dosyayı indir - ŞiirVakti Dergisi
Transkript
dosyayı indir - ŞiirVakti Dergisi
SAYI İKİ SONBAHAR 2012 Yıl:1 Fiyatı 7 TL DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... MEVSİMLİK ŞİİR VE EDEBİYAT DERGİSİ BİR ÇAY DAHA LÜTFEN Katharine Branning Söyleşi Yaşar Bedri Bilinen Tarihte Sanatın Başlangıcı Metehan Dayı Bir Yazarın Güncesi Senem Gezeroğlu Onüçüncü Gün Üzerine Betül Alpaslan Sömürü ve Evrensellik Alper Yüce Türkçe’nin Gökkuşağından İmdat Avşar ISSN 2147-2203 9 772147 220009 Şiirin en güzel vakti... ŞiirVakti Yayınları Adına Sahibi: Sevilay TUNÇBİLEK Genel Yayın Yönetmeni Selim TUNÇBİLEK Görsel Yönetmen Muhammet Ali ECEVİT Abone ve Ödeme www.kitap-evi.com Posta Çeki Hesap No: Sevilay Tunçbilek 09665807 Abone Şartları Yıllık: 25 TL. Kurumsal Abone: 35 TL. Yönetim Yeri İldem Cumhuriyet Mah. Çarşı Sok. Tunçbilek İş Merkezi No: 4/A Melikgazi/Kayseri İrtibat Tel: 0352. 222 9608 Yazı ve İletişim e-Site: www.siirvaktidergisi.com e-posta: bilgi@siirvaktidergisi.com Baskı Şiiri, saf şiiri kendine merkez alan ideolojik hiç bir söylem ve kaygısı olmayan şiir, ŞiirVakti’dir. Şiirin güzelliklerine kapı aralamaktan başka yaşanabilir ciddi bir olgunun olmadığı gerçeğine saf Orta San. Böl. Gazibey Cad. No: 15 Kat:1 Tel: (0352) 320 48 61 Fax: (0352) 320 48 54 Melikgazi - KAYSERİ www.gecityayinevi.com Telif Hakları: Dergimize ürün gönderen yazarlarımızın hiçbir yerde yayımlanmamış eserlerine tarifemize uygun telif ücreti ödenir. Başka yerde yayınlanmış eserlerin gönderilmesi halinde telif ödenmez. Telif ücretleri yılda bir kez olmak üzere, yazarlarımızın tarafımıza belirttikleri hesaplarına yatırılır. ISSN: 2147-2203 bir içtenlikle inananların insanlığa yazdıkları mesaj panosudur ŞiirVakti. İÇİNDEKİLER İÇİNDEKİLER DERGİSİ DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... YUSUF BAL 6 SUAVİ KEMAL YAZGIÇ Türk Dostu İLKAY COŞKUN 10 13 İSA TUNÇBİLEK 19 VEDAT ALİ TOK SELİM TUNÇBİLEK Katharine Branning’le Sohbet: 20 MUHSİN İLYAS SUBAŞI 89 93 YAŞAR BEDRİ ile söyleşi 20 38 39 •İkinci Sayının Önsözü.............................4 •Yusuf Bal Şiirleri ....................................6 •Suavi Kemal Yazgıç Şiirleri....................10 •İlkay Coşkun Şiirleri..............................13 •Ayna Eyyüp Akyüz.........................................18 •Aralık 7 İsa Tunçbilek........................................19 •Bir Çay Daha Lütfen..............................20 •Bir Çay İçimi Kitap Ve Portre Selim Tunçbilek....................................27 •M. Kadir Atasoy Şiirleri.........................32 •Rasim Demirtaş Şiirleri.........................35 •Yâre Gazel Vedat Ali Tok........................................38 •Ne Çok Yoksulluktu Bölüşemediğimiz Selim Tunçbilek....................................39 •Yaşar Bedri ile Söyleşi Eyyüp Akyüz.........................................40 •On Üçüncü Gün Üzerine Betül Alpaslan......................................46 •On Üçüncü Gün’e Dair Çok Boyutlu Okuma Kürşat Akkaş........................................53 •Sömürü Ve Evrensellik Alper Yüce............................................59 •Devlet, Söz Ve Sömürü Hasbi Metin..........................................62 •Sevgilim Gece, Kocam Sabah Özge Sönmez.......................................65 •Ellerini Ver Gülüm Bana! Özge Sönmez.......................................66 •Kar Hira Özsoy............................................67 •Sallantı Hira Özsoy............................................68 •Bir Yazarın Güncesi: Vırgınıa Woolf’a Dair Senem Gezeroğlu.................................69 •“Bir Gül Düştü” Elif Beyza Şahin....................................75 •Vildan Poyraz Coşgun Şiirleri ...............78 •Her Dem Taze Şiir Rindlerin Ölümü / Geçmiş Yaz..............83 •Tükçe’nin Gök Kuşağından (Türkiye Türkçesi: İmdat Avşar).............84 Unutulmak Nöbeti Memmed İsmayıl Kalbimin Sesini Dinliyorum Ben... Afak Şıhlı Derdini Afak Şıhlı Güneş Afak Şıhlı •Bilinen Tarihte Sanatın Başlangıcı Metehan Dayı.......................................89 •Bağlamayla İlkokulda Tanıştı................93 •Şiir Vakti Ve Edebiyat Ortamı................95 ŞİİRVAKTİDERGİSİ 3 DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... İkinci sayının önsözü Birinci sayımız beklentimizin üzerinde ilgi ve alaka ile karşılandı. Takdirler tenkitlerden daha çoktu. Daha da sevindirici olanı doğru anlaşılma yönünde ciddi ipuçları vardı. Hacmi, muhtevası, tasarımı bir bütün olarak beğenildi. Sonsuz teşekkürlerimizi sunuyoruz. Şiir Vaktine destek olacaklarını söyleyen samimi dostların sıcak seslerinin her sayımızda ihtiyaç hissedeceğimizi belirtmek istiyoruz. Bilindiği üzere şiire telif ödemeyi ilke olarak benimsemiş bir yayınevi ve dergiyiz. “Şiire telif mi olur” diyen şair dostların bile hayret dolu ifadeleri bizi daha gayretli olmaya zorluyor. Geçen sayımızdaki hacim ve muhteva takdir gördü, görmeye de devam ediyor. Dergimize birinci sayısında gösterilen teveccüh bunu açık emaresi olsa gerek. Çocuk ve edebiyat konusunun birinci sayıda harmanlanmasının oluşturduğu olumlu düşünceler derginin kendi rotası açısından da yerinde bulunmuştur. “Evrensellik Çocuklar ve Edebiyat” başlıklı yazı yeterli biçimde konun sahiplenilmesine öncülük etmiştir denilebilir. Konuların işlenişinde daha önce başka yerlerde yayınlandı yayınlanmadı kaygısı taşımadığımızı olumlu bulanlar olduğu gibi olumsuz bulanlarda oldu. Unutulmaması gerekir ki bizim için konuya duyarlılık ön plandadır. Yelda Karataş’ın oğullarına seslendiği gibi bizimde edebiyat dünyamıza “Ama anneler ölünce çok hafifliyor/ Ben ölmeden yüreğinizde beni hafifletin” dememiz hiç te gerekli olmamalı diye düşünüyoruz. Şairlerin çocuklarına seslenişleriyle oluşan dünyamızın ne denli farklı ve çeşitli olduğunu geçen sayımızdaki örneklerden gördük. Ayşe Sevim’in “salyalarıyla ruhlarını yıkayan kalabalığa/ ihbar etme kendini/ dizelerinin anlamını şimdi hatırda tutma vakti. Ya da Tozan Alkan’ın karacaya Masallar’ındaki gibi: /Her dokunuş bir iz bırakır;/… Kalem kağıda değdiği anda/ bir çift söze büyüyeceksin/ rüzgar kardeşin olacak / mısralarını mı hatırlamak daha iyi şiir vakti için. Eyyüp Akyüz’ün dediği gibi kimi zaman doğru ne kadar da farklıdır. /Anneler doğurmaz çocuklarını/ Çocuklar yoğurur annelerini / büyütür ve bağlar hayata / bizim de ellerinden tutup büyütülecek anne olarak görülmemiz dergi olarak temennimiz. Bu temenniye sıcak temenniler ekleyenler de olmadı değil. Muhsin İlyas Subaşı Hocamızın dediği gibi “Nedense hep anne için şiirler yazdık.” Babalarımızı unuttuk şikâyetinde haklılık yok değil. Selim Tunçbilek’in dizelerindeki bir çocuk dediği Şiir Vakti 4 ŞİİRVAKTİDERGİSİ DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... olmasın: /bir çocuk diziyor/ zamanın ipliğine/inciler dizer gibi/ yüreğimi/ alıp asıyor anlına/ yıldızlar parlıyor/ uzak zamanlarda/ üzerimize alınsak bu dizeleri çok mu yersiz olur ki? Sanmam. Yersizlik bizce bir derginin yayın politikasına yönelik eleştiri geliştirmektir. Yayın politikasında tutarsızlık varsa onu kamuoyu ile paylaşmak eleştiri ahlakının gereğidir. Lakin yayın politikanız niçin böyle demek eleştiri sayılabilir mi? Mehmet Aycı ülkemizde eserleri ile ve de şiirleri ile en dikkat çeken kalemlerden biridir. İlk sayımıza dört şiir göndererek bizi sayfalarımızda onurlandırmış bir şairimizdir. Bundan sonrada kendisini bütün düşünce zenginlikleri ile sayfalarımızda ağırlamakta mutlu olacağımız belirtmek isteriz. Eda Karacaaslan genç bir şair. Geçen sayımızda iki şiirle yer almıştı. Beğeni topladı. İsa Tunçbilek öğretmen şairlerimizden /güzelliğin yanaklarında/ kaybolmuşum dese de kaybolacağını sanmayız. Meral Demir /ancak kendi gönlüne laf açabilmiş/ hınzır şairemiz. Filiz Yılmaz ise edebiyat öğrencisi ama “Saklı kalem”. Birinci sayımızın baskısına vira bismillah derken acı haber geldi. Geleneksel şiirimizin modern ustası Abdurrahim Karakoç Hakkın nuruna kavuşmuş. Baskıya girmedik ve onun “İsyanlı Süküt”una yer açtık. Aslında “isyanlı Sukut” bir şiir sayılmamalı. Bu toplumun ciddi bir romanıdır. Bu güçlü şairimiz için gelecek yıl şimdiden bir özel sayı düşündüğümüzü belirtmek isteriz. Bu duraklama ilk değildi. Önce dergimiz ve yayınevimiz sahibesi Sevilay Tunçbilek’in yeğeninin ölümü ardından Genel yayın Yönetmenimiz Selim Tunçbilek’in ağabeyinin tedavi gördüğü Ankara’da ölümleri dergimizin ilk sayısının gecikmesine yol açtı. Okurlarımızdan ve önce yazarlarımızdan bu gecikme için özür diliyoruz. Mehmet Can Doğan geçen sayımızın önemli iki konuğundan biriydi. Popüler Kültür Üzerine dergimizde yer alan söyleşi zamana yaygın olarak hocamızın eserlerinden de etkisini göstermeye devam edecek söyleşilerden. Mehmet Can Doğan Beye bu söyleşi için şükranlarımız sunmak bizim için görev olsa gerek. Yine Mehmet Can Doğan Hocamızın “Türkiye’de Şiir Dergileri Şair Mezarlığı” isimli çalışmasıyla ilgili Çiğdem Oflu’nun yazmış olduğu kritik yapılan çalışmanın önemine dikkat çekiciydi. Beğendiniz teşekkürler. Yayınevimizden kitapları çıkan “Hüzün ve Sağanak” şairi İsa Yar’ın mülakatı ciddi bir alaka uyandırdı. Sitemize konu ile ilgili posta gönderileri bu ilginin ülke geneline yansıdığının işaretleri olsa gerek. Selim Tunçbilek’in “Yalnızlık hüznü” başlıklı şair İsa Yar’ın ilk kitabını ele aldığı yazı ise bir şairin ruhsal anlaşılırlığına katkı sunduğunu sanıyoruz. Şairin hatırasına bölümünde geçen yılın yazında ebediyete intikal eden şair Didem Madak yer aldı. Şiir Vaktinin dışında şairi hatırlayanın olmaması ise gerçekten üzücüydü. Ressam yazar Osman Aytekin Bedri Rahmi Eyüpoğlunun şirinden yola çıkarak Sevgi Üzerine kıyametler kopardı haksız da sayılmazdı. Osman Aytekin’in başka haykırışlarını da dergimiz vasıtasıyla işitmek istiyor okurlar. Farkındayız. Şiir Kitapları tanıtımıyla ilgili Sergül Vural Hanımefendinin kaleme aldığı şair Cevat Akkant’ın “Korku Islığı” kitabı umarız okurun kitapçı raflarında aradığı eserlerden olmuştur. Cevat Akkanat’ı sayfalarımızda misafir etmekte isteriz. Şiirimizin şiir Vakti ile zamana yenik düşmemesi yolunda çabalarımıza güç katan yeni sayımızla sizleri baş başa bırakmakta mutlulukların başka bir güzelliği. Gönülden muhabbetle… ŞİİRVAKTİDERGİSİ 5 DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... Seni Tanırım Seni Tanırım seni tanırım dalarım gözlerine, uçsuz bucaksız denizdir ela bana gelişinden sonsuzluğu tanırım, içimde büyürken sevgin ılık rüzgarlar çıkar ay parçası yüzünde aydınlanır ansızın gecem karanfil kokar saçın bin bir gece masallarından hatırlarım seni ellerinin kınasında bahar bilmediğim dünyalara açılır ruhum müjdeler seni bana kuşlar gün doğar kirpiklerinin arasından gönlümde kuruludur tahtın kamaşır gözlerim sen bakarken gün doğar kirpiklerinin arasından müjdeler seni bana kuşlar bilmediğim dünyalara açılır ruhum ellerinin kınasında bahar bin bir gece masallarından hatırlarım seni karanfil kokar saçın ay parçası yüzünde aydınlanır ansızın gecem ılık rüzgarlar çıkar sonsuzluğu tanırım, içimde büyürken sevgin bana gelişinden dalarım gözlerine, uçsuz bucaksız denizdir ela seni tanırım Yusuf Bal 6 ŞİİRVAKTİDERGİSİ DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... Mutlak Değer ılık bir yağmurun adıydı eylüle düşen unutulmuş bir çocuğun çığlığıydı, benimdi. denizin ortasında bana uzanan kalbim; senin dedim, tut ellerimi ve bir daha bırakma çözümsüz vakanın sonundaki kahırla tek başına defalarca içimden geçen, unutamadığım her fotoğrafta hüzne adanmış su yolu içim gözlerimin önünde saçına düşen kederli elim yaşamak nedir ki suyu çekilen kuyularda yeniden doğmak sensizliğin tam ortasına sil beni rüyalardan hep sil, sünger yastığa sarılıp öyle tek başına denize uzat ayaklarını, dönme arkana hüzün hep negatif sayı benim için al götür umutlarımı tüm şehirlerden kovulan arzularımı; çınar, kar, bahar dönüşsün birbirine, acıtmadan beni daha yeni susmuşken yeni tanıyorken ağlatmadan mükemmel değil dünya yalancı; kalıcı olmayan her şey gibi gölge ve sabah muhtaç doğan güneşe git gidebilirsen bu vakitten sonra susturup sana olan çığlığımı, göç et yabancı bahara kahverengi gözlerde ağlamasın fakat melekler, kırılmış tüm yüreklerin yasına YUSUF BAL ŞİİRVAKTİDERGİSİ 7 DERGİSİ Siyah Cadılar Lunaparkı Şiirin en güzel vakti... Siyah Cadılar Lunaparkı yastığa koyup başını uyumadı cadılar bir dalın üzerinde varlığını sürdürüp boğulmadı hiç kimse mürekkep denizinde başıboş dolaşıp vadileri kağıt gemilerle geçerken ruhu tutamazdı beden vakitsiz uyumak aslında şiir yazmaktandı mum ışığında dünya başımda dönen cadılar lunaparkı YUSUF BAL 8 ŞİİRVAKTİDERGİSİ DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... Uyandır Baba uyandır baba beni, anlat her yolun bir sonu olduğunu uzun yakarışlarını anlat, cennetten ilk kovulduğunu dut yaprağına konan kelebeklerin en güzelinin bir kadın olduğunu uyandır beni ve anlat baba toprağın nasıl çıktığını mehtaba geceyi anlat sonra ne kadar yakın olduğunu sabaha anlat bana acının bir sonu olduğunu YUSUF BAL ŞİİRVAKTİDERGİSİ 9 DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... AĞIR BUSELİK bir perde daha indi yağdı ağır buselik yaralara kezzap o çok bilinmeyenli denklemin x’i yağmurla karıştı şehrin atık su şebekesine bir kale daha düştü eklendi yenilgiler takvimine bir sayfa daha yine yanlış bayraklar çekildi gönderlere devlet meteoroloji işleri yanıldı bir tahminde daha ve besmele çekildi usulca kapı açılırken sokak eve doluştu ve kapı önünde kaldı bir şemsiye bir çift bot bir çift çizme ve başladı ağır buselik bir gece çöktü şehre bütün ağırlığıyla SUAVİ KEMAL YAZGIÇ 10 ŞİİRVAKTİDERGİSİ DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... DERSİMİZ YALAN ve çocuk yalan söylemeyi öğrenince büyür göz açıp kapayana kadar söner gözünden bir kandil düşer anavarzada körün oğlu bir mavzerin ihanetiyle ve çocuk yalan söylemeyi öğrenince çocuk değildir artık yaşı kaç olursa olsun sol omuzdaki melek düşmüştür ilk notunu masumiyetin son aklığına SUAVİ KEMAL YAZGIÇ ve çocuk yalan söylemeyi öğrenince bizden farkı kalmaz o melun dersi verince bir kalbi daha kilitlemenin vebali takılır boynumuza ağır bukağılarla ve çocuk yalan söylemeyi öğrenince bir öğretmen olur daha küçük çocuklara ŞİİRVAKTİDERGİSİ 11 DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... İMDAT ÇAĞRISI Hakan Albayrak’a lafla paslanır insan gemisi desem ve sussam ve beklesem hiç gelmeyecek hiç gelemeyecek o gemiyi kentsel dönüşümle kongre ve turizm merkezi olacak o eski limanda yani hicaz demiryolunun ilk taşı toprağı altın şehrin son istasyonunda ne gelir elimden bir bardak çayın sıcaklığına kaçamam ki her telefonu mehdi diye açan şair ben değilim nihayette ne gelir elimden ot bitmeyecek mezarıma girmeden efendim söz sultanım kurtar beni SUAVİ KEMAL YAZGIÇ 12 ŞİİRVAKTİDERGİSİ DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... Bir Kova Uyku yüz yıl bile değil hayat bize, olmalı batık kadırgalardan kurtulduğumuza göre şükür elimizdeki yürek, kırık ve yara tuz içinde parça pincik ruhalimiz tarumarda olsa gün bu gün nasılsa geçiyor ömür dört mevsim güzünde horon düşlerimiz belli ki zaman çok kısa ahlayıp vahlamaya kalbimiz, yağmurdan ırmak gibi güçlü değil zamanın baş dönmelerinde uyandıralım şafağı güle özdeşleşipte tapındığımız kapılardan İLKAY COŞKUN meyhane meyhane dolaşıp önüne koyulalım sarhoşluğun davullu zurnalı gelecekse gece, olsun içelim toplayalım başımıza bütün zilli yosmaları döne döne sallasın rakkase, her bir yanı ayrı cümbüş aşka sarılıp bi güzel uyuyalım sonunda bağır bağır çağıralım, ayılalım ayrılıklarda eylülü, güzü, yaprak dökümünü, önümüze serip selamı siz verseniz keşke diyorum son günlerimizde nasıl olsa ölüm hepimizin sonsuzluğu, değil mi? sevdaları alıp ta başımıza, öyle gömülelim yanınıza … doğmaya çıkalım gelin yollara, dahi tarlalara ve çoğaladuralım geceleri tersyüz etmeye öpeyim abi, ben sarhoş değilim aslında.. ….. ŞİİRVAKTİDERGİSİ 13 DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... platonik sevişmeler gözönünde evin içinde iki yalnızlık dost bildiğini uyutup kayboldu çoktan yıldızları set kurdu gözlerine pervaz hücrelerinde hicran yaşları neler götürdü kendinden sessizce çarmıha gerilmiş hüznün elinde tastamam huzursuzlukta yüreği yanağında bıçak kesiği bir çizik ur gibi sarılı gövdesine koca bir virüs kaynağı ölümlerde ısmarlandı şimdiden acının mahpusluğunda hüzün yanığı bitimsiz çığlıklarıyla kapana geldi sızı teyellenen bedeni zikzaklarda artık her yanında ayrı bir dişağrısı çivi batığı, düşman başı yalnızlık gerisin geri hayat yeniği mayın tarlasının tam ortasında kaynağını bulamayan ırmak misali döne döne öptüğü ellerinde yarını zehirleyen bir adamın kadehiydi yalpalayarak akıttı ömrünü ölüm bu yüzden hep geceydi asılı kaldı baygın yalnızlık onca işçi onca çırak yok artık naçar döllerin avuntusunda kanattı suyunu bilinç altı bekaretiyle dudak büküğünde gülüşü çıplak rakıdan batıktı erkeği 14 ŞİİRVAKTİDERGİSİ DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... kırılgandı kadın bitmiş bir umudun haykırışı eşliğinde peşine düştü düş kurgusunun elinin hışmıyla kopardı mavisini kumların sıcaklığında sararan denizin oya yapıp ördü örümceğini küpe yırtığı kulağıyla üç vakitten fazla tuttu dilini soyunuk ne varsa çaresiz bağrı yanık üç kuşak içinde yakınıydı iç çekişlerinin sevgisizlikten arındıramadığı gerçeği koskocaman bir hikayenin doğurduğu ipini koparmış eşkıyanın kanunu yılan zehrinden almıştı nasibini töre kaçkını gelindi vazgeçilen bir asır kaybedişin bayrağı kör kuyularda yıkanan gömleğin ölmek güzel görünebilir gecelerde özgürlüklerin ateşe verilmesinin ardından nodül gibi oturur gözlerine yorgunluk dibe vuruşu, dipsiz duruşu suskunluğunda sen gel, kılıç çekip dur azraile bir daha giy gelinliğini yeniden.. 20.08.2012 İLKAY COŞKUN ŞİİRVAKTİDERGİSİ 15 DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... İki Bayram Arası Aşk bir karış havada aklın olsun gamzelerin güle oynaya türkülerde dudakların ay gözlerine soyunuk dolsun uçurtmalara yel veren gülhatmide kelebek neşesi kova kova bulutlar bülbül dalına kanat çırpan yolsun yağmur altında sırılsıklam bedeninde güneşlenen ışık baharla doğsun bereketli toprak ana bağrında hercai menekşe yüreğin düğün evi mehtaba doysun lir çalıyor börtü böcek cıvıl cıvıl kuş sesleri bayram yeri, panayırlar tanrı korusun aşka banık şafağın yeniden uyanması … ve herkes bilir ki; iki bayram arası seviştiğinizi… 18.08.2012 16 ŞİİRVAKTİDERGİSİ İLKAY COŞKUN DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... Susku Bağlamacı dikeli direk, kıymık başı özgür özgüven toplanır, sıyrık yanlarından dönüp içre, kolalı zeminde kaypak kaydırır kalbini koskacaman ayrılık ten düşer, ruh’a tutuklu bandaj misali “buyum” demek, bayar en önde seni “ben” olmak var ya işte bütün mesele burda salınır sargısı aşağıya, boyuna buyruktur adım sende konağına yapıştırır künyesini -ver hadi bana- yularıdır uzadıkça kısalan esselam, üstümüze dök dök bitmez tütsü sabıkalı günde dürtüdür, sırtını sıvazladığımın kızına sözü geçmeyen baba bıyığı duldalatır neyim varsa senin olsun oğulcuğum senin ver yansın dilemma, sevdiceğim sensin nede olsa döner aynada cismin ve tin’in pazarlıklı kaputbezi üzerinde depreşip gömülüverir hayata canı sıkılan yanların sağın solun sobelenmişken, düşüverir sessizlik niyaza düşen dilimden, dirilir yapıldak tutku preslenirken habire, neyin türküsü çalınır.. 29.02.2012 İLKAY COŞKUN ŞİİRVAKTİDERGİSİ 17 DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... AYNA Ayna yerinden kalktı, kadına baktı Kadın saçlarını savurup aynadan sarktı Ne olur ayna, böyle dalgın Böyle dargın bakma ona Kadın aynaya yaklaştı, bir şeyler fısıldadı Ayna şaşkın, ayna yaşlı, ayna ay Kadın Belkıs mı Züleyha mı Baktı baktı tanımadı Ayna ağlamaya başladı birden Rimelleri aktı, sıyrılıp kalp gözünden Kadın seyre daldı, cesaret bulup cesedinden Ve sözlerini sildi kanatıp bir mendili: İyi ki var diyorum aynalar iyi ki Sıkı bir eser olacak bu ayna belli Aynalar hem önsöz Hem son sözdür ölüme bilinir ki EYYÜP AKYÜZ 18 ŞİİRVAKTİDERGİSİ DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... ARALIK 7 Ayrılık caddesinde Bir sokak Kedi yabancı Yağmur dik düşer Bu taşlara Ve İSA TUNÇBİLEK Çocuklar Islandılar Ellerinde düşlerle ŞİİRVAKTİDERGİSİ 19 DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... BİR ÇAY DAHA LÜTFEN BİR ÇAY DAHA LÜTFEN İSİMLİ KİTABI İLE TÜRKİYE’DE VE DÜNYA’DA İLGİ UYANDIRAN Türk Dostu Katharine Branning’le Sohbet: KONUŞAN: MUHSİN İLYAS SUBAŞI 20 ŞİİRVAKTİDERGİSİ “TÜRKİYE’NİN GERÇEK YÜZÜ VE KİMLİĞİ, KÜLTÜRÜYLE, GELENEKLERİYLE, İNANÇLARIYLA ANADOLU’DADIR.” “Amer kadar ika’da ban sevdiğ sık gidiyor a; ‘ Türkiye’ çoğu k iniz mi var sunuz; oradye bu cevap ere. Ben d ?’diye soruy a bir sevdiğ veriyorum e onlara ‘ev orlar o zam iniz’ diye m, bu defa ‘K et’ diye Milyonan da şu ce erakla bakim bu vabı v !” eriyor ıyorlar, um, “7 3 DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... Muhsin İlyas Subaşı: Ketrin Hanım, Siz Türkiye’ye sevgisi olan seçkin bir Amerikalı yazarsınız. Bunu da “Bir Çay Daha Lüften” isimli eserinizle dillendirdiniz. Sizde bu “Türk Muhabbeti” nereden doğdu ve bu kitabı nasıl yazdınız? onlara ‘evet’ diye cevap veriyorum, bu defa ‘Kim bu sevdiğiniz?’ diye merakla bakıyorlar, o zaman da şu cevabı veriyorum, “73 Milyon!”diye cevap veriyorum.” Sizi bu 73 milyon insanı kucaklamaya sevk eden burada gördüğünüz yakın ilişkiler herhalde? Katharine Branning: Çok zor bir soru. Ancak ben bunu kitabımda zaman zaman genişçe anlattım. İnsan, medeniyet, tarih, din, kültür gibi önemli kavramlar var. Ben Türkiye’de bu değerlerin algılanış biçiminden çok etkilendim ve çok şeyler de öğrendim. Nasıl yazdığıma gelince, biliyorsunuz bundan üç yıl kadar önce sizin bir teklifiniz oldu bana: “Kadriye Hanım, siz Lady Montagu’yu çok hatırlatıyorsunuz. 30 yıla yakın bir zamandır buraya gelip gidiyorsunuz. Burada gördüklerinizi yazsanız, sanırım Türklerin büyük ilgisini çeker”, demiştiniz. İlk defa bu teklifinizi tuhaf bulmuştum, ama sonra benim bu tecrübeye ihtiyacımın olduğunu düşündüm ve oturup bu kitabı yazdım. Katharine Branning: Evet, tamamen öyle. Muhsin İlyas Subaşı : Birkaç örnek verebilir misiniz? Katharine Branning: Kitabımda bunun sayısız örneklerinden söz etmekteyim. Okuyanlar bunu orada görmekteler… Bakın mesela Afyon’da Ulu Cami’yi ziyaret ediyorum. Camiye çok saygılı bir şekilde girdim. Bir duvar dibinde, içeriye bakıyorum. Bu sırada resimler de çektim. Tam o arada benim yaşımda bir bayan girdi içeri. Beni görünce yanıma geldi tebessümle yüzüme baktı ve çok kibar bir şekilde yanındaki çantasından bir bonbon şeker çıkardı, bana ikram etti ve ayrıldı. Hiç konuşmadık ama bu jest çok önemli bir gönül diyalogudur. İşte bu Muhsin İlyas Subaşı: Mesela kitabı- sevgi beni bu insanlara bağlıyor. Bu nızda diyorsunuz ki, “Amerika’da bana; jest, çok tabii bir davranış biçimi, beni ‘Türkiye’ye bu kadar sık gidiyorsunuz; hayli etkiledi. Mesela, geçtiğimiz yıl orada bir sevdiğiniz mi var?’ Ben de ŞİİRVAKTİDERGİSİ 21 DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... ramazanında Konya’da iken, orada benim yakın dostlarım var. İbrahim Duvarcı ve Serdar Ceylan ile Mevlana müzesini gezdik. Sonra restorasyonu yeni tamamlanmış bir küçük Osmanlı evine gittik. Orada bir odaya aldılar beni, küçük bir masa üzerinde Konya’nın o meşhur etli ekmeği ile ayran duruyor. Ramazan olduğu için kendileri oruçluydu. Benim oruç tutmadığımı düşünerek İbrahim Bey bana, ‘Kadriye hanım, biz namaz kılasıya kadar siz de burada karnınızı doyurunuz’, dediler. Hâlbuki ben, geçen yıl ki Türkiye gezim ramazana denk geldiği için oruç tutan Müslümanların oruçlu hallerini anlamak için ben de oruç tuttum. Aslında etli ekmeği çok severim, tabii yiyemedim. Burada benim hoşuma giden şu oldu: Bana duyulan saygı ve benim oruç tutmayacağımı hesaba katarak yemek ihtiyacımın düşünülmüş olmasıdır. Buradaki jest, farklı kültürlerce insanların birbirlerine duyması gereken saygının benim dostların tarafından bana gösterilmiş olmasıdır. Oruçtan söz etmişken size bir örnekten daha söz edeyim: Aksaray’da Ağaçlı tesislerindeyiz. İftar vakti yaklaştı. Yorgundum, çok da susamıştım. Bir küçük şişe kola aldım. Elimde iftar vaktini bekliyorum. Tesislerde vaktin geldiği anons edilince kolayı içtim ve “oh, şükür rahatladım”, dedim. Kolayı bana veren kasiyer bayan, hayretle yüzüme baktı. Ben de kendisine oruçlu olduğumu 22 ŞİİRVAKTİDERGİSİ söyleyince, Nihayet orada ücretle çalışan bir insandı, ısrarıma rağmen, içtiğim kolanın bedelini almadı. Küçük bir jest ama derin anlamı olan bir davranış. Bizde Tanrı’nın bağışı küçük ayrıntılarda orta çıkar diye bir anlayış vardır. İngilizcesiyle “God is in the details”. Bu tür şeyler benim Türkiye’ye bağlılığımı arttırıyor. Muhsin İlyas Subaşı: Kadriye Hanım, şimdi bir de şunu öğrenmek istiyorum: aynı anda kitabınız Amerika’da İngilizce, Türkiye’de de Türkçe olarak yayımlandı. Buradaki ilgiyi biliyoruz. Kitabınız beşinci baskıyı yaptı. Orada da özellikle Amerikalı okurlarınız tarafından nasıl karşılandı? Katharine Branning: Türkiye’yi İstanbul’dan ibaret zannedersek, hata yaparız. İstanbul güzel bir şehir, ama Türkiye’yi ve Türkleri pek temsil etmiyor. Çünkü çok yabancı var, çok faklı kültürler de burada kendine yer buluyor. Hâlbuki Türkiye’nin gerçek yüzü ve kimliği, kültürüyle, gelenekleriyle, inançlarıyla Anadolu’dadır. Amerikalılar, benim kitabımla işin bu yönünü fark etmeye başladılar. İmza günlerimde, Türkiye hakkında konuşurken, Dünyanın 17. Büyük ekonomisi olduğunu söylediğim zaman şaşırıyorlar. NATO’da olduğunu ve Amerika’nın yanında Kore’ye asker gönderdiğini söylediğimde bir hafıza tazelemesi olduğundan ‘Evet haklısınız, bunlar geçmişte olduğu için pek hatırlanmıyor ama çok doğru bir değerlendirme’ diyorlar. Türkiye’nin çevresindeki DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... ülkelerde demokrasinin olmadığın ve Demokrasi ile İslam’ı birlikte yaşatan tek İslam ülkesinin Türkiye olduğunu söylediğim zaman ilgilerini çekiyor. Benim kitabım bu yönde onlar için önemli bir uyarı görevini yapmış oldu. toplumunu ve aristokrasisini anlatmış. Siz ise, aristokrasi yerine daha çok halkı anlatıyorsunuz. Bunu biraz açabilir miyiz? Neden böyle Montagu’ya yazılmış mektup tarzını seçtiniz? Katharine Branning: Lady MonMuhsin İlyas Subaşı: Oradaki tagu benim gibi bir kadın, bir yazar ve edebiyatçı. O da benim gibi burada Türkler nasıl yorumladılar? yalnızdı kimsenin etkisinde kalmamıştı. Ben de öyleyim. 30 yıla yakın bir zaman Türkiye’ye yalnız gelip gidiyor ve sadece dinleyip gördüklerimi not ederek çalışıyorum. Olaylara ve insanlara bakış tarzımız aynı. Montagu, o yıllarda çok önemli bir noktayı dikkate almış. Hiçbir zaman bir üstünlük duygusuyla meseleye yaklaşmamış. Her ülkenin sosyal yapısı ve ekonomik Muhsin İlyas Subaşı: Siz kitabınız- durumu kendine özgüdür. Bunun tarda çok değişik bir metot kullanmışsı- tışmasını yapmak bizlere düşmez. Biz nız? Lady Montagu’ya hitap ediyorsu- gördüklerimizi olduğu gibi verirsek tanuz. Montagu üç asra yakın bir zaman rafsız ve dürüst olabiliriz. Montagu’da önce gelip yaşamış ve o günkü Türk bu duyarlılığı gördüğüm için çok beKatharine Branning: Onlar da kendilerinin bu eserle farkına varamadıkları bazı özelliklerini keşfettiklerini söylediler. Birçok Türk okuyucum; ”Bizim hızlı bir yaşantıya kendimizi kaptırdığımız için farkına varamadığımız özelliklerimizi, dikkate almadığımız ayrıntılarımızı bize hatırlattınız”, diyor ve teşekkür ediyorlar. ŞİİRVAKTİDERGİSİ 23 DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... ğendim ve ben de onun gibi bir tarzı seçerek yazdım kitabımı. Dolayısıyla onun metodunu uyguladım ve ona iltifat ederek Türkiye’yi ve Türkleri ona anlatmaya çalıştım. içine çekerek değerlendirmesine fırsat sağlamak istedim. Katharine Branning: Evet öyle. Hem böylece Türk insanının geçmişine de bir ışık tutmuş oluruz. Bugün Türkler, de ilk defa bir Bayram’ı geçtiğimiz yıl yaşadım. Bayramlar, sizin sosyal hayatınızın hemen hemen gerçek yüzünü yansıtıyor. İnsanların samimiyeti, sempatisi, birbirlerine sevgisi, birbirlerine ikramda yarışı beni çok etkiledi. Güzel kıyafetler, küçüklerden büyüklere doğru birbirine karşı saygı ve büyüklerin küçükleri şefkatle, sevgiyle kucaklaması çok olağanüstü bir şey. İnsanlar birlerine yasak savma kabilinden gidip gelmiyorlar. İçtenlikli bir ziyaret anlayışı var. Her zaman gibi Türkler hayatı seven insanlar; yemeklerinde, söz ve sohbetlerinde canlı kıpır kıpır bir toplum, birbiriyle kenetlenmiş, birbirini kucaklayan ve yarına güvenle bakan bir toplum fotoğrafı gördüm. Bayram’ın son gününde akşamüzeri bir eve yaptığımız ziyarette bir ailenin en büyük babasından en küçük çocuğuna kadar hepsinin seçkin Türk Sanat Müziğini enstrümanlarını da kullanarak icra etmesi Muhsin İlyas Subaşı: İzniniz olursa, şimdi size benim verdiğim isimle hitap ederek sorayım: Kadriye hanım, siz Muhsin İlyas Subaşı: Yani, bu son iki yılda gelişinizin bugün Montagu’yu da okuya- sanırım bazı farklı özellikleri rak bir karşılaştırma yapılırsa var. Bunlar nedir ve bunu nasıl çok daha tutarlı bir toplum izah edersiniz? fotoğrafı çıkar ortaya öyle mi Katharine Branning: Otuz acaba? yıldır geldiğim bu güzel ülke- Otuz yıldır geldiğim bu güzel ülkede ilk defa bir Bayram’ı geçtiğimiz yıl yaşadım. Bayramlar, sizin sosyal hayatınızın hemen hemen gerçek yüzünü yansıtıyor. İnsanların samimiyeti, sempatisi, birbirlerine sevgisi, birbirlerine ikramda yarışı beni çok etkiledi. geçmişlerine pek dikkat etmiyorlar gibi geliyor bana. Tarihi bilmek ve onunla övünmek ayrı şey, geçmişte atalarının yaşama biçimini merak edip araştırmak ve oradan günümüze yeni bir üslup taşımak daha farklı bir şeydir. Ben biraz da bu hususlara dikkat çekmek istedim. Bunun için de kitabımda Montagu’dan alıntılar yaparak okuyucunun kendi geçmişini, kendi gözleminin 24 ŞİİRVAKTİDERGİSİ DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... beni şaşırttı. Bu aile köyde geleneksel hayatı yaşayan bir aile değil, şehirli ancak aristokrat da değil, ama modern bir aile. Kendi müziğine böylesine hâkim oluşları çok enteresan geldi bana. Küçük çocukların bu müziği bilmeleri ve icra edişleri önemli bir şey ifade ediyor: Demek ki Türkler geleneklerinin diriltici gücüyle iç içe yaşıyorlar. Bu geleneksel hayat, bu bayramlar sizler için gerçekten millet olarak ileriye daha güvenle taşınmanıza büyük katkı sağlayan zenginliktir. Bunu fark etmek de benim için ayrı bir gözlem ve kazanç oldu. İzniniz olursa, o yazımdan bir bölümü buraya almak istiyorum: Muhsin İlyas Subaşı: Buyurun tabii, neden olmasın? Katharine Branning: “Bu bayram kutlamaları aklımda daima “18 yeğenin bayramı” olarak kalacak. Çünkü bayram kutlamalarının ilk gününün öğleden sonrasının sonlarına doğru, bir araba kapısının çarpma sesini duydum. Hemen sonra bahçe kapısı kapandı ve yetişkin bir erkek ordusu, önce biri ve arkasından diğerleri olmak üzere sırayla içeri girmeye başladılar. 18’i de içerdeydi. Bahçedeki köşkün içini doldurdular ve kanepelerin minderlerine, divanlara oturdular. Biraraya gelen bu 18 adam ev sahibi Muhsin İlyas Subaşı’nın 4 erkek karde- şinin çocuklarıydı. Hepsi de ahenk içinde tanınmış bir insan olan amcalarına olan saygı borçlarını ödemek için oradaydılar. 6 araba ile 2,5 saatlik bir mesafeden, baba ocağı olan Sivas’tan gelmişlerdi. Muhsin İlyas Bey, yer aldı ve daha sonra bir hikâye anlatmaya başladı: (Tamamen bir şiir ile kutsal kitaptan parçalar ve ahlaki değerlere dair bir bitiş). Onun gürleyen sesi ve ikna edici tavrıyla söylediklerini bütün erkekler (yaş aralığı 12-60) kendilerinden geçmiş bir dikkatle dinliyorlardı. Bunlardan biri Demek ki Türkler geleneklerinin diriltici gücüyle iç içe yaşıyorlar. Bu geleneksel hayat, bu bayramlar sizler için gerçekten millet olarak ileriye daha güvenle taşınmanıza büyük katkı sağlayan zenginliktir. cep telefonu için dışarı çıktı ve tüm olan biteni kaydetti. Bu 18 adam olağan sohbetler yapmak yerine bilgelikle ve müthiş bir saygıyla amcalarını dinlediler. Böyle bir organizasyonu, birçok insanın ziyaretini düzenlemeyi hayal edebilir miyim? Bu kadar çok insanın bir arada bulunmasını ve bir bütünlük içinde şerefle, ailenin en yaşlı üyesine saygılarını ŞİİRVAKTİDERGİSİ 25 DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... Mahperi Hatun’un inşa ettirdiği eserleri, bugün Türkiye’nin her ilinde görmek mümkün. Bu bana çok ilginç geliyor, bu eserlerle yeniden bir yaşama azmi kazanıyorum. kubat, hanımının bu tercihine hiç müdahale etmiyor. Sonra bu kadın kendi hür iradesiyle Müslüman oluyor ve kocasının başlattığı Anadolu’yu eserlerle donatma işine devam ediyor. Mahperi Hatun’un inşa ettirdiği eserleri, bugün Türkiye’nin her ilinde görmek mümMuhsin İlyas Subaşı: Efendim, kün. Bu bana çok ilginç geliyor, bu beni tekrar o günlere götürdünüz. Te- eserlerle yeniden bir yaşama azmi kaşekkür ederim, bizim millet olarak di- zanıyorum. Muhsin İlyas Subaşı: Biz galiba buriltici gücümüz işte bu vefa duygumuzdadır. Evet, buyurduğunuz gibi bunu nun pek farkında değiliz? ne Kraliçe Elizabeth, ne de Dolar MilKatharine Branning: Herhalde yarderi Bill Gates yaşayamayacaktır. öyle. Mesela bendeki bu heyecanı buÇünkü Batılı ferdileştikçe erdemlilikte radaki aydınlarda pek göremiyorum. fakirleşmeye başladı. Biz ise şükür o Muhsin İlyas Subaşı: Bu tarihimize erozyona henüz girmedik. Bu tespitleilgisizliğimizin ifadesi olabilir mi? riniz için teşekkür ediyor ve tekrar soruyorum: Peki, bu yılki gezinizde hedef Katharine Branning: Bir ülkenin aldığınız konu neydi? ve insanının değer yargıları hakkınKatharine Branning: Selçuklu da kanaat belirtmek bana düşmez. Ne Devleti büyük bir devlet, bundan on var ki, çok büyük bir tarihi birikiminiz asır önce o müthiş organizasyonu yap- var. Benim Türkiye’ye hayranlığım da mış ve Türkiye’yi eserlerle donatmış buradan doğuyor. Umarım yeni nesil, bir devletin bugün Anadolu’da bulu- bu tarihi keşfedecektir. Benim kitabımı nan eserlerini her geldiğimde yeniden okuyan okuyucularımın bana gönderkeşfetmek, yeni bilgiler ve duygulara diği mesajlar hep bu doğrultuda. ulaşmak için inceliyorum. DüşünebiMuhsin İlyas Subaşı: Teşekkür edeliyor musunuz, bir Hıristiyan aileden rim Kadriye Hanım. gelen Mahperi Hunat Hatun, Selçuklu Katharine Branning: Ben de teşeksarayında Sultan’ın eşi olarak 17-18 yıl kür ederim Muhsin İlyas Bey. Hıristiyan olarak yaşıyor. Bu ne müthiş bir hoşgörü ki, Sultan Alaeddin Keysunmasını hayal edebilir miyim? Arkadaşım Muhsin İlyas Bey eve doluşmuş bütün yeğenlerini seyrederken ve sırayla onlara elini öptürürken ne hissetmiş olacağını hayal edebilir miyim? Kraliçe Elizabeth ve Bill Gates böyle bir zenginliği asla bilmeyecekler. 26 ŞİİRVAKTİDERGİSİ DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... SELİM TUNÇBİLEK Bir Çay İçimi Kitap ve Portre Muhsin İlyas Subaşı ne yaptığını, nasıl yaptığını, niçin yaptığını bilen ve ona göre adım atam bir şair yazar ve düşünce adamıdır. ŞİİRVAKTİDERGİSİ 27 DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... M uhsin İlyas Subaşı ne yaptığını, nasıl yaptığını, niçin yaptığını bilen ve ona göre adım atam bir şair yazar ve düşünce adamıdır. Bir gün kendisiyle yolumuzun üzerinde olan diyanet vakfı yayınlarına uğradık. Benim kitaplar konusunda okuma açlığımı iyi bildiği için “Bir Çay Daha Lütfen” isimli kitabı okumamı önerdi. Kitabın daha önceleri çeşitli yerlerde reklam ve tanıtımlarını görmüş okumam gerekli diye düşünmüştüm. Tereddüt göstermeden diğer kitapla birlikte aldım. Kitabı aynı gün sabaha karşı yaptığım okumalarla bitirdim. Aradan birkaç gün geçmişti ki, Vedat Ali Tok’la yapacağımız bir çalışma saatine yakın bir vakitte Muhsin İlyas Hocam tekrar aradı. Birkaç gün önce aldığım “Bir çay Daha Lütfen”i okuyup okumadığımı sordu. Okuduğumu ve farklı bir duyarlılıkla kaleme alındığını ve beğendimi söyledim. Yazarının kendi evinde misafir olduğunu ve istemem halinde kendisiyle Şiir Vakti dergisi için bir konuşma yapabileceğimi ifade etti. Bir konu üzerinde çalışmak için Vedat Ali Tok Bey’i beklediğimi ve ona karşı nezaketsizlik olacağını söyledim. Yazarın yarın sabah ülkesine uçacağını ve Vedat Bey’le birlikte gelebileceği28 ŞİİRVAKTİDERGİSİ mizi hatta erişebilirsek Bekir Oğuzbaşaran’ı da getirebileceğimizi söyledi. Hemen Dostlarımı arayarak Hocamın davetini ilettim. Olur dediler. Muhsin İlyas Subaşı’nın bağ evine vardığımızda bizi bahçede eşi Saadet Hanım ve bir Bayan Türk Tarzı nezakete uygun olarak bizi ayakta karşıladılar. Oldukça diri ve canlı bir ilgi ile bize hoş geldiniz diyen sarışın Hanımefendi Katharine Branning’miş. Hoca çalışma odasındaymış. Sesimizi duyunca o da bahçeye indi. Koyu bir sohbet başladı. “Bir Çay daha Lütfen” gibi bir eseri kültürümüze kazandıran, bu dikkat dolu kalemin nasıl bir dünyası vardı doğrusu çok merak ediyordum. Dağ dağa kavuşmaz insan insana kavuşur atasözü biz Türklerin böyle durumlar için söylediğimiz bir söz gibi geldi bana ve doğruydu. Şiir Vakti Dergimizi ve On Üçüncü Gün isimli şiir kitabımı duyarlı yürek sahibi Hanımefendiye takdim ettim. Teşekkür edip, Okuyacağını söyledi. Dikkat ve kavrayışları kendine özgü olan bir hanımefendinin okumasını elbette önemserdim. Yazdıklarını da. Bir Çay daha Lütfen sanatçı duyarlılığı olan bir hanımefendinin kendine özgü hassasiyetleri içinde misafir olduğu toplumun davranışlarının bıraktığı izler ve anlamlar, farklılıklar olarak görülebilir. Bu farklılık- DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... ların neler olduğundan oluşan bu eser bir toplum değer yargılarının da nelerden olduğunu kısmen de olsa tarafsız bir gözle aktarıyor. Aslında bir toplum için sıradan gelen bazı şeyler başka bir kültür değerlerinin içinde yetişip gelişen insan için sıra dışı olarak görülebiliyor. Kültürel algıların farklılık çizgisini oluşturan bu noktalar bu kitabın ana konusunu oluşturuyor. Böyle bir merkezden bakarak meseleyi okura aktarabilmek için kültürel motiflerin nasıl okunabileceğini iyi bilmek gerekir. Bir Çay Daha Lütfen isimli kitabın altında milletlerin kültürel kodlarına bağlı davranış kalıplarını ve bu davranış üsluplarının nasıl anlamlar içerdiğini bilen anlayan ve insani ilişkiler düzleminde bunları yorumlamayı adeta romancı edası ile anlatan bir yazar Katharine Branning. Belki hayatımızda binlerce yaşanmış olayların içinde hangi davranışın hangi kültürel etkinin sonuçlarında oluştuğunu bilmezken bu kitap bize bunların farkına varmamızı da sağlıyor. Kitabın mektup üslubuyla yazılmasına kaynaklık eden Lady Montagu (1689-1762) Ülkemizde eşinin elçi olarak 1716 yılında atanmasından sonra iki yıl kalmış İstanbul’dan yazdığı mek- tuplarla Avrupa’nın Aydınlanama dönemine katkılar sunmuş bir şair ve yazar bir kadındır. Kü ç ü k yaşta çiçek hastalığı geçirmiş bu sebeple yüzünde izler oluşmuş, Londra’dan İstanbul’a gelince çiçek aşısının yapıldığını görmüş ve hemen iki çocuğunu aşılatmış, ülkesine dönünce de çiçek aşısının yapılmasına öncülük etmiştir. O dönemlerde Avrupa dini gerekçelerle bu aşıyı bilmemekte ve reddetmektedir. Onun topluma yaptığı bu öncülük feminist olmasının da yolunu açmıştır. Osmanlı uygarlığını överek, Osmanlının kadına verdiği değeri anlatan sayısız yazılar kaleme aldı. Avrupa’nın Osmanlıya karşı önyargılarını kırmak için ciddi gayretler gösterdi. Onun Türk kadınları için söylediği şu sözler önemsenmesi ŞİİRVAKTİDERGİSİ 29 DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... için yeterlidir. “Türk kadınlarının en büyük süsü Türk oluşlarıdır. Onlar süslenmek için elmas veya zümrüt takınmıyorlar, belki üzerlerinde taşıdıkları o taşları süslemiş ve kıymetlendirmiş oluyorlar. Çünkü her Türk kadını canlı bir inci ve paha biçilmez bir pırlanta- Günümüz Türkiye’sinin dinamik kaplanları Konya Selçuklularının torunlarından başkası değil. Bu düşünce aynı zamanda ülkemizde kimi zaman korkulacak sermaye olarak görülen bu kesimin niçin böyle damgalandığının da izahını yapar gibi. dır.” Şimdi Lady Montagu ile Bir çay Daha Lütfen’in ne alakası var denilebilir. Katharine Branning bu kitabını Leydi Montagu ile konuşup dertleşir gibi kaleme almış. Sanırım onun Aydınlanma dönemindeki yaptığı toplumsal katkıyı kendince Katharine Brannig’de yapmak istiyor diyebiliriz. Leydi Montagu Osmanlı toplumun yaşayış ve davranışlarıyla oluşturduğu Türk toplumuna ilgiyi Layd Katharine Branning ondan da ötelere götürüyor. Bütün bir Türk tarihini merkez almakla birlikte ağırlıklı olarak Selçuklu üzerinde önemle duruyor. Bunu önemsemek gerektiğini düşünüyorum. Bu konuda diyor ki: “200 yıl boyunca devam eden her türlü 30 ŞİİRVAKTİDERGİSİ ayaklanmaya rağmen Bizans, Haçlı ve Moğolların ortaya koydukları toplam kültürden daha fazla ve daha parlak bir kültür oluşturmayı başardılar.” Türk medeniyet oluşumunu doğru anlamanın ilk ipucu sayılabilir bu tespit. Türklerin iyimser bir millet olduğunu Layd Katharine Branning pek çok örnekle kitapta anlatıyor. Dolayısıyla ben onlardan bahsetmeyeceğim. Onu bu kanata götüren kaynakları belirtmek daha anlamlı olacağı kanaatindeyim. Selçuklularla ilgili bir değerlendirmesi daha : “Selçuklu sultanları zeki insanlardı! Ekonomik zenginliğin, inşa etmeyi düşündükleri toplumun temel yapı taşı olduğunu ve bunun da malların imparatorluğun her tarafında serbest dolaşımına dayalı olduğunun farkındaydılar.” Bu gerekçelerle Selçuklu sultanlarını ticarete önem verdiklerini belirlemiş oluyor. Yani atak ve dinamik Türkiye’nin başarısını da Selçuklu’nun torunları olmasıyla izah ediyor. Kitapta bu tespit şu cümlelerle veriliyor. “Günümüz Türkiye’sinin dinamik kaplanları Konya Selçuklularının torunlarından başkası değil. Bu düşünce aynı zamanda ülkemizde kimi zaman korkulacak sermaye olarak görülen bu kesimin niçin böyle damgalandığının da izahını yapar gibi. Yazar Türklerin yüzlerinde parlayan ışığın Selçuklu atalarından içlerinde kalanın dışa vurumu olarak tarif eder. Bu tarihi derinliğin oldukça dikkate değer olduğunu ilave eder. DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... Mahperi Hatun’un inşa ettirdiği eserleri, bugün Türkiye’nin her ilinde görmek mümkün. Bu bana çok ilginç geliyor, bu eserlerle yeniden bir yaşama azmi kazanıyorum. Türk insanın yaşadığı coğrafya içerisindeki tarihi zenginlikten ve kendi tarihini algılamadaki duyarsızlığına dikkat çeken yazar sık sık bundan duyduğu üzüntüsünü dile getirir ve bu üzüntüsüne kaynaklık edecek örnekler de sunar. Yazarın yalnızca geçmişimize yönelik tespitleri olmaz. Geçmişle bu günü birleştirerek tarihte ağırlığı olan Türklerin bu günün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının olduğunu davranış bütünlüğü içinde yer yer Ledy Montagu’nun mektuplarına atıflar yaparak dikkatlere sunar. Sadece geçmişi değil geleceğe yönelik olarak ta samimi duygu ve düşüncelerini şöyle özetler: “Bu gün Türk liderlerinin ve Türk halkının 21.yy.’daki imparatorluklarını oluşturmak için Selçuklu hükümdarlarının kullanmış oldukları aynı taktikleri kullanmakta olduklarını açıkça görebiliyorum.” Der. Kütüphaneci bir hanımefendinin ülkemizde yapmış olduğu insani dikkat ve gözlemleri kaleme almasının gerekçesi ise : “Türkiye’ye olan takdir ve sevgimi dünya ile paylaşmak” olarak ifade eder. Yazar kitabın önsözünde şöyle bir cümle kuruyor. “Tarihte iki dönemi her zaman diğer dönemlere göre daha çok beğendim. İlki, pek çok alanda aydın kadın yazarlara sahip olan aydınlanma Çağı Avrupası, ikincisi ise sanatta zerafet ve inceliğin peşinde gidilen Osmanlı Türkleri Dönemi” diyor ve ekliyor Lady Montagu’nun Sefaret Mektupları’nın bam telime dokunmuş olması doğaldır.” Diyerek kitabın yazılmasına kaynaklık eden bir diğer hanımefendiye işaret ediyor. Sanırım batı artık üçüncü bir dönemden bahsedecektir. O üçüncü dönem Bir çay daha Lütfen yazıldıktan sonraki dönemdir. Batının ikinci aydınlanma dönemine de işaret edecek olan dönem bu dönem denilebilir. Kendinizi ve insanlık erdemlerinin neler olduğunu görmek istiyorsanız farklı bir kültürden süzülmüş bu dikkatli gözlemleri mutlaka okuyun. Okurken eşinize tavsiye edin ve “Bir Çay Daha Lütfen” deyin. Çayla insanlık ilişkisini de belki kavramış olursunuz. ŞİİRVAKTİDERGİSİ 31 DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... Sezgi 201 garip şeyler oluyor havel mesela biz de savrulalım köprüden yana ama kalplerimiz kırılmadan kara, kemik çerçeveli gözlükleriyle eski bir komünisti dinliyor halk artık herkes biliyor camdan ayakkabılarla yürümek istemez evet istemez “tramvaya binmeliyim” der prag M. KADİR ATASOY 32 ŞİİRVAKTİDERGİSİ DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... SS daktilo yolun iki kenarında da gülen insanlar var kasabanın gençleri barda bira içiyor saatler işlediğinde fabrikalara gidiyor bazıları ve tarlada çalışan kadınlar güzel çocuklar büyütmek istiyor M. KADİR ATASOY ŞİİRVAKTİDERGİSİ 33 DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... Cinayet dosyası rıhtımı gözetliyordum sabahta bir kayığın içinde ayaktaydı yine karşımdaydı şimdi perdeyi açtım saydım yoktu başka gün bir başka gün söylenecek sözler vardı lermontov’un düellosuydu puşkin’in sakin bir törendi bittiğinde perdeleri açtım pencerelerden anladım dizelerinden bir şair vurulmuştu M. KADİR ATASOY 34 ŞİİRVAKTİDERGİSİ DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... CAN TÜRKÜSÜ yaşamın kıyısında bir balıkçı, bir şair; bir nefes, bir şuur aynı her ikisine takılan aslında... can türküsünü şair durmadan söyle. RASİM DEMİRTAŞ ŞİİRVAKTİDERGİSİ 35 DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... KENDİ SORUNSALI ışığı kendine tutan aydınlatır kendini karşısındakine n ışığı karşısındakine tuta i aydınlatır karşısındakin kendine işte o yüzden güneş sındakine hiç tutmaz kendini karşı RASİM DEMİRTAŞ 36 ŞİİRVAKTİDERGİSİ DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... EV kâ’be’ye sunu evin önünde dön döndükçe kendine dön. hey insan ne yapacaksın dolana dolana hürriyet meydanlarında. zafer taklarının altında buluna buluna ne bulacaksın. RASİM DEMİRTAŞ ŞİİRVAKTİDERGİSİ 37 DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... YÂRE GAZEL Gece saçlarını tararken tel tel Sen bana karanlık gecelerde gel Tıpkı hayalimden süzülmüş gibi Okşasın ruhumu bir çift sıcak el Gecelerde gel Yüzünde bir ışık Elinde sihir İnandım ki sensin Bir ömür bekleyip Yazdığım şiir Siyah gecelerin sessizliğinde O kapkara saçınla Bomboş geceyi doldur Çınla her gece çınla VEDAT ALİ TOK Seher kıskançlıkla çalsın kapımı İster başucumda beklesin ecel Bil ki sen tek farkısın: Hayat ile ölümün Bestelenmiş şarkısın Tellerinde gönlümün Gecelerde gel Yüzünde bir ışık Elinde sihir İnandım ki sensin Bir ömür bekleyip Yazdığım şiir Ne mümkün saçlarına bir gece gibi güzel Yazabilmek bir mısra Kaldı ki gazel 38 ŞİİRVAKTİDERGİSİ DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... Ne Çok Yoksulluktu Bölüşemediğimiz Ne çok yoksulluktu bölüşemediğimiz İçten ve acılı yalnızlık türküsü zaman Terkedilmiş anlarda kaldı gözlerimiz Saklı hüzünler yağacak serinlik arar Her şey nasıl da çabuk değişir bilmeden Ne çok yoksulluktu bölüşemediğimiz Bir annemiz vardı yapayalnız sığınak Babamız varla yok arası döşeklere sıkışmış Issız kapılarla donatılmış evimiz Sessiz çığlıklarımız iç içe odalarda Ağlaşır hal bilmez mevsimlere karşı Ne çok yoksulluktu bölüşemediğimiz SELİM TUNÇBİLEK Ne çok yoksulluktu bölüşemediğimiz Rüyalar nasıldı görmezdik telaşla yaşamaktan Sıcak ürpertiler bilmezdi tenimiz Sevmek elemli midir bir çocuğu böylesine Patlamış balonların ürküttüğü ellerimizde Ne çok yoksulluktu bölüşemediğimiz Kaç onurlu acı büyüttünüz bu günlere azık Tartın yanınızda düşündükçe kendinizi Yıllarca bir bozlak gibi yürekte mırıldandığımız Unutmak ne çılgın intihardır o günleri oysa Hadi hıçkırıklarla haykıralım yaşamak budur işte ŞİİRVAKTİDERGİSİ 39 DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... EYYÜP AKYÜZ Yaşar BEDRİ ile SÖYLEŞİ Yaşayan miadı dolmuş edebiyat geleneğini yıkarak kendi modern geleneğini kurabilme çabasında olanlara elit yazar diye bakabiliriz. Bu yeni üst dil kurulurken geleneği yeniden üretme bilinciyle yazarlık müktesebatı harmanlanabiliniyorsa seçkinlikten söz edebiliriz. 40 ŞİİRVAKTİDERGİSİ DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... Edebiyat dünyasından soğuduğunuzu söylüyorsunuz bir yerde. Neler oluyor bu dünyada? Nedir sizi soğutan? Edebiyat amaç değildir. Zamane taifesi yazdıklarını kutsal söz gibi kutsuyorlar, sıradan ilham edilen yavan sözleri kutsama zındıklığı sarmalamış üretme yoksullarını. Eskiden bir hiyerarşi vardı, Edebiyatın edebi, ahlakı kalmadı. Temiz kalabilmek için, yazdıklarımızı kendimize saklamaktan başka çıkar yol yok. Bu gidişatı neye bağlıyorsunuz? Orta ve üst yaş edebiyatçıları okumuyor ve takip etmiyor günümüz edebiyatını. Eski devrin, devranın gazıyla tekerlenip duruyorlar. Okuyan yeni kuşak bu sıradanlığa ve bilgisizliğe sataşıyor. İtirazda haklılar, lakin saygı sınırlarını zorlamanın savunulabilinir dayanağı yok. Genç zihin iyi şeyler üretiyor, yaşlılar pek iplemiyor. Bu da etken. Fark edilmek istiyor herkes, star olmak istiyor. Her tarafa yazıp ünlenmek sevdasında. Üne gidilen yolda her türlü illegal yöntemi mubah sayıyorlar. Bu da bir sorunsal. Kolektif bilinç yok artık, bireysellik çok önde. “Ben” öncelemesi sorunsalı sanatçıya her daim engel olmuştur. Hocası çömezi “ben” her şeyde çok fazla öne çıkıyor. Peki, şairlerin, yazarların dergilerle irtibatını nasıl değerlendiriyorsunuz? - Her yerde görünmemek lazım. Bir iki dergide sağlam durmak çok bile gelir. Tek dergide görünen, diğer dergiler ürün istediğinde göndermeyip gruplaşanlara da çete deniyor. Çetecilik hakkında ne düşünüyorsunuz? - Çeteler illegaldir ve de kaypaktır doğal olarak. Bir zaman sonra orda da ben kavgası başlıyor, birbirlerine düşüyorlar. Elbette benim önerdiğim az dergide yayınlama seçeneği çete kavramıyla örtüşecek bir şey Benim önerdiğim az dergide yayınlama seçeneği çete kavramıyla örtüşecek bir şey değil. Meşrep ve doku birlikteliği okul olmanın ipuçlarını da verebilir. değil. Meşrep ve doku birlikteliği okul olmanın ipuçlarını da verebilir. Bu kirli edebiyat dünyasında temiz kalmanın yolu nedir peki? Zaten kimsenin temiz kalmak gibi bir derdi yok. Küresel canavar ‘kirlenmek güzeldir’ argümanını kullanıyor. Başka şekilde teknocanavarı doyuramayız değil mi? Kimseye görünmeden yapabiliyor musun ya da kendi duruşunu sağlamlaştırarak… Nefis meselesi. Yani yapılabilir bir şey mi bu? ŞİİRVAKTİDERGİSİ 41 DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... Sezai Bey yapıyor. Arkaplanda küskünlük ve insan aşınması söz konusu olsa da. Bir 2. örnek? Bu sınavı vermek insanüstü bir soyutlanmayla mümkün. Mortaka’yı 18 sayı çıkardınız. Israrla ve sabırla takasını yüzdürme gayretinde bir kaptansınız. Bu seferler boyunca sizi üzen ve güç duruma sokan şeyler oluyor mu? Finansman malum. Ayrıca en büyük sorun, dağıtım. Yıllar önce kendini Müslüman kimlikle markalaştıran bir dağıtım/kitabevi İslamcı olmadığı için Mor Taka’yı almamıştı. Ama Küçük İskender’in kitapları onlar için irşat edici sanırım. Raflarında, satıyorlar. Acayip tecimenleşti Müslümanlar. Ümmetten mülkiyete sınıf atlayınca hiç tereddüt etmediler taşındıkları yerde yabancılık çekmediler, çekmiyorlar. Para acayip bozdu ümmeti. Sanal dünyanın insan hayatını çepeçevre sarması edebiyatı ve dergiciliği de etkiledi haliyle. Edebiyatımızın ve dergilerimizin yarını hakkında 42 ŞİİRVAKTİDERGİSİ öngörüleriniz nelerdir? Dergiler neden çıkar? Bunu anlayabilmiş değilim. Mantıklı gibi gelen açıklamaların hiçbiri bu eylemin karşılığı olmayacaktır. Basılı mevkutelerin geniş ölçekli dağıtım sorunsalı had safhada. Yayımlanan edebiyat dergilerinin sayısını son iki yıldır bilemiyorum. Önceki yıllarda bu sayı üç yüzlerle ifade ediliyordu. Bu günde en kötümser haliyle yarısı olsun. Bunca dergi curcunasında ülke sathında dağıtım ağına giren kaç tane edebiyat dergisi var? Sanal ortamda bir sürü edebiyat siteleri ‘tık’lanıyor. Nitelik ayrımsaması yapmadan her geçen şair adayı şiir adını verdiği ucubeleri bu sitelere gelişigüzel, kontrol ve denetim olmadan yapıştırıyor. Ciddi boyutlardaki söz kirliliği kozmosta nefes alacak yer bırakmadı. Bu sanal sitelerin büyük bir çoğunluğu amacından çok farklı kulvarlarda hizmetler de veriyor. Versin. O ritüeller de lazım. Bu bizim konumuz değil. Burada vahim olan, şiirini o sanal kulvarlarda görenlerin kendilerini gönül rahatlığı ile şuara sınıfına dâhil ediyor olması. Oluşturdukları sözlü edebiyat kirliliğinin farkında olmadan bu paradoks sürüp gidecek. Bu sözüm’ ona şuara taifesi on binlerle ifade ediliyor. Türkiye’de satılan (klasikler haricinde) en baba şiir kitabının baskı adedi 1000. DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... Ve onların da alıcısı yok haddi zatında. Belli bir zamandan sonra kitabın çoğu mevlit şekeri kâğıdı olarak mutasyona uğruyor. Okur bulamama, maliyetler, dağıtım ve satış sorunsalları, finansman derken basılı/matbuat dergiciliği miadını doldurmak üzere. Aktiviteler yakın gelecekte internet üzerinden yürütülmesi kaçınılmazdır. Birkaç nitelikli marka site oluşurken, binlerce sıradan site mantar gibi çoğalmaya devam edecektir. Nitelik ve nicelik dünya var oldukça bu bağlamlar da tartışılacaktır. -Bu zamanda yazara düşen görev nedir sizce ve hakkıyla yapıyor mu yazar kendine düşeni? Yazarın işi ismi üzerinde “yazan” insan. Herkes halince Bedreddin. Gücü, aklı, kültürü, donanımı dirhemince yazıyor/ yazmaya çalışıyor. Hakkını hukukunu bilemem lakin alınmayan mal zayidir demiş atalarımız. Yapılan işin pazarı yani üretilen işin karşılığı olmayınca iş zayi olur. Yaşayan miadı dolmuş edebiyat geleneğini yıkarak kendi modern geleneğini kurabilme çabasında olanlara elit yazar diye bakabiliriz. Bu yeni üst dil kurulurken geleneği yeniden üretme bilinciyle yazarlık müktesebatı harmanlanabiliniyorsa seçkinlikten söz edebiliriz. -Edebiyatta kalite sorunu da ortada. İnsanlar medya- tik olana yöneliyorlar. Tuğrul Tanyol, ‘Genç şairin güce yaklaşımı’ yazısında genç şairlerin güce meyletmelerini ve popüler üç beş şairi sevdiklerini dillendirmelerini eleştiriyor. Şairler dahi bu hastalığın pençesindeyken, okur ne yapmalı? Bu derdin devası nedir sizce? Özetle bunca yayınevi bolluğu ve medya saptırması karşısında, iyi yazarları ve kitapları nasıl anlayacak okur? Tuğrul’un eksiğini tamamlayım ben. Genci, orta yaşlısı şiir döşenenlerin ve dahi diğer metinleri üretenlerin her yerde görünme, yıllıklara girme sevdası tarihsel bir gerçektir. Bunun yolu nerden geçiyor? Elbette ŞİİRVAKTİDERGİSİ 43 DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... rejisörün yatak odasından değil. Rejisör saltanatları bitmiş ola. O banal bir ironiydi geçti. İmdi insan egosunu en çok okşayan övülme, değinme, hoş tutma seansları, biliriz ki şuara taifesinin pek makbul kıldığı haller zinciridir. Çünkü malzeme buna müsaittir. Çocukluğumda bir mesel dinlemiştim. Bir köyün sohbet ekâbirleri kahvehanede toplanır. Konu yiğitliğe gelir, köyün yiğitleri sayılmaya başlanır. “Emmim gilin hokkalı, Tezek gilin Nimet gil, bir de üçüncü var lakin üçüncüsünü dimem.” Israr eder Haso. “De hile gardaş, öğrenek.” Beriki ısrar eder, söylemez. Haso dayanamaz, “Uleynnn Gardaş di hele, üçüncü yigit sen olmayasan.” Vakteriştiğini anlayan secereci başını kaşır. Gerinir, gerneşir: -“Caddine rahmet gardaş, nasıl da bildin, yigit olan yigidi gözünden tanır!” Bu güzel bir örnektir. Dik durabilen birçok arkadaşımız olduğu gibi, isimlerini sabun köpüğü gibi uçuşturan bir sürü zerzevat tezekgiller bizim köy kahvesi ekâbirlerinden farkları yok. Dergisine Mührü koyar, yalakaları etrafında toplar, yandı gülüm keten helva, dönerler birbiri ekseninde. Ayakları altına sabun koymaya çalışırken sırtlarını da sıvazlamayı ihmal etmezler. Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez. Bu megalomani şair taifesinin hasleti ve dahi vazgeçemediği zaafıdır. Erk midir bunlar? Hayır, hiç bir zaman. Çünkü sanal erki yalakacılarının onları pohpohladığı, kullandığı sürece vardır. Yaşanan deneyimler bana çıkarsama üzerine kurulan kardeşliklerin sonu hep ana avrat sinkafla bittiği aşikardır. Yağ çıkacak üç beş şair diyelim, sinsi bir alışverişi başlatırlar. Kaydı kuydu yoktur. Kaşı sırtımı kaşıyayım sırtını. 44 ŞİİRVAKTİDERGİSİ Çıkarsamaları varsa hep birbirlerini yazarlar. Yalakaca birbirlerini sıvazlayan bir sürü şarlatan bu işi hep yapıyor. Cepheleşmeler, kutuplaşmalar, tasnif olmalar, kişisel zaaflar tamı tamına insanlık ve bilinç kirlenmesi olarak orda var olacaktır. Kitap ne işe yarar? Eğitir mi, öğretir mi, eğlendirir mi, ufkumuzu daraltır mı genişletir mi, yüceltir mi, aşağılar mı, yetkin midir, sıradan mıdır, varsıl mıdır, vasat mıdır…? Bir kitabın TSE veya ISO belgesi elbette olamaz. Kime göre iyi kitap, kimin için iyi kitap. Okursuzluktan yakınıyorduk. Asaf Halet’in şiirine markalı yetkin bir şair dudak büküyorsa bu işin niteliksellik arızası çok fazla demektir. Ancak büyük bir çoğunluğu ancak okuryazar olan halkın tüketici bilinci kriter midir? Orhan Pamuk’la başlayan billboard, menajer, oylumlu reklamlar… Bilinçsiz tüketim çılgınlığının boyutlarını zorlamıştı. Oğuz Atay’ın “Tehlikeli İlişkiler” başyapıtı Türk okurunun % 90’ının bilmediği ve 1000 bile sat(a)mazken, günümüzde satış tirajları 100 binleri bulan ucube kitap ve yazarların abat olmasını nasıl izah edebiliriz? Okurun iyi kitabı anlama seçeneğinin ne’liği ve yaklaşımı ortada. Bir metinle ilişki kurabilmek, metinler arası diyalog bilinciyle mümkündür. Donanımlı, bilinçli bir okurun seçeceği kitap ve yazarlar çok sınırlıdır. 100 binlerle satış rekoru kıran kitap vitrinlerinin yakınından bile geçmezler. Banalliğin, sıradanlığın, popülizmin kol gezdiği bir kulvardan uzak tutar kendisini. İşin başka bir boyutu da, o yüksek tirajlarla satın alınan kitapların büyük çoğunluğu sadece vitrin aksesuarı olarak evin bir köşesinde tozlanıyor olması. DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... Bu bir gösterişin uzantısı, yani. “(M)entelleşmek” jargonu son yıllarda, sınıf atlayan “neo feodallerin” vahşi küreselleşmeye katkı ve destek vermesi adına tüketim çılgınlığı ile izah edilebilinir. Şiir kitapları satmıyor malumunuz. Yayınevleri de ticari kaygılar taşıyor. Elini cebine atmayan şairler, kitap yayınlayamıyorlar nerdeyse. Şiir kitaplarının yayın sorunsalı hep olmuştur. Eskiden az şair az şiir kitabı vardı, vitrinde görünme şansı daha çoktu. Son yıllarda dağ taş kitaba kesti. İki ayrı yanıtım var birincisi, şiir kitaplarının az satılıyor olması gerçeği (dünyada böyle), ikinci mesele yayınevlerinin tutumu. Yayınevleri ticarethanedir, elbette satılmayan mala yatırım yap(a)maz, sürümü olmayan malı basıp vitrinlere koy(a) maz. Uyanık muhterisler ( bunlar internet üzerinden çığırtkanlık yaptığı gibi çıkardıkları dergileri paravan olarak kullanabilmektedir.) kitabınızı basacağız diye yazan çizen takımının, meraklıların parasını alarak, yetkin olsun olmasın sözüm ona kitaplarını basıyor. Böyle bir saadet zinciri kuruldu. “Kitabım olsun” diye çırpınan kitap meraklılarını söğüşlüyorlar. Yayınevlerini boş bıraktığı bu ticari kulvarı dolduruyorlar. Güçlü bir şiiri zaten hiçbir dergi ve yayınevi geri çevirme lüksüne sahip değildir, bu da madalyonun paslı yüzü olarak dipnota alabiliriz. Çözümü var mı sizce bunun? Yukarıda sorunları dile getirdik. Bu okursuzluk açmazı ile işler daha da kötüye gidiyor. Üretilen mal fazla, tüketim ters orantıyla eksiliyor Bu ülkeye yazan çizen değil; nitelikli ve bilinçli okurlar lazım. Benim okuyacağım kitaba devlet müdahale ederse, okuma meşruiyeti kösteklenirse olacağı buydu. Gazete, dergi, kitap oku- Güçlü bir şiiri zaten hiçbir dergi ve yayınevi geri çevirme lüksüne sahip değildir, bu da madalyonun paslı yüzü olarak dipnota alabiliriz. mayı alışkanlık edinen bilinçli okur kimliği oluşturmalıyız. Devletin birincil görevlerinden biri olmalı bu. Bu işin politikası oluşturulmalı. Peşi gelir. Tüm olumsuzluklara rağmen, sizi sevindiren, heyecanlandıran şeyler oluyor mu? Kirlenme çok fazla. Yeni bir şey yok. Zor beğenirim, zor severim. Yaptıklarımdan, izlediklerimden başka hiçbir şey beni heyecanlandırmıyor. ŞİİRVAKTİDERGİSİ 45 DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... BETÜL ALPASLAN ON ÜÇÜNCÜ GÜN ÜZERİNE Betül Alpaslan: Öncelikle On Üçüncü Gün isimli bu ilk kitabınızdan ötürü sizi kutluyorum. Kitabınızdaki anlayışa uygun olarak eleştirel bir soruyla başlamak istiyorum. Niçin On Üçüncü Gün? Yeni bir durumun adımı, neyi çağrıştırmalı ve şiirler neden alışıla gelmiş şiirlerinizin dışında bir yapı taşıyor? Destan mı bu kitap? Selim Tunçbilek: Teşekkür ederek ben de sorularınızı cevaplamaya çalışacağım. On üçüncü Gün 12 Eylül sonrası oluşan yeni günün adı her şeyden önce. Bu yeni bir durum mu? Bence değil şiirleri okuyanlar yeni bir durumun olmadığını anlayacaklardır. 11 Eylülde zulüm görenler 13 Eylülde de zulüm görmeye devam etmişlerdir. Sonrasında da. Şiir ile bir şeyin durum tespitini yapacaksa46 ŞİİRVAKTİDERGİSİ nız öncelikle bu durum baştan sona belirgin olarak vurgulanmaktadır. Şimdi buradan yola çıkılarak başka bir durum ortaya konulabilir. O halde her hal ve şart içinde zulüm görenlerin değişmediği bir çıplak dünya gerçeği ile karşı karşıya olduğumuzdur. Gerçek olan budur. Bu gerçekten hareketle bize düşen şey zulmün kime yapıldığına bakmadan zulme karşı durmak, nitelikli bir duruş sergilemektir. Yani vicdanımızın sesini her söylemi susturacak şekilde dinlemek. Ben bütün şiirlerimde olduğu gibi bu kitapta yer alan şiirlerimde de kendi vicdanımdan başka sese kulak tıkadığımı söyleyebilirim. Hatta bu tutumumdan ötürü pek çok dostum beni açık bir biçimde eleştirdiler de. Ama o eleştiriyi yapanların ön- DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... celikle kendi konumlarını ve tutumlarını sorgulama gereği var. Bunu yaparlarken daha çok insani olmaktan ziyade siyasi bir duruş ile yapıyorlar. Siyasi duruşla kendini tanımlayanların bir hiç olduklarını zaman daha net gösterecektir. 1930 yıllarda yaşanan zulümlerden ötürü otuz kırk yıl sonra doğanlar o yıllarda yapılan zulümlere sahiplendiği sürece yeryüzündeki zulüm hep var olagelmiştir. 13 Eylülde yapılan zulümleri bile savunanlar çıkıyor o yüzden. Zulme sahiplenmek yalnızca zulmü güçlendirir. Bize düşen şey zulme sahiplenmemektir. Bu ayıp içinde olmadık. Bu yeni bir durum mu bilmiyorum. Şiirlerin genel şiir anlayışımın -estetik yön açısından söylüyorum- yapı olarak dışında olduğu görüşünüze katılmam mümkün değil. İyice bakıldığı vakit şiirimin ses ve mimari yapısının korunduğu fakat aynı zamanda her şiirin kendi çıkış ve oluş sürecine bağlı olarak şekil aldığı gerçeğinden hareketle On Üçüncü Gün’deki şiirlerin kendine has bir dokusunun da oldu gerçeği ile karşılaşırız. On üçüncü Gün’de yer alan şiirler aslında hiçte politik şiirler değildir. Bu anlamda politik şiir olduğundan hareketle yapılan eleştirilere katılamam. Destansı yapısının olduğu söylenebilir. Uzun şiir diyenlerde var. Hatta bu durumu küçümseyerek kitapta kaç şiir var diye soranlar bile oluyor. Bir şiir kitabının etkisi içinde yer aldığı şiir sayısıyla ölçülemez. Sayfaların çokluğu, şiirin çok olduğu anlamına götürmez. Doğrusu bunlara tebessüm etmekle yetiniyorum. Zulmü lanetleyen bir destan olduğunu söyleyenlere katılıyorum diyebilirim. Betül Alpaslan: Bu kitapta yer alan şiirlerle pek çok çevrede alışılagelen düşünce yapınıza aykırı şiirlerin yer aldığı konusunda sesler geliyor. Yazmasalar da sözlü olarak ifade ediyorlar. Yazanlarsa şiirlerdeki düşüncelerinizden daha çok sizin kişiliğiniz ve yayınlanmamış eser- lerinizi öne alarak bir şey söylemek istiyorlar gibi davrandılar. On Üçüncü Gün üzerinde bir tedirginlik görüyor musunuz? Selim Tunçbilek: Şiirlerimin üzerine yansıyan bir tedirginlik görmüyorum. Şiir tedirginlikleri yok etmeye yarayan duyguların harmanlandığı bir söz rüzgârıdır. Bu rüzgârın zaman içinde çeşitli başakların olgunlaşmasına katkı sunacağını ümit etmek gerekiyor. Canlı her varlık canlılığını belirgin olarak göstermek için değişimin bizatihi kendisi olmak zorundadır. Canlı varlıklar kendi içsel dinamikleri özleri gereği değişim gösterirler. Cansız varlıklarsa dışsal etiklerle değişirler. Değişmeyen tek şey cansız varlıklardır. Onlarda bir değişim olmaz. Önemli olan canlılık emaresi gösterirken güç aldığınız merkezin ne olduğudur. Kendi vicdanınınız bu merkezlerden biridir. Vicdanınıza dayalı canlılık emareleri her insanı daha güçsüz değil daha güçlü ve daha insan kılar. Kaldı ki; düşünce yapıma aykırı şiir yazdığımı söylemek beni belli kalıplar içine koyarak kavrama ve anlama yaklaşımlarından kaynaklandığını nezaketsizlik göstermeden söylemek zorundayım. Dışarıdan söylenenlere, şiirimin dışında söylenen sözlere uzun zamandır kulaklarım tıkalı. Yazanların nasıl yazdıkları benim değil onların problemi. Ben kendi yazdıklarımdan sorumluyum. Orada da bir tedirginlik göremiyorum. Kitap birilerini tedirgin ediyorsa onlarda bırak tedirgin olsunlar. Zulmedenlerin tedirginliği insanlığın sevincidir. Betül Alpaslan: Az önce şiirle ilgili azlık, çokluk kavramı üzerine konuşurken aklıma kitabınızın önsöz yerine kısa bir şiirle başlıyor olması geldi. Orada diyorsunuz ki: Çok uzun anlatabilirdik/ Evet, konu çetin / Ve sınav herkesin / biz ki;/ Ne yapabiliriz dedik / Yaşadıklarımızı seçtik / Onları ki;/ Nailî ve Hilmi Yavuz misâli / Sadece, imâ ile geçtik / bu ŞİİRVAKTİDERGİSİ 47 DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... dizelerde işaret edildiği gibi imâ ile geçilmeseydi uzun ne anlatacaktınız? Selim Tunçbilek: Aslında önemli olan anlatılmak istenen şeyin kısa anlatılması, uzun anlatılması değildir. Etkili anlatılması önemlidir. Şiir de özü itibariyle budur. İmâ bu tarz anlatım için çok iyi bir yöntemdir belki de. Etkili anlatım tekniklerinin en kalıcı ve sürekli olanı bir an, devir veya döneme sığdırılamamış olması, şiiri güçlü kılan yönlerinden biridir. Şiirimizin işaret ettiği şeyleri bir anlam daralmasına yol açacak biçimde ruhsal ve insani olandan ayrı tutarak, anlamlı hale getirmek mümkün değildir. Ruhsal ve insani ıstıraplar bizi biz yapan yani insan olma özelliklerimizi hissettiren duygulardır. Şiir bu duyguların okur üzerindeki örtüsünü kaldırıp atmalıdır. On üçüncü gün şiirleri bu örtüyü atmayı becermiştir. Betül Alpaslan: Özür dileyerek nereden biliyorsunuz desem? Selim Tunçbilek: Şuradan biliyorum; düşünce yapınıza aykırı olduğuna dair sesler geliyor dediniz ya, oradan anlıyorum. Bunu böyle olması bizatihi bu örtünün açıldığına işarettir. Şiirin ürpertilerine ve söylemine ne estetik düzeyde ne de düşünce planında bir yaklaşım getirilmemiş olması onun özde bunlardan uzak olduğunu değil genel insan davranışı olarak yeterli donanımdan eksiklik nedeniyle veya kendilerini bir düşüncenin kıskacında hissettikleri için doğru da olsa bir doğrunu kendilerine verebileceği zarardan korunmak için dokunulmadığı sonucunu doğurur. Bu tür korkuların gücü hiçbir gerçeği yok etmeye yetmez. Betül Alpaslan: Şimdi saattin tik taklarına / Kalbinden asılı insan diye gerçekten insanın içini acıtan bir dize var kitapta. Kendi şiirinizi tabletlere yazılmış olarak görüyorsunuz. Kameralara yansıyan yüzünüz niçin yok? Selim Tunçbilek: Şiirin popüler bir 48 ŞİİRVAKTİDERGİSİ anlayışla bu güne ilişkin yorumlanması mümkün olsa da bu şairin arzu edebileceği bir anlayış değildir. On Üçüncü Gün’de yer alan şiirlerimiz insanlık için kil tabletlere yazılı ilk belgeleri ne anlam ifade ediyorsa bu şiirler de zaman içerisinde insanlığın ortak acıları için aynı değeri ifade edecektir. İnsanlığın yaşadığı çirkinlikler ve zulümler böylesine sürdüğü müddetçe insanlık kendini her devirde korda Anka kuşu gibi hissedecektir. Kor üzerindeki Anka kuşu belge budur. O kuşu Kaf dağlarının ardına iten bizim tutumlarımızdır. Gökte ebemkuşağı olmuşsa acımız; güneş var demektir. Şair umudu diri tutandır. On Üçüncü Gün şiirleri insanlığın kil tabletlerinin arasında yerini almıştır. Umarım geleceğe yönelik umudunu kaybetmek istemeyen insanlar bu kitabın ne dediğine yönelik küçük bir çıkarım için önünde dururlar. Saatin tik takları arasında sıkışmış günümüz insanlığının buna vakti yok. Zaten bu vakitsizlik yani neyin önemli olduğunu algılayamama durumu yeryüzünde zulmün ve çirkinliklerin devamını sağlamıyor mu? Ekranda görünün her türlü zulüm ve işkence sahneleri insanlığın merhamet duygularından bir şeyler alıp götürüyor. Gördüğümüz şeylere alışıyoruz. Bu yüzden gerçekle hayatı karıştırıyor bu günün insanı. Televizyonların ve sinemanın yok ettiği şeylere dikkat çekmek gerekli diye düşünüyorum. Günümüz insanı kablolar arasında gidip gelen görüntülere benziyorlar. Yani gerçekte varla yok arası bir yerdeler. Öyle olmasa dünyadaki bunca zulmü sineye çekmek mümkün mü? Türk insanı merhametini kaybetsin istemiyorum. Bu insanlık için çok büyük bir kayıp ve ölüm olur. Bu ölümün karşısında Türkçe bir söyleyişle durmak gerektiği için On üçüncü Gün’de ki şiirler kil tabletler gibi sanırım duracaklar. Merhametin gittikçe kaybolduğu dünyanın bu şiirlere ihtiyacı var diye düşünüyorum. DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... Betül Alpaslan: Bunları söyleyince söz yaşanmamışsa söylenmemiştir düzeniz geldi aklıma. Bu yarına dönük bir dizemidir. Düne dönük müdür? Hem düne hem yarına dönük olması şiirin özelliği budur. Orhun abidelerinde anlatılan şey özü itibariyle millet olarak dünde yaşadığımız olaylardır. Lakin çıkarımlar yarına dönüktür. Şiir sonsuzluğa yazılmış mektuptur. Bütün dönemler ve zamanlardan diri olarak çıkabilen şey şiirdir. Yaşanılan şeylerin içinden de süzülüp çıkan şeyler hayatın anlamlı olan tarafıdır. Hayatla ilişkilendirilemeyen hiçbir şey anlamlı ve kalıcı olamaz. On Üçüncü Gün hayatın en acı tarafına dokunan şiirlerden oluşmaktadır. Yaşanmış şeylerin kalıcılığı daha fazla olur. Orhun abideleri buna örnektir. Hayatın içinden damıtılmayan sözlerin şiire yaklaşması zordur. Şimdi şiiri insandan arındırıp onun acılarından, problemlerinden söz açmayan şiirle nereye gidilmek istendiğini anlamakta zorlanıyorum. Şair yaşadı dönemin vicdanı olmalıdır. Yaşanmışlık hissi sahici bir hissiyatla mümkün olabilir. Sahici olmayan hiçbir duygu karşılık bulmaz. Şair ne yazarsa yazsın nasıl yazarsa yazsın sahici bir söyleyiş yakalayamamışsa inandırıcı olamaz. Betül Alpaslan: Şimdi öncelikle kitabınızda katılmadığım bir yerin altını çizmek istiyorum. Engizisyon mahkemelerine / ardında parlayan hırçın apoletler / uygun adım kaçıyorum / uygun adım kendimden diye on iki eylül mahkemeleri- ni engizisyon mahkemelerine benzetmenizi yadırgadığımı söylemeliyim. Sonra dışarıdan içeriye yaptığınız vurgu var Ne kadar Özgürdük / Uygun adım hepimiz dediğiniz ve sokaklarında in cin top oynuyor diyerek sessizleştirilmeye yaptığınız vurgu niçin bu kadar keskin? Selim Tunçbilek: Öncelikle tabi sizler o şartları yaşamadığınız için bunları abartılı değerlendirdiğimizi düşünebilirsiniz. Adalet toplumları bir arada tutan tek güçtür. Adalete olan güven sarsılınca toplumları bir arada tutmak zorlaşır. Aile içinde de böyledir. Bir baba evlatları arasında adaletsiz davranışların içinde olduğu vakit saygınlığını kaybeder. Aslında burada anlatılan şeyler yalnızca o dönemle ilişkilendirilerek daha anlaşılır olacağını söylemekte yanlış olur. Mahkemelerin hırçın apoletlerin ardından nasıl kararlar aldıklarına dair hem dünyada hem de kendi ülkemizde sayısız kötü örnekleri mevcut. Silahların gölgesinde adalet terazisinin sarsılmayacağını söylemek saflık olmaz mı? Hukuksuz verilmiş her karar adalete olan güveni sarsar. Adalet toplumları bir arada tutan tek güçtür. Adalete olan güven sarsılınca toplumları bir arada tutmak zorlaşır. Aile içinde de böyledir. Bir baba evlatları arasında adaletsiz davranışların içinde olduğu vakit sayŞİİRVAKTİDERGİSİ 49 DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... gınlığını kaybeder. Hz. Ömer’in söylediği adalet mülkün temeli sözü boşa söylenmiş bir söz değildir. Burada mülk devlettir. Hukuktan ve hukukun temel kaynağı olan vicdandan ayrılan her mahkeme bir engizisyon mahkemesidir. Türk mahkemelerinin önüne saat dokuzda varın PKK’nın bu ülkeye yapmadığı tahribatların adliye koridorlarında asılı olduğunu görürsünüz. Bir günde yüz davaya bakan mahkemeler ve okumadan karar veren hâkimler var. Ülkenin yetmiş yıllık en ciddi problemini emperyalist sözcüsü aydınlar oluşturmuştur. Türkiye de aydınlar Huntigton’un medeniyetler çatışması projesine bağlı olarak bu çatışmada kendi yerlerini emperyalist batının safında görmüşlerdir. Ben bunu eşimin bir adli işe itirazında yaşadım. Doksan yıllık devletin doğru dürüst adli müesseseleri yoktu. Yüksek pek çok yargımızın bile arzu edilen düzeyde mekâna kavuşması şunun şurasında birkaç yıl oldu. Türk adliyesine kim girerse girsin güvenle girmelidir. Artvin’deki, Edirne’deki, Yozgat’taki vatandaş ne yaşarsa yaşasın diyebilmeli ki Ankara’da hâkimler var. Bürüksel’de hâkimler var diyen bir toplumun ciddi problemleri var demektir. Sorunuzun ikinci kısmına gelince uygun adım yaşamak zaman zaman doğru yaşamak 50 ŞİİRVAKTİDERGİSİ gibi algılanır. Bu ülkede on yıl dolmuş olmasına rağmen ihtilalin olmayışı yadırganmıştır. Hatta öyle yadırganmıştır ki kelli felli önünde Prof. Unvanı olan emperyalizmin sözcüsü yarı aydınlar ellerine ordu göreve pankartlarıyla yürümüşlerdir. Ülkenin yetmiş yıllık en ciddi problemini emperyalist sözcüsü aydınlar oluşturmuştur. Türkiye de aydınlar Huntigton’un medeniyetler çatışması projesine bağlı olarak bu çatışmada kendi yerlerini emperyalist batının safında görmüşlerdir. Dolayısıyla karşı medeniyetin sembolü olarak gördükleri başörtülü kızlarımızı okullardan kovma başarısı göstererek dâhil oldukları emperyalist sömürünün verimliliğini artırmaya çalışmışlardır. Bunlar bu ülkenin ne yazık ki gerçekleri. Bu aydınlar yıllarca uygun adım yürüme alışkanlığı kazandıkları için özgürlük onlar için böyle anlaşılmaktadır. Eksen kayması birazda buradan bakılınca öyle görülüyor. Zira normal yürümek yüz elli yılı aşkın bir süredir unutulmuş. Ne yapsınlar onları da suçlamamak lazım. Betül Alpaslan: Aslında konumuz dışı da olsa sizin sık sık sohbetlerinizde örneklediğiniz bir şeyi sormak istiyorum. Düşünen insanlar için uygun ayım yürüyüşü hayat ilkesi edinmiş kişilerle gruplarla ilişki kurmak zor diyordunuz. Bunu şimdi biraz açar mısınız? Neden zor? Selim Tunçbilek: Bu konuda yine hayatın içinden yaşanarak çıkarılmış bir sonuçtur. Bu gruplar içerisine ben öğretmenlerimizi dâhil ediyorum. Zira DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... çok politize edilmiş bir kitle. Üniversitelerde buna dâhil. Hocalar yönüyle. Ordumuzun içine yaşanan problemlere bakınca orada da aynı sıkıntının olduğunu görüyoruz. Zaman zaman kimi öğretmenlerle sohbet ederken bazı meselelerin anlaşılırlığı konusunda problem yaşıyorum. Bu gibi durumlarda açıkça soruyorum. Hocam okuttuğunuz sınıf kaçıncı sınıf diye. Onu öğrenince ilişki kurmakta zorlanmıyorum. Zira nasıl konuşacağımı biliyorum. Bir de ben ortaokuldayken mahallemizde bir bakkal amcamız vardı. Bu amca hep heceleyerek konuşurdu. Mesela ne-is-ti-yor-sun-yavru-cu-ğum diye. Meğerse bu amca 32 yıl ilkokul birleri okutarak emekli olmuş ve bakkallık yapmaya başlamış. Şimdi ciddi eğitim almış paşalar o noktaya gelene kadar. Daha sağını solunu bilmeyen insanlarla haşir neşir olmaya başlıyorlar. İster istemez makamı ne olursa olsun toplumun bütününü sağını solunu bilmez olarak görmeye başlıyorlar. Okullardaki aldıkları eğitimleri de düşününce bu kaçınılmaz bir sonuç oluyor. Toplumu kendinden geri kalmış olarak görüyorlar. Örneklenebilir olan bir tek yanlışı bütün bir topluma şamil hale getiriyorlar. Bu yaklaşımlar demokrat kimlik kazanmamızı da engelliyor. Bu hayattan çıksa çıksa jakobenler çıkar. Toplumdaki değişimi görmüyorlar sonra. Hala onların kafasında sağını solunu bilmez mehmet var. Jakobenizmi besleyen bir başka etken, toplumla bu kesimlerin bağının azlığıdır. Öğretmenler kendi dar çevrelerinde zaten seçkinler. Üniversite hocaları da. Subaylarımızda. Bütün bu gruplar kendi aile çevrelerinde bile kendilerini elit görme alışkanlığına sahipler. İrfanı küçük görme esaret kazanmış beyinlerin davranışıdır. Bir sürü müzisyenimiz var ama bir tek neşet Ertaş çıkmıyor içinden. İrfandan yoksun kültür bir zenginlik sayılmamalı. İrfanın eksikliği ciddi bir eksikliktir. Bunu demek istemişizdir. Betül Alpaslan: Neşet Ertaş vurgusuna teşekkür ederek birazda kendi alanımdan sormak istiyorum. Tabi müzik konusunda eleştirilerinizi de önemsiyorum. Sanırım benim müzik eğitimi almış olmamdan ötürü konuyu oraya getirdiniz. Yer yer şiirinizde müzikalite var. Aruz ve hece ile şiirde musikiyi elde etmek kolay ama serbest şiirde bu biraz zor. Özel bir çaba yok lakin bir iç musiki oluşmuş şiirlerinizde. Mesela Dağlıca’da / Han Tepe’de / hangi tepede ekmeğime kan damlamaz ki sorgunuzda doğallıktan gelen bir sesleniş var yanılıyor muyum? Sanki konu öncelikli olurken şiirsel ahenk de göz ardı edilmemiş. Selim Tunçbilek: Hayır yanılmıyorsunuz. Sizin de dediğiniz gibi burada tabi bir ahenkten bahsedebiliriz ama özel bir gayretle oluşturulmuş bir ses kaygısı yok. Şiir kelimeler üzerine inşa edilir. Lakin kelimelerin kendi ses yapısı doğal bir musiki oluşturur zaten. Şiirin içsel ahengini önemsemediğimi söyleyemem. Önemserim. Yalnız meseleyi ahenge kurban etmeyi de tercih etmem. Genel bir Türkçe kelime olan deri yerine mesela insandan bahsediyorsak ten derim ki bu da daha yumuşak bir kelimedir. Hatta Hilmi Yavuz bu durumu eleştiri konusu yapmıştı. Betül Alpaslan: şimdi otuz altıncı sayfada kitabın Milattan önce olanlar / Anlatılmaz yaşanır / Ki yaşanmıştır / Ve dahi derlenip toparlanıp / Raflara henüz konulmamıştır dizelerinden söz açmak istiyorum. Nedir raflara konulmayan şiirinizin yazım aşamasını da mı söz konusu ediyorsunuz. Zengin bir çağrışım benim için müzik gibi bir şey anlam açısından söylüyorum. Milat kavramı mesela siz de pek çok anlamı var. Yazacağınız kitapların çokluğuna mı gitmeliyiz yoksa buradan… Selim Tunçbilek: Nasıl anlaşılması gerektiğine yönelik bir açıklama yaparak ŞİİRVAKTİDERGİSİ 51 DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... okura saygısızlık etmek istemem ama işaret ettiğiniz anlamlar şiire dâhil. Milattan önce yaşananlar ister benim anladığım anlamda ele alalım, isterse İsa öncesini, elbette her iki şartta da yaşananlar henüz raflarda yerini almamıştır. Elbette yazılacak insanlığın büyük birikimi, acısı, yaşantısı var. Onu nasıl anlatacağınızı tespit etmişseniz yazmanızın bir sakıncası yok. Bu anlamada benimde söyleyeceklerim olduğu gibi yazacaklarım da var, yazdıklarımda. On iki Eylülde yaşananların kaçını kitapçı raflarında bulabiliyoruz ki. Haksız da sayılmam değil mi ama. Betül Alpaslan : gelelim kitabınızda anlamakta zorlandığım bölüme. Hepimiz Ermeniyiz diye bir genel söylem gelişti bir dönem. Ona atıf yaparak kelimelerle adeta oynuyorsunuz. O kısmı izniniz olursa burada da okumak isterim. Zulüm ki; tarihte görülmüştür / Say ki Karabağ’da / Başımıza binlerce dert böyle örülmüştür / Hepimiz… / Evet hepimiz / Karabağ yürek yangını yer dedik / Agos kaldırımlarında katledildik / Bildik / Ve dedik / Ayakkabılarımız hep delik / Yaşayarak zulmü yok edemedik / Ölerek / Ölerek belki dedik Burada netleştirilmeyen düşünceler mi var? Yoksa ne? Hrant Dink’i yazmak için mi yazdınız bu kısmı ya da Hrand Dink’i yazmak size mi düşerdi? Selim Tunçbilek: Şimdi ben yine şiirimi açıklamak istemem ama zulmü yazmak bana düştü diyebilirim. Hırant Dink’in kurşunlanması da evet bir zulümdür. Buna zulüm demeyeceksek zulüm görmeye hazır hale gelmeliyiz. Kaldı ki zulmü zulmedenin veya zulüm görenin kimliğine göre tanımlamak zulme çanak tutmak olur. Evet, Hrant Dink’i yazmak bana düşer. Zira zulmü kimliklerden ayrı tutarak zulüm her yerde zulümdür diyen benim. Betül Alpaslan : hayır onu demek is52 ŞİİRVAKTİDERGİSİ temedim. Haklısınız ama… Selim TunçbileK: Bu işin yani yaşanan bir zulümse aması olmaz. Betül Hanım zulüm her yerde kime yapılırsa, kim tarafından yapılırsa yapılsın zulümdür. Şiirimin o kısmında netleştirme ihtiyacı duyduğum bir düşünce yok söylenmesi düşünceler gayet açık olarak söylenmiştir. Kaldı ki Karabağ’da Türklerin yaşadığı soykırımı Hırant Dink tasvip etmemiştir. Öldürülmesinin altında belki bu tutumu var. Hayatımızda bir yanlışı yanlış olmaktan çıkarmak hayatımdaki yanlışları çoğalmaktan başka bir işe yaramaz. Bundan mutluluk çıkarmak mümkün değil. Yanlış ve çirkinliklerden huzur ve mutluluk çıkarabileceklerini sananlara şaşırmamak nasıl bir duygu doğrusu bilmiyorum. Betül Alpaslan: sözü daha fazla uzatmak istemiyorum. Her zulüm eskimez bir insan ölümüdür diyerek siz ki eskimez insanlar diyerek seslenişleriniz var. İyi ki sizler vardınız dediğiniz kim bu eskimez insanlar. Selim Tunçbilek: Bazı toplumlarda insanlar çok çabuk eskitiyorlar. Buna belki biraz gönlümüz razı olmuyor. Her eskitilen insanda insanlıkta eskitiliyor diye düşünüyorum. İyi insanların eskitilmez olmasını dilerim. Ki iyi insanlar eskitilemiyorlar. Yunus’u, Mevlana’yı eskitmek kimin haddinedir. Onu okur kafa yorarak bulması gerekir. İnsanlık hep zulüm ve acıları hatırlasa da güzel insanları da hatırlaması gerekir diye düşünmüş olabiliriz. Betül Alpaslan: Sizi kızdırdım sanırım, özür diler, konuşma için teşekkürlerimi sunarım. Selim Tunçbilek: Hayır kızmam söz konusu değil. Asıl ben teşekkür ederim. DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... KÜRŞAT AKKAŞ ON ÜÇÜNCÜ GÜN’e Dair Çok Boyutlu Okuma Kırk yılık dostum, kardeşim selim Tunçbilek ilk şiir kitabını Nisan 2012 de çıkardı. İmzalayıp bana da göndermiş. Sağ olsun. İçine bir de not yazmış. Eleştirilerini bekliyorum diye. Sonra bir şeyler yazmadın mı diye aradı. Karalamalarımın bir kısmını derleyip toparlayarak bu yazıyı oluşturmaya çalıştım. Elbette ki bu tarz çalışmanın önemli kusurları olacaktır. Affınıza sığınmak isterim. Eleştiri; Selim Tunçbilek’in anladığı manada bir eseri değiştirmek ve dönüştürmektir. Benim öyle bir yeteneğim yok. Fakat şairin “On üçüncü gün” isimli kitabını okuyunca kendiliğinden, içsel arzu ile tekrar tekrar okuma gereği hissettiğimi belirtmek zorundayım. Her okumamda farklı bir yön buldum. Kelimeleri inşa ederken şairin tek boyutlu bir okuma tarzına uygun olarak inşa etmediğini dolayısıyla her okumada son dizenin son kelimesinin ilk mısraın ilk kelimesiyle ilişkisini kurmak zorunda hissettim. Belki şairi yakinen tanıyor ol- mamın getirdiği avantaj olarak değerlendirmek gerekir. Buna düşünceme örneklik açısından şairin önsözde ifade ettiği biçimiyle hayatı herkesin sınavı olarak görmesini zikretmemin şimdilik yeterli olduğunu düşünüyorum. Ben bu tarz okumadan ziyade, ilk okumayla bende oluşan aslında şairin eserle hedeflediği okuru değiştirme ve dönüştürme boyutunu ele almak niyetindeyim. İşin uzmanları tabi daha derin nitelikli okuma ve eser odaklı irdelemeler girişeceklerdir. Belki düşüncede, kitap beni zaman içerisinde, tekrar tekrar okumalarımda, oralara taşırsa bundan dostum gibi bende mutluluk duyarım. Öncelikle şunu söylemeliyim On üçüncü Gün’de yer alan şiirler alışageldiğimiz Selim Tunçbilek şiirleri değil. O dergilerde yer alan ve henüz yayınlatmayıp dar ortamlarda dostlarıyla paylaştığı şiirlerinden tamamen ayrı yapıda, kendi alışılmış şiirini de içeren fakat daha ziyade bütüncül çalışılmış şiir intiba verdiğini söylemem gerekli. Bildiğim kadarıyla dostum Selim ŞİİRVAKTİDERGİSİ 53 DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... Tunçbilek bu tarz şiirlere uzak biriydi. İlk yadırgadığım durumun bu olduğunu ve bunun altını çizmem gerektiğini belirteyim. Bir şair, yazar, düşünce adamı elbette değişebilir. İtirazımın buna olduğu anlaşılmasın. Benim itirazım değişimin boyutuna. Bir eser okuru değiştirmiyorsa eser değildir sözünü de hatırlıyorum dostum lakin eserin okuru değiştirmesinden değil değişen yazarın esere yansımasından bahsediyorum. Meramımı yazı ilerledikçe daha net anlatacağımı ümit ediyorum. Şairin Önsöz yerine de belirtiği gibi “Konu çetin” konu çetin olunca şairin kurgudan ziyade hayata sığınıp yaşadıklarından sonuçlar çıkarması daha anlaşılır olabilir. Burada şairin yaşadıklarından yola çıkarak Anadolu toprağı ile eseri ilişkilendirince birinci boyut okuma için en can alıcı mısralar şunlardır: Sevda türkülerini İçten mırıldandık diye Vasati kırk çöp gibi yaktınız Ol demden sonra Gökte ebemkuşağı acımız Canımız… Korda Anka kuşudur Birinci boyut okumada bu dizeleri merkez alarak düşünce geliştirmeye çalışacağız. Aslında şiirlerin her bölümü ayrı bir merkez alınarak okumaya müsaittir. Selim Tunçbilek genel olarak dergilerde yayınlanan alışık olduğumuz şiirlerinde de bunu hep yapıyor. Şiirin bir kelimesini bağıntısı olmayan dize ile ilişkilendirerek şiire çok boyutluluk katabiliyor. Daha doğru bir ifade ile şiire hem kendine özgü bir yapı kazandırırken hem de şiiri plastik bir yapıya dönüştürüyor. Aslında Selim Tunçbilek şiiri geleneksel 54 ŞİİRVAKTİDERGİSİ olan şiirin ses yapısı ile yeni şiirin biçiminin kaynaşmasından oluşan kristal bir şiirdir. On Üçüncü Gün sıradan şiir anlayışlarına paralel yazılmış ve genel kabul gören şiir anlayışları ekseninde değerlendirilecek bir eser değil. Sanat ve edebiyatta eleştirel düşünmeyi şiirde merkez alan bir anlayışla eserin kaleme alındığı belirtmekte öncelikle yarar var. Bu anlayış eseri, yani On Üçüncü Gün’ü her şeyden önce sıradanlıktan çıkarıyor. Peki, nedir eleştirel düşünme? Eleştirel düşünme; akıl yürütme, analiz ve değerlendirme gibi zihinsel süreçlerden geçerek oluşan bir düşünme biçimidir. Eleştirel düşünme sağduyu ve bilimsel kanıtlarla uyuşan net hükümlere varmak için somut veya soyut konular üzerinde düşünme süreçlerini de içermektedir. Bu yönüyle diğer bir düşünme biçimi olan yaratıcı düşünmeyi tamamlamaktadır.1 On üçüncü Gün adlı kitaptan eser olarak bahsetmemin asıl amacı eser oluşuna vurgunun gereğinden kaynaklanmaktadır. Zira eserdir. Şair yaşadıklarımızı seçtik derken bilinçli bir tercihten söz ediyor. Aslında daha önsözde şair eleştirel düşünmenin kapısını aralıyor. Eleştirel düşünmenin özellikleri nelerdir? Eleştirel düşünmede geliştirilen delil ve argümanı meydana getiren öğeler ele alınan konuya ilişkin olmalıdır. Argümanı teşkil eden önermeler sağduyu, veri, bilgi ve kanıta dayalı olarak savunulabilir ve gerçeklikte olmalıdır. Argümanı meydana getiren önerme ve çıkarımlar herhangi bir yanlış anlamaya veya anlam karmaşasına meydan vermemelidir. Argümanı meydana getiren önermelerin kapsamı ve ayrıntı 1 Özdemir, O. (2008). Eleştirel Düşünme. Kriter Yayınları. DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... düzeyi yeterli genişlik ve derinlikte olmalıdır. Önermeler doğru biçimde sıralanmalı ve birbirleri ile doğru olarak ilişkilendirilmeli, delili uygun bir mantık silsilesi izlemelidir. Argümanın sonunda varılan sonuçlar, argümana temel oluşturan veri, bilgi, kanıt ve varsayımlar tarafından desteklenmelidir. Argüman konunun paydaşları arasında özellikle sağduyu ve bilgi sahibi olanlarda güvenilirlik ve adalet hissi uyandırmalıdır.2 Selim Tunçbilek’in bu ilk eserini okuyan herkes bu hislerin kendilerinde uyandığını ve içlerinde adil olmak gerektiğine ilişkin kanaatlere yol açtığını söyleyecektir. O halde eserin eleştirel düşünme metoduna güzel bir örnek olduğunu söyleyebiliriz. Kitabın arka kapağında şairin dizlerinden yola çıkılarak oluşturulan yazıda Ülkemin alın yazısı benim alın yazıma benzer / söz yaşanmamışsa söylenmemiştir. Diyerek te eleştirel düşünmenin bütün özelliklerini eserin içerisinde örneklemelerle diri tutuyor. Şair 12 Eylül zindanlarında yaşanan ortak insani dramı bireysel yaşantısından yola çıkarak evrensel bir düzleme taşıma başarısı gösteriyor. Geçmişte ve günümüzde yaşanmış bütün zulümlere; zulmedenin ve zulüm görenin kimliğinden bağımsız olarak “zulüm her yerde zulümdür.” Diyor ki eserin güvenilirliğine olan inancı artırıyor. İnsanın zamanın kıskacına sıkışıp kaldığını söylemesi doğru bir tespittir. “Şimdi saatin tik taklarına Kalbinden asılı insan” Kitabın geneline hâkim düşüncenin insanlığın ortak zemininde yeterli tesiri uyandırmamasına bir mazerette bu olsa gerek. Zulme sesiz kalan insan belki de 2 Şahinel, S. (2002). Eleştirel Düşünme. Pagem A Yayıncılık. kalbinden asılı insandır. Şiirin manası şairin tekelinde değilse. Anladığım kadarıyla şair 12 Eylül zihniyetine ve onun oluşturduğu sentetik hayata karşı da ciddi eleştiriler getiriyor. Bu durumun Yeşilçam filmleri ve kahramanları ile destekleniyor. Yerlilik ve doğallık düşüncesi Anadolu ile özdeştirilerek, yapaylık ve bayağılık zorbalıkla özdeştirilerek, şiirsellik içerisinde kalınarak, şair düşüncelerini eleştiriler olarak dile getirmeye devam ediyor. Şairin bu çerçevede bakıldığında göndermede bulunduğu romancı Oğuz Atay’a akraba olduğu söylenebilir. Oğuz Atay romanları da eleştirel romanlardır. Şair anlatılarındaki eleştirel bakış açısına yönelik yaklaşımları insanlığın ortak erdemlerinden uzaklaşmayı ve kadim insanlık geleneğine uygun olmayan davranışları: Her şey az sonra beyler / Kadim dile açılmayan kapılar/ Az sonra Diyerek ne anlatacağına yönelik kapı aralar. İnsanlık tarihi ile zulmün tarihi özdeş tutularak Hz. İsa’ya göndermelerde bulunulur. On iki Eylül zindanlarındaki çarmıhtan bedeninin kurtarılması için ondan medet umulur. Bu bekleyiş aynı zamanda ilahi bir değişimi sembolize eder. Yalnız bu yazımızın konusu şimdilik bu olmadığı için işaretle yetiniyoruz. Eserdeki bir başka boyuta dayalı okumada buna değineceğiz. Şairin ülkesinin alınyazısını kendi alınyazısı ile özdeştirerek ülkesinin at toynaklarından beslenmişligine işaretle, esere tarihi bir başka boyut eklemek ister. Ülkesinin aydınlanması içinde sözü uzattığını söyler. Şair bu tür kelime oyunlarını şiirinde zaman zaman yapar. Kelimeleri tekbir anlamları ile değil birden fazla anlamları ile kullanmayı yeğler. Bu ŞİİRVAKTİDERGİSİ 55 DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... yaklaşımlar da şairin işin sadece tarihî boyutuyla değil geleceğe yönelik kaygılarının da ipuçlarını verir. Bu yönüyle de alışılagelmiş milliyetçi, muhafazakâr anlayışların içerisinde değerlendirilecek bir eser değil On Üçüncü Gün. Milliyetçi düşüncelerden de muhafazakâr düşüncelerin de reddedeceği görüş içermekte eser. Hatta pek çok noktada milliyetçi kesimin rahatsızlık duyacağı, reddedeceği yaklaşımlar ve nüanslar var. Ben Yıllardır sohbetlerden, yazılarından tanıdığım Selim Tunçbilek’in bazı yaklaşımla- On iki eylül sorgu ortamının genel atmosferinin çok iyi bir gerilimle yansıtıldığı bu şiir yapısında doğallığın suç olarak algılanışına tanıklık ettirir şair bize. rına da sadece bu kitapta şahit olduğu ve kabullenmemin kendisiyle özel bir sohbet anıma kadar çok zor olduğunu belirtmeliyim. Kedisinin bu noktada ileri sürdüğü fikirler milliyetçi muhafazakâr düşünce içerinde yeni bir gelenek oluşturabilir mi, yoksa Selim Tunçbilek’i o çevrelerden farklı bir çevreye mi savurur bunu bilemiyorum. Lakin bu eserle birlikte görünen o ki Selim Tunçbilek özgür bir aydın kimliğe sahip şair duruşunu vermiştir bu kitapla. Bu da onun gittikçe yalnızlaşacağına işaret. Hakkında okuduğum 56 ŞİİRVAKTİDERGİSİ yazılardan Mahalli bir gazetede yayınlanan Ahmet Sıvacı imzalı yazı buna işaret ediyor. Bu okumamızda kitabın oturduğu fikirlerden öncelikle suçlamalar noktasına değinmek istiyoruz. Sen şiir yazıyor muşsun / Evet bütün doğulular gibi / Şiir yazarım, türkü söylerim / Bir yetim görsem dayanamam / Ağlarım Dizelerinde ilk kez ciddi bir suçlamayla karşı karşıyayız. On iki eylül sorgu ortamının genel atmosferinin çok iyi bir gerilimle yansıtıldığı bu şiir yapısında doğallığın suç olarak algılanışına tanıklık ettirir şair bize. Aslında kitabın asıl konusu olan zulmü lanetlemenin de tabiliği bozmasından, tahakküm kültüründen kaynaklandığına ilişkin düşünceyi gizli bir zarf içinde verir şair. Gevremiş ekmek ufakları toplayan dedelerden torunlara kazandırılan bir özelik olan bu durumu çağ metaforu ile tersyüz ederek zulmün algı biçimine atıf yapan şair, Fizan’dan devşirilmiş acılar / Zühre yıldızında parlayan umutlar / ve binlerce ağıtlar gözyaşları / İçinde bir dala tutunur gibi Anadolu / Tutuşur yüreğimizde diyerek tutunmak ve tutuşmak olgusuyla yeni bir durum belirler. Şairin aslında belirlediği bu yeni durumun ipucunu zulüm her yerde zulmümdür mısraı verir. Bu dize şairin zulümden yana olamayacağının açık bir haykırışıdır. Şairdeki bu değişim “ben eski ben DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... değilim” dizesiyle kuvvetlendirilir. Şair bu yaşadığı değişimle kendini Oguz Atay’ın tutunamayanların safına atar. Egemen sınıf ve Elit sınıfsal yapıya karşı her noktada karşı çıkan bir şairle karşı karşıyayız artık. Şair bu noktadan sonra çok farklı tutum takınır. Seyit Rıza’nın kelimeleriyle zulüm karşısında kendini savunmaya başlar. Yer yüzünde yapılan bütün zulümlerin insanlığa karşı işlemiş bir suç olduğunu söyler. Toplumların başına zulümlerde binlerce dert örüldüğünü söyleyerek bunların pek çoğuna göndermeler yapar. Karabağ, Kerbelâ, Madımak, Mavi Marmara, Filistin, Guantanamo, Bagdat, Bosna, Kara Afrika kıtası bütünüyle buralar ve yeryüzü şaire göre bütün bir insanlığın utanç resimleridir. Her zulmün eskimez bir insan ölümü olduğunu söyleyen şairin insanlık anlayışı da ayrıca üzerinde durulması gereken bir yaklaşımdır. Onun Milliyetçiliğini de bu anlayış içinde aramak lazım. Şair; söz yaşanmamışsa söylenmemiştir. Diyerek kitaptaki bütün anlatılanların ve düşünsel yaklaşımların kendi hayatından süzülerek bir kanaat oluşturulduğunu da söylemiş oluyor. Ülkemin alınyazısı / Benim alın yazıma benzer / At toynaklarından beslenmiştir yıllarca dizelerindeki at toynakları kelimesine dikkat çekmek gerekir. Şairin, bile isteye seçti bir kelimedir at toynakları. Zira onun kelimeleri tek bir anlamla açıklama yeterli bir izah olmazsa da biz at toy- nakları ile şairin On iki Eylül zindanlarından gördüğü baskı ve zulümlere bu dizelerde de bir gönderme olduğunu belirtmeliyiz. Ayrıca baskıların sadece bireysel olmayıp bu baskıların ülke düzeyinde sömürgeci güçlerce ve ekonomik ve hem de siyasal olarak ülke olarak yaşanmışlığı sebebiyle şair kendi alın yazısının ülke alın yazısını ile ilişkilendirir. Sonraki seçilen figürler zaten buna yani emperyalist yaklaşımlara işaret ediyor. Şiirin bu bölümündeki Ben yanayım / Ülkem aydınlansın dizesi de başlı başına şairin kişi- Baskıların sadece bireysel olmayıp bu baskıların ülke düzeyinde sömürgeci güçlerce ve ekonomik ve hem de siyasal olarak ülke olarak yaşanmışlığı sebebiyle şair kendi alın yazısının ülke alın yazısını ile ilişkilendirir. liğini bütün boyutlarıyla ortaya koyan başka bir dizedir. O daha bu dizelerde duygusal bir şairden ziyade düşünsel yönü ağır basan bir şiiri hedeflediğinin ipuçlarını doğru olarak bizlere verir. Şiirlerde düşünce oluşumlarının hiç birinin tepkisel oluşmadığını görüyoruz. Şairin bizatihi On iki Eylül zulmünü yapanlara karşı bile yumuşak, eleştirel, tepkisel olmayan tefekkür geliştirdiğini görürüz. Şairin sanırım kişiliğinden kaynaklanan bu durum yadırganmaması gerekir. Sakin bir kişilik sahibi ŞİİRVAKTİDERGİSİ 57 DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... olan şairin hayatında, benim dışarıdan biri olarak tahammülüm kalmadığı pek çok olayda, her zaman beni şaşırtmış, yumuşak ve sabırlı olmayı becermiştir. Özel hayatında da kibar ve nazik bir kişiliğe sahip olmasından ötürü şiirlerinde de bunu açıkça görüyoruz. İnat bu ya… / Üstelik insanlık bende kalsın / kimselere anlatmayacağım / Yüreğimde hançer eylül gecelerini derken her durumda şairin insanlık erdemlerine sığındığını görürüz. Burada da kör bir inattan söz edilemez. İroni anlayışıyla konunun doğru bir izahı vardır. Şairin yakın çevresinde pek çok şekilde eleştiri konusu yapılan bölümü buraya alarak kendi görüşlerimi belirtmek istiyorum. Zulüm ki; tarihte görülmüştür Say ki Karabağ’da Başımıza binlerce dert böyle örülmüştür Hepimiz… Evet hepimiz Karabağ yürek yangını yer dedik Agos kaldırımlarında katledildik Bildik Ve Dedik Ayakkabılarımız hep delik Yaşayarak zulmü yok edemedik Ölerek Ölerek belki dedik Kitabın en can alıcı yerlerinden biri olan bu bölümde şairin kendi ifadesi ile Agos kaldırımlarında katledilen diye işaret ettiği Hrant Dink’le delik ayakkabılar yoluyla birliktelik kuruyor. Ne birlikte58 ŞİİRVAKTİDERGİSİ liği bu derseniz zulüm görenlerin hep ayakkabılarının delik olduğundan yola çıkarak sömürünün ve zulmün karşısında ortak bir duruşu ölümleriyle işaret ettiklerine vurgu yapıyor. Bu yaklaşım benim ve şairin içinde yetiştiği çevrelerin düşüncelerine ve söylemlerine ters gelen bir anlayıştır. Şimdi bu yaklaşımları kim destekler hiç kimse. Demek ki şair birilerinin hoşuna gitmek için şiir yazmıyor. Demek ki şairin dinlediği bir tek sesten söz edilebilir o da kendi vicdanın sesi. Vicdanın sesini dinleyen şairleri olan milletlerin geleceği de var demektir. On Üçüncü Gün şiirleri bizi derinden sarsan, tartışılmaya değer ve farklı okumalar açık düşünce yapısı olan, şiirselliği yüksek, kıymetli bir eserdir. DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... Sömürü ve evrensellik Günümüz şiir ve edebiyat anlayışları içerisinde sömürüye yer vermek ve bunu sekiz ay öncesinden ilan etmek ve düşünce dünyamızda yeterince karşılık bulmamasını nasıl değerlendirilmesi gerekir bilemiyoruz. Günümüz şiiri şairin bireysel, pisişik algıların girdabında can çekişip duruyor. Toplumsal algılara gözünü kapayan şair bu kapalı gözle aydınlık sandığı yolu bulma çabasında. Allah kolaylıklar versin. Türkiye’de sol intiharı denediği günden bu yana mezarını arayanlarla doldu taştı. Mezarını bulanlar solun oradaki varlığından bahisle mutlak surette ünlü bilim adamı gibi haykıracaklar. Heyhat mezarından da sesler yok. Sömürü dedikte lafla en çok edebiyatının yapıldığı soldan kiraz çekirdeğini dolduran bir kelime işitmedik. Yalnızca bu gün değil dününde böyle oluşuna hayretle dönüp baktık. Gördük ki bu ülkenin asıl problemi Müslümanın yeterince Müslüman, milliyetçinin yeterince milliyetçi, solun yeterince sol olmayışından kaynaklanıyor. Yani düşünce dünyamız yeterince nitelikli renklilikten uzak, Kısır, Yavan, Yüzeysel. Kime anlatabiliriz ki? Mikrofonu uzatınca susmak yerine anlamsız milyarlarca kelime söyleyip hiçbir şey anlatmayan adam yerine Abdurrahim Karakoç’un “İsyanlı Sükut” şiirindeki gibi bir tek “oy” deyip yutkunup eğse başını daha anlamlı olacak ama şimdi düşünce dünyamızın allame düşünürleri milyarlarca kelimelerdeki anlamsızlığı ALPER YÜCE çözme çalışmasındalar. Ve uğultu ve gürültünün dikkatimizi yönelttiği kapıda anlamadığımız bir dilin kelimeleriyle not ilişiyor gözümüze: dikkat şair çalışıyor. Şair çalışsa sessizlik olur. Ha unuttuğumuz bir şey var. Şairin çalışma biçimi değişti. İkinci yeni tüketildikten sonra ne olacak merak etmeyenler çoğunlukta. Hani meşhur bir fıkra var. Her topluma uyarlanarak söylenir. Öz Türkçe kelime ile söyleyecek olursak yeni versiyonu sanırım şöyle: Şairler namaz kılacaklar, kimin imam olacağı konuşulurken ikinci yenici biri ben şiirin hasını tanırım dolayısıyla imamlık benim hakkım demiş. Sesi diğer şiirsel sesleri bastırdığı için imamet makamına geçmiş. Allah’u Ekber deyip tekbirden sonra Ettehiyattü’yü okumaya başlamış. Halktan biri tabi bakmış duruma oturunca ne okuyacak merak ediyorum demiş. Biz de açıkçası pek çok şeyi Türk şiiri adına merak ediyoruz. Yeni bir dergiyiz. Dolayısıyla merakımızda yaşımıza, cehaletimize verilir ümidini taşıyoruz. Türkiye’de sol edebiyat sömürü üzerine çok şey söylemiştir. İktisadi kaynakların bölüşümüne duyarlı bu yaklaşımların öz itibariyle tek bir gerçek üzerine inşa edildiğini romanlarda, sinemada ve diğer sanat eserlerinde görmek mümkün. Solun sömürü üzerine ürettiği eserlerin oturduğu gerçek yanlı ve ideolojik bağnazlık üzerine kurgulanmıştır. Dini ve din adamını toplumsal vicdanın öteŞİİRVAKTİDERGİSİ 59 DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... sine taşıyan ve halkın yaşamış olduğu gerçek sömürünün üzerini örten eserler olmuşlardır bunlar. Dolayısıyla inandırıcılıkları ciddi biçimde azalmıştır. Bireyin yaşadığı sömürünün temeli evrensel emperyalizmin bir sonucu olduğu gerçeğinden uzaklaştırılmıştır. Edebiyatımızda ve şiirimizde sömürü arayışlarımızı sürdürdüğümüz dönemlerde ilginç durumla karşılaştık bunların bir kısmını siz sevgili okurlarla namaza durmadan paylaşmak isteriz. Namaz niyaz üzerinden sahtekârlık ve sömürü anlatımının dışında romanda ve sinemada yer alan saf bir içtenlikle işlenmiş bir esere rastlamadık dersek çok iddialı söz etmiş mi oluruz? Sanmam. “Allahın on pulunu bekleye dursun on kul; Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul. Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa;” Dizelerindeki gelir dağılımındaki adaletsizlik eleştirisini Necip Fazıl dışında daha çarpıcı biçimde ortaya koyan bir başka şairimizin olmayışı bir eksiklik değil mi? Kaldı ki bu dizeler bile emeğin sömürüsünden bahsetmiyor. Ona rağmen hala kollarını bir makas gibi açarak şairlere (çünkü çok kalabalıklar) durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak diye haykıracak birileri olmalı diye düşünüyoruz. Uydum kalabalığa demekten daha doğru bir cümle gibi geliyor bu bize. Çatırtılar geliyor karanlık kubbemizden ama o çatırtıları duyan şair değil. Tam da bu noktada sömürülen şairin halini çiziyor tablo diye düşünmeden edemiyoruz. Durum diye bir laf var buyurun size bir durum! Sömürü destek üstünde şairin ruhu desteksiz dense yeridir. Her şeyi ikinci yeniye havale etmiş bir 60 ŞİİRVAKTİDERGİSİ şiir arayışı da sömürünün başka bir çeşidini oluşturmaktan öte anlam taşımıyor. Şimdi sömürü nedir demek çok gerekli. Başkalarının emeğini onların rızası olsun veya olmasın el konulma işine genel olarak sömürü diyoruz. Başarı dediğimiz şey aslında bir sömürü sonucu oluşan durumdur. Zira yoksulun yoksulluğu zengini zengin kılmaktadır. Bu durum sömürü ise şairin şiirine hiçbir dönemde bir bedel ödenmeden el konulmadı mı? Şimdi en çok şairler sömürülüyor demek yanlış mı olur? Belki de şair sömürdüğü duygularının diyetini ödemiş oluyor böylece. Kanattığı gecenin diyeti belki de. Şiirimizin toplum meselelerine ilgisiz oluşu seksen ihtilalinin oluşturduğu sarsıntı ile izahı yeterli bir açıklama sayılamaz. Şairin yaşadığı dönemin ıstıraplarına, acılarına, zulümlerine sessiz ve ilgisiz kalmasını şair duyarlılığı ile açıklanabilir bir yönünün olması düşünülemez. Yıllardır ülke kaynaklarının emperyalizmin dişlilerini yağlamak için kullanılmasını şairin içine sindirmesi diye bir şeyden bahsedilemez. Durum bu iken toplum hayatına yönelik eleştirilerdeki gördüğümüz canlı müdahaleyi şairlerden insani erdemler noktasında daha etkin görmemiz gerekirken aksine şahit oluyoruz. Toplumsal hadiselere gözümüzü ve kalemimizi kapatarak kimi zaman sömürünün halkası haline geliyoruz. Bu durum ise insana olan güven duygusunu kökünden zedeliyor. Korkuların oluşturduğu yargılar ile hareket ancak girdaba kapılmış çöpler durumuna düşürür bizi. Aslından bu hal açık bir biçimde sömürü düzenine ve anlayışına konuk olmaktan başka bir anlam taşımaz. Bu duruma ciddi itirazlar neden edebiyattan ve şairlerden gelince yadırganır ki? Haksızlık karşısından şairi dilsiz şeytana dönüştü- DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... ren toplumun kendisi mi yoksa şair ve yazarın bireysel tutumu mu? Sömürünün tanımından da yola çıkarak Türk şiirinde sömürü üzerine yazılmış dizelerin arayışına çıktık. Tabiri caizse bütün bir Türkçe şiiri taradık. Yaşanılan dönemle ilgili ciddi duyarlılık oluşturan şiirlerde dahil sömürünün köklü sistematiğine dokunan şiire dizeye rastlamakta güçlük çektik. Tevif Fikret’in: “Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin” Mısraları meşhur olan Han-ı Yağma şiiri ittihat ve terakkinin iktidara gelişiyle ortaya çıkan soygunculuğa, yağmaya, talana karşı iktidara yönelik eleştirisi bu gün bile zaman zaman eleştiri niyetiyle tekrarlanmakta ve hatırlanmaktadır. İslamî duyarlılığı olduğu iddiasındaki şairlerin pek çoğunda ciddi bir sömürü eleştirisine rastlamadık. Şair Abdurrahim Karakoç kendine özgü duyarlılığı ve yine kendine özgü söyleyişleri ile şiirimizde çok farklı konumda bir şair. Halk tarafından benimsenmiş, aydınların sık sık her dönemde müracaat edeceği köklü bir şiir ve düşünce kaynağı olarak duruyor. ler Diye soran ve sorgulayan mısralar ona ait. Türk şiirinde sömürüyü böylesine net içten, anlaşılır ve herhangi bir ideolojik bağnazlığa kapak yapmadan söyleyen tek şair olarak onu gördük. Pek çok şiiri halkın ezberinde olan bu şair her devirde haksızlığa, adaletsizliğe, zulme karşı durarak haklı bir Pek çok şiiri halkın ezberinde olan bu şair her devirde haksızlığa, adaletsizliğe, zulme karşı durarak haklı bir ayrıcalık kazanmıştır. ayrıcalık kazanmıştır. Sömürün vatandaşın derisinin yüzülerek, elleri kremli ve ojeli karılarının sırtına kürk yapılması müthiş bir sömürü tanımıdır, tarifidir. A. Karakoç “lambada titreyen alevi üşüten” bir şairdir. Doktur Bey, Hâkim Bey, Savcı Bey, Mebus Bey şiirlerinin her biri ayrı ayrı toplumsal ıstıraplarımıza parmak basan şiirlerdir. Hasana Mektuplar tamamıyla Türkiye gerçeğinin bir köye mal edilerek anlatılmasından ibarettir. Büyük şairlerin toplum hadiselerine duyarsız kalmaları beklenemez. Evrensel konular şairini evrensel kılma gücüne sahiptir. “Vatandaşın derisini yüzen- Karısına kürk etti mi sor hele” ŞİİRVAKTİDERGİSİ 61 DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... HASBİ METİN Devlet, söz ve sömürü Türk tarihinin yakın döneme ilişkin en temel kaynak eserlerinden biri II. Murat ve Fatih Sultan Mehmet dönemlerinde yaşayıp Seksen üç yaşında kaleme aldığı kitabı ile Aşık Paşaoğlu Tarihidir. Bu eser Dede Korkut üslubu ile yazılmış ve devrin yaşayan şahitlerinden nakiller suretiyle oluşturulmuş gerçek bir tarihi kaynaktır. Osmanlı devletinin kuruluşundan başlayarak yaşadığı döneme kadarki olayları nakleder. Kitapta Osman Gazi’ye ait şöyle bir nakil vardır. “ Bir kişinin kazandığı başkasının olur mu? Kendi malı olur. Ben onun malına ne koydum ki bana akça ver diyeyim.”1 toplumsal çürümeyi çok güzel ifade eden ne zaman ve kim tarafından söylendiği bilinmeyen fakat halk irfanının genel bir tespitini yansıtan şu dörtlük net olarak ortaya koyuyor. Şalvarı şaltak Osmanlı Eyeri kaltak Osmanlı Ekende yok biçende yok Yiyende ortak Osmanlı Devleti kuranların zihniyeti, adalet ve yönetimdeki anlayışları ile sonraki dönelerde oluşan algı ve devlet yönetim anlayışını bu iki söz açık bir biçimde Osmanlı devletinin kuruluş felse- değişimin fotoğrafını çok netleştiriyor. fesinin dayandığı en temel, köklü zih- Şüphesiz ki Osmanlı’yı kuran zihniyet niyet oluşumunu yansıtan bu sözlerin zaman içerisinde devletin böyle dezaman içerisinde değişerek veya değiş- ğişimle çirkinliğe doğru yol alacağını tirilerek ne hale geldiğini görmek ko- bilememişler. Hatta böyle bir zihniyelay değildir. O sebeple bu değişimi ve te doğru devletin gideceğini bilselerdi tabiri caizse değişimle birlikte oluşan kuruluştan bile vaz geçebilirlerdi. Zamanın değiştirme ve dönüştürme gücü 1 Âşık Paşaoğlu Tarihi. (Çev. Atsız), İstanbul ile nelere kadir olduğunu ortaya koyan 1970: s: 23. 62 ŞİİRVAKTİDERGİSİ DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... bu sözler bireysel ve toplumsal zeminde hareket noktamızın ne olması gerektiğinin de en net ipuçlarını veriyor. Ben onun malına ne koydum ki akça ver diyeyim anlayışından “Ekende yok biçende yok / yiyende ortak Osmanlı” noktasında gitmek ne çetin bir sınavdır. Sanat, edebiyat ve dolayısıyla şiir bu yüzden toplumsal değişimin fotoğrafını çeken en gerçekçi belgelerden biridir. Bu fotoğrafın deklanşörüne yalnızca vicdan dokunabilir. Yaşadığı devrin tanığı olması gereken sanatkârlar yalnızca vicdanlarından güç aldıkları sürece bunu gerçekleştirebilirler. Siyasal tutum ve kanaatlere dayalı söylemler zaman içerisinde gerçekliğini kaybederek silinip gitmeye mahkûmdurlar. Dolayısıyla şair ve yazarlar değişmez ve eskitilemez doğrulardan yana taraf olmak zorundadırlar. Şair, zulümden yana taraf olamaz. Şair, kıyımdan yana taraf olamaz. Şair, haksızlıktan yana taraf olamaz. Sair, çirkinliklerden yana taraf olamaz. Şair, baskıdan yana taraf olamaz. Şair, adaletsizlikten yana taraf olamaz. nesi haline getirilemez. Yüzyıllar boyu halkla ve köylü ile ilgilenmeyen saray adamlarından birinin Şarkışla’dan geçerken toplanan köylülerin hatırını sorması üzerine topluluğun arasında bulunan dönemin halk ozanlarından Serdarî’nin: Nesini söyleyeyim canım efendim Gayrı düzen tutmaz telimiz bizim Arzuhal eylesem deftere sığmaz Omuzdan kırılmış kolumuz bizim Sefil rençberin yüzü soğuktur Yıl perhizi tutmuş içi koğuktur İneği davarı iki tavuktur Burdan gayrı yoktur malımız bizim Benim bu gidişe aklım ermiyor Fukara halini kimse sormuyor Padişah sikkesi selam vermiyor Kefensiz kalacak ölümüz bizim Tahsildar da çıkmış köyleri gezer Elinde kamçısı fakiri ezer Yorganı döşeği mezatta gezer Şair, eserlerinde bütünüyle toplumsal vicdana dayanarak insani tutum ortaya koymak zorundadır. Şair eserine toplumsal hayatın gerçeğini yansıtmalıdır. Hasırdan serili çulumuz bizim Şiir yeryüzündeki çirkinliklerin öz- Memurlar yıkılıp viran olacak Serdarî halimiz böyle n’olacak Kısa çöp uzundan hakkın alacak ŞİİRVAKTİDERGİSİ 63 DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... söz halk vicdanın ve irfanının en güzel Deyişi Osmanlı döneminde halkın şekilde söylendiği dizelerden biridir. genel durumunu ve âşıkların serze- Bu dizeyi ak alınlı halkımız yıllarca nişlerini dile getiren bir başka ilginç söyleyip durmaktadır. Bu vakit çoktan örneklerdendir. Serdarî; akıbet dağı- gelmiştir. İkinci yeni diye halkın dertlerinden lır ilimiz bizim derken yalnızca kendi ilinden bahsetmiyor, aynı zamandan uzaklaştırılmış şiirle halkımız yıllarca Türklerdeki il demenin devlet demek uyutulmuştur. Aynı uyutma işleminin olduğuna da sözü getirmiş oluyor. Bi- farklı oluşumlar ve farklı ittifaklarla dereyin yaşadıkları ile toplumun bütünü- vam edebileceğini sanıyorlar. Anadolu nün yaşadıkları arasında şairin sözü, topraklarından yükselen has ve gür Türkçeye Asya içlerinden, Afrika’dan, en büyük vicdan terazisi olmalıdır. Günümüz sanat, düşünce ve edebi- Avrupa’dan, Amerika’dan hatta kutupyat dergileri asıl itibariye halktan ko- lardan yeni genç ve dinamik Türkçe puk olarak bilinçli bir yayın politikası seslenişler eklenmektedir. Artık hiçbir izlemektedirler. Papyon kravatlı, yüzle- şey eskisi gibi olmayacak. Akibet dağılır ilimiz bizim ri kolalı elitiz yapının devamından yana bireysel bir tutumun ötesinde daha çılgın projelerin icrasında görev alıyorlar. Halkın dertlerinden ve sıkıntılarından, gerçek problemlerinden uzak, sırça köşklerinde sömürünün ocağına odun taşımaktan başka işlev görmüyorlar. Sömürünün devamından ve daha etkin yapılanmasından yıllarca kendilerine pay çıkaran bu asalakların toplum hayatından çıkarılmasının zamanı gelip geçmektedir. Anadolu toprağını çirkin emellerinin beslenebileceği bir toprak olarak görüyorlarsa büyük yanılgı içinde olduklarını hatırlatmak isteriz. Bunların yıllarca şiir, hikâye, roman diye ürettikleri hastalıklı ruh hallerinin bu toplumun dokusu ile bir bağının olmadığı artık görülmelidir. Bu toplum nezdinde girişimi sonlandırılmamış edebiyat sömürüsüne son verilmelidir. Kısa çöp uzundan hakkını alacak bu 64 ŞİİRVAKTİDERGİSİ Çünkü Şair artık uyumuyor. DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... SEVGİLİM GECE, KOCAM SABAH Güneş kemirmeye başladı, geceyi azar azar ucundan. Gitme saatin yaklaştı, yıldızları tut saçlarından. Sen bir yanlış gibi, çıkıp gidince kapıdan, ayaklarının ucuna basarak, çekmeceme kokunu bırak. Ya da koy bir kitabın arasına, şiir kitabı olsun mutlaka. Mesela Nazım Hikmet Ran’a, ya da Atilla İlhan’a. Sen kokunu bırak bana, Kim yenilmiyor ki hayata? Benim sevgilim “Gece”ydi, kocam “Sabah”, erken geldi. ÖZGE SÖNMEZ ŞİİRVAKTİDERGİSİ 65 DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... ELLERİNİ VER GÜLÜM BANA! Ellerini ver gülüm bana, ellerini! Sigarayı yakan, yüreği gibi, yorgun, yaşlı ve biraz da kirli, ben de akar ırmakların en temizi. Utanma! Nasırlı ellerini ver bana! Nasır nedir aslında? Olgunlaşarak direnmek hayata… Görmez misin? Ellerimsiz nasıl da mahzunlar, sanki bileklerinden koparılıp atılmışlar ve üşümüşler adamakıllı, ellerime susamışlar. Ellerini ver bana! Sadece ellerini! Ayazda kalmış iki yaprak gibi, yitirmişler sabah güneşini. Ellerini ver canım bana, ellerini! Yorgun ve yaşlı ellerini, kırgın ve çocuk ellerini, dargın ve tutuk ellerini… Senin ellerin sevgilim, benim kar beyazı mendilim, en kıymetli mücevherim, ikiz bebeklerim. Örgü ören, yün eğiren, sökük diken ellerini… Ellerini ver gülüm, ellerini! Acıyan, kanayan ellerini! Yastığın altına sıkıştırdığın ellerini! Toprak kokan avuçlarında seher yeli, bahar serçe parmağında, Gelincikler yüzük… Biraz evvel dokunmuşsun saçlarına, kokusu döküldü avucuma… ÖZGE SÖNMEZ 66 ŞİİRVAKTİDERGİSİ DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... KAR İblis! Çılgın ve korkunç Göğü delip geliyorsun Tanrısal bir güçle Alıyorsun benliğimi Ürkütücü beyazlığınla Sarıyorsun dört bir yanımı Ele geçirip eziyet ediyorsun Işıl ışıl gözlerinle Fethediyorsun dünyamı Sen Şeytan! Emiyorsun tüm varlığımı Vampirin kanı emdiği gibi 05.01.2012 HİRA ÖZSOY ŞİİRVAKTİDERGİSİ 67 DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... SALLANTI Bir o yana, bir bu yana Salıncak olmuş hayat Bazen hızlı bazen yavaş Denizin gel git yaptığı gibi Sakinleşemiyorum Azmış bir yanardağ gibi Patlıyorum Lavlarım akıyor yanaklarımdan Süzülüyor tane tane ateş HİRA ÖZSOY 68 ŞİİRVAKTİDERGİSİ DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... SENEM GEZEROĞLU BİR YAZARIN GÜNCESİ: VIRGINIA WOOLF’A DAİR ŞİİRVAKTİDERGİSİ 69 DERGİSİ VIRGINIA WOOLF’A DAİR Şiirin en güzel vakti... Bir edebiyatçıyı yakından tanımanın şüphesiz en kolay ve en güzel yollarından biridir günlük… Hele hele bu edebiyatçı yaşadığı döneme ve sonrasına damgasını vurmuş, eski yolları aşıp yeni yollar açmış, kendini yazmaya mahkûm kılmış bir yazarsa… Virginia Woolf… Bir Yazarın Güncesi… 424 sayfadan oluşan günlüğün baskısı İletişim Yayınlarına ait (ilk baskı Oğlak Yayınları), çeviri ise Fatih Özgüven’e… Eser Virginia Woolf ’un eşi Leonard Woolf ’un önsözüyle başlıyor ve Fatih Özgüvenin’in çevirmen notu ile devam ediyor. Eser, 25 Ocak 1882’de doğan Woolf ’un 19181941 yılları arasındaki 23 yıllık dönemine ışık tutuyor. Woolf ’un ölümünden sonra eşi Leonard tarafından derlenen günlükler hakkında L. Woolf ’un önsöz cümleleri şöyle: “26 cilt günce yazısını dikkatle taradım, parçalar seçtim ve elinizdeki ciltte onun kendi yazarlığına göndermede bulunan hemen her şeyi topladım.” Virginia Woolf, günlüklerini muntazaman tutmuyordu. Kimi zaman her gün yazıyor kimi zamansa uzun aralar veriyordu. Ayrıca günlüklerde bilinçli bir şekilde çıkarılan bölümler de mev- 70 ŞİİRVAKTİDERGİSİ cut… Dolayısıyla 26 ciltlik el yazması günlüklerin sadece küçük bir bölümü yayınlanıyor. Yayımlanan bölümler ise bize Virginia Woolf ’un kısmen özel hayatına ve tamamen yazarlığına, yazmasını sağlayan koşullara dair bilgi veriyor. Yine önsözde bu konuya dair şu cümleler okunabilir: “Kitap, Virginia Woolf ’un yazar olarak amaçlarına, hedeflerine ve yöntemlerine ışık tutuyor. Sanatsal üretimin içeriden, alışılmamış bir resmini çiziyor. … Kanımca o gerçek bir sanatçı ve bütün kitapları da gerçek bir sanat eseridir. Günceleri hiçbir şey olmasa dahi, onun kendini yazarlık sanatına adayışındaki olağanüstü enerjiye, kararlılığa ve yazdığı her satırı yeniden, DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... Yazmak, bir nevi kaçıştır Woolf’un lûgatinde. Kaçmak ve kurduğu dünyalarda yeniden var olmak. Yazmak, aynı zamanda kendini ortaya koymaktır. yeniden yazıp bozmaya, okumaya götüren sarsılmaz yazar vicdanına tanıklık ediyorlar.” 20 Mart 1926 Peki bütün bu günceler ne olacak, diye sordum dün kendi kendime. Kendini yazmaya adayan bir kadın Ölürsem, Leo ne yapar bunları? Onlayazar… Eserde her ne kadar çocukluk rı yakmaya yanaşmaz, yayımlatamaz ve ilk gençlik dönemleri yoksa da o da. Eh, bunları bir kitap yapmalı diye dönemlerin derin etkilerini Woolf ’un düşünüyorum; sonra da mektupların eserlerinde sezmek mümkün… An- kendilerini yakmalı. Bunlarda küçük nesinin ve babasının ölümü, üvey bir kitap gizli olduğunu söyleyebilirim abisinin tacizleri, erkek egemen bir rahatça; bölük pörçük, karalanmış toplumda kadın olarak iyi bir eğitim yerleri biraz düzeltilse. Tanrı bilir. görememesi, 1. Dünya Savaşı, nişanlıBunları hafif bir melankolinin etsından ayrılışı, iki kez intihara teşebbüs kisinde yazıyorum, bazen üstüme çöedişi… Ve tüm bunlardan sonra yazı- ken, bana yaşlı olduğumu düşündüya sığınışı… Yazmak, bir nevi kaçıştır ren; çirkin olduğumu. Kendimi tekrar Woolf ’un lûgatinde. Kaçmak ve kur- ediyorum. Gene de, bildiğim kadarıyduğu dünyalarda yeniden var olmak… la, yazar olarak sadece kendi zihnimYazmak, aynı zamanda kendini ortaya dekileri yazıyorum. koymaktır. Woolf güncelerini yazarken Virginia Woolf ’un güncesini okurkimi zaman içini döker, kimi zaman kendisiyle hesaplaşır. Bazen yazma ken disiplinini, tutkusunu ve buna sancılarını ve planlarını anlatır, edebi- bağlı olarak alışkanlığa dönüşen yazma yatçılar ve sanatçılarla gerçekleştirdiği serüvenini bir bütün hâlinde görmek sohbetleri aktarır. Kimi zamansa fark- mümkün… 13 Aralık 1924’te düştüğü lı teknikler dener günlük vesilesiyle… bir not: “Yazıyor, yazıyor, yazıyorum Ve tabii ki uçsuz bucaksız duygularını, artık: dünyanın en mutluluk verici kendini özgür kılan ve toplumdan sa- duygusu.” kınmayan feminen tavırlarını… Niçin Woolf ’un günlüklerinde yazargünce yazdığına dair bir bölüm aynen lık serüvenini daha doğrusu “yazma şöyledir: sancısı”nı, okuyucu da yazarla birlikte ŞİİRVAKTİDERGİSİ 71 DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... çekiyor. Woolf ’un öğleye kadar yazması, öğleden sonra yazdıklarını daktiloya çekmesi, yürüyüşe çıkması, çay saati vermesi, mektup yazması, eserlerini tekrar daktiloya çekmesi, müzik dinlemesi, kitap okuması… İster istemez okuyucu da dâhil oluyor bu sıkı yazma eylemine… Woolf ’un kendi romanlarını acımasızca eleştirdiğine, kendini ne kadar da yeteneksiz gördüğüne de… 8 Nisan 1921 tarihli güncede kendi ipini kendi çekiyor Woolf: “Bu günce iyi yürekli Bu günce iyi yürekli boş suratlı müşfik bir dert olduğuna göre, evet işte, yazar olarak bir hiçim. Demodeyim; eskiyim; elimden daha iyisi gelmeyecek; kafasızım; bahar her yerde; kitabım çıktı (zamansız) ve dalında soldu, ıslanmış bir havai fişek gibi. boş suratlı müşfik bir dert olduğuna göre, evet işte, yazar olarak bir hiçim. Demodeyim; eskiyim; elimden daha iyisi gelmeyecek; kafasızım; bahar her yerde; kitabım çıktı (zamansız) ve dalında soldu, ıslanmış bir havai fişek gibi.” görmediğine; ancak buna rağmen yazmaktan asla vazgeçmediğine; zayıflıklarını günlüğüne aktarırken kalem gücünü eserlerine yansıttığına şahit oluyor okur. Romanlarının yazılış sürecine –dışarıdan- farklı bir gözle bakıyor. Bir yazarın eser üretme sancısını çekiyor. Ve onun gözünden bakıyor dünyaya. 2 Kasım 1929 tarihli güncede Woolf ’un kitaplarına dair duygularını aktardığı bölümle farklı bir okuma alanı yaratılıyor: “Ah, Kendine Ait Bir Oda’yla ilişkim çok iyi gitti şu âna kadar; sanıyorum satıyor da; beklenmedik mektuplar alıyorum. Ama Dalgalar’ımla daha çok ilgiliyim. Demin sabah yazdıklarımı daktiloya çektim; tamamen emin olamıyorum da. Bir şey var orada. (Mrs. Dalloway için de aynı şeyi hissetmiştim) ama ona ulaşamıyorum. Doğrudan; Deniz Feneri’nn hızı ve keskinliği nerde; Orlando bütün bütün çocuk oyuncağıydı. Bir yerlerde yöntemde bir sahtelik mi var?” Woolf ’un ilk romanı Dışa Yolculuk, gerçekçi bir üslupla yazılan Gece ve Gündüz, değişik teknikleri denediği Dalgalar, feminen bir düşünceyle yazılan Kendine Ait Bir Oda, yazarın cinsel tercihinin kadınlardan yana olduğunu gös23 yılı kapsayan güncelerde teren Orlando ve diğerleri… Woolf ’un zaman zaman böyle Her birinin yaratım sürecinde buhranlara düştüğüne ve ken- yazarın psikolojisine, felsefedini yetenekli bir yazar olarak sine açılan kapılar… Yalnızlık, 72 ŞİİRVAKTİDERGİSİ DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... boşluk, başkaldırış ve ontolojik bunalımlar… Günlüklerde Woolf ’un kendi eserleri hakkında verdiği bilgilerin yanı sıra okuduğu kitaplara düştüğü yorumlar, yayınevlerine gelen eserlere dair düşünceleri, çeşitli kültürsanat çevreleriyle gerçekleştirdiği sohbetler de bir yazarı farklı boyutlarıyla tanımaya yardımcı oluyor. Okur, Shakespeare, Henry James, Turgenyev, Herodot, Dante, Edmund Spenser, Othello, Flaubert, Dickens, Freud, Tolstoy… ve daha nice okumalarda Woolf ’a eşlik eder. Okuduklarının ve yaşadıklarının etkisiyle bambaşka bir hüviyete bürünür Woolf… Victoria Çağının önde gelen yazarlarından Sir Leslie Stephen’ın kızı olarak kendini babasının kütüphanesinde yetiştirmiş, eğitim görme konusunda erkek kardeşleri kadar şanslı olamamıştır. Dönemin erkekleri tarafından sürekli sorulan ”Bizler kadar düşünme yeteneğiniz olduğunu ileri sürüyorsunuz. Madem öyle, neden Shakespeare gibi bir deha çıkaramadınız?” gibi “yakıcı” bir soruya “Para kazanın, kendinize ait bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın…” diyerek cevap verir. Döneminde arka planda kalmış kadınların bir nevi lideri, savunucusudur. Feminist bir bakış açısıyla, kadınla- rı ve kadın haklarını savunan yazılarıyla ve cinsel seçimleriyle dönemine kılıç sallayan bir Don Kişot’tur adeta. 22 Haziran 1927 tarihli güncesinden bir bölüm: “Kadınlardan nefret edenler moralimi bozuyor ve hem Tolstoy hem de Mrs. Asquith kadınlardan nefret ediyorlar. Moralimin bozulması sanıyorum bir çeşit kendini beğenmişlikten. Ama her ikisi de o kadar baskıcı dile getiriyorlar ki fikirlerini. Mrs. A’nın sert, dogmatik, ŞİİRVAKTİDERGİSİ 73 DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... boş üslubundan nefret ediyorum.” Kirletilen çocukluğu ve ezilen cinsiyetinin etkisiyle bir sığınak olarak kadınları seçen Woolf, dönemin bir başka kadın yazarı Vita Sackville-West ile duygusal bir ilişki yaşar. İki kadının bu ilişkisi Woolf ’un eserleri arasında önemli bir yeri olan Orlando’nun yazılmasına ortam hazırlar. Woolf, eşi ve aynı zamanda ilk eleştirmeni, kitaplarının basımcısı Leonard’a karşı kadınca duygular beslememiş; fakat derin bir saygı duymuştur. Woolf ’un günceleri aynı zamanda hezeyan ve buhran içindeki bir ruhun dalga dalga kıyıya vurumu… Yazarın sürekli üzerinde düşündüğü ölüm, yazamama ve üretememe sancısı, birtakım psikolojik ve nevrotik gerginlikler, hayatın anlamsızlığı ve zorluğu düşüncesiyle ara ara ortaya çıkan intihar fikri ve özellikle son yıllarda üzerine fazlaca durduğu, korkulu rüyası savaş… En mutlu olduğu anlarda bile aklından çıkmayan uçurum yürüyüşü… 25 Ekim 1920 tarihli günce: “Ve bütün bunlarla birlikte nasıl da mutluyum, her şeyin bir uçurumun üzerinde uzanan daracık bir kaldırım olduğu duygusu da olmasa içimde.” Bununla birlikte geçmişinde tecrübe ettiği ve bu zoraki deneyimle depresyona girdiği savaş, güncenin son yıllarında yazara nüfuz eden en baskın konudur. 2 Ekim 1940 74 ŞİİRVAKTİDERGİSİ tarihli güncede ölüm korkusu ve savaşın iç içe geçtiğini görüyoruz: “Ölümü düşünmeli miyim? Dün gece ağır bir bomba pencerenin dibine düştü. O kadar yakınımıza ki, irkildik. Bir uçak bu meyveyi atarak geçmişti. Terasa çıktık. Işıl ışıl göz kırpan oyuncak gibi yıldızlar. Her yer sessiz. Itfond Tepesi’ne düşen bombalar. Irmağın yakınında iki tane var, beyaz tahta haçlarla belli etmişler yerini, hâlâ patlamamışlar. L’ye dedim ki, henüz ölmek istemiyorum.” Woolf, en nihayetinde biri kızkardeşi Venassa’ya diğeri eşi Leonard’a olmak üzere iki veda mektubu bırakıp 28 Mart 1941’de evinin yakınlarındaki Ouse nehrine kendini bırakarak intihar eder. Sadece İngiltere’nin değil tüm dünya edebiyatının, sadece döneminin değil çağından sonrasının da yüksek sesi, tükenmez kalemi olmuştur Woolf… Okunmalı, okutulmalı, nesilden nesile aktarılmalı… Sadece eserleriyle değil her yönüyle tanınmalı. Çünkü bir eseri meydana getiren “yazar” kadar yazarın kişiliğini meydana getiren “şartlar” da bilinmeli ki, okuma eylemi hakkıyla gerçekleşebilsin… Bunun için günceler muhteşem bir fırsat… Mina Urgan’ın da deyimiyle “Virginia Woolf ’u yakından tanımamız için, Bir Yazarın Güncesi yeter de artar bizlere…” DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... Fotoğraf: Mustafa İbakorkmaz ELİF BEYZA ŞAHİN “BİR GÜL DÜŞTÜ” Şiir dünyasına adım atan okuyucu tıpkı ayna gibi şiirin kendisindeki yansımasını görür ve artık o şiir unutulmazlar arasına girmiştir. ŞİİRVAKTİDERGİSİ 75 DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... Dârü’l-fünûn’u solumuş bir edep insanı daha: Bekir Oğuzbaşaran... Şairimizle ilgili bilgileri “Bir Gül Düştü…” adlı kitabı okuyacak gönüllere saklıyorum, bu sebeptendir ki yazarın başarılarından bahsetmek yerine kendisinin de affına sığınarak, “Bir Gül Düştü…” yü kendimce değerlendirmek istiyorum. Her zaman kriter edindiğim, Türkçe karşılığıyla ölçüt saydığım en önemli durumlardan biri, görünüm… Kitabın kapağında bulunan Gül resmi daha doğ- Ahengi yansıtabilecek kelime “söz” müdür yoksa “mana” mıdır? Söz tek başına kanadı kırık bir kuş gibidir, o kuş mana gömleğini giydiğinde yek-dil olup kanatlanır ru bir ifadeyle gül motifi edebi anlamının yanı sıra kitabın adıyla, mana dünyasıyla da hoş bir bütünlük sergilemekte… Bunun yanı sıra kitabın arka yüzündeki “şiir” tanımlarının hepsi kendi anlam kulvarında iddialı, iddialı fakat dikkatimi çeken ya da dürüstçe bir ifadeyle gönlümü çeken iki cümle var şiir tanımlamalarına dair : “Sözün sınırlılığından anlamın sınırsızlığına açılmaktır şiir.” … Sözün sınırlılığını düşündüğümüzde evet, söz sınırlardan ibaret bir düğümdür. Her ne adar bu dü76 ŞİİRVAKTİDERGİSİ ğümü çözme yolunda en çok yol kat eden kişi edebiyatçı da olsa, adı üstünde düğüm!.. Anlam ise düğümlerin çözüldüğü nokta! Peki, düğüm olarak tanımladığımız sözü çözebilecek, ona anlam yükleyebilecek biri var mıdır? Herkesin bir cevabı olacaktır bu konuda lakin bu sorunun tek cevabı vardır o da gönüldür. Söze anlam yükleyen anlamı anlam yapan tek “şey” “gönül” kelimesinde yatmaktadır. Gönül çeken şiir cümlelerinden bir diğeri: “Kâinatın ahengine ayna tutmaktır şiir…” cümlesidir. Kâinatın ahengi ve Mevlâ’nın sanatı, bu iki tamlama arasındaki benzerlik zikredilesi bir benzerliktir. Bu ahengi yansıtabilecek kelime “söz” müdür yoksa “mana” mıdır? Söz tek başına kanadı kırık bir kuş gibidir, o kuş mana gömleğini giydiğinde yek-dil olup kanatlanır ve şiir dünyasına doğru kanat çırpar… Tasvir etmeye çalıştığımız bu tablonun okuyucudaki yansımasını ifade eden en iyi kelime ise “ayna”dır. Şiir dünyasına adım atan okuyucu tıpkı ayna gibi şiirin kendisindeki yansımasını görür ve artık o şiir unutulmazlar arasına girmiştir. Neden mi? Düşünün! İnsan aynadaki yansımasını unutabilir mi? Edebiyat dünyasında şiirin etkisi de işte aynı böyledir. Bir Gül Düştü adlı şiir kitabını da bu düşünceler eşliğinde oku- DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... manızı tavsiye ediyorum. Bu bağlamda kitap önce şiirin ne olduğuna dair kısa ve bir o kadar da öz cümleleri bizlere sunuyor. Eğer bunu gerçekten öğrenebildiyseniz şiir dünyasına giriş biletiniz bizzat şair tarafından alınmış demektir. Kitabı okuyun ve aynada kendinize baktığınızı düşünün… Peki, sizce nedir şiir? Şimdi siz karar verin… Bu işin Bencesi: Mevla’nın yarattıklarına ayna olmaktır şiir! “Başta Allah ve Resûlü olmak üzere bütün sevdiklerime…” içindekiler kısmından sonra gelen bu cümle ve ilk şiir… Ses Bayrağımız, adlı şiirde aklıma gelen ilk kelime vatan kelimesiydi. Kelimenin zihnimde canlandırdıklarının yanı sıra Allah ve Resulü için ne denli önemli olduğuydu beni şiiri hevesle okumaya iten. Şiir adlı şiirse ayrı güzellikte, çoban çeşmesinden başladığınız yolculuk öyle diyarlara gidiyor ki rüyadan uyanmak istemiyorsunuz fakat bir bakmışsınız diğer şiir sizi “merhaba” nidalarıyla karşılıyor. Öyle şiirler var ki bir bakmışsınız elinizde saz, ozan olmuşsunuz Yûnus gibi, bir bakmışsınız elinizde ney derviş olmuşsunuz Mevlana gibi… Beni en çok etkileyen de bu oldu… Adını koyamadığım bir dünya; bir oradasınız bir burada… Yalnız bu dünyada eski yeni kavgası yok ozanlarla dervişler aynı sofrada yemek yiyorlar. Mehmet Akifler var o sofrada, Necip Fazıllar, Çanakkale’de, Milli Mücadelede şehit olmuş askerler var… Şiir dünyası bu kitapta öyle coşkulu ki kuşak farkı tanımıyor. Aynı yolun yolcusu olman yeterli… Hepimiz bu dünyanın yolcusu değil miyiz? Ben de bir dünyalı olarak aralarına katılma fırsatı yakaladım. Bazılarıyla şehadet şerbeti içtik, bazılarıyla nice fasıllarda dem vurduk. Sayfalar arası koşmaktan yorulmamıştım, yeni iklimler yeni yüzler görmek istiyordum. Yıllarca hayatını okuduğum gıpta ile baktığım düşünce, ilim ve edep adamları oradaydı… Sayfalardan birinde Şairin Türküsü adlı şiirle karşılaştım ki bu aklıma Şeyh Gâlip ile aşk-ı derûndan bahsettiğimiz konuşmaları getirdi. Şunu söylemek yanlış olmayacak sanırım bu kitapta halk edebiyatı ozanları da var divan edebiyatı şairleri de… Sözler farklı olsa da gönüller bir. Biri aşkı “öz” ile açıklıyor diğeriyse “dil” ile… Somutlaştıracak olursak kitaptaki şiirler saz ile neyin ahenginden doğan sözcükleri sergiliyor. Sayfa 39, öyle bir kapıya geldik ki bu kapıdan geçmenin tek yolu var: gözyaşı… “Ondan Başka İlah Yoktur” diyor şiir… şiiri yaşatmak için sayfalar dolusu cümle yazsak anlamsız kalacak lakin öyle güzel cümleler var ki insanı alıp götüren desen desen cümleler… Bekir Oğuzbaşaran’ın şiirindeki bu cümleleri alıntı yaparak Fuzûlî, Baki ve nicesiyle paylaşmak istiyorum. “Bakın biz de varız!” diyor şair…Az önce bahsettiğim sofrada birçoğuyla olan sohbetimden bahsetmiştim o diyarlara tekrar gitmek nasip olursa bu şiiri kendilerine okumak istiyorum. Evet biz de varız! Edebiyat tarihi gibi şiirler… Evet, şair şiirlerini ilmik ilmik işlemiş… Adeta gönül emeği göz nuru… İnsanın gönlünü titreten, diyar diyar gezdiren, görmediği işitmediği ne varsa bildiren: Bir Gül Düştü… Haydi siz de “Bir Gül Düştü” diyarına gitmek için bir bilet alın ve gönül dünyanız için maddeten küçük manen kocaman bir yer ayırın… Bu sizin yaptığınız edebi yolculuklardan biri olsun… İyi yolculuklar… ŞİİRVAKTİDERGİSİ 77 DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... Debi yok artık yar yorgunuyum yok artık sana ait kaplıcalarda yıkanmak düzmece yürekler içinde yok artık yok artık nehrin debisine kapılır süzer geceden öteleri yarasa bakışlar kanıma inat hücrelerde pompalar duyguları derinlere nedeni meçhul içimde sıradanlık dolaşır donuk gözlere aşina süzer geceden öteleri yarasa bakışlar kanıma inat hücrelerde nehrin debisine kapılır donuk gözlere aşina pompalar duyguları derinlere nedeni meçhul içimde sıradanlık dolaşır yok artık yok artık düzmece yürekler içinde sana ait kaplıcalarda yıkanmak yok artık yar yorgunuyum yok artık 29.09.2012 VİLDAN POYRAZ COŞGUN 78 ŞİİRVAKTİDERGİSİ DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... Geç Mevsim geçmiş asılı soğuk evde buyur eder eskimiş kanepe hücrelerde örülen yalnızlık ağı toplanır gözlerde katarakt anılar davetkar bir kavanoz bal içinde oynaşarak banar aç sinekler bir çift benekli el dayanır masa karaağaç; görünümü masum kavrulur benlik mor gecelerde kaldırılır dolapların kuytusuna yorgan altı karanlığında sarılır dil yarası dokunaklı geniş alnına doluşur derin çizikler vicdanla dağlanır yürek göze harcanan yılların kayıpları elde şatafatlı dünün yıkık serveti olgunlaşan düşüncelerle geçilir yol buruşuk boynuna yaslanarak yaprak yığınları içinde iki büklüm dağılmışlık tökezletir erte vakitlerde siyah gözlerindeki yorgunluk çöker kaderinin üzerine ağır bir sis gibi abanır geçer mevsimler önünden.. 29.09.2012 VİLDAN POYRAZ COŞGUN ŞİİRVAKTİDERGİSİ 79 DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... Camekan Cambazı batan güneşin halsiz kızıllığında sırıtıyor çekiştirdiğin çocuk yanın anlamsızlaşan tını gelgitlerin uzantısında soğansuyu acımtırak, hoş ama yorgunluk sıvışmış dar şakağından kalem tutan el kağıda sarılı sureti bulanık, ayak kaygan alevlenir aşk mısralardan iki mevsim arasından fırlayıp öbek öbek hasrette kalem ucu aralarına giren soytarı klavyenin çekiştirildi tuşları günahkar ip’e serildi dertleşildi ağlaşıldı suçlandı anlamsız ayrılıkların kurşuni yaşlarında ıslandı fistanı kadının kıvrımında fitne tohumları ekili camekan oynaşmaları geridönüşümde harcandı birbir susamıştı kalem, yokluğunda mürekkebin satırları gölgeledi divituçları bakire kelimeler salındı sayfalara aşkın denklemiyse kıpkırmızı çözüldü çözülecek gecenin yırtmacında … zamanın önüne atılan zar şeytan taşlama cambazlığında.. 12.05.2012 80 ŞİİRVAKTİDERGİSİ VİLDAN POYRAZ COŞGUN DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... Yonca r seviyor-sevmiyor-seviyo lı diye biten üç yonca fa stirme yol seviyoruma giden en ke masumca tercih edilen değil papatya kadar belirsiz ğil yıldız kadar kayar de tarot kadar yalan değil su kadar dağınık değil ğil kahve kadar siyah hiç de sen en iyisi mi sor o’na.. 01.10.2012 VİLDAN POYRAZ COŞGUN ŞİİRVAKTİDERGİSİ 81 DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... Her dem taze şiir Yahya Kemal Beyatlı 82 ŞİİRVAKTİDERGİSİ DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... RİNDLERİN ÖLÜMÜ Hafız’ın kabri olan bahçede bir gül varmış; Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle. Gece; bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış Eski Şiraz’ı hayal ettiren ahengiyle. Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde; Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter. Ve serin serviler altında kalan kabrinde Her seher bir gül açar;her gece bir bülbül öter. GEÇMİŞ YAZ Rüya gibi bir yazdı. Yarattın hevesinle Her anını, her rengini, her şiirini hazdan. Hala doludur bahçeler en tatlı sesinle! Bir gün, bir uzak hatıra özlersen o yazdan Körfezdeki dalgın suya bir bak, göreceksin: Geçmiş gecelerden biri durmakta derinden; Mehtap... iri güller... ve senin en güzel aksin... Velhasıl o rüya duruyor yerli yerinde! ŞİİRVAKTİDERGİSİ 83 DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... Tükçe’nin gök kuşağından 84 ŞİİRVAKTİDERGİSİ DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... UNUTULMAK NÖBETİ Yerde su, gökte bulut, Tanrı’nın hayalleri, Bir şamın yaprağında sınavdan çıkar yaşam. Alıp kanatlarına cevapsız sualleri Yüreğimin başına sessiz konmakta akşam. Yazı gönül yarası, kışı yüz karasıdır, Ne ele erkim çatar, ne de bir hahişim1 var. Ah bilseydim mezarım dünyanın harasıdır Ve benim bu dünyada, bilseydim ne işim var? Nereye akarsa aksın, Su, yarınki buluttu(r). Bu günkü cada2 yoldur dünküyse akın3 yeri. Aldığı nefes gibi vatan beni unuttu, Kimin yâdına düşer yitik bulağın yeri? Unutulmak nöbeti... Benim de geldi sıram, Bizi ölüme çeken zaman arıdır belki. Onu sevmek var iken kimden ve neden korkam, Herkesin kalbindeki sevgi Tanrı’dır belki? O avcı, dert sürekçi...4 Var mı bir ümit yeri? Nereye dek götürür ilahi vaatler beni? Sevmeye ne kaldı ki dünyada ondan geri, Ona doğru kovmakta verdiği dertler beni... Memmed İsmayıl* Azerbaycan Türkiye Türkçesi : İmdat Avşar 1 Hahiş: İstek, rica 2 Cada: Kuruyan bir bataklığın, sular çekildikten sonra toprakları çatlamış hali. 3 Akın: Süratle akan su. Akın yeri: Hızla akan su yatağı 4 Sürekçi: Sürek avında avı, avcıların önüne doğru kovalayan kişi. ŞİİRVAKTİDERGİSİ 85 DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... KALBİMİN SESİNİ DİNLİYORUM BEN... Kalbimin sesini dinliyorum ben, Aklımın sesini duyamıyorum... Kokundur bu siyah gömleğe sinen, Benim elim tutmaz, yuyamıyorum... Durdurmak olmaz ki hep uçar zaman, Günler seni benden koparıp gider. Sensiz geçip giden her saat, her an Sanki yüreğimi aparıp gider. Keder mi olacak yükümüz bizim? Vuslat hayaliyle koşamadık ki… Kim diyor hazanı bu, ömrümüzün ? Biz böyle bir bahar yaşamadık ki… AFAK ŞIHLI* Azerbaycan Türkiye Türkçesi : İmdat Avşar 86 ŞİİRVAKTİDERGİSİ DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... DERDİNİ Ne çok bu dünyada derdi olanlar, Kalbinde saklıyor here1 derdini. Bilmeden, kendini derde salanlar Yer arar, üstüne sere derdini. İnsan var, kendini gama ten tutar, Ömrünü böylece duman, çen tutar. İnsan var, kendini ele şen tutar, İstemez bir kimse göre derdini. Abestir güvenmek vara, paraya, Felaket bakmaz hiç ağa, karaya. İnançlı yüz tutar yüce Tanrı’ya, İmansızlar söyler, şere derdini. Keşke keder gonca iken puç ola!2 Saadet dünya, gam bir avuç ola! İsterim, insanda öyle güç ola; Taş edip duvara öre derdini! 1 Here: Her biri. 2 Puç olmak: Boşa çıkmak, sonuçsuz kalmak. AFAK ŞIHLI* Azerbaycan Türkiye Türkçesi : İmdat Avşar ŞİİRVAKTİDERGİSİ 87 DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... GÜNEŞ Güneş, ben senin kızınım. Güneş, sen benim anam! İstiyorum senin gibi Ben de göklerde yanam. Tek bana aç kucağını, Çağır, sana geleyim! Ya da, bana ateş, od ver, Ben göğe yükseleyim! AFAK ŞIHLI* Azerbaycan Türkiye Türkçesi : İmdat Avşar 88 ŞİİRVAKTİDERGİSİ DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... METEHAN DAYI BİLİNEN TARİHTE SANATIN BAŞLANGICI ŞİİRVAKTİDERGİSİ 89 DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... Sanat, en genel anlamıyla hayal gücünün ve yaratıcılığın aktarım aracıdır. İnsanlar duygu düşünce ve hislerini çevreye olan tutumlarını modern çağda sınıflandırıp nitelik kazandırılan sanat dallarıyla aktarmışlardır. Fonetik sanatların en gözde dalı olan müzik doğadaki seslerin taklidi ile ortaya çıkmıştır. Plastik sanatların en gözde dalı olan resim ise tarih öncesi çağların büyüsel ritüeli olarak ortaya çıkmıştır. Bilinen en eski örneği dünya mirası listesinde de yer alan 42 bin yıl öncesine ait olduğu inanılan İspanyanın “Costa Del Sol şehrindeki El Castillo mağarasında” yer alan duvar resimleridir. Tarih öncesi dönemin insanları avcı ve toplayıcıdır avlayabildiği hayvanları izleyerek göçebe bir yaşam biçimi sürdürürler. Ara sıra uğradığı ya da sürekli oturduğu yerler olarak sadece doğanın onlara sunduğu mağaralardır. Mağara duvarlarında hayat bulan bu resimler bir amaca yönelik kullanılmak için yapılan bir sanattır bereket ya da av büyüsüne hizmet eder. Günümüzde ilkel topluluklardan da bildiğimiz gibi bir resme sahip olmak o resmin canlandırdığı şeye sahip olmakla bir tutulmaktadır. Bu mağara resimlerinin hepsi aynı gerçekçilik başarısını göstermemiştir doğal olarak avcıların tümünün usta ressamlar olduğu ileri sürülemez. MÖ. 10 binlerde dev buzulların erimesiyle iklim yumuşar ve insanın yaşam koşulları değişmeye başlar ve resimler mağaraların kuytu karanlık köşelerinde değildir artık. Toplu av sahneleri birbirleriyle savaşan insan resimleri karşımıza çıkar üslup iyice değişir, eski dönemin gerçeğe çok bağlı resminin yerini şimdi önemli olanı vurgulayan soyutlayan ve bazen çizgisel simgeler oluşturan, kazıma, tek renkle boyanan ve siluet tekniklerini kullanan sanat tarzı ortaya çıkmıştır. Soyutlama o denli ilerlermiştir ki İsveç’teki bronz çağı resimlerinde günlük yaşamda kullanılan araba, kızak, gemi vb. araçlar birer simge halini 90 ŞİİRVAKTİDERGİSİ almıştır. Uygarlık düzeyinin gelişmeye başlaması, tarım, hayvancılık ve yeni yeni başlayan ticaretle birlikte avcılık geri planda kalmıştır dokumacılık, sepetçilik, çömlekçilik yüksek bir zenginliğe ulaşır, mezar yapıları gelişmiş tapınaklar oluşturulmaya başlamıştır. ölümden sonra yaşam inancıyla mezarlara değerli araç, silah ve ölüye ait değerli eşyalar gömülür. Kurulmaya başlayan kent devletleriyle birlikte resim, heykel, rölyef, çömlek, takı ve süs eşyaları daha olgun örnekler vermeye başlar. İnanış biçimlerindeki farklılıkların getirisi olarak sanat eserlerinde işlenen konular, tasvirler, biçim ve şekiller değişiklik göstermiştir. Bir medeniyette hayvan figürleri işlenirken başka bir medeniyet insan tasvirleri kullanmıştır. Mısır medeniyetini ele alacak olursak inançlarına son derece bağlı bir millet oldukları için dinsel törenler tanrılar savaşlar ve günlük hayat içinde gelişen bir takım olaylar resmin konusu olmuştur. firavun tahta çıkar çıkmaz ilk iş olarak mezarının bulunacağı yeri saptar. Burası aynı zamanda bir tapınaktır da çünkü ölülere saygı mısır dininin en önemli öğelerinden biridir. Piramit yukarı doğru yükselen ritmi ve geniş tabanıyla yüzünü göğe çevirmiş, ama ayaklarıyla da sıkı sıkıya yere basan firavunun mutlak gücünü simgeler. Güzel olmak için değil yasa ve gücün simgesi olmak için yapılmıştır. Bu mısır yapıtları DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... öyle dengeli bir ağırlık ve anıtsallık içindedir ki olgun sanat yapıtları olarak kabul edilir. Piramitlerin ağırlık noktasını oluşturan firavun yontuları ölünün ruhuna bir kılıf oluşturmaktadır. Bunlar ölülere değer veren bir dini yapının sonucudur. Sonsuz bir sessizlik içindeki bu katı, yüce biçimler insanda zamansızlık duygusunu uyandırır. Hareketsizliklerine karşın bu figürlerin ayrıntıları oldukça doğal bir biçimde işlenmiştir. Büyük bir olasılıkla figürler aslına uygun yapılmışlardır. Benzetmeye önem verildiğinin bir başka kanıtı da yontuların ayakucuna kazılmış olan isim ve görevlerini belirten yazılarıdır. Eski mısır dünyasında resim sanatı ebedi sürekli ve kutsal olanı ifade etmek için kullanılmıştır. Mısır resim sanatı örneklerinin, büyük tapınaklar ve mezar anıtları içinde yer almasının da nedeni budur. Yönümüzü batıya çevirdiğimizde ise etkileyici eserleriyle yunan medeniyeti gözümüze çarpar (MÖ 750-MÖ 480). Yunan medeniyeti kendi başlangıcını doğrudan doruya ön Asya medeniyetinin gölgesinde gelişmiş olan Anadolu’dan alır. Yunan sanatında sanatçı doğu ülkelerinden gelen etkileri kopya etmemiş kendi sanatına bir uyarlama çabası içine girmemiştir. Yunan sanatında ilk kez insanın yüceltilmesi ortaya çıkar. İnsan artık mısır medeniyetinde olduğu gibi tanrının oğlu, tanrının temsilcisi, tanrının hizmetkârı değildir. Artık insan her şeyin ölçüsü olmuştur böylelikle şaşmaz ve kesin insan aklına dayanan bir sanat oluşur o nedenle bu sanatta denge uyum düzen, oran, orantı, ölçek gibi kavramlar dile getirilir. Bunlar insan aklından kaynaklanan kavramlardır ve hayvansı vahşiliği bilgisiz barbarlığın dizginlenemeyen tutkuların tam karşıtıdır, bu korkuyu ve doğaüstü sorunları tanımayan bir sanattır. Yaşamanın düzenini ve sevincini anlatmaya hizmet eder ölülerin dünyasını yüceltmez. Özgür insanlardan oluşan bir topluluğu över. Bunun da ötesinde bu sanat tanrılarının dünyada uzakta bir yerlerde değil de ölümlü insanların arasın da insan görümünde insan adetlerine uyarak yaşadığı insancıl bir dinin anlatıcısıdır böylelikle güzel ve soylu insan vücudu tanrıları anlatmada en inandırıcı örnek olur. Tanrıların evi kabul edilen içlerine onların tahtadan yontuları konulan ilkel yapılar anıtsal bir hale gelir. Tapınaklar çoğunlukla derin koyların çevrelediği tepelerin üstüne yapılır böylece denizden bakılınca açık havada çok uzaklardan görülürler. Bu onları mısır tapınaklarından ayıran önemli bir farktır. Yunan tapınağı uzaktan görülmek içindir. Bütün tapınaklar gibi göze çarpıcıdır. Gözün onu tümüyle algılaması istenir. Yunan tapınağı içe değil dışa dönük olarak düşünülmüştür. İçi çok sayıda insan almak için yapılmamıştır. Tanrının oturduğu bazen de onunda bir ŞİİRVAKTİDERGİSİ 91 DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... Sanatın gelişiminde başat rolü dini inanışlar üstlenmiştir. yontusunun bulunduğu dar bir mekândır. Yunan yontu sanatı mitolojiden aldığı hiç tükenmeyen konularıyla tapınakları süsleyerek mimarlıkla birleşir. Mimarlık alanında ilk gelişmeler M.ö.6 yy başlarında yapı malzemesi olarak kesme taşın harçsız bir şekilde kullanılması ile başlar en erken örneklerinden başlayarak yunan mimarlığının temel uğraş alanı tapınak yapımıdır. Yunan mimarisinde ana sorun kitle yaratma çabası olmuştur ve bir anlamda heykel silik mimarinin ana amacı olmuştur. Kullanılan sütunlar bir taşıyıcı sistem olmakla beraber temel formu erkek ve kadın vücut ölçüleridir. Dolayısıyla mimaride olduğu gibi heykelde ve hatta tanrıların formu bile insan biçimdedir. Yunan sanatçılar mimaride olduğu gibi heykelde de idealize ediyorlardı. Yani olanı olduğundan farklı gösteriyorlardı. Cesurca eserler vermişler gerek erkek, gerek kadın heykelleri genç sağlıklı ve atletik bir vücutla betimlemişlerdir ifadeleri endişesiz ve sakin görünümdedir. Bu açıdan bakıldığında klasik yunan heykelini tümüyle gerçekçi olmaktan çok zor rastlanan öncü insanı betimlemiştir. İnsanlığın geçirdiği evrimler hayata bakışlarını sanata bakışlarını değiştirmiş92 ŞİİRVAKTİDERGİSİ tir. Resim ve heykeller inanış ve ritüel olarak kalmayıp işlevsellik kazanmış estetik değerler aranmaya başlamıştır. Daha çok göze hoş gelen resimler yapılmaya başlanmıştır. Bir süre sonra resimler süsleme amacıyla kullanılmaya başlanmıştır 3 boyutlu tasarım hız ve gelişim kazanmış çömlekten heykele süs eşyasından takıya kadar çeşitlilik göstermiştir. Ancak sanatın gelişiminde başat rolü dini inanışlar üstlenmiştir. Mimariye bakacak olursak istisnasız her kültürde en yüksek dereceye ibadethaneler, mabetlere ulaşmıştır. Yunan ve Roma tapınaklarındaki resimler Tanrılara methiye niteliği taşımaktadır. Sümerlerin zigguratları, Hindu mabetleri gelişimini insanlardaki kendinden güçlüye yani yaratıcıya inanış ve ibadet dürtüsüne borçludur. İlk şiirsel sanatlarda da genellikle Tanrısal duyuşların izi inkâr edilemez. DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... BAĞLAMAYLA İLKOKULDA TANIŞTI ŞİİRVAKTİDERGİSİ 93 DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... Bağlama ve türkü deyince akla ilk gelen isimlerden Neşet Ertaş, 1938’de Kırşehir’de doğdu. Çocukluğu Kırtıllar köyünde geçen Ertaş, müzikle babası saz ustası Muharrem Ertaş sayesinde ilkokul yıllarında tanıştı. Önce keman, ardından bağlama çalmayı öğrendi. Babasıyla birlikte yörenin düğünlerinde saz çalıp türkü söylemeye başladı. Profesyonel müzik hayatına 1950’li yılların sonunda İstanbul’a gidişiyle başladı. İlk plağı “Neden Garip Ötersin Bülbül”ü işte bu yıllarda kaydetti. Çok sevilen plağın ardından yenileri geldi, konserler başladı. Halk ozanı bir süre sonra yeniden İç Anadolu’ya döndü ve Ankara’ya yerleşti. VEDA Tükendi ömrümün çoğu gidiyor Cahil ömrüm geldi geçti yel gibi Sevdiğim uzaktan seyir ediyor Beni görüp bakınıyor el gibi Geçti günler, yıllar, ömürse doldu Giden gitti bilmem geri ne kaldı Sağlık sorunları nedeniyle kardeşi- Ömrümün baharı sarardı soldu nin yanına, Almanya’ya giden Ertaş’ın Yandı kaldı garip bağrım çöl gibi 23 yıllık vatan hasreti de başlamış oldu. 2000 yılında İstanbul’da verdiği kon- Veren, geri almak için gözlüyo serle yeniden ülkesinde sahneye dön- Her an her saniye beni izliyo Garip bağrım için için sızlıyo dü. Sazımda inleyen sırma tel gibi Gurbet yıllarında kendisine takılan “Bozkırın Tezenesi” lakabı halk oza- Uzun yoldan gelmiş gibi yorgunum nıyla adeta bütünleşti. Ne kimseye küskün ne de dargınım Süleyman Demirel zamanında ken- Bir ahu gözlüye candan vurgunum disine sunulan ‘devlet sanatçılığı’ unva- Garip gönlüm kapısında kul gibi nını; “Halkın sanatçısı olarak kalmak, benim için en büyük mutluluk” diyerek geri çevirdi. UNESCO tarafından “yaşayan insan hazinesi” kabul edilen Ertaş, İTÜ Devlet Konservatuarı tarafından fahri doktora ödülüne layık görüldü. O Vedası ile yâd edelim: 94 ŞİİRVAKTİDERGİSİ DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... HAİKULAR MÜJDE İpek böceğim Yeniden doğdun işte Kelebek oldun *** MİKROBİYOLOJİK ORGAZM Ne kadar mutlu Kendine bölünürken Terliksi hayvan MUSTAFA İBAKORKMAZ *** PAPAĞAN İnsandan farksız Ezberinde ne varsa Onu söylüyor ŞİİRVAKTİDERGİSİ 95 DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... YENİ YUVA Eşini buldu Yuvasını kuracak Acemi kumru *** AV Ağını kurmuş Mütevekkil örümcek Sinek bekliyor *** GÜBRE Serçe uçarken Sıkıştı gökyüzünde Heykele sıçtı MUSTAFA İBAKORKMAZ 96 ŞİİRVAKTİDERGİSİ DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... Şiir Vakti ve Edebiyat Ortamı Şiir vakti bu sayısında görsel şiirin önemli temsilcilerinden Yusuf Bal, İlkay Coşkun ve Vildan Poyraz Coşkun’un şiirlerine yer vererek şiirin ufkuna sınır çizilemeyeceğini söylemiş oldu. Şiiri sadece kafiyeden ibaret sanan önemli bir kesimin olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Türk şiirinin görsel bir yönü hep olagelmiştir. Şekil şiirde ana unsur olarak kullanılmanın ötesinde duygu ve düşüncelerin okura nasıl anlatıldığının da kıymeti vardır. Umarım görsel şiirimizin önemli temsilcilerinin yer aldığı bu seçki estetik zevkinize hitap etmekte başarılı olmuştur. Takdir elbette okurlarındır. yoktur. Bu bizim düşünce dünyamızı zenginleştirmez bilakis fakirleştirir. Dünya ile rekabet edemez hale getirir. Her düşünceye bu sebeple eşit mesafede durmayı ilk edindik. Eşit mesafede dururken dar bir ufuk çizmedik kendimize. Türkçenin gök kuşağı gibi bütün farklı, tonlarına sayfalarımız arasında yer açalım istedik. Bize gönderilen yazıların ve şiirlerin özgün olması genel tekrarların içinde kıvranıp durmaması önemli. İlk sayımızdan sonra gelen yoğun yazı ve şiir akışı bunu ilerleyen zamanlarda daha da nitelikli hale dönüştürecek ümidindeyiz. Her yeni sayıda umarız daha renkli, nitelikli bir muhteva ile karşınıza geliriz. Göndereceğiniz bütün ürünler büyük bir titizlikle değerlendirilecek ve her duyarlı kalem daha nitelikli bir dergi olmamıza katkı sunacaktır. Bu açıdan bütün yazarlarımıza şükran duyuyoruz. Şiir Vakti Türkçenin bütün renkli düşüncelerine açık bir dergidir. Türkçe yazılan her eser bizim için değerlidir. Tabi Türkçeyi bir kuyumcu hassasiyetiyle işleyen metinler tercihimizdir. İnsanımızın duygu ve düşüncelerini aktarırken kullandığı yöntemlere, dünyayı algılayış biçimine takılıp kalmayı düşünce dünyamızı tek ses hale Dergimizin sayfaları arasında çok getirme arayışları olduğunu bilmeyen farklı düşünceden yazar ve şairler var. ŞİİRVAKTİDERGİSİ 97 DERGİSİ Şiirin en güzel vakti... Bu zenginliğimizi her zaman koruma çabası içerisinde olacağız. Geç kalemlere açığız ve öncelik her zaman onların olacak. Şiir Vakti dergisi Türk şiirinde burçların üstünde duran gök kubbe olsun istiyoruz. Bu sebepten ötürü bu sayımızda Türkçenin gökkuşağından bölümünü açtık. Bu bölümde güzel Türkçemizin farklı coğrafyalarından eserler bulacaksınız. Gök kubbe olabilmek için her kesimi kucaklama gereği var. Biz buna talibiz. Mesafeli duranlara biz mesafeli değiliz. Kucaklamak istedikleriniz sizi itiyorsa buna da yapacak bir şey yok. Bu sayımızda beklediğimiz yepyeni imzalar ve yeni kalemlerle siz okurlarımızın karşısındayız. Bütün yazar ve şairlerimize verdikleri destek ve katkı için şükranlarımız sunuyoruz. Şairin daha görünür olması ve okur nezdinde daha net algılanması için şairlerimizin birden fazla eserine mümkün olduğunca yer vermeye çalışıyoruz. Bu tutum tek ürün gönderenlere yer verilmiyor anlamı doğurmamalı. Gelen her ürünü titizlikle değerlendiriyoruz tek eser de olsa yer veriyoruz. Bir Gelenek Neşet Ertaş’la en önemli halkasını yitirdi. Bozlakların gök Şiir vakti yayınları ve Şiir Vakti kubbede yankılanmaması ne büyük acı Dergisi olarak gelecek yıl içerisinde o zamanla anlayacağız. Yitirilen yalnızyeni projelerimiz var. Çeşitli alanlarda ca Neşet Ertaş değil. ödüller ve yarışmalar ile küçükte olsa düşünce ve edebiyat dünyamıza katkı Gelecek sayımız darbeler ve Türk şisunmak istiyoruz. Bunlardan şimdilik iri bu konuda düşüncesi olan herkesten şekillenmiş olanı şiir inceleme ve araş- katkı bekliyoruz. Darbelerin şiirimiz tırma sahasında dosya düzeyinde kalı- üzerinde nasıl etkiler oluşturduğu pek cı bir ödül. İkincisi ise şiir dosyası ile tartışılmadı. Bu vesileyle tartışalım iskitapları alanında ödül. Üçüncü olarak tiyoruz. Darbeler ve Türk Şiir sayımızroman ve hikâye dalında yarışmalar. da buluşmak dileğiyle. Şiir vakti yayınları yayıncılık sahasında kalıcılığı hedeflediğini böylelikle bir başka boyuttan göstermiş olacak. Hem de yayınlanmış eserler bağlamında düşüncelerimiz var. Bizi takip etmenizi öneririz. 98 ŞİİRVAKTİDERGİSİ GEÇİT YAYINEVİ www.kitap-evi.com “dünyanın kitabı”