Publication - Haber Ajanda
Transkript
Publication - Haber Ajanda
HÜR TEFEKKÜRÜN KALESİ Aylık Siyaset, Strateji ve Toplum Dergisi AĞUSTOS 2014 YIL 8 SAYI 93 12,5 TL www.haberajanda.com.tr haber PROF. DR. TURAN GÜVEN Başarısızlıklarını dayatan liderler! METİN KÜLÜNK Millet Çankaya’yı sahiplendi PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN 12. Cumhurbaşkanı’ndan beklediklerimiz NESRİN ÇAYLI Tez makbul olmuş bir dua: 2071 Türk halkının ikinci büyük zaferi LOKMAN AYVA Yeni Türkiye’de neler olacak? MEHMET ŞEKER Erdoğan dönemi asıl şimdi başlıyor SERVET HOCAOĞULLARI Ağustos sıcağında Yeni Türkiye -Gül’ün ikinci yol ayrımıMURAT İLKTER M. S. BIÇAK – S. HOCAOĞULLARI Yeni Türkiye’nin “Hoca”sı Stratejinin derinliği Ahmet Davutoğlu Bu sefer de olmadı, bundan sonra da olmayacak! Ta ki… MUHTEŞEM TIRAŞ Çuvalımız incirle doludur PROF. DR. BÜNYAMİ ÜNAL Yeni dünya düzeni: Hedef “Türkiye” NADİRE ÇAMLI YILDIRIM Bu tarihsel bir yazgıdır DOÇ. DR. SİNAN CANAN Kronik muzaffer HABER AJANDA Yeni Türkiye Yeni AK Parti ORHAN MÜCAHİT Büyük devrim hareketi son engeli aştı SABRİ ÖĞE Ekmeleddin Vak’ası- Erdoğan Tsunamisi FİKRİ AKYÜZ 20 önemli isim Yayınları www.cansuyu.org.tr M ER KE Z ANKARA İ STA N BUL İZMİR KO NYA 0312 285 20 03 0312 473 44 77 0212 521 65 65 0232 264 44 45 0332 236 15 05 HABER AJANDA YAYINLARI SUNAR B İR LİDER, kendisini öven veya yeren bir kitabı başucu kitabı yapmaz. Bir tek uykusunu kaçıran veya uyanık tutan kitabı benimser. Bu kitap, sadece “zamanlama” olarak “uyku eşiğinde” yazıldığı için bile el altında tutulacağını bilmektedir. *** Bu kitap, bir ülkenin lideri ölmeden yaşatılması gereken ve liderin ölmeden önce “son görev” olarak niteleyeceği, “zamanı gelen” tarihî bir fırsatı konu edinmektedir. Kuşkusuz 17 Aralık Operasyonu’yla “zamanı gelen suikast” yapılmış ve “tarihî fırsat transferi” hedeflenmiştir. Bu transferle uluslararası güçler, Yeni Türkiye’nin liderliğine bir başka ismi hazırlamak istemişlerdir. Bu kitap, “zamanı gelen lider” olarak kayıtlara geçecek bu ismi deşifre etmektedir. *** “Muhafazakâr Demokrasi” kendi ellerinde büyüyen “Politik Dindarlık” tarafından intihar saldırısına maruz kalmıştır. Saldırı altında kalan Erdoğan’ın “karşı hamle” yerine “büyük hamle” hazırlığı tamamlanmıştır ve start verileceği yer ve zamanı ilk kez bu kitap belgelemektedir. *** Yeni Türkiye’nin yeni sözlüğü, esneme payı, kronolojik liderlik, bağlantısız kardeşlik, tarihsiz evrensel öncü, iktidarın üç geni “ön kavramlar” ile oluşacaktır. Bu çalışma “yeni siyaset” kurgusunun giriş kitabı olarak kayıt düşülecektir. Çünkü Erdoğan’ın bu süreçte tek bir dost desteğine ihtiyacı vardır: Siyasetname... *** Bu kitap, bir “siyasetname” denemesidir; ancak denenmemiş bir şeye daha cesaret etmektedir: Dindarlık ile politik yüz arasındaki “yüz transferi”ni deşifre etmektedir. *** Bir lider, sadece kendisini anlatan değil, aynı zamanda anlamayı da sağlayan kitaba önsöz yazar. Çünkü son sözü bu olacaktır... Ç I K T I Tel: 0 312 3809092 0 533 165 39 82 YENİ TÜRKİYE - YENİ VİZYON “ZAMANI GELDİ” RECEP TAYYİP ERDOĞAN Sedat Servet Hocaoğulları HABER AJANDA YAYINLARI haberajanda İçindekiler SAYI: 93 // AĞUSTOS 2014 BAŞYAZI DOÇ. DR. SİNAN CANAN Kronik muzaffer 6 Bir insan olarak Erdoğan’dan beklentilerin bir sınırı vardır elbette. Kendisi şimdiye kadar bu sınırların çok ötesinde bir performans göstermiş olsa da neredeyse tek başına bir siyasî akım oluşturan bu insanın, kendisini destekleyen kitlelerin dinamizmine yeniden ve her zamankinden fazla ihtiyacı vardır. Bu dönemden sonra Erdoğan’ı destekleyenler her zamankinden çok çalışmalıdırlar. Ondan ve ardından yürütmeyi devralacak yeni hükümetten ise bu “Yeni Türkiye”ye özgü medeniyetin inşasını talep etmeliler. 10 KAPAK / HABER AJANDA 10 Yeni Türkiye, Yeni AK Parti Son sözümüz; Başkanımızı, Cumhurbaşkanımızı yalnız bırakmamak, sadece etrafında kümelenmek değil, kelimelerle, tutumlarla, projelerle ve en önemlisi de “birlikte inşa edilecek yapıyla” katkıda bulunmaktır. 30 PROF. DR. TURAN GÜVEN Başarısızlıklarını dayatan liderler! Bir partiye, ideolojiye, dinî inanca ve bir mezhebe bağlılık, bu başarısız insanlar için gerek ve yeter şartlardan biridir ve başka bir özellik aramaya hiç gerek de yoktur. Böyle insanlar, küçük topluluklarından hiçbir zorlama gelmediği için, kendilerini geliştirme gibi bir sorumluluk bilincine de gerek duymazlar. 32 METİN KÜLÜNK Millet Çankaya’yı sahiplendi Taleplerini sandık üzerinden şekillendirmekte kararlı olan Anadolu, illegaliteyi reddederek yeraltından beslenmeyi elinin tersiyle itmiştir. Cumhuriyet’in bu safhaya kadarki en önemli kazanımı da budur, yani demokratikleşmedir. Halk bu fırsatları her zaman pozitif şekilde değerlendirmiş ve Ankara’ya rağmen ülkesine istikamet çizmiştir. 36 PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN 30 32 12. Cumhurbaşkanı’ndan beklediklerimiz Anadolu insanı, hiçbir faniye nasip olmayacak şekilde Recep Tayyip Erdoğan’a istediği her şeyi fazlasıyla verdi. Şimdi, Recep Tayyip Erdoğan’ın, bugüne kadar yaptıklarına ek olarak yapamadıklarını yerine getirme ve kendisine her istediğini veren Anadolu insanına kalan borcunu ödeme zamanı… 68 SERVET HOCAOĞULLARI 36 2 68 ağustos 2014 Ağustos sıcağında Yeni Türkiye Türkiye’nin sistem tartışması içinde “kazan kazan” politikası için Sayın Gül’ü parlamenter sistemin lideri görmek isteyenler olabilir, hatta Sayın Gül de buna sıcak bakabilir. Ancak Sayın Gül, bu seçeneği AK Parti içinden değil, başka bir formül bularak değerlendirmelidir. 4 EDİTÖR 5 AHMET YOZGAT Karikatür 6 BAŞYAZI: DOÇ. DR. SİNAN CANAN Kronik muzaffer 10 HABER AJANDA Yeni Türkiye, Yeni AK Parti 16 AYIN OLAYI Cumhur, başkanını seçti 18 SELÇUK KAYIHAN Türkiye Ajanda 22 ÖMER BEKİR SADIK Dünya Ajanda 26 ULUĞ BAYINDIR Medya Ajanda 30 PROF. DR. TURAN GÜVEN Başarısızlıklarını dayatan liderler! 32 METİN KÜLÜNK Millet Çankaya’yı sahiplendi 36 PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN 12. Cumhurbaşkanı’ndan beklediklerimiz 39 YAVUZ ŞAHİN Yeni Türkiye 40 MEHMET ŞEKER Erdoğan dönemi asıl şimdi başlıyor 42 NESRİN ÇAYLI Tez makbul olmuş bir dua: 2071 Türk halkının ikinci büyük zaferi 47 YAHYA KURT Ümmetin ve umudun Reis-i Cumhuru 48 CÜNEYT AKAR Muhtar bile olamadı! 50 MURAT İLKTER “Bu sefer de olmadı, bundan sonra da olmayacak! Ta ki…” 52 SABRİ ÖĞE Ekmeleddin Vak’ası-Erdoğan Tsunamisi 54 MUHAMMED İKBAL BAKIRCI Süleymaniye’yi yeniden yapmak 56 LOKMAN AYVA Yeni Türkiye’de neler olacak? 58 NADİRE ÇAMLI YILDIRIM Bu tarihsel bir yazgıdır 60 ORHAN MÜCAHİT Büyük devrim hareketi son engeli aştı 82 M. S. BIÇAK – S. HOCAOĞULLARI AHMET TURGUT Yeni Türkiye’nin “Hoca”sı Tehlikeyi IŞİD’dik mi? Davutoğlu dışındaki bir iki isim hariç, diğer tüm seçenekler Erdoğan’la uyumlu ama Gül ile karşılaşmalarda alanı kontrol eden yeti ve yetenekte değil. Davutoğlu, Gül’ün önünü kesen değil, sorumlu olduğu alanı Erdoğan dışında kimseyle paylaşmayacak dirayette olması anlamında bir konuma sahiptir. Muradımsa korkumun yersiz çıkması… Ama bu korku eğer bir parça yerli yerince ise, bu durumda acilen önlem alınması gerek. “Ali’siz Alevilik” propagandası güden DHKP ile “Allah’sız Sünnilik” icraatında bulunan IŞİD, Türkiye topraklarında terör düellosuna tutuşacak olursa… 62 MUHTEŞEM TIRAŞ Çuvalımız incirle doludur 64 ORHAN RUFAT KARAGÖL Yoğun bakım 66 MEHMET ZİYA ÜSKÜDARLI Ne seçim ama! 67 AHMET SAĞLAM Biz, zulme susanı değil, aslan gibi kükreyeni sevdik 68 SERVET HOCAOĞULLARI Ağustos sıcağında Yeni Türkiye -Gül’ün ikinci yol ayırımı70 FATMA ŞURA BAHSİ Cumhurbaşkanı olarak Erdoğan ve yeni yüzyıl stratejisi 71 AYTEKİN ATASOYU Muhalefet uyuyor, iktidar muhalefetini doğuruyor 72 MEHTAP KAYAOĞLU Seçen mi seçer, seçilen mi seçtirir? 74 AHMET YOZGAT İnsanın açgözlülüğü ilahî düzlemde de sürüyor; ne kadar insan, o kadar Tanrı! 77 MUHAMMED LÜTFÜ AVCI Objektifler önünde “İki Yüzyıl Savaşları” 78 PROF. DR. BÜNYAMİ ÜNAL Yeni dünya düzeni: Hedef “Türkiye” 82 M. S. BIÇAK – S. HOCAOĞULLARI Yeni Türkiye’nin “Hoca”sı 89 FİKRİ AKYÜZ 20 önemli isim 90 AHMET TURGUT Tehlikeyi IŞİD’dik mi? 94 CAHİT TUZ Ortadoğu: Barışın yasak olduğu coğrafya 96 AHMET TURAN YILDIZ Gazze’de bugünlerde aşk var! 100SÖYLEŞİ/ÖMER BEKİR SADIK MUSTAFA KÖYLÜ: “Söz konusu savaşsa, İsrail’in bir bahaneye ihtiyacı yoktur” 108DR. NURETTİN ALABAY Teknoloji 90 40 72 94 42 66 100 MEHMET ŞEKER MEHTAP KAYAOĞLU CAHİT TUZ Erdoğan dönemi asıl şimdi başlıyor Seçen mi seçer, seçilen mi seçtirir? Ortadoğu: Barışın yasak olduğu coğrafya 40 Aşk olsun! Yorumcu geçiniyor ama olan biteni vallahi hiç anlamamış. Erdoğan dönemi asıl şimdi başlıyor muhterem. Bugüne kadar yaşadıklarımız tam anlamıyla provaydı. Ölçü alındı, kesildi biçildi, teyellendi… Elbise bundan sonra tamamlanacak. O aslan fedai, görmek istediğini söylemeye devam etsin, ziyanı yok... NESRİN ÇAYLI Tez makbul olmuş bir dua: 2071 Türk halkının ikinci büyük zaferi Ve artık ceddinin tecrübesini kendine hedef koymuş bir Reis’imiz var! Tarihten ibret almayı ihmal şöyle dursun, ömrümüz yetmese de 2071 tarihini tasavvur olarak zamana şerh düşme idrakini taşıyan bir liderimiz var! 42 72 “Seçilen” olmak, kişinin kendisinde, içinde bulunduğu toplumun şartlarına uygun vasıflar taşımasıyla ilgilidir. Size ait değerli ilkelerin olmasından ziyade, sanki edilgenliğe işaret eden bir duygu hissettirir insana. Diyelim ki iyisiniz, ancak içinde bulunduğunuz toplumda, sizdeki iyiliğin karşılığı yoksa seçilemezsiniz. AHMET YOZGAT Ne kadar insan, o kadar tanrı! Bir ihtimal, “inanç İmparatorlukları” kurulacak: İslam İmparatorluğu, Hıristiyan İmparatorluğu ve benzerleri gibi. Peşi sıra ya bu inanç imparatorlukları birbirlerini yiyecek ya da kendi içlerinde yeni bir “mikro inanç” ayrışmasına tâbi tutulacak yukarıda sözü edilen “mikro milliyetçilik” ayarında. 66 94 Artık herkes, “Suriyelilere kapıları açmak hataydı” diyen adamın, “Filistin meselesinde tarafsız kalmalıyız” diyen adamın, halkına soykırım uygulayan Esed’le fotoğraf çekenlerin ve Sisi’ye gülücükler gönderen adamın, söz konusu projelerin neresinde olduğunu çok net bir şekilde görmektedir. SÖYLEŞİ: Ö. BEKİR SADIK Mustafa Köylü: “Söz konusu savaşsa, İsrail’in bir bahaneye ihtiyacı yoktur” Gazze bombardıman altına alındığında biz diyoruz ya “Neden Müslümanlardan bir ses çıkmıyor?” diye, Müslümanların olduğu böylesi ülkelerdeki yönetimleri İsrail baştan susturmuş, hatta kendi emellerine hizmet eder hale getirmiş. 100 ağustos 2014 3 haberajanda Editör Sayı: 93/ Ağustos 2014 İMTİYAZ SAHİBİ AJANDA GRUP BAŞKANI YAYINLAR GENEL YÖNETMENİ GENEL KOORDİNATÖR GENEL YAYIN YÖNETMENİ SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ İNTERNET SAYFASI EDİTÖRÜ REKLAM ABONE ve DAĞITIM KOORDİNATÖRÜ GÖRSEL YÖNETMEN GRAFİK TASARIM FOTOĞRAFLAR HABER AJANDA BASKI Yavuz Selim yavuzselim.ajanda@gmail.com Müzeyyen Selim muzeyyenselim.ajanda@gmail.com Sinan Canan sinancanan.ajanda@gmail.com Erkan Oğur erkanogur.ajanda@gmail.com Mehmet Serhat Bıçak msbicak.ajanda@gmail.com A. Levent Şahsuvaroğlu Ömer Bekir Sadık obsadik.ajanda@gmail.com Bige Canan bigecanan.ajanda@gmail.com Ahmet Oğuz ahmetoguz.ajanda@gmail.com Aykut Koçoğlu aykutkocoglu.ajanda@gmail.com Aktüelya İlker Kırmızı Anadolu Ajansı Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltd. Şti. tarafından T.C. yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır. Kültür Ajanda’nın isim ve yayın hakları Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltd. Şti.’ne aittir TŞOF Trafik Matbaacılık A.Ş. I. Org. San. Böl. Prof. Dr. Orhan Işık Cd. No: 3 Sincan/ ANKARA Tel: 0312 267 08 97 BASKI TARİHİ Ağustos 2014 İDARİ ADRES Anafartalar Cad. Şan Sk. 10/303 Kat: 3 Ulus – Ankara Tel: (0.312) 380 90 92 Fax: (0.312) 381 45 65 HABERLEŞME ADRESİ Posta Kutusu 168 06420 Yenişehir/Ankara Posta Kutusu Maltepe/İstanbul okur.kulturajanda@gmail.com Dergide yayınlanan malzemelerin her hakkı saklıdır. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, ilanların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir. Dergimiz haber ahlak ilkelerine uyar. ISSN ABONELİK Yurtiçi yıllık abonelik 150 TL, kurum ve kuruluşlar için 300 TL, Kıbrıs için 200 TL, Avrupa için 150 € ve ABD için 200 $’dir. HESAP BİLGİLERİMİZ Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltdi Şti. Vakıfbank Ankara Meşrutiyet Şubesi Hesap (IBAN) No: TR 1200015 0015 8007 287367226 Posta çeki Hesap No: 5315328 4 1306-5742 Abone bildiriminiz için abone.haberajanda@gmail.com e-mail adresine veya 0 533 165 39 82 GSM numarasına mesaj bırakabilirsiniz. 0 312 381 45 65’e faks çekebilirsiniz veya 0 312 380 90 92’yi direkt arayabilirsiniz. ağustos 2014 İnsan bir kere ölür Mehmet Serhat Bıçak msbicak.ajanda@gmail.com “K ORKU, başarısızlığın sebebidir” diyordu âmâ adam Bruce Wayne’ye… >> Korkmaktan korkmak… Özgürlük için yalnız fizikî şartları oluşturmakla yetinemezsiniz. Zira hayatı yaşayan ruhun kendisidir. Mesnevî’de bir mesel anlatır Mevlana Celaleddin (k.s.) Hacca gidecek bir tüccar ile papağanı arasındaki diyaloglarla. Tüccar, çok sevdiği papağanına Hicaz’dan kendisi için ne getirmesini istediğini sorduğunda, mahzun papağan derince içlenerek “Benden oradaki kardeşlerime selam söyle ve de ki, ‘Kardeşiniz bir kafeste, gurbette yapayalnız’; senden başka bir şey istemem” cevabını verir. Âmâ adam da Bruce Wayne’ye “Ölümden korkmuyorsun; bu seni güçlü kılar sanıyorsun. Ancak bu seni güçsüzleştirir. Mümkünün ötesinde hızlı olabilir misin ruhun en güçlü dürtüsü olmadan? Ya mümkünün ötesinde savaşabilir misin ‘ölüm korkusu olmadan’?” diye sorar Batman serisinin son filmi “Kara Şövalye Yükseliyor”da. Sonunda “Ölümden korkmuyorum” diyen Bruce, âmâ adama şu cevabı verir: “Ölümden korkuyorum. Orada şehrim yanarken, burada ölüp yitmekten ve şehrim için bir şey yapamamaktan korkuyorum.” Hac farizasını yerine getirip evine döneceği sıra yol boyunca başka papağanlar görür tüccar ve hemen çok sevdiği papağanının isteğini yerine getirmek için yanlarına gider. Tam da papağanının söylediği gibi, önce selamını iletir ve sonra da onun bir kafeste gurbet yaşadığını anlatır. Bunu duyan papağanlar, birdenbire titremeye ve durdukları yere öylece yığılmaya başlarlar. Onların bu halini gören tüccarsa duruma çok üzülür. Evine döndüğünde çok sevdiği papağanı ısrarla kardeşlerini sorar tüccara. Tüccar önce anlatmak istemese de daha sonra gözyaşı içinde papağanların selam üzerine öldüklerini söyler. Bunu duyan papağan, birkaç saniye içinde bulunduğu kafeste kardeşleri gibi birdenbire titrer ve olduğu yere yığılır. Eğer derdi millet olan, yani hesabı ümmetin kurtuluşuyla tamama erecek olduğuna inanan biriyseniz, sizin için ancak bir kez ölmek vardır. Ölümden korku ise, milletinize ilişecek tehlikelerden dolayı duyduğunuz histir. Böyle değilse, ölümden korkmamak ancak korkmaktan korkmaktır. Bu hissi şu memleket üzerinde her an duyanlara bir çağrıdır “İnsan bir kere ölür” resti. Zira “Ondan olayım ama bundan da sakınayım. Fakat şuradan da zarar gelmesin!” diye bin ölümden kaçan kimse her gün ölür, her an ölür, ancak ölmeden ölemez. Bir kafesten kurtulmak yerine kendisini binlerce kafese tıkar. Papağanını öldüğü düşüncesiyle kafesinden çıkaran tüccar, bir de bakar ki papağan dirilmiş de kendisine bakıyor. Sorar: “Ey güzel papağanım! Nedir bu işin aslı?” Papağan cevap verir: “Ben bu kafeste gurbet çilesi çekmekteydim. Senin selamımı ilettiğin kardeşlerim, bana kafesten nasıl kurtulacağımı gösterdiler sana, ben de onu yaptım ve kurtuldum.” Büyükler, “Ölmeden önce ölünüz” ilahî emrinin sırrı üzere Mesnevî’de geçen bu meseli çokça anlatır, ancak canı bir kez rıza ile verdikten sonra “korkulan” ölümden korkulmayacağını söylerler. Zira “Ölümden korkmuyorum” diyen kişi, ölmeden önce ölme muhabbetine tutulmadıysa sadece korkmaktan korktuğunu ilan etmektedir. Bir saniyesine hâkim olunamayan ömürde dünya için, şahsî ikbal için bir an dahi fırıldak olmaya işte bu sebeplerden gerek yoktur. Bir “Şehit” ile bir “Lideri” buluşturan en has düşünce burada yatar. Dayanılacak biricik kaynak bellidir. *** Belki ebede dek “Başbakan” namıyla anılacak cumhurun doğrudan seçtiği ilk Başkan’a ve her zaman “Hoca” namıyla hatırlanacak Yeni Türkiye’nin en yeni partisinin Genel Başkanı’na Rabbimiz ancak kendi yolunda harcayacak kuvvet versin; onların ilimlerini, siyasetlerini ve imanlarını arttırsın… Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye Cumhuriyeti 12. Cumhurbaşkanı ve Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu da Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olarak ülkeye, ümmete, dünyaya hayırlı olsun!.. Ahmet Yozgat - ahmetyozgat.ajanda@gmail.com haberajanda Karikatür ağustos 2014 5 haberajanda Başyazı Daha dün “Mefkûrelerinin neticelerine dokundu, dokunacak!” diye bir gönüllü organizasyonun çabalarına, dünyada açtığı okullara, Türkçe Olimpiyatları’na gözyaşları ile alkış tutar, destek verirler; ama ne hayır yapmış olursa olsun, birileri devletin nizamına ve namusuna el uzattığı anda da ellerinin tersiyle onu bir hamlede siliverirler. İşte bugün birilerinin “eğitimsiz, cahil, koyun” diye aşağılamaya çalıştığı bu milletin özü böyle bir prototiptir. Sağındaki solundaki şahıslarda bu keyfiyetleri aramaya çalışan gafillerin böyle bir profili görememesi normaldir; zira bu keyfiyet kişilerden değil, bu vatanın evlatlarını tarihî misyonlarına bağlayan asabiyetten gelir. *** Bir insan olarak Erdoğan’dan beklentilerin bir sınırı vardır elbette. Kendisi şimdiye kadar bu sınırların çok ötesinde bir performans göstermiş olsa da neredeyse tek başına bir siyasî akım oluşturan bu insanın, kendisini destekleyen kitlelerin dinamizmine yeniden ve her zamankinden fazla ihtiyacı vardır. Bu dönemden sonra Erdoğan’ı destekleyenler her zamankinden çok çalışmalıdırlar. Ondan ve ardından yürütmeyi devralacak yeni hükümetten ise bu “Yeni Türkiye”ye özgü medeniyetin inşasını talep etmeliler. Sadece en büyük, en yeni, en gelişmiş, en hızlı ve en teknolojik olanın artık işimize yaramadığını göstermeliler. Bundan böyle dünyaya şeklen, fikren, ahlaken ve estetik açıdan damga vurmayı istemeliler. *** Kronik muz 6 ağustos 2014 Doç. Dr. Sinan Canan sinancanan.ajanda@gmail.com Ey bu satırların okuyucusu! Anahtar senin elindedir. Onu kilide sokup çevirecek olan bizzat sensin. Şimdiye kadar desteklediklerine verilen zaferler, senin o kutlu yolunu açmak, işini kolaylaştırmak içindi. Şimdi artık ne işle uğraşırsan uğraş, onu Hakk’ın ve insanlığın arzuladığı ölçülere taşımak ve dünyaya yepyeni bir soluk vermek artık bizzat senin omuzlarındadır. affer ağustos 2014 7 Ç haberajanda Başyazı OK önemli günler geçirdik, çok mühim aşamalar kaydettik. Ama detaylar üzerinden kavga etmekten, atladığımız aşamaları dahi yeterince göremediğimiz kanaatindeyim. >> Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk defa, serbest seçimlerle, halkın doğrudan oylarıyla Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nı seçtik. Babam “açık oy, gizli tasnif” denen garabetle yapılan seçimlerin canlı şahidi iken, bugün, 60 yıl sonra, bu ülke halk oyu ile kendi devletinin başını seçebiliyor. Yaşı 30-35’in üzerinde olan herkesin hayret ve hayranlıkla seyretmesi gereken bir değişim ve dönüşüm sürecinin sonunda, cumhurbaşkanlarını indirip yerine arkadaşlarından birilerini geçirebilen askerî vesayetin son büyük darbesinden 32 yıl sonra, aradaki silahlı-silahsız sayısız darbe ve kumpas girişiminin daha mahkeme sorguları sürerken Türkiye halkına kendi cumhurbaşkanını seçebilme şansı nasip oldu. Bir ülkenin tarihinde bu kadar büyük bir değişimin bu kadar kısa bir zaman dilimine sığması herhalde görülmüş iş değildir. Muhtemelen bu hızlı değişimin sarhoşluğu, memleketteki birçok vatandaşımızda “jet hastalığı”na benzer bir durum hâsıl etmiş olacak ki birçok insan, Cumhurbaşkanlığı seçiminin sonuçlarını değerlendirirken -en hafif tabiriyle- “saçma sapan” mevzularda saptamalar yapıp duruyor. Hâlbuki durum çok basit... 12 yıllık iktidarı boyunca 9 kez bütün rakiplerini mağlup etmiş bir adam, bugün artık Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturuyor. Recep Tayyip Erdoğan, karşısına çıkartılan her türlü rakip, kumpas, operasyon, darbe, komplo ve bilumum “çare”lere rağmen yenilmek bilmez bir siyasî simge olarak çoktan tarihe geçti. Bunu nasıl yaptığına elbette herkes kafa yoruyor; fakat kafalarını gömdükleri fikriyattan kaldırıp da içinde yaşadığı memleketi okumaya fırsat bulamamış yahut o bahsettiğim “jet hastalığından” dolayı kafası karışmış olan bazı arkadaşlar, hâlâ “makarnadan-kömürden- 8 ağustos 2014 yevmiyeden-Amerika’dancinden-periden” medet ummaya devam ediyor, bu milletin yarısının neden bütün antipropagandaya, bütün bu “hırsızlıkyolsuzluk” iddialarına rağmen bu adamın arkasından bir an bile desteği çekmediğini anlayamıyorlar. Aslında anlıyorlar belki de... Ama anladıkları şey, hiç anlamak istemedikleri bir şey... Hürriyeti anlatmak ve hür şekilde anlamak Günlük telaşeler, iç-dış politika konjonktürünün geçici hevesleri, cemaatlerin, derneklerin veya STK’ların geçici hedefleri; işte bunların hiçbiri Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını ilgilendirmiyor. Onların, daha doğrusu, onlardan kökleriyle bağlarını kaybetmemiş olanlarının bir mefkûresi var. O mefkûre ise -çok özetle- “dünyaya nizam vermek”... Binlerce yıllık bir devletin tebaasıdır onlar ve 80 ve de 100 yıllık dertler onları esastan ilgilendirmez. Onların kafasında bir dünya tahayyülü vardır ve bunu gerçekleştirmek için tek bir şey isterler: “Hürriyet”. Onların bunu gerçekleştirecek görgüsü de, bilgisi de, azmi de ziyadesiyle yerindedir. Tek şey isterler işte, “hür yaşamak ve kendilerini oldukları gibi gerçekleştirebilmek”… Kılık kıyafet, din, kitap, gelenek, görenek veya fikirlerine karışılmasından hiç hazzetmezler. İsyanı da bilmezler; sabırla Hakk’ın tahakkuk edeceği günü gözler, meşru dairedeki en kudretli itirazlarını yapabilecekleri günü sabır ve ferasetle beklerler. Başlarına inen darbelerden canları yansa da sokakları yakıp yıkmaz onlar. Kızları, konjonktürün kolluk güçleri ile okullarının kapısından sürüklenerek dışarı atıldığında gözyaşlarını dahi içlerine akıtırlar. “Gerici, koyun, makarnacı” yaftalarına sessiz bir sabırla tahammül ederler. Sonra bir oy geçer ellerine, şamar misali çakarlar onu her seferinde muarızlarının yüzüne... Daha dün “Mefkûrelerinin neticelerine dokundu dokunacak” diye bir gönüllü organizasyonun çabalarına, dünyada açtığı okullara, Türkçe Olimpiyatları’na gözyaşları ile alkış tutar, destek verirler, ama ne hayır yapmış olursa olsun, birileri devletin nizamına ve namusuna el uzattığı anda da ellerinin tersiyle onu bir hamlede siliverirler. İşte bugün birilerinin “eğitimsiz, cahil, koyun” diye aşağılamaya çalıştığı bu milletin özü böyle bir prototiptir. Sağındaki solundaki şahıslarda bu keyfiyetleri aramaya çalışan gafillerin böyle bir profili görememesi normaldir, zira bu keyfiyet kişilerden değil, bu vatanın evlatlarını tarihî misyonlarına bağlayan asabiyetten gelir. Cumhuriyetimizin kuruluşundan bugüne kadar geçen kısa tarihi dikkatle incelemek bile insana bunları çok rahat gösterir aslında görmeye niyetli göz var ise. Son 12 yıldır olan da, aslında bu kısa yakın tarihin ve binlerce senelik İmparatorluk tecrübesinin kısa bir numunesidir. Bu halkın desteğini arkasına almak, bu milletin “kalbine” dokunmak, bu devirde de şu an Cumhurbaşkanlığı makamında oturan şahsa nasip olmuş bir ayrıcalıktır. Tarihin ve talihin bütün ibreleri kendinden yana dönerken, “başka seçeneği olmayan” bu adam, ülkenin siyaseten en kısır ve hesaplarınsa en karışık olduğu bir hengâmede memleketin kaderinin dümenine geçirilmiş, oraya uygun görülmüş isimdir. Bu yüzden yenilmiyor, bu yüzden yenilemiyor ve bu yüzden o, artık bir “kronik muzaffer”. Elbette bu “kaderler üstü kader”in karşısında durmaya niyetlenmiş herkes ise bugüne kadar “kronik kaybeden” oldu ki olmaya da devam edecekler. Muzaffer olmanın sorumluluğu Doç. Dr. Sinan Canan ki hepimizin de çekinmesi gerektiğini düşünürüm. Sürekli zaferse akıbet endişesini insana muvakkaten unutturabilir. Hem bu dünya, hem de ötesi için akıbet telaşını kaybedecek bir insanınsa akıbeti endişe verici hale gelebilir. Yeni terzi, yeni elbise Bir insan olarak Erdoğan’dan beklentilerin bir sınırı vardır elbette. Kendisi şimdiye kadar bu sınırların çok ötesinde bir performans göstermiş olsa da neredeyse tek başına bir siyasî akım oluşturan bu insanın, kendisini destekleyen kitlelerin dinamizmine yeniden ve her zamankinden fazla ihtiyacı vardır. Bu dönemden sonra Erdoğan’ı destekleyenler her zamankinden çok çalışmalıdırlar. Ondan ve ardından yürütmeyi devralacak yeni hükümetten ise bu Yeni Türkiye’ye özgü medeniyetin inşasını talep etmeliler. Sadece en büyük, en yeni, en gelişmiş, en hızlı ve en teknolojik olanın artık işimize yaramadığını göstermeliler. Bundan böyle dünyaya şeklen, fikren, ahlaken ve estetik açıdan damga vurmayı talep etmeliler. Bugün, artık Türkiye’ye biçilmek istenen o mülevves elbisenin her yanının parça parça döküldüğü, arzuları ve emelleri ile Yeni Türkiye’nin çırılçıplak ortada durduğu bir hengâmdayız. Milletler dengesindeki sarsıcı ağırlık noktamız, bizi acilen tarihî sorumluluğumuza uygun bir libasa bürünmeye mecbur bırakıyor. Zamanımız çok az; çok geciktik. Yeni elbisemizi hızla biçmek, üzerimize giymek, mefkûremizle süslemek ve yepyeni bir görüntü ve de niyetle işe koyulmamız gerek. Artık gelinen bu netice, bilumum mağduriyet ve yenilik söylemlerinin de sonunun işaretidir. Bundan böyle Türkiye, millet iktidarının tam tahakkuk ettiği bir durumda nelere muktedir olduğunu göstermekle yükümlüdür. Özellikle de bu ağır sorumluluk, 13 yıllık bir siyasî geçmişin “kronik muzafferi”nin sırtındadır. Recep Tayyip Erdoğan’ı des- tekleyen milyonlar, ona bildiği yabancı diller, gösterdiği kibar tavırlar, desteklediği çağdaşkonjonktürel modalar, rejime dair gösterdiği hassasiyet veya içe kapanık bir vizyon için oy vermedi. Erdoğan, bu ülke ve nihayetinde dünya için “bir şeyler yapılması gerektiğine” gönülden inanan insanların desteği ile oradadır. Elbette Erdoğan da bütün bunları biliyor, fakat benim şahsî korkum şudur: Böyle bir kesat politik vasatta, böyle düzeysiz muhalefet anlayışının hâkim olduğu bir ortamda, kafası namertlik dışında hiçbir stratejiye işlemeyen muarızlar karşısında ve neyi neden istemediği konusunda bile en ufak fikri olmayan biçarelerin paçozlukları arasında bir insanın çizgisini korumasının, mefkûresine sıkı sıkıya bağlı kalmasının ne kadar zor olduğunu bilirim. Kendim de Tayyip Erdoğan gibi “nefis” sahibi bir insanoğlu olduğum için bu imtihandan çekinirim Artık bu milletin medeniyet sevdalıları sadece konforlu ve hızlı giden değil, doğru hedefe varan ulaşım araçlarını; birim alana en çok insanı sığdırabilen TOKİ’lerin değil, estetiği ve işlevselliği ile alamet-i farikamız olacak mimari eserleri; kanser misali “sadece rakamsal büyümeyi” değil, insanî anlamda “büyük” olmayı sağlayacak vicdanlı bir ekonomiyi; sadece karşısındaki rakibi yenmeye odaklı değil, manen bizi daha öte ufuklara taşıyacak bir siyaseti; resmî fikriyat için insanları ve hayatları harcayabilecek kadar vicdanından soyulmuş militanlar üretmek için kurgulanmış değil, fen bilimlerinden körü körüne skor yapmaya programlı teknisyenler kadar hakikate ve insanlığın kadim değerlerine yabancı tüm gönüllere nüfuz edebilecek insanlık fatihlerini yetiştirebilecek bir eğitimi; ilahî bir ikram olan tabiatı alt üst etme pahasına değil, onu nazik bir yaklaşımla ele alabilecek ve nadide bir emanet gibi gören bir gelişme ve bayındırlık anlayışını ve de özlenen kadim medeniyetin diğer unsurlarını acilen talep ettiklerini anlatmalı, bunlarda –tabir yerindeyse “ölümüne” – ısrarcı olmalıdırlar. Hayatta kalmak ve hayata vesile olmak için başka yolumuz yoktur. Yeni bir medeniyet Yeni bir medeniyet inşa etmek kolay iş değildir. Zamanın ruhu “yeni bir medeniyet” isteğinin dillerde yerleştiği bir zamana işaret etse de söylendiği kadar kolay olmayacaktır bu mesele. Evvela eğer böyle bir hayalimiz varsa şahsımızdan başlamalıdır bu medeniyet inşası. Bu memleketin müflis fikriyatının altında papağan misali ezberlerini tekrarlayıp nefret ve öfkeden öte dil üretemeyen zavallılarla ağız dalaşını artık bir kenara bırakarak onların da istifadesini mümkün kılacak güzelliklere niyet etmeliyiz bir an evvel. Mal bulmuş mağribi misali, zaman ve kader eliyle bu millete bir bütün olarak bahşedilen zaferlerden ölçüsüz sevinçler üreteceğimize, miskinliği üzerimizden atıp yeni bir başlangıç için taze kuvvet aramalı ve bulmalıyız. Bütün dünyadaki mazlumların gözü bu toprakların, bu ülkenin, bu yöneticilerin, bu insanların, yani bizzat sizin üzerinizdedir. Bir şeyi unutmayacaksak, işte bunu unutmayacağız!.. Rehavete düştüğümüz her an, Kur’an-ı Kerim’de “kendilerine nimet verildikten sonra raydan çıkan, hakikati unutup dünyaya dalan kavimlerin hazin sonları”nı aklımıza getirmeli, ilahî vaadin tahakkuku ve neticede bütün insanoğlunun selametinin tesisi için en önemli görevin bizzat, şahsen omuzlarımızda olduğunu tekrar tekrar hatırlamalıyız. Kısacası, “Ey bu satırların okuyucusu! Anahtar senin elindedir. Onu kilide sokup çevirecek olan bizzat sensin. Şimdiye kadar desteklediklerine verilen zaferler, senin o kutlu yolunu açmak, işini kolaylaştırmak içindi. Şimdi artık ne işle uğraşırsan uğraş, onu Hakk’ın ve insanlığın arzuladığı ölçülere taşımak ve dünyaya yepyeni bir soluk vermek artık bizzat senin omuzlarındadır”. Bu şuuru koruyup uyanık tutabildiğimiz sürece her türlü sonuç bizler için hayırlıdır. ağustos 2014 9 haberajanda Kapak Yeni Türkiye senaryoları içinde en fazla piyasaya sürülen “taslak metin”, özünde “Yeni AK Parti” hesaplarını içeriyor. AK Parti’yi Erdoğan’dan koparmayı başaranlar, “Erdoğan’sız Türkiye” hedefine ulaşamasalar da Erdoğan’ın dünya görüşü, siyaset çizgisi ve en önemlisi de kimliğini besleyen değerleri Erdoğan öldüğünde onunla beraber gömmeyi umut etmektedirler. Bu umudu heyecana çeviren fırsat ise, AK Parti Genel Başkanlığı ile Başbakan olacak kişinin Erdoğan’la uyumlu olsa bile “bağımsız” roller üstlenmesini sağlamak olacaktır. *** Bu bağlamda “Erdoğan” ile beraber ileri sürülecek ikinci seçenek isim, eğer “AK Parti’yi bir tek bu isim elde tutabilir, bu ismin dışında her isim ve seçenek risktir” algı kilitlenmesi içinde sunulursa -ki Gül ismi bu incelikte kullanılmak istenmiştir-, o zaman AK Parti’nin, Yeni Türkiye’nin partisi olma şansı azalır, parti sadece Eski Türkiye’den Yeni Türkiye’ye geçişin partisi olur, yarı başkanlık hayal olur ve en önemlisi de Erdoğan sonrası Türkiye, “Yeni Türkiye” rotasında değil de ıslah edilmiş eski Türkiye üzerinde sabit kalır. *** Kışkırtıcı soru(n) şudur: AK Parti içinde bir “parlamenter sistem” ve “yarı başkanlık” çekişmesi, lobileşmesi ve en önemlisi de farklı “niyet”ler var mıdır, yok mudur? Erdoğan sonrası genel başkan ve başbakan olacak isim, özünde 10 ağustos 2014 Yeni Türkiye, Türkiye senaryoları İ MPARATORLUK deneyimine sahip bu topraklar hakkında veya üzerinde yazılıp sahnelenen senaryolar içinde en iddialı kategori “Türkiye senaryoları”dır. >> Türkiye senaryoları içinde en etkin (aday) ve ödül için lobi faliyetleri yürütülen metinlerse “Türkleştirme”, “politik dindarlık”, “yurttaş ve kentli kılavuzu” ve -en önemlisi- “bin yıl sürecek statüko” tezlerine aittir. Türkiye senaryoları içinde en fazla tekrar edilen –baskın- kelimelerse “irtica”, “bölücülük”, “darbe”, “faili meçhul” ve “dış güçler” gibi “paket tamlamalar” üzerine (siz bunu “paketleyen tanımlar” diye de okuyabilirsiniz) olmuştur. Tanrı ile “eş değer” anlam ve bağlamda tekrarlanan/tekrar ettirilen kelimelerse “laiklik”, “asker”, “faiz”, “Atatürk”, “tarikat” ve -en etkileyici olanı- “Teklif dahi edilemez” olmuştur. Tüm bunlar, “sistemin” parçaları olarak montajlanmışlardır ve seçilenler (seçimle gelenler) sistemi değil, halka hizmet için görevlendirilen ekibi temsil etmişlerdir. Sistem, devleti koruma ve yaşatma şeması olarak anlamlandırılırken, devletin sahipleri asker-yargı-bürokrasi ve kurucu zenginler olarak listelenmiştir. Demokrasi, sistemin izin verdiği süre ve sınır içinde etkinleşebilmiş ve “parlamenter sistem” de aslında mevcut sistemin parlamentosu şeklinde yorumlanmıştır. Bu yorumu yapma hakkını elinde tutan “seçkin” sınıflar için “yarın”, sadece bugünün (statükonun) büyümesidir. Büyümenin önündeki engellerin nasıl HABER AJANDA Yeni AK Parti hangi sistemi benimsemektedir? *** Üç dönem kuralı gereği sistem içinde rol alamayacak oldukça hatırı sayılır isim var. Bu isimler, Yeni Türkiye’nin kurucuları olarak şereflenmeli, ancak Yeni AK Parti’nin de önünü açacak değişime öncü olmalılar. AK Parti her kademede Yeni Türkiye için hazırlıklar yapmalıdır. Yeni yüzler vitrine çıkarılırken, teşkilat şeması da yenilenmelidir. Mutfakta üretilen projeler, içerik ve kapsam olarak kendini “yeni”lemelidir. *** 10 Ağustos, artık Eski Türkiye ile Yeni Türkiye seçenekleri arasında başlayan bir zihniyet, model ve sistem seçiminin oylandığı ve 2023’e kadar sandıkların (kavram ve metot sandıklarıdır bunlar) açık kalacağı bir sürece girmiştir. Türkiye, “başbakan” ve “cumhurbaşkanı” arasındaki olası gerilimleri değil, Eski ve Yeni Türkiye arasındaki gerilim hattındaki sarsıntıları konuşacak. Öyle ki, fotoğrafın büyüğünü ve yol ayrımındaki mesajı kavrayamamış AK Parti mensubu bile “eski-yeni” tartışması içinde bilerek veya bilmeyerek “eski”nin yanında saf tuttuğunu fark ettiğinde iş işten geçmiş olacak. Çünkü Yeni AK Parti gemisini kaçırmış olacak. *** Son sözümüz: Başkanımızı, Cumhurbaşkanımızı yalnız bırakmamak, sadece etrafında kümelenmek değil, kelimelerle, tutumlarla, projelerle ve en önemlisi de “birlikte inşa edilecek yapıyla” katkıda bulunmaktır. ağustos 2014 11 haberajanda Kapak tanımlandığı hususunda ve ödetilen bedele ilişkin yakın tarihimizde sayısız acı örnek var. Bir asırdır gelinen nokta ve sonuçlar ortadadır. “Türkiye senaryoları” başlığı altında sahnelenen filmlerin “Made in ...” etiketinin adresini ise artık herkes biliyor. Tüm bunlar, “eski Türkiye” sözlüğü ve bu sözlükle cümle kuranların 2023 tarihinde gerçekleştirmek istedikleri en büyük hedef üzerinedir: “Erdoğan’sız Türkiye”… “Örneğin, ‘Türkiye Türklerindir!’ sloganıyla herkes üst kimlik noktasında Türkleştirilecek; din, sadece vicdanlarda ve evlerde yaşatılacak şekilde sınırlanarak kamusal alanın laikçi ve Atatürkçü ideoloji ile yapılandırılması sağlanacak…” diye başlayan senaryo, 10 Ağustos tarihi itibariyle ne aşamada acaba? Film oldu mu, vizyonda mı, seri film keyfi yaşanabildi mi? Başka filmleri sahneye koyacaklar mı? Bir başka örnek: “Farklı dilimiz varsa ülkemiz de farklı olmalı; Türkiye ancak ‘iki halkın kurucu olduğu ülke’ statüsünde yasalaşırsa silahı bırakırız, değilse her an her şey olabilir. Çözüm, çözümsüzlüktedir!” diyenler, acaba filmlerinde kaç yabancı aktör veya aktrist oynatacaklardır? Çözüm Süreci, senaryo aşamasını geçip çekim aşamasına ulaştı mı? Son örnek: “Erdoğan’sız Türkiye!” sloganı atanlar, acaba hangi senaryonun parçası durumundadırlar ve halkın seçtiği ilk cumhurbaşkanı için hangi film serisi ve seti hazırlığına başladılar? Bu senaryoda beddua-lanet veya cin çarpma sahneleri yer alacak mı? Doğrusu örnekleri ve soruları/senaryoları çoğaltmak mümkün ama sonuç değişmeyecek: Muhalefetin bir senaryosu yok… Peki, ya AK Parti’nin bir “Türkiye senaryosu” var oldu mu? Film serisi bu senaryo kapsamında mı çekildi? En önemlisi, 10 Ağustos’tan sonraki “Yeni Türkiye” senaryosunun metni hazır mı? Yeni filmde “üç dönem/film” kuralı işletilirse eğer, bu filmde kimlere hangi gerekçelerle yer verilecek? İşte söyleyeceklerimiz, “yeni” ve “senaryo” kavramları üzerinden bir “kurgu” oluşturarak, Cumhurbaşkanımız Sayın Erdoğan’ın vizyonuna ilişkin bir okuma yapmayı hedeflemektedir. Kuşkusuz bir “sinema eleştirmeni” objektifliğini ve tekniğini elden bırakmadan... Erdoğan’sız AK Parti Yeni Türkiye senaryoları içinde en fazla piyasaya sürülen “taslak metin”, özünde 12 ağustos 2014 HABER AJANDA “Yeni AK Parti” hesaplarını içeriyor. AK Parti’yi Erdoğan’dan koparmayı başaranlar, “Erdoğan’sız Türkiye” hedefine ulaşamasalar da Erdoğan’ın dünya görüşü, siyaset çizgisi ve en önemlisi de kimliğini besleyen değerleri Erdoğan öldüğünde onunla beraber gömmeyi umut etmektedirler. Bu umudu heyecana çeviren fırsat ise, AK Parti Genel Başkanlığı ile Başbakan olacak kişinin Erdoğan’la uyumlu olsa bile “bağımsız” roller üstlenmesini sağlamak olacaktır. “Erdoğan’sız AK Parti” tuzağı, “Başbakanlık” örtüsü ile gizletilmek istenmektedir. Yeni başbakanın aynı zamanda AK Parti’nin de “yeni lider” profilini çizeceği ileri sürülecek (kamuoyunu bu yönde oluşturarak), böylelikle halkın bilinçaltında “Erdoğan, artık siyasî hayatının zirvesinde ve finali yaşamaktadır. Türkiye ona saygı duyarak ama mevcut başbakanla geleceğe yürümelidir” biçimindeki algı yönetimi devreye sokulacaktır. Algı seçiciliği ise bizzat Erdoğan’ın yol arkadaşlarından biri üzerinden senaryolaştırılacaktır. Cumhurbaşkanı-Başbakan uyumu etrafında yürütülecek kampanyada asıl amaç, başbakanı kışkırtarak “Erdoğan’sız Türkiye” değil, aksine “Erdoğan’sız AK Parti” planını bilinçaltına yerleştirmektir. Çünkü bu saatten sonra Erdoğan’ın vefatı dışında “Erdoğan’sız Türkiye” hesapları ivedi olarak geçmişte kalmıştır. Ancak “Erdoğan’sız AK Parti” hesapları için bazı hamle fırsatları vardır. Muhalefet partileri hep bir ağızdan “Bizim muhatabımız başbakandır… Bizim rakibimiz başbakandır…” söylemiyle tempo tutacak ve başbakanın Cumhurbaşkanı’na oranla (Erdoğan’ın orantısız güç kullandığı iddialardan etkilenerek) daha “etkin” olması sağlanacaktır. Kuşkusuz AK Parti’nin geleceği (“Yeni AK Parti” kavramının domino etkisi) içinde yaşanacaklar, ANAP veya Adalet Partisi ile birebir benzeşmeyecektir. Ancak AK Parti içindeki uyum ne olursa olsun, “görünür” alanda muhalefet partileri ve başka güçler her zaman “Başbakan-Cumhurbaşkanı” ikilemini gündemde tutacaklardır. Muhalefet partileri için bu ikilemi canlı tutmak, onlar için bir can simidi işlevi görecektir. Bu noktada muhaliflerin, AK Parti’nin içinde gelişecek yorumların, tercihlerin ve hatta ortak adayın Erdoğan’la en uyumlu ve parti ile halkın benimseyeceği karizmada olması durumunda bile -ki aday gösterilen Davutoğlu bu özelliklere sahiptir-bu ikilemin yaşanacağına olan güvenleri tamdır. Bu bağlamda “Erdoğan” ile beraber ileri sürülecek ikinci seçenek isim, eğer “AK Parti’yi bir tek bu isim elde tutabilir, bu ismin dışında her isim ve seçenek risktir” algı kilitlenmesi içinde sunulursa -ki Gül ismi bu incelikte kullanılmak istenmiştir-, o zaman AK Parti’nin, Yeni Türkiye’nin partisi olma şansı azalır, parti sadece eski Türkiye’den Yeni Türkiye’ye geçişin partisi olur, yarı başkanlık hayal kalır ve en önemlisi de Erdoğan sonrası Türkiye, “Yeni Türkiye” rotasında değil de ıslah edilmiş Eski Türkiye üzerinde sabit kalır. Erdoğan açısından en önemli adım, seçilecek ismin kendisiyle uyumu değil, Yeni Türkiye’nin ilk başbakanı olma vasfı taşımasıdır. Yeni Türkiye’nin ilk başbakanı vasfını ise ancak 2023’te başbakan olan isim temsil edecektir. Bunun anlamı ve bağlamı şudur: 2015 seçimleri, 2023 tarihinde “yarı başkanlığa” geçişi koordine edecek hükümet kurma seçimleri olacaktır. Bu hükümetin başı da bu geçişi koordine edecek “başkan” yardımcısı düzeyinde kalacak şekilde pozisyon alacaktır. Daha açık söyleyelim: 2015 seçiminin başbakanı, “yarı başkanlığa geçişi koordine etmek durumundadır -eğer Erdoğan’la bu noktada ayrışmıyorsa-. Parlamenter sistemi savunan bir AK Partili -siyasî tecrübesi ve geçmişteki makamı ne olursa olsun-, Erdoğan sonrası genel başkan veya başbakan seçilirse çatışma kaçınılmazdır ve “Erdoğan’sız AK Parti” döneminin tohumu ekilmiş olur. Bu ihtimal çok uzak değil, dolayısıyla Erdoğan için “uyum” ekseni, parti disiplini, vefa ve partinin geleceğini koruma odaklı pozisyon alışlar değil, yarı başkanlığa geçiş ekseninde geliştirilecek “Yeni Türkiye” senaryosunu yazan senaristlerin birden fazla olma paylaşımıdır. Kışkırtıcı soru(n) şudur: AK Parti içinde bir “parlamenter sistem” ve “yarı başkanlık” çekişmesi, lobileşmesi ve en önemlisi de farklı “niyet”ler var mıdır, yok mudur? Erdoğan sonrası genel başkan ve başbakan olacak isim, özünde hangi sistemi benimsemektedir? Aday gösterilen ismi (doğal olarak Davutoğlu’nu) bekleyen -kendisi de bu formül üzerinden sağlaması yapılacaklardan biridiren büyük tartışma da “sistem tartışması”dır. Erdoğan’ın yalnızlığı AK Parti’de başbakan ve cumhurbaşkanı uyumu (yasalar çerçevesinde) asla sorun olmayacaktır. Ancak Türkiye’nin yönü açısından sistem farkı bağlamında farklı yönlere çekme psikolojisi söz konusu olabilecektir. Bu noktada ülke ve parti içi gerilim kaçınılmazdır. Bu gerilimin yaşanmaması için Erdoğan’ın alacağı tedbirler olacaktır. Bu tedbirlerin başında da “AK Parti liderliğini paylaşmamak” vardır. Erdoğan tüm istişarelere, takım oyununa ve kardeşlik hukukuna riayet etse bile, sonuçta son sözü söyleyen, karar veren ve kararı bağlayan liderliğini bugüne kadar hiç tartışma konusu yaptırmamış veya paylaşmaya mecbur kalacağı bir baskıya izin vermemiştir. AK Parti içinde Erdoğan sonrası genel başkan seçilen kişi, liderlikte halef değildir. 2015 seçimine kadarki sürede yürüteceği başbakanlık, “vekâleten başbakanlık” niteliğinde kalacaktır. 2015 seçimlerinde ise seçilecek kişi atanmış değil, seçilmiş başbakan olarak rüştünü ispatlamış olacaktır. Erdoğan için hak vaki olana kadar AK Parti’de “ikinci lider” pozisyonunun oluşması için çok ciddi değişimlerin ve ayrışmaların yaşanması gerekir. AK Parti’nin dokusu buna izin vermeyecektir. Fakat sonuçta her şey “insan” özneliğinde yaşanıyor. İnsanın doğası bir şekilde tecelli edecek. AK Parti kutsal ve ilahî bir muhafaza altında olmadığına göre, gün gelecek, kendi miladını dolduracaktır. Kendi içinden, kendi yetiştirdiği insanlardan “yeni” oluşumlar doğuracaktır. Ancak bu “kader”in işaretleri henüz görülmemektedir. AK Parti’nin siyasal bağışıklık sistemi ve siyasal bedeni turp gibidir. Tüm bu gerçeklere ve avantajlara rağmen bir tespiti hatırlatmak gerekir: Erdoğan her alanda “bir tur fark” performansındadır. Gelecek senaryolarında, bugünün yollarında, yarının kurgusunda hep bir adım önde olmayı başarabilmiştir. Ancak iktidar üstüne iktidar oldukça, AK Parti içinde Erdoğan’a eşlik eden ekip içinde “niyet ve hedef farkı” yollarına düşenler olmuştur. Ekipte hiç kimse Erdoğan kadar cesur ve risk altında değişim-dönüşüm çabası içinde olmamıştır. Bu çerçevede Erdoğan’ın birçok konuda, özelde başkanlık-yarı başkanlık hedefleri noktasında da ekibiyle eş zamanlı ve eş güdümlü çalıştığını söylemek zor. Daha da iddialı bir cümle kuralım: Erdoğan vefat etse, parlamenter sistem onarımına (Türkiye’ye özgü parlamenter sisteme dönüş anlamında) ve hatta paralel yapıyla “uzlaşma” seanslarına hevesli olan hatırı sa- ağustos 2014 13 haberajanda Kapak yılır bir ekip var AK Parti’de. Erdoğan, “bugün” için de yalnız değildir. Etrafında, onu yalnız bırakmayan yeterince kalabalık var. Ancak Erdoğan, “yarın” için söz söylemede, plan yapmada, çalışmada ve ufuk turunda gittikçe yalnızlaşıyor. Çünkü aynı niyet-hedef performansında kalabilen kişi sayısı azalıyor. Erdoğan, canı teninde olduğu sürece AK Parti ve Türkiye liderliğini kimseye bırakmaya niyetli değildir. Velev ki kader birliği yaptığı ve “Kardeşim!” dediği kişiler olsa bile, bu kardeşlerin kendisinden izinsiz veya “alternatif ” planlar yapmalarına müsaade etmeyecek kadar dikkatlidir. Bu tutum, “tek adam” duruşu değil, “tek devlet-tek millettek bayrak-tek ülke” gibi siyasal vahdet koruyuculuğudur. Yeni AK Parti Parlamenter sistem sonuçta “Eski Türkiye”nin sistemi kalacaksa, o zaman o döneme ait birçok alışkanlığın da o Türkiye’de kalması gerekir. Bir anlamda “yeni” takısı Türkiye’nin önüne geliyorsa, bu, kendi içinde onlarca “yeni” takısı alan olgulara da işaret etmelidir. Bu nedenle “Yeni Türkiye için Yeni AK Parti” stratejisi geliştirmek, hatta bunu sloganlaştırmak, beraberinde bir çağrıyı da içermektedir: Yeni yüzler, yeni dil, yeni hedefler... Üç dönem kuralı gereği sistem içinde rol alamayacak oldukça hatırı sayılır isimler var. Bu isimler, Yeni Türkiye’nin kurucuları olarak şereflenmeli, ancak Yeni AK Parti’nin de önünü açacak değişime öncü olmalılar. AK Parti her kademede Yeni Türkiye için hazırlıklar yapmalıdır. Yeni yüzler vitrine çıkarılırken, teşkilat şeması da yenilenmelidir. Mutfakta üretilen projeler, içerik ve kapsam olarak kendini “yeni”lemelidir. AK Parti,“Yeni Türkiye Partisi” modeli olmalı, Yeni Türkiye farkındalığını slogandan öteye taşıyıp yeni bir siyaset etme kültürüne ulaştırmalıdır. Gençleşen Türkiye’nin, partisi de gençleşmelidir. Etkinleşen Türkiye’nin partisindeki her birey de etkinleşmelidir. Erdoğan, üç dönem kuralı gereği tecrübeli olanları Yeni AK Parti’nin kurmaylarını yetiştirmek için eğitmen-danışman statüsüyle değerlendirmelidir. Bir anlamda teşkilat, 12 yıllık tecrübesinden de yararlanarak kendini “yeni”lemelidir. Kuşkusuz bu yeni kadroyu belirlemede Erdoğan, bu inisiyatifi (liderlik anlamında) kimseye bırakmamalıdır. Aksi halde Erdoğan’sız AK Parti’ye kapı aralan- 14 ağustos 2014 ma ihtimali doğacaktır. Kuşkusuz bu hassas dönemde Erdoğan sonrası genel başkan ve başbakan seçilecek kişinin, yarı başkanlık sistemine inanan, bu noktada Erdoğan’la eş güdümlü çalışan ve en önemlisi de dil, yöntem ve hedef noktasında Erdoğan’a ve Erdoğan’la birlikte Yeni Türkiye’ye sadık olması gerekmektedir. Aday gösterilen Sayın Davutoğlu hakkında bu içerikte bir hüsnü zan var, ancak bu zannı aşacak bir yol haritasına ivedi olarak dönerek somutlaşmalıdır. Erdoğan’ın Eski-Yeni Türkiye karşılaştırmalarına dikkatlice baktığımızda, dış politikanın baskınlığı ile rejim kodlarının değişime açılması ön plana çıkmaktadır. Yeni AK Parti’nin yarı başkanlık sistemine uygun kadrolardan oluşacağı düşünülürse eğer, tereddüt etmeden diyebiliriz ki, “12 yıldır AK Parti ile beraber kendini yetiştiren ve aldıkları eğitim dünyada olup bitenlere hâkim altyapıya sahip ‘yeni’ yetişmiş yeni yüzlerden oluşacaktır/oluşmalıdır”. AK Parti’nin yarını, eskilerin rehberliğinde fakat yenilerle inşa edilmelidir. Aksi halde Türkiye, Erdoğan’ı büyük hayalleri olan, ancak bazılarını gerçekleştirebilmiş bir lider olarak anacak ve “Yeni Türkiye” ufku bir temenni olarak not düşülecektir. Yeni Türkiye’ye inanmayanlar, Türkiye’ye yeni bir şeyler söyleyemeyeceklerdir. Yeni Türkiye’ye inanmayanlar, Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasıyla bir finalin yaşandığını düşünen ve o vefat edince “bildiğimiz Türkiye”nin vekili olma/kalma sevdasına düşeceklerdir. AK Parti’nin en uzun yılı Tereddütsüz diyebiliriz ki, AK Parti’nin en uzun yılı, 2014-2015 yılı olacak. Bir başka vurguyla 2014 Ağustos-2015 Haziran arasındaki süre, “en uzun yıl” nitelemesini hak edecektir. Çünkü gün gün ve dakika dakika Türkiye, kendini bir “yenilikler” anaforunda tartışırken bulacaktır. Ayrıca “Türkiye’nin yarısı Erdoğan’a karşı” iddiası ayakları yere basacak şekilde organize edilecek, “ittifaklar” dönemi yaşanacak ve muhalefet partilerinin “Düşmanımın düşmanı dostumdur” taktikleri yoğunluk kazanacak. Beklenmedik kararlar sağanağı da yaşanacak. Örneğin Pembe Köşk sadece konuk evi olacak; Cumhurbaşkanı, “Siyaset Külliyesi” diyebileceğimiz yeni yapıda kendine yer edinecek. Başbakanlık, bakanlarla bürokratik şema üzerinden işlem görürken, Cumhurbaşkanı, “oval ofis” mantığıyla onlarca etkin ofis ağı kurarak bir anlamda bürokratik oligarşiye mahkûm olmadan dev bir proje-iletişim ağı kuracak. Cumhurbaşkanlığı makamı, sembolik temsilden etkin öncüye evrilecek ve en önemlisi de yarı başkanlık için gerekli sistem kodları şifreleriyle beraber bir anlamda “siyasal bir yazılıma” dönüştürülerek devlete program olarak yüklenecek. Bunlar bir “siyasal fal” dili değil, Erdoğan’daki aklın gereklilikleri olarak zihin ekranıma düşen görüntüleridir. Doğrusu tüm bunlar, “uzun yıl” nitelemesinin aylara, günlere, saatlere ve dakikalara düşecek “yeni”liklerden sadece birkaçıdır. Özün sözü ise bu noktada şudur: Uzun Adam’ı en uzun yıl bekliyor. Ayak uyduramayanların ise önce gölgesi, sonra siyasî ömrü kısalacak. Unutmayalım ki her darbe girişiminden sonra gölgeler en kısa halde kalıyorsa güneş zirvede demektir. Erdoğan, zirvenin sıcaklığını herkesin yüzüne üfleyecektir. Bu sıcaklığın ilk haresini de genel başkan seçiminde herkes hissedecektir. Bu sıcaklıktan siyasetin zirvesini tatmış olanlar bile nasipleneceklerdir. Çünkü hiçbir şey eskisi gibi kalmayacak! Erdoğan’ın yeteneği Eski Türkiye’nin askerinde, yargısında, bürokrasisinde ve en zengininde örgütlenmiş ve de devletin gerçek sahibi olduğuna inanmış tüm “derin” güçlerin akıl panolarında Erdoğan için “Aranıyor!” ilanları mevcuttur. Oysa Erdoğan ne suçlu, ne de firarî idi. Aksine adalet Erdoğan’la beraber geliyordu. İlan asanların hepsi bir bir tespit edilip adalete teslim ediliyor ve hak ettikleri şeye mahkûm ediliyorlardı. Erdoğan, “Yeni Türkiye” vizyonuyla eski Türkiye’ye ait ne varsa onlara yerli yerinde, yerelde ve genelde hak ettiği şekliyle muamele ediyordu. 12 yılda 8 seçimden zaferle çıkarak, Yeni Türkiye yolunda hem yoldaki işaretleri belirliyor ve yerine dikiyordu, hem de yol kültürünü dönüştürüyordu. Erdoğan, nihayetinde toplumu ve ülkeyi bir yol ayrımının eşiğine getirdi: “Ya eski Türkiye ya da Yeni Türkiye!” Kararı da bir seçeneği seçmeye kilitledi: “Cumhurbaşkanlığı seçimi”… Ve bu seçimi hem de şöyle yorumladı: Cumhur, başkanını seçiyor; dolayısıyla yarı veya tam fark etmez, sonuçta “başkanlık sistemi” için “zamanı geldi”. Erdoğan, artık kendi partisi de dâhil her- HABER AJANDA kesi ve her kesimi ya “parlamenter sistem” ısrarı ile eski Türkiye tarafında veya “başkanlık sistemi” ile Yeni Türkiye tarafında tercih yapmaya davet ediyor. Ona göre ne yapılırsa yapılsın, parlamenter sistemle –özellikle de Türkiye’deki anlayış ve yönetim biçimiylebu ülke kendini yenileyemez ve hak ettiği lige çıkamaz. Kaçınılmaz olan ve zamanı gelen çözümse “başkanlık sistemi”… 10 Ağustos, artık eski Türkiye ile Yeni Türkiye seçenekleri arasında başlayan bir zihniyet, model ve sistem seçiminin oylandığı ve 2023’e kadar sandıkların (kavram ve metot sandıklarıdır bunlar) açık kalacağı bir sürece girmiştir. Türkiye, “başbakan” ve “cumhurbaşkanı” arasındaki olası gerilimleri değil, eski ve Yeni Türkiye arasında gerilim hattındaki sarsıntıları konuşacak. Öyle ki, fotoğrafın büyüğünü ve yol ayrımındaki mesajı kavrayamamış AK Parti mensubu bile eski-yeni tartışması içinde bilerek veya bilmeyerek “eski”nin yanında saf tuttuğunu fark ettiğinde iş işten geçmiş olacak. Çünkü Yeni AK Parti gemisini kaçırmış olacak. Sözün özü ise şu: “Eski Türkiye’ye veda, Yeni Türkiye’ye merhaba!” demenin “zamanı geldi”. Eski Türkiye hakkında halkın dağarcığı derin ve geniş; ancak heyecanlandığı ve özlemini hissettiği Yeni Türkiye hakkında halkın bilgi ve kurgusu “yeni yeni” yol alıyor. Fakat tek güvencesi var halkın: “Recep Tayyip Erdoğan”. Erdoğan, aslında siyasî hayatına bir “yeni dönem” açıyor ki işi daha da zorlaştı. Çünkü etrafında eski Türkiye tercihini yapacak kişiler olabilir veya Yeni Türkiye yolunda yalnızlaşabilir. Ancak Erdoğan’ı “Erdoğan” yapan bir yeteneği var: “Zamanı gelen için liderlik”... Erdoğan, yoldaşı, sırdaşı veya kardeşi de olsa, tercihini eski Türkiye’den yana yapacak kişiye ve kişiliğe AK Parti’yi teslim etmeyecek, hatta partide tutmayacak kadar “lider”. AK Parti’de bir bölünme, parçalanma olmaz; sadece yol ayrımında yollarını ayıranlar çıkabilir. Bu ayrışma da AK Parti’yi sadece günceller ve güçlendirir. Haber Ajanda, kendisini hiçbir zaman bir yol ayrımında ve “eski-yeni” seçeneğinin karar aşamasında bulmadı. Çünkü başından beri “zamanı gelen lider”in yanında saf tuttu ve Erdoğan’ın aklını okumayı kendine siyasî ödev bildi. Nitekim Haber Ajanda’nın her bir sayısı, Erdoğan liderliğindeki değişimi ve gelişimi sadece “haber” veren bir muhabir değil, bizzat zamanı geldiğinde o haberin ajandası da oldu. Haber Ajanda oyunu Yeni Türkiye’den yana kullanırken, sorumluluğunu sadece oy vererek değil, aynı zamanda elini taşın altına koyarak Yeni Türkiye’nin inşasında gönüllü işçi şeklinde çalışarak gösterecektir. Nitekim Ajanda Ailesi içinde fikrin patronu yoktur; hür fikrin kalesinde herkes işçidir ve nöbeti gelen, görevini içtenlikle yapmaktadır. Son sözümüz: Başkanımızı, Cumhurbaşkanımızı yalnız bırakmamak, sadece etrafında kümelenmek değil, kelimelerle, tutumlarla, projelerle ve en önemlisi de “birlikte inşa edilecek yapıyla” katkıda bulunmaktır. Yeni Türkiye hayırlı olsun!.. HABER AJANDA ağustos 2014 15 Haber Ajanda Cumhu AYINOLAYI Ayın Olayları 10 AĞUSTOS 2014, Cumhuriyet tarihinin halk tarafından seçilen ilk cumhurbaşkanını “Recep Tayyip Erdoğan” ismiyle dünyaya arz etti. Üç adayın yarıştığı Cumhurbaşkanlığı seçimine Erdoğan’ın sandığa yüzde 52 olarak yansıyan oy oranı damgasını vurdu. Zira Erdoğan, ülke tarihinin kendisine has yükselme niteliğini yine korumuş ve sahibi olduğu desteği daha da arttırmış oldu... >> Yine bir Pazar günü gittik sandıklara; ancak bu defaki heyecan başkaydı. Şimdiye dek seçilen tüm cumhurbaşkanları, bizim seçtiklerimiz tarafından seçilmişlerdi. Ancak hoşumuza gitmeyen bir şey vardı. Ne gerçekten seçtiğimizi sandığımız kişileri biz seçiyorduk, ne onlar bizim vicdanımızla bir cumhurbaşkanı. Yani Türkiye’de ilk defa kendi adaylığıyla milletin önüne çıkan birini ülkedeki en üst mertebeye millet seçecekti. Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı makamına çıkmasından evvel ancak muhtarlık seçiminde kendinden olan birini doğrudan ve bilerek seçen millet, ne tevafuktur ki muhtar bile olamayacağı iddia edileni tarihe bir “ilk” olarak kaydetti. Seçim gününe kadar yapılan çalışmaları değerlendirdiğimizde, memleketin ilk doğrudan 16 ağustos 2014 seçimine ilişkin yaşanan farklı heyecanlardan bahsetmemiz mümkün. Çünkü bütün süreç boyunca bizim dahi soluduğumuz hava sanki normalinden farklıydı. Genel görüntü itibariyle üç aday arasında sertlik dozu yüksek söylemler görülmese de zaman zaman MHP ve CHP liderlerinin gerilime teşne konuşmalarını da dinledik. Seçim gecesi yapılan sonuç değerlendirmeleri yalnız siyasi parti liderlerinden yükselen azar kıvamındaki yorumlarla kalmazken, Selahattin Demirtaş’ın kazanmış olduğu yüzde 9,8’lik oy oranını Doğu ve Güneydoğu Anadolu oylarının yanında Kürt “getto”larına bağlayan saçmalık efendisi yorumculardan çıkan laflar da aynı gecenin baharatı oldu. Demirtaş’ın oylarının yalnız Kürtlere ait olduğunu düşünenler, bu ülkede olan siyasi hareketleri analiz edemedikleri gibi, kız alıp kız veren, her mahallede birbiriyle komşu olan bütünleşik halkı hâlâ tanıyamamış olduklarını göstermektedirler. İhsanoğlu’nun vermiş olduğu seçim gecesi demeci, bu ülkenin siyasetinde geleceğe dair birtakım beklentilere sahip olduğunu ve dolayısıyla önümüzdeki dönemlerde kendisini daha çok göreceğimizi anlatan kısa bir öze sahipti. “Aldım” şeklinde belirttiği oy oranı noktasında bir sıkıntısı yok İhsanoğlu’nun. Ve gelelim milletin doğrudan seçtiği Cumhurbaşkanı’na… Recep Tayyip Erdoğan, 9’uncu zaferinin ardından, gelenekselleşen balkon konuşmasını da 9’uncu kez yaptı. AK Parti’de bundan sonraki süreçte yeni genel başkanı belirleme ve dolayısıyla yeni kabine çalışmaları r, başkanını seçti başlayacak. Partiyi 27 Ağustos 2014 günü olağanüstü kongreye taşıyacak ismin belirlenmesiyle Yeni Türkiye’ye yeni ve bütünleşik soluklarla hazırlanılacak. İşte bu anlamda Erdoğan’ın son balkon konuşmasından bazı pasajları buraya not etmemiz elzem. Genişletilmiş İl Başkanları Toplantısı’nda “İnsan bir kere ölür!” diyerek AK Parti’ye son öğretisini sunan Erdoğan’ın konuşmasından bazı satırbaşları şöyle: “Bu seçimin mağlubu, kaybedeni yoktur. Allah’ın izniyle 28 Ağustos’ta, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yeminimizi edip göreve başladığımızda 77 milyonun cumhurbaşkanı olacağımızdan hiç kimsenin endişesi olmasın. 81 vilayetin her birinden oy aldık. Bu, şu bakımdan çok önemli: AK Parti için sürekli ayrımcılık yakıştırması yapanlara bu bir cevaptır, bir ispat-ı vücuttur. Diğer siyasi partilerin hangi konumda, hangi noktada olduğunu söylemesi bakımından bu çok önemli. Biz, 74 ilimizde oylarımızı arttırdık. AK Parti, kucaklayan parti… AK Parti ne siyasî Kürtçülük yapıyor, ne siyasî Türkçülük yapıyor, ne de ‘Ben kumsalların partisiyim’ diyor. Bizim böyle bir derdimiz yok; biz, 780 bin kilometrekarenin partisiyiz, 77 milyonun partisiyiz, bizim farkımız bu!.. 10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçiminin galibi, Recep Tayyip Erdoğan değil, 77 milyon olmuştur, Türkiye olmuştur. Yeryüzündeki tüm dost ve kardeşlerimiz olmuştur. Yaptığım telefon görüşmelerinde de mazlum, mağdur olan ülkelerin liderleri, temsilcileri hep bu ifadeyi kullanmışlardır, ‘Sadece siz kazanmadınız, aynı zamanda biz de kazandık’ demişlerdir. Bu çok anlamlıdır. Balkon konuşmalarımıza dudak büken, bu ifadelerimize itimatsızlıkla yaklaşan herkese diyorum ki, ‘Yaptıklarımıza bakın, orada samimiyetimizi göreceksiniz’. Hangi adımı attıysak, 77 milyonun hassasiyetini gözeterek attık. Hangi reformu, hangi yatırımı yaptıysak, 77 milyonun refahını düşünerek yaptık. Kimine ‘Kürt’ dediler, haklarını kısıtladılar. Kimine ‘Alevi’ dediler, ötelediler. Kimine ‘başörtülü’ dediler, ‘sakallı’ dediler, ‘muhafazakâr’ dediler, ötelediler. Ellerinden eğitim hakkını aldılar, okutmadılar. ‘Senden olsa olsa hizmetçi olur’ dediler. ‘Sen tarlada meyve sula’ dediler, ‘Yaş sebze sula’ dediler. ‘Senden ancak kapıcı olur’ dediler. Her fırsatta milleti tahkir ettiler. ‘Göbeğini kaşıyan adam’ dediler. Demedikleri bir şey bırakmadılar. Biz bunları yaşayarak geldik. Biz yaşadığımız için başkalarının asla bunları yaşamasın istedik. Biz bu noktada acı çekerken, evlatlarımız da aynı acıyı çektiler; yeni kuşakların aynı şekilde bu acıyı çekmesini istemedik. Elimizi vicdanımıza koyalım. Birbirimizin gözüne bakalım; gelin, birbirimize gönlümüzü açalım. İdeolojiyi bir kenara koyalım. Muhalefetin kutuplaştırıcı siyasetini, medyanın o kamplaştırıcı yayınlarını, özellikle de mahalle baskısını bir kenara koyalım. Şu 12 yıla vicdan gözlüğüyle bakalım. İnanın, gerçeğin gösterilenden farklı olduğunu hepimiz göreceğiz.” ağustos 2014 17 Türkiye Ajanda YSK’nın randevu rezaleti CUMHURBAŞKANLIĞI seçimi nihayete erdi ermesine de, akıllarda yıllarca hatırlanacak bir oy kumpası kalacağı şimdiden tarihe not edilmiş oldu. Yüksek Seçim Kurulu, Türkiye Cumhuriyeti’nin 12’inci cumhurbaşkanının seçildiği seçim öncesi yurtdışında yaşayan vatandaşlarımıza uyguladığı zulümle demokrasimizin varlığına derin bir yara açtı. Seçim kapsamında yurtdışında uygulanan randevu sistemindeki aksaklıklar, birçok vatandaşımızın oy kullanamamasına sebep oldu. >> Millet, ilk kez kendi başkanını kendi seçecekti. Türkiye’de yaşayan topyekûn halkın sandığa gidişi gibi, yurtdışında yaşayıp da Türkiye’nin vatandaşı olan herkesin bu güzelliğe ortak olması lazımdı. Ancak Kore’de yaşasa bile kendisine Almancı denen gurbetçimize YSK da yabancı muamelesi çekti. Aslında bu durumun önüne optik bir ayna konulsa, yansıyacak görüntüde bir Türkiye klasiği muhakkak canlanacaktır. Zira yıllarca farklı olaylarla karşımıza çıkan bürokratik poker kartı karması, örneğin herhangi bir ilin herhangi bir ilçesinde oturan bir öğrenciyi hayatının en önemli sınavına sabahın köründe (!) sokaklarını bilmediği bambaşka bir ilçeye göndermesini, ardından da bilmem kaç tane tercih arasından ailesine en uzak şehirde okumak üzere bir kura çarkına nasıl da oturtulduğunu hatırlatıyor bize. Zannımıza göre YSK, işte bu klasiği “Bize her yer Türkiye” mantığıyla yoğurarak pek akılcı 18 ağustos 2014 bir tezgâha yatırmış ve sürmüş oklavasını gurbet hamurunun üzerine. Dolayısıyla yaklaşık 3 milyon gurbetçimizden oy kullanması beklenirken, bu sayının dörtte birinin dahi oy kullanamadığı sandıklara toplamda 400 bin gurbetçi gidebildi. YSK, oluşturduğu randevulu sistemde oy kullanırken kopya çekmesinler diye aynı aileye mensup kişileri farklı günlerde oy vermeye çağırdı. Oy verme merkezlerinin kısıtlı sayıda olduğu göz önüne alındığında herhangi bir merkeze ikametgâhı mesela 300 kilometre olan bir vatandaşımızın tekrar tekrar gitmesi zulümdü. Meselenin en bürokratik iğrençliği ise şuydu: Gurbetçilerimizin oy vermek için gittikleri merkezler haliyle ana baba günü halde olmamalarına rağmen, yani ailesiyle birlikte giden herhangi bir gurbetçinin önünde uzun kuyruklar olamayacağı halde, randevusu olan aile mensubu reyini kullanırken, orada hazır bulunan diğer aile üyelerine “Sizin randevu tarihiniz şu gün; o yüzden günü geldiğinde oyunuzu kullanabilirsiniz” denildi. Türkiye’de hizmet üreten bir lider varken, o liderin hizmetlerini pasif şekilde gölgeleyen direnişçi bir memur zihniyeti, kaba softa bir bürokrasi her şeyiyle kendini gösteriyor. Bunu bir örnekle vermek istiyorum: Eşimin çalıştığı işyerinin yapması gereken bir ödeme vardı ve bu ödemeyi yapabilecekleri herhangi bir vakit yoktu. Kızımızın okuluna çok yakın mesafedeki Yenimahalle Kaymakamlığı’nda yapılacak bu işlem için kızımızı okuluna bırakır bırakmaz, sabah saat 8:30’da kuruma gittik. Eşimin mesai başlangıcı saat 9:00’da olmasına rağmen zaten kendisine bu işlem için izin verilmişti. Kaymakamlık binasına gittiğimizde gerekli işlemin yapılacağı sistemin çalışmadığı söylendi bize, biz de binadan ayrıldık. Her gün izin verilemeyeceği için kızımızı almadan birkaç dakika erken giderek bu işi halledebileceğimi söylediğimde eşimin işyerinden bunun için teşekkür gördüm. Ertesi gün gittiğim binada hâlâ söz konusu sistem gelmemişti ve herkes halinden memnundu. Bir hafta sonra gittiğimde ise saat 16:00’dan önce gelmem gerektiğini, bu saatten sonra işlemi yapamayacaklarını söylediler. İki hafta sonra 15:45’te Kaymakamlık binasına vardım. İşlemi sonunda aldılar. Ancak bu kez de vezne 16:00’da kapanacak diye bir koşuşturma başladı. Vezne memuru sağ olsun bekledi. Fakat ismi S. A. olan bir bayan çalışan, ödeme yapacağım esnada “Şu son dakika gelenleri var ya…” deyince beynime bir sinir hücumu hissettim. Tartıştığım S.A.’ya buraya yazdıklarımı anlatıp “Biz her gün burayı mı kollayacağız?” diye sorduğumda “Geleceksiniz! Her gün geleceksiniz!” şeklinde bir cevap verdi. Biz bir şeylerin farkındayız, lakin icranın sorumlusu olarak tüm halk Başbakan’ı gördüğünden böylesi durumlarda kızılan yer de maalesef alakası olmamasına rağmen o makam oluyor. Türkiye’de, sivil bir itaatsizlik çerçevesinde oluşturulmuş pasif bir direniş var. Cumhurbaşkanlığı seçiminde de bu direnişin en iğrenç uygulamalarından birini gurbetçilerimiz yaşamış oldular. Mesela Avustralya Melbourne’deki oy verme merkezine kayıtlı gurbetçilerimizden bazıları, YSK’nın internet sitesinden randevu aldıkları halde sistemin randevu günlerini değiştirmesi sebebiyle Canberra’ya yönlendirildiler ki bu skandalın örneği çok fazla. Bir hafta önce 2 Ağustos’a randevu alan bir vatandaşımızın bu randevusu, bilgisayar sistemindeki arızayla 1 Ağustos’a kayıyor ve 2 Ağustos günü oy vermek için gittiğinde kendisine izin verilmiyor. Bu nasıl bir kepazeliktir!.. İngiltere’de kendisi için randevu alırken eşi için randevu alamayan vatandaşlarımız oldu. Almanya, Belçika ve Fransa’da yaşayan gurbetçilerimizden de bu iki ülkedeki mahiyete benzer tepki ve şikâyetler yükseldi. Yapılması gerekense, acil şekilde bu sivil itaatsizliğin durdurulması ve vatandaşa ulaşacak kaliteli hizmetin kaliteli kadrolarca verilmesinin sağlanmasıdır. Selçuk Kayıhan // selcukkayihan.ajanda@gmail.com En büyük destek Erdoğan’a Emniyette paralel operasyon “DÖNEMİN Başbakanı” Erdoğan’ın deyişiyle sıkı şekilde zihinlere oturan “paralel yapı”ya mensup Emniyet çalışanları, gerçekleştirdikleri kanunsuz ve hukuksuz telefon ve ortam dinlemeleri gerekçesiyle şafak operasyonları düzenlenerek gözaltına alındılar. kendinden bildiği bir hakikat… CUMHURBAŞKANLIĞI seçimi ile yaşanan ilkleri teker teker gördük. Bu ilklerden biri de aday şahsa doğrudan kampanyası ile ilgili nakdî yardımda bulunmaktı. Recep Tayyip Erdoğan, Ekmeleddin İhsanoğlu ve Selahattin Demirtaş arasında geçen yarış sürecinde en büyük maddî desteği Erdoğan aldı. >> Seçim kampanyasına 55 milyon 260 bin liralık bağış yapıldığını açıklayan Erdoğan, diğer iki rakibini parasal destek anlamında da açık ara geride bırakmış oldu. Erdoğan, “Biliyorsunuz kişiler olarak bankalarda bir görünüm olmuyor, bağış adedi olarak çıkıyor. Çünkü aynı kişi iki veya üç kez de bağış yapabiliyor. Dolayısıyla toplam bağış adedi 1 milyon 350 bin 796, toplam bağış miktarı ise 55 milyon 260 bin 778. Akşam itibarıyla bu…” ifadesini kullandı. CHP ve MHP’nin sunduğu aday olan Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun kampanyası içinse 8,5 milyon TL bağış yapılmış. Diğer aday Demirtaş’ın seçim kampanyası için açılan hesaplara ise 7 bin 119 kişi tarafından toplamda 1 milyon 213 bin TL bağışta bulunulmuş. Ancak bu bağışların seçim kampanyalarındaki giderlerde doğrudan kullanılmış olması ve her hesabın birbirine denk düşmesi lazım, zira adaya yapılan bağışın harcamadan fazla olması durumunda YSK aracılığıyla arta kalan paraya el konuluyor. Hakan Şükür’ün milletvekili kimliğini kullanarak nezarethaneye kadar girerek cep telefonları aracılığıyla fotoğraflar çekinmesi, fakat buna rağmen “Cep telefonlarımıza el konuldu” diye feryat edilmesi ve “Kaç İsmail!” mizansenlerinin sergilenmesi başka tür dikkat çekici gelişmelerdi. >> Adana’daki MİT tırlarının durdurulmasına yönelik başlatılan sürecin önemli ayaklarından biri olan bu soruşturma aşamasında ismi birkaç ayda çokça ünlenen bazı amirler de sevk edildikleri mahkemelerce tutuklandılar. İstanbul merkezli olarak önce 22, sonra da 14 ilde daha gerçekleştirilen operasyonların gözaltı listesinin ilk sırasında, 17 ve 25 Aralık darbe sürecinde bazı televizyon ve gazetelerde verdiği demeçlerle gündem oluşturan eski Emniyet Müdürü Ali Fuat Yılmazer vardı. Operasyon kapsamında yaklaşık 200 adres aranırken, “Suç işlemek amacıyla örgüt kurmak, yasadışı dinleme yapmak ve sahtecilik” suçlarına karıştıkları öne sürülen 99 polis gözaltına alındı. Bu polislerin kimi serbest bırakılırken, müdürlüklere götürülen amir ve memurların bazılarının kelepçeli halde yaptıkları “Biz haram yemedik” beyanı, psikolojik algı açısından bir tarafa “Sizi rahatsız eden biziz” mesajı verirken, bir tarafa da “O kahramanlar biziz” iletisi yayıyordu. Ancak operasyonun tarafımızca eleştirilecek önemli bir yanı var. Zira konu ile failin eşleşmesinde sıkıntı oluşturabi- lecek işlemlerden kaçınılması daha doğru olurdu. Şöyle ki, gözaltına alınanlara “Dinlemeyi sen mi yaptın, kimler yaptı?” diye sormak yerine televizyon ve gazetelerde, sosyal medyada, çalıştığı birimde doğrudan kendi ifade ettiği suç veya suça ortaklık içerikli söylemleri dolayısıyla açıklama yapmalarının istenmesi, özellikle belli başlı bazı isimlerin hiçbir hukukî boşluk bulamama ve kendi taraflarına “Bize zulmediyorlar, işkence yapıyorlar” demelerini de engelleme açısından faydalı olurdu ki hukuk daha rahat işlerdi. Bu bağlamda gözaltına alınanların avukatlarının İşkenceyi Önelem Komitesi’nden “işkenceye karşı tedbir” kararı aldırmaları da çok dikkat çekici olmuştur. Zira Ergenekon ve Balyoz gibi davalarla alakalı olarak paralel yapının sürekli şekilde bazı gizli tanık ve isimlere ulusalcı olduğunu söyledikleri Adil Serdar Saçan gibi kişilerin işkence yaparak ifade aldığını, eski bir Zaman gazetesi muhabiri olup şimdi Kanada’da Musevî ibadetlerini yerine getirdiğini söyleyen Tuncay Güney adlı şahıstan dinlemiştik. Yani zahidin eli de Yeni Şafak gazetesinin yayınladığı haberle ortaya çıkan geniş çaplı dinleme skandalıyla gündeme gelen Selam Tevhid veya Tevhid-i Selam örgütünün paralel yapıda ilginç bir karşılığı var ve Türkiye’deki tarihi Uğur Mumcu suikastına dayanan bu örgütün Kudüs Ordusu ismiyle İran temelli bir yapılanma olduğu iddiasındalar. Ancak Uğur Mumcu suikastını “Bu olayı çözmek, devletin namus borcudur” demesine rağmen sümenaltı yapan Süleyman Demirel düşünüldüğünde ve elinde kıymete dokunur hiçbir hakikat olmayan bu yapının bu vatana hizmet etme gayreti olup da kendisinden olmayan herkese İrancı yaftası vurduğunu gördüğünüzde bazı şeylerin yıllardır ne kadar sessiz şekilde yerlerine oturtulduklarını akledebiliyorsunuz. Ayrıca soruşturma kapsamında değerlendirilmesi gereken, ancak Hrant Dink suikastı ile Muhsin Yazıcıoğlu’nun şehadeti olaylarında nokta isimlerden biri olmasına rağmen Ali Fuat Yılmazer gibi “Biz talimatları Başbakan’dan aldık” diyen eski Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek’in bu dosyanın kapsamı dışında tutulması da en başta belirttiğimiz yanlış konu belirleme sebebiyledir. İnşallah bu soruşturma süreci, at izinin it izinden ayrılabildiği ferahlıkta, fitnenin boş yollar bulamadığı, adil ve hakikatli bir şekilde geçer ve ancak gerçek suçlular hak ettiklerini bulurlar. ağustos 2014 19 Türkiye Ajanda YAŞ’tan önemli kararlar çıktı ABDULLAH Gül’ün Cumhurbaşkanı olarak en son onayladığı Yüksek Askerî Şura kararlarında 3 farklı davanın sanıkları hakkında 3 farklı uygulamayla karar verildi. Balyoz ve Ergenekon sanığı komutanlar emekliye sevk edilirken 28 Şubat sanıklarına temdit yapıldı, Askerî Casusluk Davası sanığı olan iki komutana ise terfi geldi. >> Bu kararlarla birlikte Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 20142015 yılı komuta kademesi de şekillendi. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel ve kuvvet komutanları beklendiği gibi görevlerinde kalırken, 4 yıllık görev süresi dolan Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Servet Yörük ile Harp Akademileri Komutanı Orgeneral Yalçın Ataman ve yaş haddi nedeniyle de 1. Ordu Komutanı Orgeneral Ahmet Turmuş emekliye sevk edildiler. Ege Ordusu Komutanı Orgeneral Abdullah Atay’ın yeri Jandarma Genel Komutanlığı olarak değişirken, Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nda gerçekleştirilen reformist yapılanma üzerine tüm ana jet üsleri Eskişehir’de oluşturulan Muharip Hava Kuvveti ve Hava Füze Savunma Komutanlığı’na bağlandılar. Toplamda 37 terfi kararı alınırken, 43 komutan da emekli edildi. Emekli edilen komutanlardan biri de Lice’deki askerî üste Türk bayrağının indirilmesi olayında bölgenin en üst düzey sorumlusu olması nedeniyle gündeme gelen ve orgeneralliğe terfi listesinde bulunmasına rağmen durumu değerlendirilmeyen 2. Hava Kuvvet Komutanı Korgeneral Nejat Bilgin oldu. Şurada, personelin disiplinsizlik ve ahlakî durumlarından kaynaklanan herhangi bir ihraç kararı çıkmadı. Bu atama ve sevklere göre bir aksilik yaşanmadığı sürece Ağustos 2015’te Orgeneral Özel emekliye sevk edilecek ve Özel’in yerini Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hulusi Akar dolduracak. Akar’ın yerine ise, son YAŞ kararlarıyla Ege Ordusu Komutanı olan Orgeneral Galip Mendi veya 1. Ordu Komutanı Orgeneral Salih Zeki Çolak’ın isimlerinden biri geçecek. Son kararlara göre TSK’daki kademe şeması şu şekilde gerçekleşti: Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hulusi Akar, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Recep Bülent Bostanoğlu, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Akın Öztürk, Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Abdullah Atay, Ege Ordusu Komutanı Orgeneral Galip Mendi, 1. Ordu Komutanı Orgeneral Salih Zeki Çolak, Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Yaşar Güler, 3. Ordu Komutanı Orgeneral Ümit Dündar, EDOK Komutanı Orgeneral Kamil Başoğlu, 2. Ordu Komutanı Orgeneral Adem Huduti, Harp Akademileri Komutanı Orgeneral Abdullah Recep ve Muharip Hava Kuvveti Komutanı Orgeneral Abidin Ünal. Suriyeli mülteciler kayıt altına alınıyorlar ÜLKELERİNDEKİ iç savaştan kaçarak Batman’a sığınan yaklaşık 20 bin Suriyeli, Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetim Başkanlığı tarafından Mobil Koordinasyon Merkezi’nde kayıt altına alınıyor. >> Batman Valiliği bahçesinde hizmet veren Mobil Koordinasyon Merkezi’ne randevu ile çağrılan Suriyeli ailelerin, AFAD ile Emniyet Müdürlüğü personeli tarafından kayıtları yapılıyor. Kayıt altına alınan kişilere verilen Yabancı Tanıtım Kartı 20 ağustos 2014 sayesinde Batman’a yerleşen Suriyelilerin net sayısına ulaşılacak. Ancak bu uygulamanın çok acil olarak bütün Türkiye’de, sadece Suriyeli değil, ülkelerindeki savaşlardan kaçarak memleketimize gelen bütün mültecilere uygulanması çok önemli ve elzem. Selçuk Kayıhan Bank Asya’yı kurtarmak HERHALDE ancak bir film adıyla bu haberi gündeme alabilirdik. Zira adı 17 ve 25 Aralık darbe girişimleri sırasında kapalı bir kurtarma operasyonuna tâbi tutularak yeniden kotarılan Bank Asya, o günlerde tüm finans çevrelerinde itibar kaybına uğratılan Halkbank ile ilgili konuşulurken pek de akıllara gelmemişti. leri sonlandırdığını açıklayan GİB ve SGK, fesih işlemini 8 Eylül 2014’te yürürlüğe sokmak üzere ilanlarını gerçekleştirdiler. Bu iki kurumun tahsilat işlemlerini söz konusu bankadan geri çekmesi, herhangi bir bankanın da başına gelebilecek en sarsıcı işlemlerden biri olacak. Zira 17 Aralık sürecinde hakkında bir batık kurtarma operasyonu yapıldığı belirtilen Bank Asya’nın paralel yapıyla mücadele kapsamında büyük ve ağır bir darbe yediğini söylemek mümkün. Ancak bu bağlamda Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın sarf ettiği “Ziraat Bankası, Bank Asya’yı satın alarak bir katılım bankası açabilir” ifadesinde nedense bir Er Ryan’ı kurtarma hissi sezinliyoruz. Evet, bir banka kurmak yüksek riskli ve zor bir iş, ancak son zamanlarda söylediği üzere 17 Aralık darbecilerinin önemli bir ayağını oluşturan bu bankayı satın aldığınızda kimi kurtarmış olacaksınız? Bugüne dek “Devlet bir katılım bankası kurabilir” veya “Vakıfbank ve Ziraat Bankası bir de katılım bankası açabilir” derken Bank Asya’yı düşünüyordunuz? >> Geçtiğimiz aylarda Başbakan Yardımcısı Ali Babacan tarafından birtakım açıklamalarda sürekli şekilde devletin bir katılım bankasına sahip olması gerektiği vurgulanırken, Gelirler İdaresi Başkanlığı ile Sosyal Güvenlik Kurumu’ndan çıkan kararlarla Babacan’ın bahsettiği sektör kırdırma ameliyatına girişilecek gibi görünüyor. Asya Katılım Bankası A.Ş., yani Bank Asya ile vergi tahsilatına ilişkin imzalanan protokol- Paralel yapıyla mücadele sürecinde eğer böylesi bir aksiyona girişilirse, şimdiden hangi sıkıntılarla karşılaşılacağını kestirmek zor değildir. Millet, çelişkiye düşenden artık çok korkuyor. Öyle ya, ev hanımları her sabah Müge Anlı izleyerek çapraz sorguya muhatap olan insanların çelişkili ifadelerini bulma üzerine her gün antrenman yapıyor, bizden söylemesi… Jandarma, İçişleri Bakanlığı’na bağlanıyor BİR televizyon kanalında soruları yanıtlayan İçişleri Bakanı Efkan Âlâ, Jandarma teşkilatının İçişleri Bakanlığı’na bağlanmasına ilişkin bir soru üzerine teorik olarak Jandarma’nın zaten İçişleri Bakanlığı’na bağlı olduğunu, fakat iyi ilişkilerle devlet yönetimi bir yere kadar yürüdüğünü, bir sorun çıktığı zaman nasıl çözüleceğinin kurallarının olması gerektiğini söyledi. Söz konusu kuralların demokrasiye uyması gerektiğini aktaran Âlâ, “Jandarma ile İçişleri Bakanlığı arasındaki ilişkiler kesinlikle reforma tâbi tutulmalıdır, tutulacaktır. Jandarma teşkilatının İçişleri Bakanlığı’na bağlı olması yönünde çalışmalarımız var. Çalışmayı önümüzdeki dönemde, süreç içinde gündeme getireceğiz” dedi. ağustos 2014 21 Dünya Ajanda Vahşi İsrail’in yalan rüzgârı TERÖRİZMİN tescilli devleti İsrail’in zulmü altındaki Gazze’de “Koruyucu Hat” adlı cinayet yaklaşık bir ayı geride bırakırken, sürekli biçimde sağlanmaya çalışılan ateşkes uygulaması 5 Ağustos 2014 günü 72 saatliğine başlatıldı. Ancak bu safhaya gelinene kadar birçok yalan dinledik İsrail ve beslemelerinden. Öyle ya, sözünü ettiğimiz 72 saat uygulaması bile yalnız 2 saat sonra İsrail tarafından bozulsa da sürdürülebildi. Şimdi buraya nasıl ulaşıldığına bakalım... >> İsrail’in Birleşmiş Milletler ve ABD eliyle önerilen 72 saatlik ateşkese “Evet” cevabı vermesinde BM ve ABD’nin Filistin hükümetini yahut herhangi bir yetkiliyi muhatap almadığına değindikten sonra, dünyayı parmağının ucunda oynatan bir şımarığın Türkiye ve Katar gibi ülkelerin tekliflerine nasıl burun kıvırdığını da hatırlatalım öncelikle. Zira İsrail bütün bu süreç boyunca vurdukça vurdu ve güya her durduğunda Hamas’ı ateşkesi bozmakla itham etti. Önce BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon ve ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, İsrail ile Hamas arasında üç günlük ve insanî yardım amaçlı ateşkes sağlanması konusunda anlaşmaya varıldığını duyurdu. Daha sonra Sisi’sine her alanda meşruiyet oluşturma çabasındaki Mısır, bu ilan üzerine İsrail ve Filistin’den müzakereci heyetlerini Kahire’ye 22 ağustos 2014 göndermelerini istedi. Yani BM ve ABD, İsrail’in gözdesi Sisi’nin meşruiyet arayışlarının kapılarını birer kapıkulu gibi araladı. besleme odaklar ve bunların kararlarıyla hareket eden uluslararası medyanın itham edeceği bir İsrail yok… Mahmud Abbas’ın, Mısır’ın ilk ateşkes teklifine “Keşke kabul etseydik” şeklindeki hayıflanması bir aylık vahşet sonunda müstehakını bulurken, Kahire’deki görüşmeler sonunda ateşkes uygulaması yürütmeye konuldu. Ancak az önce değindiğimiz üzere İsrail, bu ateşkes sözünü de ancak 2 saat tutabildi ve Refah kentinin doğusuna düzenlenen topçu saldırısında 4 Filistinli şehit oldu. Bugüne yetişene değin yaklaşık 2 bin Gazzeli şehit ve 10 bin yaralının haberini aldık. Bunca insanî zararın yanında milyarlarca dolarlık maddî kayıp söz konusu. BM dahi ancak kendi tesisine dokunulduğunda konuşabildi. Göstermelik yaptırdığı her zihniyet ve hareketinden belli olan BM, kendi tesisi içerisindeki mazlum Filistinlilerin ahına tercüman olmadıktan sonra ne işe yarar ki? Güvenlik Konseyi isimli yapının mensubu olan ülkelerin ve özellikle ABD’nin paravan şirketi hükmündeki BM’nin Filistin’e yaptığı hibe tesisle ABD’nin İsrail’e yaptığı “hibe” Demir Kubbe yardımının külfeti kıyaslanabilir mi? Buradaki soru elbette şu: Her ateşkesi yalan ve iftirayla Hamas’a yüklenerek bozan İsrail’in askerlerinin kulakları attıkları bomba ve füzelerden sağır mı oldu ki ateşkesi duymadılar? Fakat bozacının şahidi şıracı olunca fark etmiyor durum; zira Avrupa, ABD ve BM adındaki Yaklaşık 2 bin şehidin 500’ü çocuk… Vahşet, istila, işgal, cina- yet veya her ne dersek diyelim, İsrail bir vampir gibi kanla besleniyor, üzerine çektiği nefretle büyümenin yollarını arıyor. Nükleer ve kimyasal mühimmatı ve teknolojisi kendisine göre kat be kat büyük olan İsrail karşısında Filistin’in tek çıkış yolu yeni bir intifada gibi duruyor. Batı Şeria’da başlatılan sokak yürüyüşlerinin bu girişime dönüşmesi de an meselesi. Korkak İsrail askerlerinin kara harekâtında hiçbir mevzi elde edemeyişleri İsrailli fanatiklerin sinirlerini bozmuş durumda. Gazze içerisine tüneller kazarak girmeyi hesaplayan İsrail ordusunda ölüm korkusu öyle bir safhaya ulaşmış durumda ki ayaklarından vurulmuş halde hastanelere kaldırılan İsrailli askerlerin hali ırkçı terör yandaşlarının beyinsiz kafalarında soru işaretleri oluşturmaya başladı bile: “Savaştan kaçmak için ayaklarına kendileri mi sıkıyorlar?” Dünyada bütün bu olup bitenlere tepkiler sürerken, vaktiyle Yahudilere karşı toplu kıyımlar gerçekleştiren Almanya’dan, hükümet, siyaset ve medya çevrelerince dillendirilen ilginç açıklama ve yönlendirmeler izliyoruz. Alman Şansölyesi Merkel’in Hamas’ı suçlayan ve İsrail’i “hak arama mücadelesi”nde (!) destekleyen beyanatının ardından Almanya basınında her gün antisemitizm içeriğiyle Hamas’a ve onu tanıyıp destekleyen ülkelere salvolar düzenleniyor. Ülkedeki bazı büyük medya gruplarının İsrail yanlısı yayınları ve Filistin’e destek gösterilerini Yahudi karşıtlığıyla ilişkilendirme çabaları, işte bu anlamdaki en belirgin örnekler. Ünlü Alman gazetesi Bild’in sahibi Axel Springer, İsrail karşıtı gösterilere sert şekilde karşı çıkarken 1967 yılından bu yana koruduğu yayın ilkeleri arasındaki “Yahudiler ile Almanlar arasında uzlaşmayı teşvik etmek ve İsrail halkının yaşamsal haklarını korumak” şeklindeki kurallarını savunuyor. İşte böylesi durumlarla karşılaşınca, hani şu bazen hatırlatılan “Hitler de Yahudi idi; onun kıydığı Musevilerse Hazar Türkü olanlardı” iddiasına iyiden iyiye inanası geliyor insanın. Doğru mudur? Mümkündür… Ömer Bekir Sadık // obsadik.ajanda@gmail.com İsrail, Türkiye’ye olan hıncını AA’dan çıkarıyor Gardaş ile Ermenistan arasında yeni gerginlik 1 AĞUSTOS 2014, yeni bir Kafkas gerginliğinin günü oldu. ErmenistanAzerbaycan cephe hattında çıkan çatışmada Azerbaycan ordusundan 8 asker şehit oldu. >> Azerbaycan Savunma Bakanlığı’ndan yapılan açıklamaya göre Ağdam ve Terter bölgesindeki Azerbaycan mevzilerine yaklaşmaya çalışan Ermeni keşif ve sabotaj birliklerinin tespit edildi ve bunun üzerine çatışma çıktı. Şiddetli çatışma sonrasında Ermeni askerleri kayıp verirken 8 gardaşımız şehit düştü. Ancak olay sadece bununla kalmadı. Zira ertesi gün, yani 2 Ağustos 2014 tarihinde, bu kez farklı mevzilerde çatışmalar gerçekleşti. Cephe hattındaki çatışmalarda 4 gardaşımız daha şehit oldu. Yapılan açıklamaya göre Ermeni ordusu, cephe hattının farklı bölgelerinde 73 kez ateşkes ihlali yaptı ve Ağdam ile Ağdere bölgesindeki Azerbaycan mevzilerine yaklaşmaya çalıştı. Azerbaycan Savunma Bakanlığı, Ermeni provokasyonuna karşı önlemlerin alındığını ve sınır hattındaki durumun Azerbaycan Silahlı Kuvvetleri’nin kontrolü altında olduğunu belirtti. Gardaşların ruhları şad, yakınlarının başları sağ olsun… İSRAİL, Mısır eliyle meşrulaştırdığı hıyanet ateşkesini BM ve ABD eliyle sağlamlaştırırken, ateşkes esnasında Gazzelileri vurmaya devam ettiği gibi karşısındaki en gür sedalardan birine sahip olan Türkiye’ye de hıncını gizlemiyor. >> Ülkemizin ve dünyanın gerçeklerden haberdar olması için Gazze’de uluslararası bir haber servisi olarak görev yapan Anadolu Ajansı çalışanlarına, hem de 72 saatlik ateşkes sırasında İsrail askerlerince yaklaşık 40 metrelik mesafedeki tanktan makineli tüfekle ateş açıldı. Kameraman Metin Yüksel Kaya’nın elinden hafif şekilde yaralandığı olayda muhabir ekip bölgeden sağ salim çıkmayı başardı. Bölgenin doğu sınırında konuşlanan İsrail askerleri, bir süre sonra AA ekibinin bulunduğu bölgeyi kuşatma altına aldı ve bulundukları bölgeye ateş etti. AA ekibi, ara yolları kullanarak bölgeden çıkmayı başardı. İsrail Ramazan ayı içerisinde de yine Türk çalışanlara karşı aynı saldırılarda bulunmuştu. Bölgede görev yapan ve gerçekleri bizlere ulaştırmaya çalışanlara kolaylık ve sıhhat diliyoruz. Yine iflas ŞİMDİ kime sorsak anlatır Kemal Derviş’i getirttiğimiz günleri. O sıralar bir de Arjantin vardı teslim bayrağını çeken IMF ile Dünya Bankası’na. >> Çok şükür o günleri savalı çok ettik başımızdan –Rabbim bir daha vermesin-, ancak o yıllarda iflas beyanında bulunan Arjantin, Avrupa ve ABD’yi dahi silkelerken bize teğet çizen buhranlara daha fazla dayanamayarak 13 yıl sonra yine aynı ilanı sunacak kararı alma aşamasında. Yaklaşık 1,5 milyar dolar borçlu olduğu iki serbest yatırım fonunun şirketiyle anlaşma sağlayamayan Arjantin zorda. Arjantin Devlet Başkanı Cristina Kirchner, söz konusu iki şirket olan NML ve Aurelius ile anlaşma için müzakerelerde bulunsa da 2001 yılından bu yana süregelen tahvil borçları- nın tam olarak geri ödenmesini isteyen bu fonlarla anlaşmaya varılamadı. ABD’li Federal Yargıç Thomas Griesa’nın hükmettiği son ödeme tarihi 30 Temmuz 2014 olarak kararlaştırılmıştı. Son ödeme günü olan bu tarihte Arjantin, iki fonun da ödemesini gerçekleştiremedi. Arjantin yönetimi, iki fonla ilgili görüşmek üzere New York’a bir heyet gönderdi. Görüşmelerden sonuç alınmaması üzerine de ülke teknik olarak temerrüde düştü. Halen Arjantinli yetkililer bu temerrüdü kabul etmediler. Şimdi kendi açımızdan son 13 yıla bakıyorum da, buralarda neler değişmişken nerelerde nelerin değişmediğini görmemek imkânsızlaşıyor. Türkiye mi nereden nereye, Arjantin mi aynı tas aynı hamam? ağustos 2014 23 Dünya Ajanda Çin’in Türkistan zulmü bitmiyor ÇİN’in kuzeybatısında yer alan “verimli toprak” anlamına gelen Sincan Uygur Özerk Bölgesi, Çin polisinin hukuk dışı baskıları ve yine Çin yargısının akıl almaz hükümleriyle can çekişiyor. Doğu Türkistan, geçtiğimiz aylarda çıkan olayların daha vahimleriyle karşılaşırken en son çıkan olaylarda 96 canımız hayatını kaybetti. ABD Rusya’ya yeni yaptırımları açıkladı ABD Başkanı Barack Obama, Ukrayna’daki Rus ayrılıkçılara verdiği destekten dolayı Rusya’ya yönelik uygulanacak yaptırımları açıkladı. İki hafta aralıkta ilavelerle sunulan yaptırım paketinde Rus ekonomisinin kilit sektörlerine karşı bazı engellemeler mevcut. Enerji, silah ve finans endüstrilerini hedef alan yaptırımların en başında Rusya’ya ihracatı ve Rusya’daki ekonomik kalkınma projelerine fon sağlanmasını teşvik eden kredilerin resmen askıya alınması geliyor. Bazı sorular üzerine “Bu yeni bir Soğuk Savaş değil” açıklaması yapan Obama, Rusya’nın Ukrayna üzerine izlediği siyaseti değiştirmesi gerektiğini söyledi. İsrail’i hak aramakla niteleyen bir süper güçten (!) Rusya’ya meydan okuma beklenemezdi zaten. >> Bilindiği üzere Çin’de, hâlihazırda komünist diktasındaki rejim yürütülüyor ki dolayısıyla Çin’in mevcut yapısına ters düşse de, düşmese de canlarımız her an din ve soy anlamında baskı altındalar. Ve yine bilindiği üzere Çin’de var olan bu yönetim, Çin’de yaşanan gelişmeleri ancak kendi kevgirlerinde eleye eleye dünyaya sunulmasına izin veriyor ki Uygur Türklerinin her hareketi, mevcut Çin lobisi sayesinde terörist ve ayrılıkçı faaliyet olarak lanse ediliyor. Çin’e ait haber ajanslarından Şinhua’nın aktardığına göre Şaçı adlı bir kasabada başlayan olaylarda önce 37 sivil hayatını kaybetti. Güvenlik güçlerinin müdahalesiyle de 59 sal- 24 ağustos 2014 dırgan öldürüldü. Olaylarda ayrıca 215 kişi tutuklandı. Hayatını kaybeden 37 sivilden 35’i Han etnik grubundanken diğer 2 kişi de Uygur’du. Saldırıların arkasında Nuramat Savut isimli kişinin bulunduğu iddia ediliyor. Saldırganların kesici ve yanıcı maddelerle yerel devlet binaları ile polis karakollarını bastığı, yoldan geçen araçları hedef aldığı belirtildi. Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nde, son dönemde Çin’in yargısız infazlarına, hatta sokakta idamlarına şahit olduk. Çin’in bazı yerlerinde gerçekleşen patlama ve bıçaklı saldırı gibi olaylar, Çin yönetimince “radikal gruplar” ile ilişkilendiriliyor, ancak en başta belirttiğimiz prensipler nedeniyle konuyla ilgili net bilgi verilmiyor. Çin bu manadaki iç güvenlik (!) tedbirlerini son dönemde arttırırken, “bölücü” olduğu iddia edilen kişilerin gözaltı ve yargılanma süreçlerine ilişkin bilgiler de diğer veriler gibi kamuoyu ile paylaşılmıyor. Cezalar mı? Sokak ortasında zaten… Ancak medya da kısıtlı olduğundan her olay Çin yönetiminin yazdırdığı şekilde kamuoyuna duyuruluyor. Ne ilginçtir şu dünya! Diktatörler hesap vermekten kaçmayı devletçilik sayarken, devlet gibi devletler diktatörlükle suçlaya suçlaya kaçanların çemkirişleriyle dertleniyorlar. Allah sonumuzu hayır, Uygur canlarımızla kavuşacağımız vuslatı tez eylesin… Bu arada Ukrayna, Rusya ve AGİT (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı) üst düzey temsilcilerinden oluşan Üçlü Temas Grubu, Ukrayna’nın doğusundaki ayrılıkçı grupların temsilcileri ile Belarus’un başkenti Minsk’te bir araya geldi. Üçlü Temas Grubu, bölgede sürdürülebilir bir ateşkes için rehinelerin ve gözaltındaki kişilerin serbest bırakılmasını isteğinde bulundu. Zira bölgede çatışmalar her gün daha da şiddetlenerek devam ediyor. Lugansk kentindeki bir topçu ateşi sırasında 5 sivil öldü, birisi çocuk, 9 kişi yaralandı. Ayrıca şehirdeki çatışmalardan ötürü iki elektrik istasyonuyla hatlar zarar gördü. Elektriğin kesilmesi su pompalarının çalışmasını engellediği için şehre su da verilemiyor. Ömer Bekir Sadık Esed, Türkmen avına çıktı SURİYE’deki iç savaşın şu sıralar halini sorsak kaç kişinin konuya doğrudan duyarlılığının kaldığını öğrenebiliriz sanırım. Zira her gün kaynatılan komşu topraklarda gerçekleşen her olay bizi doğrudan ilgilendiriyor. >> Ancak Esed’e karşı mücadele eden Özgürlükçülerin yanındaki Türk hükümetini, ülkeyi Ortadoğu bataklığına çekmekle ve barışçı (!) Esed’e iftira atmakla suçlayanların Irak’taki Türkmenleri -her imkânda koruyup barındırma- sına rağmen- yalnız bırakmakla itham ettiklerini de göz önüne getirdiğimizde, bu insanların soydaşlık hukukunda ne kadar dürüst olduklarının açıkçası foyası da ortaya çıkıyor. Nasıl mı? Suriye’nin Arap Baharı denen iklime girdiği kuşakta yaşadığı ilk sıcaklık Hama ve Humus’ta idi. Hama ve Humus, birer Türkmen şehri olmalarına rağmen önemsenmemişti. Daha o günlerde Esed’i uyaran Erdoğan ve Davutoğlu’na “Size ne! Bizi Ortadoğu bataklığına çekmeyin” deniliyordu. Derdi yalnız ABD Senatosu’ndan İsrail’e yeni hibe İSRAİL’in Gazze’ye başlattığı operasyonun ardından uluslararası “vicdanlı” toplum, ABD, AB ve BM gibi sorumluluk sahibi (!) devlet ve kuruluşlardan çakıl taşı kıvılcımı kadar bir parlama bekledi. Fakat durum ve beyanat, hiç de o vicdanlı toplumun beklediği gibi değildi. >> Hatta ABD Başkanı Barack Obama, her Beyaz Saray yetkilisinin “Kendini korumak hakkı” diyerek pohpohladığı İsrail ile ilintili bir laf edebildi: “Demir Kubbe ile gurur duyuyorum…” Demir Kubbe, bilindiği üzere İsrail’in ABD hibeleriyle kurduğu füze savunma sisteminin adı. 20 füzeden oluşan, mobil şekilde koordinat üzere hareket edebilen, algıladığı füzeyi havada karşılık vererek etkisiz hale getiren bir sistem. Obama, yaptıkları hibelerin çalışır bir şeye yaradığı için gurur duyuyor herhalde; basit Amerikan Kerkük şovu yapmak olanların, Suriye’nin neredeyse her şehrinde Türkmen yaşadığını ve bunların hepsinin de Özgürlükçülerle birlikte hareket ettiklerini bilmesine zaten imkân yoktu. Şimdi Suriye yıkık ve viran… Enkazları enkazlara çeviren rejime ait birlikler, son dört aydır Lazkiye’nin Bayırbucak Türkmen bölgesine hava destekli saldırılar düzenliyor, bunu bu sayfalardan aylardır sunuyoruz. Ancak meselesi ne ülke, ne soydaş, ne de din olanların bu durumu kale alacak kapasiteleri bile yok. Bölgeye her gün top atışları ve hava bombardımanı yapılırken, kitle imha silahları da farklı zamanlarda kullanılıyor. Şovmenlerin de inşallah bu durumdan haberleri olur… Bu arada Halep’teki İslami Cephe’ye bağlı birlikler tarafından kazılan tüneller, tıpkı İsrail’in korktuğu Gazze tünelleri gibi Esed’e korku veriyor. Ancak Halep tünelleri, Gazze tünelleri gibi insanî malzeme getirmek için açılan tüneller değiller. İslami Cephe’ye bağlı birlikler, Halep Kalesi çevresinde rejim güçlerinin bulunduğu binaları, altlarına tünel kazarak havaya uçuruyorlar. Rejim güçlerine ait karargâhların çevresinde 4-5 metre derinlikle kazılan bu tüneller, bu yüzden Esed’i çok korkutuyor. Tünellerin ucu Şam’da son bulacak zira… pragmatist-Fordist yaklaşımı… İsrail’in elinde bu sistemden 9 adet vardı. Ve İsrail’in korkunç Kassam saldırılarından daha da korunması, Ortadoğu’nun bataklığında mağdur edilmemesi gerekiyordu (!). Bunun için ABD Senatosu, acil birkaç toplantıyla –ki tatile girmeden hemen önceİsrail’e bu konuda 225 milyon dolarcık daha hibe etmeyi karara bağladı, Obama da durur mu, hemen onayladı… Şimdi İsrail’in 225 milyon doları daha var Demir Kubbe’ye yatırmak üzere. Dünyanın Gazze için bazı beklentileri vardı ABD’den, değil mi? Sonunda bu beklenti karşılık buldu sanırım. “Türkiye’yi Ortadoğu bataklığına soktular” diyenlerin bu dalgaya yakalanınca bir düşünmesi gerek sanırım: ABD’nin Türkiye’ye hibe edeceği uçak gemisi Filistin’in yanında olduğumuz için mi geri çekilmişti? ağustos 2014 25 MEDYA AJANDA Medya Ajanda 26 “Erdoğan Başbakanlık’ı kaybetti” K ULLANMIŞ olduğumuz başlığı ne olur yadırgamayın, zira sosyal paylaşımlarda yer alan cümleler genellikle anonim bir tarz oluşturarak halka mâl oluyor ve dolayısıyla milletin mizahî zekâsını doğrudan yansıtıyor; bu yüzden de bu kez milletin hiciv yeteneğini yansıtma düşüncesiyle bir sosyal paylaşım sitesinde dolaşan bu cümleyi tarihe not ettik. ağustos 2014 üzerine cümleler kurduğunu ve bu politikayla yayın yaptığını çok keskin bir köşesinden yakalayan milletin bu gazeteye önerdiği manşetti “Erdoğan Başbakanlık’ı kaybetti” şeklindeki başlık. Zafer ayı Ağustos’a bir zafer daha ekleyen millete 11 Ağustos 2014 günü gazeteler neler sundu dersiniz? Hürriyet, “İlk turda Köşk” sürmanşetini attığı birinci sayfasının manşetine Erdoğan’ın “Kırgınlıklar eski Türkiye’de kaldı” cümlesini yerleştirmiş. Yine Milliyet gazetesi de benzer bir manşet biçimi kullanarak hem balkon konuşmasından alıntılar yapmış, hem de manşeti “İlk turda bitirdi” diyerek vermiş. Yıllar önce “Muhtar bile olamaz!” başlığını kullanan Posta’nın kendine tezadı ise bize tebessüm ettirdi. Tabiî bunu bilerek mi yaptıklarını bilmiyoruz. Özellikle yaptı ise, Posta’nın yaptığı bu kendine hicvi tebrik etmek lazım. “Muhtar bile olamaz!” diyen gazete, “O şimdi başkan” diyor zira. Sabah, “Milletin adamı yüzde 52 ile Çankaya’da” derken, Haber Türk “Erdoğan’ın tarihî zaferi” başlığını kullandı. Vatan’ın attığı “Zirveye çıktı” ifadesinin yanında Türkiye, Star ve Güneş gazeteleri “Milletin başkanı” vurgusuyla yayınlandı. Yalnız Güneş gazetesinin 11 Ağustos 2014 gününe ait birinci sayfası, diğer gazetelere göre bana göre en şık sayfaydı. Cumhuriyet, bilindik tarzıyla sanki hiçbir şey olmamış gibi ve milleti aşağılayarak attığı iki manşetle çıkmış karşımıza. “Köşk’e oturmadan Gül kavgası başladı” ve “Yolsuzlukta peşindeyiz” şeklindeki başlıklar daimî zihniyeti anlatmaya yetiyor. Bir Gün gazetesi de ruh ikizi Cumhuriyet’e ilave yapmış: “Memleketin yarısının meşru görmediği Cumhurbaşkanı!” Herhalde bunlar için Sisi ile Esed’in ifade ettiği meşruiyet hakikatin kendisi… Cumhurbaşkanlığı seçiminin ardından Recep Tayyip Erdoğan’ın zaferine dair gazete manşetlerini konu edineceğim bu bölüm için bir taraftan gazeteleri, bir taraftan sosyal medyada işaret edilen gazete köşelerini ararken başlıkta görmüş olduğunuz bir manşet önerisiyle karşılaştım ve “Pes!” dedim, “Milletin ağzında çikletten farkı yok birilerinin”. Zaman gazetesinin bardağın boş ile dolu tarafından bakma Akşam gazetesi “Halk ihtilali” diye yorumlarken Erdoğan’ın zaferini, Takvim ise karmakarışık hazırladığı düzensiz manşetinde “Ne yapsalar boş!” ifadesini Sezai Karakoç’tan alıntılanan Erdoğan reklamından çıkararak kullanmış. Bilindiği üzere yeni Cumhurbaşkanı Erdoğan, seçimde oy vermeden evvel Mahmut Ustaosmanoğlu’na bir ziyaret gerçekleştirmiş, güzel kulun duasını almıştı. Evrensel gazetesi seçime dair hiçbir haber yapmazken, küçücük bir köşeye bu ziyareti taşımış “Seçim öncesi ilginç ziyaret” Uluğ Bayındır // ulugbayindir.ajanda@gmail.com diyerek. Yahu, böyle haberlerle Erdoğan’ı bu milletin daha fazla seveceğini anlayamayacaklar bir türlü. Zaman’ın ilginç Polislere Yeni Şafak’ın “Hoş geldin Yeni Türkiye” manşetinin yanına ise Milat’ın “Eski Türkiye’ye El-Fâtiha” manşeti kardeşlik etmiş, ki güzel de olmuş. Akit ise bunlara ilave olarak bir “Ya Allah, Bismillah!” nidâsı çekmiş. Yeni Asya “Seçmen ikinci tura bırakmadı” derken, Dünya ise “Halk ‘Erdoğan’ dedi” kaydını düşmüş ve Milli Gazete de “Erdoğan Çankaya’da” manşetini kullanmış. Z operasyonu Ortadoğu, “Tatilden Erdoğan çıktı” ifadesiyle Bahçeli’nin gece azarına paralel çekmiş. Yeniçağ’ın kullandığı “Can havliyle Köşk’e sığındı” manşetiyse insana tebessüm ettiriyor(!). Yurt gazetesi “Erdoğan Çankaya’da” dediği birinci sayfasında “Çatı” düşüncesine eleştirini yoğunlaştırırken, Çatı müttefiki Baş’ın Yeni Mesaj’ı ise “7 milyon sandığa gitmedi” başlığını kullanmış. Sözcü, bilindik edepsiz üslubuyla “Saksı bir başbakan aranıyor” derken aynı edepsizliği Aydınlık da kullanmış: “Seni oradan indireceğiz!” Ve Taraf, Bugün, Zaman… Taraf’ın doğrudan genel seçimlerde kullanılacak stratejiyi işaret ettiği birinci sayfa haberlerine kullandığı sürmanşet, “Köşk’e yeter, başkanlığa yetmez” şeklinde olmuş. Bugün’ün sürmanşetinde “Erdoğan köşk’e çıktı”, manşetinde de “Taban, Çatı’ya destek vermedi” ibaresi yer almış. Zaman gazetesi ise “12. Cumhurbaşkanı Erdoğan” manşetini atmış. mantığı AMAN gazetesinin 11 Ağustos 2014 gününe ait manşeti “12. Cumhurbaşkanı Erdoğan” şeklindeydi. Ancak gazetenin birinci sayfasında, geometrisi paralelleşen mantık yüzünden basit bir doğru çizgisi göremez olduk. Zira iki bölümün ancak birer temenniye habersel nitelik kazandırmak uğruna basıldığı çokça aşikâr idi. >>Bu bölümlerden ilki, seçim hazırlıklarında Ekmeleddin İhsanoğlu’na destek vermek için birtakım basit toplantılarla halka hitap eden MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin sarf ettiği 10 Ağustos gecesi azarının bir bölümüne ilişkindi. Bahçeli, bu konuşmasında “Erdoğan’ın başkanlık hayalleri suya düştü” diyordu. “İyi de zaten başkan olmadı mı?” diye sormamak lazım, zira bu başkanlık, başkanlık sistemindeki başkanlığa işaret ediyor. Ancak Bahçeli’nin bütün seçim öncesi “Erdoğan cumhurbaşkanı olmayacak” kehanetinin tutmadığını belirterek, “Seçimden önce Başbakanlık’tan istifa etseydi milletin sevgisini kazanırdı” beyanını da hatırlatmak isteriz. Öyle ya, yüzde 52’lik sevgiyi Erdoğan’a yakıştıramayan Bahçeli, bir de istifa etseydi yüzde 90’la, hatta 100 ile seçileceğini ifade etmişti aslında, ama Erdoğan söz dinlemedi(!). Zaman’ın birinci sayfasındaki bir diğer dikkat çekici mantıksızlık bölümü ise Soma ile ilgili. “Soma tekmeyi unutmadı” şeklinde verilen haberin altını okuduğunuzda gülüyorsunuz maalesef. Soma’daki facia bütün ülkeyi sarsmıştı, ki unutmak imkânsız; ancak gazetenin, düşüncesizce gerçekleştirilen bir hareketi Erdoğan’a hâlâ fatura etmeye çalışması ahlaksızlık. Soma’da İhsanoğlu’na çıkan oy oranını gösteren gazete, yüzde 50,15 ile o tekmeye cevap verildiğini yazmış. Erdoğan’a bu cezanın nasıl kesildiğini de şöyle aktarmış: Soma Belediye Başkanlığı’nı yüzde 43 ile AK Parti kazanırken, Cumhurbaşkanlığı seçiminde o AK Parti’nin Erdoğan’ı mağlup oldu. Peki, Erdoğan’a Soma’da çıkan oy oranı nedir? Yüzde 47… Soma’daki yerel seçimde alınan AK Parti oyu yüzde 43’ken Erdoğan 47 alıyorsa Soma tekmeye ceza mı kesti demek oluyor şimdi? İhsanoğlu’nu 14 parti destekledi insafsızlar, siz neyin peşindesiniz? Gerçi neyin peşinde olduğunuz gayet iyi biliyoruz ama yedirtmeyeceğimizi siz bilin!.. sahur P ARALEL yapıyla mücadele kapsamında birtakım açık faaliyetlerin gerçekleştirildiğini, Erdoğan’ın deyişiyle “inlerine girileceğini” takip ediyoruz. Ancak bunlar uygulamaya koyulurken medyanın nasıl bir algı operasyonu yürüttüğünün farkına varmamız lazım. >>AK Partili aklıselim yetkililer, paralel yapıyla mücadelenin ancak hukuk yoluyla gerçekleşeceğini bildiriyorlar. Bu anlamda en büyük görev de yargıya düşüyor. Yani paralel yapının eylemlerini devletin karşısında yürütülen suçlar olarak değerlendiren savcı ve hâkimlerin yapacakları soruşturma ve alacakları kararlar bütün sürecin nasıl işleyeceğini bize doğrudan gösterecek. Bu noktada öncelikle 22 ilde eş zamanlı başlatılan operasyonların Ramazan’da başladığı malumken ve bu tür operasyonların hep şafak vakti öncesi gerçekleştirildiğini biliyorken “sahur yapan” polislerin evlerinden alındıklarını ve hatta hanelerinin arandığını işleyen medyanın iyi niyet taşımadığı yönünde şüpheli düşünceler taşımamak zor geliyor bize. Hele özellikle paralel yapıya doğrudan bağlı medyanın, savcının “dinlemeleri gerekçe göstererek” operasyon yaptırdığını ve talimatı Başbakan’dan aldığını iddia eden birtakım insanların ifadelerini yayınlaması meselenin halkta nasıl etkiler uyandırmak istenildiğini gösteriyor. Medya, algı operasyonlarının doğrudan araçları olarak görev yapmaya devam ediyor, gözümüzü açık tutmak zorundayız. ağustos 2014 27 MEDYA AJANDA Medya Ajanda Ekrem Dumanlı: “Ey zalim!” 28 21 TEMMUZ 2014 tarihli Zaman gazetesinde yazdığı yazıyla zalim saydığına yardım etme girişiminde bulunan Ekrem Dumanlı’nın yazısını önce dokunmadan verelim, ardından da tahlile geçelim. Zira bu yazının bir de ikincisi olarak mazluma hitaben “Ey mazlum!” başlıklı bir hitap kaleme aldı “zaman”ın en “traj”ik GYY’si… Sİ İ EC IN M NA AY >> “Bu yazıyı sana yardım etmek için yazıyorum. Zalime yardım? Evet! Çünkü bir gün buyurdu ki Hazreti Muhammed (s.a.s.), ‘Zalim de olsa, mazlum da olsa kardeşine yardım et’. Arkadaşları sordu: ‘Ey Allah’ın Resûlü! Kardeşim mazlumsa ona yardım ederim. Ama zalimse nasıl yardım edebilirim ki?’ Ve muhteşem cevap: ‘Onu zulümden alıkoyar, ona mâni olursun ki bu da ona yardım etmektir.’ İşte ağustos 2014 ey zalim kardeşim!.. Hassaten ‘zalim kardeş’e sesleniyorum, zira dıştaki zalim nasıl olsa bir gün hak ile yeksan olacak; ancak içerideki zulmün daha kalıcı ve derin yara açmasından korkulur. Senin zulmünü söylemek, seni o zulümden alıkoymak ve zulmüne engel olmak için, sana bu mütevazı nameyi yazıyorum. Lütfen darılma, söylenen söz- lerin keskinliğine bakma; ‘Koynunda akrep var’ diyen bir kardeşinin seni ateşten sakındırmak için çırpınıp durduğunu farz et. Ve inan ki zulüm en çok zalimi yer bitirir... Hem sanma ki ‘Ey zalim!’ hitabının muhatabı tek bir kişidir. Asla! Zulüm bir zihniyet bozulması, ruh kaymasıdır ki her nefis onunla çetin bir sınava tâbi tutulur. İşte bu nedenle ‘Ey zalim!’ sözünün muhatabı bir şahsa indirgenemez; zira zalim nefis, renkten renge girer, tebdil-i kıyafet eder, makamdan makama geçer. Zalim, çoğu kez zalim olduğunu bile fark edemez. Zulmün boyutları da farklıdır. Kimi bir kişinin hakkını yiyerek zalim olur, kimi binlerce, milyonlarca insanın hakkına tecavüz ederek. Daha da ötesi, kul hakkının bütün sınırları yerle bir edilir ve bazen Allah’ın hakkına riayet edilmediği olur. Bazı zulümlerin affı (mazlumların erdemi ve affediciliği nedeniyle) bu fani dünyada mümkün olsa ve helalleşme kapıları kıyamete kadar açık tutulsa bile, o mukaddes emanete karşı yapılan zulmü affetmeye hiçbir fani me’zun değildir. Ey zalim! Tarih şahittir ki her zalim, kendi uydurduğu ve herkesi inanmaya mecbur hale getirdiği yalanlar üzerinden eziyet eder insanlara. Masum kitlelerin her türlü zulme müstahak olduğunu vehmeder. Zalimin cinneti bulaşıcıdır o yüzden. Kendisi gibi düşünmeyen herkese baskı kurduğu için, zulüm umumi bir cinnete dönüşür. Kimi korkusundan, kimi bir menfaat uğruna pençesine düştüğü zulme ortak olur. Ne var ki zulüm kalıcı değildir, mazlumun ahı bir gün yeri göğü inletir. Zalim olmaktan sakınmanın ilk basamağı, peygamberlerin açtığı muhasebe ve murakabe yoluna başvurmak ve gözyaşları içinde Rabbe karşı ‘Ben nefsime zulmettim!’ diyerek yakarmaktan geçer. Âdem Peygamber öyle yalvardı Allah’a, ta ki evlatları da öyle yakarsın. Yunus Peygamber de öyle dedi, Musa Peygamber de... Neden? Çünkü ‘Ben nefsime zulmettim!’ diyen, başkasına zulmedemez. Kendini kusursuz gören ve her yaptığı fiilin doğru olduğuna inanan her nefis, Firavun olma yoluna girmiş demektir. Sahte tevazu kibri örtemez, alçak gönüllülük gösterileri zulmü gizleyemez. Zira Uluğ Bayındır kimin zalim olduğunu, gücü elinde tutan bilemez; onu mazlumun iniltisinde aramak lazımdır. Zulüm bir süreçtir; kendi özünden kopma, başkalaşma, haddi aşma süreci. İnsanoğlu önce kendi nefsini unutur, sonra Yaratan’ı. Nefsini unutan, özündeki acziyeti, kul olma erdemini bir kenara iter. Kendi aslî sınırını ve irade çemberini tevehhümle başka bir alana taşıyan ve böylece haddini aşan insan, zulmün karanlıklarında yürümeye başlamıştır artık. Zulmün varacağı son noktayı Lokman Aleyhisselam oğluna nasihat ederken şöyle işaretliyor: ‘Yavrucuğum! Allah’a ortak koşma. Çünkü Allah’a ortak koşmak (şirk), elbette büyük bir zulümdür.’ Zulüm adım adım ilerler ve insan ruhunu esir alır. ‘Ene’ sırrı çözülemediği ve nefis terbiye edilemediği zaman insan, önce kendini beğenir, sonra kendine hayran olur, daha sonra kendine tapınmaya başlar. Kendi sınırlarını yerle bir ettiği için kul hakkını da tanımaz, Allah hakkını da. Çünkü artık her şeyin merkezine ego oturmuştur. İyiler ve kötüler firavunlaşmış egoya göre dizayn edilince bütün mükâfat ve mücazat sistemi de o enaniyet üzerine inşa edilir. Kendini beğenen başkasını beğenemez, kendini seven başkasını sevemez. Seviyor gibi görünse de zalimin tek kriteri vardır: Kendisine duyulan muhabbet… Melek gibi biri karşısına çıkıp itiraz etse, ona ‘Şeytan!’ der ve şeytanlaştırmak için akla hayale gelmedik iftiralarda bulunur. Bir gün şeytan kapısını çalıp ona övgüler dizse, o iblisi de melek gibi tasvir eder, bağrına basar, işbirliği yapar. Ey zalim! Bilmelisin ki ferde zulmeden, sadece bir kişinin hakkına tecavüz etmiş olur ve onunla helalleşmedikçe iflah olmaz, kurtuluşa eremez. Ya koskoca bir kitlenin hukukuna tecavüz edenler? Ya mil- yonlarca insan hakkında her Allah’ın günü yalan söyleyen, gıybet eden, iftirada bulunanlar? Şayet sen de zulme uğradığını, sana yanlış yapıldığını düşünüyorsan, bilmelisin ki zulme zulümle mukabele edilmez. Hem üstelik sana zulmettiğini düşündüğün kişilere duyduğun öfke ile suçu günahı olmayan kitlelere saldıramazsın. Kur’an, “Bir kimsenin günahından dolayı başkası kınanamaz” diyor. Mer’î hukuk da, şer’î hukuk da suçun şahsîliği prensibini gürül gürül ifade ediyor. Suç şahsî ise ve onunla hukuk içinde hesaplaşmak esassa, başkalarına gadretmek korkunç bir vebal değil mi? Ey zalim! Zulümlerin en kabası, en acımasızı, devlet imkânlarının tepe tepe kullanılması ile ortaya çıkar. Oysa devlet, milletin himmeti ile ayakta durur ve asla millete karşı şiddet unsuru olarak kullanılamaz. Ne var ki bütün ceberut zalimler, devleti kendi babalarının malı sanarak ve insandan daha üstün görerek bireyi ezip geçmeyi dener. Güvenlik güçlerini kendi şahsî intikam duygusu için kullanan, yargıyı adaletsiz karar vermesi için zorlayan, maliyeyi keyfî denetimine araç haline getiren -kim olursa olsun ve ne maksatla yaparsa yapsın- zulmetmiş olur. İnsanları haksız yere derdest edebilir, onları adaletsiz bir biçimde zindanlara atabilir, kamuoyunda kara propagandaya neden olacak şekilde kitleleri karalayabilirsin. Ama unutma ki zalimler asla kazanamaz. Zalim zafer naraları atarken ve mazlumun ahı göklere yükselirken, kader, ağlarını örmektedir çünkü. Kitle psikolojisine muvakkaten esir düşen maşeri vicdan, mutlaka bir gün uyanır ve zalimlerin maskesi düşüverir. Ey zalim! Yol yakınken dön. Hangi makamı işgal ediyor ve hangi kin ile meşbu bulunuyorsan gel, o zulüm yolundan gerisin geriye dön. Her bir insan Allah’ın halifesi ve imanlı her bir kalp Kâbe hürmetinde olduğuna göre ‘adalet ve doğruluktan ayrılma’. İnat edip zulme devam edersen, kelamını ve kalemini zulüm yolunda heba edersen -ki öyle olmaz inşallah- kendine de, sana ümit bağlayana da yazık etmiş olursun. Zira o mev’ud günde ne gazeteciliğin önemi kalır, ne siyasetçiliğin; ne bürokratlık işe yarar, ne tüccarlık. Ve hiçbir zulüm, zalimin yanına kâr kalmaz...” Medyacılara değil, medyaya tasfiye lazım C UMHURBAŞKANLIĞI seçiminin ardına denk düşen süreçte birtakım gazete yöneticileriyle muhabirler, bulundukları yayın organlarındaki görevlerinden ya alındılar ya da istifa ettiler. Şimdi tahlile geçelim… Paralel yapı, milletin Recep Tayyip Erdoğan sevgisini sonuna kadar hissediyor ve iliklerinde her an ona duyulan bu sevginin başlarına ne menem belalar açacağından emin yaşıyor. Yazının başından sonuna tir tir titreyen gırtlağın keskin zırıltısını Erdoğan’a “Kardeşim!” diye diye hitap edilirken duymamak mümkün mü? Paralel yapı her anını, “Şimdi ‘Erdoğan’ı birileri yönlendiriyor, yoksa o iyi biri’ demezsem, millet beni daha fena linç eder, bana hiçbir açık kapı bırakmaz, beni hiç dinlemez. En iyisi mi ben, ona yine iyi niyetle yaklaşır görüneyim de sonra yine yapacağımı yapayım” düşüncesiyle geçiriyor. İşte bu yüzden ben de “Ey millet!” diye başlayarak, “Bütün bu yazısıyla baştan sonra zalimi dosdoğru ifadelerle anlatırken bir türlü Erdoğan’a güya ilişmekten imtina ederken ‘Firavun’ demekten kaçınmayan bu zalimlere itimat etme”. İşte bu koca yazıya bu kadar kısa tahlil yeter… Ancak bir yer var ki dediğini istediğin gibi yorumla: “Şayet sen de zulme uğradığını, sana yanlış yapıldığını düşünüyorsan, bilmelisin ki zulme zulümle mukabele edilmez. Hem üstelik sana zulmettiğini düşündüğün kişilere duyduğun öfke ile suçu günahı olmayan kitlelere saldıramazsın…” Hani ben “Öyle mi efendi?!” deyip bırakayım, siz ardını kendinize göre getirirsiniz… >>Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Enis Berberoğlu’nun istifasıyla başlayan bu sürecin ikinci ismi Yılmaz Özdil oldu. Özdil, yazısı sansüre uğradığı için Hürriyet’ten istifa etti. Gazete, söz konusu yazının gazetecilik ilkelerine uymadığı için yayınlanmadığını belirtti. MİT tırlarının durduruluşunu haber yapan Fatih Yağmur ise işten çıkarılırken, Haber Türk TV’den de üç editör ayrıldı. Şimdi, bu ayrılıkların haberini birinci sayfalarına taşıyan medyanın kim olduğunu merak ediyorsunuzdur, cevap verelim: Zaman, Bugün ve Taraf... Seçim süreci boyunca Aydın Doğan’ı güya hedef koltuğuna oturtarak Erdoğan ile Doğan isimlerini yan yana getirmekte çokça çabalayan paralel medyanın konuştuklarına bakınca açıkçası Hürriyet’in konumunu değerlendirmek için birkaç ihtimali de yorumlamak gerektiğini düşünüyorum. Zira gazetenin ilkeleri gereği bir yazıyı yayınlamaması, açıkçası ahlak gerekçe gösterildiği için çok normal görünüyorken, şimdiye kadarki Özdil yazılarının neden yayınlandığını düşünmekse pis kokular aldırıyor burnumuza. Ancak Doğan ile Erdoğan’ı yan yana getirmeye çalışan paralellerin unuttukları şey, sanırım çok kıymet verdikleri Radikal Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Eyüp Can Sağlık’ın Doğan için ne anlam ifade ettiğidir. Eğer bir gazeteci “işten çıkarılmışsa”, bu olayda hangi çakma mizansenin oynandığına da ayrıca dikkati celbetmek gerekir. Hâsılı, medyacıların değil, asıl bu medyanın tasfiyesi şarttır. ağustos 2014 29 haberajanda Analiz BAŞARISIZLIKLARINI Devlet Bahçeli Bir partiye, ideolojiye, dinî inanca ve bir mezhebe bağlılık, bu başarısız insanlar için gerek ve yeter şartlardan biridir ve başka bir özellik aramaya hiç gerek de yoktur. Böyle insanlar, küçük topluluklarından hiçbir zorlama gelmediği için, kendilerini geliştirme gibi bir sorumluluk bilincine de gerek duymazlar. Bunlar, o küçük topluluklarındaki entelektüel acizliği, kaliteli insan eksikliğini ve boş vermişliği çok iyi kullanırlar. Fetullah Gülen B AŞLIĞI yanlış okumadınız. Başarısızlıklarını kendi topluluklarının siyasal, sosyal, kültürel ve dinî hayatı üzerinde dayatan bazı insanlar vardır. Bunlar, hayatlarında hiçbir başarı kazanamamış, fakat toplumun belirli kesimlerini neredeyse başarısızlıkları ile esir almış insanlardır. Bu duruma en uygun düşen misalleri Atatürkçü Düşünce Derneği gibi ideolojik derneklerde, bazı sendika ve siyasî partilerde görmek mümkündür. >> Adam bir sendikayı ve siyasî partiyi ele geçiriyor, hiçbir başarı ve ilerleme sağlamadan bu başarısızlığını en az 15-20 yıl o topluluğa dayatabiliyor… Genellikle bu başarısız insanlar, ideolojik ve siyasî çıkmazlara girmiş, değişen dünya şartlarına uyum göstermede entelektüel yetersizlikler yaşayan topluluklarda görülüyor. Sözüm ona, kendilerinin “lider” olarak tanımlanmasından hoşlanıyorlar ama bir liderde bulunması gereken vizyondan (geniş görüşlülük) ve insanî yaratıcılık özelliklerinden tamamen yoksunlar. Dünyadaki değişim ve dönüşüm karşısında şok yaşayan ve aciz kalmış küçük topluluklar, işte bu tür başarısız liderlerin (!) esiri haline geliyorlar. Atatürkçü Düşünce Derneği, CHP, MHP, BBP ve İşçi Partisi’nin içine düştükleri durum da tamamen budur. Örnek olarak verilen dernek ve partilerin genel 30 ağustos 2014 Mustafa Destici başkanlarına bir baktığınızda, kendi küçük topluluklarındaki ideolojik ve siyasal aidiyetin arkasına sığınan başarısız insanlar çıkar karşınıza. Bir partiye, ideolojiye, dinî inanca ve bir mezhebe bağlılık, bu başarısız insanlar için gerek ve yeter şartlardan biridir ve başka bir özellik aramaya hiç gerek de yoktur. Böyle insanlar, küçük topluluklarından hiçbir zorlama gelmediği için, kendilerini geliştirme gibi bir sorumluluk bilincine de gerek duymazlar. Bunlar, o küçük topluluklarındaki entelektüel acizliği, kaliteli insan eksikliğini ve boş vermişliği çok iyi kullanırlar. Başarısızlıklarını kendi küçük topluluklarına dayatan bu insanlar, sırf bu iş için yaratıldıklarını düşünürler, ki hiç geriye çekilmek ve toplumun önünü açmak gibi bir dertleri de yoktur. Darwinizmin vahşi hayat için öngördüğü “doğal seçilim” yöntemiyle lider çıkarmak her zaman mümkün olmadığı için, toplum da “Lânet olsun!..” der ve kafa konforunu bozmadan işi kendi haline bırakır. Böylece “başarısız” insanlar için gün doğmuş olur. Eski iki rol model (!) Şimdi dar çerçeveden çıkıp, bir de Türkiye’nin 1965-2000 yılları arasındaki siyasetine göz atalım. Toplum, yaklaşık 35-40 yıl, Demirel ve Ecevit gibi iki başarısız siyasî figüre mahkûm olmuştu. Küresel ölçekte başarısızdılar, vizyonları yoktu ve küçük işlerin adamlarıydılar. Ellerindeki iş makinelerini bile yerli yerinde kullandırıp Türkiye’nin temel altyapısına önemli bir katkı sağlayamadılar (belki birkaç baraj bunun dışında tutulabilir). Ecevit’e göre “laiklik”, Türkiye’nin en önemli sorunuydu ve bunun en büyük düşmanı ise başörtülü kızlar ve kadınlardı. Demirel de 28 Şubat 1997 “post-modern darbe” günlerinde “Başörtülüler Arabistan’a gitsinler” diyerek Ecevit’i sollamayı başarmıştı. Bu siyasî figürlerin tespit edip de gündeme getirdiği hiçbir sorun, ülkenin Prof. Dr. Turan Güven turanguven.ajanda@gmail.com DAYATAN LİDERLER! Kemal Kılıçdaroğlu temel sorunlarından değildi ve hatta yapay sorun yaratarak toplumu, dünyadaki değişim ve dönüşüm süreçlerinin dışında tutmayı, toplumda bir idrak gecikmesi yaratmayı başardılar. Bu siyasî figürler, toplumun elini kolunu bağlayan “sivil ve askerî vesayet” sistemini bertaraf edecek siyasî liderliği gösteremediler, ancak başarısızlıklarını topluma dayattılar da dayattılar. Başarısızlıklarını kendi toplumuna dayatan bugünün siyasî figürleri ise AK Parti hükümetlerini başarısızlıkla itham ediyorlar. Hiç kimse tasalanmasın, ne zaman AK Parti hükümeti başarısızlığını toplumun ana gövdesine dayatmaya kalkışırsa, işte o zaman bu toplum, yeni bir lider ve daha iyi bir alternatif ortaya çıkaracak durumda koruduğu potansiyelini devreye sokacaktır. Halk, “siyasî izafiyet teorisini” kullanarak karar veriyor Türk siyaset tarihinde “devrim” niteliği taşıyan bir Cumhurbaşkanlığı seçiminin ardından, siyasetin yeniden şekillendiği bu kritik günlerde böyle bir başlıkla yazı yazmak, okunmamak anlamına gelebilir. Ama bu, bana göre erken verilmiş bir karardır. Halkımız, izafiyet teorisini bilmese de, siyasî öngörüsü ve hisleriyle bunu hayatına en iyi şekilde uygulayan bir halktır. Eğer bir benzetme ile devam edersek, halk, “siyasî izafiyet teorisini” çok iyi biliyor. Halk, insan yapısı sistemleri değerlendirirken hiçbir zaman mutlak anlamda iyi ve mutlak anlamda Doğu Perinçek mükemmellik aramıyor; konuyu izafî olarak ele alıyor ve kararını öyle veriyor. Durum ne kadar da karmaşık görünüyor, değil mi? Biz fenciler, herkes için çok karmaşık görünen bazı olayları, herkesin anlayacağı bir formata sokmakta mahirizdir. Tabiî bu durum, bilimde yüzeysel kalmayan ve atını bilimin sunduğu geniş arazide özgürce sürebilenlerin başarabileceği bir iştir. Einstein’e atfedilen söz şöyledir: “Eğer en karmaşık bilimsel bir konuyu baba ve annenize anlatamıyorsanız, o zaman konuyu siz de anlammışsınız demektir.” Gerçekten de üniversiteden çok iyi bildiğim bir şey var ki o da “ancak öğrenmiş olanların bir şeyler öğrettiğidir”. Peki, bu yazdıklarımla başlık arasında ne tür bir ilişki var? Temel bilim, genellikle evrendeki ve doğadaki olayları anlamak ve onlar arasındaki ilişkilerden herkesin anlayabileceği bilgi formunu ve teorileri üretmektir. Daha 20’nci yüzyılın başlarında “İzafiyet Teorisi”, evrende her şeyin hareketli olduğunu, bu hareketi anlayabilmemiz için kendi konumumuzun bir başka konumdaki cismin durumu ile anlaşılabileceğini ortaya koydu. Bulutsuz bir havada uçarken, uçağın penceresinden gökyüzüne baktığınızda hiç hareket etmiyormuş gibi bir hisse kapılırsınız. Oysa uçak, saatte en az 700-800 kilometre gibi büyük bir hızla hareket etmektedir. Ne zaman ki uçağınız bulut kümeleri yakınından geçerse, işte o zaman büyük bir hızla hareket ettiğinizi anlarsınız. Kısaca ifade edersek, “İzafiyet Teorisi” hareketli bir şeyi başka Aydın Doğan bir hareketli şeyle anlamaya çalışmaktır. Şimdi bunu halkımızın siyasî değerlendirmelerde nasıl kullandığına bir bakalım. Yaklaşık 12 yıldır iktidarda olan AK Parti hükümetlerine halkımız neden bu kadar uzun bir kredi verdi? Çok basit ve pratik bir cevap: Önceki iktidarlarla bir karşılaştırma yaparak… Bunu yaparken de hiç olağanüstü bir beklentiye girdiğini sanmıyorum. Ancak bu hükümetin de önceki hükümetlerden izafî olarak farklar yarattığını unutmamak lazım. Halk, bütün yönleriyle mükemmel bir hükümetten ziyade, bu hükümetin öncekilere göre nasıl bir izafî fark yarattığına baktı. Zihninde sorguladığı şey, öncekilerle bugünkülerin durumuydu. Yani bu işlem, izafiyet teorisinin siyasal hayata tam bir uygulamasıydı. Eminim ki hiç kimsenin, AK Parti hükümetlerinden idealize edilmiş bir beklentisi yoktu. Düşünün bir kere, çift yolları yapan makineler bu ülkeye uzaydan gelmemişti; daha önce makine parkında atıl durumda bağlanmış bekletiliyorlardı sadece. Şimdi ne olmuştu da bir anda çalışmaya ve yol yapmaya başlamışlardı? Halkın iradesini darbeci askerlerin bir gece yarısı telefonuna satan siyasetçilerle bugünküleri de izafî olarak mukayese eden Türk halkı krediyi uzattı. İşte izafiyet teorisi, sadece temel bilimlerde değil, sosyo-politik olayları anlamada da önemli bir teoridir. “Siyasî izafiyet teorisi”, halkımızın iktidarları değerlendirmede daha uzun süre kullanacağı bir teori olacaktır. ağustos 2014 31 haberajanda Siyaset Taleplerini sandık üzerinden şekillendirmekte kararlı olan Anadolu, illegaliteyi reddederek yeraltından beslenmeyi elinin tersiyle itmiştir. Cumhuriyet’in bu safhaya kadarki en önemli kazanımı da budur, yani demokratikleşmedir. Halk bu fırsatları her zaman pozitif şekilde değerlendirmiş ve Ankara’ya rağmen ülkesine istikamet çizmiştir. *** Halkımız “bizim” diyerek bağrına bastığı siyasi hareketi ve liderini, 12 yıllık iktidarından sonra Çankaya’ya taşıdı. Halk böylece sistemle olan mücadelesinde önemli bir adım attı ve Yeni Türkiye’nin müesseseleşmesinin önünü açtı. Artık Çankaya’da sistemik biri değil, milletin adamı var. Halk Çankaya’ya el koydu. 12 yıl önce nasıl sandık üzerinden yürütmeye el koyduysa, bu kez de –yine sandık üzerinden- devletin en tepesine el koydu ve “Artık burada da biz varız!” dedi. *** Ancak şu an bir akıl, CHP’den Kılıçdaroğlu ile MHP’den Devlet Bahçeli’nin gitmesi gerektiğini yüksek sesle söylemektedir. Bunun manası şudur: “Pensilvanya’nın dizinin dibine oturup 10 Ağustos seçimlerinde biat edenler, biat ettikleri tarafından tasfiye edilmek istenmektedir…” *** İşte bu sözün mukabili dolayısıyla, CHP ve MHP’de önde yürüyen kadroların tasfiyesi dillendirilmektedir. Umarız yeni süreçte muhalefet partileri halkın taleplerini ve beklentilerini bazı odakların taleplerinden üstün tutarlar. Muhalefet Türkiye’ye zaman kaybettiriyor, hem de Türkiye’yi anlamayarak… 32 ağustos 2014 Millet Çanka C UMHURİYET sonrası Anadolu’ya sıkıştırılmış millet, Ankara’da inşa edilmiş sistemle olan çatışmasını sürekli şekilde sürdürdü. Çünkü Ankara’da özellikle 1924 sonrası şekillenen kurucu akıl, Anadolu’daki tarihî bir dönemi, yani 1071 sonrasını unutturarak söz konusu sistemi yapılandırmak istedi ve başardı da… Bu yapılandırma süreciyle beraber siyasî, sosyal, iktisadî ve kültürel akıl da yeniden kodlandı. Bir anlamda, iddialı bir şekilde bir tarih yok sayıldı. Bu noktada Anadolu’daki varlığımızın Sümerleri referans göstererek formatlanması, konu itibariyle bir başlangıç sayılabilir. Bu formatlama işlemi ile; Selçuklu ve Osmanlı süreciyle sağlanan, İslam ile Türk birlikteliğinin kopartılması amaçlandı. Bu amaçla halkın hafızasına ipotek konarak, yukarıda belirtmiş olduğumuz Anadolu’ya sıkışma hadisesine sebebiyet verildi. Metin Külünk* info@metinkulunk.com ya’yı sahiplendi Ankara, modernizmin sosyal boyutlarıyla şekillendirilirken, halksa toprağa mahkûm edilerek başkentten uzak tutulmak istendi. İşte bu çatışma, Cumhuriyet tarihimizin de aslında önemli bir hikâyesiydi. Çok partili siyasal yaşamın başlamasıyla birlikte halk çok önemli bir etki üzerinde durdu: Artık bütün talepler “sandık” üzerinden biçimlendirilmeye başlanıyordu. İşte söz konusu bu çerçeve, Anadolu insa- nının nasıl bir ferasete sahip olduğunu göstermesi bakımından çok önemlidir. Zira taleplerini sandık üzerinden şekillendirmekte kararlı olan Anadolu, illegaliteyi reddederek yeraltından beslenmeyi elinin tersiyle itmiştir. Cumhuriyet’in bu safhaya kadarki en önemli kazanımı da budur, yani demokratikleşmedir. Halk bu fırsatları her zaman pozitif şekilde değerlendirmiş ve Ankara’ya rağmen ülkesine böylece istikamet çizmiştir. Anadolu yeraltına inmeyi reddetmiştir Ankara, bir anlamda Sosyal Darwinist akıl da diyebileceğimiz modernist yaklaşımlarla bir Türkiye kurgulamıştı. Sanayi ve tarım arasında sıkışmış Türkiye’de bu Ankara egemen olunca, kitle iletişim araçlarına da sahip olamayan Anadolu ancak sandıkla bir yön tayin edebilirdi. Ancak bu bağlamdaki dezavantaj ise, siyasetçi sınıfının da “Ankaralı” oluşuydu. Sırf bu yüzden söz konusu kavga yıllarca sürdü. Bu kavgaya “devlet-millet kavgası” demek yerine “sistem-millet kavgası” demek daha doğru olur. Zira milletin kendisi zaten devletti. Ancak bu devleti kontrol altında tutan sistemle milletin bir çatışması mevcuttu. Milletin kendisi zaten devletti, çünkü bariz bir devlet hafızası vardı. Bu hafıza Selçuklu’yu, Osmanlı’yı, hatta daha eski dönemlerdeki büyük devlet yapılanmalarını sürekli bünyesinde taşıyordu ve bu sebeple çok güçlüydü. Bu hafızanın varlığı sayesinde milletin bir basireti, feraseti, marifeti vardı. Millet, devleti kendisiyle özneleştirdiği için yeraltına inmeyi reddetti ve Ankara ile temasını sandık yoluyla kurdu. İşte bizi Ortadoğu’dan ayıran temel fark da budur! Burada ortaya çıkan iki nitelik vardır: Biri demokrasi tecrübesi, diğeri de “bir olma kültürü”… Halkın dillendirmiş olduğu “bizden biri” vurgusu, bütün siyasal düzlem içerisinde odaklanılacak en önemli vurgudur. “Bizden biri” demek, halkın Cumhurbaşkanı’nı “Bizim Tayyip” diyerek bağrına basmasıdır. Zaten kazanç da “Bizim Yunus” dedirtmekte değil midir? “Bizden biri” demek, “Tayyip Ağabey”, “Tayyip Kardeş”, “Tayyip Amca”, “Bizim şehrin adamı”, “Bizim köyün delikanlısı” demek değil midir? Demokrat Parti, Menderes, arada ehven-i şer bir Adalet Partisi, MSP, merhum Türkeş’li MHP, Özal, yine arada ta Ahrar Partisi’nden –Serbest Fırka- bu yana kapatılan partiler, hatta Birinci ve İkinci Meclis farklılaşmalarından itibaren belirtmiş olduğumuz kavga devam etti. Bu kavga bir tür Türkiye dengesi de oluşturdu. Belki hayırlı olarak dahi nitelenebilir şu durumda. Ancak bütün bu kavgalar, AK Parti iktidarı üzerinden Anadolu’nun Ankara’da iktidar oluşuna dönüştü. Yani millet, devletleşti ve dolayısıyla sistem yenilgiye uğradı. ağustos 2014 33 haberajanda Siyaset Milletin sistemle olan çatışmasının en son tezahürü ise geçirmiş olduğumuz Köşk seçimi, başka bir ifadeyle “Çankaya”dır. Manzarada görünen, aslında bir Cumhurbaşkanlığı seçim sonucu değil, Türkiye’de yükselen Anadolu ferasetinin ülkeye yön vermesidir. Bu neticenin müesseseleşmiş adresi de Çankaya’dır. İstiklâl mücadelesinin son cephesi “Çankaya” Milletin sistemle olan çatışmasının en son tezahürü ise geçirmiş olduğumuz Köşk seçimi, başka bir ifadeyle “Çankaya”dır. Manzarada görünen, aslında bir Cumhurbaşkanlığı seçim sonucu değil, Türkiye’de yükselen Anadolu ferasetinin ülkeye yön vermesidir. Bu neticenin müesseseleşmiş adresi de Çankaya’dır. Halk, Recep Tayyip Erdoğan’ı “Cumhurbaşkanı” sıfatıyla seçerek şunu söylemiştir: “Biz, merkezden dayatılmış, tasnif edilmiş adaylarla değil, kendi büyüttüğümüz insanlarla bu ülkeyi yönetmek istiyoruz. Erdoğan’ı seçtik, çünkü o bizim dilimizi anlıyor, bizim dilimizle konuşuyor… Yani o, bizden biri…” Halkın dillendirmiş olduğu “bizden biri” vurgusu, bütün siyasal düzlem içerisinde 34 ağustos 2014 odaklanılacak en önemli vurgudur. “Bizden biri” demek, halkın Cumhurbaşkanı’nı “Bizim Tayyip” diyerek bağrına basmasıdır. Zaten kazanç da “Bizim Yunus” dedirtmekte değil midir? “Bizden biri” demek, “Tayyip Ağabey”, “Tayyip Kardeş”, “Tayyip Amca”, “Bizim şehrin adamı”, “Bizim köyün delikanlısı” demek değil midir? İşte “bizim” diyerek bağrına bastığını, 12 yıllık iktidarından sonra Çankaya’ya taşıdı halk ve böylece sistemle olan mücadelesinde “Yeni Türkiye”nin müesseseleşmesinin önünü açtı. Artık Çankaya’da sistemik biri değil, milletin adamı var. Halk Çankaya’ya el koydu. 12 yıl önce nasıl sandık üzerinden yürütmeye el koyduysa, bu kez de –yine sandık üzerinden- devletin en tepesine el koydu ve “Artık burada da biz varız!” dedi. Halk, tam da bu hamlesiyle muhalefeti de tasfiye etti. 14 parti bir tarafa, Recep Tayyip Erdoğan’lı AK Parti bir tarafa… Velhâsılıkelâm, millet, sürekli biçimde tekrarladığı sözü bu mücadelede söylemeye daima devam edecektir: “Biz sizin eski Türkiye dayatmalarınızı reddediyoruz. Bir Menderes tecrübemiz var ki ders aldık, bir Özal tecrübemiz var ki ders aldık, bir Erbakan tecrübemiz var ki ders aldık… Ve biz bu dersi iyi çalıştık…” Muhalefet, küresel komplo ittifakından sıyrılmalı Peki, bundan sonraki süreçte muhalefetin nasıl bir ilerleyiş sürdüreceğini kestirmek mümkün mü? Bu soruya aranacak cevap, muhalefetin maalesef gericiliği sebebiyle bulunamayacaktır. Zira muhalefet, Türkiye’yi hâlâ 19 ve 20. yüzyıl yorumlarıyla tarif etmeye çalışıyor. Oysa bu dönemlerin özelliği tarım ve sanayi toplumu üzerine dar bir kalıba sahipti. Bugünün ise post-modern bir demokrasi, post-modern bir iktisat, postmodern bir siyaset anlayışı var. Bu, şu de- Metin Külünk mektir: Dün fabrika demokrasisini konuşuyorduk, bugün Twitter demokrasisini. Dün fabrika ekonomisini konuşuyorduk, bugün bilişim ekonomisini. Dün fabrika devletini konuşuyorduk, bugün e-devleti… Muhalefet, Türkiye’yi yüzyıl evvel şekillendiren küresel akılla ittifakını hâlâ devam ettiriyor. O küresel akıl, Türkiye’nin doğrudan kendi kendini tarif ediyor olmasından duyduğu rahatsızlığı Gezi’de, 17 ve 25 Aralık’ta ve en son Cumhurbaşkanlığı seçiminde –bütün emek verdiklerini bir yere getirerek- sandık üzerinden ifade etmeye çalıştıysa da ancak bu kadar oldu. YSK, demokrasiye saygısızlıkta inat etmiştir Muhalefetin doğrudan seçmenin gönlünü kazanarak gerçekleştiremediğini, devletin bir kurumu olan Yüksek Seçim Kurulu bir dayatmayla, bir zulümle gerçekleştirmiştir. Muhalefetin yıllardır hem yurtiçinde, hem de yurtdışında büyüyen Erdoğan sevgisini azaltamaması, bu sevginin sandığa yansımalarını küçültememesi, söz konumuz olan küresel akla sahip bir kısım bürokrasi takımını devreye sokmuş ve dolayısıyla planın ikinci kısmının uygulanmasına geçilmiştir. Yümsek Seçim Kurulu, yurtdışındaki seçmene randevu sistemini dayatarak katılımı engellemiştir. YSK, üzgünüm ki söz konusu zulmü parlamentomuzun çıkardığı bir kanunî düzenleme üzerinden yaptığı zorlayıcı bir yorumla gerçekleştirmiştir. Hâlbuki yorum, söz konusu halka hizmetse ancak kolaylaştırıcı formatta yapılmalıdır. Zira kanun, ona bu yetkiyi vermiştir. Fakat YSK, hakkını zorlaştırıcı, hatta engelleyici bir yoruma dönüştürerek kullanmış ve yurtdışındaki vatandaşlarımızın sandığa gitmesinin önünü tıkamıştır. Peki, YSK eliyle yapılan bu hamleye rağmen halkın yönelimi değişmiş midir? Sandığa gidenlerde Recep Tayyip Erdoğan’a teveccühün yüzde 63’lerde olduğu, birçok yerde yüzde 80, yüzde 75 ve yüzde 70 sonuçların alındığı ve sadece iki ülkeden Erdoğan lehinde bir oranın yansımadığını gördük. Zaten beklediğimiz sonuç da bu yöndeydi. Birileri toplamda yurtdışında alınan oyların yüzde 2’ye tekabül edecek bir oy oranına ulaşacağını gördükleri için bir önlem aldılar. Eğer YSK’nın bu engelleyici tavrı olmasaydı, sandıklardaki katılım oranının Türkiye’deki gümrük kapıları ile beraber 1 buçuk milyonla 1 milyon 750 bin arasında olacağını söyleyebilirdik. Şunu gördük: Recep Tayyip Erdoğan gönüllüleri Avrupa’nın neresinde örgütlenip aktif çalışma yapmışsa, o bölgelerdeki Erdoğan oyları tavan yapmış. Ancak Avrupa çok geniş bir coğrafya ve maalesef seçmenlerimizin birçoğu seçim olduğundan bile habersizdi. Bu habersiz kitleyle seçim çalışması yapıldı. Yani vatandaş bir yıl evvel gelmiş, pasaport almış, seçmen kütüğüne dâhil edilmiş, ama seçmen olduğundan habersiz. Vatandaşa “Randevu al! Almazsan ben sana randevu vereceğim. Randevuyu öğrenmezsen veya gecikirsen oyunu kullanamazsın” şeklinde yapılan dayatma üzerine böyle bir durum yaşanmıştır. Bu, demokrasinin var olduğu hiçbir yerde mümkün değildir. Çok net şekilde ifade etmek istiyorum ki, bu randevu sisteminin Türkiye’de uygulanması, seçime olan katılım oranını yüzde 40’lara kadar düşürür. YSK bunu dayatarak yurtdışındaki performansıyla yenilenmesi gereken bir kurul olduğunu ayan etmiştir. Çünkü bu işin altında kalmış, becerememiş ve yüksek sesle defaten bu konuya dikkat çekilmesine rağmen inatçılıkta ısrar etmiştir. Hatada inat edilerek maalesef demokrasiye saygı zafiyetine düşülmüştür ve en hafif tabiriyle seçmenin demokratik katılımına zulmedilmiştir. Vatandaşsa bu konuda son derece öfkelidir. Paralel tüm şebekelerle mücadele edilecek Türkiye’nin bekasına etkiyecek bu tür oyunların içerisine küresel aklın birçok taşeronu yerleştirilmiştir. Bunlardan biri de 17 ve 25 Aralık’taki darbe girişimleriyle deşifre olan klon formattaki paralel yapıdır. Türkiye, diğer bütün düşmanlarıyla mücadele ettiği gibi, hukuk kuralları çerçevesinde devlet ve milletin iradesini illegal yöntemlerle teslim almak isteyen hangi güç olursa olsun mücadele edecek ve bunu sonuna kadar devam ettirecektir. Bu mesele, AK Parti iktidarı meselesi olmaktan öte, devletin aidiyeti ve bekası ile ilgili bir mesele haline gelmiştir. Çünkü bir grup, devleti bütünüyle yasadışı yöntem ve illegal örgütlenmelerle, insanların duygularını ve vicdanlarını çalarak bu topraklardaki bekamızı tehdit edip varlığımızı teslim almak istemiştir. Devletin ve milletin buna refleksiz kalması mümkün değildir. Elbette belirtmiş olduğumuz üzere bu tür organizasyon ve ittifaklarla mücadelemiz hukuk çerçevesinde yapılacaktır. Devleti bu anlamda teslim almak isteyen güç, legal olmayan yöntemlerle bir mücadele başlatmış olsa da buna karşı devletin tüm kurumları ile cevapsız kalması mümkün değildir. Muhalefet ülkeye zaman kaybettiriyor 10 Ağustos gecesi halka yönelttiği azarvari cümlelerle gündem oluşturan MHP lideri Sayın Bahçeli’nin, milleti rüşvet ve yolsuzluğun onaylayıcı birimi kılması büsbütün talihsizliktir. MHP’nin tamamen CHP ile bütünleştiğini resmeden bu tablo, 2015 seçimlerinde de bir paraşüt aday etrafında bir araya geleceklerinin manzarasını yansıtmaktadır. Belli ki bu iki partiyi 10 Ağustos öncesinde bir araya getiren güç, tek çatı altında toplanarak genel seçimlere de bir “Çatı Parti” ile girme noktasında adım atmıştır. Ancak şu an bir akıl, CHP’den Kılıçdaroğlu ile MHP’den Devlet Bahçeli’nin gitmesi gerektiğini yüksek sesle söylemektedir. Bunun manası şudur: “Pensilvanya’nın dizinin dibine oturup 10 Ağustos seçimlerinde biat edenler, biatı alanların sonucu beğenmemesinden dolayı gözden çıkarılmıştır…” İşte bu sözün mukabili dolayısıyla CHP ve MHP’nin önünde yürüyen kadroları tasfiye etme talepleri dillendirilmektedir. Ve bundan daha önemlisi de şudur: Muhalefet Türkiye’ye zaman kaybettiriyor, hem de Türkiye’yi anlamayarak… Dolayısıyla 10 Ağustos seçimleri, bir noktada muhalefetin tasfiyesi anlamını taşımaktadır. Milletin verdiği mesaj, “Yeni Türkiye’yi anlayın ve ona göre muhalefet edin” şeklindedir. Zaten bu mesajı anlayarak ve boşluğu dolduracak bir muhalefet anlayışına ihtiyaç vardır. O nedenle “2015 seçimlerinde Yeni Türkiye’ye direnen bir muhalefet mi, yoksa Yeni Türkiye’yi anlayan bir muhalefet mi olacak?” sorusunun cevabını da bu süreçte beklemek zorundayız. 14 parti ve Pensilvanya bir araya geldiğinde alınan yüzde 38’lik oyun ne kadarının kendilerine ait olduğunun hesabını bir an evvel yapmak zorundadır muhalefet. Çarpma, bölme, çıkarma veya toplama işlemlerinin her biri onlara aittir, bize değil… * AK Parti İstanbul Milletvekili ağustos 2014 35 haberajanda Siyaset İstanbul’da Anadolu’nun her köyünden, her kasabasından mutlaka bir veya birden çok aile vardı. Recep Tayyip Erdoğan, -eğer zamanı varsa- bir ucu Anadolu’da olan bu aileler vasıtasıyla Anadolu’dan gelen hiçbir daveti reddetmedi. İstirahat edeceği günleri, zamanları Anadolu insanının davetlerinde harcadı. Böylece zaten bir Kasımpaşalı olarak yakından tanıdığı Anadolu insanını daha ve daha da yakından hücrelerine kadar tanımış oldu. *** Saydığımız veya sayamadığımız özelliklerini ve elbette hizmetlerini de dikkate alan Anadolu insanı, bir zamanlar “Muhtar bile olamaz!” denilen Recep Tayyip Erdoğan’ı, ülke içinden ve dışından yapılan akıl almaz ölçüdeki muhalefete rağmen Cumhurbaşkanlığı’na kadar taşıdı. Bir başka ifadeyle Anadolu insanı, hiçbir faniye nasip olmayacak şekilde Recep Tayyip Erdoğan’a istediği her şeyi fazlasıyla verdi. Şimdi, Recep Tayyip Erdoğan’ın, bugüne kadar yaptıklarına ek olarak yapamadıklarını yerine getirme ve kendisine her istediğini veren Anadolu insanına kalan borcunu ödeme zamanı… 36 ağustos 2014 12. Cumhurbaşka bekledikle Zafer, İstanbul’dan başlamıştı B İR insan ömrü için siyaset, çok uzun soluklu bir yarıştır. Bu yarışa girerken her siyasetçinin kafasında mutlaka milletvekilliği vardır da kimi siyasetçi milletvekilliğini başbakanlık ve cumhurbaşkanlığıyla taçlandırmayı mutlaka hayal eder. Fakat bu öyle bir nasip işidir ki kimi siyasetçiye herhangi bir siyasî makam için sadece aday adayı olmak düşerken, kimi siyasetçiye bu uzun soluklu siyasî yarışta aklına gelen gelmeyen bütün makamlara ulaşmak nasip olur. Recep Tayyip Erdoğan, siyasetin bütün kademelerinde görev almış ve siyaseten ulaşılması gereken bütün makamlara ulaşmış nadir insanlardan biridir. Ve Recep Tayyip Erdoğan, bu makamlara gelirken hiçbir makamı kendisine altın tepside sunulur şekilde kazanmamıştır. Kimi zaman kendi siyasî hareketi içinde, kimi zaman da ülkemize dayatılan sistemin sahipleri tarafından önü kesilmiştir. Evet, Recep Tayyip Erdoğan kendi yağıyla kav- Prof. Dr. Seyit Mehmet Şen seyitmehmetsen.ajanda@gmail.com nı’ndan rimiz rulan muhafazakâr bir ailenin çocuğu olarak sistemin horladığı bir okuldan mezun olduktan sonra Milli Selamet Partisi’nin tabanında başlayan siyasî yürüyüşünün zirvesine ulaşmıştır. Onu bu zirve makama taşıyansa şüphesiz ki İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığıdır. Tabir yerindeyse, Recep Tayyip Erdoğan burun farkıyla kazandığı İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nda şüphesiz ki çok güzel şeyler yapmıştır. Fakat bana göre Erdoğan, basit gibi görünen şu üç şeyle öne çıkmıştır: Suyu akıtmak, çöpleri kaldırmak ve belediye imkânlarını halka açmak... Bir Batı ülkesinde Recep Tayyip Erdoğan’ın yaptığını söylediğimiz bu üç şeyin yapılmasının hiç ama hiç önemi yoktur. Öyle ya, bir belediye başkanı suyu elbet akıtacak, çöpü elbet kaldıracak, belediye imkânlarını elbet halka açacaktır. Fakat ülkemiz için bunun hiç de böyle olmadığını herkes bilir. Gerçekten de Recep Tayyip Erdoğan 1994 yılı Mart ayının sonunda Büyükşehir Belediye Başkanı olduğunda, evlerin musluklarından aylardır sular akmıyordu, sokaklar çöp yığınlarına terk edilmişti ve Büyükşehir Belediyesi’nin imkânları sadece belli bir zümrenin kullanımına sunulmuş durumdaydı. Recep Tayyip Erdoğan’ın ilk işi, belediye imkânlarını derhal halka açmak oldu. Ve o imkânların halka ilk açıldığı gün o imkânlardan faydalanmak bana da nasip olmuştu. Adını herkesin bildiği güzel insan rahmetli Abdurrahman Gürses Hoca’yı da ilk kez o gece tanımış oldum; bu, benim için güzel bir hatıra idi. Ve o gece Çamlıca sırtlarında sere serpe dolaşan halkın neşesini tarif edemem… Di- yebilirim ki, Cumhuriyet kurulalı beri sürekli horlanan, belli şehirlerin belirli alanlarına kesinlikle sokulmayan, sistemin egemenleri tarafından kimi zaman düşükler ve kuyruklar olarak nitelenen büyük halk kesimi, ilk kez kendini insan yerine konulmuş olarak görüyor ve inanın gözyaşlarını tutamıyordu. Halkla barışık olmayanların çığırtısı Recep Tayyip Erdoğan’ın karşısında siyaset yapanlar, bunun ne anlama geldiğini kesinlikle bilemezler. Çünkü onların, değişik kılıkta, değişik renkte, değişik yelpazede gibi görünseler ve zaman zaman birbirleriyle kavga eder gibi olsalar da aralarında hiçbir fark yoktur. Bunu Cumhurbaşkanlığı seçiminde bir kere daha gösterdiler. Bunların hiçbiri, sistemin egemenleri adına siyaset yaptıkları için halkın beklentileriyle ilgilenmediler, halkı anlamaya çalışmadılar. Dolayısıyla Recep Tayyip Erdoğan’ın sürekli tekrarlanan seçim başarılarının altında yatan asıl nedeni de bir türlü göremediler. Nitekim Cumhurbaşkanlığı seçiminin sonuçlarının belli olmasından hemen sonra yaptıkları seçim değerlendirmesinde Anadolu insanını hiç ama hiç anlamadıklarını bir kere daha gösterdiler. Onlara göre Anadolu insanı dürüstlüğü değil, yolsuzluğu onaylamış. Yani Anadolu insanı dürüst değildir ve yolsuzluktan hoşlanmaktadır. Söylenenin asıl anlamı ve işte Recep Tayyip Erdoğan ile siyasî rakipleri arasındaki en büyük fark da budur!.. Recep Tayyip Erdoğan Anadolu insanını hücrelerine kadar tanırken, siyasî rakipleri ise aynı Anadolu insanına hem hakaret yağdırmakta, hem hakaret yağdırdığının farkında bile olmamakta, hem de o halkın bir gün kendisini mutlaka iktidara taşıyacağına inanmaktadır. “Bu nasıl olacak?” diye o siyasilere sormuş olsanız cevap verebileceklerini hiç sanmıyorum. Bir siyasetçi, dokuz ay sonra kapısına gidip oy isteyeceği bir halka “Siz dürüstlüğü değil, yolsuzluğu tercih ettiniz” der mi? Bir siyasetçi “Recep Tayyip Erdoğan milletin değil, a… b… adayıdır” der mi? Onların bütün bağırıp çağırmalarına, belden aşağı vurmalarına rağmen halk hâlâ Recep Tayyip Erdoğan’ı tercih ediyorsa, demek ki onlara da, onların yolsuzluk iddialarına da inanmıyordur. Aklı başında bir siyasetçi, onca medya desteğine rağmen neden inandırıcı olmadığını düşüneceği yerde bir süre sonra oy isteyeceği halkı suçlar mı? Suçlarsa o halktan yeterli desteği alabilir mi? Elbette alamaz… Zaten sonuç da ortada… Erdoğan’ı halk neden sevdi? Recep Tayyip Erdoğan, 1972 yılında Milli Selamet Partisi’nin çatısı altında başladığı siyasî yürüyüşünü zirveye taşıdı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin 12. Cumhurbaşkanı oldu. Cumhurbaşkanlığı, Recep Tayyip Erdoğan’ın 42 yıl önce başladığı siyasî yürüyüşündeki üçüncü önemli görevi: İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığı ve Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı… Recep Tayyip Erdoğan, kendisini Cumhurbaşkanlığı’na kadar taşıyan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nda yaptığını söylediğimiz çok önemli üç göreve ek olarak, tabir yerindeyse köy köy, kasaba kasaba, ilçe ilçe, il il Anadolu’yu dolaştı. Nasıl mı?! İstanbul’da Anadolu’nun her köyünden, her kasabasından mutlaka bir veya birden çok aile vardı. Recep Tayyip Erdoğan, -eğer zamanı varsa- bir ucu Anadolu’da olan bu aileler vasıtasıyla Anadolu’dan gelen hiçbir daveti reddetmedi. İstirahat edeceği günleri, zamanları Anadolu insanının davetlerinde harcadı. Böylece zaten bir Kasımpaşalı olarak yakından tanıdığı Anadolu insanını daha ve daha da yakından hücrelerine kadar tanımış oldu. Bu tanıma sırasında Erdoğan, Anadolu insanına elbette kendini de tanıttı. Ve Anadolu insanı onu tanıdıkça daha çok sevdi. Çünkü Recep Tayyip Erdoğan’da Anadolu insanının sevdiği birçok özellik vardı. Bir kere iyi bir mümindi ve hatta zaten güzel olan Kur’an’ı güzel okuyordu. Yeri geldiğinde imam oluyor, yeri geldiğinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olarak bir imamın müezzinliğini yapıyordu. Bu, bir zamanlar sistemin egemenleri tarafından horlanan bir okul olan imam-hatip lisesinin kendisine kazandırdığı bir özellikti. Halkın içinden çıkmış biri olarak halkla nasıl temas edeceğini çok iyi biliyordu. Ona okuduğu imam-hatip lisesinin kazandırdığı çok önemli bir özellik de hatiplik, yani hitabet sanatıydı. İmam-hatip liseleri, kendisinde okuyan herkese elbette hitabet sanatını öğretmiş olsa da yeterli derecede yeteneği olmayanın iyi bir hatip olması elbette mümkün değildi. Recep Tayyip Erdoğan’da bu yetenek vardı ve bunu kendisiyle özel olarak ilgilenen hocaları vasıtasıyla değerlendirdi, geliştirdi. ağustos 2014 37 haberajanda Siyaset Örneğin gönül dostum ve askerde devre arkadaşım olan Prof. Dr. Osman Öztürk, Recep Tayyip Erdoğan’ın hitabet yeteneğinin gelişmesinde emeği geçen hocalardan biriydi. Diyebilirim ki, siyasî olarak rahmetli Adnan Menderes ve çok iyi bir hatip olan Osman Bölükbaşı da dâhil, Cumhuriyet tarihinde Recep Tayyip Erdoğan’dan daha iyi bir hatip gelmedi. Bu hitabet başarısını taçlandıran iki hususu da bu arada zikretmeliyiz: Sesinin hitabete uygunluğu ve Anadolu insanının değerlerini anlatan çok iyi bir şiir kültürüne sahip olması. Bütün bunlara ek olarak Erdoğan, Anadolu insanının diliyle konuşuyor, onun gibi oturuyor, onun gibi yiyor, ailece onlar gibi yaşıyordu. Recep Tayyip Erdoğan, olunmayacak kadar cesurdu ve bu cesaretini tam da Anadolu insanının istediği yerlerde, istediği şekilde kullandı. Çünkü bu, onun doğal haliydi, yapmacık değildi. Bütün bunlar Recep Tayyip Erdoğan’ı karizmatik bir lider yaptı. İşte Anadolu insanı da kendisinden olan Recep Tayyip Erdoğan’ı Büyükşehir Belediye Başkanlığı görevinde bu özellikleriyle ve bu şekilde tanıdı, sevdi, kelimenin tam anlamıyla bağrına bastı. Bu sevginin doğal sonucu olaraksa ona seçim üstüne seçim kazandırdı ve 12 yıl 38 ağustos 2014 süreyle kesintisiz Başbakanlık yapmasına imkân verdi. Son borç Rakamlar açıkça göstermektedir ki, Recep Tayyip Erdoğan çok başarılı bir Başbakanlık dönemi geçirmiş ve rahmetli Turgut Özal’ın deyimiyle Türkiye Cumhuriyeti’ne çağ atlattırmış, yerlerde sürünen ülke ekonomisini IMF’nin tasallutundan kurtarmış, devlet hizmetini ve refahı ülke geneline yayarak devlet-millet kaynaşmasını sağlamıştır. Bilinen bir gerçektir ki, Recep Tayyip Erdoğan’ın 12 yıllık Başbakanlık döneminde yapılanlar, her yönüyle Cumhuriyet’in 80 yılında yapılanlardan çok fazladır. Bunları burada saymaya hem gerek, hem de imkân yok. Çünkü gerçekten sayılamayacak kadar çok ve herkes biliyor. Evet, saydığımız veya sayamadığımız özelliklerini ve elbette hizmetlerini de dikkate alan Anadolu insanı, bir zamanlar “Muhtar bile olamaz!” denilen Recep Tayyip Erdoğan’ı, ülke içinden ve dışından yapılan akıl almaz ölçüdeki muhalefete rağmen Cumhurbaşkanlığı’na kadar taşıdı. Bir başka ifadeyle Anadolu insanı, hiçbir faniye nasip olmayacak şekilde Recep Tayyip Erdoğan’a istediği her şeyi fazlasıyla verdi. Şimdi, Recep Tayyip Erdoğan’ın, bugüne kadar yaptıklarına ek olarak yapamadıklarını yerine getirme ve kendisine her istediğini veren Anadolu insanına kalan borcunu ödeme zamanı… Recep Tayyip Erdoğan’ın ödemesi gereken bu borçları bir başka yazıda işlemek kaydıyla sadece şu kadarını söyleyeyim: Bu ülke bu eğitim sistemiyle hem özlenen insan tipini yetiştiremez -dolayısıyla yolsuzluğun, israfın ve yanlış yönetimin her çeşidinin önüne kesinlikle geçemez-, hem de evrensel değeri yüksek olan bilgiyi ve teknolojiyi üretemez -dolayısıyla orta gelir düzeyinden çıkıp çok güçlü bir ülke haline gelemez-. Oysa Osmanlı’nın bize bıraktığı muhteşem tarihî miras dolayısıyla yeryüzünde yönünü bize dönen, umudunu bize bağlayan yüzü aşkın Müslim ve gayrimüslim ülke var. Batı’nın iliklerine kadar sömürdüğü bu ülke halklarının umudunu söndürmemek için, ülke ve millet olarak olabildiğince güçlü olmak zorundayız. Bu potansiyel milletimizde ve ülkemizde yeterince değil, fazlasıyla var. Yeter ki özlenen insanı yetiştirecek eğitim sistemini kuralım ve bu sistemin yetiştirdiği özlenen insanla birlikte ürettiğimiz bilgi ve teknolojiyle “Biz de varız” diyelim. haberajanda Siyaset Yavuz Şahin yavuzsahin.ajanda@gmail.com B UGÜN, Türk siyaset tarihine altın harflerle yazılmış bir milat günü… Bugün, devletin başının, halkın yüreğini koyarak belirlediği millî egemenlik günü… 10 Ağustos 2014 tarihi, Yeni Türkiye’nin temellerinin atıldığı, halkın vesayet kurumlarına bağlı değil, bizzat kendisinin belirlediği cumhurbaşkanının var olduğu günü anlatıyor. Yeni Türkiye BİREYSEL bazda ekonomik ve sosyolojik ihtiyaçların fazlalaşması, demokratikleşme taleplerinin doğrudan artması anlamına geliyor. Günümüz siyasetçilerinin en büyük eksikliği ise bu sinyalleri doğru algılayamamalarıdır. İşte Erdoğan’ı “Dünya Lideri” yapan büyük sır burada saklı, ki halkının nabzını iyi tanıyan, onlardan gelen bütün reaksiyonları doğru sentezleyebilen bir siyasetçidir. Ortalama bir buçuk yılda bir parlamenter rejimin kaçınılmaz çatırdamaları gereği hükümet değiştiren Türkiye Cumhuriyeti Devleti, artık zamanında endişeye yer bırakmayacak arılıkta seçimler gerçekleştiriyor. Bu durumun hiç kuşkusuz en büyük desteği, istikrarla devam eden büyük ve güçlü bir devlet olma gayreti ve başarısıdır. Bugün gerçekleşen seçimin kazananı kadar kaybetmiş görünen kazananı da benim için oldukça önemli. Malum olduğu üzere Recep Tayyip Erdoğan, üç adayla girilen seçimin, salt çoğunluğun oyunu alarak cumhurbaşkanı seçilen adayıdır. Kendisinin en büyük yeteneklerinden biri de siyaset sosyolojisi bilgisidir. Nitekim parti olarak, ülkenin bütün şehirlerinden gösterdiği adaylara rağmen aldığı oylar, bugün tek başına kazandığı oylardan oldukça azdır. Kendisi, bu işin matematiğinin sadece sahip olunan ideolojiyle değil, cesur ve kararlı olmakla çözülebildiğini, kazandığı 9. zaferle bir kez daha perçinleyebilme şansını yakalayabilmiş ender bir siyasetçidir. Bu son seçim, artık değer üretmeyen siyasetçilerin yok olması gerektiğinin altını bir kez daha çizdi. Bireysel bazda ekonomik ve sosyolojik ihtiyaç- ların fazlalaşması, demokratikleşme taleplerinin doğrudan artması anlamına geliyor. Günümüz siyasetçilerinin en büyük eksikliği ise bu sinyalleri doğru algılayamamalarıdır. İşte Erdoğan’ı dünya lideri yapan büyük sır burada saklı ki halkının nabzını iyi tanıyan, onlardan gelen bütün reaksiyonları doğru sentezleyebilen bir siyasetçidir. Ben Cumhurbaşkanımızı nacizane kalemimle buradan tebrik ederek seçimin bir diğer adayından bahsetmek istiyorum… Selahattin Demirtaş seçimin kaybedenlerinden, fakat aslında en çok kazanan da olmuş ve gelecekteki başarılı konumunu etnik kimlik vurgusu yaptığı siyasetiyle değil, barışçı söylemleriyle giriştiği Cumhurbaşkanlığı adaylık maratonunda belirlemiş bir siyasetçidir. Aklıma gelen bir soru var: Bölge partisinden kurtulma emareleri gösteren ve yeni kurdukları partiyle daha kucakDemirtaş, aslında layıcı bir misyon edinen BDP heyeti Demirtaş’a hangi gözlük halkıyla barışık, özünden kopmadan, insan hakları camıyla bakacak? muhtevalı ve yapıcı söy- lemleriyle girdiği Cumhur- başkanlığı adaylığıyla Yeni Türkiye’nin mimarlarının da gönüllüsü olduğunu gösterdi. Toplumsal barışın çok yakında gerçekleşeceğine dair Demirtaş’ın bu varlığı, Kürt sorununun artık özgürce konuşulup tartışılabilmesi adına simgesel bir kanıttır. Barış sürecinin Kürt siyasî hareketi üzerindeki olumlu etkisini Demirtaş’ın aldığı oylarla görmek mümkün. Kazanılan bu başarının iki temeli var: İlki Kürt hareketinin siyasette etki görme çabası; ikinci ve en memnuniyet verici olanı da artık Türkiyelileşmeye dair sağlam adımların atılmasıdır. Aklıma gelen bir soru var: Bölge partisinden kurtulma emareleri gösteren ve yeni kurdukları partiyle daha kucaklayıcı bir misyon edinen BDP heyeti Demirtaş’a hangi gözlük camıyla bakacak? Sıra geldi seçimin ve seçmeninin çok acı kaybedenine… İhsanoğlu, adaylık söylentilerinin ilk çıktığı günden beri kısa sürede üretilmiş bir proje olduğunu varlığıyla kanıtlıyordu. Çatı aday, siyasetsiz ve yetim bir stratejiydi. İttifak edemeyecek kadar muhalefet olan iki partinin uzlaşmak için rakibin vizyonuna yakın görünen muadil bir aday bulması, kendi darağaçlarını hazırlamalarıydı aslında. MHP, şartsız ve koşulsuz Erdoğan hırsına yenik düşerek “Tamam!” dedi belki. Ama ulusalcı beyaz Türklerin çığırtkanlıklarına rağmen CHP’nin bu adayda ısrarcılığını seçmen bir türlü anlayamamıştı ki sandıkta da oluşan soru işaretlerini mühürle gösterdi halk. Bir seçim de bütün heyecan ve hezeyanlarıyla sona erdi. Artık halk, devlet iktidarı üzerinde söz sahibi. Türkiyeli olmak için en önemli eksiğimiz, faillerinin bile müebbet hapse mahkûm edildiği darbe anayasasının hapsinden kurtulmamış olmamızdır. İşte zamanı geldi! Cumhurbaşkanlığı forsunun bütün yıldızları, artık yedi bölgenin insanlarıyla parlayacak. Umutlar Yeni Türkiye’ye… ağustos 2014 39 haberajanda Siyaset Erdoğan dönemi Kızan adamın fedailerinden biri, seçim akşamı ekranda gerdan kırarak konuşuyordu. Erdoğan dönemi bitti, bundan sonra yeni bir dönem başlıyor, diyordu. Gönlünden geçenler tespit niyetine ağzından dökülüyordu. Aşk olsun! Yorumcu geçiniyor ama olan biteni vallahi hiç anlamamış. Erdoğan dönemi asıl şimdi başlıyor muhterem. Bugüne kadar yaşadıklarımız tam anlamıyla provaydı. Ölçü alındı, kesildi biçildi, teyellendi… Elbise bundan sonra tamamlanacak. O aslan fedai, görmek istediğini söylemeye devam etsin, ziyanı yok... 40 A ZİZ milletimiz, 10 Ağustos günü bizzat tarih yazmanın heyecanını yaşadı. İki fiil iç içeydi. Yazdığını yaşadı, yaşarken yazdı. Sonuç böyle ortaya çıktı. >> Kendilerini oyun kurucu zannedenlerin “Muhtar bile olamaz!” hükmünü verdikleri Recep Tayyip Erdoğan’ı göğsünü gere gere Çankaya’ya gönderdi. Attıkları manşetler kendi sicillerini lekeledi. Çerden çöpten adamlar, yine kendi manşetlerinin altında kaldı. Erdoğan muhtar hariç ne istediyse oldu. Başbakan, Cumhurbaşkanı… Daha ne olsun istersiniz!? Aziz bildiğimiz milletimiz şayet “Başkan da olsun” derse, ona da sıra gelir. Gelecektir. Bence gelmelidir de... Seçim neticesini gördükten sonra kem küm edenlerin dilleri ağızlarına ne kadar büyük geliyor, farkında mısınız? Seçimin ardından galibi mağlup, kendilerini de galip ilan etmekten bir defa daha geri durmadılar. Ne varki kendi partilerinin mensuplarına hatta milletvekillerine bile kabul ettiremediler o savlarını. *** Onlar bünyelerindeki itiraz yüklü sesleri bastırmaya çalışırken, Erdoğan dokuzuncu defa (rakamla 9, Romen rakamıyla IX) girdiği seçimden oylarını yine artırarak çıkıyordu. Oy kullanmayan vatandaşları suçlamayı tercih ettiler. Şezlonguna uzanmış seçmeni suçlamak kolaydı. Biz onları o şezlongdan kaldırıp sandık başına götürecek motivasyonu niye sergileyemedik diyenleri hain ilan etme mertebesine de erdiler. Kendilerine oy vermeyenlere de ağız dolusu hakaret ettiler. *** Aslında bir önceki cumhurbaşkanlığı seçiminde 367 kepazeliği icat ağustos 2014 edilmemiş olsaydı, halkın bizzat seçmesi gibi bir alternatif belki bu ölçüde kuvvetle gündeme gelmeyecekti. Ancak öyle olunca, bir mecburiyet haline geldi halkın seçmesi. O kararın da referanduma götürülmesi gerekti. Yine halka soruldu: Ey vatandaş! Ne diyorsun? Bir sonraki cumhurbaşkanını yine parlamento mu seçsin, siz mi seçmek istersiniz? Referandumdan malum netice alındı. Halk kesin kararlılıkla “Ben seçerim merak buyurmayın” cevabını verdi. *** Ne gariptir, bugünün ve o günün muhalefet partileri, meydan meydan dolaşıp o seçeneğin aleyhinde oy vermeleri için halka telkinde bulundu. Millete dediler ki siz seçmeyin. Statüko devam etsin. Siz bilemezsiniz. Aranızda çoban da var, kapıcı da var, çiftçi de memur da var. Bizim kararımıza güvenin, fikrimize destek verin. Eğitim seviyesi yüksek bir ülke sayılmayız. Arada birkaç tane doktor, birkaç mühendis, birkaç profesör olabilir ama çoğunluk kara cahil. Siz doğru karar veremezsiniz. Yine bize bırakın. Evet… Utanmadan bunları söylediler. Tabii biraz süsleyerek söylediler, bu kadar aleni değil. *** Açıkçası halkı yine cahil, bir şeyden anlamaz, doğru karar veremez gördüler. Ya davulcuya ya zurnacıya gider diye baktılar. İçlerinden gelen bu şekildeydi. Halkçı geçinenlerin halka güvenmedikleri bir defa daha ortaya çıkmış oldu. Ancak referandumda halk ken- di cumhurbaşkanını seçme iradesini gösterince, bu defaki seçimde utanmadan sıkılmadan ortak aday bulup buluşturup onun için yine halktan oy istediler. *** Yahu niye anlatıyorum ki bütün bunları! Zaten en ince ayrıntısına kadar biliyorsunuz. Bütün aşamaları hep beraber yaşadık. 10 Ağustos’a nasıl geldiğimizi hangimiz unutmuş olabilir. Yine de mazur görün, not düşmek adına bahsettiğimi varsayalım. *** Yurt dışı oylar konusu Yüksek Seçim Kurulu sayesinde sürprize dönüştü. Randevu sistemi gibi tuhaf bir uygulama devreye girince, büyük kesim oy kullanamadı. Açıkçası YSK bu seçimde çuvalladı. Belki bir sonraki seçimde farklı bir yöntem kullanılır. Ayrıca oy pusulalarını taşımak için çuvallara koymamak gerek. Farklı bir taşıma usulü bulunmalı. Tekrar çuvallama yaşanmasın diye. *** Recep Tayyip Erdoğan yüzde 52, Ekmelettin İhsanoğlu yüzde 38, Selahattin Demirtaş yüzde 10 civarında oy aldı. Birinci ile ikinci arasındaki oy farkı 14 puan. Birinci ile üçüncü arasındaki oy farkı 42 puan. İkinci ile üçüncünün toplamı yüzde 48; birinciden 4 puan düşük. Kimin galip olduğunu muhalefet liderleri dışında herkes biliyor, görüyor. Halbuki evdeki hesap ne güzeldi onlar için. Bizim parti artı sizin parti bir de şu şu partiler… Üstüne paralel oyları ekleyin… Bir de tabii Erdoğan’dan hoşlanmayanların sayısının her gün arttığını düşündüler. Hesap yüzde 60’a varıyordu. Fakat hep söylerim. Atalar boşa konuşmuş olamaz. Evde hesap yapmayacaksın. Tutmaz, tutmuyor, bundan sonra da tutmayacaktır. Mehmet Şeker mehmetseker.ajanda@gmail.com asıl şimdi başlıyor *** Aday gösterdikleri kişinin adını söyleyememeleri ise ap ayrı bir dizi konusudur. Çok yazdık çizdik. Günlerimiz Emsalettin ve Ekmeloğlu ile geçti. Bir defa daha burada tekrarlamayalım. Lakin hakkını teslim etmek gerek, çatı aday dedikleri kişinin adını onu aday gösterenler doğru düzgün söylemeyezken, çok başarılı şekilde telaffuz edenler de mevcuttu. “İman-ı ekmel, İslâm-ı ekmel, ihlas-ı ekmel, ihsan-ı ekmel, rıza-yı ekmel, yakin-i ekmel, hani şu bizim ekmel…” diyerek cümle içinde kullanma ödevini hakkıyla yerine getirenler çok başarılıydı. Ne var ki güya şifreli bu mesajlar da işe yaramadı. *** Aziz milletimize kendi adıma da şükran borçluyum. Seçimden önceki yazıda “Erdoğan kaybederse ben bu ülkeyi terk ederim” gibi bir iddiada bulunmuştum, hiçbir mecburiyetim yokken. Şükürler olsun, gerek kalmadı. Gördüm ki bu millet beni de çok sevmekteymiş, dışarı gitmeme izin vermedi. Aksi halde, doğudan, batıdan, kuzey veya güneyden bir ülke bulacaktım kendime. Aralarında çok sevdiklerim var. Ama hiç biri kendi ülkem gibi değil. *** İnsanın başka bir ülkeyi sevmesini garipsememek gerekir. Vatandaşlarımızdan biri bir vakitler bahsetmişti, hatırlarsınız; güneyde sevdiği bir ülkeden... Sormuşlar hangi ülke olduğunu merak edenler. Suriye mi? Su diye içerim be demiş. Mısır olmasın? Mısırı bir haşlar yerim, bir de közde pişirir yerim demiş, ama pek sevmem doğrusu. Ee, o halde hangisi? Gülmüş sadece. Gülmek cevap olmuş. Gülen adamın nereyi kast ettiğini kimi anlamış, kimi anlamamış. Neyse, hep öyle olur zaten. Seçim sonucu açıklandığında,etrafındakiler gülen adamın bir anda kızan, sinirlenen, hoplayıp zıplayan adama dönüştüğüne bir defa daha şahit olmuşlar; duymuşsunuzdur. *** Kızan adamın fedailerinden biri, seçim akşamı ekranda gerdan kırarak konuşuyordu. Erdoğan dönemi bitti, bundan sonra yeni bir dönem başlıyor, diyordu. Gönlünden geçenler tespit niyetine ağzından dökülüyordu. Aşk olsun! Yorumcu geçiniyor ama olan biteni vallahi hiç anlamamış. Erdoğan dönemi asıl şimdi başlıyor muhterem. Bugüne kadar yaşadıklarımız tam anlamıyla provaydı. Ölçü alındı, kesildi biçildi, teyellendi… Elbise bundan sonra tamamlanacak. O aslan fedai, görmek istediğini söylemeye devam etsin, ziyanı yok... ağustos 2014 41 haberajanda Siyaset Sıkıca asılıp gemlere, mahmuzlayıp atını dört nala koşturmak için taze bir heyecan duyuyor musun? İnancın vakurluğunu, davanın şuurunu, merhametin ve rikkatin huzurunu ötelere taşımak için var mısın? Kalben ve zihnen geçmişin elini tutarak zamanı kuşanıp geleceğe uzanır mısın? Şehadete yemin eden o neferler gibi sen de gözü kapalı düşebilir misin cenk meydanlarına? “Ya zafer, ya şehadet!” deyu and verebilir misin Allah’a? *** Hutbelerde adı dua ile anılan bu kumandan kim? Hangi başların tacıdır bu heybetli tuğlar? Tarihe kaç kez adını böylesine görkemli yazdırabilir bağbuğlar? Sahi, bu unvanı layıkı ile taşıyan kaç başbuğ vardır? Kaçı sahici, kaçı yalancıdır? *** “Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem. İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim. Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim. Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudatı umumen isterim.” *** Ve artık ceddinin tecrübesini kendine hedef koymuş bir Reis’imiz var! Tarihten ibret almayı ihmal şöyle dursun, ömrümüz yetmese de 2071 tarihini tasavvur olarak zamana şerh düşme idrakini taşıyan bir liderimiz var! *** Ülkeler değişir, roller değişir; isimler, zaman, mekân değişir ama bu hakikat hiç değişmez. Kimi “Uzun Adam” gibi soylu ve asil bir hükümdarı rol model seçer; kimi asaletten mahrum, kraliyete mensup olmadığı halde, bir kraliçenin dikkatini celbettiği için tahta geçmiş Diyojene... Kimi bölmeye, yok etmeye musaittir; kimi birleştirip yek vücut olmayı, tek devlet, tek bayrak, tek vatan, tek millet şiarını üstlenir! *** Sadece Türkiye sınırları içinde bir destan değil bu! Bağdat da İslamabad da... Kabil, Beyrut, Saraybosna Üsküp de... Şam, Halep, Hama, Humus, Ramallah, Nablus, Eriha, Gazze, Kudüs, Afganistan, Türkmenistan, Urumçi ve daha nice Müslüman kalplerde yankısı duyulan, sınır tanımayan bir destan, bir zafer! 42 ağustos 2014 Tez makbul olmuş Türk halkı büyük B AK nasıl savruluyor yağız atların kıpkızıl yeleleri... Hatırlıyor musun bir yerlerden, sırtlarında zincir zırhlar, bir ellerinde mızrak diğer ellerinde kalkan, dört nala koşturan Türk-İslam neferlerini? Duyuyor musun gümrah bir sel gibi Muş’un Malazgirt ovasından, Anadolu’yu inleten nal seslerini? Hissediyor musun tir tir titreyişini Rum ellerinin... >> İşitiyor musun o atların kişneyişlerini? Esmer tenlerindeki ıslak gayretin şahidi misin? Tarih sayfalarından çıkıp dolu dizgin bölüyor mu o atlar gecelerini? Bir sefer aşkı düşüyor mu içine? Sıkıca asılıp gemlere, mahmuzlayıp atını dört nala koşturmak için taze bir heyecan duyuyor musun? İnancın vakurluğunu, davanın şuurunu, merhametin ve rikkatin huzurunu ötelere taşımak için var mısın? Kalben ve zihnen geçmişin elini tutarak zamanı kuşanıp geleceğe uzanır mısın? Şehadete yemin eden o neferler gibi sen de gözü kapalı düşebilir misin cenk meydanlarına? “Ya zafer, ya şehadet!” deyu and verebilir misin Allah’a? Peki, çelik tolgalara dokunup kaçan güneşin ellerini hissediyor musun başında? Alnından şakaklarına doğru azmin işareti olan katreler süzülüyor mu, terliyor musun onlar gibi aşkla inançla... Kaç Başbuğ vardır? Görüyor musun şu cesur kumandanı? Bembeyaz atının yelelerini rikkat ile nasıl da okşuyor. Eğninde, kefen niyetine giydiği beyaz elbise... Sence neden atının kuyruğunu böyle tevekkül ile düğümlüyor? Çünkü o, kalbi iman ile çarpan, Rabbin rızasını esas almış askerlerinin başbuğu, İslam’ın askeri, Allah’ın kulu! Senin de şimdi kalbin çarpıyor mu, korkudan uzak tam bir teslimiyet ile tekbir ile vahdet ile... Hatırladın mı, tek yürek, tek bilek olup gözünü kırpmadan, ardına bakmadan yol alan bu askerler kimin ceddi? Hutbelerde adı dua ile anılan bu kumandan kim? Hangi başların tacıdır bu heybetli tuğlar? Tarihe kaç kez adını böylesine görkemli yazdırabilir bağbuğlar? Sahi, bu unvanı layıkı ile taşıyan kaç başbuğ vardır? Kaçı sahici, kaçı yalancıdır? Nesrin Çaylı nesrincayli.ajanda@gmail.com bir dua: 2071 nın ikinci Ülkeler değişir, roller değişir; isimler, zaman, mekân değişir ama bu hakikat hiç değişmez. Kimi “Uzun Adam” gibi soylu ve asil bir hükümdarı rol model seçer; kimi asaletten mahrum, kraliyete mensup olmadığı halde, bir kraliçenin dikkatini celbettiği için tahta geçmiş Diyojen’e... Kimi bölmeye, yok etmeye musaittir; kimi birleştirip yek vücut olmayı, tek devlet, tek bayrak, tek vatan, tek millet şiarını üstlenir! zaferi Kalelere bir bir İslam sancağının dikildiği bu muhteşem destanı unutmadığını biliyorum. Zihnin taptaze 26 Ağustos’a işaret ediyor, değil mi? Haykırıyor tarihi hafıza 1071’i bugün gibi... Biliyorum, karşında duruyor işte o iklim’i Rum’u dize getiren rüzgâr tıynetli sultan! O Büyük Selçuklu Hükümdarı Alparslan! Tarihin tekerrürü Duyuyor musun o cengaver, o yürekli sultanın duasını? Yanı başında, sana sesleniliyormuş gibi dinliyor musun o hitabı? Ardından İlahi makama yükselen duaya kalben amin diyor musun sen de? Böylesi bir hitabın, hala muhatabı olduğuna inanıyorsan, sen de bu gün “Amin!” diyorsan o duaya, makbul olmuş tarihçesinden, birlikte devşirelim mi ibreti? Tarih tekerrürden ibaretti değil mi!? Öyleyse o hitabı bugün bizim kalbimizde taze tutan, yeniden yeşerten, ülkesi ve milleti için o muhteşem destanı kendisi ve halkı için hedef olarak belirleyen ve o hedefe doğru cesaretle yürüyen, bu günün kocaman yürekli ismi(!), gelecek zamanlarda Türk halkının Reisi’ni kutlayalım ve tekrar o hitabı işitip o duayı hep birlikte buradan edelim. Ve o ismi(!), bu güne şahit olmanın hakikatiyle tarihe altın harflerle biz geçelim! “Askerlerim! Yiğitlerim! Bugün burada ne emreden bir sultan, ne de emir alan bir asker vardır. Bugün ben sizlerden biriyim ve sizlerle birlikte savaşacağım. Bugün burada Allah’tan başka bir Sultan yoktur! Biz ne kadar az olursak olalım, düşman ne kadar çok olursa olsun, bütün Müslümanların, zaferimiz için dua ettikleri şu anda, kendimi düşman üzerine atacağım. Ya zafer kazanırız, ya şehit olarak cennete gideriz. İsteyen benimle gelsin, isteyen geri dönsün. Ben memleket için, İslâm için ölüme koşuyorum... /Ey askerlerim! Eğer şehit olursam bu beyaz elbise kefenim olsun... /Zaferi kazanırsak istikbal bizimdir.” Evet, bu hitabın muhatapları bilir ve inanır ki, “En yüksek gür ağustos 2014 43 haberajanda Siyaset sada İslam’ın olacaktır”. Ve bu şuur, bu inanışın huşusu ile secdelerde Sultan Alparslan’nın eskimeyen şu duasını eder: “Yâ Rabb! Seni kendime vekil yapıyorum. Azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda savaşıyorum. Ey Allah’ım! Niyetim halistir, bana yardım et. Sözlerimde hilaf varsa beni kahret!” Ağustos ayında yeni bir zafer Biliyorum ve inanıyorum ki, dün gibi taze zihninde bu dua, bu sahne... Bak hala inliyor 10 asır öncesinde yükselen seslerle gökler... Asırları aşıp zamana yayılıyor o günkü tekbirler! Allahuekber! Allahuekber! Zihnin şimdi taptaze 26 Ağustosa işaret ediyor değil mi? Yıl 2014’müş ne çıkar? Sen, yaklaşık 10 asır önce verilmiş bu mücadelenin, ardından tarihe geçmiş bu zaferin, kayıtlara düşülmüş bu destanın bir benzerini daha dün yaşadın! Üstelik bu tarihi hiç unutmadın! 10 Ağustos 2014’te saatler 20:15’i gösterirken benzer hitabı, aynı duayı kalbinde taşıyan, aşkla, inançla aslını, ceddini hatırlayıp hatırlatan “Uzun Adam”ın benzer destanına şahit oldun! Tüm bunları hissedenlerin yurdudur işte bu vatan! Ve gayri cenkler meydanlarda değil zihinlerde... Cihad hicret etti gayri topraktan kalbe, kılıçtan kaleme! 26 Ağustos 1071’de bu duayı Alparslan etVe zafer Hakk için haktan yana olan, güçlü siyasi kimliğini Müslüman kimliğinin önüne geçirmeyen, tek devlet(!), tek bayrak, tek vatan, tek millet demekten vazgeçmeyen Recep Tayyip Erdoğan yeni bir destan yazıyor... 44 ağustos 2014 mişti, neferleri “Amin!” demişti.10 Ağustos 2014’te Türkiye’nin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan etti, bizler aynı şuur ile “Amin!” dedik! Hayatı inançla, aşkla solumak! 28 Ağustos 2014’te, Aparslan’ın hitabının benzerini Türkiye Cumhuriyeti’nin 12. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, çağdaş, demokratik, vesayetten, statükodan, jakoben anlayıştan sıyrılmış ve arınmış bir üslup ile yapacak inşallah, bizler de bu hitabın muhatabı olmaktan onur duyacağız! Ne ve kim adına, ferdi bir onur mudur bu? Zinhar değil! Bu davanın, bu inanışın, bu ihlasın dilini kullanan için bile ferdi bir onur olmadığına adımız kadar emin inanıyoruz! Zira kişi dilinin altında saklıdır, biz bunu biliyoruz! Hakk’tan söz eden, sözünü hakkaniyet ile söyleyen, vatanını ve milletini Hakk rızası için seven bir dünya liderinin davasına, ideasına inanmanın onurudur bu! Bölünmelere değil, bütünlüğün umudunu taşımanın onurudur! Dışlamanın değil, kucaklamaya teşne olmanın onurudur! İbadet hükmüne geçmesini dilediğimiz bir duruş, bir duyuş, hayatı inanç ve aşkla soluyuştur! Bediüzzaman Said Nursi Hazreteleri’nin buyurduğu gibi, “Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem. İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim. Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim. Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudatı umumen isterim!” diyebilmenin huşusudur! Gururdan, kibirden, enaniyetten uzak, tevazu ve vecd ile hak yolda yürümenin onurudur! Adalet ile kalkınmaktan başka çare yok! Zira az önce 943 yıllık mazinin izlerine basarken bizler, Allah korkusunu kalbinde bir ziynet gibi taşıyan ceddimiz Alparslan gibi korkarız haksızlıktan! Adaleti olmayanın ikramından sakınırız! “Allah adildir, adilleri sever!” düsturundan hareketle, adalet ile kalkınmaktan başka çıkar yol olmadığına inananlardanız! Çünkü Muhteşem Malazgirt Zaferi ile Anadolu’yu Türklere yurt eden, İslam’ın sancağını kaleden kaleye, surdan sura taşıyan, Diyar- Rum’u İslam topraklarına katan, kalpleri batıl olandan arındırıp Hakk din İslam ile huzur bulması için zahmet içinde rahmeti gözeten Sultan Alparslan gibi bir ceddimiz var. Ve artık ceddinin tecrübesini kendine hedef koymuş bir Reis’imiz var! Tarihten ibret almayı ihmal şöyle dursun, ömrümüz yetmese de 2071 tarihini tasavvur olarak zamana şerh düşme idrakini Nesrin Çaylı taşıyan bir liderimiz var! Ülkeler, roller değişir, hakikat değişmez! Zihnimiz, muhayyilemiz ile günümüz arasında mekik dokurken, tarihin hafızasından zamanın hafızasına nüfus etmeyi dilerken, Bizans İmparatoru Romen Diyojen’i hatırlamamak olmaz. Zira destanlaşmış zaferlere imza atmak, tarihe altın harflerle kayda girmek her daim Hakk’ın batıla, iyinin kötüye galebe çalması ile olmuştur. Güzelin çirkine, haklının haksıza, mazlumun zalime üstün gelişi de keza öyle... Ülkeler değişir, roller değişir; isimler, zaman, mekân değişir ama bu hakikat hiç değişmez. Kimi “Uzun Adam” gibi soylu ve asil bir hükümdarı rol model seçer; kimi asaletten mahrum, kraliyete mensup olmadığı halde, bir kraliçenin dikkatini celbettiği için tahta geçmiş Diyojen’e... Kimi bölmeye, yok etmeye musaittir; kimi birleştirip yek vücut olmayı, tek devlet, tek bayrak, tek vatan, tek millet şiarını üstlenir! Tam burada Sultan Alparslan’ın Malazgirt Muharebesi’nde esir düşen Bizans İmparatoru Diyojen’e karşı muamelesini hatırlayalım. Bakalım tarihi bu anekdot, günümüze dair bize ne söyleyecek?! Bizans İmparatoru esir düşer ve Sultan Alparslan’ın huzuruna çıkarılır. Aralarındaki diyalog şöyle geçer: “Size nasıl bir davranışta bulunacağımı tahmin ediyorsunuz?” Diyojen şöyle cevap verir: “Beni ya öldüreceksiniz veya zincire vurup İslam ülkelerinde dolaştıracaksınız.” Alparslan’ın kararı batıl dünyanın minik zihinlerinin algılayamayacağı kadar asildir! “Üzülmeyin, insanların serüvenleri böyledir. Size esir değil, hükümdar muamelesi yapacağım. Ben, Allah’a zaferi kazanırsam esirlere iyi davranacağıma dair söz vermiştim. Allah iyilik düşünenlerin isteklerini yerine getirir!” diyerek Diyojen’i affeder. Güçlü siyasi bir profil Çünkü Sultan Alparslan, iyiliği, merhameti, düşkünlere yardımı ile tanınmıştı. İslâmiyet’e ve cihada son derece bağlı idi. Allah’tan korkar, her işinde O’na tevekkül ederdi. Çok cesur, yiğit, kudret ve azamet sahibi bir kişiliğe sahipti. Heybetinin yanında adaleti ile de ün yapmış, affedici ve müsamaha sahibi olduğunu defalarca ispatlamıştı. Çok dindardı ve dinî hükümlerin tam sadakatle uygulayıcısı olarak tanınıyordu. Onun bu yönü, halk arasında veli derecesine yükseltilmesine ve şahsına pek çok kerametler isnat edilmesine sebep olmuştur. İslâmiyet’in henüz girmediği ülkelerde fethettiği her şehre derhâl bir cami yaptırdığı, askerî faaliyetlerinden dolayı yeterince fırsat bulamadığı imar işleri ile ilim, fikir ve sanat adamlarını toplayıp devlet himayesi altına almak gibi sosyal faaliyetleri de veziri Nizâmül-Mülk’ün eliyle yürüttüğü bilinmektedir. Jurnalcilerden biri veziri Nizâmül-Mülk aleyhinde bir yazı yazmış, yazıda Sultan’ın memleketlerinde ne kadar malı olduğunu ve ne gibi vergiler aldığını anlatmıştı. Yazı, Alparslan’ın namaz kıldığı yere bırakılmıştı. Sultan onu alıp okudu, sonra da NizâmülMülk’e verip, “Bu mektubu al, eğer bunu yazanların yazdıkları doğru ise ahlâkını güzelleştir, durumunu düzelt; eğer yalan söylüyorlarsa onların hatalarını bağışla ve onları öyle mühim işlerle meşgul et ki, insanları aldatmaya vakit bulamasınlar” dedi. Bu sözü, onun keskin zekâsı ve merhametine bir delildir. Bu karakteristik tahlil Sultan’a ait peki zihnimizde bir de-javu oluşmuyor mu? Tarihin derinliğinden satırları kısacık hatırlarken zamana sıçramıyor mu? 1000 yıllık geçmiş zamandan ne de çok iz taşıyor. Çünkü muasır medeniyetler(!) seviyesine erişme hedefi koyanlar, dün ne ise bu gün de aynını yaptığı gibi çağdaş jargonları apaçık irtica ve iptida barındırıyor. Efsane yeniden uyanıyor! Tarihin uzun zamandır şahit olamadığı bir efsane yeniden uyanıyor! Ve güçlü, tınısını, dokusunu, ideasını, davasını, aşkını yüzyıllar ötesinden, Muhammedi maya ile taşıyan siyasi bir profil bizi şükre sevk ediyor! 2071 hedefini vizyon edinen Recep Tayyip Erdoğan ne de çok Sultan Alparslan’ı hatırlatıyor! Ve ne güzel bir tevafuktur ki, Malazgirt Zaferi’nin tarihe yazıldığı Ağustos ayı, Türk halkının dünyaya haykırdığı ikinci bir zaferi yaşıyor. Malazgirt Destanı yazıldıktan sonra Türkler İslam dininin bayraktarlığını yaparak Anadolu’ya nasıl yayılarak büyüyerek, ilerleyerek yerleşmişse, Türkiye de İslam coğrafyalarının, mazlumların umudu oluyor. Uzak diyarlarda kalplere taht kuruyor! Tarih bize ne diyor? Tarih kitaplarında bu durum ve Malazgirt’te muhteşem bir destan yazan Sultan Alparslan’ın şehit oluşu şöyle kayda geçer: “Bizans İmparatorunun harp tazminatı ödemesi, her yıl haraç ve ihtiyaç hâlinde Selçuklu ordusuna asker göndermesi karşılığında barış antlaşması yapıldı. Fakat Diyojen, İstanbul’a geri dönerken, Bizans tahtının el değiştirme- si, antlaşmayı geçersiz kıldı. Yeni Bizans İmparatoru Yedinci Mihail, Diyojen’in Türklerle yaptığı anlaşmayı kabul etmedi. Diyojen, kendi krallığı tarafından hapsedildi, gözleri oyuldu ve Bizans sokaklarında teşhir ile gezdirildi. Gözlerinin oyulması esnasında mikrop kaptığı için, yüzünde feci yaralar olduğu halde acı çekerek öldü. Onlar birbirlerine de hain! Yapılan anlaşmaya sâdık kalmayan Bizans’a karşı Sultan Alparslan, Selçuklu şehzadelerini Anadolu’yu fetihle görevlendirdi. Antlaşmanın tatbikini kumandan ve beylerine emrederek, bütün Anadolu’nun fethini istedi. Anadolu iskân edildi ve Türkleşip İslâmlaşması için gerekli bütün tedbirler alındı. Vergi ve diğer sebeplerden baskı ve zulme uğramış, haksızlık yapılmış yerli halk Alparslan ve askerlerinin kendi dindaşlarından daha hoş görülü olmaları neticesinde fazla bir direnme göstermedikleri gibi hoşgörünün kaynağının İslâm olduğunu görünce İslâm diniyle de şereflenmeye başladı. Akıncıların Anadolu’ya düzenledikleri gazalarda, adaletle muamele etmeleri, zâlimleri ortadan kaldırmaları, can, mal, ırz emniyetini sağlamaları, bölge halkının Selçuklu idaresini gönülden tercih etmesine vesile oldu. Bizans’ın zulme varan sıkı tedbirleri, halka kötü muamelesi, yerli ahalinin Türklerin idaresini tercih etmelerini daha da kolaylaştırdı. Türklerin yeni yurt edinmesini sağlayan Malazgirt Zaferi’nden sonra, on beş yıl içinde Anadolu fethedildi. Bu bakımdan, Malazgirt Zaferi, Türk ve dünya tarihinde bir dönüm noktası oldu. Türkleri bir bayrak altında toplamak isteyen Sultan Alparslan, Malazgirt Zaferi’nden sonra 1072’de çok sayıda atlı ile Maveraünnehir’e doğru sefere çıktı. Ordunun başında Buhara’ya yaklaştı. Amuderya Nehri üzerinde bulunan Hana Kalesi’ni muhasara etti. Kale komutanı, sapık Bâtınî fırkasına mensup Yusuf el-Harezmî, kalenin fazla dayanamayacağını anladı ve teslim olacağını bildirdi. Hain Yusuf, Alparslan’ın huzuruna çıkarıldığı sırada Sultan’a hücum edip, hançer ile yaraladı. Yusuf ’u derhal öldürdüler. Fakat Sultan Alparslan da aldığı yaralardan kurtulamadı. Sultan dört gün sonra 25 Ekim 1072’de, 42 yaşında şehit oldu. Tahran yakınlarındaki Rey şehrinde defnedildi. Yerine oğlu Melikşah geçti. Alparslan vefat ettiğinde, devlet toprakları, doğuda Kaşgar’dan, batıda Ege kıyıları ve İstanbul Boğazı’na, kuzeyde Hazar-Aral arasından, güneyde Yemen’e kadar olan bir bölgeye yayılmıştı. ağustos 2014 45 haberajanda Siyaset Cumhurun Başkanı’nı gönülden kutluyoruz! Çünkü Reis’in, cumhur ile gönül dilinden konuştuğunu biliyor ve ona inanıyoruz! ya sürekli akınlar yaptırmaları ve bunu devlet politikası haline getirmeleri. 2) Selçukluların göçebe Oğuzları Anadolu’ya sevk etme düşüncesi. 3) Romen Diyojen’in Türkleri Anadolu’dan çıkarmayı daha sonra da İslam ülkelerini ele geçirmeyi hedeflemesi. 4) Türklerin Anadolu’yu kendilerine yurt edinmek istemeleri. 5) Bizans’ın Pasinler Savaşı’nın intikamını almak istemesi. 6) Türkmen baskıları... Malazgirt Zaferi’nin önemi ve sonuçları: Yumuşak karnımız... İnsanoğlu hiç değişmiyor. İlk yaratılışında ademoğluna kodlanmış iyi ve kötü hasletlerin islah imtihanı her daim kıyamete kadar hükmünü icra ediyor. 1000 yıl önce mezhep kavgaları, hilafet sancıları bugün şahidi olduğumuzdan pek farklı değil. Malazgirt Meydan Muharebesi’nin ana sebeplerinden biri Şii-Fatimilerin içeride oluşturdukları baskı ve menfaat kavgası, dışarıda Bizans’ın İslam dininin yaygınlaşmasına karşı geliştirdikleri tedbirler. Ne kadar da günümüze benziyor! Bitip tükenmek bilmeyen bir ısrardır bu İslam coğrafyaları üzerinde uygulanan. O gün Haçlı Seferlerinin zemini oluşturuluyordu; Slavlar, Ermeniler, dinsizler Hakk’a kılıç sallıyordu. Bugün Pensilvanya, Birleşik Arap Emirlikleri, ABD, İsrail fitne bombardımanına tutuyor. Ateşkes nedir bilmeyen bir savaşları var ki, gayrı kendi gözleri körleşiyor! Çünkü Hak din İslam dünyaya hakim olacak, kıyamet illa kopacak ve fitne ehli elbet ölecek! İnsanoğlu hiç değişmiyor... Batıl, Hak ile uğraşmaktan vazgeçmiyor. Kalplerin, kulakların ve gözlerin mühürlenmesi zaman, mekan tanımıyor. Taa ki kıyamete kadar... Dünyevi ihtiraslar ile muhterisler, müfteriler, münafıklar hiç ölmeyecekmiş gibi tuzak ve planlar ile zulmü ahlak edinmiş ve uygar canavarlar yaratmanın Tanrıcılığını oynuyorlar. Yeni bir destan yazılıyor! İnsanoğlu hiç değişmiyor. Hatta bazen mekanlar, kişiler değişse bile ibret verici te- 46 ağustos 2014 vafuklar dikkat çekiyor. 1071’de 54 bin Müslüman Türk askeri batıl ile mücadele ederken, Bizans 200 bin kişilik ordusu ile galebe çalacağını zannederken, bugün tek çatı altında, Türklüğünden ideallerinden dönen, vaad ettiklerinden cayanlarla, üstelik kıtalararası, ülkelerüstü bir gayret birlikteliği içinde olanlarla mücadele ediyor! Ve zafer Hakk için haktan yana olan, güçlü siyasi kimliğini Müslüman kimliğinin önüne geçirmeyen, tek devlet(!), tek bayrak, tek vatan, tek millet demekten vazgeçmeyen Recep Tayyip Erdoğan yeni bir destan yazıyor... Sadece Türkiye sınırları içinde bir destan değil bu! Bağdat da İslamabad da... Kabil, Beyrut, Saraybosna Üsküp de... Şam, Halep, Hama, Humus, Ramallah, Nablus, Eriha, Gazze, Kudüs, Afganistan da... Burma, Türkmenistan, Urumçi ve daha nice Müslüman kalplerde yankısı duyulan, sınır tanımayan bir destan, bir zafer! Şimdi yeniden tarihin derin dehlizine dönelim ve pek çoklarının hazmedemediği Türklerin ayak izlerine değelim. 2014 iken, 1071’de yazılmış muhteşem destanın, bir kez daha bu coğrafyada yazılışının tevafuklarına değinelim. Tarih, 26 Ağustos 1071 Malazgirt Muharebesi’nin sebep ve sonuçlarını şöyle kayda geçmiş... Bir göz atalım, benzer gerekçe ve sonuçları bir kenara not alalım: Malazgirt Savaşı’nın nedenleri 1) Tuğrul Bey ve Alp Arslan’ın Anadolu’- 1) Bizans İmparatoru Romen Diyojen komutasındaki ordu savaşı kaybetti. 2) Savaşta, Bizans ordusunda paralı askerlik yapan Oğuz ve Peçeneklerin yardımları da belirleyici rol oynadı. 3) Anadolu’nun kapıları Türklere açıldı. 4) Türkler fazla bir direnişle karşılaşmadan Marmara kıyılarına kadar ilerlediler. 5) Bugünkü Türkiye’nin temelleri atıldı. 6) Anadolu’da gücü kaybolan Bizans, Balkanlara çekildi. 7) Abbasi ve İslam dünyası üzerindeki Bizans baskıları kayboldu. 8) Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde ilk Türk beylikleri kuruldu. Ademoğlu Adem doğalı değişmiyor! 1071 Zaferi’nin sebep ve sonuçlarına şerh düşmeyeceğim. Zira zaman tıpa tıp gerekçe ve sonuçlar olmasa da, benzerliklerin çoğu itibariyle şerh düşüyor zaten! Bu kısacık değerlendirme, zihinlerimizde küçük hatırlatmalara vesile olmak içindi; aynı zamanda, 26 Ağustos tarihli muhteşem zaferin sene-i devriyesini hatırlamak, şehitleri yad etmek, tarihi geçmişimizin “Yeni Türkiye” vizyonunda tesiri olacak anekdotlar barındırdığına dikkat çekmek içindi. Ben ısrarla küçük anahtarların, büyük kapıları açabileceğine inancımı sürdürüyorum. Yukarıda da belirttiğim gibi Ademoğlu, Adem doğalı değişmiyor! Değişen, sadece imkanlar ve mekanlar... Hırslar aynı, nifak aynı, kin aynı, tamah aynı, şirk aynı... Ve dahi İslam dini de o gün bu gündür aynı! Vahyi zaman eskitemiyor ve eskitemeyecek! Hakk, hakkı dileyen, hak için mücadele edeni koruyor. Bu minvalde yolculuğunu yapan 54 bin askere değil ama zatını inanarak destekleyen 55 milyon seçmenine ve tüm 77 milyon Türk halkına balkondan seslenen Reis(imizi) Rabbimin muhafaza buyurması için dua ediyoruz! Cumhurun Başkanı’nı gönülden kutluyoruz! Çünkü Reis’in, cumhur ile gönül dilinden konuştuğunu biliyor ve ona inanıyoruz! haberajanda Siyaset Yahya Kurt yahyakurt.ajanda@gmail.com 10 AĞUSTOS 2014… “Yeni Türkiye”nin, “Büyük Türkiye”nin, “Öncü Türkiye”nin, umudun kapıları açıldı. Hayırlı ve mübarek olsun! Darısı tüm İslam coğrafyasının başına… Türkiye’den zuhur eden bu umut güneşi, inşallah ümmetin karanlık gecesini de aydınlatacak ve kışları bahara çevirecektir. Bundan kimsenin şüphesi olmasın. Bundan 13 yıl önce siyasî bir hareket olarak ortaya çıkan AK Parti’nin, kurulduğu tarihten beri Türkiye’nin umudu haline geldiği herkesin malumu. Elbette bu hareketin kurucusu, lideri ve öncüsü Erdoğan, bu umudun meşalesini yakan kişiydi. Ve o umut ateşi günden güne alevlendi, Anadolu’dan tüm İslam coğrafyasına yayıldı. Bu umut ateşi ile ilk defa kendini bu kadar güçlü ve önemli hissediyordu Anadolu’nun çocukları. Beyaz Türkler ve Kemalist jakobenler tarafından hor görülen gecekondu semtinin delikanlılarıyla kenar mahallelerin konfeksiyon işçisi kızları ilk defa “umut” diyordu istikbal adına, millet adına, memleket adına, ümmet adına ve ümmet coğrafyası adına. İnancının gereği olarak başlarını örten hanım kızların tesettürleri hayallerine engel yapılmıştı ki artık onların da bir umudu vardı. Tırnaklarıyla kazıyarak geldikleri yerleri sırf başörtülü oldukları için terk etmek zorunda kalan annelerin, eşlerin, ablaların ve bacıların da bir umudu vardı artık. Yırtık ayakkabı ile okul bitiren genç delikanlıların azim ve gayretlerinin, uykusuz gecelerinin, içlerinde büyüttükleri ideallerin de umut ışığı yanmıştı yeniden. Kardeş olduğu halde sırf etnik kökeninden dolayı terörist ilan edilen gençlerin, evladıyla konuşmak için bilmediği bir dile mahkûm edilen anaların ve yokluğa mahkûm edilmiş coğrafya için de umut vaktiydi. Ümmetin ve umudun Reis-i Cumhuru “Bu millet, ümmetin umududur…” (Recep Tayyip Erdoğan) ÖZGÜRCE düşünebilmenin, dilediğini söyleyebilmenin, istediği gibi yaşayabilmenin, hür ve demokrat olmanın umuduydu aslında gelen. Hayallerine, umutlarına ipotek konan bir millet uyanıyordu. Önce hayal etmeyi öğreniyor, ardından hayallerini gerçeğe dönüştürüyordu. 500 yıldır uyuyan dev uyanıyor, düştüğü yerden yeniden bir bayrak kalkıyordu. Özgürce düşünebilmenin, dilediğini söyleyebilmenin, istediği gibi yaşayabilmenin, hür ve demokrat olmanın umuduydu aslında gelen. Hayallerine, umutlarına ipotek konan bir millet uyanıyordu. Önce hayal etmeyi öğreniyor, ardından hayallerini gerçeğe dönüştürüyordu. 500 yıldır uyuyan dev uyanıyor, düştüğü yerden yeniden bir bayrak kalkıyordu. ümmet coğrafyasında sığınılacak bir liman ortaya çıkıyordu. Umutlanıyordu ağlayan yetimler Gazze’ye selam gönderilince. Şam’a gidince bir selam ülkesine hasret çeken milyonlara bir umut ışığı yanıyordu. Bir selam gidiyordu Saraybosna’ya “Ey Aliya! Emanetine sahip çıkıyoruz” anlamına gelen. Bir umut ışığı beliriyordu Bosnalı çocuğun yüzünde. Bir selam gidiyordu İslamabad’a, İkbal’in evlatlarına tarihî bir teşekkür niyetiyle. Bağdat’a, yıllarca İslam’a başkentlik yapan o beldeye bir selam gidiyordu. “Kudüs” diyordu umut, ilk kıbleye yöneliyordu dualar, tekbirler… Kara kıtanın bahtı kara çocuklarının gözünde, mazlumların, açlığın, susuzluğun, yokluğun ve yoksulluğun coğrafyasında da bir umut beliriyordu. Umudunu kendisine bağlamış ümmet de umutlanıyordu yükselen bu bayrakla. Baştanbaşa kan ve gözyaşında boğulan Düne göre daha çok parlayan bu umut yıldızı, bugünümüzde de, yarınımızda da ışıl ışıl parlayacaktır. Sinesine milletini Kepenk kapatan esnafın da bir umudu vardı artık, tarlasını sürmek için mazot bulamayan çiftçinin de. Doktor bulamayan hastanın da, hastane parası bulamayan garibanın da umutları yeşeriyordu yeniden. Kenarda kıyıda kalmışların, unutulmuşların, yok sayılmışların var olabilme umuduydu “gelen”. açan bir devlet başkanıyla artık millet, devletini kucaklayacaktır. Ve ümmetin umudu, bu iman dolu gönüllerde ma’kes bulacaktır. Tüm Türk dünyası, tüm dünya Müslümanları dualarıyla destekledikleri liderlerinin arkasında hep birlikte yürüyecektir. Bugün millet vesayetin, statükonun, kirli ittifakların, iç ve dış güçlerin, para ve sermaye baronlarının, faiz lobilerinin, Siyonist planlarının inadına feraset ve iradesiyle umuduna sahip çıkmış ve bu umudu sandıktan devletin zirvesine çıkarmıştır. Ve bugün artık kutlu bir Fatiha ile açılan kapıdan girip hayır dua alınan tüm coğrafyalarda, dost ve kardeş ülkelerde yeniden büyük bir fetih coşkusuyla tarih yazma günüdür… Ve bugün artık milletin, ümmetin ve umudun Reis-i Cumhuru ile yürüme günüdür. Yolumuz ve bahtımız açık, umudumuz daim olsun inşallah… ağustos 2014 47 haberajanda Siyaset Seçimi, son 12 yılda Türkiye’nin ileri gittiğine, 2023 ve 2071 hedeflerinin ulaşılabilir olduğuna inananlar, Türkiye’yi Osmanlı’nın mirasçısı olarak dünya devleri arasında görmek isteyenler, memleket için çok çalışanlar ve bu çalışmaları takdir edenler kazandı. Ve elbette siyasî hayatındaki ilk yarıştan sonra hiçbir seçimi kaybetmeyen milletin adamı kazandı. 48 ağustos 2014 Muhtar bile 30 MART’a oranla gerilimi daha düşük bir seçimi geride bıraktık. Bunun başlıca sebebi, Erdoğan’ın zaman zaman sertleşen üslubuna diğer iki adayın karşılık verememesiydi. İhsanoğlu siyaseti bilmediği, Demirtaş ise yeni bir vizyon peşinde olduğu ve de seçimin ikinci tura kalması ihtimalinden dolayı pazarlık edeceği kişi ile ipleri daha fazla germek istemediği için yumuşak üslup kullandılar. >> Tabiî ki bu düşük gerilimin bir başka önemli sebebi de sonucun tek ve bilinir olmasıydı. Genel seçimlerdeki gibi 550 kişi, yerel seçimlerdeki gibi on binlerce kişi değil, bir tek kişi kazanacaktı yarışı. Sonuçta da aynen öyle oldu ve sandıklardan çıkan oylar malûmu ilan etti. Bize de “Ben demiştim” demek kaldı. Ne var ki seçim gecesi, kazanamayan adaylardan ve çatının mimarlarından gelen açıklamalar, seçimin kaybedeninin olmadığını, neredeyse herkesin bu seçimden galip ayrıldığını ifade eder nitelikteydi. Herkes “Aslında biz…” diye başlayan cümleler kurarak mağlubiyetlerinin sebeplerini gözlerden ve akıllardan gizlemeye çalıştı. Erdoğan’ın önündeki şeffaf ekrandan yardım alarak yaptığı, Bahçeli’nin kürsüdeki kâğıtlardan okuduğu konuşmaların, sonucu belli olan seçimden önce hazırlanmış olduğu da gözlerden kaçmadı. Seçimi gerçekte kim kazandı? Seçimi, son 12 yılda Türkiye’nin ileri gittiğine, 2023 ve 2071 hedeflerinin ulaşılabilir olduğuna inananlar, Türkiye’yi Osmanlı’nın mirasçısı olarak dünya devleri arasında görmek isteyenler, memleket için çok çalışanlar ve bu çalışmaları takdir edenler kazandı. Ve elbette siyasî hayatındaki ilk yarıştan sonra hiçbir seçimi kaybetmeyen milletin adamı kazandı. Tabiî ki balkonda söylenildiği gibi, (buna çok gönüllü olmasalar bile) Erdoğan’a oy vermeyenler de kazandı. Zira onlar da bu memlekette ekmek yemeye, gelişmenin nimetlerinden faydalanmaya devam edecekler. Ve gözlerindeki at gözlüklerini çıkarmamakta ısrar etseler bile bu seçimin doğru seçim olduğunu iliklerine kadar hissedecekler. Şimdi çatı ustası partilerin iç hesaplaşma zamanıdır. Buna en erken başlayan da beklendiği gibi olamadı ! yine CHP oldu. Parti içi demokrasinin en güçlü olduğu grup olarak kendilerini tanımlayan CHP, kaybedilen seçimlerin sorumlusunu kongrelerde aramaya devam edecek gibi görünüyor. Hâlbuki Demokrat Parti gerçeğinden sonra üst üste koyduğunuzda yüzde 30’lar civarında dolaşan sol oyları iktidara taşıyabilecek güç, hiçbir sol parti liderinde ya da muhalifinde yoktur. Türkiye’de sol, ancak merkez sağı bölerek iktidar ortağı olabilir. Muharrem İnce CHP’nin başına ne kadar yakışacak olsa da Emine Ülker Tarhan’la başlattığı ayaklanma CHP’de isimleri değiştirebilse de sonuçları değiştiremez. MHP lideri ise bu türden bir muhalefetin önünü kesebilmek adına, kendisini hiç ilgilendirmeyen bir yere müdahale etmek zorunda kalmış ve CHP’deki muhaliflerin çok erken davrandığını açıklamıştır. Seçimden en kârlı çıkansa şüphesiz Kürt siyaseti oldu. Barajsız girdikleri ilk seçimde kendilerini deneme fırsatı buldular. Akıllıca yürütülen bir seçim kampanyasının ardından Kürt seçmenin, korkularını kısmen de olsa yenebilmiş olduğu görünüyor. Doğu ve güneydoğuda katılımın çok düşük kaldığını da göz önüne alırsak, 2015 genel seçimlerine parti olarak girebilecekleri görünüyor. Çatı neden çatladı? Soğuk süte şeker atarsanız tam olarak karışmaz. En büyük hata, CHP ve MHP’nin parti içi uzlaşı bile olmadan katlandıkları birliktelikti. Yerel seçimlerde denenmiş ve en önemli yerde, Ankara’da kaybedilmiş ortaklık modeli, Türkiye genelinde elbette fire verecekti. Her şeye rağmen takdire şayan bu birliktelik, yanlış aday üzerinden yapıldı. Kibarlığı ile öne çıkmaya çalışan İhsanoğlu’nun gafları, özellikle de İstiklâl Marşı’nı bile bilmemesi, ülkücü tabanın MHP’ye aidiyeti olmayan oylarını Erdoğan’a doğru uçurdu. Gezi olaylarında bile aynı meydanlara çıkmayan, birbirine zıt iki partinin tabanı, seçim mitinglerini de ayrı ayrı yapmak zorunda kaldı. MHP ve BBP seçmeninin bir kısmı, Türkiye Sosyalist İşçi Partisi ve Devrimci Halk Partisi ile aynı çatı altında kalmayı haz- medemedi, bazı CHP’lilerin Pensilvanya ile birlikte hareket etmeyi hazmedemediği gibi. Bu arada İhsanoğlu, kendi tabiri ile kampanya başında hiç tanınmadığı halde yüzde 38 oy almış olmasını başarı olarak görse bile hiç miting yapmadan aldığı bu oyların, 9 partinin toplam oylarının çok altında olduğunu görmek zorunda. Çok basit bir matematik hesabıyla, son yerel seçimde yüzde 45 AK Parti oyu olduğuna göre, kalan %55’i almalıydı çatı. Haydi Demirtaş ve Kürtler faktörünü de çıkaralım içinden, yüzde 45 ile eşit olmalıydı oylar. Buradan hareketle, İhsanoğlu’nun bu koalisyona katkısının olduğunu söylemek mümkün değil. Seçime katılım beklentilerin altında gerçekleşse de ileri demokrasi diye gösterdiğimiz Batılı ülkelerin seçimlerindeki yüksek oranlara ulaştı aslında. Siz seçmeninize “Tıpış tıpış gideceksin!” deyip sonra da neden gideceğini anlatamazsanız, bir kısmı tepki olarak da gelmeyebilir sandığa. Ama son yerel seçime göre yaklaşık 5 milyon seçmenin sandığa gitmemiş olması da değil çatının çatlama sebebi. Bunun en güzel örneği de “İzmir”… İzmir’de CHP-MHP koalisyonunun bu seçimde aldığı oy oranı ile son yerel seçimde aldığı oy oranı aynı. Buna karşılık AK Parti’nin oyları 2 puan düşmüş durumda. İki tarafın da aynı oyu aldığını kabul etsek, sayısal kayıplarının da oranlarının aynı olduğu hesabı çıkar ortaya. Öyleyse sandığa gitmeyen seçmenin ağırlığının çatı seçmeninde olduğunu söylemek mümkün değildir. Keza doğu ve güneydoğu seçmeninin de en düşük oranda sandığa gittiği malum. O bölgelerde CHP ve MHP’nin neredeyse hiç oy alamadığı düşünüldüğünde, asıl kaybın Erdoğan ve Demirtaş için konuşulması gerekirdi. Evet, koalisyon partilerinde küskün ve sonucu kabullenmiş bir seçmen grubunun olduğu kesin. Ancak öyle anlaşılıyor ki o seçmenlerin sayısı 5 milyon olmadığı gibi, sonucu değiştirebilecek kadar da değiller. Bundan sonra ne olacak? Artık Türkiye’nin en önemli ve tek bi- Cüneyt Akar cuneytakar.ajanda@gmail.com lenmeyenli denklemi, AK Parti Genel Başkanlığı ve dolayısıyla Başbakanlık görevini kimin alacağıdır. Abdullah Gül’ün hafif küskün tavırlarının ardından kurucusu olduğu partiye geri döneceğini açıkça söylemesi, senaryoları yeniden gözden geçirme ihtiyacı doğurdu şüphesiz. Burada önemli olan, Gül’ün bu kararı evladı gibi sevdiği bir partiye ve millete hizmete devam etmek için mi, yoksa Erdoğan’a muhalefet edecek bir güce sırtını dayadığı için mi aldığıdır? Eğer bir muhalefet gücü bulduysa, partiye ve ülkeye yazık edeceği kesin. Yok, gerçekten hizmet için dönüyorsa, partiye katacağı çok şey olacağına inanıyorum. Neyse, en azından ilk kongrede genel başkan olmayacağı kesin gibi. Kimse 27 Ağustos’tan önce Cumhurbaşkanlığı makamından istifa edeceğine ihtimal vermiyor. Hoş, istifa edip aday olsa bile milletvekilliği sıfatı yokken Başbakanlık yapamayacağına göre kongreden eli boş çıkacaktır. AK Parti o kadar zengin bir kadroya sahip ki kimse yeni genel başkanın kim olabileceği konusunda fikir birliğinde değil. Bence üç dönem kuralı birçok adayın önünü kesiyor şimdiden. Yoksa bu makamı çoktan hak etmiş olan Arınç, herhalde en büyük favori olurdu. Arınç’ın hâlâ şansı var aslında. Partiyi seçime kadar temsil edebilecek, bilgi ve siyaset birikimi en yüksek partililerden biri. Hitabeti kuvvetli. Çok sert açıklamaları bile Erdoğan’dan daha sessiz yapma yeteneğine sahip. Bu kaygan zeminde 10 ay için bu riske girmeyi kabul eder mi onu bilemem tabiî. Adı geçen diğer adaylardan Ahmet Davutoğlu, Mehmet Şimşek, Ali Babacan ve Binali Yıldırım gibi isimlerin her biri birbirinden kıymetli. Ancak Babacan ve Yıldırım’ın da en büyük engeli üç dönem kuralı. Eğer kalıcı bir genel başkan seçilecekse “En büyük aday, siyasete hızla ısınan Davutoğlu olacaktır” diye düşünüyorum. Burada tekraren üzerinde durulması gerekense Gül’ün pozisyonudur. Samimiyeti konusunda sıkıntı olmaz ve Erdoğan’la arasındaki buzlar çözülürse, 2015’e kadar yukarıdaki beş isimden biri geçici olarak idareyi devralıp Gül’ün emanetçisi olabilir. Sonuç olarak, herkesin önünü iliklemesi gereken bir başarıya daha imza atmış olan Erdoğan, sanılanın aksine Anayasa değişikliği için de yeterli desteği alarak (Demirtaş’ın oyları burada belirleyicidir) Türkiye tarihinde cumhurun seçtiği ilk başkan olmuştur. Vatana, millete, bölgemize ve ümmete hayırlı olsun inşallah... ağustos 2014 49 haberajanda Siyaset “Bu sefer de olmadı, bundan sonra da olmayacak! Ta ki…” B U sefer de olmadı, bundan sonra da olmayacak. Ta ki siz, gerçekten bu millete ait olana kadar… “Millete ait olana kadar” derken neyi kastettiğimi anlatacağım, az sabır… >> Yazı yazma biçimimde genellikle yazının başlığını sonradan atarım. Bu yazının başlığını ise Cumhurbaşkanlığı seçimi yapılmadan bir gün önce attım. Başlığa bakınca insan sormadan edemiyor değil mi “Nasıl böyle bir öngörüde bulundun ve neden böyle bir riski göze aldın?” diye? Cevabı çok basit: Halkımı tanıyor ve milletin kim olduğunu biliyorum. Bu millet öyle aziz bir millettir ki, ne zaman nerede duracağını ve ne yapacağını çok iyi bilir. Bunu defalarca da ispatlamıştır. Stratejik zekâya da ihtiyaç duymaz. Sabreder, zamanını kollar ve gereğini yapar. 50 ağustos 2014 Mesela 12 Eylül Darbesi’ndeki gibi ortamın sakinleşmesi için önce yol verir. Ardından şöyle bir bakar, durum değerlendirmesi yapar ve kulağının üstüne yatar. Sanırsınız ki tamam, iş bitti… Asker millet olduğundan da askere toz kondurmaz. O bir şey yapmışsa, “Mutlaka bir bildiği vardır, hakikaten de şu Demirel ve Ecevit’ten bıktık. Bir türlü terörü önleyemediler, cumhurbaşkanı bile seçemediler” der ve geçer. Ama ardından bakar ki askerin gideceği yok, “Bunlar vatanı kurtarmaya mı geldiler, yoksa bizi dizayn etmeye mi?” deyip cunta rejiminin önüne koyduğu anayasayı kabul eder. Ertuğrul Özkök! Yüzde 96 ile 12 Eylül Anayasası’nın itibar görmesi, senin dediğin gibi “halkın cuntayı desteklemesinden” değil, “Bunlar bir an önce başımızdan defolsunlar” diyedir yani. Her şeyin yolunda gittiğini sananlar durmazlar tabiî ki, bir de Turgut Sunalp gibi bir adamı getirip önlerine koyar. Ama o ne yapar? Kendine en yakın, en sivil görünümlü olan Tonton’u daha iki gram tanımadan tek başına iktidara getirir. Her seferinde aynı olmadı mı? Kime yüklenildiyse, kim aşağılandıysa millet ona itibar etti mi? Erdoğan’a da aynı taktiği uyguladılar. Ama bu kez hayvan terli, yemedi. Millet de “Yedirmeyeceğiz!” diyerek sözünü tuttu. O yüzden o kadar emindim ki, geçen sayıda “Tayyip Erdoğan’ın karşısına Abdülhamid’i veya Fatih’i çıkartabilseydiniz, belki…” Murat İlkter muratilkter.ajanda@gmail.com dedim. Sebeplerini de bir bir sıralamış, hatta daha da ileriye giderek Selahattin Demirtaş’ın Ekmeleddin İhsanoğlu’na karşı zafer kazanacağını iddia etmiştim. Övünmek gibi olmasın (!) ama Facebook’ta yaptığım tahminler de neredeyse tam isabetti. “Erdoğan yüzde 51, İhsanoğlu yüzde 37, Demirtaş yüzde 12” şeklinde bir öngörüde bulunmuştum. Sadece Demirtaş’ı biraz abartmışım o kadar… Nefret kaybettirir Kaybedenler sadece Kılıçdaroğlu ve Bahçeli ile de sınırlı değil; Fethullah Gülen ve avanesi, The Economist, bilumum Alman medyası, AB ve İsrail, Esad, Suud Kralı ve Sisi başta olmak üzere tüm Ortadoğu faşistleri... “Neden kaybettiler?” sorusuna da verilecek en kestirme cevap: “Nefret kaybettirir.” Çünkü nefret, hem kişinin ruh sağlığını bozar, hem de elini ayağını birbirine dolaştırır. Sadece Tayyip Erdoğan’ı durdurma üstüne -politika bile diyemiyorum- nefret üretirseniz, doğru adamı da bulsanız yanlış ata oynarsınız. Nefret, sevginin karşıtıdır. İnsanın aklını zekâsını kısar, sadece volumü yükseltir. Çünkü nefret, “yok etme” üstüne gelişen bir duygudur. Menderes ve Özal’ın akıbetini hafızasından silemeyen bu milletten başka ne yapmasını dilersiniz? Yahu sizin bu psiko-nevrotik halinizi tahlil ve tedavi edecek hiç mi bir psikiyatr yok? Hani siz okumuş adamlardınız? Siyasette psikolojik üstünlük, otokontrol diye de mi bir şey duymadınız? O yüzden ona “Usta” diyorlar ya… Her şeyi en ince ayrıntısına kadar hesap ediyor Usta. Sizin nasıl planlar kurduğunuzu bildiğinden de arkayı sürekli emniyete alıyor. 17 ve 25 Aralık operasyonunda topyekûn taarruz ettiniz de ne oldu? Haydi onu da geçtim, “uluslararası meşruiyeti kaybetsin” diye yardım tırlarına saldırdığınızı bu millet görmedi mi sanıyorsunuz? O da yetmedi, tüm dayandığınız temellere ihanet ederek, bir de aday ithal ettiniz. Neymiş? Tanıdıkça sevecek, tıpış tıpış da oy verecekmişiz. Hani makarnacı kömürcüydü bu millet? Hani biz davar, Erdoğan da çobandı? Biat kültüründeki itaat, “Sizden olan ulül emre…” şartı taşır. İşte önce bu şartı öğrenmeli, sonra “tıpışla”malıydınız. Şimdi kimin koyun, kimin çoban olduğunu düşünün. “Ezdirecekler millete garibi” demiştim, ezdirdiler. Adam kendi memleketinde dünya kadar yardım yapmış, okul açmış, orada bile nal topladı. Adamı aday göstermiştiniz, arkasında dursaydınız ya… Bahçeli’nin memleketi Osmaniye bile buna itibar etmedi. Hele Sinop çok şaşırttı beni, resmen Kılıçdaroğlu’na “Artık bırak!” dedi. Ama iş istifa ile bitse yüreğim gam yemez. CHP’li Tarhan Erdem’in dediği gibi, “CHP’yi kapatıp tekrar kurmalı”. Ama bunlardaki koltuk sevdası yok mu?.. Minareye nasıl kılıf uydurulur? Hani demiştim ya “Seçime gidiyoruz ama sonuç şimdiden belli olduğu için zerre heyecan yok” diye, AK Partili seçmen bile rehavete kapılmış olmalı ki Erdoğan’ın en güçlü olduğu İç Anadolu Bölgesi’nde bile katılım oranı yerlerde süründü. Ancak hicap etmeksizin ve daha seçimin dumanı tüterken basına konuşan Bahçeli, “Madem sandığa gitmediniz, bundan sonra olacaklardan siz sorumlusunuz” diyerek minareye kılıf uydurmaya kalktı. Galibi daha başından belli olan bir seçimde İhsanoğlu gibi bir figürün aldığı seçim sonucuna hazımsızlık göstererek halkı cahillikle suçlayanlar şunu unutuyor: Umudu yüksek olanların hayal kırıklığı büyük olur. Sizinse hem umudunuz yoktu, hem de paçayı sıyırmak için bir teknokratı alıp Mike Tyson’un önüne attınız. Sonra da bir de yağ gibi üste çıkıp milleti oy vermemekle suçladınız. Oysa rey bir “haktır”, görev değil. Oyunu kullanıp kullanmamak kimseyi de bir etki altında bırakmaz. Şimdi seçim bitti, olan oldu. Şapkayı önüne koyarak artık düşünme vaktidir. Tavsiyelerimi görmeyeceğinizi, görseniz bile itibar etmeyeceğinizi bilsem de, “Ben zaten size yazmıyor, sadece tarihe not düşüyorum” diyerek yine de kendimi iyilikten alıkoyamıyorum. Çünkü bu ülkede iktidar değil, muhalefet sorunu var. Biraz ukalaca olacak ama işte size nacizane tavsiyelerim! Kazanmak istiyorsanız önce Hak’la barışın, sonra da halkla Önce Hakk’la, sonra da halkla barışmalısınız kazanmak için. Hatta özür dilemeli- siniz. “Derdiniz, sorununuz nedir? Bizden istediğiniz bir şey var mı?” diyerek kapı kapı gezmelisiniz. Ardından sorunlara dair çözüm politikaları oluşturup, bunları millete anlatıp ikna etmelisiniz. İhtihsalin rakibinizden daha üstün olmasını da unutmayınız. Milletin istikbalini tehdit edecek projelerin de önüne geçmeye kalkarsanız, milletin algısında ve vicdanında oluşan “Bunlar vatan haini mi?” sorusunu da silmelisiniz. Demirtaş’a iki çift söz Açılımın gerçek hedeflerinden biri de HDP’yi Türkiye partisi yaparak Türkiye’nin her tarafını muhatap almanızı sağlamaktı. Başardın Demirtaş, tebrikler! Size “Kimliğinizi inkâr edin!” diyen yok, ama yapmanız gereken, öncelikle etnik ve ideolojik siyasetten vazgeçmektir. Milletin algısında sizin takiyye yaptığınız gibi bir algı var ve o yüzden zeytinle de ilgilenin artık, pamukla da, fındıkla da, balıkla da... Ama silahla değil... Önce kendi bölgenizin ihtiyaçlarının ne olduğunu belirleyin ki biz de bilelim. Görmesek de, bilmesek de, kardeşlik gereği olarak “Nedir bu kardeşlerimizin derdi, anlayalım. Açları birlikte doyuralım. Kimsesizlere birlikte sahip çıkalım” diyebilelim. Hak, hukuk, özgürlük derken, bu milletin değerlerine ve inancına tekabül edin. Elbette bölgenizi bizden daha iyi bilirsiniz. Önceliği bölgenize vermek üzere, Türkiye’nin gelişimine dair projeler oluşturun, görelim. Tembellik yok ama… Kimseye bedavadan maaş bağlanmayacağını, kaçak elektriğe ve uyuşturucu ekimi yapılmasına müsamaha gösterilmeyeceğini dağdan inene de, bayırda dolaşana da anlatın, onları ikna edin. Özerklik, federasyon gibi konularla da milleti zehirlemeyin. Zira bilmelisiniz ki, bunun pazarlığını yapacak hiçbir Türkiye Cumhuriyeti hükümeti, önündeki 24 saati göremeyeceğini iyi bilir. Yap siyasetini, göster zekânı, al milletten iktidar olacak takdiri; sana engel olmaya kalkacak olursa, en önce karşısında beni bulsun… Velhasıl, “millete ait olmak”, bu milletin kültürü, inancı ve değerleriyle birlikte siyaset ahlakı oluşturmaktır, millete ihanet değil. Son söz: Halka rağmen siyaset yapanlar bir kez daha kaybetmiştirler. Halkın değerleriyle halk sorunlarına tekabül etmeyen bir siyaset değil 12, 112 seçim daha kaybedecektir. ağustos 2014 51 haberajanda Analiz Ekmel Vak’ası demek, bütün o ne idüğü belirsiz on küsur tane parti pırtı küsuratı ile birlikte “paralel”in bir kere daha Erdoğan kayasına çarpıp sırt üstü düşmesi, 30 Mart’ta bozulan fiyakasının adamakıllı yerle bir olması ve diğer taraftan da merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun şerefle taşıdığı fazilet bayrağının yere düşürülmesi demektir. *** Tayyip Bey’in adaylığı, kendi partilerinin kamuoyunda ve yetkili kurullarında uzun uzadıya tartışıldı ve demokratik usullere uygun olarak tespit ve ilan edildi. Peki, muhalefetin ikiz liderleri Ekmel Bey’i ileri sürerlerken kime danıştılar? Hani Tayyip Erdoğan “diktatör”dü? Bu beyefendiler ise pek demokrattılar(!). 52 ağustos 2014 Ekmeleddin Vak’ası- Erdoğan Tsunamisi H İÇ olmadığı kadar ibretle dolu, iki devreli bir cumhurbaşkanı seçim süreci idrak ettik. Seçim sandıklarının açılmasına kadar olan döneme “Ekmeleddin Vak’ası” damgasını vurdu. Sandıkların açılmasıyla birlikte “Erdoğan Tsunamisi” patlak verip, karşısındaki her şeyi sildi süpürdü. >> Öncelikle belirteyim, yazının başlığı asla Sayın İhsanoğlu’nu tahkir anlamında değildir. Ben kendisini eskiden beri takdir eder ve sayarım. Ancak maalesef nefsine mağlup olup sinsi bir oyunda kendisini kullandırdı, Kılıçdaroğlu ile Bahçeli’nin ipiyle kuyuya inilemeyeceğini bilemedi. Onların elinde adeta oyuncak olup, maalesef vak’a haline geldi. Yıllarca konuşulacak olan bu vak’a, bir garip akademisyenin muhalefet liderleri tarafından orta yere atılıp, tıpkı kendileri gibi bir nevi maskara haline getirilmesinin ötesinde başka birçok anlamı barındırıyor. Ekmeleddin Vak’ası demek, CHP ve MHP’nin siyaseten, fikren ve moral manada tükenmişliğinin, AK Parti’nin karşısında teslim bayrağını çektiklerinin kendileri tarafından ilanı demektir. Sayın Erdoğan’a karşı ne cismen, ne de fikren kendileri olarak çıkma ce- saretini gösterememeleri demektir. Daha da hazini, Erdoğan’a karşı bir başka “Erdoğan”la çıkmaya çalışmak gibi “pek parlak bir zekâ ürünü”, gerçekte ise kendilerini tamamen inkâr eden bir yola başvurarak çaresizliklerini, ilkesizliklerini, zavallılıklarını orta yere sermeleridir. Ve yine Ekmel Vak’ası demek, bütün o ne idüğü belirsiz on küsur tane parti pırtı küsuratı ile birlikte “paralel”in bir kere daha Erdoğan kayasına çarpıp sırt üstü düşmesi, 30 Mart’ta bozulan fiyakasının adamakıllı yerle bir olması ve diğer taraftan da merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun şerefle taşıdığı fazilet bayrağının yere düşürülmesi demektir. Kılıçdaroğlu Ekmel Bey’i ne bilir? Onun fikir ve inanç dünyasına tamamen yabancı ve karşıdır. Ya Bahçeli’ye ne demeli? Adam kendi adayının adını bilmiyor, telaffuz dahi edemiyor. Yani “Emsaleddin İhsanoğlu” ile hiçbir ünsiyetinin olmadığı aşikâr. Bunlar kendi başlarına kırk yıl düşünselerdi, “Ekmel Bey” adında birini tespit edemezlerdi. O halde kimdir bunların kılavuzu, şu her şeyin ekmel olanını sayan mı? İyi de onun efendisi, patronu kimdir, “güneyde sevdikleri devlet” mi? Öyle olduğuna dair bir kuşku kalmış mıdır? Bakın iş nereye kadar uzanıyor; Ekmel Bey ile muhalif liderler kimlere hizmetkârlığa soyunmuş oluyorlar? Tayyip Bey’in adaylığı, kendi partilerinin kamuoyunda ve yetkili kurullarında uzun uzadıya tartışıldı ve demokratik usullere uygun olarak tespit ve ilan edildi. Peki, muhalefetin ikiz liderleri Ekmel Bey’i ileri sürerlerken kime danıştılar? Hani Tayyip Erdoğan “diktatör”dü? Bu beyefendiler ise pek demokrattılar (!). Devlet Bahçeli, “Çözüm Süreci”ne “Yıkım Projesi” adını takıp meydanlarda bağırıp çağırıyor, bu konuyla ilgili olarak iktidarla görüşmeyi ise güya ülkenin bütünlüğü üzerinde hiçbir şekilde müzakere yapmayı kabul etmediğini belirterek aslan kesiliyor. Ekmeleddin Bey’in “Çözüm Süreci”ne olumlu yaklaşımı karşısında ise süt dök- Sabri Öğe sabrioge.ajanda@gmail.com müş kedi gibiydi Sayın Bahçeli. Demek ki Tayyip Erdoğan düşmanlığı, bu efendinin nezdinde ülkemizin bütünlüğünden daha önemliymiş. Bunların iler tutar bir yanları yoktur. Deveye sormuşlar: “Boynun neden eğri?” “Nerem doğru ki?” demiş. Bunlarınki o hesap… Muhalefetin Tayyip Erdoğan’a karşı olması, hatta bir noktaya kadar antipatisi de anlaşılabilir bir şeydir. Ancak bunlar, Tayyip Bey’e öylesine düşmandırlar ki, bu uğurda kendi devletlerine düşmanlık etmeyi dahi göze alabiliyorlar. Nitekim bunların ve üçüzleri olan ekmel müjdecisinin yaptığı da bundan başka bir şey değildir. Sırf Tayyip Bey’i alt edebilmek için Gezi olaylarının, 17 ve 25 Aralık darbe teşebbüslerinin, Halk Bankası’nı ve devasa yatırım projelerimizi imha hamlesinin, devletimizi terör destekçisi göstermeyi hedefleyen eylemlerin içinde yahut yanında olmaktan, asrımızın katilleri olan İsrail’in, Esed’in ve Sisi’nin yanında bulunmaktan hiç fütur etmediler, utanmadılar. Bunları kendi ülkelerine ihanet edecek kadar Erdoğan düşmanı yapan faktör acaba nedir? Bunun altında yatan muharrik, ülkemizde son derece aktif olan İsrail’in gizli propaganda makinesidir. Bu gerçek, maalesef aydınlarımız ve halkımız tarafından yeterince kavranabilmiş değildir. Bir insanın aklını başına toplaması, kendisine çekidüzen verebilmesi için “Bir musibet bin nasihatten evladır” denir. Bizim muhalefet partilerimiz, milletimizden 12 senede dokuz defa şamar yedi ve esasında bu şamarlardan sadece bir tanesi dahi yeterliyken öyle mayalandılar, öyle pişkinleştiler ki sekiz tokada rağmen hiç oralı olmadılar. Ancak bu dokuzuncu tokat öyle okkalı bir Osmanlı tokadı oldu ki, sesi ta Hint’ten, Çin’den duyuldu. Bu durumda artık muhalefet partisi liderlerinde zerre-i miktar iz’an ve utanma duygusu kalmış ise, hiç indirip kaldırmadan, derhal koltuklarını terk etmeleri gerekir… Evet, öyle olacağını düşünüyor ve bek- liyorduk ama o da ne? Onlar yine tam da kendilerine yakışanı yapmaktalar. CHP Genel Başkan Yardımcısı seçimin galibi olduklarını iddia edebiliyor, MHP Genel Başkanı da muzaffer bir komutan edasıyla kameraların karşısına geçip ezberlediği eski bayat türkülerini çığırıyor, zımnen partililerine gözdağı vererek koltuğunu bırakmak niyetinde olmadığını beyan etmiş oluyor. Daha iki gün önce “Erdoğan cumhurbaşkanı olamaz! Çankaya’ya çıkamaz! Olamayacak! Çıkamayacak!” diye nida eden zatın, “Milli irade tecelli etmiştir; Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanı olmuştur” derken yüzünde en küçük bir kızarma olmadı. Umalım ki bu muhalefet partilerinin kendi tabanları ilkelerine sahip çıksınlar, başlarına çöreklenen liderlerini alaşağı edip siyasi kölelikten kurtulsunlar ve partilerinin onurunu kurtarsınlar. Şayet yapamazlarsa, layıklarını bulmuşlar demektir. Milletimiz, artık onlarla meşgul olmak yerine Cumhurbaşkanı Erdoğan’la beraber daha aydınlık ufuklara koşmaya karar vermiştir. ağustos 2014 53 haberajanda Siyaset SULEYMANIYE’YI S EVGİLİ Ülkem... Kirli kar tanelerinin beyazlığını, balçıkla sıvanmış göğün maviliğini, yüz yıllardır gönüllerimizde yeşermeyen sararmış yaprakların yeşilliğini özleyelim diye eflatun bir hikâyeden söz edeceğim sana. >> Artık takvimlerde elemli akşamların yeri yok. Güneşi olmayan kırılgan sabahların vardı, bilmez miyim!? Yüreğine dağların irisi biner, bir serseri içine girerdi. Her gece kötü bir ses yatağına değerek boynuna dolanmış kör müzisyenin bir notası gözlerinde sönerdi. Yeryüzünü semazenler sarsa da ümitsizlik hep başucunda oturur, inancının ağacına bir ateş gibi dokunarak “ba’s-ü ba’del mevt”in inkılabına mani olurdu. Oysa ben şimdi, sana eflatun bir hikâyenin ilk sözü olan kaybedilmiş mavinin narlanan avuçlarında senin için sakladığı emanetten söz edeceğim. Bir zamanlar Çin’de çok miktarda afyonhane vardı. Buralarda beslenen herhangi bir kedi afyona alışır, dışarı atıldığındaysa çok geçmeden ölüverirdi. Sen asla bir afyonhane kedisi olmadın, olma da... Senin medeniyetinde ne öyle kediler beslendi, ne de öyle hikâyeler yazıldı. Sen, gördüğü rüyanın tabircisini bulan Yusuf ’sun. Bizim rüyamızı da sen yorumlayacaksın. Senin avucundaki nota, şaklaban dünyanın cafcaflı kınasına uymaz. Sen hayallerin şehrinde değil, medeniyetinin rüyasını gördüğün şehirlerde gezin. O şehirlerin mimarı ol ve o şehirleri imar et. Unutma ki hiçbir hilekâr senin rüyalarınla oynayamaz. Kurtuluş şarkıları çalan bir müzisyen için güz rüzgârına takılıp sararmış alafların eteklerine sarılarak el açıp “Yoktan Var Eden”e yalvaracak bir gece bulunur elbet. Küçük bir incir ağacının gölgesinde soluklanıp sana sesleniyorum Sevgili Ülkem... Güneşi toprağından sökerek göğe diktiğimiz günleri unutma sakın! Biz Karakoç’tan, Kısakürek’ten, Asya’dan alıp semayı yıldızlarla işlerken, onlar kanlı tırnaklarıyla masu- 54 ağustos 2014 meyi saçlarından sürüklüyordu utanmadan ve sıkılmadan –sözüm ona- Akademos’un bahçesinde. Biz buna rıza gösteremedik... Biz, inancın ve samimiyetin fedaileri olarak sabah namazında, Habib-i Neccar Camii’nde buluşan iki gençtik. Biz, İberya’da sohbetlere, Kurtuba’da bir müzisyenin sesine karıştık. İbni Rüşd’ten düşünmeyi öğrenirken, gökyüzüne İbni Firnas’ın gözüyle baktık. Muhyiddin İbni Arabî’nin nefesiyle nefeslenirken, Zerkalî’yi de dinledik bir medeniyetin çınarı altında ecdadımız nakşedilirken. Sevgili Ülkem! Biz öyle bir medeniyetin çınarı altında nakşedildik ki, Söğüt’te Ertuğrul Gazi’nin, Dursun Fakih’in türbesine, Marakeş’te Kutubiye Camii’ne günün beş vaktini bölebildik. Hiva’da, Taşkent’te, Buhara ve Semerkant’ta bizi daima bekleyenler oldu ve biz de her yatsıyı bunlardan birinde geçirdik. Hem İmam-ı Azam’ın, hem İmam-ı Buharî’nin sohbetine katıldık. Harizmî’nin, İbrahim Hakkı’nın, Ali Kuşcu’nun sohbetleri yüz yıllardır eksik edilmedi. Damburanın sesiyle koşan kırk atlının ardından esen rüzgâr da bizdik, Çıldır Beylerbeyi İshak Paşa’nın yaptırdığı sarayın kapısının önünde sıddık evlatları olarak bekleyenler de... Kerkük Kalesi’nin surlarına biz çıktık. Kaledeki Gök Kümbet’in sekiz köşeli çatısındaki bir taş da bizdik. Fuzuli Mescidi’nde dinlenenler de, Leyla da, Mecnun da bizdik. Hayber’de bir kaleden bakıp Rumeli Hisarı’nı seyreden gözlerimiz, Halep kalesinden bakıp Çanakkale’de Kilitbahir Kalesi’ni de görmektedir. Bu hiç değişmedi... Hakikatin okuyucularıyız biz. Görüyorsun ki inkâr ile muktedir olamadılar. Top- lumla iletişim kuramayan, toplumsal meselelere kör ve sağır kalan siyasiler, yıldırım yemiş toprak gibi kavrulmuş birer izanla ve sönmüş birer vicdanla savrulup duruyor hâlâ. Takdir edemeyip haset edenler küçük ruhludur, zillettedir ve o zilletin esiridirler. Oysa bizim dua dua nehirlerimiz vardır. Nehirlerin birleştiği yerde küçük küçük şehirlerimiz vardır. Nehirlerle gelen şehirler kadar birikmiş yüklerimiz vardır. Nehirleri, nehirlerde taşınan yükleri nasıl yok sayabiliyorlar aklım almıyor ey ülkem!.. Nehirler maziyi kucaklar ve anlık bir akışla bugüne getirir. Tarihin en izbe yerinde, bir gönül bahçesinde henüz yeşillenmiş zeytin yaprağını rahvan at misali sırtlayıp başka başka gönüllere getirmesini, akika tüyünden sırat köprüsü yaparmış gibi netameli bir işi arifane bir biçimde yapmasını bilirler. O nehirler, akışı bozanlara inat beşâretin müjdecisi bir ışıltı ile Hayy’dan Hû’ya bir yolculuk gibidirler. Mübeşşer siretlerin müberra suretinde belirmiş, ak simali bir ihtiyarın alnındaki kıvrımlar misali avuç avuç dualarla gürleşirler. Bir millet düşün ki, böylesine bir akış içre yaratılarak müjdelenmiş, müjdeleri yüklenmiş olsun. Kendisi nehirlere, nehirlerin yükleri kendisine emanet olacak şekilde o yükleri taşıyan bir millet düşün sevgili ülkem. Bu milleti görmek ya da görmemek arasında sarkaç gibi salınanların, mağlubiyet ya da galibiyet, mahcubiyet ya da mağrurane bir hal arasında salınır gibi, telafisi olmayan bir yol ayrımında kaderleri değişir. Nehirlerin birleştiği yerlerde şehirleri, şehirlerde birikmiş yükleri fark edip meftun duaların üstünde yol alan bir lider var ve ben ondan bahsediyorum vesselam… Her babayiğidin harcı değil bu… Başarılı devlet yönetimi ve toplumla kurduğu muhabbet ile milletinin gönlünü kazanmış, kalplerde yer edinmiş bir lider olan Recep Tayyip Erdoğan’ı takdir edemeyip ona karşı haset besleyen siyasiler, -iki kere iki, dört- nehirlerden bîhaber, küçük ruhlu canlılardır ne yazık ki… Muhammed İkbal Bakırcı muhammedikbal.ajanda@gmail.com YENIDEN YAPMAK Son ders O, “Süleymaniye’yi yeniden, gönüllerde inşa edelim” diyordu. Biz de zurvan bestemizi, revnakdâr kanatlı kuşların seslendirdiği bir sabah, “Yeni Türkiye” için akan nehirlerle yol alıp nehirlerin yükleriyle buluştuk onun söylediğini inşa ederken. Sevgili Ülkem! Karşılıklı çelişkiler çatışmalara, uyumsuz beklentiler rekabete, rekabetler yenilgilere neden oluyor bilirsin. Yenilgiler ise devamlı büyümekte olan kin ve düşmanlığı besliyor. Bunun önüne geçecek olan yegâne çözüm, farklı yaşam biçimlerinin belli bir kural çerçevesinde yönetilmesi, beklentilerin kabul edilir bir algoritma ile karşılanmasıdır. Adına siyaset dedikleri keş- fedilmiş bir kolektif karar alma sistemidir bu. Siyasetteki amaç, toplumsal yaşamda karşılaşılan sorunlara çözüm üretmek ve bu yönde mücadele yürütmek değil midir? Hakikati unutanlarsa kalbinde yer bulamıyor, biliyorum. Eylül rüzgârının önünde savrulan yapraklar gibi uçuşuyorlar, görüyorum. Temsiliyet hakkı sıradan bir hak değil, temsiliyetin kudreti ise kendine inanmayan siyasî partilerin harcı değildir; sen bu defa bunu öğrettin. Oy pusulasına kendinden bir şey koyamayan siyasî partiler, kendi siyasî görüşlerine karşı tarih önünde hesap veremeyecekler. Birileri gördü ki, seçimler kurnazlıkla değil, ikna ile kazanılır. Kaçınılmaz sona doğru -yol aldıkça daralan bir tünel gibi- en nihayetinde söylenecek söz kalmadı onlar için, tıkandılar. Siyasî partilerin kendi dünya görüşlerine ne kadar inandığını 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimi’nde gördük. Temsiliyet güçlerinin test edildiği etkili bir sınav oldu. Sevgili Ülkem... Sonuç olarak şunu bilmelisin: Bugün her siyasetçimiz, kendi kaderini kendi çizdi Cumhurbaşkanlığı seçiminde gösterdiği basiret ile. Nehirlerimizi ve medeniyetimizin çınarı altında nakkaşlarımızla nakşedilen ecdadımızı bilen ve Yeni Türkiye’nin inşa sürecinde taş taş üstüne koyanları sen biliyorsun. Ve Süleymaniye’yi gönüllerde yeniden yaparak sen de kendi kaderini kendin çiziyorsun... ağustos 2014 55 haberajanda Analiz YENİ TÜRKİYE’DE NELER OLACAK? M İLYONLARCA, hem de 10 milyonlarca insana deniyorsa “Yeni Türkiye, Yeni Türkiye”, bunu, mazot fiyatlarını 1 TL yapmayı vaat eden basit bir seçim söylemi yerine bir ufuk, bir vizyon olarak anlayıp, ona göre şahsımız, ailemiz, şirketimiz veya içinde bulunduğumuz kuruluşa göre bir yol haritası yapmamız, bir eylem planı hazırlığına girmemiz gerekmez mi? Seçimi kazanmış olan bu istikamete göre yol çıkacaksak, kendimizi de ona göre teçhiz etmemiz elbette ki gerekir. >> “Yeni Türkiye, muhteva, vizyon ya da şu veya bu açıdan faydalı mı, zararlı mı, doğru mu, yanlış mı?” sorularını tartışmanın zamanı 10 Ağustos itibariyle geçti. Bundan sonraki seçimlerde de -kusura bakmayıngeri gelmeyecek. Bu fikrim, “Aynı parti veya siyasî görüş kazanacak” düşüncesinden öte, hayatın gerçekleriyle de ilgili. Adını bugün “Yeni Türkiye” koyduk, yarın başka bir şey koyabiliriz; ama “eskide” veya “geçmişte” yaşayamaz, sadece geçmişi hatırlayabilir ve yâd edebiliriz. O halde yarına bakalım... Yeni Türkiye’de ekonomi, yatırım ve özel 56 ağustos 2014 Lokman Ayva la@lokmanayva.net sektör, iş fırsatlarıyla dolu bir dönem olacak. Almanya başta olmak üzere, yurtdışından acayip derecede Türkiye piyasasına girme çabaları var. Biz de azıcık kıpırdayıp kendi piyasamızda, en iyi tanıdığımız piyasada bir yerler almanın yoluna bakmalıyız. Ulaşım, teknoloji ve beşerî çalışmalara bakınca ne tür sahaların yükseleceğini çok kolay görebiliriz. Eloğlu kapattırmak için uğraşırken parsel kapatıyor Mesela ulaşım meselesi… Hızlı tren seferleri 7 vilayette başladı mı? Başladı. Bu seferlerin yapıldığı iller Türkiye nüfusunun üçte birini, ekonominin de yüzde 60’ını kapsıyor. Siz veya ben ne yaptık? Hangi sektörden olursak olalım. Bu fırsatı görmeliydik ve maalesef körü körüne ortalıkta dolaşıyoruz. Marmaray’ın duraklarına baktım, Allah’tan birkaç hızlı yiyecek firması şube açmayı akıl edebilmiş. Haydi bunu bıraktım; üçüncü köprü, üçüncü havaalanı ile ilgili ne yapıyoruz? Elin oğlu bunların ne anlama geldiğini biliyor ve hâlâ durdurmak için aklına gelen gelmeyen, hırstan gördüğüne görmediğine saldırıyor. Ya biz? Bildiğimiz tek yol arsa kapatmak; ona da paramız yok. “Bana çok dediler de bakma sen! Akıllılık edip o zaman üç beş metrekare arsa almadık” dendiğinde, kimsenin duymayacağı sesle “Alacak para vardı da almadık mı?” deriz. Kafanızdaki “E ne yapalım, nasıl bir proje geliştirebiliriz?” sorusunu biliyorum. Ama cevap hemen yok, az sonra... Teknolojiye bakalım, zira teknoloji gelişecek. Teknoloji ucuz… Teknoloji köyden şehre ve mezradan tatil köyüne kadar her yere götürülebilir. Teknolojiyle kadın erkek, köylü şehirli, Kayserilisi Konyalısı, engellisi engelsizi herkes meşgul olabilir. Bu kadar mı? Devletin işleri, hantal yapısı, artan nüfus, konfor ve yeni hizmet talepleri teknolojiyle çok daha rahat ve ucuza temin edilebilir. Ne kadar yol yürüdüğünü, ne kadar spor yaptığını cebindeki telefonundan öğreniyor adam yahu, daha ne olsun? Benim yakın bir arkadaşım üniversitedeki ders programını yazmak yerine telefonundaki kamerayla çekmiş. Tabiî telefonunun pili bitince ne olmuş? O kadar ki kalemle yazmak aklına gelmemiş. Eminim ki başkasına çektirip kendisine e-posta attırmıştır. Mobeseler devletin Emniyet hizmetlerini son derece kolaylaştırıyor. Belediyelerin zabıta hizmetlerini uzaydaki uydularımızın çekeceği fotoğraflarla yaparsak hiç şaşma- yın. Uydularımız beşer dakika arayla bile fotoğraf çekip belli noktaları zumlayarak belediyeye gönderirse nerede işporta tezgâhı olduğunu görür, işportacı kardeşimin de kim olduğunu o resimden rahatlıkla tanıyabilirsiniz. Kırmızı ışıkta geçerken resminizin çekilip gönderilmesi gibi, evine de o resmî cezayı hediye bâbından gönderirler herhalde. Basitinden karmaşığına beş kitap dolduracak binlerce projeden bahsedebilirim ama imkânlar sınırlı. Artık zaman zaman anlatacağız. Projeler nerede? Tarım... Artık hayallerinizi zorlamanız için tek bir kelime yetiyor da artıyor bile. Bu nüfus artıyor; üç çocuk, beş çocuk, cazibe merkezi olan Türkiye ve kaçaklar, iltica ve de şu veya bu yolla gelen milyonlar... İyi de bu insanlar ne yiyip içecekler? Üstelik paraları, yeni lezzetler tanıma ve hava atma ihtiyaçları var. Üstelik yedikçe yemek istiyor, tekrar yemek istiyor, fakat gel gör ki kilo almak da istemiyor. Haydi çıkın işin içinden! İhtiyaç bu da çözüm kaç tane? Binlerce... Hayal gücünüzü zorlayın ama biraz sonra bu projeleri nereden bulacağınız hakkında kısa bir bilgi vereceğim. Beşerî hizmetler… Bu, insana dokunan hizmetler demek. Duble yol, insanın arabasına hizmettir, ama sağlık, insanın kendine hizmettir. Eğitim de öyle, huzurevi de, psikoloji de, rehabilitasyon da, tatil de, eğlence de hep böyle hizmetlerdir. Yükselen sektörler de şu an ağırlıklı olarak bu hizmetleri sağlayanlardan müteşekkil. Sağlık, binlerce yıldan beri olduğu gibi hâlâ günceldir ve ihtiyaç da kaliteli yaşam yönünde hızla artmaktadır. Yeni önerilerinize acilen ihtiyaç var. Bunlardan bir başkasının konusu da dershanesiz eğitim dönemine başlanması. Gerçekçi olalım, dershaneler çocuk mocuk yetiştirmiyordu. Anne babaya genellikle “çocuğuna karşı sorumluluğunu yerine getirme” duygusu ile “Ben çocuğumu başkalarından daha iyi marka bir dershaneye gönderiyorum ve ben daha iyi bir ebeveynim” cümlesini söyletmekte işe yarıyordu. Şimdi ebeveyn bu cümleyi nasıl söyleyecek? Evladı için nasıl bir fedakârlık yapmış olacak? Desem ki “Bundan sonra ebeveynler oturup ders çalışacak ve çocuklarını daha iyi yetiştirecekler”, inanır mısınız? Geç bunları anam babam! Maç varken, dizi filmler varken, kaynana gelin muhabbetleri varken çocuklarla filan kimse ilgilenmez… Öyle bir fikir bulmalı ki, ebeveyn çocuğa fedakârlık etmiş olsun ama az önceki saydıklarımdan da vazgeçmemiş olsun. Yurtiçi ve yurtdışı gezip görme ihtiyacı, eğlence, kendini iyi hissetme gibi ihtiyaçların da olacağı ayan beyan ortada. Yeni Türkiye’nin sorunları neler olacak? Keşke bu bölümü yazmak zorunda olmasaydım. İntiharlar, boşanmalar, gayrimeşru ilişkilerin tavan yapması kaçınılmaz. Bu kadar karmaşık ilişkilerin doğurduğu ilişkiler, daha yoğun ve teferruatlı bir hukuk ihtiyacını meydana getiriyor. Anlaşmazlıkların inanılmaz boyutlara ulaşacağı görülüyor. Uyuşturucu, farklı cinsel yönelimler, hiç akla gelmeyecek ve “Medeniyete mi, deniyete mi?” diyeceğimiz durumlar… Allah hepimizi korusun. Ama bunlar da aslında tedbirlerin alınması veya proje geliştirilmesi için gereken ihtiyaçlar veya durumlar. Peki, en kısa yoldan nelerin olabileceğini, hangi tür ihtiyaçların karşımıza çıkabileceğini ve bunlarla ilgili ne tür projeler geliştirebileceğimizi en kolay nereden öğrenebiliriz? Çok basit!.. Bu süreçleri yaşamış ne ilk toplum ve ülkeyiz, ne de son ülke ve millet. Bu konuda, aynı istikamette kalkınmasını tamamlamış ve toplumsal gelişmeler yaşamış ülkelere bakalım. Bu ülkeler hangileri? Bize yapısı uyanlar: İspanya, İtalya, Japonya, -kısmenFransa, Almanya, İngiltere ve ABD. Devlet geçmişi ve yapısı ile toplumsal yapısı bizden farklı olan Rusya, Çin ve Hindistan gibi ülkelerse bizim gerimizdeler. Onların kişi başına düşen değil ama toplamda çok paraları var. Bu ülkelerde neler olmuş ise üç aşağı, beş yukarı benzer şeyler olur. Şehirler büyürken yeni eklenen mahallelerde ne tür işlerin kurulduğuna bakmak lazım. Toplumsal katmanlarda neler yaşanmış? Kuruluşlar nasıl şekil almış ve ne tür dernek, vakıf veya kamu kuruluşları kurulmuş? Bunları çeşitli kriterlerle değerlendirmek ve kendimize uydurmamız, uyarlamamız gerekiyor. O zaman binlerce proje üretmek mümkün. Böylelikle İnşallah bu satırları okuyan siz, Yeni Türkiye’nin nimetlerinden faydalanmış, olumsuzluklarına karşı da tedbirlerinizi almış olursunuz. İnşallah hepimiz, tüm insanlık, insana yakışır bir hayat süreriz. Yeni Türkiye hayırlı olsun!.. ağustos 2014 57 haberajanda Analiz Bu tarihsel Seçim sonrasındaki yorumlar, muhalefeti tanıma kılavuzu olarak özenle derlenmeli bence. Halk iradesinde yüzde 52’nin ne anlama geldiği (ABD Başkanı Obama, son seçimde oyların yüzde 50’sini almıştı), 1982 Anayasası’na göre cumhurbaşkanının yetkileri ve ifade özgürlüğünün ne anlama geldiği gibi konular sil baştan tartışılmalı belki de. Çünkü bu ülkede hâlâ “Sandık demokrasi değildir” diyebilen demokratlar (!) var. 58 ağustos 2014 Ş İMDİ inşa zamanı dostlar! Eskinin sorunlarını, bize nelere mâl olduğunu yıllarca konuştuk durduk. Nihayet tarihî bir fırsat çıkmışken yeni şeyler düşünmek, “yeniyi inşa etmek” lazım. En basit konularda bile çokça birkaç yıllık planlar yapan eski Türkiye yeni dünya düzenine yetmeyecekti, yetişemeyecekti, biliyorduk. Onun için, aslında Erdoğan’ı çok da hazmedemeyenler bile bu ülkeye ve istikrarına dair ümitlerin gerçekleşebilmesi adına ona destek verdi seçimde. >> Bilhassa son iki seçimde CHP ve MHP’si ile ateistinden İslamcısına dek başka bir tek noktada birleşme ihtimalleri olmayan geniş bir yelpazeyi aynı cephede buluşturdu Erdoğan karşıtlığı. Toplamları bir Erdoğan etmedi. Çünkü Recep Tayyip Erdoğan, bizzat kişiliği ile “Yaptıklarım, yapacaklarımın teminatıdır” diyebilen bir aday idi. Belediye Başkanlığı’ndan Başbakanlık’a uzanan süreçte gösterdiği perfor- mans, ancak daha güçlü bir aday söz konusu olduğunda tartışılabilecekti ki bu mümkün olmadı. Aksine bizzat çatı eli ile konumu güçlendirildi. Muhalefetin kendilerince değişmeyen “başarılı” ama nihayetinde mutlak kaybeden konumu sadece temel-çatı uyumsuzluğuna bağlanmamalı. Zoraki oyların sayesinde yüzde 40’lara yaklaşıldığını biliyoruz. Her ne kadar “tatilciler, şezlongcular” sitemleri ile sonuca sebep bulsalar da aslında zaten kazanacak algısı oluşan Erdoğan taraftarlarının da Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde üstün bir performans sergilediği söylenemez. Aksine liderlerinin bu işi zaten götüreceğinden emin, bütün stratejilerini Uzun Adam’ın sırtına yükleyip bıraktılar ve öylece seyrettiler. AK Parti’nin mevcut başarısı bugüne kadar yönetim ile tabanın uyumlu çalışmasından kaynaklansa da son iki seçimde Erdoğan, teşkilatına rağmen başarı kazanmıştır. Pek çok ilde kendisinin aksine, sempati kazanmak yerine kaybettiren, konumlarını kişisel kazanımların vesilesi olarak gören kişilerin sayısı artmış yahut belki de uzun iktidar garantisinin verdiği rahat- Nadire Çamlı Yıldırım nyildirim.ajanda@gmail.com bir yazgıdır lıkla görünür hale gelmiştir. Hâsılı, başarının yüksek oy alınan bazı iller de olmak üzere -çoğunlukla Erdoğan aksini söylese de- maddi ve teknik imkânlar, deneyimli danışmanlar ve üst kadro dışında partinin değil, bizzat “seçilmiş ilk Cumhurbaşkanı”na ait olduğu kanaatindeyim. Bu başarının anahtarı da samimi oluşu, güven veren duruşu ve risk alan hamleleridir. Erdoğan’ın yaptıkları, yapacaklarına birer delil Erdoğan özellikle icracı bir cumhurbaşkanı olacağını vaat etti seçimde. Ona yönelen “tek adam ve padişah” eleştirilerine rağmen bütün yetkilerini kullanan ve koşturan bir cumhurbaşkanı olacağını söyledi. Adını koymasak da özlediğimiz şey bu duruş değil mi zaten? Yıllarca bize dayatılan politikaları uygulayan, aktif bir varlık gösteremeyen liderlerden ruhumuza sinen ezilmişlik, geri kalmışlık duygularından sıyrılarak kurmadık mı Yeni Türkiye rüyalarını? Geçmişten beslenen, geleceğe uzanan ve onu inşa eden bir siyaset özlemi çektik yıllarca. Dünya güçlerinin senaryolarınca biçimlendirilen bir ülke değil, huzurlu bir dünya inşasında rol alan bir Türkiye istedik. İlk defa bu özleme bu denli yakınız. İlk defa sahip olduğumuz bu inşa kültürünün, Batı’nın imhacı yaklaşımına çare olabileceğini görüyoruz. Ülkemizin kan dökülen coğrafyalar ve Ortadoğu mazlumları için sığınılan bir yurt olması, artık kaçamayacağımız bir sorumluluktur. Nihayet bunun farkındayız. Değişen dünyanın yeni sorunları var ve bu sorunlar, eskilerden daha büyük. Daha dinamik, değişken ve üretken bir siyasetse her ülke için kaçınılmaz. Bizde de bunu başaran, Erdoğan liderliğindeki AK Parti oldu. Diğerleri maalesef değişime ivme kazandırmak yerine, olmazsa olmaz süreçlerin önünü kapatan bir politika izlediler. Çatı 1960’ların olunca… Yıl 2014 ve ülkemiz nihayet enerji ve savunma alanlarında yeni adımlar atıyorken çatı sloganı “Ekmek için Ekmeleddin” idi. Sadece bu bile, birilerinin Türkiye’yi ve Türk halkını ne kadar algıladığını ve tanıdığını göstermeye yeter. Hâlâ 1960’ların siyaset mantığında kalmışlar; halkın da orada kalakaldığını sanıyorlar. Bir tarafta kalkınma sürecek diyen, 2023 ve 2071 hedeflerini açıklayan bir aday vardı, diğer yanda neredeyse “Statükonun garantisiyim” diye bağıran bir aday. “Yarış adil şartlarda değil” itirazlarına hak vermemek mümkün değil, fersah fersah uzaklardan sesleniyorlardı zira. “Bu seçimin kazananı İhsanoğlu olmuştur” diyenlerin aksine, HDP adayı Selahattin Demirtaş’ın maksimum seviyede sempati oluşturduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Hitabeti ve esprili yaklaşımı ile Demirtaş, başından bu yana HDP’nin isabetli tercihini gösterdi. Seçim sonrasındaki yorumlar, muhalefeti tanıma kılavuzu olarak özenle derlenmeli bence. Halk iradesinde yüzde 52’nin ne anlama geldiği (ABD Başkanı Obama, son seçimde oyların yüzde 50’sini almıştı), 1982 Anayasası’na göre cumhurbaşkanının yetkileri ve ifade özgürlüğünün ne anlama geldiği gibi konular sil baştan tartışılmalı belki de. Çünkü bu ülkede hâlâ “Sandık demokrasi değildir” diyebilen demokratlar (!) var. “Halk cahil, eğitim şart!” diyenler, hâlâ o cahil halkız işte! Hâlâ üretilen korkulara, senaryolara prim vermeyi öğrenemedik. Onca uğraş boşuna! Eğitilemeyen halk gidip oy veriyor, eğitimli seçkin azınlık şezlonglarında yatıyor. Muhalefet artık ders almalı Mistik söylemler ve muhafazakâr aday çıkararak halka yaklaşacağını sananlar halkın değer ve beklentilerini ekmek üzerinden okumaya devam ededursunlar, Erdoğan “Yeni dünya için Yeni Türkiye” hedefini koydu ortaya, yumuşak karnımız olan Kürt sorunu için Çözüm Süreci’ni göğüsledi. Kürt ile Türkün kardeşçe, yan yana yaşadığı ülkemizde ayrışmanın hesabını yapanlar nihayet geri adım attı. Ermeni meselesinde en net ve şaşırtıcı adım yine ondan geldi. Ekonomik kalkınma olmadan gerçek bağımsızlığın olması mümkün olmadığından sanayi ve enerji hamleleri atıldı. İsrail’e “Siz çocukları öldürmeyi iyi bilirsiniz” diyebilen Erdoğan, bugün Gazze’de öldürülmeye devam eden çocuklar için net tavır koyan tek lider. İşte bu yüzden Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına sevinen farklı coğrafyalardan binlerce insan var. Türkiye, o insanların kurtuluş umudu; yaşamlarının değişebileceğine olan inancı tazeleyen ülke… Umuyorum ki artık muhalefet de seçim sonuçlarında gösteremediği tutumu ilerleyen yıllarda gösterir ve Türkiye’nin değişimine katkı sunar. Aksi halde bu ülkenin vizyonunu tek parti ve tek adam belirlemeye devam edecek ve bunun sorumlusu Erdoğan değil, üretemeyen, yenilenemeyen muhalefet olacaktır. Bu yüzyılda yeni havalimanına karşı çıkmayı başarabilen bir kafa ile kaç yıl daha sözde siyaset yapmaya devam edecekler merak ediyorum. Umarım mevcudu aşan, geleceği gören projeleri sunup da “Bunu neden yapmadınız?” diyerek hesap soran sorumlu bir muhalefet geleneği oluşturulur. Bu ülkenin kaybedecek zamanı yok. Ortadoğu’nun durumu ortada, Müslüman ülkelerin hali hazin ve Türkiye kaybetmemek zorunda. Türkiye, artık birkaç yüzyıllık projeler üretmek zorunda. Yoksa eskiden olduğu gibi birilerinin yazdığı senaryoda figüran ülke konumuna dönmek işten değil.Kendi ırkının üstünlüğüne inanan değil, evrene hanif olduğunu unutmayan, dünyanın her sorununa ilişkin bir çözümü olan, geleceği şekillendiren lider bir ülke olmayı ya başaracağız, ya başaracağız. Tarihsel yazgı üstüne düşeni yapmakta. Sıra cumhurbaşkanından iktidarına, muhalefetinden medyasına, bütün toplumun kendi payına düşeni sahiplenmesinde, sorumluğunun hakkını vermesinde. ağustos 2014 59 haberajanda Analiz Türkiye, artık dışarıdan yönetilen bir ülke olmayacak. Dünyaya yön veren o küresel akıl, Yeni Türkiye’yi çözemedi. Ayar verdikleri muhalefet partilerinin kendilerine fayda sağlayamayacağını hâlâ anlamış değiller. Sürekli ayarları değişen/değiştirilen muhalefet partileri, asıllarından, felsefelerinden ve siyasî ideolojilerinden tamamen sapmış durumdalar. Liderleri bir kenara bırakın, yıllardır ısrarla anlatmaya çalıştığımız gibi, artık bu partilerin dönemi sona erdi. Ne CHP, ne de MHP siyasete yön verecek durumda değiller. 2015 seçimleri bana kalırsa bu partilerin miladı olacak. Büyük devrim ha CHP’de beklenildiği gibi ulusalcı kesim, seçim sonrası kazan kaldırdı. Bu kesim MHP ile kurulan ittifakı, belirlenen çatı adayı, CHP’deki eksen kaymasını ve Kılıçdaroğlu’nun yeni dönem anlayışını eleştirmeye başladı. Eleştiriler doğru, ancak çözüm önerileri, eleştirdikleri siyaset anlayışından çok daha kötü. Zira ulusalcı kesim, eski CHP’yi, bir anlamda eski vesayetçi dönemi istiyor. 10 AĞUSTOS günü cumhur, başkanını seçti. Sonuç beklenildiği gibi oldu ve milli irade “Erdoğan” dedi. Eski vesayet dönemi ağır bir darbe daha aldı. Yeni dönem Türkiye’si ise büyük bir engeli daha aştı. >> Seçimde değişim arzusu kazandı, statüko kaybetti. Reis kazandı, Monşer kaybetti. AK Parti (liler) kazandı, muhalefet partileri kaybetti. Temeli sağlam olan yapı 60 ağustos 2014 kazandı, temelsiz çatı kaybetti. Seçilmiş olan kazandı, atanmış olan kaybetti. Halk lobisi kazandı, vaiz ve faiz lobisi kaybetti. Ortak akıl kazandı, ısmarlama akıl kaybet- ti. Umudu “Yeni Türkiye” olanlar kazandı, vesayet olanlar kaybetti. Çözüm Süreci ve barış kazandı, terör ve savaş kaybetti. Özgürlükçü, eşitlik ve adalet temelli yeni devlet sistemi kazandı, baskıcı, yasakçı ve ayrımcı eski devlet sistemi kaybetti. Birlik ve beraberlik anlayışı kazandı, ötekileştirici anlayış kaybetti. Şeffaf devlet kazandı, derin devlet Orhan Mücahit orhanmucahit.ajanda@gmail.com reketi son engeli aştı Muhalefetin öğrenilmiş çaresizliği Muhalefet bu tarihî fırsatı değerlendiremedi ve yine hezimet yaşadı. “Tarihî bir fırsat” diyorum, çünkü ilk defa halkın oyları ile bir cumhurbaşkanı seçilecekti. Bu cumhurbaşkanı kendi adayları olabilirdi. Ancak onlar, ısmarlama bir adayı kendilerini atayanların emri ile “ortak aday” olarak seçtiler. İstiklal Marşı’nı dahi bilmeyen, hitabet yeteneği zayıf, düşük profilli, ne dediği ve ne yaptığı belli olmayan, yolu, yönü ve duruşu anlaşılamayan, silik ve sinik bir adayın peşine takıldılar. Sonuç, beklenildiği gibi hezimet oldu. Bu hezimetin mimarı olan muhalefet liderleri, artık alıştığımız şekilde bu büyük yenilgiden ders çıkarmak yerine koltuklarını korumak için koşturuyorlar. Ana muhalefet ve yavru muhalefetin yanında irili ufaklı 10 küsur parti, üç kişinin yarıştığı seçimde ikinci olmayı başarı olarak gösterme gayretinde. Çatı aday projesini sahiplenmek zorunda bırakıldı bunlar. Kaybedeceklerini gördüler, ancak süreci en az zararla geçiştirmek için çalıştılar. kaybetti. Millete hizmet öncelikli zihniyet kazandı, “Millet devleti için vardır” diyen zihniyet kaybetti. Demokrasi kazandı, Kemalizm kaybetti. İstikrar, gelişme ve büyüme süreci kazandı, kaos, anarşi ve gerileme süreci kaybetti. Gazze, Arakan, Kahire, Musul, Kudüs, Saraybosna, Kerkük, Kaşgar kazandı; Telaviv, Washington, Londra, Berlin, Paris kaybetti. Kadim devlet kazandı, paralel devlet kaybetti. Dua kazandı, beddua kaybetti. Yolu hak ve hakikat olanlar kazandı, gayreti hak olmayanlar kaybetti. Kısacası Yeni Türkiye kazandı, eski Türkiye kaybetti. Sürekli ayarları değişen/değiştirilen muhalefet partileri, asıllarından, felsefelerinden ve siyasî ideolojilerinden tamamen sapmış durumdalar. Liderleri bir kenara bırakın, yıllardır ısrarla anlatmaya çalıştığımız gibi, artık bu partilerin dönemi sona erdi. Ne CHP, ne de MHP siyasete yön verecek durumda değiller. 2015 seçimleri bana kalırsa bu partilerin miladı olacak. Kürt siyaseti evrildi Kürt siyasetinin Cumhurbaşkanı seçme şansı yoktu. Ancak Demirtaş, bu tarihî fırsatı iyi şekilde kullanarak hem partisi, hem de şahsı için kazanca dönüştürmeyi başardı. Kürtleri dahi artık yoran, geren ve ayrıştıran Kürt kimliği siyasetini bırakıp daha barışçı, birleştirici ve bütünleştirici bir dil kullanarak özellikle muhafazakâr Kürtlerin dikkatini çekmeyi başardı. Seçim sürecinde gösterdiği anlayışı ve performansı sürdürürse, 2015 yılında -hâlâ devam ediyor olursa- baraj, Kürt siyaseti için problem olmaktan çıkacaktır. “Kürtler bu süreci iyi değerlendirerek yavaş yavaş meşru siyasete geçiş” yaptı diyebiliriz. Erdoğan’dan sonra CHP’de beklenildiği gibi ulusalcı kesim, seçim sonrası kazan kaldırdı. Bu kesim MHP ile kurulan ittifakı, belirlenen çatı adayı, CHP’deki eksen kaymasını ve Kılıçdaroğlu’nun yeni dönem anlayışını eleştirmeye başladı. Eleştiriler doğru, ancak çözüm önerileri, eleştirdikleri siyaset anlayışından çok daha kötü. Zira ulusalcı kesim, eski CHP’yi, bir anlamda eski vesayetçi dönemi istiyor. Seçim sonuçları gösterdi ki, Erdoğan, AK Parti’den daha başarılı. Erdoğan şahsî olarak AK Parti’nin yerel ve genel seçimlerdeki başarısından daha büyük bir başarı gösterdi. Bu, bazı bölgelerde AK Parti’nin daha fazla çalışarak daha doğru adaylarla çok daha büyük başarı elde edebileceğini gösteriyor. Türkiye, artık dışarıdan yönetilen bir ülke olmayacak. Dünyaya yön veren o küresel akıl, Yeni Türkiye’yi çözemedi. Ayar verdikleri muhalefet partilerinin kendilerine fayda sağlayamayacağını hâlâ anlamış değiller. Türkiye için yeni bir dönem başladı. Yeni Türkiye, Erdoğan’ı lideri olarak seçti. Bu seçim, 2023 yılına kadar sürecek büyük devrimin -tabiri caizse- mihenk taşı oldu. Hayırlı olsun!.. MHP, hazırlıklı oldukları hezimeti doğal olarak daha soğukkanlı karşıladı. Bahçeli’nin karşısında şimdilik güçlü bir muhalefet görülmüyor. CHP olağanüstü kurultaya gidecek görünürken, MHP’de olağan kurultay bekleneceğine dair bir hava var. Erdoğan sonrası AK Parti için güçlü bir lider bulmak kolay olmayacak. Küresel çete, AK Parti’nin karşısına muhalefet bulamadı. Erdoğan’ı alt etmeyi başaramadı. Koparılan AK Partililer de kendilerine çare olmadı. Şimdi Erdoğan’sız AK Parti’yi ele geçirmek için uğraşacaklar. AK Parti yönetiminin dikkatli olması gerekiyor. ağustos 2014 61 haberajanda Siyaset Çuvalımız in Çuvalımız incirle doludur. Bu incirin heba edilmemesi için çok ama çok dikkatli olunması lazımdır. “Bağımsız Türkiye” yolunda son bir yıldır önümüzde adeta set olan küresel muhalefet, Gezi kalkışması ve 17 Aralık darbe girişimiyle çok enerji kaybettirdi. Görünen o ki, bu savaş, köhne yapının tarihe gömülmesi için son viraj alınıncaya kadar da devam edecektir. 62 ağustos 2014 B U topraklar, Osmanlı’nın çöküş sürecine girmesi, özellikle de Baltalimanı Antlaşması sonrası Batılı güçlerce yönetim kademelerine alenen getirilen veya gizlice nüfuz ettirilen imtiyazlı azınlıklarla yönetildi hep. >> Gerek siyaset, gerek diplomasi, gerek silahlı kuvvetler, gerek bürokrasi, gerekse de sanayi… Hemen her alan bu zümrenin sevk ve idaresinde idi. Her müstemleke ülkede olduğu gibi inşa edilen oligarşik yapının güvenliğini tehdit edebilecek her türlü senaryoya karşı da hazırlıklılardı. Darbe ve muhtıra mekanizmaları daima ellerinin altında idi. Türkiye, “büyümeyecek kadar budanmalı, ölmeyecek kadar sulanmalı” prensibiyle ne yerle yeksan ediliyor ne de ayağa kalkmasına izin veriliyordu. Lakin geri kalmış her ülkenin olduğu gibi yolsuzluklar, suistimaller ve ardından gelen sosyo-ekonomik krizler Türkiye’nin de kaderi idi. Bu büyük ülke, her ne kadar itaatkâr, güdümlü kadrolarca yönetilse de müstevlilerin başını mütemadiyen ağrıtmaktaydı bu yönüyle. Mevcut yapı, 28 Şubat sonrasındaki aleni soygun ve pervasız toplum mühendisiğinin tavan yapmasıyla çatırdamaya başladı. Çükü dünya değişiyordu. İletişim imkanları artmış, halkın eğitim seviyesi nispeten yükselmişti. Toplum, totaliter rejimin perde arkasını görmeye başlamış ve 1994 yerel seçimlerinde fitili kendiliğinden ateşleyerek sisteme ilk çentiği açmıştı. Halk, gelir dağılımındaki bozukluğun yanısıra sosyal tahakküme karşı da sesini yükseltmeye, mızmızlanmaya başlamıştı. Halbuki egemen güçlere sorunsuz bir sömürge, sorunsuz bir uşak lazımdı. Oluşan çatlağın sosyal buhrana dönüşmemesi ve ülkenin kontrol altında tutulmaya devam edilmesi gerekiyordu. Yani bekçilik bedelini sürekli arttıran, halkla arasındaki mesafeyi uçuruma dönüştüren erk sahibi suni aristokrat zümrenin artık değiştirilme zamanı gelmişti. Çünkü iflas noktasına geldiğinde böylesi büyük bir ülkeyi sulayıp yeniden yeşertmek, ekonomik ve sosyal açıdan yeniden dizayn etmek hayli maliyetli bir işti. Bunun yanında yeni oluşan jeopolitik zorunluluklar da vardı. Sovyet bloğu dağılmıştı. Zengin yeraltı kaynaklarına sahip Kafkasya ve Orta Asya topraklarına her bakımdan ulaşmanın kilidi bu coğrafya ve bu toplum idi. Körfez harbi ile üzerine abanılan petrol vanaları sayesinde Asyalı güçlerin kuyruklarına da basılmıştı. Küresel sömürünün sathı müdafaası için bölge karakolu İsrail’in yanında,Türkiye’nin de “ileri kışla” pozisyonu pekiştirilmeliydi. Bu sebeple fazla hır gür çıkmaması ve kontrolün daha da sağlamlaştırılması için toplumun geneliyle barışık bir yönetim ihdas edilmeliydi. “Ilımlı İslâm Modeli” denilen sevimli proje ise önlerinde duruyordu. Çok düşünüp taşınmaya gerek yoktu. Yerel dinamiklere bağlı gelişen ve doğal bir seyirle filizlenen, toplumun tümünü kucaklamaya namzet Muhteşem Tıraş muhtesemtiras.ajanda@gmail.com cirle doludur Ak Parti’nin doğumuna engel olmadılar, bilakis yol verdiler. Türk halkının, kendi içinden çıkmış bu oluşumu iktidara taşımasında bir sakınca görmediler. Çünkü önlerinde, “gerektiğinde alaşağı edilmiş” bir Demkrat Parti örneği vardı. Ayrıca bu sefer “apoletli fren” ve “tam otomatik, güdümlü muhalefetin” haricinde çağın gereklerine uygun daha da geliştirilmiş postmodern düzenekleri vardı. Yeni iradenin raydan çıkması halinde devreye sokacakları birçok alternetif nasıl olsa ellerinin altındaydı. İstediklerinde bu milleti “Stalin’in Tavuğu” misali paçalarına sığındırtmak çocuk oyuncağıydı. Fakat sahip oldukları devlet aklıyla gözlerde büyütülen bu güçlerin evde yaptıkları hesabın çarşıya uymadığı gerçeğinin ortaya çıkması çok da uzun sürmedi. Her ne kadar mandacılık yazılımlarını güncelleseler de siyasi ve sosyolojik analizleri anakronikti. Bunu anladıklarında iş işten geçmişti. Bomba ellerinde patlamıştı. Kayıtsız şartsız biat edeceğini düşündükleri Tayyip Erdoğan ve kadrosu, sağlam bir strateji ve akıllı manevralarla açtkları yolda ilerliyordu. Halkın içinden çıkmış bu kadro ülkeyi yeniden düzlüğe çıkartacak çalışmalarla birlikte ilahi adaletin de tecellisiyle hesapları alt üst ediyordu. Müstevlilerin kurduğu düzenekler bir bir devreden çıkartılıyordu. Fakat mağlubiyeti kabullenmeleri kolay değildi. Fren tertibatları bozulunca bu sefer diğer unsurları devreye aldılar. Yolu bozmaya, olmadı, taş toprak serpmeye, mayın döşemeye başladılar. Adeta kurtla kuzuyu aynı mevziye sokarak oluşturdukları topyekün muhalefet de işe yaramadı. “Madem dizayn edemiyoruz o halde kökten yıkalım!” dediler. Ellerindeki en önemli silahlarını, dünya çapındaki casusluk örgütünü de can havliyle erken harcadılar. O da olmadı ve gelindi 10 Ağustos’a... Sonuç: Tayyip Erdoğan ve halkı, ‘Milli Hakimiyet Muharebesi’ni kazandı. Şimdi… Bu milletin üzerine giydirilen deli gömleğinden kurtulması ve köhne yapının tabutuna son çivinin çakılması için bir muharebe daha kaldı. Biliyorlar ki, o muharebe de kazanıldıktan sonra özüne dönmüş bu toprağın insanı, artık kendi kaderini kendisi tayin edecek. Düşmanın, akla hayale bile gelmeyecek her türlü imkanını seferber edeceği o tarih 2015 seçimleridir. Bu seçimde milli irade en az 330 milletvekili ile yani anayasal çoğunlukla Meclis’e yansımalı ki, bağımsız Türkiye idealinin mihenk taşı olacak devlet başkanlığı sistemine geçilebilsin. Halen düşman elinde bulunan yapılar, yeni devletin inşasıyla bertaraf edilebilsin; yönetim ve denetim mekanizmaları kişilere kaim olmaktan kurtarılsın, kurumsallaştırılsın. Çuvalımız incirle doludur. Bu incirin heba edilmemesi için çok ama çok dikkatli olunması lazımdır. “Bağımsız Türkiye” yolunda son bir yıldır önümüzde adeta set olan küresel muhalefet, Gezi kalkışması ve 17 Aralık darbe girişimiyle çok enerji kaybettirdi. Görünen o ki, bu savaş, köhne yapının tarihe gömülmesi için son viraj alınıncaya kadar da devam edecektir. AK Parti, 30 Mart seçimlerinde birçok bölgede alan çalışmasını iyi yapamamış ve önemli hatalara imza atmıştır. Yerel seçimlerin doğasından da kaynaklanan bu hatalar mazur görülebilir. Ancak genel seçimler, özellikle de önümüzdeki seçim asla ve kat’a hataya mahal verilmemesi gereken bir seçimdir. Yapılacak en küçük bir hatanın AK Parti’ye dolayısıyla da bu millete pahalıya mal olacağını, telafisi mümkün olmayan zararlara yol açacağını hatırlatmaya gerek bile yok. Teorik olarak ortalama yüzde 50 oya sahip bir partinin bu rakamla Meclis’te anayasal çoğunluğu elde etmesi kolay görünmektedir. Ancak küresel muhalefetin seçim çevrelerinde ortaya koyduğu topyekün dayanışma ciddi kayıplara yol açmaktadır. İşte bu sebeple bugüne kadar yaşanan “Brütüs” vakalarından da ders alınarak, oluşturulacak kadroların çok ince elenip sık dokunması hayati öneme haizdir. Adayların son derece donanımlı, dürüst, vizyon sahibi ve de sahip oldukları müspet özelliklerini oya tahvil edebilecek nitelikte olmasına özen gösterilmelidir. Genel seçimler bazında orta ve ileri yaş grubundaki seçmenler arasında oy geçişkenliği neredeyse sıfıra inmiştir. Saflar iyice netleşmiş ve kemikleşmiştir. Bu yüzden sonraki yazılarda da detaylandıracağımız gibi özellikle oy kullanma hakkını yeni elde etmiş veya elde edecek gençlerle çok iyi diyalog sağlanması gerektiğinin altını bir kez daha çizelim. Son viraja kadar kazasız belasız bir süreç dileğiyle… ağustos 2014 63 haberajanda Analiz Bir siyasî partinin başarısı, her şeyden önce sandığın ona ne kadar kucak açtığıyla alakalıdır. Her seferinde kendine sırt çeviren sandığa sinirlenip, kimi zaman onu “kırmaya”, kimi zaman aşağılamaya, yeri geldiğinde bir barbutçunun deli cesaretiyle gerçeklere kulak tıkayıp, yeri geldiğinde de onu tehdit etmeye kadar ileri gidecek bir siyasî parti veya partiler düşünülebilir mi? Bu gibi durumlara ülkemizin ne kadar aşina olduğu malumunuz ve mesele ise bunun kabullenilmemesinde… *** Islık çaldın, “Hasta değilim” dedin. “E bak sümüğün akıyor, üşütmüşsün!” dendiğinde “Hayır” dedin, “Turp gibiyim”. “Takatten de düştün bak!” diye ihtar çekildiğinde “Bana hiçbir şey olmaz!” diye cevap verdin. Ne zaman ki bir sendeledin, küçük bir ahını işitti yakın çevren. Ne zaman düştün, kalkıp koşmaya çalıştın. Bu böyle nasıl artarak devam etti, hatırlıyor musun? Şu an yoğun bakımdasın, komada. Azıcık araladın gözlerini, tüm doktorlar kulağına sesleniyor: “Potasyumun çok yüksek; acilen diyalize almalıyız seni!.. Kan değişimi lazım!..” Bunları işitiyorsun, peki idrak edebiliyor musun? 64 ağustos 2014 Orhan Rufat Karagöl orkaragol.ajanda@gmail.com YOĞUN B H ASTANENİN soğuk ve ürperti veren koridorlarından birinde, yoğun bakım ünitesinin önünde kaleme alıyorum bu yazıyı. Babamız yoğun bakımda. Allah’a şükür, güzel haberler aldık ve içimiz bir nebze rahatladı. Tüm hastalara Allah’tan şifa diliyorum bu vesileyle… >> İnsan zihni çok karmaşık ve enteresan bir yapıya sahip. Hiç olmayacak yerlerde, olmayacak düşünceler gelebiliyor aklınıza bazen. Ne bileyim, tırnağınıza bakarken ebru sanatı, bir kuşu izlerken formika ya da öksürdüğünüzde Afrika dağ aslanları gibi hızı ve ilintisi zihninize özel pek çok şey düşünebilirsiniz. Doktordan babamızın iyi olduğu bilgisini aldıktan sonra, tıpkı bunun gibi düşüncelerle sabaha kadar desen izlediğim şu koridorda, “yoğun bakım” dediğimde aklıma ilk gelen şey “muhalefet” oldu. Biri geldi de kulağıma fısıldadı sanki. O kadar netti ki şöyleydi: “Yoğunbakımmuhalefet!” Arada çok kısa bir es bile olmadı. Üstelik ilk bahsettiğim örneklerdeki gibi dolambaçlı yolları da seçmedi zihin; doğrudan ve en kestirme şekilde “muhalefet” dedi. Hastanın tedaviyi kabul etmesi ya da bilinci yerinde de- ğilse aklı başında bir yakınının doktorun söylediklerini onaylaması tedavide ilk kuraldır. Rahatsızlıktan ötürü doktora gidilir, muayene olunur, gerekli tetkikler yapılır, teşhis konur ve tedavi sürecine başlanarak reçeteye uyulur. Hani derler ya “Aklın yolu bir”, işte bu düstur bazen değişebiliyor ülkemizde; aklın yolu iki olabiliyor bazen, hatta bundan çok çok öte… Bakınız efendim muhalefetin haline! Rahatsızlığını kabul etmeyen bir hasta, bu hastanın hem yakın çevresi ve sevdiklerine, hem de konu komşuya çektirdiği sayısız zahmet, eziyet… Tedaviyi kabul etmeyen buhranlı bir psikolojinin iniltisi, bağırtısı, zırıltısı, halinin sirayeti, garezi ve onca sinir harbi... Doktora görünmek lazım Önümüze gelen hastanın durumunu akademik bir dille anlattığımızda, onun hastalığını edebî bir şekilde ele aldığımız- da, cümlelerimizi en nadide ve damıtılmış sözcüklerden seçtiğimizde bu hastanın durumu değişir mi? Hasta hastadır ve en kısa sürede doktora görünmesi gerekir. Bunu neden mi söylüyorum? Türkiye’deki pek çok olayı akıl tutulması olarak görmek mümkün ki bu sebeple bazı şeylere çok da şaşırmamalı. Mesela onlarca kerli ferli adamın baştan aşağı her taraflarından başarısızlık akan bir muhalefeti başarılı addetmesi ya da konu hezimete geldiğinde lafı dolandırması… Bunun bir adı var aslında: “Possitive Illusion”… Kısaca “kendi kendini kandırma” veya “olumlu yanılsama”... Ne oldu şimdi böyle dediğimizde, durumda herhangi bir değişiklik var mı? Yok!.. Bir siyasî partinin başarısı, her şeyden önce sandığın ona ne kadar kucak açtığıyla alakalıdır. Her seferinde kendine sırt çeviren sandığa sinirlenip, kimi zaman onu “kırmaya”, kimi zaman aşağılamaya, yeri geldiğinde bir barbutçunun deli cesaretiyle gerçeklere kulak tıkayıp, yeri geldiğinde de onu tehdit etmeye kadar ileri gidecek bir siyasî parti veya partiler düşünülebilir mi? Bu gibi durumlara ülkemizin ne kadar aşina olduğu malumunuz ve mesele ise bunun kabullenilmemesinde… AKIM 84 yaşındaki babamızı hastaneye kaldırdık ve sadece gözlerini kapatıp dua etti. Onun adına ne yapılması gerekiyorsa biz onay verdik. Ne bir itiraz, ne bir bağırış, ne kötü bir söz, ne bir sinir... Şimdi düşünüyorum da bu millet çok özverili. Zira bu kadar hafife alınmaya, sözlerinin dinlenilmemesine, bile bile sadece kuru bir inat uğruna insanlara yüksekten bakmaya bile özverili… Hoş, diğer taraf için bunun bir sakıncası var mı? Tam zıttı; fakat ortak akıl her zaman der ki, “Yapıcı muhalefet, fikir zenginliği, tam demokrasi ve refah Türkiye”. Yıllarca bu akıl tutulmalarından bahsetti Sayın Başbakan, “Yıkıcı değil, yapıcı olun” dedi. Hem öyle olunduğunda ne olacak? Sen de başarı kazanacaksın. Ne kadar yalın konuşuyoruz değil mi? Ne kadar basit ve anlaşılır… Haydi onu, bunu veya şunu düşünmüyorsun, bari kendini düşün! Sen sağlıklı olursan, kendin kazanacağın gibi ülke de kazanır. Bak, hezimet üzerine hezimet! Nereye kadar? Kendi tabanın bile kayıp gidiyor avuçlarının içinden ve ayakta duramıyor, sallanıyorsun. En başından bu yana böyleydi tüm konuşmalar, hatırlayın! Sana baban dedi, anan dedi, kardeşlerin söyledi “Bu şekilde olmaz, hastalanıyorsun” diye. İyice düşün! Islık çaldın, “Hasta değilim” dedin. “E bak sümüğün akıyor, üşütmüşsün!” dendiğinde “Hayır” dedin, “Turp gibiyim”. “Takatten de düştün bak!” diye ihtar çekildiğinde “Bana hiçbir şey olmaz!” diye cevap verdin. Ne zaman ki bir sendeledin, küçük bir ahını işitti yakın çevren. Ne zaman düştün, kalkıp koşmaya çalıştın. Bu böyle nasıl artarak devam etti, hatırlıyor musun? Şu an yoğun bakımdasın, komada. Azıcık araladın gözlerini, tüm doktorlar kulağına sesleniyor: “Potasyumun çok yüksek; acilen diyalize almalıyız seni!.. Kan değişimi lazım!..” Bunları işitiyorsun, peki idrak edebiliyor musun? İdrak edip edemediğine önce doktorların, yani çevrendeki ortak akıl, sonra da yakınların karar verecek. Şu ana kadar yeterince çektin. Gerçekleri her reddedişinde acılar içinde kıvrandın. Zindeliğini belki de çok yararlı işlere kullanacak pek çok kimseyi, genç insanları kendinle birlikte acılara ve buhrana sürükledin. Toplu Pos- sitive Illusion ritüelleri düzenledin. Fakat bak, şimdi sedyedesin! Bu projektörler pek de iyi anlam taşımıyor. Kulak ver sana konuşan seslere, onları dinle; daha çok germe, daha çok gerilme; az rahat ol ve kendini doktorların kollarına bırak, tevekkül et! Sonuçları bilmek için müneccim olmaya gerek yok gerçi, yani nihai kararına yönelik bir kestirmede bulunmak... 84 yaşındaki babamızı hastaneye kaldırdık ve sadece gözlerini kapatıp dua etti. Onun adına ne yapılması gerekiyorsa biz onay verdik. Ne bir itiraz, ne bir bağırış, ne kötü bir söz, ne bir sinir... Şimdi düşünüyorum da bu millet çok özverili. Zira bu kadar hafife alınmaya, sözlerinin dinlenilmemesine, bile bile sadece kuru bir inat uğruna insanlara yüksekten bakmaya bile özverili… İnsan, babası olsa şöyle bir duraksar ve düşünür; sağından soluna, yukarıdan aşağıya büyük bir millete sahibiz vesselam… Allah tüm hastalara şifa versin… ağustos 2014 65 haberajanda Siyaset Mehmet Ziya Üsküdarlı mzuskudarli.ajanda@gmail.com >> Ya diğer taraf? Bu hususta Hüseyin Çelik “mahalle kabadayısı” gibi bir terim istimâl etti. Ayni kanaatte değilim. Diğer taraf, bu seçimin fevkalâde enteresan olmasını temin eden ilk sebeb, zira... Binaenaleyh, seçimin bizi son derece tahzîz ve tesrîr eden mâlûm netîcesine değil, bu raddede enteresan olmasının sebebine bakalım biraz. Ne seçim ama! N E kadar enteresan bir seçim oldu değil mi? “Seçim işte, neresi enteresan bunun?’ demeyin. Bakın, neden demeyin?! Netîcesi ile bidâyeti bu raddede merbut bir seçim pek az bulunur. Nasıl mı? Şöyle: Çok sevdiğim Hüseyin Çelik Bey’in o enfes tâbiriyle, “bir tarafta cihan pehlivanı…”. bayrakları mavi-beyaz renkteki iki devletin kaderini de alâkadar ediyor. Avrupa’nın istikbalini, Rusya’nın plan ve projelerini son derece alâkadar ediyor. Diğer tarafı tahlil ile başlayalım, işrah edelim: Sol görüşü temsil eden osyalist parti, milliyetçi görüşü temsil eden MHP, etnik bir yapıyı temsil eden Selahattin Bey... Sanki balığı kılçıklarından ayıklamak gibi… Öyle ki, Tayyib Bey’e rey veren yüzde 52 vatandaş, solcu değil. Etnik yapıya dayalı milliyetçi de değil. Etnik tefrik isteyen bir yapıya gönül verenler de değil. Seçim neticesi sanki ele-güne bir mesaj vasfını taşıyor. Rusya deyince buraya bir işaret düşelim. Çok yüksek alâkayı hak eden bir komşumuz. İkimizin de imparatorluk dönemimize ait haritaya bir bakın… Başı kuzey-batı, kuyruğu güney-doğu istikametinde olan muazzam bir ta’yîrin iki kanadı gibi… Bu Memleket’in ekserîsi muh-sîndir. “Ve Allah muhsîn olanlarla beraberdir.” (An Nahl 128) Tayyib Bey’e rey vermeyenler muhsîn değildir demiyorum. Onlar, ciddî bir kavşakta önlerini göremeyen şoförlere benziyorlar. Şimdi Tayyib Bey’in arkasında bu milletin yüzde 52’si duvar gibi duruyor. Geriye kalan yüzde 48 de karşısında değil. Tayyib Bey’in hakikaten karşısında olanlar çatı adayına oy verenler. İşte seçimi bu raddede enteresan kılan unsur burada yatıyor: Tayyib Bey’i istemeyen seçmen kesimi yüzde 38’den fazla değil. Seçim o raddede ayrıştırmacı bir seçim ki, yüzde 52 sarahaten Tayyib Bey’in yanında, yüzde 38 sarahaten karşısında, takriben yüzde 10 da potansiyel destekçi. Bunu böylece bizim gördüğümüz gibi, “el-gün” de görmekte. Putin, Obama, Merkel, vs. herkes durumu anlamakta. Bu seçim Türk milletinin profilini en güzel şekliyle çiziyor. Artık bu profile muğayir ne darbe, ne hile, ne de desîse yapılabilir. 66 ağustos 2014 Bundan sonra daha dikkatle bakıp görecekler. Onlar da zamanla muhsîn olacaklar. Şimdi Tayyib Bey’in arkasında bu milletin yüzde 52’si duvar gibi duruyor. Geriye kalan yüzde 48 de karşısında değil. Tayyib Bey’in hakikaten karşısında olanlar çatı adayına oy verenler. İşte seçimi bu raddede enteresan kılan unsur burada yatıyor: Tayyib Bey’i istemeyen seçmen kesimi yüzde 38’den fazla değil. Seçim o raddede ayrıştırmacı bir seçim ki, yüzde 52 sarahaten Tayyib Bey’in yanında, yüzde 38 sarahaten karşısında, takriben yüzde 10 da potansiyel destekçi. Bunu böylece bizim gördüğümüz gibi, “el-gün” de görmekte. Putin, Obama, Merkel, vs. herkes durumu anlamakta. Bu seçim Türk milletinin profilini en güzel şekliyle çiziyor. Artık bu profile muğayir ne darbe, ne hile, ne de desîse yapılabilir. Yenilenen Türkiye sadece biz Türk vatandaşlarını değil, komşularımız ve dünya dengelerini de alâkadar ediyor. Yeni Türkiye, ümmeti, Filistin’i, Suriye’yi, Irak’ı, Lübnan’ı ve tüm Arab devletlerini alâkadar ediyor. Tamamen etnik ve dînî temeller üzerine oturtulmuş, Bu muazzam kuş kanatlarını senkronize bir beraberlik içerisinde muharrik olursa, kuşun menzili bazılarının hayal edebilecekleri hudutları rahatlıkla mürûr eder. Birbirimize zaten çok benziyoruz. Alman’a, Fransız’a benzeme iştiyâkinden vaz geçelim artık.Teşbihde hata yapmayalım, Putin’le Medvedev arasındaki vazîfe tebeddülüne müşâbih bir durum bizde de yaşanacak. Ve’lhasıl her iki devlet birbirini ikmâl ve itmâm etmeye fevkalâde müsâit vaziyettedirler. Ayrıca bu seçimde Tayyib Bey’in gösterdiği performans, Putin’e de bir emsâl teşkil edebilir. Putin de Rusya’daki bazı “kılçıklardan” arınmak isteyebilir. Seçim netîcesine bizler çok sevinip, mesrûr olduk da; sevinmeyip, teessür içerisinde olanlar için yazayım; rahat olun. Bu devrin getireceği saadetten sizler de –kat’iyyen hak etmemiş dahi olsanız- müstefîd olacaksınız. Vazîfe ve mes’ûlîyyeti ile doğru orantılı olarak saadeti ve bereketi pek bol olan bu yeni devir, cümlemize hayırlı olsun. haberajanda Siyaset D OĞU, özellikle de Ortadoğu deyince sistemi olmayan ve kukla vazifesi gören kişiler vasıtasıyla işleyen bir yapı çıkar karşımıza. Batı denildiğinde ise; orada her şeyine bir sistem aracılığı ile hayat vermiş olan bir yapı mevcuttur. Onlar için önemli olan şey sadece çıkarlardır. İlk önce çıkarlarını belirlerler, daha Ahmet Sağlam ahmetsaglam.ajanda@gmail.com sonra bunu hayata geçirebilecekleri sistemi dizayn ederek dünyaya o sistemi entegre ederler. Daha önce kurdukları sistemler de, şimdiki mevcut sistemleri de insanların duygusal olarak harekete geçmelerini sağladığı için, insanlar bu sistemler uğruna hiç düşünmeden canlarını verebilmektedirler. İnsanları birbirine düşürme üzerine kurulu olan bu sistemde mücadeleler, kimi zaman işçi hareketleri şeklinde, kimi zaman milliyetçilik şeklinde, kimi zaman da mezhepsel şekilde yaşanmıştır. Bu mücadelelerde yıllarını ve yakınlarını kaybedenlerse, emperyalist ve sömürgeci senaristlerin yazdığı bir oyunun içerisinde sadece birer figüran vazifesi gördüklerini çok sonraları anlamışlardır. Günümüzde ise farklı bir sisteme doğru gidildiğini görmekteyiz. Bu sistemde, artık işin içinde devletler kadar şirketler de yer alıyor. Yani artık sömürgecilerin, sömürülebilir topraklar olarak baktığı Ortadoğu gibi bölgelerde sadece sömürgeci devletlerin bağlantılarını, istediklerini, yakın oldukları grupları tespit etmek yeterli olmuyor. Bununla beraber, artık bölgede var olan şirketlerin de stratejilerini hesap etmek, onlara Biz, zulme susanı değil, aslan gibi kükreyeni sevdik BİZ, artık kurulan düzenin içerisinde denge kurmak istemiyoruz. Bizim istediğimiz, dengesizlik üzerine kurulu olan günümüz dengesini yıkarak, yerine dünya barışını tesis edecek olan bir sistem inşa etmektir. Bu hedefi ne yapıp yapıp gerçekleştirmek zorundayız. Bu yüzden kusura bakmayın Sayın İhsanoğlu! Sizin gibi düşünenler, artık bize hata yapma şansı bırakmadılar… yönelik de bir denge planı hayata geçirmek gerekiyor. Bu sistemin herkes tarafından kesin olarak bilinen özelliği, eğer oyuna gelir ve savaşı kaybeder de bu güçler tarafından sömürülme durumuna getirilirseniz, bu noktadan sonra kimse gözünüzün yaşına bakmaz. Devletimizin arka bahçesine bir göz gezdirecek olursak eğer, neredeyse bu hezimete uğramayan bir devletin kalmadığını görebiliriz. O devletlerin her biri, bizim için hem kültürel olarak, hem de ekonomik olarak -özellikle de sınır komşuluğu bağlamında- temas ettiğimiz devletlerdir. Bundan dolayı bizler, hem İslam’ın gereği olarak, hem insanlık vazifesi bağlamında, hem de Türkiye’nin stratejik çıkarları açısından bu devletleri sömürgecilerin pençelerinden bir şekilde kurtarmanın yolunu bulmalıyız. CHP ve MHP’nin Ortak Cumhurbaşkanı adayımız” diyerek açıkladıkları Ekmeleddin İhsanoğlu, zulme maruz kalan halklara karşı bu kadar duyarlı olunmaması gerektiğini ve ülke olarak tarafsız kalınmasının lazım geldiğini söylüyormuş. Tabiî ki ülkemizi de bu Kimin ağzıyla konuşuluyor hassas terazide zarara böyle? uğratmadan bu meziyeti ortaya koyabilmek için, gerçekten dengeleri insanüstü bir gayretle okuyabilmemiz ve bölgede at koşturan tüm devletlerin, şirketlerin ve nüfuslu ailelerin hamlelerini iyi tespit etmemiz gerekiyor. Sonrasında da bu büyük sömürgeci güçlerin her birine müdahalede bulunacak güce sahip olmadığımız için güç sahibi şirketleri ve aileleri de unutmadan ve aralarındaki dengeleri kullanarak, gerçekleştirecekleri bir sonraki hamlenin önüne geçmeye çalışmalıyız. CHP ve MHP’nin “Ortak Cumhurbaşkanı adayımız” diyerek açıkladıkları Ekmeleddin İhsanoğlu, zulme maruz kalan halklara karşı bu kadar duyarlı olunmaması gerektiğini ve ülke olarak tarafsız kalınmasının lazım geldiğini söylüyormuş. Kimin ağzıyla konuşuluyor böyle? Bu sözü söyleyenler seçimi kazanmış olsalardı devleti böyle mi yöneteceklerdi? Aslında milletimin oldum olası istediği, ülkesi ve Ümmet-i Muhammed için dik durabilecek bir başbakan ve cumhurbaşkanıydı. Bu millet, kardeşi Ramazan ayında zor durumdayken rahat rahat “Filistin konusunda tarafsız kalmalıydık” diyene oy vermez. Bu millet için, hayatından daha fazla önem teşkil eden yüce kitabı Kur’an-ı Kerim hakkında “Arap edebiyatının en büyük eseridir” diyene bir gün gelir öyle bir tokat atar ki, o tokatın sesi, İslam İşbirliği Teşkilatı Genel Sekreteri iken tam bir diyalogcu zihniyetle ziyaret edilen Papa’nın odasında yankılanır. Biz, artık kurulan düzenin içerisinde denge kurmak istemiyoruz. Bizim istediğimiz, dengesizlik üzerine kurulu olan günümüz dengesini yıkarak, yerine dünya barışını tesis edecek olan bir sistem inşa etmektir. Bu hedefi ne yapıp yapıp gerçekleştirmek zorundayız. Bu yüzden kusura bakmayın Sayın İhsanoğlu! Sizin gibi düşünenler, artık bize hata yapma şansı bırakmadılar… ağustos 2014 67 haberajanda Analiz Ağustos sıcağında yeni Gül’ün ikinci yol a Ayraç S İYASÎ okumalar birer “ayraç” desteğiyle kuruludurlar. Siyasî yorumlar ise “ayrıntı” parkurunda koşuştururlar. Ayraç ve ayrıntı sözlüğünden devşirilmiş unutulmaz replikler bile vardır: “Müslümanlığını parantez içine alacaksın; söz konusu olan laiklik ise...” veya “Şeytan(ca siyaset) ayrıntıda gizlidir” ya da “Söz konusu … ise gerisi teferruattır” gibi… >> Ayraç, “Nerede kalmıştık?” sorusu ve eş anlamı olan parantez açma ile bir “şerh düşme” tekniğidir. Pratik kullanımında ise “devam etmek için hatırlatma noktasına işaret bırakma” nesnesi kılmak vardır ayraçta. En şöhretli nesnel ayraç, kitap ayracıdır. Bu bağlamda bazı kitaplar da tanıklık ettiği ve not düştüğü tarihin ayracı işlevini görmektedir. Mesela Sevgili Ağabeyimiz Yavuz Selim’in “Gülün Adı” ve “Yol AyrımıMilli Görüş Hareketindeki Ayrışmanın Perde Arkası” adlı eserleri tarihî birer ayraç hükmündedirler. Milli Görüş’ün içinde (gelişen) “yenilik hareketi” ve “değişimin adresi” olarak ortaya çıkan bir oluşum, Erbakan liderliğindeki Millî Görüş çizgisinden ayrılıp kendi yolunu çizerken, ilk hamlesini Erbakan destekli Recai Kutan’a karşı Abdullah Gül’ü aday göstermekle yapmıştı. Genel kongrede başkanlığı Recai Kutan kazanmış, ancak yollarını ayıran hareket içindeki “kurucu ekip” AK Parti’yi meydana getirmiş ve “kurucu lider” olarak Recep Tayyip Erdoğan’ı benimsemişti. Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki AK Parti, sadece Milli Görüş çizgisi içinde yenilenerek kendini aşmamış, aynı zamanda Türkiye’ye getirdiği yeniliklerle ülkenin ve toplumun çok şeyde kendini aşmasına liderlik etmiştir. 68 ağustos 2014 Bir olasılıklar korelasyonu AK Parti’nin 12 yıllık iktidarında Abdullah Gül ve Recep Tayyip Erdoğan, “siyaset ikizi” ahlakında ve ülkeyi önceleyen “siyasî zekâ” örneklemeleriyle her aşama ve rakımda siyasî makamları tattı. İkisi de hem başbakan, hem de cumhurbaşkanı oldular. Öyle ki, neredeyse “güç gösterisi” ve “kalıcı liderlik” noktasında -ikisi dışında- rakip kalmadı. Bir anlamda Erdoğan ve Gül, 10 Ağustos itibariyle sadece kendileriyle yüzleşecek bir aşamaya, -kutlu bir sözden mülhem- “küçük cihattan dönmüş, asıl büyük cihat aşamasına” geçmişlerdir. “Erdoğan’sız Türkiye” projesini sonuçlandıramayan çevreler için tek umut ve B planı, “Erdoğan’sız AK Parti” yapılandırmasını gerçekleştirmek. Bu noktada AK Parti’nin en güçlü fakat bir o kadar da en yumuşak karnı Abdullah Gül’dür. Abdullah Gül üzerinden adeta tarihe bir tekerrür yaşatmak istenircesine, “Gül’ün ikinci yol ayrımı”nın kötü niyet taşlarını döşemek isteyenler, siyasî taşları yol kenarına depolamaya başlamışlardır. Peki, başbakan ve cumhurbaşkanı olmuş Gül’ün bu saatten sonra “Erdoğan’sız AK Parti” hesabı yapanlara prim vermesi, indirekt katkı koyması, yumuşak dokuda enfeksiyon kaptırması veya AK Parti’nin “kurucu eş başkanı” eşiği oluşturarak siyasî gelece- Servet Hocaoğulları servethocaogullari.ajanda@gmail.com Türkiye yırımı ğinin çıtasını zirvede tutmak istemesinden kaynaklı zaaflar göstermesi olası mıdır? Doğrusu bu “olasılık” vurgusu da kendi içinde “olası”dır. Çünkü Erdoğan-Gül karşıtlığı, parti içinde olasılığı ne kadar düşük de olsa siyasî sonuçları itibariyle aynı kapıya çıkacak bir başka alanda mümkün. Bu kapı aralığından Erdoğan’ı istemeyenlerin girmesiyle bir operasyon gerçekleştireceklerinin ortaya bir “kapı” çıkarma olasılığı da oldukça yüksektir. Bu olasılığın katalizör görevi gören iki “madde”si var: Parlamenter sistem ve paralel yapı… Katalizör etkimelerinde siyaset besleme Parlamenter sistem var oldukça hükümetin lideri “başbakan”dır ve bu bağlamda Cumhurbaşkanımız Erdoğan sonrası bakanlara başkanlık, hükümete de liderlik edecek ve tabiî ki toplum tarafından da Erdoğan sonrası boşluğu dolduracağına ikna olunacak güçte etki taşıyan adaylar noktasındaki en güçlü isimlerden biri, 11. Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül’dür. Bu arada Sayın Gül’ün etkisini çoğaltan bazı etmenler de vardı: Üç dönem kuralı gereği hükümette yer alamayacak AK Partili kurmayların çokluğu ve de -2015 seçimine kadar bir anlamda “vekil başbakan” çapında kalacak alternatif isimler çok olsa da- 2015 sonrası başbakan olacak kişinin parlamenter sistem gereği güçlü başbakan olma zorunluluğu… (Bu arada Abdullah Gül için üç dönem kuralı olmadığına dikkat edelim.) Ancak tüm bu avantajlarına rağmen Abdullah Gül seçeneğini “kırılgan” yapan bir yol ayrımı var: Başkanlık sistemi… Gül ve Erdoğan arasında “olası” ve “mümkün” gerilim bandı, bu sistem değişikliği ta- lebi sebebiyle “kırılma” yaşatabilir. Aslında yol ayrımı da buradadır, yani parlamenter sistem ile başkanlık sistemi açmazında. Gül seçeneği, “genel başkan” ve “başbakan” noktasında değil, parti içinde başlayacak/başlatılacak sistem tartışmaları ile ayrışmanın enerjisi ve daha sonra ülke ölçeğinde “parlamenter sistem bloğu” projesinin doğal ve güçlü lideri olma olasılığıdır veya bu anlamda bir liderlik için davet edilmesidir. Parlamenter sistemi savunanlar -savunuyorsa eğer Sayın Gül- için parlamenter sistemi kaçınılmaz bir yol ayrımı beklemektedir, Erdoğan ve Gül için yollarını sistem tartışması üzerinden ayırma olasılığı daha yüksek… Bu ayrılış, ne bir AK Parti bölünmesi, ne de kişisel Erdoğan-Gül çatışması ekseninde yürüyecektir. Hatta belki bu tercih farkını Erdoğan-Gül üzerinden yapmak, hem AK Parti’yi, hem de Türkiye’yi güçlendirecektir. Gül AK Parti’nin mi lideri olur, yoksa… Peki, Sayın Gül parlamenter sistemi savunanların lideri olmayı hesaplıyor mudur? Parlamenter sistemi korumak isteyenler (bu arada yeni anayasa yazılmadan bu koruma sadece “statükoyu korumak” anlamına gelir) Gül’ün liderliğinde buluşurlar mı? Gül bunu ister mi, ima eder mi, organize eder mi? Bence şartlar oluşursa -kendisinin bunu organize etmediğini, partilerin ve halkın bunu talep ettiğini gösterebilirse- Sayın Gül bu liderliğe soyunabilir. Bu liderlik sadece AK Parti içinde bir statü ile değil, farklı yollarla da olsa üstlenilecek bir roldür. Sonuçta hiçbir aşamada Sayın Erdoğan’la asla kişisel bir kavga ve kamplaşmaya girişmeyecektir. Çünkü Gül’ün Sayın Erdoğan’la ilişkisinde “lider” sayılması ve siyasî geleceğini Erdoğan’ın gölgesinde kalmadan yürütebilmesi için tek imkân ve şans vardır: Parlamenter sistemi savunmak… Erdoğan ile Gül’ü eski Türkiye dönemindeki gibi kardeş, yoldaş ve siyasî adaş kılacak tek güvence, birlikte ya parlamenter sistem ya da başkanlık sistemine inanmak ve aynı sistem için yola koyulmaktır. Ancak Erdoğan ile Gül arasında bir sistem farkının varlığı ve bu farkı değerlendirecek güçlerin lideri pozisyonlandırıcı hamleleri ise ortaya bir yol ayrımı çıkarabilir. Sayın Gül’ün tecrübesi şu ufku gösteriyordur: Toplumun önüne “Erdoğan mı, ben mi?” diye bir teklifle gitmenin sonucu bellidir. Fakat “Ben parlamenter sistemden yanayım, kadim dostum ve siyasî ikizimse başkanlıktan yana. Siz ne diyorsunuz?” diye yönelirse, Sayın Gül eski Türkiye’nin çatı adayı olur. Üstelik temeli sağlam duvarları olan bir aday olur. Sonuç ise iki taraf için de sürpriz olabilir. Özün sözü Sayın Gül’ün parlamenter sistemi savunmak ve bu sistemin lideri olmak gibi (isteyebilir veya teklif edildiğini ileri sürüp “Görevden kaçılmaz” gerekçesine sığınabilir) bir pozisyona girmesi, düşmesi ve itilmesi halinde Erdoğan’la yollarını sistem üzerinden ayırması, meşru, doğal ve hatta Türkiye için faydalıdır. Bu yolu seçtiğinde çözüm ve hedefleri için AK Parti’yi bir “araç” olarak kullanmak isterse tartışma “sistem” üzere gitmeyecek, aksine parti içi kırılma ile sonuçlanacaktır. Üstelik Sayın Gül, Erdoğan ve dahası parti ve ülke “sadece kaybedecektir”. Türkiye’deki şartlar bir sistem tartışması içine düşerse ve parlamenter sistemi Gül, başkanlık sistemini de Erdoğan savunursa, hem de bu tartışma Erdoğan-Gül isimleri üzerinden yürürse hem AK Parti, hem tüm partiler, hem de ülke ve toplum her aşamada kazanacaktır. Türkiye’nin sistem tartışması içinde “kazan kazan” politikası için Sayın Gül’ü parlamenter sistemin lideri görmek isteyenler olabilir, hatta Sayın Gül de buna sıcak bakabilir. Ancak Sayın Gül, bu seçeneği AK Parti içinden değil, başka bir formül bularak değerlendirmelidir. Aksi halde Erdoğan, Sayın Gül’ün başbakan ve cumhurbaşkanı olmasındaki payından çok, Türkiye’yi başkanlık sisteminden mahrum eden eski Türkiye’nin son mohikanı olarak anılacaktır. Nitekim müstakbel AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan olarak Sayın Ahmet Davutoğlu’nun tercih edilmesi de “sistem” tartışması dışında Gül’e seçenek bırakmamıştır. Sayın Gül üzerinden hiçbir ima, tartışma ve yorum yapılmamasını beklemekse sadece bir “vefa” arzusudur; değilse, -kişiselleştirmeksizin- en yüksek perdeden analizlerde bulunmak hem Sayın Gül’ün, hem de Erdoğan’ın olgunlukla karşılayacağı zenginlik getiren istişare parkurudur. Bu arada yazının ve sözün özü kayboluyordu neredeyse: Sahi, Sayın Gül parlamenter sistem yanlısı mı? ağustos 2014 69 haberajanda Strateji Fatma Şura Bahsi fatmasurabahsi.ajanda@gmail.com >> Esasında yeni bir dönemden ziyade, mevcut dinamiklerin devamlılığını koruduğunu, başka bir deyişle 2002 yılından itibaren oluşturulmaya çalışılan istikrarın devamının sağlandığını söyleyebiliriz. Bu bağlamda Erdoğan liderliğindeki AK Parti’nin 2023 vizyonu, yani gelecek yüzyılın stratejisine doğru adım adım ilerleme fırsatı doğdu. Cumhurbaşkanı olarak Erdoğan ve yeni yüzyıl stratejisi T ÜRKİYE, 10 Ağustos Pazar günü, ilk kez cumhurbaşkanını seçmek üzere sandığa gitti. Seçim sürecinin tamamlanmasının ardından Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, yüzde 51,79 oyla Türkiye’nin 12. Cumhurbaşkanı oldu. Böylelikle Türkiye, yeni bir siyasal sürecin içerisine girmiş oldu. Bu yazımızda AK Parti’nin 2023 vizyonu ve bu vizyona Cumhurbaşkanı olarak Erdoğan’ın etkisini analiz etmeye çalışacağız. Türkiye, AK Parti iktidarı ile beraber, 2002 tarihinden bugüne kadar güçlenen ekonomik verileri, toplumsal huzur ve barışı ve adaleti temin eden politikalarıyla gerek ulusal, gerekse uluslararası düzeyde güven ve istikrar tesis etmektedir. Bununla birlikte AK Parti iktidarının toplumsal ve ekonomik bağlamda gerçekleştirdiği reformlar, demokrasinin tesisi ve sağladığı toplumsal refah düzeyi ile bilhassa bölgesindeki Müslüman ülkeler için Türkiye, muhafazakâr modernleşme ve demokrasinin örneği olmuştur. Yine bölgesindeki ülkelerle arasında bulunan tarihsel, kültürel ve dinsel bağlar Türkiye’nin coğrafyasındaki etkisini arttırmış, Kafkaslar, Ortadoğu, Balkanlar ve Orta Asya’yı birleştirici bir güç olmasını sağlamış, yine bu tarihsel ve kültürel zenginliği, jeopolitik konumu, ekonomik dinamizmi ve nüfus potansiyeli gibi dinamikleri sayesinde uluslararası anlamda da Türkiye’nin yükselen bir güç olmasına olumlu manada etki etmiştir. Türkiye’nin söz konusu bu gücünü koruyarak gelecek yüzyılda da büyük Gerek iç, gerekse de dış politikada sağladığı istikrarlı ve güçlü duruşu, Türkiye’nin 2023 hedefine ulaşmasına katkı sağlayacaktır. 70 ağustos 2014 küresel düzeyde bir güç haline gelmesi, devletin en tepe noktasındaki Cumhurbaşkan’ın liderliği ile gerçekleşmesi mümkündür. Cumhurbaşkanı Erdoğan liderliğindeki 10 küsür yıllık iktidar, AB, ABD, Ortadoğu, Balkanlar, Rusya, Kafkaslar, Latin Amerika, Orta Asya, Afrika, Doğu ve Güneydoğu Asya’da birçok başarılı politikalara imza atarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin adının yücelmesine vesile olmuştur. bir güç olarak uluslararası düzeyde varlığını devam ettirmesini sağlamak amacıyla Erdoğan önderliğinde AK Parti tarafından yeni bir muasırlaşma projesi ortaya atılmış, Cumhuriyet’in kuruluşunun 100. yılında bu hedefi hayata geçirmek hedeflenmiştir. Vizyon 2023, Türkiye Cumhuriyeti’nin istikrarlı, güvenli, çağdaş, bölgesel ve uluslararası düzeyde örnek bir ülke konumuna ulaşmasını hedefleyen, çok bileşenli ve bütüncül bir projedir. Bu projenin hayata geçirilebilmesi için etkin ve güçlü iktidarlara ihtiyaç olduğunu düşünmekteyim. Dolayısıyla iç politikada sağlanan istikrar, devlet politikalarının devamlılığını ve sürekliliğini sağlayacaktır. Bu durum ise hedeflenen amaca başarılı bir şekilde ulaşılmasına neden olacaktır. AK Parti’nin özellikle dış politikadaki güçlü duruşu, yapılan ekonomik ve demokratik reformları sadece Batı’ya entegre olmuş bir dış politika izlememesi, uluslararası ilişkilerinde etik değerleri önemsemesi, adalet, barış, insan hakları ve demokrasiyi ön planda tutması ve etkin ve çok yönlü aktif bir politika yürütmesiyle yapılan bütün eleştirilere rağmen istikrarlı bir dış politika duruşuna sahip olduğunu söyleyebiliriz. İşte gerek iç, gerekse de dış politikada sağladığı istikrarlı ve güçlü duruşu, Türkiye’nin 2023 hedefine ulaşmasına katkı sağlayacaktır. Hiç kuşkusuz Vizyon 2023’ün felsefî temelleri Erdoğan önderliğinde atılmıştır. Türkiye’nin şu an gelmiş olduğu konuma en büyük katkıyı şimdiye dek Başbakan ve AK Parti lideri olan Erdoğan yapmıştır. Cumhurbaşkanı seçilmesi ile beraber, görevde olduğu müddetçe 2023 hedefinin gerçekleştirilmesi için bütün kaynakları ve değerleri kullanacağından yana yine kendisinden şüphemiz yoktur. Bu bağlamda Türkiye’nin ekonomik, tarihsel, kültürel ve jeopolitik argümanlarını kullanarak var olan politik dinamizmi ile 12. Cumhurbaşkanı olarak Erdoğan’ın seçim sürecindeki söylemlerini de göz önünde bulundurduğumuzda, Türkiye’nin 2023 hedefine ulaşması için iktidarla koordineli bir şekilde çalışacağı aşikârdır. Bu bağlamda Erdoğan’ın, öncelikli olarak Çözüm Süreci’nin güçlendirilmesi, ekonomik anlamda Türkiye’nin dünyada ilk 10’lara taşınması, siyasal ve toplumsal normalleşme sağlanarak demokrasinin daha da geliştirilmesi, dış politikada bölgesi ile entegre olmuş yönlendirici ve düzen kurucu bir aktör olmasını sağlayacak politikalara imza atması beklenmektedir. İktidarın bu yönde izlediği politikalara destek vererek, 2023 yılında yeni bir Türkiye’nin doğmasına en büyük katkıyı Cumhurbaşkanı olarak Erdoğan yerine getirecektir. Sözlerimizi bitirirken seçim sonuçlarının ülkemize ve dünya halklarına hayırlı olmasını temenni ediyor, barış ve başarı diliyorum… haberajanda Siyaset C Aytekin Atasoyu aatasoyu.ajanda@gmail.com UMHURBAŞKANLIĞI seçim sonuçları bize gösterdi ki Türk siyasetinin ana problemi, siyasal iktidara karşı alternatif üreten, halka cazip gelebilecek politikalar ortaya koyan bir muhalefetin olmayışıdır. Bu noktada akla şu soru gelmektedir: Muhalefet, iktidara alternatif olabilecek politikaları neden üretemiyor? Bu soruya, bakış açısına göre çok farklı cevaplar verilebilir. Ama muhalefetin iktidara karşı alternatif üretemeyişinin ana nirengi noktalarından biri, muhalefet partilerinin kendi muhalefetlerini yaratamıyor olmasıdır. Türkiye’deki muhalefet partileri, kendi muhalefetlerini yaratamadığından hep muhalefette kalıyor ve iktidar karşısında çaresizleri oynuyorlar. Türkiye’de muhalefet partilerinin kendi muhalefetlerini etkinleştirememesi, parti içi iktidarların tutumlarının yanı sıra, ilgili parti içi muhalefet önderlerinin parti seçmeni ile kurduğu iletişimle de ilgilidir. Eğer parti içi muhalefet seçmenle pozitif iletişim kurabilirse parti dinamikleri taze kalmakta ve o dinamikler partiyi iktidara biraz daha yaklaştırmaktadır. Geçmişte bunun örneklerini Türkiye yaşadı. İsmet İnönü’ye muhalefet eden Bülent Ecevit ve arkadaşları CHP tabanıyla pozitif ilişkiler kurarak parti iktidarını elde ettiler ve çeyrek asra yakın bir zaman devam eden merkez sağ iktidarlarına son vererek siyasal iktidarı ele alabildiler. Yakın tarihte ise Fazilet Partisi içerisinde Recep Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül ve Bülent Arınç’tan oluşan yenilikçi kanat, Necmettin Erbakan gibi efsane bir isme rağmen Fazilet Partisi’nde parti içi muhalefeti oluşturdu. Fakat parti iktidarı yenilikçilere hayat hakkı tanımayınca yenilikçi kanat partiden ayrıldı. O yenilikçi kanat partiden ayrılmış olmasına rağmen, parti tabanıyla da pozitif ilişkiler geliştirdi. Muhalefet uyuyor, iktidar muhalefetinidoğuruyor CUMHURBAŞKANLIĞI seçiminin hemen sonrasında, AK Parti içerisinde parti içi bir muhalefetin ortaya çıkacağının işaretleri görülmektedir. Abdullah Gül’ün “Partiye dönüyorum” açıklamaları, Şamil Tayyar’ın bu açıklamaya karşı sert çıkışı, Genel Başkan Yardımcısı Salih Kapusuz’un Şamil Tayyar’a verdiği cevap, Bülent Arınç’ın yaşanan tartışmalara ilişkin kullandığı “yeni yetme” tabiri ve AK Parti’ye yakın köşe yazarlarının meseleyi ele alma biçimleri, Recep Tayyip Erdoğan sonrasında parti içerisinde bir muhalif hareketin oluşacağının işaretleri olarak okunabilir. Bunun sonucunda AK Parti iktidara geldi. Fazilet Partisi ve devamı olan Saadet Partisi ise Türk siyasal yaşamında etkisini kaybetti. Türkiye’de muhalefet parti kadroları, benzer örnekler sergileyemezlerse hep muhalefette kalacak ve siyasal iktidarı elde edip kendi politikalarını hayata geçirme şansı bulamayacaklardır. Bu noktada 12 yıldır siyasal iktidarı elinde bulunduran AK Parti’nin de kendi içinde bir muhalefetinin olmadığı akla gelebilir. “Geleceğe dair umudunu yitirenlere karşı geçmişin özlemlerini çağrıştıran söylemlerde bulunursanız, geleceğe dair umudunu yitirmiş olanların desteğini alabilirsiniz.” Devlet elitleri tarafından muhafazakâr seçmen tercihlerini tanımlamak için kullanılan bu açıklamayı tersine çeviren, hitap ettiği kitleyi edilgen bir konumdan çıkarıp siyasal ve sosyal alanda etkili bir özneye dönüştüren ve de 12 yıldır girdiği her seçimi kazanan bir partinin kendi muhalefetini yaratması zaten rasyonel bir beklenti olmaz. Fakat bu durum, AK Parti’nin parti içi muhalefetinin hiç olmayacağı anlamına da gelmez. Nitekim Cumhurbaşkanlığı seçiminin hemen sonrasında, AK Parti içerisinde parti içi bir muhalefetin ortaya çıkacağının işaretleri görülmektedir. Abdullah Gül’ün “Partiye dönüyorum” açıklamaları, Şamil Tayyar’ın bu açıklamaya karşı sert çıkışı, Genel Başkan Yardımcısı Salih Kapusuz’un Şamil Tayyar’a verdiği cevap, Bülent Arınç’ın yaşanan tartışmalara ilişkin kullandığı “yeni yetme” tabiri ve AK Parti’ye yakın köşe yazarlarının meseleyi ele alma biçimleri, Recep Tayyip Erdoğan sonrasında parti içerisinde bir muhalif hareketin oluşacağının işaretleri olarak okunabilir. Tabiî şu noktanın altını çizmekte fayda var. AK Parti içerisinde kendini hissettirmesi beklenen muhalif hareketin muhalefeti, AK Parti misyonuna karşı ilkesel bir muhalefet olmaktan çok, parti dinamiklerini taze tutma ve AK Parti iktidarını sonraki seçimlerde devamlı kılma adına yapılan bir muhalefettir. Bu tür bir muhalefet, parti içerisindeki aktörlerin değişmesine sebebiyet verse de son tahlilde AK Parti adına siyasal iktidarın devamını sağlayacaktır. Yani muhalefet partileri, AK Parti içerisinde yaşanması muhtemel tartışmalara çok da fazla heveslenmemelidir. Çünkü AK Parti’de oluşması muhtemel parti içi muhalefet, muhalefet partilerine değil, yine AK Parti’ye yarayacak ve diğer partiler yine muhalefette kalmaya devam edeceklerdir, ta ki kendi muhalefetlerini yaratıp seçmenle pozitif ilişkiler kurana dek. ağustos 2014 71 haberajanda Analiz Seçen mi seçer, seçilen mi M ERHABA Sevgili Haber Ajanda Okuyucuları! Seçimin hemen ertesinde çıkacak bu sayıda ilk yazımı yazmaya başlayınca, zihnimde uçuşan konulardan ilkini seçmeye karar verdim. Verdiğim karar mı konuyu seçtirdi, yoksa konu mu seçimimi belirledi bilinmez; bakalım neler dökülecek düşüncelerimin kaleminden… *** Çok köşeli paradigma gibidir seçimler. Seçmediğimiz anne babamıza doğarız. Seçmediğimiz isimleri ömür boyu taşırız. Seçtiğimizi sandığımız hayatlarımızı yaşarız. Seçtiğimiz eşlerimizle aynı geleceği kucaklarız. Okullara gideriz, belki gidemeyiz; lider olur yönetiriz, lider seçeriz, yönlendiririz. Seçimin kendisi ne kadar paradigmaysa, iç dünyamıza karşılık gelen duygularımız da bir o kadar karışıktır, farkında değiliz. “Seçilen” olmak, kişinin kendisinde, içinde bulunduğu toplumun şartlarına uygun vasıflar taşımasıyla ilgilidir. Size ait değerli ilkelerin olmasından ziyade, sanki edilgenliğe işaret eden bir duygu hissettirir insana. Diyelim ki iyisiniz, ancak içinde bulunduğunuz toplumda, sizdeki iyiliğin karşılığı yoksa seçilemezsiniz. Veya yeterince iyi değilsiniz; içinde bulunduğunuz toplumda sizdeki hasletlerin karşılığı varsa seçilirsiniz. 72 ağustos 2014 “Seçen olmak mı anlamlı, seçilen olmak mı kıymetli?” sorularının köşe kapmaca oynadığı günümüzde “Hiçbiri” şıkkını işaretlemekten kendimi alıkoyamıyorum. Zira “Şartlar ne olursa olsun kendini seçtirmek” şıkkının günlük literatürümüze girmesi gerektiğine inanıyorum. Aslına bakarsanız seçmek de, seçilmek de kolay, ancak kendini seçtirmek cidden zor... Çünkü “seçmek” için kendini tanımalı insan, ne istediğini bilmeli, beklentilerini belirlemeli, ihtiyaçları hakkında içgörü sahibi olmalı ve kendisinde olanı bilmenin verdiği bilinçle kendisinde ihtiyaç hissedileni yakalayıp o doğrultuda tercihler yapmalı. Bu düzenli şartlar altında neyi seçeceğini bilir insan; bilir ve seçer. “Seçilen” olmak, kişinin kendisinde, içinde bulunduğu toplumun şartlarına uygun Mehtap Kayaoğlu mehtapKayaoglu.ajanda@gmail.com seçtirir? vasıflar taşımasıyla ilgilidir. Size ait değerli ilkelerin olmasından ziyade, sanki edilgenliğe işaret eden bir duygu hissettirir insana. Diyelim ki iyisiniz, ancak içinde bulunduğunuz toplumda, sizdeki iyiliğin karşılığı yoksa seçilemezsiniz. Veya yeterince iyi değilsiniz; içinde bulunduğunuz toplumda sizdeki hasletlerin karşılığı varsa seçilirsiniz. Buraya kadar söylediklerime bakılırsa seçmek etkenliği, seçilmek edilgenliği temsil ediyor sanki. Seçimlerle yaşarken... Doğduğu dünyada her adımını seçimlerin belirlediği hayatlar yaşıyorsak eğer, etken veya edilgenliğin ötesinde üçüncü şıkkı oluşturarak yaşamanın gerekliliğine inanmalıyız: Kendini seçtirtmek... “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar” atasözünü sosyogenetik aktarımla günümüze getiren usullerimizi günümüz Türkiye’sinde dönüşüme uğratmamız gerektiğine inanmalıyız. Doğru söylemeliyiz ve kendimizi dokuz köyden kovdurmamalıyız üstelik ve bunu sağlayabilecek yöntemin “kendini seçtirtmek” kavramıyla bütünleştiğini göz ardı etmeden. Kendini seçtirtmek, kendini tanımakla muhatabını tanımak arasındaki inanılmaz dansa işaret ediyor bana göre. “Dans” diyorum, çünkü ruhla bedenin ahenk içinde senkronize oluşundaki duygusal geçiş seçenle seçilen arasında vücut buluyorsa, kişi kendisini seçtirtme yeteneğine sahip olmuş oluyor. Kim ne derse desin, kendini seçtirtmek ciddi bir yetenek bence. Bir sürü sanatçı var, niye hep “onu” dinliyorsunuz? Bir sürü yazar var, niye hep “onun” yazdıklarını merak ediyorsunuz? Bir sürü öğretmen var, niye ısrarla diğer çocuklarınızı da aynı kişi yetiş- tirsin istiyorsunuz? Bir sürü berber var, niye hep “onun” ilginç sohbetinden keyif alarak tıraş oluyorsunuz? Bir sürü doktor var, niye “onun” teşhislerine daha çok güveniyorsunuz? Bir sürü terapist var, niye hep “onun” cümleleriyle hayat kurmaya çalışıyorsunuz? Bir sürü yönetici var, niye hep başa o geçsin istiyorsunuz? Çünkü bazı insanlar, kendini seçtirtmek konusunda cidden yetenekli. Yaptıkları işin kumaşına uygun ruhsal yapılanmalarıyla verdikleri hizmeti bütünleştirebilen kişiler, şartlar ne olursa olsun kendilerini seçtirirler. Esprilerinde, kızmalarında, karşı tarafı kollayarak yaptıkları doğal davranışlarında hep kendilerini sevdirirler. İşin ilginç yanı, bunu kendilerini sevdirmek için yapmazlar da… Bakış açımız Kimse bozulmasın ama ülkemiz insanı eleştirel ve tamamen bilgisiz bir bakış açısıyla yetiştiriliyor. Son yıllarda yapılan eğitim reformları ve aile ile kadına yönelik düzenleme çalışmalarına rağmen –ki bu düzenlemelerin bazılarını mesleki olarak eleştireceğim ileriki yazılarımda- bu gerçek bir türlü değişmiyor. Neden böyle söylediğimi hemen açıklayayım... Diyelim ki yıllardır iyi duygular beklediğiniz ve iş ortaklığı yaptığınız bir arkadaşınız var. Bu kişiyle ilgili sorunlar yaşadınız ve nefret duyguları geliştirdiniz. Onunla ilgili olarak yıllardır aklınızda olanların dışında inanılmaz küçültücü hisler yaşıyorsunuz. Ona kızgınsınız, onun hayatınızdan çıkıp gitmesini istiyorsunuz; fakat diğer yandan onu düşünmekten bir türlü vazgeçemiyorsunuz. Allak bullak düşünceleriniz, size kendine kıyıcılık yaptırtacak kadar ilerleyebiliyor. Üstelik çevrenizdeki diğer güzel insanlar sizi teselli etmek için her şeyi yaptıkları halde. Bu gibi ruhsal zorlukların ardından gelen şey ister çöküntü/depresyon olsun ister intihar teşebbüsü, son kertede karşı tarafı cezalandırma ve onun iç dünyasında pişmanlık uyandırma isteği duygusuyla ortaya çıkar. “Aslında kimi cezalandırdığımız önemlidir” ilkesinin sembolik anlatımıdır bu olay. Çevrenize göz attığınızda, hatta cesaret edebiliyorsanız kendinize gözattağınızda, göreceksiniz ki buna benzer cezalandırmaları çok yaptınız, farklı nedenlerle midenizde ülser oluşturdunuz. Kimi zaman tansiyonunuzu yükselttiniz, travmalar yaşadınız veya aynı nedenle kanser olan yakınlarınızı ebedi uykularına gönderdiniz. Bunların tümünün hâlâ günlük pratiğimizde fazlasıyla yer alması, yaptığımız düzenleme çalışmalarının, eleştirel ve tamamen bilinçsiz yaşam tarzımızı henüz değiştiremediğini göstermektedir. Kendini seçtirtme yeteneğine sahip insan, muhatap olduğu kitlenin ruhsal yapılanması hakkında bilgi sahibidir. Ya ruhsal yapılanmayı ayırtedebilme yeteneği vardır ya da yeteneği olan insanlardan gerektiği gibi istifade eder. İçgörünün, kendini derinlemesine tanımanın, kendini anlaşılır şekilde ifade etmenin, karşılaşacağı direncin, hizmet edeceği kişilerle yaşayacağı duygu aktarımının, bastırılmış travmaların, halkın serbest çağrışımlarının, sık sık yaşadıkları semptomların, onlara güven verecek adeta terapötik ilişki zorunluluğunun farkındadır. Öyle bir insan seçtirir… Kadın olsun, erkek olsun fark etmez, seçtirir. Terapist olsun, bakkal olsun tercih edilir… İçsel seçimlerin kazananı olmak, onun için sürpriz değildir. Kendini seçtiren kişi bilir! Öyle bir dönemde yaşıyoruz ki, hizmetlerin tamamı “teori” güdümlü değil artık; hizmetlerin tamamı “ilişki” güdümlü. Farklı konularda görüşmek dileğiyle… Sevgiyle kalın… ağustos 2014 73 haberajanda Analiz Bir süre evvelinin imparatorluklarına musallat olan “Küçük olsun, benim olsun” hastalığı, bu kez ulus devletleri kemirmeye başlamıştı. Adına “mikro milliyetçilik” denilen bir mikrop, daha elli yıl önce oluşturulan “ulus birlikteliği”ni mikro ulusçuklara ayrıştırarak “ilelebet” inancını kökünden sarsıyordu. Farkında mısınız, bu sarsıntı hâlâ sürüyor. Onun için Kürtler, Aleviler ve diğerleri “Ulusal Türkiye”den pay istiyor. Sonradan öğreniyoruz ki bu pay isteyenlerin paylarını havi haritalar bile yapılmış. Tam 37 parçalı kırk yama pikeleri gibi haritalar… 74 İnsanın açgözlülüğü ilahî dü Ne kadar insan, o ağustos 2014 YÜZ YIL ÖNCE İMPARATORLUKLARI PARÇALADILAR, BENZER PARÇALARDAN ULUSLARI OLUŞTURDULAR. ULUS DEVLETLERİ PARÇALADILAR, PARÇALIYORLAR. ANCAK MEDCEZİR DEVİNİMİNDE VE AYNI ANDA YENİ BİRLİKTELİKLER OLUŞTURUYORLAR NAFTA, NORTA VE ASİEN VE HATTA ABD VE AB GİBİ… DAHA SONRA ONLAR DA PARÇALANACAK. BİR İHTİMAL, “İNANÇ İMPARATORLUKLARI” KURULACAK: İSLAM İMPARATORLUĞU, HIRİSTİYAN İMPARATORLUĞU VE BENZERLERİ GİBİ. PEŞİ SIRA YA BU İNANÇ İMPARATORLUKLARI BİRBİRLERİNİ YİYECEK YA DA KENDİ İÇLERİNDE YENİ BİR “MİKRO İNANÇ” AYRIŞMASINA TÂBİ TUTULACAK YUKARIDA SÖZÜ EDİLEN “MİKRO MİLLİYETÇİLİK” AYARINDA. zlemde de sürüyor kadar Tanrı! “V E Allah kadını yarattı” gibi bir etki yarattı ihtilâl. Yani “Ve Fransızlar ihtilâl yaptı”. Evet, yıl 1789. Fransa’da “it kopuk takımı”, Kral -bilmem kaçıncı- Lui’ye karşı ayaklandı ve böylece ünlü “Fransız İhtilali” tarihteki yerini aldı. Mevzubahis “ihtilal”, sözlüğe o güne kadar bilinmeyen bir kavram ve türevlerini yazdırdı. O kavram “millet”ti ve türevleri ise milliyetçilik, milliyet ve millî gibi kavramlardı. İşte Paris’in ünlü Bastille Hapishanesi’ndeki ipten, kazıktan kopmuşları ortalığa salıveren “gizli el”in zihinlere de salıverdiği “millet” kavramı, tıpkı sihirli bir maymuncuk gibi davrandı ve bambaşka bir kapı açarak insanlığı içeri soktu. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Zira o zamana kadar kendilerini büyük dedelerinin adıyla anan küçük topluluklar, dağınık bir şekilde oradan oraya dönüp duruyorlardı. Fakat “ihtilâl”in bu “sülale klanları”na bahşettiği “millet” kavramı, sihirli bir kırbaç gibi klanları bir araya topladı ve “millet” denilen daha büyük kalabalıkların oluşmasını sağladı. Öfkeli kavram ilk biçimiyle durmadı, kendinden bir başka kavramı oluşturdu: Milliyetçilik… Yeni ses kümesi, bir önceki cümlede “kalabalık” dediğim toplumsal yapıya “ruh, ideal ve dinamizm”vermekle vazifelendirilmişti ve elhak vazifesini başarıyla yerine getirdi. Milliyetçiliğin şekillendirdiği yeni ruh, ideal ve dinamizm harekete geçti ve kendisine bir “vatan” belirledi ve bununla kalmayarak, belirlenen vatanın “büyük” olanını da millî amaç haline getirdi. Örnek vermek gerekirse Büyük Yunanistan, Büyük Fransa, Büyük Prusya (yani Almanya) ve Büyük Sardunya (yani İtalya) fikirleri böyle etkiledi insanları ve günümüzde Büyük Kürdistan, Büyük Ermenistan, Büyük Bulgaristan şeklinde etkilemeye de devam ediyor. Ahmet Yozgat ahmetyozgat.ajanda@gmail.com İkinci sıralamanın devamı olarak, bizi doğrudan ilgilendiren Büyük Suriye vardı çok yakın geçmişte. Lakin bu sırada Suriye’nin “büyük” olma ideali “küçükleşme süreci”ni yaşatıyor güney komşumuza. Medcezir Burada bir istasyon kuralım ve bu yazı süresince duralım. Zira bu durakta konuşulması gereken ve önemsiz gibi görünen ama oldukça önemli olan şeyler var. Ne demiştik yukarıda? 1789 yılı Fransa’sını altüst eden ve Bastille Kalesi’nden salıverilmiş eli kanlı mahkûm tayfası, dünya yüzeyine yayılmış on binlerce “aşiret/boy/ klan/sülale”nin birlikte bir söylem tutturması ve bu söylemden de adına “millet/ulus” denilen ideolojik birlikler oluşturmasının yolunu açtıklarının/açtırdıklarının farkında mıydı? Elbette hayır! Onlar farkında olmasalar da Fransız devrimi teorisyenleri böyle olmasını planlamışlardı ki öyle oldu: Klanlar birleşti, ulus oldu; uluslar ayrıştı, dünya çatırdadı ve ta kadim Mısır’dan, hatta Sümer’den beri acuna hükmeden imparatorluklar, “imparatorluk anlayışı” ile beraber çöktü. Tarih vermek gerekirse, Frankofonik ihtilalin etkisi, Birinci Dünya Harbi’nde final yaptı. Bu tarihten itibaren dünya, “ulus devletler yüzyılı”na, yani 20. yüzyıla “Merhaba!” dedi. O savaşın sonunda üzülen üç aile vardı ve bunlar, birer hanedanlık olarak “son üç imparatorluğun” hükümranlarıydı: Osmanoğulları, Romanoflar ve Habsburglar… Şimdi yerlerinde yeller esen bu üç aile dışında kalan tüm dünya sevince gark oldu, sadece bu üç bahtsız aile üzüntüyle girdi yeni yüzyıla. 20. yüzyılın eşiğinde sevinenler, “ilelebet payidar kalacak ve sevinmeye de devam edeceklerini” sanıyorlardı ve yüzyılı “millî ilelebet bayramları”nı kutlaya kutlaya geçirdiler. Bu arada yaşadıkları sosyal, kültürel, iktisadi ve hatta milli güvenlik meseleleri bile onları bayram kutlamasından/ kutsama- ağustos 2014 75 haberajanda Analiz sından alıkoyamadı. Zira söz konusu anlayışa göre, feodal aşiretler döneminden şuurla çıkıp millet/ulus bilincine ermek, toplumların tekâmülünün son ve en mükemmel aşamasıydı. Bunu yaşayanların değil yılda bir ya da birkaç gün bayram yapması, yılın her gününde düğün dernek kurması bile haklarıydı. “medcezir operasyonu”nun bir başka amacı olamaz. Galiba istenen, yedi milyar nüfuslu dünyada yedi milyar ulus oluşturmak ve en önemlisi de yedi milyar inançlı meydan çıkarmak olsa gerek. Bunun vahim sonucu şudur: Yedi milyar tanrı… Sonuç Ulus yap, sonra parçala Heves bu, bazen kursakta da kalır ve hazımsızlığa neden olur. Tekâmülünü tamamlayan ve millet/ulus mükemmelliğine erişen toplumların kurdukları organizasyonların, yani ulus devletlerin kendi kendini yemeye başlayacağı ve bir bakıma ulusları sosyal evrimden geriye döndüreceğini hiç kimse düşünememişti. Düşünülemeyen düşünülmüş olacak ki 20. yüzyılın, klanları birleştirip ulus yaptığı anda “ulusları parçalama” potansiyeli de harekete geçti/geçirildi. Bir süre evvelinin imparatorluklarına musallat olan “Küçük olsun, benim olsun” hastalığı, bu kez ulus devletleri kemirmeye başlamıştı. Adına “mikro milliyetçilik” denilen bir mikrop, daha elli yıl önce oluşturulan “ulus birlikteliği”ni mikro ulusçuklara ayrıştırarak “ilelebet” inancını kökünden sarsıyordu. Farkında mısınız, bu sarsıntı hâlâ sürüyor. Onun için Kürtler, Aleviler ve diğerleri “Ulusal Türkiye”den pay istiyor. Sonradan öğreniyoruz ki bu pay isteyenlerin paylarını havi haritalar bile yapılmış. Tam 37 parçalı kırk yama pikeleri gibi haritalar… Musallat sadece bizim başımızda değil elbet, dünyanın tümünün ya da yarısının başında migren ağrıları oluşturma işlevini sürdürüyor. Onun için Irak defakto parçalandı, onun için Suriye parçalanmak üzere, onun için Ukrayna da garip şeyler oluyor ve hatta Libya’da, Saudia’da, Pakistan’da... Daha sırada Rusya Federasyonu ve Çin var. Yakın vadede sayılamayacak kadar çok ulus devlet, yeni ve inatçı bir ayrışmaya tâbi tutulacak. Çünkü “sosyal tekâmül süreci” berdevam, “Sallamış vitesten, iniş aşağı” gidiyor. Aslında ortada bir süreç var da bu bir tekâmül/evrim değil, bir medcezir hareketi, yani git-gel… Bitevi formül şu: Ayrıl, birleş, ayrıl, birleş… Ve devam et git bu kısır medcezir içerisinde. Başa dönelim… Yüz yıl önce imparatorlukları parçaladılar, benzer parçalardan ulusları oluşturdular. Ulus devletleri parçaladılar, parçalıyorlar. Ancak medcezir deviniminde ve aynı anda yeni birliktelikler oluşturuyorlar Nafta, Norta ve Asien ve hatta ABD ve AB gibi… Daha sonra onlar da parçalanacak. Bir ihtimal, “inanç İmparatorlukları” kurulacak: İslam İmparatorluğu, Hıristiyan İmparator- 76 ağustos 2014 Âdem’le birlikte yeryüzüne inen eşi Havva Valide, inanç dağarcıklarındaki “Tek Tanrı” ile dünyalı oldular. Belki o zaman “Mutlak Olan”ın adı bile yoktu, zira dünyada iki insan vardı ve onlar, “Tek Olan” dışında bir ilahın olacağını bile düşünemiyorlardı: Âdem ve O, Havva ve O; başka kimse yoktu ve olamazdı da. luğu ve benzerleri gibi. Peşi sıra ya bu inanç imparatorlukları birbirlerini yiyecek ya da kendi içlerinde yeni bir “mikro inanç” ayrışmasına tâbi tutulacak yukarıda sözü edilen “mikro milliyetçilik” ayarında. Bunca “medcezir operasyonları”ile varılmak istenen nihaî nokta şudur belki de: Vaktiyle insanın akılalmaz “diabolik başkaldırısı” olarak nitelendirilebilecek “Babil Kulesi” inşaatını bir operasyonla darmadağın eden “tanrısal murat,” yaratılış gayelerinden biri olarak “Babil kazazedeleri”ni “Tanışasınız, bilişesiniz!” diye kavimler hâlinde yeni bir formata tâbi tutmuştu ya, bidayette tanışma ve bilişmenin tavsiye edildiği insanlığın “sevişme”sinin yolu da buradan geçiyor olmalıydı. Ancak ne yazık ki insanlık bunu beceremedi. Becerme aşamasında formata müdahale eden bir “karanlık ve gizli el”, toplumları ya ayrıştırarak ya da birleştirerek, delirmiş gibi yayılan bir yayığın derunundaki kaos ortamında sabit tuttu. Yayıktaki kaos, kendi içinde tereyağı değil, düşmanlık, kin ve nefret üretti. Bu fitnetik üretim ortamında öyle bir sona doğru gidiyor ki insanlık, sayılı klan, mahdut millet ve üç beş ulus üstü emperyal birliktelik, sözünü ettiğimiz “kaos yayığı”nın gözünü, gönlünü ve karnını doyurmaya yetmemektedir. O hâlde gizli sual şu: Neden her insan (“birey” mi desek acaba?) kendine has “bireysel millet”ini kurmasın ve neden “ferdî inancı”na iman etmesin? Bu mümkün mü? Evet! Bu Herhalde böyle sanıyorlardı İlk Baba ve İlk Ana. Oysa onlarla birlikte acunun karanlık yüzüne indirilen biri ya da birileri daha vardı. Pek çok kaynak onu “bir kişi” olarak numaralıyor: “Azazil”… Kimi kaynaklar yetmiş, kimi kaynaklar da iki yüz “asi melek” olarak ve de kendi lisanınca “düşürülenler” diye tarif ediyor. Fakir, “Allahuâlem!” dedikten sonra onun da bir erkek ve bir dişi kimlikleriyle dünyaya düşürüldüklerini düşünüyor, tıpkı Âdem ve Havva gibi, Azazil ve dişisi… Her neyse… Düşürülen, daha arz yüzeyine ayak basmadan evvel, kafasında en ince detayına kadar planladığı anlaşılan “Âdem Operasyonu”nda mutlaka bir nihaî amaç da belirlemiş olmalıydı kendine: O “satanik” menzil, “Âdem ile Havva’nın dağarcıklarındaki ilah sayısını artırmak” idi. Ve zaman içinde recmedilmiş, lanetli Azazil Efendi, maalesef bunu becermiş görünüyor. Çağlar süren bir sabırla “Vahdet”i düalizm ile iki tanrıya çıkardı ve İran’ı bu sistemin merkezi yaptı. Yetmedi, düalizmi Trinity (Teslis) ile üçledi ve “Üç Tanrıcılık”ın merkezi olarak Mısır’ı seçti. Yine yetmedi, sırada politeizm vardı ve ilah sayısını üçün üzerine çıkararak merkez olarak Hindistan’ı seçti. Bugün Azazil’in ulaştığı son nokta Hindistan olup, inekler, fareler ve benzerleri dâhil o ülkenin dindarlarının inandığı tanrı sayısı dudak uçuklatacak cinstendir ve 360 milyondur -her geçen gün bu sayı artmakta-. Peki, Azazil için 360 milyon ilah yeter mi? Yok! O karanlık suratlı varlık, “lanetli işbirlikçileri” ve “yardakçıları” ile operasyonun nihaî hedefini belirlemiş durumda: “Ne kadar insan, o kadar tanrı…” Zira şu anda 7 milyar sayısı, ilahî gazabın kıyamet ölçeğinde patlamasını sağlayabilir ancak. Son söz: Her şeyi ancak O biliyor ve sadece O’nun dediği olur. haberajanda Toplum Ç Muhammed Lütfü Avcı mlutfuavci.ajanda@gmail.com AĞIN yenilenen dekorunda hayat sahnesi bomba pimi, mermi yırtığı, kimyasal imha serpintileri ve duyualtı dünya surlarını bombardıman altında teslime zorlayan gölge oyunlarıyla dolu. Çelimsiz figürler, bozuk kurgular, sahte montajlar hâkim kulislere… Süslü ve lezzetli görünen her şeyde yitik bir umudun itile kakıla kangrene dönüştürülmüş ruh hali, hissin ve insafın boğazlanarak ticarî kanaatler uğruna yok sayıldığı yeni bir dünya öğretisi gizli. “Madde üzerinde hâkimiyet… Kimin hâkimiyeti? Üç buçuk Avrupalı’nın… Ya ruh dengemiz?” Meriç, çağın mühürdarı, kıyamet vaktinin derinden gelen çığlığı... Buhranlarımız var bizim, ruhî bunalımlarımız; bunları anımsatıyor bize. Toplumsal kaygılarımızda çekimser bir yaşam dürtüsü peyda oldu son iki asırda. Etrafta nefes alıp verdiğine inandığımız korkulara dönüştü vesveselerimiz. Batı, ağzı kanlı, köpüklü bir sokak yırtıcısı; Rusya, tepemizde demir balyozlarla bekliyor. “Amerika” desen, kendi kursağından başkasını düşünmeyi edepsizlik sayanların uğrağı… İngiltere, her taşın altında bulabileceğiniz hayvansal atık... Güç, kendini iknada gizli... İnanca dönüşümüz yahut pes edişimiz tarih serüveninden... Bambaşka neticelere varan iki yol, bozuk bir patikada irfanı ve hikmeti yarı yolda bırakarak kente varmak isteyişimiz… Elimizde bunlar olmaksızın medeniyet kavgası gütmek, acınası bir halet bu… Ruhumuza yeni efendiler devşirmekle meşgulüz şimdilerde: “İrfan da neymiş? Ariflik hangi çağın ütopyası, ‘Kaç dolar cukkalarsam bulabilirim?’ Ruhumuza yeni efendiler devşirmekle meşgulüz şimdilerde: “İrfan da neymiş? Ariflik hangi çağın ütopyası, ‘Kaç dolar cukkalarsam bulabilirim?’ Objektifler önünde “İki Yüzyıl Savaşları” ŞEYTANLA anlaşma imzalayan ve bu anlaşmanın gereğini sadakatle yerine getiren de bunlar. Biz ise yılgınlıktan öteye geçemedik. Tüm varlığımızla teslim olduk. Yorgun düştü her hücremiz. Nesiller yorgun düşürüldü. Ölü bir yığın olduk; sahte bir külhanbeyliği, mazinin azameti gölgesinde ürkek bir kedi oluverdik. yetlerde, düşürülen her hükumette, hafızalardan silinen her güzel histe, iyi huyda, bozulan ahlakta bunların izi... Şeytanla anlaşma imzalayan ve bu anlaşmanın gereğini sadakatle yerine getiren de bunlar. Biz ise yılgınlıktan öteye geçemedik. Tüm varlığımızla teslim olduk. Yorgun düştü her hücremiz. Nesiller yorgun düşürüldü. Ölü bir yığın olduk; sahte bir külhanbeyliği, mazinin azameti gölgesinde ürkek bir kedi oluverdik. yolumu?” Gündelik kaygı bozuklukları sarmalında yaşadığımız yeni bir put çağı mottosu; düstur değil, gerçek bir motto… Düsturda edep gizlidir; destura yakınsayan bir çağrışım vardır bu kelimede. Ahlâkın ilkeselliğine karşılık gelir. Oysa motto öyle mi? Devşirme bir akıl bulanıklığının oturtulduğu beton kaide… Betondan, soğuk, ruhsuz bir çabukluğun, aleladeliğin ismi… Sokaktan kente yayılan başkalaşımın kirli dumanı var üzerinde. Evvela kavramsal tabanda yenileşme… İnkılap mı bu şimdi? Ardından kimya bozulur. Şapka, despotik bir serbestiyet... Hatırı sayılır bir ikilik, akılları buharlaştırır o yabancı idealizm. Soyut bir his avına girişilir yeni “milli yazın tarafından”. Köy irfanını, binlerce yıla dayanan halk ahkâmını Fransız çıplaklığıyla ölçüştürür aydınlarımız, hor görür, aşağılar. Terazi yanlış, ölçü hatalıdır oysa. Başlar gider gövdeler üstünden. Akıllar dumura uğrar ve hayal kırıklıkları, sarhoşluklar, yitirilen nesiller... Put çağının inşasında gücü elde tutmaya dönük bir akıl mevcut. İrade söktürücü düzenbazlıklarla ayyuka çıkan Ortaçağ Avrupa’sının utanç verici veledidir Siyon protokolleri. İnsanların küçücük bir toprak parçasında izlediği, görüp fark ettiği, ancak bir türlü üstesinden gelemediği, gelmek istemediği bir akıl süzücü vahşet var vizyonda. Avrupa aklını, Birleşik Krallık ve “Okyanus ötesi” idare ruhunu teslim etti bunlara. Üç asırdır dönen her dolapta bunların parmak izleri var. Çalınan her hayatta, işlenen cina- Geçmiş birkaç asırdan bugüne olan biten her şey, bizi yarınlarda atacağımız adımlar önünde sorumlu davranmaya itmeli. Bilgiyi namuslu kaideler üzerine bina etmek... Günümüz dünyasına rengini, kokusunu ve tadını veren bilginin işleniş ve sunuş biçimi, yani enformasyon yönetimidir. İnsanların algılama ve yaşayış biçimlerini doğrudan etkileyen metotlarla evlerden başlamak üzere sokaklar, toplumlar ve dolayısıyla ülkeler rahatlıkla yönlendirilebilmektedir. Medya teknolojileri vasıtasıyla itibar kazandırma yahut itibarsızlaştırma gibi birtakım algı inşalarını hayata geçirmek oldukça kolaydır. Kimlerin mutfağından çıktığını bilmediğimiz algı altı dünyada toplumsal mühendislik metotlarını can alıcı yöntemlerle kurgulayan art niyetli yayınlara karşı insan onur ve haysiyetini düşünen iyi niyetli çalışma ve yaklaşımları hayata geçirmekle yükümlüyüz. Bu şekilde kat etmemiz gereken yol kısalır ve neticeye ulaşmak daha kolay olur. ağustos 2014 77 haberajanda Analiz “Yeni dünya düzeni”, eskisinden farklı bir mantıkla çalışıyor. Nedir fark? Virüsün küresel bir mantıkla hazırlanmış olması... Eskiden sisteme dâhil edilen yapıların sınırları ülke ülke ele alınmakta ve o şekliyle işletilmekteydi. Daha açık ifadeyle, sistemin bütününün dış sınırları oldukça netti ve alt unsurların sınırları ancak bütün içinde bir anlam içeriyordu. Şimdi ne oldu? Yeni dünya düzeninde ülkeler birer birim değil, birim, “dünya” ve bölgeler de dünya adlı birimin alt bileşenleri. Dünya biriminin alt bileşeni olan bölgelerin sınırları ise net ve belirgin… *** Serbest piyasaya dayalı kapitalist Batı demokrasisine Batı içinden, yani kendi kaynaklarından bir alternatif üretilmesi de imkânsız, ki bu virüsün bulaştığı hiçbir toplumdan veya toplumu oluşturan herhangi bir kafadan Batı sistemine alternatif üretilemez. Alternatifse bu coğrafyadan çıkacak. Nedeni açık, “Batı düşünce sistematiği henüz bu coğrafyaya tam anlamıyla nüfuz etmiş değil”. 78 ağustos 2014 Yeni d Hede M ALUMUNUZ, yaşadığımız coğrafya ve bu coğrafyanın unsurları onlarca yıldır psikolojik savaş tekniklerinin hem AR-GE, hem de test sahası olmuştur. Bu uygulamalar, en acı şekliyle de devam etmektedir. >> Sıcak savaşların yerini soğuk savaşlar aldı. Düşük maliyetli mücadeleler daha ağırlık kazandı. Fiilî savaşlara ise artık başka çare kalma- mışsa başvuruluyor. Bu savaş enstrümanı, usta ellerde etkin bir silah olarak düşmanlarının karşısına çıkarılıyor. Usta oyuncular, psikolojik savaş tekniklerini milli güvenlik amaçları doğrultusunda geliştirir ve uygularlar. Ayrıca güçlü devletler, bir yandan rakipleri veya muhtemel rakiplerini psikolojik savaş yöntemleriyle yıpratırken, öte yandan kendilerine yönelik bu tür tehditleri önleme faaliyetini icra ederler, ki olması gereken de budur. Olması gereken nedir? Bu tür faaliyetlerin yönünün, hedeflerinin milli unsurlar Yeni dünya düzeninin hedefi “bizim coğrafyamız” ve bu düzenin mürşidi, açık ve alenî olarak şeytanın bizatihi kendisi… Prof. Dr. Bünyami Ünal bunyamiunal.ajanda@gmail.com ünya düzeni: f “Türkiye” tarafından ve milli bir mutabakatla tarif edilmiş olmasıdır. Milli unsur ve milli hedef yetmez, başka ne gerekli? Milli mutabakat... Ama bu da yetmez, başka ne gerekli? Sağlam bir bünye… O da yetmez, ki sistemi koruma reflekslerinin iyi çalışıyor olması, yapıyı oluşturan bileşenlerin birbiriyle uyumlu ve sağlıklı cevap oluşturacak ortak bir sağduyunun olması gibi durumlar da lazım. Son sarf ettiğim cümleler, ancak karakteri oturmuş, ne olacağına karar vermiş güçlü ülkeler için geçerlidir. Bu ülkelerin en önemli gücü budur. Şimdi burada tartıştığımız şey, bahsi geçen gücün hayra veya şerre kullanılması değil, “güç sahibi olma” konusudur. Uzlaşı eksikliği ABD’li bilim adamı, siyaset bilimci ve iktisatçı Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu ve Son Adam” adlı eseriyle kuramsal çerçevesine oturttuğu görüş, üzerinden 10 yıl geçmeden çöktü. Büyük bir iddiayla ortaya atılmıştı ve taraftarları vardı bu görüşün. Görüş etrafında saf tutanlar zaferlerini ilan etmiş, “İşlem bitmiştir!” demişlerdi. Namık Kemal’e ait bir sözdür: “Barika-i hakikat, müsademeyi efkârdan doğar.” Bu prensip hem doğru, hem de yanlıştır. Uygun alanlarda doğru ve faydalı olan bu yaklaşım, tersinde ise yanlış ve zararlıdır. Konuyu biraz daha anlaşılır kılmak istiyorum… Fikri müsademe nedir? Öncelikle bir topluluk veya heyet, herhangi bir konuda fikirler beyan eder (edebilir) ki bu fikirler birbirlerine zıt olabilirler. Bu zıtlığın olması gereken en geniş şeklinde dahi heyette karşılıklı fikir beyan eden taraflardan her birinin ana prensipler üzerinde uzlaşmış olmaları gereklidir. İkinci şartsa taraflardan her birinin, birbirinin söylediklerini anlama zorunluluğudur. Üçüncüsü, taraflardan yine her birinin, öncelikle objektif bir akılda ve meselenin çözümüne ilişkin iyi niyetli olmalarının gerekliliğidir. Yukarıda örneklendirdiğim şekildeki bu tür bir müsademe, sağlıklı aile benzetmesindeki gibi “barika-i hakikat”e netice verir. Taraflar neticeyi -netice ne olursa olsunkabul eder. Çünkü ana eksenden bir sapma olmamıştır. Dezenformatik saldırılara karşı korunaklı milletler de böyledir. Milleti oluşturan unsurlar birbirlerine uyumludurlar. Bu uyum, milli unsurlar tarafından milli mutabakatla ve milli bir gaye yönünde dizayn edilmiştir. Bu tür milletler aynı dili konuşur, aynı kavrama benzer anlamlar yükler, aynı değerler silsilesi etrafında saf tutarlar. Bu tür bir organizasyon ise yeryüzünde bulunmuyor. Bu tür bir medeniyet henüz inşa edilmiş değil. O halde “Olan nedir?” diye bir soru sorulursa cevabı açık; Batı felsefesinin 18. yüzyıldan bu yana hayatı tanımlama ekseninde kurgulanmış bir birliktelik… İdeal bir birliktelik değil, bize göre nispeten avantajları var. Avantajları şunlar: Yanlış veya doğru, içinde bulundukları medyumun karakteri oturmuş, toplumun ana bir ekseni var ve tartışmalar ana eksende yürütülüyor ki o ana eksen nispeten sağlam. Ana eksen ne üzerine tanımlanmış olursa olsun, topluluk bunun bu şekilde kalması yönünde bir mutabakata sahip. Diğer bir avantajsa maddî imkânlarının geniş olması. Bu imkânları sadece kendi sistemlerini korumak için kullanmıyor, aynı zamanda diğerlerinin “bellerini doğrultamaması” için de harcıyorlar. Bu avantajlara şunları da ekleyebiliriz: Avrupa’da, 18 ve 19. yüzyıllarda yeni buluşların üretime olan etkisi ve buhar gücüyle çalışan makinelerin makineleşmiş endüstriyi doğurması, bu gelişmelerin de Avrupa’daki sermaye birikimini arttırması, elde edilen güç ve sermayeninse diğer unsurların sahip olduklarını ele geçirmesi (sömürgecilik, yani kendisi gittikçe güçlenirken karşı tarafı hareket edemez biçime getirmek) ve başlangıçta bunu fizikî kuvvetle gerçekleştirirken şimdilerde psikolojik savaş yöntemleriyle gerçekleştiriyor olması. Eskiyle yeninin farkı Bir de bizim gibi ülkeler var. Önceden ağustos 2014 79 haberajanda Analiz fizikî sömürgeciliğin kurbanı olmuş, maddî yönden dizüstü çöktürülmüş, şaşkın bırakılmış, -biraz önce yaptığım benzetme göz önüne alınacak olunursa, oradaki durumun zıddına- toplumu henüz ne olacağına karar verememiş ülkeler… Neden karar verememiş? Gücü yok, ne yapacağını bilmiyor. Olgunlaşmış bireylerden oluşan topluluğun tersine, “ergenlerden müteşekkil bir kalabalığa” benziyor. Ergen psikolojisini ve bu psikolojiye bağlı davranış biçimini bilirsiniz, detaylandırmaya gerek yok, bu tür kalabalıklarda olacak herhangi bir müsademe, tıpkı müsademe kelimesinin sözlük anlamı gibi “çatışma” doğurur. Malumunuz bizdeki tartışmalarda olan da budur. Çünkü toplum, ana meselelerin herhangi biri üzerinde uzlaşmış değildir. Toplumun neden uzlaşmış olmadığı önemlidir. Zira her açıdan dezenformasyona açık olduğu, bu tür saldırıları önleyebilecek gücü olmadığı ve toparlanmaya yönelik her türlü girişimi bir sistem kurgusu içinde durdurulduğu için toplum uzlaşmış değildir. Şimdilerde devreye sokulan sürüm “yeni dünya düzeni”. Şimdi bir soru yardımıyla konuyu biraz derinleştirelim. “Sistem nedir?” İlk olarak sistem, “aralarında düzenli ilişkiler bulunan, ortak özelliğe sahip ve birinde meydana gelen bir değişikliğin diğerini de etkilediği bağımlı değişkenler dizisi” şeklinde tarif edilmektedir. İfade edilen düzenli 80 ağustos 2014 ilişkiden kasıtsa mantıklı, faydalı veya rasyonel olup olmaması değil, normal koşullarda “tekrar ediyor” olması, “aynı etkinin aynı sonucu vermesidir”. Şimdi aklınıza “Bunun konumuzla ilişkisi nedir?” sorusu geliyor olmalı. İlişki şu: Virüsün küresel bir mantıkla hazırlanmış olması… Bu sürümün adı, “yeni dünya düzeni”. Yeni dünya düzeni sürümünün Ortadoğu versiyonuna BOP denilmektedir ve tüm bölgeyi ilgilendirmektedir. İkincisi, sistem bir şekilde birbiriyle etkileşim halinde olan birimlerin oluşturduğu bir bütündür ve bütünün parçaları, bütünün özelliklerini yansıtmaktadır. İşte şimdi aklınıza “nasıl bir ilişki olduğu” sorusu geliyor olmalı. Kıtasal birimler ve bölgesel unsurlar “Nasıl”ı şu: Türkiye bir sistem ve kendi içinde alt unsurlardan oluşuyor. Mesela Kürtler, Aleviler, Sünniler, İslamcılar, sekülerler gibi unsurlar, nasıl kurgulanmışlarsa o şekliyle birbirleri arasında etkileşim halindedir. Hem bütünün, hem de bütünü oluşturan parçaların her birinin kendine özgü işleyiş özelliği ve kendisini dış çevreden ayıran sınırları var, girdi ve çıktıları bulunmakta ve kendi içinde bir dengeye sahip. Bazı girdiler sistemin dengesini kısmen, bazıları ise derinden etkileyebilir. Her parçanın etkinliği hem kendine, hem de diğerlerine bağlı. Dengeye ulaştıktan sonra devamlılık ilkesi istikrarlı bir yapıyla sağlanabileceği gibi zıddıyla da sağlanabilir. Türkiye gibi örneğin Suriye de bir başka sistem… Orada da benzer alt unsurlar var. Bu unsurlar da nasıl kurgulanmışlarsa o şekilde hareket ediyor ve az önce sıraladığımız kurallara tâbiler. Perspektifimizi genişlettiğimizde bu resme Mısır’ı, İran’ı, Irak’ı da ekleyebiliriz. Şimdi dikkat! “Yeni dünya düzeni”, eskisinden farklı bir mantıkla çalışıyor. Nedir fark? Virüsün küresel bir mantıkla hazırlanmış olması. Eskiden sisteme dâhil edilen yapıların sınırları ülke ülke ele alınmakta ve o şekliyle işletilmekteydi. Daha açık ifadeyle, sistemin bütününün dış sınırları oldukça netti ve alt unsurların sınırları ancak bütün içinde bir anlam içeriyordu. Şimdi ne oldu? Yeni dünya düzeninde ülkeler birer birim değil, birim, “dünya” ve bölgeler de dünya adlı birimin alt bileşenleri. Dünya biriminin alt bileşeni olan bölgelerin sınırları ise net ve belirgin… Bu nokta önemli! Gelelim ülkelere… Yeni versiyonda, ülkeler konusunda önemli değişiklikler planlanmış. Ülkeler, bölge biriminin alt unsurları ve yapılan değişiklik de sınırların netliğinde… Ne demek istiyorum? Başlangıçta fizikî sınırlarda olmasa da zihnî veya psikolojik sınırlarda değişiklikler ön görülmüş. Gelecekte fizikî sınırlar da yeniden düzenlenecek tabiî… Bu da ikinci önemli nokta! Eski sistemlerin alt bileşeni olan unsurlar, Prof. Dr. Bünyami Ünal yeni düzenlemede hem kendi sisteminin alt unsuru pozisyonunu koruyor, hem de bölge sistemi içerisinde kendine benzer unsurlarla birlikte hareket eder konuma getiriliyor. Örnek şöyle: Eski sistemde Türkiye Kürtleri Türkiye sisteminin, Irak Kürtleri Irak sisteminin veya Suriye Kürtleri Suriye sisteminin alt unsuru şeklindeydi ve Türkiye, Irak ve Suriye bir sistem dâhilinde etkileşim içindeyken, Kürt alt unsurunun birbiriyle etkileşimi yoktu. Şimdiki sınırlarsa bölge Kürtleri, bölge Şiileri, bölge Alevileri ve bölge Sünnileri şekline dönüştürüldü. İstedikleri gibi yaşa, kendin gibi öl! Soğuk Savaş yıllarına kadar Ortadoğu’daki her bir unsur, kendi içine yerleştirilen virüsler aracılığıyla parça parça hale getirilecekti, getirildi de. Yeni dünya düzeni virüsü, önceden parça parça hale getirilen unsurları birlikte ele alma projesidir. Arkasından her birini devletleştirme girişimi ile karşılaşacağımızı görmek için kâhin olmak gerekmiyor. Şii devleti, Kürt devleti, Nusayri devleti gibi devletleri göreceğiz. Bir sonraki aşamada da yeni versiyon... Niçin? Köleleştirmek için, sınırlandırılmış alanda tanımlanan sınırlarda üretim için, taşeron veya taşeronun da amelesi olarak üretmek için, mümkün olduğunca fazla tüketmek için, düşünmeden yaşamak için... Peki, neyi düşünmeden? Olup biteni, dünyaya niçin gelindiğini… İstenilen konseptte eğitilecek, istenilen biçimde üretecek, sınırsız tüketme arzusuyla yaşayacak, gücün yettiğince tüketecek ve sonra öleceksin, sonra ölecek… Hepsi bu!.. Fukuyama haklı mıydı? Bildiğiniz gibi psikolojik savaş, ulusal amaçlar için dost, tarafsız ve düşman unsurların tutum ve faaliyetlerini etkilemek niyetiyle insan davranışlarının planlı ve organize biçimde kullanılması sanatıdır. “Kamuoyu oluşturmak” işi de bu anlamda bir anahtar kelimedir. Hiçbir kamuoyu kendiliğinden oluşmaz. Bu kural her yerde geçerlidir. Farklılık, oluşturulacak kamuoyuna yüklenen misyondadır. Anadolu’nun bir köyünde muhtarlık seçimi için kamuoyu oluşturuyorsanız, kullanılan teknikler köyün önemi kadardır. Ama bu teknikler, ilgili ahalinin bir kısmınca diğer kısmına uygulanır. İş Ortadoğu’da bir ülkeyle ilgiliyse ve bu ülkenin bölgedeki her şeyle bir ilintisi varsa, “uygulanacak teknik ve uygulamacı- ların profili”, meselenin önemiyle paralellik arz eder. Yeni dünya düzeni, henüz inşasını tamamlamamış bir süreçtir ki nasıl şekil alırsa önümüzdeki on yıllar da o doğrultuda biçimlenecektir. Konunun başında Francis Fukuyama’nın yanıldığını söylemiştim ya, bir manada yanılmıştı. Ne demişti Fukuyama? “Liberal demokrasinin, muhtemelen insanlığın ideolojik evriminin son noktasını ve nihai insanî hükümet biçimini temsil ettiğini” öne sürmüştü. Ona göre insanlık, “ideal düzeni serbest piyasa ekonomisine bağlı kapitalist Batı demokrasisinde bulmuştur”. İnsanoğlu ideal düzeni bulduğuna göre tarihin sonu gelmiş demektir (!). Fukuyama’ya göre tarihin sonu kavramı, “Liberal demokrasi, muhtemelen insanlığın ideolojik evriminin son noktası olup, bu alanda insanlığın yönünü değiştirebilecek başka bir dönüşüm olmayacaktır” şeklinde anlam kazanır. Ona göre gelinen bu noktada bütün alternatif yapılar, serbest piyasaya dayalı kapitalist Batı demokrasisine yenilmişlerdir ve bundan sonra bir ilerleme olursa, bunun ancak Batı ekonomik ve liberal sisteminin içinden çıkabileceği, çıkabilecek yeni modelin de Batı’ya zıt veya alternatif değil, paralel olabileceği yönündedir. Evet, Francis Fukuyama bir anlamda yanılmıştı. Meseleye başka bir açıdan bakıldığında ortadaki görüş, “herhangi bir alternatifin çıkamayacağı, çıksa bile hayatta kalamayacağı” görüşüydü. Bu görüş dikkate alındığında Fukuyama haklıydı. Fukuyama’nın yanılmadığını söylememiz mümkün, alternatif yok... Neden peki? Olmayacak mı? Bu iki soru çok ağır… Bakıldığı zaman, serbest piyasaya dayalı kapitalist Batı demokrasisine Batı içinden, yani kendi kaynaklarından bir alternatif üretilmesi de imkânsız. Neden? Bahsi geçen sistem, “Batı’nın yeni dini” olduğu için... Hayatın tüm unsurları bu din (!) ekseninde dizayn edilmiş. Her şey ama her şey bu doğrultuda tasarlanmış durumda. Hangi niyetle ne yaparsanız yapın, sistemin ana eksenine hizmet etmekten kurtulamıyorsunuz. Ne demek istiyorum? Bu sistem içerisinde komünist, İslamcı veya feminist olmak serbest… “Sistemin kendi kurgusu dâhilinde kalmak” koşuluyla tabiî. Bu koşul doğrultusunda sonuna kadar özgürsünüz. “Sistemin kendi kurgusu dâhilinde kalmak” meselesi önemli! Neden sonuna kadar özgürsünüz? Çünkü rotası belli bir gemide hangi yöne hareket ederseniz edin, ne geminin dışına çıkabilir, ne de rotayı değiştirebilirsiniz. Yasak olan, dokunulmaz olansa “rota”… Bu geminin içinde zemzem içmeyi de tercih etseniz, votka içmeyi tercih etseniz, tedarikçisi olan kişi, rotayı çizen gücün kendisi. Ne talep ederseniz edin, rotayı çizen güç tarafından karşılanacağı için her faaliyetiniz bu gücün ana eksenini güçlendirecektir. Başka alternatif yok! Fukuyama bu anlamda yanılmadı, haklıydı... Alternatif bizde Evet, netice-i kelâm, serbest piyasaya dayalı kapitalist Batı demokrasisine Batı içinden, yani kendi kaynaklarından bir alternatif üretilmesi de imkânsız ki bu virüsün bulaştığı hiçbir toplumdan veya toplumu oluşturan herhangi bir kafadan Batı sistemine alternatif üretilemez. Alternatifse bu coğrafyadan çıkacak. Nedeni açık, “Batı düşünce sistematiği henüz bu coğrafyaya tam anlamıyla nüfuz etmiş değil”. Geri kalmışlığa methiye dizeceğim hiç aklıma gelmezdi. Allah’tan Batı medeniyeti zehri şu veya bu sebeple, en önemlisi de “iletişim eksikliği” sebebiyle içinde bulunduğumuz coğrafyaya istenilen düzeyde ulaştırılamamış. Ulaştırma çabaları da kaba kuvvet eliyle gerçekleştirilmek istendiği için istenen tesiri oluşturamamış. Allah’tan bu coğrafyada Batı medeniyet zehrinin -kırık dökük de olsa, eksik gedik de olsa- antidotu hâlâ var. İşte yeni dünya düzeni virüsünün amacı bu! İletişim imkânlarının alabildiğince geniş olduğu bu zaman diliminde, bir zamanlar “Irak halkına özgürlük getiriyoruz” diyerek geldikleri gibi değil, bu defa “yumuşak kuvvetler eliyle” zehri şırınga etmek için tasarlanmış bir virüs yeni dünya düzeni. Dünyada bu virüse direnebilecek başka bir unsur bulunmuyor. Uzakdoğu kuşatılmış durumda, Japonya’nın durumu ortada -büyük bir kısmı Batı hayranı olan bir nesil yaşıyor Japonya’da-, Güney Kore’nin yüzde bilmem kaçı Hıristiyanlaştırılmış, kalan kısmı ise ateist, Batılı gibi yiyorlar, içiyorlar, düşünüyorlar… Hâsılı, bir alternatif üretme şansları yok, zaten böyle bir talep veya niyetleri de yok, zamanında yok edilmiş… Yeni dünya düzeninin hedefi “bizim coğrafyamız” ve bu düzenin mürşidi, açık ve alenî olarak şeytanın bizatihi kendisi… ağustos 2014 81 haberajanda Dosya “Dinamik bir süreçten geçen bir toplumun bireyi olarak o toplumla ilgili stratejik analizler yapmak, hızla akan ve debisi yüksek bir nehrin içinde seyrederken o nehrin yatağı, akış hızı, akış istikameti ve başka nehirlerle olan ilişkisi konusunda fikir yürütmeye benzer. Hem incelediğiniz nehirde siz de akmaktasınızdır, hem de bu akışın özelliklerini anlamak ve bu özelliklere göre nehrin bütünü hakkında bir tasvir, açıklama, anlamlandırma ve yönlendirme çerçevesi oluşturma sorumluluğu taşımaktasınızdır. Nehrin dışına çıkarak baktığınızda sizinle birlikte akan zerreciklerin ruhuna ve kaderine yabancılaşarak ahlakî kayıtsızlık içindeki sıradan bir gözlemci durumuna düşerseniz, nehrin akıntısına kendinizi bırakarak sürüklendiğinizde de hem var olan gerçekliği hakkıyla anlayamaz, hem de bu gerçeklikle ilgili kendi iradenizi oluşturarak tarihe ağırlık koyamazsınız. Sosyal bilim metodolojisinde bu ikilem, bir araştırmacının ‘kendi test tüpü içinde yaşaması’ şeklinde tasvir edilir.” (Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik) *** Davutoğlu’nun bütün bu yaşam safhalarına değinirken, aslında en başa, yani doğumuna dönerek doğum yeri olan “Konya Taşkent”e dikkatimiz celbolunuyor. Gizemlerle dolu varlığı ve başkentinin Konya oluşuyla Selçuklu Devleti, hem Türk, hem de bütün İslam tarihi açısından apayrı bir kıymete haizdir. Selçuklu Devleti’ni çeşitli platformlarda hatırlatan ve bu devlete kendisinde özel bir yeren Ahmet Davutoğlu, bakiyesinden yalnız bir parçasında yaşadığımız Osmanlı’ya dair düşüncele- 82 ağustos 2014 YENİ TÜRKİYE’ B U portre çalışmasında anlatacaklarımıza bir hikâye ile başlamak istiyorum… Hükümdarın biri, kendisinden sonra tahta oturacak iki veliahtı huzuruna çağırmış. Oğullarına soracağı tek bir soru varmış ve bu soruya verecekleri yanıta göre kendisinden sonra kimin hükümdar olacağına karar verecekmiş. Soru ise şuymuş: “Beni ne kadar seviyorsunuz?” Huzura çağrılan oğullardan ilki, zaten hükümdar olan babasının isteğiyle ülkenin belli bir parçasına beylik etmekte olan büyük oğulmuş ve “Beni ne kadar seviyorsun?” sorusuna cevaben, “Babacığım! Ben seni gökler kadar, denizler kadar, altınlar ve de gümüşler kadar, hâsılı dünyalar kadar çok se- viyorum” demiş. Hükümdarın çok hoşuna giden cevap, büyük oğula söz konusu yarışta önemli bir katkı getirmiş. Hükümdarın huzuruna çıkarılan diğer oğulsa, kendisini gölge gibi takip eden, yanlışına “Yanlış!” dediği için kimi defa babasından azar yiyen küçük oğulmuş. Aslına bakılırsa, zaten hükümdar veliaht olarak büyüğü yerine çıkartmaya kararlıymış ama adaletini göstermek için bu imtihanı tertiplemiş. Bu basit imtihanın kısa sorusu bu kez küçük oğula yöneltil- Mehmet Serhat Bıçak msbicak.ajanda@gmail.com NİN “HOCA”SI riyle duymak istediklerimizi bize hatırlatan ender fikir, strateji, akademi ve devlet adamlarından biri olmuştur. *** Bir Ramazan Bayramı’nda Bosna-Hersek’te düzenlenen programda sarf etmiş olduğu şu cümleler, onun bu çabasının hangi kaynaktan beslendiğini doğrudan açıklar niteliktedir: “(Boşnaklara hitaben) Gazeteciler siyasilere bayramı nerede geçireceklerini soruyorlardı, bize de sordular. Biz, ‘Elbette memlekette geçireceğiz’ dedik. Evet, şimdi sizinle, memleketimizde bu güzel bayramı idrak ediyoruz…” *** Bu önemli görüşme sonrasında ülke kamuoyunda konuşulan tek şey, maalesef Mavi Marmara şehitlerinin yakınlarına davalarında destek olmak yerine, davaların kapanıp kapanmayacağı ile tazminatların miktarı konusu oldu. Süreçte Mavi Marmara şehitlerinin yakınlarıyla bazı yetkilileri evinde ağırlayan Davutoğlu’nunsa tavrı netti: “Davalardan vazgeçilmeyecek, tazminat da alınacak…” *** Bugünlerde “paralel devlet” diye bilinen yapılanmanın Davutoğlu ve Fidan üzerinden Erdoğan’a karşı besledikleri hıncı dillendirmesi, geçmişte özellikle Davutoğlu’na gösterdikleri teveccüh açısından ne kadar büyük bir ikiyüzlülüğe bulaştıklarının göstergesidir. İran ile aramızdaki gerginliği “komşularla sıfır sorun” düsturuyla Kasr-ı Şirin Anlaşması’nın yıldönümünde en aşağı seviyelere indiren Davutoğlu’nun verdiği muhabbet fotoğrafının Zaman gazetesinde nasıl yorumlandığını hatırlatalım buradan. ağustos 2014 83 haberajanda Dosya kadar farklı üniversite çalışmaları, tezleri ve makaleleriyle akademik çevrelerce bilinen Davutoğlu, üç tarafı deniz, dört tarafı düşmanla çevrili ülkemizin geleceğine dair bambaşka deyişlerde bulunuyordu. miş: “Beni ne kadar seviyorsun?” Karşılaştığı soru üzerine küçük oğul, “Belki tuz kadar…” şeklinde bir cevap vermiş. Zaten büyük oğula ülkeyi teslim edecek hükümdar, küçüğün verdiği cevabı ukalalıkla yorumlayarak hiddetlenmiş ve ülkeden sürgün etmiş. Küçük oğulun sürgünde olduğu yıllarda ülkedeki bütün tuz ambarlarını sel basmış, tuz kaynakları perişan olmuş, yemeklerin lezzeti kalmadığı gibi, hayvanlar da tuzsuzluktan bitap düşmüşler, halk da çeşitli hastalıklara tutulmuş. Ülke hazinesindeki bütün altın ve gümüşler karşılığında tuz alınsa da ihtiyacı karşılayamaz olmuş. Bu süreç böyle giderken, sürgüne gönderilen küçük oğulsa vardığı diyarda bir tuz tüccarı olmuş ve her yerde farklı namlarla anılır olmuş. Çeşitli ülkelerden getirttiği tuzu başka ülkelere pazarlıyormuş. Gel zaman git zaman hükümdar, ticaretiyle ünlenen küçük oğlunu, namı dolayısıyla tanımayarak ülkesine çağırtmış. Çok zamandır hasretiyle yandığı ülkesine tuz tüccarı olarak giren küçük oğul huzura çıkmış. Karşısında oğlunu gören hükümdar gözyaşlarına boğulmuş. “Belki tuz kadar…” cevabı yüzünden ülkesinden kovduğu oğlu, şimdi büsbütün muhtaç olunanı kendileri için sağlamaya gelmiştir, hem de ağabeyinin o çok sevdiği altın ve gümüşlerin bittiğini bile bile… 84 ağustos 2014 Nehrin ruh ve kaderi Hikâyenin ne anlattığını göstermek için, söz konusu portremizi hafif çizgilerle şekillendirmeye başlayabiliriz. En son 2000 ve 2001 yıllarında yaşadıklarından ötürü, bu yılları belki de hayat sahnesinden ve hatıratından çıkarmak isteyen, ancak maalesef bütün hüzünleriyle bir olan memlekettir Türkiye. Ülkenin altının oyulduğu, ekonominin dibe vurduğu, eskilerin deyişiyle hem kel, hem de fodul haldeyken devletçilik oynamaktan da geri kalınmamış zamanlardı. Bir kriz hangi kategorilerde değerlendirilebilirdi ki o günlerde?! Siyasal, ekonomik, sosyal, ulusal… Bu saydığımız seçeneklerin tümü, 2000 ve 2001 yıllarını kâbusa çeviren Türkiye için yorumlanabilirdi. Bankaların boşaltıldığı, anayasa kitapçıklarının fırlatıldığı, yazarkasaların havada uçuştuğu, kepenklerin kapatıldığı, intiharların yaşandığı, başka ülke liderlerinin ve hatta bazı uluslararası yetkililerin karşısında el bağlandığı günleri doğrudan tek kategorinin içine sığdıramayız sanırım. Tam da söz konusu yılın Nisan ayında, Türkiye’nin uluslararası konumuna ilişkin tahlillere ve çözümlere yer veren bir kitap yayınlandı. İsmi “Stratejik Derinlik” olan kitabın yazarı Ahmet Davutoğlu idi. Bu esere “Dinamik bir süreçten geçen bir toplumun bireyi olarak o toplumla ilgili stratejik analizler yapmak, hızla akan ve debisi yüksek bir nehrin içinde seyrederken o nehrin yatağı, akış hızı, akış istikameti ve başka nehirlerle olan ilişkisi konusunda fikir yürütmeye benzer. Hem incelediğiniz nehirde siz de akmaktasınızdır, hem de bu akışın özelliklerini anlamak ve bu özelliklere göre nehrin bütünü hakkında bir tasvir, açıklama, anlamlandırma ve yönlendirme çerçevesi oluşturma sorumluluğu taşımaktasınızdır. Nehrin dışına çıkarak baktığınızda sizinle birlikte akan zerreciklerin ruhuna ve kaderine yabancılaşarak ahlakî kayıtsızlık içindeki sıradan bir gözlemci durumuna düşerseniz, nehrin akıntısına kendinizi bırakarak sürüklendiğinizde de hem var olan gerçekliği hakkıyla anlayamaz, hem de bu gerçeklikle ilgili kendi iradenizi oluşturarak tarihe ağırlık koyamazsınız. Sosyal bilim metodolojisinde bu ikilem, bir araştırmacının ‘kendi test tüpü içinde yaşaması’ şeklinde tasvir edilir.” 2000 ve 2001 yılları, millet havsalasındaki “Böyle gelmiş, böyle gider” şuursuzluğunu arttırırken, 2001’in Nisan ayında yayınlanan bu kitabın önsözünde yer alan yukarıdaki paragrafta, kendi test tüpü içinde yaşayan memleketin çaresiz bekleyişlerden uyanarak kendi çaresini meydana getirmesi adına ruhuna ve kaderine yabancılaşmaması tavsiyeleri dökülüyordu. Bu satırların sahibine aslında ne Türkiye, ne de dünya yabancıydı. Peki, Ahmet Davutoğlu hangi süreçlerden geçen bir biyografiye sahipti? Ahmet Davutoğlu kimdir? Davutoğlu, 26 Şubat 1959’da, Konya Taşkent’te, Memnune Hanım ile Mehmet Bey’in oğlu olarak dünyaya gelmiştir. İlkokula Konya’da başlasa da, İstanbul Bahçelievler’e taşındıklarından burada bitirmiştir. Ortaöğrenimini İstanbul Erkek Lisesi’nde tamamladıktan sonra, Boğaziçi Üniversitesi’ne girdi ve bu üniversitenin Ekonomi ve Siyaset Bilimi ile Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü çift ana dal yaparak 1984 yılında bitirdi. Yine aynı üniversitenin “Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler” bölümünde doktora da yaptı. Mehmet Serhat Bıçak 1990 yılında 5 yıllık Malezya günleri başladı. Malezya Uluslararası İslam Üniversitesi’nde yardımcı doçent olarak çalışmaya başlayan Davutoğlu, üniversitenin Siyaset Bilimi Bölümü’nü kurdu ve 1993 yılına kadar bölümün başkanlığını da yürüttü. Yardımcı doçent olarak başladığı Malezya günlerinde 1993, Davutoğlu’na doçentlik unvanını da getirdi. 1996-1999 yılları arasında Marmara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde çalıştı; buradaki çalışmaları sırasında, 1999 yılında profesör oldu. 1998–2002 yıllarında, Silahlı Kuvvetler Akademisi ve Harp Akademilerinde misafir öğretim üyesi olarak ders verdi. 1999-2004 yılları arasında, Beykent Üniversitesi Yönetim Kurulu Üyeliği, Senato Üyeliği ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanlığı, Marmara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde de misafir öğretim üyeliği yaptı. Bu görevleri yürüttüğü yıllarda (1998-2002) Silahlı Kuvvetler Akademisi ve Harp Akademileri’nde de misafir öğretim üyesi olarak dersler verdi. Malezya’dan Türkiye’ye dönüşle birlikte başlayan bu hızlı kariyer günlerine 1995 ve 1999 yılları arasındaki köşe yazarlığı da eklendi. Yeni Şafak gazetesinde köşe yazarlığı yapan Davutoğlu, bu sürede yüzlerce makale kaleme aldı. Davutoğlu’nun bütün bu yaşam safhalarına değinirken, aslında en başa, yani doğumuna dönerek doğum yeri olan “Konya Taşkent”e dikkatimiz celbolunuyor. Gizemlerle dolu varlığı ve başkentinin Konya oluşuyla Selçuklu Devleti, hem Türk, hem de bütün İslam tarihi açısından apayrı bir kıymete haizdir. Selçuklu Devleti’ni çeşitli platformlarda hatırlatan ve bu devlete kendisinde özel bir veren Ahmet Davutoğlu, bakiyesinden yalnız bir parçasında yaşadığımız Osmanlı’ya dair düşünceleriyle duymak istediklerimizi bize hatırlatan ender fikir, strateji, akademi ve devlet adamlarından biri olmuştur. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’la “Başdanışman” sıfatıyla çalıştığı yıllarda “gölge bakan” namıyla anılıyordu ki Ali Babacan’dan, Meclis dışından atanarak 1 Mayıs 2009’da Dışişleri Bakanlığı’nı devraldı. Bu göreve kadar 58, 59 ve 60. hükümetler döneminde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a ve hem Bakanlık, hem de Cumhurbaşkanlığı görevlerindeyken Abdullah Gül’e “Dış Politika Başdanışmanlığı” yap- ağustos 2014 85 haberajanda Dosya Stratejinin derinl ANALİ Z >> SERVET H O C AOĞ ULL ARI “Erdoğan’sız Türkiye” hesabı yapanlar, kuşkusuz “Erdoğan olmasın, fakat AK Parti liderliği devam etsin” saflığında değillerdir herhalde. Ya da “emanetçi/kukla başbakan” formatında bir tempo tutturmak için bu işi zorlaştıracak ve “etkin başbakanlık” yapabilecek birinin bu makama oturmasını istemezler. Nitekim Davutoğlu ismi, birçok cephenin/tarafın hesabını bozacak bir isimdir. Davutoğlu “etkin başbakan” olacaktır, çünkü buna mecburdur. Üstelik “Etkin Cumhurbaşkanı” ortak hedef koymaktadır: Etkin Türkiye, Yeni Türkiye… *** Davutoğlu dışındaki bir iki isim hariç, diğer tüm seçenekler Erdoğan’la uyumlu ama Gül ile karşılaşmalarda alanı kontrol eden yeti ve yetenekte değil. Davutoğlu, Gül’ün önünü kesen değil, sorumlu olduğu alanı Erdoğan dışında kimseyle paylaşmayacak dirayette olması anlamında bir konuma sahiptir. 86 ağustos 2014 B İR ülkenin siyasî ömrü kaç kez ve kaç kişinin ömür biyografisi ile anlatılabilir? Kimleri unutturmaya kalkarsanız o nispette ülkenin hafızasını da silmiş olursunuz? Kim susarsa ulus sessizce gözyaşı olup akar? Kimi hatırlamazsanız kim olduğunuzu unutursunuz? Umutlarınız Mustafa Kemal, kırgınlıklarınız İnönü, arayışlarınız Menderes, zenginliğiniz Özal ve kavgalarınız Demirel ile albümleniyorsa ve de Erdoğan tüm bunları siyah-beyaz birer fotoğraf olmaktan çıkararak renkli yarınlara taşıyan “yüzümüz” oluyor, biz de bu yüzü başı öne eğik şekilde gizlemeye çalışmadan geleceğe çeviren “biz” oluyorsak, o zaman Türkiye bir “aile” olarak dağılmış halden baba ocağında toplanan sürece girmiş demektir. Parçalanmak isteyen aile dağılmamış, yaşayan reisi de “Reis-i Cumhur Recep Tayyip Erdoğan” olmuştur. Artık eğer kalmışsa ailenin “inatçı” bir çocuğu, o da bu inadından vazgeçip kendine çekidüzen vermelidir. ni bir (aynı) baş altında toplamıştır. Hayırlı olsun!.. Bir de ailenin “üniversiteli” olması için gözünün bebeği gibi büyüttüğü, gurbette okurken en çok hasretle andığı, kendisine kız ararken başka bir havayla aradığı ve evdeki herkesin tebessümle “Hoca” diye hitap ettiği yakışıklısı vardır. Ailede “Hoca” lakabı, itibarı, bilgiyi ve en önemlisi de “temsili/ vitrini” ifade etmektedir. “Sayın Cumhurbaşkanım!” Bu ülkede, ailede “üniversite” okumuş (üniversal düzeyde evrensel yetişkin olan “insan aydını”) medar-ı iftiharlarımızdan biri, kuşkusuz Hocamız Ahmet Davutoğlu’dur. Hocaların arasında “farklı” diye anılan ve yeri “emanet bırakılan” yetkinlikte sayılanlar ise devlet içinde görev almış hocalardır. Bunların içinde siyaset şehzadesi olarak yetiştirilmiş ve “zamanı geldi” diyerek “baş” görevlerden birine tayin edilmiş, yani “Başbakan” olmuş Ahmet Davutoğlu, böylelikle “çifte diplomalı” gibi, hem “akademi”, hem de “siyasî” kariyeri- Kuşkusuz siyasette “isim” analizi önemlidir. Çünkü kendisi kadar işaret ettiği veya pozisyonlandırıldığı konum yarına ilişkin bir ipucu verir. “Erdoğan’sız Türkiye” hesabı yapanlar, kuşkusuz “Erdoğan olmasın, fakat AK Parti liderliği devam etsin” saflığında değillerdir herhalde. Ya da “emanetçi/kukla başbakan” formatında bir tempo tutturmak için bu işi zorlaştıracak ve “etkin başbakanlık” yapabilecek birinin bu makama oturmasını istemezler. Nitekim Davutoğlu ismi, birçok cephenin/tarafın hesabını bozacak bir isimdir. Davutoğlu “etkin başbakan” olacaktır, çünkü buna mecburdur. Üstelik “Etkin Cumhurbaşkanı” ortak hedef koymaktadır: Etkin Türkiye, Yeni Türkiye… 2015 yılı, Türkiye için genel seçim yılı olduğundan, AK Parti Mehmet Serhat Bıçak mış, ayrıca Ahmet Necdet Sezer döneminde (Başbakan) Abdullah Gül’ün isteği üzerine 2003 yılında büyükelçilik görevi de üstlenmiştir. 12 Haziran 2011 genel seçimleriyle birlikte 24. Dönem Konya Milletvekili olarak TBMM’ye giren Ahmet Davutoğlu, Sare Hanım’la evlidir ve Sefure, Memnune, Mehmet ve Hacer Büke adında dört çocuk babasıdır. İngilizce, Almanca ve Arapça bilen Davutoğlu, dil bilen başkan adayı arayanlar tarafından hiçbir surette değerlendirilmemiştir (!). Davutoğlu’na dair Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, tüm akademisyenlik hayatı boyunca hem bizzat, hem de birkaç yazarla birlikte birkaç esere imza attı. 1994’te yayınlanan “Alternatif Paradigmalar (Alternative Paradigms)” ve “Sivilleşme Dönüşümü ve Müslüman Dünyası (Civilizational Transformation and The Muslim World)” adlı eserlerin yanı sıra, “Teoriden Pratiğe”, “Bilgi, Bilim ve İslam”, “Osmanlı Medeniyet-Siyaset, İktisat ve Sanat”, “Tarihin Dönüşü”, “Küresel Bunalım: 11 Eylül Konuşmaları” ve de bahsini ettiğimiz “Stratejik Derinlik” isimli yapıtları kaleme almıştır. Davutoğlu’nun kaleme aldığı eserlerin yanında, kendisine dair yayınlanmış iki önemli portre çalışması da kitapçılardaki kıymetli yerlerini halen korumaktadır. Zira kişisel önemi ve kıymeti merak uyandıran Davutoğlu hakkındaki bu çalışmalar da ülkemiz adına kaliteye haiz çaptaki eserlerdir. Davutoğlu’nu benimseyen kadar benimsemeyen de çok olunca, hakkında yazılan iki kıymetli kitaba değinmemiz yeterli olacaktır. Bu iki kitaptan ilki Gürkan Zengin’in kaleme aldığı “Hoca”, diğeri de Fatih Bayhan’ın emeği olan “Dip Dalga Davutoğlu”dur. Dışişleri Bakanlığı dönemi Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, ismini en çok Recep Tayyip Erdoğan ile çalıştığı başdanışmanlık günlerinde duyurdu. Ülkenin dış politikası hususunda dönemin Dışişleri Bakanı Ali Babacan’dan belki de daha etkili çalıştığı söylenebilir ki Irak Savaşı, Kıbrıs müzakereleri, Balkanlar, Kafkasya ve Başdanışman olduğu dönemde de patlak veren Gazze Savaşı sırasında harcadığı efor ve ürettiği diplomasi siyasetiyle göz doldurmuştu. Bir Ramazan Bayramı’nda Bosna-Hersek’te düzenlenen programda sarf etmiş olduğu şu cümleler, onun bu çabasının hangi kaynaktan beslendiğini doğrudan açıklar niteliktedir: “(Boşnaklara hitaben) Gazeteciler siyasilere bayramı nerede geçireceklerini soruyorlardı, bize de sordular. Biz, ‘Elbette memlekette geçireceğiz’ dedik. Evet, şimdi sizinle, memleketimizde bu güzel bayramı idrak ediyoruz…” Peki ya Irak toz duman olmuşken gerçekleştirdiği temaslara ne demeli? Bütün ümit- iği: Ahmet Davutoğlu Genel Başkanı ve Başbakan olacak isim, “uzman-bürokrat-siyasetçiakademisyen” özgeçmişinden çok, inisiyatif, operasyon, organizasyon, sürükleyicilik, hakem tecrübesi yüksek ve dili, tipi (siyaset profili anlamında) karizmatik ve en önemlisi de “lider” enerjisi taşımalıdır. Bu noktada “Dışişleri tecrübesi” ve özellikle Ortadoğu’da “oyun kurucu sicili”, Davutoğlu’nun stajını tamamlamış olduğunu ve artık “ustalık” dönemine girdiğini belgelemektedir. Davutoğlu, sahibi olmadığı/ kılınmadığı bir makamın “emanet bekçisi” değildir. Yerine gelecek bir isim için hazırlık yapan “vekil” ise hiç değildir. Bir takım oyununda, takımın kaptanlığını yapan antrenörlüğe terfi ettiği için kaptanlık bandını takmaktadır, o kadar… Davutoğlu bizzat “oyuncu” lisansına sahiptir ve bugüne kadar da yedek kulübesinde beklememiş ve her zaman ilk on birde yerini almıştır. Yani Sayın Erdoğan’ın konuşmasında örneklediği “yedek kulübesindeki yedi futbolcu” listesinde hiç olmamıştır. Bu, bir performans işidir. Davutoğlu’nun “performans” sorunu yok ancak bir sorunu var. “Hoca”nın asıl sorunu “polemik” alanında. Türk usulü güreşi Erdoğan kadar bilmiyor, zira diplomat formatından sahalara, yani “sıcak temas”a yeni geçiyor. Ancak bir yıl içinde “Usta Şampiyon”, her alanda güreş tutmayı kendisine öğretecektir, ona taktikler verecektir. Ancak Usta onun yerine güreşemeyeceğine göre, Davutoğlu “performans” noktasında çok ama çok çalışmalıdır. Sayın Davutoğlu’nun nezaket konuşmasında “Sayın Cumhurbaşkanım!” derkenki ses tonu ve yüz ifadesi “Usta’ya teslim” renginde, fakat gözleriyse “Bana güven!” keskinliğindeydi. Her şey için “yeni”, zira her şey Türkiye için “Davutoğlu” isminin bu ülke ve dünya topraklarında gezdiği hiçbir yerde “performans” ve “itibar” sorunu olmaz; yaşanabilecek en “riskli” ihtimal (takdir-i İlahî olarak Erdoğan hakka yürüdüğünde), “lider” olmak durumunda kaldığında diplomatbürokrat eşiğini çoktan aşmış bir toplum öncüsü olacak seviyeye gelmekte gecikmesidir. Bu gecikmenin olmaması için tek yol, “Yeni Türkiye” tamlamasının içini dolduracak hükümet kabinesini değil, yeni yüzlerden oluşan “Yeni Türkiye Kabinesi” için şimdiden “Yeni AK Parti” dokusunu işlemesidir. Bu noktada en büyük güvencesi ise rehberi Erdoğan ve AK Parti’nin değişim ruhudur. Bu aralar “yerli yersiz” Sayın Gül’ün ismi geçirilmeden cümle kurulamıyor. Bu noktada Davutoğlu isminin çağrışımlarına da bir şerh düşmek isterim. Davutoğlu ismini güçlü ve gerekli kılan “toplam neden”, aslında Sayın Gül üzerinde hesap yapanların gerekçelerinin üçte ikisine Davutoğlu’nun da sahip olmasıdır. Yani Davutoğlu isminin niteliği, her aşamada ve her dakika Gül üzerindeki hesaplara nispetle konuşlanacak ve alanı Erdoğan dışında başka seçe- neklere daraltacak çapta olmasıdır. Davutoğlu dışındaki bir iki isim hariç, diğer tüm seçenekler Erdoğan’la uyumlu ama Gül ile karşılaşmalarda alanı kontrol eden yeti ve yetenekte değil. Davutoğlu, Gül’ün önünü kesen değil, sorumlu olduğu alanı Erdoğan dışında kimseyle paylaşmayacak dirayette olması anlamında bir konuma sahiptir. Bir şeyi unutmayalım! Sayın Gül hiçbir aşamada önü kesilmek istenen biri değildir -ki yolu kesilmeyecektir de-. Ancak Sayın Gül “Yolu açalım!” dediği zaman, bunu Erdoğan’dan duymaksızın alan açacak biri değildir Davutoğlu. Bu arada, “Stratejinin Derinliği” şeklindeki başlığımız için bir şey söylememiş olmayalım. Strateji, “Yeni Türkiye” ve bunun derinine dalabilecek birinin başbakan olacağı, bu anlamda halkın bir oksijen tüpü, başkanlık sistemininse su yüzüne çıkıldığında hazır tutulacak tekne rolü üstleneceği yönünde kuruludur. Gerisi mi? Gerisi teferruat… ağustos 2014 87 haberajanda Dosya lendirmesi, geçmişte özellikle Davutoğlu’na gösterdikleri teveccüh açısından ne kadar büyük bir ikiyüzlülüğe bulaştıklarının göstergesidir. İran ile aramızdaki gerginliği “komşularla sıfır sorun” düsturuyla Kasr-ı Şirin Anlaşması’nın yıldönümünde en aşağı seviyelere indiren Davutoğlu’nun verdiği muhabbet fotoğrafının Zaman gazetesinde nasıl yorumlandığını hatırlatalım buradan. Bu yapının “Davutoğlu’na karşı sergilediği ikiyüzlülük”ten bahsetmemizin sebebi, aslında kendisine teveccüh ettikleri zamanlarda bile Hoca’ya atfettikleri şu tek kelime yüzündendir: “Hayalperest”… leri bataklıklara saplanan Sünni Araplara karşı yeniden şekillenen Irak’ta pay sahibi olmaları için sürekli ikna gayreti gösteren Davutoğlu’nu izleyen Iraklı aşiret reislerinden birinin gözyaşları içinde dile getirdiği “Bu adamı dinleyeceksiniz! Zira bu adam bir Bağdatlı gibi konuşuyor…” sözü bizim adımıza ne kadar da anlamlıdır. Hoca duruşu Davutoğlu Dışişleri Bakanlığı’na atandıktan neredeyse tam bir yıl sonra, Akdeniz’deki uluslararası sularda Mavi Marmara adlı Gazze’ye insanî yardım götüren filodan sivilleri taşıyan gemi İsrail askerleri tarafından baskına uğramış, saldırı günü 9, saldırıdan 4 yıl sonra da 1 vatandaşımız olmak üzere 10 şehitle sarsılmıştık. Saldırının gerçekleştirildiği sene 36 ülkeden insanın katılımıyla açılan İstanbul’daki davada İsrailli komutanlar yargılanıyor, ancak duruşmalara katılmıyorlardı. Bu davaların sürdüğü dönemde İsrail Başbakanı Netanyahu, Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ı arayarak saldırıdan doğan zararlar sebebiyle özür dilediklerini ve gerekli tazminatı karşılayacaklarını belirtti. Bu önemli görüşme sonrasında ülke kamuoyunda konuşulan tek şey, maalesef Mavi Marmara şehitlerinin yakınlarına davalarında destek olmak yerine, davaların 88 ağustos 2014 kapanıp kapanmayacağı ile tazminatların miktarı konusu oldu. Süreçte Mavi Marmara şehitlerinin yakınlarıyla bazı yetkilileri evinde ağırlayan Davutoğlu’nunsa tavrı netti: “Davalardan vazgeçilmeyecek, tazminat da alınacak…” Şimdi burada biraz duralım ve Mavi Marmara katliamının olduğu haftaya dönelim… Davos’ta İsrail’i dünya kamuoyunda “One minute!” çekerek paylayan Recep Tayyip Erdoğan, Mavi Marmara baskınından bir hafta önce Millî İstihbarat Teşkilatı Müsteşarlığı’na Dr. Hakan Fidan’ı atamıştı. Fidan, Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu ile birlikte İsrail tarafından “İrancı” yaftasıyla fişlenen bir isimdi. İki isim, peş peşe görev aldıkları yıllarla beraber Türkiye’nin uluslararası siyasetteki konumunu belirleyecek en nitelikli isimlerdi. “Komşularla sıfır sorun” şeklinde başlıklandırılan dış politika sürecini gergef gergef işleyen Davutoğlu, az evvel bahsi geçen minik örneklerle gönüller fethediyordu.“İrancı” yaftasıyla mimlenen Davutoğlu’nun Sünni Arapları seçime teşvikini düşündüğünüzde, bu yaftayı kullananların Fidan üzerinden de Türkiye’ye nasıl hendekler atlatma gayretinde oldukları görünecektir. Bugünlerde “paralel devlet” diye bilinen yapılanmanın Davutoğlu ve Fidan üzerinden Erdoğan’a karşı besledikleri hıncı dil- Bugün aramızda soydaşlığımıza rağmen hiçbir sosyalitenin bulunmadığı Özbekistan dahi Türkiye’ye sırtını değil, yüzünü dönüyorsa, Pakistan gül yapraklarıyla süsleniyorsa, Kosova bir başka Türkçe konuşuyorsa, Necaşi’nin torunları “İlle de Türkiye!” diyorsa ve bütün bunlar hayalperestlikle nitelendirilerek siyaseti İsrail’in istediği gibi yapmadığımızda verim alamayacağımızdan bahsediliyor ve de bunu bir İsrail, bir ABD, bir de paralel yapı dillendiriyorsa, varsın hayalperestlik olsun bu hal… Tuz kadar sevenler Bazı adamlar vardır, sevdiklerinde denizler ve gökler kadar, altınlar ve gümüşler kadar, öyle ya dünyalar kadar severler. Zira o adamların sevgileri dünyalıktır. Muhtaç olduklarını, aciz olduklarını, kul olduklarını unutarak, sevdiklerinin sahibi olduklarını zannederek severler. Ancak bazı adamlar vardır, bütün kulluklarıyla, bütün acziyetleriyle, bütün teslimiyetleriyle severler. Onların sevgileri, sonsuz ihtiyaçların olduğu dünyada, ihtiyaç duydukları eşya karşısında asıl İhtiyaç Duyulana yönelttikleri şükürlerincedir. Ne sahibi olamadıkları denizler, ne mülklerine katamadıkları altınlar kadardır onların sevgileri; ancak heybelerine taşıdıkları bir avuç tuzla belli ederler hamdlerini… Dua Ahmet Davutoğlu ismi birileri tarafından sürgün cezasına çarptırılmış olsa da, “İrancı” dense de, “İsrailci” yapılsa da, “hayalperest” kabul edilse de, ihtiyaç duyulan tuzu heybe heybe ülkemize, coğrafyamıza ve bütün dünyaya sunabilecek sevgiye sahip kıymet insanlarından bir tanesidir. Kutlu görevinde Rabbimiz, inanıyoruz ki ona yâr ve yardımcı olacaktır. haberajanda Analiz “T Fikri Akyüz fikriakyuz.ajanda@gmail.com Twitter.com/akyuzfikri ARİHTE bugün neler olmuş?” diye bir baktım ki ne göreyim? Mesela 1517’de Yavuz Sultan Selim Kahire’ye giriyor. Kaldı ki Sisi de 2013’ün 3 Temmuz’unda Kahire’deki Başkanlık Sarayı’na girmişti. “3 Temmuz” deyince aklıma bir başka olay daha geldi. 3 Temmuz 2011’de bir başka “Başkan”ın, Aziz Yıldırım’ın koltuğu sallanmıştı. 20 önemli isim BİR DE 100 TL var ki, üzerinde Itri’nin portresi mevcut. Itri kim? “Allahümme salli âlâ seyyidina MuhammedininNebiyyil’ümmiyi ve âlâ âlihi ve sahbihi ve sellim” diye başlayan Salât-ı Ümmiye’nin bestekârı. Dönemin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın, “Bu sözleri besteleyen adamın, Atatürk’ün portresinin yer aldığı parada ne işi var?” diyerek AK Parti’yi kapatma davasına 100 TL’yi delil olarak koymamasının nedenini hâlâ çözebilmiş değilim. Bu arada konu konuyu açıyor, yukarıda Yavuz Sultan Selim’den bahsetmiştim… Yavuz Selim bir sadrazamı öldürtmüştü. Adı, “Koca Mustafa Paşa”... İlginçtir, İstanbul’un Fatih ilçesinde hem Yavuz Selim, hem de Koca Mustafa Paşa isminde iki büyük semt vardır. Gerçi Giresun’da Atatürk’ün heykelinin olduğu bir semtte Topal Osman Ağa’nın da heykeli var. Normaldir… “Heykel” deyince aklıma geldi. Kaldı ki aklıma geleni yazdıktan sonra aklıma gelen başka bir hususu daha yazacağım. Örneğin, Ocak 1920’de Misak-ı Milli kabul edildi. Misak-ı Milli’nin ne anlama geldiğini “yemin ediyorum” liseden mezun olunca öğrenmiştim. Çünkü hocamız da bilmiyordu. Bilse söylerdi. İyi bir insandı çünkü… “Milli yemin-ulusal ant” manasına gelen bu yeminin imzalandığı Meclis-i Mebusan binası, bugün Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi olarak kullanılıyor. Heykeltıraşlar oradan yetişiyor. Daha önceki adı, “Güzel Sanatlar Akademisi” idi. Ondan önceki adı da “Cemile Sultan Sarayı”. Cemile Sultan, Sultan Abdülmecit’in kızı, yani son dört padişah olan 5. Murat, 2. Abdülhamit, Vahdettin ve 5. Mehmet Reşat’ın kardeşi. Bugün o üniversitede okuyan “bazı” gençler, tahmin ediyor, hatta inanıyorum ki o binada ikamet eden Cemile Sultan’ın kardeşi Sultan Vahdettin’i hain olarak tesmiye ediyor, hatta Misak-ı Milli’nin o binada, Sultan Vahdettin döneminde kabul edildiğini de bilmiyor, yine hatta Misak-ı Milli’nin kabul edildiği gün itibariyle Ankara’da TBMM diye bir kurumun olmadığını da bilmiyorlardır. Hatta ve hatta Misak-ı Milli’nin içinde Musul ve Kerkük’ün olduğunu ama mesela Kıbrıs’ın yer almadığını da bilmiyor, öğrenmiyorlardır –zira öğretilmiyor da-. Ancak bir “ulusalcı miting” yapıldığında bazı gençler, mesela “Kıbrıs bizimdir, bizim kala- caktır!” dedikten sonra “Kuzey Irak’tan bize ne?” diyebilmişlerdir ve diyebilmektedirler. Bu kafayla gidilirse de demeye devam edecektirler. Tarihte dolaşmaya devam edelim… Tam 10 yıl önce Türk lirasından altı adet sıfır atıldı. Tabiî bunun üzerine, örneğin Emin Çölaşan da hemen “atıldı” ve “Paradan altı sıfır atılsın anırırım” dedi. Biliyorsunuz, birkaç yıl sonra Hürriyet’ten o da “atıldı”. Hatta sonraki yıllarda hatırlıyorum da Hürriyet’ten “birkaç sıfır” daha atılmıştı (!). İşte “yeni paralar”dan 20 TL’nin üzerinde Mimar Kemalettin de var. Mimar Kemalettin, sadece Bebek Camii’nin mimarı değil, aynı zamanda “gerici”(!) binaları da restore eden bir mimardır. Mimarlığını yaptığı binalardan biri Koca Sinan Paşa Medresesi, diğeri de Eyüp sahilindeki Sultan Reşat Türbesi’dir. Hele hele bir de kalkıp Kudüs’teki Mescid-i Aksa’nın restorasyonunu yapmıştır ki bunun vebalini nasıl ödeyecektir bilmiyorum… Bir de 100 TL var ki, üzerinde Itri’nin portresi mevcut. Itri kim? “Allahümme salli âlâ seyyidina Muhammedinin’nNebiyyil’ümmiyi ve âlâ âlihi ve sahbihi ve sellim” diye başlayan Salât-ı Ümmiye’nin bestekârı. Dönemin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın, “Bu sözleri besteleyen adamın, Atatürk’ün portresinin yer aldığı parada ne işi var?” diyerek AK Parti’yi kapatma davasına 100 TL’yi delil olarak koymamasının nedenini hâlâ çözebilmiş değilim. -Şu ihtimal olabilir: Dosyanın içindeki 100 TL, bir rüşvet sinyali gibi algılanabilirdi (!).Evet, “Tarihte bugün” diyerek bugünkü yazımı yazdım ve “tarihe not düştüm”. Peki, tarih bu yazıyı alıp “Tarihte bugün” başlığı altında yazacak mıdır? Elbette yazılması gerekmediği için yazmayacaktır. Ama tarih, Başbakan’ın “Hamdolsun” demesini parti kapatma sebeplerinden biri olarak gören eski Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’yı mutlaka yazacaktır. Hamdolsun ki yazacaktır, andolsun ki yazacaktır... ağustos 2014 89 haberajanda Analiz Güya magazinel bir tavırla FIFA Dünya Kupası başlarken Iraklı Şiilerin başını kesip maç yaptılar, Batılı güç merkezlerinin sempatisini toplamak için Gazze bombalandığı esnada Filistin bayraklarını yaktılar, “İsrail nifak çıkarmadığı için hedefimizde olamaz” dediler ve yeryüzündekileri ayırmak için yerin altını da hedef seçtiler. Abdulkadir Geylani (k.s.) ve Veysel Karani (r.a.) misali bir düzineden fazla Seyyidinanın ve Ashabın türbelerini bombaladılar. Türbelerle birlikte 8-10 asırlık camileri de havaya uçurdular. “Yaptıklarımız, yapacaklarımızın teminatıdır” dercesine “Nihaî hesaplaşmamız Kerbelâ’da olacak” dediler ve Hazreti Hüseyin’in (r.a.) naaş-ı şerifini türbesinden çıkarıp yakacaklarını bildirdiler. *** Bu örgütü bir yıl kadar önce, ilk olarak Suriye’de duymuştuk. Suriye El-Kaidesi olarak bilinen El-Nusra Tugayı’ndan kopan çeteler eliyle kuruldu örgüt. Önce bağrından çıktığı El-Nusra ile saha paylaşımı için çatıştı, sonra PYD ve Esed’e bağlı hükümet güçleriyle. Bir ara Suriye’de bulunan Süleyman Şah Türbesi’ni ve haliyle orada konuşlu askerlerimizi de tehdit etmişti. Sanırım IŞİD’in Ağustos ayı icraatlarındaki püf nokta tam da burası!.. IŞİD, Şii Arapları ve çoğunluğu Şii olan Türkmenleri güneye sürdü. Kuzeydeki PKK, PYD, YNK gibi çok başlı Kürt bölgesel yapısını ilk kez “ortak düşmana karşı müşterek hareket” motivasyonuyla birleştirdi. Kuzey Irak’ın silahlan(dırıl)masını mazur gerekçelere oturttu. Etnik arındırma/sıklaştırma yoluyla KürtSünni-Şii alt başlıklı üç parçalı Irak için demografik altyapıyı kurdu. *** Sosyal medya, Türkiye’yi tehdit eden IŞİD’li sözcü ve komutanların videoları ile dolu. İki yıllık korkumdu, bu vesile ile yinelemek istiyorum. Muradımsa korkumun yersiz çıkması… Ama bu korku eğer bir parça yerli yerince ise, bu durumda acilen önlem alınması gerek. “Ali’siz Alevilik” propagandası güden DHKP ile “Allah’sız Sünnilik” icraatında bulunan IŞİD, Türkiye topraklarında terör düellosuna tutuşacak olursa… 90 ağustos 2014 Tehlikeyi I Ahmet Turgut ahmetturgut.ajanda@gmail.com H AZİRAN ayının ikinci yarısından itibaren “IŞİD” adını sıklıkla duyar olduk. Gerçi örgüt “Irak-Şam” kelimelerini atarak kendisini “İslam Devleti” (İD) ilan etti artık. Siparişle yazan bazı kalemlerse bu örgütü Şiilere karşı “Sünni öfkesi”, Kürtlere karşı “Arap öfkesi” olarak da andı. >> Azı gemiye alanlar, “IŞİD’i ElMuhaberat kurmuş” dediler. Bir ara ihale İran’a kalacak gibi de oldu. Sonra IŞİD’in sözde halifesi Ebubekir El-Bağdadî’nin ABD’li senatör McCain ile çarşaf çarşaf resimleri yayınlandı, İbrani kökenli olduğu yazıldı. Rusya’da saklanan eski CIA muhbirinin deşifrasyonuyla birlikte IŞİD ismi MI5, MOSSAD ve CIA ile birlikte anılır oldu. Aslında bu örgütü bir yıl kadar önce, ilk olarak Suriye’de duymuştuk. Suriye El-Kaidesi olarak bilinen El-Nusra Tugayı’ndan kopan çeteler eliyle kuruldu örgüt. Önce bağrından çıktığı El-Nusra ile saha paylaşımı için çatıştı, sonra PYD ve Esed’e bağlı hükümet güçleriyle. Bir ara Suriye’de bulunan Süleyman Şah Türbesi’ni ve haliyle orada konuşlu askerlerimizi de tehdit etmişti. Suriye’deyken Ortadoğulu terör örgütlerinden bir örgüttü sadece. Irak topraklarına saldırıp ülkenin üçte birine yakınını işgal etmesiyle birlikte dünyanın ilgisini çekmeyi başardı. Türk kamuoyu açısından asıl kariyerini ise Musul’daki konsolosluk çalışanlarımızı rehin almasıyla yaptı. ŞİD’dik mi? Bu başarıların verdiği güçle El-Kaide misali çatı örgüt konseptine geçmeye karar veren örgüt, kendi altında tüm örgütlerin birleşmesi için çağrı yaptı. Lübnan, Nijerya ve birkaç ülkede IŞİD çatısına katılmak isteyen Neo-Selefi terör örgütleri bu davete olumlu yanıt verdiler. Böylelikle Neo-Kaide haline gelip bölgesel bir aktör olacağının işaretlerini verdi. Güya magazinel bir tavırla FIFA Dünya Kupası başlarken Iraklı Şiilerin başını kesip maç yaptılar, Batılı güç merkezlerinin sempatisini toplamak için Gazze bombalandığı esnada Filistin bayrakları yaktılar, “İsrail nifak çıkarmadığı için hedefimizde olamaz” dediler ve yeryüzündekileri ayırmak ağustos 2014 91 haberajanda Analiz Arap Şiilerin katlinden sonra kitlesel olarak Türkmenlere yöneldiler. IŞİD’e direnenlerin canıyla birlikte ırzının da kendilerine helal olduğunu söylediler. Nitekim erkekleri kestiler, kadınları sattılar. Siyonist İsrail ordusunun Gazze’de 2 bin Filistinliyi katletmesini protesto etmek için 100 binlerce insanın meydanları doldurduğu günlerde 10 bine yakın Müslümanı katlettiler. Ama resmî kınanmalarla ve/veya kitlesel protestolarla telin edilmemenin verdiği özgüvenle yıkımlarına ve soykırımlarına aynen devam ettiler. Son olarak da Yezidîleri soykırıma tâbi tuttular ve tüm bunları tek tek kayda alıp yayınladılar. için yerin altını da hedef seçtiler. Abdulkadir Geylani (k.s.) ve Veysel Karani (r.a.) misali bir düzineden fazla Seyyidinanın ve Ashabın türbelerini bombaladılar. Türbelerle birlikte 8-10 asırlık camileri de havaya uçurdular. “Yaptıklarımız, yapacaklarımızın teminatıdır” dercesine “Nihaî hesaplaşmamız Kerbelâ’da olacak” dediler ve Hazreti Hüseyin’in (r.a.) naaş-ı şerifini türbesinden çıkarıp yakacaklarını bildirdiler. Arap Şiilerin katlinden sonra kitlesel olarak Türkmenlere yöneldiler. IŞİD’e direnenlerin canıyla birlikte ırzının da kendilerine helal olduğunu söylediler. Nitekim erkekleri kestiler, kadınları sattılar. Siyonist İsrail ordusunun Gazze’de 2 bin Filistinliyi katletmesini protesto etmek için 100 binlerce insanın meydanları doldurduğu günlerde 10 bine yakın Müslümanı katlettiler. Ama resmî kınanmalarla ve/veya kitlesel protes- 92 ağustos 2014 tolarla telin edilmemenin verdiği özgüvenle yıkımlarına ve soykırımlarına aynen devam ettiler. Son olarak da Yezidîleri soykırıma tâbi tuttular ve tüm bunları tek tek kayda alıp yayınladılar. Allah’sız bir Sünnilik oluşturma çabası Bu hatırlatmalardan sonra yazımızın asıl konusuna girebiliriz sanırım… Peki, neden bir terör örgütü veya kendi ifadeleriyle bir devlet (!), işlediği zulümleri kayda alıp yayınlar? Bunun birçok sebebi var şüphesiz: Küresel hedefleri Batı dünyasındaki İslamofobyayı artırmak... Avrupa veya Amerika’da böylesi kafa kesme, insan kalbi yeme, kol ve bacak koparma sahnelerini izleyenler, Müslümanlardan nefret etmek için yeni bahaneler bulmuş oluyorlar. IŞİD’in şiddet-işkence paylaşımları yapmasındaki bölgesel hedefleri ise küresel olanlardan da tehlikeli. Sırf kimliğinden dolayı insanları işkenceyle katlettikleri için Iraklı Şii Araplara veya Kürtlere “Siz de hemşerileriniz olan Arap Sünnileri kesip öç alın” mesajı veriyorlar. Çok şükür, şimdilik bu tahriklerinde başarılı olamadılar. Yeri gelmişken hatırlatmakta fayda var: IŞİD ve benzeri Neo-Selefi terör örgütleri, kendilerine tâbi olmayan Sünnileri de kâfir addediyorlar ki “Canı, malı, ırzı helaldir” fetvasını birçok Sünni aşiret için de uygulamaya döktüler. Lakin böylesi infazları Sünni dünyadan tepki almamak için yayınlamıyorlar. Evet, IŞİD ha bire şiddet-eziyet kasetleri sürüyor piyasaya. Zira en büyük sermayeleri Ahmet Turgut “ahaliye korku salmak”. Kendileri bir şehre ulaşmadan korkuları geldiği için, halk, şehirleri terk edip nispeten güvenilir buldukları başka yerlere kaçıyor. Aynıyla Moğol ordularının vaktiyle tüm Avrasya’da yaptığı gibi yaptıkları… Sanırım IŞİD’in Ağustos ayı icraatlarındaki püf nokta tam da burası!.. IŞİD, Şii Arapları ve çoğunluğu Şii olan Türkmenleri güneye sürdü. Kuzeydeki PKK, PYD, YNK gibi çok başlı Kürt bölgesel yapısını ilk kez “ortak düşmana karşı müşterek hareket” motivasyonuyla birleştirdi. Kuzey Irak’ın silahlan(dırıl)masını mazur gerekçelere oturttu. Etnik arındırma/sıklaştırma yoluyla Kürt-Sünni-Şii alt başlıklı üç parçalı Irak için demografik altyapıyı kurdu. Ve… Kalemi kırıldı (!)... Yeni hedef ne? BM Güvenlik Konseyi, başta IŞİD ve ElNusra olmak üzere Suriye ve Irak’ta çatışan tüm terörist örgütlere silah bırakma çağrısı yaptı. Onlara malî destek sunan firma ve kurumların takibata alınacağını bildirdi. Enteresan değil mi? Sadece Irak’ta değil, Suriye’de de bu terörist örgütlerin faaliyetleri en azından teorik planda kısıtlanacak. İsterseniz şu “kalem kırmak” bahsine geri dönelim. Sizce IŞİD tasfiye mi ediliyor, yoksa sadece Suriye ve Irak’tan çekilmeye mi zorlanıyor? Öyleyse şunu sormaya hakkımız var: “IŞİD’e yeni bir hedef ülke mi sunuluyor?” Sakın bu hedef ülke Türkiye olmasın? Sosyal medya, Türkiye’yi tehdit eden IŞİD’li sözcü ve komutanların videoları ile dolu. İki yıllık korkumdu, bu vesile ile yinelemek istiyorum. Muradımsa korkumun yersiz çıkması… Ama bu korku eğer bir parça yerli yerince ise, bu durumda acilen önlem alınması gerek. “Ali’siz Alevilik” propagandası güden DHKP ile “Allah’sız Sünnilik” icraatında bulunan IŞİD, Türkiye topraklarında terör düellosuna tutuşacak olursa… Bunu düşünmesi bile korkunç!.. Böylesi bir terör düellosunda, ortalama Alevi vatandaş ile Sünni vatandaş dahi zamanla uçlara savrulabilir. Sonuçsa telafisi imkânsız bir yıkım olacaktır. Olumlu çağrışımlar vaaz eden 2023’ü ararken, kucağımızda “eksi” 1918 şartlarını aratacak bir “eksi” 2018 bulabiliriz. Tehlikeyi IŞİD’dik mi? ağustos 2014 93 haberajanda Ortadoğu ORTADOĞU: BARIŞIN YA O RTADOĞU coğrafyası, tarih boyunca olduğu gibi bu yüzyılın ilk çeyreğinde de savaş ve insanlık dramlarına sahne olmaktadır. Büyük medeniyetlere ev sahipliği yapmış olan bu coğrafya, ne yazık ki sürekli güç mücadelelerinden dolayı bir türlü hak ettiği huzuru yakalayamıyor. >> Oysa Ortadoğu, insanlığın adeta başlangıç noktası olan ilk medeniyetlerin kurulduğu farklı etnik ve dini bir mozaiğe sahiptir. Ancak tüm zenginlikler bütünleşmenin değil, ayrışmanın birer aracı olarak kullanıldı. Şüphesiz bunun en temel sebebi, bölgenin dışındaki güçlerin bu coğrafya üzerinde söz sahibi olma çabasıdır. Dünya medeniyet tarihi açısından merkezi değere sahip bu coğrafya, eşsiz jeopolitik konumu, zengin yeraltı kaynakları, dini ve kültürel dokusuyla tarihin müşahede ettiği tüm zamanlarda gündemin de merkezinde olmuştur. Dünyanın başka hiçbir bölgesiyle kıyaslanmayacak öneme sahip olan bölge, büyük güç mücadelelerine şahitlik etmiştir. Zira dünya sathında rol almak isteyen tüm güçler, bu gizemli bölgeye hâkim olmadan dünya siyasetine yön verme iddiasını taşıyamayacaklarını bilmekteydiler. Dolayısıyla Ortadoğu, bu özellikleriyle sürekli güç mücadelelerinin arenası olagelmiştir. Ortadoğu coğrafyası üzerinde uzun yıllar araştırmalar yapan ve eserler kaleme alan Cengiz Çandar’ın Ortadoğu’yla ilgili şu ifa- 94 ağustos 2014 desi, bölgenin öneminin anlaşılması bakımından son derece önemlidir: “Yeryüzünün en önemli kara ve su yollarına kumanda etmesinin kendisine kazandırdığı eşsiz jeopolitik değer, Ortadoğu’yu tarihin ilk dönemlerinden bu yana dünya egemenliği peşinde koşan güçlerin –her kim olursa olsun– birincil hedefi haline getirmiştir. Ortadoğu’da etkili bir varlık kuramayan hiçbir güç, dünya egemenliği üzerinde iddia ileri süremez. Bu bölgede varlık sağlayan ya da sağlayacak herhangi güce karşı koyabilecek durumda bulunmayan güçler ise peşinen yenilgiyi kabul ederler.” Elbette bu coğrafyanın bu denli önem arz etmesi, sadece jeopolitik konumu, bereketli toprakları ya da sahip olduğu zengin yeraltı kaynaklarıyla açıklanamaz. Zira insanlık tarihinin kökenini oluşturan üç büyük semavi dinin bu coğrafyada neşv-ü neva bulması da bölgenin mistik boyutuna işaret etmektedir. Dolayısıyla güç odaklarınca Ortadoğu’ya sahip olmak, maddi kazançların yanında ilahî bir görev olarak algılanmıştır. Nitekim okunmadan Ortadoğu üzerinde yapılacak her değerlendirmenin eksik kalacağı şeklinde tanım- lanan eserin sahibi Roger Garaudy’in, kaleme aldığı esere “İlahi Mesajlar Toprağı Filistin” ismini vermesi de bu anlamda önemlidir. Sürekli acıların coğrafyası Ortadoğu’nun tarihsel sürecini değerlendirdiğimizde pek çok acı sahne ile karşılaşacağımız, şüphe götürmez bir gerçektir. Zira yukarıda zikrettiğimiz nedenlerden dolayı bölge halkı hiçbir zaman bölgenin kaderini tayin etmekte özne misyonunu yüklenememiştir. Kendilerini dünyanın kaderini belirlemekle yükümlü gören anlayışın temsilcileri, bölgede kontrol edilebilir sürekli bir istikrarsızlık ortamı oluşturmak suretiyle sonu gelmez acıların yaşanmasına neden oldular. Ne yazık ki bugün, bölgenin pek çok ülkesinde soykırım derecesinde yaşanan katliamlar da aynı anlayışın bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. İsrail’in Gazze’ye yönelik yaptığı son saldırıların Hamas ile El-Fetih arasında sağlanan anlaşmanın hemen akabinde gelmesi, bölgede barışa, huzura ve en ufak istikrara müsaade edilmeyeceğini göstermesi bakımından önemlidir. Nitekim yapılan tüm katliamlara rağmen sessiz kalan Batı dünyası, bölge için makul gördükleri projelerini de ifşa etmekteler bir bakıma. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun dünya sahnesinden silinmesinin hemen akabinde, bölge üzerinde ciddi operasyonlar gerçekleştirildi. Bugün yaşanan hadiseler bir değerlendirmeye tâbi tutulduğunda, geçtiğimiz ve içinde bulunduğumuz yüzyıla göre bir projenin icra edilmeye çalışıldığı anlaşılmaktadır. Geçtiğimiz yüzyıl için, esas olarak iki yönlü bir projenin hayata geçirilmeye çalışıldığını söylememiz mümkündür. Birincisi, Osmanlı bakiyesi olan coğrafyada mümkün olabildiğince küçük ulus devletler inşa etmektir. Bölgeyi işgal eden güçler, söz konusu devletlerin inşasından hemen sonra fiziken bölgeden çekilmiş olsalar da fikirsel ve kültürel yönden başta olmak üzere varlıklarını son derece hissettirilir bir şekilde sürdürdüler. Suni çizimlerle inşa edilen bu söz konusu devletlerin dinsel ve etnik yönden mümkün olabildiğince kozmopolitan olmaları sağlandı. Böylece çıkarlarına göre bu ülkelerin ayarlarıyla oynama imkânını ellerin- Cahit Tuz cahittuz.ajanda@gmail.com SAK OLDUĞU COĞRAFYA de bulundurmuş oldular. Lübnan, Yemen ve Cezayir’de yıllarca süren iç savaşlar, Türkiye, Suriye, Irak ve Mısır’da art arda yaşanan darbeler, Irak-İran ve Irak-Kuveyt savaşları başta olmak üzere, bölgede yaşanan hadiseleri bu proje kapsamında değerlendirmek gerekir. İkincisi ise bölge halkının değer kodlarıyla oynamaktır. Bu coğrafyada yaşayan halklar tüm değer yargılarından uzaklaştırıldı. Kendi diliyle konuşamayan, kendine ait olanı gericilik sayan, kendi gerçekliğini yitirmiş ve kendi hakikatiyle tüm bağlantıları koparılmış bir yaşama mahkûm ettiler insanları. Teslimiyetçi benliklere sahip despot liderlerle bölgeyi yönetmeye çalıştılar. İki asrı aşkın süredir bölgenin gündemi başkaları tarafından belirlenmektedir. Arap Baharı süreciyle başlayan hadiselerle iyice tezahür eden projenin yaşadığımız yüzyıldaki ayağına gelince, bölgeyi mikro seviyede küçültmek ve böylece ümmet anlayışını tamamen ortadan kaldırmak olduğu kanaatini çıkarabiliriz. Esasında son iki asırdır Ortadoğu coğrafyasında cereyan eden hadiseleri incelediğimizde, bölge üzerinde operasyon yapan dinamiklerin nihai amacının, bölge halklarının yüzyıllarca bir arada yaşamasını sağlayan ümmet anlayışını yok etmek olduğu fark edilecektir. Bugün İran’ın uyguladığı Şii eksenli politikaları göz önüne aldığımızda, 1979’daki “İran İslam Devrimi”nin gerçekten de bir İslam devrimi olduğundan söz etmemiz mümkün mü? Söz konusu devrimin, İslamî hassasiyetlerin doğurduğu bir kaygıdan ziyade, belli bir mezhebi hâkim kılmak ve dolayısıyla sürekli bir çatışma ortamı yaratmak için gerçekleştirildiği anlaşılmıyor mu? Suudi Arabistan siyasetinde giderek hissedilen Vahhabi anlayışı eksenindeki politikaları nasıl açıklayabiliriz? İslam şeriatına uygun devlet kurma söylemiyle ortaya çıkan Taliban, IŞİD, Nusra ve Boko Haram gibi örgütlerin faaliyetlerini söz konusu bu projelerden ayrı düşünmemiz mümkün mü? Başta İran ve Suud yönetiminin uyguladığı mezhep eksenli politikalar olmak üzere, giderek etkinliğini arttıran terör gruplarının yaptıklarından hangisi ümmet anlayışına hizmet etmektedir? Şüphesiz gerek zikrettiğimiz, gerekse de zikredemediğimiz pek çok neden, bölgedeki acıları sürekli kılmaktadır. Ancak tüm bu acıların temelinde, bölgenin kodlarını iki asrı aşkın süredir ellerinde bulunduranların fikirleri yatar. Elbette bu durum ilelebet böyle devam etmeyecektir. Nitekim Arap Baharı olarak tanımlanan süreç, bir değişim iradesini işaret etmektedir. Neredeyse bir asırdır en temel haklarından yoksun bırakılan halkların hürriyet talebiyle sokağa çıkma cesareti göstermesini, bu değişim iradesinin en somut örneği olarak zikretmemiz mümkündür. Tarih fırsat sunuyor Kuşkusuz son üç yıldır bu coğrafyada cereyan eden hadiseler, “Arap Baharı” kavramının ifade ettiklerinin de ötesindedir. Söz konusu hadiseler sonrasında kışı getirecek bir bahardan ziyade, “üzerindeki tozu atma”, “yeniden dirilme”, “yeniden uyanış” ve “kendine gelme” anlamlarını karşılayan “En-Nahda” kavramı ifade edilmektedir. Nitekim süreci “internet hafifmeşrepliği” ile değil de bölgenin gerçek dinamikleriyle değerlendiren uzmanlar, konuyu bu çerçevede tartışmaktadırlar. Süreç her ne kadar Suriye’de tıkanmaya çalışıldıysa da, tüm acı bedellere rağmen Suriye halkının ortaya koyduğu irade, umutlanmamız için önemli bir dayanak olmaktadır. Suriye halkı, “Devamu’l hal minel muhal” kaidesince, artık ne mevcut yönetimi, ne de benzer yönetimleri kabul etmeyeceğini tüm dünyaya ilan etmektedir. Zira başta Suriye halkı olmak üzere, coğrafya halkının ekseriyeti, materyalist sapmalarla on yıllarca bastırılmış cevherlerini yeniden keşfetmektedir. Kuşkusuz bu keşif neticesinde ortaya çıkan değişim iradesi, zamanla başkalarının yokluğuyla ancak var olabilen baskıcı zihniyet ve temsilcilerine bölgede yaşam hakkı vermeyecektir. Artık herkes, “Suriyelilere kapıları açmak hataydı” diyen adamın, “Filistin meselesinde tarafsız kalmalıyız” diyen adamın, halkına soykırım uygulayan Esed’le fotoğraf çekenlerin ve Sisi’ye gülücükler gönderen adamın, söz konusu projelerin neresinde olduğunu çok net bir şekilde görmektedir. Elbette tüm bu gelişmelerde Türkiye’ye düşen önemli yükümlülükler bulunmaktadır. Öncelikle mevcut politikaların ve insan kaynaklarının behemehâl revize edilmesi icap etmektedir. Özellikle son yaşanan IŞİD hadisesi, bu zarureti net bir şekilde ortaya koymaktadır. Zira bu olay, hem bilgi kaynaklarının yetersiz olduğu anlamına gelir, hem de son iki yıldır bölgede aktif bir rol oynayan IŞİD’e karşı bir strateji geliştirilemediği veya en azından bu örgütün neler yapabileceğinin öngörülmediğini göstermektedir. Dolayısıyla Ortadoğu’ya yönelik objektif ve rasyonel bir yaklaşma becerisi edinilmelidir. Bölge ile ilgili çalışmalarda istihdam edilecek kişilerde bu beceri aranmalıdır. Soğukkanlı yaklaşamayan ve statik kalıplarla düşünen kişiler bölge siyasetine zarar verir. Dikkate alınması gereken bir diğer önemli husus, durum tespit ve değerlendirmenin ötesine geçilmesidir. Tam anlamıyla “Az laf, çok iş” prensibi benimsenmeli. Bunun için bölgeye dair doğru politikalar üretebilmek için, öncelikle coğrafyanın gerçekleriyle yüzleşmek ve bölgenin iç dinamiklerini yakından takip etmek gerekir. Özellikle son birkaç yıldır coğrafyayı kan gölüne çeviren hadiselerin menşeinde bazı ülkelerin mezhebi kaygıları bariz bir şekilde gözlemlenmektedir. Türkiye bölge geleceği için son derece tehlikeli olan bu siyaset anlayışının doğurduğu handikaplara düşmeden süreci yönetmeye büyük gayret sarfetmektedir. Ancak Türkiye’yi “Sünni tarafgirliği” yapmakla suçlamak suretiyle büyük bir algı operasyonu yapılmaktadır. Türkiye bu hususta geçmiş tecrübelerini ince bir elekten geçirip, tarihsel medeniyet tasavvuruna uygun, ümmet anlayışını önceleyen, AK Parti hükümetlerince yakalanan insan hakları ve demokratikleşme yolundaki gayretlerinde asla taviz vermemelidir. Zira ancak bu anlayış bölge üzerinde oynanan tehlikeli anlayışları bertaraf edebilir. Özellikle Cumhurbaşkanlığı seçiminde alınan netice, bölgesinin tek istikrarlı adası olan Türkiye’nin üstleneceği rolü daha da önemli kılmaktadır. Tüm iç ve dış müdahale girişimlerine rağmen gösterdiği son derece başarılı mukavemetle Türkiye, tüm coğrafyanın umudu haline gelmiştir. Ancak tarihin sunduğu bu fırsatın heba olmaması için, yukarıda işaret ettiğimiz adımların atılması pas tutmuş olan çarkın daha verimli işlemesi açısından son derece önem arz etmektedir. Şimdi zaman yenilenmenin, yeniden ve sonsuza dek var olmanın vakti!.. ağustos 2014 95 haberajanda Gazze Gazze’de olmalı şimdi, şimdi Gazze’de ölmeli; canın değerini Gazze belirlemeli, öldüğünde canın Filistin etmeli… Yüceler yücesinde ulu terazi kurulduğunda, bir kefede canın, diğer kefede Filistin olduğunda terazi denk gelmeli. “İşte benim taşıdığım can Filistin kadar!” diyebilmeli, bir Filistin için kaç can gerekiyorsa o kadar canın olmalı. İşte Filistin ve Gazze bu yüzden bu kadar değerli!.. Bir can ne kadar değerliyse, Gazze o kadar değerli. “Gazze, Filistin bizim canımız!” dediğimizde bir şiir terennüm etmiyor, ulu terazinin canımıza biçtiği değerle hakikati söylüyoruz. 96 Gazze’de bugünl aşk va G AZZE, adını kadim zamanlardan almış bir şehirdir. Bir isim bir şehre bu kadar yakışır, bir şehir bir ismi bu kadar hak eder. Adını aldığı Kenan dilinde Gazze, “güçlü” demektir. Fransızlar “güçlü yer”, İngilizler “güçlü kale”, Mısırlılar ise “değerli şehir” demişler. Güç tasavvurumuzu alt üst eden Gazze, gücünü Hak’tan alan, hakkın gücünü savunan bir şehir olarak, inançlı bir yüreğin top ve tüfekten daha güçlü olduğunu bizlere göstermiştir. ağustos 2014 Ahmet Turan Yıldız atyildiz.ajanda@gmail.com erde r! >> Kadim zamanlardan modern zamanlara seyreden vakitte Gazze, başın tacı misali adının başına hep bir sıfat eklemiş; zaman olmuş “kavganın şehri” olarak anılmış, zaman olmuş “aşkın”... Biz bugün Gazze’ye “Furkan şehri” diyoruz. Hak ile batılı ayırt eden şehir, Hak’la batılın ayırt edildiği şehir, Hak ve batılın geceyle gündüz gibi fark edildiği şehir… Dünyanın neresinde olursa olsun, hangi ırk, millet veya dinden olursa olsun, bir çocuğa namlu çevriliyorsa, tüm dünya insanları o namlunun önünde durmalıdır. Bugün tüm dünyada Hak ile batıl Gazze üzerinden ayrışıyor. Hakk’ın ve haklının yanında olanlar, Hakk’ın, haklının, özgürlüğün, insanlığın, yaşamın, masumiyetin, çocukların karşısında olanlardır. Dünyanın neresinde olursa olsun, hangi ırk, millet veya dinden olursa olsun, bir çocuğa namlu çevriliyorsa, tüm dünya insanları o namlunun önünde durmalıdırlar. Çocuklar öldürülemez!.. Bir insan çocuk yaşta ölebilir ama bir çocuk asla öldürülemez. Gazze’de çocuklar öldürülüyor. Yüreği büyük, bedeni küçük çocuklar yüreklice ölürken, o çocuğun yüreği, namlusunu o çocuğa çevirenin kalbini korkudan titretiyor. “Gazze’de bugünlerde aşk var…” Gazze’de yine savaş var. Gazze’de bugünlerde aşk var… Şehadete meftun yürekler Gazze pahasına ölüyor. Bir can, bir Gazze ediyor o topraklarda. Bir Gazze ise bugün 833 can ediyor. Siz bu yazıyı okurken, Gazze’nin pahası kim bilir daha kaç can artacak? Besmele çekip bu yazıya başladığımdaki rakamla yazıyı bitirdiğimdeki rakam bile değişti. Başa dönüp güncellemek zorunda kaldım. Değeri Gazze’yle tartılan 833 can… Gazze’de olmalı şimdi, şimdi Gazze’de ölmeli” Gazze’de olmalı şimdi, şimdi Gazze’de ölmeli; canın değerini Gazze belirlemeli, öldüğünde canın Filistin etmeli… Yüceler yücesinde ulu terazi kurulduğunda, bir kefede canın, diğer kefede Filistin olduğunda terazi denk gelmeli. “İşte benim taşıdığım can Filistin kadar!” diyebilmeli, bir Filistin için kaç can gerekiyorsa o kadar canın olmalı. İşte Filistin ve Gazze bu yüzden bu kadar değerli!.. Bir can ne kadar değerliyse, Gazze o kadar değerli. “Gazze, Filistin bizim canımız!” dediğimizde bir şiir terennüm etmiyor, ulu terazinin canımıza biçtiği değerle hakikati söylüyoruz. Gazze, dünyanın 149 milyon kilometrekare karasalının 360 kilometrekaresini kaplayan, Filistin’in güneybatısında bulunan, uzunluğu 45, genişliği ise 8 kilometreden oluşan küçük ama devasa bir şehirdir. Dünyada kapladığı alan bakımından küçük, fakat yüreklerde kapladığı alan bakımından devasa… Tüm dünya insanlarının içinde bir Gazze var; aktivist grupların, protest toplulukların, insan hakları savunucularının, Müslümanların ve Yahudilerin içinde birer Gazze var. Ancak kimin içinde nasıl bir Gazze var? Bu sorunun cevabı senin tarafın olarak kayda geçmiştir ulular meclisinde. Her insan içinde bir Gazze taşır ve taşıdığı Gazze, ona bir taraf ve kimlik kazandırır. Herkes içinde bir Gazze taşır Gazzelilerin içinde de bir Gazze var. Bir anne ile bir evladın içindeki iki farklı Gazze’den bahsetmek, Gazze’nin neden yenilemeyeceğinin de bir ispatıdır aynı zamanda. Gazze’de sayıları çok az olan, ancak davadan öte dünyalığı tercih eden bazı insanlar var. Bu insanlar, Gazze davasını omuzlamamış, tercihini dünyadan yana seçmiş ve kaybetmiş, Gazze’deki bazı önemli stratejik merkezlerin yerlerini, Hamas ve Kassam yetkililerinin bulundukları yerleri Siyonistlere ihbar eden zavallı insanlar… Bir Gazzeli annenin evladı da bu kaybedenlerden. Yaptığı ihbar neticesinde Gazze’yi canı pahasına savunan insanların şehadetine vesile olmasıyla idam kararı alan ve infazı gerçekleştirilen bir kaybeden… İnfazı gerçekleştikten sonra bunu öğrenerek oğlunun cansız bedenine yaklaşan Gazzeli anne ise, içinde evlat sevgisinden öte Gazze taşıyan bir anne. Oğlunun cansız bedenine ayağından çıkardığı ayakkabıyla vurarak “Sen nasıl kardeşlerini satarsın?! Sen nasıl Gazze’yi satarsın?! Sen nasıl davanı satarsın?!” diyen, içinde işte böyle bir Gazze saklayan anne… “Gazze’de Cansuyu Derneği ile karşılaştık…” İçinde Gazze taşıyan, bununla da kalmayıp dünyanın neresinde bir mazlum varsa derdini omzunda kutlu bir yük olarak gören insanlar da var. Bu insanları biz Gazze’de gördük; Arakan’da, Mısır’daki Rabia Meydanı’nda, Tunus’ta, Libya’da, Çeçenistan’da, Keşmir’de, Patani’de, Sri Lanka’da, Orta Afrika’da ve Kara Kıta’da da… Nerede bir mazlum feryat etse, yanı başında bu insanları gördük biz. Millet olarak mazlumun yanında olmayı kendine borç bilen, ezilen ve mağdur olanların yanında olan bir nesil olarak ecdadımızdan gördüğümüzü karakterimize yansıttık biz. Mazluma yardım etmeyi kurumsallaştırmış onca gönüllü yardım derneğinden ve yüreği geniş dostlardan biri de Cansuyu Yardım Derneği. En son Gazze’deki “Demir Kubbe Savaşı”nda biz bu insanları yine görmüştük. Yardım dağıtan ve yaraları saran bu insanlar, bugün de Gazze Savaşı’nda, mazlumların yanında olması gerektiği yerde yerlerini almışlar. Bu yürekli insanların başında- ağustos 2014 97 haberajanda Gazze Gazze sokaklarında bir Gazzeli dostla muhabbet ederken bana söylediği söz, sanırım Gazze ve Filistin’in ne olduğunu da ortaya koyuyor. Ben ona içimdeki coşkuyla “Ben buraya ölmeye geldim” dediğimde bana şunu söylemişti: “Her toprak, içinde yaşadığı insanlarındır, o insanların memleketi, vatanıdır. Ancak Filistin, sadece Filistinlilerin değil, tüm ümmetindir. Biz Filistinliler, sadece Allah’ın takdiri ile burayı ümmet adına savunmak için mücadele veriyoruz. Sen şimdi esenlik içinde yurduna dön, biz senin yerine ölürüz. Ancak sen Filistin’i, Filistin davasını ve Filistin’in ne olduğunu unutma, Filistin’i yurdunda insanlara anlat, bizleri insanlara anlat; kanımızın son damlasına kadar savunacağımızı anlat!..” ki kıymetli ağabeyimiz, Cansuyu Genel Başkanı Mustafa Köylü ile bugünün Gazze’sini konuşalım istedik. “Gazze” denildiğinde hüzünle coşkunun birlikte gözlerine yansıdığı, dernek olarak tüm mazlumların yanında olmayı bir hayata tercih eden bu yürekli insanları selamladıktan sonra Genel Başkan Mustafa Köylü Ağabeyimiz ile Gazze sohbetine daldık. Mustafa Ağabey’in içindeki Gazze’yi kendisinden dinledikten sonra biz de içimizdeki Gazze’yi anlatmaya devam edeceğiz. *** “İnsan olarak, Müslüman olarak ve Cansuyu Derneği olarak Gazze’ye bigâne kalamayız” Gazze, en başta Müslüman olarak, her zaman kalbimizin bir köşesinde yeri olan, tarafımızın belli olduğu bir mücadele şehridir. İnsan olarak, Müslüman olarak ve Cansuyu Derneği olarak Gazze davasına gözümüzü kapatmamız mümkün değildir. Biz de Cansuyu Derneği olarak daha ön- 98 ağustos 2014 ceki dönemlerde olduğu gibi bu son saldırıda da Gazzelilerin yanında olmaya devam ettik. Bu son saldırıda, Gazze’ye yardımlarımızı ulaştırma konusunda Mısır’daki darbe sonrasında bazı sıkıntılar yaşadık. Daha önceki İsrail saldırılarında Gazze’ye yardımlarımız daha kolay ulaştırılıyordu. Mursi zamanında Refah Kapısı’ndan yardımlarımızı kolay bir şekilde iletiyorduk. Hatta Hüsnü Mübarek döneminde bile -bombardıman olduğunda- zaman zaman kapılar açılıyor ve yardımlarımızı Gazze’ye yetiştiriyorduk. Gazze bizlere ihtiyaç bildiriyor, o ihtiyaçlara göre biz alım yapıyor ve gönderiyorduk. Hastaneler, Mısır Müslüman Doktorlar Birliği aracılığıyla ilaç ihtiyacını bildiriyor, arkasından bu ihtiyaçlar tarafımızdan temin edilerek gönderiliyordu. Yeni dönemde Refah da açılmıyor, dolayısıyla yardımların iletiminde engeller yaşanıyor, her şey çok daha zor bir hale giriyor. “Gazze’nin dünyaya açılan nefes boruları kapandı” Kısmen bazı malzemelerin geçtiği tünelleri de yıktılar. İsrail ve Mısır askerleri müşterek operasyonlarla yaptılar bunu. Gazze’nin dünyaya açılan tüm nefes boruları kapanmış oldu. Şimdi Gazze’nin ihtiyaçları sadece İsrail’in insafına kaldı. Gazze’deki Müslümanların yiyecek ve ilaç malzemelerinin temini de İsraillilerin insafına kaldı. Gazze’de, Mursi döneminde Mısır’dan temin edilen epey miktar malzeme stoğu vardı. O stokların dağıtımı yapılıyor şu anda. Dışarıdan malzeme giremiyor. Bu stoklar tükendikten sonra işin felaket boyutu ortaya çıkacaktır. İnşallah o noktaya varmadan Allah bir kapı daha açar. O insanlar, o yavrular çok zor durumdalar. Ölüyorlar, yaralanıyorlar, psikolojileri alt üst oluyor. Bizim Gazze’de yaptığımız çalışmaların içinde rehabilitasyon çalışmaları da var. Gece uykusundayken bombayla uyanan çocuğun dengesi bozuluyor. Bunların rehabilite edilmesi için çalışmalarımız oluyor. Yetim çocukların bir kısmını yetim merkezimizde barındırıyoruz. Ahmet Turan Yıldız “İnsanlık bu zulme ve katliama seyirci kalmakta…” Budistler, bugün Müslüman öldürüyorlar” İnsanlık iğrenç bir vaziyette Gazze’deki bu zulme, bu katliama sessiz kalıyor, hatta utanmazlığı son noktasına götürerek destek oluyor. İsrail’in savunma hakkı olarak görebiliyorlar durumu. Bir kitleyi toplu halde katletmek, ambargoya tâbi tutmak, yokluğa mahkûm etmek nasıl bir savunma anlayışı olabilir?! Batı’nın çirkin anlayışı bu maalesef!.. Son dönemde Budistlerin katliamları insanlığın gündeminde. “Budist –güya- hayvan bile öldürmez” anlayışı varken, Müslümanları katletmeye başladılar. Zulüm Patani’de, Arakan’da başladı, Sri Lanka’da var bugünlerde. Dünyanın dört bir yanında Müslümanlar bu konuma itilmeye çalışılıyor. Mısır’daki darbede bütün Batı ülkelerinin cuntayı desteklemeleri, seçilmiş cumhurbaşkanının devrilmesini göz göre göre seyretmeleri, Sisi ile kol kola fotoğraf vermeleri de aslında İsrail’in isteğiyle ve işbirliğiyle olmuş şeylerdir. Bütün mesele Refah Kapısı’nı kapatmak ve Gazze’yi tamamen abluka altına almaktı ve hedeflerine de ulaştılar. “Gazze’de şu an her şeye ihtiyaç var” Gazze’de şu an her şeye ihtiyaç var. Bütün nefes boruları kapanmış vaziyette. Gazze’de birkaç kesim var. Geçimini az veya çok sağlayabilen insanlar varken hiçbir şeyi olmayan insanlar da var. Bu insanlar savaş zamanında daha çok mağdur oluyorlar. Bir anda malzemelerin fiyatı katlanabiliyor ve alamıyorlar. Bu insanların desteklenmesi gerekiyor. İlaç temini çok önemli… Gereken her şeyi imkânlar çerçevesinde yapmaya çalışıyoruz. “Müslümanlar birlik olmazsa bugün Gazze’ye olanlar yarın tüm İslam ülkelerine olacak” Bu savaş sonrasında eğer güçlü bir müdahale olmazsa, Müslümanlar akıllarını başlarına toplamazlarsa, bugün Gazze’nin başına gelenler, yarın her Müslüman ülkenin başına gelecektir. Bundan emin olmak gerekiyor. Batı dünyasının İslam ülkelerinde ve Müslümanların yaşadığı coğrafyalarda uygulamaya koydukları bir proje var: Bütün Müslümanları üçüncü sınıf insan kategorisine sokarak köle muamelesi yapmaya çalışmak. Amerika’da ve Avrupa’da bunu kanunî düzenlemelerle yapmaya çalışırken, halkın çoğu Müslüman olan ülkelerde ise çatışma kültürüyle, mezhep savaşlarıyla, komşularıyla problemlerini kanatmak suretiyle savaş çıkararak Müslümanlara yönelik bu projelerini uyguluyorlar. “Karınca öldürmez dedikleri “Müslümanların Gazze konusunda mutlaka tepkilerini ortaya koymaları gerekiyor…” Zulümlere sessiz kalan insanlar zannetmesinler ki o zulüm sadece orada olacak, yarın aynı zulüm kendilerini tehdit edecek. Her Müslümanın Gazze meselesinde uyanık olması, elinden geleni yapması, tepkisini mutlak surette ortaya koyması gerekiyor. Ayrıca uluslararası kamuoyunun da harekete geçirilmesi gerekiyor. “Emaneti sahibine teslim ediyoruz” Cansuyu her bölgeye ulaşmaya çalışıyor. Mültecilere karşı da duyarsız değiliz. Bugün gündemimizde Gazze olduğu için Gazze üzerinden konuşuyoruz. Ama başlangıçtan beri Suriye’dekilere de, mültecilere de yaptığımız çalışmalarla yardımlarımızı sürdürüyoruz. Biz bigâne değiliz, her zaman mazlum ve mağdur insanların yanında yer almaya devam ediyoruz. Çalışma düzenimizde ise şu var: Biz problemi halka arz ediyoruz, halk o problemin çözümüne yönelik ne kadar bağış gönderiyorsa o bağışın tamamını o bölgeye sevk ediyoruz. Biz emanetçiyiz ve emaneti sahibine teslim ediyoruz. “Savaştan iyi haber elmez…” Gazze’de, sahada ilişkilerimizin olduğu kuruluşlar var. Onlarla işbirliği halinde çalışıyoruz. Gazze’de savaş var ki savaştan iyi haber gelmez. Bütün dünya, şu anda Hıristiyan ve Siyonist blok İsrail’in arkasında ve İsrail’in elinde her türlü silah imkânı teknolojik olarak var, ama Gazzelilerin yürekleri var, yürekleriyle direnmeye çalışıyorlar. Suriye ve Irak ateş fıçısı; İsrail bu rahatlıkta Gazze’de katliam yapıyor. Fakat Allah nurunu tamamlayacaktır ki inşallah bu zulümlerin sona ereceği günlerde gelecektir. *** Kıyamet sabahına kadar Gazze bizim imtihanımız olacak Cansuyu Derneği Genel Başkanı Mustafa Köylü’ye aktardığı bilgilerden dolayı teşekkür ediyoruz, ancak Gazze’yi bir çırpıda konuşmak mümkün değil. Deyip duyacak söz çoktur Gazze hakkında. Gazze’nin kadim tarihinden mücadele şehrine dönüşmesine ve İslam’ın mübarek kıldığı bu bölgenin bir avuç inanmış insan tarafından nasıl savunulduğuna, dünya kamuoyunun Gazze anlayışından Doğu-Batı ekseninde iki farklı Gazze tasavvuruna, İslam dünyasının Gazze davasında nasıl ikiye bölündüğüne, İsrail’in emelleri uğruna yaptığı zulüm ve hain saldırılarından Gazze’nin kahramanlık öykülerine kadar birçok açıdan konuşulabilir Gazze. Ancak biz bu yazımızda Gazze’yi anlatmak yerine, Gazze’nin bizi anlatmasını, içimizdeki Gazze’yi konuşmak istedik. Kıyamet sabahına kadar Gazze bizim imtihanımız olacak. Gazze hep kazanacak, ancak içinde nasıl bir Gazze taşıdığına göre insan, Gazze üzerinden her zaman ayrışacak. Kıyamet sabahına kadar biz insanlar Gazze’yi sorgulamaya devam edeceğiz, fakat kıyamet sabahından sonra ulu mecliste Gazze insanları sorgulayacak. Filistin, ümmetin ortak malıdır Gazze sokaklarında bir Gazzeli dostla muhabbet ederken bana söylediği söz, sanırım Gazze ve Filistin’in ne olduğunu da ortaya koyuyor. Ben ona içimdeki coşkuyla “Ben buraya ölmeye geldim” dediğimde bana şunu söylemişti: “Her toprak, içinde yaşadığı insanlarındır, o insanların memleketi, vatanıdır. Ancak Filistin, sadece Filistinlilerin değil, tüm ümmetindir. Biz Filistinliler, sadece Allah’ın takdiri ile burayı ümmet adına savunmak için mücadele veriyoruz. Sen şimdi esenlik içinde yurduna dön, biz senin yerine ölürüz. Ancak sen Filistin’i, Filistin davasını ve Filistin’in ne olduğunu unutma, Filistin’i yurdunda insanlara anlat, bizleri anlat; kanımızın son damlasına kadar savunacağımızı anlat!..” Filistin savaşında Allah taraf tutuyor Bizler esenlik içinde yurdumuza döndük. O Gazzelinin bana söylediğini ben de sizlere aktarıyorum. Filistin’in ne olduğunu insanlara anlatmaya devam edeceğim. Bundan fazlasını da yapacağım. Şimdi içimdeki Filistin çok daha kıymetli bir yerde duruyor. Filistin davasını ömrümün sonuna kadar taşıyacağım. Ben bu savaşta tarafım; Filistin savaşında Allah taraf tutuyor, Allah Filistin’in tarafında, siz hangi taraftasınız? ağustos 2014 99 HABERA JANDA/SÖYLEŞİ Elbette bütün bunlar işin görünen yanını arz ediyor. Görünmeyen yanındaysa bazı İsrailli politikacıların sözlerinin ağızlarından kaçırdıkları gerçekleri buluyoruz. Mesela bir kadın parlamenter, tek kurşunlu iki kişinin, hamile kadınları vurarak öldürülebileceğini söyledi. Bu, Siyonist İsrail’in Gazze’ye, Filistin halkına bakışını yansıtan çok önemli bir anahtardır. *** Gazze bombardıman altına alındığında biz diyoruz ya “Neden Müslümanlardan bir ses çıkmıyor?” diye, Müslümanların olduğu böylesi ülkelerdeki yönetimleri İsrail baştan susturmuş, hatta kendi emellerine hizmet eder hale getirmiş –bu noktada Mısır’daki darbeyi desteklemek, İsrail’i desteklemek demektir-. *** İsrail’in ateşkesle ilgili iki şartı var: Birincisi Gazze’yi tamamen silahtan arındırmak, ikincisi de Hamas’ı yok farz ederek bütün yönetimi Mahmud Abbas’a tahsis etmek… İşte bu iki şart Mahmud Abbas’ın da işine geliyor. *** İlginçtir, eskiden Hıristiyanlar başlarına bir felaket geldiğinde Yahudileri öldürürlerdi. Çünkü Hıristiyanlıktaki inanca göre, “Hazreti İsa’yı Yahudiler öldürdüler. Dünyaya gelen insan, Hazreti Âdem’den beridir günahkâr olarak doğar. İşte bu günahkâr insanların en günahkâr olanları da Yahudilerdir” düşüncesi hâkimdir. İşte musibet ve yıkımları da Yahudilere bağlar Hıristiyanlar. Fakat öyle bir hale gelindi ki, bilhassa “Yeniden Doğuşçular” dediğimiz ABD’de çok yaygın nitelikte oluşturulan bir mezhebe inananlar, “Hıristiyanların cennete gidebilmeleri için Yahudilerden büyük bir katliam yapmalarını bekliyorlar”. Bugün sırf bu yüzden Gazze’de savaşan Hıristiyanlar var –ki yüksek seviyede maddî destek de veriyorlar- ve en amansız düşmanları da Müslümanlar. 100 ağustos 2014 Mısır’da Mursi yönetimi varken birtakım stoklar tutulmuştu Gazze’de, o stoklar kullanıldı savaş sırasında. Ancak bu stoklar bittikten sonra asıl sıkıntı başlayacak. Onun için muhakkak kapıların açılması ve Gazze’ye insanî yardımın girmesi lazım. Kapıların tamamen açılması lazım, zira İsrail’in müsaade ettiği ölçekteki yardım, Gazze için kifayetsiz olacaktır. Öncelikle Refah Sınır Kapısı’ndan gıda ve tıbbî malzemenin girmesi gerekiyor. “SÖZ KONUSU SAVAŞSA, İsrail’in bir bahaneye ihtiyacı yoktur” G AZZE, İsrail’in Siyonist terör şablonlu saldırılarıyla yanıyor. Dünyanın seyretmekten utanmadığı bu acı manzara, yalnız bazı Güney Amerika devletleriyle Türkiye ve Katar’ın midesini bulandırıyor. >> Koruyucu Hat Operasyonu’nun bilançosu ağır… 2 bine yakın şehidin 500’ü çocuklardan oluşuyor. 10 bin yaralıya merhem olmaksa Gazze’deki bir hastane için yaman bir durumu işaret ediyor. Evlerin birer enkaza döndüğü bu topraklarda insan da, insanlık da çaresiz… Bölgeye gönderilen yardımlar, İsrail’in hiçbir insafa mahal bırakmaması nedeniyle ulaştırılamazken, Refah Sınır Kapısı’nı kapatan Mısır’sa bu cinayete ortak oluyor. Doğrudan bölgedeki ortak kuruluşlarla iletişime geçerek Gazze’ye insanlık ulaştıran yardım kuruluşlarımızsa bütün yüreklerini ortaya koyarak çalışmalarını hızlandırmış durumda. Cansuyu Derneği Genel Başkanı ve Isparta eski Milletvekili Mustafa Köylü, Filistin’de İsrail’e ait yağma ve cinayet politikalarını doğrudan bilen ve bölgede insanî yardımlar üzerine sürekli çalışarak farklı çözümler arayan kıymetli ağabeylerimizden. Özellikle Gazze’yi konuştuğumuz bu söyleşide, Sayın Başkan önemli ayrıntılara dikkatimizi çekiyor ve ülkemiz insanını Gazze’yi önce daha iyi anlamaya, sonra da yardıma davet ediyor. *** “Her operasyon, Arz-ı Mev’ud projesinin bir ayağıdır” • Dilerseniz öncelikle savaşın fitilinin yine hangi sürecin ardından ateşlendiğine değinerek Gazze’deki zulmün perde arkasını aralayalım… Elbette savaşın neden başladığına dair soru, normal şartlarda sorulması gereken bir sorudur. Ancak bu sorunun İsrail-Gazze Savaşı ile ilgili sorulduğunda anlamı kalmıyor. Çünkü İsrail, savaşmak için savaşıyor, bölgeyi ele geçirmek için savaşıyor. Bunun için de her fırsatta bu bölgeyi bombardıman altına alma girişiminde bulunuyor. “Fırsat” dediğimiz şeyse onu bunu bahane etmek… Yani ortada bir sebebin olmasına gerek yok İsrail için. Olayların başlaması için zaten önce Mescid-i Aksa’da tahriklere girişmişti İsrail. Buradaki Cuma namazlarına belli yaşın altındaki Müslümanların girişine izin vermiyordu. Daha sonra üç yerleşimcinin kaçırıldığını iddia ederek Batı Şeria’da insanlara saldırmaya başladı. Sonra da “Bir askerimiz rehin alındı” diye Gazze’ye saldırdı. “Gazze bize füze atıyor; orada İsrail’e doğru kazılmış tüneller var ve bu tünellerden El-Kassam Tugayları İsrail’e sızarak tahribat yapıyor” gibi türlü bahaneler uyduruldu. Tabiî savaşın bahanesi de buydu ve “Biz bu tünelleri tamamen yok edinceye kadar Gazze’ye müdahale edeceğiz” dediler. Elbette bütün bunlar işin görünen yanını arz ediyor. Görünmeyen yanındaysa bazı İsrailli politikacıların ağızlarından kaçırdıkları sözlerde buluyoruz. Mesela bir kadın parlamenter, tek kurşunlu iki kişinin, hamile kadınları vurarak öldürülebileceğini söyledi. Bu, Siyonist İsrail’in Gazze’ye, Filistin halkına bakışını yansıtan çok önemli bir anahtardır. İşte İsrail’in Gazze’ye Ömer Bekir Sadık // obsadik.ajanda@gmail.com ağustos 2014 101 HABERA JANDASÖYLEŞİ niçin saldırdığının cevabı da o kadının sözlerinde yatıyor. Yani İsrail için en iyi Filistinli, ölü Filistinlidir… Tabiî İsrail’in Arz-ı Mev’ud politikasını bilenlerin bu saldırıları anlamaları zor değil. Zaten hadiseler, birdenbire gelişen sonuçlardan ibaret de değil. İsrail Gazze’ye saldırıyor da başka hiçbir şey yapmıyor mu? Yapıyor… Mesela İsrail, Mısır’daki sistemin değişmesi için çok önemli adımlar attı. Batı dünyasını evvela ikna etti ve Mısır’ın seçilmiş cumhurbaşkanı olan Mursi devrildi, ona oy veren seçmenler terörist ilan edildi ve nihayet orada yeniden bir 102 ağustos 2014 diktatörlük oluşturuldu. O diktatörünse ilk yaptığı iş, Refah sınır Kapısı’nı kapatmak ve oraya çıkan tünelleri yıktırmak oldu. Zira Gazze’nin dış dünyayla tek bağlantısı bu kapı; burası kapatıldığında –üç taraf zaten İsrail tarafından çevrili durumda- hava alınacak hiçbir yer yok. İsrail önce bu tip durumları dizayn ediyor. Mesela Mısır olaylarına bakıyoruz ki Mısır’daki diktatörlüğü destekleyenin Suudi Arabistan olduğunu görüyoruz. Buraya bizzat para gönderiyor. Hatta bu parayı açıkça ilan da ediyor. Daha başka Birleşik Arap Emirlikleri darbeyi destekliyor ve açıkça para gönderiyor. Şimdi şu noktaya gelelim. Gazze bombardıman altına alındığında biz diyoruz ya “Neden Müslümanlardan bir ses çıkmıyor?” diye, Müslümanların olduğu böylesi ülkelerdeki yönetimleri İsrail baştan susturmuş, hatta kendi emellerine hizmet eder hale getirmiş –bu noktada Mısır’daki darbeyi desteklemek, İsrail’i desteklemek demektir-. Bakıyorsunuz ki İslam İşbirliği Teşkilatı’ndan hiçbir ses çıkmıyor, Arap Birliği karar alamadan dağılıyor, Müslüman ülke halkları meydanlarda ama yönetenlerinden hiçbir tepki çıkmıyor. Yani İsrail, Gazze’yi bombalamadan evvel bir çevre düzenlemesi yapıyor. Bugün Suriye’deki kirli savaşın temelinde de İsrail’in var olduğunu bilmemek mümkün değil. Irak’ın karışması ve bölünme eşiğine gelmesinde İsrail’in olmadığını düşünmek imkânsız. Bu dizaynın sebebi de daha önce belirtmiş olduğumuz, Nil ile Fırat arasındaki vaat edilmiş toprakları ele geçirme, Arz-ı Mev’ud’a ulaşma proje- Ömer Bekir Sadık sidir. Ve bu anlamda iki unsur önemlidir: Türkiye ve İran. Bu proje sıralamasında Türkiye’ye de sıranın gelmesi mümkündür. İşte bu yüzden Türkiye’nin güvenliği Gazze’den başlar. İsrail eğer Gazze’yi ele geçirirse, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de herhangi bir iş yapma şansı kalmaz, bir abluka altına girilir. İsrail, bugün için mecbur kaldığından ülkemiz hakkında “dost, stratejik müttefik” gibi söylemlerde bulunsa da Arz-ı Mev’ud haritasının bir bölümüne Türkiye’nin bir bölümünün de dâhil edildiği göz önüne alınmalıdır. Dolayısıyla son tahlilde bir Türkiye-İsrail kapışması muhtemeldir. Elbette biz bunları söylerken “Böyle olacak” veya “Böyle olmalı” diye dillendirmiyoruz veya “İsrail’le savaşalım” anlamında söylemiyoruz, ama böylesi durumlara karşı tedbirlerin alınması için hatırlatmalarda bulunuyoruz. Kaldırım taşları döşenirken, yola göre, yani bu gerçekliğe göre döşenmelidir. Yoksa yarın başımıza bir şey geldiğinde şaşırır kalırız. • Zaten ecdadın izinden bakıldığında da karşımıza Filistin’in doğrudan Bab-ı Âli’ye bağlanması gibi bir durum çıkıyor… Tabiî ki Abdulhamid rahmetli, bu tehlikeyi görmüş ve Yahudilerin bölgede toprak alması tehlikesine karşı kendi öz varlığıyla bu toprakları kendi üzerine geçirmişti. Bu tedbiri Musul-Kerkük bölgesi için de almıştı. Bir savaş olduğunda devlet arazileri galip devlete geçtiğinde şahsî mülkler şahıslara ait olarak kaldığı için, Abdulhamid de bunu düşünerek böylesi bir hamlede bulunuyor. Ancak İttihat ve Terakki, bu toprakları kamulaştırıyor. Dolayısıyla söz konusu bütün bu topraklar elden çıkıyor. “Mahmud Abbas talihsiz beyanlar veriyor” • Savaşın başladığı günden bu tarafa Mısır’a giydirilmeye çalışılan bir uzlaştırıcı elbisesi var. İsrail’in Sisi’li Mısır için bir meşruiyet kazandırma operasyonu mu söz konusu? Bütün Müslümanlar nezdinde Sisi bir diktatör… Halkın yönetim hakkını gasp ederek ülkenin başına gelmiş biri… Çok düşük bir katılımın gerçekleştiği seçimle cumhurbaşkanlığını ilan etmiş biri… Ancak elbette halka dayanmayan bir yönetimin uzun süre yaşama imkânı yoktur. Elbette Gazze’ye yapılan operasyonlar sırasında Mısır’ın arabuluculuğu devreye sokularak Sisi’ye bir meşruiyet kazandırma çalışması yapılmaktadır. Şunu dedirtmek istiyorlar: “Sis olmasaydı Gazze mahvolmuştu…” geçerken İsrail askerlerinin kontrolünden geçiriliyor bu insanlar. Dolayısıyla üçüncü bir intifadanın gerçekleşme şansı zayıf görünüyor. Tabiî katliam devam eder de bıçak kemiğe dayanırsa, o zaman şiddetli bir halk patlaması olabilir diye düşünüyorum. • Mahmud Abbas’ın Abdullah Gül’ü ziyareti sırasında sarf ettiği “Mısır’ın ateşkes teklifini kabul etmeliydik” beyanı da bu anlamda hafı- elinde yeterli silah donanımının olması halinde İsrail’in hali duman… Ancak Gazze’nin silahı yok. Bir de Gazzelilerin Boşnaklardan farkı, silahsızlandırma şartını baştan reddetmeleridir. Gazze, direnişte seviye yakalamış bir topluma sahip. Topraklarını tek etmemekte ısrarcılar. Bir taraftan şehit defnederken, yaralarını sararlarken, diğer taraftan günlük işlerini ve yaşantılarını da sürdürüyorlar. Cansuyu Derneği Genel Başkanı Mustafa Köylü • Batı Şeria’da bir intifada başlangıcı konuşuluyordu. Üçüncü intifada başlar mı? Elbette Batı Şeria’da da Hamas’ın bir etkinliği var. Ancak burada asıl muhatap alınan kişi Mahmud Abbas… Abbas, İsrail’in etkisine daha açık biri. Zaten baştan beri ve daha önceki büyük bombardımanda da Gazzelileri suçlamıştı, şimdi de Gazzelileri suçladı. Hatta “Gazzeliler öldürülmeye alıştı” şeklinde talihsiz bir de beyanat verdi. Geçmiş dönemde Arafat da intifadaya karşı olmasına rağmen, gerçekleşen intifadayı benimsemek ve onaylamak zorunda kalmıştı. Aradan uzun zaman geçti ve bu süreç zarfında İsrail, Batı Şeria’daki kontrolünü güçlendirdi. Bölgede yaşayanların hareket kabiliyetleri hemen hemen ortadan kaldırıldı. Bir mahalleden öteki mahalleye zamızdan silinmeyecek… İsrail’in ateşkesle ilgili iki şartı var: Birincisi Gazze’yi tamamen silahtan arındırmak, ikincisi de Hamas’ı yok farz ederek bütün yönetimi Mahmud Abbas’a tahsis etmek… İşte bu iki şart Mahmud Abbas’ın da işine geliyor. • Bu da ikinci bir Srebrenitsa yolunun açılması demek… Bizim şunu iyi bilmemiz lazım: Zaten Gazzelilerin Gazze için “direniş”, ille de silahlı direniş demek değildir. Ölüme rağmen o toprakları terk etmiyorlar. İsrail’in kontrolüne izin vermiyorlar. Bunca gücüne, ambargo uygulamalarına rağmen İsrail, bu toprakları kontrolüne geçiremedi. “Dünya, Siyonistin oyuncağı haline getirildi” • Bugün itibariyle yaklaşık 2 bin şehit ve 9 bin yaralı var ağustos 2014 103 HABERA JANDASÖYLEŞİ maalesef. Savaşın acı yüzünü nasıl yorumluyorsunuz? İsrail, kara harekâtına girişmesine rağmen 3 gün bir adım ilerleyemedi. Şecaiyye’de ortalığı havadan ve denizden yıkmasına rağmen karadan içeriye asker sokamadı. Orada 40’ın üzerinde İsrail askeri öldürüldü, müthiş bir direnişle karşılaştılar. İşte bundan sonra siviller hedef alınmaya başlandı. Bunun sebebi, Gazze halkını yıldırmaktı. 2 bin şehidin 500’ü çocuk, 500’den fazlasıysa kadın; bunların silahla tanışmışlıkları yok… Okulları, hastaneleri ve pazar yerlerini bombalayarak sivil katletti İsrail. İsrail askerlerinin yiğitlikleri budur (!)… Dünya maalesef buna seyirci, hatta bazısı destek bile. Bu katliamı bir savunma hakkı olarak gören ve gösterenler var. Ancak bunun savunmayla 104 ağustos 2014 elbette hiçbir alakası yoktur. Bu, tamamen bir soykırımdır, bir devlet terörüdür. Bunun açıkça görülmesi gerekirken Batı, Mısır’da nasıl demokratik değer ve kutsallar ayaklar altına alınmışsa, şimdi de insanlık değerlerini ve insanlık kutsallarını ayaklar altına almıştır. Dolayısıyla Batı’nın egemen olduğu uluslararası kuruluşların Siyonistler elinde birer oyuncak haline geldikleri aşikârdır. Maalesef isminin başında “İslam” veya “Arap” olan kuruluşların da aynı mekanizma içerisinde görev yaptıkları ve İsrail’in menfaatleri için çalıştıkları gözler önüne serilmiş vaziyettedir. İsrail’in, dünyanın gözü önünde yaptığı bütün cinayetler, insanlığın nefretini kazanmasına sebep oluyor. Zaten insanların kendilerinden nefret ettiklerini bildikleri için de Siyonizm hakkında konuşan herkesi anti-semitik ilan etme gibi bir gayrete da düşüyorlar. Ben öyle zannediyorum ki, bugün belki Müslüman olmayan topluluklar, yarın kitlesel olarak İsrail’e tavır koyarlar ve de inşallah bu arada İslam ülkelerinden de bir sürpriz gelişebilir ve bu meseleye el atacak bir kesim ortaya çıkabilir, bir ülke net tavır koyabilir. Ben bu konuda Türkiye’den ümitvarım, zira halkımız bu konuda çok hassas ve Hükümet’in de çabalarını görüyoruz bu anlamda. Aslında İslam ümmetinin Türkiye’den beklentileri bir hayli yüksek. Fakat işin realitesi şu ki, Türkiye, bölgesinde tek kalmış bir ülke, biraz hareket kabiliyeti kısıtlandı. Ancak inşallah hayırlı sonuçlar elde edilir. Yani bunca olumsuzluğa rağmen bir şeylerin değişeceğine dair ümidimi koruyorum. “Gazze’de Müslümanlara karşı savaşan Hıristiyanlar var” • ABD’nin hibesiyle yapılan “Demir Kubbe” isimli bir füze savunma sistemi var ki bu sistem için ABD Senatosu 225 milyon dolarlık ek bir hibe daha çıkardı, ABD’nin desteğinin yanında Avrupa devletleri de İsrail’i son derece açık şekilde savunuyorlar. Bu cesur desteğin kaynağı nerede? Dünyada 36 milyon Yahudi var. Ancak işin gerçeği şu ki, bu insanlar ABD’yi daha baştan ele geçirip ABD yönetimlerini kontrol altına aldıktan sonra dünyada iletişime, teknolojiye, finansa ve haberleşmeye hâkim oldular. Bugün internete girdiğinizde bütün yazıp çizdikleriniz belli Ömer Bekir Sadık merkezler tarafından kontrol ediliyor, 1000 doların üzerindeki bütün para havaleleri Siyonistlerce denetleniyor, aldığınız tek mermiyi dahi biliyorlar, en öldürücü silah teknolojisi ellerinde… Dolayısıyla bu adamlar, daha önce kurmuş oldukları gizli örgütlerin de diyalog ve irtibatları sayesinde dünyadaki birçok devlet yönetimini etkileri altına alabiliyorlar. Mesela Almanya’daki Merkel yönetiminin “İsrail’in arkasındayız” demesi boşuna değil. ABD zaten kendi güvenliğinden çok İsrail’in güvenliğini düşünüyor. ABD halkının yarısı sokaklarda sürünürken İsrail’e 225 milyon dolar hibe edilmesi, Siyonist lobilerin çalışmaları neticesinde oluyor. Öyle ki ABD Merkez Bankası’nın sahipleridir bunlar ve dünya üzerindeki her bir dolardan paylarını almaktadırlar. Bunlar uzun yıllar boyunca Türkiye’de de etkili oldular. Ancak son zamanlarda biraz oyunları bozulmuş oldu. Yahudilerin her ne kadar ırk olarak sayıları azsa da etkinlik olarak tasarrufları fazladır. Bu sayede de dünya kamuoyunu etkileyebiliyorlar. Bilindiği gibi medya da büyük oranda kontrollerinde olduğu için olayları yönlendirebiliyorlar. Bir iş yaparken herhangi bir ahlaka sahip olmadıkları için yalan ve asparagas haberlere başvurarak olmayan bir şeyi varmış gibi ilan edebiliyor veya tekerlerine çomak sokanları bir anda şeytanlaştırarak dünyaya lanse edebiliyorlar. Tabiî bir de sistemli olarak yaptıkları bir şey var: Batı dünyasında İslamofobya adlı hastalığı yaymaya gayret ediyorlar. Böylece “Müslüman eşittir terörist” algısı oluşturarak dünyayı Müslümanlardan korkut- ma programı uyguluyorlar. İlginçtir, eskiden Hıristiyanlar başlarına bir felaket geldiğinde Yahudileri öldürürlerdi. Çünkü Hıristiyanlıktaki inanca göre, “Hazreti İsa’yı Yahudiler öldürdüler. Dünyaya gelen insan, Hazreti Âdem’den beridir günahkâr olarak doğar. İşte bu günahkâr insanların en günahkâr olanları da Yahudilerdir” düşüncesi hâkimdir. İşte musibet ve yıkımları da Yahudilere bağlar Hıristiyanlar. Fakat öyle bir hale gelindi ki, bilhassa “Yeniden Doğuşçular” dediğimiz ABD’de çok yaygın nitelikte oluşturulan bir mezhebe inananlar, “Hıristiyanların cennete gidebilmeleri için Yahudilerden büyük bir katliam yapmalarını bekliyorlar”. Bugün sırf bu yüzden Gazze’de savaşan Hıristiyanlar var –ki yüksek seviyede maddî destek de veriyorlar- ve en amansız düşmanları da Müslümanlar. Bu algı ve eğitim gücüyle Siyonistler, Hıristiyanlarda var olan algıyı dahi tersine çevirmeyi bilmişler. Ayrıca söylemiş olduğum bu mezhebin ABD’de binlerce kilisesi mevcut. “Tanrıyı Kıyamete Zorlamak” adında bir kitap yazılmıştı Grace Halsel isimli bir yazar tarafından, bu tür çalışmalar orada aynıyla anlatılıyor. “Kapılar derhâl açılmalı!” • Savaş, bugün itibariyle 27’nci gününe girdi. Cansuyu bugüne dek Gazze’de nasıl çalıştı? Savaştan evvel zaten mutat Ramazan yardımlarımızı ulaştırıyorduk bölgeye. Fakat bombardımanla birlikte gıda ve ilaç sevkiyatını hızlandırdık. Tabiî bunları Gazze içerisinde satın ağustos 2014 105 HABERA JANDASÖYLEŞİ yaç duyulan şeyler neler? Bu tabiî dönemsel olarak değişen bir durumdur. Şimdi bir savaş var orada, dolayısıyla savaşta ortaya çıkan ihtiyaçlar gündemdedir. Bombardımanlarda en çok muhtaç olunan şeyler, tıbbî ilaç ve medikal malzemelerdir. Gazze’de 10 bine yaklaşan yaralı sayısı var. Öyle ki, bu sayı bile görünen, bilinen bir sayıdır, fazlası da vardır. o yaralıların tedavilerinde ameliyat malzemesi ve ilaç lazım. alarak gerçekleştirdik, böyle yaparak devam ediyoruz. Mısır’da Mursi yönetimi varken birtakım stoklar tutulmuştu Gazze’de, o stoklar kullanıldı savaş sırasında. Ancak bu stoklar bittikten sonra asıl sıkıntı başlayacak. Onun için muhakkak kapıların açılması ve Gazze’ye insanî yardımın girmesi lazım. Kapıların tamamen açılması lazım, zira İsrail’in müsaade ettiği ölçekteki yardım, Gazze için kifayetsiz olacaktır. Öncelikle Refah Sınır Kapısı’ndan gıda ve tıbbî malzemenin girmesi gerekiyor. Tabiî bizim Gazze’de bakımını üstlendiğimiz bin 800 yetim var. Onlar için de her ay düzenli çalışmalar gerçekleştiriyoruz. Bölgedeki yetim merkezimizle 300 öğrenciye doğrudan hizmet veriyoruz ve inşallah bu sayıyı 600’e çıkarmayı hedefliyoruz. “Artık ortada 106 ağustos 2014 bir SiyonistHaçlı ittifakı söz konusudur” manları ikinci veya üçüncü sınıf insan tipi olmaya mahkûm etmeye çalışıyorlar. • Saddam’ın bir bayram arefesinde asıldığı görüntü gözümün önüne geliyor da, şimdi Ramazan günlerinde İsrail’in Gazze’ye yaptığı bu saldırının nedense Müslümanlara özellikle en kıymetli zamanlarında yapıldığı düşüncelerini uyandırıyor bende… Öyle zannediyorum ki, Rusya ile ABD arasında yapılan gizli anlaşmalarda bazı değişiklikler oldu. Mesela Rusya, Ukrayna’nın birtakım topraklarını işgal ediyor ama ABD’nin sesi çıkmıyor, sadece bazı yaptırım uygulamalarına başvuruyor. Yani ABD masallar anlatarak uyuturken dünyayı, Rusya ise işgale devam ediyor. Gazze’de de İsrail katliam yaparken Rusya’nın sesi çıkmıyor. Hâlbuki Suriye konusunda Rusya hep aktifti… Evet… Tabiî böylece Siyonist yönetim, kendi tabanını mutlu etme gayretine düşüyor. Hıristiyanlar da böyle… Zaten Ortadoğu’da bunca saydığımız gerçekler ışığında yakaladığımız bir şey var: Artık ortada bir Siyonist-Haçlı ittifakı söz konusudur. Elbette böylesi işleri kendiliğinden veya rastgele olmuyor. Kendi aralarında anlaşıyorlar, bir ittifak içerisindeler. Ortak düşmansa Müslümanlar… Yeryüzündeki bütün Müslü- Mesela Kudüs’te Hıristiyanlar da var, ancak onlara dokunulmuyor, hedefte sadece Müslümanlar var. “Heder olan her şeyin yerine aynıyla konulması lazım” • Şu an bölgede en çok ihti- Bir de bombardıman yapılmış bölgede bütün binalar ve evler yıkılıyor, altyapı çöküyor; bu noktada da inşaat malzemesi lazım, su lazım, evler enkaza dönüşünce eşyalar da kullanılamaz hale geldiğinden eşya lazım, çocukların okulları yıkıldığı için okul lazım, kırtasiye malzemesi lazım, yollar bozulmuş olduğundan yolların yapılması lazım… Kısacası bir yıkım bölgesinde her şey heder oluyor ve bu yüzden de her şeye çok ihtiyaç duyuluyor. Heder olan her şeyin aynıyla yerine konulması gerekiyor. Sadece gıda ve ilaçla yardım ihtiyaç bitmiyor. Ancak savaş anında en öncelikli ihtiyaçlar gıda ve ilaç oluyor. Gazze: Bir açıkhava hapishanesi • Siz yardım konusunda partner bir kuruluşla çalışıyorsunuz, zira giriş ve çıkışlarda sıkıntı var. En büyük sıkıntı nedir? Şu an hiçbir şekilde giriş ve çıkış gerçekleştirilemiyor. Türkiye, devlet eliyle, Kızılay aracılığıyla ilaç ve gıda gönderdi, fakat İsrail tarafından bekletilen yardımlar bir hafta sonra ancak yerlerine ulaştırılabildi. Kızılay yetkilileri giremedi içeri, sadece ilaçlar alındı. Mısır da geçişleri tamamen Ömer Bekir Sadık kapattı. Mısır’da Mursi’den önceki dönemde bölgeye sıkıntılı şekilde de olsa giriyorduk -yani ülkemiz vatandaşını ya bekletiyorlardı bir hayli ya da hiç geçirmiyorlardı-, bu durumlarda Avrupa ülkelerinin vatandaşı olan kardeşlerimizle sorunu aşıyorduk, ancak Mursi ile bu sıkıntı tamamen çözüldü ve rahatladık, Gazze de rahatladı. Mısır’daki darbeyle gelen rejim değişikliğinin ardından yine aynı sorunlar başladı. Dolayısıyla şu anki tüm giriş ve çıkışlar kapalı vaziyette; Gazzelilere olduğu gibi, yardımlara da giriş ve çıkışlar kapalı… Tabiî çok ağır yaralılar Gazze’den çıkartılabiliyorlar. Zira çıkartılsalar da Kahire’ye varmadan hayatlarını kaybediyorlar. • Peki, Gazze’ye en azından yardım göndermek isteyen vatandaşlarımız size nasıl ulaşabilirler? Bizim Ziraat Bankası, Vakıflar Bankası, Halk Bankası, Türkiye Finans Katılım Bankası ve Kuveyt Türk Katılım Bankası’nda hesaplarımız var. Bize hangi sebeple olursa olsun, bir kardeşimiz bağışta bulunmak istiyorsa, bu beş bankadan birine vardığı zaman “Cansuyu Derneği’yle bağışta bulunmak istiyorum” dediğinde kurumsal tahsilat hesaplarımız doğrudan ekranda çıkar; nereye bağışta bulunmak istiyorsa, diyelim Gazze, bağış açıklamasına “Gazze” yazdırması yeterli. Biz bu bağışı Gazze havuzuna alacağız ve yerli yerince transferini gerçekleştireceğiz. Eğer açıklama yapmaz da genel bir bağışta bulunursa kişi, biz o an en öncelikli, en zarurî bölgeye aktarılmak üzere kullanırız. Mesela “Zekât” denildiyse, zekâtla bina yaptırılamadığı için doğrudan muhtaç kişilere ulaştırılır. Bankalar aracılığıyla yapılan bağışların yanında, vatandaşlarımız temsilciliklerimize de uğrayabilirler. Zaten milletimiz Gazze konusunda oldukça duyarlı. Bu noktada çok büyük şükranlarımı sunuyorum. Fakat “Delik küçük, yama büyük” derler ya, oradaki tahribat, daha canlı desteklerle küçültülebilecek derecede ki işe devletlerin el atması lazım. İsrail bölgede yeni bina yapına da izin vermediği için inşaat malzemesinin girişini de engellemiş durumda. Konuya duyarlı devletlerin bu engelin aşılması için girişimlerde bulunması lazım. Hayırseverlerinse daha da duyarlı olmaları ve biraz daha aksiyoner olmalarını istiyor, seslerini daha çok yükseltmelerini istiyoruz. Dua ve temennimiz, Gazze’deki baskı ve zulmün bitmesi ve insanların daha mutlu, daha huzurlu şekilde özgür ve bağımsız Filistin Devleti’nin bayrağı altında yaşamaları yönündedir. ağustos 2014 107 haberajanda Teknoloji Eğer bir kullanıcı, hafta sonu sinemada aksiyon türündeki bir filmi seyredip çıkışta da şöyle lezzetli bir kebap yemek istiyor ve oradan da trafiğe takılmadan eve dönmek istiyorsa, arama seçeneklerinde şunu belirtmesi yeterli olacak: “Şu saatte aksiyon filmi izlemek, kebap yemek ve en kısa yoldan evime dönmek istiyorum.” Bu cümleyi bilgisayar anlayarak onunla ilgili siteleri önüne getirecektir kullanıcının. Ve bilgi kirliliği olmadan, sadece konuyla ilgili seçenekler sunacaktır. Bu, bilgisayarın kişiye özel seçenekler sunması anlamına gelmektedir. *** Web 3.0 ile internet, artık robot gibi değil, bir insan gibi davranacaktır. Kişisel sorular sorarak aranan konular bulunabilecektir. Robotlaşan bilgisayarlar bu tür kolaylıklar sunarken, insanların da öğrenmekten vazgeçip robotlaşmamasına dikkat edilmelidir. *** Web 3.0, hayatımızda pek çok şeyi değiştirecek gibi görünüyor. Semantik arama yöntemi ile kullanıcılar, doğru bilgiye daha kısa zamanda ulaşmaya başlıyor. Hatta bu semantik arama yöntemi, tüm dünyada en çok kullanılan Google arama motoruna Yandex adında rakip bir marka ortaya çıkardı ve Yandex, tanıtımlarında semantik aramayı öne sürdü. 108 ağustos 2014 İ NTERNETİN icat edildiği ve yaygın olarak kullanılmaya başladığı 1990 yılından bu yana internet ve ilgili teknolojilerde pek çok gelişme ve değişim meydana gelmiştir. “Web teknolojileri” dendiğinde epey bir süre HTML (Hyper Text Markup Language) anlaşılırdı. Her şey gibi web teknolojileri de ge- lişti, değişti ve hayatımızı değiştirdi. HTML, adından da anlaşılacağı üzere sadece monolog biçimdeki metinlerin yer aldığı ve metinleri tek taraflı olarak kullanıcıların hizmetine sunmayı amaçlayan bir yapı arz etmekteydi. Ancak geçen yıllar içerisinde HTML dili, XHTML ve HTML 5 gibi sürümlere kadar geliştirildi ve CSS3 (Cascading Style Sheets) Dr. Nurettin Alabay nurettinalabay.ajanda@gmail.com stil şablonlarıyla birlikte kullanılarak pek çok kolaylıklar sunmaya başladı. Web teknolojilerinde Web 1.0, Web 2.0 ve Web 3.0 olarak adlandırılan gelişimler yaşandı. Yıllar itibariyle gelişimi ise, Web 1.0 1995-2000, Web 2.0 2000-2010 yılları arasında uygulamada yer bulurken, 2010 yılında geliştirilmeye ve uygulanmaya başlayan Web 3.0’ın ise 2020 yılına kadar uygulamada hayatımızı etkileyeceği görülmektedir. Web Teknolojisi Geçerlilik Yılı Odak Noktası Web 1.0 (monolog) 19952000 Belge odaklı Web 2.0 (interaktif web) 20002010 İnsan odaklı (etkileşimli) Web 3.0 (semantik web) 20102020 Bilgi odaklı Web 1.0’ın internette tek yönlü bir iletişime imkân verdiğini, Web 2.0 teknolojisininse kullanıcı odaklı yapısıyla sanal dünyaya demokrasi getirdiğini, Web 3.0 ile internetin akıllanacağını söylemek mümkündür. Önümüzdeki 1-2 yıl içinde kimin kimi tanıdığı bilgisi ve bunun anlamlandırılması önem kazanacaktır. Uygulama seviyesinde açıklık, sosyal grafik uygulamaları ve kullanıcıyı tanıma ve kişiselleştirme konuları önem kazanacaktır. “Web 1.0” WWW (World Wide Web) üzerinde düz verinin “okunabilmesi” anlamına gelirken, Web 2.0’ın interaktif verinin “yazılabilmesi” ve Web 3.0’ınsa dinamik uygulamaların, interaktif servislerin ve makineden makineye etkileşimli uygulamaların “çalışabilmesi” anlamlarına geldiğini ifade etmek mümkündür. Peki, Web 1.0, Web 2.0 ve Web 3.0’ın aralarındaki farklılıklar nelerdir? Web 1.0 Web 1.0 kavramı, internetin ilk dönemi için kullanılır. Bu dönemde kullanıcılar, internet sitelerini bilgi edinme amacıyla ziyaret eder, almak istedikleri bilgiyi alır ve siteden giderler. Kullanıcı olarak verilen içeriğe yorum yapma, katkıda bulunma, içerik üretme gibi bir olanak yoktur. Bu dönemin internet anlayışı da genel olarak bunun üzerine kurulmuştur. Site sahibi ne yazarsa, kullanıcılar onu okurdu. Web 1.0’da kullanıcılar sadece birer okuyucuydu ve sadece bilgiyi alabilen konumdaydılar. Çünkü bu kadarına izin verilen bir teknoloji vardı; tüm kontroller web sitesinin elindeydi. Web, var olan metin temelli bilgileri elde etmek, çoğunlukla onlara çeşitli web sunucuları tarafından sağlanan içeriği okumak ve de program ve dosya indirmek amacıyla kullanılmaktaydı. İnsan etkileşimi yoktu. Bireysel web sayfaları ise tasarım ve teknik bilgi yetersizliğinden dolayı genellikle çok kötüydü. Hatta tasarım bile yoktu ki sadece metinler sırayla dizilmiş gibi görünüyordu. Kullanıcıların okumak ve bilgi almak gibi ihtiyaçlarının yanında deneyimlerini paylaşmak, yorumlar eklemek, bilgi alışverişinde bulunmak, katkı sağlamak, kendini bir grubun üyesi olarak görmek ve soysal statü kazanmak gibi doğal ihtiyaçları da vardı. Fakat Web 1.0, özellikleri itibariyle bunu sağlayamazdı. Ancak belki o yıllarda böyle bir ihtiyaç yoktu, zira bugün geriye doğru baktığımızda, kazanılmış hak olarak gördüğümüz şeylerden dolayı böyle bir analiz yapıyor olabiliriz. Kısaca Web 1.0, internette yayınlanmış olan ve daha çok metne dayalı bilgilerin pasif bir şekilde ve tek taraflı olarak alınması demektir. Web 2.0 Web 1.0’ın ihtiyaçlara yeterince cevap verememesinden dolayı Web 2.0 doğmuştur. Web 2.0, web-insan etkileşimini sağlayan web teknolojileri olarak nitelendirilebilir. İnternet kullanıcılarının ortaklaşa ve paylaşarak meydana getirdikleri sistemi ifade eder. İnternette sunulan içeriğin kullanıcılar tarafından oluşturulmasına ve bu içeriklerin başkaları ile paylaşılabilmesine imkân verir. Sosyal ağ siteleri, bloglar, web tabanlı Wikipedia gibi özgür ansiklopediler, iletişim araçları ve benzeri çevrimiçi araçlarla etkileşim ve paylaşımla gerçekleşir. Sosyalleşme ihtiyaçlarının karşılanmasına yönelik çabaların bir sonucu olarak blog, wiki, podcast, RSS, API AJAX, XML ve benzeri teknoloji ve uygulamalar ortaya çıkmış, bunların kullanımı yaygınlaşmıştır. Web 2.0 uygulamalarının geliştirilmesiyle birlikte, tasarım alanında gelişmeler de meydana gelmiştir. Blog ve benzeri sitelerin kullanıcılar tarafından oluşturulmaya başlanmasıyla birlikte, tasarımda da estetik ve zarafet ihtiyacı artmıştır. Bu bağlamda web tarayıcıların özellikleri geliştirilmiştir. İnsanlar, artık 5 dakika içerisinde kendilerine ait bir web alanına sahip olabilir hale gelmiş ve hiçbir teknik bilgi sahibi olmadan da ağustos 2014 109 haberajanda Teknoloji bunu yapabilmeye başlamışlardı. Hatta çoklu ortamda resim, ses, video paylaşılabiliyor, yorumlar ekleyebiliyor ve diğer insanlarla etkileşim içinde de olabiliyorlardı. Web 2.0, O’Reilly Media tarafından 2004’te kullanılmaya başlayan bir kavramdır ve ikinci nesil internet hizmetlerini (toplumsal iletişim siteleri, wikiler, iletişim araçları, folksonomiler) internet kullanıcılarının ortaklaşa ve paylaşarak meydana getirdiği sistemi tanımlar. Kavramın tam anlamı tartışmaya açıktır. Tim Berners-Lee gibi teknoloji uzmanları da Web 2.0 ifadesinin tam anlamının ne olduğunu sorgulamışlardır. AJAX, SOA, bıcır (widget) gibi teknolojik terimlerle açıklanmaya çalışılan Web 2.0, gerçekte bir teknolojik anlayıştır. Teknolojik araçlar, bu yaklaşıma hizmet edecek yardımcı araçlardan ibarettir. Web 2.0, web hizmetini iyileştirmek amacıyla ziyaretçilerin siteye katılımını (participation) sağlamak ve de yine aynı amaçla diğer sitelerle ve ziyaretçilerle işbirliği (collaboration) yapmak fikrine dayanan bir akımdır. Haberdar olmayı ve katılımı kolaylaştırmak amacıyla AJAX, bıcır, sosyal paylaşım linkleri ve RSS gibi teknolojiler kullanılabilmektedir. Siteler kendi aralarında işbirliği yapmak amacıyla SOA, XML, WebService gibi teknolo- 110 ağustos 2014 jiler kullanmaktadırlar. Bu akımda içeriğin sınıflandırılmasından (etiketleme-tagging) zenginleştirilmesine kadar (örneğin Wikipedia) her türlü büyük küçük katkı teşvik edilir ve memnuniyetle karşılanır. Bu vesileyle -basit bir dille- Web 2.0, Wikipedia, Youtube, Flickr, del.icio.us, Ekşi Sözlük, Facebook, Twitter, Pinterest, Instagram ve benzeri sosyal ağ sitelerinin kullanıcılarının ziyaret ettikleri en popüler internet siteleridir. Günümüz internet kullanıcıları Web 2.0 teknolojisini kullanıyorlar. Ancak daha bunu bile tam kavrayıp uyum sağlamamışken şimdi de yeni internet teknolojisi olan Web 3.0 ile tanışmak zorunda kaldılar. Web 3.0 Web 3.0, internet kontrolünün insanın elinden çıktığı ve kendi kendini yönettiği bir web dünyasıdır. Web 3.0, cihazlar arası etkileşimle internetin kendi kendini meydana getireceği bir web dünyası olacaktır. İnternet üzerindeki tüm bilgi ve ilişkiler, sadece insanlar tarafından değil, makineler tarafından da anlaşılabilecektir. Makineler, insanlar gibi bilgileri hafızaya alacak ve birçok alanda en uygun olanlarını yine insanlara sunacaktır. Kontrol yapay zekâlı teknolojilere bırakılacak, üretilen girdileri işleyip anlamlı çıkarımlar yaparak aynı zamanda bağımsız uygulama ve veritabanlarını birbiriyle konuşturan uygulamalar bütününü algılayabilecektir. Semantik veya ontolojik web (anlamsal web) de denilen Web 3.0 uygulamalarının ulaşacağı ideal nokta, kişiye özel öğrenen akıllı robot olması anlamına gelecek düzeyde olacaktır. Çünkü bu robotlar önce okuyor, sonra okuduğunu anlıyor, sonra da yorumluyorlar; tüm bunlar saliseler içinde gerçekleşiyor. Akıllı robot, kullanıcıların kişi veya üye olunan grup bazında webdeki davranışlarına göre kendi kendine öğreniyor ve mantıksal çıkarsamalar yaparak sunuyor. Üstelik bu akıllı robotların öğrenme eğrileri, insanlardan ve internet gezintilerinden bilgi aldıkça dikey bir şekilde ivmelenerek artıyor. Daha kısa bir ifadeyle Web 3.0, Türkiye ve dünyada, internet alanında yaşanan gelişmeler ışığında Web 2.0 devrimiyle sanal dünyaya aktarılan içeriklerin anlamlandırılması olarak tanımlanmaktadır. Web 3.0 için “kişiye özel internet” tanımını yapmak pek de yanlış olmasa gerek. Bu dönem, semantik web kavramının ortaya çıktığı dönemdir. Günümüzde internet kullanımı tüm dünya üzerinde oldukça yaygın bir hal aldı. Birçok iş, internet üzerin- Dr. Nurettin Alabay den yapılmaya başlandı. Her şey internetten aranıyor, ancak aramalarda işe yarayacak sonuçları bulmakta zaman zaman güçlük çekiliyor ve çok zaman kaybediliyor. Web 3.0, semantik arama ile aradığını bulmakta kolaylık sağlayacak bir dönem olacaktır. Bu dönemde değişim süreci ilk olarak metinler, daha sonra resimler ve videolar üzerinde “semantik arama” şeklinde devam edecektir. Bu dönemin temelleri geçtiğimiz yıllar içerisinden atılmaya başladı ve buna dair uygulamaya başlayan sitelerse şimdiden mevcut durumdalar. Web 3.0 ve semantik web Web 3.0 teknolojileri için “leb demeden leblebiyi anlayan” internet de denilebilir. Dünya nüfusunun sadece yüzde 20’sinin web erişimi olmasına rağmen, web teknolojisi baş döndüren bir hızla gelişmeye devam ediyor. Web 3.0, semantik web demektir. “Semantik” kelimesinin anlamı ise “anlambilim” veya “anlamsal” demektir. Bill Gates’in “Web 3.0 yapay zekâdır” ve ünlü bilişim yazarı Nicholas Carr’n “Web 3.0 insan gibi düşünecek” şeklindeki açıklamalarına birçok uzman da “Web 3.0, mobil teknolojide devrimdir” diyerek katkıda bulunuyor. Özetle tüm dünya kullanıcılarının oluşturduğu devasa boyutlarda bir veritabanı var ve Web 3.0, yüksek hıza sahip internet sayesinde “sezgi sahibi yapay zekâ” uygulamalarından yararlanarak “semantik” teknolojisi ile bu veritabanına ulaşıyor ve kullanıcı, doğrudan araştırılan konuya yönlendiriliyor. Web teknolojileri ve hayatımızdaki değişimler İlk internetin ortaya çıktığı yıllarda, Web 1.0 teknolojileri bile kullanıcıların başını döndürmeye yetmişti. İlk defa bir noktadan bir noktaya veriler, ağ üzerinden gönderilebiliyordu. Kurumların uzaktan webe koydukları verileri binlerce insan kullanabiliyordu. Hatta birtakım araştırmalar bile yapılmaya başlanmıştı. Bu, aslında Web 2.0 ile zirveye çıkan insanların yalnızlık içerisinde sosyalleşmelerinin de temellerini oluşturuyordu. Web 2.0 ile birlikte bloglar, Facebook ve Twitter gibi sosyal paylaşım başladı. Artık herkes içindekini yazmak ve başkalarıyla paylaşmak istiyordu. Birden, dünyada milyonlarca yazar meydana geldi. Artık insanlar, gittikleri lokantaları, kafeleri ve yediklerini sosyal ağlarda paylaşıyor ve aynı tecrübeyi sonradan yaşamak isteyenlere fikir veriyorlardı. Böylelikle aynı yerlere ilişkin başka kişilerin tecrübeleriyle birleştirilince bilgi, neredeyse ortak bir akıl ortaya çıkıyordu. Mobil cihazların yaygınlaşması da bu yapılanlara katalizör etkisi yapıyordu. Artık herkesin elinde bir akıllı telefon bulunuyordu. İnsanlar açık ansiklopedilerde ve wikilerde bildiklerini yazıyor, başkaları da onları doğrulayabiliyor, yanlışlayabiliyor veya ilaveler yapabiliyordu. Herkes her türlü bilgiyi paylaşmaya başladı. Bu paylaşılan bilgiler, zaman içerisinde bilgi kirliliği de yapabi- liyordu. Artık internette bilgi kirliliğinden dolayı, aranan bilgilere doğrudan erişilememesi noktasına gelindi. Artık kullanıcıların istediği doğru bilgiyi önlerine getirecek akıllı bir teknolojiye ihtiyaç vardı ki bu da Web 3.0’dı. Web 3.0, hayatımızda pek çok şeyi değiştirecek gibi görünüyor. Semantik arama yöntemi ile kullanıcılar, doğru bilgiye daha kısa zamanda ulaşmaya başlıyor. Hatta bu semantik arama yöntemi, tüm dünyada en çok kullanılan Google arama motoruna Yandex adında rakip bir marka ortaya çıkardı ve Yandex, tanıtımlarında semantik aramayı öne sürdü. Semantik metin aramanın ardından, Google ve Facebook gibi firmalar işi bir adım ileri götürerek resim ve fotoğraf konusunda da semantik arama üzerine çalıştıklarını açıkladılar. Hatta artık videolar bile semantik aranabilecek. Peki, bu durum kullanıcıları nasıl etkileyecek? Artık bir siteye girdiğinizde sizin ilgi alanlarınıza uygun reklamlar (adsense) önünüze gelecek. Şaşıracaksınız bunun nasıl olduğuna. Hatta bir siteye girip pazarlama kitaplarını incelemenin ardından, Google veya Yandex’e geçip “pazarlama” yazdığınızda tarayıcı, sadece pazarlama kitaplarını önünüze getirecek. Kullanıcılar işlerine yarayan ya da yarayabilecek verilerle muhatap olacaklar. Gelecek web teknolojilerine hazır mısınız? Değilseniz, kaybedersiniz… Eğer bir kullanıcı, hafta sonu sinemada aksiyon türündeki bir filmi seyredip çıkışta da şöyle lezzetli bir kebap yemek istiyor ve oradan da trafiğe takılmadan eve dönmek istiyorsa, arama seçeneklerinde şunu belirtmesi yeterli olacak: “Şu saatte aksiyon filmi izlemek, kebap yemek ve en kısa yoldan evime dönmek istiyorum.” Bu cümleyi bilgisayar anlayarak onunla ilgili siteleri önüne getirecektir kullanıcının. Ve bilgi kirliliği olmadan, sadece konuyla ilgili seçenekler sunacaktır. Bu, bilgisayarın kişiye özel seçenekler sunması anlamına gelmektedir. Web 3.0 ile internet, artık robot gibi değil, bir insan gibi davranacaktır. Kişisel sorular sorarak aranan konular bulunabilecektir. Robotlaşan bilgisayarlar bu tür kolaylıklar sunarken, insanların da öğrenmekten vazgeçip robotlaşmamasına dikkat edilmelidir. ağustos 2014 111 Yurtiçi ve yurtdışı vip turlar… Yurtdışı ve yurtiçi tüm havayolları ve hızlı tren yetkili acentası… Alemara Turizm Seyahat Acentası İzmir Cad. Arık İş Merkezi No: 36/22-23 Kızılay-Ankara Tel: 0312 4241323 - 0553 2812737 - 05324044237 E-mail: info@alemaraturizm.com