HAYALİMDEKİ TELEVİZYON
Transkript
HAYALİMDEKİ TELEVİZYON
3 HAYALİMDEKİ TELEVİZYON NASIL REKLAM MERHABA YILDIZI OLDUM! ZEKİ MÜREN ÇAĞI 3 BİN YIL ÖNCE İYİ SEYİRLER TELEVİZYON TÜRKİYE! YENİ NESİL YAYINCILIK: DIGITAL SIGNAGE İSKENDER GÜMÜŞ . SERTAÇ DALGALIDERE . BURÇİN AYDOĞDU . ADALET CANLI AKBAŞ YASİN ÇAKIREL . RAMAZAN ÇELİK . AYBÜKE EKİCİ . SERHAT DALGALIDERE FATİH ÜNAL . HALİL KÖKCÜ . KADİR METİN AKBAŞ . ELİF BOLU TÜRKER CEM SÖKMEN . MUHAMMET ATALAY . MUSTAFA ASLAN . HAKAN AYDIN . CİHAD MERİÇ SAYI: 3 / MART 2016 Ayda bir yayınlanır İmtiyaz Sahibi ve Sorumlusu Recep Çakırel Genel Yayın Yönetmeni Kadir Metin Akbaş Yayın Danışmanları Necmi Gürsakal İskender Gümüş Yayın Koordinatörü ve Görsel Yönetmen Sertaç Dalgalıdere Kapak Fotoğrafı Konrado Fedorczyko / freeimages.com Yayın Kurulu Bahtiyar Dursun Ramazan Çelik Muhammet Atalay Burçin Aydoğdu Yasin Çakırel Adalet Canlı Akbaş Cem Sökmen Mustafa Aslan Ufuk Özer Tacettin Turgay Hukuk Danışmanı Av. Ayşegül Dalgalıdere İstanbul Temsilcisi Av. Aybüke Ekici Yönetim Yeri Demirtaş Mahallesi, Koşuyolu Ara Geçidi, No: 17 Kırklareli Merkez. Basım Yeri İn. Adına Gazetecilik Mat. Rek. Org. San. ve Tic. Ltd. Şti. Ofset Tesisleri. Yılmaz Mahallesi. İsmail Hakkı Yücel Sk. No 1/B Lüleburgaz / Kırklareli Tel: 0288 412 45 74 - 412 29 57 Fax: 0288 417 44 47 İletişim katidergi@gmail.com twitter: @katidergi Dergideki yazılar yazarlarını bağlar “T elevizyon veya kısaca TV: Bir vericiden elektromanyetik dalga hâlinde yayınlanan görüntü ve seslerin, ekranlı ve hoparlörlü elektronik alıcılar sayesinde yeniden görüntü ve sese çevrilmesini sağlayan haberleşme sistemidir. Aynı zamanda kitle iletişim aracı da olan televizyon, yayınlanan görüntü ve sesleri alıcıya ulaştıran elektronik cihaz sistemidir.” Bu gayet basit ve net açıklamayı Wikipedia’nın Televizyon maddesinden alıntıladım. İstisnasız hepimizin evinde bu aletten mutlaka bir tane, hatta birçoğumuzda birden fazla var. 1923 yılında, John Logie Baird tarafından Birleşik Krallık'ın Hastings kasabasında icat edilen bu sihirli kutu, tam 93 yıldır hayatımızın orta yerine kurulmuş vaziyette. Siyah beyazlı halinden renkli duruşuna, tüplü olmasından Smart hallerine kadar birçok evreden geçen televizyon, evimizin başköşesinde olmaya devam ediyor. Her ne kadar sosyal medyanın meydanı boş bulmuşçasına coşmasına bakıldığında televizyonun pabucu dama atılmış gibi görünse de, bu emektar yoldaşımız bizi eğlemeye, bilgilendirmeye, zamanımızı öldürmeye ve avazı çıktığı kadar da evimizde/ işyerimizde kontrolü ele geçirmeye devam ediyor. Katı Dergi olarak üçüncü sayımızı işte bu emektar kutuya ayırmaya karar verdik. Televizyona dair okunası ve altı çizilesi yazılar sizleri bekliyor. Yazarlarımız, kimilerine göre aptal kutusu, kimilerine göre ise sihirli kutu olarak isimlendirilen bu teknolojik cihaza dair farklı içeriklerde yazılar kaleme aldılar. Her zamanki gibi dosya konumuz Televizyonun haricinde de farklı konulara değinen yazarlarımız da oldu, o yazıları da keyifle okuyacağınıza eminim. Gelelim dergimize dair haberler vermeye… Üçüncü sayımızla yola devam ediyoruz. Her sayımızda aramıza yeni dostlar katılıyor. Dergimizde farklı pencereler açılıyor. Dergimizin ilk hazırlık aşamasında yaptığımız toplantılarda sık tekrarladığım bir cümle vardı. İzninizle o cümleyi bir kez de buraya yazmak istiyorum. Dergimiz en genel anlamıyla sosyal bilimler çatısı altında ne varsa onları yazarlarının kaleminden aktaramaya gayret eden aylık bir yayın organıdır. İsmimizi aldığımız “katı olan her şey buharlaşıyor” ilkesine sadık kalmayı, buharlaşmamak için çaba sarf etmeyi önemsiyoruz. Bilmiyorum bu sözümüzü ne kadarı ile hayata geçirebiliyoruz ama en azından bu amaçlarla çıkarıyoruz Katı Dergi’yi. Bu arada, dergimizle ilgili www.dunyabizim. com’da güzel bir tanıtım yazısı kaleme alan şair ve yazar Ömer Yalçınova’ya, Müstakil Gazete’de dergimize dair naif düşüncelerini paylaşan Mehtap Güneş’e ve dergimizin tanıtımı için canla başla koşturan, herkesi Katı Dergi ile tanıştıran hocamız Bahtiyar Dursun’a sayfalar dolusu teşekkürü bir borç biliriz. İyi ki varsınız… Nasipse dördüncü sayımız “Dostluk” konusu ile yayınlanacak. Yalnızlığın bir kader gibi bizi her yerden kuşattığı modern zamanlarda daha fazla arar ve özler hale geldiğimiz dostluğa dair yazılara yer vereceğiz. Bakalım bu konuda kalemimizden neler dökülecek… Daha iyi sayılarda görüşmek temennisiyle… Hoşça kalın… Kadir Metin Akbaş HAYALİMDEKİ TELEVİZYON İskender Gümüş G enel Yayın Yönetmenimiz Kadir Metin Akbaş, televizyon ile ilgili bir dosya yapalım dediğinde, açıkçası yıllardır televizyondan uzak biri olan benim için bu dosyaya katkıda bulunmak oldukça zor görünüyordu. Ancak, yine kurtarıcı olarak Kadir Metin Akbaş imdadıma yetişti ve “hayalindeki televizyonu yaz” diyerek beni teşvik etti. Bu vesileyle birazdan burada yazacaklarımın tamamen hayal ürünü olduğunu şimdiden belirteyim. Bir televizyonum olsa tamamen kültür ve sanat merkezli yayın yapardım. Şairler, hikâyeciler, roman yazarları, gazete yazarları, tiyatrocular, yönetmenler ile kitap, şiir, roman, öykü, film ve tiyatro üzerine yapılan programlarla dolu bir kanal olurdu. Televizyonlar aracılığıyla şiddete dair görselliğin duyarsızca zihnimize işlendiği bir dönemde hayatın, sevincin, hüznün, aşkın, yoksulluğun estetik bir dille ifade edildiği sanatın televizyon programlarında öncelik olarak sunulması bambaşka bir dünyanın inşa edilmesini sağlardı. Şiirle açılan bir kanal Her gün bir şiirle güne başlayan bir kanal… Bir gün Cahit Zarifoğlu, bir başka gün Yahya Kemal Beyatlı, Asaf Halet Çelebi, Abdülhak Hamit Tarhan, Turgut Uyar, İlhami Çiçek, Nazım Hikmet… Programlar arası kısa öyküler ve şiirlerle geçiş yapılması da güzel olurdu sanırım. Her gün bir şair, yazar ya da yönetmenle ilgili çekilmiş bir belgeseli yayınlamak isterdim. Mesela her akşam bir romandan uyarlanmış filmi yayınlamak da müthiş olurdu. Yedi Güzel Adam gibi kültür ve sanat hayatımızdaki önemli isimlerin hayatını konu alan dizilerin sayısının artırılması ve yaygınlaştırılması için mesai harcardım. Güncel ve siyasi haber programları yerine kültür ve sanat haber programları yapardım. Yeni çıkan kitaplar, dergiler, vizyona giren filmler, gösterimde olan tiyatrolar hakkında detaylı bilgi verir- igumus@gmail.com dim. Türkiye’nin çeşitli illerinden yapılan kültür ve sanat etkinliklerinden haberler verirdim. Kitap haber, dergi haber, sinema haber gibi başlıklarda haber sunulmasını sağlardım. Canlı yayınlar Kitap ve dergi fuarları ile film festivallerinden canlı yayınlar yaparak kültür ve sanatın hayatımızda yer bulması için çaba gösterirdim. İmza günleri, kültür ve sanat programları, söyleşilerden kısa canlı yayınlar gerçekleştirirdim. Düşünce dünyamızın önemli isimleri ile programlar yapardım. Tarih, kültür, medeniyet üzerine her hafta farklı bir dönemin ele alınmasını sağlardım. Geçmişten günümüze yaşanan baş döndürücü değişim ve dönüşümün bir haritasının çıkarılması için uğraşırdım. Her hafta yeni çıkan bir kitap üzerine program yapılmasını isterdim. Türkiye’de çok sayıda gazete kitap eki veriyor, kitap dergileri çıkıyor. Burada kitap eleştirileri kaleme alan okur ve yazarları programa davet ederek enine boyuna kitapların tartışılmasını isterdim. Ayrıca her hafta o ay çıkan edebiyat dergilerini, kültür ve sanat dergilerini, düşünce dergilerini konu alan program yapılması da önemli bir zenginlik kaynağı olurdu. Bu programlara okurlar davet edilerek dergilerin o sayılarının konuşulduğu bir program renklilik katardı. Bir derginin, yayınevinin mutfağı önemlidir. Dergilerin ve yayınevlerinin editörleri oldukça önemli bir görevi ifa ederler. Derginin, yayınevinin politikası editörlerin elinde şekillenir. Bu yüzden her hafta bir yayınevinin ya da derginin gündeme getirilmesini, yayınevinin ya da derginin editörü ve yazarları ile söyleşilerin olduğu bir program yapılmasını isterdim. Yerel ve yerli kültür ve sanat Her ne kadar kültür ve sanatın başkenti olarak İstanbul gösterilse de Anadolu’da yapılan kültür ve sanat etkinliklerine de gereken önemi vermek gerekiyor. Anadolu yerli düşüncenin beşiği… Anadolu’da yaşayan ve eser üreten şair, yazar, yönetmenleri anlatan programların olmasını isterdim. Mesela, Ahmet Uluçay adında bir bilge yönetmen Kütahya’nın Tavşanlı ilçesinin Tepecik beldesinde doğup büyüyor. Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filmi ile oldukça özgün bir sinema dili geliştiriyor. MART2016 Yine Anadolu’da kültür ve sanat mekânKATI ları ile ilgili bir program yapılması için 3 çalışırdım. Anadolu’daki yayınevleri, kültür ocakları, kıraathaneler, kitabevleri ile ilgili arşivlik programların yapılmasını isterdim. Şehirler, yayınevleri ve sohbet mekânları ile tanınır. Anadolu, kültür ve sanatta önemli bir damarı bünyesinde barındırıyor. Dünyanın kültür ve sanatı Yayın akışının belli bir bölümünde de başka ülkelerin kültür ve sanat gündemine yer ayrılmasını sağlardım. Ana akım medyanın gündemimize çok defa getirdiği Avrupa’nın dışına çıkıp, Afrika’dan, Uzak Doğu’dan, Orta Doğu’dan, Balkanlar’dan ve Latin Amerika’dan kültür ve sanat haberleri yapılmasını isterdim. Bu ülkelerin kültür ve sanat gündemini Türkiye’nin de bilmesini isterdim. Dünya sadece Avrupa ülkelerinden ve Amerika’dan ibaret değildir. Velhasıl, görselliğin bilincimize darbe vurduğu son dönemde sadece kültür ve sanatın olduğu bir televizyonun hayalini kurabilirim, yıllardır evinde televizyon bulundurmayan biri olarak. Endüstriyellikten, zihinsel kirlenmişlikten, kara siyasadan ve reklam fetişizminden uzak bir televizyon kanalını izleyebilirim ancak. Kim bilir, belki hayalim bir gün gerçek olur. DOSTLARIMIZI GÖREMEDİMİZ, ZEKİ MÜREN ÇAĞI! Sertaç Dalgalıdere bilgi@sertacdalgalidere.com B MART2016 KATI 4 u alet neyin nesidir Reis Bey? Duyan var duymayan var -Bu radyonun resimlisidir. Nasıl yani? -Şimdi radyoda Zeki Müren şarkı söylemiyor mu? Söylüyor -İşte onu dinlerken, hem dinleyecek hem göreceksiniz aynı anda Peki, Zeki Müren’de bizi görecek mi? -Vallahi orasını ben de bilmiyorum. Eğer görürse eyi değil, ev halidir kardeşim, insan icabında donla geziyor. Koskoca Zeki Müren’e karşı olur mu? Yav Zeki Müren hadi neyse şarkıcıdır. Peki, ajans saatlerinde ne olacak, Başbakan çıkar, reisi cumhur çıkar evde de böyle kıravat ilen bütün gün oturamayız ki, -Ya saçma sapan konuşmayın ya sinemada artistler sizi görüyor mu? -İşte bu sinema gibi olacak, her evde sinema olacak, bilet almaya lüzum kalmayacak olarak görmeye de ihtiyaç duymadığını söylemek de mümkün. Lütfen yazıyı okuduktan sonra facebook hesabınızdan ya da twitterdan takip ettiğiniz insanların profillerine bir bakın ve oradaki dostlarınızı ya da dijital ortamda tanıştığınız dostlarınızı fiziksel olarak en son ne zaman gördüğünüzü düşünün. Yakın akraba ve aynı iş yerinde çalıştığınız kişiler hariç pek çoğunu uzun süredir fiziksel olarak görmediğinizi fark edeceksiniz. Evet, yukarıdaki diyalog Yılmaz Erdoğan ve Ömer Faruk Sorak’ın 2001 yapımı Vizontele isimli filminden alıntıdır. Söz konusu diyaloğun en can alıcı kısmı, “Zeki Müren de bizi görecek mi?” sorusu, günümüzde teknolojinin vardığı nokta Zeki Müren olmasa da günümüz sanatçılarından pek çok ünlünün kendisini takip eden kitleyi de görmesine yardımcı oluyor. Zeki Müren’lerin (ünlülerin) de bizi görebildiği sosyal medya çağında, en yakın dostlarımızı facebook ve twitter üzerinden takip ediyor olmanın dayanılmaz hafifliğini yaşıyoruz. Oysa insanı insan yapan en önemli özelliklerinden biri konuşabiliyor olmasıdır. Fiziksel konuşma yerine, artık 140 karakterle sınırlı twitter ve doyasıya yazabildiğimiz ve paylaşımlar yapabildiğimiz facebook sayesinde dostlarımızın neler yaptığını konuşmadan, yüz yüze görüşmeden öğrenebildiğimiz bir sanalizasyonu yaşamaktayız. Özellikle sosyal paylaşım ağlarından twitter bu anlamda büyük bir kolaylık sağlıyor. Sanatçılar, siyasiler, sporcular vs. pek çok ünlü için twitter takipçi sayısı bir saygınlık meselesi halini almış durumda. Ünlülerin kendisini takip edenleri görmesi mümkün. Fiziksel olarak görme olmadığının farkındayım ancak artık hiç kimsenin birini fiziksel Mesela ben bununla ilgili bir küçük deney gerçekleştirdim ve facebook sayfamdaki arkadaş sayıma baktım. İnanmayacaksınız belki ama toplamda 955 arkadaşım olduğunu fark ettim. Bunlardan kaçıyla fiziksel olarak görüştüğüme bakınca ise şu sonuç ortaya çıktı sadece 20 kişiyle yakın zamanda görüşmüşüm. Değerli yazarlarımızdan Cem Sökmen’in bu ay içinde 3. Baskısını yapan “Aydınların İletişim Ortamı Olarak Eski İstanbul Kahvehaneleri” kitabını okumanızı tavsiye ederim. Eser, yüz yüze iletişim ve sözlü kültürün önemini daha iyi anlamamızı sağlayacaktır. Kahvehaneleri “aylak yatağı” şeklinde düşünmekten çıkaran bu eser, aynı zamanda sözlü kültürün ve insanların yüz yüze iletişim kurmalarının ne kadar önemli olduğunu da gözler önüne sermektedir. Örneğin Beyazıt’taki Marmara Kıraathanesi, 1950’den 1980’e kadar adeta bir kültür ocağı gibi faaliyet göstermiştir. Marmara Kıraathanesi’nde sözü dinlenen ve sohbet halkası oluşturabilen birkaç isimden bahsedersem daha iyi anlaşılacaktır: Ziya Nur Aksun, İzzeddin Şadan, Nuri Karahöyüklü, Ali İhsan Yurt, Sezai Karakoç, Mehmet Genç, Mehmet Çavuşoğlu ve Erol Güngör… Sözlü kültürü ve yüz yüze iletişimi kaybetmemeliyiz. Sanal dünyada ünlülerin hayatlarına dair, dostlarımızın hayatlarına dair, akrabalarımızın hayatlarına dair yaşanmışlıklarını adeta televizyon izler gibi seyretmekteyiz. Samimiyetten uzak bu seyrediş, gülümse işareti, beğen butonu vs. ile sınırlı kalmakta yüz yüze iletişimin vereceği sıcaklıktan ve samimiyetten mahrum kalmamıza neden olmaktadır. Facebook listenizi kontrol ederken, uzun süredir yüz yüze görüşmediğiniz bir dostunuzu telefonla arayın, sonrasında yüz yüze kahve ve çay içebileceğiniz bir mekânda buluşmak istediğinizi söyleyin. İnanın buluşmaya gelecek… İnanın bu size çok iyi gelecek… BİN YIL ÖNCE TELEVİZYON Burçin Aydoğdu baydogdu@gmail.com B ugün günlerden Salı. İki gün öncesinden yani Pazar gününden “bir hafta önce” diye bahsedebilir miyim? Şimdi Şubat ayındayız. İki ay öncesinden yani Aralık ayından “bir yıl önce” diye bahsedebilir miyiz? Ya 1990’lar? O günler de ikinci milenyumda kalmadı mı? Şimdi biz üçüncü milenyumdan geçmişe bakıp o günlere “Bin yıl önce” desek çok mu? Belki kronolojik açıdan biraz zorlamış oluruz ama 1990’larla günümüz arasında bin yıl fark olduğunu sosyal hayat açısından rahatlıkla söyleyebiliriz. 1616 yılında yaşayan birine 1071 Malazgirt zaferini anlatmak çok kolay olurdu. Atları, okları, meydanı her şeyiyle gözünde canlandırabilirdi. 1616 yılında yaşayan bir mimara Ayasofya’nın yapımını anlatmak da herhalde pek zor olmazdı. Malzemelere, işçiliğe, yapı tekniklerine aşina olurdu. Hatta 1616 yılında yaşan birine 5 bin yıllık Gılgamış destanını anlatsak Gılgamış’ın krallığını, kahramanlıklarını, arayışlarını gözünün önüne aşağı yukarı getirebilir. Lakin bugün 20 yaşındaki bir gencin 1990’lardaki yaşantıyı kafasında canlandırması bunlardan çok daha zordur. Buluşma yerine kararlaştırdıkları saatte gidip de birbirini bulamayıp dönen insanların hikâyesi gibi, yaz tatiline başlarken okul arkadaşlarıyla, okullar açılırken yazlık arkadaşlarıyla bir daha aylarca haberleşmemesiye ayrılmak gibi 1970’lerden 1990’lara kadarki yani geride bıraktığımız milenyumun televizyon anıları adeta tarih öncesi kurumlar gibi kendi paradigmalarına sahipler. Televizyon her gün her saat bakılan bir nesne değildi bir defa. Tek kanal vardı. Açılış kapanış saatleri ve program akışı belliydi. Ana Haber bülteninde, Dallas gibi popüler dizilerde televizyonla ev halkının “randevu”su olurdu. Onun dışında kapalı duran bir eşyaydı. Bugünkü anlamda, “Açalım bir müzik kanalı ses yapsın” diye tam gün çalıştırılmazdı. Zaten çok resmiydi. Evdeki her eşya bize hiçbir tahakkümü olmayan özel mülkümüzken, televizyon, devletin evimize açılan penceresiydi. İstiklal marşıyla açılırdı. Hatta Anıtkabir’de nöbet tutan askerlerin tören yürüyüşüyle, komutanlarının “Kayyt (dikkat)!” sesiyle mesaiye başlardı. Bu resmiyet eski nesilde karşılığını da bulurdu. Rahmetli babaannem (ve sanırım dedem de) televizyonda İstiklal marşı çalındığında hazır ola geçerdi; geçmeyenlere de kızardı. Odaya bir büyüğü girdiğinde ayağa kalkmayı akıl edemeyen bir neslin elektronik bir cihazın verdiği marş üzerine hazır ola geçen nesli anlaması hiç mümkün değil. Neyse ki biz arada kalıyoruz; ikisini de biraz anlıyoruz. Televizyonun tarih görüşü, resmi tarih görüşüydü; haber yorumu resmi devlet görüşüydü vs. Bunlarda yadırganacak bir şey yok. Bugün sadece TRT değil BBC, CBC gibi kanallar da bu işlevi görüyor. Esas önemli olan o kutudan çıkan her şeyin milli ortak payda olmasıydı. Bugün sosyal medyadaki kullanıcı hesabı sayısı kadar farklı siyasi görüş paylaşımına ulaşmak mümkün. O yüzden artık ortak acılarımız, ortak sevinçlerimiz o kadar net değil. Bunu o zamanları övmek için söylemiyorum. O günlerden kalma Eurovizyon’u ciddiye alma külfetinden bile yeni yeni kurtuluyoruz. Naim Süleymanoğlu’nun kırdığı rekorların (spor dünyasında ciddi yankıları olmakla birlikte) tüm dünyada gündemin merkezine oturmamış olduğunun artık farkındayız. Esas marifet; bu çok seslilik içinde milli ortak payda oluşturabilmek. Bu vesileyle Aziz Sancar’a minnetimizi ifade edelim. Televizyon evin içindeki resmi kurum olmakla birlikte evin reisinin gizli bir mütte- fikiydi. Tıpkı soba borularını döşemenin evde “reis”lik alameti olması gibi çatıya çıkıp o oynak kiremitler üzerinde anten ayarı yapmak, çatıdan televizyonun bulunduğu odanın penceresine seslenmek de evdeki MART2016 dominantlığın hak edilmişliğini ispat etmeKATI ye yarayan vesilelerdi. Günümüzde aile reis5 lerinin bu gösteriden mahrum olması, yine günümüze mahsus olan televizyon kumandasının zilyetliği üzerinden verilen otorite mücadelesini de örselemektedir. Devletin evimize açılan penceresi ve ev reisinin gizli müttefiki olan televizyonun bir de teknolojinin korkulan yüzü olma işlevi vardı. Televizyon, insan kafasına benzer oval köşelerine ve arkaya uzayan kafası yetmezmiş gibi ciddi radyasyon saçan bir cihazdı. Kolunuzu ekrana yaklaştırsanız çıt-çıt ederdi; kâğıdı alıp yaklaştırsanız kâğıt kendiliğinden gidip televizyonun camına yapışırdı. Zaten o elektromanyetizmayı avuç içiyle hissetmek bile mümkündü. Annelerin televizyon üstüne koyduğu danteller makineler çağının tellalını insanileştirmeye yetmezdi. Bazı evlerde televizyon camekânlı dolaplar içine konurdu ki kafesteki aslan misali, insanlardan uzak dursun. Bundan 30 yıl önce “New York’ta 100 tane kanal varmış” diyen gurbetçi akranlarımı dinlerken hayalimde cam ekranın yanına sığdırılmış 100 kanal tuşu hayal ederdim. Şimdi 500 kanaldan haber bülteni, dizi, film beğenmeyip internetten istediğimi izliyorum. Yaşanan süreç ortalama insanın hayal gücünün ötesinde. O yüzden 90’lı yıllara “Geçen milenyum” demekten çekinmeyelim. Hatta 31 Aralık günü kapıdan kafasını uzatıp “Seneye görüşürüz” esprisini yapanlara bile kızmayalım. Artık bir gün bile kültür hayatımızda fark yaratmaya yetebiliyor. PARÇALANMIŞ BİLİNÇ, HİSSİZLEŞMİŞ KALP Adalet Canlı Akbaş adaletistanbul@gmail.com "S MART2016 KATI 6 inemanın diğer sanat dallarından ayrı olarak her seyirciye aynı şekilde ulaşan genel bir etki bıraktığını düşündüğüm bir zaman vardı. Film ilk ve önde gelen bir dizi kaydedilmiş imgeydi ve imgeler fotografik ve tek anlamlıdır. Böyle olunca da seyredilen, herkes tarafından tek ve aynı biçimde algılanabilir. Fakat ben o zaman yanılıyordum. Oysa her insana bireysel olarak hitap etmeyi sağlayacak bir ilke ortaya atılıp geliştirilmeli. Genel kavram özele indirgenmeli. Bunu gerçekleştirebilmek için de prensip bence olabildiğince az şey göstermek olmalı. Öyle ki izleyici bu az şeyi anlamak için daha fazla kafa patlatarak bütün hakkında kendi fikrini geliştirebilsin. Benim görüşüm bunun sinematografik imgenin oluşturulmasında ana öge olması.” - Tarkovsky Hayatımıza girdiği andan itibaren bize ne yaptığını, niteliğinin ne olduğunu bir an bile sordurtmayacak derecede dayatmacı ve güçlü kodlara sahip olan televizyon boşluk kabul etmiyor. Karşısında vakit geçirmeye karar verip de kumandanın o küçük düğmesine bastığımızda, kurgulanmış bir dünyanın kapılarını ardına kadar aralamış oluyoruz. Kim olduğumuz, nelerden hoşlandığımız, eğitim ve kültür düzeyimiz, manevi hayatımız, ekonomik durumumuz televizyonu ilgilendirmiyor. Ekran karşısına geçen hiç kimseyi bir diğerinden ayırt etmiyor. İzleyiciyi topyekûn bir kütle kabul ediyor. Bir yığın. Kendi belirlediği, uygun gördüğü seviye ve bilinci, kurguladığı görüntülerle aktarabileceği bir yığın olarak… Dünyadan haberdar olmak için açtığımız haber bültenleri; muhabirin topladığı bilgi, kameramanın kamera kayıtları, kurgucunun ise tüm bunlar üzerinde kesip biçip birbirine eklediği görüntüler bütünü olarak arzı endam ediyor karşımızda. Haberi sunan spiker de özenle seçilmiştir; ses tonu, diksiyonu, görüntüsü, makyajı, hangi kameraya nasıl bakacağı vs. Sonra acıklı bir haber duygusal bir fon müziği ile verilmeye başlar, sunucu üzgündür. Haber almamız için her koşul tamamlanmıştır. Ve bombanın nasıl patladığına, hemen yanı başımızda yaşayan kardeşlerimizin nasıl havaya uçurulduğuna, yükselen toz bulutuna şahit oluruz. Henüz haber veriliyorken sağ alt köşede bu kardeşlerimize SMS ile küçük de olsa nasıl yardım edebileceğimize dair bir bilgi geçer. Bir yandan gözyaşlarımızı silerken bir yandan akıllı telefonlarımıza uzanır ellerimiz. Karınca kararınca yaptığımız yardım, yalan yangınımızı bir nebze olsun söndürmüştür bile. Sonraki haberle, ekranlarımıza Anadolu’daki ilginç ve bol eğlenceli bir düğün taşınmıştır. Spikerimizin çatılan kaşları gevşemiş ve yüzüne ruhsuz bir tebessüm misafir gibi oturmuştur. Biz ise pek de zorlanmadan bu eğlencenin içindeyizdir artık. Kalbimizde, bombalanan diyarlar hakkındaki üzüntüye ait kırıntılar da yoktur artık. Yeni haberin bize sunduğu keyfi yaşamaya başlarız. Gülümser hatta kahkaha atarız. Sonra kısa bir ara. Saniyelerin kıymetli olduğu ve en çok sembolün üretilip paket program olarak sunulduğu bu anlarda bize en çok Ye! İç! Giy! Öldür! Sınır tanıma! denilmektedir. Tüket, hep tüket ve bir türlü doyma! Durma! Bir dakika öncesine geri dönme! Düşünme! Unut ve uyuş! Televizyon, sıradan, alelade, bayağı, ahlak dışı her telkini evimizin en nadide köşesinden sunarken bunu inanılmaz bir hızla yapıyor. Ekranda milyon tane görüntü akıp gidiyor ve enforme edilme hızımız artık saniyelerle ölçülüyor. Bu hızlı akış kurgulanmış görüntülere yaslanırken, yayın akışı ise bir üst bilince dayanıyor. Bu üst bilinç neyin üretilmesi ve yaygınlaştırılmasını istiyorsa televizyon da izleyicisine bunu sunuyor. İşte bu kurgulu/ bilinçli sunuşla, tercih hakkımız sabote ediliyor, zaaflarımız besleniyor, özel hayatımız ihlal ve ifşa ediliyor. Odaksız ve hakikatsiz bir dünyaya ne kadar da teşne olduğumuzu tespit için televizyondan daha mükemmel bir keşif olamazdı kuşkusuz. Zira modern Müslümanlar olarak odaklanamıyor, hiçbir hususta derinleşemiyor, hiçbir mevzuya vakıf olamıyoruz. Parçalanmış bir zihin ve iğdiş edilmiş bir kalp neticesinde ibadi sorumluluklarımızı bile manevi hazdan yoksun, bir yük gibi taşıyoruz. Oysa tevhit inancına sahip, bütün fazlalıklardan kurtulup Bir’e varmaya çalışan, bu tekliği bozacak her unsuru tehlikeli gören bir hassasiyetle donanması gereken bizler, kendimizi görüntüler kalabalığına ve yayınlar silsilesine koyuveriyoruz. Benliğimizi, tercih etme hakkımızı, ahlaki değerlerimizi, mahremimizi, akrabalıklarımızı, arkadaşlıklarımızı, aile hayatımızı çaktırmadan ama oburca öğüten, bireye sürekli ve geçici varoluşlar sunarak aylak saatler vaat eden bu canavar artık durmalı. Yere serilen şahsiyetimizi ayağa kaldırmak için teklifim şu; tercih hakkımızı sabote eden, televizyonun özel hayatı ihlal eden, suça teşvik eden, suça yardım ve yataklık eden bir cürüm aracı olarak değerlendirilmesi için gayret gösterelim. Kökünden kazıyalım sorunu. Karne/reçete ile satılması için yasal bir uğraş verelim. Yoksa televizyonun en çok pompaladığı radikalizm tesiri altında mıyım? Kapital dünyada bu istek ve tekliflerimin reel bir karşılığı olmadığının farkındayım. Şu halde yapılacak en güzel başlangıcın, kendi sahih iletişim ortamımızı nasıl oluşturabileceğimize dair esaslı bir dert taşımak ve bireyin özelliklerini dikkate alan, herkesi bir kütle olarak görmeyen bu ortamın oluşturulabileceğine dair inancımızı diri tutmak olduğunu söyleyebilirim. Konuyu besleyecek iki önemli eser: 1. Sadık Yalsızuçanlar – Televizyon ve Kutsal (Timaş Yayınları) 2. Neil Postman – Televizyon Öldüren Eğlence (Ayrıntı Yayınları) TELEVİZYONLA BÜYÜYEN NESİL Yasin Çakırel B u olağanüstü camı sabırsızlıkla ele geçiriyorum ve bir çeyrek saatten kısa bir sürede tüm yeryüzünü gözden geçiriyorum… ROCHE, La Giphantie, 1760. Bu bir televizyon tarihi yazısı değil, sadece onunla birlikte büyüyenlere ait bir anekdot. Muhafazakâr çevrede yetişen tüm çocukların başından geçenlere dair bir hatırat... Çünkü yeni nesil, televizyon nesli değil, geçti o tren. Onlar sosyal medya, internet, cep telefonu, tablet nesli; televizyon nesli olma şerefi bize ait. Dedelerimiz? Onlar daha afili, radyo nesli! Dedemlerin evde Almanya’dan gelen siyah beyaz bir televizyon vardı. Uzaktan kumandası tabi ki yoktu. O görevi, evin en küçüğü olan ben yapıyordum. Zaten çok fazla kanal olmadığı için yerimden kalkmama da fazla gerek kalmıyordu. Nenem namaza duracağı zaman sesini kısardım. Televizyon ekranında ilk hatırladığım kişi Kenan Evren, dönemin Cumhurbaşkanı. Sabah 10’da açılan televizyon kanalında güne çizgi filmle başlamak en büyük eğlencemizdi. Pazar günleri Western filmi babalarımızın yayınıydı. Ama arkasından 2 saatlik senfoni orkestrası konserine hala anlam veremiyorum. Bu kadar mı sanatseverdik, yoksa yayın mı ucuzdu bilemiyorum. 1. Lig futbol müsabakaları da TRT ekranlarındaydı. Henüz yolların ve televizyon yayınının satılabileceğine uyanmamıştı büyüklerimiz. Cuma geceleri TRT 1’de “Bir Başka Gece” programı vardı, Erkan Yolaç sunar, biz sülalece izlerdik. Emel Sayın’ın açıkhava konseri de televizyondan yayınlanırdı. Bizim buralarda Yunan kanalları da çeker, gece yarısı TRT’nin yayını İstiklal Marşı ile sona erdiğinde, “ben bunları da izleyeceğim” diye tuttururdum. Bizim evde televizyon yerine radyo vardı. Babamla radyonun üzerinde durduğu konsola bakarak, orada televizyon olduğunu hayal ettiğimizi hatırlıyorum. Tüm bu hatıralarım televizyonla büyüdüğümün ve televizyonun toplum- yasincakirel@gmail.com da ne kadar etkili bir iletişim aracı olduğunun bir ispatı. Tabi ki de televizyon nesli biziz! Radyonun içinde konuşan küçük insanlar olduğunu düşünen nenelerimiz, televizyondaki insanları görünce epey bir afalladılar. Nenelerimiz “namahrem” diye yaşmağını bağlardı odada. Hele bir erkekle kadın aynı ekranda yan yana gelmeye görsün, eli eline değmeye dursun, eyvah ki ne eyvah… Bir sonraki nesil anne babalarımız, teyze ve halalarımız. Onların tahammül sınırı biraz daha genişti. Kadın erkek yakınlaşması olayını “aynı kutu içinde olmak” anlamında değerlendirmiyorlardı ama mahrem mesafede bir yakınlaşma olursa “kumanda nerde hııı” gerginliği ve tedirginliği odayı kaplıyordu. Kaş göz işaretleriyle “değiştir şunu” mesajları veriliyordu. Muhafazakâr diye bize değil onlara derim ben. O günlerden bugünlere, “Fatma Gül’ün Suçu Ne!” Türkiye’de 1990’lara kadar devletin kurduğu kanallardan ibaret yayın yapan televizyon, (Cem Uzan’ın o zamanlar da teknolojiye pek meraklı olduğuna kanıt olarak), ilk özel kanalına 1989’da Star 1 ile kavuştu. Olayın kırılma anı burası. Kanalların devlet terbiyesinden sıyrılıp, “televole kültürü”ne kapı açtığı dönem bu yıllar. Tamam devlet televizyonunda da dansöz vardı ama günü saati belli olduğundan istemeyen izlemezdi. Şimdi hangi diziyi, hangi reklamı açsan, evin içine istenmeyen görüntüler sızıyor. Henüz daha entelektüel seviyede ve bilimsel anlamda “televizyon insan beynini uyuşturuyor, şu kadar saat televizyon izliyorsanız bu kadar saat kitap okumalısınız” tartışmalarına girilmemişti. Sadece helal mi, haram mı, caiz mi, değil mi tartışmalarının yapıldığı yıllardı. Şöyle de fetvalar vardı televizyon için, “içindeki önemli”! “Helal mi, haram mı, içindeki mi önemli, dışındaki mi?” tartışmaları içerisinde iken, TGRT çıkageldi. Yıl 1993. Muhafazakâr camiada oluşan beklentiyi hatırlıyorum da, sanki “huzura doğru” bir gidiş olacak gibiydi. Nitekim Seda Sayan bile oldukça muhafazakâr bir havaya bürünmüştü. Türkiye Gazetesi’nden yayın akışını kesip, televizyon başına oturduğumu hatırlıyorum; e artık buna da itiraz etmesin bizimkiler edasıyla! Ama sonunda, babam televizyonun caiz olmadığına kanaat getirdi ve bozulan tüplünün yerini hiçbir zaman Full HD’ler alamadı. Üniversite yıllarında da televizyonsuz bir yurtta kaldıysanız vay halinize! Berberde tıraş olurken, kafa hep televizyon tarafına döner, berberle anlamsız bir inatlaşmaya girişirdik. Televizyondaki en ilgi çekmeyen belgesel dahi, bizim için aksiyon filmine dönüşüverirdi. 2000’li yılların başından itibaren muhafazakâr kanallar daha fazla boy göstermeye başladı. Program ve yayın kalitesi de epey arttı. Bizi rahatlatan adımlardan biri buydu. Çoğu arkadaşımın evinde bu kanallar kumandanın ilk hanelerinde kodlanmış. Siyasete bulaşmayan, kültür ve sanat programlarına ağırlık verenler kendimce daha cazip. Şimdilerde işin entelektüel bağlamında değerlendirmeler yapılıyor. Caizlik tartışması rafa kalktı, yerini bilimsel tartışmalar aldı. Çizgi filmler, filmler, reklamlar itina ile içerdikleri anlamlar, verdikleri mesajlar açısından irdeleniyor. Önceki nesil He-man’deki “gölgelerin gücü adına” söyleminden huylanıyordu da ifade edemiyordu. Şimdi ise izlediklerimizi daha bilinçli değerlendirebiliyoruz. İdealistlerimiz, bari çocuklar izlemesin kaygısıyla evine televizyon almıyor. Ama bunu da başarmak bizim nesil için zor. Canımız çekiyor. Kaldı ki televizyona gelene kadar, boş vakit harcatan ve tehlikeli içeriğe sahip çok fazla mecra var artık. Televizyon bunların yanında masum kaldı. Sanki o Televole kültürünü bile özleyeceğiz gibi bir his var içimde. MART2016 KATI 7 TELEVİZYON VE "YETİŞKİN ÇOCUK" Ramazan Çelik ramazancelik23@gmail.com i MART2016 KATI 8 nsanlık tarihinde bir çocuğun ilk defa günde ortalama 7 saat televizyonun açık olduğu bir evde dünyaya geldiğini gözünüzün önüne getirin. Ve yine insanlık tarihinde ilk kez hikâyeler bir ebeveyn tarafından, okul, kilise, topluluk hatta pek çok yerde devlet tarafından değil de, dertleri bir şeyler satmak isteyen, görece küçük bir grup şirketler topluluğu tarafından anlatılsın. Kadife Karanlık 2 Ayna Şövalyeleri1 özellikle gerçeği ayırt etmede güçlük yaşayan ve melekeleri henüz gelişmemiş olan çocuğun, özellikle şiddeti ve cinselliği televizyondan öğrenmiş olduğunun bilinmesi. Bu konuda birinci referansımız Neil Postman’ın “Çocukluğun Yokoluşu” eseri olsun. Sonra George Gerbner ve arkadaşlarından bu şiddet, korku, duyarsızlaşma ve cinsellik sarmalını anlatmaya çalışalım. Çağımızın en önemli hastalıklardan biridir televizyon seyretmek. Seyredilen bu iletişim aracı, ortaya çıktığı 1950’li yılların Amerika’sında altın çağını yaşamış ve tüm dünyada aynı etkiyi göstermiştir. Bu cihaz sadece seyredilen bir cihaz olarak ele alınırsa, çok büyük ayıp etmiş oluruz zat-ı şahaneye! Zira adına methiyeler dizilen, kuramlar yapılan, kitaplar yazılan bir zat-ı muhteremdir “televizyon”! Televizyonu konu alan bu sayımızda herkes televizyonun kullanımını, geçmişini, kendi anılarını konu alacaktır elbette. Bir iletişim bilimci olarak ben ne yazabilirim diye düşündüğümde aklıma ilk gelen şeyin nedense çocuklar olduğunu ifade edebilirim. Çünkü bu zat-ı muhteremi seyrederken sadece eğlenmiyoruz, bilgileniyoruz da! Peki nasıl? Daha doğrusu yetişkin cephesinden baktığımızda eğlendik, bilgilendik. Ya çocuk cephesinden bu beyaz cam ne kadar şeffaf ya da eğitici? “Televizyon Öldüren Eğlence” ve “Çocukluğun Yokoluşu” eserlerinin sahibi medya teorisyeni Postman, televizyon kavramını belki de en çok kullanan isimlerin başında gelir. Çocukluğun Yokoluşu’nda Postman; “elektronik medyanın gelişimine bağlı olarak nesiller arasındaki sınırların kalktığını ve yoğun enformasyona maruz kalarak kendilerini koruyamayan çocukların, giderek küçük yetişkinlere dönüştüğünü ileri sürmektedir” . Burada çocuğun kendini koruyamaması, aslında koruma güdüsünün gelişkin olamamasına bağlı. Aynı zamanda her şeyi çok hızlı alan zihin, çocuğun karakter gelişiminde etkileyici rolü oynamakta. Bazen çocuklarınız, ona cevaplayacağınızda güçlük çekebileceğiniz sorular soruyorsa size, bilin ki bu soruların membaının büyük bölümü medyadan aldığı mesajlardan kaynaklanıyor. Bu tüm ebeveynleri şaşırtan cinsten bir durumdur, lakin “şoke olmaya” burada gerek yoktur, zira sıkıntı bizzat ebeveynlerdedir ve kontrolsüz akan mesajlara maruz bırakılan çocukların müsebbibi onlardır! Postman’a göre bir diğer önemli mesele ise, yetişkinler ile çocuklar arasında sınır oluşturan alkol tüketimi, uyuşturucu kullanımı, cinsellik, şiddet, korku gibi eylemlerin çocuklar arasında yaygınlaşmasıdır. Peki, sonuç ne? Çocuk çocukluğunu yaşayamadan yetişkin olmakta: “Yetişkin Çocuk!”. Ünlü kitle iletişim araştırmacılarından George Gerbner ve arkadaşları ise “Ekme Kuramı”, “Televizyon ve Kültürel Göstergeler” konulu çalışmaları ile özellikle televizyonda, şiddetin, korkunun ve saldırganlığın bir aradalığını anlama ve anlatma yolunda Neil Postman ya da diğer Batılı düşünürler, her nedense çocuk gelişimi ya da çocukluk kavramı üzerinde dikkatle durmaktadır. Bu arada bizim kültürümüz de bu konuda boş durmayıp, “ağaç yaşken eğilir” demiş ve çocukluğun esnekliğinden mütevelli şekillenebileceğini ifade etmiştir. Peki, bu eğilip bükülen nedir, beden mi, ruh mu, ahlak mı, zihin mi? Düşünsel faktörler üzerinden değerlendirildiğinde aslında eğilen, bükülen, başta zihin, ruh ve ahlaktır. Çocuk ve televizyonu konu almamızın en önemli nedeni, televizyondan öğrenilenlerin içeriğinin ne olduğu? Yapılan birçok araştırma göstermektedir ki, önemli bulgular elde etmişlerdir. Gerbner: “Tv ve Kültürel Göstergeler konulu çalışmasında, televizyonun şiddeti olgunlaştırarak, sıradanlaştırdığını ve 18 yaşındaki bir Amerikan gencinin, o yaşa kadar televizyon ekranından 32 bin cinayet ve 40 bin cinayete teşebbüs olayına tanıklık ettiğini ortaya koymuştur” . Bu çalışma bir simülasyon değil! Zira hepimiz Amerika’da onlarca yıldır, okul baskınlarına şahit oluyoruz, çocuk ya da gençliğe yeni adım atmış bir Amerikalı, yüzlerce kişiyi bir seferde öldürebiliyor. Gerbner ve arkadaşlarının yaptığı bu çalışma günümüz dünyasına hala ışık tutmakta ve etkilerini göstermektedir. Daha yetişemeden yetişkin olan çocuk, algılamada güçlük çekerek, şiddetin, saldırganlığın, cinselliğin tam ortasında kendini buluyor. Bu da sağlıksız nesillerin yetişmesine sebep oluyor. Konu ile ilgili daha çok şey anlatılabilir, kısmetse diğer sayılarda. “Katı Dergi” vesilesi ile son bir öneride bulunalım. RTÜK ve benzeri kuruluşlardan, çocukları korumak adına, yayın içeriğini belirten, bilgi logolarının (şiddet ve korku içerir, +7, +13, +18 gibi) sadece sinema filmlerinde değil, dizi ve benzeri programlarda da yayın bitene kadar ekranda tutulmasını talep ediyoruz. Zira belki küçük bir talep, ancak yetişemeden yetişkin olan çocuk için çok büyük. Dipnotlar: 1. Ünsal Çığ, George Gerbner, Kadife Karanlık Ayna Şövalyeleri (içinde), Su Yayınevi, 2.Baskı, İstanbul: 2011. 2. Füsun Alver, Neil Postman'ın Çocukluğun Yok oluş Sürecinde İletişim Teknolojisi Eleştirisinin Eleştirisi, Ankara Üniversitesi İletişim Araştırmaları Dergisi, Cilt:2 Sayı:2, 2004 3. Yasemin İnceoğlu, Bir Üçleme: Çocuk, Medya ve Eğitim, Medya ve İletişim (içinde), Ed: Metin Işık, Ayhan Erdem, Eğitim Kitabevi, Konya: 2008 İYİ SEYİRLER TÜRKİYE! Aybüke Ekici T elevizyon şeytan icadıydı… Evlere alınması bile caiz mi değil mi diye tartışılır, yaşlılar sırtını dönüp de otururdu televizyonun açıldığı odalarda. Gel zaman git zaman eve almaya bile korkulan bu alet, en muhafazakâr ailelerde bile yenisi çıktı mı eskisi gönderilen, çeyizlerin vazgeçilmezi, salonların başmisafiri, hanımların evde en yakın arkadaşı oluverdi. Caiz mi değil mi tartışmalarına girmeden –haddimi de bilerek ve iş ehline bırakarak- televizyonun hayatımızdaki olumlu yönlerine bakmak istedim. Ne de olsa “Batı’nın iyi yanlarını almak lazım!” Değil mi ki İkiz Kulelere çarpan uçakları ve sonra tüm İslam âlemine meydan okunmasını ondan izledik. Sonra Irak’ın bombalanmasını, bombalar alevlenirken Irak’ın kaderi gibi karanlık bir gecede minarelerden yükselen salâları ve Irak gibi içimizin yanmasını televizyondan seyrettik. Sanki televizyonlar değil miydi Mavi Marmara’da katliama hazırlanan İsrail’in, haberi olmadığı ek bir frekansla katil olduğunu tüm dünyaya duyuran ve belki de daha büyük bir saldırıyı durduran? “One Minute” deyip kibirli dünya devletlerinin gözlerinin içine bakarak kartal gibi süzülüp giden başkaldırıyı tüm dünya ile birlikte biz de televizyonlardan izledik. En uzun günde de tutsak orucumuzu akşama bizi mükellef bir sofranın beklediğini bildiğimiz huzur ve barış içindeki evlerimizde, Mısır’da Rabia’nın acısının, Gazze’deki mazlumları, Arakan’ın yalnızlığını televizyonlardan görüp de biz de bu vesile ile ekmeğimizi ve rahatımızı paylaşmadık mı Müslüman kardeşlerimizle. Böylesine canlı ve yakından tanık olmasaydık, bu tanıklıkla koşup yardım etmeseydik o hesap günü geldiğinde “Kardeşin için ne yaptın?” sorusuna nasıl cevap verecektik? Elbette ki asrın en büyük icadı, hoş gelmiş sefa gelmiş, aman gericiliğin lüzumu yok deyip evlerin başköşesinde olduğu gibi kalbimin en müstesna yerine alacak değilim televizyonu. Ama sadece son beş-on yılda yaşananlardan örneğini aybuke.ekici@gmail.com verdiğim, televizyonun sağladığı iletişim ve bilgiyle Irak için duaya durduk; Mavi Marmara’ya saldırılınca gece yarısı evlerimizden fırlayıp meydanlarda haykırdık, bir olduk. Yediğimiz, içtiğimiz, sahip olduğumuzun şükrüne de şuuruna da Gazze’de, Arakan’da, Mısır’da, Pakistan’da yaşananları görüp, kardeşlerimizi ve vazifemizi hatırlayarak sahip olduk. Artık savaşların bile ekranlardan yapıldığı hız tutkunu günümüzde, televizyonun hepten kötü olduğunu söylemenin imkânı kalmadı. Sırtımızı dönüp oturmak yerine, Allah’ın bize verdiği hür iradeyi kullanmak en makul ve akliyane çözüm olacaktır. Sıtma yerine sinekle uğraşmak deyimi vardır ya, televizyonu sinek gibi görmek yerine, işimize yaradığı gibi kullanmak, seçme kanalları ve programları seyretmek –ki Diyanet TV ve TRT Belgesel gibi güzide seçeneklerimiz var- kadar algı yönetimini lehimize kullanmak için de televizyona ihtiyacımız var. Hem belki artık televizyonun iyi mi kötü mü olduğunu tartışmaya bile gerek kalmamıştır. Televizyona ilk sahip olunmaya başlandığında evinde de dininde de onu nereye koyacağını bilemeyenler belli bir mesafe kaydetmişlerse de internet karşısında ne yapacağımızı hiçbirimiz bilmiyoruz. Zira televizyon ile kitlesel hareketlerin meydana gelmesi, örgütlenmesi bir yana aileler en azından akşamları birlikte bir şeyler seyredip, gülüp eğlenebiliyorlardı. Ama sanal gerçeklik ile hayattan soyutlayan internet teknolojisi, aileleri paramparça etmekle kalmıyor insanın âlemle, insanın insanla ve insanın Allah ile olan kadim ilişkisini toptan kesmeye yeltenmiş durumda. En eski ve işe yarar icatlardan gözlük, insanın âlemi daha iyi görmesi için icat edilmemiş miydi? Peki, yolda yürürken aynı zamanda telefonundaki oyunları “sanal gözlükle” devam ettiren bir insanın hangi gerçeklikle bağı olabilir? Çiçeğe dokunmadan ve koklamadan onu, bir çift insan gözünün gönlüne işlemesine izin vermeden âşık olamadan o gözlere, tadamadan egzotik meyveleri yerinde, bırakın ayağımıza gözümüzün pınarına kadar yaklaşmış sanallık-internet için bir an önce yol haritamızı çizmeliyiz. Her şey seyretmekle başladı aslında! Yapıtaşı atom olan dünyanın yapı taşı insan, okumayı, düşünmeyi, hissetmeyi, sevmeyi ve dahi bakmayı bıraktı! Terk etti insan - âlem - Allah ilişkisini. Önce seyre daldı hiçbir şeyi düşünmeden, verilen ne varsa ekranlarda, hiç ayırt etmeden büyük bir aç gözlülükle seyre daldı olan biten her şeyi; hiç müdahale etmeden. Ne zaman ki farkına vardı seyrettikleri kendisi ve âlem, “Siyah Bir Ayna” gibi kendisini yansıttığını görünce televizyonların, iyiye kullanmaya başladı ve düşünmeye. Tam her şey –biraz da olsa- yoluna girmeye başlamış, ekranlarda sadece kötü ve çirkinlikler değil iyi ve güzel olanlar da seçilir, görülür olmuşken internet ile iyileri göremeyeceğimiz kadar çok kötülük saçıldı ortaya. Sözüm ona haber sitesi olan internet sayfalarında sayfa sayfa satır satır fuhşa, ceset pornosuna batmış bu yerleri ziyaret etmemek, sayfaları açmamak bir çözüm belki. Peki, gördüğü her şeyi en ufak bir sorgulamaya tabi tutmadan, vicdan kanallarına bile daha ulaşmadan elindeki fiber hızlı internetli telefon ile paylaşanlar için çözümümüz ne olacak? “Boğaziçi köprüsünde intihara kalkışan kişi ikna edilmeye çalışılırken, trafikten sıkılan iki kadın “Atla atlayacaksan.” dedi. Adam köprüden atladı. İki kadın intiharı teşvik suçundan gözaltına alındı. Haberin videosu ve intihar anı için TIKLA VE İZLE!” Son söz olarak bir soru: yukarıdaki haber metninde kim daha suçludur: A) “Atlayacaksan atla” diyen iki vicdansız kadın. B) Hiç düşünmeden bir insanın ölüme atlayışını seyre dalan C) Bu görüntüleri elleri titremeden i-Phone 6’sı ile kaydeden. İyi seyirler Türkiye! MART2016 KATI 9 TEMBEL İNSANIN HIZ TUTKUSUNA DAİR Serhat Dalgalıdere se.dalgalidere@gmail.com A MART2016 KATI 10 kıllı makinalar, ne kadar havalı değil mi? Akıllı sıfatı önüne konulan bir cihaz, bir anda sihirli bir kutuya dönüşüyor. Akıl, beyin, fikir, düşünce bu kelimeler insanoğlunda bulunan özellikler. İnsanoğlu dünyada tanıdığı tüm varlıkları kopyalamakla ömrünü geçirmiş. İlk önce kendini kopyalamakla başlamış. Yaşam içerisinde kullandığımız ürünlerin neredeyse tamamına yakını insanoğlunun bir şeyleri taklit etmesiyle ortaya çıkmış. Önce basit taklitler ile başlayan insanoğlu, yapay zekâya sahip ürünlere kadar kendini geliştirmeye devam eder. Kullandığımız birçok ürün artık “Akıllı” sıfatı taşıyor. Teknolojinin hızla gelişmesi sonucu yaşamın her kıyısında gerçekleşen değişimler gibi bu değişimler iletişim araçlarını da etkilemiş. Akıllı ibaresi özellikle 1990’ların başlarından 2016’ya kadar hızla gelişerek yaygınlaşmıştır. Akıllı olan insan, her şeyi akıllı yapma telaşına düşer. Telefonlar başta olmak üzere aklınıza gelen tüm elektronik cihazlar akıllı. Peki, gerçekten akıllı mı? Elimizden hiç düşürmediğimiz telefonlar, gözümüzü ayıramadığımız televizyonlar, internete girdiğimiz bilgisayarlar sizce ne kadar akıllı? Öncelikle bir cihaza akıllı dememiz için hangi şartların gerçekleşmiş olmasını bekleriz. “Bana bırakmadan bazı şeyleri tahmin ederek hızlıca yerine getirsin.” Telefonum çaldığında dokunmadan kulağıma götürmem ile otomatik olarak gelen çağrı açılsın. Ben leb yazayım o leblebi diyerek devam etsin. Ben televizyona “Open Smart TV” diyeyim, o açılsın. Gözümün içine baksın ve beni anlasın. Gözümle kanal değiştireyim. El hareketimle sesi açayım. Ses frekanslarını yazıya çevirsin parmaklarım yorulmasın. Bir yerde duyduğum bir melodiyi din- leteyim bana kime ait olduğunu göstersin. Gideceğim yeri yazayım bana harita üzerinde tarif etsin. Televizyondan, telefondan, tabletten, internete girebileyim. Bir yere kaydettiğim datayı aynı anda tüm cihazlarıma kaydetsin. Beni benden daha iyi anlasın. Hatta mümkünse bazen ben olsun önceden yüklediğim ses kaydım ile görüşmek istemediğim kişilere otomatik mesaj bıraksın. O ben olsun. Ben o olayım. Her şey benim daha rahat bir hayat yaşamam için belki de daha kolay bir yaşam sürebilmem için… Daha para transferlerini, fatura ödemelerini, bankacılık teknolojilerinden bahsetmedim bile. Ne kadar da çokmuş değil mi? Belki saymadığım binlerce özellik daha vardır. Ne gerek var hepsini sıralamaya onlar da bunlara benzer nasılsa. Aslında her şey bizim daha fazla tembelleşmemizi sağlıyor, ancak koşuşturmaca gittikçe hızlanıyor. Tembel insan hızlı olabilir mi? Enteresan değil mi? Bir adam hayal edin, adam tembel, asla bir şey yapmaz. Her şeyi makinalar yapar ama adam aynı zamanda hızlı. Arkadaşlar bunca işimizi makinalara yaptırdığımız halde nasıl oluyor da sürekli bir koşuşturma halindeyiz... Toplu taşıma araçlarında hepimiz elimizde telefon, sürekli mailler, mesajlar, bilgiler, fotoğraflar gönderip alıyoruz. Bu kadar makinalar yanımızda, pardon akıllı makinalar yanımızda ama biz hala koşuyoruz. Sabah ne zaman işe çıktığımızı bilmiyor. Ne zaman döndüğümüzü bile hatırlamıyoruz. Dünyamıza onca akıllı cihaz girmesine rağmen hayat hiç de akıllı bir yer haline dönmedi. Hiçbir şekilde işlerimiz leb demeden leblebi olmadı. Bu işin biraz da teknik kısmına bakalım. Akıllı televizyonu ele alalım mesela. Akıllı demek yapay zekâya sahip demek. Yapay zekâya sahip olmak adı üzerinde zekânın yapayına sahip olmak demek. Yani bir zekâ var ortada ama insan beyni kadar gelişmiş değil. Üstelik bir ruha sahip de değil. Yapay zekâ, geliştirilebilen makine beyni olarak tanımlanabilir. Siz ona ne kadar veri yüklerseniz o veriler içerisinden size en iyi sonucu bulan bir cihaz. Gözümüzü alamadığımız akıllı televizyonlarımıza bakalım mesela, bazı sensör teknolojileri ile zekâları artan televizyonlar artık bize internet dünyasını açıyor. İçerisinde yüzlerce kanal barındırıyor ve “Açıl televizyonum açıl” dediğimizde açılır. “Kapan televizyonum” dediğinizde kapanır. “Smart TV” işte karşınızda. Peki, bu yazar ne anlatmak ister. Anlatmak istediğim şudur ki; hiçbir makine insanoğlu kadar akıllı olamayacaktır. Çünkü maddesel varlıklar kopyalanabilir fakat ruh asla kopyalanamaz. Allah’ın yarattığı varlıklar hiçbir zaman inanılmazlığını ve kusursuz mükemmelliğini kaybetmeyecektir. Sürekli geliştirilen akıllı cihazların sadece bellek kapasitesi ve algılama sistemleri geliştirilmektedir. Karar verme mekanizmaları asla bir insanın mükemmelliğine ulaşamayacaktır. Çünkü insan sadece beyni ile karar vermez. Duygular ise asla kopyalanamaz. Öte yandan her şeyin akıllanması insanoğlunun işini kolaylaştırmamıştır. Aksine zorlaştırmıştır. Bir şeylerin hızlıca yapıldığını fark eden doyumsuz insan nefsi, dünyaya ait birçok işi biranda yapma hevesine doğru koşmuştur. Böylelikle işimizi kolaylaştırdığımızı düşündüğümüz cihazlar ile beraber bir trenin vagonunda nereye gittiğimizi bilmeden sürüklenmemize sebep olmuştur. Her şeyin daha kolay yapıldığı günümüzde nasıl olduysa insanoğlunun iş yükü eskisinden daha ağırdır. Hem tembel hem hızlı olmayı başardık galiba… YENİ NESİL YAYINCILIK: DIGITAL SIGNAGE Fatih Ünal fatih@fatihu.com 8 0’lerin unutulmaz bilimkurguları arasında gösterilen ve tüm zamanların en fazla gişe hasılatı yapmış filmlerinden olan “Geleceğe Dönüş (Back to The Future)” serisi filmlerini hemen hemen hepimiz izlemişizdir. Film, zaman sınırlarını aşan bir hayal gücüne sahip olması nedeniyle birçoğumuzun ilgisini fazlasıyla çekmiştir. Filmin doğru bir gelecek tasviri ve tahmini yapmak gibi bir derdi olmadığının farkında olsak da o günlerde hepimize uzak bir hayal gibi görünen parmak izi okuyucu, hologram, görüntülü konuşma ve LCD TV gibi teknolojiler günümüzde gerçekleşmiş bulunmaktadır. Filmde birçok sahnede duvara monte büyük LCD TV’leri görüyoruz. Evet, bugün eski nesil dediğimiz tüplü televizyonlardan neredeyse tamamıyla kurtulduk diyebiliriz. Hayatımızın hemen hemen her alanında LCD TV veya LCD Monitörleri kullanmaktayız. Alışveriş merkezleri, oteller, marketler, bankalar, restoran ve kafeler, dernek ve vakıflar, eğlence mekânları, benzin istasyonları, perakende satış yapan firmalara ait vitrinler, hastaneler hatta toplu taşıma araçlarında dahi duvara veya tavana monte edilmiş şekilde duran bir LCD teknolojisi mevcut. Artık LCD’ler yaşam alanlarımızın tamamına girmiş durumda. İnternet devrimi ile birlikte ortaya çıkan sosyal medya çağı ve mobil cihazların yaygınlaşarak mobilitenin tüm alanlarda akıl almaz bir hızla artması ile “Mobil TV” adı verilen kavram hayatımıza girmiştir. Bu teknoloji, zaman ve mekân kısıtlaması olmadan mobil cihazlar üzerinden internet tabanlı olarak TV izleme olanağı sağlamıştır. Bu durum geleneksel TV’lere olan ihtiyacın azalmasına neden olmuştur. Buna ek olarak dijital uydu yayın teknolojilerinin yaygınlaşması ve azalan maliyetleri nedeniyle “karasal yayın” diye tabir edilen UHF veya VHF bandı üzerinden yapılan yayınları yok olma aşamasına getirmiştir. TV kullanıcısının azalan ilgisini yeniden artırmak isteyen üreticiler ise ürünle- rini kullanıcı etkileşimli akıllı cihazlara dönüştürmeye başlamıştır. Ürünlerine; video kaydetme, kablolu ve kablosuz internet erişimi, üç boyutlu gösterim, ses ve el hareketleriyle kontrol, USB bellek yuvaları ve diğer multimedya araçları ile genişleyebilme gibi özellikler ekleyerek günlük yaşantımıza entegre yeni nesil LCD’leri bizlere sunmuşlardır. Kafamızı kaldırdığımız birçok yerde karşımıza çıkan işte bu yeni nesil, çoğu akıllı ve etkileşimli durumda bulunan LCD’lerde gösterilen (gönderilen) yayınlar, geleneksel yayın yöntemleri arasında bulunan analog karasal yayın sistemi veya dijital uydu yayın sistemleri yerine kapalı devre olarak çalışabilen, kurumlara veya kişilere özel yayın akışları hazırlayabilme kabiliyetine sahip, bulut vb. gibi ileri internet teknolojilerini kullanan yeni nesil yayın sistemleri ile yapılmaktadır. “Digital Signage” olarak tabir edilen bu sistem, kurumsal iletişimden reklama kadar birçok farklı alanda çok farklı sektör tarafından kullanılmaktadır. Digital Signage kavramı için henüz tam olarak Türkçe bir karşılık bulunamamış olsa da genel olarak; “Dijital Bilgi Ekranları”, “Kurumsal TV Yayın Sistemi”, “İnternet (Bulut) Tabanlı Ekran (Monitör) Yönetim Sistemi” veya “LCD Bilgilendirme Sistemi” şeklinde kullanımları mevcuttur. Digital Signage, internette bulunan (bulut tabanlı) tek bir merkez üzerinden yönetilebilen birçok ekran (TV veya Monitör) mantığına dayanmaktadır. Bulut tabanlı olması nedeniyle merkezi ortama tanımlanan ve dünyanın herhangi bir yerinde bulunan tanımlı bir ekrana rahatlıkla erişim sağlanabilmektedir. Görseller, videolar, haberler ve ulaştırmak istenilen tüm diğer içerikler; bulut tabanlı merkezi içerik yönetim sistemi ile dünyanın herhangi bir yerine eş zamanlı olarak, çok farklı çözünürlük ve özelliklerde gönderilebilmektedir. Bunların yanı sıra sistemin birebir inter- net erişimi ve etkileşimi olması nedeniyle çok farklı kaynaklar üzerinden gelen hava durumu raporları, döviz kurları, trafik bilgileri, haberler gibi servis tabanlı içerikler de ekranlarda aynı anda gösterilebilmektedir. İşte böylece Digital Signage, tıpkı bir TV yayını gibi hareket edebilmekte ve görüntülenebilmekte hatta daha da fazlasını yapabilmektedir. Örnek olarak gözümüzün önüne bir ana haber programını getirebiliriz. En altta şerit üzerinde kayan haberlerin ana başlıkları bulunabilmekte, sol tarafta döviz kurları ve hava durumu akarken sağ tarafta ise video oynatılabilmekte veya bir spiker haber sunabilmektedir. Hatta yayın esnasında istenilen çözünürlük ve farklılıkta bir görsel veya ses tabanlı bir reklam gönderilebilmektedir. Yukarıda da değindiğimiz gibi birçok LCD üreticisi, ürünleriyle kablolu ve kablosuz şekilde internet erişimi imkânı sağlamakta ve Digital Signage için gerekli olan bulut tabanlı merkezi yayın sistemi ile iletişime geçecek uç (client) yazılımların kurulumuna imkân tanıyan işletim sistemleriyle sunmaktadır. Ancak bu tür desteklerin bulunmadığı ürünlerde ise durum biraz daha farklıdır. İnternet erişimi olmayan ve üzerine herhangi bir yazılım kurulmasına imkân sağlamayan ürünlere terminal bilgisayarların bağlanması ile bu özellikler kazandırılmakta ve bu bilgisayarlar üzerine uç yazılımlar kurularak merkezi içerik yönetim sistemi ile iletişimi sağlanmaktadır. Her geçen gün geliştirilen teknolojik ürünlerin daha da çoğalması ve bu ürünler ile olan etkileşimimiz artıkça; Digital Signage gibi hayatımıza yeni anlam ve kavramlar hızlı bir ivme ile girmeye devam edecektir. Teknoloji doğru kullanıldığı takdirde bizlere kolaylık sağlayacak araçlar olarak sınırsızca imkânlarını sunacaktır. Birçok bilimkurgu filminde gördüğümüz çok farklı teknoloji sahneleri daha biz farkında olmadan büyük bir hızla gerçekleşecek ve zamanla hayatımızın ayrılmaz birer parçası haline gelerek yaşamımızdaki yerini hızla alacaktır. MART2016 KATI 11 TELEVİZYON VE EDİLGENLİK “Bir de televizyon çıkmış. İnsanlar birbirleriyle değil topluca alete dönüp onunla konuşuyor sanki. O ne derse mevzu o oluyor.” Mustafa Kutlu – Beyhude Ömrüm Halil Kökcü kokcuhalil@gmail.com H MART2016 KATI 12 erkesin kötü olduğu ve bizi bulunduğumuz o saf, müstesna, konumdan indirmeye çalıştığına yönelik algıdan uzun zamandır çok rahatsızlık duyuyorum. Bu algı, bizim dışımızda kafası hep kötülüğe basan ve bizi milli-manevi değerlerimizden uzaklaştırmaya çalışan insanları ve onların yaptıkları zararlı olduğu düşünülen işlerin ortadan kalkması ile sorunların ortadan kalkacağı, güllük gülistanlık bir dünyaya kavuşacağımızı düşündürmektedir. En azından sosyal medyada ve günlük hayatta görebildiklerim öyle. Geçtiğimiz dönem bir derste, sosyal medyada konusu tarih olan popüler bir dizi hakkında yayından kaldırılmasına yönelik paylaşımları gördüğümde duyduğum rahatsızlığı paylaşmıştım. Bu durumu eziklik (bu ifadeyi kullanmayı sevmesem de karşılığı olduğunu düşünüyorum) olarak niteledim. Yani biz edilgen durumdayız, her türlü etkiye açığız ve bu etkilere karşı yapabilecek bir şeyimiz yok. Dolayısıyla bize etki eden her türlü şey ortadan kalkmalı. (olayı vülgarize ederken nüansları kaçırıyor olabilirim veya siz bahsi geçen konumda olmayabilirsiniz) Tarihimizi çarpıtıyorlar, doğru aktarmıyorlar ifadesi, doğru, "hakiki" tarihe sahiplik iddiasını da içeriyor. Kaldı ki bize sunulan içerik gerçekten de hakikati yansıtmıyor olabilir. Günümüzde yaşanan, hepimizin gözü önünde gerçekleşen tek bir olayın farklı farklı aktarımlarını gördükçe ve bunların gelecekte tarih olacağını düşündükçe tarih adına duyduğum şeylere de çok güvenmemem gerektiğine kanaat getireli epey oldu. Dolayısıyla sunulan içeriğe gözü kapalı mutlak doğru veya mutlak yanlış diyemem ya da tersi de geçerli: mutlak doğru veya mutlak yanlış demem için gözümü kapatmam lazım. Hakikisi bizdeyken iletişim araçlarının (TV-sinema-medya) bizde olmaması, en azından bize bu "kasıtlı yanlışlığın" ortadan kaldırılmasını talep etme hakkını tanıması gerektiğine dair bir itiraz aldım. Bu itiraz üzerine dizi izlememenin bir seçenek olduğu ve izleyemeyebileceğimizi ya da hakikisine sahip olduğumuz tarihi gerçekliği kendimiz aktarmamız gerektiğini söyledim. Kaldı ki, hatalı ya da yanlış olduğunu düşündüğümüz içerik de ortaya çıkabilmeli hatta bizim bildiğimizin aksine olan şeyleri de söyleyebilmeli. J.S. Mill’in ifadesiyle düşünce özgürlüğü bizatihi sahip çıkılan düşünce için gereklidir. Bu sayede düşünce kendini test etme imkânı bulur. Hatalı ise düzeltilir ya da tamamen yanlış ise ortadan kalkar. Eğer doğru ise de varlığını, geçerliliği kuvvetlendirerek yoluna devam eder. O günkü dersten itibaren aklımın bir köşesinde bu konu vardı. Konumuz dizi olduğu için acaba sinema-dizi üretiminde imkânlar ne kadar insanı sınırlandırmalı. Ya da biz sıradan insanlar için bu silahların eşitsizliği durumunu nasıl yorumlanmalı. Herhalde öncelikle bir TV dizisinin değerini tespit etmek lazım. Ona yüklediğimiz anlam bize nasıl hareket edeceğimizi belirleyecek. Sadece bir eğlence aracı olarak görüyorsak bu durumda çok dikkate almamıza gerek yok. Eğer bize eğlencenin yanında ve belki ötesinde bilgi aktaran bir araç olarak görüyorsak ve aktardığı bilginin yanlışlığını biliyorsak gene sorun yok. Nasıl olsa biz gerçeği biliyoruz. Geriye en sorunlu olan kısım, bilgisi olmayanların ya da henüz bilgi edinme aşamasında olan küçüklerin yanlış bilgilenmeleri ve kötü etkilenmeleri olur ki, TV dizisi dışında (ve onun kuvvetinde) öğrenebileceği etkin kaynaklar sunamıyorsak o kadar da yakınmamak lazım. TV-sinemanın para kazandıran bir ticaret kolu olduğu ve dizi-film çekilirken de bunun dikkate alındığını unutmamak lazım. Nihayetinde talep görmemesi halinde talep gören her ne ise rakip kanallarda aynısının üretildiğini unutmayalım. Örnek olarak dönem dönem çoğalan, ağa dizileri, lise-üniversite dizileri, şu andaki tarih dizileri, evlilik programları, sağlık programları aklımıza gelebilir. Burada içerik üreticileri hiç mi bu işleri yönlendirmiyor sorusu gelebilir, elbette ki onlar da izleyicileri istedikleri yönde etkilemek isteyeceklerdir. Çamaşır deterjanı tercihinizi etkilemek için onlarca reklam yapıldığını düşünürsek, sizi yönlendirme konusunda isteksiz ya da eylemsiz oldukları düşünülemez. Ancak bize yönelik içeriklerin bizim taleplerimiz dikkate alınarak (en azından ana akım medyada) üretildiğini unutmamak lazım. İlber Ortaylı'nın “bu binaları yapan müteahhitlere dil çıkarsaydınız bunları (ucube çok katlı insanı merkeze almayan binaları) yapamazlardı” ifadesi burada da düşünülebilir. Eğer herkes sefertası gibi dizilmiş evlerde yaşayıp dar yollarda park yeri aramayı kendine mesele etmiyorsa müteahhit neden etsin? Dipnotlar 1. Ekrem Buğra EKİNCİ, Muhteşem Yüzyıl’da Göze Takılanlar, 12 Ocak 2011 (erişim tarihi 1 Mart 2016) http://www.ekrembugraekinci.com/makale.asp?id=313 2. Bu noktada kişinin bilgisinin, düşüncesinin yanlışlığına ilişkin kanıtlarla yüzleştiğinde yanlışlanan düşüncesine enteresan bir şekilde daha sıkı sarılmasına dair “backfire effect” ve “bilişsel önyargı (cognitive bias) ” kavramları incelenebilir. NASIL REKLAM YILDIZI OLDUM! “Bir gün herkes 15 dakikalığına ünlü olacak” -Andy Warhol Z aman geçirmek, keyif almak, öğrenmek, bilgilenmek, merakımızı gidermek için izleriz televizyonu. Büyük küçük, kadın erkek, genç yaşlı, işçi memur, patronundan işsizine kadar hepimiz, evimizin başköşesine kurulmuş bu dikdörtgen aletin bize gösterdiklerini seyrediyoruz. Peki, seyretmek konusunda hepimiz tecrübeliyiz, ama bu kutunun içinde olmak nasıl bir duygu acaba? Çocukluğumun o naif dönemlerinde yapmayı en çok istediğim mesleklerin başında; televizyon muhabiri olmak geliyordu. Bunu da zaman zaman çocuk aklımla tecrübe ederdim; o zamanlar piyasaya yeni çıkmış bir kalemlik vardı. Kapaklı, her yerinden bir şey çıkan, ilginç bir materyaldi. Bu kalemliğin kalemtıraş olarak kullanılan yerinin şeffaf kapağı açıldığında kamera vizörü gibi oluyordu. Kalemliği elde tutup o şeffaf kapaktan bakınca, kameranın vizöründen bakıyor hissi uyanırdı. Evin içinde elde kalemlik dolaşır, aynı zamanda da “evet sevgili seyirciler, işte gördüğünüz gibi şimdi bu oluyor, şunu görüyorsunuz…” gibi klasik cümleler kurardım. Kimi zaman kardeşimin ağlamasını çekerdim, kimi zaman annemin yemek yapışından bahseder, kimi zaman da yeğenlerimden birini kızdırıp onun o halini 70 milyona seyrettirirdim… Tek kanallı yılların hüküm sürdüğü o dönemde geçen çocukluğumun en unutulmazlarından birisi hiç şüphesiz benim gazetecilik mesleğini seçmemde, televizyon muhabiri olmamdaki rolünü yadsıyamayacağım rahmetli Mehmet Ali Birand’tır. Onun 32. Gün isimli programının efsane olduğu dönemler. Şimdiki Rusya’nın atası olan Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgal ettiği, Afgan mücahitlerin Sovyet askerlerine kök söktürdüğü dönemler. Birand, o savaşı 32. Gün farkıyla ekrana taşıyordu. Birand’ı her seyrettiğimde içimde fırtınalar kopuyordu. Kafama koymuştum: ben de Birand gibi gazeteci olacaktım. Rabbim nasip etti gazeteciliğin okulunu okudum. İletişim Kadir Metin Akbaş istanbulkadir@gmail.com Fakültesi’nden mezun olduktan sonra, hep hayalini kurduğum televizyon muhabirliğini yapmaya başladım. Ama kazın ayağı, hiç de “ekrandan” göründüğü gibi değildi… Elime mikrofon alıp haber peşinde koşmak güzeldi ama o kameranın karşısına geçip bir şeyler söylemek var ya işte o, o kadar da kolay değildi. Adeta bir silahtı kamera ve onun karşısında iki cümleyi bir araya getirip konuşmak, öyle her babayiğidin harcı olmadığını, bizzat yaşayarak tecrübe ettim. Gittiğim bir haberde anons çekmek, kameraya bakarak bir şeyleri anlatmak için akla karayı seçiyordum. İlk bir yılım böyle geçti. Söyleyeceklerimi deftere yazıyordum, ezberliyordum ama kameranın karşısına geçtiğim de, objektifle göz göze geldiğimde her şey uçup gidiyordu… Kaç defa haberde iken, anons çekmeden önce eşimi arayıp; “Ben bu mesleği yapamayacağım, anons çekemiyorum, bu iş bana göre değil…” demiştim. İlk bir yıl her gün işe; “Bugün beni atacaklar, Kadir Bey bu iş size göre değilmiş, yapamıyorsunuz, kusura bakmayın sizinle çalışamayız” diyecekler korkusuyla gittim. Neyse ki korktuğum başıma gelmedi. Çalıştıkça açıldım, açıldıkça bu işin ne kadar keyifli olduğunu keşfettim. Haber peşinde koşmak, anons çekmek, canlı yayın yapmak, ardından akşam televizyonda kendimi seyretmek, ailemin, arkadaşlarımın, komşularımın, akrabalarımın beni seyretmesi, ekranda beni görmesi, bunu daha sonra benimle paylaşmaları anlatılmaz bir duyguymuş, bunu yaşadım. İlk zamanlar özellikle kalabalık içerisinde anons çekmekten, canlı yayın yapmaktan çekiniyordum. Herkesten uzakta çekiyordum anonsumu. Ama yıllar geçtikçe, bunu da aştım. Hatta kalabalık içerisinde anons çekmek, canlı yayın yapmak daha bir keyif verir hale geldi. Canlı yayın demişken, televizyon haberciliğinin bence en zirve noktası “olay yerinden” canlı yayın yapmaktır. Hele de elinizde o olayla ilgili yeterli bilgi var- sa, konu sizin ilginizi çeken bir alansa, kamera karşısına geçersiniz ve o kısacık 4-5 dakikalık anda coşarsınız. Doğaçlama yapma imkânı olduğundan dolayı canlı yayınları daha çok severim. İşte bundan dolayı bir canlı yayın hiç ummadığım bir zamanda benim reklam yıldızı olmama vesile oldu. Şaka bir yana, yıldız olmadım ama bir reklamda oynadım. Nasıl oldu anlatayım… Klasik canlı yayın yapılan konuların başını İstanbul’a yağan kar haberi çeker. Bu konuda “İstanbul’a kar yağmadan Türkiye’ye kış gelmez” deyimi dahi vardır. Mevsimin ilk karı İstanbul’a düştüğünde biz de canlı yayın aracımıza atladık ve uygun bir mekân bulup yayınımızı yaptık. Sarıyer civarındaydık. Ben, İstanbul’a yağan kardan mütevellit meydana gelen kazaları, aksayan hava ve deniz trafiğini, yetkililerin uyarılarından bahsediyordum. Bir anda yayın esnasında kartopu yağmuruna tutuldum. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Güç bela yayını tamamladım. Meğerki teknik yönetmenimiz çevremizdeki çocukları, bana kartopu atmaları konusunda ikna etmiş. Canlı yayını bitirdik ve haber merkezine döndük. Kartopu savaşına maruz kalarak tamamladığım yayını, teknik yönetmenimiz belki izleyen olur da keyif alır diyerek Youtube’a yükledi. Bu durumun üzerinden takriben 3 yıl geçmişti ki bir firmanın ürünü için reklam çekmek isteyen ajans, internette araştırma yaparken benim bu videoma denk gelmiş. Benim o kartopu saldırısı esnasındaki canlı yayınımdan etkilenerek reklamda beni oynatmaya karar vermişler. Ve hiç hesapta yokken, o ürünün reklamında, muhabir rolünde ben oynadım. Evet sevgili seyirciler… Çocukluk hayalim işte böyle gerçekleşti. Önce bir kanalda muhabir oldum. Sonra tüm kanallarda oynadığım reklamım yayınlandı. MART2016 KATI 13 YENİ NESİL KÖLELİK MODELİ: TELEVİZYON Bu maskeli balo/ ve onun sahte yüzleri -Murathan Mungan Elif Bolu Türker elifboluturker@gmail.com MART2016 KATI 14 T elevizyon ülkemize girdiğinde odaların en kıymetli yerine konuldu. Çeyiz sandıklarından çıkarılan dantel işlemeli örtülerle süslendi. İnsanlar, televizyona sahip olan kişilerin evlerine doluştu ve eş, dost, çoluk çocuk aynı havayı soludu, aynı yöne baktı. Siyah beyaz bir dünyanın içine o kadar çok nesnenin ve insanın nasıl sığdığını düşünmeye ve hayal etmeye koyuldu. Bir araya gelen bu insanlar önceleri memleket meselelerinden, geçim derdinden konuşup, mahalle esnafının dedikodusunu yaparken, çocuklar ev içinde saklambaç oynarken; insanların sesleriyle çınlayan odalar sessizleşti. Artık odaları insanların hiç tanımadıkları sesler, birebir hiç göremeyecekleri yüzler ve belki de hiç yaşayamayacakları hayatlar doldurmaya başladı. Zaman geçti, teknoloji her gün daha da gelişti. Televizyon da bu gelişmeye ayak uydurdu. Boyutu, rengi değişti. Diğer odalara yayılarak topraklarına toprak, saltanatına saltanat kattı. Ancak somut olarak geliştikçe, içeriği geriledi. Kurmaca hayatlar, vahşet dolu haberler televizyon dünyasının en çok prim yapan yayın akışı haline geldi. Kadına şiddet, çok eşli yaşam, aşksız cinsellik, çocuk istismarı “halk bunu istiyor” önermesiyle meşrulaştırıldı. İnsan beynine, duygularına bilinçli bir saldırı, yeni nesil bir kölelik inşasıydı bu. Bilgi, bilim, sanat artık kitaplardan değil de o sihirli kutudan takip edilmeye Günümüzde birçok yazar, çizer aydın için de televizyonun insan hayatında ve psikolojisinde yarattığı sarsıntı, üretime en açık alanlardan biri oldu. En çokta sinema alanında birçok yapıt kaleme alınıp beyaz perdede hayat buldu. başlandı. Günümüzde de, ülkemizde dâhil dünyanın en geri ve en gelişmiş merkezlerinde dönemin siyasi aktörleri ve medya patronları üzerinden şekillenen programlar, insanlığa hizmet edecek bu alanların objektif veriler sunmasına engel olmaktadır. Bu bilinçli bir eylemdir. Çünkü ne kadar çok uyuşmuş beyin, o kadar az sorgulama. Bu saldırı gün geçtikçe artarak devam etmektedir. Günümüzde birçok yazar, çizer aydın için de televizyonun insan hayatında ve psikolojisinde yarattığı sarsıntı, üretime en açık alanlardan biri oldu. En çokta sinema alanında birçok yapıt kaleme alınıp beyaz perdede hayat buldu. Televizyon programlarının ve televizyonun insan hayatını nasıl yönlendirip şekillendirdiğini konu alan en önemli filmlerden ilki 1994 yapımı Oliver Stone’a ait “Katil Doğanlar” filmidir. Filmde medyanın şiddeti nasıl körüklediği, aile içi ilişkilerin mahremiyet sınırlarının çok uzağında olduğu ve uyuşturucu bağımlısı, şiddet eğilimli iki aşığın medya sayesinde nasıl ülke kahramanı haline getirildiği konu edilmektedir. Bir diğer film ise 1998 yılında çekilen “The Truman Show” (Yönetmen Peter Weir). Film, 30 yaşındaki Truman’ın doğduğu günden beri aslında bir kurmacanın içinde olduğunu ve her gününün kendinden habersiz kameraya alınıp televizyonda yayınlanmasını konu alıyor. Filmde televizyon karşısındaki insanların hiç tanımadıkları yaşamları anlamsız bir merak dürtüsüyle nasıl takibe aldıkları ve kendi hayatlarını da o hikâyede yaşananlara göre kurguladığı, özel hayat sınırlarının nasıl ortadan kalktığı anlatılmaktadır. Her iki filmin de konusu maalesef güncelliğini korumakta ve izleyicilere televizyon dünyasını sorgulatmaktadır. Günümüz televizyon yayınlarının, diğer medya kollarının ve sosyal medyanın durumu ve gidişatı, yukarıda bahsettiğimiz konuda daha birçok filmin sinemaya aktarılacağının sinyallerini bizlere çok net vermektedir. Ancak nasıl ki doğada sürekli bir devinim ve bir çatışma varsa; biliyoruz ki medyanın, televizyonun karşısında da hâlâ üreten, eli kalem tutan, gözü kitap gören bir toplam var. Bu savaşı kim kazanır bilinmez ama gerçek şudur ki “söz uçar yazı kalır...” “KAVGA ve RADYO GÜNLERİ”NDE YAĞMUR TUNALI… Cem Sökmen cemsokmen@gmail.com Y ağmur Tunalı’yı, 2000’lerin başında, Cuma akşamları, TRT 2’de Yılmaz Öztuna’yı misafir ettiği “Tarih Sohbetleri” programıyla tanımıştım. Programın sunucusu olarak Tunalı’nın önemli bir özelliği göze çarpıyordu. Bugün örnekleri pıtrak gibi çoğalan “sunucu-moderatör”ler gibi diksiyona ve ekran tecrübesine yaslanmıyor, programa hazırlıklı geldiği ve konuşulan konulara ciddiyetle yaklaştığı belli oluyordu. Tunalı, programda sorduğu sorular ve getirdiği yorumlarla Yılmaz Öztuna’nın yeni pencereler açmasını sağlıyordu. Süheyl Ünver’in “Herkesin bir mesleği olmalı bir de meşgalesi. O meşgale bütün kültürümüzdür.” sözünü hatırlatır biçimde, Yağmur Tunalı’nın bir de yazı hayatı var. Ve bu yazı hayatında önceliği şiir alıyor. Tunalı şiirlerini 2011’de “Melal Burcu” isimli kitapta toplamıştı. Şiirlerinden sonra 2013’te “Kavga Günleri 1968-1980” kitabı geldi. Adı belli bir zaman dilimini işaret etse de bu eser Yağmur Tunalı’nın çocukluk ve ilk gençlik yıllarından izler de barındırıyor. 1969’da Yahyalı’dan 14 yaşında bir çocuk olarak geldiği Kayseri’de dolaşırken gördüğü “Esir Türkler Haftası” pankartının onu sevk ettiği duygular ve sonra insanlar/mekânlar üzerinden derinleşen/çeşitlenen bir yolculuk bu… Erzurum’da geçen bir yıldan sonra Ankara Üniversitesi DTCF’de devam eden üniversite öğrenciliği “Kavga Günleri”nin ağırlığını yüklendiği yıllar olur… Buna rağmen dergi yayınlama çalışmaları ve tiyatro macerası eksik olmaz. Bir yanda artık bütün Türkiye’nin yaşadığı şiddet atmosferinin doğurduğu sorunlar varken bir yanda da Galip Erdem’in “Asıl noksanımız yeterince sevmesini öğrenememiş olmamızdır.” sözünü hatırlatan iç sorunlar ve anlayışsızlıklar hüküm sürer. Böyle bir zeminde dergi çalışmaları da tiyatro çalışmaları da istikrara kavuşma imkânı bulamaz. Yağmur Tunalı kitabında, 1980 öncesini –süreci çok etkilenerek yaşamasına rağmen- sadece çatışma zamanı olarak değil, sosyal tarihimizin iki boyutunu da işleyerek anlatıyor. Biri, Türkiye’de 1945’lerden 1970’lerin sonuna kadar devam eden “Radyo Günleri”, diğeri de aynı dönemde henüz değişmemiş şehirlerde şifahi kültürün çerçeveleri içinde sadelikle yaşayan insanların sergilediği güzellikler, hayata karşı gösterdikleri tavır... Çatışma günlerinin radyo denen aletle yadsınamaz bir bağı var: Büyük şehirlerde üniversite okuyan evlatlardan haber alabilmek… Yağmur Tunalı, kitabını başta kendi annesi olmak üzere radyoya bambaşka bir anlam yükleyen annelere ithaf ediyor: “Analar, o sancılı yıllarda radyolarını açık bırakarak uyurlardı. Güzeller güzeli anacığım da onlardan biriydi. Bu kitabı ona –onlara- ithaf ediyorum.” Ve radyonun Türk milletinin gündelik hayatındaki yerini anlatmaya devam ediyor: “1970-1980 arasındaki Türkiye, televizyonun yeni girdiği, radyonun altın çağının devam ettiği yılları yaşıyordu. Radyo demek, türküler, şarkılar, hikâyeler, masallar ve radyo oyunları, arkası yarın’larla süslü, renkli bir dünya demekti… Vesselam radyo vardı. En önemli haber alma vasıtası radyoydu. Ayrıca, o anarşi yıllarında, mektup ve telgraftan daha hızlı bir haberleşme ihtiyacı duyulan o endişe yüklü ortamda, radyonun haberleri en kısa yoldu. Bunun için de değeri kat kat artmıştı. Anadolu’nun her yerinde ‘ajans dinlemek’ neredeyse bir kültürdü. Radyo alıcısı da az olduğu için, genellikle, kıraathanelerde, köy odalarında veya radyosu bulunan komşu evlerinde erkeklerin pür dikkat dinlediği ajans dinleme seansları diyebileceğimiz görüntüler oluşurdu. Anarşi dönemlerinde, ajans dinleme seanslarına kadınların da katıldığı görülürdü. Radyonun değerini arttıran ve ajansların dinlenme oranını hızla yükselten, elbette anarşidir. Herkes oğlundan, kızından, yakınlarından haber almak için radyo başındadır. Diğer haberler şöyle böyle dinlenip geçilir. Sıra, şurada bir gösteri, burada bir çatışma… gibi haberlere gelince çocuk çocuk susturulur, nefesler tutulur.”(s.36-37) Yağmur Tunalı’nın eserde işlediği ikinci boyutun “şifahi kültürün insanları” olduğunu söylemiştim. Özellikle 1980 sonrasında, Türkiye’de pompalanan “bireysellik”, birey olmakla arasında “ahlak” ve “ahlakçılık” kavramlarının arasındakine benzer bir uzaklık bulunan bir tavırdı. Bunun sorgulandığı, itiraz gördüğü yerde “80 öncesine döneriz ha” sopası hemen devreye giriyordu. Eserinde 1980’in, öncesi kadar sonrasının da muhasebesini yapan Tunalı belki de bu yüzden kaybettiğimiz insan tipinin hasletlerini hasretle anıyor: “Sözünü esirgemezler çıkardı. Onlar köylerin, mahallelerin, kasabaların, şehirlerin vicdanı gibiydiler. Yan gelip yatmaktan, devlet malına el sürmekten tutun da yapılmış, yanlış yapılmış, yapılmamış-edilmemiş, eksik kalmış her şeyi en vurucu sözlerle söylemek onların âdetiydi. Çekinmezlerdi. Hakikat namına konuşurlardı. Şimdi öylesi insanları çok azalan bir taşramız var maalesef.”(s.33) Yağmur Tunalı’nın bu dikkatleri ve işlediği ayrıntılar çerçevesinde “Kavga Günleri”nin düşündürdüğü bir başka boyut daha var: Hızlı değişimin öncesindeki 60-80 dönemine ait toplumsal ve kültürel birikimin farklı kalemler tarafından kayda geçirilmesinin önemi… Hatırat yazma işi bizde henüz bütün toplumsal tabakaların macerasını yansıtabilecek kadar çeşitlenmiş değil. Edebiyatçılar, basın ve üniversite mensuplarıyla beraber siyasetçiler, askerler, diplomatlar, savcılar ve doktorların oluşturduğu birikimde kendini övme, hatasız görme, öne çıkarma, hatıratın yazıldığı günlerin aktüel gelişmelerinde boğulma ve siyasi tarihin dönüm noktalarına bağlı kalma gibi sorunlar azımsanmayacak boyutta. Bu problemlerle birlikte değişimin hızı Türkiye’nin hafızasını derleme zorunluluğunu ortaya koyuyor. Yağmur Tunalı ve onun kuşağından yeni isimlerin yapacağı katkılar sayesinde, sadece siyasi değil toplumsal tarihimizin de değerlendirilmesinde farklı bakış açıları geliştirilebilir… MART2016 KATI 15 ÇİZGİ FİLM: GERÇEK İLE HAYAL ARASINDA Muhammet Atalay muhammetatalay@gmail.com Ç MART2016 KATI 16 izgi filmlerin çocukların dünyasındaki masum halleri dışında roller icra edip etmedikleri hep tartışılan ancak hiç de reddedilmeyen bir husustur. Yaklaşık on yıl öncesine kadar kanalların belli saatlerde ve hafta sonları yayınladıkları çizgi filmlerin kontrolsüz ve fazla izlenmesinin çocuklar üzerindeki olumsuz etkilerini konuşuyorduk. Son yıllarda ise durum artık gün boyu çizgi film yayınlayan pek çok yerli ve yabancı çocuk kanalı şekline evrildi ve interneti de dâhil ettiğimizde bir çocuk istediği an istediği çizgi filme erişebiliyor. Bilgisayar teknolojileri ile hazırlanan animasyonlar ise çizgi filmlerin adeta bir üst versiyonu olarak beyaz perdeye kadar ulaşmış durumda. Çizgi filmlerin ilk sahne alışının çocuklardan ziyade yetişkinleri hedef aldığını biliyoruz. İlk olarak 1920’lerde İngiltere ve ABD’de sessiz olarak oynatılan çizgi filmler, dans vb. figürler taşıyordu. Sonrasında hayvan figürleri çizilerek çocukların dünyasına sunuldu. Fakat ilk uzun metrajlı ve sesli çizgi filmlerin Arjantin’ den çıktığını ve dönemin devlet başkanlarını hicvetmek amacı güttüğünü çizgi filmlerin tarihçesinden öğreniyoruz. Fakat masal kahramanları, hayalleri zorlayan karakterler ve gerçek filmlerle yapılamayacak gerçek üstü olaylara yer vermesi elbette en çok da çocukların ilgisini çekmiş, çizgi film deyince zamanla artık hep çocuklar akla gelir olmuştur. Dünyanın istisnasız tüm çocukları tarafından beğenilmesi ve bu kadar rağbet görmesi üzerine bu alan da bir sektör ve endüstri haline gelmiş bulunmaktadır. İşte çizgi filmlerin masumiyeti tam da buradan itibaren yara alıyor, beğenilen bir çizgi film karakterini hızla pek çok farklı ürünün pazarlama yüzü olarak görüveriyoruz. Kırtasiye malzemeleri, giysiler, gıda maddeleri, oyuncaklar, mobilyalar, ev tekstili ürünleri, spor malzemeleri vb. pek çok tüketim metaında bunun ör- neklerine rastlamaktayız. Bunun bazen faydalı yönleri olsa da (çocuğun beğenmediği bir yiyeceği çizgi film karakteri hatırına yemesi gibi) genel anlamda tüketimi körükleyen, tüketim harcamalarını artırıcı ve hatta israfa yönelten bir rol icra ettiği açıktır. Üstelik bu durum bilinçaltına hitap ederek ömür boyu devam eden tüketim bombardımanı için bir altyapı oluşturmaktadır. Bu sebeple yetişkinlerin çizgi filmlerin masum ve faydalı yönleri dışında çocuklarını mutlaka kontrol altında tutarak çizgi film izledikleri saatleri sınırlı tutması, kesinlikle seçici olması ve bilinçlendirmesi gerekmektedir. Hassaten çizgi filmlerin her an tüketime hazır ve istenildiğinde ulaşılabilir olması, çocuklarda kolay elde etme, doyumsuzluk, sadece anlık hazzı önemseme ve mevcuttan mutlu olamama gibi pek çok ebeveynin şikâyetçi olduğu sorunlara diğer etmenlerle birlikte sebep olmaktadır. Öte yandan çizgi filmlerin kültür aktarım aracı ve zihinsel bir işgal yöntemi olarak kullanıldığı da üzerinde ittifak edilen bir durumdur. Bu sayede farklı ülkelere ait yaşam biçimleri, giyim, yemek ve spor kültürleri, gelenek, örf ve adetler vb. dünyanın her bir köşesinde çocuklarca öğrenilmekte ve benimsenmektedir. Küresel köy diye tanımlanan dünyamızın geldiği noktada artık her birimiz kendimizi dünyalı diye adlandırılan ve ortak yaşantıları olan bireyler olarak gözlemliyorsak bunda çizgi filmlerin rolü azımsanamaz. Elbette farklı kültürlerin tanınması ve insanlığın ortak geleceğine olumlu katkılar sunacak hasletlerin tüm dünyada benimsenmesi bunun olumlu yanıdır. Üstelik robot vb. pek çok teknolojiyi daha icat edilmeden çocuklara benimseten ve hayalleri zorlayan çizgi film senaryo ufku ancak ayakta alkışlanabilir. Fakat özellikle güçlü ülkelerin yaşantı, inanç ve tercihlerinin baskın bir şekilde ve tekelci bir anlayışla dünyaya hâkim olması, diğer ülkelerin yerli değerlerinin altını oymakta ve tek tip insan modeli meydana gelmesine zemin hazırlamaktadır. Hâlbuki olması gereken ve insanlığı zengin kılan, evrensel ama insani nitelikteki değerlerin yerel kültür unsurlarıyla mezcedilmesidir. Ülkemizde de bu hususların gerek devlet politikası olarak gerekse milletçe bir refleks olarak ciddiyetle gündeme alınması gerekmektedir. Üniversitelerimizin basın, yayın, sanat ve sinema ile alakalı okullarında teknik eğitim yanında, çağın geldiği noktada çocuklarımızın hayal dünyasına hitap edecek, ufkunu açacak, evrensel ve yerli değerleri çocuklarımıza ve dünya çocuklarına tanıtacak kaliteli senaryolar yazılması hususunun da üzerinde durulması gerekiyor. Elbette senaryo yazarlığı- hele ki çizgi film özelinde- üstün bir okuma ve yazma istidadı ve eğitimi gerektirmektedir. Mevcut sistemimiz ilköğretim düzeyinden itibaren uygulanan sayısal yetenek ve test odaklı öğretim ile bunu başaramamış olup bu politika terk edilmeli, sosyal ve beşeri bilimlere yatkın öğrenciler keşfedilmeli, değer verilmelidir. Mesela büyük umutlarla başlanan Sosyal Bilimler Liseleri projesi rotasından sapmadan zenginleştirilerek ısrarla devam etmeli ve ilköğretim kademesine de adapte edilmelidir. Son söz: Zaten bir solukta okuduğumuz Johanna Spyri’nin Heidi’sinin, Elenaor Porter’ın Pollyanna’sının, Mark Twain’in Huckleberry Finn’inin, Jules Verne’in Bin Bir Günde Devr-i Âlem’inin çizgi filmi de harikaydı, iyi ki yapılmış, iyi ki izlemişiz. Ama bunları izleyenlerin artık, Kemalettin Tuğcu’nun, Cahit Zarifoğlu’nun, Ömer Seyfettin’in, Aziz Nesin’in, Mustafa Ruhi Şirin’in, Hasan Nail Canat’ın, Rıfat Ilgaz’ın, Eflatun Cem Güney’in ve nicelerinin eserlerinden de çok güzel çizgi filmler yapmaları, kitaplarla ve edebiyatımızla çocuklarımızı küçük yaşlarda tanıştırmaları şart. BİR VARLIK OLARAK TELEVİZYON VE SOSYAL MEDYA Mustafa Aslan H uxley'in söylediği gibi, hiçbirimizin bütün hakikati bilecek kadar zekâya ya da bildiğimize inansak bile, bunu anlatacak zamana veya anlattıklarımızı doğrulayacak kadar saf dinleyiciye sahip olmamamız anlamında, özetleyici olan kişileriz. Her yeni teknoloji geçişi kargaşayı da beraberinde getirmektedir. Özellikle mevcut teknolojilerin varlıklarını idame ettirmeleri konusunda kaygı duymalarına yol açmaktadır. Duyulan bu kaygı ya mücadele ya da karşılıklı kazanıma dönüşecek bir birlikteliğe, yani ortaklığa götürmeye çalışır. Bu durum eski ve yeni teknolojilerin birbirlerine duydukları ihtiyaçlar doğrultusunda şekillenir ama genel olarak asimetriktir. Başlangıçta en önemli misyonu görüntüyü iletmek olan televizyonun işlevsel hale gelmesi ile birlikte kendi kültürünü ortaya çıkarması çok zaman almamıştır. Evlere giren ilk televizyonlar, başlangıçta mahalle sakinlerini, akabinde aile fertlerini bir araya getirmiş, daha sonrasında ise tam aksine birebir kendisine bağlayarak, insanların aralarındaki iletişimin minimum düzeye inmesine sebebiyet vermiştir. Yaşamın gerekliliği olan bazı aktivitelerden men etmek anlamına gelen bu süreç, bizzat izleyicinin kendi tercihi ile televizyon başı hapsine dönüştüğünü söylemek yanlış olmaz sanırım. İnternetin toplumsal hayata girmesi ile bu hapis sürecinin daha uzun hale gelmesi ve daha ağır şartlar içermesine rağmen, sosyal medya kullanıcılarıyla etkileşim avantajı bu gönüllü mahkûmiyetin göründüğünün aksine özgürleştirici bir imkân olarak algılanmasına neden olmuştur. İnternetin bilgiye hızlı erişimi sayesinde kazandığı imtiyaz, yazılı ve görsel basının kaderini değiştirmiştir. Geleneksel medyanın kadim güçleri, özellikle haber alanında, mevcut yapıları, sosyal medya ile rekabet etmekte güçlük çekmektedir. Bu yüzden yeni bir yapılanma içerisine girerek makul ve işe maslan5842@gmail.com yarar düzeyde varlıklarını sosyal medya içerisinde de devam ettirmektedirler. Gerek kendi bünyelerinde kurdukları birimler, gerekse aldıkları profesyonel destek ile sosyal medyanın hemen hemen bütün alanlarında yer almaktadırlar. Geleneksel medyanın gelir kaynağı olan reklam gelirini arttırmayacak olan bu yatırım, klasik yöntemlerle ulaşamayacakları kadar geniş bir kitleye kendi tanıtımını yapma avantajını kazandırmıştır. Sosyal mecralarda yer alarak yeni izleyici kitlesine de ulaşma şansı yakalamışlardır. Sosyal mecraların daha geniş kitlelere hitap etmeye başlaması ile birlikte, her kullanıcının potansiyel bir haber kaynağı olarak sistemin içine dâhil olması ve ayrıca geleneksel medyanın yeni medya içerisinde içerik üretmesiyle, popüler platformlar yeni birer haber kaynağı haline gelmiştir. Kullanıcılar artık haberleri Facebook ve Twitter hesaplarından eş zamanlı olarak takip etmekte, detaylar hakkında geniş bilgiyi ise haber sitelerinden almayı tercih etmektedir. Haber sitelerinin bu denli revaçta olduğu bir dönemde, gerek yazılı gerekse görsel basın, kendi haber sitelerini oluşturarak oyuna dâhil olmak zorunda kalmışlardır. Hatta dünyada ve Türkiye'de geleneksel yayıncılıktan vazgeçerek, dijital yayıncılığa devam eden medya organları mevcuttur. Sosyal medya, kendi kitlesine uygun televizyon programlarını içerik olarak kullanmakta yani seçimi kendisi yapmaktadır. Bu durumda televizyonların sosyal medyayı kullanarak yeni izleyici kitlesine sahip olması, yine bu kitle tarafından sevilecek programlar üretmesi ile bağlantılıdır. Hedef kitle tarafından sevilecek programlar başarılı olduğunda, elinde sosyal medya gücü bulunduran bu izleyici kitlesi, yayına sahip çıkma ve hatta bir lobi oluşturarak kanala yaptırım uygulama yoluna gitmektedir. Yeni medya sayesinde, izleyici ile yönetici rol modelleri zaman zaman yer değiştirebilmekte, kanal içeriklerini belirlemede izleyici etkin olabilmektedir. Konvansiyonel (geleneksel) medya, içerik üretici olmaya devam etmekle birlikte, zaman içerisinde içerik toplayıcı bir misyon üstlenmiştir. Özellikle video kaydeden mobil cihazların yaygınlaşması ile birlikte, dünyada meydana gelen olaylara en yakın kişiler tarafından, olay anında görüntülenen haberler, haber kanalları ve ana haber bültenlerinde yer almaktadır. Ayrıca sosyal medyada en çok izlenen videolar, televizyon kanalları tarafından bültenlerde yayınlanmakta hatta bu video içerikleri ile özel programlar yapılmaktadır. Sosyal medya kullanıcılarının televizyon izleme alışkanlıklarına bakıldığında televizyon izleme süresinin düştüğü, özellikle genç kitlenin televizyondan giderek uzaklaştığı görülmekte. Bu düşüşün zamanlamasının, sosyal medyanın popülaritesinin artması ile ters orantılı olduğunu görmek mümkün. Küçük bir kitle için sadece eğlence ve sosyal medya amacı taşıyan sosyal medyanın geldiği son durum ve üstlendiği rol, bu yeni platformun geleneksel medyaya alternatif güçlü bir mecra olarak mevcudiyetini koruyacağı, yeni teknolojik entegrasyonlarla varlık sahasını genişleteceği, geleneksel medyanın boşalttığı alanları doldurma eğilimi olduğu yönündedir. Geleneksel medyanın ise özellikle haber üretimi konusunda zamanla yerini yeni medyaya devredeceği, mevcut içeriğinin daha çok eğlenceye kayacağı ve belli bir kitleye hitap ederek küçüleceği yönündedir. Wiener'in zamanın yönünün tersine çevrilmesi metaforunda olduğu gibi televizyon ve sosyal medyayı birbirine zıt yönde hareket eden iki varlık olarak düşünürsek, televizyon sosyal medyanın ürettiği içeriği henüz görmeden, içeriğin ortadan kalkışını görecektir. Çünkü sosyal medyada zaman ve mekân kavramı kaybolmuştur. MART2016 KATI 17 AMA HANGİ ORTA DOĞU?! Hakan Aydın haydin061@gmail.com A MART2016 KATI 18 rap Yarımadası, İran, Mısır ve Türkiye’yi kapsayan bir bölgeye verilen isimdir Orta Doğu. Yakın zamanda bu coğrafyaya Kuzey Afrika, Afganistan, Pakistan ve Türk Cumhuriyetleri dâhil edilerek Büyük Orta Doğu söyleminin de karşılığı yine ondadır. Geniş bir alana yayılmıştır artık, daha fazla konuşulur hale gelmiştir. Hem sorunların çıkış merkezi hem de mükellefidir, ama bilmez, anlamaz. Aslında bir tarihtir Orta Doğu, tarihle fütursuzca yüzleşmedir. Hep söylenir; Orta Doğu’nun gerekli hammadde, enerji ve petrol kaynaklarına sahip olması onu ne kadar cazip kılsa da, bir yandan Batı modernizmiyle de mücadele içerisindedir. Oryantalist bir bakış açısıyla Batı medeniyetinin üstünlüğüne binaen Orta Doğu’nun izlemesi gereken yolun Batı’da ve Batılı değerler silsilesi olduğu benimsetilmiştir ona. Çünkü bir toplumun medeniyetinin bekası kendi ideallerini, düşünce yapısını ve yaşam stillerini benimsetmek istediği bir öteki yarattığında mümkün olabilecektir. Dolayısıyla başkaları için bir öteki yaratma sürecinin de bir parçasıdır O. Aslında adını bile kendi koymamıştır Orta Doğu, Avrupa merkeziyetçi bir bakış açısına dayanır. Avrupa’ya Uzak Doğu’dan daha yakın olduğu için Orta Doğu denmiştir ona, Soğuk Savaş süresince komünizm tehlikesine karşı ABD ve Avrupa’ya yakın olması için Yakın Doğu da denilmiştir hani. Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla tehdidin ortadan kalkması mesafe gerektirmiş onu tekrar Orta Doğu yapmıştır.Orta Doğu’daki devletler cetvelle ve çıkar hesaplarıyla çizilen sınırların sonucunda meydana gelmiştir. Örneğin Türkiye’nin Irak’la olan sınırı öyle bir çizilmiştir ki; aynı soyadına sahip iki aile farklı ülkelerde yaşamak zorunda kalmıştır. Orta Doğu’daki siyasal sistemler de tartışmalıdır. Tarihsel süreç içerisinde kabile yönetiminden şehir devletlerine, imparatorluklardan manda sistemine ve ulus devlete kadar pek çok siyasal yönetim bölgede uygulanmıştır. Bunun yanında “kötülüklerin merkezi” gösterilerek terörizm tanımlaması içerisinde de, adeta bir terör merkezi gibi yaftalanmıştır. Hatta Afganistan’da Sovyetlere karşı mücadele halindeyken, “mücahit” olarak desteklenenler, 11 Eylül sonrasında aniden “terörist” olabilmişlerdir. Böylelikle paramiliter terörist örgütlenmelerin amaca giden yolda aracıdır da. Özellikle son dönemde Arap hareketlenmeleriyle1 birlikte Orta Doğu yine yeniden şekillenmektedir. Çünkü Tunus’ta başlayan münferit bir olay olduğu düşünülen protesto hareketleri, Libya, Mısır ve Suriye’yi geniş çaplı etkilerken, Bahreyn, Ürdün, Cezayir ve Yemen’de yönetim değişikliklerine de sebep olmuştur. Ancak bu süreç, değişim isteyenlerin bir demokrasi tutkusu mu yoksa çıkar odakları arasındaki bir hesaplaşma mıdır? Arap halkları gerçekten neyi istemektedir, gibi cevabı güç sorular da ortaya çıkarmaktadır. Bu süreçte Orta Doğu’da halkların taleplerine cevap veremeyen devlet yöneticileri görevlerini bırakmak zorunda kalırken, amacı bu yöneticileri devirmek olan kesimler daha sonra birbirleri arasında mücadeleye girişmiş vekâlet savaşlarının yürütücüleri halinde aslında “başkalarının” savaşçıları haline gelmişlerdir. Nitekim Libya’da insanlara özgürlük getirmek amacıyla yapılan dış müdahale, binlerce insan ölürken Suriye’deki rejim söz konusu olduğunda gerekli görülmemiştir. Dolayısıyla değişim ve dönüşümün belli çıkarlar altında kâr zarar hesabı içerisinde yapıldığı ortadadır. Nihayetinde Arap hareketlenmeleri, süreç suiistimal edilmeseydi halk tabanında büyük bir anlam taşıyabilecekti. Çünkü bu süreç halk için gerekli siyasal reformların yapılması ve ekonomik sorunların çözülmesi ve yıllardır yolu gözlenen refahın sağlanmasının dönüm noktası olabilirdi. Yine de bu coğrafyadaki tüm devletlerin tarihsel rabıtaları gereği birbirlerine karşı sorumluluk bilinciyle, ideolojik bariyerleri yıkarak, hareket etmeleri beklenmelidir. Süregelen sorunların, kişiler üzerinden değil, kurumlar üzerinden yapısal iyileştirmelerle çözülebileceği vurgulanmalıdır. Dışarıdan ithal çözümlerin, çözümden ziyade yeni sorun ve çıkar hesaplaşmaları yaratacağı hâlâ anlaşılmamış mıdır? Dipnot: 1- Hareketlenme kelimesinin kullanmamın sebebi, Bahar veya Devrim gibi kelimelerin bu yaşananları karşıladığını düşünmediğimdendir. Yusuf Kaplan diyor ki! “Medya, bir iletişim aracı değildir. Güç ve tahakküm kurma aracıdır. Medyalara hâkim olan, çeki düzen veren güçler, dünyaya boyun eğdirirler.” VİTRİNDEKİLER İskender Gümüş SAHAFİYE UMBERTO ECO'NUN VEDASI Kemal Sayar Kayıp Arkadaş Fatma Barbarosoğlu Hayat Teselli Olmaktır Alberto Manguel Tanpınar'ın İzinde Beş Şehir Mustafa Ruhi Şirin Elsiz Eldiven Sibel Eraslan Babam İçin Beyaz Bir Kuğu İtalyanların dünyaca ünlü yazarı, eleştirmen ve düşünür Umberto Eco 84 yaşında hayatını kaybetti. 1980 yılında yazdığı “Gülün Adı” kitabıyla dünya çapında bir ün kazanan Eco’nun diğer önemli eserleri arasında Foucault Sarkacı, Baudolino, Prag Mezarlığı ve son çıkardığı Sıfır Sayı yer alıyor. Günümüzün önemli düşünürlerinden biri olarak kabul edilen Eco, uluslararası boyutta pek çok ödülün yanı sıra İtalya, Almanya ve Fransa’dan aldığı devlet nişanları ile şövalye unvanlarına sahipti. MART2016 KATI 19 Şaban Teoman Duralı okurunu şaşırtan kitap Vatanını ve yarınını terk edenler üzerine Nidayi Sevim'e başucu eserlerini sorduk Nidayi Sevim kimdir? Şaban Teoman Duralı'yı daha çok felsefeci kimliğiyle kaleme aldığı eserlerden tanıyoruz. Deniz ve Kâşiflik ise bir edebi eser olarak Teoman hocanın bambaşka bir yönüne ışık tutuyor; Teoman hocanın şiirlerinden ve şiirlerinin şerhi sayılabilecek "Geçmiş Zaman Olur Ki, Hayâli Cihan Değer" başlığını verdiği hatıralarından oluşuyor. Mehmet Sabri Genç'in derlediği ve yayına hazırladığı Deniz ve Kâşiflik'te Duralı, hepimizi derin bir seyahate çıkarıyor. 1- M. Ali Haşimi - Kur'an ve Sünnet'e Göre Müslüman Şahsiyeti 2- M. Said Ramazan el-Buti - Fıkhu's-Siyre 3- Suat Yardım - 40 Hadis 4- M. Ertuğrul Düzdağ - Ali Ulvi Kurucu Hatıralar 5- Nihat Sami Banarlı - Türkçenin Sırları 6- Samiha Ayverdi - İbrahim Efendi Konağı 7- Cengiz Aytmatov - Beyaz Gemi 8- M. Nermi Haskan – Eyüp Sultan Tarihi Özellikle Arap Baharı’yla birlikte artan göç hareketliliği tüm ülkelerin dikkatli bir şekilde yönetmek zorunda kaldığı bir süreç. Göç konusuna akademinin ilgisi de bir hayli arttı. Lülüfer Körükmez ve İlkay Sudaş’ın derlediği “Göçler Ülkesi: Alkışlar, Göçmenler, Araştırmacılar” başlıklı kitap Ege Üniversitesi’nde Sosyoloji ve Coğrafya bölümlerinin ortaklaşa düzenlediği Lisansüstü Göç Araştırmaları Sempozyumunda sunulan tebliğlere dayanıyor. 1967 yılında Erzincan’ın Kemah ilçesinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini memleketinde yaptı. Eğitimine ara verip iş hayatına atıldı. Tarihi eserlere olan ilgisinden dolayı bir yandan Arapça ve Osmanlıca eğitimi aldı. Tarihi mezar taşları ve sadaka taşları üzerine araştırmalar yaptı ve kitaplar yazdı. Ara verdiği disiplinli eğitimine kaldığı yerden devam ederek Anadolu Üniversitesi Sosyoloji bölümünü okudu. Evli ve 3 çocuk babası. Halen Yeryüzü Mühendisleri derneğinde çalışıyor. 03 MART/ 2016 AHİ, AİLE, KÜLLİYE, MAHALLE VE ŞEHİR... Cihad Meriç cihadmeric@gmail.com -Bismillah "Allah ile birlikte başka bir tanrıya tapıp yalvarma! O'ndan başka tanrı yoktur. O'nun zatından başka her şey helak olacaktır. Hüküm O'nundur ve siz ancak O'na döndürüleceksiniz." (Kasas/88) B u dünyayı imara memur ve fakat imtihan edilen insanoğlu kâinatta sorumlu varlıktır. Sorumluluğunun farkında insan önce kendi öz benliğinden başlayarak çevresini güzelleştirmelidir. Biz iç içe merkezinde insan olan halkaları şu şekilde sıralıyoruz: Ahi, Aile, Külliye, Mahalle, Şehir. Bu halkalar imar edilirse aslı Medine olan Medeniyet şehrine ve dahi bu şekilde güzel şehirlerden oluşmuş hikmet devletine ulaşılır. Kâinatın dıştan fotoğrafı ile bir atomun fotoğrafı birbirine benzer. Bu konuyla ilgili olarak galaksilerden fotoğraflarla yaklaşan, bir yaprağın hücresinde son bulan çekim manidardır. Merkez ve çevreyi oluşturan yörünge halkaları. İslam şehirleri de bu daire plana uygun yapılandırılmıştır desek meramımız daha iyi anlaşılır. Bağdat şehri bunun en güzel örneğidir. Sıfırdan kurulan ilk İslam şehri de denebilir, bugün gözü yaşlı Bağdat için. Fakat İslam şehri batının kurduğu ortası meydan ve bu meydana toplanan jilet gibi caddelerden oluşmaz. İslam şehrinin ortasında Külliye vardır ve kalıcı yapı budur. Çevredeki evler yörenin şartlarına uygun malzemeden yapılmış yatay ve yenilenebilirdir. Rahmetli büyük Mimar Turgut Cansever eserlerinde bu yenilenebilir olmaya vurgu yapar, jilet gibi meydanlı caddeleri eleştirir. Şehir büyüyecekse önce merkezine külliye inşa edilir ve doğal olarak çevresini mahalleyi oluşturacak evler sarar. Fakat İslam şehrinde çıkmaz sokak da vardır. Sokak hayattır, evin “hayat”ı sokağa açılır. Mahallenin çocukları çıkmaz sokakta oynayabilir. Oradan kimse hızla geçemez. Kısaca İslam şehri insanı frenler, sabrı öğretir, bir şadırvanda abdest alıp dinlendirir. Dünyanın ritmini bozar, işte bu ritmi bozduğu için her şeyi tüketmeye azmetmişler hedef olarak İslam'ı seçiyor. Şehir büyüdükçe külliye külliye büyür ve etrafına mahalleler oluşur, mahalleyi aile oluşturur. Asıl olan ailedir. Tüm planlama aile üzerinden yapılır. Ailenin merkezinde civanmert, yiğit, alperen Ahi vardır. Ailenin çekirdeğinin mücevheri de annedir. Şehir, mahalle, külliye, aile ve Ahi… Ahilik sadece esnaf teşkilatı olarak algılanırsa hayatı kuşatan sosyal gerçekliği gözden kaçar. Ahilik teşkilatı bir kaç damarın birleşmesi ile vücut bulmuştur. Türklerden gelen alplik, Fars ve Kürtlerden gelen civanmertlik, Araplardan gelen fütüvvet gelenekleri Anadolu toprağında mayalanmıştır. Tartışmasız gerçek Osmanlı'nın mayası ahilik geleneğidir. Anadolu Selçuklu şahlanışı ki Sultan Alâeddin zamanı zirvedir, yine ahilik geleneğini baş aktör olarak görüyoruz. Kısaca ahilik geçmişin köklerinden beslenerek ve bunları harmanlayarak yeni bir sosyal nizam kurmuş, geldiği tüm damarlardan daha büyük bir şah damardır. Çınar, Anadolu topraklarında boy vermiştir. Ahi meslek sahibi ailesinin lideri iyi adamdır. Mesleğinin özü alın teri ve el emeğidir. Kolay yoldan dolanma veya değerlerin reddettiği bir şekilde geçimini sağlama hedefi olamaz, olursa ahi olamaz, sonradan bozulmuşsa bünye onu dışlar ve dışarı atar. Bu sistem Hazreti Âdem’den beri vardır. Önemli olan adının ne olduğu değil, içini nasıl doldurduğumuzdur. Habil iyi adamı temsil eder, Kabil nefsine ve şeytana uyan kötü adamı. Bu iki yol her daim olacaktır. Âdem hata etmiştir, tövbe ettiği için iyi adamdır. Hepimiz eksiğiz; iyilerin farkı tövbe etmesini bilen adamlardır. Şeytan tövbe etmeyip hatayı başka şeylerde aradığı için kötülüğün simgesi olmuştur. Gelenek nizam usul ve üslup üzere kuruludur. Hatta hocanın en önemli görevi bu usulü ve üslubu talebeye aktarmaktır. Yani silsile en önemli kavramdır. Şehrin, mahallenin, ailenin, adamın, mesleğin kısaca her şey, altın bir zincirin halkasıdır. Kadı olacaksan gerekli öğrenimi alırsın ve en küçük birimden başlar sınana sınana yürürsün. Muallim, yönetici olacaksan yine aynı şekilde… Esnaf olacaksan yamaklık, çıraklık, kalfalıkla başlayan, ustalıkla devam eden uzun bir yoldur. Kısaca parası ve dayısı olan her şeyi yapamaz. Ne zaman yapmış düzen bozulmuş, ne zaman tekrar her şey yerli yerine konacak, nizam sağlanacaktır. Liyakat, kabiliyet yoksunluğumuz; adamdan anlayan adam kıtlığımız hep bundandır. Nüfus arttı, zaman değişti, sen hangi dünyada yaşıyorsun, dediklerin olmaz, diyenler olacaktır. Nüfus her zaman yeterince vardı, zaman kavramı görecelidir. İnsan hiç değişmedi; özlemleri, hırsları, aceleciliği, nankörlüğü, sabırsızlığı ile aynı insan, sadece araçlar değişti. Atın, devenin yerini otomobil aldı. Ebul İz Cezeri'nin on ikinci yüzyılda kurduğu akıllı otomatik makine mantığı ki bilgisayarın atası olarak kabul edilir ve bu teknolojik silsilede bayrağımızı dalgalandırır. Sadece bazı işler daha küçük boyutlarda yapılabiliyor. Bilgisayar bile hala aynı mantıkla çalışıyor 0 veya 1 yani var veya yok. Sadece artık bu işlemi daha küçük hücrelerde daha fazla transistörle yapabiliyoruz. Teknolojinin de ilerlediği yok, sadece küçülüyor. Şimdi nano teknoloji konuşuyoruz belki ileride piko teknoloji olacak; fakat asıl olan değişmeyecek. İşte biz bu değişmeyene talibiz, başa dönersek buharlaşmayacak olan değer asıl olandır yani hakikatin ta kendisidir. Kontrollü, sürdürülebilir kalkınma ve büyümeden bahsediyor ya zamane kalkınmacıları işte tam da böyle bir şey. Sistem adalet, emek ve hikmet üzere kurulursa tıkır tıkır işler. İş ehline verilir, herkes hesap verir, işler açık olur. Dediklerimizi yaşama gayretindeyiz; ölmeden önce olma yolunu adımlıyoruz, ailemiz ile birlikte yürüyoruz. Mahalle camisinden mahalleye açılıyoruz. Elbet külliyemizi ve şehrimizi de inşa edeceğiz en azından bu yolda olmaktan şeref duyuyorum. İyiliğe vesile olursak ne ala, gerisi hiç!