Sayı 20 - Milli Savunma Bakanlığı

Transkript

Sayı 20 - Milli Savunma Bakanlığı
ASKERÎ YARGITAY
DERGİSİ
ANKARA
GENELKURMAY BASIM EVİ
2007
ASKERÎ YARGITAY DERGİSİ
İletişim Adresi
Askerî Yargıtay Başkanlığı
Devlet Mah. Merasim Sok.
Yücetepe - ANKARA
Tel
: 0 (312) 410 65 01
Faks : 0 (312) 418 22 59
E-Mail : asyargitaydergi@msb.gov.tr
Askerî Yargıtay
Dergisi,
Askerî Yargıtay Başkanlığı tarafından
yılda bir sayı olarak yayımlanan ve
bilimsel incelemeler ile “Daireler
Kurulu” ve örnek “Daire” kararlarına
yer verilen bir dergidir.
Askerî Yargıtay Dergisinden
edinmek isteyenler; Askerî Yargıtay
Başkanlığının OYAKBANK Sancak
Şubesi 414-C 3465155 MT-1
numaralı hesabına istenen her sayı
için tespit edilen miktarı yatırdıktan
sonra, bizzat gelip alabilecekleri gibi,
makbuz sureti ile birlikte, doğrudan
Askerî Yargıtay Başkanlığından
yazılı olarak veya faks ile talepte
bulunduklarında,
istenen
sayılar
adreslerine gönderilebilecektir.
Ö N S Ö Z
Ülkemizde olduğu şekilde vatandaşlarının gerek kendi aralarında,
gerekse devleti ile ihtilâfının çok olduğu başka bir hukuk devleti yok
gibidir. Bu durumun da, çağın gerektirdiği yeterli eğitim ve öğretim ile
sosyal ve ekonomik imkânların, evrensel değerlerin, ulusal yararlar
konusunda birlikteliğin topluma yeterince kazandırılmamasından
kaynaklandığı açıktır. Uygar toplumlardaki gibi, “doğrular” ve
“yanlışlar” ile ilgili olarak ortak ve yakın değerlere sahip olunmaması,
Anayasanın başlangıç kısmında belirtilen ilkelerin, Anayasal hak ve
ödevlerin yazılı olduğu ve amaçlandığı şekli ile tam olarak yaşama
geçirilememesi, ulusal ve ortak çıkarlar doğultusunda vatan toprakları
üzerinde vatandaşlık şuuru içinde birbirine saygılı olarak beraberce ve
insanca yaşam duygusu ile iradesinin kazandırılmaması, sorunların ana
kaynağını oluşturmakta, ülke insanları gerilimli şekilde gerek birbirleri
gerekse devleti ile ihtilâflı olarak yaşamaktadır. Sokaklar her türlü
etkilenmeye açık, mesleksiz, işsiz, parasız, eğitimsiz, umutsuz genç
nüfusu ile doludur. Mala ve cana yönelik suçlar hızla artmakta, insanlar
evlerinde dahi kendilerini güvensiz hissetmektedirler. Mahkemeler ve
hastaneler en kalabalık mekânlardır. Bunlar, toplum bireylerinin
birbiriyle barışık olmadığını, insanlarımızın ruh ve beden sağlıklarının
yerinde bulunmadığını ortaya koyan en somut göstergelerdir. Boşluk
içinde bulunma, ekonomik yetersizlikler, eşitsizlikler, değer eksiklikleri,
yanlışlıkları ve bunlardan kaynaklanan etkilemeler, etkilenmeler çeşitli
suçların işlenmesinin ötesinde, en temel insan hakkı olan yaşam hakkını
dahi ortadan kaldıracak şekilde üzücü olaylara sebep olmaktadır. Hukuk
devletinde asıl olan, vatandaşlarının hukuk kuralları ve güvenliği içinde
yaşamlarını sürdürmeleridir. Diğer bir deyişle, kimsenin herhangi bir
şeyden şüphe etmemesi, başına ne geleceği endişesi ve korkusuyla
yaşamaması demektir. Zira hukuk, kanun dışına çıkarak suç işleyeni
cezalandırır, medenî ve sosyal hayatla ilgili hak kayıplarını önler, hukuka
aykırı iş ve işlemleri iptal ederek, insanların huzur ve güven içinde
yaşamalarını sağlar. Hukuk ve kanun dışına çıkan da, başına ne
geleceğini bilir. Yasaların, hakkın, hukukun yaşam bulduğu, adaletin
sağlandığı yer mahkemelerdir. Ama ne yazık ki, her türlü etki ve
korkudan uzak kalması gereken ve kararlarını sadece yasalara ve hukuka
göre veren mahkemelerin önlerinde de, futbol maçlarında görüldüğü
üzere şiddet içeren yandaş gösterilerin yaşanmaya başlandığı, mahkeme
kararlarının menfaatlere göre değerlendirilip, hâkim ve savcıların
görevlerinden ötürü fiilî ve sözlü saldırılara uğradığı gözlemlenmektedir.
Hukuk devletinin en temel ayağını oluşturan Yargı; nitelikleri Anayasada
yazılı Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile vatandaşlarının kesintisiz
koruyucusu, insan haklarının güvencesidir. Adaletin olmadığı, kalmadığı
yerde Devletin ve kurumlarının çökeceği akıldan çıkarılmamalı,
öncelikle kendi mensupları olmak üzere adaletin üzerine titrenilmeli,
insanoğlunun vazgeçemeyeceği tek şeyin adalet olduğu unutulmayarak,
adalet dağıtan kurumlara sahip çıkılıp, görevlerini her türlü etkiden uzak
ve saygın şekilde yerine getirmelerinin sağlanması ile adaletin zamanında
dağıtılmasına engel olan durumlar en kısa sürede ortadan kaldırılmalıdır.
Kendine göre “hak” duygu ve düşüncesiyle hareket etme, söylemlerde,
eylemlerde bulunma, toplumu kaosa sürüklemekten, anarşi ortamı
yaratmaktan başka bir sonuç vermez. Kurum ve kurallarına şiddetle
saldırıldığı, kutuplaşmaların yaratıldığı bir toplumun yaşamının ne kadar
zor olduğu ve nasıl hukukî çıkmazlar ile olumsuz sonuçlara yol açacağını
anlatmaya herhâlde gerek bulunmamaktadır.
Modern toplumlarda, ihtilâflar ve buna bağlı olarak dava sayısı,
ülkemizdeki dava miktarının çok çok altındadır. Bu yüzden söz konusu
ülkelerde, yeterli zaman ayrılabilen davalar hak kaybına yol açmayacak
şekilde kısa sürede sonuçlandırabilmektedir. Ülkemiz insanına çağdaş ve
yeterli düzeyde eğitim ve öğrenim imkânının sağlanmamasının, öğretim
birliğinin bozulmasının beraberinde getirdiği olumsuzlukların, maddî
imkânlardan yoksunlukların ve eşitsizliklerin ortaya çıkardığı sorunların,
olması gereken sayının çok altında hâkim ve savcı ile (70 milyon insanın
adalet hizmeti 9-10 bin hâkim ve savcı ile sağlanmaya çalışılmaktadır)
hizmet veren Türk Yargı Sistemini de menfî olarak etkilediği, kontrolsüz
ve eğitimsiz nüfus artışı da dikkate alındığında, yargı mensuplarının esas
ve temel görevi olan “Adalet Dağıtmak” yerine iş yükü altında ezildiği,
davalara yeterli zaman ayrılamaması nedeniyle şikâyetlerin arttığı,
hukukî hataların çoğaldığı, zamanaşımı nedeniyle davaların düştüğü,
suçların cezasız kaldığı, adaletin zamanında tecelli etmemesinden ötürü
hukuk ve kanun dışı oluşumların artmaya başladığı, ülke düzeyinde
sonuçlandırılan dava sayısının devamlı şekilde mevcut dava sayısının
altında kaldığı, ertesi yıla devreden dosya sayısının giderek arttığı,
yargıdan beklenen “en adil kararın makûl sürede verilmesi” amaç ve
hedefinin gerçekleşmediği, yaşanan ve bilinen gerçeklerdir. Yine bilinen
bir gerçek de, temel görevi içtihat üretmek ve uygulamada birliği
sağlamak olan Yüksek Mahkemelerin, bu aşamada biriken dava dosyaları
yönünden çözülmesi zor bir tıkanıklık içinde oldukları hususudur. Adalet
hizmeti eksik kadro ile çalışmayı kaldırmaz, yargıda mazeret olmaz.
Yapılan hizmetin niteliği buna izin vermez. Anayasa ve yasalar
uygulanmak ve gereği yapılmak üzere vardır. Ancak, fiilî ve hukukî
engeller nedeniyle bir yerde işlenen suça gereken ceza verilirken, diğer
yerde aynı suçu işleyen, iş yoğunluğu nedeniyle davanın zamanaşımına
uğramasından ötürü cezasız kalmaktadır. Suç oluşturan ya da meşru
olmayan (haksız kazanç elde etme, kayırma gibi) çoğu eylem takipsiz ve
işlemsiz kalmakta, bu durum, yapanın yanına kâr kaldığı düşüncesinin
tehlikeli bir şekilde yayılmasına ve kanıksanmasına neden olmaktadır.
Oysa Ülkenin tüm insanlarına adlî, idarî ve askerî yargı ile ilgili olarak
adalet açısından gecikmesiz ve eşit hizmet sunulmasının yanında,
yasaların gereğinin yapılması ve herkese eşit uygulanması mecburiyeti
vardır. Bütün kurumlar ve kişiler de yasalara ve konusu ile ilgili yargı
kararlarına uymak zorundadır.
Yargı sistemine yeterli ve nitelikli hâkim ve savcı kazandırılsa
dahi, bu durum ancak, mevcut iş ve ihtilâfların çok daha fazla
büyümeden çözümüne yardımcı olacak; ancak, asla devamlı sorun üretip
ihtilâf çıkaran bir toplumun adalet hizmetlerini olması gereken şekilde
karşılayamayacaktır. Kalıcı ve doğru çözüm, sorun üreten yapıyı
düzeltmektir. Bunun da tek bir yolu vardır. Ülkenin tüm insanlarına bilim
ve akla göre davranmayı öğretecek, çağdaş ahlakî ve kültürel değerleri
kazandıracak, hayata hazırlayacak, ülkenin ihtiyaçlarını gözetecek, bilgi
çağını yakalayacak fikri hür, vicdanı hür nesiller yetiştirecek “Eğitim ve
Öğretim Birliğinin Sağlanması” ile Anayasanın ve sosyal Devletin gereği
olarak vatandaşlarının insanca yaşam, gelir ve ihtiyaçlarının
karşılanmasıdır. Mademki, demokrasiler fazilet rejimidir, o zaman Devlet
de iş güç sahibi erdemli insanlar yetiştirmeye mecburdur. Resmî olsun,
özel olsun tüm liderler ve önderler, farklılıklar da olsa yasalara saygı,
birbirine saygı, paylaşma, uzlaşma, doğruluklar, dürüstlükler, güzellikler
bakımından örnek olmak ve insanlarımızı, toplumumuzu Atatürk’ün
istediği ve hedef gösterdiği çağdaş medeniyetler seviyesine yükseltmek
için gayret sarf etmek zorundadırlar. Zira, tüm bu durumlar, hukukun alt
yapısı, toplumsal barış ve ülkenin geleceği ile yakından ilgili
bulunmaktadır. İnsanca yaşama geliri bulunan, benzer çağdaş ve
toplumsal değerleri paylaşan kimselerin kendi aralarında ihtilâflarının az
olması yanında, böyle insanlardan teşekkül etmiş kurumların da, gerek
kendi içinde gerekse muhatap olduğu diğer kurumlar ve vatandaşlar ile
sorun üretmeyeceği, herkesin bilimin ve aklın rehberliğinde kendi işi ile
meşgul olacağı, insanların ve kurumların mutlu şekilde yaşamlarını
sürdürdüğü bir ortamda çıkabilecek az sayıdaki ihtilâfın da çağdaş
değerlerle yetişmiş, gerekli ve yeterli olanaklarla donanmış Yargı
Erk’ince, en kısa zamanda ve en adaletli şekilde çözüleceği açıktır. Kısa
vadedeki çözüm ise objektif sınavlar ve üstün niteliklere dayalı kabullerle
hâkim ve savcı açığını süratle gidermek, hâkim ve savcı kadrolarını
mevcudun en az iki katına çıkarmak, mesleğin gerektirdiği özenli yaşam
tarzı da dâhil yeterli eğitimi vermek, basit nitelikteki birtakım ihtilaflara
idarî çözümler bulmaktır.
Yargının temel görevi adalet dağıtmaktır. Uygulayıcılara; adaletin
sağlanmasında ve davaların makûl sürede bitirilmesine yardımcı olmak,
hukukun gelişimine katkı sağlamak amacı ve hukukî ortam ile doktriner
açıdan tartışılmak ve faydalanılmak üzere Yüksek Mahkemeler, Barolar,
Üniversiteler ve Hukuk Kurumlarınca dergiler çıkarılmaktadır. Anılan
kapsamda Askerî Yargıtay tarafından çıkarılan dergimizin 20’nci sayısı
da, bu amaçla hizmete sunulmuştur.
Derginin bu sayısı, 2006 yılında Daireler Kurulu ve Dairelerce
verilen kararlardan örnek olabilecek nitelikte görülen kararları
içermektedir.
Çağın gelişen teknolojisine uygun olarak, bilgisayar ortamında
uygulayıcıların Askerî Yargıtay İçtihatlarına erişmelerini sağlayabilmek
ana hedef olmakla birlikte, her zaman el altında bulunabilecek bir kaynak
oluşturmak amacıyla, Askerî Yargıtay Dergisinin yılda bir kez olmak
üzere yayımı sürdürülmektedir.
Derginin 16’ncı sayısının önsözünde Askerî Yargıtay içtihatlarına
suç ve kavram bazında erişimi sağlayan “Askerî Yargıtay Karar Sorgu
Programı”nın 1 Ocak 2004 tarihinden itibaren TSK YEREL AĞI (TSKNET) üzerinde “http://www.aybis.msb.bak” adresiyle faaliyete geçtiğini
duyurmuştuk. Geçen süre içerisinde, yerel ağdan yararlanabilen
kullanıcılarca içtihatlara anında erişebilmenin memnuniyeti bize
iletilmiştir. 2005-2006 yıllarında askerî mahkemelerin kararlarındaki
isabet oranındaki ciddî artış da, bu faaliyetimizin yararlı olduğunu
göstermektedir. Ancak, TSK-NET üzerinden içtihatlara erişimin sınırlı
oluşu ve tüm hukukçuların bundan yararlanamaması, bizi INTERNET
üzerinden faaliyetimizi sürdürmeye sevk etmiştir.
Bu kapsamda INTERNET üzerinden, “http://www.msb.
gov.tr/Birimler/ASYAR/index.htm” adresiyle Askerî Yargıtay İçtihatları
Birleştirme Kurulu Kararları ile Daireler Kurulu İçtihatlarına erişim
mümkün kılınmıştır.
Dergimizin yargı camiasına yararlı olmasını diler, bu sayının
yayıma hazırlanmasında emeği geçen başta Askerî Yargıtay Üyesi ve
Genel Sekreteri Dz.Hâkim Albay Nail ORAL olmak üzere, Birinci Daire
Tetkik Hâkimi Yarbay Kemal ÖZCAN ve Yayın Kurulu Yazı İşleri
Müdürü De.Me. Salih ERGEN ile Müdür Yardımcısı De.Me. Nursel
AYDIN’a teşekkür ederim.
Ahmet ALKIŞ
Hâkim Tuğgeneral
Askerî Yargıtay Başkanı
İÇİNDEKİLER
SAYFA NO.
ALFABETİK KAVRAM FİHRİSTİ
III - XII
ASKERÎ CEZA KANUNU İLE İLGİLİ İÇTİHATLAR
3 - 280
ASKERÎ MAHKEMELERİN KURULUŞU VE
YARGILAMA USULÜ KANUNU İLE İLGİLİ
İÇTİHATLAR
281 - 364
CEZA MUHAKEMELERİ USULÜ
KANUNU İLE İLGİLİ İÇTİHATLAR
365 - 440
TÜRK CEZA KANUNU İLE İLGİLİ
İÇTİHATLAR
441 - 579
647 SAYILI CEZALARIN İNFAZI
HK. KANUN İLE İLGİLİ İÇTİHAT
580 - 581
5252 SAYILI KANUN İLE İLGİLİ
İÇTİHATLAR
582 - 600
477 SAYILI KANUN İLE İLGİLİ
İÇTİHATLAR
601 - 612
7201 SAYILI KANUN İLE İLGİLİ
İÇTİHAT
613 - 616
6183 SAYILI KANUN İLE İLGİLİ
İÇTİHAT
617 - 619
I
1136 SAYILI AVUKATLIK
KANUNU İLE İLGİLİ İÇTİHAT
620 - 622
ANAYASA İLE İLGİLİ İÇTİHAT
623 - 625
II
ALFABETİK KAVRAM FİHRİSTİ
SAYFA NO.
-AAğır hapis cezasının hapis cezasına dönüştürülmesi ve cezanın
ertelenmesi........................................................................................
582
Ağır hapis cezasının hapis cezasına dönüştürülmesi........................
584
Amire hakaret - Sanığın iradesi dışında ele geçirilen defterdeki
yazılar...............................................................................................
133
Amiri tehdit - Objektif olarak korkutucu nitelikteki sözlerin sarf
edilmesi.............................................................................................
113
Arkadaşının eşyasını çalma suçunda mağdurun örtülü rızası...........
258
Arkadaşının eşyasını çalmak ............................................................
256
Arkadaşının eşyasını çalmak suçu - Kredi kartının çalınması..........
260, 541
Askerî eşya niteliği kalmayan mermi çekirdeğinin gizlenmesi........
248
Askerî eşyanın çalınması sonucu kaybedilmesi olayında, makbul
özür...................................................................................................
243
Askerî eşyayı çalmak - Özel araca askerî araçtan benzin
çektirilmesi.......................................................................................
245
Askerî eşyayı gizlemek - Tek merminin bulundurulması ve suç
kastı...................................................................................................
250
Askerî eşyayı kaybetme suçunun oluşması için özrün aranması
gerektiği............................................................................................
241
Askerî eşyayı özel menfaatinde kullanmak - Koğuşta ateş etmek
suretiyle.............................................................................................
239
Askerî Yargıtay Daireler Kurulu kararının bağlayıcılığı..................
351
Askerlikten kurtulmak için hile yapmak - Aldatma yeteneğinin
bulunmaması hâlinde firar suçunun oluşumu...................................
92
Askerlikten kurtulmak için hile yapmak - Hileli hareketler.............
88
Askerlikten kurtulmak için hile yapmak suçu - Aldatma kabiliyeti.
522
Alenen hayasızca vazu harekette bulunmak.....................................
522
Astlarıyla birlikte ve toplu olarak suç işlendiğinde cezanın bir kez
artırılabileceği...................................................................................
13
Aynı kasıt altında işlenen iki eylemin tek suç oluşturması...............
476
III
-BBağlılık.............................................................................................
291
Bağlı suç kapsamında askerî mahkemenin görevli olması...............
194
Bakaya suçunun başlangıç tarihinin tespiti ......................................
22
Bedelli askerlik hizmetinden yararlanma hakkı bulunanlar
bakımından suç tarihlerinin belirlenmesi..........................................
27
Banka kartının kötüye kullanılması.
260, 541
Beraet hükmünün temyiz edilmesi....................................................
317
Bilirkişi mütalâasına ve okunan yazılı delillere karşı sanığın
diyeceklerinin tespiti.........................................................................
408
Bilirkişinin dinlenilmesi ve yemin tutanağı düzenlenmesi...............
376
Bilirkişinin istinabe suretiyle dinlenilmesi........................................
397
Bozma ilâmına karşı beyanının tespiti gereken sanığın, daimî
ikametgâhından geçici olarak ayrılması............................................
347
Bozma ilâmına karşı beyanının tespiti için aranan sanığın
bulunamaması....................................................................................
343
Bozma ilâmına karşı sanığın beyanının tespiti..................................
341
Bozma ilâmına karşı sanığın diyeceklerinin saptanması..................
326
Bozma ilâmına karşı sanığın savunmasının tespiti ...........................
314
Bozma ilâmına karşı direnme...........................................................
314
Bozma ilâmına karşı direnme kararının gerekçesi............................
554
Bozma ilâmının ve duruşma gününün sanık müdafiine tebliğ
edilmemesi........................................................................................
321
Bozma ilâmına eylemli uyma............................................................
339
Bozma ilâmına karşı askerî mahkemenin direnme hakları................
332
Bozmanın hükmü temyiz etmeyen sanıklara sirayeti........................
336
Bölünmeyen eylem ve kasıt sonucunda, askerî eşyayı tahrip
suçunun oluşması..............................................................................
237
Büyük zararlar doğuran emre itaatsizlik - Bozma ilâmında
belirtilen usulî eksikliğin giderilmesi................................................
191
IV
-CCezaî ehliyetin saptanması................................................................
461
Cezaların yerine getirilmesine ilişkin kararlara itiraz.......................
363
Cezaî ehliyetin saptanması................................................................
464
Cezanın ertelenmesi..........................................................................
547
Cumhuriyet savcısının katılmadığı oturumda istinabe suretiyle
sorgunun tespitinden önce, iddianamenin okunmaması
394
Çocuğu hürriyetinden yoksun kılma.................................................
441
-DDava zamanaşımı süresi....................................................................
518
Direnme kararlarında gerekçenin gösterilmesi zorunluluğu.............
371
Disiplin suçlarında dava zamanaşımı................................................
601
Duruşma tutanağındaki imza eksikliğinin giderilmesi usulü............
418
-EEk savunma ......................................................................................
464
Emre itaatsizlikte ısrar - Bally adlı yapıştırıcının kullanımı ve
kışlaya sokulmasını yasaklayan emrin hizmete ilişkin olduğu.........
167
Emre itaatsizlikte ısrar - Banyo yapılmaması konusunda verilen
emir...................................................................................................
161
Emre itaatsizlikte ısrar - Birlik içine CD sokulmayacağına dair
emrin somutlaştırılması.....................................................................
136
Emre itaatsizlikte ısrar - Cep radyosunun taşınması.........................
163
Emre itaatsizlikte ısrar - Cep telefonlarının teslim edilmesi
hâlinde, teslim için makul süre tanınması.........................................
144
Emre itaatsizlikte ısrar - Cep telefonu taşıdığının, işlem yapmaya
yetkili amirleri dışındakilerce bilinmesi ve suç kastı........................
153
Emre itaatsizlikte ısrar - Cep telefonunu kabul ederek bulundurma
171
Emre itaatsizlikte ısrar - Cep telefonunun bozuk olması hâlinde,
sadece sim kartının taşınmasının dahi suç oluşturduğu....................
158
Emre itaatsizlikte ısrar - Hizmetin ifasına yönelik olmayan emir....
139
Emre itaatsizlikte ısrar - Nizamiye görevlisine teslim edilme amacı
bulunmaksızın, aramada ele geçirilen cep telefonu..........................
166
V
Emre itaatsizlikte ısrar - Sakal traşı olunması yönünde verilen
emir...................................................................................................
159
Emre itaatsizlikte ısrar - Savunma verilmesi için gönderilen
yazının tebliğinden kaçınmak...........................................................
147
Emre itaatsizlikte ısrar - Silâhın muhafazası ve taşınmasına ilişkin
emir...................................................................................................
156
Emre itaatsizlikte ısrar - Silâhların emniyetine ilişkin emir.............
141
Emre itaatsizlikte ısrar - Uyku hâli oluşturan ilâç kullanan sanığın
nöbet için uyandırılması....................................................................
150
Emri, söz ve fiiliyle açıkça reddetmek..............................................
176
Emrin konusunun, yargılama aşamasında yerine getirilmesi............
178
Evrakta tahrifat - Nöbet listesindeki değişiklik.................................
266, 571
-FFer’î iştirak........................................................................................
489
Firar - İhbar üzerine yakalanma........................................................
39, 487
Firar - İstirahat süresi sonunda birliğine katılmayan uzman çavuş...
57
Firar suçunu işlerken hastahaneye müracaat eden sanığın dehalet
kastı...................................................................................................
47
-GGeç iltihak suretiyle bakaya suçunu işleyen sanıklar .......................
353
Geçici olarak terhis edilenlerin asker kişi sıfatlarının devam ettiği..
284, 573
Gerekçenin yeterli ve dosya içeriğiyle uyumlu olması.....................
369
Göz hapsi cezasında infaz şartlarına uymamak................................
72, 580
-HHâkimin imzasının, istinabe duruşma tutanağında bulunmaması.....
416
Haksız mal edinme........ ...................................................................
291
Haksız tahrik oluşturma ölçütü..........................................................
208, 457
Haksız tahrik oluşturmayan hareketler..............................................
455
Haksız tahrikin karşılıklı olması........................................................
451
Haksız tahrikin yoğunluğu................................................................
453
VI
Hazine zararının tahsiline ilişkin olarak verilen kararların temyizi..
310
Hırsızlık suçunda örtülü rızanın varlığı.............................................
256
Hizmette tekasül sonucu askerî eşyanın hasarına sebebiyet vermek.
276
Hizmete ilişkin emrin cahil olan sanığa tebliği.................................
Hükmün esasına etkili olmayan tanıkların beyanlarının
değerlendirilmemesi..........................................................................
180
Hükmün gerekçeden yoksun olması.................................................
435
Hükmün konusunun iddianamede gösterilen eylemi oluşturmaması
420
Hürriyeti bağlayıcı cezanın paraya çevrilmesi..................................
72, 580
437
-İİddianamede açıkça yer alan eylemler nedeniyle kamu davasının
açıldığının kabulü..............................................................................
231
İddianamede yer alan eylemin genişletilememesi.............................
422
İddianamede yer alan suçun mahiyetinin değişmesi.........................
429
İddianamede yer almayan eylemin, yargılama konusu
yapılamayacağı..................................................................................
425
İddianamenin duruşmada okunması ve aleniyet ilkesi......................
392
İddianamenin duruşmada okunması..................................................
386
İhaleye fesat karıştırmak...................................................................
530
İstinabe suretiyle sorgunun tespitinden önce iddianamenin
okunması...........................................................................................
396
İstinabe suretiyle sorgusunun tespitinden önce iddianamenin
okunması ve yüze karşılık ilkesi.......................................................
390
İştirak hâlinde suç işleme - Aslî-fer’î maddî iştirak..........................
492
İrtikap suçu........................................................................................
268
İstirahat raporu verilerek kıt’asına taburcu edilenler bakımından
suç işleme kastı.................................................................................
51
İzin süresini geçirme ve yakalanma olgusu......................................
617
İzin süresini geçirmede, suçun başlangıç tarihinin belirlenmesi.......
609
İzin tecavüzü suçu - Emeklilik dilekçesi vererek izne ayrılanların
suç işleme kastı.................................................................................
41
VII
-JJandarmanın askerî görevi.................................................................
281
Jandarmanın idarî görevi sırasında, askerî hizmete ilişkin işlenen
suç.....................................................................................................
300
-KKamu davasının ortadan kaldırılması kararının temyizi...................
319
Karara ilişkin oyların dağılması hâlinde uygulanacak usul..............
432
Kasten adam öldürme - Kasten adam öldürmeye teşebbüs..............
501
Karşılıklı haksız tahrik uygulaması..................................................
284, 573
Kendini askerliğe elverişsiz hâle getirme - Barışta askerliğe
elverişsizlik hâlinde birinci fıkranın uygulanması............................
79
Kendini askerliğe elverişsiz hâle getirme - Cilt kesisi oluşturacak
şekilde vücuda çizik atılması ve özel kast........................................
74
Kendini askerliğe elverişsiz hâle getirme - İntihara yönelik eylem
ve suç işleme kastı............................................................................
77
Kendini askerliğe elverişsiz hâle getirme - Suç işleme kastının
şüpheli kalması..................................................................................
86
Kendini askerliğe elverişsiz hâle getirme - Teşebbüs nedeniyle
yapılan indirim oranı.........................................................................
82, 468
Kıbrıs’ta görevli iken izine ayrılanlara tanınacak yol süresi............
55
Kısa süreli hapis cezasını seçenek yaptırıma çevirme .....................
476
Kolonya, ispirto ve bally gibi kimyasal maddelerin kullanımını
yasaklayan emrin hizmete ilişkin olduğu.........................................
182
Konut dokunulmazlığını ihlâl...........................................................
254
-L–
Lehe kanun değerlendirmesi ve duruşma açılmaması......................
592, 617
Lehe kanun değerlendirmesi.............................................................
472
Lehe kanun değerlendirmesi ve duruşma açılması...........................
588
Lehe kanun değerlendirmesinde görevli yargı yeri..........................
304
Lehe kanun değerlendirmesinde uygulanacak usul..........................
595
VIII
-MMağdur tanığın yemin ettirilerek dinlenilmesi..................................
439
Mazeret - Bakaya suçunda, sanığın çocuğunun hastalık durumu.....
29
Mazeret - Dil eğitimi için yurt dışında bulunulması.........................
20
Mazeret - İzin süresi sonunda taşıt bulunamaması...........................
37
Mazeret - İzin tecavüzü süresinde geçirilen psikolojik rahatsızlık...
44
Mazeretin sona ermesi - Stajyer öğretmenliğin kaldırıldığının tebliği..
33
Mehil içi firar suçunu işlerken yakalanma - Kimlik sorulması.........
68
Memuriyet görevini ihmal suçu ve kamunun zararı.........................
551
Memuriyet görevini ihmal.................................................................
231
Memuriyet görevini ihmal suçu ve kamunun zararı.........................
559
Mermileri özel menfaatinde kullanmak............................................
231
Memuriyet görevini ihmal suçu ve manevî unsur.............................
527
Memuriyet görevini kötüye kullanmak ............................................
554
Mükerrirlere özgü infaz rejiminin uygulanması...............................
6
Mükerrirlik uygulaması bakamından ASCK’daki düzenlemenin
yürürlükte olduğu..............................................................................
10, 484
Mükerrirlik uygulaması ve infaz rejimi............................................
3
Müteselsil suç ...................................................................................
492
Müteselsilen emre itaatsizlikte ısrar..................................................
184
-NNüfuzun kötüye kullanılması............................................................
215
-ÖÖnceden bilinmesine rağmen tatil gününe rastlayan nöbete hiç
gidilmemesi.......................................................................................
173
-PPara cezasının taksitle ödenmesi ve lehe kanun değerlendirmesi.....
IX
482
-RReşit olmayanla cinsel ilişki............................................................
441
Rıza..................................................................................................
441
Rüşvet suçu.......................................................................................
268
Rüşvet teklif etme - Rüşvet vermeye teşebbüs.................................
547
- S/Ş Sanığın yokluğunda dinlenilen tanık beyanının, daha sonra
duruşmaya gelen sanığa okunmaması...............................................
405
Sanığın emekli olması hâlinde bağlı suçlardan yargılama
görevi.................................................................................................
291
Sanık müdafiinin çekildiğinin, sanığa bildirilmesi gerektiği............
323, 620
Sanık sorgusunun usulü.....................................................................
381
Sanık ve tanıkların, aynı istinabe mahkemesince farklı günlerde
dinlenilmesi.......................................................................................
400
Sıhhî izin süresi sırasında istirahat raporu alınması ve emsallerinin
terhise tâbi olması hâli......................................................................
49
Silâh kazalarına ilişkin verilen emrin, askerî hizmete ilişkin olduğu
300
Silâhlı nöbetçi olan mağdurun, “amir” statüsünün ortadan
kalkması............................................................................................
212, 515
Son söz hakkının sanığa ait olması...................................................
410
Sözleşerek firar - Önceden kararlaştırarak topluca kaçma...............
70
Sözleşerek firar suçu ve önceden anlaşma........................................
611
Subay üyenin imzasının duruşma tutanağında bulunmaması
Sanığın sorgusundan sonra delillerin ikamesine başlanması............
397
Suç delillerini yok etmek..................................................................
562
Suç işleme kastı - Emeklilik işlemleri sırasında izinsiz yabancı
memlekete gitmek.............................................................................
61
Suç işleme kastı - Seferberlik tatbikat bakayası...............................
35
Suç işleme kastı - Yabancı ülkeye firar.............................................
64
Suç tarihindeki maddî hata................................................................
334
Suçun niteliği ve başlangıç tarihinin tespiti - Firar...........................
53
Şikâyet...............................................................................................
441
X
-TTahribatı mucip asta müessir fiil.......................................................
220
Taksirle ölüme sebebiyet verme........................................................
512
Tanıkların dinlenilme usulü...............................................................
Tebligat - Askerde olduğu bilinen tatbikat bakayasına tebligatın
birlik adresinde yapılması gerektiği..................................................
373
Tebligat - Bakaya suçlarında sevk tehiri iptalinin tebliği gerekir.....
17
Tebligat - Grup numarasının bilinmemesi ve TRT duyurularına
icabet.................................................................................................
31
Tebliğde uygulanacak usul................................................................
Tedavi giderinin, suçtan doğan bir hazine zararı olarak
nitelendirilemeyeceği .......................................................................
25
613
314
Tehdit maksatlarını aşan eylemin, önceki üste fiilen taarruz suçu
ile bütünlük göstererek gelişmesi......................................................
202
Temyiz başvurusunun süresi, mercii ve şekli...................................
329, 623
Temel cezanın belirlenmesi...............................................................
492
Ticaret yapmak suçu.........................................................................
278
Toplu asker karşısı hizmetten sıyrılmak maksadıyla emre
itaatsizlik...........................................................................................
184
-ÜÜste fiilen taarruz suçunda, sanık tarafından suçun
öngörülebilmesi.................................................................................
205
Üste fiilen taarruz suçunun, tehdit suçunu da bünyesinde taşıyan
müterakki suç niteliğinde olduğu......................................................
226
Üste hakaret - Delil değerlendirmesi................................................
127
Üste hakaret - Haksız tahrik.............................................................
130
Üste hakaret - Hizmete ilişkin işleme dayalı olarak.........................
122
Üste hakaret - Sanığın iradesi dışında alınan defterdeki yazılar.......
125
Üste saygısızlık - Suç kastı...............................................................
102
Üste saygısızlık disiplin suçu............................................................
603
Üste saygısızlık disiplin suçu............................................................
605
Üstü tehdit - Bir defada sarf edilen sözlerin, grup hâlinde
mağdurlara yönelmesi hâlinde teselsül hükümleri............................
96
XI
Üstü tehdit - Delil değerlendirmesi...................................................
111
Üstü tehdit - Silâhın ateşlenmeksizin kullanılması...........................
99
Üstü tehdit - Suçun unsurları.............................................................
116
Üstü tehdit suçunun unsurlarının oluşmaması ve eylemin
saygısızlık aşamasında kalması........................................................
109
Üstünü öldürmek - Bağlı suç kapsamında askerî mahkemenin
görevli olması....................................................................................
198, 365
Üstünün eşyasını çalmaya teşebbüs etmek........................................
254
-VVazife esnasında memuriyete ait kuvvet ve araçların kullanılması
hâlinde cezanın arttırılması...............................................................
284, 573
-YYalan tanıklık yapmak......................................................................
564
Yalan yere ve usulsüz şikâyette bulunmak - Suçun unsurları...........
119
Yargılamanın yenilenmesi - Yeni vakıa............................................
353
Yargılamanın vicahiliği - Başka sanıklara ait davaya ilişkin
beyanların fotokopilerinin delil olarak kabulü..................................
412
Yazılı deliller okunduktan sonra sanık müdafiine söz verilmemesi.
402
Yoklama kaçağı suçunun başlangıcının tespiti - İlk kafilenin sevk
tarihleri..............................................................................................
15
-ZZimmet suçu ve mal edinme kastı....................................................
252
Zincirleme suç .................................................................................
472
XII
XIII
DAİRELER KURULU
VE
DAİRE KARARLARI
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 42
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/2
K. No. : 2006/2
T.
: 5.1.2006
ÖZET
5349 sayılı Kanunun 6’ncı maddesi ile 5252 sayılı Kanuna
eklenen Geçici 1’inci maddesinde; diğer kanunların 5237 sayılı
TCK’nın birinci kitabında yer alan düzenlemelere aykırı
hükümlerinin, ilgili kanunlarda gerekli değişiklikler yapılıncaya ve
en geç 31.12.2006 tarihine kadar yürürlükte olduğu da açıkça
belirtildiğinden, TCK’nın tekerrür ile ilgili genel hükümlerinden
farklı doğrultuda, hukukî yarar ve esasları düzenleyen ASCK’nın 42
ve 66/2-c maddelerinin, bu yönüyle de hâlen yürürlükte olduğu ve
sanığın sabit görülen eyleminin, mükerrer firar suçu kapsamında
değerlendirilmesi gerektiği sonucuna varılmalıdır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulu
önüne getirilen uyuşmazlığın konusu, 5237 sayılı TCK ile mükerrer firar
suçunu düzenleyen ASCK’nın 66/2-c maddesinin ilga edilip
edilmediğidir.
24.5.2003-3.6.2003 tarihleri arasında işlediği firar suçundan,
kesinleşen ve 5.8.2003 tarihinde şartla tahliye edilmek suretiyle infazı
yapılan, beş ay hapis cezası hükümlüsü sanık Dz.Mhf. Er T.A.’nın,
14.12.2003 tarihinde çıktığı günlük izinden dönmediği, 17.5.2004
tarihinde yakalandığı kabulüne dayanılarak; 14.12.2003-17.5.2004
tarihleri arasında mükerrer firar suçundan, ASCK’nın 66/2-c ve TCK’nın
59/2’nci maddeleri uyarınca verilen bir yıl sekiz ay hapis cezasına ilişkin
mahkûmiyet hükmünün, taraflarca yasal süresi içerisinde temyiz
edilmeksizin,
23.9.2004
tarihinde
kesinleştiğinde
duraksama
bulunmamaktadır.
3
1.6.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı YTCK’nın 5’inci
maddesi ile, bu kanunun genel hükümlerinin özel ceza kanunları ile ceza
içeren kanunlardaki suçlar hakkında da tatbik edileceği öngörülmüş,
ancak, bu yasal düzenlemelerin yürürlüğe girmesinden önce, 18.5.2005
tarihli Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 5252 sayılı Türk
Ceza Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkındaki Kanuna
eklenen Geçici 1’inci madde ile de, “Diğer kanunların 5237 sayılı Türk
Ceza Kanununun Birinci Kitabında yer alan düzenlemelerine aykırı
hükümleri, ilgili kanunlarda gerekli değişiklikler yapılıncaya ve en geç
31.12.2006 tarihine kadar uygulanır” hükmüne yer verilmiştir.
ASCK’ya 6.4.2005 tarihli 5329 sayılı Kanunla ilâve edilen, Ek8’inci madde ile de, ASCK’nın fer’î askerî cezalara, cezaların
ertelenmesine ve zamanaşımına ilişkin 49’uncu maddesinin (A) bendi
hükümleri saklı kalmak üzere, 5237 sayılı YTCK’nın genel hükümlerinin
Askerî Ceza Kanunu hakkında da uygulanacağı belirtilmiştir.
ASCK’nın 42’nci maddesinde yer alan “tekerrür” hükmü, 765
sayılı TCK’nın 81 ilâ 85 ve 5237 sayılı YTCK’nın 5 ve 58’inci
maddelerinde yer alan tekerrüre ilişkin düzenlemelerden tamamen farklı
ve özel bir hüküm niteliğindedir.
Gerçekten, ASCK’nın düzenleme biçimi ve sistematiğinden de
anlaşılacağı üzere; teşebbüs, iştirak, cürüm ve cezaların içtimaî, cezaya
ehliyet veren ve bunu kaldıran ve hafifleten sebepler, TCK’ya atıf
yapılmak suretiyle düzenlediği hâlde, tekerrür müessesesi TCK’daki
tekerrürden tanım ve uygulanma esasları bakımından, tamamen farklı bir
biçimde düzenlenmiştir. Nitekim, 765 sayılı TCK’nın tekerrürle ilgili
düzenlemelerinde, suçların türleri konusunda herhangi bir sınırlama
getirilmemesine ve herhangi bir suçu işleyen hükümlünün kanunda
belirtilen süre ve şartlar içerisinde ikinci bir kez suç işlemesi hâlinde,
cezasının tekerrür nedeniyle (kanunda belirtilen oranda) artırılması
öngörüldüğü hâlde, 5237 sayılı YTCK’nın 58’inci maddesinin konuyla
ilgili hükümleri, tekerrürün cezaî artırım nedeni olmayıp, özel infaz
rejimini düzenleyen bir müessese olarak kabulünü zorunlu kılmaktadır.
Oysa, ASCK’nın 42’nci maddesi, tekerrürün bu kanun yönünden
sadece, ASCK’da yer alan ve madde metninde cezanın tekerrür sebebiyle
arttırılmasına açıkça imkân veren, askerî suçlarla sınırlı şekilde
uygulanabileceğini ortaya koymaktadır. ASCK’nın 42’nci maddesinde
yer alan tekerrür hükmü, bu güne kadar ki yargısal uygulamalarda,
sadece madde metninde tekerrür sebebiyle, cezanın artırılacağını öngören
(Örneğin ASCK’nın 66/2-c, 67/c ve Ek-1’inci) maddelerindeki suçu,
ikinci bir kez işleyen kişiler hakkında uygulanmış olup, ASCK’da,
4
düzenlenen diğer suçları tekerrüren işleyenler hakkında, 765 sayılı
TCK’nın tekerrüre ilişkin hükümlerinin tatbikine cevaz verilmemiştir.
Uygulamadaki istikrardan da anlaşılacağı üzere, ASCK’nın 42’nci
maddesindeki tekerrür hükmü, (aynı Kanunun 11-15’inci maddelerinde
tarifi yapılan ve ASCK’ya özgü artırım sebepleri sayılan diğer
kavramlarla birlikte) cezanın tekerrürden dolayı artırılabilmesinin yasal
şartlarını açıklayan bir norm olması sebebiyle de hâlen yürürlüktedir.
Kaldı ki, 5349 sayılı Kanunun 6’ncı maddesi ile 5252 sayılı
Kanuna eklenen Geçici 1’inci maddesinde; diğer kanunların 5237 sayılı
TCK’nın Birinci Kitabında yer alan düzenlemelere aykırı hükümlerinin
ilgili kanunlarda gerekli değişiklikler yapılıncaya ve en geç 31.12.2006
tarihine kadar yürürlükte olduğu da açıkça belirtildiğinden, TCK’nın
tekerrür ile ilgili genel hükümlerinden farklı doğrultuda hukukî yarar ve
esasları düzenleyen, ASCK’nın 42 ve 66/2-c maddelerinin bu yönüyle de,
hâlen yürürlükte olduğu ve sanığın sabit görülen eyleminin mükerrer firar
suçu kapsamında değerlendirilmesi gerektiği sonucuna varılmış ve aksi
doğrultudaki Daire ilâmının isabetli görülen Başsavcılık itirazı
doğrultusunda kaldırılmasına karar verilmiştir (Askerî Yargıtay Daireler
Kurulunun 20.10.2005/92-86 ve 27.10.2005/99-94 E.K. sayılı kararları
da bu doğrultudadır.)
5
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 42
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/151
K. No. : 2006/147
T.
: 29.6.2006
ÖZET
ASCK’nın 42’nci maddesinde yer alan tekerrür hükmü,
bu güne kadarki yargısal uygulamalarda, sadece madde
metninde yer alan tekerrür sebebiyle cezanın arttırılacağını
öngörmekte olup, (aynı Kanunun 11-15’inci maddelerinde
tarifi yapılan ve ASCK’ya özgü artırım sebepleri sayılan diğer
kavramlarla
birlikte)
cezanın
tekerrürden
dolayı
artırılabilmesinin yasal şartlarını açıklayan bir norm olması
sebebiyle hâlen yürürlüktedir.
Bu nedenle, 23.2.2005 tarihinde işlemiş olduğu emre
itaatsizlikte ısrar suçu nedeniyle, yirmi beş gün hapis cezası ile
mahkûmiyetine karar verilen ve bu cezası infaz edilerek,
14.6.2005 tarihinden geçerli olarak şartla tahliye edilen
sanığın, 24.10.2005 tarihinde işlemiş olduğu ikinci emre
itaatsizlikte ısrar suçu nedeniyle, mahkûmiyet hükmü
kurulduktan sonra, cezasının mükerrirlere özgü infaz rejimine
göre infaz edilmesine karar verilmesi yasaya aykırıdır.
23.2.2005 tarihinde birlik içerisinde cep telefonu bulundurmak
suretiyle, emre itaatsizlikte ısrar suçunu işleyen sanığın, askerî
mahkemenin 21.4.2005 tarihli ve 2005/966-217 E.K. sayılı hükmü ile,
ASCK’nın 87/1’inci maddesinin birinci cümlesi ve TCK’nın 59/2’nci
maddeleri uyarınca, yirmi beş gün hapis cezası ile mahkûmiyetine karar
verildiği, hükmün 29.4.2005 tarihinde kesinleştiği ve kısmen infaz
edilerek, sanığın 14.6.2005 tarihinden geçerli olarak şartlı tahliye
edildiği;
6
Bu kez, 24.10.2005 tarihinde yapılan bakım sırasında, sanığın
sorumlusu olduğu ZPT aracının hava hortumunun içinde bir adet cep
telefonu elde edildiği, sanığın telefonun kendisine ait olduğunu, yasağı
bildiğini, ancak kışladaki telefonların söküleceğinin söylenmesi üzerine
cep telefonu aldığını ifade ettiği anlaşılmaktadır.
Mahkeme, sanığın infaz edilen hüküm nedeniyle tekerrür hâlinde
olduğunu kabul etmiş, tayin ettiği cezanın 5237 sayılı TCK’nın 58’inci
maddesine göre, mükerrirlere özgü infaz rejimine göre çektirilmesine ve
cezanın infazından sonra sanık hakkında bir yıl süre ile denetimli
serbestlik tedbiri uygulanmasına karar vermiştir.
Mülga 765 sayılı TCK’nın 81-88’inci maddelerinde, cezanın
arttırılması nedeni olarak kabul edilen tekerrür, 5237 sayılı TCK’nın
58’inci maddesinde, cezanın infazı sırasında dikkate alınacak bir neden
ve infazdan sonra denetimli serbestlik tedbiri uygulanması sebebi olarak
kabul edilmiştir.
5237 sayılı TCK’nın 58’inci maddesi; “(1) Önceden işlenen
suçtan dolayı verilen hüküm kesinleştikten sonra yeni bir suçun işlenmesi
hâlinde, tekerrür hükümleri uygulanır. Bunun için cezanın infaz edilmiş
olması gerekmez.
...
(3) Tekerrür hâlinde, sonraki suça ilişkin kanun maddesinde
seçimlik olarak hapis cezası ile adlî para cezası öngörülmüşse, hapis
cezasına hükmolunur.
...
(6) Tekerrür hâlinde hükmolunan ceza, mükerrirlere özgü infaz
rejimine göre çektirilir. Ayrıca, mükerrir hakkında cezanın infazından
sonra denetimli serbestlik tedbiri uygulanır.” düzenlemesini içermektedir.
Mükerrirlere özgü infaz rejimi ve denetimli serbestlik tedbiri,
5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunun
108’inci maddesinde düzenlenmiştir. Süreli hapis cezaları yönünden
cezanın üçte ikisinin infazı hâlinde, söz konusu olan koşullu salıverme,
tekerrür hâlinde işlenen suçtan dolayı mahkûm olunan süreli hapis
cezasının dörtte üçünün infaz kurumunda iyi hâlli olarak çekilmesi
şartına bağlanmıştır. Yine mükerrirler hakkında, cezanın infazının
tamamlanmasından sonra başlamak ve bir yıldan az olmamak üzere
denetim süresi getirilmiştir.
7
ASCK’nın 42’nci maddesinde ise; “1. Bir cürüm işleyenin
mükerrir sayılması ve kanunun o suretle gösterdiği hükümlerin ve
cezaların tatbik edilmesi, suçlunun askerî bir cürümden dolayı bir Türk
askerî mahkemesinde mahkûm olarak, ceza gördükten sonra aynı askerî
cürümü tekrar yapmasına bağlıdır...” hükmüne yer verildiği
görülmektedir.
Askerî Ceza Kanununda yer alan “tekerrür” hükmü, Türk Ceza
Kanununda yer alan tekerrür düzenlemesinden tamamen farklı ve özel bir
hüküm niteliğindedir. ASCK’nın 42’nci maddesi; tekerrürün sadece
ASCK’da yer alan ve madde metninde cezanın tekerrür sebebiyle
arttırılmasına açıkça imkân veren askerî suçlarla sınırlı olarak (Örneğin,
ASCK’nın 65, 66, 67, 75, Ek-1 ve Ek-2’nci maddeleri)
uygulanabileceğini ortaya koymaktadır. Uygulama bu şekilde istikrar
bulmuş, ASCK’da düzenlenen diğer suçları mükerrer olarak işleyenler
hakkında, TCK’nın tekerrüre ilişkin hükümlerinin tatbikine cevaz
verilmemiştir.
Diğer taraftan; 1.6.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı
TCK’nın “Özel kanunlarla ilişki” başlıklı 5’inci maddesi, “Bu kanunun
genel hükümleri, özel ceza kanunları ve ceza içeren kanunlardaki suçlar
hakkında da uygulanır.” hükmünü içermektedir. bu düzenleme nedeniyle,
ilk bakışta askerî suçlar yönünden 5237 sayılı TCK’nın tekerrür
hükümlerinin uygulanabilirliği akla gelebilirse de; 5252 sayılı Türk Ceza
Kanunun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanunun Geçici 1’inci
maddesinde, diğer kanunların 5237 sayılı TCK’nın Birinci Kitabında yer
alan düzenlemelere aykırı hükümlerinin ilgili kanunlarda değişiklik
yapılıncaya ve en geç 31.12.2006 tarihine kadar yürürlükte olduğu açıkça
belirtilmiş bulunduğundan, bu aşamada ASCK’nın 42’nci maddesinde
yazılı özel tekerrür düzenlemesinin ilga edildiğini söyleme olanağı da
bulunmamaktadır. Doktrinde, ASCK’nın bu düzenlemesinin 31.12.2006
tarihine kadar yürürlükte olduğu ifade edilmekte (İ.ÖZGENÇ; TCK Gazi
Şerhi, Genel Hükümler, 3’üncü Bası, Ocak 2006, s: 93-94), uyum ve
kararlılık gösteren Askerî Yargıtay kararlarında da bu görüş
benimsenmektedir. (Drl.Krl.’nun 20.10.2005 tarihli ve 92-86 sayılı,
27.10.2005 tarihli ve 99-94 sayılı, 5.1.2006 tarihli ve 2-2 sayılı kararları
bu doğrultuda bulunmaktadır).
8
Bu nedenlerle; 23.2.2005 tarihinde işlemiş olduğu emre
itaatsizlikte ısrar suçundan, yirmi beş gün hapis cezası ile mahkûmiyetine
karar verilen ve bu cezası infaz edilerek, 14.6.2005 tarihinden geçerli
olarak şartla tahliye edilen sanığın, 24.10.2005 tarihinde işlemiş olduğu
ikinci emre itaatsizlikte ısrar suçu nedeniyle mahkûmiyet hükmü
kurulduktan sonra, cezasının mükerrirlere özgü infaz rejimine göre infaz
edilmesine karar verilmesi yasaya aykırı görülmüş, Askerî Yargıtay
Başsavcılığının itirazının kabulüne, Daire ilâmının kaldırılmasına ve
hükmün uygulama yönünden bozulmasına karar verilmiştir.
9
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 42
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/144
K. No. : 2006/151
T.
: 6.7.2006
ÖZET
1.6.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı TCK’nın
“özel kanunlarla ilişki” başlığı altında düzenlenen 5’inci
maddesi; “Bu Kanunun genel hükümleri, özel ceza kanunları
ve ceza içeren kanunlardaki suçlar hakkında da uygulanır.”
hükmünü içermekte olup, 5237 sayılı TCK’nın 5 ve 58/4’üncü
maddeleri birlikte ele alındığında, ilk bakışta sırf askerî suç
niteliğindeki emre itaatsizlikte ısrar suçunda tekerrür
hükmünün uygulanabilir olduğu düşünülebilirse de, ASCK’nın
hâlen yürürlükte bulunması, 5252 sayılı TCK’nın Yürürlük ve
Uygulama
Şekli
Hakkında
Kanunun
Geçici
1’inci
maddesindeki; “Diğer kanunların (5’inci maddede sözü edilen;
özel ceza kanunları ve ceza içeren TCK dışındaki kanunlar),
5237 sayılı TCK’nın birinci kitabında yer alan düzenlemelere
aykırı hükümler, ilgili kanunlarda gerekli değişiklikler
yapılıncaya ve en geç 31 Aralık 2006 tarihine kadar
uygulanır.” şeklindeki hükmü karşısında, bu aşamada ASCK
kapsamında geçerli olan özel tekerrür hâlinin zımnen ilga
edildiği söylenemez.
26.9.2005 tarihinde yasak olduğunu bildiği hâlde, birlik içerisinde
cep telefonu bulundurmak suretiyle, emre itaatsizlikte ısrar suçundan
ASCK’nın 87/1’inci maddesi uyarınca cezalandırılmasına ilişkin
16.11.2005 tarihli mahkûmiyet kararı taraflarca yasal süresi içerisinde
temyiz edilmeksizin, 24.11.2005 tarihinde kesinleşen sanık Tnk. Er
İ.İ.’nin, 6.12.2005 tarihinde de birlik içerisinde cep telefonu
bulundurmak suretiyle, emre itaatsizlikte ısrar suçunu işlediği kabulüne
dayanılarak verilen mahkûmiyet hükmü yanında, önceki kesinleşen
cezası nedeniyle cezasının infazının, 5237 sayılı TCK’nın 58/7 ve 5275
sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkındaki Kanunun 108
10
(1)-c maddeleri uyarınca yerine getirilmesine ve sanığın TCK’nın
53/1’inci maddesi uyarınca, hapis cezasının infazı tamamlanıncaya kadar
TCK’nın 53’üncü maddede belirtilen haklardan yoksun bırakılmasına
karar verilmiştir. Temyiz incelemesi yapan Dairece suçun sübutu ve
vasıflandırılmasına ilişkin kabul ile, ceza uygulaması ve 5237 sayılı
TCK’nın 53/1’inci maddesine ilişkin uygulama yerinde görülmekle
birlikte, emre itaatsizlikte ısrar suçunda 5237 sayılı TCK’nın 58’inci
maddesine göre tekerrür hükümlerinin uygulanmasının isabetli
olmadığına ilişkin bozma ilâmına yönelik; Başsavcılığın, tekerrür
uygulamasının mümkün olduğu, ancak 5237 sayılı TCK’nın 53/1’inci
maddesinin a,b,c,d,e fıkralarının belirtilmesi gerektiğine işaretle,
mahkûmiyet hükmünün düzeltilerek onanması görüşünü içeren itirazının
incelenmesinde;
1) Suçta tekerrür:
5237 sayılı TCK’nın “Suçta tekerrür ve özel tehlikeli suçlular”
başlığı altında düzenlenen 58’inci maddesinde (1); “önceden işlenen
suçtan dolayı verilen hüküm kesinleştikten sonra, yeni bir suçun
işlenmesi hâlinde, tekerrür hükümleri uygulanır. Bunun için cezanın
infaz edilmiş olması gerekmez.” (4) “Kasıtlı suçlarla taksirli suçlar ve sırf
askerî suçlarla diğer suçlar arasında tekerrür hükümleri uygulanmaz...”,
(6) Tekerrür hâlinde hükmolunan ceza, mükerrirlere özgü infaz rejimine
göre çektirilir...” şeklinde suçta tekerrürün şekli ve kapsamına göre 765
sayılı TCK’nın kapsamında uygulanan cezada belli oranda artırıma son
verilerek mükerrirlere özgü infaz rejimi ve denetimli serbestlik tedbiri
uygulamasına geçilmiştir; 5237 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin
İnfazı hakkında Kanunun süreli hapis cezaları yönünden cezanın üçte
ikisinin infazı hâlinde, söz konusu olan koşullu salıvermenin (Mad.
107/2), mükerrirler bakımından cezanın dörtte üçünün infazı şeklinde
(Mad. 108/1-c) ağırlaştırılmıştır.
Askerî Ceza Kanunu uygulaması bakımından tamamen özel bir
hüküm (ASCK 42) niteliğindeki tekerrürün, ancak ASCK’da
“tekerrürden dolayı cezanın arttırılacağı” yazılı olan maddeler yönünden
söz konusu olup (ASCK’nın 65, 66, 67, 75’inci maddeleri ile 2183
s.Kanunla ek 1 ve 2’nci maddeleri), bu güne kadar olan yerleşik
uygulamada bu yöndedir.
11
1.6.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı TCK’nın “özel
kanunlarla ilişki” başlığı altında düzenlenen 5’inci maddesi; “Bu
Kanunun genel hükümleri, özel ceza kanunları ve ceza içeren
kanunlardaki suçlar hakkında da uygulanır.” hükmünü içermekte olup,
5237 sayılı TCK’nın 5 ve 58/4’üncü maddeleri birlikte ele alındığında,
ilk bakışta sırf askerî suç niteliğindeki emre itaatsizlikte ısrar suçunda
tekerrür hükmünün uygulanabilir olduğu düşünülebilirse de, ASCK’nın
hâlen yürürlükte bulunması, 5252 sayılı TCK’nın Yürürlük ve Uygulama
Şekli Hakkında Kanunun Geçici 1’inci maddesindeki; “Diğer kanunların
(5’inci maddede sözü edilen; özel ceza kanunları ve ceza içeren TCK
dışındaki kanunlar), 5237 sayılı TCK’nın Birinci kitabında yer alan
düzenlemelere aykırı hükümler, ilgili kanunlarda gerekli değişiklikler
yapılıncaya ve en geç 31 Aralık 2006 tarihine kadar uygulanır.”
şeklindeki hükmü karşısında, bu aşamada ASCK kapsamında geçerli olan
özel tekerrür hâlinin zımnen ilga edildiği de söylenemeyeceğinden,
(Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 29.6.2006 gün ve 2006/151-147
E.K. sayılı kararı da bu yöndedir.) 1’inci Dairenin buna ilişkin bozma
kararına yönelik Başsavcılığın itirazının reddine karar verilmiştir.
2) Belli hakları kullanmaktan yoksun bırakma:
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 27.4.2006 gün ve 2006/99101 E.K. sayılı kararında da belirtildiği gibi, bozma nedeniyle askerî
mahkemece kurulacak yeni hükümde uygulanabilecek olan; “belli hakları
kullanmaktan yoksun bırakma”nın mahkûmiyetin niteliği, erteleme ve
koşullu salıverilen hükümlüler bakımından, 5237 sayılı TCK’nın 53’üncü
maddesinde ayrıntılı olarak ele alınması nedeniyle, 1’inci fıkrada sözü
edilen hak yoksunlukları bakımından, hükümde bir açıklığın
bulunmasının gerekmediğine ile işaret edilmiştir.
12
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 51
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
4’üncü Daire Kararı
E. No. : 2006/229
K. No. : 2006/228
T.
: 14.2.2006
ÖZET
Askerî mahkemece, Onbaşılar M.A. ve C.Ç. haklarında,
işledikleri emre itaatsizlikte ısrar suçlarından ceza tayin
edilirken, müsnet suçlarını “birlikte” ve “astları olan A.Y. ile
birlikte işlemiş olmaları” sebepleri göz önüne alınarak,
ASCK’nın 51’inci maddesinin, astlarıyla birlikte suç işleyen
üstler hakkında özel olarak düzenlenen (A) bendi hükmü
dışında, ayrıca (C) bendi hükmünün uygulanmasına, yasal
imkân olmadığı düşünülmeden, her iki bendin de ayrı ayrı
uygulanması ile, cezaların iki kez arttırılması yoluna
gidilmesinde isabet yoktur.
Askerî mahkemece, sanıklar M.A. ve C.Ç.’nin 8.2.2004 tarihinde
emre itaatsizlikte ısrar suçunu işledikleri kabul edilerek, ASCK’nın 87/1
(ilk cümle), 51/A-C ve 765 sayılı TCK’nın 59/2’nci maddeleri uyarınca
ayrı ayrı 26’şar gün hapis cezasıyla cezalandırılmalarına karar verilmiş
olup, hükümler, M.A. tarafından neden gösterilmeksizin, C.Ç. tarafından,
verilen cezanın kanuna aykırı olduğu ileri sürülerek temyiz edildiğinden
yapılan incelemede;
Sanıkların, 8.2.2004 tarihinde birlik içinde bulunan yemekhanede
Er A.Y. ile birlikte birer şişe bira içtikleri dosya kapsamındaki delillerden
anlaşılmakta olup, daha önce, birlik içinde içki içilmesinin
yasaklanmasına ilişkin emrin sanıklara imzaları karşılığında tebliğ
edilmiş olması, bu tebligatlarda herhangi bir tarih bulunmamasına
karşılık, sanıkların bu emirden suç tarihinden önce haberdar olduklarına
dair açıklamalarının dosyada yer almış bulunması, keza içki içmenin
yasak olduğuna dair emrin, birlik komutanlığı tarafından 2.1.2004
tarihinde sözlü olarak tebliğ edildiğinin bildirilmiş olması nedenleriyle,
emrin içeriğinden suç tarihinden önce haberdar oldukları anlaşılan
sanıkların bu emre aykırı davranmak suretiyle emre itaatsizlikte ısrar
13
suçunu işledikleri belirlendiğinden askerî mahkemece sanıkların
suçlarının sübutuna ve suç vasfına ilişkin kabul ve uygulamasında
isabetsizlik görülmemekle birlikte;
Cezanın artırılmasını gerektiren sebepler ile ilgili düzenleme
içeren, ASCK’nın 51’inci maddesinin (A) bendinde; astları ile birlikte
suç işleyen veya astlarının suçuna iştirak eden üstler hakkında, (C)
bendinde ise; toplu olarak veya herkesin gözü önünde birlikte suç işleyen
kişiler hakkında, cezanın artırılmasının gerekeceğine dair hükümler yer
almaktadır. Bu hükümlere göre, esasen astları ile birlikte suç işleme hâli
topluluk kavramını da içermektedir.
Bu durumda, astları ile birlikte suç işleyen veya astlarının suçuna
iştirak eden üstler hakkında, özel olarak düzenlenen ASCK’nın 51’inci
maddesinin (A) bendi hükmü dışında, ayrıca maddenin (C) bendi
hükmünün de uygulanarak, cezanın ayrı ayrı artırılması yoluna gidilmesi
kanuna aykırılık teşkil edecektir.
Somut olayda, askerî mahkemece, Onbaşılar M.A. ve C.Ç.
haklarında, işledikleri emre itaatsizlikte ısrar suçlarından ceza tayin
edilirken, müsnet suçlarını “birlikte” ve “astları olan A.Y. ile birlikte
işlemiş olmaları” sebepleri göz önüne alınarak, ASCK’nın 51’inci
maddesinin, astlarıyla birlikte suç işleyen üstler hakkında özel olarak
düzenlenen (A) bendi hükmü dışında, ayrıca (C) bendi hükmünün
uygulanmasına yasal imkân olmadığı düşünülmeden, her iki bendin de
ayrı ayrı uygulanması ile, cezaların iki kez artırılması yoluna
gidilmesinde isabet ve yasa koyucunun maksadına uygunluk
görülmediğinden, her iki sanık hakkında verilen mahkûmiyet
hükümlerinin ayrı ayrı bozulmasına karar verilmiştir (Askerî Yargıtay
3’üncü Dairesinin 27.8.1968 tarih ve 1968/605-609 E.K. sayılı kararında
kabul edilen görüş de bu doğrultudadır).
14
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 63
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
4’üncü Daire Kararı
E. No. : 2006/127
K. No. : 2006/124
T.
: 24.1.2006
ÖZET
ASCK’nın 63/1-A maddesinde tanımlanan yoklama
kaçağı suçunun oluşumu bakımından, sanığın yaşıtları veya
birlikte işleme tâbi olduğu doğumluların “ilk kafilesi”nin
askere sevk edildikleri tarihin, suçun başlangıcı bakımından
esas
alınması
gerekmekte
olup,
sevklerin
gruplara
ayrılmasının yoklama kaçağı suçunun başlangıcının tespiti
bakımından bir önemi bulunmamaktadır.
Askerî mahkemece, sanığın 11.4.2002-7.4.2003 tarihleri arasında
yoklama kaçağı suçunu işlediği kabul edilerek, ASCK’nın 63/1-A
maddesinin üç aydan sonra gelenler hükmü ile, TCK’nın 59/2 ve 647
sayılı Kanunun 4’üncü maddesi uyarınca, neticeten 1.115.700.000 TL
ağır para cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiş, hüküm sanık
tarafından, sübuta yönelik sebepler ileri sürülerek temyiz edilmiştir.
Adına çıkarılan son yoklama çağrı pusulası, 17.7.2001 tarihinde
amcasına tebliğ edilerek, 26.7.2001 tarihinde son yoklamasını yaptırması
istenen sanığın, yoklamasını yaptırmadığı, emsallerinin birinci grubu
26.2.2002-1.3.2002 tarihlerinde, ikinci grubu ise, 8.4.2002-10.4.2002
tarihleri arasında askere sevk edildikleri, sanığın ise 7.4.2003 tarihinde
askerlik şubesine başvurduğu dosya içeriğindeki kanıtlardan
anlaşılmıştır.
Askerî mahkemece, sanığa müsnet yoklama kaçağı suçunun,
11.4.2002-7.4.2003 tarihleri arasında oluştuğu kabul edilerek
mahkûmiyet hükmü tesis edilmiş ise de;
15
ASCK’nın 63/1-A maddesinde tanımlanan yoklama kaçağı,
bakaya ve saklı suçlarının oluşumu bakımından, sanığın yaşıtları veya
birlikte işleme tâbi olduğu doğumluların “ilk kafilesi”nin askere sevk
edildikleri tarihin suçun başlangıcı bakımından esas alınması
gerekmektedir.
Yükümlülerin askere sevklerinde yığılmanın önlenmesi veya
birlik mevcutlarındaki dengenin korunması amacıyla, idarece alınan
tedbirler doğrultusunda, sevklerin gruplara ayrılmasının yoklama kaçağı
suçunun başlangıcının tespiti bakımından bir önemi bulunmamaktadır.
Askerî Yargıtayın yerleşik içtihatlarının da bu yönde olduğu
dikkate alındığında, (Drl.Krl. 30.9.2004/98-121; 9.12.2004/164-167;
3.2.2005/13-13 sayılı kararları), sanığa müsnet suçun başlangıç tarihinin
ilk grubun son sevk gününden sonraki 2.3.2002 olarak belirlenmemiş
olması, ASMKYUK’nın 96’ncı maddesi kapsamında, öz vakanın tespiti
bakımından usule aykırılık oluşturduğundan, hükmün bozulmasına karar
verilmiş ve bozma nedenine nazaran diğer yönlerden bu temyiz
aşamasında inceleme yapılmamıştır.
16
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 63
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E. No. : 2006/133
K. No. : 2006/132
T.
: 31.1.2006
ÖZET
Sanığın, devamlı ikamet adresine normal posta ile
gönderilen sevk tehirinin iptaline dair tebligatın, sanığa ulaşıp
ulaşmadığı, ulaşmış ise hangi tarihte ulaştığı hususunun
şüpheli kalması, sanığın Ağustos 2003 celbine tâbi kılındığına
dair celp çağrı pusulasının tebligata çıkarılmamış olması,
sanığın sevk tehirinin iptaline ilişkin tebligat yapılmadığı
yolundaki hazırlıkta yaptığı savunmaların, aksini ispatlama
olanağının bulunmaması, bu durumda ise, askere sevkinin
31.5.2004 tarihine kadar ertelendiğini bilen sanık hakkında,
30.6.2003-12.7.2003 tarihleri arasında yayımlanan TRT
duyurularının
tebliğ
mahiyetinde
sayılamayacağı
ve
tebligattan haberi olmayan sanığın, Ağustos 2003 celbine
katılmasının beklenemeyeceğinden, atılı bakaya suçundan
beraetine karar verilmesi gerekir.
Askerî mahkemece; sanığın, 31.7.2003-11.11.2003 tarihleri
arasında bakaya suçunu işlediği sabit görülerek, ASCK’nın 63/1-A (üç
aydan sonra gelenler cümlesi), TCK’nın 59/2 ve 647 sayılı Kanunun
4’üncü maddeleri gereğince, sonuç olarak 1.155.700.000 TL Ağır para
cezası ile mahkûmiyetine, bu para cezasının 647 sayılı Kanunun 5’inci
maddesi gereğince aylık 10 eşit taksitte tahsiline karar verilmiştir.
Bu hüküm, sanık tarafından kanunî süresi içerisinde özetle,
durumuyla ilgili enstitü ve askerlik şubelerinin yazılarının kendisine
tebliğ edildiğine ilişkin hiçbir kanıt olmadığı hâlde, sırf kendisinin
askerlik şubesini aramasına dayanarak, tebliğlerin ulaştığının kabul
edilerek, mahkûmiyetine karar verilmesinin kanuna aykırı olduğu ileri
sürülerek temyiz edilmiş; Başsavcılık tebliğnamesinde, mahkûmiyet
hükmünün esas (sübut) yönünden bozulmasına karar verilmesi
istenmiştir.
17
Yapılan incelemede;
Trakya Üniversitesi Tekirdağ Ziraat Fakültesinden 16.6.2000
tarihinde mezun olduktan sonra, 9.1.2001 tarihinde son yoklamasını
yaptırarak 2001/01’inci grup olarak askerliğine karar aldıran sanığın,
grup numarası itibarıyla Mart 2002 celbinde sevke tâbi olmasına rağmen,
yüksek lisans öğrenimine başlaması nedeniyle, sevkinin 31.5.2004
tarihine kadar tehir edildiği, ancak yabancı dil şartını yerine
getirmemesinden dolayı, yüksek lisans eğitimi gördüğü Trakya
Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsünden 29.1.2003 tarihinde kaydının
silindiği, bunun üzerine Erzurum Askerlik Dairesi Başkanlığının
11.4.2003 tarihli emriyle sevk tehirinin iptal edildiği, bu iptali müteakip
Ağustos 2003 yedek subay celbine tâbi tutulan sanığın, yükümlülere
tebliğ mahiyetindeki TRT duyurularına göre, en geç 31.7.2003 tarihine
kadar yerli kayıtlı bulunduğu askerlik şubesine başvurarak sevk
evraklarını alması gerekirken, bu gereği yerine getirmediği ve aradan bir
süre geçtikten sonra 11.11.2003 tarihinde İstanbul/Güngören Askerlik
Şubesine başvurarak konuya ilişkin ifadesini verdiği dosya kapsamından
anlaşılmaktadır.
Yukarıda açıklandığı gibi meydana gelen süreçte, sanığın
31.7.2003-11.11.2003 tarihleri arasında atılı suçu işlediği kabul edilerek,
yazılı olduğu şekilde mahkûmiyetine karar verilmiş ise de;
Sanığın 11.11.2003 tarihinde Güngören Askerlik Şubesinde
saptanan “Yüksek lisansımdan dolayı 2004 yılına kadar tecilliydim.
Ancak okulumdan yabancı dil yetersizliğinden dolayı ilişiğim kesilmiş ve
tecilim bozulmuştur. Nüfusa kayıtlı olduğum yerle irtibatım olmadığı için
bu durumdan haberim olmamıştır” şeklindeki beyanları, Erzurum
Askerlik Dairesi Başkanlığının “Sevk Tehirinin İptali” konulu ve 11
Nisan 2003 tarihli emrinin, Trakya Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü
Müdürlüğünün 2 Mayıs 2003 tarihli yazısı ekinde, sanığın devamlı
ikamet adresine normal posta ile gönderilmiş olması nedeniyle, sanığa
ulaşıp ulaşmadığı, ulaşmış ise hangi tarihte ulaşmış olduğu hususunun
şüpheli kalması, Refahiye Askerlik Şubesince düzenlenen suç cetveline
göre, TRT duyuruları dışında, sanığın Ağustos 2003 celbine tâbi
kılındığına dair celp çağrı pusulasının tebligata çıkarılmamış olması,
sanığın sevk tehirinin iptaline ilişkin tebligat yapılmadığı yolundaki
hazırlıkta yaptığı savunmaların ve temyiz dilekçesinde ileri sürdüğü
iddiaların aksini ispatlama olanağının bulunmaması, bu durumda ise,
askere sevkinin 31.5.2004 tarihine kadar ertelendiğini bilen sanık
hakkında, 30.6.2003-12.7.2003 tarihleri arasında yayımlanan TRT
duyurularının tebliğ mahiyetinde sayılamayacağı, geçerli bir tebligattan
18
haberdar olmayan sanığın Ağustos 2003 yedek subay celbine
katılmasının beklenemeyeceği, ayrıca sanığın bilgi almak için dahi olsa,
askerlik şubesini arayıp hemen sonrasında da (sevk tehirinin sona
ermesinden yaklaşık dokuz ay önce) müracaatta bulunması hususları
birlikte değerlendirildiğinde, atılı bakaya suçunun unsurları yönünden
oluşmaması sebebiyle beraetine karar verilmesi gerekirken, askerî
mahkemece karar yerinde gösterilen gerekçelerle mahkûmiyet kararı
verilmesi kanuna aykırı bulunduğundan, hükmün bozulmasına karar
verilmek gerekmiştir.
Askerî mahkemece, sanığın 19.8.2004 tarihinde istinabe
mahkemesinde tespit edilen savunmasındaki “...Askerlik şubesini
aramam sonucu bakaya kaldığım ve hemen Ağustos 2003 tarihinde
katılmamı söylediler ...” şeklindeki beyanlarına itibarla, sanığın sevk
tehirinin iptal edildiğini ve Ağustos 2003 yedek subay celbinde sevke
tâbi kılındığını bildiği kabul edilmiş ise de; 353 sayılı Kanunun
96/3’üncü maddesinin “Sanık suçunu itiraf etse bile, öz vakıanın
soruşturulması gerekir” şeklindeki düzenlemesi karşısında, sanığın
hazırlık ve son soruşturma aşamalarındaki çelişkili savunmalarının
dışında, askerî mahkemenin sevk tehirinin iptaline dair emrin sanığa
tebliğ edildiğinin ispatlanamaması durumunda, şüpheden sanığı
yararlandırması gerektiği de izahtan varestedir.
19
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 63
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E. No. : 2006/279
K. No. : 2006/275
T.
: 22.2.2006
ÖZET
Sanığın, lisans eğitimini bitirip, dil eğitimi için yurt
dışına çıkması, 1111 sayılı Askerlik Kanununa göre sevkin
tehiri veya ertesi yıla terki için haklı bir sebep oluşturmaz.
Askerî mahkemece; 1.4.2004-22.11.2004 tarihleri arasında temadi
eden bakaya suçundan ötürü, sanığın beraatine dair hüküm tesis
olunmuştur.
Askerî savcı hükmü süresinde, özetle lisan kursuna katılmanın
1111 sayılı Kanuna göre, sevk tehir hakkı veren yahut bakaya suçuna
mazeret teşkil eden hâllerden olmaması nedeniyle, beraat kararının
kanuna aykırı olduğunu belirterek, sanık aleyhine temyiz etmiştir.
Tebliğnamede, hükmün esas yönünden bozulması görüşü
bildirilmiştir.
Dosyanın incelenmesinden; 2003/4’ncü grup yedek subay aday
adayı olarak askerliğine karar alınan ve Nisan 2004 yedek subay celp
döneminde sevke tâbi olan sanığın, yükümlülere tebliğ mahiyetindeki
muhtelif TRT duyurularına göre, en geç 31.3.2004 günü mesai saati
sonuna kadar askerlik şubesine müracaat etmesi gerekirken, gecikerek
22.11.2004 tarihinde askerlik şubesine müracaat ettiği, suç tarihlerinde
yurt dışında lisan kursuna katıldığına dair sanık savunması ve bu
savunmayı destekleyen deliller karşısında, suç kastının bulunmadığı
kabul edilerek, sanığın beraetine karar verildiği anlaşılmaktadır.
20
Sanığın 21.11.2003-20.11.2004 tarihleri arasında yurt dışında
bulunduğu ve dil kurusuna katıldığı konusunda, dosyadaki mevcut
belgeler karşısında bir duraksama bulunmamaktadır. Sanığın, bitirdiği
yüksekokulun gereği olarak, kendini geliştirme amacıyla dil eğitimi
alması yadsınamaz, ancak askerlik hizmetine ilişkin sevkin tehiri ya da
ertesi yıla terk için, 1111 sayılı Askerlik Kanununda gösterilen
nedenlerden birinin bulunması gerekmektedir. Oysa, lisans eğitimini
takiben dil eğitimi alınması, bu nedenler içerisinde yer almamaktadır.
Aksinin kabulü hâlinde, yurt içinde veya yurt dışında dil eğitimi alan tüm
yükümlülerin askerliklerinin ertelenmesi söz konusu olur ki, askerlik
hizmetinin önem ve niteliği göz önüne alındığında, bunun kabulüne
hukukî imkân bulunmamaktadır.
Kaldı ki, dil eğitimi yaşamın her sürecinde alınabilir. Dolayısıyla,
askerî mahkemenin beraet hükmüne esas aldığı gerekçe isabetli ve
kanuna uygun bulunmamış, askerî savcının temyiz nedenleri kabule
değer bulunarak mahkûmiyet hükmünün bozulmasına karar verilmiştir.
21
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 63
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/44
K. No. : 2006/47
T.
: 23.2.2006
ÖZET
Bakaya kalan yükümlü, askerlik şubesine hiç
uğramadığına göre, bakaya suçu yönünden, son sevk tarihinin
suçun başlangıç tarihî olarak kabulü gerekmektedir.
Daire ile Başsavcılık arasındaki uyuşmazlığın konusu, bakaya
suçunun başlangıç tarihinin tespitine ilişkindir.
1111 sayılı Askerlik Kanununun 12’nci maddesinde “bakaya”;
“...son yoklamada bulunarak numara ile veya numarasız asker edildikleri
hâlde, istenildikleri sırada gelmeyenlere veya gelip de askerlik
yapacakları kıt’alara gitmeksizin, toplandıkları yerlerden veya yollardan
savuşanlara bakaya... denir” şeklinde tanımlanmaktadır.
ASCK’nın 63’üncü maddesi; “Kabul edilecek bir özrü olmadan
barışta bakayalarla, yoklama kaçağı veya saklılardan yaşıtlarının veya
birlikte işleme bağlı arkadaşlarının ilk kafilesi yollanmış bulunanlar...”
biçiminde bulunmaktadır.
Bakayanın tanımı Askerî Ceza Kanununda yer almadığından,
idarî kanun niteliğinde olmasına karşın, suçun kendine özgü yapısı
gözetilerek, 1111 sayılı Askerlik Kanunundaki tanımdan yararlanmak
gerekecektir. Ancak, bu tanım bakaya suçunun unsurlarını
belirlememekte, sadece bakayalık kavramına açıklık getirmektedir.
Bakaya suçunun unsurları, ceza hukukunun genel prensipleri uyarınca,
Ceza Kanununda aranmalıdır. Bu nedenle; 1111 sayılı Askerlik
Kanununun 12’nci maddesinde, “istenildikleri sırada gelmeyenlere”
şeklinde bir belirleme bulunmakta ise de, bu ibarenin, bakaya suçunun
Askerî Ceza Kanununda düzenlenmiş kurucu unsurlarının önüne geçmesi
mümkün değildir. Dolayısıyla, ASCK’nın 63’üncü maddesinde
öngörülen “yaşıtlarının veya birlikte işleme bağlı arkadaşlarının ilk
kafilesi yollanmış bulunanlar” unsuru, asıl dikkate alınması ve
yorumlanması gereken kurucu öğe olarak kabul edilmelidir.
22
“Arkadaşlarının ilk kafilesi” ibaresinin anlamını ortaya koymak
bakımından, Askerlik Kanunu ve MSY 70-1C Asker Alma Yönergesi
hükümleri ve düzenlemelerinin irdelenmesi gerekmektedir.
1111 sayılı Askerlik Kanununun 89’uncu maddesi; “Numaralı
veya numarasız asker edilmiş mükellefler, yapılan davet üzerine birlikte
sevk edilecekleri arkadaşlarının sevki gününe kadar gelmez ve...”
şeklinde hüküm içermektedir.
Asker Alma Yönergesinin İkinci Bölüm Dördüncü Kısmının
Genel Esaslar Bölümünde; MSB’ce aksi bildirilmediği sürece,
yükümlülerin celp ve sevk işlemlerinin yapılacağı tarihler açıkça
belirtilmiş bulunmaktadır. Dört döneme yayılmış sevk tarihleri, belirli
ayların 21 ve 27’nci günleri arasındadır. Sevk tarihlerinin birer haftalık
zaman aralığına konulmasının başlıca sebebi, sevk edileceklerin askerlik
şubelerinde yığılmalarının önlenmesidir. Bu idarî bir tedbir olup, gelişen
şartlara göre, sevk dönemi ve tarihlerinin MSB’ce değiştirilmesi
mümkündür. Hatta, sevk işleminin yükümlü açısından daha da
kolaylaşmasını amaçlayan idare, Yönergeye bir hüküm koymuş ve
“isteyenlere sevk evrakının on gün önceden verilebileceğini ve
yükümlülerin isteklerine göre, genel sevk günleri içerisinde kalmak
şartıyla, sevk günlerini kendilerinin belirleyebileceklerini” öngörmüştür.
Yönergenin “Celp ve Sevkin İcra Safhası” bölümünün “f” bendinde yer
alan bu düzenleme, “arkadaşlarının ilk kafilesi” ibaresine açıklık
getirmektedir. Yükümlünün talebi üzerine, son sevk günü olan ayın
27’sinde dahi sevke izin verildiğine göre, bu tarihin esas alınması
gerektiği ortaya çıkmaktadır. Nitekim, uygulamada da, celp ve sevk
işleminden sonra bakaya kalanların tespiti yapılırken, çağrıldıkları tarih
değil, genel sevkin son tarihî nazara alınmaktadır.
Uyum ve kararlılık gösteren Askerî Yargıtay kararlarında, saklı ve
yoklama kaçağı suçları bakımından, genel sevkin son tarihî suçun
başlangıç tarihî olarak benimsenmektedir. Bakaya kalan yükümlü de,
askerlik şubesine genel sevk dönemi içerisinde hiç uğramadığına göre,
bakaya suçu yönünden de son sevk tarihinin suçun başlangıç tarihî olarak
kabulü yerinde olacaktır.(Drl.Krl.’nun 3.7.2003 tarihli ve 64-64 sayılı,
30.9.2004 tarihli ve 98-121 sayılı ve 19.1.2006 tarihli ve 7-9 sayılı
kararları da bu doğrultuda bulunmaktadır).
23
Daire ilâmında emsal gösterilen, Drl.Krl.’nun 9.6.2005 tarihli ve
58-54 sayılı, 23.5.2002 tarihli ve 39-42 sayılı, 17.5.2001 tarihli ve 51-51
sayılı, 29.4.1977 tarihli ve 43-36 sayılı kararlarında geç iltihak suretiyle
bakaya suçunun irdelendiği, dolayısıyla, görülmekte olan dava ile
benzerliklerinin bulunmadığı gözden uzak tutulmamalıdır. Genel sevk
dönemi içerisinde, askerlik şubesine gelen yükümlüye ait sevk pusulasına
sevk tarihî yazılmış olduğundan, bu tarihte gelip de sevkini sağlatan
arkadaşlarının varlığı nedeniyle, bu kişi yönünden “arkadaşlarının ilk
kafilesinin yollanmış olması unsuru gerçekleşmiş olmaktadır. Ancak;
genel sevk dönemini geçiren yükümlü için, böyle bir somutlaştırma söz
konusu olmadığından, son sevk tarihinin esas alınması yerindedir.
Bu duruma göre, somut olayda bakayanın suç başlangıç tarihî
askerî mahkemenin kabulündeki gibi 28.8.2003 olduğundan, Askerî
Yargıtay Başsavcılığının isabetli görülen itirazının kabulüne, Daire
ilâmının kaldırılmasına ve dosyanın temyiz incelemesine devam edilmek
üzere Dairesine gönderilmesine karar verilmiştir.
NOT : As.Yrg. Daireler Kurulunun 19.1.2006 tarih ve 2006/7-9 sayılı
içtihadı da aynı doğrultudadır.
24
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 63
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E. No. : 2006/319
K. No. : 2006/318
T.
: 28.2.2006
ÖZET
Yıldırım-2002
Seferberlik
Tatbikatına
katılması
hususundaki silâhaltı davetiyesinin, babasına tebliğ edildiği
12.2.2002 tarihinde, Erzurum 9’uncu Kolordu Orduevi
Müdürlüğü emrinde askerlik hizmetini yerine getirmekte olan
sanığın, birlik adresinin yerli kayıtlı bulunduğu Pazarcık
Askerlik Şubesi Başkanlığınca bilinmesi gerektiğinden,
babasına yapılan tebligat kanunen geçerli sayılabilecek bir
tebligat niteliğinde değildir.
Askerî mahkemece; sanığın, 4.11.2002-3.4.2003 tarihleri arasında
tatbikat bakayası suçunu işlediği sabit görülerek, ASCK’nın 63/1-A (üç
aydan sonra gelenler cümlesi), TCK’nın 59/2 ve 647 sayılı Kanunun
4/1’inci maddeleri gereğince, sonuç olarak 1.155.000.000 TL Ağır para
cezası ile mahkûmiyetine, verilen ağır para cezasının 647 sayılı Kanunun
5/3’üncü maddesi gereğince aylık 10 eşit taksitte tahsiline karar
verilmiştir.
Sanık, askerlik şubesi tarafından çıkarılan seferberlik celp çağrı
pusulasının, babasına tebliğ edildiği 12 Şubat 2002 tarihinde kendisinin
Erzurum Orduevinde askerlik görevini yapmakta olduğunu, bu nedenle,
tebligatın geçerli olmadığını düşündüğünü belirterek, kanunî süresi
içerisinde temyize gelmiş; Başsavcılık tebliğnamesinde mahkûmiyet
hükmünün esas (sübut) yönünden bozulmasına karar verilmesi
istenmiştir.
Kahramanmaraş/Pazarcık Askerlik Şubesi yükümlüsü olan sanık
adına çıkarılan “Seferberlik Tatbikatı/Ferdî Seferberlik Eğitimi İçin
Silâhaltı Davetiyesi”nin 12.2.2002 tarihinde babası N.D.’ye tebliğ
edilerek, Yıldırım-2002 Seferberlik Tatbikatı için en geç 4 Kasım 2002
tarihinde Gelibolu/Ortaköy 18’inci Zırhlı Tugay Komutanlığına
katılmasının istendiği, ancak sanığın istenen tarihte adı geçen birliğe
25
katılmadığı, bilâhare aradan beş aya yakın bir süre geçtikten sonra,
3.4.2003 tarihinde kendiliğinden Pazarcık Askerlik Şubesine başvurması
üzerine, aynı birliğe sevkinin yapıldığı ve 5.4.2003-11.4.2003 tarihleri
arasında tazeleme eğitimi görerek, terhis edildiği tüm dosya kapsamından
maddî bir vakıa olarak anlaşılmaktadır.
Yukarıda açıklandığı gibi meydana gelen olay nedeniyle, sanığın
4.11.2002-3.4.2003 tarihleri arasında atılı suçu işlediğini kabul eden
askerî mahkemece yazılı olduğu şekilde mahkûmiyetine karar verilmiş
ise de;
ASCK’nın 63/1-A maddesinde düzenlenen atılı suçun oluşması
için, diğer şartların (kabul edilecek bir özrü olmamak, birlikte işleme
bağlı arkadaşlarının ilk kafilesi yollanmış bulunmak vs. gibi) yanında,
usulüne uygun bir tebligat yapılmış olmasının da gerekli bulunması; 1111
sayılı Askerlik Kanununun 42 ve devamı maddeleri ile, Askerî
Yargıtayın yerleşik içtihatlarında, tebligatın öncelikle bilinen adresinde
mükellefin kendisine, adres bırakmadan ayrılmış ise, aralarında sıra
gözetmeksizin ana-baba, kardeş ve sair akrabalardan birince
yapılacağının kabul olunması; bütün bunlardan daha önemli olarak da,
Malatya Askerlik Dairesi Başkanlığının “Yıldırım-2002 Seferberlik
Tatbikatları ve Ferdî Seferberlik Eğitimleri” konulu emrinin “Personel
Seferberlik Tatbikatı ve Ferdî Seferberlik Eğitiminde Yapılacak İşlemler”
başlıklı Ek-A’sının “Silâhaltı Davetiyelerinin Hazırlanması ve Tebliği ile
İlgili İşlemler” başlıklı (2) maddesinin 12’nci bendinde “Henüz terhis
olmamış erbaş ve erlerin SAD’ları, askerlik şubesi başkanlıklarınca,
yükümlülerin hâlen muvazzaflık hizmetini yapmakta oldukları birlik ve
kurumlara gönderilmek suretiyle tebliğ edilecektir” şeklinde bir
düzenlemenin yer alması karşısında;
Yıldırım-2002 Seferberlik Tatbikatına katılması hususundaki
silâhaltı davetiyesinin babasına tebliğ edildiği, 12.2.2002 tarihinde
Erzurum 9’uncu Kolordu Orduevi Müdürlüğü emrinde askerlik hizmetini
yerine getirmekte olan sanığın birlik adresinin, yerli kayıtlı bulunduğu
Pazarcık Askerlik Şubesi Başkanlığınca bilinmesi gerektiğinden ve bu
durum karşısında babasına yapılan tebligat kanunen geçerli sayılabilecek
bir tebligat niteliğinde bulunmadığından, unsurları yönünden oluşmayan
atılı suçtan sanığın beraetine karar verilmesi gerekirken, mahkûmiyet
hükmü tesisi kanuna aykırı bulunmuş ve bozulmasına karar verilmek
gerekmiştir.
26
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 63
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/82
K. No. : 2006/61
T.
: 9.3.2006
ÖZET
1111 sayılı Askerlik Kanununa 4459 sayılı Kanunla
eklenen geçici 37’nci maddesinden yararlanma hakkı bulunan
sanığın, bedelli askerlik hizmetinden yararlanmak için
başvurusu olmamakla birlikte, yasadan yararlanma süresinin
sona erdiği 4.5.2000 tarihinden sonraki ilk dönemde
müracaatla sevkini sağlaması karşısında, suç kastı ile hareket
ettiği söylenemez.
4.11.1999 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren;
2.11.1999 gün ve 4459 sayılı Yasa ile, 1111 sayılı Askerlik Yasasına
eklenen geçici 37’nci maddesine göre, yasanın yürürlüğe girdiği tarihte
her ne sebeple olursa olsun henüz fiilî askerlik hizmetine başlamamış,
1.1.1973 tarihinden önce doğan, 1076 sayılı Yedek Subaylar ve Yedek
Askerî Memurlar Kanunu ile 1111 sayılı Askerlik Kanununa tâbi
yükümlülere bedelli askerlikten yararlanma olanağı ve kendilerine bu hak
için 6 aylık başvuru süresi (4.5.2000 tarihine kadar) tanınmış olup, bu
madde hükümlerinden yararlanan yükümlüler hakkında adlî takibat
yapılmayacağı hükmüne yer verilmiştir.
22.7.1999-17.7.2000 tarihleri arasında bakaya suçundan sanık Yd.
Sb.Ad. Adayı Ö.A.’nın, 20.9.1968 doğumlu 1076 sayılı Yasaya tâbi
yükümlü olması karşısında, yaşı ve statüsü gereği anılan yasa hükmü
uyarınca, 4.5.2000 tarihine kadar bedelli askerlikten yararlanma hakkını
kullanmak için, başvuruda bulunma olasılığından ötürü askere sevk
edilemeyeceği; ancak, bunu takip eden Temmuz 2000 celbinde asker
edilebileceği gerçeğinden hareketle; 17.7.2000 tarihinde askerlik
şubesine müracaatla, kısa dönem (8 ay er ve erbaş) statüsüyle askere sevk
27
edilen, 21.7.2000-21.3.2001 tarihleri arasında askerlik hizmetini
tamamlayarak terhis edilen sanığın, bedelli askerlik hizmetinden
yararlanmak için başvurusu olmamakla birlikte, yasadan yararlanma
süresinin sona erdiği, 4.5.2000 tarihinden sonraki ilk dönemde
müracaatla sevkini sağlaması karşısında, suç kastı ile hareket ettiği
söylenemez.
4459 sayılı Yasa kapsamındaki yedek subay aday adayı
yükümlülere, anılan yasanın tanıdığı (6) aylık başvuru süresinin sona
erdiği, 4.5.2000 tarihine kadar bakaya suçundan sorumluluk
yüklenemeyeceği, Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 26.4.2001/47-45;
1’inci Dairesinin 29.9.2004/924-920; 2’nci Dairesinin 14.2.2001/119122; 4’üncü Dairesinin 11.6.2002/632-632, 11.6.2002/643-640,
30.11.2004/1395-1424 ve 14.12.2004/1577-1555 gün ve E.K. sayılı
kararıyla da kabul edilmiştir.
Yukarıda açıklandığı gibi, somut olay bakımından suç kastı
yönünden, bakaya suçu oluşmayan sanık hakkındaki mahkûmiyet
hükmünü onayan, Askerî Yargıtay 1’inci Dairesinin ilâmına yönelik
Askerî Yargıtay Başsavcılığının itirazının kabulüne, Daire kararının
kaldırılmasına, askerî mahkemece kurulan mahkûmiyet hükmünün
esastan bozulmasına karar verilmiştir.
28
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 63
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/108
K. No. : 2006/105
T.
: 4.5.2006
ÖZET
11.12.2002-27.5.2003 tarihleri arasında, bakaya suçunu
işlediği iddia ve kabul edilen sanığın, kalp hastası olan
çocuğunun 20.6.2001 tarihinde ameliyat edildiği, bundan
sonraki aşamalarda, 7-8 ay aralıklarla kontrolünün ve
muayenesinin yapıldığı, sanığın kontrol için son iki randevu
tarihini beklemeden askere gittiği gözetildiğinde; sanığın
tedavi süresince çocuğuna refakat ve nezaret etme zaruretinin
bulunmadığı sonucuna varılması gerekir.
Sanık adına çıkartılan sevk için çağrı pusulasının, 5.11.2002
tarihinde babası S.T.’ye tebliğ edildiği ve sevk işlemlerini yaptırmak
üzere 10.12.2002 tarihinde askerlik şubesine çağırıldığı, 9.12.2002
tarihinden itibaren on beş gün raporlu olması nedeniyle, çağrıya icabet
edemeyen sanığın, istirahatının sona erdiği 23.12.2002 tarihinden sonra
şubesine gitmediği, bakaya durumunda iken, 2.1.2003 tarihinde Yalova
Askerlik Şubesine başvurduğu, durumunun aynı gün Bingöl Askerlik
Şubesinden sorulduğu, sevkini yaptırmak üzere bir daha şubeye gitmeyen
sanığın, 27.5.2003 tarihinde yeniden Yalova Askerlik Şubesine geldiği ve
aynı gün eğitim birliğine yollandığı anlaşılmaktadır.
Savunmasında oğlunun kalp ameliyatı geçirdiğini, oğlunun gerek
ameliyat aşamasında ve gerekse devamındaki tedavisi sırasında kritik
dönemde olması nedeniyle, askere gidemediğini ifade eden sanığın
savunması mahkemece araştırılmış;
Sanığın oğlu M.E.T.’nin, kalp rahatsızlığı nedeniyle 13.3.2001
tarihinde muayene olduğu, 19.4.2001 tarihinde hastahaneye yattığı,
20.4.2001 tarihinde katater anjiyografi yapıldığı, 20.4.2001 tarihinde
taburcu edildiği, 20.6.2001 tarihinde ameliyat olduğu, 29.6.2001,
7.8.2001 ve 6.3.2002 tarihlerinde kontrol muayenelerinin yapıldığı,
12.11.2002 tarihinde EKG, 13.3.2003 tarihinde EKO testleri yapıldığı,
29
18.11.2003 tarihinde kontrol muayenesi yapıldıktan sonra EKO için
Temmuz 2004 ayına randevu verildiği saptanmıştır.
ASCK’nın 63’üncü maddesinde tanımlanan bakaya suçunda,
diğer unsurlar yanında, yükümlülerin “mazeretsiz olarak” celbe icabet
etmemeleri de kanunî unsur olarak yer almış bulunmaktadır.
Kanunda “mazeret” kavramının kapsamı belirlenmediğinden,
uyum ve kararlılık gösteren Askerî Yargıtay kararlarında, makul ve
mantıkî nedenlere dayandırılması kaydıyla, mazeretin takdirinin
mahkemelere ait olduğu kabul edilmektedir.
Mazeret hâlinin tadadî ve tahdidî olmadığı, bu durumun 1111
sayılı Askerlik Kanununun 47’nci maddesinde yazılı, hastalık,
mevkufiyet veya mahpusluk gibi üç sebebe hasredilemeyeceği, her somut
olayda mazeret olarak öne sürülen konunun kabul edilebilir olup
olmadığının araştırılması ve değerlendirilmesi gerektiği kabul edilmiş, bu
bağlamda insan hayatındaki fevkalâde yeri nedeniyle önemsenmiş bazı
olgu ve değerler mazeret olarak kabul edilmiştir.
Aile fertlerinden birinin ağır hastalığının, askere geç gitmeyi haklı
kılacak, makbul bir mazeret olarak kabul edilmesi gerektiği konusunda
duraksama yoksa da; 24.12.2002-27.5.2003 tarihleri arasında bakaya
suçunu işlediği iddia ve kabul edilen sanığın, kalp hastası olan
çocuğunun 20.6.2001 tarihinde ameliyat edildiği, bundan sonraki
aşamalarda 7-8 ay aralıklarla kontrol muayenelerinin yapıldığı, sanığın
kontrol için verilen son iki randevu tarihini beklemeden askere gittiği ve
hastalığın suç tarihleri içerisinde anîden gelişmediği gözetildiğinde,
sanığın tedavi süresince çocuğuna refakat ve nezaret etme zaruretinin
bulunmadığı sonucuna varılmış ve Başsavcılığın itirazının reddine karar
verilmiştir.
30
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 63
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/103
K. No. : 2006/112
T.
: 11.5.2006
ÖZET
Askerlik durum belgesinin kendisine verildiğine veya
daha sonra grup numarasının ya da sevk tarihinin kendisine
bildirildiğine dair belge bulunmayan, dolayısıyla grup
numarasını bildiği kesin olarak saptanamayan Yd.Sb.Ad.
Adaylarının,
TRT
duyurularının
muhatabı
olduğunu
bilmelerinin olanaksızlığı nedeniyle, tebligatın geçerli bir
tebligat sayılmaması, bu bağlamda suçun unsurlarından olan
geçerli bir tebligat yokluğundan dolayı, oluşmayan bakaya
suçundan, beraet kararı verilmesi gerekir.
Daire ile Başsavcılık arasında oluşan uyuşmazlık, suçun oluşup
oluşmadığına ilişkindir.
1076 sayılı Kanunun Ek-6’ncı maddesine göre, bu kanuna tâbi
yükümlülerin celp ve sevkleri ile, buna ilişkin işlemlerine ait diğer
hususların TRT aracılığıyla ilânen duyurulması, bu yükümlüler
bakımından tebliğ niteliğinde ise de, TRT duyurusunda yer alan celp
dönemlerinin grup numaralarıyla ilişkilendirilmiş olması nedeniyle,
yedek subay aday adayının, hangi duyurunun muhatabı olduğunu, ancak
grup numarasını önceden bilmesiyle mümkün olabilmesi karşısında,
“99/2’nci grup” ve muhtemel celp dönemi “Mart 2000” bilgisini içeren,
İstanbul/Üsküdar Askerlik Şubesince 4.2.1999 tarihinde düzenlenen,
sanığın imzasının bulunmadığı askerlik durum belgesinin, kendisine
verildiğine veya daha sonra grup numarasının ya da sevk tarihinin
kendisine bildirildiğine dair belge bulunmadığı, yükümlüsü olduğu
Burdur Askerlik Şubesince bildirilen sanık Yd.Sb.Ad.Adayı M.E.’nin,
4.6.2003 tarihinde askerlik şubesine başvurduğunda, “Mart 2000
celbinde sevke tâbi iken...” diye soruya muhatap olması nedeniyle, bu ve
31
bunu takip eden dönemlerde bir kısım mazeretler ileri sürmesi, grup
numarasını bildiğini göstermeyeceği gibi, iddianamede de grup numarası
belirtilmeyen sanığa, özellikle grup numarasını bilip bilmediğinin
sorulmasını içeren talimata rağmen, istinabe mahkemesince bu hususun
sorulmaması; sanığın yine askerlik şubesinde belirttiği gibi mazeretlerini
ileri sürmesinin, bu kanaate varmaya yeterli olmadığı, askerî
mahkemenin ısrarla bu hususun sorulması için yazdığı talimat üzerine,
belirlenen ek savunmasında sanığın grup numarasını bilmediğini,
kendisine tebliğ edilmediğini söylemesi karşısında, savunmasının aksi
kanıtlanamadığına göre, grup numarasını bilmemesi nedeniyle, TRT
duyurularının sanık bakımından geçerli bir tebligat niteliğinde olduğu
söylenemez.
TRT duyurusunun, grup numarasını bildiği kesin olarak
saptanamayan Yd.Sb.Ad. Adayları bakımından, onun muhatabı olduğunu
bilmelerinin olanaksızlığı nedeniyle, geçerli bir tebligat için yeterli
olmadığı, Askerî Yargıtay 1’inci Dairenin 2.10.2002/846-842; 2’nci
Dairenin 26.4.2006/563-584; 3’üncü Dairenin 1.10.2002/867-863;
4’üncü Dairenin 22.2.2005/251-248 ve Daireler Kurulunun 20.4.2006/
97-94 gün ve E.K. sayılı kararlarıyla da ortaya konulmuştur.
Bu bağlamda, suçun unsurlarından olan geçerli bir tebligatın
bulunmaması nedeniyle, oluşmayan bakaya suçundan sanık hakkındaki
mahkûmiyet hükmünü düzelterek onayan Askerî Yargıtay 1’inci Daire
kararına yönelik Askerî Yargıtay Başsavcılığının itirazının kabulü ile,
Daire kararının kaldırılmasına, sanık hakkındaki mahkûmiyet hükmünün
esastan (sübut yönünden) bozulmasına karar verilmiştir.
32
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 63
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/140
K. No. : 2006/135
T.
: 15.6.2006
ÖZET
Stajyer Öğretmen olan ve stajyerliğinin kaldırıldığı
kendisine 10.11.2003 tarihinde tebliğ edilen sanığın, 1111 sayılı
Askerlik Kanununun 35/E maddesinde öngörülen yasal
mazeretinin bu tarihte sona erdiği, Aralık 2003 celbine ilişkin
TRT duyurularında, yasal mazeretleri 31.10.2003 tarihine
kadar sona eren yükümlülerin, 30.11.2003 tarihî itibarıyla
silâh altına alınacaklarının belirtildiği, sanığın yasal
mazeretinin TRT duyurularında belirtilen 31.10.2003 tarihî
itibarıyla devam ettiği, Nisan 2004 celbine de sağlık özrü
nedeniyle katılamadığı anlaşılan sanık hakkında kurulan
mahkûmiyet hükmü esas (sübut) yönünden yasaya aykırıdır.
Çukurova Üniversitesi Eğitim Fakültesinden 14.6.2002 tarihinde
mezun olan sanığın, askerliğine 2002/9’uncu grup yedek subay aday
adayı olarak karar alındığı, grup numarasına göre, Aralık 2003 celp
döneminde sevke tâbi olduğu, bu dönemde sevk edilecek yükümlüler
yönünden, tebligat niteliğinde olan TRT duyurularına ve yapılan idarî
düzenlemeye göre, en geç 30.11.2003 tarihine kadar (30.11.2003 dâhil)
askerlik şubesine müracaatla sevk evrakını alması gerekirken, 9.4.2004
tarihine kadar bakaya suçunu işlediğinin kabul edildiği görülmektedir.
ASCK’nın 63’üncü maddesinde yazılı bakaya suçunun
oluşabilmesi için, yasada öngörülen diğer unsurlar yanında, “kabul
edilebilecek bir özrün bulunmaması” da gerekmektedir.
33
Dava dosyasında mevcut, Akçaabat İlçe Millî Eğitim
Müdürlüğünün ve Akçaabat Lisesi Müdürlüğünün yazılarından; sanığın
25.9.2002 tarihinde stajyer öğretmen olarak atandığı, stajyerliğinin
25.9.2003 tarihinde kaldırıldığı, stajyerliğinin kaldırıldığına ilişkin valilik
onayının kendisine 10.11.2003 tarihinde tebliğ edildiği anlaşılmaktadır.
Stajyerlik kişisel bir mazeret değilse de, 1111 sayılı Askerlik
Kanununun 35/E maddesine göre, Devlet veya kendi hesaplarına yurt
içinde veya yurt dışında staj.yapanların celp ve sevkleri 33 yaşını
doldurdukları yılın sonuna kadar tehir edilebilmektedir. Millî Eğitim
Bakanlığı bünyesinde öğretmenlik, staj yapılmasının zorunlu olduğu bir
meslek grubu olup; staj süresinin sevk tehirine olanak tanıyan “yasal bir
mazeret” olduğu konusunda duraksama bulunmamaktadır.
Aralık 2003 celbinde askere yollanacak yedek subay aday
adayları ile ilgili TRT duyurularında; “yasal mazeretleri nedeniyle sevk
edilemeyenlerden, sevk tehiri süreleri 31.10.2003 tarihine kadar sona
erenler ile 31.10.2003 tarihine kadar sevk tehiri iptal yazıları askerlik
şubesine ulaşanların” 30.11.2003 tarihî itibarıyla sevk edilecekleri
belirtilmektedir. Stajyerliğinin kaldırıldığı kendisine 10.11.2003 tarihinde
tebliğ edilen sanığın, yasal mazereti bu tarihte sona ermektedir.
Dolayısıyla, sanığın TRT duyurularında belirtilen 31.10.2003 tarihinde
yasal mazeretinin devam ettiği, Nisan 2004 celbine de sıhhati araştırılan
sağlık özrü nedeniyle katılmadığı sonucuna varılmış, direnilerek kurulan
mahkûmiyet hükmünün esas (sübut) yönünden bozulmasına karar
verilmiştir.
34
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 64
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/101
K. No. : 2006/102
T.
: 27.4.2006
ÖZET
3.10.2003 tarihinde “Gastrointestinel kanama” tanısıyla
interne edilen sanığın, medikal tedavi sonrası, 6.10.2003
tarihinde 15 gün istirahatla taburcu edildiği, 21.10.2003
tarihinde istirahatı biten sanığın, katılması gereken tatbikatın,
17.10.2003 tarihinde sona ermesi nedeniyle, yeniden davetiye
beklediğine ilişkin savunması, istirahat raporunu 31.10.2003
tarihli dilekçesiyle MSB Seferberlik Dairesi Başkanlığına
göndermesi birlikte değerlendirildiğinde, 9.10.2004 tarihinde
askerlik şubesince müracaatla, 10-21 Kasım 2004 tarihleri
arasında bu eğitimini tamamlamasında, suç kastı ile hareket
ettiği söylenemeyeceği gibi, bilgi notunda yer alan sevk
işleminin doğrudan yükümlüyü sorumlu tutacak içeriğe sahip
olmaması nedeniyle; 22.10.2003-9.11.2004 tarihleri arasında
sanığa yüklenen seferberlik tatbikat bakayası suçundan
beraetine karar verilmesi gerekirken, mahkûmiyeti cihetine
gidilmesi yasaya aykırıdır.
Daire ile Başsavcılık arasında oluşan ve çözümü gereken
uyuşmazlık, sanığın eyleminin suç oluşturup oluşturmadığıdır.
16.5.2003 tarihinde kendisine tebliğ edilen “Yedek Personel
Silâhaltı Davetiyesi” (SAD) ile 6-17 Ekim 2003 tarihleri arasında
Samsun/Sahra Shh.Ok. ve Eğt. Mrk.K.lığında icra edilecek “Yıldırım
2003 Ferdî Eğitimine” katılması bildirilen sanık Yd.Tbp.Tğm. İ.K.’ya
ayrıca; “Askerlik şubelerinden tatbikat birliklerine sevk edileceği sırada
rahatsızlığını beyan eden veya raporlu olan yükümlüler en yakın askerî
hastahaneye sevk edilirler. İstirahat şeklinde rapor alanların istirahat
bitiminde askerlik şubesi tarafından aynı tatbikat birliğine sevk
edilmeleri sağlanır.” bilgisini içeren bilgi notunun da tebliğ edildiği,
3.10.2003 tarihinde İstanbul Vakıf Gureba Eğitim Hastahanesine
35
“Gastrointestinel kanama” tanısıyla interne edilen sanığın, medikal tedavi
sonrası 6.10.2003 tarihinde 15 gün istirahatla taburcu edildiği,
21.10.2003 tarihinde istirahatı biten sanığın, katılması gereken tatbikatın,
17.10.2003 tarihinde sona ermesi nedeniyle, yeniden davetiye
beklediğine ilişkin savunması, istirahat raporunu 31.10.2003 tarihli
dilekçesiyle, MSB Seferberlik Dairesi Başkanlığına göndermesi birlikte
değerlendirildiğinde, 9.10.2004 tarihinde askerlik şubesince müracaatla,
10-21 Kasım 2004 tarihleri arasında bu eğitimini tamamlamasında suç
kastı ile hareket ettiği söylemeyeceği gibi, bilgi notunda yer alan sevk
işleminin doğrudan yükümlüyü sorumlu tutacak içeriğe sahip olmaması
nedeniyle; 22.10.2003-9.11.2004 tarihleri arasında sanığa yüklenen,
seferberlik tatbikat bakayası suçundan kurulan beraet hükmünü esastan
bozan Askerî Yargıtay 4’üncü Dairesinin kararına yönelik, Askerî
Yargıtay Başsavcılığının itirazının kabulüne, Daire kararının kaldırılarak,
usul ve esas yönünden yasaya uygun sanık hakkındaki beraet hükmünün
onanmasına karar verilmiştir.
36
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 66
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
2’nci Daire Kararı
E. No. : 2006/8
K. No. : 2006/7
T.
: 18.1.2006
ÖZET
Sanığın, askerî savcı ve askerî mahkeme tarafından
tespit edilen sorgu ve savunmalarında, okulların yarı yıl
tatiline girmesi ve kurban bayramının idarî tatil ilân
edilmesinden dolayı, 20.2.2002-2.3.2002 tarihleri arasında,
İstanbul’a otobüs bileti bulamadığını ve İstanbul’a yolcu
taşıyan firmaların yetkili acentelerinden, 20.2.2002 ile 2.3.2002
tarihleri
arasında,
yer bulunmadığına
ilişkin
belge
düzenlettirdiği, izin dönüşünde de, bu belgeyi amirlerine
sunduğu görülmektedir. Bu nedenlerle, sanığın 28.2.20023.3.2002 tarihleri arasındaki gecikmesinin, kabul edilebilir
mazeret niteliğinde olduğunun kabulü gerekir.
Askerî mahkemece; sanığın 27.2.2002-6.3.2002 tarihleri arasında
kendiliğinden dönmekle son bulan izin tecavüzü suçunu işlediği kabul
edilerek, ASCK’nın 66/1-b, 73 ve 765 sayılı TCK’nın 59/2’nci maddeleri
gereğince neticeten 5 ay hapis cezasıyla mahkûmiyetine karar verilmiştir.
Hüküm;
sanık
tarafından,
istemesine
rağmen
bilet
bulamamasından ötürü 27.2.2002 tarihinde birliğine dönemediği, suç
işleme kastıyla hareket etmediği ileri sürülerek temyiz edilmiştir.
Tebliğnamede; isnat konusu suçun manevî unsur yönünden
olmadığı belirtilerek, mahkûmiyet hükmünün esas yönünden bozulması
hususunda görüş bildirilmiştir.
Acemi eğitimini tamamlamasının ardından, 9.2.2002 tarihinden
geçerli olmak üzere, 18 gün süreyle (bayram tatilinin de birleştirilmesi
sonucunda) dağıtım iznine gönderilen ve izin süresi sonunda, en geç
28.2.2002 tarihine kadar birliğine katılması gereken P.Er M.Ç.’nin; bu
süreyi geçirmesini müteakiben, 6.3.2002 tarihinde kendiliğinden birliğe
döndüğü dosya kapsamından anlaşılmaktadır.
37
Sanık; askerî savcı ve askerî mahkeme tarafından tespit edilen
sorgu ve savunmalarında, okulların yarı yıl tatiline girmesi ve kurban
bayramının idarî tatil ilân edilmesinden dolayı, 20.2.2002-2.3.2002
tarihleri arasında İstanbul’a otobüs bileti bulamadığını, 5.3.2002
tarihinde otobüse binerek 6.3.2002 tarihinde birliğe katıldığını beyan
etmiştir.
Beyanları doğrultusunda yapılan araştırma sonucunda; sanığın
28.2.2002 tarihinde Gaziantep Merkez Komutanlığına müracaat ederek;
birliğe katılmak üzere bilet bulamadığını söylediği, merkez komutanlığı
görevlilerince sanığa otogarda bulunan inzibat görevlileri ile görüşerek
bilet bulamadığına dair firma sahiplerinden belge almasının söylendiği,
Gaziantep E Tipi Merkez Komutanlığının cevabî yazısından
anlaşılmaktadır.
Sanık M.Ç.’nin, bunun üzerine vakit geçirmeden Gaziantep
Şehirlerarası Otogarına giderek İstanbul’a yolcu taşıyan Nobel, Kar,
Çayırağası ve Hidayet Turizm Firmalarının yetkili acenteleriyle
görüştüğü ve bu firmaların İstanbul’a gidecek araçlarında 20.2.20022.3.2002 tarihleri arasında yer bulunamadığına ilişkin belge
düzenlettirdiği, izin dönüşünde de bu belgeyi amirlerine sunduğu
görülmektedir.
Askerî mahkemece sonradan yapılan araştırmada; bu tarihler
arasında Gaziantep’ten İstanbul’a gidecek araçlarda yer bulunmadığı, bu
yoğunluğun sebebinin ise, okulların yarı yıl tatiline girmesi ve kurban
bayramının idarî tatil sayılmasından kaynakladığı belirlenmiştir.
Keza, Gaziantep’ten İstanbul istikametine gidecek olan ticarî
otobüslerde, ancak 3.3.2002 tarihinden itibaren yer bulunduğu dosya
içeriğinden anlaşılmaktadır.
Bu nedenlerle; sanığın 28.2.2002-3.3.2002 tarihleri arasındaki
gecikmesinin
kabul
edilebilir
mazeret
niteliğinde
olduğu
değerlendirilmiştir.
Ancak, 3.3.2002 tarihinden başlayarak İstanbul’a gidecek
otobüslere bilet alma ve birliğine bu şekilde katılma imkân ve iradesine
sahip olduğu kendisi tarafından da kabul edilen sanığın, 2 günlük süreyi
herhangi bir mazereti olmaksızın geçirerek, 5.3.2002 tarihinde hareket
eden otobüse bindiği, bu suretle de 3.3.2002-6.3.2002 tarihleri arasında,
kısa süreli izin süresini geçirme suçunu işlediği sonucuna varılmış ve
mahkûmiyet hükmünün vasfa bağlı görev yönünden bozulmasına karar
verilmiştir.
38
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 66
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/11
K. No. : 2006/10
T.
: 19.1.2006
ÖZET
Salt, sanığın yakınlarının, onun teslim olmasını sağlama
amacıyla hareket ederek ihbar etmeleri, sanığın, teslim olma
iradesiyle hareket ettiğinin kabulü için yeterli değildir. Bu
nedenle; teslim olma yönünde irade göstermeyen ve davranış
sergilemeyen sanığın, kendi iradesi dışında, eve gelen polis
ekibi tarafından alındığı gözetildiğinde, yakalanarak ele
geçtiği sonucuna varıldığından, bu konuya ilişkin şiddet sebebi
dosya içeriğine uygun bulunmuştur.
Daire ile Başsavcılık arasındaki uyuşmazlık, askerî mahkemece
temel cezanın tayininde alt sınırdan uzaklaşma nedeni olarak gösterilen,
sanığın “yakalanarak ele geçtiğine” ilişkin belirlemenin dosya içeriği ile
uyumlu olup olmadığı ve firarda kaldığı sürenin uzunluğu” biçimindeki
diğer gerekçenin de, takdir hakkının kullanılmasında yeterli olup
olmadığı konularına ilişkin bulunmaktadır.
Askerî mahkeme, “sanığın firarda kaldığı sürenin uzunluğu ve
yakalanarak ele geçtiği dikkate alınarak, takdiren ve teşdiden
cezalandırılmıştır” şeklindeki gerekçe ile temel cezayı bir yıl üç ay hapis
cezası olarak belirlemiştir.
Daire, alt sınırdan uzaklaşma gerekçesi olarak gösterilen “firar
süresinin uzunluğunun” oluşa ve yasaya uygun olduğunu, ancak temel
cezanın arttırılması oranını etkileyebilecek nitelikte olan ve maddî olaya
uygun düşmeyen, sanığın “yakalanarak ele geçtiğine” ilişkin kabulde
isabet bulunmadığı görüşünü öne sürerken; Başsavcılık sanığın “firarda
kaldığı sürenin uzunluğu” şeklindeki teşdit gerekçesinin yasaya uygun
olduğu, askerî mahkemece alt sınırdan sadece üç ay uzaklaşılarak ceza
tayin edildiği gözetildiğinde, takdir hakkının kullanılmasında yanılgı ve
39
zafiyet bulunmadığı, bu bağlamda gösterilen iki şiddet sebebinden birinin
dosya içeriği ile uyumlu bulunmamasının da hükmün bozulmasını
gerektirmediği düşüncesini savunmaktadır.
Uyum ve kararlılık gösteren Askerî Yargıtay kararlarında, şeklî ve
mütemadî suçlardan olan firar suçunda temadinin iradî veya gayri iradî
olarak sona ereceği kabul edilmektedir. Temadinin iradî olarak sona
erdiğinin kabulü için, ilgilinin firar durumuna kendi serbest iradesi ile
son vermesi, yani kendiliğinden birliğine dönmesi veya bir askerî birliğe
veya resmî bir kuruluşa müracaat etmesi gereklidir.
Dava konusu olayda, firar hâlinde bulunan sanığın evinde
olduğunun ihbar edilmesi üzerine, sanığın evine giden polis ekibinin
sanığın annesi ile konuştuktan sonra evin önünde beklediği sırada, evden
çıkan sanığın polis ekibine teslim olduğu belirtilmektedir.
İradî olarak firar hâline son vermek isteyen sanığın karakola,
askerlik şubesine veya merkez komutanlığına giderek teslim olması
yerine, Elmadağ gibi küçük bir yerleşim yerinde emniyet görevlilerini
çağırarak evde teslim olması ve o şekilde evden götürülmesini sağlaması,
hayatın olağan akışına uygun düşmeyen bir davranış şeklidir. Salt,
sanığın yakınlarının onun teslim olmasını sağlama amacıyla hareket
ederek ihbar etmeleri, sanığın teslim olma iradesiyle hareket ettiğinin
kabulü için yeterli değildir. (Drl.Krl.’nun 23.5.1996 tarihli, 81-78 sayılı
ve 8.11.2001 tarihli, 95-97 sayılı kararları bu doğrultuda bulunmaktadır).
Bu nedenle; teslim olma yönünde irade göstermeyen ve davranış
sergilemeyen sanığın, kendi iradesi dışında eve gelen polis ekibi
tarafından alındığı gözetildiğinde, yakalandığı konusunda herhangi bir
duraksama bulunmadığı, bu konuya ilişkin şiddet sebebinin de dosya
içeriği ile uyumlu ve yasaya uygun olduğu sonucuna varılmıştır.
Diğer taraftan; firar süresinin uzunluğu da, mahkemelerce cezanın
takdiren artırılmasını gerektiren bir neden olarak kabul edilmekte ve
bariz bir hata ve zaaf bulunmadığı sürece bu takdire dokunulmadığı
görülmektedir. Hem Daire ilâmında, hem de itiraz tebliğnamesinde bu
konudaki gerekçenin yasaya uygun olduğu belirtildiğinden, konu
Daireler Kurulunda ayrıca irdelenmemiş, Başsavcılığın isabetli görülen
itirazının kabulü ile Daire ilâmının kaldırılmasına ve dosyanın temyiz
incelemesine devam edilmek üzere Dairesine iadesine karar verilmiştir.
40
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 66
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
2’nci Daire Kararı
E. No. : 2006/147
K. No. : 2006/143
T.
: 8.2.2006
ÖZET
30.9.2003 tarihinde emeklilik işlemi Bakan onayından
geçtiğinden, 20.9.2003-30.9.2003 tarihleri arasında geciktiği
kabul edilen sanığın, 25.9.2003 ve 29.9.2003 tarihinde birliğine
yaptığı iki ayrı izin müracaatının kabul edilmediğine dair
yasal bir bildirim bulunmadığından, müracaat nedeniyle
kesintiye uğrayan sürenin izin tecavüzü için gerekli 6 günü
kapsamadığı, bu nedenle süre bakımından oluşmadığı kabul
edilmiştir.
Diğer taraftan, emeklilik dilekçesi veren, gerek hizmet
süresi, gerekse de, vazife malûliyeti açısından, emeklilik
talebinin onaylanmaması gibi bir durum söz konusu olmayan
sanığın, dilekçesinin sonuçlanmasına kadar geçecek süre
içerisinde, hazırlıklarını yapabilmek için aldığı yasal izinden
zamanında dönmemesinde, dönmüş olsaydı bile, kendisine bir
hizmet verilemeyeceği de göz önüne alınarak, izin tecavüzü
kastı ile hareket ettiğini söylemek mümkün değildir.
Askerî mahkemece sanığın 20.9.2003-15.10.2003 tarihleri
arasında “izin tecavüzü” suçunu işlediği kabul edilerek, eylemine uyan
ASCK’nın 66/1-b, 73 ve TCK’nın 59/2’nci maddeleri gereğince neticeten
5 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiş,
Bu karar sanık tarafından, gerekçe gösterilmeksizin temyiz
edilmiştir. Tebliğnamede, emeklilik dilekçesi vermiş olması nedeniyle,
kendisinden bu tarihten sonra hizmet beklenemeyecek olan sanığın, suç
kastından bahsolunamıyacağından, mahkûmiyet hükmünün esastan
bozulması gerektiği yönünde görüş bildirilmiştir.
41
26 Ağustos 2003 tarihinde dilekçe ile başvurarak, vazife malûlü
olarak emeklilik talebinde bulunan sanığın, 27.8.2003 tarihî itibarıyla 22
gün izne ayrıldığı, daha önce kullandığı izinlerinde yol süresi
tanınmadığından, İstanbul-Ordu arası gidiş-dönüş 2 gün yol süresi hakkı
bulunduğu, emeklilik işlemlerinden uzunca bir süre haber çıkmayınca,
önce 15 günlük mazeret izninin kullandırılması için 25.9.2003 tarihinde
birliğine fax çektiği, bilâhare 29.9.2003 tarihinde çektiği ikinci bir fax’la,
yıllık izni ile mazeret izninin 30 Eylül 2003 tarihinde dolduğunu, 2002
yılından kullanmadığı yıllık izninin verilmesini talep ettiği, emekliliğinin
30 Eylül 2003 tarihinde onaylandığı ve sanığın da 16 Ekim 2003
tarihinde tebliğ ederek ilişiğini kestiği, muvazzaf olarak en son 15 Eylül
2003 yılı maaşını aldığı dosya içerisindeki belgelerle herhangi bir şüphe
yaratmayacak şekilde sabittir.
Askerî mahkemece, her ne kadar sanığın, 20.9.2003-15.10.2003
tarihleri arasında izin tecavüzü suçunu işlediği kabul edilerek,
mahkûmiyeti cihetine gidilmiş ise de;
Daha önceki izinlerinde yol hakkı tanınmayan sanığa, 27.8.2003
tarihinde çıktığı 22 günlük izni ile birlikte birliğinin bulunduğu Ankara
ili ile iznini geçireceğini beyan ettiği Ordu ile arasında 2 gün gidiş dönüş
yol izni (MSB Yol Süre Tablosu) tanındığında, birliğine dönmesi
gereken tarih 20.9.2003 olacaktır. Birliği ile telefon irtibatı sonucu,
izninin uzatılma talebini yazılı yapması istenen sanığın, 25.9.2003
tarihinde çektiği fax ile emeklilik müracaatının onayladığını ve birlik
adresine gönderildiğini öğrendiğini, lojmandaki evini Ankara’ya
taşıyarak lojmanı 20.9.2003 tarihinde teslim ettiğini bildirerek, izninin
bitiminden itibaren yıllık mazeret izninin kullandırılmasını talep etmiş,
bilâhare 29.9.2003 tarihinde çektiği ikinci bir fax’la, bu kez mazeret
izninin, ya da 2002 senesinden kalan bakiye izninin verilmesini
istemiştir. Emeklilik işlemi, 30.9.2003 tarihinde bakan onayından
geçerek kesinleşmiştir. Sanık her ne kadar, 16.10.2003 tarihinde birliğine
gelerek ilişiğini kesmiş ise de, emeklilik onayından sonraki süre izin
tecavüzüne konu olamayacağından, tartışılması gereken süre, sanığın
izninin sona erdiği, 20.9.2003-30.9.2003 tarihleri arasındaki gecikme
süresidir. Yukarıda açıklandığı üzere, sanığın, bu süre zarfında birliğine
vaki iki müracaatına da, bunların kabul edilmediklerine dair yasal bir
bildirimde bulunulmamıştır. Dolayısı ile, müracaat nedeniyle kesintiye
uğrayan bu sürenin izin tecavüzü suçu için gerekli olan 6 günü
kapsamadığı, bu nedenle izin tecavüzü suçunun süre açısından
oluşmadığı,
42
Kaldı ki, emeklilik dilekçesi veren, gerek hizmet süresi, gerekse
vazife malûliyeti açısından, emeklilik talebinin onaylanmaması gibi bir
durum söz konusu olmayan sanığın, dilekçisinin sonuçlanmasına kadar
geçecek süre içerisinde hazırlıklarını yapabilmek için aldığı yasal
izninden zamanında dönmemesinde, kendisine dönmüş olsaydı bile, bir
hizmet verilemeyeceği de göz önüne alınarak, izin tecavüzü kastı ile
hareket ettiğini söylemek mümkün değildir. Bu nedenle, üzerine atılı
suçun manevî unsurunun da oluşmadığı kabul edilerek, beraet kararı
verilmesi gerekirken, sanık hakkında tesis olunan mahkûmiyet hükmün
esas (sübut) yönünden bozulmasına karar vermek gerekmiştir.
43
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 66
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E. No. : 2006/363
K. No. : 2006/361
T.
: 7.3.2006
ÖZET
İzin tecavüzünde bulunduğu süre zarfında, annesinin
ağır hastalığı ve bilâhare vefatı nedeniyle, yas sendromu
yaşayan,
daha
öncesinde
de,
deprem
travmasıyla,
hassaslaşması dolayısıyla, bu yasını daha da ağır yaşadığı ve
bu nedenle, suç tarihlerinde cezaî ehliyetinin kısmen ortadan
kalktığı belirlenen sanık açısından, bu durumun mazeret
olarak kabulü gerekir.
Askerî mahkemece, sanığın;
1- 8.11.2002-26.12.2002 tarihleri arasında izin tecavüzü suçunu
işlediği sabit kabul edilerek, ASCK’nın 66/1-b, TCK’nın 47 ve 59/2’nci
maddeleri gereğince üç ay on gün hapis cezası ile cezalandırılmasına,
2- 15.1.2003-25.3.2004 tarihleri arasında firar suçunu işlediği
sabit kabul edilerek, ASCK’nın 66/1-a ve TCK’nın 59/2’nci maddeleri
gereğince on ay hapis cezası ile cezalandırılmasına,
Hükmolunan hürriyeti bağlayıcı cezaların, TCK’nın 71’inci
maddesi gereğince toplanarak sonuç olarak, on üç ay on gün hapis cezası
ile mahkûmiyetine, nezaret-yol ve tutuklulukta geçirdiği sürelerin 353
sayılı Kanunun 251/1’inci maddesi gereğince mahkûmiyet süresinden
mahsubuna,
karar verilmiştir.
Bu hükümler, sanık tarafından kanunî süresi içerisinde sebep
gösterilmeksizin temyiz edilmiş; Başsavcılık tebliğnamesinde, izin
tecavüzü suçuna ilişkin mahkûmiyet hükmünün esastan, firar suçuna
ilişkin mahkûmiyet hükmünün ise, noksan soruşturma yönünden
bozulmasına karar verilmesi istenmiştir.
44
Hâlen terhisli olan sanığın, Van/Erciş 10’uncu P.Tug.Top.Tb.
2’nci Bt.K.lığı emrinde 1982/2 tertip Top.Er olarak fiilî askerlik
hizmetini yapmakta iken, 10.10.2002 tarihinde 2 gün de yol süresi
verilerek 20 gün izinle memleketi Batman’a gönderildiği, giderken
götürüldüğü Elazığ KTM’den 16.10.2002 tarihinde ayrıldığı ve bu
duruma göre, izin ve yol süresi sonunda 8.11.2002 tarihinde birliğine
katılması gerekirken katılmadığı ve bir süre sonra 26.12.2002 tarihinde
kendiliğinden Batman Emniyet Müdürlüğüne giderek teslim olduğu, aynı
gün Batman Askerlik Şubesine teslim edildiği, kısa bir süre nezarette
tutulmasını müteakip, mevcutlu olarak birliğine sevk ile, 30.12.2002
tarihinde teslim edildiği, birliğinde de 30.12.2002-7.1.2003 tarihleri
arasında nezarette tutulduğu;
Birliğinde askerlik hizmetine bir süre devam ettikten sonra,
15.1.2003 tarihinde kimseden izin almaksızın ayrılarak firar ettiği,
uzunca bir zaman firar hâlinde kalmasını müteakip, 25.3.2004 tarihinde
Yalova’da Çınarcık İlçe J.K.lığı görevlilerince yakalandığı ve 26.3.2004
tarihinde hakkında izin tecavüzü suçundan mevcut olan gıyabî tutuklama
müzekkeresinin vicahîye çevrilerek, aynı gün Donanma Komutanlığı
Askerî Ceza ve Tutukevine kapatıldığı, bilâhare Van J. Asyş. Kor. As.
Cezaevine sevk edildiği ve 17.6.2004 tarihinde de tahliye edildiği,
tüm dosya kapsamından maddî vakıalar olarak anlaşılmaktadır.
Yukarıda açıklandığı şekilde meydana geldiğinde kuşku
bulunmayan süreçte askerî mahkemece; sanığın 8.11.2002-26.12.2002
tarihleri arasında izin tecavüzü ve 15.1.2003-25.3.2004 tarihleri arasında
da firar suçlarını işlediği kabul edilerek, yazılı olduğu şekilde ayrı ayrı
mahkûmiyetine karar verilmiş ise de;
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 25.11.1999 gün ve 1999/
213-210 Esas-Karar, 9.10.2003 gün ve 2003/87-78 Esas-Karar, 12.2.2004
gün ve 2004/42-29 Esas-Karar ve 26.2.2004 gün ve 2004/47-39 EsasKarar sayılı emsal nitelikteki kararlarında; geçirilen izin süresiyle
uyumlu olmak koşuluyla, TCK’nın 47’nci maddesi kapsamında
değerlendirilen psikolojik rahatsızlıkların, izin tecavüzü suçu bakımından
mazeret olarak kabul edilebileceğinin belirtilmesi karşısında; izin
tecavüzünde bulunduğu süre zarfında, annesinin ağır hastalığı ve bilâhare
vefatı nedeniyle yas sendromu yaşayan, daha öncesinde de deprem
travmasıyla hassaslaşması dolayısıyla, bu yasını daha da ağır yaşadığı ve
bu nedenle suç tarihlerinde cezaî ehliyetinin kısmen ortadan kalktığı
belirlenen sanık açısından, bu durumun mazeret olarak kabulü
gerektiğinden, izin tecavüzü suçundan tesis edilen mahkûmiyet
hükmünün bozulması yoluna gidilmiş;
45
Sanık hakkında, firar suçuna ilişkin olarak düzenlenen sağlık
kurulu raporu ve adlî müşahede raporunda teşhis olarak, daha önce izin
tecavüzü suçuna ilişkin olarak düzenlenen sağlık kurulu raporu ve adlî
müşahede raporunda konulan “Remisyonda travma sonrası stres
bozukluğu+Remisyonda yas sendromu+sol femur kırık ameliyatlısı”
teşhisine çok benzer nitelikte ve “Remisyonda travma sonrası stres
bozukluğu+Remisyonda yas+sol femur enfekte plâk çıkarma
ameliyatlısı” teşhisi konulmasına rağmen, önceki raporlarda “…suç
tarihinde ceza ehliyetini kısmen ortadan kaldıracak rahatsızlığı sebebiyle
TCK’nın 47’inci maddesinden faydalanır…” kararı verildiği hâlde,
sonraki raporlarda “…suç tarihlerinde ve hâlen ceza ehliyeti tamdır”
kararı verilmiş olmasının çelişki yarattığı, bunun yanında dosyaya
sonradan giren ve 353 sayılı Kanunun 149’uncu maddesi anlamında yeni
delil niteliğinde olan Diyarbakır 600 Yataklı Asker Hastahanesi Sağlık
Kurulunun 9.7.2004 tarihli ve 3550 sayılı raporu ile, sanığın ortopedik
yönden askerliğe elverişli olmadığına karar verildiği anlaşıldığından, Van
100 Yataklı Asker Hastahanesince düzenlenen önceki ve sonraki raporlar
arasındaki çelişkinin tıbbî yönden açıklığa kavuşturulması, sanıkta
mevcut “Remisyonda travma sonrası stres bozukluğu+Remisyonda yas”
rahatsızlığının 5237 sayılı TCK’nın 32’nci maddesi kapsamında yeniden
değerlendirilmesi ve yine sanıkta mevcut ortopedik rahatsızlığın
kendisini suç tarihlerinde askerliğe elverişsiz kılıp kılmadığının tespiti
gerekli görüldüğünden, firar suçundan kurulu mahkûmiyet hükmünün de
noksan soruşturma yönünden bozulmasına karar verilmiştir.
46
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 66
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/63
K. No. : 2006/64
T.
: 16.3.2006
ÖZET
Olayın oluş biçimi ve sergilediği davranışlar göz önünde
tutulduğunda, sanığın sübut bulan eyleminin, mevcut firar
kastını devam ettirmeye yönelik olduğu ve askerî hastahaneye
dehalet kastı ile başvurmadığı, dolayısıyla her iki eyleminin
tek bir firar suçuna vücut verdiğinin kabulü gerekir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, sanığın eyleminin iki ayrı firar
suçunu mu, yoksa tek bir firar suçunu mu oluşturacağına ilişkin
bulunmaktadır.
ASCK’nın 66’ncı maddesinde tanımlanan firar suçu, kıt’adan veya
görevin yapıldığı yerden altı günden fazla uzaklaşma maddî unsuru
yanında, suçun manevî unsuru olan askerî hizmetten uzaklaşma kastının
gerçekleşmesi ile oluşmaktadır.
Sanığın dehalet kastı olmaksızın, sırf kendisini ameliyat ettirmek
amacıyla mı, yoksa 10.11.2004 tarihinde başlayan firarını sona erdirmek
amacıyla mı askerî hastahaneye müracaat ettiği, tamamen sanığın iç
dünyası ile ilgili bir konu olduğundan, kastının dışa vuran fiil ve
davranışlarından çıkartılması gerekmektedir.
Sanık savunmasında; hastahaneye ilk müracaatından sonra
sorunları nedeniyle birliğine gitmediğini, 17.11.2004 tarihinde ameliyat
için hastahaneye yattığını, taburcu olduktan sonra da sorunları nedeniyle
evine gittiğini ifade etmiştir.
47
Olayın oluş biçimi ve sanığın sergilediği davranışları göz önünde
tutulduğunda; sanığın sübut bulan eyleminin mevcut firar kastını
sürdürmeye yönelik olduğu, askerî hastahaneye dehalet kastı ile
başvurmadığı, dolayısıyla her iki eyleminin de tek bir firar suçunu
oluşturduğu sonuç ve kanaatine varılmış, bu nedenle Başsavcılığın
isabetli görülen itirazının kabulüne, Daire ilâmının kaldırılmasına ve
mahkûmiyet hükümlerinin suç vasfı yönünden bozulmasına karar
verilmiştir. (Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 18.4.1996 tarihli ve 6156 sayılı, 16.1.1997 tarihli ve 8-8 sayılı, 27.1.2000 tarihli ve 12-30 sayılı,
20.2.2003 tarihli ve 11-9 sayılı kararları da aynı doğrultuda
bulunmaktadır.)
48
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 66
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/49
K. No. : 2006/70
T.
: 23.3.2006
ÖZET
30.12.2002 tarihinde terhise hak kazandığı bilirkişi
incelemesiyle belirlenen sanığın, askerlik hizmetinden
sayılmayan (39) günü düşülmediğinde, aynı dönem arkadaşları
gibi, 21.11.2002 tarihinde terhise tâbi olması; bu durumu
telefonla öğrendiği için birliğine dönmediğine ilişkin
savunmasının, geçici görevle emrinde bulunduğu tanık
astsubay tarafından doğrulanması, askerlik hizmeti hesabını
bilmesi kendisinden beklenmeyen sanığın, her seferinde sevk
belgesine dayalı
aldığı
istirahat
raporlarının
birlik
komutanlığınca
sıhhî
izin
belgesine
dönüştürülerek
memleketine gönderilmesi, dosyaya yansıyan belgelere göre,
terhis işlemi yapılan sanık hakkında izin tecavüzü suçuna
ilişkin ilk işlemin, suç tarihinden bir yıl sonra; 11.12.2003
tarihinde yapılması karşısında, suç kastı kesin olarak ortaya
konulamayan sanık hakkında, askerî mahkemece kurulan
beraet hükmü yasaya uygundur.
Daire ile Başsavcılık arasında oluşan uyuşmazlığın konusu,
sanığın eyleminin suç oluşturup oluşturmadığıdır.
Kısa dönem askerliğini yaptığı sırada Elazığ Asker Hastahanesi
psikiyatri uzmanınca 10.10.2002 tarihinde yapılan muayenesinde,
kendisine (20) gün istirahat raporu verilen sanık (Ter.) J.Er M.D.’nin, bu
süreyi evinde geçirebilmek için, birliği komutanlığınca gönderildiği sıhhî
izni sırasında, 30.10.2002 tarihinde Bozova İlçe J.K.lığınca sevk edildiği
Bozova sağlık Grup Başkanlığının raporu ile, (15) gün yatak istirahatının
uygun görüldüğü, 14.11.2002 tarihinde bu istirahatı biten sanığın
birliğine dönmediği, kullanmadığı (6) günlük kanunî izin hakkının
bulunduğu, işleme tâbi olduğu kısa dönem erbaş ve erlerin de 21.11.2002
tarihinde terhis oldukları, birliğine dönmeyen ve bu dönemde terhis
49
işlemi yapılmayan sanığın, Bakanlar Kurulunun 23.6.2003 gün ve
2003/5795 sayılı 8 ay olan kısa dönem erbaş ve er hizmet süresinin, 6 aya
indirilmesi ve 6 aylık hizmet süresini dolduranların, 15.7.2003 tarihinde
terhis edilmelerine dair kararı nedeniyle, bu tarihten geçerli olarak;
27.10.2003 tarihinde, düzenlenen terhis belgesiyle terhis işlemi yapılan
sanık hakkındaki 14.11.2002-15.7.2003 tarihleri arasında izin tecavüzü
suçuna ilişkin davada, 8 ay süreli hizmete tâbi erbaş ve erlerin, ancak 1,5
aylık hava değişimi sürelerinin askerliklerinden sayılabilmesi (6 aya
indirildiğinde de aynı süre korunmuş), daha önce de evinde geçirdiği
istirahat süreleri dikkate alındığında, toplamda 1,5 ayı aşan kısım ve (6)
günlük izin hakkına göre, 30.12.2002 tarihinde terhise hak kazandığı
bilirkişi incelemesiyle belirlenen sanığın, belirtilen nedenle askerlik
hizmetinden sayılmayan (39) günü düşülmediğinde, aynı dönem
arkadaşları gibi 21.11.2002 tarihinde terhise tâbi olması; bu durumu
telefonla öğrendiği için birliğine dönmediğine ilişkin savunmasının,
geçici görevle emrinde bulunduğu tanık J.Bnd.Üçvş. İ.S. tarafından
doğrulanması, askerlik hizmeti hesabını bilmesi kendisinden
beklenmeyen sanığın, her seferinde sevk belgesine dayalı aldığı istirahat
raporlarının, birlik komutanlığınca sıhhî izin belgesine dönüştürülerek
memleketine gönderilmesi, dosyaya yansıyan belgelere göre yukarıda
belirtildiği gibi, terhis işlemi yapılan sanık hakkında izin tecavüzü suçuna
ilişkin ilk işlemin suç tarihinden bir yıl sonra; 11.12.2003 tarihinde
yapılması karşısında, suç kastı kesin olarak ortaya konulamayan sanık
hakkında, askerî mahkemece kurulan beraet hükmü yerinde görülmüş,
Askerî Yargıtay Başsavcılığınca ileri sürülen; sanığın telefonla
görüştüğünü söylediği yazıcı Ercan’ın dinlenilmemesinin noksanlık
oluşturduğuna ilişkin itiraz, adı geçenin tanık olarak ifadesine
başvurulmasının, mevcut duruma ve kabule bir katkısı bulunamayacağı
düşüncesiyle, kurulumuzca kabul görmemiştir. Ancak, Askerî Yargıtay
Başsavcılığının itirazına atfen Askerî Yargıtay 1’inci Dairesinin esastan
bozma kararının kaldırılmasına, sanık hakkında verilen beraet kararında
usul ve esas yönlerinden kanuna aykırılık bulunmadığından onanmasına
karar verilmiştir.
50
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 66
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/90
K. No. : 2006/91
T.
: 20.4.2006
ÖZET
İstirahatını daha iyi şartlar altında, birliği dışında
geçirmek ve tedavisini sürdürmek düşüncesinde olmayan
sanığın, savunması, öğrenim durumu (üniversite terk) ve
birliğine telefon edilmiş olduğu birlikte gözetildiğinde, baştan
beri firar kastıyla hareket ettiği sonucuna varılması gerekir.
Rahatsızlığı sebebiyle Kıbrıs’taki birliğinden Ankara GATA
Hastahanesine sevk edilen sanığın, 20-23.12.2004 tarihleri arasında
hastahanede yatarak tedavi gördüğü, 23.12.2004 tarihinde kıt’ası
hastahanesinde takip ve tedavi edilmek üzere, on gün istirahatla kıt’asına
taburcu edildiği, Ankara-Mersin-Kıbrıs arası iki günlük dönüş yol süresi
sonunda birliğine dönmeyen sanığın, 2.1.2005 tarihinde Mersin Konak
Kısım Komutanlığına, 3.1.2005 tarihinde de birliğine katıldığı
anlaşılmaktadır.
Maddî olayın, yukarıda özetlenen şekilde gerçekleştiği konusunda
yargılama
makamları
arasında
herhangi
bir
uyuşmazlık
bulunmamaktadır. Uyuşmazlığın, istirahat süresi içerisinde birliğine
dönen sanığın suç kastına ilişkin olduğu görülmektedir.
Daire, savunmasında rahatsızlığını öne süren sanığın, henüz
istirahat süresi dolmadan birliğine dönmüş olması nedeniyle, suç işleme
kastıyla hareket etmediği sonucuna varırken; Başsavcılık, Kıbrıs’a olan
antipatisi nedeniyle birliğine dönmediğini ifade eden sanığın, suç işleme
kastıyla hareket ettiği görüş ve düşüncesini savunmaktadır.
TSK Personelinin Sağlık Muayene Yönergesinin 3’üncü
Bölümünün 2’nci maddesi; yirmi güne kadar istirahatlerde, personelin
gideceği adresi birliğine bildirmek ve komutanlığından izin almak koşulu
ile, istirahatlerini garnizon dışında bir yerde geçirebilecekleri
düzenlemesini içermektedir.
51
Bu şekilde istirahat alanların, birlik komutanlığından izin
almaksızın istirahat sürelerini kıt’aları dışında geçirmelerinin suç teşkil
edip etmediği ve suç sayıldığı takdirde, hangi suçu oluşturacağı
uygulamada tereddütlere ve farklı kabullere yol açmış, Askerî Yargıtay
Daireleri ve Daireler Kurulu kararları arasında oluşan içtihat aykırılıkları,
Askerî Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurulunun 12.4.1996 tarihli ve
1996/1-1 sayılı kararıyla giderilmiştir.
Bu kararda; erbaş ve erlerin, kıt’alarının bulunduğu garnizon
dışındaki askerî hastahanelerden aldıkları, kıt’asına taburcu kaydını
içeren yirmi güne kadar istirahat sürelerini, kıt’asına gitmeden veya
kıt’ası komutanlığından izin almadan memleketlerinde geçirmeleri
hâlinde, eylemlerinin firar suçunu oluşturacağı kabul edilmiştir. Bununla
birlikte, istirahatlerini birliği dışında geçirenler yönünden manevî
unsurun gerçekleşip gerçekleşmediği, her olayın özelliği, gerçekleşme
biçimi, failin kişiliği ve sair ayrıntılar göz önünde bulundurularak,
mahkemelerce serbestçe değerlendirilebilecektir. Dolayısıyla, bu tür
eylemlerde başlangıçtan beri suç kastı bulunmayan sanığın, istirahatını
birliği dışında geçirmesi hâlinde suçun oluşmadığına karar verilebilecek,
buna karşılık manevî unsur gerçekleşmiş ise, yani sanık firar kastıyla
hareket etmiş ve suç diğer unsurları itibarıyla da oluşmuş ise, suçun
başlangıç tarihî, hastahaneden taburcu edildiği tarihe, birliğine katılması
için tanınması gereken yol süresinin ilâvesi suretiyle belirlenecektir.
Dava konusu olayda, tedavi gördüğü GATA Hastahanesinden on
gün istirahatla taburcu edilen sanık, iki gün Ankara’da bir akrabasının
yanında kaldığını, akrabasının birliğine telefon ettiğini ve bölük
astsubayının sanığın hemen birliğine dönmesi gerektiğini söylediğini,
Kıbrıs’a olan antipatisi nedeniyle birliğine dönmek istemediğini, birkaç
gün Taşucu’nda ve Mersin’de kaldığını, banklarda yattığını ifade
etmektedir.
İstirahatını, daha iyi şartlar altında birliği dışında geçirmek veya
tedavisini sürdürmek düşüncesinde olmayan sanığın, savunması, öğrenim
durumu (üniversite terk) ve birliğine telefon edilmiş olduğu birlikte
gözetildiğinde, baştan beri firar kastıyla hareket ettiği sonucuna varılmış,
Başsavcılığın isabetli görülen itirazının kabulüne, Dairenin bozma
ilâmının kaldırılmasına ve dava dosyasının temyiz incelemesine devam
edilmek üzere Dairesine gönderilmesine karar verilmiştir.
52
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 66
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E. No. : 2006/746
K. No. : 2006/745
T.
: 9.5.2006
ÖZET
Sanık Astsubay, esasen 26.8.2004 Pazartesi günü
mesaiye gelmemek suretiyle, firar hâline girmiş ve bu
durumunu 27.4.2004 Salı günü de sürdürmüş iken, birlik
komutanlığınca, her defasında bir sonraki gün göreve
katılacağı beklentisi ve düşüncesiyle, firarının ilk iki gününde
mazeret izinli, diğer bir deyişle idarî izinli sayılarak, yoklama
defterine bu şekilde kayıt düşülmesi, kendisine TSK İzin
Yönetmeliğinin 10 ve 11’inci maddeleri kapsamında, mazeret
izni verilmiş olduğu anlamına gelmeyeceğinden, askerî
mahkemece, sanığın, 26 ve 27 Nisan 2004 tarihlerinde mazeret
izni aldığının ve 29.4.2004 tarihinden itibaren, izin tecavüzü
suçunu işlediğinin kabulüyle, ASCK’nın 66/1-b uyarınca
mahkûmiyetine karar verilmesi kanuna aykırıdır.
Sanık Dz.Eln.Bçvş. K.A.’nın, Ankara/Elmadağ Dz.K.K.lığı Harp
Kh. ve Mu.Eln.Tes. K.lığı emrinde görev yaparken,
22.4.2004 günü M.E.S. Grp.K.lığı elektronik branşı (24 saatlik)
vardiya nöbetini tuttuktan sonra, uygulama ve nöbet talimatı gereğince
48 saat süreyle nöbet istirahatine ayrıldığı, istirahatının bitiminden sonra
gelen, 25.4.2004 tarihinin Pazar (tatil) gününe rastladığı, 26.4.2004
Pazartesi günü mesaiye gelmesi gerekirken gelmemesi üzerine, kendisini
telefonla arayan aynı birlikte görevli Dz.Kd.Bçvş. T.A.’ya, eşi ile
problemleri olduğunu, ancak akşam saatlerinde mesaiye yetişmeye
çalışacağını beyan etmesi ve Kd.Bçvş. T.A.’nın durumu nöbet çizelgesini
yazan sanığın amiri ve Cih.Sis.Onr.Grp.K. olan Müh.Bnb. N.Y.’ye
iletmesi ve Bnb. N.Y.’nin, sanık başçavuşun mazeret izinli olarak
gösterilmesini emretmesi üzerine, sanığın birlik yoklama defterinde
mazeret izinli olarak gösterildiği,
53
Ertesi günü, 27.4.2004 tarihinde de, mesaiye gelmeyen sanık
Bçvş. K.K.’nın, aynı şekilde kendisini telefonla arayan Kd.Bçvş. T.A.’ya,
eşi ile ailevî problemlerini olduğunu beyan etmesi ve Kd.Bçvş. T.A.’nın
da, durumu yine Bnb. N.Y.’ye iletmesi ve Bnb. N.Y.’nin de, sanık
başçavuşun yine mazeret izinli olarak gösterilmesini emretmesi üzerine,
sanığın birlik yoklama defterinde bir kez daha mazeret izinli olarak
gösterildiği,
28.4.2004 Çarşamba günü de mesaiye gelmeyen sanığın, bu
tarihten itibaren firar hâlinde iken, aradan yedi tam gün geçtikten sonra
kendiliğinden gelip 6.5.2004 Perşembe günü birliğine katılarak göreve
başladığı,
Böylece, 28.4.2004-6.5.2004 tarihleri arasında temadi eden
(kesintisiz süren), kendiliğinden gelmekle son bulan ve ASCK’nın 66/1-a
ve 73’üncü maddeleri kapsamına giren “firar” suçunu işlediği,
anlaşılmıştır.
Hem hazırlık soruşturma aşamasında askerî savcılıkça, hem de
son soruşturma aşamasında askerî mahkemece tayin edilen, sanığı
muayene ederek dava dosyasını inceleyen iki ayrı psikiyatri uzmanı
bilirkişi tarafından, cezaî ehliyetini etkileyecek bir akıl hastalığı
bulunmadığından, adlî gözlem altına alınmasına gerek olmadığına dair
görüş bildirilmiş olması karşısında, sanığın, ailevî problemlerinden
dolayı depresyon geçirdiğine ve bu nedenle sağlıklı düşünüp karar
veremediği için birliğine katılmadığına dair temyiz sebepleri yerinde
görülmemiştir.
Sanık başçavuş, esasen 26.8.2004 Pazartesi günü mesaiye
gelmemek suretiyle firar hâline girmiş ve bu durumunu 27.4.2004 Salı
günü de sürdürmüş iken, birlik komutanlığınca, her defasında bir sonraki
gün göreve katılacağı beklentisi ve düşüncesiyle, firarının ilk iki gününde
mazeret izinli, diğer bir deyişle idarî (günlük) izinli sayılarak, yoklama
defterine bu şekilde kayıt düşülmesi, kendisine TSK İzin Yönetmeliğinin
10 ve 11’inci maddeleri kapsamında mazeret izni verilmiş olduğu
anlamına gelmeyeceğinden, askerî mahkemece, sanığın, 26 ve 27 Nisan
2004 tarihlerinde mazeret izni aldığının ve 29.4.2004 tarihinden itibaren
izin tecavüzü suçunu işlediğinin kabulüyle, ASCK’nın 66/1-b maddesi
uyarınca mahkûmiyetine karar verilmesi kanuna aykırı bulunmuştur.
54
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 66
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/147
K. No. : 2006/144
T.
: 22.6.2006
ÖZET
MSB yol süresi tablosuna göre: İçel-Eskişehir arasında
tanınması gereken yol süresinin 2 gün olduğu (gidiş-dönüş
1+1), ek olarak verilen 2 günlük yol süresinin ise, Kıbrıs’a
ulaşım şartlarından kaynaklandığı, yerleşik hâle gelen bu
uygulama bağlamında, 17+4 gün süreyle izne gönderilen
sanığın, 8.7.2005 günü saat 09.30’da nizamiyeden çıkarak
başladığı izninin, 29.7.2005 günü saat 09.30’da sona erdiği
açıktır. Yaygın ve yerleşik Askerî Yargıtay kararlarına göre,
Taşucu hudut kapısından çıkış saati, bu yolculuğunun
devamında birliğine katılan sanık bakımından, katılış tarih ve
saati olarak kabul edilmesi karşısında, 4.8.2005 günü saat
10.47’de Taşucu hudut kapısından çıkış kaydı bulunan sanığın
eyleminin, ASCK’nın 66/1-b maddesinde aranan (6) günlük
sürenin tamamlanması nedeniyle, izin tecavüzü suçunu
oluşturduğu açıktır. Belirtilen sürelere, Kıbrıs’tan yurda geliş
için tanınan ek süre de dâhil edildiğinden, ayrıca Kıbrıs’tan
hangi saatte uçakla ayrıldığının araştırılmasına gerek yoktur.
Kıbrıs’taki birliğinden 8.7.2005 tarihinde Eskişehir adresine,
17+4 gün yol süresiye izine gönderilen sanık Tnk.Er T.K.’nın, 8.7.2005
günü saat 09.30’da nizamiyeden çıkarak birliğinden ayrıldığı, aynı gün
saat 13.24’de uçakla Ankara’dan yurda giriş yaptığı, 4.8.2005 tarihinde
saat 10.47’de Mersin Taşucu hudut kapısından çıkış yaptığı belirlenen
olayda,
55
MSB yol süresi tablosuna göre, İçel-Eskişehir arasında tanınması
gereken yol süresinin, 2 gün olduğu (gidiş-dönüş 1+1), ek olarak verilen
2 günlük yol süresinin ise, Kıbrıs’a ulaşım şartlarından kaynaklandığı,
yerleşik hâle gelen bu uygulama bağlamında, bundan yararlandırılan
sanığın, 8.7.2005 günü saat 09.30’da nizamiyeden çıkarak başladığı
izninin, 29.7.2005 günü saat 09.30’da sona erdiği açıktır. Yaygın ve
yerleşik Askerî Yargıtay kararlarına göre (Askerî Yargıtay Daireler
Kurulunun 29.6.2000/133-133, 8.1.2004/7-3; 1’inci Dairesinin 10.1.2001
/9-8; 3’üncü Dairesinin 4.11.2000/739-736 gün ve E.K. sayılı kararları
gibi), Taşucu hudut kapısından çıkış saati, bu yolculuğunun devamında
birliğine katılan sanık bakımından, katılış tarih ve saati olarak kabul
edilmesi karşısında, 4.8.2005 günü saat 10.47’de Taşucu hudut
kapısından çıkış kaydı bulunan sanığın eyleminin, ASCK’nın 66/1-b
maddesinde aranan (6) günlük sürenin tamamlanması nedeniyle, izin
tecavüzü suçunu oluşturduğu açıktır. Belirtilen sürelere, Kıbrıs’tan yurda
geliş için tanınan ek süre de dâhil edildiğinden, ayrıca Kıbrıs’tan hangi
saatte uçakla ayrıldığının araştırılmasına gerek yoktur. 1’inci Dairenin bu
yönde noksan soruşturma bulunmadığından, mahkûmiyetin onanmasına
ilişkin ilâmına yönelik Başsavcılığın itirazının reddine karar verilmiştir.
56
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 66
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/174
K. No. : 2006/177
T.
: 23.11.2006
ÖZET
Birlik komutanlığınca 31.3.2006 tarihinde aynı yerdeki
birlik revirine sevk edilen ve yapılan muayenesi sonunda
kendisine dört gün istirahat verilen sanık P.Uzm.Çvş.
Ü.K.’nın; amirinden izin almaksızın garnizon dışına çıkıp,
istirahat süresi sonunda birliğine katılmayarak, 13.5.2006
tarihinde yakalanması şeklinde gelişen eylemi firar suçunu
oluşturmaktadır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken sorun; sanığın eyleminin firar suçunu mu, yoksa
izin tecavüzü suçunu mu oluşturduğudur.
Daire; sanığın eyleminin izin tecavüzü suçunu oluşturduğunu
kabul ederken, Başsavcılık; eylemin firar suçunu oluşturduğunu ileri
sürmektedir.
Dosyadaki delil durumuna göre, sanık P.Uzm.Çvş. Ü.K.’nın
davaya konu olan eyleminin, 31.3.2006 tarihinde birlik revirine sevk
edilip, yapılan muayenesi sonunda kendisine dört gün istirahat
verilmesinden sonra, amirinden izin almaksızın garnizon dışına çıkıp,
istirahat süresi sonunda da birliğine katılmayarak, 13.5.2006 tarihinde
yakalanması şeklinde geliştiğinde kuşku bulunmamaktadır.
Uzman çavuş statüsünde bulunan sanığın hizmet koşulları, görev
ve hakları, yükümlülükleri yönlerinden tâbi olduğu 3269 sayılı Uzman
Erbaş Kanununun 6’ncı maddesinde; uzman erbaşların astlık üstlük
münasebetleri, disiplin ve cezaî müeyyideler ve yargılama usulü
bakımından er ve erbaşlarla aynı hükümlere tâbi oldukları temel ilke
olarak benimsenmiştir. Aynı Kanunun “Tedavi” başlıklı 10’uncu
maddesinde, uzman erbaşların tedavileri konusunda da TSK İç Hizmet
Kanunun hükümlerinin uygulanacağı vurgulanarak, ayrık hükümlere yer
verilmiş; “Çalışma saatleri ve ikamet” başlıklı 14’üncü maddesinde ise;
57
uzman erbaşlardan isteyenlerin TSK İç Hizmet Kanununun bu konudaki
hükümleri saklı kalmak koşulu ile, gece evlerine gidebilecekleri
düzenlenmiştir.
Diğer taraftan; Türk Silâhlı Kuvvetleri Personelinin Sağlık
Muayene Yönergesi (MY:33-2 A)’nin, “Genel Esaslar” başlıklı Birinci
Bölümünün “Kapsam” başlıklı 2’nci maddesinde; Yönerge’nin, “Uzman
Erbaşlar”ı da kapsadığı belirtilmiş olup, dava ile ilgili bulunan “İstirahat
ve hava değişimi süresi ile geçirileceği yer” konusu, “İlkeler” başlıklı
Üçüncü Bölümün 2’nci maddesinde ayrıntılı bir şekilde düzenlenmiştir.
Anılan Yönergenin Üçüncü Bölüm 2’nci maddesinin (a)
fıkrasında; TSK Personeline (erbaş ve erler dâhil) verilecek istirahatlerin
süreleri ve bunları vermeye yetkili kurul ve kişiler; (b) fıkrasında;
raporların onay makamları; (c) fıkrasında; ilk 20 güne kadar alınan
raporlardan sonra alınacak raporların geçerli olabilmesi için sağlık
kurulundan alınması gerektiği; (d) fıkrasında; 20 güne kadar alınan
istirahatlarde, personelin (erbaş ve erler dâhil) gideceği adresi birliğine
bildirmek ve komutanlığından izin almak koşulu ile, istirahatini garnizon
dışında bir yerde geçirilebilecekleri; (e) fıkrasında; 20 günden fazla
istirahat veya hava değişimi raporlu bulunan erbaş ve erlerin
memleketlerine gönderilecekleri; (f) fıkrasında ise; subay, astsubay,
askerî hemşire, uzman erbaş, uzman jandarma çavuş ve sivil memurların
aldıkları istirahat ve hava değişimlerini yol giderleri kendilerinden olmak
üzere, İzin Yönetmeliği hükümlerine göre izin verme yetkisi olan disiplin
amirlerine ve garnizon komutanlıklarına, bulunacakları adresleri ve
ileride olacak adres değişikliklerini bildirmek koşulu ile istedikleri yerde
geçirebilecekleri ilkelerine yer verilmiştir.
Subay, astsubay, uzman jandarma ve uzman erbaşlar hakkında
düzenlenen tabip raporlarında
belirtilen
istirahat
sürelerini
komutanlıklarından izin almaksızın garnizon dışında bir yerde
geçirmeleri, istirahat süresince kendilerine her hangi bir görev
verilmesinin söz konusu olmaması nedeniyle, eylemlerinin disiplin
tecavüzü olarak değerlendirildiği yargısal kararlarda ve uygulamada
kabul edilmektedir. Ancak, yukarıda sayılan asker kişilerin belirtilen
nitelikteki eylemlerinin disiplin tecavüzü olarak değerlendirilmesi,
istirahat süresini takip eden ilk çalışma gününün başlangıcında
görevlerine katılmamaları hâlinde, komutanlıklarından izin alarak
ayrıldıklarının kabulü ile, bu duruma bağlı olarak eylemlerinin izin
tecavüzü olarak vasıflandırılmasına kanunî olanak bulunmamaktadır.
58
Zira, ortada TSK İç Hizmet Kanunu ve Yönetmeliği ile İzin
Yönetmeliğinde öngörülen usul ve esaslara uygun olarak verilmiş bir izin
olmadığı gibi, istirahat ve hava değişimi süresi ile geçirileceği yer
konusunun özel ve ayrıntılı olarak düzenlendiği yukarıda belirtilen
Yönergede açıkça belirtildiği şekilde, gidilecek adres birliğe
bildirilmemiş ve komutanlıktan da izin alınmamıştır. İlgili tabip
tarafından düzenlenen ve istirahat içeren raporun bu hâliyle izin belgesi
olarak kabulü de olanaklı değildir.
Yine, İzin Yönetmeliğinde sayılan yıllık ve mazeret izinleri ile
aynı nitelikte bulunmayıp, personelin kanunî izin hakkından düşülmeyen,
ancak TSK İç Hizmet Kanununun değişik maddelerinde düzenlenip
uygulamada da görülen, günlük şehir içi izni, evci izni, vardiya izni,
nöbet izni gibi izinlerden süresi sonunda dönülmemesi hâlleri dahi Askerî
Yargıtayın yerleşik içtihatları (Örneğin, As.Yrg.İçt.Brl.Krl.’nun
16.12.1949 tarihli ve 1112-2331 sayılı, As.Yrg. Drl.Krl.’nun 15.2.1963
tarihli ve 3448-38 sayılı, 25.9.1964 tarihli ve 76-89 sayılı 14.4.1988
tarihli ve 1988/78-44 sayılı, 22.2.1990 tarihli ve 1990/33-31 sayılı
kararları) karşısında firar suçunu oluştururken; birliğinin bulunduğu
yerdeki hastahane veya tabip tarafından usulüne uygun istirahat raporu
düzenlenmiş olsa dahi, yasal gerekleri yerine getirmeden kıt’asından
veya görev yerinden ayrılan asker kişilerin, izin alarak ayrıldığının
kabulü ile istirahat süresi sonunda katılmamaları şeklindeki eylemlerinin
izin tecavüzü olarak nitelendirilmesi hakkaniyete de uygun
düşmemektedir. Askerî usul ve kurallara aykırı davranışta bulunan asker
kişilerin, yasal dayanaktan yoksun davranışlarının hukukî himaye
görmesi de düşünülemez. Kaldı ki, asker kişilerin, önceden plânlanmış ve
düzenlenmiş olsa dahi, izin belgelerini almadan kıt’alarından veya görev
mahallerinden ayrılmaları şeklindeki eylemlerinin firar suçunu
oluşturduğu kabul edilmektedir (Örneğin, As.Yrg. 2’nci Dairesinin
1.11.1962 tarihli ve 2656-2638 sayılı kararı).
Diğer taraftan; “Firar ve cezası” başlığı altında düzenlenen
ASCK’nın 66’ncı maddesinde firar suçunun oluşumu açısından “özür”
unsuruna yer verilmemiş iken, izin tecavüzü suçu yönünden “özürsüz
olarak gelmemek” hâli bu suçun oluşumu açısından ana unsur olarak
öngörülmüş, ancak, her iki suç da aynı cezaî yaptırıma tâbi tutulmuştur.
Kanun koyucu bu suçlarla askerî sadakat, görev ve hizmetin üstünlüğü,
disiplinin sağlanması gibi hukukî menfaatleri korumayı amaçlamış olup,
59
izin tecavüzü suçunun oluşumunda “özür” unsuruna da yer verilmiş
olması karşısında, aynı sonuçları doğuran bu tür eylemler
nitelendirilirken, kıt’alarından veya görev yapmakta oldukları yerlerden
usulüne uygun olarak izne gönderilmiş olma hâli, kanun koyucunun
amacını aşacak şekilde geniş yorumlanmamalıdır.
Açıklanan nedenlerle; birlik komutanlığınca 31.3.2006 tarihinde
aynı yerdeki birlik revirine sevk edilen ve yapılan muayenesi sonunda
kendisine dört gün istirahat verilen sanık P.Uzm.Çvş. Ü.K.’nın;
amirinden izin almaksızın garnizon dışına çıkıp, istirahat süresi sonunda
birliğine katılmayarak, 13.5.2006 tarihinde yakalanması şeklinde gelişen
eyleminin firar suçunu oluşturduğu sonucuna varıldığından; Başsavcılık
itirazının kabulü ile eylemin izin tecavüzü suçunu oluşturduğu yönündeki
Daire kararının kaldırılmasına, diğer yönlerden temyiz incelemesine
devam olunmak üzere dava dosyasının Daireye iadesine karar verilmiştir
(As.Yrg.Drl.Krl.’nun 23.12.1999 tarihli ve 1999/175-241 sayılı kararı da
aynı yöndedir).
NOT : Ayrıca, bu maddeyle ilgili olarak Askerî Yargıtay
Daireler Kurulunun 27.4.2006 tarih ve 2006/94-98 sayılı içtihadına
bakınız. (Sayfa 609-610)
60
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 67
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/29
K. No. : 2006/25
T.
: 2.2.2006
ÖZET
Sanığın, 24.2.2000 tarihinde emekliliğini istediği,
29.2.2000-31.3.2000 tarihleri arasında izinli olduğu ve
emekliliğinin 24.3.2000 tarihinde onaylandığı gözetildiğinde,
olayın özel koşulları nedeniyle, 13.3.2000-17.3.2000 tarihleri
arasında yurt dışı izni almaksızın Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyetine giden sanığın, suç işleme kastı ile hareket ettiği
söylenemeyeceğinden, hakkında kurulan beraet hükmünün
onanmasına ilişkin Daire ilâmında isabetsizlik görülmemiştir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, sanığın hangi ülkeye gittiği
konusunda noksan soruşturma bulunup bulunmadığı konusundadır.
Daire, sanığın yurt dışına çıktığının kendi beyanı ve resmî
kayıtlardan anlaşılması karşısında, Kıbrıs’a giriş-çıkış kayıtlarının
araştırılmasına gerek bulunmadığını kabul ederken; Başsavcılık, sanığın
hangi ülkeye gittiği tespit edilmeden hükme varılmasında noksan
soruşturma bulunduğu görüşünü öne sürmektedir.
Suç tarihinde yürürlükte bulunan ASCK’nın 67’inci maddesi; “1.
Aşağıda yazılı askerî şahıslar, yabancı memlekete kaçmış sayılarak...
hapsolunurlar.
A) İzinsiz vatan hudutlarından dışarı çıkan askerî şahıslar
gaybubetleri gününden üç gün sonra;
...” şeklinde iken, 22.3.2000 tarihli ve 4551 sayılı Kanunla; “
Aşağıda yazılı fiilleri işleyen asker kişiler, yabancı ülkeye kaçmış
sayılarak cezalandırılırlar.
61
B) Herhangi bir nedenle izinli olsa dahi, yabancı ülkeye gitme
müsaadesi bulunmaksızın ülke sınırları dışında üç günü geçirenler.
...” şeklinde değiştirilmiş, 22.1.2004 tarihli ve 5083 sayılı
Kanunla da maddenin birinci fıkrasında yazılı cezanın alt sınırı
indirilmiştir.
Yabancı ülkeye firar suçunun maddî unsuru, izinsiz vatan
hudutlarından dışarı çıkmak ve orada en az üç günlük süreyi geçirmiş
olmaktır. Maddî unsur açısından hiç izin almadan kıt’asından yurt dışına
kaçmakla, yurt içinde kullanmak amacıyla izin alıp, bu iznini yurt dışında
geçirmek arasında fark bulunmamaktadır. Yurt dışına çıkış müsaadesi
olmadan, ister yurt içi izin almak, isterse kıt’asından izinsiz ayrılmak
suretiyle yasal (pasaportla) veya yasa dışı yollardan yurt dışına çıkan ve
yasanın öngördüğü süreden fazla yurt dışında kalan asker şahıs, sınıfı ve
rütbesi ne olursa olsun, yabancı ülkeye firar suçunu işlemiş olur. Uyum
ve kararlılık gösteren Askerî Yargıtay kararlarında konu bu şekilde
vurgulanmış, yetkili makamlardan yurt dışına çıkış müsaadesi almadan
(yurt dışı izni), yasal (pasaportla) veya yasa dışı yollarla üç günlük süreyi
geçirmenin yabancı ülkeye firar suçunu oluşturacağı kabul edilmiştir
(Drl.Krl.’nun 17.1.1991 tarihli ve 27-12 sayılı, 21.11.1991 tarihli ve 152150 sayılı, 19.12.2002 tarihli ve 101-101 sayılı kararları bu doğrultuda
bulunmaktadır).
Yurt dışı izinlerin hangi makamlar tarafından verileceği 926 sayılı
TSK Personel Kanununun 127’nci maddesinde düzenlenmiş
bulunmaktadır. Buna göre; Türk Silâhlı Kuvvetleri personelinden general
ve amirallere Genelkurmay Başkanlığınca, diğer personelden
Genelkurmay Başkanlığına bağlı olanlara Genelkurmay Başkanlığınca,
Millî Savunma Bakanlığına bağlı olanlara Millî Savunma Bakanlığınca,
Kuvvet Komutanlıkları ile Jandarma Genel Komutanlığına bağlı olanlara
Kuvvet Komutanlıkları ve Jandarma Genel Komutanlığınca yurt dışı izni
verileceği hükme bağlanmıştır. Ayrıca, yurt dışı izinlerin verilme şekline
ilişkin prosedür TSK İzin Yönetmeliğinin 14’üncü ve müteakip
maddelerinde ayrıntılı olarak düzenlenmiştir. Yönetmeliğin 15’inci
maddesi, izin evrakının izin tarihinden en az bir ay önce personele yurt
dışı izni vermeye yetkili komutanlıkta bulundurulacağı hükmünü
içermektedir.
62
Bütün bu düzenlemeler birlikte değerlendirildiğinde, sanığın
görev yaptığı yer itibarıyla bağlı olduğu Genelkurmay Başkanlığından
yurt dışına çıkmak için izin almadan, ülke sınırları dışına çıktığı ve
burada üç günden fazla bir süreyi geçirdiği ikrarı ve Emniyet Genel
Müdürlüğü kayıtlarından anlaşılmaktadır. Böylece, yüklenen suçu maddî
unsuru yönünden oluştuğu konusunda duraksama bulunmamaktadır.
Sanığın Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetine gittiği konusundaki
savunmasının mahkemece araştırıldığı, ülkemize giriş çıkış yapan
şahısların hangi ülkeye gittikleri konusunda kayıt tutulmadığının, THY
uçuş bilgilerinin de 36 ay muhafaza edildiğinin belirtildiği
saptandığından, izinsiz olarak yurt dışına çıkan ve üç günden fazla bir
süreyi ülke sınırları dışında geçiren sanığın hangi ülkeye gittiğinin
araştırılmasının bir öneminin bulunmadığı sonucuna varılmıştır.
Yabancı ülkeye firar suçu genel kasıtla işlenebilen şeklî bir suç
olup, failin suç işlemedeki saiki suçun oluşup oluşmadığına ilişkin
değerlendirmede dikkate alınmamaktadır. Genel kast ise; suçun kanunî
tanımındaki unsurların bilerek ve isteyerek gerçekleştirilmesidir.
24.2.2000 tarihinde emeklilik dilekçesi veren sanığın 29.2.200031.3.2000 tarihleri arasındaki izinli olduğu ve emekliliğinin 24.3.2000
tarihinde onaylandığı gözetildiğinde; emekli olma iradesini açıkça ortaya
koyan, emekliliğine yasal engel bulunmayan ve istemi kısa bir süre sonra
onaylanan sanığın, yurt dışına çıkmak için izin almasındaki fiilî
imkânsızlığın yanında, olayın özel koşulları nedeniyle suç işleme kastıyla
hareket ettiği söylenemeyeceğinden, kurulan beraet hükmünün
onanmasına ilişkin Daire ilâmında isabetsizlik görülmemiş ve
Başsavcılığın itirazının reddine karar verilmiştir.
63
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 67
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/159
K. No. : 2006/159
T.
: 13.7.2006
ÖZET
Yurt dışına çıkış izin isteğinin uygun görülmediğine dair
yazının, 6.9.2004 günü Esenboğa-İstanbul-Budapeşte güzergâhını
takiple, saat 07.55 uçağı ile İstanbul’dan hareket edip aynı gün saat
09.15’de Budapeşte’ye giderek, tebliğ sunduğu konferansa katılması
nedeniyle, yurt dışında bulunan sanığın kendisine tebliğ edilemediği
olayda, kursa katılan ve konferansın kendisiyle ilgili sunum
kısmından sonra, sonucunu beklemeden yurda dönen sanığın,
yabancı ülkeden hemen ayrılma istek ve olgusu da dikkate
alındığında, suç kastı bulunmadığı sonucuna ulaşılması gerekir.
GATA K.lığı Acil Tıp A.D. Başkanlığında Anestezi Doçenti olan
sanık Dz.Tbp.Alb. H.T.’nin, 6-11 Eylül 2004 tarihleri arasında Budapeşte
/Macaristan’da yapılacak olan İleri Yaşam Desteği (ölüm hâlinde bir
hastanın yeniden canlandırılması) kursu ile, 8’inci Avrupa Resusitasyon
Konferansına (European Resuscitain Concil) katılma isteğinin, bu
organizasyon tarafından kabul edilmesi üzerine, 12.7.2004 tarihinde 6-11
Eylül 2004 tarihlerinde izinini Macaristan’da geçirmek için, yurt dışı izin
isteminde bulunduğu, bu başvurusu, Gülhane Askerî Tıp Fakültesi
Dekanlığı ve TSK Sağlık Komutanlığınca uygun görülerek, 27.7.2004
tarihinde Genelkurmay Başkanlığı Merkez Daire Başkanlığına iletilen
sanığın, 3.8.2004 tarihli yazı ile yurt dışına çıkmasında sakınca bulunup
bulunmadığına ilişkin yazıya, 17.8.2004 tarihli; Dz.K.K.lığı Per.D.
Bşk.’lığınca olumsuz kanaat içeren yazıyla cevap verilmesinden sonra,
Genelkurmay Başkanlığı Merkez Daire Başkanlığının 25.8.2004 tarihli
yazısıyla, “yurt dışı izin isteğinin TSK İzin yönetmeliği gereğince uygun
görülmediği”nin TSK Sağlık Komutanlığına bildirildiği, buna ilişkin
evrakın, habercisi aracılığıyla GATA’ya gönderildiği; 3.9.2004 tarihinde
(Cuma günü saat 15.00 sıralarında) GATA Personel Şube Müdürlüğüne
64
ulaşan yazının, 6.9.2004 tarihinde GATA K.lığı Kurmay Başkanlığının
imzasıyla Acil Tıp A.D. Başkanlığına gönderildiği ve 8.9.2004 tarihinde
sanığın görev yaptığı Acil Tıp Kliniğine ulaştığı, ancak, 6.9.2004 günü
Esenboğa-İstanbul-Budapeş’te güzergâhını takiple; saat 07.55 uçağı ile
İstanbul’dan hareket edip, aynı gün saat 09.15’de Budapeşte’ye varması,
yukarıda sözü edilen kurs ve tebliğ sunduğu konferansa katılması
nedeniyle, yurt dışında olduğundan “yurt dışı izin isteğinin uygun
görülmediğine ilişkin yazının” kendisine tebliğ edilemediği, 10.9.2004
günü saat 16.45’de Budapeşte’den uçakla hareket eden sanığın, aynı gün
saat 19.34’de İstanbul Atatürk Hava Limanından yurda giriş yaptığı
belirlenen olayda,
926 sayılı TSK Personel Kanunun 127’nci maddesine göre,
Genelkurmay Başkanlığına bağlı görev yeri nedeniyle, yurt dışına izine
gitmesi ancak Genelkurmay Başkanlığının uygun görmesi hâlinde
olanaklı bulunan sanığın, böyle bir onayı elde etmeksizin yabancı bir
ülkeye gittiği ve Türkiye sınırları dışında üç günü geçirmek şeklindeki
eylemi, “herhangi bir nedenle izinli olsa dahi, yabancı ülkeye gitme
müsaadesi olmaksızın ülke sınırları dışında üç günü geçirenler.” şeklinde
düzenlenen (A) fıkrasına da gönderme yapan; ASCK’nın 67/1’inci
maddesindeki, “Yabancı Ülkeye firar” suçunun maddî unsurunu
oluşturduğunda duraksama yok ise de;
6-11 Eylül 2004 tarihleri arasındaki (kullanmak istediği) yurt dışı
izin talebini, 12.7.2004 tarihli dilekçesiyle bildiren ve bu istemi yukarıda
belirtilen yazılar ekinde 27.7.2004 tarihinde kendisine izin vermeye
yetkili komutanlık olan Genelkurmay Başkanlığına 40 gün öncesinde
ulaşan sanığın isteminin, TSK İzin Yönetmeliğinin 15’inci
maddesindeki; izin evrakının, izin tarihinden en az bir ay önce personele
yurt dışı izin vermeye yetkili komutanlıkta bulundurulacağına ilişkin
hükme uygun olması,
GATA tarafından resmî bir sıfatla görevlendirilmemekle birlikte,
katılacağı; uzmanlığı ile ilgili (Anestezi) uluslararası bilimsel kurs ve
bildiri sunacağı konferans nedeniyle, uçak ve otel rezervasyonu ile, bu
organizasyonla ilişkileri bağlamında izin onayını bekleyen sanığın, yurt
dışı izinle ilgili evrakta görevli (Genkur. Bşk.lığı Mrk.D.Bşk.lığında)
Svl.Me. M.Y.’nin, sonuncusu 24.8.2004 tarihinde olmak üzere sanığın
evrakını sormak için birçok kez kendisini aradığını doğrulaması,
gerekçeli kararla belirtilen bir kısım çelişkili beyanlarına karşın, sanığın
izin isteğinin reddinden sonraki süreçte telefon etmediğini, kendisinin de
onu arayıp bunu bildirmediğini söylemesi,
65
3.9.2004 Cuma günü saat 15.00 sıralarında evrakı GATA
personel kısmına ulaşan sanığın, telefonla amirine ulaşılamadığı ifade
edilmekle birlikte, sanıkla aynı yerde görev yapan başka birine veya o
gün ameliyathanede görev yapan sanığa bu durumun bildirilmemesi,
Yurt dışı izin plânında ve GATA Acil Tıp Anabilim Dalı Başkanı
Prof.Op.Dr. T.Ö.’nün muvafakat anlamında imzasını içeren ve başkanlık
kaydına giren, izin istek formunda açıkça izine ayrıldığı tarihin 6.9.2004
olarak yer alması, tanık T.Ö.’nün, sanığın yurt dışı izninin onaydan
çıktığını ilgili memurdan öğrendiğini söylemesi üzerine, bu belgeyi
imzaladığını beyan etmesi,
Sanığın günlük personel yoklamasında 6-24 Eylül 2004 tarihleri
arasında izinli gösterilmesi,
Yukarıda açıklandığı gibi; 12.7.2004 tarihli yurt dışı izin istek
dilekçesi, 27.7.2004 tarihinde Genelkurmay Başkanlığına ulaşan sanığın,
evrakının geri dönüşünde; 25.8.2004 tarihli yazı ile buradan gönderilerek,
8.9.2004 tarihinde görevli olduğu birime ulaşmasında geçen sürenin aynı
olması (15 gün), sanığın bu sürece müdahale ettiğine ilişkin herhangi bir
kanıt bulunmaması birlikte değerlendirildiğinde, sanığın yurt dışı izin
isteminin reddedildiğini bilerek ve evrakın dönüş sürecinin gecikmesini
sağlayarak yurt dışına çıktığına ilişkin kabulle, sanığın suç kastının
bulunduğuna ilişkin direnme gerekçesi yerinde görülmemiştir. Diğer
taraftan, 24.8.2004 tarihinden sonra evrakını sormayan sanığın, bu
davranışının, aksi kanıtlanamayan savunmasına göre, bu tarihte ilgili
memurla
görüşmesinde
onayının
çıktığını
öğrenmesinden
kaynaklanabilmesi (uçak biletini de aynı gün aldığından) olasılığına yer
verilmeksizin, aksine; izin isteminin reddedildiğini öğrenmesine
bağlayan kabul de, “şüpheden sanık yararlanır” ilkesiyle
bağdaşmamaktadır. Kursa katılan ve konferansın kendisiyle ilgili sunum
kısmından sonra sonucunu beklemeden yurda dönen sanığın, yabancı
ülkeden hemen ayrılma istek ve olgusu, ayrıntısı yukarıda yazılı
tespitlerle birlikte değerlendirildiğinde; sanığın suç kastı ile hareket
etmediği sonucuna ulaşılmıştır.
66
Askerî Yargıtay Daireler Kurulu,
29.4.1999/111-87 gün ve sayılı kararında; “...15.8.1994-30.9.1994
tarihleri arasında özel bir şirkette staj yaptığı izlenimini veren Müh.Tğm.
sanığın, izin almaksızın 22.8.1994 tarihinde Almanya’da yaşayan
ailesinin yanına gidip 22.9.1994-6.10.1994 tarihleri arasında burada bir
klinikte tedavi gördükten sona yurda döndüğü...”
2.2.2006/29-25 gün ve sayılı kararında; “...Genelkurmay İstihkâm
Daire Başkanlığı emrinde görevli iken, 24.2.2000 tarihinde emeklilik
dilekçesi veren Müh.Yb. sanığın, 29.2.2000-31.3.2000 tarihleri arasında
izinli olduğu sırada yurt dışı izin onayı olmaksızın, 13-17 Mart 2000
tarihleri arasında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne gittiği, emekliğinin
24.3.2000 tarihinde onaylandığı...” örnek gösterilebilecek olaylarda
sanıkların yabancı ülkeye firar suçlarının kasıt yönünden oluşmadığına
karar vermiştir.
Somut olayda, suç kastının bulunmadığı sonucuna ulaşan Daire
kararına aksi görüşle askerî mahkemece direnilmesi, doğal ve yasal bir
hak olmakla birlikte, direnme gerekçesindeki; “...yerleşik Askerî
Yargıtay içtihatlarındaki izin belgesi olmaksızın birlikten veya birliğinin
bulunduğu garnizondan ayrılmakla firar suçunun oluşacağı ve bu suçun
mazeret kabul etmediği görüşü ile çeliştiği için, yerleşik Askerî Yargıtay
içtihatlarında yer alan bu ilkeden, Doç.Dz.Tbp.Alb. H.T. yönünden
vazgeçilmesinin, objektif ve haklı bir nedeni olmadığından itibar
edilmemiştir...” şeklinde kişiye özel bir koruma yapılıyormuş izlenimini
çağrıştırabilecek yazım biçiminin, maksadını aşan ifadeler olduğu
değerlendirilerek, gerekçeli kararların, kurum veya kişilerin saygınlığını
zedeleyici ifadelerden arınması; karar etiğine uygun olması gerektiğine
burada işaret edilmiştir.
Yukarıda açıklanan nedenlerle; yabancı ülkeye firar suçu kasıt
yönünden oluşmayan, sanık hakkında direnme ile kurulan mahkûmiyet
hükmünün esas yönünden bozulmasına karar verilmiştir.
67
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 68
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/87
K. No. : 2006/83
T.
: 30.3.2006
ÖZET
Firarda bulunduğu 25.8.2004-31.8.2004 tarihleri arasında,
kendiliğinden firar hâline son verme iradesini ortaya koyan herhangi
bir davranışı bulunmayan sanığın, gece saat 02.30 sıralarında
sokakta gezerken devriye görevi yapan polis ekibi tarafından
durdurularak, kimliğinin sorulması ve karakola götürülmesi
üzerine, birliğinden firar ettiğini söylemiş olması, firar durumuna
kendi serbest iradesi ile son verdiği anlamına gelmez.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, sanığın yakalanıp yakalanmadığına
ilişkin bulunmaktadır.
Daire, gece yarısı 02.30 sırlarında sokakta gezerken, devriye görevi
yapan güvenlik kuvvetlerince durdurularak sorgulanan sanığın, firar
durumuna kendi serbest iradesi ile son vermediği görüşünü kabul
ederken; Başsavcılık, dinlenilen tanıkların beyanlarına göre sanığın
yakalanmadığının anlaşıldığını öne sürmektedir.
Uyum ve kararlılık gösteren Askerî Yargıtay kararlarında
benimsendiği gibi, şeklî ve mütemadî suçlardan olan firar suçlarında
temadî ya iradî veya gayri iradî olarak sona erer. Temadinin iradî olarak
sona erdiğinin kabulü için, ilgilinin firar durumuna kendi serbest iradesi
ile son vermesi, yani kendiliğinden birliğine dönmesi veya bir askerî
birliğe veya resmî bir kuruluşa müracaat etmesi gerekmektedir.
Uygulamada birliğine veya resmî bir makama henüz teslim olmamakla
birlikte, failin kıt’asına dönmek veya teslim olmak istediği dış âleme
yansıyan davranışlarından anlaşılabiliyorsa, bu hâlde dahi birliğine
dönme kastının varlığı kabul edilmektedir.
68
Dava konusu olayda, 25.8.2004 tarihinde birliğinde firar eden
sanığın, 30.8.2004 tarihinde gece saat 02.30 sıralarında Adana’da sokakta
yürürken şüphe üzerine durdurulduğu ve kimliğinin sorulduğu, gerekli
araştırma ve inceleme yapılmak üzere, polis merkezine götürüldüğü,
yapılan araştırma sırasında yoklama kaçağı olarak arandığının saptandığı,
sanığın da birliğinden kaçtığını söylediği anlaşılmaktadır.
Kendiliğinden firar hâline son verme iradesini ortaya koyan
herhangi bir davranışı bulunmayan sanığın, gece saat 02.30 sıralarında
sokakta gezerken devriye görevi yapan polis ekibi tarafından
durdurularak, kimliğinin sorulması ve karakola götürülmesi üzerine,
birliğinden firar ettiğini söylemiş olması, firar durumuna kendi serbest
iradesi ile son verdiği anlamına gelmez. Bu nedenle; Askerî Yargıtay
Başsavcılığının itirazının reddine karar verilmiştir.
NOT : Ayrıca, bu maddeyle ilgili olarak Askerî Yargıtay 2’nci
Dairesinin 25.1.2006 tarih ve 2006/82-79 sayılı içtihadına bakınız. (Sayfa 607608)
69
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 70
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/132
K. No. : 2006/131
T.
: 1.6.2006
ÖZET
Üç sanığın, birliğe yakın gazino bahçesinde anî
müdahale mangası tarafından, beraber iken yakalandıkları
açık ise de, tek başlarına ve birbirinden habersiz olarak kışlayı
terk ettiklerine, ihtiyaç için yakındaki büfeye gittiklerinde
tesadüfen orada karşılaştıklarına, kışlaya girecekleri sırada,
nöbetçileri fark edip tel örgü boyunca yine büfe istikametine
gittikten kısa bir süre sonra, yanlarına gelen anî müdahale
mangası tarafından yakalanıp, birliğe getirildiklerine ilişkin
aksi kanıtlanamayan savunmalarına göre, olayda, “önceden
kararlaştırarak topluca kaçma” unsurundan yoksun olan,
sözleşerek firar suçunun oluştuğundan söz edilemez.
19.12.2003 günü yat yoklamasından sonra, saat 22.50 sıralarında 3
no.lu kule civarında tel örgülerden atlayarak birlik dışına çıktıkları, saat
23.40 sıralarında anî müdahale mangası tarafından kışla yakınında bir
gazino bahçesindeki büfe yanında yakalandıkları kabulüne dayanılarak;
sanıklar Ord.Çvş. A.S., Ord.Onb. M.M.K. ve Ord.Er S.B.’nin firar
suçundan mahkûmiyetlerine karar verildiği anlaşılmaktadır.
ASCK’nın 70/1’inci maddesinde; “ikiden ziyade askerî şahıslar
önceden kararlaştırarak toplu kaçarsa sözleşerek firar sayılır.” şeklinde
tanımlanan sözleşerek firar suçunun oluşumu için, ikiden fazla asker
şahsın bulunması, bunların, önceden firar konusunda anlaşmaları ve
topluca kaçmaları gerekmektedir. Yasada aranan sayıdaki sanığın, salt,
izinsiz olarak birlik dışında beraber olması sözleşerek firar suçunun
oluşumu için yeterli değildir, sanıkların, bunu, önceden kararlaştırıp
topluca kaçmaları gerekir. Yasanın bu açık düzenlemesi, Askerî
Yargıtayın yaygın ve yerleşik uygulamasıyla, somut olaylar ölçeğinde de
bu şekilde değerlendirilmiştir. Örneğin; Askerî Yargıtay Daireler
70
Kurulunun 25.5.2006 gün ve 2006/125-121 E.K. sayılı kararıyla;
önceden kararlaştırarak topluca kaçtıkları saptanamayan, ancak, izinsiz
olarak birliklerinden ayrılan beş kişiden oluşan erbaş ve erin, önce,
garnizon sınırları içerisinde beraberce içki içtikleri, kışlaya dönmeye
çekindikleri için, garnizonu terk edip geceyi il merkezinde bir otelde
geçirip, sonra buradan da ayrılıp İstanbul’a gittikleri, bir süre sonra da
beraberce birliklerine döndükleri olayda, sanıkların eylemlerinin
sözleşerek firar suçunu oluşturmadığı kabul edilmiştir.
Somut olaya dönüldüğünde; üç sanığın, birliğe yakın gazino
bahçesinde anî müdahale mangası tarafından beraber iken yakalandıkları
açık ise de, tek başlarına ve birbirinden habersiz olarak kışlayı terk
ettiklerine; ihtiyaç için yakındaki büfeye gittiklerinde tesadüfen orada
karşılaştıklarına; kışlaya girecekleri sırada nöbetçileri fark edip, tel örgü
boyunca yine büfe istikametine gittikten kısa bir süre sonra yanlarına
gelen anî müdahale mangası tarafından yakalanıp, birliğe getirildiklerine
ilişkin aksi kanıtlanamayan savunmalarına göre, olayda, “önceden
kararlaştırarak topluca kaçma” unsurundan yoksun olan sözleşerek firar
suçunun oluştuğundan söz edilemez. Askerî mahkemece, içeriğindeki
çelişkiye değinilmekle birlikte, tanıklar E.K. ve C.D.’nin, sanıkları tel
örgüden çıkarken görmediklerini beyan etmeleri karşısında, adı
geçenlerin ifadeleri de sonucu değiştirmeye yeterli bulunmadığından,
beraetleri gereken sanıklar hakkında sözleşerek firar suçundan direnme
ile kurulan mahkûmiyet hükümlerinin esas (sübut) yönünden
bozulmasına karar verilmiştir.
NOT : Ayrıca, bu maddeyle ilgili olarak Askerî Yargıtay Daireler
Kurulunun 25.5.2006 tarih ve 2006/125-121 sayılı içtihadına bakınız. (Sayfa
611-612)
71
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 77
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
2’nci Daire Kararı
E. No. : 2006/106
K. No. : 2006/102
T.
: 1.2.2006
ÖZET
Askerî Yargıtayın yerleşik karar ve uygulamalarında
“göz hapsi cezasında, infaz şartlarına uymamak” suçu, “sırf
askerî suç” niteliğinde olmadığından ve sabıkası bulunmayan
hükümlü hakkında “göz hapsi cezasında infaz şartlarına
uymamak” suçundan dolayı tayin olunan otuz günden az süreli
hürriyeti bağlayıcı cezanın, zorunlu olarak suç ve hüküm
tarihlerinde yürürlükte olan 647 sayılı Kanunun 4/2’nci
maddesi uyarınca paraya çevrilmesi gerekirken, bu hükmün
uygulanmaması kanuna aykırılık oluşturmaktadır.
Hükümlü J.Astsb.Bçvş. A.G. hakkında Güney Deniz Saha
Komutanlığı Askerî Mahkemesinin 10.11.2004 gün ve 2004/414-741
sayılı kararı ile, “müteselsilen göz hapsi cezasında infaz şartlarına
uymamak” suçundan, ASCK’nın 77/1, TCK’nın 80 ve 59/2’nci
maddeleri gereğince “yirmi dokuz gün hapis cezası” ile mahkûmiyetine
ilişkin 11.3.2005 tarihinde kesinleşen hükme, Millî Savunma Bakanınca
“otuz günden az süreli hürriyeti bağlayıcı cezanın zorunlu olarak para
cezasına ya da tedbirlerden birine çevrilmesi gerekirken,
çevrilmemesinin kanuna aykırılık oluşturduğu” belirtilerek, bozulması
için yazılı emirle bozma isteminde bulunulmuştur.
Hükümlünün göz hapsi cezasının infazı amacıyla, 20-27 Temmuz
tarihlerinde hizmet binasında bulunması gerekirken, bu süre içerisine
denk gelecek ve 21, 22, 23, 24 Temmuz 2003 tarihlerinde hizmetle bir
ilişkisi olmayacak şekilde, ailesi fertlerini kabul etmek suretiyle,
ASCK’nın 24’ncü maddesine aykırı hareket ettiği ve göz hapsi cezasının
72
infaz şartlarına uymadığı, bu suretle sanığın “müteselsilen göz hapsi
cezasında infaz şartlarına uymamak” suçunu işlediği kabul edilerek,
ASCK’nın 77/1, hüküm tarihinde yürürlükte olan 765 sayılı TCK’nın 80
ve 59/2’nci maddeleri uyarınca yirmi dokuz gün hapis cezası ile
mahkûmiyetine karar verilmiş ise de;
Askerî Yargıtayın yerleşik karar ve uygulamalarında “göz hapsi
cezasında, infaz şartlarına uymamak” suçu, “sırf askerî suç” niteliğinde
olmadığından ve sabıkası bulunmayan hükümlü hakkında, “göz hapsi
cezasında infaz şartlarına uymamak” suçundan dolayı tayin olunan otuz
günden az süreli hürriyeti bağlayıcı cezanın, zorunlu olarak suç ve
hüküm tarihlerinde yürürlükte olan 647 sayılı Kanunun 4/2’nci maddesi
uyarınca paraya ya da tedbire çevrilmesi gerekirken, hükümlü aleyhine
sonuç doğuracak şekilde, 647 sayılı kanunun 4/2’nci maddesinin
uygulanmaması kanuna aykırılık oluşturmaktadır. 1.6.2005 tarihinde
yürürlüğe giren 5237 sayılı TCK’nın kısa süreli hapis cezasına seçenek
yaptırımları düzenleyen, 50’nci maddesinde de (50/1, 2, 3’ncü fıkralar)
aynı düzenlemeye yer verilmektedir. Açıklanan bu nedenlerle,
mahkûmiyet hükmü bozmayı gerektirmiş, bozma nedeninin hükümlü
hakkında daha hafif cezanın uygulanmasını öngörmesi karşısında,
hükümlü hakkında yeni duruma göre ceza tayin edilmiştir.
73
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 79
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E. No. : 2006/138
K. No. : 2006/137
T.
: 1.2.2006
ÖZET
Sanığın savunmasında, olay günü kendini askerliğe
elverişsiz hâle getirmek maksadıyla bıçaklamadığını, bir anlık
girdiği bunalım neticesinde ve ne yaptığını bilecek durumda
olmaksızın gerçekleştirdiğini beyan etmiş olması, sanığın
askerliği süresince psikolojik rahatsızlığı nedeniyle, birçok kez
tedavi görmüş olması ve kendisine “antisosyal kişilik” tanısı
konması, birliğe ve arkadaşlarına uyum sağlayamaması
nedeniyle işlediği disiplin suçlarından, amirleri tarafından
birçok kez cezalandırıldığı, sanığın kendisini daha az risk ve
zarara sokacak suç işleme yöntemleri varken, vücudunun
değişik yerlerine altmışa yakın çizik atmasının mantıklı ve
bilinçli hareket eden bir insanın gerçekleştirebileceği davranış
tarzı
olmaması
birlikte
değerlendirildiğinde,
sanığın
askerlikten kısmen veya tamamen kurtulmak “özel kastıyla”
hareket ettiğini söylemenin mümkün olmadığı, keza bu hâliyle
eylemin müspet suçu oluşturacak nitelik ve ağırlıkta
bulunmadığı, en azından bu hususun dosya kapsamına göre
şüpheli kaldığının ve şüphenin sanık lehine yorumlanması
gerektiğinden, somut olayda; sanığın kendisini askerliğe
yaramayacak hâle getirme kastı ile hareket etmediği sonucuna
varıldığından, unsurları itibarıyla oluşmayan suçtan dolayı,
mahkûmiyet hükmü kurulması yasaya aykırıdır.
Askerî mahkemece; sanığın, 16.3.2003 tarihinde kendini askerliğe
elverişsiz hâle getirmeye tam teşebbüs suçunu işlediği kabul edilerek,
ASCK’nın 79/1, 765 sayılı TCK’nın 62 ve 59/2’nci maddeleri gereğince
sonuç olarak altı ay 20 gün hapis cezasıyla cezalandırılmasına,
23.6.2003-24.6.2003 tarihleri arasında adlî müşahede altında geçirdiği
74
sürelerin mahkûmiyet süresinden CMUK’un 74/son maddesi uyarınca
mahsubuna karar verilmiştir.
Hüküm, sanık tarafından yüklenen suçu işlemediği ve cezasının
paraya çevrilip ertelenmesi gerektiği belirtilerek, süresinde temyiz
edilmiştir.
Tebliğnamede, sanığın askerlikten kısmen veya tamamen
kurtulmak özel kastıyla hareket ettiğini söylemenin mümkün olmadığı
belirtilerek, hükmün esastan bozulması yönünde görüş ve düşünce
bildirilmiştir. Ayrıca 1.6.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı
TCK’nın 35’inci maddesi gereğince, teşebbüs hâlinde uygulanacak
indirim oranının, sanık lehine olması sebebiyle, uygulamadaki yasaya
aykırılığa işaret edilmiştir.
Yapılan incelemede, sanığın Merzifon Tafics İşl. ve Kont.Bl.
K.lığı emrinde askerlik hizmetini yapmakta iken, 16.3.2003 günü yazı
yazmayı bilmediğinden, mektup yazdırmak amacıyla başka bir bölükte
görevli olan arkadaşının yanına gitmek için astsubayından izin istediği,
bölük nöbetçi astsubayının kendisine “kendi mektubunu kendin yaz”
diyerek izin vermediği, bunun üzerine morali bozulan sanığın soyunma
odasında tek başına otururken sigara yaktığı, kendi kendine ailesinin
kendisiyle ilgilenmediğini, küs olduğunu, parasının bittiğini, bölükteki
arkadaşlarının kendisine sıcak ve samimî davranmadığını, bölükteki
rütbeli personelin kendisiyle ilgilenmediğini düşündüğü, daha öncede
bölük astsubayının beyanlarına göre sürekli olarak kendisinin başka bir
bölükte görevlendirilmesini istediği, bu düşüncelerle bir süre sonra
sanığın mutfağa gittiği, bir masanın üzerinde duran meyve bıçağını
parkasının cebine koyarak koğuşa geldiği, koğuşta kimsenin
bulunmamasını fırsat bilerek kapıyı içeriden kilitlediği, üzerini çıkardığı,
bıçak ile sol ön kolunda dirsek ile el bileği arasında 11 adet 2-4 cm
uzunluğunda cilt kesisi meydana getirdiği, yine sol ön kolunun fileksör
yüz ve ekstensör yüz lateral kenarlarına denk gelen 32 değişik cilt kesisi
oluşturduğu, karın bölgesinde 9 adet 3-5 cm uzunluğunda cilt kesisi
oluşturduğu, yine vücudunun çeşitli yerlerinde 2-3 cm uzunluğunda cilt
kesileri oluşturduğu, bu eylemi neticesinde Merzifon Hava
Hastahanesince düzenlenen 17.3.2003 tarihli kat’î tabip raporunda, hayatî
tehlikesinin bulunmadığının, uzuv, zaaf veya tadilinin olmadığının, 3 gün
süre ile mutat iştigaline engel olduğunun belirtildiği maddî vakıa olarak
sabittir.
75
Her ne kadar, askerî mahkemece; sanığın yukarıda açıklandığı
şekilde meydana gelen eyleminin, “kendini askerliğe elverişsiz hâle
getirmeye teşebbüs etmek” suçunu oluşturduğu kabul edilerek, atılı
suçtan sanığın cezalandırılmasına karar verilmiş ise de; ASCK’nın
79’uncu maddesinde düzenlenen bahse konu suçun maddî unsuru, asker
kişinin kendisini kasten sakatlaması veya herhangi bir suretle kısmen
veya tamamen askerliğe yaramayacak hâle getirmesi veya getirtmesidir.
Suçun manevî unsuru için genel kast yetmemekte, yerleşik Askerî
Yargıtay kararlarında vurgulandığı gibi, sanıkların kendilerini askerliğe
yaramayacak hâle getirme özel kastı ile hareket ettiklerinin kuşkuya yer
vermeyecek şekilde ortaya konulması gerekmektedir.
Sanığın aşamalarda tespit olunan ve birbiriyle tam bir uyum
gösteren savunmalarında ve temyiz dilekçesinde ısrarla, olay günü
kendini askerliğe elverişsiz hâle getirmek maksadıyla bıçaklamadığını,
bir anlık girdiği bunalım neticesinde ve ne yaptığını bilecek durumda
olmaksızın gerçekleştirdiğini beyan etmiş olması, sanığın askerlik
hizmeti süresince psikolojik rahatsızlığı nedeniyle bir çok kez tedavi
görmüş olması ve kendisine “antisosyal kişilik” tanısı konulmuş olması,
birliğe ve arkadaşlarına uyum sağlayamaması nedeniyle işlediği disiplin
suçları nedeniyle, amirleri tarafından bir çok kez disiplin cezalarıyla
cezalandırılmış bulunması, sanığın kendisini daha az risk ve zarara
sokacak suç işleme yöntemleri varken, herkesin gözü önünde bu şekilde
değişik bir tarz izleyerek vücudunun değişik bölgelerine altmışa yakın
çizik atmasının mantıklı ve bilinçli hareket eden bir insanın
gerçekleştirebileceği
davranış
tarzı
olmaması
birlikte
değerlendirildiğinde, sanığın askerlikten kısmen veya tamamen
kurtulmak “özel kastıyla” hareket ettiğini söylemenin mümkün olmadığı,
keza bu hâliyle eylemin müsnet suçu oluşturacak nitelik ve ağırlıkta
bulunmadığı, en azından dosya kapsamına göre bu hususun şüpheli
kaldığı ve ceza hukuku genel prensibinden hareketle şüphenin sanık
lehine yorumlanması gerekmiştir.
Bu itibarla, sanığın kendisini askerliğe yaramayacak hâle getirme
kastı ile hareket etmediği sonucuna varıldığından, unsurları itibarıyla
oluşmayan atılı suçtan sanık hakkında beraet kararı verilmesi gerekirken,
mahkûmiyetine hükmedilmesi, kanuna aykırı olduğundan hükmün
bozulmasına karar verilmiştir.
76
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 79
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
2’nci Daire Kararı
E. No. : 2006/276
K. No. : 2006/270
T.
: 1.3.2006
ÖZET
Terhisine 2 hafta varken, G-3 A-3 gibi güçlü bir silâhı
kullanarak, bitişik atışla karnına ateş eden ve neticesinde
hayatî tehlike geçiren sanığın, aksine yeterli delil elde
edilemediğine
göre,
gerek
arkadaşları
ile
mevcut
anlaşmazlıklarını, gerekse ailevî problemlerini, intihara yol
açan sebepler olarak kabul etmek suretiyle, manevî unsuru
oluşmayan suçtan beraet kararı verilmesi gerekir.
Askerî mahkemece sanığın, 2.11.2002 tarihinde “kendini
askerliğe yaramayacak hâle getirmeye tam teşebbüs” suçunu işlediği
kabul edilerek, eylemine uyan ASCK’nın 79/1, TCK’nın 35/2, ASCK’nın
50, 51/B, TCK’nın 62/1’inci maddeleri gereğince neticeten, 5 ay hapis
cezası ile cezalandırılmasına, tutuklulukta ve adlî gözlem altında
geçirdiği sürelerin 353 sayılı Kanunun 251/1 ve TCK’nın 63’üncü
maddeleri gereğince cezasından indirilmesine karar verilmiştir.
Hüküm sanık tarafından, tüfeğin iradesi dışında ateşlenmesi
neticesi yaralandığı, kendini kasten vurmadığı ileri sürülerek temyiz
edilmiştir.
Tebliğnamede, sanığın vücudunda ateş ettiği bölge ve birlikte
yaşadığı arkadaşları ile uyum problemleri göz önüne alındığında, intihar
etmek kastı ile hareket etmesi, üzerine atılı suçu işlediği konusunda net
ve kesin deliller elde edilememesi karşısında, beraetine karar verilmesi,
bu nedenle, mahkûmiyet hükmünün bozulması gerektiği yönünde görüş
bildirilmiştir.
77
Olay günü Erzurum Çat İlçe J.K.’lığına bağlı Has J.Karakol
Komutanlığının binası önünde bulunan Bingöl-Yedisu yol arama ve
kontrol devriyesinde emniyet nöbetçisi olan sanığın, birlikte nöbet
tuttuğu J.Onb. Ü.D.C.’nin saat 15.30’da kontrol noktasından geçen bir
sivil minibüsün kaydını yapması sırasında, üzerine zimmetli 146799 seri
numaralı G-3 A-3 piyade tüfeğinin kurma kolunu çekip, tam dolduruşa
getirdikten sonra havaya 4 el ateş ettiği ve akabinde silâhı karnına
dayayarak bir el de bu şekilde vücuduna ateş ettiği, göbeğinin hemen üst
kısmından karnına giren merminin, vücudu sol kalçadan çıkarak terk
ettiği, sanığın bu yaralanma nedeniyle hayatî tehlike geçirdiği, ancak
askerliğe elverişsiz hâle gelmediği hususları, sanığın ikrarları, tanık
beyanları olay yeri tespit tutanağı, olay yeri krokisi, silâh zimmet belgesi
ve sair dosya içerisindeki delillerden herhangi bir şüphe yaratmayacak
şekilde ortaya çıkmıştır.
Askerî mahkemenin maddî vak’ayı bu şekilde kabul etmesinde bir
isabetsizlik bulunmamakta ise de; dosyada mevcut deliller itibarıyla
sanığın cezalandırılmasına karar verilmiş olması hatalı bulunmuştur.
Şöyle ki; sanığın üzerine atılı suçtan cezalandırılabilmesi için,
gerçekleşen maddî olayın dışında, kendisini kasten ve askerlikten
kurtulma kasıt ve iradesi ile yaraladığının kesin ve net olarak ortaya
konulması gerekmektedir. Somut olayda, gerek sanıkla birlikte görev
yapan diğer askerlerin, gerekse de rütbelilerin beyanlarından sanığın
problemli bir asker olduğu anlaşılmakta ise de, askerlikten kurtulmak için
bir çaba içerisinde olduğuna ilişkin yeterli ve kesin delil
bulunmamaktadır.
Terhisine 2 hafta varken G-3 A-3 gibi güçlü bir silâhı kullanarak,
bitişik atışla karnına ateş eden ve neticesinde hayatı tehlike geçiren
sanığın, aksine yeterli delil elde edilemediğine göre, gerek arkadaşları ile
mevcut anlaşmazlıklarını, gerekse de ailevî problemlerini intiharına yol
açan sebepler olarak kabul etmek suretiyle, manevî unsuru oluşmayan
üzerine atılı suç nedeniyle beraet kararı verilmesi gerektiğinden, askerî
mahkeme tarafından tesis olunan mahkûmiyet hükmünün esas yönünden
bozulmasına karar vermek gerekmiştir.
78
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 79
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
2’nci Daire Kararı
E. No. : 2006/453
K. No. : 2006/445
T.
: 29.3.2006
ÖZET
Sanığa müsnet eylemin, TSK Sağlık Yeteneği
Yönetmeliğinin Hastalık ve Arızalar listesinin, madde 59/B-4’e
uyacak şekilde askerliğe elverişsiz hâle gelmesine, bunun da
barışta askerliğe elverişli olmayan, savaşta gereksinim
duyulduğu zaman askerliğe alınabilecek durum olarak
belirlenmesi
karşısında;
askerî
mahkemece
hüküm
kurulurken, “kendini askerliğe yaramayacak hâle getirmek”
suçundan, ASCK’nın 79/2 maddesinin uygulanması kanuna
aykırı görülmekle, sanık hakkında kurulan hükmün, suç
vasfının tayinindeki hata yönünden bozulması gerekir.
Sanık hakkında “Kendini askerliğe elverişsiz hâle getirmek”
suçunu işlediğinin kabulü ile, ASCK’nın 79/2, ASCK’nın 50, 51/B,
TCK’nın 59/2’nci maddeleri uygulanarak, on ay beş gün hapis cezası ile
mahkûmiyetine, eylemi sonucu meydana gelen hazine zararının tazmin
ve tahsili hakkının saklı tutulmasına karar verilmiş, sanık müdafii,
“müvekkilinde suç kastının bulunmadığını, olayın kaza olduğunu,
müvekkilinin psikolojik rahatsızlığı bulunduğu yönünde tanıkların
beyanlarına rağmen, kararda değerlendirilmediğini mahkûmiyet kararının
bozulması gerektiğini”, ileri sürerek temyiz etmiştir.
Askerlik hizmetini yapmakta iken, olay tarihinde (16.2.2001
günü) 18.00-21.00 saatleri arasında, garaj-1’de 14 R 236 seri no.lu G-3
piyade tüfeği ile nöbet tutan sanığın; saat 19.50 sıralarında kendisine
görev nedeniyle verilmiş ve zimmetli, yarım dolduruşta (dolu şarjör
silâha takılı, silâhın emniyeti kapalı, namluda mermi sürülmemiş
vaziyette) olan, G-3 Piyade tüfeğini tam dolduruşa getirmek suretiyle
(dolu şarjörü çıkartıp, dolu şarjörlerden alınan (1) adet dolu fişeğin boş
şarjöre basılmak suretiyle tekrar tüfeğe takıldığı, dolu fişek silâhın
namlusuna sürüldüğü, tüfeğin emniyetinin açıldığı), sol ayak diz üstüne
79
doğru bitişik atış mesafesinden ateşlediği, sol femur kırığı oluşacak
şekilde kendisini yaraladığı, bu yaralama nedeniyle sevk edildiği Ankara
GATA Sağlık Kurulunun 23.1.2003 tarih ve 749 no.lu raporu ile “sol
femur kırık ameliyatlısı” teşhisi ile askerliğe elverişli olmadığı dosyadaki
sözlü ve yazılı delillerden tereddütsüz bir biçimde anlaşılmaktadır.
Oluş şekli yukarıda açıklanan, suç tarihinde garaj-1 nöbetçisi olan
sanığın, kendisine zimmetli olan G-3 Piyade tüfeği ile sol ayak diz üstüne
(sol uyluk bölgesine) bitişik atış pozisyonunda, kasıtlı ve bilinçli olarak
ateşlemek suretiyle yaraladığı, bu yaralama sonucu askerliğe elverişsiz
hâle geldiği kabulü ile, “kendisini askerliğe elverişsiz hâle getirmek”
suçundan ASCK’nın 79/2’nci maddesi uygulanarak mahkûmiyet hükmü
kurulmuş ise de;
Sanığın, suç tarihinde garaj-1 nöbetçisi iken, üzerine zimmetli G3 piyade tüfeği ile bilerek ve isteyerek, suç kastı ile müsnet eylemi
gerçekleştirdiği ve atılı suçu işlediğine ilişkin mahkemenin kabulünde bir
isabetsizlik bulunmamakla birlikte, TSK Sağlık Yeteneği Yönetmeliğinin
eki olan açıklamaların (II)’nci maddesinde, yükümlü er ve erbaşlara
hastalık ve arızalar listesinin uygulanması başlıklı bölümde, tüm hastalık
ve arızalar askerliğe uyarlık açısından yönetmelik kapsamına alındığı,
hastalık ve arızalar listesinde her madde hastalık ve arızaların ağırlık
derecesine göre A, B, C, D dilimlerine, dilimler de fıkralara ayrıldığı, (A)
dilimlerinde askerliğe elverişli olan hastalık ve arızalar, (B) ve (D)
dilimlerinde askerliğe elverişli olmayan hastalık ve arızaların toplandığı,
(C) dilimlerinde; A, B, D dilimlerinde toplanan hastalık ve arızaların
tedavi ve nekahet hâllerinde, geçici olarak askerliğe elverişli olmayan
durumların belirtildiği, (D) dilimlerinde barış ve savaşta sürekli olarak
askerliğe elverişli olmayan, (B) dilimlerinde barışta askerliğe elverişli
olmayan, ancak savaşta gereksinme duyulduğu zaman askerliğe
alınabilecek durumların belirtildiği görülmektedir.
Bu duruma göre, TSK sağlık kurulu raporunda “sol femur kırık
ameliyatlısı” teşhisi ile, B/59 F 4 askerliğe elverişli değildir” kararı
verilen sanık hakkında, müsnet eyleminin her nevi askerî maksatlar için,
çalışmak kabiliyetini mahvetmiş olduğunu söylemek mümkün değildir.
Sanığa müsnet olayda, askerliğe elverişli olmayan hastalık ve arızalar
olarak sağlık kurulu raporunda (B) dizininde olduğu belirtilmiştir. Sanığa
80
müsnet eylemin, TSK Sağlık Yeteneği Yönetmeliğinin Hastalık ve
Arızalar Listesinin madde 59/B-4’e uyacak şekilde, askerliğe elverişsiz
hâle gelmesine, bu da barışta askerliğe elverişli olmayan, savaşta
gereksinme duyulduğu zaman, askerliğe alınabilecek durum olarak
belirlenmesi karşısında; askerî mahkemece hüküm kurulurken, “Kendini
askerliğe yaramayacak hâle getirmek” suçundan, ASCK’nın 79/2’nci
maddesinin uygulanması kanuna aykırı görülmekle, sanık hakkında
kurulan hükmün suç vasfının tayinindeki isabetsizlikten bozulması
gerekmiştir.
Askerî mahkeme hükmü sanık müdafii tarafından, müvekkilinde
suç kastı olmadığı, olayın kaza olduğuna yönelik olarak temyiz edilmiş
ise de, askerî mahkemece sabit olan maddî olaya göre, sanığın suç kastını
değerlendirmesinde, olayın kaza olmadığına ilişkin kabulünde yeterli
yasal ve isabetli gerekçeler gösterildiğinden, tüm temyiz sebepleri
yerinde görülmemiş, hükmün suç vasfından bozulmasına karar
verildiğinden, diğer hususlara ilişkin temyiz incelemesi yapılmamıştır.
81
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 79
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/135
K. No. : 2006/132
T.
: 15.6.2006
ÖZET
Nöbet dönüşü sırasında, silâhın namlusunu sağ ayağına
tutarak, ateş eden ve bu yaralanma sonucu hastahanede tedavi
görüp, 1,5 ay hava değişimi alan sanığın eyleminin, tam
teşebbüs aşamasında kaldığını ve eylemin birlik personelinin
zarar görebileceği bir ortamda gerçekleşmiş olmasını dikkate
alarak, cezasından 1/3 oranında indirim yapılmasına ilişkin
gerekçe, hareketin ulaştığı gerçekleşme aşaması (tam teşebbüs)
yönünden yasaya uygun değilse de, seken merminin, bir başka
personele isabeti ihtimalî nedeniyle, makul ve dosya içeriği ile
uyumlu görülmüştür.
Askerlik hizmetini K.T.B.K. Komd.A.K.lığı emrinde yapan
sanığın, 6.7.2004 günü 17.30-19.30 saatleri arasında Atıştepe nöbet
kulübesi nöbetçisi olduğu, nöbet yerine silâhı boş, boş şarjör tüfeğe takılı
ve dolu şarjör kütüklükte bulunacak şekilde gönderildiği, nöbet yerinde
dolu şarjörü silâhına takan sanığın, emniyet mandalını, açıp, kurma
kolunu çekerek silâhı atışa hazır hâle getirdiği, nöbetinin bitiminde diğer
nöbetçilerle birlikte nöbetçi onbaşının emir ve komutasında doldur-boşalt
istasyonuna doğru ilerlerken, askerlik hizmeti nedeniyle kendisine
verilmiş olan, 78 GP 5819 seri numaralı kaleşnikof piyade tüfeğini, sağ
ayağına doğru tutarak tetiği çektiği, namludan çıkan mermi nedeniyle sağ
ayağından yaralandığı, 7.7.2004-14.7.2004 tarihleri arasında Girne Asker
Hastahanesinde yatarak tedavi görmesi sonucu, sağ ayak 2’nci metatars
tip 3 açık kırık tanısıyla SMK 1,5 ay hava değişimine gönderildiği, hava
82
değişimini müteakip Girne Asker Hastahanesince yapılan muayenesi
sonunda, “askerliğe elverişli olduğuna” dair sağlık raporu düzenlendiği,
psikiyatri uzmanı tarafından yapılan muayenesi sonucunda cezaî ehliyet
ve askerliğe elverişlilik hâlinin tespiti için müşahede altına alınmasına
lüzum görülmediği, sanığın olay sırasında kullandığı kendisine zimmetli
olan 78 GP 5819 seri numaralı kaleşnikof piyade tüfeğinin, tüm
aksamlarının faal ve sağlam olduğu, olay tarihinden önce sanığa silâhını
tanımasına yönelik atış eğitimlerinin verildiği sanığın ikrarı, tanık
beyanları, sanık hakkında düzenlenmiş sağlık belgeleri, olay tespit
tutanağı, olay yerine ve sanığın kendisini vurduğu vücut nahiyesine
ilişkin fotoğraf ve tüm dosya içeriğinden anlaşılmakta, maddî olayın bu
şekilde oluştuğu konusunda yargılama makamları arasında uyuşmazlık
bulunmamaktadır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlığın, olayda 5237 sayılı TCK’nın 32’nci
maddesinin uygulanması yönünden noksan soruşturma bulunup
bulunmadığına ve teşebbüs nedeniyle cezanın 1/3 oranında indirim
gerekçesinin yasaya uygun olup olmadığına ilişkin olduğu görülmektedir.
Mülga 765 sayılı TCK’nın 46/1’inci maddesi “Fiilî işlediği zaman
şuurunun ve harekâtının serbestisini tamamen kaldıracak surette akıl
hastalığına duçar olan kimseye ceza verilmez,” 47/1’inci maddesi de,
“Fiilî işlediği zaman şuurunun veya harekâtının serbestisini ehemmiyetli
derecede azaltacak surette, aklî malûliyete müptela olan kimseye
verilecek ceza aşağıda yazılı şekilde indirilir” hükümlerini
içermekteyken;
1 Haziran 2005 tarihinden yürürlüğe giren 5237 TCK’nın 32’nci
maddesi ile; “(1) Akıl hastalığı nedeniyle, işlediği fiilin hukukî anlam ve
sonuçlarını algılamayan veya bu fiille ilgili olarak davranışlarını
yönlendirme yeteneği önemli derecede azalmış olan kişiye ceza
verilmez...
(2) Birinci fıkrada yazılı derecede olmamakla birlikte, işlediği fiille
ilgili olarak davranışlarını yönlendirme yeteneği azalmış olan kişiye,...
Diğer hâllerde verilecek ceza,... indirilir...” şeklinde yeni bir düzenleme
yapılmış bulunmaktadır.
83
5237 sayılı TCK’da 765 sayılı TCK’dan farklı olarak, “tam akıl
hastalığı-kısmî akıl hastalığı” ayrımı yapılmamış, akıl hastalığı nedeniyle
“işlediği fiilin hukukî anlam ve sonuçlarını algılamama” veya “bu fiille
ilgili olarak davranışlarını yönlendirme yeteneğinin önemli derecede
azalmış olması” şartları aranmıştır. Yine, maddenin her iki fıkrasının
uygulanması yönünden, kişinin “akıl hastası” olması gerektiği ön koşul
olarak belirtilmiştir.
Kanunlarda akıl hastalıkları tek tek sayılmamış, kişinin akıl hastası
olup olmadığının ve bu hastalığın kişinin davranışları üzerindeki olası
etkilerinin, psikiyatri biliminin verileri çerçevesinde bilirkişi uzman
hekim tarafından belirlenmesi esası benimsenmiştir.
Dinlenilen bilirkişi, sanıkta “nevrotik kişilik” özellikleri
bulunduğunu ve cezaî ehliyetinin tam olduğunu mütalâa etmiştir.
Psikiyatri kaynaklarında, normal kişilik ile nevrotik kişilik arasında
kesin bir ayırım çizgisi bulunmadığı, nevrotik kişiliğin bir “akıl hastalığı”
değil “kişilik yapısı” olduğu belirtilmektedir. Bu nedenle, bu kişilik
yapısının sanığın davranışları üzerindeki etkilerinin araştırılmasına ilişkin
Daire kararında isabet görülmemiş ve Başsavcılığın konuya yönelik itiraz
sebebinin kabulüne karar verilmiştir.
Diğer taraftan; 5237 sayılı TCK’nın suça teşebbüs hükmünü
düzenleyen 35’inci maddesinde, 765 sayılı TCK’da mevcut “eksik
teşebbüs-tam teşebbüs” ayırımına yer verilmemiş, teşebbüs hâlinde
“...meydana gelen zarar veya tehlikenin ağırlığına göre...cezanın dörtte
birinden dörtte üçüne kadarı indirilir.” şeklinde düzenleme yapılmıştır.
Suçun teşebbüs aşamasında kaldığı durumlarda ceza miktarı
belirlenirken, hareketin ulaştığı gerçekleşme aşamasından ziyade, fiilin
doğurduğu zarar veya tehlikenin ağırlığının dikkate alınacağı madde
gerekçesinde açıkça belirtilmiştir.
Cezaların kişiselleştirilmesi kuralı, modern ceza hukukunun kabul
ettiği temel ilkelerden biridir. Bu ilkenin amacı, suça ve suçlunun
kişiliğine en uygun cezanın tayini suretiyle, cezadan beklenen amaca
ulaşılmasıdır. Ancak, bu konudaki takdir hakkı kullanılırken gösterilen
gerekçenin akla, hukuka ve dosya içeriğine uygun olması, takdirde
yanılgıya, çelişkiye ve zafiyete düşülmemesi gerekmektedir. Bu
nitelikleri yönünden takdir hakkının isabetle kullanılıp kullanılmadığının
denetiminin Askerî Yargıtaya ait olduğu konusunda duraksama yoksa da;
teşebbüs nedeniyle cezanın hangi oranda indirileceği konusunda sabit bir
oran veya kesin bir ölçü öngörülmediği gibi, alt ve üst hadler arasında
geniş bir yelpaze içinde mahkemelere takdir hakkı tanındığı
görülmektedir.
84
Uyum ve kararlılık gösteren Askerî Yargıtay kararlarında,
yargılamayı bizzat yürüten askerî mahkemenin cezanın kişiselleştirilmesi
konusundaki takdir hakkına fahiş bir hata bulunmadıkça dokunulmaması,
ancak gösterilen gerekçenin isabetli olup olmadığının denetlenmesi
gerektiği kabul edilmektedir.
Dava konusu olayda, nöbet dönüşü sırasında silâhının namlusunu
sağ ayağına tutarak ateş eden ve bu yaralanma sonucu hastahanede tedavi
görüp, 1,5 ay hava değişimi alan sanığın eyleminin, tam teşebbüs
aşamasında kaldığını ve eylemin birlik personelinin zarar görebileceği bir
ortamda gerçekleşmiş olmasını dikkate alarak, cezasından 1/3 oranında
indirim yapılmasına ilişkin gerekçe, hareketin ulaştığı gerçekleşme
aşaması (tam teşebbüs) yönünden yasaya uygun değilse de; sanığın
yaralanma sonucu bir buçuk ay hava değişimi almış olması nedeniyle,
kendisine vermiş olduğu zarar ve seken merminin yürüyüş kolunda
ilerleyen başka bir personele isabeti ihtimalî nedeniyle, makul ve dosya
içeriği ile uyumlu görülmüştür.
85
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 79
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/163
K. No. : 2006/162
T.
: 28.9.2006
ÖZET
Sanığın ölüm tehlikesini içeren ve hayatî bölge olan sağ
omzuna, ateş gücü yüksek G-3 Piyade tüfeğini dayayarak ateş
etmesi ve yaralanma sonucu hayatî tehlike geçirmesi, sanığın
aynı gün hastahanede olayı takiben verdiği ilk ifadesinde;
intihar etmek için silâhı ateşlediğini söylemesi, olaydan bir gün
önce koğuşta ağlarken arkadaşları tarafından görülmüş olması
karşısında, mahkûmiyet hükmünün suç kastının şüpheli
bulunması nedeniyle bozulması gerekir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan uyuşmazlık; sanığın
sabit görülen kendisini askerliğe elverişsiz hâle getirmeye tam teşebbüs
suçundan dolayı, askerî mahkemece ASCK’nın 79/1, 765 sayılı TCK’nın
62/1, ASCK’nın 50 ve 51/B, TCK’nın 59/2’nci maddeleri uyarınca
verilen neticeten 10 ay hapis cezasına ilişkin mahkûmiyet hükmünde,
Dairece bir isabetsizlik ve kanuna aykırılık görülmediğinden onanmasına
karar verildiği hâlde; Başsavcılık, kanunî indirim ve kanunî arttırım
nispetlerinin belirlenmesine ilişkin olarak, askerî mahkemece gösterilen
gerekçenin yetersiz olduğu, gerekçeli hükümde açıklanan kanunî artırım
oranı ile kısa kararda yazılı artırım oranı arasındaki çelişki nedeniyle,
hükmün uygulama yönünden bozulması gerektiğine ilişkindir.
İtiraz, hükmün uygulama yönünden bozulması gerektiğine ilişkin
olmakla birlikte, Daireler Kurulunda yapılan müzakere sonunda, hükmün
uygulama öncesine ilişkin yönlerden de incelenmesi olanaklı görülerek
esas yönünden yapılan incelemede;
86
Dosyada mevcut delil durumuna göre; sanığın olay günü eğitim
alanında yapılan silâh bakım faaliyeti sonrasında uhdesindeki G-3 piyade
tüfeğini ölüm tehlikesini içeren ve hayatî bölge olan sağ omzuna
dayayarak ateş etmesi, yaralanma sonucu hayatî tehlike geçirmesi,
sanığın aynı gün hastahanede olayı takiben verdiği ilk ifadesinde silâhı
intihar etmek için ateşlediğini söylemesi, olaydan bir gün önce koğuşta
ağlarken arkadaşları tarafından görülmüş olması, kendisini askerliğe
elverişsiz hâle getirmek isteyen kişilerin, genellikle hayatî tehlike
doğurmayacak, el, kol, bacak ve ayak nahiyelerine ateş ettiklerinin
bilinmesi dikkate alınarak, sanığın kendisini askerliğe elverişsiz hâle
getirmek kastı ile hareket ettiği konusunda tam bir vicdanî kanaate
varılamadığından, suç kastı konusunda doğan şüphenin sanık lehine
yorumlanması suretiyle, sanık hakkındaki mahkûmiyet hükmünün
Başsavcılığın itirazına atfen esastan bozulmasına karar verilmiştir.
87
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 81
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E. No. : 2006/417
K. No. : 2006/414
T.
: 14.3.2006
ÖZET
Bölükteki
spor
hareketlerinde
geri
kaldığını,
böbreklerinde taş olduğunu söyleyip, doktordan rapor alarak,
sporlara katılmamak için taş yuttuğunu beyan eden, bu
nedenle birkaç kez viziteye çıkıp, kendini hastahaneye sevk
ettirerek, bu süre zarfında kışla dışında gün geçiren, askerlik
hizmetini kısmen de olsa, daha kolay bir biçimde (spor
yapmadan) yerine getirebilme çabası içine giren sanık erin, bu
kasıt altındaki hileli beyan ve hareketlerinin, ASCK’nın
81/1’inci maddesi kapsamına giren “askerlikten kısmen de olsa
kurtulmak için hile yapmak” suçunu oluşturmasına rağmen,
suç vasfının tayininde yanılgıya düşülerek, ASCK’nın 79/1’inci
maddesinin tatbikiyle hüküm kurulması, yasaya aykırıdır.
Askerî mahkemece, sanığın Ekim 2002 tarihinde “kendini
askerliğe elverişsiz hâle getirmeye teşebbüs etmek” suçunu işlediği kabul
edilerek, ASCK’nın 79/1, 5237 sayılı TCK’nın 35/2 ve 765 sayılı
TCK’nın 59/2’nci maddeleri uyarınca iki ay on beş gün hapsine,
30.12.2004-9.2.2005 tarihleri arasında tutuklulukta geçirdiği sürenin, 353
sayılı Kanunun 251/1’inci maddesi uyarınca mahkûmiyetinden mahsup
edilmesine karar verilmiştir.
Hüküm, sanık tarafından, “Bu ceza bana fazla geldiğinden ve
hapse girersem iş ve gücümden kalıp, eşimin ve çocuklarımın rızkını
çıkaramayacağımdan kararı temyiz etmem gerekmiştir. İşlerim bitinceye
kadar cezamın ertelenmesini talep etmekteyim.” diye beyanda
bulunularak süresinde temyiz edilmiştir.
88
Tebliğnamede onama isteminde bulunulmuştur.
Sanık (Ter.) Top.Er S.A.’nın, İstanbul/Hadımköy’deki kıt’ası
1’inci Zh.Tug.Top.Tb. 1’inci Bt.K.’lığı emrinde askerlik hizmetini
yaparken,
11.9.2002-5.10.2002 tarihleri arasında gönderildiği izin süresi
içerisinde, Yozgat/Şefaatli Askerlik Şubesine başvurarak, 24.9.2002
tarihli bir yazıyla, kendini Kayseri Asker Hastahanesine sevk ettirdiği,
25.9.2002 tarihinde, bu Hastahanenin Üroloji Polikliniğinde yapılan
muayenesinden sonra, “sağ böbrek taşı” teşhisi konularak, “ameliyatı için
değerlendirilmek üzere, izin bitiminde kıt’ası hastahanesine müracaatının
uygun olduğuna” karar verildiği,
İzinden dönüp birliğine katıldıktan sonra, “böbrek ağrısı”
şikâyetiyle, 8.10.2002 günü viziteye çıktığı ve kıt’a tabibince muayene
edildikten sonra, Kasımpaşa Deniz Hastahanesine sevk edildiği,
10.10.2002 tarihinde, bu hastahanenin Üroloji Polikliniğinde muayene
edildikten sonra, “sağ böbrek taşları” teşhisi konularak, “İVP sonucu ile,
tekrar kontrolünün uygun olduğuna” karar verilip, 18.11.2002 tarihine
gün verildiği,
18.11.2002 tarihinde, üroloji polikliniğinde tekrar yapılan
muayene ve radyolojik tetkik işlemleri sonunda, “yabancı cisim yutma
(taş)” teşhisi konularak, “filmlerde görülen opasitelerin üriner sistem
dışında, taş yutma olarak değerlendirildiği” belirtilerek, “tedavisinin
gerekmediğine” karar verildiği,
Sanık erin de, duruşma sorgusunda, böbreklerinde taş olduğunu
söyleyip, doktor raporu alarak bölükte sporlara katılmamak maksadıyla,
birer santimetre çapında on adet taş yuttuğunu açıkça ikrar ettiği,
18.11.2002 tarihinde Kasımpaşa Deniz Hastahanesinde muayene ve
tetkik işlemlerini yaparak, sanığın taş yuttuğunu tespit eden üroloji
uzmanı Tbp.Kd.Bnb. B.Ö.’nün de yeminli duruşma ifadesinde, bu taş
yutma olayının herhangi bir komplikasyona yol açmadığını, iki üç gün
sonra yaptıkları kontrol muayenesinde, taşların dışkı yoluyla atılmış
olduğunu tespit ettiklerini beyan ettiği,
anlaşılmış bulunmaktadır.
89
Askerî mahkemece, sporlara katılmamak için taş yutarak, doktor
raporu almaya, bu suretle askerlik hizmetinden kurtulmaya çalışan sanık
erin eyleminin, “kendini askerliğe elverişsiz hâle getirmeye teşebbüs
etmek” suçunu oluşturduğu kabul edilerek, ASCK’nın 79/1 ve 5237
sayılı TCK'nın 35/2’nci maddelerinin tatbikiyle, yazılı olduğu şekilde
mahkûmiyet hükmü kurulmuş ise de;
ASCK’nın 79’uncu maddesinde yazılı suçun oluşması için, bu
suçun failinin, Türk Silâhlı Kuvvetleri Sağlık Yeteneği Yönetmeliğinin
madde ve fıkralar hâlinde sıralanmış olan, Hastalık ve Arızalar Listesinin
B ve D dilimleri kapsamına girecek, diğer bir ifadeyle, barışta veya
savaşta askerliğe elverişsiz hâle getirecek şekilde, kendini kasten
sakatlaması veyahut herhangi bir suretle askerliğe yaramayacak bir hâle
getirmesi, ya da rızasıyla kendini bu hâle getirtmesi, suç kastının da bu
yönde olması, bu suça teşebbüs edildiğinden, diğer bir deyişle, bu suçun
teşebbüs derecesinde oluştuğundan söz edebilmek için de, failin, kendini
askerliğe yaramayacak hâle getirmeye, ya da getirtmeye elverişli
hareketlerle ve doğrudan doğruya icraya başlamasına rağmen, elde
olmayan nedenlerle suçun tamamlanamaması gerekmektedir.
Sanık erin, yutmuş olduğu birer santimetre çapındaki taşlar,
birkaç gün sonra herhangi bir komplikasyona (hastalık veya arızaya) yol
açmadan, vücuttan dışkı yoluyla dışarı atılmıştır. Üroloji Uzmanı Tbp.
Kd.Bnb. B.Ö.’de, sanık erin yaptığı şekilde yutulan taşların, en fazla iki
hafta içerisinde vücuttan (dışkı yoluyla) atılacağını ifade etmiş
bulunmaktadır. Bu tespit ve değerlendirmelere göre, sanık erin
hareketinin, kendini askerliğe yaramayacak hâle getirmeye, böylesi bir
sonucu doğurmaya elverişli olmadığı, somut olayda ASCK’nın 79’uncu
maddesinin uygulama yerinin bulunmadığı açıktır.
Sanığın eylemi, kendini askerliğe yaramayacak hâle getirmeye
teşebbüs etmek suçunu oluşturmamakla beraber,
Askerî Ceza Kanununun 81’inci maddesinin 1’inci fıkrası,
“Askerlik çağına girenlerden, askerlikten büsbütün veya kısmen
kurtulmak kastiyle ... her ne suretle olursa olsun, hile ve desise
yapanlarla, kıt’aya veya bir müesseseye intisap ettikten sonra, kendisinin
yapmağa mecbur olduğu hizmetten, büsbütün veya kısmen kurtulmak
kastıyla hile yapanlar ... cezalandırılırlar.” hükmünü içermektedir.
90
Aşamalardaki savunmalarında, bölükteki spor hareketlerinde geri
kaldığını, böbreklerinde taş olduğunu söyleyip, doktordan rapor alarak
sporlara katılmamak için taş yuttuğunu beyan eden, bu nedenle birkaç
kez viziteye çıkıp kendini hastahaneye sevk ettirerek, bu süre zarfında
kışla dışında gün geçiren, askerlik hizmetini kısmen de olsa daha kolay
bir biçimde (spor yapmadan), yerine getirebilme çabası içine giren sanık
erin, bu kasıt altındaki hileli beyan ve hareketlerinin, ASCK’nın 81/1’inci
maddesi kapsamına giren “askerlikten kısmen de olsa kurtulmak için hile
yapmak” suçunu oluşturmasına rağmen, suç vasfının (niteliğinin)
tayininde yanılgıya düşülerek, ASCK’nın 79/1’inci maddesinin tatbikiyle
hüküm kurulması kanuna aykırı bulunduğundan bozma kararı verilmesi
gerekmiştir.
91
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 81, 66
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
2’nci Daire Kararı
E. No. : 2006/1784
K. No. : 2006/1770
T.
: 27.12.2006
ÖZET
Bölük idarecilerinin ihmali hareketleri, aldatma
yeteneği bulunmayan sahte belgeleri elverişli vasıta hâline
dönüştüremeyeceğinden, askerlikten kurtulmak için hile
yapmak suçunun unsurları itibarıyle oluşmadığı, ancak,
sanığın aldatma yeteneği bulunmayan söz konusu davranışları
nedeniyle, “19.8.2003 tarihinde birliğinden ayrılıp 30.8.2003
tarihinde geri döndüğü” hususunun da, iddianamede dava
konusu yapıldığı dikkate alındığında, sanığın eyleminin
19.8.2003-30.8.2003 tarihleri arasında temadi eden “firar”
suçu olarak vasıflandırılması gerektiğinden, hükmün suç
vasfındaki
isabetsizlik
yönünden
bozulmasına
karar
verilmiştir.
Askerî mahkemece; sanığın “askerlikten kurtulmak için hile
yapmak” suçunu işlediği kabul edilerek ASCK’nın 81 (az vahim hâl
cümlesi) ve TCK’nın 59’ncu maddeleri uyarınca 5 ay hapis cezası ile
cezalandırılmasına karar verilmiştir.
Bu hüküm; yaptığı eylemi ile askerlikten 10 gün gibi kısa bir süre
birliğinden uzak kaldığını, pişman olarak kıt’asına döndüğünü, bu
nedenle hapis cezasının paraya çevrilmesi gerektiğini ileri sürmek
suretiyle sanık tarafından süresinde temyiz edilmiştir.
Sanığa da bildirilen tebliğnamede; hükmün onanması yolunda
görüş ve istem bildirilmiştir.
Şırnak-Çakırsöğüt
1.J.Kom.Tug.Svş.İs.Bl.K.lığı
emrinde
olmasına karşın, Tugay personel şubesinde yazıcı olarak görev yapmakta
iken sanığın, önüne gelen hava değişimi raporlarından etkilenerek ve
yararlanarak kendisine GATA Göğüs Hastahanesince “akciğer
tüberkülozu, prolen mesh takviye” tanısı ile “C/46 SMK beş ay hava
değişimi” verildiğini gösteren 11.8.2003 tanzim tarihini ve 2217
92
karantina numarasını taşıyan sağlık kurulu raporunu ve yine aynı tanı ve
kararı içeren 11.8.2003 tarihli hasta çıkış belgesini sahte olarak
düzenlediği, keza Tortum Askerlik Şubesi Başkanlığınca düzenlenmiş
gibi 11.8.2003 tarihli bir üst yazıyı da sahte olarak hazırladığı, bu sahte
üst yazının ekine de anılan sağlık kurulu raporunu ve hasta çıkış belgesini
iliştirerek bir zarf içinde Şırnak PTT’sinden 1’inci Jandarma Tugay
Komutanlığına postaladığı, bu sahte evrakın 14.8.2003 tarihinde Tugay
Genel Evrak Kısmına geldiği, Savaş İstihkâm Bölük Komutanlığına
havale edildiği, Svş.İs.Bl.K.J.İs.Tğm. İ.A.’nın 15.8.2003 tarihinde bu
evrakı gördüğü, gereğinin yapılması ve evrakların askerlik şubesine
gönderilmesi hususunda bölük astsubayına talimat verdiği, sanığın
19.8.2003 tarihinde bu sahte hava değişimine istinaden birliğinden
ayrıldığı, Svş.İs.Bl. Komutanlığınca 20.8.2003 tarihli bir yazı ile sanığın
hava değişimi aldığı belirtilerek, hava değişimi süresi sonunda kıt’asına
sevkedilmesinin Tortum Askerlik Şubesi Başkanlığından istenildiği, bu
arada sanığın yaptığı bu sahtecilikten korkarak ve pişman olarak
durumunu ailesine anlattığı, ailesinin bu hususu telefon ile birliğine
bildirdiği, sanığın da 30.8.2003 tarihinde kıt’asına döndüğü toplanan
kanıtlardan anlaşılmaktadır.
Askerî mahkemece, sanığın yukarıda ortaya konulan eylemiyle
ASCK’nın 81’inci maddesinde yazılı olan “askerlikten kurtulmak için
hile yapmak” suçunu işlediği kabul edilerek, yazılı şekilde
cezalandırılmasına karar verilmiş ise de; bilindiği üzere askerlikten
kurtulmak için hile yapmak suçu “netice suçu” olmayıp neticenin
gerçekleşmesine ihtiyaç göstermeyen “şeklî bir suç” niteliğindedir.
Anılan suç, bu yönüyle “tehlike suçu” olup tehlikenin doğmuş olmasını
yaptırıma bağlamaktadır. Bu nedenle, yapılan hile ve desisenin neticeyi
meydana getirmeye (doğurmaya) elverişli olması gerekli ve yeterlidir. Bu
suçun sahte evrak veya hileye elverişli her türlü fiil ve hareketlerle
işlenmesi mümkündür. Bu suça konu fiiller değerlendirilirken, hile
oluşturabilecek nitelikte olup olmadıklarının tespit edilmesi gereklidir.
Bir başka anlatımla, fiil ve hareketlerin bu konuda işlem yapmakla
görevli olan kimseleri aldatabilecek nitelik ve kabiliyette olması lâzımdır.
Yapılan hilenin ortalama dikkat, bellek ve muhakeme yeteneğine sahip
bir kişiyi aldatmaya elverişli olması zorunludur. Eylem ve hareketlerin
sergileniş, sahte evrakın düzenleniş biçimi itibarıyle muhatabını
(dairesini) aldatma (kandırma) yeteneğine sahip olmamasına rağmen,
muhatabının bu belgeler üzerinde yapılması icap eden inceleme,
mukayese ve kontrol işlemlerini özensiz veya dikkatsiz bir şekilde
yapması veya hiç yapmaması sonucu (amaçlanan sonuç ve netice
93
meydana gelmiş olsa dahi) muhatap olan kimsenin ihmali hareketlerinin
aldatma yeteneği bulunmayan sahte belgeleri (askerlikten kurtulmak için
hile yapmak suçu açısından) elverişli vasıta hâline dönüştürmeyeceği
açıktır. Aynı görüş ve değerlendirmeler As.Yrg.Drl.Krl.’nun 5.5.2005
gün ve 48-43; 12.11.1998 ve 156-146; 12.02.1998 gün ve 31-27;
12.2.1998 gün ve 30-26 sayılı kararları ile As.Yrg.2’nci Dairesinin
22.4.2003 gün ve 468-456; 3’ncü Dairesinin 22.1.2002 gün ve 61-60
sayılı kararlarında da ortaya konulmuştur.
Bu açıklamalardan sonra somut olaya dönülüp sahte olarak
düzenlenen sağlık kurulu raporuna ve hasta çıkış belgesine bakıldığında
sanık, kendisini 9.8.2003-19.8.2003 tarihleri arasında hastahanede yatmış
gibi göstermiştir. Ancak 19.8.2003 günü gelmeden önce bu sağlık kurulu
raporu ve hasta çıkış belgesi 14.8.2003 tarihinde Tugay genel evrak
kısmına, 15.8.2003 tarihinde de bölük komutanının önüne gelmiştir. Bu
durum ve hususlar normal bir şekilde daha ilk bakışta hemen ve
kolaylıkla göze çarpmaktadır.
Sanığın, sağlık kurulu raporuna ve hasta çıkış belgesine göre
hemen sağlık kuruluna çıkarılması ve karardan sonra bir hafta daha
yatırılmış olması hastahane prosedürüne aykırı olup, hemen dikkati
çekmektedir.
Sağlık kurulu raporunun ve hasta çıkış belgesinin 11.8.2003 ve
12.8.2003 düzenleme tarihleri taşımasına karşın, hemen ve bu tarihten
önce askerlik şubesine ulaşması ve askerlik şubesinin 11.8.2003 tarihli
üst yazısına konu olmasındaki çarpıklık ve imkânsızlık ilk bakışta hemen
anlaşılmaktadır.
Sanığın jandarma birliğinde ve jandarma sınıfında bir er olarak
görev yapmasından esinlenerek, sağlık kurulu raporunda yer alan tüm
askerî tabipleri “jandarma tabip...” olarak göstermiş olması, hatta Tortum
Askerlik Şubesinin üst yazısında yer alan şube başkanının sınıfını dahi
“J.Kd.Ütğm.” olarak yazmış olması derhâl göze batmaktadır.
Sağlık kurulu raporunun ön yüzünde konulan tanı “bilateral
inguinal herni” iken, arka yüzünde “akciğer tüberkülozu” gibi farklı ve
değişik bir teşhise yer verildiği hemen farkedilmektedir.
Anılan sahte rapor ve hasta çıkış belgesi 15.8.2003 tarihinde
bölüğe ulaşmasına karşın, sanığın durumu ile ilgili hiçbir inceleme ve
araştırma yapılmaksızın sanığın 19.8.2003 tarihinde hava değişimine
gönderilmiş olması da bölük idarecilerinin ihmalini göstermektedir.
94
Sanık, anılan dönemde (9.8.2003-19.8.2003 tarihlerinde)
birliğinde fiilen görev yapmaktadır. Başka bir şubede yazıcı olarak görev
yapmakta olsa da, tüm özlük işlemleri bölüğü tarafından takip
edildiğinden, sanığın askerî hastahaneye sevkedilip sevkedilmediği bölük
kayıtlarından basit inceleme ile; hatta Tugay personel şubesine bir telefon
edilmek suretiyle de hemen ortaya konulacak mahiyettedir.
Tüm bu tespit, saptama ve irdelemeler; sahte olarak hazırlanan
sağlık kurulu raporunun, hasta çıkış belgesinin ve Tortum Askerlik
Şubesinin üst yazısının içerik ve güncel tarih kronolojisi açısından
“kandırabilme” niteliğinin bulunmadığını, bu belgelerin bölük komutanı
ve bölük astsubayı vekili tarafından hiç incelenmediğini ortaya
koymaktadır. Az önceki tespitleri hiç irdelemeyen bilirkişi Hv.P.Ütğm.
Ş.Ö.’nün anılan sahte belgelerde “ikna ve iğfal kabiliyeti” bulunduğuna
dair görüşü dosya içeriğine, belgelerin kapsamına ve olağan yaşam
tecrübelerine uygun düşmemektedir. Sanığın 19.8.2003 tarihinde hava
değişimine gitmiş olması veya gönderilmiş olması sahte olarak
düzenlenen belgelerin normal bir dikkat çerçevesinde bölük komutanı ve
astsubayınca esasen hiç incelenmemiş olmasından kaynaklanmıştır.
Bölük idarecilerinin ihmali hareketlerinin, aldatma yeteneği bulunmayan
sahte belgeleri elverişli vasıta hâline dönüştüremeyeceği, buna bağlı
olarak da müsnet askerlikten kurtulmak için hile yapmak suçunun
unsurları itibarıyle oluşmadığı sonucuna varılmıştır. Bu nedenle, sanığın
eyleminin “askerlikten kurtulmak için hile yapmak” suçu olarak
vasıflandırılması yasaya aykırı bulunmaktadır.
Ancak benzer olaylara konu olan As.Yrg.Drl.’nun 15.1.1998 gün
ve 8-11 ile 3’ncü Dairesinin 22.1.2002 gün ve 61-60 sayılı kararlarında
da ayrıntılı olarak irdelenip kabul edildiği üzere; sanığın aldatma
yeteneği bulunmayan söz konusu davranışları nedeniyle “19.8.2003
tarihinde birliğinden ayrılıp 30.8.2003 tarihinde geri döndüğü”
hususunun da, iddianamede dava konusu yapıldığı dikkate alındığında,
sanığın eyleminin 19.8.2003-30.8.2003 tarihleri arasında temadi eden
“firar” suçu olarak vasıflandırılması gerektiğinden, hükmün suç
vasfındaki isabetsizlik yönünden bozulmasına karar verilmiştir.
NOT : Ayrıca, bu maddeyle ilgili olarak Askerî Yargıtay 2’nci
Dairesinin 25.1.2006 tarih ve 2006/90-86 sayılı içtihadına bakınız. (Sayfa 522526)
95
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 82/2
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E. No. : 2006/135
K. No. : 2006/134
T.
: 1.2.2006
ÖZET
Sanığın üstü tehdit suçunu oluşturan sözleri, bir defada
ve mağdurları bir grup şeklinde hedef alarak sarf etmiş olması
nedeniyle, birden fazla kimselere karşı yapılan tehdit suçları
aynı suç işleme kararına bağlandıkları takdirde, müteselsil suç
sayılmaları mümkün olduğundan, sanığın tek bir fiille iki ayrı
üstüne karşı gerçekleştirdiği, üstü tehdit suçlarından dolayı
ayrı ayrı cezalandırılması kanuna aykırıdır.
Askerî mahkemece; sanığın 14.1.2001 tarihinde;
1) Üste fiilen taarruza teşebbüs etmek suçunu işlediği sabit
görülerek, eylemine uyan ASCK’nın 91/1 (az vahim hâl cümlesi) ve
TCK’nın 59/2’nci maddeleri gereğince beş ay hapis cezası ile
cezalandırılması;
2) Üstü tehdit suçunu işlediği sabit görülerek, eylemine uyan
ASCK’nın 82/2 (ilk cümlesi), TCK’nın 51/3 ve 59/2’nci maddeleri
gereğince bir ay yirmi gün hapis cezası ile cezalandırılmasına;
3) Üstü tehdit suçunu işlediği sabit görülerek, eylemine uyan
ASCK’nın 82/2 (ilk cümlesi), TCK’nın 51/3 ve 59/2’nci maddeleri
gereğince bir ay yirmi gün hapis cezası ile cezalandırılmasına;
verilen aynı neviden hürriyeti bağlayıcı cezaların TCK’nın 71’inci
maddesi uyarınca içtima ettirilerek neticeten sekiz ay on gün hapis cezası
ile cezalandırılmasına;
karar verilmiştir .
96
Bu hükümler yasal süresi içerisinde sanık tarafından özetle; “üste
fiilen taarruz ve üstü tehdit suçlarını oluşturacak hiçbir hareket ve
eyleminin bulunmadığı, mağdur olan ve fiilen taarruza uğrayan kendisi
olmasına rağmen, sanık olarak yargılanıp cezalandırılmasının hukuka
aykırı olduğu ve ayrıca ceza miktarı dikkate alınarak, paraya çevirme ve
erteleme cihetine gidilmemesinin de bozma nedeni olduğu” ileri
sürülerek temyiz edilmiştir.
Dosyanın incelenmesinde; Sanığın Sivas 5’inci Piyade Eğitim
Tugayı 2’nci Mtf.Eğt.Tb. 1’nci Mtf.Er Eğt.Bl. Komutanlığı emrinde
acemi eğitimini yapmakta iken, 14.1.2001 günü çıktığı çarşı izninden
alkollü olarak dönüp, akşam içtimasına katıldığı, sanığın sarhoş olduğunu
anlayan mağdur P.Çvş. E.K.’nin, içtima sonunda tutanak tanzim etmek
için birkaç asker eşliğinde sanığı bölük yazıhanesine götürdüğü, P.Onb.
A.B.’nin de bulunduğu bölük yazıhanesinde konuşmaya başladıkları,
sanığın konuşma sırasında mağdur P.Onb. A.B.’ye “...ben size abi diye
hitap ediyorum” demesi üzerine, mağdurun “...ben senin komutanınım,
bana abi diye hitap edemezsin” diye cevap verdiği, mağdurun bu
cevabına sinirlenen sanığın P.Onb. A.B.’ye yumruk salladığı, ancak
yumruğun isabet etmediği, bu kez P.Onb. A.B.’nin sanığa yumrukla
vurduğu, kendisine vurulmasına sinirlenen sanığın bu kez P.Onb. A.B. ve
P.Çvş. E.K.’ye hitaben “...sizi öldüreceğim, yaşatmayacağım, burada
benden kralı yok, bana kimse karışamaz, benim annem komiser, sizinle
dışarıda görüşeceğiz, yakalarsam size sorarım” şeklinde sözler sarf ettiği,
böylece sanığın onbaşı rütbesinde olması nedeniyle, üstü durumunda
olduğunu bildiği P.Onb. A.B.’ye yumrukla vurmaya çalışmak şeklindeki
eylemiyle, “üste fiilen taarruz” ve yine üstü durumunda bulunan P.Onb.
A.B. ile P.Çvş. E.K.’yı kastederek sarf ettiği “sizi öldüreceğim,
yaşatmayacağım, burada benden kralı yok, ....benim annem komiser,
sizinle dışarıda görüşeceğiz, yakalarsam size sorarım” şeklindeki
sözlerle, “üstü tehdit” eylemlerini işlediği maddî vakıa olarak anlaşılmış
olup, askerî mahkemece; yapılan yargılama sonunda, sanığın inkâra
yönelik savunmaları, mağdur tanık ve görgü tanıkları anlatımları ile,
sanığa yüklenen eylemlerin sübuta erdiğinin kabulünde bir isabetsizlik
bulunmadığı görülmekte ise de;
Sanığın 20.6.2002 tarihinde askerî savcı ve 7.1.2003 tarihinde
istinabe suretiyle 2’nci Kolordu Komutanlığı Askerî Mahkemesinde
tespit olunan savunmalarında ısrarla, “...Abdurrahman yanıma
yaklaşarak, biz de içiyoruz ama yakalanmıyoruz, sen niye içiyorsun sonra
yakalanıyorsun, geri zekâlı mısın? şeklinde benimle konuştu” şeklinde
iddialarda bulunduğu, sanığın bu iddialarının başlangıçtan itibaren
97
mağdurlar ve sanık dışında olay yerinde bulunan tek tanık durumundaki
E.Ö.nün “...yazıhaneye A.B. geldi, bu arada A.B. sanığa (sana ne oluyor)
gibisinden lâf söyledi, bunun üzerine sanık İ.Ş....diye bağırdı” şeklindeki
yeminli ifadesiyle kısmen de olsa teyit edildiği dikkate alındığında,
sanığın üste fiilen taarruza teşebbüs teşkil eden eyleminden önce,
mağdurun sanığa “geri zekâlı mısın?” şeklinde söz sarf ettiğinin kabul
edilerek, haksız tahrik hükümlerinden yararlandırılması ve üste fiilen
taarruza teşebbüs suçundan kurulan mahkûmiyet hükmünün
uygulamadaki bu hata nedeniyle bozulmasına karar verilmiştir.
Diğer taraftan, Askerî Yargıtayın yerleşmiş içtihatları uyarınca,
sanığın üstü tehdit suçunu oluşturan sözleri bir defada ve mağdurları bir
grup şeklinde hedef alarak sarf etmiş olması nedeniyle, birden fazla
kimselere karşı yapılan tehdit suçları aynı suç işleme kararına
bağlandıkları taktirde, müteselsil suç sayılmaları mümkündür. Müteselsil
suçu oluşturan eylemlerin her biri ayrı bir kastın sonucu olup, bu iradî
eylemleri toplu hâle getiren, bunların tek suç işleme kararından doğmuş
olmasıdır. Sanığın somut olayda üstü olan P.Onb. A.B. ile P.Çvş. E.K.’ya
yönelik olarak, çoğul bir anlatımla bir suç işlemek kararının icrası
cümlesinden olarak, tehdit içeren sözleri aynı anda ve bir defada sarf
ederek müteselsilen üstü tehdit suçunu işlediği sabit olduğu hâlde,
hakkında teselsül hükümlerinin uygulanmaması kanuna aykırı
görülmüştür.
Açıklanan nedenlerle, sanığın tek bir fiille iki ayrı üstüne karşı
gerçekleştirdiği üstü tehdit suçlarından dolayı, hakkında zincirleme suç
kurallarının uygulanması gerekirken, iki ayrı üstü tehdit suçundan dolayı
yukarda yazılı olduğu şekilde ayrı ayrı cezalandırılması kanuna aykırı
olup, mahkûmiyet hükümlerinin uygulama yönünden bozulmasına karar
verilmiştir.
Keza, mağdur A.B.’nin haksız asta müessir fiilî nedeniyle, sanığın
ağır haksız tahrike kapılarak üstü tehdit suçlarını haksız tahrik sonucu
işlediğinin kabulünde bir isabetsizlik bulunmamakta ise de; 1.6.2005
tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı TCK’nın 29’uncu maddesine göre,
hafif-ağır tahrik ayrımının kaldırıldığı ve tahrik uygulamasına ilişkin
olarak yapılacak indirim oranı 1/4’ten, 3/4'e kadar olarak belirlendiği
için, sanığın lehine olan bu durum nedeniyle, müsnet suçtan dolayı tahrik
hükümleri yönünden yeniden değerlendirme yapılması amacıyla da,
hükmün uygulama yönünden bozulmasına karar verilmiştir.
98
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 82/2
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/24
K. No. : 2006/29
T.
: 9.2.2006
ÖZET
Mağdur/müdahil Tk.K. Ütğm.’in, kendisine yönelik
haksız davranış ve hakaret içeren sözleri ve onun isteğiyle
bölük komutanına gitmek için o tarafa yönelen sanık
Uzm.Çvş.’un, mağdurun, arkasından da hakarete devam
etmesi üzerine, geriye (Üsteğmene doğru) dönerek, şahsî
tabancasını kılıfından çıkartmasının, tehdit içeren bir söz sarf
etmemekle birlikte, mağdura yönelik bir hareket olması, ateşli
silâh olan tabancanın bu özelliğinden ötürü, objektif kıstaslara
göre başlı başına, onun, eline alanın dışındakilerde ürküntü ve
çekince oluşturması, sanığın bu eylemi üzerine, etraftaki
erlerin sakınmak için sağa sola kaçışması hâli, bir bütün
olarak değerlendirildiğinde, iç huzuru bozan tehdit niteliğinde
olması nedeniyle, sanığın eyleminin, ASCK’nın 82/2’nci
maddesinin 1’inci cümlesindeki; “üstü tehdit” suçunu
oluşturduğunun kabul edilmesi gerekir.
Sanık P.Uzm.Çvş. R.A.’nın, 18.9.2004 tarihinde mesainin
bitimine yakın bankamatikten para çekmek için aynı bölükten Uzm.Çvş.
D.Ç. ile nizamiyeye gittikleri sırada, karşılaştığı Bl.K. tarafından içtima
yapılacağı için geri çevrildiği, Bl.K.’nın yanında bulunan mağdur/
müdahil Ütğm. H.G.’nin, içtima hazırlığı sırasında sanığın yanına
gelerek, önce, niçin izinsiz ayrıldığını sorup, devamında ona küfür ve
aşağılayıcı sözler sarf ettiği, bunun üzerine omuzundaki çantayı yere
sertçe atan sanığa yönelik hakaretlerinin, içerik ve yoğunluğunu arttırdığı
ve Bl.K.’nın yanına gitmesini; kendisinin de oraya geleceğini söylediği,
sanığa hakarete devam edince, Bl.K.’nın odasına doğru gitmek için
yönelen sanık Uzm.Çvş R.A.’nın, Tk.K. müdahil Ütğm. H.G.’ye doğru
dönerek, belindeki şahsî tabancasını kılıfından çıkardığı, namlusu
mağdura yönelik olmayan (namlusu yere doğru) ve mermi sürülmeyen
99
tabancanın, yanındaki Uzman Çavuşlar R.T. ve D.Ç. tarafından sanıktan
alındığı, sanığın buna direnmediği yönündeki askerî mahkemenin kabulü
ve buna ulaşmada gösterdiği kanıt ve gerekçelerin dosya içeriğiyle
uyumlu olduğu görülmüş, Dairece, sanığın tabancaya mermi sürmeye
çalıştığı yönündeki kabul kesin ve net olarak belirlenememiştir.
Bu bağlamda;
1) Bölük henüz içtima düzenine geçmediğinden, eylemin toplu
asker karşısında olmadığına,
2) Olay sırasında sanığın üzerinde taşıdığı tabancanın, şahsî malı
olması nedeniyle, durumunun, ASCK’nın 11’inci maddesinde; “hizmetin
icabı silâh taşınması” hâline özgü sayılan “silâhlı” tanımına uymadığına,
3) Sanığın gerek omuzundaki çantayı yere atması, gerekse
tabancasını kılıfından çıkarması eylemlerini, mağdur Ütğm.’nin ağır
hakaretlerinden sonra yapması nedeniyle, olay anında hizmet hâlinden
veya hizmete ilişkin hâlden söz edilemeyeceğine,
Oluşa göre sanığın eyleminin, unsurları bulunmayan üste filen
taarruz suçunu oluşturmayacağı gibi, yukarıda sayılan olgular dikkate
alındığında, ASCK’nın 82/1’inci maddesindeki; toplu asker karşısında
veya silâhlı iken hizmete veya hizmete ilişkin hâllerde, amire veya üste
zorunlu olduğu saygıyı göstermemek suretiyle “üste saygısızlık” ve
ASCK’nın 82/2 “2.cümlesindeki”; toplu asker karşısında veya silâhlı
iken veya hizmet sırasında “üstü tehdit” suçlarını oluşturmadığına karar
verilmiştir.
“Amir veya üstünü herhangi bir suretle tehdit...” suçu, ASCK’nın
82/2’nci maddesinin birinci cümlesinde düzenlenmiş olup, unsurları,
yerleşik uygulamaya göre 765 sayılı TCK’nın 191/1’inci maddesindeki;
“...kanunda yazılı hâllerin haricinde, başkasının ağır ve haksız bir zarara
uğratılacağı bildirilerek tehdit edilmesi...” suçunda aranmaktadır.
Yargıtay ve Askerî Yargıtayın içtihatlarıyla belirlenen anlam ve
kapsamına uygun düzenleme ile, “Tehdit” suçu, 1.6.2005 tarihinde
yürürlüğe giren 5237 sayılı TCK’nın 106/1’inci maddesinde; “bir
başkasını kendisinin veya yakınının hayatına, vücut veya cinsel
dokunulmazlığına yönelik bir saldırı gerçekleştireceğinden bahisle tehdit
eden...” şeklinde tanımlanmıştır.
100
Somut olayda; mağdur/müdahil Tk.K.Ütğm.’in, kendisine yönelik
haksız davranış ve hakaret içeren sözleri ve onun isteğiyle bölük
komutanına gitmek için o tarafa yönelen sanık Uzm.Çvş.’un, mağdurun
arkasından da hakarete devam etmesi üzerine, geriye (Ütğm.’ne doğru)
dönerek şahsî tabancasını kılıfından çıkartmasının, tehdit içeren bir söz
sarf etmemekle birlikte, mağdura yönelik bir hareket olması, ateşli silâh
olan tabancanın, bu özelliğinden ötürü objektif kıstaslara göre başlı
başına, onun, eline alanın dışındakilerde ürküntü ve çekince oluşturması,
sanığın bu eylemi üzerine, etraftaki erlerin sakınmak için sağa sola
kaçışması hâli bir bütün olarak değerlendirildiğinde, iç huzuru bozan
tehdit niteliğinde olması nedeniyle, sanığın eyleminin ASCK’nın
82/2’nci maddesinin 1’inci cümlesindeki; “üstü tehdit” suçunu
oluşturduğundan, sanık hakkındaki beraet hükmünü bu yönden bozan
Daire kararına yönelik Başsavcılığın itirazının reddine karar verilmiştir.
101
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 82/1
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E. No. : 2006/244
K. No. : 2006/238
T.
: 15.2.2006
ÖZET
Olay tarihî itibarıyla, 14 aylık asker olup, onbaşı rütbesi
ile askerlik hizmetini yapan sanığın, bölük komutanının
emriyle bütün bölüğün, disiplin eğitimi için yanaşık düzen
eğitimi yaptığı bölük garajında, dönüş eğitimi yapılırken, esas
duruşunun bozuk olması üzerine, eğitimi yaptıran diğer sanık
astsubayın
“esas duruşunu
düzelt”
demesi
üzerine,
“komutanım hitabıyla başlayan ve akabinde gece 03.30 kadar
çalıştım yorgunum” şeklinde devam eden açıklamalarında,
herhangi bir saygısızlık olmadığı hâlde, astsubayın sanığın
esas duruşunu düzeltmesi için, önce ayaklarıyla sanığın
ayağına vurması, daha sonra “sus konuşma” diyerek, bu defa,
sanığın ensesine tokatla vurmaya devam etmesi üzerine,
sanığın canının acıması nedeniyle “yeter artık biz buraya
askerlik yapmaya mı geldik, dayak yemeye mi geldik” şeklinde
bağırması ve hâlen ensesine vuran astsubayın elini tutmaya
çalışması, şeklinde gelişen olayda, sanığın suç işleme kastıyla
hareket etmediğinin kabulü gerekir.
Askerî mahkemece; sanığın, 23.5.2002 tarihinde toplu asker
karşısında üste saygısızlık suçunu işlediği kabul edilerek, eylemine uyan
ASCK’nın 82/1, TCK’nın 51/3 ve 59/2’nci maddeleri uyarınca 25 gün
hapis cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiştir.
Mahkûmiyet hükmü sanık tarafından, özetle; herhangi bir
kusurunun olmadığı, üstü A.Ç.’nin ayağına vurması ve tokat atmasına
rağmen sükunetini bozmadığı, beraetine karar verilmesi gerektiği, ayrıca
verilen cezaya 647 sayılı kanunun 4 ve 6’ncı maddelerinin
uygulanmamasının hukuka aykırı olduğu, bu nedenle hükmün bozulması
gerektiği sebepleriyle temyiz edilmiştir
102
Tebliğnamede, hükmün usul ve uygulamadan bozulması yönünde
görüş bildirilmiştir.
Diğer sanıklar Yzb. T.D. ve Astsb. A.Ç. haklarında asta müessir
fiil suçundan verilen ertelemeli mahkûmiyet hükümleri temyiz
edilmemekle kesinleşmiş olduğundan inceleme dışı tutulmuştur.
Dosyanın incelenmesinden; askerî savcılık tarafından düzenlenen
iddianame ile; “Sanık Astsb.Kd.Çvş. A.Ç.’nin bölük personeline eğitim
yaptırmakta iken sanık Shh.Onb. B.P.’nin esas duruşunun hatalı
olduğunu gördüğü, sanığı esas duruşa geçmesi için uyardığı, sanık
B.P.’nin esas duruşa geçmeyerek yüksek sesle “gece üçe kadar çalıştım
üstüme gelmeyin” diye bağırdığı, sanık Astsb. A.Ç.’nin susması ve esas
duruşa geçmesi için ikaz etmesine rağmen, sanığın esas duruşa
geçmeyerek bağırmaya devam ettiği, böylece sanık B.P.’nin toplu asker
karşısında emre itaatsizlikte ısrar suçunu işlediği” iddiasıyla ve eylemine
uyan ASCK’nın 88’inci maddesi uyarınca cezalandırılması talebiyle
kamu davası açıldığı;
Askerî mahkemece maddî vakıanın; “...Diğer tanıkların
beyanlarına nazaran da A.Ç. tarafından sanık B.P.’ye tokatla vurulup esas
duruşa geçmesi yolunda emir verildiği anlaşılmakla birlikte, sanık
B.P’nin esas duruşa geçip geçmediği konusunda tanıklar bir beyanda
bulunmamışlardır.
Ancak olayın gelişimine göre sanık B.P.’nin diğer sanığın
kendisine yönelik eylemleri sonucunda gece saat 03.00’a kadar
çalıştığını, yorgun olduğunu beyan etmiş olması, tanık B.B.’nin beyanına
nazaran, olay sırasında dönüş hareketlerinin yapılmakta olması, bu
eğitimin talimatlara göre esas duruşta yapılmakta olması nedeniyle, sanık
B.P.’nin hareketi yanlış yaptığı, mangaya eğitim yaptırmak ve eğitimde
yapılacak hareketleri öğretmekle görevli olan A.Ç.’nin de hareketin
düzgün yapılması için sanık B.P.’nin esas duruşa geçmesini istediği,
bunun üzerine sanık B.P.’nin karşılık vermesi üzerine, tartışmanın
başladığı nazara alındığında, sanık B.P:’nin o ana kadar verilen eğitim ile
ilgili komutlara uyduğu da nazara alındığında, eyleminde itaatsizlik
kastının bulunmadığı değerlendirilmiştir.
Ancak, sanık B.P:’nin olay sırasında üstü olan A.Ç.’nin ikazlarına
rağmen bağırarak konuşmaya devam etmesi ve “yeter artık, bıktım
sizden, biz buraya askerlik yapmaya mı geldik, dayak yemeye mi geldik”
103
şeklinde sözler söyleyip, el kol hareketleri yapması, elini havaya doğru
kaldırması nedeniyle, TSK İç Hizmet Kanunun ve İç Hizmet
Yönetmeliğinin 4-12 maddelerine nazaran, amir ve üstlerine karşı umumî
adap ve askerî usullere göre, hürmet göstermeye mecbur olduğu hâlde bu
hürmeti göstermediği, bu eylemin üste saygısızlık suçunu oluşturduğu
anlaşılmıştır.” şeklindeki kabulle mahkûmiyet hükmü kurulmuştur.
Usul yönünden yapılan incelemede:
353 sayılı kanunun 166’ncı maddesinde “Sanık, suçun hukukî
mahiyetinin değişmesinden önce, haber verilip de savunmasını
yapabilecek bir hâlde bulundurulmadıkça, iddianamede kanunî unsurları
ile gösterilen suça ilişkin kanun hükmünden başkası ile mahkûm
edilemez” hükmü yer almaktadır. Bu maddede düzenlenen ek savunma
müessesesi, suçun mahiyet ve niteliğinde değişme olması hâlinde,
sanığın haberdar edilerek değişen suç niteliğine göre savunmasını
hazırlamasına imkân verebilmek için konulmuştur.
Burada iddianamede gösterilen, ya da duruşmada vasfı
değiştirilen suçun nitelendirilmesi önem arz etmekte, ek savunma
alınmadan bu niteleme dışında başka bir suçtan ceza verilmemesi
amaçlanmaktadır.
Somut olay irdelendiğinde, askerî savcılık tarafından düzenlenen
iddianamede, sanığın toplu asker karşısında emre itaatsizlikte ısrar
suçundan eylemine uyan ASCK’nın 88’inci maddesi uyarınca
cezalandırılması talep edilmiştir. Askerî mahkemece sanığın sorgu ve
savunması için Samsun Asliye Ceza Mahkemesine talimat yazılmış,
talimata “sanığın eyleminin sübutu hâlinde, toplu asker karşısında üste
hürmetsizlik suçundan eylemine uyan, ASCK’nın 82/1’inci maddesi
gereğince cezalandırılması ihtimaline binaen ek savunmasının da tespit
edilerek” gönderilmesi istenmiştir. İstinabe edilen Samsun Asliye Ceza
Mahkemesince, usulüne uygun olarak çağrılan ve kimliği tespit edilen
sanığa, talimat ve ekleri okunduktan sonra yasal haklarının hatırlatıldığı,
sanığın vareste talebi üzerine, sorgusunun tespit edildiği, ancak
sorgusunun sadece iddianame kapsamında tespit edildiği, ek
savunmasının alınmadığı, sanığın sorgusunun, vareste tutulduktan sonra
askerî mahkemede 27.3.2003 tarihli duruşmada okunduğu, bilâhare de,
bu eksiklik giderilmeden hüküm duruşmasında sanığın toplu asker
karşısında üste saygısızlık suçunu işlediği kabul edilerek, ASCK’nın
82/1’inci maddesi uyarınca mahkûmiyetine karar verildiği anlaşılmıştır.
104
Bu durum, yukarıda belirtilen 353 sayılı kanunun 166’ncı
maddesine aykırılık oluşturmakta ve sanığın savunma hakkının
kısıtlanması niteliğinde bir usule aykırılık teşkil etmektedir.
Askerî mahkemece tesis edilen mahkûmiyet hükmünde yukarıda
belirtilen usule aykırılık bulunmakla birlikte, esas yönünden de inceleme
yapılmıştır.
Esas Yönünden Yapılan İncelemede :
Sanık Bl.K.lığınca alınan hazırlık ifadesinde, olay günü bölükle
beraber eğitim yaparken A.Ç.’nin kendisine vurduğunu ve esas duruşunu
göster dediğini, kendisinin gece 03.30’a kadar çalıştığını ve farkında
olmadan esas duruşunun bozuk olduğunu söylediğini, buna rağmen tekrar
ardı ardına vurmaya başladığını, canı yandığı için elini tuttuğunu ve
durumu tekrar açıklamaya çalıştığını, ama yine konuşmasına fırsat
vermediğini beyan etmiş; Tb.K. tarafından alınan ifadesinde de, bölük
garajında yanaşık düzen eğitimi yaparken, eğitim yaptıran Astsb.
A.Ç.’nin yanına gelerek ve ayaklarına bir kez vurarak kollarını kapat esas
duruşunu göster dediğini, kendisinin komutanım yorgunum demesi
üzerine, susmasını söyleyerek avucunun içiyle ensesine vurmaya
başladığını, canı yandığı için ellerini tutarak bana vuramazsınız dediğini
beyan etmiş, istinabe mahkemesinde tespit edilen sorgusunda da aynı
savunmalarını tekrar etmiştir.
Tanık B.B. Tb.K.’lığınca tespit edilen hazırlık ifadesinde; yanaşık
düzen eğitimi esnasında esas duruşu bozuk olduğu için ayağına tekme
vurarak esas duruşunu düzeltmesini söylediğini, daha sonra kollarına
vurduğunu, B.P. gece üç buçuğa kadar çalıştık komutanım deyince, tokat
atıp “konuşma” dediğini, B.P.’nin ifadeleri arkasından konuşma diyerek
tokat atmaya devam ettiğini. Daha sonra B.P.’nin Astsb. A.Ç.’nin elini
tuttuğunu, “biz buraya askerlik yapmaya mı geldik dayak yemeye mi
geldik” dediğini beyan etmiş, dosyadaki yeminli ifadesinde aynı
hususları tekrarlayarak, ancak sanığın esas duruşunun bozuk olduğunu
görmediğini tahmin ettiğini, A.Ç. Astsubay’ın da sanığa sert olmayacak
dozlarda vurduğunu beyan etmiş, talimatla tespit edilen yeminli
ifadesinde de aynı hususları tekrarlamıştır.
Tanık G.U. hazırlık ifadesinde eğitim sırasında A.Ç.’nin sanık
B.P.’ye esas duruşunu düzeltmesini söylediğini, sanığın “Komutanım
gece 03.00-03.30’a kadar çalıştım, hasta baktığım için ayakta duracak
hâlim yok” dediğini, A.Ç.’nin sanığa susması konusunda ikaz ederek, eli
ile ensesine vurmaya başladığını, sanığın ise “yeter artık” dediğini beyan
etmiş, talimatla tespit edilen yeminli ifadesinde de, hazırlık ifadesine
105
benzer şekilde beyanlarda bulunmuş, okunan hazırlık ifadesinin doğru
olduğunu belirtmiştir.
Tanık İ.K.’da hazırlık ifadesinde, olayın gelişimini diğer iki tanık
gibi anlatmış, en sonunda sanığın “Yeter artık buraya dayak yemeye
gelmedik” dediğini, beyan etmiş, dosyada (isimsiz) talimatla tespit edilen
yeminli ifadesinde, önceki ifadelerini tekrar ettiğini, A.Ç.’nin sanığın
ensesine tokatla normal bir şekilde vurduğunu, susturmak amacıyla karşı
geldiği için vurduğunu beyan etmiş, yine talimatla tespit edilen yeminli
ifadesinde ise; eğitim sırasında A.Ç.’nin sanığa esas duruşunu
düzeltmesini söylediğini, B.P.’nin düzeltmediğini ve birden bağırmaya
başladığını, gece üçe kadar çalıştım yorgunumu şeklinde bağırdığını,
Astsb. A.Ç.’nin tekrar sanığı uyardığını ve esas duruşunu düzeltmesini
söylediğini, ikincisinde de B.P.’nin tekrar bağırmaya başladığını, bu
sırada Astsb.’ın, sanığın ensesine normal bir şekilde şiddet içermeyecek
tarzda uyarı mahiyetinde dikkatini çekmek amacıyla vurduğunu beyan
etmiş, hazırlık beyanı okunmasına rağmen çelişkiler giderilmemiştir.
Tanık Ütğm. A.Ç., hazırlık ifadelerinde olay günü disiplin eğitimi
olarak yanaşık düzen eğitimi yapıldığını, kendisinin emir komutasında
eğitim yapılırken A.Ç. Astsb.’ın eğitim yaptırdığı yerden birtakım sesler
(bağrışmalar) duyunca, seslerin geldiğini yöne baktığında B.P.’nin sol
kolunu havaya kaldırarak Astsb. A.Ç.’ye bağırdığını (yeter artık, bu ne
ya gibi) saygısızca ifadeler kullandığını gördüğünü beyan etmiş; talimatla
tespit edilen yeminli ifadesinde ise, hazırlık ifadesinde söylediği sözleri
duymadığını, yorumlayarak bu sözleri çıkardığını, olay sırasında
bağrışmalar üzerine baktığında Astsb. A.Ç.’nin sanığa “sen bu şekilde
duramazsın gibi sözler söylediğini, sanığın da Astsb. A.Ç.’ye elini
kolunu sallayarak “Sen de bana bu şekilde davranamazsın, bana
vuramazsın” dediğini, yanlarına gidip Astsb. A.Ç.’ye olayı sorduğunu,
sanık B.P.’ye bir şey sormadığını, A.Ç. Astsb.’ya sanığı Bl.K.nın yanına
götürmesini söylediğini, giderken sanık B.P.’ye “sen bu şekilde
davranamazsın, cezanı çekeceksin” deyince, sanığın da “çekeriz
komutanım” dediğini beyan etmiştir.
Tanık A.S., hazırlık ifadesinde, olay günü Astsb. A.Ç.’nin
yanında kendisinin de görevli olduğunu, Astsb. A.Ç.’nin takıma toplu
olarak geriye dönüş yaptırmakta iken, sanığın esas duruşunun bozuk
olduğunu, Astsb. A.Ç.’nin yüksek sesle ikaz ettiğini, B.P.’nin bunun
üzerine konuşmaya başladığını, Astsb. A.Ç.’nin sanığın yanına yanaşıp,
sus diyerek ikaz ettiğini ve elleriyle sanığın kollarını bastırdığını, sanığın
susmayarak “yeter artık, saat 03.00’a kadar revirde çalıştım, bıktık artık
sizden gibi ifadeler kullandığını duyduğunu, A.Ç.’nin sanığın ensesinden
106
tuttuğunu, sanığın da Astsb. A.Ç.’nin elinden tutarak engel olduğunu
beyan etmiş, talimatla tespit edilen yeminli ifadesinde, olay sırasında
sanığın “yeter artık, saat 03.00’a kadar revirde çalıştım, bıktık gibilerden
söz sarf ettiğini, Astsb. A.Ç.’nin sanık B.P.’ye birkaç sefer sus diye
yüzüne tokat şeklinde vurduğunu, sanığında Astsb. A.Ç.’nin kolundan
tutarak engel olmaya çalıştığını beyan etmiştir.
Diğer sanık Astsb. A.Ç. ise, hazırlık ifadelerinde eğitim sırasında
esas duruşunu bozuk olarak gördüğü sanığı ikaz ettiğini, bir düzelme
olmayınca sağ ayağının içiyle ayaklarının birleşmesi için hafifçe
topuklarına vurduğunu, kollarını kapatması için hafifçe dirseklerinden
ittiğini, ensesine avucunun içiyle hafifçe iki üç defa acı vermek kastı
olmadan dokunduğunu, iki üç defa susmasını sözlü olarak ikaz ettiğini,
sanığın susmayıp “saat üçe kadar çalıştım, yeter artık, bıktım artık sizden,
askerlikten” gibi ifadeler kullandığını beyan etmiş, talimatla sanık
sıfatıyla tespit edilen sorgusunda, aynı beyanlarını tekrar etmiş, sanığın
“artık bıktık” şeklinde sözlerle isyankâr tavırlar sergilediğini beyan
etmiştir.
Sanığın savunmaları ve yukarıda belirtilen tanık ifadeleri ışığında
somut olay irdelendiğinde; olayın 23.5.2002 günü bölük garajında
P.Ütğm. A.Ç.’nin nezaretinde disiplin eğitimi olarak, yanaşık düzen
eğitimi yapıldığı sırada meydana geldiği ve bölüğün 3 takım hâlinde
eğitim yaparken, sanıklardan başka yediden fazla askerin hizmet
amacıyla bulunduğu, dolayısıyla toplu asker unsurunun oluştuğu
konusunda kuşku bulunmamaktadır.
Askerî mahkemece, sanığın eylemi “olay sırasında üstü olan
A.Ç.’nin ikazlarına rağmen, bağırarak konuşmaya devam etmesi ve
“yeter artık, bıktım sizden, biz buraya askerlik yapmaya mı geldik, dayak
yemeye mi geldik” şeklinde sözler söyleyip el kol hareketleri yapması,
elini havaya doğru kaldırması” nedeniyle üst’e saygısızlık olarak
nitelendirilmiştir.
Askerî mahkemece kabul edilen “bıktım sizden” sözü sadece
diğer sanık Astsb. A.Ç.’nin hazırlık ve tanık A.S.’nin hazırlık
ifadelerinde geçmektedir. Diğer tanıklar sanığın bu sözü söylediğine dair
bir beyanda bulunmadıkları gibi, tanık Abdülkadir’in talimatla alınan
yeminli ifadesinde de, sanığın bu şekilde söz söylediğine dair bir beyanı
bulunmamaktadır.
Yine sanığın el kol hareketleri yaptığı, elini havaya doğru
kaldırdığı hususu sadece tanık Ütğm. A.Ç.’nin ifadesinde geçmektedir.
Diğer tanıklar ise, böyle bir ifadede bulunmadıkları gibi, diğer sanıkta
sanığın sadece isyankâr bir tavır sergilediğini beyan etmiştir.
107
Dolayısıyla, olay tarihî itibarıyla 14 aylık asker olup onbaşı
rütbesi ile askerlik hizmetini yapan sanığın, Bl.K. emriyle bütün bölüğün
disiplin eğitimi için yanaşık düzen eğitimi yaptığı bölük garajında, eğitim
esnasında dönüş eğitimi yapılırken esas duruşunun bozuk olması üzerine,
eğitimi yaptıran diğer sanık Astsb. A.Ç.’nin “esas duruşunu düzelt”
demesi üzerine, “komutanım hitabıyla başlayan ve akabinde gece 03.30
kadar çalıştım yorgunum” şeklinde devam eden açıklamalarda herhangi
bir saygısızlık olmadığı hâlde, Astsb. A.Ç.’nin sanığın esas duruşunu
düzeltmesi için, önce ayaklarıyla sanığın ayağına vurması, daha sonra
‘sus, konuşma diyerek’ bu defa, sanığın ensesine tokatla vurmaya devam
etmesi üzerine, sanığın canının acıması nedeniyle “yeter artık, biz buraya
askerlik yapmaya mı geldik, dayak yemeye mi geldik” şeklinde
bağırması ve hâlen ensesine vuran Astsb. A.Ç.’nin elini tutmaya
çalışması şeklinde gelişen olayda, sanığın üste saygısızlık suçunu
işlediğini kabul etmek hukuka uygun görülmemiştir.
Zira, bu suçun ceza kanunlarında yazılan tipe uygun maddî
unsurunun yanında, sanığın kastını gösteren manevî unsurunun da
oluşması gerekmektedir.
Bir disiplin eğitimi olup, görülen hataların düzeltilmesi ve aynı
hataların tekrar yapılmaması için toplu hâlde yapılan yanaşık düzen
eğitimlerinin amacı, görülen hataların düzeltilmesi, disiplinin
pekiştirilmesidir. K.K.K. Birlik Eğitim Yönergesinde, yanaşık düzen
eğitiminin, personelin askerliğe adım attığı ilk günden, terhis olacağı
güne kadar sürekli olarak uygulanacağı ve bir disiplin eğitimi anlayışı
içerisinde icra edileceği belirtilmiş, yanaşık düzen eğitiminin, plânlanan
programın dışında, eğitime gidiş ve gelişlerde günlük mesainin her
safhasında fırsat eğitimi şeklinde de, uygulamaya devam edileceği
belirtilmiştir. (KKY 164-1. Kara Kuvvetleri Birlik Eğitim Yönergesi
2004).
Olay günü esas duruşu hatalı bile olsa, eğitimin maksadı olan bu
hatanın düzeltilmesi için, eğiticinin yani diğer sanık Astsb. A.Ç.’nin,
hareketin doğrusunu gösterip, hatalarını sanığa anlatması gerekirken,
fizikî şiddet uygulayarak sanığın önce ayaklarına, sonra ensesine canını
acıtacak şekilde vurması karşısında, sanığın hareketsiz kalması
beklenemeyeceğinden, canının acıması nedeniyle gösterdiği tepkisel
hareket ve suç teşkil etmeyecek şekilde durumunu belirtecek şekilde
söylediği sözlerde suç kastının bulunmadığı anlaşılmakla, askerî
mahkemece beraet yerine mahkûmiyet hükmü tesis edilmesi yasaya
aykırı görüldüğünden hükmün esastan bozulmasına karar verilmiştir.
108
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 82/2
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/36
K. No. : 2006/44
T.
: 23.2.2006
ÖZET
Eylemin oluş ve seyrine, meydana geldiği yere, sanığın
abisinden hatıra olduğu için vermek istemediği tespihin, zorla
alınmasına kalkışılması üzerine, bir tepki olarak sarf ettiği
sözlerin, soyut nitelikte olup, objektif değerlendirmeye göre,
muhatabının iç huzurunu bozucu; onu korku ve endişeye sarf
edici nitelikte olmaması nedeniyle, üste saygısızlık kapsamında
kaldığı kabul edilerek hüküm kurulması gerekirken, üstü
tehdit suçundan mahkûmiyeti cihetine gidilmesi yasaya
aykırıdır.
7.10.2002 tarihinde, daha önce yanından geçmekte olan Astsb.
S.G. tarafından, bölük yemekhanesinde bozuk olan kılık kıyafetini
düzeltmesi ve elindeki tespihi vermesi istenen sanık (Ter) P.Er C.Ö.’nün,
buna karşı çıkması üzerine, bölük komutanına götürüldüğünde, bu kez
Bl.K.Yzb. A.Ç.’nin, kıyafetini düzeltmesi ve tespihi vermesine ilişkin
emrine ve bölük komutanı tarafından, tespihin cebinden alınmak
istenmesine; “Tespih, abimin hatırası vermeyeceğim, bana ne
yapabilirsin, öldüreceğim kendimi, ellerini çek dokunma bana, zorla
alırsan bunun hesabını en ağır şekilde sorarım” diye karşılık verdiği
maddî bir olgudur.
“Amir veya üstünü herhangi bir suretle tehdit...” suçu, ASCK’nın
82/2’nci maddesinin birinci cümlesinde düzenlenmiş olup, unsurları,
yerleşik uygulamaya göre 765 sayılı TCK’nın 191/1’inci maddesindeki;
“...kanunda yazılı hâllerin haricinde, başkasının ağır ve haksız bir zarara
uğratılacağı bildirilerek tehdit edilmesi...” suçunda aranmaktadır.
Yargıtay ve Askerî Yargıtayın içtihatlarıyla belirlenen anlam ve
kapsamına uygun düzenleme ile, “Tehdit” suçu, 1.6.2005 tarihinde
yürürlüğe giren 5237 sayılı TCK’nın 106/1’inci maddesinde; “bir
başkasını kendisinin veya yakınının hayatına, vücut veya cinsel
109
dokunulmazlığına yönelik bir saldırı gerçekleştireceğinden bahisle tehdit
eden...” şeklinde tanımlanmıştır.
Bu bağlamda; sanığın sarf ettiği sözlerle muhatabının veya onun
bir yakınının hayatına, vücut veya cinsel dokunulmazlığına yönelik bir
saldırı gerçekleştireceğine ilişkin açık ve net bir sözcüğü bulunmadığı
gibi, bunu ima edecek bir davranışı da yoktur.
Eylemin oluş ve seyrine, meydana geldiği yere, sanığın abisinden
hatıra olduğu için vermek istemediği tespihin, zorla alınmasına
kalkışılması üzerine, bir tepki olarak sarf ettiği sözlerin, soyut nitelikte
olup, objektif değerlendirmeye göre muhatabının iç huzurunu bozucu;
onu korku ve endişeye sarf edici nitelikte olmaması nedeniyle, üste
saygısızlık kapsamında kaldığı kabul edilerek, Askerî Yargıtay 1’inci
Dairesinin üste kavli tehdit suretiyle hürmetsizlik (üstü tehdit) suçundan
kurulan mahkûmiyet hükmünün, suç vasfına bağlı görev yönünden
bozma kararı yerinde bulunduğundan; üstü tehdit suçunun oluştuğuna
ilişkin Askerî Yargıtay Başsavcılığının buna yönelik itirazının reddine
karar verilmiştir.
110
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 82/2
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/77
K. No. : 2006/67
T.
: 16.3.2006
ÖZET
Personelin eğitim yaptığı sırada, üstü olan astsubaya
hakaret içeren sözleri sarf eden sanığın, mağdura hakaret ve
tehdit etmesi için bir neden bulunmadığı, peş peşe söylenen bu
sözlerin bir kısmının olayın tek tanığı olan astsubay tarafından
duyulmadığı ve üste hakaret suçu nedeniyle beraet hükmü
kurulduğu, olay tutanağında imzaları bulunan tanıklar
tarafından da, tutanağı imzalamaları için mağdurun
kendilerine baskı yaptığının ifade edildiği gözetildiğinde;
sanığa yüklenen üstü tehdit suçunun sübutunun şüpheli
kaldığının kabul edilmesi gerekir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, sanığa yüklenen suçun sübutuna
ilişkin bulunmaktadır.
Daire, tanık S.K.’nın beyanı karşısında, sanığa yüklenen suçun
sübuta erdiğini kabul ederken; Başsavcılık, tehdit mahiyetindeki sözlerin
kime karşı sarf edildiğinin şüpheli kaldığı görüşünü öne sürmektedir.
Arpaçay İlçe Jandarma Komutanlığı emrinde görevli olan sanığın,
19.8.2004 tarihinde İlçe Jandarma Komutanının emri ile Astsb. S.K.’nın
emir ve komutasında yanaşık düzen eğitimi yaptığı, istirahat sırasında o
gün terhis olacak olan Er S.B.Ö.’nün sanığın yanına gelerek terhis
işlemlerini sorduğu, sanığın da terhis belgesini eğitimden sonra
vereceğini söyleyerek, adı geçeni bölük karargâhına gönderdiği, burada
Er Serdar’ı gören İlçe Jandarma Komutanının adı geçene bekleme
sebebini sorduğu, terhis belgesi için beklediğini öğrenmesi üzerine de,
sanığı çağırmasını söylediği, sanığın gecikmesi nedeniyle İlçe Jandarma
Komutanı tarafından odasına çağrılarak muaheze edildiği, morali bozulan
111
sanığın binadan çıkarak eğitim alanına döndüğü, aynı yerde erbaş erlere
eğitim yaptıran mağdur J.Astsb.Bçvş. E.M.’nin yanından geçerken “A...
koduğumun yalakaları” dediği, sinirli hâli sebebiyle Astsb. S.K.
tarafından sakinleşmesi amacıyla koluna girilip götürülürken de, Astsb.
E.M.’ye başını sallayarak “Sana göstereceğim” dediği iddia edilerek,
hizmet esnasında üste hakaret ve toplu asker karşısında ve hizmet hâlinde
üstü tehdit suçlarını işlediği öne sürülmüştür.
Aleyhte beyanda bulunan tek tanık Astsb. S.K.’nın; yanından
geçerken sanıkla Erhan Başçavuşun göz göze geldiklerini, sanığın Erhan
Başçavuşu kastederek “Sana göstereceğim” dediğini, “A... koyduğumun
yalakaları” şeklinde bir söz sarf ettiğini duymadığını ifade ettiği;
Olay tutanağında imzaları bulunan ve olay sırasında eğitim
alanında eğitim yaptıkları anlaşılan Çvş. H.K., Er N.T., Er A.U., Er A.A.
ve Er O.Ö.’nün sanığın tehdit sözcüğünü kullandığını duymadıklarını,
tutanağı da Erhan Başçavuşun baskısı ile imzaladıklarını söyledikleri;
Yine eğitim alanında bulunan Astsb. O.A., Uzm.Çvş. İ.E., Uzm.
Çvş. A.İ., Uzm.Çvş. G.D., Er C.Y. ve Er M.Ö.’nün sanığın herhangi bir
tehdit veya hakaretini duymadıklarını ifade ettikleri;
Tanık olarak dinlenilen İlçe Jandarma Komutanı Ütğm. G.E.’nin
de; sanıkla mağdur arasında eşlerinden kaynaklanan kırgınlık
bulunduğunu ve sık sık birbirlerini şikâyet ettiklerini söylediği
görülmüştür.
Tanık S.K.’nın ifadesini göz önünde tutan askerî mahkemenin
yüklenen hizmet esnasında üste hakaret suçu nedeniyle, sanık hakkında
beraet hükmü kurduğu ve bu hükmün 4’üncü Dairenin ilâmı ile onandığı
saptanmıştır.
Bütün bu deliller ve tespitler birlikte değerlendirildiğinde;
personelin eğitim yaptığı sırada üstü olan astsubaya “A...kodumun
yalakaları” ve “sana göstereceğim” dediği iddia edilen sanığın, mağdura
hakaret ve tehdit etmesi için bir neden bulunmadığı, peş peşe söylenen bu
sözlerin bir kısmının aleyhte beyanda bulunan Astsb. S.K. tarafından
duyulmadığı, aynı anda işlenen üste hakaret suçu nedeniyle beraet hükmü
kurulduğu, olay tutanağında imzaları bulunan tanıklar tarafından,
mağdurun tutanağı imzalamaları için kendilerine baskı yaptığının ifade
edildiği gözetildiğinde, sanığa yüklenen üstü tehdit suçunun şüpheli
kaldığına ilişkin Başsavcılık itirazı yerinde görülmüş ve hükmün esas
(sübut) yönünden bozulmasına karar verilmiştir.
112
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 82/2
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/98
K. No. : 2006/95
T.
: 20.4.2006
ÖZET
Askerî Müze ve Kültür Sitesi Komutanlığı emrinde,
Devlet memuru olarak görevli olan sanığın, ifade vermek
üzere, kendisini odasına çağıran amiri, mağdur yüzbaşıya
karşı, telefonda sarf ettiği “Mübarek Ramazan çıktıktan 15-20
gün sonra, gözümün içine bakarak kim olduğumu
anlayacaksınız, sizinle o zaman görüşeceğim” şeklindeki
sözlerin, mağdurun iç huzurunu bozduğu, onu korku ve
endişeye sevk ettiği, telefonun diyafon düğmesinin açık olması
nedeniyle, odada bulunanlar tarafından da duyulan bu
sözlerin, tanıklar tarafından tehdit olarak algılandığı ve
objektif
olarak
korkutucu
özelliğinin
bulunduğu
gözetildiğinde, “amiri tehdit” suçunun oluştuğunun kabul
edilmesi gerekir.
Askerî Müze ve Kültür Sitesi Komutanlığı emrinde Devlet
memuru olarak görevli bulunan sanığın, 19.11.2002 günü saat 09.50
sıralarında, amiri P. Yzb. M.O. tarafından, ifade vermek üzere telefonla
odasına çağrıldığı, sanığın cevaben “Asker olmadığını, sivil memur
olduğunu, kendisine emir veremeyeceğini, bunu kafasına yerleştirerek
hareket etmesi gerektiğini” söylediği ve devamında “Mübarek Ramazan
çıktıktan 15-20 gün sonra, benim gözümün içine bakarak kim olduğumu
anlayacaksınız, sizinle o zaman görüşeceğim.” dediği, görüşme sırasında
telefonun diyafon düğmesinin açık olması sebebiyle, söylenen bu
sözlerin o sırada odada bulunan Astsb. B.B., Astsb. İ.M., Astsb. N.Y. ve
Er V.A. tarafından da duyulduğu anlaşılmakta, maddî olayın bu şekilde
oluştuğu konusunda yargılama makamları arasında uyuşmazlık
bulunmamaktadır.
113
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlığın, suçun vasfına ilişkin bulunduğu
görülmektedir.
Daire, sanık tarafından sarf edilen sözlerin, amire saygısızlık
disiplin suçunu oluşturduğunu kabul ederken; Başsavcılık, eylemin amiri
tehdit suçuna vücut verdiği görüş ve düşüncesini öne sürmektedir.
Amiri veya üstü tehdit suçunu düzenleyen ASCK’nın 82/2’nci
maddesi; “Amir veya üstünü herhangi bir suretle tehdit edenlere, ...cezası
verilir...” düzenlemesini içermekte, maddede suçun unsurları konusunda
herhangi bir açıklık bulunmadığı görülmektedir. Uyum ve kararlılık
gösteren Askerî Yargıtay kararlarında, ASCK’nın 82/2’nci maddesinde
yazılı tehdit suçunun unsurlarının TCK’nın 191’inci maddesinde
aranması gerektiği kabul edilmektedir.
Tehdit, mülga 765 sayılı TCK’nın 191’inci maddesinde “Bir
kimsenin... başkasını ağır ve haksız bir zarara uğratacağını bildirmesi”
biçiminde tanımlanmış; 1.6.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı
TCK’nın 106/1’inci maddesi ile, doktrinde ve uygulamada belirlenen
anlam ve kapsama uygun olarak “Bir başkasını, kendisinin veya
yakınının hayatına, vücut veya cinsel dokunulmazlığına yönelik bir
saldırı gerçekleştireceğinden veya malvarlığı itibarıyla büyük bir zarara
uğratacağından veya sair bir kötülük edeceğinden bahisle tehdit etme...”
biçiminde değiştirilmiştir.
Tehdidin koruduğu hukukî değer, kişilerin huzur ve sükunudur.
Suçun oluşması bakımından tehdit konusu kötülüğün gerçekleşip
gerçekleşmemesi önemli değildir. Tehdidin objektif olarak, ciddî bir
mahiyet arz etmesi gerekir. Yani, istenilen şeyin yerine getirilmemesi
hâlinde, tehdit konusu kötülüğün gerçekleşeceği ihtimalî objektif olarak
mevcut olmalıdır. Sarf edilen söz, gerçekleştirilen davranış, muhatap
alınan kişi üzerinde ciddî bir korku yaratma açısından sonuç almaya
elverişli, yeterli ve uygun değilse, tehdidin oluştuğu ileri sürülemez.
Objektif olarak ciddî bir mahiyet arz eden tehdidin, somut olayda
muhatabı üzerinde etkili olması şart olmadığı gibi, failin objektif olarak,
ciddî bir mahiyet arz eden söz ve davranışlarla mağduru tehdit etmek
istemesine rağmen, mağdurun bu söz ve davranışları ciddiye almamış
olması da, suçun oluşumuna engel değildir (Türk Ceza Kanunu Gazi
Şerhi, Genel Hükümler, Üçüncü Bası, Ocak 2006, s: 808, 809; Prof. Dr.
M.E.ARTUK - Doç.Dr. A.GÖKCEN - Yrd.Doç.Dr. A.C.YENİDÜNYA,
Ceza Hukuku Özel Hükümler, 6’ncı Bası, Ankara-2005, s: 100, 101).
114
Mağdur Yzb. M.O., o an için herhangi bir korkuya kapılmadığını,
ancak daha, sonra sanığın kendisini takip edip herhangi bir şey yapabilir
şeklinde endişeye kapıldığını, tanıklar Astsb. N.Y., Astsb. İ.M. ve Astsb.
B.B. söylenen sözleri tehdit olarak algıladıklarını ifade etmişlerdir.
Bu nedenle; sanık tarafından sarf edilen “Mübarek Ramazan
çıktıktan, 15-20 gün sonra gözümün içine bakarak kim olduğumu
anlayacaksınız, sizinle o zaman görüşeceğim” şeklindeki sözlerin,
mağdurun iç huzurunu bozduğu, onu korku ve endişeye sevk ettiği,
telefonun diyafon düğmesinin açık olması sebebiyle, odada bulunanlar
tarafından da duyulan bu sözlerin, tanıklar tarafından tehdit olarak
algılandığı ve objektif olarak korkutucu özelliğinin bulunduğu
gözetildiğinde, Başsavcılığın yerinde görülen itirazının kabulüne,
hükmün suç vasfına bağlı görev yönünden bozulmasına ilişkin Daire
ilâmının kaldırılmasına ve dava dosyasının temyiz incelemesine devam
edilmek üzere Dairesine gönderilmesine karar verilmiştir.
115
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 82/2
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/115
K. No. : 2006/109
T.
: 4.5.2006
ÖZET
Sanık tarafından sarf edilen “Ben bu subay, astsubay ve
uzman çavuşları Giresun’un dağlarında yakalarsam vururum,
yaşasın PKK” şeklindeki sözlerin, muhatap alınan kişiler
üzerinde, ciddî bir korku yaratma açısından sonuç almaya
elverişli ve uygun olduğu, objektif olarak korkutucu
özelliğinin bulunduğu, bu sözlerin daha sonra ilgililerin
bilgisine ulaştığı, sanığın bu sözleri sarf etmesi için hiçbir
neden bulunmadığı anlaşıldığından; sanığa yüklenen suçun,
unsurları itibarıyla oluştuğunun kabul edilmesi gerekir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlığın, sanığa yüklenen suçun unsurları
yönünden oluşup oluşmadığına ilişkin bulunduğu görülmektedir.
Amiri veya üstü tehdit suçunu düzenleyen ASCK’nın 82/2’nci
maddesi; “Amir veya üstünü herhangi bir suretle tehdit edenlere, ...cezası
verilir...” düzenlemesini içermekte, maddede suçun unsurları konusunda
herhangi bir açıklık bulunmadığı görülmektedir. Uyum ve kararlılık
gösteren Askerî Yargıtay kararlarında, ASCK’nın 82/2’nci maddesinde
yazılı tehdit suçunun unsurlarının, TCK’nın 191’inci maddesinde
aranması gerektiği kabul edilmektedir.
Tehdit, mülga 765 sayılı TCK’nın 191’inci maddesinde “Bir
kimsenin... başkasını ağır ve haksız bir zarara uğratacağını bildirmesi”
biçiminde tanımlanmış; 1.6.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı
TCK’nın 106/1’nci maddesi ile, doktrin ve uygulamada belirlenen anlam
ve kapsama uygun olarak “Bir başkasını, kendisinin veya yakınının
hayatına, vücut veya cinsel dokunulmazlığına yönelik bir saldırı
gerçekleştireceğinden veya malvarlığı itibarıyla büyük bir zarara
uğratacağından veya sair bir kötülük edeceğinden bahisle tehdit etme...”
biçiminde değiştirilmiştir.
116
Tehdidin koruduğu hukukî değer, kişilerin huzur ve sükunudur.
Suçun oluşması bakımından, tehdit konusu kötülüğün gerçekleşip
gerçekleşmemesi önemli değildir. Tehdidin objektif olarak ciddî bir
mahiyet arz etmesi gerekir. Yani, istenilen şeyin yerine getirilmemesi
hâlinde, tehdit konusu kötülüğün gerçekleşeceği ihtimalî objektif olarak
mevcut olmalıdır. Sarf edilen söz, gerçekleştirilen davranış, muhatap
alınan kişi üzerinde, ciddî bir korku yaratma açısından sonuç almaya
elverişli, yeterli ve uygun değilse, tehdidin oluştuğu ileri sürülemez.
Objektif olarak ciddî bir mahiyet arz eden tehdidin, somut olayda
muhatabı üzerinde etkili olması şart olmadığı gibi, failin objektif olarak
ciddî bir mahiyet arz eden söz ve davranışlarla mağduru tehdit etmek
istemesine rağmen, mağdurun bu söz ve davranışları ciddiye almamış
olması da, suçun oluşumuna engel değildir (İ.ÖZGENÇ, Türk Ceza
Kanunu Gazi Şerhi, Genel Hükümler, Üçüncü Bası, Ocak 2006, s: 808,
809; Prof.Dr. M.E. ARTUK - Doç.Dr. A.GÖKCEN - Yrd. Doç. Dr. A.C.
YENİDÜNYA, Ceza Hukuku Özel Hükümler, 6’ncı Bası, Ankara-2005,
s: 100, 101).
Uyum ve kararlılık gösteren Askerî Yargıtay ve Yargıtay
kararlarında, söylenen sözlerin tehdit içerip içermediğinin, failin ve
mağdurun içinde bulundukları ortama, söylenen sözlere, söylenme
nedenine ve söylediği koşullara göre değerlendirilmesi gerektiği kabul
edilmektedir.
Sanığın sonradan reddettiği ilk ifadesinde, tanık İ.Ş. ile askerliğin
zorluklarından bahsettikleri sırada, bu sözleri istemeyerek söylediğini
ifade etmesine karşın; tanık İ.Ş., sanığın hiçbir neden yokken bu şekilde
konuştuğunu, kendisinin tepki göstermesi üzerine cevap vermediğini
söylemiştir.
Sanığın mensubu olduğu Jandarma sınıfının görev özelliği
itibarıyla, sanığın her an sarf ettiği tehdit içeren sözlerin, muhatabı olan
amir ve üstleri ile birlikte, silâhlı olarak operasyon, takip, pusu gibi
göreve çıkmalarının imkân dâhilinde bulunması yanında, yasa dışı bir
örgütün isminin de zikredilmiş olması, tehdidi pekiştirip,
kuvvetlendirmiş, objektif ve ciddî bir tehdit olarak algılanmasına olanak
sağlamıştır.
117
Somut olayda, sanıkla tanık arasında, tanığın kendisine suç
atmasını gerektiren bir nedenin bulunmadığı, tanığın ifadelerinin
aşamalarda tutarlı olduğu, sanığın sonradan reddettiği ilk ifadesinde
eylemi kabul ettiği gözetildiğinde; sanığın görev yaptığı birlikte görevli
subay, astsubay ve uzman çavuşları kastederek “Ben bu subay, astsubay
ve uzman çavuşları Giresun’un dağlarında yakalarsam vururum, yaşasın
PKK” dediği sübuta ermiş bulunmaktadır.
Sanık tarafından sarf edilen sözlerin, muhatap alınan kişiler
üzerinde, ciddî bir korku yaratma açısından sonuç almaya elverişli ve
uygun olduğu, objektif olarak korkutucu özelliğinin bulunduğu, bu
sözlerin daha sonra ilgililerin bilgisine ulaştığı, sanığın bu sözleri sarf
etmesi için hiçbir neden bulunmadığı anlaşıldığından; Başsavcılığın
yerinde görülen itirazının kabulüne, hükmün esas (sübut) yönünden
bozulmasına ilişkin Daire ilâmının kaldırılmasına ve dava dosyasının
temyiz incelemesine devam edilmek üzere Dairesine gönderilmesine
karar verilmiştir.
NOT : Ayrıca, bu maddeyle ilgili olarak Askerî Yargıtay Daireler
Kurulunun 9.2.2006 tarih ve 2006/30-31 sayılı içtihadına bakınız. (Sayfa 605606)
118
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 84
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/102
K. No. : 2006/103
T.
: 27.4.2006
ÖZET
Sanığın şikâyet ettiği bölük komutanı üsteğmenin
imzasını içeren, 16.7.2002 tarihli yazı ve ekli disiplin cezaları
nedeniyle, sözleşmesinin feshinin istendiğinin, ancak bunun
onaylanmadığının ve sözleşmesinin yenilendiğinin bildirilmesi,
31.7.2002 tarihinde beş gün süreli izine gönderilen sanığın,
şikâyet dilekçesini bu izin süresi içerisinde yazması ve usulsüz
müracaata ilişkin tutanakta, aynı dilekçenin sadece Jandarma
Genel Komutanlığına değil, Siirt 3. Komd.Tug.K.lığına ve 2.
Tak.Hv.K.K.lığı Askerî Savcılığına da gönderilmiş olması,
tanık J.Uzm.Çavuşun; “...Bl. ve Tb.K. sizi işten atacağız diye
tavır
gösteriyorlardı..”
şeklindeki
anlatımı
birlikte
değerlendirildiğinde; TSK İç Hizmet Kanununun 26’ncı
maddesinde; şikâyet edenin, hakkının ihlâl edildiğini
zannetmesi hâlinde bile, buna hakkı olduğuna yer verilmesi,
sanığın, şikâyetin ötesinde; ilişiğinin kesilmesi işlemini
başlatan amirlerinin müracaatlarına kayıtsız kalması
nedeniyle, buradan ayrılmak için tayin istemesi ve bu
dilekçelerini sadece Jandarma Genel Komutanlığına değil,
birliğinin bağlı olduğu Siirt’teki Garnizon K. olan 3. Komd.
Tug.K.lığına ve 2. Tak.Hv.K.K.lığı Askerî Savcılığına
göndermesi nedeniyle, yalan yere ve usulsüz şikâyette
bulunmak suçu oluşmadığından, sanığın üzerine atılı suçtan
beraetine karar verilmesi gerekir.
Daire ile Başsavcılık arasında oluşan ve çözümü gereken
uyuşmazlık, sanığın eyleminin suç oluşturup oluşturmadığıdır.
119
Siirt/2’nci J.Komd.Özl.Hrk.Bl.K.lığı emrinde görevli iken
2.8.2002 tarihli, doğrudan Jandarma Genel Komutanlığına gönderdiği
dilekçesiyle; Bl., Tb. ve Siirt İl J. Komutanları J.Ütğm. N.T., J.Bnb. E.Y.,
J.Kd.Alb. Ş.D. ile disiplin cezaevinde görevli J.Astsb.Üçvş. İ.Y. ve bir
olayla ilgili idarî tahkikat heyetinde görevli J.Yzb. C.Ç. haklarında;
kendisine haksız yere disiplin cezası verilmesi, başka bir olayla ilgili
verdiği ifade nedeniyle baskıya maruz kalması, gerçek dışı tutanak
düzenlenmesi ve zora dayalı ifade tespitini içeren şikâyetlerinin asılsız
olduğu iddiasıyla sanık J.Uzm.Onb. M.K. hakkında yalan yere ve usulsüz
şikâyette bulunmak suçundan açılan davanın yargılanmasında, toplanan
delillere göre verilen disiplin cezalarının, yöntem ve yasalara aykırı
olduğu; sanığın, iddianameye yansıyan kısmı ile baskıya ve asılsız ifade
vermeye zorlandığı belirlenememekle birlikte, iddia konusu dilekçesinde
yer alan; “...Bl.K.J.Ütğm. N.T.’nin, bölük içtima alanında; -ben gitmeden
4-5 kişi valizini alıp gidecek, şeklinde tehditlerine devam ettiği, yaptığı
müracaatlarının geri çevrilmesi nedeniyle silsile yolunu takip edemediği,
J.Uzm.Çvş. E.B.’nin bölük komutanının ajandasında; -Ordudan atılacak
on uzm. erbaşın ismine ait listesinin- bulunduğundan haberdar olduğu...,
tayin isteğinin kabul edilmediği,... meslekten atılmaları için çeşitli
konularda disiplin cezası verilip, sürelerinin tamamlanmaya çalışıldığı,
derhâl tayinlerinin çıkarılmasının gerektiği, aksi hâlde atılacakları...”
beyan ve istemi bağlamında;
İlişiği kesilmesi için işlem başlatılması nedeniyle, silâh ve
teçhizatı alınıp izine gönderildiğini ileri süren sanığın, bu iddiasının
araştırılmasında; mahkemece sorulması üzerine birliği komutanlığınca,
önce, “TSK’dan ayırma işleminin başlatılmadığı” bildirilmesine karşın,
daha sonra sanığın şikâyet ettiği bölük komutanı J.Ütğm. N.T.’nin
imzasını içeren 16.7.2002 tarihli yazı ve ekli disiplin cezaları nedeniyle
sözleşmesinin feshinin istendiğinin, ancak, bunun onaylanmadığının ve
sözleşmesinin yenilendiğinin bildirilmesi, sanığın 31.7.2002 tarihinde beş
gün süreli izine gönderilmesi, sanığın şikâyet dilekçesini bu izin süresi
içerisinde 2.8.2002 tarihinde yazması ve usulsüz müracaata ilişkin
tutanakta aynı dilekçenin sadece Jandarma Genel Komutanlığına değil,
Siirt 3. Komd.Tug.K.lığına ve 2. Tak.Hv.K.K.lığı Askerî Savcılığına da
gönderilmiş olması, tanık J.Uzm.Çvş. E.B.’nin; “...Bl. ve Tb.K. sizi işten
120
atacağız diye tavır gösteriyorlardı..” şeklindeki anlatımı birlikte
değerlendirildiğinde; TSK İç Hizmet Kanununun 26’ncı maddesinde;
şikâyet edenin, hakkının ihlâl edildiğini zannetmesi hâlinde bile, buna
hakkı olduğuna yer verilmesi, sanığın, şikâyetin ötesinde; ilişiğinin
kesilmesi işlemini başlatan amirlerinin, müracaatlarına kayıtsız kalması
nedeniyle, buradan ayrılmak için tayin istemesi ve bu dilekçesini sadece
Jandarma Genel Komutanlığına değil, birliğinin bağlı olduğu Siirt’teki
Garnizon K. olan 3. Komd.Tug.K.lığına ve 2. Tak.Hv.K.K.lığı Askerî
Savcılığına göndermesi nedeniyle, yalan yere ve usulsüz şikâyette
bulunmak suçu oluşmadığından, sanığın beraetine karar veren askerî
mahkemenin gerekçesine katılınmamakla birlikte, bu kararını onayan
Askerî Yargıtay 1’inci Dairesinin ilâmına karşın Askerî Yargıtay
Başsavcılığının itirazının reddine karar verilmiştir.
121
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 85
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E. No. : 2006/67
K. No. : 2006/66
T.
: 25.1.2006
ÖZET
Sanığın sarf ettiği sözlerle, hem rütbe olduğu asteğmeni
hedef aldığında kuşku bulunmamakla birlikte, sanığın
nöbetleri yazan binbaşıyı da hedef aldığı görülmektedir.
Sanığın, hizmete ilişkin işlem niteliğinde olan, nöbet yazma
hizmetinden kaynaklandığı anlaşılan hakaretinin, üste hakaret
suçunun nitelikli hâli olan, hizmete ilişkin işleme dayalı üste
hakaret suçu olarak vasıflandırılması gerekirken, ASCK’nın
85/1’inci maddesinin birinci cümlesi uyarınca, mahkûmiyetine
karar verilmesi, yasaya aykırıdır.
Askerî mahkemece; sanığın 29.8.2003 tarihinde nöbetleri yazanın
Bnb. Alpay olduğunu bilmesine rağmen, “nöbetleri yazanın da,
değiştirenin de, nöbetin de a... koyayım” demek suretiyle, üste hakaret
etmek suçunu işlediği kabul edilerek, ASCK’nın 85/1’inci maddesinin
birinci cümlesi ve TCK’nın 59/2’nci maddesi uyarınca iki ay on beş gün
hapis cezası ile cezalandırılmasına, 647 sayılı Kanunun 4’üncü maddesi
uyarınca cezasının beher günü 11.557.000 TL üzerinden paraya
çevrilerek neticeten 866.775.000 TL ağır para cezası ile
cezalandırılmasına karar verilmiştir.
Bu hüküm, komutan tarafından; sırf askerî suç olan üste hakaret
suçundan verilen hapis cezasının paraya çevrilmesinin hukuka aykırı
olduğu, sanık müdafii tarafından; hakaret içeren sözlerin binbaşıya
hitaben söylenmediği ve sarf edilen sözlerin tehevvüren söylendiği
belirtilerek, suçun maddî ve manevî unsurlarının oluşmadığı,
mahkemenin kabulünün dosya kapsamı ile uyumlu olmadığı ve
savunmanın aksinin ortaya konulamadığı ileri sürülerek, bozulması
gerektiği belirtilerek yasal süresi içinde temyiz edilmiştir. Aleyhe görüş
içeren tebliğnamenin sanığa ve sanık müdafiine tebliği üzerine, sanık
müdafii tarafından; sanığın suç işleme kastı ile hareket etmediği, işlenen
122
suçun sırf askerî suç niteliğinde olmadığı, ayrıca 1632 sayılı Askerî Ceza
Kanunun 47/1-A maddesinde değişiklik yapan 4551 sayılı Kanunun
12’nci maddesi ile paraya çevrilemeyecek ve ertelenemeyecek suçların
tek tek sayıldığı, dolayısıyla özel kanun olan ASCK’da hüküm varken,
genel nitelikteki 647 sayılı Kanuna göre uygulama yapılamayacağı
belirtilerek, sanık tarafından; sarf ettiği sözlerle Bnb. Alpay’ı hedef
almadığı belirtilerek ek temyiz dilekçesi verilmiştir.
Tebliğnamede, atılı suçun sübut bulduğu, hakaretin, hizmete
ilişkin işlem niteliğinde olan nöbet yazma hizmetinden kaynaklandığı ve
bu suretle eylemin, hizmete ilişkin işleme dayalı üste hakaret etmek
suçunu oluşturduğu, işlenen suçtan verilen hapis cezasının paraya
çevrilme imkânı olmadığı belirtilerek, hükmün suç vasfındaki yanılgı ve
uygulama yönlerinden bozulması yönünde görüş ve düşünce
bildirilmiştir.
Yapılan incelemede, sanık terhisli P. Atğm. E.Ü.’nün 65’inci
Mknz.P.Tug. 3’üncü Mknz.P.Tb.K.’lığı emrinde görevli iken, emniyet
kontrol nöbetçi subaylığı aylık nöbetlerini, grup içindeki arkadaşlarına
söyleyip taslak çalışma yaptığı ve bunu tabur personel subaylığını
Haziran 2003’den itibaren yürüten Bnb. A.Ö.’nün masasına bıraktığı,
ardından Atğm. Ö.D.’nin, Perşembe günü nöbet tutanların ertesi gün
istirahat edilmesi sebebiyle, üç gün istirahat ettikleri konusunda bilgi
vermesi üzerine, nöbetlerin bu bilgi ışığında yeniden düzenlendiği,
29.8.2003 tarihinde nöbetlerin yazıldığını öğrenen sanığın, nöbetini
devralmak üzere emniyet ve kontrol nöbetçi subaylığına gittiği, burada
Atğm. Ö.D., Astsb. M.D. ve Uzm.Çvş. F.A.’nın bulunduğu bir ortamda
nöbetleri kast ederek ve Atğm. Ö.D.’ye yönelerek “o... çocuğu, kim
değiştirdi” diye sorduğu, Atğm. Ö.D.’nin neden küfürlü konuştuğunu
sorması üzerine, nöbetleri Atğm. Ö.D.’nin değiştirdiğini ima ederek ve
“nöbeti değiştirenin de, nöbetin de a...... koyayım” şeklinde sözler sarf
ederek tartışmaya başladığı, bu tartışma sırasında Atğm. Ö.D.’nin
nöbetleri Alpay Bnb.’nın yazdığını ve sorunu varsa onunla hâlletmesini
söylediği, bunun üzerine sanığın “nöbeti yazanın da, değiştirenin de,
nöbetin de a...... koyayım” şeklinde sözler sarf etmek suretiyle küfrettiği,
maddî vakıa olarak sübut bulmuştur.
123
Sanığın odaya ilk girişinde sarf ettiği sözlerin, nöbet değişikliğini
gerçekleştirdiğini düşündüğü Atğm.Ö.D.’ye yönelik olduğu, devam eden
konuşma içeriğinden açıkça anlaşılmaktadır. Sanıkla, Asteğmen Ö.D.
arasındaki konuşma içeriği incelendiğinde; sanığın nöbet değişikliğini
Atğm. Ö.D.’nin yaptığı ya da yaptırttığı düşüncesinde olduğu, nöbetleri
yazanın da Alpay Binbaşı olduğunu bildiği ve konuşma esnasında da bu
hususları vurguladığı görülmektedir. Tanıklar F.A. ile M.D.’nin yeminli
anlatımlarından, sanığın, Alpay Binbaşının adı geçtikten sonra da “nöbeti
yazanın da, değiştirenin de ....” şeklinde küfür ettiği anlaşılmaktadır.
Bu suretle, sanığın sarf ettiği sözlerle, hem rütbe olduğu Atğm.
Ö.D.’yi hedef aldığında kuşku bulunmamakla birlikte, sanığın nöbetleri
yazan Binbaşı A.Ö.’yü de hedef aldığı görülmektedir. Sanığın işlediği
üste hakaret suçunun, yerleşik Askerî Yargıtay kararlarında kabul
edildiği gibi, hizmete ilişkin işlem niteliğinde olan nöbet yazma
hizmetinden kaynaklandığı anlaşılmaktadır. İşlenen suçun, üste hakaret
suçunun nitelikli hâli olan hizmete ilişkin işleme dayalı üste hakaret suçu
olarak (ASCK’nın 85/1’inci maddesinin ikinci cümlesi) vasıflandırılması
gerekirken, sanığın basit nitelikteki üste hakaret suçunu işlediğinin
kabulüyle, ASCK’nın 85/1’inci maddesinin birinci cümlesi uyarınca
mahkûmiyetine karar verilmesi, hükmün suç vasfındaki yanılgı nedeniyle
bozulmasını gerektirmiştir.
Öte yandan, sırf askerî suç niteliği taşıyan atılı suçtan verilen
cezanın, hüküm tarihinde yürürlükte olan 647 sayılı Kanunun 4/son ve
hâlen yürürlükte bulunan ASCK’nın Ek-8’inci maddeleri karşısında
herhangi bir seçenek yaptırıma çevrilmesinin yasal olarak mümkün
bulunmadığı dikkate alındığında; askerî mahkemece atılı suçtan verilen
hürriyeti bağlayıcı cezanın para cezasına çevrilmesi de yasaya aykırılık
oluşturmaktadır.
124
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 85
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/32
K. No. : 2006/32
T.
: 9.2.2006
ÖZET
Sanığın, kendisine ait ajandanın, olay tarihine ve
devamına ait sahifelerine, kendisine özel bilgileri ve o andaki
ortamını içeren günlük niteliğinde yazı yazdığında ve yazı
içerisinde Bl.Astsb. için kullandığı sözcüklerin, hakaret
içerdiğinde kuşku bulunmamakla birlikte, kontrol sırasında,
nöbetini talimata uygun tutmadığını belirleyen Nöb.
Astsubayın, sanığın vermek istemediği, bazı sahifelerini
kopartmaya yeltendiği bu defteri, sanıktan iradesi dışında
aldığı ve okumak suretiyle bundan haberdar olduğu olayda;
sanığın, özelinde sakladığı defterinin, ilgili sahifelerini yok
etmesi olanaklı iken, iradesi dışında elinden alınmasıyla,
içeriğine ulaşılması nedeniyle, suç kastı ile hareket ettiği
söylenemez.
Sanık (Ter.) J.Er E.B.’nin, 29.2.2004 tarihinde, tek başına tuttuğu;
garaj arkası nöbeti sırasında kendisine ait ajandanın olay tarihine ve
devamına ait sahifelerine, kendisine özel bilgileri ve o andaki ortamını
içeren, günlük niteliğinde yazı yazdığında ve yazı içerisinde Bl.Astsb.
için kullandığı; “...orospu çocuğu avradını siktiğimin oğlu...” şeklindeki
sözcüklerin hakaret içerdiğine kuşku bulunmamakla birlikte, kontrol
sırasında nöbetini talimata uygun tutmadığını belirleyen nöbetçi
astsubayın, sanığın vermek istemediği; bazı sahifelerini kopartmaya
yeltendiği, bu defteri sanıktan iradesi dışında aldığı ve okumak suretiyle
bundan haberdar olduğu olayda, özelinde sakladığı defterinin ilgili
sahifelerini yok etmesi olanaklı iken, sanığın iradesi dışında elinden
alınmasıyla, başkasının bilgisine ulaşmada suç kastı ile hareket ettiği
söylenemez.
125
Bu bağlamda;
“...Bl.yemekhanesinde nişanlısına yazıp henüz tamamlamadığı,
içerisinde üste hakareti içeren sözcüklerin yer aldığı mektubun, nöb.
amiri tarafından sanık çavuşun elinden alınıp okunması...”,
“...Bl.K.’nın, elinde mektup zarflarıyla, koridordan geçmekte olan
sanık eri durdurup, kontrol ettiği kız arkadaşına yazdığı mektupta amiri
için kullandığı sözlerin hakaret içerdiğinin belirlenmesi...”,
“Yapılan aramada ele geçen, sanık onbaşıya ait anı defterinde
kaleme aldığı yazıda, Bl.K.V. hakkında hakaret içeren sözler sarf
ettiğinin belirlenmesi...” olaylarına ilişkin Askerî Yargıtay Daireler
Kurulunun; 8.3.1990/43-38; 7.11.1991/145-139 ve 5’inci Dairesinin
28.4.1999/265-259 gün ve sayılı kararlarında da, sanığın hakaret içeren
mektup, defter veya yazısının, kendi özelinde bulunması; isteği ve iradesi
dışında, bunların, elinden alınmak suretiyle içeriğine ulaşılması
nedeniyle, suç kastı yönünden üste hakaret suçunun oluşmayacağı kabul
edilmiştir.
İtiraza gelinen Daire kararında, söz edilen Askerî Yargıtay 4’üncü
Dairesinin 8.1.2002 gün ve 2002/6-3 E.K. sayılı kararın konusu; terhis
olan bir erin eşyalarının nizamiyede kontrolü sırasında, ona ait hatıra
defterine yazı yazan başka bir erin, sözü edilen bu yazısında geçen üste
hakaret niteliğindeki sözcükler nedeniyle, yazı yazanın suçlu
bulunmasıdır. Bu olayda sanık, üste hakaret içeren sözcükleri kendi
iradesiyle defter sahibinin bilgisine sunduğundan suç kastıyla hareket
ettiği kabul edilmiş olup, bunun inceleme konusu olayla benzerliği
bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle, yerel mahkemenin suç kastı bulunmadığı
gerekçesine dayalı sanık hakkında kurulan beraet hükmü yerinde
görüldüğünden, Askerî Yargıtay Başsavcılığının itirazının kabulü ile,
esastan bozmaya ilişkin Askerî Yargıtay 4’üncü Dairesinin kararının
kaldırılmasına ve sanık hakkındaki beraet hükmünün onanmasına karar
verilmiştir.
126
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 85
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
K. No. : 2006/105
E. No. : 2006/97
T.
: 20.4.2006
ÖZET
Deniz Ordonat Merkezî Komutanı Alb. Ö.F.S.’ye, üstü
Dz.Bnb. A.T. ve amiri Dz.Bnb. S.B.’yi kast ederek, “ O puşt,
hırsız binbaşının adamı olduğu için sizi buraya getirdim, özür
dilerim” dediği ve bu suretle amire hakaret ve üste hakaret
suçlarını işlediği iddia edilen sanığın, inkâra yönelik istikrarlı
savunmaları, tanıkların ve mağdurların ifadeleri arasındaki
çelişkiler, Alb. Ö.F.S.’nin olayın tek görgü tanığı oluşu, suç
tarihinden kısa bir süre önce, sanık tarafından, tanık Ö.F.S. ve
mağdurları soruşturmaya tâbi kılacak şekilde ihbar ve
şikâyette bulunulmuş ve askerî savcılıkça soruşturmaya
başlanılmış olması, Ö.F.S.’nin olaydan sonraki davranışları,
(Sanık hakkında soruşturma başlatmaması ve sanıkla yemek
yemesi) birlikte gözetildiğinde; sanık hakkındaki beraat
hükümlerinin onanmasına ilişkin Daire ilâmında herhangi bir
isabetsizlik yoktur.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, sanığa yüklenen suçların sübutuna
ilişkin bulunmaktadır.
Daire,
sanığın
yüklenen
suçları
işlediği
konusunda
hükümlülüğüne yeterli delil bulunmadığı kabul ve gerekçesi ile beraet
hükümlerinin onanmasına karar vermiş; Başsavcılık ise, olayın en yakın
görgü tanığı durumunda bulunan Alb. Ö.F.S.’nin anlatımları karşısında,
eylemlerin sübutunun kuşkulu kaldığına ilişkin karara iştirak edilmediği
görüşüyle Daire ilâmına itiraz etmiştir.
127
Deniz Ordonat Merkezî Komutanı Albay Ö.F.S.’nin, 18.4.2001
tarihinde duman kandilleri konusunda toplantı yapmak üzere,
komutanlığına bağlı birliklerden birer personel gönderilmesini istediği,
bu amaçla Top Depo Komutanı Bnb. A.T.’nin komutanlığa geldiği,
Albay Ö.F.S.’nin makam odasında eşi A.S. ve Bnb. A.T. ile birlikte
bulundukları sırada, saat 09.30-10.00 arasında aynı toplantıya katılmak
üzere Top ve Mühimmat Depoları Komutanlığı Cephane Bakım Atölye
Müdürü olan sanığın da Komutanlığa geldiği, Albay F.S.’ye kendisiyle
yalnız konuşmak istediğini söylediği ve birlikte tuvalete gittikleri, tanık
Albay Ö.F.S.’nin beyanına göre, burada sanığın, “Sizi buraya getirdiğim
için özür dilerim, o puşt hırsız binbaşının adamı olduğundan burada
konuşmak istedim” dediği, toplantıya katılamayacağını, kendisini
Donanma Komutanlığından beklediklerini, oradan askerî savcılığa gidip
ifade vereceğini, daha sonra gelip her şeyi kendisine rapor edeceğini
söyleyerek komutanlıktan ayrıldığı, Top ve Mühimmat Depoları
Komutanı Bnb. S.B.’nin bir takım yasa dışı uygulamalarının olduğunu
öne sürerek, daha önce Donanma Komutanlığına ihbarda bulunan
sanığın, bu konuda askerî savcıya ifade verdikten sonra saat 12.00
sıralarında Deniz Ordonat Merkezî Komutanlığına döndüğü, bu sırada
odasında eşi A.S. ile birlikte yemek yiyen Albay Ö.F.S.’nin sanığı buyur
ettiği, birlikte yemek yedikleri, sanığın Donanma Komutanlığına vermiş
olduğu ihbar dilekçesinin bir örneğini Albay Ö.F.S.’ye verdiği ve Albay
Ö.F.S.’nin beyanına göre, “Birliğe döndüğünde Sait Binbaşı ve
adamlarının kendisine bir şey yapması durumunda tek bir kurşun
atmadan beyzbol sopası ile Sait binbaşının kafasını ortadan ikiye
ayıracağını” söylediği (Tanık A.S.’nin beyanına göre ise, sanık saat 12.00
sıralarında geldiğinde Ali ve Sait Binbaşıların hırsız ve şerefsiz
olduklarını, birliğe dönmeye korktuğunu, eğer odasına kendisine kötülük
yapmak üzere gelecek olurlarsa beyzbol sopasıyla onlara vuracağını
söylemiştir), aynı gün öğleden sonra sanığın ihbarı üzerine başlatılan
soruşturma nedeniyle askerî savcı Hâkim Bnb. İ.Ö.’nün Top ve
Mühimmat Depoları Komutanlığına gittiği ve yine aynı gün Bnb.
S.B.’nin görevden alındığı anlaşılmıştır.
Sanık suçlamayı kabul etmemiş, yapılan yolsuzlukları Donanma
Komutanlığına bildirmesi nedeniyle, Albay Ö.F.S. ve müdahillerin
hakaret suçlaması yaptıklarını, 18 Nisan 2001 tarihinde söylediği öne
sürülen sözler için, Bnb. S.B.’nin 8 Mayıs 2001 tarihli dilekçesi üzerine,
soruşturmaya başlanılmış olmasının, suçlamanın asılsızlığını gösterdiğini
söylemiştir.
128
Müdahillerin ve tanıkların anlatımları arasında içerik ve zaman
bakımından çelişkiler bulunmaktadır. Sanığın olay günü sabah tuvalette
söylediği öne sürülen sözlerin tek delili Albay Ö.F.S.’nin anlatımıdır.
Sanığın öğleden sonra ikinci kez Deniz Ordonat Merkezî Komutanlığına
geldiğinde söylediği öne sürülen sözlerin delili ise, Albay Ö.F.S. ve eşi
A.S.’nin anlatımlarıdır.
Sanığın sözleri, kişiden kişiye aktarılırken değişikliğe uğramış
olabilir. Dolayısıyla, tek başına anlatımlar arasındaki çelişki sanığın dava
konusu sözleri söylemediğini göstermez. Ancak, her türlü kuşkudan
arındırılmış delillerle, maddî gerçeğe ulaşmanın gerekli olduğu ceza
yargılamasında, sanığın suçlu olabileceği olasılığına dayanılarak,
cezalandırma kararı da verilemez. Sanığın Dz.Bnb. S.B. hakkındaki
dilekçesini Deniz Ordonat Merkezî Komutanı Albay Ö.F.S.’ye vermek
yerine, doğrudan Donanma Komutanlığına vermesi ve Albay Ö.F.S.
hakkında da soruşturma yapılmasını gerektirebilecek, ihbar ve
şikâyetlerde bulunmuş olması karşısında, sanığın suçsuz olabileceğine
ilişkin çok küçük de olsa bir olasılığın bulunduğunu kabul etmek gerekir.
Kaldı ki, Albay Ö.F.S.’nin olaydan sonraki davranışları (sanık
hakkında soruşturma başlatmaması ve sanıkla birlikte öğle yemeği
yemesi) göz önünde tutulduğunda, sanık hakkındaki beraet hükümlerinin
onanmasına ilişkin Daire ilâmında herhangi bir isabetsizlik görülmemiş
ve Başsavcılığın itirazının reddine karar verilmiştir.
129
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 85
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/160
K. No. : 2006/160
T.
: 13.7.2006
ÖZET
Sanığın, olay günü sabahı, mağdurun kedisine küfür ve
hakaret ettiğine ilişkin somut iddiasının, savunma tanığı
tarafından doğrulanmadığı, Silâhlı Kuvvetlerde rütbe sahibi
olan mağdurun, şahsî dolabını sanığa temizletmesi, elbisesini
ütületmek üzere terzihaneye göndermesi gibi, erleri
hizmetçilikte kullanma aşamasına varmayan davranışlarının,
askerî nizamlara ve askerlik kaidelerine aykırı, yahut makam
ve mevkiinin selahiyetini tecavüzü niteliğinde telâkki
edilemeyeceği
gözetilerek;
sanığın
soyut
iddiasının
araştırılmasına gerek olmadığı sonucuna varılması gerekir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlığın, sübutunda kuşku bulunmayan olay
nedeniyle, dava dosyasında haksız tahrik hükümlerinin uygulanması
yönünden, noksan soruşturma bulunup bulunmadığına ilişkin olduğu
görülmektedir.
Daire, mağdurun yakın zamanlarda sanığa küfür edip etmediğinin,
sanığa özel eşyalarını taşıması ve dolabını temizlemesi için görev verip
vermediğinin, bu isteklerinin ve elbisesini ütületmesi için emir vermiş
olmasının askerlik görevinin icabından olup olmadığının ve sanığın
görevleri yapması gerekip gerekmediğinin araştırılması ve bu eylemlerin
tahrik sebebi olup olmadığının değerlendirilmesi gerektiği sonucuna
varmış; Başsavcılık ise, olay öncesinde mağdurdan kaynaklanan ve sanık
yönünden haksız tahrik oluşturabilecek herhangi bir söz ve davranışın
bulunmadığının belirlenmiş olması karşısında, sanığın genel nitelikteki
iddialarının araştırılmasına ve tartışılmasına gerek bulunmadığı görüşü
ile Daire ilâmına itiraz etmiştir.
130
Mülga 765 sayılı TCK’nın 51’inci maddesi; “Bir kimse haksız bir
tahrikin husule getirdiği gazap veya şedit elemin tesiri altında bir suç
işler ve bu suç...mahkûm olur. Sair hâllerde işlenen suçun cezasının
dörtte biri indirilir.
Tahrik ağır ve şiddetli olursa...cezası verilir.
Sair cezaların yarısından üçte ikisine kadarı indirilir.”
düzenlemesini içermekte iken;
5237 sayılı TCK’nın 29’uncu maddesi ile; “Haksız bir fiilin
meydana getirdiği hiddet veya şiddetli elemin etkisi altında suç işleyen
kimseye...cezası verilir. Diğer hâllerde verilecek cezanın dörtte birinden
dörtte üçüne kadarı indirilir.” şeklinde yeni düzenleme yapılmıştır.
Bir kimsenin dıştan gelen haksız eylem sonucu kışkırtılarak suç
işlemesi, ceza hukuku yönünden haksız tahrik olarak tanımlanmaktadır.
Haksız tahrik Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 25.12.1997
tarihli ve 1997/169-170 E.K. sayılı kararında; “Failin haksız bir fiilin
doğurduğu öfke ve elemin tesiri altında kalarak suç işlemesi” olarak ifade
edilmektedir.
Gerek mülga 765 sayılı TCK’nın 51’inci ve gerekse 5237 sayılı
TCK’nın 29’uncu maddeleri düzenlemeleri gözetildiğinde, haksız tahrik
hükümlerinin uygulanabilmesi için;
1) Tahrik teşkil eden bir fiilin bulunması,
2) Fiilin haksız olması,
3) Bu haksız fiilin failde hiddet (gazap) veya şiddetli elem meydana
getirmesi,
4) İşlenen suçun bu ruhî durumun tepkisi niteliğinde olması
gerekmektedir.
Hangi fiillerin haksızlık unsuru içerdiği, ne mülga 765 sayılı TCK
ne de 5237 sayılı TCK düzenlemelerinde açıklanmamıştır. Doktrinde ve
uygulamada, hukuka aykırı her türlü davranışın haksız fiil oluşturacağı
kabul edilmiş bulunmaktadır. Fiilin haksız olup olmadığı toplumda
geçerli olan sosyal değer ölçüleri, olayın işleniş şekli, niteliği, özellikleri,
tahrik edenle failin hâl ve davranışları dikkate alınarak
değerlendirilmelidir.
131
ASCK’nın 92’nci maddesinin, “Bir amir veya üst, askerî nizamlara
ve askerlik kaidelerine mugayir muamelede bulunmak, yahut makam ve
mevkiinin salâhiyetini tecavüz etmek suretiyle, astı tahrik eyler ve ast bu
tahrik sebebiyle...85...inci maddelerde yazılı suçlardan birini hemen
yaparsa Türk Ceza Kanununun 51’inci maddesine göre astın cezası
hafifletilir.” şeklindeki düzenlemesiyle, haksız fiilin askerî suçlar
yönünden “askerî nizamlara ve askerlik kaidelerine aykırı yahut makam
ve mevkiinin salâhiyetini tecavüz” niteliğinde bir fiil olması şartını
aradığı görülmektedir.
Maddede yazılı “hemen” terimi, “derhâl, vakit geçirmeden,
çabucak” gibi anlamları ifade etmekte ise de; uyum ve kararlılık gösteren
Askerî Yargıtay karalarından bunun “hemen arkasından” veya “o anda”
şeklinde anlamamak gerektiği “hemen” sözcüğünün maruz kalınan
haksız tahrikin doğurduğu öfke ve elem ortadan kalkmadan suçun
işlenmesi şeklinde değerlendirilmesi, değerlendirmede kişinin ruhsal
yapısının ve olayın özelliğinin göz önünde bulundurulmasının zorunlu
olduğu kabul edilmektedir. (Drl.Krl.’nun 15.2.1963 tarihli ve 3506-10
sayılı, 21.5.1992 tarihli ve 73-72 sayılı kararları bu doğrultuda
bulunmaktadır).
Bu bağlamda, küfür ve hakaretin haksız tahrik oluşturduğu
yönünde herhangi bir duraksama yoksa da; sanığın olay günü sabah
mağdurun kendisine küfür ve hakaret ettiğine ilişkin somut iddiasının
savunma tanığı Ç.O. tarafından doğrulanmadığı, Silâhlı Kuvvetlerde
makam ve rütbe sahibi olan mağdurun şahsî dolabını sanığa
temizletmesi, elbisesini ütületmek üzere terzihaneye göndermesi gibi,
erleri hizmetçilikte kullanma aşamasına varmayan davranışlarının askerî
nizamlara ve askerlik kaidelerine aykırı, yahut makam ve mevkiinin
salâhiyetinin tecavüzü niteliğinde telakki edilemeyeceği gözetilerek;
sanığın soyut iddiasının araştırılmasına gerek olmadığı sonucuna
varılmış, Başsavcılığın itirazının kabulüne, Daire ilâmının kaldırılması ve
dava dosyasının diğer yönlerden incelemeye devam edilmek üzere
Dairesine iadesine karar verilmiştir.
132
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 85
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/172
K. No. : 2006/175
T.
: 23.11.2006
ÖZET
Hakaret içeren sözlerin yer aldığı defterin, içtimada
yapılan kontrol sırasında ele geçirilmiş olması ve bunun
sonunda içeriğine vakıf olunması karşısında, amire hakaret
suçunun tüm unsurları yönünden oluştuğundan söz edilemez.
Daire ile askerî mahkeme arasında ortaya çıkan ve Daireler
Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; komutanlara hakaret
içeren sözler yazdığı not defteri içtimada yapılan aramada ele geçirilen
sanığın eyleminin amire hakaret suçunu oluşturup oluşturmadığıdır.
Daire; sanığın eyleminde amire hakaret suçunun unsurlarının
oluşmadığını kabul ederken, askerî mahkeme sanığa atılı suçun tüm
unsurlarıyla oluştuğu sonucuna vararak direnmek suretiyle mahkûmiyet
hükmü kurmuştur.
Tebliğnamede; ilk hükümde sanığın müteselsilen amire hakaret
suçunu işlediği kabul edilerek uygulama yapılmış iken, direnme
hükmünde amire hakaret suçunu işlediği kabul edilerek, yine ilk
hükümdeki uygulamanın tekrarlandığı, ancak suç vasfının tanımı
bakımından iki hüküm arasında belirtilen şekilde fark bulunmakla
birlikte, her iki hükmün içerik olarak aynı olması nedeniyle, temyize
konu olan hükmün direnme hükmü olduğu yönünde görüş ve düşünce
bildirilmiş ise de; sanık hakkında düzenlenen iddianamede, sanığın
ASCK’nın 85/1 (1’inci cümle) ve TCK’nın 80’inci maddeleri gereğince
cezalandırılması isteminde bulunulduğu, önceki hükümde sanığın
ASCK’nın 85/1 (1’inci cümle), TCK’nın 80 ve 59’uncu maddeleri
gereğince 2 ay 27 gün hapis cezası ile cezalandırılmasına karar verildiği,
133
direnmeye ilişkin mahkûmiyet hükmünde de, sanık hakkında aynı
maddeler uygulanarak aynı ceza ile cezalandırılmasına karar verildiği,
iddianamede, ilk hükümde ve direnmeye ilişkin hükümde suçun adı
amire hakaret olarak belirtilmekle birlikte, suçun müteselsilen
işlendiğinin iddia ve kabul edildiği, direnme hükmünde, önceki
gerekçenin yanında direnme gerekçesinin de yer aldığı, bu nedenle
mahkûmiyet hükmünün direnme niteliğinde olduğunda hiçbir kuşku
bulunmadığından, tebliğnamede açıklanan görüş ve düşünceye iştirak
olunmamıştır.
Dava dosyası kapsamındaki delillere göre; sanığın, eğitim notları
yanında günlük anılarını da yazdığı not defterine, “Komutanların da
hepsi o.....çocuğu” şeklinde hakaret içeren sözler yazdığı, Tim Komutanı
J.Uzm.Çvş. İ.S.’nin 30.12.2004 tarihinde içtima alanında tim personelini
kontrol ederken defterin ele geçirildiği anlaşılmaktadır.
Askerî Yargıtayın yerleşik içtihatlarına göre; ASCK’nın 85’inci
maddesinde düzenlenen üst veya amire hakaret suçunun oluşabilmesi
için, TCK’da düzenlenen hakaret suçlarından farklı olarak, aleniyet ve
ihtilât unsurlarının varlığı aranmamakla birlikte, hakaret içeren sözlerin
veya bu sözlerin yer aldığı yazıların failin arzu ve iradesiyle muhatabın
veya başkalarının bilgisine ulaşması veya ulaşabilme olanaklarının
doğmuş olması gerekmektedir (As.Yrg.Drl.Krl.’nun 8.3.1990 tarihli ve
1990/43-38 sayılı, 7.3.1991 tarihli ve 1991/145-139 sayılı, 9.2.2006
tarihli ve 2006/32-32 sayılı, 2’nci Dairenin 15.6.2004 tarihli ve 2004/
853-845 sayılı, 5’inci Dairenin 16.9.1987 tarihli ve 1987/507-495 sayılı,
28.4.1999 tarihli ve 1999/265-259 sayılı kararları bu yöndedir).
Somut olaya bakıldığında; sanığın günlük anılarını yazdığı ve çok
az bir kısmında bazı eğitim konuları başlıklarının yazılı olduğu not
defterinde yer alan yukarıda belirtilen sözlerin üst ve amirlere hakaret
içerdiğinde kuşku bulunmamakla birlikte, not defteri içtimada yapılan
kontrol sırasında ele geçirilmiş olup, hakaret içeren sözlerin yazılı olduğu
defterin sanığın arzu ve iradesiyle muhataplarının veya başkalarının
bilgisine ulaşmasını sağlaması söz konusu değildir. Belirtilen defter,
sanığın kişisel tasarruf alanında iken yapılan kontrol sırasında ele
geçirilerek içeriğine vakıf olunmuştur. Sanığın defteri başkalarına
verdiği, okunmasını sağladığı konusunda da delil bulunmamaktadır.
Askerî mahkemenin, unsurları ve oluşumları farklı bazı suç ve eylemler
134
örnek gösterilerek, atılı suçun unsurlarının oluştuğuna ilişkin kabulünde
ve gerekçelerinde de isabet görülmemiştir. Hakaret içeren sözlerin yer
aldığı defterin yukarıda açıklanan ele geçiriliş biçimi ve bunun sonunda
içeriğine vakıf olunması karşısında, atılı suçun tüm unsurları yönünden
oluştuğundan söz edilemeyeceğinden, askerî mahkemece sanık hakkında
amire hakaret suçundan dolayı direnilerek kurulan mahkûmiyet
hükmünün esas (sübut) yönünden bozulmasına karar verilmiştir.
NOT : Ayrıca, bu maddeyle ilgili olarak Askerî Yargıtay Daireler
Kurulunun 19.1.2006 tarih ve 2006/19-12 sayılı içtihadına bakınız. (Sayfa 603604)
135
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
4’üncü Daire Kararı
E. No. : 2006/3
K. No. : 2006/2
T.
: 17.1.2006
ÖZET
Bir takım askerî bilgileri içeren CD’ler, yanlışlıkla diğer
CD’ler arasına karışmış olsa ve sanığa bölük komutanının
bilgisi olmadan, birlik içine CD sokulmayacağına ilişkin
talimat, sanığın söz konusu komutanlıktaki görevi bittikten
sonra tebliğ edilmiş olsa bile, söz konusu emir, sanığa tebliğ
edilmekle müşahhas hâle getirildiği gibi, CD’ler içinde, askerî
kamp alanında çekilmiş fotoğraflar ile pornografik ve adaba
aykırı bazı resim ve fotoğraflar bulunması da nazara
alındığında, sanığın K.H.O.’ya katıldıktan sonra da, yasak
olmasına rağmen birlik içerisine CD sokmaya devam ettiği,
tebliğ edilen emre rağmen, bunları bölük komutanına
bildirmeyip, birlik içinde bulundurduğunu gösterdiğinden,
sanığın söz konusu eyleminin, emre itaatsizlikte ısrar suçunu
oluşturduğunun kabulü gerekir.
Sanığın, 9.7.2003-23.2.2004 tarihleri arasında K.K.Ds.Kt.Mhfz.
Tb.K.lığı emrinde ve 24.2.2004-6.8.2004 tarihleri arasında K.H.O.Ds.Kt.
Kh.Bl.K.lığı emrinde askerlik hizmetini ifa ettiği, sanığın K.K.Ds.Kt.
Mhfz.Tb.Har.Eğt. istihbarat subaylığında yazıcı olarak görevli iken,
Harekât Eğitim ve İstihbarat Subayı P.Bnb. O.İ.’nin talimatı ile,
K.K.K.’lığı Karargâh kışlasının emniyet ve güvenliği ile ilgili yazı ve
krokileri içerir bilgileri CD’lere aktardığı, ayrıca bu çizimlerde
kullanılacak bilgisayar programlarını içerir çok miktarda CD’yi yine
harekât eğitim ve istihbarat subayının izniyle, birlik dışından temin
ederek getirdiği, bunları siyah bir CD çantası içinde harekât ve eğitim ve
istihbarat subayı odasında muhafaza ettiği, 23.2.2004 tarihinde K.H.O.
Komutanlığına malen tertip edildiği, aynı tarihte şahsî eşyalarıyla
birlikte, söz konusu CD’lerin de bulunduğu CD çantasını yeni birliğine
götürdüğü, sanığın K.H.O. Ds.Kt.Kh.Bl.K.’lığı emrinde görevli iken
136
6.8.2004 tarihinde terhis mahiyetinde izne gönderileceği sırada, bölük
astsubayı P.Kd.Bçvş. Y.M.’nin sanığın çantasında yaptığı arama
sırasında, içinde 45 adet CD bulunan CD çantasını fark ettiği,
müteakiben CD’ler üzerinde yapılan incelemede, bir kısım CD içerisinde
K.K.K.’lığı karargâhına ait krokiler bulunduğunun tespit edildiği, arama
sonucu bulunan 45 adet CD üzerinde yaptırılan bilirkişi incelemesi
sonucunda, “1-4 numaralı olarak belirtilen 4 adet CD’de K.K.Karargâhı
emniyet tedbirlerini ifşa eden gizli gizlilik dereceli plân, kroki, resim,
telsiz çevrim şemaları, fotoğraflar, video kayıtları ve bazı personel
bilgilerini içerir bilgiler bulunduğu, bunların ikisinin diğer iki CD’nin
kopyası olduğu, 5-6 numaralı olarak belirtilen 2 adet CD’de K.H.O.
Menteş Askerî Kamp alanında çekilmiş bazı fotoğraflar, pornografik ve
adaba aykırı bazı resim ve fotoğraflar bulunduğu, 7-8 numaralı olarak
belirtilen iki adet CD’de çeşitli askerî törenlere ait video çekimlerinin
bulunduğu, 9 numaralı olarak belirtilen 1 adet CD’de 9 adet askerî
talimnamenin elektronik kopyası olduğu, 10-45 numaralı olarak belirtilen
CD’ler içinde çeşitli müzik, film, oyun ve bilgisayar kullanımına yönelik
çeşitli programlar olduğunun” tespit edildiği, sanığa K.H.O. Ds.Kt.Kh.Bl.
K.’lığınca karargâh ve karargâh bölüğü özel talimatı kapsamında birliğe
bölük komutanının bilgisi haricinde CD sokulmasının yasaklandığı
hususundaki hizmete ilişkin emrin, 2.6.2004 tarihinde tebliğ edilmiş
olduğu, bu suretle sanığın “hizmete ilişkin emri hiç yapmayanlar”
cümlesinden olarak, emre itaatsizlikte ısrar suçunu işlediği iddiasıyla
eylemine uyan, ASCK’nın 87/1 (birinci cümle) maddesi uyarınca
cezalandırılması istemiyle açılan davada;
Askerî mahkemece yapılan yargılama sonunda; sanığın anî bir
emirle tertip edildiği K.H.O.K.’lığına katılmak üzere K.K.K.’lığı Destek
Kıt’alarından ayrılışı sırasında buradaki görevi esnasında kullanmış
olduğu kendisine ait CD’leri toplarken, tanık Bnb. O.İ.’nin beyanlarıyla
doğrulandığı üzere, muhtemelen yanlışlıkla askerî bilgiler içeren CD’leri
de yanında götürdüğü, bu CD’leri K.H. Okuluna katıldıktan sonra diğer
sivil eşyalarının bulunduğu çantasıyla birlikte, birliğin sivil eşya
deposunda bulundurduğu, bu CD’leri birlik içerisinde dolabında veya
üzerinde taşımadığı, birliğe ilk katılışında kendisine bu konuda emir de
verilmediği için, bu durumun yasak olduğunu ve suç oluşturduğunu
bilmediği, daha sonra ATAT Bölgesindeki görevini tamamlayıp geri
döndüğünde kendisine tebliğ edilen 6 sayfalık 141 maddeden oluşan
talimatı 2.6.2004 tarihinde tebellüğ etmekle birlikte, bu denli çok madde
içeren talimat içerisinde “CD bulundurulmamasına” ilişkin maddeyi fark
edemeyebileceği, kaldı ki, sanığın farklı bir düşüncesi olsaydı, bu
137
CD’leri kendisine tebliğ edilmiş emirleri yerine getirmemek kastı altında
değil, beşerî bir hata olarak değerlendirilebilecek unutkanlık veya
ihmalkârlıkla çantası içerisinde bulundurmuş olduğu, suç işleme kastı ile
hareket etmediği, suçun manevî unsur itibarıyla oluşmadığı kabul
edilerek beraetine karar verilmiş ise de,
Sanığın, K.K.K.’lığında görev yaptığı sırada görevi nedeniyle
CD’ye kopyaladığı bazı bilgileri içeren CD’lerin yanlışlıkla diğer CD’ler
arasına karışmış olduğunu belirtmesi, tanık Bnb. O.İ. ile tanık Bçvş.
Y.M.’nin yeminli anlatımları ve dosyadaki yazılı deliller nazara
alındığında, sanığın Devletin güvenliğine ilişkin bilgileri temin etme (765
sayılı TCK’nın 132; 5237 sayılı TCK’nın 327’nci maddeleri) veya görevi
kötüye kullanma (765 sayılı TCK’nın 240; 5237 sayılı TCK’nın 237’nci
maddeleri) kastı ile hareket etmediği, en azından bu konunun şüpheli
kaldığı cihetle, adlî müşavirin bu konulara yönelik temyizi yerinde
görülmemiştir.
Bir takım askerî bilgileri içeren CD’ler, yanlışlıkla diğer CD’ler
arasına karışmış olsa ve sanığa birlik içine bölük komutanının bilgisi
olmadan birlik içine CD sokulmayacağına ilişkin, Kh. ve Kh. Bl. Özel
Talimatı İzmir ATAT Bölge Komutanlığındaki görevi bittikten sonra
sanığa tebliğ edilmiş olsa bile (2.6.2004), söz konusu emir sanığa tebliğ
edilmekle müşahhas hâle getirildiği gibi, CD’ler içinde Menteş Askerî
Kamp alanında çekilmiş fotoğraflar ile pornografik ve adaba aykırı bazı
resim ve fotoğraflar bulunması da nazara alındığında, sanığın K.H.O.’ya
katıldıktan sonra da birlik içine yasak olmasına rağmen CD sokmaya
devam ettiğini, tebliğ edilen emre rağmen, bunları bölük komutanına
bildirmeyip, birlik içinde bulundurduğunu gösterdiğinden, keza tebliğ
edilen emrin birçok maddeler içermesinin yerleşmiş Askerî Yargıtay
içtihatları karşısında, bir maddesinin (CD bulundurmama ile ilgili)
gözden kaçmış olabileceğine ilişkin mahkemenin gerekçesi yerinde
olmadığından, sanık hakkında yüklenen emre itaatsizlikte ısrar suçundan
mahkûmiyet kararı yerine, beraet kararı verilmesi kanuna aykırı
görülmüş ve bozulmasına karar verilmiştir.
Ayrıca, hazırlık aşamasında bilirkişi olarak görüşüne başvurulan,
mütalâası gerekçeli kararda değerlendirilen bilirkişi İsth.Bnb. M.K.’nin
mahkemede görüşüne başvurulmaması usul yönünden kanuna aykırı
görülmüştür.
138
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E. No. : 2006/102
K. No. : 2006/100
T.
: 24.1.2006
ÖZET
Suça esas alınan emirlerin, düzenleyici ve genel nitelikte
olduğu,
olayın
olduğu
güne
ilişkin
olarak,
birlik
komutanlığınca somut hâle getirilmiş bir emir bulunmadığı,
rütbeli personelden, tatil günleri ve mesai saatleri dışında,
nerede bulunduklarını harekât merkezine bildirmelerinin ve
arandığında en geç yarım saat içinde birlikte bulunmalarının
her zaman için istenmesinin, hayatın olağan akışına uygun
düşmediği, dinlenilen yeminli tanık beyanlarından, sanığın
olay günü bir hizmetin ifası için değil, kontrol için arandığının
anlaşıldığını, sonuç olarak hizmete ilişkin somut nitelikte bir
emrin bulunmadığı ve müsnet emre itaatsizlikte ısrar suçunun
unsurları itibarıyla oluşmadığı, dolayısıyla sanık hakkında
beraet hükmü verilmesi gerekirken, mahkûmiyet hükmü
verilmesi yasaya aykırıdır.
Askerî mahkemece, sanığın 24.4.2005 tarihinde emre itaatsizlikte
ısrar suçunu işlediği sabit görülerek, ASCK’nın 87/1 (Birinci cümlesi),
5237 sayılı TCK'nın 62’nci maddeleri uyarınca sonuç olarak yirmi beş
gün hapis cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiştir.
Sanık hükmü süresinde temyiz ederek, cezayı hak etmediğini,
cezanın fazla olduğunu, duruşmaya çağırılmadığını ve adına tebligat
yapılmadığını belirterek, hükmün bozulmasını talep etmiştir.
Tebliğnamede, hükmün esas yönünden bozulması talep
olunmuştur.
Aydın Cezaevi Jandarma Bölük Komutanlığı emrinde görevli
olan sanığa, daha önce bölük komutanlığının 3 no.lu günlük emrinin
11’inci maddesinde “Cezaevi jandarma bölük komutanlığında görevli
bütün personel aradığımda ulaşılabilecek şekilde hareket edecek, cep
telefonları devamlı açık olacaktır.” şeklinde emrin mevcut olduğu ve bu
139
emrin sanığa 10.4.2003 tarihinde tebliğ edildiği,
Aydın Jandarma Bölge Komutanlığının Kasım 2003 tarihli 1
no.lu günlük emrinin 1/n maddesinde, “Tüm personel tatil günleri ve
mesai saatleri dışında nerede bulunduğunu harekât merkezine bildirecek
ve arandığında en geç yarım saat içinde birlikte olacaktır. Arandığında
bulunmayan personel hakkında emre itaatsizlikten işlem yapılacağı
personele tebliğ edilecektir. Bu konuda hiçbir mazeret kabul
edilmeyecektir.” şeklinde emrin mevcut olduğu ve bu emrin sanığa
20.11.2003 tarihinde tebliğ edildiği,
Sanığın 24.4.2005 Pazar günü saat 14.00 sıralarında Bl.K.Yzb.
C.K. tarafından telefonla aranmasına rağmen, kendisine ulaşılamadığı,
bölük komutanının emri üzerine J.Kad.Bçvş. F.Ö. tarafından cep ve ev
telefonundan aranmasına rağmen, J.Bçvş. M.D. tarafından da cep ve ev
telefonlarından aranmasına, bizzat evine gidilerek aranmasına rağmen
ulaşılamadığı, daha sonra Uzm.J.Çvş. Ö.E.’nun eşinin, sanığın eşini cep
telefonu ile araması sonucu sanığa ulaşılabildiği, bölük komutanının
emrinin iletilmesi üzerine, sanığın saat 17.55 sıralarında bölük merkezine
geldiği dosya kapsamından anlaşılmaktadır.
Askerî mahkeme, olayda sanığın kendisine tebliğ edilen emre
rağmen, nerede bulunduğunu harekât merkezine bildirmediğini,
arandığında ulaşılabilecek şekilde davranmayıp cep telefonunu evde
bıraktığını, âdeta kendisine ulaşılmasını engellediğini, gerek bölük
komutanının, gerekse personelin uzunca bir süre sanığa ulaşamadıklarını,
böylece sanığın emir gereklerine aykırı hareket etmek suretiyle emre
itaatsizlikte ısrar suçunu işlediğini kabul ederek, mahkûmiyetine karar
vermiş ise de;
Aydın Jandarma Bölge Komutanlığının ve Aydın Cezaevi
Jandarma Bölük Komutanlığının, suça esas alınan emirlerinin
düzenleyici ve genel nitelikte olduğu, olayın olduğu güne ilişkin olarak
birlik komutanlığınca somut hâle getirilmiş bir emir bulunmadığı, rütbeli
personelden tatil günleri ve mesai saatleri dışında nerede bulunduklarını
harekât merkezine bildirmelerinin ve arandığında en geç yarım saat
içerisinde birlikte bulunmalarının, her zaman için istenmesinin hayatın
olağan akışına uygun düşmediği, dinlenen yeminli tanık beyanlarından,
sanığın olay günü bir hizmetin ifası için değil, kontrol için arandığının
anlaşıldığı, sonuç olarak hizmete ilişkin somut nitelikte bir emrin
bulunmadığı ve müsnet emre itaatsizlikte ısrar suçunun unsurları
itibarıyla oluşmadığı, sanık hakkında beraet kararı verilmesi
gerektiğinden, hükmün esastan bozulmasına karar verilmiştir.
140
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/25
K. No. : 2006/21
T.
: 26.1.2006
ÖZET
219 maddelik Emniyet ve Kaza Talimatının, “silâh”
başlıklı kısmındaki 11’inci maddesinde yer alan; “Dolu veya
boş tüfek kesinlikle personele doğrultulmayacak ve tetik
düşürülmeyecek” şeklindeki kurala aykırı olarak; içtimaya
çıkarken, çimlerin üzerinde uyumakta olan arkadaşını
uyandırmak için, boş olan tüfeğinin kurma kolunu, yarıya
kadar çekip ses çıkartan, devamında, uyanmayan erin
gözlerini kapatan şapka siperini, kendisine doğrulttuğu tüfeğin
namlusu ile kaldıran, sanık erin eylemi, emre itaatsizlikte ısrar
suçunu oluşturur.
Sanık P.Er G.K.’nın; 24.8.2004 günü saat 13.15 sıralarında,
içtimaya çıkarken çimlerin üzerinde uyumakta olan, P.Er V.Ş.’yi
uyandırmak için, boş olan tüfeğinin kurma kolunu yarıya kadar çekip ses
çıkarttığı, uyanmaması üzerine, devamında adı geçen erin gözlerini
kapatan şapka siperini, kendisine doğrulttuğu tüfeğin namlusu ile
kaldırdığı, dosya içeriğiyle sübuta eren maddî bir olgudur.
Sanığın, 8.7.2004 tarihinde, ismi ve imzasını taşıyan 219
maddeden oluşan “Emniyet ve Kaza Talimatı”nı tebellüğ ettiği, anılan
talimatın, “silâh” kısmında, 11’inci maddesinde; “Dolu veya boş tüfek
kesinlikle personele doğrultulmayacak, tetik düşürülmeyecektir.”
kuralına yer verilmiştir. Sanık, duruşmada, “tebellüğ belgesindeki imzayı
141
kendisinin attığını, ancak bunu okumadığını” söylemesine karşın,
devamında; “kendilerine içtimalarda çeşitli zamanlarda, silâhın boş olsa
da personele doğrultulmayacağına dair emir verildiğini” ifade etmesi
karşısında; sanığın, olay öncesinde; “boş olsa da, tüfeğin kesinlikle
başkasına doğrultulmayacağını ve tetik düşürülmeyeceğini” bildiği
açıktır.
Yasal düzenlemeler dışında, amire de kural koyma yetkisinin
tanınması anlamındaki askerî hizmetin yürütülmesi, ancak, buna ait bir
talep ve yasağın, sözle, yazı ile vesair suretle, ifadesi şeklindeki emir
hâline getirilmesiyle (TSK İç Hzm.K./6, 8) olanaklıdır.
Kanunlara, nizamlara ve amirlere mutlak bir itaat olarak
tanımlanan, “Disiplin”’in, askerliğin temelini oluşturması (İç Hzm.K/13)
bağlamında, hizmete ilişkin emrin, yasa kuralının gücüne eşdeğer olduğu
sonucuna varılmaktadır.
Hizmete ilişkin emrin hiç yapılmaması, ASCK’nın 87’nci
maddesinde “Emre itaatsizlikte ısrar” suçu olarak düzenlenmiş,
ASCK’nın uygulamasında; “Hizmet”, malûm ve muayyen olan ve amir
tarafından yapılması istenilen askerî hizmetin, astı tarafından yapılması
hâli olarak tanımlanmıştır (Mad. 12).
Sanığın aykırı davrandığı emrin konusu, yasalarla suç/disiplin
suçu olarak ayrıca düzenlenmediğine göre, ASCK’nın 87/1’inci
maddedeki suç kapsamında, “hizmete ilişkin olup olmadığı” önem
taşımaktadır;
Boş olsa da, silâhın başkasına yöneltilmeyeceğine ilişkin; “Şeytan
doldurur” söylemi, her yaştan insanımızın ortak bilgisinin bir ürünüdür.
“Harp sanatını öğrenmek ve yapmak mükellefiyeti” olan askerlik (İç.
Hzm. K/2) hizmeti sırasında, zamanının çoğunu silâhla geçiren askerlere
yönelik olarak amirin, silâhın taşınması ve kullanılmasının usul ve
esaslarını gösteren emirlerinin, “askerî hizmete ilişkin” olduğunda
duraksama bulunmamaktadır.
Bu açıklamalar ışığında;
219 maddelik “Emniyet ve Kaza Talimatının”, silâh başlıklı
kısmındaki 11’inci maddesinde yer alan; “Dolu veya boş tüfek kesinlikle
personele doğrultulmayacak ve tetik düşürülmeyecek” şeklindeki kurala
aykırı olarak; içtimaya çıkarken, çimlerin üzerinde uyumakta olan
arkadaşını uyandırmak için, boş olan tüfeğinin kurma kolunu yarıya
kadar çekip ses çıkartan, devamında, uyanmayan erin gözlerini kapatan
şapka siperini, kendisine doğrulttuğu tüfeğin namlusu ile kaldıran sanık
erin eylemi emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturmaktadır.
142
Emniyet ve Kaza Talimatının çok maddeli oluşu, birçok konuyu
içermesi, bunlardan bazısının tavsiye niteliğini taşıması, dava konusu
eylemin yasaklanmasına ilişkin emrin, hizmete ilişkin emir oluşunu
etkilemez. 219 maddelik emri imzaladığını, ayrıca çeşitli zamanlarda
silâhın boş olsa da personele doğrultulmayacağına ilişkin emirler
verildiğini ifade eden sanığın, unsurları yönünden oluşan emre
itaatsizlikte ısrar suçundan, mahkûmiyetine karar verilmesi gerekirken
askerî mahkemece direnme ile kurulan beraet hükmünde, yasal isabet
bulunmadığından hükmün esastan bozulmasına karar verilmiştir.
143
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/22
K. No. : 2006/23
T.
: 2.2.2006
ÖZET
Kışla içerisinde, cep telefonu bulundurulmasını
yasaklayan emrin, saat 13.30’da yapılan öğle içtimasında,
okunmak suretiyle tebliğ edildiği ve cep telefonu olanların
teslim etmelerinin istenildiği, saat 17.15 sıralarında yapılan
aramada, sanığın çantasında, bir adet cep telefonu elde
edildiği anlaşılan olayda; aynı gün 14.00-16.00 saatleri
arasında nöbetçi olduğu saptanan sanığın, öğle içtimasına
katılıp katılmadığının ve emrin kendisine tebliğ edilip
edilmediğinin, tam olarak tespit edilemediği gibi, telefonu
teslim etmesi için de makûl bir süre bulunmadığı
gözetildiğinde, unsurları itibarıyla oluşmayan suçtan, beraet
kararı verilmesi gerekir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, sanığa yüklenen suçun sübuta erip
ermediğine ilişkin bulunmaktadır.
Daire,
yasaklama
emrinin
sanığa
tebliğ
edildiğinin
kanıtlanamaması sebebiyle, yüklenen suçun unsurları yönünden
oluşmadığı yargısına varırken; Başsavcılık, kışla içinde cep telefonu
bulundurmanın yasak olduğuna ilişkin emrin, daha önce sanığa şifahî
olarak tebliğ edildiği ve yüklenen suçunu unsurları yönünden oluştuğu
görüş ve düşüncesini öne sürmektedir.
Sanık birliği komutanlığınca saptanan ilk ifadesinde; olay günü
14.00-16.00 saatleri arasında nöbetçi olduğunu ve saat 13.30’da yapılan
içtimaya katılmadığını, dolayısıyla emrin kendisine tebliğ edilmediğini
beyan etmiştir.
144
Sanığın savunması mahkemece araştırılmış, Akşehir İlçe
Jandarma Komutanlığınca, sanığın olay günü 14.00-16.00 saatleri
arasında 10 no.lu mevzi nöbetçisi olduğu, içtimada bulunmadığı, emrin
sanığa içtimada tebliğ edilmediği, yapılan aramada cep telefonunun
bulunacağını anlayan sanığın, telefonu kendisinin teslim ettiği bildirildiği
hâlde, daha sonra içtimada bulunmayanlar listesinde sanığın adının
bulunmadığı belirtilmiştir.
Kurulda öncelikle, davada noksan soruşturma bulunup
bulunmadığı konusu tartışılmış; olayın 16.5.2003 tarihinde meydana
geldiği, personelin atama, terhis ve emeklilik gibi nedenlerle olay
yerinden ayrıldığı ve bu aşamada yapılacak soruşturmadan sağlıklı bir
sonuç alınamayacağı değerlendirilerek, noksan soruşturma bulunmadığı
sonucuna varılmıştır.
Bu aşamadan sonra, sanığa yüklenen suçun sabit olup olmadığı
konusu değerlendirilmiştir.
ASCK’nın 87/1’inci maddesinin birinci cümlesinde yazılı emre
itaatsizlikte ısrar suçunun oluşumu için;
1) Hizmete ilişkin bir emrin varlığı,
2) Emrin hiç yapılmamış olması,
3) Ve suçun genel kasıtla işlenmiş olması gerekmektedir.
28.2.2002 tarihinde silâh altına alınan sanığın, olay tarihinde on
beş aylık asker olduğu görülmektedir. Bu süre içerisinde kışla, karargâh
ve kurumlara cep telefonu sokulmasını ve kullanılmasını yasaklayan
emirlerden haberdar olmadığı söylenemez. Kaldı ki, dosyada bulunan
tutanak bunu doğrulamakta, konu ile ilgili olarak personele değişik
zamanlarda sözlü tebligat yapıldığı belirtilmektedir. Buna rağmen, sözlü
emirlerin göz ardı edildiği, Konya İl Jandarma Komutanlığının mesaj
emri üzerine, yazılı bir emre ihtiyaç duyulduğu anlaşılmakta, eylemin
dosyaya yansıyış biçimine göre, sanığın anılan yazılı emre uymadığı
iddia edilmektedir. Sanığın ilk ifadesinin tespiti sırasında, sorulan soru ve
emrin ilk cümlesi bu görüşü doğrulamaktadır.
Bu bağlamda, kışla içerisinde cep telefonu bulundurmanın yasak
olduğuna ilişkin 53 no.lu günlük emir yayımlanmış, emir 16.5.2003
tarihinde saat 13.30’da yapılan içtimada personele okunmak suretiyle
tebliğ edilmiş, cep telefonu bulunduranların derhâl komutanlığa teslim
etmeleri, arama sonunda cep telefonu ele geçirilmesi hâlinde ilgililer
hakkında yasal işlem yapılacağı bildirilmiş ve hemen akabinde yapılan
arama sonunda, sanığa ait çantada bir adet cep telefonu elde edildiği
saptanmıştır).
145
Ancak; olay günü 14.00-16.00 saatleri arasındaki 10 no.lu mevzi
nöbetçisi olduğu anlaşılan sanığın, saat 13.30’da yapılan içtimaya katılıp
katılmadığının ve Konya İl Jandarma Komutanlığının emrine istinaden
yayımlanan 53 no.lu günlük emrin, kendisine tebliğ edilip edilmediğinin
tam olarak tespit edilememesi yanında, nöbeti sırasında telefonu teslim
etme olanağının ve nöbetten sonra da telefonu teslim etmesi için makûl
bir sürenin bulunmadığı gözetilerek, Dairenin bozma ilâmının isabetli
olduğu sonucuna varılmış ve Başsavcılığın itirazının reddine karar
verilmiştir.
146
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
2’nci Daire Kararı
E. No. : 2006/174
K. No. : 2006/169
T.
: 8.2.2006
ÖZET
Sanık, kendisine verilen ve içerisinde savunma
vermesine dair emir bulunan zarfı alıp okumuş ve mahiyetini
öğrenmiştir. Söz konusu zarfı iade etmesini ya da tebliğden
kaçınmasını, bu hakkından feragat ettiği şeklinde anlamak
gerekir. Ortada hizmete ilişkin bir emir bulunmadığı gibi,
sanığın emre itaatsizlikte ısrar kastı ile hareket ettiğinden
bahsetmek de mümkün değildir. Buna göre, somut olayda;
disiplin
amirinin
hizmet
emri
niteliğini
taşımayan,
savunmasını vermesine dair emrinin, sanık tarafından yerine
getirilmemesi nedeniyle, emre itaatsizlikte ısrar suçu
oluşmayacağından, aksi görüş ve kanaatle tesis olunan kararın
bozulması gerekir.
Askerî mahkemece, sanığın 30.3.2000 tarihinde emre itaatsizlikte
ısrar suçunu işlediği kabul edilerek, eylemine uyan ASCK’nın 87/1
(emrin yerine getirilmesini söz veya fiilî ile açıkça reddeden cümlesi),
TCK’nın 59/2’nci maddeleri gereğince cezalandırılmasına karar verilmiş,
Bu karar sanık müdafii tarafından, gerek GATA psikiyatri
kliniğince düzenlenen raporun yeterli olmaması nedeniyle, konunun bir
kez de adlî tıp kurumunca incelenmesi gerektiğinden noksan soruşturma,
gerekse de, sanığa tebliğ olunmak istenen savunmadan haberdar olması
nedeniyle, tekrar tebliğ edilmek istenmesine rağmen, almak istememesini
savunma hakkını kullanmak istemediği şeklinde kabul edilmesi
gerektiğinden, esasa ilişkin bozma sebebi olarak gösterilerek temyiz
edilmiştir.
147
Tebliğnamede, sanığın psikiyatrik yönden muayenesinin 5237
sayılı TCK’nın 32’nci maddesine göre yaptırılması gerektiği ileri
sürülerek, hükmün noksan soruşturma nedeniyle bozulması gerektiği
yönünde görüş bildirilmiştir.
30.6.2000 tarihinde mutfak nöbetçi astsubayı olan sanığın, eşinin
evde açık unuttuğunu bildirdiği ütüyü prizden çekmek üzere herhangi bir
kimseden izin almaksızın evine gittiği, saat 09.40 da alay nöbetçi amiri
Tnk.Yzb. S.K.’nın mutfakta yaptığı denetlemede orada olmadığının
belirlendiği, bu konuda saat 16.00’ya kadar savunmasını hazırlamasına
ilişkin belgenin, Çvş. S.K. ve Onb. M.B. tarafından sanığa getirilip tebliğ
edilmek istendiği, sanığın zarfı açıp okuduktan sonra belgeyi tebliğ
etmeyerek askerlere iade ettiği, bir müddet sonra nöbetçi amirinin isteği
üzerine ikinci kez zarfı sanığa götürdükleri ancak yine tebliğ etmediği,
sanığın, geçmişten bu yana mevcut tüm sağlık raporları ile birlikte
GATA psikiyatri servisinde gerçekleştirilen müşahadesi sonucu 765
sayılı Türk Ceza Kanunun 46 ve 47’nci maddeleri açısından yapılan
değerlendirmelere göre, “Nevrotik Kişilik” teşhisi konularak, suç
tarihlerinde şuur ve hareket serbestisini kısmen ya da tamamen
etkileyecek mahiyette bir ruhsal bozukluğu olmadığı, bu nedenle bahsi
geçen Kanun maddelerinden istifade edemeyeceği sonucuna varıldığı
hususu maddî vak’a olarak herhangi bir tereddüde sebep olmayacak
şekilde ortaya çıkmıştır.
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 22.1.1987 gün ve 1987/2512 Esas ve Karar sayılı ilâmında da belirtildiği üzere, disiplin cezası
verilmeden önce, failin savunmasının alınması disiplin amiri için kanunî
bir mecburiyet olmasına karşılık, fail yönünden kullanılıp kullanılmaması
münhasıran kendisine tanınmış olan bir haktır. Bu hakkın kullanılmaması
hâlinde, suç işlendiği ileri sürülemez.
Somut olayda, mutfak nöbetçi astsubaylığı görevini izin
almaksızın geçici bir süre terk etmesi nedeniyle, alay nöbetçi amiri
tarafından yazılı olarak savunması istenen sanık, kendisine Çvş. S.K. ve
Onb. M.B. tarafından getirilen zarfı, açıp okuduktan sonra askerlere geri
vermiştir. Her iki askerin tanıklıkları da bu yöndedir. Tanık M.B. ayrıca,
148
sanığın belgeyi imzalamaktan imtina ettiğini de ifade etmiştir. Söz
konusu zarfın bir müddet sonra ikinci kez getirilmesi üzerine ise, zarfa
uzunca bir süre bakmak dışında bir şey yapmamış, bunun üzerine tanık
askerler tarafından savunma zarfı geri götürülmüştür. Sanığa verilen
savunmanın imzalatılmasından maksat, hem savunma süresinin
başlangıcının belirlenmesi, hem de savunma yapmasına imkân
sağlandığının belgelenmesidir. Ancak muhatabın imzadan kaçınması
hâlinde, tanıklar huzuru ile tutulacak bir tutanakla bu durumun tespiti ve
belgeden haberdar olduğunun belgelenmesi ve disiplin cezası verilmesi
mümkündür. Sanık kendisine verilen zarfı alıp okumuş ve mahiyetini
öğrenmiştir. Bu zarfı iade etmesini, ya da tebliğden kaçınmasını bu
hakkından feragat ettiği şeklinde anlamak gerekir. Ortada hizmete ilişkin
bir emir bulunmadığı gibi, sanığın emre itaatsizlikte ısrar kastı ile hareket
ettiğinden bahsetmekte mümkün değildir.
Açıklanan bu nedenlerle, disiplin amirinin hizmet emri niteliğini
taşımayan, savunmasını vermesine dair emrinin sanık tarafından yerine
getirilmediği bu olay nedeniyle, emre itaatsizlikte ısrar suçu oluşmadığı
hâlde, aksi görüş ve kanaatle tesis olunan mahkûmiyet hükmünde isabet
görülmemiş, hükmün esastan bozulmasına karar vermek gerekmiştir.
Bozma sebebi karşısında, sanığın cezaî ehliyetinin 5237 sayılı
TCK’nın 32’nci maddesine göre değerlendirilmemesinin, eksik
soruşturma kabul edilmesi gerektiği şeklindeki Yargıtay Başsavcılığı
görüşüne iştirak edilmemiştir.
149
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E. No. : 2006/234
K. No. : 2006/234
T.
: 14.2.2006
ÖZET
Olay öncesi ve sonraki tarihlerde, psikiyatrik
rahatsızlığı olan ve ilâç tedavisi gören sanığın, bilhassa olay
öncesinde verilen ve akşamları alması önerilen ilâç nedeniyle,
olay günü gece 03.00-05.00 nöbetine kaldırıldığı sırada, nöbete
kaldırıldığını hatırlamadığına ilişkin savunmalarının doğru
olabileceği, her ne kadar mahkemece dinlenilen psikiyatri
uzmanı bilirkişi yeminli mütalâasında, psikiyatri ilâcının
kişide uykusundan uyanmasını zorlaştıracak kadar uyku verici
yan etkisi olmadığını, ancak minimal düzeyde bir etkisinin
olduğunu belirtmekte ise de, sanığın rahatsızlığının uzun süre
sürmüş olması, farklı ilâç verildiğinin raporlardan anlaşılması
karşısında, sanığın itaatsizlik kastı ile hareket ettiğinin
söylenemeyeceği, en azından bu hususun şüpheli kaldığı,
şüphenin ise, sanık lehine yorumlanması gerektiği dikkate
alınarak, sanığın müsnet suçtan beraetine karar verilmesi
gerekir.
Askerî mahkemece; sanığın 22.3.2004 tarihinde emre itaatsizlikte
ısrar suçunu işlediği sabit görülerek, ASCK’nın 87/1 (emrin yerine
getirilmesini söz ve fiilî ile açıkça reddedenler cümlesi) ve TCK’nın
59/2’nci maddeleri uyarınca iki ay on beş gün hapis cezası ile
cezalandırılmasına karar verilmiştir.
Sanık, hükmü süresinde temyiz ederek, özetle; emre itaatsizlikte
ısrar suçunu işleme kastının olmadığını, olay anında psikolojik
rahatsızlığından dolayı kullandığı ilâçlar nedeniyle şuurunun yerinde
olmadığını, böyle bir olay olmuşsa ki, hatırlamadığını, bilerek ve
isteyerek olmadığını, beraet etmesi gerekirken ceza verilmesinin haksız
olduğunu, cezanın infaz kanunları göz önüne alınarak paraya çevrilmesi
ve ertelenmesi gerektiğini belirterek hükmün bozulmasını talep etmiştir.
150
Tebliğnamede, hükmün sübut (esas) yönünden bozulması talep
olunmuştur.
Manisa 1’inci Piyade Tugay Karargâh Takım Komutanlığında
askerlik görevini yapmakta olan sanığın, 22.3.2004 günü 03.00-05.00
saatleri arasında malzemelik garaj nöbetçisi olduğu, nöbet öncesi devriye
Onb. M.Y.K. tarafından nöbet için uyandırılmasına rağmen, sanığın “git
başımdan, ben nöbet tutmayacağım” diyerek nöbete kalkmadığı, mevcut
deliller karşısında maddî olay olarak sabit bulunmakta olup, askerî
mahkemece sanığın emre itaatsizlikte ısrar suçunu işlediğinden bahisle
cezalandırılmasına karar verilmiş ise de;
ASCK’nın 87/1’inci maddesinde düzenlenen emre itaatsizlikte
ısrar suçunun oluşabilmesi için, kanunda sayılan maddî unsurlardan,
sanığın nöbet tutması hususunda verilen hizmete ilişkin emri yerine
getirmeme şeklindeki eylemini, suç işleme kastı ile de ika etmiş olması,
diğer bir anlatımla manevî unsurun da gerçekleşmesi gerektiği
anlaşılmaktadır.
Sanık aşamalardaki sorgu ve savunmalarında ısrarla; psikolojik
rahatsızlığından dolayı kullandığı ilâçların kendisini sersemlettiğini, bu
nedenle olay gecesi nöbetçi onbaşı tarafından nöbete kaldırıldığını ve
nöbetçi onbaşıya “başımdan git” dediğini hatırlamadığını belirtmiş, aynı
gerekçelerle hükmü temyiz etmiştir.
Bu olaydan yaklaşık bir ay önce, 25.2.2004 tarihinde yapılan
muayenesi sonucu, İzmir 600 Yataklı Mevki Asker Hastahanesince
yapılan muayenesi sonucunda, Anksiyete bozukluğu tanısı ile akşamları
bir adet kullanmak üzere ilâç verilerek, üç gün istirahat önerilerek
birliğine sevk edildiği, suç tarihinden yaklaşık bir hafta sonra yine aynı
hastahanede psikiyatri uzmanı tarafından yapılan muayenesi sonucunda,
“Nevrotik depresyon” tanısı konulup, ilâç kullanması ve on gün istirahat
önerilerek birliğine sevk edildiği, 14.4.2004 tarihinde yine aynı
hastahanede psikiyatri uzmanı tarafından yapılan muayenesinde,
“Antisosyal kişilikte anksiyete bozukluğu” tanısı ile ilâç kullanması ve
on gün istirahatinin uygun olduğu belirtilerek, kıt’asına sevk edildiği,
3.6.2004 tarihinde Manisa Asker Hastahanesi psikiyatri uzmanı
tarafından yapılan muayenesi sonucunda, “Antisosyal kişilikte anksiyete
bozukluğu” tanısıyla tedavisinin düzenlenip yirmi gün istirahatinin ve
istirahatini evinde geçirmesinin uygun olduğunun belirtildiği
görülmektedir.
151
Olay öncesi ve sonrasındaki tarihlerde psikiyatrik rahatsızlığı olan
ve ilâç tedavisi gören sanığın, bilhassa olay öncesinde verilen ve
akşamları alması önerilen ilâç nedeniyle, olay günü gece 03.00-05.00
nöbetine kaldırıldığı sırada nöbete kaldırıldığını hatırlamadığına ilişkin
savunmalarının doğru olabileceği, her ne kadar mahkemece dinlenilen
psikiyatri uzmanı bilirkişi yeminli mütalâasında, psikiyatri ilâcının kişide
uykudan uyanmasını zorlaştıracak kadar uyku verici yan etkisi
olmadığını, ancak minimal düzeyde bir etkisinin olduğunu belirtmekte
ise de, sanığın rahatsızlığının uzun süre sürmüş olması, farklı ilâçlar
verildiğinin raporlardan anlaşılması karşısında, sanığın itaatsizlik kastı ile
hareket ettiğinin söylenemeyeceği, en azından bu hususun şüpheli
kaldığı, şüphenin ise sanık lehine yorumlanması gerektiğine ilişkin ceza
hukuku genel ilkesi dikkate alınarak, sanığın müsnet suçtan beraetine
karar verilmesi gerektiği sonucuna ulaşılarak, hükmün esas (sübut)
yönünden bozulmasına karar verilmiştir.
152
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
2’nci Daire Kararı
E. No. : 2006/219
K. No. : 2006/214
T.
: 22.2.2006
ÖZET
Birlik dışına çıktığında, kendisine işlerini yaptıran diğer
birlik personelinin, sanığın cep telefonu taşıdığını bilmesi,
onun suç kastını ortadan kaldırmayacağından, beraet
hükmünün bozulması gerekir.
Askerî mahkemece sanıklar J.Er K.K. ve M.K. haklarında
unsurları oluşmadığından bahisle emre itaatsizlikte ısrar suçu nedeniyle
ayrı ayrı beraet kararı verilmiştir.
Bu karar adlî müşavir tarafından, sanıkların üzerlerine atılı suçun
kanunî unsurlarının gerçekleştiği ileri sürülerek temyiz edilmiştir.
Tebliğnamede, her iki sanık haklarında tesis olunan beraet
hükümlerinin esas (sübut) yönünden bozulmaları gerektiği yönünde
görüş bildirilmiştir.
Jandarma İkmal Merkezî Komutanlığında 17.12.2004 tarihinde
saat 13.30’da erbaş ve erlere yönelik olarak yapılan aramalarda,
haklarında aleyhe temyize gelinen sanıklar dışında J.Erler K.A. ve
D.Ö.’de cep telefonu yakalanmış, bu iki sanık haklarında tesis olunan
mahkûmiyet hükümleri temyiz olunmaksızın kesinleşmiştir.
Kışla içerisinde cep telefonu kullanmanın yasak olduğu
hususunun, sanıklara usulüne uygun olarak tebliğ olunduğu, sanık
M.K.’ye ait Samsung marka cep telefonunun çalıştığı kantin
malzemeliğinde, sanık K.K.’ye ait cep telefonunun ise, temyize
gelmeyen sanıklardan (Ter.) J.Er D.Ö.’de ele geçen cep telefonunda
bulunan numarasının, bölük komutanınca aranmasına birlik dışında
olduğu bir sırada cevap vermesi neticesi ele geçirildikleri, sanık M.K.’da
153
yakalanan ve kendisine bir önceki kantinci J.Er S.A.’nın bozuk olarak
teslim ettiğini, kendisinin de bu telefonu hiç kullanmadan malzemelikteki
çantasına koyduğunu söylediği, Samsung marka cep telefonu üzerinde
muhabere sınıfından bir subaya yaptırılan bilirkişi incelemesinde bahsi
geçen telefonun anten ve devre arızalarının bulunup, bataryanın arızalı
olduğunun, sağlam batarya ile de çalışmadığının, dolayısı ile çalışır
durumda olmadığının belirlendiği konularında herhangi bir tereddüt
bulunmamaktadır.
Askerî mahkemece sanık M.K.’da ele geçen cep telefonunun
arızalı olması nedeniyle, cep telefonu özelliklerini taşımadığından, sanık
K.K.’nın ise, birliğin haricî kuryesi olarak görev yapması nedeniyle, cep
telefonu taşıdığının birlik personeli tarafından bilinmesine rağmen, bu
konuda bir işleme muhatap olmaması nedeniyle, suç kastı yönünden,
suçun unsurları oluşmadığından bahisle, her iki sanık haklarında beraet
kararı tesis olunmuş ise de;
Sanık J.Er K.K.’nın cep telefonu bulundurduğunun, hakkında
işlem yapmaya yetkili amirleri tarafından bilinmediği konusunda
herhangi bir şüphe bulunmamaktadır. Zira, hakkındaki adlî soruşturma
bölük komutanı tarafından başlatıldığı gibi, bildiğini iddia ettiği Bl.Astsb.
M.P. sanığın bu iddiasını mahkeme huzurundaki tanıklığında açıkça
reddetmiştir. Dolayısı ile, kendisine birlik dışına çıktığında işlerini
yaptıran diğer birlik personelinin, sanığın cep telefonu taşıdığını
bilmesinin onun suç kastını ortadan kaldırdığını kabul etmenin mümkün
bulunmadığı, yakalama şekli olarak, birlik dışında bulunduğu bir sırada
telefonu çaldırılarak cevap vermesi üzerine ele geçen sanığın, söz konusu
telefonu, birlik içinde de bulundurup bulundurmadığına ilişkin
tereddütlerde, sanığın söz konusu telefonu personelin bilgisi dâhilinde
sürekli taşıdığı şeklindeki savunması dışında, birliğe sokmuyordum ya da
sadece birlik dışında bulunduruyordum şeklinde bir beyanı
bulunmadığından, birlik içerisinde de bulundurduğu kabul edilerek
giderilmiştir.
Sanık (Ter.) J.Er M.K.’da ele geçen telefonun arızalı olduğu, yani
cep telefonu olarak kullanmasının mümkün olmadığı bilirkişi raporu ile
tespit olunmuştur. Ancak bilindiği üzere, askerlerin birlik içerisinde cep
telefonu bulundurmalarının yasaklanma sebebi, onların telefon
muhaberelerini önlemekten ziyade, cep telefonlarının karmaşık teknik
özelliklerinden istifade ile bu cihazların birliğin istihbarat ve sabotaja
karşı güvenliği aleyhine kullanılmalarını önlemektir. Dolayısı ile, arızalı
154
olduğu belirlenen cihazın mevcut durumu itibarıyla yukarıda açıklandığı
gibi kötü amaçlı kullanılmaya uygun olup olmadığı, uygun ise, ne şekilde
kullanılabileceğine ilişkin uzman kişiler marifetiyle detaylı bir teknik
araştırma yapıldıktan sonra, konunun değerlendirilmesi gerekmektedir.
Bu nedenlerle, sanık (Ter.) J.Er K.K. hakkında mahkûmiyet
hükmü verilmesi gerekirken, tesis olunan beraet hükmünün esas (sübut),
(Ter.) J.Er M.K. hakkında verilen beraet hükmünün eksik soruşturma
yönlerinden bozulmalarına karar vermek gerekmiştir.
155
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
2’nci Daire Kararı
E. No. : 2006/225
K. No. : 2006/220
T.
: 22.2.2006
ÖZET
Kışla içerisinde, silâhların emniyette, şarjörün çıkartılmış ve
silâhın yanında kılıf içerisinde olacak şekilde taşınacağına dair
emrin, askerî personelin dikkatsizlik nedeniyle müessif olaylarla
karşılaşmaması, yani askerî personelin sağlığının korunmasına
yönelik olarak tedbir alınması için yayımlandığı, bu nedenle hizmete
yönelik olmadığı, tavsiye niteliğinde olduğu anlaşıldığından, sanığın
tabancasına şarjörün takılı olması hâli disiplin tecavüzü niteliğinde
olduğundan, verilen hükmün bozulması gerekir.
Askerî mahkemece, sanığın 17.6.2004 tarihinde emre itaatsizlikte
ısrar suçunu işlediği kabul edilerek, ASCK’nın 87/1’nci maddesinin ilk
cümlesi ve TCK’nın 59/2’nci maddesi uyarınca yirmi beş gün hapis
cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiş, bu hüküm sanık tarafından
özetle suç kastının bulunmadığı, ruhsal durumunun göz önüne
alınmadığı, hatırlamadığına dair beyanının dolaylı ikrar kabul
edilmesinin hukuka aykırı olduğu belirtilerek temyiz edilmiştir.
Askerî eşyayı tahrip suçuyla ilgili olarak verilen hüküm temyiz
edilmediğinden inceleme dışı tutulmuştur.
Şanlıurfa/Viranşehir 1/3.Hd.Tb.4.Hd.Bl.K.lığı emrinde görevli
sanığın, 17.6.2004 tarihinde tabur komutanı P.Kd.Bnb. T.G.O. tarafından
odasına çağrıldığı, yine tabur komutanı tarafından odaya çağrılan P.Bçvş.
M.A.’nın da odada bulunduğu, tabur komutanının bir müddet ayakta
tuttuğu her iki astsubaya akabinde çay söyleyip oturttuğu, bu arada
komutanlıkça düzenlenilen yemeğe katılmamalarıyla ilgili olarak, Bçvş.
M.A.’ya sorular sorduğu, sorulara cevap vermekte olan P.Bçvş. M.A.’nın
çayını içmesine rağmen, sanığın çayını içmediğini fark eden tabur
komutanının, sanığa neden çayını içmediğini sorması üzerine, sanığın
anîden sinirlenerek “neden bu kadar üzerime geliniyor ki” şeklinde sözler
sarf ederek, önünde bulunan cam sehpayı üzerinde çay bardakları olduğu
156
hâlde kaldırarak, diğer cam sehpanın üzerine devirdiği, bilâhare ayağa
kalktığında kafasını duvardaki çerçevelere vurduğu, P.Bçvş. M.A. ile
Tabur Komutanı P.Kd.Bnb. T.G.O. tarafından, sanığın silâhını kullanarak
istenmeyen bir olaya sebebiyet vermesini önlemek amacıyla tutulduğu,
P.Bçvş. M.A.’nın sanığı dışarı çıkarırken P.Kd.Bnb. T.G.O.’nun, sanığın
belinde şarjör takılı vaziyette duran silâhı belinden aldığı, zararın sanık
tarafından tazmin edildiği, kışla içerisinde silâhların emniyette, şarjörün
çıkartılmış ve silâhın yanında kılıf içerisinde olacak şekilde taşınacağına
dair emrin sanığa imzası karşılığı olay tarihinden önce tebliğ edildiği,
olay esnasında sanığın kışla içerisinde tabancasını şarjör takılı bir
vaziyette taşıdığının P.Kd.Bnb. T.G.O. tarafından tespit edildiği,
böylelikle sanığın hizmet gereği verilen emri hiç yerine getirmemek
suretiyle, emre itaatsizlikte ısrar suçunu işlediği kabul edilerek
mahkûmiyeti cihetine gidilmiş ise de;
ASCK’nın 12’nci maddesi, “bu kanunun tatbikatında (Hizmet)
tabirinden maksat gerek malûm ve muayyen olan ve gerek bir amir
tarafından emredilen bir askerî vazifenin madun tarafından yapılması
hâlidir.” düzenlemesini içermektedir.
Müsnet olayda, askerî personelin dikkatsizlik nedeniyle müessif
olaylarla karşılaşmaması, yani askerî personelin sağlığının korunmasına
yönelik olarak tedbir alınması için, bahse konu emrin yayımlandığı, söz
konusu emrin askerî hizmete yönelik olmadığı, tavsiye niteliğinde
olduğu, bu hususa uymama şeklinde gerçekleşen eylemin bu hâliyle
disiplin amirinin yetki ve takdirine giren disiplin tecavüzü suçunu
oluşturacağı anlaşılmakla, askerî mahkeme hükmünün esastan
bozulmasına karar verilmiştir.
157
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/34
K. No. : 2006/43
T.
: 23.2.2006
ÖZET
Esasen, cep telefonu bulundurulması ve taşınmasının
yasaklanmasında sadece istihbarata değil, sabotaja da karşı
korunmanın amaçlanması; sanıkta, tek başına sim kartı ele
geçmesinin de, aynı suçu oluşturması karşısında, cep
telefonunun bozuk olup olmadığının tespiti gerekmez.
Teknik özellikleri kapsamında istihbarata ve sabotaja karşı önlem
amacıyla cep telefonunun ve sim kartının kışlada bulundurulması ve
taşınmasını yasaklayan emir, hizmete ilişkin olup, bildiği hâlde buna
aykırı davranan; sanık P.Onb. Ş.Ş.’de cep telefonu ve sim kartı ele
geçmesi emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturmaktadır.
Yasak olduğunu bildiği hâlde, annesinin hastalığı nedeniyle
tuşları bozuk cep telefonu satın aldığını ve takım komutanına teslim
etmeyi düşünürken, bunun üzerinde yakalandığını ifade eden sanığın,
yakalama tutanağında annesiyle görüşmek için aldığı cep telefonunun,
buna elverişli olup olmadığına ilişkin bir açıklık bulunmamakla birlikte,
bölük komutanı tarafından ifadesi alınırken kendisine “...cep telefonunun
çalışır durumda olduğu...” yönünde yöneltilen soruya; “tuşları bozuktu...”
diye cevap vermesi; esasen, cep telefonu bulundurulması ve taşınmasının
yasaklanmasında sadece istihbarata değil, sabotaja da karşı korunmanın
amaçlanması; sanıkta, tek başına sim kartı ele geçmesinin de aynı suçu
oluşturması karşısında, cep telefonunun bozuk olup olmadığının tespiti
gerektiğine dair tebliğnamedeki görüşe iştirak edilmemiş; mahkûmiyet
hükmünü onayan Askerî Yargıtay 1’inci Daire ilâmına karşı
Başsavcılığın itirazının reddine karar verilmiştir.
158
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/43
K. No. : 2006/46
T.
: 23.2.2006
ÖZET
Sanığın; “...görevi gereği, bir gece önce geç yattığına; saat
02.00’de (olay günü) yatarken, sakal tıraşı olduğuna, saat 06.00’da
kalkıp kahvaltıyı hazırladığına...” ilişkin, aksi kanıtlanamayan
savunması, dosyada, aynı gün içerisinde saat 16.30’a kadar sakal
tıraşı olması gerektiğine dair, amir ve üstlerince uyarıldığını gösterir
bir kanıt bulunmaması nedeniyle, 24 saat esasına göre, bir kez sakal
tıraşı mecburiyeti bulunan sanık erin, 16-18 saat sonra ikince kez
sakal tıraşı olmasına dair emri, bu yüzden yerinde getirmemesinde,
(cildinin tahriş olduğunu da ileri sürdüğü dikkate alındığında) suç
kastı yönünden oluşmayan emre itaatsizlikte ısrar suçundan,
beraetine karar verilmesi gerekir.
Sakal ve bıyık bırakılmasına ilişkin TSK İç Hizmet Kanununun
34/d maddesindeki yasaklama; erbaş ve erleri de kapsayan “her gün sakal
tıraşı” olunmasına dair İç Hizmet Yönetmeliğinin 83’üncü maddesinde
yer alan kural bağlamında, gemide görevli Dz.Tğm. A.K. tarafından TSK
İç Hizmet Kanununun 24’üncü maddesindeki yetki sınırları içerisinde,
sakal tıraşı olması için 20.8.2000 günü, önce, saat 16.30’da uyarılan ve
bir saat kadar sonra ikaz edilen subay. büfede görevli sanık Er Ş.S.’nin,
saat 18.30’da da durumunda bir değişiklik olmadığının saptanması, tıraş
olması emredildiğinde cildinin tahriş olduğunu söyleyerek, bu emri
yerine getirmediği iddiasına konu davada, sanığın; “...görevi gereği bir
gece önce geç yattığına; saat 02.00’de (olay günü) yatarken sakal tıraşı
olduğuna, saat 06.00’da kalkıp kahvaltıyı hazırladığına...” ilişkin aksi
kanıtlanamayan savunması, dosyada, aynı gün içerisinde saat 16.30’a
kadar sakal tıraşı olması gerektiğine dair, amir ve üstlerince uyarıldığını
159
gösterir bir kanıt bulunmaması nedeniyle, 24 saat esasına göre bir kez
sakal tıraşı mecburiyeti bulunan sanık erin, 16-18 saat sonra ikinci kez
sakal tıraşı olmasına dair emri bu yüzden yerine getirmemesinde,
(cildinin tahriş olduğunu da ileri sürdüğü dikkate alındığında), suç kastı
yönünden oluşmayan emre itaatsizlikte ısrar suçundan, askerî
mahkemece verilen mahkûmiyet hükmünü esas yönünden bozan Askerî
Yargıtay 4’üncü Dairesinin ilâmına yönelik Askerî Yargıtay
Başsavcılığının itirazının reddine karar verilmiş, kurulumuzca eylemin
suç oluşturmadığı kabul edildiğinden, suç vasfına ilişkin sanığa ek
savunma hakkının tanınıp tanınmaması sonuca etkili bulunmamıştır.
160
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
4’üncü Daire Kararı
E. No. : 2006/371
K. No. : 2006/371
T.
: 7.3.2006
ÖZET
Saat 23.30 sıralarında kalkarak, banyo yapmak
ihtiyacını hisseden ve koğuşta kimseyi rahatsız etmeyen
sanığın, kendisine verilmiş herhangi bir görev olmadığı, sadece
istirahat hâlinde olduğu saatler içinde, ihtiyacı olan banyoyu
yapmak istediği, bu durumda, sanığa banyo yapmayıp yatması
konusunda, nöbetçi subayı tarafından verilen emrin, hizmete
müteallik bir emir olarak değerlendirilemeyeceği, dolayısıyla
suçun unsurları itibarıyla oluşmadığı cihetle, kurulan
mahkûmiyet hükmü yasaya aykırıdır.
Askerî mahkemece; sanığın emre itaatsizlikte ısrar suçunu işlediği
sabit görülerek, eylemine uyan ASCK’nın 87/1 (2’nci cümle) ve 5237
sayılı Kanunun 62/1’inci maddeleri uyarınca 2 ay 15 gün hapis cezası ile
mahkûmiyetine karar verilmiştir.
Bu karar; sanık tarafından, yüklenen suçu işlemediğini, yat
içtimasından sonra banyo yapmak istediğini ileri sürerek temyiz
edilmiştir.
Kütahya Hv.Er Eğt.Tug. 9.Bl.K.’lığı emrinde askerlik hizmetini
yerine getiren sanığın, 28.6.2003 günü saat 23.45 sıralarında duş almak
için, üstü çıplak vaziyette koğuşta hazırlık yaparken, kendisini gören
3.Tb. nöbetçi subayı Hv.P.Astsb.Çvş. F.Ö.’nün yerine yatmasını
söylediği, sanığın da banyo yapacağını belirtmesi üzerine, nöbetçi
subayın sanığı tekrar yat diye ikaz ettiği, yine ihtiyacım var, banyo
yapmam lâzım diyen sanığa, nöbetçi subayının duş almasına izin
vermeyip, derhâl yatmasını istediği, aynı şekilde banyo yapmaya ihtiyacı
olduğunu söyleyerek emri yerine getirmeyen sanığın, nöbetçi subayı
gittikten sonra banyo yapıp, yerine yattığı şeklinde gelişen olayda; askerî
mahkemece, sanığın emre itaatsizlikte ısrar suçundan mahkûmiyetine
karar verilmiş ise de;
161
Nöbetçi subayı Hv.P.Astsb. Çvş. F.Ö. tarafından, olay günü 21.30
sıralarında erbaş ve erlerin yatırıldığı, sanığın da normal zamanda yatmış
olduğu, ancak kişisel temizlik ihtiyacı nedeniyle, saat 23.30 sıralarında
kalkarak banyo yapmak ihtiyacını hissettiği, koğuşta kimseyi rahatsız
etmediği, kendisine verilmiş herhangi bir görev olmadığı, sadece istirahat
hâlinde olduğu saatler içinde ihtiyacı olan banyoyu yapmak istediği, bu
durumda, sanığa banyo yapmayıp yatması konusunda nöbetçi subay
tarafından verilen emrin, hizmete müteallik bir emir olarak
değerlendirilemeyeceği, dolayısıyla suçun unsurları itibarıyla oluşmadığı
cihetle, sanık hakkında yüklenen suçtan beraet kararı yerine,
mahkûmiyetine hükmedilmesi kanuna aykırı olduğundan, hükmün
esastan bozulmasına karar verilmiştir.
162
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/74
K. No. : 2006/57
T.
: 9.3.2006
ÖZET
123 maddelik “müşterek tebliğ tebellüğ belgesi (Tek er
için)” başlıklı, askerlik yaşamında çeşitli konulara ilişkin
düzenlemenin 37’nci maddesinde yer alan; “Elektronik eşya
(cep telefonu, cep radyosu, sim kartı, teyp kaseti, walkman,
fotoğraf makinası) bulundurmayacağım” şeklindeki kurala
aykırı davranan sanık erlerin, birlik içerisinde yapılan
kontrolde dolaplarında cep radyoları ele geçtiği belirlenen
olaylarda; anılan emrin, Genelkurmay Başkanlığının “MY
114-1 (B) Türk Silâhlı Kuvvetleri İstihbarata Karşı Koyma,
Koruyucu Güvenlik ve İşbirliği Yönergesi”nin ilgili emrinin
(sahife 3-51 (e) paragrafı), erbaş ve er seviyesinde bildirimi
içerdiği ve dayanağı nedeniyle, askerî hizmete yönelik bir
değer ve menfaati korumayı hedeflediğinden, askerî hizmete
ilişkin olması karşısında, sanıkların eylemi emre itaatsizlikte
ısrar suçunu oluşturur.
Tebellüğ belgesinin çok maddeli oluşu, birçok konuyu
içermesi, bunlardan bazısının tavsiye niteliğini taşıması, dava
konusu eylemin yasaklanmasına ilişkin emrin hizmete ilişkin
emir oluşunu etkilemez. 123 maddelik emri imzaladıklarını,
cep radyosu bulundurmanın yasak olduğunu bildiklerini
söyleyen sanık erlerin, unsurları yönünden oluşan emre
itaatsizlikte ısrar suçundan mahkûmiyetleri gerekir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlığın konusu, sanığın eyleminin emre
itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturup oluşturmadığıdır.
163
“Müşterek tebliğ tebellüğ belgesi (Tek er için)” başlıklı, askerlik
yaşamında çeşitli konulara ilişkin düzenlemenin 37’nci maddesinde yer
alan; “Elektronik eşya (cep telefonu, cep radyosu, sim kartı, teyp kaseti,
wolkman, fotoğraf makinası) bulundurmayacağım” şeklindeki emri
3.12.2003 tarihinde tebellüğ eden sanık Ter.J.Er İ.Ş.’nin, 1.6.2004
tarihinde, birlik içerisinde yapılan aramada dolabında üç adet cep
radyosu bulundurduğu belirlenmiştir.
Sanık, aramada ele geçen radyoları terhise giden arkadaşlarının
hediye ettiğini, teyp kasetlerinin kendisine ait olmadığını, yasak
olduğuna ilişkin emri bildiğini beyan etmiştir.
Sübuta yönelik bir itirazı bulunmayan sanığın, emri bildiğinde de
duraksama bulunmamaktadır.
Yasal düzenlemeler dışında, amire de kural koyma yetkisinin
tanınması anlamındaki askerî hizmetin yürütülmesi, ancak, buna ait bir
talep ve yasağın, sözle, yazı ile vesair suretle ifadesi şeklindeki emir
hâline getirilmesiyle (TSK İç Hzm.K./6,8) olanaklıdır.
Kanunlara, nizamlara ve amirlere mutlak bir itaat...olarak
tanımlanan “Disiplin”’in, askerliğin temelini oluşturması (İç Hzm.K/13)
bağlamında, hizmete ilişkin emrin, yasa kuralının gücüne eşdeğer olduğu
sonucuna varılmaktadır.
Hizmete ilişkin emrin hiç yapılmaması, ASCK’nın 87’nci
maddesinde “Emre itaatsizlikte ısrar” suçu olarak düzenlenmiş,
ASCK’nın uygulamasında; “Hizmet”, malûm ve muayyen olan ve amir
tarafından yapılması istenilen askerî hizmetin, astı tarafından yapılması
hâli olarak tanımlanmıştır (mad. 12).
Sanığın aykırı davrandığı emrin konusu, yasalarla suç/disiplin
suçu olarak ayrıca düzenlenmediğine göre, ASCK’nın 87/1’inci
maddedeki suç kapsamında “hizmete ilişkin olup olmadığı” önem
taşımaktadır;
TSK İstihbarata Karşı Koyma, Koruyucu Güvenlik ve İşbirliği
Yönergesi (MY-114-1 (B); “Birlik, karargâh ve kurumlar içerisine her
türlü fotoğraf makinası, sinema makinası, video, ses ve kayıt cihazları
sokmak yasaktır. Bu gibi cihazları kullananlara, bulunduracakları cihazın
tipi, markası, seri numarası ve kullanılacak yer belirtilerek özel izin
verilir. Erbaş ve erlerin şahsî radyo, teyp ve benzeri dinleme vasıtaları
toplanır ve terhis olurken kendilerine verilir. Kışla komutanının tasvibi
dışında hiçbir yerde radyo ve teyp kullanılmaz” hükmünü (s. 3-51)
içermektedir.
164
Günümüzdeki üstün teknoloji sayesinde portatif elektronik
cihazların, temel işlevleri yanında; sesli ve görüntülü kayıt, fotoğraf
çekme, istenen bilgileri elektronik hafızaya kaydetme gibi değişik işlev
ve fonksiyonlara sahip oldukları bilinmektedir. Bu türden özelliği
bulunmayan bir el radyosunun bile, elektronik bilgiye sahip bir kişinin
katkısıyla bir ses dinleme aygıtına dönüştürülebilmesi olanaklıdır. Bu
bağlamda, el radyosunun, istihbarata karşı koyma ve koruyucu güvenlik
amacıyla birlik içerisinde bulundurmasını yasaklayan emrin hizmete
ilişkin olduğu açıktır.
Diğer taraftan, portatif radyonun, koğuşta yüksek sesle
dinlenilmesi hâlinde, diğer erbaş ve erlerin huzur ve sükununun olumsuz
etkileneceği dikkatten uzak tutulmamalıdır. Bu yönüyle de, anılan emir
hizmet ilişkindir.
Benzer olaylara ilişkin Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun;
30.4.1992/61-59, 15.11.2001/108-104, 7.7.2005/59-60 ve 20.10.2005/7382 tarih ve E.K. sayılı kararlarında da; radyo, teyp, wolkman vb.
elektronik eşyaların birlik içerisinde bulundurulmasını yasaklayan emrin
hizmete ilişkin emir olduğu kabul edilmiştir.
Bu açıklama, düzenleme ve kararlar ışığında; Genelkurmay
Başkanlığının “MY 114-1 (B) Türk Silâhlı Kuvvetleri İstihbarata Karşı
Koyma, Koruyucu Güvenlik ve İşbirliği Yönergesi”nin ilgili emrinin
(sahife 3-51 (e) paragrafı), erbaş ve er seviyesinde bildirimi içerdiği ve
dayanağı nedeniyle, askerî hizmete yönelik bir değer ve menfaati
korumayı hedeflediğinden, askerî hizmete ilişkin olması karşısında,
sanığın eylemi emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturmaktadır.
Tebellüğ belgesinin çok maddeli oluşu, birçok konuyu içermesi,
bunlardan bazısının tavsiye niteliğini taşıması, dava konusu eylemin
yasaklanmasına ilişkin emrin hizmete ilişkin emir oluşunu etkilemez. 123
maddelik emri imzaladığını, cep radyosu bulundurmanın yasak olduğunu
bildiğini söyleyen sanığın, unsurları yönünden oluşan emre itaatsizlikte
ısrar suçundan mahkûmiyeti gerekir. Bu bağlamda; Askerî Yargıtay
1’inci Dairesinin, askerî mahkemece sanık hakkında verilen beraet
hükmünü onayan kararına yönelik, Askerî Yargıtay Başsavcılığının
itirazının kabulüne, Daire kararının kaldırılarak sanık hakkındaki beraet
hükmünün esastan bozulmasına karar verilmiştir.
165
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/58
K. No. : 2006/86
T.
: 13.4.2006
ÖZET
Nizamiye, birliğe ilk adımın atıldığı yer olup, birlik sınırları
içerisinde “askerî mahal” olduğundan, cep telefonunu, nizamiye
görevlisine teslim etme amacı bulunmayan, ancak, arama sırasında
üzerinde cep telefonu bulundurduğu tespit edilen sanığın eylemi,
emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturur.
Daire ile Başsavcılık arasında oluşan ve çözümü gereken
uyuşmazlık, sanığın eyleminin emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturup
oluşturmadığıdır.
“Birlik içine cep telefonu sokulmayacağına” ilişkin emri bildiği
hâlde, Dz.K.K.lığı Kh.Des.Kt.K.lığı erlerinden sanık (Ter.Dz.Er)
A.İ.’nin, (birlik dışından gelip) kuzey Lumbarağzında yapılan aramada,
üzerinde cep telefonu bulundurduğu tespit edilen olayda, oluş biçimine
ve savunmasına göre cep telefonunu nizamiye görevlisine teslim etme
amacı bulunmayan, ancak, arama sırasında üzerinde cep telefonu
bulundurduğu tespit edilen sanığın, daha sonra Bl.Astsubayına teslim
edeceğine dair beyanı karşısında, cep telefonunun unutkanlıkla üzerinde
kaldığı da söylenemez. Nizamiye, birliğe ilk adımın atıldığı yer olup,
birlik sınırları içerisinde “askerî mahal”dir. Belirtildiği şekilde,
yasaklanan cep telefonunu buraya sokmak da, emrin kapsamı
içerisindedir. (Benzer olayda Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun
18.1.2001 gün ve 2001/5-6 sayılı kararı da aynı yöndedir.) Bu nedenle,
aksi düşünce ile emre itaatsizlikte ısrar suçunun oluşmadığı gerekçesiyle
mahkûmiyet hükmünü esastan bozan Askerî Yargıtay 1’inci Dairesinin
kararına yönelik, Askerî Yargıtay Başsavcılığının itirazının kabulüne,
Daire kararının kaldırılmasına, emre itaatsizlikte ısrar suçu sübuta eren
sanık hakkındaki hükmün diğer yönlerden incelemeye devam edilmek
üzere dava dosyasının Daireye iadesine karar verilmiştir.
166
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E. No. : 2006/680
K. No. : 2006/663
T.
: 19.4.2006
ÖZET
1961 sayılı TEK sözleşmesinde ve Uyuşturucu
Maddelerin Murakabesi Hakkındaki 2313 sayılı Kanunda
sayılan uyuşturucu maddeler kapsamında, cezaî işlem
yapılmasını gerektiren uyuşturucu madde olarak kabul
edilmeyen “bally” adlı yapıştırıcının, kışlaya sokulmasını ve
kullanılmasını yasaklayan emir, askerî hizmete ilişkin
bulunduğundan, sanık hakkında emre itaatsizlikte ısrar
suçundan dolayı kurulan mahkûmiyet hükmü yasaya
uygundur.
Askerî mahkemece; sanığın, 16.5.2005 tarihinde emre itaatsizlikte
ısrar suçunu işlediği kabul edilerek, ASCK’nın 87/1(‘hizmete ilişkin emri
hiç yapmayanlar’ cümlesi) ve 765 sayılı TCK’nın 59/2’nci maddeleri
uygulanıp, sonuç olarak 25 gün hapis cezası ile cezalandırılmasına,
8.9.2005-13.9.2005 tarihleri arasında adlî gözlem altında tutulduğu
sürelerin CMK’nın 74’üncü maddesi gereğince mahkûmiyetinden
mahsubuna karar verildiği,
Bu hükmün sanık tarafından, “emre itaatsizlik etmediği, delil
takdirinde usulsüzlük bulunduğu” belirtilerek temyiz edildiği,
Tebliğnamede, suç vasfını ve buna bağlı olarak görevli
mahkemeyi tayin bakımından, sanık tarafından çekilip koklandığı iddia
olunan ‘bally’ adlı maddenin, mülga 765 sayılı TCK’nın 403’üncü
maddesi kapsamına giren uyuşturucu maddelerden olup olmadığının
tespitine yönelik, noksan soruşturmadan dolayı hükmün bozulması
gerektiğine dair görüş bildirildiği anlaşılmaktadır.
167
Yapılan incelemede, sanığa 65’inci Mknz. P.Tug. 3’üncü Mknz.
P.Tb. 9’uncu Mknz. P.Bl.de askerlik hizmetini yaparken, “alkol ve
uyuşturucu madde kullanılmayacağına, kışlaya alkol, esrar, tiner, bally
vb. gibi keyif verici maddeler sokulmayacağına” ilişkin yasağı kapsayan
91 no.lu günlük emrin 7.3.2005 tarihinde sanığa tebliğ edilmesine
rağmen, 16.5.2005 günü saat 00.35’de tabur yazlık çay bahçesinde elinde
bally torbası olduğu hâlde ve bally çekmiş ve sarhoş durumda Tb. Emn.
Kont. Nöb. Subayı tarafından yakalandığı belirlenmiş olup, mahkemece
dosyada mevcut elverişli delillere uygun olarak, maddî vakıanın
açıklandığı şekilde belirlenmesinde bir isabetsizlik bulunmamaktadır.
Tebliğnamede, sanık tarafından çekilip koklandığı iddia olunan
‘bally’ adlı maddenin, 765 sayılı TCK’nın 403’üncü maddesinde
belirtilen uyuşturucu maddelerden olup olmadığı hususunda noksan
soruşturma bulunduğu ileri sürülmüş ise de,
Kanun ve tanzimi tasarruflarla cezaî müeyyide altına alınan
hususların emir hâline getirilmesi bir hatırlatmadan ibaret olup, bu emre
aykırı davranılmasının ayrıca emre itaatsizlikte ısrar suçunu
oluşturmayacağı kuşkusuzdur. Bu nedenle, ‘bally’ adlı yapıştırıcının
uyuşturucu maddelerden olması hâlinde, sanığın eyleminin “uyuşturucu
madde bulundurmak ve kullanmak” olarak nitelendirilmesi ve buna göre
işlem yapılması gerektiğinde kuşku bulunmamakla birlikte,
Derby, bally gibi marka adlarıyla üretilen ve formülünde tiner ve
benzeri uçucu maddeler ihtiva eden sentetik yapıştırıcıların, piyasada
serbestçe satıldığı, ceza kanunu uygulamasında uyuşturucu madde olarak
kabul görmedikleri, ancak bir beze emdirilerek ya da bir torbaya
doldurularak buharı içe çekilmek suretiyle uyarıcı amaçla kullanıldıkları
bilinen bir husustur. Gerek mülga 765 sayılı TCK ve gerek 5237 sayılı
TCK hükümlerine göre, uyuşturucu maddelerin nelerden ibaret olduğu
tanımlanmamakla birlikte, uyuşturucu maddelere dair 1961 TEK
Sözleşmesinde ve Uyuşturucu Maddelerin Murakabesi Hakkındaki 2313
sayılı Kanunda, uyuşturucu maddeler sayılmış olup, ‘bally’ adlı
yapıştırıcı cezaî işlem yapılmasını gerektiren uyuşturucu madde olarak
kabul edilmemiştir. Bu nedenle, ‘bally’ adlı yapıştırıcının uyuşturucu
madde niteliği taşıyıp taşımadığının ve sanığın terhisli olması nedeniyle
görev konusunun değerlendirilmesine ilişkin Başsavcılığın talebine
katılınmamıştır.
168
Askerî Ceza Kanunun 87/1’inci madde birinci cümlesinde yazılı,
emre itaatsizlikte ısrar suçunun oluşabilmesi için, amir tarafından
verilmiş bir emrin bulunması, emrin konusunun hizmete ilişkin olması,
bu hizmet emrinin suçun faili olan ast yönünden özelleştirilerek somut
hâle getirilmesi ve fail astın emre itaatsizlikte ısrar kastıyla hareket
ederek emri hiç yapmaması gerekmektedir. Dava konusu olayda kışlaya
bally ve benzeri uyarıcı ve keyif verici maddelerin sokulmamasını ve
kullanılmamasını öngören emrin, askerî birliğin emniyeti, hizmetin en
etkin şekilde yürütülmesi, genel disiplin ve sağlık konuları esas alınarak
bu konularda doğabilecek zaaf ve tehlikeleri önlemek amacıyla verildiği,
düzenleniş şekli ve amacı dikkate alındığında, bu emrin askerî hizmete
ilişkin olduğunda kuşku bulunmamaktadır.
Çorlu Asker Hastahanesinde 8.9.2005-13.9.2005 tarihleri arasında
adlî gözlem altına alınarak, çıkarıldığı sağlık kurulunun 12.9.2005 tarih
ve 1498 sayılı raporuyla ‘antisosyal kişilik örüntüsü’ tanısıyla, suç
tarihinde ve hâlen askerliğe elverişli bulunup, psikiyatri uzmanının
düzenlediği adlî gözlem raporuyla sanıktaki ‘bally’ kullanımının fiziksel
iptilâ düzeyinde olmayıp, keyif alma amacıyla kullanıldığı, 5237 sayılı
TCK’nın 32’nci maddesinin 1 ve 2’nci maddelerinden yararlanamayacağı
kararlaştırılan sanığın suç tarihlerinde algılama ve irade yeteneğini haiz
olduğu anlaşılmaktadır.
Açıklanan nedenlerle, sanığın kendisine tebliğ olunarak malûm ve
muayyen hâle getirilmiş hizmet emrini hiç yapmayarak, 4551 sayılı
Kanunla değişik ASCK’nın 87’nci maddesinin 1’inci fıkrasının birinci
cümlesinde yazılı tanıma uygun fiilî, suç kastıyla hareket ederek yapmak
suretiyle, emre itaatsizlikte ısrar suçunu işlediği sabit olup, mahkemece
yerinde ve uygun gerekçelerle savunmaya itibar olunmayarak, suçun
sübutunu kabul ve vasfını tayinde, asgarî hadden ceza tayininde, usul ve
uygulamada bir isabetsizlik olmayıp, sanığın temyizi yerinde
görülmemiştir.
169
Ancak, 1.6.2005 tarihinde 765 sayılı Türk Ceza Kanununun ve
1412 sayılı Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun yürürlükten kalkmış
olması itibarıyla, mahkemece takdirî indirim nedeniyle, cezadan indirim
yapılırken hüküm tarihinde yürürlükte olan, 5237 sayılı TCK’nın
62/1’inci maddesi uyarınca indirim yapılması ve sanığın gözlem altında
bulunduğu sürelerin 5237 sayılı TCK’nın 63’üncü maddesi uyarınca,
hükmolunan hapis cezasından indirilmesi gerekirken, kısa karara ve
gerekçeli hükmün hüküm fıkrasına takdirî indirimin dayanağı olarak, 765
sayılı TCK’nın 59/2’nci maddesi ve adlî gözlem süresinin indirilmesinin
dayanağı olarak, CMK 74’üncü maddesi yazılmak suretiyle hüküm tesisi,
“kanunun ve madde numarasının yanlış yazılmış olması” suretiyle
kanuna aykırılık teşkil etmekte ve hükmün bozulmasını gerektirmektedir.
Ancak, bozulan hükümdeki kanuna aykırılıklar, yeniden
yargılama yapmayı gerektirmediğinden, 353 sayılı Kanunun 220’nci
maddesi (H) bendi göz önünde bulundurularak, aykırılığın aşağıda
belirtilen şekilde düzeltilerek onanmasına karar verilmiştir.
170
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/93
K. No. : 2006/93
T.
: 20.4.2006
ÖZET
Amirin bir şeyi yapmak veya yasak etmek arzu ve
iradesinden haberdar olan sanıkların, emre karşı geldiklerini
bilmelerine rağmen, kabul ettikleri cep telefonunu, birlik
içinde, aşama aşama on beş güne yakın bir süre ile
bulundurmaya devam etmeleri şeklinde gelişen olayda,
sanıklara yüklenen suçun unsurları yönünden oluştuğunun
kabulü gerekir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, sanıklara yüklenen suçun sübuta erip
ermediğine ilişkin bulunmaktadır.
Daire, sanıkların emre itaatsizlikte ısrar kastıyla hareket
etmediklerini kabul ederek, mahkûmiyet hükümlerinin sübut yönünden
bozulmasına karar vermiş; Başsavcılık ise, yasaklama emrinden haberdar
olan sanıkların, kabul ettikleri cep telefonunu yetkili amirlerine teslim
etmeyerek, birlik içinde aşama aşama on beş güne yakın bir süre
bulundurmaya devam etmeleri nedeniyle, suçun manevî unsur yönünden
oluştuğu görüş ve düşüncesini öne sürmüştür.
Birlik ve gemilere cep telefonu sokulmasını, bulundurulmasını ve
kullanılmasını yasaklayan emirlerin, suç tarihinden önce sanıklara tebliğ
edildiği, hakkındaki mahkûmiyet hükmü Dairece onanmak suretiyle
kesinleşen Ö.G. tarafından birliğe sokulan cep telefonunun, adı geçenin
ceza infazı için disiplin cezaevine gönderilecek olması nedeniyle, birlik
dışına çıkartılması için sanık Z.V.’ye verildiği, Z.V.’nin de, N.A.’ya
verdiği telefonun, 10.9.2003 tarihinde hakkındaki mahkûmiyet hükmü
temyiz edilmemek suretiyle kesinleşen H.E.’de yakalandığı, telefonun bu
şekilde on beş güne yakın bir süre ile sanıklarda kaldığı anlaşılmakta,
maddî olayın bu şekilde oluştuğu konusunda yargılanma makamları
arasında uyuşmazlık bulunmamaktadır.
171
Davaya konu olan ve sıralı komutanlıklarca yayımlanan kışla,
karargâh ve kurumlarda cep telefonu bulundurulmasını ve kullanılmasını
yasaklayan emirler, telefonun sadece basit bir haberleşme vasıtası olarak
kullanılmasından ziyade; emniyet, istihbarata karşı koyma, sabotaj,
saldırı ve kazaları önleme, disiplin ve moral konuları esas alınmak
suretiyle ve bu konularda doğabilecek zaaf ve tehlikeleri önlemek
amacıyla düzenlenmiş bulunmaktadır.
Emre itaatsizlikte ısrar suçu, genel kasıtla işlenebilen, yani bilerek
ve isteyerek emrin gereğinin yapılmamasıyla oluşan bir suçtur. Hizmete
ilişkin bir emrin varlığı, emrin hiç yapılmamış olması ve suç kastının
varlığı suçun oluşumu için yeterlidir. Suç emrin hiç yapılmaması
suretiyle oluştuğuna göre, telefonun her bir sanık üzerinde kaldığı süre de
önemli değildir.
Amirin bir şeyi yapmak veya yasak etmek arzu ve iradesinden
(emrinden) haberdar olan sanıkların, emre karşı geldiklerini bilmelerine
rağmen, kabul ettikleri cep telefonunu birlik içinde, aşama aşama on beş
güne yakın bir süre ile bulundurmaya devam etmeleri şeklinde gelişen
olayda, sanıklara yüklenen suçun unsurları yönünden oluştuğu sonucuna
varılmış, Askerî Yargıtay Başsavcılığının yerinde görülen itirazının
kabulüne, hükümlerin bozulmasına ilişkin Daire ilâmının kaldırılmasına
ve dava dosyasının temyiz incelemesine devam edilmek üzere Dairesine
gönderilmesine karar verilmiştir.
172
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/100
K. No. : 2006/96
T.
: 20.4.2006
ÖZET
Sanık, 18.4.2004 Pazar günü nöbetçidir ve nöbetini
bilmektedir. 17.4.2004 tarihinde, kimseye haber vermeksizin
Malatya’ya gittiği ve önceden bildiği nöbetine gelmediği,
18.4.2004 günü akşam saatlerinde kendisine ulaşıldığı, sanığın,
annesinin hasta olduğunu söylediği, ertesi gün mesaiye
gelmemesinin de, önce verilip sonra iptal edilen izine
dayandığı anlaşılmaktadır. Bu şekilde gelişen olayda, sanığın
kastının, önceden bilmesine rağmen, tatil gününe rastlayan
nöbetine gitmemeye yönelik olduğu sonucuna varılarak,
sanığın
eyleminin
emre
itaatsizlikte
ısrar
suçunu
oluşturacağının kabul edilmesi gerekir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlığın, dava dosyasında noksan
soruşturma bulunup bulunmadığına ve buna bağlı olarak suç vasfına
ilişkin olduğu görülmektedir.
Daire, olayın bölük komutanı Yzb. M.T. ve Astsb. Z.D.’nin
anlatımları ile açıklığa kavuştuğunu, sanığın da bu bilgileri
doğrulandığını, bu nedenle dosyada noksan soruşturma bulunmadığını
kabul ederken; Başsavcılık, sanığın garnizonu izinsiz terk edip
etmediğinin, etmişse ne zaman terk ettiğinin, ne zaman geri döndüğünün,
mesaiden uzak kalıp kalmadığının araştırılması ve eylemin başka bir suça
vücut verip vermediğinin düşünülmesi gerektiği görüşünü öne
sürmektedir.
173
15’inci P.Eğt.Tug. 22’nci P.Eğt.A.Hav.Çvş.Eğt.Tb.K.lığı emrinde
görevli olan sanığın, 18.4.2004 Pazar günü Bl.Nöb.Uzm.Çvş.Yrd.lığı
nöbetine gelmediği, bölük nöbetçi subayı ve merkez komutanlığınca
kendisine ulaşılıp bilgi alınmaya çalışıldığı, yapılan araştırma sonunda,
annesinin hasta olduğunu öğrenen sanığın, kimseye haber vermeden
garnizonu izinsiz terk ettiğinin ve Malatya’ya gittiğinin saptandığı, Nisan
2004 ayına ait nöbetçi uzman çavuş yardımcılığı çizelgesinin, emirler
levhasına asılmak ve kendisine tebliğ edilmek suretiyle sanığa
duyurulduğu anlaşılmaktadır.
Tanık olarak dinlenilen Bl.Nöb.Astsubayı Astsb. Z.D.; sanığın
nöbete gelmemesi nedeniyle araştırma yaptığını ve bir gün önce
Malatya’ya gittiğini öğrendiğini, durumu merkez komutanlığına
bildirdiğini, onların da aynı bilgiyi doğruladıklarını, olay günü akşam
sanıkla telefon görüşmesi yaptığını, neden garnizonu izinsiz terk ettiğini
ve nöbetine gelmediğini sorduğunu, sanığın da annesinin hasta olduğunu
söylediğini;
Bölük Astsubayı Astsb. B.D.; olayı, Pazartesi günü mesaiye
başladıklarında öğrendiklerini, Astsb. Z.D.’nin sanığın annesinin hasta
olduğunu ve izin istediğini söylemesi üzerine, bölük komutanı Yzb.
M.T.’nin beş gün izin verelim dediğini, cep telefonu ile durumu sanığa
ilettiklerini, daha sonra olayın anlaşılması üzerine iznini iptal ederek
birliğe çağrıldıklarını ifade etmişlerdir.
Bölük Komutanı Yzb. M.T.’de, sanığın Salı günü gelerek görevine
başladığını söylemiştir. Sanığın savunmasının bu beyanları doğruladığı
görülmüştür.
Bu durum karşısında, sanığın 17.4.2004 Cumartesi günü garnizonu
izinsiz terk ettiği ve Malatya’ya gittiği, 18.4.2004 Pazar günü nöbetine
gelmediği, 19.4.2004 Pazartesi günü mesaide bulunmadığı, 20.4.2004
tarihinde birliğine döndüğü dosya içeriği ile belli olduğundan;
Başsavcılığın olayda noksan soruşturma bulunduğuna ilişkin itiraz
sebebinin reddine karar verilmiştir.
Konu bu şekilde karara bağlandıktan sonra, oluş biçimi yukarıda
açıklanan eylemin hangi suça vücut vereceği tartışılmıştır.
TSK İç HizmetYönetmeliğinin 109’uncu maddesi; erbaş ve erlerin
amirlerinden izin almaksızın kışladan veya oturmaları, yatıp kalkmaları
için gösterilmiş olan yerlerden ayrılmalarını yasaklamış olduğundan, bu
gibilerin söz konusu yerlerden izinsiz ayrılmaları firar suçunu
oluşturmaktadır.
174
TSK İç Hizmet Kanunun 33 ve TSK Personel Kanunun Ek-2’nci
maddeleri; erbaş ve erler dışındaki nöbetçi veya vazifeli olmayan askerî
personelin, mesai veya eğitimin bitiminden sonraki zamanları ile tatil
günlerinin tamamını vazife mahalleri dışında geçirmelerine olanak
tanımaktadır.
3269 sayılı Uzman Erbaş Kanunun 14’üncü ve 20.9.2005 tarihli
Resmî Gazete’de yayımlanan Uzman Erbaş Yönetmeliğinin 20’nci
maddeleri; uzman erbaşlardan isteyenlerin, TSK İç Hizmet Kanununun
bu konudaki hükümleri saklı kalmak şartıyla, gece evlerine
gidebilecekleri hükmünü içermektedir.
Bu düzenlemeler karşısında, uzman erbaşları mesai dışında ve tatil
günlerinde de hizmet hâlinde görmek ve bulundukları garnizondaki
ikametgâhlarının (evlerinin) “görevi icabı bulunulması gereken yer”
olduğunu söylemek olanaklı görülmemektedir.
Ancak; tatil günü de olsa, asker şahıslara nöbet gibi hizmete ilişkin
emirler verilebilmekte, bu emirlerin yerine getirilmemesi suç teşkil
etmektedir.
Dava dosyasına göre sanık, 18.4.2004 Pazar günü nöbetçidir ve
nöbetini bilmektedir. 17.4.2004 tarihinde kimseye haber vermeksizin
Malatya’ya gittiği ve önceden bildiği nöbetine gelmediği, 18.4.2004 günü
akşam saatlerinde kendisine ulaşıldığı, sanığın annesinin hasta olduğunu
söylediği, ertesi gün mesaiye gelmemesinin de, önce verilip sonra iptal
edilen izine dayandığı anlaşılmaktadır.
Bu şekilde gelişen olayda, sanığın kastının önceden bilmesine
rağmen, tatil gününe rastlayan nöbetine gitmemeye yönelik olduğu
sonucuna varılmış, sanığın eyleminin emre itaatsizlikte ısrar suçunu
oluşturacağına ilişkin Daire ilâmında isabetsizlik görülmediğinden,
Başsavcılığın itirazının reddine karar verilmiştir.
175
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/95
K. No. : 2006/99
T.
: 27.4.2006
ÖZET
Nöbet çizelgesindeki açık talimata ve dosya içeriğine
göre, önceden beri süregelen uygulamada; rahatsızlanan
nöbetçi yerine hizmetin aksamaması için, yedek nöbetçilerden
birine nöbet tutturma yetkisi bulunan nöbetçi çavuşunun,
birinci yedek nöbetçi sanık ere, buna dayanarak verdiği emrin
hizmete ilişkin olduğunda duraksama yok ise de, oluşa göre
yedek nöbetçi sanık erin, öngöremediği bu durumdan,
uykudan uyandırıldığında haberdar olması, nöbetçi çavuşu ile
aralarında geçen konuşmanın ilk aşamasının; olayın
açıklanmasını içermesi, devamında; nöbete kalkması gerektiği
bildirilip, aksi hâlde tutanak tutulacağı bildirildiğinde, nöbete
kalkmayan sanığın, dosya içeriğine göre birkaç gün öncesinde
beşinci yedek nöbetçi olduğu hâlde, itiraz etmeden nöbete
kalkması, yukarıda açıklanan diyalog bağlamında, nöbetçi
çavuşu ile birbirlerine “abiciğim” şeklinde hitap etmelerinin
verdiği samimî ortamda, salt “tutanağını tut abiciğim”
demesinin “emri, söz ve fiiliyle açıkça reddetmek”
cümlesindeki, emre itaatsizlikte ısrar suçunu değil, ASCK’nın
87/1’inci maddesinin ilk cümlesindeki emre itaatsizlikte ısrar
suçunun oluşturduğunun kabul edilmesi gerekir.
Daire ile Başsavcılık arasında oluşan ve çözümü gereken
uyuşmazlık, uygulama maddesine ilişkindir.
“Nöbetçinin rahatsızlanması durumunda Nöb.Çvş., nöbeti, yedek
nöbetçilere tutturur” şeklindeki talimatı da içeren nöbet çizelgesine göre,
24.00-02.00 saatleri arasında nöbeti olan J.Mu.Er Z.C.’yi kaldırdığında,
176
onun nöbeti tutamayacak kadar rahatsız olduğunu gözlemleyen Nöbetçi
Çavuşu J.Mu.Onb. S.E.’nin, aynı nöbet çizelgesinde yer alan (5) yedek
nöbetçiden 1’nci sırada olan sanık J.Mu.Er İ.H.P.’yi uyandırıp; “nöbetçi
rahatsız, birinci yedek nöbetçi sensin, abiciğim sen nöbeti tut, yarın da o
seninkini tutar” diyerek durumu izah edip, ondan nöbete kalkmasını
istediği, sanığın, muhabere merkezinden geç geldiğini belirtip nöbete
başkasını kaldırmasını söylediği, Nöb.Çvş.’nun, nöbete kalkması
gerektiğini, aksi hâlde tutanak düzenleyeceğini beyan edip emrini
yenilemesi üzerine, sanığın “tutarsan tut abiciğim ben yatıyorum” deyip,
nöbete kalkmadığı, Nöb.Çvş.’nun, ikinci yedek nöbetçiyi kaldırdıktan
sonra durumu nöbetçi subayına bildirdiği olayda,
Nöbet çizelgesindeki açık talimata ve dosya içeriğine göre,
önceden beri süregelen uygulamada; rahatsızlanan nöbetçi yerine
hizmetin aksamaması için yedek nöbetçilerden birine nöbet tutturma
yetkisi bulunan nöbetçi çavuşunun, birinci yedek nöbetçi sanık ere buna
dayanarak verdiği emrin hizmete ilişkin olduğunda duraksama yok ise
de, oluşa göre yedek nöbetçi sanık erin, öngöremediği bu durumdan,
uykudan uyandırıldığında haberdar olması, nöbetçi çavuşu ile aralarında
geçen konuşmanın ilk aşamasının; olayın açıklanmasını içermesi,
devamında; nöbete kalkması gerektiği bildirilip, aksi hâlde tutanak
tutulacağı bildirildiğinde nöbete kalkmayan sanığın, dosya içeriğine göre,
birkaç gün öncesinde beşinci yedek nöbetçi olduğu hâlde, (kendisinden
öncekilerin mazereti nedeniyle doğrudan kaldırılması üzerine) itiraz
etmeden nöbete kalkması, yukarıda açıklanan diyalog bağlamında
nöbetçi çavuşu ile birbirlerine “abiciğim” şeklinde hitap etmelerinin
verdiği samimî ortamda, salt “tutanağını tut abiciğim” demesinin “emri,
söz ve fiiliyle açıkça reddetmek” cümlesindeki emre itaatsizlikte ısrar
suçunu değil, ASCK’nın 87/1’inci maddesinin ilk cümlesindeki emre
itaatsizlikte ısrar suçunun oluşturmakta olup, tebliğnamede emsal olarak
gösterilen
ilâmlardaki
olayların
somut
olayla
benzerliği
bulunmamaktadır. Bu nedenle, mahkûmiyet hükmünü bu noktadan bozan
Askerî Yargıtay 1’inci Dairesinin ilâmına karşı Askerî Yargıtay
Başsavcılığının itirazının reddine karar verilmiştir.
177
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/133
K. No. : 2006/139
T.
: 22.6.2006
ÖZET
Daha önce Tk.K.’nın verdiği emir üzerine, diğer uzman
erbaşlar, araçlarıyla ilgili ders notlarını hazırlayıp verdikleri
hâlde, sanığın, kullandığı BMC minibüs aracıyla ilgili ders
notunu hazırlamadığı, kendisine, 7.1.2005 tarihine kadar süre
verildiği, anılan tarihte bakım sırasında garajda kendisine
ders notlarını soran ve hazırlamadığını öğrenen Tk.K. Astsb.
T.Ç’nin nedenini sorduğunda; “yapmıyorum-yapmam, ben bu
işi bırakacağım...” diyerek garajı terk ettiği, diğer tanıkların
beyanlarından anlaşılmaktadır. Sanığın hazırladığı eğitici ders
notunun
23.3.2005
tarihinde
savunucusu
tarafından
duruşmada sunulması, emrin gecikerek yerine getirildiğini
göstermez. Eylem, ASCK’nın 87’inci maddesindeki emre
itaatsizlikte ısrar suçu kapsamında olup, yargılama görevi
askerî mahkemeye aittir. Bu nedenle, suç vasfına bağlı olarak
verilen görevsizlik kararının esastan bozulması gerekir.
Ulş.Ok. ve Eğt. Mrk. K.Özl. Ulş. Oto Bl. K.lığı emrinde görevli
sanık Ulş.Uzm.Çvş. M.S.’nin, iki yıldır kullanmakta olduğu BMC
minibüsünün teknik bilgileri ve özellikleri hakkında ders notu
hazırlaması için Tk.K.Ulş.Üçvş. T.Ç.’nin verdiği ve tekrarladığı emri,
7.1.2005 tarihine kadar süre verildiği hâlde yerine getirmediği iddiasıyla,
emre itaatsizlikte ısrar suçundan açılan kamu davasında, sanığın, “emir
üzerine gerekli araştırmalara başladığı, birlik içinde ve dışında doküman
aradığı, ancak bulamadığı, sanayideki oto galericilerine sorduğu ancak
orada da bulamadığı, mahkemeye verildikten sonra ders notunu
hazırlayarak....23.03.2005 tarihinde verdiği...” şeklindeki savunmaya ve
emrin hizmete ilişkin olduğuna yer verildikten sonra, “somut olayda
sanığın emri yerine getirmek için gerekli araştırmalara başladığı, ancak
zamanında yeterli doküman bulamadığı için emrin gecikmeli olarak
178
yerine getirildiği...” sanığın eyleminin, emri tam yapmamak veya
gecikmeli yapmak suretiyle 477 sayılı Kanunun 48’inci maddesindeki
“emre itaatsizlik” suçunu oluşturabileceği gerekçesiyle, suç vasfına bağlı
olarak verilen görevsizlik kararının Dairece onanması üzerine,
Başsavcılığın görevsizlik kararının gerekçeden yoksun olduğu; usulden
bozulması gerektiğine ilişkin itirazı üzerine yapılan incelemede;
1) Usul yönünden;
Askerî Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurulunun 15.2.1978/1-1
gün ve sayılı kararında kabul edilip açıklandığı gibi; “Askerî mahkemede
bir davanın görülmesi esnasında, suçun disiplin mahkemesinin görevine
girdiğinin anlaşılması üzerine, askerî mahkemece verilen görevsizlik
kararlarının; 353 sayılı Kanunun 162’nci maddesine göre, “Hüküm”
niteliğini taşıması...” nedeniyle gerekçeli olması yasa gereğidir.
Bu bağlamda;
İddia, savunma, tanık beyanları ve yazılı deliller başlıkları altında
hükme esas alınan tutanak ve beyanları “delillerin değerlendirilmesi ve
kabulü” kısmında ele alan askerî mahkeme, yukarıda açıklandığı
biçiminde eylemin vasfını niçin farklı kabul ettiğini ortaya koyduğundan,
görevsizlik kararının gerekçesinin yetersizliğinden söz edilemeyeceğine,
bu kabulün dosya içeriğine uygun olup olmadığının ise, temyiz
denetiminde anlaşılabileceğine, bu yönde usule aykırılık bulunmadığına,
bu nedenle itirazın reddine karar verilmiştir.
2. Esas yönünden :
Dosya içeriğine göre daha önce Tk.K.’nın verdiği emir üzerine
diğer uzman erbaşlar, araçlarıyla ilgili ders notlarını hazırlayıp verdikleri
hâlde, sanığın, kullandığı BMC minibüs aracıyla ilgili ders notunu
hazırlamadığı, kendisine, 7.1.2005 tarihine kadar süre verildiği, anılan
tarihte bakım sırasında garajda kendisine ders notlarını soran ve
hazırlamadığını öğrenen Tk.K. Astsb. T.Ç.’nin nedenini sorduğunda;
“yapmıyorum-yapmam, ben bu işi bırakacağım...” diyerek, garajı terk
ettiği Ulş.Onbaşılar İ.A., Y.Ö. ve Ulş.Uzm.Çavuşlar A.Y., ve O.Ç.’nin
beyanlarından anlaşılmaktadır. Sanığın hazırladığı eğitici ders notunun,
23.3.2005 tarihinde savunucusu tarafından duruşmada sunulması, emrin
gecikerek yerine getirildiğini göstermez. Eylem, ASCK’nın 87’inci
maddesindeki emre itaatsizlikte ısrar suçu kapsamında olup, yargılama
görevi askerî mahkemeye aittir. Bu nedenle, suç vasfına bağlı olarak
verilen görevsizlik kararının esastan bozulması gerekir; Başsavcılığın
itirazına atfen, görevsizlik kararını onayan 1’inci Daire kararının
kaldırılmasına, görevsizlik kararının esastan bozulmasına, karar
verilmiştir.
179
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/134
K. No. : 2006/140
T.
: 22.6.2006
ÖZET
Sanık, cahil olduğunu; okuma yazma bilmediği için,
altında imzası bulunan emrin içeriğini, dolayısıyla; cep
telefonu bulundurmanın yasak olduğunu bilmediğini ileri
sürmekte ise de, 21.8.2004 tarihinde askere sevki nedeniyle,
olay tarihinde temel eğitimini de tamamlamış, askerlik
hizmetinin 6’ncı ayında olması, Bl.K.na verdiği ifadede, cep
telefonu kullanmasının yasak olduğunu söylediklerini,
26.1.2005 tarihinden beri ailesiyle görüşmek için cep telefonu
bulundurduğunu söylemesi, bu anlamda cep telefonu
kullanabilmesi birlikte ele alındığında, tahsil durumunu
araştırmanın sonuca bir katkı sağlamayacağı açıktır. Dosya
içeriği ve oluşa göre, sanığın emirden haberdar olduğu
anlaşılmaktadır. Bu nedenle, sanığın eylemi “emre itaatsizlikte
ısrar” suçunu oluşturur.
Birlik içerisine cep telefonu getirmenin yasak olduğuna ilişkin
emir, 12.1.2005 tarihinde kendisine tebliğ edilen sanık J.Er. İ.Ş.’nin,
4.2.2005 tarihinde yapılan aramada, üzerinde cep telefonu
bulundurduğunun tespitine ilişkin olayda, emre itaatsizlikte ısrar
suçundan kurulan mahkûmiyet hükmünü onayan Daire kararına yönelik,
Başsavcılığın sanığın tahsili; okur-yazarlık durumunun tespiti
bağlamında noksan soruşturma yönünden itirazına ilişkin incelemede;
Sübutunda kuşku ve uyuşmazlık bulunmayan olayda, talimatla
belirlenen ifadesinde sanık, cahil olduğunu; okuma yazma bilmediği için
altında imzası bulunan emrin içeriğini, dolayısıyla; cep telefonu
bulundurmanın yasak olduğunu bilmediğini ileri sürmekte ise de,
21.8.2004 tarihinde askere sevki nedeniyle, olay tarihinde temel eğitimini
de tamamlamış, askerlik hizmetinin 6’ncı ayında olması, Bl.K.na verdiği
ifadede cep telefonu kullanmasının yasak olduğunu söylediklerini,
180
26.1.2005 tarihinden beri ailesiyle görüşmek için cep telefonu
bulundurduğunu söylemesi, bu anlamda cep telefonu kullanabilmesi
birlikte ele alındığında, tahsil durumunu araştırmanın sonuca bir katkı
sağlamayacağı açıktır. Dosya içeriği ve oluşa göre, sanığın emirden
haberdar olduğu anlaşılmaktadır. Bu nedenle, mahkûmiyet hükmünü
onayan 1’inci Daire ilâmına yönelik Başsavcılığın itirazının reddine karar
verilmiştir.
181
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E. No. : 2006/1668
K. No. : 2006/1659
T.
: 6.12.2006
ÖZET
Kolonya, ispirto ve bally gibi kimyasal maddelerin
kullanılmasını (içilmesini) yasaklayan emrin, askerî birliğin
güvenliğini, hizmetin en etkin şekilde yürütülmesini
amaçlaması ve genel disiplin ile insan sağlığı gibi konuları
ilgilendirmesi nedeniyle, askerî hizmete ilişkin olduğunun
kabulü gerekir.
Sanığın, 20.9.2005 tarihinde emre itaatsizlikte ısrar suçunu
işlediği kabul edilerek, “ASCK'nın 87/1 (birinci cümle) ve TCK’nın
62’nci maddeleri gereğince yirmi beş gün hapis cezası ile
cezalandırılmasına” ilişkin hüküm, sanık tarafından; suçunu ikrar ettiği,
verilen cezanın ertelenmesi gerektiği, gibi sebeplerle temyiz edilmiştir.
Askerî birliğin güvenliğini, hizmetin en etkin şekilde
yürütülmesini amaçlaması ve genel disiplin ile insan sağlığı gibi konuları
ilgilendirmesi nedeniyle, askerî hizmete ilişkin olduğunda kuşku
bulunmayan kolonya, ispirto ve bally gibi kimyasal maddelerin
kullanılmasını (içilmesini) yasaklayan emrin, sanığa tebliğ edilmesine ve
esasen bu husus sanık tarafından bilinmesine rağmen, 20.9.2005 günü
tuvalette koklamak suretiyle bally kullandığının anlaşılması üzerine,
emre itaatsizlikte ısrar suçunu işlediğini kabul eden askerî mahkemenin;
182
elverişli kanıtlar ve yeterli gerekçe ile temel cezayı belirlerken alt
sınırdan uzaklaşmadan, takdiri indirim hükmünü de uygulayarak yazılı
olduğu şekilde kurduğu mahkûmiyet hükmünde, yasal olanaksızlık
nedeniyle verilen hapis cezasını para cezasına çevirmemiş ve
ertelememiş olmasında usul ve esas itibarıyla herhangi bir aykırılık
görülmediğinden, sanığın kabule değer nitelikte bulunmayan temyiz
nedenlerinin reddine karar verilmiştir.
NOT : Ayrıca, Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 28.12.2006 tarih ve
2006/186-184 sayılı içtihadına bakınız. (Sayfa 300-303)
183
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 88
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/84
K. No. : 2006/62
T.
: 9.3.2006
ÖZET
10.4.2005 ve 10.6.2005 tarihlerinde, bölük komutanının
askerî giysilerini alması, üniforma giymesi hususundaki
emirleri hizmete ilişkin olup, iki seferde de “vicdanî retçi”
olduğunu belirtip, yerine getirmeyen sanığın eylemlerinin,
önceden verilmiş uygulama emirleri uyarınca oluşturulan,
giyindirme yerinde görevli Sb-Astsb., erbaş ve erler
huzurunda; ASCK’nın 14’üncü maddesinde aranan, askerî
hizmet için toplanmış, en az yedi asker karşısında
gerçekleşmesi nedeniyle, “toplu asker karşısında” meydana
geldiği gibi, askerlik hizmetini tümden reddettiğini ve hiçbir
şekilde yapamayacağını açıklayarak, “hizmetten sıyrılmak
maksadını” da ortaya koymak suretiyle; ASCK’nın 88’inci
maddesinde düzenlenen, “toplu asker karşısında ve hizmetten
sıyrılmak için emre itaatsizlikte ısrar” suçunu işlediğinin,
ayrıca 10.4.2005 tarihinde gerçekleştirdiği eylem nedeniye
yargılandığı
sırada,
10.6.2005
tarihindeki
eylemini
gerçekleştiren sanığın, iki eyleminin iki ayrı suçu
oluşturacağının kabulü gerekir.
17 Ekim 2000 tarihinde son yoklamasını yaptırıp, 31.12.2002
tarihine kadar tecil hakkı bulunan ve Şubat 2003 celbinden itibaren
bakaya olarak aranan; 1111 sayılı Askerlik Kanununa tâbi yükümlü sanık
M.T.’nin, 8.4.2005 tarihinde İzmir’de polis tarafından yakalanıp, teslim
edildiği Menderes Askerlik Şubesince, P.Er olarak sevk edildiği
Tokat’taki 48’inci P.Er A.1.P.Er Eğt.Tb.1.P.Er Eğt.Bl.K.’lığına
10.4.2005 tarihinde tesliminden sonra, aynı gün birliğin giyindirme
yerine götürüldüğü, burada görevli (er-erbaş, sb., astb.) 10 kişi huzurunda
184
Bl.K.’nın askerî üniforma ve kıyafetlerini giyinmesine ilişkin emrini,
sanığın “vicdanî retçiyim” diyerek yerine getirmediği, birkaç kez
yinelenen emre aynı söylemle uymadığı, bu eylemi nedeniyle, toplu asker
karşısında ve hizmetten sıyrılmak maksadıyla, emre itaatsizlikte ısrar
suçundan hakkında dava açılan sanık erin tutuklu olarak yargılanması
devam ederken, 9.6.2005 tarihinde tahliyesine karar verildiği, 10.6.2005
tarihinde birliğine getirilen sanığın, aynı gün, yine götürüldüğü
giyindirme yerinde burada görevli 12 kişi huzurunda Bl.K.’nın askerî
üniforma ve kıyafetlerini giyinmesine ilişkin emrini “vicdanî retçiyim”
diyerek yerine getirmediği, tekrarlanmasına rağmen aynı tavrı
sürdürdüğü, bu eylemi nedeniyle de, toplu asker karşısında ve hizmetten
sıyrılmak maksadıyla emre itaatsizlikte ısrar suçundan açılan davanın,
görülmekte olan davayla birleştirilip, yargılanmasına devamla verilen
mahkûmiyet hükümlerinin, Askerî Yargıtay 3’üncü Dairesinin ilâmı ile,
sanığın eş cinsel olduğu yönündeki beyanı nedeniyle, 5271 sayılı
CMK’nın 75’inci maddesinde belirtilen, iç beden muayenesine tâbi
tutularak askerliğe elverişli olup olmadığının; bunun sonucuna göre,
yüklenen suçun işlenemez suç kapsamında bulup bulunmadığının tespiti
bakımından noksan soruşturmadan bozulduğu, askerî mahkemece, iç
beden muayenesini istemeyen sanığın, durumunun anılan yasa maddesi
kapsamında olmadığı kabul ve gerekçesiyle direnme ile, ASCK’nın
88’inci maddesi iki kez uygulanarak ikişer yıl hapis cezasına hükmedilen
davada; sanık savunucularının temyiz ve ek temyiz dilekçelerinde ileri
sürdükleri; yargılamanın, Anayasaya, AİHM kararlarına ve İHS’ye
aykırılık iddiaları, esas ve uygulamaya ilişkin temyiz nedenleri,
kurulumuzca, usul ve esas yönünden incelenip değerlendirilerek
aşağıdaki kararlara ulaşılmıştır;
İnceleme
A) Usul Yönünden
1- Askerlik hizmetinin T.C. Anayasasının 72 ve 1111 sayılı
Askerlik Kanunun 1’inci maddelerine göre zorunlu olmasının, İnsan
Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Sözleşmenin
(Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin) 4/3-b maddesi içeriğiyle, zorunlu
askerlik dışındaki seçeneklerin imzacı ülkelerin tercihine bırakılması
ilkesiyle uyumlu olması karşısında, yukarıda açıklandığı biçimde 1111
sayılı Yasa kapsamında yükümlü sanığın, 8.4.2005 tarihinde sevkle
askerlik hizmetine başlaması nedeniyle, 10.4.2005 ve 10.6.2005
tarihlerindeki hizmete ilişkin emirlerin muhatabı olup, bunları yerine
getirmeye mecbur olduğu; AİHS’i imzalayan birçok ülkenin “vicdanî
reddi” bir hak olarak kabul etmesine karşın, bu konuda bağlayıcı bir
185
kural ve ülkemizce de bu yönde bir hak tanınmadığından, asker olan
sanığın “vicdanî ret” hakkının uluslararası bir hak olduğu ve sivil şahıs
olduğu yönündeki savunmalarının, sanığı askerî mükellefiyetten ayrık
tutması sonucunu doğurmayacağı; kendisine yüklenen ASCK’nın 88’inci
maddesinde yazılı suç nedeniyle, 353 sayılı Yasanın 9’uncu maddesi
uyarınca, askerî mahkemenin yargı yetkisine tabî olduğu açıktır. T.C.
Anayasasının 145/son maddesinde; “askerî yargı organlarının kuruluşu
işleyişi... mahkemelerin bağımsızlığı, hâkimlik teminatı, askerlik
hizmetinin gereklerine göre kanunla düzenlenir...” hükmü bağlamında;
353 sayılı Askerî mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü
Kanunundaki mahkeme kuruluşunun, “askerlik hizmetinin gereklerine
göre” düzenlenmesi, 357 sayılı “Askerî Hâkimler Kanunu” içeriğinin,
mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı ilkelerini esas alması,
bir kısım hükümlerinin, yine askerlik hizmetinin gereklerinden
kaynaklanması nedeniyle, 353 ve 357 sayılı Yasaların ilgili maddelerinin,
Anayasaya aykırılık oluşturduğuna ilişkin sanık savunucularının iddiaları
ciddî bulunmamıştır.
Ayrıca, sanık savunucuları tarafından ek temyiz dilekçesinde
örnek olarak ileri sürülen AİHM’in 39437/98 sayılı kararının (24.1.2006
tarihli yazıyla bildirilen) tümü incelendiğinde; vicdanî retçi
düşüncelerinden dolayı yargılanması nedeniyle şikâyetçi olan
O.M.Ü.’nün, AİHS’in 3, 5, 8 ve 9’uncu maddelerinin ihlâl edildiğini ileri
sürmesine karşın, AİHM, AİHS’in 5, 8 ve 9’uncu maddelere ilişkin
şikâyetlerin, ayrıca incelenmesine gerek olmadığına, ancak, başvuranın,
hepsi mahkûmiyetle sonuçlanan dokuz cezaî soruşturmadan 701 gün
hapsedilmiş olması ve her an yakalanma riski bulunması nedeniyle,
sıkıntı yaşadığını ifade etmesini, AİHS’in 3’üncü maddesinin ihlâli
niteliğinde kabul ederek; 20.000 Euro manevî tazminat talebini,
hakkaniyete uygun olarak kendisine 10.000 Euro manevî tazminat
ödemesine karar verdiği, ayrıca, bu karar içerisinde; “AİHM, başvuran
tarafından talep edilen önlemler hususunda AİHM kararlarının bildirici
nitelikte olduğu ve AİHS’in 46’ncı maddesi uyarınca, söz konusu
zorunluluğu yerine getirmek amacıyla, İç hukuk düzeninde uygulama
yöntemlerini belirleme görevinin, Bakanlar Konseyi denetimi altında
öncelikle söz konusu Devlete düştüğünü hatırlatmaktadır. (Bkz. Diğerleri
186
meyanında, Öcalan-Türkiye (GC), No: 46221/99 210, CEDH 2005...)”
şeklindeki açıklamaya ihtiyaç duyduğu anlaşılmaktadır. Anılan karar
bağlamında; önceden “vicdanî ret” düşüncesini açıklamanın, bunu hak
olarak kabul etmeyen ülke yönünden bağlayıcılığı bulunmadığı gibi, o
ülkenin iç hukukuna göre suç sayılan eyleminden ötürü, sanığın askerî
mahkemede yargılanması ve hüküm giymesinin AİHS’e aykırı
olmadığından, sanık savunucularının usule ilişkin tüm temyiz
nedenlerinin reddine karar verilmiştir.
2- Son yoklaması yapılan kimselerin TSK Beden Kabiliyeti
Yönetmeliğine göre; askerliğe elverişli olanlar, askerliğe elverişli
olmayanlar şeklinde bir ayrıma tâbi tutulmasını ve askerliğe elverişli
olmayanların asker edilmeyeceğini düzenleyen 1111 sayılı Askerlik
Yasasının (mad. 28), askerlik muayenesi bakımından özel bir yasa
olması; başka alanlarda önem arz etmeyen bir kısım ruhsal ve bedensel
hastalıkların, askerlik yapmaya engel teşkil edip etmediğinin, bu yasanın
atıfta bulunduğu; TSK Sağlık Yeteneği Yönetmeliğinde düzenlenmesi
karşısında, asker edilecek herkesin bu muayeneye tâbi olduğuna; son
yoklamasında askerliğe elverişli bulunan yükümlü sanığın, daha sonraki
bir tarihte “vicdanî reddi” içeren basın açıklamasında yer alan, “eşcinsel
olduğu” yönündeki açıklamasının; (Eşcinsel: kendi cinsinden kimselerle
cinsel ilişkide bulunan homoseksüel/Türkçe Sözlük-Türk Dil Kurumu/10
baskı 2005 s. 655) Homoseksüalitenin (eşcinselliğin), TSK Sağlık
Yeteneği Yönetmeliğinin 17/B-3, 17/D-3 maddelerinde “askerliğe
elverişsizlik” hâlini öngören; psikoseksül bozukluklar ve ileri derecede
psikoseksüel bozukluklar kapsamında olması, askerliğe elverişli
olmadığını ileri sürenlerin, askerî hastahane sağlık kurullarınca belirtilen
esaslar çerçevesinde, bu durumda olup olmadıklarının saptanmasının
gerekmesi (1111 s.K.’nın; 26, 27, 28, 38, 41’inci maddeleri) karşısında,
sanığın bu yöndeki muayene ve sağlık kurulu işleminin 1111 sayılı Yasa
kapsamına tâbi olup zorunlu olduğuna, dava konusunun, “bir suça ilişkin
delil elde etmekle” ilgisi bulunmadığından, 5271 sayılı CMK’nın 75’inci
maddesindeki “iç beden muayenesi” kapsamında bulunmadığına karar
verilmiştir.
3- Psikoseksüel
bozukluklarda;
“..seksüel
davranış
bozukluklarının askerlik ortamında bilinerek sakıncalara yol açması, bu
durumun kıt’a anketi ve resmî belgelerle saptanmasının..”;
187
İleri derecede psikoseksüel bozukluklarda; “..(bu kişilerin)
seksüel davranış bozukluklarının ileri derecede belirgin olması, askerlik
ortamında sakıncalı bir durum yarattığının ya da yaratacağının gözlem
veya belgelerle saptanmasının..” gerekmesi, birliğe katıldığı günden
itibaren işlediği suç (iki kez) nedeniyle askerî cezaevinde tutuklu bulunan
sanığın, sevk edildiği askerî hastahanede ruhsal yönden gözlem altına
alınıp, sağlık kurulunca hakkında “askerliğe elverişlidir” kararı verilmesi,
TSK Sağlık Yönetmeliğine göre işlem yapan bu kurul kararına itiraz
edilmemesi; kararın kesinleşmesi, yukarıda belirtilen türden resmî belge
ve kıt’a anket formuna rastlanmaması; bu durumun, “askerliğe
elverişlidir.” kararı veren sağlık kurulunca incelemesinde eksiklik olarak
değerlendirilmemesi, esasen, bir gün bile askerlik yapmayan sanık
hakkında, bu konuda birliği komutanlığınca kıt’a anket formu
düzenlenmesinin olanaksızlığı; askerî cezaevi de, askerî kurum olmakla
birlikte, buranın kurallarına uyum göstermediği için yapılan tespit ve
değerlendirmelerde bu türden bir davranışına yer verilmemesi karşısında,
askerliğe elverişli olup olmadığının tespiti için, sanığın yeniden askerî
hastahanene sağlık kuruluna sevkine gerek olmadığına, bu yönde noksan
soruşturma bulunmadığına karar verilmiştir.
Kurulumuzca, açıklanan nedenlerle askerî mahkemenin noksan
soruşturma bulunmadığı yönündeki sonuç kararı yerinde görülerek, esas
yönünden incelemeye geçilmiştir;
B) Esas Yönünden:
“Türk vatanını, istiklâl ve Cumhuriyetini korumak için, harp
sanatını öğrenmek ve yapmak mükellefiyeti” olarak tanımlanan askerlik
hizmetinde, “bu mükellefiyet altına giren şahısların (erbaş ve
erlerin)...resmî bir kıyafet taşıyacakları...” yasa hükmüdür (TSK İç Hzm.
K. mad. 2).
Ayrıca, “emrin üniforma ile verilmesi lâzımdır. Üniformasız olan
bir amirin verdiği emirleri, onu tanıyanlar yapmaya mecburdur.”
şeklindeki TSK İç Hizmet Kanununun 19’uncu maddesiyle de, askerlikte
üniformanın önemi ve ayırıcı özelliği vurgulanmıştır.
188
Bu bağlamda;
Yukarıda açıklandığı ve sanığın da ifade ettiği gibi; 10.4.2005 ve
10.6.2005 tarihlerinde, bölük komutanın askerî giysilerini alması,
üniforma giymesi hususundaki emirleri hizmete ilişkin olup, iki seferde
de “vicdanî ret”çi olduğunu belirtip, yerine getirmeyen sanığın
eylemlerinin, önceden verilmiş uygulama emirleri uyarınca oluşturulan,
giyindirme yerinde görevli sb-astsb., erbaş ve erler huzurunda;
ASCK’nın 14’üncü maddesinde aranan; askerî hizmet için toplanmış en
az yedi asker karşısında gerçekleşmesi nedeniyle, “toplu asker
karşısında” meydana geldiği gibi, askerlik hizmetini tümden reddettiğini
ve hiçbir şekilde yapmayacağını açıklayarak, “hizmetten sıyrılmak
maksadını” da ortaya koymak suretiyle; ASCK’nın 88’inci maddesinde
düzenlenen; “toplu asker karşısında ve hizmetten sıyrılmak için emre
itaatsizlikte ısrar” suçunu oluşturduğu açık olup, askerî mahkemece
eylemlerin sübutunda ve vasıflandırılmasında herhangi bir isabetsizlik
bulunmadığı kurulumuzca kabul edilmiştir.
Sanık hakkında, 10.4.2005 tarihinde işlediği toplu asker
karşısında ve hizmetten sıyrılmak maksadıyla, emre itaatsizlikte ısrar
suçundan açılan davada yargılandığı sırada, 10.6.2005 tarihinde de, yine
“vicdanî retçi” olduğunu ileri sürerek aynı suçu işlemesi, 1.6.2005
tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı TCK’nın 43’üncü maddesindeki
zincirleme suç kapsamında olmadığına; devam eden bir kamu davası
sırasında, aynı suçu işlemenin, “bir suç işleme kararının icrası
kapsamında..” olmadığına, iki eylemin iki ayrı suçu oluşturacağına karar
verilmiştir.
Ancak,
Askerî mahkemece sanığa alt sınırdan uzaklaşılarak ceza
tayininde;
a) Sanığın saiki ve işleniş biçimi aynı olmakla birlikte, iki ayrı
suçu oluşturan eylemlerinin, değişik zamanlarda meydana gelmesi ve
birliğe getirildiği ortamın farklı oluşu (birinci eylemde; yeni asker
edilmiş, ikinci eylemde; ilk eyleminden dolayı tutuklu yargılanmakta
olup tahliyesi üzerine birliğe getirilmiş) karşısında, aynı gerekçelerin ve
aynı oranda ceza artırımının yasaya ve dosyaya uygun bulunmadığına,
189
b) Askerî mahkemece, iç beden muayenesine zorlanamayacağı
kabul edilen ve bu yönden direnme kararı verilen sanığın, tıbbî
muayeneyi reddetmesinin suç kastı yoğunluğu bağlamında ceza arttırım
gerekçesi kabul edilmesinin karar içerisinde çelişki oluşturduğuna,
c) Giyindirme kısmındaki erlerin acemi er olmadıkları
ifadelerinden ve görevlendirme emirlerinden anlaşılmakta olup, hiçbir
acemi erin tanık sıfatıyla da ifadesine başvurulmadığına göre, sanığın
eylemleri sırasında olay yerinde acemi er bulunup bulunmadığı,
bulunmuşsa bundan olumsuz etkilenip etkilenmediği açıkça ortaya
konulmadığı hâlde, bu durumun alt sınırdan uzaklaşma gerekçesi
yapılmasının yasaya ve dosya içeriğine uygun bulunmadığına,
d) Suç kastının yoğunluğunu gösterir diğer gerekçelerin ve
ASCK’nın 88’inci maddesinde sayılan; toplu asker karşısında ve
hizmetten sıyrılmak amacıyla, emre itaatsizlikte ısrar suçunda anılan iki
unsurun birlikte ihlâlinin teşdit gerekçesi olarak gösterilebileceğine,
Mahkûmiyet hükümlerinin yukarıda belirtilen cezada arttırım
gerekçelerinin usul ve yasaya aykırı olması nedeniyle bozulmasına,
Sanığın tutuklu kaldığı süreye göre tahliyesine karar verilmiştir.
Ayrıca,
5237 sayılı TCK’nın 62/1’inci maddesini uygulamayan; cezada
takdiri indirime gitmeyen askerî mahkemenin, önceki aşamalarda bu
yönde hiçbir şekilde istemde bulunulmadığından gerekçe göstermemesi,
yasaya aykırı bulunmamış, sanık savunucularının kabule değer
bulunmayan diğer temyiz nedenlerinin reddine, sanık hakkındaki
mahkûmiyet hükümlerinin, yukarıda belirtilen çerçevede uygulamadan
bozulmasına karar verilmiştir.
190
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 89
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E. No. : 2006/765
K. No. : 2006/760
T.
: 3.5.2006
ÖZET
Pusu bölgesinde, arazi şartlarına göre, timini yerleştiren ve
tim unsurları arasındaki zorunlu haberleşme için, haberci kullanan
sanığın, suç işleme kastıyla hareket ettiğine, yani bilerek ve isteyerek
emre itaatsizlikte ısrar ettiğine dair, herhangi bir delil bulunamadığı
gibi, ortada uyulması gerekli açık, anlaşılır ve ihlâl edilebilecek
nitelikte bir emir bulunmadığı hâlde, tamamen tahmine dayalı
bilirkişi raporuna dayanılarak, sanık hakkında mahkûmiyet hükmü
kurulması isabetsizdir.
Sanığın ve müdafiinin yokluğunda yapılan duruşmada
dinlenilen tanıkların ifadeleri ile bilirkişi raporlarının, sonradan
duruşmaya katılan sanık ve müdafiine okunmamasına yönelik usulî
eksikliğin bozma ilâmında açıkça belirtildiği, bozma ilâmının sanık
ve müdafiine tebliğ edilmesine rağmen, sanığın ve sanık müdafiinin
bozmadan sonra bir daha duruşmalara katılmadığı; ayrıca sanığın
talimatla tespit edilen sorgusunda açıkça, duruşmalara katılmayıp
vareste tutulmak istediğini beyan ettiği görüldüğünden, belirtilen
usulî eksikliğin bu suretle giderilmiş olduğu kabul edilmiştir.
Askerî mahkemece; sanığın büyük zararlar veren emre
itaatsizlikte ısrar suçunu işlediği kabul edilerek, eylemine uyan
ASCK’nın 89/1 (teşdiden) ve TCK’nın 59/2’nci maddeleri gereğince
yirmi beş gün hapis cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiş; hüküm,
sanık müdafii tarafından süresinde, nedenleri belirtilerek temyiz
edilmiştir.
191
Dairemizin 28.5.2003 gün ve 2003/535-531 Esas ve Karar sayılı
ilâmı ile, hükmün usul yönünden bozulmasına karar verilmiş; askerî
mahkemece, bozma ilâmına uyularak yeniden yapılan yargılama
sonunda; sanığın büyük zararlar veren emre itaatsizlikte ısrar suçunu
işlediği kabul edilerek, eylemine uyan ASCK’nın 89/1 (teşdiden) ve
TCK’nın 59/2’nci maddeleri gereğince, yirmi beş gün hapis cezası ile
cezalandırılmasına, yasal imkânsızlık nedeniyle, cezanın paraya
çevrilmesine ve ertelenmesine yer olmadığına karar verilmiştir.
Bu hüküm, askerî savcı tarafından; eylemin 765 sayılı TCK’nın
455/1-3’üncü maddesindeki “tedbirsizlik, dikkatsizlik, meslek ve sanatta
acemilik, evamir ve talimata aykırı davranış sonucu, bir kimsenin
ölümüne sebebiyet vermek” suçunu oluşturduğu, sanığın fiilî işlediği
tarih itibari ile, 4758 sayılı Kanun ile değişik 4616 sayılı Kanun
kapsamında olan bu suçtan, 4616 sayılı Kanunun ¼’üncü maddesi
uyarınca “Kamu Davasının Kesin Hükme Bağlanmasının Ertelenmesine”
karar verilmesinin gerektiği, “büyük zararlar veren emre itaatsizlikte
ısrar” suçunu işlediğinden bahisle, sanık hakkında mahkûmiyet kararı
verilmesinin hukuka aykırı olduğu belirtilerek, sanık lehine temyiz
edilmiştir.
Tebliğnamede, bozma ilâmının bir kısmının yerine getirilmediği,
dosyaya dâhil edilen bir kısım duruşma tutanaklarının fotokopi olduğu,
sanık ve müdafiinin yokluğunda yapılan duruşmalarda dinlenilen tanık
ifadeleri ve bilirkişi raporlarının, sonradan yapılan duruşmalarda sanık ve
müdafiine okunmadığı, bu hususun da savunma hakkını kısıtlar nitelikte
olduğu belirtilerek, mahkûmiyet hükmünün usulden bozulması gerektiği
yönünde görüş ve düşünce bildirilmiştir.
Dosya kapsamındaki delillerden;
Eğil İlçesi Gürünlü Köyüne birkaç kişilik terörist grubunun giriş
çıkış yaptığı duyumunun alınması üzerine, Eğil İlçe Jandarma
Komutanlığı tarafından, zaman zaman bu bölgede pusu faaliyeti icra
edildiği, duyum üzerine 8 Eylül 1998 günü de pusu faaliyetinin
plânlamasının yapıldığı ve olaydan bir gün önce, saat 18:30 sıralarında
Eğil İlçe Jandarma Komutanlığından pusu bölgesine intikale başlandığı,
saat 20:00 sıralarında da pusu bölgesinde tertiplenildiği,
192
Eğil İlçe Jandarma Komutanı tarafından, pusu bölgesine
gidilmeden önce operasyon ön bildirim raporu ile faaliyetin ilgili yerlere
bildirildiği ve tim komutanlarına pusu faaliyetinin önceden icra edilen
noktalarda uygulanacağının söylendiği, pusu bölgesinde saat 24.00’e
kadar bütün personelin uyanık olarak gözetleme ve dinleme görevi
yaptığı, saat 24.00’den sonra gruplar hâlinde değişmeli olarak istirahat
edilmeye başlandığı,
İlçe Jandarma Komutanının birinci jandarma komando timi ile
beraber bulunduğu, saat 01.00 sıralarında birinci jandarma komando
timinde görevli Er A.O.’nun İlçe Jandarma Komutanının yanına gelerek,
iki kişinin görüntüsünü aldığını söylediği, bildirilen bölgenin hem gece
görüş cihazıyla hem de çıplak gözle taranmasına rağmen bir şey
görülmediği, 1’inci timde makineli tüfek nişancısı olan J.Komd.Çvş.
B.A.’nın, bixi makineli tüfeği görüntü alınan yöne tevcih ettiği, İlçe J.
K.J.Yzb. İ.K.’nın 3’üncü Jandarma Komando Tim Komutan vekili
Uzm.Çvş. H.T.’ye telsizle görüntü alındığını, dikkatli olunmasını
söyleyerek görüntü alındığı söylenen bölgeyi tarif ettiği,
8 kişilik timini 4’er kişilik iki grup hâlinde iki ayrı mevziide
tertiplemiş bulunan sanık H.T.’nin, diğer mevzide bulunan personeli
uyarmak ve ikaz etmek maksadıyla, yanında bulunan müteveffa J.Er
G.F.’yi haberci olarak görevlendirdiği, eğilerek diğer tim personelinin
yanına giden G.F.’nin görüntü alındığı söylenen bölgeyi tarif ettiği, bu
sırada eğilerek hareket etmesi nedeniyle verdiği görüntüden terörist
zannedildiği, 1’inci Jandarma Komando Timinde görevli Çvş. B.A. ve Er
A.O.’nun, Bl.K.’nın daha önceden “yeniden görüntü alırsanız uygulama
yapın” şeklinde verdiği emrin, ateş açılması emri olduğunu bilmeleri
nedeniyle, G.F.’yi terörist sanarak ateş açtıkları, karşıdan ateş
gelmeyince ve “ateş etmeyin biziz” diye bağırılması üzerine, ateşi
kestikleri, İlçe J.K.Yzb. İ.K.’nın tüfeğinin dipçiğinin açılmaması
nedeniyle ateş edemediği, açılan ateş sonucunda vücuduna bir mermi
isabet eden G.F.’nin yaralandığı, müteâkiben sevki esnasında yolda şehit
olduğu, sübutunda kuşku bulunmayan maddî olay olarak sabittir.
193
Bu olay nedeniyle, sanık H.T.’nin 3’üncü tim komutanı olarak,
bölük komutanı tarafından kendisine tahsis edilen bölgeye yerleşmeyerek
yer değiştirdiği, yerleştiği bölgeyi de birlik komutanına bildirmediği,
diğer timlerle koordine sağlamadığı ve görüntü alındığı anda dikkatli
olması hususunda uyarıldığı, müteveffayı başka mevziiye göndermek
suretiyle, yanlış bir ikaz yöntemi uyguladığı, emniyetli bir ikaz sistemi
oluşturmadığı, bu sebeplerle sanığın, 8.9.1998 günü yapılan operasyona
da gideceği koordinatı bildiği hâlde, verilen emre aykırı hareket ederek
personelini başka koordinatta tertiplediği, bölük komutanının tim
komutanlarına verdiği kendisine yaklaşılması ile ilgili emrin,
operasyonlarda verilebilecek bir emir olduğu, sanığın da timini daha
önceden tertiplendiği hat düzeni şeklini bozmadan, bölük komutanının
timine yaklaştırması gerektiği, sanığın verdiği ifadelerin bazılarında yer
değişikliği ile ilgili olarak, İlçe Jandarma Komutanına bilgi verme
gereğini hissetmediği, zira aradaki mesafenin fazla olmadığını belirttiği,
böylece bir erin vefat etmesi ile sonuçlanan olayda, ölüm olayının sanığın
doğrudan doğruya emre itaatsizlik eyleminden doğmuş olması nedeniyle,
sanığın büyük zararlar veren emre itaatsizlikte ısrar suçunu işlediğinin
kabulüyle, eylemine uyan ASCK’nın 89/1 (teşdiden) ve TCK’nın
59/2’nci maddeleri gereğince, neticeten yirmi beş gün hapis cezası ile
cezalandırılmasına karar verildiği anlaşılmaktadır.
Bozma ilâmından sonra yapılan duruşmalarda, bozma ilâmı
uyarınca, tefrik edilen diğer dosyadan fotokopisi çekilen duruşma
tutanaklarının, 2001/159 Esas sayılı dava dosyasından alınarak dosyaya
konduğunun duruşma tutanağına yazılarak, bu tutanakların okunduğu,
tam okunaklı olmamakla birlikte, bu duruşma tutanaklarının onaylı
fotokopilerinin de dosyada mevcut olması nedeniyle, tebliğnamede
belirtilen duruşma tutanaklarının onaysız olması hususu bozma sebebi
sayılmamıştır.
Diğer yandan, yine tebliğnamede belirtilen, sanığın ve müdafiinin
yokluğunda yapılan duruşmada dinlenen tanıkların ifadeleri ile bilirkişi
raporlarının, sonradan duruşmaya katılan sanık ve müdafiine
okunmamasına yönelik usulî eksikliğin, bozma ilâmında açıkça
belirtildiği, bozma ilâmının sanık ve müdafiine tebliğ edilmesine rağmen,
sanığın ve sanık müdafiinin bozmadan sonra bir daha duruşmalara
katılmadığı; ayrıca sanığın talimatla tespit edilen sorgusunda, açıkça,
duruşmalara katılmayıp vareste tutulmak istediğini beyan ettiği, bu
nedenle belirtilen usulî eksikliğin de giderilmiş olduğu anlaşıldığından,
tebliğnamede belirtilen bu husus da bozma sebebi sayılmamış ve esas
yönünden inceleme yapılmıştır.
194
Askerî mahkemece, maddî vakıa olarak sabit olan, yukarıda
ayrıntısı ile anlatılan eylem nedeniyle, bu eylemin, büyük zararlar
doğuran emre itaatsizlik suçunu oluşturduğu kabul edilerek, yazılı olduğu
şekilde sanığın cezalandırılmasına karar verilmiş ise de;
Büyük zarar doğuran emre itaatsizlik suçunun oluşabilmesi için;
a) ASCK’nın 87 ve 88’inci maddelerde yazılı suçlara vücut veren
itaatsizlik teşkil eden bir eylem olması,
b) Bu itaatsizlik sonucu büyük bir zararın meydana gelmesi,
c) Meydana gelen büyük zarar ile emre itaatsizlik fiilî arasında
doğrudan doğruya illiyet (nedensellik) bağı bulunması gerekmektedir.
Yukarıda yapılan yasal tanım ve açıklamalardan sonra, dava
konusu maddî olaya dönüldüğünde;
Olay günü yapılacak pusu görevi ile ilgili olarak ayrıntılı bir
plânlama ve emrin bulunmadığı, dosyada kayıtlı emir incelendiğinde; bu
emrin üst makama çekilmiş bir mesaj olduğu ve Eğil Merkez Jandarma
Karakol Komutanlığı bölgesinde bulunan Dizik Yeri Tepe (8498035900) bölgesinde üç tim hâlinde pusu faaliyeti icra edileceğinin,
Uzm.J.Çvş. H.T.’nin komutanı olduğu 3’üncü Timin Gevheç Bağları
mevziinde (85350-36400 koordinatlarında) tertipleneceğinin, diğer
timlerin yerlerinin de ayrıca belirtildiği anlaşılmaktadır. Görüldüğü gibi,
3’üncü komando timine sadece bulunacağı mevzi ile ilgili nokta şeklinde
bir koordinattan başka bir şey bildirilmemiştir.
Sanık, dosyada yer alan savunmasında; daha önce de aynı bölgeye
pusu faaliyeti için gittiklerini, aynı bölgeye timini mevzilendirdiğini, Bl.
K.J.Yzb. İ.K.’nın telsizle çağrı yaparak mevkiini sorduğunu, kendisinin
yerini bildirdiğini, görevden döndükten sonra 1’inci tim komutanı
Uzm.J.Çvş. M.B.’nin kendisine “Bl.Komutanının kızdığını, telsiz
konuşmasından sonra neden o kadar uzağa gidiyor ?” dediğini
belirtmekte; sanığın bu savunmaları da tanık M.B. tarafından
doğrulanmaktadır.
Diğer yandan, olay günü yeniden aynı bölgeye pusu faaliyetine
çıkılacağını, bir gün önce 2’nci Tim Komutanı Astsubay Sinan’dan
öğrendiğini ve pusuya çıkıldığı 7.9.1998 günü, alışveriş için Uzm.J.Çvş.
A.Ş. ile Diyarbakır’a gittiğini ve ancak saat 18.30 sıralarında ilçeye
geldiklerini, evinin önünde araçtan inip elbiselerini değiştirdikten sonra,
195
bölük merkezine geldiğinde araçların harekete hazır olduğunu görünce,
hemen silâh ve teçhizatını alarak, timinin bindiği en son araca giderek
binip göreve çıktığını beyan eden ve savunmaları da tanık Uzm.J.Çvş.
A.Ş. tarafından doğrulanan sanığın, tim komutanı olarak, görevden önce
icra edilecek faaliyet ile ilgili olarak bilgilendirilmediği gibi, görev
sırasında yapılacak işler konusunda, inisiyatifin tamamen kendisinde
olduğu; pusu mevzii bölgesinde timini yerleştirirken birkaç gün önceki
pusu faaliyeti esnasında yerleştiği bölge nedeniyle Bl.K.’nın kızdığını da
bilerek ve kendisine herhangi bir emir verilmemesi nedeniyle inisiyatifini
kullanarak, koordinatı nokta olarak verilen bölgede arazinin elverdiği
ölçüde Kuzey-Güney veya Doğu-Batı istikametinde kaymasında ve
timini tertiplemesinde bir hata bulunmadığı anlaşılmaktadır.
Keza, gecenin bir yarısında pusu faaliyeti icra edilirken, Bl.K.
tarafından kendisine bildirilen görüntü alındığına ve dikkatli olunmasına
dair emri, timde sadece bir telsiz olması nedeniyle emri duymayan diğer
mevzideki tim personeline duyurmak için, haberci kullanmaktan başka
seçeneği olmayan sanığın, kendi yanındaki erlerden müteveffa Göksel’i
diğer mevziiye göndermesinde, emre aykırı bir davranışının bulunduğunu
söylemek de mümkün görülmemektedir. Zira Bl.K.Yzb. İ.K.’nın
mevziiler arasındaki haberleşmenin tim komutanlarının kendileri
tarafından belirlenen yöntemlerle olduğunu beyan ettiği dikkate
alındığında, seçilen yöntemin hatalı olduğu söylenemez.
Açıklanan bu nedenlerle ve olaydan hemen sonra muhakkik
olarak görevlendirilen J.Yb. E.Ç.’nin çizdiği krokideki görüntü alınan yer
ile, müteveffanın vurulduğu bölge arasındaki uzaklık, muhakkik
tarafından düzenlenen idarî tahkikat raporunda belirtilen sanıkların
kastının olmadığına dair görüş, diğer sanıklar (müteveffa B.A. ve A.O.)
ile, bir kısım tanıkların kendilerine diğer mevziilerin nerede
bulunduğunun söylenmediğine dair ifadeleri dikkate alındığında, pusu
bölgesinde arazi şartlarına göre timini yerleştiren ve tim unsurları
arasındaki zorunlu haberleşme için haberci kullanan sanığın, suç işleme
kastıyla hareket ettiğine, yani bilerek ve isteyerek emre itaatsizlikte ısrar
ettiğine dair herhangi bir delil bulunmadığı gibi, ortada uyulması gerekli
açık, anlaşılır ve ihlâl edilebilecek nitelikte bir emir de bulunmadığı
hâlde, tamamen tahmine dayalı bilirkişi mütalâasına dayanılarak sanık
hakkında mahkûmiyet hükmü kurulması isabetsiz ve kanuna aykırı
görülmüştür.
196
Askerî savcı, sanığın eyleminin 765 sayılı TCK'nın 455/1-3’üncü
maddesinde, yazılı tedbirsizlik, dikkatsizlik sonucu ölüme sebebiyet
vermek suçunu oluşturduğunu, hükmün bu nedenle bozulması gerektiğini
ileri sürmüş ise de; sanığın eylemi ile meydana gelen netice arasında
uygun illiyet bağının kurulması mümkün olmadığı gibi, sanığın bilgi
birikimi ve askerlik mesleği ile ilgili olarak kesin bir kusurunun
bulunmadığı, meydana gelen olayın bir kaza olduğu anlaşıldığından, keza
sanığın taksiri sonucu ölümü meydana getiren bir hareketi olmadığından,
meydana gelen ölüm olayının; müteveffa G.F.’yi terörist zannederek ateş
açan ve olayla ilgili hazırlık soruşturması sırasında bir başka olay
nedeniyle öldüğü anlaşılan ve hakkında kovuşturmaya yer olmadığı
kararı verilen 1’inci Tim Personeli J.Çvş. B.A. ile, hakkında kanunun
tayin ettiği sınırı aşmak suretiyle faili gayri muayyen olacak şekilde
kasten adam öldürmek suçundan kamu davası açılan ve sanıkla birlikte
yargılanırken dosyası tefrik edilen J.Er A.O.’nun hareketleri sonucu
oluştuğu anlaşıldığından, askerî savcının bu hususa yönelik temyiz
nedeni yerinde görülmemiştir.
197
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 91/3
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/42
K. No. : 2006/34
T.
: 9.2.2006
ÖZET
1- Aralarında gönül ilişkisi olduğu şüphesiyle, eşini ve
daha önce komutanlığını yapmış olan yüzbaşıyı, eşiyle birlikte
gittiği komutanın odasında öldüren sanık Uzm. J. Çavuşun
(daha sonra TSK ile ilişiği kesilmiş), maktul yüzbaşıya karşı
eylemi, sebebi ne olursa olsun ASCK’nın 91/3’üncü
maddesinde özel olarak düzenlenen, “üstünü öldürmek” suçu
kapsamında olduğundan, askerî mahkemenin 765 sayılı
TCK’nın 450/4’üncü maddesinde yer alan “taammüden adam
öldürmek” suçuna ilişkin vasıflandırmaya bağlı olarak,
direnmek suretiyle verdiği görevsizlik kararının, bozulması
gerekir.
2- Sanığın, eşini taammüden öldürmek suçu, tek başına
askerî yargının görevine girmemekle birlikte, delillerin, kabul
edilen sanığın üstünü öldürmek suçuyla aynı olması
karşısında, 353 sayılı Kanunun 18’inci maddesi anlamında
“bağlı suç” kapsamında olması nedeniyle, bu suçtan yargı
görevi de, askerî mahkemeye aittir.
353 sayılı Yasanın 220/1’inci maddesinde yer alan “Görev ve
yetki hususundaki kararlarına karşı, askerî mahkemelerin direnme hakları
yoktur.” şeklindeki usul kuralı, kapsamı ve somut dosya bağlamında
kurulumuzca ön mesele olarak görüşülmüştür;
198
353 sayılı Yasanın 220’nci maddesinin 1’inci fıkrasının son
cümlesini oluşturan sözü edilen kuralın, bir önceki; “...Askerî Yargıtay,
askerî mahkemenin usulsüz olarak kendisini görevli ve yetkili
görmesinden dolayı hükmü bozmuş ise,...” cümleyle birlikte ele
alındığında neyi kapsadığı anlaşılmaktadır. Askerî mahkemelerin,
usulsüz olarak kendisini görevli görmesi nedeniyle verdiği ve salt, bu
yönden bozulan kararlara direnemeyeceği, bunun dışında; suç vasfına
bağlı görevsizlik kararlarının, yine suç vasfına bağlı olarak bozulması
hâlinde direnmenin, esasen suç vasfına ilişkin olduğu, görevsizlik
kararının buna bağlı sonuç doğuran nitelikleri nedeniyle usulsüz verilmiş
sayılamayacağı, bu nedenle, somut incelemenin suç vasfına ilişkin olması
karşısında, yerel mahkemece direnme ile görevsizlik kararı verilmesinde
usule aykırılık bulunmadığı kanaat ve sonucuna varılmıştır. (Son
yıllardaki Askerî Yargıtayın uygulaması bu yönde olup, Askerî Yargıtay
Drl.Krl.’nun 6.5.1993/45-44; 13.10.1994/108-108; 21.11.2001/101-106
gün ve sayılı kararları buna örnektir.)
Yargılama aşamasında, 25.6.2003 tarihinde disiplinsizlik
nedeniyle TSK’dan ilişiği kesilen sanık Uzm.J.II.Kad.Çvş. T.B.’nin,
Ordu/Kumru İlçe Jandarma Komutanlığında görevli iken, aralarında
gönül ilişkisi olduğu şüphesiyle eşi S.B. ile daha önce komutanlığını
yapmış olan, Birecik İlçe J.K. J.Yzb. G.O.’yu 27.2.2003 günü Birecik
İlçe Jandarma Komutanlığı makam odasında, zimmetinde bulunan birlik
komutanlığına ait silâhla öldürdüğü maddî bir olgudur.
Olay sırasında asker olmaları nedeniyle; müteveffa Yzb.
Gökhan’ın sanığın üst’ü olduğu, dosya içeriği ve oluşa göre, bunun sanık
tarafından da bilindiği açıktır. Çözümü gereken husus: sanığın eyleminin,
ASCK’nın 91’inci maddesinde düzenlenen; taarruz sonucu üst’ünü
öldürmek suçunu mu? TCK’nın 450/4’üncü maddesinde düzenlenen;
taammüden adam öldürmek suçunu mu? oluşturacağıdır.
Bir eylemin, her iki kanunda suç olarak öngörülmesi hâlinde,
Askerî Ceza Kanundaki düzenlemenin, Türk Ceza Kanununa göre daha
özel olması nedeniyle, Askerî Ceza Kanununun uygulanmasının
gerekeceği açıktır.
199
Askerî Ceza Kanunun Üçüncü Babının Beşinci Faslında
düzenlenen ve “Askerî İtaat ve İnkıyadı Bozan Suçlar” arasında bulunan
ve bu niteliği itibarıyla de, sırf askerî suçlardan sayılan “Amire ve üste
fiilen taarruz” suçu Askerî Ceza Kanunun 91’inci maddesinde özel olarak
düzenlenmiştir. Bu maddede, amir ve üstün kişiliğinde somutlaşan askerî
otoritenin, ast’ın her türlü fiilî taarruzundan korunması amaçlanarak,
taarruzun biçimine, yapıldığı ortama ve doğurduğu sonuçlara göre
hafiften ağıra doğru çeşitli ve kesin yaptırımlar ön görülmüştür.
Maddenin ilk üç fıkrasında, Türk Ceza Kanununun genel
hükümlerinden ayrılınarak, suçun teşebbüs hâlinde kalması dahi,
tamamlanmış suç gibi cezalandırılmıştır. Maddenin (4)’üncü fıkrasında
ise, eylem sonucu amirin vücudunda tahribatın veya ölümün meydana
gelmesi hâli cezaî yaptırıma bağlanmıştır. Burada eylemin tamamlanmış
olması şart olduğundan teşebbüse yer verilmemiş, doğrudan doğruya
eylemin doğurduğu sonuca göre ceza belirlenmiştir. (22.1.2004/5078 gün
ve sayılı Yasanın 1’inci maddesiyle yapılan değişiklik sonucu, ASCK’nın
91’inci maddesinin 3 ve 4’üncü fıkralarının yeri değiştirilmiş; üste fiilen
taarruz sonucu ölümün meydana gelmesi hâli, 4’üncü fıkradan 3’üncü
fıkraya alınmıştır.)
Askerî Ceza Kanunun 91’inci maddesinde yer alan bu düzenleme
ve Askerî Yargıtayın 28.12.1945 tarih ve 3864-6100 sayılı İçtihatları
Birleştirme Kararı göz önüne alındığında; gerek tahribat veya ölüm gibi
sonuç doğuran, gerek bu sonuçlar meydana gelmemekle birlikte, cismanî
bütünlüğe yönelik her türlü fiilî taarruzda, taammüt ve öldürmeye ilişkin
bir kastın ayrıca aranmasına gerek bulunmamakta ve fiilen taarruz
kastıyla hareket edilmesi, suçun oluşması açısından yeterli olmaktadır.
Diğer bir ifadeyle, amir ve üstün vücut bütünlüğüne yönelik fiilî
taarruzlar, ASCK’nın 91’inci maddesinde özel olarak düzenlenmiş olup,
en basit müessir fiilden öldürmeye kadar her türlü fiilî taarruz için, fiilin
işleniş biçimine, suçun işlendiği ortama ve eylemin doğurduğu sonuca
göre ceza tayin edilmiş olduğundan, bu gibi durumlarda Türk Ceza
Kanununun kasten müessir fiil ve kasten adam öldürmeye ilişkin
hükümlerinin uygulama yeri bulunmamaktadır. Aksi düşüncenin kabulü
hâlinde, sanığın zihninde oluşan ve sübjektif bir nitelik taşıyan suç işleme
iradesine göre, kimi eylemlere üste fiilen taarruz, kimi eylemlere kasten
veya taammüden adam öldürme, öldürmeye teşebbüs veya yaralama
niteliklerini vermek gibi, farklı sonuçlar doğmasının yanı sıra,
uygulamada birlik sağlanamayacağı ve çelişkiler meydana gelebileceği
gibi, Askerî Ceza Kanununun 91’inci maddesinin konuluş amacına ve
Kanunun sistematiğine de ters düşen bir durum yaratılmış olacaktır.
200
Dairenin bozma kararında belirtilenlerin dışında da; Askerî
Yargıtay Daireler Kurulunun 22.3.1968/30-28; 17.6.1993/56-55;
21.11.1996/172-166; 28.5.1998/83-82; 24.2.2000/49-54; 5.7.2001/74-74
gün ve sayılı kararları da, özel düzenleme niteliğindeki ASCK’nın
91’inci maddesinin uygulaması gerektiğine ilişkindir.
Açıklanan yasal düzenleme ve yerleşik uygulamaya göre somut
olayda;
Aralarında gönül ilişkisi olduğu şüphesiyle eşini ve daha önce
komutanlığını yapmış olan Birecik İlçe J.K.nı Yüzbaşıyı, eşiyle birlikte
gittiği Birecik İlçe J.K. odasında öldüren sanık Uzm.J.Çavuşun (daha
sonra TSK ile ilişiği kesilmiş) maktul yüzbaşıya karşı eylemi, sebebi ne
olursa olsun, ASCK’nın 91/3’üncü maddesinde özel olarak düzenlenen
“Üstünü öldürmek” suçu kapsamında olduğundan, askerî mahkemenin,
765 sayılı TCK’nın 450/4’üncü maddesinde yer alan, “taammüden adam
öldürmek” suçuna ilişkin vasıflandırmaya bağlı olarak direnmek suretiyle
verdiği görevsizlik kararının bozulmasına karar verilmiştir.
Sanığın eşi S.B.’yi taammüden öldürmek suçu tek başına askerî
yargının görevine girmemekle birlikte, delillerin, çoğunluk kararıyla
kabul edilen sanığın üstünü öldürmek suçuyla aynı olması karşısında,
353 sayılı Kanunun 18’inci maddesi anlamında “bağlı suç” kapsamında
olması nedeniyle, bu suçtan yargı görevi de, askerî mahkemeye ait
olduğundan, askerî mahkemenin bu suçtan direnme ile verdiği
görevsizlik kararının da bozulmasına karar verilmiştir.
201
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 91, 82
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/18
K. No. : 2006/35
T.
: 16.2.2006
ÖZET
Haksız tahrik teşkil eden söz ve hareketlerin etkisiyle,
üstü olan çavuşla kavga ederek ona vuran, alt alta üst üste
boğuşan sanığın, kavganın ayrılması sırasında “bekleyin
geliyorum” diyerek, yakında bulunan garaj nöbetçisinin
silâhını aldıktan sonra, kendisine doğru gelmekte olan mağdur
çavuşun yanına ve önüne gelecek şekilde yirmi el ateş etmesi
şeklindeki eylemi, tehdit hudutlarını aşmış, başlangıçta
silâhsız olarak işlenen üste fiilen taarruz suçu ile bir bütünlük
içinde gelişerek, (terakki ederek) silâhla üste fiilen taarruz
suçuna dönüşmüş olduğunun kabul edilmesi gerekir.
Dava dosyası içeriğine göre; askerlik hizmetini 34’üncü İç
Güvenlik Tugay 2’nci İG.P. Tb.K.’lığı emrinde yapan sanığın, 13.3.2000
tarihinde çıktığı çarşı izninde P.Çvş.V.Ö. ve P.Er İ.T. ile birlikte içki
içtikleri, akşam saatlerinde kışlaya dönerlerken, sanıkla Çvş.V.Ö.’nün
tartıştıkları, tartışma sırasında Çvş. Volkan’ın sarf ettiği “kodoş” sözü
nedeniyle, tartışmanın nizamiye girişinden sonra da yinelendiği, saat
17.00’de akşam içtimaına katılmalarının ardından, kozlarını paylaşmak
için kışla dâhilinde Bayraktepe adı verilen yere gitmeye karar verdikleri,
durumu öğrenen arkadaşlarının, sanık ve Çvş. Volkan’ın yanına
geldikleri, bu sırada tartışmakta olan sanıkla Çvş. Volkan’ın, bizi yalnız
bırakın, biz kendi aramızda anlaşacağız diyerek, gelen şahısları geri
gönderip, Bayraktepe’ye doğru yürüdükleri, tanıklar P.Çvş. F.B. ve P.Er
A.D.’nin başlangıçta geri dönmelerine rağmen, sanık ve Çvş. Volkan’ın
202
kavga edeceklerini değerlendirerek yanlarına gitmeye karar verdikleri,
adı geçenlerin uzaktan sanık ile Çvş. Volkan’ı birbirlerine tekme ve
yumrukla vururken ve alt alta üst üste boğuşurken görerek yanlarına
gidip ayırdıkları, ayrılmalarına rağmen Çvş. Volkan’ın tecavüzkâr
davranışlarını sürdürdüğü, sanığın ise kavga etmek istemeyen bir tavır
içinde olduğu, tanıkların kavganın taraflarını ayırıp birbirinden ayrı
tuttukları sırada, sanığın “Bekleyin geliyorum” diye koşarak bölük
garajına doğru yöneldiği, sanığın peşi sıra Çvş. Volkan ile olay yerinde
bulunan tanıkların da hareket ettikleri, doğrudan doğruya 4’üncü İG.P.
bölüğü garajına gelen sanığın, 16.30-18.30 saatleri silâhlı garaj nöbetçisi
olan P.Er Ö.E.’nin üzerine doğru yürüyüp, onu göğsünden ittirerek yere
düşürdüğü, bu sırada nöbetçinin omuza asılı G-3 piyade tüfeğinin de yere
düşmesi üzerine, tüfeği aldıktan sonra nöbetçinin üzerindeki kütüklükten
dolu şarjörü de alan sanığın, şarjörü tüfeğe takıp tam dolduruşa getirdiği
ve kavga mahalline doğru hareket ettiği, bu sırada sanığı izleyen Çvş.
Volkan ve iki tanığın da garaj bölgesine yaklaştıkları, sanığın elindeki
tüfek ile Çvş. Volkan’ın istikametine doğru önüne ve 5-6 metre yanına
ateş ettiği, aralarında 40 metre mesafe varken tüfeğin ateşlenmesi
üzerine, Çvş. Volkan ve onu izleyen iki tanığın yere yatarak tam siper
yaptıkları, sanığın aynı şekilde atışlarını sürdürerek, bir şarjör mermiyi
bitirdikten sonra tüfeği Çvş. Volkan’a doğru fırlatıp aksi istikamete
doğru gittiği anlaşılmaktadır.
Maddî olayın yukarıda anlatılan şekilde gerçekleştiği konusunda
yargılama makamları arasıda anlaşmazlık bulunmamaktadır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, suç vasfına ilişkin bulunmaktadır.
Daire, sanığın eyleminin başlangıçta silâhsız olarak işlenen üste
fiilen taarruz suçu ile bir bütünlük içinde gelişerek, silâhla üste fiilen
taarruz suçuna dönüşmüş olduğunu kabul ederken; Başsavcılık, sanığın
kendisini hırpalayan mağdur çavuşu korkutmak maksadı ile ateş ettiği,
ateş ederken mağdura üzerine gelmemesini de söylediği, bu yüzden
eyleminin silâhla üstü tehdit suçunu oluşturduğu görüşünü öne
sürmektedir.
Amiri veya üstü tehdit suçunu düzenleyen ASCK’nın 82/2’nci
maddesi; “Amir veya üstünü herhangi bir suretle tehdit edenlere ...cezası
verilir. Fiil toplu asker karşısında veya silâhlı iken veya hizmet esnasında
işlendiği takdirde, verilecek hapis cezası...az olamaz.” hükmünü
içermektedir.
203
Düzenleme ile amirin veya üstün tehdit edilmesi yaptırıma
bağlanmış, tehdit suçunun unsurları gösterilmemiştir. Uyum ve kararlılık
gösteren Askerî Yargıtay kararlarında, ASCK’nın 82’nci maddesinde
yazılı tehdit suçunun unsurlarının, TCK’da aranması gerektiği kabul
edilmiştir. TCK’ya göre tehdit suçunun oluşması için, “bir kimsenin
başkasına kendisinin veya yakınını hayatına vücut veya cinsel
dokunulmazlığına yönelik bir saldırı gerçekleştireceğini bildirmesi”
gerekmektedir.
Dava konusu olayda, maruz kaldığı tahrik teşkil eden söz ve
hareketlerin etkisi ile üstü olan Çvş. V.Ö. ile kavga ederek ona vuran, alt
alta-üst üste boğuşan sanığın, kavganın ayrılmasını müteakip yakında
bulunan garaj nöbetçisinin silâhını aldıktan sonra, kendisine doğru
gelmekte olan Çvş. Volkan’ın önüne ve yanına gelecek şekilde yirmi el
ateş etmesi şeklindeki eylemi, tehdit hudutlarını aşmış, başlangıçta
silâhsız olarak işlenen üste fiilen taarruz suçu ile bir bütünlük içinde
gelişerek, silâhla üste fiilen taarruz suçuna dönüşmüş olduğundan, Askerî
Yargıtay Başsavcılığının itiraz sebebi reddedilmiştir (Drl.Krl.’nun
25.6.1971 tarihli ve 52-51 sayılı kararı da bu doğrultuda bulunmaktadır).
Ancak; sanık hakkında uygulama yapılırken, Çvş. V.Ö.’nün
eyleminin, sanık lehine haksız tahrik olarak kabul edildiği ve cezasının
mülga 765 sayılı TCK’nın 51/Son maddesi uyarınca 2/3 oranında
indirildiği görülmektedir.
Hüküm kurulduktan sonra, 1.6.2005 tarihinde yürürlüğe giren
5237 sayılı TCK’nın 29’uncu maddesi ile, hafif ağır tahrik ayırımı
kaldırılmış, haksız bir fiilin meydana getirdiği hiddet veya şiddetli elemin
etkisi altında suç işleyen kimseye verilecek cezanın, dörtte birinden
dörtte üçüne kadarının indirileceği hükme bağlanmıştır.
Bu nedenle; Çvş. V.Ö.’nün haksız tahrik teşkil ettiği kabul edilen
eyleminin, mülga 765 sayılı TCK’nın 51’inci maddesine göre, daha lehe
hükümler içeren 5237 sayılı TCK’nın 29’uncu maddesi çerçevesinde
değerlendirilmesine imkân sağlanabilmesi bakımından, hüküm Askerî
Yargıtay Başsavcılığının itirazına atfen uygulama yönünden
bozulmuştur.
353 sayılı Kanunun 227/3’üncü maddesi, koşul ve kural gereği
zorunlu olarak infaz edilecek cezanın türünü ve süresini belirlemeye
yönelik bir düzenlemedir. Asıl olan hükmün hukukî kurallara uygun
olarak tesis edilmesidir. Bu nedenle; sanık hakkında uygulanması
gereken yasa maddeleri tatbik edilerek, cezası belirlendikten sonra,
evvelce hükmedilen ve kazanılmış hak oluşturan cezanın çektirilmesine
karar verilmesi gerektiğine burada işaret edilmiştir.
204
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 91
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/110
K. No. : 2006/107
T.
: 4.5.2006
ÖZET
Sabah sporu sırasında, acemi erlere halata tırmanma
eğitimi yaptıran ve tatbiki olarak göstermek amacıyla, halata
tırmanan mağdur uzman çavuşun, tırmandığı halatı, alt
ucundan tutup, kasten sallamak suretiyle, mağdurun dengesini
kaybederek yere düşmesine sebep olan sanığın eylemi, kasten
gerçekleştirdiği, mağdura şaka yapmak istediğine ilişkin
herhangi bir delil ve emare bulunmadığı, eylemi ile mağdurun
düşebileceğini
öngördüğü
gözetilerek;
üstünün
vücut
bütünlüğüne yönelik etkili eyleminin, üste fiilen taarruz
suçunu oluşturduğu kabul edilmelidir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, suç vasfına ilişkin bulunmaktadır.
Daire, sanığın icapsız ve denge dışı olarak yaptığı hareketin, üste
saygısızlık disiplin suçunu oluşturduğu görüşünü kabul etmekte;
Başsavcılık ise, sanığın eyleminin doğrudan doğruya üstünün vücut
bütünlüğüne yönelik etkili eylem olduğu görüş ve düşüncesini öne
sürmektedir.
ASCK’nın 91’inci maddesinde, üste veya amire fiilen taarruz
veya taarruza teşebbüs suç sayılmış olmakla birlikte, “taarruz” teriminin
tanımı yapılmamış, bu konu uygulamaya bırakılmıştır. Yerleşik
uygulamada, müessir fiil sayılan eylemlerin her türü üste fiilen taarruz
olarak kabul edilmekte, ayrıca çarpmak, iteklemek, vurmak için yakasına
205
yapışmak gibi, üstün vücut bütünlüğüne yönelik saldırı niteliğindeki
etkin eylemlerin de, üste fiilen taarruz suçunu oluşturacağı
benimsenmektedir. Maddede üstün veya amirin kişiliğinde somutlaşan
askerî otoritenin, astın her türlü taarruzundan korunması amaçlanmış,
taarruzun şekline, yapıldığı ortama ve doğurduğu sonuca göre hafiften
ağıra doğru çeşitli yaptırımlar öngörülmüştür. Ancak, bu suçun oluşması
için, başlı başına maddî unsurun gerçekleşmesi yeterli olmayıp, manevî
unsurun da gerçekleşmesi, yani failin taarruz kastıyla hareket ettiğinin
hiçbir kuşkuya yer vermeyecek şekilde kesin olarak ortaya konulması
gerekmektedir.
Suç tarihinde yürürlükte olan 765 sayılı TCK’nın 45’inci
maddesinde, “Cürümde kastın bulunmaması cezayı kaldırır”
düzenlemesine yer verilmiş, kastın tanımı yapılmamıştır.
Doktrinde kısaca “öngörülen ve suç oluşturan bir fiilî
gerçekleştirmeye yönelen irade” biçiminde tanımlanan kastın iki unsuru
bulunmaktadır. Bunlardan ilki düşünme ve öngörme (bilme) unsurudur.
Buna göre, failin kasten hareket etmiş sayılabilmesi için, tipe uygun
hareketi önceden düşünüp öngörmüş, zihninde canlandırmış olması
gerektiği gibi, sonucunu da düşünmüş ve öngörmüş olması gerekir.
Kastın ikinci unsuru ise, irade (isteme) unsurudur. Kastın varlığı için,
hareketten doğan sonucun sadece düşünülmesi ve öngörülmesi, kısaca
bilinmesi yeterli değildir. Ayrıca sonucun da istenmesi gerekir.
1.6.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı TCK’nın 21’inci
maddesi; “(1)... Kast suçun kanunî tanımındaki unsurların bilerek ve
istenerek gerçekleştirilmesidir.
(2) Kişinin, suçun kanunî tanımındaki unsurların gerçekleştiğini
öngörmesine rağmen, fiilî işlemesi hâlinde, olası kasıt vardır...”
şeklindeki düzenleme ile kastı tanımlamış, doğrudan kastın “bilme” ve
“isteme” unsurlarını içermesinin gerektiği açıklandığı gibi, olası kastın da
tanımı yapılmıştır.
Kastın bilme unsuru hukuka aykırılık şuurunu içerir. Hukuka
aykırılık şuuru, faalin ceza kanununun belirli bir maddesini ihlâl ettiğini
bilmesi demek olmayıp, haksız, zararlı, caiz olmayan bir şey yaptığının
farkında olmasıdır (İ.ÖZGENÇ, Türk Ceza Kanunu Gazi Şerhi, 3’üncü
Bası, Ankara-2006, s: 289; M.E.ARTUK - A.GÖKCEN - A.C.
YENİDÜNYA, Ceza Hukuku Genel Hükümler, 2’nci Bası, Ankara-2006,
s: 557).
206
Mülga 765 sayılı TCK’nın 456’ncı maddesinde, “bir kimseye
cismen eza vermek”, 5237 sayılı TCK’nın 86’ncı maddesinde de, “kasten
başkasının vücuduna acı vermek” müessir fiil (kasten yaralama) olarak
kabul edilmektedir.
Bu nedenle; sabah sporu sırasında acemi erlere halata tırmanma
eğitimi yaptıran ve tatbiki olarak göstermek amacıyla halata tırmanan
mağdur uzman çavuşun, tırmandığı halatı alt ucundan tutup, kasten
sallamak suretiyle, mağdurun dengesini kaybederek yere düşmesine
sebep olan sanığın eylemi kasten gerçekleştirdiği, mağdura şaka yapmak
istediğine ilişkin herhangi bir delil ve emare bulunmadığı, eylemi ile
mağdurun düşebileceğini öngördüğü gözetilerek; üstünün vücut
bütünlüğüne yönelik etkili eyleminin üste fiilen taarruz suçunu
oluşturduğu, sonuç ve kanaatine varılmış ve Başsavcılığın yerinde
görülen itirazının kabulüne, hükmün suç vasfına bağlı görev yönünden
bozulmasına ilişkin Daire ilâmının kaldırılmasına ve dava dosyasının
temyiz incelemesine devam edilmek üzere Dairesine gönderilmesine
karar verilmiştir.
207
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 92
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/109
K. No. : 2006/106
T.
: 4.5.2006
ÖZET
1- Haksız fiilin, askerî suçlar yönünden, “askerî
nizamlara ve askerlik kaidelerine aykırı, yahut makam ve
mevkiinin salâhiyetini tecavüz” niteliğinde bir fiil olması
gerektiğinden, sanığın, yemek dağıtımında görevli er ile
tartışmasına müdahale eden mağdurun, ikaz niteliğindeki
“bölüğün huzurunu bozuyorsun” şeklindeki sözü, askerî
nizamlara ve askerlik kaidelerine aykırı olmadığı gibi, makam
ve mevkiinin salâhiyetini tecavüz niteliğinde de kabul
edilemez.
2- Uyum ve kararlılık gösteren Askerî Yargıtay ve
Yargıtay kararlarında, kazanılmış hakkın, sadece sonuç
cezanın nev’ine ve miktarına münhasır olduğu, kabul
edildiğinden, mağdur tarafından söylenen “bölüğün huzurunu
bozuyorsun” sözünün, haksız tahrik oluşturmadığını kabul
ederek, aleyhe bozma yasağı nedeniyle, hükmü tenkitle onayan
Daire kararında herhangi bir isabetsizlik yoktur.
20.10.2004 tarihinde öğle yemeği için yemekhaneye gelen
sanığın, kendisine az yemek verdiğini düşündüğü P.Er S.O. ile tartışmaya
başladığı, bu sırada yemekhaneye gelen mağdur P.Onb. M.Ç.’nin sanığa
müdahale ettiği ve “Bölüğün huzurunu bozuyorsun” dediği, sanığın da
mağdura hitaben, “Hayvan oğlu hayvan, o...çocuğu, gö.ünü s.k. ederim”
şeklinde hakaret ettiği anlaşılmakta, maddî olayın bu şekilde oluştuğu
konusunda yargılama makamları arasında uyuşmazlık bulunmamaktadır.
Uyuşmazlığın, olayda haksız tahrik bulunup bulunmadığına ve
temyiz incelemesinde haksız tahrikin tartışılıp tartışılamayacağına ilişkin
olduğu görülmektedir.
208
Daire, mağdurun sarf ettiği “Bölüğün huzurunu bozuyorsun”
sözünün haksız tahrik oluşturmadığını kabul ederek, aleyhe bozma
yasağını da gözetmek suretiyle, hükmün onanmasına karar vermiş;
Başsavcılık ise, sanık lehine haksız tahrikin varlığı kabul edilerek hüküm
kurulmuş olması ve aleyhe temyiz bulunmaması karşısında, temyiz
incelemesi sırasında haksız tahrikin varlığının tartışılması olanağının
bulunmadığı görüşünü öne sürmüştür.
Bir kimsenin, dıştan gelen haksız eylem sonucu kışkırtılarak suç
işlemesi, ceza hukuku yönünden haksız tahrik olarak tanımlanmaktadır.
Haksız tahrik Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 25.12.1997
tarihli ve 1997/169-170 E.K. sayılı kararında; “Failin haksız bir fiilin
doğurduğu öfke ve elemin tesiri altında kalarak suç işlemesi” olarak
tanımlanmaktadır.
Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 19.11.1990 tarihli ve 1-254/277
E.K. sayılı kararında da, “Haksız tahrik, bir kimseyi suç işlemeye
yöneltme, teşvik etme ve kişinin iradesi üzerine yapılan etki sonucu bir
kişinin suç işleme doğrultusunda harekete geçirilmesidir. Failin, haksız
bir fiilin doğurduğu öfke veya elemin etkisi altında hareket ederek suç
işlemesidir. Bu hâlde fail, suç işleme yönünde önceden bir karar
vermeksizin, dışarıdan gelen etkinin psikolojik durumunda yarattığı
karışıklığın sonucu olarak suçu işlemeye yönelmektedir.” şeklinde tanım
yapıldığı görülmektedir.
Gerek mülga 765 sayılı TCK’nın 51’inci ve gerekse 5237 sayılı
TCK’nın 29’uncu maddeleri düzenlemeleri gözetildiğinde, haksız tahrik
hükümlerinin uygulanabilmesi için;
1) Tahrik teşkil eden bir fiilin bulunması,
2) Fiilin haksız olması,
3) Bu haksız fiilin failde hiddet (gazap) veya şiddetli elem
meydana getirmesi,
4) İşlenen suçun bu ruhî durumun tepkisi niteliğinde olması
gerekmektedir.
Hangi fiillerin haksızlık unsuru taşıdığı, ne mülga 765 sayılı TCK
ne de 5237 sayılı TCK. düzenlemelerinde açıklanmamıştır. Doktrinde ve
uygulamada, hukuka aykırı her türlü davranışın haksız fiil oluşturacağı
kabul edilmiş bulunmaktadır. Fiilin haksız olup olmadığı toplumda
geçerli olan sosyal değer ölçüleri, olayın işleniş şekli, niteliği, özellikleri,
tahrik edenle, failin hâl ve davranışları dikkate alınarak
değerlendirilmelidir.
209
ASCK’nın 92’nci maddesinin, “Bir amir veya üst, askerî
nizamlara ve askerlik kaidelerine mugayir muamelede bulunmak, yahut
makam ve mevkiinin salâhiyetini tecavüz etmek suretiyle, astı tahrik
eyler ve ast bu tahrik sebebiyle...85...inci maddelerde yazılı suçlardan
birini hemen yaparsa Türk Ceza Kanununun 51’inci maddesine göre astın
cezası hafifletilir.” şeklindeki düzenlemesiyle, haksız fiilin askerî suçlar
yönünden “askerî nizamlara ve askerlik kaidelerine aykırı yahut makam
ve mevkiinin salâhiyetini tecavüz” niteliğinde bir fiil olması şartını
aradığı görülmektedir. Bu nedenle, sanığın yemek dağıtımında görevli Er
S.O. ile tartışmasına müdahale eden mağdurun, ikaz niteliğindeki
“Bölüğün huzurunu bozuyorsun” şeklindeki sözü, askerî nizamlara ve
askerlik kaidelerine aykırı olmadığı gibi, makam ve mevkiinin
salâhiyetini tecavüz niteliğinde de görülmediğinden, bu sözün haksız
tahrik oluşturmadığını kabul eden Daire ilâmında isabetsizlik
görülmemiştir.
Diğer taraftan, 353 sayılı Kanunun 207’nci maddesi; “Temyiz,
kural olarak hükmün kanuna aykırılığı sebebine dayanır. Hukukî bir
kuralın uygulanmaması veya yanlış uygulanması kanuna aykırılıktır”,
222’nci maddesi de; “Askerî Yargıtay temyiz dilekçe, beyan ve
lâyihasında ve tebliğnamede ileri sürülen hususları ve bunlar dışında
hükmün esasına dokunacak derecede kanuna aykırı hâllerin bulunup
bulunmadığını inceler.” düzenlemelerini içermektedir.
Bu nedenle; temyiz denetiminin sadece usule aykırılık sebeplerine
münhasır olmadığı, maddî ceza hukukuna muhalefeti de içerdiği
konusunda duraksama bulunmamaktadır. Konu, gerek doktrinde ve
gerekse uygulamada bu şekilde kabul edilmiş bulunmaktadır.
Uyum ve kararlılık gösteren Askerî Yargıtay ve Yargıtay
kararlarında, kazanılmış hakkın sadece sonuç cezanın nev’ine ve
miktarına münhasır olduğu; usul, vasıf, tahrik, hizmet hâli, teşebbüs ve
teselsül veya ceza takdiri gibi hususlarda oluşan kanuna aykırılıklara
teşmil edilemeyeceği kabul edilmektedir.
210
Bu nedenle; tebliğnamede yazılı, mahkemece sanık lehine haksız
tahrikin varlığı kabul edilerek, hüküm kurulmuş olması ve aleyhe temyiz
bulunmaması karşısında, temyiz incelemesi sırasında haksız tahrikin
varlığını tartışma olanağının bulunmadığına ilişkin görüşe iştirak
edilmemiş, mağdur tarafından söylenen, “Bölüğün huzurunu
bozuyorsun” sözünün haksız tahrik oluşturmadığını kabul ederek, aleyhe
bozma yasağı nedeniyle, hükmü tenkitle onayan Daire kararında, Askerî
Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurulunun 5.3.2004 tarihli ve 2004/1-1
sayılı kararı da gözetilerek herhangi bir isabetsizlik görülmemiş ve
Başsavcılığın itirazının reddine karar verilmiştir.
211
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 106
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E. No. : 2006/1049
K. No. : 2006/1035
T.
: 14.6.2006
ÖZET
Silâhlı nöbetçi konumunda olan mağdurun, ASCK’nın
106’ncı maddesi kapsamında, “Amir” statüsüne ilişkin kanunî
korumadan yararlanabilmesi için, nöbet hizmetleri dışına
çıkmaması, hizmeti ile bağdaşmayan fiilleri işlememesi, yersiz
ve haksız müdahalelerde bulunmaması gerekmektedir. Somut
olayda, mağdurun, olay öncesi sanığa küfür ettiği konusunda
oluşan şüphenin, sanık lehine yorumlanarak kabul edilmesi
karşısında, mağdurun suç teşkil edici bu haksız fiilî, nöbet
hizmeti ile bağdaşmadığı cihetle, sanıkla aynı rütbede bulunan
mağdurun ASCK’nın 106’ncı maddesinden kaynaklanan
korumadan yararlanması mümkün bulunmayıp, “Amir”
statüsü ortadan kalkmış bulunmaktadır. Bu itibarla; kabule ve
oluşa göre, sanığın sübuta eren eyleminin bu hâli ile, 5237
sayılı TCK’nın 86’ncı maddesinde tanımlanan, kasten
yaralama suçunu oluşturduğunun, kabul edilmesi gerekir.
Askerî mahkemece; sanık Tnk. Er F.S.’nin 28.9.2005 tarihinde,
amire fiilen taarruz etmek suçunu işlediği kabul edilerek, eylemine uyan
ASCK’nın 91/1’inci maddesinin “az vahim hâl” cümlesi, 5237 sayılı
TCK’nın 29 ve 62/1’inci maddeleri uyarınca bir ay yedi gün hapis cezası
ile cezalandırılmasına karar verilmiştir.
Hüküm; sanık tarafından, sebep gösterilmeksizin süresinde
temyiz edilmiştir.
212
Tebliğnamede, sanıkla aynı rütbede bulunan mağdurun, suç teşkil
eden icapsız davranışlarda bulunması nedeniyle, ASCK’nın 106’ncı
maddesindeki korumadan yararlanamayacağı, dolayısıyla amir sıfatına
haiz olmayan mağdura karşı sanığın gerçekleştirdiği eylemin, suç tarihî
de dikkate alındığında, 5237 sayılı TCK’nın 86’ncı maddesinde
tanımlanan kasten yaralama suçunu oluşturduğu belirtilerek, hükmün suç
vasfı yönünden bozulması görüş ve düşüncesi bildirilmiştir.
Yapılan incelemede, Tnk.Er Ü.Ş.T.’nin, 28.9.2005 günü 20.3022.30 saatleri arasında silâhlı olarak nizamiye-2 nöbetini ifa ettiği sırada,
ziyaret saati dışında, saat 20.50 sularında E.K. isimli erin ziyaretçisinin
geldiği, ancak bulunamaması üzerine, E.K.’nın arkadaşı olan sanığın
nizamiyeye geldiği, sanığın nöbetçilerin uyarılarına rağmen nizamiyeden
çıkarak E.K.’nın ziyaretçilerinin yanına gittiği, sanık geriye döndüğünde
ise, nöbetçi olan Tnk.Er Ü.Ş.T. tarafından, neden dışarıya çıktığı
konusunda uyarıldığı, bunun üzerine sanıkla Tnk.Er Ü.Ş.T.’nin
tartışmaya başladıkları ve tartışmayı müteakip sanığın mağduru ittirip,
tokat attığı, olay sırasında mağdurun silâhlı nöbetçi olup, ASCK'nın
106’ncı maddesi gereğince amir konumunda olduğu kabul edilerek,
sanığın tahrik altında amire fiilen taarruz suçunu işlediği vicdanî
kanaatine varılarak, amire fiilen taarruz suçundan mahkûmiyet hükmü
tesis edilmiş ise de;
Sanık ve mağdur arasında meydana gelen olay sırasında, olay
yerinde bulunan tanıklardan S.A. ve E.K.’nın ifadeleri askerî mahkemece
saptanmıştır. Mağdur tanık ile birlikte nizamiyede nöbetçi olan S.A.’nın
ifadesinden, zili çalan telefona bakmak için nizamiyede bulunan binaya
girdiği ve bu nedenle olayın ilk aşamasını görmediği, takip eden aşamada
ise, sanığın mağduru ittirerek duvara doğru sıkıştırdığı ve mağdurun
elindeki silâhı, sanık ile mağdurun karşılıklı olarak kendilerine doğru
çektikleri anlaşılmaktadır. Esasen, sanığın bu aşamada gerçekleştirdiği
eylemler hem sanık tarafından, hem de tanık E.K. tarafından kısmen
doğrulanmaktadır. Ancak, ilk aşamada meydana gelen eylemlerin içeriği
konusunda, sanık ve mağdur birbiriyle uyumlu olmayan beyanlarda
bulunmaktadırlar. Şöyle ki, sanık; mağdurun kendisine küfür etmesi ve
kurma kolunu çekmesi üzerine, ikinci aşamadaki eylemlerin
gerçekleştiğini, mağdur tanık ise; sanığa kesinlikle küfretmediğini ve
silâhını doğrultmadığını, dışarı çıkan sanığı ikaz etmesi üzerine sanığın
kendisini ittirdiği, tokat attığı ve silâhını almaya çalıştığını, beyan
etmektedir. Ziyaretçisi geldiği için sanık ile birlikte olay yerinde bulunan
tanık E.K.’nın ifadesinde, itişmeden önce mağdurun sanığa küfür ettiğini
söylemesi karşısında, meydana gelen olayda mağdurun küfür edip
213
etmediği ve ilk hareketin kimden kaynaklandığı, dolayısıyla sanığın
haksız tahrik nedeniyle amire fiilen taarruz suçunu işleyip işlemediği
konusunda bir şüphe ortaya çıkmıştır.
Askerî Yargıtay İçtihatları ile de kabul edildiği gibi, sübut
delilleri tanık beyanlarından ibaret ise ve birden fazla tanık beyanı
mevcut olup, bu beyanlar birbiriyle çelişiyor, çelişki giderilemediği için
sübut konusunda farklı sonuçlara ulaşılıyor ise, yani beyanlardan
hangisinin gerçeği yansıttığı konusunda kesin olarak bir şey
söylenemiyorsa, bu takdirde şüphe bulunduğunu ve sanığın lehine olan
durumun varlığını kabul etmek gerekir (As.Yrg.Drl.Krl. 25.12.1997 gün
ve 1997/177-172 sayılı kararı).
Nitekim, askerî mahkemece, “tanık E.K.’nın yeminli beyanında,
itişmeden önce mağdurun sanığa küfür ettiğini söylemesi ve sanığın
eyleminden önce mağdurun kendisine hakaret etmiş olabileceği,
dolayısıyla sanığın eylemi mağdurun haksız tahriki sonucu
gerçekleştirme şüphesinin bulunduğu dikkate alınarak, küfürlü sözün
sanıkta yaratacağı olumsuz tahrikin yoğunluğu da dikkate alınarak,
sanığın cezasında yeni TCK’nın 29’ncu maddesi uyarınca ¾ oranında
indirim yapılmıştır....” şeklindeki kabulü ile hüküm kurulmuştur.
Bu bağlamda, olayda haksız tahrik konusunda oluşan şüphenin
sanık lehine değerlendirilmesi suretiyle, sanık hakkında amire fiilen
taarruz suçundan hüküm tesis edilirken, haksız tahrik uygulanmak
suretiyle cezasında indirime gidilmesi isabetli ise de, silâhlı nöbetçi
konumunda olan mağdurun, ASCK’nın 106’ncı maddesi kapsamında
“Amir” statüsüne ilişkin kanunî korumadan yararlanabilmesi için “nöbet
hizmeti gerekleri dışına çıkmaması, hizmeti ile bağdaşmayan fiilleri
işlememesi, yersiz ve haksız müdahalelerde bulunmaması gerekmektedir.
Somut olayda mağdurun olay öncesi sanığa küfür ettiği konusunda
oluşan şüphenin sanık lehine yorumlanarak kabul edilmesi (bu durum,
yerel mahkemenin haksız tahrike ilişkin gerekçesinde de kabul
edilmiştir) karşısında, mağdurun suç teşkil edici bu haksız fiilî nöbet
hizmeti ile bağdaşmadığı cihetle, sanıkla aynı rütbede bulunan mağdurun
ASCK’nın 106’ncı maddesinden kaynaklanan korumadan yararlanması
mümkün bulunmayıp, “Amir” statüsü ortadan kalkmış olmaktadır. Bu
itibarla; kabule ve oluşa göre sanığın sübuta eren eyleminin, bu hâli ile
5237 sayılı TCK’nın 86’ncı maddesinde tanımlanan, kasten yaralama
suçunu oluşturabileceği değerlendirildiğinden, mahkûmiyet hükmünün
suç vasfında yapılan bu hatadan dolayı bozulmasına karar verilmiştir.
214
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 115
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/145
K. No. : 2006/145
T.
: 29.6.2006
ÖZET
Adam öldürme suçundan gözetim altına alınan ve yaralı
vaziyette bulunan, E.B. adlı şahsın durumunu ve bir ihtiyacı
olup olmadığını öğrenmek için, E.B.’nin ağabeyi ve halasının
oğlu ile birlikte sivil kıyafetle Bolu’ya giden ve burada İl
Merkez Jandarma Karakolu Nezarethanesinde bulunan şahsı
görmek için nöbetçi astsubay ve nöbetçi subayla görüşen,
onların Cumhuriyet savcısı veya Merkez Jandarma Karakol
Komutanının müsaadeleri olmadan görüşemeyeceklerini
belirtmeleri üzerine, Nöbetçi Subay J.Astsb.Üçvş. M.S.K.’ya,
“15 yıllık subayım, bana mı öğretiyorsunuz kanunu, kitabı,
ben de İlçe Jandarma Komutanıyım, E.B. benim yakın
dostumdur, bunlar da yakınlarıdır, kanunen yakınları ile
görüştürmemekle suç işliyorsunuz astsubayım.” diyen
Kaynaşlı İlçe Jandarma Komutanı sanık yüzbaşının; emir
verme yetkisini kötüye kullanmasından söz edilemeyeceği gibi,
dosyada nezaret altında bulunan şahsın başkaları ile
görüştürülmesini yasaklayan Cumhuriyet savcısının veya
Merkez
Jandarma
Karakol
Komutanının
emri
de
bulunmadığından, sanığın rütbesinin nüfuzunu kötüye
kullanmak suretiyle mevzuatın tayin ettiği ahval dışında keyfî
işlem yapılması konusunda bir talebinin bulunmadığını
gözeterek, eylemin suç teşkil edecek bir yanı bulunmadığına
ilişkin Daire ilâmında bir isabetsizlik yoktur.
215
Olay tarihlerinde Düzce-Kaynaşlı İlçe Jandarma Komutanı olan
sanığın, 2.6.2003 tarihinde saat 23.30 sıralarında, yanında işlediği bir
suçtan dolayı Bolu İl Merkez Jandarma Komutanlığı Nezarethanesinde
gözetim altında tutulan E.B. adlı şahsın kardeşi ve halasının oğlu olduğu
hâlde Bolu İl Merkez Jandarma Komutanlığına geldiği ve nöbetçi
astsubay olarak görevli Uzm.J.Çvş. T.E.’ye yanındaki şahıslarla birlikte
nezarette tutulan E.B. ile görüşmek istediğini söylediği, nöbetçi
astsubayın sanığa kendisinin yetkisinin olmadığını söyleyerek, durumu
telefonla olay günü İl Merkez Jandarma Komutanlığı Nöbetçi Subayı
olan J.Üçvş. M.S.K.’ya ilettiği, Astsb. M.S.K.’nın Uzm.J.Çvş. T.E.’ye
Cumhuriyet savcısının ve amirlerinin izni olmadan Erhan yüzbaşının ve
yanındakilerin E.B. ile görüşemeyeceğini iletmesini söylediği, nöbetçi
astsubayın bu hususu sanık yüzbaşıya iletmesi üzerine, sanığın nöbetçi
subay olarak görevli J.Üçvş. M.S.K.’nın yanına gelmesini istediği, birkaç
dakika sonra sanık M.S.K.’nın sanığın yanına geldiği, sanığın Astsb.
M.S.K.’ya Kaynaşlı İlçe Jandarma Komutanı olduğunu söylediği ve
yanındaki şahısları tanıttığı, ardından E.B. ile görüşmek istediğini
söylediği, Astsb. M.S.K.’nın hazırlık soruşturması süresince Cumhuriyet
savcısının izni olmadan görüştüremeyeceğini söylemesine rağmen,
sanığın “15 yıllık subayım, bana mı öğretiyorsunuz kanunu, kitabı, ben
de ilçe jandarma komutanıyım astsubayım, E.B. benim yakın dostumdur,
bunlar da yakınlarıdır, kanunen yakınları ile görüştürmemekle suç
işliyorsunuz astsubayım” dediği bunun üzerine Astsb. M.S.K.’nın
durumu İl Merkez Jandarma Komutanı J.Yzb. S.M.’ye iletmek için
santrali aradığı, ancak İl Merkez Jandarma Komutanına ulaşamadığı,
ardından sanığın yanındaki şahısların bekleme odasına geçmelerini
istediği, bu şahıslar bulundukları yerden ayrıldıktan sonra sanığa hitaben
“Komutanım kimseye ulaşamadım, ama sizi kendi inisiyatifimi
kullanarak sadece 2 dakika görüştüreceğim” dediği ve birlikte E.B.’nin
bulunduğu emniyet odasına gittikleri, sanığın kısa bir süre E.B. isimli
şahısla görüştüğü ve buradan birlikte çıktıkları, ardından sanığın
yanındaki şahıslarla birlikte İl Merkez Jandarma Komutanlığından
ayrıldığı...” anlaşılmakta, maddî olayın bu şekilde oluştuğu konusunda
yargılama makamları arasında uyuşmazlık bulunmamaktadır.
216
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlığın; sanığa yüklenen suçun sübutuna
ilişkin olduğu görülmektedir.
Daire, sanığın davranışlarının ve karakol görevlileri ile
konuşmasının suç teşkil edecek bir yanı bulunmadığı gibi, ASCK’nın
115’inci maddesinde yazılı suçun unsurlarını da taşımadığı sonucuna
varmış; Başsavcılık ise, sanığın üstlük nüfuzunu kullanarak astlarından
mevzuatın tayin ettiği ahvalden farklı şekilde işlem yapılmasını istediği
görüşüyle, Daire ilâmına itiraz etmiştir.
Memuriyet nüfuzunun sair suretle kötüye kullanılması suçunun
düzenlendiği, ASCK’nın 115’inci maddesi; “Yukarıdaki maddelerde
yazılanlardan başka hâllerde memuriyetinin nüfuzunu suiistimal
edenler...hapsolunurlar.” şeklinde iken, 22.3.2000 tarihli ve 4551 sayılı
Kanunla, “Emir vermek yetkisini veya memuriyet nüfuzunu kötüye
kullanarak mevzuatın tayin ettiği ahvalden başka bir suretle herhangi bir
gerçek veya tüzel kişi yahut astı hakkında keyfî bir işlem yapan yahut
yapılmasını emreden amir veya üst,... cezalandırılır.
Bu işlem, siyasî bir amaçla yahut kişisel bir çıkar sağlamak için
yapılmış veya yapılması emredilmiş ise, fiil başka bir suç oluşturmadığı
taktirde... cezası verilir.” biçiminde değiştirilmiştir.
Değişikliğe ilişkin madde gerekçesinde, memuriyet nüfuzunun
sair suretle kötüye kullanılması suçunun unsurları bakımından,
uygulamada ortaya çıkan tereddütleri giderecek bir düzenleme yapıldığı
ve bu suçun basit ve mevsuf hâlleri arasında ayırım yapılarak, bu fiillerin
cezalarının ağırlıklarıyla orantılı olarak arttırıldığı belirtilmektedir.
Makam ve memuriyet nüfuzunu suiistimal suretiyle işlenen
suçlar, ASCK’nın Altıncı Faslında düzenlenmiş olup, bunlardan bazıları
sayılmak suretiyle gösterilmiştir. Ancak makam ve memuriyet nüfuzunu
suiistimal suçları, sadece Altıncı Fasılda gösterilen suçlardan ibaret
değildir. Kaldı ki, bu şekilde işlenen suçların önceden tayin ve tahdidi
olanağı da yoktur. ASCK’nın 115’inci maddesi ile, yukarıda maddelerde
yazılanlardan başka surette memuriyet nüfuzunu kötüye kullanma hâlleri
müeyyideye bağlanmıştır.
217
Maddede iki ayrı hâle yer verilmiş olup; birincisi emir verme
yetkisinin kötüye kullanılması, ikincisi ise memuriyet nüfuzunun kötüye
kullanılmasıdır. Maddede yazılı suçun oluşumu için amir veya üstün emir
verme yetkisini veya memuriyet nüfuzunu kötüye kullanmak suretiyle
mevzuatın tayin ettiği ahval dışında gerçek veya tüzel kişi ya da astı
hakkında keyfî bir işlem yapması gerekmektedir.
Sanığın Düzce İl Jandarma Komutanlığına bağlı Kaynaşlı İlçe
Jandarma Komutanı, olay günü Nöbetçi Subayı olan J.Üçvş. M.S.K. ile
Nöbetçi Astsubayı Uzm.J.Çvş. T.E.’nin ise, Bolu İl Jandarma
Komutanlığına bağlı Merkez Jandarma Karakolunda görevli olduklarına
göre, aralarında görev ilişkisi yoktur. Sanık astsubay ve uzman çavuşun
amiri konumunda değildir. TSK İç Hizmet Kanununun 8’inci
maddesinde emir; “Hizmete ait bir talep veya yasağın sözle, yazı ile ve
sair surette ifadesi” olarak tarif edilmiş, 24’üncü maddede de, disipline
aykırı gördüğü her hâle müdahaleye ve emir vermeye her üstün görevli
olduğu belirtilmiştir. Sanık amir durumunda olmadığına göre, emir
vermek yetkisini kötüye kullanmasından söz edilemez. Nöbetçi Subay
Üçvş. M.S.K. ile Nöbetçi Astsubay T.E.’nin disipline aykırı durumları
nedeniyle verilmiş bir emir de yoktur.
Askerî Yargıtay, maddede yer alan “memuriyet nüfuzunu kötüye
kullanma” deyimini; bir memurun keyfî muamelesi, yani kanunî
ifadesiyle (bir memurun kanun ve nizamın tayin ettiği ahvalden başka
suretle keyfî bir muamele yapması veya yapılmasını emretmesi veya
emrettirmesi) şeklinde anlamak gerektiğini içtihat etmiştir (Drl.Krl.’nun
17.10.1975 tarihli ve 39-41 sayılı, 29.5.2003 tarihli ve 53-52 sayılı
kararları).
Maddede yazılı suçun mağduru, herhangi bir gerçek veya tüzel
kişi yahut asttır. Keyfî işlem olumlu veya olumsuz davranışlar olabilir.
Keyfî işlem, başkalarının haklarına karşı mevzuatın (yasa, tüzük,
yönetmelik, talimname ve talimat, devamlı emir hükümleri vb.)
öngördüğü hâllerden başka biçimde yapılan her türlü davranıştır. Başka
bir anlatımla haksız ve yasal olmayan muameledir.
Maddede yazılı suçun oluşumu için, failin başlı başına görevini
kötüye kullanması yeterli değildir. Aynı zamanda fiilin başka bir kişinin
hakkını ihlâl edici keyfî işlem niteliğinde olması da gerekir.
Olayda sanığın Bolu İl Merkez Jandarma Karakolu ile bir ilişkisi
bulunmadığı ve memuriyetine ait bir görevi olmadığı cihetle, memuriyet
nüfuzunu kötüye kullanması da söz konusu değildir.
218
Sanığın eylemi, adam öldürme suçu nedeniyle gözetim altına
alınan ve yaralı vaziyette bulunan E.B. adlı şahsın durumunu merak eden,
onun bir ihtiyacı olup olmadığını öğrenmek isteyen, daha önceden
tanıdığı ağabeyi R.B. ile halasının oğlu F.Ş.’nin ısrarları üzerine, onlarla
birlikte Kaynaşlı’dan Bolu’ya gidip, burada İl Merkez Jandarma
Karakolu Nezarethanesinde bulunan şahsı görmek için nöbetçi astsubay
ve nöbetçi subay ile konuşması, onların Cumhuriyet savcısı veya Merkez
Jandarma Karakol Komutanının müsaadesi olmadan görüşemeyeceğini
belirtmeleri üzerine, Nöbetçi Subay olan M.S.K.’ya “15 yıllık subayım,
bana mı öğretiyorsunuz kanunu, kitabı, ben de İlçe Jandarma
Komutanıyım astsubayım, E.B. benim yakın dostumdur, bunlar da
yakınlarıdır, kanunen yakınları ile görüştürmemekle suç işliyorsunuz
astsubayım” demesinden ibarettir. Sanığın, bu tür konuşması askerî
adaba uygun olmamakla birlikte, astı durumunda olan Üçvş. M.S.K.’ya
yapılan bir baskı şeklinde yorumlanamaz.
5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 157’nci maddesi;
“Kanunun başka hüküm koyduğu hâller saklı kalmak ve savunma
haklarına zarar vermemek koşuluyla, soruşturma evresindeki usul
işlemleri gizlidir.” hükmünü içermektedir.
Soruşturma evresindeki usul işlemleri, CMK’nın 1-174’üncü
maddelerinde düzenlenen usul işlemleri olup, şüphelinin yakınları ile
görüştürülmesini yasaklayan bir hüküm bulunmamaktadır. Aksine
Kanunun 95’inci maddesi, şüpheli veya sanık yakalandığında, gözaltına
alındığında veya gözaltı süresi uzatıldığında, Cumhuriyet savcısının
emriyle bir yakınına veya belirlediği bir kişiye gecikmeksizin haber
verileceği hükmünü amir bulunmaktadır. Benzer düzenlemeler
Yakalama, Gözaltına Alma ve İfade Alma Yönetmeliğinin 8’inci ve
Jandarma Teşkilâtı Görev ve Yetkileri Yönetmeliğinin 122’nci
maddelerinde de bulunmaktadır.
Sanığın olay sırasında hâl ve davranışlarıyla rütbesinin nüfuzunu
kullandığı anlaşılmakta ise de; dosya içerisinde nezaret altında bulunan
E.B.’nin başkaları ile görüştürülmesini yasaklayan Cumhuriyet savcısının
veya Merkez Jandarma Karakol Komutanının emri de bulunmadığından,
sanığın mevzuatın tayin ettiği ahval dışında başkalarının haklarını ihlâl
edici keyfî işlem yapılması konusunda bir talebinin mevcut olmadığı
gözetilerek, eylemin suç teşkil edecek bir yanı bulunmadığına ilişkin
Daire ilâmında isabetsizlik görülmemiş ve Başsavcılığın itirazının
reddine karar verilmiştir.
219
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 117
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E. No. : 2006/88
K. No. : 2006/87
T.
: 24.1.2006
ÖZET
Askerî Ceza Kanununun tahribatı mucip üste fiilen
taarruz suçunu düzenleyen 91/4 (5078 sayılı Kanun ile değişik
91/3) ve tahribatı mucip asta müessir fiil suçunu düzenleyen
118/1’inci maddelerinde yer alan vücuttaki tahribat deyimi,
vücudun harap olan noktasının, doğal görevini yapamaması
anlamına gelmektedir. Yaralanmanın (mülga) 765 sayılı Türk
Ceza Kanununun 456’ncı maddesinin 2 ve 3’üncü fıkralarında
belirtildiği şekilde, havastan veya azadan birinin devamlı zaafı
(uzuv zaafı) veyahut ziyaı (uzuv tatili) sayılacak nitelik ve
derecede (1.6.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı Türk
Ceza Kanununun “neticesi sebebiyle ağırlaşmış yaralama”
suçunu düzenleyen 87/1-a ve 87/2-b madde, fıkra ve
bentlerinde belirtildiği şekilde, mağdurun duyularından veya
organlarından birinin işlevinin sürekli zayıflaması veyahut
işlevinin yitirilmesi derecesinde olması hâlinde ancak, failin
fiilinin
tahribatı
mucip
asta
müessir
fiil
suçunu
oluşturduğunun kabul edilmesi gerekmektedir. Dolayısıyla
mağdurun işitme duyusunda, Ceza Kanununun aradığı anlamda
tahribat meydana gelmemesi karşısında, sanığın ASCK’nın 117’nci
maddesi uyarınca mahkûmiyetine karar verilmesi gerekir.
Askerî mahkemece, sanığın 7.3.2003 tarihinde “tahribat
oluşturacak şekilde asta müessir fiil” suçunu işlediği kabul edilerek,
ASCK’nın 118/1 (takdiren ve teşdiden) ve TCK’nın 59/2’nci maddeleri
uyarınca beş ay hapsine karar verilmiştir.
220
Hüküm, sanık tarafından, özetle; “Mağdurun kulağında, olaydan
önce ya da doğuştan bir rahatsızlığının olup olmadığı açıklığa
kavuşturulmamıştır. ASCK’nın 118/1’inci maddesinin uygulanabilmesi
için, mağdurun (astın) vücudunda ‘devamlı zaaf’ ve ‘uzuv tatili’ şeklinde
bir sonucun meydana gelmesi gerekmektedir. Mağdurla ilgili raporlarda
devamlı zaaf veya uzuv tatili görülmemektedir. Mahkeme çok fazla bir
yoruma girerek, raporları göz ardı ederek, hakkımda ASCK’nın
118/1’inci maddesinden ceza tertibine gitmiştir. Mağdura ait raporlar
TCK’nın 456/2 ve 3’üncü fıkraları kapsamı dışında kalmaktadır ve daha
hafiftir. Askerî mahkemenin teşdit uygulaması da yersizdir. Hakkımda
647 sayılı kanunun 4 ve 6’ncı maddelerinin uygulanmasına yasal bir
engel bulunmamaktadır. Neden uygulanmadığı da, gerekçelendirilmemiştir.” diye beyanda bulunularak süresinde temyiz edilmiştir.
Tebliğnamede onama isteminde bulunulmuştur.
Sarıkamış 9’uncu P.Tüm.Dst.Kt.Ord.Tb. G/Ds.Bl.K.lığı emrinde
görevli bulunan sanık Ord.Kd.Çvş. K.Ö.’nün,
7.3.2003 günü öğleden sonraki bakım saatinde araçların bakım
düzenini alması hususunda emir verdikten sonra, mağdur Ord.Onb.
F.T.’nin aradan on, on beş dakika geçmesine rağmen, araçları yerine
çekmediğini görünce sinirlendiği ve “Pezevengin evladı, itin doğurduğu”
diye bağırarak mağdur onbaşının yüzüne bir tokat vurduğu, sol kulağına
rastlayan bu tokat darbesi (travma) nedeniyle yaralanan mağdur Ord.
Onb. F.T.’nin sırasıyla;
1) 8.3.2003 günü Sarıkamış Asker Hastahanesi Acil
Polikliniğinde yapılan muayenesi sonunda, sol kulak perforasyonu teşhisi
konularak, geçici adlî raporunun düzenlenip tedavisine başlanıldığı
belirtilerek, kesin raporunun KBB Polikliniğinde verileceğine ve iki gün
istirahatine karar verildiği,
2) 10.3.2003 günü Sarıkamış Asker Hastahanesi KBB
Polikliniğinde yapılan muayenesi sonunda, sol kulak zarında perforasyon
saptanarak önerilerde bulunulduğu,
3) 4.4.2003 günü Erzurum Mareşal Çakmak Asker
Hastahanesinde yapılan muayenesi sonunda, “Airukula üzerine gelen
darbe” teşhisi konularak, Atatürk Üniversitesi Adlî Tıp Anabilim Dalı
Başkanlığına sevkinin uygun olacağına karar verildiği,
221
4) 4.4.2003 günü Erzurum Atatürk Üniversitesi Süleyman
Demirel Tıp Merkezî Sağlık-Araştırma ve Uygulama Merkezinde yapılan
KBB muayenesinde;
“Sol kulak: Dış kulak yolunda hemorajik kurutlar mevcut.
Timpan zar hiperemik ve ön alt kadranda perforasyon mevcut.
Perforasyon kenarlarında hiperemi mevcuttur.
7.4.2003 tarihli ve 639 protokol no ile çekilen odyogramda; sağ
kulak 42 dB hava yolu, 30 dB kemik yolu/Sol kulak 62 dB hava yolu, 50
dB kemik yolu sensörinöral işitme kaybı saptanmıştır.
7.4.2003 tarihli Otoakustik Emisyon bulguları da odyogram
bulgularını desteklemektedir.
Kat’î rapor adlî tabiplikçe düzenlenecektir.”
Şeklinde bir rapor düzenlendiği,
5) Erzurum Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı Adlî Tıp
Anabilim Dalı Başkanlığının 18.4.2003 tarihli raporuyla, Mareşal
Çakmak Asker Hastahanesinin 4.4.2003 tarihli sevk yazısına ve Adlî Tıp
Merkezinin 7.4.2003 tarihli raporunda yer alan, muayene ve tetkik
işlemleri sonuçlarına değinildikten sonra;
Mağdur F.T.’nin (söz konusu) yaralanması nedeniyle;
a) Hayatî tehlike geçirmediğinin,
b) 15 (on beş) gün süre ile mutat iştigalinden kaldığının,
c) Uzuv zaafı veya uzuv tatili hususunda rapor tanzimi için şahsın
Ekim 2003’te (altı ay sonra) yeniden muayene edilmek üzere Anabilim
Dalı Başkanlıklarına gönderilmesi gerektiği kanaatine varıldığının,
belirtildiği,
6) İstanbul Adlî Tıp Kurumu Başkanlığı 2’nci İhtisas Kurulu
tarafından düzenlenen 31.12.2004 tarihli ve 8318 sayılı kat’î rapor ile de;
Mağdur F.T. hakkındaki, Sarıkamış Asker Hastahanesinin
8.3.2003 ile 10.3.2003 ve Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastahanesi
Adlî Tıp Merkezinin 7.4.2003 tarihli raporlarına değinildikten sonra;
“Kişinin 2. İhtisas Kurulunda 5.11.2004 tarihinde yapılan
muayenesinde, her iki dış kulak yolu ve zarlarının doğal olduğuna,
yapılan odyogramda sağda normal işitme, solda 32 dB sensörinöral
işitme kaybı mevcut olduğunun saptandığına...,
Sol kulak zarında travmatik perforasyona neden olan künt
travmatik yaralanmasının;
222
a) Kişinin hayatını tehlikeye maruz kılmadığına,
b) 15 (on beş) gün mutat iştigaline engel teşkil edeceğine,
c) Kişide odyometrik olarak sağda normal işitme, solda 32 (otuz
iki) dB, sensörinöral işitme kaybı mevcut olduğuna, bu işitme kaybının
dava konusu olayla illiyeti olduğuna, ancak, uzuv zaafı-uzuv tatili
niteliğinde olmadığına”,
karar verildiği,
7) Askerî mahkemece, 14.2.2005 tarihli hüküm duruşmasında
tayin edilerek dinlenen bilirkişi KBB uzmanı Tbp.Atğm. C.K. tarafından,
özetle; “İşitme testlerinde işitme kayıplarının dB cinsinden ölçüldüğüne,
100 dB üstü total kaybın sağırlık olarak değerlendirildiğine, bu skalanın 0
(sıfır) dB ile 100 dB arasında olduğu düşünüldüğünde 32 dB’lik kaybın
% 32 işitme kaybına denk olduğuna” dair görüş bildirildiği ,
anlaşılmış bulunmaktadır.
Sanık astsubayın, astı konumunda bulunan mağdur onbaşının
yüzüne tokat vurması “asta müessir fiil” suçunu oluşturmaktadır.
Sanığın hareketinin, ASCK’nın 117’inci maddesi kapsamına mı,
yoksa bu suçun nitelikli (mevsuf) hâlini yaptırıma bağlayan 118’nci
maddesi kapsamına mı gireceği, diğer bir deyişle suç vasfının tayini
konusunda yapılan incelemede;
Askerî mahkemece, sanığın, astı durumunda bulunan mağdur
onbaşının yüzüne yumruk vurmak suretiyle sol kulak zarı perforasyonu
oluşturduğu, bu perforasyon sonucunda mağdurun sol kulağında % 32
işitme kaybı meydana geldiği, bir kulaktaki işitme kaybının, her iki
kulağın işitmesi dikkate alındığında, havastan birinin kaybı veya devamlı
zaafı niteliği derecesinde olmasa da, bir kulaktaki işitmenin azalmasını
gerektiren müessir fiil neticesinde kulak zarı yırtılmasının, ASCK’nın
118/1’inci maddesine uyduğunun değerlendirildiği belirtilerek, sanığın
eyleminin tahribat oluşturacak şekilde asta müessir fiil suçuna vücut
verdiğinin kabulüyle, ASCK’nın 118/1’inci maddesinin tatbiki ile
mahkûmiyetine karar verilmiş ise de;
1632 sayılı Askerî Ceza Kanunun 118’inci maddesinin birinci
fıkrası; “117’nci maddede yazılan fiiller madunun vücudunda tahribatı
mucip olmuş ise, amir veya mafevk beş seneye kadar hapsolunur.,” ikinci
fıkrası “Daha ziyade vahim hâllerde amir veya mafevk altı aydan beş
seneye kadar hapsolunur.” hükmünü içermektedir.
223
Söz konusu bu yasal düzenlemeye göre, müessir fiil sonucu
mağdurun vücudunda tahribat meydana gelmişse, tahribatı mucip asta
müessir fiil suçunu yaptırıma bağlayan ASCK’nın 118’inci maddesinin,
bu dereceye varan bir yaralanma meydana gelmemişse, asta müessir fiil
suçunun yalın hâlini yaptırıma bağlayan, ASCK’nın 117’nci maddesinin
tatbikiyle hüküm kurulması gerekmektedir.
Askerî Ceza Kanununun 118’inci maddesinde tahribatın ne
olduğu açıklanmadığından, hangi hâllerin tahribat kavramına gireceği
belirtilmemiş olduğundan; kanunda yer alan bu kavramın hangi anlama
geldiği, tahribat deyimi ile kanun koyucunun neyi kastettiği konusunda,
Türk Ceza Kanununun müessir fiil (kasten yaralama) suçlarını
düzenleyen hükümlerine bakılmalıdır.
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 31.12.1998/203-184, 1’inci
Dairenin 31.7.1996/541-538, 5.4.2000/115-194, 2’nci Dairenin 13.6.2001
/453-448, 3’üncü Dairenin 8.10.1996/574-574, 16.12.2003/1358-1356,
21.9.2004/820-811, 4’üncü Dairenin 12.12.1972/420-410 ve 5’inci
Dairenin 13.3.1996/146-144, 17.5.2000/304-301 tarih ve sayılı
karalarında da belirtildiği gibi;
Askerî Ceza Kanununun tahribatı mucip üste fiilen taarruz suçunu
düzenleyen 91/4 (5078 sayılı Kanun ile değişik 91/3) ve tahribatı mucip
asta müessir fiil suçunu düzenleyen 118/1’inci maddelerinde yer alan
vücuttaki tahribat deyimi, vücudun harap olan noktasının, doğal görevini
yapamaması anlamına gelmektedir. Yaralanmanın (mülga) 765 sayılı
Türk Ceza Kanununun 456’ncı maddesinin 2 ve 3’üncü fıkralarında
belirtildiği şekilde, havastan veya azadan birinin devamlı zaafı (uzuv
zaafı) veyahut ziyaı (uzuv tatili) sayılacak nitelik ve derecede (1.6.2005
tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun “neticesi
sebebiyle ağırlaşmış yaralama” suçunu düzenleyen 87/1-a ve 87/2-b
madde, fıkra ve bentlerinde belirtildiği şekilde, mağdurun duyularından
veya organlarından birinin işlevinin sürekli zayıflaması veyahut işlevinin
yitirilmesi derecesinde) olması hâlinde ancak, failin fiilinin tahribatı
mucip asta müessir fiil suçunu oluşturduğunun kabul edilmesi
gerekmektedir.
Mağdurun vücudunda meydana gelen yaralanmanın, hem ceza
hukuku ve hem de tıbbî yönden, kanunda belirtilen anlamda tahribat,
diğer bir ifadeyle uzuv zaafı veya uzuv tatili niteliğinde bulunup
bulunmadığının tayini bakımından, işin çözümünün uzmanlığı gerektiren
tıbbî yönü de göz önüne alındığında, adlî tıp uzmanının veya vücutta
meydana gelen yaralanmanın türüne göre ilgili uzman hekimlerin
meslekî görüşlerinin alınması zorunludur.
224
Tüm bu açıklamalardan sonra temyiz incelemesine konu olaya
dönecek olursak;
2659 sayılı Adlî Tıp Kurumu Kanununun 1, 7/b ve 16/II-b madde,
fıkra ve bentleri hükümlerine göre; Kulak Burun Boğaz Hastalıkları ve
Müessir Fiiller konusunda bilirkişilik yapmakla görevli ve yetkili
kılınmış bulunan İstanbul, 2. Adlî Tıp İhtisas Kurulunun dosyadaki
31.12.2004 tarihli ve 8318 Karar sayılı raporunda, özetle; mağdur
F.T.’nin;
“...2.İhtisas
Kurulunda
5.11.2004
tarihinde
yapılan
muayenesinde, her iki dış kulak yolu ve zarlarının doğal olduğuna,
yapılan odyogramda sağda normal işitme, solda 32 dB sensörinöral
işitme kaybı mevcut olduğuna,
Bu işitme kaybının dava konusu olayla illiyeti olduğuna, ancak,
uzuv zaafı ve uzuv tatili niteliğinde olmadığına...”
Dair görüş bildirilmiş olması ve dolayısıyla mağdurun işitme
duyusunda, Ceza Kanununun aradığı anlamda tahribat sayılacak derecede
bir azalma (işitme işlevinin zayıflaması), ya da işitme duyusunun tatili
(işlevini yitirmesi) gibi, bir neticenin meydana gelmemiş bulunması
karşısında;
Sanık astsubayın hareketine uyan ASCK’nın 117’nci maddesi
uyarınca mahkûmiyetine karar verilmesi gerekirken, aksi yöndeki görüşle
tahribatı mucip asta müessir fiil suçunun oluştuğu kabul edilerek,
ASCK’nın 118/1’inci maddesinin tatbiki ile mahkûmiyetine karar
verilmesi kanuna aykırı bulunmuştur.
225
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 117, 82/2, 90, 91
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E. No. : 2006/233
K. No. : 2006/233
T.
: 14.2.2006
ÖZET
Sanığın astı konumundaki mağdur ere tokat atması,
ASCK’nın 117/1’inci maddesinde yazılı “asta müessir fiil”
suçunu, üstü konumunda bulunan mağdur çavuşu yakasından
tutarak aracın içine doğru ittirmesi de ASCK’nın 91/1’inci
maddesinde
yazılı
“üste
fiilen
taarruz”
suçunu
oluşturmaktadır.
Sanık astsubayın, mağdur astsubayı yakasından tutarak
ittirmesinden hemen önce, “sen benim kim olduğumu
biliyormusun, seninle sivilde görüşelim” diye bağırmasının,
ASCK’nın 82/2’nci maddesinde yazılı “üstü tehdit” suçunu
oluşturduğu düşünülebilir ise de, amir ve üste fiilen taarruz
suçunun, amir ve üstü tehdit suçunu da bünyesinde taşıyan
“müterakki” bir suç niteliği taşıması, üste fiilen taarruz
sırasında söylenen tehdit içerikli sözlerin, ayrıca tehdit suçunu
oluşturmaması, kavga sırasında öfkeyle söylenen sözlerde,
tehdit kastının varlığından söz edilemeyeceği gibi, mağdur
üzerinde korku meydana getirmeyeceğinden, tehdit suçunun
yasal unsurlarının bulunmadığının kabulü gerekir.
Dolayısıyla, sanığın üzerine atılı ve tüm unsurları
itibarıyla oluşan, “asta müessir fiil” ve “üste fiilen taarruz”
suçlarından mahkûmiyetine ve unsurları itibarıyla oluşmayan
“üstü tehdit” suçundan beraetine karar verilmesi gerekirken,
eylemin bir bütün hâlinde, müteselsilen üste mukavemet suçu
kabul edilerek, hüküm kurulması yasaya aykırıdır.
226
Hava Eğitim Komutanlığı Askerî Savcılığının 18.6.2004 tarihli ve
2004/467-218 Esas ve Karar sayılı iddianamesiyle;
Sanık Ord.Asb.Çvş. F.M.’nin, 29.4.2004 günü; mağdur Hv.Slh.
Kd.Çvş. S.S.’ye “Sen benim kim olduğumu bilmiyorsun, seninle sivilde
görüşmeyelim” diyerek üstü tehdit, mağdur Ord.Er E.E.’ye tokat atarak,
asta müessir fiil ve mağdur Hv.Slh.Kd.Çvş. S.S.’nin yakasından tutarak
ittirmek suretiyle, üste fiilen taarruz suçlarını işlediği iddia olunarak,
ASCK’nın 82/2’nci maddesinin 1’inci cümlesi, 117/1 ve 91/1’inci
maddesinin 1’inci fıkrası (cümlesi) uyarınca cezalandırılması için kamu
davası açılmış,
Yapılan yargılama sonunda, sanığın eylemlerinin bir bütün
hâlinde, “müteselsilen üste mukavemet” suçunu oluşturduğu kabul
edilerek, ASCK’nın 90/1-2, TCK’nın 80 ve 59/2’nci maddeleri uyarınca
iki ay yirmi yedi gün hapsine karar verilmiştir.
Hüküm, müdafi tarafından, “İddianamedeki suç ve vasıflandırma
ile müvekkilimin mahkûm edildiği suç farklı ve çelişkilidir. Sanığın
mahkûm edildiği maddeler ile maddî vakıa örtüşmemektedir.
Müvekkilimin davranışları, korku ve endişe saiki ile işlenmiş, tepkisel
tavırlar olup, üzerine atılı suçlar oluşmamıştır. TCK’nın 80’inci
maddesinin tatbiki ile cezasının 1/6 oranında artırılması ve cezasının
ertelenmemesi hukuka aykırıdır.” diye beyanda bulunularak süresinde
temyiz edilmiştir.
Askerî savcı tarafından da, “Sanık astsubayın, kendisini şapkasını
giymesi konusunda uyaran ve sinirli ve saygısızca davranması üzerine,
kimlik bilgilerini alan mağdur astsubaya, bu işlemin yapılması sırasında
herhangi bir cebir, şiddet ve tehdit de bulunmayıp, mağdur astsubayın
tutanağını tutmasından sonra koşarak askerî araç park yerine gelip,
burada iddianamede yazılı eylemleri işlediği, amire mukavemet suçunu
işlediğinin kabulüyle, mahkûmiyetine karar verilmesinin hukuka aykırı
olduğu” belirtilerek, sanık aleyhine ve süresinde temyize gelinmiştir.
Tebliğnamede, sanığın hareketlerinin üste mukavemet suçunu
oluşturduğunun kabul edilmesinde isabetsizlik bulunmadığı, ancak suçun
birden çok hareketle işlenmiş olmasına bakılarak teselsülün varlığının
kabulüyle, cezada artırıma gidilmesinin kanuna aykırı olduğu belirtilerek
bozma isteminde bulunulmuştur.
227
Dosya kapsamına göre, Balıkesir Ord.Ok.ve Eğt.Mrk.Loj.Ds.
K.’lığı M.Y.M. Amirliği emrinde görev yapmakta olan sanık Ord.Asb.
Çvş. F.M.’nin, 29.7.2004 günü akşam saat 17.00 sıralarında, Özmerkez
Alışveriş Merkezî civarında kamuflâjlı üniformasıyla, şapkasız olarak
dolaşırken kendisini gören ve şapkasını neden takmadığını sorarak ikaz
eden askerî inzibat görevlisi mağdur Hv.Slh.Kd.Çvş. S.S.’ye, “Takıp
takmayacağımı sen mi söyleyeceksin, sen de astsubaysın, git başımdan”
diyerek sinirli bir tutum ve davranışla karşılık verdiği, yanında kendisiyle
birlikte şehir devriyesine çıkmış olan askerî inzibat görevlisi mağdur
Ord.Er E.E.’de hazır bulunan mağdur astsubayın, sanığa, “Bu benim
görevim, şapkanı tak” dediği ve sanığın kimlik bilgilerini alarak tutanak
tutmaya başladığı, tutanak tutulurken, sanık astsubayın, inzibat görevlisi
mağdur astsubaya “Sen ispiyoncusun, bu sana yakışıyor mu? Sen de
astsubaysın” diyerek engellemeye çalıştığı ve ardından, mağdur
astsubayın rütbesini tutarak “Sen bunu boşuna taşıyorsun” dediği,
başlangıçtan beri sanık astsubayın yanında sivil giyimli olarak bulunan
tanık Ord.Kd.Çvş. R.K.’nın sanığı sakinleştirerek uzaklaştırmaya ve
mağdur astsubayı da tutanak tutmaması için ikna etmeye çalıştığı,
mağdur astsubayın tutanağını tutup inzibat görevlisi mağdur Ord.Er E.E.
ile beraber olay yerinden ayrılarak, yolun karşı tarafında bulunan
Orduevi Müdürlüğüne ait otoparka giderek askerî inzibat aracına bindiği,
Bu sırada, sanık Ord.Asb.Çvş. F.M.’nin, koşarak arkalarından geldiği ve
aracın kapısını açarak, içeride oturmakta olan mağdur Hv.Slh. Kd.Çvş.
S.S.’ye “Bir dakika dur, nereye gidiyorsun? Seninle konuşacağım, illâ
yalakalık yapmamız mı gerekiyor?” diye bağırdığı, mağdur astsubayın
“Alâkası yok, görevimi yapıyorum” diye cevap verdiği, sanık astsubayın,
bir yandan aracın kapısının kapanmasına engel olurken, diğer yandan
mağdur astsubaya “Sen benim kim olduğumu bilmiyorsun, seninle
sivilde görüşmeyelim” diye bağırdığı, mağdur Ord.Er E.E.’nin araya
girerek aracın kapısını kapatmak istemesi üzerine, sanık astsubayın
mağdur Ord.Er E.E.’ye tokat attığı, bu defa mağdur astsubayın araya
girerek sanığa engel olmak istemesi üzerine, sanık astsubayın, mağdur
astsubayı yakasından tutarak aracın içine ittirdiği, olay nedeniyle
toplanan kalabalığın arasında bulunan ve kendisinin emekli bir astsubay
olduğunu söyleyen bir kişi tarafından sanığın olay yerinden
uzaklaştırdığı,
maddî birer olay olarak sabit görülmüştür.
228
Askerî mahkemece, bu şekilde meydana gelen olayda sanık
astsubayın hareketlerinin, bir bütün hâlinde “müteselsilen amire
mukavemet” suçunu oluşturduğu kabul edilerek, ASCK’nın 90/1-2 ve
TCK’nın 80’inci maddelerinin tatbikiyle yazılı olduğu şekilde
mahkûmiyetine karar verilmiş ise de;
1632 sayılı Askerî Ceza Kanununun 90’ıncı maddesi ile yaptırıma
bağlanan “mukavemet” suçunun oluşabilmesi için; bu suçun faili olan
asker kişinin, bir amir veya üstünü zorla ve tehdit ile hizmet emrini
ifadan menetmeğe yahut hizmete müteallik bir muameleyi yapmak veya
yapmamak için zorlamağa kalkışması gerekmektedir.
Olay günü yanında askerî inzibat görevlisi mağdur Ord.Er E.E.’de
hazır bulunduğu hâlde, şehir merkezinde devriye hizmetini yerine
getirmekte olan inzibat görevlisi mağdur Hv.Slh.Kd.Çvş. S.S., yolda,
üzerinde kamuflâjlı askerî üniforması giyili olduğu hâlde, şapkasız olarak
dolaşırken gördüğü, astı konumundaki sanık Ord.Asb.Çvş. F.M.’ye
müdahale ederek şapkasını başına takmasını emretmiş, ancak, sanık
astsubayın sinirli bir tavır takınması ve yukarıda yazılı sözleri sarf ederek
disiplinsiz tutum ve davranışlar sergilemeye devam etmesi üzerine,
tutanak tutmaya başlamış, sanık astsubay bu işleme de sözle karşı
gelerek, tutanak tutulmasını önlemeye çalışmış, ancak, mağdur astsubay
soğukkanlı bir biçimde, tutanak tutma işlemini tamamladıktan sonra
mağdur Ord.Er E.E. ile beraber olay yerinden ayrılıp, yolun karşı tarafına
geçerek Orduevi Müdürlüğüne ait otoparkta bulunan inzibat aracının
başına gitmiş ve böylece, sanık astsubayın kıyafet disiplinine aykırı
davranışına müdahale edilmesi görevi ve bu müdahale sırasında itiraz
edilerek disipline aykırı söz ve davranışlarda bulunulması nedeniyle,
tutanak tutulması işlemleri sona ermiştir.
İşte bu aşamadan sonra, sanık Asb. F.M., biraz önce yapılıp
bitirilen hizmete ilişkin işlemlerden dolayı, hırsa kapılarak mağdur
astsubay ve erin peşinden koşmuş, otoparkta araca binerlerken yetişerek
burada mağdur astsubayı sözle tehdit etmiş, mağdur ere bir tokat atmış ve
ardından mağdur astsubayı yakasından tutarak aracın içerisine doğru
itmiştir.
Sanığın, astı konumundaki mağdur Ord.Er E.E.’ye tokat atması,
ASCK’nın 117/1’inci maddesinde yazılı “asta müessir fiil” suçunu, üstü
konumunda bulunan mağdur Hv.Slh.Kd.Çvş. S.S.’yi yakasından tutarak
aracın içine doğru ittirmesi de, ASCK’nın 91/1’inci maddesinde yazılı
“üste fiilen taarruz” suçunu oluşturmaktadır.
229
Sanık astsubayın, mağdur astsubayı yakasından tutarak
ittirmesinden hemen önce “Sen benim kim olduğumu bilmiyorsun,
seninle sivilde görüşmeyelim” diye bağırmasının ASCK’nın 82/2’nci
maddesinde yazılı “üstü tehdit” suçunu oluşturduğu düşünülebilir ise de;
amir ve üste fiilen taarruz suçunun amir ve üstü tehdit suçunu da
bünyesinde taşıyan “müterakki” bir suç niteliğini taşıması (As.Yrg. 3.D.
19.11.2002/1153-1149, 4.D. 3.3.1970/73-159), üste fiilen taarruz
sırasında söylenen tehdit içerikli sözlerin ayrıca tehdit suçunu
oluşturmaması (As.Yrg.Drl.Krl. 13.1.2000/30-16, 1.D. 15.11.2000/749745, 3.D. 11.12.2002/1257-1253), kavga sırasında öfkeyle söylenen
sözlerde tehdit kastının varlığından söz edilemeyeceği gibi mağdur
üzerinde korku meydana getirmeyeceğinden, tehdit suçunun yasal
unsurlarının bulunmaması (Y.C.G.K. 5.4.1993/348-70, 3.5.1993/102109, As.Yrg. 3.D. 30.03.2004/366-360) nedeniyle, üste fiilen taarruz
suçunun işlenmesinden hemen önce sarf edilen ve tehdit içeren bu
sözlerin “üstü tehdit” suçunu oluşturmayacağı sonucuna varılmıştır.
Müdafiin,
sanığın
hareketlerinin
herhangi
bir
suçu
oluşturmadığına ilişkin temyiz sebepleri yerinde görülmemekle beraber;
yukarıda açıklanan nedenlerle, sanığın, üzerine atılı ve tüm unsurları
itibarıyla oluşan “asta müessir fiil” ve “üste fiilen taarruz” suçlarından
mahkûmiyetine ve unsurları itibarıyla oluşmayan “üstü tehdit” suçundan
da beraetine karar verilmesi gerekirken, eylemlerinin bir bütün hâlinde
“müteselsilen üste mukavemet” suçunu oluşturduğunun kabulüyle yazılı
olduğu şekilde hüküm kurulması kanuna aykırı bulunduğundan bozma
kararı verilmesi gerekmiştir.
NOT : Ayrıca, bu maddeyle ilgili olarak Askerî Yargıtay 1’inci
Dairesinin 15.2.2006 tarih ve 2006/182-224 sayılı içtihadına bakınız. (Sayfa
476-481)
230
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 130
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/14
K. No. : 2006/11
T.
: 19.1.2006
ÖZET
1- Emre itaatsizlikte ısrar dışında sanığın tarla
farelerine ateş etmek ve izinsiz atış yapan P.Uzm.Çvş. D.B’ye
müdahale etmemek eylemlerinin de, iddianamede açıkça yer
aldığı, dolayısıyla bu eylemler nedeniyle de kamu davasının
açıldığı kabul edilmiştir.
2- Makineli tüfekle atış yapılmayacağına dair emre
aykırı herhangi bir davranışı söz konusu olmayan sanığın,
personelin ve malzemenin toplanması sırasında, atış
sandığından iki adet mermi aldığı, atıcılık zevkini tatmin ve
atış yeteneğini arttırmak amacıyla, keskin nişancı dürbünü ile
tarla farelerine ateş ettiği, bu şekilde mermileri özel
menfaatinde kullandığı, yine atış alanında en kıdemli personel
olarak bulunmasına rağmen, atışa katılan personelin ve
malzemenin toplanmasına nezaret etmediği, kendisine 10-15
metre mesafede bulunan uzman çavuşun, makineli tüfekle 1520 mermi atmasına müsamaha ettiği, diğer personel için
tehlike arz eden eylemlerden haberdar olduğu hâlde kayıtsız
kaldığı, bu suretle, yasadan doğan maiyetinin güvenliğini ve
sağlığını gözetme ve koruma görevini ihmal ettiği, eylemlerinin
tipiklik yönünden ASCK’nın 130 ve 5237 sayılı TCK’nın
257’nci maddelerine uyduğu sonucuna varılması gerekir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlığın konusu, sanık T.A.’ya yüklenen
eylemin vasfına ve sanık D.B. hakkında 5237 sayılı TCK yürürlüğe
girmeden önce yapılan lehe kanun değerlendirmesinin, hükmün
bozulmasını gerektirip gerektirmediğine ilişkin bulunmaktadır.
231
Daire, sanık T.A.’nın kendisine verilen ve atış güvenliği ve
kazaların önlenmesi gibi tedbirleri içermesi nedeniyle, askerî hizmete
ilişkin olduğu konusunda şüphe bulunmayan emri yerine getirmediği ve
eyleminin emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturduğu; sanık D.B. ile ilgili
olarak da, 5237 sayılı TCK yürürlüğe girmeden önce yapılan lehe yasa
değerlendirmesinin usule aykırı olduğu görüşünü kabul etmiş;
Askerî Yargıtay Başsavcılığı ise; sanık T.A.’nın verilen emri
yerine getirdiği, bu nedenle, eyleminin emre itaatsizlikte ısrar suçuna
vücut vermediği, ancak iddianameye konu edilmeyen eylemi ile, askerî
eşyayı özel menfaatinde kullanmak suçunu işlediği anlaşılan sanığın,
iddianameye konu edilen eylemlerinin, astlarını gözetim görevini ihmal
disiplin suçunu oluşturduğu, sanık D.B. yönünden yapılan usul hatasının
da, 5237 sayılı TCK’nın yürürlüğe girmesi üzerine, nispî ve esasa etkili
olmayan bir usulî hataya dönüştüğü görüş ve düşüncesini öne sürmüştür.
Bu çerçevede yapılan inceleme sonunda sanıkların durumları ayrı
ayrı irdelendiğinde;
1) Sanık Astsb. T.A. yönünden yapılan inceleme:
Kurulda öncelikle, bu sanık hakkında emre itaatsizlikte ısrar suçu
dışında, başka suçlar nedeniyle de kamu davası açılıp açılmadığı
tartışılmıştır.
353 sayılı Kanunun 165’inci maddesi; “Hükmün konusu,
duruşmanın sonucuna göre iddianamede gösterilen eylemden ibarettir.
Eylemin değerlendirilmesinde askerî mahkeme iddianame, iddia ve
savunmalar ile bağlı değildir.” düzenlemesini içermektedir. Bu
düzenleme, hüküm ile iddianamenin aynı maddî olaya ilişkin olmaları
gerektiği, bir başka ifade ile iddianamede dava konusu yapılmayan bir
eylem nedeniyle, hüküm verme olanağının bulunmadığı anlamına
gelmektedir.
Uyum ve kararlılık gösteren Askerî Yargıtay ve Yargıtay
kararlarında; hükmün konusunun iddianamede gösterilen eylem olduğu,
iddianamenin dışına çıkılarak karar verilmesinin, açılmayan ve mevcut
olmayan bir dava nedeniyle karar verilmesi sonucunu doğuracağı, bir
olayın açıklanması sırasında, başka bir olaydan söz edilmesinin o olay
hakkında da dava açıldığını göstermeyeceği kabul edilmektedir (Askerî
Yargıtay Drl.Krl.’nun 21.4.1967 tarihli ve 23-22 sayılı, 14.7.1988 tarihli
ve 128-91 sayılı, 15.1.1998 tarihli ve 8-11 sayılı, 19.11.1998 tarihli ve
135-147 sayılı; Yargıtay CGK’nın 26.3.1990 tarihli ve 1-73/94 sayılı,
7.2.1994 tarihli ve 3.348/3 sayılı, 28.3.1994 tarihli ve 4-59/82 sayılı,
12.6.1995 tarihli ve 6-181/208 sayılı kararları bu doğrultuda
bulunmaktadır).
232
Doktrinde ve uygulamada kabul edildiği gibi; ceza davasının
konusu iddianamede açıklanan ve ferdileştirilmiş olan eylemdir.
Mahkeme hüküm verirken bu eylemi değiştiremez. Ancak, duruşma
sırasında ortaya konulan delillere göre, eylemin nitelendirilmesinde,
işleniş biçiminde, yer ve zamanında değişiklik yapılabilir. O hâlde, hangi
eylem/eylemler yönünden dava açıldığının belirlenmesi için,
iddianamede ortaya konulan olayın saptanması gerekmektedir. Bu
saptama yapılırken, iddianameyi düzenleyen savcının anlatımının esas
alınacağı doğaldır. Ancak bu konuda objektif bulgulara dayanılmalıdır.
Savcının sanığa yüklediği suçlar, onun amacını açıklığa kavuşturmak
açısından önemli olmakla beraber, sadece sevk maddeleri dava açılıp
açılmadığının temel göstergesi değildir. Bu nedenle, sevk maddeleri
içinde yer almayan ancak iddianame okunduğunda açıkça anlaşılan bir
eylem hakkında da dava açılmış olduğu kabul edilmelidir (Drl.Krl.’nun
19.11.1998 tarihli ve 135-147 sayılı kararı da bu görüş doğrultusundadır).
Genel nitelikteki bu açıklamalardan sonra meseleye bakıldığında;
iddianamede “...atış alanında en kıdemli personel olarak kalan P.Atsb.
Çvş. T.A.’nın atış sandığından iki adet mermi alarak, yan tarafta keskin
nişancı atışı yapmakta olan tank taburu askerlerinin yanına gittiği, orada
keskin nişancı dürbünü ile tarla farelerine nişan alıp atış yaptığı, atış
alanında bulunan diğer personel atış hattında kalan malzemeyi toplarken,
sanıklardan P.Uzm.Çvş. D.B.’nin, mermi sandığından hiç kimseye
sormaksızın 15-20 mermilik bir şerit aldığı ve atış alanına yedek olarak
götürülen 18640 seri numaralı MG-3 makineli tüfeğine takarak, hedef
hattına doğru 15-20 el atış yaptığı, sanık P.Uzm.Çvş. D.B. atış yaparken
atış alanında en kıdemli personel olması sebebiyle, emir komutanın
verilmiş olduğu P.Astsb.Çvş. T.A.’nın tarla farelerine atış yapmaya
devam ettiği,...sorumlusu olduğu birliğin başından ayrılarak, atış sonrası
atış malzemesinin ve atışa katılan personelin toparlanmasına nezaret
etmemek ve kendisine yaklaşık 10-15 metre mesafede P.Uzm.Çvş.
D.B.’nin izinsiz olarak, 15-20 mermi atmasına müdahale etmemek
suretiyle...” denilerek emre itaatsizlikte ısrar dışında, sanığın tarla
farelerine ateş etmek ve izinsiz atış yapan P.Uzm.Çvş. D.B.’ye müdahale
etmemek eylemlerinin de, iddianamede açıkça yer aldığı ve bu eylemler
nedeniyle de kamu davası açıldığı kabul edilmiştir.
233
Usul konusu aşıldıktan sonra esasın incelenmesine geçilmiş,
maddî olayın iddianamede ve hükümde benimsendiği şekilde oluştuğu
konusunda, yargılama makamları arasında uyuşmazlık bulunmadığı
görülmüştür.
ASCK’nın “mala karşı yapılan diğer cürümler” başlıklı sekizinci
faslı içerisinde yer alan 130’uncu maddesi; askerî eşyayı özel menfaati
için kullanan asker kişilerin cezalandırılacakları hükmünü içermektedir.
Bu suçun oluşumu için, askerî hizmete tahsis edilmiş eşyanın tahsis
gayesi dışında ve özel çıkar amacıyla kullanılması şarttır. Suçun maddî
unsuru, askerî eşyanın özel işlerde kullanılması suretiyle menfaat
teminidir. Kullanma sonucu sağlanan menfaatin, mutlaka maddî ve
ekonomik bir değer taşıması gerekmemektedir. Maddî olmayan bir takım
manevî değerlerin de, menfaat sağlama olarak kabulü mümkündür.
Nitekim, uyum ve kararlılık gösteren Askerî Yargıtay kararlarında,
atıcılık zevkini tatmin için silâhla ateş etmek, şoförlük bilgi ve
tecrübesini arttırmak veya araç kullanma arzu ve hevesini karşılamak
için askerî aracın direksiyonuna geçmekle, şahsî menfaat sağlandığı
kabul edilmektedir. Suçun manevî unsuru ise, şahsî menfaat sağlamak
özel kastıdır. Kastın tespitinde sanığın beyanına, dış âleme yansıyan
hareketlerine ve varsa maddî olgulara dayanılması gerekmektedir.
Yine, ASCK’nın 144’üncü maddesi; “Kendisine tevdi edilen
askerî bir işin ifasında, bu kanunda yazılı hâllerden başka, Türk Ceza
Kanunu mucibince cezayı mucip ihmal ve tekâsül gösteren ve vazifesini
suiistimal eden, o kanun mucibince cezalandırılır.” hükmünü
içermektedir.
Madde düzenlemesine göre, verilen işin askerî bir iş olması ve bu
işin ifası sırasında, TCK uyarınca cezayı mucip olacak şekilde ihmal ve
tekâsül gösterilmesi veya verilen görevin kötüye kullanılması
gerekmektedir
İhmal; verilen bir askerî işin yapılmaması veya geç yapılmasıdır.
Tekâsül ise; mecbur olduğu nezaret ve ihtimam vazifesinde failin lakayt
kalması demektir (Rıfat TAŞKIN, Askerî Ceza Kanunu, Şerh, Sekizinci
Basım, s. 235).
234
Bu açıklamalardan sonra sanık T.A.’nın eylemleri irdelendiğinde:
Olay günü makineli tüfek atışları yapıldığı, Yzb. G.S.’nin
hedefleri söktükten sonra, “Atış bitti, malzemeyi toplayın.” veya “Atış
bitti, atış yapmayalım.” şeklinde vermiş olduğu emrin, makineli tüfek
atışlarını içerdiği anlaşılmaktadır.
Sanık T.A.’nın makineli tüfekle atış yapılmayacağına dair emre
aykırı herhangi bir davranışının söz konusu olmadığı, yan tarafta atış
yapmakta olan birliğe giderek, keskin nişancı dürbünü ile tarla farelerine
ateş ettiği ve atış alanında yedek olarak bulunan makineli tüfekle, hedef
hattına 15-20 el atış eden diğer sanık D.B.’ye müdahale etmediği
anlaşılmaktadır. Bu nedenle, eyleminin emre itaatsizlikte ısrar olarak
kabulüne hukukî imkân bulunmamaktadır.
Bu sanığın, personelin ve malzemenin toplanması sırasında atış
sandığından iki adet mermi aldığı, atıcılık zevkini tatmin ve atış
yeteneğini arttırmak amacıyla, keskin nişancı dürbünü ile tarla farelerine
ateş ettiği, bu şekilde mermileri özel menfaatinde kullandığı, yine atış
alanında en kıdemli personel olarak bulunmasına rağmen, atışa katılan
personelin ve malzemenin toplanmasına nezaret etmediği, kendisine 1015 metre mesafede bulunan Uzm.Çvş. D.B.’nin makineli tüfekle 15-20
mermi atmasına müsamaha ettiği, diğer personel için tehlike arz eden
eylemden haberdar olduğu hâlde kayıtsız kaldığı, bu suretle yasadan
doğan maiyetinin güvenliğini ve sağlığını gözetme ve koruma görevini
ihmal ettiği, eylemlerinin tipiklik yönünden ASCK’nın 130 ve 5237
sayılı TCK’nın 257’nci maddelerine uyduğu sonucuna varılmış ve
hüküm sanık müdafiinin temyizine atfen, sanığın kazanılmış hakları
gözetilerek, suç vasfı yönünden bozulmuştur,
2) Sanık Uzm.Çvş. D.B. yönünden yapılan inceleme:
Mülga 765 sayılı TCK’nın 2/2’nci maddesi; “Bir cürüm veya
kabahatin işlendiği zamanın kanunu ile sonradan neşrolunan kanunun
hükümleri bir birinden farklı ise, failin lehine olan kanun tatbik ve infaz
olunur.” şeklinde iken;
5237 sayılı TCK’nın 7/2’nci maddesi ile; “Suçun işlendiği zaman
yürürlükte bulunan kanun ile sonradan yürürlüğe giren kanunların
hükümleri farklı ise, failin lehine olan kanun uygulanır ve infaz olunur.”
biçiminde yeni düzenleme getirilmiştir. 5237 sayılı TCK’nın
gerekçesinde de açıklandığını gibi, kanunun zaman bakımından
uygulanmasına ilişkin olan bu maddede lehe olan kanunun uygulanacağı
kuralı muhafaza edilmiştir.
235
Lehe olan hükümlerin uygulanması usulü, 5252 sayılı Türk Ceza
Kanunun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanunun 9/3’üncü
maddesinde; “Lehe olan hüküm, önceki ve sonraki kanunların ilgili bütün
hükümleri olaya uygulanarak, ortaya çıkan sonuçların birbirileriyle
karşılaştırılması suretiyle belirlenir.” şeklinde düzenlenmiştir.
1322 sayılı Kanunların ve Nizamnamelerin Sureti Neşir ve İlânı
ve Meriyet Tarihî Hakkında Kanunun 1’inci maddesi, yasaların yürürlüğe
girmesi için Resmî Gazete’de yayımlanmasını zorunlu kılmaktadır.
Yasanın yürürlüğe gireceği tarih genellikle yasa metninde “yayımı tarihî”
olarak gösterilmekle birlikte, bazı nedenlerle yasanın Resmî Gazete’de
yayımlandığı tarihten daha ileri bir tarihte saptanabilmektedir. Nitekim,
5237 sayılı TCK 26.9.2004 tarihli Resmî Gazete’de yayımlandığı hâlde,
uygulama için gerekli hazırlıklara zaman tanınabilmesi bakımından,
yürürlüğe giriş tarihî 1.4.2005 olarak gösterilmiş, 5328 sayılı Kanunla da
yürürlük tarihî 1.6.2005 tarihine ertelenmiştir.
Hükmün kurulduğu 9.5.2005 tarihinde 5237 sayılı TCK henüz
yürürlüğe girmediği gibi, mülga 765 sayılı TCK’nın 455’inci maddesinde
yazılı suçun unsurlarının ve cezasının 5237 sayılı TCK’nın 85’inci
maddesi ile değiştirilmiş olduğu gözetilerek; 5237 sayılı TCK henüz
yürürlüğe girmeden, sadece ceza miktarı yönünden yapılan lehe kanun
değerlendirmesinin yasaya uygun olmadığına ilişkin Daire kararında
herhangi bir isabetsizlik görülmemiş, Askerî Yargıtay Başsavcılığının bu
konuya yönelik itirazı reddedilmiştir.
236
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 130
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/15
K. No. : 2006/18
T.
: 26.1.2006
ÖZET
Sanığın yarım dolduruşta ve emniyet konumunda
bulundurması gereken tüfeğini, nöbeti sırasında, buna ilişkin
talimata aykırı olarak, namlusuna mermi sürerek emniyetini
açıp, havaya bir el ateş etmesiyle, bir an için mazarratı mucip
nöbet talimatına aykırı hareket ettiği akla gelebilirse de,
sanığın eyleminin bununla sınırlı kalmaması, devamında,
nöbet kulübesinin camını kırması olgusu; sanığın, oluş
biçimine göre bölünemeyen eylem ve kasıt nedeniyle, sadece
askerî eşyayı (mermi ve camı) tahrip etmek suçunu
oluşturduğu sonucuna varılması gerekir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, sanığın iddiaya konu eylemiyle
hangi suçu veya suçları işlediğidir.
Sanık Mu.Er M.K.’nın, 13.10.2003 günü 07.00-11.000 saatleri
arasındaki nizam karakolu nöbetinde, saat 09.50 sıralarında namlusuna
mermi sürdüğü tüfeğiyle havaya bir el ateş ettiği, devamında, tüfeğinin
dipçiği ile vurmak suretiyle nöbet kulübesinin camını kırdığı belirlenen
olayda, sanığın, nöbet talimatına göre yarım dolduruşta ve emniyet
konumundaki tüfeğiyle, belirtilen şekilde havaya ateş etmesi ve
dipçiğiyle vurup nöbet kulübesinin camını kırması şeklinde birbirini
takip eden hareketlerinin dalgınlıktan kaynaklanmadığı; sanık tarafından
bilerek ve isteyerek, yani kasten gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır.
237
“..Kız arkadaşından ayrılması, ailevî sorunları olması ve yerine
getirdiği hizmetin ağırlığı nedeniyle içinde oluşan sıkıntı ile birden
kurma kolunu çekip, silâhını doldurup emniyetini açarak havaya bir el
ateş ettiğini, dipçiğiyle de nöbet kulübesinin camını kırdığını...” ifade
eden sanığın, dışa yansıyan söylem ve eylemi bağlamında; aynı yerde
kendisiyle birlikte nöbet tutan tanık Mu.Er K.A.’nın, “...bir süre nöbet
kulübesi çevresinde dolaşan sanığın karşısına geçerek, hareketsiz bir
şekilde 2-3 dakika kadar durduktan sonra; yeter artık bırakın beni, ben
askerlik yapmak istemiyorum diye bağırarak (iddia konusu) eylemi
gerçekleştirdiğine.” ilişkin anlatımı doğrulamaktadır.
Sanığın, tüfeğindeki mermilerden birini havaya ateş ederek
patlatmak ve peşi sıra dipçiğiyle camı kırmak şeklinde eyleminde, anılan
olguların, bu askerî eşyaları kullanılmaz hâle getirmesi nedeniyle
“yıkmak”, “kırıp dökmek”, “bozmak” anlamında “tahrip etmek” fiilî
kapsamında oldukları (Türkçe Sözcük/Türk Dil kurumu s. 2115) açıktır.
Sanığın, iç dünyasında yaşadığı olumsuzluğa karşı bir başkaldırış
ve bir anlık öfke ile, aynı eylem bütünlüğü içerisinde peş peşe
gerçekleştirdiği iki hareketle, kasten bir mermiyi ve camı tahrip ettiği;
eyleminin tipiklik yönünden, askerî eşyayı kasten tahrip etmek suçuna
uyduğu görülmektedir.
Sanığın, yarım dolduruşta ve emniyet konumunda bulundurması
gereken tüfeğini, nöbeti sırasında buna ilişkin talimata aykırı olarak,
namlusuna mermi sürerek emniyetini açıp, havaya bir el ateş etmesiyle
bir an için mazarratı mucip nöbet talimatına aykırı hareket ettiği akla
gelebilirse de, sanığın eyleminin bununla sınırlı kalmaması, devamında,
nöbet kulübesinin camını kırması olgusu; sanığın oluş biçimine göre
bölünemeyen eylem ve kastı nedeniyle sadece askerî eşyayı (mermi ve
camı) tahrip etmek suçunun oluştuğu sonucuna varıldığından, Dairenin
bu yöndeki bozma kararı yerinde görülmüş, Başsavcılığın itirazının
reddine karar verilmiştir.
238
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 130, 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
4’üncü Daire Kararı
E. No. : 2006/438
K. No. : 2006/435
T.
: 14.3.2006
ÖZET
Sanığın rahatlamak için yaptığı atış sırasında, hizmet gereği
yanında bulunan silâhı, hizmet gayesi dışında kullandığı, dolayısıyla,
askerî eşyayı özel menfaati için kullanmak kastıyla hareket ettiği
açıktır. Bu eylemin, koğuşta gerçekleştirilmesi nedeniyle, ayrıca
emre itaatsizlik kastı ile hareket ettiğini kabul etmek, oluşa ve
delillere uygunluk arz etmemektedir. Bu nedenlerle, askerî eşyayı
özel menfaatine kullanmak, özel kastı ile gerçekleştirilen sanığın
eyleminin, ASCK’nın 130’uncu maddesinde düzenlenen, “askerî
eşyayı özel menfaati için kullanmak” suçunu oluşturduğunun, kabul
edilmesi gerekir.
Askerî mahkemece, sanığın, 25.8.2004 tarihinde;
1. Emre itaatsizlikte ısrar suçunu işlediği kabul edilerek,
ASCK’nın 87/1 (hizmete ilişkin emri hiç yapmayanlar cümlesi) ve 765
sayılı TCK’nın 59/2’nci maddeleri uyarınca 25 gün hapis cezasıyla
cezalandırılmasına,
2. Askerî eşyayı özel menfaatinde kullanmak suçunu işlediği
kabul edilerek, ASCK’nın 130/1, 2, 50, 765 sayılı TCK’nın 59/2 ve 647
sayılı Kanunun 4 ve 6’ncı maddeleri uyarınca, 1.306.800.000 TL ağır
para cezası ile cezalandırılmasına ve bu cezasının ertelenmesine, hazine
zararının ASCK’nın 130/3’üncü maddesi gereğince, sanığa
ödettirilmesine karar verilmiş olup, mahkûmiyet hükümleri, sanık
tarafından, sübut ve uygulama yönlerinden temyiz edilmiş; Başsavcılık,
yüklenen suçların sübuta erdiğini, bu nedenle emre itaatsizlik suçuna
ilişkin mahkûmiyet hükmünün onanmasına; askerî eşyayı hususî
menfaatte kullanmak suçundan dolayı, ASCK’nın 130/2 ve 50’nci
maddeleri gereğince, yapılan 1/6 oranındaki artırımın gerekçesinin
gösterilmemiş olmasından dolayı, bu hükmün bozulmasına karar
verilmesini istemiştir.
239
25.8.2004 tarihinde 23.00-01.00 saatleri arasındaki nöbetine
gitmek üzere, doldur-boşalt işlemini yapan sanığın, koğuşlar bölgesine
gittiği ve 3’üncü bölük koğuşuna silâhı ile girerek, o esnada koğuşta
yatan arkadaşlarını bağırarak kaldırdığı ve taşıdığı G-3 piyade tüfeğini
tam dolduruşa getirip, havaya doğru hedef gözetmeksizin bir el ateş
ettiği, eylemi sonucunda 931.373 TL hazine zararına sebebiyet verdiği,
dosya kapsamından anlaşılmış olup, maddî olguya yönelik askerî
mahkemenin kabulü de bu doğrultudadır.
Maddî olgu doğrultusunda, askerî mahkemece, sanığın sübuta
erdiği kabul olunan, “askerî eşyayı özel menfaati için kullanmak”
suçunun yanı sıra, kendisine tebliğ edilen, silâhla koğuş, gazino ve
yemekhane gibi toplu dinlenme yerlerine girilmeyeceğine ilişkin emre
aykırı davranarak, olay sırasında doldur-boşalt işlemini yaptığı silâhı ile
koğuşa girmek suretiyle, emre itaatsizlikte ısrar suçunu işlediği de kabul
olunarak, her iki suçtan dolayı mahkûmiyetine karar verilmiş ise de;
Aksi kanıtlanamayan savunmasına göre, sanığın, birlikteki
arkadaşlarının kendisine kötü davranmalarının ve ailevî sorunlarının
etkisiyle sıkıntılı ve sinirli ruh hâli içerisinde, bir anlık karar ile silâhıyla
birlikte koğuşa girip, içinde bulunduğu durumdan kaynaklanarak
rahatlamak ve mevcut ruh hâlini yansıtmak amacıyla, havaya doğru ateş
ettiğini kabul etmek oluşa ve dosya kapsamına uygun düşecektir.
Bu amaç ve düşünce ile, silâhını ateşleyen sanığın suça yönelik
kastının, “askerî eşyayı özel menfaati için kullanmak” olduğunun
belirlenmesi karşısında, eylemin “askerî eşyayı özel menfaati için
kullanmak” suçunu oluşturduğu kabul edilmelidir.
Sanığın rahatlamak maksadıyla yaptığı bu atış sırasında, hizmet
gereği yanında bulunan silâhı hizmet gayesi dışında kullandığı,
dolayısıyla, askerî eşyayı özel menfaati için kullanmak kastıyla hareket
ettiği açıktır. Bu eylemin koğuşta gerçekleştirilmesi nedeniyle, ayrıca
emre itaatsizlik kastı ile hareket ettiğini kabul etmek oluşa ve delillere
uygunluk arz etmemektedir.
Bu nedenlerle, askerî eşyayı özel menfaatinde kullanmak özel
kastı ile gerçekleştirilen sanığın eyleminin, ASCK’nın 130’uncu
maddesinde düzenlenen, “askerî eşyayı özel menfaati için kullanmak”
suçunu oluşturduğu, eylem nedeniyle ayrıca emre itaatsizlikte ısrar
suçunun da oluştuğunun kabulünde isabet bulunmadığı sonucuna
varılarak, mahkûmiyet hükümlerinin bu nedenle bozulmasına karar
verilmiştir.
240
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 130
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/57
K. No. : 2006/85
T.
: 13.4.2006
ÖZET
Sanığın, görev gereği elinde bulundurduğu sırada,
kendisinin ve yanındaki astsubayın da denize düşmekten son
anda kurtuldukları deniz ve hava şartlarından kaynaklı
alabora olma tehlikesi sırasında, GPS cihazının denize
düşürerek kaybetmede, özrü bulunduğunu söylemek olası
değildir.
Daire ile Başsavcılık arasında oluşan ve çözümü gereken
uyuşmazlık, sanığın eyleminin suç oluşturup oluşturmadığıdır.
Askerî eşyayı özürsüz kaybetmek suçundan sanık Dz.Kd.Ütğm
F.N.K.’nin, 25.3.2004 günü saat 20.30 sıralarında denizaltı ile buluşma
eğitimi sırasında, F-470 botunu hedefe yöneltmede yararlandığı GPS
kumanda aygıtının, elinde bulunduğu bir sırada hava ve deniz şartlarının
artması; botun bir dalga çukuruna düşüp havalanarak denize sertçe
inmesiyle alabora olma tehlikesi geçirdiği sırada, GPS cihazının, bunu
tuttuğu elinin botun krosuna çarpması sonucu, elinden denize düşerek
kaybolduğu olayda, GPS’nin, botun hedefini belirlemeye yarayan bir
cihaz olması nedeniyle, botu kullanan sanığın, bunu da elinde
bulundurarak bakıp yönünü saptaması, görevinin sınırları içerisinde
kabul edilmesi gereken bir husustur. Kaldı ki, aksini emreden bir kural ve
talimat da dosyada bulunmamaktadır. Sanıkla beraber botta bulunan
Astsb.Kd.Çvş. B.Ş.’nin, standby botundan gelmesi nedeniyle, kıyafetinin
farklı olması (balık adam giysili) ve denge oluşturması için sanığın
karşısında yer alması nedeniyle, sudan korunması gereken GPS cihazını
sanığın ona vermemesi; esasen, botun alabora olma tehlikesi geçirdiği
sırada sanığın ve astsubayın bota tutunarak, denize düşmekten son anda
kurtulduklarına ilişkin beyanları, bu bağlamda; GPS cihazının,
astsubayda olması hâlinde, olay sırasında onun elinden de düşme
olasılığının yüksek olması; cep telefonu büyüklüğündeki bu cihazın,
241
kullanıcının kemer, cep veya yaka gibi giysisiyle irtibatını sağlayan bir
aparatının da bulunmaması karşısında, sanığın, görev gereği elinde
bulundurduğu sırada, kendisinin ve yanındaki astsubayın da denize
düşmekten son anda kurtuldukları deniz ve hava şartlarından kaynaklı
alabora olma tehlikesi sırasında, GPS cihazının denize düşürerek,
kaybetmede özrü bulunduğunu söylemek olası değildir. Bu nedenle,
sanık hakkındaki beraet kararını onayan Askerî Yargıtay 4’üncü Dairesi
ilâmına yönelik Askerî Yargıtay Başsavcılığının itirazının reddine karar
verilmiştir.
242
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 130
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/127
K. No. : 2006/122
T.
: 25.5.2006
ÖZET
Tanımadığı kişilerle parkta iradî olarak içki içen ve
kendisini emniyetsiz ve kontrolsüz duruma sokan, silâhının
muhafazası konusunda da gerekli emniyet tedbirlerini
almayan sanığın ihmal ve tekâsülü açıkça ortaya çıktığından,
sanığın kendisinden geçmesi üzerine, belinde bulunan ve
senetle teslim edilen, birliğe ait tabancanın çalınmış olmasının,
sanık yönünden makbul bir özür olarak kabul edilmesi,
mümkün değildir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, sanığa yüklenen askerî eşyayı
özürsüz kaybetmek suçunun sübutuna ilişkin bulunmaktadır.
Daire, sanığın kendisine teslim edilen tabanca ve mermilerinin
muhafazasında gerekli dikkat ve özeni göstermemek suretiyle
çalınmasına sebebiyet verdiğini ve yüklenen suçun unsurları yönünden
oluştuğunu kabul ederek, mahkûmiyet hükmünü düzelterek onamış;
Başsavcılık ise, söz konusu eşyanın sanığın rızası dışında çalınmasının
makbul bir mazeret olduğu görüşüyle, yüklenen suçun unsurları
yönünden oluşmadığı görüşünü öne sürmüştür.
ASCK’nın 130’uncu maddesi; “Askerî eşyayı..., özürsüz
kaybeden...asker kişiler, eşyanın değeri, önemi, meydana gelen hasarın
miktarı ve fiilin işleniş şekline göre... cezalandırılırlar.
Suç konusu eşya; silâh, mühimmat, savaş aracı veya gereci ise,
ceza artırılır.
Kaybedilen...eşyanın ödettirilmesine de ayrıca hükmolunur.”
düzenlemesini içermektedir.
243
Askerî eşyayı özürsüz kaybetmek suçunda cezalandırılan husus,
askerî eşyanın zilyedi olan şahsın eşyayı muhafazada gerekli dikkat, itina
ve teyakkuzu göstermemek suretiyle tezahür eden ihmal ve tekâsülüdür.
Suçun oluşumunda, askerî eşyanın kaybının ve kaybolma olayının makul
ve mantıkî bir nedene dayanmamış olması esastır. Makbul bir sebebin
(özür) varlığı hâlinde, suçun unsurları yönünden oluşmayacağı
konusunda duraksama bulunmamaktadır.
Makbul sebebin var olup olmadığı, her olayda mahkemece tayin
ve takdir olunacak ise de; uyum kararlılık gösteren Askerî Yargıtay
kararlarında unutkanlık, dalgınlık veya ihmal özür olarak kabul
edilmemektedir. Ancak, elde olmayan sebeplerle eşyanın kaybı söz
konusu ise, özürün varlığından bahsedilebilecektir.
Dava dosyasına göre; kaybolan tabanca ve mermiler sanığa görev
sırasında kullanmak üzere verilmiş, mesai bitiminde veya görev
dönüşünde mal sorumlusuna veya görevli personele senet karşılığında
teslim edileceği emredilmiştir. Tabanca ve mermileri mesaiden sonra
birlik dışına çıkartan ve emre itaatsizlikte ısrar suçu nedeniyle beraetine
karar verilen sanık, savunmasına göre Kadıköy Rıhtım Caddesi üzerinde
Mangal isimli yerde içki içip maç seyrettikten sonra, tanımadığı kişilerle
parkta içki içmeye devam etmiştir. Bu şekilde, gece geç saatlerde
tanımadığı kişilerle iradî olarak içki içen ve kendisini emniyetsiz ve
kontrolsüz duruma sokan, silâhının muhafazası konusunda da gerekli
emniyet tedbirlerini almayan sanığın, ihmal ve tekâsülü açıkça ortaya
çıktığından, kendisinden geçmesi üzerine belinde bulunan ve senetle
teslim edilen birliğine ait tabancanın çalınmış olması, sanık yönünden
makbul bir özür olarak görülmemiş ve Başsavcılığın itirazının reddine
karar verilmiştir.
244
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 131
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/23
K. No. : 2006/13
T.
: 19.1.2006
ÖZET
Fiilî işlediği sırada hizmetle ilgisi ve benzinle ilgili bir
görevi bulunmayan sanığın eyleminin, memuriyet görevini
kötüye kullanma suçunu oluşturduğunun kabulüne hukukî
imkân görülmemiş, ancak, arkadaşından ödünç aldığı özel
araca, askerî araçtan benzin çektirmesi ve ertesi gün bu özel
araçla görev yerine gitmesi yanında, ailesini de pikniğe
götürmüş olduğu ve bunun sonucunda menfaat sağladığı
gözetildiğinde, eylemin askerî eşyayı çalmak suçunu
oluşturduğu, kabul edilmelidir.
Diyarbakır 8’inci Ana Jet Üs Des.Grp.İs.Tb.K.’lığı emrinde
görevli olan sanığın iş makinesi teknisyeni olarak çalıştığı, görev yaptığı
süreçte makine ve parça temizliğini mazot ve benzinle yaptığı, mazotu
onarım için gelen araçların depolarından, benzini ise, tabur komutanına
tahsisli transit marka aracın arızalı olan deposundan temin ettiği, Ekim
2004 ayında Karacadağ Hava Radar Mevzi Kıt’a Komutanlığındaki bir iş
için görevlendirilen sanığın, her Cuma günü çıkan rutin askerî servisle
Karacadağ’a gitmesi gereğine rağmen, bu araca binmediği ve durumu
komutanlarına da bildirmediği, ertesi gün olan Cumartesi günü özel
araçla Karacadağ’a gitmeye karar verdiği, Uzm.Çvş. T.G.’ye ait Renault
12 özel aracı ödünç aldığı, Cuma akşamı birliğe gelerek görevli erler Ş.T.
ve T.T.’ye, tabur komutanına tahsisli askerî aracın deposundan 15-18
litre benzin çekmelerini ve özel aracın deposuna koymalarını söylediği,
erlerin de askerî aracın deposundan çektikleri benzini özel aracın
deposuna aktardıkları, durumun nöbetçi Er C.A. tarafından da görüldüğü,
ertesi gün ailesi ile birlikte özel araçla Karacadağ’a giden sanığın görevi
tamamladığı anlaşılmakta, maddî olayın yukarıda özetlenen biçimde
oluştuğu konusunda yargılanma makamları arasında ihtilâf
bulunmamaktadır.
245
Uyuşmazlığın konusunun suç vasfına ilişkin bulunduğu
görülmektedir. Daire ilâmında, bilinen usul ve yöntemlerin dışına çıkan
sanığın, mevzuata aykırı hareket ederek, deposuna askerî benzin
koydurduğu özel araçla görev yerine gitmesinin ve görevi yerine
getirmesinin memuriyet görevini kötüye kullanma suçunu oluşturduğu
kabul edilirken; Askerî Yargıtay Başsavcılığınca, sanığın görevi başka
bir suç işlemek suretiyle yerine getirmiş olması nedeniyle, ifa edilen
görevin atılı suçun niteliğine bir etkisinin bulunmadığı ve eylemin askerî
eşyayı çalmak suçunu oluşturduğu öne sürülmektedir.
“Görevi kötüye kullanma” kavramı yasalarda tanımlanmamış,
doktrinde ve uygulamada memurluk görevinin kanun ve nizamın
gösterdiği usul ve esaslardan başka suretle yapılmış olması şeklinde
kabul görmüştür.
Mülga 765 sayılı TCK’nın 240’ncı maddesinde düzenlenmiş olan
bu suçun maddî (fiil) unsurunun:
1) Memurun herhangi bir şekilde kanunî yetkisini aşması;
2) Kanunun gösterdiği usul ve şekle uymaması;
3) Takdir yetkisini gayesi dışında kullanması;
4) Hareketinin kanun ve nizama uyduğu hâllerde, bu hareketin
gerektirdiği ön şartlara aykırı hareket etmesi;
Biçiminde gerçekleşebileceği, suçun manevî unsurunun oluşumu
için de genel kastın yeterli olduğu, gerek doktrinde ve gerekse
uygulamada yerleşmiş ve kabul görmüş bulunmaktadır.
5237 sayılı TCK’nın 257/1’inci maddesi ile yapılan düzenleme
ile, Mülga 765 sayılı TCK’nın 240’ncı maddesinin ana şekli korunmuş,
ancak; memuriyet görevini kötüye kullanma suçu zarar suçu hâline
getirilerek, suçun oluşumu mağduriyet, zarar ya da haksız kazanç
koşullarına bağlanmıştır. Doktrinde, 5237 sayılı TCK’nın 257/1’inci
maddesinde yazılı “görevinin gereklerine aykırı hareket etme”
biçimindeki maddî (fiil) unsurunun, yukarıda açıklanan dört durumu
içerdiği ve suçun manevî unsurunun oluşumu için genel kastın yeterli
olduğu kabul edilmektedir (Prof.Dr. M.E.ARTUK, Doç.Dr. A.GÖKÇEN,
Yrd.Doç.Dr. A.C.YENİDÜNYA-5237 sayılı Kanuna Göre Hazırlanmış
Ceza Hukuku Özel Hükümler, 6.Bası, s: 683-691; H.Tahsin GÖKCAN5237 sayılı Türk Ceza Kanununda Görevi Kötüye Kullanmak Suçu,
Yargıtay Dergisi, C.31, Ekim-2005, s: 4).
246
Gerek 765 sayılı TCK ve gerekse 5237 sayılı TCK
düzenlemelerine göre, memuriyet görevini kötüye kullanma suçunun
oluşabilmesi için, failin işlediği fiilin görevine giren bir konuya ilişkin
olması gerekmektedir. Kamu görevlisi olmasına rağmen, o konuda görevi
bulunmayan kimsenin, hukuka aykırı davranışının görevi kötüye
kullanma suçunu oluşturacağı söylenemez. Çünkü, olmayan bir görevin
ve yetkinin kötüye kullanıldığından söz edilemez. Konu 5237 sayılı
TCK’nın 257’nci maddesinin gerekçesinde, “Görevi kötüye kullanma
suçunun oluşabilmesi için, gerçekleştirilen fiilin, kamu görevlisinin görev
alanına giren bir hususla ilgili olması gerekir” biçiminde
açıklanmaktadır.
“Askerî eşya”; mülkiyeti Devlete ait olan ve kullanılması Silâhlı
Kuvvetlere bırakılan eşya olarak tanımlanmaktadır. (Hâk.Alb. Hulûsi
ÖZBAKAN, Silâhlı Kuvvetler Hukuk Rehberi, Ankara-1989, s: 31).
Başka bir ifade ile, askerlik amaç ve menfaatlerine tahsis edilmiş eşya
olarak da tanımlanabilmektedir.
Uyum ve kararlılık gösteren Askerî Yargıtay kararlarına göre,
askerî eşyayı çalmak suçundan söz edilebilmesi için; bir kimsenin askerî
bir eşyayı zilyedinin veya sorumlusunun rızası olmaksızın, faydalanmak
için bulunduğu yerden alması gerekmektedir.
Dava konusu olayda, sanığın fiilî işlediği sırada hizmetle ilgisi ve
benzinle ilgili bir görevinin bulunmadığı anlaşılmaktadır. Bu nedenle,
eyleminin memuriyet görevini kötüye kullanma suçunu oluşturduğunun
kabulüne hukukî imkân görülmemiş, ancak arkadaşından ödünç aldığı
özel araca askerî araçtan benzin çektirmesi ve ertesi gün bu araçla görev
yerine gitmesi, yanında ailesini de pikniğe götürmüş olduğu ve bunun
sonunda menfaat sağladığı gözetildiğinde, eyleminin askerî eşyayı
çalmak suçuna vücut verdiği sonucuna varılmıştır. (Askerî Yargıtay Drl.
Krl.’nun 10.12.1965 tarihli ve 136-149 sayılı, 13.6.1969 tarihli ve 52-53
sayılı, 13.1.1978 tarihli ve 1-1 sayılı, 6.12.1990 tarihli ve 161-149 sayılı
kararları da aynı doğrultuda bulunmaktadır.)
Bu nedenle; Askerî Yargıtay Başsavcılığının isabetli görülen
itirazının kabulüne, Dairenin bozma ilâmının kaldırılmasına ve dava
dosyasının, temyiz incelemesine devam edilmek üzere Dairesine
gönderilmesine karar verilmiştir
247
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 131
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/118
K. No. : 2006/125
T.
: 1.6.2006
ÖZET
Sanığın üzerinde ele geçen eşyanın, mermi çekirdeği
veya mermi olduğu hususu kesin olarak belirlenemediğinden, 4
adet mermi çekirdeği olduğunun kabulü gerekeceğinden,
sanığın, askerî eşya niteliği kalmayan mermi çekirdeğini
bulundurmaktan ibaret eylemi, askerî eşyayı gizlemek suçunu
veya başka bir suçu oluşturmaz.
Hisar/Silopi 1’inci G.Bl.K.lığında asker iken, 28.7.2003 tarihinde
koğuşlar bölgesinde yapılan kontrolde, üzerinde tespih ve kolye yapmak
amacıyla bulundurduğu; askerî eşya vasfındaki 4 adet mermi çekirdeği
ele geçtiği kabul edilerek sanık (Ter.) J.Er S.B. hakkında, askerî eşyayı
gizlemek suçundan kurulan mahkûmiyet hükmünü, mermi çekirdeğinin,
askerî eşya vasfında olmadığı gerekçesiyle esastan bozan Daire ilâmına
yönelik Başsavcılığın itirazına konu incelemede;
Buna ilişkin tutanak dosyada bulunmamakla birlikte, sanığın üst
aramasını yaptıklarını söyleyen P.Çvş. S.P. ile P.Onb. C.D.’nin, ele
geçen eşyanın; 4 adet mermi çekirdeği/4 adet G-3 piyade tüfeği mermisi
ve çekirdeği olduğu şeklindeki farklı beyanları nedeniyle kesin olarak
belirlenememesi, emanete alındığına ilişkin bir kayıt bulunmadığından,
bu aşamadan sonra yapılacak araştırma ile, bu eşyanın ne olduğunun
kesin olarak tespitinin mümkün olmaması, yargılama aşamasında yapılan
araştırma bağlamında birliği komutanlığının yazısına göre mermi
çekirdeklerini arazide bulmuş olabileceği; bunları dolu mermilerden
çıkarmadığı değerlendirilen sanığın, bu açıklama karşısında vak’a kanaat
248
raporunda yer alan;” sanığın üzerinde 4 adet G-3 mermisi bulunmuştur”
şeklindeki tespitin dayanaksız kalması nedeniyle, sanığın üzerinde ele
geçen eşyanın 4 adet mermi çekirdeği olduğunu kabul gerekeceğinden
(diğer kısım kesin olarak belirlenemediği için), askerî eşyayı niteliği
kalmayan mermi çekirdeğini bulundurmaktan ibaret eylemi, (Askerî
Yargıtay 3’üncü Dairesinin 13.11.2001/968-961; 1’inci Dairesinin
8.2.2006/220-209 gün ve E.K. sayılı kararlarıyla mermi çekirdeği askerî
eşya niteliğinde görülmemiştir) askerî eşyayı gizlemek suçunu veya
başka bir suçu oluşturmayan, sanık hakkındaki askerî eşyayı gizlemek
suçundan kurulan mahkûmiyet hükmünü, esastan bozan 1’inci Daire
kararına yönelik Başsavcılığın itirazının reddine ile karar verilmiştir.
249
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 131
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/128
K. No. : 2006/130
T.
: 1.6.2006
ÖZET
Sanığın, atış alanında, yarısı toprağa gömülü olarak
bulduğu mermiyi, birliği komutanlığına teslim etmesi
gerekmekle birlikte, bunu gizlemek için özel bir çaba sarf
etmeyişi, mermiyi cep telefonuyla birlikte aynı yerde, üzerinde
taşıması ve tek mermiden ibaret oluşu karşısında, yüklenen
suç için aranan, özel kastı taşıdığı kesin olarak belirlenemeyen
sanığın eyleminin, manevî unsurun oluşmaması nedeniyle,
askerî eşyayı gizlemek suçunu oluşturduğunun kabul edilmesi
yasaya aykırıdır.
Sübutunda kuşku ve uyuşmazlık bulunmayan olayda, sanığın
üzerinde ele geçen 1 adet mermiyi aksi kanıtlanamayan savunmasına
göre; 4-5 ay önce, bakım birliği binası yanındaki 25 m atış alanında,
yarısı toprağa gömülü bir şekilde bulup, bir askerlik anısı olarak üzerinde
taşıması, üst aramasında bunu ele geçiren Nöb.Sb.Mu.Astsb. U.K.’nın da
aynı şekilde beyanda bulunması, mermi eksiği bulunmayan birlik
komutanlığının, sanık hakkında sadece emre itaatsizlikte ısrar (cep
telefonu bulundurmak suretiyle) suçundan dosya düzenlemesi, askerî
savcı tarafından soruşturmanın genişletilmesi sonucu, askerî eşyayı
(mermiyi) gizlemek suçundan da, dava açılması olguları birlikte
değerlendirildiğinde; sanığın, atış alanında yarısı toprağa gömülü olarak
bulduğu mermiyi (askerî eşyayı), birliği komutanlığına teslim etmesi
gerekmekle birlikte, bunu gizlemek için özel bir çaba sarf etmeyişi;
mermiyi cep telefonuyla birlikte aynı yerde üzerinde taşıması ve tek
mermiden ibaret oluşu karşısında, yüklenen suç için aranan; özel kastı
taşıdığı kesin olarak belirlenemeyen, sanığın askerî eşyayı gizlemek suçu
250
manevî unsur yönünden oluşmadığından, (askerî eşyayı gizlemek özel
kastının gerektiğine Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 5.10.2000 gün
ve 2000/145-145 E.K. sayılı kararında da vurgu yapılarak; kontrol edilen
valizinde bulunan bir kısım mühimmatı, katıldığı operasyonlara;
bazısının evsafını yitirmesine ve bunları görev anısı olarak, eşyaları
arasında bulundurduğuna ilişkin savunması bağlamında, sanığın gizleme
özel kastını taşımadığı değerlendirmesiyle, atılı suçun oluşmadığına karar
verilmiştir). 1’inci Dairenin, mahkûmiyet hükmünü sübuttan bozması
yerinde görülerek, Başsavcılığın buna yönelik itirazının reddine karar
verilmiştir.
251
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 131
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/131
K. No. : 2006/138
T.
: 22.6.2006
ÖZET
Avans mutemedi olarak görev yapan ve 22.8.2002
tarihinde aldığı avansın, sevklerden arta kalanının tamamını
yasal bir aylık süreyi aşmadan, 16.9.2002 tarihinde mal
saymanlığına geri ödeyerek kapatan sanığın savunmasının
özünü de, sorumluluk sınırını belirleyen 1050 sayılı Muhasebeî
Umumiye Kanununun 86’ncı maddesinin oluşturması,
hastahaneye sevki nedeniyle, görevinden ayrı kaldığı süreçte,
yanında bulunan avans bakiyesinin, kendi parasıyla karışıp
onu da kullanmış olabilmesi ihtimal dâhilinde ise de; özel
olarak bunu “mal edinme” kastıyla yaptığı dosya içeriğinden
anlaşılamayan sanığın, görevine döner dönmez aynı gün
avansın tamamını kapatması da, bu kasıtla hareket ettiğini
göstermediğinden, zimmet suçu oluşmayan sanık hakkındaki
mahkûmiyet hükmünün bozulması gerekir.
Mutki Askerlik Şubesinde tahakkuk memuru olarak görevli sanık
Svl.Me. S.Ç.’nin, Ağustos 2002 tarihinde yapılan sevklerde kullanılmak
üzere, 22.8.2002 tarihinde teslim aldığı 1.550.000.000 TL avansın,
927.050.000 TL’lik kısmının sevklerde kullanıldığı, 26.8.2002 tarihinde
rahatsızlığı nedeniyle hastahaneye sevk edilen sanığın, üzerinde kalan
622.950.000 TL’yi kimseye bırakmadığı, 16.9.2002 tarihinde görev
yerine döndüğü, yokluğunda yapılan sevkler nedeniyle As.Şb.Bşk.
tarafından ödenen 31.450.000 TL’yi askerlik şube başkanına ödediği,
aynı tarihte artan; 591.500.000 TL’yi Mutki Mal Saymanlığına yatırarak,
252
avans hesabını kapattığı olayda, hastahaneye sevk nedeniyle ayrıldığı
süreçte avanstan artakalan paranın bir kısmını harcadığını ifade etmek
suretiyle, “mal edinme” kastını ortaya koyan sanığın, zimmet suçunu
işlediğine ilişkin kabulle kurulan mahkûmiyet hükmünü, sanığın bir aylık
süre dolmadan; görevine döner dönmez aynı gün kalan avans miktarını
eksiksiz olarak yatırması nedeniyle, bunu zimmetine geçirdiğini ortaya
koyacak nitelikte delil bulunmadığı gerekçesiyle, esas yönünden bozan
Daire ilâmına yönelik Başsavcılığın zimmet suçunun oluştuğuna ilişkin
itirazına konu incelemede;
1050 sayılı Muhasebeî Umumiye Kanununun 86’ncı
maddesindeki; “Her mutemet aldığı avanstan harcadığı tutarlara ilişkin
kanıtlayıcı belgeleri en çok bir ay, adına açılan kredilerden harcadığı
tutarlara ilişkin kanıtlayıcı belgeleri ise, en çok üç ay içinde saymana
vermekle yükümlüdür...” şeklindeki yasa hükmü, görevinin özelliğinden
ötürü avans mutemedine yaptığı harcama belgelerini vermede ve artan
kısmın geri ödemesinde bir aylık süre tanıdığından bu zaman içerisinde
kendisine sorumluluk yüklenemeyeceği açıktır.
Sübutunda kuşku ve uyuşmazlık bulunmayan olayda, sanık,
22.8.2002 tarihinde aldığı avansı, sevklerden arta kalanının tamamını
16.9.2002 tarihinde mal saymanlığına geri ödeyerek kapatmıştır. Avans
mutemedi olarak sorumluluk sınırını belirleyen, yukarıda açıklanan yasal
bir aylık süreyi aşmayan sanığın, savunmasının özünü de bu yasa
hükmünün oluşturması, hastahaneye sevki nedeniyle görevinden ayrı
kaldığı süreçte yanında bulunan avans bakiyesinin, kendi parasıyla
karışıp onu da kullanmış olabilmesi ihtimal dâhilinde ise de, özel olarak;
bunu
“mal
edinme”
kastıyla
yaptığı
dosya
içeriğinden
anlaşılamamaktadır. Kaldı ki, görevine döner dönmez aynı gün avansın
tamamını kapatması da, sanığın bu kasıtla hareket ettiğini
göstermemektedir. Bu nedenle, zimmet suçu oluşmayan sanık hakkındaki
mahkûmiyet hükmünü, esas yönünden bozan 4’üncü Dairenin ilâmı
yerinde görülmekle, Başsavcılığın buna yönelik itirazının reddine karar
verilmiştir.
NOT : Ayrıca, Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 29.6.2006 tarih ve
2006/152-148 sayılı içtihadına bakınız. (Sayfa 489-491)
253
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 132
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
4’üncü Daire Kararı
E. No. : 2006/164
K. No. : 2006/163
T.
: 31.1.2006
ÖZET
Sanığın, ekonomik sorunları olduğuna ilişkin beyanları
dikkate alındığında, balkon kapısını açık olarak fark ettiği ve
eve maddî menfaat temin etmek için girdiği, ancak fark
edilmesi üzerine, herhangi bir mal alamadan lojmanı terk
etmek zorunda kaldığı, lojmanda subay-astsubayların ikamet
ettiklerini bilecek konumda olduğu, bu suretle, eylemin
üstünün eşyasını çalmaya teşebbüs olarak vasıflandırılması
gerekirken, sanığın geceleyin konut dokunulmazlığını ihlâl
suçunu işlediği kabul edilerek hüküm kurulması yasaya
aykırıdır.
Askerî mahkemece, sanığın geceleyin konut dokunulmazlığını
ihlâl suçunu işlediği kabul edilerek, eylemine uyan TCK’nın 116/4 ve
62/1’inci maddeleri gereğince, sonuç olarak bir yıl on beş gün hapis
cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiştir. Hüküm askerî savcı
tarafından, eylemin üstünün eşyasını çalmaya teşebbüs suçunu
oluşturduğu, müdahil tarafından ise, sanığın fiilinin hem geceleyin konut
dokunulmazlığını ihlâl, hem de üstünün eşyasını çalmaya teşebbüs
olduğu, bu nedenle her iki suçtan cezalandırılması gerektiği ileri
sürülerek temyiz edilmiştir.
Gölcük Bakım Onarım İstihkâm Komutanlığı emrinde askerlik
hizmetini yapmakta olan sanığın, Gölcük Deniz Üssüne su ihtiyacını
karşılayan su depolarında görevli olduğu, diğer dört arkadaşı ile birlikte
lojmanlardaki su deposunu da kontrol ettikleri, bu amaçla dört saat arayla
depoyu kontrol ettikleri, olayın meydana geldiği 17.9.2005 günü 24.0004.00 saatleri arasında sanığın kontrol görevlisi olduğu, su deposunda
silâhlı nöbet tutan Dz.Er H.B. ile sohbet ettikten sonra, nöbetçinin
yanından ayrılarak lojmanlar bölgesindeki su depolarının bulunduğu
mahalle geldiği, bu deponun karşısında bulunan subay lojmanlarından
254
Adatepe isimli lojmanın A bloğunun 2’nci katındaki balkon kapısının
açık olduğunu fark ederek, Hâk.Alb. E.S.’nin ikâmet ettiği 5 numaralı
lojmanın balkonuna tırmandığı, açık olan balkon kapısından lojmanın
mutfağına girdiği, salonda bulunan C.O.S.’nin mutfağa doğru yöneldiğini
görünce gizlendiği, C.O.S.’nin, ışığı yakması üzerine, mutfağın ortasında
sanıkla karşı karşıya geldikleri, sanığın panikle lojmanı terk ettiği dosya
içeriğindeki kanıtlardan anlaşılmıştır.
Yukarıda açıklanan eylem nedeniyle, sanığın üstünün eşyasını
çalmaya teşebbüs suçunu işlediği iddia olunarak açılan kamu davası
sonucunda, askerî mahkemece sanığın eyleminin konut dokunulmazlığını
ihlâl suçunu oluşturduğu sonucuna varılarak, müsnet suçtan TCK’nın
116/4’üncü maddesi gereğince cezalandırılmasına karar verilmiştir.
Somut olayda suç vasfının tayini için sanığın hangi kasıtla hareket
ettiğinin belirlenmesi gerekmektedir.
Sanığın birlik komutanlığınca tespit edilen ifadesinde; yol parası
tedarik etmek için eylemi gerçekleştirdiğini, askerî savcı tarafından tespit
edilen ifadesinde, maddî sıkıntıları nedeniyle bunalımda olduğu için
lojmana girdiğini; askerî mahkemede tespit edilen sorgu ve
savunmasında da, parasının olmadığını bildirmiştir. Sanığın bu şekilde ,
ekonomik sorunları olduğuna ilişkin beyanları dikkate alındığında,
balkon kapısını açık olarak fark ettiği eve maddî menfaat temin etmek
amacıyla girdiği, ancak fark edilmesi üzerine, herhangi bir mal alamadan
lojmanı terk etmek zorunda kaldığı, lojmanda subay-astsubayların ikamet
ettiklerini bilecek konumda olduğu, bu suretle eyleminin üstünün
eşyasını çalmaya teşebbüs olarak vasıflandırılması gerektiği kabul
edilmiştir.
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 26.10.1978 tarihli ve
1978/65-80 sayılı kararında açık şekilde belirtildiği üzere, ASCK’nın
132’nci maddesinin, TCK’da belirtilen hırsızlık eylemlerinin her türlü
icra biçimini ve mevsuf hâllerini de kapsadığı, maddenin bu konumu
itibarıyla, eve girilerek üstünün bir şeyinin çalınması eyleminde ayrıca
mesken masuniyetini ihlâl suçunun varlığından bahsedilemeyeceğinin
kararlaştırılmış olunması karşısında, müdahilin bu hususa yönelik temyiz
nedeninin kabule değer olmadığı sonucuna varılmıştır (Yargıtay 6’ncı
Ceza Dairesinin 15.5.1992/ 2759-4045 E.K. sayılı kararı da bu
doğrultudadır)
255
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 132
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/53
K. No. : 2006/72
T.
: 23.3.2006
ÖZET
Sanığın, aralarındaki samimiyete ve eşya alışverişine
güvenerek bu parayı borç olarak aldığını söylemesi, olayı
bilmesine karşın önce şikâyette bulunmayan mağdurun, çarşı
dönüşü sergilediği tutum ve davranışı nedeniyle sanıktan
şikâyetçi olması, sanığın, parayı aldığını reddetmesini ve
tepkisini başka birisi tarafından, mağdurun parasını çaldığına
ilişkin yapılan ithamdan korkmasıyla, açıklaması olguları
birlikte değerlendirildiğinde, mağdurun, iddia konusu
parasının sanık tarafından alınmasında örtülü rızası
bulunduğu sonucuna varılması gerekir.
Askerî Yargıtay Dairesi ile askerî mahkeme arasında oluşan
uyuşmazlığın konusu, sanığın eyleminin suç oluşturup oluşturmadığıdır.
Aralarındaki samimî arkadaşlık nedeniyle daha önce, karşılıklı
olarak ve izin almaksızın birbirinin eşyasını kullanan erlerden, mağdur
M.G.’nin, bilgisi dâhilinde olay gecesi dolabından şampuanını alan sanık
U.A.’nın, ayrıca, mağdurun cüzdanındaki 16 milyon liradan 10 milyon
lirasını aldığı, bölük komutanına verdiği ifadede; mağdurun; “sanığı
parasını alırken gördüğünü” söylediği, ertesi günü çarşı izninden dönen
sanığa, “bana bir diyeceğin var mı” diyen mağdura, sanığın, paradan söz
etmemesi üzerine, kendisini parasını alırken gören biri olduğunu
söylemesinden sonra, kızıp bu şahıs için küfürlü konuşan sanığın, borç
olarak aldığı 10 milyon liranın 3,5 milyon lirasını çarşıda ihtiyacı için
kullandığını söyleyerek, artan 6,5 milyon lirasını mağdura iade ettiği,
olayda sanığın, aralarındaki samimiyete ve eşya alışverişine güvenerek,
256
bu parayı borç olarak aldığını söylemesi, olayı bilmesine karşın önce
şikâyette bulunmayan mağdurun, çarşı dönüşü sergilediği tutum ve
davranışı nedeniyle sanıktan şikâyetçi olması, sanığın parayı aldığını
reddetmesini ve tepkisini başka birisi tarafından mağdurun parasını
çaldığına ilişkin yapılan ithamdan korkmasıyla, açıklaması olguları
birlikte değerlendirildiğinde, mağdurun, iddia konusu parasının sanık
tarafından alınmasında örtülü rızası bulunduğu sonucuna varılmıştır.
“Mal sahibinin rızasının bulunduğuna yönelik samimî bir inanç ve
kanaate dayanılarak, başkasına ait bir malın alınması durumunda hırsızlık
suçunun teşekkül etmeyeceği Doktrinde kabul edilmiştir (Ord.Prof.Dr.
S.DÖNMEZER-Kişiler ve Mala Karşı Cürümler 12. Baskı, s. 303)...”
şeklindeki görüşe vurgu yapılarak; “Yatılı askerî okulda üç yıldır birlikte
eğitim görmelerinden dolayı, yaşantılarının önemli bir bölümünü birlikte
geçiren sanık ile mağdurun; bir arada eğitim görmesinin neden olduğu
karşılıklı itimat ve dayanışma duygusu çerçevesinde hareket edip,
birbirlerine ait bazı eşyaları önceden izin almadan karşılıklı olarak
kullandıkları değerlendirilerek; mağdurun örtülü rızasına sahip olduğu
kanaatiyle, ona ait cep telefonunu kullanan sanıkta, arkadaşının eşyasını
çalmak suçunu işleme konusunda şuur ve irade bulunmadığı sonucuna
vararak, sanık hakkında verilen beraet kararını onayan Daire kararı...”,
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 30.12.2004 gün ve 2004/139-178
E.K. sayılı kararıyla yerinde bulunmuştur.
Benzer olaya ilişkin Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun
3.12.1998 gün ve 1998/164-162 E.K. sayılı kararı da aynı yöndedir.
Bu bağlamda; somut olayda, mağdurun parasının sanık tarafından
alınmasına örtülü rızası bulunduğunu kabul eden askerî mahkemenin,
sanık hakkında direnme ile kurduğu beraet hükmünün usul ve esas
yönünden yasaya uygun bulunduğundan onanmasına karar verilmiştir.
257
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 132
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/138
K. No. : 2006/133
T.
: 15.6.2006
ÖZET
Sanıkla mağdurun, daha önce birbirlerinin kredi
kartlarını karşılıklı rızaları ile birer kez kullanmış olmalarının
ve sanığın olaydan altı gün sonra aralarındaki borç ilişkisine
ve anlaşmaya dayanarak mağdurun hesabına bir miktar para
yatırmasının, kredi kartının kullanımından şikâyet tarihine
kadar geçen periyot içinde, sanığın mağdurun kredi kartını
kullanarak alışveriş yaptığını söylememesi ve olayın mağdurun
kişisel çabaları sonucu ortaya çıkması karşısında, mağdurun
örtülü rızasının varlığını göstermediği kabul edildiğinden,
yüklenen suçun unsurları yönünden oluştuğu sonucuna
varılması gerekir.
Olay tarihlerinde Şırnak-Çakırsöğüt 1’inci J.Komd.Tb.K.lığı
emrinde görev yapan sanığın, 22.6.2001 günü aynı odayı paylaştığı
arkadaşı J.Astsb.Çvş. N.N.’ye ait, 4546 7200 0191 5145 seri numaralı
kredi kartını hak sahibine haber vermeden bulunduğu yerden aldığı, kartı
kullanarak Şırnak Kent Merkezinde toplam 67.000.000 TL’lık alışveriş
yaptığı ve almış olduğu kredi kartını N.N.’nin eğitim elbisesine bırakarak
23.6.2001 tarihinde yıllık izne ayrıldığı dosya kapsamından
anlaşılmaktadır.
Sanık aşamalarda bütünlük arz eden ifadelerinde; kendisine ait
kredi kartının hatlardaki kesinti sebebiyle işlem görmemesinden dolayı,
arkadaşı N.N. ile aralarındaki ilişkiye dayanarak, bu kişinin kredi kartını
alıp alışveriş yaptığını, akşam döndüğünde uyuması sebebiylede mağdura
bu hususu söyleyemediğini, 23.6.2001 tarihinde izne ayrıldığını,
26.6.2001 günü mağdur N.N.’nin kart hesabına 150.000.000 TL para
yatırdığını, mağdurun kendisinden borç olarak istediği parayı, bu kişiye
gönderecek olmasından dolayı, mağdurun kredi kartını kullanmakta bir
mahzur görmediğini söylemiştir.
258
Unsurları ve müeyyidesi ASCK’nın 132’nci maddesinde
düzenlenen, arkadaşının bir şeyini çalmak suçunun oluşabilmesi için; bir
kimsenin arkadaşına ait taşınabilir bir nesneyi, sahibinin veya zilyedinin
izni ve rızası olmadan, faydalanma kastıyla bulunduğu yerden alması
gerekmektedir.
Doktrinde mal sahibinin rızasının bulunduğuna yönelik samimî
inanç ve kanaate dayanılarak, başkasına ait bir malın alınması
durumunda, hırsızlık suçunun oluşmayacağına ilişkin görüşler bulunduğu
gibi (S.DÖNMEZER; Kişilere ve Mala Karşı Cürümler, 12’nci Bası, s:
303), mağdurun örtülü veya açık rızasının varlığı hâlinde, arkadaşının bir
şeyini çalma suçunun oluşmayacağına ilişkin kararlar da bulunmaktadır
(Askerî Yargıtay Drl.Krl.’nun 22.3.2006 tarihli ve 53-72 sayılı,
30.12.2004 tarihli ve 139-178 sayılı, 3.12.1998 tarihli ve 164-162 sayılı
kararları).
Dava konusu olayda; sanığın gerek izin süresinde ve gerekse izin
dönüşünden başlayıp şikâyet tarihine kadar geçen yaklaşık 1,5 aylık
periyot içinde, mağdura kredi kartını kullanarak alışveriş yaptığını
söylememiş olduğu, kredi kartının başkaları tarafından kullanıldığını
öğrenen mağdurun, kredi kartını kimin kullandığına ilişkin sorularını ve
araştırmalarını yanıtsız bıraktığı, olayın mağdurun kişisel çabası sonucu
ortaya çıktığı ve nihayet eylemin 3.8.2001 tarihinde şikâyet konusu
yapıldığı gözetildiğinde, yüklenen suçun unsurları yönünden oluştuğu
sonucuna varılmış; sanıkla mağdurun daha önce birbirlerinin kredi
kartlarını karşılıklı rızaları ile birer kez kullanmış olmalarının ve sanığın
olaydan altı gün sonra aralarındaki borç ilişkisine ve anlaşmaya
dayanarak, mağdurun hesabına bir miktar para yatırmasının mağdurun
örtülü rızasının varlığını göstermediği kabul edilerek, direnilerek kurulan
beraet hükmünün sübut yönünden bozulmasına karar verilmiştir.
259
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 132
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E. No. : 2006/1752
K. No. : 2006/1749
T.
: 12.12.2006
ÖZET
Sanığın, mağdur Er O.E.’nin elbisesinin cebinde
bulunan Akbank ATM kartını ve bir kâğıt üzerinde yazılı
kartın şifresini sahibinin rızası olmadan aldığı, aynı gün bu
kart ile kantinden aldığı yiyeceklerin parasını ödeyip,
ardından karta ait banka hesabından, ATM makinesini
kullanarak 120 YTL para çektiği, bu suretle sanığın iki ayrı
eylem gerçekleştirdiği anlaşıldığından, sanığın eylemlerinin;
ASCK’nın 132’nci maddesinde düzenlenen “Arkadaşının bir
şeyini çalmak” ve 5237 sayılı TCK’nın 245/1’inci maddesinde
düzenlenen “Banka kartının kötüye kullanılması” suçlarını
oluşturduğunu kabul ve buna göre uygulama yapılması
gerekirken, eylemlerinin tümünün “Arkadaşının bir şeyini
çalmak” suçu olarak vasıflandırılması suretiyle ASCK’nın
132’nci maddesinden mahkûmiyet hükmü kurulmuş olması
hukuka aykırılık teşkil etmektedir.
Askerî mahkemece; sanığın, 23.9.2005 tarihinde arkadaşının bir
şeyini çalmak suçunu işlediği kabul edilerek, ASCK’nın 132 ve TCK’nın
62’nci maddeleri gereğince, sonuç olarak beş ay hapis cezası ile
cezalandırılmasına karar verilmiştir.
Hüküm, sanık tarafından, suçu işlemediği, mahkemenin takdire
dayalı olarak karar verdiği ileri sürülerek, süresinde temyiz edilmiştir.
Tebliğnamede, hükmün suç vasfı ve görev yönlerinden
bozulmasına karar verilmesi istenilmiştir.
260
2’nci Ulş.Er.Eğt.Tb. K.lığı emrinde hamam sorumlusu olarak
askerlik hizmetini yapmakta olan sanığın, 23.9.2005 tarihinde saat
06.30’da hamama gelen erlerden, Ulş.Er O.E.’in elbisesinin cebinde
bulunan Akbank ATM kartını ve bir kâğıt üzerinde yazılı kartın şifresini,
sahibinin rızası olmaksızın aldığı, aynı gün kantine giderek, almış olduğu
tost ve hamburgerin 4 YTL tutarındaki ücretini, söz konusu ATM kartı ile
ödediği, karta ait banka hesabında para olduğunu da bu şekilde öğrenmiş
olduğu, bankaya parasının geldiğini söyleyerek izin alıp çarşıya çıktığı,
Akbank Alaşehir şubesine ait ATM makinesini kullanarak, mağdura ait
ATM kartı ile 0703-0053067 numaralı hesaptan 120 YTL para çektiği, bu
paranın 60 YTL’sini harcadıktan sonra birliğine döndüğü, kantindeki POS
cihazından çıkan slip üzerinde mağdurun ismini gören kantin görevlisi
Ulş.Er E.A.Z.’nin, 25.9.2005 tarihinde durumu mağdura bildirmesi
üzerine, 26.9.2005 tarihinde yapılan aramada, mağdura ait bankamatik
kartı, üzerinde şifre yazılı kâğıt, hesap ekstresi ve 60 YTL paranın sanığın
dolabında bulunduğu, suçunu itiraf eden sanığın, henüz harcamadığı 60
YTL tutarındaki parayı mağdura iade ettiği maddî olay olarak sübut
bulmaktadır.
Görüldüğü gibi, sanığın eylemi; başkasına/arkadaşına ait bir
banka kartının sahibinin rızası olmaksızın alınması, bu kart ile alışveriş
yapılması ve banka ATM makinesinden para çekilmesi suretiyle haksız
menfaat sağlanmasıdır.
Bu ve benzeri eylemlerle ilgili kanunî düzenlemelerin, ASCK’nın
132 ve TCK’nın 245/1’inci maddelerinde yer aldığı görülmektedir.
ASCK’nın “Üstünün, astının veya arkadaşının bir şeyini çalanlar”
başlığını taşıyan 132’nci maddesi; “Bir üstünün, arkadaşının veya astının
bir şeyini çalan asker kişiler, altı aydan beş seneye kadar hapis cezası ile
cezalandırılırlar.” hükmünü içermektedir.
1.6.2005 tarihinden itibaren yürürlükte bulunan 5237 sayılı
TCK’nın, “Bilişim Alanında Suçlar” bölümünde düzenlenmiş olan
“Banka veya kredi kartlarının kötüye kullanılması” başlıklı ve 5377 sayılı
Kanun ile değişik 245’inci maddesinin birinci fıkrası; “Başkasına ait bir
banka veya kredi kartını, her ne suretle olursa olsun ele geçiren veya
elinde bulunduran kimse, kart sahibinin veya kartın kendisine verilmesi
gereken kişinin rızası olmaksızın bunu kullanarak veya kullandırtarak
kendisine veya başkasına yarar sağlarsa, üç yıldan altı yıla kadar hapis
ve beş bin güne kadar adîi para cezası ile cezalandırılır.” hükmünü amir
bulunmaktadır.
261
5237 sayılı TCK'nın 245’inci maddesi ile yeni bir suç tipinin
düzenlendiği, mülga 765 sayılı TCK’da bu suç tipinin tam karşılığı olan
bağımsız bir düzenlemenin yer almadığı, ancak, banka veya kredi
kartlarının yetkisiz kullanılması ile ilgili eylemlerin, 765 sayılı TCK’nın
525/b-2’nci maddesi kapsamında değerlendirildiği görülmektedir. 765
sayılı TCK’nın 525/b-2’nci maddesi; “Bilgileri otomatik işleme tâbi
tutmuş bir sistemi kullanarak kendisi veya başkası lehine hukuka aykırı
yarar sağlayan kimseye bir yıldan beş yıla kadar hapis ve iki milyon
liradan yirmi milyon liraya kadar ağır para cezası verilir.” hükmünü
içermektedir.
Haksız olarak ele geçirilen kredi kartlarıyla ATM’lerden para
çekilmesi veya bu kartların alışverişte kullanılması suretiyle işlenen
suçlar bakımından, Yargıtay içtihatlarında tam bir istikrar yoktur.
Nitekim, Yargıtay 6’ncı Ceza Dairesi, başkasına ait banka veya kredi
kartının ele geçirilerek, mağdurun bankadaki hesabından bu kartla para
çekilmesi veya kartın alışverişte kullanılması suretiyle menfaat
sağlanması durumunda, yerine göre TCK’nın 492/2’nci maddesi veya
503/1 yahut 504/3’üncü maddesinin uygulanması gerektiğine, buna
karşılık 11’inci Ceza Dairesi, benzer fiiller nedeniyle TCK’nın 525/b2’nci maddesindeki suçun oluştuğuna karar vermiştir. Bu çelişkili
uygulamalar karşısında Yargıtay Ceza Genel Kurulu, 10.4.2001 tarihli bir
kararı ile (E. 2001/6-30, K. 2001/57, YKD., Cilt;17, Haziran 2001, S. 6,
s. 913-915), benzer olaylar dolayısıyla TCK’nın 525/b-2 maddesinin
(bilgileri otomatik işleme tâbi tutmuş sistemlerin kötüye kullanılması
suretiyle işlenen suçlar) uygulanması gerektiğine karar vermiştir (Sulhi
DÖNMEZER; Kişilere ve Mala Karşı Cürümler, 17. Bası, Beta
Yayınları, İstanbul, Ekim 2004, s. 624-625).
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun da, üstünün/arkadaşının
banka veya kredi kartının çalınması ve daha sonra bu kart ile alışveriş
yapılması, yahut ATM makinelerinden para çekilmesi suretiyle
gerçekleştirilen eylemlerin, tek bir suçu (Üstünün/arkadaşının bir şeyini
çalmak suçunu) mu yoksa iki ayrı suçu (Üstünün/arkadaşının bir şeyini
çalmak ve dolandırıcılık suçunu) mu oluşturduğuna ilişkin farklı kararları
bulunmaktadır. Genel olarak, benzer eylemlerde iki ayrı suçun oluştuğu
kabul edilmektedir (Tek suç-üstünün/arkadaşının bir şeyini çalmak suçu-
262
oluştuğuna ilişkin kararlar: T. 30.3.2000, E. 2000/55, K. 2000/71; T.
3.5.2001, E. 2001/50, K. 2001/50; T. 24.10.2002, E. 2002/76, K.
2002/79; T. 10.3.2005, E. 2005/24, K. 2005/24; iki ayrı suç oluştuğuna
ilişkin kararlar: T. 13.10.1994, E. 1994/97, K. 1994/106; T. 20.5.1999, E.
1999/83, K. 1999/107; T. 23.9.1999, E. 1999/200, K. 1999/163; T.
3.5.2001, E. 2001/49, K. 2001/49; T. 28.3.2002, E. 2002/22, K. 2002/26;
T. 27.1.2005, E. 2005/12, K. 2005/12). Bu farklı kararlar ve tartışmalar
sonunda Yargıtay ve Askerî Yargıtay, banka kartı veya kredi kartının
çalınması hâlinde hırsızlık suçunun, çalınan kart ile başka bir suçun
işlenmesi hâlinde ise, iki ayrı suçun işlenmiş olacağını ve iki ayrı hüküm
kurulması gerektiğini kabul etmektedir.
5237 sayılı TCK’nın 245/1’inci maddesinde banka veya kredi
kartlarının yetkisiz kullanılmasına açık bir tanımlama getirilmesiyle,
uygulamadaki farklı yorumların bertaraf edilmesi amaçlanmıştır. Bu
maddedeki düzenleme ile, hırsızlık, dolandırıcılık, güveni kötüye
kullanmak suçlarının koruduğu hukukî menfaatlerin ihlâlini önlemek
yanında, söz konusu banka veya kredi kartlarının kullanılabildiği
bilgisayarlar, ATM makineleri, pos cihazları gibi, bilgileri otomatik
işleme tâbi tutmuş sistemlerin güvenilirliğini, yani bu sitemlerin
sahiplerinin ve bu sitemleri kullananların hukukî yararlarını korumak da
amaçlanmıştır. Nitekim madde gerekçesinde, “Madde, banka veya kredi
kartlarının hukuka aykırı olarak kullanılması suretiyle bankaların veya
kredi sahiplerinin zarara sokulmasını, bu yolla çıkar sağlanmasını
önlemek ve failleri cezalandırmak amacıyla kaleme alınmıştır. Aslında
hırsızlık, dolandırıcılık, güveni kötüye kullanma ve sahtecilik suçlarının
ratio legis’lerinin tümünü de içeren bu fiillerin, duraksamaları ve içtihat
farklılıklarını önlemek amacıyla, bağımsız suç hâline getirilmeleri uygun
görülmüştür.” denilerek, bu tür eylemlerin ayrı bir suç, yani “Banka veya
kredi kartlarının kötüye kullanılması” suçunu oluşturacağı belirtilmiştir.
5237 sayılı TCK’nın 245’inci maddesinin birinci fıkrasında,
başkasına ait bir banka veya kredi kartının, her ne suretle olursa olsun ele
geçirilmesinden sonra, sahibinin rızası olmaksızın kullanılması veya
kullandırttırılması suretiyle failin kendisine veya başkasına haksız yarar
sağlaması eylemi suç olarak tanımlanmıştır. Bu eylem tanımlanırken,
madde metninde “Her ne suretle olursa olsun ele geçiren veya elinde
bulunduran kimse” ifadesi ile, failin kartı nasıl ele geçirdiğinin bir önemi
263
olmadığı vurgulanmıştır. Dolayısıyla, söz konusu kartların; çalıntı,
buluntu, hile veya desiseyle, yahut sahibine teslim edilmek veya
kullandıktan sonra iade edilmek üzere, ya da mağdurun rızasıyla ele
geçirilmiş bir kart olması arasında bir fark bulunmamaktadır. Önemli
olan, failin her hangi bir şekilde elinde bulundurduğu kartı yetkisiz
kullanmak suretiyle haksız bir yarar sağlamasıdır.
Başkasına ait banka veya kredi kartıyla hukuka aykırı yarar
sağlama eylemi çeşitli şekillerde meydana gelebilmektedir. Kanunda
“kullanarak veya kullandırtarak” şeklinde genel bir ibare kullanılmış ve
bu açıdan bir kısıtlama getirilmemiştir. Önemli olan bu tür eylemlerin
sonucunda hukuka aykırı bir yararın elde edilmesidir. Başkasına ait
banka veya kredi kartından yarar sağlanması, kartların otomatik para
çekme makinelerinde kullanılması, alışveriş amacıyla ticarî işletmelerde
kullanılması veya veri iletim ağlarında kullanılması (Kendi hesabına
havale yapılması, hisse senedi alınması, fatura ödemeleri yapılması,
internet bankacılığı hizmetleri ve diğer bankacılık işlemleri) yoluyla
mümkün olabilmektedir. Böyle durumlarda, TCK’nın 245/1’inci
maddesindeki “Banka veya kredi kartlarının kötüye kullanılması”
suçunun oluştuğunu kabul etmek gerekecektir.
Bu açıklamalar ışığında, somut olaya döndüğümüzde, sanığın
mağdur Ulş.Er O.E.’nin elbisesinin cebinde bulunan Akbank ATM kartını
ve bir kâğıt üzerinde yazılı kartın şifresini sahibinin rızası olmadan aldığı,
aynı gün bu kart ile kantinden aldığı yiyeceklerin parasını ödeyip, ardından
karta ait banka hesabından, ATM makinesini kullanarak 120 YTL para
çektiği, bu suretle sanığın iki ayrı eylem gerçekleştirdiği anlaşılmaktadır.
Sanık sadece banka kartını çalmakla kalmamış, bu kart ile alışveriş
yapmak ve ATM’den para çekmek suretiyle kendisine haksız yarar
sağlamıştır.
Olay iddianamede doğru olarak anlatılmış olmasına rağmen, sevk
maddesi olarak sadece ASCK’nın 132’nci maddesi yazılmış; askerî
mahkeme de mahkûmiyet hükmünü bu maddeye göre kurmuştur. Askerî
Yargıtay Daireler Kurulunun 20.5.1999 tarihli, 1999/83-107 Esas ve
Karar sayılı ilâmında da belirtildiği gibi, sevk maddeleri dava açılıp
açılmadığının temel göstergesi değildir. Sevk maddeleri içinde yer
almayan, fakat iddianame okunduğunda açıkça anlaşılan bir eylem
hakkında da dava açılmış olduğunu kabul etmek gerekmektedir.
İddianamede “...sanığın, ... hamama gelen Er O.E.’nin elbisesinin
cebinden Akbank Bankamatik kartını ve şifresini aldığı, kantine giderek
264
4 YTL’lik alışveriş yaptığı, daha sonra bankaya parasının geldiğini
söyleyerek ... çarşıya çıktığı ve Akbank Bankamatiğinden 120 YTL
çektiği, paranın bir kısmını harcayarak birliğine geri döndüğü, ... sanığın
dolabında yapılan aramada bankamatik kartını bulunduğu, ...” şeklinde
ifade edilen eylemlerin, arkadaşının bir şeyini çalmak suçu olarak
nitelendirildiği görülmektedir. Bu durumda, iddianamede banka kartının
kötüye kullanılması suçuna ilişkin maddî olayın açık olarak yazıldığı,
buna karşılık sevk maddesinin gösterilmediği, hatalı ve bir bütün olarak
tüm eylemlerinin arkadaşının bir şeyini çalmak suçunu oluşturduğu
şeklinde vasıflandırıldığı ve sevk maddesinin de buna göre yazıldığı
anlaşılmaktadır. İddianamede olay her iki eylemi de kapsayacak şekilde
bir bütün hâlinde izah edildiğine göre, “Banka kartının kötüye
kullanılması” suçuna ilişkin sevk maddelerinin yazılmamış olması, bu
suçtan dava açılmamış olduğunu göstermez.
Buna göre, sanığın eylemlerinin; ASCK’nın 132’nci maddesinde
düzenlenen “Arkadaşının bir şeyini çalmak” ve 5237 sayılı TCK’nın
245/1’inci maddesinde düzenlenen “Banka kartının kötüye kullanılması”
suçlarını oluşturduğunu kabul ve buna göre uygulama yapılması
gerekirken, eylemlerinin tümünün “Arkadaşının bir şeyini çalmak” suçu
olarak vasıflandırılması suretiyle, ASCK’nın 132’nci maddesinden
mahkûmiyet hükmü kurulmuş olması hukuka aykırılık teşkil etmektedir.
Nitekim Yargıtay 11’inci Ceza Dairesi de, 21.11.2006 tarihli, 2006/57049321 Esas ve Karar sayılı ilâmı ile, gündüz mağdurların işyerlerine
giderek, bürolarından kredi kartlarını çaldıktan sonra, bu kartlar ile
harcama yapan sanığın eylemlerinin, “hırsızlık” ve “kredi kartlarının
kötüye kullanılması” suçlarını oluşturacağına karar vermiştir.
Bu nedenlerle, askerî mahkemece, sanığın iki ayrı suç oluşturan
eyleminin bütünüyle, arkadaşının bir şeyini çalmak suçunu
oluşturduğunun kabulüyle, buna göre uygulama yapılması yasaya aykırı
görülmüş, ancak hüküm sadece sanık tarafından temyiz edildiğinden,
sanığın cezada kazanılmış hakkı gözetilerek, hükmün suç vasfındaki hata
yönünden bozulmasına karar verilmiştir.
265
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 134
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E. No. : 2006/706
K. No. : 2006/705
T.
: 2.5.2006
ÖZET
Sanık, tamamen yeni ve gerçeğe aykırı bir belge tanzim
etmeyip, daha önce usulüne uygun şekilde hazırlanan nöbet
listesindeki kendi ismi üzerine Er M.Y.’nin ismini yapıştırarak
tahrifat yaptığından, ASCK’nın 134’üncü maddesinde
düzenlenen suçu oluşturmayan eylemin, 765 sayılı TCK’nın
356’ncı maddesinde düzenlenen evrakta tahrifat suçunu
oluşturup
oluşturmadığı
yönünden
değerlendirilmesi
gerekmektedir.
Askerî mahkemece; sanığın 14.9.2004 tarihinde hakikate muhalif
evrak tanzim etmek suçunu işlediği kabul edilerek, ASCK’nın 134, 5237
sayılı TCK’nın 62, 647 sayılı CİHK’nın 4/1 ve 6’ncı maddeleri gereğince
sonuç olarak, 1.650 YTL adlî para cezası ile cezalandırılmasına, bu adlî
para cezasının ertelenmesine karar verilmiştir.
Sanık, değişiklik yapıp, fotokopi ile çoğalttığı listeleri sadece
koğuşa ve gazinoya bıraktığını, daha sonra nöbetini tuttuğunu, dosyanın
incelenip cezasının hafifletilmesini istediğini belirterek hükmü süresinde
temyiz etmiş; Tebliğnamede, sanığın yaptığı sahtecilik fiilinde ikna ve
iğfal kabiliyeti bulunmadığı, bu nedenle atılı suçun unsurlarının
oluşmadığı belirtilerek hükmün bozulmasına karar verilmesi istenmiştir.
Askerî mahkemece, gerekçeli hükümde;
“sanığın kimlik kısmında yazılı birlikte askerlik hizmetini yaptığı
sırada, bölükte yazıcı olarak görevli olduğu, aynı zamanda vizite onbaşısı
olduğu, bölükteki nöbetlerin bölük astsubayı kontrolünde Onb. S.B.
tarafından yazılarak, nöbet çizelgesi aslının fotokopileri çekilip bunların
silâhlık nöbetçisi, koğuş sorumlusu ve 18.30-20.30 saatleri devriye
onbaşısına verildiği, bir tanesinin de erbaş er gazinosuna asıldığı, devriye
onbaşısına verilen nöbet listesinin emniyet nöbetçi astsubaylığına teslim
edildiği, nöbetçilerin koğuştaki nöbet çizelgesine göre kaldırılarak, nöbet
266
yerine götürüldüğü, sanığın da nöbetler yazıldıktan sonra fotokopileri
ilgili yerlere vermekle görevlendirilmiş olduğu,
15.9.2004 günü düzenlenen nöbet çizelgesine göre, sanığın 04.3006.30 saatleri arasında 10 numaralı kule nöbetçisi olduğu, 14.9.2004
günü sanığın gazinoya asılan gerçek nöbet çizelgesini alarak, eski nöbet
çizelgelerinden rast gele seçtiği Er M.Y.’nin ismini kestiği, bunu gerçek
nöbet çizelgesinde kendi isminin üzerine yapıştırıp, bu şekilde tekrar
fotokopisini çekerek bunları koğuş ve gazinodaki gerçek çizelgelerle
değiştirdiği, Er M.Y.’nin bu şekilde 04.30-06.30 ve 06.30-08.30 saatleri
arasında ard arda dört saat nöbetçi olduğunu görmesi üzerine, durumu
Nöb.Astsb.Bçvş. N.A.’ya anlattığı, yapılan araştırma üzerine durumun
ortaya çıktığı, bu suretle sanığın hakikate muhalif evrak tanzim etmek
suçunu işlediği...” kabul edilerek başlangıçta izah edildiği şekilde
mahkûmiyetine karar verilmiş ise de;
ASCK’nın 134’ncü maddesinde “Hizmete veya tevdi edilen bir
vazifeye müteallik olarak kasten hakikate muhalif rapor veya takrir veya
lâyiha ve sair resmî evrak tanzim eden ve veren veyahut bunların
hakikate muhalif olduğunu bilerek, mafevklere takdime delâlet eden altı
aydan üç seneye kadar hapis ile cezalandırılır” şeklindeki düzenleme ile,
hizmete veya tevdi edilen vazifeye ilişkin kasten gerçeğe aykırı bir
belgenin tanzim edilerek kullanılması veyahut bu tür belgenin gerçeğe
aykırı olduğu bilinerek, üstlere verilmesi cezalandırılmıştır. İddia ve
kabule göre sanık tamamen yeni ve gerçeğe aykırı bir belge tanzim
etmeyip, daha önce usulüne uygun şekilde hazırlanan nöbet listesindeki
kendi ismi üzerine Er M.Y.’nin ismini yapıştırarak tahrifat yaptığından,
eyleminin suç tarihî itibarıyla 765 sayılı Kanunun 356’ıncı maddesinde
düzenlenen, evrakta tahrifat suçunu oluşturup oluşturmadığı yönünden
değerlendirilmesi gerekmektedir. Nitekim As.Yrg. 1’inci Dairesinin
27.3.1972/110-106 tarih, Esas ve Karar sayılı kararında, 4 gün istirahat
alan sanığın, bu istirahatını 14 gün olarak değiştirmesi eyleminin,
TCK’nın 356’ncı maddesinde düzenlenen evrakta tahrifat suçunu
oluşturduğu kabul edilmiştir. Diğer taraftan, sanığın yaptığı tahrifat
üzerine Er M.Y.’nin art arda dört saat nöbet tutması gerektiğinden, bu
tahrifatın başlangıçta anlaşılması, sanığın devriye nöbetçi onbaşısına,
onun da emniyet nöbetçi astsubayına verdiği ilk listeyi değiştirmemesi
karşısında, sanığın yaptığı tahrifatın ikna ve iğfal kabiliyeti bulunduğunu
söylemek de mümkün değildir. Bu nedenlerle, sanık hakkında kurulan
mahkûmiyet hükmünün bozulması gerekmiştir.
267
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 135
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E. No. : 2006/576
K. No. : 2006/572
T.
: 10.4.2006
ÖZET
Dava konusu olayda, askerlik şubesinde ilk ve son
yoklama, celp-sevk işlemlerinden sorumlu veri hazırlama
memuru olarak görev yapan sanığın, mağdur yükümlünün
işlemlerini yapmakla görevli olduğu, kendisine müracaat eden
yükümlüye, ilk celp döneminde askere gitmesinin hukuken
mümkün olmadığı yönünde sözler sarf ederek böyle bir kanaat
uyandırdığı,
ancak,
menfaat
karşılığında
bunu
hâlledebileceğini söylediği ve haksız çıkar sağlamak yönünde
eylemde bulunduğu mahkemece kabul edilmiştir.
Yerleşik uygulama ve içtihatlar dikkate alındığında,
sanığın eyleminin irtikâp (cebrî ya da ikna yoluyla) suçunu
oluşturmayacağı, fakat rüşvet suçunu oluşturacağı (rüşvet
almaya eksik kalkışma), rüşvet suçunun ise, TCK’nın
kapsamında yer aldığı, bu suçları işleyen askerî şahısların
ASCK’nın 135’inci maddesindeki atıf gereğince yargılanıp,
ceza alacağının belirlenmiş olduğu, irtikâp suçunun ise, atıf
maddesinde yer almadığı için, askerî suç niteliği taşımayacağı,
dolayısıyla, rüşvet suçu olarak adlandırılan sanığın eylemi ile
ilgili olarak, sanığın TSK’dan ayrılmış olmasının, yargılamayı
gerektiren ilgiyi kesmeyeceği sonucuna varılması gerekir.
Sanığın, 1.2.2003 tarihinde irtikâp suçunu işlediği kabul edilerek,
TCK’nın 209/2, 219/3 ve 59’uncu maddeleri uyarınca, sonuç olarak bir
yıl sekiz ay ağır hapis cezası ile cezalandırılmasına, TCK’nın 219/4’üncü
maddesi uyarınca memuriyetten müebbeten mahrumiyetine, ASCK’nın
30/B maddesi uyarınca TSK’dan çıkartılmasına ilişkin askerî mahkeme
hükmünün, sanık müdafiileri tarafından temyiz edilmesi ve Dairemizin
22.6.2004 gün ve 2004/588-639 Esas ve Karar sayılı ilâmıyla, noksan
soruşturma nedeniyle bozulmasını takiben, bozma ilâmına uyarak,
268
yargılamaya devam eden askerî mahkemece, sanığın eyleminin irtikâp
olarak değerlendirilmesi gerektiği, ancak yargılama safhasında Türk
Silâhlı Kuvvetlerinden ilişiğinin kesildiği, böylece 353 sayılı Kanunun
17’nci maddesi uyarınca yargılama bağının sona erdiği belirtilerek
mahkemenin görevsizliğine, sanığın TCK’nın 209’uncu maddesi
uyarınca yargılaması yapılmak üzere, dosyanın yetkili ve görevli
Gaziantep Ağır Ceza Mahkemesine tevdiine karar verilmiştir.
Sanık Müdafiilerinden Av. M.K. hükmü süresinde temyiz ederek,
müvekkilinin eyleminin içtihatlara göre irtikâp olmayıp, görevi suiistimal
olduğunu, bunun yeni TCK’nın 257/3’üncü maddesine ilişkin olduğunu,
bu maddenin ASCK’nın 144’üncü maddesi atfı ile, askerî mahkemenin
görevine gireceğini belirterek, görevsizlik kararının bozulmasını talep
etmiştir.
Tebliğnamede, görevsizlik kararının suç vasfının yanlış tayini
noktasından bozulması talep olunmuştur.
Sanığın Gaziantep-Şehit Kamil Askerlik Şubesi Başkanlığı
emrinde ilk ve son yoklama, celp, sevk işlemlerinden sorumlu (2’nci Ks.
Veri Hazırlama ve Kontrol İşletmeni) sivil memur olarak görev yapmakta
olduğu sırada, bu şube yükümlülerinden T.D.’nin askerlik durumunu
sormak, mümkün ise, bir an evvel askere sevkinin sağlanmasını temin
etmek amacıyla, 27.1.2003 tarihinde askerlik şubesine gelerek, bu
işlemleri takip etmekle sorumlu olan sanıkla bir görüşme yaptığı,
Sanığın, T.D.’ye ait dosyayı getirttikten sonra, kendisine erken
askere gitmesinin normalde imkânsız olduğunu, ancak isterse bunun
gerçekleşebileceğini, bu işin kendisinde bittiğini, Cumhurbaşkanının oğlu
bile olsa kendisi istemeden askere erken sevk edilemeyeceğini söylediği,
yapılan bu görüşmenin öğle tatili nedeniyle yarım kaldığı, sanığın
yükümlüye öğleden sonra bir kez daha gelmesini istediği, askerlik
şubesinden ayrılan ve sanığın sarf ettiği sözlere oldukça şaşıran T.D.’nin,
konuşulanları ağabeyi E.D.’ye aktardığı, anlatılanları dinleyen E.D.’nin,
sanığın kendilerinden bir takım maddî menfaat talebinde
bulunabileceğini söyleyerek, öğleden sonra kardeşi ile birlikte gidip sanık
ile bu defa bizzat görüştüğü,
269
T.D.’nin şahsî dosyasındaki bilgi ve belgelere göre, 18.9.2002
tarihinde son yoklamasını yaptırmış olmasına rağmen, bilgisayar
kayıtlarında hâlen yoklama kaçağı olarak arandığını, mevcut duruma
göre erken sevkinin mümkün olmadığını, en erken Kasım 2003 ayında
sevk edilebileceğini, bilgisayar ve dosya kayıtlarının birbirini tutmadığını
söylemesi üzerine, E.D.’nin tanıdıkları olduğunu, devreye girerlerse
erken sevkin mümkün olup olmadığını sorduğu, sanığın “Bu iş burada
biter, başkasının devreye girmesine gerek yok, bu işi ancak şubede biz
hâllederiz” şeklinde cevap verdiği, E.D.’nin “Açık konuşalım, ne
yapmamız gerekiyor” diye bir kez daha sorması üzerine, T.D.’nin bir an
önce, mümkünse Şubat 2003 celp döneminde askere gitmek istediğini
öğrenen sanığın, “Bu iş 200-300 Euro’ya mal olur” dediği, E.D. ve
yükümlü T.D.’nin “Ne gerekiyorsa yapalım” diyerek, istenen parayı
vermeyi kabul ettikleri, erken sevkinin sağlanabilmesi için T.D.’ye ait
olan ve 18.9.2002 tarihinde yaptırdığı yoklamayı gösteren, son yoklama
belgesini dosyasından çıkarttığı ve buruşturarak çöpe attığı, artık
bilgisayar ile, dosyadaki bilgilerin birbirine uygunluk arz ettiğini, Şubat
2003 döneminde sevk edileceğini söylediği, E.D.’nin parayı tedarik
etmek maksadıyla süre istemesi üzerine, sanığın, en geç bir gün içinde
kendisine bilgi vermeleri gerektiğini belirttiği, bu uyarıdan sonra
yükümlü ve ağabeyinin askerlik şubesinden ayrılarak, askerî savcılığa
giderek şikâyet dilekçesi verdikleri, bunun üzerine sanık sivil memur
R.T.’ye suçüstü yapılmasına karar verilerek, 5’inci Zırhlı Tugay
Komutanlığından temin edilen ve seri numaraları tespit edilmiş paralar
yükümlü T.D.’ye verildikten sonra, ağabeyi ile birlikte 30.1.2003
tarihinde sanığın görevli olduğu askerlik şubesine gönderildiği,
Sanığın, aynı gün yükümlü T.D.’yi bir kez daha yoklama işlemini
yaptırması için revire ve verem savaş dispanserine sevk ettiği, ev
telefonunu alarak bir kağıda yazdıktan sonra, akşam kendisini telefonla
arayacağını söylediği, para konusunu sonra hâlledeceklerini belirterek,
T.D.’den para almadığı, aynı gün akşam saat 22.00-22.30 sıralarında
T.D.’yi ev telefonundan aradığı, son olarak niyetlerinin ne olduğunu
öğrenmek istemesi üzerine, yükümlü T.D.’nin bir an önce askere gitmek
270
istediğini yinelediği ve tam olarak kaç para istediğini sorduğu, sanığın bu
görüşme esnasında bu işi sanki bir başkasına yaptıracağı süsü vererek,
askerlik şubesinde yapılan görüşmede istediği miktara ek olarak,
yapacağı yardıma karşılık bir karton (10 paket) Marlboro sigarasını da,
hediye olarak istediğini beyan ettiği, erken sevk işlemi için isteyeceği
para miktarını ertesi gün saat 18.00-18.30 sıralarında telefonla
bildireceğini söylediği ve görüşmenin sona erdiği,
31.1.2003 tarihinde belirtilen saatte yükümlü T.D.’yi bir kez daha
arayan sanığın, erken sevk işlemlerini yapacak olan memurun bu iş için
tam olarak 200 Euro istediğini, bu parayı en geç ertesi güne kadar
kendisine vermesini, ayrıca istemiş olduğu bir karton Marlboro sigarasını
da unutmamasını belirttikten sonra, ertesi gün Migros Bedesten Alışveriş
Merkezine gideceğini, orada buluşabileceklerini söylediği, yükümlü
T.D.’ye ait olan cep telefonu numarasını öğrendikten sonra, bu
görüşmenin sona erdiği,
1.2.2003 günü saat 15.00 sıralarında sanığın, T.D.’yi cep
telefonundan arayıp, Migros Bedesten Alışveriş Merkezinde olduğunu ve
gelmesini istediği, söz konusu buluşma esnasında yapılacak suçüstü
işlemi için, seri numaraları belirlenen 18 adet 20 Milyon TL’lik
banknotun (toplam 360.000.000 TL) ve üzeri işaretlenen bir karton
sigaranın T.D.’ye teslim edildikten sonra, Gaziantep Merkez
Komutanlığından temin edilen bir ekip ile, askerî savcının takibi altında,
bahse konu alışveriş merkezine gidildiği, sanığın orada yükümlü T.D. ile
bir süre sohbet ettikten sonra, bir oyuncak mağazasına girdiklerinde
360.000.000 TL parayı ve bir karton sigarayı yükümlüden aldığı, kısa bir
süre sonra da orada bulunan ekip tarafından yakalandığı, olay yerine
gelen askerî savcı tarafından durumun tespit edildiği, paralar ve bir
karton sigaranın sanık üzerinde ele geçirildiği, maddî vakıa olarak sübuta
ermektedir.
Askerî mahkeme önceki hükmünde, sanığın eyleminin irtikâp
suçunu oluşturduğunu kabul ederek cezalandırılması yönüne gitmiş,
ancak sanık müdafiilerinin temyizleri üzerine, Dairemizin 22.6.2004 gün
ve 2004/588-639 sayılı kararıyla; Türk Ceza Kanununun Devlet İdaresi
Aleyhine İşlenen Cürümler başlığı altındaki üçüncü babının ikinci
faslında irtikâp suçu (Mad. 209), üçüncü faslında rüşvet suçu (Mad. 211
271
ve devamı), dördüncü faslında ise memuriyet ve mevkii nüfuzunu
suiistimal eden ve memuriyet vazifelerini yapmayanlara ait cezalar
başlığı altındaki (Mad. 228 ve devamı) suçlar ve müeyyidelerinin
gösterildiği ve bu suçların unsurlarının neler olduğunun doktrin ve
yerleşik içtihatlar esas alınarak ortaya konulduğu, bir memurun, özel bir
kasıtla, yasa ve nizamlara aykırı bir şekilde görev yapmasının ya da yasa
ve nizamlara uygun şekilde yaptığı işten menfaat sağlamaya
çalışmasının, unsurları yasada belirtilen cebrî ya da ikna suretiyle irtikâp
ya da rüşvet almak suçlarını oluşturmadığı takdirde, genel nitelikte olan
memuriyet görevini kötüye kullanmak suçunu oluşturacağı, doktrindeki
görüşler ile, Yargıtay ve Askerî Yargıtayın yerleşik içtihatlarının da bu
yönde olduğu bilinmekte ise de; son yıllarda Yargıtay 5’inci Ceza
Dairesinin bir çok kararında, memurun rüşvet teklifinin mağdur
tarafından kabul edilmeyip, sanığı yakalatabilme amacıyla para verilmesi
hâlinde, eylemin rüşvet almaya eksik kalkışma suçunu oluşturacağının
kabul edildiği görülmektedir. Ancak, yükümlü T.D. ile ilgili Şehitkâmil
Askerlik Şubesi Başkanlığındaki ait askerlik kütüğünün 1937’nci
sayfasına ait fotokopi incelendiğinde, sanığın rumuz ve imzası bulunan
son yoklama kayıt ve tarihlerinin mevcut olduğu, yükümlünün askerlik
durumu ile ilgili olarak, aynı şubede görevli tanık Svl.Me. H.D.’den bilgi
aldığının bu tanık beyanından anlaşıldığı, sanığın bir an önce askere
gitmek isteyen yükümlü T.D.’nin şahsî dosyasını inceleyip, bilgisayar
kaydında gözükmeyen son yoklama belgesini buruşturup atarak, bu
durumda bilgisayar kaydı ile şahsî dosyasının uyumlu olacağını ve
hemen askere sevkini sağlayacağını söylemiş olması karşısında,
yükümlünün statüsünün, son yoklamasını yaptırdığı tarihlere göre, hangi
işlemlerden sonra, hangi emre göre ve en erken hangi tarihte sevk
edilebileceğinin, bu sevk işleminde sanığın hangi işlemleri yapmakla
görevli olduğunun, MSB-Asal Daire Başkanlığının 2003 yılı celp ve sevk
emrine göre yoklama kaçağı olup da, kendiliğinden gelenlerin sevk
işlemlerinin nasıl (derhâl mi, yoksa takip eden ilk sevk döneminde mi?)
yapıldığının ilgili mercilerden araştırılıp, bunlara ait belge ve bilgilerin
temin edilerek, bu konuda bilirkişi raporu aldırıldıktan sonra, sanığın
eyleminin bozma ilâmının üçüncü ve dördüncü sayfalarında irdelenen
suçlardan, hangisini oluşturacağının tayin edilmesi gerektiği hususu
noksan soruşturma olarak kabul edilmiştir.
272
Askerî mahkemece, bozma ilâmı uyarınca yapılan araştırmaya
ilişkin olarak, Şehitkâmil Askerlik Şubesi Başkanlığının cevabî
yazısında; yükümlü T.D.’nin 10.7.1998 tarihinde yoklamasını yaptırarak,
sevkini önce 31.12.2001 tarihine kadar, daha sonra Gaziantep
Üniversitesi Meslek Yüksek Okuluna kayıt yaptırdığı için 31.10.2002
tarihine kadar ertelettiği, 31.10.2002 tarihine kadar askerliğine karar
aldırması hâlinde, şube genel sevki olan 21-27 Mayıs 2003 tarihinde
sevkedilmesinin mümkün olduğu, ancak yükümlü 30.1.2003 tarihinde
askerlik kararı aldırdığından, normal şartlarda Kasım 2003 celbinde
askere sevk edilmesi gerektiği, Asal Daire Başkanlığına erken sevk için
müracaat etmesi hâlinde de, yine Mayıs 2003 er celbinde askere
gitmesinin mümkün olduğu, 27.5.2003 tarihinden itibaren derhâl
sevkinin mümkün olduğu belirtilmiş, bu hususlar bilirkişi Per.Bnb.
H.C.A.’nın mütalâası ile de teyit olunmuştur, keza sanığın yükümlüyü
erken silâh altına alma yetkisi bulunmadığı, ancak dosya veri hazırlama
memuru olduğu için belgeleri inceleme ve denetleme yetkisi olduğu
belirlenmiştir.
Bu arada, sanığın 29.3.2004 tarihinde MSB Yüksek Disiplin
Kurulu Kararı ile Devlet memurluğundan çıkarılmasına karar verildiği,
bu karardan bir suretin dava dosyasına dâhil edildiği anlaşılmaktadır.
Askerî mahkeme; sanığın sübut bulan eyleminin ikna suretiyle
irtikâp suçunu oluşturduğunu kabul ederek, sanığın Devlet
memurluğundan çıkarılması nedeniyle, askerî yargıda yargılanmasını
gerektiren ilginin kesildiğini kabul ederek görevsizlik kararı vermiştir.
Türk Ceza Kanununun Devlet İdaresi Aleyhinde İşlenen
Cürümler başlığı altındaki üçüncü babının ikinci faslında İrtikâp suçu
(Mad. 209), üçüncü faslında Rüşvet suçu (Mad. 211 ve devamı),
Dördüncü faslında ise, Memuriyet ve mevki nüfuzunu suistimal eden ve
memuriyet vazifelerini yapmayanlara ait cezalar başlığı altındaki (Mad.
228 ve devamı) suçlar ve müeyyideleri gösterilmiştir.
Kanunumuzdaki düzenlemeye göre irtikâp suçu, icbar (cebrî
irtikâp) ya da ikna suretiyle işlenmektedir.
273
Cebrî irtikâp suçu, memurun, memuriyet sıfatını veya
memuriyetine ait görevini kötüye kullanarak ferdî tazyik etmesi ile
başlayıp, bu tazyik karşısında ferdin, memurun kendisine yönelik haksız
işlemlerini önlemek zorunluluğunu duyarak, ona menfaat temin veya vaat
temin etmesi ile oluşur, Diğer bir anlatımla, söz konusu suç, memuriyet
görevini kötüye kullanmanın özel bir hâli olup, bu suçun oluşabilmesi
için, failin memur olması, memuriyet sıfat ve görevini kötüye
kullanması, mağdurdan çıkar sağlaması veya çıkar vaadine icbar etmesi,
ayrıca sağlanan çıkarın haksız olmasını, yani mağdurun yasal ve haklı
konumda bulunmasını gerektirmektedir. (Askerî Yargıtay Drl.Krl.’nun
3.7.1997/103-96 Esas ve Karar sayılı, 4’üncü Dairenin 1.12.1998/664795 Esas ve Karar sayılı kararları da bu yöndedir.)
İkna suretiyle irtikâpta ise, mağdur istenen para ya da menfaatin
haksız olarak istendiğini bilmemekte, memur yalan beyanlarıyla mağduru
kandırmakta, mağdur yaptığı ödemenin yasa ve yönetmelikler gereğince
yapılması gerektiğini zannetmekte, failin iknası ile bireyin rızası fesada
uğramaktadır. Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 16.1.1997 gün ve
1997/12-10 Esas ve Karar sayılı, 3’üncü Dairesinin 26.3.1996 gün ve
1996/188-187 Esas ve Karar sayılı kararları da bu doğrultudadır.
TCK’nın 212’nci maddesinde düzenlenen, faillerin arasında
ortaklık niteliği taşımayan, birbirinden bağımsız toplu suçlardan olan
rüşvet suçu ise; memurun yetkili olduğu bir konuda, yapmaya veya
yapmamaya mecbur olduğu şeyi yapmak veya yapmamak için, tarafların
hür iradeleri ile anlaşmaları ve menfaat elde edilmesidir. Diğer bir
anlatımla, sağlanan menfaat taraflar arasında önceden serbest iradeleri
üzerine oluşan sözleşme ile temin edilmişse rüşvet, şayet belli bir şiddete
ulaşmış manevî tazyikle elde edilmişse irtikâp suçunu oluşturacaktır.
Yargıtay 5’inci Ceza Dairesinin son yıllarda verdiği bir çok
kararında, memurun rüşvet teklifinin mağdur tarafından kabul edilmeyip,
sanığı yakalatabilme amacıyla para verilmesi hâlinde, eylemin rüşvet
almaya eksik kalkışma suçunu oluşturacağı belirlenmiştir. (Yargıtay
5’inci Dairesinin 22.11.2000/5664-6385, 30.1.2002/7010-336 Esas ve
Karar sayılı kararı-Açıklamalı, İçtihatlı Memur Suçları, Erol ÇETİN,
Açıklamalı, İçtihatlı Devlet İdaresi Aleyhine İşlenen Suçlar, Erdal
BAYTEMİR)
274
Dava konusu olayda, askerlik şubesinde ilk ve son yoklama, celpsevk işlemlerinden sorumlu veri hazırlama memuru olarak görev yapan
sanığın, mağdur yükümlünün işlemlerini yapmakla görevli olduğu,
kendisine müracaat eden yükümlüye ilk celp döneminde askere
gitmesinin hukuken mümkün olmadığı yönünde sözler sarf ederek, böyle
bir kanaat uyandırdığı, ancak menfaat karşılığında bunu hâlledebileceğini
söylediği ve haksız çıkar sağlamak yönünde eylemde bulunduğu
mahkemece kabul edilmiştir.
Yerleşik içtihatlar ve uygulama dikkate alındığında, sanığın
eyleminin irtikâp (cebrî ya da ikna yoluyla) suçunu oluşturmayacağı,
fakat rüşvet suçunu oluşturacağı (rüşvet almaya eksik kalkışma), rüşvet
suçunun ise Türk Ceza Kanununun 3’üncü babının 3’üncü faslında (Mad.
211-227) yer aldığı, bu fasılda yazılı suçları işleyen askerî şahısların,
ASCK’nın 135’inci maddesindeki atıf gereğince yargılanıp, ceza
alacağının belirlenmiş olduğu, TCK’nın 209’uncu maddesinde yer alan
irtikâp suçunun ise, atıf maddesinde yer almadığı için askerî suç niteliğini
taşımayacağı, dolayısıyla, rüşvet suçu olarak adlandırılan sanığın eylemi
ile ilgili olarak, sanığın TSK’dan ayrılmış olmasının yargılamayı
gerektiren ilgiyi kesmeyeceği, dolayısıyla mahkemenin görevsizliğinden
bahsedilemeyeceği, kaldı ki, tebliğnamede belirtildiği şekilde, eylemin
memuriyet görevini kötüye kullanma suçunu oluşturduğunun kabulü
hâlinde dahi, ASCK’nın 144’üncü maddesindeki atıf nedeniyle, askerî
mahkemenin davaya bakma görevinin değişmeyeceği sonucuna
ulaşılmakla, askerî mahkemece verilen suç vasfına bağlı görevsizlik
kararı, yasaya aykırı bulunarak bozulması yönüne gidilmiştir.
275
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 137
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E. No. : 2006/115
K. No. : 2006/109
T.
: 25.1.2006
ÖZET
Sanığın pusu görevine intikal sırasında, aracın telsiz
koymaya mahsus yerine telsizi koyduğu, yolun bozuk olması
nedeniyle aracın sallantısından dolayı, telsizin yerinden
düşmüş olabileceği, şeklindeki savunmasının, dosyada mevcut
tutanak ve vaka kanaat raporu ile desteklenmiş bulunması
karşısında, sanığa atfedilecek bir tekâsülün bulunmaması
nedeniyle, kurulan mahkûmiyet hükmünün bozulması gerekir.
Askerî mahkemece; sanığın, hizmette tekâsül sonucu askerî
eşyanın hasarına sebebiyet vermek suçunu işlediği kabul edilerek,
eylemine uyan ASCK’nın 137, TCK’nın 59/2 ve 647 s.K.’nın 4/1’inci
maddeleri gereğince 57.785.000 TL ağır para cezası ile
cezalandırılmasına, cezasının 647 s.K.’nın 6’ncı maddesi gereğince
ertelenmesine, tenkis edilen hazine zararından 500.000.000 TL’nin 353
s.K.’nın 16’ncı maddesi gereğince sanığa ödettirilmesine karar
verilmiştir.
Tebliğnamede, sanığın telsiz cihazını düşürerek, hasara
uğratmaktan ibaret ve beşerî zaaftan kaynaklanan davranışında, tekâsül
kastı mevcut olmadığı ve suçun unsurları itibarıyla teşkil edip etmediği
tartışılmadan, mahkûmiyet hükmü tesis edilmesi nedeniyle, mahkûmiyet
hükmünün sübût yönünden bozulması görüşü bildirilmiştir.
Yapılan incelemede; Hatay/Yayladağ 14’üncü Hd.Bl.K.lığı
emrinde görevli olan sanığın, kendisine el senedi eki ile teslim edilen
4114 no.lu telsiz ile 9.8.2003 tarihinde Hamuttepe bölgesinde pusu
görevine çıktığı, araç ile intikal sırasında telsizin yere düştüğü,
kaybolduğunun fark edilmesi üzerine, yapılan aramada telsizin kırılmış
olduğunun tespit edildiği, telsizin hasara uğraması nedeniyle
1.139.180.000 TL hazine zararının meydana geldiği maddî vakıa olarak
anlaşılmıştır.
276
Sanığın, hizmette tekâsül sonucu, askerî eşyanın hasarına
sebebiyet vermek suçunu işlediği kabul edilerek, mahkûmiyet hükmü
kurulmuş ise de;
ASCK'nın 137’nci maddesinde yazılı, “hizmette tekâsülle harp
malzemesinin mühimce hasarına sebebiyet vermek” suçunun teşekkülü
için, sanığın hizmet veya vazife hâlinde olması, hasara uğrayan askerî
eşyanın gemi, tayyare, esliha ve harp malzemesinden biri olması ve
hasarın tekâsül sonucu meydana gelip mühimce olması şarttır.
Bu unsurların yanında atılı suçun oluşabilmesi için, failin
meydana gelen zarara neden olma açısından bir kusurunun bulunması
zorunludur.
Suçun manevî unsuru niteliğindeki bu durumla ilgili olarak,
sanığın yargılama sırasındaki ifadelerinde; pusu görevine intikal sırasında
telsizi aracın telsiz koymaya mahsus yerine koyduğu, yolun bozuk olması
nedeniyle, aracın sallantısından dolayı telsizin yerinden düşmüş
olabileceği şeklindeki savunmasının, dosyada mevcut tutanak ve vaka
kanaat raporu ile desteklenmiş bulunması karşısında, söz konusu telsiz
cihazının hasara uğratılması konusunda, sanığa affedilebilecek bir
tekâsülünün bulunmadığı sonucuna varıldığından, mahkûmiyet
hükmünün esas yönünden bozulmasına karar verilmiştir.
277
ASKERÎ CEZA KANUNU
Ek Mad. 1
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
2’nci Daire Kararı
E. No. : 2006/145
K. No. : 2006/141
T.
: 8.2.2006
ÖZET
Sanığın, Türk Ticaret Kanununun tarif ettiği mana ve
hukukî esaslara göre, ticarî bir faaliyeti bulunmadığından,
kanunlara, ahlâka, aykırı bir şekilde yapılan işlerin, “ticaret
yapmak” şeklinde kabulüne imkân olmayan bu eylemin sübutu
hâlinde, 5846 sayılı “Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa
muhalefet” suçunu oluşturacağı sonucuna varıldığından; Fikir
ve Sanat Eserleri Kanununa muhalefet suçunun, askerî bir suç
olmaması ve askerî bir suça da bağlı bulunmaması nedeniyle,
askerî mahkemenin görevine girmeyeceğinden, görevsizlik
kararı verilmesi gerekir.
Askerî mahkemece, sanığın 30.7.2003 tarihinden önce ticaret
yapmak suçunu işlediği sabit görülerek, eylemine uyan ASCK’nın Ek1’inci maddesinin birinci cümlesi, TCK’nın 59/2 ve 647 sayılı Kanunun
4’üncü maddeleri uyarınca 577.850.000 TL ağır para cezası ile
cezalandırılmasına, verilen bu para cezasının 647 sayılı Kanunun 6’ncı
maddesi uyarınca ertelenmesine karar verilmiştir.
Bu hüküm, yasal süresi içerisinde sanık müdafii tarafından özetle,
isnat olunan ticaret yapmak suçunun maddî ve manevî unsurları itibarıyla
oluşmadığından, sanığın beraetine karar verilmesi gerekirken,
mahkûmiyetine karar verilmesinin, usul ve yasaya aykırı olduğu ileri
sürülerek temyiz edilmiştir.
Sanığın Gelibolu/Ortaköy 18’inci Zh.Tug.Loj.Ds.Bkm.Brl. K.’lığı
emrinde görevli bulunduğu sırada, 31.5.2003 tarihinde Çanakkale’de
bulunan Karadağ Sağlık Hizmetleri Nakliyat ve Ticaret Limitet Şirketi ile
278
DJ’s Giyim Shop’dan, 4’er adet orijinal film CD’sini askerî kimlik
kartını göstererek, iki günlüğüne kaparo karşılığında kiraladığı, ancak bu
film CD’lerini zamanında iade etmediği gibi, karşılıkları olan bedellerini
de ödemediği, anılan iş yerlerinin 29.7.2003 tarihinde sanığın görev
yaptığı 18’inci Zh.Tug.K.’lığına yazılı olarak müracaat ederek, bu
konudaki mağduriyetlerinin giderilmesini istedikleri, iş yerlerinin
şikâyetleri değerlendirilerek 30.7.2003 tarihinde, kolordu komutanınca
verilen şifahî emir üzerine, sanığın da katılımı ile evinde bir arama icra
edildiği, bu arama sonucunda sanığın evinde “3 adet hepsi burada com’a
ait irsaliye faturası, 57 adet film CD’lerine konulmak üzere resim, 49
adet CD kabı, 57 adet boş CD, 69 adet kapsız CD film, 15 adet kaplı CD,
58 adet kapsız CD Müzik, 64 adet kapsız CD program, 2 adet CD
çantası, 2 adet program disketi, 38 adet CD afişi (4’lü).....” olmak üzere
20 kalem malzemeye el konulduğu, ayrıca evde yapılan aramada 1 adet
dijital receiver, 1 adet Vestel marka VHS Video, 8 adet VHS Video
kaseti, 1 adet dijital video kartı, 1 adet Celeron 1.7 mhz bilgisayar (DVD
Roaam ve CD yazıcısı ile birlikte) ve bir adet HP Printer bulunduğu,
mevcut bilgisayarın hard diskinde yapılan incelemede, çok miktarda
porno filmin kayıtlı olduğunun tespit edildiği, ayrıca sanığın Gelibolu’da
Belediye İş Hanında bulunan Star 80 CD Film dükkanına da, “elde edilen
kârın yarısı kendisine verilmek kaydıyla, satılmak ve kiraya verilmek
üzere, orijinal ve kopya olarak 111 adet CD Film teslim ettiğinin ve bu
filmlerden elde edilen kâr karşılığında zaman zaman kendisine ödeme
yapıldığının” anlaşıldığı, bu CD’ler arasında, sanığın Çanakkale’de
bulunan 2 iş yerinden temin ettiği 8 adet CD’nin de yer aldığı, sanık
tarafından 31.7.2003 tarihinde şikâyette bulunan işyerleri aranarak zararı
telâfi etmek istediği, banka vasıtası ile ödemede bulunulduğu dosyada
mevcut sözlü ve yazılı delillerden anlaşılmaktadır.
Askerî mahkemece, sanığın çeşitli şekillerde elde etmiş olduğu
müzik ve film CD’lerini çoğaltıp, bunları işyeri açmadan başkalarına ait
işyerleri vasıtası ile pazarladığı, ayrıca işyeri olmadan da faaliyetini
sürdürdüğü ve dolayısıyla kazanca yönelik faaliyette devamlılık
gösterdiği, beyanlarında samimî olmadığı, üzerine atılı suçun maddî ve
manevî unsurları itibari ile oluştuğunun kabulü ile, “ticaret yapmak”
suçundan mahkûmiyet hükmü kurulmuş ise de;
279
Sanığın oluş şekli yukarıda açıklanan, Türk Ticaret Kanununun
tarif ettiği mana ve hukukî esaslara göre ticarî bir faaliyeti
bulunmadığından, kanunlara ve ahlâka aykırı bir şekilde yapılan işlerin,
“ticaret yapmak” şeklinde kabulüne imkân olmayan bu eyleminin sübutu
hâlinde, 5846 sayılı “Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa muhalefet”
suçunu oluşturacağı sonucuna varıldığından; fikir ve Sanat Eserleri
Kanununa muhalefet suçunun, askerî bir suç olmaması ve askerî bir suça
da bağlı bulunmaması nedeniyle, askerî mahkemenin görevine
girmeyeceğinden, sanığın bu suçu ile ilgili yargılama yapmak görevi 353
sayılı kanunun 9 ve 17’nci maddeleri uyarınca adliye mahkemesine aittir.
Bu nedenlerle, askerî mahkemece 353 sayılı kanunun 19 ve
176’ncı maddeleri uyarınca, suçun askerî yargıya tâbi olmaması
nedeniyle, görevsizlik kararı verilmesi gerekirken, suça konu eylemin
ticaret yapmak suçunu oluşturduğunun kabulü ile, mahkûmiyet hükmü
kurulması isabetsiz görülmüş, hükmün görev noktasından bozulmasına
karar verilmiştir.
Öte yandan, sanığın çoğalttığı ve ticaretini yaptığı CD’lerin bir
kısmının porno içerikli olması karşısında, bu eylemlerinin ASCK’nın Ek1’inci maddesindeki ticaret yapmak suçuna göre, daha özel bir suç olan
TCK’nın 426’ncı maddesinde düzenlenen “halkın ar ve haya duygularını
inciten veya cinsî arzularını tahrik ve istismar eder nitelikte, genel ahlâka
aykırı hareket etmek” suçuna vücut verdiği, ancak bu suçun askerî bir suç
olmadığı gibi, asker kişilere karşı veya askerî mahalde yahut askerlik
hizmet ve görevleri ile ilgili olarak işlenen bir suç da, teşkil
etmeyeceğinin kabulü ve 2’nci Kor.K.lığı Askerî Savcılığınca görevsizlik
kararı ile aynı eylem içerisinde bulunan, bazı delillerin tefrik edilmesi,
tek bir suça vücut veren eylemlerin bölünemez oluşu ve eylemle ilgili
delillerin aynı davada irdelenip, değerlendirilmesi ve sonucuna göre
çözülmesi ve eylem bir bütün teşkil ettiği hâlde, dosyada mevcut
delillerin bölünmemesi gerekirken, bu suçla ilgili malzemelerin
(delillerin) tefrik edilerek, sanık hakkında bu suçtan dolayı soruşturma
yapmaya görevli ve yetkili bulunan Gelibolu Cumhuriyet Başsavcılığına
gönderilmesinin de dikkate alınması gerektiğine işaret edilmiştir.
280
ASMKYUK
Mad. 9
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/72
K. No. : 2006/66
T.
: 16.3.2006
ÖZET
Gerek Jandarma Teşkilât, Görev ve Yetkileri
Kanununun 7’nci ve gerekse Jandarma Teşkilâtı Görev ve
Yetkileri Yönetmeliğinin 133’üncü maddelerinde, yoklama
kaçağı, bakaya, firar ve izin tecavüzünde bulunanların
yakalanmaları, Jandarmanın askerî görevleri arasında
sayıldığından, cezaevi girişinde yapılan kontrolde ele geçen ve
bakaya olarak arandığı anlaşılan şahısla ilgili olarak, üst
makamlara ön rapor çektirmeyen ve ilgilinin İl Merkez
Jandarma Komutanlığına teslim edildiğine ilişkin tutanağı
alan sanık, Cezaevi Koruma Bölük Komutanı Ütğm.’nin,
bakaya takibi ile ilgili işlemleri, önlemeye yönelik eylemi
nedeniyle, yargılama görevinin askerî mahkemeye ait
olduğunun kabul edilmesi gerekir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, dosyada noksan soruşturma bulunup
bulunmadığına ilişkin bulunmaktadır.
Olay günü Muş ve E Tipi Cezaevine ziyaret maksadıyla gelen
M.M. ve M.Y. isimli sivil şahısların yapılan GBT araştırmaları sonucu,
M.M.’nin bakaya, M.Y.’nin de yoklama kaçağı olarak arandıklarının
tespit edildiği, bunun üzerine yakalanan bu şahısların, İl Merkez
Jandarma Komutanlığından çağrılan J.Uzm.Çvş. F.G.’ye tutanakla teslim
edildiği, durumun Cezaevi Jandarma Koruma Bölük Komutanı Vekili
olan sanığa telefonla bildirildiği, sanığın savunmasına göre, M.M.’nin
askerlik şubesince aranıp aranmadığı konusunda araştırma yaptığı,
cezaevinde görevli Astsb. M.A.D.’yi telefonla arayan sanığın, M.M.’nin
aranmadığını söylediği ve hakkında işlem yapılmamasını istediği,
öğleden sonra da cezaevine gelerek M.A.D.’nin masasında bulunan
teslim tutanağını aldığı ve bu şahsın yakalandığını Jandarma Genel
281
Komutanlığına ön raporla bildirmediği, M.M.’nin de götürüldüğü İl
Merkez Jandarma Komutanlığından kaçtığı iddia ve kabul edilmektedir.
Kurulda öncelikle sanığa yüklenen eylemin sınırı ve bu eylemin
askerî yargının görevi kapsamında bulunup bulunmadığı konusu
tartışılmıştır.
2803 sayılı Jandarma Teşkilât, Görev ve Yetkileri Kanununun
7’nci maddesi; jandarmanın sorumluluk alanındaki genel görevlerini;
mülkî görevleri, adlî görevleri, askerî görevleri ve diğer görevler olmak
üzere dört ana başlığa ayırmış;
1. Mülkî görevleri; Emniyet ve asayiş ile, kamu düzenini
sağlamak, korumak ve kollamak, kaçakçılığı men, takip ve tahkik etmek,
suç işlenmesini önlemek için gerekli tedbirleri almak ve uygulamak, ceza
infaz kurumları ve tutukevlerinin dış korunmalarını yapmak.
2. Adlî görevleri; İşlenmiş suçlarla ilgili olarak kanunlarda
belirtilen işlemleri yapmak ve bunlara ilişkin adlî hizmetleri yerine
getirmek.
3. Askerî görevleri; Askerî kanun ve nizamların gereği görevlerle
Genelkurmay Başkanlığınca verilen görevleri yapmak..
4. Diğer görevleri; yukarıda belirtilen görevler dışında kalan ve
diğer kanun ve nizam hükümlerinin icrası ile, bunlara dayalı emir ve
kararlarla jandarmaya verilen görevleri yapmak şeklinde açıklanmıştır.
Jandarma Teşkilâtı Görev ve Yetkileri Yönetmeliğinin 133’üncü
maddesi; yoklama kaçağı, bakaya, firar ve izinsizlerin aranıp ele
geçirilmelerini jandarmanın askerî görevleri arasında saymıştır.
M.M. isimli şahsın yakalanması ve İl Merkez Jandarma
Komutanlığına teslim edilmesi ile, sanığın askerî görevinin sona erdiği
düşünülebilirse de, görevin sadece yakalamakla sınırlı olmadığı, ilgilinin
askerlik şubesine teslimine kadar olan hizmetleri de kapsadığı
gözetildiğinde, olayla ilgili olarak yürütülen görevin Jandarmanın askerî
görevi olduğu kabul edilmiştir.
Bu nedenle; cezaevi girişinde yapılan kontrolde ele geçen ve
bakaya olarak arandığı anlaşılan M.M. hakkında üst makamlara ön rapor
çektirmeyen ve ilgilinin İl Merkez Jandarma Komutanlığına teslim
edildiğine ilişkin tutanağı alan sanığın, bakaya takibi ile ilgili işlemleri
önlemeye yönelik eylemi nedeniyle, yargılama görevinin askerî yargıya
ait olduğu sonucuna varılmıştır.
282
Görev konusu karara bağlandıktan sonra, davada noksan
soruşturma bulunup bulunmadığı hususu incelenmiştir.
Dosyada bulunan Muş Askerlik Şubesi Başkanlığının
yazılarından, M.M.’nin bakaya olarak arandığı, şubeden hiçbir personelin
sanığa ilgilinin aranmadığı konusunda telefonla bilgi vermediği, herhangi
bir yükümlünün durumu hakkında telefonla alınan bilgiye göre
yükümlünün serbest bırakılması veya askerlik şubesine getirilmesi gibi
bir uygulamanın söz konusu olmadığı saptanmıştır.
M.M.’nin İl Merkez Jandarma Komutanlığından kaçması olayı ile
ilgili olarak, sanık hakkında açılmış bir davanın bulunmadığı, adı geçenin
İl Merkez Jandarma Komutanlığına teslim edildikten sonra ve o
Komutanlığın sorumluluğu altında iken binadan ayrıldığı anlaşılmıştır.
Maddî olayın ve ilgilinin bakayadan arandığının, telefonla alınan
bilgiye göre serbest bırakılmasının söz konusu olmadığının resmî
yazılarla sabit olduğu, yakalanan şahsın İl Merkez Jandarma
Komutanlığına teslimi ile, anılan Komutanlığın sorumluluğu altında
girdiği hususları birlikte değerlendirildiğinde, dosyada noksan
soruşturma bulunmadığı sonucuna varılmıştır.
Sanığın teslim tutanağı almak ve ön rapor çektirmemek şeklinde
tecelli eden eyleminin suç oluşturup oluşturmadığı, oluşturuyorsa hangi
suçu oluşturduğu Dairesince tartışılmadığından, Başsavcılığın itiraz
sebebinin reddine ve dosyanın temyiz incelemesine devam edilmek üzere
Dairesine iadesine karar verilmiştir.
283
ASMKYUK
Mad. 9
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/122
K. No. : 2006/120
T.
: 25.5.2006
ÖZET
1- Yüklenen suç nedeniyle, iki yıl on ay yirmi bir gün
tutuklu kalan ve tahliyesinden sonra, altı aylık temel eğitim
süresi tamamlattırılarak geçici olarak terhis edilen sanığın,
tutuklu kaldığı sürenin askerlik hizmetinden sayılıp
sayılmayacağı ve kesin terhis tarihî kamu davasının sonucuna
göre belli olacağından; hâlen asker kişi sıfatının devam
ettiğine ve yüklenen kasten bir insanı öldürmek suçu nedeniyle
yargılama görevinin askerî yargıya ait olduğunun kabulü
gerekir.
2- İlk haksız harekete verilen karşılık, önceki haksız
hareket bakımından oransız ve ağır ise, ilk haksız hareketi
yapan failin haksız tahrik hükümlerinden yararlandırılması
hak ve nefaset kuralları gereği olduğundan, tam olarak
anlaşılamamakla birlikte, sanıkla maktul arasında önceden
beri devam eden çekişmenin bulunduğu, olay günü önce
sanığın küfür ettiği ve eylemini sürdürmesi üzerine, maktulün
sanığa yumrukla vurduğu, sanığın da hizmet nedeniyle verilen
silâhı ile ateş ederek maktulü öldürdüğü anlaşılan olayda,
gerek küfürle yumruk arasındaki oransızlık ve gerekse
önceden beri süren husumet ve çekişme gözetilerek sanık
lehine haksız tahrik hükmünün uygulanması gerekir.
3- Sanığın, yüklenen suçu, yol arama unsuru görevi
sırasında ve memuriyetine ait vasıtayı, yani hizmet nedeniyle
kendisine teslim edilen silâhı kullanmak suretiyle işlemiş
olduğu gözetildiğinde, cezasının TCK’nın 251’inci maddesi
yerine, 281’inci maddesi uyarınca arttırılmış olması yasaya
aykırıdır.
284
Daire ile askerî mahkeme arasında ortaya çıkan ve Daireler
Kurulunda çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, sübutunda kuşku
bulunmayan maddî olayda, sanık lehine haksız tahrik hükümlerinin
uygulanıp uygulanmayacağına ilişkin bulunmaktadır.
Daire, sanığın maktule küfür etmesinden sonra, maktulün sanığa
yumruk atması nedeniyle, olayda karşılıklı tahrikin mevcut olduğunu
kabul ederken; askerî mahkeme ilk haksız hareketin sanıktan gelmesi
sebebiyle, sanık lehine tahrik hükümlerinin uygulanmaması gerektiği
görüşünü öne sürmektedir.
Sanığın 13 Ekim 2005 tarihinde terhis edilmiş olması nedeniyle,
kurulda öncelikle askerî mahkemenin yargılamada görevli olup olmadığı
konusu tartışılmıştır.
Askerî mahkemelerin görevlerini belirleyen 353 sayılı Kanunun
“Genel Görev” başlıklı 9’uncu maddesi; “Askerî mahkemeler kanunlarda
aksi yazılı olmadıkça, asker kişilerin askerî olan suçları ile bunların asker
kişiler aleyhine veya askerî mahallerde yahut askerlik hizmet ve görevleri
ile ilgili işledikleri suçlara ait davalara bakmakla görevlidirler” hükmünü
içermektedir.
Gerek öğretide ve gerekse uygulamada askerî suçlar:
1) Unsurlarının ve cezalarının tamamı Askerî Ceza Kanununda
yazılı olan, başka bir anlatımla Askerî Ceza Kanunu dışında hiçbir ceza
kanunu ile cezalandırılmayan suçlar;
2) Unsurları kısmen Askerî Ceza Kanununda, kısmen diğer ceza
kanunlarında gösterilen suçlar;
3) Türk Ceza Kanununa atıf suretiyle askerî suç hâline
dönüştürülen suçlar;
olmak üzere üç grupta mütalâa edilmektedir.
Aynı kanunun “Askerî mahkemelerde yargılamayı gerektiren
ilginin kesilmesi” başlıklı 17’nci maddesi; “Askerî mahkemelerde
yargılanmayı gerektiren ilginin kesilmesi, daha önce işlenen suçlara ait
davalara bu mahkemelerin bakma görevini değiştirmez. Ancak suçun;
askerî bir suç olmaması, askerî bir suça bağlı bulunmaması ve sanık
hakkında kamu davası açılmamış olması hâlinde, askerî mahkemenin
görevi sona erer” biçiminde iken, Anayasa Mahkemesinin 11 Mart 2000
tarihli ve 23990 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan, 1.7.1998 tarihli ve
1996/74 Esas, 1998/45 Karar sayılı kararı ile “...ve sanık hakkında kamu
davası açılmamış olması...” sözcüklerinin Anayasaya aykırı olduğuna ve
iptaline karar verilmiştir.
285
Bu duruma göre, askerî mahkemelerde yargılanmayı gerektiren
ilginin kesilmesiyle birlikte, sanığa yüklenen suçun askerî bir suç
olmaması veya askerî bir suça bağlı bulunmaması hâlinde, askerî
mahkemelerin görevlerinin sona ereceği konusunda duraksama yoktur.
Anayasa Mahkemesinin iptal kararı nedeniyle, sanık hakkında kamu
davası açılmış olup olmamasının bir önemi bulunmamaktadır.
1111 sayılı Askerlik Kanununun 80’inci maddesinde “...firar ve
izinsiz geçen müddetlerle her hangi bir mahkemenin hükmettiği hapis
cezaları muvazzaf ve yedek hizmetlerinden sayılmaz. Disiplin cezaları
hizmetten sayılır.
Beraetle neticelenen davalarda mevkufiyet müddetleri hizmetten
sayılır. Ancak muvazzaflardan altı ay talim görmemiş olanlara bu müddet
tamamlattırılır. Yedeklere talim müddeti kadar hizmet yaptırılır.”
denilmektedir.
MSY 70-1/C Asker Alma Yönergesinin İkinci Bölüm Altıncı
Kısmında; “Askerlik Kanununda belirtilen hizmet süresini tamamlayan
erbaş ve erler için, dört nüsha terhis belgesi düzenlenir.”,
“...Hizmetleri sırasında tutuklanan ve tutukluluk süresi içinde
hizmet süresi sona eren erbaş ve erlerin terhisleri birliklerince yapılarak,
dava sonucu beklenir ve terhis işleminin yapıldığı askerî savcılığa
bildirilir. Bunlardan kıt’a şahsî dosyaları herhangi bir nedenle askerlik
şubesine iade edilmiş olanların, terhis tarihlerinde kıt’a şahsî dosyaları
ayrıntılı bir yazı ekinde birliklerine gönderilerek terhis edilmeleri ve
terhis işleminin yapıldığının askerî savcılığa bildirilmesi istenir. Ancak,
tutukluluk öncesinde altı aylık hizmeti olmayanlar terhis edilmez.
Davanın, tutukluluk süresinin askerlik hizmetinden sayılmasını
gerektirecek bir kararla neticelenmesi hâlinde; suçun niteliği ve
tutuklama kararının verilmesi zamanına bakılmaksızın tutukluluk süresi
askerlik hizmetine mahsup edilerek kesin terhisleri yapılır. Davanın
tutukluluk süresinin askerlik hizmetinden sayılmamasını gerektirecek bir
kararla neticelenmesi hâlinde; tutukluluk süresi kadar noksan hizmet
yaptırıldıktan sonra kesin terhisleri yapılır.” denilmektedir.
Somut olayda, sanığın Askerlik Kanununda belirlenen hizmet
süresini tamamlamadığı, terhis belgesinde, “5 Ekim 2002 tarihinde silâh
altındayken, kasten adam öldürme suçundan 7’nci Kolordu Askerî Ceza
ve Tutukevine kapatıldığının, 26 Ağustos 2005 tarihinde tahliye
edildiğinin, askerî ceza ve tutukevine kapatıldığı tarihte 4 ay 13 gün
askerliğinin bulunduğunun ...silâh altında iken tutuklu ve cezaevindeki
286
erbaş/erlerden beraet edenlerin tutukluluk süreleri askerlik hizmetinden
sayılır, altı aylık temel eğitim süresinin tamamlayanlar terhis edilir,
tamamlanmayanlar altı aya tamamlatılır maddesi gereğince, 1 ay 17 gün
hizmet yaptırılarak, altı aylık temel eğitim süresinin tamamladığı için
terhis edildiğinin” yazılı olduğu görülmektedir.
Bu açıklamalar ışığında, silâh altında iken işlediği kasten bir
insanı öldürmek suçu nedeniyle iki yıl on ay yirmi bir gün tutuklu kalan
ve tahliyesinden sonra altı aylık temel eğitim süresi tamamlattırılarak
terhis edilen sanığın, “geçici terhis” edildiği, tutuklu kaldığı sürenin
askerlik hizmetinden sayılıp sayılmayacağının ve kesin terhis tarihinin
kamu davasının sonucuna göre belli olacağı, bu duruma göre hâlen asker
kişi sıfatının devam ettiği ve yüklenen suç nedeniyle yargılama görevinin
askerî mahkemeye ait olduğu sonucuna varılmıştır. Uyuşmazlık
Mahkemesi Ceza Bölümünün 1.11.2004 tarihli ve 2004/45-45 E.K. sayılı
kararı da aynı doğrultuda bulunmaktadır.
Bozma ilâmına karşı diyecekleri saptanan, katıldığı 12.10.2005
tarihli duruşmada, müteakip duruşmanın 7.12.2005 tarihinde yapılacağı
kendisine tebliğ edilen, ancak 13.10.2005 tarihinde terhis edilmesine
rağmen, kendi isteği ile bu duruşmaya gelmeyen, mahkemeden adlî
yardım talebinde bulunmayan ve avukatını azleden sanığın usule yönelik
temyiz sebepleri kabule değer görülmemiştir. Görev ve usul konuları bu
şekilde karara bağlandıktan sonra esasın incelenmesine geçilmiştir.
Mülga 765 sayılı TCK’nın 51’inci maddesi; “Bir kimse haksız bir
tahrikin husule getirdiği gazap veya şedit elemin tesiri altında bir suç
işler ve bu suç... mahkûm olur. Sair hâllerde işlenen suçun cezasının
dörtte biri indirilir
Tahrik ağır ve şiddetli olursa... cezası verilir.
Sair cezaların yarısından üçte ikisine kadarı indirilir.”
düzenlemesini içermekte iken;
5237 sayılı TCK’nın 29’uncu maddesi ile; “Haksız bir fiilin
meydana getirdiği hiddet veya şiddetli elemin etkisi altında suç işleyen
kimseye ... cezası verilir. Diğer hâllerde verilecek cezanın dörtte birinden
dörtte üçüne kadarı indirilir.” şeklinde yeni düzenleme yapılmıştır.
Bir kimsenin dıştan gelen haksız eylem sonucu kışkırtılarak suç
işlemesi, ceza hukuku yönünden haksız tahrik olarak tanımlanmaktadır.
287
Haksız tahrik Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 25.12.1997
tarihli ve 1997/169-170 E.K. sayılı kararında; “Failin haksız bir fiilin
doğurduğu öfke ve elemin tesiri altında kalarak suç işlemesi” olarak ifade
edilmektedir.
Gerek mülga 765 sayılı TCK’nın 51’inci ve gerekse 5237 sayılı
TCK’nın 29’uncu maddeleri düzenlemeleri gözetildiğinde, haksız tahrik
hükümlerinin uygulanabilmesi için;
1) Tahrik teşkil eden bir fiilin bulunması,
2) Fiilin haksız olması,
3) Bu haksız fiilin failde hiddet (gazap) veya şiddetli elem
meydana getirmesi,
4) İşlenen suçun bu ruhî durumun tepkisi niteliğinde olması
gerekmektedir.
Hangi fiillerin haksızlık unsuru taşıdığı, ne mülga 765 sayılı TCK
ne de 5237 sayılı TCK düzenlemelerinde açıklanmamıştır. Doktrinde ve
uygulamada, hukuka aykırı her türlü davranışın haksız fiil oluşturacağı
kabul edilmiş bulunmaktadır. Fiilin haksız olup olmadığı toplumda
geçerli olan sosyal değer ölçüleri, olayın işleniş şekli, niteliği, özellikleri,
tahrik edenle failin hâl ve davranışları dikkate alınarak
değerlendirilmelidir.
Kendi haksız hareketiyle olaya sebebiyet veren kişinin, haksız
tahrik indiriminden yararlanamayacağına ilişkin kararlara karşın, gerek
doktrinde ve gerekse Askerî Yargıtay ve Yargıtay kararlarında karşılıklı
tahrikin varlığı kabul edildiği gibi, aynı olay içerisinde her iki taraf için
de tahrik hükümlerinin uygulanması konusunda yasal engel
bulunmamaktadır.
Uyum ve kararlılık gösteren Askerî Yargıtay ve Yargıtay
kararlarında, ilk haksız harekete verilen karşılığın önceki haksız harekete
göre oransız ve ağır olması hâlinde, ilk haksız hareketi yapan failin
haksız tahrik indiriminden yararlanması gerektiği kabul edilmektedir.
(Askerî Yargıtay Drl.Krl.’nun 2.3.2006 tarihli ve 56-52 sayılı, 24.6.2004
tarihli ve 110-102 sayılı, 3.6.2004 tarihli ve 95-58 sayılı, 13.5.2004
tarihli ve 47-77 sayılı, 19.2.2004 tarihli ve 41-33 sayılı, 6.5.1999 tarihli
ve 135-12 sayılı, Yargıtay CGK’nın 25.5.2004 tarihli ve 1-87/124 sayılı,
24.10.2000 tarihli ve 1-189/211 sayılı, 25.11.1997 tarihli ve 1-239/261
sayılı, 4.10.1993 tarihli ve 156-209 sayılı kararları bu doğrultuda
bulunmaktadır.)
288
Dava konusu olayda, sanıkla maktulün önceden beri bir birlerini
söz ve davranışları ile tahrik ettikleri, olay sırasında önce sanığın maktule
küfür ettiği, eylemini sürdürmesi üzerine maktulün sanığa yumrukla
vurduğu, sanığın da hizmet nedeniyle verilen silâhı ile ateş ederek
maktulü öldürdüğü anlaşılmakta ise de; gerek küfürle yumruk arasındaki
oransızlık ve gerekse aralarında var olan çekişme ve tahrik edici söz ve
davranışları gözetilerek, sanık lehine haksız tahrik hükümlerinin
uygulanması gerektiği sonucuna varılmıştır
Diğer taraftan; sanığın yüklenen suçu yol arama unsuru görevi
sırasında ve memuriyetine ait vasıtayı, yani kendisine hizmet nedeniyle
verilen silâhı kullanmak suretiyle işlediği anlaşılmaktadır.
765 sayılı TCK’nın 251’inci maddesinde “Bir kimse vazife
esnasında bir kimse aleyhine bir cürüm işlerse kanunda yazılı olmayan
hâllerde o cürüme kanunen terettüp eden ceza üçte birden yarısına kadar
arttırılır.” hükmüne yer verilmiştir. Bu suretle, cürümün görev sırasında
işlenmesi, memurların işledikleri cürümlerde ortak ağırlatıcı neden olarak
öngörülmüştür.
Maddenin uygulanabilmesi için;
a) Failin memur olması;
b) Eylemin kasıtlı bir cürüm olması;
c) Cürümün görev sırasında işlenmesi;
d) Eylemin “bir kimseye” karşı işlenmiş olması gerekmektedir.
Bu madde hükmünün uygulanabilmesi için, cürümün görev
sırasında işlenmesi yeterli olup, ayrıca görevle ilgili olması gerekli
değildir. Bu husus Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurulunun 27.6.1955
tarihli ve 20-14 sayılı kararında vurgulandığı gibi , öğretide de bu şekilde
kabul edilmiş bulunmaktadır.
Memuriyete ait kuvvet ve araçları kullanarak, cürüm işlemeyi
ağırlatıcı neden olarak öngören TCK’nın 281’inci maddesi ise; “Bir
kimse cürüm işlemek için haiz olduğu memuriyete ait kuvvet ve
vasıtaları kullandığı takdirde, eğer kanun esasen memuriyet sıfatını
nazarı itibara almamış ise, irtikâp olunan cürüm için tayin olunacak ceza
altıda birden üçte bire tezyit olunur.” hükmünü içermektedir.
Buna göre 281’inci madde, bir “memur” tarafından işlenen, fakat
memurluk sıfatı öğe veya ağırlatıcı neden olarak göz önüne alınmış
olmayan bütün cürümler için, öngörülen ve bu anlamda “genel”
sayılması gereken bir ağırlatıcı nedendir. (ERMAN-ÖZEK; Kamu
İdaresine Karşı İşlenen Suçlar, İstanbul 1992, s. 269)
289
Bu ağırlatıcı nedenin uygulanması için gereken koşullar ise:
a) Failin memur olması;
b) Eylemin kasıtlı cürüm olması;
c) Memuriyet sıfatının işlenen cürümde unsur ya da ağırlatıcı
neden olmaması;
d) Memuriyete ait kuvvet ve aracın kullanılmasıdır.
Görüleceği üzere, sırf memurluk sıfatını ağırlatıcı neden kabul
eden 251’inci madde ile, memuriyete ait “kuvvet ve araçları kullanmayı”
ağırlatıcı neden sayan 281’inci madde arasında esaslı farklar vardır. Yine
251’inci madde, 281’inci maddeye oranla daha fazla arttırımı
öngörmektedir.
Somut olayda, jandarma eri olan sanık, görevi sırasında ve
memuriyete ait kuvvet ve araçları kullanarak, kasten bir insanı öldürmek
suçunu işlediğine göre, 765 sayılı TCK’nın gerek 251’inci ve gerekse
281’inci maddelerinin uygulanması koşulları gerçekleşmiştir.
Ancak 281’inci madde; “...eğer kanun esasen memuriyet sıfatını
nazarı itibara almamış ise...” demek suretiyle, memurun görevi sırasında
cürüm işlemesini ağırlatıcı neden sayan, böylelikle memurluk sıfatını
dikkate alan 251’inci maddeyi dışarıda bırakmıştır.
Bu nedenle, görevi sırasında görev silâhı ile suç işleyen sanığın,
765 sayılı TCK’nın 448’inci maddesi uyarınca tayin olunan cezasının,
aynı Kanunun 251’inci maddesi uyarınca arttırılması gerekirken, 281’inci
maddesi uyarınca artırım yapılması yasaya aykırı görülmüş ve hükmün
sanığın cezada kazanılmış hakkı gözetilerek, takdir ve uygulamadaki
yanılgı nedenleriyle bozulmasına karar verilmiştir. (Askerî Yargıtay
Daireler Kurulunun 7.10.1977 tarihli ve 80-71 sayılı, Yargıtay CGK’nın
4.6.2002 tarihli ve 1-142/267 sayılı kararları da bu doğrultuda
bulunmaktadır.
290
ASMKYUK
Mad. 9, 18
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/168
K. No. : 2006/168
T.
: 12.10.2006
ÖZET
Sanığın, emekliye ayrılmak suretiyle TSK’dan ilişiğinin
kesilmiş olması, sanığa atılı askerî suçlarla aralarında bağlılık
bulunan haksız mal edinme suçundan, askerî mahkemenin
yargılama görevini sona erdirmez.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken sorun; emekli olmakla TSK’dan ilişiği kesilen
sanık hakkında, haksız mal edinme suçundan yargılama görevinin, askerî
mahkemenin görevine mi, yoksa adlî mahkemenin görevine mi
girdiğidir.
Daire; sanığa atılı haksız mal edinme suçu ile, onanmasına karar
verilen ve askerî suç niteliğinde olan memuriyet nüfuzunu sair suretle
kötüye kullanmak ve esas yönünden bozulmasına karar verilmesi
nedeniyle yargılaması devam eden memuriyet görevini kötüye kullanmak
suçları arasında bağlılık bulunduğunu, müşterek delillerin de aynı yargı
yerince değerlendirilerek hükme varılmasını gerekli kıldığını, sanığın
emekli olarak TSK’dan ilişiğinin kesilmesinin askerî mahkemenin
yargılama görevini sona erdirmeyeceğini kabul ederken;
Başsavcılık; sanığa atılı haksız mal edinme suçunun askerî bir
suça bağlı bulunmadığını, haksız mal edinme suçunun, memuriyet
nüfuzunu sair suretle kötüye kullanmak suçundan çok önce işlendiğini,
sanığın yürüttüğü görev nedeniyle, haksız mal edinme suçu ile, diğer
suçlar arasında fiilî bağlılık bulunduğu düşüncesiyle, askerî mahkemenin
yargılama yapma görevinin sona ermediğini kabul etmenin, hiçbir zaman
görevsizlik kararı verilmemesi sonucunu ortaya çıkaracağını, bu
durumun mevzuata ve yerleşik uygulamaya aykırı olduğunu, emekli
olmakla TSK’dan ilişiği kesilen sanık hakkında haksız mal edinme
suçundan yargılama yapma görevinin askerî mahkemeye ait olmadığını
ileri sürmektedir.
291
Genelkurmay Başkanlığı Askerî Savcılığınca; Ağustos 1999Ağustos 2001 yılları arasında Deniz Kuvvetleri Komutanı olarak görev
yapan sanığın, kendisine tahsis edilmiş olan cep telefonunu emir subay
yardımcısı Dz.Yzb. A.Y.K.’ya vererek onun şahsî görüşmeler yapmasına
ve hazine zararına neden olması; emir subay yardımcısı olarak görev
yapan ve ailesini Ankara’ya getirmeyen Dz.Yzb. A.Y.K.’yı İstanbul’da
resmî görevlendirme olmaksızın bulundurup, yılın çok büyük bir
bölümünü İstanbul’da geçirecek şekilde kontrolsüz bırakması; Deniz
Kuvvetleri Komutanlığı konutunda yapılan resmî ve özel konuk
ağırlamalarının kayıtlarının tutulmayıp, kişisel masrafları da kapsayan
harcamaların sahte belgelerle komutanlık harcamaları gibi gösterilerek,
hazineden karşılanması ve hazine zararına neden olunması; 2001 yılında,
kızı D.H.E. ve onun arkadaşı Ş.M.Ö.(H.)’in sahibi oldukları HEKER
isimli firmaya ihale verilmesi konusunda İstanbul Tersane Komutanı
Tuğa. M.P.’ye telefon etmesi, 2000 yılında, emir subay yardımcısı
Dz.Yzb. A.Y.K.’nın İstanbul’da müteahhitlik yapan kardeşi E.K.’ya bazı
projelerin verilmesi ve yaptırılması konusunda İstanbul Deniz İkmal
Grup Komutanı Dz.İk.Kd.Alb. B.Y.M.’ye telefon etmesi ve daha sonra
da bu konuda defalarca araması eylemleri nedeniyle soruşturma
yapılırken; sanığın suiistimal ve çıkar sağlamaya yönelik eylemleri
dikkate alınarak, mal varlığının araştırılması yönüne gidilmiş, mal
beyannamelerinde beyan edilmeyen, dava konusu iki gayrimenkulü
kanuna ve genel ahlâka uygun olarak elde edilmiş gelirlerle edinmediği
iddiasıyla, sanık hakkında diğer suçlar yanında, haksız mal edinme
suçundan da eylemine uyan 3628 sayılı Mal bildiriminde Bulunulması,
Rüşvet ve Yolsuzluklarla Mücadele Kanununun 13’üncü maddesi
gereğince cezalandırılmasına karar verilmesi istemiyle kamu davası
açılmıştır.
Genelkurmay Başkanlığı Askerî Mahkemesince yapılan
yargılama sonunda; sanık hakkındaki askerî suç niteliğinde bulunan çıkar
sağlamak amacıyla memuriyet nüfuzunu sair suretle kötüye kullanmak
suçu ile, haksız mal edinme suçu arasında bağlılık bulunduğu, sanığın
emekliye ayrılması nedeniyle, haksız mal edinme suçundan askerî
mahkemenin davaya bakmak görevinin sona ermediği, atılı suça ilişkin
292
davaya bakmak görevinin de askerî mahkemeye ait olduğu kabul
edildikten sonra; aşamalarda toplanan tüm delillerin ayrıntılı şekilde
tartışıp irdelenmesi suretiyle, sanık Em.Ora. İ.E.’nin, İstanbul, Beşiktaş
1’inci Bölge Tapu Sicil Müdürlüğü sorumluluk alanında bulunan
Rumelihisarı Mahallesi, Küçükdere Sokağı, 13/4 Pafta, 1405 Ada, 57
Parselde yer alan bahçe dubleksi tapulu ve Etiler, Tepecik Yolu, Alkent
Sitesi, Manolya 4 Daire 1 adresinde bulunan gayrimenkulü 25.5.1999
tarihinde intifa hakkı kendisinde olmak üzere kızı D.H.E. adına; aynı yer
Manolya 1 Daire 10 adresinde bulunan gayrimenkulü eşi S.F.E. adına
satın aldığı, belirtilen gayrimenkullerin 3628 sayılı Mal Bildiriminde
Bulunulması, Rüşvet ve Yolsuzluklarla Mücadele Kanununun 4’üncü
maddesinde belirtildiği şekilde, kanuna veya genel ahlâka uygun olarak
sağlandığı ispat edilemeyen gelirleriyle edindiğinin sübuta erdiği
sonucuna varılarak, sanığın haksız mal edinme suçundan aynı Kanunun
13’üncü maddesi gereğince cezalandırılmasına ve her iki gayrimenkulün
zoralımına karar verildiği anlaşılmaktadır.
353 sayılı Kanunun, askerî mahkemelerin genel olarak görevlerini
düzenleyen 9’uncu maddesi; “Askerî mahkemeler kanunlarda aksi yazılı
olmadıkça, asker kişilerin askerî olan suçları ile bunların asker kişiler
aleyhine veya askerî mahallerde yahut askerlik hizmet ve görevleri ile
ilgili olarak işledikleri suçlara ait davalara bakmakla görevlidirler.”
hükmünü içermektedir.
“Askerî suç”, öğretide ve uygulamada:
(a) Unsurları ve cezalarının tamamı Askerî Ceza Kanununda
yazılı olan, başka bir anlatımla Askerî Ceza Kanunu dışında hiçbir Ceza
Kanunu ile cezalandırılmayan suçlar,
(b) Unsurları kısmen Askerî Ceza Kanununda, kısmen diğer Ceza
Kanunlarında gösterilen suçlar,
(c) Türk Ceza Kanununa atıf suretiyle askerî suça dönüştürülen
suçlar,
olmak üzere üç grupta mütalâa edilmektedir.
Sanığa atılı haksız mal edinme suçu, 3628 sayılı Mal Bildiriminde
Bulunulması, Rüşvet ve Yolsuzluklarla Mücadele Kanununda
düzenlenmiş olup, Askerî Ceza Kanununda yer alan suçlardan olmadığı
gibi, Askerî Ceza Kanununun atıfta bulunmak suretiyle, cezalandırdığı
suçlar arasında da bulunmadığı, unsur ve yaptırımları tamamen belirtilen
Kanunda düzenlenen atılı suçun “askerî suç’’ olmadığı konusunda kuşku
bulunmamaktadır.
293
Bunun yanında; haksız mal edinme suçunun işlenme zamanı,
yasal tanımından da anlaşılacağı üzere, “Kanuna veya genel ahlâka
uygun olarak sağlandığı ispat edilmeme” veya “ilgilinin sosyal yaşantısı
bakımından geliriyle uygun olduğu kabul edilemeyecek harcamaların
ortaya çıktığı” an olup, yargı kararlarında belirtildiği gibi, bu suçların
mal bildiriminde bulunma için öngörülen sürenin bitimi ile haksız mal
edinme tarihlerinde oluştuğu kabul edilmektedir. Ayrıca, asker kişilerin,
mal bildiriminde bulunacağı merci, 3628 sayılı Kanunun 8/b maddesi
gereğince askerî makamlar olup, söz konusu suçun askerî mahalde
işlendiği ve haksız mal edinmenin askerlik hizmet ve görevi sırasında
gerçekleştiği ortadadır. Yine, 3628 sayılı Kanunun genel gerekçesi,
amacı ve 21’nci maddesinde yer alan “Bu Kanunda yazılı suçların asker
kişiler tarafından işlenmesi hâlinde soruşturmaları askerî savcılar
tarafından bu Kanun hükümlerine göre yürütülür.” şeklindeki düzenleme
karşısında, TSK’da görevli asker kişiler tarafından işlenen haksız mal
edinme suçlarını soruşturma ve kovuşturma görevinin askerî yargı
organlarına ait olduğunu kabul etmek gerekmektedir.
353 sayılı Kanunun, “Askerî Mahkemelerde Yargılanmayı
Gerektiren İlginin Kesilmesi’’ başlıklı 17’nci maddesi; “Askerî
mahkemelerde yargılanmayı gerektiren ilginin kesilmesi, daha önce
işlenen suçlara ait davalara bu mahkemelerin bakmak görevini
değiştirmez. Ancak, suçun; askerî bir suç olmaması, askerî bir suça bağlı
bulunmaması hâlinde askerî mahkemenin görevi sona erer.” şeklindedir.
Anılan düzenlemeye göre; emeklilik, istifa, terhis veya diğer
nedenlerle TSK’dan ilişiği kesilen asker kişiler tarafından işlenen
suçların, askerî bir suç olmaması veya askerî bir suça bağlı bulunmaması
hâlinde askerî mahkemelerin davaya bakmak görevi sona erecektir.
Bu nedenle; askerî suça bağlı suç kavramına açıklık getirmek
açısından, bağlılık, irtibat, bağlı suçlar, murtabit suçlar kavramlarının yer
aldığı yasa maddelerinin incelenmesi gerekmektedir.
Suç tarihinde yürürlükte bulunan ve “Bağlı Suçlar’’ başlığını
taşıyan 353 sayılı Kanunun 18’inci maddesi; “Bir kimse birkaç suçtan
sanık olur veya bir suçta ne sıfatla olursa olsun birkaç sanık bulunursa
bağlılık var sayılır.” hükmünü içermektedir.
294
Anılan madde ile paralel düzenlemeyi içeren ve suç tarihinde
yürürlükte olup, “Murtabit Suçlar’’ başlığını taşıyan Ceza Muhakemeleri
Usulü Kanununun 3’üncü maddesi de; “Bir kimse birkaç suçtan sanık
olur veya bir suçta ne sıfatla olursa olsun birkaç sanık bulunursa, irtibat
var sayılır.’’ şeklindedir.
Diğer taraftan; ceza ve ceza yargılama sistemimizi yeniden
düzenleyen temel yasalar 1.6.2005 tarihinde yürürlüğe konulmuş olup, bu
gelişmelere uygun olarak 353 sayılı Kanunda da, 5.10.2006 tarihinde
yürürlüğe giren 29.6.2006 tarihli ve 5530 sayılı Kanunla köklü
değişiklikler yapılmıştır. Anılan Kanun ile yapılan değişikliklerle, genel
olarak, askerî yargı açısından özellik arz etmeyen hukukî kurum ve
kurallar açısından, 353 sayılı Kanunda ayrıca düzenleme yapılmayıp,
anılan Kanunda yer alan bu nitelikteki hukukî kurum ve kurallar
yürürlükten kaldırılarak, Ceza Muhakemesi Kanununa genel atıf
yapılmakla yetinilmiştir.
Bu bağlamda; 5.10.2006 tarihinde yürürlüğe giren 5530 sayılı
Kanunun 62’nci maddesi ile, 353 sayılı Kanunun “Bağlı Suçlar’’ başlıklı
18’inci maddesi yürürlükten kaldırılmıştır. Ancak, aynı Kanunun 61’inci
maddesi ile, 353 sayılı Kanunun Ek-1’nci maddesinde yapılan
değişiklikle, Ceza Muhakemesi Kanununa yapılan atıf nedeniyle, bu
konuda bir boşluk doğmamış olup, 353 sayılı Kanunun 18’inci
maddesinde “Bağlı Suçlar”, CMUK’un 3’üncü maddesinde “Murtabit
Suçlar’’ başlıkları altında yer alan düzenlemelere, 5271 sayılı Ceza
Muhakemesi Kanununun 8/(1)’inci maddesinde “Bağlantı Kavramı’’
başlığı altında ve önceki düzenlemelerle özünde aynı olmak üzere yer
verilmiştir. Anılan düzenleme; “Bir kişi, birden fazla suçtan sanık olur
veya bir suçta ne sıfatla olursa olsun birden fazla sanık bulunursa
bağlantı var sayılır.” şeklindedir.
Günümüz Türkçesinde bağlantı, bağlılık olarak ifade edilen
irtibat; bağlantı, bağlı olma; raptedilmiş olma, bağlanış, bağlanma; ilgi,
ilgili olma; bağlantı, ibarelerin birbirini tutması, bağlantı ise; irtibat, bir
suçta suçluluk ve kişisel sorumluluk yönünden var olan bağlantı
anlamlarını içermektedir (Türkçe Sözlük, TDK, Osmanlıca-Türkçe
Ansiklopedik Lügat, F. DEVELLİOĞLU, Ansiklopedik Hukuk Sözlüğü,
H. ÖZCAN).
295
Öğretide de; bağlılık, irtibat veya bağlantı kavramının, farklı
muhakemelerin konusu olabilecek uyuşmazlıklar arasında, bu
uyuşmazlıkları birbirine yaklaştıran ve onları birbirine bağlayan ortak
nokta olduğu, ceza yargılamasında her uyuşmazlık için ayrı bir yargılama
yapılması temel ilke ise de, bağlantılı uyuşmazlıklar açısından bu temel
ilkeden ayrılındığı, bağlantılı uyuşmazlıklar yönünden özel kurallara yer
verilerek, bu uyuşmazlıkların daha kısa sürede ve ekonomik olarak
çözümlenmesinin amaçlandığı, bağlılık hâlinde, olaylardan ya da
suçlardan biri yönünden görevli yargı yerinin, diğerleri hakkında da
görevli olduğu, bu yönüyle bağlılığın, görev kuralının bir istisnası olarak
ele alındığı, bağlılığı oluşturan unsurun hâkimin vicdanî kanaatinin tam
ve eksiksiz oluşmasını gerekli kıldığı, bağlantılı davaların
birleştirilmesinin bunun için zorunluluk arz ettiği, şahsî (sübjektif)
bağlılığın bir kimsenin birden fazla suç işlemesiyle, fiilî (objektif)
bağlılığın suç ortaklığı şeklinde ortaya çıkacağı, fiilî bağlılığın iştirak
hükümlerini de içine almakla birlikte, daha geniş bir anlam ifade ettiği ve
eylemin birlikte-beraber işlenmesi durumunu da kapsadığı kabul
edilmektedir (F. EREM; Ceza Muhakemeleri Usulü Kanun (Şerh), 1996,
s: 18-19, E. YURTCAN; CMUK ŞERHİ, 2000, s: 64-67, KUNTER/
YENİSEY; Ceza Muhakemesi Hukuku, 2004, s: 258-268, CENTEL/
ZAFER; Ceza Muhakemesi Hukuku, 2003, s: 377-391, H. ÖZBAKAN;
Askerî Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanunu, 1989, s: 1318, A. P. GÖZÜBÜYÜK; Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu Şerhi,
1984, s: 93-94).
Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında somut olay incelendiğinde;
Sanık Em.Ora. İ.E. hakkında gerek Genelkurmay Başkanlığınca
soruşturma açtırılırken, gerek askerî savcılıkça yürütülen soruşturma
sırasında; Ağustos 1999-Ağustos 2001 yılları arasında Deniz Kuvvetleri
Komutanı olarak görev yapan sanığın, kendisine tahsis edilmiş olan cep
telefonunu emir subay yardımcısı Dz.Yzb. A.Y.K.’ya vererek onun şahsî
görüşmeler yapmasına ve hazine zararına neden olması; emir subay
yardımcısı olarak görev yapan ve ailesini Ankara’ya getirmeyen Dz.Yzb.
A.Y.K.’yı İstanbul’da resmî görevlendirme yapmaksızın bulundurup,
yılın çok büyük bir bölümünü İstanbul’da geçirecek şekilde kontrolsüz
bırakması; Deniz Kuvvetleri Komutanlığı konutunda yapılan resmî ve
özel konuk ağırlamalarının kayıtlarının tutulmayıp, kişisel masrafları da
296
kapsayan harcamaların sahte belgelerle komutanlık harcamaları gibi
gösterilerek, hazineden karşılanması ve hazine zararına neden olunması;
2001 yılında, kızı D.H.E. ve onun arkadaşı Ş.M.Ö.(H.)’nin sahibi
oldukları HEKER isimli firmaya ihale verilmesi konusunda İstanbul
Tersane Komutanı Tuğa. M.P.’ye telefon etmesi, 2000 yılında, emir
subay yardımcısı Dz.Yzb. A.Y.K.’nın İstanbul’da müteahhitlik yapan
kardeşi E.K.’ya bazı projelerin verilmesi ve yaptırılması konusunda
İstanbul Deniz İkmal Gurup Komutanı Dz.İk.Kd.Alb. B.Y.M.’ye telefon
etmesi ve daha sonra da bu konuda defalarca araması eylemlerinin
soruşturmalara konu olduğu; belirtilen nitelikteki eylemlerin, sanığın
suiistimal, alımlarda astlarını etkileme, yakın ve tanıdıklarına çıkar
sağlama boyutlarına vardığının ortaya çıkması üzerine, sanığın mal
varlığının araştırılması yönüne gidilmiş, mal beyannamelerinde beyan
edilmeyen dava konusu iki gayrimenkulü kanuna ve genel ahlâka uygun
olarak elde edilmiş gelirlerle edinmediği iddiasıyla, sanık hakkında diğer
suçlar yanında haksız mal edinme suçundan da cezalandırılması istemiyle
kamu davası açılmıştır. Sanığa atılı tüm suçlar birlikte soruşturulduğu
gibi, birbiriyle bağlantılı eylemlerin delilleri de birlikte ortaya
konulmuştur.
Sanığa atılı tüm suçlara ilişkin eylemler arasında başlangıçta var
olan bağlantının, askerî mahkemece yürütülen yargılama aşamasında da
sürdüğü görülmektedir. Askerî savcılıkça, iddianamede, memuriyet
görevini kötüye kullanmak olarak nitelendirilen, esas hakkındaki
mütalâada ise, memuriyet nüfuzunu sair suretle kötüye kullanmak olarak
vasıflandırılan, sanığın, kızı ve onun arkadaşının sahibi oldukları firmaya
ihale verilmesi için astlarını etkilemeye yönelik eyleminin, askerî
mahkemece sübuta erdiği kabul edilerek, askerî suç niteliğinde
olduğunda kuşku bulunmayan eylem nedeniyle, ASCK’nın 115/2’nci
maddesinde düzenlenen çıkar sağlamaya yönelik olarak memuriyet
nüfuzunu sair suretle kötüye kullanmak suçundan cezalandırılması
yönüne gidilmiş, mahkûmiyet hükmü Dairece onanmıştır.
Diğer taraftan; askerî savcılıkça; sanığın, 1999-2001 yılları
arasında Deniz Kuvvetleri Komutanı emir subay yardımcısı olarak görev
yapan Dz.Yzb. A.Y.K.’yı İstanbul’da resmî bir görevlendirme
olmaksızın bulundurup, yılın çok büyük bir bölümünü İstanbul’da
geçirecek şekilde kontrolsüz bırakmak suretiyle ve Deniz Kuvvetleri
Komutanlığı konutunda yapılan resmî ve özel konuk ağırlamalarının
kayıtlarının tutulmayıp, kişisel masrafları da kapsayan harcamaların sahte
297
belgelerle komutanlık harcamaları gibi gösterilerek hazineden
karşılanması suretiyle, memuriyet görevini kullanmak suçlarından ayrı
ayrı cezalandırılması istemleriyle açılan kamu davaları nedeniyle. askerî
mahkemece sanığın beraetine karar verilmiş ise de; belirtilen suçlarla
ilgili beraet hükümlerinin askerî savcı tarafından aleyhe temyiz edilmesi
üzerine, Dairece yapılan inceleme sonunda, belirtilen eylemlerle ilgili iki
ayrı memuriyet görevini kötüye kullanmak suçunun sübuta erdiği kabul
edilerek, beraet hükümlerinin esas yönünden bozulmalarına karar
verildiği görülmektedir. Belirtilen eylemler nedeniyle verilen ve aleyhe
bozulmakla, askerî mahkemede yargılaması sürdürülecek olan iki ayrı
memuriyet görevini kötüye kullanmak suçunun, askerî suç olduğu
konusunda da kuşku bulunmamaktadır. Sanığa atılı haksız mal edinme
suçu ile, askerî mahkemede yargılaması sürdürülecek olan ve askerî suç
niteliğinde bulunan memuriyet görevini kötüye kullanmak suçları
arasında da bağlantı bulunduğu ortadadır.
Gerek askerî savcılıkça yürütülen soruşturma, gerek askerî
mahkemede yapılan yargılama sırasında toplanan ve müştereklik arz
eden deliller açısından da, sanığa atılı haksız mal edinme suçu ve askerî
suç niteliğinde bulunan diğer suçlara ilişkin tüm delillerin birlikte ve bir
bütün hâlinde aynı yargı yerince değerlendirilmesi, vicdanî kanaatin
eksiksiz ve tam olarak oluşması yönünden de yarar sağlayacağı
kuşkusuzdur. Sanığın, askerî hizmet ve görevi sırasında işlediği haksız
mal edinme suçu gibi, Dairece onanan mahkûmiyet hükmüne ilişkin
askerî suç ile Dairece sübut yönünden bozulmasına karar verilen diğer
askerî suçların konusu da askerî görev, makam ve memuriyet nüfuzunu
kötüye kullanma sonucu yakın veya tanıdıklarına haksız çıkar sağlamaya
yöneliktir. Sanığa atılı tüm suçların nitelikleri, bu suçlara ilişkin
eylemlerle varılmak istenen amaç, isnatların kapsamı ile eylemlerin
gelişme süreci; sanığa atılı haksız mal edinme suçu ile askerî suçları
arasında deliller yönünden de bağlantı bulunduğunu açıkça ortaya
koymaktadır.
Sanığa atılı haksız mal edinme suçu ile, askerî mahkemece
mahkûmiyetine karar verilip, Dairece onanan askerî suç niteliğindeki
memuriyet nüfuzunu sair suretle kötüye kullanmak suçu ve askerî
mahkemece verilen beraet hükümleri, Dairece esas yönünden bozulan ve
yine askerî suç niteliğinde olan memuriyet görevini kötüye kullanmak
suçları arasında bağlantı bulunduğundan ve delillerin müşterekliği de,
bunların aynı yargı yerince birlikte ve bir bütün hâlinde değerlendirilerek
298
hükme varılmasını zorunlu kıldığından; sanığın emekliğe ayrılmak
suretiyle TSK’dan ilişiğinin kesilmiş olması, askerî mahkemenin sanık
hakkındaki haksız mal edinme suçuna ilişkin davaya bakmak görevini
sona erdirmeyecektir.
Uyuşmazlık Mahkemesinin yerleşik kararlarında; emeklilik,
istifa, terhis veya diğer nedenlerle TSK’dan ilişiği kesilen asker kişilerin,
askerî suçlarıyla birlikte işledikleri, aralarında şahsî veya fiilî bağlılık
(bağlantı) bulunan diğer kanunlarda yazılı suçlara ilişkin davalara da
askerî mahkemelerde bakılması görüşü benimsenmiş olup; askerî suçla
bağlılık ve delillerin müşterekliği nedenleriyle benzer olaylarla ilgili
görev uyuşmazlıklarının çözümüne ilişkin 3.6.1991 tarihli ve 1991/14-21
sayılı, 27.11.1992 tarihli ve 1992/47-48 sayılı, 25.6.1993 tarihli ve
1993/25-25 sayılı, 30.9.1994 tarihli ve 1994/28-28 sayılı, 18.11.1994
tarihli ve 1994/36-36 sayılı, 23.12.1994 tarihli ve 1994/45-44 sayılı,
7.7.1995 tarihli ve 1995/21-22 sayılı, 4.10.1996 tarihli ve 1996/31-31
sayılı, 14.3.1997 tarihli ve 1997/6-5 sayılı, 11.4.1997 tarihli ve 1997/1515 sayılı kararlarında, diğer kanunlarda yer alan suçlar yönünden de
yargılamanın askerî yargı yerinde yapılmasına karar verilmiştir.
Açıklanan nedenlerle; askerî mahkemece sanığın, İstanbul Etiler,
Alkent Sitesinde edindiği dubleks daire niteliğindeki iki gayrimenkulü,
kanuna ve genel ahlâka uygun olarak elde edilmiş gelirlerle
edinmediğinin kabulü ile, sanık hakkında haksız mal edinme suçundan
yargılama
yapılıp
hüküm
kurulmasında
yasaya
aykırılık
bulunmadığından; mahkûmiyet hükmünün düzeltilerek onanmasına
ilişkin Daire kararına karşı Başsavcılığın atılı suçtan davaya bakmak
görevinin askerî mahkemeye ait olmadığına yönelik itirazının reddine
karar verilmiştir.
299
ASMKYUK
Mad. 9
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/186
K. No. : 2006/184
T.
: 28.12.2006
ÖZET
Silâhla personel arasındaki ilişkinin, askerî hizmet
ilişkisi niteliğinde bulunması karşısında, Jandarmanın tüm
hizmet ve görevleri sırasında silâh kazalarını önlemek
amacıyla verilen ve niteliği itibarıyla askerî hizmete ilişkin
bulunan emirlere aykırı davranışlar da, ASCK’nın 87’nci
maddesinde düzenlenen emre itaatsizlikte ısrar suçunu
oluşturacaktır.
Jandarma personeli olan sanığın eylemi, önleyici kolluk
devriyesi şeklindeki mülkî (idarî) görev sırasında gerçekleşmiş
olsa da; emrin doğrudan mülkî görevle ilgili olmaması, emrin
mülkî, adlî ve diğer görevlere takaddüm eden (önce gelen) ve
tüm görevler sırasında da söz konusu olan askerî hizmet
ilişkisinden kaynaklanmış olması, belirtilen eylemin askerî suç
niteliğinde bulunan emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturması
karşısında, eylem ve atılı suç nedeniyle sanık hakkında
yargılama yapma görevinin askerî mahkemeye ait olduğu
sonucuna varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; silâh kazalarını önlemeye yönelik
emre mülkî görev sırasında aykırı hareket eden sanığın eyleminin hangi
suçu oluşturduğu ve buna bağlı olarak yargılamanın askerî mahkemenin
mi, yoksa adlî mahkemenin mi görevine girdiğidir.
Daire; silâh kazalarını önlemeye yönelik emre aykırı hareketin
jandarmanın mülkî görevi sırasında meydana geldiği saptamasıyla suç
nitelendirmesi yapmaksızın, eylem nedeniyle yargılama görevinin adlî
mahkemeye ait olduğunu kabul ederken;
300
Başsavcılık; sanığa tebliğ edilmiş olan emrin jandarmanın tüm
görevleri ve hizmet koşullarında geçerli olduğunu, eylemin askerî suç
niteliğinde olan emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturduğu ve yargılama
görevinin askerî mahkemeye ait olduğunu ileri sürmektedir.
Dava dosyasındaki delillere göre; somut olayın, 22.1.2005 tarihinde
00.00-05.00 saatleri arasında araçla ve yanında iki asker olduğu hâlde
“önleyici kolluk devriyesi” olarak görevlendirilen Uzm.J.Çvş. Ü.E.’nin,
saat 02.30 sıralarında kendisine zimmetli MP-5 tabancasını araçta
bırakarak içkili gazinoyu kontrol amacıyla araçtan ayrılması, araçta kalan
devriye personeli olan diğer sanığın tabancayı kurcalayarak ateş almasına
ve hasar meydana gelmesine neden olması şeklinde geliştiğinde kuşku
bulunmamaktadır.
Ayrıca, “zatî ve mirî tabancamı görev esnasında sadece kılıfında
taşıyacağım” ve “zatî ve mirî tabancamı evde ve çalışma yerinde açıkta
bırakmayacağım” şeklinde hüküm içeren emirlerin olay öncesinde sanığa
tebliğ edildiği, rütbeli personelin kadro silâhı olan MP-5 tabancanın
taşınma şeklinin de emir gereğince tüm personele tatbiki olarak
gösterilmek suretiyle anlatıldığı görülmektedir.
Uyuşmazlığın çözümü için öncelikle Jandarma personelinin
statüsü, sorumluluk alanındaki görevlerinin niteliği, bu görevlerin yerine
getirilmesi sırasında işlenen suçlar ve tâbi olunan yargı yerleri açısından
yasal düzenlemeleri incelemek gerekmektedir.
2803 sayılı Jandarma Teşkilât, Görev ve Yetkileri Kanununun
4’üncü maddesi; “Jandarma Genel Komutanlığı, Türk Silâhlı
Kuvvetlerinin bir parçası olup, Silâhlı Kuvvetlerle ilgili görevleri, eğitim
ve öğretim bakımından Genelkurmay Başkanlığına, emniyet ve asayiş
işleriyle diğer hizmetlerin ifası yönünden İçişleri Bakanlığına bağlıdır...”
hükmünü içermektedir.
Aynı Kanunun 7’nci maddesinde; Jandarmanın sorumluluk
alanlarında genel olarak görevleri;
a) Mülkî görevleri; emniyet ve asayiş ile kamu düzenini
sağlamak, korumak ve kollamak, kaçakçılığı men, takip ve tahkik etmek,
suç işlenmesini önlemek için gerekli tedbirleri almak ve uygulamak, ceza
infaz kurumlarının dış korumalarını yapmak
301
b) Adlî görevleri; işlenmiş suçlarla ilgili olarak kanunlarda
belirtilen işlemleri yapmak ve bunlara ilişkin adlî hizmetleri yerine
getirmek,
c) Askerî görevleri; askerî kanun ve nizamların gereği görevlerle
Genelkurmay Başkanlığınca verilen görevleri yapmak,
d) Diğer görevleri; yukarıda belirtilen görevlerin dışında kalan ve
diğer kanun ve nizam hükümlerinin icrası ile bunlara dayalı emir ve
kararlarla Jandarmaya verilen görevleri yapmak, şeklinde sayılmıştır.
Jandarma personeli tarafından işlenen suçlar nedeniyle yapılacak
soruşturmaların usulü ve tâbi olunan yargı yerleri konusu ise, 2803 sayılı
Kanunun 15’inci maddesinde düzenlenmiş olup; bu maddenin (c)
bendinde; Jandarma personelinin askerî yargıya tâbi suçları nedeniyle
353 sayılı Kanun hükümlerine göre işlem yapılarak, haklarında ASCK ve
TCK hükümlerinin tatbik olunacağı, aynı maddenin (d) bendinde;
Jandarma personelinin mülkî hizmetten doğan veya bu tür hizmeti
yaparken işledikleri suçlar nedeniyle adlî yargıya tâbi oldukları,
haklarında 4483 sayılı Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin
Yargılanması Hakkında Kanun hükümlerine göre işlem yapılacağı
belirtilmiştir.
Diğer taraftan, askerî mahkemelerin genel olarak görevlerini
düzenleyen 353 sayılı Kanunun 9’uncu maddesi ise, “Askerî
mahkemeler, kanunlarda aksi yazılı olmadıkça, asker kişilerin askerî olan
suçları ile bunların asker kişiler aleyhine veya askerî mahallerde yahut
askerlik hizmet ve görevleri ile ilgili olarak işledikleri suçlara bakmakla
görevlidirler.” hükmünü içermektedir.
Dava konusu olayda Jandarma personeli olan sanığın ihlâl ettiği
emirlerin amacının, olası silâh kazalarını önlemek ve böylece yalnız
askerî hizmet ve görevlerin değil, mülkî, adlî ve diğer görevlerin de
sağlıklı ve amaca uygun bir şekilde yerine getirilmesini sağlamak olduğu
kuşkusuzdur. Silâhın personele teslimiyle birlikte, silâh ve onu
kullanacak olan personel arasında askerî hizmet ilişkisi kendiliğinden
doğmaktadır. Personele silâh teslimiyle ortaya çıkan askerî hizmet
ilişkisi, Jandarma personeli açısından yalnız askerî hizmet ve görev
alanıyla sınırlı olmayıp, bu ilişki Jandarmanın mülkî, adlî ve diğer
görevlerine öncelik ve süreklilik arz eder niteliktedir.
302
Silâhla personel arasındaki ilişkinin askerî hizmet ilişkisi
niteliğinde bulunması karşısında, Jandarmanın tüm hizmet ve görevleri
sırasında silâh kazalarını önlemek amacıyla verilen ve niteliği itibarıyla
askerî hizmete ilişkin bulunan emirlere aykırı davranışlar da, ASCK’nın
87’nci maddesinde düzenlenen emre itaatsizlikte ısrar suçunu
oluşturduğundan, emre itaatsizlikte ısrar suçu ise unsurları ve cezası
ASCK’da yazılı ve yalnızca asker kişilerin işleyebileceği ve bu nedenle
“sırf askerî suç” olarak nitelendirilen bir suç olup, 353 sayılı Kanunun
9’uncu maddesi gereğince bu suç nedeniyle yargılama yapma görevinin
Askerî Mahkemeye ait olduğu kuşkusuzdur.
Jandarma personeli olan sanığın eylemi, önleyici kolluk devriyesi
şeklindeki mülkî (idarî) görev sırasında gerçekleşmiş olsa da; emrin
doğrudan mülkî görevle ilgili olmaması, emrin mülkî, adlî ve diğer
görevlere takaddüm eden (önce gelen) ve tüm görevler sırasında da söz
konusu olan askerî hizmet ilişkisinden kaynaklanmış olması, belirtilen
eylemin askerî suç niteliğinde bulunan emre itaatsizlikte ısrar suçunu
oluşturması karşısında, eylem ve atılı suç nedeniyle sanık hakkında
yargılama yapma görevinin askerî mahkemeye ait olduğu sonucuna
varıldığından, Başsavcılık itirazının kabulü ile Dairenin mahkûmiyet
hükmünün görev yönünden bozulmasına ilişkin kararının kaldırılmasına,
diğer yönlerden temyiz incelemesine devam olunmak üzere dava
dosyasının Daireye iadesine karar verilmiştir.
303
ASMKYUK
Mad. 13
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/181
K. No. : 2006/180
T.
: 30.11.2006
ÖZET
Lehe kanun hükümlerinin saptanması ve uygulama
koşullarının bulunup bulunmadığının belirlenmesine yönelik
yargılama faaliyetinin, belirlenen amaçlarla sınırlı ve kendine
özgü bir yargılama niteliğinde bulunduğu, hüküm aşamasında
görevli olan askerî mahkemenin, lehe kanun uygulaması
nedeniyle, hükmün uyarlanmasına/dönüştürülmesine ilişkin
tali dava sırasında da görevinin sürdüğü, 5530 sayılı Kanunla
görevli yargı yeri değişen dava dosyalarından kesin hükme
bağlanmış olanlar ile ilgili olarak verilecek duruşmasız işlere
ait kararlarda daha önce hüküm veren askerî mahkemenin
görevli olduğu sonucuna varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; 353 sayılı Kanunda 5530 sayılı
Kanunla yapılan değişiklik nedeniyle, görevli yargı yeri değişen dava
dosyalarından kesin hükme bağlanmış olanlarla ilgili olarak verilecek
duruşmasız işlere ait kararlarda daha önce hüküm veren askerî
mahkemelerin görevli olup olmadığıdır.
Daire; yapılan yasal düzenleme nedeniyle görevli yargı yeri
değişen dava dosyalarından, kesin hükme bağlanmış olanlarla ilgili
olarak yapılacak başvurular üzerine verilecek kararlarda, askerî
mahkemelerin görevli olmadığı, bu nitelikteki bir başvuru nedeniyle
verilen ve itiraz edilmekle incelenmek üzere Askerî Yargıtayda bulunan
dava dosyalarının görevsizlik kararı verilmek üzere mahkemesine iade
edilmesi gerektiğini kabul ederken;
304
Başsavcılık; görevli yargı yeri değişen dava dosyalarından kesin
hükme bağlanmış olanlarla ilgili olarak, yapılacak başvurular üzerine
verilecek tüm duruşmasız işlere ait kararların, askerî mahkemelerce
verilmeye devam olunacağı ve bu kararlara karşı yapılan itirazlar üzerine
incelemenin de Askerî Yargıtay tarafından yapılacağını ileri sürmektedir.
353 sayılı Kanunun 9’uncu maddesi; “Askerî mahkemeler
kanunlarda aksi yazılı olmadıkça, asker kişilerin askerî olan suçları ile
bunların asker kişiler aleyhine veya askerî mahallerde yahut askerlik
hizmet ve görevleri ile ilgili olarak işledikleri suçlara ait davalara
bakmakla görevlidirler.” hükmünü içermektedir.
5.10.2006 tarihinde yürürlüğe giren 5530 sayılı Kanunla 353 sayılı
Kanunda köklü değişiklikler yapılmış, genel olarak, asker olmayan (sivil)
kişilerin askerî mahkemelerde yargılanmamaları esası benimsenmiş, sivil
kişilerin askerî mahkemelerde yargılanmaları, asker kişilerle müştereken
suç işlemeleri hâliyle sınırlandırılmıştır.
ASCK’nın 63’üncü maddesinde düzenlenen bakaya suçuyla ilgili
davalara, anılan Kanunla değişiklik yapılmadan önce, asker olmayan
kişilerin ASCK’daki hangi suçlar nedeniyle askerî mahkemelerde
yargılanacaklarının düzenlendiği 353 sayılı Kanunun 11/1-A maddesi
gereğince askerî mahkemelerde bakılmakta iken; 5530 sayılı Kanunla
yapılan değişiklikle, asker olmayan kişilerin asker kişilerle müştereken
işledikleri askerî suçlar hariç olmak üzere barış zamanında askerî
mahkemelerde yargılanmalarına son verilmesi nedeniyle, 11’inci madde
hükmü tamamen yürürlükten kaldırılarak; anılan maddede başlık ve
içerik olarak farklı bir konu düzenlenmiştir.
353 sayılı Kanunun 13’üncü maddesi de, yine madde başlığı ile
birlikte değiştirilip yeniden düzenlenmiş ve “Barış zamanında sivil
kişilerin Askerî Ceza Kanununa tâbi suçlarında yargılama mercii” başlığı
altında, “Askerî Ceza Kanununun 55, 56, 57, 58, 59, 61, 63, 64, 75, 79,
80, 81, 93, 94, 95, 114 ve 131’inci maddelerinde yazılı suçlar, askerî
mahkemelerin yetkisine tâbi olmayan sivil kişiler tarafından barış
zamanında işlenirse; bu kişilerin yargılanması, adlî yargı mahkemeleri
tarafından Askerî Ceza Kanunu hükümleri uygulanmak suretiyle yapılır.”
şekline dönüştürülmüştür.
305
Anılan maddede sayılan suçlar yönünden görevli yargı yerinin
değişmesi nedeniyle geçiş döneminde meydana gelebilecek hukukî
sorunların giderilmesi için, 5530 sayılı Kanunun 63’üncü maddesiyle,
353 sayılı Kanuna Ek Geçici 6’ncı madde eklenmiştir.
353 sayılı Kanunun Ek Geçici 6’ncı maddesi;
“353 sayılı Askerî Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü
Kanununun, bu Kanun ile değiştirilen ve yürürlükten kaldırılan
hükümlerinin yürürlüğe konulmasına ve uygulanmasına ilişkin, bu
Kanunun yürürlüğe girdiği tarih esas alınarak 23.5.2005 tarihli ve 5320
sayılı Ceza Muhakemesi Kanunun Yürürlük ve Uygulama Şekli
Hakkında Kanunda belirtilen esaslar uygulanır.
Bu Kanun hükümleri, yürürlüğe girdiği tarihten itibaren kesin
hükme bağlanmış olanlar hariç, bütün soruşturma ve kovuşturmalarda
uygulanır.
Bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten önce, askerî mahkemelerce
karar verilmiş ve henüz kesinleşmemiş olan dava dosyalarından görevli
yargı yeri değişenler hakkında, askerî savcının yazılı görüşü alınmak
suretiyle, mahkemesince duruşma yapılmaksızın görevsizlik kararı
verilir. Bu karara karşı, teşkilâtında askerî mahkeme kurulan kıt’a
komutanı veya askerî kurum amiri, askerî savcı, sanık ve varsa müdafi
bir hafta içinde itiraz edebilir. İtirazlar en yakın askerî mahkemede
incelenir. Bu dosyalardan temyiz ve itiraz edilmek suretiyle Askerî
Yargıtay Başsavcılığında ve Askerî Yargıtayda inceleme aşamasında
olan dosyalar mahkemesine iade edilir.” hükümlerini içermektedir.
Anılan maddenin Birinci fıkrasının atıfta bulunduğu 5320 sayılı
Ceza Muhakemesi Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında
Kanunun “Mahkemelerin görevleri” başlıklı 4’üncü maddesi ise; “Ceza
Muhakemesi Kanunu, yürürlüğe girdiği tarihten itibaren, aşağıdaki
maddelerin hükümleri saklı kalmak üzere, kesin hükme bağlanmış
olanlar hariç, görülmekte olan bütün soruşturma ve kovuşturmalarda
uygulanır...” şeklindedir.
Görüldüğü gibi yapılan yasal düzenlemede, geçiş döneminde
görevli yargı yeri değişen dava dosyaları ile ilgili olarak esas alınan
kriter, “kesin hükme bağlanmış olanlar hariç” şeklinde olup, gerek 353
sayılı Kanunun Ek Geçici 6’ncı maddesinde, gerek bu maddenin atıfta
bulunduğu 5320 sayılı Kanunun 4’üncü maddesinde bu husus açıkça
vurgulanmıştır. Görevsizlik kararı verilecek dava dosyaları, askerî
mahkemelerce karar verilmiş ve henüz kesinleşmemiş dava dosyalarıdır.
306
Diğer taraftan; 353 sayılı Kanunun 5530 sayılı Kanunla değişik
ve “Cezaların yerine getirilmesi sırasında alınması gereken kararlar ve bu
kararlara itiraz” başlıklı 254’üncü maddesi; “Cezaların yerine getirilmesi
sırasında, hüküm kesinleşmeden önce gerçekleşen şahsî hürriyeti
sınırlama sonucunu doğuran hâller nedeniyle geçirilmiş süreler ile,
hastahanede geçen sürenin cezadan indirilmesine, değişik hükümlerdeki
cezaların toplanmasına ve mahkûmiyet hükmünün yorumunda veya
çektirilecek cezanın hesabında duraksamaya ilişkin bir karar alınması,
gerekirse hükmü veren askerî mahkemeden karar istenir. Bu kararlar
duruşma yapılmaksızın verilir... ...İtiraz üzerine Askerî Yargıtay karar
verir.” hükmünü içermektedir.
Anılan madde gereğince, kesin hükme bağlanmış dava
dosyalarıyla ilgili olarak, çektirilecek cezanın hesabında duraksamaya
ilişkin bir karar alınması gereken hâllerde, duruşma yapılmaksızın
verilecek kararların, hükmü veren askerî mahkemeden isteneceği, verilen
kararlara itiraz hâlinde de, Askerî Yargıtay tarafından karar verileceğinde
kuşku bulunmamaktadır.
Konu ile ilgili diğer bir düzenleme olan 5252 sayılı Türk Ceza
Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanunun “Lehe olan
hükümlerin uygulanmasında usul” başlığını taşıyan 9’uncu maddesi ise;
(1) 1 Haziran 2005 tarihinden önce kesinleşmiş hükümlerle ilgili
olarak Türk Ceza Kanununun lehe olan hükümlerinin derhâl
uygulanabileceği hâllerde duruşma yapılmaksızın da karar verilebilir.
(2) Birinci fıkra hükmü, 1 Haziran 2005 tarihinden önce verilip
de, Yargıtay tarafından lehe olan hükümlerin uygulanması hususunda
değerlendirme yapılması gerektiği gerekçesiyle bozularak mahkemesine
gönderilen hükümler hakkında da uygulanır.
(3) Lehe olan hüküm, önceki ve sonraki kanunların ilgili bütün
hükümleri olaya uygulanarak, ortaya çıkan sonuçların birbiriyle
karşılaştırılması suretiyle belirlenir.” şeklindedir.
Kesinleşen hükümler yönünden “Lehe kanun hükümlerinin
hükümlerin uygulanması”na ilişkin yargılamanın kapsamı ve mahiyeti
konusu ise; Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 21.2.2006 tarihli ve E:
2006/9-16, K: 2006/26 sayılı kararında ayrıntılı şekilde tartışılıp
irdelenmiş olup; anılan kararda, “...kesin yargı hâline gelmiş bir hükümde
sonradan yürürlüğe giren ve lehte hükümler içeren yasaya dayalı bulunan
307
değişiklik yargılaması, her iki yasanın ilgili tüm hükümleri, önceki
hükümde sabit kabul edilen olaya uygulanmak suretiyle belirlenmeli, bu
belirleme herhangi bir inceleme, araştırma, kanıt tartışması ve takdir
hakkının kullanılmasının gerekmediği; eylemin suç olmaktan çıkarılması,
ceza sorumluluğunun kaldırılması, önceki hükümle belirlenen cezanın bir
değerlendirme ve takdir değerlendirmemesi gibi hâllerde, evrak üzerinde;
sonraki yasa ile; suçun unsurlarının ve özel hâllerinin değiştirilmiş
olması, cezanın tayininde 5237 sayılı TCK’nın 61’inci maddesi
gözetilerek cezanın tayin ve takdirinin gerekmesi, önceki hükümde
cezanın asgarî haddin üzerinde tayini nedeniyle bu olguların 5237 sayılı
Yasanın 61’inci maddesi uyarınca tartışılmasının gerekmesi, artırım ve
indirim oranlarının takdiri gerektirmesi, seçimlik cezalardan birinin
tercihinin gerekmesi, seçenek yaptırımların ya da cezanın
kişiselleştirilmesini gerektiren hâllerin değerlendirilmesinin gerekmesi,
durumlarında ise, duruşma açılarak değerlendirme yapılmasını zorunlu
kılmaktadır... Ancak duruşma açılarak yargılama yapılsa da, bu
yargılamanın sonraki yasanın lehe hükümlerinin saptanması ve
uygulanma koşullarının bulunup bulunmadığının belirlenmesi ile sınırlı
ve kendine özgü bir yargılama olduğu unutulmamalı, lehe yasanın tespiti
amacıyla yapılan yargılamada, mahkemelerce önceki karar dışına
çıkılmamalı, kesinleşen karardaki suça uygulanması olanağı bulunan
5237 sayılı Yasa hükümlerinin tamamının uygulanması suretiyle
bulunacak cezaların karşılaştırılıp, lehe yasanın saptanması ile
yetinilmelidir.” şeklinde gerekçelere yer verilmiştir.
Askerî Yargıtay 1’inci Dairesinin 4.6.2006 tarihli ve 2006/630621 sayılı, 2’nci Dairesinin 18.10.2006 tarihli ve 2006/1484-1474 sayılı,
4’üncü Dairesinin 17.10.2006 tarihli ve 2006/1328-1326 sayılı
kararlarında da; hükmün kesinleşmesinden sonra yapılan yasa
değişiklikleri nedeniyle, hükümlülerin hukukî durumlarının incelenmesi
ve değerlendirilmesinin, hükmü veren hâkim veya mahkeme tarafından
yapılmasının, bir hüküm değiştirme yöntemi olup, kendine özgü bir tali
dava niteliği taşıdığı, sonraki yasanın lehe hükümler içermesi hâlinde,
kesinleşmiş olan önceki hükmü yeniden ele almaya olanak tanıyan bu
istisnaî yetkinin, hükmü veren hâkim veya mahkemeye sadece lehe
hüküm konusuyla sınırlı bir uyarlama yetkisi verdiği, bu yolla olağan
veya olağanüstü kanun yolu denetimine konu olabilecek hukuka
aykırılıkların giderilmesi ve kesin hükümle ilgili yargılama aşamasında
geçerli olan yargılama kurallarının değiştirilmesinin mümkün olmadığı,
kesin hükmün kurulması sırasında görevli olan askerî mahkemenin
uyarlama tali davası sırasında da görevli olduğu vurgulanmıştır.
308
Askerî mahkemelerce verilen ve kesinleşen hükümlerle ilgili
olarak, 353 sayılı Kanunun 228 ve müteakip maddeleri gereğince
olağanüstü kanun yolu olan yargılamanın yenilenmesi isteminde
bulunulması ve başvurunun yapıldığı tarihte yürürlükte bulunan veya
daha sonra yürürlüğe giren kanuna göre görevli yargı yerinin değişmiş
olması hâlinde de, belirtilen istem hakkında görevsizlik kararı
verilmeyip, As.Yrg.Drl.Krl.’nun 10.7.1986 tarihli ve 1986/77-73 sayılı,
10.7.1986 tarihli ve 1986/78-74 sayılı kararlarında ayrıntılı olarak
tartışılıp irdelendiği üzere Askerî Yargıtay tarafından karar verilmesi
gerekmektedir.
Açıklanan yasal düzenlemeler ve yargısal kararlar karşısında; lehe
kanun hükümlerinin saptanması ve uygulama koşullarının bulunup
bulunmadığının belirlenmesine yönelik yargılama faaliyetinin, belirlenen
amaçlarla sınırlı ve kendine özgü bir yargılama niteliğinde bulunduğu,
hüküm aşamasında görevli olan askerî mahkemenin, lehe kanun
uygulaması nedeniyle hükmün uyarlanmasına/dönüştürülmesine ilişkin
tali dava sırasında da görevinin sürdüğü, 5530 sayılı Kanunla görevli
yargı yeri değişen dava dosyalarından kesin hükme bağlanmış olanlar ile
ilgili olarak verilecek duruşmasız işlere ait kararlarda daha önce hüküm
veren askerî mahkemenin görevli olduğu sonucuna varıldığından,
Başsavcılık itirazının kabulü ile Dairenin “itiraz konusunda bir karar
verilmesine yer olmadığına” ilişkin kararının kaldırılmasına, Dairece
hükümlünün itirazı nedeniyle olumlu veya olumsuz bir karar
verilmediğinden, bu konuda karar verilmek üzere dava dosyasının
Daireye iadesine karar verilmiştir.
309
ASMKYUK
Mad. 16, 205
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/21
K. No. : 2006/20
T.
: 26.1.2006
ÖZET
Müteselsilen zimmet suçundan, sanık hakkında beraet
hükmüne bağlı olarak verilen; “dava konusu olay nedeniyle,
meydana geldiği iddia olunan 4.297.830.000 TL hazine
zararının tahsili hususunun, takdiri ve ifasının saklı
tutulmasına ilişkin talebin reddine” dair kararın, 353 sayılı
Yasanın 162’inci maddesinde belirtilen kararlardan olmaması,
kesinleşen beraet hükmü nedeniyle aynı Kanunun 16/1’inci
maddesine göre tek başına askerî mahkemede görülmesine
yasal olanak bulunmaması nedeniyle, beraet hükmünden
bağımsız olarak temyizine olanak bulunmaz.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, müteselsilen zimmet suçundan sanık
hakkında beraet hükmüne bağlı olarak verilen; “dava konusu olay
nedeniyle meydana geldiği anlaşılan 4.297.830.000 TL hazine zararının
tahsili hususunun takdiri ve ifasının saklı tutulmasına ilişkin talebin
reddine” dair kararın, beraet hükmünden bağımsız olarak askerî savcı
tarafından temyizine yasal olanak bulunup bulunmadığıdır.
“İstirdat ve tazminat davalarında yetki” başlığı altında düzenlenen
353 sayılı yasanın 16’ncı maddesinin 1’inci fıkrasındaki; “suçlardan
doğan istirdat ve tazminat davalarına kamu davaları ile birlikte askerî
mahkemede bakılır.” hükmü ile; istirdat ve tazminat davalarına bakma
yetkisinin kural olarak; askerî mahkemeye ait olduğuna vurgu
yapılmasına karşın, bu yetki, kamu davası ile birlikte bakılma koşuluna
bağlı tutulmuştur. Nitekim bunun istinası, “Ancak, askerî mahkemelerde
310
kamu davasının kovuşturulmasına imkân kalmayarak, davanın adliye
mahkemelerinde görülmesi gerektiği hâllerde Devlet hakları özel kanuna
göre kovuşturulur.” şeklinde, aynı yasa maddesinin üçüncü fıkrasında
belirlenmiştir. Anılan Yasa maddesinin 2’nci fıkrasında yer alan; “Askerî
savcılar hazineye İlişkin zararları tespit ve iddianameye yazarak, askerî
mahkemelerde kovuşturmak ve dava etmekle yükümlüdürler” kuralı ile,
hazine zararının takibinde askerî savcılara sorumluluk yüklenmiştir.
Somut olayda; müteselsilen zimmet suçundan sanık hakkında
ASCK’nın 131/1, TCK’nın 80 ve ASCK’nın 30/A-B maddeleri uyarınca
cezalandırılması istemini içeren kamu davası yanında, ayrıca, 353 sayılı
Yasanın 16’ncı maddesi uyarınca 4.297.830.000 TL tutarındaki maaş ve
tazminatların, hak sahibi 66 erbaş ve ere ödettirilmesi istemiyle tazminat
davasına da iddianamede yer verilmiştir. Esas hakkındaki mütalâada
sanığın mahkûmiyetine yeterli delil bulunmadığından beraetine, ancak,
iddiaya konu; 4.297.830.000 TL paranın tahsili hususunun idare
tarafından gereğinin takdir ve ifasının saklı tutulmasına karar verilmesini
isteyen askerî savcı, askerî mahkemece verilen beraet hükmüne yönelik
temyize gelmediği gibi, davaya katılanın olmaması ve komutanın da
aleyhe temyizinin bulunmaması karşısında, sanık hakkındaki beraet
hükmü kesinleşmiştir. 353 sayılı Yasanın 16/1’inci maddesinde
belirtilen; tazminat davasına ceza davasıyla birlikte bakılması olanağı
kalmadığından, 353 sayılı Yasanın 16/2’nci maddesindeki hazine zararını
takip yükümlülüğünü iddianameye taşıyarak yerine getiren askerî
savcının, hazine zararının saklı tutulmasına karar verilmesi isteminin
reddine dair, kesinleşen beraet hükmü içinde yer alan kararı, iddianame
ve ilgili belgelerin onaylı suretleriyle birlikte 353 sayılı Yasanın
16/3’üncü maddesine göre hazine zararını özel kanuna göre kovuşturma
yapılmak üzere ilgili merciiye gönderilmesi gerekmektedir.
Bu husus, TCK’nın 230/2 ve 353 sayılı Yasanın 16’ncı
maddelerine konu davada, sanığın 4616 sayılı Yasa kapsamındaki
eyleminden ötürü TCK’nın 230/2’nci maddesine göre “açılan kamu
davasının ertelenmesine ve hazine zararı hususunda bu aşamada karar
verilmesine yer olmadığına” ilişkin kararın tümüne yönelik askerî
savcının temyiz incelemesine ilişkin Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun
28.6.2001/67-66 ve 28.6.2001/68-67 tarih ve sayılı kararlarında;
311
“...353 sayılı Kanunun 16’ncı maddesi “suçlardan doğan istirdat
ve tazminat davalarına kamu davaları ile birlikte askerî mahkemelerde
bakılır.
“Askerî savcılar hazineye ilişkin zararları tespit ve iddianameye
yazarak askerî mahkemelerde kovuşturmak ve dava etmekle
yükümlüdürler...” hükmünü içermektedir.
Askerî savcı, bu madde hükmüne uygun davranarak sanık
hakkında düzenlediği iddianameye hazine zararını yazıp, bu miktarın
sanıktan tahsiline karar verilmesini istemiştir. Bir başka ifadeyle ceza
davası ile birlikte şahsî hak davası da açmıştır.
Ancak, suçlardan doğan istirdat ve tazminat davalarına kamu
davaları ile birlikte bakılmasının anılan yasa hükmü olması, buna karşılık
sanığa yüklenen suç 4616 sayılı Yasa kapsamında bulunduğundan, kamu
davasının kesin hükme bağlanmasının ertelenmesine karar verilmesiyle
kamu davasının askıda kalması nedeniyle, tazminat davasının
yürütülebilmesine bu aşamada olanak bulunmaması karşısında, yerel
mahkemece; “hazine zararı hususunda bu aşamada karar vermeye yer
olmadığına” dair karar verilmiş olmasında, yasaya aykırı bir yön
bulunmamaktadır. İstem gibi “hazine zararının takip ve tahsili haklarının
saklı tutulmasına” karar verilmesi hâlinde de durum farklı olmayacaktı;
her iki hâlde de, hazine zararının hukuk mahkemesinde takibine engel bir
durum yoktur. 4616 sayılı Yasada istirdat ve tazminat davalarıyla ilgili
bir düzenlemeye yer verilmediğinden, bu yasaya göre kamu davasının
kesin hükme bağlanmasının ertelenmesine karar verildiğini belirleyen
hukuk mahkemesinin, askıda kalan ceza davasıyla birlikte yürütülmesi
olanağı kalmayan istirdat ve tazminat davalarını bağımsız olarak karara
bağlamasında yasal bir engel bulunmamaktadır...” şeklinde ortaya
konulmuştur.
Diğer taraftan, 353 sayılı Yasanın 162/1’inci maddesindeki;
“hüküm, sanığın beraetine veya hükümlülüğüne veya duruşmanın tatiline
veya davanın düşmesine veyahut ceza kanunları ile diğer kanunlarda
belirtilen kararlardan birine dair olur.” kuralı bağlamında, askerî savcının
temyizine konu kararın hüküm niteliğini taşımadığı gibi, ceza kanunları
kapsamında bir karar sayılamayacağında duraksama bulunmamaktadır.
Maddenin son tümcesinde yer alan; diğer kanunlarda belirtilen
kararlardan birine ait olup olmadığı değerlendirildiğinde; 353 sayılı
Kanunun 162’nci maddesinde geçen “diğer kanun” teriminin, tek başına,
312
353 sayılı Kanunun 16’ncı maddesine göre verilen veya verilmesi talep
edilmesine karşın, reddine dair kararları lâfzen de kapsam dışında
bıraktığı anlaşılmaktadır. Görevsizlik ve yetkisizlik kararları 353 sayılı
Kanunun 162’nci maddesinde yer almamakla birlikte, bu kararların
temyiz olunabileceği ve iddianamenin bütün sonuçlarını meydana
getirerek, aynı şartlara tabî oldukları 353 sayılı Kanunun 176’ncı
maddesinde açıkça düzenlenmiş olup, Askerî Yargıtay İçtihatları
Birleştirme Kurulunun 15.2.1978/1-1 gün ve sayılı kararıyla görevsizlik
kararları da “hüküm” kapsamında kabul edilmiştir.
Askerî Yargıtayın yaygın ve yerleşik kararlarıyla; 353 sayılı
Kanunun 205’nci maddesi kapsamında verilen beraet hükmünün sanık
tarafından temyiz edilemeyeceğine vurgu yapıldıktan sonra,, beraet
hükmü yanında verilen “Hazine zararının saklı tutulmasına” ilişkin
kararlar tazmin hükmü niteliğinde görülmemiştir.
Bu açıklamalar ışığında, askerî savcının temyize geldiği kararın
353 sayılı Kanunun 162’nci maddesinde sayılan kararlardan olmaması,
kesinleşen beraet hükmü nedeniyle 353 sayılı Kanunun 16/1’inci
maddesine göre, tek başına askerî mahkemede görülmesine yasal olanak
bulunmaması, bu nedenle askerî savcının aynı yasa maddesinin son
fıkrasına göre takip hakkının bulunması karşısında, askerî mahkemenin
“hazine zararının tahsili hususunun takdiri ve ifasının saklı tutulmasına
ilişkin talebin reddine” dair kararı tek başına temyiz kabiliyeti
bulunmadığından, temyiz isteminin reddi kararı yerine temyiz edilebilir
bir karar değerlendirmesiyle, bu istemi tek başına temyiz incelemesine
tâbi tutan ve buna ilişkin mahkeme kararının onayan Daire kararının,
Askerî Yargıtay Başsavcılığının temyizine atfen kaldırılarak, askerî
savcının temyiz isteminin temyiz kabiliyeti bulunmadığından reddine
karar verilmiştir.
313
ASMKYUK
Mad. 16, 227
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/121
K. No. : 2006/126
T.
: 1.6.2006
ÖZET
1- Daha sonra direnilse bile, bozma nedeniyle, önceki
hüküm ortadan kalktığından, birinci bozma kararına karşı
sanığın savunmasını saptayamayan askerî mahkemenin,
inceleme konusu ikinci bozma kararına karşı direnmeden
önce, bu bozma ilâmına karşı, sanığın savunmasını tespit
etmesi, yargılamanın esasını oluşturan yasa kuralı olması
karşısında, yazdığı ilk talimatla, sanığın savunmasının istinabe
olunan asliye ceza mahkemesince tespiti karşısında, bunu yok
saymasının düşünülemeyeceği, bu nedenle, usul yönünden
eylemli uyma olarak kabul edilemeyen bu hususun, hükmün
direnme niteliğini ortadan kaldırmayacağının kabul edilmesi
gerekir.
2- Tedavi giderini, 353 sayılı Yasanın 16’ncı maddesi
anlamında, suçtan doğan bir hazine zararı olarak algılamak
olanaklı değildir. İstisnaî, suçla zarar arasında doğrudan
sebep-sonuç ilişkisini arayan bu yasa maddesinin, askerî
mahkemece, somut olayda tedavi giderleri bakımından
uygulanması yasaya aykırıdır.
1.2.2004 günü saat 19.00 sıralarında, nöbet kulübesinin camlarını
kırıp, elindeki M-1 piyade tüfeğinin en üstteki iki adet manevra
mermisini havaya ateş ederek patlatan ve 3’üncü mermiyi (gerçek
mermi), sağ ayak parmağına isabet edecek şekilde ateş ederek kendisini
ayağından yaralaması nedeniyle, kendini askerliğe elverişsiz hâle
getirmeye tam teşebbüs suçunu işlediği hususunda uyuşmazlık
bulunmayan sanık (Ter.) Hv.İs.Er F.A.’nın, 1-20 Şubat 2004 tarihleri
arasında bu yaralanma nedeniyle, yatarak tedavi görmesi sonucu oluşan
314
sağlık harcamasının (tedavi giderinin), 353 sayılı Yasanın 16’ncı maddesi
uyarınca kendisinden tazminine karar verilmesi nedeniyle, mahkûmiyet
hükmünün bozulması ve direnme ile aynı mahkûmiyet hükmünün
kurulmasından sonra bu hükme yönelik temyiz nedenliyle yapılan
incelemede;
1- İlk mahkûmiyet hükmünün, tedavi giderinin 353 sayılı Yasanın
16’ncı maddesine göre, sanıktan tazminine karar verilemeyeceği
noktasından bozulması üzerine, bozma ilâmına karşı bulunamadığı için
savunmasını tespit edemediği, sanık hakkında 353 sayılı Yasanın
227/3’üncü maddesi uyarınca yargılamaya devamla, direnme ile
mahkûmiyet hükmü kuran askerî mahkeme kararının, Daireler Kurulunca
incelenmesinde, içerik yönünden eylemli uyma niteliğinde görülerek
dosyanın Daireye iadesi üzerine, Dairece, ilk bozma nedeni yanında;
sanığın bozma ilâmına karşı diyeceği saptanmadan hükmün
kurulmasının, savunma hakkının kısıtlanması bağlamında usule
aykırılıktan da bozulması üzerine, bu bozma kararına karşı daha önce
bulunamadığı adresten temin edilerek, diyeceği belirlenen sanık hakkında
belirtildiği şekilde direnme ile kurulan hükümde, sağlık giderinin hazine
zararı olarak tazminine ilişkin direnme gerekçesine yer verildiği hâlde,
usulden bozmaya uyulup uyulmadığına ilişkin bir gerekçeye yer
verilmemesi karşısında, kurulumuzca, öncelikle, bu hususun, hükmün
direnme niteliğine etkisi olup olmadığının incelenmesi ve
değerlendirilmesi sonucunda; daha sonra direnilse bile, bozma nedeniyle
önceki hüküm ortadan kalktığından, birinci bozma kararına karşı sanığın
savunmasını saptayamayan askerî mahkemenin, inceleme konusu ikinci
bozma kararına karşı direnmeden önce, bu bozma ilâmına karşı sanığın
savunmasını tespit etmesi, yargılamanın esasını oluşturan yasa kuralı
olması karşısında, yazdığı ilk talimatla, sanığın savunmasının istinabe
olunan asliye ceza mahkemesince tespiti karşısında, bunu yok saymasının
düşünülemeyeceği, bu nedenle usul yönünden eylemli uyma olarak kabul
edilemeyen bu hususun, hükmün direnme niteliğini ortadan
kaldırmayacağına; temyiz incelemesinin Daireler Kurulunca yapılması
gerektiğine, ancak bu sürece ve yasal zorunluluğa, direnme gerekçesinde
askerî mahkemece belirtilen şekilde yer verilmemesinin eksikliğine işaret
edilmiştir.
315
2 -Direnme hükmünün esastan incelenmesinde;
Sübutunda kuşku bulunmayan eylemiyle, sanığın kendini
askerliğe elverişsiz hâle getirmeye tam teşebbüs sucunu işlediğine ilişkin
kabulü ile, yazılı şekilde hükümlendirilmesinde bir isabetsizlik
bulunmamakta ise de,
Devletin, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içerisinde
sürdürmesini sağlamaktan sorumlu tutulması, Türkiye Cumhuriyetinin
vazgeçilemez niteliklerinden olan sosyal bir hukuk Devleti olmasının
(T.C. Anayasası Md: 2, 56) gereğidir. Anayasada hak ve ödev olarak
tanımlanan askerlik hizmetinin (Mad. 72) zorunlu olduğu, 1111 sayılı
Askerlik Kanununda ayrıca düzenlenmiş olup (Mad. 1), usul ve esasları
belirlenmiştir; Devletin ve vatandaşın birbirine karşı hak ve
sorumlulukları bağlamında, askerlik hizmetini yerine getiren erbaş ve
erlerin ihtiyaçları Devlet tarafından karşılanmakta olup, sağlıklarından
Türk Silâhlı Kuvvetleri (TSK İç Hizm. K. Mad. 3, 57, 61) sorumludur.
Somut olayda, kendisini nöbette silâhıyla bilerek ayağından
yaralayan sanık erin, “Herkesin yaşam hakkı yasanın korunması
altındadır...” (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Mad. 2/1), “Herkes,
yaşama...hakkına sahiptir” (T.C. Anayasası Mad. 17/1) gibi Küresel ve
Ulusal anlamda en temel insan hakkı ve silâh altında bulunmasından
kaynaklı; emrindeki komutanlığın sorumluluğu altında bulunması
nedeniyle, gerek askerî hastahanede, gerekse; Tıp Fakültesi
Hastahanesinde tedavi görmesi sonucu oluşan tedavi giderinin, suça konu
eylemiyle ilişkilendirilerek, ceza yargısına konu edilemeyeceği açıktır;
Yaşam hakkı/sağlıkla ilgili düzenlemeler genel bir anlam içeren “herkes”
sözcüğü ile ifade edilmekte olup, tedavi gören kişi, “hasta” olarak
tanımlandığından, bu kişinin, ayrıca sanık olmasının bir önemi yoktur.
Tedavi giderini, 353 sayılı Yasanın 16’ncı maddesi anlamında
suçtan doğan bir hazine zararı olarak algılamak olanaklı değildir. İstisnaî,
suçla zarar arasında doğrudan sebep-sonuç ilişkisini arayan bu yasa
maddesinin, (Bakaya suçundan aranmakta iken, yakalanıp Jandarma
nezaretinde sevk edilen sanığa, kendisini sevkle görevlendirilen iki
Jandarma erine ödenen iaşe bedelinin 353 sayılı Yasanın 16’ncı
maddesine göre, hazine zararı olarak ödettirilmeyeceğine ilişkin Askerî
Yargıtay Daireler Kurulunun 4.11.1982 gün 1982/215-214 E.K. sayılı
kararında da belirtildiği gibi), askerî mahkemece, somut olayda tedavi
giderleri bakımından uygulanması yasaya aykırı bulunduğundan, direnme
ile kurulan mahkûmiyet hükmünün bu yönden bozulmasına karar
verilmiştir.
316
ASMKYUK
Mad. 44, 205
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/89
K. No. : 2006/90
T.
: 13.4.2006
ÖZET
Hukukî bir menfaati bulunmadığı için, hakkındaki
beraet
hükmünü
temyiz
edebilmesine
yasal
olanak
bulunmayan sanığın, hâkimin reddi isteminin reddine dair
kararı da temyiz edemeyeceğinin kabulü gerekir.
Ticaret yapmak suçundan sanık Hv.Tbp.Kd.Bnb. S.İ. hakkında,
daha öce askerî mahkemece verilen beraet kararının, komutan ve askerî
savcının temyizi üzerine, Askerî Yargıtay 1’inci Dairesince esastan
bozulduktan sonra, bozma ilâmına karşı sanığın savunmasının istinabe
suretiyle belirlendiği ve yargılamanın yokluğunda sürdürüldüğü ilk
duruşmada, sanık savunucusunun, ilk hükme de katılan duruşma hâkimi
Hv.Hâk.Alb. Ü.G.’nin davadan çekilmesi isteminin, başka bir hâkim
üyenin katılımıyla oluşturan heyetle, “hâkimin reddi” talebi olarak
değerlendiren askerî mahkemece, ileri sürülen hususun hâkimin
tarafsızlığını kaybetme açısından yeterli olmadığı gerekçesiyle reddine
karar verildikten sonra, yargılamaya devamla, davadan çekilmesi istenen
duruşma hâkiminin de yer aldığı mahkeme heyetince, önceki hükümde
direnilerek sanık hakkında unsurları itibarıyla oluşmayan ticaret yapmak
suçundan verilen beraet hükmünün, sadece sanık ve savunucusu
tarafından temyiz edildiği; sanığın, ayrıca, duruşma hâkiminin reddi
isteminin, 353 sayılı Yasa hükümlerine uygun olmayan biçimde
reddedilmesinin usule aykırı olduğunu ileri sürerek, bu yönden de
temyizi üzerine yapılan incelemede;
317
353 sayılı Kanunun 205/B-2’nci maddesine göre, hakkındaki
beraet hükmünü sanığın (ve savunucusunun) temyizine yasal olanak
bulunmamaktadır. 353 sayılı Kanunun 44’üncü maddesinde; “...Hâkimin
reddi isteminin esassız veya ret sebebinin aksi sabit olduğuna dair
kararlar aleyhine, ancak hükümle birlikte temyiz yoluna
başvurulabileceğine...” ilişkin hüküm bulunmakla birlikte, içeriğinden de
anlaşılacağı gibi, bunun, ancak temyiz edilebilir bir hükümle birlikte
mümkün olabileceği açıktır. Bu bağlamda; hukukî bir menfaati
bulunmadığı için, hakkındaki beraet hükmünü temyiz edebilmesine yasal
olanak bulunmayan sanığın, hâkimin reddi isteminin reddine dair kararı
da temyiz edemeyeceği açık olduğundan, 353 sayılı Kanunun 205/B-2 ve
217/1’inci maddelerine göre sanık ve savunucusunun temyiz istemlerinin
reddine karar verilmiştir.
318
ASMKYUK
Mad. 205
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/76
K. No. : 2006/58
T.
: 9.3.2006
ÖZET
4616 sayılı Yasa kapsamında bulunan suçlardan
hakkında kamu davası açılan sanığın, istemi üzerine kamu
davalarının ertelenmesine dair verilen kararlara yönelik bir
itirazının bulunmaması da dikkate alındığında, askerî
mahkemece, zaman aşımı süresi dolduğu gerekçesiyle, tüm
suçları yönünden verilen; “Kamu davalarının ortadan
kaldırılması”na ilişkin kararların, tebliğinden sonra, sanığın
verdiği dilekçede, mahkûmiyet kararı bulunmamasına karşın,
“hakkımda verilen mahkûmiyet kararını temyiz ediyorum.”
şeklindeki beyanı, “kamu davalarının ortadan kaldırılmasına”
ilişkin kararları, temyiz niteliğinde değildir.
Uyuşmazlığın konusu, hakkındaki kamu davalarının ortadan
kaldırılmasına ilişkin kararlara yönelik sanığın temyiz isteminin bulunup
bulunmadığıdır.
Yargılaması devam ederken yürürlüğe giren 4616 sayılı Yasadan
yararlanmak için 29.1.2001 tarihli dilekçesiyle askerî mahkemeye
başvuran sanık (Ter.) Mu.Çvş. K.Ö., anılan yasa kapsamındaki suçları
nedeniyle, hakkındaki kamu davalarının ertelenmesine ilişkin olarak
verilen kararlara karşı, davanın diğer tarafları gibi temyiz yoluna
gitmemiştir. Kesinleşen bu kararların gereği olan bekleme süresi ve
sanığın bu süre içerisinde belirtilen türden suçlar işleyip işlemediği,
belirli periyotlarla adlî sicilden sabıka kaydı istenerek yerine getirildikten
sonra, askerî mahkemece yasada aranan şartların yerine geldiği
saptanmasıyla; yine, 4616 sayılı Yasa uyarınca, hakkındaki Kamu
davalarının ortadan kaldırılmasına karar verilen sanığın, 13.4.2005 tarihli
tebellüğ belgesinde yazılı tarih ve sayıları, hakkındaki kamu davalarının
ortadan kaldırılması kararlarına ait olmakla birlikte, 18.4.2005 tarihinde
319
posta yolu ile gönderdiği dilekçesinde “Hakkımda verilen mahkûmiyet
kararını temyiz etmek istiyorum.” şeklinde bir isteme yer vermiştir.
Bu bağlamda;
4616 sayılı Yasa kapsamındaki; müteselsilen memuriyet görevini
kötüye kullanmak, asta müessir fiil (2 kez) ve müteselsilen memuriyet
nüfuzunu kötüye kullanmak suçlarından sanık olup, istemi üzerine daha
önce kamu davalarının ertelenmesine dair verilen kararlara yönelik bir
itirazının bulunmaması da dikkate alındığında, askerî mahkemece zaman
aşımı süresi dolduğu gerekçesiyle, tüm suçları yönünden verilen; “Kamu
davalarının ortadan kaldırılması”na ilişkin kararların tebliğinden sonra,
sanığın verdiği dilekçede mahkûmiyet kararı bulunmamasına karşın,
“hakkımda verilen mahkûmiyet kararını temyiz ediyorum.” şeklindeki
beyanı, “kamu davalarının ortadan kaldırılmasına” ilişkin kararları
temyiz niteliğinde bulunmadığından, Askerî Yargıtay 1’inci Daire
kararına yönelik Askerî Yargıtay Başsavcılığının itirazının reddine karar
verilmiştir.
320
ASMKYUK
Mad. 207
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/5
K. No. : 2006/16
T.
: 26.1.2006
ÖZET
Savunucunun, yargılamada, sanık yanında davanın
tarafı olması ve savunmanın en önemli unsurunu oluşturması
nedeniyle, bozma ilâmı ve duruşma gününün savunucuya
tebliğ
edilmeksizin,
yargılamanın
onun
yokluğunda
sürdürülerek, sanık hakkında yazılı şekilde mahkûmiyet
hükmü kurulması, 353 sayılı Kanunun 207/3-H maddesine
göre, savunma hakkının kısıtlanması niteliğindedir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulu
önüne getirilen uyuşmazlık, maddî eylemin ve suç tarihinin tespitine
ilişkindir.
Askerî mahkemece verilen 25.12.2002 gün ve 2002/1772-1000
E.K. sayılı mahkûmiyet kararının (1. hükmün) tebliği aşamasında
vekâletname sunarak, sanığın savunuculuğunu üstlenen ve temyize gelen
Av. M.A.B.’ye Askerî Yargıtay 3’üncü Dairesinin 23.9.2003 gün ve
2003/989-985 E.K. sayılı bozma ilâmı ile, duruşma gününün tebliğine
ilişkin belgeye rastlanmamış; incelemeye konu mahkûmiyet hükmü,
duruşmalardan vareste tutulma istemi olan sanığın ve bozmadan sonra
kendisine herhangi bir tebligat yapılmayan savunucusunun yokluğunda
kurulmuştur.
353 sayılı Yasanın 121’inci maddesi; “müdafii, gerek askerî
mahkemece tutulmuş olsun, gerekse sanık tarafından seçilip de, askerî
mahkemeye bildirilmiş bulunsun, sanık ile birlikte çağrılır” kuralını
içermektedir.
321
“Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı
mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil
yargılanma hakkına sahiptir.” şeklindeki emredici kural, T.C.
Anayasasının 36/1’inci maddesinde yer almaktadır.
Savunucunun, yargılamada sanık yanında davanın tarafı olması ve
savunmanın en önemli unsurunu oluşturması nedeniyle, bozma ilâmı ve
duruşma gününün savunucusuna tebliğ edilmeksizin, yargılamanın onun
yokluğunda sürdürülerek, sanık hakkında yazılı şekilde mahkûmiyet
hükmü kurulması, 353 sayılı Yasanın 207/3-H maddesine göre savunma
hakkını kısıtlayıcı nitelikte görüldüğünden, (As.Yrg.Drl.Krl.’nun;
5.3.1998/34-36, 26.3.1998/37-47, As.Yrg. 2.D.’nin 28.9.2005/946-940
gün ve sayılı kararları buna örnektir.) mahkûmiyet hükmünü onayan
Daire ilâmının, Askerî Yargıtay Başsavcılığının itirazına atfen
kaldırılmasına ve hükmün usule aykırılık nedeniyle bozulmasına karar
verilmiş; bu bozma nedeni karşısında esastan incelemeye geçilmemiştir.
322
ASMKYUK
Mad. 207
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E. No. : 2006/1567
K. No. : 2006/1562
T.
: 15.11.2006
ÖZET
Savunma hakkının kutsallığı ve adil yargılanma
hakkının gereği olarak, sanığın savunma için görevlendirdiği
müdafiinin çekildiğinden haberdar edilmemesi ve yeni bir
müdafi tayin hakkının
elinden alınması, usul yönünden
kanuna aykırı görülmüştür.
Askerî mahkemece, sanığın;
1. 13.8.2003-6.10.2003 tarihleri arasında izin tecavüzü suçunu
işlediği kabul edilerek, eylemine uyan ASCK’nın 66/1-b ve TCK’nın
59/2’nci maddeleri uyarınca 10 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına,
yasal imkânsızlık nedeniyle 647 sayılı Kanunun 4 ve 6’ncı maddelerinin
uygulanmasına yer olmadığına, ASCK’nın 71’inci maddesi uyarınca
sanığın çavuşluk rütbesinin geri alınmasına;
2. 12.8.2003 ve 2.9.2003 tarihlerinde müteselsilen yetkisiz kişinin
resmî evrakta sahteciliği suçunu işlediği kabul edilerek, eylemine uyan
TCK’nın 356, 80, 59/2 ve 647 sayılı Kanunun 4/1’inci maddesi uyarınca
1.005.459.000 TL ağır para cezası ile cezalandırılmasına, TCK’nın 30 ve
35’inci maddeleri uyarınca sanığın çavuşluk rütbesinin geri alınmasına;
3. 23.9.2003 tarihinde yetkisiz kişinin resmî evrakta sahteciliği
suçunu işlediği iddiasıyla açılan kamu davasından beraatine;
karar verilmiştir.
Hüküm, sanık tarafından özetle; faks kâğıtlarının asıllarının
bulunmaması nedeniyle delil niteliği taşımadığı, ikna ve iğfal
kabiliyetinin bulunmadığı, hakkında hüküm kurulurken, yeni TCK’nın
lehe hükümler getirip getirmediğinin gözetilmediği sebepleri ile temyiz
edilmiş, tebliğnamede, hükmün usule aykırılık nedeniyle bozulması
gerektiği yönünde görüş bildirilmiştir.
323
Sanık hakkında verilen beraat hükmü taraflarca temyiz
edilmediğinden inceleme dışında tutulmuştur.
Sanığın, Diyarbakır ilinde askerlik hizmetini yaparken, birliği
komutanlığınca 22.7.2003 tarihinde 10 gün kanunî izin verilerek
memleketi Osmaniye’ye izne gönderildiği, sanığa bu izninde 4 gün de
yol süresi verildiği, talebi üzerine sanığın izninin 5.8.2003 tarihinde 7
gün süre ile uzatıldığı, izin süresi sonunda en geç 12.8.2003 günü sonuna
kadar dönmesi gerekirken, kanunen kabule değer bir mazereti
bulunmaksızın dönmediği, bir süre sonra 6.10.2003 tarihinde
kendiliğinden dönerek birliğine katıldığı, böylece sanığın belirtilen
tarihler arasında izin tecavüzü suçunu işlediği kabul edilerek yazılı
olduğu şekilde cezalandırıldığı,
Keza, sanığın izin tecavüzünde bulunduğu esnada, Osmaniye
Şehit Piyade Alb.H.İbrahim Karaoğlanoğlu Alay Komutanlığı Revir
Baştabipliği tarafından düzenlendiği intibaını veren ve 20’şer gün
istirahat içeren 12.8.2003 ve 2.9.2003 tarihli 2 ayrı raporu birliğine
faksladığı, bu raporlardan sonra, sanığın bu defa da 22.9.2003-23.9.2009
tarihleri arasında, Diyarbakır Asker Hastahanesinde tedavi görmüş gibi
düzenlediği raporu birliğine faksladığı ve telefonla da 1 ay hava değişimi
aldığını bildirdiği, birlik komutanlığının şüphelenmesi nedeniyle yapılan
araştırmada bütün raporların sahte olduğunun anlaşıldığı, böylece de
sanığın belirtilen tarihlerde müteselsilen yetkisiz kişinin resmî evrakta
sahteciliği suçunu işlediği kabul edilerek yazılı olduğu şekilde
cezalandırıldığı anlaşılmakta ise de;
Sanığın yargılama aşmasında vekâlet verdiği Av. M.Y.’nin,
hüküm tarihinden önce 8.2.2005 tarihli dilekçesi ile sanığın vekilliğinden
çekildiğini ve bu durumun sanığa tebliğini isteyerek dilekçesi ekinde 3,5
YTL’lik posta pulu gönderdiği, Av.M.Y.’nin bu dilekçesinin 13.3.2005
tarihli duruşmada okunmasına rağmen, sanığa tebliğ edilmediği
anlaşılmaktadır.
1136 sayılı Avukatlık Kanununun, “Avukatın vekâletten
çekilmesi” başlıklı 41’inci maddesindeki “Belli bir işi takipten veya
savunmadan isteği ile çekilen avukatın, o işe ait vekâlet görevi, durumu
müvekkiline tebliğinden itibaren onbeş gün süre ile devam eder.”
şeklindeki hükümden, vekâletten çekilmeyi bildirme yükümlülüğünün
avukata ait olduğu görülmekte ise de; bu durumun, duruşmaya gelmeyen
324
ve kendisini avukatla savunan sanıklara mahkemece tebliğ edilmesi
gerektiği kanaatine varılmıştır. Zira, müdafiinin görevini tam yapmaması
veya eksik yapması, özel hukuk hükümlerine göre sorumluluğunu
gerektirse bile; savunma hakkının kutsallığı ve adil yargılanma hakkının
gereği olarak, sanığın savunma için görevlendirdiği müdafiinin
çekildiğinden haberdar edilmemesi ve yeni bir müdafi tayin hakkının
elinden alınması hukuka uygun görülmemiştir.
Bu nedenle, sanığa; müdafiinin vekillikten çekildiğinin tebliğ
edilmemesi usul yönünden kanuna aykırı görüldüğünden, hükümlerin
öncelikle bu yönden bozulmasına karar verilmiştir.
Bozma sebebi yanında, sanığın müteselsilen yetkisiz kişinin resmî
evrakta sahteciliği suçundan mahkûmiyetine esas teşkil eden ve sanık
tarafından sahte olarak düzenlenmeleri nedeniyle, asılları bulunmayan
faks belgelerinin; okunaklı olmaması, sayı tarih ve konu bölümlerini
içermemesi, başlık kısmının askerî yazışma kurallarına uygun olmaması,
erbaş olan sanığın kimliği yazılırken tertibi yerine sicil numarası
yazılması gibi hususlar dikkate alınarak, ikna ve iğfal kabiliyetine sahip
olup
olmadıklarının
araştırılmamasının
noksan
soruşturma
oluşturduğuna;
Ayrıca, iddianamede belirtilmemesine ve 12.2.2004 tarihli
duruşmada sanığın ASCK’nın 71 ve 30’uncu maddelerinden ek
savunması alınmasına rağmen; hüküm kurulurken ASCK’nın 30 ve
35’inci maddeleri uyarınca çavuşluk rütbesinin geri alınmasının da hatalı
olduğuna işaret edilmiştir.
NOT : Ayrıca, bu maddeyle ilgili olarak Askerî Yargıtay Daireler
Kurulunun 13.4.2006 tarih ve 2006/85-89, 11.5.2006 tarih ve 2006/114-117
sayılı içtihatlarına bakınız. (Sayfa 435-436, 396)
325
ASMKYUK
Mad. 208, 227
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/116
K. No. : 2006/110
T.
: 4.5.2006
ÖZET
Hakkındaki beraet hükmü, askerî savcının aleyhe
temyizi üzerine, noksan soruşturma yönünden bozulmuş olan
sanığın, yurt dışında bulunması nedeniyle, bozma ilâmına
karşı
diyeceği
tespit
edilmeden,
davanın
gıyabında
bitirilmesine karar verildikten sonra, direnilerek beraet
hükmü kurulmuş olması, 353 sayılı Kanunun 208’inci maddesi
gözetilerek, yasaya aykırı görülmemiştir.
Daire ile askerî mahkeme arasında ortaya çıkan ve Daireler
Kurulunda çözümlenmesi gereken uyuşmazlığın, dava dosyasında noksan
soruşturma bulunup bulunmadığına ilişkin olduğu görülmektedir.
Daire, sanığın suç kastının değerlendirilmesi açısından, askerî
savcı tarafından karar aşamasında ibraz edilen erteleme belgesinin
bulunduğu soruşturma dosyasının mahiyetinin ve sonucunun, keza
3.10.2001 tarihli erteleme talebi üzerine yapılan işlemin, sanığa tebliğ
edilip edilmediğinin araştırılması gerektiğini kabul etmiş; askerî
mahkeme ise, yapılacak araştırmanın sanığın suç işleme kastını ortaya
koymayacağı ve sanığa tebliğ edilen, sevkinin 31.10.2003 tarihine kadar
tehir edildiğine ilişkin yazıyı etkilemeyeceği görüşü ile önceki hükümde
direnmiştir.
Kurulda öncelikle, ilk hükmün askerî savcının temyizi üzerine
noksan soruşturma yönünden bozulması sebebiyle, sanıktan bozma
ilâmına karşı ne diyeceğinin sorulmasının gerekip gerekmeyeceği
tartışılmıştır.
326
353 sayılı Kanunun 227/Son maddesi; “Sanık veya müdahilin
bulunmamaları nedeni ile, bozmaya karşı beyanları tespit edilememişse,
duruşmaya devam edilerek dava gıyapta bitirilebilir. Ancak, sanık
hakkında verilecek ceza, bozmaya konu olan cezadan daha ağır ise,
sanığın her hâlde dinlenilmesi gerekir.”, 208’inci maddesi de; “Sanığın
lehine olan hukukî kurallara aykırılık, sanığın aleyhine hükmün
bozulması için askerî savcıya ve teşkilâtında askerî mahkeme kurulan
kıt’a komutanı veya askerî kurum amirine bir hak vermez”
düzenlemelerini içermektedir.
Dava konusu olayda, sanık hakkında kurulan beraet hükmü,
askerî savcının aleyhe temyizi üzerine, noksan soruşturma yönünden
bozulmuştur. Bozma ilâmında, sanığa yüklenen suçun sübuta erdiği
konusunda en ufak bir ifadeye yer verilmediği gibi, sanığın daha ağır bir
cezanın uygulanması suretiyle cezalandırılması gerektiği konusu da ifade
edilmemiştir. Bozmadan sonra sanık aleyhine bir işlem yapılmamış, yine
beraet hükmü kurulmuştur. Beraet hükmünün noksan soruşturma
nedeniyle bozulmuş olması, sanığın mutlaka mahkûm olacağı anlamına
gelmez. Mahkemece toplanan delillere göre, yeniden beraet hükmü
kurulması her zaman olanaklıdır. Bu nedenle, hükmün bu şekilde
bozulmuş olması sebebiyle, sanık aleyhine doğmuş bir sonuç
bulunmadığı da gözetilerek, bozmanın aleyhe olmadığı sonucuna
varılmıştır.
Kaldı ki, bilimsel görüş ve yargısal kararlarda “beraet kararının
usul yönünden bozulmaması” şeklinde ifade edilen, 353 sayılı Kanunun
208’inci maddesini, sadece askerî savcının veya teşkilâtında askerî
mahkeme kurulan kıt’a komutanı veya askerî kurum amirinin, beraet
hükmünü usul yönünden temyiz edemeyeceği şeklinde anlamak doğru bir
yaklaşım tarzı değildir. Bu hükmün zorunlu sonucu, temyiz incelemesini
yapan Daire veya Daireler Kurulunda da, beraet hükmünün sanık lehine
olan usul normuna riayetsizlikten dolayı bozmaya hak vermeyeceğidir.
Bilindiği gibi, usul kurallarının bir kısmı, iddianame karşısında
sorgu yapılması gibi, kamu düzeni-kamu hakkıyla ilgili bulunmaktadır.
Bazı kurallar ise, bozmaya karşı sanığın diyeceğinin tespiti, vicahîliğe
riayet gibi, sadece sanık lehine hükümler içermektedir. Sanık lehine olan
usul kuralına riayet edilmemiş, fakat sanık hakkında beraet hükmü
kurulmuşsa, hükmün bu usul kuralına riayetsizlik nedeniyle
bozulmasının, sanık aleyhine sonuç doğuracağı gözden uzak
tutulmamalıdır. Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 22.6.1989 tarihli ve
183-171 sayılı kararı da bu doğrultuda bulunmaktadır.
327
Bu nedenle; sanığın yurt dışında bulunması sebebiyle, bozma
ilâmına karşı diyeceği tespit edilmeden, davanın gıyabında bitirilmesine
karar verildikten sonra, direnilerek yeniden beraet hükmü kurulmuş
olması, 353 sayılı Kanunun 208’inci maddesi hükmü de gözetilerek usule
aykırı bulunmamıştır.
Usul konusu bu şekilde aşıldıktan sonra esasın incelenmesine
geçilmiştir.
Dosya içeriğine göre; ODTÜ Mühendislik Fakültesi Elektrik ve
Elektronik Mühendisliği Bölümünden 27.6.1999 tarihinde mezun olan
sanığın, 23.8.1999 tarihinde son yoklamasının yapıldığı ve askerliğine
karar alındığı, hakkında askerlik durum belgesi düzenlenmediği,
Eskişehir Askerlik Şubesi Başkanlığınca düzenlenen safahat bilgilerine
göre, Temmuz 2000 celp döneminde sevke tâbi olduğu, yurt dışında işçi
olarak çalıştığını beyan eden sanığın, 26.4.2000 tarihinde Bükreş
Başkonsolosluğundan erteleme talebinde bulunduğu ve askerliğinin önce
15.7.2000 tarihine, daha sonra da 15.7.2001 tarihine kadar ertelendiği,
askerliğinin 15.7.2001 tarihine kadar ertelendiğinin, sanığa Eskişehir
Askerlik Şubesi Başkanlığının 15.1.2001 tarihli yazısı ile bildirildiği,
ancak bu belgede sanığın sevkinin 31.10.2003 tarihine kadar tehir
edildiğinin yazılı olduğu, bu kez 3.10.2001 tarihinde Moskova
Konsolosluğuna müracaatla, askerliğinin ertelenmesi talebinde bulunan
sanığın, askerliğinin 25.4.2002 tarihine kadar ertelendiği anlaşılmaktadır.
Bu tespitlere göre, Dairenin bozma sebebi yerinde olmakla
birlikte; sanığın askerliğinin 31.10.2003 tarihine kadar ertelendiğine
ilişkin yazının gönderilmesiyle sanığın iradesinin yanıltıldığı, belge
düzeltilerek Bükreş Başkonsolosluğuna gönderildiği hâlde, düzeltilen
tarihin sanığın bilgisine sunulmamış olduğu gözetilerek, direnilmek
suretiyle kurulan beraet hükmünde yasaya aykırı bir yön görülmemiştir.
328
ASMKYUK
Mad. 209
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/136
K. No. : 2006/141
T.
: 22.6.2006
ÖZET
Sanığın iki suçtan mahkûmiyetine ilişkin kararın,
temyize tâbi olduğu belirtilmesine karşın, başvurunun süresi,
merci ve ne şekilde yapılacağına ilişkin açıklamayı içermediği;
kararın 3.10.2001 tarihli Anayasa hükmü hâline gelen
düzenlemeden sonra, 21.12.2001 tarihinde verilmesi nedeniyle,
Anayasada belirtilen temel hak kapsamında başvuru hakkının
kullanılmasının,
sanık
tarafından
açık
bir biçimde
kullanılmasına olanak sağlayıcı içerik ve şekilden yoksun
olması karşısında, usulüne uygun bir gerekçeli karar
tebliğinden söz edilemeyeceğinden, esasen, kesinleşmemiş
mahkûmiyet hükümlerinin açıklanmasını içeren ceza dönüşüm
kararlarına yönelik olup “itiraz” olarak betimlenen başvuru,
mahkûmiyet hükümlerini temyiz niteliğinde olduğundan,
sanığın başvurusunun temyiz incelenmesine konu edilmesi
gerekir.
Yoklama kaçağı ve geç iltihak suretiyle bakaya suçlarından sanık
(Ter.) J.Er A.Ü. hakkındaki 21.12.2001 tarihinde yokluğunda kurulan
mahkûmiyet hükümlerinin, “Temyizi kabil olmak üzere karar verildi.
Verilen işbu karar sanığın yokluğunda...okunup usulen tefhim kılındı.”
şeklindeki yazılımla tefhim edildiği, buna ilişkin kararın gönderme
yazısında; “...ekte gönderilen gerekçeli kararın sanığa imzası karşılığı
tebliği ile tesliminin...” istendiği, 14.3.2002 tarihli sanığın imzasını
içeren tebliğ tebellüğ belgesinde de, sadece gerekçeli kararın tarih ve
329
sayısına yer verildiği ve askerî mahkeme kıdemli hâkiminin 2.4.2004
tarihli “işbu hüküm süresi içinde taraflarca temyiz edilmemek suretiyle
kesinleşmiştir. İnfazına işaret olunur.” kaydı ve onayı ile, mahkûmiyet
hükümlerinin infazının askerî savcılıktan istendiği, 5237 sayılı TCK’nın
yürürlüğe girmesinden sonra askerî savcılığın istemi üzerine, askerî
mahkemece verilen 9.11.2005 tarihli duruşmasız işlere ait kararının,
“işbu müteferrik kararın hükümlüye tebliğ tarihini takip eden günden
itibaren yedi gün içerisinde birliği komutanlığına, en yakın askerî
mahkemeye veya adliye mahkemesine müracaat ederek dilekçe
marifetiyle itirazı kabil olmak üzere karar verildi.” şeklindeki açıklamayı
içerdiği, 8.12.2005 tarihli tebliğ mazbatası kaydı ile kararı alan sanığın
(hükümlünün), müteferrik kararın kayıt ve karar numaralarına yer
vererek, 13.12.2005 tarihli; “Mahkemenizce hakkımda verilen yukarıda
numarası yazılı 9.11.2005 tarihli kararınıza eski ifadelerim doğrultusunda
ve beraatime karar verilmesi için itiraz ediyorum gereğini arz ederim”
şeklindeki dilekçesiyle kanun yoluna başvurduğu belirlenmiştir.
3.10.2001 gün ve 4709 sayılı Yasanın 16’ncı maddesiyle T.C.
Anayasasının “temel hak ve hürriyetlerin korunması” başlıklı; “Anayasa
ile tanınmış hak ve hürriyetleri ihlâl edilen herkes, yetkili makama
geciktirilmeden başvurma imkânının sağlanmasını isteme hakkına
sahiptir.” şeklindeki 40’ncı maddesine; “Devlet, işlemlerinde ilgili
kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini
belirtmek zorundadır.” hükmü eklenmiştir.
1.6.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5271 sayılı CMK’nın 34/2’nci
maddesiyle de; “kararlarda, başvurulabilecek kanun yolu, süresi, merci
ve şekilleri belirtilir.” hükmü getirilmiştir.
Sanığın iki suçtan mahkûmiyetine ilişkin kararın, temyize tâbi
olduğu belirtilmesine karşın, başvurunun süresi, merci ve ne şekilde
yapılacağına ilişkin açıklamayı içermediği; kararın 3.10.2001 tarihli
Anayasa hükmü hâline gelen düzenlemeden sonra, 21.12.2001 tarihinde
verilmesi nedeniyle, Anayasada belirtilen temel hak kapsamında, başvuru
hakkının kullanılmasının sanık tarafından açık bir biçimde kullanılmasına
olanak sağlayıcı içerik ve şekilden yoksun olması karşısında, usulüne
uygun bir gerekçeli karar tebliğinden söz edilemeyeceği açıktır. Kıdemli
hâkimin, mahkûmiyet hükümlerine kesinleştirme kaydı koyması, idarî bir
işlem olup, tebliğ işleminin eksikliğinin belirlenmesi hâlinde bunun,
herhangi bir geçerliliği bulunmamaktadır.
330
Bu nedenle, esasen, kesinleşmemiş mahkûmiyet hükümlerinin
açıklanmasını içeren ceza dönüşüm kararlarına yönelik olup, “itiraz”
olarak betimlenen 13.12.2005 tarihli başvuru, mahkûmiyet hükümlerini
temyiz niteliğinde olduğundan, (Benzer durumlara ilişkin Askerî
Yargıtay Daireler Kurulunun; 23.10.2003/91-85, 6.11.2003/92-91,
11.10.2005/1047-1041 ve 29.12.2005/104-117 gün ve E.K. sayılı
kararları da bu yöndedir.) sanığın başvurusunun temyiz incelenmesine
konu edilmesi gerekirken, 1’inci Dairece itiraz olarak incelenmesi,
Başsavcılığın ilk tebliğnamesinde belirtilen bu hususa değinilmeden
karar verilmesi nedeniyle, karar düzeltme isteminin yine sanığın
(hükümlünün) başvurusunun itiraz olduğu gerekçesiyle reddine dair
kararının, Başsavcılığın itirazının kabulü ile, kaldırılmasına ve dava
dosyasının temyiz incelemesi için Daireye iadesine karar verilmiştir.
NOT : Ayrıca, bu maddeyle ilgili olarak Askerî Yargıtay 1’inci
Dairesinin 18.1.2006 tarih ve 2006/5-5 sayılı içtihadına bakınız. (Sayfa 613616)
331
ASMKYUK
Mad. 220
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/83
K. No. : 2006/88
T.
: 13.4.2006
ÖZET
Davaların birleştirilmesine ilişkin olan dairenin bozma
kararı, esastan bir değerlendirmeyi içermediğinden, askerî
mahkemenin buna direnmesine yasal imkân bulunmadığından
direnme ile kurulan mahkûmiyet hükümlerinin usulden
bozulması gerekir.
2001 yılında, birbiri ardınca aynı birliğin Tug.K.Yardımcılığı ve
Garnizon Komutanlığı görevlerini yerine getiren sanık Kurmay Albaylar;
Y.B. ve M.Ş.E.’nin, emirleri altındaki kantin yönetiminde görevli subay
ve astsubaylar hakkında, 2001 yılı içerisinde muhtelif tarihlerde kantin
açığına neden oldukları iddiasına konu davada mahkûmiyetlerine karar
verildiği sırada, aynı hükümde kantin açığına bağlı olarak; Kurmay
Albay sanıklardan Y.B. için memuriyet görevini kötüye kullanmak,
M.Ş.E. için de, müteselsilen astına suç işlemek için emir vermek
suçlarından suç ihbarında bulunularak, devamında haklarında bu suçtan
açılan dava sonucu kurulan mahkûmiyet hükümlerinin, kantinde görevli
diğer sanıklar hakkındaki mahkûmiyet hükümlerini de inceleyip, usule
aykırılık nedeniyle bozan Askerî Yargıtay 1’inci Dairesince, her iki dava
dosyasının birleştirilerek delillerin birlikte değerlendirilmesi yanında,
astına suç işlemek için emir vermek suçundan sanık hakkında ASCK’nın
109’uncu maddesinin 1 veya 2’nci fıkrasının uygulanmasının da, diğer
davanın ilgili sanıklarının durumuna bağlı olması nedeniyle bozulması;
esastan bir inceleme yapılmaması karşısında, 353 sayılı Kanunun 18’inci
332
maddesinde düzenlenen “bağlı suçlar” kavramının, anılan Kanunun
“Askerî Mahkemenin görevleri” başlığı altındaki (9-20’nci maddeleri
dâhil) görev bölümünde bulunduğu (devamındaki maddelerde de; 21-36
dâhil, “Askerî mahkemenin Yetkisi”ni düzenlenmektedir.) dikkate
alındığında, aynı Yasanın 220/1’inci maddesindeki “...Görev ve yetki
hususundaki (Askerî Yargıtayın bozma) kararlarına karşı, askerî
mahkemelerin direnme hakları yoktur.” şeklindeki açık kuralı ve benzer
olaydaki Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 24.6.1982 gün ve
1982/140-138 E.K. sayılı kararı nedeniyle, Askerî Yargıtay 1’inci
Dairesinin bozması, davaların birleştirilmesine ilişkin olup, esastan bir
değerlendirmeyi içermediğinden, askerî mahkemenin buna direnmesine
yasal imkân bulunmadığından, direnme ile sanıklar hakkında kurulan
mahkûmiyet hükümlerinin usulden bozulmasına karar verilmiştir.
333
ASMKYUK
Mad. 220
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/180
K. No. : 2006/174
T.
: 16.11.2006
ÖZET
5.10.2006 tarihinden itibaren yürürlüğe girmiş bulunan
353 sayılı Kanunun 220/2-F maddesindeki söz konusu
değişiklik ile, usul hükümlerinin yürürlüğe girdiği tarihten
itibaren devam eden tüm davalarda uygulanma zorunluluğu
dikkate alındığında, Başsavcılığın yerinde görülen itirazının
kabulü ile Dairenin 4.10.2006 tarihli ve yeniden yargılamayı
gerekli kılacak şekilde öz vakanın yanlış tesbitine dayalı
bozma kararının kaldırılmasına ve hükmün, suç tarihinde
yapılan yanlışlık nedeniyle bozulmasına, ancak söz konusu
yanlışlığın dosyadaki bilgi ve belgelere göre başkaca bir
araştırmaya ve takdire gerek olmaksızın düzeltilmesi mümkün
bulunduğundan, suçun başlangıç tarihinin 31.1.2006 tarihî
olarak düzeltilerek onanmasına karar verilmiştir.
21.1.2006 tarihinde 4 günü yol mehli olmak üzere toplam 10 gün
izine gönderilen sanığın, en geç 31.1.2006 tarihinde birliğine dönmesi
gerekirken 10.2.2006 tarihinde döndüğü, böylelikle 31.1.2006-10.2.2006
tarihleri arasında izin tecavüzü suçunu işlediği konusunda bir kuşku
bulunmamaktadır.
Ancak, askerî mahkemece; asıl hüküm niteliğinde olan tefhim
olunan kısa karara, suçun başlangıç tarihinin 31.1.2006 yerine, yanlışlıkla
sanığın izine gönderildiği tarih olan 21.1.2006 tarihinin yazıldığı
görülmektedir.
334
Bilindiği üzere, 5.10.2006 tarihinden itibaren yürürlüğe girmiş
bulunan 353 sayılı Kanunun, 5530 sayılı Kanunun 48’inci maddesi ile
değiştirilen 220/2-F maddesi; suçun sübutuna, vasfına ve uygulanan
cezaya bir etkisi olmayıp, başkaca bir araştırma yapılmasına ve takdire
gerek duyulmaksızın dosyadaki bilgi ve belgelerden tespiti mümkün olan
suç tarihindeki hatanın belirlenmesi ve hükmün sadece bu yanlışlık
nedeniyle bozulması hâlinde, Askerî Yargıtayın davanın esasına da
hükmedeceğini amirdir. Bu itibarla, 5.10.2006 tarihinden itibaren
yürürlüğe girmiş bulunan 353 sayılı Kanunun 220/2-F maddesindeki söz
konusu değişiklik ile usul hükümlerinin yürürlüğe girdiği tarihten
itibaren devam eden tüm davalarda uygulanma zorunluluğu dikkate
alındığında, Başsavcılığın yerinde görülen itirazının kabulü ile Dairenin
4.10.2006 tarihli ve yeniden yargılamayı gerekli kılacak şekilde öz
vakanın yanlış tesbitine dayalı bozma kararının kaldırılmasına ve
hükmün, suç tarihinde yapılan yanlışlık nedeniyle bozulmasına ancak söz
konusu yanlışlığın dosyadaki bilgi ve belgelere göre başkaca bir
araştırmaya ve takdire gerek olmaksızın düzeltilmesi mümkün
bulunduğundan, suçun başlangıç tarihinin 31.1.2006 tarihî olarak
düzeltilerek onanmasına karar verilmiştir.
335
ASMKYUK
Mad. 226
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/175
K. No. : 2006/172
T.
: 16.11.2006
ÖZET
Askerî mahkemenin verdiği görevsizlik kararının,
CMK’nın 223’üncü maddesinde belirtilen ve davayı esas
itibarıyla sonuçlandıran kararlar niteliğinde olmadığı ve
dolayısıyla 353 sayılı Kanunun 226’ncı maddesinde öngörülen
anlamda sirayeti mümkün bir hüküm olmadığı, iddianamenin
bütün sonuçlarını doğuran ve iddianamenin tâbi olduğu
şartları ihtiva eden bir karar niteliğinde olduğu kabul
edilmiştir. Bu nedenle, göreve ilişkin bozma; sanıklara isnat
edilen suçun vasfında lehe olacak şekilde yapılan bir
değişikliğe dayalı da olsa, bu bozmanın hükmü temyiz etmeyen
sanıklara sirayet ettirilemeyeceği sonucuna varılmıştır.
Memuriyet görevini ihmal, memuriyet görevini kötüye kullanmak
ve 765 sayılı TCK’nın 366’ncı maddesinde tanımlanan hileli vasıtalarla
rekabeti menetmek suçlarından dolayı haklarında kamu davası açılan
sanıklar Dz.İkm.Alb. B.Y.M., Dz.İkm.Bnb. A.H.E., Em.Dz.İkm.Bnb.
C.E., Dz.İkm.Ütğm. U.E., Em.Dz.İkm.Bçvş. R.Ö., Svl.Şahıs F.T.,
Svl.Şahıs S.Ö.Ç. hakkında yapılan yargılamada, Kuzey Deniz Saha
Komutanlığı Askerî Mahkemesince sanıkların eylemlerinin bir bütün
hâlinde 765 sayılı TCK’nın 205’inci maddesinde tanımlanan ihaleye
fesat karıştırmak suçunu oluşturduğu kabul edilip, bu suçun askerî bir suç
olmaması, asker ve sivil kişiler tarafından birlikte işlenmesi nedeniyle
353 sayılı Kanunun 9, 12, 18, 19 ve 176’ncı maddeleri gereğince askerî
mahkemenin görevsizliğine, hükmün kesinleşmesini müteakip dava
dosyasının görevli ve yetkili Beyoğlu Ağır Ceza Mahkemesine
gönderilmesine dair verilen kararın, asker kişi sanıklar ile müdafiileri ve
336
askerî savcı tarafından, sadece asker kişiler yönünden ve sanıklar lehine
olarak temyiz edilmesi üzerine Askerî Yargıtay 2’nci Dairesinin
3.10.2006 tarih ve 2006/989-1303 E.K. sayılı ilâmıyla, eylemin ihaleye
fesat karıştırma suçunu değil, memuriyet görevini kötüye kullanma veya
görevi ihmal suçlarını oluşturabileceği kanaatiyle, davada askerî
mahkemenin görevli olduğuna karar verilerek, askerî mahkemenin
görevsizlik kararı asker kişi sanıklar yönünden bozulmuş, ayrıca
görevsizlik kararının bu kararı temyiz etmeyen sivil sanıklar F.T. ve
S.Ö.Ç.’ye sirayetinin mümkün olmadığı belirtilmiştir.
Askerî Yargıtay Başsavcılığının 20 Ekim 2006 tarih ve 2006/3896
(İtiraz: 113) sayılı tebliğnamesi ile, askerî mahkemenin görevsizlik
kararının, suç vasfının sanıklar lehine olacak şekilde değiştirilmiş
olmasına dayalı olarak bozulmuş olması nedeniyle, 353 sayılı Kanunun 5
Ekim 2006 tarihinde yürürlüğe giren 5530 sayılı Kanunun 51’inci
maddesi ile değişik 226’ncı maddesi uyarınca bozmanın sivil sanıklar
F.T. ve S.Ö.Ç.’ye sirayet ettirilmesi gerektiği ileri sürülerek itiraz
edilmiştir.
Konu ile ilgili yasa maddeleri incelendiğinde;
Hükmün bozulmasının diğer sanıklara etkisini düzenleyen 353
sayılı Kanunun 226’ncı maddesinde, “Hüküm, sanık lehine bozulmuş ise
ve bu hususların temyiz isteminde bulunmamış olan diğer sanıklara da
uygulanması olanağı varsa, bu sanıklar da temyiz isteminde
bulunmuşçasına hükmün bozulmasından yararlanırlar” hükmü yer
almaktadır.
Bu durumda öncelikle askerî mahkemece verilen görevsizlik
kararının bir hüküm olup olmadığının irdelenmesi gerekmektedir.
353 sayılı Kanunun Ek-1’inci maddesinin atıfta bulunduğu 5271
sayılı CMK’nın 223/1’inci maddesine göre; beraat, ceza verilmesine yer
olmadığı, mahkûmiyet, güvenlik tedbirine hükmedilmesi, davanın reddi
ve düşmesi kararları birer hükümdür ve aynı maddenin son fıkrasına
göre, adlî yargı dışındaki bir yargı merciine yönelik görevsizlik kararları,
sadece kanun yolu bakımından hüküm sayılmıştır.
353 sayılı Kanunun 176’ncı maddesi “Duruşma sırasında sanığın
veya suçun Askerî Yargıya tâbi olmadığı anlaşılırsa askerî mahkeme
görevsizlik kararı verir.
337
Sanığın rütbesi veya sınıfı uygun değilse yetkisizlik kararı verilir.
Bu kararlar temyiz olunabilirler ve iddianamenin bütün sonuçlarını
meydana getirerek aynı şartlara tâbi olurlar” hükmünü içermektedir.
Açıklanan bu yasa maddeleri karşısında, askerî mahkemenin
verdiği görevsizlik kararının, CMK’nın 223’üncü maddesinde belirtilen
ve davayı esas itibarıyla sonuçlandıran kararlar niteliğinde olmadığı ve
dolayısıyla 353 sayılı Kanunun 226’ncı maddesinde öngörülen anlamda
sirayeti mümkün bir hüküm olmadığı, iddianamenin bütün sonuçlarını
doğuran ve iddianamenin tâbi olduğu şartları ihtiva eden bir karar
niteliğinde olduğu kabul edilmiştir. Bu nedenle, göreve ilişkin bozma;
sanıklara isnat edilen suçun vasfında lehe olacak şekilde yapılan bir
değişikliğe dayalı da olsa, bu bozmanın hükmü temyiz etmeyen sanıklara
sirayet ettirilemeyeceği sonucuna varıldığından, Başsavcılığın aksi
yöndeki itirazı yerinde görülmemiştir.
338
ASMKYUK
Mad. 227
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/27
K. No. : 2006/24
T.
: 2.2.2006
ÖZET
Evvelce tesis edilen beraet hükmünün, noksan
soruşturma yönünden bozulması üzerine, bozma ilâmında,
noksan soruşturma olarak belirtilen konuların, yerine
getirilmesi ve yeni kurulan hükümde, kısmen bunlara
dayanılması suretiyle kurulan ikinci hüküm, direnme
niteliğinde olmayıp, “bozmaya eylemli uyma (sebat)” dır.
353 sayılı Kanunun 227/1’inci maddesi; “Askerî Yargıtay
Dairelerince verilen bozma kararlarına askerî mahkemelerin direnme
hakları vardır.” düzenlemesini içermektedir.
Yasada direnme hükmünün özellikleri konusunda herhangi bir
açıklık bulunmamakta; uyum ve kararlılık gösteren Askerî Yargıtay
kararlarında, bir hükmün direnme hükmü olarak kabul edilebilmesi için,
önceki hükümle direnmeye ilişkin hükmün aynı olması gerektiği kabul
edilmektedir.
Bu bağlamda; bozma kararı doğrultusunda işlem yapma, bozma
ilâmında belirtilen hususları tartışma, yeni delillere dayanma, ilk kararda
mevcut olmayan yeni ve değişik gerekçelerle hüküm kurma hâllerinde,
incelemeye esas son hükmün, direnme hükmü niteliğini taşımadığı,
“bozmaya eylemli uyma (sebat)” sonucu verilmiş yeni bir hüküm olduğu
benimsenmektedir (Drl.Krl.’nun 30.10.2003 tarihli ve 94-90 sayılı,
18.3.2004 tarihli ve 63-55 sayılı, 1.4.2004 tarihli ve 67-62 sayılı,
17.3.2005 tarihli ve 29-27 sayılı, 14.7.2005 tarihli ve 77-67 sayılı,
27.10.2005 tarihli ve 96-92 sayılı kararları bu doğrultuda bulunmaktadır).
339
Hükmün noksan soruşturma sebebiyle bozulması hâlinde, yeniden
tesis edilen hükmün, direnme hükmü niteliğini taşıyabilmesi için, maddî
olayın kabulüne ilişkin olarak gösterilen gerekçelerin her iki hükümde de
aynı olması gerekmektedir. Ayrıca direnme gerekçesi bozma sebepleriyle
sınırlı tutulmalı, bozma ilâmında belirtilen hususlar tartışılmalı, bunun
dışında yeni ve değişik delil ve gerekçe gösterilmemelidir (Drl.Krl.’nun
30.11.1997 tarihli ve 13-16 sayılı, 27.10.2005 tarihli ve 96-92 sayılı
kararları bu yöndedir.).
İnceleme konusu dosyada, bozma ilâmında noksan soruşturma
olarak belirtilen konuların askerî mahkemece araştırıldığı, bozma
ilâmında yazılı hususların tartışma konusu yapıldığı ve ilk hükümde
mevcut olmayan yeni ve değişik gerekçelerle hüküm kurulduğu
görüldüğünden; askerî mahkemenin vermiş olduğu son hükmün,
“bozmaya eylemli uyma (sebat)” olarak değerlendirilmesi gerektiği
sonucuna varılmış ve temyiz incelemesi yapılmak üzere, dosyanın
Dairesine gönderilmesine karar verilmiştir.
340
ASMKYUK
Mad. 227
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/33
K. No. : 2006/42
T.
: 23.2.2006
ÖZET
İzin tecavüzü suçundan sanık, (TSK’dan ilişiği kesilmiş)
Uzm.J.Çvş. hakkındaki mahkûmiyet hükmünün, Askerî
Yargıtay
4’üncü
Dairesinin,
noksan
soruşturmadan
bozulmasına ilişkin ilâmına karşı, savunmasının tespiti için
sadece Kırıkkale adresine yazılan talimatın, annesinin;
“adresten ayrıldı” beyanı ile iade edilmesi üzerine, yerel
mahkemece gıyap ve devamında direnme ile mahkûmiyet
kararı verilmesi, daha önce TSK’dan ilişiği kesilmesi
nedeniyle,
birliği
komutanlığınca
askerî
mahkemeye
gönderilen terhis belgesi üst yazısında, gösterilen ve izin
belgesinde de yer alan Ankara/Etimesgut adresinden (bilinen
adresinden) hiç aranmayan
sanığın, bozmaya karşı
diyeceğinden
yoksun
bırakılması,
savunma
hakkını
kısıtlanması niteliğindedir.
11.8.1983 gün ve 2875 sayılı Yasa ile (mad. 14) 353 sayılı
Kanunun 227’nci maddesine eklenen fıkradaki (son fıkra); “sanık veya
müdahilin bulunmamaları nedeni ile, bozmaya karşı beyanları tespit
edilememişse, duruşmaya devam edilerek dava gıyapta bitirilebilir...”
hükmü, davaların sürüncemede kalmaması amacını taşımakla birlikte,
sanığın bilinen adreslerinden aranması gereğini yok saymamaktadır.
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun yerleşik uygulamasına göre, anılan
yasa maddesindeki “bulunmama” koşulu, sanığın dosyada mevcut ve
bilinen tüm adreslerinden usulüne uygun biçimde aranması ve tüm bu
aramalara rağmen, bulunamaması olarak kabul edilmiştir (Örnek Drl.Krl.
Kararları: 9.11.2000/164-163; 30.10.2003/93-89; 12.2.2004/35-27;
15.4.2004/72-65; 23.9.2004/124-114 gün ve E.K. sayılı ).
341
Bu bağlamda;
İzin tecavüzü suçundan sanık (TSK’dan ilişiği kesilmiş) Uzm.J.
Çvş. Y.Y. hakkındaki mahkûmiyet hükmünün, Askerî Yargıtay 4’üncü
Dairesinin noksan soruşturmadan bozulmasına ilişkin ilâmına karşı,
savunmasının tespiti için sadece Kırıkkale adresine yazılan talimatın,
annesinin; “adresten ayrıldı” beyanı ile iade edilmesi üzerine, askerî
mahkemece gıyap ve devamında direnme ile mahkûmiyet kararı
verilmesi, daha önce TSK’dan ilişiği kesilmesi nedeniyle, birliği
komutanlığınca askerî mahkemeye gönderilen terhis belgesi üst yazısında
gösterilen ve izin belgesinde de yer alan, Ankara/Etimesgut adresinden
(bilinen adresinden/gerekçeli karar da aynı adreste tebliğ edilmiş;) hiç
aranmayan sanığın, bozmaya karşı diyeceğinden yoksun bırakılması,
savunma hakkını kısıtlayıcı nitelikte bulunduğundan, 353 sayılı Yasanın
207/3-H maddesi uyarınca direnme ile kurulan mahkûmiyet hükmünün
usule aykırılık nedeniyle bozulmasına karar verilmiştir.
342
ASMKYUK
Mad. 227
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/60
K. No. : 2006/54
T.
: 2.3.2006
ÖZET
Sanığın, dosyada yer alan bütün adreslerinden
aranmasına rağmen bulunamamış olması yanında, zabıta
marifetiyle bulunabileceği adreslerin de araştırılması ve
sanığın bozmadan önceki mahkûmiyetine göre, daha ağır bir
ceza ile cezalandırılmamış olması birlikte gözetildiğinde;
askerî mahkemenin üzerine düşen tüm yükümlükleri yerine
getirdiği sonucuna varılmış ve davanın 353 sayılı Kanunun
227/3’üncü
maddesi
uyarınca,
sanığın
yokluğunda
bitirilmesinde yasaya aykırı bir yön görülmemiştir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, Askerî Yargıtay bozma ilâmına karşı
beyanının tespiti gereken sanıkla ilgili olarak, 353 sayılı Kanunun
227/son maddesinde öngörülen, “bulunmama” koşulunun gerçekleşip
gerçekleşmediğine ilişkin bulunmaktadır.
Daire, bozma ilâmına karşı diyeceklerinin sorulması için, dosyada
bulunan tüm adreslerinden aranmasına rağmen bulunamayan sanığın,
daha ağır ceza içermeyen kanun hükmünün tatbiki suretiyle
cezalandırılmasında, herhangi bir isabetsizlik görmemiş; Başsavcılık ise,
sanığın bilinen adreslerinden gereği gibi araştırılmadığı, bunun sonunda
savunma hakkının kısıtlandığı görüşüyle Daire ilâmına itiraz etmiştir.
343
Sanığın mahkûmiyetine ilişkin olarak kurulan ilk hükmün, Askerî
Yargıtay 2’nci Dairesinin 28.10.2003 tarihli ve 2003/1058-1047 E.K.
sayılı ilâmı ile bozulması üzerine, mahkemece sanığın Askerî Yargıtay
bozma ilâmına karşı diyeceklerinin tespiti için, “Batman Beşevler
Mahallesi 1204 veya 1304 sokak No: 16” adresi itibarıyla Batman Asliye
Ceza Mahkemesine talimat yazıldığı ve birliğinden çağrıldığı;
Batman Asliye Ceza Mahkemesine yazılan talimatın, sanığın
adresinden ayrılarak İstanbul’a gittiğinden bahisle, bilâ ikmal iade
edildiği, birliği komutanlığınca da, sanığın terhis edildiğinin ve “Batman
Beşevler Mahallesi 1303 Sokak No:16’da oturduğunun bildirildiği;
Bunun üzerine, bildirilen yeni adresi itibarıyla, sanık hakkında
Batman Asliye Ceza Mahkemesine yeniden talimat yazıldığı, bu talimata
da, “sanığın İstanbul’da oturduğundan ve bimekân takımından
olduğu”ndan bahisle cevap verildiği ;
Bu kez, sanığın bulunabileceği adreslerin Batman Emniyet
Müdürlüğünden sorulduğu ve aynı cevabın alındığı, 2.8.2004 tarihli
oturumda, Askerî Yargıtay bozma ilâmına karşı diyeceklerinin tespiti
için, gıyaben tutuklanmasına karar verildiği, gıyabî tutuklama kararının
infaz edilememesi üzerine, 29.12.2004 tarihli oturumda, “Bulunamadığı
için, bozmaya karşı beyanı tespit edilemeyen sanık hakkındaki
duruşmanın, 353 sayılı Kanunun 227/Son maddesi uyarınca gıyabında
yürütülmesine” karar verildiği ve mahkûmiyet hükmü kurulduğu
saptanmıştır.
353 sayılı Kanunun 227’nci maddesine, 11.8.1983 tarihli ve 2875
sayılı Kanun ile eklenen son fıkra: “Sanık veya müdahilin bulunmamaları
nedeni ile, bozmaya karşı beyanları tespit edilememişse, duruşmaya
devam edilerek dava gıyapta bitirilebilir. Ancak, sanık hakkında
verilecek ceza, bozmaya konu olan cezadan daha ağır ise, sanığın
herhâlde dinlenilmesi gerekir.” amir hükmünü içermektedir. Bu maddede
geçen, “bulunmama” kavramı, hükûmet teklifinde “bulunamama”
şeklinde kaleme alınmış iken, Millî Güvenlik Konseyi Millî Savunma
Komisyonunda “bulunmama” biçiminde kabul edilerek kanunlaşmıştır.
Oysa, bozmadan önceki devreye ilişkin 353 sayılı Kanunun 136’ncı
maddesine yine, 2875 sayılı Kanun ile son fıkra eklenirken:
“bulunamama” unsuru korunmuş ve iki madde arasında farklılık
yaratılmıştır. Bu farklılığın hukukî sonuçlarını değerlendirmek
bakımından, aşağıda sıralanan yasa ve tasarı maddeleri ile yüksek yargı
kararları dikkate alınmalıdır.
344
353 sayılı Kanunun 136’ncı maddesinin son fıkrasındaki
“bulunamama” şartına açıklık getiren, As.Yarg.İçt.Brl.Krl.’nun 9.6.1995
tarihli ve 95/1-1 E-K sayılı kararında; “...bilinen adreslerden aranması ve
buna rağmen bulunamaması şeklinde değerlendirmek gerekmektedir.
Belki, bu aşamada bir yoruma gitmekten söz edilebilir. Ancak, o
durumda dahi, konuyu varolan adresler dışında aranmaya kadar
götürmek, kanunun ruh ve esprisine aykırı olur. Çünkü, 2875 sayılı
Kanunun genel gerekçesinde de belirtildiği üzere, amaç; askerî
mahkemelerin ve özellikle sıkıyönetim mahkemelerinin daha hızlı ve
etkin çalışabilmesini sağlamaktır.” saptamasına yer verilmiş, Daireler
Kurulunun 353 sayılı Kanunun 227’nci maddesine ilişkin, 27.11.1986
tarihli ve 1986/138-118 E-K sayılı kararında; “Bu hükmü, geçici
adreslerinde bulunamayan sanığın, dosyadaki bilinen ikamet adresinden
son bir defa daha aranarak, buna rağmen davetiye tebliğ olunamaması
veya davetiye tebliğ olunmasına rağmen, duruşmaya gelmemesi hâlinde,
davasının gıyabında bitirilebileceği şeklinde anlamak gerekir.” denilmek
suretiyle uygulamaya yön verilmeye çalışılmıştır.
Diğer yandan; Anayasamız, davaların en az giderle ve mümkün
olan süratle sonuçlandırılmasını amaçlamış ve bunun yargının görevi
olduğunu açıkça belirtmiştir.
Bozma ilâmına karşı, beyanının tespiti için arandığı 5.12.2003
tarihinden, gerekçeli hükmün tebliği için arandığı 7.6.2005 tarihleri
arasındaki süreçte bu adreslerinde bulunmayan sanık, kararın tebliğ
edildiği tarihte ikametgâhına dönmüş durumdadır.
Sanığın, sonradan herhangi bir nedenle bu adrese geri dönmüş
olmasının, bu kişinin evvelce adresinde aranmasına rağmen,
“bulunmamış” olması şeklindeki gerçeği değiştiremeyeceği açıktır.
Kaldı ki; askerî mahkeme; sanığın tebligata yarar diğer
adreslerinin araştırılması için, üstüne düşen tüm yükümlülükleri yerine
getirmesine karşın, sanığın temini mümkün olmamıştır.
Hürriyeti bağlayıcı cezayı gerektiren bir suçtan dolayı
yargılandığını bilmesine rağmen, ikametgâhını geçici süreyle değiştiren
sanık, bulunduğu yer adresini ne askerî mahkemeye ne de başka bir
yetkili mercie bildirmemiştir.
345
Sanığın, önceki mahkûmiyetine oranla daha ağır bir cezaya
çarptırılmamış olmasından dolayı, 353 sayılı Kanunun 227/3’üncü
maddesinin tatbikini engelleyen bir durum söz konusu olmadığı gibi,
esasen temyiz dilekçesinde de, bu doğrultuda bir iddiaya yer
verilmemiştir.
Bu itibarla; sanığı Askerî Yargıtay bozma ilâmına karşı
diyeceklerinin tespiti için, bilinen tüm adreslerinden arayan, ancak bu
kişinin geçici olarak yer değiştirmesinden ötürü beyanını tespit edemeyen
askerî mahkemenin; 353 sayılı Kanunun 227/Son maddesinin tanıdığı
usulü imkân dâhilinde hareket ederek, davanın sanığın yokluğunda
sürdürülmesine karar vermesinde kanuna aykırı bir yön görülmemiştir.
(Askerî Yargıtay Drl.Krl.’nun 12.2.2004 tarihli ve 35-27 sayılı,
15.4.2004 tarihli ve 72-65 sayılı, 29.4.2004 tarihli ve 79-72 sayılı
kararları da bu doğrultuda bulunmaktadır.).
İlk hükmün kendisine tebliğinden sonra, aleyhindeki delilleri
öğrenen ve hükmü temyiz eden sanığın, savunma hakkının
kısıtlandığından söz edilemeyeceği gözetilerek, Başsavcılığın kabule
değer görülmeyen itirazının reddine karar verilmiştir.
346
ASMKYUK
Mad. 227
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/153
K. No. : 2006/149
T.
: 29.6.2006
ÖZET
Bozma ilâmına karşı beyanının saptanması için aranan
ve bulunamadığı kabul edilen sanığın, askerî savcılıkça yazılan
müzekkere üzerine, bilinen adresinden celp edilerek,
23.12.2004-28.12.2004 ve 16.9.2005-21.9.2005 tarihleri arasında
iki kez Merzifon Asker Hastahanesinde gözlem altında
tutulduğu, Laçin İlçe Jandarma Komutanlığınca, daimî olarak
Laçin Gözübüyük Köyünde babası ile birlikte oturduğunun
bildirildiği, ikinci hükmün bu adreste bizzat sanığa tebliğ
edildiği anlaşılmaktadır.
Daimî adresinden geçici olarak ayrılan, ancak adlî
müşahede işlemleri nedeniyle aynı adreste bulunan sanık
hakkında, bulunmama şartı gerçekleşmemiş olduğundan,
bulunmaması sebebiyle bozma ilâmına karşı beyanı
saptanmadan
hüküm
kurulması
savunma
hakkının
kısıtlanması niteliğindedir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, Askerî Yargıtay bozma ilâmına karşı
beyanının tespiti gereken sanıkla ilgili olarak, 353 sayılı Kanunun
227/Son maddesinde öngörülen “bulunmama” koşulunun gerçekleşip
gerçekleşmediğine ilişkin bulunmaktadır.
Daire, bozma ilâmına karşı diyeceklerinin sorulması için dosyada
bulunan tüm adreslerinden aranmasına rağmen bulunamayan sanığın,
daha ağır ceza içermeyen kanun hükmünün tatbiki suretiyle
cezalandırılmasında herhangi bir isabetsizlik görmemiş; Başsavcılık ise,
başka amaçla da olsa, aranıp bulunan sanık hakkında, bulunmama
koşulunun gerçekleşmediği görüşüyle Daire ilâmına itiraz etmiştir.
347
Sanığın mahkûmiyetine ilişkin olarak kurulan ilk hükümler,
Askerî Yargıtay 4’üncü Dairesinin 30.9.2003 tarihli ve 828-824 E.K.
sayılı ilâmı ile, istemi dışında duruşmadan vareste tutulması suretiyle
savunma hakkının kısıtlanması ve 16.9.2002 tarihli duruşma tutanağının
tutanak kâtibi tarafından imzalanmamış olması sebepleriyle, usul
yönünden bozulmuştur. Askerî mahkemece, sanığın bozma ilâmına karşı
beyanlarının saptanması için Laçin Asliye Ceza Mahkemesine talimat
yazıldığı, anılan mahkemece sanığın Ankara Yenimahalle, Toptancılar
Sebze Hali, No.101’de çalıştığı belirlenerek talimatın gereği
yapılmaksızın iade edildiği, bildirilen yeni adres itibarıyla Jandarma
Genel Komutanlığı Askerî Mahkemesine talimat yazıldığı, talimatın adlî
yetki açısından Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Askerî Mahkemesine
yönlendirildiği, anılan mahkemece sanığın bildirilen adreste
bulunamaması nedeniyle, talimatın gereği yapılmaksızın iade edildiği, bu
kez sanığın adresinin belirlenmesi için Laçin İlçe Jandarma
Komutanlığına müzekkere yazıldığı, yapılan araştırma sonunda sanığın
Laçin İlçesi Gözübüyük Köyünde Babası ile birlikte ikamet ettiğinin
bildirildiği, bildirilen adres itibarıyla Osmancık Asliye Ceza
Mahkemesine talimat yazıldığı, anılan mahkemece sanığın çalışmak için
Ankara’ya gittiği, Yenimahalle Toptancılar Sebze Halinde çalıştığı
belirtilerek, talimatın gereği yapılmaksızın iade edildiği, bildirilen adres
itibarıyla Jandarma Genel Komutanlığı Askerî Mahkemesine yeniden
talimat yazıldığı, talimatın adlî yetki açısından Deniz Kuvvetleri
Komutanlığı Askerî Mahkemesine yönlendirildiği, anılan mahkemece
sanığın bildirilen adreste bulunamaması nedeniyle, talimatın gereği
yapılmaksızın iade edildiği, 19.12.2005 tarihinde yapılan duruşmada,
bildirilen adreslerde bulunamaması nedeniyle bozma ilâmına karşı
beyanları saptanamayan sanık hakkındaki duruşmaya devam edilerek,
353 sayılı Kanunun 227/Son maddesi uyarınca davanın gıyabında
bitirilmesine karar verilerek, aynı oturumda hüküm kurulduğu, bu arada
sanığın askerî savcılıkça yazılan müzekkere üzerine bilinen adresinden
celp edilerek 23.12.2004-28.12.2004 ve 16.9.2005-21.9.2005 tarihleri
arasında iki kez Merzifon Asker Hastahanesinde gözlem altına alındığı,
mahkemece imza noksanı ile ilgili bozma sebebi konusunda işlem
yapılmadığı ve son hükmün sanığa Laçin Gözübüyük Köyünde bilinen
adresinde tebliğ edildiği saptanmıştır.
348
353 sayılı Kanunun 227’nci maddesine, 11.8.1983 tarihli ve 2875
sayılı Kanun ile eklenen son fıkra; “Sanık veya müdahilin bulunmamaları
nedeni ile bozmaya karşı beyanları tespit edilememişse, duruşmaya
devam edilerek dava gıyapta bitirilebilir. Ancak, sanık hakkında
verilecek ceza, bozmaya konu olan cezadan daha ağır ise, sanığın her
hâlde dinlenilmesi gerekir.” amir hükmünü içermektedir. Bu maddede
geçen “bulunmama” kavramı, hükûmet teklifinde “bulunamama”
şeklinde kaleme alınmış iken, Millî Güvenlik Konseyi Millî Savunma
Komisyonunda “bulunmama” biçiminde kabul edilerek kanunlaşmıştır.
Oysa, bozmadan önceki devreye ilişkin 353 sayılı Kanunun 136’ncı
maddesine yine, 2875 sayılı Kanun ile son fıkra eklenirken,
“bulunamama” unsuru korunmuş ve iki madde arasında farklılık
yaratılmıştır. Bu farklılığın hukukî sonuçlarını değerlendirmek
bakımından, aşağıda sıralanan yasa ve tasarı maddeleri ile yüksek yargı
kararları dikkate alınmalıdır.
353 sayılı Kanunun 136’ncı maddesinin son fıkrasındaki
“bulunamama” şartına açıklık getiren Askerî Yargıtay İçtihatları
Birleştirme Kurulunun 9.6.1995 tarihli ve 95/1-1 E.K. sayılı kararında;
“...Bilinen adreslerden aranması ve buna rağmen bulunamaması şeklinde
değerlendirmek gerekmektedir. Belki, bu aşamada bir yoruma gitmekten
söz edilebilir. Ancak, o durumda dahi konuyu varolan adresler dışında
aranmaya kadar götürmek, kanunun ruh ve esprisine aykırı olur. Çünkü,
2875 sayılı Kanunun genel gerekçesinde de belirtildiği üzere amaç;
askerî mahkemelerin ve özellikle sıkıyönetim mahkemelerinin daha hızlı
ve etkin çalışabilmesini sağlamaktır.” saptamasına yer verilmiş, Daireler
Kurulunun 353 sayılı Kanunun 227’nci maddesine ilişkin 27.11.1986
tarihli ve 1986/138-118 E.K. sayılı kararında; “Bu hükmü, geçici
adreslerinde bulunamayan sanığın dosyadaki bilinen ikamet adresinden
son bir defa daha aranarak, buna rağmen davetiye tebliğ olunamaması
veya davetiye tebliğ olunmasına rağmen, duruşmaya gelmemesi hâlinde
davasının gıyabında bitirilebileceği şeklinde anlamak gerekir.” denilmek
suretiyle uygulamaya yön verilmeye çalışılmıştır.
349
Bozma ilâmına karşı beyanının saptanması için aranan ve
bulunamadığı kabul edilen sanığın, askerî savcılıkça yazılan müzekkere
üzerine, bilinen adresinden celp edilerek 23.12.2004-28.12.2004 ve
16.9.2005-21.9.2005 tarihleri arasında iki kez Merzifon Asker
Hastahanesinde gözlem altında tutulduğu, Laçin İlçe Jandarma
Komutanlığınca daimî olarak Laçin Gözübüyük Köyünde babası ile
birlikte oturduğunun bildirildiği, ikinci hükmün bu adreste bizzat sanığa
tebliğ edildiği anlaşılmaktadır.
Daimî adresinden geçici olarak ayrılan, ancak adlî müşahede
işlemleri nedeniyle iki kez aynı adreste bulunan sanık hakkında
bulunmama şartı gerçekleşmemiş olduğundan, bulunmaması sebebiyle
bozma ilâmına karşı beyanı saptanmadan hüküm kurulması savunma
hakkının kısıtlanması niteliğinde görülmüştür. Kaldı ki, askerî
mahkemece duruşma tutanağının tutanak kâtibi tarafından imzalanmamış
olmasına ilişkin ikinci bozma sebebi hakkında, hiçbir işlem yapılmamış
olması da usule aykırı bulunmuştur.
Bu sebeplerle, Askerî Yargıtay Başsavcılığının itirazının
kabulüne, hükümlerin onanmasına ilişkin Daire ilâmının kaldırılmasına
ve mahkûmiyet hükümlerinin usule aykırılık nedeniyle bozulmasına
karar verilmiştir.
350
ASMKYUK
Mad. 227
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/156
K. No. : 2006/156
T.
: 13.7.2006
ÖZET
Emre itaatsizlikte ısrar suçundan, sanık (Ter.) P.Onb.
M.G. hakkındaki mahkûmiyet kararını, noksan soruşturma
nedeniyle bozan Askerî Yargıtay 2’nci Dairesinin kararına
uymayan
askerî
mahkemenin
direnme
ile
kurduğu
mahkûmiyet hükmünü, kısa karar ve hükmün gerekçesinde,
yargılamayla ilgisi bulunmayan şahıs ve avukat ismine yer
verilmesi nedeniyle, usule aykırılık nedeniyle bozan Askerî
Yargıtay Daireler Kurulu kararında, noksan soruşturma
bulunmadığı ve atılı suçun tüm unsurları yönünden oluştuğu
kararına varılması karşısında, askerî mahkemece usulüne
uygun olarak kurulan mahkûmiyet hükmünü, anılan Daireler
Kurulu
kararını
belirtip
bağlayıcı
nitelikte
olduğu
saptamasıyla, uygulama yönünden ele alarak onayan 2’nci
Daire kararına yönelik, Askerî Yargıtay Başsavcılığının
noksan soruşturma yönünden bozma istemini içeren itirazının,
353 sayılı Kanunun 227/2’nci maddesinin askerî mahkemeler
yanında, Askerî Yargıtay Dairelerini de (daha sonraki
incelemede Daireler Kurulunu da) bağlayıcı nitelikte
bulunması ve sözü edilen Daireler Kurulu kararından sonra
yargılamanın seyrini değiştirebilecek herhangi bir kanıtın
dosyaya dâhil olmaması nedeniyle itirazın usul yönünden reddi
gerekir.
Emre itaatsizlikte ısrar suçundan sanık (Ter.) P.Onb. M.G.
hakkındaki mahkûmiyet kararını noksan soruşturma nedeniyle bozan
Askerî Yargıtay 2’nci Dairesinin kararına uymayan askerî mahkemenin
direnme ile kurduğu mahkûmiyet hükmünü, kısa karar ve hükmün
gerekçesinde yargılamayla ilgisi bulunmayan şahıs ve avukat ismine yer
verilmesi nedeniyle usule aykırılık nedeniyle bozan Askerî Yargıtay
351
Daireler Kurulu kararında noksan soruşturma bulunmadığı ve atılı suçun
tüm unsurları yönünden oluştuğu kararına varılması karşısında, askerî
mahkemece usulüne uygun olarak kurulan mahkûmiyet hükmünü, anılan
Daireler Kurulu kararını belirtip bağlayıcı nitelikte olduğu saptamasıyla,
uygulama yönünden ele alarak onayan 2’nci Daire kararına yönelik
Askerî Yargıtay Başsavcılığının noksan soruşturma yönünden bozma
istemini içeren itirazının, 353 sayılı Kanunun 227/2’nci maddesinin
askerî mahkemeler yanında, Askerî Yargıtay Dairelerini de (daha sonraki
incelemede Daireler Kurulunu da) bağlayıcı nitelikte bulunması ve sözü
edilen Daireler Kurulu kararından sonra, yargılamanın seyrini
değiştirebilecek herhangi bir kanıtın dosyaya dâhil olmaması nedeniyle
itirazın usul yönünden reddine karar verilmiştir.
NOT : Ayrıca, bu maddeyle ilgili olarak Askerî Yargıtay Daireler
Kurulunun 16.3.2006 tarih ve 2006/62-63 sayılı içtihadına bakınız. (Sayfa 554558)
352
ASMKYUK
Mad. 228, 238, Ek Geçici Mad. 6
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E. No. : 2006/1576
K. No. : 2006/1635
T.
: 6.12.2006
ÖZET
Geç
iltihak
suretiyle
bakaya
suçunu
işleyen
hükümlülerin asker kişi olmadıkları, dolayısıyla asker kişi
olmayan hükümlünün işlediği geç iltihak suretiyle bakaya
suçundan, 5530 sayılı Kanunla 353 sayılı Kanunda yapılan
değişiklikler yürürlüğe girmeden önce askerî mahkemece
kurulan ve temyiz edilmemekle kesinleşen mahkûmiyet
hükmüne ilişkin yargılamanın yenilenmesi taleplerini inceleme
yerinin Askerî Yargıtay olduğu kabul edilmiştir.
Geç iltihak suretiyle bakaya suçundan hüküm tesis
edildiği sırada, hükümlü hakkında yoklama kaçağı suçundan
kurulmuş bir hüküm bulunmadığı gibi, açılmış bir kamu
davası dahi bulunmamaktadır. Dolayısıyla, dava dosyasında
yoklama kaçağı suçunun işlendiğine dair delillerin olması ile,
bu suçtan tesis edilmiş mahkûmiyet hükmünün varlığı farklı
olgular olduğundan, geç iltihak suretiyle bakaya suçundan
hüküm tesis edildikten sonra yoklama kaçağı suçundan
verilerek kesinleşmiş mahkûmiyet hükmünün, yeni bir vakıa
olarak kabulü gerektiğinden, geç iltihak suretiyle bakaya
suçundan kurulan hükümle ilgili olarak yargılamanın esastan
yenilenmesine, ancak 5530 sayılı Kanunun 63’üncü maddesiyle
353 sayılı Kanuna eklenen Ek Geçici 6’ncı maddesi uyarınca
hükümlü hakkında yüklenen suçtan yargılama görevi adlî
yargıya ait bulunduğundan, görevsizlik kararı verilmek üzere,
hüküm mahkemesinde yeniden duruşma açılmasına ve infaz
edilmeyen söz konusu mahkûmiyet hükmünün yerine
getirilmesinin geri bırakılmasına karar vermek gerekmiştir.
353
Emsalleri 21-27.2.2000 tarihlerinde sevk edilen hükümlünün,
3.7.2001 tarihinde emniyet güçlerince yakalanarak askerlik şubesine
getirildiği, ancak hakkında yapılan işlemleri tamamlatmaksızın askerlik
şubesinden ayrıldığı, müteakiben 13.9.2001 tarihinde yeniden kolluk
güçlerince yakalanan hükümlünün askerlik şubesine teslim edildiği ve
son yoklama işlemlerinin yapıldığı, 8.10.2001 tarihinde askerlik
şubesince eğitim birliğine sevki yapılan hükümlünün, 27.8.2002 tarihinde
kendiliğinden askerlik şubesine müracaatı ve sonrasında birliğine
yeniden sevk edilmesi şeklinde gelişen olay sebebiyle;
24.10.2001-27.8.2002 tarihleri arasında geç iltihak suretiyle
bakaya suçunu işlediği iddiasıyla, Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri
Komutanlığı Askerî Savcılığının 2.4.2003 tarih ve 2003/272-133 E.K.
sayılı iddianamesi ile kamu davası açılmış olup, yapılan yargılama
sonucunda Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri Komutanlığı Askerî
Mahkemesinin 16.4.2003 gün ve 2003/384-145 sayılı kararı ile,
hükümlünün 24.10.2001-27.8.2002 tarihleri arasında geç iltihak suretiyle
bakaya suçunu işlediği kabul edilerek, eylemine uyan ASCK’nın 63/1-A
maddesinin “üç aydan sonra gelenler” cümlesi ve 765 sayılı TCK’nın
59/2’nci maddeleri uyarınca 3 ay 10 gün hapis cezasıyla mahkûmiyetine,
647 sayılı Kanunun 4’üncü maddesi gereğince neticeten 727.013.000 TL
ağır para cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiştir. Taraflarca temyiz
edilmeyen bu hükmün 2.5.2003 tarihinde kesinleştirilmesini müteakiben,
infaz için K.T.B.K.K.’lığı Askerî Savcılığına gönderilmesi üzerine,
hükmün infazı sırasında K.T.B.K.K.’lığı Askerî Mahkemesinin 3.6.2005
gün ve 2005/941-269 sayılı duruşmasız işlere dair kararıyla, 5335 sayılı
Kanunun 22’nci maddesindeki hüküm göz önüne alınarak hükümlünün
600,00 YTL ağır para cezası ile mahkûmiyetine karar verilmiştir. Henüz,
hükmün infazını takip eden Şişli Cumhuriyet Başsavcılığınca, infaz
evrakı askerî savcılığa gönderilmemiştir.
MSB Askerî Adalet Müfettişlerince 2004 yılı içinde yapılan adlî
teftiş sonucunda 2003 dönemine ilişkin düzenlenen raporda; Mu.Er
M.C.’nin 19.7.2001-13.9.2001 tarihleri arasında yakalanmakla sona eren
yoklama kaçağı suçunu da işlediğinin ve bu suçtan dolayı hükümlü
hakkında adlî işlem yapılabilmesi maksadıyla K.T.B.K.K.’lığına suç
ihbarında bulunulması gerektiğinin bildirilmesi üzerine, K.T.B.K.K.’lığı
354
Askerî Savcılığınca rapor doğrultusunda soruşturma emri istenmiştir.
Soruşturma emrine istinaden, sanığın 19.7.2001-13.9.2001 tarihleri
arasında yakalanmakla sona eren yoklama kaçağı suçunu işlediğinden
bahisle, açılan kamu davası üzerine yapılan yargılama sonunda;
K.T.B.K.K’.lığı Askerî Mahkemesinin 25.10.2005 gün ve 2005/174-621
E.K. sayılı hükmü ile, hükümlünün 19.7.2001-13.9.2001 tarihleri
arasında yoklama kaçağı suçunu işlediği kabul edilerek, ASCK’nın 63/1A maddesinin “7 günden sonra 3 ay içinde yakalananlar” cümlesi, 765
sayılı TCK'nın 59/2, 647 sayılı Kanunun 4’üncü maddesi uyarınca 400
YTL adlî para cezası ile mahkûmiyetine karar verilmiştir. Bu hüküm de
infaz için, 24.1.2006 tarihinde K.T.B.K.K.’lığı Askerî Savcılığına
gönderilmiştir.
Askerî Savcılıkça, hükümlünün yoklama kaçağı suçundan
ASCK’nın 63/1-A maddesinin tatbiki suretiyle mahkûmiyetine karar
verildiğinden, geç iltihak suretiyle bakaya suçundan hükümlünün
ASCK’nın 63/1-B maddesiyle mahkûmiyetine karar verilmesi gerektiği
düşünüldüğünden, geç iltihak suretiyle bakaya suçundan kesinleşmiş
karara karşı hükümlü lehine yazılı emir ile bozma yoluna başvurulması
konusunda gereğinin takdir ve ifası için dava dosyaları, MSB’ye
gönderilmiştir.
Müteakiben, MSB’ce yapılan değerlendirmede, 353 sayılı
Kanunun 207’nci maddesinde hukukî bir kuralın uygulanmaması yahut
yanlış uygulanması olarak kabul edilen kanuna aykırılıkların sayıldığı,
geç iltihak suretiyle bakaya suçuna ilişkin hükümde yazılı emir ile bozma
yoluna konu olabilecek herhangi bir kanuna aykırılık bulunmadığı, bu
nedenle talebin reddi gerektiği, ancak belirtilen hususun 353 sayılı
Kanunun 228/E bendinde belirtilen yeni vakıa veya delil niteliğinde
yargılamanın yenilenmesi sebebi olabileceği belirtilerek, dava dosyaları
K.T.B.K.K.’lığı Askerî Savcılığına iade edilmiştir.
Bunun üzerine, K.T.B.K.K’.lığı Askerî Savcılığınca, geç iltihak
suretiyle bakaya suçuna ilişkin kanuna aykırılığın giderilmesi için, 353
sayılı Kanunun 228/E maddesi kapsamında hükümlü lehine yargılamanın
yenilenmesi yoluna başvurulması konusunda talepte bulunulduğu
anlaşılmıştır.
355
Tebliğnamede, sanık hakkında daha hafif cezayı gerektiren kanun
hükmünün uygulanması gerektiğinden, hükümlü lehine yargılamanın
yenilenmesi isteminin yerinde görülerek kabulüne ve K.T.B.K.K.’lığı
Askerî Mahkemesinin 16.4.2003 gün ve 2003/384-145 sayılı
mahkûmiyet hükmünün bozulmasına, hükmün yerine getirilmesinin geri
bırakılmasına karar verilmesi görüş ve düşüncesi bildirilmiştir.
Öncelikle, asker olmayan kişilerin, barış zamanında Askerî Ceza
Kanununda yazılı suçları işlemeleri hâlinde, görevli yargı yerinin
belirlenmesi ve bu bağlamda, daha önce askerî mahkemelerce yargılama
yapılıp da kesinleşmiş hükümlerle ilgili görevli yargı yerinin belirlenmesi
açısından, 5530 sayılı Kanunla 353 sayılı Kanunda yapılan
düzenlemelerin incelenmesi gerekir.
5.7.2006 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanarak, 5.10.2006
tarihinde yürürlüğe giren 29.6.2006 tarih ve 5530 sayılı Kanunun 3’üncü
maddesiyle, 353 sayılı Kanunun “Asker olmayan (sivil) kişilerin askerî
mahkemelerde yargılanmalarını” düzenleyen 11’inci maddesi
değiştirilerek; asker kişilerle sivil kişilerin müştereken işledikleri Askerî
Ceza Kanununda yazılı suçlarına askerî yargıda bakılacağına ilişkin
12’nci madde hükmü hariç olmak üzere, sivil kişilerin barış zamanında
işledikleri Askerî Ceza Kanununda yazılı suçlarından dolayı askerî
yargıya tâbi olmalarına tamamiyle son verilmiştir.
5530 sayılı Kanunun 4’üncü maddesiyle, 353 sayılı Kanunun
13’üncü maddesi başlığıyla birlikte değiştirilerek; “Barış zamanında sivil
kişilerin Askerî Ceza Kanununa tâbi suçlarında yargılama merci ” başlığı
altında, “Askerî Ceza Kanununun 55, 56, 57, 58, 59, 61, 63, 64, 75, 79,
80, 81, 93, 94, 95, 114 ve 131’inci maddelerinde yazılı suçlar, askerî
mahkemelerin yargı yetkisine tâbi olmayan sivil kişiler tarafından barış
zamanında işlenirse; bu kişilerin yargılanması, adlî yargı mahkemeleri
tarafından, Askerî Ceza Kanunu hükümleri uygulanmak suretiyle yapılır”
şeklinde düzenlenmiştir.
5530 sayılı Kanunun 63’üncü maddesiyle 353 sayılı Kanuna
eklenen Ek Geçici 6’ncı maddenin birinci fıkrasında; bu kanunla
değiştirilen ve yürürlükten kaldırılan hükümlerin yürürlüğe konulmasına
ve uygulanmasına ilişkin olarak 5320 sayılı CMK’nın Yürürlük ve
Uygulama Şekli Hakkında Kanunda belirtilen esasların uygulanacağına
ilişkin temel ilke benimsendikten sonra, Ek Geçici 6’ncı maddenin ikinci
356
fıkrasında; “Bu Kanun hükümleri, yürürlüğe girdiği tarihten itibaren
kesin hükme bağlanmış olanlar hariç, bütün soruşturma ve
kovuşturmalarda uygulanır.” şeklinde, Ek Geçici 6’ncı maddenin son
fıkrasında ise; “Bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten önce, askerî
mahkemelerce karar verilmiş ve henüz kesinleşmemiş olan dava
dosyalarından görevli yargı yeri değişenler hakkında, askerî savcının
yazılı görüşü alınmak suretiyle, mahkemesince duruşma yapılmaksızın
görevsizlik kararı verilir..... Bu dosyalardan temyiz ve itiraz edilmek
suretiyle Askerî Yargıtay Başsavcılığında ve Askerî Yargıtayda inceleme
aşamasında olan dosyalar mahkemesine iade edilir.” şeklinde düzenleme
yapılmıştır.
Söz konusu maddenin atıf yaptığı 5320 sayılı CMK’nın Yürürlük
ve Uygulama Şekli Hakkında Kanunun 4’üncü maddesi; CMK’nın
yürürlüğe girdiği tarihten itibaren, “kesin hükme bağlanmış olanlar hariç”
görülmekte olan bütün soruşturma ve kovuşturmalarda uygulanacağı,
hükmünü içermektedir.
Öte yandan, mevcut düzenlemeler karşısında, ASCK’nın
63/1’inci maddesinde düzenlenerek yaptırıma bağlanan geç iltihak
suretiyle bakaya suçunu işleyenlerin asker kişi olup olmadığının tespiti
gerekir. Zira, bu suçu işleyenlerin asker kişi olduğunun tespiti hâlinde,
Askerî Yargının görevli olduğu konusunda kuşku bulunmamaktadır.
Askerî Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kurulunun 26.2.1965 gün ve
1965/2-1 sayılı kararı ile; Devletin asker alma hizmetini düzenlemesi
itibarıyla idarî bir kanun olan 1111 sayılı Askerlik Kanununun 5’inci
maddesinin, 5673 sayılı Kanunla ve mükellefin lehinde olarak idarî bir
düşünce ile tadil edilerek, muvazzaflık hizmetinin şubeden sevk
gününden başlıyacağının kabul olunmasıyla, ceza kanunlarının tadil
edilemiyeceği ve bu hususun suç ve ceza yönünden herhangi bir etkisi
olamayacağına, Askerî Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kurulunun
20.6.1975 gün ve 1975/6-4 sayılı kararı ile de; kıt’asına geç iltihak
suretiyle işlenen bakaya suçunun faili, askerlik şubesinden sevk
edildikten sonra bu suçu işlediğine ve 1111 sayılı Askerlik Kanununun
değişik 5’nci maddesine istinaden askerlik hizmeti askerlik şubesinden
sevkle başladığına göre, ilk nazarda failin asker kişi olduğu düşünülebilir
ise de, 1111 sayılı Askerlik Kanununun 4’üncü maddesinde; yoklama
döneminin, askerlik çağının başlangıcından, kıt’aya duhule kadar geçen
süreyi kapsadığı belirtilmiş olduğundan, henüz kıt’asına katılmamış
bulunan bir yükümlünün asker kişi kabul edilemeyeceğine, karar
verilmiştir.
357
Ayrıca, “Askerî mahkemelerin yetkisini” düzenleyen üçüncü
bölümde yer alan, “Genel olarak yetki” başlıklı 21’inci maddenin ikinci
fıkrasında, 5530 sayılı Kanunun 8’inci maddesiyle yapılan değişikliğin
gerekçesinde; “....bakaya ve geç iltihak bakayası suçlarını işleyen
yükümlülerin barış zamanında askerî mahkemelerde yargılanmalarına
son verildiği...” belirtilmektedir.
Askerî Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kurulunun söz konusu
kararları ile, 5530 sayılı Kanunla yapılan düzenlemeler ve bu
düzenlemelerin gerekçesi birlikte değerlendirildiğinde, ASCK’nın
63/1’inci maddesinde düzenlenerek yaptırıma bağlanan geç iltihak
suretiyle bakaya suçunu işleyenlerin asker kişi olmadığının kabulü
gerekir.
Bu bağlamda, 5530 sayılı Kanunla 353 sayılı Kanunda yapılan
değişiklikler kapsamında, daha önce kesin hükme bağlanmış davalar ile
ilgili olarak yargılamanın yenilenmesi talebini incelemeye Askerî
Yargıtayın görevli olup olmadığına dair yapılan ilk incelemede; geç
iltihak suretiyle bakaya suçunu işleyen hükümlülerin asker kişi
olmadıkları, dolayısıyla asker kişi olmayan hükümlünün işlediği geç
iltihak suretiyle bakaya suçundan, 5530 sayılı Kanunla 353 sayılı
Kanunda yapılan değişiklikler yürürlüğe girmeden önce askerî
mahkemece kurulan ve temyiz edilmemekle kesinleşen mahkûmiyet
hükmüne ilişkin yargılamanın yenilenmesi taleplerini inceleme yerinin
Askerî Yargıtay olduğu kabul edilmiştir.
Nitekim, somut olayla tam bir benzerlik göstermemekte ise de,
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 10.7.1986 gün ve 1986/77-73 sayılı
ve 10.7.1986 gün ve 1986/78-74 sayılı kararları ile; sıkıyönetim kalksa
dahi, sıkıyönetim askerî mahkemelerinden verilen bir hükümle ilgili
olarak yargılamanın yenilenmesi talebini inceleme yerinin Askerî
Yargıtay olduğuna karar verilmiştir.
Yargılamanın yenilenmesi istemine ilişkin yapılan incelemede;
Uyuşmazlığın kesin hükme bağlanmış olmasının kesinlik ve
değerlik otoritesinin olması, hukukî güvenliğin sağlanması bakımından
zorunlu ise de, sonradan anlaşılan bazı önemli hukuka aykırılıkların
giderilmesi de ceza muhakemesinin gerçeği araştırma gayesinin
icaplarındandır. Diğer bir deyişle, yalnız hukukî güvenliğin sağlanması
yeterli olmayıp, adaletin de gerçekleşmiş olması gerekir. Kesin hükme
bağlanan yargı kararlarından sonra, ortaya çıkan yeni delil ve vakıalarla,
daha önce ulaşıldığı sanılan adaletin temellerinin sarsıldığı durumlarda,
358
kesin hükmün ortadan kaldırılması ve yargılamanın yeniden yapılması
söz konusu olabilir. Bu bağlamda, olağanüstü kanun yolunun bir çeşidi
olarak, “yargılamanın yenilenmesi” müesesesi kabul edilmiştir.
353 sayılı Kanunun 228’inci maddesinde; hükümlünün lehine
yargılamanın yenilenmesi sebepleri teker teker altı bent hâlinde sayılmış
olup, (E) bendinde; “yeni vakıalar veya yeni deliller ileri sürülüp de,
bunlar yalnız başına veya daha önce irat edilen delillerle birlikte göz
önünde tutuldukları takdirde, hükümlünün beraetini veya daha hafif
cezayı gerektiren kanun hükmünün uygulanması ile hükümlülüğü
gerektirebilecek nitelikte olması” aranmıştır. Dolayısıyla, 353 sayılı
Kanunun 228’inci maddesinde sayılan sebepler dışında hükümlünün
lehine herhangi bir nedenle yargılamanın yenilenmesi imkânı
bulunmamaktadır.
353 sayılı Kanunun 228’inci maddesinin “E” bendinde belirtilen
“Yeni Vakıa” ile; yeni delil ortaya çıkarmayan yeni olayların anlaşılması
gerekir. Yeni vakıanın yargılamanın yenilenmesi sebebi kabul
edilebilmesi için, kesinleşen kararın verildiği tarihte hâkimin bilmediği
olayların söz konusu olması ve bu durumun hükümlünün beraetini veya
daha hafif cezayı gerektiren bir kanun hükmünün uygulanabilir olması
gerekir (Kunter-Yenisey, Muhakeme Hukuku Dalı Olarak Ceza
Muhakemesi Hukuku, Beta, İstanbul, 2000, B.11, s. 1175).
Diğer taraftan, uygulamada ve yerleşik Askerî Yargıtay
içtihatlarında, ASCK’nın 63’üncü maddesinin 1’inci fıkrasının (A)
bendindeki suça “Bakaya” veya koşulları oluşmuşsa “Geç İltihak
Suretiyle Bakaya”, (B) bendindeki suça ise, “Sevkten Sonra Savuşmak”
veya “Yoldan Savuşmak” denilmektedir. Bazen de (B) bendindeki suça
“Yoldan Savuşmak” yerine “Geç İltihak Suretiyle Bakaya” denildiği de
olmaktadır. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, ASCK’nın 63’üncü
maddesinin “1-B” bendinde yazılı suçun adı ister “Yoldan Savuşma”
isterse “Geç İltihak Suretiyle Bakaya” olsun, bu suç maddî unsur ve
yaptırımı bakımından, aynı maddenin “1-A” bendinde yazılı “Bakaya”
veya “Geç İltihak Suretiyle Bakaya” suçundan tamamen farklı ve ayrı bir
suç niteliğindedir. Öte yandan, ASCK’nın 63’üncü maddesinin “1-B”
bendinin tatbik edilmesi, aynı maddenin “1-A” bendinin tatbik edilmiş
olması şartına bağlıdır. Başka bir deyişle, ASCK’nın 63’üncü maddesinin
359
“1-A” bendi tatbik edilmeden “1-B” bendi tek başına tatbik
edilemez. Dolayısıyla, ikinci suç, birinci suçun oluşumuna bağlıdır.
Bakaya, yoklama kaçağı veya saklı suçlarından ASCK’nın 63/1-A madde
ve bendi tatbik edilmiş ve ayrıca yoldan savuşma da var ise, bu suç için
ASCK’nın 63/1-B maddesi tatbik olunacaktır. (Askerî Yargıtay
Drl.Krl.’nun 9.12.1999 gün ve 1999/151-218 sayılı ve 20.2.2003 gün ve
2003/13-10 sayılı, 1’inci Dairenin 28.2.2001 gün ve 2001/162-161 sayılı,
3’üncü Dairenin 10.12.1999 gün ve 1999/794-792 sayılı, 4’üncü Dairenin
28.6.1994 gün ve 1994/358-357 sayılı, 5’inci Dairenin 7.2.2001 gün ve
2001/102-97 sayılı ve 9.5.2001 gün ve 2001/298-287 sayılı kararları da
bu doğrultudadır.)
Bu bağlamda, hükümlü hakkında yoklama kaçağı suçu nedeniyle
tesis edilen ve kesinleşen hüküm, geç iltihak suretiyle bakaya suçundan
yargılamayı yapan mahkemece bilinmiş olsa idi, hükümlü hakkında
ASCK’nın 63/1-A maddesi (geç iltihak suretiyle bakaya suçu) yerine,
daha hafif bir cezayı gerektiren 63/1-B maddesi (yoldan savuşmak suçu)
uyarınca ceza tayini ile karar verilmesi gerekecekti. Her ne kadar, sanığın
yoklama kaçağı suçunu işlediğine dair deliller, geç katılmak suretiyle
bakaya suçuna ilişkin yapılan yargılamanın, ilk soruşturma aşamasından
itibaren dava dosyasında bulunduğuna kuşku bulunmamakta ise de; 353
sayılı Kanunun 228’inci maddesinin (E) bendinde, yeni vakıa ile yeni
delil kavramından, “veya” ile ayrılmak suretiyle birlikte söz edildiğine
göre, her iki kavramın farklı olduğunun kabulü gerekir. “Vakıa”; vuku
bulan, vaki olan, bir diğer söyleyişle gerçekleşen, yani realite de denilen
gerçeğin bir parçası olan şeydir, yani olaydır. Gerçek, dava konusu olayın
konu dışında kalan olaylardan ayrılması gereğinden de anlaşılacağı üzere,
sayısız olaylardan oluşur (Kunter-Yenisey, Muhakeme Hukuku Dalı
Olarak Ceza Muhakemesi Hukuku, Beta, İstanbul, 2000, B.11, s.1175).
Dolayısıyla, yeni vakıa ile tanımlanmak istenen durumlar, yeni delil
kavramına göre daha geniş şekilde yorumlanmaya açıktır.
Yeni vakıanın, kuşkusuz yargılamanın yenilenmesini gerektirecek
nitelikte ve yargılama sırasında mahkemece bilinmemiş yahut evvelce
verilmiş hükmü sarsacak ve mahkemeyi o kararın doğruluğunda
tereddüde sevk edecek içerikte olması gerekir.
360
Nihayetinde, geç iltihak suretiyle bakaya suçundan hüküm tesis
edildiği sırada, hükümlü hakkında yoklama kaçağı suçundan kurulmuş
bir hüküm bulunmadığı gibi, açılmış bir kamu davası dahi
bulunmamaktadır. Dolayısıyla, dava dosyasında yoklama kaçağı suçunun
işlendiğine dair delillerin olması ile, bu suçtan tesis edilmiş mahkûmiyet
hükmünün varlığı farklı olgulardır. Bu nedenle, geç iltihak suretiyle
bakaya suçundan hüküm tesis edildikten sonra yoklama kaçağı suçundan
verilerek kesinleşmiş Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri Komutanlığı Askerî
Mahkemesinin 25.10.2005 gün ve 2005/174-621 sayılı mahkûmiyet
hükmünün, yeni bir vakıa olarak kabulü gerekmektedir.
Nitekim, somut olayla tam bir benzerlik göstermemekte ise de,
yerleşmiş Askerî Yargıtay içtihatlarında; hükümlü hakkında aynı eylem
nedeniyle açılan iki ayrı davanın sonuçlanıp kesinleşmiş olması
karşısında, kesinleşen ilk hüküm 353 sayılı Kanunun 228/E maddesinde
belirtilen biçimde, yargılamanın yenilenmesine sebep olabilecek yeni bir
delil niteliğinde kabul edilmektedir (As.Yrg.Drl.Krl.’nun 21.9.1989 gün
ve 1989/195-193 sayılı, 12.10.2000 gün ve 2000/154-150 sayılı, 1’inci
Dairenin 18.1.1995 gün ve 1995/71-70 sayılı, 17.7.1996 gün ve
1996/480-476 sayılı, 19.11.1997 gün ve 1997/719-715 sayılı, 14.2.2001
gün ve 2001/130-126 sayılı, 30.11.2005 gün ve 2005/1246-1240 sayılı
kararları bu doğrultudadır).
Öte yandan, 353 sayılı Kanunun 231’inci maddesinde, kanunun
aynı maddesinde yazılı hususların sınırı içinde olmak üzere cezanın
değiştirilmesi
amacıyla
yargılamanın
yenilenmesi
yoluna
başvurulamayacağı düzenlenmiş ise de, ASCK’nın 63/1-A ve 63/1-B
maddelerinde düzenlenen suçların unsurlarının ve ceza miktarlarının
farklı olması (As.Yrg.Drl.Krl.’nun 20.2.2003 gün ve 2003/13-10 sayılı
kararı) karşısında, ASCK’nın 63/1’inci maddesinin “A” ve “B”
bendlerinde müstakil iki ayrı hüküm düzenlendiğinden, somut durumda
yargılamanın yenilenmesi yasağının bulunmadığının kabulü gerekir.
Ayrıca, ASCK’nın 63/1-A maddesinde tanımlanan suç için öngörülen
yaptırımın, ASCK’nın 63/1-B maddesinde tanımlanan suça göre daha
ağır olduğu, diğer bir deyişle ASCK’nın 63/1-B maddesinin, 63/1-A
maddesine kıyasla daha hafif cezayı gerektiren kanun hükmü olduğunda
kuşku bulunmamaktadır.
361
Bu itibarla, yoklama kaçağı suçundan verilerek kesinleşmiş Kıbrıs
Türk Barış Kuvvetleri Komutanlığı Askerî Mahkemesinin 25.10.2005
gün ve 2005/174-621 sayılı mahkûmiyet hükmü, son yargılamanın
yenilenmesi için kanunun aradığı anlamda yeni bir vakıa niteliğinde
olduğundan, hükümlünün daha hafif bir cezayı gerektirecek bir vakıa
nedeniyle, Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri Komutanlığı Askerî
Mahkemesinin 16.4.2003 gün ve 2003/384-145 sayılı hükümle ilgili
olarak, askerî savcının istemi ve tebliğnamedeki görüş doğrultusunda
yargılamanın esastan yenilenmesine, yukarıda ayrıntılarıyla açıklandığı
üzere, hükümlü hakkında yüklenen suçtan yargılama görevi adlî yargıya
ait bulunduğundan, 5530 sayılı Kanunun 63’üncü maddesiyle 353 sayılı
Kanuna eklenen Ek Geçici 6’ncı maddesi uyarınca görevsizlik kararı
verilmek üzere, Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri Komutanlığı Askerî
Mahkemesinde yeniden duruşma açılmasına ve infaz edilmeyen söz
konusu mahkûmiyet hükmünün yerine getirilmesinin geri bırakılmasına
karar verilmiştir.
362
ASMKYUK
Mad. 254
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E. No. : 2006/406
K. No. : 2006/398
T.
: 8.3.2006
ÖZET
Cezaların yerine getirilmesine ilişkin kararların, askerî
mahkemelerden verilmesi hâllerinde, askerî savcı ve nezdinde
askerî mahkeme kurulan kıt’a komutanı veya askerî kurum
amiri ile, hükümlü ve varsa müdafiinin, bir hafta içerisinde
itiraz edebilecekleri öngörülmüştür. Adlî Sicil ve İstatistik
Genel Müdürlüğünün, 353 sayılı Kanunun 254’üncü
maddesinde belirtilen itiraz makamları arasında yer almadığı
için, Adlî Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğünün, askerî
savcılığa yazdığı yazının, usulüne uygun bir itiraz olduğunun
kabulü de mümkün değildir.
Hükümlü terhisli Ord.Er Ş.K.’nın, 6’ncı Kolordu Komutanlığı
Askerî mahkemesinin 21.10.1998 gün ve 1998/958-738 Esas ve Karar
sayılı hükmü ile, 20.3.1998 ve 21.03.1998 tarihlerinde işlediği iki ayrı
arkadaşının parasını çalmak suçundan ASCK’nın 132, TCK’nın 59/2 (iki
kez) ve 71’inci maddeleri uyarınca sonuç olarak, 2 ay 40 gün hapis cezası
ile mahkûmiyetine karar verildiği, hükmün taraflarca temyiz edilmemesi
nedeniyle, 9.7.1999 tarihinde kesinleştiği ve tutuklu olarak yargılanmış
olan sanığın, 20.7.1999 gün ve 1999/73 karar sayılı şartla salıverme
kararı ile, 8.5.1998 tarihinden geçerli olarak şartla tahliyesine karar
verildiği, infazı tamamlanan bu hapis cezasının Adlî Sicil ve İstatistik
Genel Müdürlüğünce sabıka kaydına geçirildiği,
Hükümlünün 23.12.2004 tarihinde verdiği dilekçeyle adlî sicil
kaydında yer alan sabıkasının silinmesini talep etmesi üzerine, 6’ncı
Kolordu Komutanlığı Askerî Mahkemesinin 25.1.2005 gün ve 1998/958
Evrak, 2005/2005/7 Karar sayılı Duruşmasız İşlere ait Kararı ile sanık
hakkında daha önce verilmiş bulunan mahkûmiyet hükmünün 3682 sayılı
Kanunun 8/b maddesi gereğince adlî sicil kaydından çıkartılmasına karar
verildiği,
363
Bu karara karşı, Adlî Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğünce 6’ncı
Kolordu Komutanlığı Askerî Savcılığına bir yazı yazılarak, hükümde
yazılı cezanın silinmesi için 10 yıllık sürenin geçmemesi nedeniyle
kararın yanlış olduğu, söz konusu kararın itirazen incelenmesi için ilgili
mahkemesine başvurularak, sonuçta genel müdürlüğe bilgi verilmesinin
istendiği, bu yazı üzerine de, hükümlünün dosyasının Askerî Yargıtay
Başsavcılığına gönderildiği anlaşılmıştır.
Dosyadaki bilgi ve belgelere göre; Ord.Er Ş.K.’nın müteaddit
arkadaşının parasını çalmak suçundan, yukarıda değinildiği gibi iki kez
mahkûm edildiği, iki hükmün temyiz edilmemek suretiyle 9.7.1999
tarihinde kesinleştiği, bu hükümde belirtilen hapis cezalarının 8.5.1998
tarihinde infaz edildiği anlaşılmıştır.
Hükümlünün talebi üzerine, askerî mahkemece sabıkasının
silinmesine karar verilmiş, Adlî Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğü, bu
karara karşı 16.3.2005 tarihli müzekkere ile, söz konusu adlî sicilin
silinmesine imkân bulunmadığını belirterek, askerî savcılık tarafından
gerekli itirazın yapılmasını istemiştir.
353 sayılı Kanunun 254’üncü maddesinde, cezaların yerine
getirilmesine ilişkin kararların askerî mahkemelerden verilmesi
hâllerinde, askerî savcı ve nezdinde askerî mahkeme kurulan kıt’a
komutanı veya askerî kurum amiri ile, hükümlü ve varsa müdafiin bir
hafta içerisinde itiraz edebilecekleri öngörülmüştür. Bu düzenlemeye
göre, itiraz edebilecekler arasında Adlî Sicil ve İstatistik Genel
Müdürlüğüne yer verilmemiştir. Dolayısıyla Adlî Sicil ve İstatistik Genel
Müdürlüğünün 6’ncı Kolordu Komutanlığı Askerî Mahkemesince verilen
mezkûr karara itiraz etme hak ve yetkisi bulunmamaktadır.
Adlî Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğünün, bu tür konularda
ancak askerî savcılıkları uyarmak, harekete geçirmek suretiyle onların
askerî mahkeme kararlarına itirazlarını sağlama dışında, bir hareket
tarzları bulunmamaktadır. Nitekim, Adlî Sicil ve İstatistik Genel
Müdürlüğü de, ilgili mahkemeye itirazda bulunulmasını 6’ncı Kolordu
Komutanlığı Askerî savcılığından talep etmiştir. Ancak, gerek askerî
savcılıkça, gerekse 353 sayılı Kanunun 254’üncü maddesinde belirtilen
itiraza yetkili makamlarca söz konusu karara itirazda bulunulmamıştır.
Belirtilen nedenlerle, Adlî Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğü
353 sayılı Kanunun 254’üncü maddesinde belirtilen itiraz makamları
arasında yer almadığı için, Adlî Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğünün
askerî savcılığa yazdığı yazının, usulüne uygun bir itiraz olduğunun
kabulü de mümkün olmadığından, itirazın incelenmesine yer olmadığına
karar verilmiştir.
364
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 8
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/42
K. No. : 2006/34
T.
: 9.2.2006
ÖZET
1- Aralarında gönül ilişkisi olduğu şüphesiyle, eşini ve
daha önce komutanlığını yapmış olan yüzbaşıyı, eşiyle birlikte
gittiği komutanın odasında öldüren sanık Uzm. J. Çavuşun
(daha sonra TSK ile ilişiği kesilmiş), maktul yüzbaşıya karşı
eylemi, sebebi ne olursa olsun ASCK’nın 91/3’üncü
maddesinde özel olarak düzenlenen, “üstünü öldürmek” suçu
kapsamında olduğundan, askerî mahkemenin 765 sayılı
TCK’nın 450/4’üncü maddesinde yer alan “taammüden adam
öldürmek” suçuna ilişkin vasıflandırmaya bağlı olarak,
direnmek suretiyle verdiği görevsizlik kararının, bozulması
gerekir.
2- Sanığın, eşini taammüden öldürmek suçu, tek başına
askerî yargının görevine girmemekle birlikte, delillerin, kabul
edilen sanığın üstünü öldürmek suçuyla aynı olması
karşısında, 353 sayılı Kanunun 18’inci maddesi anlamında
“bağlı suç” kapsamında olması nedeniyle, bu suçtan yargı
görevi de, askerî mahkemeye aittir.
353 sayılı Yasanın 220/1’inci maddesinde yer alan “Görev ve
yetki hususundaki kararlarına karşı, askerî mahkemelerin direnme hakları
yoktur.” şeklindeki usul kuralı, kapsamı ve somut dosya bağlamında
kurulumuzca ön mesele olarak görüşülmüştür;
365
353 sayılı Yasanın 220’nci maddesinin 1’inci fıkrasının son
cümlesini oluşturan sözü edilen kuralın, bir önceki; “...Askerî Yargıtay,
askerî mahkemenin usulsüz olarak kendisini görevli ve yetkili
görmesinden dolayı hükmü bozmuş ise,...” cümleyle birlikte ele
alındığında neyi kapsadığı anlaşılmaktadır. Askerî mahkemelerin,
usulsüz olarak kendisini görevli görmesi nedeniyle verdiği ve salt, bu
yönden bozulan kararlara direnemeyeceği, bunun dışında; suç vasfına
bağlı görevsizlik kararlarının, yine suç vasfına bağlı olarak bozulması
hâlinde direnmenin, esasen suç vasfına ilişkin olduğu, görevsizlik
kararının buna bağlı sonuç doğuran nitelikleri nedeniyle usulsüz verilmiş
sayılamayacağı, bu nedenle, somut incelemenin suç vasfına ilişkin olması
karşısında, yerel mahkemece direnme ile görevsizlik kararı verilmesinde
usule aykırılık bulunmadığı kanaat ve sonucuna varılmıştır. (Son
yıllardaki Askerî Yargıtayın uygulaması bu yönde olup, Askerî Yargıtay
Drl.Krl.’nun 6.5.1993/45-44; 13.10.1994/108-108; 21.11.2001/101-106
gün ve sayılı kararları buna örnektir.)
Yargılama aşamasında, 25.6.2003 tarihinde disiplinsizlik
nedeniyle TSK’dan ilişiği kesilen sanık Uzm.J.II.Kad.Çvş. T.B.’nin,
Ordu/Kumru İlçe Jandarma Komutanlığında görevli iken, aralarında
gönül ilişkisi olduğu şüphesiyle eşi S.B. ile daha önce komutanlığını
yapmış olan, Birecik İlçe J.K. J.Yzb. G.O.’yu 27.2.2003 günü Birecik
İlçe Jandarma Komutanlığı makam odasında, zimmetinde bulunan birlik
komutanlığına ait silâhla öldürdüğü maddî bir olgudur.
Olay sırasında asker olmaları nedeniyle; müteveffa Yzb.
Gökhan’ın sanığın üst’ü olduğu, dosya içeriği ve oluşa göre, bunun sanık
tarafından da bilindiği açıktır. Çözümü gereken husus: sanığın eyleminin,
ASCK’nın 91’inci maddesinde düzenlenen; taarruz sonucu üst’ünü
öldürmek suçunu mu? TCK’nın 450/4’üncü maddesinde düzenlenen;
taammüden adam öldürmek suçunu mu? oluşturacağıdır.
Bir eylemin, her iki kanunda suç olarak öngörülmesi hâlinde,
Askerî Ceza Kanundaki düzenlemenin, Türk Ceza Kanununa göre daha
özel olması nedeniyle, Askerî Ceza Kanununun uygulanmasının
gerekeceği açıktır.
366
Askerî Ceza Kanunun Üçüncü Babının Beşinci Faslında
düzenlenen ve “Askerî İtaat ve İnkıyadı Bozan Suçlar” arasında bulunan
ve bu niteliği itibarıyla de, sırf askerî suçlardan sayılan “Amire ve üste
fiilen taarruz” suçu Askerî Ceza Kanunun 91’inci maddesinde özel olarak
düzenlenmiştir. Bu maddede, amir ve üstün kişiliğinde somutlaşan askerî
otoritenin, ast’ın her türlü fiilî taarruzundan korunması amaçlanarak,
taarruzun biçimine, yapıldığı ortama ve doğurduğu sonuçlara göre
hafiften ağıra doğru çeşitli ve kesin yaptırımlar ön görülmüştür.
Maddenin ilk üç fıkrasında, Türk Ceza Kanununun genel
hükümlerinden ayrılınarak, suçun teşebbüs hâlinde kalması dahi,
tamamlanmış suç gibi cezalandırılmıştır. Maddenin (4)’üncü fıkrasında
ise, eylem sonucu amirin vücudunda tahribatın veya ölümün meydana
gelmesi hâli cezaî yaptırıma bağlanmıştır. Burada eylemin tamamlanmış
olması şart olduğundan teşebbüse yer verilmemiş, doğrudan doğruya
eylemin doğurduğu sonuca göre ceza belirlenmiştir. (22.1.2004/5078 gün
ve sayılı Yasanın 1’inci maddesiyle yapılan değişiklik sonucu, ASCK’nın
91’inci maddesinin 3 ve 4’üncü fıkralarının yeri değiştirilmiş; üste fiilen
taarruz sonucu ölümün meydana gelmesi hâli, 4’üncü fıkradan 3’üncü
fıkraya alınmıştır.)
Askerî Ceza Kanunun 91’inci maddesinde yer alan bu düzenleme
ve Askerî Yargıtayın 28.12.1945 tarih ve 3864-6100 sayılı İçtihatları
Birleştirme Kararı göz önüne alındığında; gerek tahribat veya ölüm gibi
sonuç doğuran, gerek bu sonuçlar meydana gelmemekle birlikte, cismanî
bütünlüğe yönelik her türlü fiilî taarruzda, taammüt ve öldürmeye ilişkin
bir kastın ayrıca aranmasına gerek bulunmamakta ve fiilen taarruz
kastıyla hareket edilmesi, suçun oluşması açısından yeterli olmaktadır.
Diğer bir ifadeyle, amir ve üstün vücut bütünlüğüne yönelik fiilî
taarruzlar, ASCK’nın 91’inci maddesinde özel olarak düzenlenmiş olup,
en basit müessir fiilden öldürmeye kadar her türlü fiilî taarruz için, fiilin
işleniş biçimine, suçun işlendiği ortama ve eylemin doğurduğu sonuca
göre ceza tayin edilmiş olduğundan, bu gibi durumlarda Türk Ceza
Kanununun kasten müessir fiil ve kasten adam öldürmeye ilişkin
hükümlerinin uygulama yeri bulunmamaktadır. Aksi düşüncenin kabulü
hâlinde, sanığın zihninde oluşan ve sübjektif bir nitelik taşıyan suç işleme
iradesine göre, kimi eylemlere üste fiilen taarruz, kimi eylemlere kasten
veya taammüden adam öldürme, öldürmeye teşebbüs veya yaralama
niteliklerini vermek gibi, farklı sonuçlar doğmasının yanı sıra,
uygulamada birlik sağlanamayacağı ve çelişkiler meydana gelebileceği
gibi, Askerî Ceza Kanununun 91’inci maddesinin konuluş amacına ve
Kanunun sistematiğine de ters düşen bir durum yaratılmış olacaktır.
367
Dairenin bozma kararında belirtilenlerin dışında da; Askerî
Yargıtay Daireler Kurulunun 22.3.1968/30-28; 17.6.1993/56-55;
21.11.1996/172-166; 28.5.1998/83-82; 24.2.2000/49-54; 5.7.2001/74-74
gün ve sayılı kararları da, özel düzenleme niteliğindeki ASCK’nın
91’inci maddesinin uygulaması gerektiğine ilişkindir.
Açıklanan yasal düzenleme ve yerleşik uygulamaya göre somut
olayda;
Aralarında gönül ilişkisi olduğu şüphesiyle eşini ve daha önce
komutanlığını yapmış olan Birecik İlçe J.K.nı Yüzbaşıyı, eşiyle birlikte
gittiği Birecik İlçe J.K. odasında öldüren sanık Uzm.J.Çavuşun (daha
sonra TSK ile ilişiği kesilmiş) maktul yüzbaşıya karşı eylemi, sebebi ne
olursa olsun, ASCK’nın 91/3’üncü maddesinde özel olarak düzenlenen
“Üstünü öldürmek” suçu kapsamında olduğundan, askerî mahkemenin,
765 sayılı TCK’nın 450/4’üncü maddesinde yer alan, “taammüden adam
öldürmek” suçuna ilişkin vasıflandırmaya bağlı olarak direnmek suretiyle
verdiği görevsizlik kararının bozulmasına karar verilmiştir.
Sanığın eşi S.B.’yi taammüden öldürmek suçu tek başına askerî
yargının görevine girmemekle birlikte, delillerin, çoğunluk kararıyla
kabul edilen sanığın üstünü öldürmek suçuyla aynı olması karşısında,
353 sayılı Kanunun 18’inci maddesi anlamında “bağlı suç” kapsamında
olması nedeniyle, bu suçtan yargı görevi de, askerî mahkemeye ait
olduğundan, askerî mahkemenin bu suçtan direnme ile verdiği
görevsizlik kararının da bozulmasına karar verilmiştir.
368
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 34, 230
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/143
K. No. : 2006/137
T.
: 15.6.2006
ÖZET
Dava konusu olayda, hükmün gerekçesinde, sanığın
sorgu ve savunmasının, lehe ve aleyhe beyanda bulunan
tanıkların ifadelerinin ve yazılı delillerin özetlendiği, maddî
olayın kabul biçiminin açıklandığı, sanığın savunmasının
neden kabul edilmediğinin tartışıldığı ve uygulama maddesi ile
ceza miktarını tayinde esas alınan nedenlerin belirtildiği,
gerekçenin bu hâli ile yasanın aradığı anlamda yeterli ve dosya
içeriği ile uyumlu olduğunun kabulü gerekir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, hükmün gerekçesinin yeterli olup
olmadığına ilişkin bulunmaktadır.
Daire, gerekçeli hükmün bütün olarak değerlendirilmesi sonucu,
hükmün gerekçesinin yeterli olduğu sonucuna varmış; Başsavcılık ise,
gerekçeli hükümde sanığın savunmasının yeterince ve bir tanığın
ifadesinin hiç tartışılmamasının yasaya aykırı olduğu görüşünü öne
sürmüştür.
Gerekçenin tarifi yasalarda yer almamış, neleri içermesi gerektiği
konusunda düzenlemeler öngörülmüştür.
Anayasanın 141/3’üncü maddesi; “Bütün mahkemelerin her türlü
kararları gerekçeli olarak yazılır.” hükmünü amir bulunmaktadır.
353 sayılı Kanunun 50’inci maddesi; “Askerî mahkemelerce
verilen her türlü kararlar gerekçeli olarak yazılır.”;
369
173’üncü maddesi de; “Sanık mahkûm olursa, hükmün
gerekçesinde mahkemece suçun kanunî unsurları olarak sabit ve
gerçekleşmiş sayılan vakalar gösterilir. Eğer delil başka vakalardan
çıkarılmış ise bunlar da hükümde gösterilir.
Bundan başka, hükümlülüğe dair hükmün gerekçesi Ceza
Kanununun uygulanan maddesini ve ceza miktarını tayinine askerî
mahkemeyi sevk eden hâlleri kapsar.
Ceza Kanununun genel olarak daha hafif bir cezanın
uygulanmasını, hafifletici bir hâlin varlığına bağlı kılmış ise, bu
sebeplerin kabul veya reddolunması hâlinde, hükmün gerekçesinde
bunlar da gösterilir...” düzenlemelerini içermektedir.
Gerekçe; “yargı mercilerinin yargısal faaliyetlerine konu eylem,
işlem ve kararlarının, doğru, haklı, yasal, makûl, vicdana uygun ve
denetlenmesine imkân verecek şekilde temellendirilmesi” biçiminde
tanımlanmaktadır.
Uyum ve kararlılık gösteren Askerî Yargıtay ve Yargıtay
kararlarında, gösterilen gerekçenin dosyadaki bilgi ve belgelerin yerinde
değerlendirildiğini gösterir biçimde, geçerli yeterli ve yasal, tarafları
tatmin edici ve denetimde kolaylık sağlayıcı özellikte olmasının gerektiği
kabul edilmektedir.
Dava konusu olayda, hükmün gerekçesinde sanığın sorgu ve
savunmasının, lehe ve aleyhe beyanda bulunan tanıkların ifadelerinin ve
yazılı delillerin özetlendiği, maddî olayın kabul biçiminin açıklandığı,
sanığın savunmasının neden kabul edilmediğinin tartışıldığı ve uygulama
maddesi ile ceza miktarını tayinde esas alınan nedenlerin belirtildiği,
gerekçenin bu hâli ile yasanın aradığı anlamda yeterli ve dosya içeriği ile
uyumlu olduğu anlaşıldığından; Başsavcılığın yerinde görülmeyen
itirazının reddine karar verilmiştir.
370
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 34
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/170
K. No. : 2006/165
T.
: 28.9.2006
ÖZET
Askerî mahkemece, Dairenin bozma ilâmına hangi
nedenle uyulmadığına dair direnme gerekçesi gösterilmeden,
eski hükmün aynen tekrar edilmesiyle yetinilmesi, kanuna
aykırıdır.
Askerî mahkeme ile Daire arasında ortaya çıkan uyuşmazlık; dava
konusu olayda taammüt ve haksız tahrik hükümlerinin uygulanmasını
gerektiren bir durumun mevcut olup olmadığına ilişkin ise de;
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun Yerleşik İçtihatlarında
(14.10.2004 tarih ve 2004/157-139; 27.3.2003 tarih ve 2003/26-28;
16.3.2006 tarih ve 2006/62-63; 13.4.2006 tarih ve 2006/85-89 sayılı
Daireler Kurulu kararları) açıklandığı gibi, Anayasanın 141 ve 353 sayılı
As.Mah.Krlş. ve YUK’nın 50’nci maddeleri gereğince, mahkeme
kararlarının gerekçeli olması zorunludur. Hükmün gerekçeyi içermemesi,
353 sayılı As.Mah.Krlş. ve YUK’nın 207/3-G maddesi uyarınca, “kanuna
mutlak muhalefet” hâlini teşkil etmektedir. Gerekçe, hükmün
dayanaklarının akla, hukuka ve dosya içeriğine uygun açıklamasıdır.
Gerekçe dosyadaki bilgi ve belgelerin yerinde değerlendirildiğini gösterir
biçimde geçerli, yeterli ve yasal olmalıdır. Yasal, yeterli ve geçerli bir
gerekçeye dayanılmadan karar verilmesi yasa koyucunun amacına uygun
düşmeyeceği gibi, uygulamada da keyfîliğe yol açar. Keyfîliği önlemek,
tarafları tatmin etmek, denetimde kolaylık sağlamak için hükmün
gerekçeli olması gerekir.
371
İncelenen dosyada: askerî mahkemece önceki hükümde
direnilirken, bu ilkeler doğrultusunda işlem yapılmadığı, eski hükümde
direnilmesine karar verildikten sonra, direnme nedenlerinin
gösterilmediği, bozma kararına niçin uyulmadığı, hangi sebeple önceki
hükümde direnildiğinin açıklanmadığı, sadece tarihî değiştirilmek
suretiyle bozulan hükmün yeniden ve aynen yazılmasıyla yetinildiği
görülmüştür.
Bozma kararına hangi nedenlerle uyulmadığı belirtilmeden, yasal
ve yeterli direnme gerekçesi gösterilmeden, önceki kararın aynen tekrarı
ile yetinilmesi yasaya aykırı olduğundan, sair yönlerden incelenmeyen
direnme hükmünün öncelikle bu usule aykırılık nedeniyle bozulmasına
karar verilmiştir.
Ayrıca, 5.10.2006 tarihinde yürürlüğe girecek olan ve 5271 sayılı
Ceza Muhakemesi Kanunu doğrultusunda değişiklikler içeren, 5530
sayılı 29.6.2006 kabul tarihli Askerî Mahkemeler Kuruluş ve Yargılama
Usulü Kanununda değişiklik yapılmasına dair kanunun Ek-1’inci
maddesi gereğince ve 5271 sayılı Kanunun 150’inci maddesi uyarınca,
savunma hakkının kısıtlanmaması bakımından sanık için zorunlu müdafi
tayini gerektiğine de bu safhada işaret edilmesi gerekmiştir.
NOT : Ayrıca, bu maddeyle ilgili olarak Askerî Yargıtay Daireler
Kurulunun 22.6.2006 tarih ve 2006/136-141 sayılı içtihadına bakınız. (Sayfa
329-331)
372
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 52
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/183
K. No. : 2006/183
T.
: 28.12.2006
ÖZET
Duruşmanın, kanunda belirtilen usul ve esaslara uygun
olarak yapılıp yapılmadığı konusu ancak duruşma tutanağı ile
ispat olunabileceğinden, CMK’nın 221 ve 222’nci maddelerinin
amir hükümlerine göre, her bir tanığın ayrı ayrı ve sonraki
tanıklar yanında olmaksızın dinlenilmesi gerektiğine ilişkin
olan usulün temel kuralına (CMK Mad. 52) uyulduğunun
duruşma tutanağında mutlaka belirtilmesi gerekmektedir.
Daire ile askerî mahkeme arasındaki uyuşmazlığın konusu,
istinabe mahkemesinde dinlenen İ.C., N.A., R.K. ve N.Ç. isimli 4 tanığın
bir arada dinlenip dinlenilmediklerine ve ayrıca hazırlıkta ifadeleri tespit
edilen, ancak duruşma sırasında ifadelerinin tespiti cihetine gidilmeyen 9
tanığın ifadelerine başvurulmasının gerekip gerekmediğine ilişkindir.
353 sayılı Kanunun Ek-1’inci maddesinin atfı ile, 5271 sayılı
CMK’nın 191’inci maddesi; askerî mahkemece, sanığın ve müdafiinin
hazır bulunup bulunmadığı, çağırılmış tanık ve bilirkişilerin gelip
gelmedikleri saptanarak duruşmaya başlanacağını, mahkeme başkanı
veya hâkimin duruşmanın başladığını iddianamenin kabul kararını
okuyarak açıklayacağını, tanıkların duruşma salonundan çıkarılacağını,
duruşmaya sırasıyla sanığın açık kimliği saptanıp kişisel ve ekonomik
durumu hakkında kendisinden bilgi alınmasını, iddianame okunup
iddiaya karşı sanığın sorgusunun yapılmasını,
373
CMK’nın 52’nci maddesi; Her tanığın ayrı ayrı ve sonraki
tanıklar yanında bulunmaksızın dinleneceğini,
CMK’nın 221’inci maddesi; Duruşma tutanağında; oturumlara
katılan sanık, müdafii, katılan, vekil, kanunî temsilci, bilirkişi, tercüman,
teknik danışmanın ad ve soyadının, duruşmanın seyrini ve sonuçlarını
yansıtan ve yargılama usulünün bütün temel kurallarına uyulduğunu
gösteren unsurların, sanık açıklamalarının, tanık ifadeleri, bilirkişi ve
teknik danışman açıklamaları ile okunan veya okunmasından vazgeçilen
belge ve yazıların, istemlerin, istemlerin reddi hâlinde gerekçesinin,
verilen kararların ve hükmün, yer alacağını,
CMK’nın 222’nci maddesi; Duruşmanın nasıl yapıldığının ve
kanunda belirtilen usul ve esaslara uygun olarak yapılıp yapılmadığının
ancak tutanakla ispat olunabileceğini, tutanağa karşı yalnız sahtecilik
iddiasının yöneltilebileceğini, amirdir.
Açıklanan bu yasa hükümleri çerçevesinde, sanığın duruşma
sırasındaki istemi üzerine yazılan talimatla, ifadeleri Aydın 2’nci Asliye
Ceza Mahkemesince istinabe suretiyle saptanan tanıklar İ.C., N.A., R.K.
ve N.Ç.’nin ifadelerinin yer aldığı 23.11.2005 tarihli duruşma tutanağı
incelendiğinde; tanıkların duruşmaya gelip gelmediklerinin tespitinden
sonra duruşma salonundan çıkarılıp, ifadelerinin; her birinin ayrı ayrı ve
sonraki tanıklar yanında bulunmaksızın tespit edildiğine dair bir kaydın
duruşma tutanağında yer almadığı görülmektedir. Esasen, askerî
mahkeme de, direnme hükmünün gerekçesinde, duruşma tutanağında bu
konuda bir kaydın bulunmadığını kabul etmekte, ancak asliye ceza
mahkemesi hâkiminin tanık dinlenmesine ilişkin usul kurallarına aykırı
davranmış olamayacağını, tanıkların bir arada dinlenildiğini iddia edenin
bunu ispatlaması gerektiğini belirtmektedir. Oysa, CMK’nın 221 ve
222’nci maddelerinin amir hükümlerine göre, her bir tanığın ayrı ayrı ve
sonraki tanıklar yanında olmaksızın dinlenilmesi gerektiğine ilişkin olan
usulün temel kuralına (CMK Mad. 52) uyulduğunun duruşma
tutanağında mutlaka belirtilmesi gerekmektedir. Zira, duruşmanın
kanunda belirtilen usul ve esaslara uygun olarak yapılıp yapılmadığı
konusu ancak duruşma tutanağı ile ispat olunabilecektir. Bu itibarla,
askerî mahkemenin, istinabe suretiyle dinlenmiş bulunan dört tanığın
usulüne uygun olarak ayrı ayrı dinlenilmiş olduğunu kabul ederek,
Dairenin bozma ilâmına direnmesi yerinde görülmemiştir.
374
Diğer yandan, olayın yeterince aydınlanmış olması hâlinde,
soruşturma (hazırlık) aşamasında dinlenilmiş bulunan tanıkların
tamamının kovuşturma (duruşma) aşamasında da dinlenilmesine gerek
bulunmamakta ise de; mahkemece mahkûmiyet hükümleri için sübut
delili olarak gösterilen tanıklar Y.D., İ.A., H.Ç., R.G. isimli kamu
tanıkları ile, ifadeleri usulsüz olarak saptanmış bulunan dört savunma
tanığının beyanları olayı yeterince aydınlatmadığı için, soruşturma
aşamasında dinlenilmiş bulunan E.T., M.Ö., K.Y., E.K., G.D., M.Y.,
Y.A., M.Ö. ve Ş.M. isimli tanıkların da ifadelerine başvurularak, maddî
vakıanın her türlü kuşku ve tereddütten uzak biçimde tespitinden sonra,
ortaya çıkacak sonuca göre bir değerlendirme yapılması gerekirken,
Dairenin bu yöndeki bozma ilâmına direnilerek, adı geçen tanıkların
ifadelerine başvurulması cihetine gidilmeden noksan soruşturma ile tesis
edilen mahkûmiyet hükümlerinin bozulmasına karar verilmiştir.
375
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 64
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/41
K. No. : 2006/28
T.
: 2.2.2006
ÖZET
1- Adlî
Yargı
Adalet
Komisyonları
tarafından
düzenlenen
listelerde
yer
almamış
bilirkişilerin
görevlendirilmeleri hâlinde, kendilerini atamış olan merci
huzurunda yemin ettiklerine ilişkin tutanağın, hâkim, zabıt
kâtibi ve bilirkişi tarafından imzalanacağına ilişkin, 5271
sayılı CMK’nın 64/6’ncı maddesinin duruşma evresini
kapsamadığının kabul edilmesi gerekir.
2- Bilirkişiye mütalâasını bildirmeden önce, yemin
ettirildiğinin duruşma tutanağına yazıldığı, tutanağın hâkim
ve tutanak kâtibi tarafından imzalandığı, bilirkişi raporunda,
bilirkişinin imzasının mevcut olduğu ve duruşma tutanağının
sahteliğinin öne sürülmediği gözetildiğinde; bilirkişi için ayrı
bir yemin tutanağı düzenlenmemesinin, duruşma tutanağının
geçerliliğini etkilemeyeceği sonucuna varılması gerekir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, adlî yargı adalet komisyonu bilirkişi
listesinde yer almayan bilirkişilerin görevlendirilmesi hâlinde, bilirkişiye
yemin verildiğine dair yemin tutanağının hâkim, zabıt kâtibi ve bilirkişi
tarafından imzalanmamasının hükmün bozulmasını gerektirip
gerektirmeyeceğine ilişkin bulunmaktadır.
Daire, bilirkişi ile ilgili işlemlerin yapıldığı tutanağın, mahkeme
hâkimi ve zabıt kâtibi tarafından imzalandığı, bilirkişinin bu zaptı
imzalamasının bir şekil şartı olduğu, raporunu yazılı olarak verirken
imzalanmak suretiyle, bu eksikliği tamamladığı görüşünü öne sürerken;
Başsavcılık, düzenlemede yer alan tutanağın duruşma tutanağı değil, ayrı
bir yemin tutanağı olduğu ve bilirkişiye yemin verildiğine dair yemin
tutanağının hâkim, zabıt kâtibi ve bilirkişi tarafından imzalanmamasının
yasaya aykırı olduğu görüşünü savunmaktadır.
376
Dosya içeriğine göre; 26.10.2005 tarihinde yapılan oturumda
bilirkişi olarak tayin edilen psikiyatri Uzmanı Tbp.Yb. A.M.Ü.’nün
geldiğinin tutanağa geçirildiği, kimliğinin tespit edildiği, bilirkişilik
yapacağı hususun anlatıldığı ve yemin ettirildiği, sanığı muayene eden
bilirkişinin el yazısı ile hazırlamış olduğu mütalâayı, mahkemeye verdiği
ve duruşmada mütalâayı tekrar ettiği görülmüştür.
Uyuşmazlık konusu ile ilgili olarak, sağlıklı bir yargıya
varılabilmesi için, bu konudaki yasal düzenlemelerin incelenmesi ve
irdelenmesi gerekmektedir.
353 sayılı Kanunun 62’nci maddesi; “Çözümü özel veya teknik
bir bilgiyi gerektiren hâllerde, bilirkişinin rey ve mütalâasının alınmasına
karar verilir. Hâkimlik mesleğinin gerektirdiği genel ve hukukî bilgi ile
çözümlenmesi mümkün olan konularda bilirkişi dinlenemez. Bilirkişinin
tayini ve zorunlu olmadıkça üçten fazla olmamak üzere adedinin tespiti,
hazırlık soruşturmasında askerî savcıya, son soruşturmada askerî
mahkemeye aittir.
Adlî tıbba ilişkin konularda, mümkün olduğu kadar askerî tabipler
bilirkişi olarak tayin edilirler. Bilirkişi mütalâaları yazı ile beyan
olunacak ise, rapor bilirkişiler tarafından birlikte; eğer görüş ayrılığı
varsa, her biri tarafından ayrı ayrı düzenlenir.
Belli hususlarda oy ve mütalâalarını beyan ile görevlendirilmiş
resmî bilirkişi mevcut ise, özel sebepler olmadıkça başkası tayin
edilemez.”;
65’inci maddesi de; “Bu Kanunda aksi yazılı olmadıkça, Ceza
Muhakemeleri Usulü Kanununun bilirkişi...hakkındaki hükümleri askerî
mahkemelerde de uygulanır.” düzenlemesini içermektedir.
1.6.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5271 sayılı Ceza Muhakemesi
Kanununun “bilirkişi olarak atanabilecekler” ile ilgili 64’üncü maddesi;
“(1) Bilirkişiler, il adlî yargı adalet komisyonları tarafından, her
yıl düzenlenen bir listede yer alan gerçek veya tüzel kişiler arasından
seçilirler. Cumhuriyet savcıları ve hâkimler, yalnız bulundukları il
bakımından yapılmış listelerden değil, diğer illerde oluşturulmuş
listelerden de bilirkişi seçebilirler. Bu listelerin düzenlenmesine veya
listelerde yer verilenlerin çıkarılmalarına ilişkin esas ve usuller
yönetmelikte gösterilir.
377
(2) Atama kararında gerekçesi de gösterilmek suretiyle, birinci
fıkrada belirtilen listelere girmeyenler arasından da bilirkişi seçilebilir.
(3) Kanunların belirli konularda görevlendirdiği resmî bilirkişiler
öncelikle atanırlar. Ancak kamu görevlileri bağlı bulundukları kurumla
ilgili davalarda bilirkişi olarak atanamazlar.
...
(5) Listelere kaydedilen bilirkişiler, il adlî yargı adalet komisyonu
huzurunda, “Görevimi adalete bağlı kalarak, bilim ve fenne uygun
olarak, tarafsızlıkla yerine getireceğime namusum ve vicdanım üzerine
yemin ederim” sözlerini tekrarlayarak yemin ederler. Bu bilirkişilere
görevlendirildikleri her işte yeniden yemin verilmez.
(6) Listelerde yer almamış bilirkişiler, görevlendirildiklerinde
kendilerini atamış olan merci huzurunda yukarıdaki fıkrada öngörülen
biçimde yemin ederler. Yeminin yapıldığına ilişkin tutanak hâkim veya
Cumhuriyet savcısı, zabıt kâtibi ve bilirkişi tarafından imzalanır.
(7) Engel bulunan hâllerde, yemin yazılı olarak verilebilir ve
metni dosyaya konulur. Ancak, bu hâle ilişkin gerekçenin kararda
gösterilmesi zorunludur”. şeklinde düzenleme getirmiş bulunmaktadır.
Kanunda sözü edilen ve her yıl için il adlî yargı adalet
komisyonları tarafından düzenlenecek olan bilirkişi listelerinin
hazırlanmasında; uzmanlık alanlarının belirlenmesini, başvurabilecek
olanların niteliklerini, müracaat usulünü, değerlendirme esaslarını,
listelerin oluşturulmasını ve gerekli durumlarda, bu listelerde yer
verilenlerin çıkarılma usul ve esaslarının düzenlenmesini içeren “Ceza
Muhakemesi Kanununa Göre İl Adlî Yargı Adalet Komisyonlarınca
Bilirkişi Listelerinin Düzenlenmesi Hakkında Yönetmelik”, 1.6.2005
tarihli ve 25832 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe
girmiştir.
Gerek 353 sayılı Kanunun 65’inci ve gerekse 5320 sayılı Ceza
Muhakemesi Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında
Kanunun 3’üncü maddeleri düzenlemeleri gözetildiğinde; askerî
mahkemelerde bilirkişinin hazır bulunma, duruşmada açıklama yapma ve
yemin etme yükümlülükleri ile ilgili olarak, 5271 sayılı Ceza
Muhakemesi Kanunu hükümlerinin uygulanacağı konusunda duraksama
bulunmamaktadır.
378
Yine, adlî tıbba ilişkin konularda mümkün olduğu kadar askerî
tabiplerin bilirkişi olarak atanacaklarına ilişkin, 353 sayılı Kanunun
62/2’nci maddesi hükmü karşısında, sanığın şuurunun tetkiki için
psikiyatri uzmanı askerî tabibin bilirkişi olarak atanması da, yasaya
uygun bulunmaktadır.
Kovuşturma (son soruşturma) aşamasında sözlülük kuralı geçerli
olup, 353 sayılı Kanunun birçok maddesinde bilirkişinin
dinlenilmesinden söz edilmektedir (Mad.: 126, 127, 145, 151, 155, 178).
353 sayılı Kanunun 177/1’inci maddesi; “Duruşma için bir
tutanak düzenlenir. Bu tutanak duruşmayı yöneten askerî hâkim ile
tutanak kâtibi tarafından, duruşmayı yöneten askerî hâkimin engeli varsa
kuruldaki diğer askerî hâkim tarafından imzalanır.”;
178’inci maddesi; “Tutanak, duruşmada geçen iddia ve beyanları
ve sanığın sorgu ve savunmasını ve dinlenilen tanık ve bilirkişilerin ad ve
soyadlarını, yaşlarını ve yerlerini ve sanıkla olan ilişkilerini, yeminli veya
yeminsiz dinlenildiklerini ...kapsar; ve duruşmada yargılama usulünün
esaslı kurallarına uyulduğunu da açıkça gösterir.
179’uncu maddesi de; “Duruşmanın nasıl yapılacağı hakkındaki
kanunî kurallara uyulup uyulmadığı, ancak tutanakla ispat olunabilir.
Tutanağın bu kısımlarına karşı yalnız sahtelik iddiası ileri sürülebilir.”;
Düzenlemelerini içermektedir. Benzer hükümlerin 5271 sayılı
CMK’nın 219, 221 ve 222’nci maddelerinde de yer aldığı görülmektedir.
Mahkemenin veya hâkimin yargılama görevi içerisinde icra ettiği
faaliyetler, sadece kovuşturma (son soruşturma) aşaması ile sınırlı
bulunmamaktadır. Soruşturma (hazırlık soruşturması) evresinde; aramaya
ve zapta karar verilmesi, tutuklama, tutuklama kararı ile ret kararına
itirazın incelenmesi, tutukluluk hâlinin incelenmesi, tutuklunun veya
yakalanan kimsenin sorguya çekilmesi, kovuşturmaya yer olmadığı
kararları ile, soruşturmanın geçici olarak tatiline dair kararlara yapılan
itirazın incelenmesi;
Duruşma hazırlığı aşamasında; duruşmanın yapılacağı günün ve
subay üyenin tespiti, sanığın, müdafiinin, tanıkların ve bilirkişinin
çağrılması, diğer sübut delillerinin toplanmasına karar verilmesi,
tanıkların ve bilirkişilerin naip ve istinabe yoluyla dinlenilmesi;
379
Son soruşturma (kovuşturma) aşamasında ise; sözlü işlemler
(sözlü gerçekleşen duruşma işlemlerinin tutanağa geçirilmesi) yanında,
eylemli işlemler (tespit ve keşif) de yürütülmektedir (Prof.Dr. Nur
CENTEL/Doç.Dr. Hamide ZAFER; Ceza Muhakemesi Hukuku, 3.Bası,
Aralık 2005, s: 468-471).
Uyuşmazlık konusu bu açıklamalar ve düzenlemeler ışığında
değerlendirildiğinde; duruşmanın işleyişi duruşma tutanağına yazıldığına
ve tutanağın sadece sahteliği öne sürülebildiğine göre, anılan
düzenlemenin savcılık işlemleri ile, mahkemenin sözlü işlemleri
dışındaki işlemlerini kapsadığı sonucuna varılmış ve;
1) Adlî yargı adalet komisyonları tarafından düzenlenen listelerde
yer almamış bilirkişilerin görevlendirilmeleri hâlinde, kendilerini atamış
olan merci huzurunda yemin ettiklerine ilişkin tutanağın hâkim, zabıt
kâtibi ve bilirkişi tarafından imzalanacağına ilişkin, 5271 sayılı CMK’nın
64/6’ncı maddesinin, mahkemenin/hâkimin duruşmada yapılan
işlemlerini kapsamadığına, duruşma dışında yapılan işlemleri içerdiğine
karar verilmiştir
2) Dava konusu olayda, bilirkişiye mütalâasını bildirmeden önce,
yemin ettirildiğinin duruşma tutanağına yazıldığı, tutanağın duruşmayı
yöneten askerî hâkim ve tutanak kâtibi tarafından imzalandığı, bilirkişi
raporunda bilirkişinin imzasının mevcut olduğu, yasada belirlenen şekil
şartlarını taşıdığı görülen tutanaktan, duruşmanın yöntemine uygun
olarak yapıldığının anlaşıldığı ve duruşma tutanağının sahteliğinin öne
sürülmediği gözetildiğinde; bilirkişi için ayrı bir yemin tutanağı
düzenlenmemesinin, duruşma tutanağının geçerliliğini etkilemeyeceği
sonucuna varılmış ve Başsavcılığın yerinde görülmeyen itirazı
reddedilmiştir
380
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 191
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/28
K. No. : 2006/14
T.
: 19.1.2006
ÖZET
Uyum ve kararlılık gösteren Askerî Yargıtay
kararlarında “Önceki ifademi aynen tekrar ederim, ilâve
edilecek bir husus yoktur.” şeklindeki sorgunun, savunma
hakkının kısıtlanması sonucunu doğurduğu kabul edilmektedir
Tüm tanıklar dinlenildikten sonra, söz verilen sanığın,
bu açıklamaları, tanıkların huzurunda yapmış olduğu
gözetilerek, bu beyanların sorgu niteliğinde olmadığı, 353
sayılı Kanunun 159’uncu maddesi anlamında, sanığın
açıklamalarının, tanık ifadelerine karşı diyeceklerinin
tespitinden ibaret bulunduğunun kabulü gerekir.
Daire ile Başsavcılık arasındaki uyuşmazlık, sanığın sorgusunun
usule uygun yapılıp yapılmadığına ilişkin bulunmaktadır.
Daire, tanıkların dinlenilmesi sırasında hazır bulunan sanığın,
tanık beyanlarına karşı diyeceği sorulmadan önce, söz alarak her iki suç
ile ilgili savunmasını yaptığı, bu nedenle adil yargılanma ve vicahîlik
ilkelerinin ihlâl edilmediği görüşünü kabul ederken; Başsavcılığın aksi
görüşü öne sürdüğü görülmektedir.
353 sayılı Kanunun 146’ncı maddesi; “Duruşmaya sanık, müdafi,
tanık ve bilirkişilerin yoklaması ile başlanır.
Bu işlemden sonra, tanıklar ve bilirkişiler duruşma salonundan
çıkarılırlar. Sanığın kimliği tespit edilir, hüviyetini söylemeyen sanığın
dosyada kayıtlı hüviyetinin tutanağa geçirilmesi ile yetinilir. Kimlik
tespitinden sonra askerî savcı; suç teşkil eden eylemin neden ibaret
bulunduğunu ve kanunî unsurları ile uygulanması istenen kanun
maddelerini belirtmek suretiyle iddianameyi özetleyerek okuyabilir.
381
Bundan sonra, 83’üncü madde gereğince sanığın sorgusu yapılır”
düzenlemesini içermektedir.
Sorgunun usulü ise, Kanunun 83’üncü maddesinde; “ Sorgunun
başlangıcında sanığa isnat olunan suçun neden ibaret olduğu anlatılır.
Sorgu, sanığın kendi lehine söyleyeceği delillere engel
olmamalıdır.
...” şeklinde düzenlenmiştir.
Benzer düzenleme, mülga 1412 sayılı CMUK’un 236/Son
maddesinde; “iddianamenin okunması ve sanığın sorguya çekilmesi
tanıklar hazır bulunmaksızın yapılır.” biçiminde yer almıştır.
Gürpınar Asliye Ceza Mahkemesinin, sanığın sorgusunu ve tanık
ifadelerini içeren istinabe duruşma tutanakları bu açıdan incelendiğinde:
Askerî mahkemece, sanığın sorgu ve savunması ile tanık
ifadelerinin tespiti için, Gürpınar Jandarma Komando Tabur
Komutanlığına iki ayrı talimat yazıldığı, sanığın ve tanıkların talimatlar
ve ekleri de eklenmek suretiyle, tek bir yazı ile Gürpınar Asliye Ceza
Mahkemesine gönderildikleri, istinabe mahkemesi olan Gürpınar Asliye
Ceza Mahkemesinde 8.3.2005 tarihinde, biri sanığın sorgusu diğeri
tanıkların ifadelerinin tespiti için iki ayrı celse açıldığı;
Sanığın, sorgu ve savunmasının tespit edildiği tutanağa göre
kimliğinin saptandığı, iddianamenin tebliğ edildiği ve diğer zorunlu usulü
işlemlerin yerine getirildiği, savunma ve delillerinin sorulması üzerine,
“...Daha önce askerî savcılıkta verdiğim ifademi tekrar ederim, ekleyecek
bir husus yoktur.” dediği, talimata ekli 7.2.2005 tarihli ve 6.11.2004
tarihli ifadelerinin okunduğu, sanığın bu ifadelerin doğru olduğunu
bildirmesi üzerine de, duruşmaya son verildiği, tutanakta susma hakkını
kullandığına ilişkin bir açıklığın bulunmadığı;
Aynı gün, tanıkların dinlenilmesi sırasında hazır olduğu anlaşılan
sanığın da duruşma salonuna alındığı, sekiz tanığın sanığın huzurunda
dinlenildikleri, tanık dinlenilmesi bittikten sonra sanığa söz verildiği,
sanığın her iki suça ilişkin savunma yaptığı ve sorulması üzerine,
aleyhine olan tanık beyanlarını kabul etmediğini söylediği görülmüştür.
382
Savunma hakkı, ceza muhakemesi süjesi olan, sanığın en önemli
hakkıdır. Bu hakkın kutsallığı ve göz ardı edilemez olduğu hem insan
hakları beyannameleri, hem de Anayasa ile güvence altına alınmış
bulunmaktadır. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi ve Siyasî Haklar Sözleşmesinde bu hakla ilgili özel
hükümlere yer verilmiş, savunma hakkının güvence altına alınıp
gerçekleştirilmesinden sözleşmeye taraf devletler yükümlü tutulmuştur.
Anayasanın 36’ncı maddesi, savunma hakkını temel haklardan biri olarak
kabul etmiş, usul kanunlarında da savunma hakkının kısıtlanması mutlak
temyiz sebepleri arasında sayılmıştır.(353 sayılı Kanun 207/H, 5271
sayılı CMK 289/1-h).
Gerek Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarında ve gerekse
doktrinde “ sorguya çekilme”, adil yargılanma hakkının bir parçası olarak
kabul edilmektedir. Yasal kurallar çerçevesinde yapılacak sorgu, hem
maddî gerçeğin aydınlatılması yönünden, hem de sanığın savunma
hakkını kullanabilmesi bakımından önem taşımaktadır. Bu anlamda,
sorgunun hiç veya kanunun öngördüğü şekilde yapılmaması, doğrudan
kamu düzenini ilgilendiren yargılama hukuku normlarının ihlâli anlamına
gelmektedir.
Uyum ve kararlılık gösteren Askerî Yargıtay kararlarında
“Önceki ifademi aynen tekrar ederim, ilâve edilecek bir husus yoktur.”
şeklindeki sorgunun, savunma hakkının kısıtlanması sonucunu
doğurduğu kabul edilmektedir (Drl.Krl.’nun 24.12.1998 tarihli ve 193178 sayılı, 20.11.2001 tarihli ve 104-107 sayılı kararları bu doğrultuda
bulunmaktadır).
Bu tespitten sonra, aynı gün aynı mahkemede tanıkların
dinlenilmesi sırasında hazır bulunan sanığın, tanık dinlenilmesi bittikten
sonra yüklenen suçlarla ilgili olarak yapmış olduğu açıklamaların sorgu
yerine geçip geçmediği irdelenmiştir.
Uyuşmazlığın sağlıklı bir şekilde çözümlenebilmesi için,
duruşmanın başlaması, sanığın kimliğinin tespiti, iddianamenin okunması
ve sorguyla ilgili usul hükümlerinin incelenmesinde zorunluluk
bulunmaktadır.
383
Duruşmanın başlaması ve duruşma açıldıktan sonra sırasıyla
yapılacak işlemler, kısacası duruşmanın merasimi 353 sayılı Kanunun
146 ve mülga 1412 sayılı CMUK’un 236 (5271 sayılı CMK’nın 191)’ncı
maddelerinde düzenlenmiştir.
Yukarıda açıklanan bu düzenlemelere göre; duruşmaya sanık,
müdafi, tanık ve bilirkişilerin yoklaması ile başlanacak, bu işlemden
sonra tanıklar ve bilirkişiler duruşma salonundan çıkarılacaklardır. Hazır
olan sanığın kimliği tespit edilecek, kimlik tespitinden sonra, askerî savcı
iddianameyi okuyacaktır. Kanun, sanığın sorgusunun tanıklar hazır
bulunmaksızın yapılmasını öngörmektedir.
Usul kuralları yargılama vasıtası olup, kamu düzenini
ilgilendirmektedir. Kanunun uygulanmasını mecburî kıldığı bir kuralın
uygulanmaması veya yanlış uygulanması kanuna aykırılık oluşturur. Bu
nedenle, duruşmanın esaslı merasimini gösteren ve uygulanması zorunlu
olan kurallara hem istinabe edilen mahkemece, hem de yargılamayı
yürüten mahkemece uyulması gerekmektedir.
Bu itibarla; tüm tanıklar dinlenildikten sonra söz verilen sanığın,
bu açıklamaları tanıkların huzurunda yapmış olduğu gözetilerek, bu
beyanların sorgu niteliğinde olmadığı, 353 sayılı Kanunun 159’uncu
maddesi anlamında, sanığın tanık ifadelerine karşı diyeceklerinin
tespitinden ibaret bulunduğu ve sanığın sorgusunun tespitinde baştan var
olan hukuka aykırılığın, tanık dinlenilmesi aşamasında giderilemediği
sonucuna varılmıştır. (Bazı Üyeler tanık dinlenilmesi aşamasında,
sanıktan sorgu niteliğinde bir ifade alındığı gözetildiğinde, baştan var
olan hukuka aykırılığın bu yolla giderildiği, adil yargılama gereklerinin
yerine getirildiği, yapılan işlem açıkça sorgu değilse de, mahiyeti
itibariyle sorgu ve savunmayı içerdiği görüşüyle, çoğunluk kararına
katılmamışlardır).
Askerî Yargıtay Başsavcılığının itirazında emsal olarak gösterilen
Drl.Krl.’nun 7.7.2005 tarihli ve 70-64 sayılı kararında geçen olayda, aynı
yerde bulunan sanık ve tanıklar için iki ayrı talimat yazıldığı, bunun
sonucu olarak sanığın ve tanıkların aynı mahkemede ve aynı tarihte ayrı
ayrı dinlenildikleri, sanığın tanıklara soru sorma ve ifadelerine karşı
beyanda bulunma hakkından mahrum bırakıldığı görülmüş, görülmekte
olan davada sanığa bu imkânın sağlanmış olduğu gözetilerek; sanık ve
tanıklar için iki ayrı talimat yazılmış olması, esasa etkili usul hatası
olarak kabul edilmemiştir.
384
Diğer taraftan; tanıklar için yazılan talimata iddianamenin ve
hazırlık ifadelerinin eklenmiş olduğu, istinabe mahkemesince de (mağdur
hariç) tanıkların bu kapsamda dinlenildikleri, tanıklardan M.B. ve
A.Ö.’nün aleyhte beyanlarına karşın, E.K. ve A.R.F.’nin, sanığın tehdit
içeren sözü sarf ettiğini duymadıklarını ifade ettikleri, mağdur M.T’nin
de usule uygun dinlenilmediği görülmüştür. Olaydan sonra düzenlenen
ve M.T., A.R.F, A..Ö., E.K. tarafından imzalanan tutanağın, bir kısım
tanık ifadelerinden farklı olduğu gözetildiğinde; istinabe evrakına bu
tutanağın eklenmemiş olması nedeniyle, tanık ifadeleri arasında
mukayese yapılmasına imkân sağlanmaması ve maddî olayın tam olarak
ortaya konulamaması da usule aykırı bulunmuştur.
Bu nedenle; Askerî Yargıtay Başsavcılığının itirazının kabulü ile,
hükümlerin sanığın sorgusunun yöntemine göre tespit edilmemiş ve
tanıkların usule uygun dinlenilmemiş olması yönlerinden, usule
aykırılıktan bozulmasına karar verilmiştir.
385
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 191/3
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/48
K. No. : 2006/41
T.
: 16.2.2006
ÖZET
353 sayılı Kanunun 146/2’nci maddesinin açık hükmüne
rağmen, iddianamenin askerî savcı yerine, askerî mahkeme
hâkimi tarafından okunması usule aykırı olmakla birlikte;
açık olarak yapılan yargılamanın ilk oturumunda, sanığa
tebliğ amacıyla iddianamenin tamamının okunmuş olması
nedeniyle, iddianamenin duruşmada okunmasını gerekli kılan
usulî ihtiyaçların karşılanmış olduğu, tarafların yargılamaya
esas iddia ve suçlamayı öğrenmeleri ve kamunun uyuşmazlık
konusu mesele hakkında bilgi sahibi olmalarına imkân
sağlandığı anlaşıldığından, söz konusu usule aykırılığın
hükmün özünü ve sıhhatini etkilemediği sonucuna varılması
gerekir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; iddianamenin sanığa tebliğ amacıyla
askerî mahkeme hâkimi tarafından duruşmada okunmasına rağmen,
ayrıca askerî savcı tarafından okunmamasının hükmün bozulmasını
gerektirip gerektirmeyeceğine ilişkin bulunmaktadır.
Daire, iddianamenin askerî mahkeme hâkimi tarafından okunmuş
olması nedeniyle, iddianamenin duruşmada okunmasını gerekli kılan
usulî ihtiyaçların karşılanmış olduğu, bu anlamda değinilen usule
aykırılığın, hükmün özünü ve sıhhatini etkilemediği görüşünü kabul
ederken; Başsavcılık iddianamenin sanığa tebliğ için askerî mahkeme
hâkimi tarafından okunmasıyla, askerî savcı tarafından okunmasının
farklı amaçlara hizmet ettiği, iddianamenin askerî savcı tarafından
okunmasının ceza yargılanmasını başlatan esaslı bir usulî işlem
olmasının yanında, alenîlik ilkesi yönünden de gerekli bulunduğu
görüşünü öne sürmektedir.
386
353 sayılı Kanunun 146’ncı maddesi; “Duruşmaya sanık, müdafi,
tanık ve bilirkişilerin yoklaması ile başlanır.
Bu işlemden sonra, tanıklar ve bilirkişiler duruşma salonundan
çıkarılırlar. Sanığın kimliği tespit edilir, hüviyetini söylemeyen sanığın
dosyada kayıtlı hüviyetinin tutanağa geçirilmesi ile yetinilir. Kimlik
tespitinden sonra, askerî savcı suç teşkil eden eylemin neden ibaret
bulunduğunu ve kanunî unsurları ile, uygulanması istenen kanun
maddelerini belirtmek suretiyle, iddianameyi özetleyerek okuyabilir.
Bundan sonra 83’üncü madde gereğince sanığın sorgusu yapılır” hükmü
içermektedir.
Konu mülga CMUK’un 236’ncı maddesinde; “Duruşmaya
tanıkların yoklamasıyla başlanır.
Bundan sonra sanığın açık kimliği ve şahsî durumu tespit olunur.
Daha sonra iddianame okunur ve 135’inci maddeye göre sanık sorguya
çekilir...” biçiminde düzenlenmiş bulunmaktadır. 5271 sayılı CMK’nın
191/3’üncü maddesinde de; “İddianame veya iddianame yerine geçen
belge okunur.” şeklinde düzenlemeye yer verildiği görülmektedir.
Görüldüğü gibi, gerek 353 sayılı Kanunun 146/2 ve gerekse
mülga 1412 sayılı CMUK’un 236/2 ve 5271 sayılı CMK’nın 191/3’üncü
maddeleri; son soruşturmanın özelliklerinden olan “alenîlik” ve
“sözlülük” ilkelerine uygun düzenlemeye yer vermiş ve iddianamenin
yargılamaya başlanmadan önce mutlaka okunmasını öngörmüştür. Buna
karşın, 1412 sayılı CMUK’da ve 5271 sayılı CMK’da iddianamenin kim
tarafından okunacağı açıkça belirtilmediği hâlde, 353 sayılı Kanunun
146/2’nci maddesinde iddianamenin askerî savcı tarafından okunacağı
hükme bağlanmıştır.
İddianamenin duruşmada okunmasının temel amacı, kamunun ve
tarafların yargılama konusu uyuşmazlık hakkında bilgi sahibi olmalarının
sağlanmasıdır.
Uyum ve kararlılık gösteren Askerî Yargıtay kararlarında,
iddianamenin duruşmada okunması aleniyet ilkesinin gereği olarak kabul
edilmiş bulunmaktadır. Aleniyet ilkesi, kamunun ve yargılama
taraflarının her türlü yargılama faaliyetinden haberdar olmalarını veya
haberdar olma imkânına sahip bulunmalarını öngörmektedir. Ceza
yargılamasını başlatan esaslı bir belge veya karar olması sebebiyle,
iddianamenin okunmasının alenîyet ilkesi yönünden önemi açıktır.
387
Buna karşın, iddianamenin okunması işleminin gereği gibi ifa
edilip edilmediğinin denetiminde, yasanın ruhu ve amacı bir yana
bırakılarak, şeklî bir incelemeyle sonuca varılmasının isabetli olmayacağı
da, gözden uzak tutulmamalıdır. Bu nedenle, aleniyet ilkesinin
gereklerine uyulup uyulmadığı değerlendirilirken, her yargılama
faaliyetinin kendi özellikleri göz önünde bulundurulmalıdır.
Konuya yukarıdaki açıklamalar ışığında bakıldığında; 20.3.2003
tarihli ilk oturumda sanığın kimliği tespit edildikten sonra, iddianamenin
kendisine tebliğ edilmediğinin anlaşılması üzerine, askerî mahkeme
hâkimi tarafından, iddianamenin tarihî ve sayısı da belirtilerek okunmak
suretiyle sanığa tebliğ edildiği, sanığın savunmasını hazırlamak için bir
haftalık süreyi kullanmak istediğini ifade etmesi üzerine, duruşmanın
27.3.2003 tarihine bırakıldığı, bu oturumda yasal hazırlık süresinden
feragat ettiğini beyan eden sanığın, sorgu ve savunmasının saptandığı
anlaşılmaktadır.
İddianamenin eksik okunduğu veya gereği gibi okunmadığı
konusunda herhangi bir iddia, itiraz veya temyiz sebebi öne sürülmediği
gibi; iddianameyi düzenleyen askerî savcı yargılamanın ilk iki oturumuna
katılmış ve yetkisizlik iddiasında da bulunmamıştır.
Ayrıntıları Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 30.12.2004 tarihli
ve 187-181 sayılı, 6.1.2005 tarihli ve 5-3 sayılı kararlarında açıklandığı
gibi, askerî mahkemenin iddianamenin okunmasına ilişkin uygulaması,
duruşmanın ne şekilde başlayacağına ilişkin 353 sayılı Kanunun 146’ncı
maddesine aykırı olmakla birlikte, açık olarak yapılan yargılamanın ilk
oturumunda sanığa iddianamenin tebliği amacıyla tamamının okunmuş
olması nedeniyle, iddianamenin duruşmada okunmasını zorunlu kılan
usulî ihtiyaçların karşılanmış olduğu, tarafların yargılamaya esas iddia ve
suçlamayı öğrenmelerine ve kamunun uyuşmazlık konusu mesele
hakkında bilgi sahibi olmalarına imkân sağlandığı, bu yönüyle değinilen
usule aykırılığın, hükmün özünü ve sıhhatini etkilemediği sonucuna
varılmış ve Askerî Yargıtay Başsavcılığının itirazı reddedilmiştir.
İtiraz tebliğnamesinde yer almamakla birlikte, tebliğnamede
hükmün gerekçeden yoksun olduğu öne sürülmüş ve konu görüşme
sırasında kurul üyeleri tarafından gündeme getirilmiş olduğundan; itiraza
atfen hükmün gerekçesinin yeterli olup olmadığı hususu da incelenmiştir.
388
Gerekçenin tanımı yasalarda yer almamakla birlikte, gerekçenin
neleri içermesi gerektiği yönünde düzenlemeler bulunmaktadır.
AİHM kararları, Anayasanın 141/3’üncü maddesi ve 353 sayılı
Kanunun 50, 173, 180 ve 207’nci maddeleri düzenlemeleri birlikte
gözetildiğinde; ceza yargılamasına ilişkin hükmün gerekçesinde, maddî
olaya ilişkin sorunların çözülmesinde kullanılan deliller ile, sabit kabul
edilen olayın gösterilmesi, hukukî nitelendirme koşullarının uyuşmazlık
konusu olayda gerçekleştiğinin dayanaklarının belirtilmesi, cezanın
bireyselleştirilmesine ilişkin olarak yapılan uygulama nedenlerinin
belirtilmesi zorunlu görülmekte, gerekçenin akla, bilime ve dosya
içeriğine uygun olması, eksik ve kendi içinde çelişkili olmaması gerektiği
kabul edilmektedir.
İnceleme konusu hükümde, iddia ve savunmanın ortaya
konulduğu, maddî vakıanın ne şekilde gerçekleştiğinin açıklandığı,
sübuta ilişkin delillerin neler olduğunun belirtildiği, sanığın savunmasına
neden itibar edilmediğinin ve cezanın bireyselleştirilmesine ilişkin
uygulama nedenlerinin açıklandığı görülmüş, hükmün gerekçenin yeterli
ve yasal olduğu sonucuna varılmıştır.
389
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 191
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/81
K. No. : 2006/60
T.
: 9.3.2006
ÖZET
Usulüne uygun “görüldü” kaydı bulunan C.savcısının,
katılmadığı istinabe suretiyle belirlenen sorgu öncesi,
iddianameyi okumasına fiilen olanak bulunmaması, ayrıca
yazılı bir tebellüğ belgesi düzenlenmediğine göre, talimatı
okuyan, (talimat ekleriyle bir bütün) talimat ekindeki
iddianameyi tebliğ ettiğini tutanağa geçen hâkimin, bu tebliğ
işlemini okuyarak yaptığında duraksama bulunmamaktadır.
Daha sonra iddianame doğrultusunda savunma ve delillerinin
sorulması bir bütün olarak değerlendirildiğinde, iddianın
sanığın ve kamunun bilgisine ulaştığı; yüze karşılık ilkesinin
yerine getirildiği sonucuna varılması gerekir.
Emre itaatsizlikte ısrar suçundan sanık (Ter.) Tnk.Onb. Ç.Ş.’nin,
istinabe olunan; C.savcısının katılmayıp, daha sonra “görüldü” kaydını
ve imzasını içeren Malkara Asliye Ceza Mahkemesince düzenlenen
duruşma tutanağında kimlik tespitinden sonra, “..talimat okundu, talimat
ekindeki iddianame tebliğ edildi...” şeklindeki yazılımına; sanığın vareste
istemi ve yasal hakları hatırlatılıp süre istemediğine yer verildiği,
devamında; “iddianame doğrultusunda savunması ve delilleri soruldu”
denilerek sorgu ve savunmasının tespit edildiği görülmektedir.
Usulüne uygun “görüldü” kaydı bulunan, C.savcısının katılmadığı
istinabe suretiyle belirlenen sorgu öncesi iddianameyi C.savcısının
okumasına fiilen olanak bulunmaması, ayrıca yazılı bir tebellüğ belgesi
düzenlenmediğine göre, talimatı okuyan (talimat ekleriyle bir bütün)
talimat ekindeki iddianameyi tebliğ ettiğini tutanağa geçen hâkimin, bu
tebliğ işlemini okuyarak yaptığında duraksama bulunmamaktadır. Daha
sonra iddianame doğrultusunda savunma ve delillerinin sorulması bir
bütün olarak değerlendirildiğinde, iddianın sanığın ve kamunun bilgisine
ulaştığı; yüze karşılık ilkesinin yerine getirildiği (Askerî Yargıtay
390
Daireler Kurulunun 6.1.2005/5-3 ve 30.12.2004/187-181 tarih ve sayılı
kararları da bu yöndedir) anlaşılmakla Askerî Yargıtay Başsavcılığının
aksi yöndeki usule aykırılık nedenine dayalı itirazının, reddine karar
verilmiştir.
Malkara/Tekirdağ 95’inci Zırhlı Tugay 1.Tnk.Tb.Kh.Bl.K.’lığında
asker iken, 12.12.2004 tarihinde 12.00-14.00 saatleri arasında mayınlık
nöbetinde nöbetçi subayı tarafından yapılan üst aramasında cep telefonu
bulundurduğu tespit edilen sanığın, sevk belgesine göre 1.12.2003
tarihinde askerlik şubesinden sevk edildiği; Etimesgut/Ankara Zırhlı
Birlikler Okulu ve Eğitim Tümen Komutanlığına 3.12.2003 tarihinde
katıldığı dikkate alındığında, mahkûmiyet hükmüne de esas alınan; cep
telefonu bulundurmayı yasaklayan emrin tebliğine ilişkin tarihler
içerisinde yer alan 1.12.2003 tarihinin, sanık yönünden mümkün
görülmediği gibi, 1 Mart, 1 Haziran, 1 Kasım 2004 tarihlerine ait imza
hanelerinde sanığın ismi karşısındaki bölümlerde yer alan imzaların,
dosyada mevcut sanığın imzalarından farklı oldukları; imzadan ziyade
paraf görüntüsü verdikleri, ayrıca, “tebellüğ belgesi” başlıklı belgenin üst
kısmında emirlerin bölük içtima alanında 1.12.2003 tarihinde tebliğ
edildiğinin belirtilmesine karşın, sanıkla birlikte 9 erin imzası
karşılığında ayrıca bunu tebellüğ etmelerinin nedenine yer verilmediği,
içtimada bulunmadıkları için bu yola başvurulmuş ise, hep aynı erlerin
aynı tarihlerde içtimada bulunmamasının açıklamayı gerektirdiği olgu ve
düşüncesinden hareketle; sanığın Malkara’daki birliğine ne zaman
katıldığı, cep telefonu bulundurmayı yasaklayan emrin ne zaman ne
şekilde kendisine tebliğ edildiğinin araştırılıp sonucuna göre hüküm
kurulması gerektiğinden, sanık hakkındaki mahkûmiyet hükmünü onayan
Daire kararına yönelik Başsavcılığın itirazının kabulüne, Daire kararının
kaldırılmasına, mahkûmiyete ilişkin hükmün noksan soruşturma
nedeniyle bozulmasına karar verilmiştir.
391
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 191/3
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/96
K. No. : 2006/100
T.
: 27.4.2006
ÖZET
Bakaya suçundan Yd.Sb.Ad.Adayı sanığın, istinabe
olunan askerî mahkemece, iddianame okunup, usulüne uygun
olarak sorgu ve savunması belirlendikten sonra, sanığı
yargılayan askerî mahkemece, sanığın istemi üzerine,
duruşmalardan vareste tutulmasına karar verildikten sonra,
“ara kararı müteakip açık yargılamaya devam olundu, sanığın
talimatla tespit edilen sorgu ve savunması okundu, anlaşıldı.”
şeklindeki yazılımla, iddianame okunmadan yargılamaya
devamla kurulan mahkûmiyet hükmünü, “Aleniyet” ilkesinin
ihlâli nedeniyle usul yönünden bozan Askerî Yargıtay 1’inci
Dairesi kararına karşı direnilerek, tesis edilen mahkûmiyet
hükmünün, iddianamenin, sanığın sorgusunun tespit edildiği
istinabe mahkemesinde okunmasının yeterli sayılamaması; 353
sayılı Yasanın 146/2 ve CMUK’un 236’ncı maddelerine göre,
iddianamenin duruşmada okunmasının, kamunun ve tarafların
her türlü yargılama faaliyetinden haberdar olmasını veya bu
imkâna sahip olmasını sağlayan “Aleniyet” ilkesi gereği
zorunlu olması nedeniyle, usule aykırılıktan bozulması gerekir.
Bakaya suçundan Yd.Sb.Ad.Adayı sanık B.R.E.’nin, istinabe
olunan askerî mahkemece iddianame okunup, usulüne uygun olarak
sorgu ve savunması belirlendikten sonra, sanığı yargılayan askerî
mahkemece, sanığın istemi üzerine, duruşmalardan vareste tutulmasına
karar verildikten sonra, “ara kararı müteakip açık yargılamaya devam
olundu, sanığın talimatla tespit edilen sorgu ve savunması okundu,
anlaşıldı.” şeklindeki yazılımla, iddianame okunmadan yargılamaya
devamla, kurulan mahkûmiyet hükmünü “Aleniyet” ilkesinin ihlâli
nedeniyle usul yönünden bozan Askerî Yargıtay 1’inci Dairesi kararına
karşı direnilerek, tesis edilen mahkûmiyet hükmünün, iddianamenin,
392
sanığın sorgusunun tespit edildiği istinabe mahkemesinde okunmasının
yeterli sayılamaması; 353 sayılı Yasanın 146/2 ve CMUK’un 236’ncı
maddelerine göre, iddianamenin duruşmada okunmasının, kamunun ve
tarafların her türlü yargılama faaliyetinden haberdar olmasını veya bu
imkâna sahip olmasını sağlayan “Aleniyet” ilkesi gereği zorunlu olması
nedeniyle, bu kuralın ihlâli anlamında, usule aykırılık yönünden bozmayı
gerektirmektedir. 1.6.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5271 sayılı
CMK’nın “Duruşmanın başlangıcı” başlığı altında düzenlenen 191’inci
maddesinde; duruşmaya başlanıldığında yapılacak hususların tek tek
yazılması, bu cümleden olarak 3’üncü fıkranın (b) bendinde; “iddianame
veya iddianame yerine geçen belge okunur.” hükmüne yer verilmesi
karşısında, bu ilkenin aynen korunduğu görülmektedir. İddianamenin
daha önce sanığa tebliğ edilmesi hâlinde bile, duruşmada okunmasının
gerekmesiyle, kendisine yüklenen suçun, sadece sanığa açıklanması
değil, aynı zamanda, açıklık kuralı gereği duruşmayı izleme olanağı
bulunanların, yargılamanın konusu ve tarafları hakkında bilgi sahibi
olmaları amaçlanmıştır. Sanığın duruşmadan bağışık tutulmasını
düzenleyen CMK’nın 196/3’üncü maddesinde yer alan; “sorgu tutanağı
(istinabe suretiyle belirlenen) duruşmada okunur.” hükmü, yargılayan
mahkemeye, yukarıda açıklanan 191’inci maddedeki usul kuralını,
sorguyu gerçekleştiren mahkemenin yerine getirmesiyle yetinme hakkını
vermez. Zira, yargılamanın usul hukukunun açık ve amir hükümlerine
göre yapılması asıldır. Bazı mülâhaza ve gerekçelerle. usul hükümlerine
ve konu hakkındaki içtihatlara riayetsizlik yargılamayı gereksiz yere
uzatmakta
ve
davaların
makul
sürede
sonuçlandırılmasını
engellemektedir.
Somut duruma benzer usule aykırılıklar, Askerî Yargıtay Daireler
Kurulunun; 1.7.2004/121-108, 17.3.2005/30-28 ve 20.10.2005/72-81 gün
ve E.K. sayılı kararları ile alenîlik ilkesinin ihlâli anlamında bozma
nedeni sayılmıştır.
Açıklanan yasa hükümlerine ve yerleşik uygulamaya göre,
iddianameyi duruşmada okumayan askerî mahkemenin direnme ile
kurduğu mahkûmiyet hükmünün, “alenîlik” ilkesine aykırılık nedeniyle
usulden bozulmasına karar verilmiştir.
393
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 191/3
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/106
K. No. : 2006/104
T.
: 27.4.2006
ÖZET
Usulüne uygun “görüldü” kaydı bulunan, C.savcısının
katılmadığı istinabe suretiyle belirlenen savunma öncesi,
iddianameyi C.savcısının okumasına fiilen olanak yoksa da,
tutanak içeriğinden, hâkim tarafından da iddianamenin
okunduğu anlaşılamadığından, iddianamede anlatılan eyleme
göre, sanığın sorgusunun tespit edildiği söylenememektedir.
Bu nedenle, alenîlik ilkesinin gereği olan iddianamenin
okunması hususunun göz ardı edilmesi usule aykırılık teşkil
eder.
Firar suçundan sanık (Ter.) Top. Er M.G.’nin istinabe olunan;
C.savcısının katılmayıp, daha sonra “görüldü” kaydını ve imzasını içeren
Keşan Asliye Ceza Mahkemesince düzenlenen duruşma tutanağında,
kimlik tespitinden sonra “...talimatları okundu...” şeklindeki yazılımına;
sanığın vareste istemi ve yasal hakları hatırlatılıp süre istemediğine yer
verildiği, devamında “Sanık savunmasında: Müsnet suçlamayı kabul
ediyorum, psikolojik rahatsızlığım sebebi ile birliğimden firar ettim.
9.8.2003 tarihine kadar firarda kaldım. Daha sonra kendim gelip teslim
oldum dedi. Sanığın talimat ekindeki hazırlık beyanı okundu. Benzer
olduğu görüldü.” şeklinde tutanağın sonlandırıldığı görülmektedir.
Askerî mahkemece, sözü edilen talimat tutanağı sanığın sorgu ve
savunmasına esas alınarak, sanığın yokluğundaki 15.12.2003 tarihindeki
duruşmada iddianame okunduktan sonra, celp edilen ve 30.12.2003
tarihli duruşmaya gelen sanığın kimliği tespit edilip, sorgusu
saptanmayıp (talimatla sorgusu saptanıp vareste kararı alındığından),
sadece birliği komutanlığınca elden gönderilen raporları hakkında
açıklamasına yer verilip, psikiyatri uzmanı bilirkişinin muayenesine tâbi
394
tutulduğu, bu duruşmada “iddianame okunmadığı gibi, yokluğundaki
yargısal işlemlerin de kendisine okunup diyeceğinin sorulmadığı ve daha
sonraki duruşmaların yokluğunda sürdürüldüğü anlaşılmaktadır.
Usulüne uygun “görüldü” kaydı bulunan, C.savcısının katılmadığı
istinabe suretiyle belirlenen savunma öncesi, iddianameyi C.savcısının
okumasına fiilen olanak yoksa da, yukarıda açıklanan tutanak
içeriğinden,
hâkim
tarafından
da
iddianamenin
okunduğu
anlaşılamamaktadır. Sanığa 353 sayılı Yasanın 120 ve CMUK’un
135’inci maddesindeki hakların hatırlatılması, dolaylı olarak
iddianamenin okunduğunu göstermez; 353 sayılı Yasanın 146 ve
CMUK’un 236’ncı maddelerinin amir hükümlerine göre, iddianamenin
okunması zorunlu olup, yargılamanın, kamunun bilgisine ulaşmasını
amaçlayan “Alenîlik” ilkesi gereğidir. Anılan usule aykırılığın, askerî
mahkemece sanığın hazır bulunduğu duruşmada da giderilmediği
anlaşılmaktadır. Yukarıda belirtilen durum karşısında, sanığın hazır
bulunduğu oturumlarda, iddianamenin okunmamış olması nedeniyle,
iddianamede anlatılan eyleme göre sanığın sorgu ve savunmasının tespit
edildiğini de söylemek mümkün değildir.
Bu nedenle, onamaya ilişkin Askerî Yargıtay 1’inci Daire ilâmına
yönelik, Askerî Yargıtay Başsavcılığının itirazının kabulüne ve sanık
hakkındaki mahkûmiyet hükmünün usule aykırılıktan bozulmasına karar
verilmiştir.
395
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 191
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/114
K. No. : 2006/117
T.
: 11.5.2006
ÖZET
Sanığın, üzerine atılı suçun anlatılmasının, ancak
iddianamenin okunmasıyla gerçekleşebilmesi karşısında, bu
gereği yerine getiren istinabe mahkemesinin, yargılamayı
kamunun bilgisine ulaştırdığı gibi, yasal hakları hatırlatıp
ayrıntılı olarak savunmasını saptadığından, sanığın savunma
hakkının kısıtlandığından söz edilemez.
Daire ile Başsavcılık arasında oluşan uyuşmazlığı konusu usule
ilişkindir.
Emre itaatsizlikte ısrar suçundan sanık (Ter.) P.Er B.Ş.Ö.’nün,
sorgu ve savunmasının ayrıntılı olarak tespiti için birliği komutanlığına
yazılan talimata iddianamenin ve sanığın hazırlık ifade suretinin
eklendiği, talimat ve ekleri, 30.11.2004 tarihinde kendisine tebliğ edilen
sanığın, sevk edildiği Muş Asliye Ceza Mahkemesinde, 13.12.2004
tarihinde (C.savcısının katılmadığı, ancak görüldü kaydının bulunduğu)
düzenlenen duruşma tutanağında, kimlik tespitinden sonra;
“...Sanığa...talimat okundu, üzerine atılı suçu anlatıldı...” şeklindeki
yazılımına, sanığın vareste istemi ve yasal hakları hatırlatılıp, süre
istemediğine yer verilip, devamında yer, zaman ve şahıs belirterek maddî
olguyu açıklayan sanığın, savunmasının ayrıntılı şekilde tespit edildiği
anlaşılmaktadır. “Sanığın üzerine atılı suçun anlatılması”nın, ancak
iddianamenin okunmasıyla gerçekleşebilmesi karşısında, bu gereği yerine
getiren istinabe mahkemesinin, yargılamayı kamunun bilgisine ulaştırdığı
gibi, önceden iddianameyi tebellüğ eden sanığın, ayrıca, yasal hakları
hatırlatıp, ayrıntılı olarak savunmasını saptadığından, savunma hakkının
kısıtlandığından söz edilemeyeceği de açıktır. (Benzer duruma ilişkin
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 6.1.2005/5-3 gün ve E.K. sayılı
kararı da bu yöndedir). Bu nedenle, usule ilişkin Askerî Yargıtay
Başsavcılığının itirazının reddine karar verilmiştir.
396
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 206, 219
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/79
K. No. : 2006/87
T.
: 13.4.2006
ÖZET
1- Subay üyenin imzasının bulunmadığı duruşma
tutanağının, esasa ilişkin bir yargısal işlem içermemesi
nedeniyle, usule aykırı olmakla birlikte bozmayı gerektirmez.
2- Birkaç kez talimat yazılan bilirkişinin beyanının,
tanık-bilirkişi şeklinde usulüne uygun kimlik tespiti ve yeminli
alınması nedeniyle, yerine getirilmiş sayıldığı hâlde, askerî
mahkemece son talimatın fazladan yazılmış olduğu, askerî
savcı tarafından dosya incelettirilerek, mütalâası alınan Elk.
Müh. bilirkişinin bu görüşünden sonra, dosyaya bunun aksini
gösterir bilgi, belge ve beyanın girmemesi karşısında, dosya
suretinin gönderilmesine gerek olmaması; yargılamada yüze
karşılık ilkesi gereği, soruşturma aşamasında mütalâası alınan
bilirkişinin terhisi nedeniyle, istinabe suretiyle belirtildiği
şekilde beyanın saptanmasında, usule aykırılık bulunmaz.
3- Ayrıca, yazılan talimat uyarınca sorgu ve savunması
istinabe suretiyle saptanan sanıklardan birinin, daha sonra ilk
duruşmaya geldiğinde yeniden sorgusunun saptanması, gelen
yazılı ve sözlü delillere karşı diyeceğinin sorulması, “sanığın
sorguya çekilmesinden sonra, delillerin ikamesine başlanır”
şeklindeki, 353 sayılı Yasanın 147/1’inci maddesindeki usul
kuralına aykırılık oluşturmaz.
397
1) Askerî savcı tarafından dosya kendisine verilip incelettirilerek,
usulüne uygun bilirkişi tayin edilip mütalâası alınan Elk.Müh.Hv.İs.
Atğm. S.K.’nın, yargılama evresinde terhisi nedeniyle yazılan talimat
üzerine, istinabe mahkemesince tanık olarak yemini yaptırılarak, tespit
edilen beyanında, dosyada bilirkişilik yaptığını belirterek, yine bu yönde
görüş bildirdiği, talimata ekli beyanı okunduğunda bunu tekrarladığı,
askerî mahkemece, bu beyanın geçildiği ve bilirkişi olarak ifadesi
alınmadığı için, yeniden talimat yazılmasına ilişkin 31.12.2003 tarihli
duruşma tutanağında subay üyenin imzası bulunmamakla birlikte, başka
bir işlem yapılmadığı, yeniden yazılan talimat uyarınca, istinabe olunan
mahkemece bu kez, tanık-bilirkişi olarak yemini yaptırılarak beyanı
saptanan bilirkişinin, ekli mütalâasını tekrarladığı, ancak bununla da
yetinmeyen askerî mahkemenin, yeniden yazdığı talimat uyarınca
bilirkişinin, bilirkişi olarak kimliği tespit edilerek ifadesinin belirlendiği;
önceki mütalâasını tekrar ettiği, okunan bu beyanının, sanıkların
yokluğunda sürdürülen yargılamada askerî savcının bir diyeceği olmadığı
saptanarak, askerî mahkemece yeterli görüldüğü, gerekçeli kararın 2.
sahifesinde de “Askerî savcılıkça bilirkişi olarak dinlenilen ve
mahkememizce de, istinabe suretiyle beyanları tespit edilen bilirkişi
yeminli mütalâasında; ölüm olayının tamamen müteveffanın kusurlu
hareketinden ileri geldiği....” şeklinde değerlendirildiği görülmektedir.
Bu bağlamda;
a) Subay üyenin imzası bulunmadığı duruşma tutanağının, esasa
ilişkin bir yargısal işlem içermemesi nedeniyle, usule aykırı olmakla
birlikte, bozmayı gerektirmemektedir.
b) Yukarıda açıklandığı üzere, birkaç kez talimat yazılan
bilirkişinin beyanının, tanık-bilirkişi şeklinde usulüne uygun kimlik
tespiti ve yeminli alınması nedeniyle yerine getirilmiş sayıldığı hâlde,
askerî mahkemece son talimatın fazladan yazılmış olduğu, askerî savcı
tarafından dosya incelettirilerek, mütalâası alınan Elk.Müh. bilirkişinin
bu görüşünden sonra, dosyaya bunun aksini gösterir bilgi, belge ve
beyanın girmemesi karşısında, dosya suretinin gönderilmesine gerek
olmaması; yargılamada yüze karşılık ilkesi gereği, soruşturma
aşamasında mütalâası alınan bilirkişinin terhisi nedeniyle, istinabe
suretiyle belirtildiği şekilde beyanın saptanmasında usule aykırılık
bulunmamaktadır. İçeriği yukarıda açıklanan gerekçeli karardan,
bilirkişinin istinabe suretiyle alınan ifadelerinin de esas alındığı
anlaşıldığından, usule aykırılık söz konusu değildir.
398
2) Ayrıca, yazılan talimat uyarınca sorgu ve savunması istinabe
suretiyle saptanan sanıklardan A.B.’nin, daha sonra ilk duruşmaya
geldiğinde yeniden sorgusunun saptanması, gelen yazılı ve sözlü delillere
karşı diyeceğinin sorulması da, “sanığın sorguya çekilmesinden sonra
delillerin ikamesine başlanır” şeklindeki 353 sayılı Yasanın 147/1’inci
maddesindeki usul kuralına aykırılık oluşturmamaktadır.
Bu tespit ve dosya içeriğine göre; temyiz incelemesinde Dairece,
hükümleri onanan sanıklar hakkındaki beraetle sonuçlanan davanın
yargılamasında, bozmayı gerektirir bir usul hatasına rastlanılmadığından,
Başsavcılığın bu yöndeki itirazının reddine karar verilmiştir.
399
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 215
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
2’nci Daire Kararı
E. No. : 2006/152
K. No. : 2006/148
T.
: 8.2.2006
ÖZET
Sanık ve tanıkların aynı istinabe mahkemesince, aynı
olaya ilişkin beyanlarının farklı günlerde alınmış olması, 353
sayılı kanunun 159’uncu maddesinde belirtilen, “sanığın,
tanıkların dinlenmelerinden sonra, bunlara karşı diyeceğinin
bulunup bulunmadığının sorulması gerektiği” kuralına
aykırılık teşkil eder.
Askerî mahkemece, sanığın 30.10.2001 tarihinde “üste fiilen
taarruz” suçunu işlediği kabul edilerek, eylemine uyan ASCK’nın 91/1
(az vahim hâl), TCK’nın 51/son, 59/2’nci maddeleri gereğince neticeten
1 ay 20 gün hapis cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiş,
Bu karar sanık tarafından, yeterli araştırma yapılmadan ve lehe
kanun uygulanmasına gidilmeden cezalandırıldığı gerekçesi ile süresi
içinde temyiz edilmiştir.
Tebliğnamede, olaya ilişkin tanık beyanlarının tespiti sırasında,
istinabe mahkemesinde usul kurallarına uyulmamış olması nedeniyle,
hükmün bozulması gerektiği yönünde görüş bildirilmiştir.
Her ne kadar, askerî mahkemece olay günü yemekhanede görevli
olan sanığın, kendisinden yemek talep eden ve kalmadığını öğrenince
küfür eden mağdur J.Çvş. A.A.’ya ağır tahrik altında vurmak suretiyle,
“üste fiilen taarruz” suçunu işlediği kabul edilerek, yukarıda açıklandığı
şekilde cezalandırılmasına karar verilmiş ise de;
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 10.2.1998/178-167 Esas ve
Karar sayılı ilâmına da uygun olarak;
400
Tanıklar A.D. ve M.K.’nın, Safranbolu Askerî Ceza
Mahkemesinde tespit olunan talimat ifadelerinin, yine aynı mahkemede
farklı bir günde dinlenen tanıklar M.K. ve M.Y.’nin talimat ifadelerinin
aynı anda duruşma salonunda bulundukları sırada alınmış olmaları, gerek
ifadelerin tespit olunduğu tarihte yürürlükte bulunan 353 sayılı Kanunun
61 ve CMUK’un 54’ncü maddelerine, gerekse de hâlen yürürlükte
bulunan CMK’nın 52/1’nci maddelerine konu olan “tanıkların ayrı, ayrı
ve sonraki tanıklar yanında bulunmaksızın dinlenmeleri gerektiği”
kuralına aykırı bulunması,
Yine tanıklar, M.K. ve M.Y.’nin birlikte alınan talimat
ifadelerinde, ayrıca “daha önceki ifadelerinin okunmasını talep edip,
okunduktan sonra aynısını tekrar ettiklerini” beyan etmeleri ile
yetinilmesi, konuya ilişkin 353 sayılı Kanunun 61’inci maddesi aracılığı
ile CMUK 62 (CMK 59) ve CMUK 246 (CMK 212)’nci maddelerinde
yer alan, maddî gerçeğin ortaya çıkartılabilmesi için, öncelikle tanığın
herhangi bir tesir altında kalmadan olaya ilişkin görgü ve bilgisini elde
etmeye, hatırlayamadığı bölümleri hatırlamasına yardımcı olmaya
yönelik düzenlemelere ayrılık teşkil etmesi,
Sanık ve tanıkların, aynı istinabe mahkemesince aynı olaya ilişkin
beyanlarının farklı günlerde alınmış olması, 353 sayılı Kanunun
159’uncu maddesinde belirtilen, “sanığın tanıkların dinlenmelerinden
sonra bunlara karşı diyeceğinin bulunup bulunmadığının sorulması
gerektiği” kuralına aykırılık teşkil etmesi karşısında, sanık hakkında tesis
olunan mahkûmiyet hükmünün usule aykırılıklar nedeniyle bozulmasına
karar vermek gerekmiştir.
401
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 215
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/20
K. No. : 2006/36
T.
: 16.2.2006
ÖZET
İlk hükmün, dosyada bulunan yazılı delilerin
okunmasından sonra, huzurda bulunan sanık müdafiine,
okunan delilere karşı ne diyeceğinin sorulmamış olması
sebebiyle bozulduğu anlaşılmakta ise de; bu delillerin,
gerekçeli hükümde ve bozma ilâmında yazılı olduğu ve sanık
müdafii tarafından öğrenildiği, gerek sanığın, gerek
müdafiinin, ilk oturumda dinlenilen bilirkişi mütalâasına karşı
diyeceklerinin bulunmadığını beyan ettikleri, esas hakkında
mütalâadan sonra, savunma yapan sanık müdafiinin, hiçbir
beyan ve itirazda bulunmadığı gibi, konumu nedeniyle, bu
konudaki beyan ve istemlerini belirtmesine engel bir durumun
bulunmadığı, bozmadan sonra yapılan ilk duruşmaya katıldığı
ve kendisine söz verildiği, bu yönüyle mevcut hukuka
aykırılığın bir şekilde giderilmiş olduğu, gerek sanığın ve
gerekse müdafiinin, temyiz dilekçelerinde, savunma hakkının
kısıtlandığına ilişkin iddia ve itirazda bulunmadıkları, nispî
butlan niteliğindeki bu aykırılığın, olaya özgü sebep ve
gerekçelerle bozmayı gerektirmediği sonucuna varılmasının
kabulü yasaya uygundur.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlığın konusu; ilk hükmün dosyada
bulunan yazılı belgelerin okunmasından sonra, huzurda bulunan sanık
müdafiine ne diyeceğinin sorulmamış olması sebebiyle bozulması
üzerine, yeniden yapılan duruşma sırasında bu noksanlığın giderilmemiş
olmasının, hükmün bozulmasını gerektirip gerektirmeyeceğine ilişkin
bulunmaktadır.
402
Askerî Yargıtay Başsavcılığı, konunun usule aykırı görüldüğü ve
Dairece hükmün bozulmasına karar verildiği, bozma ilâmına uyma kararı
veren askerî mahkemenin, bozma gereğini yerine getirmediği görüşünü
öne sürerken; Daire, yapılan hatanın hükmün özüne etkili olmadığını
kabul etmiştir.
Dosya içeriğine göre; ilk hükmün kurulduğu 14.4.2003 tarihli
oturuma sanığın gelmediği sanık müdafinin katıldığı, duruşmada önce
sanık hakkında düzenlenen ek raporun okunduğu, sanık müdafiinin rapor
hakkında görüş beyan ettiği, daha sonra diğer yazılı belgelerin okunduğu,
sanık müdafiine okunan belgelere karşı diyeceğinin sorulmadığı, sırasıyla
askerî savcının esas hakkındaki mütalâasını bildirdiği, sanık müdafiinin
savunmasını yaptığı, sanığın savunması ve son sözü yerine geçmek üzere
dosyadaki ifadeleri okunduktan sonra hüküm kurulduğu anlaşılmaktadır.
Askerî Yargıtay 3’üncü Dairesi ilk ilâmında, huzurda bulunan
sanık müdafiine okunan belgelere karşı diyeceğinin, sorulmamasını usule
aykırı görmüş ve hükmün bozulmasına karar vermiştir. Sanık müdafii,
bozmadan sonra yapılan yargılama sırasında ilk celseye katılmış,
taleplerinin sorulması üzerine, bir talebi olmadığını beyan etmiş,
yargılamanın daha sonraki oturumlarına katılmadığı görülmüştür.
Sanığın, Askerî Yargıtay bozma ilâmına karşı diyeceklerinin
tespiti için yazılan talimat üzerine, istinabe mahkemesinde yapılan
duruşmaya yeni bir müdafi ile katıldığı, müdafiin bazı taleplerde
bulunduğu ve bunların tutanağa geçirildiği saptanmıştır .
353 sayılı Kanunun 159’uncu maddesi; “Tanığın ve bilirkişinin
veya suç ortağının dinlenilmesinden veya herhangi bir yazılı delilin
okunmasından sonra, bunlara karşı sanığın bir diyeceği olup olmadığı
sorulur.” hükmünü içermektedir.
Yargılama faaliyeti iddia, savunma ve yargılama makamlarının
ortak katkılarını öngören kolektif bir işlemdir. Yargılama faaliyetinin bu
özelliği, sadece esas hakkındaki iddianın bildirildiği ve savunmanın
yapıldığı aşamaya özgü olmayıp, yargılamanın diğer safhalarında da
geçerlidir. Duruşmada ikame edilen delillere karşı, tarafların beyanda
bulunmalarına fırsat tanınmak suretiyle, delillere nüfuz edebilmelerine ve
maddî gerçeğin aydınlatılmasına katkıda bulunabilmelerine imkân
sağlanmaktadır. Son soruşturmanın genel ilkelerinden olan “vicahîlik” ve
“sözlülük” prensipleri de bunu gerektirmektedir.
403
14.4.2003 tarihli oturumda okunan belgelerin, hastahaneye sevk
yazısı, istirahat raporu, karakola müracaat tutanağı ve merkez
komutanlığına teslim yazısı olduğu; adlî sicil kaydı, disiplin mahkemesi
kararı, sağlık kurulu raporları ve ek raporun önceki oturumlarda okunmuş
olduğu ve taraflara ne diyeceklerinin sorulduğu anlaşılmıştır.
Sanık müdafiinin, yüzüne karşı icra edilen duruşmada okunan
belgeler, içeriği müdafii tarafından bilinen ve hiç bir şekilde ret ve inkâr
edilmeyecek nitelikte evraktan ibaret bulunmaktadır. Bu belgelerin neler
olduğu, gerekçeli hükümde ve Askerî Yargıtay bozma ilâmında yazılı
olduğundan, daha sonra sanık ve yeni müdafii tarafından da
öğrenilmiştir. Esas hakkında mütalâadan sonra savunma yapan sanık
müdafii, okunan belgeler konusunda hiçbir beyan ve itirazda
bulunmamıştır. Özel konumu nedeniyle, bu konudaki beyan ve
istemlerini belirtmesine engel bir durum bulunmamaktadır. Müdafiin
bozmadan sonra yapılan ilk duruşmaya katıldığı ve kendisine söz
verildiği gözetildiğinde, mevcut hukuka aykırılığın bu şekilde giderilmiş
olduğu, gerek sanığın ve gerekse müdafiinin temyiz dilekçelerinde
savunma hakkının kısıtlandığına ilişkin iddia ve itirazda bulunmadıkları,
mutlak bozma sebebi olmaktan çıkarak, nispî butlan niteliğine dönüşen
hukuka aykırılığın, olayına özgü sebeplerle hükmün bozulmasını
gerektirmediği sonucuna varılmış ve Başsavcılığın itirazının reddine
karar verilmiştir.
404
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 215
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/54
K. No. : 2006/51
T.
: 2.3.2006
ÖZET
Yokluğunda dinlenilen tanığın beyanı, daha sonra
duruşmaya gelen sanığa okunmamışsa da; aynı gün mahkeme
kalemine gelen sanığın, yapılan işlemi öğrendiği, savunma
tanıklarını gösteren dilekçe verdiği, dilekçesinde gösterdiği
tanıkların dinlenildiği, katıldığı bir sonraki oturumda eski
tutanakların okunduğu, sanığa tebliğ edilen kararda tanık
ifadelerinin yazılı olduğu, böylece savunma hakkını kullandığı
anlaşıldığından; bozmadan sonra bu tanığın ifadesinin sanığa
okunmamasında, hükmün esasına dokunacak bir yasaya
aykırılık görülmemiştir.
Daire ile askerî mahkeme arasında ortaya çıkan ve Daireler
Kurulunda çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, yokluğunda dinlenilen bir
tanığın beyanının daha sonra duruşmaya gelen sanığa okunmamasının
hükmün
bozulmasını
gerektirip
gerektirmeyeceğine
ilişkin
bulunmaktadır.
Daire, mahkemece göz ardı edilen bu usulü noksanlığın, savunma
hakkının kısıtlanması niteliğinde olduğu görüşünü savunurken; askerî
mahkeme, aynı konuda dinlenilen diğer tanıkların benzer anlatımlarına
karşı sanığa ne diyeceğinin sorulmuş olduğu, bu nedenle anılan
noksanlığın, hüküm için önemli olan noktalarda savunma hakkının
kısıtlanması olarak değerlendirilemeyeceği savını öne sürmektedir.
353 sayılı Kanunun 159’uncu maddesi; “Tanığın ve bilirkişin
veya suç ortağının dinlenilmesinden veya herhangi bir yazılı delilin
okunmasından sonra, bunlara karşı sanığın bir diyeceği olup olmadığı
sorulur”, 178’inci maddesi ise; “Tutanak, ...duruşmada okunan belgelerin
405
neler olduğunu ve tarihlerini ve sanığın dinlenen tanık veyahut
bilirkişilerin ifadelerine ve okunan evrak ve belgelere ve suç eşyasına
nasıl cevaplar verdiğini, kısacası duruşmada geçen bütün
vakaları...kapsar...” düzenlemelerini içermektedir.
Yargılama faaliyeti iddia, savunma ve yargılama makamlarının
ortak katkılarını öngören kolektif bir faaliyettir. Yargılama faaliyetinin
bu özelliği, sadece esas hakkındaki iddia ve savunmaların yapıldığı son
aşamaya özgü olmayıp, muhakeme işleminin diğer safhalarında da
geçerlidir. Duruşmada ikame edilen delillere karşı, tarafların beyanda
bulunmalarına fırsat tanınmak suretiyle, tarafların delillere nüfuz
edebilmelerine ve maddî gerçeğin ortaya konulmasına katkıda
bulunabilmelerine imkân verilmektedir. Son soruşturmanın genel
ilkelerinden olan “vicahîlik” ve “sözlülük” prensipleri de bunu
gerektirmektedir. Kaldı ki, bu hükümler, Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesinin 6’ncı maddesinin 3’üncü fıkrasında “adil yargılanma
hakkı”nın ayrıntısı olarak açıklanan, sanığın tanıkları sorguya çekmek,
tanıklara soru sormak hakkının iç hukukumuza yansıması niteliğindedir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin çeşitli kararlarında, sanığa tanık
ifadelerine itiraz etme ve tanığa soru yöneltme hakkı verilmesinin,
“silâhların eşitliği” ilkesinin gereği olduğu kabul edilmektedir.
Uyum ve kararlılık gösteren Askerî Yargıtay kararlarında da bu
görüş benimsenmekte, tanık anlatımının hükme dayanak alınmadığı,
hükmün sonucuna etkili olmadığı gibi görüşlerle, kuralın ihlâl
edilemeyeceği kabul edilmektedir (Drl.Krl.’nun 22.11.2001 tarihli ve
104-107 sayılı, 6.1.2000 tarihli ve 26-7 sayılı kararları bu doğrultuda
bulunmaktadır). Bu nedenle, askerî mahkemenin direnme gerekçesinde
yazılı görüşe iştirak edilmemiştir.
Dava konusu olayda, 18.12.2003 tarihli oturumda sorgusu tespit
edilen sanığın, istemi üzerine duruşmadan vareste tutulduğu, sanığın
duruşmanın bırakıldığı 30.12.2003 tarihli ikinci oturuma geldiği ve
tanıklar T.U. ile T.U.S.’nin dinlenildikleri, 20.1.2004 tarihinde saat
15.00’de yapılan üçüncü oturuma sanığın gelmediği, bu celse tanık
S.C.’nin ifadesinin tespit edildiği, duruşma bittikten sonra, saat 16.10’da
mahkeme kalemine gelen sanığa, duruşmada alınan ara kararın okunarak
406
tebliğ edildiği, söz konusu ara kararda “...Tanıklardan U.T.S.’nin,
3.11.2003 tarihinde gemide olmadığını, sanığı 4.11.2003 tarihinde
gördüğünü beyan ettiğinin, diğer tanık S.C.’nin ise, sanığı gemide hangi
tarihte gördüğünü hatırlayamadığını ifade ettiğinin...” yazılı olduğu ve
sanığa 3.11.2003 tarihinde TCG Gediz Komutanlığında görüştüğü
kişilerin kimliklerini bildirmesi için süre verildiği, sanığın 21.1.2004
tarihli dilekçesi ile, savunma tanıkları E.E. ve F.D.’nin isim ve adreslerini
verdiği anlaşılmaktadır.
Yokluğunda dinlenilen tanık S.C.’nin ifadesi, hükmün kurulduğu
celsede duruşmaya gelen sanığa okunmamışsa da; duruşmadan sonra
mahkeme kalemine gelen sanığın ara kararını ve tanık ifadesini
öğrendiği, savunma tanıklarını gösteren yeni dilekçe verdiği,
dilekçesinde belirtildiği tanıkların dinlenildiği, katıldığı son oturumda
eski tutanakların okunmuş olduğu, keza kendisine tebliğ edilen kararda
tanık ifadelerinin yazılı olduğu gözetildiğinde; sanığın tanık S.C.’nin
ifadesini öğrendiği ve savunma hakkını kullandığı sonucuna varılmış,
bozmadan sonra bu tanığın ifadesinin sanığa okunmamış olması, hükmün
esasına dokunacak yasaya aykırılık olarak görülmemiştir.
Diğer taraftan; 7.10.2003-16.10.2003 tarihleri arasında GATA
Çamlıca Göğüs Hastalıkları Hastahanesinde yatan sanığın, Sağlık
Kurulunun 16.10.2003 tarihli ve 177 sayılı raporu ile, “Konjenital
Akciğer Anomalisi (Pulmoner Adter Hipoplazisi), “Sınıf görevini
yapamaz. TSK SYY’de Dz.K.K.lığı 2 no.lu çizelgede pozitif işaretli
sınıflarda yeniden sınıflandırılması ve denizin kara teşkillerinde bir yıl
süre ile görevlendirilmesi uygundur.” tanı ve kararıyla taburcu edildiği
anlaşılmaktadır.
Hasta çıkış belgesinde, Deniz Kuvvetlerinin kara teşkillerinde
görevlendirilmesinin uygun olduğu belirtilen sanığın, denizde değil,
denizin kara birliklerinde görev yapabileceğinin açıklandığı ve hâlen
Silâhlı Kuvvetlerde görevli olduğu anlaşıldığından; suç tarihleri itibarıyla
Silâhlı Kuvvetlerde görev yapmaya tıbbî elverişlilik taşıyıp
taşımadığının, sağlık kurulu raporuyla tespit ettirilmesi gerektiğine ilişkin
tebliğname görüşüne iştirak edilmemiştir.
Yukarıda etraflıca açıklandığı üzere; sanığın 27.10.2003 ile
4.11.2003 tarihleri arasında firar suçunu işlediği dosya münderecatı ile
sübuta erdiğinden, sanık hakkında direnilmek suretiyle tesis edilen
mahkûmiyet hükmünde, usul, sübut, tavsif, takdir ve uygulama
yönlerinden kanuna aykırılık bulunmadığından sanığın temyiz
nedenlerinin reddi ile hükmün onanmasına karar verilmiştir.
407
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 215
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/154
K. No. : 2006/155
T.
: 6.7.2006
ÖZET
Sanığın, yüzüne karşı yapılan duruşmada, psikiyatri
uzmanı bilirkişinin mütalâasına ve okunan yazılı belgelere
karşı,
sanığın
diyeceğinin
bulunup
bulunmadığının
sorulmaması 353 sayılı Kanunun 159’uncu maddesine aykırı
olmakla birlikte, aynı duruşmada soruşturmanın genişletilmesi
konusunda talebi olmadığını söyleyen ve sözü edilen bilirkişi
raporu içeriğinin de yer aldığı, esas hakkındaki mütalâaya
karşı saptanan savunması ve son sözünde bir diyeceği
olmadığını ifade eden sanığın, temyizinde de savunma
hakkının kısıtlandığı yönünde bir iddiası bulunmadığından,
nispî butlan niteliğindeki bu aykırılığın, savunma hakkını
kısıtlayıcı nitelikte bulunmadığının kabulü gerekir.
Erzincan’daki birliğinden, 11.1.2001 tarihinde İstanbul adresine 4
gün süre ile izine gönderilen Hv.Svn.Er M.V.’nin, yol çizelgesine göre 4
günlük gidiş-dönüş yol süresi de dikkate alındığında 19.1.2001 günü saat
24.00’e kadar katılması gereken birliğine dönmediği, 9.2.2006 tarihinde
yakalandığı belirlenen olayda, izin tecavüzü suçunun başlangıç tarihini;
kısa kararda 21.1.2001 olarak belirten askerî mahkemenin, gerekçeli
kararın, başlangıç, kabul ve değerlendirme bölümü ile hüküm fıkrasında
bunu, 20.1.2001 şeklinde farklı tespitini; duruşma sırasında bilirkişi
raporuna ve okunan yazılı belgelere karşı sanığın diyeceğinin
sorulmaması usule aykırı bulunmakla birlikte, bozma nedeni yapmayan
Daire kararına yönelik; Başsavcılığın; suç tarihindeki çelişkinin
karmaşaya yol açacağı, sanığın diyeceklerinin sorulmamasının ise,
savunma hakkının kısıtlanması anlamında usule aykırılıktan bozmayı
gerektirdiğine ilişkin itirazının incelenmesinde;
408
1- Dosya içeriğiyle uyumlu gerekçeli karara göre; sanığın izin
tecavüzü 20.1.2001-9.2.2006 tarihleri arasında oluşmaktadır. Ancak, kısa
kararda (duruşma tutanağında) suç başlangıç tarihî, bir günlük farkla;
21.1.2001 şeklinde yazılmıştır. Askerî mahkemenin gerekçeli kararının
bütününde doğru bir şekilde saptanan ve dosya içeriğiyle uyumlu olan
20.1.2001 tarihinin, maddî hata (yazımdaki dikkatsizlik) nedeniyle
21.1.2001 olarak yazılması, suç tarihî yönünden karmaşaya sebep
olabilecek nitelikte bulunmadığı gibi, 5 yıl süreli izin tecavüzü suçunda
temadinin başlangıcındaki bir günlük hatanın sanığın hukukî durumuna
herhangi bir etkisinin bulunmaması,
2- Yüzüne karşı yapılan duruşmada psikiyatri uzmanı bilirkişinin
mütalâasına ve okunan yazılı belgelere karşı sanığın diyeceğinin bulunup
bulunmadığının sorulmaması, 353 sayılı Kanunun 159’uncu maddesine
aykırı olmakla birlikte, aynı duruşmada soruşturmanın genişletilmesi
konusunda talebi olmadığını söyleyen ve sözü edilen bilirkişi raporu
içeriğinin de yer aldığı esas hakkındaki mütalâaya karşı saptanan
savunması ve son sözünde bir diyeceği olmadığını ifade eden sanığın,
temyizinde de savunma hakkının kısıtlandığı yönünde bir iddiası
bulunmadığından, nispî butlan niteliğindeki bu aykırılığın savunma
hakkını kısıtlayıcı nitelikte bulunmaması (Askerî Yargıtay Daireler
Kurulunun 17.11.2005/103-100 ve 16.2.2006/20-36 gün ve E.K. sayılı
kararları da bu yöndedir.) nedeniyle, mahkûmiyet hükmünü onayan
1’inci Daire ilâmına yönelik Başsavcılığın itirazının reddine karar
verilmiştir.
NOT : Ayrıca, bu maddeyle ilgili olarak Askerî Yargıtay 1’inci
Dairesinin 3.5.2006 tarih ve 2006/765-760 sayılı içtihadına bakınız. (Sayfa
191-197)
409
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 216
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/26
K. No. : 2006/30
T.
: 9.2.2006
ÖZET
Askerî savcının: “Dairenin bozma kararına katılıyoruz,
bu nedenle bozma ilâmına uyulması taraftarıyız” şeklindeki
sanığın mahkûmiyet istemini içeren beyanından sonra, tekrar
sanığa söz verilmeden, yerel mahkemece direnme ile hüküm
kurulması, 353 sayılı Kanunun 160’ncı maddesindeki “son söz
sanığındır” kuralına aykırıdır. Bu kural, sanığın savunma
hakkını korumaya yönelik, emredici bir usul hükmü olup, adil
yargılanma ilkesiyle de doğrudan ilgilidir. Bu nedenle, son söz
hakkı tanınmadan, direnme ile beraet hükmü kurulması, 353
sayılı Kanunun 160 ve 207/3-H. maddelerine göre savunma
hakkının kısıtlanması niteliğindedir.
Sarkıntılık ve tehdit suçlarından sanık Astsubay hakkında, yerel
mahkemece verilen beraet kararlarının aleyhe temyizi üzerine yapılan
inceleme sonucu, Dairece sübut yönünden bozulmasından sanık ve
savunucusunun hazır bulunduğu duruşmada, önce sanıktan, sonra
savunucusundan diyecekleri sorulup, direnilmesi yönünde istemde
bulundukları tutanağa geçirildikten sonra, askerî savcının: “Dairenin
bozma kararına katılıyoruz, bu nedenle bozma ilâmına uyulması
taraftarıyız” şeklindeki, sanığın mahkûmiyeti istemini içeren beyanından
sonra, tekrar sanığa söz verilmeden yerel mahkemece direnme ile hüküm
kurulduğu görülmektedir.
Kesin hükme ulaşılıncaya kadar geçen sürecin yargılama evresini
oluşturduğu; bozmadan sonra yapılan yargılamanın, öncekinin devamı
olması nedeniyle, aynı usul hükümlerine tâbi olduğu açıktır.
410
Bu bağlamda; 353 sayılı Yasanın 160’ıncı maddesinin,
1’inci fıkrasındaki; “Delillerin ikamesi ve tartışması bittikten
sonra, söz davacıya ve davaya katılana, onlardan sonra da, iddiasını
bildirmek üzere askerî savcıya ve daha sonra da sanığa verilir”.
3’üncü fıkrasındaki; “... son söz sanığındır”.
4”üncü fıkrasındaki; “Sanık namına müdafii tarafından
savunmada bulunulsa da, savunmaya ekleyecek bir şey olup olmadığı
sanığa sorulur.” şeklindeki usul kuralının, direnme kararından önce de
uygulanması gerektiğinde duraksama bulunmamaktadır. Askerî
Yargıtayın yaygın ve yerleşik uygulamasıyla; “son söz” kavramının
duruşma tutanağına yazılması şart olmayıp, karar verilmeden önce en son
konuşanın sanık olması yeterli kabul edilmektedir.
“Son söz” kuralı, savunma hakkını korumaya yönelik emredici bir
usul hükmü olup, adil yargılanma ilkesiyle de doğrudan ilgilidir. Beraete
ilişkin hükümler, askerî savcı veya komutan tarafından sadece bu usul
hatası olarak ileri sürüldüğünde bile, bunun, 353 sayılı Kanunun 208’inci
maddesinde düzenlenen temyiz/bozma yasağı ile karşılanması olanaklı
değildir. Kaldı ki, inceleme konusu dava dosyasında askerî savcının ve
komutanın beraet hükmüne yönelik temyizleri suçların oluştuğu
yönündedir.(As.Yrg.Drl.Krl.’nun 22.4.2004/11-67 gün ve sayılı kararı
buna örnektir.)
Bu nedenle, son söz hakkı tanınmadan kurulan beraet
hükümlerinin, 353 sayılı Kanunun 160 ve 207/3-H. maddelerine göre,
savunma hakkının kısıtlanması nedeniyle usulden bozulmasına karar
verilmiş, bu bozma nedeni karşısında esastan incelemeye geçilmemiştir.
411
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 217
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E. No. : 2006/167
K. No. : 2006/214
T.
: 14.2.2006
ÖZET
Özellikle, sözlü delil kapsamında değerlendirilecek olan
tanık beyanlarının, yeni baştan ve usulüne uygun olarak
tespiti, tarafların bu beyanlara ilişkin diyeceklerinin
duruşmada,
tartışma
ortamı
yaratılacak
şekilde
cevaplanmasının
sağlanması,
elde
olunacak
delillerin
irdelenip, değerlendirilmesinden sonra, hükme esas alınıp
alınmayacağının belirlenmesi gerekmekte iken, aynı olaya ait
olmakla birlikte, başka sanıklar hakkında yürütülen ve
sonuçlanan bir davaya ait fotokopi beyanlarının delil olarak
kabulü ile, yargılamanın bitirilmesi, yargılamanın vicahîliği
ilkesine aykırıdır.
Askerî mahkemece; sanığın rüşvet vermek suçunu işlediği sabit
görülerek, eylemine uyan 5237 sayılı TCK’nın 252/1 (takdiren, teşdiden)
ve 62’nci maddeleri uyarınca, beş yıl süreyle hapis cezasıyla
cezalandırılmasına, 5237 sayılı TCK’nın 53/1’inci maddesinde belirtilen
hakları, aynı maddenin 2’nci fıkrası uyarınca, mahkûm olduğu hapis
cezasının infazı tamamlanıncaya kadar kullanmaktan yoksun
bırakılmasına, nezarette, yolda ve tutuklulukta geçen sürelerin 353 sayılı
Kanunun 251/1’inci maddesi gereğince cezasından mahsubuna ve
tutukluluk hâlinin devamına karar verilmiştir.
Sanık müdafii, duruşma talebini içeren süre tutum dilekçesi
vererek hükmü temyiz etmiş, gerekçeli hüküm tebliğ edilmiş olmasına
rağmen, gerekçeli temyiz dilekçesi vermediğinden, mevcut dilekçesine
istinaden temyiz incelemesi yapılmıştır.
412
Tebliğnamede, yasal şartlar mevcut olmadığından, temyiz
incelemesinin duruşmalı olarak yapılmasına ilişkin talebin reddine,
hükmün usul yönünden bozulmasına karar verilmesi talep olunmuştur.
Sanık hakkındaki mahkûmiyet hükmü; ağır cezalı işlerde Askerî
Yargıtayda duruşma yapılmasını düzenleyen 353 sayılı Kanunun
218/1’inci maddesinin atıfta bulunduğu, gerek karar tarihinde yürürlükte
bulunan 1412 sayılı CMUK’un 421’inci maddesinde, gerekse 1.6.2005
tarihinde yürürlüğe giren 5271 sayılı CMK’nın 299/1’inci maddesinde,
öngörülen ağır cezalı işler kapsamına girmediği için, temyiz
incelemesinin duruşmalı olarak yapılması yasal olarak mümkün
bulunmadığından, müdafiin bu yöndeki talebi kabule değer
bulunmamıştır.
Suç tarihî olan 17.11.2001-30.12.2001 tarihleri arasında KilisGülbaba Hudut Taburu 1’inci Hudut Bölük Komutanlığı Kemal Yanık
Hudut Karakolunda Komutan Yardımcısı olarak görev yapan P.Astsb.
Çvş. M.Y.’nin, yapılmaması gereken bir işin yapılması için rüşvet almak
suçunu işlediği, 1999-2001 yılları arasında aynı bölük komutanlığı
emrinde görev yapıp, 2001 yılı genel atamalarında Erzurum’a tayin
edilen P.Uzm.Çvş. A.Y.’nin, sanık M.Y.’nin rüşvet almasına aracılık
etmek suçunu işlediği, sanık sivil şahıs Ş.K.’nın, rüşvet vermek suçunu
işlediğinden, Hatay Hassa İlçesi Akbez beldesinde esnaflık yapan
A.K.Ş.’nin de, rüşvet vermek suçuna aracılık etmek suçunu işlediği
iddiası ile haklarında soruşturmaya başlandığı, sanık Ş.K.’nın gıyabî
tutuklu olarak aranmasına rağmen, ele geçirilememesi nedeniyle
hakkındaki soruşturma dosyasının tefrik edildiği, diğer sanıklar hakkında
yapılan yargılama sonucunda; rüşvet almak suçundan mahkûmiyetine
karar verilen ve temyize gelmeyen sanık P.Astsb.Çvş. M.Y. hakkındaki
mahkûmiyet hükmünün kesinleştiği, rüşvet almak suçuna aracılık etmek
suçundan mahkûmiyetine karar verilen (Ter.) P.Uzm.Çvş. A.Y.
hakkındaki mahkûmiyet hükmünün temyiz incelemesi sonucu, Askerî
Yargıtay 3’üncü Dairesinin 9.4.2004 gün ve 2004/344-385 E.K. sayılı
ilâmı ile, düzeltilerek onanmak suretiyle, rüşvet vermek suçuna aracılık
etmek suçundan mahkûmiyetine karar verilen sivil şahıs A.K.Ş.
hakkındaki mahkûmiyet hükmünün de, temyiz incelemesi sonucu
yukarıda belirtilen ilâm ile onanarak kesinleştiği anlaşılmaktadır.
413
Hakkındaki dava dosyası tefrik edilen ve gıyabî tutuklu olarak
aranmasına devam edilen sanık sivil şahıs Ş.K.’nın, 31.5.2005 tarihinde
yakalanması ve gıyabî tutuklama kararının vicahîye çevrilmesini takiben,
hakkında rüşvet vermek suçunu işlediği iddiası ile kamu davası açılarak,
yapılan yargılama sonucunda;
Sanık sivil şahıs Ş.K.’nın, daha önce yargılanan ve rüşvet vermek
suçuna aracılık etmek suçundan hüküm giyen sivil şahıs A.K.Ş. ile
birlikte, uyuşturucu madde kaçakçılığını gerçekleştirmek amacıyla sınır
geçişi yapılması için P.Astsb.Çvş. M.Y.’ye 1500 ABD doları para
vermeyi vaat etmek ve sınır geçişi olduktan sonra 1000 ABD dolarlık
kısmına karşılık gelen 1.430.000.000 TL parayı P.Asb.Çvş. M.Y.’ye
ulaştırmak için, P.Uzm.Çvş. A.Y.’ye gönderttirmek suretiyle,
yapılmaması gereken bir işin yapılması için rüşvet vermek suçunu
işlediği sabit görülerek, cezalandırılması yönüne gidilmiştir.
Askerî mahkeme bu hususta delil olarak, diğer sanıklar hakkında
yapılan yargılama sonucu temyiz incelemesinden geçen dava dosyasında
bulunan belge, duruşma tutanakları, sanık ve tanık beyanlarını içeren 70
adet belgenin onaysız fotokopilerini dava dosyasına dâhil etmiş,
belgelerde isimleri bulunan kişilerin usulüne uygun olarak dinlenmeleri
yönüne gidilmeksizin, duruşmada okunan fotokopi belgelerdeki
beyanlarını mahkûmiyet hükmüne esas olarak almıştır.
Bu şekilde beyanları hükme esas alınanlardan; hükümlüler M.Y.,
A.K.Ş. ve A.Y. ile, tanıklar M.K., İ.A., S.K., V.K., M.D., M.T., S.Y. ve
D.Y.’ye ait ifadelerin ve bilirkişi İ.Ü.’nün mütalâasının duruşmada
okunmasını müteakip, duruşmada hazır bulunan taraflara diyeceklerinin
sorulduğu ve bu delillerin gerekçeli hükümde hükme esas alındığının
belirlendiği görülmektedir.
Usul hukukunun gayesi, gerçeğin araştırılması ve hukuken kabul
edilmesini sağlamaktır. Buna ulaşmak için, usul kanunları ile benimsenen
esas ve prensiplere uygun şekilde, elde edilecek deliller mevcut
olmalıdır. Mahkeme irat ve ikame olunan delilleri, duruşmada edineceği
kanıya göre değerlendirmek durumundadır. 353 sayılı Kanunun 163’üncü
maddesi bu hususu ifade etmekte olup, bunun için yargılamaya katılan
tüm unsurların ikame olunan delile nüfuz edebilmesi, maddî gerçeğin
ortaya çıkabilmesi için usul kanunlarının tanıdığı imkânları kullanması,
tanıklara ve bilirkişiye soru sorabilmesi, oluşabilecek çelişkilerin
giderilmesinden sonra değerlendirme yapılarak, hangi delile, ne derecede
itibar edildiğinin ortaya konulması gerekmektedir.
414
Belirtilen bu hususlar dikkate alınarak, özellikle sözlü delil
kapsamında değerlendirilecek olan tanık beyanlarının, yeni baştan ve
usulüne uygun olarak tespiti, tarafların bu beyanlara ilişkin
diyeceklerinin duruşmada, tartışma ortamı yaratılacak şekilde
cevaplanmasının sağlanması, elde olunacak delillerin irdelenip,
değerlendirilmesinden sonra, hükme esas alınıp alınmayacağının
belirlenmesi gerekmekte iken, aynı olaya ait olmakla birlikte, başka
sanıklar hakkında yürütülen ve sonuçlanan bir davaya ait fotokopi
beyanların delil olarak kabulü ile, yargılamanın vicahîliği ilkesinin
zedelenmiş olduğu, dolayısıyla hukuka aykırı olarak karar verildiği
sonucuna ulaşılmakla hükmün bozulması yönüne gidilmiştir.
415
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 219
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/12
K. No. : 2006/7
T.
: 5.1.2006
ÖZET
Sanığın, bozma ilâmına karşı savunmasına ilişkin,
istinabe
duruşma
tutanağında,
hâkimin
imzasının
bulunmaması, 353 sayılı Yasanın 177/1’inci maddesine
aykırılık oluşturduğundan, mahkûmiyet hükmünün usulden
bozulması gerekmektedir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, sanığa atılı suçun vasfına ilişkindir.
Askerî Yargıtay 1’inci Dairesinin, 7.7.2004 gün ve 2004/762-759
E.K. sayılı bozma ilâmına karşı, sanığın savunmasına ilişkin Hatay 1’inci
Asliye Ceza Mahkemesine ait 4.10.2004 tarihli duruşma tutanağında
hâkimin imzasının bulunmadığı görülmektedir.
353 sayılı Kanunun 177/1’inci maddesinde düzenlenen; duruşma
tutanağının askerî hâkim ve tutanak kâtibi tarafından imzalanacağına
ilişkin kural, aynı Yasanın, “Tutanağın ispat kuvveti” başlıklı 179’uncu
maddesindeki; “Duruşmanın nasıl yapılacağı hakkındaki kanunî kurallara
uyulup uyulmadığı ancak, tutanakla ispat olunabilir. Tutanağın bu
kısımlarına karşı, yalnız sahtelik iddiası ileri sürülebilir” hükmü
bağlamında, somut olgu nedeniyle, yasanın aradığı anlamda güvenilir bir
duruşma tutanağından söz edilemeyeceği; temyiz incelemesine esas
mahkûmiyet hükmünden önce, sanığın savunmasının saptanmaması
nedeniyle mahkûmiyet hükmünün usule aykırı olduğu açıktır.
416
Mahkeme kurulu (Hâkim) ve tutanak kâtibi tarafından tutanağın
imzalanmaması durumunda, o duruşmada yapılan işlemlerin geçersiz
olduğuna ilişkin kabul, yaygın ve yerleşik bir uygulamadır.
“CMUK’un 264 ve 265’inci maddelerindeki hükümler buyurucu
nitelikte olup, duruşmanın aşama ve akışını gösteren tutanakların
sonradan değiştirilmesini önlemek ve bunlara güveni sağlamak amacıyla,
mahkeme başkanı ve zabıt kâtibi tarafından imzalanmasının zorunlu
olduğu” YCGK’nın 27.12.1993 gün 3-323/342 sayılı kararı ile ortaya
konulmuş, yine bu kurulun 4.5.1992 gün 6-116/138 sayılı kararı ile;
“imza noksanı bulunan duruşma tutanağı içeriklerinin güvenirliği
yönünden kuşku ve duraksamaya yol açacağı, bu nedenle de
belgelendirme değeri taşımayacağı” kabul edilmiştir.
“...Sanığın sorgusunun yapıldığı istinabe tutanağında, hâkimin
imzasının olmaması şeklindeki usule aykırılığın, sonradan ek
savunmasının tespiti sırasında, usule aykırı olan istinabe tutanağındaki
ifadeye atıf yapmakla giderilmiş olamayacağına” ilişkin Askerî Yargıtay
Daireler Kurulunun 17.6.1999 gün ve 1999/120-133 sayılı kararı da aynı
düşüncenin ürünüdür.
Bu açıklama ve uygulamaya göre; bozma ilâmına karşı savunması
tespit edilmeyen sanık hakkındaki mahkûmiyet hükmünün, usulden
bozulması yerine, esastan, inceleme ile suç vasfından bozulmasına ilişkin
Daire ilâmının, Başsavcılığın itirazına atfen kaldırılması ve hükmün
usulden bozulmasına karar verilmiştir.
417
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 219, 222
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/123
K. No. : 2006/127
T.
: 1.6.2006
ÖZET
Askerî mahkemenin, salt imza eksiğinin giderilmesi için,
buna ilişkin tutanağın, istinabe mahkemesine gönderilip,
bunun tamamlattırılmasını ara kararla sağlamasının yargısal
işlem sayılamaması; bunun, ancak, geçersiz olan bu tutanak
içeriğinin, istinabe mahkemesinde, taraf teşkili ile usulüne
uygun
olarak
tekrarlanmasıyla,
(tanıkların
yeniden
dinlenilmesiyle) mümkün olabilmesi karşısında, kurulan
mahkûmiyet hükmünün, usule aykırılık nedeniyle bozulması
gerekir.
Silâhı hakkında tedbirsizlik, dikkatsizlik, emir ve talimatlara
riayetsizlik sonucu bir kişinin ölümüne sebebiyet vermek suçundan sanık
(Ter.) P.Er M.K. hakkındaki mahkûmiyet kararını, tanıkların yeminli
ifadelerini içeren Asliye Ceza mahkemesince düzenlenen duruşma
tutanağının ilk sahifesindeki imza eksiğinin, duruşma dışı işlemle
giderilemeyeceği; tanıkların yeniden dinlenilmesi gerektiği gerekçesiyle,
usulden bozan Daire kararına uyulmaksızın; direnme ile kurulan hükme
yönelik temyiz nedeniyle öncelikle usul yönünden yapılan incelemede;
Mahkûmiyet hükmüne esas alınan tanık ifadelerinin (7 tanık),
24.3.2003 tarihinde İdil Asliye Ceza Mahkemesince tespit edildiği,
18.4.2003 tarihli duruşma tutanağına geçirilip, isimleri de belirtilerek
okunan bu tanık beyanlarına karşı, huzurda bulunan tutuklu sanığın
diyeceklerini sorup, tespit eden askerî mahkeme, 16.5.2003, 9.5.2003,
15.8.2003, 12.9.2003 tarihli duruşmalarla yargılamayı sürdürdüğü, ancak,
sanık ve savunucusunun da bulunduğu 14.11.2003 tarihli duruşmada;
“...dosya incelendi ve İdil Asliye mahkemesinin 24.3.2003 tarihli istinabe
duruşma tutanağının birinci sayfasının sehven duruşma hâkimince
imzalanmadığı görüldü...” tespitinden sonra ayrı duruşmada, “...istinabe
duruşma tutanağının İdil Asliye Ceza Mahkemesine gönderilerek, birinci
418
sayfadaki imza eksiğinin tamamlanarak, tutanağının iadesinin
istenmesine” karar verildiği, bundan sonraki duruşmaların terhis olan
sanığın yokluğunda sürdürüldüğü, İdil Asliye Ceza Mahkemesince
5.2.2004 tarihli 38807 sicil no.lu hâkim imzasıyla “...istenen imza eksiği
giderilerek, talimat yazımız ekinde gönderilmiştir...” şeklindeki yazının
14.4.2004 tarihli duruşmada okunduğu, birinci sahifesi hâkim imzasız
fotokopi suretinin dosyada bulunduğu, 24.3.2003 tarihli İdil Asliye Ceza
mahkemesinin iki sahifeden oluşan; birinci sahifesinde 5, ikinci
sahifesinde 2 tanığın ifadesinin yer aldığı talimat tensip tutanağının ise,
dosyada yer alıp, hâkimin sicil numarasının 38208 şeklinde imzanın
tamamlandığına dair yazıdaki hâkim sicil numarasından farklı olduğu,
ancak yazı ve talimatı düzenleyen hâkimler farklı olmakla birlikte,
istinabe tutanağının iki sahifesindeki hâkim imzalarının ve sicil
numaralarının aynı (yazılış ve şekil yönünden) oldukları
gözlemlenmektedir.
Bu duruma göre, 24.3.2003 tarihinde düzenlenen istinabe duruşma
tutanağının birinci sahifesindeki hâkim imzası eksikliği, yaklaşık bir yıl
sonra başka bir hâkimin yazısı ekinde tamamlandığı belirtilerek,
gönderilmiş ve içeriği askerî mahkemece hükme esas alınmıştır.
353 sayılı Kanunun 177/1 ve 179’uncu (CMUK 264, 267)
maddelerine göre, ispat gücünden söz edilebilmesi duruşma tutanağının,
kapsaması gereken unsurların tamamını içermesiyle olanaklıdır. Hâkimin
imzasının yer almadığı bir tutanağın, kesin olarak duruşma tutanağı
olduğunu söylemek olası değildir. Yasa koyucu, 5271 sayılı CMUK’un
219 ve 222’nci maddeleriyle de, aynı ilkenin devamını sağlamıştır.
Esasen, askerî mahkeme de bu hâliyle, duruşma tutanağını (imza eksiği
olan) geçerli kabul edememiş, bunu “sehven” şeklindeki değerlendirme
ile tamamlama yoluna gitmiştir. Ancak, salt imza eksiğinin giderilmesi
için buna ilişkin tutanağın istinabe mahkemesine gönderilip, bunun
tamamlattırılmasını ara kararla sağlamasının yargısal işlem
sayılamaması; bunun ancak, geçersiz olan bu tutanak içeriğinin, istinabe
mahkemesinde taraf teşkili ile usulüne uygun olarak tekrarlanmasıyla
(tanıkların yeniden dinlenilmesiyle) mümkün olabilmesi karşısında,
askerî mahkemenin direnme ile sanık hakkında kurulan mahkûmiyet
hükmünün usule aykırılık nedeniyle bozulmasına karar verilmiştir.
419
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 225
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E. No. : 2006/169
K. No. : 2006/167
T.
: 8.2.2006
ÖZET
Dava konusu eylem, sanığın, mağdurun üzerine
yürüyerek onu iteklemesi olup, askerî mahkemece tesis olunan
kararda, bu eylem irdelenmemiş ve sonuçta isnat edilen
eylemle ilgili herhangi bir karar verilmeden yargılama
bitirilmiştir. Bu durum 353 sayılı Kanunun 165’inci
maddesinde açıklanan ilkeye aykırıdır.
Sanığın, 13.3.2004 tarihinde üste fiilen taarruz suçunu
işlediğinden bahisle, eylemine uyan ASCK’nın 91/1’inci maddesi
uyarınca, cezalandırılmasına karar verilmesi için kamu davası açılmış ise
de; sanığa atılı suçun yasal unsurları yönünden oluşmadığından beraetine
karar verilmiştir.
Askerî savcı, bu hükmü usul ve sübut yönünden sanık aleyhine
yasal süresi içinde temyiz etmiştir.
Tebliğnamede ise, beraet hükmünün sübut yönünden bozulması
yönünde görüş bildirilmiştir.
Sanık hakkında açılan kamu davası; sanığın 13.3.2004 tarihinde
mağdur J.Onb. U.T. ile aralarındaki bir tartışma sonucunda, mağdurun
üzerine yürüyüp onu iteklemek suretiyle, üste fiilen taarruz suçunu
işlediği iddiasına dayanmaktadır. Ancak, yapılan yargılama sonucunda
askerî mahkemece, sanığın omuzundaki silâhın mağdurun yüzüne
çarparak yaralanmasına yol açması şeklindeki vakıa, maddî eylem olarak
kabul edilmiş ve bu eylemin sanığın iradî bir hareketine bağlı olmadığı
kabul edilerek, söz konusu eylemin atılı suça vücut vermediğinden
bahisle, sanık hakkında beraet hükmü tesis edilmiştir. Oysa, sanık
hakkında düzenlenen iddianamede, sanığın silâhının mağdurun yüzüne
çarparak yaralanmasına yol açması şeklindeki hâdisenin, sanığın iradî
hareketiyle bağlantılı olmadığı açıklanmış ve bu hâdise dava konusu
yapılmamıştır.
420
Dava konusu eylem, sanığın, mağdurun üzerine yürüyerek onu
iteklemesi olup, askerî mahkemece tesis olunan kararda, bu eylem
irdelenmemiş ve sonuçta isnat edilen eylemle ilgili herhangi bir karar
verilmeden yargılama bitirilmiştir. Bu durum, 353 sayılı Kanunun
165’inci maddesinde açıklanan, “hükmün konusu, duruşmanın sonucuna
göre,
iddianamede
gösterilen
eylemden
ibarettir.
Eylemin
değerlendirilmesinde, askerî mahkeme, iddianame, iddia ve savunmalar
ile bağlı değildir.” ilkesine aykırıdır. Bu nedenle, hükmün öncelikle usul
yönünden bozulmasına karar verilmiştir.
421
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 225
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/67
K. No. : 2006/55
T.
: 2.3.2006
ÖZET
Erlerin lojmanlar bölgesinde bulunan aile kantininden
alışveriş yapmalarını yasaklayan emre aykırı hareket ettiği
iddia ve kabul edilen sanığın, bu bağlamda “aldığı beş kutu
birayı askerî birliğe soktuğu” biçimindeki kabul, olayın işleniş
biçiminin ve teferruatının hikâye edilmesi olarak görülmesi ve
askerî mahkemenin iddianameyi genişletmediği sonucuna
varılması gerekir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, hükümle iddianamenin aynı maddî
olaya ilişkin olup olmadıkları konusundadır.
Daire, iddianamede birliğe alkollü içki sokulması ile ilgili
herhangi bir ibare bulunmadığı hâlde, hükümde bu şekildeki kabulün
iddianamenin genişletilmesi anlamına geldiği görüşünü öne sürerken;
Başsavcılık, sanığın hem aile kantinine gitmesinin, hem de buradan bira
almak suretiyle alışveriş yapmasının dava konusu edildiği görüşünü
savunmaktadır.
353 sayılı Kanunun 115’inci maddesi; “İddianame, sanığın
kimliğini, suç teşkil eden eylemin neden ibaret bulunduğunu ve kanunî
unsurları ile delillerini, uygulanması istenen kanun maddelerini ve varsa
hazine zararını ve duruşmanın hangi askerî mahkemede yapılacağını
gösterir”;
165’inci maddesi ise; “Hükmün konusu, duruşmanın sonucuna
göre
iddianamede
gösterilen
eylemden
ibarettir.
Eylemin
değerlendirilmesinde askerî mahkeme; iddianame, iddia ve savunmalar
ile bağlı değildir.” hükümlerini içermektedir.
422
Şu hâlde, hüküm ile iddianamenin aynı maddî olaya ilişkin olması
gerekmektedir. Bir başka ifadeyle, iddianamede dava konusu yapılmayan
bir eylemden dolayı hüküm verme olanağı yoktur. Bununla beraber,
iddianamede açıklanan ve kanunî unsuru gösterilen maddî olayın sınırları
aynı kalmak koşuluyla, duruşma sırasında ortaya konulan delillere göre
hükümde; eylemin nitelendirilmesinde, işleniş biçiminde, yer ve
zamanında değişiklik yapılabilir. Zira, suç teşkil eden eylemin
belirtilmesinden maksat, dava konusu olan olayın başka olaylardan ayırt
edilebilecek şekilde sınırlandırılmasıdır. Ancak, olayın sınırlandırılmış
olması esaslı olmayan noktalarda değişiklik yapılmasına engel değildir.
Eğer yepyeni bir olay meydana çıkmıyorsa, mahkeme olayın teferruatını
yani hâl ve şartını tespitte serbesttir. Bir başka ifadeyle, fail ve fiil
hakkında dava açılmıştır. Bunlar değiştirilemez. Bunun dışında suçun
vasıtalarında, suçun işlendiği yer ve zamanda, vasfında duruşma
sırasında ortaya konulan delillere göre değişiklik olabilir. Bu değişikliğin
mahkemece göz önünde bulundurulması ve buna göre hüküm kurulması
zorunludur (Askerî Yargıtay Drl.Krl.’nun 15.1.1998 tarihli ve 8-11 sayılı,
20.5.1999 tarihli ve 83-107 sayılı, 22.2.2001 tarihli ve 21-24 sayılı
kararları da bu doğrultuda bulunmaktadır).
İddianamede sanığa yüklenen eylem; “kendisine tebliğ edilen aile
kantininden alışveriş yapmayacağına ilişkin hizmet emrine aykırı olarak,
kantinde çalışırken giydiği kantinci elbisesini giyerek aile kantinine
gitmek ve beş kutu bira almaktır.
Bu nedenle; erlerin lojmanlar bölgesinde bulunan aile kantininden
alışveriş yapmalarını yasaklayan emre aykırı hareket ettiği iddia ve kabul
edilen sanığın, bu bağlamda; “aldığı beş kutu birayı askerî birliğe
soktuğu” biçimindeki kabul, olayın işleniş biçiminin ve teferruatının
hikâye edilmesi olarak görülmüş, askerî mahkemenin iddianameyi
genişletmediği sonucuna varılarak, Askerî Yargıtay Başsavcılığının
itirazının kabulüne, Daire ilâmının kaldırılmasına ve dosyanın temyiz
incelemesine devam edilmek üzere Dairesine gönderilmesine karar
verilmiştir.
423
Müzakere sırasında, erbaş ve erlerin lojmanlar bölgesinde
bulunan kantinden alışveriş yapmalarını yasaklayan emrin, hizmete
ilişkin olup olmadığının tartışılması gerektiği yönünde görüşler öne
sürülmüş ise de; uyum ve kararlılık gösteren Askerî Yargıtay kararlarında
benimsendiği gibi, ilgili Dairesince incelenmeyen bir konunun, ilk defa
Daireler Kurulunda incelenmesine olanak bulunmamaktadır. Hükmün
usul yönünden bozulmasına ilişkin Daire ilâmı kaldırılarak, dosya temyiz
incelemesine devam edilmek üzere Dairesine gönderildiğine göre, esas
yönünden incelemenin de ilgili Dairece yapılması gerekmektedir.
424
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 225
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
2’nci Daire Kararı
E. No. : 2006/321
K. No. : 2006/316
T.
: 8.3.2006
ÖZET
Müteselsilen hakikate muhalif rapor tanzim etmek
eylemi ile ilgili olarak, ek bir iddianame düzenlenmeden ve 353
sayılı Kanunun 167’nci maddesinin öngördüğü, usule ilişkin
yasal koşullar gerçekleşmeden, sanık hakkında hükme
varılması, kamu davası açılmayan bir eylemin, yargılama
konusu yapılamayacağını öngören, 353 sayılı Kanunun
165’inci maddesine, aykırılık teşkil eder.
Askerî mahkemece, sanığın;
1.) 18.12.2002 tarihinde askerî eşyayı kasten tahrip etmek suçunu
işlediği kabul edilerek, ASCK’nın 130/1-2, 765 sayılı TCK’nın 59/2, 647
sayılı Kanunun 4 ile 6’ncı maddeleri uyarınca 814.128.000 TL ağır para
cezası ile cezalandırılmasına ve verilen ağır para cezasının ertelenmesine,
meydana gelen 2.402.400.000 TL tutarındaki hazine zararının, ASCK’nın
130/son maddesi gereğince, suç tarihî olan 18.12.2002 tarihinden itibaren
işleyecek yasal faizi ile birlikte sanıktan tahsiline, sanıktan ayrıca 492
sayılı Kanun gereğince 129.720.000 TL nispî harç alınmasına,
2.) 2001 ve 2002 yılları içerisinde müteselsilen hakikate muhalif
rapor tanzim etmek suçunu işlediği kabul edilerek, ASCK’nın 134/1, 765
sayılı TCK’nın 80, 59/2, 647 sayılı Kanunun 4 ile 6’ncı maddeleri
uyarınca, 1.272.075.000 TL ağır para cezası ile cezalandırılmasına ve
hükmolunan cezanın ertelenmesine karar verilmiş olup; hükümler sanık
müdafii tarafından neden gösterilmeden temyiz edilmiştir.
425
1- Askerî eşyayı kasten tahrip etmek suçu yönünden yapılan
incelemede;
Enez TCSG-130 Bot Komutanlığında Cephane ve Mühimmat
Sorumlusu olarak görev yapan Dz.Astsb.Bçvş. A.U.’nun; atışta
kullanılmak üzere 28 adedi tahsisli, 27 adedi ise, harp stoku niteliğindeki
55 adet uçaksavar top mermisini, askerlere emir vermek suretiyle
17.12.2002 tarihinde güvertede bulunan cephane sandığına yüklettiği,
atışların iptal edilmesi üzerine, bu cephaneyi kendi başına sandıktan
çıkartarak güverteye koyduğu, akabinde de bu mühimmatlardan 27 adet
40 mm’lik uçaksavar top mermisini denize attığı, bu mermilerden 5
tanesinin 9.1.2003 tarihinde Çanakkale/Eceabat sahil kesiminde karaya
vurduğu, diğer 22 adet merminin ise bulunamadığı, bu suretle sanığın
cephane fazlası durumundaki bu mermileri bilerek ve isteyerek denize
atmak suretiyle, askerî eşyayı kasten tahrip etmek suçunu işlediği kabul
edilerek mahkûmiyet kararı verilmiştir.
Sanık A.U.; aşamalarda uyum ve istikrar gösteren sorgu ve
savunmalarında, kaybettiği iddia edilen mermileri hiçbir surette denize
atmadığını, atışların iptal edilmesi üzerine, askerlere kolaylık olması
açısından mermileri geminin cephane sandığından çıkartarak güverteye
koyduğunu, geminin dalga sebebiyle yalpa yapması üzerine sandıkların
kayarak denize düştüğünü, geminin egzozundan çıkan yağ karışımının
güvertenin zeminini kaygan bir hâle getirdiğini beyan etmiştir. Sanığın
bu mermileri denize attığını gördüğünü söyleyen herhangi bir tanık
beyanı elde edilememiştir.
Olayı soruşturmakla görevlendirilen heyetin düzenlediği idarî
inceleme raporunda; sanığın beyanlarının doğru olamayacağı belirtilmiş
ise de; meydana gelen neticenin olay anına özgü, haricî ve dâhilî
etkenlerle, neden-sonuç ilişkisi içerisinde olup olmadığı konusunun
raporda detaylı bir biçimde açıklanmadığı görülmektedir.
Bot Komutanı Dz.Kd.Ütğm. B.T., huzurda tespit edilen yeminli
ifadesinde, cephane sandıklarının üst üste konulması durumunda kıç üstü
zeminin egzozdan dolayı kaygan hâle gelebileceğini ve bunun etkisiyle
de sandıkların denize düşebileceğini beyan etmiştir.
Sanığın beyanlarını doğrular tarzdaki bu açıklamalara rağmen,
yargılamaya esas maddî gerçeğin ortaya konulması açısından da önem
taşıyan, bu yöndeki savunmaların gerçeği yansıtıp yansıtmadığının
araştırılması cihetine gidilmemiştir. Oysa, yargılamaya esas maddî
gerçeğin tahmin, yorum veya varsayıma mahal bırakmadan, hukukî
nitelik taşıyan tüm imkânlar dâhilinde araştırılması ceza yargılama
hukukunun temel işlevidir.
426
Bu nedenlerle;
1) İddia konusu eylemin meydana geldiği 18.12.2002 tarihine ait
hava, rüzgâr, yağış ve fırtına durumunu gösterir ayrıntılı meteorolojik
bilgilerin ilgili kurumlardan istenilmesi,
2) Temin edilecek meteorolojik bulgularda dikkate alınarak,
hâdisenin meydana geldiği yer ve zamanda denizdeki dalga durumunun
hangi şiddet ve seviyede olduğunun araştırılması,
3) Geminin fizikî özellikleri, olay anındaki seyir hızı ile, yük
taşıma ve muhafaza kabiliyetine ilişkin bilgilerin dava dosyasına dâhil
edilmesi,
4) Tüm bu bilgilerin elde edilmesinin ardından, içerisinde mermi
bulunan sandıkların (ağırlık ve konumunun hesaba katılıp, egzoz
sebebiyle güvertenin kaygan hâle gelebileceği şeklindeki beyanlarda
dikkate alınarak) seyir hâlindeki gemiden haricî ve dâhili etkenlerin tesiri
ile kendiliğinden denize düşüp düşemeyeceği hususunun, ehil ve
tecrübeli personelden oluşturulacak, 3 kişilik bir bilirkişi heyetinin
vereceği mütalâa marifetiyle açıklığa kavuşturulması gerektiği sonucuna
varılmış ve eksik incelemeye dayalı olarak tesis edilen mahkûmiyet
hükmünün noksan soruşturma sebebiyle bozulmasına karar verilmiştir.
2- Müteselsilen hakikate muhalif rapor tanzim etmek suçu
yönünden yapılan incelemede;
Askerî savcılıkça düzenlenen 11.7.2003 gün ve 2003/327-296
Esas ve Karar sayılı iddianamede; sanığın askerî mahkemece askerî
eşyayı kasten tahrip olarak vasıflandırılan hareketleri açıklandıktan
sonra, bu ihlâlin ihtilâsen zimmet suçunu oluşturduğu belirtilmiş ve
sadece bu eylemi sebebiyle sanık hakkında kamu davası açılmıştır.
Askerî mahkeme ise, askerî eşyayı kasten tahrip etmek suçunun
yanı sıra, sanığın 9.10.2001 ve 21.1.2002 tarihlerinde “botta yakılan
mermi miktarını gizleyen gerçeğe aykırı evrak düzenlemek” suretiyle,
ayrıca müteselsilen hakikate muhalif rapor tanzim etmek suçunu
işlediğini kabul etmiştir.
353 sayılı Kanunun 165’inci maddesi: “Hükmün konusu,
duruşmanın sonucuna göre iddianamede gösterilen eylemden ibarettir....”
hükmünü; aynı kanunun 115’inci maddesi ise, “İddianame, sanığın
kimliğini, suç teşkil eden eylemin neden ibaret bulunduğunu......gösterir.”
427
düzenlemesini içermektedir. Doktrin ve yerleşik uygulamada kabul
gördüğü üzere; iddianamede, iddia konusu yapılan eylem açıkça
belirtilmelidir. Eylemin anlaşılabilir bir şekilde sergilenebilmesi
bakımından, olayın anlatımı içerisinde yer verilip de, açıkça iddia konusu
yapıldığı vurgulanmayan veya iddia konusu yapıldığı hususunda tereddüt
duyulan kimi vakıa ve eylemlerin dava konusuna dâhil olmadıklarının
kabulünde hukukî zorunluluk bulunmaktadır.
Açıklanan nedenlerden dolayı; müteselsilen hakikate muhalif
rapor tanzim etmek eylemi ile ilgili olarak, ek bir iddianame
düzenlenmeden ve/veya 353 sayılı Kanunun 167’nci maddesinin
öngördüğü usule ilişkin yasal koşullar gerçekleşmeden, sanık hakkında
hükme varılması, kamu davası açılmayan bir eylemin yargılama konusu
yapılamayacağını öngören 353 sayılı Kanunun 165’nci maddesine aykırı
görülmüş ve bu suçla ilgili mahkûmiyet hükmünün usul yönünden
bozulmasına karar verilmiştir.
NOT : Ayrıca, bu maddeyle ilgili olarak Askerî Yargıtay Daireler
Kurulunun 19.1.2006 tarih ve 2006/14-11 sayılı içtihadına bakınız. (Sayfa 231236)
428
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 226
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/8
K. No. : 2006/4
T.
: 5.1.2006
ÖZET
İddianamede ve hükümde yer alan suçun aynı olması
(izin tecavüzü), mahkûmiyete esas alınan izin tecavüzü
süresinin (4.9.1999-18.10.1999), iddianamedeki; 26.3.199824.3.2004 tarihleri arasında yer alması ve sanığın iddianameye
karşı ayrıntılı savunma yapması, suçun niteliği yanında; suçun
mahiyetinin de değişmesinden haberdar edilme zorunluluğunu
ortadan kaldırmayacağından, anılan aykırılık nedeniyle, sanık
hakkındaki mahkûmiyet hükmünün usulden bozulması
gerekir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulu
önüne getirilen uyuşmazlığın konusu, afet izninin veriliş amaç ve şartları
ile, süresine ilişkin Bakanlar Kurulu Kararının ve Genelkurmay
Başkanlığının uygulama emrinin dosyaya getirtilmesi, sanığın
durumunun bu karar ve uygulama emrine göre değerlendirilerek, suç
tarihinin saptanması ve sanığın depremden zarar görüp görmediğine
ilişkin beyanının belirlenmesi ve buna göre soruşturma yapılmasının
gerekip gerekmediğine ilişkindir.
“11.3.1998 tarihinde 9+6 gün yol süresiyle izine gönderilen
sanığın, 26.3.1998 tarihinde birliğine katılması gerekirken buna
uymadığı, 24.3.2004 tarihinde yol emniyet kontrolü sırasında
yakalandığı, böylece; 26.3.1998-24.3.2004 tarihleri arasında izin
tecavüzü suçunu işlediği iddiasını içeren iddianameye göre, talimatla
sorgu ve savunması saptanan sanığın, yokluğunda sürdürülen
yargılamada; 11.3.1998 - 8.7.1998 tarihleri arasında, yakalanmakla sona
429
eren izin tecavüzü suçundan yargılanıp mahkûm olduğu, cezasının
kesinleştiği saptamasına yer verilerek; 18.8.1999 tarihinde meydana
gelen deprem nedeniyle, 19-29 Ağustos 1999 tarihleri arasında
gönderildiği afet izninden dönmediği, 18.10.1999 tarihinde sivil bir
suçtan tutuklanırken, asker olduğunu açıkladığı kabulüne dayanılarak,
değişen iddia nedeninden haberdar edilmeksizin, 4.9.1999-18.10.1999
tarihleri arasında yasal bir mazereti bulunmadığı gerekçesiyle, izin
tecavüzü
suçundan
sanığın
mahkûmiyetine
karar
verildiği
anlaşılmaktadır.
“Suçun mahiyet ve niteliğinde değişme” başlıklı 166/1’inci
maddesindeki; “sanık, suçun mahiyetinin değişmesinden önce haber
verilip de, savunmasını yapabilecek bir hâlde bulundurulmadıkça,
iddianamede kanunî unsurları ile gösterilen suça ilişkin kanun
hükmünden başkası ile mahkûm edilemez.” hükmü, T.C. Anayasasının
36/1’inci maddesinde yer alan; “Adil yargılanma hakkı”nın bir gereğidir.
“İnsan hakları ve Temel Özgürlüklerin korunmasına İlişkin
Sözleşme” (Avrupa İnsan hakları Sözleşmesi)’nin “Adil Yargılanma
Hakkı”nı düzenleyen 6’ncı maddenin 3’üncü fıkrasında; “her sanık en
azından aşağıdaki haklara sahiptir.” kuralına yer verildikten sonra, beş
madde olarak sıralanan bu haklardan ilkinin; “a) Kendisine yöneltilen
suçlamanın niteliği ve nedeninin en kısa zamanda, anladığı bir dille ve
ayrıntılı olarak haberdar edilmek” olduğu belirtilmiştir.
“Nitelik”, “vasıf” anlamı yanında, “öz”, “asıl”, ve “esas”
manasına da gelen, “mahiyet” sözcüğünün (Türkçe sözlük/Türk Dil
Kurumu 1998-9.Baskı-s.1485), 353 sayılı Kanunun 166’ncı maddesinde
“mahiyet ve nitelik” şeklindeki yazılım karşısında, “nitelik” ve “vasıf”
anlamında kullanılmadığı açıktır. Bu duruma göre; “öz”, “asıl”, “esas”
anlamı yüklenmesi gereken “mahiyet” sözcüğü ile; “suçun özü/esası”nın
ifade edilmek istendiği açıktır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6/3
(a) maddesinde nitelik yanında yer alan; “suçlamanın nedeni” tümcesiyle
de aynı olgu ifade edilmektedir.
Bu düzenleme ve açıklamalara göre, somut olayda; sanığın,
iddianın özünü (esasını)/nedenini oluşturan, tamamen farklı bir olgu ile
ilk kez mahkûmiyet hükmünde karşılaşması; yöneltilen suçlamanın
değişen nedenine göre savunmasının alınmaması; ek savunması
belirlenmeden hükme varılması, savunma hakkının kısıtlanması
anlamında 353 sayılı Yasanın 207/3-H maddesine göre usule aykırı
bulunmuştur.
430
İddianamede ve hükümde yer alan suçun aynı olması (izin
tecavüzü), mahkûmiyete esas alınan izin tecavüzü süresinin (4.9.199918.10.1999), iddianamedeki; 26.3.1998-24.3.2004 tarihleri arasında yer
alması ve sanığın iddianameye karşı ayrıntılı savunma yapması, suçun
niteliği yanında; yukarıda açıklanan çerçevede mahiyetinin de
değişmesinden
haberdar
edilme
zorunluluğunu
ortadan
kaldırmayacağından (Askerî Yargıtay 1’inci Dairesinin 18.11.1998/470545 gün ve sayılı kararı da bu yöndedir), anılan aykırılık nedeniyle sanık
hakkındaki mahkûmiyet hükmünün usulden bozulması gerektiğinden
Askerî Yargıtay Başsavcılığının itirazına atfen Dairenin onamaya ilişkin
kararı kaldırılmış, bu bozma nedeni karşısında esastan incelemeye
geçilmemiştir.
NOT : Ayrıca, bu maddeyle ilgili olarak Askerî Yargıtay Daireler
Kurulunun 22.6.2006 tarih ve 2006/137-142 sayılı içtihadına bakınız. (Sayfa
464-467)
431
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 229
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/61
K. No. : 2006/74
T.
: 23.3.2006
ÖZET
Daireler kurulunca esastan sürdürülen ve sonucunda
yapılan oylamaya göre; suçu zimmet olarak vasıflandıran
askerî mahkemenin bu kabulünü yerinde gören üyelerin sayısı
(6) olup, geri kalan (7) üye değişik vasıflandırma ve
gerekçelerle hükmün bozulması yönünde oy kullandıklarından,
sanık hakkında zimmet suçundan direnme ile kurulan
mahkûmiyet hükmünün bozulması gerekir.
Beraat görüşündeki (3) üye dışında, sanığın eyleminin
suç oluşturduğunu kabul eden (10) üyeden, (6)’sı; zimmet,
(2)’si; memuriyet görevini kötüye kullanmak; (2)’si de
memuriyet görevini ihmal şeklinde vasıflandırması karşısında,
oyların dağılması nedeniyle; 353 sayılı Kanunun 170’inci
maddesine göre; sanığın en çok aleyhinde olan oyun kendisine
en yakın olan oya tâbi olması gerektiğinden, sanığın zimmet
suçu vasıflandırılmasıyla en çok aleyhine olan (6) oyun,
kendisine en yakın memuriyet görevini kötüye kullanmak suçu
olarak vasıflandıran (2) üyeye tâbi tutularak, sanığın
eyleminin (8 oyla) memuriyet görevini kötüye kullanmak
suçunu oluşturduğunun kabul edilmesi gerekir.
2001 yılı atama döneminde başka bir garnizona tayini nedeniyle
yürütmekte olduğu Sosyal Tesisler Kasa Sorumluluğu görevini devri
sırasında, 31 Mayıs 2001 tarihinde kasasında olması gereken
19.469.621.262 TL nakit parayı teslim edemeyen sanık (Em.) J.Kd.Bçvş.
M.D.’nin, 3.6.2001 tarihinde, 3.100.000.000 TL; 5.6.2001 tarihinde
5.800.000.000 TL; 24.6.2001 tarihinde de 7.835.648.582 TL olmak üzere
432
16.735.648.582 TL’yi nakit olarak elden vermek suretiyle; alınan mal
karşılığı ödemesi yapılmış görünen, ancak ödenmemiş olan;
2.733.972.680 TL fatura bedelini de, 1.7.2001 tarihî itibarıyla ödediği
sübuta eren olayda,
1) Zimmet suçundan ASCK’nın 131/1 (az vahim hâl), TCK’nın
59’uncu maddeleri uyarınca verilen iki ay on beş gün hapis cezası, 647
sayılı Yasanın 4’üncü maddesi uygulanarak günlüğü 4.745.000 TL
hesabıyla 355.875.000 TL ağır para cezasına çevrilen ve ASCK’nın 30/B
maddesi uyarınca TSK’dan çıkarılmasına karar verilen sanık hakkındaki
mahkûmiyet hükmünün, Askerî Yargıtay 1’inci Dairesince esastan
bozulduğu, ancak, mahkemece önceki kararda direnilerek kurulan
hükümde (10.11.2005 tarihli) TCK 59’uncu maddesinin; 62, hapis
cezasının dönüşümünde günlük para biriminin; 4 YTL hesabıyla; 300
YTL adlî para cezasına hükmedilmesi, önceki hükümden farklı gibi
görünmekte ise de; direnmenin sübuta yönelik olması, anılan
farklılıkların, 1.6.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı TCK’nın
uygulanmasından kaynaklanması nedeniyle, incelemeye esas kararın,
direnme niteliğini kaybetmeyeceği, incelemenin Daireler Kurulunda
yapılması gerektiğine oyçokluğu ile karar verilmiş,
2) Usul konusu aşıldıktan sonra, kurulumuzca esastan sürdürülen
inceleme ve müzakere sonucu sübutu yukarıda açıklandığı biçimde kabul
edilen olayda,
a) Bazı Üyeler, sanığın eyleminin askerî mahkemenin kabul ettiği
gibi zimmet suçunu oluşturduğunu; 31.5.2001 tarihî itibarıyla iddia
konusu sorumluluğundaki parayı teslim edemeyen sanığın, 6.6.2001
tarihinde hırsızlık izlenimi vermek için, kasa anahtarını kaybettiğini
söyleyip, bu yönde soruşturma yapılması için başvuruda bulunmak
yerine, kasayı birlik dışına çıkartıp arkasını kaynakla açtırması, Bölge ve
Alay Komutanlıkları ve bir kısım birlik yemek bedelleri alacağının açık
miktarının ancak bir kısmını karşılaması, mükerrer fatura düzenlenmesi
olgularının, sanığın mal edinme kastını ortaya koyduğunu kabul etmesine
karşın,
b) Bazı Üyeler, Sosyal tesisler müdürü ve diğer görevlilerin de
bilgisi dâhilinde bazı birliklerin sosyal tesislere borcunun bulunması
nedeniyle, bilânçoların düzenlenmesinin ayın 15’inden sonrasını bulması,
31.5.2001 tarihinde kasa mevcudunu teslimi gereken sanığın, bu nedenle
iddiaya konu açık miktarını oluşturan nakit paranın esasen, fiilen elinde
433
bulunmaması, 3 ve 5 Haziran tarihlerinde toplam 8.900.000.000 Lirayı
teslim etmesi karşısında, sözü edilen tesis alacaklarının geri kalan
10.569.621.262 TL’lik açık içerisinde yer alması, 24.6.2001 tarihinde bir
bankadan 4.000.000 TL tüketici kredisi alan sanığın, bu tarihe denk
düşen 7.835.648.582 TL ödemesinin bulunması, açık tespit edildiği
tarihte birlik komutanlığınca soruşturma başlatılmaması olguları birlikte
değerlendirildiğinde; teftişe tâbi olmamakla birlikte, kasa sorumlusu olan
sanığın, kasasında bulunması gereken nakit miktarını bilmesine
yarayacak bir kasa defteri tutmaması, kasa miktarını ve tesisin kimden ne
kadar alacağı olduğunu belgeleriyle anında ortaya koyamaması, 1999
yılından kalan alacağı olduğunu ileri sürmesi, bilirkişi tespitine göre
günlük kasada bulunması gerekenden fazla parayı bankaya yatırmaması,
ilgili yönergenin belirlediği bu usul ve esaslar çerçevesinde hareket
etmeyen sanığın, oluşan açıkta “temellük kastı” kesin olarak ortaya
konulamadığından, memuriyetinin gerektirdiği usul ve esaslara bilerek
aykırı davranmak suretiyle memuriyet görevini kötüye kullanmak suçunu
işlediği, mahkemesince durumun 765 sayılı TCK’nın 240 veya 5237
sayılı TCK’nın 257’nci maddesi kapsamında (lehe kanun)
değerlendirilmesi gerektiği yönünde oy kullanmışlardır.
c) Bazı Üyeler; sanığın eyleminin 765 sayılı TCK’nın 230’uncu
maddesi kapsamında memuriyet görevini ihmal suçunu oluşturduğunu,
durumunun, askerî mahkemece 5237 sayılı TCK’nın 257’nci maddesi
bağlamında değerlendirilmesi gerektiğini kabul etmiş;
d) Bazı Üyeler; temellük kastı kesin olarak saptanamayan sanığın,
açık miktarını da tamamen karşılaması nedeniyle, 5237 sayılı TCK’nın
257’nci maddesinde aranan kamu ve kişi zararı bulunmadığından
beraatine karar verilmesi gerektiği yönünde oy kullanmışlardır.
Bu oylama sonucuna göre; suçu zimmet olarak vasıflandıran
askerî mahkemenin bu kabulünü yerinde gören üyelerin sayısı (6) olup,
geri kalan (7) üye değişik vasıflandırma ve gerekçelerle hükmün
bozulması yönünde oy kullandıklarından, sanık hakkında zimmet
suçundan direnme ile kurulan mahkûmiyet hükmünün bozulmasına karar
verilmiştir.
Sanığın eyleminin suç oluşturduğunu kabul eden on üyeden,
altısı, zimmet, ikisi, memuriyet görevini kötüye kullanmak; ikisi de,
memuriyet görevini ihmal suçu olarak vasıflandırıldığından, suç vasfı,
353 sayılı Kanunun 170’inci maddesindeki “...oylar dağılırsa sanığın en
çok aleyhine olan oy, çoğunluk elde edilinceye kadar kendisine en yakın
olan oya tâbi olur...” hükmüne göre memuriyet görevini kötüye
kullanmak suçu olarak belirlenmiştir.
434
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 230
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/85
K. No. : 2006/89
T.
: 13.4.2006
ÖZET
Dosya içeriği incelendiğinde, askerî mahkemenin vardığı
sonuca ulaşmak, bundan yoksun olan gerekçeyi, yasal anlamda
geçerli hâle getirmeyeceğinden, “Hükmün gerekçeden yoksun
olması”, 353 sayılı Yasanın 207/3-G maddesine göre, mutlak
bozma nedenleri arasında olup, anılan hüküm anılan yasanın
173/1’inci maddesi ile birlikte değerlendirilip hüküm
kurulması gerekir.
Sanık (Em.) Hv.Uçb.Kd.Bçvş. H.G.A.’nın, 121’inci Filo Kantin
Astsubayı olarak mal alımı, satımı ve muhasebesinden sorumlu olarak
görev yaparken, bizzat kendisi tarafından bilgisayarda tanzim edilen
dokümanlarda (bilançolarda), kasten oynamalar yapıp gerçek miktarı
gizlediği, ancak ilgili personelin hesaplarında kesinti yapılması için
tanzim ettiği; Vakıfbank ve Oyakbanka verdiği belgelerde gerçek toplamı
gösterdiği, böylece, personel maaşlarından sözü edilen bankalar aracılığı
ile kesilip kantin hesabına yatan para miktarının, birlikte kalan
çizelgeden fazla olduğu, Ağustos 2003-Mart 2004 tarihleri arasında sanık
Astsubayın açıklandığı gibi, oluşan 9.807.250.000 TL’lik farkı mal
edinmek suretiyle, ihtilâsen zimmet suçunu işlediği iddiasına konu
davada, askerî mahkemece verilen, aşamalarda usulden ve noksan
soruşturmadan bozulan hükümlerde direnilerek, mahkûmiyet hükmü
kurulmuştur.
Öncelikle;
İhtilâsen zimmet suçundan, ASCK’nın 131/1, TCK’nın 80, 59/2
ve ASCK’nın 30/1-B maddeleri uyarınca on bir ay yirmi gün ağır hapis
cezası ile, TSK’dan çıkarılmasına karar verilen sanık hakkında,
8.12.2005 tarihinde direnme ile: aynı suçtan ASCK’nın 131/1, 765 sayılı
TCK’nın 80, 5237 sayılı TCK’nın 62 ve ASCK’nın 30/1-B, maddeleri
uyarınca on bir ay yirmi gün hapis cezası ile, TSK’dan çıkarılmasına
435
karar verilmeleri nedeniyle, iki hüküm farklı ise de, direnmenin, usule
aykırılık ve noksan soruşturmaya yönelik olması, anılan farklılıkların,
1.6.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı TCK’nın
uygulanmasından kaynaklanması, sanığın ceza miktarının aynı olması
karşısında, incelemeye esas kararın direnme niteliğini kaybetmeyeceğine;
incelemenin Daireler Kurulunda yapılması gerektiğine karar verilmiştir.
Temyiz incelemesine kurulumuzca devamla;
Direnme ile kurulan mahkûmiyet hükmüne ilişkin gerekçeli karar
incelendiğinde, iddia kısmında; iddianame ve esas hakkındaki mütalâaya,
sorgu ve savunma bölümünde; sanığın aşamalardaki beyanlarına ve
müdafiinin savunmasına yer verilmiştir. “Yazılı deliler; tüm dosya
kapsamı”, “sözlü deliller; olayla ilgili tanıklar M.K., S.B. ve A.K.
beyanlarda bulunmuşlardır” şeklinde yazıldıktan sonra, “Delillerin
değerlendirilmesi ve kabul” bölümünde, sanığın kantin subayı olduğu”,
bu görevi nedeniyle askerî hizmeti sırasında, sorumluluğundaki kantin
parasını, bilgisayardaki Excel programında oynamalar yapmak suretiyle
mal edindiği, ihtilâsen zimmet suçunu işlediği kabul edilmiş, “sanığa
isnat olunan suç kendi kısmî ikrarından, tanık beyanlarından ve
dosyadaki belgelerden anlaşılarak sübuta ermiştir” şeklindeki gerekçeye
yer verildiği görülmüştür.
Sübut delili kabul edilen kısmî ikrara, sorgu ve savunma ile
delillerin değerlendirilmesi bölümünde yer verilmekle birlikte, “tüm
dosya kapsamı” şeklindeki soyut nitelikte yazılı delillerin ne olduğu,
değerlendirme bölümünde de açıklanıp tartışılmadığı gibi, ismi yazılı 3
tanığın görevlerinin ne olduğu, olayla ilgili hangi bilgiye sahip oldukları
ve kimin hangi beyanının hükme esas alındığı anlaşılamamaktadır.
“Sanık mahkûm olursa, hükmün gerekçesinde mahkemece, suçun
kanunî unsurları olarak sabit ve gerçekleşmiş sayılan vak’alar gösterilir.
Eğer delil başka vak’alardan çıkarılmış ise, bunlar da hükümde
gösterilir.” biçimindeki 353 sayılı Yasanın 173/1’inci maddesindeki
emredici kural, hükmün gerekçesinde gösterilmesi gereken hususlara
ilişkin olması nedeniyle, bu bağlamda ele alınmalıdır. Yoksa, dosya
içeriği incelendiğinde, askerî mahkemenin vardığı sonuca ulaşmak,
bundan yoksun olan gerekçeyi yasal anlamda geçerli hâle getirmez.
“Hükmün gerekçeden yoksun olması,” 353 sayılı Yasanın 207/3-G
maddesine göre mutlak bozma nedenleri arasında sayılmakta olup, anılan
hüküm, yukarıda açıklanan 173/1’inci maddesi ile birlikte
değerlendirilmelidir.
436
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 230
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/130
K. No. : 2006/124
T.
: 25.5.2006
ÖZET
Yargılama sırasında dinlenilmiş olan, yirmi dört
tanıktan beşinin ifadelerinin, hükmün gerekçesinde yer
almadığı ve değerlendirilmediği anlaşılmakta ise de; bu
tanıkların olaya ilişkin bilgi ve görgülerinin bulunmadığı,
anlatımlarının, suçun oluşumundan sonraki aşamaya ilişkin
olduğu gözetildiğinde, hükmün esasına etkili olmayan bu
noksanlık, bozma sebebi olarak kabul edilemez.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlığın; yargılama sırasında dinlenilen 24
tanıktan beş tanığın ifadelerine, hükmün gerekçesinin sözlü deliller
kısmında yer verilmemesinin usule aykırı olup olmadığı ve dava
dosyasında sanığın cezaî ehliyetinin tespitine yönelik noksan soruşturma
bulunup bulunmadığı konularına ilişkin olduğu görülmektedir.
353 sayılı Kanunun 173’üncü maddesi; “Sanık mahkûm olursa,
hükmün gerekçesinde mahkemece suçun kanunî unsurları olarak, sabit ve
gerçekleşmiş sayılan vakıalar gösterilir. Eğer delil başka vakıalardan
çıkarılmış ise, bunlar da hükümde gösterilir.
Bundan başka, hükümlülüğe dair hükmün gerekçesi ceza
kanununun uygulanan maddesini ve ceza miktarının tayinine askerî
mahkemeyi götüren hâlleri kapsar.
Ceza Kanunu genel olarak, daha hafif bir cezanın uygulanmasını,
hafifletici bir hâlin varlığına bağlı kılmış ise, bu sebeplerin kabul ve
reddolunması hâlinde, hükmün gerekçesinde bunlar da gösterilir.”
düzenlemesini içermektedir.
437
Gerekçe; hükmün dayanaklarının akla, hukuka ve dosya içeriğine
uygun açıklanmasıdır. “Yargıcın hükmünü dayandırdığı nedenlerdir”
biçiminde tanımlandığı da görülmektedir.
Dava konusu olayda, sanığa yüklenen suçun sübuta ilişkin
delillerin Yzb. N.Ü., Ütğm. B.K. ve Astsb. M.D.’nin anlatımları yanında,
görev tanım formu, Yabancı Madde Hasarı (YAMAHA) Önleme Üs
Özel Yönergesi, ceza kararları ve infaz belgelerinden ibaret olduğu,
hükümde bu delillerin tartışılıp değerlendirildiği ve bu yönü ile hükmün
yeterli gerekçeyi içerdiği görülmüştür.
Yargılama sırasında dinlenilmiş olan yirmi dört tanıktan beşinin,
ifadelerinin hükmün gerekçesinde yer almadığı ve değerlendirilmediği
anlaşılmakta ise de; bu tanıkların olaya ilişkin bilgi ve görgülerinin
bulunmadığı, anlatımlarının suçun oluşumundan sonraki aşamaya ilişkin
olduğu gözetildiğinde, hükmün özüne (esasına) etkili olmayan bu
noksanlık, gerekçesizlik olarak değerlendirilmemiştir.
Öte yandan; dosya içerisinde sanığın akıl hastası olduğu
kuşkusunu doğurabilecek herhangi bir bilgi veya belge bulunmadığı gibi,
bu konuda bir iddianın da mevcut olmadığı görülmektedir. Geçmişte
sabıkası bulunmayan sanığın, görülen davadan 1,5 ay sonra başka bir suç
işlemiş olması akıl hastası olduğunu göstermeyeceğinden, Başsavcılığın
itiraz sebeplerinin reddine karar verilmiştir.
438
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 236
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/104
K. No. : 2006/113
T.
: 11.5.2006
ÖZET
Mağdur tanık Dz.Çvş.’un duruşmada yemin verilerek
dinlenilmesi; 5271 sayılı CMK’nın 236/1’inci maddesindeki;
“mağdurun tanık olarak dinlenilmesi hâlinde, yemin hariç,
tanıklığa ilişkin hükümler uygulanır.” kuralına aykırı ise de,
mahkûmiyet
kararının
sadece
mağdurun
beyanına
dayanmaması, davaya katılma ve taraf olma olasılığı bulunan
mağdurun, sanık gibi gerçeğe aykırı düşen beyanlarından
dolayı, yalan tanıklık suçlamasına maruz kalmaması için
konulan, “yeminsiz dinlenilmesi” kuralı, ihlâlinin geriye
dönülerek giderilmesinin olaya bir katkı sağlamayacağı gibi,
mağdurun davaya taraf olarak da katılmadığı gözetildiğinde,
bu hatanın bozmayı gerektirmediğinin kabul edilmesi gerekir.
Daire ile Başsavcılık arasında oluşan ve çözümü gereken
uyuşmazlık, usule aykırılık bulunup bulunmadığı ve eylemin sübuta erip
ermediğine ilişkindir.
29.5.2004 günü saat 21.30 sıralarında Ana Mayın Grup K.lığı
emrindeki sanık (Ter.) Dz.Onb. H.Ü. ile Dz.Erler; M.Y. ve M.A.’nın
İkmal Destek K.lığı önündeki kiraz ağacına çıktıklarını gören İkmal
Destek K.lığında görevli Dz.Çvş. K.K.’nın, sorumluluğu altındaki alanı,
kiraz toplayıp yere (dal, yaprak ve meyve artığı gibi) çöp dökerek
kirletmemeleri, ağaçtan inmeleri konusunda uyarması nedeniyle,
aralarında çıkan tartışmada, adı geçenleri yalancılıkla itham etmesi
üzerine sanık Dz.Onb. H.Ü.’nün, Dz.Çvş. K.K.’nın sağ gözüne yumrukla
439
vurmak suretiyle, üste fiilen taarruz suçunu işlediğine ilişkin kabulde,
sadece, mağdur Çvş. K.K.’nın beyanı esas alınmayıp, olay anında
yanında bulunan tanık Dz.Erler; E.D., F.Y. ve M.D.’nin; “mağdura
yumrukla vuranın sanık H.Ü. olduğunu gördüklerine; çevredeki ışıkların,
kişileri tanıma ve üzerlerindeki rütbe ve işaretleri seçmede yeterli
olduğuna...” ilişkin açık ve net anlatımlarına dayanılması, sanığın ve
yanındaki iki arkadaşının, olay yerinde olduklarını; mağdurla kiraz
ağacına çıkıp çıkmadıkları hususunda tartıştıklarını kabul etmeleri, diğer
erlerin mağdurla fiilî temastan bahsetmemelerine karşın, sanığın, tartışan
arkadaşı M.Y. ile Çvş. K.K.’yı “ayırmak amacıyla iteklediğini”
söylemesi, mağdurun olaydan sonra müracaatı üzerine saat 21.40’da
verilen doktor raporuyla “sağ göz üst kapağında minimum ödem
oluştuğunun” saptanması karşısında, salt, Nöb.Sb.Dz.Kd.Ütğm. B.T.’nin
düzenlediği “olaydan sonra mağdurun kendisine vuranı teşhis
edemediğine” ilişkin tutanak ve içeriğini tekrarladığı beyanının, sanığın
bu eylemi gerçekleştirdiği olgusunda kuşkuya neden olamayacağı açıktır.
Kaldı ki, tutanağa geçirmemekle birlikte, adı geçen nöbetçi subayının
şüpheli konumundaki üç kişiyle konuşması sırasında, sanığın yanındaki
iki arkadaşının, mağdura vuranın sanık olduğunu söylediklerini ifade
etmesi diğer kanıtlarla birlikte değerlendirildiğinde, sanığın üste fiilen
taarruz suçunu işlendiğinde duraksama bulunmamaktadır.
Mağdur tanık Dz.Çvş. K.K.’nın 29.11.2005 tarihli duruşmada
yemin verilerek dinlenilmesi; 1.6.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5271
sayılı CMK’nın 236/1’inci maddesindeki; “mağdurun tanık olarak
dinlenilmesi hâlinde, yemin hariç, tanıklığa ilişkin hükümler uygulanır.”
kuralına aykırı ise de, yukarıda açıklandığı gibi, mahkûmiyet kararının
sadece mağdurun bu beyanına dayanmaması, davaya katılma ve taraf
olma olasılığı bulunan mağdurun, sanık gibi gerçeğe aykırı düşen
beyanından dolayı yalan tanıklık suçlamasına maruz kalmaması için
konulan, “yeminsiz dinlenilmesi” kuralı ihlâlinin geriye dönülerek
giderilmesinin, olaya bir katkı sağlamayacağı gibi, mağdurun davaya
taraf olarak da katılmadığı gözetildiğinde, bu hatanın bozmayı
gerektirmediği açıktır. Bu nedenlerle, sanık hakkındaki mahkûmiyet
hükmünü kanun ve madde numarasını düzelterek onayan Daire ilâmına
yönelik; usul ve esas yönünden bozma görüşünü içeren Askerî Yargıtay
Başsavcılığının itirazının reddine karar verilmiştir.
440
TÜRK CEZA KANUNU
Mad. 26/2, 104/1, 109/1
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/44
K. No. : 2007/44
T.
: 26.4.2007
ÖZET
Onbeş yaşından büyük, onsekiz yaşından küçük olan ve
Medenî Kanun kapsamında ayırt etme gücüne haiz bulunan,
ancak fiil ehliyetine sahip bulunmayan mağdur ile mağdurun
rızası zımnında cinsel ilişkiyi gerçekleştiren fail hakkında,
suçtan zarar gören sıfatıyla, veli veya vasinin de şikâyet
hakkının bulunduğunun kabulü gerekir.
Velisinin rızası dışında, evi dışında bir yerde kalma ve bir
yere gitme konusunda tercihte bulunma serbestisine sahip
bulunmayan onbeş yaşından büyük, onsekiz yaşından küçük
çocuğun, hukuka, yani M.K.’nın 339’uncu maddesine aykırı olarak,
velisinin muvafakatı olmadan, evinden, uzaklaştırılması ile, “çocuğu
hürriyetinden yoksun kılma” suçu oluştuğundan, çocuğun
rızasının bulunması, suçun oluşumunu engellemeyecektir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; 5237 sayılı TCK’nın 26/2’nci
maddesi ile yapılan; “kişinin üzerinde mutlak surette tasarruf edebileceği
bir hakkına ilişkin olmak üzere, açıkladığı rızası çerçevesinde işlenen
fiilden dolayı kimseye ceza verilemeyeceği” şeklindeki düzenleme
karşısında, onbeş yaşını bitirmiş çocukla rızası ile cinsel ilişkide
bulunmak suçunda mağdurun, bu suç nedeniyle şikâyetçi olmaması
hâlinde, açılmış davaların düşmesine karar verilmesinin gerekip
gerekmediği, zarar gören olarak şikâyet hakkının mağdurenin velisi
(babası) tarafından da kullanılıp kullanılamayacağının belirlenmesi ve
sadece mağdurenin rızasının, alıkoyma eylemini hukuka uygun hâle
getirip getirmediği, dolayısıyla, 5237 sayılı TCK’nın 109/1’inci
maddesindeki suçun oluşup oluşmadığının tespitine ilişkindir.
441
Daire; “onbeş yaşından büyük onsekiz yaşından küçük olan ve
Medenî Kanun kapsamında ayırt etme gücüne haiz bulunan, ancak fiil
ehliyetine sahip bulunmayan mağdure ile mağdurenin rızası zımnında
cinsel ilişkiyi gerçekleştiren fail hakkında, suçtan zarar gören sıfatıyla,
veli veya vasinin de şikâyet hakkının bulunduğunu” kabul ederek
mahkûmiyet hükümlerinin onanmasına karar vermiş;
Başsavcılık ise, “askerî mahkemece, mağdurenin, hükümlüyle
birlikte, Ankara’dan Antalya’ya kendi rızasıyla gittiği ve yine rızası
zımnında, onunla birlikte olduğu kabul edildiğinden, 5237 sayılı
TCK’nın 26/2’nci maddesi çerçevesinde değerlendirilecek bu rızanın,
hükümlünün alıkoyma eylemini hukuka uygun hâle getirmesi nedeniyle,
5237 sayılı TCK’nın 109/1’inci maddesindeki suçun oluşmadığı
sonucuna ulaşılmaktadır. Böylece, lehe kanun değerlendirmesinin
yapıldığı duruşma ve kararda, alıkoyma eyleminden hükümlünün
beraetine; öte yandan mağdurenin soruşturma aşamasındaki hükümlüden
şikâyetçi olmadığını beyan ettikten sonra, diğer aşamalarda şikâyet
hususunda bir beyanda bulunmadığı da dikkate alınarak, onbeş yaşını
bitirmiş çocukla rızası ile cinsel ilişkide bulunmak suçundan dolayı,
şikâyet yokluğu sebebi ile kamu davasının düşmesine, karar verilmesi
gerektiği” şeklindeki görüşle Daire kararının kaldırılması istemiyle
itirazda bulunulmuştur.
1) Müteselsilen onbeş yaşını bitirmiş çocukla cinsel ilişkide
bulunmak suçundan yapılan incelemede:
Dava dosyasına göre; Hükümlünün Ankara’da askerlik hizmetini
yaparken tanıştığı 10.4.1981 doğumlu mağdure D.A. ile bir süre mektup
ve telefon arkadaşlığı yaptıktan sonra, 2.5.1998 tarihinde otobüsle
gittikleri Antalya’da mağdurenin rızasıyla birkaç kez ilişkiye girdikleri
ve 8.5.1998 tarihinde yine beraber Ankara’ya döndükleri, bu
gelişmelerden sonra mağdurenin babasının şikâyetçi olması üzerine
hükümlü hakkında soruşturma yapıldığı; mağdure soruşturma
aşamasında alınan ifadesinde, olayın tamamen rızası ile gerçekleştiğini
hükümlüden şikâyetçi ve davacı olmadığını beyan ettiği anlaşılmaktadır.
Hükümlünün eylemi, karar tarihi itibariyle, 765 sayılı TCK
kapsamında reşit olmayan mağdure ile rızası ile cinsi münasebette
bulunmak suçunu oluşturduğu kabul edilerek, ASCK’nın 152’nci
maddesi delâletiyle 765 sayılı TCK’nın 416/3, 80, 418/2 ve 59’uncu
maddeleri uyarınca mahkûmiyetine karar verildiği, müteakiben, askerî
mahkemece yapılan lehe hüküm değerlendirmesinde ise; hükümlünün
eyleminin 5237 sayılı TCK’nın 104/1’inci maddesinde tanımlanan onbeş
yaşını bitirmiş çocukla rızası ile cinsel ilişkide bulunmak suçunu
442
oluşturduğu kabul edilerek, 5237 sayılı TCK hükümlerine göre cezanın
belirlendiği görülmektedir.
5237 sayılı TCK’nın “Reşit olmayanla cinsel ilişki” başlıklı
104’üncü maddesinde;
“Cebir, tehdit ve hile olmaksızın, onbeş yaşını bitirmiş olan
çocukla cinsel ilişkide bulunan kişi, şikâyet üzerine, altı aydan iki yıla
kadar hapis cezası ile cezalandırılır.” şeklinde düzenleme yapılmıştır.
Mülga 765 sayılı TCK’nın 416/3’üncü maddesinde düzenlenen söz
konusu suç, takibi şikâyete bağlı olmadığı hâlde, 5237 sayılı yeni
TCK’nın 104’üncü maddesinde bu suçun “şikâyet” ön-şartına tâbi olarak
düzenlendiği görülmektedir.
5237 sayılı TCK’nın “Hakkın kullanılması ve ilgilinin rızası”
başlıklı 26/2’nci maddesi ile; “kişinin üzerinde mutlak surette tasarruf
edebileceği bir hakkına ilişkin olmak üzere, açıkladığı rızası çerçevesinde
işlenen fiilden dolayı kimseye ceza verilemeyeceğine” yönelik bir
düzenleme getirilmiş bulunmaktadır.
Yasa koyucu, 5237 sayılı TCK’nın genel hükümleri arasında yer
alan 26’ncı madde ile yeni bir düzenleme olarak getirdiği “Hakkın
kullanılması ve ilgilinin rızası” kavramlarını madde gerekçesinde;
“Hakkın kullanılması hukuka uygunluk nedeni düzenlenmiştir. Bir
hakkı kullanan kimsenin hukuka aykırı bir şekilde hareket etmiş
sayılamayacağı, bilinen bir gerçektir.
Bir hak, kanun, tüzük, yönetmelik, genelge gibi nizamlara
dayanabilir ve hukuken tanınmış ve düzenlenmiş olmak kaydıyla, bir
mesleğin icrasından da doğabilir.
Burada hakkın doğrudan doğruya kullanılabilir olması
aranacaktır. Eğer hak, bir mercie başvurarak kullanılabilecekse, artık
buradaki hak kapsamında kabul olunmayacaktır.
Maddenin ikinci fıkrasında ilgilinin rızası hukuka uygunluk nedeni
düzenlenmiştir. Söz konusu hukuka uygunluk nedeninin varlığı için,
rızanın kişinin üzerinde mutlak surette tasarrufta bulunabileceği bir
hakka ilişkin olması gerekir. Keza, kişinin bu hakla ilgili olarak rıza
açıklamaya ehil olması gerekir.” şeklinde açıklamaktadır.
Bu madde ile mağdurun rızasının, kişilerin eylemlerini hukuka
uygun hâle getirdiği görülmekle birlikte, Mülga 765 Sayılı TCK’nın
416/3’üncü maddesinde yer alan; “Reşit olmayan mağdur ile rızası ile
cinsi münasebette bulunmak” suçunun karşılığı olarak, 5237 sayılı yeni
TCK’nın 104’üncü maddesi ile düzenlenen; “Cebir, tehdit ve hile
olmaksızın, onbeş yaşını bitirmiş olan çocukla cinsel ilişkide bulunmak”
suçunun unsurlarının arasında sayılan; “Cebir, tehdit ve hile olmaksızın”
443
şeklindeki tanımlamalar, örtülü bir şekilde mağdurenin rızasının varlığını
ifade etmekte, bu suretle mağdurun rızası, bir anlamda suçun unsurları
arasında yer almaktadır.
Bu durumda, mağdurun rızası ile girdiği cinsel ilişkinin suç
sayılmasının, sadece mağdurun şikâyetine bağlı olması hâlinde, 26/2’nci
madde kapsamında, ilgilinin rızası ile hukuka uygun hâle gelen eylemin,
suç olarak kabul edilip, şikâyet şartına bağlanması, 104’üncü maddenin
düzenleniş amaç ve ruhuna aykırı düşmektedir.
Nitekim, anılan 26’ncı madde ile yapılan genel düzenlemede, işlenen
fiili hukuka uygun hâle getiren “mağdurun rızasının”, “ehil” olma şartı ile
geçerli olabileceğinin hükme bağlanması karşısında, 104’üncü maddede,
ehil olmayan, “çocuk” konumundaki mağdurun rızasının, suçun oluşumunu
hukuka uygun hâle getirebilme olasılığı bulunmadığı gibi, yasa koyucu,
mağdur dışındaki ilgili kişilerin (veli-vasi gibi) şikâyet hakkını ön-şart
olarak getirerek, 26’ncı maddenin, farklı biçimde yorumlanmasına imkân
vermemiştir.
Bunun yanı sıra, 5237 Sayılı yeni TCK’nın altıncı bölümünde yer
alan; “Cinsel Dokunulmazlığa Karşı Suçlar” başlığı altında düzenlenen
ve şikâyet ön şartına bağlanan 102, 105’inci maddelerde belirtilen
suçlarla ilgili olarak, şikayette bulunacak tarafın; “mağdurun şikâyeti”
denmek suretiyle açıkça gösterilmesine karşın, söz konusu 104’üncü
maddede; şikâyet ön-şartının, sadece “şikâyet üzerine” şeklinde, yalın
ve genel bir kavramla ifade edildiği, ancak bu şikâyet hakkının kimin
tarafından
kullanılacağının
kişiselleştirilerek
belirtilmediği
görülmektedir. Ard arda gelen bu maddelerin düzenlenme sistematiği göz
önünde bulundurulduğunda, 104’üncü maddede öngörülen şikâyet
hakkının, reşit (ehil) olmayan mağdur dışındaki ilgili kişiler tarafından da
kullanılacağını açıkça ortaya koymaktadır.
Bununla birlikte, 5237 sayılı yeni TCK’nın 104’üncü maddesinde,
suçtan zarar gören taraf olarak şikâyet hakkının, kimler tarafından
kullanılacağının belirlenmesine yönelik olarak, Medenî Kanun hükümleri
ile 5237 sayılı TCK’nın hükümlerinin birlikte değerlendirilmesi
gerekmektedir.
5237 sayılı TCK’nın 6’ncı maddesinde, çocuk; henüz onsekiz
yaşını doldurmamış kişi, olarak tanımlanmıştır. Birleşmiş Milletler
Çocuk Haklarına Dair Sözleşmesinin 1’inci maddesinde ise, “Bu
sözleşme uyarınca çocuğa uygulanabilecek olan kanuna göre daha erken
yaşta reşit olma durumu hariç, on sekiz yaşına kadar her insan çocuk
sayılır.” şeklinde düzenleme yer almaktadır.
444
Türk Medenî Kanununun 13’üncü maddesinde; Yaşının küçüklüğü
yüzünden veya akıl hastalığı, akıl zayıflığı, sarhoşluk ya da bunlara
benzer sebeplerden biriyle akla uygun biçimde davranma yeteneğinden
yoksun olmayan herkesin, bu Kanuna göre ayırt etme gücüne sahip
olduğu, 12’nci maddesinde; onbeş yaşını dolduran küçüğün, kendi isteği
ve velisinin rızasıyla mahkemece ergin kılınabileceği, 11’inci
maddesinde; erginliğin onsekiz yaşın doldurulmasıyla başlayacağı,
düzenlenmiştir. Kanunun 8 ve 9’uncu maddelerinde hak ve fiil ehliyeti
tanımlandıktan sonra, 10’uncu maddede; ayırt etme gücüne sahip ve
kısıtlı olmayan her ergin kişinin fiil ehliyetinin sahip olduğu kabul
edilmiştir. Öte yandan, “Ayırt etme gücüne sahip küçükler ve kısıtlılar”
başlıklı 16’ncı maddede; ayırt etme gücüne sahip küçüklerin ve
kısıtlıların, yasal temsilcilerinin rızası olmadıkça, kendi işlemleriyle borç
altına giremeyecekleri, karşılıksız kazanmada ve kişiye sıkı sıkıya bağlı
hakları (örneğin şikayet hakkını) kullanmada bu rızanın gerekli olmadığı,
düzenlenmiştir.
Bu itibarla, onbeş yaşından büyük onsekiz yaşından küçük olan ve
Medenî Kanun kapsamında ayırt etme gücüne haiz bulunan, ancak fiil
ehliyetine sahip bulunmayan mağdur ile mağdurun rızası zımnında cinsel
ilişkiyi gerçekleştiren fail hakkında, suçtan zarar gören sıfatıyla, veli
veya vasinin de şikâyet hakkının bulunduğunun kabulü gerekir.
Zira, Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşmesi ve Türk
Medenî Kanunu, on sekiz yaşından küçüklerin korunmasına dair,
öncelikle veli veya vasiye sorumluluklar yükleyen düzenlemeler
içermektedir.
Öte yandan, kişiye sıkı sıkıya bağlı kabul edilen şikâyet hakkının,
suçtan zarar gören sıfatıyla, sadece ayırt etme gücünü haiz bulunan
küçüklere tanınması, koşulları da oluştuğunda, uygulamada ayırt etme
gününü haiz bulunanlar açısından cinsel özgürlük yaşının onbeş yaşına
indirilmesi sonucunu doğurmaktadır ki, bu durumun, kamu düzeni,
toplum ve aile yapısı, genel ahlâk kuralları ve çocuğun korunmasını
amaçlayan düzenlemelerle bağdaştırılması mümkün görülmemektedir.
Onbeş yaşını doldurmuş olan çocuklar, cinsel farkındalık
dönemine girmiş olmakla birlikte, henüz kişiliklerinin yeterince
gelişmemiş olması, başkalarıyla cinsel ilişkiye girmenin sonuçlarını
yeterince kavrayacak bir sorumluluk duygusuna sahip olmamaları
dolayısıyla; bu çocuklarla cinsel ilişkide bulunulması, suç olarak
tanımlanmıştır. Bu ilişkinin rızaya dayalı olarak gerçekleştirilmesi,
fiili suç olmaktan çıkarmayacak ve kişinin ceza sorumluluğunu
ortadan kaldırmayacaktır.(5237 sayılı TCK Gazi Şerhi s. 392)
445
Somut olayda, salt ayırt etme gücüne haiz olması sebebiyle, şikâyet
hakkının da kişiye sıkı sıkıya bağlı haklardan olduğunun kabulüyle, olay
tarihinde onbeş yaşından büyük ve onsekiz yaşından küçük mağdurenin
rızası var diye, babasının (velisinin) vaki şikâyetine rağmen, mağdurenin
şikâyetinin bulunmaması nedeniyle, fail hakkındaki kamu davasının
düşmesine karar verilmesinin mümkün olmadığı sonucuna varılmakla,
Kara Kuvvetleri Komutanlığı Askerî Mahkemesinin 19.4.2006 gün ve
2006/1264-286 esas ve karar sayılı kararının hukuka uygun olduğu
anlaşıldığından, Millî Savunma Bakanının 23.1.2007 gün ve MİY.: 3119-06/As. Adl. İşl. Rap. Tet. Ş. (230-215) sayılı “kanun yararına bozma”
isteminin, 353 sayılı Kanunun 5530 sayılı Kanunla değişik 243’üncü
maddesi uyarınca reddine ilişkin Askerî Yargıtay 1’inci Dairesinin
28.2.2007 gün ve 2007/250-309 sayılı ilâmında isabetsizlik görülmemiş
ve Başsavcılığın itirazının reddine, karar verilmiştir.
2) Rıza ile şehvet hissi veya evlenmek maksadıyla reşit olmayan
mağdureyi alıkoymak suçundan yapılan incelemede:
Dava dosyasına göre; hükümlünün eylemi, karar tarihi itibariyle,
765 sayılı TCK kapsamında rıza ile şehvet hissi veya evlenmek
maksadıyla reşit olmayan mağdureyi alıkoymak suçunu oluşturduğu, 765
sayılı TCK’nın 430/2 ve 59’uncu maddeleri uyarınca mahkûmiyetine
karar verildiği, lehe kanun değerlendirmesinde ise; hükümlünün
eyleminin, 5237 sayılı TCK’nın 109’uncu maddesinin 1, 3-f ve 5’inci
fıkralarında tanımlanan cinsel amaçlı olarak çocuğu hürriyetinden yoksun
kılma suçunu oluşturduğu kabul edilmiştir.
Zira; Söz konusu düzenlemeyi içeren kanun maddeleri
incelendiğinde, 5237 sayılı TCK’daki bu düzenlemenin, suç için
öngörülen cezanın hem alt, hem de üst sınırları ile artırım sebepleri
bakımından, 765 sayılı TCK’daki düzenlemeye oranla hükümlü aleyhine
hükümler içerdiği görülmektedir.
5237 sayılı TCK’nın 26/2’nci maddesinde; “kişinin üzerinde
mutlak surette tasarruf edebileceği bir hakkına ilişkin olmak üzere,
açıkladığı rızası çerçevesinde işlenen fiilden dolayı kimseye ceza
verilemeyeceğine” yönelik bir düzenleme bulunmaktadır. Ayrıca,
TCK’nın 109/1’inci maddesinde; “bir kimseyi hukuka aykırı olarak bir
yere gitmek veya bir yerde kalmak hürriyetinden yoksun bırakan kişinin,
“kişiyi hürriyetinden yoksun kılma” suçundan cezalandırılabileceği”
hüküm altına alınmıştır.
446
Bu durumda, söz konusu suçun oluşabilmesi için bir kimsenin,
“hukuka aykırı” olarak hürriyetinden yoksun bırakılması gerekmekte
olup, alıkoyma suçuna yönelik TCK’nın 26/2’nci maddesi kapsamında
açıklanmış olan bir rızanın varlığı halinde, hukuka aykırılık ortadan
kalkacak ve eylem hukuka uygun hâle gelecektir.
Rıza, hak sahibinin, sahibi olduğu hukukî değerden vazgeçmesi
olup, o değeri ceza normunun korumasından çıkarmaktadır. Rızanın
hukuka uygunluk sebebi olabilmesi için, kişinin, üzerinde mutlak surette
tasarrufta bulunabileceği bir hakka ilişkin olması gerekir. Diğer bir
deyişle, ilgilinin rızasının geçerli olabilmesi için, suç konusu değer
üzerinde serbestçe tasarruf edebilme hakkının bulunması gerekmektedir.
Onbeş yaşından büyük onsekiz yaşından küçük mağdureyi
alıkoyma suçu, Mülga TCK’nın 430/2 maddesinde; “Reşit olmayan
mağdurenin cebir, şiddet, tehdit veya hile olmaksızın, kendi rızası ile
alıkonulması” şeklinde düzenlenmiş idi.
5237 sayılı Yeni TCK’nın “Kişiyi hürriyetinden yoksun kılma”
başlıklı 109 uncu maddesinde;
(1) Bir kimseyi hukuka aykırı olarak bir yere gitmek veya bir
yerde kalmak hürriyetinden yoksun bırakan kişiye, bir yıldan beş yıla
kadar hapis cezası verilir.
(2) Kişi, fiilî işlemek için veya işlediği sırada cebir, tehdit veya
hile kullanırsa, iki yıldan yedi yıla kadar hapis cezasına hükmolunur.
(3)Bu suçun;
a) Silâhla,
b) Birden fazla kişi tarafından birlikte,
c) Kişinin yerine getirdiği kamu görevi nedeniyle,
d) Kamu görevinin sağladığı nüfuz kötüye kullanılmak suretiyle,
e) Üstsoy, altsoy veya eşe karşı,
f) Çocuğa ya da beden veya ruh bakımından kendini
savunamayacak durumda bulunan kişiye karşı,
işlenmesi hâlinde, yukarıdaki fıkralara göre verilecek ceza bir kat
artırılır.
(4) Bu suçun mağdurun ekonomik bakımdan önemli bir kaybına
neden olması hâlinde, ayrıca bin güne kadar adlî para cezasına
hükmolunur.
(5) Suçun cinsel amaçla işlenmesi hâlinde, yukarıdaki fıkralara
göre verilecek cezalar yarı oranında artırılır.
447
(6) Bu suçun işlenmesi amacıyla veya sırasında kasten yaralama
suçunun neticesi sebebiyle ağırlaşmış hâllerinin gerçekleşmesi
durumunda, ayrıca kasten yaralama suçuna ilişkin hükümler uygulanır.”
şeklinde düzenlenmiştir.
Mülga TCK’nın 430/2 nci maddesinin karşılığı olarak düzenlenen;
5237 sayılı Yeni TCK’nın 109’uncu maddesinin 1, 3-f ve 5’inci
fıkralarında tanımlanan; “cinsel amaçlı olarak çocuğu hürriyetinden
yoksun kılma” suçunun unsurları arasına, “hukuka aykırılık” kavramı
getirilmiş, mülga maddede yer alan “mağdurun rızası” olgusu ise, 26/2
maddesinde benimsenen prensip ve amaç doğrultusunda, anılan maddede
suçun unsurları arasında sayılmamıştır.
Nitekim, 5237 sayılı Yeni TCK’nın 109’uncu maddesinin 2’nci
fıkrası ile; “fiilî işlemek için veya işlediği sırada cebir, tehdit veya hile
kullanırsa” şeklinde belirtilen hâllerde cezanın arttırılacağının
öngörülmesi, birinci fıkrada tanımlanan ve çocuğa karşı işlenen alıkoyma
suçunun oluşmasında, rızaya nazaran daha geniş bir anlam ifade eden
“Hukuka Aykırılık” unsurunun varlığı nedeniyle, mağdurun rızasının
mevcudiyetinin herhangi bir hukukî değerinin bulunmadığını açıkça
ortaya koymaktadır.
Anılan maddenin gerekçesi; “Madde metninde kişi hürriyetinden
yoksun kılma suçu tanımlanmıştır. Bu suç ile korunan hukukî değer,
kişilerin kendi arzusu ve iradesi çerçevesinde hareket edebilme
hürriyetidir. Kişiler, bir yerde kalma ve bir yere gitme konusunda
tercihte bulunma serbestisine sahiptirler. Söz konusu suç işlenmekle
kişinin bir yerde kalma ve bir yere gitme hürriyeti ihlâl edilmiş
olmaktadır.
Söz konusu suç, bir kimsenin hukuka aykırı olarak bir yere gitmek
veya bir yerde kalmak hürriyetinden yoksun bırakılmasıyla oluşmaktadır.
Örneğin kişinin bir yere kapatılması, bir yerde tutulması veya bir yere
götürülmesi veya bir yere gitmekten men olunması fiilleri, bu tanıma
göre ceza yaptırımını gerektirmektedir.
Maddede geçen hukuka aykırı olarak ibaresi, hukukun izin
vermediği hâlleri ifade eder. Örneğin bir suça ilişkin soruşturma
kapsamında suç şüphesi altında bulunan kişinin ceza muhakemesi
hukukunun gereklerine uygun olarak tutulması, gözaltına alınması veya
tutuklanması hâllerinde, fiil hukuka uygundur ve bu suç oluşmaz.”
şeklinde açıklanmaktadır.
448
“Hukuka aykırılık” kavramı; esasen suçun yasal unsurları arasında
yer alan ve doktrinde de çoğunluk görüşü olarak kabul edildiği üzere;
“işlenen ve kanunî tarife uygun bulunan fiilin, hukuk nizamı tarafından
uygun bulunmaması, kabul görmemesi, yalnız ceza hukuku ile değil,
bütün hukuk kuralları ile çelişki halinde bulunması” şeklinde tanımlanan
bir olgudur.
Yasa, bazı hükümlerinde hukuka aykırılık unsurunu ayrıca
göstermiştir. Yasada bir takım ibarelerle özel şekilde aradığı hukuka
aykırılığın özel, bunun dışında kalan hâllerde ise, genel hukuka aykırılık
olduğu kabul edilmiştir.
109’uncu maddesinde yer alan “Hukuka aykırılık” kavramı,
yukarıda belirtilen açıklamalar ışığında, aynı maddenin 3-f fıkrası
kapsamında irdelendiğinde;
Türk Medenî Kanunun “Velâyetin kapsamı” bölümünün, “Genel
olarak” başlıklı 339’uncu maddesinde; “çocuğun, ana ve babasının rızası
dışında evi terk edemeyeceği ve yasal sebep olmaksızın onlardan
alınamayacağı” düzenlenmiştir.
Bu düzenleme karşısında, velisinin rızası dışında, evi dışında bir
yerde kalma ve bir yere gitme konusunda tercihte bulunma serbestisine
sahip bulunmayan onbeş yaşından büyük, onsekiz yaşından küçük
çocuğun, bir yerde tutulması veya bir yere götürülmesinin “hukuka
aykırı” bir eylem teşkil ettiğinde kuşku bulunmamaktadır.
Mağdurun, hukuka, yani M.K.’nın 339’uncu maddesine aykırı olarak,
velisinin muvakkati olmadan, evinden, uzaklaştırılması ile “çocuğu
hürriyetinden yoksun kılma” suçu oluşacaktır. Suçun unsurlarından olan
“Hukuka Aykırılığın” gerçekleşmesi nedeniyle, çocuğun rızasının
bulunması, suçun oluşumunu engellemeyecektir.
Aksi düşünüş ile alıkonulan çocuğunun evine dönmesini temin için
velisinin yetkili makamlara müracaatı hâlinde, rızasının varlığı nedeniyle
görevliler tarafından, çocuğun ailesine teslim edilememesi durumunda,
sosyal hayatın ahlakî temeli olan aile ve toplum düzeninde yaratılacak
kaos ve huzursuzluk ortamının yanı sıra, suçun kanuni unsurlarından olan
“hukuka aykırılık” olgusunun gerçekleşmesine rağmen, suçun cezasız
kalması söz konusu olacaktır ki, bu oluşum, adalet ve ahlakî duyguları
rencide edeceği gibi, yorumla yaratılan boşluk nedeniyle, toplum
vicdanında kapanması mümkün olamayacak derin uçurumlar da açılacaktır.
449
Somut olayda, onbeş yaşından büyük onsekiz yaşından küçük olan
mağdurenin hükümlüyle birlikte Ankara’dan Antalya’ya kendi rızasıyla
gittiği ve yine rızası zımnında onunla birlikte olduğu kabul edilmekle
birlikte, 5237 sayılı TCK’nın 26/2’nci maddesi çerçevesinde
değerlendirildiğinde, mağdurenin bu rızasının geçerli olabilmesi için, suç
konusu değer üzerinde serbestçe tasarruf edebilme (ehil olma) hakkının
bulunması gerekmektedir. Türk Medenî Kanunun “Velâyetin kapsamı”
başlıklı bölümünün, “Genel olarak” başlıklı 339’uncu maddesinde yer
alan; “çocuğun, ana ve babasının rızası dışında evi terkedemeyeceği ve
yasal sebep olmaksızın onlardan alınamayacağı” şeklindeki
düzenlenme karşısında, hükümlünün gayrı reşit mağdureyi alıkoyma
eylemini hukuka uygun hâle getirmeyeceği, bu itibarla, hükümlünün
alıkoyma eyleminden dolayı beraetine karar verilmesinin mümkün
olmadığı sonucuna varılmakla, Askerî Yargıtay 1’inci Dairesinin
28.2.2007 gün ve 2007/250-309 sayılı; “Kara Kuvvetleri Komutanlığı
Askerî Mahkemesinin 19.4.2006 gün ve 2006/1264-286 esas ve karar
sayılı uyarlama kararının hukuka uygun olduğuna ve Millî Savunma
Bakanının 23.1.2007 gün ve MİY.: 31-19-06/As. Adl. İşl. Rap. Tet. Ş.
(230-215) sayılı “kanun yararına bozma” isteminin, 353 sayılı
Kanunun 5530 sayılı Kanunla değişik 243’üncü maddesi uyarınca
reddine” ilişkin kararında isabetsizlik görülmediğinden Başsavcılığın
itirazının reddine, karar verilmiştir.
450
TÜRK CEZA KANUNU
Mad. 29
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/56
K. No. : 2006/52
T.
: 2.3.2006
ÖZET
Aynı olay içerisinde, iki taraf hakkında da, tahrik
hükümlerinin uygulanması konusunda yasal engel bulunmadığı gibi,
uyum ve kararlılık gösteren Askerî Yargıtay kararlarında “karşılıklı
tahrikin” varlığı kabul edilmiş bulunmaktadır.
Sanığın, mağdur çavuşa küfür edip, çöp kovası ile üzerine
yürümesinden sonra, mağdurun sanığa iki yumruk vurduğu, sanığın
da, mağduru bacağından çekerek yere düşürdüğü anlaşılan olayda,
eylemler arasındaki oransızlık gözetildiğinde; sanığın üste fiilen
taarruz suçunu, mağdurun haksız tahriki altında işlediği kabul
edilerek, direnilerek kurulan mahkûmiyet hükmünde, haksız tahrik
hükümlerinin uygulanmaması isabetsizdir.
Daire ile askerî mahkeme arasında ortaya çıkan ve Daireler
Kurulunda çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, sübuta eren maddî
vakıada; sanık lehine haksız tahrik hükümlerinin uygulanıp
uygulanmayacağına ilişkin bulunmaktadır.
Daire, sanığın mağdura küfür etmesinden sonra, mağdurun sanığa
yumruk atması ve tepkisinin aşırıya kaçması karşısında, sanık lehine
haksız tahrik hükümlerinin uygulanması gerektiği görüşünü savunurken;
askerî mahkeme, ilk haksız hareketin sanıktan gelmesi sebebiyle, tahrik
hükümlerinin uygulanmaması gerektiği görüşünü öne sürmektedir.
TCK’nın 29’uncu maddesi; “Haksız bir fiilin meydana getirdiği
hiddet veya şiddetli elemin etkisi altında suç işleyen kimseye... ceza
verilir...” düzenlenmesini içermektedir.
451
Haksız tahrik; failin haksız bir fiilin doğurduğu öfke ve elemin
tesirinde kalarak suç işlemesi olarak tanımlanmaktadır. Tahrik nedeni
oluşturacak haksız bir fiilin varlığı, bu haksız fiilin failde hiddet veya
şiddetli elem meydana getirmesi, suçun bu hiddet ve elemin etkisiyle
işlenmiş olması yeterlidir.
Uyum ve karalılık gösteren Askerî Yargıtay kararlarında
“karşılıklı tahrikin” varlığı kabul edildiği gibi, aynı olay içerisinde her iki
taraf için de tahrik hükümlerinin uygulanması konusunda yasal engel
bulunmamaktadır.
Kaldı ki; ilk haksız hareket sanıktan gelse dahi; küfür ile yumruk
arasındaki oransızlık gözetildiğinde, sanığın haksız tahrik hükümlerinden
yararlandırılması hak ve nesafet kuralları gereğidir (Askerî Yargıtay Drl.
Krl.’nun 24.6.2004 tarihli ve 110-102 sayılı, 3.6.2004 tarihli ve 95-86
sayılı, 13.5.2004 tarihli ve 47-77 sayılı, 19.2.2004 tarihli ve 41-33 sayılı,
6.5.1999 tarihli ve 68-93 sayılı, 1.11.1990 tarihli ve 135-125 sayılı
kararları bu doğrultuda bulunmaktadır).
Bu nedenle; askerî mahkemece direnilmek suretiyle kurulan
mahkûmiyet hükmü usül, sübut, tavsif yönlerinden kanuna uygun ise de;
haksız tahrikin uygulanmaması isabetli görülmemiş ve sanığın temyizine
atfen uygulama yönünden bozulmasına karar verilmiştir.
452
TÜRK CEZA KANUNU
Mad. 29
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/73
K. No. : 2006/80
T.
: 30.3.2006
ÖZET
Mağdur çavuşun yapmış olduğu el hareketini, sanık
lehine haksız tahrik olarak değerlendiren askerî mahkemenin,
bu tahrikin sanık bakımından yoğun olduğunu kabul ederek,
5237 sayılı TCK’nın 29’uncu maddesi uyarınca, temel cezadan
1/2 oranında indirim yapılmasına ilişkin takdiri ve gösterdiği
gerekçesi, dosyaya yansıyan bilgi ve belgelerle uyumlu
olduğundan, askerî mahkemenin vermiş olduğu bu karar
yasaya uygundur.
Olay günü öğle yemeğinden sonra Onb. Ç.A. ile karşılaşan
sanığın, adı geçenden sigara istediği, Onb. Ç.A.’nın sağ el baş parmağını
orta ve işaret parmakları arasında göstermek suretiyle “al” diye karşılık
verdiği, bu nedenle çıkan tartışma sırasında sanığın Onb. Ç.A.’ya yumruk
vurduğu anlaşılmakta, maddî olayın bu şekilde oluştuğu konusunda
yargılama makamları arasında uyuşmazlık bulunmamaktadır.
Askerî mahkeme, mağdur onbaşının yapmış olduğu el
hareketinin, arkadaşlarının yanında yapılmış olması nedeniyle, sanık
yönünden yoğun tahrik oluşturduğunu kabul ederek cezasından ½
oranında indirim yapmıştır.
Daire, mahkemenin yapmış olduğu uygulamanın dosyaya
yansıyan bilgi ve delillere uygun olduğunu kabul ederek, hükmün
onanmasına karar vermiş; Başsavcılık ise, kabul ile gerekçenin çeliştiği
görüş ve düşüncesini öne sürmüştür.
Mülga 765 sayılı TCK’nın 51’inci maddesi, ağır ve hafif tahrik
hükümlerini düzenlemiş, hafif tahrik hâlinde cezanın dörtte birinin, ağır
tahrik hâlinde ise yarısından üçte ikisine kadarının indirilmesini
öngörmüştür.
453
1.6.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı TCK’nın 29’uncu
maddesi ile ağır-hafif tahrik ayrımına son verilmiş, haksız tahrik hâlinde
cezanın dörtte birinden dörtte üçüne kadar indirilmesine olanak
sağlanmıştır.
Madde gerekçesinde bu konu vurgulanmış ve hâkimin tahrikin
ağırlık derecesine göre yapılacak indirimi saptayacağı, ancak bu
indirimin yapılabilmesi için, haksız fiilin bir hiddet veya şiddetli elem
etkisi doğurabilecek ağırlıkta olmasının gerektiği belirtilmiş
bulunmaktadır.
Doktrinde tahrik olgusu, kişinin iradesini etkileyen bir neden
oluşturduğuna göre, her somut olayın şartları göz önünde bulundurularak,
failin cezasında maddede belirlenen alt ve üst sınırlar arasında tayin
edilecek bir oranda indirim yapılacağı, mahkemenin bu indirimi Kanunun
61’inci maddesinin beşinci fıkrasına ön gelen fıkralara göre, belirlenen
ceza üzerinden ve beşinci fıkradaki sırayı gözeterek yapacağı kabul
edilmektedir. (TCK Gazi Şerhi; 3’üncü Bası, s: 414).
Dava konusu olayda, sanığın yüklenen suçu mağdur Onb.
Ç.A.’nın kendisine yapmış olduğu el hareketi üzerine, kapıldığı tahrik
sonucu gerçekleştirdiği kabul edildikten sonra, tahrikin sanık bakımından
yoğun olduğu değerlendirilerek, TCK’nın 29’uncu maddesinde
öngörülen indirim oranının alt sınırı olan ¼ oranından uzaklaşılmak
suretiyle, temel cezadan ½ oranında indirim yapılmıştır.
Askerî mahkemenin bu konudaki takdiri ve gösterdiği gerekçesi
dosyaya yansıyan bilgi ve belgelerle uyumlu olduğundan, hükmün
onanmasına ilişkin Daire ilâmında herhangi bir isabetsizlik görülmemiş
ve Başsavcılığın itirazının reddine karar verilmiştir.
454
TÜRK CEZA KANUNU
Mad. 29
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/75
K. No. : 2006/81
T.
: 30.3.2006
ÖZET
Koğuş nöbetçisi tarafından, saat 06.00 civarında kalk
saatinde uyandırılan sanığın, saat 06.30’da kalkmadığının
görülmesi nedeniyle, üzerindeki battaniyenin sertçe çekilerek
kaldırılması, haksız bir hareket olarak kabul edilemez.
Askerlik hizmetini 10’uncu J.Komd.Tb.K.lığı emrinde yapan
sanığın, 30.4.2004 tarihinde 06.00 sıralarında, koğuş nöbetçisi mağdur
J.Komd.Çvş. F.K. tarafından, herkesle birlikte uyandırıldığı hâlde
yatağından kalkmadığı, kahvaltıdan sonra 06.30 sıralarında hâlâ
kalkmamış olanları kaldırmaya çalışan mağdurun, sanığı tekrar
uyandırdığı, buna rağmen yatağından kalkmadığını görünce, sanığın
üzerindeki çarşafı çektiği, buna sinirlenen sanığın bağırarak yatağından
kalktığı ve mağdur çavuşun arkasından giderek, sağ gözüne yumrukla
vurduğu, mağdurun sağ kaşının altında 3x1 cm ebadında ödem ve ekimoz
meydana geldiği, üç gün iş ve gücünden kaldığı anlaşılmaktadır. Maddî
olayın bu şekilde oluştuğu konusunda yargılanma makamları arasında
uyuşmazlığın bulunmadığı görülmektedir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlığın, dava dosyasında sanık lehine
haksız tahrik hükümlerinin uygulanması konusunda noksan soruşturma
bulunup bulunmadığına ilişkin olduğu anlaşılmaktadır.
TCK’nın 29’uncu maddesi; “haksız bir fiilin meydana getirdiği
hiddet veya şiddetli elemin etkisi altında suç işleyen kimseye...cezası
verilir...” düzenlemesini içermektedir.
455
Haksız tahrik; failin haksız bir fiilin doğurduğu öfke ve elemin
tesirinde kalarak suç işlemesi olarak tanımlanmaktadır. Fail lehine haksız
tahrik hükümlerinin uygulanabilmesi için; tahrik nedeni oluşturacak
haksız bir fiilin varlığı, bu haksız fiilin failde hiddet veya şiddetli elem
meydana getirmesi ve suçun bu hiddet veya şiddetli elemin etkisiyle
işlenmiş olması gerekir.
ASCK’nın 92’nci maddesi; “bir amir veya üst, askerî nizamlara
ve askerlik kaidelerine mugayir muamelede bulunmak, yahut makam ve
mevkinin salâhiyetini tecavüz etmek suretiyle, astı tahrik eyler ve ast bu
tahrik sebebiyle...ve 91’inci maddelerde yazılı suçlardan birini hemen
yaparsa, Türk Ceza Kanununun 51’inci maddesine göre cezası
hafifletilir.” düzenlemesini içermektedir.
Nöbetçi onbaşının vazifelerini düzenleyen İç Hizmet
Yönetmeliğinin 396’ncı maddesi; bölük nöbetçi onbaşısının görevleri
arasında, kalk borusunda eratı uyandırma görevini de saymaktadır. Eratın
hangi yöntemle uyandırılacağı konusunda bir düzenleme yoksa da, bunun
yukarıda belirtildiği gibi, askerî nizamlara ve askerlik kaidelerine aykırı
veya makam ve mevkinin salâhiyetini tecavüz niteliğinde bulunmaması
gerektiği konusunda duraksama bulunmamaktadır.
Bu nedenle; saat 06.00 civarındaki kalk saatinde herkesle birlikte
uyandırılan sanığın, saat 06.30’da kalkmadığının görülmesi üzerine,
üzerindeki çarşafın sertçe çekilerek kaldırılması haksız bir hareket olarak
değerlendirilmemiş, sanığın ilk ifadesinde mağdurun haksız hareketinden
söz etmemiş olduğunu ve dosyadaki diğer delilleri gözeterek, olayda
noksan soruşturma bulunmadığını kabul eden Daire kararında herhangi
bir isabetsizlik görülmemiş ve Başsavcılığın itirazının reddine karar
verilmiştir.
456
TÜRK CEZA KANUNU
Mad. 29
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/109
K. No. : 2006/106
T.
: 4.5.2006
ÖZET
1- Haksız fiilin, askerî suçlar yönünden, “askerî
nizamlara ve askerlik kaidelerine aykırı, yahut makam ve
mevkiinin salâhiyetini tecavüz” niteliğinde bir fiil olması
gerektiğinden, sanığın, yemek dağıtımında görevli er ile
tartışmasına müdahale eden mağdurun, ikaz niteliğindeki
“bölüğün huzurunu bozuyorsun” şeklindeki sözü, askerî
nizamlara ve askerlik kaidelerine aykırı olmadığı gibi, makam
ve mevkiinin salâhiyetini tecavüz niteliğinde de kabul
edilemez.
2- Uyum ve kararlılık gösteren Askerî Yargıtay ve
Yargıtay kararlarında, kazanılmış hakkın, sadece sonuç
cezanın nev’ine ve miktarına münhasır olduğu, kabul
edildiğinden, mağdur tarafından söylenen “bölüğün huzurunu
bozuyorsun” sözünün, haksız tahrik oluşturmadığını kabul
ederek, aleyhe bozma yasağı nedeniyle, hükmü tenkitle onayan
Daire kararında herhangi bir isabetsizlik yoktur.
20.10.2004 tarihinde öğle yemeği için yemekhaneye gelen
sanığın, kendisine az yemek verdiğini düşündüğü P.Er S.O. ile tartışmaya
başladığı, bu sırada yemekhaneye gelen mağdur P.Onb. M.Ç.’nin sanığa
müdahale ettiği ve “Bölüğün huzurunu bozuyorsun” dediği, sanığın da
mağdura hitaben, “Hayvan oğlu hayvan, o...çocuğu, gö.ünü s.k. ederim”
şeklinde hakaret ettiği anlaşılmakta, maddî olayın bu şekilde oluştuğu
konusunda yargılama makamları arasında uyuşmazlık bulunmamaktadır.
Uyuşmazlığın, olayda haksız tahrik bulunup bulunmadığına ve
temyiz incelemesinde haksız tahrikin tartışılıp tartışılamayacağına ilişkin
olduğu görülmektedir.
457
Daire, mağdurun sarf ettiği “Bölüğün huzurunu bozuyorsun”
sözünün haksız tahrik oluşturmadığını kabul ederek, aleyhe bozma
yasağını da gözetmek suretiyle, hükmün onanmasına karar vermiş;
Başsavcılık ise, sanık lehine haksız tahrikin varlığı kabul edilerek hüküm
kurulmuş olması ve aleyhe temyiz bulunmaması karşısında, temyiz
incelemesi sırasında haksız tahrikin varlığının tartışılması olanağının
bulunmadığı görüşünü öne sürmüştür.
Bir kimsenin, dıştan gelen haksız eylem sonucu kışkırtılarak suç
işlemesi, ceza hukuku yönünden haksız tahrik olarak tanımlanmaktadır.
Haksız tahrik Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 25.12.1997
tarihli ve 1997/169-170 E.K. sayılı kararında; “Failin haksız bir fiilin
doğurduğu öfke ve elemin tesiri altında kalarak suç işlemesi” olarak
tanımlanmaktadır.
Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 19.11.1990 tarihli ve 1-254/277
E.K. sayılı kararında da, “Haksız tahrik, bir kimseyi suç işlemeye
yöneltme, teşvik etme ve kişinin iradesi üzerine yapılan etki sonucu bir
kişinin suç işleme doğrultusunda harekete geçirilmesidir. Failin, haksız
bir fiilin doğurduğu öfke veya elemin etkisi altında hareket ederek suç
işlemesidir. Bu hâlde fail, suç işleme yönünde önceden bir karar
vermeksizin, dışarıdan gelen etkinin psikolojik durumunda yarattığı
karışıklığın sonucu olarak suçu işlemeye yönelmektedir.” şeklinde tanım
yapıldığı görülmektedir.
Gerek mülga 765 sayılı TCK’nın 51’inci ve gerekse 5237 sayılı
TCK’nın 29’uncu maddeleri düzenlemeleri gözetildiğinde, haksız tahrik
hükümlerinin uygulanabilmesi için;
1) Tahrik teşkil eden bir fiilin bulunması,
2) Fiilin haksız olması,
3) Bu haksız fiilin failde hiddet (gazap) veya şiddetli elem
meydana getirmesi,
4) İşlenen suçun bu ruhî durumun tepkisi niteliğinde olması
gerekmektedir.
Hangi fiillerin haksızlık unsuru taşıdığı, ne mülga 765 sayılı TCK
ne de 5237 sayılı TCK. düzenlemelerinde açıklanmamıştır. Doktrinde ve
uygulamada, hukuka aykırı her türlü davranışın haksız fiil oluşturacağı
kabul edilmiş bulunmaktadır. Fiilin haksız olup olmadığı toplumda
geçerli olan sosyal değer ölçüleri, olayın işleniş şekli, niteliği, özellikleri,
tahrik edenle, failin hâl ve davranışları dikkate alınarak
değerlendirilmelidir.
458
ASCK’nın 92’nci maddesinin, “Bir amir veya üst, askerî
nizamlara ve askerlik kaidelerine mugayir muamelede bulunmak, yahut
makam ve mevkiinin salâhiyetini tecavüz etmek suretiyle, astı tahrik
eyler ve ast bu tahrik sebebiyle...85...inci maddelerde yazılı suçlardan
birini hemen yaparsa Türk Ceza Kanununun 51’inci maddesine göre astın
cezası hafifletilir.” şeklindeki düzenlemesiyle, haksız fiilin askerî suçlar
yönünden “askerî nizamlara ve askerlik kaidelerine aykırı yahut makam
ve mevkiinin salâhiyetini tecavüz” niteliğinde bir fiil olması şartını
aradığı görülmektedir. Bu nedenle, sanığın yemek dağıtımında görevli Er
S.O. ile tartışmasına müdahale eden mağdurun, ikaz niteliğindeki
“Bölüğün huzurunu bozuyorsun” şeklindeki sözü, askerî nizamlara ve
askerlik kaidelerine aykırı olmadığı gibi, makam ve mevkiinin
salâhiyetini tecavüz niteliğinde de görülmediğinden, bu sözün haksız
tahrik oluşturmadığını kabul eden Daire ilâmında isabetsizlik
görülmemiştir.
Diğer taraftan, 353 sayılı Kanunun 207’nci maddesi; “Temyiz,
kural olarak hükmün kanuna aykırılığı sebebine dayanır. Hukukî bir
kuralın uygulanmaması veya yanlış uygulanması kanuna aykırılıktır”,
222’nci maddesi de; “Askerî Yargıtay temyiz dilekçe, beyan ve
lâyihasında ve tebliğnamede ileri sürülen hususları ve bunlar dışında
hükmün esasına dokunacak derecede kanuna aykırı hâllerin bulunup
bulunmadığını inceler.” düzenlemelerini içermektedir.
Bu nedenle; temyiz denetiminin sadece usule aykırılık sebeplerine
münhasır olmadığı, maddî ceza hukukuna muhalefeti de içerdiği
konusunda duraksama bulunmamaktadır. Konu, gerek doktrinde ve
gerekse uygulamada bu şekilde kabul edilmiş bulunmaktadır.
Uyum ve kararlılık gösteren Askerî Yargıtay ve Yargıtay
kararlarında, kazanılmış hakkın sadece sonuç cezanın nev’ine ve
miktarına münhasır olduğu; usul, vasıf, tahrik, hizmet hâli, teşebbüs ve
teselsül veya ceza takdiri gibi hususlarda oluşan kanuna aykırılıklara
teşmil edilemeyeceği kabul edilmektedir.
459
Bu nedenle; tebliğnamede yazılı, mahkemece sanık lehine haksız
tahrikin varlığı kabul edilerek, hüküm kurulmuş olması ve aleyhe temyiz
bulunmaması karşısında, temyiz incelemesi sırasında haksız tahrikin
varlığını tartışma olanağının bulunmadığına ilişkin görüşe iştirak
edilmemiş, mağdur tarafından söylenen, “Bölüğün huzurunu
bozuyorsun” sözünün haksız tahrik oluşturmadığını kabul ederek, aleyhe
bozma yasağı nedeniyle, hükmü tenkitle onayan Daire kararında, Askerî
Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurulunun 5.3.2004 tarihli ve 2004/1-1
sayılı kararı da gözetilerek herhangi bir isabetsizlik görülmemiş ve
Başsavcılığın itirazının reddine karar verilmiştir.
NOT : Ayrıca, bu maddeyle ilgili olarak Askerî Yargıtay Daireler
Kurulunun 5.1.2006 tarih ve 2006/1-1, 13.7.2006 tarih ve 2006/160-160 sayılı
ve içtihatlarına bakınız. (Sayfa 588-591, 130-132 )
460
TÜRK CEZA KANUNU
Mad. 32
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/17
K. No. : 2006/22
T.
: 2.2.2006
ÖZET
Duruşmada dinlenilen psikiyatri uzmanı bilirkişi
tarafından, “Anksiete Bozukluğu” tablosu içinde bulunduğu ve
cezaî ehliyetinin tam olduğu mütalâa edilen sanıkta saptanan
bu rahatsızlığın, bir “aklî arıza durumu” olduğu
gözetildiğinde; 5237 sayılı TCK’nın 32/2’nci maddesine göre,
işlediği fiille ilgili olarak, davranışlarını yönlendirme
yeteneğinin azalıp azalmadığının, usulüne uygun olarak
saptanması gerekir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, 5237 sayılı TCK’nın 32’nci maddesi
hükmü de gözetilerek, yargılamada noksan soruşturma mevcut olup
olmadığına ilişkin bulunmaktadır.
Daire, ceza ehliyeti konusunun 5237 sayılı TCK’nın 32’nci
maddesi ile yeniden düzenlendiği ve düzenlemenin mülga 765 sayılı
TCK’nın 46 ve 47’nci maddelerinden farklı kıstaslar içerdiği görüşünü
öne sürürken; Başsavcılık, dinlenen bilirkişi mütalâasına göre
yargılamada noksan soruşturma bulunmadığı görüş ve düşüncesini
taşımaktadır.
Akıl hastalığı ve akıl zayıflığı konusundaki, mülga 765 sayılı
TCK’nın 46/1’inci maddesi, “Fiilî işlediği zaman şuurunun veya
harekâtının serbestisini tamamen kaldıracak surette akıl hastalığına duçar
olan kimseye ceza verilemez”, 47/1’inci maddesi de, “Fiilî işlediği zaman
şuurunun veya harekâtının serbestisini, ehemmiyetli derecede azaltacak
surette aklî malûliyete müptela olan kimseye, verilecek ceza aşağıda
yazılı şekilde indirilir” hükümlerini içermekteyken;
461
1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı TCK’nın
32’nci maddesi ile;
(1) Akıl hastalığı nedeniyle, işlediği fiilin hukukî anlam ve
sonuçlarını algılayamayan veya bu fiille ilgili olarak davranışlarını
yönlendirme yeteneği önemli derecede azalmış olan kişiye ceza verilmez.
(2) Birinci fıkrada yazılı derecede olmamakla birlikte, işlediği
fiille ilgili olarak davranışlarını yönlendirme yeteneği azalmış olan
kişiye, ...Diğer hâllerde verilecek ceza indirilebilir” şeklinde yeni bir
düzenleme yapılmış bulunmaktadır.
5237 sayılı TCK’da 765 sayılı TCK’dan farklı olarak, “tam akıl
hastalığı-kısmî akıl hastalığı” ayrımı yapılmamış, akıl hastalığı nedeniyle
“işlediği fiilin hukukî anlam ve sonuçlarını algılamama” veya “bu fiille
ilgili olarak davranışlarını yönlendirme yeteneğinin azalmış olması
şartları aranmıştır.
Kanunda akıl hastalıkları türleri tek tek sayılmamakla birlikte,
öğretide ağır seyreden akıl hastalıklarının, ağır zekâ geriliklerinin, şuur
kaybıyla seyreden epilepsi nöbetleriyle, böyle nöbetlerin öncesinde ve
sonrasında ortaya çıkan konfüzyon devrelerinde işlenen suçlarda ceza
ehliyetinden bahsedilemeyeceği; hafif seyirli psikozlar, orta derecede
zekâ gerilikleri, ağır nevroz veya kişilik bozuklukları, kişilik yıkımına
varmış bulunan epilepsinin neden olduğu belirgin karakter bozuklukları
ve kronik stres reaksiyonları olaylarında, kişinin olayları tam ve net
olarak anlama ve değerlendirme kabiliyetinden yoksun bulunduğu,
girişimlerinin anlamını ve doğuracağı sonuçları tam olarak
kavramayacağı kabul edilmektedir (Adlî Tıp; Prof.Dr. Oğuz POLAT,
Aralık-2000, s: 11).
Bununla birlikte, kişinin akıl hastası olup olmadığının ve bu
hastalığın kişinin davranışları üzerindeki etkilerinin, psikiyatri biliminin
verileri çerçevesinde, bilirkişi uzman hekim tarafından belirlenmesi
gerekmektedir.
Konu bu açıklamalar ışığında irdelendiğinde; yargılama sırasında
dinlenilen bilirkişi psikiyatri uzmanı tarafından, sanığın “anksiyete
bozukluğu” tablosu içinde bulunduğu, ancak bu hâlin şuur ve harekât
serbestisini etkilemeyeceği, cezaî ehliyetinin tam olduğu mütalâa
edilmiştir.
462
“Anksiete” anlam olarak sıkıntıyı ifade etmekle birlikte, “anksiete
bozukluğu”; agora fobi, panik, sosyal fobi, basit fobi ve generalize
anksiete gibi bulguların biri ya da birkaçının birlikte olabileceği, sıkıntı
ve kaçışla özellik gösteren “aklî arıza durumu” olarak tanımlanmaktadır
(Prof.Dr. A.Sedat ÇÖLOĞLU; Adlî Tıp Sözlüğü, İstanbul-1993, s: 27)
Başlı başına anksiyete bozukluğu (kronik ve devamlı nitelik
kazanmadığı sürece), TSK Sağlık Yeteneği Yönetmeliğine göre,
askerliğe elverişsizlik nedeni değilse de; adlî tıp kaynaklarında bir aklî
arıza durumu (akıl hastalığı) olduğu belirtilmektedir. Bu nedenle, sanıkta
saptanan bu rahatsızlığın 5237 sayılı TCK’nın 32/2’nci maddesine göre,
işlediği fiille ilgili olarak davranışlarını yönlendirme yeteneğini azaltıp
azaltmadığının saptanması gerektiğine ilişkin Daire ilâmında herhangi bir
isabetsizlik görülmemiş ve Başsavcılık itirazının reddine karar
verilmiştir.
463
TÜRK CEZA KANUNU
Mad. 32
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/137
K. No. : 2006/142
T.
: 22.6.2006
ÖZET
1- İçerikleri ortaya konulan iddia ve kabulün, tarih,
eylemin işleniş biçimi ve niteliği ile, uygulanan (uygulanması
istenen) yasa maddeleri bakımından örtüşmesi karşısında,
sanığın ayrıca ek savunmasının tespitini gerektirir bir
durumdan söz edilmemesi nedeniyle, usule aykırılık
bulunmadığının kabulü gerekir.
2- 765 sayılı TCK’nın 47’nci maddesinde belirtilen akıl
hastalığının, 5237 sayılı TCK’nın 32’nci maddesinin hangi
fıkrasına uyduğunu saptamanın, ancak, TCK’nın 47’nci
maddesinden
yararlandırılması
gereken
failin
klinik
bulgularının yer aldığı adlî raporun, yine, öncelikle tıbbî bir
değerlendirmesi ile mümkün olabileceğinden, dosyanın, GATA
Profesörler Kuruluna gönderilerek, 765 sayılı TCK’nın 47’nci
maddesinden yararlandırılan sanığın akıl hastalığının, 5237
sayılı TCK’nın 32’nci maddesinin hangi fıkrasına uyduğunun
tespiti gerekir.
17.12.1999-14.5.2001, 14.6.2001-7.11.2001,11.1.2002-1.2.2002,
19.11.2002-21.3.2003 ve 22.3.2003-9.8.2003 tarihleri arasında firar (5
kez) suçundan kurulan mahkûmiyet hükümlerini, 765 sayılı TCK’nın
47’nci maddesi uyarınca cezalarında indirime gidilen sanık, (Ter.) İs.Er
M.I.’nın ruhsal rahatsızlığının, 5237 sayılı TCK’nın 32/1’inci maddesine
uyduğu, bu nedenle; cezasızlık ve güvenlik tedbiri uygulaması yönünden
464
bozan Daire ilâmına yönelik Başsavcılığın itirazı, bir eylem yönünden
kurulan mahkûmiyet hükmünün, ek savunma hakkının tanınmaması
nedeniyle usule aykırılıktan; tüm suçlar yönünden verilen mahkûmiyet
hükümlerinin ise, sanığın durumunun 5237 sayılı TCK’nın 32’nci
maddesinin hangi fıkrasına uyduğunun yeniden müşahede altına alınarak
tespiti bağlamında, noksan soruşturma yönünden bozulması gerektiğine
ilişkindir.
1- 14.6.2001-7.11.2001 tarihleri arasındaki firar suçundan kurulan
mahkûmiyet hükmüne ilişkin usule aykırılık itirazı:
“7.6.2001 tarihli sevk yazısıyla, 10.6.2001 günü Çorlu As.
Hastahanesine sevk edilen sanığın, (1) günlük yol süresi sonunda
12.6.2001 günü hastahaneye katılması gerekirken, 9.11.2001 günü
birliğine döndüğü... böylece 7.6.2001-9.11.2001 tarihleri arasında firar
suçunu işlediği...” iddiasına yer verilen iddianameye göre, sorgu ve
savunması saptanan sanığın, “...birliği tarafından 10.6.2001 tarihinde
Çorlu As. Hastahanesine sevkinden sonra, bu hastahaneye 12.6.2001
tarihinde müracaat edip, aynı gün birliğine geri gönderildiği, 1 günlük
yol süresi sonunda katılması gereken biriliğine katılmadığı..., gıyabî
tutuklu iken, 7.11.2001 tarihinde yakalandığı, 9.11.2001 tarihinde gıyabî
tutuklama müzakeresinin vicahîye çevrildiği..., bu suretle, 14.6.20017.11.2001 tarihleri arasında” firar suçunu işlediği kabul edilerek hüküm
kurulmuştur. İçerikleri ortaya konulan iddia ve kabulün, tarih, eylemin
işlemiş biçimi ve niteliği ile uygulanan (uygulanması istenen) yasa
maddeleri bakımından örtüşmesi karşısında, sanığın ayrıca ek
savunmasının tespitini gerektirir bir durumdan söz edilemeyeceği cihette,
usule aykırılık bulunmadığını kabul eden 1’inci Daire kararına yönelik
Başsavcılığın itirazının reddine karar verilmiştir.
2- Tüm mahkûmiyet hükümleri bakımından 765 sayılı TCK’nın
47’inci maddesine göre, cezası indirilen sanığın ruhsal durumunun, 5237
sayılı TCK’nın 32’nci maddesine uyup uymadığının tespiti yönünden,
noksan soruşturma bulunup bulunmadığına yönelik itiraz;
765 sayılı TCK’nın 46/1’inci maddesi, “Fiilî işlediği zaman
şuurunun veya harekâtının serbestisini tamamen kaldıracak surette akıl
hastalığına duçar olan kimseye ceza verilmez.” Hükmünü;
465
47/1’inci maddesi, “Fiillî işlediği zaman şuurunun veya
harekâtının serbestisini ehemmiyetli derecede azaltacak surette aklî
malûliyete müptela olan kimseye verilecek ceza... indirilir.” Hükmünü
içermekte iken,
1.6.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı TCK’nın “Akıl
hastalığı” başlığını taşıyan 32’nci maddesinin (1) fıkrasıyla; “Akıl
hastalığı nedeniyle işlediği fiilin hukukî anlam ve sonuçlarını
algılayamayan veya bu fiille ilgili olarak davranışlarını yönlendirme
yeteneği önemli derecede azalmış olan kişiye ceza verilmez. Ancak, bu
kişiler hakkında güvenlik tedbirlerine hükmolunur.”
(2). fıkrasıyla, “Birinci fıkrada yazılı derecede olmamakla
birlikte, işlediği fiille ilgili olarak davranışları yönlendirme yeteneği
azalmış olan kişiye (nin)... cezası ... indirilebilir. Mahkûm olunan ceza
süresi aynı olmak koşuluyla, kısmen veya tamamen, akıl hastalarına özgü
güvenlik tedbiri olarak da uygulanabilir.” şeklinde bir düzenleme
getirilmiştir.
İki yasanın karşılaştırmasında; 765 sayılı TCK’da tam akıl
hastalığının, cezasızlık nedeni sayılıp muhafaza ve tedavi altına alınmayı
gerektirmesi; kısmî akıl hastalığının ise, sadece cezada indirim nedeni
sayılmasına karşılık, akıl hastalığı, bu başlık altında 5237 sayılı TCK’da
aynı madde içerisinde düzenlenmiştir. Yeni düzenlemede, sadece
güvenlik tedbirlerinin uygulanacağı; faile ceza verilmeyeceği öngörülen
durumlar; fiilin hukukî anlam ve sonuçlarını algılayamama veya bu fiille
ilgili olarak davranışlarını yönlendirme yeteneği önemli derecede azalma
olarak belirtildiği, bunlardan ikincisinde, yani; fiille ilgili olarak
davranışlarını yönlendirme yeteneğinin azalmasında cezada indirimin ve
bunun yanında, ceza süresine eşdeğer; akıl hastalarına özgü güvenlik
tedbirinin alternatif olarak uygulanması seçeneği getirilmiştir. İkinci
fıkra, “birinci fıkrada yazılı olmamakla birlikte” şeklindeki ön şartla,
tümü akıl hastalığını düzenleyen madde içerisinde; davranışlarını
yönlendirme yeteneğinde “azalma” “önemli derecede azalma” gibi
ölçütlere yer verildiği görülmektedir. 5237 sayılı TCK’nın 32’nci
maddesinin gerekçesinde de belirtildiği gibi; kişinin akıl hastası olup
olmadığının tespiti ile, hastalığının algılama ve irade yeteneği üzerinde
466
ne gibi etkilerinin olabileceğini, davranışlarını ne surette etkilediğini
genel olarak belirleme, tıbbî bir konudur. İnceleme konusu dava
dosyasında Çanakkale Deniz Hastahanesi Sağlık Kurulunun
9.12.2003/1763 (4) gün ve sayılı “Nevrotik Adaptasyon Bozukluğu”
tanısıyla 5 firar suçu bakımından da; “...suç tarihlerinde regresif ve
çocuksu davrandığı, gerçeği değerlendirmekte güçlük çektiği
savunmalarının zayıfladığı ve aynı davranışları anlamsızca tekrarladığı,
bu sebeple, sanığın suç tarihlerinde, suçu işleyiş tarzından, olayları yer,
zaman ve kişi belirtmekte güçlük çekmesinden amaca yönelik
davranmamasından, dosyada yer alan ifadelerinden olaylar arasında
neden-sonuç ilişkisi kurmakta zorlanmasından dolayı, suçu işlediği
tarihlerde şuur ve hareket serbestisini kısmen etkileyecek bir ruhsal
hastalık tablosu içerisinde olduğu kanaatiyle, sanığın TCK’nın 47’nci
maddesinden istifade edeceği” kabul edilmiştir.
Yukarıda açıklandığı biçimde 765 sayılı TCK’nın 47’nci
maddesinde belirtilen akıl hastalığının, 5237 sayılı TCK’nın 32’nci
maddesinin hangi fıkrasına uyduğunu saptamanın, ancak, TCK’nın
47’nci maddesinden yararlandırılması gereken failin klinik bulgularının
yer aldığı adlî raporun, yine, öncelikle tıbbî bir değerlendirme ile
mümkün olabileceği açıktır. Bu konuda tıbbî görüş alınmaksızın yasada
ve gerekçesinde açıkça yer almayan; 765 sayılı TCK’nın 47’nci maddesi
hükmünün, 5237 sayılı TCK’nın 32/1’inci maddesiyle ifade edildiği
yargısına varmak olası değildir.
Bu bağlamda; 1’inci Dairenin sanığın akıl hastalığının, 5237
sayılı TCK’nın 32/1’inci maddesine uyup cezasızlık nedeni olduğu;
güvenlik tedbirlerine karar verilmesi gerektiğine dair bozma kararına
yönelik Başsavcılığın itirazının, çok sayıda benzer durumla karşılaşılması
olasılığı dikkate alındığında, farklı yorum ve sonuçlara engel olmak ve
uygulamada birliği sağlamak amacıyla, prensibe ilişkin bu konuda
dosyanın GATA Profesörler Kuruluna gönderilerek, 765 sayılı TCK’nın
47’nci maddesinden yararlandırılan sanığın akıl hastalığının, 5237 sayılı
TCK’nın 32’nci maddesinin hangi fıkrasına uyduğunun tespiti gerektiği
noktasında kabulüne, Daire kararının buna ilişkin bozma nedeninin
kaldırılarak, hükümlerin bu yönden noksan soruşturma nedeniyle
bozulmasına karar verilmiştir.
467
TÜRK CEZA KANUNU
Mad. 35
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/135
K. No. : 2006/132
T.
: 15.6.2006
ÖZET
Nöbet dönüşü sırasında, silâhın namlusunu sağ ayağına
tutarak, ateş eden ve bu yaralanma sonucu hastahanede tedavi
görüp, 1,5 ay hava değişimi alan sanığın eyleminin, tam
teşebbüs aşamasında kaldığını ve eylemin birlik personelinin
zarar görebileceği bir ortamda gerçekleşmiş olmasını dikkate
alarak, cezasından 1/3 oranında indirim yapılmasına ilişkin
gerekçe, hareketin ulaştığı gerçekleşme aşaması (tam teşebbüs)
yönünden yasaya uygun değilse de, seken merminin, bir başka
personele isabeti ihtimalî nedeniyle, makul ve dosya içeriği ile
uyumlu görülmüştür.
Askerlik hizmetini K.T.B.K. Komd.A.K.lığı emrinde yapan
sanığın, 6.7.2004 günü 17.30-19.30 saatleri arasında Atıştepe nöbet
kulübesi nöbetçisi olduğu, nöbet yerine silâhı boş, boş şarjör tüfeğe takılı
ve dolu şarjör kütüklükte bulunacak şekilde gönderildiği, nöbet yerinde
dolu şarjörü silâhına takan sanığın, emniyet mandalını, açıp, kurma
kolunu çekerek silâhı atışa hazır hâle getirdiği, nöbetinin bitiminde diğer
nöbetçilerle birlikte nöbetçi onbaşının emir ve komutasında doldur-boşalt
istasyonuna doğru ilerlerken, askerlik hizmeti nedeniyle kendisine
verilmiş olan, 78 GP 5819 seri numaralı kaleşnikof piyade tüfeğini, sağ
ayağına doğru tutarak tetiği çektiği, namludan çıkan mermi nedeniyle sağ
ayağından yaralandığı, 7.7.2004-14.7.2004 tarihleri arasında Girne Asker
Hastahanesinde yatarak tedavi görmesi sonucu, sağ ayak 2’nci metatars
tip 3 açık kırık tanısıyla SMK 1,5 ay hava değişimine gönderildiği, hava
değişimini müteakip Girne Asker Hastahanesince yapılan muayenesi
sonunda, “askerliğe elverişli olduğuna” dair sağlık raporu düzenlendiği,
psikiyatri uzmanı tarafından yapılan muayenesi sonucunda cezaî ehliyet
ve askerliğe elverişlilik hâlinin tespiti için müşahede altına alınmasına
lüzum görülmediği, sanığın olay sırasında kullandığı kendisine zimmetli
468
olan 78 GP 5819 seri numaralı kaleşnikof piyade tüfeğinin, tüm
aksamlarının faal ve sağlam olduğu, olay tarihinden önce sanığa silâhını
tanımasına yönelik atış eğitimlerinin verildiği sanığın ikrarı, tanık
beyanları, sanık hakkında düzenlenmiş sağlık belgeleri, olay tespit
tutanağı, olay yerine ve sanığın kendisini vurduğu vücut nahiyesine
ilişkin fotoğraf ve tüm dosya içeriğinden anlaşılmakta, maddî olayın bu
şekilde oluştuğu konusunda yargılama makamları arasında uyuşmazlık
bulunmamaktadır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlığın, olayda 5237 sayılı TCK’nın 32’nci
maddesinin uygulanması yönünden noksan soruşturma bulunup
bulunmadığına ve teşebbüs nedeniyle cezanın 1/3 oranında indirim
gerekçesinin yasaya uygun olup olmadığına ilişkin olduğu görülmektedir.
Mülga 765 sayılı TCK’nın 46/1’inci maddesi “Fiilî işlediği zaman
şuurunun ve harekâtının serbestisini tamamen kaldıracak surette akıl
hastalığına duçar olan kimseye ceza verilmez,” 47/1’inci maddesi de,
“Fiilî işlediği zaman şuurunun veya harekâtının serbestisini ehemmiyetli
derecede azaltacak surette, aklî malûliyete müptela olan kimseye
verilecek ceza aşağıda yazılı şekilde indirilir” hükümlerini
içermekteyken;
1 Haziran 2005 tarihinden yürürlüğe giren 5237 TCK’nın 32’nci
maddesi ile; “(1) Akıl hastalığı nedeniyle, işlediği fiilin hukukî anlam ve
sonuçlarını algılamayan veya bu fiille ilgili olarak davranışlarını
yönlendirme yeteneği önemli derecede azalmış olan kişiye ceza
verilmez...
(2) Birinci fıkrada yazılı derecede olmamakla birlikte, işlediği fiille
ilgili olarak davranışlarını yönlendirme yeteneği azalmış olan kişiye,...
Diğer hâllerde verilecek ceza,... indirilir...” şeklinde yeni bir düzenleme
yapılmış bulunmaktadır.
5237 sayılı TCK’da 765 sayılı TCK’dan farklı olarak, “tam akıl
hastalığı-kısmî akıl hastalığı” ayrımı yapılmamış, akıl hastalığı nedeniyle
“işlediği fiilin hukukî anlam ve sonuçlarını algılamama” veya “bu fiille
ilgili olarak davranışlarını yönlendirme yeteneğinin önemli derecede
azalmış olması” şartları aranmıştır. Yine, maddenin her iki fıkrasının
uygulanması yönünden, kişinin “akıl hastası” olması gerektiği ön koşul
olarak belirtilmiştir.
469
Kanunlarda akıl hastalıkları tek tek sayılmamış, kişinin akıl hastası
olup olmadığının ve bu hastalığın kişinin davranışları üzerindeki olası
etkilerinin, psikiyatri biliminin verileri çerçevesinde bilirkişi uzman
hekim tarafından belirlenmesi esası benimsenmiştir.
Dinlenilen bilirkişi, sanıkta “nevrotik kişilik” özellikleri
bulunduğunu ve cezaî ehliyetinin tam olduğunu mütalâa etmiştir.
Psikiyatri kaynaklarında, normal kişilik ile nevrotik kişilik arasında
kesin bir ayırım çizgisi bulunmadığı, nevrotik kişiliğin bir “akıl hastalığı”
değil “kişilik yapısı” olduğu belirtilmektedir. Bu nedenle, bu kişilik
yapısının sanığın davranışları üzerindeki etkilerinin araştırılmasına ilişkin
Daire kararında isabet görülmemiş ve Başsavcılığın konuya yönelik itiraz
sebebinin kabulüne karar verilmiştir.
Diğer taraftan; 5237 sayılı TCK’nın suça teşebbüs hükmünü
düzenleyen 35’inci maddesinde, 765 sayılı TCK’da mevcut “eksik
teşebbüs-tam teşebbüs” ayırımına yer verilmemiş, teşebbüs hâlinde
“...meydana gelen zarar veya tehlikenin ağırlığına göre...cezanın dörtte
birinden dörtte üçüne kadarı indirilir.” şeklinde düzenleme yapılmıştır.
Suçun teşebbüs aşamasında kaldığı durumlarda ceza miktarı
belirlenirken, hareketin ulaştığı gerçekleşme aşamasından ziyade, fiilin
doğurduğu zarar veya tehlikenin ağırlığının dikkate alınacağı madde
gerekçesinde açıkça belirtilmiştir.
Cezaların kişiselleştirilmesi kuralı, modern ceza hukukunun kabul
ettiği temel ilkelerden biridir. Bu ilkenin amacı, suça ve suçlunun
kişiliğine en uygun cezanın tayini suretiyle, cezadan beklenen amaca
ulaşılmasıdır. Ancak, bu konudaki takdir hakkı kullanılırken gösterilen
gerekçenin akla, hukuka ve dosya içeriğine uygun olması, takdirde
yanılgıya, çelişkiye ve zafiyete düşülmemesi gerekmektedir. Bu
nitelikleri yönünden takdir hakkının isabetle kullanılıp kullanılmadığının
denetiminin Askerî Yargıtaya ait olduğu konusunda duraksama yoksa da;
teşebbüs nedeniyle cezanın hangi oranda indirileceği konusunda sabit bir
oran veya kesin bir ölçü öngörülmediği gibi, alt ve üst hadler arasında
geniş bir yelpaze içinde mahkemelere takdir hakkı tanındığı
görülmektedir.
Uyum ve kararlılık gösteren Askerî Yargıtay kararlarında,
yargılamayı bizzat yürüten askerî mahkemenin cezanın kişiselleştirilmesi
konusundaki takdir hakkına fahiş bir hata bulunmadıkça dokunulmaması,
ancak gösterilen gerekçenin isabetli olup olmadığının denetlenmesi
gerektiği kabul edilmektedir.
470
Dava konusu olayda, nöbet dönüşü sırasında silâhının namlusunu
sağ ayağına tutarak ateş eden ve bu yaralanma sonucu hastahanede tedavi
görüp, 1,5 ay hava değişimi alan sanığın eyleminin, tam teşebbüs
aşamasında kaldığını ve eylemin birlik personelinin zarar görebileceği bir
ortamda gerçekleşmiş olmasını dikkate alarak, cezasından 1/3 oranında
indirim yapılmasına ilişkin gerekçe, hareketin ulaştığı gerçekleşme
aşaması (tam teşebbüs) yönünden yasaya uygun değilse de; sanığın
yaralanma sonucu bir buçuk ay hava değişimi almış olması nedeniyle,
kendisine vermiş olduğu zarar ve seken merminin yürüyüş kolunda
ilerleyen başka bir personele isabeti ihtimalî nedeniyle, makul ve dosya
içeriği ile uyumlu görülmüştür.
471
TÜRK CEZA KANUNU
Mad. 43
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/117
K. No. : 2006/111
T.
: 4.5.2006
ÖZET
Hükümden sonra yürürlüğe giren 5237 sayılı TCK’nın
43/2’nci maddesi ile, “Aynı suçun birden fazla kişiye karşı tek
bir fiille işlenmesi durumunda...” zincirleme suç hükümlerinin
uygulanacağı hüküm altına alınmış bulunmaktadır. Doktrinde
“Aynı neviden fikrî içtima” olarak adlandırılan kabule göre,
bir fiille birden fazla şahsa hakaret edilmesi durumunda,
sadece bir suçun mevcut olduğu kabul edilmeli ve bir cezaya
hükmolunmalıdır. Ancak; verilecek ceza zincirleme suç için
öngörülen oranda arttırılmalıdır.
Mülga 765 sayılı TCK’nın 80’inci maddesi, müteselsil
(zincirleme) suçlarda verilecek cezanın altıda birden yarıya
kadar arttırılmasını öngörmüşken; 5237 sayılı TCK’nın
43/1’inci maddesi, cezanın dörtte birinden dörtte üçüne kadar
arttırılacağı hükmünü içermektedir. Bu yönüyle, 765 sayılı
TCK düzenlemesinin, 5237 sayılı Kanuna göre sanığın lehine
olduğu açıkça görülmektedir.
Lehe
kanun
değerlendirmesi
yapmak,
hüküm
mahkemesinin yetkisi kapsamı içinde bulunmakta ise de;
herhangi bir takdiri gerektirmeyen ve açıkça belli olan
konularda, olayına münhasır olarak, Askerî Yargıtayca da
lehe
kanun
değerlendirmesi
yapılmasına
olanak
bulunmaktadır.
Bu nedenle; sanığın müteselsilen üste hakaret suçunu
işlediği kabul edilerek, cezasının 765 sayılı TCK’nın 80’inci
maddesi uyarınca, 1/6 oranında arttırılması suretiyle
belirlenmesinde, kanuna aykırı bir husus yoktur.
472
353 sayılı Kanunun 166’ncı maddesi; “Sanık suçun hukukî
mahiyetinin değişmesinden önce haber verilip de, savunmasını
yapabilecek bir hâlde bulundurulmadıkça, iddianamede kanunî unsurları
ile gösterilen suça ilişkin kanun hükmünden başkası ile mahkûm
edilemez.
Cezanın arttırılmasını gerektirecek sebeplerin ilk defa duruşmada
ileri sürülmesi hâlinde de, aynı hüküm uygulanır...” düzenlemesini
içermektedir.
Sanık hakkında düzenlenen iddianamede, sanığın 11.3.2003
tarihinde on kişiye karşı hakaret ve müessir fiil suçlarını işledikten sonra,
“Şikâyet eden olursa hepinizi yine döverim, öldürürüm” şeklindeki
sözleri ile, şartlı tehdit suçunu işlediği öne sürülmüş ve TCK’nın
191/1’inci maddesinin on kez uygulanması suretiyle cezalandırılması
istemiyle kamu davası açılmıştır. Sanığın sorgu ve savunması
iddianamede yazılı şartlı tehdit suçuna göre saptanmış, aynı oturumda
mağdurların bir kısmının erbaş olmaları nedeniyle, eylemin müteselsilen
üstü tehdit suçunu oluşturması ve ASCK’nın 82/2 ve TCK’nın 80’inci
maddelerinin uygulanması ihtimaline binaen, sanıktan ek savunması
sorulmuştur. Sanığın önceki savunmalarını tekrar ettiği, hükmün de
ASCK’nın 82, TCK’nın 80 ve 59/2’nci maddelerine göre kurulduğu
görülmüştür. Sanığa değişen suç vasfına göre ve usulüne uygun olarak,
ek savunma hakkı verilmiş olduğu anlaşıldığından, askerî mahkemenin
usule ilişkin direnme hükmünün yerinde olduğu sonucuna varılmıştır.
Bu tespitten sonra esasın incelenmesine geçilmiştir.
Dava dosyasına göre; askerlik hizmetini GATA Haydarpaşa
Eğitim Hastahanesi Destek Kıt’aları Komutanlığı emrinde yapan sanığın,
olay günü kışlaya içki getirerek içtiği, alt tertiplerin mıntıka temizliğini
iyi yapmadıklarını öğrenmesi üzerine, 82/3 ve 82/4 tertiplerin saat
22.00’da koğuşta toplanmalarını istediği, Çvş. T.U., Onb. A.Ç., Onb.
C.Y. ile Erler Y.Ö., M.D., U.B., M.D, A.E., İ.Ö. ve S.B.’nin koğuşta
toplandıkları, adı geçenleri bir sıralı safa sokan sanığın, her birine tokatla
vurup küfür ettikten sonra, şikâyet etmeleri hâlinde yine döveceğini,
askerlikleri boyunca ıstırap çektireceğini, komutanların saat 17.00’ye
kadar mesaide olduklarını, saat 17.00’den sabaha kadar kendilerinin
hâkimiyetinin bulunduğunu ifade ederek, “Şikâyet eden olursa hepinizi
yine döverim, öldürürüm” dediği, müteselsilen üste fiilen taarruz ve
müteselsilen üste hakaret suçları nedeniyle kurulan mahkûmiyet
hükümlerinin, sanık müdafiinin temyizi üzerine onandığı anlaşılmaktadır.
473
Mağdurların aşamalarda gerek kendi içlerinde ve gerekse
birbirleri ile uyumlu anlatımları yanında, sanığın kanında 35 mg. alkol
bulunduğuna ilişkin doktor raporu, psikiyatrik yönden sağlam olduğuna
ilişkin bilirkişi mütalâası ve tüm dosya içeriğine göre, suçun sübutunun
kabulünde ve üstü tehdit olarak vasıflandırılmasında herhangi bir
isabetsizlik görülmemiştir.
Hüküm tarihinde yürürlükte olan 765 sayılı TCK’nın 80’inci
maddesi, “Bir suç işlemek kararının icrası cümlesinden olarak kanunun
aynı hükmünün birkaç defa ihlâl edilmesi, muhtelif zamanlarda vaki olsa
bile, bir suç sayılır. Fakat bundan dolayı terettüp edecek ceza...artırılır.”
düzenlemesini içermekteyken;
Hükümden sonra yürürlüğe giren 5237 sayılı TCK’nın 43/2’nci
maddesi ile; “Aynı suçun birden fazla kişiye karşı tek bir fiille işlenmesi
durumunda...” zincirleme (müteselsil) suç hükümlerinin uygulanacağı
hüküm altına alınmış bulunmaktadır.
5237 sayılı Türk Ceza Kanununda “zincirleme suç” başlığı altında
yapılan bu düzenleme, doktrinde “aynı neviden fikrî içtima” olarak
adlandırılmaktadır. (İ.ÖZGENÇ; Türk Ceza Kanunu Gazi Şerhi, Üçüncü
Bası, Ocak 2006, s: 558-565).
Aynı neviden fikrî içtima, bir fiille aynı suçun birden fazla kişiye
karşı işlenmesi biçiminde tanımlanmaktadır. Bir fiille birden fazla kişiye
hakaret edilmesi, birden fazla kişiye cinsel tacizde bulunulması, birden
fazla kişinin tehdit edilmesi bu içtima şekline ilişkin örnekleri
oluşturmaktadır.
Aynı neviden fikrî içtima ile zincirleme (müteselsil) suç arasında
müştereklik yoktur. Aynı neviden fikrî içtima hâlinde, tek bir suç vardır
ve bir cezaya hükmolunur. Ancak verilecek ceza zincirleme suç için
öngörülen oranda arttırılır.
Mülga 765 sayılı TCK’nın 80’inci maddesi, müteselsil
(zincirleme) suçlarda verilecek cezanın altıda birden yarıya kadar
arttırılmasını öngörmüşken; 5237 sayılı TCK’nın 43/1’inci maddesi,
cezanın dörtte birinden dörtte üçüne kadar arttırılacağı hükmünü
içermektedir. Bu yönüyle, 765 sayılı TCK düzenlemesinin, 5237 sayılı
Kanuna göre sanığın lehine olduğu açıkça görülmektedir.
474
Lehe kanun değerlendirmesi yapmak, hüküm mahkemesinin
yetkisi kapsamı içinde bulunmakta ise de; herhangi bir takdiri
gerektirmeyen ve açıkça belli olan konularda, olayına münhasır olarak
Askerî Yargıtayca da lehe kanun değerlendirmesi yapılmasına olanak
bulunmaktadır.
Bu nedenle; sanığın müteselsilen üstlerini tehdit suçunu işlediği
kabul edilerek, cezasının 765 sayılı TCK’nın 80’inci maddesi uyarınca
1/6 oranında arttırılması suretiyle kurulan direnme hükmünün, hükmün
kurulduğu tarihe göre yasaya uygunluğu tartışılabilirse de; 1.6.2005
tarihinde yürürlüğe giren ve sanık lehine hükümler getiren 5237 sayılı
TCK’ya göre yasaya uygun görülmüş, aleyhe temyiz bulunmadığı da
gözetilerek, sanık müdafiinin temyiz sebeplerinin reddi ile hükmün
onanmasına karar verilmiştir.
NOT : Ayrıca, bu maddeyle ilgili olarak Askerî Yargıtay Daireler
Kurulunun 9.3.2006 tarih ve 2006/84-62, 1’inci Dairesinin 1.2.2006 tarih ve
2006/135-134 sayılı içtihatlarına bakınız. (Sayfa 184-190, 96-98)
475
TÜRK CEZA KANUNU
Mad. 50
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E. No. : 2006/182
K. No. : 2006/224
T.
: 15.2.2006
ÖZET
1- Sanığın iki ayrı müessir fiilde bulunmak suçundan, 5
gün ve 18 gün süreli iki ayrı hapis cezası ile cezalandırılmasına
ve hükmolunan iki ayrı hapis cezasının ertelenmesine karar
verilmiş ise de, 5237 sayılı TCK’nın “kısa süreli hapis cezasına
seçenek yaptırımlar” başlıklı 50’nci maddesinin üçüncü
fıkrasında, daha önce hapis cezasına mahkûm edilmemiş
olmak koşuluyla, mahkûm olunan otuz gün ve daha az süreli
hapis cezasının, birinci fıkrada yazılı seçenek yaptırımlardan
birine çevrileceği düzenlenmiştir. Dolayısıyla, sanık hakkında
iki ayrı asta müessir fiil suçundan hükmedilen her iki
mahkûmiyet kararının, ASCK’nın Ek 8’inci maddesinin
getirdiği kısıtlamalar dikkate alınarak, 5237 sayılı TCK’nın
50’nci maddesi uyarınca, kısa süreli hapis cezasına seçenek
yaptırımlardan birine çevrilmesi gerekirken, hükmedilen hapis
cezasının ertelenmesi kanuna aykırıdır.
2- Sanıkların
adlî
muayene
için
hastahaneye
gönderildikleri sırada, görevli kişilerin araçtan inmesinin
ardından, sanıkların tahrik niteliğindeki sözlerine, eylemlerine
devam etmesi üzerine, az önce engellenen eylemlerini
sürdürmek arzusuyla ve aynı suç kastına bağlı olarak, diğer
sanığa vurması, ikinci ve ayrı bir suç olarak kabul edilemez.
Bu eylem, araç hareket etmeden önce başlayan üste fiilen
taarruz suçunun maddî unsurlarının, aynı kasıt altında
sürdürülmesinden ibaret olup, bu hâliyle her iki eylemin tek
bir suç oluşturduğunun kabulü gerekir.
476
Askerî mahkemece;
1- Sanık Uzm.J.Çvş. M.B.’nin, iki ayrı asta müessir fiil suçunu
işlediği kabul edilerek, ASCK’nın 117/1, 5237 sayılı TCK’nın 29 ve
62’nci maddeleri gereğince 5 gün ve 18 gün süreli iki ayrı hapis cezası ile
cezalandırılmasına ve hükmolunan iki ayrı hapis cezasının ertelenmesine;
2- Sanık J.Er M.B.’nin,
a) Hizmete ilişkin muameleden dolayı üste hakaret suçunu
işlediği kabul edilerek, ASCK’nın 85/1’inci maddesinin ikinci cümlesi ile
5237 sayılı TCK’nın 62’nci maddesi gereğince, 5 ay hapis cezası ile
cezalandırılmasına ve yasal imkânsızlık nedeniyle cezanın paraya
çevrilmesine veya ertelenmesine yer olmadığına,
b) Üste fiilen taarruz suçunu işlediği kabul edilerek, ASCK’nın
91/1’inci maddesinin az vahim hâl cümlesi ile 5237 sayılı TCK’nın
62’nci maddesi gereğince, 5 ay süreli hapis cezası ile cezalandırılmasına
ve yasal imkânsızlık nedeniyle cezaların paraya çevrilmesine veya
ertelenmesine yer olmadığına,
c) Üste fiilen taarruz suçunu işlediği kabul edilerek, ASCK’nın
91/1’inci maddesinin az vahim hâl cümlesi ile, 5237 sayılı TCK’nın 29
ve 62’nci maddeleri gereğince 3 ay 22 gün süreli hapis cezası ile
cezalandırılmasına ve yasal imkânsızlık nedeniyle cezaların paraya
çevrilmesine veya ertelenmesine yer olmadığına,
d) Silâhlı iken üstü tehdit etmek suçunu işlediği kabul edilerek,
ASCK’nın 82/2’nci maddesi ile 5237 sayılı TCK’nın 29 ve 62’nci
maddeleri gereğince, 6 ay 20 gün hapis cezası ile cezalandırılmasına ve
yasal imkânsızlık nedeniyle cezanın paraya çevrilmesine veya
ertelenmesine yer olmadığına karar verilmiştir.
Mahkûmiyet hükümleri süresi içinde; sanık Uzm.J.Çvş. M.B.
tarafından, suç kastının bulunmadığı ve diğer sanığın eylemlerini başka
türlü kısıtlamanın mümkün olmadığı belirtilmek suretiyle, sanık J.Er
M.B. tarafından ise, sebep gösterilmeksizin süresinde temyiz edilmiştir.
Ayrıca, askerî savcı tarafından, sanıklardan M.B. hakkında, ikinci
üste fiilen taarruz suçundan tesis edilen mahkûmiyet hükmünün,
eylemlerin tek suç oluşturmayıp, iki ayrı üste fiilen taarruz suçunu
oluşturduğu belirtilerek, esas yönünden yasaya aykırı olduğu ileri
sürülerek, süresinde sanık M.B. aleyhine olarak temyiz edilmiştir.
Tebliğnamede ise; sanıklar ve askerî savcının temyiz istemlerinin
reddiyle, her iki sanık hakkındaki mahkûmiyet hükümlerinin onanmasına
dair görüş ve düşünce bildirilmiştir.
477
Askerî mahkemece, Kandıra İlçe Jandarma Komutanlığında
görevli olan sanıklardan Uzm.J.Çvş. M.B.’nin, 2-3.10.2005 gecesi
birliğin hazır kıt’a komutanı olarak nöbet ifa etmekte iken, santral
sorumlusu olan Er O.K.’yı göndererek, 03.00-06.00 nizamiye nöbetçisi
olan diğer sanığı uyandırdığı, ancak bu sanığın zamanında kalkmaması
nedeniyle nöbetine kısa bir süre gecikerek başlayabildiği, daha sonra saat
03.30 sıralarında nöbetçileri kontrol eden sanık Uzm.J.Çvş. M.B.’nin,
diğer sanığın nöbet yeri olan nizamiyede uyuduğunu tespit etmesi
üzerine, bu sanık hakkında hem nöbete geç kalması ve hem de nöbette
uyuması nedeniyle tutanak düzenleyip, imzasını almak üzere sanık J.Er
M.B.’nin nöbet yerine geldiğinde, bu sanığın Uzm.J.Çvş. M.B.’ye
sinkaflı küfürler ettiği, sanık Uzm.J.Çvş. M.B.’nin, küfür etmemesi için
diğer sanığı uyarmak istediği, ancak sanık Er M.B.’nin bu kez Uzm.J.
Çvş. M.B.’ye yumruk attığı, sanık Uzm.J.Çvş. M.B.’nin de, sanık Er
M.B.’ye yumruk atarak karşılık verdiği, bu şekilde karşılıklı olarak
birbirlerine vurmaya başlayan sanıklardan Uzm.J.Çvş. M.B.’nin olay
yerinden ayrılıp, birliğin hizmet binasına gitmek üzere koşmaya başladığı
sırada, sanık Er M.B.’nin, hamili bulunduğu piyade tüfeğini bu sanığa
doğrultup “seni öldüreceğim, seni yaşatmayacağım” şeklinde sözler sarf
etmeye başladığı, bunun üzerine sanık Uzm.J.Çvş. M.B.’nin dönerek,
sanık Er M.B.’nin elindeki silâhı almak için mücadeleye başladığı ve
aynı anda santral görevlisi olan Er O.K.’dan bağırarak yardım istediği,
olay yerine gelen Er O.K.’nın da yardımıyla, sanık Er M.B.’nin silâhını
alarak, onun yerine başka bir nöbetçi görevlendirdiği, bilâhare olay
sırasında istirahat hâlinde bulunan nöbetçi astsubayına durumu bildirdiği,
ertesi gün durumun ilçe jandarma komutanına iletilmesi üzerine, her iki
sanığın adlî muayene için J.Astsb. Ö.H. nezaretinde Devlet hastahanesine
sevk edildikleri, bu sırada J.Astsb. Ö.H.’nin araca binmekte yeterince
hızlı hareket etmeyen sanık Er M.B.’ye “eşek oğlu eşek çabuk ol, seni mi
bekleyeceğiz” dediği, bu süreçte araca binen sanık Er M.B.’ye, diğer
sanık Uzm.J.Çvş. M.B.’nin, olayın tamamen kendisi yüzünden
kaynaklandığı yönünde ikazlarda bulunduğu sırada, sanık Er M.B.’nin
diğer sanığın ensesine gelecek şekilde yumrukla vurduğu, Astsb.Ö.H.
tarafından sanık Er M.B.’nin yakasından tutularak araçtan indirildiği,
Uz.J.Çvş. M.E.’nin, astsubayı sakinleştirdikten sonra tekrar araca
binildiği, ancak araçla yaklaşık 250 metre kadar gidildikten sonra Astsb.
478
Ö.H.’nin şahsî bir işi için araçtan inmesi üzerine, sanıkların karşılıklı
birbirlerine vurmaya başladığı, araç sürücüsü ile araca geri dönen Astsb.
Ö.H.’nin müdahale ederek, sanıkları ayırarak engelledikleri kabul
edilerek, sanıklar hakkında yüklenen suçlardan mahkûmiyet hükümleri
kurulmuş ise de;
Sanık Uzm.J.Çvş. M.B. yönünden yapılan inceleme sonucunda;
Olay gecesi hazır kıt’a komutanı olarak nöbetçi olan sanığın,
03.00-06.00 saatleri arasında nizamiye nöbetçisi olan diğer sanığın,
nöbete geç kalması ve nöbet sırasında uyuması nedeniyle, bu sanık
hakkında tutanak düzenleyerek imzalatmak istemesi üzerine cereyan
eden ve görgü tanığı bulunmayan dava konusu asta müessir fiil
eylemlerini, diğer sanık hakkında başlatılan hazırlık soruşturması
kapsamında, askerî savcı tarafından tanık olarak ifadesi alınırken ve
askerî mahkemece sorgusu yapılırken, bizzat kendisinin ikrar etmesi ve
diğer sanığın anlatımları ile, sanıklar hakkındaki adlî raporların bu ikrarı
desteklemesi karşısında, bu sanığın eylemlerinin sübut bulduğuna şüphe
bulunmamaktadır.
Öte yandan, Askerî Yargıtay İçtihatları ile de kabul edildiği gibi,
sübut delillerinin tanık beyanlarından ibaret olduğu davalarda, birden
fazla tanık beyanı mevcut olup, bu beyanlar birbiriyle çelişiyor ve çelişki
giderilemediği için sübut konusunda farklı sonuçlara ulaşılıyor ise, yani
beyanlardan hangisinin gerçeği yansıttığı konusunda kesin bir yargıya
varılamıyorsa, bu takdirde oluşan şüpheli durumun sanığın lehine mevcut
olduğunu kabul etmek gerekir. Somut olay da, doğrudan görgüye dayalı
bilgisi olan tanık bulunmadığından, ancak her iki sanığın anlatımına göre
aydınlatılabilecektir. Sanık Uz.J.Çvş. M.B., sanık Er M.B.’nin sübut
bulduğu kabul edilen eylemleri üzerine, asta müessir fiilde bulunduğunu
beyan etmektedir. Oysa, sanık Er M.B. ise, bu aşamada kendisi
tarafından geçekleştirildiği kabul edilen eylemleri gerçekleştirmediğini
beyan etmektedir. Her ne kadar, sanık Er M.B.’nin, sanık Uz.J.Çvş.
M.B.’nin ilk işlediği asta müessir fiil suçunu oluşturan eylemlerin
gerçekleştirilmesinde, haksız tahrik oluşturabilecek eylemleri
gerçekleştirip gerçekleştirmediği, her türlü şüpheden uzak bir şekilde
belirlenememekte ise de; olayımızda haksız tahrik konusunda oluşan
şüphenin sanık Uz.J.Çvş. M.B.’nin lehine değerlendirilmesi ve hakkında
asta müessir fiil suçundan hüküm tesis edilirken, haksız tahrik hükmü
uygulanmak suretiyle, cezasında indirime gidilmesi isabetli bulunmuştur.
Diğer taraftan, sanık Uzm.J.Çvş. M.B.’nin, haksız tahrik altında
gerçekleştirdiği ikinci asta müessir fiil suçunun da, sübut bulduğu
konusunda kuşku bulunmamaktadır.
479
Ancak, sanık Uz.J.Çvş. M.B.’nin, iki ayrı asta müessir fiilde
bulunmak suçundan, 5 gün ve 18 gün süreli iki ayrı hapis cezası ile
cezalandırılmasına ve hükmolunan iki ayrı hapis cezasının, 5237 sayılı
TCK’nın 51’inci maddesi uyarınca ertelenmesine karar verilmiş ise de,
5237 sayılı TCK’nın “kısa süreli hapis cezasına seçenek yaptırımlar”
başlıklı 50’nci maddesinin üçüncü fıkrasında, daha önce hapis cezasına
mahkûm edilmemiş olmak koşuluyla, mahkûm olunan, otuz gün ve daha
az süreli hapis cezasının birinci fıkrada yazılı seçenek yaptırımlardan
birine çevrileceği düzenlenmiştir. TCK’da “çevrilir” ibaresine yer
verilmekle, koşulların varlığı hâlinde, otuz gün veya daha az süreli hapis
cezasının seçenek yaptırıma çevrilmesinde hâkime takdir hakkı
tanınmamıştır.
Sanık Uz.J.Çvş. M.B.’nin sabıkasının bulunmadığı dosyada yer
alan adlî sicil kaydından anlaşılmaktadır. Dolayısıyla, sanık hakkında iki
ayrı asta müessir fiil suçundan hükmedilen her iki mahkûmiyet kararının,
ASCK’nın Ek 8’inci maddesinin getirdiği kısıtlama dikkate alınarak,
5237 sayılı TCK’nın 50’nci maddesi uyarınca, kısa süreli hapis cezasına
seçenek yaptırımlardan birine çevrilmesi gerektiği hâlde, hükmedilen
hapis cezalarının ertelenmesine karar verilmesi kanuna aykırılık
oluşturduğundan, her iki hükmün uygulamadaki hata nedeniyle
bozulmasına karar verilmesi gerekmiştir.
Sanık J.Er M.B. yönünden yapılan inceleme sonucunda;
Sanıklar arasında, gece nöbet sırasında cereyan eden olayların
görgü tanığı bulunmamaktadır. Sanık Er M.B., tüm aşamalarda tespit
edilen sorgu ve savunmalarında, ısrarla sanık Uzm.J.Çvş. M.B.’nin
kendisine hakaret edip vurduğunu, kendisinin ise, kesinlikle vurmadığını
ve sadece sanığı engellemek için tuttuğunu beyan etmektedir. Sanık
Uzm.J.Çvş. M.B., diğer sanığın kendisine silâh doğrulttuğunu ve tehdit
ettiğini, bu aşamada sanıktan silâhı almak için hamle yaptığını ancak,
sanığın direnmesi üzerine, bağırarak santral görevlisi O.K.’yı çağırdığını
beyan etmektedir. Oysa, tanık olarak dinlenen J.Onb. O.K., askerî
mahkemece tespit edilen ifadesinde, sanık Uzm.Çvş. M.B.’nin
seslenmesi üzerine, öncelikle pencereden baktığını ve sanıklar arasında
herhangi bir kavga olayını görmediğini beyan etmektedir. O.K.’nın
devam eden ifadesinden, sanık Er M.B.’nin tüfeğini vermek istemediği
ve sanık Uzm.Çvş. M.B.’nin kendisine “siktir git” demesi üzerine, aynı
şekilde karşılık verdiği anlaşılmakta ise de, sanık Uzm.Çvş. M.B.’nin, bu
olayın öncesine ilişkin beyanları, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak
şekilde doğrulanamamaktadır. Her ne kadar, sanık Uzm.Çvş. M.B.’nin,
olaydan sonra istirahat hâlinde olan nöbetçi Astsb. İ.H.M.’yi uyandırıp,
480
Er M.B.’nin kendisine hakaret ve tehditte bulunduğunu ve iteklediğini
haber verdiği, askerî mahkemece yapılan keşif sırasında, yeminli olarak
dinlenen tanık İ.H.M.’nin anlatımından anlaşılmakta ise de, görgüye
dayalı olmayan ve salt sanık Uzm.Çvş. M.B.’nin anlatımlarına dayanan
bu beyana itibar edilememiştir.
Ceza yargılamasının öncelikli amacının, maddî gerçeğin ortaya
çıkarılması olup, maddî gerçeğin her türlü şüpheden uzak olacak şekilde
ortaya konulması zorunludur. Dolayısıyla, olayın hemen sonrasına ilişkin
görgüsü bulunan O.K.’nın anlatımları ile, doğrulanmayan sanık Uzm.
Çvş. M.B.’nin anlatımlarının, diğer sanığın anlatımlarına üstün tutulması
mümkün görülmemiştir. Askerî Yargıtay İçtihatları ile de kabul edildiği
gibi, sübut delillerinin sanık beyanlarından ibaret olduğu davalarda, bu
beyanlar birbiriyle çelişiyor ve çelişki giderilemediği için, sübut
konusunda farklı sonuçlara ulaşılıyor ise, yani beyanlardan hangisinin
gerçeği yansıttığı konusunda kesin bir yargıya varılamıyorsa, bu takdirde
“şüpheden sanık yararlanır” ilkesi uyarınca, oluşan şüpheli durumun
sanığın lehine mevcut olduğunu kabul etmek gerekir. Sanık Er M.B.
hakkında, geceleyin meydana gelen olayla ilgili olarak maddî vakıanın
sübutu şüpheli kaldığından, beraet kararı yerine, üste fiilen taarruz, üste
hakaret ve üstü tehdit suçlarından kurulan mahkûmiyet hükümlerinin
esastan bozulmasına karar verilmesi gerekmiştir.
3.10.2005 günü, sanıkların adlî muayene için hastahaneye
gönderildikleri sırada, askerî araç içinde meydana gelen karşılıklı müessir
fiil eylemleri, tanıklar Astsb. Ö.H., Uzm.Çvş. M.E., Uzm.Çvş. C.E. ve Er
Y.E.A.’nın anlatımları çerçevesinde değerlendirildiğinde, bu eylemlerle
ilgili kabulün yerinde ve doğru olduğu sonucuna varılmaktadır. Her ne
kadar, askerî savcı tarafından verilen temyiz lâyihasında, sanık Er
M.B.’nin, diğer sanığa iki kez taarruzda bulunduğu ve bu nedenle iki ayrı
suçun oluştuğu ileri sürülmekte ise de; sanık Er M.B.’nin araca bindiği
sırada, artık aralarında husumet oluşmuş bulunan diğer sanık Uzm.Çvş.
M.B.’nin, hiç gereği yokken bu sanığı ikaz ve tenkit etmesi sonrasında,
sanık Uzm.Çvş. M.B.’ye vuran ve Astsb. Ö.H. tarafından engellenen
sanık Er M.B.’nin, çok kısa bir süre sonra Astsb. Ö.H.’nın araçtan inmesi
ve Uzm.Çvş. M.B.’nin tahrik niteliğindeki sözlerine ve eylemlerine
devam etmesi üzerine, biraz önce engellenen eylemlerini sürdürmek
arzusuyla ve aynı suç kastına bağlı olarak sanık Musa’ya vurması, ikinci
ve ayrı bir suç olarak kabul edilemez. Bu eylem, araç hareket etmeden
önce başlayan üste fiilen taarruz suçunun maddî unsurlarının, aynı kasıt
altında sürdürülmesinden ibaret olup, bu hâliyle her iki eylemin tek bir
suçu oluşturduğunun kabulü gerekmiştir.
481
TÜRK CEZA KANUNU
Mad. 52
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/4
K. No. : 2006/15
T.
: 26.1.2006
ÖZET
5237 sayılı TCK’nın 52/4’üncü maddesiyle adlî para
cezasının ödenmesinde, iki yılı geçmemek ve dörtten az
olmamak koşulu ile, taksitlendirilmesine olanak sağlanması
karşısında, yerel mahkemece, ya 5237 sayılı Yasanın 52/4’üncü
maddesine göre, adlî para cezasının on eşit taksitte
ödettirilmesine dönüşüm kararında yer vermesi, ya da 5237
sayılı TCK’nın hükümlü lehine bir değişiklik getirmediği
saptanmasından sonra, kesinleşmiş hükmün aynen infazına
karar vermesi gerektiğinden, hükümlünün kesinleşmiş
hükümle kazandığı; para cezasını taksitle ödeme hakkının,
daha sonra verilen bir kararla elinden alınmasının yasaya
aykırı olduğunun; diğer taraftan infazda, kesinleşmiş hükümle
bu kararın birlikte ele alınmasının, karmaşaya ve hak kaybına
yol açabileceğinin kabulü gerekir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunun
önüne getirilen uyuşmazlığın konusu, kesinleşmiş hükümde yer alan para
cezasının taksitle ödettirilmesine ilişkin kısmının, hükümlü tarafından
itiraza gelinen; duruşmasız işlere ait kararda yer almamasının, kazanılmış
hakka aykırılık oluşturup oluşturmayacağı ve infazda karmaşaya yol açıp
açmayacağıdır.
Görevli memura mukavemet ve görevli memura hakaret
suçlarından hükümlü,Ter.J.Komd.Er M.K. hakkındaki 2’nci Taktik Hava
Kuvveti Komutanlığı Askerî Mahkemesinin, 12.7.2000 gün ve 2000/438392 E.K. sayılı; 765 sayılı TCK’nın 258/1, 59/2, 647 sayılı Yasanın 4;
TCK’nın 266/1, 59/2, 647 sayılı Yasanın 4, TCK’nın 72 ve 647 sayılı
Yasanın 5’inci maddeleri uyarınca verilen, 450 milyon TL ağır para
cezasıyla mahkûmiyetine ve bu cezanın birbirini takip eden aylık 45
milyon TL taksitler hâlinde, on eşit taksitte sanıktan alınmasına ilişkin
482
hükmün, 2’nci Hava Kuvveti Komutanlığı Askerî Mahkemesince
15.6.2005 gün ve 2000/438 Evrak, 2005/495 Müt. sayılı duruşmasız
işlere ait kararıyla; 765 sayılı TCK’nın yürürlükten kaldırılmasından
sonra, 1.6.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı TCK’da hükümlü
lehine yasal düzenlemelerin olmadığı, ancak sair müesseselerde
değişikliklerin olduğu saptanmasından sonra, anılan suçlardan 765 sayılı
TCK’nın 258/1, 59/2, 647 sayılı Yasanın 4; TCK’nın 266/1, 59/2 ve 647
sayılı Yasanın 4’üncü maddeleri uyarınca, ayrı ayrı; 300 milyon TL, 100
milyon TL ve 50 milyon TL adlî para cezasına dönüşüm kararı verilip, bu
adlî para cezalarının içtima ettirilmesine yer olmadığına karar verilip,
kesinleşmiş hükümdeki para cezasının on taksitte alınmasına ilişkin
kısmına hiç yer verilmeyen itiraza konu kararın, 5237 sayılı TCK’nın
52/4’üncü maddesiyle de, adlî para cezasının ödenmesinde iki yılı
geçmemek ve dörtten az olmamak koşulu ile, taksitlendirilmesine olanak
sağlanması karşısında, yerel mahkemece ya 5237 sayılı Yasanın
52/4’üncü maddesine göre, adlî para cezasının on eşit taksitte
ödettirilmesine de dönüşüm kararında yer vermesi, ya da 5237 sayılı
TCK’nın hükümlü lehine bir değişiklik getirmediği saptanmasından
sonra, kesinleşmiş hükmün aynen infazına karar vermesi gerektiğinden,
hükümlünün kesinleşmiş hükümle kazandığı para cezasını taksitle ödeme
hakkının, daha sonra verilen bir kararla elinden alınmasının yasaya aykırı
olduğu; diğer taraftan infazda, kesinleşmiş hükümle bu kararın birlikte
ele alınmasının, karmaşaya ve hak kaybına yol açabileceğinden
Başsavcılığın itirazının kabulü ile; 4’üncü Dairenin aksi yöndeki
kararının kaldırılmasına, hükümlünün itirazına atfen, askerî mahkemenin
kazanılmış hak kuralına aykırılık oluşturan, duruşmasız işlere ait
kararının kaldırılmasına, hükümlünün cezasının kesinleşmiş mahkûmiyet
hükmüne göre infazına karar verilmiştir.
483
TÜRK CEZA KANUNU
Mad. 58
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/144
K. No. : 2006/151
T.
: 6.7.2006
ÖZET
1.6.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı TCK’nın
“özel kanunlarla ilişki” başlığı altında düzenlenen 5’inci
maddesi; “Bu kanunun genel hükümleri, özel ceza kanunları
ve ceza içeren kanunlardaki suçlar hakkında da uygulanır.”
hükmünü içermekte olup, 5237 sayılı TCK’nın 5 ve 58/4’üncü
maddeleri birlikte ele alındığında, ilk bakışta sırf askerî suç
niteliğindeki emre itaatsizlikte ısrar suçunda tekerrür
hükmünün uygulanabilir olduğu düşünülebilirse de, ASCK’nın
hâlen yürürlükte bulunması, 5252 sayılı TCK’nın Yürürlük ve
Uygulama
Şekli
Hakkında
Kanunun
Geçici
1’inci
maddesindeki; “Diğer kanunların (5’inci maddede sözü edilen;
özel ceza kanunları ve ceza içeren TCK dışındaki kanunlar),
5237 sayılı TCK’nın birinci kitabında yer alan düzenlemelere
aykırı hükümler, ilgili kanunlarda gerekli değişiklikler
yapılıncaya ve en geç 31 Aralık 2006 tarihine kadar
uygulanır.” şeklindeki hükmü karşısında, bu aşamada ASCK
kapsamında geçerli olan özel tekerrür hâlinin zımnen ilga
edildiği söylenemez.
26.9.2005 tarihinde yasak olduğunu bildiği hâlde, birlik içerisinde
cep telefonu bulundurmak suretiyle, emre itaatsizlikte ısrar suçundan
ASCK’nın 87/1’inci maddesi uyarınca cezalandırılmasına ilişkin
16.11.2005 tarihli mahkûmiyet kararı taraflarca yasal süresi içerisinde
temyiz edilmeksizin, 24.11.2005 tarihinde kesinleşen sanık Tnk. Er
İ.İ.’nin, 6.12.2005 tarihinde de birlik içerisinde cep telefonu
bulundurmak suretiyle, emre itaatsizlikte ısrar suçunu işlediği kabulüne
dayanılarak verilen mahkûmiyet hükmü yanında, önceki kesinleşen
cezası nedeniyle cezasının infazının, 5237 sayılı TCK’nın 58/7 ve 5275
sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkındaki Kanunun 108
484
(1)-c maddeleri uyarınca yerine getirilmesine ve sanığın TCK’nın
53/1’inci maddesi uyarınca, hapis cezasının infazı tamamlanıncaya kadar
TCK’nın 53’üncü maddede belirtilen haklardan yoksun bırakılmasına
karar verilmiştir. Temyiz incelemesi yapan Dairece suçun sübutu ve
vasıflandırılmasına ilişkin kabul ile, ceza uygulaması ve 5237 sayılı
TCK’nın 53/1’inci maddesine ilişkin uygulama yerinde görülmekle
birlikte, emre itaatsizlikte ısrar suçunda 5237 sayılı TCK’nın 58’inci
maddesine göre tekerrür hükümlerinin uygulanmasının isabetli
olmadığına ilişkin bozma ilâmına yönelik; Başsavcılığın, tekerrür
uygulamasının mümkün olduğu, ancak 5237 sayılı TCK’nın 53/1’inci
maddesinin a,b,c,d,e fıkralarının belirtilmesi gerektiğine işaretle,
mahkûmiyet hükmünün düzeltilerek onanması görüşünü içeren itirazının
incelenmesinde;
1) Suçta tekerrür:
5237 sayılı TCK’nın “Suçta tekerrür ve özel tehlikeli suçlular”
başlığı altında düzenlenen 58’inci maddesinde (1); “önceden işlenen
suçtan dolayı verilen hüküm kesinleştikten sonra, yeni bir suçun
işlenmesi hâlinde, tekerrür hükümleri uygulanır. Bunun için cezanın
infaz edilmiş olması gerekmez.” (4) “Kasıtlı suçlarla taksirli suçlar ve sırf
askerî suçlarla diğer suçlar arasında tekerrür hükümleri uygulanmaz...”,
(6) Tekerrür hâlinde hükmolunan ceza, mükerrirlere özgü infaz rejimine
göre çektirilir...” şeklinde suçta tekerrürün şekli ve kapsamına göre 765
sayılı TCK’nın kapsamında uygulanan cezada belli oranda artırıma son
verilerek mükerrirlere özgü infaz rejimi ve denetimli serbestlik tedbiri
uygulamasına geçilmiştir; 5237 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin
İnfazı hakkında Kanunun süreli hapis cezaları yönünden cezanın üçte
ikisinin infazı hâlinde, söz konusu olan koşullu salıvermenin (Mad.
107/2), mükerrirler bakımından cezanın dörtte üçünün infazı şeklinde
(Mad. 108/1-c) ağırlaştırılmıştır.
Askerî Ceza Kanunu uygulaması bakımından tamamen özel bir
hüküm (ASCK 42) niteliğindeki tekerrürün, ancak ASCK’da
“tekerrürden dolayı cezanın arttırılacağı” yazılı olan maddeler yönünden
söz konusu olup (ASCK’nın 65, 66, 67, 75’inci maddeleri ile 2183
s.Kanunla ek 1 ve 2’nci maddeleri), bu güne kadar olan yerleşik
uygulamada bu yöndedir.
485
1.6.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı TCK’nın “özel
kanunlarla ilişki” başlığı altında düzenlenen 5’inci maddesi; “Bu
Kanunun genel hükümleri, özel ceza kanunları ve ceza içeren
kanunlardaki suçlar hakkında da uygulanır.” hükmünü içermekte olup,
5237 sayılı TCK’nın 5 ve 58/4’üncü maddeleri birlikte ele alındığında,
ilk bakışta sırf askerî suç niteliğindeki emre itaatsizlikte ısrar suçunda
tekerrür hükmünün uygulanabilir olduğu düşünülebilirse de, ASCK’nın
hâlen yürürlükte bulunması, 5252 sayılı TCK’nın Yürürlük ve Uygulama
Şekli Hakkında Kanunun Geçici 1’inci maddesindeki; “Diğer kanunların
(5’inci maddede sözü edilen; özel ceza kanunları ve ceza içeren TCK
dışındaki kanunlar), 5237 sayılı TCK’nın Birinci kitabında yer alan
düzenlemelere aykırı hükümler, ilgili kanunlarda gerekli değişiklikler
yapılıncaya ve en geç 31 Aralık 2006 tarihine kadar uygulanır.”
şeklindeki hükmü karşısında, bu aşamada ASCK kapsamında geçerli olan
özel tekerrür hâlinin zımnen ilga edildiği de söylenemeyeceğinden,
(Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 29.6.2006 gün ve 2006/151-147
E.K. sayılı kararı da bu yöndedir.) 1’inci Dairenin buna ilişkin bozma
kararına yönelik Başsavcılığın itirazının reddine karar verilmiştir.
2) Belli hakları kullanmaktan yoksun bırakma:
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 27.4.2006 gün ve 2006/99101 E.K. sayılı kararında da belirtildiği gibi, bozma nedeniyle askerî
mahkemece kurulacak yeni hükümde uygulanabilecek olan; “belli hakları
kullanmaktan yoksun bırakma”nın mahkûmiyetin niteliği, erteleme ve
koşullu salıverilen hükümlüler bakımından, 5237 sayılı TCK’nın 53’üncü
maddesinde ayrıntılı olarak ele alınması nedeniyle, 1’inci fıkrada sözü
edilen hak yoksunlukları bakımından, hükümde bir açıklığın
bulunmasının gerekmediğine ile işaret edilmiştir.
486
TÜRK CEZA KANUNU
Mad. 61
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/11
K. No. : 2006/10
T.
: 19.1.2006
ÖZET
Salt, sanığın yakınlarının, onun teslim olmasını sağlama
amacıyla hareket ederek ihbar etmeleri, sanığın, teslim olma
iradesiyle hareket ettiğinin kabulü için yeterli değildir. Bu
nedenle; teslim olma yönünde irade göstermeyen ve davranış
sergilemeyen sanığın, kendi iradesi dışında, eve gelen polis
ekibi tarafından alındığı gözetildiğinde, yakalanarak ele
geçtiği sonucuna varıldığından, bu konuya ilişkin şiddet sebebi
dosya içeriğine uygun bulunmuştur.
Daire ile Başsavcılık arasındaki uyuşmazlık, askerî mahkemece
temel cezanın tayininde alt sınırdan uzaklaşma nedeni olarak gösterilen,
sanığın “yakalanarak ele geçtiğine” ilişkin belirlemenin dosya içeriği ile
uyumlu olup olmadığı ve firarda kaldığı sürenin uzunluğu” biçimindeki
diğer gerekçenin de, takdir hakkının kullanılmasında yeterli olup
olmadığı konularına ilişkin bulunmaktadır.
Askerî mahkeme, “sanığın firarda kaldığı sürenin uzunluğu ve
yakalanarak ele geçtiği dikkate alınarak, takdiren ve teşdiden
cezalandırılmıştır” şeklindeki gerekçe ile temel cezayı bir yıl üç ay hapis
cezası olarak belirlemiştir.
Daire, alt sınırdan uzaklaşma gerekçesi olarak gösterilen “firar
süresinin uzunluğunun” oluşa ve yasaya uygun olduğunu, ancak temel
cezanın arttırılması oranını etkileyebilecek nitelikte olan ve maddî olaya
uygun düşmeyen, sanığın “yakalanarak ele geçtiğine” ilişkin kabulde
isabet bulunmadığı görüşünü öne sürerken; Başsavcılık sanığın “firarda
487
kaldığı sürenin uzunluğu” şeklindeki teşdit gerekçesinin yasaya uygun
olduğu, askerî mahkemece alt sınırdan sadece üç ay uzaklaşılarak ceza
tayin edildiği gözetildiğinde, takdir hakkının kullanılmasında yanılgı ve
zafiyet bulunmadığı, bu bağlamda gösterilen iki şiddet sebebinden birinin
dosya içeriği ile uyumlu bulunmamasının da hükmün bozulmasını
gerektirmediği düşüncesini savunmaktadır.
Uyum ve kararlılık gösteren Askerî Yargıtay kararlarında, şeklî
ve mütemadî suçlardan olan firar suçunda temadinin iradî veya gayri
iradî olarak sona ereceği kabul edilmektedir. Temadinin iradî olarak sona
erdiğinin kabulü için, ilgilinin firar durumuna kendi serbest iradesi ile
son vermesi, yani kendiliğinden birliğine dönmesi veya bir askerî birliğe
veya resmî bir kuruluşa müracaat etmesi gereklidir.
Dava konusu olayda, firar hâlinde bulunan sanığın evinde
olduğunun ihbar edilmesi üzerine, sanığın evine giden polis ekibinin
sanığın annesi ile konuştuktan sonra evin önünde beklediği sırada, evden
çıkan sanığın polis ekibine teslim olduğu belirtilmektedir.
İradî olarak firar hâline son vermek isteyen sanığın karakola,
askerlik şubesine veya merkez komutanlığına giderek teslim olması
yerine, Elmadağ gibi küçük bir yerleşim yerinde emniyet görevlilerini
çağırarak evde teslim olması ve o şekilde evden götürülmesini sağlaması,
hayatın olağan akışına uygun düşmeyen bir davranış şeklidir. Salt,
sanığın yakınlarının onun teslim olmasını sağlama amacıyla hareket
ederek ihbar etmeleri, sanığın teslim olma iradesiyle hareket ettiğinin
kabulü için yeterli değildir. (Drl.Krl.’nun 23.5.1996 tarihli, 81-78 sayılı
ve 8.11.2001 tarihli, 95-97 sayılı kararları bu doğrultuda bulunmaktadır).
Bu nedenle; teslim olma yönünde irade göstermeyen ve davranış
sergilemeyen sanığın, kendi iradesi dışında eve gelen polis ekibi
tarafından alındığı gözetildiğinde, yakalandığı konusunda herhangi bir
duraksama bulunmadığı, bu konuya ilişkin şiddet sebebinin de dosya
içeriği ile uyumlu ve yasaya uygun olduğu sonucuna varılmıştır.
Diğer taraftan; firar süresinin uzunluğu da, mahkemelerce cezanın
takdiren artırılmasını gerektiren bir neden olarak kabul edilmekte ve
bariz bir hata ve zaaf bulunmadığı sürece bu takdire dokunulmadığı
görülmektedir. Hem Daire ilâmında, hem de itiraz tebliğnamesinde bu
konudaki gerekçenin yasaya uygun olduğu belirtildiğinden, konu
Daireler Kurulunda ayrıca irdelenmemiş, Başsavcılığın isabetli görülen
itirazının kabulü ile Daire ilâmının kaldırılmasına ve dosyanın temyiz
incelemesine devam edilmek üzere Dairesine iadesine karar verilmiştir.
488
765 SAYILI
TÜRK CEZA KANUNU
Mad. 65
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/152
K. No. : 2006/148
T.
: 29.6.2006
ÖZET
Diğer sanıklar A.M.B. ve H.E.Ö.’nün, arkadaşı olan sanık svl.
şahıs G.T.’nin, akrabası olan S.M. ’ye ait bir depoyu temin etmek
suretiyle, suç konusu olan sim ipliklerin bu depoya konulmasını
sağlamak, S.M.’ye sim ipliklerin numunelerini götürerek, piyasa
araştırması yapmak şeklinde sübuta eren eylemleriyle, 765 sayılı
Türk Ceza Kanununun 65/1’inci maddesinin 3’üncü bendine uygun
olarak, müzaheret ve muavenetle H.E.Ö. ve A.M.B.’nin işledikleri
zimmet suçunun icrasını kolaylaştırdığı, böylece, “askerî eşyayı
zimmetine geçirmek suçuna fer’î iştirakte bulunmak” suçunu işlediği
sonucuna varılması gerekir.
İstanbul Deniz Dikimevi Müdürlüğünün Ankara’ya taşınması
nedeniyle, Dikimevine ait kayıt fazlası olan 350 kg civarında sarı sim
ipliğin, Dz.İkm.Grp.K.lığı emrinde mal saymanı olan İkm.Ütğm.
H.E.Ö.’nün emriyle bilgisayar kayıtlarından çıkartılarak, 26 koli içerisine
yerleştirilmesinin sağlandığı, 12.12.2001 günü, içinde sim ipliklerin
bulunduğu kolilerin 548958 plâkalı askerî araca yüklendiği, TCG
Çandarlı Gemisinde görevli olup, olay günü Ütğm. H.E.Ö.’nün yanına
gelen İkm.Ütğm. A.M.B.’nin yanına araç muhafızı olarak Er Y.E.’yi de
alıp, İkm.Grp.K.lığından ayrılarak Esenlere doğru hareket ettikleri, yolda
A.M.B.’nin cep telefonu ile sanık G.T. ile konuşarak, ona kendisini
benzinliğin yanından alacaklarını bildirdiği, benzinliğe ulaştıktan sonra
bir süre sanık G.T.’yi bekleyip onu da almak suretiyle, G.T.’nin akrabası
olan S.M.’ye ait Esenler Kazım Karabekir Mahallesi 15’inci Sokak
No:33’de bulunan depoya ulaştıkları, burada erlerin kolileri depoya
indirdikleri, konuşmalar esnasında A.M.B.’nin, kolilerin görülebileceği
yolundaki endişesini belirtmesi üzerine, sanık G.T.’nin malzemeleri aynı
akşam ambardan çıkaracağını söylediği, kolilerin depoya bırakılmasını
489
müteakip, askerî aracın, içinde A.M.B. olduğu hâlde, İkmal Grup
Komutanlığına geri geldiği, bilâhare sanık G.T.’nin, S.M.’nin İstanbul
Mercan Çakmakçılar Yokuşu Büyükvalide İşhanı No:17’de bulunan
İkizler Konfeksiyon isimli dükkanına, sarı sim ipliklerden bir adedini
örnek olarak bıraktığı, S.M.’nin, bu ipliklerin işe yarayıp yaramayacağı
konusunda bilgisinin olduğunu düşündüğü dükkan sahibi komşusu
N.B.’den bilgi istediği, S.M.’nin malzemenin kendi deposuna
konulmasından dolayı huzursuzluk duyması üzerine, durumu sanık
G.T.’ye ilettiği, G.T.’nin de bu durumu Ütğm. E.Ö.’ye bildirdiği, 2 gün
sonra, 14.12.2001 günü akşamı Ütğm. E.Ö.’nün tuttuğu bir kamyonet ile
sim ipliklerin bu depodan alınarak Ütğm. E.Ö.’nün Babasının
Samatyadaki evine getirildiği, bir ihbar sonucu adlî soruşturmanın
başlamasından sonra tutuklanan Ütğm. E.Ö.’nün verdiği dilekçe ile,
malzemenin yerini bildirmesi üzerine, söz konusu sim iplikler ve Ütğm.
A.M.B.’nin özel aracıyla çıkartmış olduğu dikiş iğnelerinin Ütğm.
H.E.Ö.’nün Babasının evinde ele geçtiği, yapılan yargılama sonunda
Ütğm. H.E.Ö. ve Ütğm. A.M.B. haklarında zimmet suçundan kurulan
mahkûmiyet hükümlerinin, sanıklar müdafiilerinin temyizleri üzerine,
Askerî Yargıtay 4’üncü Dairesinin 28.12.2004 tarihli ve 2004/1376-1626
E.K. sayılı ilâmı ile onandığı anlaşılmakta, maddî olayın bu şekilde
gerçekleştiği konusunda yargılama makamları arasında uyuşmazlık
bulunmamaktadır.
İştirak birden fazla failin belirli bir suça katılmalarını, bu suçun
işlenmesinde az veya çok önemli payları bulunmasını ifade eder. Bu
itibarla, bütün şeriklerin hareketlerini birleştirmek, belirli bir hedefe
yöneltmek ve belirli bir suçu işlemek hususunda anlaşmaları ve
nedensellik değeri taşıyan hareketleri iştirak iradesiyle yapmaları gerekir.
Diğer taraftan, bir suçun işlenmesini yalnızca istemek, bunu işleyenleri
fikren onaylamak suça iştirak sayılmayacağı gibi, tamamlanmış olan bir
suça da iştirak mümkün değildir. Bununla beraber, suçun işlenmesinden
sonra yapılabilecek ve iştirak sayılmayan hareketlerden bazıları, başka
sıfatla, özellikle ayrı bir suç olarak düzenlenmiş olabilir. Bu durumda
suçun işlenmesinden sonra yapılan hareketlerin iştirak hükümlerine göre
değil, o hareketi suç sayan hükümlere göre cezalandırılacağında kuşku
yoktur.
490
Bu açıklamanın ışığında iştirakin şartlarını;
1-Birden fazla fail tarafından birden çok hareketin yapılması,
2-Yapılan hareketlerin, işlenen suç yönünden illî bir değer
taşıması,
3-Faillerde belirli bir suçu işleme hususunda iştirak iradesinin
bulunması,
4-Faillerden biri tarafından iştirak iradesi kapsamına giren tipe
uygun suçun işlenmesi veya bunun icrasına başlaması,
şeklinde sıralayabiliriz.
Dava konusu olay bu açıklamalar ışığında değerlendirildiğinde,
haklarındaki mahkûmiyet hükümleri onanmak suretiyle kesinleşen
H.E.Ö. ve A.M.B.’nin Deniz Lisesinden arkadaşları olan sanık sivil şahıs
G.T.’nin, akrabası olan S.M.’ye ait depoyu temin etmek suretiyle, suç
konusu olan sim ipliklerin bu depoya konulmasını sağlamak, S.M.’ye sim
ipliklerin numunelerini götürerek, piyasa araştırması yapmak şeklinde
sübuta eren eylemleriyle, 765 sayılı Türk Ceza Kanununun 65/1’inci
maddesinin 3’üncü bendine uygun olarak müzaheret ve muavenetle
H.E.Ö. ve A.M.B.’nin işledikleri zimmet suçunun icrasını kolaylaştırdığı,
böylece, “askerî eşyayı zimmetine geçirmek suçuna fer’î iştirakte
bulunmak” suçunu işlediği sonucuna varılmış, Askerî Yargıtay
Başsavcılığının itirazının kabulüne, Daire ilâmının kaldırılmasına ve
dava dosyasının temyiz incelemesine devam edilmek üzere Dairesine
gönderilmesine, karar verilmiştir.
491
765 SAYILI
TÜRK CEZA KANUNU
Mad. 80, 29, 64, 65
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/179
K. No. : 2006/182
T.
: 28.12.2006
ÖZET
1) Değişik tarihlerdeki eylemlerde, sanıkların aralarına
yeni sanıkların katılması, başlangıçtan itibaren tüm olaylara
katılan sanıklardaki aynı suçu işleme kararını etkileyip,
değiştirecek bir olgu niteliğinde değildir. Sanıklardan O.Ç.nin
birlik silâh deposunda görevli olması ve birlik nizamiyesinde
yeterince denetim ve kontrol yapılmamasının oluşturduğu
ortamı değerlendiren sanıklar, birlik silâh deposundan silâh ve
mühimmat çalmayı kararlaştırıp, plânlayarak, eylemlerini bir
defada gerçekleştirmek yerine zamana yayarak aynı usul ve
yöntemlerle
sürdürmüşlerdir.
Sanıkların
eylemi
gereçekleştirdikleri yer ile kullandıkları usul ve yöntemler,
hareketlerinin birbirinin devamı olduğunu gösterdiği gibi,
hareketleri
arasında sübjektif bağlantıyı
da ortaya
koyduğundan, tüm eylemlerin tek bir iştirak hâlinde
müteselsilen askerî eşyayı çalmak suçunu oluşturduğu
sonucuna varılmıştır.
2) Sanıklar H.H.K. ve O.Ç.’nin Ekim 2003-Şubat 2004
tarihleri arasındaki tüm eylemlerinin tek bir iştirak hâlinde
müteselsilen askerî eşyayı çalmak suçunu oluşturduğunun
kabul edilmesi karşısında, açıklanan bozma gerekçesi ve eylem
bütünlüğü içinde silâh çalma eylemine bir kez katılan sanık
H.F.’nin diğer sanıklara göre konumu da dikkate alınarak, bu
sanık hakkındaki temel cezanın üst sınırdan tayin edilmiş
olmasının hak ve adalete uygun düşmediği sonucuna
varılmıştır.
492
3) Sanıklar H.H.K. ve O.Ç.’nin, Aralık 2003 tarihinde
birlik silâh deposundan iki kerede çaldıkları toplam 9 adet
tabancayı, birlik nizamiyesi ziyaretçi yeri ve tuvaletinde
sanıklar H.A. ve Ö.M.’ye vererek silâhların özel araçla Söke
İlçesine bu sanıklar tarafından götürülmesi olayında, sanıklar
H.A. ve Ö.M.’nin eylemlerinin, diğer sanıkların askerî eşyayı
çalmak suçlarına 765 sayılı TCK’nın 64/1’inci maddesi
anlamında “aslî maddî iştirak” niteliğinde olmayıp, aynı
Kanunun 65/3’üncü maddesi anlamında müzaheret ve
muavenetle suçun icrasını kolaylaştırmak suretiyle suça “fer’î
maddî iştirak” niteliğinde olduğu sonucuna varılmıştır.
Daire ile askerî mahkeme arasında ortaya çıkan ve Daireler
Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlıklar; sanıklar H.H.K. ve
O.Ç.’nin tüm eylemlerinin tek bir iştirak hâlinde müteselsilen askerî
eşyayı çalmak suçunu mu, yoksa ilk eylemin iştirak hâlinde askerî eşyayı
çalmak, diğer eylemlerinin iştirak hâlinde müteselsilen askerî eşyayı
çalmak suçunu mu oluşturduğu; sanık H.F. hakkında temel ceza
belirlenirken cezanın üst sınırının esas alınmasında takdir zaafı bulunup
bulunmadığı ve sanıklar H.A. ve Ö.M.’nin diğer sanıkların askerî eşyayı
çalmak suçlarına, aslen mi, yoksa fer’an mı iştirak ettikleridir.
Daire; sanıklar H.H.K. ve O.Ç.’nin tüm eylemlerinin tek bir
iştirak hâlinde müteselsilen askerî eşyayı çalmak suçunu oluşturduğunu,
sanık H.F. hakkında temel ceza belirlenirken cezanın üst sınırının esas
alınmasında takdir zaafı bulunduğunu, sanıklar H.A. ve Ö.M.’nin, diğer
sanıkların askerî eşyayı çalmak suçlarına iştiraklerinin, fer’î maddî iştirak
niteliğinde olduğunu kabul ederken;
Askerî mahkeme; direnme hükmünde, sanıklar H.H.K. ve
O.Ç.’nin, Ekim 2003 tarihindeki eylemlerinin iştirak hâlinde askerî
eşyayı çalmak, Aralık 2003-Şubat 2004 tarihleri arasındaki eylemlerinin
iştirak hâlinde müteselsilen askerî eşyayı çalmak suçunu oluşturduğunu;
sanık H.F. hakkında temel ceza belirlenirken cezanın üst sınırının esas
alınmasında takdir zaafı bulunmadığını; sanıklar H.A. ve Ö.M.’nin, diğer
sanıkların askerî eşyayı çalmak suçlarına iştiraklerinin, aslî maddî iştirak
niteliğinde olduğunu kabul etmektedir.
493
Uyuşmazlık konularının çözümüne geçmeden öncelikle,
mahkûmiyet hükümlerinin direnme niteliğinde mi, yoksa yeni hükümler
niteliğinde mi olduğunun açıklığa kavuşturulması gerekmektedir.
Dairece bozulmasına karar verilen hükümlerde sanıklar hakkında
uygulama yapılırken, suç ve hüküm tarihlerinde yürürlükte bulunan
yasalar gereğince tüm sanıklar hakkında ASCK’nın 131/1’inci maddesi
gereğince “ağır hapis” cezasına hükmedilmiş, verilen cezaların nev’i ve
miktarlarına bağlı olarak, sanıkların, 765 sayılı TCK’nın 20 ve 31’inci
maddeleri gereğince hidamatı ammeden memnuiyetlerine (kamu
hizmetlerinden yasaklanmalarına), bir kısım sanıkların 765 sayılı
TCK’nın 33’üncü maddesi gereğince hacir altına alınmalarına ve bir
kısım sanıklar hakkında verilen cezaların 765 sayılı TCK’nın 71’inci
maddesi gereğince toplanmasına karar verilmişken; direnilmek suretiyle
kurulan mahkûmiyet hükümlerinde; 1.6.2005 tarihinde yürürlüğe giren
5237 sayılı TCK dikkate alınarak, ağır hapis cezası yerine “hapis”
cezasına hükmedildiği, bir kısım sanıklar hakkında hükmedilen hidamatı
ammeden memnuiyet (kamu hizmetlerinden yasaklanma) fer’î cezası ile
hacir altına alınmaya hükmedilmediği ve bir kısım sanıklar hakkında
verilen cezaların da içtima edilmediği görülmektedir.
5252 sayılı Türk Ceza Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli
Hakkında Kanunun 6’ncı maddesinde değişiklik yapan 11.5.2005 tarihli
ve 5349 sayılı Kanunun 2’nci maddesi; “Kanunlarda öngörülen “ağır
hapis” cezaları, “hapis” cezasına dönüştürülmüştür.” şeklindeki
düzenleme; 765 sayılı TCK’da yer alan hidamatı ammeden memnuiyet
(kamu hizmetlerinden yasaklanma) ile hacir altına alınma şeklindeki
müesseseler, 1.6.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı TCK’nın
53’üncü maddesinde “belli hakları kullanmaktan yoksun bırakılma” adı
altında yeniden düzenlendiğinden, esasen önceki ve sonraki kanunlarda
belirtilen hak yoksunluklarına hükmedilmese de cezanın sonucu olarak
uygulanmasının gerekmesi; 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin
İnfazı Hakkında Kanunun 99’uncu maddesi gereğince de; hükmolunan
herbir cezanın diğerinden bağımsız olarak varlıklarını ayrı ayrı koruması,
ancak bir kişi hakkında başka başka kesinleşmiş hükümler olması
hâlinde, aynı Kanunun 107’nci maddesinde düzenlenen koşullu
salıverilmeye yönelik olarak toplama (içtima) kararı alınabilmesi
karşısında; askerî mahkemece, direnilmek suretiyle kurulan hükümlerde
494
mahkûmiyetin yasal sonucu olan anılan müesseselere yer
verilmemesinin, hükümleri yeni ve değişik bir hükme dönüştürmediği,
mahkûmiyet hükümlerinin direnme hükmü niteliğinde oldukları kabul
edilerek, temyiz incelemesinin Daireler Kurulunca yapılması gerektiği
sonucuna varılmıştır.
Dava dosyasındaki delillere göre; sanıklar terhisli Er H.H.K. ve
terhisli Er O.Ç.’nin Ekim 2003 tarihinde, sanık terhisli Er H.F.’nin de
iştirakı ile birlik silâh deposundan 3 adet Sarsılmaz marka tabanca ve bu
tabancalara ait 3 kutu mermi çalmalarından sonra, Aralık 2003-Şubat
2004 tarihleri arasında, 3 kez sanık terhisli Er G.İ.’nin ve 1 kezde sanık
terhisli Er M.E.’nin iştirakı ile olmak üzere, 4 kez daha aynı eylemi
gerçekleştirerek toplam 33 adet çeşitli cins, çap ve marka tabanca ile çok
miktarda mühimmatı daha çaldıkları, sanıklar H.H.K. ve O.Ç. hakkındaki
mahkûmiyet hükmü, daha önce kesinleşen sanık terhisli Er G.İ.’nin
iştirakı ile, Aralık 2003 tarihinde birlik silâh deposundan 2 kerede
çaldıkları toplam 9 adet tabancayı, sanık H.H.K.’nın yaptığı telefon
görüşmeleri üzerine, Söke İlçesinden özel araçla Antalya’ya gelen sivil
şahıs sanıklar H.A. ve Ö.M.’ye birlik nizamiyesi ziyaretçi yeri ve
tuvaletinde vererek özel araca konulmasını ve Söke İlçesine
götürülmesini sağladıkları, diğer tabanca ve mühimmatında sanıklar
tarafından değişik zamanlarda birlik dışına çıkarıldığı, durumun
anlaşılması üzerine yapılan soruşturma ve araştırmalar sonunda 2 adet
Sarsılmaz tabanca ve bir kısım mühimmat dışındaki malzemenin değişik
yerlerde yapılan aramalarda ele geçirildiği, ele geçirilemeyen tabanca ve
mühimmatın 2.311.300.000 TL tutarında olduğu, maddî olayın açıklanan
şekilde geliştiği konusunda bir kuşku ve uyuşmazlık söz konusu değildir.
Sanıklar H.H.K. ve O.Ç.’nin Eylemleri Yönünden İnceleme:
Sanıklar terhisli Er H.H.K. ve terhisli Er O.Ç.’nın Ekim 2003
tarihinde, sanık terhisli Er H.F.’nin de iştirakı ile, birlik silâh deposundan
3 adet Sarsılmaz marka tabanca ve bu tabancalara ait 3 kutu mermi
çaldıkları, sanık H.F.’nin 31.10.2003 tarihinde terhis mahiyetinde izne
ayrıldıktan sonra da, Aralık 2003-Şubat 2004 tarihleri arasında, 3 kez
sanık terhisli Er G.İ.’nin ve 1 kez de sanık terhisli Er M.E.’nin iştirakı ile
olmak üzere, 4 kez daha aynı eylemi gerçekleştirerek toplam 33 adet
çeşitli cins, çap ve marka tabanca ile çok miktarda mühimmatı daha
çaldıkları ve birlik dışına çıkardıkları veya çıkarılmasını sağladıkları
olaylarda, Daire ile askerî mahkeme arasında ortaya çıkan uyuşmazlık,
495
eylemlerin tümünün tek bir iştirak hâlinde müteselsilen askerî eşyayı
çalmak suçunu mu oluşturduğu, yoksa Ekim 2003 tarihindeki ilk
eylemlerinin iştirak hâlinde askerî eşyayı çalmak, Aralık 2003-Şubat
2004 tarihleri arasındaki diğer 4 eylemlerinin iştirak hâlinde müteselsilen
askerî eşyayı çalmak suçunu mu oluşturduğuna ilişkindir.
Suç tarihinde yürürlükte bulunan 765 sayılı TCK’nın 80’inci
maddesinde müteselsil (zincirleme) suç; “Bir suç, işlemek kararının icrası
cümlesinden olarak kanunun aynı hükmünün birkaç defa ihlal edilmesi,
muhtelif zamanlarda vaki olsa bile bir suç sayılır. Fakat bundan dolayı
terettüp edecek ceza …..artırılır.’’ şeklinde tanımlanıp yaptırıma
bağlanmıştır. Anılan madde ile suç oluşturan her bir eylemin bağımsız
suç sayılarak, ayrı ayrı yaptırıma bağlanması yerine teselsül oluşturan
tüm eylemlerden dolayı sanığa tek bir ceza tayin olunması ile yetinilmesi
esası benimsenmiştir.
Müteselsil suçun varlığının kabulü için, kanunun aynı hükmünü
ihlâle yönelik birden fazla suçun, aynı suçu işleme kararına
bağlanabilmesi gerekmektedir. Başka bir anlatımla, farklı suç işleme
kasıtlarıyla yapılan eylemler, aynı ve tek olan suç işleme kararındaki
birlik sonucu gerçekleştirilmiş olmalıdır. Müteselsil suçta, suç işleme
kastında birlik değil, suç işleme kararında birlik söz konusudur.
Suç işleme kararında birlik, her biri başka bir kastın sonucu olan,
dolayısıyla ayrı ayrı suç oluşturan eylemleri birbirine bağlayan unsur
olup, bu amaca yönelik olarak önceden kurulan genel bir plân ve niyeti
ifade etmektedir. Sanığın işlemeyi düşündüğü suçu bir defada
gerçekleştirmesi
yerine,
kısımlara
ayırıp
zamana
yayarak
gerçekleştirmesi, hareketinin önceki hareketinin devamı olması ve
hareketleri arasında sübjektif bir bağlantı bulunması hâlinde suç işleme
kararında birlik olduğu kabul edilmektedir. Suçların işlenme tarihleri
arasında az veya çok bir zaman aralığının bulunması ve suç
mağdurlarının birden fazla olması hâlinde teselsülü reddetmenin adalet
ve hakkaniyete uygun olmayacağı genel olarak kabul edilmektedir.
Somut olayda; birlik deposunda görevli sanık O.Ç.’nin Ekim
2003 tarihinde konuyu sanıklar H.H.K. ve H.F.’ye açmasıyla işlemeyi
kararlaştırdıkları eylemleri ilk kez birlikte gerçekleştirdikleri, daha sonra
sanıklardan H.F.’nin terhis olması nedeniyle aralarına önce G.İ.’yi daha
sonra da M.E.’yi alarak aynı yerden, aynı usul ve yöntemlerle Aralık
2003-Şubat 2004 tarihleri arasında da silâh ve mühimmat çalarak
eylemlerini sürdürdükleri görülmektedir. Değişik tarihlerdeki eylemlerde
496
sanıkların aralarına yeni sanıkların katılması, başlangıçtan itibaren tüm
olaylara katılan sanıklardaki aynı suçu işleme kararını etkileyip,
değiştirecek bir olgu niteliğinde değildir. Başka bir anlatımla, bu durum
sanıkların yeni ve değişik suç işleme kararıyla hareket ettiklerini
göstermemektedir. Sanıklardan O.Ç.’nin birlik silâh deposunda görevli
olması ve birlik nizamiyesinde yeterince denetim ve kontrol
yapılmamasının oluşturduğu ortamı değerlendiren sanıklar, birlik silâh
deposundan silâh ve mühimmat çalmayı kararlaştırıp, plânlayarak,
eylemlerini bir defada gerçekleştirmek yerine zamana yayarak aynı usul
ve yöntemlerle sürdürmüşlerdir. Sanıkların eylemi gereçekleştirdikleri
yer ile kullandıkları usul ve yöntemler, hareketlerinin birbirinin devamı
olduğunu gösterdiği gibi, hareketleri arasında sübjektif bağlantıyı da
ortaya koymaktadır.
Açıklanan nedenlerle, sanıklar H.H.K. ve O.Ç.’nin Ekim 2003Şubat 2004 tarihleri arasında gerçekleştirdikleri tüm eylemlerin (5 kez)
aynı suçu işleme kararına bağlı olduğu, tüm eylemlerin tek bir iştirak
hâlinde müteselsilen askerî eşyayı çalmak suçunu oluşturduğu sonucuna
varıldığından; askerî mahkemece, sanıkların Ekim 2003 tarihindeki ilk
eylemlerinin iştirak hâlinde askerî eşyayı çalmak, Aralık 2003-Şubat
2004 tarihleri arasındaki diğer eylemlerinin de iştirak hâlinde
müteselsilen askerî eşyayı çalmak suçlarını oluşturduğu kabul edilerek,
sanıklar H.H.K. ve O.Ç. hakkında atılı suçlardan direnilmek suretiyle
kurulan mahkûmiyet hükümlerininin uygulama yönünden bozulmasına
karar verilmiştir.
Sanık H.F.’nin Eylemi Yönünden İnceleme:
Yukarıda oluş ve gelişme biçimi açıklanan ilk olayda, sanık
H.F.’nin diğer sanıklar H.H.K. ve O.Ç. ile birlikte birlik silâh
deposundan, 3 adet Sarsılmaz marka tabanca ve bu tabancalara ait 3 kutu
mermi çalmaları nedeniyle, askerî mahkemece sanık H.F. hakkında
ASCK’nın 131/1’inci maddesi gereğince uygulama yapılırken diğer
sanıklarda olduğu gibi temel cezanın maddede öngörülen cezanın üst
sınırından belirlendiği, Dairece, bu durumun takdirde zaaf oluşturduğu
gerekçesiyle sanık H.F. hakkındaki mahkûmiyet hükmünün bozulduğu,
askerî mahkemece direnilmek suretiyle aynı hükmün kurulduğu
görülmektedir.
497
Ceza yasalarımızda genel olarak suçlar için sabit cezalar
öngörülmemiş; cezaların alt ve üst sınırları gösterilerek, suça ve suçlunun
kişiliğine en uygun cezanın belirlenmesi amaçlanmıştır. Somut olaylar
nedeniyle mahkeme veya hâkim, yasada öngörülen sınırlar içinde temel
cezayı tayin ve takdir ederken, suç ile ceza ve suç ile sanık arasında
uygun bir denge kuracaktır.
Suç tarihinde yürülükte bulunan 765 sayılı TCK’nın 29/son
maddesi de; “Hâkim iki sınır arasında temel cezayı suçun işleniş biçimi,
suçun işlenmesinde kullanılan araç, suç konusunun önem ve değeri,
suçun işlendiği zaman ve yer, fiilin diğer özellikleri, zararın veya
tehlikenin ağırlığı, kastın veya taksirin yoğunluğu, suç sebepleri ve
saikleri, failin amacı, geçmişi, şahsî ve sosyal durumu, fiilden sonraki
davranışı gibi hususları göz önünde bulundurmak suretiyle takdirini
kullanarak belirler. Cezanın asgarî hadden tayini hâlinde dahi takdirin
sebepleri kararda mutlaka gösterilir” hükmünü içermekte olup, mahkeme
veya hâkim tarafından somut olay nedeniyle tayin olunan ceza
şahsileştirilirken esas alınabilecek ölçütler gösterilmiştir. Anılan
maddeye göre mahkeme veya hâkim gerekçe göstererek, alt ve üst
sınırlar arasında temel cezayı serbestçe takdir edecektir. Ancak takdir
hakkı kullanılırken gösterilen gerekçenin, objektif, dosya içeriğindeki
delillerle uyumlu, fiil ve faile uygun, hak ve adalet nispetinde olması
gerektiği kuşkusuzdur. Takdir hakkının yasaya uygun ve yerinde
kullanılıp kullanılmadığı da Askerî Yargıtayın denetimine tâbi
bulunmaktadır.
Somut olayda; sanıklar H.H.K. ve O.Ç.’nin Ekim 2003-Şubat
2004 tarihleri arasındaki tüm eylemlerinin tek bir iştirak hâlinde
müteselsilen askerî eşyayı çalmak suçunu oluşturduğunun kabul edilmesi
karşısında, açıklanan bozma gerekçesi ve eylem bütünlüğü içinde silâh
çalma eylemine bir kez katılan sanık H.F.’nin diğer sanıklara göre
konumu da dikkate alınarak, bu sanık hakkındaki temel cezanın üst
sınırdan tayin edilmiş olması hak ve adalete uygun düşmediği sonucuna
varıldığından, sanık H.F. hakkında direnilmek suretiyle kurulan
mahkûmiyet hükmünün ceza takdirindeki yanılgı yönünden bozulmasına
karar verilmiştir.
498
Sanıklar H.A. ve Ö.M.’nin Eylemleri Yönünden İnceleme:
Sanıklar H.H.K. ve O.Ç.’nin; hakkındaki mahkûmiyet hükmü
daha önce kesinleşen sanık G.İ.’nin iştirakı ile, Aralık 2003 tarihinde
birlik silâh deposundan 2 kerede çaldıkları toplam 9 adet tabancayı, sanık
H.H.K.’nın yaptığı telefon görüşmeleri üzerine Söke İlçesinden özel
araçla Antalya’ya gelen sivil şahıs sanıklar H.A. ve Ö.M.’ye birlik
nizamiyesi ziyaretçi yeri ve tuvaletinde vererek özel araca konulmasını
ve Söke İlçesine götürülmesini sağlamaları şeklinde gelişen olayda,
sanıklar H.A. ve Ö.M.’nin eylemlerinin, askerî mahkemece, diğer
sanıkların askerî eşyayı çalmak suçlarına aslî maddî iştirak; Dairece, fer’î
maddî iştirak olarak kabul edildiği görülmektedir.
765 sayılı TCK’nın 64/1’inci maddesi; “Birkaç kişi bir cürüm
veya kabahatin icrasına iştirak ettikleri takdirde fiilî irtikâp edenlerden
veya doğrudan doğruya beraber işlemiş olanlardan herbiri o fiile mahsus
ceza ile cezalandırılır.” hükmünü içermektedir.
Fiilin irtikâp edilmesi; suçun meydana gelmesini doğrudan
doğruya etkileyen icra hareketlerini yapmaktır.
Fiilin doğrudan doğruya beraber işlenmesi; bu iştirak türü esas
itibarıyla fer’î iştirak hâlini ifade etmekle birlikte, bu durumdaki şerik,
suçu tipe uygun yapan şeriklerin durumuna o kadar yakındır ki, onlarla
doğrudan doğruya işbirliği yapmakta ve suçun icrasında oynadıkları rol
itibarıyla aslî fail sayılmaktadır. Bu nedenlerle, somut olayda
hareketlerinin önemli bir nedensellik bağı taşımaması hâlinde iştirakleri
aslî değil fer’î nitelikte olacaktır. Bu yönüyle mahkeme veya hâkim olaya
özgü olarak bu tür şerikin iştirak derecesini tayin ve takdir edecektir.
765 sayılı TCK’nın 65’inci maddesinde, aslî iştirakın dışında
kalıp da, suçun işlenmesinde nedensellik değeri taşıyan hareketleri
yapanların, yani suça feran iştirak edenlerin iştirak hâlleri düzenlenmiş;
aynı maddenin 3’üncü fıkrasında; “Suç işlenmeden evvel veya işlendiği
sırada müzaharet ve muavenetle icrasını kolaylaştırarak suça iştirak eden
şahıs” kavramına yer verilerek, bu konumdaki şerik hakkında ne şekilde
caza tayin olunacağı belirtilmiştir.
Müzaharet (faile arka çıkmak) ve muavenette (faile yardım
etmek) bulunan şerik, aslî faile suçu icrada bir takım hizmetlerde
bulunarak yardımcı olmakta, bu seretle suçun icrasını kolaylaştırmaktadır
(V. SAVAŞ-S. MOLLAMAHMUTOĞLU, TCK Yorumu, 1994, s. 967970).
499
Somut olayda; birlik silâh deposundan tabanca ve mühimmat
çalınması konusunda, sanıklar H.A. ve Ö.M.’nin diğer sanıklarla
aralarında önceden oluşmuş bir irade birliğine dayalı olarak hareket
ettiklerine ilişkin deliller bulunmayıp, esasen bu konuda Daire ile askerî
mahkeme arasında bir uyuşmazlık da söz konusu değildir. Birlik silâh
deposundan değişik zamanlarda tabanca ve mühimmat çalan sanıklar,
birlik nizamiyesinde yeterince denetim ve kontrol yapılmamasının
oluşturduğu ortamdan yararlanarak, bu olay öncesinde ve sonrasında da
değişik zamanlarda çaldıkları çok miktarda tabanca ve mühimmatı birlik
nizamiyesinden birlik dışına çıkardıkları, gelişen ve sübutunda kuşku
bulunmayan eylemlerle ortadadır. Bu durumda, sanıklar H.A. ve
Ö.M.’nin eylemleri, suçun icrası için zorunlu eylemler niteliğinde
olmayıp, diğer sanıkların eylemleri açısından önemli bir nedensellik
değeri taşımamakta, ancak onların eylemlerini kolaylaştırıcı nitelikte
bulunmaktadır. Yerleşik yargı kararları ve uygulama; silâh, mühimmat
gibi askerî eşyaların çalınması olaylarında, askerî eşyayı çalmak
suçunun, belirtilen nitelikteki malzemelerin birlik dışına çıkarılmasıyla
tamamlanacağı yönünde bulunmakla birlikte; olayların gelişimi,
sanıkların eylemlerinin niteliği, delillerin ve buna göre sanıkların
konumlarının her somut olaya özgü olarak değerlendirilecek olması
nedenleriyle, somut olay yönünden varılan sonucun yerleşik yargı
kararları ve uygulamaya aykırı olmadığı ortadadır.
Açıklanan nedenlerle, sanıklar H.H.K. ve O.Ç.’nin, Aralık 2003
tarihinde birlik silâh deposundan 2 kerede çaldıkları toplam 9 adet
tabancayı, birlik nizamiyesi ziyaretçi yeri ve tuvaletinde sanıklar H.A. ve
Ö.M.’ye vererek silâhların özel araçla Söke İlçesine bu sanıklar
tarafından götürülmesi olayında, sanıklar H.A. ve Ö.M.’nin eylemlerinin,
diğer sanıkların askerî eşyayı çalmak suçlarına 765 sayılı TCK’nın
64/1’inci maddesi anlamında “aslî maddî iştirak” niteliğinde olmayıp,
aynı Kanunun 65/3’üncü maddesi anlamında müzaheret ve muavenetle,
suçun icrasını kolaylaştırmak suretiyle suça “fer’î maddî iştirak”
niteliğinde olduğu sonucuna varıldığından, sivil şahıs sanıklar H.A. ve
Ö.M. hakkında direnilmek suretiyle kurulan mahkûmiyet hükümlerinin
uygulama yönünden bozulmasına karar verilmiştir.
500
TÜRK CEZA KANUNU
Mad. 81, 21
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
4’üncü Daire Kararı
E. No. : 2006/1
K. No. : 2006/308
T.
: 28.2.2006
ÖZET
1- Sanığın, olay sırasında, ateş gücü yüksek ve önceden
emniyetini açıp tam dolduruş yaptığı bir silâh ile, çok yakın
bir mesafeden, müteveffanın hayatî bir bölgesine silâhını
yöneltmek suretiyle, seri hâlde ateş ettiği, bu eylemini
gerçekleştirirken müteveffanın ölebileceğini bildiği ve keza bu
neticeyi istemiş olduğu ve eylemi sonucunda da bir adet
merminin müteveffanın hayatî tehlike arz eden, boyun
bölgesine isabet edip, şah damarını parçaladığı ve ölümüne
sebebiyet verdiği ve bu suretle de, sanığın kasten adam
öldürme suçunu işlediği, dosyadaki delillerden anlaşılmış olup,
sanığın bu eylemini doğrudan kast ile işlediğinin kabulü
gerekir.
2- Sanığın, olay sırasında, ateş gücü yüksek ve önceden
emniyetini açıp tam dolduruş yaptığı bir silâh ile, çok yakın
bir mesafeden mağdurun hayatî bir bölgesine silâhını
yöneltmek suretiyle seri hâlde ateş ettiği, bu eylemini
gerçekleştirirken mağdurun ölebileceğini bildiği ve keza bu
neticeyi istemiş olduğu ve eylemi sonucunda da bir adet
merminin, barut gazının etkisi ile mağdurun yaralandığı ve
olay yerinden kaçarak kurtulduğu, bu suretle de sanığın
kasten adam öldürmeye teşebbüs suçunu işlediği, dosyadaki
delillerden anlaşılmakta olup, sanığın bu eylemini doğrudan
kast ile gerçekleştirdiğinin kabulü gerekir.
501
3- Sanığın kullandığı silâhın ateş gücü, etki mesafesi,
mermilerin atış istikameti ve isabet yeri, mağduru ısrarla
takip edip, kendisine çok sayıda ateş etmesi, ancak mağdurun
kaçması nedeniyle, sanığın icra hareketlerini tamamlamasına
rağmen,
neticenin
gerçekleşmemesi
hususları
birlikte
gözetildiğinde, sanığın kasten adam öldürmeye teşebbüs
suçunu işlediği, dosyadaki delillerden anlaşılmakta olup,
sanığın bu eylemini doğrudan kast ile geçekleştirdiğinin
kabulü gerekir.
Sanık hakkında tesis edilen ilk mahkûmiyet hükümlerinin,
Dairemizin 6.8.2002 tarih ve 2002/667-796 E.K. sayılı ilâmı ile
bozulmasını müteakip, askerî mahkemece bu karara uyularak yeniden
yapılan yargılama sonunda sanığın 14.12.2000 tarihinde;
1. Er M.Ç.’ye karşı kasten adam öldürmek suçunu işlediği kabul
edilerek, 5237 sayılı TCK’nın 81, 266, 29, 62, 53/2’nci maddeleri
gereğince 15 yıl hapis cezasıyla cezalandırılmasına, müdahiller L.Ç. ve
A.Ç.’nin özel hukuktan doğan haklarının saklı tutulmasına, 450 YTL
avukatlık ücretinin müdahil tarafa verilmesine;
2. Er M.K.’ye karşı kasten adam öldürmek suçunu işlediği kabul
edilerek, 5237 sayılı TCK’nın 81, 35/2, 266, 29, 62’nci maddeleri
gereğince 7 yıl 6 ay hapis cezasıyla cezalandırılmasına;
3. Er Y.Y.’ye karşı kasten adam öldürmek suçunu işlediği kabul
edilerek, 5237 sayılı TCK’nın 81, 35/1, 35/2, 266, 29, 62’nci maddeleri
gereğince 7 yıl 6 ay hapis cezasıyla cezalandırılmasına,
5237 sayılı TCK’nın 53/2’nci maddesi uyarınca, sanık hakkındaki
cezaların infazlarının tamamlanmasına kadar 53/1’inci maddesinde
düzenlenen hakları kullanmaktan yoksun bırakılmasına;
4. Er E.D.’ye karşı kasten yaralama suçundan dolayı açılan kamu
davasının, 5237 sayılı TCK'nın 44’üncü maddesinde düzenlenen fikrî
içtima kuralı gereği reddine;
Nezarette, yolda ve tutuklulukta geçirdiği sürelerin 353 sayılı
Kanunun 251’inci maddesi gereğince cezasından mahsubuna;
Sebebiyet verdiği 5.481.710 TL hazine zararının, 353 sayılı
Kanunun 16’ncı maddesi gereğince sanıktan tazmin ve tahsiline karar
verilmiştir.
502
E.D. ile ilgili kamu davasının reddi kararı, temyiz edilmediğinden
inceleme dışına bırakılmıştır.
M.Ç.’ye yönelik kasten adam öldürme, M.K. ve Y.Y.’ye yönelik
kasten adam öldürmeye teşebbüs suçlarından dolayı tesis edilen
mahkûmiyet hükümleri, sanık ve müdafii tarafından duruşmalı olarak
temyiz edildiğinden, 353 sayılı Kanunun 218’inci maddesi gereğince
duruşmalı olarak yapılan incelemede;
Sanığın Kilis İl J.K.lığı Sosyal Tesislerinde garson olarak görev
yaptığı 14.12.2000 tarihinde, saat 21.30 sıralarında şef garson olan
Y.Y.’nin, nöbetçi çavuş J.Onb. Y.T.’yi telefonla arayarak, gazinoda
servis bekleyen astsubayların olduğunu söyleyip, kendisine yardımcı
olmak üzere J.Erleri H.Ö. ve Y.Ö.’yü gazinoya göndermesini istediği,
Y.T’nin de bu erlere gazinoya gitmesini söylemesi üzerine, sanığın bu iki
ere istirahat verdiğini, Yusuf’un işini tek başına hâlletmesi gerektiğini
belirttiği, bunun üzerine Y.T.’nin, kendisinin nöbetçi çavuşu olduğunu,
kimi isterse gönderebileceğini söylemesi üzerine aralarında tartışma
çıktığı, sanığın, “s...git lan, sen karışamazsın” diyerek nöbetçi çavuşunun
üzerine saldırdığı ve her iki gözüne yumrukla vurduğu, meydana gelen
bu olayın nöbetçi subayına intikal ettirilmediği;
Bu olaydan sonra sanığın, 22.00-24.00 saatleri arasında 2 no.lu
nöbet yerinde nöbetçi olduğundan nöbete gitmek üzere oradan ayrıldığı,
doldur-boşalt işlemini yaparak zimmetindeki 758597 seri no.lu G-3
piyade tüfeği yarım dolduruşta olduğu hâlde, önceki kavga olayının
yaşandığı erbaş ve er dinlenme odasının kapısının açıldığı, koridorun
yaklaşık 10 m uzağında ve koridorun sonunda bulunan ve dışarıya açılan
kapıda nöbet tutmaya başladığı, bu sırada şef garson J.Er Y.Y.’nin erbaş
ve er dinlenme odasına geldiği, J.Onb. Y.T.’nin yattığını gördüğü ve
sanık ile Y.T. arasında geçenleri öğrendiği, sanık ile konuşmak için nöbet
yerine giden Y.Y.’nin sanığa, garsonları göndermek istemediğini, şef
garsonun kendisi olduğunu söylemesi üzerine aralarında tartışma
başladığı, sanığın, Y.Y.’ye “s..... git pezevenk” diye bağırdığı, J.Erleri
M.Ç., E.D. ve M.K.’nın da olay yerine geldikleri, sanığın sırtının dışarıya
açılan kapıya dönük ve G-3 piyade tüfeğinin çapraz tutuşta olduğu,
Y.Y.’nin, sanığın bir metre mesafede karşısında, M.Ç.’nin Y.Y.’nin sağ
503
tarafında biraz daha gerisinde duvarın yanında, M.K.’nın, Y.Y.’nin sol
tarafında, biraz geride kapıya yakın, E.D.’nin, M.Ç.’nin sağ gerisinde
duvara yaslanmış bir şekilde durduğu, tam konuşma bitip ayrılacakları
sırada sanığın daha önceden tam dolduruşa getirip emniyetini açmış
olduğu ve çapraz tutuşta olan G-3 piyade tüfeğini Y.Y. ve M.Ç.’ye
yönelterek seri hâlde ateş ettiği, mermilerden birinin M.Ç.’nin boynunun
sol tarafından girip, şah damarını parçaladığı ve giriş deliğine nazaran
biraz daha üstte olacak şekilde sağ tarafından çıktığı, bir merminin ise
Y.Y.’nin sağ kulak ile sağ gözü arasındaki bölgeden başını sıyırarak
geçtiği, yüzünün barut gazı parçacıkları ile yandığı, E.D.’nin ise başına
boş kovan değdiği ve yere yattığı, Y.Y.’nin geriye dönüp, bahçeye açılan
ve koridorun sonunda bulunan kapıya doğru koşarak kaçmaya başladığı,
M.K.’nın da hemen yan tarafta bulunan erbaş ve er gazinosuna kaçmaya
başladığı, sanığın, M.K.’nın arkasından seri hâlde üç el ateş ettiği, bu
mermilerin yerden 120 cm yükseklikte duvara isabet ettiği, M.K.’yı takip
ederek erbaş ve er gazinosuna gittiği, burada T.K.’nın olduğu, sanığın
burada havaya doğru 2 el ateş ettiği, T.K.’nın yere yatarak sanığın
önünden sürünüp lâvaboya kaçtığı, M.K.’nın bu sırada 1 no.lu koğuşa
gittiği ve ranzaları koğuş kapısının arkasına çekmeğe başladığı, sanığın
da koğuş kapısını açmaya çalıştığı, ancak kapının arkadan ittirildiği için,
yarım şekildeki aralığından seri hâlde 3 el daha ateş ettiği, mermilerin
koğuşun duvarına ve camına isabet ettiği, bu sırada M.K.’nın kapattığı
koğuş kapısına 3 el daha ateş ettiği, mermilerin yerden ortalama 110 cm
yukarıda olacak şekilde kapıya isabet ettiği, bu anda olay yerine nöbetçi
Astsubay V.K’nın geldiği, sanıktan tüfeğini almaya çalıştığı sırada
sanığın, “Komutanım üzerime gelme, senin çocukların var, seninle
hesabım yok, ben bu o..... çocuklarını geberteceğim” dediği, nöbetçi
astsubayının sanığa sarılarak, tüfeğini elinden aldığı ve tüfeği T.K.’ya
verdiği, sanığın tekrar silâhlığa gidip, başka bir silâh alarak ve hücum
yeleğinde bulunan dolu şarjörlerden birini silâha takarak dışarıya açılan
kapıya geldiği, burada bulunan erlere hitaben “Beni bitirdiler, beni
bitirenleri ben de bitireceğim” diye bağırdığı, tekrar ikna edilerek
tüfeğinin elinden alındığı, olay neticesinde Y.Y.’de sağ temporal bölge
ve saçlı deri kısmında yakın atışa bağlı yanık ve yüzeysel deri lezyonu
saptandığı ve 5 gün iş ve güç kaybının olduğu, M.K.’nın sol kol dirsek
bölgesinin iç kısmında, giriş ve çıkış delikleri bulunan yumuşak doku
travması saptandığı ve 3 gün iş ve güç kaybının olduğu dosya
kapsamındaki delillerden anlaşılmakta olup, askerî mahkemenin maddî
olaya ilişkin kabulü de bu doğrultudadır. Maddî olgu doğrultusunda:
504
1. M.Ç.’ye yönelik kasten adam öldürme suçu yönünden yapılan
incelemede:
Olay sırasında sanığın, daha önceden tam dolduruşa ve emniyet
mandalını seriye getirdiği ve kendisine nöbet hizmeti nedeniyle teslim
edilen, atış gücü yüksek olan G-3 piyade tüfeğini M.Ç. ve Y.Y.’ye
doğrultarak, 1 metre mesafeden iki el ateş etmesi sonucunda, bir
merminin M.Ç.’nin hayatî öneme haiz bölge olarak kabul edilen boynuna
isabet edip, şah damarını parçaladığı ve bu yaralanma sonucunda da vefat
ettiği, adı geçen kişinin ölümü ile sanığın eylemi arasında illiyet bağının
bulunduğu ve böylece sanığın kasten adam öldürme suçunu işlediği
konusunda kuşku bulunmamaktadır.
Maddî olgunun bu şekilde gerçekleştiğine dair askerî
mahkemenin kabulü ve tebliğnamede benimsenen görüş de aynı
doğrultudadır.
Askerî mahkemece, sanığın, eylem sırasında müteveffaya karşı
doğrudan öldürme kastı ile hareket etmediği, ancak yakın mesafeden ateş
gücü yüksek bir silâh ile seri hâlde ve bu kişinin baş nahiyesine doğru
ateş ettiğinde, müteveffanın yaralanabileceği ve bu yaralanma sonucunda
da ölebileceği hususunun sanık tarafından ön görülmüş olmasına rağmen,
eylemini sürdürdüğünün ve bu suretle de gayri muayyen kast ile eylemini
gerçekleştirdiğinin kabul edilmesine karşılık;
Tebliğnamede, sanığın, uzun namlulu bir silâh ile çok yakın bir
mesafeden mağdurun hayatî bir bölgesine silâhını yöneltmek suretiyle
ateş ettiği, bu hareketini müteakiben eylemini sonuçlandırmayarak, iradî
bir şekilde diğer mağdurların peşinden gittiği, müteaddit kez ateş etmeyi
sürdürdüğü belirtilerek, bu açıklamalara göre, sanığın başından beri
eylemini gerçekleştirirken bu kişinin ölebileceğini bildiğine, keza bu
neticeyi işlemiş olduğuna ve böylece muayyen kast ile müsnet suçu
işlediğine ve eyleminin muayyen kast ile kasten adam öldürme suçunu
oluşturduğuna dair görüş bildirilmiştir.
Bu kabul ve görüşler doğrultusunda çözülmesi gereken husus,
sanığın, M.Ç.’nin ölümü eylemindeki kusurluluk durumunun ortaya
konulmasıdır.
Kusurluluk, suçun maddî nitelikteki unsurları olan tipiklik ve
hukuka aykırılık unsurlarının fail ile olan ilişkisidir. Kusur ise, suç
oluşturan bir fiilin, kusur yeteneği bulunan bir kimse tarafından, bilerek
ve isteyerek (kasten) veya en azından bilerek (taksirle) işlenmesi şeklinde
tanımlanabilir.
505
Yeni TCK’nın 21 ve 22’nci maddelerindeki düzenlemeye göre,
kusurun “Kast” ve “Taksir” olarak iki şekli vardır. Yeni TCK’nın 22 (3)
ve 21 (2)’nci maddelerinde bunların yanı sıra, “bilinçli taksir” ve “olası
kast” şeklinde iki kusur şekli daha benimsemiştir.
Bu düzenlemelere göre, kişinin öngördüğü neticeyi istememesine
karşın, neticenin meydana gelmesi hâlinde “bilinçli taksir”, m. 22 (3);
suçun kanunî tanımındaki unsurların gerçekleşebileceğini öngörmesine
rağmen, fiilî işlemesi hâlinde ise “olası kast” vardır. m. 21 (2)
Kast, kişi ile işlediği fiil ve neticesi arasında manevî bir bağ
kurmaktadır. Yeni TCK’nın 21’inci maddesinde, kast suçun kanunî
tanımındaki unsurların bilerek ve istenerek gerçekleştirilmesi olarak
tanımlanmıştır. Bu tanıma göre, failin kasten hareket etmiş sayılabilmesi
için, yasal tanımda yer alan tüm unsurları “bilmesi” gerekmektedir.
Ancak, kastın gerçekleşmesi için bilme yanında “isteme” de aranır.
Failin, işlediği suçun maddî unsurları hakkındaki bilgisine göre,
kast, doğrudan kast ve olası (muhtemel, gayri muayyen) kast olarak ikiye
ayrılmaktadır.
Fail, işlediği suçun maddî unsurlarının bütününü düşünmüş,
öngörmüş ve dolayısıyla, bunlar hakkında bilgiye sahip olmuş ise,
doğrudan kast söz konusudur. Özellikle, işlenen fiilin günlük yaşam
tecrübelerine göre muhakkak surette sebebiyet vereceği neticeleri
öngörülmüş ise, fail doğrudan kasıtla hareket etmiştir.
Bir
suçun
kanunî
tanımındaki
maddî
unsurların
gerçekleşebileceği, fail tarafından öngörülmesine rağmen, fiilin işlenmesi
hâlinde ise olası (muhtemel, gayri muayyen) kast vardır. Bu durumda,
doğrudan kasttan farklı olarak, somut olayda suçun maddî unsurlarının
gerçekleşmesi, fail tarafından muhakkak değil, muhtemel olarak
algılanmakta ve fail, bunun gerçekleşmemesi için özel bir çaba
göstermemektedir.
Bu açıklamalar ışığında somut olaya dönüldüğünde, sanığın, olay
sırasında, ateş gücü yüksek ve önceden emniyetini açıp tam dolduruş
yaptığı bir silâh ile, çok yakın bir mesafeden müteveffanın hayatî bir
bölgesine silâhını yöneltmek suretiyle seri hâlde ateş ettiği, bu eylemini
gerçekleştirirken müteveffanın ölebileceğini bildiği ve keza bu neticeyi
istemiş olduğu ve eylemi sonucunda da bir adet merminin M.Ç.’nin
hayatî tehlike arz eden boyun bölgesine isabet edip, şah damarını
parçaladığı ve ölümüne sebebiyet verdiği ve bu suretle de sanığın kasten
506
adam öldürme suçunu işlediği dosyadaki delillerden anlaşılmakta olup,
sanığın bu eylemini doğrudan kast ile gerçekleştirdiği sonucuna
varıldığından, askerî mahkemenin, bu suçun gayri muayyen kast ile
işlenmiş olduğuna dair kabulünde ve gösterdiği gerekçede isabet
bulunmamaktadır.
Ayrıca, askerî mahkemenin, ilgili kanun hükümlerinin somut
olaya uygulanması durumunda, 5237 sayılı TCK’nın sanık lehine olduğu
yolundaki kabulünde isabet görülmekle birlikte, gerekçeli hükümde
sanığın gayri muayyen kast ile adam öldürme suçunu işlediği kabul
edildikten sonra, hüküm fıkrasında, 5237 sayılı TCK’nın 21 (2)’nci
maddesinin uygulanmayarak, doğrudan kasıt ile ilgili uygulama yapılarak
kurulan hükümle gerekçe arasında çelişki yaratılmıştır.
Bu nedenlerle, sanık hakkında kanuna aykırı olarak tesis edilen
M.Ç.’ye yönelik kasten adam öldürme eylemi ile ilgili mahkûmiyet
hükmünün bozulmasına karar verilmiştir.
2. Y.Y.’ye yönelik kasten adam öldürmeye teşebbüs suçu
yönünden yapılan incelemede;
Olay sırasında sanığın, daha önceden tam dolduruşa ve emniyet
mandalını seriye getirdiği ve kendisine nöbet hizmeti nedeniyle teslim
edilen, atış gücü yüksek olan G-3 piyade tüfeğini Y.Y. ve M.Ç.’ye
doğrultarak, bir metre mesafeden iki el ateş ettiği, bir adet merminin
Y.Y.’nin sağ kulağı ile sağ gözü arasındaki bölgeden başını sıyırarak
geçtiği, bu eylemin sonucunda, silâhtan çıkan barut gazı nedeniyle
Y.Y.’nin sağ temporal bölge ve saçlı deri kısmında, yakın atışa bağlı
yanık ve yüzeysel deri lezyonu saptandığı ve beş gün iş ve gücünden
kaldığının tespit edildiği, dolayısıyla, adı geçen kişinin yaralanması ile
sanığın eylemi arasında illiyet bağının bulunduğu ve böylece sanığın
kasten adam öldürmeye teşebbüs suçunu işlediği konusunda kuşku
bulunmamaktadır.
Maddî olgunun bu şekilde gerçekleştiğine dair, askerî
mahkemenin kabulü ve tebliğnamede benimsenen görüş de bu
doğrultudadır.
507
Askerî mahkemece, sanığın, eylem sırasında mağdura karşı
doğrudan öldürme kastı ile hareket etmediği, ancak yakın mesafeden,
ateş gücü yüksek ve seri durumda bir silâh ile mağdurun baş nahiyesine
doğru ateş ettiğinde, mağdurun yaralanabileceği ve bu yaralanma
sonucunda da ölebileceği hususunun sanık tarafından öngörüldüğü ve
buna rağmen eylemini sürdürdüğü hususları dikkate alınarak, gayri
muayyen kast ile eylemini gerçekleştirdiğinin kabul edilmesine karşılık;
Tebliğnamade, olay sırasında, sanığın silâhından çıkan merminin
mağdura isabet etmemesi nedeniyle, bu mermideki barut gazından
etkilenerek beş gün iş ve gücünden kalacak şekilde yaralandığı ve
ardından olay yerinden kaçarak kurtulduğu, merminin tesadüf eseri
başına isabet etmediği, eylem sırasında sanığın uzun namlulu bir silâh ile
çok yakın bir mesafeden mağdurun hayatî bir bölgesine silâhını
yöneltmek suretiyle ateş ettiği, bu eylemini gerçekleştirirken mağdurun
ölebileceğini bildiği ve keza bu neticeyi istemiş olduğu, ancak merminin
isabet etmemesi sonucunda, neticenin gerçekleştiği hususlarının
gözetildiğinde, sanığın doğrudan kast ile kasten adam öldürmeye
teşebbüs suçunu işlemiş olduğuna dair görüş bildirilmiştir.
Temyiz istemlerinde ise, sanığın, bu mağdura karşı öldürme kastı
ile hareket etmediği, eyleminin yaralama ve tehdit suçlarını
oluşturabileceği ileri sürülmüştür.
Bu kabul ve görüşler doğrultusunda çözülmesi gereken husus,
sanığın, Y.Y.’nin yaralanması eylemindeki kusurluluk durumunun ortaya
konulmasıdır.
M.Ç.’nin öldürülmesi eylemi ile ilgili bölümde, kusurluluk
konusunda yapılan hukukî açıklamalar ışığında somut olay
incelendiğinde, sanığın, olay sırasında, ateş gücü yüksek olan ve önceden
emniyetini açıp tam dolduruş yaptığı bir silâh ile, çok yakın mesafeden
mağdurun hayatî bir bölgesine silâhını yöneltmek suretiyle, seri hâlde
ateş ettiği, bu eylemini gerçekleştirirken mağdurun ölebileceğini bildiği
ve keza bu neticeyi istemiş olduğu ve eylemi sonucunda da bir adet
merminin barut gazının etkisi ile mağdurun yaralandığı ve olay yerinden
kaçarak kurtulduğu bu suretle de sanığın kasten adam öldürmeye
teşebbüs suçunu işlediği dosyadaki delillerden anlaşılmakta olup, sanığın
bu eylemini doğrudan (muayyen) kast ile gerçekleştirdiği sonucuna
varıldığından, askerî mahkemenin, bu suçun gayri muayyen kast ile
işlenmiş olduğuna dair kabulünde ve bu konuda gösterdiği gerekçede
isabet bulunmamaktadır.
508
Ayrıca, askerî mahkemenin, ilgili kanun hükümlerinin somut
olaya uygulanması durumunda, 5237 sayılı TCK’nın sanık lehine olduğu
yolundaki kabulünde isabet görülmekle birlikte, gerekçeli hükümde
sanığın gayri muayyen kast ile adam öldürmeye teşebbüs suçunu işlediği
kabul edildikten sonra, hüküm fıkrasında, 5237 sayılı TCK’nın 21 (2)’nci
maddesinin uygulanmayarak, doğrudan kast ile ilgili uygulama yapılarak
kurulan hükümle gerekçe arasında çelişki yaratılmıştır.
Yine, 765 sayılı TCK’daki düzenlemenin aksine, 5237 sayılı
TCK’nın 35’inci maddesinde suça teşebbüs açısından tam-eksik ayrımı
ortadan kaldırılmış olup, teşebbüs nedeniyle ceza belirlenmesinde kıstas,
meydana gelen zarar veya tehlikenin ağırlığıdır. Askerî mahkemece,
gayri muayyen kast ile teşebbüsün bir arada bulunabileceği sonucuna
varılarak, teşebbüs nedeniyle müebbet hapis cezası yerine, 9 yıl hapis
cezasının verildiği belirtilmekle birlikte, bu cezaya ilişkin takdir ve
uygulamanın gerekçesinin gösterilmemiş olması da, kanuna aykırılık
oluşturmaktadır.
Bu nedenlerle, sanık hakkında kanuna aykırı olarak tesis edilen
Y.Y.’ye yönelik, kasten adam öldürmeye teşebbüs eylemi ile ilgili
mahkûmiyet hükmünün bozulmasına karar verilmiştir.
3. M.K.’ya yönelik kasten adam öldürmeye teşebbüs suçu
yönünden yapılan incelemede;
Olay sırasında sanığın, daha önceden tam dolduruşa ve emniyet
mandalını seriye getirdiği ve kendisine nöbet hizmeti nedeniyle teslim
edilen ve atış gücü yüksek olan G-3 piyade tüfeğini Y.Y. ve M.Ç.’ye
doğrultarak ateşlemesini müteakip, olay yerinde bulunan M.K.’nın yan
tarafta bulunan erbaş ve er gazinosuna kaçmaya başladığı, bu sırada
sanığın M.K.’nın arkasından seri hâlde üç el daha ateş ettiği, bu
mermilerin erbaş ve er gazinosunun kapısının hemen yan tarafındaki
duvara, yerden yaklaşık olarak 120 cm yükseklikte olacak şekilde
saplandığı, müteakiben sanığın mağdur M.K.’yı takip ederek, önce erbaş
ve er gazisonusa girdiği, bu sırada gazinoda T.K.’nın bulunduğu ve
sanığın burada havaya doğru iki el daha ateş ettiği, bunun üzerine
T.K.’nın kendisini yere atıp sanığın önünden sürünerek lavobaya kaçtığı,
M.K.’nın bu sırada 1 no.lu koğuşa girdiği ve kapının arkasına ranzaları
çekmeye başladığı, sanığın da koğuşun kapısını açmaya çalıştığı, ancak
arkasından ittirildiği için yarım şekilde açabildiği ve bu aralıktan seri
hâlde üç el daha ateş ettiği, mermilerin koğuşun duvarına ve cama isabet
509
ettiği, bu sırada M.K.’nın kapıyı kapatması üzerine, sanığın kapıya seri
hâlde üç el daha ateş ettiği, mermilerin yerden 110 cm yukarıda olacak
şekilde, kapıya isabet ettiği ve kapıyı delerek sanığın içeri girmemesi için
kapıyı tutan M.K.’nın koluna isabet ettiği ve bu kişinin yedi gün iş ve
gücünden kalacak şekilde yaralanmasına sebebiyet verdiği, dosyadaki
delillerden anlaşılmış olup, sanığın olay sırasında ısrarlı bir şekilde
mağdur M.K.’nın peşinden önce er ve erbaş gazinosuna, daha sonra
koğuşa gelmesi ve bu mağdurun bulunduğu yöne doğru ısrarlı bir şekilde
ve birden çok kez ateş etmesi, kullandığı silâhın ateş gücü, etkili
mesafesi, mermilerin atış istikameti ve isabet yeri, atış sonucunda
mağdurun kolundan yaralanması hususları birlikte gözetildiğinde, sanığın
M.K.’yı öldürme kastı ile hareket ettiği, ancak, mağdurun kaçması ve
koğuş kapısını kapatması gibi nedenlerle, sanığın icra hareketlerini
tamamlamasına rağmen, neticenin gerçekleşmediği ve böylece sanığın
kasten adam öldürmeye teşebbüs suçunu işlemiş olduğu konusunda
kuşku bulunmamaktadır.
Maddî olgu bu şekilde gerçekleşmemiştir. Suç vasfına ilişkin
olarak askerî mahkemenin kabulü ve tebliğnamede benimsenen görüş de
bu doğrultudadır.
Askerî mahkemece, sanığın eylem sırasında mağdura karşı
doğrudan öldürme kastı ile hareket etmediğinin, bu eylemini gayri
muayyen kast ile gerçekleştirdiğinin kabul edilmesine karşılık;
Tebliğnamede, maddî olgu doğrultusunda sanığın doğrudan
(muayyen) kast ile müsnet suçu işlediğine dair görüş bildirilmiştir.
Temyiz istemlerinde ise, sanığın, bu mağdura karşı öldürme kastı
ile hareket etmediği, eyleminin yaralama ve tehdit suçlarını
oluşturabileceği ileri sürülmüştür.
Bu kabul ve görüşler doğrultusunda çözülmesi gereken husus,
sanığın, M.K.’nın yaralanması eylemindeki kusurluluk durumunun ortaya
konulmasıdır.
M.Ç.’nin öldürülmesi eylemi ile ilgili bölümünde, kusurluluk
konusunda yapılan hukukî açıklamalar ışığında, somut olay
incelendiğinde, maddî olguya ilişkin yukarıdaki anlatımlar doğrultusunda
sanığın kullandığı silâhın ateş gücü, etki mesafesi, mermilerin atış
istikameti ve isabet yeri, mağduru ısrarla takip edip kendisine çok sayıda
ateş etmesi, ancak mağdurun kaçması ve koğuş kapısını kapatması gibi
nedenlerle, sanığın icra hareketlerini tamamlamasına rağmen, neticenin
510
gerçekleşmemesi hususları birlikte gözetildiğinde, sanığın bu eylemini
gerçekleştirirken sanığın mağdurun ölebileceğini bildiği ve keza bu
neticeyi istemiş olduğu ve sanığın silâhı ile çok sayıda ateş etmesi
sonucunda mağdurun sol kolundan yaralandığı ve bu suretle de kasten
adam öldürmeye teşebbüs suçunu işlediği dosyadaki delillerden
anlaşılmakta olup, sanığın bu eylemini doğrudan (muayyen) kast ile
gerçekleştirdiği sonucuna varıldığından, askerî mahkemenin, bu suçun
gayri muayyen kast ile işlenmiş olduğuna dair kabulünde ve bu konuda
gösterdiği gerekçede isabet bulunmamaktadır.
Ayrıca, askerî mahkemenin, ilgili kanun hükümlerinin somut
olaya uygulanması durumunda, 5237 sayılı TCK’nın sanık lehine olduğu
yolundaki kabulünde isabet görülmekle birlikte, gerekçeli hükümde
sanığın gayri muayyen kast ile adam öldürmeye teşebbüs suçunu işlediği
kabul edildikten sonra, hüküm fıkrasında, 5237 sayılı TCK’nın 21 (2)’nci
maddesinin uygulanmayarak, doğrudan kast ile ilgili uygulama yapılarak
kurulan hükümle gerekçe arasında çelişki yaratılmıştır.
Yine, 765 sayılı TCK’daki düzenlemenin aksine, 5237 sayılı
TCK’nın 35’inci maddesinde teşebbüs açısından tam-eksik ayırımı
ortadan kaldırılmış olup, teşebbüs nedeniyle ceza belirlenmesinde kıstas,
meydana gelen zarar veya tehlikenin ağırlığıdır. askerî mahkemece, gayri
muayyen kast ile teşebbüsün bir arada bulunabileceği sonucuna varılarak,
teşebbüs nedeniyle müebbet hapis cezası yerine, 9 yıl hapis cezasının
verildiği belirtilmekle birlikte, bu cezaya ilişkin takdir ve uygulamanın
gerekçesinin gösterilmemiş olması da kanuna aykırılık oluşturmaktadır.
Bu nedenlerle, sanık hakkında kanuna aykırı olarak tesis edilen
M.K.’ya yönelik kasten adam öldürmeye teşebbüs eylemi ile ilgili
mahkûmiyet hükmünün bozulmasına karar verilmiştir.
511
TÜRK CEZA KANUNU
Mad. 85
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
4’üncü Daire Kararı
E. No. : 2006/5
K. No. : 2006/4
T.
: 17.1.2006
ÖZET
Somut olayda, hastanın hastahaneye sevki hâlinde,
yaşatılabileceğinden mutlak surette söz edilmesi mümkün
olmamakla birlikte, olayın vuku bulduğu İstanbul gibi bir
metropolde, günümüzün tıbbî imkânları da dikkate
alındığında, yaşatılması ihtimalinin mevcut olduğunun göz
ardı edilmemesi gerekir. Bu çerçevede, sanığın kastî bir
hareketinin bulunmaması sebebiyle, eyleminin görevi ihmal
suçunu oluşturmayacağı, ancak meslekte acemilik şeklinde
gerçekleşen taksirli hareketinin, ölümün meydana gelmesine
etkili olabileceğinin, dosya içeriğindeki yetkili kurul
raporlarıyla belirlenmiş olması karşısında, taksirle ölüme
sebebiyet vermek suçunun sübut bulduğu sonucuna
varılmakla, beraet hükmünün bozulmasına karar verilmiştir.
Askerî mahkemece, sanığın üzerine atılı suçun unsurları
bakımından oluşmadığı kabul edilerek beraetine karar verilmiş, hüküm
askerî savcı ve müdahiller vekili tarafından, sübuta yönelik nedenler ileri
sürülmek suretiyle ayrı ayrı temyiz edilmiştir.
Müdahiller vekili temyiz lâyihasında, incelemenin duruşmalı
olarak yapılmasını talep etmiş ise de; temyiz incelemesinin duruşmalı
olarak yapılması ASMKYUK’nın 218’inci maddesi uyarınca sadece
sanık tarafından istenebileceğinden, bu yöndeki talebin reddine karar
verilmiştir.
Kısa dönem er olarak askerlik hizmetini yapmak üzere, 2.4.2001
tarihinde İstanbul Çekmeköy’deki birliğine katılan müteveffa İ.F.’nin,
3.4.2001 tarihinde sabahleyin yanaşık düzen eğitimi sırasında
rahatsızlandığını belirtmesi üzerine, saat 12:30 sıralarında bir er
refakatinde revire gönderildiği, sanık tarafından muayene edilen ve
EKG’si çekilen müteveffa ere dil altı ve kas gevşetici ilâçlar verilerek bir
512
saat kadar revirde, asker koğuşunda dinlenmesi ve saat 16:00’da kontrol
edilmek ve ilâçları verilmek üzere yeniden müracaatının istendiği, saat
13:40 sıralarında ring aracı ile bölüğe gelen müteveffanın koğuşa gidip
yattığı, saat 16:00 sıralarında rahatsızlığının artması üzerine, acilen revire
getirilen müteveffa erin sanık tarafından yapılan muayenesinde solunum
ve tansiyonunun alınamadığı, oksijen verilerek derhâl GATA Haydarpaşa
Eğitim Hastahanesi’ne sevk edildiği, sedyeyle ex duhul olarak intikal
ettiği, acil serviste yapılan tıbbî müdahaleye rağmen, yaşam belirtilerine
rastlanılmaması nedeniyle ex kabul edildiği, yapılan otopsi sonucunda
“kalp damar hastalığına bağlı solunum dolaşım yetmezliği” sonucu vefat
ettiğinin saptandığı dosya içeriğindeki kanıtlardan anlaşılmıştır.
Bu oluş şekline nazaran askerî mahkemece, sanığa atılı taksirle
ölüme sebebiyet vermek suçunun unsurları itibarıyla oluşmadığı, eylemin
kast unsuru itibarıyla görevi ihmal suçunu da oluşturmayacağı kabul
edilerek beraetine karar verildiği anlaşılmıştır.
Sanığa isnat edilen, meslekte acemilik sonucu ölüme sebebiyet
vermek suçunun manevî unsurunu taksir oluşturmaktadır. Taksir ise,
yapılan iradî bir hareketle, neticenin meydana geleceğinin tahmin
edilebilir olmasına rağmen, failin tedbirsiz, dikkatsiz, ihmalkâr ve
meslekte acemilik, nizam ve kurallara riayetsiz davranarak neticeyi ön
görememe hâli olarak kabul edilmektedir.
Bu çerçevede, failin meslek kuralları gereği yapması gereken
faaliyeti yapmaması şeklindeki hareketinden bir suç doğabileceğini
öngörmesi gerekirken, bunu tahmin etmemiş olması kusur sayılmaktadır.
Dava konusu olayda Yüksek Sağlık Şurasının 1-5 Eylül 2003
tarihli ve 10738 sayılı, 20-21 Mayıs 2004 tarihli ve 10885 sayılı ve Adlî
Tıp Kurumu 3. Adlî Tıp İhtisas Kurulunun 26.11.2004 tarihli ve 4316
sayılı raporları çerçevesinde, ileri tetkik ve tedavi için hastayı en yakın
hastahaneye sevk etmemesi nedeniyle, sanığın 2/8 oranında kusurlu
olduğu saptanmıştır.
Bu nedenle, sanığın olayda taksirinin bulunmadığının söylenmesi
mümkün değildir. Askerî mahkemenin gerekçeli kararında yer verilen,
“Hastanın en yakın hastahaneye sevk edilmiş olması hâlinde dahi,
yaşamasının %100 beklenemeyeceğine” dair kabulün, Yüksek Sağlık
Şurası ve Adlî Tıp İhtisas Kurulunun raporlarıyla bağdaşmadığı ve bu
513
nedenle de, mahkemenin kabulünün yerinde olmadığı sonucuna
varılmıştır. Zira, taksirli hareket ile netice arasında illiyet bağının
kurulabilmesi için, bu hareket yapılmasa, yani fail taksirli bir şekilde
davranmasa da, neticenin gerçekleşeceğinin anlaşılması gerekli olmayıp,
neticenin gerçekleşmeyebileceğinin mümkün ve muhtemel olması
yeterlidir.
Somut
olayda,
hastanın
hastahaneye
sevki
hâlinde,
yaşatılabileceğinden mutlak surette söz edilmesi mümkün olmamakla
birlikte, olayın vuku bulduğu İstanbul gibi bir metropolde, günümüzün
tıbbî imkânları da dikkate alındığında, yaşatılması ihtimalinin mevcut
olduğunun göz ardı edilmemesi gerektiği kabul edilmiştir.
Bu çerçevede, sanığın kastî bir hareketinin bulunmaması
sebebiyle, eyleminin görevi ihmal suçunu oluşturmayacağı, ancak
meslekte acemilik şeklinde gerçekleşen taksirli hareketinin ölümün
meydana gelmesine etkili olabileceğinin, dosya içeriğindeki yetkili kurul
raporlarıyla belirlenmiş olması karşısında, taksirle ölüme sebebiyet
vermek suçunun sübut bulduğu sonucuna varılmakla hükmün
bozulmasına karar verilmiştir.
514
TÜRK CEZA KANUNU
Mad. 86
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E. No. : 2006/1049
K. No. : 2006/1035
T.
: 14.6.2006
ÖZET
Silâhlı nöbetçi konumunda olan mağdurun, ASCK’nın
106’ncı maddesi kapsamında, “Amir” statüsüne ilişkin kanunî
korumadan yararlanabilmesi için, nöbet hizmetleri dışına
çıkmaması, hizmeti ile bağdaşmayan fiilleri işlememesi, yersiz
ve haksız müdahalelerde bulunmaması gerekmektedir. Somut
olayda, mağdurun, olay öncesi sanığa küfür ettiği konusunda
oluşan şüphenin, sanık lehine yorumlanarak kabul edilmesi
karşısında, mağdurun suç teşkil edici bu haksız fiilî, nöbet
hizmeti ile bağdaşmadığı cihetle, sanıkla aynı rütbede bulunan
mağdurun ASCK’nın 106’ncı maddesinden kaynaklanan
korumadan yararlanması mümkün bulunmayıp, “Amir”
statüsü ortadan kalkmış bulunmaktadır. Bu itibarla; kabule ve
oluşa göre, sanığın sübuta eren eyleminin bu hâli ile, 5237
sayılı TCK’nın 86’ncı maddesinde tanımlanan, kasten
yaralama suçunu oluşturduğunun, kabul edilmesi gerekir.
Askerî mahkemece; sanık Tnk. Er F.S.’nin 28.9.2005 tarihinde,
amire fiilen taarruz etmek suçunu işlediği kabul edilerek, eylemine uyan
ASCK’nın 91/1’inci maddesinin “az vahim hâl” cümlesi, 5237 sayılı
TCK’nın 29 ve 62/1’inci maddeleri uyarınca bir ay yedi gün hapis cezası
ile cezalandırılmasına karar verilmiştir.
Hüküm; sanık tarafından, sebep gösterilmeksizin süresinde
temyiz edilmiştir.
515
Tebliğnamede, sanıkla aynı rütbede bulunan mağdurun, suç teşkil
eden icapsız davranışlarda bulunması nedeniyle, ASCK’nın 106’ncı
maddesindeki korumadan yararlanamayacağı, dolayısıyla amir sıfatına
haiz olmayan mağdura karşı sanığın gerçekleştirdiği eylemin, suç tarihî
de dikkate alındığında, 5237 sayılı TCK’nın 86’ncı maddesinde
tanımlanan kasten yaralama suçunu oluşturduğu belirtilerek, hükmün suç
vasfı yönünden bozulması görüş ve düşüncesi bildirilmiştir.
Yapılan incelemede, Tnk.Er Ü.Ş.T.’nin, 28.9.2005 günü 20.3022.30 saatleri arasında silâhlı olarak nizamiye-2 nöbetini ifa ettiği sırada,
ziyaret saati dışında, saat 20.50 sularında E.K. isimli erin ziyaretçisinin
geldiği, ancak bulunamaması üzerine, E.K.’nın arkadaşı olan sanığın
nizamiyeye geldiği, sanığın nöbetçilerin uyarılarına rağmen nizamiyeden
çıkarak E.K.’nın ziyaretçilerinin yanına gittiği, sanık geriye döndüğünde
ise, nöbetçi olan Tnk.Er Ü.Ş.T. tarafından, neden dışarıya çıktığı
konusunda uyarıldığı, bunun üzerine sanıkla Tnk.Er Ü.Ş.T.’nin
tartışmaya başladıkları ve tartışmayı müteakip sanığın mağduru ittirip,
tokat attığı, olay sırasında mağdurun silâhlı nöbetçi olup, ASCK'nın
106’ncı maddesi gereğince amir konumunda olduğu kabul edilerek,
sanığın tahrik altında amire fiilen taarruz suçunu işlediği vicdanî
kanaatine varılarak, amire fiilen taarruz suçundan mahkûmiyet hükmü
tesis edilmiş ise de;
Sanık ve mağdur arasında meydana gelen olay sırasında, olay
yerinde bulunan tanıklardan S.A. ve E.K.’nın ifadeleri askerî mahkemece
saptanmıştır. Mağdur tanık ile birlikte nizamiyede nöbetçi olan S.A.’nın
ifadesinden, zili çalan telefona bakmak için nizamiyede bulunan binaya
girdiği ve bu nedenle olayın ilk aşamasını görmediği, takip eden aşamada
ise, sanığın mağduru ittirerek duvara doğru sıkıştırdığı ve mağdurun
elindeki silâhı, sanık ile mağdurun karşılıklı olarak kendilerine doğru
çektikleri anlaşılmaktadır. Esasen, sanığın bu aşamada gerçekleştirdiği
eylemler hem sanık tarafından, hem de tanık E.K. tarafından kısmen
doğrulanmaktadır. Ancak, ilk aşamada meydana gelen eylemlerin içeriği
konusunda, sanık ve mağdur birbiriyle uyumlu olmayan beyanlarda
bulunmaktadırlar. Şöyle ki, sanık; mağdurun kendisine küfür etmesi ve
kurma kolunu çekmesi üzerine, ikinci aşamadaki eylemlerin
gerçekleştiğini, mağdur tanık ise; sanığa kesinlikle küfretmediğini ve
silâhını doğrultmadığını, dışarı çıkan sanığı ikaz etmesi üzerine sanığın
kendisini ittirdiği, tokat attığı ve silâhını almaya çalıştığını, beyan
etmektedir. Ziyaretçisi geldiği için sanık ile birlikte olay yerinde bulunan
tanık E.K.’nın ifadesinde, itişmeden önce mağdurun sanığa küfür ettiğini
söylemesi karşısında, meydana gelen olayda mağdurun küfür edip
516
etmediği ve ilk hareketin kimden kaynaklandığı, dolayısıyla sanığın
haksız tahrik nedeniyle amire fiilen taarruz suçunu işleyip işlemediği
konusunda bir şüphe ortaya çıkmıştır.
Askerî Yargıtay İçtihatları ile de kabul edildiği gibi, sübut
delilleri tanık beyanlarından ibaret ise ve birden fazla tanık beyanı
mevcut olup, bu beyanlar birbiriyle çelişiyor, çelişki giderilemediği için
sübut konusunda farklı sonuçlara ulaşılıyor ise, yani beyanlardan
hangisinin gerçeği yansıttığı konusunda kesin olarak bir şey
söylenemiyorsa, bu takdirde şüphe bulunduğunu ve sanığın lehine olan
durumun varlığını kabul etmek gerekir (As.Yrg.Drl.Krl. 25.12.1997 gün
ve 1997/177-172 sayılı kararı).
Nitekim, askerî mahkemece, “tanık E.K.’nın yeminli beyanında,
itişmeden önce mağdurun sanığa küfür ettiğini söylemesi ve sanığın
eyleminden önce mağdurun kendisine hakaret etmiş olabileceği,
dolayısıyla sanığın eylemi mağdurun haksız tahriki sonucu
gerçekleştirme şüphesinin bulunduğu dikkate alınarak, küfürlü sözün
sanıkta yaratacağı olumsuz tahrikin yoğunluğu da dikkate alınarak,
sanığın cezasında yeni TCK’nın 29’ncu maddesi uyarınca ¾ oranında
indirim yapılmıştır....” şeklindeki kabulü ile hüküm kurulmuştur.
Bu bağlamda, olayda haksız tahrik konusunda oluşan şüphenin
sanık lehine değerlendirilmesi suretiyle, sanık hakkında amire fiilen
taarruz suçundan hüküm tesis edilirken, haksız tahrik uygulanmak
suretiyle cezasında indirime gidilmesi isabetli ise de, silâhlı nöbetçi
konumunda olan mağdurun, ASCK’nın 106’ncı maddesi kapsamında
“Amir” statüsüne ilişkin kanunî korumadan yararlanabilmesi için “nöbet
hizmeti gerekleri dışına çıkmaması, hizmeti ile bağdaşmayan fiilleri
işlememesi, yersiz ve haksız müdahalelerde bulunmaması gerekmektedir.
Somut olayda mağdurun olay öncesi sanığa küfür ettiği konusunda
oluşan şüphenin sanık lehine yorumlanarak kabul edilmesi (bu durum,
yerel mahkemenin haksız tahrike ilişkin gerekçesinde de kabul
edilmiştir) karşısında, mağdurun suç teşkil edici bu haksız fiilî nöbet
hizmeti ile bağdaşmadığı cihetle, sanıkla aynı rütbede bulunan mağdurun
ASCK’nın 106’ncı maddesinden kaynaklanan korumadan yararlanması
mümkün bulunmayıp, “Amir” statüsü ortadan kalkmış olmaktadır. Bu
itibarla; kabule ve oluşa göre sanığın sübuta eren eyleminin, bu hâli ile
5237 sayılı TCK’nın 86’ncı maddesinde tanımlanan, kasten yaralama
suçunu oluşturabileceği değerlendirildiğinden, mahkûmiyet hükmünün
suç vasfında yapılan bu hatadan dolayı bozulmasına karar verilmiştir.
517
765 SAYILI
TÜRK CEZA KANUNU
Mad. 102
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/6
K. No. : 2006/3
T.
: 5.1.2006
ÖZET
TCK’nın 219/son maddesinde yer alan ve inceleme
konusu 218’inci maddenin de yer aldığı, bir kısım TCK’nın
maddeleriyle mahkûm olanlara, aynı zamanda “memuriyetten
müebbeden mahrumiyet cezası da verilir.” hükmünün,
TCK’nın 20’nci maddesinde nitelikleri sayılan, “kamu
hizmetlerinden yasaklanma cezası” bağlamında, TCK’nın
102/3’üncü maddesinde yer alan “kamu hizmetlerinden ömür
boyu yasaklanma cezasıyla” ilgisinin bulunmadığı, kaldı ki,
Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kurulunun 18.11.1936 gün ve 2635 sayılı kararına göre; hapis cezası yanında, fer’î ceza
niteliğindeki diğer cezalara hükmedilmesi hâlinde, dava
zamanaşımının hesaplanmasında, hapis cezası süresinin
dikkate alınmasının gerektiği, esasen, TCK’nın 11’inci
maddesindeki ceza nev’i sıralamasının da, bu hususu açıkça
belirttiği dikkate alındığında, sanık hakkındaki dava
zamanaşımı süresinin, TCK’nın 218’inci maddesindeki üst
sınır olan 5 yıl hapis cezası nedeniyle, TCK’nın 102/4’üncü
maddesine göre 5 yıl olarak kabul edilmesi gerekir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, yargılamaya konu eylemin (suçun)
dava zamanaşımı süresinin hesaplanmasına ilişkindir.
Sanığın, Diyarbakır Kabul ve Toplanma Merkezî Birlik
Komutanlığı emrinde karşılama ve sevk kısım astsubayı olarak görev
yaptığı sırada, başka yerde asker olup, memleket izni sırasında
bulunduğu yer sağlık ocağından sevk işlemsiz aldığı (20) gün istirahat
raporunu, tanıdığı bir kişi aracılığıyla izin belgesinin altına, icapsız ve
yetkisiz bir şekilde sanığın yazı ve imzasıyla teyit ettiren erin, bu süre
518
sonunda KTM’ye gittiğinde, sanığın keyfî davranışı sonucu sevkinin
yapılmaması nedeniyle, birliğine geç katıldığı; hakkında izin tecavüzü
suçundan soruşturmaya başlanması ve KTM’den gelen cevaba göre,
istirahat süresi bitiminde KTM’ye başvuru kaydının bulunmadığının
bildirilmesini öğrenen erin, yaptığı telefon görüşmesi üzerine; babasının,
durumu sanığa anlatıp ne yapacağını sorduğunda sanığın, “2000 Mark
verirseniz işinizi hâllederim” dediği, mağdurun, ancak 1000 Mark
bulabileceğini söyleyip, ertesi günü 1000 Markı sanığa verdiği, böylece
KTM karşılama ve sevk astsubayı olan sanığın, kendisine görev olarak
yüklenmeyen bir işi bizzat yapmaya muktedir görünerek ve işi
yapacağından bahisle, kandırıcı vaatlerle yarar temin etmek suçunu
işlediği iddiasına konu eylemin sübutu hâlinde; izin tecavüzü suçundan
hakkında soruşturma başlatılan ve kayıtlarla ilgili KTM’den gelen
olumsuz cevabı bilen erin, yargılama sürecinde durumuna katkısı
bulunmayan sanığın iddiaya konu eylemi, görevine girmeyen bir işi
yapacağı kanaatini uyandırarak,
menfaat
sağlamak suçunu
oluşturacağından, durumunun iddianamedeki sevk maddeleri olan 765
sayılı TCK’nın 218, 219/son maddeleri kapsamında değerlendirilmesi
gerekmektedir.
Haziran-Temmuz 1995 tarihlerinde hakkında atılı suçu işlediği
iddiasıyla dava açılan sanığın, askerî mahkemece 3.11.2004 tarihinde
delil değerlendirmesi sonucu, hakkındaki isnadın şüpheli kaldığı,.
mahkûmiyeti için yeterli delil bulunmadığı gerekçesiyle beraetine karar
verilmiştir.
Askerî savcının aleyhe temyizi üzerine, Askerî Yargıtay 1’inci
Dairesince yapılan incelemede, yine delil değerlendirmesi yapılarak
eylemin sübuta erdiği; TCK’nın 218’inci maddesindeki suçu
oluşturduğu, beraet kararının yerinde olmadığı saptandıktan sonra;
TCK’nın 218’inci maddesinde öngörülen ceza süresine göre, TCK’nın
102/4’üncü maddesine göre dava zamanaşımı süresinin 5 yıl olduğu,
TCK’nın 104’üncü maddesine göre dava zamanaşımını kesen son işlemin
sanık hakkındaki 25.5.1999 tarihli mahkûmiyet hükmü olup, bu tarihten
itibaren işleyen ve en fazla 7 yıl 6 ay sürecek olan dava zamanaşımı
süresinin, 31.3.2003 tarihî itibarıyla dolduğu olgusuna yer verilerek,
beraet hükmünün bozulmasına, sanık hakkındaki kamu davasının
zamanaşımı süresi dolduğundan düşmesine karar verilmiştir.
519
Askerî Yargıtay Başsavcılığınca TCK’nın 219/son maddesine
göre, TCK’nın 218’inci maddesinden ceza alanlara müebbeden
memuriyetten mahrumiyet cezası verileceğinden, TCK’nın 102/3’üncü
maddesine göre, söz konusu suçun 10 yıllık zamanaşımına tabî olduğu,
zamanaşımını kesen mahkûmiyet kararı nedeniyle, davası 15 yıllık
zamanaşımına tabî olan, sanık hakkındaki davanın düşmesine ilişkin
Daire kararının yerinde olmadığı ileri sürülmüştür.
353 sayılı Yasanın 162/3’üncü maddesi (Ek: 9.10.1996-4191/16
Mad.), “Derhâl beraet kararı verilecek hâllerde, duruşmanın tatili veya
düşme kararı verilemez.” hükmünü içermekte olup, bunun karşı
anlamından; derhâl beraeti gerektirmeyen durumlarda şartlarının
oluşması hâlinde, sanığın beraeti veya mahkûmiyetine ilişkin delil
değerlendirmesine girilmeksizin, kamu davasının düşmesine karar
verilmesi gerektiği sonucunu çıkarmak, yasanın amacıyla uyumlu bir
değerlendirme olacaktır. (Askerî Yargıtay 2’nci Dairesinin 16.11.2005
gün ve 2005/1171-1168 E.K. sayılı kararı da bu yöndedir.)
İddianamede sanık olarak gösterilen kişinin, esasen, o eylemin
sanığı olmadığının anlaşılması, iddia konusu eylemin açıkça suç teşkil
etmemesi veya daha sonra suç olmaktan çıkarılması hâllerine özgü derhâl
beraet kararının, inceleme konusu dava dosyası bakımından verilmesi söz
konusu değildir.
Yukarıda açıklandığı gibi, sübutu hâlinde, sanığın eylemi bir
yıldan beş yıla kadar hapis ve iki milyon liradan beş milyon liraya kadar
ağır para cezasını öngören, TCK’nın 218’inci maddesindeki suçu
oluşturacağının tespitinden sonra, dava zamanaşımı süresinin hesabında;
sadece, anılan maddenin mi esas alınacağı, yoksa, bu maddeden
mahkûmiyet hâlinde ayrıca, hükmedilmesi gereken “müebbeden
memuriyetten mahrumiyet cezasını” içeren TCK’nın 219/son maddesinin
de nazara alınması hâlinde, farklı bir sonuca ulaşılıp ulaşılamayacağının
ortaya konulması gerekmektedir.
TCK’nın 218’inci maddesinde öngörülen hapis ve para cezasının,
miktar ve niteliğine göre, TCK’nın 102/4’üncü maddesinde beş yıllık
dava zamanaşımı süresine tabî olduğunda duraksama bulunmamaktadır.
Ancak, Başsavcılığın itirazının özünü oluşturan; TCK’nın
102/3’üncü maddesinde yer alan; “...hidematı ammeden müebbeden
mahrumiyet (kamu hizmetlerinden ömür boyu yasaklama) cezasındaki on
yıllık” dava zamanaşımı süresinin, somut olaya uygun olup olmadığı
değerlendirildiğinde;
520
TCK’nın 219/son maddesinde yer alan ve inceleme konusu
218’inci maddenin de yer aldığı, bir kısım TCK’nın maddeleriyle
mahkûm olanlara aynı zamanda “memuriyetten müebbeden mahrumiyet
cezası da verilir” hükmünün, TCK’nın 20’nci maddesinde nitelikleri
sayılan “hidematı ammeden memnuiyet (kamu hizmetlerinden
yasaklanma) cezası” bağlamında, TCK’nın 102/3’üncü maddesinde yer
alan; “hidematı ammeden müebeden mahrumiyet (kamu hizmetlerinden
ömür boyu yasaklanma) cezasıyla” ilgisinin bulunmadığı, kaldı ki,
Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kurulunun 18.11.1936 gün ve 26-35 sayılı
kararına göre, hapis cezası yanında fer’î ceza niteliğindeki diğer cezalara
hükmedilmesi hâlinde, dava zamanaşımının hesaplanmasında hapis
cezası süresinin dikkate alınmasının gerektiği, esasen, TCK’nın 11’inci
maddesindeki ceza nev’i sıralamasının da, bu hususu açıkça belirttiği
dikkate alındığında, sanık hakkındaki dava zamanaşımı süresinin
TCK’nın 218’inci maddesindeki üst sınır olan 5 yıl hapis cezası
nedeniyle, TCK’nın 102/4’üncü maddesine göre 5 yıl olduğundan,
Dairenin buna uygun kabul ve değerlendirmesiyle sanık hakkındaki
davanın, zamanaşımı nedeniyle düşmesine dair ilâmı yerinde
görüldüğünden, Askerî Yargıtay Başsavcılığının itirazının reddine karar
verilmiştir.
521
TÜRK CEZA KANUNU
Mad. 225
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
2’nci Daire Kararı
E. No. : 2006/90
K. No. : 2006/86
T.
: 25.1.2006
ÖZET
1- Eylemde kullanılan resimlerin içerik ve düzenleniş
biçimi itibarıyla, muhatabını (Psikiyatri servisi) aldatma
(kandırma) yeteneğine sahip olmadığı, kendisine ibraz edilen
bu resimler üzerine sanık ile ilgili olarak yapılması icap eden
muayene,
inceleme,
takip
ve
kontrol
ameliyelerini
gerçekleştiren Çorlu Asker Hastahanesi Psikiyatri Uzmanının,
aldatma yeteneği bulunmayan bu resimlere itibar ederek,
sanığı İstanbul GATA Asker Hastahanesi Psikiyatri
Polikliniğine
sevkini
sağlamasının,
aldatma
yeteneği
bulunmayan resimleri (askerlikten kurtulmak için hile yapmak
suçu açısından), elverişli vasıta hâline dönüştürmeyeceği, buna
bağlı olarak da askerlikten kurtulmak için hile yapmak
suçunun unsurları itibarı ile oluşmayacağı kabul edilmiştir.
2- Sanıklar hakkında atılı suçun oluşumu için, diğer
unsurların yanı sıra, sanıkların bilfiil cinsel ilişkiyi
gerçekleştirmeleri de zorunludur. Hâlbuki gerek sanıkların,
gerekse fotoğraf çekimlerini yapan tanığın, birbirini
doğrulayan ve tamamlayan anlatımlarından; sanıkların,
fotoğraf çekimlerinin öncesinde ve sonrasında cinsel ilişkiye
girdikleri hususu, tam olarak belirlenemediği gibi, söz konusu
cinsel ilişkinin gerçekleştiğine dair, dosyada başkaca bir delil
ve emarenin de mevcut olmadığı görüldüğünden, askerî
mahkemece,
sanıkların
gerçekleştirdiği
sabit
olan
eylemlerinin, alenen hayasızca vazu hareket suçunu
oluşturduğunun kabulü ile, sanıklar hakkında bu suçtan
mahkûmiyet hükmü tesisi gerekirken, sanıkların mezkûr
eyleminin,
alenen
cinsel
ilişkide
bulunmak
suçunu
oluşturduğundan bahisle, mahkûmiyet hükmü kurulması
yasaya aykırıdır.
522
Askerî mahkemece ;
1) Sanık P.Onb. Ö.E.’nin, alenen cinsel ilişkide bulunmak suçunu
işlediği kabul edilerek, 5237 sayılı YTCK’nın 225, 62, 647 sayılı
Kanunun 4/1, maddeleri uygulanmak suretiyle, sonuç olarak 1.800 YTL
adlî para cezası ile mahkûmiyetine;
2) Sanık P.Er S.Ç.’nin, alenen cinsel ilişkide bulunmak suçunu
işlediği kabul edilerek, 5237 sayılı YTCK’nın 225, 62, 647 sayılı
Kanunun 6’ncı maddeleri uygulanmak suretiyle sonuç olarak beş ay
hapis cezası ile mahkûmiyetine, verilen iş bu cezanın ertelenmesine,
Dair verilen kararlar, sanıklar tarafından sebep gösterilmeden
temyiz edilmiştir.
Sanıklardan S.Ç.’nin, askerliğe elverişsizlik raporu alabilmek
amacıyla, kendisini (Pasif) gayri tâbii cinsel ilişki hâlinde gösteren
fotoğraf çektirmek istediği, bu amaçla diğer sanığı razı edip, 28.4.2004
tarihinde birlikte koğuş tuvaletine gittikleri, yanlarında fotoğraflarını
çekmek üzere P.Er Ö.D.’nin de hazır bulunduğu, üçünün birlikte tuvalet
kabinine girdikleri ve her iki sanığın burada cinsel ilişki ve çeşitli cinsel
fantezi pozisyonlarında bulundukları anları, P.Er Ö.D.’nin, fotoğraf
makinesi ile tespit ettiği, bilâhare bu resimlerin, sanık S.Ç. tarafından
“tab” ettirilerek, Çorlu Asker Hastahanesi Psikiyatri polikliniğinde
kendisini muayene eden doktora verildiği, muayenesini müteakiben
sanığın, “Nevrotik Adaptasyon Bozukluğu” teşhisi ile, ileri tetkik için
İstanbul GATA Asker Hastahanesi Psikiyatri Polikliniğine sevk edildiği,
anılan serviste yapılan muayene ve kontrol sonunda; “Psikiyatrik yönden,
hâlen işlem ve tedavi gerektirmez” şeklindeki teşhis ile kıt’asına taburcu
edildiği, olayın intikal ettirildiği birlik komutanlığınca hazırlanan suç
dosyasının gönderildiği askerî savcılıkça, sanıkların bu eylemlerinin
alenen cinsel ilişkide bulunmak suçunu oluşturduğu iddiasıyla her iki
sanık hakkında kamu davasının açıldığı, askerî mahkemece yapılan
yargılama sonunda, sanıklar hakkında mezkûr suçtan, yukarıda belirtilen
mahkûmiyet hükümlerinin tesis edildiği anlaşılmıştır.
523
Sanıklardan S.Ç.’nin, tüm aşamalarda verdiği sorgu ve
savunmalarında, askerliğe elverişli olmadığına dair rapor alabilmek için
söz konusu resimleri çektirdiğini ileri sürdüğü görülmekle, sanığın
mezkûr eylemlerinin, Askerî Ceza Kanununun 81’inci maddesinde vücut
bulan “Askerlikten kurtulmak için hile yapmak” suçu ile ilgili olarak
yapılan değerlendirmesinde;
ASCK’nın 81’inci maddesinde düzenlenen, “Askerlikten
kurtulmak için hile yapmak” suçunun; askerlikten tamamen veya kısmen
kurtulmak amacına yönelik olarak hile yapılması ve yapılan bu hilenin
kast olunan amacı gerçekleştirmeye elverişli bulunması hâlinde,
oluşabilen bir tehlike suçu olduğu, her türlü hile ve desisenin bu madde
kapsamına girdiği, dolayısıyla bu maddede yer alan kavramların
sahtecilik suçundan daha geniş kapsamlı olduğu, bu suçun; iğfal ve ikna
kabiliyetinin arandığı evrakta sahtekarlıkla işlenebileceği gibi, bunun
dışında kast olunan amacı gerçekleştirmeye yönelik her türlü hile ve
desise ile de işlenebileceği kabul edilmelidir. Ancak, askerlikten
kurtulmak için hile yapmak suçunun oluşabilmesi için, sonucu
gerçekleştirmeye yönelik olarak yapılan hilenin ortalama dikkat, bellek
ve muhakeme yeteneğine sahip bir kişiyi aldatmaya elverişli olması
gerekmektedir.
Somut olayda; eylemde kullanılan resimlerin içerik ve düzenleniş
biçimi itibarıyla, muhatabını (Psikiyatri servisi) aldatma (kandırma)
yeteneğine sahip olmadığı, kendisine ibraz edilen bu resimler üzerine
sanık ile ilgili olarak yapılması icap eden muayene, inceleme, takip ve
kontrol ameliyelerini gerçekleştiren Çorlu Asker Hastahanesi Psikiyatri
Uzmanının, aldatma yeteneği bulunmayan bu resimlere itibar ederek,
sanığı İstanbul GATA Asker Hastahanesi Psikiyatri Polikliniğine sevkini
sağlamasının, aldatma yeteneği bulunmayan resimleri (askerlikten
kurtulmak için hile yapmak suçu açısından), elverişli vasıta hâline
dönüştürmeyeceği, buna bağlı olarak da askerlikten kurtulmak için hile
yapmak suçunun unsurları itibarı ile oluşmayacağı sonucuna varılmıştır.
Nitekim, Çorlu Askerî Hastahanesince, ileri tetkik için İstanbul
GATA Asker Hastahanesi Psikiyatri Polikliniğine sevk edilen sanık
S.Ç.’nin, anılan serviste yapılan muayene ve kontrol sonunda;
“Psikiyatrik yönden hâlen işlem ve tedavi gerektirmez” şeklindeki teşhis
ile kıt’asına taburcu edildiği anlaşılmıştır.
524
Her ne kadar tebliğnamede; sanıklara ve özellikle olayın tek
görgü tanığı olan Ö.D.’ye cinsel ilişkinin gerçekleşip gerçekleşmediği
sorulmadan ve olayı bu yönüyle aydınlatmaya yeterli olmayan
anlatımlara itibarla hükme varılması, eksik soruşturma niteliğinde
görülmüş ise de, bu görüşe katılmanın mümkün olamamasının yanı sıra,
askerî mahkemece, sanıkların gerçekleştirdikleri eylemlerinin alenen
cinsel ilişkide bulunmak suçu çerçevesinde değerlendirilmesinde isabet
görülmemiştir.
Şöyle ki; atılı suçun oluşumu için diğer unsurların yanı sıra,
sanıkların bilfiil cinsel ilişkiyi gerçekleştirmeleri de zorunludur. Hâlbuki,
gerek sanıkların, gerekse fotoğraf çekimlerini yapan tanık Ö.D.’nin
birbirini doğrulayan ve tamamlayan anlatımlarından; sanıkların, fotoğraf
çekimlerinin öncesinde ve sonrasında cinsel ilişkiye girdikleri hususu
tam olarak belirlenemediği gibi, söz konusu cinsel ilişkinin
gerçekleştiğine dair, dosyada başkaca bir delil veya emarenin de mevcut
olmadığı görülmektedir. Kaldı ki, olayın tek ve yegâne görgü tanığı olan
Ö.D.’nin, birlik komutanlığınca tespit olunan ilk ifadesinden itibaren,
aşamalardaki diğer tüm ifadelerinde, sanıkların, birlikte oldukları zaman
diliminde, tuvalet kabininde cinsel ilişkiye girdiklerini görmediğini
beyan etmesinin yanı sıra, çekim bitiminde, hep birlikte koğuşa
çıktıklarını da ısrarla belirtmesi karşısında, sanıkların cinsel ilişkiye
girdikleri yolunda kesin, mukni delil elde edilemediği anlaşılmaktadır.
Sanıkların savunmaları, tanık beyanı ve sanık S.Ç. hakkında
GATA Haydarpaşa Eğitim ve Araştırma Hastahanesi tarafından
düzenlenen rapor, hep bir arada değerlendirildiğinde; sanıklardan
S.Ç.’nin askerliğe elverişsiz olduğuna dair rapor alabilmesini temin
amacıyla (saikiyle), “pasif cinsel ilişki hâlinde” görüntü (delil) elde
etmek için bu eylemi gerçekleştirdikleri anlaşıldığından, sanıkların
sergiledikleri eylemlerinin, (suç tarihî itibarıyla) mülga 765 sayılı
TCK’nın 419/1’inci maddesinde düzenlenen, alenen hayasızca vazu
hareket suçunu oluşturduğu sonucuna varılmıştır. Alenen hayasızca
hareketlerin, yeni TCK’nın 225’nci maddesinde de düzenlendiği, ancak,
mülga 765 sayılı TCK’nın 419/1’inci maddesi daha lehe hükümler
içerdiğinden, bu madde uyarınca uygulama yapılması (5237 sayılı
YTCK’nın 7/2 ve 5252 sayılı Kanunun 9/3’üncü maddeleri
doğrultusunda) gerekirken, askerî mahkemece, sanığın eyleminin 5237
sayılı YTCK’nın 225’nci maddesi çerçevesinde değerlendirilmesinde
isabet görülmemiştir.
525
Bu
durum
itibarıyla,
askerî
mahkemece,
sanıkların
gerçekleştirdikleri sabit olan eylemlerinin, alenen hayasızca vazu hareket
suçunu oluşturduğunun kabulü ile, sanıklar hakkında bu suçtan
mahkûmiyet hükmü tesisi gerekirken, sanıkların mezkûr eylemlerinin
alenen cinsel ilişkide bulunmak suçunu oluşturduğu değerlendirilerek,
sanıklar hakkında mezkûr suçtan mahkûmiyet hükmü tesis edilmesinde
isabet görülmediğinden, mahkûmiyet hükmünün suç vasfında hata ve
(öz) maddî vakıanın tespitindeki yanılgı nedeniyle, bozulması cihetine
gidilmiştir.
526
765 SAYILI
TÜRK CEZA KANUNU
Mad. 230
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2006/3
K. No. : 2006/8
T.
: 19.1.2006
ÖZET
Olay tarihinde er olan sanığın, Kurye Hizmetleri Sürekli
Yönergesine göre, görevin önemine ve özelliğine uygun
olmadığı, bu hususun olaydan sonra düzenlenen İdarî
Tahkikat Raporunda da belirtildiği, kurye hizmeti ile ilgili
olarak özel bir eğitim veya kurs görmediğine ilişkin
savunmasının aksi kanıtlanamadığı gibi, Kurye Özel
Talimatındaki imzanın, sanığa ait olmadığının saptandığı, bu
nedenle, görevin ne şekilde yerine getirileceği konusunda,
bilgi, beceri ve tecrübeye sahip olmadığı, ayrıca çantanın,
sanığa verilen Astsb. D.T.’nin bir mağazaya olan taksidinin
yatırılmasına ilişkin, ikinci görev sırasında kaybolduğu
gözetildiğinde, sanığın ihmal kastının bulunmadığı kabul
edilerek, direnmek suretiyle verilen beraet hükmünün,
onanması gerekir.
Askerlik hizmetini 20’nci Zırhlı Tugay Karargâh Bölük
Komutanlığı emrinde yapan sanığın, Tugay Komutanlığının 14.4.2000
tarihli emri ile 7’nci Kolordu Komutanlığına kurye olarak
görevlendirildiği, 26.9.2000 tarihinde Tugay Merkez Şube Müdürlüğü
Evrak kısmından almış olduğu evrakı 7’nci Kolordu Komutanlığına
teslim ettikten sonra, imza karşılığında aldığı yetmiş bir adet evrakı sırt
çantasına koyarak, 7’nci Kolordu Komutanlığı Karargâhından ayrıldığı,
kendisini Şanlıurfa’ya götürecek olan tugayla sözleşmeli otobüslerin
beklemekte olduğu Diyarbakır Asker Hastahanesi önüne geldiği, evrakın
527
bulunduğu sırt çantasını otobüsün bagajına koyarak Astsb. D.T.’nin bir
mağazaya olan taksidini yatırmak üzere, Dağkapı’da bulunan çarşıya
gittiği, dönüşünde çantanın bagajda bulunmadığını fark ettiği, durumu
Merkez Komutanlığına bildirdiği, yapılan araştırma sonunda çantanın ve
evrakın bulunamadığı anlaşılmaktadır.
Maddî olayın, yukarıda özetlenen biçimde gerçekleştiği
konusunda yargılama makamları arasında uyuşmazlık bulunmamaktadır.
Uyuşmazlığın, sanığa yüklenen suçunu unsurları yönünden oluşup
oluşmadığına ilişkin olduğu görülmektedir.
Askerî mahkeme, görevin ne şekilde yapılacağı konusunda yeterli
beceri ve tecrübeye sahip olmayan ve bu hususta bilgilendirilmeyen
sanığın, görevini yapmada herhangi bir savsamasının söz konusu
olmadığı görüşünü öne sürerken; Daire yeterli bilgi ve tecrübe ile
donatılan sanığın sorumsuz davranışı ile görevini ihmal ettiği sonucuna
ulaşmaktadır.
Mülga 765 sayılı TCK’nın 230’uncu maddesinde düzenlenen,
memuriyet görevini ihmal suçu, memurun vazifesi kapsamı içinde
bulunan herhangi bir işi yapmaması veya geç yapması biçiminde
tanımlanmaktadır. Suçun maddî (fiil) unsurunu oluşturan, görevin
yapılmaması veya geç yapılması yanında, görevin yapılmamasının veya
geç yapılmasının ihmal kastına dayandırılması gerekmektedir. Bu suçta
ifade edilen kast, memurun yapmakla yükümlü olduğu işi makbul bir
sebep olmaksızın yapmama şuur ve iradesidir.
Dosyada bulunan 20’nci Zırhlı Tugay Komutanlığının 14.4.2000
tarihli emrine göre, sanıkla Tnk.Er E.Ç.’nin, Salı ve Cuma günleri 20’nci
Zırhlı Tugay Komutanlığından 7’nci Kolordu Komutanlığına götürülecek
evrakı götürmek ve teslim edilecek evrakı getirmek üzere kurye olarak
görevlendirildikleri, kuryenin görev ve sorumlulukları ile faaliyet ve
hareket tarzlarını içeren Kurye Özel Talimatının sanığa tebliğ edildiği
anlaşılmaktadır.
Sanığa tebliğ edildiği belirtilen Kurye Özel Talimatında; kurye
torba veya çantasının otobüs bagajına konulmayacağının, yemek ve
ihtiyaç molalarında torba veya çantanın beraberinde taşınacağının, Kurye
Tanıtma Kartında da kuryenin evrak çantasını ne olursa olsun, elinden
bırakmayacağının yazılı olduğu görülmektedir.
528
MY.73-1 Kurye Hizmeti Yönergesinde kurye; “muhtelif gizlilik
derecesini ihtiva eden her türlü askerî evrak ve malzemeyi bir birlik,
karargâh ve kurumdan, diğer birlik, karargâh ve kuruma götürme ve
teslim etme sorumluluğunu alan şahsa kurye denir.” biçiminde
tanımlanmaktadır.
20’nci Zırhlı Tugay Komutanlığı Kurye Hizmetleri Sürekli
Yönergesinde, kuryenin durumuna göre subay, astsubay, sivil memur
veya erbaş olabileceği (Mad. 6/e); çok gizli, kozmik çok gizli veya
özellik arz eden evrakın gönderilmesinde kurye olarak “subay veya
astsubay”, diğer gizlilik dereceli ve tasnif dışı evrak için uygun nitelikte
“erbaş” görevlendirileceği (Mad. 17/d) belirtilmektedir.
Sanığa teslim edilen evrakın beş adedinin “gizli” gizlilik dereceli,
diğer evrakın da, “hizmete özel” veya “tasnif dışı” evrak oldukları
belirlenmiştir.
Sanık savunmasında; kendisine kurye hizmeti ile ilgili eğitim
verilmediğini ve Kurye Özel Talimatının tebliğ edilmediğini öne
sürmüştür.
Mahkemece Kurye Özel Talimatındaki imzanın sanığın eli
mahsulü olup olmadığı araştırılmış, imzanın sanığa ait olmadığı, belgenin
fotokopisi çekildikten sonra taklit edilmek suretiyle atıldığı saptanmıştır.
Bütün bu bilgi ve belgeler birlikte değerlendirildiğinde; olay
tarihinde er olan sanığın, Kurye Hizmetleri Sürekli Yönergesine göre
görevin önemine ve özelliğine uygun olmadığı, bu hususun olaydan
sonra düzenlenen idarî tahkikat raporunda da belirtildiği), kurye hizmeti
ile ilgili olarak, özel bir eğitim veya kurs görmediğine ilişkin
savunmasının aksi kanıtlanamadığı gibi, Kurye Özel Talimatındaki
imzanın sanığa ait olmadığının saptandığı, bu nedenle görevin ne şekilde
yerine getirileceği konusunda bilgi, beceri ve tecrübeye sahip olmadığı,
ayrıca çantanın sanığa verilen Astsb. D.T.’nin bir mağazaya olan
taksidinin yatırılmasına ilişkin, ikinci görev sırasında kaybolduğu
gözetildiğinde, sanığın ihmal kastının bulunmadığı kabul edilerek,
kurulan beraet hükmünde ve gerekçesinde yasaya aykırı bir yön
görülmemiş ve beraete ilişkin direnme hükmünün onanmasına karar
verilmiştir.
529
TÜRK CEZA KANUNU
Mad. 235
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
2’nci Daire Kararı
E. No. : 2006/989
K. No. : 2006/1303
T.
: 3.10.2006
ÖZET
Sanıkların, “ihale hazırlığında ve öncesinde tahminî
fiyatı fahiş belirlemek veya saptanmasına yol açmak”
şeklindeki eylemleri, ihale süreci başlamadan önce ihale
hazırlığı aşamasında vuku bulmuştur. Devlet adına mal
satınalma yetkisi fiyat tespit heyetine değil, ihale komisyonuna
ait bulunmaktadır. İhale Komisyonu, bildirilen tahminî fiyat
ile de bağlı olmayıp, gerektiğinde araştırma yapmak yetkisine
de haizdir. Tüm bu nedenlerle, ihale öncesinde tahminî fiyatın
fahiş olarak belirlenmesi şeklindeki eylemin mülga 765 sayılı
TCK’nın 205’inci maddesinde düzenlenmiş olan “ihaleye fesat
karıştırmak” suçuna tipiklik açısından uymadığından, yine bu
eylemler, 5237 sayılı TCK’nın 235’inci maddesinin 2’nci
fıkrasının (a) bendinde sayılan hiçbir hâl ve duruma girmediği
gibi, diğer fıkra ve bentlerde sayılan hâl ve şartlarla da
bağdaşmadığı
açıkça
görüldüğünden,
sanıkların
bu
eylemlerinin “memuriyet görevinin gerekleri” ile ilgili ele
alınıp değerlendirilmesi ve bunun sonucu olarak ASCK’nın
144’ncü maddesinde düzenlenmiş olan “memuriyet görevini
kötüye kullanmak ya da memuriyet görevini ihmal etmek”
suçu olarak vasıflandırılması, bu askerî suç/askerî suçlardan
dolayı da askerî yargı yerinde yargılamaya devam edilmesi
gerekir.
Memuriyet görevini ihmal suçundan dolayı, TCK’nın 230/2’nci
maddesi uyarınca cezalandırılmaları ve 10.568.750.000 TL hazine
zararının kendilerinden tahsil edilmesi istemiyle açılan davada, sanıklar
Dz.İkm.Kd.Alb. B.Y.M., Em.Dz.İkm.Bnb. C.E., Dz.İkm.Bnb. A.H.E.,
Dz.Ütğm. U.E. ve Em.Dz.İkm.Kd.Bşçvş. R.Ö.’ye yüklenen eylemlerin
765 sayılı TCK’nın 205’nci maddesinde yer alan “ihaleye fesat
530
karıştırmak” suçunu oluşturacağı kabul edilerek ve bu suçun da sivil ve
asker şahıslar tarafından müştereken işlendiği esas alınıp, askerî
mahkemece 353 sayılı Yasanın 9, 12, 18, 19 ve 176’ncı maddeleri
uyarınca görevsizliğine, dava dosyasının görevli Beyoğlu Ağır Ceza
Mahkemesine gönderilmesine karar verilmiştir.
Bu görevsizlik kararları, yasal süresi içerisinde:
1- Hükmün yeterli gerekçeden yoksun olduğu, savunma tanığının
dinlenmediği, yüklenen eylemlerin sübuta ermediği, noksan soruşturma
ile karara varıldığı, ihaleye fesat karıştırmak suçunun unsurlarının
bulunmadığı ileri sürülerek sanık Dz.İkm.Kd.Alb. B.Y.M. tarafından,
2- Müvekkil sanığın bir ihmali ya da sorumluluğunun
bulunmadığı, ihaleye fesat karıştırma suçunun unsurlarının oluşmadığı,
bir an için sübuta erdiği kabul edilse bile eylemin TCK’nın 230 ya da
240’ncı maddeleri içerisinde değerlendirilmesi gerektiği ileri sürülerek
sanık Em.Dz.İkm.Bnb. C.E. müdafii Av. M.Z.C. tarafından,
3- Sivil kişi olan müteahhitler tarafından yapılan hilenin müvekkil
sanık tarafından bilinemeyeceği, ihaleye fesat karıştırmak suçunun
unsurlarının oluşmadığı, mahkemece gösterilen gerekçelerin yerinde
bulunmadığı ileri sürülerek sanık Dz.İkm.Bnb. A.H.E. müdafii Av. İ.N.T.
tarafından,
4- Muhammen bedelin tespiti konusunda hiçbir görev almadığını
ve işlem yapmadığını belirtmek suretiyle sanık Dz.Ütğm.(Yzb.) U.E.
tarafından,
5- Sebep gösterilmemek suretiyle sanık Em.Dz.İkm.Kd.Bşçvş.
R.Ö. tarafından,
6- Sanıklar C.E., A.H.E. ve R.Ö.’ye yüklenen eylemlerin ihaleye
fesat karıştırmak suçunu değil, memuriyet görevini kötüye kullanmak
suçunu oluşturabileceği ileri sürülerek askerî savcı tarafından bu üç sanık
lehine,
7- Temyiz süre tutum dilekçesinde askerî savcı, sanık U.E. lehine
temyize başvuracağını belirtmesine karşın, temyiz lâyihasında bu
sanıktan hiç bahsetmediği dikkate alındığında, bu sanık lehine olmak
üzere sebep gösterilmeden askerî savcı tarafından temyiz edilmiştir.
531
Tebliğnamede; sanık B.Y.M. hakkında “ihaleye fesat karıştırmak”
suçundan dolayı verilen görevsizlik kararının onanması, sanıklar C.E.,
A.H.E.’ye yüklenen eylemlerin tipiklik açısından memuriyet görevini
ihmal suçunu oluşturabileceği belirtilerek, bu üç sanık yönünden verilen
görevsizlik kararlarının suç vasfına bağlı görev noktasından bozulması,
sanık U.E. hakkında verilen görevsizlik kararının usule aykırılık
nedeniyle bozulması yolunda görüş ve istem bildirilmiştir.
Sanıklar sivil şahıs S.Ö.Ç. ve sivil şahıs F.T. hakkında “ihaleye
fesat karıştırmak” suçundan ötürü verilen görevsizlik kararlarına yönelik
bir temyiz istemi bulunmadığından, yukarıda sayılan sanıklar B.Y.M.,
C.E., A.H.E., U.E. ve R.Ö. açısından verilen görevsizlik kararlarına
hasren yapılan incelemede:
Gazeteci N.D., 18 Ocak 2001 tarihli Sabah Gazetesindeki
köşesinde 2000 yılında İstanbul Deniz Dikimevinde sarfedilen pamuklu
vatkanın fahiş fiyata satın alındığını ileri sürmüş, askerî merciilerin konu
ile ilgili yanıtını yeterli görmediği için bu iddiasını 27 Ocak 2001 tarihli
Sabah Gazetesindeki köşe yazısında tekrarlamıştır. Bunun üzerine,
Genelkurmay Başkanlığınca oluşturulan beş kişilik araştırma heyeti
tarafından yapılan inceleme sonunda düzenlenen 2.2.2001 tarihli raporda;
1999 yılında ihale yolu ile satın alınmış olan pamuk vatkanın ihale
öncesindeki tahminî fiyatının piyasa koşullarına göre (metresi 110.000
TL’den alınabilecek pamuk vatkanın bu fiyatın çok üzerinden 1.050.000
TL’den satın alınması yolunda fiyat tahminî yapılmak suretiyle) 9-10
misli oranında yüksek belirlendiği, bu yüksek fiyat esas alınmak suretiyle
ihaleye çıkıldığı ve toplam 12.500 metre satın alınan pamuk vatka
nedeniyle 10.568.750.000 TL hazine zararı meydana geldiği, olayın
müsebbiplerinin tespit edilerek gerekli yasal işlemin yapılmasının uygun
olacağı ortaya konulmuştur.
Bu usulsüzlük hakkında gerekli yasal işlemin yaptırılması
hususunda, Genelkurmay Başkanlığının 14.2.2001 tarihli, Deniz
Kuvvetleri Komutanlığının 20.2.2001 tarihli ve Kuzey Deniz Saha
Komutanlığının 28.2.2001 tarihli soruşturma açılması emirleri
çerçevesinde, Kuzey Deniz Saha Komutanlığı Askerî Savcılığı tarafından
sanıklar İk.Kd.Yzb. C.E., İk.Kd.Yzb. H.E., İk.Ütğm. U.E. ve İk.Astsb.
Kd.Bşçvş. R.Ö. hakkında memuriyet görevini ihmal suçundan ötürü
başlatılan hazırlık soruşturması sonunda (sanıkların görevlerini ihmal
ettikleri yolunda yeterli delil elde edilemediği gerekçesine dayalı olarak)
532
27.4.2001 gün ve 2001/508-188 sayılı kovuşturmaya yer olmadığına
karar verilmiştir. Fakat MSB Askerî Adalet Teftiş Kurulu Başkanlığı
tarafından yapılan incelemede bu kararın yerinde olmadığı mütalâa
edildiğinden, Millî Savunma Bakanı 27.5.2002 tarihinde “kamu davası
açılması emrini” vermiştir.
Bunun üzerine Askerî Savcı; İstanbul Deniz İkmal Grup
Komutanlığı tarafından, 28.7.1999-20.9.1999 tarihleri arasında alımı
yapılan 12.500 metre pamuklu vatkanın yaklaşık 9-10 misli fiyatla pahalı
olarak tedarik edilmesi olayında tahminî fiyatı belirleyen İkm.Astsb.Kd.
Bşçvş. R.Ö., İkm.Tğm. U.E., İkm.Yzb. H.E. ve İkm.Kd.Yzb. C.E.’nin
“yeterli piyasa araştırması yapmamak suretiyle” memuriyet görevini
ihmal suçunu işledikleri ileri sürülerek ve TCK’nın 230/2’nci maddesi
uyarınca cezalandırılmaları, 10.568.750.000 TL hazine zararının
kendilerinden tazmin edilmesi istemiyle 22.7.2002 tarihinde kamu davası
açmıştır.
Bu dava ile ilgili yargılama yapılırken askerî mahkemece, Deniz
İkmal Grup Komutanı İkm.Kd.Alb. B.Y.M. ile, ihaleyi kazanmış olan
sanıklar sivil şahıslar S.Ö.Ç. ve F.T. hakkında suç duyurusunda
bulunulmuştur.
Kuzey Deniz Saha Komutanlığı Askerî Savcılığının 22.1.2003
gün ve 2003/122-31 sayılı iddianamesi ile, “tahminî fiyatın oluşmasında
etkin rolü bulunduğu” anlaşılan Dz.İkm.Kd.Alb. B.Y.M.’nin “yeterli
piyasa araştırması yapmamak” suretiyle memuriyet görevini ihmal
suçunu işlediği ileri sürülerek, TCK’nın 230/2 nci maddesi uyarınca
cezalandırılması ve hazine zararından diğer sanıklar ile birlikte sorumlu
tutulması istemiyle kamu davası açılmıştır.
Yine ihaleyi üstlenen sanıklar sivil şahıslar S.Ö.Ç. ve F.T.’nin,
tahminî fiyatın belirlenmesi aşamasında, ÖZALFA Triko ve CEMALİ
Triko isimli firmaların antetli kâğıtlarını ve kaşelerini habersiz kullanıp
hazırladıkları fiyat teklif mektuplarını fiyat tespit komisyonuna verdikleri
ve ayrıca İstanbul Ticaret odasının rayiç fiyat yanıtını yönlendirdikleri
ileri sürülerek, (asker kişi olan sanıkların eylemlerinin memuriyet
görevini kötüye kullanmak suçuna dönüşebileceğine de vurgu yapılarak)
“memuriyet görevini kötüye kullanmak suçuna iştirak etmek” ve “hileli
vasıtalarla rekabeti menetmek” suçlarından dolayı TCK’nın 240 ve
366’ncı maddeleri uyarınca cezalandırılmaları, hazine zararından da
müteselsilen sorumlu tutulmaları istemiyle sivil kişi olan bu iki sanık
hakkında ayrı ayrı olmak üzere 25.3.2003 gün ve 2003/462-130; 8.9.2003
gün ve 2003/1246-459 sayılı iddianameler ile dava açılmıştır.
533
Bu davaların birleştirilmesi suretiyle yürütülen yargılama
sırasında askerî mahkemece, 2.9.2005 tarihli celsede tüm sanıklara
yüklenen eylemlerin “ihaleye fesat karıştırmak” suçunu oluşturacağı
kabul edilerek “görevsizlik kararı” verilmiştir.
Görüldüğü gibi, safahati ortaya konulan dava ve yargılama
konusunun satın alınmasına ihtiyaç duyulan pamuk vatkanın ihale süreci
öncesinde tahminî birim fiyatının fahiş olarak oluşturulduğu iddiası ve
olgusu olduğu açıktır.
Herşeyden önce bir malın ihale yolu ile satın alınması işleminin
genel hatları itibarıyla ortaya konulmasında yarar vardır. 2886 sayılı
Devlet İhale Kanunu hükümlerine göre, bir kamu kurumu veya idaresinin
ihtiyaç duyduğu bir malın satın alınabilmesi için ihtiyaç duyulan malın
özelliklerini, miktarını, teslim yeri ve tarihî ile tahminî fiyatını içeren bir
şartname hazırlanır; ita amiri, tahminî fiyatı belirlemek için fiyat tespit
komisyonu teşkil eder (mad. 7, 9). Tahminî bedel saptanırken çarşı ve
pazarın yanısıra belediye, ticaret odası, borsa gibi kuruluşlardan veya
bilirkişilerden soruşturulur. Bu şekilde tahminî fiyat saptandıktan sonra
ita amirince, ihale yolu ile satın alınacak mal için onay belgesi hazırlanır;
şartname ve tahminî bedel ile beraber ihale komisyonuna gönderilir
(mad. 7, 13). İhale komisyonu, şartnamede öngörülen ve yasada
düzenlenen şartlar ve prosedür çerçevesinde ihale işlemlerini yürütür ve
sonuçlandırır. İhale komisyonu, gerekçesini göstermek şartıyla ihaleyi
yapıp yapmamakta serbesttir. İhale komisyonunca alınan “ihale kararı”
ita amirince en geç 15 gün içinde onaylanır veya iptal edilir. İhale kararı
onaylandıktan sonra ihaleyi üstlenen kişi ile ihale sözleşmesi imzalanır.
Muayene ve kabul işleminin ardından sözleşmenin edimine geçilir.
Bu genel açıklamalardan sonra 1999 yılında ihale yolu ile
satınalınan pamuk vatka ile ilgili işlemin ve evrakların incelenmesine ve
sanıkların konumlarının değerlendirilmesine geçildiğinde;
Sanık Dz.İkm.Kd.Alb. B.Y.M.’nin 1999 Mayıs ayına kadar
Malzeme Grup Amiri olarak görev yaptığı, Ağustos ayı başına kadar
Deniz İkmal Grup Komutanlığına vekâlet ettiği ve ardından Deniz İkmal
Grup Komutanı olarak görevine devam ettiği; sanık Em.Dz.İkm.Bnb.
(Kd.Yzb.) C.E.’nin Kontrol Şube Müdürü olarak, sanık Dz.İkm.Bnb.
(Yzb.) A.H.E.’nin Tedarik Şube Müdürü olarak, sanık Em.Dz.İkm.Kd.
Bşçvş. R.Ö.’nün tedarik şubede “tedarik astsubayı” olarak ve sanık
Dz.Ütğm. U.E.’nin kontrol şubede “stok kontrol kısım amiri” olarak olay
döneminde görev yaptıkları anlaşılmaktadır.
534
İstanbul Deniz Dikimevi Müdürlüğü, İstanbul Deniz İkmal Grup
Komutanlığı bünyesinde teşkil edilmiş ve bu komutanlık tarafından
ikmal edilmektedir. Bu kapsamda Deniz Dikimevi Müdürlüğü 30.4.1999
tarihli yazısı ile, ihtiyaç duyulan 10.000 metre pamuk vatkanın ekli
şartname dâhilinde temin edilmesini Deniz İhmal Grup Komutanlığından
talep etmiştir. Bu tarihte Malzeme Grup Amiri olan sanık İkm.Yzb.
(Kd.Alb.) B.Y.M., pamuk vatkanın rayiç fiyatını İstanbul Ticaret
Odasından 7.5.1999 tarihli yazı ile sormuştur. İstanbul Ticaret Odası da
pamuk vatkanın metre birim fiyatının 1.050.000 TL olduğu yönünde
2.6.1999 tarihli yanıt hazırlamıştır. Bu arada sanık B.Y.M.’nin emri ve
talimatı doğrultusunda sanıklar C.E., H.E. ve R.Ö.’den oluşan fiyat tespit
komisyonu teşkil edilmiş; İstanbul Ticaret Odasının rayiç fiyatı bildiren
anılan yazısı ile ÖZALFA Triko ve CEMALİ Triko isimli firmalarca 1
metre vatka pamuğu için sırasıyla, 1.300.000 TL ve 1.050.000 TL fiyat
önerdiklerini içeren iki adet teklif yazısı fiyat tespit komisyonununa
ulaştırılmıştır. Fiyat tespit komisyonu, tahminî fiyatı 1.050.000 TL olarak
tespit etmiş ve bu durum 14.7.1999 tarihinde İkm. Grp.K. vekili Yb.
B.Y.M. tarafından tasdik edilmiştir. Aynı tarihte sanık B.Y.M. satınalma
onay belgesi düzenleyip, şartname ve tahminî fiyat ile diğer belgeleri
İstanbul Deniz Teknik Satınalma Komisyonu Başkanlığına göndermiştir.
Bu şekilde başlatılan ihale süreci sonunda ihalenin pamuk vatkanın bir
metresini 955.500 TL’den satmayı teklif etmiş olan CANBEY firmasına
bırakılmasına karar verilmiş ve bu ihale kararı da ita amiri sanık B.Y.M.
tarafından 5.8.1999 tarihinde onaylanmıştır.
CANBEY Firması, haklarındaki görevsizlik kararı temyiz
edilmeyen sanık S.Ö.Ç.’nin kayınpederi adına kayıtlı olup sanıklar
S.Ö.Ç. ile F.T. ihaleye katılma işlemlerinde ortak olarak birlikte hareket
etmişlerdir. İhale sözleşmesinin yerine getirilmesi safhasında da vatka
pamuğunun ucuz olduğu ve hazinenin menfaatine olduğu gerekçesiyle
matbu şartnamenin 28’nci maddesine istinaden %25 fazla alım yapılması
yoluna gidilmiş ve 8.9.1999 tarihli bu yazı, Kontrol Şb.Md. sanık C.E. ile
Stok Kontrol Kısım Amiri sanık U.E.’nin imzası ile hazırlanmış; sanık
İkm.Alb. B.Y.M.’de Dz.İkm.Grp.Komutanı ve İta Amiri sıfatı ile bu
işlemi tasdik etmiştir.
535
2000 yılında aynı pamuk vatka alımı için çıkılan ve ancak daha
sonra vazgeçilen ihalede öngörülen muhammen bedel 200.000 TL/
metredir. Zaten 2000 yılında 200.000 TL tahminî fiyat öngörüldüğüne
nazaran 1999 yılında gerçekleşen ihaleye konu vatka pamuğu için
1.050.000 TL tahminî fiyat belirlenmesi kuşkulu bulunmuş ve detayları
ile incelemeye alınmıştır. Bu kapsamda, ihale öncesinde fiyat tespit
heyetine ulaştırılan fiyat teklif mektuplarının ÖZALFA Triko ve
CEMALİ Triko isimli firmalar tarafından verilmediği, aksine sivil şahıs
olan sanıklar S.Ö.Ç. ve F.T. tarafından (bu iki firmanın adı ve kaşeleri
taklit olarak kullanılmak suretiyle) hazırlanan teklif mektupları olduğu
belirlenmiştir.
Nitekim sanık F.T., bir başka rüşvet vermek ve ihaleye fesat
karıştırmak suçlarından dolayı hakkında soruşturma yürütülürken tespit
edilen tutuklama ifadesinde; söz konusu iki teklif mektubunu kendisinin
hazırlayıp, diğer sanık S.Ö.Ç.’nin İkmal Grup Komutanlığına
götürdüğünü, bu iki teklif mektubunun İkmal Grup Komutanlığından
istenildiğini, İstanbul Ticaret Odasına teklifi kendisinin verdiğini,
genellikle her ihalede Oramiral İ.E.’nin emir subay yardımcısı olan Yzb.
Y.K,’ya para verdiğini açıkça belirtmiştir.
Sivil kişi sanıklar F.T. ve S.Ö.Ç.’nin ortaklaşa olarak
kullandıkları büro ve işyerinde yapılan aramada sanık B.Y.M.’nin eşine
ait telefon faturası ile sekreterine ait banka ekstreleri ve çok sayıda ihale
belge ve dokümanı ele geçirilmiştir.
Deniz Kuvvetleri Komutanlığı tarafından 31.12.1998 tarihinde
yayımlanan “1999 Yılı İkmal Direktifine” göre İstanbul Dz.İkmal Grup
Komutanlığınca 10.000 metre pamuk vatka alımı yapılması ve metresinin
77.000 TL’den satın alınması plânlanmıştır.
Genelkurmay Başkanlığı İdarî Araştırma Heyetince bu pamuk
vatkanın metresi itibarıyle 110.000 TL’ye satın alınabileceği
saptanmıştır.
Yargılama aşamasında görüşüne başvurulan bilirkişi ise, o
dönemdeki satış fiyatlarını piyasadan belirleyerek yaptığı araştırmada bu
pamuk vatkanın bir metresinin 50.000 TL’den alınabileceğini ortaya
koymuştur.
İhale öncesinde belirlenen tahminî fiyatın, olması gerekenden
yaklaşık 9-10 kat daha yüksek ve fahiş olarak saptanmış olduğunda bir
kuşku bulunmamaktadır.
536
Tüm bu maddî bulgu ve olgular esas alınıp sanıklar B.Y.M., C.E.,
A.H.E. ve R.Ö.’nün tahminî fiyatı fahiş belirlemek şeklindeki
eylemlerinin mülga 765 sayılı TCK’nın 205’nci maddesinde yer alan
“ihaleye fesat karıştırmak” suçunu oluşturduğu kabul edilerek, bu adlî
suçun da diğer sivil sanıklarla müştereken işlenmesi dikkate alınarak
“görevsizlik kararı” verildiği görülmektedir.
İhaleye fesat karıştırmak suçu; mülga 765 sayılı TCK’nın 205’nci
maddesinde “bir kimse, Türkiye Devleti hesabına olarak almaya veya
satmaya yahut yapmaya memur olduğu her nevi eşyanın alım veya
satımında veya pahasında veya miktarında veya yapmasında fesat
karıştırarak her ne suretle olursa olsun irtikâp (menfaat) eylerse, on
seneden aşağı olmamak üzere (ağır) hapis cezasıyla cezalandırılır ve
zarar kendisine ödettirilir” şeklinde düzenlenmiştir.
1.6.2005 tarihinde yürürlüğe girmiş olan 5237 sayılı TCK’nın
235’nci maddesinde ise, ihaleye fesat karıştırmak suçunun unsurları ve
çerçevesi yeni baştan ele alınıp:
“(1) (Değişik: 31.3.2005-5328/9 mad.) Kamu kurum veya
kuruluşları adına yapılan mal veya hizmet alım veya satımlarına ya da
kiralamalara ilişkin ihaleler ile yapım ihalelerine fesat karıştıran kişi, beş
yıldan oniki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
(2) Aşağıdaki hâllerde ihaleye fesat karıştırılmış sayılır:
a) Hileli davranışlarla;
1. İhaleye katılma yeterliğine veya koşullarına sahip olan kişilerin
ihaleye veya ihale sürecindeki işlemlere katılmalarını engellemek,
2. İhaleye katılma yeterliğine veya koşullarına sahip olmayan
kişilerin ihaleye katılmasını sağlamak,
3. Teklif edilen malları, şartnamesinde belirtilen niteliklere sahip
olduğu hâlde, sahip olmadığından bahisle değerlendirme dışı bırakmak,
4. Teklif edilen malları, şartnamesinde belirtilen niteliklere sahip
olmadığı hâlde, sahip olduğundan bahisle değerlendirmeye almak.
b) Tekliflerle ilgili olup da ihale mevzuatına veya şartnamelere
göre gizli tutulması gereken bilgilere başkalarının ulaşmasını sağlamak.
c) Cebir veya tehdit kullanmak suretiyle ya da hukuka aykırı diğer
davranışlarla, ihaleye katılma yeterliğine veya koşullarına sahip olan
kişilerin ihaleye, ihale sürecindeki işlemlere katılmalarını engellemek.
537
d) İhaleye katılmak isteyen veya katılan kişilerin ihale şartlarını
ve özellikle fiyatı etkilemek için aralarında açık veya gizli anlaşma
yapmaları.
3) İhaleye fesat karıştırma sonucunda ilgili kamu kurumu veya
kuruluşu açısından bir zarar meydana gelmiş ise, ceza yarı oranında
artırılır. Zararın meydana gelmiş olduğu sabit olmakla birlikte miktarının
belirlenememiş olması, bu fıkra hükmünün uygulanmasını engellemez.
(4) İhaleye fesat karıştırma dolayısıyla menfaat temin eden
görevli kişiler, ayrıca bu nedenle ilgili suç hükmüne göre
cezalandırılırlar.
(5) Yukarıdaki fıkralar hükümleri, kamu kurum veya kuruluşları
aracılığı ile yapılan artırma veya eksiltmeler ile kamu kurumu
niteliğindeki meslek kuruluşları, kamu kurum veya kuruluşlarının ya da
kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının iştirakiyle kurulmuş
şirketler, bunların bünyesinde faaliyet icra eden vakıflar, kamu yararına
çalışan dernekler veya kooperatifler adına yapılan mal veya hizmet alım
veya satımlarına ya da kiralamalara fesat karıştırılması hâlinde de
uygulanır” şeklinde yeniden düzenlenmiştir.
TCK’nın 235’nci maddesinin gerekçesine bakıldığında; hangi
hareketlerin ihaleye fesat karıştırma niteliğinde olduğu ikinci fıkrada tek
tek sayıldığı, bu fiillerden herhangi birinin hileli davranışlarla
gerçekleşmesi hâlinde, ihaleye fesat (yolsuzluk) karıştırmaktan söz
edilebileceği ortaya konulmuştur. Görüldüğü gibi yeni düzenleme ile
ihaleye fesat karıştırmak suçu, unsur ve kapsam itibarıyle daha dar
tutulmuştur.
Bu çerçevede sanıkların “ihale hazırlığında ve öncesinde tahminî
fiyatı fahiş belirlemek veya saptanmasına yol açmak” şeklindeki
eylemleri ele alındığında;
Sanıkların anılan eylemleri ihale süreci başlamadan önce ihale
hazırlığı aşamasında vuku bulmuştur. Devlet adına mal satınalma yetkisi
fiyat tespit heyetine değil, ihale komisyonuna ait bulunmaktadır. İhale
komisyonu, bildirilen tahminî fiyat ile de bağlı olmayıp, gerektiğinde
araştırma yapmak yetkisine de haizdir. Tüm bu nedenlerle ihale
öncesinde tahminî fiyatın fahiş olarak belirlenmesi şeklindeki eylemin,
mülga 765 sayılı TCK’nın 205’nci maddesinde düzenlenmiş olan
“ihaleye fesat karıştırmak” suçuna tipiklik açısından uymamaktadır. Yine
bu eylemler 5237 sayılı TCK’nın 235’nci maddesinin 2’nci fıkrasının (a)
538
bendinde sayılan hiçbir hâl ve duruma girmediği gibi, diğer fıkra ve
bentlerde sayılan hâl ve şartlarla da bağdaşmadığı açıkça görülmektedir.
Şu hâlde sanıkların bu eylemlerinin “memuriyet görevinin gerekleri” ile
ilgili ele alınıp değerlendirilmesinde zorunluluk bulunmaktadır. Bunun
sonucu olarak, ASCK’nın 144’ncü maddesinde düzenlenmiş olan
“memuriyet görevini kötüye kullanmak ya da memuriyet görevini ihmal
etmek” suçu olarak vasıflandırılması, bu askerî suç/askerî suçlardan
dolayı da askerî yargı yerinde yargılamaya devam edilmesi gerekirken,
“ihaleye fesat karıştırmak” suçu olarak kabul edilip görevsizlik kararı
verilmesi yasaya aykırı bulunmaktadır.
Sanıklar ve müdafiilerince ortaya konulan usul ve sübuta yönelik
temyiz sebepleri yerinde olmamakla beraber, sanık B.Y.M., C.E., A.H.E.
ve R.Ö. hakkındaki görevsizlik kararlarının suç vasfındaki hataya dayalı
olarak görev noktasından bozulmasına karar verilmiştir.
Öte yandan gerekçeli kararda sanık Dz.Ütğm. U.E. ile ilgili
yapılan değerlendirmeye bakıldığında “.... fiyat tespit tutanağında sanığın
imzasının olmadığının anlaşılması, sadece fazla alıma ilişkin hazırlanan
yazıda imzasının bulunduğunun anlaşılması karşısında, sanığın
savunmasının doğrulandığı görülmüştür” denildikten sonra sanık U.E.
hakkında da ihaleye fesat karıştırma suçundan dolayı görevsizlik kararı
verilmiş ise de, gerekçeli kararın az önce belirtilen ilgili bölümünde
sanığın hangi eyleminin hangi nedenle ihaleye fesat karıştırmak suçuna
vücut verdiğinin hiçbir şekilde açıklanmaması, kararın gerekçesizlik
yönünden 353 sayılı Yasanın 207/G maddesi uyarınca bozulmasını
gerektirdiği gibi, esasen bu sanık hakkında da tahminî fiyat belirlenmesi
aşamasında “yeterli fiyat araştırması yapmamak” iddiası ile memuriyet
görevini ihmal suçundan dolayı dava açılmıştır. Mahkeme, fiyat tespit
tutanağında bu sanığın imzası olmadığını tespit etmiş, ancak ihaleden
sonra fazla alıma ilişkin yazıdaki imzası olduğunu kabul etmiştir. Açıkça
anlaşılamamakla beraber, bu sanığın “ihaleye fesat karıştırmak” suçunu
işlediği kabul edilerek, görevsizlik kararı verilirken sanığın “fazla alıma
ilişkin yazıdaki imzası” şeklindeki eylemine zımnen dayanıldığı
sonucuna varılmıştır. Bu takdirde, iddia konusu eylem ile karara esas
alınan eylemin farklı olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu husus da, 353 sayılı
Yasanın 165 ve CMK’nın 225’nci maddelerine aykırılık teşkil etmekte
olduğundan, sanık U.E. hakkındaki görevsizlik kararının usul yönünden
bozulmasına karar verilmiş; bozma nedenleri karşısında bu sanığın diğer
temyiz sebepleri ile hazine zararının tespitine yönelik diğer sanıkların
temyiz nedenleri bu aşamada incelenmemiştir.
539
Sanıklar hakkındaki görevsizlik kararlarının bozulması üzerine,
bütün sanıklar arasındaki eylemsel bağlılık yanında deliller yönünden
olan hukukî bağlılık nedeniyle, bu bozmanın temyize gelmemiş olan sivil
kişi diğer iki sanık S.Ö.Ç. ve F.T.’ye sirayetinin mümkün olup olmadığı
hususuna gelince, bu durum 353 sayılı Yasanın 226’ncı maddesinde
“hüküm, cezanın uygulanmasında kanuna aykırılıktan dolayı sanık lehine
bozulmuş ise, bozulan kısımların temyiz isteminde bulunmamış olan...
öteki sanıklara da uygulanması mümkün olursa, bu sanıklar da temyiz
isteminde bulunmuşcasına hükmün bozulmasından yararlanırlar”
şeklinde düzenlenmiştir. Temyize konu bu davada, bozma nedeni “ceza
uygulamasında kanuna aykırılıktan” olmadığı, kararların görev
noktasından bozulduğu, görev konusunun kamu düzenine ilişkin olması
nedeniyle, yargılamanın her aşamasında irdelenmesinin mümkün olması
karşısında, bozmanın temyize gelmemiş olan diğer iki sanığa sirayetinin
mümkün olmadığı sonucuna ulaşılmıştır. Benzer olayla ilgili As.Yrg.
1’inci Dairesinin 15.3.2006 gün ve 2006/243-416 sayılı kararı da bu
yöndedir.
540
TÜRK CEZA KANUNU
Mad. 245
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E. No. : 2006/1752
K. No. : 2006/1749
T.
: 12.12.2006
ÖZET
Sanığın, mağdur Er O.E.’nin elbisesinin cebinde
bulunan Akbank ATM kartını ve bir kâğıt üzerinde yazılı
kartın şifresini sahibinin rızası olmadan aldığı, aynı gün bu
kart ile kantinden aldığı yiyeceklerin parasını ödeyip,
ardından karta ait banka hesabından, ATM makinesini
kullanarak 120 YTL para çektiği, bu suretle sanığın iki ayrı
eylem gerçekleştirdiği anlaşıldığından, sanığın eylemlerinin;
ASCK’nın 132’nci maddesinde düzenlenen “Arkadaşının bir
şeyini çalmak” ve 5237 sayılı TCK’nın 245/1’inci maddesinde
düzenlenen “Banka kartının kötüye kullanılması” suçlarını
oluşturduğunu kabul ve buna göre uygulama yapılması
gerekirken, eylemlerinin tümünün “Arkadaşının bir şeyini
çalmak” suçu olarak vasıflandırılması suretiyle ASCK’nın
132’nci maddesinden mahkûmiyet hükmü kurulmuş olması
hukuka aykırılık teşkil etmektedir.
Askerî mahkemece; sanığın, 23.9.2005 tarihinde arkadaşının bir
şeyini çalmak suçunu işlediği kabul edilerek, ASCK’nın 132 ve TCK’nın
62’nci maddeleri gereğince, sonuç olarak beş ay hapis cezası ile
cezalandırılmasına karar verilmiştir.
Hüküm, sanık tarafından, suçu işlemediği, mahkemenin takdire
dayalı olarak karar verdiği ileri sürülerek, süresinde temyiz edilmiştir.
Tebliğnamede, hükmün suç vasfı ve görev yönlerinden
bozulmasına karar verilmesi istenilmiştir.
541
2’nci Ulş.Er.Eğt.Tb. K.lığı emrinde hamam sorumlusu olarak
askerlik hizmetini yapmakta olan sanığın, 23.9.2005 tarihinde saat
06.30’da hamama gelen erlerden, Ulş.Er O.E.’in elbisesinin cebinde
bulunan Akbank ATM kartını ve bir kâğıt üzerinde yazılı kartın şifresini,
sahibinin rızası olmaksızın aldığı, aynı gün kantine giderek, almış olduğu
tost ve hamburgerin 4 YTL tutarındaki ücretini, söz konusu ATM kartı ile
ödediği, karta ait banka hesabında para olduğunu da bu şekilde öğrenmiş
olduğu, bankaya parasının geldiğini söyleyerek izin alıp çarşıya çıktığı,
Akbank Alaşehir şubesine ait ATM makinesini kullanarak, mağdura ait
ATM kartı ile 0703-0053067 numaralı hesaptan 120 YTL para çektiği, bu
paranın 60 YTL’sini harcadıktan sonra birliğine döndüğü, kantindeki POS
cihazından çıkan slip üzerinde mağdurun ismini gören kantin görevlisi
Ulş.Er E.A.Z.’nin, 25.9.2005 tarihinde durumu mağdura bildirmesi
üzerine, 26.9.2005 tarihinde yapılan aramada, mağdura ait bankamatik
kartı, üzerinde şifre yazılı kâğıt, hesap ekstresi ve 60 YTL paranın sanığın
dolabında bulunduğu, suçunu itiraf eden sanığın, henüz harcamadığı 60
YTL tutarındaki parayı mağdura iade ettiği maddî olay olarak sübut
bulmaktadır.
Görüldüğü gibi, sanığın eylemi; başkasına/arkadaşına ait bir
banka kartının sahibinin rızası olmaksızın alınması, bu kart ile alışveriş
yapılması ve banka ATM makinesinden para çekilmesi suretiyle haksız
menfaat sağlanmasıdır.
Bu ve benzeri eylemlerle ilgili kanunî düzenlemelerin, ASCK’nın
132 ve TCK’nın 245/1’inci maddelerinde yer aldığı görülmektedir.
ASCK’nın “Üstünün, astının veya arkadaşının bir şeyini çalanlar”
başlığını taşıyan 132’nci maddesi; “Bir üstünün, arkadaşının veya astının
bir şeyini çalan asker kişiler, altı aydan beş seneye kadar hapis cezası ile
cezalandırılırlar.” hükmünü içermektedir.
1.6.2005 tarihinden itibaren yürürlükte bulunan 5237 sayılı
TCK’nın, “Bilişim Alanında Suçlar” bölümünde düzenlenmiş olan
“Banka veya kredi kartlarının kötüye kullanılması” başlıklı ve 5377 sayılı
Kanun ile değişik 245’inci maddesinin birinci fıkrası; “Başkasına ait bir
banka veya kredi kartını, her ne suretle olursa olsun ele geçiren veya
elinde bulunduran kimse, kart sahibinin veya kartın kendisine verilmesi
gereken kişinin rızası olmaksızın bunu kullanarak veya kullandırtarak
kendisine veya başkasına yarar sağlarsa, üç yıldan altı yıla kadar hapis
ve beş bin güne kadar adîi para cezası ile cezalandırılır.” hükmünü amir
bulunmaktadır.
542
5237 sayılı TCK'nın 245’inci maddesi ile yeni bir suç tipinin
düzenlendiği, mülga 765 sayılı TCK’da bu suç tipinin tam karşılığı olan
bağımsız bir düzenlemenin yer almadığı, ancak, banka veya kredi
kartlarının yetkisiz kullanılması ile ilgili eylemlerin, 765 sayılı TCK’nın
525/b-2’nci maddesi kapsamında değerlendirildiği görülmektedir. 765
sayılı TCK’nın 525/b-2’nci maddesi; “Bilgileri otomatik işleme tâbi
tutmuş bir sistemi kullanarak kendisi veya başkası lehine hukuka aykırı
yarar sağlayan kimseye bir yıldan beş yıla kadar hapis ve iki milyon
liradan yirmi milyon liraya kadar ağır para cezası verilir.” hükmünü
içermektedir.
Haksız olarak ele geçirilen kredi kartlarıyla ATM’lerden para
çekilmesi veya bu kartların alışverişte kullanılması suretiyle işlenen
suçlar bakımından, Yargıtay içtihatlarında tam bir istikrar yoktur.
Nitekim, Yargıtay 6’ncı Ceza Dairesi, başkasına ait banka veya kredi
kartının ele geçirilerek, mağdurun bankadaki hesabından bu kartla para
çekilmesi veya kartın alışverişte kullanılması suretiyle menfaat
sağlanması durumunda, yerine göre TCK’nın 492/2’nci maddesi veya
503/1 yahut 504/3’üncü maddesinin uygulanması gerektiğine, buna
karşılık 11’inci Ceza Dairesi, benzer fiiller nedeniyle TCK’nın 525/b2’nci maddesindeki suçun oluştuğuna karar vermiştir. Bu çelişkili
uygulamalar karşısında Yargıtay Ceza Genel Kurulu, 10.4.2001 tarihli bir
kararı ile (E. 2001/6-30, K. 2001/57, YKD., Cilt;17, Haziran 2001, S. 6,
s. 913-915), benzer olaylar dolayısıyla TCK’nın 525/b-2 maddesinin
(bilgileri otomatik işleme tâbi tutmuş sistemlerin kötüye kullanılması
suretiyle işlenen suçlar) uygulanması gerektiğine karar vermiştir (Sulhi
DÖNMEZER; Kişilere ve Mala Karşı Cürümler, 17. Bası, Beta
Yayınları, İstanbul, Ekim 2004, s. 624-625).
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun da, üstünün/arkadaşının
banka veya kredi kartının çalınması ve daha sonra bu kart ile alışveriş
yapılması, yahut ATM makinelerinden para çekilmesi suretiyle
gerçekleştirilen eylemlerin, tek bir suçu (Üstünün/arkadaşının bir şeyini
çalmak suçunu) mu yoksa iki ayrı suçu (Üstünün/arkadaşının bir şeyini
çalmak ve dolandırıcılık suçunu) mu oluşturduğuna ilişkin farklı kararları
bulunmaktadır. Genel olarak, benzer eylemlerde iki ayrı suçun oluştuğu
kabul edilmektedir (Tek suç-üstünün/arkadaşının bir şeyini çalmak suçu-
543
oluştuğuna ilişkin kararlar: T. 30.3.2000, E. 2000/55, K. 2000/71; T.
3.5.2001, E. 2001/50, K. 2001/50; T. 24.10.2002, E. 2002/76, K.
2002/79; T. 10.3.2005, E. 2005/24, K. 2005/24; iki ayrı suç oluştuğuna
ilişkin kararlar: T. 13.10.1994, E. 1994/97, K. 1994/106; T. 20.5.1999, E.
1999/83, K. 1999/107; T. 23.9.1999, E. 1999/200, K. 1999/163; T.
3.5.2001, E. 2001/49, K. 2001/49; T. 28.3.2002, E. 2002/22, K. 2002/26;
T. 27.1.2005, E. 2005/12, K. 2005/12). Bu farklı kararlar ve tartışmalar
sonunda Yargıtay ve Askerî Yargıtay, banka kartı veya kredi kartının
çalınması hâlinde hırsızlık suçunun, çalınan kart ile başka bir suçun
işlenmesi hâlinde ise, iki ayrı suçun işlenmiş olacağını ve iki ayrı hüküm
kurulması gerektiğini kabul etmektedir.
5237 sayılı TCK’nın 245/1’inci maddesinde banka veya kredi
kartlarının yetkisiz kullanılmasına açık bir tanımlama getirilmesiyle,
uygulamadaki farklı yorumların bertaraf edilmesi amaçlanmıştır. Bu
maddedeki düzenleme ile, hırsızlık, dolandırıcılık, güveni kötüye
kullanmak suçlarının koruduğu hukukî menfaatlerin ihlâlini önlemek
yanında, söz konusu banka veya kredi kartlarının kullanılabildiği
bilgisayarlar, ATM makineleri, pos cihazları gibi, bilgileri otomatik
işleme tâbi tutmuş sistemlerin güvenilirliğini, yani bu sitemlerin
sahiplerinin ve bu sitemleri kullananların hukukî yararlarını korumak da
amaçlanmıştır. Nitekim madde gerekçesinde, “Madde, banka veya kredi
kartlarının hukuka aykırı olarak kullanılması suretiyle bankaların veya
kredi sahiplerinin zarara sokulmasını, bu yolla çıkar sağlanmasını
önlemek ve failleri cezalandırmak amacıyla kaleme alınmıştır. Aslında
hırsızlık, dolandırıcılık, güveni kötüye kullanma ve sahtecilik suçlarının
ratio legis’lerinin tümünü de içeren bu fiillerin, duraksamaları ve içtihat
farklılıklarını önlemek amacıyla, bağımsız suç hâline getirilmeleri uygun
görülmüştür.” denilerek, bu tür eylemlerin ayrı bir suç, yani “Banka veya
kredi kartlarının kötüye kullanılması” suçunu oluşturacağı belirtilmiştir.
5237 sayılı TCK’nın 245’inci maddesinin birinci fıkrasında,
başkasına ait bir banka veya kredi kartının, her ne suretle olursa olsun ele
geçirilmesinden sonra, sahibinin rızası olmaksızın kullanılması veya
kullandırttırılması suretiyle failin kendisine veya başkasına haksız yarar
sağlaması eylemi suç olarak tanımlanmıştır. Bu eylem tanımlanırken,
madde metninde “Her ne suretle olursa olsun ele geçiren veya elinde
bulunduran kimse” ifadesi ile, failin kartı nasıl ele geçirdiğinin bir önemi
544
olmadığı vurgulanmıştır. Dolayısıyla, söz konusu kartların; çalıntı,
buluntu, hile veya desiseyle, yahut sahibine teslim edilmek veya
kullandıktan sonra iade edilmek üzere, ya da mağdurun rızasıyla ele
geçirilmiş bir kart olması arasında bir fark bulunmamaktadır. Önemli
olan, failin her hangi bir şekilde elinde bulundurduğu kartı yetkisiz
kullanmak suretiyle haksız bir yarar sağlamasıdır.
Başkasına ait banka veya kredi kartıyla hukuka aykırı yarar
sağlama eylemi çeşitli şekillerde meydana gelebilmektedir. Kanunda
“kullanarak veya kullandırtarak” şeklinde genel bir ibare kullanılmış ve
bu açıdan bir kısıtlama getirilmemiştir. Önemli olan bu tür eylemlerin
sonucunda hukuka aykırı bir yararın elde edilmesidir. Başkasına ait
banka veya kredi kartından yarar sağlanması, kartların otomatik para
çekme makinelerinde kullanılması, alışveriş amacıyla ticarî işletmelerde
kullanılması veya veri iletim ağlarında kullanılması (Kendi hesabına
havale yapılması, hisse senedi alınması, fatura ödemeleri yapılması,
internet bankacılığı hizmetleri ve diğer bankacılık işlemleri) yoluyla
mümkün olabilmektedir. Böyle durumlarda, TCK’nın 245/1’inci
maddesindeki “Banka veya kredi kartlarının kötüye kullanılması”
suçunun oluştuğunu kabul etmek gerekecektir.
Bu açıklamalar ışığında, somut olaya döndüğümüzde, sanığın
mağdur Ulş.Er O.E.’nin elbisesinin cebinde bulunan Akbank ATM kartını
ve bir kâğıt üzerinde yazılı kartın şifresini sahibinin rızası olmadan aldığı,
aynı gün bu kart ile kantinden aldığı yiyeceklerin parasını ödeyip, ardından
karta ait banka hesabından, ATM makinesini kullanarak 120 YTL para
çektiği, bu suretle sanığın iki ayrı eylem gerçekleştirdiği anlaşılmaktadır.
Sanık sadece banka kartını çalmakla kalmamış, bu kart ile alışveriş
yapmak ve ATM’den para çekmek suretiyle kendisine haksız yarar
sağlamıştır.
Olay iddianamede doğru olarak anlatılmış olmasına rağmen, sevk
maddesi olarak sadece ASCK’nın 132’nci maddesi yazılmış; askerî
mahkeme de mahkûmiyet hükmünü bu maddeye göre kurmuştur. Askerî
Yargıtay Daireler Kurulunun 20.5.1999 tarihli, 1999/83-107 Esas ve
Karar sayılı ilâmında da belirtildiği gibi, sevk maddeleri dava açılıp
açılmadığının temel göstergesi değildir. Sevk maddeleri içinde yer
almayan, fakat iddianame okunduğunda açıkça anlaşılan bir eylem
hakkında da dava açılmış olduğunu kabul etmek gerekmektedir.
İddi