sait faik simurg_Layout 1
Transkript
sait faik simurg_Layout 1
oynayan aydın bir öğretmendi. (Evet, tahmin ettiğiniz gibi: Saffet Tunay’a “deli” derlerdi Giresun’da!) Bir gün bir İstanbul gazetesiyle girmiş sınıfa, “Sait Faik” adlı “genç” bir hikâyeciden söz etmişti: Çok beğeniliyormuş, çok sözü ediliyormuş ama söylendiği kadar değerli bir hikâyeci değilmiş...”Bu gazetede bir hikâyesi var, okuyayım da görün!” demişti. O hikâyeyi hayal meyal anımsıyorum. “Birtakım İnsanlar”a, “Gece İşi”ne benzer bir hikâyeydi ama “Birtakım İnsanlar” olması da olanaksız, “Gece İşi” olması da: Çünkü “Birtakım İnsanlar”, 1936’da yayımlanan Semaver’de, “Gece İşi” ise 1939’da yayımlanan Sarnıç’tadır. Saffet Hoca, hikâyeyi bitirdikten sonra, Sait Faik’in Türkçe yanlışları üzerinde, dil savrukluğu üzerinde uzun uzun durmuş, “Böyle hikâye mi yazılır!” diye bitirmişti o Türkçe dersini. Ortaokul ikinci sınıfa geçince, Giresun'da o yıllarda lise olmadığı için, lise öğrenimini sağlama almak istemiş, “parasız yatılı” sınavına girmiş, kazanmış, ikinci sınıfı bir ay kadar Giresun'da okuduktan sonra, sınavı kazanan öteki beş arkadaşla birlikte Erzurum'a doğru yola çıkmıştık. Ortaokul son sınıfta iken “şiirler” yazmaya başlamıştım; Yahya Kemal'in, Ahmet Haşim'in, Necip Fazıl'ın, Cahit Sıtkı'nın, Ahmet Hamdi'nin, Ahmet Muhip'in çok sevdiğim şiirlerini yazdığım epey kalın bir “Şiir Defteri”m vardı; ama ortaokul bitirme sınavlarından sonra, Giresun'a dönünce niçin Halkevi kitaplığına kapanmış, günlerce Sait Faik'in Semaver'ini, Sarnıç'ını, Şahmerdan'ını okumuştum? Hem de hikâye okur gibi değil, şiir okur gibi, ezberlercesine, defalarca? Sait Faik'i okumamı salık veren birini anımsamıyorum. Bir tek açıklama bulabiliyorum: Lise kitaplığının düzenlemesi işinde kitaplık memuruna yardım ediyordum; bunun için de kitaplıktan dilediğim kitabı, dilediğim dergiyi rahatlıkla alabiliyor, okuyabiliyordum; belki Varlık dergisinin başlangıçtan o yıla kadar bütün sayılarının bulunduğu (Pertev Naili Boratav'ın, Niyazi Berkes'in, Behice Boran'ın yayımladıkları Yurt ve Dünya'yı da, Adımlar'ı da Lise kitaplığında bulmuş, okumuştum!) kitaplıkta o çok sevdiğim şairlerin şiirlerini okur, bu şiirlerden seçtiklerimi şiir defterime yazarken Sait Faik'in hikâyelerini de okumuşumdur, bu hikâyeler, belki Sait Faik'in hikâye kitaplarım okuma isteğini uyandırmıştır bende... Belki. BENDEN DE BİR KALİNİKHTA SANA BALIKÇI 23 Kasım 1906’da Adapazarı’nda dünyaya geldi. İstanbul'da 11 Mayıs 1954’te sirozdan yaşamını yitirdi. İlköğrenimini Adapazarı Rehber-i Terakki Mektebi'nde yaptı. İki yıl Adapazarı İdadisi'nde öğrenim gördü. Kurtuluş Savaşı'ndan sonra ailesi İstanbul'a yerleşince İstanbul Sultanisi'ne girdi. Onuncu sınıfta bir öğretmene yapılan şaka yüzünden sınıfı dağıtılınca Bursa Erkek Lisesi’ne geçti, 1928'de mezun oldu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde bir süre eğitim gördü. 1931 yılında ekonomi öğrenimi için gittiği İsviçre'den kısa süre sonra ayrılıp Fransa'nın Grenoble kentine geçti ve orada üç sene yaşadı. Sonraki yıllarda, Grenoble Üniversitesi'ne de devam ettiği şehirde, aslında başıboş gezerek edebî şahsiyetini bulmaya çalıştığını açıkladı. O üç hikâye kitabıyla bütün bir yaz haşır neşir olmanın sonucu tam bir hayranlıktı. Lise yıllarında, sırf Sait Faik'in hikâyeleri yayımlanıyor diye, onca parasızlığıma rağmen, Necip Fazıl'ın çıkardığı Büyük Doğu dergisinin tek sayısını kaçırmazdım. (O dergide Sait Faik'ten sonra en sevdiğim yazar Oktay Akbal'dı.) Bu tutum hep böyle sürüp gitti: “Sait Faik” imzası bir dergiyi satın almam için yeterliydi. Modern Türk hikâyeciliğinin öncülerinden olan Sait Faik, getirdiği yeniliklerle “kökü kendisinde olan” bir yazar olarak kabul edilir. Klasik öykü tekniğini yıkarak doğayı ve insanları basit, samimi, hem iyi hem kötü taraflarıyla oldukları gibi fakat şiirsel ve usta bir dille anlattı. Bunu yaparken diğer çoğu Cumhuriyet sonrası sanatçısı gibi Batı'daki gelişmelere bağlı kalmadı, hiçbir edebî anlayışın etkisinde hareket etmedi ve belli bir tarzın takipçisi olmadı. 1944-45 ders yılında liseyi bitirmiş, yüksek öğrenim için İstanbul'a gelmiştim. (Unutulmaz bir anı: Yol masrafımı, İstanbul'da geçecek ilk günlerin gereksinimlerini karşılamak için babam evin “çamaşır teknesi”ni satmış, aldığı yirmi lirayı bana vermişti.) Öğrenimimi sürdürebilmem için çalışmam zorunluydu. Günlerim iş aramakla geçiyordu. Toplumun problemlerine değil bireyin toplum içindeki sorunlarına yönelen yazar, öykülerinde çoğunlukla kendisinden yola çıkıp bireyler hakkında yazarak insan gerçeğini anlamaya çalıştı. Çoğunlukla şehirli alt sınıfın hayatını yazan Abasıyanık, balıkçı, işsiz, kıraathane sahibi gibi karakterleri anlattı. İnsanların yaşama biçimlerini, isteklerini, tasalarını, korkularını ve sevinçlerini irdeleyerek, toplum meselelerinden çok “insanı ele alan sanatçılar” sınıfında yer aldı. Bir gün, Haşet Kitabevi'nin önünde konuşan üç dört kişi görmüştüm; biri, fotoğraflarından tanıdığım Sait Faik'e müthiş benziyordu. İş aramayı, parasızlığı unutarak başladım o üç dört kişiyi izlemeye. “Fotoğraflardaki Sait Faik”e arkadaşlarının birkaç kez “Sait” diye seslendiğini (Sait Faik'e, nedense, herkes “Sait” derdi; yalnız arkadaşları değil, kendisinden epey genç olanlar da. Hemen ekleyeyim: Bu “epey genç olanlar”, Sait Faik'le tanışmış bile olmadıkları için, Sait Faik'in arkasından konuşurlarken “Sait” derlerdi. Bugün de, ölümünden bunca yıl sonra, çoğu edebiyatçı gene “Sait” diyor kısaca; “Sait Faik” diyen yok. “Sait Bey” diyeni ise hiç duymadım. Kim bilir, belki de Sait Faik'in, “Bey, babandır!” diyeceğinden korktuklarındandır!) duyunca hikâyelerinin kimi parçalarını ezbere okuduğum Sait Faik'in “canlı”sını sonunda görebildiğimi anlamıştım. Onlar önde, ben arkada, Galatasaray'a kadar yürümüştük. Yıllar sonra Sait Faik'in “Eftalikus'un Kahvesi” adlı hikâyesinde şu satırları okuyacaktım: “Sen o yaşta (...) yazıcıları, onlara yaklaşmağa bile cesaret edemeden, başka dünyadan insanlar gibi seyretmemiş miydin?” 1930'larda başladığı yazı hayatı boyunca “sorumlu avare”, “gözlemci balıkçı”, “çakırkeyf sirozlu”, “küfürbaz şair”, “müflis tacir”, “züğürt yazar”, “hamdolsun diyemeyen rantiye”, “anadan doğma çevreci” gibi sıfatlarla anılan Abasıyanık'ın tüm yazdıkları bir şair duyarlılığı içerdi. Hikâye, roman, şiir yazan, çeviriler ve röportajlar yapan sanatçı bütün bu türleri kendine özgü Sait Faik Abasıyanık tarzı ile kaynaştırdı. Kendi özgün dilini oluştururken André Gide, Comte de Lautréamont, Jean Genet gibi isimlerden etkilendiği söylenir. • • • “Sait Faik” adını ilk kez ortaokulun birinci sınıfında, demek 1939-40 yılında, duymuştum. Sıradan bir öğretmen değildi. Türkçe öğretmenimiz Saffet Tunay; edebiyatı izleyen, ilimizin tek haftalık gazetesi “Yeşilgireson”a yazılar yazan, Halkevi’nin kültür etkinliklerine katılan, Halkevi’nce sahneye konan oyunlarda Sonraki yıllarda, 1947'de, 1948'de, Elit Kahvesi'nin (Asmalımescit'te, şimdiki YAKUP'un yakınında idi.) bir edebiyatçı kahvesi olduğu dönemde, sık sık gördüm Sait Faik'i. SaitFaik, “kapuçino”sunu içer, arkadaşlarıyla bezik oynardı. Bir gün Sabahattin Ali de gelmişti Elit' e; Sait Faik'in Sabahattin Ali'ye ne büyük bir saygı gösterdiği dünmüş gibi gözümün önünde. (Sait Faik, “Lüzumsuz Adam” adlı hikâyesinde şöyle bir değinir Elit'e.) Hikâyeci Naim Tirali hemşerimdir; İstanbul'da okuduğu, hikâyeler yazdığı için edebiyat çevresiyle ilişki kurmuştu, çoğunu tanıyordu yazarların; beni de yakın dostlarıyla -en başta sevgili Oktay Akbal'la- tanıştırmıştı. Ama Sait Faik'le “resmi” bir tanışmamız olmadı. Hiç unutmam, Orhon M. Anburnu'nun Beyoğ- Fotoğraf: Ara Güler 3 “Öyle mi, al bakalım.” lu'nda bir “Şiir Sergisi” açılacaktı, ben de tanıdık edebiyatçılarla birlikte o sergiye gitmiştim. O sıralarda Sait Faik Yedigün dergisi için röportajlar yapıyordu; o da derginin fotoğrafçısıyla açılışa gelmişti. Bir ara fotoğraf çekilecekti; ben, fotoğrafı çekilecek edebiyatçı topluluğundan biraz uzağa çekilmiştim; Sait Faik farkına varmıştı benim çekingenliğimin; beni “şahsen” tanıyordu ama adımı bilmiyordu, yanındakilere -bana işittirmemeye çalışarak- “Neydi yahu bu delikanlının adı?” diye sordu, sonra bana dönerek, “Naci Bey, kardeşim, lütfen siz de gelin.” diye seslendi. Röportaj o fotoğrafla birlikte yayımlandı. Orhon M. Arıburnu, Almanya' da bir şiir kitabı bastırmış, kitabın arka kapağına da o fotoğrafı koymuş, Oktay Akbal'ın Cumhuriyet'teki fıkralarından birinde okumuştum. Eğer düşeş gelirse, çat tavlayı kapatırdı. “Zar tutuyorsun...” Güngörmüş garsonlar, bu şamataya güler geçerlerdi. Bizden önce nicelerini tanımışlardı. Sait: “Hadi Filip'e...” derdi. Filip, Rum meyhanecinin adıydı. Tümü Filipos Vavakos. Dördüncü Vakıf Han'ın karşısında bir dükkan. Hem meze, hem ayakta içki satardı. Bir kadeh içki verir, yanında kürdana batırılmış beyaz peynir, haşlanmış patates, hatta biraz sucuk... Hepimizi tanırdı. Sait'le senli benliydi. En son Elit Kahvesi'nde görmüştüm Sait Faik'i. 1948 kışıydı. Sait Faik renk renk mumlar almış, yakmaya çalışıyordu. Kahveyi işleten iri yarı Alman da (“Mösyö” derdik) masa kirlenir diye Sait Faik'e engel olmaya çabalıyordu. Yazdığım son hikâye “Mumlar” adını taşır; Sait Faik'i, mumlarını anlatan bir hikâyeydi. “Yeşilgireson” gazetesinde yayımlanmıştı. Bir iki yıl önce Giresun'a giden bir arkadaşımdan rica etmiştim: Gazetenin şimdiki sahibi olan ilkokuldan sınıf arkadaşım Hasan Öğütçü, büyük bir olasılıkla 1949'da yayımlanmış olan bu hikâyeyi bulmuş, fotokopisini o arkadaşla bana yollamıştı.(1) • • “Bu ne biçim sucuk ulan?” “Ağzın alışık değil vire Sait...” “Hergele...” Çevresini aranırdı.: • “Ben hergeleyi görmüşümdür.” Tanıdığımda Sait'in başı dertteydi. Yazdığı hikâyede askerin ayağını tökezletmiş, sıkıyönetimden çağırmışlardı. Yaşamadan, yazmadan başka bir şey düşünmediği için pek de korkardı bu gibi işlerden. Takılmanın ardı gelirdi. Sait'i iyi tanıyanlar, ona edebiyatçı gözü ile bakmazlardı. Halktan bir adam. Hoş; keyifli, babacan... Arada, hikâye de yazıyormuş gibi görünürdü. Nitekim yıllarca ahbaplık ettiği Burgazlı motorcunun: “Ulan asker de insan değil mi; ne çıkar ayağı tökezlerse?” diye soruyordu. Bilmiyordu ki” zamanın yöneticilerine göre, asker, nasıl yemez, içmez, üşümezse, tökezlemezdi de. “Bu kadar büyük adam olduğunu, hikâye yazdığını bilmiyordum” demesi bundandır. Bir seferinde de, yazdığı kestaneci hikâyesindeki kestanecinin kim olduğunu öğrenmek için polise çağırmışlar, gene korkmuştu. Polis ve mahkeme işlerini sevmiyordu. İstanbul'un çarşısında, pazarında, sokağında, düzünde dolaşmadan hoşlanan insanın ne işi vardı öyle yerlerde? Ama madem, iktidarların hoşlanmadığı yazılar yazıyordu, kaderinin içinde buralara gitmek de vardı. Edebiyat tartışmalarına katılmaz, teorileri üzerine söz söylemez, şu mısra iyi, şu mısra kötü demezdi. Hatta edebiyat kavgası da etmezdi. Kendine güveni olan, tartışmalara boş veren, gülüp geçen bir mizacı vardı. Bizden yaşlı olduğu için böyle tartışmaları geride bırakmıştır, diye düşünürdüm. Sonra gençlik arkadaşlarını tanıdım, onlarda, böyle tartışmalara girmediğini söylediler. Meserret Kıraathanesi'nde tavla oynardık. Bir kadeh içkisine. Yekleri üst üste koyarak, düşeş atmak ister, aklınca zar tutardı. Böyle yaptıkça da zarlar elinden düşer, aramaya koyulur, söverdi. Sövmesinde bile sanatçı yanı belirirdi. Adi küfürler, özel bir incelik kazanırdı. Eli sıkıydı. Fakat sanatına inandıklarına birkaç kadeh bir şeyler ikram ettiğini duydum. Yemek yedirdikleri de olurdu. Hatta, borç diye, para da vermiş. Kalabalık edebiyatçı toplantılarında bir süre oturur yavaşça, çaktırmadan sıvışırdı, Besbelli, incir çekirdeğini doldurmayan tartışmalardan sıkılırdı. Meserret Babıali'dedir, İttihatçıların kahvesidir. Üstü otel. Komiteci Yakup Cemil, bu otelde ve bu kahvede Enver'le Talat'ı devirmek istemiştir. Birincide Babıâli’yi basmışlar, Nazım Paşa'yı öldürmüşler. Yakup Paşa'nın alnına tabancasını boşaltırken arkadaşları. Bizim kuşak, giyim kuşamı ile de edebiyatçı olduğunu belli ederdi. Sakal, dar paça pantolon, uzun ceket -bobstil dedikleri- ağızda pipo... Sait bunların hepsine boş verirdi. Kravat bile takmazdı. “Na'pıyorsun?” diye sormuşlar. Adına ödüller verileceğini, müzeler açılacağını bilse: Kurşunlar yerini bulduktan sonra: “Bu kadar masrafa girmeyin, parasını bana verin...” bile derdi. İnsan yaşamalıydı.(2) “O, bundan anlar.” demiş. • • • Aynı Yakup Cemil, İttihatçılardan umudunu kesince, Enver'le Talat'ı yok etmek istemiştir. Babıâli’yi yeniden basmıştır. “Burda kızartma yenmez”, dedim. “Yağı eskidir acı olur.” Daha doğrusu basacak yerde, kendi basılmıştır. Çizmeleri arasına sakladığı iki tabanca da elinden gidince, her şeyini yitirmiş, asılmıştır. “Canım çekmişti, bir patlıcan kızartması iyi olurdu. Yağını tazeletemez miyiz, sözün geçmez mi?” Sait bunları da bilir, anlatırdı. “Bir deneyelim,” dedim. “Belki geçer.” Meserret bizim için de önemliydi. Kuşağımızın ne kadar ünlü - ünsüz edebiyatçısı varsa, burada toplanırdı. Burası adeta bir ucuz buluşma yeriydi. Bir kahve parası verdik mi, birkaç saat bekleyebilirdik. Beyoğlu Balık Pazarı’nın arka sokaklarında, küçük bir meyhanede içiyorduk. Krepen Pasajı yıkıldıktan sonra, karaya vuran balık gibi, her biri bir yana dağılmıştı. Gerçi Bayram gibi Çiçek Pasajı'na taşınanlar vardı. Ama nedense Krepen'in yerini hiçbiri tutmuyordu. Dükkanı, sahibi, garsonları, müşterileri, hele müşterileri gökten bir taş düşmüşçesine her şeyi yıkıp dağıtmış, müşterilerde yitip gitmişlerdi. Arkadaşım için her şey yeniydi, eskileri bilmiyordu. Durmadan soruyordu: İstanbul yağmurundan ince pardösüsü ile tiril tiril kaçan Orhan Veli buraya sığınırdı. Cahit Sıtkı'nın “Cümle eş dost, ressam, şair, serseri” dedikleri buraya gelirdi. Sait'le tavla oynardık, bir kadeh içkisine… Her seferinde de mızıklardı. Mızıkladıkça da, boyuna, zarları düşürür söverdi. “Sait Faik buralara gelir miydi?” “Bilmem, belki de gelirdi. Onun geldiği yerlerin çoğu yoktur” “Buna düşeş derler...” “Nerelerdi oralar?” “Onu ben atamıyorum.” ““Günleri ve geceleri Beyoğlu'nda geçerdi. Sinemalar, kahveler. meyhaneler. Anadolu Pasajı'ndaki Mehdi Baba'nın ocağından tut, Nisuvaz, Petrograt, Mos- “Ulan, sen kimsin ki atacaksın?” 4 kova gibi yerler... Cumhuriyet, Özcan, Nektar, Tuna, Balkan, Orman, Mustafa'nın yeri gibi meyhaneler... Birinde yoksa ötekinde bulurdun arasan.” “Nasılsın, nerelerdesin, ne iştesin?” “Babama yardım ediyorum!” “Bunlar gene var mı?” “Baban ne iş tutuyor?” “Yok sanıyorum, belki bir Cumhuriyet var.” “Boşta geziyor.” “Nerede?” 1945'lere doğru Sait Faik'le işte böyle birbirimize yardım ediyorduk. Arkadaşlığımız ilerledikçe iyi yanlarıyla kötü yanlarının nedenlerini de biraz olsun çözümlemeye başlamıştım. Sait öyle kolay anlaşılır kişilerden, kolay kırılır cevizlerden değildi. Birine sigara bile vermekten kaçındığı ne kadar doğruysa, birinin sigarasını, rakısını içmek istemediği de o kadar gerçekti. Bir arkadaşı şakaya getirip de çay, kahve ısmarlamasını istedi mi: “Şurada, Balık Pazarı'nda çıkınca gösteririm, çarşının içinde.” “Kimse gitmiyor mu oraya?” “Gözden düştü, kimse çıkmıyor sanıyorum.” Sait Faik'in ölüm yıldönümlerinden biriydi. İlkin Oktay Akbal anmıştı. Oktay, Sait'i çok iyi tanıyanlardandı. Meserret'e çıkar, Beyoğlu'nu fırdolayı dönerdi. Elbet Sait’e de rastlayacaktı, orda burda.. “Hastir ulan!” derdi. “Başka enayi bulamadın mı bu memlekette!” Çabuk alınır, çabuk kızardı. Kızınca da dudakları titremeye başlardı. Karaciğerinin pürüzlüğü kızartı halinde hemen yüzüne vurur, ya da tersi olurdu Ak pak kağıt kesilirdi benzi, birazcık öfkelendi mi. Yazarlık yıllarında Sait Faik, bugünkü kadar gözde değildi. Bohemliğinden, avareliğinden, bilgiçlik taslamayışından olacak gözde yazarlar arasında adını anmazlardı. Siyasal olarak Sabahattin gözden düşüp, adı unutturulmaya başlandığında birini çıkarmak gerekiyordu yerine, Sait'i işte o zaman keşfettiler. Sait'te bulunmayan neler yüklediler Sait'e!... Semaver sabahleyin kaynarken, işçiler işe gidermiş, Sait işçileri anlatırmış... Falan filan gibi zorlamalar... Oysa Sait Faik, içinden ne gelirse onu yazıyordu, gizli kapaklı bir yanı yoktu. Neden sonra anlamıştım, annesinden çok, hem de çok çekindiğini, çekinip utandığı için de para isteyemediğini… Bu duruma düşmemek için de elini sıkı tutmak zorunda olduğunu. En rahat paralanması kira yoluyla olurdu Sait'in. Ne utanması vardı işin, ne sıkılması... Boğazkesen kesiminde bir evden kira istemeye giderdik, ay başlarında... Üç kez gidip kirayı koparabildik mi, parayı yolda bulmuş gibi olurdu Sait. Bu paranın ilk liralarından mutlaka birkaç kadeh ısmarlar, başarımızı kutlardık. Yazıya aşıktı, yazıyla geçinmek istiyordu. Bir türlü de olmuyordu. O yıllarda yazı ile geçinmek kolay değildi. Yazıya para verip alacak yer azdı. Gazeteler de bugünkü gibi kucak açmazlardı edebiyat yazarlarına. Hep bir umut, her bir özlem olmuştur Sait Faik için yazarlık. Şöyle dile getirir: İçince de sevgilileri gelirdi aklına. Benimle kızlarından konuşmak çok hoşuna giderdi. Üniversiteye giden uzun saçlı, topaç gibi bir sevgilisi vardı. Arnavutköy dolaylarında otururdu. Arada bir tramvaya atlar, belli bir sokağın başında inerdik. Böyle saatlerinde ne suratsızlığı kalırdı, ne pintiliği, ne de öfkesi... Ortaokul öğrencisinden ayrıcalığı kalmazdı. Sonra birden içlenir, daha da çocuklaşırdı. Fransa'da gördüğü bir tiyatronun konusuna atlar, mutlulukların üleşilmesi üzerinde beni de düşünmeye zorlardı. “...Yazı yazmayı iş saydığım için başka iş yapmamaya karar vermiştim. Kim ne derse desin... Yalnız yazımla geçinmek kararını (kimse) kafamdan sökemez.” Bundan birkaç yıl önceydi, 'Sait'in bir ölüm yıldönümünde Ada'da (Burgaz'da) tören vardı, ilan etmişlerdi. Kalktım gittim. İskele alanında Sait'in bir büstü, çevreyi süslemişler. Evleri müze olmuş. Birine sordum, yüzüme baktı, eliyle göstererek “Şuralarda bir yer olacak” dedi. “Sokağı dönünce, sen gene birine sor.” Sokağı dönünce, birine sordum, buldum. Benden önce gelenler, topluca müzeyi geziyorlardı. Müze, yani Sait'in anadan kalma ak sıvalı evi. Ahşap, iki kat. Odalardan odalara geçiyoruz. Kağıtlar, dergiler, kitaplar, şunlar bunlar. Pek fazla bir şey bırakmamış ardında. Bu evin içinde yaşadığı, gezindiği, kızdığı. sevindiği olmuştur. Bir sepet var, şapka var, ıslanmış da sonra kurumuş pabuçlar, balıkçı araç ve gereçleri.. Ben buncağızını anımsıyorum. Belki sonradan bulduklarını yeniden doldurmuşlardır. Severdi annesini. Onun kendisi üzerindeki yargılarına çok önem verirdi.İşsiz adam, para kazanmayan adam durumuna düşmesi, annesince böyle nitelenmesi üzerdi onu, çoğu zaman. “Yahu, şu kadar kitabım var, her gün okuyup yazarım. İşsiz adam sayılır mıyım ben!” diye yakınır, annesine yapamadığı savunmayı bana karşı yaparak rahatlardı. Burhan Arpad'ın gözlemine göre, bakımsızlıktan nerdeyse bu ev (müze) de çökme tehlikesi geçiriyormuş. Söz aramızda, bakımsızlıktan, birilerine verip de, yıktırıp da, hem turistik bir yer, hem de müze yapmak, başlarından savmak isterlermiş. Suçluydu annesinin gözünde. Balık pazarında babasından kalan zahireci mağazasını kısa zamanda dağıtmış, kapısına kilidi vurmuştu. Sait'le hemen her gün buluştuğumuz günlerden birindeydi. Babiali'nin ünlü dergicisi Mahmut Zeki, merdiven başındaki düzeltme odasında kıstırdı beni: Arkadaşla Beyoğlu Balık Pazarı'ndan küçük bir meyhanede içerken Sait Faik'i konuşuyorduk. Konuşma bizi, alıp nerelere sürükledi. Patlıcan kızartması istiyordu arkadaş. Gözümün ısırdığı garsona seslendim. Bir koşu geldi. Adını da söyleyerek, “Buyur ağabey!” dedi. Sevinmiştim. Taze yağda kızartılmış, bolca patlıcan kızartması istedim. “Ha! yağ yeni, taze olacak,” dedim. “Abi!”dedi. -Zambak adlı bir magazin çıkarıyorum, yazı isterim senden! Çıkardığı dergiler için ne yazacağımı, yazımın ne boyda olacağını ancak o bilirdi. Orhan Kemal'in dediği gibi yazmak zorunda bırakanlar utansın! İmzasızdır diye katlanırdık bu angaryaya. Herkes Yeni Cami arkasında dilekçe yazamazdı ki... Sağlık sorunu vardı işin içinde. En azdan soğuk sıcak akımına dayanıklı olmak gerekirdi. Gitti, gerçekten taze yağda kızartılmış patlıcanı getirdi. Sivri kızarmış biberler, yağda ezilmiş domatesler de vardı üstünde. Arkadaşım mutlu oldu. “Yazarım Zekiciğim!” dedim. “Hele işin avansı da varsa bir aylığını birden yazarım! Yeter ki dergi çıksın!” “Buralarda bir de Lefter varmış, orası neresiydi?” diye sordu. Evet, sokağın köşesinde, küçücük bir dükkan vardı, Lefter işletirdi. Ardıma döndüm, pencereye doğru, Lefter'in sokağında içiyorduk. “Sen yazarsın yazmasına da... Şeye yazdırabilir misin?” “Orhan Kemal'e mi?” “Çıkarken gösteririm onu da...” dedim. “Bu sokakta mı?” “Canım, o da kolay... İş Sait Faik'ten hikâye koparmakta... Bir denersen belki verir. Ben istersem, vermez! “Evet, bu sokakta, hemen şuracıkta.” “Yani ben mi isteyeceğim.” “Desene Sait Faik'in ruhunun dolaştığı yerlerde içiyoruz, ne mutluluk.” “Bir zahmet gideceksin Burgaz'a...” “Öyle,” dedim. “Eğer ruhu gelip buralarda dolaşıyor, dolaşabiliyorsa.”(2) “Gider, bir söylerim.” • • • “On kağıt yeter mi, yolluk.” 5 “Sen on beş yap da bir iki bardak şarapla çıkaracağın dergiyi ıslatayım!”Canım, Sait seni boş çevirmez!”Peki Sait'e ne vereceksin, onu söyle önce!..” “Yahu bu eski harflerle!” dedim. “Canım, yeni harflere çevirir, öyle verirsin sen de!” “Yaşar Nabi'den on kağıt alıyor, değil mi?” Yemeğe oturduk. İlk yemeği bitirip de, hizmet eden evlatlık ikinci tabağı önüme koyunca: “Evet, ama senin dergin yarı çıplak... Üstelik de imzasıyla yazacak.” “Yirmi nasıl?” “Saitçiğim,” diye başladım, “beni yeni çıkacak olan bir derginin patronu gönderdi, selamları var. Bu ilk' sayı için bir hikâye rica ediyoruz. Eğer kırmayıp da verirsen…” “Çok az, razı olmaz!” “Otuz?” Utana sıkıla cebimden parayı çıkarıp masanın üstüne korken: “Sen otuz beş yap da, bir ellilik ver bana, on beşi de bana kalsın!” “Otuz beş lira gönderdi, buyur!” “Ama alıp geleceksin hikâyeyi!” Tam bu sırada öyle bir öksürük gırtlağıma yapıştı ki... Sanatoryumdan yeni çıktığım halde. öksürük kesilmemişti. Mendil aradım, cebimde yok... Kalkmak istedim, ikinci yemek yeni konmuştu önüme, kalkamazdım. Zor tutum kendimi. Bir daha da ağzımı açmadım. konuşmak için, “Alır gelirim!” Pazara rastlattım Burgaz yolculuğunu. Zeki, parayı tam gideceğim gün verecek kadar zekiydi. Üç lirasıyla İstasyon Meyhanesi'nde bir torik plakisiyle Mutuk şarabına yatırıp çıktım yola. Yemekten sonra bahçede kahvelerimizi içerken: Hava tam güvertelikti. Burgaz'a kadar ne torik plakisi kaldı, ne Mutuk şarabının sarhoşluğu... Sait'i yakası yamalı balıkçı gömleğiyle olta bağlarken yakaladım, köşkün bahçesinde. Çevremizde hırlayıp duran köpeğini susturduktan sonra: “Aferin!” dedi. “On numara! Doğrusu iyi kıvırdın! Çok güzel! Anlasın oğlunun bir baltaya sap olduğunu artık! Yazılarının para getirdiğini! Annem çok beğenmiş seni! Çok mahcup çocuk diyor, mahcupluktan yemeğini bile yiyemedi...” “Yemekten sonra balığa çıkacağım da..” dedi. “Ne var, ne yok, Babıali'de...” Şişinerek cebinden çıkardığı paranın beş lirasını Kulağından tutup uzattı bana: “İyilik sağlık!” “Al şunu!” dedi. “Yol parası yaparsın!” “Patronun düğüm çözdürüyor mu?” “Hadi ordan!” dedim. “Eloğlu bizim yolluğumuzu on beş liradan hesaplıyor, hem de peşin olarak...” “İşler kesat da büsbütün huysuzlaştı. Verdiği yüz lira aylığı hak edeyim diye pösteki saydırıyor. Bir iki dergi çıksa da beş on kuruş çıkarsak.. Bak Saitçiğim, Zeki varya, Mahmut Zeki, yazı istiyor senden, bir dergi çıkarıyor da.” Ne kadar zorladıysa da almadım. O da şaştı bu işe. Eee... Biraz da şairlik 'var sende. Ne demiş pirimiz “Hastirsin ordan, ne yazısı!” Fuzuli: “Canım, hikâye istiyor!” “Fakir padişah asa, geda-yı muhteşemem” “Hem de imzalı, öyle mi? Kepaze olayım, dergisine yazayım da...” Yani: Padişah kadar fakir, görkemli bir dilenciyim! “Canım bu sefer yaldız kapaklı, şık bir dergi olacak. Biraz da sanata yer verecek” Gününe göre, hiç belli olmaz!(3) “Ne dergisi, adı ne?” • • “Zambak!” • “Hem de peşin öyle mi?” Türk edebiyatının değerli hikâyecileri benim sıradan arkadaşım olmuştu. Önce Sait Faik... 1939'dan beri çok yakından tanıdığım bir yazardı. Belki, Adapazarı'ndan İstanbul'a geldiğim için yakınlık göstermiş olabilirdi bana, ortaklaşa, tanıdığımız dostlar vardı. En Kısa zamanda arkadaşlarım arasına girmişti Sait. Ben böyle diyorum ama, onun arkadaşlık dostluk sınırları nerden başlar, nerde biterdi kimse bilmezdi ki. Çıkardım otuz beş lirayı cebimden. Elli lirayı bozdurmuş, onunkini içiçe koyup hazırlamıştım. “Hastir Ian”la karışık konuşmalarını dostlarıyla mı yapardı, sevmedikleriyle mi? Kim çıkabilirdi içinden. “Al!” dedim, “Güle güle harca! Hikâyeyi de hemen ver! Al da gel dedi bana!” Orhan Kemal, dalına basmakta en başta gelen yakınlarındandı. Elini uzatıp parayı alamıyordu. “Ulan!” diye başlardı, “Kaşlarının kılı ağarmış, bir baltaya sap olamamışsın! Ulan senin sınıfındaki beyzade muharrir müsveddeleri, Sefir-i Kebir olarak Paris'Ierde; Londra'larda yaşamış. Sen Babıali'lerde sürtüyorsun!.. Eski bir pardösü sırtında muharrirlik numaralarındasın!.. Aç gözünü de adam ol, bir koltuk peyle kendine vakit geçirmeden!” “Gördün mü ya! İyi ki Kaymak Tabağı değil! Yazmam o dergiye ben!..” “Ama hikâyene Yaşar Nabi gibi on liradan paha biçmiyor. Sana tam otuz beş lira yolladı benimle!” “Al yahu, şunu!” dedim. Tatlı bir gülüşle: “Koy onu cebine!” dedi. “Hastir lan! Sen kendine bak, hikâyeciliğin de yazarlığın da içine tükürdünüz. Ulan hikâye ile ekmek parası mı kazanılır be... Kendine sağlamca bir iş bulamaz mısın Balık pazarında! Üç kuruş otuz para alacaksın da çoluk çocuk geçindireceksin, öyle mi? Ulan sen bu işin üzerine düştükçe onları fiyat kırmaya zorluyorsun!” Hikâye vermeyecek diye korkmuştum. “Şimdi yemeğe çağıracaklar,” dedi. “Bir de annemin misafiri var. Aldırma sen!.. Otururuz masaya.. İçki yok haaa!..” “Yok, peki ama... Sen şu parayı alsan da...” “Hep sizin gibi Bihruz Beyler yüzünden!... Faik Bey'in döküntüleriyle kırk yıl yaşarsın daha! Al voltanı Babıali'den de Burgaz'da pantolon balığı yakala!” “Dur, patlama!.. Bu hikâye işini sen yemekte yeniden aç! Parayı çıkar, masanın üstüne koy!.. Yeni çıkacak bir dergi için hikâye istiyoruz, diye başla!” Tophane'deki Sıkıyönetim Cezaevinden yeni çıkmıştım. Sait'in Medarı Maişet Motoru yeni toplatılmıştı. Ona kalırsa ha bugün, ha yarın içerdeydi. Hem de benim çıktığım cezaevine atılacaktı. Bilmeliydi cezaevi yaşamını. Onun keyfini kaçırmamak için kimi gerçekleri allayıp pullamam, sorularını geçiştirmem gerekiyordu. “Anladım Saitçiğim! Hiç merak etme!.” “Dur, sana hikâyeyi getireyim önce... Yeni yazdım” Gitti getirdi. Adı “Kırlangıç Yuvasındaki Kız” . 6 Daha önceki yıllar da Sait'in belalısı Cahit Irgat'tı. .Orhan Kemal İstanbul'a gelmemiş daha. Bir yılbaşı gecesi Galatasaray'da erkenden toplanmıştık. Sait Faik hemen ilk kadehlerde: arası bir para düştüğünü çıkarmıştık. Ben: “Ne biçim şairsiniz!” diye topumuzu birden suçlamaya kalkışınca; çevremdeki Niyazi Akıncıoğlu'yla Kadir' e doğru: “Ne yapayım yani!” diye sormuştu. “Ne söylüyor, duymuyor musunuz?” diye seslendi Cahit Irgat. Bizde bir kıpırdama olmadığını görünce fırladı Sait'in karşısına, kaldırdı onu yerinden. Burun buruna geldiler meyhanenin ortasında. Bu işi, kendim yapabilir miydim, o da başka bir sorun.. Çabuk fitillenen Sait, hemen kalkmış üç beş adım ötedeki Varlık Yayınevi'nde Yaşar Nabi’yi yakalamıştı. Çok geçmeden elinde 400 lirayla dönmüştü kahveye. Çocuk gibi seviniyordu. Paradan çok, kazandığı başarıydı onu sevindiren. “Düpedüz sömürü bu!” deyince. “Gider sömürüldüğünü söyler, istersin hakkını!” “Sözünü geri al!” dedi Cahit. “Dil uzatamazsın bize, anladın mı! Burjuva çocuğu değiliz senin gibi.” “Nasıl oldu?” dedim. “Ne 'çocuğusunuz?” “Söyledim!” dedi. “Olmaz böyle şey dedim. Bir makbuz çıkardı. Baktım, 'İkinci baskısı yapılacak bir eserinin karşılığı olarak' diye bir şeyler yazdı. İmzaladım, aldım parayı.” “Gösteririm sana şimdi ne çocuğu olduğumuzu!” Sait bütün öfkesine karşın daha soğukkanlı görünüyordu: “Senin gibi korkak değilim ben” Bu parada bir hakkım olduğunu düşünerek mi, yoksa öğretmenlikten uzaklaştırıldığımı gözönünde tutarak bana acıdığından mı, kendi başarısını ödüllendirmek için mi, ne geçirdiyse yüreğinden: Vurmak için yapılan hazırlıklar tamamdı Cahit'te. Jestler mimikler... Sait aynı soğukkanlılıkla: “Al şu otuz lirayı,” dedi. “Daha fazlasını veremem. Paris' e gideceğim. Para lazım bana” “Yani,” dedi, “boğuşacak mıyız herkesin ortasında?” Maya Galerisi'ndeki köşemizde bunları konuşuyor, Babıali sömürüsünden söz ediyorduk. Sanıyorum Behçet Necatigil: “Ne yapacaksın?” dedi. “Vuracak mısın yani?” Kimler yoktu ki masamızda! Bayağı bir yılbaşı şöleniydi bu. Cahit'in sözlüsü Mina Hanım bile oradaydı. “Yaşar Nabi'nin oğlu da hastaymış,” diye bir haber attı ortaya. Sait konunun suçlamalı havasından henüz kurtulamadığı için yüksek perdeden bir yorumlamaya geçti: “Boğuşacağız,” dedi Cahit lrgat. “Sen kim oluyorsun şairlere dil uzatacak!”Hadi boğuşalım öyleyse, ne duruyoruz! Cahit ikinci hamlesini yaptı, kolunu bile kaldırdı, gelgelelim vuramıyordu. Sait'te kavgaya girmiş durum yoktu, biraz horozlanıyorsa da, ancak durumu kurtarmak içindi bu çabası. “Demek bizden kazandıklarını doktora veriyor!” dedi. “Ne olacak, ilahi adalet!” Kavgayı Sait başlatmıştı ama tadında bırakmak istiyordu. Korktu demesinler diye de oturamıyordu yerine. Adalet Cimcoz, çevresindeki konuklarının arasından seslendi Sait Faik'e: “Heeey! Orda kafa kafaya verip çekiştirmeyin beni!” “Hadi!” dedi Sait. “Vuracaksan vur ulan!” dedi, • • “Ne Darülbedayi numaraları yapıp duruyorsun!” • Sait Faik, Beyoğlu'nda, çokluk ikindi üstleri görünür. Masamızdan bir gülmedir patladı. Cahit, Sait'e Kızacak yerde öfkeyle gülenlere baktı. Daha çok da bizden yana. “Değer mi sizin için kavga etmeye!” der gibi geriledi.. Geçti Mine Hanım'ın yanına oturdu. Gece yarılarına değin de ordan çıkmaz. Bir kahveye dalar. 15-20 dakika. Sonra başka bir kahve, bir meyhane, bir sergi, geceleri sinema, pek pek bir tiyatro ya da. yine bir meyhane. Bu süre içinde de İstiklal Caddesi'nde bir sürü gitmeler, gelmeler. Avuç dolusu votka. Sait, kitabının toplatıldığı o sıkıntılı günlerinde düzenlediği sorularla bilgi edinmek isterdi benden: “Pekiii,” derdi, “canın içmek isteyince ne yapardın cezaevinde?” Anadolu Pasajı'ndaki Mehdi Baba'nın çayevinden Nisuaz; Petrograd, Moskova'ya değin girip çıkmadığı kahve, Nektar'dan Tuna, Balkan, Orman, Cumhuriyet, Özcan'a değin uğramadığı meyhane kalmaz. Kimi günler de, alasabah İstanbul’u fellek fellek dolaşmaya çıkar, Beyazıt'ta havuzun başına tünemişse “Havuz Başı” öyküsünü, Boğaz'a sarkmışsa “Menekşeli Vadi”yi, Yedikule'den dışarı çıkmışsa “Sur Dışı Hayat”ı yazar. Bu ara yolda, sinema önünde, otobüste, köprü üstünde, vapurda Yüksekkaldırım'da, Gülhane Parkı'nda ne bileyim bir dükkânda ya da İstanbul’un en kıyı köşede kalmış bir yerinde rastladığı insanları da kollarından tutup öykülerine sokuşturur. “Hiiiç… Dayardım verdikleri matarayı ağzıma, ağustos sıcağında kaynamış terkosu çekerdim!” “Yaşanmaz bu cezaevinde be!” Kimse gönüllü gitmez oraya, alıp götürürler Cahit'ler, Orhan Kemal'ler olsa: “Beyzade” derlerdi ona. “Kitabı yazarken düşünseydin bunları! Sen kim Medarı Maişet Motoru'nu yazmak kim! Senin durumundakiler Madrid'e elçi olarak giderler! Cumartesi, pazarları ise adacığına sığınır. Kendi köyünü kendi köyünün insanlarını, balıklarını, Sivriada'nın Kaşıkadasıyla giriştiği komşuculuk oyununu anlatır. Belki kendisine böyle takılmadığım için aramız her zaman iyiydi onunla. Maya Galerisi yeni açılmıştı. Efkarlı günlerinden biriydi Sait'in: Nedir, bu öyküleri düzmek için yanaştığı her insana hemencecik el atmaz, onları, kavun alıyormuş gibi iyice tartar, koklar ve öykü olabilecek bir yan bulduktan sonra onlara kucak açar. Çünkü ona göre her insanın içinde öykü bulunmaz. Yazara düşen iş, içinde öykü taşıyan insanı kıstırmaktır. Bir kez kıstırdıktan sonra da elini uzatıp onun içinden öyküyü çekip çıkarmaktan başka bir iş kalmaz. “Haydi” dedi, “seninle Adalet Hanım galerisine gidelim! Birkaç adam görürüz!” Adalet Hanım, kapıda karşıladı bizi. Sait Faik'in bir şiirinde geçen “Çirkin sevgilim” sözünü kendine mal ettiği için ayrıca bir yakınlığı vardı ona. Bizi bir topluluğun içine götürüp bıraktıktan sonra kendisi yeni gelen konukların arasına karıştı. Sait, bu öykü anlayışını bir gün Çiçek Pasajı'nda Tahir Alangu'nun da bulunduğu bir toplulukta çok canlı bir biçimde dile getirir. Sait'in fokur fokur kaynadığı günlerden biridir o gün. Tahir Alangu ve arkadaşlarına: “Ne cıbıl heriflersiniz siz, size bir ıstakoz ısmarlayalım da mideleriniz bayram etsin!” sözünü bağışlamıştır. Sonra da Pasaj'ın o ünlü ıstakozcusunu çağırıp ıstakoz ısmarlamıştır. “İyi olsun ha!” demeyi de savsaklamamıştır. Istakoz gelmiş, Sait bıçağı eline almış, hayvancağızın şurasını burasını tırtıklamıştır: Fikret Ürgüp, Behçet Necatigil hanımlarıyla bizim karıştığımız topluluktaydılar. Henüz sergilenen resimlere bile göz gezdirmeye vakit bulamadan Babıali dedikodularının içinde bulmuştuk kendimizi. Sait'i o günlerde Yaşar Nabi'ye göndermiştim, Meserret Kahvesi'nden. Kahvede Varlık'tan aldığı telif ücretlerini 'hesaplamış, her kitabına ortalama yüzle yüzelli 7 - Yaramaz bu. Daha iyisini getir! it'in buraya gelmek için böyle bir saati kollayacağı da pek doğaldır. Istakozcu söylenecek olmuştur. Ama Sait: Eptalafos'a tam bu saatte gelineceğini Salâh Birsel de bilir. O yıllar Parmakkapı'da küçük bir pansiyon odasında yatıp kalkan Salah Birsel pazar sabahları buraya postu atmaktan büyük sevinçler toplar. Daha sonraki yıllarda Birsel bir gün buraya Edip Cansever'le gelecek, ona davudi, ama kısık davudi bir sesle “Davul-Zurna” şiirini okuyacaktır. Çünkü bu bir sır değildir. Birsel'in “Davul Zurna” şiiri burada yazılmıştır. Yazılırken de İzmir Kordonu düşünülmüştür. - Parasıyla değil mi? İyi olacak! Yeni gelen ıstakoz da aynı biçimden inceden inceye gözden geçirilir: - Haa, bak bunda iş var! Sait elini kolunu sıvayıp ıstakozu çıtır çıtır da kırmıştır. Festivale bakın! Edip Cansever de o günden sonra Birsel'e her rastlayışında bu şiirin bir dizesini yineleyecektir: Koca, koskoca bir tabak dolusu bembeyaz et de salına salına ortaya çıkmıştır. Ah iç gıcıklayıcıdır sabahları yale! Kendisinin gevezelik ettiğini sanan, ama bir kayık tabak istakoz etini karşılarında görünce şaşıran Tahir Alangu'ya şöyle de demiştir: Eptalafos'tan açılmışken bu kahvenin 1950'lerden sonra zaman zaman Baylan topluluğunu, Attila İlhan ve arkadaşlarını barındırdığını da söylemeliyiz. Bunlar arasında Turgay Gönenç de vardır. Epistalafos Kahvesi'nin tarihi içinde Fahir Onger'in, Behçet Necatigil'in, Fazıl Hüsnü'nün. Oktay Akbal'ın, Nahit Ulvi'nin, Salim Şengil'in adlarına da rastlanır. Hem de büyük harflerle. Adı iri puntolarla yazılan bir yazar da Leyla Erbil'dir. - İşte böyle. Kimi insanların içi koftur. Hiçbir şey çıkarılamaz. Kimileri de işte böyle doludur. Öykücülük işi bunu bulmaktır. Nedir, Sait, bir başka gün Eptalafos Kahvesi'nde öykülerini nasıl yazdığını merak eden bir delikanlıya: - Körükörüne yazarım demekten çekinmeyecektir. Sonra da: Ama şimdilerde Eptalafos Kahvesi baştanbaşa yanıp kül olduğuna göre, vay benim köse sakalım, biz yine Sait'e dönelim. - İşte, sözgelişi, şimdi bir öykü yazıyorum. Hem adını bile koydum. Sait'in burada Ferruh Doğan'a verdiği karşılığın temelinde yüzde yüz alçak gönüllülük yatar. Bu gönülsüzlük Sait'in bütün konuşmalarına yön verir. Gerçi, kimi zaman bu deyişlerde bir benbenlik kokusu da sezilir ama bu, pek üzerinde durulacak bir şey değildir. Doğrusu o, büyük bir yazar olduğunu belli etmekten pek ürker. Onu görenler bir balıkçı, bir at hırsızı, bir kestane kebapçısı, bir boyacı, bir emekli memur, bir garson, bir çöpçü, bir sarhoş, bir aylak sanabilir, ama yazar olduğunu hiç mi hiç çıkaramaz. Oysa, Alangu'ya dediği gibi günün 24 saatini edebiyat adamı olarak yaşar. Sait bu söz üzerine delikanlının: - Demek ilkin adını koyarsınız? diye sormasını bekler. Delikanlı böyle bir şey sorsa Sait: - Yok, ama, bu ad hoşuma gitti de... karşılığını yapıştıracaktır. Olmaz böyle bir şey. Sait, delikanlının, hiç değilse, yazmakta olduğu öykünün adını sormasını bekler. çünkü bunun da karşılığı hazırdır: - Eptalafos Kahvesi! Kahveyi de at. Yalnızca Eptalafos da olur. Bir balığın gözünü andıran iri patlak gözleri vardır. Daha doğrusu, kendisine bakanlara bir balığı düşündürtür. Abidin Dino bir karikatüründe hanos mu, sinagrit mi, kefal mi işte onlardan birini hatırlatan bu pörtlek gözleri çok ustaca çizmiştir. Gözlerinin çevresinde -şakaklara doğru- bir takım çizgiler de vardır. Ne ki, bunlar hayatında çok güldüğünü değil, güneşe çok baktığını, bakarken de mavi gözlerini kıstığını anlatır. Yüzünün bütününden çıkan anlam ise, onun, içi tedirgin biri olduğunu ortaya koyar. Sait, “Havada Bulut” öyküsünde bunun, sevilmemişlerin, çok üzülmüşlerin, okumuşların tedirginliği olduğunu açıklamıştır. Gelin görün ki, delikanlı bunu da sormaz. Ama bir ara şöyle bir şey demeyi uygun bulur: - Demek böyle yazarsınız siz öyküyü? - Nasıl? - İlkin adını korsunuz. Sonra bir kez kurar. hop sonuca gidersiniz. - Yok yahu! Öyle yapmam. Doğrusunu ister misin, ben öykünün nasıl yazılacağını da bilmem. Gülerken çokluk ağzını açmaz, burnundan kesik kesik ve hızlı hızlı soluklanarak güler. Bu yüzden de bu gülüşler bir otomobil tekerine hava basan pompanın hihihi-hihihi'lerini andırır. Bunu kimi zaman, eleştirilerini ya da “Ulan Kerata”diye başlayan takılmalarını sulandırmak için de kullanır. Bu delikanlı dediğimiz kişi bizim karikatürcü Ferruh Doğan'dan başkası değildir. Şu ana değin adını gizli tutmamız okurlarımızın merakını ayağa kaldırmak içindir. Ferruh, o yıllarda Beyoğlu'nda; Balıkpazarı'nda Lambo meyhanesinin bulunduğu sokakta oturmaktadır. Zaten o, oldum bittim Beyoğlu gök kubbesi altında soluk alıp soluk vermiştir. Gözlerini de dünyaya Beyoğlu'nda Piremehmet Sokağında açmıştır. O günlerde Cumhuriyet gazetesinde ressam olarak çalışıyordur. Söz konusu günün sabahı ki 15 Mayıs 1950 gününün ta kendisidirNevizade Sokağı (eskiden Kilise Sokağı) 33 numaralı evinden aheste-beste çıkmış, her zamanki gazetecisinden Barış dergisinin üçüncü sayısını -ki onun kapağında da Fransız ressamı Courbet'ten bir şeyler vardır- aldıktan sonra Balo Sokağındaki Langırt Salonuna -şimdiler Japon Mağazası- damlamıştır. Raslantıya teşekkür olunur ki, oraya, azıcıktan sonra Sait Faik de düşer. Ferruh, Sait'i görünce fırsatı yitirmek istemez. Koca öykücüye yaklaşarak kendini tanıtır. Sait, öykülerine tutkun bu körpe karikatürcünün konuşmasından pek memnun kalmıştır. Bu yüzden, Ferruh'la birlikte Büyük Caddeyi arşınlayıp Eptalafos Kahvesi'nin önüne geldiği vakit de ona: Samim Kocagöz onu şöyle anlatır: “Öyle çok laf etmesini sevmezdi. Hep işlerin alayında görünürdü. Ama onun sanat üzerine konuştuğunu, dahası, bilimsel konuştuğunu yakın arkadaşları çok iyi bilirler. Ancak karşısında biri olmalıydı konuşması için. En az beş on duble bira içmeliydi.” Bu gözleme Celal Sılay da katılır: “Kant ile Comte'un övülüp yerildiği masalara gelir, lafın en çetrefil noktasında birimizin dizine bir sille indirir: 'Hadi kalk lan dolaşalım' der. Topluluktan ayrılır ayrılmaz: 'Ne laflar be! Of be, of be yahu!' derdi. Kant'ı tanımaz mıydı? Ruhunu bellemişti onların. Sırası düşünce, bir hamlede, adamın başını döndürürdü.” Sait'in tanımadığı insan yoktur. Caddede yürür, kahvede, meyhanede mayalaşırken boyuna sağa, sola merhabalar yağdırır. Bu selamlardan herkes, işportacılardan tutun da kolacı çıraklarına değin bütün o küçük insanlar topluluğu, o yaşamlarını elleriyle kazananlar, o bir gün çalışmasa aç kalan işçiler, çocuklar, yaşlılar, sakatlar, fahişeler, ozanlar yani o halkın ta kendisi olan yaratıklar nasibini alır. Sait bu selamlarda o canlı ve gerçek kişilere sanki şunu söylemek ister: - Girip oturalım mı? diye sormuştur. Sait'in, bin konuşup, bin yaşanabilmesi için Eptalafos'un İstiklal. Caddesi'ne bakan merdivenlerini tırmanması ve istiklal Caddesiyle Sıraselviler kavşağındaki kahvenin ön masalarından birine kurulması gerekir. Hem de Taksim Meydanıyla Atatürk heykelini görecek biçimde. Bu, aşağıdaki insan ve taşıt selinin sağa sola kaçışını kolayca seyredebilmek içindir. Bunda belki, kahvenin, Sıraselviler yönünde, tam karşısına gelen Taksim Sineması'nın büyükten büyük afişini boyuna dikizlemekten kurtulmak düşüncesi de vardır. - Ben de sizdenim ha! Benim sizden ayrılan bir yanım yok. Şimdi önümdeki şarap şişesini bitirmeye çalışıyorum, ama bu da benim işim. Yazarlık işi. Şunu belleyin: Gerçek sanatçı halktan değişik bir yaratık değildir. O da günlük ekmeği ardından koşan gündelikçinin alınyazısını taşır. Sait'in bir yanı da, olur olmadık şeylere kızmasıdır. Nedir, kızgınlığı çabuk geçer, küskünlüğü de uzun ömürlü olmaz. Bu küskünlüklerden birini Orhan Kemal anlatır bize. Sait buraya gelirse kuşluk vaktinde gelir. Çünkü o öykülerini, çokluk sabahları yazar. Öte yandan Eptalafos'un Eptalafos oluşu da tam bu saate rastlar. Eh, Sa8 Makbule hanımın bu sözü Sait'in annesinin yamacından hiç mi hiç ayrılmadığını, ona çokça bağlı olduğunu ve çocukluk dünyasından iyice silkinemediğini anlatmak bakımından önemlidir. Sait'in annesiyle çekilmiş fotoğraflarına bakın, onun anası yanındaki ezikliğini hilafsız görürsünüz. Kemal Bekir, Burgaz'daki evlerinde, Makbule Hanım odaya girince, Sait'in saygıyla ve usulcacık toparlanıp ayağa kalktığını ve sonra annesi konuşurken onu büyük bir hayranlıkla dinlediğini anlatır. Bir gün iki yazar Parmakkapı'da karşılaşmışlardır. Bir süredir, bir tartışmadan ötürü araları şeker renktir. Orhan Kemal yolunu değiştirmek isterse de yapamaz: - Merhaba. Sait de belki yolunu saptırmayı geçirmiştir aklından. O da yapamamıştır: - Merhaba. - Nasılsınız? Nedir, bu eziklik istenilen, yitirilmesinden korkulan bir ezikliktir. 1951 yılında karaciğerine baktırmak için gittiği Paris'ten beş gün içinde dönmesi biraz karaciğerinden parça alınacağı korkusundan, biraz da annesinden uzak kalmanın verdiği şaşkınlıktandır. Sait pompalı kahkahalarından birini atar: - Teşekkür ederim efendim. Siz nasılsınız? Sonra da Orhan'ın koluna girer: Sait'in anasına bağlılığının başlıca nedeni içe kapanık bir insan olması, yalnızlığı kendine yaşam biçimi olarak seçmesidir. Onun insanlardan, kalabalıktan hoşlanması da aslında bu yalnızlıktan zaman zaman kurtulma isteğinden ileri gelir. Ama o, kalabalık arasında bile yapyalnızdır. Naim Tirali onun beş günlük Paris serüveninde bu yalnızlığı çok iyi dile getirir ve Paris'teki kalabalık ve gürültünün onu korkuttuğunu açıklar. Doğrusu Sait, içindeki insanla, dışardaki yüzler, binler, milyonlar arasında bir denge kuramamış ve galiba kimi zaman da dengesiz olduğunu düşünmüştür. - Bok. Nasılsınızmış... Bu ne kibarlık? Küskünlük işte o an bu küfürlü deyişle ortadan kalkıvermiştir. Ama bu büyünün gerçekleşmesinde küfrün gücünü de kabul etmek gerekir. Sait'te küfürün bini bir parayadır. “Beyefendi”li konuşmaya başladı mı, başlamadı mı? Dikkat! Biraz sonra bu soylu sözcüklerin yerini en yakası açılmadık küfürler alacaktır. Yalnız şu da unutulmamalı: “Ulan kerata” sözü onun sözlüğünde, “İki gözüm!”, “Cancağzım!” anlamlarına gelir. Denilebilir ki, o sevmediği insanlara sövmez. Bir gün Burgaz'da Bedri Rahmi ile arkadaşlarını da pırıl pırıl kalaylamıştır. Ama bu pek nedensiz değildir. O gün plajda yüzerken dünyanın en namussuz balığı dragonya gelip Sait'i ısırmak saygısızlığında bulunmuştur. Yoo, acele etmeyin, dragonya da, Bedri Rahmi'den önce kendi payına düşeni bol bol almıştır. Paris'ten ayrılırken Naim'e verdiği Lüzumsuz Adam'ın ilk sayfasına şunları yazacaktır: “Paris'teki anlaşılmaz günlerin çözümünü sana bırakıyorum. Anlayabilirsen anla. Yine Naim’e armağan ettiği Havada Bulut'a yazdıklarıysa şöyledir: “Yaptığım deliliğe ne zaman ah vah diyeceğimi bir kestirebilsem, o zaman Paris'te beş günün romanına başlardım.”(4) • Bedri Rahmi’den açılmışken onun Sait’le Sivriada yolculuğunu da şuracığa kıstırmalıyız. Doğal ki Sait, daha motor Sivriada'ya yanaşır yanaşmaz kalaya başlamıştır. Bu kez küfrün nedeni Sait'in kıyıda 4-5 martı ölüsü görmüş olmasıdır. • • Sait Faik'in ölümünden önce yayımlanan son hikâyesi: “Kavun içi” bir çığlık, “zehir yeşili” bir son nefes sanki. Nazım, Şeyh Bedreddin Destanı'nda, bir ara “Tükürmüşüm kafiyenin içine” der, söyleyeceklerini düzyazıyla söyler ya, Sait Faik de “Kalinikhta”da - Dün vurmuş olacaklar. Dün buraya bir sürü yabancı geldi. Tabancalarını tecrübe etmişler... “Tükürmüşüm hikâyenin içine!” diyor, son nefesini verir gibi son sözlerini “veriyor”: Köpekler konuşuyor, insanlar havlıyor, kulağının dibinden bir ırmak akıyor, biri “Canımsın” diyor, öbürü cevap vermiyor ama elinin üstündeki damarlar bir dostluk denizine akıyor, soğuk kandil kandil sarkıyor, Barba Stanco, Sivriada, yıldızlar, balık kokusu, kahve fincanına düşen sabah yıldızı, boşlukta bir direğe konan martılar, son hikâyelerinin bitmez tükenmez saçları kara, gözleri kara, kaşları kara Yani'si! “Yani, Yani be! Hey Yani, Kara Yani! Hey Beykozlu laternacı Panayot'un torunu kara gözlü dostum Yani! (...) Sen Yanaki! Dostların en koyusu! Arkadaşların içinde ölümden sonra en sonuncusu! (...) Düşün Yanakimu beni. Bin, bir yıldızın sırtına. Adaların içinde bir Burgaz adası vardır. (...) Ben, sandallar içinde bir sandal, denizler içinde bir deniz, insanlar içinde bir insan. (...) Oturmuş seni düşünüyorum. Seni düşünüyorum Yanaki. (...) Ben seni düşünüyorum Yanaki. (...) Sen yeşil zeytini neden yemedin? Omonya meydanındaki Ekselsiyor kahvesinin garsonu, 'Kalinikhta Kiryos' diyor bana. Benden de bir Kalinikhta sana. Panco!” Uzatmayalım, balıklar tutulur. Kıyıda güzel bir ateş yakılarak kızartılmaya başlanır. Yanlarında rakı, meyve filan da vardır. Oturup balıkla rakıları -bunları sonradan Bedri Rahmi anlatacaktır- devirmeye koyulurlar. Gelgelelim o yıllar Sait'in içkiye arka döndüğü yıllardır: - Ben sıkıldım, döneceğim. Sait'le birlikte gelenler bozulur buna. Ama Sait'e yine de eyvallahı basarlar. Aman ne o? Hava patlamıştır. Balıkçılar: - Yapma be Sait beyciğim. Kırk yıllık balıkçıyız. Böyle havada biz bile yola çıkamayız, Hiçbiriniz doğru dürüst kürek çekmesini beceremiyorsunuz. Başınıza bela çıkaracaksınız. Deniz sabaha doğru düzelir, öyle gidersiniz. Sait dinler mi? Gecenin on birine doğru yola çıkarlar. Bedri Rahmi'ye göre motoru gören, içindekilerin yürekliliğine parmak ısırır. Sait Faik, sanki, dünyaya iyi geceler diliyor kendi karanlığına çekilirken...(1) Sabahın üçüne doğru Burgaz'a varırlar, topu da sırsıklamdır. Burgaz'a gelmeden önce bir ara Sait karanlıkta doğrulur. Bütün sesiyle Bedri Rahmi'ye: Kalın Sağlıcakla - Yahu önüne baksana! Koskoca geminin tam göbeğine gitmenin anlamı var mı? Bedri motoru büyük bir çabayla çevirir. Oysa Sait'in gördüğü Süreyya Paşa plajı dolaylarında parlayan güçlü bir ışıktır. Kaynaklar - Vayanam vay, sen buraları böyle bilirsin ha! 1. Feti Naci, Bir Hikayeci: Sait Faik Bir Romancı: Yaşar Kemal, Gerçek Yayınevi, 1990, İstanbul. Yer yarılmış, Sait yerin dibine geçmiştir: - Uzun etme be birader. Birdenbire o ışığı burnumuzun dibinde bir gemi ışığı sandım. Herkesin başına gelir. 2. Mehmet Kemal, Acılı Kuşak, De Yayınevi, 1985, İstanbul. Sait'in evine ayak bastıkları vakit annesi Makbule Abasıyanık'ı uyanık bulurlar: 4. Salâh Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, Sel Yayıncılık, 2009, İstanbul. 3. Rıfat Ilgaz, Yokuş Yukarı, Çınar Yayınları, 1987, İstanbul. - Biz sana geceyi adada geçireceğiz dedik ya! Makbule Abasıyanık oralı değildir: - Ben döneceğinizi pekala biliyordum. Ama bu havada nasıl becerdiniz, hala şaşıyorum. 9 Prof. Dr. Ferihan Aral süsü’nde İç Hastalıkları ihtisasına başladım. Asistanlığımın 2. yılında o sırada birlikte çalıştığımız Orhan Aral ile evlendim. Neş’e ve Işıl adlarında iki kızımız oldu. Asistanlığım sırasında Endokrinoloji rotasyonu Nükleer Tıp rotasyonu ile eş zamana denk geliyordu. Asistanlar arasında kura ile belirlendiği için bana Nükleer Tıp rotasyonu çıkmıştı. Belki de ihtisasım sırasında Endokrinoloji rotasyonu yapmadığım için sonradan yan dal olarak seçtim. Endokrinoloji mültidispliner çalışmayı gerektiriyor. Nükleer Tıp, cerrahi, nöroşirürji, radiodiagnostik ve patoloji bilim dalları ile ortak çalışıyor olmak da kararımı etkilemiş olabilir. 1981 ile 1986 yılları arasında serbest çalıştım. 1986 yılında İstanbul Tıp Fakültesi’nde Endokrinoloji yan dal uzmanlığına başladım. 1995 yılında Doçent, 2001 yılında Profesör oldum. Çalışma koşullarımız yapmamız gerekenlerle yapmak istediklerimizi yerine getirebilmek için her zaman uygun değildi. Ama eğitimin her kademesinde bunları yerine getirebilmek için özverili çalışanlar vardı. Hastanede geçirdiğim yıllar bana çok şeyler kazandırdı. Hep 17-25 yaşlarındaki öğrenciler, 25-35 yaşlarındaki asistanlar ve yan dal uzmanlık öğrencileri ile çalıştığımız için gençliğimi hiç kaybetmedim. Düşüncelerim, davranışlarım, çalışma tempom onlar gibi dinamik kaldı. Öğrenciler, asistanlar ve yan dal uzmanlık asistanları ile birlikte yapılan poliklinikler, hasta başı yapılan semiyoloji eğitimleri çok severek yaptığım işler. Bu zaman içinde tıpta olan gelişmeleri yaşayarak öğrenmek, uygulamak, çalışmamın en heyecan verici ve en güzel tarafları. 1952 yılında İstanbul’da doğdum. Çocukluğum, öğrenciliğim daha sonra da çalışma hayatım hep İstanbul’da geçti. Çocukluğum, sokak oyunlarının en eğlenceli olduğu zamanlardı. Hiç yakalanmadan ebecilik oynamayı, 30 taş oynarken en çok taşı toplamayı, dokuz taş oynarken topu düzgün atmayı, yakan top oynarken topu daha havadayken yakalamayı çok isterdik. Bu oyunlar hep grup halinde oynandığı için olsa gerek, çalışma hayatımda da yapmak istediklerimi bu oyunlarda olduğu gibi bazen sadece kendi düşüncelerimle belirleyebildim bazen de arkadaşlarımla birlikte ortak olarak yapabildim. Çok sevdiğim, güler yüzüne ve fevkalade enerjik karakterine hayran olduğum Yeşim, bu yazıyı istediğinde daha zaman var şimdi yazarsam yazıyı değiştirebilirim ama yakın zamanda o sıradaki halimle yazmam durumunda değiştirmeye fırsat olamayacaktır diye düşünerek sanki karşılıklı konuşuyor gibi kalsın istedim. Hayatımı da böyle yaşadım. Ama tabi ki böyle yaşamış olmayı kendi yaptıklarım değil hayatın bana verdikleri olarak düşünüyorum. İlkokuluma Bakırköy’de başladım. Beş ay kadar sonra Samatya’daki evimize taşındık. Evimize en yakın olan Yedikule İlkokulu’na yazıldım. Buradan mezun olan öğrenciler Çemberlitaş Kız Ortaokulu’na alınıyordu. Öğrenciliğimin en güzel üç yılını bu okulumda yaşadım. Öğlenciydim. Derslerimiz saat 13:00’te başlardı ama arkadaşlarımla birlikte saat 10:30’da okul bahçesinde olurduk. Önce yalnız yapamadığımız fizik ve matematik problemlerimizi çözer, eğer o gün sözlü sınavımız varsa ona da hazırlanır sonra oyun için kalan zamanımızda en çok sevdiğimiz yakan topu oynardık. Bu okulumdan sonra İstanbul Kız Lisesi’ne yazıldım. İstanbul Kız Lisesi o yılların en popüler okullarından biriydi. Bu yıllarda okullarım dışında ben de şunu yaptım, bununla da uğraştım diyebileceğim kitap okumak dışında yetenekle ilgili bir hobim olmadı. Sadece bir defa fakültede öğrenci iken radyoda haber spikeri olmaya heves ettim. Gazetede gördüğüm bir ilan nedeni ile Elmadağ’daki TRT binasına gittim. O gün hangi sebeple hatırlamıyorum kapıdan içeri giremedim. O günden sonra da bir daha denemedim. Ancak radyo ve gazete ile dünyadan haberim oluyordu. Ama her yeni yazıldığım okulla birlikte çevrem de genişliyordu. Ailem, çevremdeki bazı yakınlarım, okul arkadaşlarım, öğretmenlerim ve okuyabildiğim kitaplarımla hep mutlu oldum. Beni, okumam konusunda çok içten duyguları ile destekleyen, bunun dışında sadece çocuk olduğum için sadece öğrencisi olduğum için beni seven öğretmenlerimi her zaman minnetle, sevgiyle anıyorum. Ben onlardan çok etkilendim. Onlar gibi olmayı istedim. Tıbbın gelişmesi, tıp fakültesi öğrencilerinin, doktorların ve hastaların daha iyi koşullarda olmaları dileklerimle. Ferihan Aral 1976 yılında İstanbul Tıp Fakültesinden mezun oldum ve aynı yıl SSK İstanbul Hastanesinde pratisyen hekim olarak çalışmaya başladım. Beş ay sonra İstanbul Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Kür- Ferihan 10 hocam, canım ablam dım. Zaten derslerden tanırdım Ferihan Hocamı. Bir öğrenci gözüyle; yumuşacık ses tonuyla rahatlatan, sıcaklığını hemen hissettiren, çok da güzel bir hanımdı. Yanında ihtisas yaparken bunlardan çok daha ötesi olduğunu gördüm. Sadece hoca değildi. Herkese anneydi, ablaydı, arkadaştı. Vizite çıkardık beraber. Hasta sonuç raporlarını alır; tane tane her organ ya da sistemi ayrı ayrı değerlendirirdi: karaciğer fonksiyonları normal, böbrek fonksiyonları normal... Bugün ben de aynı şekilde bakıyorum sonuçlara ve her defasında gülümseyerek hocamı anıyorum. Asistanlarımın da benzer bir yol izlediklerini görüyorum. Hekimlik zanaatını hocasından öğreniyor insan. Bana hep yuvada olduğumu; kaygılarımın yersiz olduğunu hissettirdi hocam. Öğrencilikten asistanlığa, asistanlıktan uzmanlığa geçiş sürecimde özgüvenimi edinmemde çok katkısı olmuştu. O dört aylık rotasyonu bitirdim. Malatya’ya döndüm. Endokrinolojinin ne olduğunu anlamaya yeni başlamıştım, çözmeye çalıştığım, anlayamadığım ya da çözüm üretemediğim vakalar o kadar çoktu ki. Arardım: “Ferihan Hocam.....” hiç bıkmadan, incitmeden tane tane anlatırdı izlemem gereken yolu. Derken yine Çapa’ya bu defa yan dal yapmak üzere gittim. Yine “Ferihan Hocam....” diyerek etrafındaydım. Bu defa bir de sevgiyle nasıl sarıp sarmaladığını, sorunlar karşısında sakin ama kararlı duruşunu, her durumda barışçıl ve çözüm üreten yapısını gördüm. Hekimliğin ve hocalığın sadece meslek icra etmekten ibaret olmadığını öğretti bana. Meslektaşlara, ast ve üstlere, hastalara; nezaket, sabır ve ilgiyle yaklaşmayı öğretti. Mesleğimi icra etmemde ve hayata bakışımda hep önderim oldu. Sevgili hocam, ablam... Şimdi çok sık göremiyorum sizi. Ama biliyorum ki orada bir yuvam ve “Ferihan Hocam...” diyerek koşabileceğim bir ablam var. Sizi çok seviyorum. İyi ki varsınız ve iyi ki öğrenciniz olma şansım oldu. Ferihan ablayı ilk kez 1987 yılında Dahiliye Kliniği’nde gördüm. Cerrahpaşa mezunu olduğum için kimseyi tanımıyordum. Kül sarısı kısa saçları, bebek yüzü yüreğimde bir sıcaklık hissettirdi bana. Henüz tanımamıştım onu ama her Dahiliye Kliniği’ne gidişimde gözüm prensesimi arıyordu. Sonra hayatımın en güzel süreci başladı benim için. Ferihan ablam ve Neşeciğim ile birlikte çalışmaya başladık. Ferihan ablanın oturuşu, kalkışı, zerafeti, nezaketi, ses tonu, güzelliği, sıcaklığı beni hep büyüledi. Ablamın en büyük hayranıyım ve birlikte çalışmaktan onur duyuyorum. Canım ablam seni çok seviyorum. Dr. Yeşim Erbil Ferihan Hoca’nın benim için ayrı bir yeri vardır. Candan bir dost ve sırdaş olmasından öte, sakinliğini örnek almaya çalıştığım, uyumlu tavrını hep takdir ettiğim kişidir. Kalbi gibi yüzü de güzeldir. Yıllar, ona dokunmadan, iz bırakmadan geçmektedir. Çok sabırlıdır. Özellikle poliklinik koşullarında, sorunlu, kaprisli hastalarla konuşurken sabrına hayran kaldığım çok olmuştur. Bu arada tek bir şikayet cümlesi kurmadan poliklinikte, mesai saatlerinden çok sonraya kadar uzanan saatlerde, hasta muayenesine devam edebilmesi, bu sabrının ve çalışma gücünün bir yansımasıdır. Hepimizin bunaldığı zamanlarda, o, yüzündeki pozitif ifade değişmeden aynı şevkle hasta muayenesine ve takibine devam eder. Bunu yaparken “bugün çok yoruldum” gibi bizlerin sık olarak kurduğu cümleleri kendisinden hemen hiç duymadığımın altını bir daha çizmek istiyorum. Pozitif düşünür, yapıcıdır. Aslında gençleri (ve hastalar da dahil hepimizi) bir anne/abla şefkatiyle kucaklar. En stresli zamanlarında bile sakinliğini ve kibarlığını koruyabilir. Onunla birlikte çalışmak rahat ve keyiflidir. İnsana huzur veren havası, benim tedavi olamamış Karadenizli ruhuma hep iyi gelmiştir. Dr. Ayşe Çıkım Sertkaya Birlikte daha uzun süre çalışmayı istiyorum. Kendisine, kalpten, sevdikleriyle birlikte, sağlıklı, huzurlu, keyifli, uzun bir ömür ve çalışma hayatı diliyorum. Dr Neşe Çolak Sevgili Hocam, Ablam... İç hastalıkları ihtisasım sırasında fakültem beni endokrinoloji konusunda deneyin ve bilgi kazanmam için istediğim bir üniversiteye rotasyona göndermeye karar verdi. İstanbul Tıp Fakültesi mezunuydum, iç hastalıkları ihtisasımı Çapa’da yapmak en çok arzu ettiğim şeydi ama başaramamıştım. Sonuçta böyle bir fırsat yakalayınca ilk aklıma gelen kurum elbette Çapa olmuştu. Yuvaya dönmekten çok mutlu ama bir o kadar da endişeliydim “ya beni beğenmezlerse, ya iyi bir doktor olamamışsam, ya başaramazsam....” Rotasyona başla11 İnsan kaç kişiyi korkusuzca arar hayatta bir sorunu olduğunda ya da hasta karşısında yardıma ihtiyaç duyduğunda? İnsan kaç hocasıyla ailesinden biri gibi dertleşebilir ki hayatta… Ben kendi adıma size çok az kişi sayabilirim. İşte bunlardan biri hayata karşı duruşu, bilgisi, insanlığı, zerafeti ve anaçlığıya “Ferihan Aral”dır. İnsan kalbiyle, beyniyle ve fiziğiyle güzel olunca etrafına yaydığı enerjisi de bir o kadar güzel oluyor. Hastalarıyla yakaladığı saygı ve sevgi dolu bağları benim için örnek oluşturmuştur. Kızgın olsan bile sesini kontrol edebilmeyi, üzgün olsan bile gülebilmeyi, yorgun olsan bile karşındaki hastaları kendin yerine koyup ilgilenebilmeyi güzel örnekleriyle gösterdi bize sevgili Ferihan hocam… Endokrinoloji camiasına katıldığımda kocaman bir aileye katılmak gibi olduğunu, bir konuda ne kadar çok şey okursan oku, ne kadar çok şey bilirsen bil hep diğer kişilerden de fikir almanın fark yaratabileceğini, tecrübeli ustalardan rehberlik almanın ne kadar yararlı olabileceğini gördüm ve öğrendim kendisinden. İyi ki varsın sevgili hocam.. Bana kattıkların için teşekkür ederim Ferihan abla sabırla dinler bizi, bilgi ve tecrübeyle dolu bir şekilde cevaplar sorularımızı. Hastaları sadece tıbbi hikâyesiyle değil ismiyle hatırlar. İnsana huzur veren, güzel ve kibar yüzüyle karsılar hastalarını ve hepimizi. Dr. Meral Mert Ferihan ablamdan endokrinoloji eğitimim sırasında çok şey öğrendim ve hala öğreniyorum. Ne zaman arasam sıcacık sesiyle hocam olarak sorularımı yanıtlayacağını bilirim. Ve ne zaman arasam önce sevgisini gönderir. Ferihan abla sizi tanıdığım, birlikte çalışabildiğim ve hep yanımda olduğunuz için çok mutluyum. Ferihan Hoca sevecenliği, iyi niyeti ve yardımseverliği ile bilinir. Kendisini tanıdığım ilk günlerden beri yanına çekinmeden gidebildiğim, bilgisini paylaşmada cömert ve hastasını takipte titiz birisi olarak hafızama kazınmıştır. Onu sinirlenmiş görmek sanırım mümkün değildir. Kimseyi kırmak istemez. Her türlü karışıklığı, sıkıntıyı sakin bir şekilde çözüme ulaştırmayı beceren hoşgörülü ve uzlaşmacı bir yapısı vardır. Odasına üzgün ya da sinirli gelen sakinleşmiş olarak çıkar. Ses tonundaki sükunet vermek istediği mesajları eksiksiz yerine ulaştırır. Toplantılarda tane tane, yumuşak ses tonuyla anlattığı konular hepimizin hafızasında yer etmiştir. Dr. Leyla Yılmaz Gürbüz Ferihan Aral hocamızla 2002-2005 yılları arası İ.Ü.T.F'de Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları yan dal eğitimim sırasında beraber çalıştık. Onunla beraber poliklinik yapacağım günler benim için çok özeldi çünkü en zor hastalara bile sakin yaklaşımı, hastaya ve bizlere ayrı ayrı özetleri, tedavi seçeneklerini hastanın kavrayacağı şekilde anlatışı sayesinde günlük pratiğimde kullandığım birçok şeyi öğrendim ve tıbbın sanat kısmında tam bir usta çırak ilişkisi yaşadım . Odasına hasta danışmaya gittiğimizde bizi önce güleryüzü sonra da özenle baktığı hepimize huzur veren güzel çiçekleri karşılardı. Ne kadar yoğun olursa olsun , ne öğrencilerini ne de hastalarını geri çevirmez ve zor zamanlarda herkesin yanında olurdu. Ferihan Hoca mükemmel bir annedir. Doğrusu onun anne şefkatinden sadece iki güzel kızı değil, tüm asistanlar, uzmanlar hatta hastalar bile nasibini alır. Ferihan Hoca hastalarına çok değer verir. Onların tüm tıbbi sorunları ile titizlikle uğraştığı gibi, sosyal yönlerini de desteklemeyi ihmal etmez. Ferihan Hoca çok çalışkandır. Hiçbir işten gocunmaz ve görevlerini eksiksiz olarak yerine getirmeye çalışır. Bilim Dalı Başkanı olduğunda mükemmel bir idareci yönü de ortaya çıkmıştır. Bununla beraber, o çalışkanlığı ile hala yerine göre asistan, yerine göre uzman, yerine göre hoca olarak çalışmasını sürdürmekte ve hepimize örnek olmaya devam etmektedir. Ferihan hocamız benim rol modelim olmuştur. Sadece bilimsel olarak değil aynı zamanda aile ve iş dengesini bu kadar güzel kurabildiği için hep gönlümde ayrı bir yeri vardır. Hem bilimsel hem de sosyal hafızasının kuvvetliliği beni şaşırtmıştır,. Asistanların ve uzmanların eşlerinin ve çocuklarının isimlerini bilir ve her bayramda hepsine ayrı ayrı sevgilerini iletecek kadar nazik ve hatırşinazdır. Sizle gözünüzün içine bakarak, ellerinizi sıkarak o kadar içten konuşur ki , o anlar da kendinizi çok değerli hissedersiniz. Bilimsel tartışmalarda soğukkanlılığını korur, hasta için en doğru kararların verilmesinde küçük ,büyük demeden her- Kendisini tanımış olmaktan büyük mutluluk duyduğum hocama sevdikleri ile birlikte sağlıklı, mutlu ve huzurlu bir ömür diliyorum. Dr. Nurdan Gül 12 kesin fikrini alır ve gereğinde en tecrübesizimizin bile önerdiği güzel fikri uygulayacak kadar cesur ve yüce gönüllüdür. Mecburi hizmet görevimi tamamladıktan sonra yeniden İstanbul Tıp Fakültesine dönebilmem de büyük rolü olan Hocam’ a sonsuz minnettarım. Uzun yıllar, Ferihan Hocam’ ın mesleki tecrübelerinden ve deneyimlerinden faydalanabilmeyi umut ediyorum. Ferihan hoca dendiğinde hepimizin yüzünde güller açar , çünkü o bütün eğitim verdikleri için hem abla , hem hoca olmayı başarabilmiş nadide bir insandır. Dr. Ayşe Kubat Üzüm Ne zorlayacı hastalar ne de iş ortamındaki gerginlikler onu kişiler hakkında konuşturtur, o her zaman çözüm odaklıdır ve davranışları ile bize çözümün insanları değil sistemi değiştirmekle olacağını anlatmıştır. Dostluğun bağı ve toplumsal birliğin temeli olan sevgi; çekişmeleri, çatışmaları, kıskançlığı, bencilliği, umursamazlığı giderir. Ferihan hocamız sevgi dolu karakteriyle bulunduğu yere huzur getiren bir insan. Yetiştirdiği doktorlara bilgisini ekerken sevgisini de ekti. Gerisi bize kalıyor. Onun ömür boyu ektiği tüm güzelikleri biçmesini diliyorum Yan dal eğitimimin bittikten sonra gönül rahatlığı ile aradığım, her sıkıştığımda anda telofunun ucunda olduğunu bildiğim , o sakin , kararlı ve rahatlatıcı ses tonuyla verdiği yanıtlarla beni her zaman huzura kavuşturan bir hocam olduğunu bilmek ne kadar güzel Dr. İlkay Kartal İyi ki varsınız Ferihan hocam, sağlıkla , mutlulukla nice güzel günlerde birlikte olmak dileğiyle Ferihan Hocam, Dr. Berna Temel Nezaketi, bilgi ve tecrübesi, en kızgın anında bile seçtiği cümlelerle kalp kırmadan sorun çözmesini bilmesi hepimizde hayranlık yarattı. Yandal sırasında sadece bir öğretim üyesi olarak degil, özel konularlada ilgilenmesi ve yol göstermesi benim için çok değerliydi. Ferihan Hocam, sizinle çalışmaktan dolayı kendimi şanslı görüyorum, mesleginizde ve özel hayatınızda herşeyin istediginiz gibi olmasını diliyorum Yan dal eğitimim sırasında en çok örnek almaya çalıştığım hocalarımdan biri Ferihan Hocam’ dır. Çalışma disiplini, düzeni, asaleti, mütevaziliği, insanın içine huzur ve güven veren bakışları, herkese iyi niyetle yaklaşma gayreti, hastalara gösterdiği merhamet duygusu beni çok etkilemiştir. Ferihan Hoca, sadece benim için değil, yetiştirdiği tüm öğrencileri, asistanları, yan dal asistanları ve hastaları için çok kıymetlidir. O’ nu bu kadar kıymetli yapan; kendinin insanlara verdiği değerdir. Dr. Faruk Kutlutürk Ferihan Aral Hoca'yla ilk olarak karşılıklı konuşmamız 4. veya 5. sınıf dahiliye sözlü sınavında olmuştu, sınav stresim O'nun tatlı dili ve güler yüzü ile bir anda kaybolmuştu. Ferihan Hoca kadar insanı rahatlatan, anne şefkati ve huzur veren bir başka hocaya rastlamak her öğrenciye nasip olmaz, bu yüzden bizler çok şanslıyız. Yıllar sonra, iç hasta- Sıkıntılı olduğumda bunu Hoca hemen fark eder ve vizit bittiğinde bir bahane ile odasına çağırır. “Bugün biraz durgunsun, kötü bir şey mi oldu?” diye sorar. Başasistanının yüzündeki endişeyi, sıkıntıyı fark edebilen, daha doğrusu fark edip önemseyebilen ve soruna dahil olmak isteyen bir hocam olduğu için kendimi dünyanın en şanslı başasistanı kabul ediyorum. 13 lıkları uzmanı olup, mecburi hizmet sonrası Endokrinoloji'yi kazanınca Ferihan Hoca ile tekrar çalışma fırsatını yakaladım. İyi ki O'nunla aynı klinikte 2.5 yıldır çalışıyorum ve iyi ki o benim biricik, sevgili, kıymetli Hoca'm. Bir kongre'de, toplantı arasında karşısında otururken beni bir süre izledikten sonra hakkımda söylediği güzel sözler, komplimanlar ve iyi dilekleri karşısındaki mahcubiyetim ve tabi duyduğum memnuniyet hep aklımda. Ferihan Hoca deyince aklıma hümanizm, dostluk, zarafet aynı zamanda azim, kararlılık, iş ahlakı ve kurallara bağlılık geliyor. Her yönüyle biz öğrencilerine mükemmel bir örnek oluşturuyor. Hastaları ve O'nu tanıyan herkes tarafından çok seviliyor ve hakettiği saygıyı da elbette görüyor. Bizlere anne sıcaklığı ile yaklaşıyor, mütavızılığı ile gözümüzdeki değeri giderek daha da büyüyor. O'nun ruhunun güzelliği, yüzüne yansıyor. O'nu tanımak "insan sevgisini tanımak, gönülleri fethetmek, Mevlanı'yı- Yunus Emre'yi tanımak demek" benim için... evliliğinde mükemmel bir eş. Her yönüyle başarılı bir bilim adamı olmanın gerekliliğini adeta yasayarak hayatıyla gösteriyordu. Yoğun çalışma ortamından kaçabildiğimiz zamanlarda odasındaki hoş sohbetlerinden edindiğim izlenimler sadece bunlar değildi tabii; çevresinde olup bitenlere son derece duyarlı bir vatandaş, hastalarına karşı her zaman alçakgönüllü, sabırlı ve merhametli bir doktor, iyi bir dinleyici, kısacası insanı kendisine hayran bırakan ve daha birçoklarımıza örnek olacak bir hoca.. Dr. Bülent Canbaz. Güler yüzü ve anlayışlı yaklaşımlarının yanı sıra engin bilgisi ve alçakgönüllülüğü ile vizyonunu belirlemekte olan bir tıp örgencisine rehber olmuştu Ferihan Hoca, Aradan yıllar geçip yan dal eğitimi için bölüme başladığımda, bilim dalımızın değerli akademisyenlerinden olan saygıdeğer hocamı daha yakından tanıma olanağım oldu ve tanıdıkça gördüm yıllar önce zihinde yer eden düşüncelerin haklılığını... Bize kattığı değerleri ve kazandırdığı tüm öğretileri anlatmakta zorlandığım saygıdeğer Ferihan Hocama göstermiş olduğu sabır ve emek için şükranlarımı sunar, varlığına sıhhat ve saadetler dileyerek saygılarımla ellerinden öperim. Bilimsel değerlerinin yanında hayata dair bize aktardıkları, meslek hayatımın yanı sıra yaşantım boyunca sevgi ve saygı ile hatırlanacak, unutulmayacak kavramlar kazandırmıştı. Akademik açıdan zirveye gelmişken bir asistandan çok daha geç saatlerde hastaneden çıkan özverili bir hoca, annesinden bahsederken duyduğu saygıyı gözlerinden okuduğumuz hayırlı bir evlat, çocuklarına karşı son derece şefkatli bir anne ve şüphesiz yıllar süren Dr. Sema Çiftçi Yan dal eğitimim boyunca engin hoşgörüsü, iyi niyeti ve anlayışı ile sevgili Ferihan hocamdan, benim için nispeten zorlu olan bu süreçte, büyük destek ve yardım görmüşümdür. Kendisi mükemmel bir insan ve hoca olmanın yanı sıra tıka basa sevgi ile dolu olan kocaman yüreği sayesinde bizlere hep anne sıcaklığı ile yaklaşmıştır. Eşsiz güzelliği nedeni ile de yüzüne bakmaya doyamadığım sevgili hocam isminin de çağrıştırdığı üzere etrafına ferahlık yayar. Kendine has hekimlik sanatı, akademik yönü, çalışkanlığı ve güçlü kişiliği ile bizlere her zaman örnek teşkil etmiştir. Bu vasıfları sayesinde onunla çalışmak ancak bir zevk oldu benim için. Kendisine büyük hayranlık ve saygı duyduğum hocama bana verdiği tüm emek ve yardımları için teşekkür ediyor ve kendisini çok sevdiğimi belirtmek istiyorum. Umarım daha uzun yıllar beraberce bu camiada çalışma fırsatımız olur… Saygı ve Sevgilerimle. Dr. Özlem Soyluk Selçukbiricik 14 lara bayram harçlığının mendil ile verildiğini anlattım. Daha sonra bu olayı Ferihan Abla’ya anlattığımda bana o mendilleri zorlukla bulduğunu, çünkü artık pek çok yerde bu tarz mendillerin satılmadığını söyledi. Bu olay, onun her alandaki inceliği ve hassaslığının güzel bir örneğidir. Bana her zaman ‘’sığınılacak bir liman’’duygusu yaşatan Ferihan Hocama, Orhan Hocam ve kızları ile sağlıklı ve mutlu bir yaşam diliyor, hayatıma kattığı her şey için teşekkür ediyorum. Ferihan ablayı ilk kez Senay Molvalılar Hoca poliklinik eğitimimi Ferihan Hoca'nın yanında alacağımı söyleyerek beni polikliniğe gönderdiğinde tanıdım. Ferihan hoca benimle tek tek bütün hastaları beraber görerek polikliniği her seferinde bir eğitim ziyafetine dönüştürdü.Her konuyu anlatırken poliklinik gibi sıkışık bir ortamda bile öğretmekten aldığı zevk uzaktan bile apaçık belliydi. En zor durumlarda bile alçak gönüllü tavrı, her zaman gülen yüzü ve sakinliğiyle hep etrafına huzur veren hocamızın her şeyin gönlüne göre olmasını dilerim. Mine Adaş Dr. Gonca Tamer Ferihan ARAL Hocamı yandal eğitimine başladığımda tanıdım. İstanbul Tıp Fakültesi Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Bilim Dalı’nda yan dal eğitimine 11 arkadaş 12 öğretim üyesiyle başlamıştık. Paylaşımlar ve iş akışında dört ayrı grup oluşmuştu. Farklı bir grupla çalışırken bile bizlere eşit hassasiyet göstermek için elinden geleni yapardı. Bu dönem ve sonrasında akademik ve hayat tecrübelerinden arkadaşlarla doyumuna faydalandık. Çalışma süresince bir akademik ailenin annesi sıcaklığında davrandı. Böylece devam etmektedir. Bir insanı birkaç cümlede anlatabilmeye çalışmak çok zor sanırım.Hele bu kişi çok sevdiğiniz ve sizin bugünkü hekimliğinizde çok önemli kilometretaşlarından biri olan, Profesör Ferihan Aral olunca daha da zorlaşıyor. Yine de, belki ilk defa kendisine olan minnet duygularımı ve teşekkürlerimi, kısacık da olsa, söyleyebilme şansını yakaladığım için çok mutluyum. Evet Sevgili Öğretmenim , size herşey için çok teşekkürler etmek istiyorum; endokrinoloji yan dal uzmanlık eğitimi için kabul edildiğimi sizden, sizin sesinizden duyduğum muhteşem andan bugüne kadar olan bütün bilimsel katkılarınız için, her zaman her konuda verdiğiniz moral ve destek için, bizi hep dinlediğiniz için.. Akademik eğitimime ve geleceğime yaptığı katkılarıyla her zaman saygı duyarım. Sakin, sevecen ve güler yüzle sorunları çözüme götürürken kimsenin incinmemesi için aşikar bir hassasiyet göstermektedir. Kendimce Ferihan Hocam’a ait fotoğrafı yazıya dökmeye çalıştım. Kısacık birşey daha söylemek istiyorum; endokrinoloji polikliniğinde ilk kez sizinle hasta bakmaya başladım ve her geçen gün size hayran kaldım. Sizden öğrendiklerim dışında, sizin tıpkı bizleri kucakladığınız gibi hastaları kucaklamanızı, sabırla yardım edişinizi gıpta ederek izledim. Gün geldi bu güç ve öğreti zor anımda, yoğun poliklinik şartlarında çalışırken, beni dizginledi ve sizi hatırlattı bana ve hastaları tıpkı sizin gibi dinleyebilme gücünü bulmaya çalıştım.. İyi ki tanıdım, iyi ki meslektaşız ve iyi ki varsın Ferihan Hocam. Dr. Taner BAYRAKTAROĞLU 6. sınıf öğrencisiydim. Kardiyoloji nöbetindeydik. Nöbetin ilerleyen saatlerinde kliniğe o gece nöbetçi olan uzman doktor geldi. Sakin ve gülen bir yüzle kliniği gezdi, asistanımıza bazı sorular sordu. Omzuna uzanan düz saçları, giydiği etek, bluz ve doktor önlüğüyle, kibar bir şekilde vizitini tamamlayan bu doktor gecenin o saatinde bile dikkatimi çekti doğrusu. Asistanımıza kim olduğunu sordum, ‘Ferihan Hoca’ dedi. Ve yıllar sonra o Ferihan hoca yine karşıma çıktı. Ama bu kez sadece hoca olmadı, istediğim zaman kapısını çalabildiğim, dilediğim zaman yardım elini uzatan, her zaman güler yüzle karşılayan bir arkadaş, bir abla kısacası ‘Ferihan Abla’ oldu. Size sağlık ve mutluluk dolu uzun bir ömür diliyorum sevgili Ferihan Abla. Sizi çok seviyorum ve bundan sonraki yaşamınızda da Tıp Bilimi' ne ve Eğitimi' ne katkılarınızın, sağlık ve mutlulukla, devam etmesini yürekten diliyorum. Dr. Ferhan Mantar Ferihan Abla’yı tanımam, 1997 de endokrinoloji yan dalına başlamam ile oldu. ‘’Abla’’ olarak hitap etmem, hocalık vasfı yanında bizim için gerçekten bir abla da olmasından kaynaklanmaktadır. Pek çok kişi akademik hayat içinde hocalık vasfı ile yer alabilir, ancak gerçek anlamda hocalığı hayatın diğer alanlarında da yol gösterenlerin hak ettiğine inanıyorum. Dr. Neslihan Kurtulmuş Prof. Dr. Ferihan Aral, “hastayı tetkik ederken ne zaman daha pratik, ne zaman daha ayrıntıcı olmak gerektiğini” öğrendiğim hocamdır. Hastalarına sabır ve şefkatle yaklaşan, her zaman nazik, mütevazı, güvenilir, örnek aldığım bir hekimdir. Ama benim gözümde o sadece “Ferihan hoca” değil, aynı zamanda “Ferihan abla”dır. Neden böyle hissettiğimi anlamak için onunla çok uzun zamandır tanışıyor olmanıza gerek yok, kısa bir süre sohbet edin yeter... Bir bayram günü, birkaç arkadaş çocuklarımız ile birlikte Ferihan ve Orhan Hocamızı evlerinde ziyaret ettik. Her iki hocamız ve kızlarının mükemmel ev sahipliği sonrası eve dönüş yolunda ikizlerim, Ferihan Abla’nın her çocuk için özenle hazırladığı hediyeleri açmaya başladılar. Kızım bir yandan paketi açıyor bir yandan da paketten çıkanları sayıyordu. Bayram harçlığı, oyuncak, şeker ve ‘’anne bir tane de bez parçası çıktı’’ deyince gülmeye başladım ve onlara bunun bir mendil olduğunu, eski bayramlarda çocuk- Dr. Serpil Salman 15