeye gitmek için hazar olduklarını söyledi. Meclis’te krize neden olan HSYK düzenlemesinin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün itirazları nedeniyle bir süre askıya alınması gündeme geldi. *** Dolar 2.30 TL’ye yaklaşınca Merkez Bankası müdahale etti. 4 milyarlık satışa rağmen doların yükselişinin önüne geçilemedi. 2.3030 TL ile rekor kırdı. *** Dünya basınında yayınlanan ve Suriye rejiminin, muhaliflere karşı yaptığı işkencenin kanıtı olarak sunulan fotoğraflardan sonra Esad’ın savaş suçundan yargılanması isteniyor. *** Ukrayna’nın başkenti Kiev’de AB yanlısı göstericilerle polis çatıştı. Uzun zamandır süren CHP yerel seçimler ve yerel yönetimlerle çalışmalarını Kemal Kılıçdaroğlu’nun da katılımıyla genel merkezde düzenlenen basın açıklamasıyla başlattı. Seçimlerde kullanılacak sloganlar kamuoyuna duyuruldu. Buna göre CHP temel slogan olarak “CHP: Türkiye’nin birleştirici gücü” logosunu kullanacak. *** Cezası Yargıtay tarafından onanan Fenerbahçe Kulübü Başkanı Aziz Yıldırım teknik heyetle ve futbolcularla yaptığı toplantıda “Kaçacak adam değilim, gider yatarız, çıkarız, geliriz” dedi. *** 26/01/2014 44 serapyesiltuna@turksolu.com.tr OĞLUMA MEKTUPLAR SERAP YEŞİLTUNA Bilal gibi olma oğlum... Yakalansalar da yakalanmasalar da... Yargılansalar da yargılanmasalar da... Ceza alsalar da almasalar da tarih bunu böyle yazacak. Sevgili Oğlum, Sen büyümeye çalışıyorsun… Meraklı bakışlarla etrafında neler olup bittiğini anlamaya çalışıyorsun. Ama bizim durumumuz da senden farklı değil. Öyle bir ülkedeyiz, hergün öyle olaylarla karşılaşıyoruz ki bazen biz bile idrak edemiyoruz neler olup bittiğini. Burası hep karmaşık bir ülke oldu ama böylesine karmaşık ilişkiler yumağına dönmemişti hiçbir zaman. Hukuksuzluk, demokratik sınırlamalar, batıya verilen tavizler, PKK ile yapılan anlaşma vs. gibi şeyleri siyaseten eleştirirsin hatta vatan hainliği ile de suçlarsın ama bunlar ancak o devleti yönetenlerin; başbakanın, bakanların vereceği hesaplardır tarih önünde. Oysa bugün bizim ülkemizi yönetenler, yedi sülalelerine kadar bir batağa saplanmış durumdalar… Oğulları, kızları, gelinleri, damatları, kardeşleri ve bacanaklarına kadar… Bir ananın, bir babanın evladına bırakacağı en değerli şey nedir? Yatlar, katlar, yurtdışındaki bankalarda bulunan milyarlarca 26/01/2014 dolar ya da yükseklerde bir kariyer değildir ki… Onurlu bir yaşamdır en değerli miras… Oysa bizim ülkemizi yönetenler, kendilerini geçtim, çocuklarını da bu yolsuzluklar zincirinin bir halkası, bu onursuzluğun bir parçası yapmışlar. Sana iyi örnekler vermek isterdim. “Oğlum onun gibi ol” “şunun gibi ol” demek isterdim ama bu Türkiye tablosunda yalnızca kimler gibi olmayacağını söyleyebiliyorum. Bakanların oğullarını örnek alalım. Babaları ülkeyi yönetirken, şirketleri yöneten, o şirketlerle devleti soyan oğullarını… Yüzleri hiç kızarmadı biliyor musun. Rüşvetin ve yolsuzluğun merkezine oturdukları halde. Türkiye her zaman yolsuzluklarla skandallarla çalkalanırdı, Türk milleti her zaman birilerinin bu ülkeyi “yediğini” bilirdi ama böylesine aile boyu bir örgütlenmeye ilk kez şahit oluyordu. Ve onlar hiç üstlerine alınmadılar. Başbakandan talimat gelene kadar istifa etmeyi bile düşünmediler. O nedenle sen ve senin kuşağın böyle bir şöhretle anılmasın oğlum. Sen ve senin kuşağın bir davanın peşinden gidecekse eğer, o, yolsuzluk davası, rüşvet davası, dolandırıcılık davası değil vatan davası olsun! Banka genel müdürleri, tanınmış iş adamları ve ayakkabı kutularıyla ülkemiz günlerce çalkalandı ama onlar o üst düzey görevlerini bu kirli ilişkilerin aleti etmeye devam ettiler. Oğullarsa zaten kendilerini babalarının, daha doğrusu o mevkilerin güvenli kollarına atmışlardı. Sen onlar gibi olma oğlum… Ama biliyor musun onlar, babasının dizinin dibinden ayrılmayarak kendini kurtaran Bilal kadar şanslı olmadıkları için yakalandılar. Düşünebiliyor musun gözaltına alınmamak için 15 gün boyunca babasının makam arabasında saklanan bir başbakan oğlu! Kuyumculuktan yemeğe, sabunculuktan kozmetiğe, otel işletmeciliğinden kahvehaneye, kuruyemişçilikten aktarlığa pek çok iş sektöründe atılım yapmayı biliyor, tehditlerle, şantajlarla, “ricalarla” servetine servet katmayı biliyor ama en sonunda soluğu yine babasının koltuğu altında alıyordu. Sen Bilal gibi hele hiç olma… Bilal de, diğer kardeşleri de hep konuşuldu bu ülkede. Ama hiçbir zaman başarılarıyla değil, yönetim kurulunda yer aldıkları şirketlerle anıldılar. Kızlı erkekli, gelinli damatlı sahibi oldukları işletmelerle anıldılar. Ama hep babaları gibi mağduru oynamayı da bildiler. Sümeyye, türban yasağından dolayı yaşlı gözlerle Amerika’da okumak zorunda kalmıştı güya ama biliyor musun üniversite sınavında aldığı puan Türkiye’de herhangi bir üniversitede okumasına yetmiyordu aslında. Bütün yurtdışı gezilerinde babasının yanında boy gösterip etrafa gülücükler dağıtan kızı, söylendiğine göre iyi de bir danışmanlık maaşı alıyordu devletten. Biz ortaokuldayken, görevli öğretmenlerimiz, o okulda okuyan çocuklarını bile yanlarında götürmezlerdi okul gezilerine yanlış anlaşılmasın diye. Aslına bakarsan bu ülkede bir devlet geleneği vardı bir zamanlar şimdi olmadığı gibi… Bir devletin başındaki adamın kendi çocuklarını yurtdışında okutmasına da pek iyi bakılmazdı. 45 Sabahtan akşama sulu gözlerle nasıl da halk çocuğu olduğunu anlatan başbakanın 4 çocuğunun 4ü de yurtdışında okudu oysa. Geri dönmüşlerdi dönmesine ama öyle büyük bir rantın, öyle büyük bir pastanın parçası oldular ki her taşın altından onlar çıkıyor şimdi. Armatörlük yapan büyük oğlu filosundaki gemilere hergeçen gün bir yenisini eklerken, küçük oğlunun rüşveti gözler önüne seren ses kasetleri ortalığa dökülüyor ama Başbakan hâlâ “Benim evlatlarımdan bir tanesi böyle bir yolsuzluğa karışsın, bir saniye yanımda tutmam, evlatlıktan reddederim” diyor. Ama bu ülkenin o bir zamanlar çok övündüğü polisine de savcısına da teslim etmiyor. Biliyor musun oğlum, böylesi bir kayırma, böylesi bir sahiplenme padişahlarda bile yoktu. Tersine padişahlar evlatlarını her türlü iyi eğitimden geçirirler, liyakat sahibi yapmaya çalışırlar ama bir dakika sarayda dizlerinin dibinde tutmazlar, sancağa gönderirlerdi. İyi evlat senin gölgen olan, senin yapamadığın yolsuzluğu senin adına yapan değil, senden bağımsız iyi bir yol çizmeye çalışandır çünkü. O nedenle sen onlar gibi olma oğlum… Ne Bilal, ne kardeşleri, ne de Cumhuriyet tarihine damgasını vuran bakan çocukları gibi olma… Nâzım, hırsız bir sahtekara karşı öfkesini şöyle dile getirmiş zamanında: “… Benim şöhretim nerden gelir, ben neyimle meşhurum -MALUM!. Size gelince: sizi meşhur eden şey: hırsız bir babanın kanlı altınlarını çalan hırsız bir oğlun parasıdır. Sizin şöhretiniz: lanetle dolu bir yükün çuval darasıdır. Şöhretiniz: kıvrak çengiler, büyük kemancılar veren çingene çadırlarının yüz karasıdır. İnanmazsanız eğer, Sen onlar gibi olma oğlum… Ama biliyor musun onlar, babasının dizinin dibinden ayrılmayarak kendini kurtaran Bilal kadar şanslı olmadıkları için yakalandılar. Düşünebiliyor musun gözaltına alınmamak için 15 gün boyunca babasının makam arabasında saklanan bir başbakan oğlu! Kuyumculuktan yemeğe, sabunculuktan kozmetiğe, otel işletmeciliğinden kahvehaneye, kuruyemişçilikten aktarlığa pek çok iş sektöründe atılım yapmayı biliyor, tehditlerle, şantajlarla, “ricalarla” servetine servet katmayı biliyor ama en sonunda soluğu yine babasının koltuğu altında alıyordu. Sen Bilal gibi hele hiç olma… karıştırsın alim efendiler kalın yapraklı kitaplar gibi seneleri: anlarsınız ki, Edirne boyu çingeneleri, görmemiştir soyunuz gibi bir soyu …” Nâzım bunu babasının ölmezden önce müdürü olduğu Süreyya Sineması’nı kurduran Süreyya Paşa’ya yazmıştır. Babası ölüm döşeğindeyken sinemanın hesapları hakkında bilgi almaya gelen paşaya çok öfkelenir. Sorduğu soru öyle önemlidir ki… “Ben neyimle meşhurum, şöhretim nereden gelir”? Pek çokları için bu sorunun cevabı önemli değildir belki ama pek çokları da öldüklerinde iyi bir şöhretle anılmak için yaşar. Bilal, kardeşleri ve diğer bakan çocukları. Bak isimleri bile aklımda kalmamış. Onlar cumhuriyet tarihinin en büyük yolsuzluğunun en meşhur hırsızları olarak tarihe geçecekler. Şöhretleri hep buradan gelecek. Yakalansalar da yakalanmasalar da… Yargılansalar da yargılanmasalar da… Ceza alsalar da almasalar da tarih bunu böyle yazacak. O nedenle sen ve senin kuşağın böyle bir şöhretle anılmasın oğlum. Sen ve senin kuşağın bir davanın peşinden gidecekse eğer, o, yolsuzluk davası, rüşvet davası, dolandırıcılık davası değil vatan davası olsun! 26/01/2014 46 Genç Türk’ten sandığa çağrı Ozan Pekgöz: Genç Türk’ten sandığa çağrı Siyasetle az buçuk ilgilenen her Türk genci, “oy verin” çağrısının ne kadar bayağı ve sıkıcı olduğunu çok iyi bilir. Yoz siyaset, kifayetsiz aktörler, ayyuka çıkmış rezillikler en çok da ruhu kirlenmemiş genç ruhları küstürür. Pis oyunların, iğrenç dolapların döndüğü yerde gencin ne işi var? Tepki yerindedir, genç haklıdır. Ah! Keşke şimdi Atalarının yaşadığı zamanlarda yaşasaydı o genç… Sarı Paşa’nın bir emriyle ölümlere atlasaydı. Genç cumhuriyetin genç bir öğretmeni olsaydı. AKP adlı örgütü bir arada tutan ne dava arkadaşlığı, ne de birbirlerinin kara gözüne, fırça bıyığına olan hayranlıklarıdır. Onları bir arada tutan tek şey çıkarlarıdır. Üç paralel devletten (Cemaat, AKP, PKK) ikisinin sınırları birbirine dayanınca 17 Aralık’tan beri olanları hepimiz görmedik mi? Düşünün. AKP bir tane bile büyükşehir belediyesini kaybederse ne olur? Gezi’den sonra ne olduysa o olur elbette. Oyların rengi belli. AKP-BDP karşısında nerede kim güçlüyse oylar oraya! Neden? Çünkü kimin kazanacağı değil, kimin kaybedeceği önemli! Fatih’in Ulubatlı’sı, Uluğbey’in Ali Kuşçu’su, Mete Han’ın ulağı olabilseydi o genç… Erzurumlu Kara Fatma’nın hızına yetişebilseydi atıyla veya… Hiç olmasa milis Şahin Bey’e iki dirhem soğuk ayran içirseydi… Ah ki ne ah! Hem de âh-û vah! Şimdi, bu romantik hayalleri bir kenara bırakalım ve gerçeklerle buluşalım. Evet, oy vermenizi istiyoruz. Hatta daha fazlasını! Ama bu çağrı kuru bir oy ver çağrısı değil kardeşlerim. Her şeyden önce 2014 Yerel Seçimleri Türkiye için en az Kutsal Gezi Direnişi kadar belirleyicidir. Ve bu defa genel seçimlerde öne çıkan ideolojik tercih önemli olmadığı gibi, yerel seçimlerin klasik hizmet kriteri de aslında kimsenin umurunda değil. Bu seçim, Tayyip’i sandığa gömme seçimidir! 26/01/2014 hasarsız atlatacak olursa bir daha seçim görür müsün, sen bana onu söyle! Olmaz olmaz deme, olur. Çok şey hayaldi, takır takır gerçek oldu! Üstelik o sorduğun adamcağızın emrinde ne üç yüz bin polis, ne de binlere savcı-yargıç var! Hem, Tayyip ve AKP kadar kim bu ülkeyi parçalayabilir? Onlar kadar kim PKK’ya hayat öpücüğü verir? Onlar gibi kim Apo’ya yârenlik eder? Onlardan çok kim bu kadar pervasızca zulmeder bu millete? Umutsuz da olma! “Seçimlerde sistematik hile” denen şey yeteri kadar çalışmayan, iktidara alternatif olamayan beceriksiz parti örgütlerinin sarıldığı bir bahanedir. Bu yüzden sadece oy verme, gidip herhangi bir partiye sandık müşahitliği için başvuruda bulun. O sandığa sahip çıkmak da öyle Mete Han’ın ulağı gibi Çin sınırını günler boyu kontrol edip dönmek kadar zor değil, biliyorsun. Artık kendi halkınıza da güvenin. Oylarını makarna kömüre satanlara da kızmayın. Bizim halkımız zekidir. İki paket makarnaya oyunu satan da olabilir. Ama o ayakkabı kutularını gördükten sonra niye üç paket olmadı diye Tayyip de satılır. Artık diktatörün ne vaatleri, ne de yalanları tutuyor. Sünger bile bir yere kadar su çeker. Peki, efendim şu adam çok mu iyi? Bilmiyoruz. Peki, şu aday çok mu rant götürür? Şu vakitten sonra ne önemi var? AKP bu seçimleri Oyun istediği kadar kirli olsun. Oyuna dâhil olmadan oyunu değiştiremezsin. Daha açık konuşalım. AKP ve BDP’nin açık açık işbirliği yaptığı yerde meselâ CHP seçmeni ile MHP seçmeni niye işbirliği yapmasın? Şu vakitten sonra AKP karşısında güçlü olabilir ama beğenmiyorum diyen, “AKP ile durmak yok, yola devam” diyen hemen evdeki perdeyi söküp kefen gibi giysin, dolaşsın! Particilik ve felsefe yapmanın ne yeri, ne de sırası! Söz konusu vatan ve gerisi teferruat! Onur Erkan: Kutsal İsyan Sürecek, Tayyip Halka Hesap Verecek! 2012 yılı 19 Mayıs’ı gençliğin Milli Bayramını kısıtlama, yasaklama tartışmalarıyla geçti. AKP iktidarının milli değerlere saldırısı Türk Milleti tarafından büyük tepkiyle karşılandı. 19 Mayıs tüm Türkiye’de coşkuyla kutlandı ve hükümet karşıtı eylemlere dönüştü. Genç Türk de tam o gün, 2012’nin 19 Mayıs’ında Mehmet Esen’in genel başkanlığında kuruluşunu ilan etti. O tarihten sonra da yasaklanmak istenen tüm değerlerimiz için eylemleri düzenledi. Bugün de milli tavrından ötürü Türk Solu Gazetesi sansürleniyor ve sayfalarını Genç Türk’e açıyor. Gezi Ruhunun ve Türk Gençliğinin iki temsilcisi artık bir arada sahnede. Kutsal İsyan sürecek! Tayyip halka hesap verecek! 47 Genç Türk Genel Başkanı Mehmet Esen: Gençliğin ateşi, Türk milletinin umudu, sivil direnişin başlangıcı Genç Türk... Bu öylesine bir mücadele ki her türlü baskıya, zulme meydan okur, gitmezsin, kalırsın. Seversin çünkü içten içe bağlısındır. Geçmişte vatanı için ölenleri, öldürülenleri, idam edilenleri herkes bilir. Bilir de cesaret işidir işte! AKP faşizmine kurban verdiğin Gezi’deki 5 genci düşünür duygulanır, PKK’ya şehit verdiğin canlara üzülür, Kurtuluş Savaşı’nı anımsarsın. Aynı onlar gibi ölümü göze alır, “bir bildiği var bu çocukların, yoksa kolay değil genç yaşta ölümü göze almak!” dedirtirsin. Ölümü göze aldığını bildikleri için bilirler Mehmet Ali Yurttaşer Erzurum’da Genç Türk Türk’ün yıkılmayacak kalesi Erzurum’dan selamlar. Ülkemizin içinde bulunduğu bu karanlık devir milletimizin moralini bozuyor, Erzurum’da Dadaş’ın diyarında Türkmen beylerinin ovasında derin bir hüzün kaplı şu sıralarda, erzurum bozkırının çocuklarını bu hüzne itenler, onları bazı oligarşik yapıların hükmüne terk edenler elbet bir gün hesap verecektir! Erzurum’da sağcı, solcu, orta yolcu demeden herkese anlatacağız Genç Türk’ü ve anlatacağız bizi birbirimize bağlayan bağ bizi ayrıştıran şeylerden öndedir, anlatacağız ki bizi bir birimize bağlayan şey Türklüktür! Mustafa Kemal Atatürk’ün Erzurumluya bıraktığı mesajı sesimizin çıktığı kadar bağıracağız: “Olur da bir daha milli mücadeleye ihtiyaç duysam bunu tekrar erzurumdan başlatırım”. gidemeyecegini, vatanını satıp yan gelip yatmayacağını, ama bilirler mi? Ölümün sorumluluğunu kabullenmek kolay değildir. Ayrı bir baş olmak yada kendisini düşünen bencil birey olmak değil bizim isteğimiz. Bizim isteğimiz gelecek kuşaklara miras bırakmaktır. Bu düşünceler içinde, yayın şirketlerinin korkaklığını, gazetelerin suskunluğunu görürsün. Gençlik meydandadır, eylemdedir. En ön saftadır Böylesi dönemde, hiçbir gazetenin, hiçbir yayın şirketinin yapamadığını, cesaret edemediğini yapıp, Türk gençliğine, Mustafa Kemal’in Askerlerine sayfalarını açtı Türk Solu. Bundan sonra Genç Türk olarak, Türk Solu gazetesinde sizlerle buluşuyoruz. Her hafta dinamik, eğlenceli ve siyasete biraz da mizah katarak sizlerle olacağız. Genç olmanın büyüklüğü ve sorumluluğunu biraz da böyle anlatacağız. Haftaya süpriz bir sayfayla geliyoruz. Hasret Zerkinli her vakitte damgamızı vurduk sokaklara. Kan Gezi’de de tavrımız netti, Balkanlar’da Türk Soykırımı anmasında da. Atatürk yolunda güçlenmemiz ve her an sayımızın artması bundan ileri gelir. 19 Mayıs 2012... Oysa pek de uzak sayılmayız Kuva-yı Milliye’nin kuruluşundan. Nihayetinde bu bir kan meselesidir. Farkındayız. Uzun uzun destansı cümlelerle süslemeye gerek yok ruhumuza dönüşmüş Genç Türk’ü. Bir eylem ve refleksif hareket topluluğuyuz, kısa zamanda büyük eylemler örgütlememiz yeterli bir tanıtım olsa gerek. Atatürk’le, Türklükle yoğrulmuş Emine Demir: Herkes bir yerde bir şekilde mücadele ediyor. Kimi sağda, kimi solda, kimi ülkücü, kimi sosyalist, kimi Turancı... Saymakla bitmiyor... Ama herkesi tek çatı altında birbirinden ayırmadan Atatürkçülük ve Türkçülük esası doğrultusunda toplayan Genç Türk var ve mücadeleye devam ediyor. Ben de bu davaya destek olmaktan gurur duyuyorum. Gün geçtikçe baskılar artıyor, faşizm tırmanışta ama biz ümidimizi asla kaybetmedik, ne olursa olsun vaz geçmeyeceğiz! Şu an ise sorulması gereken tek soru var: Hangi örgüt 10 Kasım’ı yas günü olmaktan çıkartıp, derlenip toparlanması gereken bir gün olarak gösterdi milyonların ortasında? Başta dediğim gibi, bu bir kan meselesidir. “Fıtrat değişir sanma bu kan yine o kandır.” Uğur Özkan: Türk bitmez, Türk’ün sesi kesilmez Nerede bir Türk uyanışı görürseniz ve nerede bir Türk acı çekiyor, bilin ki Genç Türk oradadır. Türk’ün uyanışı Gezi’de de vardık, Serap Eser’in mezarında da. Andımızdır Atatürkçü bir Türkiye yaratmak. Ve bu kutlu yolda Türk milletinin beklediği yürekli ses olmaya yemin eden Türk Solu ve Genç Türk... Yolunuz yolumuzdur, Türk milletinin yoludur... Burak Küçükkaya: Genç Türk her şeyden önce Türk olmaktan gurur duyan gençlerin örgütü. Atatürkçüyüm ama milliyetçi değilim diyen poster Atatürkçülerinin değil göğsünü gere gere milliyetçiyim diyen Atatürkçü gençlerin örgütü. Genç Türk sadece boş zamanlarını değil hayatını feda etmeye hazır devrimci gençlerin örgütü. Genç Türk çekim merkezi olmaya devam edecek. Kürt-islam faşizmine dur diyecek. Gericilere ve bölücülere teslim edilen sokakları geri alıcak. Ne Mutlu Türküm Diyene! 26/01/2014