Haziran 2014
Transkript
Haziran 2014
Başak Bingöl 15 Ülkü Tamer yeni şiir kitabını anlattı Ercan Yılmaz 04 Bir âlim olarak Fethullah Gülen Ahmet Kurucan İLLÜ STRASYO N : ZAMAN , O RHAN N ALIN 06 Rachel Kushner ile söyleşi 06 ROMAN Ömer Ayhan Thomas Pynchon ilk kez Türkçede 08 ROMAN Rüya Karlıova Adalet Ağaoğlu’ndan yeni kitap 16 ŞİİR V. B. BAYRIL Hilmi Yavuz’un çeviri şiirleri 19 İNCELEME Emrah Pelvanoğlu Shakespeare’i nasıl okumalı? 23 HATIRA Osman İridağ Celal Bayar’ın kızından darbe anıları 38 USTA GÖZÜYLE Recai Güllapdan & İrfan Külyutmaz Z A M A N G A Z E T E S Ý ’ N Ý N Ü C R E T S Ý Z AY L I K K Ý TA P E K Ý D Ý R . Y I L : 8 S AY I : 1 0 1 2 H A Z İ R A N 2 0 1 4 PA Z A R T E S Ý B U S AY I D A AHMET KURUCAN Bir âlimin portresi 4 ÖMER AYHAN Gizemli bir kâhin... 6 RÜYA KARLIOVA Yorgun demokrat 8 İNAN ÇETİN Yapaylık kolay, gerçeklik zordur 9 MUSA İĞREK İdeal okur kimdir? 10 ERCAN YILMAZ Ülkü Tamer ile söyleşi 15 V. B. BAYRIL Hilmi Yavuz’la yolculuk 16 GONCA ÖZMEN Her şey ayartabilir şairi 17 MEHMET TUNÇ Aralıkta açan öyküler 18 EMRAH PELVANOĞLU Shakespeare’i okumak 19 BAŞAK BİNGÖL Rachel Kushner ile söyleşi 20 KEMAL SUSKUN Din ve siyaset birlikte yaşar mı 22 OSMAN İRİDAĞ ‘Kapana kısılmış oturuyoruz’ 23 A. ESRA YALAZAN Zorbalık karşısında vicdan 24 AZRA İNCİ ‘Brüt değil net’ roman 25 A. YAVUZ ALTUN Tarihçinin sıkıcı dertleri 26 SÜREYYA SU Unutmak için beklemek 26 CEM MERT Münzevi bir kötümser: Schopenhauer 27 AYŞE KİLİMCİ Kalp yanar, mani yetişir 28 TEMEL KARATAŞ Yusuf Atılgan aslında kimdi? 28 HARUN ODABAŞI Derviş ruhlu tüccar 29 ayça örer ‘Bütün kısa öyküler hasret çeker’ 30 KEREM GÜNEŞ Kudüs’te kan sesi ve şiir 30 SEZAİ COŞKUN Sessizlik ülkesinden notlar 31 İSA DARAKCI Acı bir yaşam boyu 31 AHMET DOĞRU Ölümden öte yol var 32 ALİ PEKTAŞ Kendi kaleminden Jimi Hendrix 34 AYŞE SÜREZ ‘Söylesem tesiri yok...’ 35 GÜNSELİ IŞIK Ah bu filmlerin gözü kör olsun! 36 AHMET ÇAKIR Bir edebiyatçının futbol kitabı 37 İRFAN KÜLYUTMAZ ‘Gobik’ Zihni Hoca’ya... 38 RECAİ GÜLLAPDAN ‘Gel keyfim gel!’ 38 Okur aslında kimdir? K itap Zamanı, yolculuğuna “Neredesin sevgili okur?” diyerek başlamıştı. 101. sayıda yine ‘okur meselesi’ne dönüyoruz: Kimdir aslında okur? İdeal ya da nitelikli dediğimiz okurlar gerçekten var mı yoksa “uçsuz bucaksız mutlu azınlık” nitelemesi bir teselli mi? Kitaba ulaşmanın gittikçe kolay hale geldiği, özenle basılmış yeni kitapların hızla arttığı günümüzde iyi okurların sayısı gerçekten azalıyor mu? Yazarlar ideal okuru nasıl görüyor? Musa İğrek “okur” üzerine kaleme aldığı okuma denemesinde bu soruları yeniden önümüze koyuyor. Basılı kâğıtta (ya da dijital ekranda) harfler var oldukça okurun kimliği bir tartışma konusu olmayı sürdürecek. Geçen haftaların edebiyat olayı kuşkusuz Ülkü Tamer’in 32 yıl aradan sonra yeni şiir kitabı yayımlamasıydı. Bir Adın Yolculuktu, Ülkü Tamer şiirinin bütün özelliklerini taşıyor: Çarpıcı imgeler, bu topraklara has bir lirizm ve tertemiz bir Türkçe. Ülkü Tamer’le yeni kitabını Ercan Yılmaz konuştu. Diğer söyleşi konuğumuz ise ses getiren Flamethrowers romanı Alev Püskürtenler adıyla dilimize çevrilen, kuşağının iyi yazarlarından Rachel Kushner. Geride bıraktığımız ayın bir başka önemli yayıncılık olayı, münzevi ve gizemli yazar Thomas Pynchon’ın bir romanının ilk kez dilimize kazandırılmasıydı. 49 Numaralı Parçanın Nidası adlı ‘kehanet’lerle dolu romanı Ömer Ayhan tanıtıyor. Fethullah Gülen Hocaefendi’nin âlim kimliğini farklı akademisyenlerin değerlendirdiği Bir Âlim Portresi adlı derlemeyi ise Ahmet Kurucan yazdı. Bir Âlim Portresi, gündemin sığ tartışmalarından uzaklaşıp Hocaefendi’yi gerçek kimliğiyle tanımak için iyi bir kaynak. Hilmi Yavuz’un çeviri şiirlerinden Adalet Ağaoğlu’nun yeni romanına, George Saunders’ın usta işi öykülerinden W. B. Yeats’in şiir dünyasına, Stefan Zweig’dan Enis Batur’un Kitap Evi’ne iyi yazar ve kitapların okurla buluştuğu haftaları geride bıraktık. Yaz ayları kitapseverler için güzel geçecek. İyi okumalar. ÝMTÝYAZ SAHÝBÝ: FEZA GAZETECÝLÝK A.Þ. GENEL YAYIN MÜDÜRÜ: EKREM DUMANLI Genel YayIn Müdür YardImcIsI: MEHMET KAMIÞ Genel YayIn EdÝtörü: ALÝ ÇOLAK EdÝtör: CAN BAHADIR YÜCE Görsel Yönetmen: FEVZÝ YAZICI Sayfa TasarIm: burhan solak Sorumlu Müdür ve YayIn SahÝbÝnÝn TemsÝlcÝsÝ: harun çümen Reklam Grup BaþkanI: MELİH KILIÇ Reklam Grup Baþkan YARDIMCISI: İskender YILMAZ REKLAM Sektör YönetÝcÝSÝ: Cenk AYTUĞU REKLAM SEKTÖREEL YÖNETİCİSİ: Kazım ARSLAN REKLAM SEKTÖREEL UZMANI: MELEK TINMAZ YayIn Türü: YAYGIN SÜRELÝ adres: Zaman GazetesÝ 34194 YenÝbosna-Ýstanbul Tel: 0212 454 1 454 (pbx) Faks: 0212 454 14 96 Reklam Tel: 0212 454 82 47 BaskI: Feza GazetecÝlÝk A.Þ TesÝslerÝ http://kÝtapzamanÝ.zaman.com.tr E-POSTA: kÝtapzamanÝ@ZAMAN.COM.TR Her ayIn Ýlk pazartesÝ günü yayImlanIr twitter.com/kitap_zamani facebook.com/kitapzamanicom DÜŞÜNCE KÝTAP ZAMANI 2 HAZİRAN 2014 PAZARTESÝ Bir âlimin portresi Bir Âlim Portresi, farklı alanlardan akademisyenlerin Hocaefendi’nin âlim yönünü incelediği makalelerden oluşuyor. Editörlüğünü İslam hukuku profesörü Hamza Aktan’ın yaptığı eserde mezhepler tarihi, kelâm, tefsir, psikoloji, çocuk eğitimi gibi farklı konulardaki yaklaşımlarıyla kuşatıcı bir âlim portresi çıkıyor karşımıza. BİR ÂLİM PORTRESİ - M. FETHULLAH GÜLEN HOCAEFENDİ, PROF. DR. HAMZA AKTAN, NİL YAYINLARI, 389 SAYFA, 13 TL K “ itabın ismi Başbakan’ın o talihsiz ‘âlim müsveddesi’ hakaretine nazire olmuş” denilmesi ihtimaline binaen; hayır, “Bir Âlim Portresi” mezkur nefret sözünden çok önce gündemde olan bir isimdi. Hocaefendi’nin çeşitli İslami ilimlerdeki düşüncelerini ve bu düşüncelerden hareketle yerini belirlemek amacıyla yazılacak makalelerin konu başlıkları yaklaşık iki yıl önce kararlaştırılmıştı. Makalelerin yazılması, toparlanması, gözden geçirilmesi, dizgisi, tashihi, derken yayımlanması şimdilerde oldu. Dolayısıyla kitap o hakaretlere cevap mahiyeti taşımıyor; çünkü hiçbir ilmî delille temellendirilemeyecek içi boş, dışı boş, altı boş, üstü boş sözleri ciddiye almak da boş. Bununla beraber, mütehayyir bir kısım insanlara meselenin özünü anlatmak işin başka bir yanını teşkil eder. Yaşayan insanların hayatlarını “doğduğu günden kitabın yayımlanacağı güne kadar” diyerek biyografik bir tarzda kaleme almak bir ölçüde kolay. Biyografisi yazılan kişinin ilgi alanını merkeze alır ve yazarsınız. Fakat aynı kişinin ilmî kimliğini, düşüncelerini, düşüncelerinin hayata taşınmasını merkeze alarak bir değerlendirme yapacaksanız, yapılan çalışma biyografi olmaktan çıkar, başka bir şey olur. İşte burada karşımıza büyük bir zorluk çıkmaktadır: O şahıs hayatın tabii akışı içinde düşüncelerini yeniliyorsa hangi düşüncesini esas alacaksınız? Ulema geleneği içinde bir âlim Bir Âlim Portresi bu zorluğun gün yüzüne çıktığı bir eser bana göre. Çünkü söz konusu olan Osmanlı medrese uleması geleneği içinde yerini alan bir âlimdir, Hocaefendi’dir. Bir başka ifadeyle, İslami ilimlerin sadece bir dalında uzmanlığı olan, eserleri o alanla sınırlı bir insan değildir. Fıkıh, tefsir, hadis, kelâm, tasavvuf, tarih, siyer gibi İslam’ı ilgilendiren her bir ilim dalında ansiklopedik malumata sahip, sözün akışı içinde konudan konuya geçen, İngilizcedeki kavramla “interdisciplinary”, disiplinler arasında mekik dokuyan çok yönlü biridir ki, Beşir Gözübenli bu hususu kitaptaki makalesinin girişinde enfes bir şekilde ele almış. İkinci zorluk: Hocaefendi tabir caizse adeta bir düşünce fabrikası ya da tek başına bir “think-tank” kuruluşu gibi çalışan, yukarıda zikrettiğim dinî ilimlerin yanı sıra hayatın sair alanlarında da hemen her gün yeni düşünceler üreten, eski düşüncelerini yeni şartlara göre geliştirerek değiştiren, gerektiğinde eski düşüncelerine, “o günkü şartlarda FOTOĞR A F: ZA MA N, S ELA HAT Tİ N S EVİ AHMET KURUCAN doğruydu ama bugün yanlış” veya “dün de yanlışmış, şu husus aklıma hiç gelmemişti, halbuki o, sonucu mutlak manada etkileyen bir faktördür” diyebilen bir insan. O zaman bu görüşlerin hepsi bilinmeli ve bütüncül bir bakışla değerlendirilmeli. Bu zaviyeden bakınca bazı yenilenmiş düşüncelerin, makaleleri kaleme alanlar tarafından muhtemelen bilinmediği ortaya çıkıyor bana göre. Mesela, furûu fıkha dair bazı yaklaşımların misallerle değerlendirildiği makalelerde 80’li yılların ikinci yarısında seslendirilip 90’lı yılların başına kaleme alınan eserlere atfen aktarılan görüşler. Ben biliyorum ki, hilafetin Kureyşiliği, Suud yönetiminin bid’at kavramına bakışı gibi konularda şimdi farklı görüşlere sahip Hocaefendi. Bir eksiklik midir bu? Bugünkü Hocaefendi’yi yansıtma adına bir eksiklik olarak kabul edilebilir ama yeni çalışmalara kapı açması, dünbugün mukayesesine zemin hazırlaması itibarı ile bir zenginlik sayılabilir. Makale yazarları için olmasa bile Hocaefendi’nin mevcut düşünce dünyasını dar bir çevre ile sınırlı kalıp zamanında ilim dünyasına yansıtamayanlar için bir eksikliktir. Madem eksiklik dedik, bir eksikliği daha vurgulayarak devam edelim: Neden bu kadar geç kalındı? Hocaefendi bizim dünyamızın insanı. 75 yıllık hayatında bazıları vaaz ve sohbetlerden derleme, bazıları ise bizatihi kendi kalemi ile yazıya döktüğü 70’ten fazla esere imza atmış bir insan. İslam kültürünün özünü ve temelini teşkil eden sohbetlerinden oluşan müdevvenatı bir insanın yıllarca dinlese dahi bitiremeyeceği çoklukta. Yazılı eserlerinin bazıları dünya dillerine çevrilmiş son 15-20 senede. Her geçen gün yeni diller ilave ediliyor tercüme listesine. İşte meselenin püf noktası da burası. Tercüme edilen eserler o dillerin konuşulduğu coğrafyada eserin konusuna göre ilgili çevrelerin dikkatini çekiyor. Dile getirilen düşünceler akademik çalışmaların konusu oluyor. Sosyal bilimlerde kendini bütün dünyaya kabul ettirmiş nice üniversite bu konferanslara kapılarını açıyor; ilim adamları tebliğler sunuyor, biyografi çalışmaları yapıyor, Hocaefendi’yi TV ekranlarında müzakere programlarına konu ediyor, hatta müstakil belgeseller çekiyorlar. Aynı türden derinlikli bir yaklaşımı kendi ülkemizde maalesef görmüyoruz. Üzülerek ifade edelim ki, belli kesimler tarafından tam aksi bir yaklaşımın sergilendiğini müşahede ediyoruz. Bu da bizim yukarıda ilme ve âlime bakışımız özelinde dünya ile aramızdaki farkı gösteriyor. Benim şahsi kanaatime göre o fark, fark denilip geçiştirilemeyecek kadar büyük bir uçurum. O dünyalarda olduğu gibi, bizde de önyargılardan uzak, ilmin ve düşüncenin namusuna yaraşır, objektif bir tavır ne zaman sergilenir bunu kestirmek zor. Bir Âlim Portresi bu açıdan, tabu haline gel- 4 miş bir zihniyetin yıkılmasına vesile olur inşallah. Bu yazılanları hayal mahsulü bulanlar için bir örnek vereyim: Benzer bir çalışma yıllar önce ilk defa İngilizce olarak yapıldı ve yayımlandı. Koordinesini ve editörlüğünü İsmail Albayrak’ın yaptığı kitabın adı Mastering Knowledge in Modern Times: Fethullah Gülen as an Islamic Scholar. Bir Âlim Portresi, 11 ayrı mevzuda farklı isimlerce kaleme alınan makalelerin toplandığı bir derleme. Eserin editörlüğünü, eski Din işleri Yüksek Kurul Başkanı, İslam hukuku profesörü Hamza Aktan hocamız üstlenmiş. Usul ve fürûu fıkıh, mezhepler tarihi, kelâm, tefsir ana bilim dallarında seçilmiş konu başlıklarına göre makalelerin yanı sıra, kitapta psikoloji, din eğitimi ekseninde çocuk eğitimi ile genel manada Hocaefendi’nin sosyal bilimlere bakışını değerlendiren makaleler yer alıyor. Kendi alanım olduğu için mi bilmem ama Beşir Gözübenli’nin Hocaefendi’ye ait “usul-u fıkıh medeniyeti” tespitini açması, ardından hüküm istinbatında önemli bir yere sahip olan örf ve âdet kavramına yine Hocaefendi’nin getirdiği farklılığı ve nihayet objektif-sübjektif mükellefiyet kavramlarını izahı oldukça dikkat çekici. Kitapta emeği geçen herkese teşekkürler. Farklı perspektiflerden bakarak bütüncül bir âlim portresi sunan bu kitabın ufkumuza yeni açılımlar kazandırması ve benzer çalışmalara öncülük etmesi dileğiyle. ROMAN KÝTAP ZAMANI 2 HAZİRAN 2014 PAZARTESÝ Gizemli bir kâhin: Thomas Pynchon Günümüzün sıra dışı ve gizemli yazarlarından Thomas Pynchon ilk kez Türkçede. Nerede yaşadığını sır gibi saklayan münzevi romancı, kimilerine göre Amerikan edebiyatının yaşayan en önemli ismi. 49 Numaralı Parçanın Nidası, Pynchon’ı tanımak için iyi bir başlangıç kitabı. 49 NUMARALI PARÇANIN NİDASI, THOMAS PYNCHON, ÇEV.: FERİDE EVREN SEZER, İTHAKİ YAYINLARI, 184 SAYFA, 15 TL T ÖMER AYHAN homas Pynchon nihayet Türkçede. 10 yıl önce önde gelen bir yayınevinin katalogunda duyurulmuştu Pynchon’ın dilimize kazandırılacağı. Büyük yayınevlerine çeviriler yapan seçkin eleştirmenler sırayla havlu attılar ve Pynchon’ın Türkçedeki hikâyesi düne kadar hayal olarak kaldı. Thomas Pynchon denilince insanların aklına J. D. Salinger geliyor. Yazdıkları birbirine pek benzemeyen iki yazarın buluştuğu nokta, ikisinin de görünmez adam oluşlarıydı. Sanatla uğraşan insanlar saklanmayı seçtiklerinde gizem hâlesi de üstlerine yapışıp kalıyor. Fakat gizem için, Pynchon’ın alâmet-i farikası diyebiliriz. Romanları, hatta romanları üzerine yazılmış kitaplar ve okuma kılavuzları, tıpkı yazarın metinlerindeki gibi belirsizliği koyulaştırmaktan başka işe yaramıyor. Amerika’nın yaşayan en büyük yazarı anketlerinde Philip Roth’u, Don DeLillo’yu geride bırakan Pynchon’ı bir kez daha giriş cümlesiyle anabiliriz o halde: Nihayet Türkçede. Çok tartışılan bir roman 49 Numaralı Parçanın Nidası, Pynchon okumaya başlamak için salık verilen kitaplar arasında, öykülerini topladığı Slow Learner’la birlikte öne çıkıyor. Görece kısa bir metin olması ve olay akışında zamanın düzayak tutulmasıyla bu önerme anlaşılabilir. Bununla birlikte hâlâ çokça tartışılan bir roman. Hikâyeye kısaca göz atarsak, Oedipa Maas adlı bir genç kadın çıkacak karşımıza. Oedipa ismi bizi hem Sophokles’e hem de Freud’a gönderir. Aslında kitapta yer alan birçok isim için aynı durum geçerli. Pynchon’ın çevrilmesini güçleştiren de mücevherimsi diliyle birlikte bu göndermelerin sıklığı. Zahmetli bir işin üstesinden gelen Feride Evren Sezer, çevirisinde dipnotlara yer vermeyi ihmal etmemiş. Bir emlak kralı olan Pierce Inverarity’nin ölümüyle, Oedipa vâsi olarak atandığını öğrenir. İşadamının devasa birikiminin sorumluluğunun Oedipa’ya verilmesi şaşırtıcıdır; kısa süreli bir ilişki yaşamış, bir daha da görüşmemişlerdir. Oedipa, Güney Kalifornia’da yaşadığı Kinneret’ten küçük bir endüstri şehri olan San Narciso’ya ulaşır. Gelgelelim gerçekte ne Kinneret diye bir yer var ne de Amerika topraklarında bir San Narciso. Bir başka deyişle, Oedipa’nın yolculuğu ‘hiçbir yer’den, ‘hiçbir yere’dir. Yazarın sınırlarını özenle işaretlediği bir coğrafyada neden kurmaca mekânlar da seçtiğine döneceğiz. Oedipa, San Narciso’da tekinsiz insanlarla tanışır, gittiği mekânlar bu tuhaflığa yeni halkalar ekler, her yerde karşısına çıkan gizemli bir simge ise ayaklarını yerden keser. Bu defa yüzyıllar önce var olan bir posta şirketine karşı, kurmaca bir posta şirketini önümüze fırlatır Pynchon: Tristero. Oedipa, Tristero’yu araştırdıkça gerçeklik zeminini yitirir, sonunda o da kendini bu akışa bırakır. Peki romanda sürekli hayat ile kurmacayı çakıştırıp çarpıştıran Pynchon bize ne anlatıyor? Pynchon’ın kehânetleri Bu noktada Pynchon’ın kâhinliğini eşelemekte fayda var. Posta şirketleri bizi tek bir adrese çıkarır: İletişim ağlarına. İletişim, bugün internetin iyice gösterdiği gibi, dünyanın kara kutusudur. Posta pullarına Pynchon’ın yüklediği anlama bir bakalım: “Uzam ve zamanın derin dehlizlerine açılan binlerce küçük, rengârenk pencere.” “Her kim iletişim ağını kontrol edebilirse, o ağ bir gün Kıtayı bir araya getirebilir.” Bilimsel, kültürel ve siyasi göndermeler eşliğinde Pynchon her nasılsa bazı şeyleri öngörebilmiş. İnternetin tüm kıtaları birleştirmesi bir yana, unutmayalım, roman 1966’da yayımlanmıştır. Beatles’ın dünyayı salladığı dönemde, romanda İngiliz aksanıyla şarkı söyleyen bir yeraltı grubuna yer vermesi ilginçtir. Şarkılara yüklediği anlam da, müziği hayatın bir yansıması olarak okuması da: “...şarkılarda ya hakikatin huşu veren güzelliğinin bir bölümü ya da sadece bir şiddet tayfı bulunuyordu.” Pynchon 60’ların dünyasında bize dijital bilgisayar matrislerinden söz eder, kurmaca kent San Narciso’nun kurmaca barında rock değil de canlı elektronik müzik performansına tanık oluruz, oysa o tarihlerde bu müziğin ana enstrümanı synthesizer’lar pek ortada yoktur. Gördüğünüz gibi popüler kültür sürekli dayatıyor kendini. Oradan devam edelim. nchon Thomas Py ğı bir dünya serilir romanda önümüze. Pynchon, şimdilik son romanı Bleeding Edge’de de (2013) Madonna, Jamiroquai, Britney Spears gibi pop ikonlarına sık sık gönderme yapar, 80’ine merdiven dayasa da zihnen yaşlanmak bilmeyen bir yazardan söz ediyoruz. 49 Numaralı Parçanın Nidası, posta şirketleri aracılığıyla bir dizi komplo teorisi üretir. Nazizmin tüten küllerinden uyarıcı maddelerin zihindeki etkisine, her şey geçmişle geleceğin buluştuğu tuhaf bir şimdi’de toplanır. Oedipa’nın kontrolü elinden kaçırdığı kırılma, kurmaca San Narciso’dan San Francisco’ya adım attığı anda başlar. Pynchon’a göre şehir (metaforik olarak dünya) kimsenin içine bakmaktan öteye geçemeyeceği bir yerdir. Oedipa, San Narciso’da tanıştığı Popüler kültüre referanslar niçin? Romanda Beatles ve Stockhausen’in yanı sıra polisiye yazarı Erle Stanley Gardner’ın ünlü karakteri Perry Mason ve onun adıyla yapılan, Amerika’da izlenme rekorları kırmış bir diziden söz edilir (1957-66). Romanın ikincil karakterlerinden avukat Roseman’ın rol modelidir ‘kurmaca’ avukat Perry Mason. Böylelikle hayatın kurmacadan beslendiği, hatta feyz aldı- 6 avukat Metzger’le yakınlaşır. Bir motel odasında konuşurlarken televizyonda Metzger’in çocukken Bebek Igor rolünü oynadığı “absürt” bir film gösterilir. Görüldüğü gibi, popüler kültür bombardımanı bir yöntemdir. Patlayan saç spreyinin banyoya verdiği akla zarar hasar ile gücünü absürtlükten alan film okura bir arada ‘gösterilir’. Pynchon bizi engebeli yollarda dolaştırarak aynı soruyu ısrarla yineler. Görünürde Amerika’nın ruhunu okumaktadır ama iletişim ağları aracılığıyla dünyaya da geçirir demirden sözcüklerini. “Görünenin ardında ya başka bir şey vardı ya da hiçbir şey yoktu...” Kurmaca mı daha absürttür, yaşadığımız dünya mı diye soran yazarın yanıtı, sorunun kendisi kadar acımasızdır. ROMAN KÝTAP ZAMANI 2 HAZİRAN 2014 PAZARTESÝ Yorgun demokrat Adalet Ağaoğlu, 18 yıllık bir bekleyişin ardından yayımladığı yeni romanıyla okurlarını sevindirdi. Dert Dinleme Uzmanı adını taşıyan eser, yazarın “Dar Zamanlar” serisinin dördüncü kitabı olarak okura sunuldu. DERT DİNLEME UZMANI, ADALET AĞAOĞLU, EVEREST YAYINLARI, 256 SAYFA, 16 TL dalet Ağaoğlu, günümüz Türk edebiyatının en önemli isimlerinden biri olduğunu, okurlarının on sekiz yıllık uzun bekleyişine son verdiği yeni romanı Dert Dinleme Uzmanı’yla bir kez daha ve iyi ki tekrar hatırlatıyor. Everest Yayınları’ndan çıkan roman, yayıncı ve yazarın ortak kararıyla sırasıyla Ölmeye Yatmak, Bir Düğün Gecesi ve Hayır’dan oluşan “Dar Zamanlar” serisinin dördüncü kitabı olarak sunulmuş. Dert Dinleme Uzmanı, romandaki bütün karakterler gibi isimsiz olan bir editörün intihar etmeden önce bir yazara bıraktığı notlardan, yazarın deyişiyle “tutanaklardan” oluşan iç içe geçmiş metinler olarak kurgulansa da, yazarın takdimi ve editörün notları aynı üslubu taşıyor denilebilir. Kısa bir takdim yazısının ardından romanın büyük bölümünü oluşturan editörün metni “notlar” diye adlandırılmış ancak bu notlar düzgün sıralanmış bir kurgu oluşturuyor. Kendini “dert dinleme uzmanı” olarak tanımlayan editörün dinlediği ve notlandırdığı kişiler kimi zaman hayatından geçip giden bir yabancı, kimi zaman neden sonra eşi olacak, kimi zaman dostuyken düşmanına dönüşecek bir karakter. Dert dinleme uzmanı bütün bu karakterlerin hikâyelerine maruz kalıp çoğunlukla da içlerinden kurban olarak çıkıyor. Elbette bu noktada anlatılan olayların ve dertlerin editörün bakış açısından, ben-anlatıcı tarafından aktarıldığını belirtmek gerekiyor. MADALYONUN İKİ YÜZÜ Editörün notları ilk bölümde “Rastlantılar ve Çağrışımlar” olarak sunulmuş, zira tesadüflerin dert dinleme uzmanının “kurbana” dönüşmesinde işlevi büyük. Öte yandan, intihar ettiği için kahramanın dinlediği dertlerin kurbanı olma konumu güçleniyor gibi görünse de, aslında Ağaoğlu tamamen “kötücül” diyebileceğimiz karakterler sunmuyor. Aksine, karakterler hakkında olumsuz yargıya varmak üzere olan okuru ters köşeye yatırıp klişe deyişle madalyonun öbür yüzünü göstererek ilerlediği de oluyor. Romandan akılda kalan da, cümlelerden, belki hikâyeden daha çok, bu iki yüzlere yönelen sorular aslında. Onlardan biri sanki “Dar Zamanlar”ın FOTOĞR A F: ZA MA N, İ S A Ş İ MŞ EK A RÜYA KARLIOVA Adalet Ağaoğlu lerinin, hayal kırıklıklarının romanın konusunu tetiklediğini sıkça vurguladı Ağaoğlu. Romandaki kimi karakterler okura gerçek hayattan çağrışımlar yapmıyor değil. Ama yazarın niyetini okuma hatasına düşmemek, okurken o çağrışımlara odaklanıp romanı bunlara indirgememek gerekiyor. Söyleşilerinde şöyle demiş Ağaoğlu buna ilişkin: “Yarası olan gocunsun”. Dert Dinleme Uzmanı’nın sadece hikâyesi değil, üslubu da onu çağdaş Türk edebiyatının iyi romanları arası- da vardığı bir nihai soru gibi: “Büyük incelik ve iyilik hassasiyeti, kötülüğün kötüsünden daha mı beterdir acaba?” Dert Dinleme Uzmanı’nın “Dar Zamanlar” üçlemesine eklemlenmesinin en önemli nedenlerinden biri kuşkusuz Ağaoğlu’nun yazarlık kariyerinin büyük bölümünde anlamaya ve anlatmaya çalıştığı küçük burjuva Cumhuriyet aydınının hali, sorunları, yer yer tuhaflığı, kitapta yer alan bir kitap başlığıyla söylersek “arızalı aydınlığı”. Seriye adını da veren ve Dert Dinleme Uzmanı’nın diğer romanlarla ortak noktalarından biri olan anlatı zamanının darlığını ise takdimci yazarın okuma deneyiminde aramak mümkün. Bununla birlikte, “Dar Zamanlar”ın ilk üç romanındaki ortak karakter Aysel en azından adıyla sanıyla yer almıyor Dert Dinleme Uzmanı’nda. Yine de “Dar Zamanlar” serisinin temel izleklerinden olan ama Aysel’in kalkışamadığı intihar bu romanda gerçekleşerek kitabı serinin diğer romanlarına bağlıyor. na yerleştirecek. Hikâye tüm metni saran “–mekte, –makta” kipiyle muğlâk bir şimdiki zamanda anlatılıyor, ama yine de bir dar zamanda. Ağaoğlu’nun eleştirel duruşunu da destekleyen ve romanlarındaki başlıca öğelerden olan hiciv ve ironi Dert Dinleme Uzmanı’nda da en önemli üslup özelliklerinden. Ağaoğlu, ilk romanlarından bu yana hep bir üslup ustası oldu; ben’in ustası, hicvin ustası oldu. Dert Dinleme Uzmanı da bu özellikleriyle bir Adalet Ağaoğlu romanı. KİTAPTAN... “Defterciğim, ne dersin? İçimden gele gele şunları sayfa arkalarına şöyle böyle döktürmeden önce, seni sarıp sarmalayıp, tam da bu hallerdeyken arada bir mahalle kahvesinde gördüğüm sessiz, düzgün görünüşlü, ama adı sanı küçük yazara, şu günlerde ah bir rastlayıp seni onun başına bela mı etmeliyim? Nefrete ne derece bulandığım böylece anlaşılır mı acaba? Kendimden nefretle dolup taşmaktayım insanlığın böyle bir deformasyona, birilerinin yazıp çizdikleri gibi hiciv ustası Yeni romanı hakkında verdiği söyleşilerde yayın dünyasındaki kişisel deneyim- 8 bu derece bir amorflaşma haline uğramışlığı karşısında!.. Ah evet, şu kimseye veriversem seni benim cefakâr defterim. Yalnız ona, iyilik ve güzellikleri perişan eylemeksizin, yalnız ona! Ah ne yapsam? Şimdilerde sahici mimar dostum çook uzaklarda, sayıp sevdiğim Prof’um da mecburen oğlunun yanına göçüp gitmemiş olsaydı keşke. Yatalakmış. Yatakalmak. Ne berbat şey sürüne sürüne gitmek. Kes artık burda kes, amma yorgun bir demokratsın haaa!.......................................” ÖYKÜ KÝTAP ZAMANI 2 HAZİRAN 2014 PAZARTESÝ Yapaylık kolay, gerçeklik zordur Ahmet Büke’nin yeni öykü kitabı Yüklük, konuları bakımından çeşitlilik gösteren, gerçek kişilerin kurmaca kahramanlara dönüştüğü öykülerden oluşan bir yapıt. Bu öykülerde gerçek hayattan bildiğimiz, duyduğumuz insan acılarını bulmak mümkün. YÜKLÜK, AHMET BÜKE, CAN YAYINLARI, 88 SAYFA, 10 TL B kahramanlara dönüştüğü öykülerle çıkagelen bir kitap. Dil ve anlatım bakımından dünyayı ve insanı durduğu yerden düşünen, hisseden, gören, anlayan ya da anlamaya çalışan bir yazarla karşı karşıyayız ki, Yüklük’ün taşıdığı yük oldukça ağırdır. Ahmet Büke’nin küçük sorunlara yaklaşımı, anlatılanı yalın, az cümleyle dile getirişi, neredeyse öykü okurlarınca kanıksanmış tutumu biliniyor. Büke, bildiğimiz dertler etrafında birikmiş olayları, durumları anlatıyor. Ama Yüklük’ün kendi içinde bir yeniliği var; yazarın öyküdeki biçimsel arayışları da devam ediyor. Yüklük bu bakımdan Ahmet Büke’nin diğer kitaplarından başka bir yerde duruyor diyebilirim. Bir yenilik de kitapta fiziki gerçekliğin, tanınıp bilinen kişiler aracılığıyla kurmacada hayat bulması. Yüklük’ün “Bakiye” başlıklı son bölümünde kurmaca kişilere dönüştürülen yazarların adlarını sıralayalım: John Fante, Vüs’at O. Bener, Sait Faik, Andrey Platonov, Tina Modotti, Sevgi Soysal. Yazarın başarısı bu öykülerde kendini daha da açık gösteriyor, Büke’nin buluşlarla gerçekliği buluşturduğu bu öykülerinde başka bir edebi tat var diyebilirim. İNAN ÇETİN azen edebiyatımızda bir tür yazma biçimi oluşur ve bu bir süre sonra kendiliğinden kural haline gelir. Çoğumuz farkına varmayız bu görünmez kuralın. Böyle olunca edebiyatta gittikçe çoğalan bir yapaylık baş gösterir. Bunun bir sebebi ekonomiktir, bir sebebi marka edebiyat, bir başka sebebi ise gerçekliği ve edebiyatı bulanıklaştıran yazı ve kitaplardır, eleştirel yazındır. Kuşkusuz ki bu bir yakınma değil. Edebiyat ortamının bulanıklaştığı zamanlarda iyi, okunabilir, edebi zevkin yüksek olduğu kitaplar da yayımlanır. Bundan birkaç ay önce piyasaya çıkan, Nil Sakman imzalı Balık Nefesi’nden sonra okuduğum önemli öykü kitaplarından biri de elimde: Ahmet Büke’nin Yüklük’ü. Bu iki kitabı seçmemin nedeni, ikisinin de farklı dil ve anlatım biçimleriyle öne çıkması. Bir karşılaştırma değil bu, öykülerdeki yoğunluk ve anlatılanın değeri bakımından sözünü ettiğim iki kitabı keyifle okudum. Balık Nefesi’nde yer alan sekiz öykünün bir ilk kitap için usta işi olduğunu söylemeliyim. İşte bu nedenle Nil Sakman’ın ilk kitabı Balık Nefesi’ni Ahmet Büke’nin Yüklük’ü ile birlikte anıyorum. Balık Nefesi sürekli ölen ama aynı zamanda ölümsüz olan geleneği zekâsıyla yeniden anlatıyor. Yüklük ise başka bir açıdan geleneğe bağlı; belki şiir dilinin gücünü kullanarak, öyküde yoğunlaşmayı kurmak istemesiyle öne çıkıyor. Kurmacaya yansıyan gerçeklik Öyküde anlatılanın duygusal etkisini şiirsel bir dile yaslanarak vermeye çalışan, bu güç işi başaran yazarlardan biri Büke. Yüklük de bu bakımdan oldukça başarılı bir kitap. Ayrıntıların doğru kullanıldığı, dolayısıyla sağlam bir şekilde kurmacaya yansımış gerçeklikle zenginlik gösteren Yüklük’ten bir cümleyle devam edelim: “Anne, dedi, biz Nezih’le karar verdik, bu sene ölmüyoruz.” Kitabın ilk öyküsü “Bu Sene Her Şey İyi Olacak”ta Kadir’in annesine söylediği bu cümleyi, Kadir’in anlatıcı kardeşinden duyuyoruz. Bir gerçeklik seviyesi var bu cümlede ama bana öyle geliyor ki, böyle durumlarda iştahımız birden kesiliverebiliyor. Söylemek istediğim, Ahmet Büke’nin öykülerinde dilin püritenliğini kıran bir havanın varlığı da hissediliyor. Bazen de daha ötesi. Yüklük’te gerçek hayattan bildiğimiz, duyduğumuz, tanık olduğumuz insan acılarının öykülerinin de yer aldığını belirtmiştim. Kuşkusuz yazarın kendi toplumundaki gerçekliğe, acılara, insani durumlara gözlerini kapaması, kulaklarını tıkaması düşünülemez. Ahmet Büke de edebiyatta bu tavrı benimseyenlerden. Düzyazı, şiir gibi yazılabilir mi? Modernist bir düşünce olan “düzyazının da şiir kadar iyi yazılabileceği” umudunu taşıyan öykülerin son yıllarda çokça yazıldığını söyleyebilir miyiz? Umut diyorum, çünkü şiirde bir cümlenin ritmini, müziğini, sesini test edebilir ve sonsuz sayıda çeşitlendirebiliriz, ama düzyazıda mükemmel bir cümle bile sonsuzca çeşitlemeye izin vermez. Öykü bu bakımdan şiire en yakın türdür belki de. Öyleyse düzyazıda sözcüklerin güzelliğini, farklılığını görüp duymamız gerekir, ki bu tür metinlerin vagonları olan sözcüklerin kendileri, anlamları, müzikleri genellikle basittir. Anlaşılır ve etkileyici olurlar. Yüklük, konuları bakımından çeşitlilik gösteren, Ahmet Büke’nin küçük anlardan kurduğu büyük hayatları barındıran ve gerçek kişilerin kurmaca 9 KAPAK KÝTAP ZAMANI 2 HAZİRAN 2014 PAZARTESÝ İdeal okur diye biri... İyi ya da kötü her kitabın okuru vardır. Peki, ideal okur kimdir? Günümüzde nitelikli okurların sayısı azalıyor mu? Yazarlar okuru nasıl sınıflandırıyor? Klasik eleştiri kuramları, onu yok mu sayıyor? Okur için mi, okura mı yazılır? Masa başına oturduğunda okuru aklının ucundan geçirmeyen yazar olabilir mi? Okur için yazmadığını söyleyen yazarlar konuya nasıl bakıyor? “Okur” üzerine kuşatıcı bir okuma denemesi... O MUSA İĞREK kurlar da tıpkı edebi türler gibi çeşit çeşittir. Aralarındaki ayrım kimi zaman ince bir çizgide sürse de bunu tarif etmek kolay değil. Alberto Manguel, Türkçede yakın zamanda yayımlanan Okumalar Okuması adlı kitabının “İdeal Okurun Tanımına Yönelik Notlar” başlıklı denemesinde ideal okurun tarifini veriyordu. Manguel’in bu hayli kışkırtıcı denemesi, son dönemlerde pek çok yazarın şikayet ettiği “nitelikli okurun azlığı” meselesini akla getirdi. Nitelikli okurlar gittikçe azalıyor mu? Enis Batur’a kulak verirsek: “Yakın gelecekte nitelikli okur ortadan tümüyle kaybolmaz ama eskisi kadar çok yetişmeyeceğini düşünüyorum. Çünkü böyle bir dünyadayız; her şey görsellik üzerine kurulu ve bu pasifleştiriyor insanları.” Nitelikli okur dediğimiz azınlığın özellikleri, sınırları, özgürlükleri, yazarla ve metinle ilişkisi, kısaca tanımı konusunda görüş birliğine varmak zor. Edebi metnin bir nevi tamamlayıcısı olan, çeşitli niteliklere sahip bu okurun peşine düştüğümüzde, başka sıfatlarla da karşılaşırız. Bir taraftan klasik eleştirinin okuru yok sayan tavrı, öte taraftan 1960’lı yıllarla birlikte okur-yazar ikilisine odaklanan kuramların artması bazı kavramları yeniden ele almayı zorunlu kılıyor. Okumak, kodları çözmektir Okur türlerine geçmeden önce okuma eylemi üzerinde biraz durmak yol gösterici olabilir. Okumanın şifre çözmek olduğunu belirten Roland Barthes şöyle devam eder: “Harflerin, sözcüklerin, anlamların, yapıların kodları çözülür, okumanın bu tanımına karşı çıkılamaz; ancak okuma doğası gereği sonsuz olduğundan kod çözmeler biriktirildiğinde, anlamın durma cesareti elinden alındığında, okuma pedal çevirmeden aşağı sürüklenerek yaşanan bir eyleme (yapısal eğilimi de bu yöndedir) dönüştürüldüğünde, okur diyalektik bir altüst olma yaşar: Sonunda kodları çözmez, yeni kodlar belirler; şifreleri çözmez, üretim sürecini yaşar, dilleri üst üste yığar, hiç usanmadan sonsuza dek diller tarafından aşılmaya bırakır kendini: İşte okur, o aşılan kişidir.” Her okumanın bireylere göre değişen biçimlerden doğduğunu dile getiren Barthes, “Okuma gerçekten bir üretimdir: İç imgelerin, yansıtmaların, düşlerin üretimi değil de, harfi harfine çalışmanın üretimidir.” der. Okuma eylemi üzerine kafa yoran çağdaş edebiyatçılardan Umberto Eco, konuya farklı bir açıdan yaklaşır: “Bir kurmaca yapıtı okumak, kurmaca dünyasını yöneten 10 iktisadi ölçütler ile ilgili bir tahminde bulunmak demektir. Bunun bir kuralı yoktur; daha doğrusu, her yorum bilgisel çevrimde olduğu gibi, metni temel alarak kuralı çıkarsama girişiminde bulunduğunuz anda belirlemeniz gerekir kuralı.” Eco bu yüzden okumayı bir bahis olarak tanımlar, zira metnin “bize ne önerdiğini açık bir biçimde söylemeyen bir sesin önerilerine bağlı kalacağımıza bahse gireriz.” Sâlah Birsel ise o neşeli üslubuyla okumanın tadına varmamız için bizi uyarır: “Yaşamın boyunca binlerce kitap devirmedinse hiçbir şey okumamış sayılırsın.” Usta denemeci şöyle devam eder: “Aralık aralık, yasak savmak, bir toplulukta utançlı duruma düşmemek ya da geceleri uykuyu egavlamak için fıştıklanan kitaplar, okuma sınırı içine girmez.” Birsel bu bahsi, “Gerçek okumak, okumak değil, yeniden okumaktır” diyerek noktalar. KÝTAP ZAMANI KAPAK Etken bir varlıktır okur 2 HAZİRAN 2014 PAZARTESÝ “Okumayı sevdiğimiz yadedildiği yerdir; bir metnin tabın her okunuşu, anlatının anısına zar gibi yazmayı arzulamabütünlüğü kökeninde değil, yeni bir katman ekler. Peki kimdir okur? Akşit Göktürk’ten yız kesinlikle; arzuladığıİdeal okurun hain bir mizah duygusu ulaştığı yerde bulunur, anödünçle okuru genel olarak “bir sayfaya mız şey, yazı yazan kişinin cak ulaştığı yer artık belli vardır. bakarak iletişime girebilen kimse” diye taİdeal okur hem cömerttir hem açgözlü. yazarken duyduğu arzunun bir kişinin özelliklerini nımlayabiliriz. “Etken bir varlıktır okur” diİdeal okur bütün edebiyatı anonimmiş kendisidir ya da daha ileri gitaşıyan bir yer değildir.” yen Michel Butor ise okurun “sayfa üzerinderek şunu söyleyebiliriz: Yagibi okur. Kuramcı şöyle tamamde toplanmış belirtkenlerden yola çıkarak zarın yazarken okura duyduğu lar bu ilişkiyi: “Okurun İdeal okur sözlük kullanmayı sever. elindeki gerecin, yani belleğinin yardımıyİdeal okur bir kitabı kapağına bakarak arzuyu arzularız, her yazıda doğumunun bedeli yala, yeniden bir görüntü ve serüven” kurduManguel o t zarın ölümü olacaktır.” yargılamaz. var olan beni-sevin’i arzularız.” ğunu söyler. Okuru metnin tamamlayıcısı er b l A Tomris Uyar için İdeal okur mutsuzluğu tatmıştır. Ernest Hemingway’in okuruna olarak gören birçok kuramcı da var. Fakat İdeal okur asla sabırsızlanmaz. ise “bir okur kitlesi varsa, sunmak istediği, Barthes’ın sökurmaca metnin yazarı ile okur arasındaki zünü ettiği hazdır aslında: “Beİdeal okur yazınsal türlerle ilgilenmez. edebiyat eleştirisi vardır.” Öyle ki, eleştirilişkiyi tarif etmek biraz güç. Arada bir hinim yazdığım herhangi bir şeyi sadece menin yazardan daha çok okura ihtiyacı Manguel’in bu ideal okur tanımı, bizde yerarşinin olup olmadığı, yazarın durduğu okumanın zevkine ulaşmak için okuyun. olduğunu belirtir Uyar. 1960’lı yılların başyaygın tabir olan ve yazarlayer ve okurun konumu hep tartışılmışlarından bu yana okur-yazar rın azlığından şikâyet ederek, Bunun dışında ulaştıklarınız okuma eytır. Bir başka deyişle, güç kimdedir? Akşit lemine kendi katkınız yönünde olacak.” ikilisiyle ilgili kuramların kimi zaman ulaşmak istedikGöktürk’e dönersek: “Bir kurmaca metnin leri kitle olarak tanımladıklasayısının arttığını dile anlamı, okurun kafasında, duyarlığında, rı nitelikli okura denk düşügetiren Umberto Eco da işinde gücünde sürer, dal buEserin tek sahibi yazar mı? yor, denilebilir. Fakat çokça günümüzde artık anladak salar, büyür, yaBarthes’ın bir başka tespiti ise tan ve anlatılan kategorizikredilmesine rağmen bu şamla yeniden yazılır. yazarın, eserinin sonsuza dek lerinin yanı sıra bir tarafta okurun nitelikleri üzerine Evet, yazın metninin tek sahibi olarak görüldüğü, göstergebilimsel anlatıcılar, ortak ve kuşatıcı tanımlar ortak yazarıdır okur. okurun ise bu eserden yararkurmaca anlatıcılar ve başbulmak zor. Nitelikli oku(...) Bir yazın yapıtı da lanma hakkı bulunan kişi kaları, sözceye dönüş(türül) ru bize tarif eden isimlerokurda yaşar ancak. (...) sayıldığıdır: “Yazarın okur den biri Hilmi Yavuz’dur. müş sözcelemenin özneleri, Yazın yapıtlarının kendi üzerinde hak sahibi olduğu Böyle bir okurun edebiodaklayıcılar, üstanlatıcılar; başlarına birer yaşamları düşünülür; yazar okuru yaBarthes yat beğenisine, edebiöte tarafta ise gücül okur, ideal yoktur. Ancak okurca yapıtın belli bir anlamına doğRoland yatla olan ilişkisine ve okur, örnek okur, üstün okur, şandıklarında, okurların ru iter ve bu anlam doğal edebiyat donanımına baoluşturulmuş okur, bilgilendibelleğinde, kafasında yaolarak iyi olan, uygun olan rilmiş okur, arşiokur (çoğulokarak kitaplar hakkında kendisinin karar şam kazanırlar.” ktürk anlamdır: Tam da bu nokAkşit Gö kur), örtük okur, üstokur ile ilgilenilmeverdiğini söyleyen Yavuz şöyle tarif eder Okurun bir metni natada doğru anlamın (ve bu ye başlandığını söyler. Hem yazarın hem onu: “Nitelikli okur, her şeyden evvel çok sıl yorumladığı, birikimiyle tavırda var olmayan ‘yanlış de okurun önüne eklenen bu farklı sıfatlar satanlar listesine bakarak kitap alan kişi doğru orantılıdır. Öte tarafta anlam’ın) ahlâki bir eleştirisinin gerekliliği eleştiri anlayışlarını beraberinde getirmiştir. değildir. Ya da plajda vakit geçirmek için okurun ne tür ölçütlerinin olduğunu kesdoğar. Bu tavır bağlamında yazarın ne dekitap satın alan insan değildir. Daha soyut tirmek zor, onun bir metni neden sevdiğini mek istediği açıklanmaya çalışılırken okubir ifadeyle söylemem gerekirse, kendisinin anlamak kolayca tarif edilecek bir alan sunrun ne anladığına hiç değinilmez.” Okuru Manguel’in ideal okuru dışında başka birtakım referanslara dayamaz. Fakat yazarın önce bir okur olarak bu Okuma eylemi ve okur üzerine tanımıskalayan ve görmezden gelen yaklaşıma narak kitap satın alan insan nitelikli okur işe başladığını hatırlarsak, yazarın da okurlardan sonra Alberto Manguel’in “İdeal karşın, yazarı sonsuza dek yaşatanın okudeğildir. (...) Nitelikli okur seçimi kendisi luğun türlü aşamalarından geçtiğini söyleru olduğunu unutmamalı. Okurun Tanımına Yönelik Notlar” başyapan kişidir.” Nitelikli okurun en ayırt ediyebiliriz. Barthes’ın tanımı kulak verilmeye Tomris Uyar kendini okurdan üstün lıklı denemesindeki ideal okura ilişkin ci özelliğinin edebiyatı geçmişi ve şimdisi ile değer: “Okur tarihi, biyografisi ve psikolojisi gören yazarları acınası bulduğunu söyler. cümlelere geçebiliriz: izlemek olduğunu söyleyen Yavuz sözlerini olmayan bir insandır; yazı’yı oluşturan tüm İdeal okur kelimeler sayfaYazarın asıl görevi ve çabası “edebiyatın şöyle bağlar: “‘Nitelikli’ okur, edebiyatı teizleri aynı alanda tutan biridir yalnızca.” nın üstünde bir araya gelmegörkemli zincirlerine bir levizyonlardan ya da gazetelerden izlemez; den hemen önceki yazardır. halka daha eklemek”tir. onun bilgilenme kaynağı, daha çok, sürekli İdeal okur yaratma anınBunun için kendini yeOkuma hazları ve okur olarak uğradığı kitabevleridir. Ve elbette, tiştiren yazar, Uyar’ın dan önceki anda var olur. Okurun birçok niteliğini sıralayan Barthes, asıl önemlisi, ‘nitelikli’ okurun kitap satın İdeal okur bir hikâyeyi izdeyişiyle “var olduğunu üç tip okuma hazzından söz eder. Bunlar almasında belirleyici olan, göz alıcı reklam bildiği donanımlı edebiyat lemez: Ona katılır. okuru daha yakından tanımak için yol kampanyaları, billboard’lar, ipe sapa gelmez İdeal okur çevirmendir, okuruna seslenmek ister.” işaretleridir. İlk tip hazzı tercih eden okur söyleşiler vs. değil, kendi edebi beğenisidir. metni teşrih edebilir, iliği“metinle fetişist bir ilişki”ye geçer. Bir başka O beğeni de edebiyat hayatının izlenmesinne kadar dilimler, her ardeyişle, “Sözcüklerden, bazı sözcüklerden, Okuru yok sayan eleştiri deki devamlılıktan kaynaklanır.” ter ve damarı izler, sonra sözcüklerin kimi düzenleniş biçimlerinden Her yazar önce bir okur olarak Enis Batur’a kulak verdiğimizde ise da tamamen yeni, duhaz alır; metinde geniş, yalıtılmış alanlar yola çıkmasına rağmen Bartşöyle bir nitelikli okur tarifiyle karşılaşırız: yarlı bir varlığı ayakları oluşur, bunların büyüsüne kapılan okur hes, klasik eleştirinin okurla yar “Nitelikli okur, okumayı hayatının eksenüstüne kaldırır. kaybolur.” İkinci okuma hazzına göre, okur hiç ilgilenmediğini hatırlatır ve tomris u lerinden biri haline getirmiştir. (...) Niteİdeal okur tahnitçi “öykünün olayları geciktirerek o en yüksek şöyle devam eder: “Metin, farklı likli okur yeniden okuyan, başka bir gözle değildir. noktasına varma hareketinin düzenine ait kültürlerden gelen, birbirleriyle bakabilmek için farklı bir kavrayış için yeİdeal okur için bütün araçlar aşinadır. olan bir güç tarafından kitap boyunca bir diyalog kuran, kavga eden, birbirniden aynı kitabı eline alabilen okurdur. İdeal okur yazarın sadece sezdiğini bilir. biçimde önden çekilir durur”. Barthes bunu lerinin parodisini yapan çok sayıda yazıdan (...) Nitelikli okur, okurken çapraz ilişkiler İdeal okur metni altüst eder. şöyle örneklendirir: “Kitap yavaş yavaş bioluşur; ancak bu çokluğun bir araya gelip kuran okurdur. Yani okuduğu bir kitaptan İdeal okur yazarın söylediğini olduğu gibi ter ve zevk de bu sabırsız, öfkeli yıpranmatoplandığı bir nokta vardır ve bu nokta, sonra onunla paralellik kurarak film seykabul etmez. da yaşanır”. Üçüncü tip okuma hazzı ise şimdiye kadar söylendiği gibi yazarın değil, reden, müzik dinleyen ya da başka kitaplar İdeal okur kitaplarını asla saymaz. hazzın okura ulaşmasındaki serüvendir, okurun kendisidir. Okur, bir yazı’yı oluşokuyan, ansiklopedi karıştıran okurdur.” İdeal okur biriktiren okurdur: Bir kiFransız kuramcı bunu da şöyle açıklar: turan tüm alıntıların kaybolmadan kay- 11 KAPAK KÝTAP ZAMANI Nabokov’un iyi okuru Nabokov VladImIr Vladimir Nabokov “ideal” ve “nitelikli” sıfatlarının yerine “iyi” demeyi seçer okur için. Usta romancı öğrencilerine okurun on tanımının yer aldığı bir liste vermiş ve bunlardan dört tanesini seçmelerini istemiştir. Nabokov’un on maddesi şöyledir: Okur, bir kitap kulübüne üye olmalı. Okur, kendini kitabın kahramanıyla özdeşleştirmeli. Okur, toplumsal-ekonomik yöne dikkatini vermeli. Okur, içinde eylem ve diyalog olan bir hikâyeyi, olmayana tercih etmeli. Okur, daha önceden kitabın filmini izlemiş olmalı. Okur, yetişmekte olan bir yazar olmalı. Okurun hayal gücü olmalı. Okurun hafızası olmalı. Okurun sözlüğü olmalı. Okurun biraz sanat duygusu olmalı. Nabokov’un aktardığına göre, öğrenciler ağırlıklı olarak duygusal özdeşleştirmeye, eyleme ve kitabın toplumsal-ekonomik veya tarihî tarafına ağırlık verirler. Nabokov, iyi okuru şöyle tarif eder: “Elbette, tahmin ettiğiniz gibi, iyi bir okur hayal gücü, hafızası, sözlüğü ve biraz sanat duygusu olan kişidir – bu duyguyu kendimde ve başkalarında, fırsatını her bulduğumda geliştirmeye niyet ediyorum.” Romancının bu tanıma eklediği son cümle ise şu: “İyi bir okur, usta bir okur, etkin bir okur yeniden okuyandır.” Hermann Hesse’nin safdil okuru Hermann Hesse, o benzersiz kitabı Öldürmeyeceksin’de okurları üç tipe ayırır. Yazarın ilk işaret ettiği safdil okuru tanıyalım: “Böyle biri yemek yiyen kişiler gibi bir kitabı alıp indirir gövdesine. Yalnızca alıcıdır; ister Kızılderili romanı okuyan bir oğlan olsun bu kişi, ister kontes romanları okuyan bir hizmetçi, ister Schopenhauer’dan bir şey okuyan bir üniversite öğrencisi; yiyip tıkınır, okuduğu şeyle tıka basa doldurur içini. Bu çeşit okuyucuların kitap karşısındaki konumu, bir kişinin diğer bir kişi karşısındaki konumu gibi değil, önündeki yemlik karşısında bir atın konumu gibidir; hani atın arabacı karşısındaki konumu gibidir de diyebiliriz buna. Kitap önden gider, okuyucu da onun peşinden yürür.” Kendinde çocuksuluktan biraz bir şeyler saklı olan ikinci tip okur ise “Ne bir kitabın konusuna, ne biçimine biricik ve en önemli değer gözüyle bakar. Tıpkı çocuklar gibi bilir ki, her nesne on, hatta yüz değişik anlam taşıyabilir. (...) Bu tip okuyucular atın arabacıya bağlı olması gibi, yazara bağlı değillerdir. Kendileri sanki avcıdırlar da avlarının izini sürerler; dolayısıyla yaza- rın sözde özgürlüğünün öbür yüzüne, yazarın köleliğine ve edilginliğine ansızın bir göz atacak fırsatı ele geçirdiler mi, bu onları ince bir teknik ve dil ustalığından daha çok hayran bırakır.” Hesse’nin üçüncü okur tipi ise genelde “iyi” denilen okuyucuların tam tersidir: “Öylesine kişilik sahibi, öylesine kendi kendisi olan biridir ki, okuduğu yapıt karşısında katıksız bir özgürlük içinde davranır. Okumasının amacı ne kendini eğitmek ne de eğlenmektir. Dünyadaki herhangi bir nesneden farklı değildir bir kitaptan yararlanışı; kitap kendisi için bir çıkış noktası, uyarıcı bir nesne oluşturur. (...) Denilebilir ki, bir çocuktan hiç kalır yanı yoktur bu tip okuyucunun.” Hesse, üçüncü kademedeki bu okuyucuya okuyucu demek doğru olmaz, der zira böyle biri için okunacak tek kitap, “alfabedeki harfleri içeren bir yaprak kâğıttır.” Goethe de tıpkı Hesse gibi üç tür okur olduğundan söz eder: “Biri, yargılamaksızın keyfini çıkaran; biri, keyfini çıkarmadan yargılayan; bir başkası, keyif alırken yargılayan ve yargılarken keyif alan. Sonuncu sınıf, hakikaten bir sanat eserini yeniden üretir; üyeleri fazla değildir.” 2 HAZİRAN 2014 PAZARTESÝ da başkalarının fikirlerini ıbize tanıtır: Ampirik okur. Bu düzeltmek için değil, zevk okur “metni birçok biçimde için okur.” Bu sıradan okuokuyabilir, üstelik ona nasıl run biraz aceleci, hatalı ve okuması gerektiğini belirtecek bir yasa da yoktur; yüzeysel olduğunu aktaran çünkü çoğunlukla bu okur yazar daha da ileriye giderek, “Eski bir mobilya parçası metni, metnin dışından misali kapar şiiri. Yapısına uygelen ya da onda rastlangun ve amacına hizmet ettiği tısal olarak uyandırdığı o c E Umberto sürece şiiri nerede bulacağını tutkularının bir mahfazası gibi kullanır.” ya da şiirin özünün ne olduğunu umursamaz. Bir eleştirmen olarak açıkları o kadar barizdir Yazarın ideal okuru ki, ayrıca belirtmek bile gerekmez.” der. Her yazarın mevcut bir okur kitlesi ve ideal bir okuru olduğu söylenebilir. Yazarın bu Örtük okur, örnek okur ve ampirik okur mevcut kitleden öte, hem kendisi hem de Okur tiplerine karşı kurumsal bakışları inideal okuru için masanın başına geçtiğini celediğimizde ise Wolfgang Iser’ın “örtük öne sürebiliriz. Öte tarafta, kimi yazarlar okur”, Eco’nun “örnek okur” ve “ampirik okur için yazmayı suç sayar. Mesela Borges, “İdeal okurunuz kimdir?” sorusuna, okur” tanımlarıyla karşılaşırız. Iser’ın ve “Birkaç yakın arkadaşım herhalde. KendiEco’nun okur tipleri, yukarıda değindiğimiz mi saymıyorum çünkü yazdıklarımı asla ideal, nitelikli, sıradan veya safdil okurların daha iyi anlaşılmasını sağlayabilir. Iser tekrar okumam. Yazdıklarımı okuyunca örtük okuru şöyle tanımlıyor: “Metnin çok sonuçta çok utanç duymaktan korkuyorum.” diye cevap verir. Borges, okurlarısayıdaki potansiyel bağlantılarını açığa çıkaracak bir okurdur. Bu bağlantılar, metnin nı ezmek yerine onlarla işbirliği yapar ve hammaddesini işleyen zihin tarafından yayazdıklarını sorgular. Stendhal ise ideal ratılır, ancak metnin kendisi değildir -çünokurunu şöyle tarif eder: “Ben en fazla yüz kü metin yalnızca cümlelerden, beyanlarokur için yazarım, hoşnut kılmak istedidan, bilgilerden, vb. oluşur... Bu etkileşimin ğim mutsuz, cana yakın, çekici varlıklar, metinde yeri yoktur, ancak okuma süreci asla ahlâkçı ya da riyakâr değildirler; en aracılığıyla gelişir. Bu süreç, metinde biçim fazla bir iki tanesini tanıyorum.” Yazarın verilmemiş olan, ancak o metnin niyetini bu ideal okuru ile ilişkisine dair Nurdan temsil eden bir şeye biçim verir.” Gürbilek’in şu tespiti de dikkate değer: Umberto Eco’nun örnek okuru da dik“Romancıyı hâmilerinden özgürleştiren kat çekicidir. Metnin amacının örnek okusürecin onu yeni bir efendiye, efendilerin ru üretmek olduğunu dile getiren Eco, onu en sıradanına, okura bağımlı kıldığını biliyoruz. Okur-egemen bir dünyada tutuşöyle tanımlar: “Metni bir bakıma okunması tasarlanan -bu tasarı, çoğul yorumlara nabilmek için bu hiç tanımadığı efendiyi elverecek şekilde okunma olasılığını içerekollamak, beklentilerini kestirmek, onu bilir- biçimde okuyan okurdur. (...) Örnek memnun etmektedir romancı. Bir yandan okur, metnin, işbirliğine gidecek biri olarak kendine bir ideal okur arıyor, onu yaratmaya çalışıyordur; ama bir yandan da, maöngörmekle kalmayıp aynı zamanda yaratmaya çalıştığı bir okur tipi. (…) Örnek bir dem satılıktır yazdıkları, madem okur beğenirse alacak, beğenmezse almayacaktır, okur vardır ve metin bu okurların her birinden farklı bir tür işbirliği bekler.” Eco’nun okuruyla kuracağı bağın ister istemez bir deyişiyle örnek okur “oyunda kalmayı bilen efendi-köle ilişkisi olacağını seziyordur.” kimsedir.” Yazar, bir başka okur tipini de Peki, sıradan okur kim? Virginia Woolf’un sıradan okuruna geçelim. Woolf, Samuel Johnson’ın The Life of Gray adlı eserinde geçen şu cümleyi aktararak başlar sıradan okuru tanımlamaya: “Sıradan okurla buluşmanın sevincini yaşamaktayım. Okuyucuların edebi önyargılardan, en nihayetinde eğitimin kurnazlığından ve dogmacılığından arınmış sağduyuları, şairane övgülerden daha yüksek bir yere konulmalıdır.” Woolf şöyle devam eder: “Sıradan okur, Dr. Johnson’ın belirttiği gibi eleştirmenlerden ve akademisyenlerden farklıdır. Bu okuyucunun aldığı eğitim daha kalitesizdir ve doğa kendisine yetenek bahşederken pek de cömert davranmamıştır. Okuyucu, bilgilerini paylaşmak ya Edebiyat, iyi okurlara bağlıdır Vırgınıa Woolf 12 Son yıllarda nitelikli okur sayısının azaldığı konusunda bir fikir birliğinden söz edilebilir. Öte yandan bu nitelikli/ideal okurun özelliklerini tamamen tespit etmek zor. Kurmaca bir metne hakkını veren ideal okur, bir taraftan Akşit Göktürk’ün deyişiyle “Yazın alanında yeni yayınları ilgiyle izler. Sevdiği bir yazarın bir yeni romanının, şiirinin, oyununun yayımlanması, olaydır yaşamında onun. Kendi okuma deneyleriyle, beğendiği, önem verdiği kitapları dergileri alır; ilgiyle okur.” Öte taraftan, Manguel’in dediği gibi “iyi ya da kötü, her kitabın ideal okuru vardır.” Yine de unutmamak gerek: “Edebiyat ideal okurlara değil, sadece yeterince iyi okurlara bağlıdır.” KAPAK KÝTAP ZAMANI 2 HAZİRAN 2014 PAZARTESÝ Bence ideal okur, Manguel’in kendisi Sevin Okyay (Yazar-çevirmen): Bence ideal okur, Manguel’in kendisidir. Bu notları çevirirken de aynı şeyi düşünmüştüm. Ama daha ta başından, Gianni Guadalupi ile yazdıkları (ve daha sonra Kutlukhan Kutlu ile birlikte çevirdiğimiz) Hayali Yerler Sözlüğü’nü (Dictionary of Imaginary Places) okurken de aynı şey gelmişti aklıma. Ben her şeyden önce, ideal okur okur, diye düşünüyorum. Ve okudukları üstünde düşünür. Onunla da kalmaz, okuduğunu daha iyi anlamak için başka şeyler Okumak bir terbiyedir Emine Eroğlu (Timaş Genel Yayın Yönetmeni) İdeal okur için okumak bir “seyr ü süluk” yani “olmak yolculuğu”dur. Ona göre “olmak” ve “okumak” aynı serüveni tanımlar. İdeal okur “kesb ile vehb”, “ilim ve ilham” arasındaki farkı bilir, gözetir. İdeal okur iz sürücüdür. İrfanın, ilmin, dilin hangi ırmaklardan gürül gürül aktığını keşfedip tutkuyla o membalara yönelir. İdeal okur anlamın sonsuz mertebeleri olduğunu bilir. “Kelimelerin kalbine indirilen manaların” çekirdekler gibi açılıp sürpriz meyveler vereceğine inanır. İdeal okur kitapla hayat arasındaki bağı dilediğinde koparıp dilediğinde yeniden inşa edebilir. İdeal okur bulunduğu anlam katmanında huzursuzdur. Daha derine inmek için tüm sıkışma ve daralmalara rıza gösterir. İdeal okur aynı metni defalarca ama her seferinde “yeniden” okuyabilir. İdeal okurun kaleme ve kelâma saygısı vardır. Metin tahfif etmez. İdeal okur her metne aynı hizadan bakmaz. Hangi yazara teslim olacağını, hangi kitabı didik didik edeceğini bilir. İdeal okur için “okumak” alınması gereken bir terbiye, öğrenilmesi gereken bir eylemdir. İdeal okur metne kendini katarak okur. Hayal, tasavvur, fikir onun için iç içe geçmiş içerisinde seyahat edilebilir âlemlerdir. İdeal okur zengin bir dil bilgisine sahiptir. Lügati sever. Külliyatlardan, uzun cümlelerden, terkip ve tamlamalardan korkmaz. İdeal okur metin üzerinden yazarla sohbet edip tartışabilir. Dirilerden çok ölülerle arkadaşlık edebilir. İdeal okurun sansür kaygısı olmaz Sabri Gürses (Çevirmen): İdeal okur üç dört yaşındadır. Daha rahme düşerken ideal okur olmaya başlamıştır, anne babası okuyarak vakit geçiriyorsa, sohbetlerinin en az yüzde onu kitaplarla ya da yazılı malzemelerle ilgili oluyorsa ideal okur da ortaya çıkmaya başlamıştır. Sonra hem eline kitap biçiminde bir şeyler, hatta kitap biçimli oyuncak vermeleri sayesinde, hem de her şeyde yazılı olanı görüp yazı biçimini ayrıştırmayı öğrenmesi sayesinde okur olmaya doğru ilerler. Yani ideal okur özünde dünyayı doğal ve insani göstergeler ve nesneler diye ayırmayı öğrenmesiyle var olur; sonuçta okuma eylemi, dünyadaki özü biçimlendiren, biçime kavuşturan eşyalar arasında bir ilişki kurabilme yeteneğini içerir. Böyle bir ideal okur, “Kolumu havaya kaldırınca neden düşmüyor?” diye sorar ya da “Taşımı özledim” der bir yere bıraktığı taş hakkında. Bir büyük şiirden bahsetmek, bir konuşmada savımızı kanıtlamak için okuduğumuz bir kitabı kaynak göstererek oradan alıntı yapmak da beğendiğimiz, sahiplendiğimiz bir taşı özlemek gibidir. Okuduğumuz bir kitaba ayraç koyup ertesi gün devam ederken de güzel bir taşı bıraktığımız yerde bulmayı umut ederiz. Bu bağları görebilmek ideal okurun işidir. İdeal okurun bir işareti de gittiği her şehirde kitapçıları bulup gezmesidir, tıpkı gittiği her evde belki okunacak bir şeyler, ama aslında okunmuş olan bir şeyler araması gibi. İdeal okurun sansür kaygısı, değerlerine hakaret edilmesi kaygısı olmaz, çünkü sansürlenebilecek, hakaret olabilecek her şeyi zaten kendi aklına yazmış, okumuştur çoktan. Tıpkı intihali, kopyayı tanıyabildiği gibi. İdeal okur okumamayı öğrenebilen okurdur bu yüzden. 14 de okur. Manguel, bunu en iyi yapan kişilerden biri. Yazarlara ve yazdıklarına gereken ilgiyi gösteriyor. Ve evet, “ideal okur yazınsal türlerle ilgilenmez.” Yazılanları türüne göre değerlendirmeden okur. Okuru okur yapan da okumasıdır zaten. Tür ayrımı yapmadan, taraf tutmadan. Yazılandan ötürü, yazarı da tanımaya çalışarak... Çıkacak olan kitabında, bir denemesindeki “yazar Vargas Llosa / politikacı Vargas Llosa” mukayesesinden de bunun için etkilendim. Okura ağırbaşlılık daha çok yakışır Sırma Köksal (Can Yayınları Genel Yayın Yönetmeni): Bir yazar, ideal okuru tanımlamaya başlayınca biraz da kendisinin nasıl okunmak istediğini anlatır. O nedenledir ki okurun metne katılması, alt metinleri çözümlemesi, coşkuyla okunması beklenir okurdan. Doğru elbette, okumanın tadı da böyle çıkar ama bir okur olarak bence, okumak kimseyi değil, sadece kendimi memnun etmek için yaptığım bir şey olduğundan yazarların benden ne istediğini de, ideal bir okur olup olmadığımı da pek umursamam. Sevdiğim metnin içine girerim, daha doğrusu o cin gibi benim içime kaçar, sevmediğim metni mecbur kalmadıkça bırakır giderim, her yazılmış şeyi okumaya zorlamam kendimi, ne de olsa tek okur ben değilim. Üstelik okuma oburluğunu da genç yaşlarda hoş görürüm. Gençken kendi yazarlarınızı ararken önünüze geleni okursunuz ama belli bir yaştan sonra o oburluk hoppalığa dönüşür. İdeal mi bilmiyorum ama okura ağırbaşlılık daha çok yakışır. Ağırbaşlılıkla, ince ince tadını çıkarmak iyi bir şeydir. Varsın ideal olmayıversin. Biz de karınca değiliz zaten. SÖYLEŞİ KÝTAP ZAMANI 2 HAZİRAN 2014 PAZARTESÝ ‘Şairseniz, her şeye şair olarak bakarsınız’ Şiirimizin ustalarından Ülkü Tamer 32 yıl aradan sonra yayımladığı yeni şiirleriyle okurlarını selamlıyor. Bir Adın Yolculuktu adlı kitapta Ülkü Tamer şiirinden aşinası olduğumuz tertemiz Türkçeyi, lirik sıcaklığı, capcanlı imgeleri ve Anadolu topraklarının kadim sesini bulmak mümkün. Ülkü Tamer ile uzun bir sessizliğin ardından yayımladığı şiirlerini konuştuk. BİR ADIN YOLCULUKTU, ÜLKÜ TAMER, ISLIK YAYINLARI, 88 SAYFA, 10 TL D ERCAN YILMAZ oğa’yı sizin kadar yalın bir şekilde şiire sokan az şair var edebiyatımızda. Hayatın özünü kavrama çabası gibi geliyor bana bu. Ne dersiniz? Bizler doğanın bir parçasıyız. Herkes, ama herkes bir parçasıdır doğanın. Kırlarda, ormanlarda, deniz kıyılarında yaşamaktan söz etmiyorum elbette. Büyük kentlerde yaşam savaşı verenler de doğayla iç içedir. Önemli olan, doğayla bütünleşmek. Ancak doğayla bütünleşebilirsek varlığımızı koruyabiliriz, geleceğimizi çizebiliriz. Doğanın üstünde bir varlık değildir insan. Ama aklıyla, gücüyle onu daha iyi, daha güzel kılabilir. Bunun bilincinde oldum hep. Yaşamımda bunu hep göz önünde tuttum. Kendiliğinden, şiirime de yansıdı sanırım. Önceki kitaplarınızdan birinde “Ciddi şeyler anlatmam beklenmezdi.” demiştiniz. “Ciddi şeyler” anlatmamaya devam ediyorsunuz ve edeceksiniz sanki... Kimi sanatçılar dünyayı kurtarmaya çalışırlar. Küçümsemiyorum çabalarını. Ama, sanırım, biraz daha alçakgönüllüyüm ben. Çevremi renklendirmeye çalışıyorum. İnsan onuru için, özgürlüğü için savaşmamaktan söz etmiyorum elbette. Ama “ciddi şeyler anlatmak” derken “büyük sözler, şatafatlı demeçler, kısa sürede anlamlarını yitiren sloganlar”dan söz ediyorum. İnsan, sorumluluğunu nutuk atarak değil, fısıldayarak da dile getirebilir; belki daha da etkili olur. Hafıza, Ülkü Tamer şiirinin başat unsurlarından biri. Şiirlerinizin altından sanki bir ‘unutuş ırmağı’nın değil de ‘hatırlayış ırmağı’nın usulca aktığını hissedebiliyoruz. Geçmişteki alelâde anları bile büyülü anlara dönüştürme kudreti ya da gayreti. Kendiliğinden olan bir durum bu. Ne dersiniz ‘hatıralar’ hususunda? İnsan belirli bir yaşa kadar ileriye dönük yaşıyor; tasarılar yapıyor, hayaller kuruyor. Ama yaşlanmaya başladıkça, ister istemez, geleceğin yerini geçmiş alıyor. Anılar öne çıkıyor. Onları zaman zaman başkalarıyla da paylaşıyor. Önemli olan, senin geçmişinin başkalarının geleceğine katkı yapabilmesi. Bir Adın Yolculuktu’yu Bachelard’ın Düşlemenin Poetikası’yla beraber okudum. Sonuç: “Şiir, çocukluğun anayurdudur.” Çocukluk hiç bırakmıyor peşinizi... Çocukluk elbette çok önemli. İnsanı biçimlendiren en önemli şey. Gerçekten anayurt. Ne o benim peşimi bırakıyor, ne de ben onun peşini bırakabiliyorum. İkinci Yeni şiiri ile Halk şiirinin imkânlarını bir potada buluşturmayı başaran bir şairsiniz. Bunun sırrı nedir? ‘Görmek’ duyusunun öne çıktığı şiirlerden oluşuyor Bir Adın Yolculuktu. Siz de bir anlamda Haşim gibi derinizle yaşayan bir şairsiniz, denebilir mi? İkinci Yeni’nin şiire getirdiği olanaklar yadsınamaz. Bir zamanlar bu akımla dalga geçenler bile zamanla o olanaklardan yararlanmaya başladılar. Halk şiiri ise benim için yaşamın bir parçası. Belki Gaziantep’te doğup büyümemin, çocukluğumda bile o şiiri solumaya başlamamın da etkisi var bunda. İkisi bir potada kendiliğinden birleşiyor. Halk şiirine tutkunum diye Karacaoğlan’ın şiirini üretemem elbet. Onun yüzyılında yaşamıyorum. Karacaoğlan bugün var olsaydı, o da başka bir şiir yaratırdı. Sadece derimle değil, bedenimin tüm organlarıyla görmeye, duymaya, söylemeye çalışıyorum. Bir söyleşinizde şiir yazmaktan başka bir şey düşünmediğinizi söylemiştiniz. Biraz açar mısınız bunu? Sanatla uğraşıyorsanız başka türlü yapamazsınız. Ressamsanız, her şeyi ressam olarak görürsünüz. Tabağınızdaki yemekten tutun, seyrettiğiniz futbol maçını bile. Şairseniz, her şeye şair olarak bakarsınız. Çiçeklere, geçen trenlere, grev gözcülerine, her şeye. Kaçınılmaz bir şey. Bunun simgesi olarak Dağlarca’yı tanıdım. Sanırım, düşlerini bile şair olarak görüyordu. Siz de Sait Faik gibi “Dünyayı güzellik kurtaracak” der gibisiniz... Güzellik elbette çok önemli. Sait Faik, fiziksel güzellikten söz etmiyordu elbette. İnsan onurunun, sorumluluğunun da güzellikleri vardır. Çirkinlikleri olduğu gibi. O görünmeyen güzelliklerin egemen olması, dünyayı da her anlamda daha güzel kılabilir. Aşk, yine aşk, yine aşk... “Aşk gelicek cümle eksikler biter” diyen Yunus’a selam niteliği de taşıyor sanki bu şiirler ya da ben öyle okudum. Ne dersiniz? Yunus ne diyorsa doğrudur. 15 Bir adı “yolculuk” olanın bir adı da “kar”... Bu adlar biraz da Ülkü Tamer’in ‘zamir’i değil mi? Yaşam bir yolculuktur. Okuduğunuz bir kitap, okşadığınız bir papatya bile nice yolculuklara taşır sizi. Yoldan geçen bir otobüsün penceresinde gördüğünüz ihtiyarın yüzü bir yolculuk başlatır içinizde. Benim yaşamım da yolculuklarla örülü. O yolculuklarda görmek istediğim her şeyi görmeye çalıştım. Anlatabildiğim kadar da anlattım. “Sessizliğin başkentinden geliyorum”, “Uykulu geyiklerin çektiği anılardı”, “Belki bir kaplumbağa usulca götürüyor sırtında kar sesini”, “Avlu. İkindinin anayurdu”, “Günbatımı dikenin büyük gülü” gibi baş döndürücü dizelerin şairine sormak istiyorum: “Mana niçin kelâma sığmaz?” Mana dev cüssesiyle daha derinlerdedir de ondan. Ama şiir de manaya sığmıyor. Bir Adın Yolculuktu’yu Ülkü Tamer şiiri içinde nereye koyuyorsunuz? Yolculuğumun son durağı şimdilik. Dilerim “şimdilik”tir. Başka yolculukların başka ürünleri de olsun istiyorum. ŞİİR KÝTAP ZAMANI 2 HAZİRAN 2014 PAZARTESÝ Dünya şiirine Hilmi Yavuz’la yolculuk Hilmi Yavuz’un farklı şairlerden yaptığı çeviriler Bu Gece En Hüzünlü Şiirleri Yazabilirim adlı kitapta toplandı. Anna Ahmatova’dan Guillaume Apollinaire’e, W. H. Auden’dan René Char’a, Pablo Neruda’dan Ezra Pound’a, dünya şiirinde haz dolu bir yolculuk... BU GECE EN HÜZÜNLÜ ŞİİRLERİ YAZABİLİRİM, HİLMİ YAVUZ, MESERRET YAYINLARI, 92 SAYFA, 9,80 TL Y V. B. BAYRIL ıllar önce. Bir arkadaşım Octavio Paz’dan şiir çeviriyor. Kenarından ben de bulaşıyorum. Bulutsu bazı dizeler, bazı ifadeler beliriyor. Türkçesi yok. Çevirsen de olmuyor. O zaman gözümüzü karartıp, bir dize için yirmi-yirmi beş değişke oluşturup içlerinden dilimize en çok sinenleri kullanarak ‘yeniden yazıyor/söylüyoruz’. Türkçede bu ancak böyle söylenir ya da söylenebilir diyerek. Paz’dan çevrilen en güzel şiir kitabı diye de anılıyor hâlâ, yıllardır!.. Hilmi Yavuz da bu işin böyle yapılabileceğini söylüyor zaten, yeniden ve Bu Gece En Hüzünlü Şiirleri Yazabilirim adıyla yayımlanan çeviri şiirler toplamında: “Şiir çevirisi gerçekten ‘zor zanaat’tır. Bense öteden beri, şiirin çevrilemeyeceğini, çevrilirse onun ‘başka bir şiir’ olacağını düşünmüşümdür.” Pablo Neruda’nın 70’li yıllarda Türkiye’de çok ünlü olan, birçok posterde yer alan “Buğdayın Türküsü”nü ben daha ortaokul yıllarımdan biliyorum. Ne güzel söylemiş Neruda, derdim içimden. Bu ünlü dizeleri elbette Türkçe söylemediğini de bilirdim ama kimin çevirdiğini bir zahmet o posterleri yapanlar yazmazlardı. Sonradan öğrenmiştim bu çevirinin Hilmi Yavuz tarafından yapıldığını. Neyse ki ilahi ve şiirsel adalet tecelli etti! Yıllar sonra bu Neruda çevirileri için Hilmi Yavuz’a Şili Cumhurbaşkanlığı Özel Şeref Madalyası verildi (2004). Dünya şiirinde bir yolculuk Anna Ahmatova’dan kalkıp Apollinaire’e, Auden üzerinden Char’a, Desnos’tan yola çıkıp Jimenez, Lorca ve MacCaig’e, Michaux’dan Neruda’ya ulaşan; Pound’a, Maulberley, Parra ve Quasimodo’ya uğrayan bir yolculuk Bu Gece En Hüzünlü Şiirleri Yazabilirim. Türkçenin başka diller, başka uygarlıklar, başka iklimler içinde gezinmesi, Hilmi Yavuz haline bürünüp ‘dünyada oluş’u farklı şairlerin dillerinden süzerek bizim şiir dünyamıza taşıması diye de tanımlayabiliriz bu çeviriler toplamını. Kitabın ilk ve ikinci basımı için yazdığı önsözlerde Hilmi Yavuz her zamanki zihin açıcılığıyla sesleniyor okura. Önemli bir tespiti, birkaç istisna dışında Türkçe şiir çevirisinde şairlerin baskın olduğudur. Yabancı şairlerin böyle bir şansı vardır Türk şiirinde (Baudelaire’i Tarancı ve Dıranas, Heine’yi Necatigil çevirir mesela). Hepsi hedef dillerinde en azından şairlerin muhatabı olmuşlardır. Hatta kimi şairler ve Hilmi Yavuz rildiğini, bu çevirinin Tercüme dergisinin 9. sayısında yayımlandığını söylediğimde daha da çok şaşırdı idi. Üstelik, Oruç’unki Türkçede ikinci ‘Sancaktar’ çevirisi de değildi: Vural Ülkü’nün de bir ‘Sancaktar’ çevirisi vardı; -o da, Tercüme dergisinin 83. sayısında yayımlanmıştı.” Şiirlerin çevirisinde göz önünde tuttuğu yöntemi, karma bir yöntem olarak tarif ediyor Hilmi Yavuz: “Çevirilerde yerine göre davrandım. Bazılarında ‘çeviri’yi, bazılarındaysa ‘Türkçe söylemeyi’ yeğledim. Desnos ya da Jimenez’in çeviriye, Prevert’inse Türkçe söylemeye yatkın olduklarını ayrımsadım... Demem o ki, çeviri işine önyargısız giriştim hep, Türkçeye nasıl geldiyse öyle yapmaya çalıştım.” Bu Gece En Hüzünlü Şiirleri Yazabilirim sadece bir çeviri derlemesi değil, aynı zamanda büyük bir şairin, başka şairler ve diller üzerinden kendi anadiline nasıl baktığını, onu nasıl işlediğini de göstermesi açısından önemli bir tanıklık, bir belge. Elbette, enfes bir şiirsel hazzın eşliğinde! şiirler o kadar şanslıdır ki, Türkçe çevirileri orijinalinden daha güzel hale gelmiş, daha yüksek bir yere çıkmıştır sanatsal olarak. Mesela, Orhan Veli’nin Aragon’dan çevirdiği “Elsa’nın Gözleri” ile Melih Cevdet’in Poe’dan yaptığı “Annabel Lee” çevirisini bu sınıfa koyuyor Hilmi Yavuz. Önsözde bir başka saptama ise Türkçede hâlâ bir çeviri şiirler kaynakçasının bulunmadığıdır. Hilmi Yavuz, “Bir şiir çeviri kaynakçasının olmayışı, karşılaştırmalı şiir çevirilerinin yapılabilmesine imkân vermiyor. Ama sorun, sadece bu değil! Çevirmen de çevirmekte olduğu şiirin, daha önce çevrilip çevrilmediğini, çevrildiyse kaç kez çevrildiğini bilebilmek imkânına sahip olamıyor.” dedikten sonra bu konuda yaşadığı bir örneği şöyle aktarıyor: “Rilke’nin ‘Sancaktar’ını Almancadan dilimize çeviren Oruç Aruoba’ya, bu şiirin daha önce, hem de 1940’lı yıllarda çevrildiğini söylediğimde çok şaşırdığını hatırlıyorum. ‘Sancaktar’ın kendisinden çok önce, Sabahattin Ali tarafından çev- 16 Görünüm Robert Desnos Çeviri: Hilmi Yavuz Eskiden de sevgiler düşlerdim ben şimdi de Oysa aşk değil artık bir tutam gül ve leylak Ağır kokularıyla ormanı kaplayarak Yangınlar var dönüşsüz yolların bitiminde Eskiden de sevgiler düşlerdim ben şimdi de Oysa aşk değil artık kulede ateş yakan, O yitik fırtına, bozguncu, ışık tutan Kuytu ayrılıkların avlusuna, şimşekle Taşların sıcaklığı vurur bileklerime Bildik hiçbir sözlükte bulunmayan kelime Denizlerde köpüktür, gökte buluttur dedim Yaşlanınca sertleşir her şey, ışıkla dolar İpler düğümsüzleşir, adsızlaşır bulvarlar Ben de onlarla birlik, yavaşça taş kesildim ŞİİR KÝTAP ZAMANI 2 HAZİRAN 2014 PAZARTESÝ Her şey ayartabilir şairi W. B. Yeats’in seçme şiirlerinden oluşan Her Şey Ayartabilir Beni, yeni basımıyla raflarda. Kitaptaki şiirler, dünyanın çeşitli ülkelerinin şairlerinden çeviriler yaparak onları ülkemizde tanıtan ve şiirimizin gelişimine katkı sağlayan Cevat Çapan tarafından Türkçeye kazandırıldı. HER ŞEY AYARTABİLİR BENİ, W. B. YEATS, ÇEV.: CEVAT ÇAPAN, SÖZCÜKLER YAYINLARI, 104 SAYFA, 10 TL Ç GONCA ÖZMEN in’den Peru’ya, dünyanın çeşitli ülkelerinin şairlerinden çeviriler yaparak onları ülkemizde tanıtan ve şiirimizin gelişimine büyük katkı sağlayan Cevat Çapan’ın çeviri şiir kitaplarından birinin yeni basımı yapıldı: W. B. Yeats’in seçme şiirlerinden oluşan Her Şey Ayartabilir Beni. Kitapta, şairin yirmi altı şiiri İngilizce asıllarıyla birlikte yer alıyor. Şiir çevirisi, iyi derecede yabancı dil bilmenin yanı sıra anadilin incelik ve olanaklarını yetkin bir biçimde kullanabilme yeteneği ile tür bilgisi de gerektirir. Bu nedenle, çeviri şiir kitaplarında özgün metinlerin de bulunması oldukça önemli. Üstelik Çapan gibi, yıllarını bu uğraşa adamış usta bir çevirmenin bu tür kitapları, şiir çevirenler için daha da değerli bence. Neredeyse bir okul… 20. yüzyıl İrlanda edebiyatının büyük şairlerinden, Ezra Pound’un “ciddiye alınacak tek şair” olarak gördüğü Yeats, 1923’te Nobel Edebiyat Ödülü’nü almıştı. İngiltere’ye karşı, İrlanda’nın bağımsızlığını kazanması için ulusal ve kültürel kimlik bilincinin gelişmesi gerektiğini düşünen şair, âşık olduğu Maud Gonne’un da etkisiyle İrlanda Bağımsızlık Hareketi’ni desteklemiştir. Aynı zamanda bir oyun yazarı olan Yeats, Ulusal İrlanda Tiyatrosu’nun kurucuları arasında yer alır. Şiirlerinde ve oyunlarında İrlanda mitolojisi ve folklorundan, masallardan yararlanır. Simgeci bir şair Özellikle son dönem şiirlerinde, içinde yaşadığı çağın ve toplumun sorunlarını dile getiren şair, ünlü şiirlerinden “1916 Paskalya Ayaklanması”nda, Dublin’deki başkaldırıyı şiirleştirir. Çağın kargaşasını, savaşı, yok olan değerleri, artan suç ve kötülüğü “Coole Park ve Ballylee, 1931”, “İkinci Geliş”, “Bizans’a Yolculuk” gibi şiirlerinde çarpıcı bir şekilde dillendirir. Örnek mi? İşte: “Her şey yıkılıyor, bel vermiş ortadirek; / Kargaşalık salınmış yeryüzüne, / Yükseliyor kana bulanmış sular, ve her yerde / Sulara gömülüyor suçsuzluğun töreni; / İyiler her türlü inançtan yoksun, / Oysa yoğun bir tutkuyla esrik kötüler.” Simgeci bir şair olan Yeats, gençlik döneminde romantik şiirler yazmış; mitolojiyle, mistisizmle yakından ilgilenmiştir. Ona göre su, “yaratılmış ruh”tur örneğin. Mistisizme ilgisi, onu Hint felsefesini incelemeye yöneltir. Kapitalizme, doğadan kopuşa ve kentsel yaşama, yoz kültürel değişime tepkisini; mitolojiye, çocukluk ve gençlik yıllarına, mistisizme yönelerek ortaya koyar. Çoğu şiirinde, kendinden, yakınlarının ve dostlarının yaşamlarından da söz eden Yeats, yaşlılığın getirdiği hüzün ve karamsarlığa da sıkça değinir. Kitaptaki şiirlerden birinde şöyle der: “Değersiz bir şeydir kocamış insan,/ Sırığa geçirilmiş bir paçavra…” Yeats’in geleneksel biçimlerle yazdığı şiirlerinin öncelikli özelliği, simgesellik ve yalınlıktır. Şairanelikten, gereksiz sıfatlarla süslü betimlemeler yapmaktan uzak duran şair, anlatımında fiillere ağırlık verir. Yeats’in yalınlığını, lirizmini, iç ses uyumu ve uyaklarla sağladığı ritim ve ezgiselliği çeviride de görüyoruz. Ritme ve tonlamaya, iç ve dize sonu uyaklarına bile titizlikle dikkat edilmiş. Örneğin “song” sözcüğü birkaç yerde “şarkı”, kimi yerlerde de “türkü” olarak çevrilmiş. Şiirler, bir ikisi dışında benzer biçimlerle, dize sayıları ve kümelenmelerine, uyak düzenlerine uyularak aktarılmış. Uyak tutturmak adına doldurma sözcüklere, zorlamalara başvurulmamış. Türkçenin tadını duyuran çeviri Cevat Çapan, Türkçenin en ince ayrıntılarını, en güzel olanaklarını bilen ve ustaca kullanan bir çevirmen olarak çevirisinde okuru hiç yadırgatmıyor. Rahatsız edici bir çeviri kokusu yaymıyor şiirler. Öz Türkçe bir dille gerçekleştirilen çeviride, “yüreği ağzında”, “kılıç kında beklercesine”, “gönlümü çelen” gibi deyim ve tamlamalarla; “bir peni” yerine “metelik”, “although” yerine “gel gör ki” benzeri karşılıklarla Türkçenin tadı duyurulmuş. Her Şey Ayartabilir Beni, özenli bir çeviri ve “çırak” yerine “çorak”, “ama” yerine “ana” yazılması gibi bir iki dizgi yanlışı dışında puntosuyla, sayfa düzeniyle güzel bir baskı. Kitaba verilen ad da şairler için oldukça uygun; çünkü şairi her şey esinleyip ayartabilir ve her şey şiire konu olabilir. Sözcükler Yayınları’ndan çıkan kitap için, şiir kitaplarının çok az sattığı ülkemizde, hem de çeviri şiir yayımlayan yayıncıları da kutlamak gerek. W. B. Yeats’in Her Şey Ayartabilir Beni’si, içimizdeki “şiir hayvanı”nı kış uykusundan uyandıracak kitaplardan biri. 17 ÖYKÜ KÝTAP ZAMANI 2 HAZİRAN 2014 PAZARTESÝ Aralıkta açan öyküler Amerikan edebiyatının önemli isimlerinden, öykücü George Saunders, Pastoralya adlı kitabının ardından şimdi de Aralığın Onu ile Türkçede. Kitapta hayatın yanlışlığına işaret eden, bakışımızı görünmeyen acılara, kırılmışlıklara, yalnızlıklara çeviren öyküler var. ARALIĞIN ONU, GEORGE SAUNDERS, ÇEV.: NİRAN ELÇİ, DELİDOLU, 248 SAYFA, 18 TL B zısında “Semplika Kız Günlükleri” adlı öykünün on iki yıldan uzun sürede yazıldığını söylüyor. “Sayıyla kazanan roman” için fazla olan bir zamanı George Saunders, günlük biçiminde olduğu için görece daha kolay yazılabileceğini düşündüğümüz ve elli beş sayfa süren bir öyküde anlatıyor. Yazar, “Semplika Kız Günlükleri”nin yazılma süreci hakkında ise şöyle diyor: “Daha en baştan bir hikâyenin anlamı ve mantığı oldukça açık görünür ama sonra, hikâyeyi yazarken anlamı, mantığı çok iyi bildiğimi fark ederim, bu da okuyucunun da bileceği anlamına gelir ve bu yüzden etkiyi artırmam gerekir… Bu tür tematik güçlükler, en azından benim için, ancak hikâye satır satır ilerlerken yanıtlanabilir, yani sonra ne olacağını ve hangi dilde aktarılacağını çözmeye çalışırken. Bu yüzden o adamı, iç çamaşırı içinde, aynı duygular içinde pencereye getirmeye çalışarak hikâyeye başladım.” “Aralığın Onu” adlı öyküde ise ölüm ve yaşam eşiğinde yolları kesişen bir çocukla, elli üç yaşındaki hasta adamın hikâyesi aslında hayatlarımızın nasıl iç içe geçtiğinin, hiçbirimizin yalıtılmış duvarlar ardında yaşamadığımızın tarifi. MEHMET TUNÇ azı yazarlar vardır, bir türün içinden eser vermekle yetinmez, onun damarlarında taze bir kan gibi dolaşmaya başlar ve adeta o yazın türünü yenilerler. Alice Munro, böyle yazarlardan biri olarak edebiyat dünyasını selamladı. Öykünün kadim anlatım olanaklarıyla çok da oynamadan bugünün dünyasını kendi ışığı ve rengiyle öykü katına ustalıkla taşımayı başardı ve “ara tür” tartışmalarını boşa çıkararak Nobel’e kadar uzandı. Nobel’in bir türü değil yapıtı ya da yazarı gözettiği şeklindeki yaklaşımı hesaba katsak da sonuçta ödüle değer görülen yapıtlar öykü kitaplarıydı ve ödülü bir öykücü almıştı. Munro’nun, Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldıktan sonra dilimize çevrilen kitaplarına baktığımızda aslında büyük bir yazarı geç tanıdığımızı da fark ettik. Munro örneği üzerinden bir başka önemli öykücüye, George Saunders’a varmak istedim. Çünkü birçok değerlendirmede bu iki yazarın ismi birlikte anılıyor. Öyle ki Alice Munro’nun Nobel’i almasından sonra Saunders’a kısa öykülerin en sonunda hak ettiği ilgiyi görmeye başlayıp başlamadığı sorulduğunda yazar, “Bu iyi bir zamanlamaya benziyor ancak ben 1970’lerden beri öykü yazıyorum ve bu bir kadın dergisinin ‘kırmızı renk geri dönüyor’ demesi ve aslında onun hiçbir zaman bir yere gitmemiş olması gibi.” diye cevap vermişti. 2007’de basılan ve baskısı tükenmiş olan Pastoralya’dan sonra Saunders şimdi de Aralığın Onu adlı kitabıyla Türkçede. Munro’nun geleneksel çizgiye bağlılığından farklı olarak Saunders’ın biçimde, dilde, anlatımda, teknikte yenilik ve arayış peşinde olduğunu belirtmem gerekiyor. Sahte fonların gerisindekiler George Saunders, Aralığın Onu’nda yer alan öykülerde okuru sıcak bir atmosfer ve kendinden hoşnut kahramanlarla karşılamıyor. Enerjisi hiç düşmeyen hiciv diliyle her geçen gün biraz daha “mekanikleşen” bir dünyanın basit “otomatına” dönüşen insanın yaralarına ve içinden geçtiğimiz hayatın yanlışlığına işaret ediyor. Bakışımızı, sahte bir fonun önünde, ancak bir flaşlık gülümsemeyle bakan fotoğraflardaki yüzlerin gerisinde duran acıya, kırılmışlığa, yalnızlığa, zavallılığa, incinmişliğe yöneltiyor. Bugünün hayatı, sunduğu zengin olanakların “Carver’ı taklit ediyordum” George Saunders yanında bir dizi yeni ve tanımlanmamış sorunu da önümüze bırakıyor. Hayatın ipliklerini birbirinden ayırıp incelttikçe aslında onun karşısında daha savunmasız düşüyoruz. Sorun olarak tanımladığımız yeni durumlar, belki de hayatın olağan akış durakları. İnsan, bu durumlar karşısında çaresizleştikçe üzerindeki tahakküm aygıtlarının ağırlığını daha derinden hissediyor. Saunders, “Örümcek Kafasından Kaçış” öyküsünde kurduğu hapishane ortamı ve anlatıcı mahkûm Jeef üzerinden, yaşanması zor bir gelecek öngörüsünde bulunuyor. Duyguların serumla kontrol edilebildiği öyküde, aşk bile serumun etkisiyle devam eden ya da bitirilen bir olgu. Öykünün sonunda intihar eden Jeef bu sistematik, kurulu düzende insan kalmanın bedelini ödeyen bir kahraman olarak karşımıza çıkıyor. Birçok öyküde kahramanların sakatlanmış çocukluk evrelerini görüyoruz. Çünkü ailelerinin “projeleri”, “yatırımları” olarak hayata karışıyorlar. “Zafer Turu” adlı öyküde Boris’i öldüren Kyle’a annesi, “Sana ne kadar yatırım yaptığımızı düşün.” diye seslenir. İç içe öykü tekniğini oldukça başarılı bir şekilde işleyen Saunders, aynı öyküde birkaç farklı hayatı koşut bir düzlemde anlatıyor. Öykünün asıl yönelimi Boris’in Alison’ı kaçırması üzerine kuruluyken, arka düzlemde Kyle’ın hikâyesi daha kısık bir sesle ve oldukça etkileyici bir ustalıkla öyküye eklemleniyor. Joel Lovell, kitaba yazdığı giriş ya- 18 George Saunders’tan bir yazarın en çileli yolculuğu olan kendi sesini bulma arayışına ve içinden geldiği gelenekle kurması gereken bağa ilişkin şu sözleri okuyoruz: “Hemingway’den sıkılırsam Carver’ı taklit ediyordum, sonra Babel’i taklit etmeye dönüyordum. Bazen Babel’in Teksas’ta yazacağı şekilde yazıyordum. Bazen Carver, benim gibi Sumatra’nın petrol sahasında çalışsaydı nasıl yazardı diye hayal edip öyle yazıyordum. Bazen de Hemingway’in Syracuse’da yaşadığını düşünüp o şekilde yazmaya çalışıyordum ve bu bana Carver’ı hatırlatıyordu.” Saunders, “Ona büyük bir hayranlık duyuyordum.” dediği David Foster Wallace ile kendi öyküleri arasındaki benzerlikler üzerine ise şöyle diyor: “Biz iki ayrı madenci ekibi gibiyiz, aynı noktayı farklı açılardan kazıyoruz.” Saunders’ın ritmi yüksek, devinimi hızlı kısa cümleleriyle soluk soluğa okunan öyküleri okuru felce uğratmayı başarıyor. 2014 Folio Ödülü’nü alan Aralığın Onu’ndaki öyküler, adeta hayatla aramıza giriyor, bizi bir süreliğine de olsa ondan koparıyor: “Öykü, bir kez daha nakavtla kazanıyor.” Saunders’ın çağırdığı yerden görünen hayat, kendisi karşısında kaybetmiştir. İNCELEME KÝTAP ZAMANI 2 HAZİRAN 2014 PAZARTESÝ Shakespeare’i okumak Dilimizdeki en önemli Shakespeare incelemelerinden, Mina Urgan’ın Shakespeare ve Hamlet adlı çalışması, ilk basımından yıllar sonra yeniden yayımlandı. Edebiyat tarihinin gelmiş geçmiş en büyük fenomenlerinden birinin külliyatını tanımak için önemli bir kaynak kitap. SHAKESPEARE VE HAMLET, MİNA URGAN, YKY, 496 SAYFA, 34 TL W EMRAH PELVANOĞLU illiam Shakespeare (1564-1616). Bu ismin edebiyat tarihinin gelmiş geçmiş en büyük fenomenlerinden biri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. İçinden “büyük”, “en önemli”, “ilk” gibi sıfatlar geçen cümlelerin güvenilmezliği, mevzu Shakespeare olunca yerini büyük bir gönül rahatlığına, nadir rastlanan bir mucizenin sakınımsız hayranlığına bırakır. Shakespeare’in biz modernler için bu kadar evrensel, önemli ve göz kamaştırıcı olması, sözünün egzotik şiirselliğinin yanı sıra erken modern dönemin en bereketli eşiğinden tüm zamanlara seslenebilmesi ile de ilgilidir. Aynı eşikte duran Cervantes (1547-1616) de Don Quijote (1605 ve 1615) ile benzer bir örnek sunar ancak bu zamansız ironi; Macbeht, Iago ya da Hamlet’in biz modernler için gayet ezoterik olan tekinsizliğinden çok uzaktır. Bu yüzdendir ki Shakespeare’in 34 oyunu arasında özellikle dört büyük tragedyasının (muhtemel tarih sırasına göre Hamlet (1601-02), Othello (1604), Kral Lear (1604-05), Macbeth (160506)) ayrı bir yeri vardır. Jale Parla’nın da dediği gibi Shakespeare, 400 yıl öncesinden modern okuru haber verir. Mina Urgan ise çok değerli kitabı Shakespeare ve Hamlet’in “sunuş” yazısında onun evrenselliğini, ömrünün sonuna kadar bağlı kaldığı hümanist düşünce bağlamında değerlendirir. Mina Urgan’a göre Shakespeare “insan gerçeğini, insan olmanın onurunu bize anlatarak, en çapraşık düşünceleri ve duyguları kavramamıza, yaşadığımız dünyanın, çevremizdeki kişilerin ve onlarla olan ilişkilerimizin gizlerini en olumlu biçimde çözmemize yardımcı olmuştur”. Yeni tarihselciğin önde gelen ismi Stephen Greenblatt, 2004 tarihli çalışması Shakespeare Olmak’ta (Will in the World: How Shakespeare Became Shakespeare), bu evrensel fenomenin arkasında bıraktığı biyografik kayıtların sıkıcılığı ile sanatının çekiciliği arasındaki boşluğa dikkati çeker: “Evrensel çekiciliğe sahip edebi eserler ile dönemin sıkıcı bürokratik kayıtlarına izlerini bırakmış özel bir yaşam arasında açık bir bağlantı kurmayı sağlayacak o tip bir belge, bugünlere ulaşmadı. Söz konusu külliyat öylesine şaşırtıcı, öylesine parlak ki bir ölümlünün, hele mütevazı eğitim görmüş taşra kökenli bir ölümlünün değil de, tanrının işi sanki”. Bu büyük boşluğa rağmen Greenblatt çalışması boyunca Shakespeare’in külliyatını onun biyogra- bu metinleri daha yakından tanıyabilmemiz için bize yol gösterir. Yakın okumalar William Shakespeare (1564-1616) onun soneleri ve biyografisi arasında yapılan paralel okumaları geniş bir şekilde aktarır, önemli ikincil kaynaklardan tartışmalı yorumları özetler. Evet, Elizabeth dönemi tiyatro ve sahne anlayışının, yine önemli ikincil kaynaklara dayanarak genel bir tasvirini sunar ve Shakespeare’in hissedarı olduğu Globe Tiyatrosu’nun içinde yer aldığı rekabetçi dünyanın oyun tercihlerine olan etkisini anlatır. Ve evet, Shakespeare’in hemen hiçbiri özgün olmayan oyunlarının kaynaklarını ve ilk baskıların güvenilirliğine dair bilgileri serimleyerek, Shakespeare etrafında her daim şekillenen gizemin nedenlerini gösterir. Ancak, kitabın kabaca ilk seksen sayfasını kapsayan bu bölümlerde Urgan, hakkında yeterince bilgi sahibi olmadığımız bu yazar figürünün ortadaki harikulâde metinlerin önüne geçecek şekilde değerlendirilmesine açıkça karşı çıkar. Onun için Shakespeare külliyatı, hümanist kültür mirasının en değerli parçasıdır ve Shakespeare ve Hamlet boyunca sadık bir okuru olduğu fisinin içinden geçirerek bu şaşırtıcı dehanın tarihselleştirilebilmesi için mümkün olan bütün imkânları kullanır. Ancak Shakespeare’in şaşırtıcılığı tam da “açık ya da mantıksal bir sanatsal gelişim örüntüsünün yokluğu[nda]”, Aristocu tür kuramına karşı gösterdiği sınırsız pervasızlıktadır. Roman denilen yeniyetme anlatı türü işte bu pervasızlığı sayesinde türleri kaynaştırarak (Auerbach gibi söylersek) “gündelik olanın ciddiyetle taklidi”ni yaparak biz modern okurların hikâye dünyasında sarsılmaz bir hegemonya kuracaktır. Tarihsel bir mesele olarak Shakespeare İlk baskısı otuz yıl evvel yapılan Shakespeare ve Hamlet’te Mina Urgan, Greenblatt’in çok önemli bir örneğini sunduğu tarihselci yaklaşıma olabildiğince mesafeli durur. Evet, giriş bölümleri olarak da değerlendirilebilecek ilk dört başlıkta Shakespeare’i öncelikle tarihsel bir mesele olarak ele alır Urgan. Genel hatları ile biyografisini ve biyografisi etrafındaki tartışmaları aktarır. Evet, 19 Mina Urgan, sunuş yazısında da belirttiği gibi kitabın yaklaşık üçte birlik malzemesini daha önce İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları’ndan çıkan Shakespeare I ve Shakespeare II başlıklı kitaplarından almış. Yukarıda da bahsettiğim giriş nitelikli dört bölümden sonra tek tek oyunların yakın okumalarına geçer Urgan. Oyunları tasnif ederken 1623 tarihli “Birinci Folio”yu takip eden genel sınıflandırmaya uyar ve ilk olarak Shakespeare’in komedyalarını ele alır. “İlk Dönem” ve “Olgunluk Dönemi” başlıkları altında ayırdığı komedyaların gösterdiği çeşitliliği vurgulayan Urgan, Shakespeare’in ilk oyunlarının söz cambazlığına dayalı kaba fars karakterinin ağır basmasına karşın, Venedik Taciri, On İkinci Gece gibi olgunluk dönemi oyunlarında sözcelemedeki yorucu yan anlam yoğunluğunu büyük oranda terk edip, bir çeşit tür sentezine ulaştığını belirtir. Takip eden sınıflama “Shakespeare’in İngiliz Tarihi ile İlgili Oyunları”dır. Bu bağlamda yer alan yedi oyun Mina Urgan’a göre Shakespeare’in yurtsever dünya görüşünü ortaya koyduğu ziyadesiyle politik anlatılardır. Merkezinde Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi olan “kral”ın yer aldığı keskin bir ortaçağ hiyerarşisi bu oyunların başat gerilimini sağlar çünkü Shakespeare bütün bu oyunlarda isyan ve itaatsizliğin doğurduğu kargaşa ve savaşları ele alır. Nispeten istikrarlı bir dönem olan Elizabeth’in saltanat yıllarında bu oyunlar hem kaosa karşı statükoyu savunur hem de istikrarın hükümdardan çok ülkenin salahiyeti için elzem olduğu bilgisini taşır. Mina Urgan bir sonraki başlıkta “Shakespeare’in Tragedyaları”nı değerlendirir. Titus Andronicus, Romeo ve Juliet, Othello, Kral Lear ve Macbeth’in yakın okumalarının yapıldığı bu bölümde Hamlet, kitabın sonunda geniş bir şekilde ayrıca değerlendirildiği için yer almaz. Urgan, “Eski Yunanistan ve Roma Tarihi ile İlgili Oyunlar”ını takiben, “Shakespeare’in Son Oyunları”nı da serimleyip “Hamlet” bölümüne geçer. Yaklaşık 150 sayfalık bu bölümde Urgan, kitap boyunca izlediği yöntemsel örüntüyü takip ederek gerçekten doyurucu bir Hamlet okuması ortaya koyduktan sonra yapıtını sonlandırır. Shakespeare ve Hamlet, bu olağanüstü külliyatı daha yakından tanımak isteyenler için önemli bir fırsat. İlgilenenlere duyurulur. SÖYLEŞİ KÝTAP ZAMANI 2 HAZİRAN 2014 PAZARTESÝ ‘Nasıl yazmam gerektiğini anlamam zaman aldı’ Amerikalı yazar Rachel Kushner, ikinci romanı Alev Püskürtenler’le ilk kez Türk okurlarıyla buluşuyor. Suat Ertüzün’ün dilimize kazandırdığı romanında yazar, üniversiteden sonra motosikletle çıktığı yolculuklardaki deneyimlerine ve sanatla siyaset hakkındaki görüşlerine de yer veriyor. Yazarın 2008 yılında yayımlanan ilk romanı Telex from Cuba (Küba’dan Teleks) Amerika’da yazarı üne kavuşturmuştu. Alev Püskürtenler ise önemli eleştirmenlerden övgüler aldı. Yazarla yeni romanı ve yazma süreci hakkında konuştuk. ALEV PÜSKÜRTENLER, RACHEL KUSHNER, ÇEV.: SUAT ERTÜZÜN, CAN YAYINLARI, 504 SAYFA, 33,50 TL fotoğraf: Cormac Kınsella O BAŞAK BİNGÖL kuru romana hazırlayan, yönlendiren bir ad “Alev Püskürtenler”. Konusuna ilişkin pek çok tanım yapılabilir ama bunlardan öte bir isyan romanı olarak nitelendirilebilir mi kitabınız? Romanın adı yazdıktan sonra konuldu. Aslında kendim de bulmadım ama bu ad duyar duymaz hoşuma gitti. Güçlü, eyvallahı olmayan, özgün bir ad. Bütün adlar okuru bir şekilde yönlendirir elbette. Romanın adını bir yana bırakırsak, evet romanımı bir isyan kitabı olarak görüyorum. Böyle düşünen başkaları da oldu, ki bu da benim için epey anlamlı. Bizim özneler olarak kaderimizle, dünyanın durumuyla, geç kapitalizmle kısmen ilişkili ama tartışmalı da görünmeyen bir kitap yazmamız çok zorlu bir iş. Kitap elbette bir siyasal düşünce kitabı değil, sanat eseri işlevi görmek üzere yazıldı. Ama siyaset, şehirler, ayaklanma, isyan temalarını işliyor. Bununla birlikte, “alev püskürten” sözünü sadece askeri ya da şiddet içeren bir çerçeveyle değil; ateşli, etki bırakmak için retoriğe başvuran insanlarla da özdeşleştiriyorum, bir insan giyim tarzıyla bile bir “alev püskürten” olabilir. Kışkırtıcı davranış, görünüş, eylemler çeşitli biçimlerde ve ölçülerde, hem doğrudan hem sembolik olarak ortaya çıkabilir. geleneği içinde gerçektir) kurtarmış bir roman yazmak istedim. Reno hakkındaki yorumunuza dönersem, Reno da keşfetme isteği, bir tür düşünceler ve enerji dünyasıyla bütünleşme arzusu olan bütün gençler gibi evsiz. Evde olması için Nevada’da kalması gerekirdi. Bağları olmadan, arzularına, umutlarına göre sürüklenmek bir tür cesaret ve tutku işidir. Bunu kendimle, kendi gençliğimle de özdeşleştiriyorum. Postmodern geleneğeyse belki zaman ve kopuşlar açısından bağlanabilir romanım. Kitap muhtemelen insanlara bugün kendi hayatlarıyla ilgili bir şeyler söylüyor. 1970’lerle sadece kısmen ilişkili. Romanda bir gelgit de yaşıyor okur aslında. Bir yandan gerçeğin dokunuşu bir yandan da mistik bir alan var sanki. Romanda mistik bir alan olması fikri hoşuma gitti doğrusu. Öte yandan bunu nerede konumlandıracağımdan emin değilim. Bana her şey gerçek hayatta görünüyor. Yani roman bence düşsel bir alan içermiyor. Öyküde zamansal sıçramalar da olsa romanın zamanı 70’ler diyebiliriz. Roman çerçevesinde siyasi önemi nedir bu dönemin sizce? 1970’ler çeşitli açılardan önemli. Sanat dünyasında oldukça ilginç ve canlı bir dönemdi, özel bir dönemdi. New York’ta, aslında bütün Amerikan şehirlerinde 1970’ler ABD için endüstriyel dönemin sonu demektir. Bu önemli; çeşitli açılardan sanatla, New York’un yaşanan ve çalışılan bir şehir olarak dokusuyla, hissiyle ilişkili. İtalya’da ise ülkenin oldukça büyük kitlesel hareketler yaşadığı, neredeyse devleti parçalayan ve nihayet eski İtalya Başbakanı Aldo Moro’nun ölümüne varan bir dönemdi 1970’ler. Bugün, bilinen adıyla ‘77 Hareketi, gençlerin önem verdiği ve diyelim ki Fransa’daki 1968 Mayıs olaylarından daha anlamlı buldukları bir hareket. İtalya’da ‘77 hareketi sadece öğrencileri ve işçileri değil toplumun bütün kesimlerini içine alıyordu. Dahası bir fabrika hareketi değildi. Burjuva değerlerinin, çalışma kültürünün tümüyle reddedilmesiydi. Bugün hizmete dayalı bir ekonomi, istikrarsız emek döneminde yaşıyoruz. İtalya’da olan, şimdi kendi dünyamızdaki reddediş ve belirsizlikler açısından gittikçe daha anlamlı hale geliyor. Romanda “evde olma” temasına ve bunun önemine ilişkin bölümler var. Romanın kahramanı Reno da aslında bir açıdan “evsiz” sayılabilir. Romanda geçen bu evde ya da sürekli dolaşım halinde olma fikrini biraz açabilir misiniz? Bu açıdan kitabınız postmodern geleneğe bağlanabilir mi? Ev ve evsizlik karmaşık kavramlar. Novalis, “Felsefe aslında eve duyulan özlemdir, her yerde evde olma istediğidir.” der. Yazarken ev konusu üzerine düşünüp düşünmediğimden çok da emin değilim. Stanley’nin yuva ve ev arasındaki fark hakkında monoloğu var metinde, gerçi o emlakçıların satış retoriğine ilişkin bir nükte, daha sonra Heidegger ve dil üzerine de bir nükte var. Daha kapsamlı ve derin bir kavrama atıf yaptığınızın farkındayım. Reno belli bir dünyaya gömülmüş bir zihin, ben de bir ölçüde kitabın da onun gördüğü şeyleri görebileceğimiz şekilde, o dünyadaki zihninden izler taşımasını istedim. Bunu istememin sebebi hayatın da aslında böyle olması: Kendi içimizden dışarıya bakıyoruz, kendimize değil. Kendisini bir ölçüde bazı kurmaca tuzaklarından, psikolojik gerçekçilik üzerinden öznelliği sınırlayan düzmece işinden (ki bu hiçbir zaman gerçek değildir, sadece çağdaş Amerikan edebiyatının prensip ve Rachel Kushner 20 Roman modern deneyimin hız, makineleşme gibi özelliklerini de konu ediniyor. Modern şehre ve sunduklarına da değiniyor. Şehrin insanların değil makinelerin boyutlarına göre tasarlanmasından bahsediyor örneğin. Bütün bu referanslar zihinde bir distopya görüntüsü oluşturuyor. Modern şehrin romandaki yeri nedir, özelde New York tasvirinizi mo- KÝTAP ZAMANI SÖYLEŞİ dern deneyimin temsili olarak okuyabilir miyiz? Bu, şehre fütüristlerin bakış açısı aslında. Aklımdaki, özel olarak da Marinetti’nin küçükken ailesiyle birlikte Mısır’ın İskenderiye şehrinden Milano’ya taşınması bağlamında yaşadığı travmaydı. New York şehri de bu şekilde düşünülebilir ama düşündüğüm bu değildi. Brasília şehri aklımdakinin en uç hali olarak görülebilir. New York polis olmasa belki insancıl bir şehir bile olabilir. New York’ta dünyanın her yerinden insan var ve insan yoğunluğu açısından hareketli bir şehir, makinelerdense insanların boyutunda belki... Romandaki sanayileşme ve mekanikleşmeye değiniler bazen eril bir eleştiriyi de içeriyor sanki. Kadın kahramanın bu referanslar içindeki yeri ne? Romanın yazarı olarak temsiller konusunda yorum yapmak benim işim gibi gelmiyor bana. Eğer bu insan, nesne veya davranış temsillerinin ne şekilde yorumlanacağını bilsem kitabım daha şematik bir hal alabilirdi ya da bir alegoriye dönüşebilirdi, yazmak gereksiz olurdu. Kadın kahraman aslında bir şey temsil etmiyor. Sadece var. Kitabın odağı. Bu onun hikâyesi, en azından konuştuğunda öyle. Valera hakkındaki bölümler de bir o kadar önemli. O bölümler Reno’nun hikâyesi değil. Evet doğru, o bölümler erkeklerle ilişkili daha çok. Ve yirminci yüzyıl da öyle. Ben bir yirminci yüzyıl çocuğuyum. Bu nedenle eril konularla ilişkili hikâyeler de herhangi bir kadın hakkındakiler kadar benim anlatmam gereken hikâyeler. Her durumda kadınlar da ABD’de sanayileşme deneyimini ve sanayi ekonomisinin ölümünü tecrübe ettiler. Kitapta fotoğraflara da yer veriyorsunuz. Kitabın sonunda da yine imajlara ilişkin cümleler var. Metni yorumlarken fotoğrafların okur için işlevi nedir? Romanın sonundaki cümleler benim imajlarla ilişkime atıf yapıyor daha çok. Kitapta yer alan fotoğraflar metin hakkında ipuçları ya da örneklemeden ziyade bir tür karşı sürüm işlevi görüyor. Okurlar bunları istedikleri gibi yorumlayabilir. Ama umarım onlardan bir tür karşı sürüm olarak hoşlanırlar. Belki de sadece bölümler arasında gözleri dinlendirmek için bir yer olarak. James Wood New Yorker’da Alev Püskürtenler’i Flaubert’in Duygusal Eğitim’inin bir çağdaş yeniden yazımı olarak yorumladı. Bu yorumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Romanı yazarken aklımda Duygusal Eğitim yoktu doğrusu. Ama Wood’un eleştirisini okuyunca bunun mantıklı ve benim için onur verici bir karşılaştırma olduğunu düşündüm. Her iki roman da yaşamlarını sürdürmek için şehre giden naif gençleri konu alıyor. İkisinde de naif genç, siyaset dünyasının, bohemlerin ve aristokrasi dünyasının kodları, hiyerarşileri ve züppelikleri konusunda bir eğitimden geçiyor ve bunlar arasında gidip geliyor. Her iki romanda tarihi olaylar serilen manzaranın bir parçası ve karakterler de bu olaylarda yer alıyor (ya da kısmen öyle). Ama kitaplar çok farklı şe- 2 HAZİRAN 2014 PAZARTESÝ kilde bitiyor. Flaubert’inki karanlık, sinik, üzücü, acı ama çok dokunaklı bir sonla bitiyor. Benimki, bana göre, daha açık ve varoluşçu. Gelecek beklenen bir şey. Ama Duygusal Eğitim’de hayat zaten olup bitmiş ve sadece bir nostalji olarak, kahramana umut, özgürlük, oyun sunarken hatırlanacak bir an olarak var ama algılayabildiği noktada her şey kaybolmuş. Açıklık ve algı anları belki de benim kitabımın anlatısı içinde de bir hile. Kendini “Büyük Tezahür” olarak ifşa etmiyor. İlk romanınız olan Küba’dan Teleks’e (2008) kadar çoğunlukla editör olarak basında çalıştınız. Bu iki yazma deneyimi arasındaki tecrübenizi paylaşabilir misiniz? Çelişkili yazı alanları mı? Aslında hiçbir zaman tam olarak gazetecilik yapmadım. Yirmili yaşlarımda yazar olmak istiyordum ama geçinmem de gerekiyordu, o nedenle barlarda çalıştım. Motosiklete binerek de epey vakit geçirdiğim söylenebilir. 26 yaşımda New York’a taşındım ve Columbia’da yaratıcı yazarlık okuluna gittim. 29 yaşımda okulu bitirdiğimde bir işe ihtiyacım vardı ve ben de edebiyat ve sanat dergileri için editörlük yapmaya başladım. Bu arada da yazmaya çalışıyordum. Hayatınızı kazanmak zorundasınız. Bir kitabınız satana kadar, bir kurmaca yazarı olarak yaşamı sürdürmek için gereken para bulunmuyor. Başka deyişle, editörlük romancılıktan farklı bir kariyer değildi pek. Kiramı ödemenin ve romancı olmaya çalışmanın bir yoluydu. Ama nasıl bir yazar olmam gerektiğini anlamam uzun zaman aldı. Uzun yıllar hatta… Her iki romanınız da yavaş ve son derece özenle yazıldığı izlenimini veriyor. Alev Püskürtenler’de Sandro yavaş olmaya, sabra atıf yapan cümleler de kuruyor. Sizin yazma süreciniz nasıl? Tam olarak bilmiyorum aslında. Romanda Reno’nun partneri Sandro bence biraz da yapmacık bir şekilde hırslı olmamasını söylüyor ona. Ama başarısını ertelemek istiyor demek değil bu. Daha çok gençliğin önemini abartıyor biraz, çünkü o daha yaşlı ve bir erkek olarak güzelliğin, gençliğin ve canlılığın kendi başına önemli bir şey olduğunu düşünüyor. Ama yanılıyor. Hırsı da olmalı insanın. Hırs ve sabır birlikte yürüyor biraz da. Ama tam bir bekleme şeklinde değil. Örneğin, doğrusunu söylemek gerekirse, benim çok acelem var. Pratikte elden ayaktan düşüren bir telaşım var. Romanların yıllar aldığını ve acele etmemek gerektiğini biliyorum ama bu dünyada sadece belirli bir sürem var. Belki de sadece toplamda beş roman daha! Bu çok korkutucu ama başa çıkmak gerekiyor. Çok çalışmak ve beklememek anlamına geliyor bu. Bununla birlikte sabır çok çalışmanın önemli bir bölümü. Doğru sesi çıkarmadan ilerlememek. Bir paragraf yazabileceğimin en iyisi olmadan yenisine geçmemek gibi. Zamanı onu hiçbir şeyle doldurmadan geçirmek eğilimim var, ki aslında bu da yanlış. Zaman ne olursa olsun geçiyor. Alev Püskürtenler’de kahramanın Salt Flats’daki ilk uzun bölümünü yazmam iki yıl aldı. Ondan sonra, gerisi hızlı geldi. Bekleyip sıçradım sanıyorum. 21 DÜŞÜNCE KÝTAP ZAMANI 2 HAZİRAN 2014 PAZARTESÝ Din ve siyaset birlikte yaşar mı? Ali Bulaç, Din ve Siyaset adlı yeni kitabında “İslam’ın siyasal modeli ne değildir?” sorusu üzerinde yoğunlaşıyor. Yazara göre, Muaviye’den başlayarak 19. yüzyıldaki İslamcı hareketlere ve modern çağdaki “İslam cumhuriyetleri”ne kadar tecrübe edilen İslam-siyaset pratiği, İslami olmaktan hayli uzak. DİN VE SİYASET, ALİ BULAÇ, İNKILÂP KİTABEVİ, 664 SAYFA, 35 TL İ ketlere, modern ulus-devletler çağındaki “İslam cumhuriyetleri”ne kadar yaşanan süreçte İslam-siyaset pratiği, Bulaç’a göre, İslami olmaktan hayli uzak. Zira siyaset alanında “sekülerleşme” ile başlayan ve bugün toplumsal alanda modernleşme ve postmodern etkilerle devam eden “başkalaşım” süreci, her anlamda İslam’ın çağdaş temsilcilerini ayartan ve İslamiliği zedeleyen bir dinamiğe sahip. Haliyle öncelikli olarak “anlaşılması” ve yapılması gereken, “çağıyla hesaplaşmak” diyebileceğimiz şekilde, mevcut sosyal, siyasal, ekonomik “buhranlarımız”ı tespit etmek ve İslami düşünceye hayat vererek bunların üstesinden gelmeye çalışmak. KEMAL SUSKUN slamcı düşünür Ali Bulaç, Zaman’daki köşesinde yayımladığı 24 Nisan 2014 tarihli yazıyı şu soruyla bitiriyor: “Muhafazakârlardan ve eski İslamcılardan nasıl bir canavar çıkarabildik?” Bir sonraki yazısında bu soruya cevap ararken, Avrupa tarihinde “canavar”ın tanımını yapıyor ve Thomas Hobbes’un Leviathan kavramından yola çıkarak “devlet” canavarını tarif ediyor: “Avrupa’da Leviathan’ı ortaya çıkaran faktör, iktidarın veya devletin Kilise’ye ve Kilise’nin şahsında dine, aynı zamanda Tanrı’ya karşı sekülerleşerek otonom varlık, sınırsız güç kazanmasıdır. Sosyalizm ‘ezilenler’ adına bu canavara karşı koymaya çalıştı, ama daha büyük canavar doğurdu; liberalizm ‘hukuk’ adına devletin gücünü sınırlandırmak istedi, referansı ‘zenginler’ olduğu için toplumu ve yoksulları canavarın ağzına verdi. İslami siyasi akımlar bir açılım getirebilirlerdi. ‘İktidar için iktidar’ hırsıyla yanıp tutuşan eski İslamcılar ve muhafazakâr dindarlar, dinin hükümlerine karşı bağımsızlaşarak modern Leviathan’ı kendi iktidarlarında yaşattılar; bu arada sekülerleştiler. Dostoyevski ‘Tanrı yoksa her şey mübahtır’ demişti. Pekiyi, hem Tanrı’yı dini ritüellere ve sembollere hapsedeceksin, hem sekülerleşip her şeyi mübah göreceksin! Bu olur mu ey Müslüman?” Bu paragraf, Ali Bulaç’ın Din ve Siyaset kitabında ele aldığı meseleleri ve yine yazarın din-siyaset ilişkisi üzerine daha önceki yazılarını özetlemesi açısından kilit taşıdır. Sekülerleşme ve siyaset Ali Bulaç’ı yakından takip edenler, onun çok uzun zamandır Müslüman aydınların “seküler bir mantıkla” sorunlara çözüm aramasına karşı olduğunu biliyor. Çünkü Bulaç’a göre İslami düşünce, “seküler bir alan” bırakmıyor. Siyaset yapacak bir Müslüman, ister istemez İslami (ahlâki) bagajını da yanında taşıyacaktır ve İslam’da ahlâkın temel esaslarından olan, “Allah’ın her an hâzır ve nâzır olması”ndan hareketle, “siyasi alan”da da İslami kaidelerle iş yürütmek durumunda kalacaktır. Bu sebeple, sözgelimi, Machiavelli’nin vazettiği siyasi metotlarla hükmedemeyecek, seküler siyasette “mazur” görülen bazı hamleleri yapamayacak, ahlâki olanı siyasi olana feda edemeyecektir. Siyaset-toplum ilişkisinin şartları değişse bile, yöntemini İslami kaidelerin Toplumsal ahlâkın etkileri Ali Bulaç tartısına koymak ve ona göre hareket etmek mecburiyetindedir. Böylece Bulaç, esas kadar usulün de İslamiliğine vurgu yapıyor ve “İslami” etiketi vurulacak bir siyaset tarzının, ancak bu hassasiyetler ile ikame edilebileceğini savunuyor. “İkame” kelimesini kullanabiliyoruz, çünkü Bulaç, Dört Halife ve Ömer bin Abdülaziz dönemlerinde tam anlamıyla İslami bir siyasetin uygulandığını ifade ediyor. Üstelik bu pratik, Bulaç’a göre, Batı’da yüzyıllardır tartışılan ideallere nazaran çok daha somut bir sosyal-siyasal temele dayanıyor. Ancak Hazreti Muaviye ile Hazreti Ali arasında yaşanan siyasi mücadele, akabinde kurulan Emevî Devleti, Müslümanları bu pratikten uzaklaştırdı denilebilir. Bulaç, 5 Mayıs 2012 tarihli “Bize Bir Ömer bin Abdülaziz Lazım” baş- lıklı yazısında bu yeni siyaseti “zer-u zor-u tezvir” (para, baskı ve aldatma) şeklinde açıklıyor. Yeni pratik, “Makyavel’i yüzyıllar öncesinden haber veren” bir “sözün geçtiği yerde söz, dinarın geçtiği yerde dinar, kılıcın geçtiği yerde kılıç” siyasetine yöneldi. Haliyle “ahlâki olan” bir biçimde siyaset alanından uzaklaştırılmış, toplumun siyasetten beklentisi de, gayri ahlâki eylemleri görmezden gelecek şekilde tasarlanmıştır. Aynı yazıda Bulaç, Ömer bin Abdülaziz’i (Beşinci Halife) bu süreç içerisinde bir “istisna” olarak ele alıyor. Bütün bu sebeplerden yazarın araştırması, “İslam’ın siyasal modeli ne değildir?” sorusu üzerine yoğunlaşıyor. Çünkü Muaviye’den başlayarak, Emevî ve Abbasî iktidarlarına, Endülüs’e ve Türk devletlerine, 19. yüzyıldaki İslamcı hare- 22 Bu minval üzere, Bulaç’ın öteden beri Batı’yla “hesaplaşan” metinleri, Din ve Siyaset’te bu yönüyle tekrar, farklı derinliklerde karşımıza çıkıyor. Gelgelelim, bir “İslam dünyası” kapsamından yüzyıllardır uzak kaldığımız için olsa gerek, Türkiye özelinde ve bir hayli güncel referanslar da içeren çalışmanın, bu yüzyılda İslam toplumlarının yaşadığı coğrafyalardaki birikimle “hesaplaşması”nı da görmek isterdim. Yine benzer şekilde, kitabın “siyaset bilimi” merceğinden bakarak ele aldığı konuların, “sorun”un önemli ancak eksik bir biçimde ortaya konmasına yol açtığını da söyleyebilirim. Nitekim, pek dert edilmeyen Dört Halife döneminin toplumu, eğitim durumu, ekonomik yapısı gibi konuların da “Ali Bulaç derinliğinde” ele alınmasını ummak da, “Ne yapmalı?” sorusunu cevaplamanın ön adımlarından biri olabilir. Kitap, yine de, bu sorgulamaları bugünün dünyası adına yapmaya devam ettiği için, 21. yüzyılın Müslümanlarına yol gösterici mahiyette. Ali Bulaç liberalizm, milliyetçilik, sekülerizm gibi modern kavramların, bugünün postmodern dünyasında, yani “hakikatin parçalandığı” kamusal alanda nasıl yeniden değerlendirilebileceğini ve ne gibi komplikasyonlara yol açacağını da tartışıyor. Bu bakımdan, yazarın daha önceki kitabı Postmodern Kaosta Kıble Arayışı ile birlikte okunduğunda, din-siyaset ilişkisinin, “bireyin ahlâkı”ndan fazla ayrışmadığı, toplumun siyasete yaygın iletişim vasıtaları ile her an tepki verebildiği bir dönemde, sıradan Müslüman bireylerin de en az siyasi liderler ve “ulema sınıfı” (entelektüeller, gazeteciler, akademisyenler, kamusal figürler vb.) kadar sürece yön vereceğini söylemek mümkün. HATIRA KÝTAP ZAMANI 2 HAZİRAN 2014 PAZARTESÝ ‘Kapana kısılmış oturuyoruz’ Türkiye’nin üçüncü cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın kızı Nilüfer Bayar Gürsoy’un 27 Mayıs darbesi günlerini anlattığı anıları yayımlandı. 27 Mayıs Darbesi ve Bizler adlı kitap, sadece devrik liderlerin değil, onların ailelerinin ve çevrelerinin de baskıya, aşağılamalara, haksızlıklara maruz kaldığının belgesi. 27 MAYIS DARBESİ VE BİZLER, NİLÜFER BAYAR GÜRSOY, TİMAŞ, 176 SAYFA, 12,50 TL FOTOĞR A F: ZA MA N, HÜS EY İ N S A R I A OSMAN İRİDAĞ skeri darbeler sonrası ilk hedefteki kişiler, ülke yönetiminde söz sahibi olanlardır. Ülkenin cumhurbaşkanı, başbakanı, meclis başkanı, bakanları ve milletvekilleri darbecilerin kanunsuz eylemlerinden nasibini alır. Kimi tutuklanır, kimi gözaltına alınır, kimine yasaklar getirilir. Bugün 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat darbeleri denildiğinde Adnan Menderes, Hasan Polatkan, Fatin Rüştü Zorlu’nun Yassıada’daki komediden farksız mahkemelerde yargılanıp idam edilmeleri; Süleyman Demirel’in şapkasını alıp gitmesi; Bülent Ecevit’in, Alparslan Türkeş’in, Necmettin Erbakan’ın sürgün hayatları geliyor aklımıza… Evet, ülkeyi yönetenler darbecilerin gazabından kurtaramaz kendilerini. Darbe sabahı koltukları ellerinden alınır, hapsedilirler, yargılanırlar. Bütün bu süreç doğru ya da yanlış bilgilerle gazetelerde haber konusu edilir; radyolarda, televizyonlarda duyurulur. Darbe mağdurları kamuoyu önünde yaşar acılarını… Darbelerde acı çekmiş bir kesim daha vardır ki, yaşadıkları sıkıntılar liderlerin gölgesinde kalır çoğunlukla: Darbe dönemlerinde mağdur olan siyasilerin eşlerinin, çocuklarının, yakınlarının yaşadığı sıkıntıları, acıları, mağduriyetleri, haksızlıkları pek görmeyiz, göremeyiz. Özellikle de darbe döneminde medyanın darbecilerin kontrolünde olduğu düşünülürse… Darbeyle saf değiştirenler Darbe sabahı evinden alınan bir siyasinin arkasında bıraktığı ailenin yaşadıklarını en iyi bilecek isimlerden biri olan, Celal Bayar’ın kızı Nilüfer Bayar Gürsoy’un darbe günlerini anlattığı anıları kitaplaştı. Gürsoy, 27 Mayıs sabahı babasının Çankaya Köşkü’nden alınıp götürülmesine şahit olmuş. Celal Bayar, köşkten askerlerin zoruyla çıkarılırken kızı Nilüfer’in payına, odanın önünde biriken kalabalık askerlerin arasında kalmak ve kolundan tutulup kenara fırlatılmak düşmüş. Nilüfer Gürsoy’a göre, sonrasında iki üç yıl sürecek, devrik liderlerin ailelerine yapılacak fiziksel ve psikolojik baskının başlangıcı olmuş bu hareket. Bir gün öncesine kadar hem Celal Bayar’ın hem ailesinin karşısında el pençe divan duran, saygıda kusur etmeyen ya da dostluk gösterisinde bulunan askerler (yaverler, korumalar, rütbeli askerler) bir anda saf değiştirmiş. Ne selam vermişler, darbeden bir hafta sonra köşke veda edip Çeşme’ye yerleşen ailenin evinin önünde 24 saat nöbet tutarken, aile üyelerinin dışarıya çıkmasına izin vermemişti. Zorunluluk halinde ise kaymakamdan ya da savcıdan izin alınması gerekiyordu. Evin mutfak ihtiyaçları bir kağıda yazılıp görevli olan teğmene veriliyor, onun onayından sonra aile dostu bir kişi tarafından tedarik ediliyordu. Alışveriş tamamlandıktan sonra da alınanların eve girmesi teğmenin iznine bağlıydı. Eğer teğmen ortada yoksa gelmesi bekleniyordu. Bu nedenle kimi günler sabah verilen siparişlerin eve girmesi akşamı bulabiliyordu. Sıcağı sıcağına yazılmış Nilüfer Bayar Gürsoy yapacaklar? Onlarca sorunun cevabı yoktu. Cevap vermesi gerekenlere de ulaşamıyorlardı. Kimi zaman da kalabalık içinde bile kontrolünü kaybedenler oluyordu. İşte o anlardan birinde dayanamamış ve yaşadığı psikolojiyi İstanbul’dan telefonla kendilerine ulaşmayı başaran akrabaları Feyyaz Söker’e anlatmıştı Nilüfer Gürsoy. Söker’in “Nasılsınız, ne âlemdesiniz?” sorusuna, “Kapana kısılmış oturuyoruz, bekliyoruz.” cevabını vermişti. Sonrasında etrafındakilerle birlikte kendisi de şaşırmıştı verdiği cevaba… Cumhurbaşkanı Celal Bayar askerler tarafından Harbiye’de tutsak muamelesi görürken ailesi de (eşi, kızı, torunları) İzmir Çeşme’de ikamete zorlanmıştı. Askerler, aile Köşk’ten ayrılırken özel eşyalarını bile yanlarına almalarına izin vermemişti. Günlük kıyafetler sınırlanmış, kışlık giyecekler emanete bırakılmıştı. Köşkü terk ederken bavullar aranmış, çocukların çantaları da didik didik edilmişti. Jandarma, ne umutlu bir söz söylemişler, ne babalarının akıbetiyle ilgili ailenin merakını giderecek bir dostluk emaresi göstermişler. Kimi darbeyi yapan cuntacıların korkusundan, kimi onların gözüne girmek ve yeni süreçte bir makam sahibi olabilmek için durumdan vazife çıkarmış ve aile üyelerine her türlü sıkıntıyı yaşatmışlar. Berin menderes teselli etti Kitaptan öğrendiğimize göre, Berin Menderes, oğlu Aydın Menderes’le birlikte köşke gelmiş ve ilk iki gece orada kalmıştı. Berin Hanım’ı teskin etme görevi de Celal Bayar’ın eşi Reşide Hanım’a düşmüştü. Herkes acısını içine gömmeye çalışıyor, karşısındakine moral verici sözler söylüyor, çocukları yaşananların dışında tutmak için gayret gösteriyordu. Akşam olup yatağa girdiklerinde, uykusuz bir gece daha başladığında ise durum değişiyordu. İşte o zaman en acısı başlıyordu: Neler oluyor, babamın durumu nasıl, bize ne 23 Celal Bayar’ın kızı Nilüfer Bayar Gürsoy’un (o günlerde 40 yaşlarında ve üç çocuk sahibi olan Gürsoy’un milletvekili olan eşi Ahmet İhsan Gürsoy da tutukluydu) Yassıada duruşmalarının başladığı tarihe kadar dört buçuk ay süren Çeşme günleriyle ilgili tuttuğu notlar, 27 Mayıs Darbesi ve Bizler ismini taşıyor. Kitapta darbelerin bir ülkenin tarihinde nasıl silinmez izler bıraktığını görmek mümkün. Gürsoy olayları yaşandığı dönemde sıcağı sıcağına kaleme aldığı için okurken Bayar ailesiyle birlikte üzülüyor, birlikte umutlanıyor, hayal kırıklığı yaşıyorsunuz. Yazar anılarını kaleme alırken öfke ve isyanla dolu olduğunu söylüyor. Acılar taze iken yaşananların daha sahici anlatılabildiğine inanıyor. Bu nedenle üç bölüm olarak düşündüğü hatıraları bu kitapla sınırlı tutmuş. Yassıada ve Kayseri günlerini de ayrı ayrı kaleme almayı düşünmüş ancak aradan uzun zaman geçtiği için olayların ve duyguların ayrıntısına inebileceğinden şüphe duyarak vazgeçmiş. Gürsoy, kitabında bunun nedenini şöyle açıklıyor: “Derin izler bırakan acıların zamanla silinmesi ya da acının törpülenmesi belki de insana büyük lütuf. Aradan zaman geçince yaşadıklarınızı ve duygularınızı hatırlıyorsunuz, biliyorsunuz ama bunları o andaki gibi yaşamıyorsunuz artık. Sanki bir başkasının anlattığı olayı hatırlar gibisiniz.” Nilüfer Bayar Gürsoy’un hatıralarında darbe öncesi yaşananları, ülkenin genel havasını, darbe sonrasında değişen durumu ve bunun gazetelere yansımasını da bulacaksınız; 27 Mayıs ve sonrasında Bayar’ın ve diğer Demokrat Partililerin evlerinde neler yaşandığını… Evler askerler tarafından nasıl arandı, aileler hangi şartlarda yaşanmaya zorlandı, gibi soruların cevaplarını da... BİYOGRAFİ KÝTAP ZAMANI 2 HAZİRAN 2014 PAZARTESÝ Zorbalık karşısında vicdan Stefan Zweig, Vicdan Zorbalığa Karşı adlı kitabında okuru katı Protestan Jean Calvin diktatörlüğünün kiliseleri, sokakları, şehirleri, bireyselliği, muhalif sesleri yakıp kavuran 16. yüzyıl Cenevre’sine götürüyor. VİCDAN ZORBALIĞA KARŞI, STEFAN ZWEIG, ÇEV.: ZEHRA KURTTEKİN, CAN YAYINLARI, 235 SAYFA, 18 TL Ç lan, Montaigne, “Dünya Fikir Mimarları” dizisine hazırladığı benzersiz biyografiler (Tolstoy, Dostoyevski, Balzac, Stendhal) sonuçları gelecek yüzyılları belirleyecek kararların verildiği dönemlerini anlattığı kitabı Yıldızının Parladığı Anlar, Marie Antoinette gibi bir siyasi karakter portresi, Rotterdamlı Erasmus’un Zaferi ve Trajedisi ve diğerler eserleri kendi reddine rağmen biyografik roman olarak kabul ediliyor. A. ESRA YALAZAN ok az yazar Stefan Zweig gibi insanı her okuyuşta hayretin ürpertici kucağına bırakır. O ve eserleri hakkında defalarca yazdığım halde beni böylesine heyecanlandıranın ne olduğunu anlatmaya çalışarak başlamalı hikâyesine. Zweig’ı tanıyanlar mağrur bir dil ustası, çağını kavrayabilen disiplinli, kimi zaman acımasız aynı zamanda fevkalâde merhametli ve mahzun bir yazar olduğunu bilir. Anlatımının canlılığı şaşırtır zira türü ne olursa olsun esas itibarıyla muradı okuru o romanda, hayat hikâyesinde, dönemde dolaştırmak, sunduğu bilgiler ışığında ruhani yolunun keşfini de sağlamaktır. Bunu yaparken kendi hakikatine ulaşmayı zarif bir mahcubiyetle ‘anlatı’sının arkasına gizler. Çok katmanlı anlatı yapısı, yerinde kullanılan sıfatlar, mecazlar, kutsal kitaptan alıntıladığı öyküler, biyografi kahramanlarını çağdaşlarının düşünce, sanat ve kültür dünyasıyla karşılaştırdığı derin tarihsel perspektifi, mitoloji, felsefe, psikoloji, teoloji gibi disiplinlere hâkimiyetiyle beslenir. Avrupa ve Hıristiyan kültürünün yanı sıra edebiyat dünyasının incelikli kıvrımlarını onun bakışıyla daha berrak görür, durduğunuz yerden geriye doğru bakıp geleceği tasavvur etme imkânına kavuşursunuz. Tolstoy’un Troçki ve Lenin’den çok daha önce 1917 devriminin hazırlayıcısı olduğunu ayrıntılarıyla anlatmanın öneminin çok az yazar farkındadır mesela. Kurgusal dünyasının ötesinde biyografilerinin siyasi, ahlâki ve edebi yönü çağının ötesine ışık tutar. İşte tam da bu yüzden Zweig’ı yeniden keşfederken öğrenmenin ve okuma eyleminin hazzını hatırlarsınız. hiçbir yazar onun kadar ünlenmedi Yaşadığı dönemdeki olumsuz koşullara rağmen Alman dilinin en çok okunan yazarlarından biri olan Zweig, ölümünden sonra elliyi aşkın dile çevrildi. Bir yazısında, “Dünyanın en çok çevirisi yapılan yazarı olduğumu okudum” demiş. Onu gururlandıran bu tanıklık, yaşarken az sayıda yazara nasip olmuştur. Öyküleri, bitmiş ve tamamlanmamış romanları, monografilerin, biyografilerin, denemelerin, tiyatro oyunlarının yanı sıra otuz bini aşkın mektup yazmış. Kitaplarının çoğu Nazi döneminde yakılmasına rağmen Thomas Mann’ın deyişiyle “Erasmus’tan bu yana hiçbir yazar Zweig kadar ün kazanmamıştır”. Peki, siyaset felsefesi, güncel gerçekleri hakkında derin bir kültürel birikime sahip Stefan Zweig (1881-1943) gerilimin uçlarına ne ad verildiği önemli değildir: hoşgörüsüzlüğe karşı hoşgörü, vesayete karşı özgürlük, fanatizme karşı hümanizm, mekanikleşmeye karşı bireysellik ya da zorbalığa karşı vicdan”. Bu alıntıdaki can alıcı bölümün “zamanını aşan sorun” ifadesi olduğunu düşünüyorum. Zweig’ın hayatı ve eserleri bu anlamda en başından sonuna kadar bütünlüklü ve geleceği öngören bir bakış açısı içerir çünkü. Çıktığı dünya gezilerinde, yazarların hayat hikâyelerinde, insanlığın kendini mahkûm ettiği siyasetin sığlığını değil “insanın” hakikatini arar. Zweig, yükselen Nasyonal Sosyalizm sırasında çürümekte olan Avrupa uygarlığının kendisinden sonraki kuşaklara hakkıyla bırakabilmek için insanlığın gelişimine katkıda bulunan ‘kahraman’ları edebi lezzeti yüksek bir dille anlattı. Macel- Zweig neden bir kez bile oy kullanmamış ve politik kavgalardan uzak durmuştur mesela? Sanırım cevabını binlerce sayfalık denemelerinde, biyografilerinde bulmak mümkün. Bu yazının konusu olan Vicdan Zorbalığa Karşı adlı kitabının giriş yazısında diktatör/reformcu Calvin’le Sebastian Castello’nun mücadelesini şu cümlelerle anlatıyor: “Burada mevzu bahis olan, ne sınırlı bir teoloji anlayışı ne Serveto adlı kişi ne de liberal Protestanlık ile katı Protestanlık arasındaki vahim krizdir. Bu önemli tartışmayla çok daha geniş kapsamlı, zamanını aşan bir sorun atılmıştır ortaya, her seferinde yeni baştan, başka adlar altında ve başka biçimlerde sürdürülecek bir savaş açılmıştır. Burada teoloji, döneme özgü bir maske olmaktan öte bir anlam taşımaz; Castello ile Calvin, bu gözle görülmeyen ama aşılamaz çelişkinin algılanabilir öğeleridir sadece. Bu kalıcı 24 geçmişle bugünün şaşırtıcı benzerliği Vicdan Zorbalığa Karşı bu bilgiler ışığında okunduğunda anlamı güçleniyor. Zweig okuru katı Protestan Jean Calvin diktatörlüğünün kiliseleri, sokakları, şehirleri, bireyselliği, muhalif sesleri yakıp kavuran 16. yüzyıl Cenevre’sine götürüyor. Aykırı din adamı Serveto’nun katledilmesi, oradan Sebastian Castello’nun sahneye çıkışı, zorbalığın vicdana galip gelmesi ve nihayetinde kendi dönemlerinde eriyen ideolojilerin mağlubiyetiyle düşünce özgürlüğünün kaçınılmaz zaferine uzanıyor. Ve siz bu dönemlerin kahramanlarıyla sayfalar arasında dolaşırken çağlar arasına sıkışmış zehirli düşüncelere itiraz eden cesur tavrın bugünün dünyasıyla şaşırtıcı benzerliğini, tılsımlı bir masal misali anlatan bilge yazara yeniden ve yeniden hayran oluyorsunuz. Zweig, meselesini anlatırken daima dışına taşar ve okuruna başka bir kapı açar. Bu kitabı da böyle aydınlanma anlarıyla dolu. “Teolojinin gezgin şövalyesi” Serveto, tehlikenin, maceranın, yel değirmenlerinin üzerine atını sürerken yazar size onun “Donkişotluğunu” hatırlatıyor mesela. Castello’nun kendisinin ve etrafındakilerin sabit fikirlerini sınayan tavrını öylesine şefkatli bir dille anlatıyor ki, insanlığa dair kavgalarda barışı içtenlikle sevenlerin bir gün mutlaka kazanacağına sahiden inanıyorsunuz. Bir peri masalı değil anlattığı elbet. Ortaçağdan yaşadığı çağın vahşetine akan sancılı asırları anlatırken, kendi fikrini, dinini ve ideolojisini geçerli saymak isteyen muktedirin acımasız tahammülsüzlüğünü gösteriyor. Zweig hayattan kendi isteğiyle vazgeçmeden evvel, bu kitabın sonuna ve tarihe bir not düşerek arzuladığı hakikate kavuşuyor sanki: “Her yeni doğan insanla birlikte yeni bir vicdan doğar ve daima birileri çıkıp fikrî görevini yerine getirmesi, insanlığın vazgeçilmez hakları uğruna eski kavgaya yeniden başlaması gerektiğini hatırlar ve her zaman Calvin’e karşı bir Castello ayağa kalkar, iktidarın bütün zorbalığına karşı düşüncenin mutlak bağımsızlığını savunur.” ROMAN KÝTAP ZAMANI 2 HAZİRAN 2014 PAZARTESÝ ‘Brüt değil net’ roman Enis Batur, “Bana kütüphanenizi gösterin: Size kim olduğunuzu değilse bile nasıl biri olduğunuzu söyleyeyim.” diye yazmıştı yıllar önce. Yazarın bir kütüphane hikâyesi anlattığı yeni romanı Kitap Evi, bu cümle etrafında okunabilecek bir yapıt. KİTAP EVİ, ENİS BATUR, SEL YAYINCILIK, 132 SAYFA, 10 TL K AZRA İNCİ ütüphane: Bir Başka Labirent Öyküsü’nü okuyanlar, daha o günlerde Enis Batur’un kaleminin inceden inceye bir romanı yokladığını fark etmişlerdir. Enis Batur, yazılı kâğıdın tarihinde çıktığı yolculukta, bu tarihi gönendiren kitapları ve kütüphaneleri yakılan yıkılan kitaplarla, kütüphanelerle birlikte anıyor, metni sırf akılla izlenen kuru bir dilden özenle uzak tutuyor, kalbin sızılarına ve sevinçlerine de açıyordu. Ve daha o günlerde akılda kalan şu belirlemeyi yapıyordu: “Bana kütüphanenizi gösterin: Size kim olduğunuzu değilse bile nasıl biri olduğunuzu söyleyeyim.” Yeni romanı Kitap Evi’ni okurken Batur’un bu belirlemesine sadık kaldığını ayrımsıyoruz. Çünkü romanda, anlatıcıya bir kütüphane miras bırakmış olan Beyefendi salt kütüphanesi üzerinden anlatılıyor; yazar, adları anılan kimi kitaplarla Beyefendi’nin nasıl biri olduğu okurun imgelemine havale ediyor. Miras kütüphanenin öyküsü Roman, Saraybosna’dan İstanbul’a dönen anlatıcının (ki bu anlatıcı pek çok otobiyografik özellik taşıyor) ofisine uğraması ve Rıza Bey adlı bir avukatın kendisiyle bir miras meselesini görüşmek istediğini öğrenmesiyle başlıyor. Saraybosna anlamlı bir ilk mekân çünkü çağımızda yakılan yıkılan son kütüphanelerden biri Saraybosna Kütüphanesi’ydi. Daha sonra anlatıcı, avukattan vasiyetin gizli maddelerinin ihlâl edilmemesi koşuluyla kendisine bir kütüphane bırakıldığını öğrenir. Bu maddelerden biri, mirası bırakan kişinin kimliğini öğrenemeyecek olması. Romanın sonuna kadar okur, gizemli Beyefendi’nin kim olduğunu öğrenemez. Vasiyetnamedeki bir diğer koşul ise kütüphanenin sorumluluğunu kahramanımızın ölünceye kadar bir başkasına devredemeyecek olması. Sıkı bir okur olan anlatıcı ilkin bu mirası reddetmeye eğilimlidir, zaten başı kendi kitaplarıyla yeteri kadar derttedir. Ama kitabın büyüsü direncini kırar ve mirası kabul eder. Ardından Dragos’ta bir koruda, cam bir yapının içinde otuz dört bin kitabı ağırlayan gizemli kütüphaneye konuk oluruz. Kütüphane usul usul anlatıcının hayatının merkezinde yer tutmaya başladıkça, başta “canyoldaş” olmak üzere, kahramanın hayatındaki kişi ve uğraşlar yavaş yavaş kıyıya itilir. Batur, öyküyü bazen araya sayfalar boyu giren denemelerle bölüyor. Ama bu bölümler, romanın kurgusunu sarsmaktan çok besliyor. Bu denemelerde daha çok okur dediğimiz kişinin özelliklerinin, ilişkilerinin bir dökümü yapılıyor: “Kitap mecnunu bir tür evrensel âdemdir; hangi ırktan, budundan, dilden, inanıştan, yeryüzünün hangi köşesinden olursa olsun standart tepkileri vardır, huyları birbirine benzer onların, davranış mekanizmalarını belirleyen neredeyse organik bünyelerinden tıpatıp aynı kararlar çıkar.” Anlatıcı kütüphaneyi tanıdıkça önünde yepyeni kapılar açılır. Bir taraftan da Beyefendi’nin nasıl kendisini bu kadar yakından tanımış olduğunun şaşkınlığını yaşar. Anlatıcı bir okur olarak konuştuğu kadar bir yazar olarak da konuşur. Ne yazdığı kitapların ne de okuduklarının insanın yaşamını değiştirebileceğine inandığını söyler. Yazdığı bir kitapla okurunu çözdüğüne inanan yazarın “kibirle”, okuduğu bir kitapla çözülen okurun ise “alıklıkla” malûl olduğunu öne sürer. İç sızısı kayıp kitaplar Anlatıcı, pek kitap okumayan yazarlar ve sıkı şairlerle karşılaşsa da onlarla yakın ilişkiler kurmaya yatkın olmayan bir kişiliğe sahiptir. Kadının farklı bir yazar ve okur tipi olarak sunulmaya çalışıldığı günümüz ortamında romandaki şu yargının tartışılacağını söyleyebiliriz: “Kitap, eninde sonunda, ne olursa olsun, gene de, her şeye karşın eril dünyanın nesnesidir.” Romanın sonunda karşımıza çıkan önemli kayıp kitaplar, umutlu bir rüyanın tabiri olmaktan çok okurun iç sızısına dönüşür. Modern romanın parçalı yapısı, Enis Batur gibi kalemi çok farklı türlerde demlenmiş bir yazar için oldukça vaatkâr imkânlar sunuyor. Batur, Kitap Evi’nde romanın kıyılarından merkezine doğru yol alırken diğer türlerin duraklarına da uğruyor, bu türlerin verimini romanın özüyle mayalıyor. Virginia Woolf, şiir ile roman farkına ilişkin çok temel bir saptama yaparken şiirin her şeyi olabildiği kadar dışarıda bırakmak, romanın ise her şeyi olabildiğince içine almak üzerine kurulu türler olduğunu söylemişti. Kitap Evi, Woolf’un bu sözünün bir ispatı niteliğinde. 25 TARİH-EDEBİYAT KÝTAP ZAMANI Tarihçinin sıkıcı dertleri P 2 HAZİRAN 2014 PAZARTESÝ Unutmak için beklemek Paul Veyne’in 1970’te yayımlanan kitabı Tarih Nasıl Yazılır? Nihan Özyıldırım çevirisiyle Türkçede. Veyne kitabında, Türkiye’deki tarih literatüründe pek görmediğimiz bir biçimde, “tarih”i kavramsal ve metodolojik yönleriyle irdeliyor. Bekleyiş Unutuş, Maurice Blanchot’nun gizemli ve sıra dışı yapıtlarından biri, dilin esnekliğinden ustaca yararlanan bir kitap. Fransız felsefeci, iki insanın dalgalı ilişkisini bekleme ve unutma izlekleri etrafında inceliyor. TARİH NASIL YAZILIR?, PAUL VEYNE, ÇEV.: NİHAN ÖZYILDIRIM, METİS KİTAP, 432 SAYFA, 32 TL BEKLEYİŞ UNUTUŞ, MAURICE BLANCHOT, ÇEV.: ENDER KESKİN, MONOKL YAYINEVİ, 120 SAYFA, 15 TL A. YAVUZ ALTUN aul Veyne, Paris’in 1968 kuşağından bir tarihçi. Althusser, Foucault, Aron, Bourdieu, Mauss (antropolog) gibi isimlerle yolu kesişen, haliyle de post-yapısalcı bir tarih anlayışına sahip, Collége de France’ta 1975’ten 1999’a kadar Roma tarihi kürsüsünü yönetmiş bir akademisyen. Tarih Nasıl Yazılır? isimli ilk kitabı 1970’te yayımlanmış. Ardından 1976’da Ekmek ve Sirk (Le pain et le cirque) isimli, antik Roma’daki “hayırseverlik” (Evergetizm) üzerine bir kitap gelmiş. “Yunanlılar kendi mitlerine inanıyor muydu?” isimli makalesi, tarihle nasıl bir alâka kurduğunu anlatmak açısından simgesel bir isme sahip. Ancak onu Paris’te tartışılır kılan, 1978’de Michel Foucault ile ilgili yazdığı ve sonradan Tarih Nasıl Yazılır? kitabına ilave ettiği, “Foucault Tarihte Devrim Yapıyor” başlıklı makale. Daha önce, “tarih”in bir bilim olmadığını, her tarihçinin kendi öznelliği tarafından kurgulanan bir “anlatı” olduğu fikrini savunurken, Foucault ile birlikte geçmişi “pratik ve söylem” üzerinden okumayı “kelimeler”i değil “şeyler”i önemsemeyi salık veriyor. Foucault için, “ilk pozitivist tarihçi” derken de geçmişin üzerindeki örtüyü kaldırmayı ve olaylara dosdoğru bakabilmeyi “tarih” tanımının içine yerleştiriyor. Tarih olgular bütünüdür Metis Yayınları, kitabın arka kapağına ilginç bir not iliştirmiş: “Bu ufuk açıcı kitabın, resmi/gayriresmi, doğrucu/yalancı tarih gibi Türkiye’ye özgü meselelerle yetinmek istemeyen, uğraştığı veya merak duyduğu disiplinin daha genel, yöntemsel ve felsefi sorunlarına eğilmek isteyen okurların ilgisini çekeceğine inanıyoruz.” Gerçekten de Paul Veyne, Türkiye’deki tarih literatüründe pek görmediğimiz bir biçimde, “tarih”i kavramsal ve metodolojik (ki “tarihin bir metodu yoktur” da diyor) yönleriyle irdeliyor. Haliyle sıklıkla ve her yeni katmanda “Tarih nedir?” sorusunun da cevabını veriyor. Onu, fizik ve coğrafya gibi daha nesnel bilimlerle karşılaştırıyor. Mesela kitabın hemen girişinden bazı alıntılar yaparak, yazarın “tarih”le ilgili görüşünün temel dinamiklerini sezebiliriz: “Tarih S olayların anlatısıdır: Geri kalan her şey bunun sonucudur. (...) Tarihçilerin olay dedikleri şey, hiçbir zaman doğrudan doğruya ve tam olarak kavranamaz (...) eksik ve dolaylı olarak kavranabilir.” (s. 18-9); “Fizik yasalar bütünüdür, tarihse olgular bütünü.” (s. 26) [Haliyle, tarih özgül ağırlığı olan hadiseleri anlatır ve mümkün olduğunda modellemelerden, kaçınır.] “Tarih (...) hayal kırıklığı yaratan bir bilgidir. (...) başka hiçbir yarar ya da güzellik aramaksızın, yalnızca insani işleri kendi çeşitliliği ve doğallığı içinde görmenin zevki için ziyaret edilen bir kenttir.” (s. 29). Elbette alıntıları uzatmak mümkün, hem de kitabın her yerinden! Hatta şunu da iliştirebiliriz: “Sosyoloji, tarihin özgürlüğünü kısıtlayan akademik teamüllerden doğmuş bir sahte-bilimdir.” (s. 343). Evet, bu alıntıdan anlaşılacağı üzere, Paul Veyne, “tarih”le ilgili fikrini, “tarih”in ne olduğu ve ne olmadığı yönünde çatallı bir inceleme pratiği içerisinde veriyor, diyebiliriz. Bu inceleme pratiği, büyük tarih ve benzeri “aşırı” iddiaları ve soyutlamaları bertaraf ederken, “tarih”in dokusu olarak “olay örgüsü”nü nazara veriyor. Tarihi bir “anlatma eylemi” (ya da klasik isimlendirmeyle “anlatı”) olarak tanımladığı her yerde de, olayların nesneleşmesi, belirli bir zamanmekân örgüsü içinde billurlaşması ve karşımıza “anlatmaya değecek” yani “tarihselleşecek” özgül birer doku olarak çıkmasını tasvir ediyor. Bir hadisenin “özgül ağırlığı olması”, onun anlatılmaya değer olmasını sağlıyor. Bu noktada, Paul Veyne’in ironik ve hayli dobra diline nazire olsun diye, söylemek gerekir ki, Tarih Nasıl Yazılır? oldukça sıkıcı bir Fransız romanını andırıyor. Gelgelelim, tıpkı Milan Kundera romanları gibi, üst üste binmiş bir hayli hikâyeyi ve tekrar tekrar dile getirilen fikirleri içeren bir roman, diyebilirim. Bunun yanı sıra, zaman zaman Alman tarih geleneğini, özelde de Max Weber’in tarih yorumunu karşısına alıp bir şeyler söyleyerek kendi tarih teorisinin (teori demekten kaçınıyor ya neyse!) çatışma unsurunu kotarıyor. Ve söylemeye gerek bile yok, yukarıda bahsettiğim isimlerin ve postyapısalcı geleneğin Marksizm eleştirilerinin neredeyse tamamını bu kitapta bulmak mümkün. SÜREYYA SU eyrek bir şekilde döşenmiş otel odasının minimalist ortamında başlayan Bekleyiş Unutuş, anonim olarak, sırasıyla, Fransızcada erkek tekil şahıs zamiri olan “Il” ve kadın tekil şahıs zamiri “Elle” olarak, bir erkek ile bir kadının karşılaşmasını anlatıyor. Olay örgüsü bu şahısların ilişkileri etrafında dönüyor ve ilişkilerinin doğası diyaloglarındaki meseleyi oluşturuyor. Bununla birlikte, diyalogları ara ara, onların kendi konuşmalarında da olduğu gibi, esasta aynı kargaşa ve bocalamayla telkin edilmiş bir anlatıcının sesi vasıtasıyla ortaya çıkıyor. Bir zamanlar birbirleri için hissettiklerini yeniden keşfetmeye çabalarken, adam ve kadın, çekiciliğin ve iticiliğin dalgalı ilişkisine tutulmuşlardır. Beklemenin ve unutmanın izlekleri; geçmiş bir olayı hatırlamanın beyhude çabaları sırasında, çelişkili bir biçimde, onların aynı zamanda geçmişteki olayın yinelenmesini beklemesinde ve de konu içerisinde gösterilmektedir. Bu olay onların ilk karşılaşmalarını oluşturmaktadır, ilk karşılaşmanın hatırası onların gelecekteki ilişkilerini etkileyecektir. Varlığın sesinin kısılması Bununla birlikte, ikisi de bu ilk karşılaşmanın nasıl olduğunun algısına sahiptir ki bunun hatırası, kararlı bir biçimde, zamanla değiştirilmektedir. Çift, bu çelişkinin üstesinden gelme girişimlerinde, uzun sohbetlere bağlanmaktadır. İlkin, erkek olaya dair kendi algısını ifade eder. Kendi hesabına, muğlak öğeleri değerlendiren kadın, erkek onun kelimelerinin eksiksiz bir biçimde suretini çıkarmaya çalışırken, olayların nasıl olduğuna dair kendi yorumunu anlatır. Zamanla, erkek ve kadın, olayın karşılıklı olarak dengedeki bir görüşüne ulaşmayı başarır. İronik olarak, bu, onların varabilecekleri bu noktadaki bekleyiş ve unutuş aracılığıyla olur. Dağınık bir dönemselliğin bir örneği olarak Bekleyiş Unutuş, kendini, öz-düşünümsel bir eleştiri olarak gerçekleştirmek için dilin esnekliğinden ustaca yararlanıyor. Bekleyiş Unutuş, kendisinin konuşma hakkından kararlı vazgeçişi vasıtasıyla varlığın sesinin kısılmasına yardım etmektedir. Hikâyedeki zaman sanki menteşelerinden koparılmış gibi işlemektedir. Zaman imkânsızın düzenine sahip- 26 tir: Kronolojik zaman; geçmiş, şimdinin ve geleceğin her birinin oluşu ile birlikte, mekânda sıvılaşmış gibidir. Şimdiki zaman, daha gelmeyen bir geçmişin anormal yapısına sahiptir. Ağırlık merkezinin yerinin değişmesiyle, yörüngesiz dönen yazı, unutuşun içine sokulmaktadır. Yazmanın sonsuz zamanı; bir yerinden çıkarma aracı, etken bir varlık olarak kendini silen öz ve anlamın eşanlığının varlığa sonsuz itaati olarak çalışmaktadır. Muallaktaki zaman Bekleyiş Unutuş’ta bir yakınlaşma ve kaçma hareketi içinde dili yönlendiren, sürekli kendi ekseni etrafında dönen ritmin bir sonucu olarak, zamanın kendisi muallakta bırakılmıştır. Blanchot’da, bu askıda kalma büyülenme olarak yeniden dillendirilmiş ve dolayısıyla askıda kalma; cazibe, çekicilik, içine çekme ve dikkat çekme yetilerini kendine mal etmiştir. Yazmak, zamanın yokluğunun cazibesine kapılmaktır. Blanchot’daki zamansızlık, varlığın sürekli ilgası aracılığıyla, aşkın olarak belirtilmişi yıkar. Zamanın yokluğunun zamanının ne şimdisi ne de varlığı vardır. Zamansızlığın zamanı edebiyatı, teoloji olarak tarihin doğrusal zamanından ayırır. Bu, zamanın dışında olandır. Zamansızlık, ölümün taşıyıcısı olarak, yazmanın esaslı durumudur. Böylece anlam kendini “yokluğun varlığı” olarak takdim eder. Blanchot’da yazma, bir muhafaza aracı olmaktan çok, bir silme mekanizmasıdır. Blanchot, yazarken varlığın biricik hakikati olan ölümü beklemektedir; ama yazmanın büyüsüne kapılarak kendi durumunu, beklemekte olduğunu, bekleyişi unutur ve bu unutma aynı zamanda tevekküllü bir halin gereğidir. Tevekküllü bekleyiş, unutuşa dönüşür. Blanchot, haklı olarak yirminci yüzyıl edebiyatında ayrıcalıklı bir yere ve öneme sahiptir. Geliştirdiği edebiyat tarzı şüphesiz nüfuz edilmesi çaba ve sabır gerektirir, ama derinliklerine girildiğinde tutarlı ve büyüleyici bir manzara arz eder. Maurice Blanchot’nun edebi, eleştirel ve felsefi yapıtı gizemli ve sıra dışıdır. Onun yapıtlarını belirli bir edebiyat türünün başlığı altında toplamak zordur. Blanchot’nun en belirgin özelliği edebiyatta tür kavramıyla oynaması, bunun sonucunda yazılarına bir etiket koymayı zorlaştırmasıdır. BİYOGRAFİ KÝTAP ZAMANI 2 HAZİRAN 2014 PAZARTESÝ Münzevi bir kötümser: Schopenhauer David E. Cartwright’ın kaleme aldığı Schopenhauer biyografisi hem filozofu hem de 19. yüzyıl Alman felsefesini tanımak için iyi bir kaynak. Yazar, Schopenhauer’ın hayat hikâyesini akıcı bir üslupla anlatırken, onun felsefî sistemi ile ilgili de kuşatıcı bir çerçeve sunuyor. SCHOPENHAUER, DAVID E. CARTWRIGHT, ÇEV.: SİBEL ERDUMAN, TÜRKİYE İŞ BANKASI YAYINLARI, 598 SAYFA, 40 TL B ir filozofun düşüncelerinin derinliğine anlaşılmasında onun yaşamöyküsünün bilinmesinin katkısı var mıdır? Bu konuda felsefe tarihçilerinin farklı görüşleri bulunsa da, çoğunluğu, filozofların hayatları ile yakından ilgilenmeyi tercih ediyor. Ülkemizde, özellikle yayıncılıkta, Türkiye İş Bankası Yayınları’nın, düşünürlerin biyografileri dizisiyle hem alandaki önemli boşluğu doldurduğu hem de ilgililere değerli bir başvuru kaynağı sunduğu söylenebilir. Kierkegaard, Hobbes, Leibniz, Hegel, Locke, Mill, Kant, Rousseau biyografileri şimdiye değin yayımlanmış olanlardan bazıları. Bu serinin son kitabı ise 19. yüzyılın en özgün ve kışkırtıcı düşünürlerinden Arthur Schopenhauer’in yaşamöyküsü. Kitabı Wisconsin Üniversitesi’nde felsefe ve din bilimleri alanında profesör olan David E. Cartwright kaleme almış. Cartwright’ın Schopenhauer ve 19. yüzyıl Alman felsefesi hakkında çok sayıda araştırması ve makalesi bulunmakta. Schopenhauer, bir filozofun yaşamöyküsü ve kişiliği ile yapıtı arasında ilinti kurmaya kalkışmanın doğru olmadığını düşünüyordu. İlginçtir, Schopenhauer araştırmacıları onun özellikle çileci ahlâk felsefesiyle hayatı arasındaki çelişkiden yola çıkarak yaşamöyküsüyle fazlasıyla ilgilendiler. Cartwright, kitabıyla üç şeyi birden başarıyor: Schopenhauer’ın hayat hikâyesini akıcı bir üslupla anlatıyor, felsefesini nasıl kurduğunu betimliyor ve felsefi sistemi ile ilgili kuşatıcı bir çerçeve sunuyor. Kitapta yazar, Beckett, Borges, Durkheim, Freud, Nietzsche ve Wittgenstein gibi ünlü düşünür ve edebiyatçıları derinden etkilemiş olan Schopenhauer’ın parçalanmış aile hayatını, erken dönemlerde üzerinde etkili olan kişileri, Kant’a olan eleştirel bağlılığını, Fichte ve Goethe ile kişisel etkileşimini, Hegel’e yönelik nefretini, felsefesinin tanınması için verdiği mücadeleyi ve geç gelen şöhret karşısında tavrını belgelerle detaylandırmış. ‘Yaşam nahoş bir şey’ karşılanmaya başlamasına yol açmıştı. Bu durum Schopenhauer felsefesinin kavranıp benimsenmesi için elverişli bir ortam demekti. Beklediği ün ve hayranlık yaşamının son yıllarında belki de umduğundan daha büyük ölçüde geldi. 1936 yılında Doğadaki İrade Üzerine, 1841 yılında Ahlâkın İki Temel Sorunu, 1851’de ise Pararga und Paralipomena isimli yapıtlarını yayımladı. CEM MERT Arthur Schopenhauer 22 Şubat 1788 yılında Danzig’de doğdu. Babası tüccar, annesi Johanna ise edebiyatçıydı. 1793’te Prusyalılar Danzig’i işgal edince ailece Hamburg’a taşındılar. Babası Schopenhauer’ı başarılı bir tüccar ve hayat adamı olarak yetiştirmek istediğinden 10 yaşında onu iki yıllığına Fransa’ya gönderdi. 15 yaşındayken anne ve baba- Hegel’in tam karşısında Arthur Schopenhauer (1788-1860) sıyla iki yıl sürecek ve Avrupa’yı kapsayacak bir kültür ve eğitim seyahatine çıktı. Avrupa’da bulundukları yıllar, Napolyon Savaşları’nın neden olduğu sefalet ve acılar dolayısıyla Schopenhauer için yıkıcıydı. Hamburg’a döndüklerinde babasının isteğine boyun eğerek ticarete atıldı fakat 17 yaşındayken babasının intihar ederek hayatına son vermesiyle durumu birdenbire değişti. Önce annesi ile kız kardeşi o dönem kültür ve sanatın başkenti olan Weimar’a gitmek üzere, ardından da Schopenhauer babası tarafından belirlenmiş mesleki yoldan ayrılma cesaretini göstererek eğitim amacıyla Gotha’ya gitmek için Hamburg’u terk ettiler. Gotha’da kısa bir süre kalan Schopenhauer, annesinin yanına Weimar’a taşındı ve eğitimini orada sürdürdü. Ama annesi ile geçinemedi, sıkıntılı bir dönemin ardından Weimar’dan ayrıldı ve bundan sonra 24 yıl yaşayan annesini bir daha görmedi. Göttingen, Schopenhauer’ın rahat bir nefes aldığı, “Yaşam nahoş bir şey ve ben bu nahoş yaşamı düşünerek geçirmeye karar verdim.” diyerek felsefe eğitimine başladığı, Platon’u, Kant’ı ve Hegel’i keşfettiği şehir oldu. Schopenhauer, 1813’te Berlin’de “Yeter Neden Önermesinin Dört Çeşit Kökü” adlı teziyle Jena Üniversitesi’nde doktorasını verdi. Bu arada Goethe’yle tanışması onun düşüncelerine katkısı açısından önemlidir. Kafasında oluşmaya başlayan sistemi ortaya koyma tutkusuna kapılmıştı. Dresden’de yazdığı İrade ve Tasarı Olarak Dünya isimli başyapıtıyla, otuzuna gelmeden erken olgunlaşmış filozoflar arasında yerini aldı. Ne yazık ki bu kitap hemen hemen hiç yankı uyandırmadı ve Schopenhauer’ın beklentileri boşa çıktı. Başyapıtının başarısızlığa uğramasından sonra Berlin Üniversitesi’nde doçent olup ders vermeye başladı. Vereceği derslerin saatlerini Hegel’in derslerine rast gelecek biçimde seçti. Öğrencilerin Hegel’in derslerini bırakıp kendi derslerine geleceklerini sanıyordu. Ama bu umudu da boş çıktı. İstifa etti ve ölümüne değin yaşayacağı Frankfurt’a yerleşti. 1848 devriminin başarısızlığa uğraması, Hegel’le doruğa ulaşan Alman idealizminin de şüpheyle 27 Schopenhauer’ın felsefesinin ayırt edici ve özgün yanı, dünyayı anlamlı bir şey olarak görmemesidir. Dünyanın temelinde bir akıl, kendini yavaş yavaş zenginleştirerek gerçekleştiren, özü anlam olan ve sonunda bilinç haline gelen bir tin (Geist) bulunduğunu söyleyen Hegel’e tam olarak karşıttır. Hem varlığın hem de insanın taşıdığı anlamı büyük bir sistem içinde yorumlamaya yönelen Hegel’in tam tersine Schopenhauer, anlamsız bir dünyada insana yolunu buldurtmak, kötü ve var olmaya değmez bir dünyada bir yaşama olanağı açmak ister. Düşünce tarzı Avrupa felsefesinden yer yer farklılaşır, Doğu düşüncesinde ağırlığı olan “kötülük problemi” onu her şeyden fazla ilgilendirir. Bu kötümser felsefenin ahlâk alanında ileri sürdüğü öğreti “dünyadan kaçmaya” yönelik dinlerin görüşlerine yakın düşer. Benliğinde duyduğu şeyi, yani sürekli doyum vermeyen her tutkuyu, sevilen ve istenen her şeyin elde edilmesi için harcanan çabayı, evrenin tümünü kapsayan ve onun özünde bulunan hakikat olarak görür. Schopenhauer’ın metafizik felsefesinin temel tezi esas gerçekliğin Kantçı “kendinde şey” olduğu düşüncesidir. Kendinde şey yani numen kör bir metafiziksel güç olarak iradedir. Kant’ın fenomenler dünyasını insanın tasarım ve düşünceleriyle özdeşleştirmiş, Kant’ın numen’in bilinemez olduğuna dair inancını eleştirmiş ve kendinde şey alanı olarak iradeyi öne sürmüştür. İrade dünyanın özü ve çekirdeğidir. Schopenhauer’ın sisteminin, özne dışında bir mutlak gerçeklik, tüm varlığı kuşatan bir kendinde şey, yani nesneleşerek dünya halinde görülen bir irade olduğunu ileri sürmesinden dolayı, Bruno’nun ve Spinoza’nın sistemlerine yaklaşan bir “panteizm” olduğu söylenebilir. David E. Cartwright’ın kitabı Schopenhauer’ın ilginç hayatını gün yüzüne çıkarıyor ve yaşamının düşüncesiyle ilişkisi bağlamında felsefi sistemini daha iyi anlamamızı sağlıyor. EDEBİYAT KÝTAP ZAMANI Kalp yanar, mani yetişir 2 HAZİRAN 2014 PAZARTESÝ Yusuf Atılgan aslında kimdi? Sabri Koz’un hazırladığı Gül Ağacı Boy Vermez adlı derleme Ermeni harfli Türkçe ve Ermenice manileri bir araya getiriyor. Halkın sözle yaşattığı bu maniler dil, inanç ve alfabe farklılıklarına rağmen kardeşçe yaşanmış topraklardaki kadim bir kültürün kalıtı. Burak Fidan’ın yayına hazırladığı Yusuf Atılgan: Sevgili Halil Kardeş adlı kitap, Türk edebiyatının en güçlü isimlerinden biri olan Yusuf Atılgan’ı, arkadaşı Halil Şahan’ın gözünden okura tanıtıyor. Kitap, tanıklıklar ve gözlemlerle bir bakıma Yusuf Atılgan’ı anlama kılavuzu... GÜL AĞACI BOY VERMEZ, HAZ.: SABRİ KOZ, TURKUAZ KİTAP, 68 SAYFA, 10 TL YUSUF ATILGAN: SEVGİLİ HALİL KARDEŞ, HAZ.: BURAK FİDAN, EDEBİ ŞEYLER YAYINEVİ, 112 SAYFA, 13,50 TL H “ AYŞE KİLİMCİ oş bakışmış yara ben/ Gör ne aşka düş etdi/ O gerdan o yara ben/ Ne kadrimi bildirdim/ Ne yarandım yara ben”. İlk yaprağı kopuk, 16 sayfalık Mani Mecmuası mor, ince helvacı kâğıdına basılmış, maniler elle numaralandırılmış. Sabri Koz üstadın Gül Ağacı Boy Vermez: Ermeni Harfli Türkçe ve Ermenice Maniler adlı derlemesi 68 sayfa. Kapak ve iç düzen Arzu Yaraş’ın. Gülkurusu, el yazmalı kapak, atlas üzere nakşolmuş gibi. Fotoğraf sanatçısı, Hakan Ezilmez. Halk edebiyatımızın boyu posu, öz’üyle özgün, yaygın, anlaşılır, dilden dile aktarılan manilerimiz halkın sözle yaşattığı, şiirsel yapısı sağlam, mısrası kısa, kafiyesi güçlü, söz-düşünce ülfeti esaslı, ömrü uzun, esaslı bir kültür kalıtı. Koz’a göre lokomotif. “Ses, söz, düşünce sarmalında süregelen bir ölümsüzlük” nitelemesiyle. İpekten bir koza Aşk, düşünce, tasavvuf ağırlıklı 320 metin var kitapta. Kaynaklar taranarak bir araya getirilen maniler 19. yüzyılda taşbaskı yöntemiyle basılmış. Mani Mecmuası’nda I. Kunos’un yüzyılın son çeyreğinde derleyip yayımladığı, kitaplaşmak için cumhuriyeti bekleyen maniler muhit, inanç, dil ve alfabe farkı dışında ayrı gayrısı olmayan, insana dair bir ipekten kozadır. “Khosk dur indzi dam deyi (aşkını bana söz ver)/ Baykuşun tabiati arar gezer dam deyi/ Meg bakhşiş mı dzarayit (Uşağına bir bahşiş)/ Hiç çes ıder dam deyi (demezsin hiç, vereyim.)” örneği, Anadolu kültüründe Türkçenin Kürtçe, Lazca, Boşnakça, Arapça ile hemhal edilerek söylenen manilerin (yanı sıra türkülerin) tipik örneği. Sualname mani örneğidir: “Eylen türab kaç taşdan/ Güzel sapan atıyor/ Sakın kendin kaç taşdan/ Bir etmek (belki ekmek?) kaç buğdaydır/ Bir minare kaç taşdan”, “Bir mahlas bir isime/ Kakülün her telini/ Benzetmiş biri sime/ Hak bunca kuzular var/ Çığrışmaz bir isime.” Anlaşılamayana mim koyuyor, anlaşılamamıştır şerhi düşüyor, kimini de danışıp, mana gergefinde dokuyup olabilecek ilk halince yazıyor Koz. Kaynakçası ve üstatları olarak Kevork Pamukciyan ile A. Turgut Kut’u gösteriyor. “Bir güzeli seversen/ Cinsin sor zâtın T ara/ Niçin deyu sorarsan/ Yanmışım zatı nara.” Ya da: “Bir güle oldum bülbül/ Kaldı ah u zar bende/ Bu ne zalım sevdadır/ Gün güne azar bende/ Bilmem hangi güzelden/ Kaldı intizar bende.” Şöyle diyor Sabri Koz: “Ermenilerin ürettiği Türkçe edebiyat genel anlamda divan, halk ve yeni edebiyatta kendini gösterir. Ermeni asıllı şairlerin aldığı Türkçe mahlaslarla söylenmiş gazeller, divanlar, semailer, koşma ve destanlar pek çoktur. Halk ve meddah hikâyeleri, Nasreddin fıkraları, atasözleri (…) önemli yer tutar. Halkta yaşayan, kaydı tutulan aşuğ deyişleri 19. yüzyılın ikinci yarısında sıçrama yapar. İstanbul kahvehanelerinde, çalgılı ve semai kahveler, tulumbacı ve âşık kahvelerinde (...) bu destan, mani ve şarkı mecmuaları büyük ilgi görmüştür. Arap harfleriyle, Türkçe yahut Ermeni harfli Türkçe gerekse Rum harfli Türkçe (Karamanlıca) örnekleri vardır.” “Gereyir/ İntchbes khiğcıt gı nerer/ tsavadz sirdıs gereyir/ Tun aratch asang tcheyir/kıtutyan badger eyir” manisini düşünürüz biz, dilimizce anlamı: “Yüreğin nasıl elverirdi/ Acıyan kalbimi dağlardın/ Evvel böyle değildin/ Resmiydin acımanın.” TEMEL KARATAŞ ürk edebiyatında yalnızlık, özgürlük, iletişimsizlik, bunaltı gibi temaları kendine özgü bir tarzla işleyen Yusuf Atılgan, hep yabancılaşmanın, varoluşun yazarı olarak anılageldi. Ne ki Atılgan’ın gerçekte kim olduğu tam anlaşılamadı, anlatılamadı. Burak Fidan’ın yayına hazırladığı Yusuf Atılgan: Sevgili Halil Kardeş yazarın yaşadığı Hacırahmanlı (Manisa) kasabasına öğretmen olarak atanan ve uzun yıllar kendisiyle arkadaşlık eden, hatta Yusuf Atılgan’ın evlenerek İstanbul’a göçmesinin ardından yazarla mektuplaşmayı sürdüren Halil Şahan’ın gözlemlerini, tanıklıklarını içeriyor. Burak Fidan’ın Şahan’la bir söyleşisinin de yer aldığı kitap, bir bakıma Yusuf Atılgan’ı anlama kılavuzu. ‘Gizemli’ adam olarak anıldı Anayurt Oteli, Aylak Adam ve yarım kalan romanı Canistan’ın yanı sıra öyküleriyle de Türk edebiyatında kendine has bir yer edinen Yusuf Atılgan, birçok yönüyle edebiyatın “gizemli” adamı olarak algılandı, öyle yansıtıldı. Türkiye’de edebiyat eleştirisinin cılızlığı, onun eserlerinin yine kendi söylemleriyle masaya yatırılmasına ve çoğu kez eksik incelenmesine neden oldu. Bu eksiklik ve yarım yamalak tanımlama, bir rol biçme hali elbette Türk edebiyatında birçok yazar için geçerli. Ancak Yusuf Atılgan’ın “yabancılaşmanın yazarı” olarak yaftalanması eksik ve garipti. Örneğin, “Bodur Minareden Öte”yi okumadan, onu yalnızca eleştiriler aracılığıyla tanımak isteyen, hakkında söylenenleri gerçek kabul eden her okur, ondaki hüneri, gerçekçiliği, taşrayı, kenti, daha ötesi sevgiyi göremedi. Yusuf Atılgan hakkında yanlış bilinenlerden biri, onun apolitik olduğu ve bunu eserlerine de yansıttığıydı. Oysa çevresinin ve yakınlarının tanıklıkları bunun aksini söylüyor. Halil Şahan, kendisiyle yapılan söyleşinin başında bu konuya değinerek, Yusuf Atılgan’ın yaşadığı olumsuz deneyimlerin ardından politikadan nefret eder hale geldiğini, ancak bunun politik bir görüş taşımadığı şeklinde anlaşılmaması gerektiğini vurguluyor. Yakın arkadaşı Halil Şahan, “O, sonuna kadar bir solcu olarak kaldı.” diyor (s. 85). İlginç olan, yaşadığı köyde hiçbir politik eylemde bulunmamasına, insanlarla politika konuşmaktan ısrarla kaçınmasına rağmen, Atılgan’ın Yeni kitapların habercisi Bu kitapçık benzer oylumda bir dizi kitabın öncüsü imiş, şad olduk. Sonraki her kitap ayrı konuyu ele alacak, sonuçta ilginç bir güldeste çıkacak ortaya. Gene çeviri yazı ve tıpkıbasım yöntemi uygulanarak, araştırmacılar için kaynak olacak. “O perdeyi/ Makamı o perdeyi/ Çünkü bana meylin yok/ Ne açtın o perdeyi/ Şimdi gelmez yanıma/ Korkar ki öper deyi.” Benzeri, bizim manilerin tıpkısı olanları, yolunda yürüyenleri, yenileri okumak için, esaslı bir araştırma kitabının nasıl aynı zamanda keyifle okunur bir başucu kitabı olabileceğinin yetkin örneği, bu çalışma. “Hayat yeşermiş ve boy vermiş güzellikler ülkesi olsun, bizi boynu bükük bırak, an büyük ve küçük sevdiklerimiz, canlarımız huzur içinde uyusunlar. Görelim Mevla neyler…” demiş giriş yazısında, Sabri Koz. Mevla güçlüğü kolay eyler, aşkın yanı sıra sabrı yarattığına da bakılırsa… Üstat Koz ve yolunda gidenler de emek emek yaradılanın kıymetini fark edip derler, toplar, yazılı basılı hale koyup ölümsüz eyler… Bu ilk çalışmanın tadına varma gayretindeyken, geleceklerin merakındayız, şimdiden. 28 Hacırahmanlı’nın politik “uyanışında” etkili olması. Şahan, Hacırahmanlı halkının sıradan bir Anadolu kasabası ruhuna sahipken çoğunluğunun sosyalist olmasını Yusuf Atılgan’a bağlıyor: “1965 seçimlerinde Türkiye İşçi Partisi belediye başkanlığını birkaç oyla yitirmiş Hacırahmanlı’da. Benim bulunduğum dönemde de sol çok güçlüydü. Bunun elbette birçok nedeni vardı, ama bence en önemlisi Yusuf Atılgan olgusuydu.” Dostoyevski’ye mi yakın, Tolstoy’a mı? Yusuf Atılgan hakkında az bilinenler elbette yalnızca siyasi duruşundan ibaret değil. Asıl önemlisi, onun edebiyattaki duruşunun da tam kavranamamış olması. Örneğin Nurdan Gürbilek, Atılgan’ın Dostoyevski’yle yakınlığından söz eder. Ancak onun eserlerindeki içtenlik, riyadan uzak karakterler ve kurgu, dahası derindeki sevgi, yozlaşmamış insan arayışıydı. Bu yönüyle belki de asıl Tolstoy’la genetik bağı vardır Atılgan’ın. Bu konuda özellikle Canistan’daki karakterlere yeniden bakılması gerektiğini söylüyor Şahan. Yusuf Atılgan denilince akla gelen yabancılaşma meselesini de söyleşide dile getiriyor kitabı hazırlayan Fidan. Halil Şahan ise psikolojik yabancılaşmayı anlatıp anlatmadığını bizzat kendisine sormuş Atılgan’ın. “Evet, benim kişilerimde psikolojik yabancılaşma söz konusu, ama onların kişilikleri bunlarla sınırlı da değil.” diye yanıtlamış Yusuf Atılgan. Halil Şahan’ın bu noktada verdiği şu bilgi bugün Yusuf Atılgan’ın neden tam olarak anlaşılamadığı hakkında ipucu sayılabilir: “Kitaplarıyla ilgili yazı yazan bazı kişilerin birçok bilgiyi kendisinden aldıklarını anlatmıştı bana. Yabancılaşma konusunda yazılanların kaynağı da kendisiydi kuşkusuz.” Bir not: Kitabın kapağının beni rahatsız ettiğini belirtmeliyim. Bunun iki nedeni var: Birincisi, doğru bir künye çıkarmaya elverişli olmayışı; ikincisi belli ki ticari bir kaygıyla kitabın Yusuf Atılgan tarafından yazıldığı algısının amaçlanması. Kapak yazısı tam olarak şöyle: “Yusuf Atılgan” (bu yazar adı gibi görünüyor), “Sevgili Halil Kardeş” (bu da kitabın adı gibi)… Ve üçüncü satıra ortalanmış “Köye Mektuplar” ibaresi… Fondaki fotoğraf ise daha önce YKY tarafından basılan Yusuf Atılgan serisini çağrıştırıyor. Kitabı yayına hazırlayanın adı da yok kapakta. BİYOGRAFİ KÝTAP ZAMANI 2 HAZİRAN 2014 PAZARTESÝ Derviş ruhlu tüccar 2012 yılında hayata veda eden Ülker markasının kurucusu Sabri Ülker’in sıra dışı hayatı kitaplaştı: Sabri Ülker’in Hayat Hikâyesi… Hulusi Turgut her biyografi yazarının göstermesi gereken özenle, titiz bir çalışmaya imza atmış. SABRİ ÜLKER’İN HAYAT HİKÂYESİ, HAZ.: HULUSİ TURGUT, DOĞAN KİTAP, 736 SAYFA, 9,90 TL İ geçen öğrencilik hayatında Galata’da seyyar satıcılık yaptı. Belki de mal alıp satmanın ilk kıvılcımlarını o yaşlarda zihnine nakşetti. Zamane çocuklarının anlayamayacağı bir de ayakkabı hikâyesi var. Yeni cızlavet almanın bile hüner olduğu yokluk dönemlerini yaşayan Sabri Ülker’in gurbete okumaya giderken ayağında yırtık ayakkabılar vardı. Komşularının verdiği 43 numara ayakkabıyı kendisine büyük olmasına rağmen giyen küçük Sabri, kocaman ayakkabı ile bir sene idare etmek zorunda kalır. Ülker, ayrıca paltosu olmadığından kış aylarında da çok sıkıntı çeker. Hastalandığında ise okul doktorunun verdiği raporda şöyle yazmaktadır: “Palto tedarik edildiği takdirde başka bir şeye lüzum görülmüyor.” HARUN ODABAŞI nsanların gerçek karakterleri kriz anlarında ortaya çıkıyor. Sabri Ülker’i de belki en iyi anlamamızı sağlayan hadiselerden biri, büyük oğlu Ali Ülker’i 8 yaşındayken bir doktorun yanlış iğne yapması sonucu kaybetmesinin ardından gösterdiği tepki olsa gerek: Hastaneye gelmiş ve daha birkaç saat önce sapasağlam bıraktığı oğlunun 5-10 dakika evvel vefat ettiği bilgisini almıştır. Doğruca Çocuk Acil’e gider. Evladının gözüne bakar, alnından öper. Sonra komşusu Abdullah Şişmanoğlu’na döner ve ilk tepkisini verir: “Abdullah, alınyazısı, takdir…” Ortam aslında çok gergindir. Ailede bazı aşıların üstüne vurulmaması gereken tetanos aşını vuran doktora büyük bir öfke vardır. Ali’nin dayısı Avni İman, doktoru öldürmeye karar vermiştir. Sabri Ülker yine devreye girer ve kayın biraderine, “Bunu yaparsan ne yüzüne bakarım ne de sana hakkımı helâl ederim” der. Peygamber Efendimiz (sas), “Sabır ilk tosladığı anda olandır.” buyuruyor. İşte size adı ile müsemma bir modern zaman dervişi Sabri Ülker… Eskiler ne güzel söylemiş: “Kem alât ile kemâlat olmaz”. Tekke ve zaviyelerin kâmil insanları vardır. Ama bu insanlara menfaatin ve kâr hırsının kol gezdiği ticaret hayatında rastlamak pek mümkün olmuyor. Sabri Ülker 92 yıllık hayat serüveninde iş yaşamında birçok sektörde pek çok kişiyle muhatap olmasına rağmen düşmanı bulunmadığı gibi rakiplerinin kendisine saygı duyduğu bir insan olmayı bildi. Sabri Ülker’i vizyon, marka yaratma becerisi, inovasyona yatırımı gibi modern ifadeler yerine bize ait olan ahilik kültürü, vefa, sadelik ve yardımseverlik gibi kelimelerle tarif etmek daha uygun düşüyor. Gerçekten de derviş ruhunun ticarette olabileceğinin somut bir örneği idi. Evet, zengin bir insandı. Ama onun zenginliği dünyevi servetinde aranmamalı. O nereye koştuğunu bildiği sindirilmiş bir hayat yaşadı. Paranın sağla- Ülker Fırtınası’nın doğuşu Sabri Ülker (1920-2012) dığı debdebe ona hiç cazip gelmedi. Bu mütevazı duruşu ile bugünün sonradan görme muhafazakârlarının anlayamayacağı örnek bir iş adamı portresi çizdi. Murat Ülker’in, “Hayatınızdaki en büyük lüks nedir?” sorusuna kitabında son cümlesinde verdiği cevap, belki baba Sabri Ülker’in de hayat felsefesini anlatıyordu: “Nefes almak. Yaşıyorum, Bundan güzeli var mı? Hiç şikâyetim yok.” Hulusi Turgut her biyografi yazarının hazırlamak isteyebileceği türden bir kitaba daha imza atmış. Sabri Ülker’in Hayat Hikâyesi. Kitabın başında Abdullah Gül, Recep Tayyip Erdoğan, Süleyman Demirel, Deniz Baykal ve Devlet Bahçeli’nin Sabri Ülker hakkındaki yazıları kitaba protokol soğukluğu verse de ilerleyen sayfalarda bu eksiklik tamamlanıyor. Ve satır aralarından Sabri Ülker’in portresini görebiliyoruz. Bir insanın kim olduğu ile alâkalı en net bilgiler en yakınlarındakiler tarafından bilinebilir. Bazen uzaktan iyi gördüğümüz insanlara yakından bakınca aynı saygıyı duyamayabiliyoruz. Ama Sabri Ülker’de durum farklı. Onu en çok sevenler en yakındaki insanlar olmuş. Hepsi adeta sözleşmişçesine Sabri Ülker’in kişiliğinden ve olaylar karşısındaki davranışından nasıl etkilendiklerini anlatıyor. Yırtık ayakkabı ile okudu Kırım’da doğan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun o büyük savruluşundan payını fazlası ile alan bir aileye mensuptu Sabri Ülker. Çocuk yaşta geldiği İstanbul’da ekonomik açıdan sıkıntılı 29 Bir dünya markası olan Ülker isminin nereden geldiğini de yine kitaptan öğreniyoruz. Sabri Ülker, 93 Harbi, Balkan Harbi, Birinci Dünya Savaşı ve Bolşevik İhtilali’nin Türkiye’den Kırım’a ve Kırım’dan Türkiye’ye savurduğu bir ailenin üyesi. Kırımlı ‘Devletler Ailesi’ 1934 yılında ‘Berksan’ soyadını alır. Ülker Grubu’nun temeli İstanbul’un Sirkeci semtinde şekerleme imalatı ve satışı yapmak amacıyla kurulmuş olan mütevazı bir işyerinde atılmıştı. II. Dünya Savaşı sonlarına doğru Sabri Ülker, henüz 24 yaşındayken büyük bir kıtlık vardı. Ekmek ve şeker karneyle veriliyordu. Berksan kardeşler bunun böyle devam etmeyeceğini düşünerek cesur davranıp bir bisküvi imalathanesi satın almaya karar verir. İsmiyle birlikte almak için anlaşmışken işletmenin eski sahibi son anda Üçyıldızlar olan ismi vermekten vazgeçer. Sabri Bey o günlerde akşamları dönemin ünlü yazarlarından Safiye Erol’un Ülker Fırtınası romanını okumaktadır. Böylece “yıldız”ı da hatırlatan “Ülker” markası ortaya çıkmış olur. Ardından da aile “Ülker” soyadını alır. Fırsatları değerlendiren ama fırsatçı olmayan, kitaba uyan ama kitabına uydurmayan bir büyük çınarın gölgesinde şimdi ikinci ve üçüncü nesiller Ülker Grubu’nu yeni ufuklara doğru götürüyor. Görünen o ki Sabri Ülker’in bıraktığı kültürden sapma yerine bu kültürü kökleştirme arzusunda bir irade var. Bu da Sabri Ülker’in geride sadece 15 bin kişinin çalıştığı bir şirket bırakmadığını, bir kültür bıraktığını gösteriyor. ÖYKÜ-ŞİİR KÝTAP ZAMANI Kudüs’te kan sesi ve şiir ‘Bütün kısa öyküler hasret çeker’ A 2 HAZİRAN 2014 PAZARTESÝ Kuşağının en iyi yazarları arasında gösterilen İskoç yazar Ali Smith’in İlk Kişi ve Diğer Öyküler’i Handan Balkara çevirisiyle dilimizde. Kitap, yazarın birbirinden farklı dünyalarda yaşayan öykü kişilerinin buluşma noktası, diye tanımlanabilir. Dünyanın yaşayan en önemli şairlerinden biri olarak kabul edilen Adonis, Kudüs Konçertosu adlı kitabında bir yandan benliğinin özünü ifşa etmeyi denerken, bir yandan da toplumsal vicdanın sesi olmanın peşinde, Kudüs’ün şiirini yazıyor. İLK KİŞİ VE DİĞER ÖYKÜLER, ALI SMITH, ÇEV.: HANDAN BALKARA, EVEREST YAYINLARI, 180 SAYFA, 12,50 TL KUDÜS KONÇERTOSU, ADONİS, ÇEV.: İBRAHİM DEMİRCİ, YKY, 80 SAYFA, 16 TL AYÇA ÖRER li Smith. Tanışmamız gereken yazarlardan. Everest Yayınları da böyle düşünüyor olmalı ki, yazarın diğer kitaplarının ardından İlk Kişi ve Diğer Öyküler’i de Handan Balkara çevirisiyle Türkçeye kazandırdı. Önce Smith’ten başlayalım. 1962, İskoçya doğumlu. İngiltere’nin üst komşusu ülkenin en kuzey noktalarından birinde, Inverness’te işçi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş; Cambridge’te felsefe doktorasının ardından -asli işineyazma faaliyetine dönmüş. O günlerde verdiği bir röportajda, hayatın onu ne kadar yorduğundan şikayet edip aslında bu şikayetin hayattan değil de kronik yorgunluk hastalığından kaynaklandığını anladığını, bunu anlar anlamaz da her şeyi yüzüstü bırakarak yazmaya koştuğunu söylemiş. Herhangi bir şey yapmak için kendinde mecal bulamayan Smith, bugünden sonra yalnızca yazıya tutunacak, şimdi önümüzde duran kitaba gelene kadar dört hikâye kitabı, beş roman yazacak. Türkçede izini Whitbread Ödülü kazanan Rastlantısal, Bütün Hikâye ve Diğerleri ve Gibi’yle sürmek mümkün. İngiltere’de 2008’de okuyucuyla buluşan İlk Kişi ve Diğer Öyküler, Smith’in birbirinden farklı dünyalarda yaşayan “kişilerinin” buluşma noktası. Alıntılarla açılıyor kitap; başlangıçta “Ne çok parçam var! Sıkı tutunmam lazım.” diyen Edwin Morgan ve “Sorumluluğumuz hayal gücüyle başlar.” diyen Haruki Murakami’yle karşılaşınca, aşağı yukarı sizi neyin beklediğini anlıyorsunuz: “Hayal et ama parçalarını unutma.” Ya da ben böyle anladım. “Gerçek Kısa Öykü”, girizgâh. “Oturduğunuz kafelerde kulak misafiri olduğunuz konuşmalar sizi nereye götürür?” sorusuyla kendinizi bir edebiyat tartışmasının içinde buluyorsunuz. Kısa öykü mü, roman mı? Bitmeyen bir tartışma. muhasebe hikâyeleri Karakterler yalnızlıkla bunalmışlık arasında bir sarkaç gibi sağa sola giderken, karamsarlığı bile iyimserlik ihtimali taşıyan hikâyelerde bir tanıdık var; kendiniz. Örülen duvarların, apartman dairelerinin, genişleyen ve yürümeye az yer bırakan caddelerin, bitimsiz sohbetlerin ve konuşacak kimse bulamamaların, sürekli “birbirimizi seviyoruz değil mi, çok seviyoruz değil mi” diye sürüp giden Y muhasebelerin hikâyeleri bunlar; biz –modern- insanın. O yüzden, Ali Smith’in bir market arabasına koyuverdiği bebeğe şaşırmıyorsunuz. Sanki insanlar market arabalarına hep bebeklerini bırakıp gidiyor, sanki o arabadaki bebek hep çalışmaktan sıkılan kadınlara “Annelik için geç mi?” sorusu sorduruyor, sanki siz de bu soruyu sormaktan bıkarsanız, bu emanet bebeği başka bir arabaya bırakabilirsiniz. Ya da sıkıldığı için girdiği ilk dükkânda gördüğü en büyük akordeonu alan insanlar hep aramızda. Onlara “Bu maymun iştahlılık da nedir?” demek yerine, doğallığında “Sen hep böyle, çok âlemsin.” diyoruz. Kollarını köpeklerin boynuna dolayıp öylece duran anneler; yataklarında teşhis konulamamış hastalıklarıyla ömürlerini ayıları yenmeye adamış çocuklar; hapishane mutfağında gömlek ütüleyen gardiyanlar; on dört yaşıyla buluşmaya hazırlanan genç kadınlar; hep gittikleri lokantanın garsonuna umutsuzca âşık olanlar... Bunları öyle aramızdaki insanlar gibi okuyoruz öyküler boyunca, Smith okutuyor... KEREM GÜNEŞ apı Kredi Yayınları’ndan çıkan Kudüs Konçertosu kitabında Adonis, bir yandan benliğinin özünü ifşa etmeyi denerken, öte yandan toplumsal vicdanın sesi olmanın peşinde görünüyor. Denebilir ki, şair hem bireysel hem de toplumsal olanı birleştiren bir söylemin imkânlarını aramak gibi zor bir işe soyunuyor. Dünyanın yaşayan en önemli şairlerinden biri kabul edilen Adonis’in hayatı da eseri de bir ‘konçerto’ metaforu çerçevesinde değerlendirilebilir pekâlâ. Konçerto; tek ya da birden fazla çalgı için orkestra eşliğiyle bestelenmiş çok bölümlü müzik eseri. ‘Teklik’ ile ‘çokluk’ arasında bir medcezir ya da şu: ‘Çokluk’ta ‘tek’i aramak; ‘tek’te ‘çokluk’u. Metafizik imaları olan bu belirlemenin hem gerçeğe hem de gerçek ötesine bakan bir yanı var. Söz konusu Adonis olunca mesele gelip insanlık trajedisinin Şarkî cihetine dayanıyor. İlk insandan bu yana devam eden bir ‘kan imtidâdı’ var. Bu imtidâdı, Ortadoğu coğrafyası özelinde epik düzlemden sürrealist düzleme taşıyor Adonis. Bir süredir gerçeküstücülüğün metafizik yanıyla ilgilendiğini bildiğimiz şair, son şiir kitabı Kudüs Konçertosu’nda kutsal kitaplardan hareket ederek, deyiş yerindeyse bir ‘kıyamet konçertosu’ ya da operası sahneye koyuyor. Hayatın gerçeküstü olduğunun sezgisel bir kavrayışı bu. Öte yandan Kudüs’ün çoksesliliğinden yararlanarak farklı bir şiir dili kurmaya çalışan Adonis, dilin o ilk saf halinin sesini yakalamaya çalışıyor. Kanla yıkanan kelimelerin kıyameti diyebiliriz bir bakıma. Dil’in inşa ettiği Babil kulesi ya da kuyu. İmrü’l Kays geliyor ve ‘ağlama duvarı’na asılıyor şiirleri. Ka’b bin Züheyr’in hırkasını ateşe veriyor insanoğlu. Kumrunun sesini bastırıyor silah sesleri. Yaşayan insanların tiyatrosu Başka hikâyelerin arasına giren “Çocuk”, “Şimdiki”, “Üçüncü Kişi”, “İkinci Kişi” ve “İlk Kişi” hep okura, “İşte okuduklarınız, araya sızanlar, size benzemiyor mu?” dedirtiyor. Çünkü yazarın meselesi biraz da bunu hatırlamak, kişileri. The Guardian’a göre, “Yaşayana bağlılığım her şeyini gözlemleyebilmekten geliyor.” diyen Smith’in insan hallerini bu kadar dert edinmesi şaşırtıcı olmayacak. En son öyküde, “esnemem geldi” diyen ama hiç esnemeyen kadınla karşılaştığımda hep rastgeldiğim bu detayı bulunca, kilometrelerce ötede yaşayan yazara selam gönderiyorum. O, başkalarını izlemek için arkasında bıraktığı gözlerini –yani kendini– kitapta belki de şöyle anlatmış: “Üçüncü kişi başka bir çift gözdür. Üçüncü kişi Tanrı’nın bir önsezisidir. Üçüncü kişi hikâyeyi anlatmanın bir yoludur. Üçüncü kişi ölülerin dirilişidir. Yaşayan insanların tiyatrosudur üçüncü göz. Minyatür bir masum hırsızdır. Camdan yapılmış binlerce postaldır. Tam bir gizemdir. Alet şekli verilmiş bir silahtır. Ansızın ortaya çıkar. Oluverir. İnsanlar arasındaki sonsuz müziği içeren bir kutudur, çalınmayı bekler.” “Bütün kısa öyküler hasret çeker” diyor Smith. Öyküleriyle bu hasretin altını çizen yazarı bir kenara kaydedin. Kudüs’ü ‘görme biçimi’ Adonis, kâh “dünyanın metnini okuyup sezgisel bir tarzda evrenin kanunlarını deşifre eden bir kâhin” kâh sürrealizmin sufizmle izdivacını sağlayan bir kuramcı olarak karşımıza çıkıyor Kudüs Konçertosu’nda. Adonis’in sürrealizmi, “antik toplum ve onun kurumlarıyla, ahlâk ve estetiğiyle” aykırılığını ilan etmek şöyle dursun, onlardan beslenen bir anlayışa dayanıyor. Düşler, muci- 30 zeler, dilsel oyunlar, halisünasyonlar, delilikler, cezbe halleri bir çeşit ‘konçertonun’ enstrümanları. Zamanlar arasında yapılan geçişler, dünyanın bilgisini yeniden üretme yolunda imkân tanıyor şaire ve o da akıl-ruh, gerçekhayal, geçmiş-gelecek gibi ikili karşıtlıklar üzerine kuruyor şiirini. Adonis’in şiiri için bir çeşit kurban ayini tınılarını taşıyor desek mübalağa etmiş olmayız. Aslında mistisizm ile tasavvuf arasında bir yerde konumlandırılan sürrealizm, Adonis’in Kudüs’ü ‘görme biçimi’ oluyor. Vecd halinin cinnete evrildiği günümüz dünyası, Kudüs metaforuyla evrensel bir anlatıma kavuşuyor. Deyiş yerindeyse şair, Dil’den önceki o saf halini özlüyor dünyanın; yeryüzünün çocukluk çağını. İnsanın bu dünyada şairane konaklayacağı yerlerin başında gelen Kudüs’ün ‘kıyamet’in metaforu olarak yeniden inşa edildiğine şahit oluyoruz biz Adonis okurları. Bir çığlık: “Evet, bu caddelerde her meyve bir acı”, “Âlemin başlangıcında söz vardı/ sözün başlangıcında kan.” İmrü’l Kays öyle mi dedi? Kâbe’nin duvarlarına şiirler asılıyordu; Mescid-i Aksa’nın duvarlarına şiirler asılmıyor, kandan gömlekleri asılıyor şairlerin; ceylanlar gibi geziniyor hüzün bu duvarlarda; kanın, cinnetin, kinin panayırı... Ebu Hureyre’den aktarıyor şair: “Kim Beytülmakdis’te ölürse, gökte ölmüş gibidir.” Peki ama Beytülmakdis’in anlamı ne? Onu hangi dil anlatmaya muktedirdir? Onu kim düş olarak telakki edebilir, kim hayal edebilir? Hazreti Eyüb yaralarını çiçeklere emanet eder, Eski Ahit’ten kumrular kanat çırpıp gelir, Yeni Ahit’ten Zeytin Dağı dilimize doğru yürür, Kur’an kalbimizi yeniden yazar... Kalbimize sûr üflenir... Kudüs Konçertosu, bütün bunları duyuruyor bize. Ve şair soruyor: “Bölümlerini tek nabızda birleştirecek şarkı nerede?” “Eyüb’ün şiiri gibi” kalbimizde, “açık bir yara” Kudüs, hâlâ ve hepimiz için... Ağlama duvarı’na asılan bir şiir şimdi Adonis’in şiiri. Sezai Karakoç’un ‘Alınyazısı Saati’ni okuma vaktidir: “Ve Kudüs şehri. Gökte yapılıp yere indirilen şehir./ Tanrı şehri ve bütün insanlığın şehri./ Altında bir krater saklayan şehir./ Kalbime bir ağırlık gibi çöküyor şimdi./ Ne diyor ne diyor Kudüs bana şimdi.” Kan, yine kan, yine kan... Kulakları sağır eden bir orkestra... ÖYKÜ KÝTAP ZAMANI Sessizlik ülkesinden notlar İ 2 HAZİRAN 2014 PAZARTESÝ Acı bir yaşam boyu Gülbahar Reçber’in Sessizlik Ülkesi adlı hikâye toplamı, bir ilk kitap. Hikâyelerini daha önce farklı dergilerde yayımlayan Reçber’in metinleri, kendine ait bir dünya kurmayı başarmış, titiz bir yazarla tanıştırıyor bizi. Akif Hasan Kaya, geçtiğimiz günlerde okurla buluşan Ölmüş Oyuncaklar Müzesi adlı ikinci öykü kitabıyla, ülkemizde ve yakın coğrafyalarda yaşanan acılara çeviriyor bakışımızı. Başkalarının acısına kayıtsız kalmayan yazarın, öykülerinde ironiyi ve görselliği de ustaca kullanması dikkat çekici. SESSİZLİK ÜLKESİ, GÜLBAHAR REÇBER, SÜTUN YAYINLARI, 96 SAYFA, 6 TL ÖLMÜŞ OYUNCAKLAR MÜZESİ, AKİF HASAN KAYA, İZ YAYINCILIK, 120 SAYFA, 8,50 TL SEZAİ COŞKUN lk kitap, ilk göz ağrısıdır. Hele titiz bir yazar için ilk kitabın yeri ayrı olmalıdır. Gülbahar Reçber’in Sessizlik Ülkesi adıyla yayımlanan ilk hikâye kitabı, titiz bir kalemin temkinini heyecanla birlikte sunuyor. Hikâyelerini çeşitli dergilerde yayımlayan Gülbahar Reçber’in kitabında toplam on iki kısa hikâye yer alıyor. Herkesin bir şekilde kendini gösterme çabasına giriştiği ve bunun yollarından birinin de kitap yayımlamak olduğu günümüzde, kalemle mesaisi uzun yıllara dayanan bir yazarın bu kadar az yazmasının sırrı hikâyeler okununca aydınlanıyor: Kendine ait bir dünyada yaşama tercihi… Sessizlik Ülkesi’ndeki hikâyeler, Reçber’in kendine ait dünyasından dışarıya sızan ışıklar mahiyetinde. Virginia Woolf, kadın yazar için “kendine ait bir oda”yı gereklilik sayıyordu. Hikâyeler okundukça, Gülbahar Reçber’in her hikâye ile kendine ait bir oda kurduğu, Woolf’un odasının yerini hatıraların aldığı görülüyor. Eserin takdim yazısında, “Öğrenci sesleri arasından, kahkahaların ve rüzgârda uçuşan sararmış yaprakların arasından çocukluğunuza, gençliğinize, yarınlarınıza doğru bir yolculuk…” şeklinde bir değerlendirme yapılmış. Evet, eşyaya duyarlı bir yazarın kaleminden çıktığı belli olan hikâyeler, okurun zihnine birçok meseleyi çağrıştırsa da en büyük etkisinin ‘yalıtım’ olduğu söylenebilir. Sessizlik Ülkesi’ni okuduğunuzda, daha ziyade sinema filmlerinde gördüğümüz, dış dünyanın gürültüsünden soyutlanma halini yaşıyorsunuz. Sessizlik, sizi kendine çekiyor. Bu yönüyle hikâyeler, dıştan çok içe doğru ve insanı kendine ‘kapatan’ bir yolculuğa kapı aralıyor. On iki hikâye arasında bir konu bütünlüğü bulunmasa da hepsinin ‘ben hikâyesi’ olması ve tercih edilen deneme üslubu tabii bir biçimde izlek bütünlüğü ortaya çıkarıyor. Her eserin ruhunun toplandığı bir matris vardır. Sessizlik Ülkesi’nde de “Dedemin Son Yüzü” hikâyesindeki “Sanki dedem bana seslenmiş gibi, elim gayri ihtiyari perdeyi iyice köşeye doğru ittiriyor. Hatıralar ve an.” cümlelerinde saklı olmalı bu matris. Her hikâye, hatıralar ve an arasındaki perdenin çekilmesiyle seyredilen bir sahne gibi. Yazar, o sarkaçta M okuru kendisiyle baş başa bırakmak istiyor. Gülbahar Reçber’in hikâyelerinde dikkati çeken noktalardan biri, anlatımda çocukluk ikliminin başarılı bir şekilde canlandırılması. Benzer hikâyelerde anlatma zamanının ruhu, vaka zamanı üzerinde bir hayalet gibi gezer ve metinde vaka zamanı bir türlü canlanamaz. Oysa Sessizlik Ülkesi’nde yazar, başarılı bir teknikle o dönemin iklimini hikâyelerde canlandırabiliyor. Kitapta ince bir hüzün kendini hep hissettiriyor. Ama bu hüzün, nostaljiye kapı aralayan marazi bir hal değil. Tam da Hilmi Yavuz’un “Hüzün ki en çok yakışandır bize / Belki de en çok anladığımız / Biz ki sessiz ve yağız / bir yazın yumağını çözerek” mısralarında ifadesini bulan bir hüzün söz konusu burada: Akıp giden dünyadan farklı bir yerde durmanın hüznü… Gülbahar Reçber, “Sözlük” hikâyesinde söz konusu ayrımı bir “hata” olarak tanımlasa da, pişmanlık duyulan bir hata değildir bu: “Hatam hayatı dinlemek ve dinlerken susmak… Hayat konuşanları seviyor halbuki. Yeni anladım bunu.” İSA DARAKCI eçhul bir Arap şairi, “Eğer firak olmasaydı, ölüm ruhlarımızı almak için yol bulup gelemezdi.” demiş. Şair tek suçlu olarak ayrılığı işaret etse de esasen insana değen her acı, ölüme bir davetiye. Her giden bizden bir şeyler götürüyor, bu yüzden her cenazede kendi ölümümüze ağlıyoruz. Alnımızdaki her kırışıklık insan olmaya giden yolda bırakılan izler. Acı, ayrılık, keder, yokluk dünyanın bir bakıma kaderi. Söze acıyla başlayışımın müsebbibi Akif Hasan Kaya’nın raflarda yerini alan Ölmüş Oyuncaklar Müzesi adlı öyküler toplamı. Eser, Islak Kibritler ile 2012 yılında Türkiye Yazarlar Birliği Yılın Öykücüsü ödülü alan yazarın ikinci öykü kitabı. Kapakta, insanı derin hüzünlere salacak, “hüzünlü olduğu için güzel” sepya fotoğraf karşılıyor okuru. Zamane çocuklarına ne anlatır bilinmez ama tahtadan bir araba, söğüt dalından bir sapan ve kaç defa okunduğu bilinmez bir iki kitapta bütün bir çocukluk gizli değil midir? Üstelik hepsi bir araya itinayla toplandığına göre geride kalmışlığı, bir daha dönülemeyecek zamanları işaret ediyor olmalı. Bugünün çocuklarına, delikanlılarına “Aranızda vaktiyle komşunun camını indiren, erik ağacına musallat olan var mı?” diye sorsak alacağımız cevap komşular açısından belki sevindiricidir. Çocukluklarını yaşayamamış olanlar için kirlenme, reklam malzemesi olduğunda bir değer ifade ediyor. Merak ediyorum, gün gelip de söz açıldığında ne tür hatıralarla yad edecekler geçmişi? ‘Bir lügat yazdım hayat karşısında’ “Ben hikâyesi” olarak tanımladığımız hikâyeler, yazar ve metin ilişkisi bakımından da dikkat çekici ayrıntılar sunuyor. “Beni Unutma Çiçekleri” hikâyesinde bir öğretmenin dillendirdiği, “Ah bu çocuklar! Sonradan hicran yılları adını vereceğim yılların dayanağı.” şeklindeki cümle, yazarın, yazma eylemi dolayısıyla metinle ilişkisini gösteriyor. Tüm hikâyeler bir yönüyle, yazarın hayat karşısındaki dayanağına dönüşüyor. “Gözü Yaşlı Vav” hikâyesindeki, “Okumaya ilk başladığım günlerden beri kalbimle hayat verdiğim kelimelerim var. Farklı bir lügat yazdım hayat karşısında. O yüzden zor oldu her şey. O yüzden çok sustum. O yüzden çok acı çektim.” cümleleri, okumaya ve yazmaya “düşmüş” her bireyin macerasına beyan oluyor. Her okuma ve her yazma çabası aslında kendine has bir lügat oluşturma çabası değil mi? Nitekim yazar, bu durumu, bir leitmotif olarak farklı hikâyelerinde hem söylem hem anlam düzeyinde okuruna hatırlatıyor. Gülbahar Reçber’in Sessizlik Ülkesi’ndeki hikâyeleri, okuru bir tahayyül anında yakalamayı başaran metinler olarak öne çıkıyor. Acılara kayıtsız kalmamak Girişte yer verdiğim alıntıyı hatırlamama sebep “Servilerdeki Rüzgâr” öyküsündeki “Çocuk kan kaybından değil, annesizlikten öldü.” cümlesi. O çocuklar ki, kuytu bir köşede altlarına serecek bir karton parçası bulunca dünyanın en mesut rüyalarını görürler. Ölümün insana gelirken farklı yollar izlemesine şaşırmamalı. Şaşırtıcı olan, ölümcül bir bıçak darbesiyle yaralanan, “annesini hiç görmemiş bir çocuğun nasıl içten acıyla anne diye bağırması”dır. 31 İlk kitabındaki bireysel temaların yerini ülkemizde ve yakın coğrafyada yaşananların aldığı bu kitapta Kaya, yaşanan acılara kayıtsız kalamadığını gösteriyor. “Öykünün toplumda bulacağı karşılıktan çok, bireylerde yapacağı değişimin peşinde olduğumu söyleyebilirim. Okuyucu, öyküyü okuduktan sonra olaylara başka bir gözle bakabiliyor mu?” diyen bir kalemden çıkan öyküler bunlar. Tam da bu sebeple Kaya’nın öykülerinin, genelgeçer olanı sanatın uzun süreli gündemine havale etmiş bir çizgide seyir izlediği söylenebilir. Gerçekten biz okurlar, “Kuş Çocukları”, “Yer/ Gök”, kitaba adını veren “Ölmüş Oyuncaklar Müzesi” ve diğer öyküleri okuduktan sonra acıyla dokunmanın meydana getirdiği sarsıntıyla, o eski günlerdeki kaygısızlığımıza kavuşmak için teselliyi hayatın hayhuyuna karışmakta buluyoruz. Ne var ki, biz görmesek de uzaklarda bir anne, biri kucağında diğeri sırtında iki evladını savaştan kaçırmaya çalışacak, belki yolda hangisinden vazgeçeceğini düşünecek, bir asker yıllar önce vurduğu bir serçeden sonra gömdüğü sapana tutunmaya çalışacak makineli tüfeğin tarrakaları yanı başında yankılanırken, nice masum “hükümeti devirmeye çalışmak” suçlamasıyla işkence görmeye devam edecek. ‘Sonu olmayan hikâyeler’ Acı, ezginlik derken öykülerdeki ironiyi ıskalamamalı. Kısa öykülerde yazar görselliği kullanmakta ne kadar mahirse, “Çerkez’in Rüyası” adlı uzun öyküsünde tahkiye unsurlarını kullanmakta da o derece hünerli. Hırsız İlyas’ın hinliği, oğlunun cennete girmesi için elindeki bütün para ve altını hırsıza kaptıran annenin safderunluğu, “neyse atı çaldırdık ama hiç olmazsa itibarını kurtardık” düşüncesiyle kendini avutan Çerkez Yakup’un iyimserliği okuru tebessüm ettirecek unsurlar. Akif Hasan Kaya, acının bir yaşam boyu olduğunu hatırlatırcasına “sonu olmayan hikâyeler” anlatıyor, çünkü yeryüzünde mutluluk rüyaları “ya bir çığlık ya da gardiyanın soğuk pis sesi ile bozulmaya” hazırdır. Her şeye rağmen “Nusret” öyküsündeki gibi düşünmek istiyor insan: “Zulüm en şiddetli hale gelince, bir ses bütün kötüleri, bütün kötülükleri silip süpürecek bir ses gelecek.” DİN KÝTAP ZAMANI Ölümden öte yol var Basınımızın sicil defteri Tasavvuf erbabından âlim el-Muhâsibî’nin dilimizde Kabrin Ötesi adıyla yayımlanan Kitâbu’t-Tevehhüm adlı eseri, ölümle başlayan yolculuğu hatırlatıyor. Kitap, dünyadan geçtikten sonra karşılaşılacak menzilleri bir tablo gibi sırayla resmediyor. Kabrin Ötesi, el-Muhâsibî, IŞIK YAYINLARI, 96 SAYFA, 4,90 TL Dönüş yalnız O’na olacaktır İLLÜSTRASYON: CEM KIZILTUĞ Y sun, hayret ediyorum! Hiç çare yok, ölüm; ızdırap, keder, can çekişme ve sekerât olarak er geç seni bulacak. Öyleyse başına gelecek bu şeyleri eli kulağındaymış gibi gör ve öyle algıla.” “Düşün ki ölüm birden gelip seni yere sermiş ve yığılmış kalmışsın. Mevtin uykusundan ancak mahşerde Rabbinin huzurunda uyanabilecek ve kendine gelebileceksin. Kendini mevte ait çırpınışlar, sıkıntılar, tasalar ve sekerât içinde nefes alıp verirken düşün.” diye açılıyor kitap. Sekerât-ı mevtle başlayan bu düşünme, ölüm ve sonrasında yaşananlar, kabir hayatı, kıyamet, ahiret, hesap, mizan, sırat, cennet nimetleri, cehennem sahneleri ile devam ediyor. Muhâsibî’nin kaleminden dökülen kelimeler birer anahtar oluyor, esrar perdelerini açıyor, suskunlar yurdunun haberlerini fısıldıyor. AHMET DOĞRU ahya Kemal, “Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan/ Ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan/ Geçince başlayacak bitmeyen sükûnlu gece.” diye anlatır ölümü. Boşlukta simsiyah açılan geniş kanatlar, arkasında güneş doğmayan büyük kapı ve bitmeyen sükûnlu gece… Bildiğimiz, yıllar yılı üzerinde yaşadığımız, öyle ya da böyle ünsiyet ettiğimiz dünyadan bir anda bambaşka bir âlemin ortasına düşüverme. Geri dönüşü olmadan. “Benim” dediklerini bırakarak. Yalnız. Çaresiz. Yahya Kemal’in şairane üslûbunda karanlıklar içinde beliren ölüm, o kadar da bilinmez değil aslında. Hazreti Allah yüce kitabında, Peygamber-i Zîşân (aleyhissalâtü vesselam) nebevî beyanlarında ölümü, ölümden sonraki hayatı, varılacak durakları, göçülecek mekânları ayan beyan anlatıyor. Gidince “Nal ile mıh arasında olsaydım da yine de dünyada olsaydım.” dememek için fırsat elde iken nasıl bir ömür geçirmek gerektiği konusunda ikaz ediyor. Ebu Zer’e hitaben şöyle buyuruyor Allah Resulü: “Gemini bir kere daha elden geçirerek yenile, çünkü deniz çok derin. Azığını tastamam al, şüphesiz yolculuk çok uzun. Sırtındaki yükünü hafif tut, çünkü tırmanacağın yokuş sarp mı sarp. Amelinde ihlâslı ol, zira her şeyi görüp gözeten ve hakkıyla değerlendiren Rabbin senin yapıp ettiklerinden haberdardır.” Kimine “Yandım, medet!”, kimine düğün bayram olan ölüm, ayet ve hadislerden hareketle müstakil kitaplara da konu edilmiş. Bunlardan biri de milâdî 857 yılında vefat eden, ilk dönem tasavvuf erbabından; hadis, kelâm ve tefsir âlimi Ebû Abdullah Hâris bin Esed elMuhâsibî’nin Kitâbu’t-Tevehhüm’ü. Ölümü ve ölüm ötesi hayatı bir hikâye üslûbuyla görünür kılan Kitâbu’t-Tevehhüm, okuyucuyu “ahiret menzillerinde seyahat”e çıkarıyor. Kitabın tam adı, Kitâbu’tTevehhüm bi Keşfi’l-Ahvâl ve Şerhi’l-Ahlâk. Bazı kaynaklarda başka isimlerle de anılıyor. Ömer Çetinkaya tarafından tercüme edilen Kitâbu’t-Tevehhüm, Işık Yayınları’nca Ahiret Menzillerinde Seyahat: Kabrin Ötesi adıyla okura sunuldu. Yayınevi, Muhâsibî’nin er-Riâye’sini de Kalp Hayatı adıyla yayımlamıştı. Muhâsibî, kitapta müjdeleyen ve sakındıran bir üslûp kullanıyor. İnsanları cennete teşvik ve cehenneme götüren 2 HAZİRAN 2014 PAZARTESÝ yollardan uzak durmaları için ikaz ediyor. Meselenin vahametini düşünen ve mevzu üzerinde derinlemesine kafa yoran kişilerin, varacağı yerin neresi ve âkıbetinin ne olacağını öğreninceye kadar hep mahzun ve mükedder kalacağını söylüyor: “Rabbine karşı gelmişken ve isyanlarınla O’nun gazap ve azabını hak etmişken nasıl gözün aydın ya da korku ve endişeden hâli olur- Sayfalarda gezinirken birden kendinizi mizanın önünde buluyorsunuz. Cehennemden bir boyun yükseliyor. Derdest etmekle görevlendirildiği kimselerin adlarını sayıyor. Sonra bu isimleri zikredilen kimseleri kuşun yem tanelerini topladığı gibi topluyor. Cehennem onların hepsini paketleyip ateşe atıyor. Ardından bir münadi sesleniyor: “Mahşer ehli kimin izzet ve ikrama lâyık olduğunu görecektir. Her daim Allah’a hamd edenler (hammâdûn) ayağa kalksın.” Hammâdûn kalkıp cennetin yolunu tutuyor. Her amelin ehli, iyi kötü hesabını veriyor. Cennet ehli, cehennem ehli birer birer yerini buluyor. Kıldan ince kılıçtan keskin sırat, Allah Teâlâ’nın “Doldun mu?” sorusuna “Daha yok mu?” cevabını veren cehennem ve tertemiz bedenlerin dolunay gibi ışıldayan yüzleriyle ona doğru koştuğu saidler yurdu cennet. Muhteşem sarayları temaşa ederken “Hoş geldin!” çığlıklarıyla karşılanma… “O ne âlî bir meclis ve ne muhteşem bir topluluktur! Rabb-i Rahim nezdinde birbirine nedim olan o insanlar da ne büyük insanlardır! Öyleyse (bütün bunlara kavuşmak istiyorsan) Rabbine iştiyak duy ve kendini O’na sevdir! O’nunla arana yabancı bir şey girerse hemen ilişkini kes ve yüz çevir! Dualarında Allah’ın lütuf ve ihsanına ermeyi ve hiçbir zaman onlardan seni mahrum etmemesini talep et! Başarı sadece Allah’ın lütfuyla kazanılır ve dönüş yalnız O’na olacaktır.” diyor el-Muhâsibî. 32 BÂBIÂLİ’DE HAYAT, MEHMET NURİ YARDIM, ÇAĞRI YAYINLARI, 256 SAYFA, 13 TL Şimdilerde İkitelli muhitinde toplaşsa da ‘matbuatımız’ bir dönem Bâbıâli’yi mesken tutmuştu. Basınımızın Bâbıâli günleri, sadece tatlı bir hatıra değil, aynı zamanda yakın tarihin sicil defteri, siyaset tarihimizin silinmeyen boy aynasıdır. Mehmet Nuri Yardım, tarihî yarımadayla birlikte giderek tarihten kopan, tabelaları, binaları ve hatıralarıyla zihinleri terk etmek üzere olan Bâbıâli’yi ‘efsaneleri’yle birlikte günümüz okuruna tanıtıyor. Buğulu bir camın ardında BUĞULU CAM, CENGİZ AYDIN, MESERRET YAYINLARI, 104 SAYFA, 10 TL Cengiz Aydın, şiirlerinde hayata buğulu bir camın ardından bakıyor. Görüntüyü bulanıklaştırmayan bu bakışlar, bir özge temâşânın peşindeki şairin “mavera” ile “masiva” arasında yaptığı yolculuğun izlerini taşıyor. Bu yolculuk, kıvrıla kıvrıla akan bir hüzün ırmağı gibi hayat denizine akıyor. Melankolinin hüzmeleri de düşüyor şiirlere, Galib Dede’nin bahçelerinden devşirilmiş güller de… Tarık Buğra’dan hayata dair POLİTİKA DIŞI, TARIK BUĞRA, ÖTÜKEN NEŞRİYAT, 302 SAYFA, 20 TL Tarık Buğra’nın muhtelif yerlerde ve zamanlarda kaleme aldığı yazılarından ve kendisiyle yapılmış mülakatlardan derlenen Politika Dışı, yazarın hayat telakkisine ve edebi anlayışına dair ilginç ayrıntılar barındırıyor. Adı Politika Dışı olsa da, kitapta kelime tercihlerinin bile ne kadar siyasi olabildiğini görüyoruz. Yazar dile, eğitime, kitaplara, sanata ve hayata dair samimi ve bir o kadar da ciddi değerlendirmelerini paylaşıyor okurla. Plaza-site-AVM üçgeninde DOĞA TARİHİ, HAKAN BIÇAKÇI, İLETİŞİM YAYINLARI, 227 SAYFA, 18.50 TL Hakan Bıçakçı’nın yeni romanı Doğa Tarihi için en uygun ifade “günümüz insanını anlatıyor” olurdu herhalde. Dünyanın kendi etrafında dönmediğini hissettiği an paniğe kapılan, daima merkezde olmayı isteyen, farklı olma telaşıyla yaşayan, farklılığının fark edilmesini her şeyden daha çok önemseyen; iştah, takdir ve kıskançlık dolu gözlerin hep üzerinde olmasını arzulayan günümüz insanı… Hakan Bıçakcı, metropol tekinsizliğine bu defa bir kadının gözünden bakıyor. Doğa Tarihi, plaza-site-alışveriş merkezi üçgeninde sıkışmış hayatları anlatan, günümüzde geçen bir distopya romanı. MÜZİK KÝTAP ZAMANI 2 HAZİRAN 2014 PAZARTESÝ Kendi kaleminden Jimi Hendrix Derinden akan öyküler UZAYAN GÖLGELER, EMİNE BATAR, HECE YAYINLARI, 115 SAYFA, 11 TL Efsane gitarist Jimi Hendrix’in kendi hayatını anlattığı Sıfırdan Başlamak Türkçede. Alt başlığı “Benim Hikâyem” olan kitap söyleşilerden oluşuyor. Kitabı özel kılan ise bizzat Hendrix tarafınan kaleme alınan mektuplar, notlar, kartpostallar ve şarkı sözleri… Uzayan Gölgeler, öykülerini Dergâh, Yedi İklim ve Hece Öykü’de gördüğümüz Emine Batar’ın ilk öykü kitabı. Gelişmeye açık, zengin bir öykü dünyasına sahip yazar. Kendini zevkle okutan şiirli bir dili var. Emine Batar, olaylar ve durumlar karşısında insanın değişmez hallerini anlatıyor. Ev içlerinin, gündelik hayattaki sıradan olayların arkasında, insanın ezeli ıstıraplarını dillendiriyor. Bütün öykülerin derininden ince bir hüzün akıyor. Sıfırdan Başlamak, Jımı Hendrıx, Çev.: Avi Pardo, Domingo Yayınevi, 256 SAYFA, 24 TL 2 “ ALİ PEKTAŞ 8 yaşımı görebileceğimden emin değilim, fakat bir yandan da son üç yılda o kadar çok güzellik yaşadım ki. Dünya bana hiçbir şey borçlu değil.” dediği gibi, 28’ini göremedi Jimi Hendrix. Ancak müziği, hayatı ve sıra dışı kişiliği ile ölümünün ardından milyonlarca kişiye ilham verdi, vermeye devam ediyor. Bugün dünyanın neresinde olursa olsun, eline gitar alan ve bu yolda ilerleyenlerin ya da rock müzik dinleyenlerin adını mutlaka bildiği bir efsane o. Profesyonel olarak sadece dört yıl sahnedeydi. Buna karşın tüm zamanların en büyük gitaristi kabul ediliyor. Gitarda devrim niteliğinde ve kendine has teknikler geliştirip o güne kadar görülmemiş bir şekilde çalsa da o elbette bir gitaristten çok fazlasıydı. Jimi Hendrix’in hayatıyla ilgili o kadar çok efsane var ki, hepsi toplansa birkaç cilt olur. Bu efsaneler yerine Hendrix’in hayatı ile ilgili gerçekleri ilk elden okumak isteyenler için bir kaynak kitap, Sıfırdan Başlamak ismiyle Türkçeye çevrildi. Alt başlığı “Benim Hikâyem” olan ve Peter Neal ile Alan Douglas tarafından yayına hazırlanan kitabın önemli bir kısmı müzisyenin sahnedeyken verdiği söyleşilerden oluşuyor. Ancak bu eseri özel ve gizemli kılan bizzat Hendrix tarafınan kaleme alınan, mektuplar, notlar, kartpostallar, şarkı sözleri… Yazma takıntısı olan müzisyen, otel kırtasiyesi, küçük kağıt parçaları, sigara paketi, peçete elinin altında ne varsa o anki hislerini kağıda aktarmış. Her ne kadar bu söyleşilerden ve yazılardan bazı bölümler daha önce yayımlandıysa da, onlar genellikle başkalarının Jimi’nin hayatı ve müziği hakkındaki fikirlerini desteklemek için kullanılmıştı. Aynı zamanda Jimi Hendrix’le ilgili bir film üzerinde çalışan Peter Neal ve Alan Douglas, var olan malzemenin, baştan sona okunduğunda müzisyenin ardında kendi olağanüstü ve kapsamlı hikayesini bıraktığını fark etmiş. Gelecekteki okurA yazılmış Sıfırdan Başlamak, eldeki malzemenin bir anlatı düzeni oluşturacak şekilde gözden geçirilmesiyle oluşmuş. Peter Neal önsözde bir film yapımcısı olarak işe bir belgesel film kurguluyormuş gibi yaklaşmanın kendisine doğal geldiğini söylüyor. Hendrix’in konuşma kalıbının ahengi ve anlatım tarzının görsel zenginliği bu yaklaşımı daha da güzelleştirmiş. Kitap Bir toplumsal yüzleşme romanı GÖLGELER VE HAYALLER ŞEHRİNDE, MURAT GÜLSOY, CAN, 304 SAYFA, 21,50 TL Gölgeler ve Hayaller Şehrinde adlı yeni romanında Murat Gülsoy, geçen yüzyılın başlarına götürüyor okuru. 1908 Meşrutiyet’inin ardından İstanbul’a gelen Türk asıllı bir Fransız gazeteci, Osmanlı’nın bu en çalkantılı dönemine ait tanıklıklarını anlatıyor. Roman, hem yıkılmaya yüz tutmuş imparatorluğun son yıllarını hem de kendi kökleriyle yüzleşen kahramanın hikâyesini aktarıyor. Murat Gülsoy, romancılığını daha geniş, toplumsal bir zemine taşıyor son kitabıyla. Toksözlü yazılar TOKSÖZ 1924, IŞIK ÖĞÜTÇÜ, EVEREST YAYINLARI, 301 SAYFA Jimi Hendrix bir bakıma onların kontrolünden çıkmış ve kendi iradesiyle gelişmeye başlamış. O kadar ki Neal bu durumu şöyle anlatıyor: “Şayet bu ‘gölge yazım’ ise hangimizin gölge olduğunu merak etmeye başladım. Hikâyesini o kadar iyi anlatmış ki, bana yapacak bir şey bırakmamış. Tekrarları elemek dışında, bazı cümleleri bir araya getirmek ve anlamı berraklaştırmak adına gerekli gördüğüm yerlerde, grameri değiştirmekle yetindim.” Kitabı okurken bunu hissediyorsunuz. Sanki Jimi Hendrix’in ölmeden önce gelecekteki okuyucusuna yazdığı ve zamanı gelince yayınlanmasını istediği bir kitap Sıfırdan Başlamak. Müzik yalan söylemez Kitapla ilgili birkaç eleştirim var. Örneğin Hendrix’in üzerine not aldığı materyallerin ya da yazdığı mektuplardan birkaçının orijinal hali kitapta yer alabilirdi. Yine kitaba bir fotoğraf albümü eklenebilirdi. Sayfalarda dolaşırken, dikkatinizi çeken ilk şey Jimi Hendrix’in ne kadar sıra dışı bir hayat yaşadığı. Çokları onu “uzaylı” diye niteler. Çocukken öğretmeninin “Kendini nasıl hissediyorsun?” sorusuna, “Bu, Mars’ta insanların ken- dilerini nasıl hissettiğine bağlı aslında.” diye cevap veren Hendrix için bu niteleme bir bakıma doğru olsa da aslında o da hepimiz gibi bir faniydi. Büyük bölümü yoksulluk ve sefaletle geçen kısa ömrü, birçoğumuz için bir ütopya gibi görünebilir. Onun hedefine varmak için verdiği mücadele ve müziğe inanması özellikle müzisyenler için önemli bir ilham kaynağı. New York’tan babasına 1965 tarihinde yazdığı mektubun ilk satırları bunu çok güzel özetliyor: “Her gün yemek yemesem de her şey benim için iyi gidiyor. Gitarım ve amfim hâlâ duruyor ve onlar olduğu sürece kimse beni yaşamaktan alıkoyamaz.” Ne sahnede gitar yakması ya da parçalaması, ne sıra dışı bohem hayatı, ne şarkı sözleri, ne ölümü ne de bir uzaylı gibi davranması onu bugün bir efsane yapan. Asıl sebep, müziğe olan inancıydı. Şu sözleri sanırım ne demek istediğimi anlatacaktır: “Dünyayı müzik değiştirecek. Müzik yalan söylemez anlıyor musun? Yanlış yorumlanabileceğini kabul ederim, fakat yalan söylemez.” Aslında sadece bu inancıyla bile ona çok şey borçlu dünya! 34 Işık Öğütçü, dedesi Abdülkadir Kemali’nin 1924 yılında Adana’da yayımlamaya başlayıp İstanbul’da devam ettirdiği muhalif Toksöz gazetesindeki makalelerini kitaplaştırdı. Öğütçü, yönetim kadrolarının arşivlerde yer alan kaynakların sessiz çığlıklarına kulak vermelerini istiyor. Bu yazıların onları düşünmeye sevk edeceğini ve şimdi yaptıkları hataları tekrar etmeyeceklerini söylüyor. Kemali’nin yazıları, 90 yıl sonra bile bazı şeylerin değişmediğini gösteriyor. Bir Osmanlı akıncısı GAZİ EVRENOS BEY, AYŞEGÜL KILIÇ, İTHAKİ YAYINLARI, 240 SAYFA, 23 TL Gazi Evrenos Bey, muamma dolu kuruluş yılları Osmanlı tarihinin en önemli figürlerinden biri. Bir Osmanlı akıncı beyi olarak, Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’a geçiş ve yerleşme sürecinde tarih sahnesine çıkmış, kimi zaman sultanların ondan çekinmesine neden olan başarılarıyla Balkan fatihi yakıştırmasını hak etmiştir. Ayşegül Kılıç, Evrenos Bey’in bilinmeyen yönlerini gün ışığına çıkarırken, Balkanlar’ın Türkleşmesi ve Müslümanlaşmasıyla bölgede Osmanlı şehirlerinin kurulmasındaki rolüne de yer veriyor. DENEME KÝTAP ZAMANI ‘Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil’ Cengiz Aydoğdu, Yalnızlık Muhatap İster adlı ikinci deneme kitabında, toplumca yaşamakta olduğumuz kimi vicdan ağrılarını, altından kalkamadığımız ağır meseleleri bir ders gibi işliyor. Bu dersi hem kendisi hem de artık istifadeye duran bizler için zevkli hale getiriyor. Yalnızlık Muhatap İster, Cengiz Aydoğdu, ötüken neşriyat, 202 sayfa, 16 tl B AYŞE SÜREZ azen böyle olur, bir kitabı okumaya durduğunuzda, ilk andan itibaren bir söz, bir dize, bir şarkı gelip dilinize yerleşir ve bütün kitabı onunla birlikte, sesi yazarın sesine karışarak okursunuz. Yalnızlık Muhatap İster’in daha ilk sayfalarında, nereden geldiyse dilime Fuzuli’nin o meşhur dizesi yerleşiverdi: “Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil”, ne ettiysem kurtulamadım. Sonra dedim ki, kitabın kaderi buymuş. Sayfalar ilerledikçe gördüm ki, aslında o dize yazarın hareket noktası. Bütün o yazıları ‘söyleten’, bir bakıma, ‘susmaya gönlün razı olmayışı’. Bunları söyleme cesaretini biraz da onun önsözdeki şu cümlelerinden alıyorum: “Okuyacağınız yazılar, tam anlamı ile konuşamama atmosferinde ‘demlenmiş’ yazılar. Her biri en az ‘birkaç yıl’ tezgâhta kalan, bu yüzden de fazla sıkıcı, biraz ‘gıcık’, ceketli, kravatlı, düğmeleri ilikli ve belki de zor okunan, uzun bir zaman zarfında tahrir vazifesi gibi yazıldıkları için yer yer sanki yeni başlıyormuş intibaını veren yazılar.” Yazarın “ceketli, kravatlı, düğmeleri ilikli ve belki de zor okunan” deyişini bir tevazu ifadesi ve kendine yaptığı bir haksızlık olarak işaretleyip, durumun bunun tam aksi olduğunu söyleyeceğim. 2005’te yılın deneme ödülünü alan Bize Velvele Düştü’yü de akla getirerek söylersek, kuşkusuz, Cengiz Aydoğdu iyi bir yazar. Sahih bir aydın. Hayır, münevver… Yerli bir sesle konuşuyor ve bu ülkenin manevi damarlarından besleniyor. Hem düşünce hem de duyuş ve üslup olarak Nurettin Topçu, Necip Fazıl, Cemil Meriç, Sezai Karakoç zincirine ekleniyor. Yunus Emre’den Niyazi Mısrî’ye, Ahmed Naim’den Yahya Kemal’e, Kemal Tahir’den Roland Barthes’a kadar yerli ve yabancı ruh akrabalarına sahip. Bu da ona ceketsiz, kravatsız, özgürce söz söyleme ve sözü zevkle söyleme imkânı veriyor. Yalnızlık Muhatap İster, Cengiz Aydoğdu’nun ikinci deneme kitabı. ‘Deneme’ dedim ama bu adlandırmadan emin değilim. Yazar ve yayınevi de bir alt başlık biçmemiş kitaba. Aslına bakılırsa bunun pek de önemi yok. Yazar, düşüncelerini bir türün kalıpları içine hapsetmekten kaçınıyor besbelli. Önsözde de değinip geçtiği gibi yazılar, aslında yazarın kendisini ‘rahatsız eden’, sussa gönlünün razı olmayacağı konuları, teklifleri, kendi kendine tar- Cengiz Aydoğdu tışması, iç konuşmaları… Düşüncelerinizi anlatacak birini bulamadığınızda yahut bu yararsız hale geldiğinde, kendi kendinize konuşmaya, tartışmaya başlarsınız. Öyle yapıyor Aydoğdu, toplumca yaşamakta olduğumuz kimi vicdan ağrılarını, dünden bugüne altından kalkamadığımız ağır meseleleri bir ders gibi işliyor ve bu dersi hem kendine, hem de artık istifadeye duran bizlere zevkli hale getiriyor. Bana kalırsa kitap, çağdaş bir siyasetname. Elbette bilinen örneklerine benzer bir öğütler kitabı değil. Fakat hem bizim ‘fani’lere hem de yönetme erkini elinde bulunduranlara (böylelerinin kitap okuma ihtimali bulunmasa da) bir kut ve saadet vaat ediyor. TEMEL MESELE, Şahsiyet inşası Cengiz Aydoğdu’nun kitaptaki temel meselesi, ‘şahsiyet inşaşı’. “Şahsiyet sahibi olmak bir insan hakkıdır” diyor. Ona göre, şahsiyetsizlik, sadece sahibine değil, topluma karşı da yöneltilmiş bir tehdittir. Aydoğdu, dünden bugüne hem gündelik hayatta hem de toplumsal meselelerde yaşadığımız krizlerin sebebini, bir devamlılık fikrine sahip olamayışımıza ve şahsiyet inşa edememiş olmamıza bağlıyor. Şahsiyeti ve şahsiyet sahibi olmayı, bütün toplumsal değer ve ilişkilerin omurgası olarak görüyor yazar. Şahsiyetin kaidesini ise ‘ahlâk’ olarak belirliyor. İnsan; yurdu, yuvası ve bütün değerlerin dünyası olan ahlak ile yolunu ayırdığında, ‘boş bir ruh ve dolu bir mide’yle her yolda yürümeye hazır, yönsüz bir varlık haline geliyor. Bugün yaşadığımız toplumsal travmanın sebep- lerini ta derine, toplumun temel taşı olan insana inerek oradan anlamaya çalışıyor yazar. Her şey, şahısta başlıyor ve ‘şahsiyet’ olmak ya da olamamaya bağlanıyor. Şahsiyetini yitiren, bütün kötülüklere maruz hale geliyor. Aydoğdu’un kitabını, hem yaşadığımız şu karanlık zamanların tefsiri hem de bu karanlıktan kurtulmanın tiryakı olarak okudum. Her sayfada bir keşif heyecanı yaşayarak… Bu ülkenin derin sesiyle konuşuyor Aydoğdu, bu yüzden tesir ediyor söyledikleri. Kitabın son bölümünde Anadolu’dan manzaralar ve Anadolu insanı üzerine kaleme aldığı anekdotlarda görüleceği üzere, insanımızı iyi tanıyor. Tarık Buğra’ya benzer bir bakışı var. Devletin o soğuk, zaman zaman küstah ve buyurgan yüzünü reddediyor. Bu ayrıcalıkla ve haklı olarak ülkenin vicdanı gibi konuşuyor. “Bir memlekette vukua gelen hiçbir şeyi, karar ve yetki sahiplerinin zihin ve ahlâk kapasitelerinin seviyesinden ayrı düşünemeyiz. Bu bakımdan bir ülkede ‘cereyan eden hadiselerin kaçta kaçı mesuliyet ve salahiyet sahiplerinin idrak ve ahlâk seviyeleriyle alâkalıdır?’ suali, demokrasinin can damarıdır.” diyor. Ve şu sıra mahkûmu olduğumuz vasatın egemenliğine isyan ediyor. “Vasatın iktidarı öyle bir şeydir ki, kendi seviyesinin azıcık üstündeki bütün oluşları ya yok sayar veya yok eder. Hiçbir şey yapamazsa değersizleştirmeyi dener. Onu da başaramazsa, toplumsal değerler manzumesini tanzim eden seviye sistemini istihfaf eder, küçültmeye kalkar, kirletmeyi dener.” Bu anlatılanlar, ete kemiğe bürünmüş olarak size bir yerlerden tanıdık geliyor mu? ‘Şahsiyetimiz geleceğimizdir’ diyor Aydoğdu. ‘Ahsen-i takvim’e mazhariyetten, üsluptan, güzel ahlâktan, kimlik sahibi olmaktan söz ediyor. Sadece yıkımları göstermiyor, çareler öneriyor. Bütün bunları, ustalarından tevarüs ettiği o incelikli dille yapıyor. Nurettin Topçu ile Cemil Meriç ve en çok da Nevzat Kösoğlu’nun yanı başından konuşuyor fakat kendi sesiyle. Tevazu ile söylediğinin aksine, zevkle, heyecanla okutuyor yazdıklarını. Bu ülkeye dair derdi, hüznü ve sevdası olan herkes, Yalnızlık Muhatap İster’i okumalı. Kitabın bıraktığı yerden, tarihe, insana, topluma ve yaşadığımız günlere yeniden bakmalı ve her şeyi vahyin aydınlığında yeniden okumaya başlamalı. Yazarın muradı da bizi böyle bir kıpırdanışa davet olsa gerek... 35 2 HAZİRAN 2014 PAZARTESÝ Memet Fuat’ın eleştiri yazıları ELEŞTİRİ ÜSTÜNE, MEMET FUAT, YKY, 287 SAYFA, 22 TL Memet Fuat, ‘Çok sesliliği savunan bir anlayıştan yanayım’ demişti. Onun 1950’lerden 90’lara uzanan zaman diliminde kaleme aldığı eleştiri yazılarından oluşan kitap, aynı zamanda Türk eleştirisinin nasıl bir yol izlediğini de gösteriyor. Kitap, başta eleştiri, edebiyatın farklı konuları üzerinde gezinirken, aynı zamanda edebiyatımızın geçen yarım asrına dair bir hafıza tazeleme imkanı da sağlıyor. Bilinmeyen yönleriyle Falih Rıfkı ÇANKAYA’NIN KALEMŞORU, YAŞAR GÜRSOY, İNKILÂP KİTABEVİ, 424 SAYFA, 22 TL “Ben şu hayli uzun ömrümde güneşe doyamadım. En parlağı, Atatürk’e kadar sürdü.” diyen Falih Rıfkı Atay’ın bilinmeyen yönleri Yaşar Gürsoy’un çalışmasıyla gün yüzüne çıkıyor. Çankaya’nın Kalemşoru’nda bir gazeteci, politikacı, muhalif, sırdaş ve çevreci Falih Rıfkı portresi var. Kitap, Türkiye Cumhuriyeti’nin geçirdiği evrelere tanıklık etmiş bir yazarın gözünden tek partili iktidar dönemlerinde neler yaşandığını anlatıyor. Filozoflar neye inanır? FİLOZOFLARIN TANRISI, AYDIN TOPALOĞLU, UFUK KİTAP, 254 SAYFA, 15 TL İnsanoğlu evrensel aklı ile Tanrı kavramını temellendirebilmiştir. İlkçağlardan günümüze kadar sayısız düşünürün ifade etmeye çalıştığı gibi, içinde bulunduğumuz varlık olan dünyamızın bizzat kendisi, bizlere bu varlığın gerisinde bulunan en temel gerçeği, yani Tanrı’yı hatırlatmaktadır. Filozofların Tanrısı, kısaca Tanrı kavramını kendisine bazen çıkış, bazen açıklama, bazen de nihai varış noktası olarak alan, onu rasyonel zeminde savunan ekolün, uzak geçmişten günümüze izini sürmeye çalışıyor. Şule ve Nokta risaleleri RİSALE-İ NUR’DAN DERSLER, ALAADDİN BAŞAR, ZAFER YAYINLARI, 312 SAYFA, 15 TL Alaaddin Başar, Risale-i Nur külliyatı okumalarına devam ediyor. Bediüzzaman Hazretleri’nin, kendi ifadesiyle “eski Said’den yeni Said’e” geçtiği dönemin meyvesi ve Risale-i Nur’un “bir nevi çekirdeği ve fidanlığı hükmünde” olan Mesnevî-i Nuriye’nin “Şule” ve “Nokta” bahislerini değerlendiriyor. Kitap, Başar’ın önceki okumalarının üzerine bina edilerek Risale-i Nur’un temel meselelerini açıklıyor. SİNEMA KÝTAP ZAMANI Ah bu filmlerin gözü kör olsun! Senem Duruel Erkılıç’ın Türk Sinemasında Tarih ve Bellek adlı kitabı, sinemamızda 2000’li yıllarla birlikte tarih anlayışının nasıl değiştiğini gözler önüne seriyor. Yazar, bu dönemde çekilen pek çok filmde tarihin yeniden yazımı yerine ‘bellek oluşturma’ gayreti içine girildiği görüşünde. TÜRK SİNEMASINDA TARİH VE BELLEK, SENEM DURUEL ERKILIÇ, DEKİ YAYINEVİ, 213 SAYFA, 20 TL Ş GÜNSELİ IŞIK arkı, kendini de içine katarak, “Çoktan unuturdum ben seni, çoktan/ Ah bu şarkıların gözü kör olsun” diyordu. Tarihi de belki çoktan unuturduk ama işte, bu filmlerin gözü kör olsun! Tarih kendini sinema üzerinden iki şekilde hatırlatıyor bize: Ya bilineni/resmî söylemi çoğaltarak ya da tam tersi, bilinmeyeni, anlatılmayanı, inkâr edileni temsil ederek. Her iki durumda da birileri “Ah bu filmlerin gözü kör olsun” diyor. Gerçi tarihin kendisi başlı başına ‘yazım’la oluşmuş bir disiplin, sinemaysa ikinci bir yazım gerçekleştiriyor her bir tarih filminde. Üstelik fıtratında olan enstrümanları gereği, yöntemi tarih yazımından çok daha etkili. Basit bir mukayese; bir okuldaki tarih kitapları ve müfredatının soğuk ve soyut anlatımını düşünün, bir de sinemadaki görselliğin çekiciliğini ve insan hikâyelerinin özdeşleştiriciliğini. Örneğin, Rönesans’ın sebep ve sonuçlarını, alışveriş listesi gibi maddeler halinde sıralayarak öğrenmek nerede, o dönemden bir sanatçı ya da bilim insanının hayatına vâkıf olarak meseleyi bizzat gözlemlemek, hatta hissetmek nerede... Tarihi sinemada anlatmak Sinemanın bu alandaki gücü erken keşfedilince örneklerin de peşi sıra gelmesi kaçınılmaz oldu. Tarihin artık tozlu arşivlerde, kalın kitaplarda değil de insanların gözü önünde yazıldığını düşünün; kim kayıtsız kalabilir ki? Böyle olunca yalnızca asırlar öncesinde yaşanmış, detayına çok vâkıf olmadığımız zamanlar değil, asrımızın büyük çaplı hadiseleri bile beyazperdedeki yazımıyla ‘tarihî’ hale geldi. Malcolm X’in mücadelesine bizzat tanıklık etmemiş olsak da kendimizi adeta onun dava arkadaşı addedecek kadar kişisel hayatına vâkıfız Spike Lee’nin filmi sayesinde. Sinemanın anlatı yapısı gereği bir avantajı daha: Tarihin ‘toplu’ ya da ‘büyük’ anlatımına karşın sinemanın ‘birey’ üzerinden gitmesi. Böylelikle hem bütün konular, çelişkiler, hatta olaylar somutlaştırılıyor hem de ‘birey’le özdeşleşebilen seyirci, tarihî bilgilerin insan üzerindeki etkilerini sadece öğrenmiyor, aynı zamanda hissediyor. Böylece Libya tarihiyle ilgili çok kısıtlı bilgi sahibi olsa bile bir çocuk, ülkesi için direndiği gerekçesiyle faşist İtalya rejimi 2 HAZİRAN 2014 PAZARTESÝ Şarkı söyleyen kadınlar ŞARKI SÖYLEME DERSİ, KATHERINE MANSFIELD, ŞULE YAYINLARI, 189 SAYFA, 8 TL Kısa hikâyenin bir edebi tür olarak gelişmesinde yadsınamayacak katkıları olan Katherine Mansfield, hikâye yazımında konudan çok anlatımın güzelliğine önem veren şiirsel diliyle bilinir. Psikolojik çatışmaları ve derin gözlem yeteneği dillere destan Mansfield’ın hassas karakterleri, seçme hikâyelerden oluşan Şarkı Söyleme Dersi’nde de okurun karşısında. Kitapta, Mansfield’ı üne kavuşturan “Garden Parti” ile “Ölü Albayın Kızları” hikâyeleri de yer alıyor. Tedavi yolu olarak tasavvuf TASAVVUF TERAPİSİ, ESMA SAYIN, NESİL YAYINLARI, 200 SAYFA, 10 TL Tasavvuf alanındaki çalışmalarıyla bilinen akademisyen Esma Sayın, Tasavvuf Terapisi adlı çalışmasıyla tasavvufun sunduğu tasavvufî-ahlâki kavramları inceliyor. Yazar, tasavvuf anlayışının ve metotlarının tedavi ve terapi edici yönünü ortaya koyma çabasında. Sayın, çalışmasında istikamet, takva, tevbe, muhasebe, murakabe, hürriyet, ibnü’l-vakt gibi tasavvuf kavramları ile ihlâs, sabır, dua, tevazu, hayâ, tevekkül gibi ahlâki kavramlar arasında bir bağ kurarak bu yolla insan ruhunun ve maneviyatının nasıl tedavi edilebileceğinin imkânlarını arıyor. Çöküşe götüren sebepler OSMANLI’NIN ÇÖKÜŞÜ, EKREM BUĞRA EKİNCİ, TİMAŞ YAYINLARI, 256 SAYFA, 17.50 TL Derviş Zaim’in Çamur (2003) filminden. tarafından idam edilen Ömer Muhtar’ın ardından gözlüğünü alan küçük Ali’nin yerinde olma, Ömer Muhtar’ın ideallerini sürdürme sevdasına gönül düşürebiliyor. Fakat işte tam da bu nedenle hamaset edebiyatı yapmaya da müsait bir zemin söz konusu ve doğrusunu söylemek gerekirse bütün dünyada sinema sektörü bundan nasipleniyor. Hollywood’u hiç sormayın zaten; adeta bir dünya tarihi sondajcısı gibi her bir coğrafyadan gerek tarihî gerek mitolojik bilgileri sünger gibi emip üzerine kendi markasını vurduktan sonra yine dünyaya pazarlaması vaka-yı âdiyeden. Bizim sınırlar dâhilinde neler olup bittiğine bakalım dersek, ortak hafızamız gereği ilk önce ‘Bizans kapılarında kahramanca savaşırken kılıç tutan bileğinde kol saati parlayan ve arkasındaki elektrik tellerine dahi aldırmayan’ kahramanlarımızın olduğu filmler gelecek akla. Yeşilçam döneminde resmî tarihi görsel dilde yeniden yazan bu örneklerin dışında Halit Refiğ, Lütfi Akad, Metin Erksan gibi ustalar bu dili kırmaya, en azından izleyiciye farklı bir bakış açısı ve muhakeme kazandırmaya yönelik işler yaptı. Fakat bu dönemden yadigâr olarak geriye kala kala Yorgun Savaşçı’nın, devlet eliyle yaptırıldıktan sonra devlet eliyle yakılması hadisesi kaldı! 2000’lerle birlikte ise ‘tarih’ten ‘bellek’e geçişten söz etmek mümkün. Senem Duruel Erkılıç’ın Türk Sinemasında Tarih ve Bellek kitabının en kıymetli yanı da bu doğrusu: Yazar, Ezel Akay’ın Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü?’sünden Can Dündar’ın Mustafa’sına, Derviş Zaim’in Çamur’undan Alphan Eşeli’nin Eve Dönüş-Sarıkamış 1915’ine kadar pek çok filmde tarihin yeniden yazımı yerine ‘bellek oluşturma’ gayreti içine girildiğine dikkati çekiyor. Bunun faydası ne diye sorulursa, tarihe bugünden baktığımızın bilinci içinde ve o tarihin hâlen bir parçası/uzantısı olduğumuzun idrakiyle hamasetle değil vicdanın kılavuzluğunda ilerlemek diye cevap verilebilir. Özellikle Kürt sinemacıların hem kurmaca hem belgesel alanında doğrudan ya da dolaylı otobiyografik anlatılarla bir nevi sözlü tarih yazımına omuz vermesi, bunu yaparken de ses ve görüntü kayıtları gibi belleğe dönük imgelerle beslenmesi aynı cümleden sayılabilir. Bu anlamda sinemamız belki henüz yolun başında. Teknik imkânları olan fakat bir lise tarih kitabının resimlendirilmesinden öteye gidemeyen Veda ya da Fetih 1453 gibi filmlerin başat kabul edildiği bir ortamda bunların yapılabilmesi de umut verici. 36 Jön Türkler ile İttihat ve Terakki anlayışının koca bir imparatorluğu nasıl felakete sürüklediği bugün daha net görülüyor. Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci, büyük hataların yapıldığı ve bunun sonucunda yaşanan ağır travmaların izinin bugün bile görüldüğü İttihat ve Terakki anlayışını tartışıyor kitabında. Bilinen tarihî hadiselerin bilinmeyen arka planına temas eden yazar, Osmanlı İmparatorluğu’nun son günlerinden yola çıkarak Cumhuriyet’i ve etkisi bugüne uzanan olayları ele alıyor. Son 12 yılın özeti İKTİDARIN ŞİDDETİ, HAZ.: SİMTEN COŞAR, GAMZE YÜCESAN ÖZDEMİR, METİS YAYINLARI, 288 SAYFA, 25 TL Simten Coşar ile Gamze Yücesan Özdemir’in yayına hazırladığı İktidarın Şiddeti, AKP’nin son 12 yıllık iktidar macerasının özeti niteliğinde. On farklı akademisyenin ilk kez 2012’de İngilizce olarak yayımlanan makalelerinden oluşan kitap, temel olarak AKP politikalarındaki söylem ve siyaset tutarsızlığına odaklanıyor. Akademisyenlerin ortak görüşü: Bu tutarsızlığın temelinde AKP’nin Neoliberalizm politikalarıyla İslamcılık-Türkçülük anlayışının yaşadığı derin çatışma yatıyor. SPOR KÝTAP ZAMANI Bir edebiyatçının futbol kitabı Ruşen Eşref Ünaydın’ın Galatasaray ve Futbol adlı kitabı ilk basımından 57 yıl sonra yeniden okurla buluştu. İzzeddin Çalışlar’ın yayına hazırladığı kitap sadece Galatasaray değil Türk sporu için de kaynak eserlerden biri. Tarihî nitelikteki bilgilerin yanında aynı değerde fotoğraflar da yer alıyor kitapta. GALATASARAY VE FUTBOL, RUŞEN EŞREF ÜNAYDIN, KA KİTAP, 160 SAYFA, 15 TL Ö AHMET ÇAKIR ncelikle kitabı yayına hazırlayan İzzeddin Çalışlar’a teşekkür borcumuzdur. Yıllardır bu kitaptan söz edildiğini duyarım ama ele geçirmek pek mümkün değil gibiydi. İlk basımı 1957’de yapılmış. Ardından Türk Dil Kurumu’nca yazarın “Bütün Eserleri” arasında yayımlanmış ama pek kimsenin haberi yok. Ruşen Eşref Ünaydın’ın Galatasaray ve Futbol adlı kitabından söz ediyorum. Çalışlar’ın çabasıyla yeni baskısı çıkan kitaba nihayet kavuşmuş olmanın sevinci içindeyim. Memleketin önemli edebiyatçılarından birinin kaleminden Galatasaray’ı ve futbolu okumak büyük şans, çünkü edebiyat ve futbol kolay kolay bir araya gelemiyor. O kadar ki Fethi Naci’nin, “Türkiye’de ne kadar futbol varsa o kadar roman vardır” yargısı 1980’lerin ikinci yarısıyla 90’larda ortalığı kasıp kavurmuştu. Oysa spor âleminde böyle bir tartışmadan haberi olan insanların varlığı bile tartışılırdı. Başta Orhan Kemal olmak üzere, Haldun Taner ve başka bazı edebiyatçıların, yakın zamanlardan da eleştirmen Semih Gümüş’ün futbola ilgisini biliyoruz ama yoğun bir ilişki söz konusu değil. O nedenle futbolla ilgili iyi anlatılmış öykülere rastlamak da kolay olmuyor. Ünaydın’ın kitabı bu nedenlerle daha uzun yıllar yaşayacak gibi görünüyor, diyebiliriz. Sporumuzun ilk adımları Kendisi de Galatasaray Lisesi çıkışlı olan Ünaydın sadece Sarı Kırmızılı camiayı anlatmıyor. Nitekim kitabın alt başlığı “Türkiye’de Futbol, İstanbul’da Spor Nasıl Başladı, Neler Yaşandı?” bu konuda İş ‘kazalarında’ 2013 raporu İŞ CİNAYETLERİ ALMANAĞI 2013, 1 UMUT YAYINLARI, 312 SAYFA, 10 TL Soma’daki maden faciası, dikkatleri bir kez daha iş güvenliğine çevirdi. Ne yazık ki ülke olarak bu konuda pek iyi bir sicilimiz yok. 2012’de en az 878 olan can kaybı, 2013’te en az 1235’e çıktı. İşçilerin 103’ü kadın, 59’u çocuk ve 22’si göçmen. Türkiye, iş ‘kaza’larında Avrupa birinciliğini, Hindistan ve Rusya’dan sonra dünya üçüncülüğünü istikrarlı bir şekilde sürdürüyor. 2013 İş Cinayetleri Almanağı artarak devam eden iş kazalarını bir nebze de olsa azaltmak amacıyla hazırlanan bir yıllık rapor. Yüksek yüksek hayaller HAYALDEKİ ZİRVE, RECEP AVCU, ZAMBAK YAYINLARI, 80 SAYFA, 5 TL Galatasaray’ın 1956’da Metin Oktay’lı kadrosu. bir fikir verebilecek nitelikte. Ünaydın’ın Atatürk’ün yakınındaki kişilerden biri oluşu da şans. Ona ilişkin birtakım gözlemleri birinci elden öğrenme imkânı doğuyor. Türk futbolunun başlangıç, Galatasaray’ın kuruluş yıllarının en ilginç öykülerinden biri, Fenerbahçe’nin kurulmasında ezeli rakiplerinin de katkısının bulunmasıdır. Bugünün anlamsız didişmeleri içinde bu elbette ki Fenerbahçelilerin şiddetle reddettiği bir durum ama tarih pek öyle söylemiyor. Açıkçası, çok büyütülecek bir yanı da yok bu durumun. Yukarı mahalle çocuklarının maç yapabilmek için öteki mahallede de bir takımın kurulmasına katkıda bulunmaları doğal. Üstelik dönemin birtakım sıkıntılarını birlikte göğüsleme durumu da söz konusu. Dolayısıyla Fenerbahçe’nin varlığı Galatasaray için bir gereklilik, hatta zorunluluk. Hani bugün ne anlama geldiği üzerinde çok da düşünülmeden sürekli tekrarlanan, “Galatasaray olmazsa Fenerbahçe olmaz, tersi de aynı derecede geçerlidir” gibi bir laf var ya, böylesi bir tarihsel derinlik taşıyor. Ünaydın lisede kulübün kuruluşunu şöyle anlatıyor: “Galatasaray Futbol Kulübü (...) teneffüsten derse taşarak, beşinci sınıfta baş Roman kahramanı futbol adamları Sağ olsun, Sevecen Tunç kardeşim gönderdi, o sayede haberdar oldum böyle bir çalışmanın varlığından. Üç ayda bir yayımlanan edebiyat dergisi Roman Kahramanları, Nisan/Haziran 2014 sayısında “Futbolcu Roman Kahramanları” diye özel bir bölüm yapmış. Trabzon futboluyla ilgili önemli bir araştırma olan Mektepliler... Münevverler... Meraklılar kitabının yazarı olan Sevecen Tunç’un “Başlama Vuruşu” ile başlayan bölümde Tanıl Bora, Kıvanç Koçak, İhsan Özdemir, Fikret Doğan, İzet Rozental, Hande Ortaç, Çiğdem Sezer, İlyas Tunç, 2 HAZİRAN 2014 PAZARTESÝ Ömer Asan, Ali Eroğul, Petros Voyatzis, Emir Güney, Levent Cantek ve Bağış Erten arkadaşlarımızın yazıları var. Tunç, bitirme düdüğünü de “Üvey de Olsak İkiziz: Futbol ve Edebiyat Üzerine Eskil Bir Deneme” yazısıyla çalmış. Açıkçası “Niye benim de bir yazım yok!” diye hayıflandım. Edebiyatla futbol arasında çok daha güçlü bağların olması gerektiğine inanıyorum. Tabii bunun için oturduğunuz yerden ahlanıp vahlanmak yerine çaba göstermek gerekiyor. Arkadaşlarımız da bunu yapmış. Meraklısına tavsiye olunur. başa gelip gizli bir siyasi komite kurar gibi ant içilmesiyle kuruldu ve 1905’te ortaya çıktı.” (s. 50) Kuruluş ve sonraki etkinliklerde lise müdürü Abdurrahman Şeref Bey’in hoşgörüsünün payını vurguluyor Ünaydın. 1906 sonbaharındaki ilk maça çok derin anlamlar yüklüyor yazar: “Şimdi o güne bakınca, o maça Türk futbolunun Kuvayı Milliye’si, daha doğrusu harekat-ı milliyesi ve zaferi demeyi abartı saymıyorum. Tatavla gerillacılığından sıyrılıp İstanbul Ligi’nin spor ilmine sahip Batılı kadrosuna cephe alarak geleceğe yol açmaktı bu. İlk Türk futbol kulübünün oyun alanına harbe gider gibi atılışı, futbolda eşsiz sayılan İngilizlere dayanarak meydanı çınlatışı ve işin içinden yenilgiye uğramadan şerefle çıkışı unutulur mu?” (s. 61-62) Ünaydın, Fenerbahçe’nin kuruluş öyküsüyle ilgili olarak ileriki yıllarda sık sık gündeme gelecek olan anlamsız didişmeleri bir yana bırakıp olaya çok daha sağlıklı bir noktadan bakmış. Aradan 50 yıl geçtiğinde bu işin İngiltere’deki Oxford ve Cambridge rekabeti gibi Türk sporu için yararlı bir hale geldiğini de şöyle anlatıyor: “Sporseverlere ne mutlu ki, elli yıl içinde bu iki kulüpte nice genç toplandı. Galatasaray’ın 1906’da tek başına olduğu İstanbul Futbol Ligi’nde bugün sekiz, dokuz, hatta daha fazla şöhretli Türk kulübü var. Hiçbir yabancı ve kapitülasyon ayrıcalıklı kulübe de yer yok... Bu övülmeye değer bir fetih sayılmaz mı?” (s. 108) Ünaydın’ın kitabı benim gibiler için bir hazine. Sadece futbol değil öteki spor dallarıyla ilgili bilgiler de var. Özellikle Galatasaray Lisesi’ndeki jimnastik çalışmalarından su sporlarına kadar kuruluş çalışmaları aktarılıyor. Bazıları biraz dağınık şekilde basılmış olsa da fotoğraflar da tarihî değer taşıyor. Bu konuları biliyormuş gibi görünmek yerine sahiden öğrenmek için kaynak kitaplardan biri. 37 Zirve, her zaman ilgi çeken ve ulaşılması gereken bir hedef olarak karşımızda durur. Zirveye ulaşmak için dereleri, tepeleri aşmak, zorluklara katlanmak gerekir. Tırmanış sırasındaki engelleri aşamayanlar zirveye ulaşamaz ve oraya ulaşmanın mutluluğunu yaşayamaz. Recep Avcu, bu küçük ve resimli öyküsünde, bir zirveye tırmanışın öyküsünü, o zorlu yolculuğu anlatıyor. Küçük Prens’in biyorgrafisi KÜÇÜK PRENS-ÇÖLE DÜŞEN YILDIZ, MEHMET CORAL, DOĞAN KİTAP, 292 SAYFA, 22 TL Mehmet Coral yazar, pilot ve düşünür Antoine de Saint-Exupéry’nin Küçük Prens’le bütünleşen hayat öyküsünü kaleme aldı. Küçük Prens - Çöle Düşen Yıldız’da kimi zaman SaintExupéry’nin uçarı ve kıpır kıpır hayatını daha çok da Küçük Prens’in ilk masumiyetinden kopmamak için giriştiği soylu direnişin destanını anlatıyor Coral. Yazarın sıra dışı hayatı kadar Küçük Prens’in Baks Ülkesi’nde seyahat etmek isteyenler için güzel bir başucu kitabı. İttihat ve Terakki’nin evrak-ı metrukesi İTTİHADÇI’NIN SANDIĞI, MURAT BARDAKÇI, TÜRKİYE İŞ BANKASI YAYINLARI, 552 SAYFA, 44 TL Gazete yazıları ve televizyon programı ile birçok okuru tarihle ve akademik dünya ile buluşturan Murak Bardakçı’nın tarihî vesika ve yazmalar konusundaki arşivi ünlüdür. Bardakçı, son olarak, ayrı bir ihtimam gösterdiği ve ihtisasa sahip olduğu İttihat Terakki liderlerinin arşivlerini yayımladı. İttihat ve Terakki liderlerinin özel arşivlerindeki daha önce yayımlanmamış belgeler ile Atatürk ve İnönü dönemlerinde Ermeni gayrimenkulleri konusunda alınmış bazı kararların yer aldığı kitap, ilgilisi için önemli bir kaynak. USTA GÖZÜYLE KÝTAP ZAMANI 2 HAZİRAN 2014 PAZARTESÝ ‘Gel keyfim gel!’ ‘Gobik’ Zihni Hoca’ya, ‘Hernia Diskal’ meselesine ve Yerkel/Merkel kafiyesine dair Hattatlarımız, bazen evlere veya yazıhanelere konulmak üzere bazı beyitler, kelâm-ı kibarlar, tâbirler kaleme almışlarsa da her hat eserinin camie asılması muvafık olmaz. “Gel keyfim gel” dahi bu cümledendir! Efendim, memleket ahvâlinden bahsetmek isdemeyorum. Malûmunuz, bir sinir muharebesidir gideyor. Başvekilimizin gazabı, kendi ifadesiylen, rahmetini aşmış vaz’iyyetde! Hani şairin, “öyle bir şiddet ü tasmîm ile çıkdım ki yola” deyişi gibi! RECAÝ GÜLLAPDAN İRFAN KÜLYUTMAZ C aanımdan muazzez kaarilerim, nassınız, eyi misiniz, eyi olmanızı Cenâb-ı Hak’dan temenni ederekden her zemanki gibi, lakırdıma başlayorum. Efendim, hemen arz edeyorum: Geçen haftalarda Zeman kazatasının pazar ilavesinde Ahmet Turan Alkan kardaşımın, 1930’larda Sivas Kız Muallim Mektebi’nde talebelerden bir kısmının bir duvarın önünde, tek sıra hâlinde keman ta’limleri yapdıklarını gösderen bir fotografi neşr etdi idi; bilmem derhaatır buyruluyor mu? Efendim, o fotografide, fevkalâde kısa boylu, siyah gözlüklü, elleri yelek cebinde birinin, Ahmet Turan Alkan kardaşımın, “Herhalde keman muallimidir” dediği bir zâtın mütehakkimâne bir edâ ile durduğu görülmekde idi. O fotografideki zât, Hilmi Bey kardaşımın Samsun’un Çarşamba kazası orta mektebi, birinci ve ikinci sınıflarında fizik ve biyoloji muallimi imiş! Muazzez kardaşım, o fotografiyi görünce heman bendenize telefun ederekden, halecan ile “İrfan! Yahu, bu zât benim hocam idi!” deyerek orta mekteb hikâyelerini anlatdı. Her ne kadar o fotografide keman muallimi gibi görünüyor idiyse de, hoca aslen fizik, kimya, biyoloji hocası imiş! Adı da Zihni Çelikkalp! Zihni Hoca laboratuardaki dersi hitâm bulduğunda eline kemanını alub çalmaya başlar, bu arada hademe kadına, “Ayşaaanım, bana acele bi kahve!” deye ünlermiş. Hilmi Bey kardaşım, çok eyi derhaatır edeyor… Zihni Hoca, Çarşamba’dan evvel Giresun orta mektebinde muallimlik yapmış. Hilmi Bey, eniştesinin, yani Feride halasının zevci müteveffa Aziz Bey’in Giresun’daki mektupçuluğu esnasında, halasının kızlarına, C ami cemaatinden iyi huylu, güzel kalpli safderûn bir zât var, mahallemize bir buçuk ay evvel taşındılar idi. Sükûtî, terbiyeli, yaşlıca muhterem bir insan. Bir öğle vakti nemazı müteakip, elinde kağıda sarılmış bir paket olduğu halde imamla tenhada görüşüyorlar idi; üzerime vaziyfe olmadığı için savuşmak niyetinde idim. İmam efendinin, -Hocam, bir dakika lutfeder misiniz, hitabı üzerine bilmecburiye ayak divânına dâhil oldum. -Recai Bey, Sâmi Bey büyüğümüz camie asmak üzere bir hat levhası getirmiş. Bendeniz pek münasib düşmeyeceğini izah ettim ise de mutmain olmadı. Bir de sizin fikrinize müracaat edelim dedik... Levhaya baktım. A, pek güzel, hatta nefis derecede celî ta’lik bir yazı. Merhum Necmeddin Okyay’ın kaleme aldığı güzel bir “Gel keyfim gel” levhası! Vaziyet anlaşıldı. Lâkin bir de Sami Bey’i dinlemek lâzım nezâketen... -Efendim, bu bize bir aile yâdigârıdır. Mahalleye taşınmazdan evvel elcağızım ile güzelce paketledimdi. Şimdi evdekiler asacak yer yok; götür camiye oraya hediye et diye tutturdular. Nâçar kaldım fakat imam efendi kardeşimiz, olmaz diyor... hususî olarakdan keman, fizik ve kimya dersleri verdiğini de ilave etdi. Hilmi Bey’in hala kızları Emire ve Azize ablaları, Zihni Hoca’ya Giresun ağzıyla “Gobik” derler imiş! Muazzez kardaşım o fotoğrafiye bakarken, şebabiyet seneleri bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçmiş! Ne de olsa yaşlandı, çokdan sinnen kemâle erdi; bu gibi vaz’iyetlerde halecanlanayor. Eh, Haşim ne demişdi: “Bize bir zevk-ı tahattur kaldı/ Bu sönen, gölgelenen dünyada.” merkel’e çemkireceğine yerkel’e çemkirse ya! Efendim, memleket ahvâlinden bahsetmek isdemeyorum. Malûmunuz, bir sinir muharebesidir gideyor. Başvekilimizin gazabı, kendi ifadesiylen, rahmetini aşmış vaz’iyyetde! Hani şairin, “öyle bir şiddet ü tasmîm ile çıkdım ki yola” deyişi gibi! Hakiykaten, konuşmaları hep şiddet ü tasmîm üzerine! Bakınız, zannedersem Başvekilimizin kalem-i mahsûsunun müdîr muavini Yusuf Yerkel Bey de kıskıvrak bağlı bir madenciye tekmeler savurmuş! Başvekilimiz de Alamanya’da Merkel’e çemkiriyor; Merkel’e çemkireceğine Yerkel’e çemkirse idi ya! Efendim, ne de olsa muazzez Hilmi Bey kardaşım gibi şairlerle ülfetimiz var: Bu kafiye zevki bana onlardan geçdi. Mamafih, rahmetli peder de kafiye meraklısı idi. Bel fıtığına müptelâ olduğunda, kendisine ağır şeyler taşımaması tavsiye edildiğinde, irticâlen şu beyti söylediğini haatırlayorum: “Herniya diskal ile/ Alışveriş miskal ile!” Malum, “hernia diskal”, “bel fıtığı” demek olayor! Efendim, bu aylık da bu kadar... Telâkıy gelecek aya inşallah! O vakde kadar Cenâb-ı Rabbü’l Âlemîyn’e emanet olunuz, zâtınıza hoşça bakınız! Au Revoir, canlarım benim… MESCİDE HER LEVHA KONULMAZ! E, imam efendi haklı birader! Sami Bey eski yazı bilmediği, daha fenası merak da etmediği içün levhanın mealini bilmeden camiye iyi gider zannıyla kucaklayıp getirmiş. Olur mu; olmaz elbette! Sami Bey’e vaziyeti kelâm-ı münasible izah ettik. Biraz mahcub olduysa da sormadan edemedi, -Camie asılmaz ise bunu yazan niçün yazmış? Tekrâren izah edildi ki, mescidlerimize öyle her levha konulmaz. Mevkie hürmet icabı âyet veya hâdis 38 olmalı; üstelik bu da kâfi değil. Hattı da ismiyle müsemmâ, “hüsn-ü hatt” olmalı. Bizzat hattat kaleminden çıkmış olması şâyân-ı tercihdir fekat aslındaki nisbetlerini muhafaza eden güzel ve sanatlı bir baskı da elverir. Görenlerin kalbini açmalı, vicdânını hamiyyetini harekete geçirmeli, aşkını, sadakatini, rikkatini, ibretini, ilmini artırmalı. Hattatlarımız bazen evlere veya yazıhanelere konulmak üzere bazı beyitler, kelâm-ı kibarlar, tâbirler de kaleme almışlarsa da her hat eserinin camie asılması muvafık olmaz. “Gel keyfim gel” dahi bu cümledendir! Sâmi bey hem mahzun hem mahcub son bir suale yeltendi, “Peki efendiler, şu duvarda gördüğüm yazının mânâsı nedir meselâ?” İmamımız civa gibi bir genç maaşaallah. Tane tane okudu: -Şöyle yazıyor Sâmi Beyciğim: “Beleğa’l-ulâ bi kemâlihî/ Keşefe’ddücâ bi cemâlihî/ Hasünet cemîu hısâlihî/ Sallû aleyhi ve âlihî.” -E, peki ne demek? -Şöyle diyor, eğer tercümede hatâm olursa Recai Bey düzeltir: “O, kemâliyle yüksek derecelere erişti, cemâliyle karanlıkları açtı. Bütün huyları güzeldir, O’na ve ailesine salavat getirin. Dedim ya imamımız hakkıyla imam: İlâve etti ki bu dörtlük Şeyh Sâdi’ye izâfe olunur ve Efendimiz’e medh-ü senâ edilip okuyanların selavat getirilmesi temennî olunmaktadır. -Çok güzelmiş, şimdi daha iyi anlıyorum; peki, şu levhada ne var? -O levha Hz. Mevlânâ’dan bir beyit. Diyor ki, “Men bende-i Kur’ân’em eger can dârem / Men hâk-i reh-i Muhammed muhtarem”, Türkçesi de “Bu can tende oldukça Kur’an’ın kölesiyim ve Hz. Muhammed’in yolunun tozuyum.” Eksiğim var mı Recai Beyefendi? -Maaşallah; Allah ilmini artırsın evlâdım. Pek güzel izah ve tercüme ettiniz, dedikten sonra Sâmi Bey’in koluna girdim. Ağır ağır kıraathaneye doğru yürüdük.