türkiye`de bireysel silahsızlanma ve şiddet haberleri
Transkript
türkiye`de bireysel silahsızlanma ve şiddet haberleri
TÜRKİYE’DE BİREYSEL SİLAHSIZLANMA VE ŞİDDET HABERLERİ UMUT VAKFI YEREL MEDYA SEMİNERLERİ KARS - GAZİANTEP UMUT VAKFI YAYINLARI Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. TÜRKİYE’DE BİREYSEL SİLAHSIZLANMA VE ŞİDDET HABERLERİ YEREL MEDYA SEMİNERLERİ KARS – GAZİANTEP Raportör: Ayşe Yıldırım Yayına Hazırlayan : Esengül Ayyıldız Yayın Numarası:12 Umut Vakfı Yayınları ISBN: 978-605-89607-2-5 I.Baskı Mayıs 2010 – İSTANBUL Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. Kapaktaki Fotoğraf: Arif Tanju Korkmaz 15. Bireysel Silahsızlanma Ödüllü “Bireysel Silahsızlanma : Yaşama Hak Tanıyın” Fotoğraf Yarışması, 2009 Umut Vakfı Yıldızposta cad.52, 34340 Esentepe / İstanbul Tel : (212) 337 29 93 Fax: (212) 288 66 75 vakif@umut.org.tr www.umut.org.tr Umut Vakfı, Friedrich Ebert Stiftung Derneği’ne değerli katkılarından dolayı teşekkür eder. Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. SUNUŞ Bireysel silahlanma şiddetin en uç noktası ve insanın yaşama hakkına yöneltilmiş en tehlikeli sorunlardan biridir. Hannah Arendt’in “Şiddet Üzerine” adlı kitabında belirttiği gibi şiddet daima araçlara muhtaçtır. Savaşların sonunun gelmemesinin ve bireylerarası şiddetin öldürücü noktaya gelmesinin temel nedeni silah teknolojisidir. Varlığını ve kâr amacını insan hayatı üzerine kurmuş böyle bir teknolojinin ilerlemesi ile gurur duymak vicdanî açıdan mümkün değildir. Umut Vakfı’nın kuruluşundan bugüne, 16 yıl boyunca, hukukun üstünlüğü, barış kültürü, adalete güven, yurttaşlık bilinci çerçevesinde sürdürdüğü çalışmaların temel noktalarından biri şiddete karşı ve bireysel silahsızlanma için mücadele etmek olmuştur. Bu mücadele süresince medyanın desteği her zaman çok önemliydi. Öte yandan medyada yer alan şiddete ve bireysel silahlanmaya ilişkin yayınlarda benimsenen söylem, kullanılan görüntüler, yayınların arka metinleri hakkında düşünmek ve çalışmak da gerekmektedir. Çünkü medyada üretilen haber ve programların malzemesi temel olarak yine insan hayatıdır. Bu yayınlarla üretilen ahlakın ve değerlerin kaynağı toplumdur, yurttaştır; etkisi de yine toplum ve yurttaş üzerinde görülür. Bu programları üreten programcılar, haberciler, gazeteciler de bu toplumun bir parçasıdır ve hepimiz aynı zihniyet dünyasına dahiliz. Böylece, 2007 yılından bu yana sürdürdüğümüz “Türkiye’de Bireysel Silahsızlanma ve Şiddet Haberleri” Yerel Medya Seminerleri, içinde yaşadığımız toplumu ve zihniyet dünyasını gazeteci dostlarla beraber tanımamıza; şiddet, bireysel silahsızlanma, medya okuryazarlığı, gazeteciliğin meslek etik ilkeleri, toplumsal cinsiyet, çocuk, fikir özgürlüğü, örgütlenme gibi pek çok konuda deneyim ve teori çerçevesinde bilgi alışverişinde bulunmamıza vesile olmuştur. Bu nedenle, seminerlere konuşmacı ve katılımcı olarak dahil olan herkese içtenlikle teşekkür ederiz. Biz bu deneyimlerden son derece beslendik. Dileriz, Umut Vakfı olarak düzenlediğimiz bu seminerlerle olumlu izler bırakabilmişizdir. 2007 yılından bu yana Diyarbakır, Rize, Eskişehir, Hatay, Kars, Gaziantep ve Konya’da düzenlediğimiz ve çevre illerden ortalama 500 gazeteci ve gazeteci adayının katıldığı “Türkiye’de Bireysel Silahsızlanma ve Şiddet Haberleri” Yerel Medya Seminerlerinin içeriklerini kitap olarak yayınlamaya devam ediyoruz. Dizinin elinizde tutmakta olduğunuz 3. kitabı Kars ve Gaziantep seminerlerinin içeriklerinden oluşmaktadır. Söz uçar, yazı kalır… Bu kitap çalışmasının medya ve şiddete ilişkin literatüre yeni bir katkı olmasını dileriz. Umut dolu yarınlara, Nazire DEDEMAN Umut Vakfı Kurucu Başkanı Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. TÜRKİYE'DE BİREYSEL SİLAHSIZLANMA VE ŞİDDET HABERLERİ YEREL MEDYA SEMİNERİ KARS, GAZİANTEP İÇİNDEKİLER 1. KISIM: KARS AÇILIŞ KONUŞMALARI Nazire Dedeman (Umut Vakfı Kurucu Başkanı) Bettina Luise Rürup (Friedrich-Ebert-Stiftung Derneği Türkiye Temsilcisi) I. OTURUM Oturum Başkanı : Yücel Sezer (Kars Gazeteciler Cemiyeti Başkanı) Medya ve Şiddet: Gazetecilik Meslek İlkeleri ile TGC Hak ve Sorumluluk Bildirgesi Çerçevesinde Gazetecilerin Şiddet Haberlerine Yaklaşımı Dr. Recep Yaşar (Türkiye Gazeteciler Cemiyeti) Etik Açıdan Medyada Şiddet Haberleri Prof. Dr. Nurçay Türkoğlu (Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi) Suç Korkusunun Yansıması Bakımından Medyada Şiddet Haberleri Prof. Dr. Timur Demirbaş (Umut Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi-Bahçeşehir Üniversitesi) II. OTURUM Oturum Başkanı : Yücel Sezer (Kars Gazeteciler Cemiyeti Başkanı) Yaşama Hakkı Açısından Bireysel Silahsızlanma: Türkiye’de Durum ve Medyanın Sorumluluğu? Psikiyatr Dr. Ayhan Akcan (Umut Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi) Almanya’da Şiddet Haberleri ve Etik: Türkiye ile Karşılaştırmalar Semiran Kaya (Alman Radyosu, WDR) Medyada Nefret Söylemi Ragıp Duran (Liberation Gazetesi Türkiye Muhabiri) III. OTURUM TARTIŞMA: Yerel Medya’nın Şiddet Haberciliğine Bakışı Moderatör: Ragıp Duran Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. 2. KISIM: GAZİANTEP AÇILIŞ KONUŞMALARI Nazire Dedeman (Umut Vakfı Kurucu Başkanı) Süleyman Kamçı (Gaziantep Valisi) I. OTURUM Oturum Başkanı: Yusuf Ağar Toplum Sorunlarına Duyarlı Eleştirel Gazetecilik Nasıl Yapılır? Nail Güreli (Umut Vakfı Onursal Mütevellisi-Milliyet Gazetesi Köşe Yazarı) Medya Okuryazarlığı: Gazetecinin Medya Okuryazarlığı Nasıl Olur? Doç. Dr. Abdülrezak Altun (Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğr. Üyesi) Nefret Suçları Av. Fikret İlkiz (Umut Vakfı Mütevellisi ve Yönetim Kurulu Üyesi) Suç Korkusunun Yansıması Bakımından Şiddet Haberleri Prof. Dr. Timur Demirbaş (Umut Vakfı Yönetim Kurul Üyesi, Bahçeşehir Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğr. Üyesi) II. OTURUM Oturum Başkanı: Cengiz Halil Çiçek Yaşama Hakkı Açısından Bireysel Silahsızlanma: Türkiye'de Durum ve Medyanın Sorumluluğu Psikiyatr Dr. Ayhan Akcan (Umut Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi) Yeni Bir Habercilik/Gazetecilik Arayışı Olarak Barış Gazeteciliği Yrd. Doç. Dr. İncilay Cangöz (Eskişehir Anadolu Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğr. Üyesi) Aile İçi Şiddet Haberlerinde Sorun Odakları ve Öneriler Doç. Dr. Mine Gencel Bek (Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğr. Üyesi) Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. Editoryal Açıdan Şiddet Haberlerinin Değerlendirilmesi: Yaygın Medyadan Deneyimler Ertuğrul Mavioğlu (Radikal Gazetesi Haber Koordinatörü) III. OTURUM TARTIŞMA: Yerel Medyanın Şiddet Haberciliğine Bakışı Moderatör: Nail Güreli Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. TÜRKİYE'DE BİREYSEL SİLAHSIZLANMA VE ŞİDDET HABERLERİ YEREL MEDYA SEMİNERİ 1. KISIM: KARS Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. Nazire DEDEMAN Değerli Konuklarım, hoşgeldiniz. “Bireysel Silahsızlanma ve Şiddet Haberleri” Yerel Medya Seminerlerimizin beşincisinde Kars’ta sizlerle birlikte olmaktan mutluluk duyuyorum. Umut Vakfı, bireysel silahsızlanma, şiddet, barış kültürü ve hukukun üstünlüğü konusunda 16 yıldan bu yana çalışıyor, bilgilerini ve araştırmalarını her fırsatta kamuoyu ile paylaşıyor. Bu süreçte medya mensuplarının özellikle bireysel silahlanma ile oluşan yaşam hakkı ihlallerine ilgisi ve silahsızlanma konusuna desteği hiç eksik olmadı. Bu süreçte, şiddetin, toplumsal eşitsizliklerden kaynaklandığının farkında olarak, bu eşitsizliklerin hayatımızı örseleyen, korkularımızı körükleyen, gittikçe daha fazla şiddet doğuran bir sarmal olduğunu da vurgulamak gerekiyor. Şiddetin en uç noktası olan bireysel silahlanmanın belirgin nedenlerinden biri, toplumsal hayatta “şiddet göstererek” var olma biçimidir. Bireyin kendini gösterme, “var olduğunu” vurgulama biçimi olarak “silahlanma”yı seçmesi, esas olarak eşitsizliği olumlaması anlamına gelir. Çünkü, kaba kuvvetle, “silah” gösterişiyle üstünlük sağlayarak “güç” elde edeceklerini düşünenler; dolayısıyla, bu güçle varlıklarını kanıtlayacaklarını kabul ederler. Oysa, bireylerin silahlanması, şiddetin boyutunu daha da büyütmektedir. Bugün Prof. Dr. Timur Demirbaş ve Dr. Ayhan Akcan bireysel silahlanmanın Türkiye’deki boyutlarına dikkat çekecekler. Ancak, şunu vurgulamak isterim ki; bugün Türkiye’de, yılda 3000 kişi ateşli silahlarla ölmektedir. Bu yurttaşlarımızın ortalama 700’ü ateşli silahlarla kaza sonucu hayatlarını kaybetmektedirler. Ülkemizde “silah” bir kültürel özellik olarak kabul edilir. Kızgınlık, öfke ve düşmanlık gösterisinde ateşli silah kullanıldığı gibi; silahla şerefin, namusun korunacağı, coşkunun kutlanabileceği de zannedilir. Her durumda, sonuç yalnızca ölümdür... Bu gerçeği bize defalarca kanıtlayan yaşam öyküleriyle medyada sık sık karşılaşıyoruz. Biz okuyucular/izleyiciler ve dinleyiciler; siz, bu olayları bizlere aktaran haberciler... Hepimiz, en azından şu gerçeğin farkında olmak zorundayız: “yaşama hakkı” insanın en temel hakkıdır. Bu hak eşittir. Bu eşitliği bozan en önemli sosyal problemlerden biri bireysel silahlanmadır. Umut Vakfı olarak bireysel silahlanmayı ele alırken, hukukun üstünlüğüne, barış kültürüne, Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. yurttaş olma bilincine ve bunun önemli bir sorumluluk olduğuna vurguda bulunuyoruz. Siz, gazeteci yurttaşlar, bu konuda önemli rol üstlenmektesiniz. Şiddet olaylarıyla karşılaşırken, haberlerinizi kurgularken ve bizlere aktarırken; karşı karşıya olduğunuz durumun öncelikle insanın yaşama hakkıyla ilgili olduğunu hatırlamanız önemli bir adımdır. 3. sayfa haberi olarak kavramsallaşmış şiddet haberleri, medya izleyicisine çeşitli hayat hikâyeleri anlatıyor. Bizlerin kolaylıkla tükettiği bu hikâyelerdeki gerçekliklere, bu hikâyelerin gösterdiği sorunlara ne denli duyarlıyız? Peki bu haberlerin ve olayların tanıkları olan gazeteci arkadaşlarımız, bu hikâyelerin anlatıcıları olarak üstlendikleri rolün ve sorumluluğun farkında mıdırlar? Bu sorular, bugünkü eğitim programımızın temelini teşkil ediyor. Bu nedenle, dördüncü kuvvet medyanın şiddet ve bireysel silahlanma konusundaki olayları topluma yansıtma biçimini birlikte irdelemek; meslek gereklerine uygun, eleştirel ve objektif bir yaklaşımın nasıl inşa edilebileceğini tartışmak amacıyla Türkiye’de Bireysel Silahsızlanma ve Şiddet Haberleri Yerel Medya Eğitim Seminerini gerçekleştirmek üzere bugün burada toplandık. Biraz sonra, 1. Oturum Dr. Recep Yaşar’ın “Medya ve Şiddet: Gazetecilik Meslek İlkeleri ile TGC Hak ve Sorumluluk Bildirgesi Çerçevesinde Gazetecilerin Şiddet Haberlerine Yaklaşımı” konulu sunumuyla başlayacak. Ardından, Prof. Dr. Nurçay Türkoğlu “Etik Açıdan Medyada Şiddet Haberleri” konusunu ele alacak ve “Suç Korkusunun Yansıması Bakımından Medyada Şiddet Haberleri” konusunu Prof. Dr. Timur Demirbaş değerlendirecek. Seminerimizin öğle yemeğinden sonra yapılacak 2. oturumuna ise Psikiyatr Dr. Ayhan Akcan’ın “Yaşama Hakkı Açısından Bireysel Silahsızlanma: Türkiye’de Durum ve Medyanın Sorumluluğu?” başlıklı konuşmasıyla başlayacağız. Fransız Liberation Gazetesinin Türkiye Muhabiri Ragıp Duran’ın “Medyada Nefret Söylemi” konusundaki sunuşunun ardından Semiran Kaya “Almanya’da Şiddet Haberleri ve Etik” hakkında bizleri bilgilendirecek. Her iki oturuma, Kars Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Sayın Yücel Sezer başkanlık edecek. Desteği dolayısıyla kendisine teşekkür ederim. Bugün, siz değerli gazeteci dostlarımızla görüşlerimizi, bilgilerimizi paylaşırken, sizin tecrübe ve görüşlerinizle de zenginleşmeyi diliyoruz. Bu nedenle seminerimizin 3. ve son oturumu oldukça önemlidir. “Yerel Medya’nın Şiddet Haberciliğine Bakışı” konusundaki tartışma oturumunda konuşmacılarımız, Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. oturum başkanlarımız ve siz gazeteci arkadaşlarımız ile birarada olacağız. Karşılıklı olarak konuya bakış açımızı ortaya koyacağımız son oturuma katılmanızı; fikirlerinizi, sorularınızı ve değerlendirmelerinizi bizlerle paylaşmanızı rica ediyoruz. Bu vesileyle tüm konuşmacılarımıza sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. Bu toplantıyı gerçekleştirmemizde maddi katkıda bulunan Friedrich-Ebert-Stiftung Derneği’ne ayrıca teşekkür ediyoruz. Tekrar hepinize hoşgeldiniz diyorum ve verimli, eğlenceli, katılımcılığın yüksek olduğu bir çalışma diliyorum. Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. Bettina Luise RÜRUP Saygıdeğer Bayanlar ve Baylar, Değerli Katılımcılar, Friedrich-Ebert-Stiftung Derneği Türkiye Temsilciliği olarak Umut Vakfı’nın düzenlemiş olduğu böylesi bir seminer için Kars’ta olmaktan mutluluk duyuyoruz. Böyle önemli bir konuda Umut Vakfı gibi yetkin bir kuruluşla işbirliği yapıyor olmak sevindirici. Friedrich-Ebert-Stiftung Almanya’da ve dünyada yüzden fazla ülkede temel ilkeleri olan demokrasi, sosyal adalet ve uluslararası dayanışmayı destekleyen çalışmalar yapmaktadır. Türkiye’de de yirmi yıldan fazladır temsilciliğimiz bulunmaktadır. Çalışma ilkelerimiz bağlamında demokratikleşme süreçlerini ve demokratları desteklemek de asli görevlerimiz arasındadır. Bildiğiniz gibi medyanın bir ülkenin demokratikleşmesinde ve var olan demokrasisinin gelişmesinde oldukça önemli rolü vardır. Bu nedenle, gazetecilik de dediğimiz medya mensupluğunun yüksek etik standartları olmalıdır. Ancak biliyoruz ki günlük koşuşturmaca içinde bu etik kurallara sadık kalmak her zaman kolay değil, hele bir de gazetecilerin çalışma koşulları gözönünde bulundurulursa... Burada meslek içi eğitim tarzı seminerlerin önemi de ortaya çıkıyor. Medya mensupları için zihin açıcı, yeniden durup düşünmeyi sağlayıcı bu tarz çalışmalar önemli. Friedrich-Ebert-Stiftung her zaman medyanın gelişmesine ve medya mensuplarının demokrasiye katkılarını artırmaya yönelik çalışmalara destek vermeyi önemsemiştir. Bu bağlamda, bu güne kadar birçok uluslararası ve ulusal düzeyde seminerler ve konferanslar düzenlemiştir, düzenlenenlere destek vermiştir. Bu seminer de onlardan biri. Burada bu semineri düzenlediği için Umut Vakfı’na teşekkür etmek istiyorum. ‘Şiddet haberleri yerel medya seminerleri’ Türkiye’de medyanın demokrasiye katkısının gelişmesinde artık gerçekten de önemli bir yer edindi. Tüm katılımcılara da, buraya geldikleri ve zaman ayırdıkları için ayrıca teşekkür etmek isterim. Hepinize başarılı ve verimli bir seminer diliyorum. Teşekkürler! Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. BİRİNCİ BÖLÜM Arif Tanju Korkmaz 15. Bireysel Silahsızlanma Ödüllü “Bireysel Silahsızlanma : Yaşama Hak Tanıyın” Fotoğraf Yarışması, 2009 Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. BİRİNCİ OTURUM Yücel SEZER (Oturum Başkanı) Bilge kişiye sormuşlar; “ey bilge kişi ateş nedir?” Demiş ki, “ateş, içine düşer yanarsan bir cehennemdir, yararlanırsan cennettir”. Şimdi ateş misali medyadan söz edeceğiz. Demek ki görsel olarak yerel medyamız daha çok tedbirlidir ama ulusal medya ateş misali hem yakıyor, hem koruyor. Bakın şimdi büyükşehirlerin varoşlarına gidin oralarda binlerce insan konut görüntüsünde barakalarda yaşıyor. Hepsinde banyo, tuvalet, yatak odası yok ama hepsinde bir televizyon var. Belki o gecekondu bir odadır ve sekiz kişi yaşamaktadır. Her şeylerini kısmışlar ama televizyonu ihmal etmemişler. Peki televizyon ne iş görüyor? Kişinin ufkunu, görüşünü, tarzını değiştirmeye uğraşan eğitimcilerin bin saatte yapamadığını televizyon bir dakikada yapabiliyor. İnsanları ya ileriye doğru taşıyor ya da çeşitli sıkıntıların içine sokabiliyor. Demek ki medya bu kadar etkin ve önemli bir değer. Yani ateş misali. Cennet ve cehennem olan sizlerin idaresinde, etkisinde bulunan bu değeri kullanmak ya toplumu cennete sevk edecek ya da yakacak. Gazetecilerin meslekleri bu kadar hassas ve kıymetli. Yani sizler toplumu, ulusu, bireyleri ya yakacak ya da onları refaha, saadete kavuşturabileceksiniz. Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. Medya ve Şiddet: Gazetecilik Meslek İlkeleri ile TGC Hak ve Sorumluluk Bildirgesi Çerçevesinde Gazetecilerin Şiddet Haberlerine Yaklaşımı Dr. Recep YAŞAR Medyada şiddet en çok tartışılan, ancak üzerinde hâlâ tam uzlaşılamayan bir konu. Medyada şiddet kısmen çözümsüz kalmış bir konu olarak karşımızda duruyor. Bunun da temel nedeni, bu konudaki soruların fazlalığı. Şiddetin tanımı, derecesi, kasıt olup olmadığı, söylemin şiddeti sayılıp sayılmayacağı, mizah şiddet midir, boks gibi sporun bazı dalları şiddet midir, belgesellerin görüntüleri şiddet midir? Daha da önemlisi biz gazeteciler için haberlerde kullandığımız görüntüler şiddet midir? Bu sorular bu konudaki tartışmaları devam ettiriyor. Biz bu alanda haberlere yani gazeteciliğe değinmek istiyoruz. Haberlerde/gazetecilikte şiddet. Tarihsel sürece göz atmak istiyorum. Öncelikle konuya haber fotoğrafçılığının doğuşuyla başlamak istiyorum. Haber fotoğrafçılığının başlangıcı Kırım Savaşı ve Amerikan İç Savaşı ile oldu. Çıkışı da siyasal amaçlıdır. Birçok kişi tarafından ilk savaş fotoğrafçısı olarak da adlandırılan Roger Fentom, İngiltere Prensi Albert tarafından 1855’te Kırım’a gönderildi. Görevi savaşı fotoğraflamaktı, ama bu fotoğraflar savaşın kötü yüzünü gösteren ölüler, yaralılar, yıkıntıları değil, İngiliz ordusunun ne kadar iyi olduğunu gösteren fotoğraflardı. Amerikan İç Savaşı’nda daha önce ünlülerin resimlerini çeken Matthew Brady (mücevher ustasıdır, fotoğrafçılığı mucit Samuel Morse’den öğrenmiş), iç savaşı çekmeye başlar. Bunun için 23 fotoğrafçı işe alır. Burada da amaç, Lincoln’ın savaş çabalarını desteklemektir. Bunda da başarılı olunmuştur, daha sonra bakıldığında bu resimlerin çoğu ile oynandığı, montaj, sahte olduğu anlaşılır. Ancak burada iki isim öne çıkar, farklı bir tavır sergiler; Alexander Gardner ve Timothy O’Sullivan, onlar habercilikleriyle büyük ün kazanırlar. New York Times, şunları yazar: “Bay Brady, savaşın korkunç gerçekliğini ve ciddiliğini evdeki bizlere getiren birşey yaptı. Cesetleri getirip avlularımıza ya da sokaklara bırakmış olmasa da benzer bir şey yaptı.” Çelişki de, temel sorumluluk da burada. Soru ya da sorun da burada, gazetecilik, şiddet ağırlıklı olan bu fotoğrafları Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. yayınlamazsa savaş gibi bir vahşeti nasıl ortaya koyacak? Sorun, buradaki ince çizgiyi nasıl ayırt edeceğiz? Gazetecilik mesleğini yaparken aynı zamanda şiddeti ön plana çıkarmayan bakış açısını nasıl ortaya koyacağız? Hemen arkasından siz bu sınırı ihlal ettiğiniz zaman, medya şiddeti artırıyor mu, sorusu karşımıza çıkıyor. Bu konuda da görüş birliği yok. Medyanın şiddeti artırdığı konusunda da üzerinde anlaşılmış net bir fikir birliği yok. Tam tersini savunan uzmanlar da var: Medyadaki şiddetin bireylerin şiddet duygusunu dışa vurarak onu rahatlattığı şeklinde... Buna karşın, ben medyadaki şiddetin özellikle de televizyondaki şiddetin, bireydeki şiddetin temel nedeni olmamakla birlikte onu dışa vurmada etkisi olacağı kanısındayım. Bu olumsuz etki özellikle, işsizlik, ekonomik kriz ve politik belirsizliklerin olduğu az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerde daha belirgindir. Bireysel boyutta ise, 0-6 yaşlar arası çocuklar ve 13-21 yaşlar arasındaki ergenler bu yayınlardan ve olumsuz modellerden en fazla etkilenen, yüksek risk grubunda yer almaktadırlar. Gazetecinin Sorumlulukları Şiddetin her alanda betimlenmesi onu günlük yaşamın bir parçası haline getirme tehlikesini beraberinde getiriyor. Burada biz gazetecilere düşen sorumluluklar nelerdir diye bakmamız lazım. İşte TGC'nin üç yıllık çalışma sonucu ortaya çıkardığı Hak ve Sorumluluklar Bildirgesi vardır. Ben sadece konumuzla ilgili başlıkları hatırlatmak istiyorum burada. İsterseniz www.tgc.org.tr adresinden tamamına bakabilirsiniz. Bildirge’de gazetecinin sorumluluğu şöyle tarif edilir: Gazeteci, basın özgürlüğünü, halkın doğru haber alma, bilgi edinme hakkı adına dürüst biçimde kullanır. Bu amaçla her türlü sansür ve otosansürle mücadele etmeli, halkı da bu yönde bilgilendirmelidir. Gazetecinin halka karşı sorumluluğu, başta işverenine ve kamu otoritelerine karşı olmak üzere, öteki tüm sorumluluklarından önce gelir. Bilgi ve haber ile özgür düşünce, herhangi bir ticari mal ve hizmetten farklı olarak toplumsal nitelik taşır. Gazeteci, ilettiği haber ve bilginin sorumluluğunu üstlenir ve paylaşır. Gazetecinin özgürlüğünün içeriğini ve sınırlarını, öncelikle sorumlulukları ile meslek ilkeleri belirler. Gazetecinin temel görevleri ve ilkeleri ise şöyle tarif ediliyor: Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. Gazeteci; başta barış, demokrasi ve insan hakları olmak üzere, insanlığın evrensel değerlerini, çok sesliliği, farklılıklara saygıyı savunur. Milliyet, ırk, etnisite, cinsiyet, dil, din, sınıf ve felsefi inanç ayrımcılığı yapmadan tüm ulusların, tüm halkların ve tüm bireylerin haklarını ve saygınlığını tanır. İnsanlar, topluluklar ve uluslar arasında nefreti, düşmanlığı körükleyici yayından kaçınır. Bir ulusun, bir topluluğun ve bireylerin kültürel değerlerini ve inançlarını veya inançsızlığını doğrudan saldırı konusu yapamaz. Gazeteci, her türden şiddeti haklı gösterici, özendirici ve kışkırtan yayın yapamaz. Gazeteci, çalıntı, iftira, hakaret, lekeleme, saptırma, manipülasyon, söylenti, dedikodu ve dayanaksız suçlamalardan kesinlikle uzak durur. Yani şiddet sadece fiziksel ya da görsel olarak algılanmıyor. Gazeteci sözel şiddete alet olmamalı ve bunu meşrulaştırmamalı, haberin ana öğesi olarak kullanmamalı. Daha da ayrıntılandırırsak: Gazetecinin doğru davranış kuralları diye kurallarımız var. Fotoğraf ve görüntüyü nasıl kullanmalıyız? En çok sorun burada yaşanıyor. Bir kere fotoğraf ve görüntünün o olayla ilgisi olup olmadığı çok önemlidir. Fotoğraf ve görüntünün güncel olup olmadığı açık biçimde belirtilmeli, canlandırma görüntülerinde de bu, izleyicinin fark edebileceği biçimde ifade edilmelidir. Burada özellikle canlandırmalarda ciddi sıkıntılar yaşanmaktadır. Bilgisayar teknolojisindeki gelişmelere paralel olarak şiddet tasvirleri özel efektlerle daha da etkili hale getirilmekte. Efektlerin yardımıyla silah sesleri, tekrar tekrar verilmektedir. Yani gerçeklikle kurgu/fantezi arasındaki sınır git gide kaybolmaktadır. Sinema filmi görüntüleri bile gerçek haber görüntüleri olarak sunulmaktadır. Bir televizyon kanalında uçak kaçırma haberi ile ilgili olarak sinema filminden alınan uçakta karşılıklı silahlı saldırılarının olduğu görüntü verildi. Yargı konusu var. Hazırlık soruşturması sırasında soruşturmayı zaafa uğratıcı, yönlendirici biçimde haber ve yorumdan kaçınılmalıdır. Yargılama sürecinde de haberler her türlü önyargıdan uzak ve kesinlikle doğruluğundan emin olarak sunulmalıdır. Gazeteci yargı sürecinde taraf olmamalıdır. Yargı kararı kesinleşmedikçe, bir sanık suçlu ilan edilmemelidir. Haberlerde ve yorumlarda suçluymuş gibi değerlendirmeler yapılmamalıdır. İnsanları suçlu gibi göstermek, sanırım bunu da bireysel şiddetin bir parçası olarak psikolojik şiddetin bir yansıması olarak görmekte yarar var. Buradaki temel sorun, özellikle sanıkların kimliklerinin haberin yansıtılmasında rol olması, bunun da medya organının Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. yayın politikasına paralel olarak o kişileri suçlaması ve savunmaya geçmesidir. Ergenekon örneğinde olduğu gibi. Çocuklarla ilgili haberler Çocuklarla ilgili suçlarda ve cinsel saldırılarda sanık, tanık ya da mağdur/maktul olsun, 18 yaşından küçüklerin açık isimleri ve fotoğrafları yayınlanmamalıdır. Çocuğun kişiliğini ve davranışlarını etkileyebilecek durumlarda, gazeteci bir aile büyüğünün veya çocuktan sorumlu bir başkasının izni olmaksızın çocukla röportaj yapmamalı veya görüntüsünü almaya çalışmamalıdır. Buna rağmen maalesef, 18 yaşın altındakilerin korunmasına ilişkin yeterli duyarlılığı gösterdiğimiz konusunda soru işaretlerim var. Burada özellikle mağdurların korunması büyük önem taşır. Cinsel saldırılarda mağdurların fotoğrafları, görüntüleri veya kimlikleri, açık kamu yararı olmadıkça yayınlanmamalıdır. Kimlik veya özel durum; açık kamu yararı olmadıkça ve olayla doğrudan ilgisi, bağlantısı bulunmadıkça, bir insanın davranışı veya işlediği suç, onun ırkına, milliyetine, dinine, cinsiyetine, cinsel eğilimine, hastalığına veya fiziksel, zihinsel özürlü olup olmamasına dayandırılmamalıdır. Kişinin bu özel durumu, alay, hakaret, önyargı konusu yapılmamalıdır. Ancak bu tip genellemeler bizde fazlasıyla yapılmaktadır. Haberlerde milliyete veya belli bir yöreye dayalı suçlamalar ön plana çıkmaktadır. Daha düne kadar, özel televizyon sahibine bile ‘Rum çocuğu’ dendi. ‘Ermeni dölü’ gibi deyimler türemiş ve bu haberlere yansımaktadır. Kapkaç yapanların çoğunun Güneydoğulu olması ve o bölgeden gözaltına alınan birine hemen kapkaççı muamelesi yapılması gibi... Sarsıcı durumlarda; üzüntü, sıkıntı, tehlike, yıkım, felaket ya da şok halindeki insanlar söz konusu olduğunda gazetecinin olaya yaklaşımı ve araştırması insani olmalı ve gizliliklere uyularak duygu sömürüsünden kaçınılmalıdır. Oysa yine bu tür haberlerin çoğunda gereğinden fazla duygu sömürüsü yapıldığını görüyoruz. Gazeteci, sanıkların ve suçluların akrabalarını, yakınlarını, olayla ilgileri olmadıkça veya olayın doğru anlaşılması için gereği bulunmadıkça teşhir etmemelidir. İntihar haberlerinin verilmesi önemlidir. İntihar olayları hakkında haber çerçevesini aşan ve okuyucu veya izleyiciyi etki altında bırakacak nitelikte ve genişlikte yayın yapılmamalıdır. Olayı gösteren fotoğraf, resim veya film Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. yayınlanmamalıdır. Yani intihara teşvik etmemeli, ayrıntılı verilmemeli ve büyütülmemelidir. Gazetelerde durum nedir? Gazetelerde, özellikle de 3. sayfa haberleri dediğimiz şiddetin en fazla işlendiği haberlerde bu kriterlerin özenle uygulanması toplumsal sorumluluğumuzun bize yüklediği bir görevdir. Gazetelerde, 3. sayfa haberlerinin yanısıra maalesef spor sayfalarında da şiddet ağırlıklı bir dil kullanılmaktadır. Sporun temel felsefesiyle tamamen zıt olan buradaki dil, şiddeti günlük dilin bir parçası haline getirmektedir. Televizyonda şiddet Bu anlamda televizyon yayınları daha da önem kazanır. Televizyondaki şiddet 4 açıdan dikkat çeker: 1. Şiddetin sıklığı ve süresi: Şiddet içeren görüntüleri, tekrar tekrar ve uzun uzun göstermemek. Olayı açıklayacak kadar kısa tutmak ve gerekirse burada da karartma/mozaik kullanmak. Şiddet içeren durum, olay ve temaları mümkün olduğunca görselleştirmemek ve tekrar tekrar vermemek oldukça önemlidir. 2. Şiddetin ayrıntıları, canlılığı: Olayı kesinlikle ayrıntılı şekilde vermemek ve böylece özellikle çocuklarda bunun tekrarına yol açacak bir rol model oluşturmamak. Yayınlanan programlarda, şiddetin yöntemiyle ilgili tanımlardan, detaylı görüntüler ve canlandırmalardan mümkün olduğunca kaçınılmalıdır. 3. Şiddetin sunuluş biçimi: Sunuş çok önemlidir. Şiddeti haklı gösterecek bir sunum ve şiddet uygulayanları kahraman yapacak bir bakış açısıyla sunmamak. 4. Şiddetin sonuç ve etkilerinin gösterilmesi veya gösterilmemesi: Bu görüntüler neye yol açar? Bu tür görüntüler, başta çocuklar, ergenler ve genç erişkinler olmak üzere tüm insanları travmatize edici özellikte olup, kaygı, korku ve gerilim yaratmakta, buna paralel olarak da insanları şiddete, ölüme, acıya, kana ve kayıplara karşı duyarsızlaştırmaktadır. Aynı zamanda yine bu görüntüler, çocuklar ve gençler için çarpık ve yanlış davranış modelleri oluşturarak, sağlıksız değer, tutum ve benimsemelerine zemin hazırlamaktadır. Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. davranışlar Neler yapılmalı? Buna bağlı olarak neler yapılmalıdır? İçinde şiddet unsuru var diye olayları görmezden mi geleceğiz? Tabii ki hayır. Gazeteci olarak tanıklıktan kaçamayız. Bilgilendirmek bizim temel görevimiz. Burada haberin veriliş biçimi önem kazanıyor. Şiddeti seyirlik hale getirmemeliyiz. Şiddeti bir arzu nesnesi haline getirmemeliyiz. Şiddeti seyirlik bir malzeme olarak sunmaktan ve pazarlamaktan vazgeçmeliyiz. Ancak şiddet reyting yaptıkça ve reklam verenler de reytinglere bağlı davrandıkça bu nasıl olur tam bilmiyorum. Buna rağmen, şunlar yapılabilir ve yapılmalıdır: 1- Önceden uyarmak: Şiddet içeren olay, kurgu, haber veya intihar sahnelerini, çocuklar ve ergenlerin seyretmesini engelleyecek ölçüde, yayın öncesinde uyarılara yer verilmelidir. Bu uyarılar anne babalar tarafından hassasiyetle dikkate alınmalıdır. Şiddet unsuru ağırlıklı dramatik yapımlar çocuk ve gençlerin olumsuz etkilenmemeleri için, önceden uygun uyarılarda bulunulması kaydıyla, ancak saat 23.00 ile 05.00 arasında yayınlanabilir. Bu tür programların tanıtım duyurularında şiddet içeren bölümler kullanılmamalıdır. 2- “Medya kuruluşlarında, psikolog, psikiyatristler istihdam edilmeli mi, şiddet içeren haberler bunlar tarafından önceden görülse iyi mi olur” diye sormak da fayda olur mu? Emin değilim. Bu ön denetimin her alana yaygınlaşması kaygısı ve bunun basın özgürlüğü ile bağdaşıklığı konusunda kaygılarım var. Gazeteci, inanmadığı bir görüşü savunmaya veya meslek ilkelerine aykırı bir iş yapmaya zorlanamaz. Tüm bunlara rağmen sanırım şu soruyu da sormak gerekiyor: Şiddete talebin neden bu kadar çok olduğu? “Halk bunu istiyor” gibi bir kolaycılığa kaçmıyorum. Ama şiddeti ürettiği ileri sürülen medya aktörlerinin suçlanmasından önce, şiddete olan talebin nedenlerine yanıt aramak daha gerçekçi bir yaklaşım olur. Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. Etik Açıdan Medyada Şiddet Haberleri Prof. Dr. Nurçay TÜRKOĞLU Medyada şiddet konusu aslında son derece farklı değişkenlere bağlı ve bunlar arasındaki ilişkiler ele alınarak incelenmesi gereken bir konu. Çünkü anlık, yani gündelik yaşamın içinde bir pratik olarak, bir kendini gösterme biçimi olarak bedensel şiddet daha çok aklımıza geliyor. Bunun medyada yer alış biçimlerini eleştiriyoruz ama gazeteciler diyor ki “bu yaşanan bir gerçek, biz gerçeği yansıtıyoruz ve halk da bunu ilgiyle takip ediyor.” Yani “medyada şiddet” çekiciliği olan bir konu. Onun için medyada şiddetten vazgeçilemiyor bir türlü. Bu sorunsal üzerine pek çok insan, düşünür, akademisyen kafa yordu, pek çok araştırma yapıldı, tonlarca kitap yazıldı. Ama her şeyden önce şunu söylemeliyim ki; şiddetin çekiciliği, yani başkasının başına gelen şiddetin okuyucular ve izleyiciler tarafından seyredilmesinin altında bir zevk olduğundan kolayca söz edemeyiz. Bu daha çok korunma içgüdüsü. Benim başıma gelen değil, başkasının başına gelen şiddet; “ben hâlâ yaşamaya, sağlıklı olmaya devam ediyorum” hissi okuyucunun, izleyicinin ilgisini çekiyor. Aynı zamanda da şiddetin ani oluşu, belirsizliği, medyadaki bu dramatik aksiyona, yani anlatının merak uyandıran biçimine de çok iyi bir malzeme oluşturuyor. Ama şöyle bir şey de var ki, dünya ile ilişkisini daha çok popüler medya ile sağlayan insanlarda, yani bağımlı izleyicilerde bu şiddet haber ve görüntüleri çok çarpık bir algılama yaratıyor. Şiddet vazgeçilmez olduğu için sadece başkalarıyla ilgili değil kendi çevresindekilerle, kendi topluluğuyla, kendi tabiatıyla olan ilişkilerinde de her tarafı saran bir kötülük hali olarak algılanıyor. Kısaca çaresizlik duygusuyla birlikte dünyanın berbat, yaşanamayacak bir yer olduğunu düşünüyor. Şunu bir düşünün: Eğer sizin önemli bir gelir kapınız olan resmi ilanlar yerel medyada yayınlanmasaydı nasıl bir gazetecilik olurdu yerel basında? Bence çok şey değişirdi, çünkü bu bir zemin. Zemin değiştiğinde içerik de kesinlikle çok değişecektir. Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. Ütopyalar ve idealler Topluma ve kültür konularına bakacak olursak; hepimiz, bizden önce konulmuş kuralları, adetleri, görenekleri ve yaşam biçimleri olan bir yere doğuyoruz. Bir biçimde sürdürücüsü oluyoruz belki toplumsallaşma içinde ama bir yandan da modern toplumun getirdiği birtakım kurumsal toplumsallaşma olanaklarımız da var. Mesela resmi eğitim kurumlarından önce artık medyadan bir şeyler öğrenmeye başlıyoruz çocuk yaşımızda. Sorgulama yaşına sahip olmadan önce uyum sağlamaya başlıyoruz aslında. Dünyanın neresinde ve hangi çağda doğmuş olursak olalım hepimizi insan yapan temel ortak bir özelliğimiz var ki bu da akıl. Hepimiz potansiyel bir akılla doğmuyor muyuz? Bu aklı çalıştırmayı öğrendikçe ve çalıştırdıkça -ki bilinçli olma sürecinden söz ediyoruz- bu süreçte doğru ve yanlışlar hakkında farklı şeyler düşünebiliriz. Ya da birlikte yaşadığımız insanların daha iyi koşullarda yaşamasını sağlayabilmek üzere belki önce düşünceler, sonra ütopyalar kurmaya başlarız, birtakım idealler koyarız ortaya. Hani dedikodu yapmak değil, haber yapmaktır gazetecinin işi. Gazetecilik bir meslektir, “bu meslek de şöyle şöyle uygulanmalıdır” diye bir idealler bütünü vardır. Toplum içindeki davranışlarımızı bir meslek olarak ele almak mutlaka o potansiyel aklın bir bilince dönüşmesi halidir. Ama bir yandan da pratik hayat devam etmekte ve kurduğumuz ideallerle çelişebilir. Bu uyumsuzluk bizi her an geriye götürebilir; “aman ne yapayım, bu iş böyle, değişmez” gibi. Ama mesela kölelik döneminde köleliğin yanlış olduğunu, bir gün ortadan kalkacağını, sanayi devrimi diye bir şey olacağını kimse tahmin edemezdi. Evet, birkaç düşünür oturdu bunları yazdı, yani “kölelik var çünkü makineler kendi kendine çalışmıyor” dedi insanlar. Ne zamanki sanayi devrimi oldu kölelik yasaklandı. Başka türlü yaşamanın mümkün olabileceğini düşünen beyinler var. Hepimizde var aslında potansiyel olarak sahibiz çünkü. Ama işte o kurduğumuz ütopya acaba ne zaman böyle basit ve arabesk bir fantazya olmaktan uzaklaşarak, gerçekten içinde bulunduğumuz toplumu değiştirebilecek, dönüştürebilecek bir ütopya haline gelir? Aklıma gelen bir video klip var, Mahsun Kırmızıgül'ün. Çok eski bir şey. Bir türkücü, biraz daha popülerliğe kaymak istiyor, televizyonda da video klibini yayınlıyor. İlk defa bir doğulu erkek, türküsünde biraz flamenko ritimlerini de kullanıyor... Popüler kültürü niye seviyoruz, peşinden koşuyoruz? Çünkü bizim yapmak istediklerimizi, olmak isteyip de olamadıklarımızı vaat ediyor değil mi? Ama bu vaat, arabesk bir fantazya olarak nasıl kalabilir, acaba neden ütopyaya dönüşmüyor? Neden biz “popüler kültür zararlı, oradan bir şey çıkmaz” diyoruz, Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. onun bir örneği olarak aklıma geliyor bu klip. Şarkının adı “Alem buysa kral benim.” Son derece iddialı. Diyor ki, “bu işin raconunu ben de öğrendim, ben de yaparım, aslanlar gibi para da kazanırım...” Adam gibi yaşamak, kral gibi yaşamak ne demek? Kırmızı üstü açık bir araban, yanında da uzun bacaklı sarışın Avrupaî bir kadın olacak. Yani güzel, doğulu bir kadın değil, Avrupalı sarışın bir kadın olacak. “Alem” diyor ya Avrupa’yı da kapsayacak. Bizim erkek kültürümüz; “at, avrat, silah.” Erkeği erkek yapan unsurlar bugün dönüştü. At yok araba var. Avrat; yani gene ruhen avrat ama sarışın ve uzun bacaklı. Silah da kullandığı teknolojiler; cep telefonları filan. Bütün bunlar bugünün güçlü kimliğini öne çıkartıyor. Bu bizim türkücümüz “işte böyle bir alem var, ben de bu alemin kralıyım” diyor. Şarkının sonuna doğru bir “Mahzzzuuunnn” diye yörenin aksanıyla birisi çağırıyor, ki o anne. Bizde anneler her zaman önemli. ‘Aneyyy’ diyor Mahsun. Anneyi görüyoruz mağaranın önünde. Sonra Mahsun uyanıyor, meğer rüyaymış bunlar. Bence son derece acıklı bir durum var burada. Ne zaman ki bu türkücü kurduğu fantazyada, yani bu türkücünün hayallerinde ve onun peşinden giden, onun gibi olmak isteyen binlerce genç erkeğin rüyasında eğer o anne artık mağara önünde yaşamıyor gibi hayal edilebiliyor olursa, o anne zavallı ince kavruk değil de gürbüz çocuklar doğuran güçlü, iyi beslenmiş bir anne gibi görünürse herhalde o zaman bu hayaller işe yarar bir ütopyaya dönüşebilir. İşte o zaman kölelikten kurtulunur da sanayi devrimine geçilebilir. Çarpıcı bir örnek olduğunu düşünüyorum. Hepimizin hayatında var olan bir eleştirel boyutu buraya getirmek amacım. Meslek etiği Etik konusuyla ilgilenmemizin çok özel bir önemi var, demin anlattığım konuyla da bağlantılı aslında. Medyada şiddet konusunu da toparlayarak söylemeye çalışayım. Etik konusu aslında 20. yüzyılın sonlarına kadar, daha doğrusu dünyada globalleşmeyle ilgili tartışmalar olana kadar felsefecilerin uğraştıkları bir alan. Yani soyut, günlük hayatla çok alakası olmayan, daha uzak, sosyal bilimlerin de çok uğraştıkları bir alan değil gibi. Ama meslek etikleri çalışmaları da var. İlk meslek etiği sağlıkta biliyorsunuz. Neden? Çünkü çok önemli bir toplumsal davranış var orada, sağlık var. Ondan sonra geliştirilen ikinci meslek etiğinin de gazetecilik etiği olduğunu duymuş muydunuz bilmiyorum. Çok önemli bir şey gazetecilik etiği. Çünkü yazdığınız haberlerle bir insanın yaşamını gerçekten öldürebilirsiniz. Haber ya da görüntü bir mal değildir. Bugün Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. tüketicinin bilinçlenmesinden söz ediliyor ya; kötü bir mal aldıysan geri ver, paranı al. Ama habercilikte böyle bir şey söz konusu değil. Geri döndürülemez bir algılama, bir ileti silsilesi akıyor çünkü. Geri verip de temizini alabileceğiniz bir şey söz konusu değil. Evet, tekzip filan var ama bunlar kesinlikle yerine geçmiyor, temizlemiyor. Etik konusu, aslında globalleşmeyle beraber son 20-25 yıldır daha çok sosyal bilimcilerin ilgilendiği bir şey. Çünkü 80'lerin sonunda globalleşme piyasası bütün alanlarda özelleşmeyi getirdiği gibi gazetecilikte de özelleşme her türlü kamusal sorumluluğu ikinci plana attı. Yani piyasa her şeyin önünde, her şey piyasadan sonra. Böyle olduğu zaman da basın dördüncü kuvvettir, kamuoyunu oluşturur gibi olumlu bir şeyler yüklediğimiz medyadan söz edemez hale geldik. Bu tabii sadece sizin ya da benim suçum değil. Bütün dünyada piyasa böyle bir yere getirdi. Böyle olunca da başkalarının başına gelenlerle ilgilenenler de etik konularını günlük hayatın daha içine almaya başladılar. Ahlak ve hukuk alanındaki değiştirilmesi zor veya sorunlu hatalara karşı bilinçli düşünen, potansiyel aklı olan işte o insanın sığınabileceği ve orada ayakta durabileceği bir alan olarak görmeye başladılar etik alanını. Etik aslında çok geleneksel, yöresel, bölgesel, dine referansta bulunan, insanın daha sorgulayamadığı, bilinçsizken içine doğduğu, tabuların olduğu bir ahlak alanı. Hukuk ise bütün kültürel özelliklerden kendini uzak tutmaya çalışıyor, daha evrensel. Herkes için suç ve cezalar üzerine çalışıyor. Ama şöyle bir şey var ki; ahlakta iyi davranışlarımız için ödüllendirilirken hukukta pek bununla karşılaşmıyorsunuz. Demek ki etik de, ahlak da, hukuk da insanların doğru ve yanlışlarıyla ilgileniyor. Ama ahlak yöresel, bölgesel, yani kökünü tamamen unuttuğumuz belki dinsel doğru ve yanlışlardan söz ediyor ve bunun tartışılması, sorgulanması, değiştirilmesi çok zor. Ve bunun için ahlak insanın sanki tabiatıymış gibi ahlaklı insandan, ahlaksız insandan söz ediyoruz ama hukuklu insan, hukuksuz insan demiyoruz değil mi? Oysa etik, benim düşünerek yapabildiğim bir şey. Yani bilinçli bir ahlak ortamı üzerinde kişi de potansiyel hakkını kullanarak söz söyleyebilir ve davranışta bulunur. Bence gazetecinin de sığınması gerek. Yaptığınız işin bir meslek olduğunu ve sadece hukuki kurallara dayalı olarak değil, sizinle aynı işleri paylaşan bir ortamın kaçınılmaz olduğunu vurguluyorum. Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. Suç Korkusunun Yansıması Bakımından Medyada Şiddet Haberleri Prof. Dr. Timur DEMİRBAŞ Suç korkusu ve şiddet haberleri, son zamanlarda Türkiye’nin gündeminde yer tutan önemli sorunlar arasında yer almaktadır. Gerçekten de, Türkiye’de, son yıllarda artan suçluluk, özellikle İstanbul gibi büyük şehirlerde gittikçe artan bir suç korkusuna da neden olmaktadır. Suç korkusunun özellikle şiddet haberleri ile ilgisi olduğu bir gerçektir. Bu aile içi şiddet yönünden daha vahimdir. Çünkü, aile içinde uygulanan şiddet ve suçlar büyük oranda adli makamlara yansıtılmadığından, şiddetin ne zaman uygulanacağı endişesi ile suç korkusu daha da yüksek olmaktadır. Suçun toplum içerisinde yarattığı güvensizlik duygusuna “suç korkusu” denir. Suç korkusu, toplumdaki sosyal ilişkileri bozmakta, azaltmakta ve genel olarak yaşam zevkini tahrip etmektedir. Kitle iletişim araçlarının suça yaklaşım şekli dolayısıyla suç korkusu, şiddetini daha da artırmakta ve çoğu kez suç, gereğinden fazla abartılarak topluma sunulmaktadır. Süddeutsche Zeitung isimli bir gazetenin 1995’deki anketinde, “Almanya’da on yıl içinde düşündüğünüz zaman, en çok neden korkuyorsunuz?” sorusuna verilen cevapların % 59’u “artan suçluluk” olmuştur. İstatistiklere göre, Almanya’da her beş saniyede bir suç işleniyor; bu, hırsızlık, yağma, yaralama, adam öldürme, dolandırıcılık, rüşvet, tehdit, ırza geçme, uyuşturucu ticareti, tehlikeli çöp nakli vs. şekillerinde oluyor. 1997’de hemen hemen 6,6 milyon suçun polis istatistiklerine kaydedilmesi karşısında, “kişisel güvenlik gerçekten tehlikede mi” sorusu ortaya çıkmıştır. Bir şiddet suçunun mağduru olma riski % 0,26’dır. Gilinsky’e göre, 1995’de yapılan bir araştırma, Rusya’da nüfusun artan bir suç korkusunun açıkça ortada olduğunu belirtmiştir: Sonbahar 1993’de St. Petersburg’da yapılan bir ankete göre, bu kentte oturanların % 56’sının saldırganlık ve şiddetten, % 42’sinin organize suçlardan huzursuz oldukları ortaya çıkmıştır. Oysa Ağustos 1991’de buradaki nüfus kendini esaslı olarak güvenli hissediyordu. Suç korkusu, dar ve geniş anlamda kullanılır; dar anlamda, suçluluğa, duyguya uygun tepki olarak veya kendi kişiliği için tehlikeli hareketi kapsar. Akşamları karanlıkta yalnızken korku veya endişe ya da tehlike duygusu, insanın tatil esnasında evini kontrolsüz bıraktığını ve bir soyguncuyu düşünmesi dar anlamda suçluluk korkusu olarak anlaşılır. Silahsızlanmada devletin izleyeceği suç politikasının ayrı bir yeri vardır. Devlet hukuk devletini tam anlamıyla yerleştirmek suretiyle güvenliği sağladığı Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. zaman, silahlanmanın en önemli nedenlerinden “suç korkusu” önemli ölçüde yenilmiş demektir. Elbette bunu sağlamada başta polis ve jandarma olmak üzere tüm güvenlik kuvvetlerine büyük sorumluluk düşmektedir. Halkın polise karşı tavrı Polisin görevi bastırıcı ve önleyicidir. Onun amacı toplumu ve vatandaşı tehlikeden korumaktır. Polis vasıtasıyla güç kullanımı kanunen düzenlenmiş olup, keyfi olarak kullanılamaz; yani, polisin gücü kontrol altındadır. Ancak, vatandaşın polise güven beslemesine gayret edilmesi tercih edilir. Eğer halk, polisin çalışmasına, görev yapmasına karşı isteksiz durursa, polisin sonuca ulaşabilmesi güç koşullarda olacaktır. Bu bakımdan, polis, halkla iletişim kurmalı ve onlardan soyutlanarak çalışmamalıdır. Polisin teknikleşmesi (modernize olma) gereklidir. Polisin başarılı ve onaylanabilir bir çalışması için koşul, memurların mümkün oldukça kapsamlı eğitimidir. Özel uzmanlık eğitimi, psiko-sosyal disiplin eğitimini de kapsar; onlarda özel kritik durumlar içindeki insanlarla (sanık, tanık, mağdur) ilişki, yığın içinde tepkilerin grup dinamiğinin yakalanması yanında ilk yerde durur. Suç polisinin özel bir eğitime ihtiyacı vardır. Polis suç kontrolünde, merkezi bir rol aldığı gibi, ceza kovuşturmasının yürütülmesinde de önemli bir fonksiyona sahiptir. Bu yüzden, polisin suç olaylarına yönelmesinde, onun görünüşü ve faaliyeti, nüfusun temayülü için kesin belirleyici olduğu noktasından hareket edilmek zorundadır. Almanya’da 70’li ve 80’li yıllarda yapılan anketler, nüfusun, polis karşısındaki tutumunun olumlu olduğunu ortaya koymuştur. Özellikle birleşmeden sonraki yeni araştırma sonuçları, polisin eski olumlu imajını açıkça sürdürdüğünü göstermiştir. Bizde bu konuda kapsamlı bir araştırma yapılmamakla birlikte, son yıllarda ortaya çıkan polisle ilgili olumsuz birtakım olaylar nedeniyle, halkın polise sıcak bakmadığı genellikle herkes tarafından kabul edilebilir bir gerçektir. Nitekim, tarafımdan 2002’de İzmir’de, 2003 ve 2004 yıllarında ise de İstanbul ilinde yürütülen kamuoyu araştırmaları da bunu ortaya koymaktadır. Gerçekten de, olumsuz polis görüntüsü İzmir’de % 53,70 iken, İstanbul 2003’de % 63,12 ve İstanbul 2004’de % 70,31’dir. Halkın ihbar davranışına karşı tavrı Nüfusun ihbar davranışı suçluluğa ve polise karşı zihniyeti ortaya koyar. Bu, nüfusun düşünce ve değerlerinin fiil içinde ne dereceye kadar değiştiğini görünebilir yapacaktır. Bir anket (Kürzinger, 1978), çoğunluğun, ceza ihbarlarının bir anlamlılığından hareket ettiğini göstermiştir. Buna karşılık, şüphesiz üçte birden fazlası ihbarlar karşısında, açık şüpheci tavırlarını ortaya koymuşlardır. 1992 tarihli bir araştırmaya göre, suç mağdurları, ihbar karşısında polisin tepkisini oldukça olumlu değerlendirmişlerdir. Batı Almanya’da, 469 anket yapılan mağdurdan hemen Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. hemen % 74’ü polisin faaliyetinden memnundu, % 26 civarı memnun değildi. Doğu Almanya’da tepki biraz olumsuzdur; 858 ihbarda bulunandan % 67’si polisin faaliyetinden memnun ve % 33’ü memnun değildi. Bizde ise, bu konuda Dönmezer-Yenisey tarafından 1998 yılında yapılan çalışma dışında kapsamlı bir araştırma olmamakla birlikte, halkın suç karşısında ihbar etme alışkanlığının pek yaygın olmadığını söyleyebiliriz. Bu vatandaşlık duygusunun da tam olarak oluşamadığının bir göstergesidir. İnsanlarda genellikle “bana ne” düşüncesi hâkim olduğu gibi, suçluları polise ihbar edene de “ispiyoncu” gözüyle bakılmaktadır. Dönmezer-Yenisey tarafından 1998 yılında 1117 dosya üzerinde yapılan araştırmada, polisin doğrudan doğruya kendi gayretiyle belirleyerek takip etmiş olduğu suç oranı % 32,8’dir. Bu oran, Batı polisinin çalışmaları ile kıyaslandığında yüksek bir orandır; çünkü Batı’da polis, ortalama olarak olayların % 90’nını ihbar ve diğer yollarla öğrenmekte olup, kendisinin doğrudan doğruya belirlediği suç oranı % 10’u aşmamaktadır. Almanya’da yapılan bilinmeyen alan araştırmalarının sonuçları, klasik suçların ortaya çıkan mağdurlarının ikide birinin polise ihbarda bulunduğunu ortaya koymaktadır. Şüphesiz bu sayılar yüksektir; normal olarak onda birinin bildirilmiş olması gerekirdi. Bir suç mağdurunun suç ihbarında bulunma kararı, bir masrafyarar hesabının sonucudur. Özel kişilerin ihbar davranışları konusunda şu ana kadarki bilgiler, ceza kovuşturması içindeki elemenin mağdurda başladığını ortaya koymuştur. Son yıllarda hırsızlık ve kapkaç gibi suçların mağdurlarının “sonuç çıkmayacağı” düşüncesiyle, genellikle şikayetçi olmadıkları gözlenmektedir. Galma Jahic ve Aslı Akdaş tarafından İstanbul’da 16 yaş üstü 1242 kişi üzerinde yapılan Uluslararası Suç Mağduru Araştırması (2005) sonuçlarına göre “mağduriyetin polise bildirilme oranları” şöyledir: Rüşvet % 1,2, dolandırıcılık % 14,9, evde hırsızlığa teşebbüs % 17,5, müessir fiil, tehdit % 17,8, hırsızlık % 32,3, gasp % 43,6, arabadan hırsızlık % 42,7, evde hırsızlık % 57,4, araba hırsızlığı % 95,1. Polise bildirenlerin, polisin tepkisine karşı eğilimleri/memnuniyet ise şöyledir: Darp/tehdit % 37,5, gasp % 20,8, evde hırsızlık % 34,8, arabadan hırsızlık % 37,5. Sonuç olarak Türkiye’de suç korkusunun gittikçe arttığı bir gerçektir. Artan suçluluğun ve dolayısıyla suç korkusunun azaltılması bakımından gerekli önlemlerin alınması zorunludur. Burada medyanın bazen abartılı haberler vermek suretiyle suç korkusunun artmasında önemli rolü olduğu bilinmektedir. Bu bakımdan, suç korkusunun yenilmesi bakımından medyaya büyük sorumluluk düşmektedir. Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. İKİNCİ BÖLÜM Zeki Yavuzak 15. Bireysel Silahsızlanma Ödüllü “Bireysel Silahsızlanma : Yaşama Hak Tanıyın” Fotoğraf Yarışması, 2009 Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. İKİNCİ OTURUM Yaşama Hakkı Açısından Bireysel Silahsızlanma: Türkiye'de Durum ve Medyanın Sorumluluğu? Dr. Ayhan AKCAN İnsan, her yerde neden-sonuç ilişkilerini sorgularsa, yani bir haber hazırlarken veya bir düşüncesini aktarırken, herhangi bir olayı sorgularken neden-sonuç ilişkisi kurarsa daha mantıklı ve geçerli olan çözümü de üreteceğini düşünüyorum. Bu seminerde Türkiye’deki silah durumu nedir, diğer gelişmiş ülkelerle karşılaştırdığımızda ne durumdayız onu anlatacağım. Biz Umut Vakfı olarak 16 yıldır bu olayı gündemde tutuyoruz. Geldiğimiz noktaya baktığımızda fena yerde durmuyoruz. Her ne kadar Türkiye'de bugün silahı seven, silaha ilgisi olan insanlar % 60 civarında olsa da silah karşıtı, silahsızlanmayı savunan % 40'lık bir grup var. Biz Vakıf olarak bu grubun öncülüğünü yapıyoruz. Medyanın da bize inanılmaz desteği var. İnsanların temel hakkı “yaşama hakkı”ysa, yaşama hakkını tehdit eden silaha karşı durmak veya bu konuda belli bir sorumluluk edinmek de son derece önemli. En azından “at, avrat, silah” anlayışı içinde silah kavramının ne kadar yanlış olduğunu veya kentleşme, modernleşme; yani uygar uzlaşmacı bir insan olarak da silahın yaşamdan arındırılması gerektiğini savunuyoruz. Entelektüel, aydın, çağdaş ve insan olmanın gereklerinden biri bu. Yaşama hakkını tehdit eden her şeye karşı çıkmalıyız. Sivil halktaki silah sayısı ciddi problem Bir ay önce vakıf olarak şu anda TBMM'de olan silah kanunu tasarısıyla ilgili hem hukuksal boyutu hem sosyal boyutu anlamında çalışmalar yaptık ve bunu 28 Eylül Bireysel Silahsızlanma Günü'ndeki etkinliğimizde açıkladık. Ben onu biraz daha açarak size aktaracağım. Biliyoruz ki ülkemizde silah edinmek yasak değil, yani 21 yaşını dolduran her Türk vatandaşı belli prosedürleri yerine getirmek kaydıyla silah edinebilir. Dünyada yasak olan ülkeler var; Japonya, Güney Kore gibi. Kontrollü yasak olmayan ülkeler de var. O kontroller de gevşek, yasak kontrollü olarak aktarılıyor. Bizim ülkemiz maalesef gevşek kontrollü, silah edinmenin yasak olmadığı ülkeler sınıfına giriyor dünyada. Tabii Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. burada en büyük gerekçe olarak “talep” gösteriliyor. “Yani sivil halk talep ediyorsa, o zaman silah alsın kendi güvenliğini korusun” gibi bir mantık var. Bunun diğer anlamı şu: O ülkedeki sivil halktaki silah sayısı, o ülkenin kolluk güçleri dediğimiz; yani güvenliğini sağlayan asker ve polisteki silah sayısından daha fazlaysa ki bu birin üstündeyse orada ciddi problem vardır. Bu bizim ülkemizde 4.5'tur, Amerika’da 14 civarında, Güney Afrika’da 12 civarındadır. Bizde ise sivil halktaki silah sayısı kolluk kuvvetlerinin dört katıdır. Bundan dolayı siz üçüncü sayfa haberlerinde cinayetlerin neredeyse yarısında silah figürünü görürsünüz. Bu önemli bir tespittir, bilimsel bir tespittir. Ruhsatlı ve ruhsatsız oranına baktığımızda da şu anda % 16 gibi görünüyor Türkiye’de. Ruhsatız silahlar da % 84 görünüyor. Siyasi iradenin bu konuda ruhsat altına alarak problemi çözmek gibi bir yaklaşımı var. Tabii bu yanlış. İki türlü ruhsatlandırma var Türkiye’de; taşıma ve bulundurma diye. Bulundurma da ikiye ayrılmış; işyeri ve mesken diye. 5 yıllık süreyle kayıt altına almak ve mülkiyet hakkı var. Bu süre çok uzun, bunun 2 yıla indirilmesi lazım. Özellikle taşıma yerleriyle ilgili gerekçeler var. Taşıma ruhsatı talebinde gerekçe bildiriyor vatandaş; kuyumcu veya döviz bürosu sahipleri gibi. Ama şahıs kuyumcu olarak başvuruyor, silahı alıp Türkiye’nin her yerini geziyor. Yani silah ve ruhsat yerlerinin örtüşmediğini görüyoruz. Bu konuda sınırlama yok. Taşımayla ilgili üç kez ruhsat almak talebini getirdiler ama bulundurma ile ilgili sonsuz hakkınız var. Buna da sınırlama getirmek lazım. Armağan silah kavramı var ama armağan edilecek şahıslar tanımlanmamış. Ruhsat, alındıktan sonra 5 yıl geçerli ama bu süre içinde maalesef denetim mekanizması yok. En azından geçici veya kalıcı otomatik iptal sisteminin getirilmesi lazım. Yaş sınırı meselesi var; Türkiye'de 21 yaşını doldurması gerekiyor. Adli tıp raporlarında Türkiye’deki silahla ilgili cinayetlerin 25-30 yaş arasında gerçekleştiği gerçeğine dayanarak silah ruhsatında yaş sınırının 25’e çekilmesini talep ediyoruz. Burada bir çıkış yolumuz da intihar riski. Bütün dünyada silahla ilgili suçlarda önce cinayet sonra intihar gelir ki bu dünyada 1'e 4'tür. Dört kişi silahlı cinayetle öldürüldüğünde bir kişi intihar eder. Bizim ülkemizde bu 1'e 8'dir. Yani sekiz kişi cinayetle öldürülürken bir kişi silahla intihar etmektedir. Türkiye'deki ergen intiharlarında ikinci olarak silah kullanılmaktadır. 1990 yılında beşinci sıradaydı. O süre içinde silahlanmanın yaygınlaşmasıyla bu noktaya getirildi. Üst yaş sınırı yok. Bazı ülkelerde bu anlamda çalışmalar var. Türkiye'de her üç Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. yaşlı erkekten birinde silah var. Bu silahların hem bunama, hem depresyon hem de ciddi sosyal problemlerle beraber cinayet işlemede kullanıldığını da biliyoruz. Bu yüzden belki üst yaş sınırı getirilebilir, en azından doktor yakınlarına veya doktor muayenesinde bunama olup olmadığı sorgulanmalıdır. Türkiye’de “kriminal soruşturmalarda acaba ruhsatlı silahlar da kullanılıyor mu?” diye karşılaştırmalı veri tabanları var ama orada aslında silah belgesi alırken veya uzatma esnasındaki bilgilerin de aktarılması lazım. Bu önemli bir nokta ama yapılmıyor henüz Türkiye’de. Silah bulundurma belgesi manyetik değil, çipli olmalı, TC kimlik no’su olmalı. Otomatik iptal sistemi gerçekleşebilsin. Reklam konusu var. Türkiye’de her türlü silahın reklamı serbest. Yeni kanun tasarısında bu var ama orada özellikle medyayı dışarıda tutuyor. Biz özellikle Vakıf olarak her türlü silah malzemesinin medyada tanıtım ve pazarlaması, reklamı yapılmamalıdır diyoruz. Reklam yasağının daraltılması lazım. Eğer daraltılmazsa bütün problemler aynen devam eder. Özellikle silah taşıma ve bulundurmanın sınırlandırıldığı yerler var. Nasıl sigara yasağı birden uygulandıysa, en azından eğlence merkezlerinde silah bulundurulmasının yasaklanması lazım. Çünkü görüyoruz ki, silahla işlenen suçların % 25'inin meydana geldiği ortamda aynı zamanda alkol var. Yani dolaylı yoldan alkollü ortamlarda; bar, pavyon, düğün salonu, diskotek gibi alkollü içeceklerin tüketildiği toplu eğlence yerlerinde ve kamuya açık alanlarda yapılan düğün, kına, nişan, sünnet düğünü törenlerinde bulundurulmamalıdır. Ayrıca alışveriş merkezleri ve ateşli eğlence silah mekânları konusunda özellikle güvenlik görevlileri ve mekân sahipleri buralara silahlarıyla girebiliyor. Bütün dünyada görüyoruz ki, ne yaparsanız yapın eğer mekân sahipleri silahla giriyorsa hiçbir anlamı yok. Trafikte silah önemli bir kavram. Türkiye’de maalesef yüzde 8 gibi duruyor. Ciddi bir rakam; Türkiye’de en az 300 bin aracın içinde silah var şu anda. Trafik, en fazla kural ihlal edilen ve kuralsızlığın en çok olduğu, öfkenin çok çabuk patladığı alan... Dolayısıyla trafikte silah konusunda da ciddi düzenlemelerin yapılması gerektiğini düşünüyoruz. Bu konuda da en azından silah bulundurulmayacak yerler maddesinin içine trafik alanının da eklenmesini öneriyoruz. Ruhsatlandırma öncesi Bu anlattıklarım genel sınırlandırmalarla ilgili kısım. Ruhsatlandırmada da Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. ruhsatlandırma öncesi olması gerekli şartlar var. Bunlardan birincisi neden insanın silah aldığı, yani gerekçesi. Şöyle bir gerçek var Türkiye’de: Her vatandaşın silah ruhsatı alırken mutlaka bir gerekçe bildirmesi lazım, haklı bir gerekçe. Bugün baktığımız zaman “can ve mal güvenliğinin tehdit altında olduğu” gerekçesiyle taşıma ruhsatı almak için valiliğe başvuranların oranı yüzde 17-18 civarında. Bu konu Brezilya’da da tartışmaya açılmıştı. Orada bu iş mahkemelere havale edildi. Yani “senin can ve mal güvenliğin tehdit altındaysa o zaman bunu ispat etmek zorundasın” deniyor. Eğer Türkiye’de de bu uygulamayı getirirseniz bu oran yüzde 17’den yüzde 1'e düşer. Güvenlik meselesi var. Özellikle Türkiye’de devlete olan güven duygusu % 30 civarında. “O zaman herkes silah alsın kendi güvenliğini sağlasın” dersek Afganistan’dan ne farkımız kalır? Böyle bir şey yok... Hukuk devletinde polis ve askeri güven duygusuyla ilgili çalışma yapmanız lazım. Gerekçe olarak baktığımızda, cinayet vakalarında basit bir tartışma veya namus olduğunu görüyoruz. Yaklaşık % 80 tanıdık bildik insanlar silahla suç işliyor. Burada işin özü önceden tasarlanıp tasarlanmamış olması çok önemli. Kişisel savunmalar var. Mesken, yerleşimde ne yapacağım silahı? Orada hadi kenti anladık da, köyde ne olacak? Av tezkeresi alınırken, köylülerin hepsi “evime yabani hayvanın gelmesini engellemek” için diyor. Sanki bütün köylülerin evi yabani hayvan tehdidi altındaymış gibi algılanıyor. Tabii bunun gerçeklikle ilgisi yok. Biz ruhsatlandırmada psikiyatr olarak görev alıyoruz. Avcılık için geldiğinde soruyoruz, “o zaman bana on tane avlanacak kuş ismi say” diye. Ardından gülüşmeler başlıyor ve işin gerçek olmadığı ortaya çıkıyor. Yani biz aslında kendi kendimizi kandırıyoruz. Bunun daha ciddi bir şekilde kayıt altına alınması lazım. Türkiye’de maalesef gerekçeli, haklı bir neden yok. Bu konuda birçok gelişmiş ülkede olduğu gibi olayın ispat aşamasının gerçekleşmesi lazım. Bu yapılamazsa talebi azaltamazsınız. Sağlık raporuyla ilgili ciddi tartışmalar var. Şu anda altı hekimin yer aldığı sağlık kurulu raporu var. Bu altı hekim başta psikiyatri, dahiliye, genel cerrahi, kulak burun boğaz ve göz, ortopedi, nöroloji. Yeni tasarıda bunu tek hekim raporuna dönüştürüyorlar. Bu son derece sıkıntı verici. Bu konuda kamuoyu oluşturulmalı. Tüm silah sahiplerinin -polis, asker dahil- beş yılda bir bu muayeneden geçmeleri lazım. Şu anda bu raporlandırmada ne kadarı olumsuz rapor alıyor derseniz yüzde 1. Ruhsatlandırmada eş, avukat, işveren onayı yani referans onayı getirilmeli. Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. Sonuç olarak, Türkiye’de yüz bin kişiden 4.5 civarında, yani ortalama üç bin insan silahla ölüyor. Bu silahla ilgili ciddi sosyal problem olduğunu gösteriyor. Bu konuda baskı unsuru olmamız için sesimizi yükseltmemiz lazım. Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. Almanya'da Şiddet Haberleri ve Etik: Türkiye ile Karşılaştırmalar Semiran KAYA Şiddetin az olduğu toplumdan geliyorum. Ben bir yabancı basın mensubuyum. Buranın güncel şiddeti beni de etkiliyor. Bu kadar şiddetin buranın kültürü olması beni biraz ürpertiyor. Üç örnek göstermek istiyorum size. İki örnek Almanya’dan bir tanesi Türkiye’den. İkisi çocuklar, biri El Kaide’yle ilgili. Düşündüğüm üç örnek sizi şok edecek gibi gelmişti bana ama bu anlatılanlardan sonra benim örneklerim sizi şok edemeyecek. Şiddet konu olarak çok önemli. Özellikle bu kadar üst düzeyde olduğu için gazeteciler açısından örneklerle açıklamak istiyorum. Bakış açım Almanya’dan; çünkü ben burada yaşamıyorum. Tamamen dışarıdan bakıyorum. Birinci örnek Almanya’dan. Mart 2009’da, Almanya’da bir kasabada, gözü dönmüş bir okul katliamı vardı. Buradan bakınca Almanya’da şiddet üzerine nasıl haber veriliyor ona bakacağız. Bir bulvar gazetesi, “gözleri dönen katil ölüyor” diyor başlığında. Altında üç fotoğraf var. Bunlar da video çekiminden almış. Aslında çocuğu görmüyoruz, çünkü bu normal durum, çocukları korumaları gerekir. Birinci fotoğraf suçluyu otogarda gösteriyor: “Tim K.'nın son fotoğrafı.” İkinci fotoğraf çocuğun nasıl düştüğünü gösteriyor. Suçlu birden yıkılıyor. Polis ateşiyle vuruluyor. Üçüncü fotoğraf; vurduktan saniyeler sonra Tim K. asfaltın üstünde bulunuyor. Kendi tabancasıyla intihar etmiş. Şimdi buraya kadar aslında iyi. Resimde çocuğu tam göremiyoruz. Çocukların ilk ve son isminin ilk harfi kullanılıyor. Ancak haberin sağ tarafında çocuğun resmi bulunduğu için bu kabul edilemez. Bunu Basın Konseyi kınadı; çünkü bir çocuğun özel yaşamı ve ailenin bilgileri verilemez. Kınandıktan sonra soruldu gazeteye “bunu niçin yaptınız” diye. Hem ismi hem fotoğrafı, bir de ölüm dakikaları internet gazetesinde gösteriliyor. Bunu niçin gösteriyorlar? “Bunlar kamuyu bilgilendirmek için ve ne olduğu o an belli olmadığı için verdik” dediler. Basın Konseyi’ne göreyse bir kişinin doğumu ve ölümü özel bir durum ve kimseyi ilgilendirmez. Herkes seyirci olamaz. Bunun Türk tarafından nasıl izlendiğini göstermek istiyorum. Bir televizyon haberi; ilk önce soyadı veriliyor, sonra ailelerle beraber anne ve babasını da göstermişler. Bir de ağır bir durum olduğu zaman ne çocukları, ne aileleri bu durum içinde olanları vermemeleri gerekiyor. Söylemek istediğim 18 yaş Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. altındakilerin bütün bilgilerini veremezsiniz; çocuğun geleceği ve ailesi için, fail olsun olmasın. İlk önce bunların haklarını korumak lazım. Onun için ne kadar farklı olduğunu göstermek istedim. Eleştirmek değil, farkını göstermek amacım. Ve bu tür olaylar olduğu zaman Almanya’da insanlar Basın Konseyi’ne başvurup şikayet edebilir. Burada da Basın Konseyi var ama Almanya’daki gibi çalışmıyor, aynı içerikte değiller. Aynı amaçlara ulaşamıyorlar. Burada soyadı dışında, öğrencilerle, ailelerle konuşup, hatta hangi hastanede olduklarını söyleyerek şiddeti daha da büyütüyorlar. İkinci örneğim Bilge Köyü katliamı. Haberlerinizin nasıl değişik olduğunu göstermek istiyorum. İlk önce Alman televizyonunda, sonra Türkiye’de nasıl gösterilmiş kıyaslamak istiyorum. İşte Almanya’daki basın “şok bir durum, olay” diyor ama haber sadece olayı veriyor. Ajansların ölüm sayısında kodeksleri var. Aynı olay Türkiye’de nasıl verilmiş? Muhabir elinde mikrofon, katliamı yaşamış çocukla konuşuyor. Bu görüntü üzerine bir şey söylemek gerekmiyor. Çocuk bütün olayı gördüğü halde bir de basın mensuplarının, neredeyse şiddetle, ‘bir daha anlat’ baskısıyla karşı karşıya. Bu konu özellikle çocuklar için önemli. Çok fazla üstüne gitmemelisiniz, zaten travma içindeler. Son bir örnek; El Kaide’yle ilgili... Bir bulvar gazetesi... Buradaki haberde El Kaide şiddeti kullanıyor. Teröristlerin önünde diz çökmüş, boğazına bıçak dayanmış bir Amerikalı’nın görüntüsü var; en sonunda da başını uçuran bir kare. Bunu göstermemeleri gerekir, Basın Konseyi de bunu söyledi. Kamusal bir tedbir oluyor. Çünkü burada insan ister istemez fotoğraflara bakıyor ve şok geçiriyor. Ama gazete şikayeti olumsuz görüyor, çünkü fotoğrafı yalnızca bir kartvizit büyüklüğünde gösterdiğini söylüyor. Onun için şiddet fazla değil ve başı uçurulan Amerikalı dünyanın gidişatını gösterdiği için bunu gösterme hakları olduğunu iddia ediyor. Ve tartışma yeni bir düzeye ulaştı. Ama Basın Konseyi’ne göre bu sansasyonel bir habercilik ve basın kodeksine göre (çeşitli kodeksler var) aykırı bir davranış. Çünkü buradaki video resimleri gazetecilik sonucu değildir. Çünkü tam tersine katillerin resimlerini koymak propaganda yapmak demektir. Bir de katillerin işini böylesine desteklemek, kartvizit küçüklüğünde de olsa sansasyonel davranıştır ve habercilik olamaz. Bu insanlığın şerefine karşı ticari bir davranıştır ve kamusal değildir. Gazeteci gitmezse şiddet olmaz Bu üç örneğin ardından belirtmek istediğim bir şey daha var. Almanya’da Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. gazeteciler, televizyoncular gitmeyince şiddet de olmuyor. Bu da çok ilginç. Son olarak yeni bir araştırma yapıldı televizyondaki şiddet ve reyting üzerine. Medya patronları, şiddete yol veren gazeteciler ve gazeteyi yapan kişilerle görüşülmüş. Sonuç, evet şiddetle ilgili haberler reyting olsun diye yayınlanıyor, belli bir belge kazanmak için ve seyirciyi duygusallaştırmak bu bir anahtar olarak kullanılıyor, seyirciye ciddiymiş hissi vermek. Araştırmanın sonucuna göre konuşulan kişiler, şiddetin toplum içinde yükseldiğini söylüyor. Aslında şiddet % 30 oranında düşmüş ama şiddetin haberde devamlı konu olması sebebiyle yükseldiğini düşünüyorlar. Şiddet fotoğraflarının % 95'ini anneler, % 42'sini ise 6-13 yaş arası çocuklar oluşturuyor. Sonuç olarak sizin gazeteci olarak soracağınız soru şu olmalı: Sorun nereden kaynaklanıyor? Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. Medyada Nefret Söylemi Ragıp DURAN Aslında çoğunu bildiğimiz ama hatırlatmakta yarar gördüğüm gazetecilik/habercilik uğraşıyla şiddet arasındaki ilişkiyi açmaya çalışacağım. Birincisi bizim işimizin, mesleğimizin hammaddesi sözcükler. Kelimeler olmazsa gazetecilik yapılmaz. Hammaddemiz işlediğimiz, kullandığımız esas araç sözcükler, kelimeler. Kelimeler gerçekten çok tayin edici. Et olmazsa bir aşçı nasıl yemek yapamazsa, sözcük olmazsa gazeteci de haber yapamaz. Bizim kameranın karşısında, mikrofonun karşısında veya klavyenin karşısında ağzımızdan çıkan bütün kelimeler bizim normalde evde konuşurken çıkan sözcükler değildir. Biz o sırada gazeteci olarak evde, kahvede değiliz, kamusal alandayız. Bizim söylediğimiz her sözcük minimum bin, maksimum üç milyon insana ulaşıyor. Dolayısıyla bir olayı anlatırken kullandığımız her sözcüğün son derece büyük anlamı var. Bu bakımdan, mesleki olarak çok geveze olmamamız lazım. Çok konuşursan hata yaparsın; süremiz ve alanımız da az olduğu için mümkün olduğunca az sözcükle kısa sürede çok şey anlatmamız lazım. O bakımdan kelime seçimi açısından son derece dikkatli olmamız lazım. Çünkü, tekrar ediyorum; biz haber alanındayken evde, kahvede, hamamda muhabbet etmiyoruz. Kamu adına, yurttaş adına; yani oraya gidemeyen adamlar adına muhabir olarak gönderilmişiz. Yahut birtakım fikriyata sahip insanlar adına oturup köşe yazıyoruz, orada bir sorumluluğumuz var. Gazeteciliğin özü, olup biteni mümkün olduğu kadar gerçeğe yakın bir şekilde, kelimeler aracılığıyla o olayı, olguyu göremeyen insanlara yansıtmak. Bu da tabii çok önemli bir sorumluluk getiriyor. Biz bir yere gittiğimizde belki tek başınayız ama bin kişi, on bin kişi, yüz bin kişi adına o olayı izliyoruz. Hiçbir sözcük, hiçbir kelime tarafsız değildir. Hemen bir örnek vereyim: “Hanımefendi rica etsem bana nereden geldiğinizi söyleyebilir misiniz lütfen?” Ben bir kadının nereden geldiğini öğrenmek istiyorum. Doğru muhabir söylemi de budur. Bir de ikinci bir söylem var, aynı bilgiyi edinmek için: “Ulan adi karı, gene nerelere gittin?” Dikkat ederseniz birinci ve ikinci cümle arasında inanılmaz fark var. Bilgi almak için, gazeteci olmak şart değil. İnsan olarak bir bilgiye ihtiyacınız var; aynı amaca hizmet etmesine rağmen ikisi birbirine zıt söylemler. Bu örneği şunun için verdim: Kullandığımız her kelimenin mutlaka belirli bir anlamı, amacı vardır. Hiçbir kelime nötr, belirsiz değildir. “Türkiye buna müstahak mı?” veya “Türkiye buna layık mı?” Layık ve müstahak aynı anlam gibi geliyor ama kullanıldığı yere Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. göre birisi son derece olumsuz, ötekinde biraz daha kuşkucu bir hissiyat varsa o kelimeleri kullanıyoruz. Dolayısıyla haber yazarken çok itinalı, özenli davranmamız lazım. Her bir kelime, özellikle sıfatlar bütün habere bakışımızı ele verir. Bazı kelimeler neredeyse yasaktır. O kelimeyi kullandığınız anda habercilik değil, anti-propaganda veya nefret söylemi yapıyorsunuz demektir. Şiddet, kelimelerin bittiği yerde başlar Gazetecilik bir barış mesleğidir. Bu sadece siyasi olarak, ideoloji olarak savaşa karşı çıkmak anlamında değil. Yani siyasi olarak, ideolojik olarak bazı insanlar savaşa, şiddete karşıdır. Ama bizim mesleğimiz yani gazetecilik savaşla zıtlaşan bir şeydir. Niye? Çünkü bizim işimiz kelimelerle. Biliyorsunuz şiddet, kelimelerin bittiği yerde başlar. Sokaktaki herhangi bir kavgayı düşünün. Önce bir 'hoop noluyor abi', sonra küfürleşmeler, sonra yumruklaşmalar. Yumruklaşmadan önceki en son söz küfürdür, hakarettir, sonra birbirine girer insanlar. Savaşlar da bu şekilde başlar. Önce diplomatik açıklamalar, şunlar bunlar yapılır sonra tanklar saldırır. Dolayısıyla bizim alanımız, gazeteciliğin alanı şuraya kadar; şiddet başladığı zaman bizim borumuz pek ötmez. Çatışmanın, şiddetin çok yoğun yaşandığı dönemlerde sizler de gazetecilik yaptınız hatırlarsınız, çatışma anlarında silahın sesi bizim mikrofonların veya kalemin sesini bastırır. Çatışma anlarında asker ve polis gazeteciden üstün olur. Onların gösterdiği yerde ancak gazetecilik yapabilirsiniz. “Dur yasak” dediği zaman gidemezsin. Halbuki barış zamanında basın toplantısında, bir trafik kazasında veya önemli bir siyasi gelişmeyle ilgili haberde, yani savaş ve şiddetin olmadığı ortamlarda çok daha rahat çalıştığımızı hepiniz çok iyi biliyorsunuz. Teknik olarak biz asker, kabadayı, mafya değiliz. Yani şiddet bizim mesleğimizin özünde yok. “Ben bu adamı eşek sudan gelinceye kadar döver alırım haberi” diyorsanız bırakın gazeteciliği; o gazetecilik değil başka bir şeydir. Haber bilgiyle, fikirle, kelimelerle alınır. O bakımdan yapısal olarak bir barış mesleğidir bizimki. Savaşta çok fazla sözümüz maalesef geçmez. Zaten bütün dünya tarihinde de bu ikilem kalem ve kılıç simgeleriyle ifade edilir. Kalemin geçerli olduğu yerde kılıca ihtiyaç yoktur. Kılıcın olduğu yerde kelimeler kifayetsiz yani yetersiz kalır. Nefret söylemi kavramına geçelim. Demin bir örnek verdim: “Ulan adi karı yine nerelere gittin?” Nefret söylemidir bu. Bu kadın hakkında okuyan, duyan herkes Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. için olumsuz birtakım yargılar edinmesi için bir cümle... Tarihçesine bakıldığı zaman, tabii tartışmalı bunlar ama ilk akla gelen Hitler. Hitler, propaganda bakanı aracılığıyla nefret söylemini özellikle Yahudilere, eşcinsellere, sosyal demokratlara, solculara, sosyalistlere; kendisinden olmayan, Alman ırkından olmayan herkese yönelik bir nefret söylemi geliştirdi. “Yahudiler bizi acayip sömürüyor. Her tarafı ele geçirmiş durumda. Bunlar pistir, üç kağıtçıdır” gibi bir söylem. Daha yakın dönemde, 1994 yılında Orta Afrika'da Ruanda'da Tutsilerle Hutular arasındaki çatışmada olağanüstü soykırım düzeyinde katliam yaşandı. Sonra Lahey'de bunun bir mahkemesi oldu. Orada bir radyonun genel yayın yönetmeni mahkûm oldu. Çünkü iç savaş sırasında, isim isim adres vererek, bir kabilenin unsurlarını diğer kabilenin yöneticilerine karşı kışkırttı. Bizde de benzer durumlar vakti zamanında oldu; Maraş katliamındaki kapıların işaretlenmesi gibi... Ama bu radyodan isim ve adres verildi. Bu bilgi zaten katliam için verildi... Kelimeler öldürücü olabilir Nefret söyleminin bir başka tanımı da; nefret söylemi öldürür. Kelimeler tarafsız değildir demiştim, bazı kelimeler insan öldürür. Nefret söyleminin tanımı biraz uzunca: Bir insan veya bir insan grubunun sosyal, etnik kökenleriyle, ırkıyla, cinsiyetiyle, yaşıyla, diniyle, milliyetiyle, cinsel eğilimleriyle, sakatlığıyla, ideolojik tercihleriyle, mesleğiyle, sosyal konumuyla yahut akli melekeleriyle alay etmek, hor görmek ve bu niteliklere saldırmak. “Senin yaptığını Çorumlu yapmaz” gibi.. Bizim dilimizde maalesef geçmişten, Osmanlı'dan kalan mesela “Mal bulmuş mağribi gibi” derler. Mağribi, Kuzey Afrika'nın doğu kısmı Fas-Tunus-Cezayir'in olduğu yer. Oraları vakti zamanında çok yoksuldu. Osmanlı gemileri götürdüğü zaman insanlar, açlıktan, gelen yiyeceklere çullanıyordu. Onun için “Mal bulmuş mağribi gibi” deniyor. Çok kültürlü, çok etnik gruplu topluluklarda, etnik gruplar hakkında ne yazık ki bu tür sözler zaman içinde çıkmış. Aşağılayıcı ve son aşamasında da adamı öldürmeye yönelik girişimler olursa buna nefret söylemi diyoruz. Bu yazılı olarak yapılabiliyor, görsel olarak yapılabiliyor veya davranış olarak yapılabiliyor. Batı basınından, Amerikan ve Batı Avrupa basınından bazı örnekler seçtim nefret söylemine ilişkin. Türkiye'de herhangi bir radyo, televizyona baktığınız zaman nefret söylemi her gün var. Bilmediğimiz bir dünyanın farklı bir nefret söylemini görelim istedim; Batıdaki, Müslümanlar, Doğulular hakkındaki birtakım yargıları... Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. Nefret söyleminin piramidi Çok tartışmalı; yani herkesçe kabul edilmesi gereken bir şey değil ama nefret söyleminin hangi aşamalardan geçerek güçlendiğini gösteren bir piramit var. Piramitin en altında tarafgir bir fıkra, alay, basmak kalıp laflar, söylentiler var. Böyle başlıyor bütün bu işler. İkinci aşama; biraz daha somut olarak, isim vererek gülünç düşürme, hafif küfürlü ve birtakım önyargıların ön plana çıkması. Üçüncü aşamada ayrımcılık. Bunun içine rahatsız etmek, iş alanında ayrımcılık yapmak, sosyal olarak dışlamak, eğitimde ayrımcılık da giriyor. Dördüncü aşamada, artık direk şiddet eylemleri başlıyor; saldırı, terörizm, vandalizm ve tehditler. Aşırı şiddet eylemleri, kişiye yönelik cinayet, tecavüz, yakıp yıkma. En sonunda da soykırım. Yani nefret söylemi hafif bir fıkradan başlayıp soykırıma kadar uzanıyor. Nefret söylemine verilen bir başka isim de “aşırı söylemdir” ve demokrasi. Muhammed'i, başındaki sarığı el bombası şeklinde gösteren Danimarkalı çizerin karikatürünü hatırlayın. Doğulu toplumlarda din, batılı toplumlara göre çok daha önemli bir yer işgal ediyor günlük yaşantıda. Biz dinle çok yakın olan toplumuz, batı toplumları o kadar değil. Dini şiddet aracı olarak gösteriyorsunuz bu karikatürde. Bu nefret söylemidir ama bize göre nefret söylemi; Batıda buna ifade özgürlüğü deniyor. Fransa'da bir mahkeme ifade özgürlüğüne soktu bu karikatürlerin yayınlanmasını. Bazı insanlar nefret söylemini engelleyici şey, ifade özgürlüğünü engelleyici şey olarak alıyorlar. Bir iddiaya göre, “nefret söylemine karşı çıkarsan özgür söyleme de karşı çıkarsın” demeye getiriyor ki böyle bir şey mümkün değil. Çünkü nefret söylemiyle özgür söylem birbirinin zıttı. Özgür söylem hiçbir zaman kimseye saldırmaz. Sonuç olarak, klavyenin, mikrofonun, kameranın karşısında gerçekten çok iyi hazırlanıp, başkasını çok yaralayan, kıran, üstelik birtakım insanları başkalarının üzerine saldırtan deyimler, kelimeler kullanabiliriz. Bu habercilik değil, nefret söylemidir. Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. ÜÇÜNCÜ BÖLÜM TARTIŞMA: YEREL MEDYA'NIN ŞİDDET HABERCİLİĞİNE BAKIŞI Mustafa Gezer 15. Bireysel Silahsızlanma Ödüllü “Bireysel Silahsızlanma : Yaşama Hak Tanıyın” Fotoğraf Yarışması, 2009 Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. ÜÇÜNCÜ OTURUM TARTIŞMA: YEREL MEDYA'NIN ŞİDDET HABERCİLİĞİNE BAKIŞI MODERATÖR: Ragıp DURAN Selahattin KAÇURİ (Ağrı Doğubeyazıt TRT ve Reuters Temsilcisi): Taşra muhabirleri olarak, bizim sosyal güvencemiz olmadığı için habere balıklama dalarak, her türlü haberi değerlendirmeye alırız. Örneğin Bilge Köyü katliamında muhabir soruyor “anneni babanı sen mi hastaneye götürdün?” diye. Şimdi bu etik değil ama daha çok para kazanmak ve kendi sosyal şartlarını düzeltmesi açısından adam atlatma haber yapıyor. Çünkü bugün Türkiye'de bir milyon küsur kaşeli muhabir var. Bunların hiçbirinin sosyal hakkı yok. O nedenle atlatma haber yapmak adına bu tür şiddet içerikli haberlere rastlanıyor. İkinci olay, gazetecilik bulaştığın zaman kesinlikle ayrılmak istemediğin bir iş. Severek yaptığın zaman da mükâfatını aldığın bir iştir. 2004'te Doğubeyazıt'ta bir trafik kazası olmuştu. Acil servisin içinde bağırtı çağırtı... Bir baktım, bir adam doktoru yumrukluyordu. Ben de fotoğraf çekiyorum... “Çekmesene lan” dedi adam. Yüzünü ceketle örtüyordu... Ceketi indirince o adamın babam olduğunu gördüm. Ama ben haberi yazdım, yayınladım ve 15 gün boyunca evden uzaklaştırma cezası aldım. Ben bu işi düzgün yapacaksam hiçbir ayrım yapmadan yapmalıyım. Yani şiddet içerikli haberlerin azaltılması için gazete patronlarının çalışanlara sosyal hakları ve sağlık haklarını vermesi lazım. Recep YAŞAR: En büyük sıkıntı maalesef özlük hakları. Bu, ne acı ki, sadece yerele ait değil... Yaygın medyada da özellikle 212 sayılı yasaya tabi olmadan çalıştırılan epeyce arkadışımız var. Yerel medyada belli sayıda resmi ilan alabilmek için bir kontenjan vardır; o kontenjan da basın kartları ile çalıştırılması gereken eleman koşuludur. Ama maalesef, burada gösterilenlerin ağırlıklı olarak işverenin damadı, oğlu, hatta hiç evden çıkmayan karısı olduğunu gördüğümüz olaylar var. Böyle bir handikap var. Ama burada çuvaldızı kendimize batıralım. Biz işverenler, patronlar olarak bu konuda dürüst değiliz. Yanımızda çalıştırdığımız arkadaşa 300-400 lira veriyoruz, onunla bir sözleşme yapmıyoruz. Onun olması gereken kadroyu kendi aile bireyleri arasında paylaştırıyor ve ceplerine de birer basın kartı koyuyoruz. Bu etik dışı Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. davranıştan vazgeçmemiz lazım. İstisnalar yok mu? Var; bunu yapmayanlar da var ama yapanların önemli bir kısmı yerel medyada. Kaşe olayına gelince; evet, işte bunun yansıması büyük gazetelerde de aynı. 212 sayılı fikir işçisi kapsamında sözleşme yapmıyor, çünkü maliyeti düşürme derdinde. Kaşeli olunca saldırgan yapıyor mu? Evet, saldırgan olmanızda bir faktördür, çünkü siz haber geçtikçe para alacaksınız ya da haberiniz birinci sayfada çıktıkça, ana haber bülteninde yayınlandıkça size prim verecek. Primi de burada ne yapar? Reyting yapan şiddet ya da cinsellik. Burada yerel medyada cinsellik biraz daha arka plandadır. Çünkü gündemi o kadar büyük değildir, yani ülke gündemine girecek haberler çok değildir. Ne var? Bu bölgeye özgü ya terör vardır, ya bombalı saldırı vardır ya da işte cinayet haberleri ön plana çıkacaktır. Ama bizim yaptığımız başka bir şey var maalesef: Haber, bir yeniden kurgulama sürecidir. Biz olan bir olayı yeniden kurgulayıp, ortaya koyuyoruz ve bizim gözümüzle veriyoruz. Okuyucu kendi gözüyle görmüyor, biz tanıklık yapıyoruz... Ama burada ne yapıyoruz? Haberimizde ya şiddet unsurunu ya cinsellik unsurunu öne çıkararak birinci sayfaya çıkmasını sağlamaya çalışıyoruz. Bizim yapmamamız gereken budur. Caydırıcı olabilir mi? Evet, caydırıcılığı vardır. Eğer siz kadrolu olursanız bilirsiniz ki, her ay maaşınız vardır. O zaman biraz daha ilkeli davranılabilir mi? Olabilir. Ama bir başka gerçek daha var: Kadrolu çalışan arkadaşlar da bunu yapıyor. Çünkü yapmadığı zaman bir süre sonra işten de atılabilir. Bizim mesleğin en kötü tarafı; maalesef kadrolu olmanız, o işyerinde, o meslekte sürekli çalışacağınız anlamına gelmiyor. Altı ay sonra maliyetler yükseldi diye işsiz kalabiliyorsunuz. Bu en büyük açmazımız. Personel istihdamı konusunda istihdamın en kötü olduğu meslek konumundayız. Bunu nasıl önleriz bilemiyorum; çünkü yılda 4-5 bin yeni mezun geliyor; bunların yüzde 10'u ancak sektörde iş bulabiliyor. Alttan bu kadar yoğun talep gelince -ki iletişim dışında da bizim mesleğimize girmek isteyen doktoru, mühendisi, avukatı herkesten talep var- bu sefer bizim için her zaman bir tehdit oluşturuyor. Daha ucuza çalıştırıyor. Ben gazeteciliğe başladığımda, iletişim mezunu biri, sadece mavi kart parası alıyordu İstanbul'da, onu da otobüse binmek için. Çalışan arkadaşlarımı gördüm ben, stajım bitti, “eyvallah” dedim, Hakkari'ye döndüm. Yani TRT sınav açtı da kazandım, mesleğe döndüm. Belki de olmayacaktım. Bu bir açmaz. İstihdam ve eğitim politikalarının yanlışlığı var. Ama bütün bunlara karşın biz bu mesleğin toplumsal bir meslek olduğunun, bunun bize getirdiği sorumlulukların bilincinde olmalıyız. Açtığımız tahribatları, açtığımız yaraları sarmak kolay değildir. Bunu bilerek, gazetecilik mesleğini sorumluluk bilinci içinde yapmalıyız. Bu kolay mı? Değil, en zoru hatta. Ama bir Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. yerden başlamak zorundayız. Yani İstanbul'daki medya yapıyor diye biz de bunu yapmamalıyız. Başka bir çıkış noktası da örgütlenmeden geçer, temel çıkış noktası sendikalı olmaktan geçer. Gerçi sendikalaşmanın yapılanmasını da tartışmamız gerekir. Sadece ücrete odaklanmayan bir örgütlenme olmalı. O da kolay olsaydı zaten bugün bu kadar tartışmazdık. Ayhan AKCAN: Medyada çok ciddi problem var, ama bence özellikle şiddet bağlamında ele aldığımızda habercilik yaparken sosyal güvenceyle bağdaştırmamak gerekiyor. Sorumluluk olayı... Çünkü en küçük haber en az bin, zaman zaman da milyonlarca kişiyi ilgilendiriyor. Ondan dolayı sosyal sorumluluk açısından değil, sorumlu gazetecilik açısından bakmak gerekiyor. Semiran KAYA: Almanya'da insan çalıştığı zaman bir radyo, televizyon, gazete için bir maaş alıyor. Haber birinci sayfadan mı, içeriden mi verilmiş onu ilgilendirmez. Herkes eğitimine ve senelerine göre bir maaş alır, yükselir, yıllık izni de vardır. Özellikle gazeteciler için sendikalar var. Bunların dışında emeklilerin cemiyeti var, yaşlanınca parasız kalmasın diye. Bir sürü özel, iç sigortalar var. Yalnız şu da sizin için önemli: Sadece ofis, gazete ya da televizyonda çalışanlar oluşturmuyor haberi. Örneğin benim çalıştığım Batı Almanya Radyosu'nun haberlerini yapanların üçte biri serbest çalışan kişiler. Bunlar her haber için 260 euro alıyorlar. Bunun içinde yol parası, röportaj parası her şey var. Tabii özel sigortalar da var, serbest (freelance) çalışanlar için. 2004'te Amerika, Almanya'da yaşayan Iraklılarla irtibata geçmek istedi. Aslında bu yasaya aykırı. Bir devlet bir başka devletin içinde; bu durumda, Amerika Almanya'nın içinde yabancı olan vatandaşlarla yani Iraklı Kürtlerle irtibata geçti ve bunları kendileriyle çalışsınlar diye almak istedi. Bunları Macaristan üzerinden Irak'a gönderdiler istihbarat için ama tabii kimse söyleyemedi. Amerika'nın bu davranışı illegal bir davranıştı. Ben bu Iraklılarla görüştüm, tabii bu onlar için de riskliydi. Bütün numaraları redaksiyonda bıraktım, bütün cep numaralarını sonra sildim. Ama yani telekomünikasyon benim cep numaralarımı yarım sene zaten kayıt ediyorsa, o an tabii ki ben konuşmacılarıma söz verdiğim güvenliği kaybedebilirdim. Böyle durumlar var. Ragıp DURAN: Recep özel olarak gazeteci ahlakından ve sorumluluğundan, Ayhan Hoca da belirli ölçüde ondan bahsetti. İşverenlerin sorumluluğundan bahsetti. Almanya’dan gelen bilgi ise bir kere çalışandan yana demokratik bir devlet olması lazım. Yani, devletin esas olarak kaçak işçi çalıştıran, sigortasız işçi çalıştıran işvereni değil, çalışan insanların haklarını koruması lazım. Devletin elinde yetki var, güç var. Kardeşim sen sigortasız Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. işçi çalıştırmayacaksın. Kaşeli çalışmak dediğimiz ayrı bir şey; freelance... İkinci mesele; arkadaşın meydan okuması hararetli bir gazetecilik tartışmasına yol açabilir. “Babam olsa yaparım haberini” diyor. Şimdi bu çok doğru bir şey değil, hemen onu söyleyeyim. Burada doğru olmayan iki şey var: Bütün Avrupa, dünya gazetecilik etik kodlarında ikinci derece akrabalara kadar onlarla ilgili haber yapamazsınız deniyor. Niye yapamazsınız? Çünkü çok basit; insan annesine, babasına, karısına, çocuğuna karşı eşit mesafede duramaz. Babanız birini dövse veya dayak yese bile olmaz. Siz orada onun çocuğu olarak davranmak durumundasınız. Objektif kelimesini mahsus kullanmıyorum; inanmadığım için ama kuraldır... Babasıyla röportaj yapmaz. Diyelim babası ünlü bir mühendis; bir bina yapmış, “ee baba anlat bakalım nasıl yaptın?”. Olmaz böyle bir şey. Yani bizim haber kaynağıyla aramızda organik bir ilişki bulunmaması lazım. Biz orada babamızı öveceğiz mecburen, yoksa akşam olay çıkar. Bu birinci mesele... Ama arkadaşın anlattığı olayda, “kameram vardı” diyor. Şimdi onunla ilgili yazı yazılmaz diyoruz, ama haber anında kaçınılmaz olarak sıcak haber dediğimiz şiddet var orada, benim bildiğim kadarıyla ve kendi görüşüm itibarıyla söyleyeyim, tabii ki siz orada muhabir olarak ana baba, amca dayı dinlemezsiniz çekersiniz. Çekmek lazım çünkü orada sıcak bir gelişme var. Haber var. Çekmek işin birinci aşaması ama bunu yayınlarken çok dikkatli olmak lazım. Çünkü siz çok dar bir alanda bir adamın doktoru ya da hastabakıcıyı dövmesine, şiddetine tanık olmuşsunuz. Siz bunu televizyonda yayınladığınız zaman onu on binle, yirmi binle çarpıyorsunuz. Lüzum yok. Şöyle bir denge kurmak lazım. Hiçbirimiz sansürden yana değiliz. Verirsiniz ama o bağrışma, çağrışma, şiddet olan yerleri kesersiniz. Lüzum yok olduğu gibi her şeyi vermeye. Bütün mesele şöyle bir dengeyi kurmak: Bir yandan orada olup biteni aktarmak; yani insanların haber alma özgürlüklerine hizmet etmek... Böylece insanların hastanede şiddet olduğu bilgisine ulaşacaklarına kadar bir edit yapacaksınız. Bir yandan da “bu benim babamdı, bakın nasıl çaktı” gibi şeylere hiç lüzum yok. Yani yapmamışsınızdır herhalde, ben gırgırına söylüyorum. Bir yandan da izleyiciye orada pis, kötü, şiddet olduğunu, amiyane tabirle “ucunu” göstereceksiniz. Bütün kavga, bağrış çağrış sahnelerini göstermek şiddete prim vermektir, teşvik etmektir. İsimler konusunda da; özellikle 18 yaşından küçükse özenli davranmayarak, olduğu gibi haberi vermek iyi habercilik değildir. Şiddet görüntülerini keselim ama bilgi olarak da verelim; bu sansür değildir. Bu okuyucuyu, izleyiciyi, dinleyiciyi olumsuzluklarından korumak için yaptığınız bir şeydir. Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. şiddetin Mukadder YARDIMCI (Doğan Haber Ajansı Muhabiri): Aslında bu seminerin İstanbul, Ankara'daki yaygın medya temsilcilerine ya da muhabirlerine verilmesi gerekiyor. Ben gerçekten buna katılıyorum. Kentlerin nüfusu azaldığı sürece habere yer verilmesi azalıyor, oto-kontrol mekanizması kuruluyor. Şundan dolayı: Siz bir kişinin aile hayatıyla, özel yaşamıyla çok fazla detaya giremiyorsunuz. Çünkü yarın öbür gün çok kısa bir zamanda, kısa bir mesafede onu karşınızda görebiliyorsunuz. Dolayısıyla oto-sansür demeyeyim ama otokontrol mekanizması gelişiyor. Bence genel sorun Türkiye'de editoryal sorundur. Şundan dolayı: Ben Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunuyum. Şimdi Ragıp Hoca çok güzel ders verdi, ben bunları burada yapmaya çalışıyorum ama Türkiye'nin sosyal yapısından, benim gerçeklerimden habersiz oradaki editör masa başında oturuyor ve istediği gibi haberlerde tahribat yapıyor. Bu aynı zamanda yerelde temsilcilik yapan muhabirlere de yansıyor. Şu anda Türkiye'de haberleri yöneten düşünüyorum. editörlerin, Doğu ve toplumu, Güneydoğu’yu bizi yani yereli tanımadıklarını tanımadıklarını düşünüyorum. Türkiye'nin kültürel yapısından habersiz olduklarını düşünüyorum. Şundan dolayı: Yerelde çalışan hiçbir muhabir kalkıp 'kerk kürt' diye manşet atmaz hiçbir ulusal gazetede. Bunu ancak bir gazetenin politikası yapabilir, yazı işleri müdürü yapabilir. Peki yazı işleri müdürü bu kadar cahil mi? Bu nefret söylemi altında yapılır ancak. Yaygın medya, diyelim ki Kars'ın etnik yapısını ele alırken, ırkçılığa varan bir söylemle ele alıyor. Oysa, buradaki yerel medya bu konuda dengeli ve hassas davranıyor. Dolayısıyla, bence bu seminerin öncelikle merkezdeki editörlere verilmesi gerekiyor. Sorum ise şu: Son bir yıl içinde Türkiye'de bazı şeyler değişiyor, Ermenilerle ilgili açılımlar var, Kürtlerle ilgili söylemler var, bunların yansımalarını nasıl görüyorsunuz? Kürt'ten bahsederken “Kuzey Iraklı” deniyor mesela, “Kürt” denemiyor. Medyanın kullandığı bu dilin toplumun geneline şiddet olarak yansıdığını düşünüyorum. Dolayısıyla bir nefret söyleminin geliştiğini ve son dönemlerde daha da arttığını düşünüyorum. Bu konuda sizin de görüşünüzü almak istiyorum. Ragıp DURAN: Birinci bölümü bence çok önemli. Gerçekten de ulusal medya ile yerel medya arasında neredeyse kötü bir ilişki var, aile içi ilişki gibi. Daha önce Bağımsız İletişim Ağı’nın yerel medya seminerlerinde çalıştım, bir süredir Umut Vakfı'nın bu toplantılarına katılıyorum. Değişik yerlerde ulusal medyanın değişik tezahürlerini şöyle görüyoruz: Her yerde küçük Ali Kırca’lar, küçük Reha Muhtar’lar, küçük Uğur Dündar’lar var. “Yerel” diyelim, küçük değil elbette. Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. Şimdi bu bir rol model meselesi... Hepimiz kaçınılmaz olarak ulusal medyayı bir şekilde izliyoruz. Bu saydığım kişiler de rol modelden çok “rol” yanı ağır basan kişiler. Olumlu bir örnek olmayınca da, onlar da iş yapan insanlar gibi göründüğü için yerelde onların yansımaları oluyor. Yani ben direk olarak yerel medyayı itham edebilecek, eleştirebilecek bir konumda değilim. Çünkü onların esin kaynağı olarak ulusal medyaya, özellikle editoryal açıdan, yani yazı işleri açısından bakıldığında böyle bir olumsuzluk var. Yine de eskiye oranla ben 2530 yıldır bu işin içindeyim. Şunu hatırlarım: Yani bu internetin, cep telefonlarının olmadığı dönemde gerçekten son derece güdük bir yerel medya vardı. Direk olarak kaymakamın yahut belediye başkanının emri altında, sırf ilanla, doğru dürüst haberciliğin yapılmadığı, yerel televizyonların, gazetelerin olmadığı dönemden bahsediyorum... O döneme oranla bugün -özellikle zenginlik, çeşitlilik, kalite bakımından hepimiz şikayetçiyiz ama- yine de önemli bir aşama meydana geldi. Bu ulusal medyada, masa başındaki insanlardan ne kadar saçma sapan talep geliyor; yerel medyada çalışan arkadaşlar biliyor. İstanbul'dan yahut Ankara'dan... Adam hayatında Kars'a, Iğdır'a gitmemiş, “böyle yapsan” diyor. Onun dediği gibi yapsan linç ederler seni burada. O bilmeden, haber uğruna öyle şeyler yapıyor. Mesela ben bir şey anlatayım, o zaman anladım: Ben AFP'nin İstanbul muhabiriydim, bizim yıllık Paris'te toplantılarımız olurdu. Bir sene gittiğimde yazı işlerini geziyorum. Koca dünya ajansı, Afrika masası, Asya masası, Avrupa masası gibi yerler var. Benim eski patronum da Ankara'daki Fransız, Asya masasının başı olmuş. Kocaman yuvarlak bir masa, 15-20 kişi etrafında oturuyor, Asya masası o. Şef de orada. Herkesin önünde bilgisayar; Vietnam, Kamboçya gibi yerlerle konuşuyorlar. Bilmiyordum ben onun orada çalıştığını, bir baktım orada, telefonda konuşuyor. Dinliyorum, telefonu bitsin de “vay ne haber” yapıcaz eski patronumla. Adam şunu dedi telefonda: “Sen şimdi orada Kong vardır, Kong'a git; O’nun bisikletini kirala, o bisikletle şu tarafa git orada postane var, postaneden telefotoyla filmini geçersin.” Kapattı, beni gördü, sarıldık. “Kiminle konuşuyorsun” dedim. “Vietnamdaki muhabir” dedi, “iki yıldır orada ilk defa şehir dışına çıktı” diyor. Adam daha önce beş sene Vietnam'da muhabirlik yapmış. Beş sene Vietnam'da muhabir olmayan adamı Asya masasının başına getirmezler. Bizdeki yazı işleri adamlarına bakın, hayatında gittiği en uzak kent Ankara'dır. O da başbakanla filan görüşmeye gitmiştir. Sonra açar, telefonda Iğdır'daki, Kars'taki adama saçma sapan taleplerde bulunur. Bu biraz yapıyla ilgili. Bizde okumuş yazmış adamlar kıymetli sanılır, onun için onları şef yaparlar. Sahadan gelmeyen insanı editör yaptığın zaman Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. bu tür sorunlar maalesef mevcut. Son konudaki görüşünüze çok fazla katılamıyorum. Genel bir karamsarlık bende de var. Türk medyasında “öteki”ne karşı, “yabancı”ya karşı; üstelik sırf Kürt, Ermeni değil, eskiden de işte “bir iki üçler yaşasın Türkler, dört beş altı Romanya battı, yedi sekiz dokuz Rumlar domuz” gibi çocuk oyunlarında bile böyle kötü şeyler vardır bizde. Yine de somut olarak baktığımızda; AKP iktidarında -ki yakın uzak herhangi bir ilişkim yok, olması da beklenemez- bu Kürt ve Ermeni konusunda medyadaki söylemden söz ediyorsunuz... İktidar yanlısı, yahut yandaş, yahut İslamcı -ne diyorsak o- basında belirli bir düzelme var. Yine orada da sınırlı. “Bebek katili”, “bölücü başı”, bilmem ne gibi direk olarak yorum yapan sıfatları yine kullanmaya devam ediyorlar. Geçmişe baktığınızda Şeyh Sait isyanında, Dersim olayında açın Cumhuriyet Gazetesi’ne bakın tüyleriniz diken diken olur. O dönem direk hakaret var. Kürtler orada yaşayan hayvanlardan farksızdır. “Kürtleri ininde vurduk” gibi bugün kimsenin ağzına almaya, yazmaya cüret edemeyeceği şeyler var. O kadar çok kötüydük ki, eksi 30'dan bugün eksi 20'lere geldik. Yine durum çok parlak değil, ama son dönemde eskiye oranla, eski derken de o 25-38'i kastetmiyorum. O korkunç. Çatışmaların yoğun olduğu döneme oranla bugün iktidarın da bir politikası olduğu için sanki eski şiddet yok. Ama tabii çok iyi söylediniz “ben aşiret değilim kardeşim, ben Kürtüm”, yahut “ben hain değilim, ben Ermeniyim”, “ben cimri değilim, ben Yahudiyim”. Türkiye'de maalesef eşcinseller böyle kamuoyu önünde kalkıp “ben eşcinselim” diyemiyorlar. Hâlâ öyle özgür bir ortam yok. Çok çeşitli, tarihi, geleneksel nedenlerle... Halen ideal aşamada değiliz ama sanki eskiye oranla medyanın belirli bölümlerinde eskisi kadar hınç dolu şeyler daha az. Yok demiyorum, hâlâ var. Mesela PKK konusunda çok fazla bir şey değişmedi. “Teröristler teslim oldu” diye yazılıyor. Olmadı teslim, sen “teslim oldu” deyince olmuyor. “Dağdan indi onlar. E, tutuklanmadılar da.” Ama o kafasındakini yazıyor. Önyargı kadar haberciliği öldüren bir şey yok. Senin görüşün onların yakalanması, hapse atılması yönünde olabilir, ama gazetecilik dilekler ve isteklerle yapılabilecek bir şey değil. Gerçeği ekranda ve gazetede tahrif etmek kolaydır, ama gerçeği değiştiremezsiniz. Gazeteler yazdı diye gerçek değişmez. Tabii gazetecilik çok siyasi bir şey. Ermeni sınır kapısı açıldığında daha fazla Ermeni buraya geçeceği, Ermeni vatandaşlarla temasa geçileceği için Ermeni basınında çıkan Türk aleyhtarı yazılar da var, onlar da azaldı şimdi. Orada da var, bu sırf bize has bir şey değil. Düşmanlıkların beslendiği, körüklendiği yerlerde bu kaçınılmaz olarak medyaya yansıyor. Ama siyasi ortam, sosyal ortam; işte sınır kapısının açılması, Kürt meselesinin eskiye Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. oranla silahla değil, sözle çözmeye çalışmak sürecine girilmesi gibi olursa kaçınılmaz olarak medyada daha yumuşak, daha az saldırgan deyimler de ortaya çıkacak. Unutmayın ki, biz 72 milletin bir arada yaşadığı Osmanlı'nın devamıyız. Demokratikleşme böyle birden bire olmuyor. Daha iyimser olmak için bence birtakım gelişmeler var. Son durumu biraz da bize bağlı. Yani hakikaten adam Kürtse onu Kürt diye yazmakta yasal olarak bir sıkıntı da yok artık büyük ölçüde. Biraz da bize bağlı. Bize ve meslektaşlarımıza bağlı. Kendi aramızda da birbirimizi eleştirmeliyiz. “Ya sen geçen gün bir haber yapmışsın, ‘Kuzey Iraklı’ demişsin. Yok öyle bir millet, öyle bir etnik grup da yok. ‘Kürt’ yazsaydın. Ne haber müdürü, ne gazetenin sahibi, ne de okur karşı çıkmazdı” demeliyiz. Artık birtakım şeyleri de öyle ille de devletten izin alarak kullanma aşamasını büyük ölçüde geçtik. Salih ŞAHİN (Kars Öncü Gazetesi Sahibi): Büyük medya sorunlarını çözebiliyor. İlişkilerinden dolayı, yazdıkları haberden dolayı çözebiliyor. Ama sorunları çözmek istiyorsak yerelden başlamalıyız. Örneğin birçok arkadaşımız büyük gazetelerin temsilcisidir. Yerel basın bağımsız değildir. Zaten resmi ilanla yaşıyor. Kim ki valiye yağcılık yapıyorsa onun işi iyi gidiyor. Valiliği eleştirdiğin zaman hemen ceza veriyor, ilanını kesiyor. Yasa masa dinlemiyor. Bana cezalar geldi. Benim başıma geldi; ilanımı kestiler. Basın İlan Kurumu genel müdürüne gittim, o yazdı. Yazıyı valiliğin önüne koydum ama uygulamadı. Basın İlan Kurumu’na telefon açtım, “mevzuatı uygulatmayacak mısınız?” dedim. “Biz onların amiri değiliz” dediler. “Biz yazıyı gönderdik” dediler. Valiye ben yağcılık yapmak zorunda mıyım? O zaman ben tarafsız olamam, bağımsız olamam. Recep YAŞAR: Resmi ilanlar yerel medyanın en çok karşılaştığı sorunlar ama yerel medyanın da can damarı. Resmi ilan olmadan bugünkü yerel medyanın önemli bir kısmı yaşayamaz. Hatta şöyle bir haber vereyim, bir süre sonra resmi ilanlar internet ortamında yayınlanacak, böylece resmi ilanların yerel medyaya verilmesine gerek kalmayacak. Şu soruyu soralım: Bu resmi ilanlar olmasa bu gazetelerin ne kadarını çıkartırız? Ben ortalama % 90'ının kapanacağını düşünüyorum. % 10 gazetecilik yaparsa ayakta duracak ya da ancak o kadarını özel ilanlarla ayakta tutabilirsiniz. Ciddi anlamda bir bağımlılık var. O zaman şöyle yapalım; bu ilanlar nasıl dağıtılacak? Mevzuat var, Basın İlan Kurumu özerk bir kurumdur. Diğer kurumlardan temsilcilerin oluşturduğu bir genel kurul vardır. İlanlar o çerçevede dağıtılır ve Basın İlan Kurumu’nun belli yerlerde şubeleri var. Şube olan yerlerde bu sıkıntı daha az, çünkü kendisi dağıtıyor ama Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. şube olmayan yerlerde resmi ilanların dağıtımı valilik kanalıyla yapılıyor. Valinin seçilmesi de şu yüzden: Valiler devletin valisidir, hükümetin valisi değildir. O zaman devletin kanunlarını eşit bir şekilde uygularlar. Şimdi geldiğimiz süreçte bu makamın daha çok siyasallaştığı yolundaki eleştirilere paralel olarak ilanlarda da benzer şikayetlerin arttığını görüyoruz. O zaman belki şunu tartışmak lazım: İlanların dağıtım şekli değiştirilebilir mi, Basın İlan Kurumu’nun şubesinin olmadığı yerlerde özerk bir komisyon geliştirilebilir mi? Bilmiyorum, bu tartışılır ama bir şey daha var: Eğer gazete olarak sadece bir resmi ilana bağımlı olmadan gazetecilik yaparsanız siz de daha rahat edersiniz. Şimdi resmi ilan almak için bir yıl çıkacaksınız, iki bin satacaksınız, beş muhabiriniz olacak. Kaç tane gazete iki bin satıyor? Gerçekçi olalım. Bayiden gidip makbuz alırsın “bugün şu kadar sattım” diye ama o bayide hiç gazeteniz yok. Böyle bir realite var. Bu realite karşısında valinin karşısına çıkıp “sen benim ilanımı nasıl kesiyorsun” diyebilir misiniz? Adam denetime çıktığı zaman ne yapacaksın? Biz de o konuda çok dürüst değiliz. Öyle olunca da, o da kendi çıkarı doğrultusunda kullanıyor. Böyle bir sıkıntımız, açmazımız var. Bu yine şuna geliyor: Bence güç birliği yapın, sermayenizi birleştirin 10 yerine 2 gazete çıkartın ama gazetecilik yapın, ilan alın, bayiden satın, paranızı da kazanın. Hiç devlete bağımlı olmayın. Bağımlı olduğunuz sürece kişiler onu kullanmak isteyecektir. Bu gazeteciliğin doğasında vardır. Haber kaynağınız kullanmak isteyecektir. Sizin işiniz buna alet olmamaktır. Ciddiye alın, orta vadede resmi ilanların kalkmasına hazırlıklı olun. Çözüm olarak internet ortamında yayıncılığı da ihmal etmeyin. Farklı medya araçlarına da yönelmenizde fayda var. Ragıp DURAN: Almanya'da resmi ilan var mı? Semiran KAYA: Resmi ilan dediğiniz şeyi bana açıklayabilir misiniz? Ragıp DURAN: Anladım yok. Resmi ilan; devletin, kamunun çok çeşitli alım satım faaliyetleri var, onunla ilgili duyuruları gazetelere dağıtıyor. Yahut ihaleye çıkacak; belediye, kaymakamlık onun duyurusunu yapıyor. Semiran KAYA: Ama onlar gazetelerle ilgili değil. Gazetelerin sendikası var ama böyle bir tür şey yok... Bilal YATMAZ (Ağrı Valiliği Basın ve Halkla İlişkiler Müdürü): Beyefendinin az önce anlattıkları kendi ilinden kaynaklanan problemlerden olabilir. Valilikte çalışan basın müdürlerinin hiçbirisi hiçbir şekilde art niyetli düşünmezler. Resmi ilanların nasıl dağıtılacağı Basın İlan Kurumu’nun mevzuatında bellidir. Dolayısıyla art niyetli olarak düşünmezler. Keyfi ceza kesemezler. Beyefendi genellemesin. Örneğin biz Ağrı'dan bütün basın mensuplarını toplayıp da geldik Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. buraya ve valiliğin aracıyla geldik. Biz valilik olarak yerel medya kuruluşlarıyla sürekli olarak beraber çalışırız. Bir haber olduğu zaman onları biz götürürüz. Onları haberden geri biz getiririz. Bu iş için arabalar tahsis ederiz. Onların gitmediği, ulaşamadığı yerlere haberleri biz toparlar göndeririz. Mukadder YARDIMCI (Doğan Haber Ajansı Muhabiri): Sorun da bu zaten. Bu sorun ama... Bunu yapmak valiliğin işi değil ki! Bilal YATMAZ (Ağrı Valiliği Basın ve Halkla İlişkiler Müdürü): Biz bunu sorun olarak görmüyoruz. Biz niye medya mensuplarıyla beraber hareket etmeyelim? Niye bunu sorun olarak görüyorsunuz? Birlik, beraberlik içinde onlarla haberleri paylaşıyoruz. Bizim haberimiz olmadığı zaman biz onlardan alıyoruz, biz bunu sorun olarak görmüyoruz. Konuşurken lütfen yaşadığınız sorunlarla ilgili genelleme yapmayın, lütfen... Mukadder YARDIMCI (Doğan Haber Ajansı Muhabiri): Müdür beyin buraya gelmesi hata. Müdür beyin bu toplantıda olması başlı başına bir vakadır. Siz bir habere valiliğin aracını kullanarak gidiyorsanız bu sorundur. Biz bunu sorguluyoruz. Ben şunu söyleyeyim, Kars'ta gazeteciler milletvekili aleyhine haber yaptığı zaman -sokak tabiriyle söyleyeyim- canları çıktı. Her birinin altı ay ilanı kesildi. Bunu yapan valilik, şimdi siz gazetenin kaynağını valiliğe veriyorsunuz. Hiç kimse vali hakkında haber yapamıyor. Biz burada bunu konuşuyoruz. Ağrı'daki vali iyi olabilir ama sorun o değil. Türkiye genelinde resmi ilanları valilik dağıtıyor mu, dağıtmıyor mu? Siz bir tek eleştiri yaptığınız zaman 6 ay ceza verirler. Kars'taki yerel medya sahipleri burada, onlar çok daha iyi biliyor. Bilal YATMAZ (Ağrı Valiliği Basın ve Halkla İlişkiler Müdürü): Beni buraya Umut Vakfı çağırdı, davet üzerine geldim. Benim buraya gelmemi hata olarak değerlendiren kişiler var. Ben buraya keyfime göre gelmedim. Şimdi soruyorum: Türkiye'de hangi yerel medya mensubunun aracı, teknik donanımı var? Bir haber olduğunda oraya kendi başına gidebiliyor? Çok nadir. Biz diyoruz ki; Ağrı ili olarak birlik, beraberlik ve dayanışma içinde hareket ediyoruz, haber olarak. Burada gazeteci arkadaşlar, sorabilirsiniz: Hangisine valilik olarak şu haberi yapacaksınız demişiz? Milletvekilleriyle ilgili haberler, onlarla yaşadıkları problemler bizi bağlamıyor, ilgilendirmiyor. 81 vilayette basın müdürü var, zan altında bırakıyorsunuz. Hanifi POLAT (Ağrı haftalık Maske Dergisi): Ben silahla ilgili bir değerlendirme yapmak istiyorum. “Silah” derken sadece insanların ölümüne yol açan bir şey Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. olarak değerlendirmiyorum. Hem bizim toplumumuzda hem de başka toplumlarda silah olarak kullanılan çok daha başka şeylerin olduğunun altını çizmek istiyorum. Ekonomik ve sosyal farklılıklarını, din, dil, ırk, etnik köken farklılıklarını da birbirlerine karşı silah olarak kullanıyor insanlar. Ben özellikle Türkiye'de basının da silah olarak kullanıldığını düşünüyorum. Bence Türkiye'de silahsızlanmaya gidilecekse başta basın kuruluşlarından başlanmalı. Türkiye'de basın dördüncü kuvvet olarak değerlendiriliyor. Gelişmiş toplumlarda evrensel ilkeler, insani değerler çerçevesinde yaşayan toplumlarda ya da o tarzda yayın yapan basın kuruluşları açısından bu doğru olabilir. Silaha gelince. Türkiye'de eğer silahsızlanmaya gidilecekse, bence silahın neden kaynaklandığının, insanların buna neden ihtiyaç duyduğunun üzerinde durulması gerekir. Bu tespitler yapılmadan, psikolojik nedenleri araştırılmadan, temeline inilmeden yapılan hiçbir faaliyetin sağlıklı bir sonuç doğuracağına inanmıyorum. Ben en önemli şeyin güven olduğunu düşünüyorum. Eğer güven ortamı yoksa bir yerde, insanlar bir şekilde savunma yolunu devreye sokmak zorunda kalır. Umut Vakfı bu konuda önemli bir hizmette bulunuyor, teşekkür ederiz. Sorunun sadece sivil toplum kuruluşlarıyla çözülmemesi gerektiğini de söylemek istiyorum. Bunun bir devlet politikası haline getirilmesi ve devletin bütün yapılarıyla desteklenmesi gerektiğine inanıyorum. Buna medya da dahil. Ama bizim medyada biraz problem var. Şimdi ulusal medyada çalışanlar yerel medyada çalışanların şartlarını bilmiyor. Bir de medyada öğrenilmiş çaresizlik var. Bir örnek vereyim, bir kafesin içine beş tane maymun koyuyorlar. Kafesin üzerine muz koyuyorlar, maymunlar muzu almaya çalıştığında kafalarına vuruluyor. Bu defalarca tekrarlanıyor, ta ki onlar muzu almaktan vazgeçinceye kadar. Sonra bir maymunu kafesten çıkarıp, başka bir maymun koyuyorlar. O, muzu almaya gittiğinde, diğer dört maymun onu dövmeye çalışıyor. Onun vazgeçmesi için defalarca yapıyorlar, sonuçta o da onlara uyuyor. Ve bu, beş maymun tek tek değişene kadar tekrarlanıyor. Sonuçta kalan beş maymun da o muza erişmenin yanlış bir şey olduğunu düşünüyor. Şimdi silahsızlanma dahil her türlü sorunun çözümü için toplum olarak bu öğrenilmiş çaresizlik sendromundan kurtulmamız gerekiyor. Ertuğrul BEDİR (Basın Yayın Enformasyon Erzurum İl Müdürlüğü): Basın il müdürlüğünün görevlerinden biri yerel medyanın sorunlarını çözmeye yardımcı olmaktır. Bu ne demektir, devletle medya arasında köprüdür. Ben bütün arkadaşlara söylüyorum, bir sorununuz varsa gelin iletin. Ama Erzurum’da İl Müdürlüğümüz var, kimse gelmedi sorunu olduğuna dair. Bize sorunlarını Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. iletirlerse biz de gerekli yerlere iletiriz. Genel Müdürlüğümüz Türk ve dünya basınını takip eder, kamu kurumudur. Salih ŞAHİN (Kars Öncü Gazetesi): Ben basın halkla ilişkiler müdürlerine bir şey demedim. Kars'daki basın halkla ilişkiler müdürünü de severim. Konuşmamın yanlış değerlendirilmesini istemem. Semiran KAYA: Şimdi benim anladığım kadarıyla “sorun var, devletin çözmesi gerekir” deniyor. Türkiye demokratikleşmek istiyor ve bunun için çok önemli olan basın mensupları olarak da kendiniz bu ciddi sorunları çözmelisiniz. Devamlı “devlet çözsün” diyemezsiniz. Çünkü tek taraflı bir çözüm olamaz, siz de toplumun belli önemli bir tarafısınız. İki taraflı olması gerekir, yoksa ciddi sorunlarınız çözülemez. Örneğin burada halkın % 70'i polise güvenmiyor ama bu niçin böyle? Siz de güvenmiyorsunuz. Bu sorun nereden kaynaklanıyor? Polisle beraber çalışmalısınız, yalnız devletle değil, eğitimcilerle falan filan. Bunu sadece devlete bıraktığınız zaman öylesine gider, çünkü otoriter devlete alışmışsınız. Alışkanlığı da bırakmak zor ama siz buranın vatandaşları olarak haklarınızı tabii ki kullanmalısınız. Halit ÖZTÜRK (Sabah-Atv Temsilcisi): Iğdır iki ülkeye sınır bir ilimiz ve bu nedenle birçok şeyin bulaştığı bir yer. Kaçakçılığın, silah tüccarlığının... Bu tür olayların en çok yaşandığı sınır ili. Geçenlerde gazetelerin birisine haber yaptım. Haber Kürt işadamı ve siyasetçilere suikast planıyla ilgili. Tüm bilgilere dayandırılarak o haberi yaptım. Haberi yaptıktan bir kaç gün sonra polisler tarafından gözaltına alındım. Savcılık tarafından bir evin aranması gerekirken üç ev birden arandı. Ağabeyim, babam ve benim evim. Bu konuda da acayip şekilde ülkücü ve dinci gruplar tarafından tehdit almaya başladım. Ölüm tehditi aldım, hatta plakasız araç tarafından takip edildim. Hem ülkücüler, hem emniyet tarafından takip edilmeye başladım. Evim arandıktan sonra telefonlarıma el konuldu, emniyette susma hakkımı kullandım. Savcının karşısına çıktım, dosyanın gizlilik kararını açıkladığım için, dosyanın içindeki bilgileri aldığım için... Şöyle bir olay başıma geldi. 21 gün içersinde 20 bin lira para cezasına çarptırıldım. Savcı bana diyor ki “sen bu haberi yaptığın zaman bu bilgiyi kimden aldın?” Kaynağımı açıklamayacağımı söyledim. “Ama belge isterseniz yardımcı olabilirim” dedim. Daha sonra savcılıkta olan arkadaşlarımı daha önceden arkadaşım olduğu için oradan uzaklaştırdılar. Dosyada gizlilik kararı var. Basın özgürlüğünden bahsediyoruz, şiddetten bahsediyoruz. Ülkü Ocakları başkanında bir adet kalaşnikofun, bir adet tabancanın ve ölüm listesinin ne işi var? Üç kişi gözaltına alındığı halde çeteye girmesin diye sadece bir kişi Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. yargılanıyor, o da ateşli silahlar kanununa muhalefetten. Yani ben bu ülkede basın özgürlüğünün olmadığını düşünüyorum. Eğer ben o haberi yapmamış olsaydım bugün birileri hayatını kaybetmiş olabilirdi. Bilge köyü katliamında o korucular silahları devletten almamış mıydı? Başta devlet kendisine bir düzen verecek, daha sonra basın özgürlüğü de düzelir her şey de düzelir. Recep YAŞAR: Basın özgürlüğü var mı, yok mu? Zaten tartıştığımız bu. Batı ülkelerindeki gibi demokratik ilkeler üzerinden bir basın özgürlüğünden söz edebiliyor muyuz? Hayır. Çünkü bizde basın özgürlüğünü sınırlayan ciddi maddeler var. TCK'da var, terörle mücadelede var, medeni kanunda var, borçlar kanununda var. Var, var var... Bunların değişmesi lazım. Bunda hemfikiriz. Yargılama konusunda biz hâlâ yargıya güvenmek zorundayız. Yargının mutlaka ama mutlaka bağımsızlığını koruması gerektiği ve bağımsız kalması gerektiğinde hem fikiriz. Bu konudaki inançlarımız da yıkılırsa, sığınacak limanımız kalmayacak. Çünkü bir hukuk devletine ihtiyacımız var. Ama gazeteciler olarak haklarınız olduğunu unutmayın. Susma hakkının yanında sizin kaynağınızı açıklamama gibi bir yasal hakkınız vardır. Kimse sizi buna zorlayamaz. Diğer yandan meslek örgütleriyle özellikle bu konuda işbirliğinizi geliştirin. Bizden TGC'den hukuksal anlamda destek isteyebilirsiniz. Ayhan AKCAN: Öğrenilmiş çaresizlik terminolojisini kabul etmiyorum. Çaresizliği söylüyorsanız ona da çare arayacaksınız. Çaresizlik öğrenilmez, bu bana göre tamamen durumu kurtarma meselesidir. Şiddeti en fazla medya özendiriyor diye bir görüş var. Aslında öyle değil. Bilimsel olarak bir faktörü var ama asıl faktör o değil. Eğitimden birçok şeye kadar. Onun için öğrenilmiş çaresizlik sendromu diye bir şey yok. Trafik problemini trafik canavarına atfetmek gibi. “Çaresiziz” dediğiniz zaman çare aramanız lazım. Çaresizliğin öğrenilmesi olmaz. O anlattığınız olay hayvan deneyidir, zaman zaman yapılır ama oradan genelleme yaparak böyle bir sonuca ulaşılamaz. Memduh NEHRİ (Erzurum Basın Yayın Enformasyon İl Müdürü): Ayhan Hocama şunu sormak istiyorum. Silahsızlanıyor muyuz, silahlanıyor muyuz bireysel anlamda? Böyle bir istatistik varsa paylaşırsanız seviniriz. Ayhan AKCAN: İstatistik çok ama boğmak istemiyorum. Türkiye'de 8 milyona yakın silah var. Evet böyle bir talep var, son beş yıldır aynı düzeyde yani 7-8 milyon civarında. Ama burada daha çok şiddetin her alanda yaygınlaşmasıyla ilgiliyiz. Üç yıl önce bir komisyonda İçişleri Bakanlığı gasp, kapkaç olaylarını elektronik ortamda denetlemeye karar verdi ve bunu yapıyor birçok yerde. Bununla beraber hakikaten gasp, kapkaç gibi olaylarda azalma var. Dolaylı Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. olarak böyle devam ederse silahlanma da bu noktada durabilir. Ama bizi ilgilendiren silahlanmaya talep değil. Biz daha çok yasa koyucularla uğraşıyoruz. Yasa koyucuları ikna etmek durumundayız. Bütün dünyada da böyle, vatandaşın tercihine bırakılacak bir konu değil bu. Finlandiya'da, Almanya'da olay oluyor, Türkiye'de de oluyor. Bir genç babasının silahını alıp okulda 15-20 kişiyi katledebiliyor. Bu olayları yaşamamak için çabalıyoruz... Ama bence iyi bir yoldayız, kötü bir yolda değiliz. % 40 silaha karşı olan oranı belki % 50'ye çekeceğiz. Ama baskı unsuru olmaya devam etmemiz gerekir. Recep YAŞAR: Biz burada basın yayın enformasyon temsilcilerinin, valilik halkla ilişkiler temsilcilerinin bulunmasından rahatsız değiliz. Biz şeffafız ama şunu unutmamak gerekir. Siz, bulunduğunuz bölümün halkla ilişkiler görevlilerisiniz ama bizim görevimiz sizinkinden farklıdır. Gazeteciler olarak yürütme erkinin hatalarını, yanlışlarını ortaya koyacağız, halk adına denetim yapacağız. Siz de bizim ihtiyaç duyduğumuz bilgileri bize vermekle yükümlüsünüz. Gazeteci arkadaşların ihtiyaç duyduğu her bilgiyi onlara sorunsuz bir şekilde aktarmak sizin kamusal görevinizdir. Önemli olan özdeşleşmemektir. Eğer biz gazeteciliği bırakıp halkla ilişkiler müdürü gibi düşünürsek o zaman biz valiliğin ya da başbakanlığın halkla ilişkiler memuruna döneriz. Bu ayrımı çok iyi gözetmemiz lazım. Ama burada olmanızdan da ben şahsen çok memnun oldum. En azından bizim ne yapmamız gerektiğini tekrar karşılıklı olarak duymak, öğrenmek adına. Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. TÜRKİYE'DE BİREYSEL SİLAHSIZLANMA VE ŞİDDET HABERLERİ YEREL MEDYA SEMİNERİ 2. KISIM: GAZİANTEP Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. Nazire DEDEMAN Bireysel silahsızlanma ve şiddet haberleri yerel medya seminerlerinin altıncısında Gaziantep'te sizlerle beraber olmaktan büyük mutluluk duyuyorum. Umut Vakfı bireysel silahsızlanma, şiddet, barış kültürü ve hukukun üstünlüğü konularında 16 yıldan bu yana çalışıyor. Bilgilerini ve araştırmalarını da her fırsatta kamuoyu ile paylaşıyor. Bu süreçte medya mensuplarının özellikle bireysel silahlanma ile oluşan yaşam hakkı ihlallerine ilgisi ve silahsızlanma konusunda desteği her zaman yanındaydı. Şiddet büyük ölçüde toplumsal eşitsizliklerden kaynaklanıyor. Bu eşitsizlikler korkularımızı körükleyen, gittikçe daha fazla şiddet doğuran bir sarmal oluşturuyor. Suç konularının ve şiddetin medyatik olması bir sorundur. Bu sorunun da bir tür eşitsizliğe dayandığını düşünebiliriz. Çünkü medyadaki şiddetin biz izleyiciler tarafından ilgiyle ve fazlaca tüketilmesinin nedeni belki de bu eşitsizliklerin sonucu olan korkularımız ve güvensizlik hissimizdir. Şiddetin medyatik olmasının yarattığı korkunun kaynağını ve sonuçlarını sorgulamak ve anlamaya çalışmak şiddetsiz bir toplum hayalimizi gerçekleştirmek için üstlenmemiz gereken bir sorumluluktur. Bu anlamda medyadaki şiddete sadece ‘hayır’ demiyoruz, medyadaki şiddetin evrenini her yönüyle anlamaya gayret ediyoruz. Bu seminerler dizisinin program içeriği büyük ölçüde bu anlayışa dayanmaktadır. Ayrıca bu seminerler dizisi üstlendiğimiz sorumluluğu da sizlerle paylaştığımız bir zemindir. Dünyanın pek çok ülkesinde silahları kolaylıkla edinen gençler ve çocuklar kendi okullarında arkadaşlarını, öğretmenlerini ve ardından da kendilerini sahip oldukları ateşli silahlarla öldürdüler. Bu saldırgan gençlerin ve çocukların hepsi kolaylıkla silahlandılar ve ciddi düzeyde de şiddet içerikli medya mesajları tükettiler. Bizim ülkemizdeki gençler ve çocuklar için de bu durum geçerlidir. Konunun sosyolojik arka planını gözardı etmememiz gerektiğini vurgulayarak soruyoruz: Acaba medyanın bu şiddet ortamının oluşmasındaki etkisi nedir? Bu konuda dünyada yapılmış çalışmalarda akla yakın olanlardan bazıları gösteriyor ki medya, özellikle de televizyon insanlara şiddeti normal bir sorun çözme yöntemi olarak gösteriyor. Ayrıca bize şiddetin her yerde olduğunu ve bu Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. şiddetten korkmamız gerektiğini söylüyor. Bu tür bir korku ve güvensizlik söylemi de muhtemelen insanların daha fazla silahlanmasında etkili oluyor. Şiddetin en uç noktası olan bireysel silahlanmanın belirgin nedenlerinden biri toplumsal hayatta şiddet göstererek var olma biçimidir. Bireyin, kendini gösterme, var olduğunu vurgulama biçimi olarak silahlanmayı seçmesi esas olarak eşitsizliği olumlaması anlamına gelir. Çünkü kaba kuvvetle, silah gösterişiyle üstünlük sağlayarak güç elde edeceklerini düşünenler, dolayısıyla bu güçle varlıklarını kanıtlayacaklarını da kabul ederler. Oysa bireylerin silahlanması şiddetin boyutunu daha da büyütmekte hatta daha da fazla tehdit yaratarak güvensizliği artırmaktadır. Bugün bazı konuşmacılarımız bireysel silahlanmanın Türkiye'deki boyutlarına dikkat çekecekler. Ancak şunu vurgulamak isterim ki, bugün Türkiye'de yılda ortalama 3 bin kişi ateşli silahlarla ölmektedir. Bu yurttaşlarımızın ortalama 700'ü ateşli silahlarla kaza sonucu hayatını kaybediyor. Ülkemizde silah bir kültürel özellik olarak kabul edilir. Kızgınlık, öfke, düşmanlık gösterisinde ateşli silah kullanıldığı gibi silahla şerefin, namusun korunacağı, coşkunun kutlanabileceği de zannedilir. Her durumda da sonuç yalnızca ölümdür. Bu gerçeği bize defalarca kanıtlayan yaşam öyküleriyle medyada sık sık karşılaşıyoruz. Biz okuyucular, izleyiciler ve dinleyiciler, siz bu olayları bize aktaran haberciler olarak hepimiz en azından şu gerçeğin farkında olmak zorundayız: Yaşama hakkı insanın en temel hakkıdır. Bu hak eşittir. Bu eşitliği bozan en önemli sosyal problemlerden biri bireysel silahlanmadır. Umut Vakfı olarak bireysel silahlanmayı ele alırken hukukun üstünlüğüne, barış kültürüne, yurttaş olma bilincine ve bunun önemli bir sorumluluk olduğuna vurguda bulunuyoruz. Siz gazeteci yurttaşlar bu konuda da önemli rol üstlenmektesiniz. Şiddet olaylarıyla karşılaşırken, haberlerinizi kurgularken ve bizlere aktarırken karşı karşıya olduğunuz durumun öncelikle insanın yaşama hakkıyla ilgili olduğunu hatırlamanız çok önemli bir adımdır. Şiddet haberleri, medya izleyicisine çeşitli hayat hikâyeleri anlatıyor. Bizlerin kolaylıkla tükettiği bu hikâyelerdeki gerçekliklere, bu hikâyelerin gösterdiği sorunlara ne denli duyarlıyız? Bu haberlerin ve olayların tanıkları olan gazeteci arkadaşlarımız bu hikâyelerin anlatıcıları olarak üstlendikleri rolün ve sorumluluğun farkında mıdırlar? Farkında olmaları gerekir. Bu sorular bugünkü Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. eğitim programımızın temelini teşkil ediyor. Bu nedenle medyanın şiddet ve bireysel silahlanma konusunda olayları topluma yansıtma biçimini birlikte irdelemek, meslek gereklerine uygun eleştirel ve objektif bir yaklaşımın nasıl inşa edilebileceğini tartışmak amacıyla Türkiye'de bireysel silahsızlanma ve şiddet haberleri yerel medya eğitim seminerini gerçekleştirmek üzere burada toplandık. Bu toplantıyı gerçekleştirmemize katkıda bulunan Friedrich-Ebert-Stiftung Derneği’ne ayrıca teşekkür ediyoruz. Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. Süleyman KAMÇI Gaziantep, sanayi ve ticaret kapasitesi, turizm, sağlık, spor, eğitim alanındaki yatırımları ve sosyal kültürel, tarihi zenginliğiyle bölgemizin merkezi olmayı hakkıyla başarmış metropol bir kenttir. Güneydoğu Anadolu bölgemizin en gelişmiş, ülkemizin de önde gelen bir ili olarak gerek bulunduğu coğrafi ve stratejik konum, gerekse sanayi alt yapısı bakımından kendi kendini besleyen bir dinamizme sahiptir. Son nüfus sayımına göre nüfusu en fazla artan iller arasında yer alan ve toplam nüfusunun % 86'sı şehir merkezinde yaşayan Gaziantep, özellikle sanayileşme ve kalkınmada gösterdiği başarıyı diğer alanlarda da göstermeye devam etmekte ve bütünsel anlamda gelişme ve kalkınma çabası içinde olan önemli bir ildir. Bu gelişme, çağdaşlaşma ve kalkınma yolculuğunda halkımızın haber alma hakkını kullanmasını sağlayan ve kamuoyunun sesini duyuran özgür ve objektif bir basının varlığı da çok önemlidir. Büyük Atatürk'ün en güzel şekilde vurguladığı gibi, “basın milletin müşterek sesidir”. Özellikle halkın içinde olan ve problemlerini bire bir görerek, yaşayarak yansıtan yerel basın bu anlamda toplumun aynasıdır. Bizim gibi gelişmekte olan ülkelerdeyse basın haber verme işlevinin çok daha ötesinde halkın aydınlatılmasına, kültürel gelişmesine ve ilimizin sorunlarını daha vurgulayarak dile getirmesine, kalkınma çabalarına önemli katkıda bulunmaktadır. Bu anlamda demokrasi kültürümüzün oluşturulmasında, bir yaşam biçimine dönüştürülmesinde ve evrensel değerlerin yerleştirilmesinde basının öncülük ettiğini de açıklıkla söyleyebiliriz. Diğer yandan teknolojik ve bilimsel gelişmelere paralel zincirleme pek çok nedenle hızlı bir toplumsal değişimin de yaşandığı günümüzde basının rolü daha da artmaktadır. Bu seminer konusunu oluşturan Türkiye'de bireysel silahsızlanma ve şiddet konusunda gerekli duyarlılığın oluşturulması, toplumun özellikle gençlerin evrensel doğrulara yönlendirilmesinde büyük önem taşımaktadır. Her birimizin, birey olarak direk olmasa da toplumsal şiddetten zarar gördüğümüz ve üzülerek söylüyorum ki adeta şiddete alıştığımız, dolayısıyla duyarlılıkların azaldığı göz önüne alınırsa toplumun geleceği açısından bu konunun önemi bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle 17 günlük yerel gazete, 18 haftalık gazete, 6 televizyon kanalı ve Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. çok sayıda radyonun yayın yaptığı ilimizde böyle bir seminerin yapılmasından büyük memnuniyet duymaktayız. Yerel basınımızın pek çok imkansızlıklara rağmen varlıklarını devam ettirme ve görevlerini yapma mücadelesi vermesini de takdirle karşılıyoruz. Bu duygu ve düşüncelerle yerel basınımıza yönelik bu semineri gerçekleştiren Umut Vakfı'na ve emeği geçen diğer kişi ve kuruluşlara teşekkür ediyor, bu seminerin toplumsal şiddetin azalmasına etkisi olacağını ümit ediyorum. Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. BİRİNCİ BÖLÜM Selami Özsoy 15. Bireysel Silahsızlanma Ödüllü “Bireysel Silahsızlanma : Yaşama Hak Tanıyın” Fotoğraf Yarışması, 2009 Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. BİRİNCİ OTURUM Yusuf AĞAR (OTURUM BAŞKANI) Yaklaşık yarım asra sığdırabileceğim meslek hayatımda yüzlerce cinayet, yüzlerce intihar ve kaza haberi yazdım, birçoğunu görerek yaşadım. Şimdi bu salonda bulunan genç gazeteci arkadaşlarıma bakıyorum, acaba cinayet, intihar haberi yazmayan ya da silahlı kaza sonucu ölüm haberi yazmayan gazeteci var mı? Sanırım yoktur. Gazetelerin üçüncü sayfasına baktığımızda gördüğümüz manzara; her gün yüzlerce aile cinayet, intihar ve kazalarla sönüyor, yok oluyor. Geride masum aileler bırakıyor. İşte buradan yola çıkarak size şunu söylemek istiyorum. Ben de 45 yıl önce çiçeği burnunda bir gazeteciyken siyasi bir partinin milletvekili adayının davetlisi olarak Gaziantep'in bir köyüne gitmiştim. Köyde oturup bir yandan yemek yiyip, bir yandan sohbet ediyorduk ki, biraz sonra davet sahibi siyasinin yakınları tarafından bize bir ikram sunuldu. Silme mermiyle dolu ve üstünde de bir tabanca olan tabaklar önümüze konuldu. Mermileri atalım, keyif alalım diye ikram ediyorlardı. Hepimizin çocukken bayram harçlıklarını biriktirerek ilk aldığımız şey oyuncak tabancaydı. İşte o anda da bu ikram bir kısmımıza cazip geldi, bazı arkadaşlarımız o mermileri tüketinceye kadar attılar. Ama günümüzde o mermi tabağı ve silah bize ikram edilseydi sanırım ki tepkimiz çok daha değişik olacaktı. 45 yıl önce hiçbirimiz bunun bir haber değeri olduğunu fark edemedik ve gazetelerimize yazamadık. En iyi yaşam silahsız yaşamdır. Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. Toplum Sorunlarına Duyarlı Eleştirel Gazetecilik Nasıl Yapılır? Nail GÜRELİ Bu ilk oturumun konu başlıklarına baktığımız zaman birbirine çok yakın olduğunu, hatta günün moda deyimiyle birbirine teğet geçtiğini görüyoruz. Bu da çok doğal. Çünkü konu şiddet, bireysel silahlanma, hukuk, medya, gazetecilik olunca konuların da birbirine çok yakın olması doğaldır. Ben, toplumun sorunlarına duyarlı gazetecilik nasıl yapılır konusunu işlemeye çalışacağım. Şiddet, toplumun giderek ağırlaşan ve çeşitli türevleri olan bir sorunu. Ekonomik şiddet, kültürel şiddet, siyasal şiddet gibi… İşsizlik, gelir dağılımındaki adaletsizlikler kimi güçsüz ve çaresiz insanları şiddeti bir çözüm aracı olarak görmeye yönlendirebiliyor. Aslında, bazı siyasal odakların bir zenginlik olarak özümsenmesi gereken kültürel ve etnik çeşitliliklere bakışı toplumda potansiyel şiddeti içeren ayrışmalara yol açma tehlikesini taşıyor. Hukukun, beklenen sonucu beklenen zamanda vermemesi de yine hakkını güce başvurarak, dolayısıyla bireysel silaha başvurarak aramasına yol açabiliyor zaman zaman. Hemen belirteyim; bu konuşmanın içeriği sadece yaygın basını ve yerel basını değil, bu olaylar karşısında duyarlı, toplum sorunlarına karşı duyarlı, eleştirel gazetecilik yapma bakımından tüm basını kapsama niyetindedir. Yerel basınla yaygın basın arasında fark yoktur, sadece ölçek farkı vardır. Yaygın basın tırnak içinde söylüyorum- daha büyük, yerel basın ise daha mütevazıdır. Ama yaptıkları işlev bakımından, taşıdıkları sorumluluk bakımından aynıdırlar. Eleştirel gazetecilik diyoruz, aslında gazetecinin temel işlevi zaten eleştirmek. Genel kapsamda ifade edecek olursak; demokrasilerde basının görevi, yasama, yürütme ve yargı erki olan üç kuvveti halk adına dördüncü güç olarak denetlemektir ve eleştirmektir. Bu, elbette toplum sorunlarına duyarlı eleştirel gazeteciliğin temelini oluşturur. Hatta genel kabul gören görüşe göre, basının tabiatında muhaliflik vardır, muhalefet etmek vardır. Basının görevi, güç odaklarına karşı güçsüzlerin hakkını aramaktır. Ekonomide, sağlıkta, eğitimde, hukukta böyledir. Hukuk noktasında basının işleviyle Umut Vakfı'nın amacının örtüştüğünü görüyoruz. Bilindiği gibi Umut Vakfı'nın amaçları arasında silahlanmaya karşı Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. mücadele etmenin yanısıra hukukun üstünlüğünü sağlamak, hukuku egemen kılmak için çaba harcamak da vardır. Umut Vakfı, toplumsal bir ihtiyaçtan doğmuştur. Bireysel silahlanma ve hukukun üstünlüğü ihtiyacı. İşte burada toplum sorunlarına duyarlı bir gazeteciliğin nasıl yapılacağı sorununa bir cevap bulabiliriz. Ne demiştik; basın güçlüye karşı güçsüzün yanında olur ve onun hakkını savunur. O halde basının Umut Vakfı'nın mücadelesinde onun yanında olması gerekiyor. Basının meslek ilkeleri de bunu öngörüyor. Gazeteci toplum sorunlarına duyarlı yaklaşırken neye yaslanacak, neyi eleştirecek? Meslek ilkelerine ve o ilkelerin yaptırımcısı olan vicdanına yaslanacak. Halkın çıkarlarını hiçe sayanları, hukuku ve adaleti tanımayanları eleştirecek. Güçsüzden yana olup güçlüyü eleştirecek. TGC'nin yayınladığı Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi'nden “Gazetecinin Sorumluluğu” başlıklı maddenin sadece üç cümlesini okumak yeterlidir bu durumu anlatmak için. Der ki maddenin sonunda, “Gazeteci basın özgürlüğüne, halkın doğru haber alma edinme hakkına duyarlı olmak zorundadır. Bu amaçla her türlü sansür ve oto-sansürle mücadele etmeli. Halkı bu yönde bilgilendirmelidir. Gazetecinin halka karşı sorumluluğu, başta işverenler ve kamu otoritelerine olmak üzere öteki tüm sorumluluklardan önce gelir.” İşte toplum sorunlarına duyarlılık budur. Halka karşı sorumlu ve duyarlı olmak... Duyarlılık insani bir olgudur. Gazetecinin ikilemi Gazeteci de insan olduğuna göre çok tekrarlanan şu soruyu sorabilirsiniz: Gazeteci önce insan sonra gazeteci midir? Yoksa önce gazeteci sonra insan mıdır? Toplum sorunlarına ya da olaylara göre bu sıfatlardan birinin diğerinin önüne geçtiği görülür zaman zaman. Bu ikilem gazeteciyi çelişkiye götürür gibi görünür ama aslında gazetecinin duyarlılığı mesleğiyle çatışmaz. Toplumun önemli bir sorunu olan yolsuzluklar konusunda bir örnek vermek istiyorum. Büyük bir yolsuzluk olayı karşısında toplum sorunlarına duyarlı, eleştirel gazetecilik nasıl yapılır? Bir: Haber bütün ayrıntılarıyla verilir. Halkın parasının nasıl hor kullanıldığı, yolsuzlukta siyasi iktidarın rolü belgelere dayanılarak anlatılır; büyük, hatta manşetten verilir, olay eleştirilir. İki: Haber ufak verilir, fazla ayrıntıya girilmez, siyasi yanına pek değinilmez. Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. Üç: Bu haber hiç görülmez, hiç yayınlanmaz. Neden? Başlıca neden, medya-ticaret-siyaset ilişkisinden kaynaklanır. Medyanın ticari yapısındaki ekonomik ve siyasi bağımlılık, toplumsal sorunlara duyarlılığın, eleştirel gazeteciliğin bir başka deyişle basın özgürlüğünün önünde en büyük engeldir. Siyasal ve ekonomik bağımlılık gazetecinin duyarlılığını körletir. Körleşme sürdükçe gazeteci kendisiyle çelişir. Siyasi ya da ekonomik toplumun çıkarlarına aykırı düşen önemli bir haber, medya-ticaret-siyaset ilişkisinin engeli nedeniyle yayınlanmaz. Gazetecinin bir başka haberi daha yayınlanmazsa şevki, umudu kırılır, toplum sorunlarına duyarsız olmaya başlar. Mesleğine küser, körleşir, mutsuz, vurdum duymaz olur. Hani şair der ya “sana sevdam felaketim olur”, işte bu gazetecinin felaketi olur. Oysa toplum sorunlarına duyarlı, eleştirel gazetecilik yapabilmek için gazeteci mesleğine küsmemeli, mesleğini severek yapmalı; başarının, mutluluğun keyfini yaşayabilmelidir. Bu sorunu da daha çok yaygın basındaki holding gazete ve televizyonlarında çalışan gazeteciler yaşar. Tabii ki toplum sorunlarına duyarlı gazetecilerden söz ediyoruz. Holdinglerin, basın sektörü yanında diğer sektörlerde yatırımları vardır. Bu yatırımlar, Türkiye'deki siyasal ve ekonomik sistem gereği, ne yazık ki, siyasal iktidarla ilişkileri zorunlu ve sorunlu kılıyor. Bu ilişkiyi bir madalyona benzetirsek, madalyonun bir yüzünde siyasal iktidarın medyadan çıkar beklentisi, ikinci yüzünde medyanın iktidardan çıkar beklentisi vardır. Siyaset kurumunun beklentisine bakınca şunu görüyoruz; dördüncü güç hatta zaman zaman haksız olarak birinci güç haline gelen medyanın kamuoyunun oluşmasında önemi var, sadece siyaset kurumu değil her kurum çalışmalarının, etkinliklerinin, görüşlerinin kamuoyunda duyurulmasını, bilinmesini ister. Bunun başlıca aracı da doğal olarak medyadır. Her kurum ve kişinin sesini duyurmak için medyadan yararlanması meşru bir istektir, haklı bir beklentidir. Ama yararlanmak yerine basını kullanmak öne geçerse bu gayri meşrudur ve meşruiyetin üstüne büyük bir gölge düşer. Nedir o kullanma? Sadece kendine maddi ya da siyasi getiri sağlayacak haberlerin, yorumların yayınlanmasını, kamuoyunun kendi çıkarı doğrultusunda ve de gerçekliklerin dışında yönlendirilmesini, manipüle edilmesini beklemektir. Kendisi aleyhinde haber ve yorumların yayınlanmamasını istemektir. İşte bunlar medyadan yararlanmanın ötesinde medyayı kullanmakdır ve bu medyanın en büyük sorunudur. İkinci yüze bakarsak; medyanın siyaseti haber kanalı olarak kullanması doğal ve meşrudur. Çünkü ülkeyi yöneten ve ülkeyi yönetmeye talip olan siyaset Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. kurumuyla ilgili haberleri kamuoyuna duyurmak zaten basının, medyanın görevidir. Bu görevi yerine getirirken haber temini için siyasetçilerden elbette yararlanacak, ilişki içinde olacak. Öteki haber kaynaklarında da olduğu gibi... Ama gazeteci kişisel olarak ya da medya sermayesi kurumsal olarak kredi, teşvik, ruhsat ve benzeri ekonomik enstrümandan yasal hakkı olmadığı halde yararlanıyorsa, bu artık yararlanmak değil kullanmadır ve gayri meşrudur. Bunun karşılığında siyasetçinin yanlışlarını, yolsuzluklarını görmezden gelir, onun çıkarına uygun yayın yapar. Böylece bir alışveriş gerçekleşir ve karşılıklı çıkar ilişkisi oluşur. İşte bu, medya-ticaret-siyaset üçgenini oluşturur. Benim ‘şeytan üçgeni’ dediğim bu üçgen, medyanın toplumun sorunlarına duyarlı eleştirel gazetecilik yapma şansını erozyona uğratır. Kıssadan hisseye gelirsek; “toplum sorunlarına duyarlı eleştirel gazetecilik nasıl yapılır?” sorusuna en kestirme yanıt herhalde şu olabilir: Toplum sorunlarına duyarlı, eleştirel gazetecilik bu anlattıklarımızın tersini yapmayı gerektirir. Meslek ilkeleri Recep Yaşar arkadaşımız da bugün burada olacaktı ancak ailesel sağlık sorunları nedeniyle gelemedi. Ben vekaleten onun konuşmasını özetlemeye çalışacağım. Gazetecilik Meslek İlkeleri ve Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi üzerinde durmak istiyorum. Meslek ilkeleri, dünyada ilk defa 1631'de Fransa'da gündeme getirildi, bir metin oluşturuldu. Sonra bu, Avrupa'da yaygınlaşmaya başladı. Bu yaygınlaşmanın temel kilometre taşları vardır. Birincisi, 1954'te yayınlanan “Bordeaux Bildirgesi” olarak adlandırılan meslek ilkelerini içeren metindir. 1971'te Münih Bildirgesi önemli bir aşama oldu. 1993'de Avrupa Konseyi'nin hazırladığı bir metin vardır. 1970'de Amerika da gazetecilik meslek ilkelerini bir metin haline getirdi. TGC, 1946'da kuruldu, onun tüzüğünde de gazetecilik meslek ilkeleri yer almıştır ama asıl 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden sonraki dönemde 1961'de -ki o dönemde medyaya çok ağır eleştiriler yöneltilmeye başlanmıştı- basın ahlak yasası hazırlandı. Meslek ilkeleri orada da kapsamlı bir şekilde belirlendi ve bunun uygulanması için gazetecilerden Basın Şeref Divanı oluşturuldu. Buna aykırı haber yapan gazeteciler uyarıldı. Ama zamanla gazeteciler, Basın Şeref Divanı'nca uyarıldıkça, onu tanımamaya başladılar ve zaman içinde işlevini yitirdi Divan. Geliyoruz 1982'ye, yine 1980 askeri darbesinden sonraki dönem... O zaman da, askeri yönetim, yayınlardan dolayı basının üzerine gitmeye başladı. O dönemin Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. ardından da Basın Konseyi kuruldu. Ama TGC çok daha kapsamlı bir çalışmayı 1997-1998 yıllarında gerçekleştirdi. Bütün dünyadaki basın meslek ilkelerini içeren metinleri topladı, komisyon kuruldu. Umur Talu arkadaşımızın başkanlığındaki komite, Türkiye'nin koşullarını değerlendirdi ve bir metin hazırladı. O metin, Yönetim Kurulu’nda görüşüldü, eklemeler yapıldı. Bütün gazetecilerin katıldığı bir toplantıda yine görüşüldü, tekrar metin hazırlandı ve sivil toplum örgütlerine, üniversite ve sendika temsilcilerine açık olan 400 katılımcıyı aşkın bir toplulukta tartışıldı, müzakere edildi. Ondan sonra 1998 yılında ilan edildi. “Onun da yaptırımı ne” derseniz; sadece kınamak ve uyarı aslında. TGC olarak, Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi’ne dayanarak, gazetecilik anayasasına aykırı yayın yapanları uyarma veya kınama kararı aldığımızda hiçbir gazeteciden bunu protesto eden bir tepkiyle karşılaşmadık. Bu önemli bir gelişmedir. Bildirge, tabii gazetecilerin hak ve özgürlüklerini de içermektedir ama ben şu anda gazetecilerin temel görevleri konusuna değineceğim. Gazetecinin daima göz önünde bulundurması gereken şey halka karşı sorumlu olduğudur; bütün otoritelere karşı hatta kendi patronu da dahil olmak üzere... Belki bunlar ütopik görünüyor ama doğrusu budur. Bu bildirge görüşüldüğü zaman gazeteci arkadaşlarımızdan bazıları demişlerdi ki “bu bildirgeyle Türkiye'de gazetecilik yapmak mümkün değil”, ama işte aradan bu kadar yıl geçti. Ben bu zaman tüneli içinde baktığım zaman yer yer olumlu gelişmeler olduğunu görüyorum. Hatta yargı, bir davada dayanak olarak göstermiştir bu bildirgeyi. Daha iyiye gitmek mümkün. Satır başlarıyla söylersek, gazetecinin cevap hakkına saygı göstermesi gerekir. Zamanla yarışan bir meslek ama bir haksızlık, yanlışlık yaptığımız zaman onun düzeltmesini mutlaka yayınlamamız gerekir. Özel yaşamın sınırlarını iyi bilmemiz gerekir. Bunu, haber kaynaklarımız da dahil herkesin bilmesi gerekir. Özel yaşam sınırını üç kademede toplayabiliriz: Bir sade vatandaşın özel yaşamı; ki o mutlak mahremdir, sınırlıdır. Onun rızası olmadan hiçbir şekilde haber yapamazsınız. Ancak kamu zararına bir olaya müdahil olmuşsa yayın konusu olabilir. Kamu yönetiminde yer alanların özel yaşam sınırları geniştir; kamusal alandaki bütün davranışlarını kamuoyu bilmek zorundadır. Çünkü demokrasinin temeli budur, ki zamanı geldiğinde siyasal tercihini ve tepkilerini de doğru olarak gösterebilsin. Doğru bilgi, artı doğru tercih, eşittir doğru demokrasi. Halk doğru bilgilenirse doğru tercih yapar. O da doğru demokrasiyi oluşturur. Kamuya açık alanda da insanın kişiliğine dikkat etmek gerekir. Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. Batı basınında özenle uygulanan, bizde pek uygulanmayan bir olay vardır. Mesela, yemekli bir toplantıda basın mensubu arkadaşlar gelirler, adam tam ağzını açmış yemek yerken bir enstantane yakalamak isterler. Bunu Batı basını yapmıyor, meslek ilkelerine girmiş neredeyse bu. Yemekte karşısına dikilip de enstantane yakalamaya çalışmak yok orada. 18 yaşından küçüklerin isimleri yayınlanmaz. Baş harfleri yayınlanır. Bizde, başta buna da pek uyulmuyordu, zamanla uyara uyara dikkat edilmeye başlandı. Masumiyet ilkesini aklımızdan çıkarmamalıyız. Yargı kararıyla kesinleşmediği sürece hiç kimseyi suçlayamayız, suçlamamamız gerekir. Sanıklara, zanlılara suçlu dememeliyiz. Söylentiye dayanan her şeyi haber olarak yayınlamamalıyız. Çıkar karşılığı yayın yapmamamız gerekiyor. Hediyeden maddi değer olarak kaçınmak gerekir. Ayrıca haber kaynağıyla mesafemizde dikkatli olmamız gerekir. Elbette haber kaynağıyla yakın olmalıyız ama onu laubali hale getirmememiz gerekir. Şiddet konusuna da kısaca değineyim: Toplumda normal kabul edilmeye başlandı, düğünlerde silahla kutlama yapılıyor. Bunu da ne yazık ki topluma önder olması gereken kişiler yapıyor. Spordaki başarıları silahla kutluyoruz, tartışmalarda bireysel silahlar konuşuyor... Bu tabii, eğitim sorunumuzdan geliyor. Birikimi tartıştığı bir konuda karşısındakini ikna edebilecek düzeyde olan bir kişi silaha yönelmez. Silah en büyük tehlikedir. Medyanın da bu konuda sorumluluğu var; şiddet haberlerine yaklaşımı eleştiri konusu. Mesela köprüden intiharlar konusu; televizyonlar yayınlıyordu. Neyse ki bazılarının öncülüğüyle bu yayınlara ara verilince intiharlar da kesildi. Burada medya sermayesinin de sorumluluğu var. Medya sermayesi reytinge kendini teslim ediyor. Ben hatırlıyorum, bu şiddet ve paparazzi olaylarının çok eleştirildiği bir dönemde, bir kanalımız ilkeli yayın yapacağını; şiddet haberlerini, paparazzi haberlerini yayınlamayacağını açıkladı. Ama şiddet ve paparazzi haberlerini yayınlayanlar daha çok izlenmeye, daha çok reklam almaya başladılar. Burada reklam verenlere de sorumluluk düşüyor. Reytinge teslim olmak en büyük sorun. “Gazetecilik nasıl yapılır” diye bakarsak, yüreğimizden hiç sevgiyi eksik etmememiz gerekir. İçimizde şefkatle olaylara yaklaşırsak, büyük ölçüde toplum sorunlarına duyarlı gazetecilik yaparız. Onun da insana ne kadar gönül rahatlığı verdiğini fark eder ve mutlu oluruz. Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. Medya Okuryazarlığı: Gazetecinin Medya Okuryazarlığı Nasıl Olur? Doç. Dr. Abdülrezak ALTUN Kitle iletişim araçlarının toplum üzerindeki etkilerine dair tartışmalar, neredeyse 100 yılı aşkın bir zamandan beri oldukça da hararetli bir biçimde sürüyor. Çok derin tartışmalara girmeden, günümüzde kitle iletişim araçlarının toplum üzerinde sanıldığından daha önemli etkilere yol açtığı da genel olarak kabul edilmiş durumda bulunuyor. Özellikle yayınların gelişmesiyle birlikte, TV’nin toplum üzerinde yarattığı olumsuzlukların da önemli bir tartışma alanı haline geldiğini biliyoruz. Televizyon yayınlarının toplumsal tartışma gündeminde işgal ettiği alanın büyüklüğüne paralel olarak, medya etiği ile ilgili tartışmalar da, Türkiye’de özellikle son 20 yıldır oldukça alevlenmiş durumda bulunuyor. Kitle iletişim araçlarının toplum üzerinde yarattığı olumsuz etkilerin giderilmesine yönelik bu tartışmalar, daha çok, medya kuruluş ve çalışanlarının sorumluğu üzerine odaklanıyor. Medya etiği ile ilgili tartışmalarda, sıklıkla, kitle iletişim araçlarının bir kamu görevi yerine getirdiği vurgulanarak, medya kuruluşları ile çalışanlarının bu görevin bilinç ve sorumluluğu ile hareket etmesi isteniyor. Tartışmalar sonucu gelinen yer ise herkesçe malum: Toplumsal açıdan dile getirilen taleplerin haklı olduğu düşünülse de, daha çok “medya endüstrisinin kuralları, reyting, rekabet, ifade özgürlüğü” vb. kavramlarla geri çevriliyor. Bu alanda çalışanlar, medya çalışanları ve kuruluşlarından taleplerini bir yana bırakmadan, toplumu medyanın olumsuzluklarından korumak için bu kez yeni bir yöntem deniyorlar. Yöntemin özünde, “Madem medya kuruluşları ve çalışanlarına, daha genel bir tanımla medya sektörüne çok hızlı ve etkin bir biçimde müdahale edemiyoruz o zaman toplumu, medyanın olumsuzlukları hakkında bilgilendirecek bir yöntem geliştirelim” fikri yatıyor. Aslında bu bakış açısı, başka faaliyet alanları açısından bakıldığında, çok yeni bir fikir değil. Daha çok kapitalizmin pompaladığı tüketim çılgınlığı ile baş edebilmek için toplumda tüketim bilinci ve bilinçli tüketici oluşturmayı amaçlayan hareketlere benzeyen bu yeni girişimin adı medya okuryazarlığı. Medya okuryazarlığı Kısaca “söz, fotoğraf, görüntü vb.lerinden oluşan ve kitle iletişim araçları aracılığıyla topluma ulaştırılan tüm mesajlarda sunulan anlamların ve yer verilen temsillerin arka planına bakabilme becerisi” olarak tanımlanan medya okuryazarlığı ilk olarak 1960’lı yıllarda gündeme gelen bir kavram. 1982 yılında UNESCO’nun öncülüğünde yayınlanan ve medya mesajları karşısında bireylerin eleştirel bir tutum geliştirmesinde aileler, öğretmenler, medya çalışanları ve karar vericilerin sorumlulukları olduğunu vurgulayan bildiri de medya okuryazarlığı tartışmaları açısından tarihsel bir önem taşıyor. Bu tarih başlangıç olarak alınmak üzere, toplumun, medyadan gelen mesajların arka planına bakabilme becerisiyle donatılmasına dönük girişim ve faaliyetlerin bütün dünyada yaygınlaştığını görüyoruz. Türkiye’nin “medya okuryazarlığı” kavramı ile tanışması ise daha yakın bir zamanda oldu. RTÜK’ün MEB ile işbirliği içinde başlattığı proje çerçevesinde 20062007 öğretim yılında 5 pilot ilde başlatılan “medya okuryazarlığı” dersleri, 2007-2008 döneminden sonra 81 ildeki bütün ilköğretim okullarında 7. sınıflarda seçmeli ders statüsü ile okutuluyor. Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. Biz tekrar medya okuryazarlığı kavramının tanımına dönelim: “Söz, fotoğraf, görüntü vb.lerinden oluşan ve kitle iletişim araçları aracılığıyla topluma ulaştırılan tüm mesajlarda sunulan anlamların ve yer verilen temsillerin arka planına bakabilme becerisi”. Bu haliyle tanım, mesajların anlamları ile yer verilen temsillerin arka planına bakabilme ve bunlar arasında olumsuz olabileceği düşünülenler var ise, onlardan korunma sorumluluğunu okuyucu/izleyiciye vermiş görünüyor. Ancak karşı cepheden baktığımızda, medya mesajlarını oluşturanların da, seçtikleri ve yan yana getirdikleri sözcüklerle oluşturdukları anlamların, başka anlamları da olabileceğini, bir fotoğrafla çerçeveledikleri gerçekliğin gösterdiğinden başka imgeler sunabileceğini bilmesi gerekiyor. Medya çalışanları çoğunlukla, yapılandırdıkları mesajların, üstüne yükledikleri anlamdan farklı da algılanabileceğini bilir ve bunu çoğunlukla da bilinçli yaparlar. Seçtikleri bir portredeki gülüşün, fotoğraftaki kişinin çapkınlıkla özdeşleşmiş kişiliğini yansıttığını düşünürler. Onlar bir başbakan portresine yer verirken, örtük mesajlarını, toplumun onu okuyabilecek bireylerine ulaştırmış olurlar. Ancak, medya çalışanı ve bu arada tabii ki gazeteci için temel sorumluluk, mesajlardaki örtük anlamların varlığını sezip, onların toplumsal açıdan yaratabileceği olumsuzluklar karşısında duyarlı davranmasıdır. Çünkü medya çalışanının iyi niyetli olduğunu varsaydığımız tercihi ile oluşan bir mesaj bile, mesajın ulaştığı geniş kitlenin içindeki bazı bireylerce farklı okunabilmektedir. Örneğin, şiddet mağduru bir kadının iyi seçilmemiş ya da doğru kullanılmamış bir fotoğrafı, özellikle erkek okuyucularda cinsel çağrışımlara neden olabilmekte, kurban, erkek egemen değer yargılarıyla olumsuzlanabilmektedir. Ya da haberde kullanılan fotoğraf ve birkaç sözel tanımın yol açtığı anlam kayması, okuyucunun ya da izleyicinin, uğranılan şiddeti haklı algılamasına yol açabilmektedir. Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. Çeşitli medya mesajlarında çok yüceltilmiş vatan sevgisi ve onu koruma dürtüsü ile haklılaştırılmış şiddet sokağa taşabilmektedir. Ünlü İngiliz gazetesi The Times’ın 2002 yılında “Önemli olan” sloganıyla başlattığı bir reklam kampanyasında “kabul edilmiş doğruların arkasına bakma gereği” vurgulanmaktadır. “Gazetecinin medya okuryazarlığı nasıl olur?” sorusuna verilebilecek en iyi yanıt, belki de, The Times’ın eleştirel gazetecilik anlayışını yansıtan “kabul edilmiş doğruların arkasına bakma gereği” cümlesinde gizli. Sadece toplumu sorgulamak adına değil, kendi mesleğini sorgulamak adına da gazeteciler ve bütün medya çalışanları, işlerini yapma adına kabul ettikleri bütün doğruların arkasına biraz daha dikkatli bakmalıdır. Toplumu iyi tanımak ve seçilen her kare görüntü ile söylenen ve yazılan her sözün, atfedilen anlam dışında nasıl algılanabileceğine dair sorumluluk duygusu ile hareket etmektir. Bence gazetecinin medya okuryazarlığı bu demektir. Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. Nefret Suçları Av. Fikret İLKİZ “Pis herifler unutmayın ki sadece et ve kandan oluşan yaratıklarsınız. Hepinizi geberteceğiz.” Çok özür dilerim, bu sözler bana ait değil. Bir radyo sunucusunun sözleri. 26 Temmuz 2003 tarihli bir gazetecinin köşe yazısı: “Şimdi şahsiyetlerini şekillendiren aşağılık duygusunu tatmin etmek için Türk milliyetçiliğine alçakça saldıran o Ermeni çocuğundan, muhtelif Balkan döküntüsü ve Kafkas süprüntüsünden sonra bir de Yunanlı buldular.” Bir diğer örnek Mayıs 2009 tarihinde bir televizyon programına katılan bir gazetecinin sözleri. Irak ve Afganistan tartışılıyor ve kendisinin görüşü şu: Sivillere yönelik katliamların eşcinsel askerler tarafından yapıldığını söylüyor. Bu örnekleri niye verdim? Bazı şeyler konusunda farkına varmamız gereken bazı olgular olduğunu düşünüyorum. Bir başka deyişle, özellikle medya konusunda yapılanları, olup bitenleri, arkasındakileri anlamaya çalışıyorum. Biz, aslında Vakıf olarak da, olup bitenleri anlamaya çalışıyoruz. Bu olup bitenleri anlamaya çalışırken, sonraki hedefimiz, bildiklerimizi sizinle paylaştığımız zaman acaba ileriye dönük nasıl bir ülke yaratabiliriz? Benim size anlatmak için vereceğim örnekler, olaylar ve kişiler yaklaşık 61 yıl öncesine dayanıyor. 61 yıl önce ne olduğunu sormak, o zaman yaşadıklarımızın bugüne etkisini sorgulamak istiyorum. Acaba 49 yıl önce ölen 69 kişi kimdir, sorusunu sormak istiyorum. Ya da 16 Aralık 1966 tarihinin bizim yaşamımızdaki önemi nedir? 10 Aralık 1948 tarihini hatırlatarak sözlerimi bitireceğim. Bütün bunlar geçmiş tarihler ama bazı tarihler var ki, özellikle bizim ülkemiz için çok önem teşkil ediyor. 5 yıl öncesine dayanan ama 5 yıl öncesinden bugün olacakları bize rapor olarak sunan ve benim hükümetimin altında kabulü olan bazı raporlar var. Farkındaysanız, Türkiye’de yaptığımız haberlerle ya da olaylara bakış açımızla, ırkçılık ve ırk ayrımcılığıyla mücadele yerine biraz bunları kendi içimizde içselleştirmiş, bir bakıma da benimsemişiz gibi geliyor bana. Umarım yanılırım. 5 yıl önce ırkçılık ve hoşgörüsüzlüğe karşı Avrupa Komisyonu tarafından hazırlanan üçüncü Türkiye raporunun tarihi 26 Haziran 2004’tür. Bu tarihte hazırlanan rapor 2005 yılında Türk hükümetinin oluru ile kamuoyuna açıklandı. Bu rapor neden önemli? Ya da bizim, ülkemizde ırkçılığa karşı sessizliği sürdürmemizin temel gerekçelerini nasıl anlamamız gerekir? Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. 21 Mart 1960'ta Güney Afrika'da ayrımcı yasalara karşı gösteri yapanlara polis ateş açtı ve 69 kişi öldürüldü. Bu olaydan sonra 1966'da, BM özellikle 21 Mart 1960’ı ‘ırk ayrımının her türünün engellenmesi için ırkçılığa karşı bir gün’ olarak kabul etti. Ondan sonra da, 49 yıl önce, ırkçılığın önlenmesiyle ilgili olarak bir sözleşme ortaya çıktı. Irkçılığa ve hoşgörüsüzlüğe karşı AB komisyonu raporlarında da bir tanım var. Irk ayrımcılığı Biz ırkçılık deyince ne anlamalıyız? Irkçılık aslında “ırk, renk, din, dil, milliyet veya etnik köken gibi herhangi bir temelin, bir kişi ya da gruba yönelik hor görmeyi meşrulaştırdığı veya bir kişiye ya da gruba üstünlük sağladığı inancı” anlamına gelir. Bu ikiye ayrılır. Birisi doğrudan ırk ayrımcılığı yapmaktır. Bir diğeri ise dolaylı yoldan ırk ayrımcılığı yapmaktır. Doğrudan ırk ayrımcılığını nasıl yaparsınız? Irk, renk, din, dil, milli ya da etnik köken gibi temelde nesnel ve mantıklı bir biçimde haklılaştırmayan her türlü farklı muamele anlamına gelmektedir. Nefret söyleminin de kaynağını teşkil eden bu anlamdaki ayrımcılık temeli, özellikle doğrudan ırk ayrımcılığı için önemlidir. Dolaylı yoldan ırk ayrımcılığı ise, çok farkına varmazsınız ya da biz çok farkına varmak istemediğimiz bir şekilde yine nesnel ve mantıklı bir haklılığı olmamasına rağmen ırk, renk, din, milliyet ayrımı yapmaktayız. En önemli kanıtlarından birisi şu: Türkiye’de yıllardır Hitler’in kitabı en çok satan on kitap arasında yer alıyor. Peki bizim bu anlamda Türkiye olarak yaklaşımımız nedir? 1965 yılında BM tarafından oluşturulan her türlü ırk ayrımcılığının ortadan kaldırılmasına ilişkin uluslararası sözleşmeye, Türkiye, 1972 yılında imza atmıştır. 1972 yılında imzalamış olduğumuz bu sözleşme, bizde 2002 yılında yürürlüğe girmiştir. 192 BM üyesi devletten 173'ü bu sözleşmeyi imzalamıştır. Türkiye, sözleşmenin 22. maddesine “Lahey'de herhangi bir yargılama olursa biz bu yargılamaya taraf değiliz” diye bir çekince koymuştur. Şu anda ECRI (Irkçılık ve Hoşgörüsüzlüğe Karşı Avrupa Komisyonu Heyeti) raporlarında bu çekincenin kaldırılması için sürekli not vardır. AB Komisyonu, ırkçılığa ve hoşgörüsüzlüğe karşı 8-9 Ekim 1993'de Viyana'da düzenlenen ilk zirvede bu ECRI denilen komisyonun kurulmasını sağlamıştır. AB Komisyonu içinde faaliyet gösteren ECRI, ırkçılığa ve hoşgörüsüzlüğe karşı Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. mücadele eden 46 üyeli bir komitedir. Bu komitenin önemi şudur: Her ülkenin kendi toprakları üzerinde devlete ya da hükümete bağlı olmayan bağımsız bir komite kurulmasını, bu komitenin de aynı işlevle, ülkede ırkçılığa ve ayrımcılığa karşı çıkmasını önermektedir. Ama Türkiye'de 2002 yılından beri böyle bir bağımsız komite henüz kurulmuş değildir. ECRI'nin çalışma yöntemi şudur: Her ülkedeki olayları ayrı ayrı inceleyerek, yaşamın tüm alanını etkileyen her konuda hükümetlere raporunu sunar. Hükümet, ECRI tarafından sunulan bu gizli raporu inceler, inceleme sonucunda kendi görüşlerinin yansıtılması için bildirir. Bu bildirimin ardından ECRI sorar: “Hükümetiniz veya devletiniz hakkındaki bu raporu açıklayalım mı?” Hükümetin oluru ile, raporun kamuoyuna açıklanması kabul edilirse rapor açıklanır. ECRI’nin 26 Haziran 2004 tarihli Türkiye hakkındaki üçüncü raporu, 2005 yılında hükümetin onayı ile kamuoyuna açıklandı. Bu rapordan bu kadar çok söz etmemin nedeni medya ile doğrudan ilgili olduğu içindir. Bir ikincisi de, “nefret suçları” başlıklı ve bu anlamda Türk Ceza Kanunu'nda yer alan suçların ve uygulama yöntemi olarak, Türk hükümeti olarak nasıl algılanması gerektiği konusunda dikkat çekici notlar bulunmasıdır. Yine, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 14. maddesinde ayrımcılık yasaktır. Herkes tarafından bilinen iki yasak vardır Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde: Birisi işkence yasağıdır, diğeriyse ayrımcılık yasağıdır. Sözleşme, iki yasak konusunda kesin tavrını 4 Kasım 1950'de koymuştur. Bunlardan biri özellikle ayrımcılık olduğu için İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 12 numaralı protokolü ile de kesin olarak yasaklanmıştır. 25 Haziran 2004 tarihli ECRI raporunda medya nasıl yer almaktadır? Rapor şunu söylüyor: “Medyadan ve kamuoyundan kaynaklanan ve azınlıkta kalan grupların mensuplarını hedef alan hoşgörüsüz söz ve eylemler tümüyle cezasız kalmaktadır”. Irkçılık ve hoşgörüsüzlüğe karşı mücadelede uzmanlaşmış ulusal bir kuruluş henüz mevcut değildir. Raporun tespitine göre, kamuoyundan kaynaklandığı gibi medyadan kaynaklanan hoşgörüsüz sözler ve bir anlamda ayrımcılık, ırkçılık yaratan sözler ve haberler medyada yer almaktadır. Rapora göre, bir diğer deyişle de, bunlar cezasız kalmaktadır. Gerçekten böyle midir ya da bu raporun içeriğine baktığımız zaman biz acaba Türkiye'deki nefret suçları konusunda nasıl bir yöntem izlemeliyiz? Dünya üzerinde nefret suçlarının yer almasıyla ilgili olan yöntem Amerika kaynaklıdır. Yani nefret suçlarının yaratıldığı ülke Amerika'dır. Daha sonra Kıta Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. Avrupasında yavaş yavaş nefret suçlarının yerleşmesiyle ilgili deneyimlerden hareketle değişiklikler yaşanmıştır. O halde, aslında bu suçları tanımlayabilmek için nefret söyleminin ne olduğunu ya da medyada yer aldığı biçimiyle nefret söyleminden ne anlaşılması gerektiğini belirlemek gerekmektedir. Bulunan bazı tanımlara ya da en azından nefret söylemi üzerine yapılan tartışmalara baktığınız zaman en basiti “önyargı”dır. Bir başka deyişle ırkçılık, yabancı korkusu, yabancı korkusu düşmanlığı, ayrımcılık, cinsiyetçilik, tarafgir olmak nefret söyleminin temelinde yatan asıl olgulardır. Kültürel kimlikler ve grup özellikleri gibi unsurlar nefret söyleminin kullanılmasını etkiler ama yükselen milliyetçilik ve farklı olana tahammülsüzlük gibi koşullar da nefret dilini her zaman için yükseltmiştir. Türkiye'de de bu olay böyle olmuştur. Açık ve cesaretle konuşmak en azından hem kendimizin aynaya bakmasını sağlar, hem de anladığımız olgulardan hareketle en azından bunun nasıl önlenebileceği konusunda yardımcı olur. Farklı uluslar, ırklar, cinsiyet, yaş, etnisite, din, mezhebe ait olan ya da cinsel tercihler, fiziki görünüm, meslek, sosyal statü ya da ideolojisi değişik olan herkes nefret söylemi girdabından kendisini mutlaka kurtarmalıdır. Nefret suçunun tanımı O halde nefret suçu en basit tanımıyla nedir ya da biz nefret suçunu nasıl tanımlamalıyız? Bir kişiye veya gruba ırk, dil, din, cinsiyet ve cinsel yönelim gibi önyargı doğurabilecek nedenlerden dolayı işlenen ve genellikle şiddet içeren suçlardır. Nefret suçları böyle tanımlanır. O zaman nefret suçları içerisinde herhangi bir bireyin şaşırmışlığını cezalandırıp cezalandırmamak ya da gayri meşru olan ölçüsüz davranışlarından doğan nefret suçlarını devlet nasıl ele almalıdır? Başta da söylediğim gibi, Amerika Birleşik Devletleri kaynaklı bir suçtur. İngiltere, Almanya, Fransa ve Avusturya gibi ülkelerde ifade özgürlüğü kavramının ağır basması suretiyle nefret suçlarına yer verilmiştir. Yine ABD kaynaklı olmasına rağmen bu tür eylemlerin Kıta Avrupasında suç olarak kabulü esastır. Hatta bir ara bu suçlarla ilgili İngiltere'de çok sert tedbirler içeren kanunlar kabul edilmiştir. Daha sonra ifade özgürlüğü nedeniyle biraz geri adım atılmıştır. Fakat İngiltere, bu tür suçlarla başı dertte olan bir ülkedir. Biraz önce söylediğim gibi nefret söylemi içinde yer alan yabancı düşmanlığı ya da en azından yabancıya karşı tarafgir olmanın getirdiği sonuçlara baktığınızda da, Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. İngiliz polisi bazı protestolarda çok zor durumda kalmıştır. O protesto eylemlerinde kullanılan sloganlardan birkaç tanesini söyleyeyim, bunlar nefret söyleminin başka bir tezahürüdür: “Gerçek soykırım nedir göreceksiniz”, “Peygamberi aşağılayanı öldür”, “İslamı küçük görenin kafasını kes”, “Avrupa senin 11 Eylül'ün de çok yakındır”. Bunlar İslam ortak paydası içersinde gösterilen tepki olarak İngiltere yargısının ve emniyetinin karşılaştığı söylem biçimidir. Peki hangi suçların nefret söylemi anlamında kabul edilebilir yanı vardır veya kabul edilemez olanları nelerdir? Türkiye'de bu anlamdaki yasal durum nedir? Birkaç madde ve birkaç bilgi: Türkiye'nin şu anda yaşadığı en önemli tartışmalardan birisi Kürt açılımı ya da demokratik açılımdır. Dinsel azınlıklarla ilgili tartışmalar devam etmektedir. Bizim hayatımızı kapsayan ve medyada yer alan, medya okuryazarlığı söyleminden hareketle “bu tartışmanın arkasında ne var” diye söylememiz gerekli olan konulardan biri eşcinseller ve onların haklarıyla ilgilidir. Bu suçları açabilmek için biraz da gazeteciler ve yazarlardan bahsedelim veya Türkiye'deki duruma örnek olması açısından uluslararası yaşanmış bir olguyu ve mahkumiyeti söyleyelim. “Pis herifler unutmayın ki sadece et ve kandan oluşan yaratıklarsınız. Hepinizi geberteceğiz”. Bir radyocunun sözleridir. Bintepe Radyosu’nda söylenen sözlerdir. Şu anda bu gazeteci 12 yıla mahkum olarak Lahey'deki cezaevinde hapis yatmaktadır. Olay Ruanda'da geçmiştir. Tutsilerle Hutular arasındaki bir anlamda soykırım olarak kabul edilen olayda yaşanan ve daha sonra Ruanda'da kurulmuş bir mahkemenin verdiği cezaya dayanır. Mahkemenin gerekçesi şudur: Bir etnik ya da ırksal grup nüfusun tümünü ya da bir bölümünü tamamen ortadan kaldırmak veya bu grubun üyelerine şiddet uygulamak için doğrudan ve açıkça çağrı yapmaktan dolayı mahkum olmuştur. Kuşkusuz Türkiye, Ruanda değildir. Kuşkusuz Sudan ve Darfur olayına da bir başka gözle; belki böyle bakmak gerekmektedir. Eğer kendinizi Darfur'da olan olaydan sorumlu tutmaksızın, Türkiye'deki olaylara bakmaya niyetlenirseniz bu bir yanılgıdır. Ben kendimi bütün olup biten olaylardan sorumlu tutmak zorundayım ve ben kendimi sorumlu tutuyorum. Biz ne yaptık ya da biz en azından bu raporlara baktığımızda olayları nasıl gördük? ECRI raporunda yer alan bir tespit var. Diyor ki, Türkiye ile ilgili olarak; “Yeni bir anayasa yapacaksanız bunu gözden geçirin, bu anayasayı yaparken buna bağlı olarak yapacağınız mevzuat açısından ırkçılığa ve ırkçılıkla Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. mücadeleye karşı özellikle benim 7 numaralı bir tavsiye kararım var onu dikkate alın. Onu dikkate alırsanız ne yaparsınız; kendi ülkenizde vatandaşlarınıza eşit muamele etmelisiniz ya da vatandaşlara en azından eşit muamele görme hakkını güvence altına alırsınız. Vatandaşlarınızı her türlü ayrımcılığa karşı koruyabilirsiniz. Kaldı ki, zaten korumanız gerekir. Zaten korunması gerekli olan ilke 61 yıl öncesine aittir.” O zaman, benim ülkemle ilgili olarak, 29 yıl önce ne olduğunu söyleyeyim: Hürriyet Gazetesi’nin Kelebek ekinde “Kürt kilimi” sözcüğü geçtiği için hakkında toplatma kararı verilmiştir. Peki, biz ‘Kürt kökenli vatandaşlarımız’ demeye ne zaman başladık? Türkiye'de “Kürt” lafının kullanılmasında beş yıl önce yaşadığımız aşama neydi? 1999 yılından bahsediyorum. 1997 yılından bahsederken İçişleri Bakanlığı Halkla İlişkiler Daire Başkanlığı’nın 26 Haziran 1999 tarih ve TRT'ye göndermiş olduğu 96 sayılı terminoloji yazısından bahsediyorum. Orada şunu söylüyor: “Kürt kökenliler demek ve yazmak yasak”. Peki, ne söyleyeceksiniz onun yerine. Bakanlık yazısında şöyle deniyor: “Bölücü çevrelerce Kürt olarak isimlendirilen vatandaşlarımız diyeceksiniz”. Peki “ateşkes”? Yazmayacaksınız. Yerine ne diyeceksiniz; “silahlı terörist eylemleri geçici olarak durdurma yazabilirsiniz”. “Güneydoğu halkı”, “Güneydoğu Anadolu halkı” yerine “Türkiye'nin doğusundaki vatandaşlarımız demeniz gerekir”. Bu 37 maddeyle TRT'ye gönderilen bir yazıdır. 1999 yılından 2005 yılına geldiğinizde, bu açıklamayı okuduğunuzda, ECRI'nin tavsiye kararı doğrudur. Şimdi ECRI'nin bu tavsiye kararı ve bizim yaşadıklarımızdan yola çıkarak Türkiye'deki mevcut yasal durumun bu noktaya nasıl geldiğine bakmak gerekir. 312. madde eski TCK; herkes tarafından bilenen bir maddedir. 2004-2005 yılındaki raporunda diyor ki; “siz TCK'nın 312. maddesindeki düzenlemeyi yanlış uyguladınız”. Yanlış uyguladınız derken, “yeni TCK'nın 216. maddesindeki uygulamada olduğu gibi “aslında devletin bireylere karşı değil devletin koruması altındaki nefret söylemi bakımından kim bu suçu işlerse ona karşı uygulanması gerekirdi” diyor. Peki, bu ne demektir? Nefret suçlarını biz kendi ceza yasalarımızda nasıl yazacağız? 1 Haziran 2005'de yürürlüğe giren TCK'nın önemli maddelerinden birisi 122. maddedir. Bu maddenin TCK'da yer alması çok doğrudur. Bu maddenin başlığı doğrudan “ayrımcılık”tır. Kaynağı ECRI raporunun işaret etmiş olduğu hem BM Sözleşmesi hem de Avrupa Komisyonu'nun raporlarıdır. 122. madde aynen şöyle söylemektedir: “Kişiler arasında dil, ırk, renk, cinsiyet, özgürlük, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. yaparak bir taşınır veya taşınmaz malın satılmasını, devrini veya bir hizmetin icrasını veya hizmetten yararlandırılmasını engelleyen veya kişinin işe alınmasını veya alınmamasını yukarıdaki sayılan hallerden birine bağlayan, birisini bu anlamdaki kökeni nedeniyle işe almadığınız takdirde 122'ye aykırı davranmış olursunuz. Besin maddelerini vermeyen veya kamuya arz edilmiş bir hizmeti yapmayı reddeden, kişinin olağan bir ekonomik etkinlikte bulunmasını engelleyen kişi hakkında 6 aydan 1 yıla kadar hapis veya para cezası verilir.” Buradaki mantık ya da cezalandırmanın temel nedeni ayrımcılığın bu anlamda yasak olduğunu söylemek içindir. Hayatın her alanında karşılaşılabilen olgular bunlar. Eğer herhangi bir kişiye besin vermezseniz suçtur. Cezaevlerindeki insanlar için de geçerlidir ya da benim felsefi inancım nedeniyle benim herhangi bir taşınırımı, evimi satmaya beni zorlarsanız, suçtur. Basit anlatımı da budur. Ama bu basit anlatımdan çıkan başka sonuçlar vardır. Biraz önce 312. maddeden bahsettim. Devlet, bireylere uygulamıştır dedim. Sayısız örneğini verebilirim. Devlet, 312. maddeyi doğrudan gazetecilere uygulamıştır. Doğrudan aydınlara uygulamıştır. Başka bir söyleyişle, İçişleri Bakanlığı’nın 26 Haziran 1999 tarihli terminolojisinin aksine yazı yazan yazarlara “Güneydoğu’daki halk” yerine doğrudan “Kürt” dediği için 312. maddeyi uygulamıştır. Bu maddenin yapılmış olan ilk halinden vazgeçilmiştir. Şu anda TCK'nın 216. maddesinin başlığı “halkı kin ve düşmanlığa tahrik ve aşağılamadır”. Nefret suçunun TCK'da yer almış olan halidir. Çünkü burada açıkça şunu söyler: “Halkın sosyal sınıf, din, ırk, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik eden kimse, bu nedenle kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması halinde 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır.” Bu sadece 216. maddenin birinci fıkrasıdır. Eski TCK.'nın 312. maddesidir. Artık bu maddenin eskiden olduğu gibi doğrudan gazetecilere, yazarlara uygulanmasından vazgeçilerek, belki doğru bir biçimde uygulanabilmesi için bu kez bu fiilleri işleyenler ve bunları yaratanlar aleyhinde kullanılmasında fayda vardır. Ama kural şudur: Türk Ceza Yasası, cezalandıran bir kanun olarak algılanmamalıdır. Aksine bu anlamda, birinci maddesinde yazılı olan kişi temel hak ve özgürlüklerini korumak amacını güdüyorsa, somut zarar doğmadan 216. maddeyi uygulamak maddenin yapısına aykırıdır. Açık ve yakın bir tehlike yoksa, bu şekilde yapılacak olan bir uygulama, ifade özgürlüğü hakkına aykırı olacaktır. 216 en fazla dikkat edilmesi gereken maddelerden birisidir. 216'nın yer aldığı madde TCK'da kamu barışına karşı Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. suçlar bölümünde yer alır. Bu bölüm 213'le başlar 218'le sona erer. Bunun içinde “suçu ve suçluyu övmek” suç olarak tanımlanmıştır. Halkı kin ve düşmanlığa tahrik suç sayılmıştır. 218. madde kamu barışına karşı işlenen suçlar bakımından ortak bir maddedir. 1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren TCK'da, özellikle bu ortak hükümde düzenlenen metinde şöyle söylenmektedir: “Bu suçlar eğer basın yayın yoluyla işlenirse yarı oranında artırılır”. TCK'nın çalışmaları sırasında basına sadece bu artırımın getirilmesinin doğru olmadığını, 216. maddenin uygulanması konusunda bir karışıklık doğmaması için en azından bir ortak hükümde, ortak bir açıklayıcı madde getirilsin diye TGC elinden gelen çabayı göstermiş ve bu ortak hükme bir cümle sokulmasını başarabilmiştir. Kabul edilen düzenleme şudur: “Özellikle bu suçlar bakımından haber vermek amacıyla yazılmışsa, haber verme sınırları aşılmamışsa bu maddeler uygulanmaz. Eleştiri amacıyla, düşünceyi açıklamak amacıyla gerçekleştirilirse yine bu maddeler uygulanmaz”. 218. maddenin ortak hükmü gazetecileri koruyan bir düzenlemeye de sahiptir. Gazeteci şiddeti haklı gösteremez Radyo ve televizyon yayınlarıyla ilgili yayın ilkelerine baktığınız zaman da karşınıza benim anlattıklarım çıkar. Bu ilkelere aykırı yayın yapan radyo ve televizyonlar, bu ilkeleri ihlal etmektedirler. Bu şekildeki düzenleme doğrudur. Çünkü “toplumda şiddete, teröre, etnik ayrımcılığa sevk eden veya halkı ırk, din, dil, mezhep, bölge farkı gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik eden veya toplumda nefret duyguları oluşturan yayınlara imkân verilmemesi” şeklindeki düzenleme teknik olarak hatalı olmasına ve eski 312'den alınmış olmasına rağmen doğru bir düzenlemedir. Yine radyo ve televizyon yayınlarıyla ilgili olmak üzere; insanların, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri nedenlerle hiçbir şekilde kınanmaması ve aşağılanmaması yayın ilkesidir. Aynı şekilde kadınlara, güçsüzlere, çocuklara ve özürlülere karşı şiddetin ve ayrımcılığın teşvik edilmemesi esastır. Yayınların şiddet kullanımını özendirici veya nefret duygularını kışkırtıcı nitelikte olmaması gerekir. Ve son söz: İsterseniz sözleşmeleri bir kenara bırakın... İsterseniz kanunlara hiç bakmayın ya da “haberlerin arkasında ne var”la hiç ilgilenmeyin... Ama en azından Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi'nde yer alan gazetecilerin sorumlulukları bölümünü bence aklınızdan çıkartmayın. Orada da şunu söylüyor: “Gazeteci başta barış, demokrasi ve insan hakları olmak üzere Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. insanlığın evrensel değerlerini, çok sesliliği, farklılıklara saygıyı savunur. Millet, ırk, etnisite, cinsiyet, dil, din, sınıf ve felsefi inanç ayrımcılığı yapmadan tüm ulusların, tüm halkların ve tüm bireylerin haklarını ve saygınlığını tanır. İnsanlar, topluluklar ve uluslar arasında nefreti, düşmanlığı körükleyici yayından kaçınır. Bir ulusun, bir topluluğun ve bireylerin kültürel değerlerini veya inançlarını veya inançsızlığını doğrudan saldırı konusu yapamaz. Gazeteci her türden şiddeti haklı gösterici, özendirici ve kışkırtan yayın yapamaz.” Bu maddede belirlenmiş olan etik kurallar, 10 Aralık 1948 tarihli Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi’nin, yani 61 yıl önce insanlığın bulduğu bildirgenin birinci maddesinde yer alan ilkelerin gazetecilere uygulanmış olan etik kodları, sorumlulukları ve haklarıdır. Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. Suç Korkusunun Yansıması Bakımından Şiddet Haberleri Timur DEMİRBAŞ Suçun toplumda yaratmış olduğu güvensizlik duygusu, suçun doğrudan verdiği zarardan çok daha geniş boyutlardadır. Bunun özellikle medya yoluyla basında yer alması, gelişen haberleşme ağıyla birlikte güvensizlik duygusunun katlanarak genişlemesine neden olmaktadır. Bu güvensizlik duygusu ise özellikle son yıllarda medyanın gelişmesi ve artan suçla daha da artmaktadır. Suçun toplumda yarattığı bu güvensizlik duygusuna “suç korkusu” adı veriyoruz. Her insanın başına gelebilecek suç haberleri basında yer alıyor. Yakın zamanda yaşadık; otobüsle evine gitmekte olan bir genç kız... Babası durakta bekliyor, malum eylemler dolayısıyla genç kız yanıyor. Cizre Öğretmen Evi basılıyor, yakılmak isteniyor, insanın tüyleri diken diken oluyor. Çocuklar ve öğretmenler kalıyor. Öğretmeni ve o bölgenin çocuklarını yakmaya cesaret eden insanlar... Suç korkusunun ne boyuta vardığını göstermesi bakımından çarpıcı. Suç korkusu sadece bizde görülen bir durum değil. Tüm dünyada çok ciddi boyutlarda olduğunu görüyoruz. 1995 yılında Almanya'da yapılan bir ankette bu korkunun % 59 oranında olduğu ortaya çıkıyor. Rusya'da yapılan bir ankette, yine aynı şekilde % 56 oranında saldırının mağduru olma endişesinin insanlarda görüldüğü tespit edilmiş. Tabii suç korkusunu dar ve geniş anlamda ele alarak açıklamak mümkün. Dar anlamda kişinin kendisine karşı suç işleneceği korkusunu yaşaması anlamını taşıyor. Geniş anlamda ise elbette kişisel suç endişesi yanında, sosyal problem anlamında suç korkusunun yaşanmasıdır. Cizre örneğindeki gibi bu ülkenin bir sorunu olduğu için geniş anlamda suç korkusu kapsamına giriyor. Suç korkusu üzerine Almanya'da yapılan araştırmalarda, özellikle eski Batı Almanya olarak adlandırılan bölgedeki eyaletlerde fazla yüksek olmadığı ama Doğu Almanya'da daha yüksek olduğu görülüyor. 2000'li yıllarda yapılan bir araştırmada Batı Almanya’yı güvenli olarak değerlendirenlerin oranı % 76 civarında. Buna karşılık, Doğu Almanya’da ise % 60 küsur civarında. Tabii değişik kentlerden karşılaştırmalı olarak ele aldığımızda farklı sonuçlar ortaya çıkıyor. Hepimizin bildiği gibi, Amerika, suç oranının yüksek olduğu ve Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. suç korkusunun yaygın olduğu ülkelerden bir tanesi. Teksas'ta suç korkusunun geceleri % 58,3 olduğu görülüyor. Macaristan'da % 43,3, Almanya'nın BadenWürttemberg eyaletinde % 44,4, İsviçre Zürih'te % 45,9, İsviçre Uri'de % 35,8. Suç korkusu ve silahlanma 2004 yılında Bahçeşehir Hukuk Fakültesi öğrencileriyle yaptığımız bir araştırmada İstanbul’un değişik bölgelerindeki insanlara “suç korkunuz var ise bu günün hangi dilimlerinde ve nerede daha yoğun?” diye bir soru sorduk. Geceleri bu korkunun % 65,14 olduğu tespit edildi. Gündüzleri % 24,66 olduğu ortaya çıktı. Yine Almanya'da 1994 yılında yapılan bir araştırmada “yakında bir suçun mağduru olacağınız endişesini taşıyor musunuz?” sorusuna; Batı Almanya’da, “çok endişeliyim” diyenler % 13,4, Doğu Almanya'da % 34,3 civarında. Benim yine öğrenciler vasıtasıyla 2002'de İzmir'de, 2003 ve 2004 yılında İstanbul'da yaptığım araştırmalara bakacak olursak (tabii bu araştırmaları yapma sebebim bireysel silahsızlanma bakımından yürüttüğümüz çalışmalarla ilgiliydi. Çünkü suç korkusu yaygın olursa, insanların daha kolay silahlanabileceğini bu araştırmalar ortaya koymuştur); 2002 yılında İzmir'de suç mağduru olma korkusu % 52 iken, İstanbul’da 2004'de % 57,9 seviyesinde. Tabii o yıllarda, bildiğiniz gibi büyük kentlerde ciddi olarak kapkaç olayları yaşanıyor, bunların basında yer almasıyla halktaki suç korkusu daha da artıyordu ve hatta gazetelerin kendisi de araştırma yapıyordu. Bunlardan bir tanesi 2004 yılında Vatan Gazetesi’nin internet sitesinde 3 bin 927 kişinin katılımıyla yaptığı araştırma. Bu araştırmaya göre, İstanbul'un güvenli olmadığını düşünenlerin oranı % 70 düzeyine varmıştı. Hatta 2006 yılında, Beyoğlu Güzelleştirme ve Koruma Derneği'nin kendi üyeleri ve Beyoğlu'na gelenlerle yaptığı araştırma, ziyaretçilerin % 79'unun, çalışanların ise % 68'inin Beyoğlu'nu güvenli bulmadığını ortaya koymuştur. Sonradan yapılan araştırmalar ve yasal düzenlemelerle şu an bir anket yapılsa, bu oranların daha düşük olacağı söylenebilir. Bu konuda, İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü’nde, Aralık 2006’da Sosyolog Mine Özaşçılar tarafından savunulan “Suç Korkusu” konusundaki yüksek lisans tezine esas olan araştırma özellikle belirtilmelidir. Bu çalışma, 2005 Aralık ayında, 18-25 yaş grubundaki 374 kadın ve 180 erkek olmak üzere toplam 554 kişiye uygulanmıştır. Evde olmadıkları sırada birinin evlerine girmesinden çok korktuklarını söyleyenler çalışma grubunun % 27,2’sini (152 kişi) Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. oluşturmuştur. Çalışma grubunun % 63,5’i (354 kişi) yüksek düzeyde korku bildirmiştir. Evde olduğu sırada birinin evlerine girmesinden grubun % 48’i (268 kişi) çok korktuğunu belirtmektedir. Aynı soruya grubun % 8,8’i (49 kişi) hiç korkmadığını söylemiştir. Grubun % 73,4’ü (410 kişi) yüksek düzeyde korku bildirmiştir. Çalışma grubunun % 55,7’si (311 kişi) tecavüz veya cinsel saldırıya uğramaktan çok korktuğunu bildirmiştir. Grubun % 15’i (84 kişi) tecavüze veya cinsel saldırıya uğramaktan hiç korkmadığını belirtmiştir. Öldürülmekten çok korktuğunu söyleyenler grubun % 47,1’ini (263 kişi) oluşturmaktadır. Grubun % 13,3’ü öldürülmekten hiç korkmadığını bildirmiştir. Grubun % 65,7’si (367 kişi) yüksek düzeyde öldürülme korkusu belirtmiştir. Bir kişinin silahla saldırmasından çok korktuğunu söyleyenler grubun % 40,5’ini oluşturmaktadır. Grubun % 68,5’i (382 kişi) yüksek düzeyde korku bildirmiştir. Sokakta soyulmak veya gasp edilmekten çok korkanlar grubun % 32,6’sını (182 kişi) oluşturmaktadır. Grubun % 72,5’i (405 kişi) yüksek düzeyde korku bildirmiştir. Gece vakti evdeyken kendini suça karşı biraz güvenli hissedenler çalışma grubunun % 40,1’ini (224 kişi) oluşturmaktadır. Grubun % 28,9’u (16 kişi) çok güvenli, % 22,6’sı (126 kişi) biraz güvensiz, % 5,6’sı (31 kişi) ise çok güvensiz hissettiğini bildirmiştir. Çalışmada kadınların suç korkusu değeri 68,12 ve erkeklerin suç korku değeri 52,85’tir. Kadınların suç korkusu erkeklerden daha fazladır. Kadınların şahsa yönelik suçların mağduru olma korkusu erkeklerden daha fazladır. Erkek ve kadınların mala yönelik suç korkusu değerleri birbirine çok yakındır. Kadınların cinsel taciz veya tecavüze uğrama korkularının yüksekliği şahsa yönelik suç mağduru olma korkularını negatif biçimde etkilemektedir. Bireysel silahlanmanın suç korkusuyla doğrudan bağı vardır. Çünkü eğer kolluk, devlet yurttaşların güvenliğini sağlayamazsa, yurttaşlar kendilerini korumak için silahlanma yoluna gidiyorlar. Ruhsatlı ya da ruhsatsız... Suç korkusunun ortadan kaldırılması gerekiyor. Burada güvenlik güçlerine büyük sorumluluk düşüyor, ayrıca adalet sisteminin de etkin bir şekilde çalışması önemli. Polisin önleyici ve adli kolluk görevi vardır ki, asıl önleyici olan suç işlenmeden önüne geçilmesidir. Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. İKİNCİ BÖLÜM Tacettin Yüksel 15. Bireysel Silahsızlanma Ödüllü “Bireysel Silahsızlanma : Yaşama Hak Tanıyın” Fotoğraf Yarışması, 2009 Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. İKİNCİ OTURUM Cengiz Halil ÇİÇEK (Oturum Başkanı) Biliyorsunuz, silah kanunu tasarısına ilişkin olarak Umut Vakfı İnceleme Komisyonu'nun sonuç bildirgesi 26 Eylül 2009'da açıklandı. 13 maddeden oluşuyordu bu bildirge. Buradan yola çıkarak basın camiasi olarak bizim üzerinde durmamız gereken iki önemli konu var: Birincisi, armağan silah kavramı. Armağan silah kavramı bireysel silahlanmayı meşrulaştırıyor ve özendiriyor. Diğeri ise basında reklam ve tanıtımlarda silahı ne ölçüde dikkatli bir şekilde kullanıyoruz? Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. Yaşama Hakkı Açısından Bireysel Silahsızlanma: Türkiye’de Durum ve Medyanın Sorumluluğu Dr. Ayhan AKCAN Türkiye'de silahla ilgili durum nedir, medyada silahla ilgili haberler nasıl veriliyor veya nasıl verilmesi gerekir? Gaziantep'ten başlamakta fayda var. Gaziantep'te bireysel silahlarla ilgili ciddi düzeyde bir talep olduğunu öğrendik. Suç verilerinin de ciddi düzeyde olduğu söylendi; hem Emniyet Müdürü hem de medya mensuplarından öğrendiğimiz kadarıyla... Hem bireysel silah talebi hem de silahlarla işlenen suçlar kapsamında neredeyse İstanbul düzeyinde... Gaziantep'in belki metropol olması, hareketli bir yer olması, sanayi kenti olması bu konularda öncelik olarak düşünülebilir. Peki, Türkiye'de silah konusunda ne durumdayız? Özellikle diğer ülkelerle karşılaştırdığımızda Türkiye'nin durumunun tespitini yapacağım ve her bir tespit için de karşılaştırmalı önerilerde bulunacağım. Aynı zamanda da Umut Vakfı olarak TBMM gündeminde olan Silah Kanunu Tasarısı'nda biz neleri önerdik ve bu önerilerimizin gerekçeleri konusunda da bilgi vereceğim. Silahla ilgili üç ana alt başlık var: Birincisi genel sınırlandırmalar, yani yasa düzeyinde sınırlandırmalar. Bizim ülkemizde de sivillerin silah edinmesi yasak değil. Dünyada yasak olan, olmayan, hatta yarı yasak, yarı yasak olmayan ülkeler var ama bizim ülkemizde 21 yaşını dolduran her Türk vatandaşının silah edinme hakkı var. Şu anda Türkiye'de belki sivillerin silah edinmesi konusunda çok ciddi düzeyde bir muhalefet, toplum tarafından bir baskı yok. “Türkiye'de silah karşıtı grup ne kadar? Silahla ilgili olan, silahı seven, silah talep eden vatandaş ne kadar?” diye sorarsanız tahmini olarak şunu söyleyebiliriz: Silah karşıtı grup % 40, diğer grup ise % 60 gibi duruyor. Evet, bu sosyal bir problem. Ama insanlar mantık olarak yaşamında her türlü silahın yasaklanması gerektiğini düşünse bile, eylem veya davranış boyutunda henüz o noktada değiliz. Aslında bunun bilimsel gerçeği şu: Dünyada iki parametre var. Eğer sivil halktaki silah sayısı o ülkenin toplum polisi veya jandarmadaki silah sayısına orantısı birin üstündeyse problem var demektir. Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. Kaldı ki, bizim ülkemizde dörttür bu oran. Yani dört sivile karşılık bir polis veya jandarmada silah vardır. Birin üstünde olduğu zaman o sivil halktaki silahlar problem oluşturur. İşte istatiksel olarak bir yılda 3 bin kişinin ölümü. Bunların yaklaşık 700'ü “maganda, serseri” dediğimiz kurşunlarla veya dikkatsizlik sonucu ölümlerdir. Yılda 10 bine yakın da yaralanma yaşanıyor. Neredeyse iki aktif erkekten birinde silah bulunması, üç evden birinde silah bulunması tarzında da istatiksel verilerimiz var. Bu anlamda aslında sosyal problem... Ama talep oranı diye düşünürsek, ki Türkiye'de talep de var. Özellikle 1989 yılından bu yana talep inanılmaz boyutta. Hem arttı, hem de teşvik edildi bir anlamda. 1989 yılındaki sivil halkta bulunan silah sayısıyla şu anda sivil halktaki silah sayısı neredeyse on kat arttı. Dolayısıyla silahla ilgili suçlarda aynı oranda artış var. Silah talep nedenlerini “daha çok caydırıcı olsun” veya “en azından bulunsun”, “güvenlik amacı” düşüncesi oluşturuyor. Taleplerin % 70'i böyle ama bunun gerçekle örtüşmediğini biliyoruz. Çünkü silah sayısında 10 kat artışa rağmen özellikle mala karşı ve hırsızlık suçlarında da neredeyse 20-25 kat artış var. Yani silah alan şahıs “caydırıcı olsun, en azından hırsızlık veya benim malıma canıma karşı bir problem yaşamayayım” diye düşünüyor ama pratikte bunun örtüşmediğini görüyoruz. Aslında işin özü; silahın insanı korumadığı ortaya çıkıyor. Umut Vakfı olarak önerilerimiz Genel sınırlandırmalar içinde Vakıf olarak bizim özellikle üzerinde durduğumuz silah edinmedeki alt yaş sınırı. Şu anda yasal mevzuatta bu 21 yaş; biz ise bunun en azından 25 yaşa çekilmesi taraftarıyız. Bilimsel veriler de bunu gösteriyor. Türkiye'de neredeyse silahla işlenen suçların yarıya yakını 28 yaş altında işleniyor. Yine Türkiye'de silahla intiharların neredeyse yarısından daha fazlasını 25 yaş altı gençler oluşturuyor. Dolaylı yoldan, eğer siz 28 yaş altı, 25 yaş altı sınırlandırmaları zorlaştırırsanız en azından uzun vadede silahla ilgili suçlarda da % 20-30 oranında geriye dönük bir sonuç elde edebilirsiniz. Bu anlamda da 25 yaş önerimiz var. Silah edinirken, özellikle bunun kontrolü de önemli. Bu anlamda merkezi veri tabanı oluşturulması konusunda da ısrarlıyız. Bütün gelişmiş ülkelerde var, bizim ülkemizde de bu tür çalışmalar var ama henüz tamamlanmış değil. Belki Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. kırsal kesimde yani jandarmanın etkisi altındaki alanlarda bu var. Fakat polis bölgesindeki merkezi veri tabanı henüz oluşturulmamış, tamamlanmamış durumda. Her ikisinin de tamamlanarak, ortak merkezi veri tabanı oluşturulması gerekiyor. Eğer merkezi veri tabanı yapamazsanız silah ruhsatlandırması sonrası denetlemeleri de, sağlıklı istatiksel değerlendirmeleri de yapamazsınız. Tabii burada işin daha çok düğümlenmesi balistik inceleme veya suç sonrası “acaba bu silahlardan ne kadarı bu suçlarda kullanılıyor” tarzındaki düşünce. Oysa yaşama hakkı açısından, her suçta, olaya sadece balistik inceleme boyutunda bakmamak gerekiyor. Suçu önleme boyutunda merkezi veri tabanının önemi ortaya çıkıyor burada. İkinci bir konu ise haklı gerekçe. Türkiye'de biliyoruz ki üç türlü ruhsat tipi var: Taşıma, bulundurma ve meskende. Özellikle taşıma ruhsatlandırmasında gerekçe “can ve mal güvenliğinin tehdit altında olması” gösteriliyor, ki o da % 17 civarında. Burada da biz Vakıf olarak sınırlandırmalar getirilmesini istiyoruz. Eğer kişi can ve mal güvenliği nedeniyle silah bulundurmak istiyorsa, o zaman sadece can ve mal güvenliğinin bulunmadığı yerlerde silah taşıması gerektiğini, başka yerlerde silah taşıma konusunda sınırlamalar getirilmesini talep ediyoruz. Birçok ülkede bu sınırlama var. Kişinin beyanına dayalı bir gerekçe bu. Oysa, eğer böyle bir tehdit altındaysa, buna hâkim veya savcı kanalıyla ispat getirilmesi gerekir. Buna benzer bir uygulama Brezilya'da yapılmış. Orada aynı gerekçenin, yani tehdit altında olduğunun savcı veya hâkim boyutunda ispatı istenmiş ve sonuçta silah edinme talebinin % 17-16 azaldığı görülmüş. Bizde de bu uygulama getirilebilir. En önemli noktalardan birisi de ruhsatlandırmada psikolojik muayene veya sağlık raporu. Şu andaki uygulamada, 6 hekimin yer aldığı bir heyet rapor veriyor. Maalesef yeni tasarıda bu uygulama ortadan kalkıyor ve tek hekime indiriliyor. Biz özellikle komisyon raporunda da ısrarla üzerinde durduk; eğer tek hekim raporuna döndürürseniz dolaylı yoldan çok fazla sağlıklı olmayacağını, silahla ilgili talebin devam edeceğini söyledik. 6 hekimden geri dönüş olmamalı. En azından 6 yıldır Türkiye'de uygulanıyor; heyet raporunda bu anlamda görev alan hekimler de belirli oranda tecrübe edindi. Bundan geri dönülmemesi konusunda ısrarcıyız. Referans sistemleri var bizim ülkemizde olmayan. Ruhsatlandırma sonrası 5 yıllık süre içersinde sorumluluk sadece ilgili şahsa veriliyor bizde. Oysa ki, ruhsatlandırma öncesi özellikle evde silah bulundurulması konusunda eş rızası istenebilir. Bu birçok ülkede var. Özellikle tehdit altında veya can ve mal Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. güvenliği konusunda taşıma ruhsatı talebinde bulunanlardan, en azından avukatının da rızası istenebilir. Hatta aile hekimliği uygulaması içersinde hekim rızası getirilebilir. Eğer başka insanları da sorumluluk altına alırsanız ruhsatlandırma sonrası, özellikle 5 yıllık süre içersinde o kişinin silahla ilgisini kontrol altına almış olursunuz; denetleme konusunda da en azından bir ön adım atarsınız. Ruhsatlandırma öncesi eğitim programı da maalesef bizim ülkemizde yok. Bu tartışmaya açık bir konu. Aslında yapılması lazım ama sadece silahı korumak veya silahı kullanmak tarzında bir eğitim değil. Şu anda bizim bahsettiğimiz gibi silahla ilgili verilerin, yani silahla ilgili gerçek istatiksel değerlerin de verilmesi lazım, ki en azından bu caydırıcı olur. Özellikle bizim ülkemizde olmayan ama birçok ülkede olan ruhsatlandırma sonrası belli bir süre bekletme süresi var, ki bu da önemli. Özellikle Türkiye'de biliyoruz; insanlar haklı veya haksız bir problem yaşıyor ve ardından o öfkeyle beraber gidip silah talebinde bulunabiliyor ve silah alabiliyor. Birçok ülkede 28 gün, hatta 2-6 aya kadar varan bekletme süreleri var. Bunu yaparsanız talebi yarı yarıya azaltırsınız. Temel amaç silahın yasaklanması Sonuçta geldiğimiz nokta şu: Biz Umut Vakfı olarak, en azından kısa vadede, polis ve jandarma dışında her alanda silahın yasaklanmasını, uzun vadede de her yerde silahın yasaklanmasını savunuyoruz. Ama şu andaki yasa koyucu olan siyasi irade TBMM'de, maalesef, her insanın silah alabileceği, önemli olanın silahın ruhsat altına alınması, ruhsat altına alındığı zaman da kişinin suç işlemeyeceği veya suç işleme konusunda da caydırıcı olacağı tarzında bir düşünce var. Yani ruhsatlandırmayı kolaylaştırıcı bir yaklaşım var. Bu tabii son derece yanlış, ki şöyle söyleyelim: Türkiye'deki silahların % 86'sı kayıt dışı veya kaçak. Ama % 16'sı ruhsatlandırılmış silahlar. Türkiye'deki silahla işlenen suçların neredeyse % 16'sı ruhsatlı silahlarla işleniyor. % 84'ü de ruhsatsız silahla işleniyor. Yani aslında suç işlemede ruhsat tipi önemli değil. Orada en önemli nokta her an ulaşılabilir olması ve olayın önceden tasarlanmamış olması. Önceden tasarlanmamış olaylarda silah kullanım oranı neredeyse % 90'ın üzerinde. Burada en önemli nokta yaşama hakkının ön planda tutulması. Biz Vakıf olarak, her alanda silahın yasaklanmasını savunuyoruz, bu konuda da medyada Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. yeterince destek sağlanıyor ama yasa koyucuların da bu sorumluluğu alması konusunda baskı unsuru olmaya devam etmeliyiz. Sonuçta, bizim ülkemizde maalesef yüz binde dört civarında her yıl insanlar ölüyor; 3 bine yakın insan ölüyor. Üç aileden birisi maalesef silahla ilgili; ya birisini kaybetmiş ya yaralanmış veya cinayet işlemiş. Bu kadar mağdur dolu aile var. Aileler açısından mağduriyet oranı trafikte bire bir, silahta üçte bir. Bu kadar büyük sosyal bir problem. Siyasi iradeye baskı unsuru olmaya bu anlamda da devam etmeliyiz. Medyanın da özellikle bu tür haberler yaparken dikkat etmesi gereken noktalar var. En azından silahın ruhsatlı olup olmadığı, önceden tasarlanmış olay olup olmadığı, karşı tarafın veya olayın her iki tarafının da silahının bulunup bulunmadığı gibi konuları da işlemesinde fayda var. Özellikle üçüncü sayfa haberlerinde, cinayet veya yaralama haberlerinde bu konulara dikkat ederek haber oluşturulması gerekiyor. Sadece olayın okunabilirliği veya dikkat çekiciliği değil, olayın istatiksel boyutuyla ve sosyal sorumluluk bilinciyle bu konular işlenirse caydırıcı olması konusunda da olumlu olacağını düşünüyorum. Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. Yeni Bir Habercilik/Gazetecilik Arayışı Olarak Barış Gazeteciliği Yrd. Doç. Dr. İncilay CANGÖZ Bir süredir barış gazeteciliği üzerine kafa yormaktayım. Şimdi imkanımız olsa da mikrofonu şöyle bir salonda dolaştırabilsek, barış kavramını sorsak... Eminim herkes çok güzel tanımlamalarda bulunacak ve çok güzel kavramlarla ilişkilendirerek açıklayacak. Fakat madalyonun bir de diğer tarafı var, militarist açıdan barışa baktığımız zaman... “Barış oradan nasıl algılanıyor?” diye bir baktığımızda, iyi değerlendirilsin veya iyi değerlendirilmesin, barış bir sonraki çatışma veya savaş öncesini kapsayan bir süreç. Bu nedenle de, barış adı verilen bu zaman diliminde savaşın politik ve kültürel koşullarının hazırlanması gerekli. Böyle bir bakış ve algılayış var. Dolayısıyla askeri kurumlar ve kuruluşlar insanların zihinlerini savaşa hazırlamak için tüm örtük ve açık yollardan halkla ilişkiler teknikleri veya stratejileriyle toplumda birtakım etkinliklerde bulunuyorlar. Bu da oyuncak sektörü gibi çok masum görünen bir alandan başlayarak, ağır silah sanayine kadar uzanabiliyor. Veya moda tasarımından, modada kullanılan renklerden, desenlerden tutun da sinema sektörüne kadar geniş bir alanda işleyebiliyor ve bu her zaman rahatlıkla algılayabildiğimiz bir şey olmuyor. Fakat bunun arka planında daha sistemli işleyen bir şey var. Nasıl ki ordular bir savaşı tasarlarken bir plan yapıyorlarsa, aynı şekilde artık bir medya stratejisi de kuruluyor. 20. yüzyıl savaşlarında bu “iliştirilmiş gazetecilik”le en üst noktaya geldi. 20. yüzyıl barış açısından ne yazık ki iyi bir karneye sahip değil. Önce iki büyük dünya savaşı yaşandı, çok ağır yıkıcı etkileriyle. Devamında soğuk savaş yılları geldi. Orada da tüm dünyayı yok etme potansiyeli taşıyan bir gerilim vardı. Silahlanma vardı. Sosyalist blokta bir sistem değişikliğine gidildi. İyimser rüzgârlar esti derken uzun sürmedi. Bunun da devamında hemen milliyetçi hareketler, mikro milliyetçilik başladı ve uzun yıllar bir arada, birlikte eğlenmiş, birlikte ağlamış, aşık olmuş, evlenmiş, acıyı ve mutluluğu paylaşmış insanlar, etnik gruplar bir anda birbirlerine düşman kesildi ve pandoranın kutusu açıldı. Açılmasıyla birlikte herkesin çok korktuğu yağmur olanca şiddetiyle yağmaya başladı. Şimdi, işte bu süreçte, barış gazeteciliği daha da önem kazandı. Bu da barış kavramının, barış kültürünün yaygınlaşmasıyla ilgilidir. Çünkü barış öğrenilen bir şeydir. Eğitim kurumlarında anlatılan, öğrenilen, geliştirilen bir şey. Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. 70'li yıllarda barış gazeteciliğine ilişkin bir girişim var. Bizzat savaş alanlarında bulunmuş gazetecilerle başlıyor bu. Daha sonra akademisyenlerin desteğiyle devam eden bir bakış. Barış gazeteciğili nedir? “Nedir barış gazeteciliği?” diye baktığımızda şöyle söyleyebiliriz: Editörlerin ve muhabirlerin çatışmaya ilişkin şiddet içermeyen tepkilere daha fazla değer vermesi noktasında toplumu cesaretlendirecek tercihler yapmalarıdır. Peki gündelik dilde veya haber yaparken bunu nasıl ifade edebiliriz? Hangi olayları haber yapacağız ve olayların hangi boyutunu büyüteceğiz? Bunlar kararla ilgilidir. Hani bazı olayları masanın dışında tutuyoruz, gündeme almıyoruz, bazılarını alıyoruz ve boyutlarını büyütüyoruz. İşte burada barışı öncelemek, barışa yönelik olanlara önem atfetmek. Peki barış gazeteciliğini nasıl yapacağız? Nasıl bir haberciliktir, nasıl bir gazeteciliktir? Mevcut gazeteciliği iyileştirmeden söz etmiyoruz, yeni bir gazetecilik yapılandırmaktan söz ediyoruz. Burada herhangi bir çatışma söz konusu olduğunda; etnik olabilir, dinsel olabilir, ulus devletler arasında olabilir veya iki birey arasında olabilir. Her nasıl bir çatışma olursa olsun bunu, futbol söyleminde temellendiği gibi, kazanmak veya kaybetmek üzerinden kurmamak. İkili karşıtlık üzerinden kurmamak. Şimdi burada ne söylemek istediğimi biraz daha geliştireceğim. Gazetecilik zaten barışı önceleyen bir şeydir. Gazeteci savaşın yanında yer alamaz. Buna benzer söylemlerle tepki alıyor barış gazeteciliğini savunanlar veya dile getirenler ve şu hatırlatılır: Gazetecilik idealist anlamda nasıl tanımlanır, etik kurallarda nasıl anlatılır? Gazetecilik örgütleri nasıl tanımlar? TGC'nin Hak ve Sorumluluk Bildirgesi’nin üçüncü maddesinin sadece bir kısmını söyleyeyim size, “gazeteci her türden şiddeti haklı gösterici, özendirici ve kışkırtıcı yayın yapmamaya özen gösterir”. Tamam, gazetecilerin söylemini dinlediğimizde ideal anlamda gazeteciler barıştan yana. Ama bir de uygulamaya baktığımızda -ki mevcut gazetecilik hiç de böyle değil- savaşçı ve çatışmacı bir gazetecilik görüyoruz. Şimdi burada biraz kavramlarım sert gelebilir ama niye “savaşçı” ve “çatışmacı” diyorum, onların altını doldurmaya çalışacağım. Niye böyle bir gazetecilik var? Şöyle bakabiliriz: Medyanın gündeminde kimler var? Medya kimleri haberleştiriyor? Medyada ayrımcılık Haber değerlerine baktığımızda, hani biraz mesleklerimizden sıyrılıp bu Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. rutinleşen kodların, gündelik pratiğin biraz dışına çıkıp şöyle bir baktığımızda, bir kere medyada erkekler var. Kadınlar var ama sadece magazinde varlar. Peki başka kim var? Resmi kurum ve kuruluşlar var. Onun da kendi içinde bir hiyerarşisi var. Her bakanlık yok mesela veya cumhurbaşkanı, başbakan; bunlar öncelikli olarak var. Ya da ordu, genelkurmay, büyük sermaye, popüler kişiler var. Bunların olmasının sakıncası ne? Tümüyle iktidar odaklı bunlar. Bunun dışında kalanları, yani gücün uzağında kalanları medyada görmüyoruz zaten. Bunların sesini duymuyoruz. Bunlara ilişkin meseleleri medyada görmüyoruz. Ekonomi, politik ve askeri seçkinler medyada ve medyanın dilini de belirliyorlar. Çünkü medya bunlara haber değeri atfediyor. Tamam, önemli ve gerekli ama bunun dışında da koskoca bir toplum var. Bu çok ihmal ediliyor. Sorun burada işte. İşte bu noktada medya kendini tanımladığı gibi saydam bir ayna değil. Hiç de farkında olmadığı çatışmaya veya militarist dile hizmet ediyor olabilir. Medyada cinsiyetçi bir ayrım var. Toplumda zaten cinsiyetçi iş bölümü var. Görünür ve görünmez şekillerde yaşamın her alanını kuşatan bir eril dil var. “Bu savaşçı gazetecilikten nasıl kurtulacağız” dediğimde, öncelikle gazetecilik kodlarının ve normlarının değişmesi gerektiğini öne sürüyorum ve bunu da dışarıdan birisi olarak söylemiyorum. Sadece yaygın medyadan 60, yerel medyadan 40 gazeteciyle yapılan bir ankette onlara sorulan soru şu: “Kişisel faktörlerde işinizi yaparken sizi en çok sınırlandıran şey ne, en çok neyin baskısını hissedersiniz?”. Birinci olarak işaretledikleri; iş yerinin geleneği ve etik değerleri oldu. İkincisi de haber üretim sürecinin standartları oldu. Oysa şıklarda sahiplik vardı, patronlar vardı, reklam ilişkisi olan şirketler vardı, ki açıkçası ben bunun birinci çıkmasını bekliyordum. Medya teknolojilerini bekliyordum, teknolojiyi iyi takip edemiyoruz gibi ama bunların hepsinin ötesinde zaten gazetecilerin içinde bulunduğu gelenek onları kısıtlayan şey. Çünkü çok sınırlı haber değerleri. Bunun açılması gerekiyor. İkinci soru şuydu: “Sizi dışarıdan kısıtlayan şeyler neler?” Türkiye'de yasalar çok ağır, ilk dörde medya kanunu, sansür, hükümet, politikacılar yerleşti. Onun altına tekrar gazetecilik meslek geleneği geldi. Yani mesleğin geleneğini dışarıdan onları sarmalayan bir şey olarak tanımlamıştık şıklarda. Mesela okuyucu dinleyici tepkisi çok altlarda kaldı. Bunun sınırlılığını hissetmiyorlar. Oturup samimiyetle konuştuğumuzda da mevcut gazetecilik, mevcut habercilik gazetecilere rahatsızlık veren bir şey. Daha farklı tanımlanması gerekiyor bu kodların, bu normların artık. Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. Eril dil değişmeli Önemli gördüğüm barış gazeteciliği nasıl yapılır? Burada yanıt, ürettiğimiz eril dilin değişmesini talep ediyoruz. Peki “eril dil”le neyi kastediyorum. Savaş, biliyorsunuz şiddetin en yoğun olduğu dönemdir. Bu dönemde ondan hareketle tanımlanıyor, haklı ya da haksız da olsa güce saygı göstermek... Gücün uzağında kalanlar; kadınlar, çocuklar yaşlılar bu kesimi de ihmal etmek. Amerika'nın Irak'a ikinci kez saldırdığı zamanki görüntüleri bir hatırlayın. Ekranda sadece Amerika tarafı vardı. Amerika'nın teknolojide, silahta ne kadar üstün olduğu vardı ya da işte Amerikan askerlerinin ne kadar yetenekli olduğu vardı. Irak ve Iraklılar yoktu. Irak gündeme geldiğindeyse pejmürdeliği, teknolojiden ne kadar uzak olduğu, ilkel ve uygar olmadıklarıyla vardılar. Ve bir başkası; kadını kısıtlayıcı basma kalıp biçimlerde sunmamak. Basma kalıp biçimlerde sunmak, kadının dilin içine girememesi ve barışçı bir dil kuramamasıdır. Kadının barışçı dilinin medyaya yansımaması ya da... Etik değerlerde savaş stratejisine odaklanma: Hani bir kriz başlayacak gibi olsa, bir potansiyel belirse hemen ne görüyoruz medya? Emekli olmuş eski askerleri veya stratejistleri görüyoruz. Haritalar açılır, harekât nasıl yürütülür, nereden komuta edilecektir bunlar anlatılır. Ama barışseverler vardır, bunun için çaba sarf edenler vardır, bunları hiç görmeyiz. Ve savaş... Şiddet başladığında, artık bir spor gibi, oyun gibi, avlanma gibi anlatma başlar. Kaç kişi ölmüştür ya da kaç bomba atılmıştır, rakamlara indirgenir. Peki, bomba atıldığında onun altında kalan insanlara ne oldu? Yaşamlar nasıl sürüyor? Bunlara değgin bir şey görmeyiz. Eril dile o kadar aşinayız ki, gündelik yaşam pratiğinde bunu o kadar çok kullanıyoruz ki bireyler olarak bizler, medya da çok fazla kullanıyor bunu. Bütün haberlerimiz bir kere “gündeme bomba gibi düşüyor”. Keyif için oynanan bir oyundur ama bir futbol takımı diğer futbol takımını “yeşil sahalardan siliyor” ya da “sahaya gömüyor”. Bu militarist dilden aldığımız bir şey; “düşmanı haritadan silmek” gibi. “AB yolunda demokratik hedefler yara alabiliyor” veya “devlette açık savaş yaşanıyor”. Bunların hepsi bizim kendi medyamızdan derlediklerim. Evet medyada militarist, eril, şiddeti önceleyen, çatışmayla gücü önceleyen bir dil var. Peki bunları aşıp da barışı önceleyen, barış gazeteciliğini hayata geçiren, böyle bir habercilik nasıl yapılır? Körfez’de birinci saldırıyı hatırlayın, ikinci saldırı başlamadan önce televizyona sıklıkla birtakım görüntüler geliyordu, neydi onlar? Amerikan teknolojisi gösteriliyor, Körfez’deki Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. gemilerden havalanan, füze taşıyan uçaklar var. Şimdi oradaki gazetecilikte yan okumalar, alt okumalar, bizim bilinç dışımızı da etkileyen şeyler var. “Nedir bunlar?” diye baktığımızda; Körfez’in o mavi suları, uçakların havalandığı mavi gökyüzü, bazen günbatımı… Bunlar medya profesyonellerinin tercih ettiği görüntüler... Peki bunlar ne işe yarıyor? Bunlar savaşı estetize kılıyor. Biz o bombalar atıldığında ya da o uçak neden havalandı, niye orada konuşlandı, bunları sorgulamıyoruz, bunları unutuyoruz aslında. O insan öldürme makinelerinin asıl işlevlerini unutuyoruz. Türkiye'de medya bunu yapmıyor mu? Adını ne koyarsanız, -artık düşük yoğunluklu savaş mı dersiniz, terör mü dersiniz her nereden tanımlıyorsanız da- 22 Şubat 2008 tarihinde TSK bir şey düzenledi, Irak sınırını geçerek kendi diliyle bir harekat düzenledi. Ve eril dil gazetecilerin ideolojik konuşlanmalarına göre fark etmiyor. Sağdan sola bu militarist dilin doğrudan haber metinlerine sızmasını görebiliyoruz: Vatan Gazetesi şu başlığı attı o gün: “Şehitlerin İntikamı”. Bir diğer gazete: “Hesap Günü”. “23 yıllık PKK terörünü bitirecek kara harekatı başladı”. Bir başkası: “PKK saldırısı sonucunda ölen askerlerin öcü alındı”. Yeni Şafak Gazetesi şunu kullanıyor: “Davulsuz Zurnasız”. Bu başlığı atmasının nedeni de şu: Bundan kısa süre önce Genelkurmay Başkanı bir açıklama yapıyor. Gazeteciler baharda beklenen harekatı soruyorlar, O da “davul zurnayla olmaz” diyor. Bakın askerin dilini doğrudan başlığa taşıyor gazete. Asker tabii ki belirli kavramları kullanacaktır, belirli stratejileri olacaktır, savaşacaktır, harekât yapacaktır. Ama burada sorunlu olan şu; gazeteciler kendilerini gücün yanında, yani askerin yanında konumlayarak doğrudan onların kavramlarını, onların olayları nasıl tanımladığını haber metinlerine sızdırmış oluyorlar. Haber metnini doğrudan onların bakış açılarıyla şekillendirmiş, yapılandırmış oluyorlar. “Medya olan biteni anlatır” diyor gazeteciler. Hayır, medya olan biteni tarafsız bir şekilde anlatmıyor. Nasıl anlamamız gerektiğini de söylüyor. Asker intikamının, öcünün peşinden koşsun tabii ki, onun görevidir. Ama gazeteciler askerle birlikte konuşlanmasın, aynı yerden bakmasın. Dışarıdan üçüncü bir noktadan baksın. Hep şunun peşinde olsun; barış olasılığının peşinde olması gerekiyor. Barışın olanaklarını araması gerekiyor. Peki “barış gazeteciliğini nasıl yapacağız?” diye baktığımızda; askeri, politik, ekonomik güç odaklarını önceleyen haberlerden çok tüm barış girişimlerini, sivil dinamiklerini kamusal alanda görünür ve eşit kılarak. Olumlu örnekleri de söylemek isterim. Hatırlayın, Dağlıca baskınından sonra bir kız çocuğu çıktı “biz silah sesleriyle yaşamak istemiyoruz, mermilerin altında okula gitmek Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. istemiyoruz” dedi. Medya da iyi bir şey yaptı, onun sesini kamusal alanda duyurdu. Şimdi bakın, biz ilk kez böyle bir şey duyduk. O bölgede yaşayan bir kız çocuğu, öğrenciler neler hisseder? Sivil yaşam nasıl akıp gitmektedir? Gazetecilerin alana uzak olması, masa başından haber yapması sıklıkla eleştirdiğimiz bir şeydir. Bizzat çatışmanın olduğu bölgeye gidiyor gazeteciler fakat o zaman da şöyle bir şey oluyor: Kendi yarattıkları bir kavram var gazetecilerin “sıfır noktası” diye. Ali Kırca mikrofonu alıyor, sıfır noktasında şunu bildiriyor bize: “Gecenin sessizliğini obüsler bozdu” ya da “Gecenin karanlığında kobraların sesiyle”. Şimdi burada yine benzer sorun var; savaşı romantikleştiriyor, estetik kılıyorlar. Tabii haberi kazanmak ve denetim altına almak üzerine kurmamak gerekir. Barış çabalarını destekleyen çözüm önerileri nelerdir, bakmak gerekir. Bunlar üzerine kafa yoranları, bunların dilini kullanmak lazım. Medya gücü özendiriyor Bir başka ihmal edilen kesimler; kadınlar, çocuklar, engelliler, azınlıklar, eşcinseller... Bunlara pozitif ayrımcılık yaparak, bunların dilini habere taşımak ve haber dilini kurarken bir tarafı masum, diğer tarafı şeytanlaştırmamak. Onları düşman olarak işaretlememek, ikili karşıtlığa yaslanan bir haber öyküsünden kaçınmak. İkili karşıtlığa yaslanan bir haberde, bir tarafı daha üstün kılıyorsunuz. Biz var olan bir dilin içine doğuyoruz. Algımız, dünyaya bakışımız tamamen bu dilin içinden şekilleniyor ve eril bir dil içersinden yaşıyoruz. Ataerkil bir toplum içindeyiz, silahı seviyoruz. Dahası, bakın silaha olan talebimiz de artmış. Bu bir taraftan medyanın da desteklediği, katkısı olan bir şey. Gücü özendiriyor. Siz çok fazla Kurtlar Vadisi gibi, Ezel gibi bu bireysel kahramanları yüceltirseniz, silah üzerinden, gücü de onun üzerinden tanımlayan kahramanları yüceltirseniz toplumda da güce olan talep artacaktır. Bunlara rol model verirseniz, tabii ki silaha olan talep artacaktır, tetikleyecektir en azından. İkili karşıtlık üzerinden kurduğunuzda hep erkeği önceleyen, hep kadını daha ikinci konuma atan bir dil olacaktır. Sorun şu: Buradaki kültür savaşçı, rekabetçi bir kültür. Barışı önceleyen bir kültür değil. Kadını da önceleyen bir dil kullanalım. Barışı besleyen bunlar. Barış öğrenilen bir şeydir. Evet barış gazeteciliğini öğrendikçe, hayata geçirdikçe, bunu eğitim kurumlarına aldığımızda barış gazeteciliği de barış kültürü de daha çok yaygınlaşacaktır. Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. Aile İçi Şiddet Haberlerinde Sorun Odakları ve Öneriler Doç. Dr. Mine GENCEL BEK Üç yıl önce kadının statüsü genel müdürlüğünün önerisiyle bir grup çalışması gerçekleştirdik. Abdülrezak Altun ve ben gazetelerdeki aile içi şiddet haberlerini analiz ettik. Bu çalışmamız henüz basılmadı ama burada birkaç haber örneği göstereceğim, sonra önerilere geçeceğim. Şu manşetlere bakalım ve nasıl bir sorun gördüğümüzü söyleyelim. “Kim teşekkür etmez ki” “Sevgilisini elleriyle boğup cesedini inşaat çukuruna gömen barmen 15 yıllık hapis cezasına çarptırılınca mahkeme heyetine teşekkür etti” Suçluyla özdeşleşme durumu var, suçlunun yanından bakarak verilmiş bir manşet. “İhanet hediyesi” Şiddete maruz kalan kadınlara Nimet Çubukçu’nun talimatıyla yapılacak yardımların karşısında olan bir haber. “Şehit kadınları dururken şimdi ihanete uğrayan kadınlara yardım mı edecek devlet” diyerek eleştiriyor... Kadını ikinci plana attığı gibi yurttaş gibi de görmüyor. Şiddete uğrayan kadınların güçlendirilmesini kamu politikası olarak görmeyen, devletin buna el atmasını doğru görmeyen bir anlayış. Özel bir mesele gibi görüyor şiddete uğrayan kadını. Oysa yapılan araştırmalara göre eşinden, partnerinden, sevgilisinden dayak yiyen kadın oranı Türkiye'de % 20 civarında. İstanbul'da Ayşegül Altınay'ın araştırmasına göre bu oran % 30'a çıkmış durumda ve bu olay yaygın kanının aksine Güneydoğu’ya özgü değil tüm Türkiye çapında. Bütün illerde her meslek grubunda, her sınıfsal düzlemde aile içi şiddet var. Bu rakam da özel bir sorun olmadığını toplumsal bir sorun olduğunu ortaya koyuyor. “Kötü yola düştü dediği kızını iki kurşunla öldürdü” Evet, burada da şiddet haklılaştırılıyor. Özellikle bu tür haberleri polis adliye muhabirleri yapıyor. Onlara “ne zaman, nereden duyduğunuzda bu tür haberleri yaparsınız” diye sorduğumuzda, “polis telsizinden geldiğinde” dediler. Yani Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. tamamen polise bağlı çalışıyorlar. Suçu işleyen kişiye, zanlıya “neden yaptın?” diye soruyor polis, muhabir de o anlatıyı not ediyor. Bunun sonucunda da biz haberlerde hep “aslında ben yapmadım, aslında böyle olmadı, şöyle olduğu için böyle oldu, o sandığınız gibi masum değil” gibi kendisinin en az cezayı almasına yarayacak açıklamaları okuyoruz. Muhabir bu açıklamaları manşete taşıyınca ne oluyor? Nedensellik ilişkisi kurulmuş oluyor. Biz bunu okuyunca “ha kötü yola düşmüş iki kurşunla da öldürmüş” diyoruz. Topluma da ibret dersi gibi aynı zamanda. Haberin içine baktığınızda aslında hiç öyle bir şey olmadığı görülüyor. Şiddet uygulayan kişinin ve yakınlarının indirimden yararlanabilmek için böyle bir iftira uydurduklarına dair anlatılar var. Muhabir onu da haber olarak vermesine rağmen öbürünü manşete çıkarıyor. Manşet çok önemli; biliyorsunuz ki pek çok insan manşete bakıp geçiyor, içini okumuyor. Dolayısıyla haberlerde diğer yönlerini verseniz de kurtaramıyorsunuz haberi. Sadece adliyede verilen ifadeye dayanılarak mı haber yapılmalı? Bence değil. Zaten var olan hâkim habercilik anlayışını eleştiriyoruz burada. “Güldünya aile şerefini lekeledi” savunması Şöyle de yorumlanabilir; “Güldünya'yı öldürdüler bir de üstüne aile şerefini lekeledi diye kendilerini savunuyorlar”. Ama bunu öne çıkardığınızda, Güldünya'nın çevresindekilerden görüş almadığınızda çoğunluk bir okuma yaptırırsanız “ya pek de matah birisi değilmiş galiba” gibi bir sonuç çıkabilir. “Sanık avukatı öldürülen kadını suçladı” Yani hem öldürülüyor hem de suçlanıyor. Zaten şiddet haberlerindeki sorun şu; biliyorsunuz artık onun cevap verme hakkı yok, ölmüş. Kendisine yapılan bütün iftiralar da böyle kalmış oluyor. “Töre, cep telefonu yüzünden uygulandı” Evet, mesafeyi koymuş görece. Ne yapmış? Tırnak koymuş. Yani bilinen bir şeyi haberleştirmiş, bilinmeyen bir şeyi haberleştirmemiş. Ama ben olsam bunu böyle yapmazdım. “Sebep cep telefonuymuş” denilse biraz daha mesafe koyarsınız aslında. Ama burada öldüren kişinin akrabaları diyor ki “zaten çok namuslu bir insan değildi, okuma yazma bilmediği halde cep telefonuyla konuşuyordu. İzin almadan ailesine giderdi”... Yani kadının töre cinayetlerini hak ettiği suçlar bunlar. “Terk edilmeye tecavüz cezası” Terk edilmek suç mudur ki, cezası tecavüz olsun? Her gün görüyoruz, bu sırf Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. medyayla da ilgili bir şey değil. Özellikle erkek çocuklarında görüyoruz; lise çağlarında çıktıkları ya da çıkmak istedikleri kızdan red cevabı aldıklarında öfkeleniyorlar, öldürüyorlar ya da yaralıyorlar. Pek çok şey yapılıyor bu haberde; önce garsonmuş sonra rütbesi yükselmiş, sanki artık adamı beğenmemiş gibi bir kurgu var. Yani bir anlatım kurgulanıyor burada. Ve terk ettikten sonra eski nişanlısı ceza veriyor. Aslında başka birisiyle uygunsuz vakitte yakalıyor. Yani yakalamak da tuhaf bir sözcük. Adam aslında eve zorla giriyor. Suç olan bir şeyi ceza olarak göstermesi de çok yanlış. Önerilere geçmek istiyorum... Bir genel öneriler var: Ekonomi politik yapılanma: Çok konuşuyoruz biz ekonomi politik yapılanmayı. Çok çok önemli bir konu. Ne demek? Reyting demek, satmak demek, tiraj demek. Bütün bunlarla birlikte maalesef istemediğimiz temsiller yan yana gidebiliyor. Sadece haberlerde de değil. Biz, iki yıl önce “Aile İçi Şiddete Son” toplantısına katılmıştık. Orada çeşitli senaristleri, yapımcıları, özel televizyon dünyasından kişileri dinleme şansına sahip olduk ve çok kanıksadıklarına şahit olduk. Ben orada ekonomi politik ilişkinin çok somut bir biçimde karşımda durduğunu gördüm. Orada televizyon dünyasından bir kişi “ben yaparım; satıyor çünkü. Tecavüz görüntüleri satar, izlenir, onun için koymak durumundayız” dedi. Zaten nasıl konulmasına dair de bir sorun var. Açık olması gibi bir öneri de yok belki. Ama onu erotize ederek pornografik bir şekilde mi veriyorsunuz, sanki tecavüze uğrayan haz alıyormuş gibi mi veriyorsunuz; yoksa olmaması gereken bir şiddet öğesi olan zora dayanan bir ilişki olarak mı veriyorsunuz? Mesele o. Ve çok da akıllı, duyarlı senaryo yazarlarıyla görüştük. “Biz birkaç bölüm kişileri, insanlar arası ilişkileri analiz eden bölümler yazdığımızda bize uyarı geliyor televizyon kanalından ‘bir şiddet aktarın, bir kaçma, kaçırılma, tecavüz olsun, reyting düştü’ diye. Biz de mecburen koyuyoruz” dediler. İşte ekonomi politik bu diye düşünüyorum ben. Senaryo yazarları aptal, duyarsız değiller. Birçok şeyin farkındalar ve ellerinden geldiğince farklı temsiller katabiliyorlar da. Olumlu şeyler yapıldığını da görmekteyiz ama “pazar” dediğimiz şey, o rekabet, neo liberal yapılanma bunları empoze edebiliyor bu kişilere de. Bunun dönüşümü diyoruz tabii. İkinci olarak da; yaygın meslek anlayışı ve ilkelerinin sorgulanarak gözden geçirilmesi. Ne kastediyoruz? Aile içi şiddetle ilgili olarak görüştüğümüz gazeteciler dediler ki “ölümse haber olur, vahşi biçimde ölümse çok daha iyi Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. haber olur”. Biz demek ki, diğer şiddet biçimlerini çok da haber olarak görmüyoruz. Çok somut, sıradan yaşanan durumlar. Haber kaynaklarıyla ilişkimizin de gözden geçirilmesi gerekiyor. Sadece polise dayanarak, sadece “sayın valimiz açıkladı”, “sayın müdürümüz” diyerek haber yapılmaz. Sadece onlardan gelen taleplerle yapılan haberlerle nereye kadar gidebiliriz. Muhabirin oturup o topluma, toplumun içindeki çelişkilere, eşitliklere bakıp ve onu yaşayan kişinin gözünden haber yapması gerekiyor. Üçüncüsü; pek çok eğitim programları yapılıyor, Hürriyet'in “Aile İçi Şiddete Son” kampanyası var mesela. Ona rağmen aile içi şiddete ilişkin ihlalin her gün Hürriyet'te yapıldığını görüyoruz. Aile içi şiddetle mücadelede neler yapılmalı; etik ilkeler kılavuzu var, ona rağmen görüyoruz. Demek ki, biraz daha genel olarak cinsiyetçilik konusunda da, “toplumsal cinsiyet duyarlılığı konusunda kadın ne, erkek ne?” sorusundan başlanmalı. “Nasıl kadın olunuyor, nasıl erkek olunuyor?” konularının üzerinden gidilmesi gerekiyor. Çünkü cinsiyetçilik konusunda bir duyarlılığınız yoksa haberlerde de dikkat etmezsiniz. Polis adliye muhabirlerini de böyle bir çalışmada yer alacak ilk grup diye düşünüyorum; çünkü çok fazla içselleştirmişler bazı şeyleri. Biraz mesafe alıp bakmaları gerekir. Medya yol göstermeli Bu konuya ilişkin somut önerilerim şöyle: En başta telaffuz edeceğiz. Telaffuz etmezsen, yani “Kürt” diyemezsen konuşamazsın, onun gibi bir şey. Telaffuz edemiyorsak, zaten konuşmamıza izin verilmiyor demektir. Aile içi şiddeti de telaffuz etmemiz lazım. O zaman “karı ile koca arasına girilmez” demeyeceğiz. Kocandır, sever de döver de deyip gönderiyorlar ve kadınlar dayaktan kaçayım derken sonra da öldürülebiliyorlar. Önemli olay olarak görülmeli. Hep üçüncü sayfalarda görüyoruz bunları, neden birinci sayfada olmasınlar. Bunu da sorgulamamız gerekiyor. Bir de tabii şiddet sadece fiziksel değil, fiziksel şiddet de sadece öldürmek değil; psikolojik şiddet var. Bir insanı sürekli yıpratmak, aptalsın, sen beceremezsin demek ya da cinsel şiddet dediğimiz tacizler, tecavüzler olabilir. Ekonomik şiddet olabilir; kadını çalıştırmamak ya da zorla çalıştırmak ya da parasına el koymak. Bu konuda yapılan araştırmalara, raporlara yer vererek bunları haberleştirerek gündem yaratabiliriz. Hep hâkim perspektifin baktığı gibi, şiddetin gerekçelendirilmesinden kaçınmak gerekiyor ya da kadın programlarında yapıldığı gibi şiddetin üretildiği bir ortamın Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. yaratılmasından kaçınmak gerekiyor. Şiddet meşru gösterilmek yerine mutlaka sorgulanarak verilmeli, sansasyonel, dramatize edilerek işlenmesinden kaçınmak gerekli. Televizyon programlarında biliyorsunuz kadınlar başlarına geleni anlatabiliyorlar, en azından şiddetin görünür olması açısından ve konuşulması anlamında iyi bir şey... Ama biliyorsunuz, kaç yıldır gördük; kaç kadın hayatıyla ödedi bunun bedelini. Dolayısıyla bu konuda da güvenliğin sağlanması gerekiyor. Kadının güvenliğini sağlayıp ona göre program yapmamız gerekiyor. Haber kaynağı olarak kimden yararlanacağız? Kadın hareketi var, kadınlarla ilgili dernekler var, bu konuda çalışan bölgede KAMER var mesela. Bunlardan yararlanılmalı, bunlarla çok yakın temasa girilmeli. Sadece haberlerde değil, dizilerde, filmlerde de yapabiliriz bunu. Kadınlar yalnız ve çaresiz olmak zorunda değil. Mücadele sürdüren birçok kadın var, bunların öyküsüne yer verilebilir. Bir diğeri de sadece dramla sınırlamamak gerekiyor aile içi şiddet haberlerini. Onun yerine belki küçük bilgi kutucukları açarak zaman zaman, yasal düzenlemede ne aşamadayız, telefon hakları nedir, sığınma evleri nedir, nasıl başvurulacak, buna dair bilgilendirme yapılabilir. Okuyan kişinin de potansiyel aile içi şiddet mağduru olduğunu düşünerek, ona yol göstermemiz gerekiyor. Yine bunu programlarda da doğrudan yapabiliriz. Dizilerde olumlu rol modelleri oluşturulabilir. Mücadele eden, direnen, kazanan olumlu rol modellerine yer vermemiz gerekiyor. Köşe yazılarında özellikle Pazar günleri pek çok sıradan anekdotlar oluyor. Bunlara baktığınızda % 90'ı cinsiyetçidir; ya evliliği yeren, ya kadını yeren, şiddeti de meşrulaştıran anekdotlar, fıkralardır. Bu konuda kararlı olan bir medya kuruluşunun biraz bunlara da bakması gerekir. Nefret suçudur bu çünkü. Sürekli hâkim değerler, militarizm, homofobi... Bunların işlendiğini görüyorsunuz. Okur temsilciliği kurumu da çok önemli. Neler yapılması gerekir sürekli takip için? Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. Editoryal Açıdan Şiddet Haberlerinin Değerlendirilmesi: Yaygın Medyadan Deneyimler Ertuğrul MAVİOĞLU Talihsiz bir coğrafyada yer alan bir yaşam sürdürdüğümüz için şiddetin nereden kaynaklandığı ve yaygınlığı üzerine küçük bir tespitte bulunmak istiyorum. Eğer bunu yerli yerine oturtamazsak, yaşanan toplumsal şiddete doğru açıdan bakamazsak bu söylediklerimizin pek çoğu boşa gidecek diye düşünüyorum. Her şeyden önce bu toplum inanılmaz bir şekilde şiddete ve ölüme alıştırılmış bir toplum. Bu son elli yıllık tarihimize baktığımızda, şu Gaziantep'in çevresinde pek çok ilde yaşanmış olan toplu katliamları; Malatya'da, Maraş'ta, Sivas'ta ve daha öncesine gidersek Dersim'de yaşanmış olan katliamları ve daha sonrasında ölü ele geçirilenler ve şehitler üzerinden şekillendirilmiş olan algıyı, son yirmi beş yılda sürekli zikredilmiş olan 35 bin ölüyü- hep bunları düşündüğümüzde, zamanla bu toplumun nasıl şiddete ve ölüme alıştırılmış olduğunu algılamamız daha kolay olur. Daha düne kadar televizyonlarda özellikle TRT'de cesetler arazilere yayılır ve izleyicilere gösterilirdi. Daha sonra kaldırıldı ama bu toplumun algısında çok sert bir yer ettiğinden hiç kuşkum yok. Özellikle vurgulamak istediğim şey şu: “Şiddetin kaynağı nedir?” diye bir soru ortaya atsak ben aynen şunu söylerim: Şiddet şiddetin hem anasıdır, hem de mayasıdır. Şiddet şiddeti doğurur yani, aynı zamanda şiddet şiddeti çoğaltır. İşte böyle talihsiz bir coğrafya içersinde yer aldığımızdan “ülkemizde bu kadar yoğun şiddet neden yaşanıyor?” sorusu bu anlamda, bu zeminde kaynağını buluyorsa, demek ki çözmemiz gereken daha başka noktalar, daha başka problemler olduğunu da algılamamız lazım. Şiddetin en büyük kaynağı adaletsizlik İkinci bir nokta; yaygın ve büyük şiddetin kaynağı toplumsal zeminde yaşanan büyük adaletsizliklerdir. Yani ne kadar büyük adaletsizlik varsa bir ülkede, o kadar yaygın ve geniş bir süreğen şiddet olayıyla karşı karşıya kalırız. Bakın toplumsal çelişkilerin çok yoğun olduğu ülkelerde; örneğin ABD'de okulları basan çocuklar, bir anda 15-20 insanın ölümü. Bizim gibi ülkelerde her gün her yerde birbirini bıçaklayan, vuran insanlar... Bunların hepsini yaşıyoruz. Bunların da aslında kaynağının hem ölüme ve şiddete bu toplumsal zemin içersindeki karşı karşıya kaldığımız alışkanlıklar; bunları sıradan, hayatın bir parçası olarak Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. görmeye başlamamız ve aynı zamanda da bu adaletsizlik toplamının bir parçası olarak sürekli ve sürekli kendisini üreten bir olgu olarak karşımızda yer alıyor. Toplum bu kadar şiddet olayına alıştırılmış durumda. Şiddeti son derece sıradan, hayatın parçası haline getirmiş olan insanların içerisinde hayatımızı sürdürmeye çalışıyoruz. Medyanın bu durum karşısında almış olduğu konumlanış ve ne yapması gerektiği üzerine de bir kaç cümle sarf etmek lazım. Ben buraya gelmezden önce iki şey yaptım; sadece kendi görüşlerimi değil yaygın medyadaki başka gazetelerin bakış açılarını da öğrenmeye çalıştım. Radikal Gazetesi’nin -ki ben burada onu temsil ediyorum- yanı sıra Milliyet ve Posta Gazetesi yazı işleri müdürleriyle de görüştüm. Milliyet’i daha çok Hürriyet tarzı olduğu için, yani üçüncü sayfa haberlerini vermekten kaçamayan ama aynı zamanda bunun magazinel olması konusunda çok da ısrarlı olmayan bir gazete olduğundan seçtim. Posta Gazetesi de bu tür şiddet olaylarını neredeyse gazetenin temel çatısı haline dönüştürmüş olması itibariyle “onlar nasıl düşünüyor” diye merak ettim. O konuda da çok sert iki mülakat gerçekleştirdim. Her iki gazetenin de yazı işleri müdürleriyle konuştum. Onları az sonra anlatacağım ama önce kendi düşüncemi ve Radikal Gazetesi’nin yaklaşımı konusunda küçük fikirler vereyim. Radikal Gazetesi’nin de şiddet haberleri konusunda çok da sağlıklı ve sağlam bir yerde durmadığı konusunda bir itirafla başlamak istiyorum. Şimdi bazı başlıklar gösterildi, bazı başlıklar sinir bozucu, bazıları akıllara ziyan. “Bir şiddet olayı neden haber olur?” Kendime soruyorum bunu, cevap veriyorum: İlgi çektiği için, okunur olduğu için, daha da ileri gidelim toplumun dikizleme ihtiyacına bir anlamda cevaz olduğu için. Yani başkasının olağanüstü halini uzaktan ya da yakından seyredememiş bir okura “ey okur bak benim muhabirlerim gitti, bu kanlı fotoğrafları çekti getirdi senin önüne hizmet olarak sunuyor. Senin orada bulunmana gerek yoktu, biz senin adına izledik.” diyor. Şimdi bunun neresinde bir toplumsal sorumluluk var? Ama peki bu haberden kaçabilir misiniz? Çünkü basbayağı haber. Haber neydi? İlgi çekecekti. Şiddet olayı ilgi çekiyor. Siz bunu görmezden gelirseniz işinizi yapmamış olursunuz. Peki bu çerçevede bunu nasıl değerlendireceksiniz? Sorumlu davranış olarak. Benim tek bir kıstasım var; ben kendimi daima öldürülenin yerine koyuyorum. Ben öldürülen olsaydım ve ruhum ertesi gün gelip gazeteleri okusaydı, bu ölüm hali nasıl yansıtılırsa ben hakikaten daha huzurlu yatarım. Cevap şöyle oluyor genellikle: Bir, beni teşhir etmeyeceksiniz, ölü beni. Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. İki, beni aşağılamayacaksınız. Üç, benim ölümüm başka cinayetlere ilham vermeyecek. Dört, benim ölümüm nedeniyle başkalarının, ailemin, yakınlarımın acısı daha da derinleşmeyecek. Böyle böyle saymak mümkün. Tek yapılacak şey şu: Kendinizi öldürülenin yerine koymak. Başka hiçbir kuralım yok. Başka bir kurala ihtiyaç olduğuna da inanmıyorum. Oysa birçok başlık öldürenin yerine koyuyor kendisini. Cinayetten o kadar ağzı sulanıyor ki, ne müthiş cinayet diyor editör. Hatta onu yazarken öyle küçük, şenlendirici ve okuma hissini arttırıcı birtakım cümleler, kelimeler ekliyor. Savaş haberlerinde gecenin karanlığını ışıklarıyla yarıp geçen kobra helikopterinin nereye gittiği belirsiz, bilmem nerede birilerini bombaladığından kuşkumuz yok ama onun geçişini böyle bir film gibi anlatmak… Şimdi bir şeyi anlatabilirsiniz, hakikaten bir gazeteci haberini yazarken sonuna kadar okunmasını ister; girişi, gelişmesi sonucuyla. Bunun yolu nedir? Belki hikâyesini anlatmaktır. Ama bunu yaparken iki şey yapabilirsiniz: Bir, vahşet pornografisini üretebilirsiniz. Cinayeti öyle bir hale getirirsiniz ki, o cinayet insanlar tarafında dehşetle irkilerek okunur ve o cinayetin bir biçimde başka yerlerde tekrardan mayalanmasının önünü açarsınız. İki, o cinayeti anlatırken altındaki dramı, başkalarına örnek oluşturacak bütün unsurlarını temizleyerek ortaya koyarsınız. Hem de kaleminiz iyiyse adam gibi yazarsanız, o haberi de insanlar okurlar. Fakat beyin kolaya kaçıyor ve böyle sonuçlar ortaya çıkıyor ister istemez. Benim kıstasım bu. Fakat Radikal Gazetesi’nde bu kıstasa denk düşmeyen, eril, şiddet yanlısı, militarist haberler çıkmıyor mu? Bal gibi de çıkıyor. Bu haberlerin bir kısmı emin olun iktidar odaklarının dayatmasının sonucu olarak çıkıyor. Ama bir kısmı da hakikaten bu toplumda yaşayan ve şiddete alışmış olan, sokakta insan boğazlayan adamdan belki biraz daha kültür olarak gelişmiş bir editörün yapmış olduğu bir çalışmanın ürünü olarak karşımıza çıkıyor. Yani şöyle bir şey değil: Toplumda birtakım canavarlar var, birbirlerini öldürüyorlar. Bir de bizler varız; temiz, hijyen, şiddete bulaşma eğilimi olmayan, son derece sağlıklı, aile problemleri olmayan, para pul problemleri yaşamayan, tamamen toplumun dışında süper kafa yapısına sahip, hatta her zaman öğreten ablalar ve abiler olarak da topluma ahkam kesme ihtimalleri olan kişiler. Yok böyle bir gazetecilik. Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. Genellikle bu toplumun özellikleri neyse, bu ülkenin gazetecilerinin de özelliklerine benzer olarak tezahür ediyor. Barış gazeteciliği öğrenilmesi gereken bir şeydir. Şiddet karşıtı gazetecilik, üçüncü sayfa haberlerinin nasıl yazılacağına ilişkin çalışma da tamamen öğretilmesi gereken bir şeydir. Sadece öğretilecek bir şey değil, aynı zamanda bu çerçevede bıkmadan, usanmadan yapılacak uyarılarla da başka bir refleksin geliştirilmesinin sağlanması gereken bir konudur. Başka bir yerden duruş, farklı bir refleks... Refleksiniz hakikaten son derece olumsuz öğeler içeriyorsa, refleksiniz şiddetten yanaysa elbette atacağınız başlık da buna denk düşer. Yazı işleri müdürünün de gözünden kaçabilir, yayın yönetmeni de görmeyebilir. Ama ertesi gün gazeteler yan yana konulduğunda ya bir toplam rezilliğin içinde olursunuz ya da o toplam rezilliğin içinde farklı bir ışık olarak kendi varlığınızı gösterirsiniz. Fark budur. Şiddet haberlerine örnekler Birkaç şiddet haberine örnek vereyim: “Köprüde atlama anı saniye saniye görüntülendi.” Doğan Haber Ajansı'nın görüntülü haber servisi geçmiş bunu. Nereden? Adam İzmit'ten İstanbul'a geliyor, evlenme teklifini kabul etmeyen kadını öldürdükten sonra Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’ne gidiyor intihar etmek için, sonunda kafaya bir tane sıkıyor ve köprüden aşağı düşüyor. Tabii kameralar uzunca bir süre burada bulundukları için onun ölüm anını da çekiyorlar. Köprüden düşene kadar, hatta suya çarpış anına kadar bütün görüntü var. Ne yaparsınız? Seyreder misiniz bunu? İnsanlar seyrederler. Ama diğer yandan şöyle düşünün; intihar haberlerinin bulaşıcılığı üzerine son derece sağlam yapılmış araştırmalar var, siz bu intihar vakasını gösterdiğinizde yarın öbür gün benzer olaylarla karşılaşma ihtimaliniz olduğunu bilmeniz gerekir. Elinizde çok muhteşem bir görüntü var, ama ben olsam yayınlamam. Çünkü bunun bulaşıcı olduğunu bilirim. Bu çerçevede Radikal Gazetesi’nin çok temel prensiplerinden biri de bu; intihar haberlerine son derece mesafeli. Çok az sayıda intihar haberi yayınladığımızı biliyorum. Başka bir refleks bu. Çünkü bunun bulaşıcılığına inanılıyor. Başka bir haber: “Sürekli arızalanan asansörü kurşunladı.” Karısı asansörün içinde kalmış, kadını çıkardıktan sonra adam çekiyor silahı, asansörü kurşunluyor. Şimdi orada asansörcüyü bulsa onu vuracak. Deminden beri bahsedilen bireysel silahlanmayla çok yakından alakalı bir durum bu. Ben olsam asansörün kapısını tekmelerim, yapacağım en büyük şiddet budur ya da bir yumruk atarım. Kusura bakmayın, yapacağım ne olabilir diye düşünüyorum. Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. Ama belimde silah olsa ben de çeker kurşunlarım. Başka bir hikâye: “Evli erkek öğretmene okulda kadın veli bıçağı.” Evli bir erkek öğretmen var, kadın boşanmak üzere, bu öğretmenle ilişkisi var. Çocuğu aynı zamanda o öğretmenin öğrencisi. Bıçaklama gerekçesi de, öğretmen başka velileri de kandırıyor, onlara da sulanıyor. Böyle bir hikâye. Bu da kadın şiddeti bakımından enteresan örnek. “Medine töre kurbanı mı?” hikâyesi var biliyorsunuz. Adıyaman Kahta ilçesinde, aile “kayboldu kızımız” diyor, sonra kız evin bahçesinde gömülü olarak bulunuyor. Bu da son zamanlarda yaşanan en enteresan şiddet haberlerinden bir tanesidir. Biz de bunu oldukça geniş kullandık. Radikal Gazetesi’nin en önemli özelliklerinden bir tanesi, töre cinayetleri konusunda son derece duyarlı bir davranış içerisinde olması. Bazı töre haberlerinde öyle şeyler yaptık ki; kadına yönelik şiddette nereye sığınabilirsiniz gibi küçük kutucuklar yaptık; okuru çok yoran, okur açısından çok itici bulunmasına rağmen... Bir çeşit akıl veriyorsunuz okura; bir gazetenin yapacağı en itici davranıştır ama “bu toplumsal sorumluluk” deyip bu tür şeyler de yaptık. Başka bir örnek; Adana'da bıçaklanan bir kız vardı, “Adanalı Münevver” diye adı konuldu. Muhabir haber bulamamış, devam haber olarak şöyle bir şey yapmış: “Tuğçe'yi ödünç bıçakla öldürmüş”. Şiddet haberini devam ettirmek istiyor muhabir ve “ödünç aldı bıçağı” diyor. Halbuki adam ifadesinde diyor ki, “filancadan bıçağı aldım, gittim öldürdüm.” Yani yok böyle bir şey. Sadece haberi devam ettirmek, biraz ilgi çekebilmek amacıyla atılmış bir başlık. Posta ve Milliyet'in bakış açısı Posta Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Mehmet Coşkundeniz'e sordum: Hangi intihar vakalarını kullanıyorsunuz, hangilerini kullanmıyorsunuz? Cevabı şu: “Bulaşıcı intihar vakaları dışındaki intihar haberlerini kullanıyoruz”. Bulaşıcı intihar vakaları nedir, diye sorduğumda. Örneğin karne intiharlarını, maç intiharlarını söyledi. Onun dışında bazı intiharları özellikle kullandıklarından bahsetti. Örneğin aile baskısı yüzünden intihar eden çocukları. Neden? “Çünkü tersine örnek oluşturmak istiyoruz”, dedi. “Bakın, baskı yaparsanız çocuğunuza intihar edebilir demek için”, dedi. Tabii hepsine birden bunun tersi örnekler de gazetenizde yer alıyor dediğimde; “Hikâyesi olan, okunur nitelikte olan, ilgi çekici şiddet olaylarını gazetemizde yayınlarız” dedi. Peki süzgeciniz var mı? “Hayır süzgeçten geçirmiyoruz fakat Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. kendi duruşumuz etkili oluyor”, dedi ve bu kendi duruşunu ifade ederken de örnek oluşturma veya örnek oluşturmama kıstaslarından hareket ettiklerini söyledi. “Fakat diğer yandan gazeteler, alınıp satılan ürünler, bu nedenle ilgi çeksin diye kullandığımız haberler de oluyor” dedi. Özellikle hikâyesi olan haberlerin, genç insanların içinde bulunduğu şiddet haberlerinin okurların ilgisini çektiğini söyledi. Örneğin bu son Adanalı Münevver gibi. Tabii bu olayda son derece enteresan bir nokta var. Öldürülen kızın adı Tuğçe. Şimdi niye Adanalı Münevver? Çünkü Münevver vakası, biliyorsunuz, Türkiye'de son yıllarda medyada en çok yer almış bir cinayet haberi. Böyle bir cinayet haberinin içinde çok çok enteresan ayrıntılar var. Bir tanesi, öldüren kişinin, Cem Garipoğlu'nun Türkiye'de çok tanınan bir aileye mensup olması. İkincisi, kızın biraz yoksul olması. Üçüncüsü, öldürülen kızın çok çok güzel bir kız olması. Dördüncüsü, öldüren çocuğun genç olması. Beşincisi, öldürme olayına ailenin de karıştığı ihtimalinin çok yüksek olduğuna dair emareler. Altıncısı, polislerin bu işin içindeki rolleri. Yedincisi, Münevver'in ailesinin tutumu. Şimdi tabii, çok kısa bir cümleyle şöyle denebilir: Medya olmasaydı Münevver'in katili yakalanmazdı. Doğru mu olur? Yanlış olmaz. Ama diğer yandan medyanın bugüne kadar Münevver'le ilgili yapmış olduğu haberlerinin ağırlığında bir çeşit şiddet formatı olmasaydı bu kadar yer almazdı medyada. Örnek mi? Adanalı Münevver. Yoksul kız, öldüren yoksul. Hikâye bu kadar. Adanalı Münevver'in hikâyesi bitti. Posta Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Mehmet Coşkundeniz dedi ki; “bizim gazeteleri alt ve orta sınıflar okuyor ve onlar kendi sınıfında olanların şiddet ve cinayet haberleriyle çok fazla ilgilenmiyorlar. Bak Adanalı Münevver'in hikâyesi bugün itibariyle bitti. Çünkü herkes duvarın arkasında ne var ona bakmak istiyor, kapının arkasında ne var ona bakmak istiyor. Kapıda bir göz deliği. İşte gazete buna imkân sağlıyor.” Peki dedim, editöryal katkının sınırı ne? Taşradan bir haber geldi önünüze, haberi eğip büküyor musunuz? “Editöryal katkı, Posta Gazetesi açısından olayı hikâye etmek, olaya başlık bulmaktan ibaret” dedi. Fakat demin örneklerini gördük, habere dokunulmasa bile başlık habere nasıl bakıldığının çok somut göstergelerinden bir tanesidir. Söylediği şey şu; “Haber asla çarpıtılmaz, doğru olması çok önemlidir. Biz defalarca özellikle yerelden gelen haberleri check ederiz. Çelişkileri gidermek Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. için sonuna kadar uğraşırız. Haber bize inandırıcı gelmediği noktada kullanmadığımız da olur.” Milliyet Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Tahir Özyurt'la görüştüm. Görüşmeden önce şöyle bir uyarıda bulundu, dedi ki “eskiden bu kadar şiddet var mıydı, bunun yanıtını veremiyorum”. Yani bu toplumda şiddet bu kadar arttı da mı bu kadar fazla şiddet haberi var, yoksa bu kadar şiddet haberi olduğu için mi bunun doğurduğu başka şiddet haberleri gerçekleşiyor? Veya eskiden şiddet azdı da şimdi mi arttı? Bu soruların yanıtını kimse veremiyor. Niye veremiyor? Çünkü bu konuda yapılmış hiçbir araştırma, istatistik yok. Bunu neden-sonuç ilişkileri içerisinde değerlendirebilecek bir bakış açısı olduğuna da inanmıyorum. Bu çerçevede eskiden nasıl yapılıyordu? Tanju eski bir gazetecidir “polis bültenlerinde üç beş bilgi olurdu, biz bunları alıp sunmakla yetinirdik ve bu çerçevede de üç beş polis bülteninin bilgisinin bir iki tanesinin üzerine giderdik, onun dışında da gazetede çok fazla şiddet haberine yer vermezdik. Fakat daha sonraki süreç içerisinde şiddet o kadar yaygınlaştı ki her türlü şiddet haberi önümüze akıyor ve bunların arasında siz bir eleme içerisine gidiyorsunuz; tamamen gazetenizin duruşu, kendi duruşunuz, hayata bakışınızla ilgili bir elemedir bu. Bu elemenin arkasından da, gelen haberi nasıl değerlendireceğinize ilişkin bir karar verme noktasına geliyorsunuz.” Tahir, şiddet haberlerinin detaylarının ürkütücülüğünden bahsetti ve nasıl verileceği konusuna ilişkin bir genelleme yapmadı. Zaten bunun pek de mümkün olmadığını söyledi. Çünkü son iki yıldır çok fazla şiddet haberiyle karşılaştığını ve her biri için de ayrı bir politika üretmek zorunda kaldığını söyledi. Şöyle bir şeyden bahsetti: 12 Eylül sonrasında sıkıyönetim intihar haberlerini yasaklamış ve bu yasaklamadan sonra intiharlarda ciddi bir düşüş ortaya çıkmış. Bilmiyorum doğru mu değil mi? Bu “şiddet haberlerini neden değerlendiriyorsunuz” sorusuna “haber değeri taşıdığı için” gibi haklı bir cevap verdi. “Ortada bir facia var ve bu insanlar tarafından bilinmeli. Biz gazeteciyiz, bizim görevimiz bu. Yaşanan bir şiddeti yokmuş farz etmemiz mümkün değil. Bunu haberlerle ortaya koymamız gerekiyor” dedi. “Örnek teşkil ediyor mu şiddet haberleri?” sorusuna o da Adanalı Münevver ve Münevver olayından yola çıkarak cevap verdi. Demek ki, öğrenilmiş şiddet var. Okurun kendi sınıfından insanların şiddetiyle çok fazla ilgilenmediğini, üst sınıfın Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. şiddetini daha fazla merak ettiğini ve bu anlamda haberleri seçerken de daha ziyade üniversiteli gencin işlemiş olduğu bir cinayetin, Etiler'de oturan birinin işlemiş olduğu cinayetin, bir iş adamının oğlunun veya kendisinin işlemiş olduğu cinayetin çok daha fazla ilgi çektiğini söyledi. Örneğin şöyle bir şey söyledi; “İzmir'de zengin bir ailenin çocuğunun havuzda boğulması önemli. İstanbul'da üniversiteli dört gencin yapmış olduğu kaza önemli. Biz bunları daha öne koyarız.” O da aynı Posta Gazetesi Yazı İşleri Müdürü gibi haberi asla çarpıtmayız, katkı yapmayız, provoke edecek bir sunuş yapmayız dedi. “Yerelden gelen bir haberin çarpıtıldığını hisseder misiniz?” dedim. “Bunu hissederiz” dedi. Ben tabii bunu nasıl hissederiz sorusuna kendi hesabıma yanıt verebiliyorum. Bir haberin yalan ya da doğru olduğu konusunda ilk bakışta bir kanaatim oluşuyor, çok uzun yıllardır bu işi yaptığım için. Şöyle bir deyim vardır bizde: Doğru olamayacak kadar güzel bir haber. Ve bende hemen kuşku oluşuyor. “Hissederiz, kullanmayız ve tabii yerelden gelen haberi araştırırız” dedi. “Fransa ve Almanya'da kimse komşusunu, yanındakini tanımaz bilmez” dedi, “fakat bizim toplum iç içedir. Kapıda, merdivende oturulur, komşudan şeker istenir. Bu anlamda komşular arasında bir yakınlık var, komşuların kendi evinde yaptığı kavga bile yan dairede bir merak olarak karşımıza çıkar ki bu tür haberler yani komşuda yer alan haberler de karşımıza çıkmaktadır” dedi. Sonuç olarak dört ana başlık altında bağlamak istiyorum: Bir tanesi, kendini şiddet ve baskı görenin yerine koyma refleksi ve becerisi göstermedikçe bu şiddet haberleri karşısında doğru ve olumlu bir bakış üretmemizin imkânı yok diye düşünüyorum. İki, sadece şiddet haberlerinin doğru ya da yanlış haberden ibaret görülmemesi gerektiği, esas olarak toplumda şiddetin derinliğinin nasıl ortadan kaldırılacağına dair düşünce üretmemiz gerektiği kanısındayım. Üçüncüsü, bir toplumda ne kadar adaletsizlik varsa o kadar yaygın ve yoğun şiddet vardır. Sonuncusu, silahsızlanmanın şiddeti asla yok edeceğine inanmıyorum, yalnızca dozunu etkileyeceğine inanıyorum. Şiddetin esas kaynaklarının toplumsal adaletsizlikte bulunduğuna inanıyorum. Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. ÜÇÜNCÜ BÖLÜM Edip Kuzey Ekten 15. Bireysel Silahsızlanma Ödüllü “Bireysel Silahsızlanma : Yaşama Hak Tanıyın” Fotoğraf Yarışması, 2009 Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. ÜÇÜNCÜ OTURUM TARTIŞMA: YEREL MEDYA'NIN ŞİDDET HABERCİLİĞİNE BAKIŞI Moderatör: Nail GÜRELİ SORU ve GÖRÜŞLER Serpil KORKMAZ (İskenderun Eko Gündem Gazetesi): “Şiddet medya aracılığıyla mı arttı” deniyor. Daha önceden de töre cinayetleri işleniyordu, cinayetler işleniyordu. Çünkü “at, avrat, silah” denilen bir toplumun çocuklarıyız. Bugün iletişim çağında olmamızdan dolayı bunları daha çok duyuyoruz. Ancak her eline kalem alan da gazeteci oluyor. Dolayısıyla haberler bilinçsiz bir şekilde yapılıyor, toplum da bundan bir şekilde mayalanıyor. Hep diyoruz ki, biz bu işi yapan insanlar, kanlı canlı bir haber yakaladığımızda “ne güzel haber yaptık” diyoruz. Biz bundan ne zaman kurtulacağız? Osman ÖZDEMİR (Malatya Birlik Gazetesi): 12 Eylül döneminde intihar haberlerinin yasaklandığını ve bunun da intihar oranında düşüşe sebep verdiğini söyledi Sayın Mavioğlu. Bu araştırmanın kimin tarafından yapıldığını sormak istiyorum. Çünkü yasaklama bir düşüş mü getirir? Mesela trafik kazaları haberleri yasaklansa, trafik kazaları düşer mi? İflas haberleri yasaklansa, iflas oranı düşer mi? Zam haberleri yasaklansa zamlar daha mı az olur? Abuzer DEMİR (Adıyaman Bugün Gazetesi): Batıda hediyelerde sınır var dediniz. Batı'da hediye ya da rüşvet sınırı nedir? Umut Vakfı olarak silahsızlanmayla ilgili mücadele veriyorsunuz, peki, devlet kademeleri nezdinde bir çaba veya girişiminiz var mı? Silahsızlanma konusunda güvenlik güçlerine yönelik bir bilinçlendirme, eğitim programı çabası var mı Vakfın? Murat GÜREŞ (Gaziantep Hakimiyet Gazetesi): Bu kadar güvenlik sistemlerinin olduğu bir ülkede halkın bu kadar silaha meraklı olmasının nedeni ne olabilir? Medyanın toplum tarafından üretilen şiddeti sunarken kendi içinde otokontrolünün sağlanması nasıl bir yöntemle olur? Biz kendimizle ilgili problemi nasıl halledeceğiz? İlhami BOYNUKISA (Gazikent Gazetesi): Şiddete sadece gazete haberlerinin verilişi açısından mı bakılmalı? Ben temelinde eğitimsizlik olduğuna inanıyorum. Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. Televizyon dizileri var, mesela Kurtlar Vadisi gibi. İnsanlar kendisini Polat Alemdaroğlu'na benzetiyor, kalkıp babasını dövüyor. Yani şiddete sadece gazeteler ve televizyonlar açısından bakmamak lazım. Eğitim bazında da ele almak gerekiyor. Cengiz Halil ÇİÇEK: Şablon kavramlardan bahsedildi; alıcı kılığına giren polis, sanıklar adliyeye sevk edildi gibi. Bir de saniye saniye görüntülendi. Başka görüntüleme biçimi var mı? Tuba ÜNLER (Vakit Gazetesi Kilis Temsilcisi): Ben sorunlarının çözümünün asıl kaynağının sevgi bahsedilmişti. olduğuna Yunus Emre inanıyorum. ve Sevgi Mevlana’nın ve daha barışçıl medyadan çok anlatılması ve anlaşılmasını temenni ediyorum. Nefret söylemleri altında, İslam payları altında bazı söylemlerde bulunulduğundan söz edilmişti. İslamın hoşgörü ve barış dini olduğunu düşünüyorum. Bazı radikal söylemlerin İslama mal edilmemesi taraftarıyım. Bazı insanlar İslamcı gibi görünüp radikal söylemler söyleyebilirler, bunun İslama mal edilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Filiz BAKIR (İskenderun Meslek Yüksek Okulu): Algıdan konuştuk. Türkiye gerçeğinden söz ettik. Gazetenin tiraj kaygısından ve şiddet yanlısı haberlerin sükse yapmasından söz ettik. Ben geleceğin gazetecisi olarak nasıl bir haklı tavır sergileyerek bunlardan uzak duracağım. Benden istenen bu yönde haber yapmam ise, gelecekte de benden bunlar istenecekse ben bunu nasıl başarabilirim tek başıma? Ali CİHANGİR (Aktif Gazeteciler Cemiyeti): Türkiye'de bireysel silahsızlanma ve şiddet açısından bakarsak bu haberlerin yapılış şekli nasıl olmalı? Yerel medyada şiddet haberlerini çok dramatize etmiyoruz ama yaygın medyada daha çok dramatize ediliyor. Örneğin Kurtlar Vadisi gibi diziler var. Bunların temelinin eğitimsizlik olduğunu düşünüyorum. “Okuyucu istiyor” deniyor. Eğer okuyucu o şiddet haberlerini okuyorsa ve siz yazmazsanız tirajınız düşerse o zaman eğitim eksikliği var. Ben olayın eğitimle ilgili olduğunu düşünüyorum ama okuyucu şiddet ve özellikle bu tür haberleri istiyorsa da okuyucuya bunu vermemiz konusunda da eğitim gerekiyor. Ve yaygın medyanın bu konuda daha duyarlı olması gerektiğini düşünüyorum. Akın BODUR (İskenderun Ses Gazetesi): Şiddet karşıtı habercilik, barış gazeteciliği yapmak mümkün mü gerçekten günümüzde? Türkiye'yi karış karış dolaşıyorsunuz, gözleminiz nedir? Gelişen bir tablo var mı bu süreç içerisinde? Esra RUHİ (Eğitimci): Gazeteci değilim. Bir eğitimci olarak şunu sormak Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. istiyorum: Şiddet ve şiddetle ilgili haberleri, dizileri izletmeme noktasında neler yapabiliriz? Ebeveynlerin en çok sorduğu soru bu bize. Serpil KORKMAZ (Eko Gündem Gazetesi): Magazin gazeteciliğinde haber kaynağına dokunulma sınırı nedir? Diğer bir konu da yerel gazetelerin resmi ilanları. Biliyorsunuz yerel medya resmi ilanlar alıyor. Ciddi gazetecilik yapanlar da var ama bazılarının bunu bir rant kapısı haline getirip kullanmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Çilem GÜNDOĞAN (İskenderun Meslek Yüksek Okulu): Seminer boyunca silahsızlanmadan, aile içi şiddetten, barış gazeteciliğinden bahsedildi. Basın yayına giren, televizyon gazete açan insanlar eğitim almamış insanlar. Ben bunu önce fark etmemiştim, sonradan öğrendim. Ben gazeteci olmak istiyorum diyen, parası, imkânı olan bunu neden yapabiliyor? Bence iş eğitimden geçiyor. Gazetecilik neden bu kadar basite alınıyor? Basın-yayın mezunu olmayan kimse bu işi yapmamalıdır diye düşünüyorum. CEVAPLAR İncilay CANGÖZ: “Biz bundan ne zaman kurtulacağız?” diye bir soru yöneltildi. Bu soru çok anlamlı, çok değerli. Bunu bir başlangıç diye kabul ediyorum ben. “Geleceğin gazetecisi olarak ben bunu tek başıma nasıl yapabilirim?” dedi arkadaşımız; karamsar olarak değerlendirmeyeceğim bunu. Öğrencilerim de bana bunu soruyor. Ben 1992 mezunuyum, eğitim süresince barış gazeteciliğinin adını duymadım. Daha sonradan öğrendim bunları. Bireyden başlıyor her şey. “Sevgiyle değişim, dönüşümün gerçekleşeceğini düşünüyorum” dedi bir arkadaşımız. Ertuğrul Mavioğlu, kendimi koyuyorum dedi, sorumlu gazetecilik yaparken. Evet, bunu yaparsak barış gazeteciliği yaparız ya da barıştan yana koyarak yapabilirsiniz. Sorumlu bir insan olduğumuzda bu zaten gerçekleşecektir. Kendimizden başlıyor, bunu içselleştirdiğimizde kendiliğinden başlayacaktır. Bir de medya okuryazarlığı konusunda şunu söyleyebilirim: Televizyon ve medyanın bir başına kullanılmasına izin vermemeliyiz. Bunun nasıl kullanıldığının denetim altında olması lazım. Çok gereksiz yerlerde şiddet gösteriliyor. O zaman çocuklara anlatmalıyız ki “insana şiddet uygulanmaz, şiddet kötü bir şeydir”. Ebeveynlerin bunun altını çizmesi gerekiyor. Fakat bazen ailelerin eğitimi yeterli olmuyor. Ebeveynlerin dizi tercihlerinden çocuklar da etkileniyor. Bu noktada öğretmenlere de görev düşüyor. Onların da bunu Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. anlatması lazım. Abdülrezak ALTUN: Medya okuryazarlığı çerçevesinde devam edeceğim. 10 yaşında oğlum var benim. Ben, oğlum ve eşim bir arada yaşıyoruz. Eğer ben Kurtlar Vadisi ya da başka şiddet veya cinsellik içeren şeyler izliyorsam, dolayısıyla oğlum da onlara bakmak durumunda kalıyor. Öncelikle “siz izlemeyin”i önerin ailelere. Çok fazla televizyon kanalı, çok fazla seçenek var. Gerçi birçok kanalda benzer şeyler var ama belki televizyonun kapatma düğmesine daha çok basmak gerekiyor, eğer izlenecek bir şey yoksa. Hani hep “televizyonlar daha çok belgesel gösterse” deniliyor ya ben belgesel izlerim, oğlum da 10 yaşında olmasına rağmen iyi bir belgesel izleyicisi oldu. Yani ailelerin yaptığı tercihler çocukların yaptıkları tercihleri belirliyor. Şiddet uygulayanlar çocukluklarında mutlak şiddete maruz kalmış ya da şiddeti gözlemlemiş çocuklar oluyorlar. Onun için eğer şiddeti yaşamımızdan çıkarmak istiyorsak, çocukların yaşamından şiddeti çıkarmak çok önemli. Bu sadece gazeteciler ve medya çalışanları olarak değil, anneler ve babalar olarak da temel sorumluluğumuz bizim. Ertuğrul MAVİOĞLU: 12 Eylül'de intihar haberlerinin yasaklanması cümlesi bana ait değil, Milliyet Gazetesi Yazı İşleri Müdürü arkadaşımızın söylediği şey. Ben aktardım ve emin olmadığımı söyledim. “Zam haberleri yasaklanırsa zam azalır mı?”, bunu karşılamıyor. İntihar haberlerinin yasaklanması ve intiharların azaldığına dair bir araştırma da yok ya da var da ben bilmiyorum. Yalnız soru 12 Eylül'ün yaptığı iyi iş gibi algılandı. Bunu düzeltmek için şunu söylüyorum: “Ertuğrul Mavioğlu sen nasıl bakıyorsun, 12 Eylül nedir?” diye soracak olursanız... 12 Eylül faşizmdir ve faşizm insan hayatına kasttır. O nedenle 12 Eylül'e dair herhangi bir iyi anım ve iyi bir düşüncem olmadığının altını çiziyorum. Ama meşru bir tarafları varsa, lütfen yargılansınlar ve kendi meşruiyetlerini yargılanma sürecinde anlatsınlar. Bu kadar da kalbim açık. Terimler meselesi, “saniye saniye” görüntülendi. Tek yanıt verebileceğim bunu bulabildim. “Mahkemeye sevk edildiler” cümlesi. Hakikaten bazen mahkemeye sevk o kadar geç saatte oluyor ki, haberin devamını yetiştirmek çok zor oluyor. Tutuklandı mı yoksa serbest mi bırakıldı? Öyle zamanlar oluyor ki “mahkemeye sevk edildiler” olarak kalıyor. Ama olay gerçekten çok önemliyse, toplumun çok geniş kesimini ilgilendiriyorsa, bunu mutlaka yazmaya gayret ediyoruz. Dikkat etmek lazım, dediğiniz gibi. Diğer terimler konusunda şunu söyleyebilirim, gazeteciler biraz daha dikkatli olursa daha anlamlı cümleler kurabilirler. Öğrenci arkadaşımın hepimizi etkileyen cümlesi “nasıl başarabilirim tek başıma” Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. sorusu… Hiç kimse tek başına bir şey başaramaz. Ne haberinizi koyarsınız, ne haber projenizi kabul ettirirsiniz. O yüzden sendika gereklidir. Gazetecilerin sadece bir ekonomik birlik olarak değil aynı zamanda editoryal bağımsızlıkları için de sendikal örgütlenme şarttır. Ama bu neden olmuyor? Yine kendi ülkemizdeki insanların bireysel pazarlık güçlerini çok abartmalarından, kariyer planı çerçevesini etkiler gibi düşüncelere kapılmalarından ötürü olmuyor. Bu olsa emin olun daha etik bir gazetecilik yapmanın da önü açılır. Çünkü o muhabir, haberini savunur. Bir başlık karşısında editörüne “hayır bu olmaz” deme şansı artar. Irkçı, militarist, eril veya şiddeti öven, bunların hepsinin önünde set oluşturma ihtimali daha fazla güçlenir. “Yerel medya dramatize etmiyor, yaygın medya dramatize ediyor” sorusuna ben yanıtımı az önce yerel medyadan gelmiş olan birtakım haber ve örneklerle verdim. En çarpıcı örnek “ödünç bıçakla öldürdü” örneğiydi. O taşradan gelmiş ham haliyle aldığım bir örnekti. Şöyle bir şey yok: Yerel medya az yapıyor, yaygın medya fazla yapıyor... Biz aynı hamurdan üretilmiş Allah kullarıyız. Biz birbirimize çok benziyoruz ve emin olun yaygın medyada çalışan muhabir de yerel medyada çalışan muhabir de şu kapıdan çıkıp da karşı karşıya kaldığınız toplumun aynısı. O yüzden gazetecilik öğrenilmesi gereken bir şeydir. Gökten, tepeden zembille inmez. Son nokta, “gazetecilik neden bu kadar kolay yapılıyor” sorusu. Kendi hesabıma söyleyeyim; bir muhabirde aradığım kıstasların başında “ne kadar çok okuyor, ne kadar çok okuma alışkanlığı var” gelir. Eğer okuma alışkanlığınız yoksa, kahvede üç yüz kelimeyle konuşan insandan daha fazla kelimeye sahip değilseniz bu mesleği yapamazsınız. Her gün kendinizi yeniden üretemezsiniz, kelimeleriniz eksilir, iyi haber yazamazsınız. Her gün daha fazla okumazsanız dünyaya bakışınız genişlemez. O zaman reflekslerinizi doğru tutturamazsınız. Bir bakarsınız savaştan yana esiyor rüzgâr, siz de militarizmin bir parçası olursunuz. Bir bakarsınız savaş yanlısı gazete çok satar hale gelmiş, onun karşısında direnç oluşturamazsınız. Hayatta sağlam, sağlıklı, düzgün bir duruşu olmayan, ezilenden yana olmayan, şiddet görenden yana olmayan, mağdurdan yana olmayan bence gazetecilik yapmasın. Mine GENCEL BEK: Öncelikle şiddet ve eğitim arasındaki bağlantı konusuna girmek istiyorum. Araştırmalar böyle bir bağlantı olmadığını gösteriyor aslında. Aile içi şiddet her kesimden, sınıftan, insandan gelebiliyor. “Eğitimi çözersek her şeyi çözeriz” gibi bir kolaycılığa kapılmamamız gerekiyor. Aynı şekilde “basın yayın alanındaki kişiler de çok eğitimli olurlarsa her şey düzelir” gibi bir şey de Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. yok. Bu etik ihlalleri bilerek ya da bilmeyerek yapanlar genel yayın yönetmenleri, Fransalarda okumuş, doktora yapmış kişiler. Akademisyenler de öyle, sadece gazetecileri eleştirmiyorum. Üniversitelerde öğrenciye hakaret etmek de bir şiddettir. “Sadece iletişim mezunları bu işi yapsınlar” demek de asında liberal demokrasinin bütün örneklerine aykırı. Çünkü basın olarak ifade özgürlüğü herkese açıktır. Orada bir sınırlama, sansür yapamayız. “Okuyucu istiyor, onun için böyle oluyor” da bizim söylememiz olmamalı. Bu neoliberal pazar gücünün medya içindeki söylemidir. O, kendini savunma mekanizmasıdır. Kanallara bakınca bir manken röportaj yapıyor, bir şovmen haber sunuyor, başka bir şov programında politikacı ağlıyor… Yani seçenek yok, sorun burada. Okuyucu istiyor diye olmuyor bunlar. Önemli olan seçeneklerin üretilmesi. Artı, eğitim meselesiyle ilgili olduğunu düşünmüyorum burada. Örgütlülük çok önemli. Tabii 1980 sonrası bizim çok önemli bir kaybımız bu. Sendikalı gazetecilere sorduğunuzda onların arasında şiddeti savunan çıkmayacaktır eminim. Çünkü örgütlü olmak “gelin, ne yaptığımıza birlikte bakalım, sorgulayalım, eleştirelim” demektir. Örgütlülük önemli, etik ilkelerin gözden geçirilmesi gerekir. Çocukların üzerinde fazla durmadık bu toplantıda, çocukların temsil işi çok önemli. 17 aylık bebeğin tecavüz olayında şiddetin pornografisinin de yapıldığını gördük. Asıl meselenin eşitsizlikler, çeşitsizlikler olmasına rağmen cani, katil gibi sunulmasını da gördük çocuklarımızın. Çocukların medya okuryazarlığı da çok önemli konulardan birisi. Nispeten medya sektörünün eleştirel bir okuma geliştirmesi açısından önemli bir girişim ama var olan medya okuma yazma programına baktığınız zaman, maalesef ben diyorum ki, keşke hiç yapılmasaydı daha iyi olurdu. Yani Milli Eğitim Bakanlığı ve RTÜK işbirliğiyle yapılan medya okuryazarlığı programı sonucunda web sitesine tıklayıp bakın şunları görürsünüz: Çocuk sitesinde çocuklar “iyi ki bunu izledik, Türk polisinin ne kadar geliştiğini gördük” ya da “Türkiye'nin bölünmez bütünlüğü”, “müstehcen davranışlarla ailenin kutsallığı zedeleniyor” gibi bir eleştiriye varıyorlar. Ben bunun eleştiri olduğunu düşünmüyorum. Muhafazakâr kültürün çocukların beynine damardan yerleştirilmesidir bu. Eleştiri başka bir şeydir. Gerçekten mağdurun yanından bir eleştiridir; ötekiler dediğimiz. Nasıl bakarsanız bakın; kadının, azınlıkların ezilmesi anlamındadır, dolayısıyla çocuk. Oradan “bayrağımızın kutsallığı ihlal edilmiştir, vatanın bölünmez bütünlüğü” dediğinde, ben burada medya okuryazarlığı göremiyorum. Olması gereken dolayısıyla başka tür bir okuryazarlık. “Sürekli çocukları koruyalım da onlara Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. zararlı fikirler bulaşmasın” demenin sonu olmadığını düşünüyorum. Bu kadar korumacı mantıkla yetiştirmememiz gerekir çocukları. Biraz güvenmemiz lazım. Eleştirel yurttaşlar olarak, haklarını, sorumluluğunu bilen, başkasına saygı duyan yurttaşlar olarak yetiştirmek noktasında olmalıyız. Ombudsmanlık, okur temsilciliği sisteminin güçlendirilmesi lazım. Oralara bıkmadan yazmamız, eleştirimizi, tepkimizi göndermemiz gerekir. Onların hepsi çok çok önemli olacaktır. Özel yaşam nerede biter? “Kamu yararı” diyecektir muhtemelen hukukçu arkadaşlarımız ve gazeteciler de. Ama hiçbir kamu yararı gerektirmeyen durumlarda ünlüler, modellerle ilgili haberlerin ele alındığını görüyoruz. Suç korkusunun yine aynı derecede korkutucu bir başka sonucu olduğunu düşünüyorum ki, o da toplumsal hayata katılmamak. Başıma bir şey gelecek korkusuyla gece dışarı çıkmamak... Bunu daha çok kadınlar ve çocuklar yapıyor. Her şehrin belirli bölgesine kadınlar ve çocuklar giremiyor. Tembihliyoruz “aman sakın oraya gitme” diye. Bu da toplumsal hayattan dışlanmadır aslında. İlk kez bu bayram hiçbir çocuk gelmedi bizim evimize. Bu da çok çok trajik bir şey diye düşünüyorum. Suç korkusuyla, şiddet korkusuyla toplumsal hayattan dışlanma ve gittikçe eve bağlanma, aileye bağlanma, birbirimizden yalıtılma çok trajik sonuçtur diye düşünüyorum. Fikret İLKİZ: “Magazin gazeteciliği özel yaşama ne kadar müdahale etmelidir” diye bir soru sordunuz. Sayın meslektaşım özellikle “kamu yararı” varsa dedi. Bir defa 1982 Anayasası’na baktığınız zaman özel yaşamın korunması gerektiği, saygı duyulması gerektiği ve gizli olduğu açıkça yazılıdır. Yine Basın Kanunu’nun 3. maddesindeki sınırlandırma ölçütlerinden biri de başkalarının şöhret ve haklarının korunmasıdır, bunun içine özel yaşam da girer. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 8. maddesi de özel yaşamı düzenlemektedir. Bunlar uluslararası belgeler, yasalardır. Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi'ne bakarsanız özel yaşamın bazı hallerde ihlal edileceğine dair ve hangi hallerde ihlal edilemeyeceğine dair de bir düzenleme vardır ki bana göre doğrudur. Özel yaşamın ihlali bakımından konulan ilkelere baktığınızda, eğer siz gazeteci olarak büyük bir suçu ortaya çıkaracaksanız, özel yaşamın ihlali mümkündür. Başka türlü onu ortaya çıkartmanız mümkün olmayabilir. Ya da en azından toplumda belli bir felaketin önlenebilmesi için gazeteci bunu ancak özel yaşamı ihlal ederek elde edebilecek ise bu halde de mümkündür. Yine de Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi'nde; bu hallerde dahi der, asıl olan kamu yararıdır. İki, o kişinin yapmakta olduğu görev bakımından o Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. görevin yerine getirilmesinde özellikle bazen kamu görevlilerinin gerçekleştirdikleri hukuka aykırılıkların da mutlaka ortaya çıkması, kamuoyunda bilinmesi için de özel yaşamın ihlal edilmesi mümkündür. Ama bütün bunların tümü Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi'ndeki ilkelere bağlıdır ve bir anlamda da bu hukukun ta kendisidir. Yani yargının içinden çıkmış olan bir kavramdır ve yargının öğretileri içinde de genelde verilen kararlar bu tür ölçütlere bağlıdır. Yani soru şudur aslında: Gazeteciler olmasaydı? Şimdi bu soruyu sorduğunuz andan itibaren; gazeteciler olmasaydı, örneğin Ebu Garip cezaevinde işkence yapıldığını bilemeyecektiniz. Ya da en azından Irak'ta Bağdat'ın işgali konusunda da “burada nükleer silahlar vardır, bulunması gerekir” diye başlayan ama hâlâ gazeteciler tarafından sorgulanan “nükleer silahlara rastlanamadı” konusu bazen, özel yaşam da dahil olmak üzere, ihlalleri gerektirir. Bu ihlaller hukuka uygundur. Bu ihlaller bir anlamda da meslek ilkelerine uygundur. Çok somut olarak sorduğunuz soruda mahremiyetle ilgili kavram da şu şekilde tartışılmaktadır: Acaba nerede başlar? Yatak odasının kapısında mı, daire kapısında mı, bahçe kapısında mı? İfade özgürlüğünü korumak istiyorsanız, son gelinen nokta şudur: Özel yaşamı korumak zorundasınız. En önemli olay da Monaco Prensesi Caroline'le ilgili olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin verdiği bir karardır. Dergilerde özel yaşamı doğrudan ilgilendiren fotoğrafların yayınlanmasıyla ilgili bir karardır. Benim kişisel fikrim son yaşadığımız olaylar ve örneğin bir dizide oynayan oyuncularla ilgili meydana gelen olayın sorgulanmasında ulaştığım sonuç şudur: Mahremiyet hakkının ihlali konusunda gazeteciler çok başarılı olmuştur. Dolayısıyla mahremiyetin ve özel yaşamın gizliliği konusunda hata yapmışlardır. Geçmiş olaylardan ve o olayların bize bir öğreti yaratması için korunması gerekli olan özel yaşamla ilgili daha kötü bir örnek vereyim. Anımsarsanız Aczmendilerin şeyhi olan bir kişiyle bir kadının yaşadığı ilişki naklen televizyonlardan yayınlanmıştır. Ağabeyleriyle beraber kameralarını alarak, Aczmendi olan bir kişiyi evinde bir kadınla basan gazeteciler bunu haber olarak yayınlamıştır. O tarihlerde çok iyi bir haber gibi gelmiştir ama Türkiye o olayda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından mahkûm edilmiştir ve tazminat ödenmiştir. Tek bir ölçüt vardır, o da sözleşmenin 8. maddesinde yer alan özel yaşamın ihlalidir. Onun için sorunun yanıtı şudur: Gazeteciler olmasaydı, ortaya çıkması mümkün olmayan olaylarda özel yaşamın ihlali hukuka uygundur. Çünkü eşittir, bunun sonucu kamu yararıdır. Kamu yararı dediğiniz zaman da basın özgürlüğünü, halkın bilgi Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. edinme özgürlüğü ve gerçekleri öğrenme hakkını algılamanın zamanı gelmiştir. İfade ya da basın özgürlüğü dediğiniz kavram da aslında buna aittir. Bir de sanıyorum, benim sözümde geçen, yani nefret suçlarıyla ilgili olarak Vakit Gazetesi’nden olan arkadaşımız, Mevlana ve Yunus Emre'den bahsettiniz. Ve dediniz ki; “bu işi sevgiyle barışla çözebiliriz, aslında İslam dini de barışı savunur ve müslümanlar da adam öldürmez zaten”. Dolayısıyla bu anlamda siz “böyle radikal sözler söylenebilir çok bunun üstünde durmayın” ya da “bu radikal sözler İslamla alakalı değildir’ dediniz. Sizi memnun eder, hemen söyleyeyim: Mevlana ile ilgili Kültür Bakanlığı’nın bir projesi var. Mevlana Evleri kurulacak Türkiye'de. Bir de Türk edebiyatçılarının dışa açılım projesi var. Bu dışa açılım projesinin başlangıcı da Yunus Emre ile gerçekleştirilecek; hiç olmazsa Kıta Avrupasında ortaya çıkan İslama karşı fobinin önlenebilmesi amacıyla gerçekleştirilecektir. Gazetenizi bazı hallerde okuyorum ama sanıyorum Vakit Gazetesi bu tür projelere yer veren ve anlatan bir gazetedir. Ama izin verirseniz ben de size bir şey söyleyeyim: İslam dininin ne kadar barışçı olduğu konusunu sanıyorum bana hatırlatmanıza gerek yok, ben bunu biliyorum. Ama benim özellikle hatırlatmaya çalışmak istediğim kavram şudur: Radikal sözler söyleyenler kim olursa olsun, hangi dine mensup olursa olsunlar, dünya üzerinde nefret suçlarını yaymaya hakları yoktur. O nedenle İngiltere'nin başına gelen bu olayda, örneğin toplantılarda, kamuya açık alanlarda bu şekilde söz söylenmesi nefret suçlarının yayılmasına neden olur. Ben bununla mücadele ederim. Eğer bununla mücadele etmezsem o zaman Londra metrosunda bir başka terör olayıyla daha karşılaşırım. Hangi dine mensup olursa olsunlar Guantanamo'da tutulan insanların temel hak ve özgürlüklerinden ben sorumluyum. Dolayısıyla onların haklarını savunmak durumundayım. Amerika'nın uyguladığı bu politikaya da resmen karşı çıkmak sanıyorum dünya üzerinde yaşayan herkesin insanlık görevidir. Ama ben, bu arada, orada tutulan insanların Müslüman olduklarını ön plana çıkarmam. Temel insan hakları olarak bütün bunları söylerim. Ayrıca bütün bunları değerlendirdiğiniz zaman, bizim asıl görevimiz bu anlamdaki kişilerin laflarının bile sadece bir radikal söylemi olup olmadığını sürekli akılda tutarak bununla mücadele etmektir. Etmezsek o zaman Taliban'ın oy vermeye giden insanların burnunu, kulağını kesmesine karşı çıkma olanağımız kalmaz. Buradan bir sonuç çıkartmamız gerekirse, ben Sudan Darfur'daki olaydan kendimi sorumlu sayarım. Onun için Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin önüne El Beşir'in bir an önce çıkmasını istiyorum. Bir başka deyişle; yargı önüne çıkması için dünya Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. üzerinde yaşayan bir fert olarak elimden geleni yapacağıma emin olabilirsiniz. Ancak benim ülkemde “Müslümanlar adam öldürmez, merak etmeyin ben orayı inceledim, soykırım suçu yok” sözü beni bağlamaz. Benim topraklarıma, benim yaşadığım ülkeme bu anlamda insanlık dışı suç işlemiş hiçbir devlet görevlisi yaklaşamaz. Ben hayatım boyunca Yugoslavya'da meydana gelen olayda Sırpların Boşnaklara ve o anlamdaki etnik temele dayalı olan yaklaşımlarına karşı çıkmak zorundayım. Çünkü bu temel insan hak ve özgürlüklerinin korunmasıyla ilgilidir. İslamın barışçı olması, “Müslüman adam öldürmez” gibi laflar bana hiç işlemez. Bu çerçevede olaya baktığım zaman da temel insan hak ve özgürlükleri olarak bakıp, böyle değerlendirmenin çok daha yararlı olduğu fikrindeyim. Çünkü, inanın bir insan öldüreni yargılamak çok kolaydır; yüzlerce insanın soykırıma uğramasına, insanlık suçu işlenerek öldürülmesine karşı emir veren insanların yargılanması çok zordur. Bu yargılamalarda İslam, Hıristiyan ayrımı yapılmaz. Onun için bazı olaylara yaklaşırken, en azından, “sözünüzde böyle radikal söylemler geçti” lafları akılda kalsın, yüzleşelim bu gerçekleri bilelim diye söylenmiştir. Timur DEMİRBAŞ: “Güvenlik güçlerini Vakıf eğitmeyi düşünüyor mu?” diye bir soru geldi. Şimdilik öyle bir çalışmamız yok ama yapmış olduğumuz bazı toplantılara emniyet elemanları da katılıyor, davet ediyoruz. Ama genel olarak yerel medya seminerleri gibi bir çalışma yapmadık. Belki ileride bilemiyorum, Vakıf bu konuyu değerlendirebilir. Yine intihar haberlerini hukuki açıdan değerlendirmek istiyorum. Gerek eski basın kanununda, gerek yeni basın kanununda intihar haberlerini teşvik edecek şekilde vermek suç olarak düzenlenmiş. Kaldı ki, radyo ve televizyon aracılığıyla yine intiharı özendirecek haber yapmak da yine temel ilkelere aykırılık sonucunu doğuruyor. Son olarak da, Mine Hanım’ın katkısına teşekkür ediyorum; suç korkusunun toplumsal yaşamdan soyutlamayı doğurduğunu belirtti. Doğrudur. Zaten suç korkusu kavramını açıklarken geniş anlamda suç korkusunun yaşam kalitesini etkilediğini ifade etmiştim. Vermiş olduğunuz örnek çok güzel. Kayseri'de bir önceki bayramda iki çocuğun kaybolması ve halen bulunamamasını bu bayramda suç korkusu olarak yaşadık. Ayhan AKCAN: İntihar haberlerinin yasaklanması intihar oranını azaltır mı? Bu psikiyatrik bir konudur. İntiharda; neden intihar ettiği, intihar şekli ayrı bir şey, intiharın tamamlanması ayrı bir şey, intihar haberlerinin yapılması ayrı bir şey. Ama intihar nedenleri vardır ki % 60 depresyondur. İkisi arasında bir ilişki Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. olduğunu ben düşünmüyorum. Televizyondaki şiddetin izlenmesi konusunda aslında kumanda kimin elindeyse o karar veriyor. Kurtlar Vadisi oynarken aynı anda Aşk-ı Memnu var. O da izlenebilir. Yani kadınlar eline kumandayı alırsa, bu anlamda şiddet daha az izlenir. Senaryoyu yazanlar da çocuk danışmanlarına danışabilirler. Nail GÜRELİ: İntihar haberlerinin yasaklandığı konusunda bir bilgim yok. Şu olabilir belki, kimi askerler kendi söylemlerinde söylemiş olabilirler. Nitekim 27 Mayıs'tan sonra bir yüzbaşı “Babıâli’den geçeriz gerekirse” diye konuşmuştur, medyayı eleştirirken. Böyle bir şey olabilir. Hediye konusunu sordu arkadaşımız. Bazı gazetelerin Batı’da buna bir limit koyduğunu biliyoruz. Yani şu kadar doların üstünde olan hediyeyi gazeteci kabul etmez diye. Nitekim bizim bildirgemizde de o var, gerçi miktarı belirtilmemiş ama gazetecinin hediye kabul etmeyeceği, makul ölçülerde ufak jestlerin dışında hediye kabul edilemeyeceği var. Vakit Gazetesi’nden Tuba arkadaşımız sevgiye değindi, ben de konuşmamı bitirirken sevginin gazeteci için ne kadar önemli bir haslet olduğunu söylemiştim. Arkadaşım sordu, “yerel basında bir gelişme gördünüz mü?” diye. Evet, ben 1994'den beri Anadolu’yu dolaşıyorum. Orada gördüklerimle bugün geldiğimiz noktada yerel basın açısından olumlu buluyorum. Meslek ilkelerine, gazetecilik anlayışına daha yaklaştığımızı görüyorum yerel basında. Elbet kusurlarımız eksiklerimiz var ama temelde gazetecilik anlayışı, haber kaynaklarıyla temas konusunda memnuniyetle gözlemlediğimi söyleyebilirim. Sabırla bunlara devam etmek gerekir. “Tek başıma ne yapabilirim” diyor arkadaşım. Elbette tek başına bir şey yapamazsın. Gerçi tek başına yapabileceğin şey de var ama üç beş kişilik hareket yaratabilirsin çevrende. Örgütlenmeyi teşvik edersin tek başına. Örgütlenme çok önemli. Büyük güçtür, “şartlar uygun değil” diyeceksiniz, bugünkü yasalar, siyasal anlayış ve toplumun yaklaşımıyla kalkıp “örgütlenme nasıl olsun” demeyin. Ümitsizliğe kapılmamak gerekir. Kendi bölgenizde de cemiyet çokluğunu aza indirmeye gayret etmeniz gerekir. Bazı cemiyetlerin birleşmesi gerekir, gerçek gazeteciliğe gönül vermiş cemiyetlere güç vermeniz, ona katılmanız faydalı olur. Resmi ilanlar konusu... Kimi gazeteler Anadolu’da sadece resmi ilan almak için çıkıyorlar ama ben haber vereyim ki resmi ilanların da geleceği pek parlak değil. İnternet üzerinden resmi ilanların yayınlanması konusunda ciddi ilerleyen Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. çalışmalar var hükümet katında. Bu olması muhtemel bir gelişmedir. Ama bundan umutsuzluğa kapılmayın. O zaman gerçek gazetecilik yaparak ayakta kalmanın yollarını bulacaksınız, yapamayan da elenecektir. Bu doğanın kanunu. Kendi kamuoyuyla bütünleşen, iletişim kuran gazeteler var, böyle yapılacak. “Bin şerden bir hayır çıkar” var ya, belki de daha doğru, somutsal gazeteciliğin yolu açılmış olacaktır. Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz. Yıldız Posta Cad. No:52 Esentepe - İstanbul Tel: (212) 337 29 93 Fax: (212) 288 66 75 e-mail: vakif@umut.org.tr http://www.umut.org.tr Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.