batı dünyası neler okuyor-2 oneworld
Transkript
batı dünyası neler okuyor-2 oneworld
bilimname V, 2004/2, 169-169 BATI DÜNYASI NELER OKUYOR-2 Bedri Gencer Doç. Dr., Kocaeli Üniversitesi İİBF bedri_gencer@mynet.com ONEWORLD The Call of the Minaret (Minarenin Çağrısı), Kenneth Cragg, Oneworld 2003, 358 s., ISBN 1-85168-210-4 Aslen ruhban sınıfının bir üyesi, yaşlı bir piskopos olan Kenneth Cragg, dünyanın çeşitli ülkelerinde akademik ve kilise-idarî pozisyonlar almış, Müslüman-Hıristiyan ilişkilerinde otorite sayılan, emekli olduktan sonra bile bu alanlarda etkinliğini sürdüren bir isim. Alanında öncü ve otorite sayılan ve ilk kez 1956 yılında basılan bu eserin, 2000 yılında ilavelerle üçüncü baskısı yapıldı. Eserinin birinci ana kısmında birçok Batılının hidayetine vesile olan ezanı İslam inancı ve kimliğinin bir şiarı olarak gören yazar, onda temsil olunan İslamın amentüsünü ve bireysel ve toplumsal hayata nasıl yansıdığını tafsil ediyor. Öncelikle ezanda özetlenen tevhid inancının kulluk şuurunu ve İslamî kimliği nasıl biçimlendirdiği, Müslümanların dünyaya bakışını nasıl belirlediği işleniyor. İdeal, mükemmel bir Müslüman olarak Hz. Peygamber’in dinin inşasında ve Müslümanlara rehberlikteki anlamı ve rolü açıklandıktan sonra “İslam ibadet fenomenolojisi” diyebileceğimiz bir açıdan tevhid inancına dayalı kulluk görevlerinin dünya ile ahireti birbirine bağlayan derin sembolik anlamları üzerinde duruluyor. Bölümün sonunda ise Cragg, sosyolojik bir açıdan inancın toplumsal-kültürel hayatın çeşitli düzeylerine nasıl yansıdığını vukufla işliyor. Vukufla, çünkü, yazar bu konuda azami derecede empatik olmayı başarabilen nadir isimlerden biri. Kitabın bu birinci ana kısmı, İslamı içeriden empatik bir şekilde anlamaya ve anlatmaya adanmış. Çünkü verimli bir diyalogun öncelikli gereği birbirini tanımaktır. Kitabın ikinci ana kısmında Cragg, Hıristiyanlık ile İslam arasında bir diyalog, hatta işbirliğinin yollarını arıyor. Ünlü leksikograf Samuel Johnson’ın “İslam ve Hıristiyanlık dışında kalan her şeyin barbarlık olduğu” yolundaki görüşünü aktaran yazar, ırkla özdeş Yahudilik dışındaki bu iki evangelik din arasındaki bariyerlerin özellikle Hıristiyanlık açısından nasıl aşılabileceği üzerinde kafa yoruyor. Camiyi kelime anlamıyla toplayıcı, tüm insanların toplandığı bir yer olarak alan yazar, Hıristiyanların kendileri de dahil farklı dinlerden bütün insanlara yönelik bir çağrı olarak “haydi namaza ve haydi felaha” sözlerini içeren ezana niçin icabet etmeleri gerektiğini belirtiyor. Ona göre, günümüz dünyasında evrensel misyonlarının nihai anlamı açısından Hıristiyanlığın hakikatin inhisarı iddiasıyla İslam ve diğer dinleri dışlaması mümkün değil. Bugün John Hick gibi bazı ilahiyatçıların gündeme getirdiği dini çoğulculuk anlayışına yakın duran Cragg’a göre, Hıristiyanlara düşen, İsa Mesih’in evrensel mesajını diğer dinlerin içeriğine de uyarlamaktır. Bu amaçla yazar, Hıristiyanlık ile İslam arasında İbrahimî-tevhidî gelenek açısından hem teorik olarak ortak ve farklı yönlere dikkat çekiyor, hem de asırların, tarihi tecrübenin ürünü yanlış anlama ve asılsız imajları sorguluyor ve bu 170 Bedri Gencer arada Hıristiyan apolojetik geleneği uyarınca sık sık Hıristiyan inancını müdafaadan da geri durmuyor. The Meaning of Life in the World Religions (Dünya Dinlerinde Hayatın Anlamı), Joseph Runzzo-Nancy M. Martin (eds.), Oneworld 2001, 330 s., ISBN 1-85168-200-7 Çağdaş sosyolojinin babası Max Weber’in literatüre kattığı ünlü deyimle modernleşme sonucunda “dünyanın büyüsünün-bozulması”ndan sonra bütün dünya bir anlam boşluğuna düştü. Weber’in burada mecazen dile getirdiği “büyü” aslında kutsal kaynaklı anlama tekabül ediyordu. Bu, kısaca “kutsal’ın profana sinmesi” olarak adlandırabileceğimiz bir olgu. Çağımızdaki anlam arayışı, dolayısıyla “kutsalın dönüşü” olarak adlandırılan bir gelişmeye de vücut verdi. Bu bakımdan anlam arayışı, daha genelde meşruiyet ve kimlik arayışının bir türevi ki, bu konuda özellikle çağımızda Peter L. Berger’in çığır açıcı çalışmaları anılabilir. Seküler otoritelerin hayata nihai bir anlam vermede acze düştüğünün tesliminden sonradır ki, tekrar dinlerin ve kutsalın anlamsal öneminin keşfine yönelik yoğun bir arayış başladı. Bu da özellikle postmodern süreçte reforme Hıristiyanlığın bu konudaki potansiyelinin yetersizliğinin tesliminden sonra diğer dinlerle mukayeseli incelemelerin başlamasıyla gelişti. Önce akademik dinî araştırmalardaki “mukayeseli din” perspektifinden, daha sonra da John Hick, Wilfred C. Smith ve Huston Smith gibi alimlerin çabalarıyla gelişen “dinî çoğulculuk” ve en son “dünya dini” yaklaşımları, dinlerin ortak, kutsal yönlerini mukayeseli bir açıdan incelemeye imkan verdi. Bu mukayeseli yaklaşımın en iyi yollarından biri belli bir tema etrafında dinleri incelemek. Kitapta öncelikle Keith Ward ve Ninian Smart gibi önde gelen iki uzman tarafından farklı semavi olan ve olmayan dinler arasındaki yapısal ve işlevsel farklılıklar muvacehesinde anlam sorununun din ve insanlık açısından taşıdığı önemin merkeziliği vurgulanıyor. Onların bulgularına göre bütün dinlerin işi, marifetullah veya nirvana gibi terimlerle anlatılan nihaî, yüce bir hedefe yönelik yolculuk sayesinde insan hayatına sağlam bir anlam ve değer katmaktır. Bu da diğer bir açıdan “hikmet, şefkat ve rahmet” olarak adlandırılan nihai duruma giden yolda kaygımızı kendimizden başkalarına doğru çevirmekle, yani kısaca “ahlak” ve “estetik”ile olur. Dinlerin hayata bahşettiği anlam, böylece enfüsten, afaka, dünyadan ahirete giden kadersel yolculuğa yön veren “doğru, iyi, güzel” terimlerinde somutlaşır. “Anlam ve Batı dini” başlıklı ikinci kısımda, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam dinlerinin anlam-sağlama işlevleri inceleniyor. “Anlam ve Asya Dini” başlıklı üçüncü kısımda Hinduluk, Budizm, Jainilik ve Konfüçyanizm ele alınıyor. Dördüncü bölümdekiler, daha derin bir açıdan “beşeri-ilahi aşk ilişkisi” bağlamında özellikle Hinduluk gibi Uzakdoğulu dinlerin hayata kattığı anlamları sergiliyor. Son bölümde ise Huston Smith ve John Hick gibi otoriteler, dini çoğulculuk ve kozmik iyimserlik perspektiflerinden dünya dinlerinin taşıdığı anlamsal potansiyelin modern dünyanın krizinin çözümündeki muhtemel işlevlerini sorguluyorlar. Defenders of Reason in Islam: Mu’tazilism from Medieval School to Modern Symbol (İslam’da Aklı Savunanlar: Ortaçağ Mezhebinden Günümüz Sembolüne), Richard C. Martin-Mark R. Woodwarad-Dwi S. Atmaja, Oneworld 1997, 251 s., ISBN 1-85168-147-7 Batı Dünyası Neler Okuyor-2 171 İslam düşüncesinin başlangıç döneminde “tevhid, akaid veya fıkh-ı ekber” denen saf bir inanç bilgisi vardı. Fakat zamanla Maverâünnehir’den Bağdat’a, yüksek Abbasi hilafetine doğru geldikçe artan farklı gruplar arasındaki kültürel-entelektüel karşılaşmalar ve sosyokültürel ve entelektüel ihtiyaçların sonucu inancın diyalektik savunması olarak adlandırabileceğimiz kelam ilmi gelişti. İslam düşüncesinin diğer boyutu usul-i fıkhın da gelişimiyle birlikte “nakil veya akıl” olarak adlandırılan kutuplara yakınlık derecesine göre “gelenekçilik” ve “ akılcılık” şeklinde akımlar tebellür etti. Zamanla yüksek Abbasi hilafetinin resmi mezhebi konumuna yükselen Mu’tezile mezhebi (Hasan el-Basri’den ayrılan Vâsıl b. Atâ ile) gelişti. Ünlü “hüsün/kubh” “halku’l-Kur’ân” gibi temalarla bilinen Mutezililik, özellikle teodisi (ilahi adalet açısından şer problemi) konusundaki rasyonalist yaklaşımlarından dolayı “tevhid ve adalet ehli” olarak bilinir oldu. Başta İmam Ahmed b. Hanbel’in sonunu hazırlayan malum tartışmalarla Hanbelilik ile çekişen Mutezililer, daha sonra Bâkıllânî ve Gazâlî gibi alimlerden aldıkları ağır eleştirilerle İslam dünyasında ricata geçti. Ve felsefenin tamamıyla kelama entegre olduğu Gazali ve Razi sonrası dönemde daha çok bir sembol veya zihniyet olarak yaşamaya devam etti. Ancak İslam dünyasının modern Batı medeniyetinin saldırısına uğradığı modern dönemde, XIX. asırda Mutezile akımı geri döndü. Muhammed b. Abdülvehhâb’ın yeni-Hanbeli hareketinden sonra Hindistan’da Seyyid Ahmed Hân, yeni-Mutezilelik olarak adlandırılan hareketini başlattı. Daha sonra bu, Cemaleddin Afgânî ve Muhammed Abduh gibi isimlerin öncülüğünde Mısır eksenli İslam modernizmi tarafından geliştirildi. Bununla birlikte çalışma, genel başlığının aksine İslam’da akılcı, Mutezile hareketinin genel bir tarihini vermiyor. Kitabın amacı, kendi ifadesiyle İslam toplumunda kelâmî çatışmalar hakkındaki düşünme tarzına ilişkin bir fikir vermek. Diğer bir deyişle modern İslam dünyasında kah modernizm, kah fundamentalizm adını alan yeni düşünce tarzlarının gelenekle bağını açığa çıkarmak. Çalışma bu bakımdan iki ana parçadan oluşuyor. 1950’lerin ortalarında Mısırlı bir grup araştırmacı, Yemen’de son büyük Mutezile alimi Kâdı Abdülcabbâr (ö.1024)’in el-Muğnî gibi bazı temel eserlerini keşfederek yayınlamışlardı. Çalışma önce onun hayatı ve eserlerine bir giriş yaptıktan sonra ilk kez 1965 yılında yayınlanan Kitâbu Usûli’l-Hamse adındaki risalesini tam metin İngilizce tercüme olarak yayınlıyor. Daha sonra 1970’lerde Mutezile’nin temsilcisi olarak ortaya çıkan Endonezyalı Müslüman modernist Harun Nasution’un eser ve fikirleri incelenerek bir risalesi gene tam İngilizce metin halinde yayınlanıyor. En son bölümde ise Mutezile ve postmodernizm ilişkisi bağlamında Fazlur Rahman, Muhammed Arkoun, Fatıma Mernissi ve Hasan Hanefi gibi isimler değerlendiriliyor. Approaches to Islam in Religious Studies (Dini Araştırmalarda İslam’a Yönelik Yaklaşımlar), Richard C. Martin(ed.), Oneworld 2001, 243 s., ISBN 185168-268-6 Edward Said’in ünlü oryantalizm eleştirisinden sonra “öteki”yle ilgili bütün beşeri disiplinlerde epistemolojik öncülleri ve araştırma metodolojisini sorgulamaya yönelik bir eğilim başladı. Özellikle oryantalizmden sonra bu kez de “mukayeseli din” olarak bilinen alanda Batılı araştırmacıların dinlere ve diğer dinlere, bu arada İslama yaklaşım tarzları yoğun sorgulamaya uğradı. “İslam ve Dinler Tarihi” başlıklı bir sempozyuma dayanan bu önemli çalışma, İslam incelemesi hakkında Richard C. Martin, William A. Graham, Earle H. Waugh, Frederick M. Denny, William R. Roff, Marilyn R. Waldman, Richard M. Eaton, Charles J. Adams, Andrew Rippin, Azim Nanji, Muhammad Abdul-Rauf ve Fazlur Rahman gibi yazarlara ait esaslı yazılardan oluşuyor. 1985 yılında ilk kez yayınlanışından sonra eser, İslam araştır- 172 Bedri Gencer malarının Oryantalizm ve alan araştırmalarından dinî araştırmalara geçişinde etken oldu; şimdiyse Dini Araştırmalarda Oneworld Klasikleri dizisinde yeniden yayınlanmış bulunuyor. Makaleler, dinî araştırmalardaki beş konu etrafında toplanmış. “Kitap ve Peygamber” başlıklı I. bölüm, “Ayin ve Cemaat” başlıklı II. bölüm, “Din ve Toplum” başlıklı III. Bölüm, “Bilim ve Yorum” başlıklı IV. bölüm ve “Meydan Okuma ve Eleştiri” başlıklı V. bölüm. İlk üç bölüm, İslam araştırmalarını tematik olarak incelerken, IV. bölüm Henry Corbin, John Wansbrough ve İsmaililik araştırmacıları gibi bilginlerin çalışmalarından çıkarılan derslere hasrediliyor; son IV. bölüm ise Muhammad Abdul-Rauf ve Fazlur Rahman gibi Müslüman araştırmacılar tarafından, İslam araştırmalarının bilimsel ve İslamî açıdan eleştirilerini kapsıyor. Bilginler, bu şekilde, kısaca, metinsel, sosyal-tarihsel ve ritüel-sembolik olanların dahil olduğu İslamî dini verilerin farklı alanlarına dinler tarihi metotlarının yaratıcı uyarlama ve uygulamasını savunuyorlar. Amaç, dini araştırmaların bir parçası olarak İslama yönelik ilginin arttırılması ve İslam açısından hem İslamı, hem de dini anlayışımızda daha fazla netlik sağlanması. İslamı incelemeye yönelik uzun-süredir kabul edilmiş yaklaşımların yapıcı eleştirisi ve diğer disiplinlerin metotlarını İslamî dini verilere uygulama girişimleri bir din olarak İslamın incelenmesinde olumlu değişiklik getirme yararına yapılıyor. The Qur’ân and its Exegesis: Selected Texts with Classical and Modern Muslim Interpretations (Kur’ân ve Tefsiri: Klasik ve Modern Müslüman Yorumlarla Seçilmiş Metinler), Helmut Gatje, Oneworld 200, 312 s., ISBN 1-85168118-3 Alman oryantalist Gatje’nin ilk kez 1971 yılında Almanca’da yayınlanan bu tanınmış çalışması, bir tefsir antolojisi mahiyetinde. İslam düşüncesinin çeşitli eserleri İngilizce ve diğer Batı dillerine çevrilmiş olmasına rağmen, uzunluğundan dolayı tefsirlerin İngilizce’ye tercümesine pek çalışılmamış. Bu açıdan çalışma, belli konular etrafında klasik ve modern İslam dünyasındaki tefsirlerden örnekler alarak Batılı okuyucuya Müslüman bilginlerin Kur’ânı anlama ve yorumlama tarzları hakkında yeterli bir fikir vermek açısından önemli bir boşluğu dolduruyor. Eser, Hz. Peygamber’in risaleti, İslamın yayılışı, Kur’ân’ın nüzul süreci ve toplanması tarihi ve İslam dünyasında tefsir eğilimleri hakkındaki bir girişten sonra 12 bölümden oluşuyor. 1. Vahiy, 2. Muhammed(S.A.V.),3. Selamet tarihi, 4. İslam, Kitabî dinler ve şirk, 5. Allah(C.C:), 6. Melekler, Ruhlar ve İnsanlık, 7. Ahir zaman, 8. Emir ve Yasaklar, 9. Amentü, 10. Tasavvufi ve felsefi tefsir, 11. Şiî Kur’ân tefsiri, 12. Modern tefsir. Seçmelerde merkezi yeri, klasik Sünni tefsircileri tutuyor. Bununla birlikte Mutezilî Zemahşeri’nin el-Keşşâf isimli ünlü eseri, tefsir literatüründeki orijinalitesinden dolayı en çok tanık gösteriliyor. Rivayet tefsirinin ünlü ismi Taberî’den de sıkça seçmeler yapılıyor. Bunun yanında dirayet tefsirinin diğer bir klasiği Kâdı Beyzâvî’nin Osmanlı dünyasında da elkitabı olan eseri Envâru’t-Tenzîl de, hem Zemahşeri’nin içeriğini ustaca telhis ettiğinden, hem de onun şâz yorumlarını ehl-i sünnet akidesi açısından tashih ettiğinden dolayı sıkça yer buluyor seçmelerde. Bununla birlikte çalışmanın en önemli kusuru, kanaatimce, İslam dünyasında “Hatîbü’l-Müfessirîn” lakabıyla anılan Ebu’s-Suud Efendi’nin İrşâdu’l-‘Aqli’s-Selîm adındaki abidevî eserini tamamıyla görmezlikten gelmesi. Bu bağlamda çalışma aslında Osmanlı dünyasında Arapça veya Türkçe yazılan tefsirleri de içermiyor. Örneğin eserin tasavvufî tefsir bölümünde tarzın çok önemli bir temsilcisi İsmail Hakkı Bursevi’nin Rûhu’l-Beyân adındaki eseri görülemiyor, Ebû Hayyân gibi Endülüs İslamının klasiklerinden de söz edilmiyor. Modern dönem bölümünde ise, Rûhu’l-Ma’ânî isimli çok önemli bir esere sahip Alûsi’nin ismi Batı Dünyası Neler Okuyor-2 173 dahi geçmiyor. Sonuç olarak eser, sınırlı hacminden dolayı bağışlanabilecek bu kusurlarıyla birlikte elbette yararlı bir çalışma olarak bir boşluk dolduruyor. Revival and Reform in Islam: A Study of Islamic Fundamentalism (İslam’da Diriliş ve Islah: İslam Fundamentalizmi Hakkında Bir İnceleme), Fazlur Rahman, Oneworld 2003, 226 s., ISBN 1-85168-204-X Merhum Fazlur Rahman, Türk okuyucularının da yakında tanıdığı bir alimdi. Bu, onun vefatından sonra İbrahim Musa tarafından yayınlanan son eseri. İslam modernizminin yirminci asırdaki en önemli temsilcilerinden biri sayılan Fazlur Rahman, İslam düşüncesinin çağımızdaki problemlerini daha iyi teşhis etmek ve görüşlerini temellendirebilmek için İslam tarihî gelişimini gözden geçirmeye önem vermiş bir alim. Onun Türkçe’ye de çevrilen İslam adlı eseri genel, tarihî bir bakışla dini tanıtmayı hedefliyordu. Onun bu eseri ise, oluşum döneminde İslam düşüncesini ele alan daha ayrıntılı bir çalışma. Merhum, aslında bunu çağımızdaki İslam fundamentalizminin tarihî gelişimini saptamaya yönelik bir eser olarak tasarlasa da, ömrü çalışmasının çağımıza kadar uzanmasına vefa etmedi ve çalışma bu açıdan Gazalî ve İbni Teymiyye gibi belli başlı alimlerin izini sürerek Hindistan’da Şah Veliyyullah Dehlevî’nin reform hareketiyle son bulan bir tarihî arkaplan olarak kaldı. Çalışma elbette kapsamlı, ayrıntılı bir tarihî anlatı sunma iddiasında değil; bu, örneğin, Montgomery Watt’ınki gibi başka eserlerde de bulunabilir. Alim, İslam düşüncesinin oluşum ve sonrası dönemini, çağdaş bunalımın kaynağını oluşturan belli bazı temalar etrafında gözden geçiriyor aslında. Merhum yazarın tarihî anlatısına yön veren sorunsal, kanaatimce, İslam düşüncesinin normatif krizi diyebileceğimiz şeye yol açan, “norm”larla “değer”ler arasındaki ilişkide ortaya çıkan gerilimin tarihî izinin sürülmesi. Modern dünyanın entelektüel gündeminin de demirbaşlarından birini oluşturan değerler ile normlar arasındaki ilişki başlangıçta tam bir uyuma dayansa da Müslüman cemaatin tarihi deneyim sürecinde aralarında belli bir gerilim ortaya çıkmıştır. Fazlur Rahman’ın merkezi sorunu, bu itibarla, İslam tarihinin çeşitli dönemlerinde, hukuk ve siyasî felsefenin Kur’ân ahlakıyla irtibatının zayıflamasıydı. Kur’ân’ın ahlâkî emirleri, zamanla iktidar, bir ümmetin inşası ve İslamî siyasî düzenin sürdürülmesi gibi ağır basan diğer çeşitli kaygıların gölgesinde kalmıştı. Bu durumun telafisi, Kur’ânî değerlerin tekrar siyasî-ahlakî normlara kılavuzluk konumuna yükseltilmesi, tasavvufî söylem sayesinde sağlanabilirdi. Ancak Gazalî örneğinde olduğu gibi, tasavvufî çağrının daha çok kişisel duyarlık düzeyinde kalması da bu durumu pek değiştirmemiştir. Fazlur Rahman, bu süreçte İslam düşüncesindeki önemli nüfuz ve potansiyelinden dolayı en çok Eş’arî kelama ithamlarını yöneltiyor. Ona göre, Eş’arî kelamı özellikle kader kelamı ve “ircâ” adı verilen ahlakî yargının askıya alınmasıyla malul hale geldi. Islam and the West: The Making of an Image (İslam ve Batı: Bir İmajın Oluşumu), Norman Daniel, Oneworld 2003, 467 s., ISBN 1-85168-129-9 Ortaçağlarda İslam dünyasıyla Hıristiyanlık arasındaki Haçlı seferleri olarak bilinen karşılaşmadan günümüze kadar İslam ile Batı arasındaki ilişkiler yanlış anlama ve çatışmayla kendini göstermiştir. Batı nezdinde bin yıl önce ortaya çıkan İslam hakkındaki önyargılar, Batı Hıristiyanlığının Katoliklik ve Protestanlık olarak bölünmesinden sonra da devam etti. Ateizmin doğuşu ve çok-inançlı topluluğun yükselişiyle karşılıklı anlamanın artışı gibi gelişmeler bile bu önyargıların silinmesine yetmedi. Norman Daniel’in artık alanında klasikleşmiş sayılan bu yetkin incelemesi, Batının İslam hakkındaki çarpık kanaatlerinin arkasında yatan siyasî ve 174 Bedri Gencer dinî mülahazaları keşfediyor. Ortaçağlardan modern dünyaya Hıristiyan-Müslüman etkileşimini inceleyen yazar, şu anahtar konular etrafında dönüyor: Vahiy, nübüvvet ve tenasüh, Muhammed’in hayatı, Kur’an’ın sahiciliği, Batılıların İslam’da şiddet, ahlak ve dinî hükümler hakkındaki görüşleri. Çalışma böylece genel olarak oryantalizm adıyla bilinen zihniyetin önemli bir boyutunun izini sürerek nasıl, Batılı Hıristiyan kimliğin kendi kendisiyle hesaplaşmasının parçası olarak “öteki”ni inşa ettiğini gösteriyor ve bugün dünyada hüküm süren İslam hakkındaki önyargıların uzun bir tarihî sürecin ürünü olduğunu belgeliyor. Çalışma, Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasındaki doktrinal ayrılıkları tarihî bir boyutta ele almasıyla aslında modern dünya görüşünün evrim sürecinin öteki yüzünü de bize gösteriyor. Çünkü Batıda ancak XII. yüzyılın başlarında yazılan eserlerde İslam ciddi olarak incelenmeye başladı. Yazar, bu bakımdan son derece isabetli bir tercihle, “İslam Hakkındaki Batılı İmajlar” gibi bir temayla örneğin Batılı popüler dünyadaki İslam imajlarını dışta bırakarak çalışmasını bilimsel, yazılı kaynaklar külliyatıyla sınırlandırıyor. Eser, dediğimiz gibi aslında Batılı Hıristiyan “ben”in öyküsü ve bu bene karşı sadece İslam ve Müslümanlar değil, örneğin Yahudiler ve Bizanslıların konumu da çalışmanın seyrinde açığa çıkıyor. Tabii bu öyküde, özellikle XV. asırdan sonra Batılının gözünde Müslüman’la özdeşleşen Türklerin, Osmanlıların imajları da yer buluyor. Çalışma, sonunda İslam ile Hıristiyanlık arasındaki karşılaşmanın ortaçağdan kalma mirasının günümüz dünyasındaki anlamını sorguluyor. The Crisis of Our Age (Çağımızın Bunalımı), Pitirim A. Sorokin, Oneworld 1992, 280 s., ISBN 1-85168-028-4 Batı medeniyetinin bilim ve teknikteki zaferlerle zirveye çıkan Aydınlanma dönemi iyimserliği, Birinci ve İkinci Dünya savaşlarıyla berhava oldu ve bundan sonra Batı medeniyetinde “kriz duygusu” yayılmaya başladı. Aşırı umut hissi, tam bir bunalım hissine dönüşmüştü. Bu kriz, öncelikle bir tarih felsefesi perspektifinden Spengler, Toynbee, Sorokin, Gasset gibi isimler tarafından seslendirildi ve daha sonra genişleyen perspektifle dinî, felsefî ve kültürel açılardan Batı medeniyetinin krizine dair yapılan araştırmalar hızla arttı. Sorokin, bu kuşağın ve trendin öncü isimlerinden sayılan bir isim. Rusya doğumlu Sorokin, Çarlık Rusya’sında ölüme mahkum olduktan sonra Amerika’ya kaçarak daha sonra Harvard Üniversitesi sosyoloji kürsüsü başkanı olmuştu. Sorokin bundan sonra Avrupa ve Rus medeniyetini birleştiren tarihî-kültürel-felsefî bakış açısıyla Batı medeniyetinin yaşadığı krizin nabzını tutan kapsamlı çalışmalara imza attı. Esas itibariyle, 1941 Şubat’ında Lowell Enstitüsü’nde verilmiş konferanslardan oluşan bu çalışma Sorokin’in dört ciltlik Sosyal ve Kültürel Dinamikler adlı anıtsal eserinden süzülen sonuçları kapsıyor. 1941 yılındaki yayınından sonra Portekizce, Almanca, İspanyolca, Danca, Çekçe, Norveççe, Fince ve Japanca dahil bir çok dile çevrilen bu eser, bildiğim kadarıyla henüz Türkçe’ye çevrilmiş değil. Onun yıllar önce Hıfzurrahman Münir Raşit Öymen tarafından çevrilen 2 kitaplık Çağdaş Sosyoloji Teorileri’nden başka bir de Mete Tunçay tarafından Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri adlı eseri Türkçe’ye çevrilmişti. Sorokin’in yukarıda andığımız diğer kriz filozoflarından farkı, daha tam bir analiz yapmasına imkan veren tarih felsefesiyle sosyal teoriyi birleştiren bir bakış açısına sahip olması. Sorokin, kısaca, hem, esasında Hegelyen bir tarih felsefesine dayanan modernizmin, hem de sözgelimi Max Weber’in en büyük teşhisçisi sayıldığı modernliğin, modern hayat tarzının yaşadığı krizin resmini sunmayı amaçlıyor. Öncelikle Batı medeniyetinin normatif krizini, hakikat sistemleri adını verdiği bilim, felsefe, sanat, din, ahlak ve hukukun krizini betimleyen Batı Dünyası Neler Okuyor-2 175 yazar, daha sonra hakikatten uzaklaşmış Batılı bilginin vücut verdiği kültür ve kurumların yaşadığı krizin temel yönlerini ele alıyor. Burada örneğin modern Batılı dünya görüşünün temel kavramlarından biri olarak sözleşmeciliğin iflasını ve buna dayalı evlilik kurumunun çöküşünü, Batı medeniyetinin çöküşünün temel bir veçhesi olarak sunuyor Sorokin. Kadim çevrimsel tarih görüşünü sürdüren yazara göre, bütün insanlık tarihi, zamanla birinin çöküşü ve diğerinin onun yerini almasıyla kendini gösteren, maddiyatçı ve maneviyatçı kültürlerin muazzam bir çevriminden ibarettir. Mevcut maddiyatçı düzenin sonuna yaklaştığına kani olan Sorokin, mevcut Batılı değer ve hayat tarzlarının, insan onuruna yaraşır daha manevi, küresel, eşitlikçi bir topluma dönüşüm imkanına dair pozitif bir vizyon sunuyor okuyuculara. A Concise Encyclopedia of the Philosophy of Religion (Din Felsefesinin Muhtasar Bir Ansiklopedisi), Anthony C. Thiselton, Oneworld 2002, 344 s., ISBN 185168-301-1 İngilizce’de her alanda olduğu gibi din felsefesi alanında da çeşitli kolektif başvuru kaynakları ve ansiklopediler var, fakat tek bir yazarın kaleminden çıkan böyle bir ansiklopedi, daha kendine özgü, özlü bir içerik taşıyor. Çalışma biyografik ve tematik, yani agnostisizmden Zen Felsefesi’ne din felsefesiyle ilgili önemli kavramlar yanında, Eflatun’dan Ayer’e belli başlı filozofları da kapsayan toplam 300 maddeden oluşuyor. Çalışmanın yazarı, Nottingham Üniversitesi’nden emekli Anthony C. Thiselton, Batının önde gelen teologlarından biri olarak tanınıyor. Sekizinci çalışması olan bu eser, yazarın akademik birikiminin bir usaresi niteliğinde. Çünkü doğal olarak böyle tek ciltlik bir ansiklopedinin maddelerinin tayini, hangi kavram ve düşünürlerin ansiklopediye alınıp alınmayacağı hususu, son tahlilde kişisel bir tercihe dayanıyor. Yıllar içinde öğrencilerinin en çok ilgisini çeken veya kafalarına takılan konu, düşünür ve problemler, tabiatıyla yazarın madde tercihinde yardımcı oluyor. Bu pedagojik tecrübenin yanında yazar, entelektüel tercihiyle, Tanrı inancının leh ve aleyhindeki argümanlardan ve farklı dini gelenekler arasındaki farklılıklardan kaynaklanan süreğen problemler üzerinde yoğunlaşıyor. Yazar, belli başlı dini geleneklerin argümanlarını ve onların eleştirmenlerinin karşı-argümanlarını açık ve dürüst bir şekilde sunuyor, çalışmada İslam felsefesiyle ilgili konular ve belli başlı İslam filozofları da yer buluyor. Örneğin “otorite”, “rasyonalite” gibi disiplinler-arası kavramların hakkı veriliyor; yalnız kavramların kökenine ilişkin etimolojik açıklama konusunda bir eksiklik göze çarpıyor. Eser, bu niteliğiyle bir öğrenci ders-kitabının yanında, bu alandaki bilgilerini derinleştirmek isteyen entelektüel okuyuculara da kılavuzluk sağlıyor. Çalışmayı ağırlaştırmamak için dipnotlar verilmemiş; öte yandan maddeler arasında çapraz referanslarla okuyucunun ufku genişletilmiş. Maddeler, kısa paragraflardan ve mümkün olduğunca kısa, yalın cümlelerden oluşuyor ve üç yüz kelimeden daha uzun maddeler alt-başlıklarla bölünüyor. Sonda verilen detaylı bir kronoloji ve indeks de eserden yararlanmayı arttırıyor. The Phenomenon of Religion: A Thematic Approach (Din Fenomeni: Konusal Bir Yaklaşım), Moojan Momen, Oneworld 1999, 626 s., ISBN 1-85168-161-2 Eser, gelenekselden modern dünyaya insan toplumlarında dinin rolü konusunda yenilikçi ve tematik bir çalışma. Kitabın yazarı olan Momen, Bahai inancını benimsemiş bağımsız bir araştırmacı. Daha önce yayınlanan Şii İslama giriş konusundaki kapsamlı eseriyle tanınan Momen, bu kez din hakkında ansiklopedik diyebileceğimiz kapsamda bir eserle karşımıza çıkıyor. Çalışma bütüncü bir bakış açısıyla dinin üç ana yönüne göre düzenlenmiş: Dinî dene- 176 Bedri Gencer yim ve onun ifadesi, dinin kavramsal yönleri ve dinin toplumsal yönü. Çalışma bu kapsamlı içeriği itibariyle dünyanın belli başlı bütün dinî geleneklerini ele almakla kalmayıp aynı zamanda sosyal bilimlerin psikoloji, felsefe ve sosyoloji gibi ilgili disiplinlerinin perspektif ve verilerini de geniş ölçüde kullanıyor. Çok geniş kapsamlı bir eser olduğu için sadece içerdiği başlıkları sıralamak daha yararlı olacak kanaatimizce. “Dini Anlamak” başlıklı Kısım Bir, Din Kavramı, Din: Doğu ve Batı; Genel Bir İnceleme ve Din Teorileri olarak üç bölümden oluşuyor. “Dinî Tecrübe ve İfadesi” başlıklı Kısım İki, Dinî Deneyim, Dinî Deneyime Giden Yollar, İman, İnanç ve İhtida ve Dinî Deneyimin Bilimsel bir Telakkisine Doğru başlıklı dört bölümden oluşuyor. “Dinin Kavramsal Yönleri” başlıklı Kısım Üç, Realitenin Doğası, Çile, Fedakarlık ve Selamet, Gelecek bir Kurtarıcı Vaadi, Arketip, Efsane ve Kutsal başlıklı dört bölümden oluşuyor. “Toplumda Din” başlıklı Kısım Dört, Mukayeseli Dinî Tarih, Din ve Ahlak, Fundamentalizm ve Liberalizm, Resmî Din ve Halk Dini, Din İktidar ve Hükümet, Din ve Cinsiyet, Din ve Sanatlar, Modern Dünyada Din ve Sonuç başlıklı dokuz bölümden oluşuyor. Çalışmanın faydası temel bir beşeri olgu olarak dini tüm yönleriyle kavramamızı sağlaması. Bu açıdan çalışma, okuyucuya, örneğin, yasalcılık, kurtuluş teması, kurtarıcı fikri gibi temalar açısından dünya dinlerinin kültürlerini kıyaslamak için iyi bir fırsat sağlıyor. Ancak, yazarının mensubiyetinden dolayı Bahailik, emsali bir mukayeseli çalışmada görülmeyecek ölçüde yer bulmuş. Çalışmanın içeriği aynı zamanda zengin bir görsel malzemeyle de desteklenerek okuma daha zevkli hale getiriliyor. Bölüm sonlarında geniş ileri okumalar tavsiyeleriyle okuyucuya kılavuzluk sağlanıyor. Mysticism: The Nature and Development of Spiritual Consciousness (Mistisizm: Ruhi Bilincin Doğası ve Gelişimi), Evelyn Underhill, Oneworld 2002, 519 s., ISBN 1-85168-196-5 Batı medeniyetinin yaşadığı manevi kriz sonucu din ve mistisizm hakkında yapılan araştırmalar giderek artıyor. Batıda Müslüman olanların çoğunluğunun İbni Arabî veya Mevlana gibi mutasavvıfların öğretileri sayesinde İslamı seçtikleri göz önüne alınırsa, Batılı okuyucu için genelde mistisizmin ve özelde tasavvufun öneminin aydınlatılması zorunluluğu ortaya çıkıyor. İngiliz bir kadın edebiyatçı olan ve daha sonra Manchester Kolej ve Oxford’da Evelyn din felsefesi üzerine dersler vermek üzere atanan Underhill’in ilk baskısı 1911’de yapılan bu eseri, Batıda bu alandaki öncü ve klasik çalışmalardan biri sayılıyor. Çalışma girişte, Batılı rasyonel bilgi geleneğinin hakikati keşfetmede yetersiz kaldığını ve mistisizmin mutlakla doğrudan temas imkanı sağlayan tek yol olduğunu açıklıyor. İki ana kısımdan oluşan çalışmanın “Mistik Olgu” başlıklı birinci kısmı, deyim yerindeyse ontolojik ve epistemolojik açıdan mistisizmin konum ve işlevini sorgulayarak, onun psikoloji, teoloji, sembolizm ve büyü ile ilişkisi bağlamında kendine özgü hakikate ulaşma yollarını açıklıyor. Eserin “Mistik Yol” başlıklı ikinci bölümü ise ruhî bilincin doğası ve gelişimine, yani çeşitli dinî geleneklerdeki bir süreç ve pratik olarak mistisizmin evrimine dair oldukça teferruatlı bir açıklama sunuyor. Çalışmanın önemi, Hıristiyan ağırlıklı olmasına rağmen mukayeseli bir perspektifi esas alması. Meister Eckhart, St John, St Tereza gibi Hıristiyan mistiklerin yanısıra, Mevlana Celaleddin ve Feridüddin-i Attar gibi Müslüman mutasavvıfların tecrübeleri de çalışmada inceleniyor. Diğer taraftan bugüne kadar Batı dillerinde yazılan benzer eserler, daha ziyade tarihî bir yaklaşımla “hikaye” tarzında mistiklerin hayatlarını ele alırken eldeki eser, psikolojik bir yaklaşımı benimsiyor. Çünkü yazara göre, mistiklerin tecrübesi yaşadıkları tarihî kültürel ortamdan çok zaman-ötesi gerçeğe taalluk eder. Bu sebeple yazar, psikolojik Batı Dünyası Neler Okuyor-2 177 bir yaklaşımla “vecd, istiğrak” gibi belli kavramlar-başlıklar altında mistik tecrübeleri toplayarak açıklıyor. Yazarın zamanında etkili olan William James’in dinî tecrübe hakkındaki eserinden kaynaklanan din psikolojisi yaklaşımı zamanla aşınsa da, Underhill’in eseri bugün bile öncü önemini korumaya devam ediyor. CAMBRIDGE UNIVERSITY PRESS Law and Colonial Cultures: Legal Regimes in World History, 14001900 (Hukuk ve Sömürge Kültürleri: Dünya Tarihinde Hukuk Rejimleri, 14001900), Lauren Benton, Cambridge University Press, 2002, 285 s., Karton baskı: ISBN: 0-521-00926-X Kitap, sadece küresel ekonominin değil, aynı zamanda hukuk gibi kültürel pratik ve kurumların da sömürge yönetimini ve uluslararası düzeni biçimlendirdiğini öne sürerek dünya tarihinde yeni bir perspektif sunuyor. Çalışma, Avrupa ve İslam hukuku gibi hukuk sistemlerinin erken modern imparatorluklardaki pratikleriyle, ulusal ve uluslararası boyutlarıyla ve karşılaştırmalı bir dünya tarihi perspektifiyle ele alarak dünya ve hukuk tarihi literatürüne önemli bir katkı yapıyor. Kitap özünde, erken modern imparatorlukların çok-merkezli hukukundan yüksek sömürgeciliğin devlet-merkezli hukukuna geçişi inceliyor. Erken modern dünyada, kültürel ve dinî azınlıkların özel hukuki statüsü imparatorluklar boyunca kurumsal süreklilik sağlamıştı. Yazarın bulgularına göre, imparatorluklar, büyük ölçüde hukuki düzenleme politikasının ürünüydü; ülkesel sömürge genişlemesi, heterojen tebaayı ortak bir egemenlik çatısı altında tutabilmek için çok geçmeden emperyal yöneticileri hukuki çoğulculuk seçeneğine zorlamıştı. Örneğin Osmanlı İmparatorluğunun sözde millet sisteminde olduğu gibi. Ancak kitabın da dikkate aldığı gibi, gayrimüslim tebaanın hukuki özerkliğine dayalı bir millet sistemi ancak XIX. yüzyılda Batılı etkiyle yapılan reformlar döneminde hayata geçmişti. Çalışmada dolayısıyla geleneksel dünyada Osmanlı ve İslam hukukunu da kapsayan hukuki çoğulculuğun, modern ulus-devletiyle doğan pozitif hukukun tekelci karakteriyle kaybolduğu ve böylece gerek devletlerin içinde sosyal barış, gerekse de uluslararası ilişkilerde barışı riske ettiği görülüyor. Sömürgeci ve sömürge-sonrası devletler XIX. yüzyılda kısmen yerli tebaalar ve kültürel diğerlerinin hukuki statüsü üzerindeki çatışmalara bir cevap olarak gelişti. Kitap, bu süreçleri geniş kurumsal değişikliği seçilmiş hukuki vakalar hakkındaki mikro incelemelerle yan yana getirerek analiz ediyor. Kitabın bir kusuru, sömürgecilik ile emperyalizm kavramları arasındaki nüansı es geçerek örneğin Osmanlı ile İngiliz sömürge imparatorluğunu aynı kefeye koyması. Çok kültürlülük ve hukuki çoğulculuk kavramlarının hararetle tartışıldığı günümüz dünyasında zengin bir tarihî perspektif sunan bir çalışma. Marx the Young Hegelians and The Origins of Radical Social Theory (Marx Genç Hegelciler ve Radikal Sosyal Teorinin Kökenleri), Warren Breckman, Cambridge University Press, 2001, 335 s., Karton baskı: ISBN: 0-521-000380-6 Aydınlanma, din eleştirisinde reformasyondan bir adım daha ileri giderek Batılı modernizmin temellerini atmış; ancak bu daha çok dini hakikatin sarsılması yönündeki pasif diyebileceğimiz modernizmi aktif olarak tamamlamak Hegel’e kısmet olmuş, Hegel, kapsamlı felsefî projesiyle modern/seküler Batılı dünya görüşünün temellerini atmıştı. “Luthercilerin sonuncusu” olarak tanımlanan Marx’ın Hıristiyanlığı seküler-ideolojik bir doğrultuda dönüştürme süreci, Hegel ve özellikle Feuerbach’ın Hıristiyanlık eleştirisiyle doğrudan bağlantılıdır. 178 Bedri Gencer Aydınlanma ve Hegel’in açtığı çığırda XIX. yüzyıl Alman sosyolojisi dinin eleştirisinden, toplum eleştirisine ve teoriden pratiğe vurguya geçişle gelişmiştir. Hıristiyanlığın Aydınlanma filozofları tarafından felsefî-seküler açıdan dönüştürülmesi süreci, XIX. asır Fransız ve özellikle Alman sosyolojisinin, Karl Marx tarafından kitleleri seferber edecek bir ideolojiye dönüştürülmesi çabasıyla tamamlanmıştı ki Hegel, Aydınlanma ile Sosyoloji arasındaki köprüyü temsil ediyordu. Marx, bu eleştiri sürecinden sonra itibarı iyice sarsılan ve belini doğrultamayacak hale gelen Hıristiyanlığa alternatif bir din olarak tasarladığı kendi ideolojisini, temelde Hegel’in idealist felsefesi ile klasik İngiliz iktisadına dayanarak inşa etmişti. Çalışma temelde devletçi-faşist bir çizgide gelişen sağ-kanat ile sosyalist-anarşist çizgide gelişen sol-kanat arasında bölünen Hegelci mirasın daha çok sol-kanadının evrimini konu alıyor. Çalışmanın çarpıcı yönlerinden biri de slogana dönüşen Marx’ın “din halkların afyonudur” sözüyle, genelde dine karşı olumsuz bir tavırla tanınan sol düşüncenin aslında dinî mirasla yoğun bir hesaplaşma sayesinde gelişmesi. Yazar, bu sebeple Hegelcilerin 1830’lardaki münhasıran dini kaygılarıyla 1840’ların sosyo-politik arayışları arasında yapılan geleneksel ayırıma meydan okuyor. O gösteriyor ki, 1830’larda Hegelcilerin teolojik, siyasî ve sosyal söylemleri arasında çok sıkı bağlar vardır. Dikkati çeken bir nokta da, Hegel’in sol mirasının daha çok Marx gibi Yahudi sosyalist ve anarşist düşünürler tarafından sahiplenilmesi ve geliştirilmesi. Eser, Fransız Saint-Simonculuk ve “Pozitif Felsefe” gibi hareketler kadar, Feuerbach ve Marx gibi tanınmış simalar ile Eduard Gans, August Cieszkowski, Moses Hess ve F.W.J. Schelling gibi daha az-tanınan fakat önemli isimler hakkındaki açıklamaları bir araya getiriyor. Böylece Avrupa düşüncesinin sekülerleşmesinde bir dönüm noktası oluşturan XIX. yüzyıl düşünce tarihi hakkında son derece önemli bir kaynak ortaya çıkıyor. Renaissance Civic Humanism: Reappraisals and Reflections (Rönesans Medeni/Uygar İnsancılığı: Yeniden Değerlendirme ve Düşünceler), James Hankins (ed.), Cambridge University Press, 2003, 314 s., Ciltli baskı: ISBN: 0-52178090-X Çalışma düşünce tarihine yeni bir yaklaşım getiren J. G. A. Pocock ve Quentin Skinner gibi bilginlerin öncülük ettiği Cambridge okulu perspektifi doğrultusundaki “bağlamda fikirler” dizisi içinde yayınlanmış. Bu, soyut bir fikir tarihi yerine, “bilgiyi varlığın bir yansıması” sayan geleneksel anlayış uyarınca, fikirlerin vücut bulduğu sosyal bağlam içinde yeniden değerlendirilmesini hedef edinen ve özellikle Batılı modern dünya görüşünün gelişimindeki Rönesans, Reformasyon, Aydınlanma, İdeoloji gibi kritik devirler üzerinde yoğunlaşan bir proje. Medeni/uygar insancılık, fikir tarihindeki bütün kavramların en etkili olanlarının arasında yer almaktadır. Ortaçağların “karanlığın”dan çıkışla “yeniden doğuş” anlamına gelen Rönesans dönemi, Machiavelli gibi düşünürler tarafından antik Yunan-Romalı dünyanın politik düzenine olan özlem ile ve bu düzeni yeni çağın şartlarından yeniden tesis imkanlarının araştırılması çabasıyla kendini gösteriyordu. Avrupa’nın önde gelen siyasî teorist ve düşünce tarihçilerinin katkıda bulunduğu bu toplu çalışma, Rönesansın medeni/uygar hümanizminin tartışılabileceği taze bir zemin yaratarak Hans Baron ve J. G. A. Pocock gibi öncülerin konu hakkındaki çalışmalarının etkisini değerlendiriyor. Çalışma, Avrupa dünyasının büyüyen çapı bakımından Antik Yunanlı doğrudan demokrasi imkanının kalmadığı, düzen arayışıyla karakterize bir dünyada öne çıkan Cumhuriyetçilik idealinin farklı yansımalarını ele alıyor. Geniş bir dizi siyasî ve tarihî metne dayanan kitap, XIV. yüzyıldan XVI. yüzyıla medeni/uygar hümanizmi, oligarşi, emperyalizm, Batı Dünyası Neler Okuyor-2 179 patronaj politikasının doğuşu ve Floransa’da Medici yükselişinin, kısaca “iktidar politikası”nın doğuşu ışığında değerlendiriyor ve serbestî, hukuk düzeni, erdem ve kamu yararı gibi önemli cumhuriyetçi kavramların evrimine dair yeni anlayışlar sunuyor. Böylece bu kritik kavramların nasıl yeni anlamlar kazandığını, sözgelimi Machiavelli’de olduğu gibi “erdem” kavramının klasik anlamının “beceri” şeklinde hayli farklı bir biçime dönüştüğünü görüyoruz. Eser, okuyucuya sadece Machiavelli gibi çok ünlü değil, aynı zamanda Bruni, Guicciardini gibi nispeten tanınmayan düşünürlerin fikirleriyle de tanışma imkanı sağlıyor. Çoğunlukçu demokrasi kadar bireyci liberalizmden de yavaş yavaş yüz çevirmeye başlayan çağdaş dünyada komüniteryen felsefenin yükselişine paralel olarak cumhuriyetçilik ideali de tekrar temel bir siyasî alternatif olarak gündeme geldi. Bu bakımdan eser, daha çok demokrasi edebiyatıyla karakterize çağımızda ve ülkemizde alternatif cumhuriyet idealinin tarihî evrimine dair önemli bir kaynak sunuyor. Rival Enlightenments: Civil and Metaphysical Philosophy in Early Modern Germany (Rakip Aydınlanmalar: Erken Modern Almanya’da Sivil ve Metafizik Felsefe), Ian Hunter, Cambridge University Press, 1996, 398 s., Ciltli baskı: ISBN: 0-521-46554-0 Bilindiği gibi Almanya, Avrupa’da felsefenin vatanı olarak bilinir. Kuşkusuz bunun Avrupa medeniyetine geç katılan Almanların kimlik arayışına bağlı somut birtakım tarihî sebepleri vardır. Bu yüzden erken modern Alman felsefesinin bilinmesi elzem. Erken modern Alman felsefesine dair esaslı bir yeniden değerlendirmeyi simgeleyen bu çalışma, felsefi doktrinleri, öngörülen tarihî durumlar için şahsiyet oluşturmanın, bu örnekte ikrarla ilgili çatışma ve siyasî sekülerleşmenin yolları olarak ele alıyor. Eser, kısaca gelenekten modernliğe geçiş sancıları yaşayan erken modern dönem Alman felsefesini bir kutuplaşma şeklinde işliyor. Samuel Pufendorf ve Christian Thomasius’un modern çağın siyasî ihtiyaçları doğrultusunda gelişen sivil felsefesi ile Leibniz ve Kant’ın metafizik felsefesini rakip entelektüel kültürler olarak işliyor ve böylece Kant’ın eski ile yeni felsefeyi uzlaştırarak alanı aştığı varsayımına dayanan bütün alışılagelmiş felsefe tarihi yaklaşımlarına meydan okuyor. Bu çığır-açıcı çalışma İngilizce’de ilk kez, yönetici seküler bölgesel devletlerin entelektüel formasyonuna zararlı olarak üniversite metafiziğini reddeden sivil filozofların olağanüstü tarihî öz-bilincini ortaya koyuyor. Bu süreçte ünlü 30 yıl, din savaşları dönüm noktasını teşkil ediyor. Bu savaşın sona ermesiyle yapılan Westphalia Barış Antlaşması, din savaşlarının tekrar yaşanmaması için Avrupa hayatının sekülerleşmesinde bir karar anını oluşturuyordu. Samuel Pufendorf, Roma İmparatorluğundaki Aziz Paul’a uzanan kadim “çifte kılıç” nazariyesine benzer bir şekilde, “sivil krallık” adı verilen siyasî iktidar uygulamasının, “hakikat krallığı” sayılan ahlakî tekamül arayışının yer aldığı hayat alanından ayrıldığı bir tabii hukuk doktrini geliştirdi. O, böylece birleşik ahlakî şahsiyet yerine “dinî ve sivil, özel ve kamusal, kilisesel ve siyasî gibi farklı “makamlar”a uygun bir şahsiyet çoğulluğu ikame etmek suretiyle ahlakî felsefeyi yeniden yapılandırmaya çalıştı. Ancak Pufendorf’un temellendirmeye çalıştığı, bu Westphalia-sonrası politika ve dinî ahlakın ayrılması trendine tepki gösteren Leibniz, metafizik sayesinde bunların daha yüksek bir düzeyde uzlaştırılmasına çalıştı. Ancak felsefenin profesyonelleşmesinin babası sayılan Kant tarafından “özne”nin keşfi de bu iki zıt trendi uzlaştırmaktan uzak kalacaktı. Kitabın tezine göre, Kant-sonrası felsefe tarihinde sivil felsefenin marjinal bir konuma düşmesi, haddizatında rakip aydınlanmalar arasındaki mücadelenin bir devamı olarak görülebilir. Bu mücadelenin seyrini ise modern üniversite sayesinde bilginin 180 Bedri Gencer kurumsallaşması süreci belirlemiştir. Dikkatli ve iyi belgelenmiş araştırmayı canlı bir yorumla Hunter, filozoflar ve tarihçiler için benzer şekilde nüfuz edici vukuflar sunuyor. German Philosophy 1760-1860, The Legacy of Idealism (Alman Felsefesi 1760-1860, İdealizmin Mirası), Terry Pinkard, Cambridge University Press, 2002, 382 s., Karton baskı: ISBN: 0-521-66381-4 Her ne kadar Descartes modern felsefenin babası olarak bilinse de Richard Rorty gibi disiplinin şeceresini çıkaran çağdaş filozoflar, onun aslında teoloji ile bilim arasında geleneksel vizyona daha yakın duran birisi olduğunu tespit etmişlerdir. Felsefenin bir disiplin olarak tebellürü, Alman felsefesi ve Kant sayesinde olmuştur. Kant, ünlü üç kritiği ile aslında geleneksel felsefenin inceleme nesnesini parçalayarak öz-bilinçli felsefî arayışın babası olmuştur. Kant, Eflatun gibi ideaların önemine vurgu yapan felsefesiyle geleneksel dünyaya dönmüş gibi görülse de bunların ele alınış tarzlarını ve yöneldiği amaçları kökten değiştirmiştir. Kant, Descartes gibi “özne”yi tekrar keşfederken bu özneyi irade terbiyesi gibi yüce ahlakî amaçlara bağlamaya çalışmıştır. Onun vücut verdiği Alman idealist felsefesi, XVIII. yüzyılın ikinci yarısında, bir süre Avrupa felsefesine hükmeder hale geldi. O sadece Avrupalılar değil, bütün dünya üzerindeki insanların, kendileri, tabiat, din, beşeri tarih, siyaset ve insan zihninin yapısı hakkındaki düşünme tarzlarını değiştirdi. Bu zengin ve geniş-ölçekli kitapta Pinkard, Batıda artık geniş ölçüde kabul bulan düşünce tarihine sosyolojik yaklaşım doğrultusunda bu dönem esnasında gevşek bir beylikler toplamından kendine özgü bir kültüre sahip yeni ortaya çıkan bir ulus yapısına geçen Almanya’nın hikayesini, onun gelişen felsefî düşüncesinin akımları ve karmaşık yönlerinin bir incelemesiyle içiçe sunuyor. Yani erken modern Almanya’nın ortaya çıkışına paralel olarak çıkışını okumak suretiyle erken modern Alman felsefesinin tarihî dinamiklerini çok daha iyi kavrayabiliyoruz. Onun kendi kaderini tayin hakkı üzerine devrimci vurgusuyla Kant’ın baskın etkisini ele alan yazar, romantisizm ve idealizmin gelişiminden Schopenhauer ve Kierkegaard gibi Kant-sonrası düşünürlerin eleştirilerine geçerek bu etkinin izini sürüyor. Sonuçta görülen Kant’tan Hegel’e özelde Alman, genelde modern felsefenin esas itibariyle bir tarih felsefesi olarak geliştiği. Böylece az-çok Fransız Aydınlanmasının anakronik felsefesine tepki olarak gelişen Alman felsefesinin, Hıristiyan eskatolojinin sekülerleştirilmesine dayanan derin bir tarihî bilince dayandığı daha iyi görülüyor ve yazarın hakkında yarı bir incelemeye sahip olduğu Hegel’in entelektüel mirası da bir perspektife oturuyor.