sayı: 118 / aralık 2009 - tc millî eğitim bakanlığı
Transkript
sayı: 118 / aralık 2009 - tc millî eğitim bakanlığı
Aral›k 2009 AYLIK E⁄‹T‹M DERG‹S‹ YIL: 10 G SAYI: 118 G ISSN-1302-5600 G ARALIK 2009 SAHİBİ Nimet ÇUBUKÇU Millî Eğitim Bakanı İÇİNDEKİLER ‹smail Karakurt / KAPTAN 2 Arif Bük / SÖZLER‹ME B‹R GÜL D‹K 4 Mustafa Ökkefl Evren / ORMAN KARDEfiL‹⁄‹ 5 Bülent Cingöz / KULAK A⁄RISI 11 Ayd›n Adnan Gümüfl / SAFAHAT’IN GÖLGELER‹ 14 Saffet Çakar / FASL-I HAZÂN 22 Metin Tando¤an / SEMAZEN 23 Ömer Kemiksiz / PORTAKALI SOYDUM 24 N Genel Yayın Yönetmeni Aziz ZEREN Yayımlar Dairesi Başkanı N Yazı İşleri Müdürü Selâmi YALÇIN (selamiyalcin@meb.gov.tr) N Yayın Kurulu Dinçer EŞİTGİN Şaban ÖZÜDOĞRU Hakkı USLU Çağrı GÜREL Aysun İLDENİZ Macit BALIK N Tasarım Hakkı USLU (huslu@meb.gov.tr) N İletişim ve Koordinasyon Dinçer EŞİTGİN (desitgin@meb.gov.tr) N Yönetim Merkezi Yayımlar Dairesi Başkanlığı Teknikokullar/ANKARA http://yayim.meb.gov.tr e-posta: baae@meb.gov.tr Tel: (0 312) 212 81 45 / 4188 Fax: (0 312) 212 81 48 N Dizgi Reyhan İLKER N Baskı Devlet Kitapları Döner Sermaye İşletmesi Müdürlüğü N Abone / Dağıtım Fikri NAYIR Tel: (0312) 866 22 01 / 246 Mevlana Çak›ral / DO⁄UMUNUN 801.YILINDA Fax: (0 312) 866 22 72 Gönderilen eser ve çalışmalar yayımlansın veya yayımlanmasın, iade edilmez. Yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. Yayın Kurulu yazılar üzerinde değişiklik yapabilir. “Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim” adı anılmadan alıntı yapılamaz. Millî Eğitim Bakanlığı Yayımlar Dairesi Başkanlığının 22.12.2005 tarih ve 6088 sayılı oluru ile basılmıştır. Dergimizin yıllık abone bedeli 20 TL (öğretmen ve öğrenciler için 15 TL)’dir. Abone bedelinin Ziraat Bankası Elmadağ-Ankara şubesindeki Devlet Kitapları Döner Sermaye İşletmesi Müdürlüğünün 2016676-5016 numaralı hesabına yatırılarak makbuzun ve açık adresin “Devlet Kitapları Döner Sermaye İşletmesi Müdürlüğü Hasanoğlan/ ANKARA” adresine gönderilmesi gerekmektedir. Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları: 4738 Süreli Yayınlar Dizisi: 258 NASREDD‹N HOCA 28 Ünal Akyüz / ETK‹L‹OKUL ÇALIfiMALARI 32 GÜNDEM 42 Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim İsmail Karakurt KAPTAN -bu sana kaptan… Ben bozkırlı bir çerçiyim kaptan Hiç deniz, hiç uçan gemiler görmedim. Ama benim içimde zaten deniz var Tuzuyla, fırtınasıyla, köpüğüyle… Kitapların yelkeniyle açılırım İçimdeki denize; ne kürek ne tayfa Bir fakir içer suyundan, bir karıncalar; Bir bakır taslık sana da var! Palamarı çözemem başak dövdüğüm kadar Deniz türkülerini bilmem Sen deniz türküleri söyle kaptan Ben de bozkır bozlakları Haydi kaptan: “Aganta burina burinata” Çubuklar arya! İskele/sancak alabanda, Güneşin saçlarından süzülerek Vira bismillah! Açıl, sonsuzluğa… Bense badem kokulu rüzgârlarla Yollarında gezerim çocukluk günlerinin Başımda tüter bir tütün, böyle duydum Yüzümü sererim bir dizenin içine. 2 Aralık 2009 Gemidesin, karanlık mahzeninde Venedikli korsanlardan kalma şaraplar Dalga sesleri yükselir denizden Yudum sesleri Hayyam testinden. Oysa ben ne olta, ne de ‘du ri ri da’... Hiçbiri Denizi harflerimde öperim Oyulmuş bir dağ gümlemesiyle Mermerde çekiç sesiyim. Altı kırk beş vapuru, ateşten taşınan su Sorguya çektiğin tufanları yokluyor Yokluyor yüzünü bir fısıltıyla Geceleri mehtap dalgınlığı bazen Ah kaptan! Uykuyu tünettiğinde yelkenlere, Kader de öpsün dalgınlıkla, hayal ettiklerini Kederlere salarsın bozkırlı çerçiyi Biletsiz yolcuları ölümün dümenine Zaman akar, deniz derin, ben gider gelirim Küçülür ruhlar arasındaki camadan Yılkıyım, kırbacın açtığı yarayla Ya Nuh’um ol, ya Nuh’un olayım Ara bitti… Şiir de, aşk olsun kaptan!.. 3 Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim Arif Bük SÖZLERİME BİR GÜL DİK Sözlerime bir gül dik Baharım erken gelsin Gözlerime bak dimdik Sözlerim güzel gelsin. Kör ettim ellerimi Dolandım gecelere İçimden karanlığı Seninle söken gelsin. Ekip biçtim kendimi Gönül kıyılarında Dalları ırgalayıp Sevdayı alan gelsin. Ayrılığın feryadı Yansın da hecelerde Birliği yüreğinde Efkâr bilenler gelsin. 4 Aralık 2009 ORMAN KARDEŞLİĞİ Mustafa Ökkeş Evren lesine mutlu geçiyor ki anlatamam. üçük bir çam fidanı olmama rağmen kendimi güvende hissetmemin nedeni, boyu neredeyse bulutlara değecek kadar uzun ve heybetli olan güngörmüş bilge sedir ağacının yanında olmamdı. K Mutluluğumun bir nedeni de ormandaki tüm ağaçların kardeşçe yaşamasıdır. Orman kardeşliği öylesine güçlü ve sağlamdır ki, hiçbir ağaç diğer ağacı kıskanmaz, büyük ağaçlar küçük ağaçlara tepeden bakmaz, onları asla incitmez. Ne kadar çok ağaç olursak, kardeşliğimiz de o kadar büyük olur. Güneşin doğuşunu, bulutların şekilden şekle geçişini, şimşeklerin çakışını, yıldızların nasıl kaydığını hep ondan öğrendim. Ben de büyüyünce onun kadar bilgili ve büyük bir ağaç olmayı hayal ediyorum. İmrendiğim birkaç ağaç daha var, yaşlı servi ve koca katran ağacı gibi. Bu ulu ağaçların dalları tepemde birleşince, büyük bir evde yaşama duygusunu hissettiriyor bana. Rüzgârın sesi, yaprakların hışırtısı geceleri ninni oluyor âdeta. Sabah, güneşin ilk ışıklarıyla birlikte kıvrılarak akan derenin şırıltısı, kurbağaların vıraklaması o coşkun senfoniye eşlik etmesi beni ziyadesiyle memnun ediyor. Çocukluğum öylesine huzurlu öy- Kuş ağacını bilir misiniz? Ormanda kimin başına en fazla kuş toplanırsa biz ona kuş ağacı deriz, bizim kuş ağacımız da ardıç ağacıdır. Ormanda kuşlar, sincaplar, tavşanlar, evini sırtında taşıyan kaplumbağalar, kertenkeleler, karıncalar da en az benim kadar huzurlu ve mutludurlar. Bir de yanı başımızda Akoluk köyü vardır. Akoluk on beş haneli küçük bir orman köyüdür. Akoluklular bize gözleri gibi bakarlar. Köyde yaşayan Süleyman isminde Orman Fakültesin- 5 Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim hepsinin isimlerini tek tek bilir. Bildiği bir şey daha var ki; o da güzel şiir okumaktır. de okuyan bir genç var. Süleyman yaz tatilini köyde ailesinin yanında onlara yardım ederek geçirir. Süleyman’la dostluğumuz iki yıl öncesine dayanır. O, o zaman orman fakültesine yeni kayıt yaptırmış bir öğrenci, bense henüz iki yaşında bir fidandım. Bir defasında dereye bakarak ‘İnsan bu, su misali kıvrım kıvrım akar ya’ diyerek uzunca bir şiir okumuştu da derenin akışı bile değişmişti. Dilinden düşürmediği bir dize vardı ki, ben bile ezberlemiştim. ‘Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine?’ Ne güzel bir dizeydi, tam da bizi, orman kardeşliğini anlatıyordu. Süleyman şiir okurken ayağa kalkardı. Onun ayakta durması hoşuma giderdi. Kendime daha yakın hissederdim. Çünkü biz de ayakta doğar, ayakta yaşardık. Ayakta olmak, kendimizden emin olma hissi veriyordu bize. Birgün köylüler, ağaçların kurumuş dallarını keserken, kazara bir köylünün ayaklarının altında kalmıştım. İncecik dallarımdan bazıları kırılmıştı. Süleyman beni o hâlde görünce hemen yardımıma koşmuş, kırılan dallarımı sarmıştı. O günden sonra onunla dost olduk. Her geldiğinde mutlaka yanıma uğrar, benimle konuşur. Bazen ulu sedir ağacının gövdesine sırtını yaslar onunla da sohbet ettiği olurdu. Süleyman’ın ormanda tanımadığı ağaç yoktur, Ağaçları ve ormanları çok sevdiğini söylerdi Süleyman. Sevgiden, barıştan söz ederdi. Bir 6 Aralık 2009 köylüleri tarafından söndürüldüğünü anlatmıştı. Bulunduğum yerin tahminen on metre aşağısında kara meşe ağacı vardır. O meşenin karalığı da işte o yangından kalmaymış. O günden sonra kara meşe, ormanın gönüllü bekçiliğini yapmaya başlamış. En ufak bir ateş kıvılcımı görse hemen diğer ağaçlara haber salar, ağaçlar kuşlara, kuşlar da köylülere haber veriyorlarmış. Köylüler de Orman İşletmesini bilgilendirdikten sonra kazma, kürek, ne bulurlarsa koşup ateş büyümeden yangını söndürüyorlarmış. Allah korusun, şimdiye kadar ben böyle bir yangına şahit olmadım, olmak da istemem. gün ‘Biliyor musun? Yıldızlar gökyüzünün uçsuz bucaksız ormanı. Onlar da barış ve huzur içinde yaşıyorlar fakat ben sizi daha çok seviyorum. Çünkü yıldızlar çok uzaktalar.’ demişti. Bu söz karşısında bilge sedir ağacı: ‘Bizler Tanrı’nın ve insanların huzurunda el pençe divân dururuz. Hareketimiz köklerimizle toprağa, dallarımızla göğe doğrudur. Sadece meyve veren ağaçlar dallarını aşağıya doğru sarkıtırlar ki insanlar kolayca faydalansınlar.’ diye cevap vermişti. O an Süleyman gözlerini kapamış, derin düşüncelere dalmıştı. Ormandaki günlerimiz böylesine sakin, huzurlu ve neşe içinde geçse de bazen üzerimize kara gölgeler düşmüyor değildi. Süleyman bazen ‘Acı çekmek özgürlükse, özgürüz ikimiz de’ şarkısını mırıldanırdı. Ben acının bir baltanın darbeleri olduğunu anlardım. Çünkü kendini bilmez bazı insanların kuru - yaş demeden, hayatlarının baharındaki gencecik ağaç kardeşlerimizi, gözlerini kırpmadan yerle bir ettiklerine şahit olmuştum. Onların feryatları kulaklarımda çınlayıp durur. Geçenlerde bir oduncunun, gencecik gürgen ağacını üç vuruşta devirip yakalanma korkusuyla yerlerde sürükleyerek kaçması gözümün önünden gitmiyor. Bu tür acılara çabuk alışıyorduk. Çünkü orman kardeşliğimize bir zarar gelmiyordu. Yeni fidanlar gördükçe acımız azalıyordu. Bir de kesilip götürülen arkadaşlarımız için dua ediyorduk insanlara fayda sağlayacak bir şeyler olması için. Bakın şu işe, ben neler anlatıyordum, söz dolaştı nereye geldi. Ormandaki huzurlu ve mutlu dünyamdan bahsediyordum, orman kardeşliğinden, Süleyman’la olan dostluğumuzu anlatacaktım daha. Daha doğrusu Süleyman’ın bana anlattıklarını anlatacaktım. Neyse yarın devam edeyim, şimdi siz doğruca yataklarınıza gidip mışıl mışıl uyuyun. Ben de bilge sedir ağacının ayakucunda rüzgârın ninnisiyle beraber ağustos böceklerinin şarkısını dinleyeyim. Bir müddet sonra ben de uyurum. Orman derin sessizliğe büründü. Ağaçlar, çiçekler, börtü böceklerle beraber ben de derin bir uykuya daldım. Aradan ne kadar zaman geçti ve gecenin kaçıydı bilmiyorum, aşağılardan bir ses işittim. Ses boğuk ve öksürük gibiydi. Uykum hafif olduğu için sesi önce ben duydum galiba. Düşünüyorum da o henüz suyu çekilmemiş, yaprakları kurumamış gürgen ağacı bir ateşte yakılıp küle dönseydi ne olurdu? Hayal bile edemiyorum. Yanmak ve kül olmanın bizler için çok hazin ve acı bir son olduğunu söylerdi sedir ağacı. Ben henüz daha yokken ufak tefek yangın hadiseleri yaşandığını fakat orman Sedir ağacına heyecanla seslendim —Sedir ağacı, sedir ağacı! Karameşenin olduğu yerden bir ses geliyor, uyan çabuk uyan! Sedir ağacının uykusu da bir o kadar ağırdır. Beni duymadı. Yanımdaki köknara seslendim 7 Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim —Köknar kardeş! Köknar kardeş! Sesi duyuyor musun? kuşları salın! Ben artık yok olmak üzereyim?’ Köknar tekrar bağırdı. Bir şeyler oluyor galiba. Sedir ağacını uyandıramadım. Sen ardıç ağacını uyandırır mısın?’ —Ardıç ağacı uyan ve kuşlarını köye sal. Karameşe yanıyor, ateş bize de sıçrayacak!’ Köknarın ve karameşenin çığlıkları ormanın sessizliğinde yankılandı ve bir müddet sonra da karameşenin sesi duyulmaz oldu. Köknar gözlerini açtı. Sese kulak verdi. Kulakları iyi işitmiyordu ama koku alması iyiydi. Sedir ağacı da bu hengâmede uyandı. Gördükleri karşısında dehşete düşmüştü: ‘Bir koku alıyorum’ dedi ‘Duman kokusu bu’ Köknar bağırmaya başladı: —Keşke lime lime etselerdi de beni, bu acıyı görmeseydim, diye ünledi. —Uyanın ey ormanın ağaçları! Uyanın, yangın var yanıyoruz! Boyundan büyük söylediği söz beni çok korkutmuştu. Kocaman ve kalın dallarını, kabuk bağlamış gövdesine vurarak tekrarladı sözünü Bütün ağaçlar yapraklarını silkeleyerek uyanmaya başladılar. Karameşenin çığlıkları çok net duyuluyordu. ‘Yangın var! Uyanın ve 8 Aralık 2009 ladılar. Tavşanlar tazılar, sincaplar, karıncalar ne kadar canlı varsa hepsi uyanmış sağa sola kaçmaya çalışıyorlardı. ‘Keşke başımı gövdemden ayırsalardı da, bu günü görmeseydim.’ Kozalakları birer gözyaşı olup döküldü dallarından. Sözleri ve hâli çok ağır geliyordu bana. Büyük bir tehlikenin olduğunu hissediyordum. Korkudan titremeye başladım. Sedir ağacı ‘Eyvahlar olsun, bu yangın çok büyük, böylesini görmedim, hiçbirimiz kurtulamayacağız!’ dedi. Ben korkudan iyice büzüştüm, incecik kollarımı sedir ağacına doğru uzattım. Ne kadar zaman geçti bilmiyordum. Dumanlar gökyüzünü tamamen kapatmış, ne güneş görebiliyordu bizi ne de biz güneşi... Dost bildiğimiz, yapraklarımızı bir anne şefkâtiyle okşayan rüzgâr, şimdi bizi yok etmek için ateşe körük oluyor sanki. Her yönden esen rüzgârın elinin değmediği yer yoktu dallarımızda. Makiler, küçük ve kimsesiz çocuklar gibi bir köşeye sinmiş, gelen sinsi tehlikenin dehşetini yaşıyorlardı. Sedir ağacının bu sözleri ormandaki tüm ağaçları harekete geçirdi. Hepsi dalları ve yapraklarıyla korkudan birbirlerine sarıldılar. Ben de Sedir ağacının gövdesine doğru uzattım ince dallarımı. Karameşenin yanıp kül olduğunu, yangının diğer ağaçlara sıçradığını, kocaman alevlerin, ağzından ateş çıkaran ejderhalar gibi üstümüze nasıl geldiğini bir bir anlatıyordu sedir ağacı. Ormanda tam bir panik havası hâkimdi. Fakat şu bir gerçek ki, ormanda toprağa sıkı sıkıya bağlı köknarların, ladinlerin, çamların ve hiçbir ağacın kaçacak yerleri yoktu. Tamam, bazen sinirlendiği, öfkelendiği zamanlar olurdu. Kime kızar, kime öfkelenir de bu kadar şiddetli olur bilmezdim ama onun ıslıklarıyla, ayakuçlarımızda açan çiçekler ve özellikle gelinciklerin halay çekmesi beni hep mutlu etmişti. Bu kez alevleri, görünmez elleriyle tutup başka ağaçlara götürüyor ‘Yak, bunu da yak!’ diyordu sanki. Bunu kasten mi yapıyor bilmiyorum. Belki de yangının dehşetinden o da ne yaptığını bilmiyor, kaçacak bir yer arıyordur. Bir yandan korku tüneline girmiş tir tir titrerken bir yandan da Süleyman’ın daha önce bir sinema salonunda çıkan yangınla ilgili anlattıkları aklıma geliyor. Daracık koltukların arasından insanların nasıl bir kaçış enerjisiyle kapılara yöneldiklerini ve birbirlerini ezdiklerini, kendi yaşamları için önündekinin sırtına basarak vahşice mücadele edip yangından kurtulmaya çalıştıklarını anlatmıştı. Ama ne benim ne de diğer ağaçların tek başımıza veya toplu hâlde bu yangından kaçıp kurtulma şansımız yoktu. Zaten bu kadar büyük bir yangınla yağmurdan başka kim baş edebilir ki? Çünkü kovalardaki suyla, itfaiye hortumlarıyla kolayca sönecek bir yangın değildi bu. Ancak gökten düşen yağmur damlaları bu ateşi söndürebilir. Peki, nasıl yağar? Ne zaman yağar ki yağmur? Nasıl, ne zaman ve nerede başladığını bilmediğimiz bu yangın, karameşeyi kül etmişti. Sabah olmaya az bir vakit kalmıştı. Ardıç ağacının kuşları köye haber vermeye gitseler de diğer kuşlar uyku sersemliği içinde ne olduğunu anlayamadan bir sağa bir sola uçuşup durdular. Sonra onlar da köye doğru uçmaya baş- Bazen duayla çağrıldığında bile yağmurun yağmadığını duymuştum. Yine de Allah’tan ümit kesilmez diyerek içimden dua etmeye başladım. Bir an Süleyman geldi aklıma. Ne yapıyor- 9 Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim üzerime gelen ateşler yakmasa beni.’ dedim. Dedim ama birden ne kadar bencilce davrandığımı anladım. Utandım. ‘Olmaz’ dedim ‘bütün orman yanıp kül olacak, ben kurtulacağım.’ ‘Hayır’ dedim ‘orman kardeşliğine ters bu.’ dur acaba şimdi? Mutlaka yangını söndürmek ve bizi kurtarmak için canla başla çalışıyordur eminim. Sedir ağacının dediğine göre ateş her yanımızı sarmış. İnsanlar yangını söndürmeye çalışıyorlarmış. İtfaiye ekiplerinin biri gelip, diğeri gidiyormuş. Seslerini duyuyorum ve korkuyorum. Yağmur niyetine helikopterle su boşaltıyorlar ama nafile. Ama şöyle olsa ne güzel olurdu. Ben yanmasam. Benim dokunduğum ağaç yanmasa. Diğer ağacın dokunduğu ağaç yanmasa ve diğer ağacın ve diğer ağacın dokunduğu ağaçlar yanmasa. ‘Allah’ım!’ dedim. ‘Ne olur daha küçücük bir fidanım, yanıp kül olmak istemiyorum! Lütfen Allah’ım lütfen!’ Ateş ne kadar küçük ve ne kadar büyük olursa olsun, nerede ve nasıl başlarsa başlasın mutlaka bir iz bırakıyormuş. Yıllar geçse de izi silinmezmiş. Ama bu ateş bizi kül edecek. Belki de bizden hiçbir iz kalmayacak, köklerimiz kuruyacak. Gözü ve karnı doymak bilmeyen aç bir ejderha gibi hepimizi yutacak. Salgın bir hastalık gibi öyle hızlı yayılıyormuş ki insanların çabası boşunaymış. Sedir ağacı öyle diyor, gördüklerinden bunu anlıyormuş. Canlı olan ne varsa kuşlar, böcekler, otlar, çalılar ateşin karşısında çaresizlik elbisesini çoktan giymişler. Sedir ağacı bir anne şefkâtiyle başımı dallarıyla okşadı. ‘Direneceğiz sarıçam korkma.’ dedi. Sonra dallarını iyice yere eğdi. ‘Haydi, şimdi sıkı tut dallarımı.’ dedi. ‘Sonuna kadar direneceğiz. Kendimizi ateşin yakıcı ellerinden son nefesimize kadar kurtarmaya çalışacağız. Eminim rüzgâr sağa sola savrulmaktan vazgeçecektir. Bunu yaparsa zaten bize en büyük iyiliği yapmış olacak ve insanların da işini kolaylaştıracaktır.’ Sedir ağacının dallarına sıkıca tutundum. O diğer dallarını meşe ağacına uzattı, meşe ağacı ardıç ağacına, ardıç ağacı beli bükülmüş köknara uzattı. Makiler zaten sarmaş dolaştı. Kuşlar bir an olsun üstümüzden ayrılmadılar. İnsanların artık seslerini de duyabiliyorduk. ‘Ha gayret, ha gayret az kaldı.’ diyorlardı. Bir ara Süleyman’ı gördüm sonra gözden kayboldu. Rüzgâr durdu. Sonra gök gürledi. Birkaç dakika içinde gökten iplik iplik yağmur boşaldı. Ateşin üstüne düşen her yağmur damlası ‘cos cos’ sesler çıkarıyordu. Süleyman’la geçirdiğimiz güzel günler bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçiyor. İnsanlar da ölümle burun buruna, göz göze geldiklerinde böyle olurmuş. Koca bir ömür yaşadıkları hayat birkaç saniye içinde film şeridi gibi gözlerinin önünden geçermiş. Süleyman’ın anlattığı peygamber geldi aklıma. İbrahim peygamberi yanan ateşin içine atmışlar da, ateş o peygamberi yakmamış. Gül bahçesine dönmüş ateş. O gün ne kadar da etkilenmiştim anlattıklarından. Birden kendimi o peygamberin yerine koydum. Sedir ağacının ‘Keşke lime lime etselerdi de beni, bu acıyı görmeseydim?’ sözünün etkisinden kurtulmak istercesine ‘Keşke’ dedim ‘Keşke İbrahim peygamber gibi olsam da, şu Yağmur damlaları minicik gövdeme düşmeye başladığında gözlerimi açtım. Yağmur damlaları beni uykumdan ve gördüğüm rüyadan uyandırmıştı. 10 Aralık 2009 KULAK AĞRISI Bülent Cingöz den sarmaşıkların mor lekelerini görebiliyordu. Ablası da yoktu evde. Yatağı toplanmış, o her zaman düzenlidir, insan onun yatağına girip uyumak ister. O, neye dokunursa güzelleştirir ve iyi bir biçime sokar. Ablasının onu giydirmesine bayılırdı. Giydirdikten sonra ‘cop!’ diye öperdi çocuğu. Dış kapı açıldı. Ahşap kapı gıcırtıyla açılırdı hep. Bu sesi severdi çocuk. Ve gelenin babası olduğunu düşündü. Çünkü bu evde herkesin kapıyı açma sesi farklıydı. Sessizlikten yayılan o koku dağıldı. Adam yukarı çıktı. Toz çubuğunun içinden ona baktı. Işık, adamın yüzünü ikiye bölüyordu. Terli ve esmer bir yüz. atak odasının açık kapısından çatıdan salona düşen eğik ışık çubuğunu gördü uyanınca. Kuş sesleri vardı her yerde. O kadar ki dünyada bundan başka bir şey yokmuş gibi. Oysa kulağındaki katılık öylece duruyordu. Ağrı oradaydı ve sabah olunca kaybolan ağrılara benzemiyordu. Terlemişti. Yorganın altında eziliyordu. Elini kulağına götürdü. Gerçekten kötü bir sancı vardı. Haziranda bir gündü. Kuşlar ve güneş dışarıda her yere yayılmış olmalıydı. Kanal boyunca kavaklar yansıyordu üzerine. Su o zaman tuhaf bir yeşile dönüyordu, içine dalsanız sanki siz de o garip renge boyanacaktınız. Çocuklar giriyorlardır, dedi, sabahın bu saatinde bile, hem daha temiz olur, daha güzel! Bense acı içindeyim... Y - Nasıl oldun? - Aynı, ağrıyor. - Gidiyoruz. Sessizdi ev. Ev sessiz olduğu zaman garip bir koku yayılırdı havaya. Çocuk sevmiyordu bu kokuyu. Sessizliği de sevmiyordu. Pencere- - Doktora mı? - Doktora! 11 Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim ama lambalar yanıyordu, çocuk buna da şaşırdı. Giyindi çocuk. Ağrısı çoğaldı ama. Babası da en yeni ceketini giydi. Bir de beyaz bir gömlek. Beyaz gömleğin içinde yakışıklı bir yüzü vardı adamın. Çıktılar dışarı. Evin önü sulanmıştı, minik bahçede kadife çiçekleri vardı ve yapraklarında su damlacıklar parlıyordu hala. Sarmaşıkların kokusunu duydu. Kulağı kötü bir biçimde zonkladı o an. Gölgeden çıkınca yüzüne güneş vurdu. Sıcaktı. Su düşündüğü gibi yemyeşil akıyordu ötede. Yoldan bir at arabası geçi. Kulağını tutuyordu ve kulağını tutmadığında sanki daha çok ağrıyacak gibi geliyordu çocuğa. Yola çıktılar. Az sonra bir otobüs geldi. Yolda uyudu çocuk. Başı babasının kucağına düştü. Adam sararan buğdaylara, kıvrılarak akan ırmağa, asfaltın çizgilerine dalıp gitti. Beyaz önlüğü içinde doktor hastasıyla çıktı odadan. Hastaya bir şeyler söyledi. Sonra çocukla adamı gördü, gülümsedi. - Ağabey hoş geldiniz, sizi hangi rüzgâr attı buralara? Sarıldılar. Çocuğun da yanaklarından öptü. İyi bir kokusu olduğunu düşündü doktorun, acıyı hafifleten bir koku. - Bizim delikanlı hasta. - Gelin şöyle, bir bakalım. Babasının, doktoru nereden tanıdığını bilmiyordu. Onları dinlemedi. Duvarlarda resimler vardı: Kocaman bir kulak, kıvrımlar, kırmızı çizilmiş yollar, sonra bir boğaz, dil vs. İki saat sonra Tokat’a vardılar. Çocuk terminalde uyandı ve ürküten kalabalığı duydu. Kokusu değişmişti dünyanın. Ağrısı da değişmişti sanki. Farklı sızlıyordu. Neler olup bittiğini anlayamadı. Evdeki sessizliğin kokusu gibi insanı üzen bir şeydi şehir kokusu. Doluydu her yer ve insanlar çok bağırıyordu. Yoldan durmadan otomobiller geçiyor, trafik lambaları yanıp sönüyordu. Güneş parlıyordu ama serin bir rüzgâr havalandırıyordu sokakları. Yürüdüler. Babasının elini hiç bırakmadı. Beğendin mi? diye sordu babası, beğendim, dedi. Kulağın nasıl, ağrıyor, dedi. Yüksek bir binanın önünde durdular. Kapıdan geçip loş, dar bir merdivenden çıktılar. Üstünde “Doktor...” yazan bir kapıyı çaldılar. Genç bir kız açtı, buyurun… Doktor elindeki bir aletle kulaklarına baktı. Lambası vardı o şeyin. Sonra burnuna. - Delikanlı dere suyuna giriyor mu? - Hiç çıkmıyor ki! - İyi yüzüyor musun? - Evet. - Nerede? - Kanalda. - Anlaşıldı. Ağabey, bu yakışıklının kulakları iltihaplanmış. Dere suyuna girmeyecek… Kulaklarına su damlattı doktor. Kulağının içi kaynamaya başladı. Ağrısı vardı ama canı yanmıyordu artık. Yattığı plastik yatağın üzerinde fokurtulu bir kaynama duyuyordu. Akşam olunca bunları ablasına anlattığını gördü; doktoru, bu odayı, kulağının kaynamasını, hepsini... - Bir hastamız var! - Şöyle geçin, Ahmet Bey içeride, hastası var, o çıkınca sizi alır. Dev yaprakları olan bir çiçeğe bakıp durdu çocuk. Hiç bu kadar büyük bir saksı görmemişti. Ağrısı hafiflemiş gibiydi. Koltuklar yumuşaktı ve iyi bir kokusu vardı odanın. Gündüzdü Odadan çıkarken o dev yapraklı çiçeğe baktı, onu hiç unutmak istemiyordu çünkü. Ec- 12 Aralık 2009 - Ağrıyor kulağım. zaneden ilaçları aldılar ve yürüdüler sokaklarda. - Birkaç güne kadar geçer, sabret. - Duydun Ahmet Amca’nı? Çıktılar. Güneşin altında yürüdüler. - Hiç mi girmeyeceğim?! - Seni burada bıraksam eve gidebilir misin? - Hiç! - Gidemem! - Başımı sokmam olur biter. Güldü adam. Terlemişti. Esmer alnında damlacıklar vardı. Sebze halinde durdular. Adam bir karpuz seçip kestirdi. Sulu ve tatlıydı karpuz, serindi. - O zaman yüzmüş olur musun? - Olmam. - Acıktın mı? - Karpuz böyle yenilir, tıpkı bir camış gibi. Sularını akıta akıta... - Hayır! - Gel şurada bir lokanta var. Güldü çocuk. Kendisi de kocaman bir dilime bir manda gibi saldırdı. Yemek kokuları çarptı yüzüne. Şişman bir adam geldi masalarına, ‘tas kebap’, dedi babası, iki tabak. - Böyle mi? - Evet, aynen öyle! Sıcaktı artık. Rüzgâr kesilmişti. Çocuk o yeşil suyun yanında olduğunu düşündü. Yapraklar vardı suyun yüzeyinde ve balıklama atladı bu yeşil kütlenin içine. Adam yemekleri getirdi. Biraz sonra babası bir Maltepe paketi çıkarıp sigara yaktı. Karpuzu bitirmeden ayrıldılar oradan. Çocuk o gece rüyasında yeşil sularda yüzdüğünü gördü. Dev yapraklı çiçeği ve babasıyla yediği karpuzu. Ve bilmediği bir şehirde babasının elini hiç bırakmadan yürüyüp durdu sabaha dek. -Yemedin? 13 Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim SAFAHAT’IN GÖLGELERİ Aydın Adnan Gümüş* ni ve psikolojisini ve bunların bütün ıstıraplı görünüşlerini yansıtan; tüm bu görünüşlerin giderilmesi için işe yaraması muhtemel bütün pratik, teorik, tarihsel vs. ufukları araştıran, işaret eden ve bulup kullanmaya çalışan, bu anlamda teklifleri ve tavsiyeleri olan bir şiirdir. Safahat’ın özellikle ilk altı kitabında yer alan şiirlerin çoğu sanki sadece şiir değil, aynı zamanda bazen vatanı ve milleti için dua eden, onlara kürsüden yaptığı konuşmalarla yol göstermeye çalışan bir din adamı, bazen bir sosyolog, psikolog yahut bir toplum önderi... Hasılı kendini vatanına ve milletine, onların iyilik ve kurtuluşuna adamış fedakâr bir kahramanın ifadesidir. evrinde olduğu kadar günümüzün sorunlarına da ışık tutan İstiklâl Marşı şairi Mehmet Âkif’i anlamak Safahat’ı anlamakla başlar. Safahat’ta Âkif’in sanatıyla beraber fikirlerini ve toplumsal sorunları işlediğini bilmek gerekir. Zaten edebiyat eserleri, esas olarak iki genel çerçeve içinde düşünülebilir. Bu bağlamda, bazı edebiyat ürünleri geniş zümreye seslenen, bu zümrenin problemlerini çözmeyi yahut en azından bunları ortaya koymayı amaçlayan, bir yandan da topluma reçeteler öneren toplumcu sanat anlayışının çerçevesi iken bazı edebiyat ürünleri ise “estetik”i ön plana çıkararak diğerine göre daha bireysel bir tavır alan estetik sanat anlayışının çerçevesidir. Kimi edebiyat eserlerinde ise her iki sanat anlayışının içine girebilecek dikkat ve ifade biçimleriyle de karşılaşmak mümkündür.1 D Sancılı dönemin sona erip Cumhuriyet’in ilan edilmesinden sonra dinlenmek için bir süre Mısır’da kalan şairin buradayken yazdığı şiirleri hem içerik, hem de üslupları itibarıyla az önce sözünü ettiğimiz şiirlerden daha farklı bir yapıdadır. Yüksek sesli ve âdeta kürsüden insanlara seslenen önceki şiirlerine göre bu dö- Toplumsal mesuliyet duygusunu bütün hücrelerinde hisseden Mehmet Âkif’in şiiri, içinde yaşadığı dönemin sosyal ve siyasal gerçekleri- 14 Aralık 2009 nemde yazdığı ve Safahat’a “Gölgeler” başlığı altında giren şiirlerde şairi dışarıdaki hayat ve onun problemlerine, çelişkilerine değil, insanın ve özellikle de kendisinin iç dünyasına, bu dünyanın karmaşık görüntülerine yönelmişken görürüz. Bir tür kişisel / bireysel murâkebe ve muhâsebe olarak da değerlendirilebilecek olan bu bölümdeki şiirler, içeriklerine de bağlı olarak âdeta fısıldayan ya da yalnızca kendi kendinin duyabileceği bir sesle konuşan şiirlerdir. çıkmış; onu takip eden diğer kitaplar farklı başlıklar hâlinde ve her biri Safahat’ın ikinci, üçüncü…. kitapları olarak yayınlanmıştır. İlk kitabındaki “şiirlerin büyük kısmını dinî lirizm, toplum problemleri karşısındaki ızdırap ve felsefî duygu ve endişeler olmak üzere üç esas etrafında toplamak mümkündür.”2 Hasta, Küfe ve Bayram adlı manzumelerde çocuklar; Seyfi Baba, Kör Neyzen ve Yemişçi İhtiyar’da yaşlılar; Meyhane ve Köse İmam şiirlerinde de kadınların yaşadığı sosyal problemler ele alınarak okuyucunun bunları düşünmesi, üzülmesi ve neticede çare araması istenir. Fakirlik, hastalık acizlikle beraber yardım, iyilik, ümidin de yolu gösterilir. Mahalle Kahvesi adlı şiirde kahveler halkı çalışma hayatından uzaklaştıran, tembellik yuvası yerler olarak tasvir edilmiştir. Şaire göre burası insanların yaşayabileceği bir yerden ziyade bir ahıra benzemektedir: Kürsüden Sesleniş ya da Safahat’ın İlk Altı Kitabı Neleri Haykırır İlk bölümü Safahat başlığını taşıyan Safahat’ın ikinci ve dördüncü kitaplarının başlıkları “Süleymaniye Kürsüsünde” ve “Fatih Kürsüsünde”dir. Tek başına düşünüldüğünde bile kürsü imgesi, kalabalığa ya bir problemi veya durumu iletmek yahut da onları iletilmeye çalışılan durumla ilgili neler yapılması gerektiği konusunda bilgilendirmek için kullanılan yüksekçe bir yerde kurulmuş konuşma / seslenme mekânıdır. Bu açıdan, yüksek sesli konuşmayı ve konuşmacının dinleyenleri aydınlatmasını, onlarla problemlerin tartışılmasını ifade eder. Kürsüden konuşan kişi elbette dinleyenlere söyleyecek bir sözü olan bu sözün dinleyenler için faydalı olduğuna / olacağına inanan, bir yandan da ilettiği konuyu tartışmaya açan demokrat bir aydın olmalıdır. Şu gördüğüm yer için her ne söylesem c’aiz Ahırla farkı: o yemliklidir, bu yemliksiz! (s.105)3 Uzun ve tek bir şiir olarak yazılan “Süleymaniye Kürsüsünde” başlıklı ikinci kitap, İslam âleminin tasviriyle başlar, vaazla devam eder. Halkın iyi ve kötü durumları tasvir edilerek kurtuluş yolları gösterilir. Süleymaniye Camii kürsüsünden halka hitap eden vaiz, “Batılılaşmayı ve aydın-halk yabancılaşması ile ahlakî çöküş ve cehaletini” 4 yüksek sesle anlatır. Mehmet Âkif’in ilk kitabı “Safahat” adıyla 15 Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim 227) Şairin kürsüden halka hitap ettirdiği vaize aynı zamanda ilerlemenin nasıl olması gerektiğini de söyletir. (Ebediyen var olmak hakkımdır diyen, çalışmayı bir görev bilir; Garbın almışsa herif, ilmini almış yalnız, Çalış, çalış ki ebedî var oluş çalışmayla hak edilir.) Bakıyorsun: Eli san’atli fakat, tırnaksız! Fuhşu yok, içkisi yok, himmeti yüksek, gözü tok; Beşinci kitap “Hatıralar”da Balkan Savaşı ile I. Dünya Savaşı’nın felaketi ve yol açtığı problemler ve şairin hatıraları izlenimlerle verilir. Mısır, Berlin ve Necid seyahatleri şiirlerde mukayese, tefekkür ile ele alınır. Altıncı kitap “Asım”dır. Âkif’in şiir sanatının zirvesi sayılır. Eserde toplumun sorunları ve çözümleri gözler önüne serilir. “Süleyman Nazif’in bir şiir mucizesi dediği 2292 mısralık bir manzumedir. Daha önceki manzumelerinde parça parça nazmettiği fikir, his ve heyecanlar bu eserinde toplu olarak çok güzel bir dil ve mükemmel bir ifade ile şiirleştirilmiştir.”5 Eser baştan sona konuşma şeklindedir. Konuşanlar Köse İmam ve Hocazâde(Âkif) ile Köse İmam’ın Oğlu Asım’dır. “Asım’ın Nesli” meziyetleri ve kahramanlıklarıyla sıralanır ve Hocazâde’nin genç nesli öven heyecanlı hitabesi “Çanakkale Şehitleri” adıyla tanınan şaheser mısralarla donatılır. Şer’-i ma’sûma olan hürmeti bizlerden çok. Böyle evlâd okutan milletin istikbâli, Haklıdır almaya âgûşuna istiklâli. Yarın olmazsa, öbür gün olacaktır mutlak... Uzak olmuş ne çıkar? Var ya bir atî ona bak! (s.161) Safahat’ın üçüncü kitabı “Hakkın Sesleri” ise henüz sona ermiş Balkan Harbi’nin acılarıyla yazılmıştır. Fakat bütün felaketlerin; cehaletten, kötülüklere karşı çıkıp manî olmayı bırakmaktan ve tembellikten ileri geldiğini görür. Ve mısralarında şöyle der: Olmaz ya… Tabiî… Biri insan, biri hayvan! Öyleyse “cehalet” denilen yüz karasından Kurtulmaya azmetmeli baştanbaşa millet. (s. 199) Asım’ın Nesli diyordum ya nesilmiş gerçek: İkinci kitapta olduğu gibi tek bir uzun şiirden oluşan “Fatih Kürsüsünde” başlığını taşıyan eserin yaklaşık dörtte birini oluşturan birinci bölümde, iki arkadaşın Eminönü’nde vapurdan indikten sonra Fatih’e doğru yürürken konuştukları bir dizi memleket meseleleri diyalog şeklinde anlatılır. Şiirde ana tema “çalışma” fikridir. Şair, şiirde kainata hakim olan düzenin arkasında esasen “çalışma” fikrinin bulunduğunu belirtir. Öyle ki eşyanın dili sürekli şu düsturu haykırmaktadır: İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek. ( s. 411) Türk edebiyatında Âkif kadar içinde yaşadığı devri bütün teferruatıyla gören ve gösteren başka bir şair daha yok gibidir. Okuyucuya içinde yaşadığı dönemi geniş tablolar hâlinde çizen şair; bir milletin bir kader saatini, ümit ve heyecanlarını içten bir şekilde vücuda getirmiştir. Bunları yapan şairin sesi kürsüden gelirken dinî-hikemî şiirler de kaleme almıştır. “Gölgeler”in Muştusu: Hikemi Şiirler Bekâyı hak tanıyan, sa’yi bir vazife bilir, Yedinci kitap olan Gölgeler’de Mehmet Âkif, Çalış çalış ki bekâ sa’y olursa hakkedilir. (s. 16 Aralık 2009 cildi olmuştur. Âkif’in burada yazdığı şiirleri muhteva bakımından farklılık gösterir. Fazıl Gökçek bu dönemde yazdığı şiirlerini “Mehmet Âkif’in Şiir Dünyası” adlı çalışmasında ferdi ve tasavvufa ait bir muhtevaya sahip şiirler olarak ele alır. Bu şiirleri “tasavvufi şiirler, hayat ve ölüm hakkında karamsar mülahazalar ile mizahi manzumeler” 9 olmak üzere üçe ayırır. kendi iç benliğine bakar görülürken bu şiirleri müjdeleyen hikemî şiirler diğer kitaplarda “ insanın yeryüzündeki konumu, yaşantısı, karşılaştığı güçlükler ve sorumluluklar üzerine dinî bir bakış açısından yürütülen hikemî mülahazalar”6 etrafında toplandığı söylenebilir. Safahat’ın birinci kitabında yer alan “İnsan” şiirine Âkif, Hz. Ali’nin “Ey insan, sen kendinin küçük bir cisim olduğunu sanırsın, oysa en büyük âlem senin içinde gizlidir.” (s. 65) anlamına gelen bir sözüyle başlar ve şiir boyunca bu fikri geliştirir. Çünkü insan, “cisim olarak küçük olabilir fakat iç dünyası ve nitelikleri bakımın7 dan bütün âlemleri içinde taşıyan bir varlıktır.” Şair, insana seslenirken insanın yüceliğine işaret eder: Gölgeler’deki şiirlerinde Âkif, kürsüde yüksek sesle söylediği ve yaptığı mücadelenin bir muhakemesini yapar. Asıl mücadele şimdi başlamıştır. İnsanın kendi iç dünyasındaki savaş dış dünyadaki savaştan daha çetin yaşanacaktır. Âkif de bu kitapta kendi ruh dünyasına seslenen şiirler kaleme alır. Bu şiirlerde, kâh bedbin kâh daha söylenecek sözü olduğunu belli eden bir adamın dünyası vardır. Zaman zaman dostlarına gönderdiği resimlerin altına yazdığı bazı dörtlükler onun âdeta ruhunun yansımaları ya da ben’in içinde ben’in varlığını bulan şiirler olduğu söylenebilir. Şair iç yüzünün rengini arar: Senin mahiyetin hatta meleklerden de ulvîdir, Avâlim sende pinhandır, cihanlar sende matvîdir. ( s. 149) (Senin mahiyetin hatta meleklerden de ulvidir./ Alemler sende saklıdır, cihanlar sende toplanmıştır.) Resmim İçin: Dış yüzüm böyle ağardıkça ağarmakta, fakat Safahat boyunca dinî-hikemî şiirlerin yer aldığı, Âkif’in ömrünün sonlarında Mısır’da yazmış olduğu Gece, Hicran ve Secde gibi şiirlere bu içeriğini yaklaştırdığı söylenebilir. Bu bakımdan şairin yukarıda zikredilen son şiirlerinden Gece’yi gördükten sonra “Hayret üstad, siz vadiyi değiştirmişsiniz” diyen Hasan Basri Çantay’a “‘Hayır değiştirmedim. Benim vadim zâten bu idi. Bütün öteki şiirlerimi cemiyete faydalı olsun diye yazdım” 8 cevabını vermesi anlamsız değildir. Sormayın iç yüzümün rengini: yüzler karası! Beni kendimden utandırdı, hakikat, şimdi, Bana hiç benzemeyen suretimin manzarası! Resmim İçin: Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince, Günler şu heyulayı da er geç, silecektir. Rahmetle anılmak, ebediyet budur amma, Ben’in İçinde Ben’in Varlığı Gölgelerdeki İzlere Yansır Sessiz yaşadım, kim beni, nerden bilecektir? Mehmet Âkif, 1918-1933 yılları arasında yazdığı kırk iki şiiri Mısır’da Gölgeler adıyla toplamıştır. Bu kitap Safahat’ın yedinci ve son Kitaba konu olan “gölge” kavramı tasavvufî manada değerlendirilmelidir. Gerçi kitapta bu- 17 Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim i “İman Şövalyesinin Mağarasındaki Gölgeler” adlı makalesinde şöyle söyler: “Garp’ın kurguladığı trajik “gerçek”le tek başına hesaplaşma cesareti göstermesiyle iman şövalyesi olan Âkif, Gölgeler’de, Platon’un aksine, yalnız bir savaşçı olarak zihninin ve kalbinin içindeki mağaradan dışarı taşan gölgeleri Müslümanlara haykırmıştır. İslâm dünyasının vahdetten kopmuş durumu sebebiyle başına gelenleri, izlenmesi gereken yol haritasını, kitabının başına eklediği şiirlerle çizmiştir.”12 Mehmet Âkif, anlık ilhamlarla değil titiz bir işçilikle şiirlerini yazan bir şairdir. Yazmayı planladığı konular olduğu hâlde üzerinde yeterince çalışabileceği zaman bulamadığı için birçok çalışmasını ertelemiştir. Bunun en mühim sebebi olarak Kur’an Tercümesi üzerinde çalışması olduğu söylenir. 1923’ten sonra yazmış olduğu şiirlerin umumiyetle kısa manzumeler ve birçoğunun da kıtalardan meydana gelmesi bir tarz değişikliği olarak da görülebilir. Ancak bu dönemde çok az şiir yazmış olmasını sadece Kur’an Tercümesine bağlamak da doğru değildir. Bunda şairin içinde bulunduğu ruh hâlinin de payı bulunduğunu kabul etmek gerekir. lunan kıtaların ikisinde geçen “gölge”10 kelimesiyle şair kendi fotoğrafını kastetmektedir. Bu düşünce bile, kendisi ve kendisiyle beraber yaşadığı dünyayı bir gölge farz etmekten başka bir şey değildir. Gölgeler için Nurettin Topçu şöyle der: “Mimar Sinan’ın ustalık devrinin eseri Edirne’deki Selimiye Camisi’dir. Âkif’in dehasının zirvesi de altıncı ve yedinci Safahat’larıdır. Asım’da dünya görüşünü ortaya koymuş, Gölgeler’de de mistisizmine tırmanmıştır. Asım, bu ilâhi eserde muazzam bir kubbe ise, Gölgeler minarelerdir. Asım’da o insanlara bütün hesabını verdi. Gölgeler’ de, bütün bir mermer dağından tek bir heykel yapmak isteyen Floransalı Heykeltıraş Michel-Ange gibi, arzımızın sonsuzluğa olan mesafesini ölçmeye çalışıyor.”11 Mehmet Âkif, son zamanlarını geçirdiği Mısır’da bir an bile mesut olamamıştır. Vatanın bir avuç toprağına kavuşmak için ızdırap çekmektedir. Bu mısralar son günlerin acısı ile söylenmiştir. Resmim İçin: Şu serilmiş görünen gölgeme imrenmedeyim… Ne saadet, hani ondan bile mahrumum ben. Daha bir müddet eminim ki hayatın yükünü, Platon’un mağara istiaresinde insanın, mağara duvarına yansıyan gölgeleri gerçek sandığını ifade ettiği malumdur. Özlem Feda- Dizlerim titreyerek çekmeye mahkûmum ben. 18 Aralık 2009 Çöz de artık yükümün kördüğüm olmuş bağını, Ne rengâreng ubûdiyyetle, yâ Rab, hercümerc âfâk: Bana çok görme, İlahi, bir avuç toprağını!… Karanlıklar, ışıklar, gölgeler, lebriz-i istiğrak. ( s. 472) Gölgeler’de bakışlarını yine Şark dünyasında gezdiren şair, Şark’ın zaaflarına, “mutat tembelliğine, çabuk kırılan şevkine ve her an dağılmaya müsait psikolojisine bakarak iç âlemi için görüntüler biriktirir. “Alınlar Terlemeli”, “Umar mıydın?”, “Yeis Yok” gibi şiirler, şairin bu bakışından ve gördüklerinden öfke duyan duyarlılığıyla”13 yazdığı şiirlerdir. Bilhassa bu kitapta bulunan üç şiir, Âkif’in cemiyeti yansıtan, cemiyete öğütler veren didaktik şiirlerinden farklıdır. Bu üç şiir “Gece”, “Hicran”, ve “Secde” başlıklarını taşır. Bu şiirler ferdî ve tasavvufi bir hava taşırlar. Orhan Okay, “Bir Karakter Heykelinin Anatomisi”14 kitabında bu şiirleri dinî lirizme/ mistik şiire örnek olarak değerlendirir. (Bütün kandillerin tehlile dalmışlar... Şaşırdım ben: /Nasıl bir tapınak ki eserlerin, sürekli bir secde gök kubben!/ Kapanmış, titriyor dünyaların korkuyla karşında; /Melekler, sanki baş kesmiş durur Arş’ının eteklerinde./ Ya Rab, ufuklar ne rengarenk kulluklarla altüst olmuş;/ Karanlıklar, ışıklar, gölgeler hep manâ âlemine dalıp gitmiş/ Bu dalıp gitme bütün evreni devrettikçe gafletten uyandırmaz mı varlık âlemlerini?) Bu bendin yedinci mısraından sonra bu defa şair iç varlığa döner. Ruhu manevi anlamda perişan ve ihtiyaç içindedir. Bu durumu “benim bîçâre gölgem çırpınır bir damla toprakta” mısraıyla ifade eder. Gece başlıklı şiir, Âkif’in tasavvuftan beslenerek mistik duygularla kaleme aldığı bir münacat/yalvarış şiiridir. Şiirde bir inziva anının duyuş ve düşünüşleri gözlenir. Şair, tükenmeye yüz tutmuş bir ömrün ardından yaşadığı dünya hayatından memnun olmayarak bezm-i elestten beri ayrı düştüğü Tanrı’sına kavuşmak, O’na yakınlaşmak arzusunu dile getirmektedir. Bu, şiiri sürükleyen ana tema olur.15 Perişan ruhumun inler harâb evtâr-ı îmânı. Perişan: Çünkü, yükselmiş değil feryâd-ı gümrâhım; Şu mahşer mahşer envârın biraz yol verse, Allah’ım! Evet, milyarla âlem vecde gelmiş bu’d-i mutlakta; Şiirin birinci bendinde bütün varlıkların kendi dilleriyle Allah’ı tesbih etmeleri anlatılmıştır. Bu mısralarda şöyle dile gelir: Benim bîçâre gölgem çırpınır bir damla toprakta! Kapanmış, titriyor dünyaların haşyetle karşında; (Benim de öylece perişan ruhumun inlemekten harap iman telleri./ Perişan, çünkü yükselmiş değil, yolunu şaşırmış olan feryadım;/ Şu mahşer mahşer ışıkların biraz yol verse Allah’ım!/ Evet, milyarlarca âlem vecde gelmiş sonsuz uzaklıklarda/ Benim çaresiz gölgem çırpınır bir damla toprakta!) Melekler, sanki başkesmiş durur dâmân-ı Arş’ında. Şiirin ikinci bendinde tasavvufi bilgilerle karşılarız. Şairin gönlü Rabbi’nden ayrı kaldığı Bütün kandillerin tehlîle dalmışlar... Şaşırdım ben: Nasıl ma ‘bed ki sun ‘un, sermedi bir secde gök kubben! 19 Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim Âkif’in lirik/tasavvufi şiirlerinden biri de Gece’den beş gün sonra yazılmış olan “Hicran”dır. Şiirde Allah’a kavuşma arzusu kuvvetli bir şekilde dile getirilir. Allah’ın insanın kalbine bütün bir varlığıyla yerleşmesi veya tecelli etme arzusu vardır. Şair, bu arzusunun gerçekleşmesi için hazırlık yapar, bir mabede benzettiği kalbini Tanrı’nın ziyareti için hazırlar, bir seccade serer ve bir kandille aydınlatır. Ancak yanılmıştır. Bu hazırlıklar Tanrı’nın kendisinden iyice uzaklaşmasına sebep olur. Tanrı’nın insanın kalbinde tecelli etmesi için orasının bütün maddi varlıklardan arındırılması gerekir. Hatasını anlayan şair kalbini bütün maddi varlıklardan arındırır ve Allah’a seslenir. İlâhî! Söktüm attım, işte hücrem şimdi çırçıplak: için büyük acı duyar. Bir bakıma Allah’tan başka her şeyden ilgisini kesen yani masivadan uzaklaşma hâlini yaşayan bir öznedir. Ne afâkında tek kandil, ne mihrabında seccade; Ezelden bildiğin toprak, bütün varlıktan azade.(s. 475) Diyorlar, hep senin şemsinden ayrılmış, bu ecrâmı... İlâhî, onların bir ân için olmazsa aramı; Nasıl dursun, benim bîçâre gölgem, senden ayrılmış? Şiirin son kısımları en büyük sevgiliyi davet eden mısralarla biter. Güneşlerden değil, yâ Rab, senin sinenden ayrılmış! Güneşler geçti, aylar geçti, artık gel ki, mihmânım, Henüz yâdımdadır bezminde medhûş olduğum demler; Şuhûdundan cüda îmanla yoktur kalmak imkânım.(s.476) O demlerdir ki yâdından kopar beynimde bin mahşer! Hicran şiirinin devamı gibi olan “Secde”de şair, Hicran şiirinin son mısraından hareket eder. Hicran şiiri “Şuhûdundan cüda îmanla yoktur kalmak imkânım.” (Seni görmekten uzak bir imânla yoktur yaşamak imkânım) mısrasıyla biter ve Secde şiiri “Şuhûdundan cüdadır, çok zamanlar var ki, îmânım”; (Seni görmekten uzaktır, çok zamanlar var ki, imânım) mısraı ile başlar. Bu yüzden Secde’yi Hicran’ın devamı gibi düşünmek mümkündür. Bu şiirde (Diyorlar ki hep senin güneşinden ayrılmış bu gök varlıkları.../ Allah’ım, onların bir an için bile yoksa dur durağı/ Nasıl dursun, benim çaresiz gölgem, senden ayrılmış?/ Güneşlerden değil, yâ Rab, senin sinenden ayrılmış!/ Henüz hatırımdadır meclisinde ürperdiğim anlar;/ O anlardır ki hatırladığımda kopar beynimde bin mahşer!) 20 Aralık 2009 yalnız adam hüviyetini gösteren ve bu yalnız adamın inançları, tereddütleri, mistik duyguları, inzivası “Gölgeler”de ortaya çıkar. de şairin Allah’ın varlığını içinde hissetme arzusu ve bu arzuya kavuşmak için gösterilen çaba ve bekleyiş ifade edilir. Bütün varlık âlemi “vahdet şarabı ile sarhoş” bir hâlde iken, bu coşkuya katılamayan tek varlık şairin kendisidir. Bu da şiirdeki lirizmi arttırmaktadır. Çöküşün, yıkılışın, dağılışın olduğu bir dönemde Mehmet Âkif, toplumu millî bir mutabakat metni içinde sorumluluk duygusu ile gölgelerinde bıraktıklarıyla toplamıştır. Bütün zerrâtı sun’un bir müebbed neşveden serhoş; _____________________________________________ * Çankırı Endüstri Meslek Lisesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni 1 Edebiyat eserlerinin bu nitelikleri için bkz. R. WELLEK-A. Warren Edebiyat Teorisi, (Çev. Ömer Faruk Huyugüzel), Akademi Kitapevi, İzmir 2001; Mehmet ÖNAL, En Uzun Asrın Hikâyesi, Akçağ Yay. Ankara 1999. Şuhûd imkânı yok, coştukça hilkatten bu vaveyla.(s.477) 2 Mehmet Âkif ERSOY, Safahat, Orijinal Metin-Sadeleştirilmiş Metin-Notlar, Haz. Ömer Faruk Huyugüzel, Rıza Bağcı,Fazıl Gökçek, Feza Yay., İst. 1998, s.17. (Eserinin bütün zerreleri sonsuza dek seninle olmanın neşesiyle sarhoş;/Sağım sarhoş, solum sarhoş, Allah’ım ben ne yapsam boş!/ Ömürler boyunca gözüm yollarda, hâlâ beklerim, hâlâ,/ Seni görmek imkânı yok, bu varlık âleminde çığlıklar coştukça.) 3 Şiirlerin alındığı eser; Mehmet Âkif ERSOY, Safahat, (Haz. M. Ertuprul DÜZDAĞ), Çağrı Yay., İst. 2006 4 Fazıl GÖKÇEK, Mehmet Âkif’in Şiir Dünyası, Dergah Yay., İst. 2005, s.171. 5 Mehmet Âkif ERSOY, Safahat, ( Haz., M. Ertuğrul DÜZDAĞ) Çağrı Yay. İst. 2006, s.148. 6 Fazıl GÖKÇEK, a.g.e., s.95. 7 Fazıl GÖKÇEK, a.g.e., s. 102. 8 Orhan Okay, a.g.e., s. 134. 9 Fazıl GÖKÇEK, Mehmet Âkif’in Şiir Dünyası, Dergah Yay., İst. 2005, s.236-254. Sağım serhoş, solum serhoş, İlâhî, ben ne yapsam boş! Ömürlerdir, gözüm yollarda, hâlâ beklerim, hâlâ, Mehmet Âkif’in Mısır’da inzivaya çekildikten sonra yazdığı bu üç şiirinde daha önceki eserlerinde açığa vurmadığı bir duygu âlemi görülür. Gece’de Allah’ın tecellisine mazhar olamama acısı, Hicran’da Allah’a ulaşmak ve Allah’ın kalpte tecellisi için tutulan yol, Secde’de ise Allah’ın vahdet şarabı ile sarhoş bir hâlde iken bu coşkuya katılamamanın verdiği ıstırap yer alır. Mehmet Âkif’in yedinci ve son şiir kitabı Gölgeler’deki şiirlerin çoğu onun vatanından uzakta geçen ömrünün son on yılına aittir. Bu şiirlerde o artık bir toplum ve sosyal olaylarla ilgilenen şair olmaktan çok bir “ben” şairidir. Safahat’ta kalabalıklar arasında yaşadığı toplumun meselerini su yüzüne çıkaran, öneriler teklif eden Âkif’le kendi iç dünyası içinde bir 10 (Kelimelerin geçtiği yer) Mehmet Âkif ERSOY, Gölgeler, Haz. Fazıl GÖKÇEK, Dergah Yay., İst. 2007, s. 82-83. 11 Nurettin TOPÇU, Mehmet Âkif, Dergah Yay. İst. 2006, s.26. 12 Özlem FEDAİ, “İman Şövalyesi’nin Mağarasındaki Gölgeler”, Hece (Mehmet Âkif Özel Sayısı), Ank. 2. Baskı, 2008, S.133, s.314-315. 13 a.g.m., s.315. 14 Orhan Okay, Mehmet Âkif Bir Karakter Heykelinin Anatomisi, Akçağ Yay. Ank. 2005, s.133-134. 15 Ali İhsan KOLCU, “Mehmet Âkif’in Gece Şiirinin Çözümlenmesi”, Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim, Mehmet Âkif Ersoy Özel Sayısı, S. 73, Ank. 2006, s.99 21 Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim Saffet Çakar FASL-I HAZÂN -Fatih Sultan Mehmet’e nazîre- “Erişür fasl-ı hazân bâğ-ı bahâr elden gider” Nice bin kavga kopar mülk-i hazâr elden gider. Gül de bülbül de göçer gamlı gazeller savrulur, Dil-i vîran kararır ahla karâr elden gider. Av değil şehsüvâr ol yıllara savlet kılıver, Yine ardında felek durma şikâr elden gider. Beri gel,gel !Yari ağyâre neden denk tutasın, Kafesinden kurtulur cân ile yâr elden gider. Ağlaşır dostları sâhilde görünmez gemiye, Yolcu bir daha dönmez o kenâr elden gider. Açılır yelkeni, âfâka sürükler dalgalar, Gemi girdâbâ dalar , gör rûzigâr elden gider. İşte yurdun! Hani dünyâ? Hani sen ben burada? Zararın elde kalır ağla ki kâr elden gider. ______________________ *Kız Meslek Lisesi-Tokat 22 Aralık 2009 Metin Tandoğan SEMAZEN döner semazen gizem namesinden dökülür neyin nefesler kubbede kördüğüm hüzzam bir ilahi hafızın davudi sesinde mukim alır tüm ramazanlarını ömrümün tespihin imamesinde püskül nargilede elma tadında tütünüm sürer iftar mahallinde gezintilerim çocukların bayram gözlerinden su içer ıtri’nin bestesinde yıkanır kefenlenirim 23 Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim PORTAKALI SOYDUM Ömer Kemiksiz ki katlı ahşap bir evde geçti çocukluğum. Her gece yatmadan evvel ninemin bana anlattığı masallarla uykuya dalar, rüyamda masal kahramanlarıyla dostluklar kurar, uyanınca gerçek dünyanın gerçekleriyle yüzleşirdim. Dünyanın gitgide çirkinleştiğini, bozulduğunu söyleyen büyüklere inat, ben onu inatla sevmeye devam ederdim. Laf aramızda, dünyanın çok da kötü olduğuna inanmadım hiç. Ben içimdeki dünyamda -o çocuk dünyamdaöylesine mutluydum ki… dım. Aslında merak etmiyor da değildim. Soramadım işte. Belki de kafamdaki büyük adamın hayaliyle yaşamak daha çok hoşuma gidiyordu. Madem büyük adam olacaktım. O zaman biraz beklemek gerekirdi. Büyük olmak öyle aceleye gelmezdi kanımca. İ Ben okulu çok severdim. Galiba o da beni çok sevmişti ki bu kadar iyi anlaşıyorduk. Okul sevilmeyecek şey miydi canım? Ders aralarında oynayacağımız oyunlar için ebe seçmemiz gerektiğinde “Ooooooo…Portakalı soydum, başucuma koydum…” diye başlayan için bile sevilmeye değerdi okul. Biz her oyundan önce hayalimizde portakal soyar, onun güzel kokusu burnumuzda, oyunumuzu oynamaya devam ederdik. Belki o oyunların pek çoğunda ebe seçildim. Bazen kazandım oyunlarda bazen kaybettim. Bugün bunların hiçbirini hatırlamıyorum ama o meşhur portakal soyma ifadesi İlkokula başladığımda annemin benim için diktiği o meşhur kara önlük, üstüme bol da gelse yakışmıştı hani… Ben okuyup büyük adam olacaktım. Daha doğrusu olacakmışım. Etrafımdakiler bana böyle söylediler. Bense bir kez olsun büyük olmanın, büyük adam olmanın nasıl bir şey olduğunu onlara sormadım, sorama- 24 Aralık 2009 yok mu?.. Gitmiyor işte aklımdan, gitmiyor. Hem nasıl gitsin ki? Sekiz-on yaşlarındaki bir çocuğun muhayyilesinde o turuncu renkli, mis kokulu meyvenin yerini, başka hiçbir şey tutmazdı. tığım o portakalı yiyemedim. Gizli bir el, elimden çekip aldı sanki onu. Yedirmedi bana, çok gördü. O portakal, içimde bir ukde olarak yıllar yılı kaldı. Kasabadan gelen portakallar güzeldi de benim tek bir arzum, tek bir hayalim vardı: Bir portakal bahçesine elimi kolumu sallaya sallaya girmek, o ağaçtan o ağaca koşmak, beğendiğim bir ağacın altında durmak, önce bir müddet onu seyretmek sonra o ağaçtan beğendiğim en sulu, en cana yakın portakalı koparmak ve….. Bizim köyden kasabaya haftada bir gün, cuma günleri araba giderdi. Kış mevsimine rastlayan cuma günleri benim için bayram havasında geçerdi evde. Babam veya dedem pazara gidecek, o mis kokulu portakallardan getirecek, poşetten çıkan ilk portakal bana uzatılacaktı. Hep öyle olmuştur. Benim portakal sevdamı bilen büyüklerim açılışı hep benimle yaparlar, benim yüzümdeki mutluluk ışıltısını görmeden portakalı mutfağımızdaki tahta dolaba koymazlardı. Küçük kardeşimin kıskançlıktan kaynaklanan ağlamaları dahi evimizdeki bu geleneği bitiremedi. Portakalı ilk ben aldım, ilk ben soydum ve suyunu akıta akıta -hem de hiç utanmadan- ben yedim. Bazı geceler de kabuklarını yatağımın kenarına koyup onun kokusu altında uyuyakaldım. Rüyalarımda portakal bahçeleri gördüm. Onların içine destursuz girdim. Canımın istediği daldan canımın istediği portakalı kopardım ve …… Olmadı… Çocukluk hayalim asla gerçek olmadı. Ne gerçekte, ne rüyalarımda. Benim hiç, içinde özgürce dolaşabileceğim bir portakal bahçem olmadı. Benim elimle koparılmamış bütün portakallar eğreti durdu ağzımda. Onların ağzımdan akan suları bazı geceler gizli gizli gözyaşlarıma karıştı. İstedim ki, yediğim portakalı ben koparmış olayım dalından. Ona ilk Her gece böyle oldu. Rüyalarımın hiçbirinde kopart- 25 Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim benim elim ve yüreğim değsin. Onu önce ben okşayayım, ben seveyim. Dalından ayrılır ayrılmaz onu teselli etmeye ilk koşan ben olayım. Ben atayım çantama onu. Yine ben soyayım, yine ben başucuma koyayım. Benim çocukken başucuma koyduğum portakallardan hiçbirini dalından ben koparmadım. Bunu hatırladıkça hâlâ yüreğimden bir şeyler koptuğunu hissederim de bir şey diyemem gönlüme. O çocukluk günlerim şimdi o kadar uzaktalar ki…Portakalı soyup başucuna koyup oyun oynayan çocuklar bile kalmadı sanki ha? Ben onları neden göremiyorum? Portakalların mı tadı kalmadı, yoksa oyunların mı? Yoksa her şeyin mi tadı kaçtı? Herkes, portakal soymaları bırakıp yalanlar uydurmaya mı başladı? Önce ninem öldü. Soğuk bir kasım sabahıydı. Ben o gün iki defa üşüdüm. Son gece bana anlattığı masalı tamamlayamadan ayrıldı bizden. Ben o masalı yıllardır bitiremedim. Ninem öldükten sonra masallar sustu, masal kahramanları bana küstü. Sonraki yıllarda kitaplardan okuduğum hiçbir masal, ninemin anlattıklarının yerini tutmadı. O masallar ki yıllardır susmaya devam ediyorlar. Ben öyle hissediyorum. Masalsız yetişen çocukları gördükçe ninemi rahmetle anıyorum. Ninemin hasretine dayanamayan dedem ondan sadece üç ay ayrı kalabildi. Karlı bir şubat günü bembeyaz karla kaplı toprağa emanet ettik dedemi. Mezarına son toprak atıldı- 26 Aralık 2009 yim. Zaman ne çabuk geçti. Neler değişmedi neler eskimedi ki? Bugün, bir devlet dairesinde memurum. Küçükken bana dedikleri büyük adam olma işini başarabildim mi bilmiyorum. Çok da düşünmedim gerçeği söylemek gerekirse. ğında dedemin beyaz sakallı, nurlu yüzünü ayakta beklerken görür gibi oldum. Belki bana söylemek istedikleri vardı ama o bunların hepsini kara toprağın derinliklerine götürdü kendisiyle beraber. Kabristandan ayrılırken dedemin elinden alıp yediğim son portakalın kabuklarını da bıraktım mezarının üstüne. O günden sonra bütün portakallar sularını çektiler, tatlarını yitirdiler. Ben o günden sonra başucuma ne portakal ne de portakal kabuğu koydum. Dün bir arkadaşımın portakal bahçesine portakal toplamaya gittik. Bahçenin kapısında durdum, geriye döndüm, uzun müddet çocukluğumu aradım. O, portakal bahçesine girip istediği gibi dallardan portakal koparıp onu yeme isteğiyle yanıp tutuşan çocuğu aradım. Bulamadım… O da artık mazinin tozlu sayfalarına mahkum olmuştu sanki... Yıllarca beklenen bir hayal gerçek oluyordu ama o kalp artık küçük Ortaokulla birlikte gurbetin yolunu tuttum. Artık yatılı okuyacaktım. Her gece yatarken gurbet beni saracaktı, sabah gözlerimi ilk açtığımda karşımda yine onu görecektim. Ama dayanmalıydım. Zira ben büyük adam olacaktım. Büyük adamlar öyle her şeyden şikâyet etmemeliydiler. Büyük adam olmak büyük sabır ister derdi ya dedem, doğruymuş meğer. Zamanla gurbete, sıkıntılara, kısacası her şeye alıştım. Her şeye alıştım da bir alışamadım yatılı okulun yemekhanesinde verilen portakallara. Hiçbiri dedemin ve babamın getirdiği portakallar kadar lezzetli değillerdi. Fakat ben yine de soydum portakalı ve paylaştım arkadaşlarımla. bir çocuğun kalbi değildi. Portakallara uzanacak eller küçük bir çocuğun elleri hiç değildi. Çocukluk hayalleri çocukluk yıllarında güzelmiş meğer… Bahçeye girdim. Saya saya adımlarımı attım. Kırkıncı adımda durdum. 40, yaşımdı çünkü benim. Ondan öteye nasıl geçebilirdim? Yanımdakilerle beraber başladık portakal toplamaya. Kendi çocukluğum karşıma geçmiş bana gülüyor, bana mutlu olmam gerektiğini söylüyordu âdeta. Bense mutlu olamadım. Portakalların kokusu bile değişmişken nasıl mutlu olabilirdim? Bir portakal soydum, bir dilim portakal attım ağzıma. Yok! Bu portakallar o aradığım, hayaliyle yaşadığım portakallar değildi. Bahçe bana dar geldi. Portakallar bana acı geldi. Karşımdaki çocukluğum bana elem verdi. Zaman, sular seller gibi akıp geçti ama ben yattığım ranzanın başucuna hiç portakal ve kabuğunu koymadım. Ve benim yine o yıllarda içine özgürce girip istediğim ağaçtan istediğim portakalı koparıp doya doya yiyebileceğim bir portakal bahçem olmadı. Bu gurbet ellerde arkadaşlarımla oynadığım hiçbir oyunda ebe seçmek için “Ooooooooooo….portakalı soydum, başucuma koydum…” ifadesine de şahit olmadım. Başımı gökyüzüne kaldırdım. Elinde mis kokulu portakalı bana uzatan dedeme ve yarım bıraktığı masalın diğer yarısını anlatmak istermişçesine bana bakan nineme birer gülücük yolladım. *** Şimdi kırkına merdiven dayamış, saçlarına beyazları istemeden de olsa kabul etmiş biri- 27 Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim DOĞUMUNUN 801. YILINDA NASREDDİN HOCA Mevlana Çakıral* ıkralar, çok geniş bir coğrafî alan içinde oluşan binlerce yıldan beri sözlü gelenekte yaşayan halk edebiyatı ürünleridir. Türk halk kültürü fıkra sentezinde Orta Asya’dan getirdiklerimizin yanı sıra İslam kültürü ve Anadolu’nun eski kültürlerinden sürüp gelenler de vardır. Türk fıkralarına 15. yüzyıldan sonra Türk kültürünün yanı sıra Arap, İran ve Anadolu öğeleri girmeye başlamıştır. Osmanlı İmparatorluğunun yayıldığı üç kıtadaki coğrafya içindeki Balkanların, Güney Rusya’nın, Kafkasların ve Afrika’nın Türk fıkra hazinesine katkısı vardır.1 F Anonim halk edebiyatı ürünleri arasında önemli bir yere sahip olan fıkra kaynaklarda; “Kısa ve özlü anlatımı olan, nükteli, güldürücü hikâye anekdot.” (Türkçe Sözlük; 1998, c.1: 778), anlamına gelir. Bizim kültürün en önemli fıkra ve nükte temsilcisi de hiç şüphesiz herkesin aklına gelen Sivrihisar’ın Hortu yöresinde doğan ve Akşehir’de ölen Nasreddin Hoca’dır. 28 Aralık 2009 ca’nın mantığı ve üslûbu bir şeyi öğretip vurgulamak için birebirdi. Nasrettin Hoca hem halk bilgesi hem de fıkra tipi olarak Türklerin yarattığı en ünlü mizah temsilcisidir. Nasrettin Hoca halkın ortak yaratıcılığını, zekâsını, aklını ve sağduyusunu temsil eden bir fıkra tipidir.2 Bir anlamda halkın söylemek isteyip de söyleyemediği her şey Nasreddin Hoca’nın ağzından söylenmiştir. Meşrulaştırma mizah yoluyla Hoca’nın fıkraları üzerinden yapılmıştır. Alaya alma, iğneleme, eleştirme, fark ettirme ve düşündürme gibi birçok işlevin temsilcisi olmuştur. Hoca’nın hikâyelerinde ‘hazırcevaplık, nükte, sağduyu’ ile ’saflık ve tuhaflık’ öğeleri birbirine sıkı sıkıya bağlıdırlar ve bunlar tümüyle Nasreddin Hoca’nın halk bilgesi kişiliğini, yani onun fıkralarının ayırt edici niteliğini meydana getirirler. Nasreddin Hoca herkesin malumu olduğu üzere zeki, akıllı, bilgili ve saygı gören mizah kahramanıdır. Hoca’nın gülmeceleri hayatın içindendir. Yaşanmış ve yaşanan olaylar etrafında geçen gülmeceler genelde halkın da tanık olduğu olaylardır. Dolayısıyla her Nasreddin Hoca fıkrası aynı zamanda halkın fıkrası ve halkın ruh halidir. O, içimizden kendimize ayna tutmamızı sağlamıştır. Nasreddin Hoca’nın adı çok geniş bir yayılma alanına sahiptir. Farklı din ve kültürleri isim değiştirerek etki altına almıştır. Türkistan’dan Macaristan’a, Güney Sibirya’dan Kuzey Afrika’ya, Osmanlı egemenliğinin uzandığı bütün bölgelere onun fıkraları ulaşmış, fıkraların yayılmasında en önemli rolü başta İstanbul olmak üzere Osmanlı kültür merkezleri oynamıştır. Nasreddin geleneği, sözlü edebiyattan olduğu gibi, çeşitli dil ve kültür kökenli yazılı kaynaklardan da büyük ölçüde beslenmiştir.3 Her kültürün mizahi yönüne vurgu yapan bu fıkra türü aynı zamanda toplumun ruhsal açıdan rahatlamasını da sağlamaktadır. Çünkü bu fıkralar eğlendirirken öğretmekte, eleştirirken düşündürmektedir. Bu bakımdan özellikle Nasreddin Hoca fıkralarının toplumu rehebilite ettiği söylenebilir. Nasreddin Hoca’ya bakıldığında merkezi otoriteyle sanıldığı gibi arasının iyi olmadığı görülür. En azından otorotiye yakın durmamaktadır. Bir bakıma safını halkının içinde oluşturmuştur. O alaylarında ve hicivlerinde olgusal yaklaşır. Kişileri hedef almaktan ziyade olayları biraz daha genelleştirerek toplumun belki de aptallığını ya da saflığını konu alır. Nasreddin Hoca fıkraları öğreticidir. Halk dilini kullanır ve anlaşılmaz mecazlar kullanmaz. Fıkralar özlü ve hikmetlidir. Yukarda bahsettiğimiz gibi kişi ve kişiler küçük düşürülmez, hatalar, gülünç taraflar, zaaflar ele alınır. Asla edepsiz konular işlenmez. Nasrettin Hoca’nın ünü ve etkisi çok geniş bir coğrafyaya yayılmıştır. Hoca’ya mal edilen fıkralar sadece dönemine ait değildir. Adeta Türk milletinin yüzyıllardır süregelen yaşamına da etki etmiştir. Hatta bu etki o denli derine nüfuz etmiştir ki Hoca’nın döneminde olmayan birçok konu Hoca’ya mal edilmiştir. Timur’dan yaklaşık yetmiş yıl önce yaşamış olmasına rağmen halkımız Hoca’yı Timur’la aynı kareye koyabilmiştir. Adeta anlatılmak istenenler, dertler, sıkıntılar, alaylar, küçümsemeler Hoca’nın ağzından gönül rahatlığıyla anlatılmıştır. Çünkü Nasreddin Ho- Nasreddin Hoca, fıkralarında bir başarı öyküsüne dönüşür. Kimi zaman fırkalarda Hoca kendini komik duruma düşürür. Bu durumu onun saflığına, bönlüğüne ya da aptallığına yormak yüzeysel bir yorum olacaktır. Hoca bu tip durumlarda kendi egosunu silerek karşısındakinin algı boyutunu yükseltmeyi dener. Mesajı vermeye çalıştığı kişiyi dosdoğru hedef almadan kişinin bireysel kimliğine dokundurup onun savunma mekanizmasıyla kendini savunup belki de 29 Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim Coğrafya değiştikçe, fıkralar gibi, fıkra tipi adlandırmalarının da değiştiği mizah dünyasında bilinen tabii gelişmelerdir. Doğu kültüründe “Hoca” tipinin adlandırmaları bu farklılaşmanın başında gelmektedir. “Hoca” tipinin benzerleri İslam coğrafyasında; Arap ülkelerinde Cuha; İran’da; Cuhî, Molla Nasıruddin, Molla Dü-Piyaza, Şeyh Buhlul, Molla Müşfik; Müslüman Hindistan’da Birbal; Endonezya, Malaya’da, Pak Pandır, Pak Kadok adlarıyla karşılandığı bilinmektedir. “Hoca” tipi değişik adlandırmalarla, Suriye, Mısır, Fas, Cezayir ve diğer Arap ülkelerinde de yaşatılmaktadır. Aynı şekilde, Hoca’nın Romen Halk hikâyelerinde Papelea, Pecâlà, Hapilea olarak görülmesi, tipin değişik coğrafyalardaki gezinmeleridir.5 konudan uzaklaşmasına müsaade etmeden öğretici bir yaklaşım güttüğü düşünülmelidir. Hoca kendini ortaya koyarak, simgeleştirerek anlatmak istediğini anlatmaktadır. Anadolu kültürünün tanınmış fıkra tiplerinden olan Nasreddin Hoca’nın şöhreti geniş bir coğrafyaya yayıldı, demiştik. Ancak coğrafya genişledikçe fıkra tipinin de, bölgesel özelliklerin etkisiyle değiştiği görülür. Fakat doğu kültüründe fıkra benzeri anlatma tipleri, birbirine benzer özelliklerle tasvir edilmişlerdir. Bu tipler, mecnun, meczup ve divane, felsefî bir deliliğe sahip olan, her akıllıdan daha akıllı, keskin zekâya sahip, ama dış görünüşleriyle saf ve deli olarak algılanan yetenekli kişilerdir.4 İlk harekete gülünür fakat hareketin nedeni öğrenilince bu kez herkes ibretle bakar veya şaşkınlığını belli eder. Nasreddin Hoca her kültürde değişik isimlerle bulunan marka bir isimdir. Kimi kendi dilinde 30 Aralık 2009 fıkralarının tüm dünya dillerine çevrildiği ve başka kültürlerde de yer edindiği bilinmektedir. Bu durum Osmanlı Devleti içinde yaşamış bulunan Sefarad kökenli Yahudileri de etkilemiş, Nasreddin Hoca fıkraları Sefarad halk kültürünün içinde “Coha” tiplemesiyle de yer etmiştir. Ama yine Türk kahramanıdır. isim vererek Hoca’yı yaşatırken kimi Hoca’ya benzeyen yeni bir karakter oluşturmuştur. Ama hepsinde Nasreddin Hoca’dan esintiler bulunur. Türk dünyası ve Kafkaslar da Hoca’nın cazibesi ve rüzgârından etkilenen coğrafyalardandır. “Misal olarak Çeçenlerde Nasreddin Hoca “Molla Nesart” adını almıştır. İnguş folklorunda da Nasreddin Hoca’nın ikizi bir karakter olan zeki, kurnaz ve tedbirli Tsagen yer alır.”6 Nasreddin Hoca Kafkaslarda Sovyet döneminde ideolojiler için de uygun bir araç olarak kullanılmıştır. Karaçaylılara ait Nasreddin Hoca fıkraları Sovyet hâkimiyetinin ilk yıllarında Karaçay folkloristi Azret Urtenov (Azret Örten) tarafından derlenerek yayımlanmıştır. Bu fıkraların birçoğunda Sovyetler Birliği’nin ideolojik fikirlerini yansıtan görüşlere yer verildiği dikkat çekmektedir. Nasreddin Hoca’nın, Sovyet dönemi Karaçay toplumu üzerinde Azret Örten tarafından ideolojilerin topluma kabul ettirilmesi için araç olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. Dolayısıyla meşrulaştırmanın bir aracı olarak, halkın dilinden en çok anlayan “Hoca” karakteri kullanılmıştır. Günümüz popüler kültürün eritip yok etmediği veya sahiplenmediği pek az şey kalmıştır. Dünya üzerinde farklı isim ve tiplerle yayılan Nasreddin Hoca figürü mutlak manada sahiplenilip milli kültürümüzün en önemli değeri olarak yaşatılmalıdır. Aslında Hoca’nın Mevlana’dan, Yunus’tan değer açısından farkı yoktur. Bu toprağın insanıdır ve bu toprağın değerleriyle yoğrulmuştur. Nasreddin Hoca mizahı ve fıkralarıyla çok iyi toplum psikologu görevini de ifa etmektedir. En gergin anlarda ve konularda Hoca’nın fıkraları imdada yetişir ve herkesi rahatlatır. Hoca, görüntü ve sevecenliğiyle günümüzün yorgun ve gergin insanlarına yüz yıllar öncesinden yardım elini uzatmaktadır. Fakat dünyada ne kadar farklı isimde olsa da bilinmesi gereken şey Nasreddin Hoca’nın bizden olduğudur. Nasreddin Hoca, bütün dünya milletleri tarafından tanınan ünlü bir Türk halk bilgesidir. Çeşitli milletler ona değişik adlar verseler de o bizim Hoca’mızdır ve Türk’tür. Bir başka deyişle Hoca’mız, Atatürk’le birlikte, dünyada en çok tanınan Türk’tür. Hoca’ya bizim kadar, hatta bizden daha fazla sahip çıkan Çin Halk Cumhuriyeti ve eski SSCB’de de Hoca’nın Türk kökenli olduğu inkâr edilmemiştir. Mesela Çin’de Hoca ‘Afandi’(Efendi) adıyla bilinir ve onun Kuzeyli, yani Uygur olduğu vurgulanır. SSCB’de ise Hoca, Özbek’tir ve Buharalıdır. Yani Türk’tür. _____________________________________________ * İstanbul Esenler Atışalanı Lisesi Rehber Öğretmeni 1 BAŞGÖZ, İlhan;1986, “Fıkralarımız Üstüne”, Folklora Doğru, Adam Yayınları, İstanbul s.138–144. 2 YILDIRIM, Dursun (1976), Türk Edebiyatında Bektaşi Tipine Bağlı Fıkralar, Ankara, s.23. 3 BORATAV, Pertev Naili; 1982, “Nasrettin Hoca ve Memleketi Sivrihisar Üzerine”, Folklor ve Edebiyat 2, İstanbul s.86 4 ÇİFTÇİ, Hasan, (1998), Klâsik İslam Edebiyatında Hiciv ve Mizah, Atatürk Üniversitesi, TAED, 10, Erzurum, s.150 AKKUŞ, Metin, Doğu Kültüründe Nasreddin Hoca tipinin Benzerleri, Atatürk Üni, FEF, TDEB, Nasreddin Hoca Paneli, 15 Mayıs 2002, Erzurum 6 ACAROĞLU, M. (1990), “Nasrettin Hoca’nın ikiz kardeşleri, bunlar arasındaki benzerlikler ve ayrılıklar”. I. Milletlerarası Nasreddin Hoca Sempozyumu Bildirileri. 15–17 Mayıs 1989, Ankara. Kültür Bakanlığı: s.6 5 Türk mizahının büyük ustası Nasreddin Hoca 31 Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim ETKİLİ OKUL ÇALIŞMALARI Ünal Akyüz* ri’nde(ABD) Teksas ve Kaliforniya eyaletlerinde yapılan çalışmalar ile İskoçya’da uygulanan etkili okul çalışmaları tartışılacaktır. GİRİŞ ünümüzde okul idarecilerinin, okulları etkin yönetmek için, insan kaynakları yönetiminden veri tabanlı karar vermeye kadar bir şirket yöneticisinde olması gereken bütün özelliklere sahip olması gerekmektedir. Okulun başarılı olabilmesi için sadece yönetim değil, öğretmen, öğrenci ve velilerin de gayretlerinin okula yansıması gerekir. 1970’li yıllarda Hoffman, Shavelson ve Berliner’le tartışılmaya başlanan etkili okul kavramının birçok tanımı vardır. Bu tanımlar, etkili okul çalışmalarının, uygulandığı bölgeden ülkeye kadar, çağrıştırdığı mana ve çözüm önerileri ortak bir havuzda biriktirilebilecek kadar benzerlikler göstermektedir. Bunun sebebi, okullarda karşılaşılan problemler ile çözümlerinin birçok zaman aynı sebeplere dayanmasıdır. Bu çalışmada, etkili okul kavramı, Amerika Birleşik Devletle- G Etkili Okul Çalışmaları Taylor’a (2002) göre etkili okul çaışmalarının doğru yolda olduğuna delil, okulda eğitim gören bütün öğrencilerin ilerleme sağlaması ve bir aşama sonra eğitim göreceği sınıfa hazır olmasıdır. Hoffman, (1991), Shavelson ve Berliner’e (1998) göre etkili okullarda olması gereken özellikler şöyledir (Akt Taylor, Pearson, Clark ve Walpole 2006): Okul misyonunun net olması, Etkili bir okul liderliği ve uygulama olması, Yüksek beklenti oluşturulması, Güvenli, düzgün ve pozitif ortam oluşturulması, Sürekli müfredat geliştirilmesi, 32 Aralık 2009 sonra daha özel olmak üzere Teksas ve Kaliforniya’da bazı okul bölgelerinde yapılan çalışmalar incelenecektir. Eğitim zamanının verimli kullanılması, Öğrenci gelişiminin sürekli izlenmesi ve Pozitif ev-okul ilişkisinin oluşturulması. Teksas Okulları Araştırmaları Buna ilaveten Edmond ve Fredericson, (1979) yukarıda anılan özellikler ile etkili okullar arasında bağlantı olduğunu iddia eder. Stringfield (1997) son zamanlarda dezavantajlı öğrencilerin eğitimi için özel stratejili okul uygulamalarında yapılan çalışmalarında, okulların en mükemmel başarılarını daha çok projelerin başlangıç zamanlarında yakaladıklarını tespit etmiştir. Buna ilaveten, başarı için yapılan yeniliklerin uzun dönemli olacak şekilde planlanıp uygulanması ve öğrencilerin kendilerini sistematik olarak geliştirmelerinin sürekli olmasının gereği belirtilmiştir (Akt. Taylor ve Arkadaşları 2006). Amerika Birleşik Devletleri’nin Teksas eyaletinde yapılan, “Sadece çocuklar için gelecek vaat eden uygulamalar” adlı araştırmada bazı bulgular ortaya çıkmıştır. Bu araştırmada bazı okulların içinde birçok dezavantajlı öğrenciler olduğu halde başarılı olduğu, diğerlerinin neden başarılı olamadığı tartışılmıştır. Her Şey Çocuklar İçin isimli, kâr amacı gütmeyen bir kuruluş bu araştırmayla bu sorulara cevap vermeye çalışmıştır. Teksas, akademik standartlar belirleme ve okulları bu standartlara ulaştırma konusunda ülke lideri olmuş bir eyalettir. Bu araştırmada Meadow Fon ve Jery Junkins yıldönümü Fonu gibi kuruluşlarla 32 tane okul seçmiş, bunların 17 tanesi yüksek performanslı 15 tanesi vasat okullardır (www.just4kids. org). Wilder’in (1977) 741 okuldan alınan örnek çalışmasında, telafi edici okuma programlarındaki başarı bazı ortak noktalara bağlanmıştır: Okuma öncelikli bir hedef olarak belirlendi, Bu okullarda yapılan araştırmalarda beş tane genel strateji üzerinde odaklanıldığı görülmektedir. Bunlar (www.just4kids.org): Okuma programında, bir uzman tarafından öğretmenlere liderlik yapıldı, Başarı için mazeret ve özür kabul edilememesi, Temel okuma becerileri üzerine dikkat çekildi; okuma materyalleri hazırlandı, öğretmenler arasında iletişime önem verildi ve son olarak yapılan işlemler program lideri tarafından güçlendirildi (Akt Taylor ve Arkadaşları 2006). İlerleme için net bir strateji geliştirme ve uygulamaya konulması, Yapılan işlemlerin sürekli takip edilmesi, öğretmenler ve öğrencilerin zorlandıkları zamanlarda müdahale edilmesi, Bunlar zaman içersinde, etkili okulların özelliklerini yansıtan genel ifadelerdir. Bunlardan sonra daha hususi olmak üzere Teksas’ta bazı okul bölgelerinde yapılan çalışmalara bakılacaktır. Öncelikli hedef öğretimin en yüksek kalitede ve araştırmaya dayalı olması, Okulun içindeki ve dışındaki dinamiklerle iş birliği yapılması, AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ’NDE ETKİLİ OKUL Teksas Eyaleti Eğitim Komisyonu’nun (2006) raporuna göre bu stratejiler şöyle özetlenebilir: Buraya kadar, etkili okulların özelliklerini yansıtan genel tanımlamalar yapıldı. Bundan 33 Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim de öğretmenler kendi performanslarını kontrol eder, diğer öğretmenlerle koordine olarak eksiliklerini görür ve bireysel olarak öğrenci seviyeleri üzerinde tartışabilirler. Bu beş strateji, Tesas’taki okulların daha örgütlü ve daha akıllı çalışmalarla öğrencileri öğrenme konusunda diğer okullardan gerçek bir fark yapmalarını sağlamıştır. Birinci aşamada, müdürler zamanlarının çoğunu öğretim konuları ile geçirmişler; öğretmenlerin performanslarının ve öğrenci başarılarının izlenmesi, potansiyel başarılı programların araştırılması ve başarılı uygulamaların sergilenmesi sağlanmıştır. Bu çalışmalarla, Amerika Millî Değerlendirme Derneğine (NAEP) göre okullar başarılı bir dönem geçirmiş, ülke genelinde yapılan sınavlarda 1999 yılında %55 olan başarı 2006 yılında %78’e çıkmıştır (www.just4kids.org). Teksas eyaletinin başarılarının sebeplerine genel olarak baktıktan sonra özel bir okulun başarı sebeplerine de bakmakta fayda mülahaza edilmiştir. İkinci strateji olarak, okulun net bir stratejisinin olması ve bunun uygulanması, okulun öğretim hedeflerinin belirlenmesini ve öğretmenlerin ne öğretecekleri konusunda kuşkuya düşmemelerini sağlar. Bu standartlarla beraber okul, belirli alanlarda -anaokulundan 3. sınıfa kadar- kendine hedefler koyar. Üçüncü strateji, sürekli olarak işlemleri takip etme, öğrencilere ve öğretmenlere zorlandıklarında yardım etmektir. Bu arada öğrencilere uygulanan testler ve sınıf değerlendirmeleri dikkatli seçilmiş, ana derslerde öğrencilerin gelişimi günlük, haftalık ve aylık olarak dikkatli bir şekilde izlenmiştir. Öğretmenler, resmi ve gayri resmi çeşitli değerlendirme ölçekleri kullanmış ve eyalet standartlarıyla karşılaştırmışlardır. Teksas Worsham İlköğretim Okulu: Teksas eyaletine bağlı bir ilkğretim okulu olan Worsham’da yıllar sonra ortaya çıkan başarının nedenleri tartışıldı. Bu okul matematik ve okuma alanında eyaletin en iyi okulu seçildi. Müdür Fisackerly, “elde edilen başarıyı bütün okulların yakalayabileceğini bunu sadece istemek gerektiğini belirtir.” Okulun öncelikle başarıyı yakalayacağına inanması gerekmektedir. Bunun başlangıç noktası da okulda öğretmenler ve öğrenciler arasında davranışlarda meydana getirilecek değişikliklerdir. Öğretmenler, öğrencilerin öğreneceğine inandığı zaman ellerinden gelen her şeyi yapabilmektedirler. Okul, öğretim yöntemleri üzerinde zaman harcanmadığı, bütün öğrenciler için matematik dersinde kullanacakları kartlar hazırladıkları ve bu sayede öğrencilerin her zaman kontrol altında tutulduğu raporda belirtilmiştir. Öğretmenler ve idarenin her hafta toplantı yaparak, toplanan veri tabanlarının incelendiği, problemin deşifre edildiği ve çözüldüğü belirtilmiştir. Okulda ortaya çıkan zayıflıkları güçlü hale getirmek için planlar yapılmıştır. Bir okulda müdürün vazifesinin öğretimi geliştirmek için liderlik yapması ve destek olması gerektiği raporda yer almıştır (www.just4kids.org). Teksas örne- Dördüncü strateji, hedef, yüksek kalitede ve araştırmaya dayalı öğretim olmalıdır. Burada okulun öğretim hedeflerine ulaşmasında, öğretmenlerin eğitimi önem taşımaktadır. Eğitim ve öğretim uzmanları ile öğretmenler beraber çalışmalı, bu yolla etkin öğretim metotlarının sınıflarda uygulandığından emin olunmalıdır. Bu uzmanlar, öğretmenleri sınıflarında izlemeli ve gerektiğinde yardımcı olmalıdır. Beşinci strateji, okulun iç ve dış dinamikleri ile iş birliği yapılmalıdır. Haftalık olarak, sınıf bazlı ve gayri resmi günlük toplantılar yapılmalıdır. Bazı başarılı okullarda sınıf seviyelerinde ortak planlama zamanları oluşturulmuştur. Bu saye- 34 Aralık 2009 ve müdürlük eğitimleri yapıldı. Okulda eğitim liderliği sürekli teşvik edildi. Bölgede, iki okul müdürü, sendika, üniversite, bölge temsilcileri ve Kaliforniya Merkez üyelerinin katıldığı bir panel düzenlendi. Burada bölgenin ve okulun sorunları ve plan üzerinde tartışmalar yapıldı (Chrispel, 2002). ğinden sonra, hem coğrafi şartları hem nüfus yapısı hem de insan profili açısından çok farklı bir yer olan Kaliforniya eyaletinde bir bölgeye bakmanın yararlı olacağı telakki edilmiştir. Kaliforniya Okulları 1999’un başlarında Oxnard Bölge Okulu, etkili okul çalışmaları adına, bölgedeki üniversite, kolej ve yerel kaynaklar ya da topluluklara ulaşarak stratejik bir plan hazırladı. Bu çerçevede, stratejik planın uygulanması ve eyalet standartları başarısını yakalamak için, 2000 yılı baharından itibaren, Oxnard Okul Bölgesi, Kaliforniya Üniversitesi ile ortak olarak çalışmaya başladı. Bu ortaklığın amacı, Kaliforniya’nın K–8 standartlarını yakalayan öğrencilerin sayısını arttırmak ve öğrencileri kolejlere hazırlık sınıflarına uygun hale getirmekti. Bu çalışmaya Kaliforniya, Oxnard Bölgesi’nde bulunan, eğitim kurulu, mütevelli heyeti ve yöneticileri, sendika, okul müdürü, okul ekip liderleri ve sınıf öğretmenleri de dahil olmak üzere bütün seviyelerde katılım sağlanmıştır (Chrispel, 2002). Bir yılın sonunda, çalışmaların karşılığında öğrenci başarılarında önemli bir değişiklik görülmedi. 2001–02 yıllarında okul müdürü ve Kaliforniya Merkez, aylık beceri geliştirme toplantıları düzenleyerek gelişmeleri daha iyi izlemek istedi. Okulda oluşturulan bazı liderliklerce sadece okul veli işbirliğini arttırmak amacı ile 300’den fazla velilerin katıldığı konferanslar düzenlendi. Velilerle üç konuda işbirliği yapılmak istendi. Birincisi, öğrencilere ev ödevi ve çalışma becerisi kazandırma, ikincisi aile-matematik gecesi düzenleyerek matematik dersine ilgi çekme ve üçüncüsü de okuma-yazma çalıştayıdır. Her bir çalıştaya 250 veli katılarak okul ile veliler arasında ortak çalışmalar yapıldı. Bunun neticesinde velilerin de aktif olarak katılımı sağlandı. Etkili okul çalışmaları kendini üç ile beş yıl arasında göstermektedir. Oxnard Bölgesi’nde yapılan çalışmalarla, öğrencilerin kendilerine güvenleri artmış, öğretmenler, eğitim liderliği yaparak daha profesyonel çalışmaya başlamışlardır. Eyalet eğitim müdürü okulda gözle görülür değişiklikler meydana geldiğini ifade etmiştir (Chrispel, 2002). Eyalet bazlı araştırmalardan sonra, belli bir eyaleti kapsamayan ama konum olarak şehir içi, kenar mahalleleri ve bölgeleri kapsayan araştırmalar da yapılmıştır. Bunlardan en meşhur olanı 90/ 90/90 okulları araştırmasıdır. Oxnard Okul Bölgesi nüfusu hızla artan 15 ilkokulu, üç ortaokulu ve bir alternatif okulu ve bu okullarda okuyan16.000 öğrencisi olan bir bölgedir. Bu öğrencilerin üçte ikisi düşük gelirli aileler ve yüzde 52’si İngilizceyi ikinci dil olarak konuşan Meksika kökenli öğrencilerdi. Oxnard öğrencileri, eyalet bazında testlerde en düşük dereceyi alıyorlardı (Chrispel, 2002). Ortak Komite çalışmaya başlayınca, bölgenin veri tabanını oluşturmak üzere, nüfusu, başarı durumları ve yapısı çıkarıldı. Sonra okulda bir ekip liderliği kuruldu. Bu liderliğe okul yönetimi ve öğretmenler de katılarak, yedi tane okul liderlik semineri, iki haftalık eğitim çalıştayları, matematik ve dil üzerine sürekli çalıştaylar, veri yönetimi konusunda üçer günlük eğitimler 90/ 90/90 Okulları Araştırması: Bu araştırma dört yılık bir zamanda (1995–1998) yapılmış, ilkokuldan üniversite öğrencilerine kadar 130.000 öğrenci ve 228 tane okul araştırmaya 35 Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim çimleridir. Başarıya odaklanma mecburen müfredat seçimini önemli hale getirmektedir. Temel derslerden olan, okuma, yazma ve matematik üzerine daha fazla zaman ayırma, diğerlerine daha az zaman ayırmanın uygun olacağı düşünülmüştü. dahil edilmiştir. Okul bölgeleri olarak, şehir içi ve şehir dışı okullar seçilmiştir (Reeves, 1999). Reeves’a göre (1999) 90/ 90/90 okullarının özellikleri; Bu öğrencilerin %90’dan fazlasını ekonomik durumları iyi olmayan gelir düzeyi düşük ailelerin çocukları oluşturur. Bu okulların üçüncü özellikleri, öğrenci gelişimi üzerine düzenli değerlendirmeler yapılması ve gelişim için farklı alternatifler kullanılması sayılabilir. Bu okulların bir çoğunda haftalık öğrenci değerlendirmeleri yapılmaktadır. Bu değerlendirmeler eyalet ya da bölge standartları değil sınıf bazlı değerlendirmelerdir. Bu değerlendirmelerin amacı kötü derece yapan öğrencilere seneye bekle tavsiyesi değil, gelecek haftaya daha iyisini yapabilirsin demek içindir. Bu okulların dördüncü özelliği, performans değerlendirmelerinde yazılı kompozisyonlara verilen önemdedir. Değerlendirilen her okulda, öğrencilerin yaratıcı yazımlarının bilgilendirici ve öykü anlatımlı yazımlardan daha iyi olduğu görülmüştü. 90/ 90/90 okullarının bir özelliği de bilgilendirici ve anlatımlı kompozisyonlara daha fazla önem verilmesidir. Öğrenciler, kitap raporları, laboratuar raporları, sosyal çalışma raporları, spor aktiviteleri raporları, müzik parçaları açıklamaları ve sanatçı karşılaştırmaları gibi değişik türde yazılar yazsalar da onlara verilen ortak mesaj, iyi yazı yazma standardıdır. Bu kaliteden taviz verilmemelidir. Bu öğrencilerin %90’dan fazlası etnik azınlıklardan oluşmaktadır. Bu öğrencilerin %90’dan fazlası belirtilen akademik başarı standartlarını yakalamış öğrencilerdir. Bu araştırmaya göre başarılı okulların bazı genel özellikleri vardır. Başarılı okulların genel özelikleri: Reeves’e (1999) göre başarı düzeyi yüksek okullarda yapılan araştırmalar, bu okulların bazı ortak özelliklerinin olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu özellikler: Akademik başarıya odaklanma, Net bir müfredat seçme, Öğrencilerin gelişimi üzerine yapılan sıkça değerlendirmeler ve gelişme için çeşitli alternatifler oluşturma, Yapay yazma tekniklerine önem verme ve Öğrenci çalışmalarında işbirliği yapma. Reeves (1999) yaptığı çalışmada, bu okulları başarılı yapan özellikleri kısaca incelemiş; birinci özelliğin akademik başarıya odaklanmış olmaları olduğunu tespit etmiştir. Öğrenciler hakkında veri tabanları hazırlanmadan, başarı grafikleri çıkartılmadan öğrenci başarısı yakalanamaz. Okulun başarılı olması için örnek akademik çalışmalar, kısa ve özlü kompozisyonlar, mükemmel bilim projeleri, harika sosyal çalışma belgeleri, ve standart üstü matematik ödevleri öncelik verilecek alanlardır. Bu okulları başarılı yapan ikinci özellikleri müfredat se- 90/ 90/90 okullarının son özelliği, dış denetime ya da değerlendirmeye açık olmalarıdır. Bu değerlendirme okullar arası olabildiği gibi okul içinde de olabilir. Öğretmenler yazılı sonuçlarını kendi aralarında değiştirebilir ve böylece daha sağlıklı değerlendirmeler yapılabilir. 10 tane öğretmen bir öğrenciyi değerlendirse bunlardan sekizi olumlu ikisi olumsuz karar verse başarı oranı yüzde 80 olmuş olur. Bu özel araştırmadan sonra Amerika Milli Eğitim 36 Aralık 2009 Düşük performanslı okullardan yüksek kaliteli okullar haline gelebilmek için, okul geliştirme safhasına bazı hazırlıkların, okul idaresi, öğretmenler, öğrenciler ve okul birliği tarafından yapılması gerekir. Bunlar, öğrenciler için yüksek beklenti oluşturmak, okul performansını kullanılabilir yapmak, öğrencilere ekstra yardım yapmak ve zaman ayırmak, güvenli bir öğrenme ortamı oluşturmak, okul ve bölge seviyelerinde eğitim liderleri çıkarmak, en iyi öğretmenleri işe alma ve muhafaza etme, öğretmenleri yeni standartlara göre öğretim ve müfredat konusunda eğitmek ve öğrenci velilerini ve paydaşları sürece dahil etmek sayılabilir (Education Week, 1998, Akt. Clayton ve Gomez, 2002). Bu özellikler kalitesi yüksek olan okullarda görülen özelliklerdir. Aynı araştırmada düşük performanslı okulların da genel özellikleri çıkarılmıştır. Birliğinin etkili okullar üzerine yaptığı bir araştırma incelendi. Ulusal Eğitim Birliği (National Education Association) Amerika’nın eğitimle ilgilenen birliklerinden National Education Association (NEA), Amerikan devlet okullarında, başarının istenen seviyede olmadığını görerek, her bir devlet okulunun en iyi okullar gibi olması amacıyla bir çalışma yapar. Hazırlanan bu rapor, devlet okullarının, üstün okullar olabilmeleri için yapılması gereken hususları ve bazı başarılı okul örneklerini kapsar (Clayton ve Gomez, 2002). Bu raporda sırayla; Okul gelişimine hazırlık yapma, Uyumlu olabilme, Yapılacak işleri eksiksiz bitirme, İleriye doğru hareket etme ve Düşük Performanslı Okulların Göstergeleri Kaynaklara ulaşmadır. Okulların başarı durumlarının belirlenmesi için bazı göstergelerin belirlenmesi gerektiği söylenmişti. Bunları Clayton ve Gomez’e göre (2002) şöyledir: Okul gelişimine hazırlık kısmında yapılan, okul gelişimi için gerekli olan diyalog ve herhangi bir alanda yardıma ihtiyaç olup olmadığına karar verecek çeşitli göstergelerin tanımlanmasıdır. Uyumlu olma, okulun ihtiyaç analizinin iyi yapılabilmesi için okulu etkileyen iç ve dış faktörlerin tanımlanması ve bundan sonra kapsamlı bir okul programının uygulanmasıdır. Üçüncü husus, işin halledilmesi ya da bitirilmesi noktasında, başarılı okul olmak adına başarılı stratejilerin üretilmesi ve bütün paydaşlarla iş birliğine gidilmesi gerekir. Bunu yaparken öğrenilmiş derslerin ve dikkat edilecek hususların her zaman bilinmesi gerekir. Dördüncü bölüm, okulun uzun dönemli bir değişime hazırlanmasını kapsar. Son kısımda ise okul geliştirme planını uygulamak için çeşitli kaynakların hazır edilmesinin gerekliliği belirtilmiştir (Clayton ve Gomez, 2002). Öğrencilerin performanslarının düşük olması, Akademik standartların net olmaması, Öğrenci devamsızlık oranının yüksek olması, Öğrenci okul terk oranının yüksek olması, Ayrılan öğretmenlerin oranının fazla olması, Öğretmenlerin devamsızlık oranının yüksek olması, Cezalandırma ve düzensizliğin fazla olması ve Okul atmosferinin negatif olmasıdır. 37 Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim kilmeler olabilir. Okul yönetimi ve idareciler asla geri adım atmamalılar (Clayton ve Gomez, 2002). Okullarda değişim yaşanırken bazı aksaklıkların çıkması tabiidir. Değişim kolay kabul edilebilir bir durum değildir. Bu değişime bazen öğretmenler, bazen öğrenciler ve veliler de direnebilirler. Bu nedenle bütün tarafların sürece dahil edilmesi son derece kıymetlidir. Düşük performanslı devlet okullarında bazı özelliklerin benzerliği ile beraber okulun gelişmesine yönelik yaklaşımlarında da benzerlikler vardır. Amerikan Eğitim Bakanlığı (1999), düşük performanslı okullarda başarılı olmak için 11 tane strateji belirlemiştir. Bunlar (Akt.Clayton ve Gomez, 2002); Küçük adımlarla ilerleme, Clayton ve Gomez’e göre (2002) düşük performanslı devlet okullarının yapması gereken ikinci işin, uyumlu olma ya da değişen durumlara karşı tepki verme olduğu belirtilmişti. Okul ile ilgisi olan bütün paydaşlar, öğretmenler, veliler, öğrenciler ve toplum olarak öğrenme ortamı için sorumlulukları paylaşmalıdır. Bu sorumluluklar Clayton ve Gomez’e göre (2002): Önceliği öğrencilere verme, Eğitim için daha fazla zaman ayırma, Öğrenci sorumluluğunu bildirme, Sorumluluklarını paylaştırma, Eğitim liderliği yapma, Uzlaşmayla standart koyma, Kaynak ve eğitim politikası oluşturma, Öğrenme ortamlarının oluşturulması, İş birliği için daha fazla zaman ayırma, Güvenli bir ortam oluşturulması, Kaynakların ve çalışmaların bir yere toplanması, Öğrenci velilerini süreçlere katma ve Süreklilik oluşturmadır. Destek sağlanması, Bu stratejilerden bazıları tetkik edilmeyi gerektiriyor. Bunlardan birincisi, küçük adımlarla ilerlemedir. Her bir okul, görünürde olan ama henüz ulaşılamayan önemi kabul edilmiş hedefleri belirlemesi gerekmektedir. Okul önce bu hedefe kilitlenmeli ve başardıktan sonra elde edilen kazanımlarla daha büyük hedeflere ilerlenmesi mantıklıdır. İkincisi, okul, eyalet ve bölge standartlarına göre hazırlanmış uzlaşmalı bir öğretim müfredatı hazırlamalıdır. Öğretmenler ve okul yönetimi, öğrencilerin beklentilerini ve neler yapabileceklerini beraber tespit etmelidir. Üçüncüsü, okul olarak öğretmenlerin ihtiyaçlarının eksiksiz karşılandığına emin olunmalıdır. Öğretmenlerin başlangıçta daha iyi motive olmuş olarak çalışmaları önemlidir. Son olarak, okul geliştirme programında bazı başarısızlıklar, zorluklar ve geri çe- Profesyonel bir geliştirme programının hazırlanması, Öğrenenlerin tanınması, Planlama ve uygulama yapılması ve Fiziki ortam hazırlanması sayılabilir. Yukarıda sıralanan sorumluluklardan birinin kapsamlı bir okul planı geliştirme olduğu söylenmişti. Böyle bir plan hazırlamak için şüphesiz bazı hazırlık safhaları olacaktır. Bu safhalar Clayton ve Gomez’e göre (2002): Bir planlama ekibinin kurulması, Planlama sürecinin geliştirilmesi, Okulun, vizyon, misyon ve değerlerinin belirlenmesi, Okulun veri tabanlarının toplanması ve ana- 38 Aralık 2009 olan alanların tespiti, kalkınma planındaki önceliklerin tanımlanması ve her bir okuldaki kalite ve standartların raporlaştırılması sayılabilir. Bu değerlendirmede, okulların kendi kendilerini değerlendirmeleri için üç temel sorunun sorulması ve cevaplanması gereklidir. Bunlardan birincisi, “nasıl gidiyoruz?” İskoçya Eğitim Bakanlığı bu soruyu önce kendisine sonra da bölgelere ve dolayısıyla okullara sorarak cevaplanmasını istemiştir. Bu sorunun cevaplanması için okullar kendilerine şu soruları soracaklardır How good is our school (2002): liz edilmesi ve okul dışı değerlendirme verilerinin toplanması, Zayıf ve güçlü yönlerin belirlenmesi Gelişme için önceliklerin tespit edilmesi, Gelişme için stratejilerin tanımlanması, Önceliklerin geliştirilmesi, Önceliklerin uygulanması ve Planın değerlendirilmesidir. Buraya kadar daha çok ABD okullarında ya da eyaletlerinde görülen etkili okul çalışmaları incelendi. Buradan, daha farklı bir bölge olan İskoçya (Avrupa) örneği, etkili okul çalışmalarında farklı uygulamaları ve gösterdiği ülke düzeyindeki başarıları ile incelenmesi faydalı olacak bir Avrupa ülkesidir. Okulda durumumuz nasıl? Sınıfta durumumuz nasıl? Bölümde durumumuz nasıl? Ekipte durumumuz nasıl? Okulların performansları ancak dış denetimlerle belirlenir; bunu da eğitim müfettişleri yapmaktadır. Burada esas olan, okulun, neye odaklanacağı ve hedefleri için neye atıfta bulunacağıdır. Bunun yanında, okulun aktivite alanları, müfredatta odaklanılacak alanlar, konu ve öğretim yaklaşımları önemlidir. Okulların sorması gereken ikinci temel soru, “ne biliyoruz?”dur. Burada okulların kendileri bazı kalite göstergeleri hazırlayarak buna uygunluklarını test etmeleri gerekir. Bu göstergeler How good is our school, (2002): İskoçya Okullarında Etkili Okul 1996 yılından beri İskoçya okullarında birçok değişiklik yaşandı. Bunun sonucunda da eğitimde güncellenmesi gereken bir durum ortaya çıktı. İskoçya okulları, 2000’den beri, standartların arttırılmasına, okulu geliştirmeye ve kalitenin arttırılmasına önem vermektedir. Millî kalkınmanın çerçevesi, millî öncelikler, yerel kalkınma planları ve hedefleri olarak belirlenmiştir. Okul ve yerel otoriteler arasındaki kalite güvence işlemleri, belli bir olgunluğa ulaşmıştır. Etkili eğitimle sosyal içerme arasındaki ilişkinin önemi fark edilmeye başlanmıştır. Bütün bunlarla ulaşılmak istenen, okulların kendi kendini değerlendirmesi ve dış denetim olgusunun gelişmiş olmasıdır. (How Good is Our School, 2002). Öğrenciler nasıl performans gösteriyorlar? Okul nasıl yönetiliyor? Okul ne kadar etkili oluyor? Sonuç olarak, okullar, kendilerine kalite göstergesi tespit edecek, değerlendirme sürecinde kullanmak üzere, örnekler kullanılarak sorular geliştirecek, ana hatlar tespit edilerek, yerel ve milli bazda adapte edilebilecek iyi örnekler bulunacak, çalışmaların etkin ve değerli olduğunu kanıtlamak için hangi örnekler ya How Good is Our School (2002) raporuna göre, İskoçya okullarında, uygulanan eğitim kalitesinin değerlendirilmesini okulların kendilerinin yapması istenmiştir. Bunu yapmalarının sebebi olarak kuvvetli noktaların ve ihtiyaç 39 Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim ve Başarılı ve hırslı bir kültür geliştirilmesidir. da delilleri kullanacağına karar verecek ve deliller toplanarak karşılaşılan durumların kalitesi kontrol edilecek. Bu aşamaların kısaca açıklanması faydalı olacaktır. Bunlardan birincisi, gençleri en yüksek kalitede öğrenme için teşvik etmek. Bu da çocukların ve gençlerin hayatlarında anlamlı kişisel gelişimler sağlamak, aktif öğrenmeye teşvik ve çocukların öğrenme ihtiyaçlarına cevap verebilmektir. İkincisi, sonuçlara odaklanarak, öğrenenler için başarıyı en yüksek seviyeye çıkarmak. Bu da dört aşamadan oluşmaktadır. Bunlar, öğrenme sonuçlarının planlanması, öğrenme sonuçlarının değerlendirilmesi, sonuçlar bazında başarıların kaydedilmesi ve başarılı sonuçların raporlaştırılmasıdır. Üçüncüsü, öğretmenler, öğrenciler ve gençler arasında ortak bir vizyon geliştirmedir. Bu vizyon, paylaşımcı ve sürdürülebilir olmalıdır. Dördüncüsü, bütün seviyelerde kaliteli bir liderlik geliştirilmesidir. Bu liderlik, bütün okul için liderlik ve rehberlik etmeyi kapsar. Beşincisi, diğer okul paydaşları ve makamlarla ortaklık anlayışı içinde çalışma. Bu ortaklık anlayışı, okulu, bütün öğrenci ve gençlerle beraber çalışarak ihtiyaçlarına cevap vermek, öğrenmeyi geliştirmek için değişik örgüt yaklaşımları kullanmak ve liderlik ve koordinasyon yapmaktır (The Journey to Excellence, 2006). Okulların sorması gereken son soru da “şimdi ne yapacağız?” Bu soruya gelinceye kadar okulların, gelişim planlarının ve okulun kendisi için oluşturulmuş rapor kartlarının hazır olması gerekmektedir. Bu kısımda sonuç olarak, okullarda, temel noktalar tespit edilerek geliştirilecek, çalışanlara bilgi desteği sağlanacak ve gelecek için yorum şansı verilecek, standartlar ve kaliteye yönelik raporlar yazılacak ve kalkınma planında öncelikler tespit edilecektir. İskoçya (Mükemmelliğe Yolculuk) İskoçya Eğitim Bakanlığı (2006) okulların mükemmelliğe ulaşmaları için 12 aşama belirlemiştir. Bunlar The Journey to Excellence’e (2006) göre: Gençleri en yüksek kalitede öğrenmesi için teşvik edilmesi, Sonuçlara odaklanarak, öğrenenler için başarının en yüksek seviyeye çıkarılması, Öğretmenler, öğrenciler ve gençler arasında ortak bir vizyon geliştirilmesi, Bütün seviyelerde kaliteli bir liderlik geliştirilmesi, Okulların mükemmelliğe ulaşmaları için altıncı aşama, velilerle beraber çalışarak, öğrenmeyi geliştirmektir. Bu çalışma, öğrenci gelişmesine veli desteğinin arttırılması, okul aktivitelerinde velilerin aktif katılımı, iş birliği ve temsilcilik konularını kapsamaktadır. Yedincisi, öğrencinin kendi çalışmalarının yansıması ve mücadelede başarıdır. Bu mücadele, sürekli ve eleştirel araştırma, zorluklarla mücadele, okul gelişimi için toplu söz verme, sürekli profesyonel gelişme ve zengin bir veri tabanına sahip olmadır. Sekizincisi, değerler ve okul personelinin güçlendirilmesidir. Bu da perso- Diğer okul paydaşları ve makamlarla ortaklık anlayışı içinde çalışılması, Velilerle beraber çalışarak, öğrenmenin geliştirilmesi, Öğrencinin kendi çalışmalarının yansıması ve mücadelede başarısı, Değerler ve okul personelinin güçlendirilmesi, Mükemmelliğin ve saygının teşvik edilmesi 40 Aralık 2009 laşma ile tespit edildikten sonra dikkati dağıtmayacak şekilde önce kısa vadede çözülebilecek konulara yönelmesidir. Daha sonra okulların öngörülebilir problemleri, bütün paydaşları dahil ederek çözme yoluna gitmesiyle etkili okul kavramının özellikleri kendini göstermeye başlayacaktır. nelin kabiliyetlerini arttırma, okulun gideceği yöne ve gelecekteki kalkınmaya etki edecek güçlendirme, öğrencilere seslerini duyurabileceği yetki ve sorumluluklar vermek ve okul kültürünü ve iklimini değiştirecek işlemleri teşvik etmektir. Dokuzuncusu, mükemmelliği ve saygıyı teşvik etmektir. Bu teşvik, öğrenme ve okulun tamamını içeren pozitif bir ilişkiyi teşvik, bütün okulun sağlığını korumak için pozitif tecrübeler sağlamak ve olumlu davranış ve hareketleri teşvik etmeyi kapsar. Sonuncu olarak, başarılı ve hırslı bir kültür geliştirmektir. Bu da yüksek amaçlar, bütün öğrencileri başarılı kılmak ve girişimci davranış ve hareketleri teşvik etmekle olur (The Journey to Excellence, 2006). ____________________________________________ * Ankara Üniversitesi Eğitim Yönetimi ve Politika Bölümü Doktora Öğrencisi. Parlamenter Danışmanları Derneği Yönetim Kurulu Üyesi. Kaynakça Chrispels,J.H.,(2002). Effective Schools, California: Phi Delta Kappa. Reeves, D., B., (1999). The 90/ 90 /90 Schools: A Case Study.Chapter19 in Accountability in Action: A Blueprint for Learning Organizations. Denver: Center for Performance Assessment, available at http://www.makingstandardswork.com/Downloads/AinA%20Ch19.pdf Clayton , M., Gomez ve D., (2002).Making Low-Performing Schools a Priority. Washington, DC: National Education Association, available at, http://www.nea.org/priorityschools/images/PSI2002ResourceGuide-low.pdf How Good İs Our School: Self Evaluation Using Qualityİndicators. (2002). Levingston: HMIE, available at http://www.hmie.gov.uk/documents/publication/hgiosjte.pdf How Good İs Our School: The Journey To Excellence (2006).Levingston: HMIE, available at, http://www.journeytoexcellence.org.uk. Himsel, D.,(2004).Leadership Sopranos Style: How to Became a More Effective.Retrived 15 April 2004 from, http://www.unr.edu/search/ahimsel. Taylor B., O., (2002). The Effective Schools Process: Alive and Well. Phi Delta Kappan, v.83, no.5. p.375-8 Taylor, M., B., Pearson, P.,D., Clark, K., F.ve Walpole, S., Beating the Odds in Teaching All Children to Read. Ciera: University of Michigan School of Education. ...Education Commission of State, How Good is Our School, Washington Mutual. http://www.just4kids.org/US/pdf/PP_OSummary.pdf SONUÇ Himsel, (2004) “etkin bir lider olmak isteyen etkili bir stratejist olmalıdır” demişti. Bugünün okul yöneticileri etkili bir yönetici olmak istiyorlarsa bir o kadar da strateji üretmeyi bilmeleri gerekmektedir. Çağımızın şartları, tek başına ve tek yönlü idareciliği kaldırmakta zorlanmakta ya da sistemin dışına atmak istemektedir. Bunun yanında idarecilerin tek başına okulun bütün problemlerini çözmeye gücü yetmemektedir. Okul idarecileri bütün paydaşlarını sürece dahil ettiği müddetçe başarılı olabilir. Bu da etkili okul kavramının temelini oluşturmaktadır. Etkili okulların genel özellikleri ile düşük performanslı okulların genel özellikleri başarılı ya da başarısız olma durumları bakımından benzerlikler göstermektedirler. Örneğin eğitimli liderlik, veri tabanlı karar verme, öğrenci durumunu takip, öğretmen ve öğrenci devamsızlık oranlarının yüksekliği, öğretmen değişikliklerinin fazla olması ve velilerin süreçlere dahil edilmesi gibi. Burada esas olan, okulların, bölgelerine göre farklılık arz eden konuları ayırıp, okulun problemlerinin ortak bir çalışma anlayışı ve uz- 41 Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim GÜNDEM İSTANBUL 2010 AKB EĞİTİM PROGRAMI TANITILDI illî Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu, İstanbul 2010 AKB Projesi çerçevesinde, İstanbul'daki sanat etkinlikleri ve kültürel değerlerin okullar, eğitimciler vasıtasıyla İstanbullulara ulaşması için başlatılan "İstanbul 2010 AKB Eğitim Programı"nın tanıtım törenine katıldı. Sütlüce Kongre ve Kültür Merkezindeki toplantıda konuşan Bakan Çubukçu, 2011 Haziranına kadar etkinliklerin yürütüleceği eğitim programıyla, eğitimle ilgili kamu M kurum, yönetici, görevli, öğretmen, öğrenci ve ailelerinin İstanbul 2010 AKB sürecine üretici, faydalanıcı ve paydaş olarak katılmasını amaçladıklarını söyledi. Bakan Çubukçu, şöyle devam etti: "İstanbul 2010 AKB Eğitim Programı, 2 bin 500 okulu, 20 bin kültür ve sanatla ilgili öğretmeni, 3 milyon öğrenci ve ailelerini 2010 kültür ve sanat etkinliklerinin paydaşı yaparak, İstanbul halkının yaşam kalitesini yükseltmeyi hedeflemektedir. Müzik, görsel sa- 42 natlar, tiyatro, edebiyat, müzecilik ve kültürel mirasın korunması gibi alanlarda gerçekleştirilecek etkinlikler, İstanbul Millî Eğitim Müdürlüğümüzün gözetim ve eş güdümünde; sanat yönetmenleri, tanınmış sanatçılar, uzmanlar ve bu alandaki çalışmalarıyla öne çıkan sivil toplum örgütleriyle birlikte yürütülecektir. Bunlardan, '2010 Okullarda' projesi; Müziğin Dokunduğu Yaşamlar, Rengarenk, Gösteri ve Sahne Sanatları ve Edebiyat bileşenlerinden oluşuyor. Adından da anlaşılaca- Aralık 2009 ğı gibi müzik, görsel sanatlar, tiyatro ve edebiyat dallarında öğretmenlerin önderliğinde okul öğrenci ve ailelerinin sanat etkinliklerine katılmaları öngörülmektedir." Bakan Çubukçu, ayrıca program kapsamında gerçekleştirilecek diğer projelerden "Evimiz İstanbul" için Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfına, "Okulumuz Sinema" için Babil Platformuna, "Mavi Yunus Çevre Dedektifleri" için Deniztemiz Derneğine, "Sokağımda Tarih Yazıyorum" için Genç Hayat Vakfına, "Müzik Nasıl Konuşulur" için de Erdem Nusret Karataş'a teşekkür etti. İstanbul 2010 AKB Ajansının Koordinasyon Kurulu Başkanlığını da yürüten Devlet Bakanı Hayati Yazıcı da Ajansın İstanbul için bir fırsat olduğunu belirterek, AB'nin, AKB olarak bundan sonra AB dışındaki ülkelerin şehirlerini seçmeyeceğini söyledi. Ajansın çalışmalarının, İstanbul'daki sanat etkinlikleri ve kültürel değerlerin hanelere ancak okulların, eğitimcilerin vasıtasıyla taşınabileceğini, tanıtılabileceğini belirten Bakan Yazıcı, İstanbul'un tanıtımı faali- yetlerinden milletin tümünün haberdâr olmasının önemine değindi. Bakan Yazıcı, "Arzumuz odur ki Ajans faaliyetleri 2010 sonunda unutulup geride kalmasın, çalışmalar sonunda İstanbul birtakım kazanımlara kavuşsun. Bu yüzden 2008 yılında Ajans bütçesinin yüzde 70'ini, 2009'da yüzde 60'ını kentsel dönüşüme ayırdık. Rami Kışlası boşaltılıyor, inşallah orayı da tarihî dokusuna uygun bir yere dönüştüreceğiz" şeklinde konuştu. Bakan Yazıcı, 2010 yılı içinde Moskova Devlet Müzesinin eserlerinin Topkapı Sarayı'nda sergileneceğini ve İran medeniyetinin kültür varlıklarının da İstanbul'a geleceğini anlattı. Bunlara benzer daha birçok etkinliğin 2010 yılı içinde gerçekleşeceğini dile getiren Bakan Yazıcı, "Şimdi de okulların, eğitim kuruluşlarının devreye girmesiyle eminim ki Ajansın bilinirliği artacak ve 2010 yılından sonra eğer İstanbul'u çok iyi tanıtabilirsek, turizm gelirlerinde de çok büyük artış olacak" dedi. Ajansla ilgili medyada çeşitli eleştirilerin yer aldığı- 43 na işaret eden Bakan Yazıcı, ajansın yapısını anlatarak, "Ajansa yöneltilen çoğu eleştiri haksız. Ajans, son derece sivil bir ajans." dedi. Satın Alma İhale Komisyonunun, Yürütme Kurulundan seçildiğini anlatan Bakan Yazıcı, karar organının da Yürütme Kurulu olduğunu söyledi. Ajansa gelen projelerin değerlendirilmesinin de Yürütme Kurulunda yapıldığını dile getiren Bakan Yazıcı, projeleri kabul edilmeyen bazı kişilerin, haksızlığa uğradıklarını düşünerek, etrafta olumsuz yönde konuştuklarını ifade etti. Bakan Yazıcı, "Bu ajansın kullandığı para milletin parası. Biz burada bir kuruşun değil heba edilmesini, çiğnenmesine de müsaade etmeyiz." diye konuştu. Bir filmin maliyetinin oyuncular, kullanılan malzeme gibi çok çeşitli faktörlere bağlı olduğunu, uzman olmayan kişilerin bunu bilemeyeceğini dile getiren Bakan Yazıcı, "Elbette her kuruşun hesabı soruluyor. Denetime tabi, yılda bir defa denetleniyor. Yasalara aykırı bir sarf etme varsa hemen soruşturmaya dönüştürülür, Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim gereken yapılır." dedi. İstanbul Valisi Muammer Güler de İstanbullulara kentsel aidiyet duygusu kazandıracak programın, okulların kültür altyapısının gelişimine de katkıda bulunacağı, sürdürülebilir kültür üreticileri meydana getireceğini dile getirdi. devamında 15 ilçede yine Cem Mansur yönetiminde öğrencilere yönelik, öğretmenlerin de katılımıyla, açıklamalı klasik müzik konserleri düzenlenecek. Eğitim Programı çerçevesinde düzenlenecek etkinlikler şöyle: "RengaRenk" projesi kapsamında bu yıl KasımAralık aylarında, 300 Resim ve Görsel Sanatlar dersi öğretmeninin mesleki becerilerini geliştirecek ve ders verdikleri öğrencileri İstanbul 2010 Kültür Başkenti'nin paydaşları hâline getirecek eğitim seminerleri ve atölye çalışmaları yapılacak. Aralık ayında öğretmenlerin hayatları boyunca kullanacakları, içerisinde değişen sanat eğitim yöntem ve tekniklerinin olduğu 'RengaRenk' adlı öğretmen kitabı ile öğretmen ve çocukların 2010 sürecine aktif katılımları sağlanacak. Çalışmalarda başarı gösteren öğretmen ve okullara, çocuklarla kullanabilecekleri 20'şer kitaptan oluşan 2 bin adet sanat kitabı verilecek. “Müziğin Dokunduğu Yaşamlar'' projesinde 400 müzik öğretmenine İstanbul 2010 Müzik Yönetmenliğinin yanı sıra çeşitli sanatçılar ve Orkestra Şefi Cem Mansur'un katılımıyla seminer verilecek. Programın "Gösteri ve Sahne Sanatları Seminerleri" kapsamında 18 ilçedeki ilköğretim okullarından tiyatroyla ilgili olan 550 öğretmen belirlenerek 2 günlük eğitim verilecek. Eğitimlerde hem İstanbul 2010 sürecinin paylaşı- Yürütme Kurulu Başkanı Şekip Avdagiç de programın "sürdürülebilirlik" kavramının altını çizdiğini, çocukları kültür sanat etkinliklerinin takipçisi hâline getirmeyi amaçladıkları bu programın köklü değişikliklere ön ayak olacağını ifade etti. Ajansın Kent Kültürü Danışmanı Fikret Toksöz'ün projelerle ilgili sunum yaptığı toplantıya, İstanbul Millî Eğitim Müdürü Muammer Yıldız ile İlçe Millî Eğitim, Halk Eğitim Merkezi ve okul müdürleri katıldı. 44 lacağı hem de Türkiye'de tiyatro konusunda kariyer sahibi olan tiyatrocuların deneyim, bilgi ve önerilerini paylaşacakları söyleşiler gerçekleştirilecek. Ayrıca, tiyatro yapan okul ve öğretmenler için hazırlanan 100 adet yerli ve yabancı oyunun teksinin olduğu arşivlerden 100 okula verilecek. "Edebiyat Seminerleri" kapsamında, Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk'un katılımıyla 39 ilçede görev yapan Türkçe ve Edebiyat öğretmenlerine Aralık 2009'da seminer gerçekleştirilmesi planlanıyor. Kasım ve Aralık ayları içerisinde 300 Türkçe ve Edebiyat öğretmenine mesleki gelişim seminerleri verilecek, 100 okula 100 temel eserden oluşan kitap setleri dağıtılacak. Belgesel sinemacılığı alanında farkındalık yaratmayı amaçlayan "Okulumuz Sinema" adlı proje kapsamında, 39 ilçedeki 120 okula ulaşılacak. Proje, okullarda görsel, işitsel materyaller yardımıyla eğitim atölyeleri düzenlemek, film seçkilerinin gösterimlerini gerçekleştirmek, sinema ve belgesel sinema hakkında farkındalık yaratmak ve öğrencilerin film izlemeleri, soru sorma- Aralık 2009 ları, bu sorulara yanıtların verilmesi olanağını yaratmak çalışmalarını içeriyor. İlköğretim çağındaki İstanbullu tüm çocukları kent kültürünün farklı boyutlarına ilişkin bilgilendirmeyi, çocukları bu alanda geliştirmeyi ve İstanbul'un kültürel mirasını sahiplendirmeyi amaçlayan "Evimiz İstanbul" projesi kapsamında geliştirilen 5 farklı modül ile toplam 44 bin 864 çocuk, 648 gönüllü ve 3 bin öğretmene eğitim verilerek, kente dair çalışmalar yapılacak, etkinlikler düzenlenecek. Etkinliklerden 100 binin üzerinde çocuk yararlanacak. İstanbul'da Kültür Tırı ile sanat etkinlikleri ilçelere taşı- nacak. "Sokağımdan Tarih Yazıyorum" kapsamında lise 1 ve 2. sınıf öğrencileri, 2 üniversite öğrencisiyle toplamda 2 kez bir araya gelerek, mahallelere ve sahaya çıkacak, toplam 8 saat boyunca eski iş kolları, binalar, insan hareketliliği, azınlıklar, anıtlar, çevre ve doğa, kurumlar gibi kategorilerden beraberce araştırmayı kararlaştırdıkları başlıkları araştıracak, fotoğrafını çekecek, hikâyesini toplayacak ve saha araştırma raporları, günlükleri ve izlenimlerini kayda geçirecek. "Müzik Nasıl Konuşur" projesi çerçevesinde, çocuklara çok sesli klasik batı müziğini tanıtmak ve sevdirmek, onların sanata karşı hassasiyetini artırmak ve sanata yaklaştırmak, bakış açılarını değiştirmek ve dünya vatandaşı olabilmeleri için gerekli kültür zenginliğini aşılayarak vizyonlarını genişletmek için yaklaşık 200 adet devlet ilköğretim okulunda 15 bine yakın öğrenciye açıklamalı canlı performans klasik müzik dinletileri verilecek. 40 dakikalık dersler temel alınarak düzenlenecek dinletiler, 6 aylık bir süre için ayda toplam 4 hafta temel alınarak, haftada toplam 3 gün ve her bir günde 3'er kez tekrarlanacak şekilde organize edilecek. CUMHURİYET EĞİTİM GEZİLERİ illî Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu, Millî Eğitim Bakanlığı (MEB) Ticaret ve Turizm Öğretimi Genel Müdürlü- M ğünce organize edilen "Cumhuriyet Eğitim Gezileri" sırasında çekilen fotoğrafların yer aldığı sergiyi açtı. 45 Başkent Öğretmenevinde düzenlenen serginin açılış kurdelesini iki öğrenci ile kesen Bakan Çubukçu, daha sonra sergiyi gezdi. Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim Etkinlik kapsamında düzenlenen yemekte konuşan Millî Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu da öğrencilere "Hoş geldiniz" diyerek başladığı konuşmasında, Cumhuriyet Gezileri'nin yeni yerler görülmesini sağlamanın yanında, dostluklar da kazandırdığını ifade etti. Bakan Çubukçu, 2004 yılından beri sürdürülen gezilerin en önemli amaçlarından birinin de Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı'nın daha iyi anlatılması olduğunu belirterek, gezilere katılanların bunu daha iyi anladığını ümit ettiğini bildirdi. Konuşmasında gezi hakkında bilgiler de veren Çubukçu, geziye katılan öğrencilerin yazı, resim ve fotoğraflarını da beklediklerini, bunları değerlendirmek istediklerini söyledi. MEB Ticaret ve Turizm Öğretimi Genel Müdürü Murat Bey Balta, Cumhuriyet Gezileri'nin 6 Ekim 2009'da Atatürk'ün Millî Mücadele’nin ateşini yaktığı Samsun'dan başladığını, Amasya, Sivas ve Erzurum'la devam ettiğini söyledi. Genel Müdür Murat Bey Balta, 7 Kasım'da bitecek gezileri önümüzdeki yıl daha da genişleterek yapmayı palanladıklarını kaydetti. Genel Müdür Murat Bey Balta, 81 ilden gelen 8 bin 274 öğrenci ve öğretmenin, farklı gruplarla Polatlı Duatepe, Afyonkarahisar, Kütahya ve Çanakkale'yi gördüğünü anlattı. İki öğrencinin gezilerin ardından hazırladıkları kompozisyonları okuduğu yemekte, Çankaya Güzel Sanatlar ve Spor Lisesi öğrencileri müzik dinletisi sundu. Libya, KKTC, Azerbaycan, Gürcistan ve Romanya'dan Çanakkale savaşına katılanların torunlarından oluşan bir grubun da misafir edildiğini belirten Balta, bu grubun Ankara'da Etnografya Müzesi'ni, Eski Meclis'i, Anıtkabir'i ve ardından Çanakkele'yi gezdiklerini bildirdi. 46 Bakan Çubukçu, yemekte öğrencilerle aynı masada oturup, onlarla fotoğraf çektirdi. İlk ve ortaöğretim kurumlarındaki öğrencilerin katıldığı gezilerde, İletişim Meslek Lisesi öğrencileri ve profesyonel fotoğrafçıların çektiği yaklaşık 50 fotoğrafın bulunduğu sergi, yarın da görülebilecek. Aralık 2009 DEMOKRATİK VATANDAŞLIK VE İNSAN HAKLARI EĞİTİM PROJESİ illî Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu, Başkent Öğretmenevi'nde düzenlenen "Demokratik Vatandaşlık ve İnsan Hakları Eğitim Projesi"nin bilgilendirme toplantısı ve çalıştayına katıldı. M Bakan Çubukçu, burada yaptığı konuşmada, projenin amacının demokratik vatandaşlık ve insan hakları çerçevesinde yönetmelikleri, müfredatı revize etmek ve bununla ilgili dersin müfredatını geliştirmek olduğunu belirtti. Bakan Çubukçu, okul öncesinden ortaöğretimin sonuna kadar demokratik okul kültürünün benimsenmesine de katkı sağlamayı hedeflediklerini vurguladı. Birçok ülkede eğitim ile demokrasi arasındaki tamamlayıcılık ilişkisine özel bir önem verildiğini ifade eden Bakan Çubukçu, "Daha fazla özgürlük, daha fazla demokrasi arayışı çerçevesinde demokratik vatandaşlık kavramı, kamusal politikaları sorgulayan, sosyal ve siyasal hayata aktif katılım sağlayan, görevleri kadar hak ve özgürlüklerini de bilen ve bunları kullanan vatandaşı işaret etmektedir." diye konuştu. Türkiye'de demokrasinin gelişmesi ve eşitlikçi, katılımcı, çoğulcu bir demokratik 47 kültürün oluşmasının önündeki en önemli engellerden birisinin, başta toplumsal cinsiyet ayrımcılık olmak üzere her türlü ayrımcı tutumlar olduğunu vurgulayan Bakan Çubukçu, "İşte bu konuda verilen mücadeleye, hayata geçireceğimiz projenin de çok önemli katkılar sağlayacağına inanıyorum." dedi. Türkiye'nin birçok sorununun çözüm yolunun, demokrasi ve insan hakları ile ilgili standartların yükseltilmesiyle, herkesin hak ve özgürlük alanının genişletilmesiyle doğrudan ilişkili olduğunu belirten Bakan Çubukçu, insan yetiştirme sanatı olan eğitimi demokratik kültürü besleyecek şekilde yapılan- Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim dırmanın, atılması gereken adımların başında geldiğini söyledi. Bireysel ve toplumsal destekten yoksun demokrasinin yaşama, kurumsallaşma ve çözüm üretme imkanının olmadığını ifade eden Bakan Çubukçu, demokrasinin bir yönetim biçimi olduğu kadar, bütün toplumsal ilişkileri yönlendiren bir yaşama tarzı ve beraber yaşama kültürü olduğunu belirterek, beraber yaşamanın en önemli koşullarından birinin farklılıklara saygı göstermek olduğunu kaydetti. Anadolu'nun binlerce yıldır bir arada yaşama, barış, hoşgörü ve adalet anlayışının yerleşmesinde ve uygulanmasında örnek olduğunu ifade eden Çubukçu, bu değerli mirasın eğitim üzerinden korunması, geliştirilmesi ve güçlendirilmesi için daha fazla çaba gösterilmesi gerektiğini vurguladı. Bakan Çubukçu, şöyle konuştu: "Toplumumuzda kültürel farklılıkların bir sosyal risk veya güvenlik problemi olmaktan çıkartılarak kültürel zenginlik hâline getirilmesi zorunluluğu demokrasi kültürü, insan hakları ve farklılıklara saygı eğitimini acil bir ihtiyaç hâline getirmektedir. Bu nedenle 2009-2010 öğretim yılında ilk dersimizi bu konuya ayırdık. Avrupa Birliği hibe kaynaklarıyla ve Avrupa Konseyinin teknik desteği ile gerçekleştirilecek bu projemiz, Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı ile Projeler Koordinasyon Merkezi Başkanlığı tarafından yürütülecek. Üç yıl sürecek bu önemli projenin ülkemizde eğitim üzerinden demokratik vatandaşlık kültürünün ve insan hakları duyarlılığının artırılmasına önemli katkılar sağlayacağına inanıyorum." Millî Eğitim Bakanlığı Ta- 48 lim ve Terbiye Kurulu Başkanı Merdan Tufan da bireylerin demokrasi kültürünü günlük hayatlarında, davranışlarında gösterebilmelerinin bu konuda alacakları eğitimle mümkün olduğunu kaydetti. Demokrasi ile eğitim arasındaki tamamlayıcılık ilişkisinin hem demokrasinin geleceği hem de eğitimin kalitesi açısından çok önemli olduğunu vurgulayan Tufan, ''Bu projenin eğitim kurumlarımızda ve ülkemizde demokrasi kültürü ve insan haklarına saygı bilincinin kökleşmesine önemli katkılar sağlayacağına inanıyorum'' diye konuştu. Avrupa Konseyi Eğitim Dairesi Başkanı Olöf Olafsdottir de, Avrupa Konseyinin teknik desteği ile olacağını bu projenin Avrupa'daki ülkelere örnek olacağını belirtti. Çalıştay, yarın sona erecek.