04 - Dergi Bursa
Transkript
04 - Dergi Bursa
Ağustos - Eylül’11 Fiyat›: 7 TL 04 www.dergibursa.com.tr K E N T R E H B E R İ V E Y A Ş A M D E R G İ S İ Tabiatın yok saydığı / Yanı başımızdaki gizem / Çile yolcuları / Selam sana Beyrut / SB renkli komedi Kudüs’ten gelen hüzünlü ses / Bu dünyada yaşamayanlar / Kutuplardaki resimler / Kırkyama / GİZEM KARABAŞİ VELİ - BEYRUT - CHARLIE CHAPLIN - PAUL GAUGUIN - YASMIN LEVY - AURORA 1 2 3 4 5 editör notu Hiç “Bektaşi Sırrı” nedir duydunuz mu? Ya da sırra ermek ne demektir? Çok uzatmadan cevaplayayım. Bektaşi Sırrı gizli tutulanlara verilen isim. Sırra ermek ise gizli tutulanları veya sır dolu bir şeyleri anlamak, kavramak anlamına geliyor. Devam eden satırlarda ve derginin birçok noktasında “sırra” ereceksiniz. Bursa’daki “gizem”i aradık, bulabildiklerimizi paylaşıyoruz. Sır denince aklınıza ne geliyor? Bazı konuları, bazen, bazı kişilere, bazı sebeplerle açıklamayız. Gizli tutarız. Ya da bazı konular, bazen gizli kalır. Varlığından bile bahsetmek olmaz. Kimi yönleri açığa çıksın istemeyiz. Aklımızın erişemediği, açıklanamayan veya çözümlenemeyen gizlere veya diğer bir ifade ile gizemlere “sır” diyebiliriz. kelimede bir sırrımız açığa çıkarken, “sır katibi” gibi davranıp sizi gizli düşüncelere sevk edip kendimize cevaplar yazdırma hedefinde değiliz. Ama “sır küpü” de değiliz. Bildiğimizi paylaşmayı seviyoruz o kadar. Bursa’nın sokaklarında aradığımız gizemi sizinle paylaşma sevdamız da bundan. Bize göre gizemli gelen şeyler ya da bir iş varsa; dikkatimiz, yeteneğimiz, deneyimlerimiz veya sezgilerimiz yardımıyla konuyu kavrayabiliriz. Bu şekilde ortada gizemli, zor ya da ince bir yan kalmaz. Amacımıza ulaşmak için, özel ve gizli yöntemlere de başvurabiliriz. Bu da bir sır sayılabilir. Her yanımız sırlarla kaplı bile diyebiliriz kolayca. Anlamadığımız, anlayamadığımız her şey gizemli gelebilir bize. Sırlarla kaplı bir yaşam içinde olduğumuzu bile düşünebiliriz. Tamam şimdi sıra geldi devlet sırrına. Ne var ki bu denli sırrettiğimiz. Gerçi sırrolan bir şey de yok hani. Biz bildiğiniz Bursa’yı kadrajlarımızın aldığı kadarıyla, diliğimizin döndüğü miktarda hatırlatıyoruz sadece. Bu sayıda biraz olsun üç ayların da şerefine, burnumuzun dibindeki Ulu Cami’nin içinden bir gizem sunuyoruz. Bu muydu gizem diyebilirsiniz. Ama yine de yazıyı okumanızı rica etmeliyim. Beyrut’tan gelen bir gizem kokusu da var satırlarımızda. Lut Gölü’nün derinliklerine de uzanıyoruz. Karabaş-i Veli Kültür Merkezi’nde hissettiğimiz ve yaşadığımız onlarca sır dolu an da var bu dergide. Gizemli bir renk konu oldu mesela. Kudüs’ten gizemli bir misafirin sesi kulağımızda, İngiliz sinema devi Şarlo’nun gizemlerini de yazdık. Yetmedi kutuplara uzanıp belki de dünya üzerindeki en eşsiz ve en esrarengiz doğa olayını konu Sırra kadem basıp ortalıkta görünmeyen kişileri merak etmez miyiz? Sır tutmaz mıyız? Sakladığımız onca sırrın hatrına diyebilirim ki, sırları seviyoruz ve sanıyorum ki gerçekten de sırlarla kaplı bir yaşam içindeyiz. Başlıkta sizi kandırdım. Sırrımız paylaşılsaydı zaten sır olarak kalamazdı. Başkasına söylediğimiz her 6 Sırrımızı paylaşıyoruz! ettik. Kuzey ışıkları bizi aydınlattı. Gizemli ölümüyle Amy, renkli anların öyküleri, keşkeler, rengarenk bir sanat olan kırkyama, Tarancı, bir kişilik yeri kalan Engin Geçtan, bilinçaltımızdaki gizemler, gelecekte bizi bekleyen gizemli teknolojiler, Gauguin’in renkleri, Ramazan, Bayram sofraları, masamıza oturan gizemler, Bursa’nın ilginç isimli semtlerinin gizemli hikayeleri ve sayamadığım, aklıma gelmeyen birçok gizli detay var bu sayıda. Bakın, oldukça sır verdim size. Okuyun ve sırrımızı paylaşın. Biz size, dostlarımıza, Bursa ve yaşamdan detaylarda bulabildiğimiz sırları açtık; siz de söyleyin dostunuza… Bu arada merak edenler için, yukarıdaki soyut fotoğraf bir avizenin fotoğrafıdır. Keyifli okumalar. https://twitter.com/#!/editornotu engincakir@photographica.com.tr akır Ç n i g n E 7 arka plan Yıl: 1 Sayı: 4 / Ağustos - Eylül’11 ISSN: 2146 - 1457 Yerel Süreli Yayın (2 Aylık) www.dergibursa.com.tr İmtiyaz Sahibi ve Yayın Yönetmeni Engin Çakır (Sorumlu) engincakir@photographica.com.tr Yayın Kurulu Demet Argun Güngör, Engin Çakır, Emine Civanoğlu, Emine Korku, Kadir Kılınç, Melih Karaer, Özgür Çakır Yazarlar Celil Sezer, Dilek Şen, Emine Civanoğlu, Erdinç Tuğcu, Gözde Aral, Gözde Tezer, Hakan Akdoğan, İsmail Şeker, Melih Karaer, Melike Yılmaz, Nazan Aşkalli, Nazlıhan Şevik, Ömür Akkor, Özgür Çakır, Serkan Duru Uzman Yazıları Psk.Ayşegül Alkış, Uz.Dr.Sibel Ünlü, Dyt.Nilgün İstek, Op.Dr.Servet Yetgin, Doç.Dr.Tekin Yıldız Yayın ve Reklam Koordinatörü Emine Korku eminekorku@photographica.com.tr İstanbul Temsilcisi Nazlıhan Ergin Şevik naz@photographica.com.tr Grafik Tasarım Photo Graphica Creative grafik@dergibursa.com.tr Abonelik, Dağıtım ve Satış Nihal Dindar abone@dergibursa.com.tr Çorbada Tuzu Olanlar Esra Minez, Filiz Bedir, Semih Tanyeri, Sercan Berberoğlu Reklam İletişim reklam@dergibursa.com.tr T. (0224) 233 87 11 8 www.dergibursa.com.tr Yayıncı / Yönetim Çekirge Mah. Selvili Cad. No:12 Çelebi 2 Apt. D.1 Osmangazi / BURSA T. (0224) 233 87 11 www.photographica.com.tr info@photographica.com.tr Baskı www.ozgun-ofset.com Dergi Bursa, Photo Graphica tarafından T.C. yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır. Dergi Bursa’nın isim ve yayın hakkı Photo Graphica’ya aittir. Yayımlanan yazı, fotoğraf ve konuların her hakkı saklıdır ve tüm sorumluluğu eser sahiplerine aittir. İzin alınarak ya da kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Reklamların sorumluluğu reklam verenlere aittir. Dergi Bursa, “Basın Meslek İlkeleri”ne uymaya söz vermiştir. 9 10 11 plan K E N T R E H B E R İ V E Y A Ş A M D E R G İ S İ bursa dokusu Karabaş-i Veli Kültür Merkezi - “Çile yolcuları” 14 yakın plan Yanı başımızdaki gizem 22 g. zaman kipinde İsim şehir, semt 26 tek karede Bursa Demet Argun Güngör - Emir Sultan Cami 28 gezi - yorum Selam sana Beyrut! 30 uzaktaki yakın En derin beyaz “Lut Gölü” 42 odak noktası Renkli anların öyküsü - Ahmet Çetin 48 fotoğrafa yazı Eylül - Celil Sezer 52 havadan sudan En gizli duygumuz - Nazan Aşkalli 54 kupasız şampiyon Azrail’in arkası sağlam - Gözde Tezer 56 film şeridi Siyah beyaz renkli komedi - Charlie Chaplin 58 armoni Kudüs’ten gelen hüzünlü ses - Yasmin Levy 62 hemzemin Bu dünyada yaşamayanlar - Nazlıhan Ergin Şevik 66 keyfi yerinde Keyfin tüten hali - M.Melih Karaer 68 köşe Kadınlar ne ister? - Dilek Şen 72 rengarenk Tabiatın yok saydığı 74 deli kızın defteri Kötüyüm ben, kötüyüm, kötüyüm kötüyüm! - Gözde Aral 78 tekno günce Geleceğimiz varsa, göreceğimiz de var - Erdinç Tuğcu 80 d.armağansın Bilinçaltına gizlenen iletiler - Serkan Duru 84 detaylı bakış Kutuplardaki gizemli resimler 86 bakış açısı Eski kumaşlara yaşam iksiri: Kırkyama - Kate Orhan 88 evrensel sanat Biraz kültür biraz renk - Paul Gauguin 92 kitabi Bir günlük yerim kaldı ister misin? - Emine Civanoğlu 94 kavram defteri Ayna, gizem, yalnızlık, Tarancı - Hakan Akdoğan 96 Türkçe sözlüğü Dilbilgisi 98 eğitim psikolojisi Geleceğimizi aydınlatanlar - Psk. Ayşegül Alkış 99 genel sağlık 5 soruda Hemoroid - Op. Dr. Servet Yetgin 100 genel sağlık Yazı sağlıklı geçirmenin altın kuralları 102 bursa mutfağı Eski Ramazanlar, Bayram sofraları - Ömür Akkor 104 kestaneli lezzetler Kestaneli güllaç 106 rehber bursa Bursa’nın yaşam rehberi 107 www.dergibursa.com.tr 12 plan 13 bursa dokusu Bursa’nın herşeyiyle “en gizem dolu” köşesi. Felsefi olarak düştükleri “yola” baş koymuş, onlarca “gönül dostu” ve dünyanın dört bir yanından onlara katılan nice misafirleri... “Ham” gelip, “pişerek” çile çeken ve en nihayetinde “yüreğini” ortaya koyup, “yanıp tutuşanların” ama hiç vazgeçmeyenlerin çile dolu hikayesi Karabaş–i Veli Kültür Merkezi’nde yaşananlar... “Çile yolcuları” Yazı ve fotoğraflar: Engin Çakır 14 Gelmiş geçmiş en yüce Türk tasavvufçularından biri sayesinde yaşanıyor olup bitenler. Her gece birbirinden her açıdan farklı yüzlerce insanı kendisine çekiyor bu ulvi mekan. Karabaş – i Veli Kültür Merkezi’nde kafanızı çevirdiğinizde bir Koreli görebiliyorsunuz ya da bir Afrikalı. Erzurum’dan yüreğine bir nefes huzur çekmek isteyen Fatma kadın da orada oluyor, Antalya’nın yörüklerinden Mehmet Amca da... Bursalılardan ise sadece “bilenler” orada. Ömrünü insanlara hizmete bahşetmiş, bu sayede halkın takdirini kazanmış bir dünya bilgininin, tasavvuf felsefesinin belki de en “içten” şairinin felsefesi ile şekillenmiş bu gizemli dünyayı bir araya getiren ise; temelde “hak” sevdası... Felsefesinin derinliği ile hümanizme öncülük edip İslam tasavvufunu kendisine yol edinmiş olan Mevlana, mesnevi kültürünün yeşermesini sağlarken; bugün Bursa’da bu sevdanın hiç bitmeden sürüyor olmasını nasıl karşılardı acaba? Mevlana Celâleddin Rumi’nin özel olarak yaptığı zikir ve törenleri göz önünde tutarak ölümünden sonra oğlu 15 bursa dokusu Sultan Veled tarafından kurulan tarikata giren “Mevlevi”ler, tarikat kurallarına göre çile doldururken; “her gün” belli sınavlardan, denemelerden geçerek yetkili pirinden el almaya çalışıyor Karabaş-i Veli’de... Mevlevi’nin davranışları, giyim kuşamı, konuşması, çevresiyle olan ilgisi ve başkalarına karşı tutumu, tarikat kurallarına göre belirli ve sınırlı. Mevleviliğe karşı sevgi ve ilgi duyarak tekkede gerekli törenlere katılan kimseye Mevlevi muhibi (Mevleviliği seven) deniyor. Dergâhının şeyhine ise Mevlana Celâleddin soyundan gelen bir “çelebi...” Her akşam sekizde sema gösterisi düzenleniyor kültür merkezinde. Semahanede aynı zamanda canlı olarak tasavvuf musikisi icra ediliyor. Sema gösterisi bu canlı müzik eşliğinde yapılıyor. Semazenler neyin huzur kokan nameleri eşliğinde dönüyorlar. Gösteri boyunca yapılan ücretsiz çay servisi de Mevlevi kültürünün misafirperverliğini gözler önüne seriyor. Ramazanda iftarların verildiği mekânda, kandillerde ise şerbetli lokmalar dağıtılıyor. “Siz kimsiniz? , Nereden geldiniz?” diye sorulmuyor asla. Aynı zamanda merkezde ücretsiz ney, hat ve semazenlik dersleri veriliyor. Dergâh odalarında semazen giysileri ve Mevlevi çalgıları sergileniyor. Gönül sevdası ile ikram buyurulan bu detaylar, özellikle kültürlerinde parasız ya da karşılıksız bir kazanım elde etmeye alışık olmayan yabancıların hayretiyle karşılanıyor. Mevlevi olmak isteyenlerin, tekkeye geldikten sonra birtakım gerekli törenlerden geçmesi, kesin kurallara uyması gerekiyor. Zaten temelde bir kimsenin “Mevlevi” adını alabilmesi için çileyi doldurması bekleniyor. Bilmeyenler için hemen aktaralım; çile, Mevlevi geleneğine göre bir hücreye kapanarak yapılıyor. Çileye çekilen müride ise “çilenişin” deniyor. Çile için bir içe kapanış, bir öz eğitim ve kendini yetiştirme yolu da denebilir. Çileye törenle girilip, çileden törenle çıkılıyor. Mevlevi adaylarına ise Can deniyor. 16 Can, üç günlük ilk çileden sonra bir hücreye konuyor. Can, burada üç gün içinde sır olur. Yemeğini, suyunu meydancı getirir. Üç gün bitince meydancı, canı alır tarikçi dedeye götürür. Tarikçi dedenin önünde iki dizi üstüne oturur, verilen öğütleri, gösterilen yolları dinler. Sonra tekrar çileye girer. On sekiz gün çilede kalır. Bu süre içinde dışarıya çıkmaz, yalnız tekke içinde gezinebilir. On sekiz gün sonra Şems-i Tebriz-i ziyaretine çıkılır. Can, isterse daha sonra çileyi sürdürür, isterse illerdeki Mevlevihanelere giderek hizmet süresini bitirir. Bu süre toplamı bin bir gün olan, bir hizmet dönemi... Her gün onlarca insanı Karabaş-i Veli Kültür Merkezi’ne toplayan sema, işitme ve dinleme anlamına geliyor ya da tasavvufta güzel sesle okunan Kuran-ı ve dini konularla ilgili şiirleri dinleme... Ölçülü ve ahenkli sesleri ile dinleyenleri bambaşka bir diyarın kucağına bırakan bu şiirsel ilahileri genellikle ölçülü ve ahenkli hareketler izliyor. Bu nitelikteki hareketlere devr, deveran, hareket, raks ve sema gibi isimler veriliyor. Sema hem işitme ve dinleme hem de dinlenen ahenkli ve hoş sedanın tesiriyle hareket ve raks etme anlamında kullanılıyor. Genellikle dervişler döne döne raks ettiklerinden de Sema’ya devir ve deveran (dönmek) da deniliyor. Semanın icra edildiği yere ise malumuyla Semahane deniyor. Mevlevi mukabelesi olarak da bilinen Mevlevi seması; şiir, musiki, raks, edeb ve erkân gibi birçok estetik sanat unsurlarını içeriyor. Bunlar ruhu şaha kaldırıp yüceltmek ve böylece “Hakka” yaklaşmak için önemli ve vazgeçilmez vasıtalar olarak kullanılıyor. Bu anlayışın neticesinde Mevlevilikte zengin bir edebiyat, musiki adab ve erkân kültürü oluşmuş durumda... Bu kültür yüksek zümrenin hem estetik zevki, hem de manevi hayatı bakımından büyük önem taşıyor. Mevlevi Sema Ayini de musikisinden kıyafetine kadar her alanda pek çok sembolleri taşıyor. Benliğinden ölü olan 17 bursa dokusu Mevlevi dervişinin başındaki sikkesi mezar taşı, giydiği tennuresi kefeni, sırtındaki hırkası kabridir. Semahane ise sağ tarafı görünen ve bilinen madde âlemi, sol tarafı ise mana âlemi olan kâinatı simgeliyor. Tecelli rengi olan kırmızı renkli post üstündeki Şeyh ise, Hz. Mevlana'yı temsil ediyor. Hakikate varan yolu o biliyor. Sema dört selamlı yapılıyor. Birinci selam, insanın bilgiyle hakikate doğarak, yüce yaratanını ve kendi kulluğunu idraki anlamına geliyor. İkinci selam, insanın yaratılışındaki 18 nizamı, azameti müşahede ederek, Allah’ın kudreti karşısında hayranlık duyması; üçüncü selam ise, insanın hayranlık ve minnet duygusunun “aşk”a dönüşmesiyle, aklın aşk’a kurban oluşu olarak ifade ediliyor. Bu kelimenin her anlamıyla tam bir teslimiyet. Allah’a vuslat da denebilir. Dördüncü selam ise insanın manevi yolculuğunu tamamlayıp, kaderine razı olarak, yaratılıştaki vazifesine, kulluğuna dönüşüyor. Mevlevi kültürünün tennureleri uçurduğu esintide, günlük hayatın stresinden uzak olan Karabaş-i Veli Kültür Merkezi, gizemli havası ve huzur dolu yüreğiyle Mevlevi kültürünü yaşatmaya çalışıyor diyebiliriz. Bu derin kültürü ağırlayan Karabaş-i Veli Tekkesi 400 seneyi aşkın bir süre önce Halvetiye Tarikatı’na bağlı Yakup Çelebi tarafından yaptırılmış. İlginç kubbesi, zengin süslemeleri, özgün yapısı ile döneminin en güzel mimari örneklerinden. Tekke, 19. yüzyıldan Fotoğraf: Demet Argun Güngör itibaren Kadiriye Tarikatı’nın Eşrefiye koluna bağlı şeyhler tarafından idare edilmiş. 1925 yılında tekkelerin kapatılmasından sonra semahanenin bir kısmı idman yurdu, diğer kısmı ise ev olarak kullanılmış. Semahane, İkinci Mahmut devrinin kabul gören ampir üslubuyla inşa edilmiş. Semahanenin ve diğer kısımların çeşitli zamanlarda tamir edildiği biliniyor. Semahanenin doğu tarafında yer alan hazirede, dergâhta görev yapan meşayıhın (şeyhlerin) yanı sıra, Bursa’da resmi görevli başka kişiler ile onların eşlerine ait kabirler bulunuyor. Dergaha Yakup Çelebi’nin kaleme aldığı Tecvid-i Karabaş isimli kitaptan dolayı Karabaş ismi verilmiş. Kuruluşundaki orijinal yapıları ise günümüze gelememiş. 1851 tarihli kayıtlara göre dergâhın, semahane, şeyh odaları, iki derviş odası, misafir odaları, sofa ve abdesthane gibi kısımlardan meydana geldiği anlaşılıyor. Karabaş-i Veli Kültür Merkezi, Bursa’da, günümüze kadar ayakta kalabilen ender dergâh yapılarından biri olma özelliğine de sahip. Ayrıca dünyada 365 gün sema gösterisinin yapıldığı tek mekân olma özelliğini taşıyor. Restore edildiği tarihten bu yana dünyanın her yerinden 500 binin üzerinde ziyaretçinin kapılarını araladığı Karabaş-i Veli Kültür Merkezi, günümüz insanına iç dünyasına keşfetme fırsatı sunarken, bir taraftan da evrensel bir ağ örüyor. 19 20 21 yakın plan 22 Yanı başımızdaki gizem Güneş sistemi ve galaksinin tasviri, Türk boyları, ayetler, kül olarak tasvir edilen bir evren… Sembollerle bezeli rivayetler. Hepimizin bildiği ama yeterince tanımadığı tarihi mirasımız, söz ettiğimiz... SAMANYOLU milyarlarca yıldızı ve gezegeni içinde barındıran uçsuz bucaksız bir sistem. Bulutsuz bir akşamüstünde, ayın şavkı mehtaba vururken altında dilek tuttuğumuz, heyecanla yıldız kaymasını beklediğimiz siyah perde. Bilim adamları bugün halen güneş ve galaksi sistemi ile ilgili keşif araştırmalarını sürdürüyor. Ancak bundan tam 612 yıl önce bir sanatkâr, galaksi ve güneş sistemini birebir ölçülerinde, eşsiz bir sanatla(*) işledi. 6666 parçadan oluşan sır Yıl 1633. Galileo, galaksi sisteminin var olduğunu ve dünyanın döndüğünü iddia ettiği için engizisyon mahkemesinde yargılanıyor. Yıl 1399. Ulu Cami minberinin doğu yakasında güneş sistemi, batı yakasında galaksi sistemi tasvir ediliyor. Osmanlı’nın, Avrupa’dan 234 yıl önce güneş ve galaksi sistemini en ince ayrıntısına kadar Ulu Cami minberine tasvir etmiş olması, eşi benzeri olmayan bir şaheserin, Ulu Cami’nin gizemini gözler önüne seriyor. 23 yakın plan Ulu Cami, aslında sadece bir ibadet ya da ziyaret yeri değil. Her metrekaresinde ayrı bir sırrı barındıran büyülü bir mekân. Samanyolu ve Kündekari sanatını(*) ortak paydada birleştiren minberi ise, başlı başına gizem dolu bir sanat harikası. Dokuz gezegenin güneş etrafındaki konumu bire bir ölçülerle minberin üzerine işlenmiş. Aynı zamanda minberdeki çukur kanal çizgileri gezegenlerin yörüngesini temsil ediyor. Galaksi ve güneş sisteminin yer aldığı minberde, evren kül olarak tasvir ediliyor. Minberin giriş kapısı üzerinde,“Murat Han oğlu Yıldırım Beyazıt Han’ın emriyle Hicri 804 yılında yaptırılmıştır” ibaresi yer alıyor. Minberin alt kısmında yer alan dolap kapağına benzer şekillerin de Türk boylarını temsil ettiği biliniyor. Minberi yapan usta ile ilgili kesin bir bilgi yok. Fakat minberin sağ çıkış tırabzanında, sülüs tarzda yazılmış Devaklı Abdülaziz oğlu Mehmet işlemesi yer alıyor. Kâinatı temsil ettiği söylenen minberin bir diğer sırrı ise 6666 adet abanoz ağacının birbirine geçmesiyle oluşması... Bu rakam aynı zamanda Kuran-ı Kerim’deki toplam ayet sayısına eşit. (*) Sabrın diğer adı Kündekari… Ahşabı akıl almaz bir sabırla işleyen Osmanlı ahşap sanatı. Kündekari. Kenarları negatif ve pozitif değerlerde oyulmuş, çokgen ve yıldız biçiminde ayrı ayrı kesilmiş, rumi ve palmet kabartmalarıyla bezenmiş parçalar ile ahşap kirişlerin birbirine geçmesi ile meydana gelen ve büyük bir ustalık isteyen kündekarinin, kompozisyonu geometrik bir şemaya dayanır. Gökyüzündeki yıldızları ve sonsuzluğu ifade eden, sekizgen, ongen, yıldız ve baklava gibi birçok geometrik desenle birlikte uygulanır. 24 25 geçmiş zaman kipinde İsim şehir, semt Hazırlayan: Melike Yılmaz BİR GÜN YİNE çocukluğunuza dönüp isim-şehir oynarsanız ve yine uygun harfi bulamayınca, şehir yerine semt ismi yazacak olursanız belki bu semtlerden biri gelir aklınıza... Ya da oyun arasında bu semtlerin hikâyelerini sevdiklerinizle paylaşırsınız diye ilginç Bursa isimlerinin kökenini sizin için derledik. İtalyan tüccar Fomara Bursa’nın göbeğinde yer alan bir semt Fomara. Peki nereden geliyor bu isim hiç düşündünüz mü? Osmanlı döneminde ticaret işlerinin belli bir kısmını gayrimüslimler yönetirmiş. 1800’lü yıllarda bugünkü Fomara 26 Oyunlar kutuların içine sıkıştırılmadan önce, alırdık elimize kalemi kâğıdı başlardık yazmaya, isim şehir diye. Bazen harf uymaz, şehir yerine semt yazardık; Fomara, Şehreküstü, Altıparmak... Konumuz rivayetlerle dolu ilginç Bursa semtleri... Meydanı’nın olduğu bölge Bursa’nın biraz dışında kalıyormuş. İpek ve tekstil ürünleri satan İtalyan asıllı bir tüccar burada bir ticarethane açmış. Bu tüccarın da adı / lakabı Fomara’ymış. Rivayete göre, semtin adı bu tüccarın isminden geliyor. Mescit mi, lakap mı, altı parmaklı muhtar mı? Bursa’nın ismiyle dikkat çeken bir diğer semti Altıparmak. Mahalleye bu adın Altıparmak lakaplı Abdullah Çelebi Bin Mehmet’in yaptırdığı mescit nedeniyle verildiği biliniyor. Rivayete göre, semtin adı orada yaşamış olan Altıparmak lakaplı Yasef adlı Yahudi’den geliyor. Altıparmak ile ilgili rivayetler bunlarla sınırlı değil. Semtin eskiden “Yahudilik Mahallesi” olarak anıldığı da rivayetler arasında. Yahudilerin yaşadığı dönemde bugünkü muhtarlık görevini yürüten kişinin altı tane parmağı olduğu söyleniyor. İnsanlar kendi aralarında “Altı parmaklının mahallesine gidiyorum ya da altı parmaklının mahallesinde oturuyorum” gibi cümleler kuruyorlarmış. Sonrasında ise semtin adı Altıparmak olmuş. Çekirge Sultan Çekirge isminin nereden geldiği ile ilgili rivayet ise şöyle: 1700’lü yıllarda, Bursa’da müthiş bir kuraklık yaşanmış ve Uludağ’dan gelen tüm dereler kurumuş. Kuraklık sonucu çekirgeler tüm ekili alanları istila etmiş. O zamanlar, bugün olduğu gibi Çekirge’de kaplıcalar ve zengin ailelere ait evler varmış. Geçimini odun satarak sağlayan yaşlı bir adam da burada yaşarmış. Çevredekiler, çekirgelerin adamın hiçbir eşyasına zarar vermediğini fark etmişler ve onun mübarek bir insan olduğunu düşünmüşler. Bunun sonucunda çevre halkı adamdan yardım istemiş. Adam bir gecede tüm çekirgeleri yok etmiş. Sonrasında halk, adamın mübarek bir kişi olduğuna tamamen inanmış. Bu durumun ortaya çıkmasından rahatsız olan adam, Bursa’yı terk etmeye karar vermiş fakat adam yola çıkacağı gün ölmüş. O günden sonra halk buraya Çekirge Sultan demeye başlamış. Kaleden ayrıldı, Şehre “küstü” Hiç şehre küsülür mü? Ama zamanında küsülmüş. Bursa kurulduğu ilk yıllarda kaleden ibaretti ve kalede yaşamasına izin verilmeyen kişiler ( suçlular, hırsızlar vs.), kalenin birkaç kilometre dışında ve aşağısında kalan mevkide kendilerine bir yerleşim yeri kurmuşlar. Burada yaşayan kişiler şehirle bağlantılarını koparmışlar yani şehre küsmüşler. Rivayete göre Şehreküstü ismi buradan geliyor. Bazı kaynaklara göre ise, Şehreküstü semtinin Bursa Kalesi’nden ayrı olarak kurulan bir yerde olduğu için bu şekilde isimlendirildiği biliniyor. Umur Bey’in eseri Namazgâh Bursa’nın eski yerleşim yerlerinden biri olan Namazgâh, adını Timurtaş Paşa’nın oğlu Umur Bey’in yaptırdığı namazgâhtan alır. Semtin, 1487 – 1530 tarihleri arasında “Musalla” adıyla anıldığı biliniyor. Açık bir alanda, toplu olarak namaz kılmak için yapılan yer anlamına gelen namazgâhta taştan bir minber ile mihrap yer alır. Namazgâhlar, hemen hemen tüm önemli İslam şehirlerinde bulunuyor. Bursa’daki Namazgâh da, çoğunlukla bayram günleri ve hacca giderken yapılan toplu törenlerde kullanılıyor. Su Taksimi: Maksem Maksem, taksim etmek anlamına gelir. Eskiden Maksem Mahallesi’nde Bursa’ya gelen suların taksimi yapılırmış. Bu nedenle mahalle Maksim veya su dağıtma yeri anlamında “Maksemü’l-ma” olarak da anılmış. Maksem’den, kırktan fazla künk (pişmiş toprak veya betondan yapılmış kalın su borusu) ile Bursa’nın diğer mahallelerine su dağıtımı yapılırmış. Maksem isminin buradan geldiği biliniyor. Yıldırım Beyazıt’ın Nalbantı Nalbantoğlu. Kentin kalbinde, ismiyle dikkat çeken bir diğer semt. Mahalleye adını veren mescidi, Yıldırım Beyazıt’ın baş nalbantının yaptırdığı ve semtin isminin buradan geldiği biliniyor. Arabayatağı Eskiden köy olan mahalle, 93 göçmenleri tarafından kurulmuş. Önceleri, İnegöl ve Yenişehir’den gelen arabalar mola verdiklerinde, burada çok sayıda araba toplandığı için semte bu isim verilmiş. Sizin anlayacağınız eski bir otopark Arabayatağı. Domates, biber, patlıcan: Tahtakale Mahallenin adı, Arapça’da kale dibi anlamına geliyor. Eskiden sebze - meyve satılan yerlere Tahtakale denilirmiş. Çünkü köylülerin getirdiği yaş sebze ve meyveler, sağlık ve güvenlik nedeniyle kalenin içine sokulmadığı için, kale diplerinde satılırmış. Semtin isminin bu şekilde ortaya çıktığı biliniyor. Beş hane: Beşevler Aslında isminin nereden geldiğini tahmin etmek zor değil. Eski bir köy olan mahalle, 93 göçmenleri tarafından 1880’li yıllarda kurulmuş. Bulgaristan’ın Köstendil kasabasından gelen beş ailenin yerleştiği bu semt, başlangıçta hükümetten izin alınmadan kurulduğu için ailelerin çabalarıyla köy olarak kayda geçirilmiş. Setbaşı Mahalle bir set ve tepe üzerinde bulunduğu için, semte bu adın verildiği söyleniyor. Kaynakça Kaplanoğlu Raif, (2001), Bursa’da Yer Adları (Bursa Ansiklopedisi, Bursa, Avrasya Etnografya Vakfı Yayınları) 27 tek karede bursa Emir Sultan Cami Kenti “şehir” yapan ruhudur ÇOĞU İNSAN şehrin caddelerinde yaşar ve ömrünü tüketir. Şehre ne bir iz bırakabilir, ne de bir ışıltı... Şehrin ruhuna yakın duramaz. Çünkü o sırlarını ve görkemini herkese açmaz. Onun gizlerine ulaşabilmek, fısıltılarını duymak ancak ruh derinliği ile olabilir. Şehrin gerçek sakinleri iz bırakır yaşadıkları yere. Nasıl ki anlatımlarıyla Victor Hugo Paris’e, Charles Dickens Londra’ya iz bıraktıysa; her şehrin iz bırakanları vardır. Şehri yaşamış ve onu anlamış olanlar bunu başarabilir. Fotoğrafçılar, ressamlar, şairler, yazarlar veya müzisyenler... Hepsi aynı sevdayla yaşarlar “tanıdıkları” şehirlerinde. Nasıl ki Ahmet Hamdi Tanpınar “Bursa’da Zaman” şiiri ile Bursa’yı anlattıysa; “Huzur” isimli romanında İstanbul’u, başka bir şehri, yaşatmıştır belleğimizde. Ya da “Beş Şehir”de beş ayrı şehri; 28 Erzurum, Konya, Bursa, Ankara ve yine İstanbul’u... Çağımız şehirleri birbirinden ayıran ve farklılık yaratan güzellikleri bir bir yok etse de her şehir başka yaşar anını. Dostoyevski St.Petersburg’u yaşamıştır, Kafka Prag’ı... Konstantinos Kavafis’in şiirinde anlatılanlar gibi; Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim, dedin. Bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet. Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya; - Bir ceset gibi- gömülü kalbim. Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede? Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam, Kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün, Fotoğraf: Demet Argun Güngör Yazı: Engin Çakır Boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede. Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın. Bu şehir arkandan gelecektir. Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın, Aynı mahallede kocayacaksın; aynı evlerde kır düşecek saçlarına. Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda. Başka bir şey umma. Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte, Öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de. Şehirleri sevebilirsiniz, nefret de edebilirsiniz ya da özleyebilir... Bunun sebebi yine şehrin ruhudur. Caddeleri, binaları, ibadet yerleri, doğal güzellikleri, kısaca herşeyi bize şehrin ruhu verir. Sizin yaşadığınız Bursa ne ise, Bursa odur. 29 gezi - yorum “Selam sana yüreğimin derinliklerinden ey Beyrut! Kabul edin bu selamımı, ey denizler, evler ve eski denizlerin yeni yüzü çöller... O ki benim halkımın hamurundan yoğrulmuş ekmeğim, içkim, yaseminim. Tadın nasıl da ateşin ve dumanın tadı oldu? Beyrut! seni terk eden delidir, ey Beyrut! El üstünde tutulacak şehirsin sen ey Beyrut! Kapısını kapattı Beyrut Kendisini sabah akşam el üstünde tutacak ve güzel günlere taşıyacak insanlara. Sonra bir başına kaldı sabah, akşam ve gecelerde... Benimsin sen ey Beyrut! Benimsin, halkımın kanayan yarası, Analarımın akan gözyaşısın. Benimsin sen ey Beyrut! Benimsin...” Selam sana Beyrut! ADI Arapça’da turkuvaz anlamına gelen, yaşayan efsane, Ortadoğu’nun en büyülü sesi ve gerçek divası Fairuz’un Lübnan iç savaşına atfen seslendirdiği “Le Beirut”un sözleri bunlar. 1975’te başlayıp 1990’da biten Lübnan iç savaşının belki de hatıralarda kalan en naif detayıdır bu şarkı. Savaşan taraflardan kim radyoyu ele geçirirse bu şarkıyı çalarmış; Fairuz’un kadife sesi şehrin sokaklarına yayılınca insanlara güven duygusu gelir, sokağa çıkılır, gündelik işler halledilirmiş çabucak; ta ki radyoda bir kez daha “Le Beirut” çalana kadar. Zamanla bir tür ateşkes çağrısına dönüşmüş bu şarkı ve iki tarafın da ortak duygusunu ifade eder olmuş: “Benimsin sen ey Beyrut!” 30 Yazı ve fotoğraflar: Özgür Çakır Dergi Bursa’nın sıkı takipçileri bir önceki gezi yazımın başlığında “Doğu’nun limanları” derken ve Amin Maalouf’un adını zikrederken uzattığım ipin ucunun Beyrut’a bağlanacağını tahmin etmişlerdir. Evet, bu defa Ortadoğu’nun en büyüleyici kentinde “Gezi Yorum...” Eski bir Osmanlı vilayeti olan ve o dönemlerde ipek ticareti ile zenginleşen bu liman şehrinin tarihi çok daha eskilere, MÖ 15. yüzyıla dayanıyor. “Beyaz karlar ülkesi” anlamındaki Lübnan, Türkiye’yi saymazsak, Ortadoğu’nun tek kar yağan ülkesi. Karlı dağlarında yetişen sedir ağacını kendine bayrak yapan Lübnan’ın başkenti Beyrut, bulunduğu coğrafyanın en güzel bölgesinde kurulu olması nedeniyle tarih boyunca hep bir cazibe merkezi olmuş. 1950’lerden iç savaşın başladığı 1975’e kadarki dönemde ise Ortadoğu ülkelerini batıya bağlayan limanı, üniversiteleri, İsviçre’dekilerle benzer çalışma esaslarına sahip bankaları, lüks mağazaları, kumarhaneleri, gece hayatı ve o dönemlerde nüfusun çoğunluğunu oluşturan Hıristiyan nüfusun etkisiyle gelişen batılı yaşam tarzıyla en ihtişamlı günlerini yaşamış ve Doğu’nun Paris’i sayılmış. “Neden Paris de Londra değil?” diye soracaklara; şehrin I. Dünya Savaşı sonrası Milletler Cemiyeti tarafından Fransız mandası altına verildiğini ve bu durumun 1946’ye dek sürdüğünü, Beyrut’ta çok yoğun bir Fransız etkisinin olduğunu, özellikle Hıristiyan nüfusun büyük kısmının Fransızca konuştuğunu, birçoğunun Fransa ile organik ilişkileri bulunduğunu, bir ayağı Fransa’da diğeri Lübnan’da yaşayanların bol olduğunu ve cadde isimlerinin “Rue” ile başlayıp Paris’tekine benzer şekilde tabelalandırıldığını söyleyebilirim. Tabii böyle bahsedince aklınızda yanlış bir imaj uyansın da istemem doğrusu. Her ne kadar yüzü batıya dönük bir 31 gezi - yorum şehir de olsa bir Ortadoğu ve Arap ülkesinin başkentinden bahsettiğimin altını çizmek isterim. Elbette bunun Beyrut’a gidince yaşayacağınız tek çelişki olmadığını da belirtmeliyim. Bunları niye mi anlattım? Çünkü bu yazıyla birlikte, bir sonraki yurtdışı seyahatinizin yönü belli artık. Gidip göreceğiniz bu kentin tarihini de bilin istedim. Lübnan’a gitmek çok zahmetsiz. Haritaya bakarsanız aslında burnumuzun dibinde olduğunu siz de göreceksiniz. Dilerseniz Antep ya da Antakya’dan Suriye’yi de geçerek taksiyle hem de oldukça düşük ücretlerle, dilerseniz karayoluyla ya da her gün birden çok havayolu şirketinin gerçekleştirdiği karşılıklı İstanbulBeyrut seferleriyle Antalya’ya gitmekten farksız Beyrut’a gitmek. Onlarca farklı seyahat şirketi Beyrut’a tur düzenliyor. Tek yapmanız gereken, pasaportunuzu cebinize atıp yollara düşmek. Çünkü 2010 yılından beri karşılıklı vizelerin kalktığı ülkelerden biri de Lübnan. 32 Beyrut’a vardığınızda sizi son derece şık bir havaalanı ve güler yüzlü insanlar karşılayacak. Türkiye’den gittiğinizi her fırsatta dile getirmenizi öneririm; bunu yaparsanız, zaten sempatik ve sıcakkanlı olan Beyrutlular Türkiye lafını duyar duymaz ekstra bir motivasyonla yaklaşacak size. Yurtdışı seyahatlerinizde Bosna Hersek ve Azerbaycan’ı saymazsak pasaportunuza sempati ile yaklaşılacak nadir duraklardan birindesiniz. Ama baştan uyarmalıyım bunun bir handikabı da var; ardından gelecek sorular. Televizyon yıldızlarının özel hayatları ve İbrahim Tatlıses’in sağlık durumu gibi konularda bir çok soruyla muhatap olmanız ihtimal dahilinde. Dersinize çalışarak gitmenizde fayda var. Şaka bir yana bütün doğu toplumlarında olduğu gibi Beyrut da yüzünü batıya dönmüş durumda ve onların da en yakın batı komşusu olarak ilk öykündükleri, örnek aldıkları model Türkiye. Hazır coğrafi konumlara girmişken hemen uyarmalıyım; havaalanında kontuarlar doğu ve batı için iki farklı yönde konumlandırılmış durumda ve dönüş yolunda olur ha alışkanlıkla havaalanında doğu yönüne ilerlemeyin, sizin uçağınızın checkin işlemlerini yapan bankolar batı bölümünde. Havaalanından büyük ihtimalle Hamra bölgesinde yer alan otelinize taksiyle gideceksiniz. Hatta her yere taksiyle gideceksiniz çünkü Beyrut’ta toplu taşıma aracı yok. Bu yüzden öğrenmeniz ve alışkanlık haline getirmeniz gereken ilk şey taksilerle pazarlık yapmak. Turist tarifesi, yerel halk için olan tarifenin neredeyse dört beş misli. Gerisi sizin pazarlık gücünüze kalmış. “Pazarlığı ne üzerinden yapacağım?” derseniz, ortalama bir şehir içi seyahati, mesela havaalanı ile Hamra bölgesi arasındaki bir yolculuk için 15-20 dolardan fazla vermemelisiniz. Her yerde dolar kullanabilirsiniz. Alternatifi, Lübnan Lirası. Kaba bir hesapla bizim liramızdan üç sıfır atarak Lübnan Lirası (LBP) karşılığını bulabilirsiniz. Oteller bölgesi sayılabilecek olan Hamra, Batı Beyrut’un eskilerde daha fazla ön planda olan ama hala canlılığını koruyan bir bölgesi. Bu bölgede orta ve üst düzeyde konaklama mekanları çok ama dileyenler için şehirde daha ekonomik seçenek olarak pansiyonlar ya da tam tersi en lüks otellerin zincirleri de var. Genel olarak Beyrut’ta aradığınız her şeyi bulabilirsiniz. Sanırım her gidenin döndüğünde başından geçenleri ballandıra ballandıra anlatmasının sebebi de bu; Beyrut, her gelene istediğini veren bir şehir. Diyelim tarihe meraklısınız; ulusal müze emrinizde, dünyanın en eski liman kenti olan Byblos yanıbaşınızda ve biraz yolu göze alırsanız gelmişken Ortadoğu’daki en önemli Roma kalıntısı olan Baalbeck şehrini görmeniz hatta festival zamanına denk getirirseniz bir de caz konserini aradan çıkarmanız mümkün. Fotoğrafçı mısınız? Şehrin her yanı fotoğraf. Gece hayatına düşkün ve biraz da çapkın mısınız? Kesinlikle doğru yerdesiniz. Beyrut’un gece kulüplerinin eşi benzeri yok desek abartmış olmayız. Sosyolojiye ve siyasete mi meraklısınız? Belki de görebileceğiniz en tuhaf ve karmaşık etnik yapıya sahip şehirdesiniz. Ülkede resmen tescilli 16 değişik din ve mezhepten insan yaşıyor. Örneğin iç savaş; ilk bakışta bir Hıristiyan Müslüman çatışması gibi gözükse de onlarca aktörüyle kimin kiminle müttefik, kimin kiminle düşman olduğunun belli olmadığı, müttefik ve düşmanların neredeyse her gün değiştiği, bir süre sonra Lübnanlıların “bu bizim savaşımız değildi aslında” diyerek özetledikleri büyük bilmece. Kayak sporuna ya da yüzmeye merakınız var diyelim. Şaka değil; uygun bir mevsimde aynı gün içinde kayak yapıp sonra denize girebileceğiniz bir yer Beyrut. “Bunların hiç birini istemem, ben alışveriş tutkunuyum” mu diyorsunuz? Yine doğru yerdesiniz. Bu da mı olmadı? O zaman buyurun sizi Osmanlı soslu Akdeniz katkılı Ortadoğu mutfağına davet edelim. Enfes mezeler, salatalar, zeytinyağlılar, kebaplar ve tatlılarla biraz yüzünüz gülsün. Bir şehir için bundan iyisi Şam’da kayısı diyeceğim o da zaten birkaç saat mesafede; yanı başınızda. 33 gezi - yorum Kalacağınız yer Hamra bölgesinde ise bu şehri anlamak için en doğru yerden yani Hamra Caddesi’nden başlayabilirsiniz tanışmaya. 1970’lerde Beyrut’un en gözde mekanı burasıymış. İç savaş döneminde çok yoğun hasar almış olsa da 2000’li yıllarda başlayan onarım ve restorasyon çalışmalarıyla eski günlerini aratmayacak bir güzelliğe kavuşmuş. Beyrut için küllerinden doğuyor klişesini kullanmak istemem çünkü artık bu cümlenin yüklemi geçmiş zamana bağlanmalı. Beyrut, küllerinden çoktan yeniden doğmuş durumda. Bazı binalarda hala savaşın izleri duruyor, uçaksavar ve mermi deliklerini görüyorsunuz evet ama bence şehrin cazibesinin bir kaynağı da bu. İşte bu yüzden hafızası sürekli canlı bir şehir burası. Binalar yenileniyor ve şehir güzelleşiyor olsa da, insanlar şaşırtıcı derecede huzurlu ve neşeli görünseler de biraz sohbet edip o yılları soracağınız orta yaş üstü bir taksi şoförünün usul usul süzülen gözyaşları, şehrin hala canlı hafızasını ve kanayan yarasını ele veriyor. Belli ki bu yüzden bazı kritik köşebaşlarında bulunan askeri inzibat noktaları, tedbirin elden bırakılmadığını söylüyor. Zihninizde sıkıyönetim koşulları olan bir şehir izlenimi bırakmak istemem doğrusu;bu inzibat noktalarındaki askerler özellikle turistlere karşı son derece kibar, hepsi iyi derecede İngilizce biliyor ve orada olmaları size kesinlikle rahatsızlık vermiyor. Batı Beyrut’un yani El-Müsytibe’nin çoğu Müslüman; Doğu Beyrut’un yani El-Eşrefiye’de yaşayanların çoğu ise Hristiyan. Hamra Caddesi gibi Beyrut’u Beyrut yapan birçok şeyin de Batı Beyrut’ta. Hamra Caddesi karşılıklı cafeler, restoranlar, butikler ve otellerin yerleştiği, Turizm Bakanlığı’nın bulunduğu bir meydandan başlayarak güneye doğru sahile paralel uzanan ve hayatın geç saatlere kadar canlı olduğu bir yer. İlgi alanınıza göre değişik mekanlarda cadde boyunca zaten vakit geçireceksiniz elbette ama benim önerim ara sokaklara dalarak, tabanvay marifetiyle şehri talan etmek. Böylece 34 şehri daha yakından tanıma şansınız olacak ve kısa bir süre sonra kendinizi oralı gibi hissetmeye başlayacaksınız. Hamra’nın ara sokakları boyunca sizi bekleyen güzel bir sürpriz de grafitiler ve duvar yazıları. Duvarları takip ederseniz, hem çeşitlilikleriyle sizi şaşırtacak hem de içerikleriyle tanışma faslını geçip ahbap olmanızı sağlayacak. Doğu yönünde ilerlerseniz kaybolabilirsiniz bu yüzden size önerim batıya yani denize doğru yönelmek ve Korniş’e inmek. Beyrut’u görenlerde, şehri bildikleri bir yere benzetme merakı uyanıyor; İstanbul’a, Madrid’e, Paris’e, Bodrum’a, İzmir’e. Bazılarını anlamasam da Beyrut’u İzmir’e benzetenleri Korniş yani kordonboyu nedeniyle çok iyi anlıyorum. Üçgen şekilli bir yarımadaya kurulu şehrin güney köşesindeki deniz fenerinden, kuzeydeki limana kadar uzunca bir sahil şeridi boyunca uzanıyor Korniş; Arapça’da “sahil” demek, nam-ı diğer Corniche. Aslında caddenin adı sanırım Paris ama kimsenin bu adı kullanmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Sahil boyunca özellikle günbatımında güzel bir yürüyüş yapabilir, cafelerde soluklanabilir, yerel halka karışıp desenleri Gaudi’ninkileri andıran banklarda çekirdek çitleyerek ya da süt mısır yiyerek sohbete dalabilirsiniz. Kornişin bir özelliği de her tür toplum katmanından insanı yan yana görebilecek olmanız. En lüks otomobillerle külüstüre dönmeye ramak kalmış Hacı Murat’ları, radikal İslam’a yakın duran bir aileyle mini etekli ve dövmeli yüksek topukluları, evden getirdiği teybiyle “İbo” dinleyip nargile içerek keyif yapan hafif göbekli amcalarla formda kalmak için olasılıkla Lady Gaga dinleyerek kondisyon koşusunda olan atletik gençleri bir arada görmek mümkün. Zengin ailelerin çocuklarının peşinde koşturup duran ve Ece Temelkuran’ın “Muz Sesleri” olmasa nereden çıktıklarını anlamakta zorlanacağımız birbirine sadece tipleri değil kıyafetleriyle de çok benzeyen Filipino’lar da caba... Böyle bahsedince tam bir karmaşa ortamı canlanmasın gözünüzde sakın. Şehrin ritmine kapılacağınız ve bu ortamın bir parçası da siz olacağınızdan bunu garipsemek için uygun bir haleti ruhiye olmayacak; Akdeniz’in keyfini süren kalabalığa ait olacaksınız Korniş’te. Korniş boyunca uzunca bir kampüste yerleşen Amerikan Üniversitesi ve özellikle müzesi görülmeye değer. Bir de küçük detay vermek isterim. Korniş boyunca sıralı yüksek katlı binalarda ortalama bir dairenin fiyatı birkaç milyon dolardan başlıyor, taksi şoförlerinin yalancısıyım. Bu fiyatlar, şehrin savaşın izlerini sildiği ve eski şaşalı günlerine geri dönmek üzere olduğu konusunda ikna edici olmalı. Yolun sonunda -tabii bakış açınıza göre başlangıcında da olabilir- Hard Rock Cafe Beirut’u ziyaret etmek isteyebilir meraklıları. Hard Rock’a yakın bir yerde tarihi öneme sahip St George Oteli’nin bulunduğu kavşakta ise Beyrut’un ikinci baharını yaşamasının ilk adımlarını atan belki de en önemli lideri Refik elHariri’nin 2005 yılında suikasta uğradığı yer var ve harabeye dönmüş bina o günün anısını yaşatmak üzere ilk günkü gibi korunuyor. Korniş’in diğer ucunda ise Güvercin Kayalıkları denilen ama bulmak istiyorsanız Raouche diyerek sormanızı önereceğim yer var. Zira sanırım “Pigeon Rocks” yani güvercin kayalıkları daha çok ve hatta sadece turistlerin kullandığı bir tanımlama. Kayalıklar meşhur olmasına meşhur ama Kefken’deki Kerpe kayalıklarını görmüşseniz neden meşhur olduklarını anlamakta zorlanabilirsiniz. Yine de bu bölgede yer alan çok sayıdaki kafelerden birinde nargilenizi köpürdeterek günü Güvercin Kayalıkları manzarası ile batırmak fena fikir değil. Mevsimlerden yaz ise ve şehir merkezinden uzaklaşmadan Akdeniz’de yüzmek niyetiniz varsa, plajlar ve yeni moda “beachclub”lar bu yönde Raouche bölgesini geçince başlıyor. 35 gezi - yorum En başta söylediğim gibi Beyrut çelişkilerin şehri. Bunu size daha derin yaşatacak, yakın tarihte Ortadoğu’da neler olup bittiğini anlamak ve yerinde görmek isteyenler için gidilecek önemli bir yer var: Şatila Mülteci Kampı. İsmine aldanıp bir çadır kent sanmayın ama beklentinizi de yüksek tutmayın. Şatila, Beyrut’taki Filistinlilerin ağırlıklı yaşadığı bir getto bölgesi. İmarsız, varsa da yıllarca süren savaş hali ve İsrail saldırıları nedeniyle imar biçimi anlaşılamayan, ana sokaklar ve küçük 36 meydanlar dışında elektrik kabloları ve su borularının insanlığın çoktan ölmüş cesedinden sarkan bağırsakları gibi açıkta olduğu, bir tür bilim kurgu filmi platosu hissini veren, labirent şeklini almış, dar sokaklardan ve bir iki odalı küçük evlerden oluşan, şehir demeye dilinizin varmayacağı bir yer. Niyetiniz keyifli ve sakin bir tatil geçirmekse şehrin bu kısmını pas geçebilirsiniz elbette. Görmeye niyetliyseniz sizi uyarmalıyım: Her ne kadar Müslüman ve Türk kimliği müthiş bir kalkan olsa da bölgeye giderken yerel bir kontakla yola çıkmakta fayda var. Türkiye’den geldiğiniz anlaşıldığında oluşan bayram havasının verdiği heyecanla çocukların ve çevrenin fotoğrafını çekerken yanlışlıkla objektifinizin stratejik bir noktaya yönelmesi can sıkıcı sonuçlara yol açabilir. Bu yüzden aradaki iletişimi sağlayacak, mümkünse “oralı” birinin refakati önemli. Olası bir iletişim kazası ihtimali dışında çevrenizdekilerin size yaklaşımlarıyla da kendinizi güvende hissedeceğiniz bir yer Şatila. Duvarlarda İsrail ve ABD karşıtı yazılar, afişler, Filistin ve çeşitli Arap ülkelerinin örgüt bayrakları, Arap liderlerinin neredeyse her sokak başına sıralı posterleri, hepsinin elinde birer oyuncak silah olan çocuklar ve vızır vızır geçip giden motosikletlerle, gerçekliğinizi yitirip kendinizi bir belgesel filmin içinde zannedeceksiniz. Olanların gerçekliğiyle ve koşulların zorluğuyla yüzleştikçe anavatanlardan kopartılıp burada yaşamak zorunda bırakılmış insanların trajedisi boğanızda düğüm olacak. Yardımınıza, siz Türk kardeşlerine kola ikram eden bakkal yetişecek. Parasını ödemeye kalktığınızda eli kalbinin üzerinde olacak. Minnetinizi birlikte çektireceğiniz hatıra fotoğrafında göreceksiniz sonra. Orada geçireceğiniz birkaç saat sadece Beyrut’u değil bütün Ortadoğu gerçeğini daha iyi görmenize, anlamanıza vesile olacak ve haber bültenlerinde bölgeyle ilgili bahsi geçenler artık sizin için daha farklı şeyler ifadecek. Şatila ziyareti sonrası sizi Downtown paklar diyerek hemen adresi söyleyeyim. Ama önce otelinize dönüp üstünüze başınıza bir çeki düzen verseniz iyi olur. Hamra’dan kuzeye doğru yürüme mesafesindeki bölge, şehir merkezi yani Downtown sayılıyor. Bölgenin bir diğer adı Solidere. Bir zamanlar çatışmaların da merkezi olan bu bölge Hariri zamanında -bir rivayete göre 30 milyar dolar harcanarakbaştan inşa edilmiş. Araç trafiğine kapalı bir alanı çevreleyen kafeler, restoranlar, lüks ile özdeşleşen her markayı mutlaka bulacağınız çarşılar, sergi salonları ve alışveriş merkezleri ile bambaşka bir dünyaya ışınlanmış gibi olacaksınız Solidere’de. Size Beyrut’ta olduğunuzu hatırlatan ve orada gerçek değilmiş gibi görünense yine köşelerdeki askerler olacak. Bu defa güvenlik görevlilerini biraz daha sempatik tavırlarda ve ziyaretçilerin fotoğraflarını çekerken görmeniz olası. Solidere bölgesi bu lüks ve şatafatın içinde yine çok kültürlülüğü harmanlamayı başarıyor. Aynı bölgede Mavi Kubbesiyle meşhur Osmanlı mimarisi örneği Muhamad al Amin nam-diğer Refik Hariri Camii, Katolik ve Ortodoks Kiliseleri yan yana arz-ı endam ediyor. Genel olarak Fransız mimarisinin hakim olduğu bölgenin ortasındaki meydanda ise restore edilmiş haliyle Sultan Abdulhamit’in saltanata çıkışının otuzuncu yılı şerefine Ortadoğu’da beş ayrı şehirde yaptırdığı saat kulelerinden biri bütün ihtişamıyla sizi karşılıyor. Solidere bölgesinin hemen dışında, Hariri Camii’nin arka cephesine komşu Özgürlük Meydanı ve Martys Heykeli var. Lübnan’ın bağımsızlığını simgeleyen bu heykel de kurşunlardan payını almış ve hafıza tazeleme oyununun önemli aktörlerinden biri olarak kalacak gibi. çok güzel eski evlerin bulunduğu bir cadde burası. Gece hayatı deyince özellikle kadın okurlarımızı bir konuda uyarmam lazım. Sakın ola “tatildeyim, tişörtün altına kot çeker çıkarım” gibi bir hataya düşmeyin ki sonra kendinizi pespaye hissetmeyin. Değil gece dışarı çıkarken bakkala giderken bile son derece bakımlı çıkıyor sokağa Beyrutlu kadınlar. Bankaların kadın müşterilerine ‘güzellik kredisi’ verdiği bir yerden bahsediyoruz, aman dikkat! Tabi gece hayatı sadece Gammayzeh’ten ibaret değil. Ünü dünyaya yayılmış, son derece şık ve modern dizayn edilmiş, özel rezervasyonsuz adımınızı atamayacağınız, birçoğu büyük otellerin ve rezidansların teras katlarını tutan gece kulüplerini de duymuş olmalısınız. Gündüz alışverişe çok meraklı değilseniz Downtown yerine hemen arka taraftaki Ermeni Mahallesi Burj Hamud bölgesini gezmenizi öneririm. Şehrin bir diğer önemli etnik unsuru Ermenilerin çoğu, techir ile buralara kadar gelmiş olan Anadolulular. Kesin bir sayı vermek güç ama iddia edilen yüz bin kadar Ermeni’nin buraya göç etmiş olduğu. Ki zaten tuhaf bir şekilde dükkanlardaki Ermenice yazılar dışında basbayağı bir Anadolu kentine geldiğiniz hissine kapılıyorsunuz burada. Zaten çok geçmeden kulağınıza Türkçe diyaloglar, gözünüze de tabelalarda –yan eki almış tanıdık soyadları takılıyor. Sohbete giriştiğinizde onların da acılarının hala taze olduğunu hissetmemek mümkün değil. Yani Beyrut’un neresine dokunsanız bir ah sesi çıkıyor aslına bakarsanız... Gecesi başka gündüzü başka büyüleyicilikteki Beyrut’a gidip görülmeden dönülmemesi gereken başka bir durak ise Jeita Grotto. Dünyanın en büyük ve derin mağaralarından biri olan Jeita iki galeriden oluşuyor. Yaklaşık 9 bin metre uzunluğunda. Büyük bir yer altı nehrinin oluşturduğu mağaranın paleolitik dönemden beri var olduğu tahmin ediliyor. 1836’da keşfedilen mağara 1950’li yıllarda ziyarete açılmış ve oldukça iyi organize edilmiş bir turistik tesise dönüşmüş. Yaptığım küçük araştırma öyle söylemiyor ama yine de mekanın inanılmaz güzelliğini vurgulamak için söyleyeyim; bir şehir efsanesine göre dünyanın yeni 7 harikası için aday gösterilmiş Jeita. Mağaralar bölgesine küçük bir raylı sistemle ya da teleferikle ulaşmak mümkün. Son derece başarılı bir ışıklandırma, sarkıtlar, dikitler, derin uçurumlar ve sudaki yansımalar ile müthiş bir görsellik sunan üst kattaki mağarada enteresan bir gezi parkuru var. Alt katta ise akülü küçük teknelerle suda kısa bir tur yapmanız mümkün. Her iki mağarada da fotoğraf çekmek yasak. Gemmayzeh bölgesi ise yine Martys yani özgürlük meydanına yürüme mesafesinde bir durağımız. Beyrut’un telaffuz etmesi kadar vakit geçirmesi de güzel, belki de en hareketli ve canlı caddesine hoş geldiniz. Uzunca bir cadde boyunca sağlı sollu yerleşmiş, yüzlerce bar, gece kulübü ve restoranın sıralandığı, gece hareketlenen, ara sokaklarında 37 gezi - yorum Yerin dibine girip mağaralarda vakit geçirdikten sonra ihtiyacınız olan ferahlığı ve oksijeni bulacağınız yer, Harissa Dağı. Yukarıda sizi Meryem Ana bekliyor. Fazla bekletmeden yollara düşseniz iyi olur. Şaka bir yana günbatımında tepeden nefis bir şehir panoraması sunan bir noktadan bahsediyorum. Yukarıya çıkmak için iki alternatifiniz var: karayolu ve teleferik. Pek tabii teleferiği tavsiye edeceğim çünkü bu gezimizin kendi çapında adrenalin sporu da bu. Yüksekliği nedeniyle korkutucu olmasının yanı sıra zaman zaman beş on dakikalık elektrik kesintileriyle meşhur bu teleferik. Bu yolculuğun bir diğer enteresan özelliği de dağın eteğindeki yüksek katlı binaların arasından bazen çok yaklaşarak geçmesi ve sizi kısa bir anlığına da olsa insanların özel hayatlarına misafir etmesi. Elektrik kesintisine denk gelir de birinin balkonunda duraklama şansınız 38 olursa yeni dostlar edinme ihtimali de cabası. Yukarıya vardığınızda, bu adrenaline değecek güzellikte bir manzara sizi ağırlayacak. Kollarını iki yana açmış bir şekilde şehri tepeden kucaklayan Meryem Ana Heykeli, en üst katındaki küçük dua alanı dışında etrafını turladığınız spiral şeklindeki merdivenlerden manzarayı ve Meryem Ana’nın gözünden şehri izleyebileceğiniz bir seyir terası olarak dizayn edilmiş. Bulunduğu yerde ve teleferikle ilk ulaştığınız noktada turistik bir tesis, hemen yanında ise küçük bir kilise mevcut. Küçük bir ipucu da şarap meraklılarına... Kilisenin hediyelik eşya bölümünde satılan şaraplar hem çok uygun fiyatlı hem de oldukça kaliteli. Dönüş yolunda güneşi batırdıysanız eğer, teleferikte bu defa sizi parlament mavisi bir gökyüzü altında körfezi çevreleyen şehir ışıkları ile muhteşem bir gece manzarası kuşatıyor. Harissa yolculuğu fazlasıyla iştah açıyor. Sakın ola teleferikten indiğiniz yerde gördüğünüz ilk falafelciye dalıp iştahınızı kapatmayın. “Falafel ne ola ki?” diyenlere hemen küçük bir açıklama: Nohut – bazı yerlerde bakla- ile yapılan ve birtakım sebzeler barındıran bir tür etsiz köfte bu Ortadoğu “fast food”u. Pita denilen (etimolojik olarak pidenin kardeşi bu kelime) bir tür lavaş içinde çoğunlukla biber turşusuyla ikram ediliyor ve her köşebaşında dönercilerin en büyük rakibi bu coğrafyada. Falafel deneyimini başka bir öğüne erteleyip meşhur Beyrut mutfağıyla tanışmanın zamanıdır. Özellikle Solidere ve Gammayzeh bölgesinde bu işin hakkını veren çok sayıda restoran bulmanız mümkün. Fiyatlar ise Bursa ayarında dersek yanıltıcı olmaz. Çok sayıda değişik kebap ve ana yemek alternatifi bulunsa da eğer oturduğunuz sofra Akdeniz’e kıyısı olan bir Ortadoğu şehrinde ise en güzeli masayı mezelerle donatmak. Antakya ve Antep mutfağına aşina olanlara pek de yabancı gelmeyecek sayacağım isimler. En başta humus olmak üzere, semsek, tabuli, nar ekşili zahter salatası, patlıcan ezme, bu topraklarda adı kıbbe olan içli köfte, Babagannuş, Fattoush, Kubideh, Labneh ve daha onlarcası... Ne kadar anlatsam tarife yetmeyecek ama zahterden biraz bahsetmek lazım. Kekik ile aynı familyadan ancak daha yoğun aromalı ve daha lezzetli olan bu baharat neredeyse her öğünde karşınıza çıkacak Beyrut’ta. Tazesi salata malzemesi olarak, tozu susam ve zeytinyağı ile karıştırılmış haliyle kahvaltılık olarak, kurutulmuş olanı ise zahterli pide malzemesi olarak kullanılıyor. İçkili bir yemek niyetiniz varsa, masanın gözdesi ‘arak’. Bizim rakının ve komşunun uzosunun üçüncü kardeşi. Neredeyse aynı lezzette olsa da alkolü daha yüksek. Şekerli bir tadı var. Kolay içilip hızlı çarpmasın diye küçük kadehlerde servis ediliyor. Beyrut’a sadece bir hafta sonunu ayırmadığınızı umarak biraz daha şehir dışına, kuzeye doğru kısa bir yolculuk öneriyorum ertesi gün için. Bir büyükşehir sakini olarak bir başka büyük şehirde -hele ki çelişkileri, karmaşık yapısı, sürprizleri ve trafiği ile Beyrut gibi yorucu bir şehirde- biraz bunaldıysanız rotayı bir tatil yöresine kırmak iyi bir fikir. Yaklaşık 1 saatlik mesafedeki Byblos, MÖ 7.000’de kurulmuş olduğu tahmin edilen eski bir Fenike liman kenti. Aynı zamanda dünyada kesintisiz iskan görmüş olan en eski yerleşim yeri. Bu özelliği ile UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde de yer alan Byblos’ta antik kentin kalıntılarının yanında 12. yüzyılda Haçlı Seferleri esnasında yapılmış bir kale de mevcut. İsmini, harflerin sembol yerine seslere tekabül ettiği, Latince’nin de öncülü olan ilk alfabenin burada icat edilmiş olmasından alıyor. Byblos (bir başka deyişle ‘Bible’) ‘yazı’ ve ‘kitap’ demek. Byblos’u ziyaret etmek, bu sebeple edebiyat tutkunları için bir tür kutsal ziyaret sayılabilir. Turistleri hedef alan küçük çarşısı ile bizim Ege ve Akdeniz kıyısındaki sayfiye yerlerini aratmayan Byblos’ta yapılacak en güzel şey bana sorarsanız deniz sefasını müteakiben antik şehir ziyareti ve günün demini limandaki balık restoranlarından birinde günbatımı eşliğinde almak. Özel bir mekan önerisinden şu ana kadar kaçınmış olsam da burada ünü dünyaya yayılmış olan ve bu nedenle ismini zikretmenin haksız rekabete de reklama da girmeyeceği bir mekanın adını söyleyeceğim: Pepe’nin Balık Restoranı. 60’lı yılların ünlü kazanovası olduğunu öğrendiğimiz, şimdilerde 100 yaşına merdiven dayamış olan Pepe’nin, Brigitte Bardot, Catherine Denevue ve Adriano Celantano gibi birçok ünlüyle çekilmiş fotoğraflarının duvarları süslediği mekan, size kendinizi gerçekten Akdeniz’de hissettirecek türden bir manzara ve dekorasyona sahip. Balıklar ve mezeler o atmosferde daha da bir lezzetli gelecek inanın. Bu salaş balık lokantasının sloganı ise hayli ilginç; “Lübnan’a gelip de Pepe’yle tanışmamak, balayını bir harem ağasıyla geçirmek gibidir.” Fazla söze gerek var mı bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var tıpkı beni tekrar çağırdığı gibi bu ziyaretiniz sonrası sizi de çağıracak Beyrut ve kesinlikle ilk ziyaretiniz son ziyaretiniz olmayacak. 39 40 41 uzaktaki yakın Lut Gölü En derin beyaz Sıcak bir Eylül sabahıydı. Ortadoğu’nun sıcağını iliklerimizde duyarken, otobüsümüz yolun soluna saparak Lut Gölü’nü kuşbakışı gören yüksek bir tepede durdu. “Çok kenara yaklaşmayın” uyarıları arasında karşımızda, beyaz tuz kayalarının çevrelediği devasa bir göl belirdi. Bu, Lut Gölü’yle ilk tanışmamızdı. Yazı ve Fotoğraflar: İsmail Şeker 42 LUT GÖLÜ’nün çevresindeki beyaz tuz kayaları, yoğun bir bilinç akışıyla Pamukkale’ye götürdü beni. Yıllar önce benzer bir mevsimde ilk kez görmüştüm Pamukkale’yi. Doğal görünümünden çok etkilenmiştim. Bu kez ise Arapların Lut Peygamber’den dolayı “Lut Gölü”; batılıların ise içerisinde canlı bulunmaması nedeniyle “Ölü Deniz” olarak isimlendirdikleri 600 kilometrekarelik bir göldü karşımızdaki... Ölü Deniz ismi, daha yumuşak bir isim olabilecek Pamuk Deniz’e dönüştürülebilir mi düşünden rehberimizin sesiyle uyandım. Arkamızda yolun karşısındaki tepe üstündeki insan heykeline benzeyen doğal kaya yontularının öyküsü anlatılmaya başlanmıştı. Anlatılanlar, belleğimizde Lut Peygamber’in taşa dönüşmüş karısını canlandırdı. Akdeniz yüzeyinden yaklaşık 400 m. alçakta olan gölün en derin yeri 400 metrede. Yani göl tabanı deniz yüzeyinden yaklaşık 800 m. derinde. Diğer bir deyişle dünyanın tabanındayız... Gölün kuşbakışı fotoğraflarının çekiminden sonra herkes otobüsteki yerini aldı. Rehberimiz, Doğu Afrika’daki Assal Gölü’nden (tuzluluk oranı %35) sonra dünyanın 2. derecede tuzlu gölü olduğunu anlatmaya başladı. Tuzluluk oranı % 30 dolayında olan Ölü Deniz, Akdeniz’den 10 kat daha tuzluymuş. Akarsularla beslenmeyen gölün aşırı tuzlu oluşu ise sürekli buharlaşmasına bağlı... Küresel ısınmanın yol açtığı buharlaşma, eskiden yıllık 18 cm olan su seviyesi çekilmesini günümüzde 50 cm.’ye kadar çıkartmış... Bu artışa, göle sahip olan İsrail ve Ürdün’ün içme suyu gereksiniminin artışı da katkıda bulunuyormuş. Tüm bu nedenlere bağlı olarak 30 yıl sonra gölün kuruyarak yok olabileceği düşünülüyor. Bu olasılığa karşı göle komşu ülkeler bazı önlemler almaya çalışıyorlar. Göl kenarını izleyen yolla kısa bir süre sonra göle giriş tesislerine ulaştık. Bizi korumakla görevli ancak sıklıkla kaybolan, en sonunda bizim kollayıp koruduğumuz bedevi kökenli polisimizi izleyerek göl kenarına ulaştık. 80 km. genişlikteki göl içerisinde yarı oturur 43 uzaktaki yakın konumda kitap okuyan bir hanımı görünce çok şaşırdım. Göle girilince tuzlu suyun kaldırma kuvvetinin ne denli güçlü olduğunu anlayınca şaşkınlığım geçti. İsteseniz de suya batamıyor ve yüzemiyorsunuz. Alttan güçlü bir el sizi sürekli su yüzeyinde tutuyor gibi. Uyarılara karşın gözüne su kaçıran arkadaşlarımızın yangından kaçar gibi tatlı suya koşmaları sık sık tanık olduğumuz bir şeydi. Göl 44 kenarındaki kumsalda gözleri dışında her yanını siyah çamurla kaplatan insanları sıklıkla görebilirsiniz. Fotoğraf çekmek için çamurlanan bir hanımın yanına yaklaştım. Elinde fırçası, kuyrukta bekleyen müşterilerini deri hastalıklarına iyi geldiğini söylediği çömleğindeki kara çamurla sıvayan çamurcunun sedefli ellerinin görünümü; çamurun deri hastalıklarını iyileştirici gücüyle çelişki oluşturuyordu. Zengin mineral içerikli göl suyu için dünyanın her yanından insanlar tedavi, güzelleşme ve gençleşme amacıyla Ürdün’e geliyorlar. Suyun bu gücü yaklaşık 2000 yıldan beri biliniyor. Diğer Arap ülkeleri gibi petrolü geliri olmayan Ürdün su ve çamur özelliğini değerlendirmek için göl çevresinde konaklama yerleri oluşturmuş. Ayrıca bu mineralleri kapsayan ürünler de göl kenarındaki küçük dükkanlarda satılıyor. Lut Gölü’nün suyunun ilk etkisi kanımca yüksek yoğunluklu suyun insan cildinde oluşturduğu hücre sıvı kaybına bağlı değişiklikler... Göle giren arkadaşlarımızdan derilerinin yumuşadığını ve parlaklığının arttığını sıkça duymaya başladık. Göl kenarlarında tuzlu su ve toprağın buluştuğu yerlerde ilginç fotografik konuların bulunabileceğini düşünerek kıyı boyunca birkaç km. yürümeye karar verdim. Düşündüğüm gibi bu yerlerde grafik ağırlıklı tuz ve diğer mineral bileşiklerinin oluşturduğu katmanlar vardı. Havanın bulutlu gölün dalgasız oluşu işimi kolaylaştırıyordu. Lut Gölü’nde Lut Kavmi’nin izlerine çıplak gözle de rastlamak mümkün. Kayıkla Lut Gölü’nün alt bölümünde gezerken, güneş ışınları suyla uygun bir açı oluşturduğunda, şaşılacak bir görüntüyle karşılaşabilirsiniz. Kıyıdan biraz ötede, suyun derinliklerinde ağaçların belirdiğini görürsünüz. Bunlar göldeki son derece yoğun olan tuzların algıdaki yanılsamalarıdır. Derinlerde yeşil renkte görülen ağaç kalıntıları çok eskilere dayanıyor. Kanımca tuzlu suyun bozulmayı önleyen koruyucu etkisine bağlı... Bir zamanlar bu ağaçların yapraklarının 45 uzaktaki yakın yeşillendiği ve çiçek açtığı yer olan Siddim Vadisi, bölgenin en güzel yerlerinden biriydi. Bu bölgede, büyük bir uygarlığın izleri olan kalıntıları hala görebiliyorsunuz. Siddim Vadisi’nde Sodom ve Gomorra kentlerinde yaşayan Lut Kavmi, kutsal kitaplara göre işledikleri büyük günah olan livata(homoseksüel ilişkiler) sonucu tanrı tarafından kentleriyle birlikte yok edilmişler. Cezalandırılmadan önce bu bölgeye gönderilen Lut 46 Peygamber tarafından halk doğru yola çağırılmış. Ancak peygamberi dinlememişler. Lut Peygamber bir gece ev halkı ve diğer inananlarla bu bölgeden ayrılmış. Yanında inanmayan ve geri dönüp bakmama koşuluyla götürdüğü karısı da varmış. Ancak karısı bu koşula uymayarak yolda geri dönüp kavmine bakmış ve sonucunda taştan heykele dönüşmüş. Lut Peygamber ve yanındakilerin bu bölgeden ayrılmasından sonra Sodom ve Gomorra şehirleri şiddetli deprem ve yanardağ püskürmeleriyle yok olmuşlar. Kutsal kitaplarda bu olay “Böylece emrimiz geldiği zaman, üstünü altına çevirdik; üslerine balçıktan pişirilmiş ve istif edilmiş taşlar yağdırdık” şeklinde anlatılır. Lut Gölü, Toroslar’dan başlayan Ortadoğu’nun batısı boyunca uzanan Lut Gölü ve Kızıl Deniz bölgesinden geçerek Doğu Afrika’ya değin ulaşan dünyanın önemli tektonik çöküntüsü (Rift Fay Hattı) üzerinde. “Üstünü altına çevirdik” cümlesi şiddetli bir depremle bölgenin yerle bir olduğunu anlatılıyor olabilir. Helak olayının yaşandığı Lut Gölü bölgesinde böyle bir depremin oluştuğunun kanıtları da zaten bulunmuş. “Üzerlerine balçıktan pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağdırdık” cümlesi de depremin tetiklediği bir volkanik patlamayı anlatıyor olabilir. 4000 yıl önce yerin dibine batmış Lut Kavmi’nin öyküsünü dinleyen tüm arkadaşlarımızda oluşan iç burukluğu, rehberimizin “Lut Gölü’nden güneşin batışının fotoğrafını çekmek ister misiniz?” uyarısıyla dağıldı. Gölden on dakika önce ayrılan otobüsümüz, yolun sağında durdu. Birkaç kişi otobüsten indik ve o eşsiz günbatımını seyredip birkaç kare fotoğraf çektik. Lut Kavmi’nin öyküsünün devamını ise yorgunluğun ve sabah erken kalkmanın getirdiği uykuda düş olarak görmeye başlayan arkadaşlarımı izlerken, Ölü Deniz’e tekrar gelebilmeyi arzu ediyordum. Bu bölgeyi görebildiğim için ne denli şanslı olduğumu düşündüm. Otobüsümüz Kızıl Deniz'e doğru yol alırken, Lut Kavmi’nin yaşamı da, çoktan belleğimde tıpkı bir sinema filmi gibi akmaya başlamıştı. Lut Gölü’nden zihnime kalan en güzel miras ise, dünyanın “en derin” beyazlarını oluşturan kaya tuzları oldu. “Tadıyla tuzuyla” iz bırakan ve ömür boyu özlenecek bir gezi oldu. 47 odak noktası Ahmet Çetin Renkli anların öyküsü Fotoğrafı oluşturan en basit ifadesi ile ışıktır. Işığın bize miras bıraktıkları ise renkler… Gündüz gece devam eden bir serüvenin içinde, fark edebildiğimiz detayların en göz alıcısıdır renkler. Onların büyüsü ile hayat bulmuştur birçok sanat eseri… 48 FOTOĞRAF ışığın yazdığı yazı anlamına gelebilir. Zaten ışık ve yazı sözcüklerinin birleşmesinden meydana gelir. Çeşitli alet ve malzemeler kullanarak, bir konunun görüntüsünü, kimyasal maddeler yardımıyla özel bir yüzey üzerine geçirmeye olanak sağlar. Fotoğrafın özü, ışık ve ışığın bazı maddelerin renk ve tonlarında yol açtığı etkilerle açıklanabilir. 150 yıllık bir geçmişi olan fotoğraf diğer sanat dalları ile kıyaslandığında bir hayli yeni sayılır. Ancak büyük bir hızla gelişerek kendisini çağın teknolojisiyle bütünleştirmeyi başardı. İnsanoğlu doğayı inceleme araçları arasına fotoğraf makinesini de kattığında, bir yandan gözün görme eşiğindeki dünyamızın olağanüstü biçin, ton ve renk armonileriyle dolu olduğunu bulmuş, öte yandan bilim ve teknoloji alanında inanılmaz doğru bilgi ve ayrıntıları saptayan bir sistem elde etti. 49 odak noktası Ahmet ÇETİN 1965 Bulgaristan Filibe doğumlu. 1978 yılında Bursa’ya göç etti. 2007 Yılında Bufsad(Bursa Fotoğraf Sanatı Derneği)’ın 34. dönem temel eğitim kursunu bitirdi. Ulusal ve uluslararası çeşitli ödüllerin sahibi. Özellikle uluslararası yarışmalarda kazandığı ödüller ve sergilemeler sayesinde FIAP (Uluslararası Fotoğraf Sanatı Federasyonu)’tan ‘’Artist FIAP’’ (AFIAP) ünvanı kazandı. Şu anda Bufsad Doğa Atölyesi başkanlığını yürütüyor. Böylece fotoğraf bilimsel ve teknik araştırmaların vazgeçilmez bir aracı oldu. Anıların, olayların ve mekanların belgelenmesinin yanında, bilimsel çalışmalarda, modada, tanıtımda, uzay araştırmalarında, resmi işlemlerde, iletişimde, yayıncılıkta, bilgisayarda, sanatta ve hayatın değişik birçok 50 alanında fotoğraf hayatımızla iç içe... Günlük hayatımızda birçok alanda. Elimize aldığımız her belgede, her gazetede, yayında, gördüğümüz her reklam panosunda anılarımızı yaşattığımız her aile albümünde fotoğrafla karşı karşıyayız. Renklerin vazgeçilmez ahenginin etkisi, fotoğrafın en önemli gizi olarak her daim karşımızda… 51 fotoğrafa yazı Ben ne zaman bir yazı yazmak istesem, sen gelip oturuyorsun masama PERDEYİ HAVALANDIRAN şu rüzgar mısın sen, sahur vakti hala açılmamış oruç mu, niyetine girilmiş bir cinayet, iki ucu keskin ve kendime saplamaya hazırlandığım kararlı bıçak, içtikçe susadığım su musun, söyledikçe anlatamadığım söz, sustukça çoğalan kelimelerim misin? Bir çocuk başını kaldırıp bakıyorsa göğe merakla, havada kuşlar bir yerden bir yere müjdeler götürüyorsa, minareler birazdan ışıklarını yakacaksa, sokaklar zaman geçtikçe boşalıyor, boşaldıkça güzelleşiyorsa, çiçekler mis kokuyorsa mesela, ay küçük çocuklara dede masalları anlatıyorsa hala, savaşlar duruyorsa mermiler bitmeden, varoşlar kendi hüznünün isyan sularına dalıp şifalar çıkarıyorsa olur olmadık ve iftar sofraları aile sıcaklığı sarıp sarmalıyorsa; seninle bir ilgisi olmalı tüm bunların. Beni bilirsin. Her istasyonda duran, her istasyonda biraz daha yorulan; sonra yorgunluğunu unutup yola tekrar düşen, düşünce dizini yaralayan, uff 52 Celil Sezer deyip geçiren, annesine öptüren; sana her istasyona uğraya uğraya gelen… Bizim bahçede nar ağaçları çiçeğe durdu. Durup şimdi burada, yazı yazmak isteyip seni bulurken masamda, şaşırıp kalıyorum, bu bebeklerin seninle ne ilgisi olduğuna. Düşünsene, kışın hazırlığını şimdiden yapıyorlar. Birazdan başlayacak ezan. Birazdan son yudum çaylarını içecekler, son lokmalarını ağızlarına atıp, belki son sigaralarını arkalarına yaslanarak ama hep tetikçe telaşla tellendirecekler. Mevsim bahar, hava sıcak, pikeler neredeyse kalın gelecek şehrin insanına, damlarda yatan uzak bir Doğu’nun çocukları yüzyıllardır damlardan düşüp yaralıyorlar kendilerini. Yine de uyuyorlar sineklerin işgali ve ama bir hafif rüzgar altında. Nar ağaçlarının da seninle bir ilgisi olmalı. Serin, hafif uzak Doğu rüzgarlarının. Her gün yeni bebekler geliyor dünyamıza. Ben bir hastanede çalıştığımdan, pembe ellerine, sudan yapılma tenlerine, kokusu seninkine benzer kokularına, açılmamış gözlerinin gördüğüne emin olduğum mucizelere, küçük ağızlarının kenarından sızan bebek salyalarına, annelerinin kucağında nasıl uyuduklarına, dokunuyorum bazen. İstasyonların kanatlarına kuşlar konuyor, rüzgarın orucu hiç açılmadı ne zamandır, ayın masalı dede çocuklara küçük geliyor artık, nar çiçeklerinin kalbi kırılıyor damlardan düşünce geceleri, sinekler işgal ediyor yeni doğan her bebeği, küçük ağızların son sigaraları akıtıyor bebek salyaları.. Birazdan yazı bitecek. Birazdan gideceksin sen. … Ben ne zaman bir yazı yazmak istesem, sen gelip oturuyorsun masama. Sahi, kimsin sen? 53 havadan sudan Hayallere sürükleyen, umutlandıran ama aynı zamanda iç çekerek düşündüğünüz pişmanlıkları dile döken, en karışık hallerimizdir “keşke”lerimiz… Hem acıtırlar, hem tebessüm ettirirler. En gizli duygumuz KALBİMİZİN en gizli köşesinde saklıdır “onun” anlamı. Tek başınayken, uykuya dalmadan önce, yolculukta ya da en sevdiğin şarkıyı dinlerken aklından geçer “keşke”lerin. Dilinin ucuna gelip söyleyemediklerini, kaçırdığını düşündüğün fırsatları veya “gitme kal” diyemeyişini düşünürsün. Bazen de kazanmanın zevkine varamadan kaybettiklerini… Beni en çok düşündüren, “Asla pişman olacağım bir şeyi yapmam” sözüdür. Çünkü insanız. Duyularımızla yaşıyor, kendimizi ifade etmeye çalışıyoruz. Elbette hatalar yapılacak, yanlış anlaşılacak davranışlar olacak. Doğru olduğunu düşünerek verdiğin kararlar günün birinde belki de yanlış sonuçlar doğuracak. Yıllar önce seçtiğin meslek, şimdi sadece mecburiyetten ibaret olacak ya da büyük bir aşkla bağlandığın insan için “keşke tanımasaydım” diyebilirsin. Davranışların ve düşüncelerinle kendine ve çevrene sıkıntı yarattığın günler olmuştur. Ama gerçek olan bir 54 şey var: Geçmişte o hisleri yaşayan sendin ve o anki kararlarınla geleceğini oluşturdun; tıpkı şimdiki seçimlerinle yıllar sonrasını şekillendirdiğin gibi. Küçük ya da büyük aldığın tüm kararlardan, yaşadıklarından alacağını al koy cebine. Kazanılan tecrübeleri gülümseyerek kabul et, keşkeleri geride bırak ve içinde olduğun anı yaşamaya özen göster. Çünkü aksi, zaman kaybettiriyor, acı veriyor. Keşkeler için geçmişten bugüne taşıdığımız bir sırt çantası da denebilir. Her çantanın içinde bir keşke hikâyesi ve onunla bağlantılı bir sürü duygu vardır. İçimizde sakladığımız istekler, pişmanlıklar, vicdan azapları ve daha bir çok enerjimizi tüketen duygu... Her keşke dediğimizde bir çantayı açar, içine biraz daha yük doldurur ve sonra tekrar sırtımıza yükleriz. Bundan kurtulmanın tek yolu “geçmişteki ben”i affetmektir. Yanlış veya doğru hareket etmiş olan “ben” hata yapmış olsa bile; o günün şartlarında, o günün ruh hali içinde karar vermiştir. Bu yüzden Nazan Aşkalli ben seviyorum keşkelerimi. Biliyorum, yıllar sonra eski fotoğraflarımla olduğu gibi dalga geçeceğim. İçim acıyacak bazen, sonra ardından boş vermişlikler yeni umutlar, mutluluklar gelecek. İyi ki varsınız, iyi ki yaşamışım tek kırıntı bırakmadan. Hatta çocuklarıma öğüdüm; “Benim hatalarımdan ders almayın, kendi hatalarınızı yapın. Keşkeler yaratın. Sonra onları geride bırakmanın keyfini yaşayın. Risk almak hiçbir şey yaşamamaktan iyidir, önemli olan sonuçlarını kabullenecek gücü bulabilmek…” oluyor. Hayatın rengi bu değil midir? Biraz öfke, biraz şaşkınlık, sürprizler ve umutlar... Hedef aynı; mutlu ve güvenli bir gelecek… “Şimdiki zamanda kal. Geçmişi bir yük gibi omzunda taşıma, gereksiz yere de gelecekle uğraşma…” Osho 55 kupasız şampiyon Hayali arkadaşlarıma sordum, “Sizin için hayatta en gizemli şey nedir?” diye, bakın ne cevap verdiler. Gözde Tezer Azrail’in arkası sağlam En masum mülteci Oturma iznim yok, annemin karnına kaçak yerleştim. 1 buçuk aydır buradayım, 15 gün daha fark edilmezsem, yırttık. O saatten sonra aldıramaz artık beni. Farkıma da varmış olur, vazgeçer cipsle beslenmekten. Bacardi-cola’ya lafım yok ama arada bir su da ver be kadın! Ve biraz vitamin. Keşke şu çapulcularla takılacağına zengin bir erkek arkadaş yapsaydın, pahalı restoranlara giderdiniz de karnım doyardı. Bir de beni oluştururken uyguladığınız metodları haftanın daha az gecesi kullanırsanız sevinirim, ambale oluyorum, daracık yer burası. Neyse, ambale mambale, benim için şu dünyadaki en gizemli şey sensin anne, lütfen beni sınırdışı etme. Şöleni başlamamış kız 12 yaşındayım. Kafayı Şölen Abla’yla bozmuş durumdayım. Şölen Abla,komşumuzun kızı, 22 yaşında. Ben 9’da eve girerken o 9’da evden çıkıyor. Beni eşofmanlı babam, onu jöleli sevgilileri eve bırakıyor. Hadi diyelim sevgilim var, benimkilerin bacağı frene zor yetişir. Hem ben sağ elimden başka hiçbir şeyle öpüşmedim, eve bırakıldığına göre Şölen Abla öpüşmeyi de biliyor. Benim hayatım erimesine en az 6 yıl olan koca bir buz kütlesi, Şölen Abla’nınki sıcacık jakuzi. Şu hayatta hiç ama hiçbir şeyi Şölen Abla olmak kadar gizemli bulmuyorum, Justin Bieber’ı bile. 56 Denizanası olmak isteyen çocuk 25 yaşına geldim ve ne olacağımı hala bilmiyorum. Gelecek, ahtapot gibi. Çok fazla kolu var. Ve ben hangisini kesip yemem gerektiğine bir türlü karar veremiyorum, e hepsini aynı anda yemeye çalışırsam da boğulurum, ondan hiçbir adım atamadan öylece duruyorum. Ben belki de hiçbir şey olmak istemiyorumdur, ahtapotun “hiçbir şeylik” kolu yok mu? Denizanası falan olsam ya da olmuyor mu? Belki de ben büyük gemilere değil, minik teknelere eşlik etmesi gereken biriyimdir. Allah kahretsin mezun olduğum tüm o iyi okulları… Bu ruh haliyle cevaplayacak olursam, ne olmak istediğini bilen adamlardır Sallinger’dan bile gizemli bulduklarım. Dikkatli olsunlar, birkaç ay daha iş bulamazsam, öldürüp kalplerini sökücem hepsinin. Neydi o film, 21 Gram, kalp naklinden sonra kişilik özellikleri değişiyordu adamın… Ben de çok fena değişeceğim. Lotoyu tutturamayan kadın 20 yıl oldu evleneli… İlk yıllarda evliydim, şu an yalnızca “ev”li. Bir evim var. Bu evde yatak var, televizyon var, masa var, bilgisayar var , koca var. Yatak nasıl sabitse, koca da o yatakta öyle sabit. Televizyon nasıl susmazsa, koca da öyle susmaz. Masa nasıl tahtaysa, koca da öyle tahta! Boşanma hayalleri kuruyorum arada ama lotoyu tutturursam tekne alırım hayalleri kurmaya benziyor. Kendimden geçiyorum ama inanmıyorum. Neyi gizemli buluyorsun derseniz, bu “loto”yu tutturabilmiş insanları. Ben bilmiyorum çünkü nereden başlanır, bu 20 yıllık inşaat hangi dozerle yıkılır? Evlenirken ne güzel kız istemeye gidilirdi, kahve içilirdi, yolu belliydi… Boşanmanın neden toplumca benimsenmiş ritüelleri, tebrikleri, çiçekleri yok? Yumurtası çatlamamış amca 90 yaşındayım. Çişimi bile kendim yapamaz oldum. İlk aşkım Maria beni böyle görse ne derdi? Ya da mektepteki Müşerref? Karım da gitti beş yıl önce. Bir ben kaldım bir de şeytanım. Şeytanım da benim gibi miyoptur, doğru yolu göremez: Al çekmeceden silahını, kendi yumurtanı kendin kır deyip durur. Bastonumla kovalarım. Dertleşmeye gelir arada çocuklarım. Patron onu demiş, ev sahibi bunu; bunun neresi dertleşme, çözemem. Torunlar gelecek olursa bol harçlık veririm, karşılığında da tek bir şey isterim; bir zamanlar ne yakışıklı olduğumu anlatırken inanırmış gibi yapmaları… Yaparlar. Gençleşirim. Azrail’i bu kadar gizemli bulmamın sebebi de bu. Torun iki hikaye dinleyecek diye 50 kağıt alıyor. Azrail beni tüm çilelerimden kurtarıp 5 kuruş almıyor. Sağlam herhalde arkası. ISSN: 2146 - 1457 Yerel Süreli Yayın (2 Aylık) ! N I AY ABONELİK BAŞVURU FORMU AD SOYAD : E-POSTA : TELEFON : CEP TELEFONU : ABONELİK SÜRESİ : DO U M OR F BU N FE T Ü L BAŞLANGIÇ TARİHİ AY / YIL : DERGİ TESLİM ADRESİ : M R U LD * ADRES BİLGİLERİNİ LÜTFEN BÜYÜK HARFLE VE OKUNAKLI BİR ŞEKİLDE DOLDURUNUZ. www.dergibursa.com.tr arayın, biz sizin yerinize doldururuz. 1 Senelik (6 Sayı) Adrese Teslim Şehiriçi Abonelik : 35,00 TL Yurtiçi Abonelik : 75,00 TL Yurtdışı Abonelik : 125,00 TL ABONELİK İLETİŞİM (0224) 233 87 11 abone@dergibursa.com.tr Photo Graphica Çekirge Mah. Selvili Cad. No:12 Çelebi 2 Apt. D.1 Osmangazi / Bursa 57 film şeridi Charlie Chaplin Gerçek Adı: Charles Spencer Chaplin Doğum/Ölüm Tarihi: 16 Nisan 1889–25 Aralık 1977 Doğum Yeri: Londra Takma Adı: Charlot Siyah beyaz renkli komedi Bol pantolon, melon şapka, büyük ayakkabı, baston, badem bıyık, kıvırcık saçlar. Yazan, yöneten, oynayan, hisseden, sevilen, gülünç, zirvedeki. Şarlo. SİNEMA TARİHİNE ilgisi olan herhangi birisi zaten şu an bu satırları okuyordur ve birazdan bahsi geçecek tüm detayları en ince ayrıntısına kadar biliyordur. Fakat bu yazıyı okumaktan da kendisini alamıyordur… 58 Tıpkı Chaplin filmlerini izlemekten kendisini alamadığı gibi… Chaplin eski bir sinema şahı ama geride bıraktıkları tıpkı filmine verdiği isim gibi modern zamanlarda bugün hala nefes alabiliyor. Bunca animasyon, Hazırlayan: Engin Çakır teknoloji, eğlence ya da ışıltılı oyuncaklar olmasına rağmen bugün bile “güldürüyor” Chaplin… Çünkü gülmek isteyen her çocuğun, tebessüm eden her insanın, zaman kavramından sıyrılmak isteyen herkesin keyfini yerine getirebilecek bir karakterdi Charlie Chaplin… Siyah beyaz filmlerinde çizdiği görünümler, şaşkın palyaço Şarlo karakteri, belki de bizim toplumumuza yakın gelen özellikleri, kısaca her şeyi sıcak kılıyordu bize Chaplin’i… Onun bu kadar bizden birisi olması aslında basit bir tesadüf değildi. İşini çok çok iyi yapan bir oyuncuyönetmenin tüm sinema algılarına karşı çıkışıydı bu… Her şeyden önce bağımsız sinemacılığın ne demek olduğunu kanıtlayan en önemli sanatçı oldu. Sinemanın isterse bir patron güdümünden çıkıp, bir sanatçı(yönetmen) güdümüne kolayca girebileceğini ele güne ispatladı... Bağımsız sinema ekonomik ya da psikolojik olarak bir kurum, kuruluş ya da kişiye bağlı olmadan, yönetmen önceliğinde çekilen filmlere verilen isimdi ve bunu en güzel ‘o’ yaptı. Chaplin; fakir bir yaşantı sürmüş olmasına karşın hayata karşı direncini hiç kaybetmemiş de bir isim… Özellikle annesinin hastalığından sonra iyice yoksullaşmış… Üvey abisinin ona bir tiyatro grubunda bulduğu işe girene kadar da talihi pek iç açıcı değilmiş. Tiyatro grubu Amerika turnesine çıkmış ve turne sırasında keşfedilmiş. Keşfedilmesinin ardından altmıştan fazla kısa filmde oynayarak yeni gelişmekte olan sinemanın da etkisiyle dünya çapında görülmemiş bir üne kavuşmuş… Daha sonra uzun metraj filmlerde boy göstererek United Artists film şirketinin ortağı olmuş. Bu dönem belki de en verimli dönemiydi. Altına Hücum, Şehir Işıkları, Büyük Diktatör, Asri Zamanlar, Sirk ve Sahne Işıkları gibi başyapıtlara imza attı. Yaptığı her şeyi akıl süzgecinden geçirerek yapıyordu. Filmlerinde döneminin koşulları için imkânsız sayılabilecek mizansenlere yer verdi. Koreografiler ve akrobatik hareketler dahi yer aldı filmlerde. Komedi sinemasının bütün örneklerini sunarken tüm niteliklerini de koyu bir muhafazakârlıkla koruyordu. Heyecandan uzak, durağan sahnelerde ise dramatik öğeleri ön plana çıkartıyor, popülist yaklaşımlara, hiçbir zaman kaçmıyordu. Benimsemediği bazı yönetmenlik ilkelerine ve teknolojiye yönelik ağır eleştirilerini ise yine bu komedi tarzının içinde eritmeyi başarıyordu. Seyircisine siyah beyaz filmlerin esrarengiz tadında sessiz sessiz ulaşıyordu. Zaten başarısı da yine bundan kaynaklanıyordu. Seyircisine en doğru mesajları, en yalın şekliyle iletmeyi çok iyi biliyordu. Hayatının karakteri, kendi yarattığı modern palyaço Şarlo, dünya üzerinde filmlerinin gösterildiği her ülkede insanları kendisine hayran bıraktı… Sadece ABD’de kabul görmedi çünkü ABD vatandaşlığını reddetmesi sebebiyle bir karalama kampanyasına maruz kaldı. Kendisinden hayli genç olan kadınlarla yaptığı dört ayrı evlilik, bir dönem kendisine açılan babalık davası, The Immigrant filminde ABD memurunu tekmelediği sahne ve bazı filmlerinin komünizm propagandası olarak yorumlanması ABD’deki başarısını engelledi ve Chaplin'in ABD'ye girmesi yasaklandı. Cevabı ise şu oldu: "Bana komünist dediler. Oysa sadece hümanistim." Şarlo konan yasaktan sonra karısı ve çocuklarıyla birlikte 59 film şeridi hayatının sonuna kadar yaşayacağı İsviçre'ye yerleşti. ABD'ye ancak 1972 yılında Oscar Özel Ödülü'nü almak için geri döndü. Takip eden sene City Lights isimli filmiyle bir kez daha Oscar kazandı. Hayatı boyunca unutulmaz pek çok başarısı oldu. 86 yaşında ise İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth tarafından şövalye unvanına layık görüldü... Yaşadığı dönemde komediyi sirklerin ve müzikhollerin tekelinden kurtarıp, estetik bir film niteliğine çıkartmıştı. Yaptığı her film çok konuşuldu. Tarihte ‘Hitlerle dalga geçen adam’ olarak bilindi. The Great Dictator filmindeki Hitler tiplemesi çoğu insan tarafından gerçek Hitler olarak algılandı. Hem oyunculuğu hem de kollarını sıvadığı anlatım dolu yönetmenliği olağanüstüydü. Onu pek sevmeyen ABD basını bile hakkında, "Dünyada Peygamber İsa'dan daha çok tanınan insan" diye bahsediyordu. Şarlo’yu aramızdan biriymişçesine sevmemizin pek çok nedeni vardı. O bir "Türk" dostuydu. Özellikle Türkiye’de yayınlanacak bir radyo programında anlattıkları ilginçti ve Türkiye’de etki gösterecekti. 1943 yılında Amerika'nın Sesi radyosundan Türk halkına mesaj yolladı Chaplin… Chaplin'in sözlerini aktaran Ahmet Emin Yalman’ın gazetesi 60 Vatan, 2 ay süreyle kapatıldı. Chaplin'in o günlerde çevirdiği Great Dictator filminde Hitler ile alay etmesi, bizim o günlerde izlemekte olduğumuz dış politikaya pek uymadığı için Yalman'ın başına bu iş gelmişti. Chaplin'in söz konusu mesajının son bölümü ise şöyleydi: "Hayatımda işittiğim en hoş hikâye, Nasrettin Hoca’nın 'Eşek Hikâyesi'dir. Hikâye şudur: “Bir gün Hoca evinde oturup kahvesini içerken, komşusu gelir. Odun kesmek için ormana gideceğini söyler. Eşeğini birkaç saat için kendisine vermesini ister. Hoca'nın yanıtı şöyledir: “Eşeğim yok, çocuk onunla çarşıya gitti.” (O anda eşek anırmağa başlar.) Komşusu, “Hey Hoca, sen sakalından da mı utanmıyorsun? Ne diye yalan söylüyorsun? Eşek burada işte” deyince Hoca kızar. “Bana bak, sen bana mı inanacaksın, eşeğe mi?” Nasrettin Hoca’yı bilecek kadar işini iyi yapıyordu, eşeğe takılacak kadar komikti, bize göndereceği mesajı da yine bizden bir hikâyeyle seçecek kadar da bizlere yakındı ve haksız değildi Nasrettin Hoca nezdinde Şarlo… İnsanlara mı inanacağız, eşeklere mi? Ertem Eğilmez’in Kemal Sunal filmlerinin bazıları Chaplin filmlerine, senaryo ve içerik olarak benziyordu. Hatta Şaban isminin Şarlo’dan geldiği bile söylenir. Şaban’ın tokat atması ile Şarlo’nun tokat atması yine aynı şekildedir. En benzer filmler ise The Kid ve City Lights filmleridir. Chaplin ve bizim sinemamızdaki türevi Şaban filmleri, sinemanın iletişim gücünü fark etmiş ve dünyayı zorbalardan, savaşlardan sinemanın gücüyle yenebileceğine inanmıştı bir bakıma... Ertem Eğilmez ve Kemal Sunal da böylesine derin bir düşünceyi paylaştıkları için özeldi... Şarlo ise tıpkı Şaban filmleri kadar bizdendi. Esprilerindeki yaratıcılık, vücut hareketlerindeki anlatımlar izleyen herkes için komikti. Siyah beyaz anlatımların içerisindeki renk onu ölümsüz kılıyordu. Yaratıcılık dolu her karesi akıllara kazındı. Yaşamı dramdı, kendisi her şeyin farkında olan mecaz dolu bir komik! 61 armoni Yasmin Levy Kudüs’ten gelen hüzünlü ses Yazı: Melike Yılmaz Sürgün edilmiş bir topluluğun kederli kızı. Yaşadığı toplumun acılarını şarkılarla dile getiren bir sanatçı. Öyle bir ses ki, içinize nakış gibi işliyor. Dinlediğiniz zaman, iliklerinize kadar hissediyorsunuz sesindeki hüznü. 1492’DE İSPANYA’DA yaşanan sürgünle, kültürlerini yaşatmak adına kendilerine Ortadoğu, Balkanlar ve Kuzey Afrika’da yeni bir hayat kurma derdine düşen topluluk; Sefaradlar. Antik İspanyolca ile birlikte Balkan dilleri, Arapça ve İbranice’den gelen sözcüklerin de eklenmesiyle günümüzde yaşatmaya çabaladıkları dillerinin ismi ise Ladino. Bugün bu dili şarkılarıyla yaşatan, Kudüs’te başlayan bir hikâyenin kahramanı, dinlediğinizde gözyaşlarınızı zapt etmenizin pek 62 mümkün olmadığı bir ses Yasmin Levy. Yaşanan sürgün sırasında sanatçının ailesi Manisa’ya göç etmiş. Yasmin Levy’nin babası Yitzhak Levy, Manisa’nın İzmir’e çok yakın bir kasabasında dünyaya gelmiş. Üç yıl sonra sonra ailesi Kudüs’e taşınan Yitzhak Levy, burada Sefarad şarkılarını kaydetmeye başlamış. Bununla yetinmeyen Yitzhak Levy, kaydettiği şarkıların sözlerini ve müziklerini deşifre ederek aşk şarkılarından ve ilahilerden oluşan çok sayıda kitap derlemiş. Tüm bunlar Sefarad kültürünü ve Ladino Fotoğraflar: Ali Taşkıran Diskografi 2004: Romance 2005: La Juderia 2007: Mano Suave 2009: Sentir dilini yaşatmak için gösterilen bireysel çabalar olabilir. Fakat Yasmin Levy, farklı müzik türü ve kullandığı doğu – batı enstrümanlarıyla ve en önemlisi de yanık sesiyle bu kültürü uzun yıllar canlı tutacakmış gibi duruyor. Sanatçı, bunlarla yetinmeyip, yaşadığı toplumun hüznünü, kederini yüreğinin derinliklerinde hissediyor. Böyle olunca da dertler kederler şaha kalkıp “Bu kadar da olmaz” dedirtecek bir sesle can buluyor. Her albüm farklı bir şeyler söylüyor Yasmin Levy’nin çıkarmış olduğu albümlerin hepsi farklı birer lezzet gibi. Bir albüm Flâmenko esintileri taşırken, diğeri buram buram Kudüs kokuyor. Sanatçının 2004 yılında çıkardığı Romance albümü, Levy’nin babasından öğrendiklerini kayda geçirerek oluşturduğu bir albüm. Kişiselliğin ağır bastığı bu albüm, gönül teline fazlasıyla dokunan cinsten. Sanatçının, 2005 tarihli “La Juderia” albümü geleneksel Sefarad şarkılarını flamenko ezgileriyle tanıştırıp, ezan başta olmak üzere Ortadoğu’yu simgeleyen seslerle harmanlayarak çok kültürlü ve ses getiren bir çalışma olmayı başarmış bir albüm. Bu albümün bir özelliği de Yasmin Levy’e dünyanın dört bir yanından hayran kazandırırken aynı zamanda kayda değer bir ticari başarı elde etmesi. 2007 yılında çıkan Mano Suave albümünde Yasemin Levy, Sefarad şarkılarını kendine has tarzıyla söylerken duygusunu eksiksiz yansıtmak için midir bilinmez flamenkoya sığınmamış. Durum böyleyken gitar, vurmalı çalgı, darbuka, arp, kontrbas, klarnet, ney, zurna gibi farklı kültürlerden ve disiplinlerden enstrümanları bir arada görmemiz sürpriz sayılmaz. Farklı coğrafyaların ve kültürlerin müzikle buluşturulduğu albümde bir Türk’ün de payı var. Ud ve kanun sanatçısı Mümin Sesler. Levy’nin 2009 yılında çıkardığı “hissetmek” anlamına gelen Sentir albümü ise sanatçının önceki çalışmalarından farklı olarak ne bir tek Sefarad kültürünün izini sürüyor, ne de sadece Flâmenko ya da Ortadoğu’ya has ritim ve melodilerin. Bunların hepsinden azar azar ve kararınca olduğu repertuvarının yanı sıra gerek çok sesliğe daha çok prim veren düzenlemeleri, gerekse teknolojiye daha çok yatırım yapılmış kaydıyla hedefi on ikiden vuruyor. Yüzyıllardan beri şarkılar aynı dili konuşur. Kültür, yöre, töre ne kadar farklı olsa da; dünya bir mozaik pasta ise; her din, her ırk, her millet bu mozaiğin bir parçası ve en nihayetinde bütünüdür. Yasmin Levy de tıpkı bir puzzle gibi, bu mozağin içindeki belki de en hüzünlü yeri dolduran sanatçı... 63 64 65 hemzemin Bu dünyada yaşamayanlar 66 Nazlıhan Ergin Şevik MALUM hemen herkes gibi ben de tatilden yeni döndüm. Trakya’dan başlayıp Ege’yi dolaşarak Akdeniz sınırına kadar gittim. Size oralarla ilgili gezi notları yazmak, kabak çiçeği dolması, damla sakızlı kurabiye, şarap likörü önermek isterdim. Hatta hiçbir klimanın olamayacağı kadar soğuk olan su mağarasını, buz gibi şelalenin ve suların üzerindeki oksijen deposu Ayazma Ormanı’nı, parıl parıl güneşin altında begonvil küpeleriyle uzanmış ikoncan Bodrum’un denizini anlatmayı çok isterdim ama aklımda başka düşünceler var sizlerle paylaşmak istediğim… Yani bu giriş yazısıyla tatil modumdan çıkıp, sizinle dertleşmek istiyorum. Açıkçası kafam biraz karışık… Amy Winehouse’un ölümünün üzerinden henüz birkaç gün geçti, ben de Valerie dinlerken aklıma çengelleriyle düştü bir sürü soru işareti… Valerie’de diyor ki Amy; “Well Sometimes I Go Out, By Myself, And I Look Across The Water. (Bazen kendi başıma çıkıyor ve sulara bakıyorum) And I Think Of All The Things, Of What You're Doing, And in my head I Paint A Picture. (Herşeyi düşünüyorum, ne yaptığını ve kafamda bir resim oluşturuyorum) Ben de senin ne yaptığını düşünüp kafamda bir resim oluşturmaya çalışıyorum Amy. Bu erken veda neden şimdi? Seni düşünüyorum, senin gibileri… Bazen rastlarız öyle insanlara. Bizimle oturup konuşmasına, sosyalleşmesine gerek yoktur gibi davranırlar. Kimi zaman sadece bir dinleyici gibi otururlar yanımızda kimi zamansa inceleyen gözlerle… Burnu mu çok havadadır yoksa kendine güveni mi yoktur bilemeyiz ya bazen, işte öyle biriydi Amy. Gecenin karanlığında geçip giden sessiz bir gemi mi, parlak bir yıldız mı anlayamadığımız… Hani bir varmış bir yokmuş gibi, gecenin körü tren camından görünen değerli bir şehrin silueti gibi ışıklarını salıp üzerimize, gözlerimizi kamaştırıp gitti. Şimdi bir efsane oldu değil mi? Sahi, nasıl yaratır efsaneler kendini? Yok edip kendini yana döne bir Anka kuşu misali, küllerinden yarattıklarını bu evrene, nesillere bırakınca mı? İster cinayete kurban gitsin, ister intihar etsin ya da madde kullanımından kendi sonunu hazırlasın, hikâyenin başına döndüğümüzde efsane olan kişinin seçimleriyle karşılaşmıyor muyuz? Çoğu zaman yanlış da olsa bu seçimler her ne pahasına olursa olsun seçiminden vazgeçmeyişini görmüyor muyuz? Örnekleri çok, siz de biliyorsunuz, Kurt Cobain gibi, Janis Joplin gibi, Jimi Hendrix, Jim Morrison gibi 27’liler Kulübü’ne o da kendi seçimi olan yüksek dozda madde kullanımı ile katıldı. Yaşamın yönünü seçimlerimizle buluyoruz. Bazen hiç düşünmediğimiz sonları yaşıyorsak bu yine başta aldığımız kararların sonucu oluyor. Aslında herşeyi neden sonuca bağlamamak da gerekiyor, bunu şöyle yaparsam böyle olurların da tersine çıktığını da deneyimliyoruz. İşte o zaman da “kader” bizim kurtarıcı bahanemiz oluyor. Hani akışına bıraksak diyorum, su misali… Su akıp yatağını bulur ya hani. Eee onun da yolu böyle kötüye varıyorsa ne yapacağız? Bilmiyorum hangisi doğru… Evveline varalım; onlar mı bizi ötekileştirdi yoksa biz mi onları öteledik bu dünyada? Marjinal, entellektüel, tuhaf, garip yaftaları yapıştırdığımızdan mı barınamadılar aramızda? Bazılarımız canhıraş onları bizden yapmaya çalıştılar çünkü rahatsızlık duyduk garipliklerinden ve bizim aramızdaki edilgenliklerinden ya da onların rahatsız olduklarını zannettik. Akışına, oluruna bıraktığımızda da sonuçlarına hep birlikte katlandık, vicdan muhasebeleri yaptık, suçlu aradık, suçu onlara attık. Aslında o bulunmak istediği yerdeydi hep, bilemedik. “Ben iyiyim böyle” derken yanılgı olduğunu bildiğimizden, onu anlamaya gayret etmedik, anlamak istemedik. Onun anlamı uzaklardaydı, onun “ben”inde, “biz”de değil. Bu yüzden yalnızlıklarını bir örtü gibi çekinirler üstlerine bu dünyada yaşamayanlar. Üşümeseler de onlarındır o yalnızlık yorganı, çekip almamızı istemezler. Çünkü bütünleşemezler onlar bizimle, hatta mekânla ve zamanla… Bundandır yaşamlarının tam ortasına koyuşları yanlış seçimleri. O yanlışlar onların gerçekle, dünyayla kurduğu çıkmaz (kuramadığı) ilişkilerinin umarsızlığı, “banane”sidir. Biz anlamak istemeyiz, rehabilite etmeye çalışırız inatla. Amy’nin Rehab şarkısında bize anlatmak istediği de yalnızca bir arkadaş isteğiydi, etrafında onu rehabilitasyon merkezine götürmeye çalışan yakınları değil. Onlar arasından Amy gibi çok sayıda müzisyen, şair, ressam ve entelektüeller çıkmıştır. Çünkü sanatçı kişilerin olmazsa olmazıdır yalnızlık, melankoli, acı ve ait olamayış bu evrene. Zaten bu tip duyguların ifade edilmesi için başvurulan yol değil de nedir ki sanat, insanın içinin dışavurumu değil de nedir? Onlar eserler yaparlar kendilerini çemberin dışında tutarak. Düşünceden maddeye geçirirken bir sanat eserini, üreten kişi soyutlar kendini ortamdan. Çünkü içindeyken çemberin gözlemleyemez çemberi, yaptığını, kendini izleyemez uzaktan ve izleyemezse eğer hata payı mutlaktır. Bundandır ki kusursuz işler hep çemberin dışındakilerden çıkar. Çember deyince Murathan Mungan’ın sözleriyle, Yeni Türkü’nün en sevdiğim şarkısı geldi aklıma; Ya dışındasındır çemberin ya da içinde yer alacaksın… Kendin içindeyken, kafan dışındaysa Çaresi yok kardeşim her akşam böyle içip kederlenip Mutsuz olacaksın Meyhane masalarında kahrolacaksın… Ve bundandır çember büyüdükçe daha da çok dışarıda kalır insan. Bir de bakmışsın ki o artık dışarıda bile yoktur. Yine de bu dünyada yaşamayanlar bize çok güzel şeyler bıraktılar. Belki de şimdi parlak bir yıldız gibi semadan bakıyorlardır dünyadaki izlerine… Hemzemin’de buluşmak üzere, sevgiler. 67 keyfi yerinde Keyfin tüten hali Lezzet ve keyif avcılığımızda doruklardan birisi de şüphesiz purodur. Bilerek, severek ve dozunda içilen bir puro sizi yedikleriniz ve içtiklerinizin ardından zirveye taşıyabilir. Her ne kadar aristokrat ve pahalı bir keyif olarak değerlendirilse de, bırakın öyle düşünenler olsun, biz nasıl keyfini çıkaracağız ona bakalım. M. Melih Karaer 68 SİGARAYA KARŞI OLMAMA ve topluma açık yerlerde sigara tüketilmemesi savunucusu olsam da keyfiyle, doğru, dengeli içilen bir puroya da bayılırım. Sık olmamakla beraber aralıklarla, doğru ortamı bulduğumda keyfini çıkarmak isterim. Keyfini çıkarabilmek için de puroyu yakından tanımak gerektiğini, doğrularını, ritüellerini uygulamak gerektiğini düşünüyorum. Öyle ya her el yapımı puronun, bir sanat eseri olduğunu unutmamak gerekir ve ona hakettiği değer verilmelidir. Puro denilince akla haklı olarak ilk Küba geliyor. Bu mütevazi, bir o kadar da güzel tanınan ada, purosuyla çok ünlü... Tüm dünyadan daha kolay ve ucuz fiyatlara puro satılan ülkede, puro tüketimi de oldukça fazla. Doğanın bir hediyesi olarak da puro üretimi için harika bir toprak yapısı ve iklim mevcut. Özellikle adanın batı tarafında yetişen tütünler komşu ülkeler, örneğin Dominik Cumhuriyeti, Costa Rika, veya Nikaragua’da bulunmayan güzelliklere sahip. Kokusu, içimi, dolgunluğu ve sarım vb özellikleri eşsiz... Diğer Puro üreticilerinin erişemediği bir biçimde üç tip dolgu tütünü, bağlayıcı tütün ve dış sarma tütününün tamamını Küba kendi bünyesinde üretiyor. Dış sarım yaprakları daha koyu ve dolgun olan Küba püroları özellikle puro keyfi gelişmiş insanların tercihi... Yeni başlayanlar için ise, daha hafif ve ince olan Dominik puroları... Peki Puroları nasıl ayırt ederiz, nelere dikkat etmeliyiz, nasıl ve nereden almalıyız? Puroda kalite sembolü olmuş pek çok marka var. Bunlardan almak daha az riskli olur. Puro, her yerden alınmaz. İyi koruma şartlarına sahip tanıdık yerlerden almak doğru olur. Bunların ötesinde, doğal olarak purolarda da kaliteli ve kalitesiz olanlar vardır. Kaliteli bir puronun başta ambalajından anlarsınız, daha sonra kokusundan... İyi bir puro harika tütün yaprağı kokarken; özensiz yapılmış, kötü tütün kullanılmış ve aceleyle sarılmış bir purodan itici kokular alırsınız. Puroyu incelerken, dış sarımının daha yağlı ve çatlaksız olmasına dikkat etmelisiniz ve elinize aldığınızda parmaklarınızın arasında silindirik hareketlerle çevirmelisiniz. Kulağınıza yaklaştırarak içeriden kırık ve kuru tütün çıtırtıları gelip gelmediğine dikkat etmelisiniz. Çıtırtı sesi puronun kuru olduğuna işaret eder ve istenilmeyen bir durumdur. Puro ya iyi ve yeterli nemde üretilmemiştir ya da iyi saklanmamıştır. Diğer yandan puro çok ıslak da olmamalıdır. Fazla nem, bakteri ve küf oluşumuna sebep olur ve yaktığınızda kötü kokular verir. Bütün bu noktalara özen gösterdiniz ve puronuzu aldınız diyelim. Peki ya diğer detaylar? - İyi ve el yapımı bir puronun ucu kapalıdır. Uygun bir kesici ile ucu kesilerek içilmeye başlanmalıdır. Ağızda ucu koparılmış bir puronun bir süre sonra sarımı bozulur, keyfi kaçırır. - Puro yakılmadan yalanmaz, doğru üretilmiş ve saklanmış bir puroda buna ihtiyaç olmaz. - Puro kükürtsüz bir kibritle veya eski tip benzinli bir çakmakla yakılmamalıdır, bunların kötü kokuları bünyeye geçer, onlar yerine Torch tabir edilen özel puro çakmakları tercih edilmelidir. - Önce ağızda değil, dışarıda, elde çevirerek ve her noktası homojen yakılmalıdır. 1 dakika kadar sonra nefes çekilmelidir. Bu nedenlerle herkes kendi purosunu kendi yakmalıdır. - Puro nefesi çekildiğinde, şarapta olduğu gibi ağızda gezdirilip tadına varılır ve yavaşça üflenir. 69 keyfi yerinde - Birkaç nefes sonra dumanı koklanır ve ruhuna varılarak ne kokular verdiğine; örneğin kahve, baharat, odunumsu kokuların olup olmadığına bakılır, artık keyfin zirvesidir. - Puro dumanı bütünüyle ciğerlere çekilmez, ağızda tutulur, nikotin dil altından emilir. - Puro asla sigara gibi içilmemelidir. Günde 1, haftada bir veya birkaç puro içilebilir. - Puro aç karnına değil, güzel bir akşam yemeğinin ardından içilir. - Beraberinde kahve, Cognac, single malt viski veya armagnac tercih edilebilir. - İçilirken tükürük oluşursa çıkarmak gerekir, yoksa ağızda acılaşma olur. - Puro içiminde özen gösterilmeli, yaklaşık dakikada bir veya iki nefes alınmalı, ne sönmesine ne de çok kızarmasına izin verilmemelidir. Çok sık nefes alındığında puro kızarır, hem kurur hem kokularını hem de zerafetini yitirir. - Sönmüş puro iyi olmamakla birlikte, kesilmek suretiyle tekrar yakılarak ancak kısa süre içinde içilebilir. Çok uzun sönük bırakılmamalıdır. - Puro dişler arasında sıkılarak içilmez, sürekli ağızda tutulmaz, aksi taktirde arkası ıslanır ve nefes çekmek zorlaşır. - Puronun külü kendi düşmelidir veya düşmeye yakın silkilmelidir, tabla 70 kenarına sürterek külü temizlemek olmaz. Ve nihayetinde puro kendi sönmelidir. Yanarken söndürmek için tablada basarak hem Puronun ruhunu rahatsız etmiş olursunuz, hem de ortama kötü kokular bırakırsınız. Puroyu saklamak da ayrı bir özen ister. Saklama ısısı 10 ile 25 Santigrad derece, nem oranı da %70 civarında olmalıdır. Bu nedenle örneğin buzdolabında saklamak olmaz. Orada 4 derece soğukta ve maksimum %50 nem oranında saklanılamaz. Buzdolabı bilinenin tersine yeterli nemi sağlayamaz. En doğru yol, yakın zamanda içeceğiniz puroyu doğru saklanılmış bir yerden alıp içmek veya bir Humidor edinmektir. Humidor içi sedir ağacı kaplı ve bir nemlendirici cihazı bulunan bir kutudur. Çok pahalı olmamakla beraber muhtelif ebat ve fiyatlarda çeşitlere sahiptir. Şarapta olduğu gibi, puro da içildikçe ve daha fazla denendikçe bilgisi, görgüsü artan ve daha fazla keyif alınan özel bir keyiftir. Siz de şayet puro keyfini denemek isterseniz ya da bu keyfe zaten sahipseniz, deneye deneye kendi purolarınızı bulur ve onlarla devam edebilirsiniz. Ancak yine de bazı ipuçları vermek doğru olur kanısındayım. Puro tercihlerinizde bazı markalar sizi yanıltmaz. Örneğin ünlü Davidoff markası puroda bir yıldız olmuştur. Zamanında Küba’dan kaçarak Dominik’te puro üretimine başlayan bu aile çok çeşitli, güzel pürolar üretiyor. Yine Küba’dan kaçan Arturo Fuente ailesi ürünleri ve Cuesta Rey ailesi puroları da; Küba tütünüyle yakın ülkelerde üretilen diğer güzel puro markalarıdır. Kübanın meşhur purolarına gelirsek, en bilinen ve pahalı olan Cohiba’nın yanında; Romeo y Julietta, Montecristo, Partagas ve Trinidad geçmişi kuvvetli firmaların başında geliyorlar. Puro tamamen doğal tütünden üretilmiş olduğundan ve sigara gibi katran, kimyasallar vb. içermediğinden daha masumdur. Öte yandan dumanı içe çekmediğimizden ciğerlerimize zarar da vermez. Ancak puronun içildiği ortama pasif içicilik zararları yaydığı unutulmamalı, özellikle çocuklardan uzak tutulmalıdır. Bütün bunlara özen gösterilip içildiğinde sizi keyfin zirvesine taşıyacağına inanıyorum. Bende öyle oluyor.. Keyif ve ağız tadı dileklerimle. 71 köşe Mısır piramitlerinin sırrı kadar gizemli bir hadise… Bir elmanın iki yarısı derler kadın ve erkek için, sorarım sizlere hangi elmanın bir yarısı diğerinden bu kadar bihaber ve diğer yarısı hükmen galip konumunda gibi kendince mağrur, bir o kadar huzursuz bu halden? Kadın dediğin çok bilinmeyenli denklem, erkekse bu denkleme aradığı çözüm içerisinde kendini kaybetmiş bir deha. Kadınlar ne ister? Dilek Şen Denklem dediğim mutlak sonucu olan bir hadise olmadığından belki; insanlığın gelişim sürecini katman katman ayıran Sigmund Freud dahi çözüm bulamamış bu soruya. Kişisel gelişimin 5 farklı dönemden oluştuğunu kanıtladığı sırada bu dönemlerin hiç birinde karşısına çıkmayan ancak karşılaştığı her kadında yine yeni yeniden şeklinde bilinmezliğe gark olan Freud belki de insanlığın en büyük derdine aradığı dermanın etkisi ile sorduğu “Kadınlar ne ister?” sorusunda bizi bize sorar. Çok basit diyenleriniz mevcut hatta çoğunlukta şu an; sevgi, ilgi, şefkat, duyarlılık diyorsunuz. Biraz daha materyalist olanlar için zenginlik ya da mal mülk; idealistleriniz için başarı; feministleriniz için ise tam bağımsızlık ya da eşitlik… Ve daha pek çok şey. Oysa durup düşündüğünüzde bu saydıklarımı ve aklınıza düşürdüğüm binlerce arzunuzu fark edeceksiniz ki aslında siz de bilmiyorsunuz içinizde var olan gerçek sizin neler istediğini. Bir yanımız özgür olmak ister, bir yanımız küçük bir kız çocuğu gibi 72 korunmak. Elimizi uzattığımız her şeye erişmek isteriz çoğu zaman ve sahip olduklarımız acilen değer kaybeder. Kaybedilenlere üzülmeyi severiz aslında yerine yenisi gelen kadar, gelenin gideni arattığını söyler, eskiye rağbeti bitpazarında biliriz. Ağlarız sıklıkla ve hiçbir açıklaması yokken dökülen gözyaşlarımızla açarız pek çok kapıyı, attığımız kahkahalar ise kadın olmanın güzelliğidir. Güzelliğimizin farkındayızdır aslında, yetmediği yerde destek almaktan gocunmayız, gerekirse gider daha güzel bir modelle değişebilmek için cerrahlara teslim oluruz. İçimiz dışımız bir gibi davranır kendi içimizden habersiz olduğumuz için bu halimizi doğal sayarız. Oysa içimizdeki fırtınaların biz bile farkında değiliz. “Kendini Tanı” sözüyle insanlığa yön veren filozofların hepsinin erkek olmasını dikkate almaz, uçan kuşun halini merak eden bizler karşı cinsimizin neden hayatı bu kadar sorguladığını pek merak etmeyiz. Neyimizi anlamadıklarını sorgular, anlamadığımız erkekleri suçlar, onların düz mantıklarına sığmadığımızı söyleriz. Haksız sayılmayız aslında; bizim için her işin milyon tane detayı, her sorunun aciliyetli yüzlerce çözümü vardır. Tek derdimiz hangi yoldan gidip hangi sonuca ulaşmak istediğimizdir ki buna biz bile zor karar verirken, bize bu konuda yardımcı olacak birilerini bulmak neredeyse imkânsızdır. Hemcinslerimiz ile anlaşamadığımız anlarda, temelinde yatan bu seçenekler arasında hiçbirimizin aynı yolu seçmeyişi ve sonucunda hepimizin bambaşka beklentilerinin olmasıdır. İçimizdeki labirentlerin süslediği benliğimizin kalesinde gizemli birer varlık olmamız doğurur bu karmaşık denklemlere dönüşen kadınlığımızı. Kendimizi çözümleyebilmiş değilken biz, aslında severken bu halimizi, kendimizi özetlememizi isteyen kolaycıların dikkatine; “Gittiğimiz yerlere güzellik, ardımızda kalanlara öksüzlük bırakırız biz. Nedensiz, sebepsiz görünse de isteklerimiz, çoğu zaman biz olabilmektir derdimiz. Gözlerimizdedir aslında gizemimiz, içerisinde gördüğünüz her şey biraz biz, biraz siz. Aslolan bizim için ışığımızı yansıttığımız aydınlıklarda bizi görebilmeniz.” 73 rengarenk “Tabiatın yok saydığı” Simgesel altyapısı en güçlü olan rengi konu ediyoruz. Işığı yansıtmadığı için renk pigmentleri “onun gibi” görünür. Saydamdır ve tabiat “onu” yok sayar. İnsan gözünü her kapadığında “onu” görür. Beyaza en yakın ama en uzak olandır. Sevenleri için vazgeçilmezdir. Geri kalanlar “ondan” hiç hoşlanmaz... Hex değeri: "#000000" RGB değeri: "0, 0, 0" CMYK değeri: "0, 0, 0, 100 74 ÇAĞLARDAN BERİ simgesel olarak daha çok olumsuz çağrışımlar yüklü; en açık renk olan iyiyi, temizi, aydınlığı, Ying’i ve yaşamı temsil eden “beyaz”ın zıddı olarak, en koyu renk kabul edilir. Sınırsız karanlığın, kötülüğün rengidir. Işığı emer ve yansıtmaz. Bu nedenle daha çok gecenin, şeytanın, pisliğin, nefretin, uğursuzluğun, mutsuzluğun, kirliliğin, acı çekmenin, suçun, günahın rengi (bkz:cennetten kovulduklarında Adem ile Havva’nın giysilerinin rengi) olarak kabul edilir. Tüm renklerin yok oluşu ölümü çağrıştırdığına göre ölümün rengi de “o”dur. Zaten çoğu toplumda ölüm anlamına gelir. Kazandığı olumsuz anlamların yanı sıra, tek tanrılı dinlere geçişle birlikte rahiplerin, yas tutanların, devlet adamlarının giysilerinin rengi olarak saygısızlık ve ciddiyet yananlamlarını da kazandı “o”. Yas giysisinin rengi olarak, çağlar boyu özellikle güney bölgelerinde dul kadınların ölene dek giydiği giysiler, yeniden evlenemeyecekleri ya da evlenseler bile kovulacakları anlamını taşıdığı için yine ölümü ve acı çekmeyi simgeledi. Yüz yıllardır yasın rengi. Hıristiyanlık’ta ve İslam'da; gelişmeyen durağan değerleri, mutlak devinimsizliği, yani ölümü simgeliyor. Psikolojik bakış açısında da, gece görülen rüyalarda, tüm öteki renklerin görünmez olduğu, tüm ışıkların yok olduğu karanlıklarda, kaosu, karmaşayı, kötülüğü, uğursuzluğu, korkuyu, bilinçaltını ve ölümü çağrıştırır. Ancak, tüm bu olumsuz çağrışımlara karşın, tüm dinlerde yaratılış öncesini de simgeleyen ve Empedockles'e göre toprağın rengi olan bu renk, köklerinde verimli toprağın, doğurganlığın, bolluğun (yağmur bulutlarının rengi) rengi olup yaşamsal gücü de simgeleyerek olumlu yananlamlar da kazanır. Bolluk tanrıçalarının rengi olması da(Isıs, Athone, Aphrodite) bunun göstergesi sayılabilir. Kuran'a ve Mevlana'ya göre ise, tüm öteki renklerin vardığı yer olan mutlak renktir. Örneğin, Mekke'nin taşının parlak rengi, Tanrı'ya en yakın yer olarak kabul edilen en uç noktada, bu renkle parlak beyazın birleşerek aynı olduğu yerde, kendinden geçmenin doruğa ulaştığı anı simgeler. Simyacılara göre ise, değişikliğe uğramayı simgeleyen evre ("I” oeuvre au noir"), kimyasal bir tepkimede maddenin ayrışıp başka bir maddeye dönüşmesi anlamına gelir. Simya formülünden yola çıkarak, metalleri altına dönüştürerek elde etlikleri "Büyük eser"in ilk ve en önemli aşamasıdır. Bu anlamda; zorlu deneyimleri, acıyı simgelediği kadar bilgeliğe ulaşmada, değişimde, yeni değerler kazanmada da en önemli adımdır. Ying Yang felsefesinde beyazla iç içe geçen bir şekilde sembolize edilir. “Her iyinin içinde bir kötülük, her kötünün içinde bir iyilik vardır...” Ying Yang sembolünün yang kısmı, bilinen ve söylenenlere inat; ışığı, aydınlığı, pozitif düşünceyi, gündüzü ve yaşamı çağrıştırır. Beyaz yani ying kısım ise, karanlığı, ölümü, negatifliği ve geceyi çağrıştırır. Kısaca zıtlar birbirini besler. Japonya’da “mutluluk”tur, tüm dünyaya inatla… Sarı kadar dikkat çekici, kırmızı kadar şehvetli, mavi gibi soğuk, turuncu gibi sıcak değildir. Gizemlidir. Ne söylediğini anlayamazsınız kolay kolay. Gücü anlatır bazen. Dikkat edilirse, makam arabalarının rengidir. Konsantrasyonu arttırır. Einstein konsantre olabilmek için perdelerini bu renkten seçmiştir. Karşı koymanın, yok saymanın rengidir. Bazen sessizliğin. Terk edilmişliğin rengi olsa en çok yine “o” yakışırdı. Bazen de kurtarıcıdır, usta bir kamuflajcı... Özellikle kadınların, kilolarını kapatmak için tercih ettiği tek renktir. Simgesel olarak çağrıştırdıkları aslında saymakla bitmiyor SİYAHIN(KARANIN). Türkçe'de olumsuz anlamları daha çok "kara" ile verilen siyah renk "kara cahil","kara gün", "kara haber", "kara toprak", "kara mizah", "kara sürmek/ kara çalmak", "karabasan", "karaborsa", "kara sevda" gibi pek çok sözcük ve deyimde umutsuzluğu, üzüntüyü, geri kalmışlığı, cehaleti, korkulu düş ve kabusu, sıkıntılı ruh durumlarını, lekelenmeyi, iftirayı, yasadışılığı, ölümü ya da felaketi çağrıştırır. Fakat tüm bunların aksine, “gecenin en karanlık anı, şafak sökmeden az öncedir...” 75 rengarenk Siyah denince aklımıza gelenler… Türkan Şoray Kara Sevda Karabaş Kara Kartal Kara Toprak Michael Jackson Arap Atı Duman Zift Kara Lahana Kömür Siyah Ekran Rihanna Rock Simokin Siyah Süt Gece Feneri Karadeniz Karacaali Köyü Kir Michael Jordan Kara Kedi Gece Hüzün Karayolu Güneş Gözlüğü Karaköy 76 Elektrik Bantı Kara Kaplı Defter Darth Wader Kara Üzüm Habbesi Kara Büyü Ferace Kara Delik Kara Tahta Petrol Üzüm Batman Siyah Kuğu Kara Leke Kara Çarşaf, Kara Haber Kara Kutu Karabasan Silah Kara Lastik Kara Gümrük Kara Sinek Kara Şovalye Kara Cahil Arap Kara Şimşek Mafya Mürekkep Kara Kedi, Obama Plak Karanlık Metal Müzik Satanizm Mühür Gölge Karınca Siyah İnci Karaciğer Kara Tren Karadul Zenci Matem A.Karahisar Kara Tezgah Zeytin Asfalt Zindan Kara Dut Afrikalı Browni Karakan Panter Karagöz Kara Merhem Kara Fatma Çikolata Araba lastiği Siyah Nokta Nelson Mandela Men in Black (Siyah Giyen Adamlar) Siyah Ekmek 77 deli kızın defteri Gözde Aral Kötüyüm ben, kötüyüm, kötüyüm, kötüyüm! YAZ, sıcak bir gün... 70 kişi bir salona tıkışmışız, toplantı yapıyoruz. Can sıkıcı. Üniversitede dersteymişim gibi hissediyorum. Biraz daha yetişkin, biraz daha öğretmen, biraz daha kadın olmamdan gayrı değişen pek bir şey de yok aslında. Konsept aynı, hoca bir şeyler anlatırken birbirimizin kağıtlarına notlar yazıyoruz, gülüşüyoruz, fısıldaşıyoruz. Bir ara pislik bir yorum yapıyorum, gülüyoruz, sonra da arkadaşlarımdan birine tişörtümdeki yazıyı işaret ediyorum, “I love my dark side!" 1 Tüm ciddiyetiyle, biraz da "hadi oradan" edasıyla, "you don't have a dark side, do you?” 2 diye karşılık veriyor. Tüm ciddiyetimle, biraz da "hangimiz biraz … değiliz ki" edasıyla kafamı sallıyorum, “I do. Deep inside...” 3 Yandan yandan gülüyoruz, toplantı akıyor. Şeytan olmak kolay bir şeydir herhalde. Lamı cimi yok, kötülükle kol kola gezeceksin. Melek olmak hakeza… Meleksen e-mail hesabın melek@ iyilik.net olacak. Peki ya içinde bu ikisinden de parçalar barındıran insan ne yapsın? Mutlak iyi ve mutlak kötü diye bir şey yok, bu kesin. Kimse ne tepeden tırnağa bir Rahibe Teresa olabilir, ne de her daim elindeki budu vahşice ısırırken “nihohaha…” diye gülen bir Erol Taş karakteri… Dünyaya gelişimizle birlikte içimize serpilmiş iyilik ve kötülük tohumları birer ikişer patlayıp, her geçen gün yeni sürgünler vererek ruhumuza dolanan sarmaşıklar halini alıyor. Ve bir kez birbirine dolandıktan sonra bu ikisinden birinden kurtulmak insanoğlu için pek de kolay olmuyor. Bunu bile bile, ben mesela, "kötü" olabileceğimi uzun süre kabullenemedim. Çocukluğumdan beri iyi biriydim ben, büyümek kötüleşmek anlamına gelemezdi. "Hatalı", "yanlış yolda", ya da "iyiyle kötüyü ayırt edemiyor" olabilirdim; ama kötü, asla! Niyetim iyiydi bir kere. Hem sonra şartlar beni buna zorlamıştı. İsteyerek yapar mıydım hiç! canavarlar görmeye başlayabilirsin pekala." 4 Asıl sorun şuydu: Nereye kadar? Nereye kadar kaçabiliriz ki gerçeklerden? Nereye kadar aklayabiliriz karalara bürünen benliğimizi? Yadsımanın faydası yok, kötüyüz. Hem de en az iyi olduğumuz kadar… İçimizde birbirine karışmadan, su ve yağ gibi dalgalanıyor iyilikle kötülük. Yetişkin olma yolunda, çocukluğa dönüş umuduyla ardımızda bıraktığımız masumiyet kırıntıları, kargalara yem oluyor daldığımız kara ormanda… Mazeret göbek deliği gibidir, herkeste bulunur. Bahanelere sığınıp vicdanını rahat ettirmek, hatta daha da ileri giderek haklı çıkmak istedikten sonra, elini atsan mazerete çarpardın, mesele o değildi. Söylediğin yalanlara inanıp, doğrunun bittiği noktayı kaybettikten sonra suçluluk duygusu buhar olup uçuyordu. "Her şey bir yorum meselesiydi, ya da bir tercüme hatası. Ne gördüğün, ne görmeye yatkın olduğuna bağlıydı. Eflatun bir canavar görmeye hazırsa gözlerin, eflatun 1“Karanlık tarafımı seviyorum!” 2 “Senin karanlık bir tarafın yok ki, yoksa var mı?” 3 “Tabi ki var, çok derinlerde..” 4 Elif Şafak, Araf. 78 79 tekno günce Erdinç Tuğcu “Geleceğimiz varsa göreceğimiz de var” GEÇMİŞTE Bilim ve Teknik dergisinin ilk sayfalarında geleceğin teknolojisi olarak gördüğüm pek çok konu şu anda hayatımızda ve “elimizin” ulaşabileceği bir noktada. Gelişim hızımız bile hızlanarak artıyor ve eğer insanlık olarak kendimize bir zarar getirmezsek, inanılmaz günler bizleri bekliyor. Bu açıdan bakarak önümüzdeki halihazırda gelişmekte olan teknolojilerden, önümüzde su gibi akıp geçecek yıllar boyunca hayatımıza girip yaşam tarzlarımızı kökünden değiştirecek teknolojilerden bazılarını sizlerle paylaşmak isterim. Benzin istasyonlarının sonu ve tertemiz bir hava: Çoğu kişinin bilmediği bir bilgi de, bugün bindiğimiz arabaların 19. yy. sonu ve 20. yy. başındaki hallerinin elektrikli olduğudur. O zamanlar henüz gelişmemiş olan içten patlamalı motor teknolojisi sayesinde 1920’li yıllarda saatte 100 km hızın üzerine çıkabilen elektrikli araçlar mevcuttu. İçten yanmalı motorların gelişmesi 80 On yıl önceki hayatımızı düşünüyorum da; yeni yeni başlamış bir internet fenomeni, gelişmeye başlamış cep telefonu endüstrisi, dvd’ler, giderek hızlanan bilgisayarlar ve sürekli değişip gelişen bir yaşam vardı. Fakat “gelecek” bizleri daha çok şaşırtacak... ile beraber, petrol ticaretinin karlı ve bir o kadar da kanlı piyasası bu araçların yavaş yavaş hayatımızdan çıkmasına sebep oldu. 70’li, 80’li yıllarda dünya çapındaki enerji krizinde biraz kıpırdanır gibi olsalar da, politik sebeplerle çabucak unutuldular. Şimdi petrol rahatlığımızın son yıllarını yaşarken tekrar gözde olma yolunda ilerliyorlar. Üstelik neredeyse bütün büyük otomobil firmaları, kendi elektrikli modellerini geçen sene itibarı ile piyasaya sürmeye başladılar. Bu araçlar normal benzinli araçlarla rahatlıkla yarışacak güçteler. Üstelik sessizler, çevreciler ve aradığınız bütün konforu bize rahatlıkla sağlayabilecek kapasitedeler. Otomobil dünyasının geleceği gelişen temiz elektrik üretim yöntemleri sayesinde elektrikli arabalarda gibi gözüküyor. Türkiye’de bu konudaki gelişmelerse şaşırtıcı şekilde umut verici nitelikte. İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Renault arasında imzalanan bir protokolle birlikte, İBB otopark işletmeleri kapsamında çeşitli noktalara elektrik dolum istasyonları kurulacak. Devlet destekli olması ve seri üretim, bu araçların daha çok insana ulaşmasını sağlayacak. Önümüzdeki 5 sene içerisinde caddelerde daha fazla elektrikli araç görebiliyor olacağız. 30-40 sene içerisinde de benzin ya da mazotla çalışan otomobiller sadece hobi için elde tutulan baba yadigarları olacaklar. Elektrikli otomobillerin gelişmesi ile beraber gene bu alandaki başka bir teknoloji de hayatımızı değiştirecek. Biraz da onu inceleyelim. “Arabanız özel şoförünüz olsun” Ailenizin arama motoru Google, bir takım gizli projelerle bizleri şaşırtmaya devam ediyor. İnternette gezinirken son projelerini okuduğumda, işte cumartesi akşamları arabayı kim kullanmak zorunda kalacak sorunumuzun çözümü dedim. Önümüzdeki 5-10 yıl içerisinde Google sayesinde kimse araba kullanmak zorunda kalmayacak. Çünkü onlar hiçbirimize çaktırmadan, tamamen uydu verilerini ve kendi üzerindeki algılayıcıları kullanan bir araçla tam 230000 km yol yaptı. Üstelik bunun son 1600 kilometresinde artık insan müdahalesine gerek kalmamıştı. Teknoloji henüz çok yeni olmasına rağmen vadettiği olanaklar muazzam. İnsan hatalarından arındırılmış, kazasız belasız yolculuklar… Bilgisayar optimizasyonu ile hiç tıkanmayan trafik… Bilgisayarın sınırsız gelişimi ile çok daha yüksek hız limitleri… Özellikle hayatlarının önemli bir kısmı yollarda geçen büyükşehir sakinleri için hayat kurtarıcı bir teknoloji. Artık önünüze atlayan dolmuş şoförlerinin, sol şeritten kimseyi sallamadan sağa pike yapan şehir magandalarının, uykusuzluktan ters şeride giren kamyonların olmadığı bir hayat düşünün. 20 sene sonra bir yandan çay içip gazetemizi okuyup, bir yandan da trafikte yağ gibi akıp giderken bütün bunlar için ilk adımı atan Google’ye çok duacı olacağız gibi duruyor. Tabi bunun gerçekleşmesi için sadece Google değil daha pek çok teknolojinin de beraberinde gelişmesi gerekiyor. Şimdi de bu teknolojilerden birkaçına bakalım. Memristör İlk duyduğumda Japon çizgi filmi karakteri sandığım bu yeni teknoloji, elektronik dünyasını ters yüz etmek üzere. Lise fiziğinden bir ihtimal hatırlayacağımız elektroniğin üç silahşörü olan direnç, kapasitör ve indüktörün yıllarca aranan kayıp dördüncü silahşörü, memristor. Bu kendisi küçük, etkisi büyük devre elemanının ne iş yaptığını çok basitçe anlatmam gerekirse; memristör çok akıllı bir su borusu gibi çalışıyor, istenilen yönde su akışı arttıkça borunun çapı genişliyor, ters yönden su akmaya çalışırsa boru daralıyor. En güzeli de su tamamen kesilince boru nerede kaldığını hatırlayacak şekilde kalıyor. Bu özellikleri de onu inanılmaz bir bellek haline getiriyor hatta o kadar inanılmaz ki, bizim şu anda en fazla 32 gb sığdırabildiğimiz micro-sd bellekler kadar bir memristör belleğe 3-4 petabit bilgi sığabiliyor. Petabit’i bilmeyenler için gb cinsinden söylemek gerekirse 4.194.304 gb. Yani yaklaşık 1 milyon dvd film. Sanırım harddisk dolu lafını bir duymayacağımız günler bizi bekliyor. Buraya kadar dudağınız uçuklamadıysa bundan sonra belki uçuklayabilir. Çünkü ailenin dahi çocuğu memristör sadece veri tutmakla kalmıyor aynı zamanda işlem de yapabiliyor. 81 tekno günce Yani bilgisayarın işlemcisi gibi de çalışabiliyor. Bu da işlemci ve RAM arasındaki sistemi kısıtlayan zorunlu veri akışını ortadan kaldırıyor ve inanılmaz büyük verilerin çok daha hızlı işlenmesine olanak veriyor. Çalışma sistemi olarak beynin nöronlarını andıran bu yapı şimdiden işin konpetanlarının ağzını sulandırmaya başladı bile... Bitmedi, bununla beraber memristör veri iletimini ışık yoluyla yapabiliyor. Yani o sakladığınız binlerce dvd ışık hızıyla başka yerlere akabilecek. Çok hızlı bir gelecek bizi bekliyor. Bu kadar kapasite ile yapabileceğimiz en önemli işlerden biri içinse bir sonraki teknolojiye bakalım. Yapay Zeka Hep duyduğumuz ama belki de gerçek anlamını bilmediğimiz yapay zekanın en güzel tanımına Wikipedia’da rastladım. Wikipedia der ki; “Yapay zeka, etrafında olan biteni algılayıp, başarı şansını en yüksek seviyeye çıkarabilecek eylem kararı alan sistemdir.” Bu açıdan baktığınızda sıcaklığının 40°C’nin üstüne çıktığını anlayıp gecenin bir 82 körü siz uyurken çalışmaya başlayan buzdolabı da yapay bir zekadır. Yapay zeka yeni bir şey değil biliyorum ancak şu anda algı olarak da kapasite olarak da geçmişin çok ötesinde işler başarıyor ve bu başarıların önü kesilecek gibi de gözükmüyor. Çok daha akıllı makinelerle yaşıyor olacağız, bizi izleyip, takip edip bize göre kendini ayarlayan arabalardan tutun da yapmayı sevdiğimiz ya da hobilerimize göre bize tavsiyelerde bulunan akıllı reklamlara kadar hayatımızın her tarafından yapay zeka fışkırıyor olacak. Algılama ve işlem kapasiteleri arttıkça bize sağladıkları fayda da artmaya devam edecek. Buraya kadar hepsi zaten olmasını bekleyebileceğimiz faydalar... Bir bilim kurgu hayranı olarak yapay zekayı ne zaman duysam, aklıma makinelerin dünyayı ele geçirdiği filmler gelir. Bunca yıldır film izlemek, tabi ki insanın beklentilerini de yükseltiyor. Kendi kendine düşünebilen makineler ne zaman gerçekten varolabilir, aramızda dolaşıp bizimle muhabbet edebilirler bilmiyorum. Ama bildiğim, insan beyninin gerçekten çok karışık olduğu ve bu kadar karmaşayı henüz teknolojimizin kaldırmadığı… Tabi ileride bunun gerçekleşmesi kaçınılmaz. 2006’dan beri yürütülen Blue Brain projesi bunu başarmaya en yakın olan proje. Fare beyninin neokortikal kolonunu taklit etmek için başlatılan proje insan beyninin bir kısmına taklit etme yolunda ilerliyor. Eğer proje bütün beyni taklit edebilecek kapasiteye ulaşabilirse ve doğru şekilde yapılabilirse, insan gibi zeki, konuşabilen bilgisayarlar bizleri bekliyor olacak. Bunun için tahmin edilen süre, 10 sene ama biraz sabredip de 25 sene beklerim derseniz, bu makinelerden her evde görebiliyor olacaksınız. Kim bilir belki de sadece eski fotoğrafların bir kısmını değil, beynimizin tamamını orada muhafaza eder hale gelebileceğiz… Devamı bir sonraki sayıda... 83 dünyaya armağansın Bilinçaltını etkilemeyi amaçlayan reklâmlara (iletilere) subliminal reklâm adı veriliyor. Genel olarak “bilinçaltına yönelik iletiler/ reklâmlar” olarak ifade ediliyor ve gerçekten etkileyici, daha da önemlisi inandırıcı bir yöntem... Bilinçaltımıza gizlenen iletiler BİLİNÇALTI MESAJLARI üç şekilde uygulanıyor: 1- Reklâm afişleri, logoları ve benzeri nitelikteki görsel malzemenin içine saklanmış şekil, kelime ve rakamlar yoluyla. 2- Gözle algılanamayacak kadar kısa süreyle ve sık patlayan flaşlar şeklinde sinema ya da televizyon görüntüsü yoluyla. 3İşitsel yollarla. Bu yöntem, bir ürünün reklâmını yapmaktan, bir inancın ya da görüşün propagandasını yapmaya kadar varan geniş bir perspektifte kullanılır. Görsel ve işitsel olarak algılanamayan da ziyade bilinçaltı düzeyinde algılanan söz, resim, görüntü ve biçimlerden oluşuyor. Bilinçli olarak algılayamadığımız hâlde gördüklerimizin pek çoğu bilinçaltımız tarafından algılanır. Bunu sağlayan göz çukuru olarak isimlendirilen “fovea”dır. “Retinanın merkezinde 84 bulunan, çapı sadece yarım milimetre kadar olan bu çukur, yalnız konileri içerir ve net görüntüyü diğer bir deyişle görüş keskinliğini sağlar” Fovea, retinanın küçük nesneleri ve ayrıntıları ayırt etme yetisinin en yüksek olduğu kısmıdır. Göz çukuru (fovea) bütün görüntüyü ayrıntısıyla alır ve bunu zihne aktarır, zihin bunları depolar, ama biz bunların hepsini bilinçli olarak algılamayız. Bunu bir kamera gibi düşünün. Kamera, mercek ve diğer mekanizmaları sayesinde kayıt yapar ama sadece kayıt yapar, algılamaz. Şu durumda bizim görüp de bilinçli olarak algılayamadığımız her şeyi bilinçaltımız kaydeder. Bilincimiz, duyusal girdileri analiz eder. Düşünür, muhakeme eder, eleştirir, değerlendirir. Fikir ve telkinleri yargılar, Serkan Duru kabul eder veya reddeder. Yani mantık süreçleri egemendir ve bilişsel fonksiyonlar üstlenir. Bilinçaltı ise beynimizin farkında olmadığımız yanıdır. Otomatik bir pilot gibi bütün deneyimlerimizi depolar. Bilinçaltı heyecanlarımızı, sezgilerimizi, alışkanlıklarımızı ve güdülerimizi depoladığı gibi bunların eyleme dökülmesinden de sorumludur. Bilinçaltı zihin telkin ve imgeleme yoluyla ikna olmaya yatkındır. Bilinçli zihnin aksine sorgulamadan tekrarlı önerileri kabul eder, pekiştirir. Bütün otomatik davranışlarımız, alışkanlıklarımız ve heveslerimiz hafızada kayıtlı bilgiler arasındadır. En önemli vazifesi ise depoladığı verilere dayanarak mutluluğu sağlamaktır. Bilinç aynı anda 3 ilâ 9 işi yapabilir. Daha fazla görev yüklendiğinde kilitlenir. Bu yüzden dikkatimizi yönlendirmediğimiz, bizi o anda ilgilendirmeyen birçok veri bu filtreden süzülür. Beş duyumuzun karşılaştığı çok sayıda duyum, algılanmadan bilinçaltı hafıza deposuna aktarılır. Demek ki duyduğumuz, gördüğümüz ama bilişsel (kavrayış) olarak algılayamadığımız her şey bilinçaltına ileride tekrar kullanılmak üzere veri olarak depolanır ve gelecekteki hareketlerimize yön çizer. İşte tam da bu aşamada bilişsel sürece değil ama bilinçaltına hitap eden tüm propaganda ve veriler, bizim davranışlarımıza yön çizen güdüler olarak karşımıza çıkar. Sık tekrarlar içsel algılarımıza odaklıdır. Bilincimizin bilişsel olmayan yönünün bu şekilde dış etkilerle güdülenebileceği 1900’lü yıllardan bu yana bilinen ve kullanılan bir yöntemdir. Bu emekleme sürecini şimdilik atlayıp, bu yöntemin bilinen ilk ciddi ispatı olan, çarpıcı bir deneyi aktarmak istiyorum. 1957 Senesinde Vance Packard bu gizli ikna yollarını ele aldığı “The Hidden Persuaders” adlı kitabını yayınlar. Kitabında, umut, korku, suçluluk ve cinsellikleri üzerine odaklanmış reklâmlar ile insanların ihtiyaçları olmayan malları dahi satın almaya ikna edildiğini tespit eder. Yine reklâmların tüketici davranışları üzerindeki etkilerini araştıran James Vicary, 1957 yazında, New Jersey, Ft Lee sinema salonunda Picnic adlı filmin gösterimi sırasında (bir şehir efsanesi olarak bildiğimiz) deneyi gerçekleştirir. Sinema salonunda projeksiyon makinesinin yanına görüş algısı denemelerinde kullanılan ve çok kısa, anlık süreler ile resim ve harf gösteren bir cihazı (takistoskop) yerleştirir. Film süresince her 5 saniyede bir flash şeklinde patlayan reklâm mesajlarını ekranda görüntüler. Bu mesajlar saniyenin 1/3000’i kadar kısa bir süre sinema perdesinde göründüğü için hiç kimse fark etmez tabi. Az önceki açıklamalardan hatırlayacağız; izleyicilerden hiçbiri bu mesajları bilinçli bir şekilde algılayamamış; şartlı ve sürekli kendilerine aktarılan bu tekrarlamaları büyük bir ihtimalle bilinçaltına depolamışlardır. Gönderilen mesajlar ne miydi? Hepimizin tahmin edeceği gibi: “Coca Cola için” “Acıktınız mı? Popcorn Yiyin!” şeklindedir. Sonuç mu? Son derece ilginç: Popcorn satışı %57.8, Coca Cola satışı da %18.1 oranında artmış. Uzun süre devam eden bu uygulama 1974’de Millî İletişim Komitesince yasaklanmış olmasına rağmen pek de etkili olamamıştır. Vance Packard’ın tespiti doğruydu cinsellik ve ölüm gibi mesajlar insan üzerinde çok etkiliydi. C. Gustav Jung’a göre bu mesajlar gördüğümüz ya da yaptığımız şeyler üzerinde ‘düzenleyici bir ilke’ rolünü üstlenir. Bu mesajları uzaydaki bir kara deliğe benzeten Jung sözlerine şöyle devam eder: “orada olduğunu yalnızca içine çektiği madde ve ışık sayesinde anlayabilirsiniz”. Ölüm ve cinsellik tüm insanlığın ortak bilinçaltıdır; hangi ırk, kültür, din ve mezhepten olursa olsun. Alışverişlerde, satın aldığımız bir ürünü onlarca emsali içinden tercih etmemizin sebebi bu mesajlar kullanılarak bilinçaltımızda işlenmiş olan reklâmlar olabilir. Eğer böyle bir gerçeklik ihtimali (ya da gerçek) varsa bir ürünün ve bir görüşün propagandasını yapan kimseler bunu niçin kullanmasın? Bu mesajlar çok açık görsel imajlar olabileceği gibi reklâmın içine gizlice işlenmiş sözcüklerden ve bunları temsil eden rakamlardan da oluşabilir. Bilinçaltı mesaj kalıpları doğrudan ve çok güçlü mesajlar iletme teknikleridir. İletişim dünyasında ve özellikle propaganda mesajlarında çok sık kullanılmakla birlikte ne yazık ki ülkemizde herhangi bir denetime tabi değildir. 85 detaylı bakış Kutuplardaki gizemli resimler Sanki ünlü bir ressam almış eline tuvali, kendine has fırça darbeleriyle en özel eserini resmediyor kutuplara. Oysa bahsi geçen, başarılı bir yağlı boya çalışması değil olağanüstü bir doğa olayı; “kutup Işıkları” nam-ı diğer “Aurora”... EVREN inanılmaz bir denge içinde varlığını sürdürürken, bazen yanı başımızda bazen de binlerce kilometre uzaklarda inanılması güç mucizeler yaşanıyor. Aurora bu mucizelerin belki de en gizemlisi. İtalyanca’da “seher, güneşin doğuşu” anlamına gelen aurora, dünya gözüyle görülebilen olağanüstü bir doğa harikası. Işığın kutuplardaki dansı Güneşten gelen solar rüzgârlarda yüklü olan parçacıkların, atmosferle 86 etkileşimi sonucu meydana gelir Aurora... Bu parçacıkların bazıları dünyanın manyetik alanına kapılır ve parçacıklar atmosferdeki moleküllerle çarpıştıklarında yüklü miktarda enerji açığa çıkar. Ortaya çıkan bu enerjinin bir kısmı “aurora” şeklinde kutuplara ulaşır ve bu buluşmanın sonunda ışığın kutuplardaki dansı başlar. Aurora doğa olayının temel kaynağı, güneş lekelerine neden olan güneş patlamaları... Kutup ışıkları, genellikle geceleri gözlemlenebilir ve çıplak gözle görülebilirler. İyonosferde meydana gelen kutup ışıkları, 60 ve 72 derece kuzey ve güney enlemleri arasında meydana gelirler. Kuzey enlemlerinde meydana gelen ışıklara Aurora Borealis (Kuzey Işıkları) adı verilir. Aurora kelimesi, Roma şafak tanrıçasının isminden gelirken, Borealis de Yunanca’da kuzey rüzgârı anlamına geliyor. Aurora Borealis’in görülme olasığı, kuzey manyetik kutbuna yaklaştıkça artar ve daha çok gündönümlerinde meydana gelir. Güneyde oluşan kutup ışıklarına ise Aurora Australis deniliyor. Australis kelimesi Yunanca’da “güneyin olan, güneye ait” anlamına geliyor. Kuzeydekilerle benzer özelliklere sahip olan güney kutup ışıkları, Antartika, Güney Amerika ve Avustralya’nın yüksek enlemlerinden görülebiliyor. Aurora, daha uzun karanlık yaşanması ve manyetik alanın olması sebebiyle kutuplara yaklaştıkça daha iyi gözlemlenebiliyor. Güneşin, dünya üzerindeki etkilerinin arasında en belirgin olan aurora. 11 yıllık güneş döngüsünün en yoğun zamanlarında oluşan aurora, Nisan - Mayıs ve Eylül - Ekim tarihlerinde en net şekliyle kendisini gösterir. Aurora tıpkı bir havai fişek kadar renkli ve göz alıcı bir ışık hareketi. Olağanüstü bir doğa olayı olan kutup ışıkları bazen yeşil renge bürünürken, yükseklere çıkıldıkça kırmızı veya pembe renge dönüşebilir. Yay, bulut ve çizgi şeklinde oluşan auroraların bazıları hareket edip, parlaklaşırken bazıları da yanıp sönerek göz kırpar yeryüzüne. “Uyuyan Güzel” masalındaki “Aurora” isimli prensesin güzelliğini, gökyüzünden yeryüzüne süzülüp gelen ışıklardan aldığını anlayabilirsiniz onu gördüğünüzde... 87 bakış açısı Eski kumaşlara yaşam iksiri Eski, kullanılmayan ya da işe yaramaz diye düşündüğümüz kumaşların bir araya gelmesiyle oluşan patchwork, yamadan sanata uzanan bir uğraş. Bizdeki ismiyle kırkyama... Kırkyama, dünyada popüler olsa da, bize anneannelerimizden kalan bir miras aslında. Savaş ve yokluk zamanlarının getirdiği bir psikoloji ve etkileşim ile şekillenen, zamanla kendine bir piyasa oluşturan kırkyama üzerine; bu sanata gönül vermiş, sadece patchwork yapan Elta Quilt’in sahibi ile, Kate Orhan ile, keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz? Ohio’da büyüdüm. Dört kardeştik. Aslında bizim kardeş sayımız az. Annemler yedi, babamlar on üç kardeş. Yani kalabalık ve eğlenceli bir ailede büyüdüm. Çok mutlu bir çocukluk geçirdim. Ohio State Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler ve Almanca okudum. Ayrıca yan dal olarak da Linguistik okudum. Sonra San Fransisco’ya gittim. University of California Berkley’de Pazarlama 88 master’ı yaptım. Yani şimdi yaptığım işin okuduklarımla hiçbir alakası yok. Sadece annem bana 7 yaşındayken dikiş öğretmişti. Büyüdüğüm yerde patchwork meşhurdu. Ama ailemden kimse bununla uğraşmıyordu. Ohio’da Amish adı verilen dindar insanlar vardı ve 200 sene önceki hayat tarzını sürdürüyorlardı. Kıyafetlerinde düğme, fermuar kullanmıyorlar, ayrıca elektrik ve araba da kullanmıyorlardı. Patchwork onlar için çok önemliydi. Çünkü patchworkle kendilerini ifade edebiliyorlardı. Patchwork bilinçaltımda oradan kalmış ve beni etkilemiş olabilir. Küçük yaşlarda dikiş öğrenmişsiniz. Şu anki uğraşınızın temelleri o zamanlarda atılmış olabilir mi? Amerika’da çocuklar için hazırlanan yaz eğitim kulüpleri vardı. Annem de böyle bir yaz kulübünde liderlik yapıyordu. Ben de bu kulübe 11 sene üye oldum. Burada çocuklara, hayvanlara bakmayı, atlara binmeyi ve ahşapla bir şeyler yapmayı, dikiş dikmeyi öğretiyorlar. 4-H denen bu organizasyonlarla çocuklara pratik yaptırarak bir şeyler öğretiliyor. 4-H’in anlamı; Head, Heart, Hands, Health. Ben de bu organizasyonun içinde 18 yaşına kadar gayet güzel işler yaptım. Benim için iyi dikiş bilmek, sağlam bir zemin oluşturmama sebep oldu. Ama yine de patchwork hiç aklımda yoktu. Patchwork, o zamanlar benim için yaşlı kadın uğraşıydı. Patchwork’e olan ilginiz ne zaman ve nasıl başladı? Amerika’da evlendim. Evlendikten 1,5 Kate Orhan yıl sonra Türkiye’ye geldik. 17 yıldır Türkiye’deyim. Önce kızım ardından iki yıl sonra da oğlum doğdu. Bu yıllarda çocuklarımla ilgilendim ve yaklaşık 4 yıl evde kaldım. Monotonluktan sıkıldım ve bir şeyler yapmam gerektiğini anladım. Bir fotoğrafta patchwork bir yorgan gördüm. Aynısını yapabileceğimi düşündüm. Kayınvalidem ile Sümerbank’a gittik, kumaşlar aldık ve başladım çalışmaya. Kolay değildi aslında ama ısrar ettim ve zevk aldım. Dikiş de bisiklete binmek gibi, yıllar geçse de hatırlıyorsunuz. Patchwork serüveniniz nasıl devam etti, aileniz nasıl karşıladı? Eşim önce sessizce uzaktan izledi. Anneme, kızıma, oğluma bir şeyler yaptım. Eşim dedi ki, “Hani bana?” Sonra da eşime de bir yatak örtüsü yaptım. Bu arada kızım birinci sınıftayken annem mide kanseri oldu. O dönemde ben de bu işe daha çok eğildim. Çünkü makineye oturduğum zaman dertlerimi unutuyordum. Ailem bu konuda beni hep destekledi. O dönemde bir yatak örtüsü yapıp yolladım anneme, hala kullanıyor. Yaptığım şeylerden bazılarını evimize astım. O sıralarda İstanbul’dan misafirlerimiz geldi ve ben onlara şaka olarak “Sanat eserimi fark ettiniz mi?” diye sordum. Pathcworkleri benim yaptığıma inanmakta zorlandılar. Gelen misafirlerimden biri moda tasarımcısıydı. New York’taki bir gösteri için hazırlanıyordu. Benim yaptığım şeyleri görünce kıyafetlerinde kullanmak istedi. Ben de onun için bazı parçalar yapıp gönderdim. O yaptıklarımla mucizeler yarattı. Yaptığım tek tek kareleri giysilerin, eteklerin üzerine koydu. İşte o zaman eşim de buradan bir iş çıkabileceğini düşündü. O zaman mı bu becerinizi işe dönüştürme fikri gelişti? Yaklaşık üç senedir böyle bir yer açma fikrim vardı. Ama doğru yer, doğru zamanlama şimdi oldu. Malzemelerimi aldım, elemanımı buldum ve Elta Quilt hayat buldu. Bu iş iğne ile kuyu kazmak aslında. Patchwork ya da quilti daha çok kimler yapıyor? Benim öğrencilerim arasında daha çok meslek sahibi kadınlar var. Bu işle ilgilenen insanlar hakikaten çok samimi ve iyi insanlar. Emeğe değer veren, işine sabırla yaklaşan insanlar. Patchwork için ucu bucağı yok diyebilir miyiz? Gerçekten öyle. İnsanlar durmadan yeni teknikler üretiyorlar. Ben de zaman zaman yeni şeyler deniyorum. Yaptığım işlerin çoğu kendi tasarımım. Ama başlangıçta bir yerden örnek almakta fayda var ve tabii temel teknikleri öğrenmekte… Patchwork, kırk yama ve quilt bunların hepsi aynı şeyler mi? Kesiştikleri ve farklılaştıkları yerler var. Ama quilt hepsini kapsıyor. Yani yorganlama. Ben de o nedenle işyerimin adını koyarken quilt’i kullanmak istedim. Elta kısmı ise şöyle oluştu: ‘El’ el işi, ‘ta’ ise tasarımı gösteriyor. İkisi bir araya gelince 89 bakış açısı ise Elta Quilt. Bu kumaşlarla yapılan bir sanat aslında. Nasıl yağlı boya tablo yapabiliyorlarsa kumaşlarda da yapabiliyor. Gerçekten inanılmaz güzel sanatlar çıkıyor. Dünyada bir eşi daha olmayan eserler. Makineyle ya da elle de yapılabiliyor. Ben daha çok makine kullanıyorum. Ancak çocuklarıma benden bir şey kalsın diye yapıyorsam, elle yapıyorum. Onun manevi değeri daha yüksek. Peki siz üretmeye devam ediyor musunuz? Makinenin başına oturmadığım zamanlar kendimi çok eksik hissediyorum. Şu anda kızım için yaptığım bir örtü var. Birkaç senedir 90 uğraşıyorum. Biraz yapıyor, sonra duruyorum. Çünkü yavaş yavaş ama en güzel şeyi yapmak istiyorum. Onun dışında üzerinde her gün çalıştığım Atatürk portrelerimiz var. İlk çalışma günümüzde yaptığımız Atatürk portreleri o kadar beğenildi ki her gören istiyor. Biz de Atatürk portresi yapmaya devam ediyoruz. Son olarak ileriye dönük planlarınız neler? Geçtiğimiz nisan ayında Fatih Sultan Mehmet Bulvarı’nda yer alan organik pazar alanında bulunan çadırımızda bir hafta boyunca; benim, Berrin Kızanlıklı’nın ve pek çok patchwork sanatçısının 200 eseri sergilendi. ÜNİGENÇ yararına yapılan eserlerden bir tanesi açık arttırma ile satışa sunuldu. Bu sergi, beni son derece mutlu etti. Bu yıl içerisinde bu konula ilgili bir de yarışma düzenlemek istiyorum. Türkiye’de şu anda bu alanda yarışmalar var mı bilmiyorum. Ben daha önce ulusal bir yarışmaya katıldım ve dereceler aldım. Dünyada bu konuda, Amerika’da, Japonya’da, Almanya’da, Fransa’da ve Dubai’de çok güzel yarışmalar düzenleniyor. Türkiye’de neden olmasın? Önce ulusal bir yarışma yapalım, sonra uluslararası... Dünyadan işler buraya gelsin istiyorum. 91 evrensel sanat Paul Gauguin Biraz renk, biraz kültür Yaşamını bir seyahat olarak yaşadı. Zamana bıraktığı ama zamanın ötesinde bulduğu üslubu ile farklı akımları, kültürleri ve yolculukları seçti ve keşfetti Gauguin… Küçüklüğünde bir serüven olarak başlayan yaşamı aynı şekilde süregeldi. En sonunda keşfetmeye devam ederken, ülkesinden uzak bir yerde hayatla vedalaştı. 20. YÜZYIL sanatına derin izler bırakırken, bunun için çok emek verdi Gauguin... Sefaleti de tattı, hayata karşı çaresizliği de. Ama onu hayata bağlayan tek şey serüveniydi. Keşfettiği yaşamda, tüm tespitleri birer tablo oluverdi. Resmetti ve unutulmaz bir iz bıraktı. Tarzı o güne kadar denenmemiş bir kimliğe büründü. İzlenimciliğin ötesinde bir noktaya ulaştı. Tarih onu post-empresyonist akımın öncülerinden, sentetizmin kurucusu Fransız ressam olarak tanıdı. Hayatının büyük bir bölümünü ülkesi Fransa'dan uzakta farklı kültürlerin içerisinde geçirdi. Bu kültürlerin içerisinde yaşadıkları ve buralarda karşılaştığı primitif sanatı Avrupa'ya taşıyarak 20 yüzyıl sanatına yepyeni bir yön verdi. Gauguin sarı ve kahverenginin kırmızı ile ahengini, kültürel dokularla birleştirdi. Eserlerindeki teknik çok kişinin gözlerini kamaştırdı. Paul Gauguin, kökeni İspanya ve Peru'ya dayanan bir ailenin 92 oğluydu. Dünya için de zor olarak tanımlanabilecek bir dönemde 7 Haziran 1848'de Paris'te doğdu. Babası Clovis Gauguin bir muhabir, annesi Aline Maria Chazal ise döneminin ünlü yazarlarından, sosyalist feminizmin kurucularından yaşamını kadınların ve işçilerin haklarını kazanmasına adamış Flora Tristan'ın kızıydı. Fransa'da Napoleon'un önderliğindeki darbe patlak verdiğinde ailesi 1851 yılında Peru'ya taşınmak üzere yola çıktı. Ancak babası Clovis Gauguin'in yolculuk esnasında zamansız ölümü hesapta yoktu. Peru'nun başkenti Lima'ya sığındılar. Daha küçük yaşlarda başladığı bu seyahatlar hayatına yön verdi Gauguin’in… 1855 yılında annesiyle birlikte tekrar Fransa'ya döndü. Orleans’ta okula başladı. Hayatı boyunca sürdüreceği seyahat tutkusu kendini ilk bu yıllarda gösterdi. Daha on altı yaşındayken gizlice bir şilebe bindi ve deniz kuvvetlerine katılarak 6 yılını uzak denizlerde geçirdi. 1871 yılında tekrar karaya ayak basıp evine döndüğünde annesinin ölmüş olduğunu öğrendi. Bu olay ona düzenli bir hayata ihtiyacı olduğunu hissettirdi. Böylece borsacı oldu. Hemen ardından Danimarka asıllı Mette Gad adında birisiyle evlendi. Düzenli yaşamda kendisini bulmaya çalışırken tam beş tane çocukları oldu. Ama Gauguin’in aradığı bu değildi. Parisli izlenimci ressamların resimlerini alıp satıyor, Paris'in bohem hayatını daha yeni tanımaya başlıyordu. En sonunda ne için yaşaması gerektiğini, hayatındaki en büyük keşif ile buldu. Resme olan ilgisini keşfetti. Resme ilgi duyuyordu ama yoğun iş ve aile hayatından ancak hafta sonları resim yapacak zaman bulabiliyordu. Daha çok doğa resimleri ve çocuk portreleri yapıyordu. Gauguin bir resmini 1976 yılında düzenlenen 'Salon' sergisine gönderdi. Eseri oldukça beğeni toplayan Gauguin, aynı yıl izlenimci grubun başını çeken Pissarro ile tanıştı. En nihayetinde 1883 yılında önemli bir karar vererek 35 yaşındayken doğasına uygun olmayan bankacılığı bırakarak kendini tamamen resme verdi. Ancak işini bıraktığı için ciddi maddi sıkıntı çeken ailesi ile çok geçmeden sorunlar ve çatışmalar yaşadı. Gauguin’in bohem hayatına ayak uyduramayan karısı, çocuklarıyla Kopenhag'da yaşayan ailesinin yanına taşındı. Gauguin peşlerinden gittiyse de orda yaşamayı beceremedi ve Paris'e geri döndü. Bu dönemde diğer izlenimci ressamlardan Monet, Sisley ve Pissarro'nun etkisinde kalarak birçok resim yaptı. 1880–1886 yılları arasında düzenlenen izlenimci sergilerin dördüne katıldı. 1886 yılında hem geçim sıkıntısı nedeniyle hem de büyük şehrin kalabalığından ve gürültüsünden kaçmak için Kuzey Fransa'nın PontAven bölgesine yerleşti. Serüveni hala bitmemişti. Arayış onu daha da güçlendiriyordu. Her gittiği yerde kendine özgü yorumlarla sanat eserleri ortaya koyuyordu. Pont Aven onun için bir dönüm noktası oldu. Burada kendini tamamen resme verdi. Köylü portreleri ve köy yaşamını tema olarak seçti. Genç sanatçı Emile Bernard ile birlikte sentetizm adını verdikleri yeni üslup yine burada gelişti. Macera tutkusu hiç bitmiyordu. Tam her şey yoluna girmişken, 1887 yılında ani bir kararla Panama'ya gitti. O sırada yeni açılmakta olan Panama Kanalı'nın inşaatında çalıştı. Tek umudu para toplayıp yolculuğuna devam edebilmekti ama başarılı olamadı ve Fransa'ya geri dönmek zorunda kaldı. Paris'te bir kaç ay sefalet çekti. Eski dostlarının yardımıyla birkaç tablosunu ancak satabildi ve tekrar Port-Aven'e geri dönme kararı aldı. Orası onun mabediydi. Burada yarattığı eserler sanat anlayışını özetliyordu. Halk sanatı ve ilkel sanata olan ilgisi ve üslubunda geliştirdiği yeni yaklaşımlar onu izlenimcilikten uzaklaştırdı. 1888 yılı geldiğinde kendisini yeni bir maceranın içinde buldu. Arles'e giderek Paris'teyken tanıştığı Van Gogh yanında çalışmaya başladı. İkili uzun kır gezilerine çıkıyor burada bütün gün resim yaparak vakit geçiriyordu. Ancak aralarında çıkan tartışmalar son noktaya varınca buradan da ayrıldı. Paris'te sanat çevrelerinde artık tanınan ve önemsenen biri olmuştu. Ancak uzak dünyalara yeniden karşı konulmaz bir özlem duyarak 1891'de Tahiti'ye gitmek üzere Fransa'dan ayrıldı. Diğer bir deyişle içi içine sığmıyordu. Tahiti'de uygarlıktan uzakta yerlilerle iç içe yaşıyor onların resimlerini yapıyordu. Üslubunu da değiştirdi. Post-empresyonizme yaklaştı ve en tanınan eserlerini burada yaptı. 1883 Temmuz ayında Paris'e dönse de yeniden Tahiti'ye dönmek için büyük bir istek duyarak iki yıl sonra yeniden buraya geldi. Burada kaldığı sürede yaptığı ''Nereden Geliyoruz? Kimiz? Nereye Gidiyoruz?'' (1897) isimli resminde; yaşamın kökenini, aşkın ve ölümün anlamını sorguladı. Tahiti’deki ilkel sanatlardan etkilenerek birçok ahşap heykel de üretti. Kültürler arası bir harman sergileyip eserlerini bu çizgide hazırladı. Paul Gauguin, ülkesine dönemeden 1903 yılında Tahiti'de frengi hastalığından hayatını kaybetti. Hayatı boyunca beslendiği yolculukları resimlerine taşıdı. Geçtiğimiz yüzyıla derinden izler bırakan Gauguin’in yaptığı ve yaşadığı bir serüvendi. Bıraktığı izler sayesinde serüveni hiç bitmedi... 93 kitabi Emine Civanoğlu Bir günlük yerim kaldı ister misin? Yaşamı düşlerinde sürdürmeyi seçmiş, dik başlı eski zaman bakiresi; dünyaya kaydını bir türlü yaptıramamanın tragedyasını komik bir imgeye dönüştürerek yadsımaya çalışan hüzünlü palyaço; yaşamla buluşmasına bitişe birkaç kala yetişen geçmişi karışık yalnız kadın; doğmak için ölen yaşayamamış yazar eskisi… Bu dördüne hikaye boyunca eşlik eden ölüm meleği, şeytan, ölümsüz büyücü ve birkaç kişi daha. Tanrının sırtını döndüğü varsayılan bir ülkede, tanrıya koşulsuz şartsız inanlarla, bütün emelleri şehvet dolu bir gecenin sonunda kadife tenlerle tütsülenmiş ruhlarını kızgın çöl kumlarına zerre zerre sermek ve öylece tembel tembel akşamı etmek olan allahsızların birlikte yaşadığı bir yerde, o verimsiz topraklardan beklenmedik bir görkemle bulutlara doğru yükselen abidelerin gölgesi altında, çoğumuzun hayal etmeyi bile beceremeyeceği bir hikayenin gizemli insanları… Onlar bu kısacık, küçücük, pamuk kadar hafif ama en büyük taştan daha ağır kitabın kahramanları. Ne Azima’nın yerinde olmak isterdik ne İdris’in ne Fatima’nın ne Bilal’in ne Kirkor’un ne Hektor’un. Görmek istemeyeceğimiz, görsek bir türlü sindiremeyeceğimiz, bildikten sonra hiç bilmemiş olmak için 94 içimizi dışımıza çıkaracak bir tiksintiyle kusarak ölmek isteyeceğimiz türden şeyler yaşanırken etrafta, hiç orada olmak istemeyeceğimiz bir yer orası. “……Ve ağustosun o gecesi böyle başladı. O ağustosa gelince… Çizgisel zaman olarak, o ağustosun bu gecesi şu an için hayli eskilerde, farkındasınız. Oysa, olanlar bu akşam da olabilir ya da gelecek hafta bir akşam. Çünkü hikayemiz tamamlanmış zamanları anlatmıyor. Çizgisel zamandan özgür, sürüp giden süresizlikteyiz artık. Coğrafyaya gelince, yani zamanın aktığı mekanlara, şu an güneyde bir yerdeyiz…….”. Kitabı okurken, Beyrut’taki yalnız gecelerin kabusunda yaşlı fahişe Saida’nın küçük Cennet’e söylediği ninniyi duyacak, evrenin Çin mitosundaki gibi yarısı yer yarısı gök ikiye bölünmüş bir yumurta olduğu bir zamana şahitlik edecek, dünyalarını anlayamaz olduklarında kendilerini de tanımakta zorlanan insanların yaşadığı hiçliğe katlanamayıp, bu hikayedeki yerden çok uzaktaki koltuğunda boş gözlerle duvarların ötesine dalıp gideceksin. Bunu okuruna her kitabında yapan Engin Geçtan’ın, bu alçak gönüllü ve huzurlu adamın, Hayat diye bir kitap yazıp hayatı başka türlü bir hale sokan bu sakin adamın nasıl olur da bu huzursuz bedenlerin hayatlarını böyle sarsıcı bir dille yazabildiğine ve her satırında seni efsunlayabildiğine şaşıp kalacaksın. Seni senle yüzleştirebilen kaç kişi oldu hayatında? Önem verdiğin ‘şeyleri’, o ‘şey’ler arasında kurduğu bağlantılarla senin için bambaşka anlamlara ve sahici bir etkiye dönüştürebilen kaç kişi oldu? “Yalnız olmak istemediğin konusunda samimi misin” diye sorup sana yalnızlığın kalabalığını tanıştırabilen kaç kişi oldu? Ruhunun açlıktan ölmek üzereyken halüsinasyonlar gördüğü bir anda değil, tam da her şeye tok sandığın doygun bir zamanında sana kızarmış palamudun kokusunu hatırlatıp yaşamak konusunda iştahını açan kaç kişi oldu? Engin Geçtan’ın seni hiç tanımazken bunu nasıl yapabildiğine hayret edeceksin. Psikiyatr olmasından mütevellit toplumsal hallerimize her cümlesinde, her kitabında çok da yerli yerinde teşhis koyabilen Engin Geçtan’ın okuduktan sonra gerisini getiremeyip yutkunacağın ve hiç unutmayacağın, bazen belden yukarısı çıplak iri kıyım celladın tilki gözlerle sana baktığını fark edip yakalandığını sanacağın, bazen rüyanda bazen de basbayağı uyanıkken o karanlık sokaktan koşarak geri döndüğünü göreceğin bir kitap bu önerdiğim. Mekanların arasındaki duvarları birden bire geçirgen kılan, televizyondaki filmin bitmek bilmeyen caddesinin ucunu senin evine giden geniş caddeye laf çabukluğuyla düğümleyen, elinde kesik başla sarsıla sarsıla yürüyen bir çocuğu takip ettiğini zannederken sana kendini bir film stüdyosunda repliğini ezberler halde bulduran bir yazardan her şey beklenir. Hem de her şey… “…..Gün batımından sonra sessizliğe gömülen kentte, yani kent denilebilirse tabii, geceyle birlikte yaşamın duraksadığını sanmayın. Birleşik kaplar yasası uyarınca, gündüz bastırılan her şey gece olunca fışkırıp taşıverir. Tanınmamak, duyulmamak için sıradan bir maske takmanız yeter. Bu, benzeri başka yerlerde de böyledir aslında. Daha doğrusu, bu herhalde her yerde böyledir. Ancak, anlatılanların ardından, bazen sabahın erken saatlerine kadar süren maskeli alemlere katılma hevesine kapılmayın. Çünkü bunun için vaktimiz olmayacak…….”. Bir erkek, acemi, cesur, had bilmez adımlarını bir kadının koynuna doğru atarken senin onca fırsata rağmen bir korkak gibi ardına bakmadan kaçmak istediğin anlar üzerine fil gibi oturacak sen bu kitabı okurken ve aşklarını imkansız kılan yakalanmanın ardından zehir içip dünyaya veda eden aşıkların vebali bileğinde nabız gibi atacak. Olanlar olsa. Dolsa dolsa boşalsa için. Senin dışında ne varsa, içinden çıkılamayacak bir hal alsa ama sen o keşmekeşin uzağında dursan. Bir günlük yerin kalsa sadece. Kim olsun, kimin olsun, kiminle olsun? Bir günlük yerim kaldı ister misin? O bir güne sen sığ, sen işle o bir günü bir ömrün tülbendine, o bir gün bir tek senin takviminde olsun ister misin? Okumak da var bu kitabı, hiç okumadan yaşamak da. Bu hikayeyi hiç bilmemiş olmaya katlanmayı başarabilecek misin? 95 kavram defteri Ayna, gizem, yalnızlık, Tarancı… Hakan Akdoğan “Bütün bal arıda kaldı” dizesiyle biter “Sanatkârın Ölümü”. Kırk altı yaşında öldüğünde yapabileceği muhteşem lezzetteki balları da yanında uzaklara götüren bir arı gibidir Cahit Sıtkı Tarancı. Yaş otuz beş olunca yolun yarısına gelindiğini söylediğinde şiir yazmak için kendisine sadece on bir yılı kalmıştır. “ESMER, arkaya taranmış, siyaha çalar saçlı, ince dudaklı, üst dudağıyla ufak burnunun arası biraz fazla açık, kulakları kabarık, alnı darca, bütün güzelliği, koyu kestane, Moğolumsu çekik gözlerinin biraz hüzünlü manasında toplanmış, ufak tefek, temiz giyimli, çoğumuzun aksine, kravatlı bir gençti”, diye anlatır Ziya Osman Saba, onunla Galatasaray Lisesi’ndeki ilk karşılaşmalarını “Cahit’le Günlerimiz” adlı yazısında. Dil işçiliğine dayalı şiir anlayışının yerleşmeye başladığı bu lise yıllarında yayınlanır ilk şiirleri. Şiirin “Kelimeler ile güzel şekiller kurma sanatı” olduğunu söylerken “Şairin hisleri, fikirleri, hayalleri, dünya görüşü, felsefesi, şahsiyeti, her şeyi şiirde belli olur” da diyerek kullanılan her kelimenin hem biçimsel hem de anlamsal açıdan önemi üzerinde durur. Cahit Sıtkı Tarancı ‘nektar’ peşindedir. Gereksiz ayrıntılardan uzaklaşma eğilimindedir. İnsana ve doğaya dair güçlü simgeler görülür şiirlerinde. “Yalnızlık” adlı şiirinin ilk iki dizesi güzel bir örnektir. “Geniş, siyah gölgesi hayatımı kaplayan, Tepemde kanat germiş bir kartaldır yalnızlık.” Yalnızlık duygusu Cahit Sıtkı Tarancı’nın 96 tüm şiirlerine sinmiştir. “Kimsecikler duymadan bir kapı açıp gitsem” dizesi Ahmet Hamdi Tanpınar’ı derinden etkilemiştir. Ancak onun yalnızlığı kalabalıkların içindeki yalnızlıktır. Robenson gibi toplumdan kaçmaya özlemini açık açık dile getirse de böyle bir eğilimi olmamıştır. “Robenson, akıllı Robenson’um / Ne imreniyorum sana bilsen! / Göstersen adana giden yolu, / Başımı dinlemek istiyorum. Ben gemi olurum sen kaptan ol, / Yelken açarız bir sabah vakti / Güneşte gölgemiz olur deniz / Yolculuk! / Derken adamızdayız. İsterdim tercümanım olasın, / Tanıtasın beni balıklara / Vahşi kuşlara ve çiçeklere, / Bizdendir diyesin benim için. Ağaca çıkmasını bilirim, / Tanırım meyvanın olmuşunu, / Taş kırmak da gelir elimizden, / Ateş yakmak da, aş pişirmek de. Robenson, halden bilir Robenson / Adan hala batmadıysa eğer, / Alıp götürsen beni oraya, / Deniz yolu kapanmadan evvel!” Şiiri insan ve doğa ekseninde bireysellikten toplumsala doğru bir hareket olarak yorumlar. Bireyin yalnızlığını ve acılarını anlattıkça toplumun sözcüsü olduğunu da düşünmektedir. Temelde şiirde konu aramaktan yana değildir. “Sanat yapıtında güzelliğin bahsedilen şeyden fazla ondan nasıl bahsedildiği keyfiyetiyle ilgili olduğuna inanmışımdır… demek istediğim, konuya kesinlikle önem vermemeli” diyerek bu düşüncesini açıklamıştır. Bulut, bahar, yaz, kış, buz, çığ, deniz, orman, yeryüzü, aydınlık, gece, gündüz, kuş, balık, turna, kartal, martı, kırlangıç, kurt, sarmaşık, yosun, ayva, nar, duvar, ayna, anahtar, çeşme gibi çevresini anlatan çok çeşitli sözcüklerin yanı sıra düş, ölüm, ruh, sevda gibi iç dünyaya ait sözcükleri de sık sık görürüz. Kimi zaman bu içsel ve dışsal sözcükleri eşleştirir. Özellikle ‘ayna’ yalnızlığını ve ölümü vurgulayan güçlü bir metafordur. Cahit Sıtkı Tarancı fiziksel olarak kendisini yeterli bulmamaktadır. Yakışıklı olmadığını defalarca dile getirdiği olmuştur. Karşı cinsle kolay iletişim kuramayaşının nedenini böyle izah eder. Sevgilisi olmayışını buna bağlar. Aynalarda yakışıklı olmadığını görerek hüzünlenir: “Aynalar, aynalar sevgili aynalar, Yok beni anlayan, seven sizin kadar. Öldükten sonra da, yine sizin kadar, Kim beni düşünür, hayalimi saklar? Aynalar, ne olur, siz yalnız aynalar.” Mezarlık şiirinde de mezarlığı ayna olarak görür: “Ve şehrin şenliğine karşılık Susar servileriyle mezarlık. Susar ve hatırlar: - Bu kırık Aynadaki hazin perişanlık Sizindir, siz gafil, siz bihaber İnsanlar bilseydiniz ne bekler Bir gün açmak için bu çiçekler; Ölülerin sükûnu çiçekler” Tarancı, kız kardeşi Nihal’e yazdığı bir mektubunda “Canım sıkıldığı vakit ya sokaklarda kendi kendime dolaşır veya aynanın karşısına geçer veyahut sevdiklerimden birine mektup yazarım” demektedir. “Yalnızlık” şiirinde yine ayna vardır. Bu kez yüzünü değil yalnızlığını yansıtır: “Bir ayna parçasından başka beni kim anlar, tt Bir mum gibi erirken bu bitmeyen düğünde? Bir kardeş tesellisi verir bana aynalar; Aynalar da olmasa işim ne yer yüzünde?” “Aynalarda Gece” şiirinde aynayı gece ve karanlıkla özdeşleştirir: O biten günle beraber Aynalarda gece olmuş; Onlar, onlar ki geceleyin, Gurbete düşmüş gibiler, Sabır tuttukları yolmuş Sabaha erişmek için! O biten günle beraber Aynalarda gece olmuş Kimi zaman korku “Korktuğum Şey”de olduğu gibi aynanın içindedir: Gün çekildi pencerelerden; Aynalar baştan başa tenha. Ses gelmez oldu bahçelerden; Gök kubbesi döndü siyaha. Sular kesildi çeşmelerden; Nerden dolacak bu tas nerden, Nergislerin açtığı yerden Ey kuş uçurtmayan ejderha? Bu ayna takıntısını en yakınındaki edebiyatçı olan Ziya Osman Saba da “Cahit’le Günlerimiz”de belirtir: “Ben de bugün Türk şiirinin, aynalardan en çok, dikkati çekecek kadar çok bahsetmiş şairinin, aynalarla bir türlü alıp veremeyişinin sebebini daha o zamanlardan anlamış oluyordum. Aynı ruh kompleksi içinde yaşadığını işittiğim Ahmet Haşim gibi, Cahit Sıtkı da, fizik yapısından, kendi deyimiyle, dar kalıbından memnun görünmüyor; sabah, tıraş olurken aynada seyrettiği yüzünden sonra, bu yüzden, ancak küçük kızların, “hayatımda ilk erkek”i olabileceğine inanıyor; akşam demlendiği meyhanenin duvarlarında belki aynalar da bulunuyor, bu aynalardaki hayaline gözü ilişince, belki bu yüzden de birkaç kadeh daha atmış oluyordu.” Cahit Sıtkı Tarancı zaten bunu “Paydos” şiirinde “Sert konuşmaya başladı aynalar” diyerek dile getirir: “Paydos bundan böyle çılgınlıklara; Sert konuşmaya başladı aynalar. Yetişir koştum aşkın peşi sıra; Bitirdi beni bu içki, bu kumar.” Ayna imgesini belki de en güçlü kullandığı şiir “Otuz Beş Yaş”tır: “Şakaklarıma kar mı yağdı ne var? Benim mi Allahım bu çizgili yüz? Ya gözler önündeki mor halkalar? Neden böyle düşman görünürsünüz, Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?” Cahit Sıtkı Tarancı şiirleri ölüm gerçeğiyle yaşamın güzelliği arasında sıkışmış armonik birer yalnızlık senfonisidir. Aynalarda ise bu sıkışmışlığını görür. Gerçek ile rüya arasında gibidir aynalara bakarken. Şiirleri de böyle tanımlanabilir: Rüya gibi gizemli, gerçek kadar yakın. Kaynakça: Saba, Ziya Osman, “Cahit’le Günlerimiz”, Cahit Sıtkı Tarancı, Ziya’ya Mektuplar, (hzl. Faruk Duman), Can Yayınları, İstanbul 2007. Tiken, Servet, Cahit Sıtkı Tarancı’nın Şiirlerindeki ‘Ayna’ İmgesine Psikanalitik Bir Yaklaşım, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi Sayı 41 Erzurum 2009 Eronat, Kâmuran, Cahit Sıtkı Tarancı’da Düş Ve Gerçek Çatışması, D.Ü.Ziya Gökalp Eğitim Fakültesi Dergisi 5,4753 (2005) TARANCI, Cahit Sıtkı, Ziya’ya Mektuplar, (hzl. Faruk Duman), Can Yayınları, İstanbul 2007. Tarancı, Cahit Sıtkı, Otuz Beş Yaş – Bütün Şiirleri, (drl. Asım Bezirci), Can Yayınları, 28. bs., İstanbul 2005. Tarancı, Cahit Sıtkı, Evime ve Nihal’e Mektuplar, (hzl. İnci Enginün), TDK Yayınları, Ankara 1989. Tarancı, Cahit Sıtkı, Gün Eksilmesin Penceremden, (hzl. Faruk Duman), Can Yayınları, İstanbul 2006. Uyguner, Muzaffer, Cahit Sıtkı Tarancı, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2003 (2.basım) 97 Türkçe sözlüğü Türkçe sözlüğü Her gün Türkçe olmayan onlarca kelime çıkıyor ağzımızdan. Bu duruma sebep olanları uzun uzadıya anlatmak yerine, güzel Türkçemizden bazı kelimeleri hatırlatıyoruz sizlere. esnek Fr. élastique elastik destansı Fr. épique epik ses bilgisi Fr. phonétique fonetik arabalı vapur İng. ferryboat feribot sergi İng. exhibition exhibition dil bilimci Fr. philolugue filolog etmen Fr. facteur faktör halk bilimi Fr. folklore folklor fizik tedavisi Fr. physiothérapie fizyoterapi dokunmasız İng. hands free hands free engel İng. handicap handikap bilgisayar korsanı İng. hacker hacker sarılık Fr. hépatite hepatit etkileşimli İng. interactive interaktif giysi dolabı Fr. gadre-robe gardırop Katkılarından dolayı Türk Dil Kurumu’na teşekkürler. 98 eğitimin psikolojisi Miniklere “merak” aşılayın Psk. Ayşegül Alkış Gizem, hem çocuklar hem yetişkinler için devamlı olarak ilgi çeken bir durum. Gizemin bu kadar çekici olmasının nedeni ise tabi ki merak duygumuz... “Gizemli bir insan, gizemli bir konu, gizemli bir şehir” gibi tanımlamalar bizi araştırmaya, keşfetmeye yöneltir. Peki bunu çocuklarda nasıl kullanabiliriz? BİLİNDİĞİ GİBİ öğrenmenin temelinde merak yatıyor. Zorla, merak olmadan yapılan öğrenmeler ise unutulmaya mahkumdur. Bu nedenle öğretmenlerin, ebeveynlerin kullanması gereken merak duygusu çocukların ilgisini kesinlikle çeker. Gizemi kullanmaya evde başlayabilirsiniz. Evde yapılabilecek olan etkinlikler arasında şifreler ve gizem oyunlarını söyleyebiliriz. Küçük bilmecelerle bazı eşyaları saklayarak eğlenebilir ve çocuğunuzu araştırmaya itebilirsiniz. Örneğin “en sevdiğin kazağın, şimdi bil bakalım nerede? Al sana küçük bir ipucu, yemek yiyoruz he o yerde!” gibi. Çocuğunuzla ayda birkaç kere bile yapabileceğiniz bu etkinlik evinizi daha keyifli hale getirebilir. Merakı ve gizemi bilimle birleştirmek ise çocuğunuz için daha ilginç olabilir. Bunun için küçük teleskop, mikroskop, insan bedeninin farklı formları (plastikten yapılmış organlar, iskelet sistemi gibi) kullanabilirsiniz. Bunları çocuğa sunarken “acaba nasıl oluyor, neler varmış, neyi incelesek” gibi yönlendirmeler yaparsanız neleri merak ettiğinizi de göstermiş olursunuz. Bu konuda adından da anlaşılabileceği gibi Tübitak yayınlarının “Meraklı Minik” dergisini de takip edebilirsiniz. Anne - babanın gizem konusunda model olması, meraklarını sürdürmeleri bunu çocukla paylaşmaları da önemli. “Hep merak ederim, Antarktika nasıl bir yer diye” derken çocuğunuzun aklında bir soru uyandırırsınız. “Piramitler hep bana gizemli gelmiştir” derken çocuğunuzda “Acaba orası nasıl bir yer” düşüncesini oluşturursunuz. Bunları birlikte araştırmak ise gizemi kullanabileceğiniz en iyi davranış olacaktır. Birçok internet sitesi, oyuncak, sesli-aktiviteli kitaplar gizemi kullanıyor. Bunlardan yaralanabilirsiniz. Son olarak kitap okuma becerisini geliştirmek ve çocuğunuzu hevesle okurken görmek isterseniz de gizemli kitapları tercih edebilirsiniz. Bunun için size önerebileceğim birkaç kitap bulunuyor. Jon Scieszka’nın Zamanda Gezinen Üç Kafadar - Da Vinci Bize Dâhi Dedi, Silke Lambeck’in Esrarengiz Komşu, Gülsevin Kıral’ın Gizli Formül Hangi Zarfta ve Vladimir Tumanov’un Kraliçeyi Kurtarmak çocuklarınızın elinden bırakmak istemeyeceği kitaplardır. Hepsi merak duygusunu heyecanlı bir olay örgüsü içinde sunuyor. Çocuklarınızın çok severek okuduğunu göreceksiniz. Yetişkinlerin dünyasında hala etkili olan merak duygusunu kullanan gizemli durumlar, bu sıralar reklamlarda gördüğümüz “Bu sakız ne’li?” gibi bilmeceler, merak duygumuzu hala kaybetmediğimizi gösteriyor. Bu nedenle hem kendimiz hem de çocuklarımız için gizemi keşfetmeye, birlikte araştırmaya şimdiden başlayalım! 99 genel sağlık 5 soruda hemoroid Hemoroid sık karşılaşılan bir hastalık mıdır? Hemoroid, halk arasında bilinen yaygın adıyla basur, toplumda sanıldığından daha da fazla sıklıkla görülen bir sağlık problemi. Yurtdışı kaynaklı tarama çalışmalarına göre yüzde 62 ile 86 arasında bildirilen görülme sıklıkları bunun en geçerli kanıtı. Çoğu kişinin hayatında değişik zamanlarda, değişik şiddet ve sürelerde hemoroide ait yakınmalar söz konusudur. Hatta pek çok kişide, ailede birkaç kişide birden olması nedeniyle kuvvetle muhtemel kalıtsal bir hastalık olduğunu düşündürür. Hemoroid nasıl başlıyor, şikâyetleri nelerdir? Hemoroid, bacaklardaki varise benzer biçimde aslında bir toplardamar hastalığı. Dışkının boşaltıldığı anüs kanalı içinde ve ağzında yer alan toplardamarların torbalaşması, sarkması, memeleşmesi ve kanaması şeklinde hastalık ortaya çıkar. Aslında tıbben iki tür hemoroidden bahsedebiliriz; iç hemoroid ve dış 100 Op. Dr. Servet Yetgin Esentepe Tıp Merkezi hemoroid. Bu sınıflandırma tamamen hemoroid memesi haline gelen damarların, anüsün içinden veya dışından kaynaklanıyor olması ile ilgili... Tekrar hemoroid olmamak için neler yapılmalıdır? * Günde en az 1,5 – 2 litre su içilmelidir. Hastalar doktora gitmekten neden çekinir? Bunun birkaç sebebi var; ilki hastalığın mahrem kabul edilen bir bölgede çıkıyor olması; ikincisi, geçmişte hemoroid ameliyatı olmuş olan hastaların yaşadığı kötü tecrübeler; üçüncüsü, ne yapılırsa yapılsın hemoroidin tekrarlanacağı korkusu... * Tuvalette uzun süre oturulmamalıdır. Hangi hastaya hangi yöntemlerin kullanılacağına nasıl karar verilir? Başlangıç evrelerinde hastaların sadece dışkılama sırasında kanama yakınmaları vardır. Taze kırmızı renkte bir kanama söz konusu... Özellikle kabızlık problemi olanlarda dışkının sert ve güçlü çıkarılması ve tekrarlanan aşırı ıkınmalar nedeniyle hemoroid gelişmesi daha kolay olur. Bu evrelerde doktora başvurarak tanı konulması durumunda cerrahi bir müdahaleye gerek kalmadan tanı konulması ise mümkün. * Kişisel temizliğe önem verilmelidir. * Dar giysiler giyilmemelidir. * Alkol, özellikle bira, şarap içilmemelidir. * Acı, baharat, turşu yenilmemelidir. * Kahve ve çay ( 1 fincan) fazla içilmemelidir. * Kuruyemiş, çikolata yenilmemelidir. * Ağır yük kaldırmaktan kaçınılmalıdır. * Bol sebze-meyve yenilmelidir. Sağlıklı günler dilerim. 101 genel sağlık Yazı sağlıklı geçirmenin altın kuralları Kavurucu bir yaz geçiriyoruz ve herkesin ortak dertleri var. Tatile gidenlerin ya da gitme planları yapanların derdi; yazı kilolarından arınarak yaşamak ve doğru bronzlaşmakken, geride kalanların derdi hasta olmadan serinleyebilmek... Fakat uzmanlar uyarıyor. Kaynak: Medical Park Özel Bursa Hastanesi 102 “Serinlerken sağlığınızdan olmayın” Aşırı sıcaklıklarla birlikte klima kullanımı iyiden iyiye arttı. Klimalarla başı dertte olanların sayısı da oldukça fazla... Göğüs Hastalıkları Uzmanı Doç. Dr. Tekin Yıldız, bilinçsiz klima kullanımı ve bu durumun yol açabileceği sağlık sorunları hakkında bizleri bilgilendirdi. “Sıcak ortamlardan klimalı ortamlara girmek sağlık açısından uygun bir durum değil. Bu nedenle hepimizin sıcak ortamlardan klimalı ortamlara geçerken dikkat etmesi gerekiyor. Özellikle çocuklar ve yaşlıların klimalı ortama girerken, daha dikkatli olması lazım. Klimaların direkt olarak kişinin yüzüne temas etmemesi gerekir. Klima çarpmalarının belirtilerine rastladığımız hastalarda, tipik zatüreden farklı olarak, akciğere ve solunum sistemine ait şikâyetler ön planda oluyor. İlk 24- 28 saat içinde hastada halsizlik, kırgınlık, yaygın kas ağrıları, şiddetli baş ağrısı ve huzursuzluk görülüyor. İlerleyen saatlerde ateş ve ilk iki günde yoğun olmak üzere kuru öksürük görülüyor. Bulantı, kusma, ishal, karın ağrısı gibi sindirim sistemi bulguları da görülebilir. Hastaların %20’sinde sinir sistemi bulguları, konsantrasyon bozuklukları hatta nadiren de olsa, ciddi olarak koma da görülebiliyor. Tüm bu belirtiler içinde, hastaların şikayetlerinin özellikle solunum sistemi ile ilgili olduğunu aklımıza getirecek en önemli bulgu öksürüktür. Klimaları oldukça sık kullanmaya başladığımız şu günlerde; ateş, öksürük, halsizlik şikayeti olan kişilerin, bu bulguları basit bir gribal enfeksiyon olarak görmeyip, zatürre başlangıcı olabileceğini akıllarda bulundurmak gerekiyor. Böyle bir durumda göğüs hastalıkları uzmanlarına başvurarak tetkik yaptırmak gerekir.” “Brozlaşırken dikkat” Dermatoloji Uzmanı Dr. Sibel Ünlü ise güneş ışınlarının kısa ve uzun vadede çeşitli problemlere yol açtığını, bronzlaşmanın deri yaşlanmasını peşin olarak kabullenmek ve deri kanseri riskini göze almak olduğunu vurguluyor. “Güneş ışınlarının erken etkisi yanmaya sebep olur, geç etki de ultraviyole ışınlarına bağlı cilt yaşlanması olarak etkisini gösterir. Deri yaşlanmasının iki türünden ilki kronolojik yaşlanma, ikincisi de fiziksel deri yaşlanmasıdır. Beyaz tenli, mavi gözlü ve kızıl saçlı kişilerde ani yanmalara bağlı olarak kansere dönüşen lezyonlar daha fazla ortaya çıkıyor. Sağlıklı bronzlaşma ancak ilk gün yarım saat, ikinci gün 45 dakika, üçüncü gün de bir saat güneşli ortamda bulunarak sağlanabilir. Son yıllarda bronzlaşmak için ağırlıklı olarak başvurulan bir yöntem olan solaryum da, ultraviyole ışınlarından oluşuyor. Bu ışınlar da aynı güneş ışığı gibi deri kanserlerini tetikleyici ve deriyi yaşlandırıcı etkilere sahip. Güneş ışınları derimizde güneş yanığı, güneş alerjisi, deri yaşlanması, kırışıklıklar, sarkmalar, damar genişlemeleri, kahverengi lekeler, tümör ve kanserlere yol açıyor. Güneşin olumsuz etkilerini ciddiye almak gerekiyor. Aksi halde çok ciddi sağlık sorunlarına yol açabilir. “Yerken gençleşin” Diyetisyen Nilgün İstek’e göre yediğimiz besinlerde doğru tercihler yaparak daha genç ve sağlıklı bir görünümle yazları geçirebiliriz. Güneş, sigara, iş ortamı ve stresin etkisiyle de vücudumun yaşlanma oranının hızlandığına dikkat çeken İstek; “Yediklerimizle vücudumuzu genç ve zinde olmasını sağlamak bizim elimizde. Bu yüzden yediklerimizde seçici olarak yıllara meydan okuyabiliriz” diyor ve sağlığımız için ekliyor; “Hücrelerin ve bağ dokularının dolgu ve destek gereksinimini karşıladığı için gün içinde bol miktarda su tüketilmesinin gerekiyor. Özellikle de içerisinde bulunduğumuz yaz aylarında... Yeşil çay da vücudun kendini yenilemesinde önemli bir içecek. Bol miktarda tüketilmesi gerekiyor. Vücut güzellik hormonlarını üretmek için ise ihtiyaç duyduğu proteinlerini balık ve tavuk etinden karşılar. Bu sebepten bu gıdalar da önemli. Bunun yanı sıra içerdikleri B vitamini sayesinde hücre yenilenmesini sağlayan yumurta ve sütün, ayrıca fındık, badem gibi yağlı tohumların da yeterli miktarlarda tüketilmesi gerekiyor. Antioksidan gücü yüksek sebze ve meyvelere de öncelik verilmesi lazım. İçerdikleri antioksidan içerikleri nedeniyle; mürdüm eriği, siyah üzüm ve üzüm çekirdeği, elma, çilek, böğürtlen, yabanmersini, karpuz, greyfurt, kivi, ananas, nar ve kiraz, ayrıca sebzelerden de; domates, havuç, brokoli, ıspanak, lahana veya karnıbahar tüketiminin ihmal edilmemesi gerekiyor. Margarin, kahve ve fast food tarzı yiyecekler cildi yaşlandırıyor. Yağlı besinlerden uzak durulması, yemek yaparken de özellikle zeytinyağı kullanılması da önemli. Yaşlanmanın gecikmesi ve etkilerinin en hafif şekilde geçirilmesi için sağlıklı, doğru besin seçiminin ve beslenme şeklinin oluşturulmasının yanı sıra günlük yapılan sporun da çok olumlu etkileri var.” 103 bursa mutfağı Bayram sofraları ve eski Ramazanlar Bursa’da Ramazan, şimdilerde günlük hayatın sıradanlığı içinde yaşansa da; eskiden, daha Ramazan gelmeden hazırlıklara başlanır, her evde Ramazan’ın gelmesine yakın telaş giderek yükselirdi. ESKİDEN iftarda ve sahurda yenmek üzere; her biri birbirinden lezzetli erişteler, kuskuslar, çeşit çeşit reçeller ve kuru yufkalar evin hanımları tarafından özenle hazırlanırdı. Ramazan ayı için hazırlanan bu yufkaları, birkaç evin hanımları bir araya gelerek, her gün bir evin ihtiyacını karşılayacak şekilde hazırlardı. Şimdilerde ise şehir merkezinde yapılmayan bu yufkalar, Bursa’nın bazı köylerinde halen yapılıyor. Hazırlanan kuru yufkalarla, iftar ve sahur için yufka tatlısı ve peynirli gözleme yapılır, ayrıca yufkalar sade olarak da yenirdi. Sahurda, tok tutması için hamur işleri, erişteler, pilavlar ve hoşaf türleri masada muhakkak bulunurdu. İftar saati geldiğinde hazırlanan sofrada; türlü simit ve çörekler, çeşit çeşit reçeller, havyar, her çeşidinden peynir ve zeytin, düğün çorbası, içli yumurta, 104 sebze ve et yemekleriyle dolmalar bulunurdu. Tatlı olarak da Gül Varak, Kaymak Bohçası, Cendere baklavası ve henüz tarifine ulaşamadığım Gelin Yüzü de sofralardan eksik olmazdı. Ramazan’ın bugün olduğu gibi yaz aylarına geldiği senelerde, Uludağ’dan getirilen karlarla yapılan şerbetler ve hoşaflar sofraların vazgeçilmezleriydi. Bunun yanı sıra, buzlardan yapılan kâselerde sunulan hoşaflarda sofralara ayrı bir güzellik katardı. Ramazan ayında, iftardan sonra sahura kadar meydanlarda çeşitli eğlenceler kurulurdu. Sabah ezanına kadar şehir canlılığını korurdu. Karagöz gösterileri, bugün eskisi kadar ilgi görmese de, geçmişte ramazan eğlencelerinin vazgeçilmezleri arasındaydı. İftar ile sahur arasında geçen zamanda teravih namazı için büyük camilere giden halk, M. Ömür Akkor Mutfak Araştırmacısı namazdan sonra kahvehanelerdeki gösterileri izlemek için oralara akın ederdi. Hali vakti yerinde olanlar evlerinin bahçelerinde kurdukları büyük iftar sofralarında dostlarının yanı sıra semtin fakirlerini de ağırlarlardı. Şimdiler de kurulan iftar çadırları yerine, Bursa’daki altı külliyenin aş evinde “Ben açım” diyen herkes doyurulurdu. Bursa’da, 20. yüzyılın başlarına kadar geleneksel bir yöntemle Ramazan’ın geldiği tüm kente duyuruldu. Ramazan’ın ilk gününde ateş yakarak, “On Bir Ayın Sultanı” kutlamalar ile karşılanırdı. Bu gelenek şimdilerde unutulmuş durumda. Ramazan ayından bir hafta önce, Bakacak Tepesi’ne çıkarak çadır kuran dönemin mülki amirleri ve vatandaşlar, gökyüzünde ilk hilali görünce, tepede ateş yakardı. Omaçlı Mercimek Çorbası Malzemeler: 2 su bardağı yeşil mercimek 1 adet kuru soğan 3 yemek kaşığı un 1 yemek kaşığı tereyağı ½ Limon 1 çay kaşığı kırmızı pul biber 1 çay kaşığı zerdeçal 1 çay kaşığı tuz 5 su bardağı su Hazırlanışı: Yeşil mercimek haşlanır ve süzülür. Kuru soğan, yemeklik olarak doğranıp tencerede tereyağında kavrulur ve üzerine haşlanmış mercimek, tuz, kırmızı pul biber, zerdeçal, limon suyu ve 5 su bardağı su eklenir. Karışım kaynamaya bırakılır. Diğer tarafta bir kâsede un ve kaynayan karışımdan alınan bir miktar suyla hamur tutulur. Hamur, nohut büyüklüğünde parçalara ayrılarak yuvarlanıp çorbaya ilave edilir ve karıştırılır. Çorba 20 dakika daha pişirilir. Ateşin dumanını gören Tophane Tepesi’ndeki görevliler de top atışıyla Ramazan ayının geldiğini tüm kente ilan ederlerdi. Ramazan’ın son iftarından sonra da davulcular; “Gecelerin ayazına, Baklavanın beyazına, Gül suyundan abdest alın, Buyurun bayram namazına…” diyerek tüm ahaliyi bayram namazına çağırırdı. Bayram namazından sonra bayram yemeği için hazırlanan sofrada; Bursa lokumu, baklava, pilav, yaprak sarması, güllaç ve tavuk yemekleri olur, bu yemekler bayram süresince gelen tüm misafirlere ikram edilirdi. Bayram boyunca tanıdık tanımadık herkes bu yemeklerin tadına bakardı. Yine bir manide; “Ulucami direk ister, Söylemeye yürek ister, Benim karnım toktur ama arkadaşım börek ister, Alaylı olsun alaylı, Tepsisi olsun kalaylı, Yağı, peyniri bolca olsun, Yemesi olsun kolaylı…” diyerek davulcu bu durumu kısaca özetlerdi. Ramazan sofranızın bereketli olmasını temenni ederek unutulmuş Bursa mutfağından bir çorba tarifini sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu tarife, Türkiye’de birkaç mutfakta daha rastladım. Bu çorba, 15. Yüzyıl’da Konya’dan Bursa’ya getirilip yerleştirilen Türkmen aileleri tarafından Bursa mutfağına dâhil edilmiştir. Yemeklerimize ve geleneklerimize sahip çıkalım ve bunları gelecek nesillere aktaralım. 105 kestaneli lezzetler Kestaneli Güllaç Hazırlanışı Büyük ve yayvan bir tencerede sütü, şekeri ve gül suyunu el yakmayacak sıcaklığa kadar ısıtın. Güllaç yaprağının bir tanesini ortadan ikiye bölün. Bu yarım güllacı tekrar ikiye katlayarak sıcak sütün içine batırıp yumuşamasını sağlayın. Islattığınız güllaçları tepsiye 1 kat dizin ve aralarına kırık kestane şekeri ekleyin. Bu şekilde tüm güllaçları kat kat ıslatıp tepsiye dizin. Kalan sütü de tepsinin üzerine gezdirin. Bütün kestane şekeri, kiraz şekeri ve ceviz ile üzerini süsleyin. 106 Tarif: Kafkas Malzemeler 1 paket güllaç 1 litre süt 400 gr. toz şeker 1 kahve fincanı gül suyu Ceviz Kiraz Şekeri Kırık Kestane Şekeri Bütün Kestane Şekeri www.dergibursa.com.tr rehberbursa guidebursa OTEL / HOTEL HASTANE / HOSPITAL ÇİÇEKÇİ / FLORIST RESTORAN / RESTAURANT BAR / BAR - BISTRO PASTANE / PATISSERIE KAFE / CAFE SİNEMA / CINEMA TİYATRO / THEATRE KUAFÖR / COIFFEUR TAKSİ / TAXI MÜZE / MUSEUM KÜLTÜR MERKEZİ / CULTURAL CENTER EĞLENCE MERKEZLERİ / ENTERTAINMENT CENTERS TURİZM & ULAŞIM / TOURISM & TRANSPORTATION S P O R S A L O N L A R I / S P ORTS HALLS KUYUMCU / JEWELLERY ÖNE ÇIKANLAR / HIGHLIGHTS “Bursa’nın yaşam rehberi” “Life guide of Bursa” 107 guidebursa RESTORAN / RESTAURANT Bakus İtalyan Restraunt & Winehouse Çekirge Meydanı T. 234 38 88 Beceren Botanik Parkı T. 211 52 60 CP Steak House Çelik Palas Hotel Çekirge Cad. No:79 T. 233 38 00 Dababa Esentepe Mah. Gürler Cad. No:87 / 12 Nilüfer T. 247 92 00 Gasthaus Eski Mudanya Cad. No: 48 T. 548 00 65 Gurme / Bademiçi Bademli Mah.No.79 Mudanya - BURSA T. 549 01 09 Kadife A la Carte Almira Hotel Uluabatlı Hasan Bulvarı No:5 T. 250 20 20 Kahve Beyaz Mudanya Yolu Göynüklü Köyü Girişi T. 566 34 47 “Life guide of Bursa” Çağrışan Et Mangal Y.Mudanya Yolu Çağrışan Köyü T. 244 91 00 Çiçek Izgara Belediye Cad. Orhan Boğazı No:15 T. 221 65 26 Korupark AVM T. 241 29 88 İzmir Yolu Orhaneli Kavşağı No:1 T. 452 01 00 Park Izgara Mudanya Yolu No: 754 T. 244 94 01 Hayat Lokantası Merinos Parkı T. 272 27 77 DENİZ ÜRÜNLERİ & MEYHANE / SEA FOOD & BAR Arap Şükrü Çetin Arap Şükrü Sokağı T. 221 14 53 Cafeman Balıkçısı Agora İş Merkezi Kulealtı Bademli T. 549 10 14 Deniz Tabağı Kuruçeşme Mah. Sakarya Cad. No:45 T. 222 19 19 Saki Rum Meyhanesi E.Mudanya Yolu No.25 Bademli T. 549 02 89 KEBAP & PİDE / KEBAB & PITA Kaşıkara Mudanya Yolu Göynüklü Köyü Girişi T. 566 35 66 Atmosfer Pide / Metin Durmaz FSM Bulvarı No: 92 T. 240 10 00 Kavis Marigold Otel - 1.Murat Cad No: 47 T. 444 40 00 Dürümcü Bekir Usta Setbaşı T. 220 11 01 Çekirge T. 233 88 18 FSM Bulvarı T. 243 75 75 Bademli T. 549 28 28 Placia Restaurant Holiday Inn Hotel Görükle T. 442 85 40 Otantik Gemi Güzelyalı Yat Limanı İçi T. 554 43 00 Panaroma Çelik Palas Hotel Çekirge Cad. No:79 T. 233 38 00 Tike Mudanya Cad. Bademli Kavşağı T. 549 20 75 Yazı E.Mudanya Yolu Emek Yağı Fabrikası Yanı T. 548 00 28 İskender Kebap Atatürk Cad. Tayyare KM Yanı No:60 T. 221 10 76 Carrefour AVM T. 452 10 62 Korupark AVM T. 241 21 10 Kebapçı Yavuz İskender Y.Yalova Yolu Ovaakça T. 267 27 20 As Merkez Outlet Yanı T. 261 60 30 Köy Tesisleri Y.Mudanya Yolu 16. Km No144 T. 244 99 01 İskender Efendi Konağı Botanik Park T. 211 26 90 Ünlü Cad. No: 7 T. 221 46 15 Zafer Plaza AVM T. 221 15 33 IZGARA & MANGAL & LOKANTA / GRILLS Anadolu Lezzet Dünyası E.Mudanya Yolu Bademli T. 549 23 03 Bademli Et Mangal Mudanya Cad. Shell B.İstasyonu No: 307 T. 244 84 60 Şampiyon Kokoreç Altıparmak T. 223 23 20 Uludağ Kebapçısı Uluyol Şirin Sok. T. 251 45 51 Kent Meydanı AVM T. 255 55 56 Zeugma Restoran Azerbaycan Dostluk Parkı Nilüfer T.452 00 27 2011 108 rehberbursa “Bursa’nın yaşam rehberi” HAZIR YEMEK / FAST FOOD Big Mammas FSM Bulvarı T. 247 44 55 Kükürtlü T. 236 89 91 Korupark AVM T. 241 27 50 Ertuğrulkent T. 413 38 93 Burger King T. 444 54 64 Büfemtrak Adres: FSM Bulvarı No: 48/B T. 245 87 25 Dominos Pizza Altıparmak T. 222 90 40 Bademli T. 241 58 00 Beşevler T. 453 46 04 FSM Bulvarı T. 453 00 76 Özlüce T. 413 15 00 Çekirge T. 234 99 22 Yıldırım T. 362 60 60 Hobi Paket Büfe Altıparmak T. 221 11 63 Beşevler T. 451 11 00 İhsaniye T. 246 00 55 Özlüce T. 413 73 13 Kentucky Fried Chicken 444 35 55 La Piatto Cafe- Pizza & Macaroni FSM Bulvarı No.90 / A Nilüfer- BURSA T. 444 21 58 Mariza Altıparmak T. 225 12 25 FSM Bulvarı T. 451 44 44 Mc Donald’s T. 444 62 62 Vitosto FSM Bulvarı No:4 T. 242 72 71 PASTANE / PATISSERIE Aslı Börek Carrefour T. 452 66 86 Kent Meydanı AVM T. 251 40 02 Metro Market T. 441 37 20 Geçit Evke Plaza T. 241 80 88 Osmangazi Metro T. 272 03 03 Zafer Plaza T. 223 79 79 Uludağ Ünv.T. 442 88 26 Bread House Anatolium AVM T. 261 30 27 Carrefour AVM Zemin Kat No:7 T. 451 70 07 İhsaniye Mah. FSM Bulvarı No:54/ 3 T. 246 87 27 Kent Meydanı AVM 2. Çarşı Katı T. 255 04 05 Korupark AVM Zemin Kat T. 0543 646 87 87 Çınar Pastanesi Kükürtlü Cad. No:28 T. 235 54 49 FSM Bulvarı No:68 T. 451 58 98 Setbaşı Meydanı No:8 T. 327 55 76 Durak Muhallebicisi Çekirge Meydanı T. 235 08 08 İzmir Yolu Cad. No:66 T. 240 08 09 Altıparmak Cad. No: 74 T. 223 27 19 Ünlü Cad. No:4 T. 220 40 80 Kafkas Atatürk Cad. Heykel T. 225 25 99 Carrefour AVM T. 452 49 99 Arena AVM Ertuğrulkent T. 413 78 10 FSM Bulvarı No:42 T. 245 59 00 İzmir Yolu T. 413 22 20 Kent Meydanı AVM T. 255 67 00 Kristal Park Çarşısı İhsaniye T. 246 50 51 As Merkez Karşısı T. 261 52 61 Davutdede Mah. Conk Sok. No:24 Yıldırım T. 360 03 30 Korupark AVM T. 241 49 29 Hürriyet Soğukkuyu No:10 T. 247 25 25 Terminal T. 261 58 02 Soğukkuyu No:2 Nilüfer T. 245 01 70 Rıhtım FSM Bulvarı Kamuran Sitesi No:71 / A T. 451 24 77 Altıparmak Cad. No:33 T. 222 31 77 Konak Mah. Beşevler Cad. No: 66 /A T. 452 66 28 Çamlıca Mah. Eğitimciler Cad. No:139 T. 453 36 00 Çekirge Meydanı T. 236 83 58 Un-Pa Çekirge Meydanı T. 236 73 65 Beşevler Mah. Bilginler Cad. Mehtap Sitesi No:32 T. 452 26 72 Beşevler Mah. Bilginler Cad. Tunca Apt. No:32 T. 443 26 17 Waffle Evi Kükürtlü Cad. No:28 T. 236 36 90 Waffle Abbas FSM Bulvarı Aksel 104 Sitesi No:78 T. 245 77 78 Uzay Pastanesi Altıparmak Cad. No:19 T. 225 12 55 Çekirge Cad. No:124 T. 236 42 04 Saygınkent AVM T. 413 43 06 FSM Bulvarı No:12 T. 249 13 44 Geçit Mah. Mudanya Yolu No:77 T. 244 63 97 2011 109 guidebursa Sui Çukurköşk & My Kitchen Çekirge Cad. No: 114 T. 234 62 00 Öne çıkanlar / Highlights www.cafemykitchen.com Bakus İtalyan Restraunt & Winehouse Çekirge Meydanı T. 234 38 88 www.bakusrestaurant.com 110 “Life guide of Bursa” rehberbursa Hayal Kahvesi FSM Bulvarı No:59 T. 451 50 80 www.hayalkahvesibursa.com Bademiçi Bademli Mah.No.79 Mudanya - BURSA T. 549 01 09 Öne çıkanlar / Highlights “Bursa’nın yaşam rehberi” 111 guidebursa KAFETERYA / CAFE Cafe Crown Carrefour AVM T. 451 21 45 Kent Meydanı T. 255 30 00 Korupark AVM T. 242 06 24 Coffe and Beyond FSM Bulvarı T. 247 22 37 “Life guide of Bursa” Süksse FSM Bulvarı Aksel 104 Sit. B Blok T. 240 16 35 Şale Karagöz Cad. No:65 Kükürtlü T. 233 18 27 Tesadüf FSM Bulvarı T. 241 58 58 Fink FSM Bulvarı T. 243 09 99 BAR – BİSTRO / BAR BISTRO Gönül Kahvesi As Merkez Outlet T. 261 58 78 Nostaljik Tren İstasyonu Beşevler T. 452 82 16 FSM Bulvarı No:11 T. 247 66 06 Angaje Lounge & Brasserie Nilpark AVM T. 246 77 44 Gren Arap Şükrü Sokağı No: 46 T. 223 60 64 Gloria Jean’s Coffee’s Kent Meydanı AVM T. 255 05 81 Korupark AVM T. 241 37 26 Bigo FSM Bulvarı No.48/C T. 240 04 04 Boo Live Geçit No:639 T. 244 88 78 Bongo Bar Kültürpark içi Altın Ceylan T. 234 34 34 İncir Cafe Kordon Boyu Mudanya T. 544 06 05 Benzin FSM Bulvarı No:57 T. 452 26 96 Kahve Dünyası Korupark AVM T. 241 23 45 Zafer Plaza AVM T. 225 29 29 Cadde Üstü FSM Bulvarı T. 246 66 74 Kahve Mania FSM Bulvarı No:116 T. 245 02 22 Lusso FSM Bulvarı No: 139 / 7 T. 241 45 30 Neşve FSM Bulvarı No: 139/ 8 T. 243 06 63 Pascal Nilpark AVM T. 240 02 04 Saklıbahçe 1.Murat Cad. Çekirge T. 236 99 59 Siesta Pembe Çarşı No:4 T. 232 35 05 Nalbantoğlu Heykel T. 221 53 01 Starbucks Carrefour AVM T. 453 20 76 Kent Meydanı T. 255 37 39 Korupark AVM T. 241 27 60 Kükürtlü T. 233 39 55 Zafer Plaza AVM T. 220 00 46 Cha Cha Mihraplı Mevkii Carrefour Arkası T. 452 13 50 Duetto FSM Bulvarı No: 94 T. 240 10 16 Exit Oulu Cad. No:13 T. 234 50 70 Festina FSM Bulvarı T. 249 19 49 Hayal Kahvesi FSM Bulvarı No:59 T. 451 50 80 Highout Oulu Cad. Oylum Carşısı T. 233 00 60 Ivory Kükürtlü Cad. No:56 T. 234 91 90 Jazz Bar Uludağ Yolu No:45 T. 239 62 54 K Bar Çekirge Cad. T. 233 44 22 2011 112 rehberbursa “Bursa’nın yaşam rehberi” Kat 3 Magazin Outlet Ataevler T. 443 22 72 Kent Meydanı AVM T. 255 55 22 Shakespeare Bistro Korupark AVM T. 241 29 59 Keyifli Bar FSM Bulvarı No:96 T. 245 80 86 Suare Magazin Outlet Ataevler T. 443 10 01 Kırmızı Cumhuriyet Mah. Gazi Cad. No:53 T. 452 97 07 Teras Carrefour AVM Yanı Kumova Plaza Nilüfer T. 453 09 09 Kios Bar Holiday Inn Hotel Görükle T. 442 85 40 Klan FSM Bulvarı / Bademli T. 247 63 23 Konak 18 Çekirge Cad. No:18 T. 235 37 07 Krema Jazz Club Mudanya Cad. Bademli Kavşağı Tike Restoran T. 549 20 75 Kulüp Kültürpark içi Altın Ceylan T. 0530 242 68 78 La Luz Korupark AVM T. 243 93 98 Locco Bademli Kavşağı Mudanya Yolu Gedik Plaza T. 549 07 77 Mox Lounge FSM Bulvarı T. 240 22 42 My Kitchen Çekirge Cad. No: 114 T. 234 62 00 Leman Kültür AVP Tiyatro Aralığı Heykel T. 224 44 54 Malt Magazin Outlet Ataevler T. 443 22 72 People Agora İş Merkezi Arkası Bademli T. 549 04 43 Picante Gazi Cad. No.51 / A T. 451 36 34 Resimli Holiday Inn Hotel Görükle T. 442 88 15 Veni Vidi Kükürtlü Oulu Cad. No:6 T. 233 99 99 Wamtes Çekirge Cad. No:40 T. 233 66 22 ALIŞVERİŞ MERKEZİ / SHOPPING CENTER Anatolium Yeni Yalova Yolu Cad. No.487 T. 261 12 22 As Merkez Outlet Y. Yalova Yolu 8.Km T. 261 51 51 Carrefour İzmir Yolu Orhaneli Kavşağı T. 219 73 00 Kent Meydanı Santral Garaj Mah. T. 255 43 63 Korupark Mudanya Yolu 9.Km T. 242 35 35 Özdilek Yeni Yalova Yolu 4.Km T. 219 60 00 Zafer Plaza Cemal Nadir Cad. No.181 T.225 39 00 SİNEMA / CINEMA Korupark Cinetech T. 242 93 83 Zafer Plaza Cinetech T. 225 48 88 Setbaşı Prestige T. 221 48 06 Kent Meydanı T. 255 30 84 As Merkez Avşar T. 261 57 67 Akpınar K. M. T. 243 73 43 Altıparmak Burç T. 221 23 50 AFM Carrefour T. 452 83 00 Cinemoda Barış Manço K.M. T. 366 08 36 TAKSİ / TAXI Altıparmak T. 222 16 44 Almira T. 252 86 38 Ataevler T. 441 88 00 Bademli T. 549 24 90 Beşevler T. 451 28 28 Çekirge T. 236 71 04 Çelik Palas T. 233 27 79 Dallas T. 233 81 22 Doğumevi T. 236 67 06 İhsaniye T. 247 47 33 Kükürtlü T. 235 12 96 Nilüfer T. 245 05 98 Setbaşı T. 328 90 91 Uludağ T. 222 35 14 Şey Pub Oulu Cad. No:9 T. 233 07 25 2011 113 guidebursa Korupark Mudanya Yolu 9.Km T. 242 35 35 Öne çıkanlar / Highlights www.korupark.com.tr Medical Park Bursa Haşim İşcan Cad. Fomara Meydanı T. 444 44 84 www.medicalpark.com.tr 114 “Life guide of Bursa” rehberbursa Sacha Kükürtlü Mah. Manolya Sok. No.67 T.233 59 79 Kent Meydanı AVM T. 255 63 64 FSM Bulvarı T. 453 38 55 Bademli T.549 11 42 - 43 Gönlüferah **** 1.Murat Cad. No:22 Çekirge T. 233 92 10 Öne çıkanlar / Highlights “Bursa’nın yaşam rehberi” www.gonluferah.com 115 guidebursa OTEL / HOTEL Adapalas *** 1.Murat Cad. No:21 Çekirge T. 233 39 90 Artıç *** Atatürk Cad. Ulucami Karşısı T.224 55 05 “Life guide of Bursa” Marigold ***** 1.Murat Cad. No:47 Çekirge T. 444 40 00 Otantik Club (Butik) Botanik Parkı T. 211 32 80 Otantik Gemi (Butik) Güzelyalı Yat Limanı İçi Mudanya T. 554 43 34 Almira ***** Uluabatlı Hasan Bulvarı No:5 T.250 20 20 HASTANELER / HOSPITALS Anatolia **** Çekirge Meydanı T. 233 94 00 Baia **** Y.Yalova Yolu As Merkez Outlet Yanı T. 275 45 00 Beceren (Butik) Botanik Parkı T. 211 52 60 Boyugüzel (Butik) Askeri Hastane Karşısı Çekirge T. 239 99 99 Büyükyıldız **** Uludağ Cad. No:16 T. 239 69 90 Central *** Uluabatlı Hasan Bulvarı No:55 T. 273 55 00 Çelik Palas ***** Çekirge Cad. No:79 T. 233 38 00 Divan **** Kükürtlü Mah. Dr. Rüştü Burlu Cad. No:11 T. 233 00 07 Gönlüferah **** 1.Murat Cad. No:22 Çekirge T. 233 92 10 Holiday Inn **** Uludağ Üniversitesi Görükle Kampüsü T. 442 85 40 İbis Hotel ** Altınova Mah. Fuar Cad. No: 67 T. 275 85 00 Kervansaray *** Fomara Meydanı T. 220 00 00 Kervansaray Termal ***** Çekirge Meydanı T. 233 93 00 Kırcı **** Çekirge Cad. No:21 T. 220 20 00 Kitapevi (Butik) Kavaklı Mah. Burçüstü No:21 T. 225 41 60 Kent *** Atatürk Cad. No: 69 T. 253 54 20 Acıbadem FSM Bulvarı Sümer Sok. No.1 T. 444 55 44 Bursa Anadolu İzmir Yolu Cad. No.105 T. 451 09 09 Bursa Göz Merkezi Fomara Meydanı Osmangazi T.444 04 69 Bursa Vatan Fevzi Çakmak Cad. No.55 T. 220 10 40 Çekirge Kalp ve Aritmi Kükürtlü Mah. Konca Sok. No.2 T. 275 75 00 Dentatürk Diş FSM Bulvarı No.167 T. 270 09 00 Doruk Tıp Zübeyde Hanım Cad. No.5 T. 444 04 53 Esentepe Tıp Merkezi Mudanya Yolu Cad. No.169 T. 444 02 46 Jimer Orhaneli Yolu Beşevler Kavşağı T. 444 45 67 Konur Zübeyde Hanım Cad. No.12-2 T. 233 93 40 Medical Park Bursa Haşim İşcan Cad. Fomara Meydanı T. 444 44 84 Medicabil Mudanya Yolu Küre Sok. No.1 Fethiye T. 444 81 12 Osmangazi Tıp Merkezi Ulubatlı Hasan Bul. No:46 T. 270 05 05 Rentıp FSM Bulvarı No.42 / A İhsaniye T. 249 77 00 Retina Göz Merkezi Mudanya Yolu Cad. No.171 / 1 T. 240 24 01 Turkuaz Diş Konak Mah. Beşevler Cad. No.76 T. 451 32 22 2011 116 rehberbursa “Bursa’nın yaşam rehberi” SPOR SALONLARI / SPORTS HALLS Roma Kuaför Korupark AVM T. 243 06 60 Asya Spor Merkezi İhsaniye Mah. İkizevler Sok. No.7 Nilüfer T.249 64 55 Sacha Kükürtlü Mah. Manolya Sok. No.67 T.233 59 79 Kent Meydanı AVM T. 255 63 64 FSM Bulvarı T. 453 38 55 Bademli T.549 11 42 - 43 Beyge Club Beşevler Kültür Mah. Gümüşdere Cad. No.4 Nilüfer T.453 55 00 Stüdio Tim Carrefour AVM T. 452 66 98 ÇİÇEKÇİ / FLORIST B-Fit Spor Kulübü Ahmet Yesevi Mah. No.28 Balat / Nilüfer T.244 64 68 Aşşk Çiçek Çekirge Cad. Çelik Palas Otel Altı T. 235 16 00 Hat Cad. No.10 Osmangazi T.235 35 15 Bursa Çiçekçilik FSM Bulvarı Zafer Sok. No.45 T. 452 47 32 Beşevler Mah. Bilginler Cad. No.18 Nilüfer T.452 60 52 Lora Çiçek Evi Osmangazi Mah. Asker Cad. No.1 Tophane T. 225 41 43 Siteler Kanuni Cad. No.25 / A Yıldırım T.369 08 31 Lis Çiçek Çekirge Cad. No.139/B T. 236 81 96 Çok Yaşa Clup İzmir Yolu Nilpark AVM 5.Kat Nilüfer T.245 68 00 Koru Çiçek Korupark AVM T.241 54 74 Gym Sport Agora İş Merkezi Bademli T.549 25 00 Pelit Çiçekçilik & Peyzaj Saygınkent AVM Ertuğrulkent T. 413 02 62 Maya Spor Salonu Konak Mah. Lefkoşe Cad. Gizemler Plaza No.12 Nilüfer T.453 02 50 TURİZM & ULAŞIM / TOURİSM & TRANSPORTATION Kamil Koç T. 444 05 62 Score Fitness Spa Korupark AVM İçi T.242 68 00 Nilüfer Turizm T. 444 00 99 U. Teleferik İşletmesi T. 327 74 00 Studio Pilates Cumhuriyet Mah. Yağmur Sok. Elmas Evler Sit. C / Blok K.4 Nilüfer T.451 32 41 Plaza Turizm Kükürtlü Mah. Oulu Cad. No.33 T. 234 58 58 Tango Evita Dans ve Sanat Merkezi Konak Mah.Yaz Sok.No.2 / A Nilüfer T.451 44 15 Şentürkler Turizm Çekirge Cad. No.51 Osmangazi T. 235 66 66 KUAFÖR / COIFFEUR Ahmet Albayrak Korupark AVM No.74 T.241 31 12 Atölye Kuaför E.Mudanya Yolu No.35 Bademli T. 548 00 80 Emma Cumhuriyet Mah. Nilüfer Hatun Cad. No.2 T. 452 67 50 Enis Aslan Hairdesigner Kükürtlü Cad. T. 233 00 51 Mss Salon Kükürtlü Cad. No.58 T. 232 30 90 Burkon Turizm Çekirge Cad. No.51 / C Osmangazi T. 233 40 00 İDO Bursa Satış Noktaları Kent Meydanı AVM T. 255 44 60 Korupark AVM T. 242 19 49 Mamis Restaurant T. 211 23 81 Park Plaza T. 244 94 01 Plaza Tur T. 234 58 58 Uludağ Üniversitesi Görükle Kampüsü T. 442 91 25 Zafer Plaza AVM T. 225 39 08 2011 117 guidebursa “Life guide of Bursa” KUYUMCU / JEWELLERY KÜLTÜR MERKEZİ / CULTURAL CENTER Altınbaş Kapalı Çarşı No: 327 T. 444 46 87 Açık Hava Tiyatrosu Reşat Oyal Kültür Parkı T. 234 49 12 Orotrend Korupark AVM T. 241 31 50 Nalbantoğlu No:8 T. 224 90 13 Adile Naşit Kültür Merkezi Ertuğrulgazi Mah. Kaplıkaya T. 368 51 20 Gencay Altın & Pırlanta Kapalı Çarşı No: 317 - 341 - 381 - 2 - 284 T. 221 16 87 Gilan Korupark AVM T. 241 31 32 Gold Kuyumculuk Kapalı Çarşı No:288 - 308 - 6 T.223 26 37 Hüseyin Sümer Pembe Çarşı No:27 T. 233 71 71 Macit Gümüş & Altın Bedesten Doğu Kapısı Karşısı T. 222 45 84 Mücevher Exclusive Korupark AVM T. 241 77 11 Nur Kuyumculuk Ulucami Cad. No: 68 Bedesten Civarı No: 99 Kapalı Çarşı No: 353 T. 444 46 87 Pırlant Anatolium AVM T. 261 23 61 Korupark AVM T. 241 31 31 Kent Meydanı T. 255 13 55 Modatech - Korupark AVM T. 241 31 33 Modatech - Zafer Plaza AVM T. 225 36 69 Ulucami Civarı T. 223 33 33 Setbaşı T. 220 18 18 Zafer Plaza AVM T. 223 23 23 Uludağ Diamond CH Bursa- Kapalı Çarşı No: 315 T. 224 98 13 Uzun Çarşı No:244 T. 225 56 19 Zafer Plaza AVM T. 225 05 75 Zen Diamond Carrefour AVM T. 452 15 55 Akpınar Kültür Merkezi Akpınar Mh. 1050 Konutlar Havuz Sk. T. 243 73 43 Atatürk Kongre Kültür Merkezi Merinos Parkı T. 272 16 00 A.V.P.Devlet Tiyatrosu Atatürk Cad. Heykel T. 222 89 10 Barış Manço Kültür Merkezi Mimar Sinan Cad. No.79 / Yıldırım T. 366 02 02 Bufsad(Bursa Fotoğraf Sanatı Derneği Gurabahane-i Laklakan Kültür Merkezi Selçuk Hatun Sok. No:9 Setbaşı / Osmangazi T. 225 51 50 Bursa Senfoni Orkestrası A. V.P. Devlet Tiyatrosu Binası T. 225 59 70 Çağdaş Eğitim Kooperatifi Kültür Salonu Atatürk Cad. No:93 / Görükle T. 483 21 83 Fethiye Kültür Merkezi Fethiye Mah. Huzur Cad. Fileci Sok. T. 243 36 63 Konak Kültür Merkezi Konak Mah. Yakut Sok. No:2 T. 452 45 00 Şehir Kütüphanesi Setbaşı Köprüsü Yanı T. 326 56 49 Tayyare Kültür Merkezi Atatürk Cad. / Heykel T. 220 88 47–48 Uğur Mumcu Kültür Merkezi Basın Kültür Sarayı K.2 Ataevler T. 441 01 42 Uludağ Üniversitesi Kırmızı Salon Görükle Kampüsü T. 294 00 00 16 mm Sinema Atölyesi F. Çakmak Katlı Otoparkı Zemin Kat T. 222 11 12 2011 118 rehberbursa “Bursa’nın yaşam rehberi” MÜZE / MUSEUM Ormancılık Müzesi Çekirge Cad. / Osmangazi T. 234 77 18 Türkiye'nin ilk ve tek ormancılık müzesidir. Bursa'da, Çekirge caddesi üzerinde Saatçi Köşkü olarak bilinen yapıda yer alır. Bursa müzeleri pazartesi hariç her gün mesai saatleri arasında hizmet veriyor. Arkeoloji Müzesi Reşat Oyal Kültürparkı T. 234 49 18 Bitinya ve Misya bölgelerinde bulunmuş M.Ö. 3000’den Bizans Devri sonlarına kadar olan devirlere ait eserler sergileniyor. Müzede 25 bin eser yer alıyor. 2 bin kadarı sergide. Türk İslam Eserleri Müzesi Yeşil Mah. Yeşil Külliyesi T. 327 76 79 Çelebi Sultan Mehmed tarafından 1414 – 1424 yılları arasında Mimar Hacı İvaz Paşa'ya yaptırılmış ilk Osmanlı medreseleri arasındadır. "Sultaniye Medresesi" adıyla da bilinir. Anadolu Selçuklu mimarisinde açık avlulu medreselerin en iyi örneklerindendir. Atatürk Evi Müzesi Çekirge Cad. Çelik Palas Hotel Yanı T. 234 77 16 19. yüzyıl sonlarında yapılmış olan köşk, Bursa Belediyesi tarafından sahibinden satın alınarak Atatürk’e hediye edildi. 1968’de Kültür Bakanlığı’na devredilen bu köşk, 29 Ekim 1973’te, Cumhuriyet´in 50. yılında müzeye dönüştürülerek ziyarete açıldı. Uluumay Osmanlı Halk Kıyafetleri ve Takıları II. Murat Cad.Şair Ahmetpaşa Med.Muradiye T. 222 75 75 Müzede, Anadolu Folklor Vakfı kurucu üyelerinden Esat Uluumay’ın 45 yılda topladığı 18 değişik koleksiyon sergileniyor. Bursa Kent Müzesi Atarük Cad. No:8 Heykel T. 220 26 26 Müzede Bursa’da yaşamış 6 Osmanlı padişahının balmumu heykelleri, geleneksel ticaret hayatını canlandıran dekorlar, kentin topografik maketi gibi objelerle bilgiler sunuluyor. Tofaş Anadolu Arabaları Müzesi Umurbey Mah. Kapıcı Sok. T. 329 39 41 Tekerleğin at arabasından otomobile gelişimini sergileyen müzede Tofaş’ın 0001 seri nolu araçlarından örnekler izlemek de mümkün. Celal Bayar Müze ve Kütüphanesi Umurbey / Gemlik T. 525 00 98 3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın çalışma yıllarına ait fotoğraflar, anı eşyalar ve hediyeler, tablolar, çeşitli belgeler, nişanlar, madalyalar, şilt ve plaketler yer alıyor. Hünkâr Köşkü Temenyeri Mah.Vakıf Sok. T. 327 91 90 Sultan Abdülmecid tarafından 1859 yılında av köşkü olarak yaptırılmış olan köşk, Sultan Abdülmecid dışında, Sultan Abdülaziz ve Sultan 5. Mehmet Reşad tarafından da kullanılmış. Atatürk’ü de ağırlamış olan köşke günümüzde Atatürk Köşkü ve Cumhuriyet Köşkü de deniliyor. Hüsnü Züber Evi Uzun Yol Sok.3 Muradiye T. 221 35 42 1836 yılında devlet misafirhanesi olarak yapılmış, daha sonra Rus konsolosluğu olarak kullanılmış olan ev, tipik bir Osmanlı evi. Karagöz Evi Müzesi ve Anıtı Çekirge Cad. T. 232 25 90 Bursa ile özdeşleşmiş Karagöz oyunu hakkında bilinen tüm kültürel motifleri barındıran müzede Ramazan aylarında günümüz hayalileri tarafından Karagöz gösterimleri yapılıyor. Mudanya Mütareke Evi Müzesi Sahil Yolu / Mudanya T. 544 10 68 Türk Kurtuluş Savaşı’nı sonlandıran Mudanya Mütarekesi’nin imzalandığı tarihi evdir. Mütarekeye ait eşyaların korunduğu evde, döneme ait fotoğraflar ve belgeler de sergileniyor. 2011 119 120